article
stringlengths 7.34k
10k
|
---|
ozuşmuşlardı. Leone, "Bir Zamanlar Amerika" filmini yönettiğinde, Robert De Niro'nun Clint Eastwood'un aksine gerçek bir aktör olduğunu söylemişti. Ama ikili Leone'nin ölümünden bir süre önce bunu telafi etmiş ve barışmıştı. Eastwood 1992 senesinde Affedilmeyen isimli revizyonist western filmi ile en iyi yönetmen ve aynı zamanda en iyi film oskarını kaldırdığında bu ödülleri iki kişiye adadı. Bu iki yönetmenden birisi Leone'ydi. Diğeri ise Eastwood'un Kirli Adam'ın da yer aldığı bir dizi filmini yöneten Don Siegel'di. Affedilmeyen filminin sonunda ise "To Sergio & Don" yani "Sergio ve Don'a" yazısı filmin sonunda kredi yazıları başlamadan önce geçiyordu.
Leone'ye "Baba" filminin yönetmenliği için potansiyel bir aday olarak yaklaşılmıştı. Ama Leone teklifi reddetti. Çünkü Birleşik Devletler'de içki yasağını konu alan suç ve destan tarzı Bir Zamanlar Amerika isimli kendi mafya filmini çekmek istiyordu. Böylece "Baba" filminin yönetmenliği Francis Ford Coppola'ya verildi.
"Bir Zamanlar Amerika" işi 1982 senesinde bittiğinde, Leone, yazar Harrison Salisbury'nin kurgusal olmayan "The 900 Days: The Siege of Leningrad" isimli kitabından etkilenmişti. Ve bu kitabı bir savaş destanı olarak sinemaya uyarlamayı planlıyordu. Resmi olarak tamamlanmış ya da dışarı sızmış bir senaryo olmamasına rağmen, Leone açılış sahnesini ve ana temayı meydana çıkarmıştı.
"Once Upon a Time, Sergio Leone" (Bir Zamanlar, Sergio Leone) belgeseline göre, film hikâyenin ortasından veya sonundan başlıyor. Kamera hareketle, Nazi topçularından saklanan bir Rus'a doğru odaklanıyor. Pan yaparak yüzlerce adım uzaktan şehir duvarlarına yaklaşan Alman Panzer birliklerini gösteriyor. Film, Alman Wehrmacht silahlı kuvvetlerinin şehri bombardımana başlamasıyla Rusya'da kapana kısılmış bir Amerikan fotoğrafçısına odaklanıyor. Leone bu rolü Robert De Niro'nun oynamasını istemiştir. Karakter filmde izlediği yol boyunca, Rus bir kadın ile aşk ilişkisi yaşıyor. Daha sonra hamile bıraktığı Rus kadın ile uzayan kuşatmadan ve gizli polisten sağ çıkma girişimine teşebbüs ediyorlar. Çünkü yabancılarla ilişki yaşamak yasak. Leone'ye göre, "Sonunda, kameraman Almanların teslim oluşunu filme aldığı sırada, şehrin özgürlüğe kavuştuğu gün ölüyor. Ve kız onun öldüğünü bir sinema haberinde farkına varıyor; Kamera onu bir bombanın altında patlamış olarak gösteriyor..."
1989'da, Leone bağımsız sinemacıları 100 milyon dolarlık bir finans destekle arkasına alabildi. Ve Sovyet bir film şirketi filmin prodüksiyonuna dahil oldu. Leone, Ennico Morricone'yi de filmin bestelerini yapmaya ikna etti. Tonino Delli Colli ile görüntü yönetmeni olması konusunda bağlantı kuruldu. Çekimlerin 1990 yılının başlarında bir zamanda yapılması programlandı. Leone film için resmi imzayı attıktan iki gün sonra ölünce proje iptal edildi.
2003'ün başlarında, İtalyan film yapımcısı Giuseppe Tornatore, "Leningrad" isimli bir filmi yöneteceğini duyurarak projeye ilgiyi tekrar alevlendirdi. Ve kadın aşık başrolü için Nicole Kidman'ı düşündüğünü belirtti. Film 2008 yılında prodüksiyondaydı. Ama ne olduysa oldu Leone'nin henüz ortaya çıkmamış projesi ile ilişkilendirildi.
Frayling'in yazdığı "Something to Do with Death" isimli Leone biyografisine göre, Leone, Cervantes'in 17. yüzyılda geçen Don Kişot romanının çağdaş bir uyarlamasını kafasında canlandırıyordu. Bu filmde Don Kişot'u Clint Eastwood, onun yaveri Sancho Panza'yı ise Eli Wallach canlandıracaktı. Leone bu projenin yapımını 1960'lı ve 1970'lı yıllarda düşünüyordu. Hayatının sonlarına doğru ise bu projeyi gerçekleştirmeyi ciddi anlamda düşündü.
Leone aynı zamanda Margaret Mitchell'in Rüzgar Gibi Geçti romanı ve 1939 film uyarlamasının sıkı bir hayranıydı. Akrabaları ve yakın arkadaşları onun her zaman bu romanın yeniden bir uyarlamasını yapmak istediğinden bahsettiğini belirtti. Leone romana daha yakın bir film yapmak istiyordu. Ama bu hiçbir zaman ciddi bir prodüksiyon şeklini almadı.
Leone Louis-Ferdinand Céline'in Gecenin Sonuna Yolculuk romanının bir fanıydı. 60'lı yıllarda bir film uyarlaması yapmayı düşünüyordu. Bu romanın unsurlarını "İyi, Kötü ve Çirkin" ve "Yabandan Gelen Adam" filmlerine yerleşti. Ama romanın uyarlaması bir film planları sadece planda kaldı ve hiç gerçekleşmedi.
Leone aynı zamanda Lee Falk'un Kızılmaske'si için uyarlama bir senaryo yazımına başlamıştı. Ve projenin çekimi için mekanları araştırıyordu. Buna karşın, hiçbir zaman bir çizgi roman kahramı uyarlaması film çekmedi. Kızılmaske projesini bir diğer Falk karakteri Mandrake uyarlaması ile devam etmek istediğini belirtmişti.
Moleküler biyoloji
Moleküler biyoloji, canlılardaki olayları moleküler seviyede tetkik eden biyoloji dalıdır.
Moleküler biyoloji son yıllarda önem kazanan genetik, biyokimya, hücre biyolojisi ve biyofizik gibi dalların gelişmesiyle ortaya çıktı. Canlı organizmada hayati önemleri oldukça fazla olan nükleik asitler, proteinler ve enzimlerin yapılarının tamamen aydınlatılması moleküler biyolojinin ilgi alanıdır. Bu maksatla X ışınları difraksiyonu ve elektron mikroskobu gibi ileri tekniklerden faydalanılırdı. İnsan ve diğer canlıların genomlari aydınlanmaya başladıktan sonra moleküler biyolojinin genel ilgi alanı canlılardaki proteinleri ve onlarin üstlendikleri görevleri ve birbirleriyle olan etkileşimleri anlamaya yönlenmiştir.
Bu günlerde moleküler biyoloji ortaya çıkan yeni yöntemlerin yardımıyla hızlı bir gelişme sürecine girmiş ve hem hastalıkların gerçek nedenleri anlaşılmaya başlanmış hem de biyoteknolojik ve biyonik gelişmelerin yolu açılmıştır. DNA mikroçipleri ile genlerin ifade profillerinin alınması olası hale gelmiş, gerçek zamanlı PCR ile gen ifadesinin incelenebilmesine olanak vermiştir. Floresan antikor ve protein teknolojileri, bu floresan proteinlerin hücre içinde sentezlenmesiyle veya ilgilenilen proteinlere kaynaştırılmasıyla proteinlerin hücre içinde takibi mümkün olmuş ve hangi hücrelerin hangi şartlar altında bu proteinleri nasıl ve nerede kullandığının anlaşılmasını sağlamıştır.
Birçok hücre türünün kültüre edilmesi genetik hayvan deneylerinde hangi genetik etkenlerin hangi sorunlara yol açtığını anlamayı kolaylaştırmıştır. Rekombinant DNA teknolojileri ile canlılar arası gen alış verişi mümkün olmuş ve birçok alanda yeni ürünlerin üretilme yolu açılmıştır. Kök hücre ve transgenik hayvan modellerindeki çalışmalar birçok hastalığın tedavisi için umut vermektedir.
Jan Tinbergen
Jan Tinbergen, (d. 12 Nisan 1903, Lahey – ö. 9 Haziran 1994, Lahey). Hollandalı iktisatçı.
Ragnar Frisch ile birlikte ekonometrinin kurucularından olan ve az gelişmiş ülkelerde ekonomik planlama konusunda yaptığı çalışmalarla tanınmış bir iktisatçıdır.
Beş çocuklu bir ailenin ilk çocuğuydu. Hemen tüm aile üyeleri, bilim alanında yetkin kişilerdi. Babası bir ortaokulda dilbilim hocasıydı. Tinbergen’in bilimsel eserlerinde basit bir dil kullanmasında babasının önemli bir etkisi vardır. Ailede politik ilgi de oldukça gelişmişti. Jan Tinbergen bu ilgiden etkilenerek önce Sosyalist Gençlik Örgütü’ne, sonra da Sosyal Demokrat Parti’ye girdi. Siyasi fikirleri dolayısıyla askerlik yapmayı reddetti ve bunun yerine hükümet emrinde mecburi hizmete girdi. Mecburi hizmetinin bir bölümünü Merkezi İstatistik Bürosu’nda yaptı.
Bir dönem üniversitede asistanlık yaptıktan sonra, bu büroya yeniden döndü. Üniversitede fizik okumuştu. Ancak doktora tezi, “Fizik ve Ekonomide Minimum Problemler” adını taşıyordu. Bu tezden sonra ilgisi giderek ekonomi alanına kaydı. Ancak gerek üniversite eğitiminin getirdiği matematik bilgisi, gerek istatistik bürosundaki çalışmalarıyla edindiği istatistik tecrübesi ekonomi alanında bu iki bilim dalını uygulamayı denemesine neden oldu. Tinbergen bu çalışma tarzını konjonktür dalgalanmaları konusuna uygulamayı denedi. Gerek bu dalgalanmaları açıklayan, gerekse konjonktür teorilerini amprik olarak test etmeyi amaçlayan ekonometrik modeller kurdu. Bu çalışmalarda Keynes düşüncesinin öğeleri bulunmasına karşın, Keynes’ten hayli eleştiri aldı. 1960’lara kadar da gereken ilgiyi görmedi.
Tinbergen daha sonraları refah ekonomisi ve kalkınma planlaması alanında çalıştı. Özellikle bu dalda birçok uluslararası kuruluş adına görev yaptı. Çeşitli planlama teknikleri geliştirdi. Gelir dağılımı konusunda çalıştı.
Türkiye'de Devlet Planlama Teşkilatının kuruluşunda aktif görev aldı. İlk planların input-output analizlerine dayalı olarak yapılmasında öncü rol oynadı.
Gelir dağılımının adilleştirilmesi yönünde tavır aldı. Ancak analizlerinde gelirin adilleştirilmesinden ziyade refahın adilleştirilmesini işliyordu. 1969 yılında Ragner Frisch’le birlikte “dinamik modelleri geliştirerek ekonomik analizlere uygulayan” çalışmalarıyla Nobel Ekonomi Ödülü’nü aldı.
Erdek
Balıkesir ilinin ilçesi olan Erdek ("Artàke", Yunanca: Αρτάκη), Marmara Bölgesi'nin Marmara Denizi’ne doğru uzanan Kapıdağ Yarımadası’nda Erdek Körfezi’nde yer alır. Türkiye'nin ilk sayfiye yerlerinden birisidir. Balıkesir ilinin en kuzeyinde, Marmara Denizi kıyısında bulunan ilçe, Türkiye'nin en önemli turizm merkezlerinden biridir. Erdek kış mevsimlerinde büyük bir ilçe nüfusuna sahip olmakla birlikte, yaz mevsimlerinde turizmin de etkisiyle nüfus bazı küçük illerin nüfusunu aşar. Tarihte çeşitli uygarlıklara ev sahipliği yapmış olan ilçe, çeşitli açılardan Türkiye'nin önemli ilçelerinden biridir.
Eski adı Arktonnesos olan Kapıdağ yarımadasından oluşmaktadır. Kuzey ve batı çevresinde Marmara ilçesine bağlı Marmara Adaları bulunmaktadır. Ancak Paşalimanı Adası Erdek'e bağlıdır. Bölgede ılıman Marmara iklimi görülür.
Erdek, antik kentleri, Açık Hava Müzesi, temiz denizi ve kumsalı ile bir turizm merkezidir.
Erdek tarihte Artake adıyla tanınmaktadır. Bu isimlere bakarak ilçenin Sitler tarafından kurulduğu söylenebilir. Ancak Erdek tarihi milattan önce 5400'lü yıllara dayanır. Artake sitlerin efsanevi krallarından biridir.
Erdek'in önünde bulunan ve günümüzde Zeytinlik olarak bilinen ada Artake ismi ile tanınıyordu. Ayrıca karşısındaki tepe üzerindeki antik kente |
de bu isim verilmişti.
Artake sözcüğü MÖ 2000'lerde yaygın bir dil olan Luwi dilinden gelirse de anlamı bilinmiyor. Artake'nin ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu hakkında da bilgi yok. MÖ 8. yüzyılda Miletoslu göçmenler burasını ele geçirerek Hellenleştirmişlerdir.
Byzantionlu Stephanos,Timosthenes isimli bir İlk Çağ tarihi yazarının Artaka'nın Kyzikos'ta bir dağ ve önündeki adacığın ismi olduğunu yazdığını ileri sürmüştür. Plinius da bu adanın ismine Artacaeon olarak değinir. Bunların dışında Artake ile ilgili belirgin bir bilgi yoktur.
Miletos önderliğinde başlatılan Batı Anadolu ayaklanmasına katılan kentleri cezalandırmak için Perslerin gönderdiği donanma diğer kıyı kentleri gibi Artake'yi de talan etmiş,yakıp yıkmıştır. Buradan kaçan halk da günümüzdeki Erdek'in olduğu yere kaçarak oraya yerleşmişlerdir. Ortaçağ da Artake bir ara canlı bir kent konumuna geçmeye çalışmışsa da sonuçta her zaman yakınındaki Kyzikos'a bağımlı kalmıştır. Artake'den, geçirdiği yangın ve depremlerden dolayı günümüze hiçbir tarihi kalıntı ulaşamamıştır.
Tarih çağlarında Artake’den ilk söz eden Herodot olmuştur. Artake MÖ 7. yüzyılın başında Miletoslular tarafından kolonize edilmiş, MÖ 361 yılından önce bütün Kapıdağ ile birlikte Kyzikos’un egemenliğine girmiştir. Helenistik çağ boyunca sürekli olarak yükselip parlayan Kyzikos’un yanında gittikçe önemini yitiren Artake, Roma döneminde de bu sitenin bir dış mahallesi durumuna düşmüştür. Bizans çağıyla beraber limanları ihmal edilen ve depremlerle yıkılan binalarının taşları yağma edilen Kyzikos’un gerilemesiyle giderek gelişmeye başlamış ise de Kyzikos’un ününe yetişememiştir. Tarihçi Herodot iktisadi durumunu da ele alarak üzümünü, şarabını, zeytin ve zeytinyağını methetmiştir.
Artake 1339 yılında Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa tarafından fethedilip Türk egemenliğine geçmiştir.
Osmanlı döneminde ise Erdek'in en güzel en açık bir şekilde Evliya Çelebi'nin Seyahatname isimli eserinden öğreniyoruz. 1639 yılında Erdek'e iki kez gelen Evliya Çelebi Erdek'in tahtanı ve fevkanı iki katlı evlerinde, hanları hamamları, dört mihrap camilerinden 25.000 dönüm bağlarından misket üzümünden dokuz çeşit şarabından bahseder. Yine Evliya'nın ilginç bir anısında bugün Erdek limanında bulunan küçük Zeytinli Ada ile ilgilidir. Evliya Çelebi Zeytinli Adası ile ilgili şöyle bahsediyor:
satırları ile Zeytinli Ada'daki şifalı sulardan bahsediyor.
1891 yılı Osmanlı nüfus sayımına göre Erdek'te yaşayan kişi sayısı 33.007 kişidir. Bunların büyük çoğunluğu (%89) Rumlardan oluşmaktadır (29.165 kişi). Erdek'teki Türk nüfusu ise 3.070 kişidir (%9). Erdek merkez nüfusunun %91'i Hristiyanlardan oluşmaktaydı.
1807’de de Karesi Sancağına bağlanmıştır. 19. yüzyılın sonlarına kadar bu sancağa bağlı bir kaza olan Erdek (Bu tarihlerde Bandırma, Erdek kazasına bağlı bir bucaktı), daha sonra 1930'lu yıllara kadar Bandırma'ya bağlı bir bucak haline geldi ve bu tarihte ayrı bir ilçe merkezi oldu. 1980'de 10.000 olan nüfus, 2000'de 20.000'e ulaşmıştır.
1924 Mübadelesiyle Rumların boşalttığı Erdek merkeze ve köylere Selanik'e bağlı Karacaova (Karacaabat) ve Kavala Pomakları Giritli ve Boşnak göçmenler yerleştirilmiştir.
Halkın çogunlugu mübâdele ile gelen Selanik ve Girit mübâdil göçmenlere dayanır.
Erdek merkezin nüfus yapısı; Yerli denilen Manavlar, Selanik-Karacaovalı Pomaklar, Boşnaklar, Giritliler, Tikveşli Pomaklar, Çerkezler, Romanlar, sonradan gelen Karadenizliler.
Ocaklar, Narlı, İlhanlar, Doğanlar, Turanlar Ormanlı köyleri geneli Karacaovalı Pomaktır. Ayrıca Narlı ve İlhanlar köylerine az sayıda Giritli muhacirler de yerleşmiştir.
Düzler, Yeniköy (Belkıs), Yukarı Yapıcı ve Ballı Pınar köyleri Kavala Pomaklarındandir.
İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 2 belde ve 21 köyden oluşmaktadır.
Erdek; Bandırma, Susurluk, Bursa, İstanbul ve Karacabey gibi yerleşimlerin gözde sayfiye mekanlarıdır. Yakınlardaki Kapıdağ'ın ormanlık iç bölgeleri de ilgi çekmekte ve doğa turizmi amacıyla kullanılmaktadır. Kapıdağ'da Selanik göçmeni muhacir Pomakların yaşadığı bakir köyler vardır. Cumhuriyet öncesinde Kapıdağ yöresi Anadolu'da Rum nüfusun en yoğun yaşadığı yerlerin başlıcalarındandır.
Kyzikos antik kenti kalıntıları "Bandırma Arkeoloji Müzesi"nde teşhir edilmektedir. Müzede, Kyzikos antik kendinden ve civardan elde edilen mezar stelleri sergilenmektedir.
Erdek’in 10–12 km dışında bulunan ve büyük medeniyetin yaşadığı Kyzikos (Kizikos) kentinde ilk yaşayanların Dolion’lar oldukları ve şehrin kurucusunun da Kral Kyzikos olduğu bilinmektedir. Kyzikos’dan geri kalan ve bilinen tarihi mimari zenginliklerini şöyle sıralayabiliriz; Hadrianus tapınağı, Kyzikos Amfitiyatrosu, Altıköşe kuleler, Bouleuterion, Bergama Kraliçesi Apoolonis’in adına oğulları tarafından yaptırılan tapınak, Kirazlı Yayla Manastırı.
İlçede 1990 yılından bu yana Erdek Belediyesince düzenlenen "Erdek Şenlikler" adı altında Kültür ve Sanat etkinlikleri yapılmaktadır.
1959 yılından bu yana Türkiye’de Turizm hareketlerinin öncülüğünü yapan Erdek, sahilleri ve kumsalı ile Türkiye'nin en güzel plajlarından birine sahiptir. 12 km. uzunluğundaki sahil şeridinde turistik otel, motel ve dinlenme tesisleri mevcuttur.
Turizm başta olmak üzere, İlçenin en önemli tarımsal faaliyeti zeytinciliktir. Bunun yanı sıra kırmızı soğan üretimi ve balıkçılık da bol miktarda yapılmaktadır.
Yunanistan'dan 1924 Lozan Mübadelesi ile göçen Pomak köyleri mevcuttur. Kendi aralarında Pomakça konuşmaya devam ediyorlar. Sütlü börek, zelnuk böreği, urus i mesu (kapama), sini pidesi, şişerka, manca, tikvinik, pitilisa, langitka, kurmidni i banik gibi Pomak yemekleri özellikle köylerde hâlâ yapılır.
Giritlilerin de zeytin yağlı ve ot yemekleri meşhurdur. Giritli yaşlılar da kendi aralarında Girit Rumcasını konuşmaya devam ediyorlar.
Rumcadan kalan köy ve mevki isimleri hâlâ halk arasında kullanılmaktadır. Gonya (ocaklar), rutya (narlı), erek (ilhanlar), dragonda (doğanlar), fatya (turanlar) köyleri gibi... Katikirman, iskafiye, polakez, apostol, kastri, palata, gedeve mevkileri gibi...
İlçe ve köylerde halk Türkçeyi Rumeli aksanıyla konuşur. Beya, be, bre, mari, eey, len, üle.. gibi hitaplar konuşurken sıkça kullanılır.
Marsilya
Marsilya (Fransızca: "Marseille []", Oksitanca: "Marselha" veya "Marsiho"), Fransa'nın güneydoğu'sunda bulunan, Bouches-du-Rhône ilinin ve Provence-Alpes-Côte d'Azur bölgesinin merkez şehridir.
2009 nüfus sayımı'na göre 850.602 nüfusuyla Fransa'nın 2. en büyük kentidir. Ayrıca 1.715.096 nüfusuyla Fransa'nın 3. en büyük metropolitan yerleşim alanıdır. Avrupa'da en büyük kara alanına sahiptir.
MÖ 6. yüzyılda Foçalı denizcilerin sayesinde Massalia adı altında kurulan Marsilya, Fransa'da ve Akdeniz'de birinci, Avrupa genelinde dördüncü limanı olarak gösterilmektedir.
Fransa’nın Provence-Alpes-Côte d'Azur sınırları içindedir. Calanques Dağ kitlesininde aralarında bulunduğu bir dağ zinciriyle çevrili olan Marsilya, Akdeniz sahil şeridi boyunca 70 km kıvrıla kıvrıla uzanır. Güneş ışığı en önemli servetidir. Mistral yeliyle gelen Provence yöresine has bu doğal ışık, aralarında Cezanne, Braque, Dufy, Derain, Marquet'inde bulunduğu birçok tanınmış ressamın ilham kaynağı olmuştur.
Fransa'nın Akdeniz kıyısında yer alan şehir, Akdeniz'in en büyük ticari limanına sahiptir.
Şehir merkezine 30 km uzaklıktaki Marsilya havaalanından her 20 dakikada bir hareket eden otobüsler, yolcuları Saint Charles Garı'na getiriyor. Oradan taksi ya da metro ile gideceğiniz yere ulaşıyorsunuz. Başta Marcel Pagnol'un filmleri olmak üzere birçok Fransız filmine mekân olan St. Charles Garı, şehrin yüksek tepelerinden biri üzerinde kuruludur. Garı şehrin merkezine bağlayan Boulevard d’Athenes caddesine doğru alçalan toplam sayısı 104 olan merdivenlerin en üst basamağından aşağıya bakınca tüm şehrin ayaklarınızın altında olduğu hissi veriyor. Bazıları şehrin merkezi olarak, St Charles Garı'nı bazıları ise ‘Le Vieux-Port’ denilen eski limanı kabul ediyor.
Tarihte ilk olarak MÖ 6. yüzyılda 12 İon şehrinden biri olan "Phokaia"lı (bugünkü adıyla Foça) denizcilerin kurduğu Marsilya şehri, zamanla eski liman denilen Vieux Port (Eski Limanı) etrafında genişleyerek bugünkü halini almıştır. Phokaialılar İzmir yakınlarındaki bugünkü Eski Foça şehrini kaybetmelerinden sonra kendilerine koloni yaptıkları bir şehir olarak da biliniyor. Cosquer Mağarası duvarı üzerindeki yazılar Marsilya da geçtiğimiz 28 bin yıl boyunca insan yerleşimi olduğunun kanıtı. Ayrıca Marsilya 2 bin 600 yıl ile Avrupa'nın en eski şehri unvanına sahiptir. Bu eskilik sokaklarında kolayca fark ediliyor. Birbirine bitişik sıralanan yüzlerce apartmanın dar bir koridor görünümü oluşturduğu Arnavut kaldırımlı sokaklarında yeni yapı hemen hemen hiç yok. Asırlar öncesinin yüksek tavanlı, uzun pencereli evleri yıkılmamış ve korunarak bugüne kadar gelmiş. Tarihi geçmişiyle yüksek mimari değer taşıyan bu apartmanlar bugün hala halkın kullanımındadır. Marsilya Kültür Varlıkları Atölyesi'nin (Atelier du Patrimoine) yöneticisi Daniel Dracourt'un şehrin tarihi yapısının korunmasına yönelik çalışmalarının bunda büyük payı olmuş. Akdeniz çevresinde bulunan ülkelerde tarihi kent dokularıyla öne çıkan yerleşimlerin gelişim ve koruma planları yapılmış. İstanbul'a benzer özellikler taşıyan Marsilya çok kültürlülüğün ve kültür varlıklarının korunması ve yerel yönetimler açısından önemli bir örnek.
MÖ 49 yılında Sezar tarafından istila edilince Romalıların ticaret merkezi haline getirilen Marsilya, limanlarının jeopolitik avantajıyla bugünde denizcilik alanında önemli bir yere sahiptir. Haçlı Seferlerinde aktif olarak önemli bir rol oynamışsa da bugün egemen bir din yok ve çok çeşitli kültürel yapısı içinde her dinden insana rastlanıyor. 13. yüzyılda kısa süreli yaşanan Cumhuriyet dönemine, 1423 yılında Aragone Hanedanlığı tarafından son verilmiş. Kral Rene'nin yaptığı çıkartmanın sembolü olarak diktirdiği kule, bugün hala limanın girişinde görülebilir. Marsilya, 1481'de Fransız Krallığı'na dahil olm |
uşsa da halkının liberal yanı tarih boyunca ağır basıyor. 1720 yılında nüfusunun yarısı olan 45 bin kişiyi kaybettiği veba salgının yaraları kısa sürede sarılırken, 1792'de Marsilya halkı asiliğiyle ünlenir. Altı bin gönüllüden oluşan Ren Ordusu, Claude Joseph Rouget de Lisle'in bestelediği savaş marşı ‘Chant de guerre pour l'armée du Rhin'ı söyleyerek, Fransız Devrimine katılmak için Paris'e doğru yürüyüşe geçer. 1795'te Fransa'nın milli marşı kabul edilen bu marş ‘La Marseillaise’ olarak bilinir.
19. yüzyılda Modern Döneme girmesinin yanı sıra Fransız sömürgeleri, altyapı sistemi projeleri ve Süveyş Kanalı'nın açılmasıyla gelişmesi hız kazanan Marsilya, ham maddeleri işlemeye dayalı ekonomisiyle kısa zamanda gelişmesini tamamlamış. Deniz ürünleri zenginliğinin yanı sıra Dünya'nın en kaliteli kiremitleri burada üretiliyor. Bugün Marsilya'nın tek amacı ‘Euroméditerranée’ projesini gerçekleştirmek. Ekonomi ve endüstri metropolisi olan Marsilya 1995 yılında başlatılan bu projeyle Güney Avrupa'nın iş alanında başkenti olmayı amaçlıyor. Bunu gerçekleştirmek için şehir, yabancı sermayeye yatırım yapması için her imkânı ve kolaylığı sağlıyor. Aynı zamanda Fransa'nın en yüksek öğrenme oranına sahip olduğu 45 bin üniversite öğrencisiyle kente gelen sermaye ile doğan iş imkânlarından Marsilya halkının faydalanması için kalifiye eleman yetiştiriliyor.
Bugün Marsilya artık Fransa'nın en kalabalık varoşlarından birine sahiptir.
Fransa'da abartmaları ile tanınan Marsilyalılar tarafından dünyanın en güzel şehri olduğu söylenir. Marsilya'nın içinde olduğu kadar civarında da gidilecek çok yer vardır. Marsilya, sosyetik tatil beldeleri Cannes, Nice, St. Tropez'ye yakın olmasına rağmen Güney Fransa’nın diğer şehirlerine hiç benzememektedir. Kuzey Afrika kökenlilerin çoğunlukta olduğu, 1 milyondan fazla çok çeşitli etnik nüfusuyla bir metropol görünümündedir. Herkesin değişik bir aksanı olduğu için Fransızcayı az veya aksanla konuşsanız bile kimse yadırgamamaktadır. Akdeniz ikliminin getirdiği yumuşak hava akımıyla soğuk ülke vatandaşları için çekici olsa da, yüksek suç oranı ve uyuşturucu trafiğinin yoğun olduğu iddia edildiğinden turistlerin çok rağbet ettiği bir şehir değildir.
Eski liman ‘Le Vieux-Port’dan ‘Château d'If’ adasına, ‘Port de Commerce’den de Korsika adasına günlük turlar düzenleniyor. Şehir içi tur yapmak için ise iki seçenek var. İlki, bir gün için kişi başına 16 Euro olan otobüslerle şehri dolaşmak. İkincisi ise yollardaki kırmızı çizgileri takip ederek yürümek. İki saat süren kırmızı çizgiyi takip turuyla şehrin gezilip görülecek tüm tarihi ve turistik yerlerini görüyorsunuz. Alexandre Dumas’nın romanı ‘Monte Kristo Kontu’yla üne kavuşan ‘Château d'If’ şehrin en güzel manzaralarından birine sahip. 1524 yılında inşa edilen bu şato, 17. yüzyılda devlet hapisanesine dönüştürülmüş.
Lavanta tarlalarıyla çevrili Marsilya'da eski ve yeni iç içe yaşıyor. Hangi tepesinden baksanız dağlarla çevrili muazzam bir liman manzarasıyla karşılaşıyorsunuz. Marsilya, tarih ve kültür karışımı bir gezi için ideal bir şehir.
Marsilya'nın şu resmî kardeş şehir anlaşmaları vardır:
Âdem
Âdem (Arapça: آدم, İbranice: אָדָם), İbrâhimî dinlere göre Tanrı tarafından yaratılan ilk insan. Her İbrâhimî dinde Âdem'e bakış açısı ve Âdem'in hikâyesi farklılık gösterse de özünde büyük oranda aynıdır. Tevrat'ın Tekvin bölümüne Adem ile Nuh Tufanı arasındaki geçen süre 1756 yıllık bir süreye karşılık gelmektedir. İslami anlayışın da ilgili hadislerin yol göstermesiyle aynı yönde geliştiğini söylemek mümkündür. İbni Sad, Tabakat'ında Adem'le Musa arasında 3 bin yıllık bir zaman olduğunu kaydetmektedir.
Babil sürgünü Tevrat anlatılarının dili ve kaynakları konusunda özel bir öneme sahiptir. Tevrat’ta kullanılan dilin kök ve kaynağının Sümer uygarlığına dayandığı ifade edilir. Sami ırkın Mezopotamya bölgesine gelmesi ve varlığını sürdürmesiyle Yahudi (ve Hıristiyan)ların kutsal kitaplarına Mezopotamya uygarlıklarına ait bir takım düşünce, inanış ve mitler de girmiştir. Yaratılış mitosu ve Tufan öyküsünde görülebileceği gibi Kitab-ı Mukaddes’te yer alan anlatımlarda net bir şekilde Mezopotamya'ya ait mitolojik unsurlar görülmektedir. Ancak Kitab-ı Mukaddes yazarları Mezopotamya’ya ait mitleri aynı şekilde değil, değiştirerek, eklemelerde bulunarak ve bir takım mitleri birbiriyle mezcederek, eklektik şekilde bir araya getirmişlerdir.
İbranicede “kızıl toprak” anlamına gelen Adam, Sanskritçede “Ada-Nath”dır ve “ad” kelimesi o dilde bütün kelimelerin önüne geldiğinde (ilk) anlamına gelmektedir. Türkçede ata diye kullanılan kelime pek çok eski kültürde aynı ses yapısıyla ve aynı anlamda kullanılmıştır. (Örneğin Samoa dilinde tata, Siyu dilinde atey)
Sümer mitolojisinde yaratılmış ilk insan ve ilk kral olan Adapa'nın diğer bazı unsurların yanında isimsel olarak da Âdem inancının kökenini oluşturmuş olduğu da düşünülmektedir. Âdem'in çamurdan, eşinin ise kaburga kemiğinden yaratılması (Nin-Ti), cennetten kovuluş, yasak meyve, yılan, Âdem’in bin yıla yakın yaşaması vb. temaları Sümer efsaneleri ile örtüşen motiflerdir. (Adem ve Adapa efsanesi arasındaki ilişki: )
Yahudi inancına göre Âdem (İbr. "Adam"), yaratılışın altıncı gününde topraktan yaratılmıştır. 1. bâbda erkek ve dişi olarak yaratıldıkları söylenirken 2. bâbda dişinin, erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığından bahsedilmesi, birinci bölümdeki kadının Lilith, ikinci bölümdekinin ise Havva olduğu şeklinde yorumlanmaktadır.
Gök ve yer bütün öğeleriyle tamamlandı. Yedinci güne gelindiğinde Tanrı yapmakta olduğu işi bitirdi. Yaptığı işten o gün dinlendi. Tanrı göğü ve yeri yarattığında,Yeryüzünde yabanıl bir fidan, bir ot bile bitmemişti. Çünkü Tanrı henüz yeryüzüne yağmur göndermemişti. Toprağı işleyecek insan da yoktu. Yerden yükselen buhar bütün toprakları suluyordu.
Tanrı, Âdem’i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğunu üfledi. Böylece Âdem yaşayan varlık oldu. Tanrı doğuda, Aden’de bir bahçe dikti. Yarattığı Âdem’i oraya koydu. Bahçede iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç yetiştirdi. Bahçenin ortasında yaşam ağacıyla iyiyle kötüyü bilme ağacı vardı.
Aden’den bir ırmak doğuyor, bahçeyi sulayıp orada dört kola ayrılıyordu. İlk ırmağın adı Pişon’dur. Altın kaynakları olan Havila sınırları boyunca akar. İkinci ırmağın adı Gihon’dur, Kûş sınırları boyunca akar. Üçüncü ırmağın adı Dicle’dir, Asur’un doğusundan akar. Dördüncü ırmak ise Fırat’tır. Tanrı, Aden bahçesine bakması, onu işlemesi için Âdem’i oraya koydu. Ona, “Bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin” diye buyurdu, “Ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün.”
Sonra, “Âdem’in yalnız kalması iyi değil” dedi, “Ona uygun bir yardımcı yaratacağım.” Allah, Âdem’e derin bir uyku verdi. Âdem uyurken, Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı. Âdem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Âdem’e getirdi. Âdem, “İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, etimden alınmış ettir” dedi, “Ona ‘Kadın’ denilecek, çünkü o adamdan alındı.”
"Adem soyunun öyküsü: Tanrı insanı yarattığında onu kendine benzer kıldı.
Onları erkek ve dişi olarak yarattı. Yaratıldıkları gün onlara "İnsan" adını verdi.
... Adem toplam 930 yıl yaşadıktan sonra öldü."
Âdem kıssası Eski Ahit'in Tekvin (Yaratılış) bölümünde anlatılır. Hristiyanlıkta Âdem'in cennette işlediği o "ilk günah", büyük bir öneme sahiptir. Hristiyan inanışına göre Âdem'in günahı tüm insanlığa geçmiştir ve İsa, bu günahı kaldırmak için gelen 'Tanrı Kuzusu'dur, kendisini bu günah için feda etmiştir.
Müslümanlar, Âdem'in yaratılmış ilk insan ve ilk peygamber olduğuna inanırlar. İnanışa göre Allah onu Rahman suretinde yaratmış ve ona kendi ruhundan üflemiştir. Tevrat veya Yahudi kaynaklarına göre Âdem’in 1000 veya 2000 yıl yaşadığı kabul edilir. Hadislerle İslama girmiştir. Âdem'den İslam dîninin kutsal kitabı Kuran'da sekiz sûrede bahsedilir. Kur'an dışı anlatımlarda kıssa, mitolojik bir hâle sokulmuştur. Buhari ve Müslim gibi güvenilen hadis kaynaklarına göre Âdem'in boyu 60 ziradır (yaklaşık 35-48 metre).
İslam'da Âdem'in topraktan yaratıldığına, Allah'ın ona diğer varlıklara öğretmediği isim koymayı, manalarını bulmayı öğrettiğine inanılır. Allah, meleklerin ona karşı secde etmesini istemiş, fakat iblis kibrinden ötürü ona secde etmemiştir. iblis bu yüzden cennetten kovulur. Kur'an'da Kehf Suresi'nin 50. ayetinde iblis'in melek değil cin olduğu ifade edilir.
Kuran'da Âdem ile eşinin aynı nefisden yaratıldığı ifade edilir. Âdem ve Havva cennette Allah'ın kendilerine yaklaşmalarını yasakladığı yasaklanmış bir ağaçtan İblis'in onlara yalan söyleyerek kandırmasıyla meyve yerler. Bunun üzerine cennetten kovulurlar. Yaşamakta oldukları Adn (Tevrat’ta Aden) cennetinden Âdem Serendip adasına (Srilanka), Havva ise Etiyopya’ya indirilir. Daha sonra Mekke'de Arafat dağında buluşurlar.
Bu kıssa, Kur'an'da detaylı bir biçimde geçmekte ve İslam kültüründe önemli bir yer kapsamaktadır. Müslümanlara, cennetten çıkış kıssasına inanmak -Kur'an'da geçtiğinden ötürü- farzdır.
Dharma
Dharma, Sanskrit dilinde "dhar" veya "dhri" sözcüğünden türetilmiş olup, Doğu dinleri ve mistisizminde 10'dan fazla farklı anlamda kullanılmaktadır.
Anlamlarından bazıları şunlardır:
Dharma ile uyumlu bir hayat süren kişiler Mokşa veya kişisel özgürlüğe ulaşırlar.
Devanagari yazılışında "धर्म" veya Pali dilinde "dhamma" şeklinde ifade edilen Hint kökenli dharma terimi Hinduizm haricinde Budizm, Jaynizm ve Sihizmde de kullanılmaktadır.
Dharma çarkı (kurallar çarkı), Budizm’de Buda öğretilerinin sembolü niteliğindedir. Dharma Çarkı sekiz çubuğuyla Buda kurallarını temsil eder. Diğer bir deyişle, Budizm’de özgürlüğün sembolüdür.
1947 yılında, Hindistan bayrağında Bhimrao Ramji Ambedkar’ın da katkısıyla 24 çubuklu bir Dharma Çarkı amblemi yer almıştır. Bu sembolik şekil, M.Ö. 3. yy.da Maurya Kralı Ashoka tarafından Budizm kurallarının egemenliğini temsil ettiği düşüncesiyle farklı alanlarda kullanılmıştır.
22 Mayıs 1972 yılında Sri |
Lanka’nın Cumhuriyet rejimini kabul etmesinden sonra, Dharma Çarkı ülkenin resmi amblemi olarak kabul edilmiştir. Ayrıca bu amblem, Tibet’te mühür olarak da kullanılmıştır.
Mokşa
Mokşa (Sanskritçe: vimukti, विमुक्ति、vimokSa, विमोक्ष), Sanskrit'çede "özgürlük" anlamına gelen Mokşa veya "kurtuluş" anlamına gelen "Mukti" terimleri ölüm ve yeniden doğum çemberinden kurtuluşu tanımlar.
Uzay Yolu
Uzay Yolu (Özgün adı: Star Trek), Gene Roddenberry tarafından oluşturulan bilim kurgu televizyon dizisi, film ve roman serisi. 7 kez dizi (1'i yalnız tasarım aşamasında kaldı), 13 kez sinema filmi, yüzlerce kez roman, video oyunu, ve hikâye olarak yayımlandı. 8 Eylül Cuma, 2006 yılında Uzay Yolu'nun ilk televizyon yayının 40. yılı kutlandı.
İnsanların galakside diğer bilinçli canlılarla birleşerek Birleşik Gezegenler Federasyonu'nu kurdukları, kurgusal bir 3. Dünya Savaşı sonrası bir geleceği tasvir eder.
Kahramanlar genelde fedakârdır ama zaman zaman sonuç almak için başka yollara baş vurabilirler. 1960'larda Orijinal Seri'de ve diğer seriler de olduğu gibi hikâyelerdeki çatışmalar ve politik boyutlar günümüz olaylarını yansıtır. Dizilerdeki emperyalizm, sınıf kavgası, ırkçılık, insan hakları ve teknolojinin etkileri gibi konular ilk yayınladıkları zaman olduğu gibi bugün de yankılanmaktadır.
Uzay Yolu 1966'da bir televizyon dizisi olarak hayata başlamasına rağmen, ondan yaklaşık 6 sene öncesine kadar planlama aşamasındaydı. "Orijinal Seri" 3 sezon sonunda düşük reytingler yüzünden yayından kaldırılmasına rağmen kendisinden sonra 5 serinin daha yayınlanmasına sebep oldu. Bu 6 seri toplamda 726 bölüm veya 30 televizyon sezonuna denk gelmektedir. Bu da 570.75 saatlik program süresine denk gelir. Türkiye'de 17 Ekim 1972'de yayımlanmaya başladı.
Uzay Yolu ilk kez ABD'de 8 Eylül 1966 Perşembe günü NBC televizyonunda yayınlandı. Dizi William Shatner tarafından oynanan Kaptan Kirk'ün kumandasındaki Atılgan Yıldız Gemisi'nin mürettabatını ve onların "daha önce hiç kimsenin gitmediği yerlere cesurca gitmek" olan 5 yıllık görevinin hikâyelerini anlatmaktadır. Sadece 3 sezon sonunda dizi yayından kaldırıldı ve son bölüm 3 Haziran 1969'da gösterildi. Tekrarların gösterimini takriben bir kültürel fenomen haline geldi. İlk başta sadece Uzay Yolu olarak bilinmesine rağmen daha sonraki yıllarda "Uzay Yolu: Orijinal Seri" ("Star Trek: Original Series") ya da Klasik Trek (Classic Trek) olarak anıldı. Şu anda başta Amerika olmak üzere birçok ülke televizyonunda hala yayınlanmaktadır. Serinin 2006 Eylül'ünde dijital olarak yenilenmiş ve yüksek çözünürlükte tekrar dağıtılacağı açıklandı.
Uzay Yolu: Animasyon Serisi Filmation adlı firma tarafından yapıldı ve iki sezon boyunca gösterimde kaldı. Orijinal seriden Walter Koenig haricinde diğer bütün başrol oyuncuları sesleri ile diziye katıldılar. Koneig bütçe sıkıntıları yüzünden yapımcılar tarafından çağrılmamıştı. Animasyon tekniği egzotik ve geniş uzaylı dünyaları ve manzaralarına izin verse de, bütçe sıkıntıları yüzünden animasyonlar vasat olarak kaldı. İlk başta Paramount tarafından onaylanmış olmasına rağmen tam olarak resmi Uzay Yolu sayılmadı. Buna rağmen bu serideki birçok eleman daha sonra dizilerde ve/veya filmlerde resmileştirildi. Örneğin Kirk'ün orta adı Tiberuis ilk olarak Animasyon seride ortaya atıldı, daha sonra "" ile resmiyete kavuştu.
Uzay Yolu: Safha II Paramount Televizyon tarafından 1978'te bayrak gemisi tv dizi olarak önerilmişti. Yapım başlamadan 12 bölümün senaryoları yazılmıştı. Dizi Orijinal serideki mürettabatın büyük bir bölümünü (Spock olarak geri dönmeyi reddeden Leonard Nimoy hariç) ikinci bir beş yıllık görev için bir araya getirecekti. Nimoy'un yerine Xon adında daha genç safkan bir Volkanlı düşünülmüştü, buna rağmen Nimoy'un misafir oyuncu olarak arada görüneceği umut ediliyordu. Setler yapılmış hatta ciddi rakamda test çekimleri yapılmıştı. Buna rağmen dördüncü bir televizyon ağının riski ve "o zamanlar yakın tarihte" yayınlanan filminin popülaritesi yüzünden Paramount haftalık bir dizi yerine bir sinema filmi yapmaya karar verdi. Bu serinin ilk bölümünün senaryosu adlı ilk filmin senaryosu için temel oluşturdu. Diğer üç tanesi ise Uzay Yolu: Yeni Nesil için uyarlandı.
Uzay Yolu: Yeni Nesil yaklaşık olarak "Orijinal Seri"'den bir yüzyıl sonra geçmekte, gene Atılgan adında fakat daha yeni ve gelişmiş (Atılgan-D) yeni bir yıldız gemisi içermekte ve Kaptan Jean Luc Picard'ın (Patrick Stewart) emri altındaki yeni bir mürettabatın maceralarını anlatmaktadır. Dizi ilk olarak 28 Eylül 1987'de yayınlandı ve 23 Mayıs 1994'te son buldu. "Yeni Nesil" Uzay Yolu dizileri arasından en yüksek reytinglere sahipti ve yayınlandığı ilk birkaç yıl boyunca hep 1 numaralı dizi olarak kaldı. En iyi drama dalında bir Emmy için aday olan(1994 yılında) tek Uzay Yolu dizisi idi. Ayrıca en iyi televizyon programı olarak Peabody Ödülü'de kazandı. Seri günümüzde birçok tv kanalı tarafında yayınlanmaktadır.
Uzay Yolu: Derin Uzay Dokuz "Yeni Nesil" ile aynı zamanda geçmektedir ve 1993'ten başlayarak yedi yıl boyunca yayınlandı. Bir yıldız gemisi yerine başlıca bir uzay istasyonunda geçen tek Uzay Yolu dizisidir. Dizi Kumandan (daha sonra Kaptan) Benjamin L. Sisko(Avery Brooks) tarafından yönetilen ve Bajoran sisteminde yeni keşfedilmiş ve sabit yegane Solucan deliği'nin () yanında bulunan uzay istasyonundaki mürettabatın ve istasyon sakinlerinin maceralarını izler. Hikâye hemen yakındaki Bajor gezegenin Cardassia'lılar tarafından işgali, Sisko benzersiz ruhsal rolü ve Dominion ile olan savaş gibi konuları da içerir. Derin Uzay Dokuz Gene Roddenberry'nin daha önceki serilerde yasakladığı uzun seri hikâye anlatımı, mürettabat içinde çatışma gibi konularla diğer Uzay Yolu serilerinden ayrılır..
Uzay Yolu: Voyager yedi yıl boyunca yayınlandı. Kaptan Kathryn Janeway (Kate Mulgrew) adında bir kadın kaptan içeren tek Uzay Yolu dizisidir. Dizi USS "Voyager"'ın 70.000 ışık yılı uzaklıktaki Delta çeyreğinde"(Delta Quadrant)" kayboluşunu gösterir. 70 yıllık bir eve dönüş yolculuğu ile karşı karşıya olan mürettabat zorlukların üstesinden gelmek ve kendi aralarından çatışmaları yenmek zorundadır. "Voyager" orijinalde Uzay Yolu'nun birçok tanıdıklarından uzaktı, fakat daha sonraki sezonlarda Borg ve Q gibi tanıdık simalar görünmeye başladılar.
Uzay Yolu: Atılgan "(Star Trek: Enterprise)"(ilk olarak sadece "Atılgan" olarak yayınlandı) diğer Uzay Yolu serilerinin başlangıcı niteliğindedir. Pilot bölüm Federasyon'un kurulmasından on yıl önce geçer. filmindeki olaylar ve orijinal Uzay Yolu arasındaki bir zamanda geçer. Dizi Kaptan Jonathan Archer (Scott Bakula) yönetimi altındaki Dünya Yıldız Gemisi "Atılgan" uzayı keşfini konu alır. "Atılgan" kendisinden önceki bütün insan yapımı taşıtlardan daha hızlıdır ve daha uzağa gidebilmektedir. Atılgan'ın başlangıçtaki reytingleri oldukça güçlü olmasına rağmen hızla düşmeye başladı. Orijinal seride olduğu gibi fanlar sayesinde 2. ve 3. sezonda da yayında kalması sağlandı. Seri dördüncü yılında da reyting kaybetmeye devam etti ve Paramount 2005 başında seriyi iptal etti.
Paramount Pictures bugüne kadar on adet Uzay Yolu Filmi yayınladı. Bunlardan ilk altısı 'nin kahramanlarını, geri kalan dördü ise 'in kahramanlarını içermektedir. Kuzey Amerika ve Birleşik Krallık'ta altıncı filmden sonra numara verilmek adetinden vazgeçilmesine rağmen Avrupa'da hala numaralama sistemi devam etmektedir. Uzay Yolu hayranları arasında çift rakam ile başlayan filmlerin tek ile başlayanlara oranla daha başarılı olduğu gibi bir batıl inanç vardır. Hayranlara göre 2, 4, 6 ve 8 no'lu filmler tepede Uzay Yolu I ve V ise dipte yer almaktadır. 2009 yılında J.J. Abrams'ın orijinal dizinin ruhunu koruyarak yeni bir yorum getirmesiyle Uzay Yolu XI en son Star Trek filmi oldu.. (Sonrasında 2 film daha çekildi.)
Uzay Yolu markası "resmi" olarak yayınlanmış beş televizyon dizisinden ve bugüne kadar çevrilmiş on filmden oluşur. Bunun haricinde , romanlar, video oyunları, çizgi romanlar ve Uzay Yolu evreni ile ilgili diğer malzemeler Paramount Pictures tarafından lisanslanmış olmalarına rağmen "resmi" sayılmazlar.
Romanlar genellikle televizyon dizileri sırasında tam açıklanmamış olayları konu alarak Uzay Yolu evrenindeki boşlukları tamamlarlar. Uzay Yolu'nun sahibi Paramount Pictures kabul etmese de, hayranlar romanları da "resmi" Uzay Yolu malzemesi olarak saymaktadırlar. Birçok yazar kendi romanları için de kendi serilerini de yaratmışlardır.
Televizyon dizileri ve Paramount tarafından çekilen sinema filmleri dışında, Uzay Yolu markası bir sürü yazar ve sanatçı tarafından Genişletilmiş Uzay Yolu Evreni adıyla genişlemiştir. Genelde bu yazar ve sanatçılar genelde varolan devamlığı sürdürmek ya da kendi hikâyelerini yazmakta özgürdürler. Benzer biçimde dizi ve sinema yapımcıları da "resmi" sayılmayan bu eserlere bağlı kalmak zorunda değillerdir.
Bunun dışında Uzay Yolu evreninde geçen birçok hayran yapımı film de bulunmaktadır. Hatta bu filmlerden bazıları (Ör: Of Gods and Men) Uzay Yolu'nda oynamış ve/veya yönetmenlik yapmış sanatçıları içerebilir.
"Star Trek" kelimesi Türkçeye Uzay Yolu olarak çevrilmesine rağmen tam çeviri "Yıldız Göçü" terimine daha yakındır. "Star Trek" ismi bugüne kadar yayınlanan tüm dizi ve filmler içinde sadece 'ta warp sürücüsünün kaşifi Zefram Cochrane tarafından dile getirildi. Bunun dışında 'in son bölümünde "...trek through the stars..." terimini kullanmıştır. Uzay Yolu'nun orijinal film müziği "Star Trek" kelimesini içeren şarkı sözlerine sahipti fakat daha sonra sadece enstrümantal olarak kullanıldı.
Uzay Yolu bugün Paramount'un sahip olduğu milyar dolarlık bir endüstridir. Gene Roddenberry Orijinal Seri'yi klasik bir macera draması olarak NBC'ye sattı. İlk olarak diziyi (Wagon Train to the Stars) olarak adlandırmıştı. Bir yıldız gemisinde geçmesine ve gelecekte yaşanmasında rağmen Roddenberry bu analojiyi kullanarak ve onları umut, humanizm ile harmanlayarak güncel dünya problemlerini ekrana taşımak istemişti. Açılış cümlesin "Daha önce |
hiçbir insanın gitmediği yerlere cesurca gitmek..." sözü neredeyse birebir olarak Beyaz Saray'ın 1957'deki Sputnik uçuşundan sonra yayınlanan bir kitapçığından alınmıştır. Kirk, Spock ve Doktor McCoy'dan oluşan merkezi üçlü klasik mitolojiden örneklenmiştir. Güncel olaylar ve insanlar arasındaki farklar üzerinde durmak amacı ile mürettabat etnik olarak farklı bireylerden oluşturulmuştur.
"Uzay Yolu" ismi, Kaptan Kirk, Mr. Spock vs. bugün dünyada en çok bilinen isimler arasındadırlar. Uzay Yolu'nun kültürel etkisi uzun yaşamını ve popülerliğini geride bırakmıştır. Günümüzde Uzay Yolu ve türevleri birçok ülkenin televizyonlarında yayınlanmaktadırlar. Hayranlar kendilerine Trekkie adını takmışlardır ve şovun etrafında bir alt-kültür oluşmuştur.
Uzay Yolu otomatik kapılar, tablet PC'ler, PDA'lar cep telefonları gibi bir sürü günümüz teknolojisi için esin kaynağı olmuştur. Işınlanma olarak tasvir edilen madde-enerji dönüşümünü popüler hale getirmiştir. Kaptan Kirk'in "Işınla, Scotty" () ve doktorun "Ölmüş, Jim" sözleri halk diline girmiştir. 1976'da gelen mektuplar ve kampanyalar sonunda NASA ilk uzay mekiğini kurgusal yıldız gemisi Atılgan'a atıfla Enterprise (Atılgan) olarak isimlendirmiştir.
2005 yılında son seri "Atılgan"'ın iptal edilmesinden sonra Uzay Yolu yirmi beş seneden beri ilk defa yapımda ve/veya planlama aşamasında bir seri ya da filmsiz buldu. selefinin yüksek reytinglerine ulaşamadı. Daha sonra 'ın iptal edilme dedikoduları, 'ın iptal edilmesi ve son film Uzay Yolu: Nemesis'in gişede beklenen başarıyı gösterememesi markanın öldüğü şeklinde yorumlandı. Tüm bunlara rağmen Nisan 2006'da yeni bir sinema filminin resmi olarak ilan edilmesi markanın henüz ölmediğinin göstergesi.
Uzay Yolu serileri bugün birçok ülkenin birçok kanalında tekrar tekrar yayınlanmaktadırlar.
Dizinin her bölümü istisnalar dışında, farklı ellerden çıkan senaryolarla ve farklı yönetmenler tarafından çekilmiştir. Bu tekdüzeliği önlemiş ve her bölüme ayrı bir bakış katmıştır.
TRT tarafından duyarlı bir şekilde yapılan çeviri ve seslendirmeler, o dönemlerde pek az kişinin kullandığı tarayıcı , alıngaç , bilgisayar gibi kelimelerin halk tarafından benimsenerek dilimize kazandırılmasını sağlamıştır. O yıllarda çok fazla bilinmeyen Lazer, ışınlama, ışık hızı gibi birçok bilimsel kavram ile de bu dizi sayesinde tanışılmıştı. Türkiye 'de 1984'ten 1998'e kadar 6 kanal dolaşmıştır:TRT 1, Star TV, Show TV, Cine 5, Kanal 6 ve TGRT.
Kaptan Kirk'in iradesi, Spock'ın mantığı, işlenen bilimsel temalar, o zamanlarda birçok kişiye ilham kaynağı olmuştur.
Uzay Yolu Turist Ömer Uzay Yolunda (1973) filmine de ilham kaynağı olmuştur. Hulki Saner'in yönettiği filmde başrollerde Sadri Alışık ve o yıllarda TRT de yayınlanan dizideki seslendirmeyi yapan tiyatro sanatçıları oynamışlardı. Bilal Tahir Sümer seslendirme ekibinin başlıcalarındandır.
Bu makaledeki bilgilerin büyük çoğunluğu İngilizce Wikipedia'daki 'ten çevrilmiştir.
Aynı zamanda resmi Uzay Yolu sitesinden de bilgiler bulunmaktadır.
Kemal Türkler
Kemal Türkler (d. 1926, Denizli - ö. 22 Temmuz 1980, İstanbul), Türk sosyalist, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nun kurucusu ve ilk genel başkanı.
İşçi sınıfının önemli kişilerinden Kemal Türkler, 1926 yılında Denizli’de, yoksul bir ailenin ilk çocuğu olarak doğdu. Yoksullukla geçen bir ilkokul çağından sonra, genç yaşta hayatını terzi çırağı olarak çalışmaya başladı. Daha sonra gömlek ustalığı, ayakkabıcı çıraklığı gibi çeşitli işlerde çalıştı. Bu dönemde, işçi haklarıyla ilgili fikirleri şekillendi.
1944 yılında liseden mezun olan Türkler, yedek subay olarak askerliğini yaptı ve 1946 yılında tamamladı. Denizli'nin Tavas ilçesinde bir yıl devlet memuru olarak görev yaptı. 1947 yılında İstanbul Hukuk Fakültesine kaydoldu. Bu dönemde hayatını Bakırköy Emayetaş fabrikasında işçilik yaparak kazandı. Sendikal yaşamı da bu iş sayesinde başladı.
1949 yılında Türkler'in ailesi babasının sağlık sorunu dolayısıyla İstanbul'a taşındı. Türkler, hukuk fakültesinden 3. sınıfta ayrılmak zorunda kaldı ve 1953 yılına kadar gömlek terzisi olarak çalıştı ve satıcılık gibi işler de yaptı.
13 Eylül 1953’de Maden-İş Sendikası'nın Bakırköy yönetim kurulu üyeliğine seçildi. 19 Mart 1954 tarihinde yapılan genel kurulda Maden-İş Sendikası'nın sekreterliğine getirildi. Yine aynı yıl, sağlık sorunları nedeniyle genel başkanlık görevinden ayrılan Yusuf Sıdal’ın görevini üstlendi. Böylece 1958 yılında Türkiye Maden İş Sendikası Türkiye genelinde örgütlenmeye başladı.
1958 yılında Kemal Türkler eşi Sabahat Türkler ile evlendi ve 1959 yılında Yasemin, 1961 yılında Nilgün adlı çocukları dünyaya geldi.
9 Ekim 1960'ta Türkiye Maden İş Sendikası, Milletlerarası Maden İşçileri Sendikaları Federasyonu’na üye oldu. Kemal Türkler 1961 yılında Türkiye İşçi Partisi kurucuları arasında yer aldı.
Kemal Türkler, 15 Temmuz 1966’da diğer bazı sendikacılarla birlikte Sendikalararası Dayanışma Anlaşması (SA-DA) verilen bir karara imza attı. Bunun sonucunda, MADEN-İŞ, BASIN-İŞ, LASTİK-İŞ, GIDA-İŞ 15 Ocak 1967’de Türk-İş’ten ayrılıp Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonunu (DİSK)kurdular. Bu tarihte Maden-İş sendikasından Kemal Türkler, Lastik-İş sendikasından Rıza Kuas, Maden İşçilerinden Mehmet Alpdündar, Basın-İş’ten İbrahim Güzelce, Gıda-İş’ten Kemal Nebioğlu, DİSK yönetim kuruluna seçildi.
DİSK'in sendikalar aleyhine olan bazı maddeleri protesto ettiği 15-16 Haziran 1970 Kemal Türkler ve arkadaşları da tutuklandı. Bu dönemde sendikalar protesto amaçlı greve devam ederken, toplu sözleşme çalışmaları sonuçsuz kaldı.
Daha sonra, DİSK, Devlet Güvenlik Yasası tasarısına karşı 16 Eylül 1976’da genel yas ilan ederek, örgütlü bir genel grev başlattı. Kemal Türkler bu kez de tutuklandı.
Disk’in 6. Genel Kurul’unda 26 Aralık 1977 Kemal Türkler, DİSK genel başkanlığını kaybetti.
1978 yılında İstanbul Taksim'deki 1 Mayıs kutlamalarında Maden-İş başkanı olarak yürüdü. 19 Aralık 1979’da yapılan Maden-İş sendikasının, 23. Genel Kurulunda, Enternasyonal Marşı’nın okunması nedeniyle tutuklandı.
22 Temmuz 1980'de evinin önünde vurularak öldürüldü.
Türkler’in ölümü ile ilgili olarak Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada 2003 yılında sanık Ünal Osmanağaoğlu’ nun beraatına karar verilmişti. Yargıtay 9. Ceza Dairesi dosyada eksik soruşturma yapıldığı gerekçesi ile kararı bozmuştu. Yerel mahkeme bir kez daha sanık Ünal Osmanağaoğlu’ nun beraatına karar verdi. Yargıtay sanıkla ilgili olarak keşif yapması, silahla ateş etmiş olmasından dolayı kararı bir kez daha bozdu. Mahkeme 2009’da beraat kararında bir kez daha direndi. Karara yapılan itirazla birlikte Yargıtay Genel Kurulu hükmün bozulmasına karar verdi. Dosya yerel mahkemeye son gelişinde ise zaman aşımı gerekçesiyle düştü. Türkler’in avukatı Rasim Öz, dosyayı AİHM’e taşıdı. AİHM başvuruyu inceliyor.
TÜRK-İŞ
Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu, kısaca Türk-İş, 1952 yılında kurulan Türkiye'nin ilk büyük işçi konfederasyonudur. Genel Merkezi Ankara'dadır. Genel Başkanı Ergün ATALAY'dIr. 35 üye sendikası vardır.
Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu
Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ya da kısaca DİSK), 13 Şubat 1967 tarihinde Türk-İş'ten ayrılan Maden-İş, Lastik-İş, Basın-İş ve bağımsız Gıda-İş, Türk Maden-İş (Zonguldak) sendikaları ve onların genel başkanları olan Kemal Türkler, Rıza Kuas, İbrahim Güzelce, Mehmet Alpdündar ve Kemal Nebioğlu tarafından kurulan işçi sendikaları konfederasyonudur. 12 Eylül Askeri Darbesi ile kapatılmasının ardından 19 Ocak 1992 tarihinde yeniden kurulmuştur. DİSK, bağımsız bir sınıf ve kitle örgütüdür.
Mevcut başkanı Arzu Çerkezoğlu'dur. Genel merkezi Şişli, İstanbul'da bulunmaktadır.
DİSK, Avrupa Sendikalar Konfederasyonu ve Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu üyesidir.
Maden-İş, Lastik-İş ve Basın-İş sendikaları, 12 Şubat 1967’de yaptıkları olağanüstü kongrede, Türk-İş’ten ayrılma ve konfederasyonlaşma kararı aldılar. 13 Şubat 1967’de Bağımsız Gıda-İş ve merkezi Zonguldak’ta bulunan Türk Maden-İş’in de katılımı ile DİSK kuruldu. Bu tarihte kendilerine verilen temsil yetkisiyle İstanbul Valiliğine giden dilekçe sahibi 5 kişi; Maden-İş Genel Başkanı Kemal Türkler, Lastik-İş Genel Başkanı ve TİP Ankara Milletvekili Rıza Kuas, Basın-İş Genel Başkanı İbrahim Güzelce, Gıda-İş Genel Başkanı ve TİP Tekirdağ Milletvekili Kemal Nebioğlu ile T. Maden-İş (Zonguldak) Genel Başkanı Mehmet Alpdündar’dı.
Genel Kurulu 15 Haziran’da Bank-Sen-İş Kongre Salonu’nda toplanan Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun kurucu Yürütme Kurulu Kemal Türkler’in Genel Başkanlığında İbrahim Güzelce (Genel Sekreter), Kemal Ayav, Macit Karabulut ve Şinasi Şengün’den oluştu ve Rıza Kuas, Kemal Nebioğlu, Mehmet Alpdündar, Şinasi Kaya ve Ehliiman Tuncer ise kurucu Yönetim Kurulu üyesi seçildiler.
Kuruluşun hemen ardından 24 Haziran 1967 tarihinde yürürlükte olan İş Kanunu’nu protesto etmek için Ankara’da Tandoğan Meydanı’nda tarafından bir miting düzenlenmiş, bu DİSK’in ilk kitlesel eylemi olmuştur. Aynı dönemde İstanbul’da bulunan Gevriyeloğlu Mensucat fabrikasında çalışan Tekstil üyesi işçiler uyuşmazlık üzerine greve çıkmış, grev 29 Ağustos’ta anlaşmayla kaldırılmıştır.
1968 yılında 24-25 Şubat tarihlerinde DİSK 2. Genel Kurulu Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) salonunda toplanmıştır. Aynı tarihlerde, Zonguldak’ın Kozlu ve Üzülmez bölgelerindeki 25.000 işçi toplu sözleşmelerden sonuç alınamaması üzerine 6 ve 7 Şubattan itibaren iş bırakmaktaydı. Yürüyüşlerin ve güvenlik güçleriyle çatışmalardan yaşandığı eylemlerde 13 polis yaralandı, bir başkomiser kayboldu. Olaylar sonrasında köyüne dönmekte olan iki maden işçisi öldürüldü. 21 Şubat’ta imzalanan toplu sözleşme ile eylemler sona erdi.
1969 yılında Singer fabrikasında çalışan 520 DİSK - T. Maden-İş üyesi işçi sendika seçme özgürlüğünü savunmak, işten çıkarmaları protesto etmek ve haftalık çalışma süresinin 48 saate indirilmesi için 11 Ocak’ta iş yerini işgal etti ve aynı yıl içerisinde Türkiye’de ilk kez |
bir sinemada grev ilan edildi. Yeni Sinema’da çalışan ve OLEYİS üyesi on dokuz işçi 11 Ocak’ta greve başladı. Grev 26 Ocak’a kadar sürdürüldü. 13 Haziran 1969 tarihinde Çorum, Alpagut linyit işletmesinde çalışan maden işçileri ücretlerini alamadıkları için ocakların işletilmesine el koydu ve 1 Ağustos 1969’da Türk Demir Döküm fabrikasında çalışan 2300 T. Maden-İş üyesi işçi toplu sözleşme görüşmelerinin sürüncemede bırakılması nedeniyle fabrikayı işgal etti. 19 Ağustos’ta Koç Holding ile T. Maden-İş arasında bir protokol imzalandı.
13-15 Haziran 1970 tarihlerinde DİSK 3. Genel Kurulu Yeşilköy’de, Çınar Oteli salonunda toplandı. Bu dönemde, hükümetin Türk-İş’in de desteğiyle 274 ve 275 sayılı yasaları değiştirerek ve sendika seçme özgürlüğünü ortadan kaldırarak sendikal tekel yaratmayı ve DİSK’i fiilen etkisiz kılmayı hedeflemesi üzerine işçiler sendikalarına ve özgürlüklerine getirilen bu kısıtlama nedeniyle 15-16 Haziran’da İstanbul sokaklarını işgal ettiler. Tarihe 15-16 Haziran Olayları olarak geçen gelişmelerde DİSK’in çağrısıyla işçiler fabrikalarda üretimleri durdurmuş ve kent merkezlerinde toplanarak eyleme geçmiştir. Türkiye tarihinde ilk defa gösteriyle sebebiyle Haliç Köprüsü açılarak iki ayrı işçi ayrı grubunun birleşmesi önlenmeye çalışılmış, boğaz’da vapur ve motor ulaşımı kesilmiştir. 16 Haziran’da İstanbul Kadıköy Meydanı’nda işçilerin üzerine polis tarafından ateş açılması sonucu Mutlu Akü Fabrikası’dan Yaşar Yıldırım, Vinleks’ten Mustafa Bayram ve Cevizli Tekel Fabrikası’ndan Mehmet Gıdak adlı işçilerle birlikte bir esnaf ve bir de polis yaşamını yitirdi, yüzlerce işçi yaralanmıştır. 15 Haziran günü, 115 iş yeri ve yaklaşık 75 bin işçiyle başlayıp, 16 Haziran günü 168 fabrikayı ve 150 bine yakın işçi ile devam eden 15-16 Haziran Olayları, sanayi işçilerinin yoğun olarak bulundukları İstanbul ve Kocaeli bölgelerinde etkili oldu. Olaylar ancak 1.Ordu Komutanlığı’na davet edilen DİSK yöneticilerinin çağrısı ile son bulmuştur.
DİSK, 1967-1971 tarihleri arasında aktif bir biçimde Türkiye İşçi Partisi desteklemiş ve parti ile sendika arasında karşılıklı bir etkileşim gelişmişti. DİSK kurucularından Kemal Nebioğlu ve Rıza Kuas 1965 seçimlerinde TİP milletvekili olarak TBMM’ye girmiş, 1968’de DİSK ve Maden-İş Başkanvekili Şinasi Kaya TİP’ten İstanbul Belediye Başkanı adayı olmuş, Rıza Kuas 1969’da yeniden milletvekili seçilmişti. DİSK 1969 genel seçimlerinde ve ara seçimlerde TİP’e oy verilmesi çağrısında bulunmuştu. 1971 yılına gelindiğinde ise sosyalist hareket içindeki bölünmeler ve Türkiye İşçi Partisi içerisinde yaşanan ayrışmalar DİSK’i de etkilemiş, güç kaybeden TİP’in özellikle 1971’deki son kongresinden sonra DİSK ile ilişkileri çoğunlukla sona ermiş ve üzerindeki etkisi yavaş yavaş ortadan kalkmıştı. Bu dönemde DİSK, 12 Mart 1971 tarihinde askeri kuvvetlerin bir muhtıra vererek hükûmetin istifaya zorlandığı askeri müdahaleye karşı bir tavır geliştirmemiş, aksine yayınladığı bildiriyle 12 Mart Muhtırası’nı desteklediğini açıklamış ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin yanında olduğunu belirtmiştir.
12 Mart 1971 Muhtırasıyla başlayan süreçte sürmekte olan Sıkıyönetimden dolayı bütün grev, direniş ve toplantıları yasaklanmış ve izne tabi kılınmıştı. DİSK büyük ölçüde sessizliğe çekilmiş, ve bu durum ancak 14 Ekim 1973’te yapılan milletvekili ve senato seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi'nin galip çıkması ile beraber tersine dönmeye başlamıştır.
DİSK'in 4. Genel Kurulu 12-13 Şubat 1973 tarihlerinde Şişli’de, Nis Düğün Salonu’nda toplanmış ve Genel Kurul’da toplu sözleşme yetkisinin alınmasında en geçerli ve en kısa yolun “Referandum” olduğu savunulmuştur. Bu dönemde DİSK, sosyal demokrat bir söylem geliştirmek iddiasında olan Cumhuriyet Halk Partisi'nin etkisi altına girmiştir. DİSK Yönetim Kurulu’nun 8 ve 12 Eylül 1973 tarihlerinde yaptığı iki toplantı sonucunda 14 Ekim 1973’te yapılacak olan milletvekili ve senato seçimlerinde tüm işçileri Cumhuriyet Halk Partisi'ne oy vermeye çağırmış ve gerekçelerini şu şekilde açıklamıştır:
DİSK, CHP’ye oy verme çağrısını 9 Aralık 1973’te yapılan mahalli seçimlerde de tekrarlamıştır. Aynı dönemde 13 Şubat 1974’te kutlanan DİSK'in 7. kuruluş yıldönümüne Başbakan Bülent Ecevit kutlama mesajı göndermiştir. Seçimlerde önemli bir başarı elde eden CHP, 25 Ocak 1974’te MSP ile koalisyon hükümeti kurmasının ardından Sıkıyönetim büyük ölçüde kaldırılmış, bu da sendikal mücadelede bir canlanmayı beraberinde getirmiştir. 1974 yılında gerçekleşen grev sayısı bir önceki yılın iki katına çıkmış, bu grevlerin büyük bir kısmı DİSK’e bağlı sendikalar tarafından gerçekleştirilmiştir. DİSK'in gösterdiği mücadele çizgisi birçok işçinin DİSK'e katılımını hızlandırmış ve bu da birçok gerilimin ortaya çıkmasına sebep olmuştur Örneğin, 11 Mart 1974’te Ülker işçilerinin Türk-İş’e bağlı Tekgıda-İş’ten topluca istifa ederek DİSK/Gıda-İş’e üye olmalarıyla ile birlikte olaylar meydana gelmiş, işverenin Gıda-İş’i tanımadığını açıklaması üzerine işçiler 17 Eylül’de fabrikada üretimi durdurmuşlardır. Ayrıca bu dönemde, DİSK Kıbrıs Barış Harekatı'nı yayınladığı bildiri ile desteklemiş, işçileri devletin Savaş Fonuna birer brüt yevmiye ile katılmaya çağıran bir kampanya açmış ve Genel Başkan Kemal Türkler ve T. Maden-İş Genel Başkan Vekili Şinasi Kaya Ekim ayı içinde bir dizi ziyaret gerçekleştirerek Avrupalı sendikacılara Kıbrıs’a yapılan çıkarmanın gerekçesini anlatmışlardır.
1975 yılı ve gerçekleşen 5.Kongre DİSK açısından önemli dönüm noktalarından biri olmuştur ve 12 Eylül'e kadar sürecek olan ikinci yükseliş dönemi olarak adlandırabilecek döneme girmiştir. DİSK'in 5. Genel Kurulu 21-24 Mayıs 1975 tarihlerinde Tepebaşı’ndaki Kazablanka Düğün Salonu’da toplanmıştır. DİSK bu genel kuruluna ilk kez Sovyetler Birliği Sendikalar Merkezi’nden ve Fransız Komünist Partisi’nin denetimi altındaki Genel Emek Konfederasyonu’ndan (CGT) delegasyonlar katılmıştır ve genel kurul sonunda, DİSK yönetimi büyük ölçüde Türkiye Komünist Partisi'ne bağlı kişilere geçmiştir. Türkiye Komünist Partisi, özellikle Türkiye’den Partizan grubunun (Veysi Sarısözen, Nabi Yağcı ve arkadaşları) 1972 yılında TKP’ye katılması sonrasında 1973 yılında bir atılım sürecine girmiş ve 1 Ocak 1974 tarihinde Atılım Dergisi yayımlanmaya başlanmıştı. Bu yıllarda DİSK’in en önemli sendikası olan Maden-İş’te Partizan grubundan uzmanlar çalışmaktaydı ve bu kişilerin de çabalarıyla Maden-İş yönetiminde Kemal Türkler ve Şinasi Kaya dışındakiler değiştirilmişti. Bu durum, DİSK Genel Kurulu'na yansımış, özellikle TİP,TSİP ile DİSK yöneticileri arasında özellikle Cumhuriyet Halk Partisi'ne verilen destek konusunda çıkan tartışmaların dolayı, TİP'lilerin DİSK yönetimi tarafından tamamen tasfiye edilmesinin ardından TKP kadroları DİSK yönetime gelmeyi başarmıştı. TİP’in ve DİSK’in kuruluşlarında yer almış ve Almanya’da çalıştığı süre içinde TKP ile ilişkisini geliştirmiş sendikacı İbrahim Güzelce genel sekreterliğe seçilmiş, o yıllarda Türkiye Komünist Partisi'nin en üst düzey yöneticilerinden biri olan Aydın Meriç de DİSK Genel Sekreter Yardımcısı olmuştu. Böylelikle, temel amaç olarak işçi sınıfında içinde örgütlenmeyi ve işçi sınıfını siyasal mücadelenin öncüsü haline getirmeyi benimseyen Türkiye Komünist Partisi 1977 yılında yapılacak 6.Genel Kurul'a kadar faaliyetlerini DİSK aracılığıyla yürütme fırsatını elde etmiştir.
Aynı zamanda bu dönemde DİSK için siyasal amaçlı yaygın kitle eylemlerini gündeme gelmiş ve sendikal hareketlerde ciddi bir yükseliş gerçekleşmiştir. Fakat 1. Milliyetçi Cephe (MC) hükümetinin kurulmasının ardından DİSK üzerindeki siyasi baskılar da artmıştır. 17 Ocak 1975’te İstanbul’da Beko Teknik’te Maden-İş’e geçmek isteyen, 15 Martta İstanbul’da Northern Electric fabrikasında yine Maden-İş’e üye olmak için direniş yapan işçilere polis saldırmış, Genel-İş üyesi 6000 ve Sosyal-İş üyesi 5000 işçinin SSK iş yerlerindeki grevleri gibi pek çok greve mahkeme ya da sıkıyönetim kararları ile izin verilmemiş, Konya’da Maden-İş’e üye olmak isteyen Seydişehir Alüminyum işçilerinin üzerine 26 Aralık 1975’te ateş açılmıştır. Artan baskılara karşı, DİSK 6 Eylül’de İzmir, 20 Eylül’de İstanbul'da "Demokratik Hak ve Özgürlükler İçin Mücadele Mitingleri" mitinglerini düzenlenmiş, çeşitli demokratik kitle örgütleri tarafından da desteklenen bu mitinglere on binlerce işçi katılmıştır.
1976 yılının Şubat ayında çeşitli yazarlar ve sanatçıların katılımı ile DİSK'in 9.kuruluş yıl dönümü kutlanmış, Genel Başkan Kemal Türkler DİSK'in mücadelesini şu sözleri ile açıklamıştır:
Aynı yıl, 1 Mayıs Türkiye'de ilk defa Taksim Meydanı'nda DİSK'in organize ettiği gösteriler ile kutlandı. Yine aynı dönemde, DİSK/Yeni Haber-İş’in örgütlü olduğu İstanbul Telefon Başmüdürlüğüne bağlı beş şantiye, taşıtlar amirliği ve Ümraniye PTT fabrikası işçileri 11 Mart’ta, Yeraltı Maden-İş’in örgütlü olduğu Yeni Çeltek Kömür ve Madencilik AŞ iş yerinde çalışan 980 işçi 5 Mayıs’ta greve başlamış, Bursa Tofaş Fabrikası işçisi, DİSK/T. Maden-İş üyesi Muammer Çetinbaş öldürülmüş, DİSK/Barder-İş Genel Başkanı Kenan Budak 2 Kasım’da uğradığı silahlı bir saldırıda yaralanmıştır. Öte yandan, Anayasa Mahkemesinin 11 Ekim 1975’te iptal ettiği Devlet Güvenlik Mahkemeleri Yasasının Milliyetçi Cephe iktidarı tarafından bir yıl içinde yeniden yasalaştırılmak istenmesi üzerine DİSK bu durumu sıkıyönetimsiz sıkıyönetim olarak değerlendirerek, Türkiye genelinde Genel Yas ilan etti ve "DGM’ye Hayır!", "MC’ye Hayır" sloganları ile kitlesel eylemler örgütledi.
1973 genel seçimlerinde olduğu gibi, 21 Şubat 1977’deki genel seçimlerinde de DİSK, Cumhuriyet Halk Partisi’ni destekleyeceğini açıkladı. Konuya ilişkin yapılan açıklamada "“DİSK, hem demokratik bir ortamdan yana, hem de hükümeti kurmaya en yakın parti olduğu için 1977 Genel Seçimlerinde CHP’yi destekleme kararı almıştır”" denildi. O yıl, 1 Mayıs'ın gösterileri yine DİSK tarafından yine Taksim Meydan'ında organize edilmiş, fakat nereden geldiği ve kim tarafından açıldığı belli olmayan silahlı saldırı sonucunda 37 kişi hayatını |
kaybetmiş, 136 kişi ise yaralanmıştır.
DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in 28 Temmuz 1977’de iktidarda bulunan 2. Milliyetçi Cephe hükümeti ve politikalarına karşı "Ulusal Demokratik Cephe" (UDC) kurulması için çağrı yapmış, yayınlanan çağrı mesajında şu görüşleri dile getirmiştir:
Fakat bu çağrı ve Kemal Türkler, özellikle Cumhuriyet Halk Partisi'ne yakın sendika yöneticileri tarafından ağır bir şekilde eleştirilmiş, ve sonrasında DİSK'te yönetim düzeyinde ayrılığa neden olmuştur. DİSK Yürütme Kurulu “4’ler”, “3’ler” olarak ikiye ayrılmış ve yeni bir genel sekreter Yönetim Kurulunca atanmıştır. Yaşanan tartışmalar Cumhuriyet Halk Partisi'ne yakın Abdullah Baştürk'ün öncülük ettiği üyelerce TKP kadrolarına karşı başlatılmış, olağanüstü genel kurul kararı alınmıştır. DİSK 6. Genel Kurulu 22-27 Aralık 1977 tarihlerinde Harbiye Şehir Tiyatrosu Salonu’nda toplanmış, Abdullah Baştürk’ün DİSK Genel Başkanlığına, daha önce Kemal Türkler ile hareket etmesine rağmen Fehmi Işıklar DİSK Genel Sekreterliğine seçilmiştir. Genel kurul sonucunda TKP'li kadroları etkinliği büyük ölçüde DİSK'te sona ermiştir ve bir süre sonra Kemal Türkler disiplinsizlik suçu ile ihraç edilmiştir.
Bu yönetim değişikliği sendikanın yürüttüğü mücadelede çok büyük bir değişikliğe sebep olmamış, 1978-1980 yılları arasında DİSK ve ona bağlı sendikaların grevleri,mitingleri sürmüştür. 19-26 Aralık 1978 tarihlerinde meydana gelen Maraş Katliamı'na karşı 5 Ocak 1979 ""Faşizmi Lanetleme Eylemleri"ni "düzenlemiştir. 1 Mayıs 1979 kutlamalarında dönemin Bülent Ecevit'in Cumhuriyet Halk Partisi hükümetinin yasaklamasına rağmen DİSK yine de Taksim Meydanı için çağrı yapmış , bunun üzerine DİSK Genel Merkezi polis tarafından basılmış ve 1 Mayıs afişlerine ve gazetelerine el konmuştur. Aynı gün DİSK genel başkanı Abdullah Baştürk ve Yürütme Kurulu üyeleri gözaltına alınmıştır. Yaşananlar rağmen, DİSK CHP'ye önceki seçimlerde verdiği destek 14 Ekim 1979 tarihinde gerçekleşen ara seçimlerde de sürmüş, DİSK yaptığı açıklama ile MHP, CGP, AP ve MSP'nin mutlaka yenilmesi ve geri itilmesi gerektiğini vurgulamış, faşizme karşı mücadelede önemli görevler yapabileceğini öne sürdüğü CHP’ye oy verilerek desteklenmesini istemiştir.
1980 yılında ise Tariş ve Antbirlik direnişleri DİSK'in dahil olduğu en önemli gelişmelerdir. Bu yıl 1 Mayıs gösterileri sıkıyönetim tarafından yasaklanmasına rağmen, DİSK üyeleri birçok ilde gösteriler düzenlemiştir 30 Nisan ve onu izleyen günlerde başta DİSK Yürütme Kurulu üyeleri olmak üzere değişik illerde 515 DİSK üyesi gözaltına alınmıştır. Ardından, 25-30 Haziran tarihlerinde DİSK 7. Genel Kurulu, İstanbul Harbiye Şehir Tiyatrosu Salonu’nda toplanmıştır.
12 Eylül 1980 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetlerinin yönetime el koymasının ardından İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı, 14 Eylül’de yayınladığı 4 No’lu bildiri ile DİSK yöneticilerini “Güvence” için teslim olmaya çağırmış, Millî Güvenlik Konseyi, 18 Eylül’de yayınlanan 8 No’lu kararı ile DİSK’in taşınır ve taşınmaz mal varlıklarına el koyduğunu açıklamıştır ve 11 Kasım’da DİSK üyesi sendikaların yönetimine Sıkıyönetim Komutanlarınca belirlenen kayyımlar atanmıştır. 7 Aralık’tan itibaren 2364 sayılı Yasa ile tüm sendika üyelerini kapsayan Yüksek Hakem Kurulu uygulamasına geçilmiş, 12 Eylül’de gözaltına alınan altmış yedi DİSK yöneticisi tutuklanmıştır. DİSK hakkında 78 kişinin idamının istendiği 1477 sanıklı bir dava açılmıştır.
Zülkarneyn
Zülkarneyn (Arapça: ذو القرنين), İslam dininin kutsal kitabı Kur'an'ın Kehf Suresi'nde geçen bir kişidir. Peygamber olup olmadığı tartışmalıdır. Kendisiyle ilgili anlatı Ye'cüc ve Me'cüc'ü de içerir ki bu bağlamda benzeri anlatılar Tanah'ta da bulunur. Ye'cüc ve Me'cüc'ü engellemek için bir set inşa ettiğinden söz edilir. Hangi çağda yaşadığı belirtilmemiştir.
Zülkarneyn kelimesi Arapçadır. "Zü", tanımlık "(e)l" ve "karneyn" kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiştir. Zü, sahip ve mâlik demektir. Karn ise boynuz, perçem, tepe, zaman, güneş anlamlarına gelir. Karneyn, "karn"'ın tesniyesi yani iki tanesi demektir. Buna göre Zülkarneyn kelimesi iki boynuz sahibi şeklinde tercüme edilir.
Zülkarneyn karakterini, kelime anlamının "çift boynuz sahibi" olması nedeniyle (çift boynuzlu miğfer takan) Büyük İskender'e veya Ebu'l Kelam Azad, Muhammed Hüseyin Tabatabaî ve Nasir Mekarim Şirâzî gibi tefsir âlimleri tarafından ve bâzı Hıristiyanlarca Büyük Kiros'a atfedilir.
Türkiye Diyanet Vakfı'nca hazırlanan İslâm Ansiklopedisi'ndeki Zülkarneyn maddesi, ünlü tefsirci Prof. Dr. Mustafa Öztürk tarafından kaleme alınmıştır. Zülkarneyn hakkında çok ayrıntı ve derinlemesine bilgi içeren araştırmalardan biridir.
Kur'an'da kimlik tanımı flu çizgilerle yapılmış efsanevî bir komutan veya kral olduğu anlaşılan Zülkarneyn’in demir işlemeyi bildiği göz önüne alındığında Demir Çağı'ndan sonra yaşadığı anlaşılır. Sınırları doğu ve batıda olabilecek en geniş noktalara ulaşan bir devlet veya hükümranlığın başını temsil ediyor. Başarılarının büyüklüğü, kendisini Tanrı’nın desteklediği efsanesinin yerleşmesine yol açıyor. Başında savaşlarda kullandığı çift boynuzlu kaska atfen Zülkarneyn (çift boynuzlu) ifadesi kullanılıyor. Hikâyenin buraya kadarki kısmı Büyük İskender ile uyumlu gözüküyor ve Kur'an yorumcularının çoğu Zülkarneyn’in İskender olduğu sonucuna ulaşıyor. Ancak hikâyenin diğer parçaları başka coğrafyalardan derlenmiş unsurlardan oluşuyor. İskender’in demir kitleleri ile inşâ ettiği Zülkarneyn Seddini inşa edenin kimliği, seddin harcı ve kimlere karşı (Ye'cüc ve Me'cüc) yapıldığı göz önüne alındığında yorumcuların aklını karıştırıyor ve Büyük İskender için sonu olmayan kimlik arayışlarına, hatta onun Muhammed'in kendisi olduğu iddialarına yol açıyor.
Kur'an'ın Kehf Suresi'nin Orhun Yazıtları ile olan birebir benzerliğine dayanarak Zülkarneyn'in Bilge Kağan veya antik çağda yaşamış bir başka Türk komutan veya Oğuz Han olduğu da iddia edilir. Türk efsanelerinde Türk hakanının gökten bir ağaç kovuğuna inen kızlarla evlenmesi, Türk adı ile kurulan ilk devletin uzayla ilgili bir ad ile kurulması ("Göktürkler), bir efsanede dağa bakır dökülerek kapatılması ve bir müddet sonra körüklerle eritilmesi ve yolun tekrar açılması, kadim Orta Doğu kazılarında şaşırtıcı şekilde bu kültüre ait izlerin bulunması, Muhammed'den nakledilen hadislerin bulunması gibi hususlar bu son iddiayı güçlendirmektedir.
Yorumlarında çağdaş unsurları kullanan bâzı modernist yorumcular ise onun gezegenler arası seyahat yapabilen bir zaman yolcusu olduğunu ileri sürebilmektedirler.
Uluslararası Çalışma Örgütü
Uluslararası Çalışma Örgütü ya da ILO ("International Labour Organization"), ülkelerdeki çalışma yasalarında ve bu alana ilişkin uygulamalarda standartları geliştirmek ve ileriye götürmek gibi bir amaçla kurulan kuruluştur. Merkezi İsviçre'nin Cenevre kentinde bulunmaktadır.
ILO 1919'da Versailles Barış Anlaşması uyarınca kurulmuş ve 1946 yılında BM'nin (Birleşmiş Milletler) uzmanlık kuruluşu olmuştur. Sosyal adalet ilkeleri, evrensel insan ve çalışma haklarının korunması temelinde kurulmuştur. ILO uluslararası çalışma standartlarını sözleşmeler ve tavsiyeler yoluyla ifade etmektedir. Bu sözleşme ve tavsiyeler temel çalışma hakları, örgütlenme hakkı, toplu pazarlık, zoraki emeğin ortadan kaldırılması, fırsat eşitliği, ve çalışma hayatı ile ilişkili diğer konularda asgeri standartlar koymaktadır. Aynı zamanda başta mesleki eğitim ve mesleki rehabilitasyon, çalışma politikası, emek yönetimi, çalışma hukuku ve endüstriyel ilişkiler, çalışma koşulları, işletme gelişimi, kooperatifler, sosyal güvenlik, çalışma istatistikleri, işçi sağlığı ve iş güvenliği gibi konularda teknik yardım sunmaktadır. Bağımsız işveren ve işçi örgütlerinin gelişimini teşvik etmekte ve bu örgütlere eğitim ve danışma hizmetleri vermektedir. Birleşmiş Milletler içinde ILO eşit katılımlı işçi ve işveren örgütleri ve de hükümetin yönetim organları ile birlikte üçlü bir yapı oluşturmaktadır.
ILO'ya üye ülkeler her yıl Haziran ayında Cenevre'de toplanırlar. ikisi hükümet delegesi diğer ikisi ise her üye ülkenin çalışanlarının ve işverenlerinin her birini temsilen katılan delegelerden olmak üzere üye ülkelerin her birinin 4 delegesinden oluşur. Bu delegeler beraberlerinde teknik danışmanlarını da getirirler. Ülkelerin çalışma hayatı ile ilgili bakanları delegasyona başkanlık edip kendi ülkelerinin görüşlerini aktarırlar. İşveren ve işçi delegeleri kendi örgütlerinden aldıkları talimatlar uyarınca oy kullanıp görüşlerini ifade ederler. Konferans örgütün bütçesini onaylar ve Yönetim Kurulu'nu seçer.
ILO'nun icra konseyidir ve yılda üç kez Cenevre'de toplanır. ILO politikaları hakkında kararlar alır. Program ve bütçeyi hazırlayıp Konferansa onaması için sunar. Aynı zamanda Genel Direktörü seçer. Yönetim Kurulu 28 hükümet, 14 işveren, 14 işçi üyeden oluşur. Hükümet tarafının 10 sandalyesini her zaman endüstriyel açıdan çok önemli ülkeler oluşturur. Diğer üye ülkelerin temsilcileri her üç yılda bir konferansta seçilir. Bu seçimde coğrafi dağılım gözönünde tutulur. İşverenler ve işçiler kendi temsilcilerini seçerler.
Uluslararası Çalışma Örgütü'nün daimi sekreteryasını oluşturur. Yönetim Kurulu ve beş yılda bir seçilen Genel Direktör yönetiminde hazırladığı tüm faaliyetlerin merkezidir. Büro Cenevre'deki merkezinde 110'un üzerindeki milliyetten yaklaşık 1900 görevliyi istihdam etmektedir ve dünyada 40 bölge bürosu bulunmaktadır. Bunlara ek olarak teknik iş birliği programı çerçevesinde yaklaşık 600 uzman dünyanın çeşitli bölgelerinde görevlerini yürütmektedirler. Büro aynı zamanda araştırma, belge ve uzman çalışmalar, raporlar ve dergileri kapsayan bir basım merkezi işlevi görmektedir.
Üçüncü Sayfa
Üçüncü Sayfa, 1999'da yayınlanan Türk drama filmi. Zeki Demirkubuz, hem filmin senaryosunu yazdı hem filmi yönetti. Filmin öyküsü filmlerde figüranlık yapan İsa (oynayan Ruhi Sarı)'nın mafyatik bir ortamda elli dolar çalmakla suçlanması ile başlar. Filmin başrollerinde İsa rolüyle Ruhi Sarı, Meryem rolüyle Başak Kökl |
ükaya yer alır.
"Üçüncü Sayfa", Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde dört, Sinema Yazarları Derneği Ödülleri ile Sadri Alışık Ödülleri'nde iki ödül olmak üzere 1999 ve 2000 yıllarında yapılan çeşitli yurt içi ve yurt dışı film festivallerinde birçok ödül kazandı.
Çalıştığı yerden çalınan 50 dolardan sorumlu tutulan İsa (oynayan Ruhi Sarı), parayı bir gün içinde bulamadığı takdirde öldürülmekle tehdit edilir. İsa girdiği çıkmazdan çıkamayacağını düşünürek intihar etmeye karar verir, kafasına bir silah dayar. Tam o sırada ev sahibinin (oynayan Cengiz Sezici) kapıyı çalıp kira istemesi üzerine kendisi yerine ev sahibini vurur. Ev sahibini vurduktan sonra evinde baygın bir halde yatarken polisler kapıyı çalar ve İsa'yı karakola götürür. Karşı komşusu Meryem (oynayan Başak Köklükaya), kapıda baygın yatan İsa'yı görünce içeri taşır ve ona yemek getirir. Zaman içinde İsa, Meryem ile samimi bir ilişki kurar. Meryem'in kocası dışında ev sahibi ile metres hayatı yaşadığını ve İsa'nın ev sahibini öldürdüğü gün İsa'yı eve kendisinin taşıdığını öğrenir. Bursa'da çalışan kocasının eve gelmesiyle Meryem, kocasından şiddet görür ve kocası tarafından tecavüze uğrar.
İsa, Meryem'i kurtarmak istese de bir şey yapamaz fakat Meryem kendisinden kocasını öldürmesini ister. İsa, birkaç girişimde bulunsa da bunu başaramaz fakat Meryem'in kocası kahvehande tartıştığı biri tarafından bıçaklanarak öldürülür. Bu esnada, İsa figüranlık için bir aylığına şehir dışına çıkacağını söyler. Geri döndüğünde Meryem'i evinde bulamaz. Ev sahibinin oğluna (oynayan Serdar Orçin) sorduğunda haberinin olmadığıı İsa'ya söyler. İsa, bir gün minibüsteyken Meryem'i şık elbiseler içinde ev sahibinin oğluyla görür. Daha sonra Meryem'le yüzleştiğinde Meryem'in ev sahibinin dışında ev sahibinin oğluyla da ilişkisi olduğunu ve kendisinin planlarına alet edildiğini öğrendikten sonra Meryem'e silahı çeker fakat vurmadan evden ayrılır.
İsa, kapıyı kapattıktan sonra sahne karar ve arkada bir Türk filmi diyalogu mevcuttur. O sırada silahıyla İsa kendini öldürür. Diyalog devam eder.
Filmin kazandığı ödüller şöyledir:
Masumiyet (film)
Masumiyet, 1997 yılı yapımı bir Zeki Demirkubuz filmi.
Basmane'deki izbe bir pansiyon'da hayatları kesişen; güçlü bir hayat kadını olan Uğur (Derya Alabora), hayat kadınına saplantılı bir adam olan Bekir (Haluk Bilginer), annesinin hamileyken yediği dayaktan dolayı sağır ve dilsiz doğan Çilem (Melis Tuna) ve hapisten yeni çıkmış amaçsız biri olan Yusuf (Güven Kıraç) etrafında gelişen sıradan olayları konu almaktadır.
Filmdeki "kır sahnesi" ve "pansiyon'daki kavga" sahneleri en öne çıkan sahnelerdir. 2006 yılı itibarıyla yönetmen Zeki Demirkubuz, Masumiyet`in başlangıcı sayılabilecek Kader'i çekmiştir. Kader filminde Uğur ve Bekir'in gençliklerinde yaşadıkları, nasıl tanıştıkları anlatılmaktadır.
Sadri Alışık
Sadri Alışık tam adı ile Mehmet Sadrettin Alışık (d. 5 Nisan 1925, Beykoz, İstanbul - ö. 18 Mart 1995, İstanbul), Türk tiyatrocu, sinema oyuncusu ve komedyen. Oyuncu Kerem Alışık'ın babası ve Çolpan İlhan'ın eşi.
5 Nisan 1925 yılında İstanbul'da doğdu. Çocukluk yıllarında tiyatroya ilgi duydu; okul piyeslerinde rol aldı. Beykoz Ortaokulu'nun (bugünkü adıyla Ziya Ünsel İlköğretim Okulu) ve ardından İstanbul Erkek Lisesi'nden mezun oldu.
Bir süre Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü'ne devam etti. Sahneye 1939'da Eminönü Halkevi'nde amatör olarak çıkan Alışık, 1943'te Raşit Rıza Tiyatrosu'nda profesyonel oldu. Küçük Sahne, Oda Tiyatrosu, Kent Oyuncuları, Oraloğlu, vb. topluluklarda pek çok oyunda yer aldı.
1944 yılında Faruk Kenç'in yönettiği "Günahsızlar" adlı film ile sinemaya adım attı. Sinemada, 1961-62'deki, Nejat Saydam'in yönettiği başrollerinde Ayhan Işık ve Belgin Doruk ile birlikte yer aldığı "Küçük Hanımefendi" serisi, 1964'ten başlayarak canlandırdığı "Turist Ömer" ve "Ofsayt Osman" tipleriyle ile dikkat çekti ve seyircinin beğenisini topladı. Yaşamı boyunca 200'ü aşkın filmde rol aldı.
"Afacan Küçük Serseri"'deki rolüyle 1971 Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu, "Yengeç Sepeti" filmindeki rolüyle de Mehmet Aslantuğ'yla beraber 1994 Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'nü kazandı.
Sadri Alışık, sinema kariyerinin yanında; bir dönem 45'lik plaklar doldurmuş ve gazinolarda çalışmış, ağırlıklı olarak İstanbul için yazdığı şiirlerinin toplandığı bir şiir kitabı yayımlamış ve yağlı boya ve kara kalem tablolara da imza atmıştır.
Karaciğer, böbrek ve solunum yetmezliği ile kemik iliği hastalığı nedeniyle tedavi görmekte olan Alışık, 18 Mart 1995 tarihinde İstanbul'da yaşamını yitirdi. Zincirlikuyu Mezarlığında Toprağa Verildi Sanatçının anısına, eşi Çolpan İlhan tarafından kurulan Sadri Alışık Kültür Merkezi'nce her yıl Sadri Alışık Sinema ve Tiyatro Ödülleri verilmektedir.
Bir süre sinema oyuncusu Neriman Esen'le evli kalan Alışık, ardından Çolpan İlhan'la evlendi. Bu evlilikten tek çocuğu Kerem Alışık dünyaya geldi.
Jura Devri
Jura, Mezozoik zamanın Trias'tan sonra gelen, yani ikinci dönemidir. 205,1 milyon yıl önce ve 142 milyon yıl önce arasıdır.
Jura Dönemi’nde tek kıta Pangea, kuzeye doğru kayarken, kuzey enlemlerinde sıkışıyordu ve parçalanmaya başlıyordu. Parçalar birbirinden uzaklaşmaya başladılar. Bu uzaklaşma aralarında geniş ve uzun yarıklar oluşturdu. Bu yarıklar boyunca pek çok volkanik etkinlik yaşanmıştır. İzleyen Kretase Dönemi'nde bugünkü Kuzey Avrupa ve Kuzey Amerika birbirinden ince bir deniz çizgisiyle ayrılmış olacaktır.
Jura iklimi Trias'a göre daha yumuşak, iklimler arası farklılıklar belirsizdi. Yağış miktarı artmış, sıcaklıklar düşmüştü. Artan nem miktarıyla birlikte bitki yaşamı daha güçlendi. Dönemin büyük bölümünde kutuplarda buzul yoktu ve bunun bir sonucu olarak deniz seviyesi yüksekti. Yükselen denizler, kıtaların bir bölümünün üzerini örttü.
Trias'ın sonunda gerçekleşen küçük bir yok oluş, Jura'da dinozorların yayılmasına fırsat verdi. Dinozorlar çeşitlenip gelişti, dev boyutlara ulaştı. Jura'nın başında "Diplodocus" ve "Apatosaurus" gibi devasa sauropod dinozorlar çeşitlendi. "Allosaurus" ve "Compsognathus" gibi etçil theropodlar da sayıca bollaştı. Kuş benzeri dinozorlar yaygınlaşırken, "Archaeopteryx" gibi dinozor benzeri ilkel kuşlar dönemin sonunda ortaya çıktı.
Dinozorlar karada hüküm sürerken, bilinen en büyük uçan omurgalılar olan teruzorlar gökyüzünde yaygınlaştı. İhtiyozorlar, plesiyozorlar ve dev deniz timsahları, denizlerde sürüngen hanedanın temsilcileri olarak besin zincirinin en üstünde yerlerini aldı.
Jura'da sürüngenlerin ezici üstünlüğü olsa da, ilkel memeliler bu dönemde gelişme ve çeşitlenmelerine devam etti. İlk çiçekli bitkilerin de Jura'nın sonlarına doğru evrimleştiği düşünülüyor.
Juranın sonunda küçük bir kitlesel yok oluş meydana gelir. Yok oluştan karasal ekosistemler, özellikle dinozorlar, pek fazla etkilenmez. Ammonitlerin pek çok cinsi, deniz sürüngenleri, midye ve istiridye türlerinin %80'i ve pek çok sığ su canlısı yok olur. Bu yok oluşun sebebi bilinmiyor. Ancak deniz tabanındaki çok büyük metan yataklarının boşalmasının tetiklediği bir dizi olayın yok oluşa neden olabileceğine dair kuşkular var. Jura'dan sonra Kretase dönemi başladı.
Propan
Propan, Parafinlerin (alkanların) metan ve etandan sonra gelen üçüncü üyesi olup, karbon ve hidrojenden meydana gelmiş renksiz bir gazdır.
Propanın formülü CH dir. Erime noktası -187,1 °C ve kaynama noktası -42,2 °C'dir. Doğal gaz, hafif ham petrol ve petrol rafineri gazlarından elde edilir. Sıvılaştırılmış petrol gazlarında bol miktarda bulunur. Etan, diğer hidrokarbonlar ve propan petro-kimya endüstrisinde etilen elde etmek için önemli bileşiklerdir. Propan sıcakta bozunarak etilen ve yine önemli bir madde olan propilene dönüşür. Propilen önemli bir bileşik olup, aseton ve propilen glikol gibi birçok maddenin elde edilmesinde kullanılır. Oksidasyon ile, propil alkole, propionaldehide ve propiyonik aside yükseltgenebilir.
Diğer taraftan basınç altında kolayca sıvı hale geçmesinden dolayı bütan gazı ile karıştırılarak tüpler içine doldurulmuş halde evlerde ve dağcılık sporunda yakıt olarak kullanılır. Dağcılıkta benzinli ocakların yerini almaya başlamıştır.
Hulki Saner
Hulki Saner, (d. 24 Temmuz 1925, İstanbul - ö. 20 Temmuz 2005, İstanbul), Türk senarist, yönetmen, film yapımcısı, oyuncu, film dağıtımcısı, film müzikçisi, söz yazarı ve besteci.
Saner, 1925 yılında İstanbul’da doğdu. Kimya Fakültesi'ni bitirdi ve 1944’te ABD’ye giderek, bir yıl kimya ihtisası yaptı. Yurda dönüşünde İstanbul Belediye Konservatuvarı Şan Bölümü'ne girip mezun oldu. İstanbul Operası’nda ses sanatçısı olarak görev aldı, besteler yaptı. ""Tosca"" operasında ""Scardia"" rolünü oynadı. 1956 yılında, ""Kalbimin Şarkısı"" ve ""Beş Hasta Var"" filmlerine fon müzikleri hazırlayarak sinemaya girdi. Aynı yıl, "Sanat Film"i kurarak yapımcılığa geçti ve ""Pusu"" filmini yaptı. Daha sonra; "Arı Film", "Bronz Film" ve son olarak "Saner Film" şirketini kurdu. 1958'de ""Sevmek Günah Mı?"" filmiyle yapımcılığının yanı sıra yönetmen de oldu. Çoğunlukla müzikal komedi filmlerini yönetti. Türk Sineması'nın en çok film çeken yönetmenlerinden biri olmasına karşın, belirli bir kalitenin üstüne çıkıp ilginç filmlere imzasını atamadı. Seyirciyi sadece güldüren ve vakit geçirten konulu filmleri yönetti. Yönettiği filmlerin çoğunun senaryosunu kendi yazdı. Bazı filmlerinde kendisine de küçük roller verdi. Saner Film Şirketi olarak film dağıtımcılığı da yaptı.
Sadri Alışık’ın başrol oynadığı "Turist Ömer" serisi filmler ile büyük başarı kazandı. Emel Sayın'ın rol aldığı, "Gülüzar", "Feride", "Süreyya", "Hicran" ile Gülden Karaböcek'in rol aldığı "Dilek Taşı", Ajda Pekkan'ın rol aldığı ""Yabancı Olduk Şimdi"" ve Erol Büyükburç'un rol aldığı ""Kızılcıklar Oldu Mu"" gibi başarılı müzikal filmlere de yapımcı olarak imza atmıştır. Aynı zamanda Emel Sayın'ın seslendirdiği ""Rüyalar Gerçek Olsa"" adlı şarkının söz yazarı ve bestecisidir. Yapımcılığını y |
aptığı ""Rüyalar Gerçek Olsa"" adlı sinema filminde Engin Çağlar, Esen Püsküllü, Hulusi Kentmen gibi başarılı oyuncular rol almıştır.
Tarikat
Tarikat (), veya tarik kelimesi "yol" tarikat "yollar" anlamına gelir, "Allah’a ulaştıran yol" mânâsında kullanılmaktadır. Tarikatlar Selçuklu ve Osmanlı Türkiyesi’ne özgün düşünce ve inanç hareketleri olarak değerlendirilmektedir. Birçok tarikatın menşei Hicri 5. / Miladi 11. asırda Abdülkâdir Geylânî’nin yolundan gidenler tarafından oluşturulan Kadiri Tarikatıdır. Ebû Sâlih Muhyiddîn Abdülkâdir Geylânî, neseben hem Hasanî ve hem de Hüseynîdir. Abdulkadir Geylânî’nin soyundan gelen evlat ve torunları da yaşadıkları muhitlerde “şerîf”, “şurefâ”, “seyyid” olarak anılmışlardır.
Tarikat, Allah'a ulaşma ve onu tanıma yollarından her biridir. İslamiyet'te, İslamiyet'in kalbi boyutu üzerinde duran ve "kalbin fıkhı" diye nitelenen tasavvuf öğretisinin ( terbiyesinin) uygulandığı düzenli kurumsal yapılar olarak tarif edilir.
"Tarîk" Arapçada ""yol"" demektir. "Tarîkat" ise bu kelimenin çoğuludur ve ""yollar"" manasına gelir. Mezhep kelimesi """ (gitmek)" fiilinden türemiş olup anlam olarak benzemektedir. Tarikat tasavvuf için yol, mezhep ise şeriat için yol demektir. Tarikat keşfe, ilhama ve şeriate dayanırken mezhepler "nakle" "(Kutsal kitaplara ve peygamberlere)" dayanır.
Tarikler "(tarikat)" de ""mürşit"" denilen mânevî önderler eşliğinde tasavvuf öğretisini uygulamaya istek duyan kişilere "(tâlip)" yolun esasları hakkındaki terbiye sistemine dahil eder. Bunu da "emr-i mânevî" denilen Allah'tan bir işaret olmadan genellikle başlanmaz. Yola giren kimseler "(mürid)" ve yolda ilerleyenler "(sâlik)" tasavvuf öğretisinin esaslarını yaptıkları pratiklerle "(zikir, tefekkür, rabıta, murakabe, nafile ibadetler v.s.)" kendi derûnlarında keşfederler.
Türkiye'de çeşitli halk sınıfları ve tipleri arasında farklı sûfî tarikatları gelişmiştir. Örneğin Bektaşi tarikatı daha çok köylülere ve askerlere hitap ederken Nakşibendi tarikatı ilahiyatçı ve bilim adamlarını; Mevlevî tarikatı müziği ve şiirleriyle sanatsal eğilime sahip olanları; Halvetî tarikatı ise tarikat fabrikası olarak bilinen kendi içinden birçok içtihat çıkaran sultanlar, generaller, önemli hükûmet adamları ve yöneticileri içinde barındırmıştır.
Ali bin Ebâ Tâlib ve Ehl-i Beyt’e karşı olan muhâbbet duyguları sebebiyle "Mevlevîlik" ile "Kadirîlik" gibi aslen Sünnî kimlik gösteren Bâtınî-Tarîkat, silsilelerini Cüneyd-i Bağdâdî, Serî-i Sekatî, Ma'ruf-u Kerhî’den sonra sırasıyla ya “Davud-u Taî”, “Habib-i Acemî”, “Hasan-ı Basrî” veyahut ta Câferiyye Şiîliği'nin resmen İmâm olarak kabul ettiği ve On İki İmâmlar’ın ilk sekizi olarak da bilinen “İmâm Ali er-Rıza”, “İmâm Mûsâ el-Kâzım”, “İmâm Câʿfer-i Sadık”, “İmâm Muhammed el-Bakır”, “İmâm Ali bin Hüseyin Zeyn el-Âb’ı-Dîn”, “Hüseyin Seyyîd’ûs-Şuhedâ”, ve “Hasan el-Mûctebâ” aracılığıyla Ali bin Ebâ Tâlib Merkedî ile Muhammed Mustafa’ya bağlamaktadırlar.
Ayrıca, yine Sünnî-Bâtınî Tarikâtı olarak bilinen "Halvetilik" ile "Bayramilik" de kendi silsilelerini “Cüneyd-i Bağdâdî”, “Serî-i Sekatî”, “Ma'ruf-u Kerhî”, “Davud-u Taî”, “Habib-i Acemî”, “Hasan-ı Basrî” aracılığıyla; Rufâîlik ise “İmâm Mûsâ el-Kâzım”, “İmâm Câʿfer-i Sâdık”, “İmâm Muhammed Bakır”, “Ali Zeyn el-Âb’ı-Dîn”, “Hüseyin Seyyîd’ûs-Şuhedâ” aracılığıyla Ali ile Muhammed’e bağlanmaktaydılar. Bunlardan başka Sühreverdilik ile Üveys’îyye silsileleriyse Ali el-Mûrtezâ ve Ömer ibn Hattab aracılığıyla Muhammed Mustafa’ya bağlanmaktaydılar.
Diğer taraftan da Nakşibendilik ile onun kolları olan Hakkân’îyye ile Hâlid’îyye gibi yine Sünnî kimlik gösteren Bâtınî-Tarîkat, silsilelerini Ebû’l Hasan Kharakânî, Ebâ Yezîd-i Bistâmî, İmâm Câʿfer es-Sâdık, Kâsım bin Muhammed, Salmân-ı Fârisî aracılığıyla Ebu Bekri’s-Sıddiyk ile Muhammed Mustafa’ya bağlarlar.
Şeriat
Şeriat (Arapça: الشريعة), İslam hukuku anlamında İslam'daki farz kabul edilen ibadetler, muameleler ve cezalarla ilgili, dinî hukuka ait tüm kavram ve kurallara verilen isimdir. Fıkıh ise şeriatta bu kanun ve kuralların teorik ve pratik uygulama çalışmaları ile ilgilenen, bir anlamda şeriatın ne olduğunu belirleyen çalışmalara verilen isimdir. Dini terminolojide şeriat ayet ve hadis gibi dinin kaynağı kabul edilen Allah ve Muhammed'e ait sözlere, fıkıh ise dini otoritelerin bu kaynaklara ait sözlere ve fiiller getirilen yorumlara ve bunun ekollerine işaret eder.
Şeriat, Arapça kökenli bir sözcük olup; "yol, mezhep, metod, âdet, insanı bir ırmağa, su içilecek bir kaynağa ulaştıran yol" anlamına gelir.
Şeriat sözcüğü "şerea' "(الشر ع) kökünden gelmektedir. Bu sözcük şeriat hükmü koymak manasında kullanılır. Şeriat koyana ""şâri""denir. Bu sebeple İslami literatürde şâri olarak Allah’a""Şâri-i Hâkim"" veya ""Şâri-i Mübîn"" denildiği de olur.
Terim olarak "Kur'an âyetleri, Muhammed'in söz ve fiilleri olarak anlaşılan (sünnet/hadis) ve İslâm bilginlerinin görüş ve yorumlarıyla oluşturulan dini kanunlar toplamıdır. Bazen din anlamında da kullanılan şeriat, "dinin insan eylemlerine ilişkin hükümlerinin bütünü", "dünya ile ilgili hükümlerinin tamamı" ve "İslam Hukuku" gibi anlamlara gelmektedir.
Şeriat kelimesi diğer kanunlar için de kullanılmıştır. "Musa'nın şeriatı", "Zerdüşt şeriatı" vb. Şeriat sözcüğünün çoğulu "şerâyi"dir. Şeriatı günlük kullanımda din anlamında ve ona eşdeğer kullananlar olduğu gibi, Onu inanç, ibadet, ahlak eksenli bir yapı olarak kabul ettikleri dinden farklı olarak sadece muamelat ve ukubat ve feraiz gibi değişken ve dönemsel hükümler olarak ele alan ilahiyatçılar da bulunmaktadır.
Batıni İslam anlayışında şeriat kapısı seyr-i sülukun ilk ve en düşük mertebesi kabul edilir.
İslam inancına göre son peygamber olan Muhammed'den önce de birçok peygamber gelmiştir. Bu peygamberlerin bazılarının kendi dönemlerine uygun kanunlar ile gönderildiğine, İslam şeriatının da önceki şeriatların bir devamı ve tamamlayıcısı niteliğinde olduğuna, bu şeriatların hükümlerini kaldırdığına, son ilahi din olduğuna inanılması dolayısıyla da İslami hükümlerin kıyamete kadar değişmezliğine inanılır;
""Allah dini doğru tutmanız ve onda ayrılığa düşmemeniz hususunda Nuh'a tavsiye ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiyede bulunduğumuz dinle ilgili hususları size şerîat olarak koydu”" (42:13).
Bununla beraber şeriat hükümleri baştan beri sabit ve değişmez hükümler olarak kalmamıştır. İslamda nasih ve mensuh konusu baştan beri tartışılagelen bir Muhammed'in ölümü sonrasında ise Halife Ömer'in Kur'anda açıkça sayılmasına rağmen zekat'ın sarf yerlerinden "İslama ısındırılması gerekenler" maddesini bugün buna ihtiyaç kalmamıştır gerekçesi ile yürürlükten kaldırması dine dayalı hükümlerin zaman ve şartlara bağlı değişkenliği konusuna getirilen tipik örneklerdendir.
İslamda en önemli hukuk bilginlerinden olan; Cafer-i Sadık (ö 765), Ebû Hanîfe (ö. 767), Şâfiî (ö. 819), Mâlik b. Enes (ö.795) ve Ahmed b. Hanbel (ö. 855)'in temsil ettiği ekol ve görüşlerin sistemleştirilmesiyle şeriat ve fıkıh mezhepleri ortaya konmuştur. Şer'i deliller, ya da şeriatta hüküm kaynağı kabul edilebilecek kaynaklar başlangıçta sadece Kur'an ve Muhammed'in uygulamaları iken, sonraki dönemlerde köktenci eğilimler dışında gelişen İslam mezheplerinde fıkıhçılar bu kaynakları genişletilerek icma, kıyas, örf, istihsan, akıl (şiilikte) gibi insani, yerel ve dönemsel özellikleri olan yeni hüküm kaynakları tanımlamış ve bu kaynaklara dayalı hükümlerin de şeriatta geçerliliğini vurgulamışlardır.
Daha ileri dönemlerde ise akıl ile nasların hükümlerinin kaldırılabileceği tartışmalarının yapıldığı ve laiklik yönünde adımların atıldığı gelişmeler yaşanmıştır. Türklerin ağırlıklı mezhep önderleri olan Hanefi ve Maturidi anlayışı rivayet ve naslar karşısında aklı ve maslahatı öne alan özellikler taşımaktaydılar. İmam Maturidi, şeriata esas teşkil eden hüküm ayetlerinde, ayetin geçerlilik süresinin (neshi) belirlenmesinde veya geçici bir süreyle uygulamadan kaldırılmasında ve maslahatın belirlenmesinde ölçüt olarak aklı kabul etmiştir.(bk;İslamiyet ve laiklik)
Günümüzde bazı ilahiyatçılar Kur'an'ın bir din kitabı olmasından hareketle ayetlerin dinin aslından olan iman, ibadet ve ahlak bakımından değerlendirilebileceğini, ahkam ile ilgili ayetlerin değişken töresel ve dönemsel özellikler taşıdığı gerekçesiyle aynen uygulanmasının şekilci ve literalist yaklaşımın bir sonucu olduğu görüşlerini ileri sürmekte ve geleneksel şeriat uygulamalarına karşı çıkmaktadırlar. Kur'andaki ahkam ayetlerinin yaklaşık %80' döneminin Arabistan örf ve geleneklerini yansıttığı da bu çevrelerde ifade edilmektedir.
TESEV tarafından yapılan sosyal araştırmalarda son yıllarda Türk halkının şeriat'a olan desteğinin azalmakta olduğunu göstermektedir.
Günümüzde İslam işbirliği teşkilatına üye ülkeler arasında şeriatı hiçbir şekilde uygulamayan, kısmen veya tamamen uygulayan veya bölgesel farklılıklarla birlikte uygulayan ülkeler bulunur.
Ayrıca değişik ülkelerde şeriat uygulamalarının ülkeler bazında geçerli olması için mücadele eden İslamcı ve İslamcı köktendinci akımlar, dini eğitim kurumları ve terör grupları bulunmaktadır.
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Temel İslam bilimleri bölümünde yapılan bir araştırma tezinde bu hukuk sisteminin nitelikleri anlatılmaktadır: "Bizim üzerinde durduğumuz, Kur’an’ın da işaret ettiği İslam öncesi Arap folklorundaki mitolojik unsur ve menkıbeleri Kur’ân’ın yok saymadığıdır. Kur’ân’a baktığımızda O'nun emrettikleri ve anlattıkları da hiç yoktan olan şeyler değildir. Bunlar o toplumda bilinen ve icra edilen şeylerdir. Kur’ân’da emredilen ibadetlerin bir kısmı zaten Araplar'ın yaşamında kültürlerinde, örf ve adetlerinde, bir kısmı da Tevrat'ta bulunuyordu. Örneğin namaz, oruç, hac, zekat... gibi. Burada Kur’ân’daki hukuk sistemi Arapların geleneksel hukuk sistemiyle Tevrat'ın bir karışımıdır dersek abartmış olmayız. Araplarda kısas, diyet, hırsızın elinin kesilmesi cezaları olduğu gibi örtünme de köklü bir gelenek halinde idi. Yahudilikte de kısas bulunduğu gibi faiz de ya |
saklanmıştı. Bazı durumlarda zina eden kadın ve erkek taşlanarak öldürülürdü." şeklindedir.
Şeriat kurallarının bir kısmının bazı inanç esaslarıyla birlikte Sümerler gibi ilk şehir devletlerinin o günün anlayışına uygun şekilde oluşturduğu, insanlar arasında hukuki açıdan hür-köle ve kadın-erkek ayrımı içeren seksist kurallar ve yasalardan etkilenerek oluşturulduğu söylenebilir. Kısas, hırsızın elinin kesilerek cezalandırılması gibi temel ceza yasalarının Hammurabi Kanunları'ndan veya bu kuralları benimseyen Arap topluluklarının uygulamalarından alınarak şeriata konulmuş yasalar olduğu iddiaları üzerinde durulmaya değer konulardandır. Erkeğe iki kadının payının verilmesi ve bir erkeğin şahitliğinin iki kadına eşit olması gibi yasaların da aynı anlayışın türevleri olması mümkündür. İslamda ilahi bir kaynak olarak kutsanan ve birçok inanç ve uygulaması içselleştirilen Yahudi yasalarının sümer inançları ve Hammurabi yasalarıyla bağlantılı olduğu başka araştırmacıların da dikkatini çekmiştir. Bazı batılı araştırmacılar Roma hukukunun hadisler yoluyla birçok açıdan İslam hukukunu etkilediği görüşlerini ileri sürmüşlerdir.
Şeriatın birincil kaynağı Allah’ın sözü olduğuna inanılan kaynağı Kur’an ve peygamberin sözleri Hadislerden oluşur. İkincil kaynak ise birincil kaynağı yorumlayan (ictihad) fıkıhçıların sözlerinden oluşur. İctihad yapan kişiler (müctehid, müftü) Kur’an ve sünneti belirli Fıkıh usulü denilen ilke ve kurallara göre yorumlayarak toplumun her türlü hukuki ve medeni meselelerini çözüme kavuşturmaya çalışırlar (Fetva).
İslam hukukçularının ortak kabul ettiği iki ana kaynak Kur’an ve Sünnettir. İcma da farklı yorumlanmakla beraber üçüncü ortak kaynak kabul edilir. Hanefi ve Şafiiler kıyası, Şii Caferi mezhebi ise aklı, dördüncü kaynak olarak kabul ederler. Hanbelîler üç esastan sonrasını kabul etmezler.
Hanefi hukuk ekolü dört delile dayanır. Şer'i deliller olarak da anılan bu kaynaklar şunlardır:
Fakat azınlıktaki bazı İslam hukuku bilginleri bu dört temel delilden icmâ ve kıyası kabul etmemişlerdir; Zahiri mezhebi gibi. Bir hükmün İslami nitelik taşıması bu kaynaklardan en az birisine dayandırılmasına bağlıdır.
Müctehidler şeriat hükümlerini ortaya koymada kitap, sünnet, icmâ ve kıyastan başka fer'î deliller adı verilen maslahat (toplum yararı), örf ve adet, İslam'dan önceki şeriatlar (Şer'ü men kablena), Sahabe görüşleri (Sahabi kavli) gibi deliller de kullanmışlardır.
Bölgesel ve toplumsal anlayışların etkisi; Örf ve adetlerin delil kabul edilmesi yanında Özel durumlar dışında Haram ve helal yiyeceklerin belirlenmesinde, Şafiî ve İbn Kudame gibi bazı fakihler haram ve helalliğin kriterini "Arabın tabiatına uygunluk ve aykırılık" şeklinde belirlemişlerdir.
Şeriatın Kur'an ve sünnet olarak başlıca iki kaynağı bulunur. Ancak bu kaynaklarda yer alan anlatım ve ifadelerin yasalar şekline dönüştürülmesi işlemini kaynakların yorumu ve ictihatlarla fıkıhçılar gerçekleştirmiştir. Bu anlayış ve yorumlar fıkıh ve kanun mezhepleri şeklinde gelişmiştir. Fıkıh âlimleri, şeriatı üç ana bölümde incelemiştir: 1-Fariza (dini yükümlülük) veya İbadetler, 2-Muamelat muâmeleler ve 3-Ukubat ceza hukuku.
Dini yükümlülükler de kendi içerisinde farz, vacip, müstehap gibi derecelere ayrılır. Ayrıca haram veya mekruh şeklinde kaçınılması gereken negatif yükümlülükler bulunmakta ve bunlara uymamanın cezai-sosyal yaptırımları bulunmaktadır.
İbadetler (Abd; köle ve kul, kulluk, kölelik); Allah'ın hoşnut ve razı olduğu her çeşit eyleme denir. İslami terminolojide ise, ayet ve hadislerde özel şekil ve şartları belirlenen ritüellerdir. Namaz, oruç, hac, zekât ve kurban İslam'daki zorunlu ibadetlere örnek olarak verilebilir.
Fıkıhta insan davranışları değişik kategorilere ayrılır (Ef'âl-i mükellefîn); Farz (Mutlak zorunluluk ifade eden eylemler ve ibadetler), Vacip (Gerekli, bir alt derece zorunluluk), sünnet, müstehap (sevilen işler), helal, mekruh (çirkin karşılanan; çok çirkin, tahrimen mekruh, az çirkin, tenzihen mekruh) haram (kesinlikle yasak) gibi.
Bu eylemlerin şeriat anlayışında maddi ya da manevi karşılıkları bulunur. Farz, vacip ve sünnet olarak nitelendirilen eylemlerin terki, mekruh ve haram olarak nitelendirilenlerin yapılması cezai (had veya tazir cezaları olarak) karşılık görür. Örneğin, Namaz kılmayanların dövülmesi, hapsedilmesi ve kılmamakta ısrar edenlerin öldürülmesi bu kapsamda ele alınabilir.
İnsanlar arasındaki medenî, ticarî, ekonomik ve sosyal ilişkiler, insanların devletle ve devletlerin de birbirleriyle münasebetleri bu bölümde yer alır. Şeriat hukukunda fıkıhçılar tarafından evlenme (nikâh), boşanma, nafaka, velâyet, vekâlet, vesayet, feraiz (miras), alış-veriş gibi toplum hayatına ait medenî işlemlere ve hatta devletler hukukuna ait hükümler ortaya konulmuştur.
Miras, Avliyye ve Reddiyye konusu: Miras paylaşımı Nisa suresi 11-12 ve 179. ayetlerinde konu edilmiştir. Buna göre erkeklere mirastan kadınlara göre 2 kat hisse verilir. Mirasçıların paylar toplamının paydalar toplamından yüksek olması konusunda avliyye ve tam tersi durumlarda reddiyye yöntemleri kullanılır.
Cizye: Gayrimüslimlerden alınan vergidir.
Kıbrıs NEU ilahiyat fakültesinde yapılan bir çalışmada cahiliye dönemine ait vergilerle ilgili veriler ve bunların Kur’ân’daki malî yükümlülüklerle ilişkisi araştırılmış, Kur’ân’ın söz konusu vergilerinin İslam öncesi Güney, Kuzey ve Hicaz Araplarında hatta daha eski toplumlarda yer alan düzenlemelerin aynısı olduğu sonucuna varılmıştır.
İslam fıkıhçıları ibadetler, cezalar, muamelat gibi hususlarda hermafroditlerle ilgili hükümler de ihdas etmişlerdir.
Hukukun tesis edilmesinde en önemli belirleyicilerden birisi olan, kimlerin şahitliğinin kabul edileceği, kimlerin şahitliğinin kabul edilmeyeceği konusu, şeriat hukukunda en önemli konu başlıklarından birisidir;
Had cezaları gerektiren suçların ispat edilmesinde, vasiyet ve boşanma davalarında kadınların şahitlikleri geçersizdir. Diğer konularda en az bir tane erkek bulunması koşuluyla 1 erkek + 2 kadın şeklinde kadınların şahitliği kabul edilmiştir.
""Ey iman sahipleri! Belirli bir süre için birbirinize borç verdiğinizde onu yazın. Aranızda bir yazıcı adaletle yazsın. Yazıcı, Allah'ın kendisine öğrettiği şekilde yazmaktan kaçınmasın, yazsın. Borç altına giren kişi de onu kayda geçirtsin ve Rabb'inden korksun da borcundan hiçbir şey eksiltmesin. Borç altına giren, aklı ermez yahut zayıf, çaresiz biri ise yahut yazdırmaya gücü yetmiyorsa, velisi adaletle yazdırsın. Erkeklerinizden iki kişiyi de tanık tutun. Eğer iki erkek yoksa rızanızla kabul edeceğiniz tanıklardan bir erkek ve iki kadın gerekir. Bu, kadınlardan biri şaşırırsa / unutursa ötekisi ona hatırlatsın diyedir..."" (Bakara suresi, 282)
Büyük günah işleyen ve dinde fasık olarak tanımlanan kişilerin eylemlerine karşılık gelen had ve tazir cezalarının yanında şahitlikleri de geçersizdir.
Genel anlayışta Nisa suresi 3. ayete dayandırılan nikah hükümlerine göre bir erkek gücü yetiyorsa aynı anda esir ve cariyelerden sınırsız olarak, ayrıca hür olanlardan en fazla 4 kadınla evlenebilir.
""Yetimler konusunda adaleti koruyamayacağınızdan korkarsanız, sizin için temiz kılınan kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikahlayın. Eğer bu durumda adaleti gözetemeyeceğinizden korkarsanız, o zaman bir tane ile veya elinizin altındaki sahip olduklarınızla (cariyelerinizle) yetinin. İşte bu, adaletten ayrılmamanız için daha uygundur." "(Nisa suresi, 3)
Şeriata göre gerekçesiz mutlak boşanma yetkisi erkeğe verilmiştir. Kadın erkeği; ancak hakimi ikna edecek geçerli sebepleri sunması durumunda hakim kararıyla boşayabilir. Ayrıca boşanma yetkisi evlilik sırasında veya sonrasında eşi tarafından kadına verilirse kadın da gerekçesiz olarak eşini boşayabilir.
Şeriat hukukunun kullanımda olduğu bir İslam ülkesinde, İslam’ın emir ve yasaklarına uymayan ve/veya suç işleyen kimselere karşı verilecek bedensel, maddi (mali) veya caydırıcı bazı cezai hükümleri kapsar.
Cezalar başlıca 3 kısımda incelenir;
1-Kısas:
Kısas; cana can, göze göz, dişe diş, hüre hür, köleye köle, kadına kadın gibi doğrudan suçu işleyenin işlediği suçun aynısı bir karşı eylem ile cezalandırılması anlamına gelmektedir.
Kısas uygulaması “Hüre hür, dişiye dişi, köleye köle kısas edilir.” (Bakara, 2/178) ayetine göre yapılır. Ancak ayette geçen "dişiye dişi" ifadesinin neshedilmesi ve ayette geçmediği halde müslüman birisinin müslüman olmayan bir kişiyi öldürdüğünde kısas uygulanıp uygulanmayacağı konuları tartışmalıdır.
Şeriat yasalarına göre köle bir insan hür bir insanı öldürdüğünde kısas yapılır, ancak hür bir insan bir köleyi öldürdüğünde kısas yapılamaz.
2-Hudud Yasası (Had cezaları): Zina, hırsızlık, içki içmek, eşcinsellik, kazf, yol kesme ve irtidat cezaları.
Zina: Kur’an’a göre 100 sopadır. Zina yapan cariye ise o zaman da bu cezanın yarısı kadar ceza alır. Ancak hadislere göre bekarlara 100 sopa evlilere ise recm cezası verilir.,
Eşcinsellik: Şeriat hukukunda eşcinselliğin ölünceye kadar hapis, 100 sopa veya recm şeklinde mezheplere göre farklılıklar gösteren tazir cezaları bulunmaktadır.(İlgili madde: İslam'da eşcinsellik)
Hırsızlık: Hırsızlık eyleminde sağ elden başlayarak, ellerinden bir tanesinin kesilmesi şeklindedir.,
İçki içmek: Kur’an’da cezası belirtilmeyen bir suç olan içki içmenin cezası icma yoluyla 80 sopa olarak tayin edilmiştir.
Kazf: İffetli kadına yapılan zina isnadı, 80 sopa ile cezalandırılır ve şahitliği kabul edilmez. (İlgili madde: İfk olayı)
Yol kesme: Eylemlerinin çeşidine ve ağırlığına göre sağ el ve sol ayaklarının çapraz olarak kesilmesi, hapsedilme veya sürgün cezaları verilir.
İrtidat: Dinden çıkma, dini terminolojide "küfre girer" şeklinde ifade edilen eylemlerin yapılmasıdır. Fıkıhta farz veya sünnet olarak tanımlanan dini emirleri reddeden, hafife alan, alay veya saygısızlık eden, veya "elfaz-ı küfür" denilen sözleri konuşan kişilere uygulanır. Cezası ölümdür.
3-Ta'zir cezaları
Fıkıh terminolojisinde fasıklık olarak nitelendirilen, küçük günahların sürekli işlenmesi veya daha bü |
yük cezayı gerektirmeyen büyük günahlar tazir cezalarının konusudur.
Kısas ve had cezaları Kur’an ayetleriyle karşılığı belirlenen suçlardır. Diğer suçlar ise ceza miktar, yöntem ve uygulaması hakimin takdirine bırakılan, tazir (toplum içinde azarlamadan sopa atmaya, sürgün, hapis ve idama kadar değişen) cezalarıdır. Tazir cezalarının namazın terki ve irtidat örneklerinde görülebileceği gibi hafif olması diye bir kural yoktur.
Şeriat yönetimlerinde şura, icma gibi demokratik kavram yöntemlerin yanında, "ulul emre itaat" gibi otokratik kavramlar bir arada bulunur.
Kadın hakları: Şeriat yasalarında miras, şahitlik gibi konularda kadın-erkek arasında, ceza davalarında köle-hür insanlar arasında, yine şeriata göre suç sayılan zinanın cezalandırılmasında evli kişiler ile bekarlar arasında farklı uygulamalar bulunmaktadır. Bazı şahitliklerde kadınların şahitliği hiçbir şekilde kabul edilmez iken, bir kısım şahitlik konularında en az bir erkek bulunmak şartıyla iki kadının şahitliği tek erkeğin şahitliğine eşit kabul edilir. Fasıklık gibi, değerlendirenin tutumuna bağlı, subjektif değerlendirmeler ile kişilerin şahitlikleri geçersiz sayılabilir.
Güncellik konusu, çocuk evlilikleri: Şeriatın içtihadi kısmı ayrı tutulursa eleştiri ve zaman, mekân ve toplumsal anlayışlar gibi değişen şartlara bağlı geliştirilmesi zorunluluk arzeden yeni yaklaşımlara kapalı olduğu söylenebilir. Küçük, karasal yaşam tarzına sahip bir kabile toplumunun sınırlı zaman diliminde yaşadıkları örneklerden yola çıkılarak evrensel ve bütün çağları kapsayan yasa ve düzenlemeler yapılabileceği inancı sorgulanmaya açık bir konudur. Örneğin dini anlayış, yaşam tarzı ve ibadetler gibi kişisel tercihlere saygı çerçevesinde kalması gereken eylemlerin ceza veya hak mahrumiyeti şeklinde yaptırımlara konu olması günümüzde kabul edilebilir yöntemler değildirler. Değişen hukuk anlayışı çerçevesinde verilebilecek diğer örnekler günümüzde en nefret edilen suçlardan sayılan puberte öncesi çocuk evliliklerinin muhtemelen dönemin anlayışına da uygun olarak yasaklanmamış olması ve ilk İslam toplumunda da yaygınlığıdır. Yine günümüzde pek çok toplumda yasal bir durum olan evlilik dışı ilişkiler ve eşcinsellik şeriata göre suç kabul edilir.
Özgürlükler, LGBT bireyler: Fikir, inanç, ibadet ve ifade özgürlükleri şeriat yönetimlerinde sorunlu alanlardır. Örneğin dini kutsallara yönelik eleştiriler elfazı küfür sayılabilir, komedi ve karikatürler irtidat sayılıp ölümle cezalandırlıbilir. Eşcinsellik, transseksüellik vb. yaşam tarzları ve bedensel değişim konularına şer'i yaklaşımlar da kanun önünde eşitsizlikler ve insan hakları ihlalleri açısından kritik edilmesi gereken konulardandır.
Cezalarda kanunilik, mezhepsel farklılıklar: Şekli ve miktarı konusunda görüş birliği bulunmayan ibadetlerin terk edilmesinin şeriat yönetiminde ceza veya hak mahrumiyeti davalarına konu olması, insan hakları ihlali gibi sakıncalar yanında cezaların kanuniliği ilkesine de aykırıdır. Şeriat hukukunda tazir cezaları için kanunilik ilkesi bulunmamakta, tamamen hakim veya siyasi otoritenin takdiri geçerli olmaktadır. Şia mezhebinde meşru kabul edilen mut'a bir Ehl-i Sünnet mezhebi tarafından had cezası uygulanması gereken bir haramdır. Tazir cezalarına konu olabilen İslamda büyük günah, farz, vacip, zekat, namaz, tesettür, sünnet, hadis gibi kavramlar her mezhep ve bölgede farklı anlayış, yorum ve uygulama şekilleri bulunan dini kavramlardır.
Pratiğe uyum zorlukları ve toplumsal ayrımcılık: Bir kişiye yönelik tecavüz veya zina isnadında güvenilirlik şartlarını taşıyan dört yetişkin erkeğin şahitliğinin zorunlu olması, aksi takdirde tecavüze uğramış bile olsa tecavüz veya zina isnadında bulunan kişi veya kişilerin iftira cezasıyla cezalandırılması. Bu cezalar için kadın ve çocukların, Müslüman bile olsalar içki veya namaz gibi konularda dini yönden beğenilmeyen ve fasık olarak tanımlanan kişilerin şahitliklerinin geçerli kabul edilmemesi.
Suç-ceza dengesi: Günümüz hukuk anlayışında cezaların intikam duygusundan uzak, caydırıcı, önleyici ve ıslah amacına uygun ve işlenen suç ile uygun ağırlıkta bir karşı eylem olması amaçlanır. Bundan dolayı suçun hangi saiklerle işlenmiş olduğu, suç eylemi öncesinde, sırasında ve sonrasındaki davranışlar göz önüne alınarak cezaların ağırlaştırılması veya hafifletilmesi sözkonusu edilir. Şeriat hukukunda verilen cezaların ağırlığının bu amaçlara uygun olup olmadığı yanında suç eyleminin hangi saiklerle ve ne şekilde işlendiği hususunun şeriat cezalarında hırsızlık ve gasp arasında bir ayrım yapılmamış olması dolayısıyla çok önem taşımadığı düşünülebilir. Ancak tarihsel pratikte bu durumun aksini düşündüren uygulama ve yorumların bulunduğu da bir gerçektir.
Anten
Propanol
Propanol, üç karbonlu doymuş alifatik alkol. Normal propanolün (n-propanol) formülü CHCHCHOH olup buna 1-propanol de denir. Kimyası ve özellikleri ile etil alkole çok benzer. Renksiz, akışkan, zehirli ve keskin, hoş olmayan bir kokuya sahiptir. Molekül ağırlığı 60,09, ergime noktası -127 °C, kaynama noktası 97,2 °C ve yoğunluğu 20 °C'de 0,804 g/cm³tür. Su ve organik çözücülerde çözünür. n-Propanol, karbon monoksit ve hidrojenden metanol elde ederken, propan ve bütanın oksidasyonu esnasında ve Fischer-Tropsch reaksiyonunda yan ürün olarak elde edilir. Etilen, karbon monoksit ve hidrojenden okso sentezi ile imalatı cezbedici bir yoldur. n-propanol en çok çözücü ve kimyasal ara madde olarak kullanılır.
Dimetilkarbinol ve 2-propanol olarak da bilinen izopropil alkol (CHCHOHCH) en basit sekonder alkol olup, endüstride önemli olan bir organik maddedir. Dünyada oldukça çok üretilir. Renksiz, akışkan, zehirli, kötü kokulu ve lezzetli bir sıvıdır. Molekül ağırlığı 60,09, erime noktası -89,5 °C, kaynama noktası 84,2 °C ve yoğunluğu 0,7869 g/cm³tür (20 °C'de). Propilenin, su ve sülfat asidiyle hidrojenlendirilmesinden elde edilir. Başlıca, asetonun elde edilmesinde kullanılır. Bundan başka çözücü ve antifiriz (sıvıların donma noktasını düşürücü) olarak istifade edilir.
Lazer
Çok şiddetli, koherent ve tek renk ışık elde etmek için geliştirilmiş optik düzeneklere maser ve lazer denir. İlk kez C. H. Townes (1953) tarafından mikrodalga bölgesinde geliştirilen ve "Microwave Amplification by Stimulated Emission of Radiation" ("Uyarılmış Işıma ile Mikrodalga Yükseltici") kelimelerinin ilk harflerinden yararlanarak kısaca "maser" adı verilen düzenekler daha sonra T. H. Maiman (1960) tarafından Laser (Lazer) (İngilizce "LASER (Light Amplification by Stimulated Emission of Radiation") olarak adlandırılmıştır. Lazerler, fotonları uyumlu bir hüzme şeklinde oluşturan optik kaynaklardır.
İlk olarak 1917 yılında Albert Einstein tarafından stimüle ışımanın varlığı öne sürüldü. 1960 yılında Theodore Maiman optik frekansta lazer hareketini gerçekleştirdi ve yakut lazerinin varlığını kanıtladı. Bu olaydan sonra lazer kullanımında oldukça önemli gelişmeler oldu. Lazer ışını endüstriyel süreçlerde, mühendislik alanında, tıpta, bilimsel araştırmalarda, meteorolojide, iletişimde, holografide ve savunma donanımlarında kullanılmaktadır.
Lazerin temeli atom veya molekül enerji düzeyleri arasındaki elektron geçişleri ile oluşan ışık fotonlarına dayanır. Bir atomun iki enerji düzeyi formula_1 ve formula_2 olsun ve formula_3 farzedelim. Minimum enerji ilkesine göre atom veya moleküller düşük enerji seviyesinde olmak istediklerinden formula_2 seviyesindeki elektron kendiliğinden formula_1 seviyesine inecektir. Ama bu sırada enerjisi formula_6 olan bir foton salar. Burada formula_7 fotonun frekansıdır. Eğer elektron bu salınımı kendiliğinden yaparsa salınan fotonun yönü tamamen rastgeledir. Ancak eğer formula_2 düzeyindeki elektron formula_9 enerjisindeki başka bir fotonla etkileşerek formula_1 düzeyine inerse bu şekilde salınan fotonun yönü ve fazı geçişe etki eden fotonla aynı olacaktır. Bu ikinci geçiş biçimine uyarılmış ışıma (stimulated emmision) denir ve lazerin çalışmasının ana ilkesidir.
Şimdi çok sayıda atomdan oluşan bir sistem ele alalım. Başlangıçta atomlar en alt enerji düzeyinde bulunduklarından bir şekilde atomların formula_2 düzeyine çıkarılması gerekir. Bu pompalama(pumping) olarak adlandırılır.
Ayrıca formula_2 ve formula_1 arasındaki geçişten lazer ışığı elde edebilmek için atomların formula_2 düzeyinde kalma süreleri formula_1 düzeyinde kalma sürelerinden uzun olmalıdır. Ancak bu şekilde formula_2 düzeyinde bulunan atomların sayısı daima artacaktır (population inversion.
Class 1 ile 4 arasında değişen risk dereceleri mevcuttur.
En basit tür üç düzeyli lazerdir.
Lazerler, günlük yaşamda sıklıkla kullanılmaktadırlar. Örneğin, süper marketlerde ürün fiyatlarını, CD'lerden müziği, DVD'lerden de veri okumakta lazerlerden faydalanılmaktadır.
15 mW'ın üstündeki lazerler göze anında zarar verebilir.
100 mW'nin üstü ise kibrit yakabilir ve değişik yüzeylere yazı yazabilir.
Koherns: Lazer ışığı, hem zamanca aynı zamanlı hem de uzaysal olarak aynıdır. Bu özelliğinden dolayı lazer ışığı, metalleri milimetrik olarak kesme, kaynatma gibi işlerde üstün avantaj sağlar. Alışık olduğumuz kohernt (tek fazlı) değildir, elektromanyetik dalgayı oluşturan fotonlar genellikle aynı fazda değildir.
İlk pratik lazer 1960 yılında pembe renkli yakut ile yapıldı. Atif bölgenin çeşitliliği çok arttı. Hatta pompalanmaya uygun her şeyden lazer olabileceği düşüncesi hakim oldu. Kullanılan aktif ortamın fiziksel doğasına bağlı olarak lazerleri, yalıtkan lazerler, yarı iletken lazerle, gaz ve boya lazerleri olmak üzere dört gruba ayırabiliriz.
Yönü sabit olan lazer ışını çok düşük alıcılıdır. Lazer ışınının yönlülüğü önemli avantaj sağlar. Bunlar;
Lazerden gönderilen ışının yön açısı ɑ lazerin yapısındaki malzemenin cinsine bağlıdır. Bu açı lazer çeşitlerine göre değişim göstermektedir. Lazerin
yapısında özel optik elemanlar kullanılırsa ɑ açısı birkaç sekunde kadar düşürülebilir. Cisim üzerine odaklanan lazer ışınının çapı birkaç mikrometre
kadardır.
Günlük hayattaki ilk kullanımı 1974 yılında oldu. Süpermark |
etlerin barkod okuyucuları, daha sonra 1982 yılında tanınan lazer disk okuyucu ve kompakt disk çalarlar ilk lazer donanımlı cihazlardır. Çoklu ortam sunumlarında, reklamcılıkta, açık hava mekanlarının vitrin düzenlemesinde, oyunların özel efektlerinde, müzelerde, kulüplerde, konserlerde, tıpta, iletişim alanlarında lazer kullanılır. Lazer yazıcı, CD çalar yaygın kullanım alanlarındandır.
Lazerin endüstride kullanılması için çeşitli özelliklerden yararlanılır.
Lazerin en önemli özelliği tek yönde gitmesidir. Küçük dağılma açısı lazer ışınının taşıdığı enerjinin kolaylıkla toplanıp bir alan üzerine odaklanabileceği anlamına gelir.
Lazer ışını tek renkli olmasına rağmen lazer spektral içeriği lazer ortamının şerit genişliği kadar olabilir. Spektral olarak saf olan lazer ışınları bilimsel araştırmalarda kullanılır.
Uyarılan dalga, uyarıcı dalga ile aynı fazdadır. Buna göre her iki dalganın uzay içerisinde elektrik alanlarının değişmesi aynıdır. Başka bir uyumluluk ise zamana bağlı uyumluluktur. Işık spektrumu spektrometre adı verilen bri aletle ölçülür.
Lazer ışınının önemli bir özelliği, diğer tüm kaynakların ışınlarına göre daha parlak olmasıdır.
Lazer ışınlarının odaklanması dalga boylarına göredir. Bu özellik, CW lazer ile kesme işlerinde, etiket okuyan cihazlarda kullanılır.
Hastalıkların teşhis ve tedavisinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Göz hastalıklarının tedavisi, mikro cerrahi uygulamalarında yaygın kullanılır.
Cerrahide lazerin en başarılı olduğu kullanım alanlarından biri de göz hastalıklarının tedavisinde kullanılan ışıkla pıhtılaştırma yoludur. Ağ tabakadaki kan damarları bozulunca, küçük ve çok zayıf yeni damarlar oluşur. Bu damarlar kolay kopabileceği için kanamalara sebep olur. Işıkla pıhtılaştırma yöntemi ağ tabakanın ilgili yerlerini yakarak yeni damarların oluşmasını engeller.
Ötzi
Buz Adamı Ötzi , 1991 yılında Avusturya-İtalya sınırındaki Ötztal Alplerinde keşfedilmiş olan, 5.300 yıl önce yaşamış bir adamın doğal şartlarda oldukça iyi korunmuş mumyasıdır.
Bu ismi bulunduğu vadiden almıştır. Aynı dönemden kalma ve Ginger ismiyle tanınan Mısır mumyasından biraz daha yaşlı veya biraz daha genç olabilir. Ötzi antropologlar ve arkeologlar için Bakır Çağı (Cilalı Taş ile Bronz Çağı arası) Avrupa insanının hayat tarzına ilişkin çok değerli bilgiler sağlamıştır.
Ötzi 19 Eylül 1991'de yolunu kaybetmiş iki Alman turist, Helmut ve Erika Simon, tarafından bulunmuştur. Cesedin önce günümüze veya yakın geçmişe ait olduğu zannedilmiştir. Zira bölgede dağcıların veya I. Dünya Savaşı'nın kayıplarıyla sık sık karşılaşılmaktaydı. Bu düşünceyle Avusturya polisince teslim alınarak Innsbruck'a götürülen Ötzi'nin gerçek yaşı burada anlaşılmıştır. Üzerinde incelemeler başladıktan sonra ortaya çıkan ilginç bir gelişme de, buluntu yerinin yapılan kesin ölçümünden bu noktanın İtalya sınırından birkaç metre içeriye girmiş olmasıdır. Bu sebeple Ötzi İtalya'ya teslim edilmiştir. Bugün İtalya'nın Almanca konuşulan Güney Tirol bölgesinin merkezi olan Bozen-Bolzano kentinin arkeoloji müzesinde sergilenmektedir.
Ötzi üzerinde adli tıbbın, arkeolojinin, antropolojinin ve diğer ilgili disiplinlerin en ileri bilgi düzeylerini içeren çok titiz bir çalışma yapılmış, mumya kapsamlı bir şekilde ölçülmüş, röntgen ışınlarından geçirilmiş ve tarihlendirilmiştir. Dokuları ve sindirim sistemi içindeki buluntular, ve taşıdığı aletlerdeki polenler ve diğer kalıntılar, mikroskopla incelenmiştir.
Ötzi'nin ölümü esnasında 30-45 yaş arasında olduğu, yaklaşık 1.60 boyunda olduğu anlaşılmıştır. Üzerindeki polen ve toz toprak kalıntılarından ve diş minelerinin izotopik yapısından, çocukluğunu Bolzano'nun biraz kuzeyinde geçirdiği, ergenlik çağında ise 50 kilometre daha kuzeyde yaşadığı sonucuna varılmıştır.
Ötzi'nin vücudunun çeşitli yerlerinde toplam 61 dövme bulunmaktadır. Daha da ilginci, bu dövmelerin, günümüzde akupunktur tedavisi açısından önem arzeden noktalar üzerinde veya çok yakınında bulunmasıdır. Hatta, dövmelerin denk geldiği akupunktur noktalarından hareketle, Ötzi'nin sindirim sistemi parazitleri ve osteoartrit gibi sağlık sorunları yaşadığı sonucu oluşturulmuştur. Dövmelerin ilkçağlarda akupunktur tedavisinin erken aşamalarını ifade ettiği tezi de bu şekilde hayli güçlenmiştir. .
Ötzi'nin giysilerinin (kuru otlardan örülmüş bir pelerin, deri yelek ve ayakkabılar) de büyük bir ustalığın ürünü olduğu görülmüştür. Ayakkabıları geniş ve su geçirmez niteliktedir, ve karda yürümek için özel olarak tasarlanmıştırlar; tabanlarında ayı derisi, üst kısımlarında geyik derisi kullanılmış ve bu iki arası ağaç kabuğu parçaları ile birbirlerine bağlanmıştır. Ayakkabıların etrafı ve içi kuru otlarla kaplanarak, sıcak çorap işlevi görmüştür. Uzmanlarca Ötzi'nin ayakkabıları esas alınarak üretilen pilot modellerin o kadar iyi ayakkabılar oluşturduğu görülmüştür ki, ticari üretime dönük planlar bulunmaktadır .
Ötzi ile birlikte bulunan diğer nesneler arasında, sapı porsuk ağacından bir bakır balta, sapı dişbudak ağacından bir çakmaktaşı bıçak, sopaları kartopu çalısı veya kızılcıktan yapılmış ve ucu çakmaktaşlı oklarla dolu bir sadak, ve yapımının henüz tamamlanmadığı anlaşılan ve Ötzi'nin boyundan daha uzun ve yine porsuk ağacından yapılmış bir yaydır.
Ötzi'nin ölümü anında yanında iki tür çok gözenekli mantar taşıdığı görülmüştür. Bunlardan huş ağacı mantarının antibakteryel faydaları olduğu bilinmektedir ve tıbbi nedenlerden bulundurulmuş olmalıdır. Diğer mantar türü ise kav olarak bilinen ve karmaşık bir ateş yapma teçhizatının bir parçası olduğu görülen mantardır. Bu teçhizatta on kadar kolay tutuşma özellikli bitkiden numuneler ve kıvılcımları oluşturmakta kullanıldığı anlaşılan çakmaktaşı ve pirit parçaları bulunmaktaydı.
Ötzi'nin sindirim sisteminin analizinde, ilki dağkeçisi eti, ikincisi kızıl geyik eti olmak üzere, iki ayrı yemeğin kalıntıları bulunmuştur, ve etlerin tahıl beraberinde yendiği anlaşılmıştır. İlk yemeğin kalıntılarında yer alan polenler araştırmacıları bu yemeğin orta rakımda bir kozalaklı ağaç ormanında yendiği sonucuna ulaştırmıştır.
DNA analizi, Ötzi'nin silahları ve eşyaları üzerinde başkaca dört ayrı kişi kaynaklı kan izleri ortaya koymuştur. Kan izlerinin ilki bıçağında, ikincisi aynı okun üstünde, sonuncusu ise mantosunda bulunmuştur.
Ötzi'nin anneden çocuğa geçen dizimi olan mitokandriyal DNA'sını inceleyen İtalyan ve İngiliz bilim adamları, Ötzi'nin genetik soyunun ya çok nadir görüldüğünü ya da bittiğini buldular.
İngiltere'deki Leeds Üniversitesi'nden Martin Richards, yaptığı açıklamada, Current Biology dergisinde yayımlanan araştırmalarının, Ötzi'nin soyunun gerçekte tükendiğini ortaya koyduğunu söyledi. Richards, kendisinin ve meslektaşlarının incelemelerinin, Ötzi'nin, günümüzdeki Avrupalı nüfuslarda rastlanmayan bir soya ait olduğunu teyit ettiğini bildirdi.
2013 yılında Zürih’teki Evrimel Tıp Merkezi’nde yapılan incelemelerde, Ötzi’nin neredeyse her türlü oral patolojiyi gösterdiği belirtildi. Bunun anlamı, Ötzi'nin en azından son yirmi yılını dayanılmaz diş ve apse ağrılarıyla geçirmiş olmasının ihtimalinin çok güçlü olduğudur. Dahası, Ötzi'nin ağız yapısının 3D analizine göre Ötzi'nin aşınmamış tek bir dişi bile olmadığı görülmüştür. Bu da Ötzi'nin bir şekilde (büyük ihtimalle kendi imkanlarıyla) kendisine diş çürüğü tedavisi uygulamaya çalıştığını göstermektedir.
2004 de aynı vadide I. Dünya Savaşı Avusturya ve İtalya arasındaki en şiddetli çarpışmalarına sahne olan San Matteo Muharebesinde (1918) ölmüş 3 Avusturya-Macaristan İmparatorluğu askerinin cesetleri de bulunmuştur. Çevrenin Ötzi üzerinde etkilerini daha iyi anlamamıza yardım edeceği düşüncesiyle bu cesetler üzerinde de çalışmalar yürütülmektedir.
Bir CAT taraması Ötzi'nin ölümü anında omzuna muhtemelen bir ok saplanmış bulunduğu ve bu okun pelerinini hafifçe yırttığı sonucunu vermiştir. Okun ucu Ötzi'nin vücüdundan çıkarılmış olmalıdır. Aynı taramadan görüldüğü üzere, Ötzi'nin ellerinde, bileklerinde ve gövdesinde de yara ve bereler bulunmaktaydı.
Bu delillerden hareketle bir Agatha Christie romanı yazarcasına çalışan Avustralyalı moleküler biyolog Thomas Loy, Ötzi ve bir veya iki arkadaşının avcılık yaparken, hasım bir grupla çatışmaya girdikleri fikrini oluşturmuştur. Ötzi'nin bu çatışma esnasında bir süre bir arkadaşını taşımış olması veya bir arkadaşı tarafından taşınmış olması mümkündür. Kan kaybından zayıf düşen Ötzi, görülebildiği kadarıyla, silahlarını ve diğer teçhizatını düzgün bir şekilde bir kayanın yanına sıralamış ve ardından da son nefesini vermiştir.
Bütün deliller toplanmadan yürütülmüş daha fantezist tahminlerde, Ötzi'nin düşmandan kaçarken değil, bir tanrıyı veya tanrıları sakinleştirilmesi veya şeflerin soyunun sürdürülmesi amaçlı bir ayinde kurban olarak öldürüldüğü öne sürülmüştür. Aslında Mısırlı olduğu, hatta ayin esnasında hadım edildiği bile iddia edilmiştir. Ancak, mumyalaşma ile çok küçülmüş olmasına rağmen, Ötzi'nin penisi bulunmaktadır.
Ötzi'nin keşfi ve üzerindeki araştırmalar ile şu veya bu şekilde bağlantılı 7 kişi aradan geçen 14 yıl içinde ölmüştür. Kimileri bu ölümleri bir lanete bağlarken, kimileri de tesadüf olarak yorumlamaktadır. Ötzi üzerinde yakın çalışmalar yürütmüş bazı araştırmacı ve bilim adamının da ölmemiş olduğunu burada belirtmek gerekir.
'Lanet' 1992'de Ötzi'nin vücudunu inceleyen adli tıp ekibinin şefi Dr. Rainer Henn'in ölümü ile başlamıştır. Dr. Henn, Ötzi hakkında vereceği bir konferansa giderken, arabasıyla bir başka arabaya kafa kafaya çarpışarak can vermiştir.
İkinci 'kurban' Dr. Henn'i ve diğerlerini Ötzi'nin bulunduğu yere götüren ve sonradan turistler için Ötzi turları düzenlemeye başlayan dağcı Kurt Fritz olmuştur. Pek çok dağcının başına gelebildiği gibi, çığ altında kalmıştır.
Avusturyalı gazeteci Rainer Hoelzl üçüncü 'kurban' olmuştur. Ötzi'nin yerinden çıkarılışını ve sonrasındaki incelemeleri, yakın plan röportaj hakkı elde etmiş tek gazeteci sıfatıyla filme almış ve filmi bütün dünyada gösterilmiştir. Filmin gösterime girmesinden birkaç ay |
sonra, bir tür beyin tümörü olduğu düşünülen gizemli bir hastalığa yakalanmış, ve kısa sürede büyük acılar içinde ölmüştür.
Dördüncü 'kurban' Ötzi'yi bulan Alman turist Helmut Simon'dur. Simon, Ötzi üzerinde hak elde edebilmek için açtığı 75.000 Dolar tazminat içeren bir davayı kazanmasını kutlamak üzere, keşfini gerçekleştirdiği bölgeye dönerken, güzel havada yola çıkmış olmasına rağmen, yolda kar fırtınasına yakalanmış ve Ötzi'nin ölüm yerinden 200 kilometre kadar mesafede, yüz metrelik bir uçuruma düşmüştür. Henüz dava sonuçlarını kesinleştirecek imzayı atmamış olduğundan, dul bayan Simon 75.000 Dolar'ı alamamıştır.
Helmut Simon'un gömülmesinden bir saat kadar sonra, yollarını kaybetiklerinde Simon çiftini aramaya çıkan ekibin şefi olan Dieter Warnecke 45 yaşında kalp krizinden ölmüştür.
Ötzi'nin vücudunu bakterilere ve mantarlara karşı korumak üzere bir yöntem geliştiren Innsbruck'lu profesör Friedrich Tiefenbrunner Ocak 2005'te açık kalp ameliyatı esnasında ölmüştür. Tiefenbrunner'ın bulunduğu bilimsel ekibe şeflik eden ve Ötzi konusundaki bir numaralı uzman olan arkeolog Konrad Spindler, 5 ölümden sonra artık dile getirilmeye başlanan lanet söylentilerini, 'ne yani? sırada ben mi varım? medya palavrası bunlar,' diyerek inkar etmekteydi. Nisan 2005'te evvelce mevcut bir kronik hastalığı olan ALS 'den vefat etmiştir.
Son olarak, Ekim 2005'te, Avustralyalı Dr Tom Loy 'lanet'in son kurbanı olmuş, Ötzi hakkında bir kitaba son rötuşlarını koyarken ölmüştür. Sayı böylece 7'ye çıkmış olmaktadır.
Tövbe
Tövbe (), dinde bir günahtan dönmeye karar vermektir. Tasavvuf anlayışında tövbenin farklı bir mânâsı ve kullanımı vardır.
Tasavvufta mürşidin huzurunda yapılan tövbeyle bireyin müritliği başlar. Bu tövbenin bireyin kendince yaptığı tövbeden farkı nasuh olmasındadır. Yani kâmil bir tövbe niteliğindedir. Bireyin günahlarının kendi yaptığı tövbeyle affolunduğu, mürşidinin de bu tövbeye katılmasıyla da affolunan günahlarının toplamı kadar sevap yazıldığına inanılır.
Büyük tövbe (nasuh tövbesi), tarikat yenilenmesi olarak da adlandırılır. Yılda en az bir kere mürşide gidilmeli ve tarikat yenilenmelidir. Günahları bir daha işlememek üzere terk etmektir.
Küçük tövbe ise tarikat yenilemeden günahların affı için yapılır.
Kuantum ışınlama
Kuantum ışınlama, maddenin kendisinin bir başka hali olan enerjiye dönüştürülerek uzay-zamanda hareket ettirilmesidir.
Maddenin ışınlaması için foton çiftleri kullanılabilmektedir. Bu foton çiftleri birbiri ile aynı özelliği gösteren iki fotondan oluşur.
Örnek olarak, bir foton Ay'a gönderilse ve Dünya'daki uyarılsa aynı anda fiziksel bir bağ olmamasına rağmen diğer foton da tetiklenir.
Foton çiftleri ile maddenin atomları kodlanıp diğer merkezdeki fotonlara gönderilir. Kodlar diğer merkezde işlenip, diğer merkezdeki aynı tip atomlar birleştirilir ve aynı madde elde edilir. Bu şekilde madde taşınması veya elektronik olarak madde kopyalanması yapılabilir. Işınlama işleminin sonunda orijinal maddenin yok edilmesi gerekir. Pratik olarak bu şekilde ışınlama yapılmıştır.
Günümüz bilgisayarlarında işlemci hızı için iletkenliği yüksek malzemeler kullanılmaktadır. Gelecekte kullanılacak bilgisayarlarda bu malzemeler yerine foton çiftleri kullanılacak ve bu yolla tek işlemci ile süper bilgisayar hızına ulaşılacak. Bu bilgisayarlar ışınlama için de gerekli olacak. Şöyle ki: Bir insanın atomlarını tararken çok miktarda veri işlemek gerekir. Bu verileri bugünkü bilgisayarlarla işlemek uzun zaman alacaktır. Oysa kuantum bilgisayarlar bu büyük işlemleri kolaylıkla yapacaktır.
Kuantum ışınlama sadece ulaşım ve haberleşme alanında değil, tıbbi ve askeri alanda da yeni gelişmelere yol açacak. Tıpta "sanal tıp" dönemi başlayacak. Her organın kodları kopyalanıp saklanacak, ileride olası bir hastalık veya kaza sonucu organın zarar görmesi durumunda bu kodlar kullanılarak organ eski haline getirilerek tedavi edilecektir. Şu anda sadece kurgu ve teori olarak öne sürülen bu teknolojiler gün geçtikçe istenilen düzeye yaklaşmaktadır.
Planck’ın adını aslında ampirikti. Planck, Wien formülünün paydasına eksi bir eklemek ve Wien’in sabitlerini de ayarlamak suretiyle bir formül elde etti.Uzun dalga boylarında Rayleigh formülüne de indirgenebilen bu formül,bütün dalga boylarında deneysel eğri ile uygunluk gösterdi.Plancki doğru formülü bulunduğunu ve bunun türetileceğine inandı.Planck’ın durumu,cevap için çantasındaki kitaplara bakmak lüzumunu hisseden bir öğrencininki gibi idi ve yapılacak iş buluğu formülü mantıklı olarak ifade etmekten ibaretti.Planck,doğru olan bu formülü türetebilmek için düşündüğü bütün klasik fizik metotlarını denedi.Sonuç olarak Rayleigh’in hesabında bir kusur bulunmadığını ve kusurun klasik fiziğin kendisinde olduğunu gördü.
Planck, Rayleigh formülüne, ışınım kararlı dalgalarının ana modla birlikte sonsuz sayıda harmoniklerinin ihtiva ettiği kabulünden ileri gelen mor ötesi felaket denilen durumun oluştuğunu ve bunun giderilmesi gerektiğini ifade etti.Her mod ortalama olarak kT enerjisine sahipti.Planck, mod başına ortalama enerjisinin kT olduğu hususunu daha geniş olarak inceledi.
Aranılan ortalama, her enerji seviyesindeki ossilatör sayısı ile o seviyedeki enerji değerlerinin çarpımlarının toplamını, bütün seviyelerdeki ossilatörlerin sayısına bölmek suretiyle bulunabilir.
Herhangi bir ossilatörün serbestlik derecelerinin her biri ile ilgili enerjinin, küçük bir enerji birimi olan u nun m tam katı olduğunu kabul edelim. Öyle ki bu enerji birimi mümkün olduğu kadar küçük seçilerek sıfıra yaklaştırılabilsin.(Bu noktada uygulanan metot, Boltzmann tarafından 1877 de gaz moleküllerinin kinetik enerji dağılımları için kullanılan yöntemi takibetmektedir.) Enerjileri mu olan ossilatörlerin sayısı Boltzman dağılım kanunu ile verilmiştir.Bu da,
dir. n m adet ossilatör tarafından verilen enerji de aşikar olarak
olur. m bir tam sayı olduğu için denklemi
olur. x=e-u/kT kabul ederek (4) denklemi
olarak yazılabilir. Bu yakınsak serinin (x<1) limitleri, bilinen usullerle bulunulabilir. Paydaki serinin yakınsaklık limiti 1/(x-1)2dir.Doğruluğu bu ifadeyi binom teoremine göre açmakla araştırılabilir. Paydadaki ise basit bir geometrik seri olup 1/(x-1) e yaklaşmaktadır. Bu limitleri (5) denklemde yerine koyarsak
elde edilir. x in yerine değeri konursa,
bulunur. Şimdi denklem (7) yı birim hücre boşluğundaki mod sayısı ile çarparak dλ lık dalga boyu için aşağıdaki enerji yoğunluğu elde edilir.
Tekrar hatırlamak gerekir ki, bu ifadenin türetilmesinde, bir ossilatörün enerjisinin bir bütün olduğu ve küçük bir enerji birimi u nun m tam katı olduğu kabul edilmiştir. Bu u nun sonsuz küçük olduğu ve limitinin sıfıra yaklaşması haline eşdeğerdir. Eğer denklem (7) da u=0 konursa denklem 0/0 lık belirsiz hal alır. Buna L. Hospital metodu uygulanarak pay ve paydanın u ya göre diferansiyelleri alınarak u=0 konursa,
bulunur. Bu da Rayleigh’in klasik kabulüne tamamen uymaktadır.
Yukarıda (8) denkleminde verilen bağıntı Wien kanununa u nun sıfırdan farklı bir değeri için yeniden bakılmasını gerektirmektedir. Gerçekten iki eşitliğin paydaları eğer u nun değeri eksponansiyellerin üstlerini eşit yaparak şekilde seçildiği takdirde, eski bir hariç eşit olacaktır. u nun bu değerini elde etmek için,
veya
alınır. Bu eşitlik c ışığın boşluktaki hızı, f de ossilatörün yayınladığı ısının frekansıdır. Eğer c2k/(c ) sabiti diğer bir h sabiti ile yer değiştirirse,
bağıntısı elde edilir. u nun (12) deki değeri (8) denkleminde yerine konulursa siyah cisim ışınım enerji yoğunluğu için Planck kanunu elde edilir. Bu kanun,
olup deneysel değerlerle uyumluluk göstermektedir. Grafiği şekil 1 de verilmiştir.
Yeni sabit h, Planck sabiti olarak adlandırılmıştır. Görüldüğü üzere bu Wien’in c2 sabiti yardımı ile tayin edilebilir. Planck sabitinin değeri h=(6,6253±0,0003)×10-34 joule-sn dir.(Birimi açısal momentum birimi olduğuna dikkat etmelidir.)
Böylece Planck, bir ossilatörün enerji seviyelerinin, h sabiti ile yayınladığı ışınım frekansının çarpımından ibaret bir bütün olduğu klasik olmayan kabulu ile kendi atılımlarının öncüsü oldu. E müsaade edilen en küçük enerji değişimini gösterdiğine göre Planck’ın meşhur kuantum denklemi,
dir.
Planck,1900 yılında kuantum kavramını ileri sürdü ve bu kavramla ışınımın sürekli olarak yayılmadığı, kesikli ve her biri h.f ye eşit paketler halinde yayıldığı sonucuna varıldı. Bu ışınımın atomik teorisinin başlangıcı idi ve gelişerek kuantum teorisi haline geldi. Çeşitli frekanslardaki ışınımın kuantumlarının farklı büyüklüklerde olup atomik ve kesik oldukları aşikardır. Planck ilk olarak hipotezini yalnız össilatörler için ve onların yakın komşuluğunda yayınlanan ışınımlar için uygulanabilir olduğunu ve olsa olsa ışımaya ait Maxwell teorisi teorisinin hafif bir değişimi gibi düşündü. Bununla beraber ileride görüleceği üzere Planck, elektromagnetik dalgaların madde ile tesirleşmesine ait görüşleri değiştiren bir seri olayı başlatmış oldu.
Kuantum bilgisayarlar, fizikçilerin olduğu kadar askerlerin de, gizli haber alma servislerinin de rüyası. Nedeni, atom altı dünyada geçerli olan kuantum mekaniğinin garip kurallarının, en hızlı süper bilgisayarların bile yaklaşamayacağı hızda hesaplama gücüne olanak tanıması. Bunu sağlayan da, kuantum mekaniğinin özelliklerinden biri olan, kuantum durumlarının üst üste binmesi ya da bir parçacığın aynı anda birkaç yerde birden olabilmesi olgusu. İçinde yaşadığımız ve klasik fizik kurallarının daha belirgin olduğu büyük ölçekli dünyaya koşullanmış olan mantığımız kabul etmekte zorlansa da, olgu, öteki kuantum gariplikleri gibi deneylerden yüzünün akıyla çıkmış bulunuyor. Üst üste binmeyi bilgisayar teknolojisi için böylesine çekici kılan, kuantum bit ya da kısaca kubit diye adlandırılan birimlerin, klasik bilgisayarlarda kullanılan ikili sistemdeki “1” ya da “0” anahtarları yerine hem “1” , hem de“0”¬ gibi davranmaları. Böylece klasik bilgisayarlarda işlemler sırayla teker teker yapılırken, kuantum bilgisayarlarda kuramsal olarak aynı anda yapılıyo |
r ve aynı anda incelenen pek çok durum, tek bir doğru cevaba “çöküyor”. Kuramda işler iyi gidiyor da bunu pratikte uygulamak kolay değil. Sorun, atom altı dünyada geçerli olan etkileşimleri, farklı ve çelişen kuramların geçerli olduğu klasik dünyaya taşımakta yatıyor. Özellikle de, kubitlerin istenen bilgiyi taşıyamadan klasik dünyadaki etkilerle “uyumlu” durumlarını kaybetmelerini engellemek oldukça güç. Örneğin , bir enformasyon kuramcısı için bir kubitin madde parçacıkları üzerine mi,yoksa ışık parçacıkları üzerine mı yüklenmiş oldukları fazlaca önemli değil. Oysa bir uygulamacı için sorun son derece önemli. Çünkü, yavaş ama uzun ömürlü madde parçacıkları, hızlı ama kırılgan fotonlardan çok farklı özelliklere sahipler. Işık parçacıkları (fotonlar) üzerine kaydedilmiş kubitler iyi yol alıyorlar: Bir fiber optik kablo üzerinde kilometrelerce yol alabilirler. Sorunsa bunları kaydedebilmenin güçlüğü. Buna karflılık, madde parçacıkları üzerine kaydedilen bilgi, birkaç milisaniye süresince “ayakta kalabilmesine” karflın, ancak bir “tuzak” içinde tutulabiliyorlar ve bir yerden başka bir yere gönderilemiyorlar. şimdiyse Atlanta’daki (ABD) Georgia Teknoloji Enstitüsü’nden fizikçiler Alexei Kuzmich ve Dmitri Matsukevich, bir kubiti önce rubidyum atomlarına yüklemenin, daha sonra da bu bilgiyi bir fotona aktarıp uzun mesafelere iletmenin yolunu bulmuşlar. Araştırmacılar, işe iki ayrı rubidyum gazı bulutuyla başlıyorlar. Aynı anda iki buluta birden bir lazer ışığı göndererek, bulutların her ikisiyle birden dolanıklı ilişkisinde bulunan tek bir foton salmalarını sağlıyorlar. Hem kuantum belirsizlik ilkesi, hem de hazırlanan deney düzeneği, fotonun hangi buluttan geldiğinin bilinmesini önlüyor. Dolanıklık ilişkisi, fotonla rubidyum bulutlarının kaderini birbirine bağlıyor. Fotonun kutuplanma biçimiyle oynamak, bulutların kuantum durumlarının değişmesine yol açıyor. Dolayısıyla foton üzerinde işlem yaparak, araştırmacılar her iki buluta birden bilgi (kubit) yükleyebiliyorlar. Yalnızca birkaç yüz nanosaniye sonra (nanosaniye = saniyenin milyarda biri) araştırmacılar rubidyum bulutları üzerine ikinci bir lazer demeti göndererek, içerdikleri bilgiyi okuyabiliyorlar. Lazer, bulutların yeni bir foton yayınlamasını sağlıyor. Bu fotonun kutuplanma biçimi de, araştırmacıların buluta yazdıkları bilgiyi içeriyor. Dolayısıla lazer yardımıyla bilginin geri alınma süreci, kuantum bilginin maddeden ışınıma (ışığa) transferini sağlıyor. Gerçi süreç, kısmen rubidyum atomlarının lazer ışığını emme konusundaki yetersizliğinden kaynaklanan bir takım kayıplara uğruyorsa da, Kuzmich, yöntemin kuantum iletişim için yararlı araçların ortaya çıkmasını sağlayacağı konusunda umutlu ve daha şimdiden Matsukevich ile bu tür araçların tasarımı üzerinde çalışmaya başlamış.
Seyhan
Seyhan, Türkiye'nin Adana ilinin bir ilçesidir. İlçe, tamamiyle Adana şehir merkezi içerisinde kabul edilmektedir ve tüm ilçeye bir alt tabaka belediye olan Seyhan Belediyesi hizmet vermektedir. Seyhan, Adana ilinin sakinlerinin % 35'ine ve Adana şehrinin sakinlerinin yaklaşık yarısına ev sahipliği yapmaktadır. Türkiye'deki en kalabalık beşinci metropol ilçe statüsündedir.
Seyhan, Adana'nın ilk yerleşim alanı olmakla beraber şu anda şehrin yönetim, iş ve kültür merkezidir. Tarihi Tepebağ mahallesi ve Büyük Saat, Ulu Camii, Ramazaoğlu Konağı ve Sabancı Merkez Camii gibi önemli yapıları bünyesinde barındırmaktadır. Adana Kültür ve Sanat Merkezi ve Sabancı Kültür Merkezi, Seyhan Kültür Merkezi ve Metropol Tiyatro Salonu yine aynı ilçede faaliyet göstermektedir. İlçe ismini doğu yakasını oluşturan nehirden almaktadır.
Seyhan ismini mitolojide Adanus'un oğlu Sarus'tan almaktadır. İlçenin tarihi MÖ 3000 yılına dayanmakta olup, Tepebağ höyüğünde yapılan kazılarda tarihi eserlere raslanmıştır.
Seyhan'ın doğusunda Yüreğir, batısında Tarsus, Kuzeyinde Çukurova (Yeni Adana), güneyinde ise Karataş yer almaktadır. İlçenin bulunduğu alan Seyhan Irmağı'nın taşıdığı alüvyonlardan oluşmuştur. Pleistosenden başlayarak (4.jeolojik zaman başları) oluşan delta bugün üç taraca halinde uzanır. Kıyıda lagünler ve kumul setleri yer almaktadır.
Seyhan, Akdeniz ikliminin etkisi altındadır. Yazları sıcak ve yağışsız, kışları ise ılık ve yağışlıdır. En sıcak ay ortalaması 28.1 C , en soğuk ay ortalaması 9,3 C'dir. Bu güne kadar saptanan en yüksek sıcaklık 1958 yılı 24 Ağustosunda 45.6 C , en düşük sıcaklık 1964 yılı 20 Ocak tarihinde -8.4 C'dir. Yıllık yağış tutarı 647 mm dir. Bu miktarın yaklaşık yarısı kışın alınırken, % 4'ü yazın, geri kalanı İlkbahar ve Sonbaharda alınır. Yaz mevsimindeki nem oranı oldukça fazladır. Doğal bitki örtüsü 1.500 metre yükseltiye kadar bodur makilerdir. Denize yakın bölgelerde kumcul ve tuzcul bitkilere de rastlanır.
Seyhan ilçesi üç kademe merkezle yönetilmektedir; merkez hükümet, il idaresi ve belediye.
Seyhan Kaymakamlığı, Adana Valiliği adı altında yönetilen merkezi yönetimin bir koludur. Seyhan kaymakamı, İç İşleri Bakanlığı tarafından atanan ilçe yöneticisidir. Seyhan Kaymakamlığı ilçenin bakanlık idare heyetinin işlevini yerine getirmektedir.
Adana İl Özel İdaresi'nin Seyhan müdürlüğü il idaresin ilçe şubesidir. 61 üyeli Adana İli Meclisi'nde Seyhan 11 üye ile temsil edilmektedir.
Seyhan ilçesinde bulunan tek belediye Seyhan Belediye'sidir çünkü ilçe tamamiyle Adana şehir merkezinin içerisindedir. Belediye tüm Seyhan ilçesine hizmet vermekle beraber ilin en küçük yönetim birimleri olan mahallelere bölünmektedir.
Belediye Başkanı, belediyenin baş yöneticisi olmakla birlikte belediye dairelerine ve belediye meclisine başkanlık etmektedir. Başkan adayları gerek Milli Partiler gerekse de bağımsız olarak adaylığa başvurabilirler. Belediye Başkanı, tek türlü oylama sistemi ile 5 yıllığına seçilmiştir.
Makina mühendisi olan Zeydan Karalar Seyhan Belediye Başkanı'dır. Karalar, 2014 Yerel Seçimleri'ni aldığı %31.9 oyla, önceki iki dönem başkanlık yapan Azim Öztürk'ün %5 önünde tamamlayarak kazanmıştır.
Seyhan'ın 96 mahallesinin 74'ü merkezde bulunmaktadır. Merkez mahallelerinde 789.427 kişi (% 98,5) yaşamaktadır. En uzak mahallesi ise 29 km uzaklıktaki Mürseloğlu'dur. Nüfusu en fazla olan mahalle, 67.491 kişi ile Yeşilyurt'tur. Seyhan'ın nüfusu 2017 yılında % 0,35 artmıştır.
Seyhan ilçesinin mahallelerinin ilçeye uzaklığı rakımı ve nüfusu
* Km, Türkocağı Mahallesi'nde bulunan kaymakamlığa olan uzaklıktır.
İlçenin nüfusu 2007 genel nüfus sayımına göre 1.007.992'dir. Bunun 990.073'ü ilçe merkezinde, 17.919'u ise kasaba ve köylerde yaşamaktadır. Ancak Çukurova adı verilen Yeni Adana'nın ayrılması ile 2012 istatistiklerine göre Seyhan ilçe merkez nüfusu 764.714 kişiye düşmüştür
Seyhan'da bulunan sağlık kurumları arasında Acıbadem Hastanesi, Universale Hospital, Nusret Karasu Göğüs Hastalıkları Hastanesi, Ortadoğu Hastanesi, Başkent Üniversitesi Seyhan Hastanesi, Ortopedia Hastanesi, Metro Hastanesi, Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çukurova Aşkım Tüfekçi Devlet Hastanesi, Askeri Hastane, Sistem Göz Merkezi, Çukurova Cerrahi Tıp Merkezi, Nobel Tıp Merkezi, Gastro Tıp, Adana Kardiyoloji Merkezi, Doğuş Tıp Merkezi, Galleria Kulak Burun Boğaz Merkezi, İris Göz Merkezi, Sevgi Göz Merkezi, Maya Göz Merkezi, Seyhan Tıp Merkezi, Onur Tıp Merkezi ve Ziyapaşa Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Merkezi sayılabilir.
Kadınlar Basketbol Süper liginde Adana ASKİ ve BOTAŞ takımları vardır. Futbolda Adana Demirspor da bu ilçededir.
5 Ocak Fatih Terim Stadyumu, Yeşiloba Hipodromu ve Menderes Spor Salonu bu ilçededir.
Ersen Dinleten
Mehmet Ersen Dinleten (d. 1950), Anadolu Rock'un temsilcilerinden biridir. Ersen ve Dadaşlar grubunun kurucusudur. Ayrıca Moğollar, 3 Hürel ve Kardaşlar grubuyla çalışmış ve dini içerikli 2 albüm de yapmıştır.
Ersen, 1950’de İstanbul Fatih'te doğdu. Annesi Karadeniz'den, babası ise Selanik taraflarından İstanbul'a gelip yerleşmişti. Ersen, ilk olarak müzik çalışmalarına amatörce bir müzik öğretmeninden mandolin dersleri alarak başladı. Daha sonra, gitarın yavaş yavaş ülkemize girmesiyle birlikte Fatih Fener'de Rum asıllı hocası Koçamedanis'ten klasik gitar dersleri almaya başladı. 5-6 sene de klasik keman dersleri aldı.Ersen, bir yandan da amatörce şan dersleri alıyor ve sürekli kendini geliştirmeye çalışıyordu. Ersen, artık düğünlerde, pavyonlar da çalmaya başlamıştı. 1970 yılına gelene kadar birçok ünlü orkestrada çaldı. Bunlar arasında, Milli Orkestra ve Şerif Yüzbaşıoğlu'nun Orkestrası da vardı.
Önceleri, dans orkestralarında çalan Ersen, bir fuar döneminde İzmir Fuar'ındaki Numune Gazinosu'nda Cem Karaca ve Moğollar'la tanıştı. Her ne kadar, Cem Karaca'yı İstanbul'dan tanısa da burada gerçek anlamda tanıştılar ve Cem Karaca, ona kartını vererek İstanbul'da yanına uğramasını söyledi. 1969 yılında ilk 45'liği "Olvido/Ak Güvercin" Türkofon'dan piyasaya çıktı. Gitarda Ünol Büyükgönenç'in eşlik ettiği bu plağı, ikinci 45'liği takip etti: "Sevmek Günah mı?/Tek Kadın".
1970 yılında bir yandan kendi adına 45'likler çıkartan Ersen, diğer yandan da Moğollar'ın "Ternek/ Haliçte Güneşin Batışı" 45'liğinde vokalist ve elektro kemancı olarak yer aldı.1972 yılında Hürel kardeşlerle, Diskotür adına son 45'liği "Dertli Kaval/Beni Hor Görme Kardeşim"i kaydetti. Bu albümün ilgi görmesi üzerine Şerif Yüzbaşı Orkestrası'dan ayrılan Ersen, yüklü bir ücretle Şahinler Plak'a transfer oldu ve "benim en büyük müzikal çıkışım" dediği "Kozan Dağı" isimli 45'liğini yayınlandı. Kozan Dağı gerçekten gördüğü ilgi ile kısa sürede listelerde bir numaraya tırmandı ve Ersen'in ilk bir numara 45'liği olarak Türk müzik tarihinde yerini aldı. Seyhan Karabay'ın bass, ıklığ, akustik gitar; Taner Öngür'ün bass, akustik gitar, kaşık ve Hüseyin Sultanoğlu'nun bateri, bongo çaldığı bu 45likten sonra "Sor Kendine/Garip Gönlüm" 45liğini piyasaya sürdü. Bu 45'likten sonra Türk ve dünya müzik piyasasında eşine benzerine rastlanmayacak bir olay olur ve Kardaşlar'la beraber çalışmakta olan Cem Karaca Moğollar'a; Moğollar'la çalışmakta olan Ersen Kardaşlar'a girer.
Kardaşlar'la |
iki single çıkarttıktan sonra, grubun isminin değişmesini kararlaştırdılar ve Ersen, "kuzeyin kardaşları varsa doğunun dadaşları var" deyip "Ersen ve Kardaşları", "Ersen ve Dadaşlar" olarak değiştirdi. Artık, "Cem Karaca ve Moğollar" ile "Ersen ve Dadaşlar" vardı ve tatlı bir rekabet başlamıştı. Bu dönemde, Ersen ve Dadaşlar, Zeki Müren'in program kadrosuna dahil oldular. Ersen ve Dadaşlar, bu programda da başarılı oldular ve Zeki Müren'in iltifatını kazandılar.
Aşık Veysel'in, Aşık Mahsuni Şerif'in, Muhlis Akarsu vd. eserlerinin yanında söz ve müziği kendine ait parçalarıda seslendiren Ersen Dadaşlar'ın 45'liklerini şöyle sıralayabiliriz: "Gafil Gezme Şaşkın/Güzele Bak Güzele", "Bir Ayrılık Bir Yoksulluk Bir Ölüm/Yedin Beni", "Dostlar Beni Hatırlasın/Üç Kız Bir Ana", "Ekmek Parası/Zalım". Uzun süre, listelerde hep zirvede kalan grup, bir süre sonra müziğe ara verdi.
80'li yıllarda Rock müziğin içindeki çıkmazdan dolayı Dadaşlar'sız yola devam Ersen, bir ara arabesk müziği tarzında da çalışmalarda bulunmasına rağmen, 1993 yılındaki "Ersen Ustadan Kuru Fasulye" isimli albümünden sonra müzik çalışmalarına nokta koydu. Yıllar sonra müzik çalışmalarına geri dönen Ersen Dinleten, 2002 yılında "Ersen Mevlâna Gibi", 2003 yılında "Dönemem" adlı 2 Sûfi albüm yayınladı. 2011 yılında "Alüvyon" adlı son albümünü çıkaran sanatçı bu albümde aranjör Derya Kadayıfçı ile birlikte çalıştı. 80'li yılların unutulmaz hiti 'Can Tertip' adlı şarkı yıllar sonra 2015 yapımı 'Can Tertip' adlı sinema filminde yayınlandı.,
Olvido/Ak Güvercin (1969)
Unutma Sakın/Süreyya (1969)
Ternek/Haliç'te Güneşin Batışı (1970) (Moğollar'la birlikte)
Çakıl Taşları/Aşkın Rüyası (1970)
Pekiştirme/Oy Gülem (1971)
Dertli Kaval/Beni Hor Görme Kardeşim (1971) (3 Hürel'le birlikte)
Kozan Dağı/Kara Yazı (1975)
Sor Kendine/Garip Gönlüm (1972) (Moğollar'la birlikte)
Çakmağı Çak/Güneşe Dön Çiçeğim (1972) (Kardaşlar'la birlikte)
Metelik/Yine Seni Tanırım (1974) (Kardaşlar'la birlikte)
Bir Ayrılık Bir Yoksulluk Bir Ölüm/Yedin Beni (1974)
Döne Sevdiğim/Derman Bulunmaz (1974)
Dostlar Beni Hatırlasın/Üç Kız Bir Ana (1975)
Gafil Gezme Şaşkın/Güzele Bak Güzele (1975)
Dostlar Merhaba/Ne Sevdiğin Belli Ne Sevmediğin (1976)
Ekmek Parası/Zalim (1976)
Gurur/Kalbimdeki Acı (1976)
Ömür Biter Yol Bitmez (Mutluluk Dünyası)/Yalvarırım Dinle (1977)
Ne Kadar Güzel/Akla Karayı Seçtim (1978)
Takma Kafana Arkadaş/Takıl Bana/Mutlu Ol Yeter/Falcı (Falcı Da Farkında) (1981)
Dünden Bugüne (1977) (Uzunçalar)
Ersen 2 (1978) (Uzunçalar)
Bu Da Bizlerden (1979) (Uzunçalar)
Hatamızı Bilmeden Çekiyoruz (1980) (Uzunçalar)
Mucize (1981) (Uzunçalar)
Anadolu Pop (1983) (Uzunçalar)
Vatan Bizim Ülke Bizim El Bizim (1985) (Uzunçalar)
Geçti Bor'un Pazarı Sür Eşeği Niğde'ye (1986)
Ersen Dadaşlar 88 (1988)
Paşa Gönlün Bilir (1992)
Ersen Usta'dan Kuru Fasulye (1993)
1973-2007 (2007)
Alüvyon (2011)
Ersen Mevlana Gibi (2002)
Dönemem (2003)
Anadolu Sevdamız (2008)
Onno Tunç
Onno Tunç (d. Ohannes Tunçboyacı, 20 Aralık 1948 - 14 Ocak 1996), Ermeni kökenli Türk müzisyen ve besteci. Arto Tunçboyacıyan'ın ağabeyi. Müzik sektöründeki en bilinen bestecilerden olan Tunç, Bir Zamanlar Deli Gönlüm , "Sen Ağlama", "Git", "Geri Dön", "Değer mi", "Hadi Bakalım", "Gir Kanıma", "Vurulmuşum Sana", "Şinanay", "Seni İstiyorum" ve "Şov Yapma" gibi bestelerle Türk müzik tarihindeki usta isimlerden biri haline gelmiştir.
1948 yılında İstanbul/Feriköy'de doğdu. Baba adı Setrak, anne adı ise Valantin'dir. Türk pop müziğine besteci ve aranjör (düzenlemeci) olarak eserler kazandırdı. Aynı zamanda bas gitaristtir. Okay Temiz'in Zikir (1981) albümünde bas,MFÖ'nün Yalnızlık Ömür Boyu (1984 - Ele güne karşı yapayalnız) ve Mustafa Sandal'ın Beni ağlatma (1994 - Suç Bende) , Bülent Ortaçgil'in Benimle Oynar mısın (1974 - Benimle Oynar mısın ) albüm ve şarkılarında bas çalmıştır. Sayısız kez Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye Finalleri'nde besteci ve aranjör olarak yer almış, 1978 ve 1981 yıllarında aranjör ve orkestra şefi olarak bu yarışmada Türkiye'yi temsil etmiştir. Pop müzik bestelerinin yanı sıra solo saksafon ve orkestra için "Su" adında bir parçası vardır. Yaptığı düzenlemelerdeki armoniler, orkestralama tekniği ve yakaladığı sound ile Türkiye'deki pek çok müzisyen tarafından hayranlıkla izlenmiştir.
Ayrıca 1987 yapımı "Rumuz Goncagül" isimli film ve 1986 yapımı "Aaahh Belinda" isimli filmlerin müziklerini yapmıştır. Müzik dünyasında Gülden Karaböcek, Sezen Aksu, Nükhet Duru, Nilüfer gibi pek çok şarkıcının aranjörlüğünü de yapan Onno Tunç, 1996 yılında Bursa'dan İstanbul'a dönerken,14 Ocak 1996 Pazar günü arkadaşı Hasan Kanık ile birlikte kullanmakta oldukları-aynı uçuş grubundan(Bonair)arkadaşları-Nurettin Hasman'a ait Bonanza tipi uçağın Selimiye köyü yakınlarında düşmesi sonucu arkadaşı Hasan Kanık ile birlikte hayatını kaybetmiştir. Cenaze töreni için kardeşi Arto Tunç'un yurtdışından dönmesi beklenmiş ve Onno Tunç ölümünden beş gün sonra (19 Ocak 1996 günü) Beyoğlu Üç Horan Ermeni Kilisesi'nde yapılan ayin sonrası Şişli Ermeni Mezarlığı'na defnedildi.
Sanatçının ölümünün 11. yılı anısına özel olarak bir albüm hazırlanmıştır.Bu albümde pek çok sanatçı kendi seçtikleri Onno Tunç şarkılarını seslendirdi. "Onno Tunç Şarkıları" 2007 yılında, Sezen Aksu, Ajda Pekkan, Nükhet Duru, Zerrin Özer, Nilüfer gibi müziğin devleriyle Şebnem Ferah, Sertab Erener, Levent Yüksel, Mor ve Ötesi, Ceza, Emre Altuğ, Hüsnü Şenlendirici, Aylin Aslım ve Zeynep Dizdar bazı Onno Tunç şarkılarını seslendirmişlerdir. Sanatçının ilk eşi, Canan Ateş'tir. Ayda ve Selin isimli iki kızı vardır.
Arçelik
Arçelik, 1955 yılında Vehbi Koç ve Lütfi Doruk tarafından kurulan, Türkiye merkezli bir beyaz eşya ve teknoloji şirketi.
1955 yılında Vehbi Koç ve Lütfi Doruk tarafından Sütlüce'de kurulmuştur. Türk beyaz eşya sektöründe ilk adımları atan Arçelik, 1959'da ilk çamaşır makinesini, 1960'da ilk buzdolabını üretmiştir. 1968 yılında Çayırova tesislerine taşınmış, 1970'li ve 80'li yıllarda ürün gamı genişletilerek 1975'de Eskişehir Buzdolabı, 1979'da İzmir Elektrikli Süpürge, 1993 yılında Ankara Bulaşık Makinesi işletmeleri faaliyete geçirilmiştir.
1999 büyüme ve yeniden yapılanma yılı olmuştur. Haziran ayında, pişirici cihazlar üretimi yapan Ardem şirketi ve aynı yıl Aralık ayında Türk Elektrik Endüstrisi A.Ş. ile Atılım ve Gelişim Pazarlama A.Ş. tek tüzel kişilik olarak Arçelik A.Ş. çatısı altında birleştirilmiştir. Ocak 2001’den başlayarak, Beko Ticaret tarafından yürütülen Beko markalı ürünlerin yurtiçinde pazarlanması ve satışı Arçelik A.Ş. tarafından yürütülmeye başlanmıştır. Üretim ve satış/pazarlama faaliyetlerinin tek elden yönetimini sağlayan yeni organizasyon modeli ile faaliyetlerin eşgüdümlü yürütülmesine ve verimlilik artışına imkân tanıyan bir yapı oluşturulmuştur.
Arçelik A.Ş., Arçelik, Beko, Altus, Elektra Bregenz, Bloomberg, Arctic, Leisure, Flavel ve Tirolia markaları ile yerel ve uluslararası pazarlarda tüm tüketici segmentlerine hitap edecek bir ürün gamına sahiptir.
Toplam patent başvurusu 300’lü rakamlara ulaşan Arçelik A.Ş., Türkiye’de 1996 yılından bu yana yapılan tüm patent başvurularının %10’una sahiptir. Ayrıca, Avrupa çapında dayanıklı tüketim sektöründe en çok patente sahip ilk dört şirket arasında yer almaktadır.
2004 yılında Avrupa Komisyonu'nun düzenlediği enerji verimliliği konulu yarışmada 900 katılımcı arasında büyük ödülü standart bir A enerji sınıfı modelden %58 daha az enerji harcayan bir buzdolabı ile kazanmıştır.
2008 yılına gelindiğinde Beko Elektronik A.Ş.'nin ticari unvanı Grundig Elektronik A.Ş. olarak değiştirilmiş, bir yıl sonra da Arçelik A.Ş. ile Grundig Elektronik A.Ş. birleşmesi tamamlanmıştır.
2011 yılının ilk 6 ayı itibarıyla 4 ülkede (Türkiye, Romanya, Rusya, Çin) 11 üretim tesisi, 10 markasıyla birlikte 100'ün üzerindeki ülkede pazarlama ve dağıtım ağına sahiptir.
Arçelik A.Ş., Temmuz 2011 tarihinde Güney Afrika'nın beyaz eşya üreticisi, Defy Appliances Limited ("Defy") şirketini Franke Holding AG'den satın almak üzere anlaşma imzalamıştır.
Satış ve Pazarlama şirketleri
Üretim ve Pazarlama şirketleri
C Blok
C Blok 1994 yapımı bir Zeki Demirkubuz filmidir.
Bir sitede C Blok'un bir dairesinde yaşayan Tülay, hizmetçisiyle kapıcının oğlunu kendi yatağında sevişirken yakalar. Tülay, kötü giden evliliğinin de etkisiyle hayatını sorgulamaya, ona farklı bir yön vermeye başlar.
Agnostisizm
Agnostisizm, bilinmezcilik veya bilinemezcilik; teolojik olarak tanrının varlığının veya yokluğunun, bilimsel olarak da evrenin nereden türediğinin bilinmediğini veya bilinemeyeceğini ileri süren felsefi bir akımdır. Bu akımın takipçilerine agnostik veya bilinemezci denir. Agnostisizmin iki türü vardır. Zayıf agnostisizme göre hiç kimsenin tanrı hakkında bir bilgisi yoktur, ancak bu belki bilinebilir. Güçlü agnostisizme göre ise tanrı hiçbir şekilde bilinemez. Agnostisizm, genel olarak olaylara şüpheci yaklaşır, şüpheci sorular sorar ve cevapları şüphe ile bulmaya çalışır.
Agnostik sözcüğünü ilk olarak İngiliz biyolog Thomas Henry Huxley 1869 yılında kullanmıştır. Bununla beraber daha erken düşünür ve yazarların da bu düşünceye sahip olduğu bilinmektedir. Mesela Eski Yunan düşünür Protagoras da agnostik olarak anılır. Protagoras'ın çağdaşı olan MÖ 5. yüzyılda yaşamış Hint filozof Sanjaya Belatthaputta ölümden sonrasının bilinemeyeceğini söylemiştir.
Agnostisizm, ateizm ile aynı şey değildir. Ateizm, tanrının var olmadığını veya var olamayacağını savunur. Fakat agnostisizm, tanrının var olup olmadığının bilinmediğini veya asla bilinemeyeceğini savunur. Demografik araştırmalar için ise ateizm ve agnostisizm, diğer bütün dinsiz felsefelerle aynı kategoridedir. Bazı kaynaklar ise agnostisizmi ""tarafsızlık"" olarak açıklar. T. H. Huxley ise agnostisizm hakkında şunları söylemiştir:
"Agnostik" sözcüğü Eski Yunanca olumsuz öneki olan ""an+"" ve yine aynı dilden "bilen, bilgisi olan" anlamına gelen ""gnōstikós (γνωστικός)"" sözcüklerinin birleşiminden oluşmuştur. |
Anlamı kabaca "bilgisi olmayan" demektir. Bu sözcük ise yine Eski Yunanca "bilmek" anlamına gelen ""gignōskō, gnō- (γιγνωσκω, γνω-)"" sözcüğünden türemiştir. İlk kullanımı T. H. Huxley tarafından 1869 yılında gerçekleştirilmiş ve Türkçeye Fransızca ""agnostique"" sözcüğünden geçmiştir.
Agnostisizm (Fr. agnosticisme, İng. agnosticism) bilinemezcilik demektir. En sık kullanım biçimi dini inançlara agnostik yaklaşımdır. Bertrand Russell'ın tarif ettiği agnostik bakış açısına göre, Tanrı'nın varlığı ve dünya sonrası hayat hakkında mevcut dinlerin öne sürdüğü iddiaların günümüzde doğrulanması mümkün değildir. Dolayısıyla herhangi bir dine mensup olmak anlamsız görülebilir. Diğer taraftan agnostisizm, kendini "Tanrı kesinlikle yoktur" diyen ateizmden de ayrı tutar.
Kuşkuculuk
Kuşkuculuk, septisizm, skeptisizm veya şüphecilik, her tür bilgi savını kuşkuyla karşılayan, bunların temellerini, etkilerini ve kesinliklerini irdeleyen, ayrıca aklın kesin bir bilgi elde edemeyeceğini, hakikate erişilse dahi sürekli ve tam bir şüphe içinde kalınacağını, "mutlak"`a ulaşmanın mümkün olmadığını savunan felsefi görüştür. Septisizm felsefe tarihi açısından çok önemli bir yere sahiptir; zira felsefe tarihi boyunca yerleşik kanılar ve inançları sarsmış, felsefe, bilim ve özellikle din konusunda birçok anlayışın değişmesine ortam hazırlamıştır. Septisizm (şüphecilik) dogmatizmin (inanççılık) karşıtıdır.
Felsefenin babası sayılan Thales’ten beri ortaya atılan felsefi açıklamalarının çokluğu ve çeşitliliği doğal olarak eleştiriyi ve şüpheyi gerektirmiştir. Antik çağ Yunan bilgiciliğinin kurucusu Protagoras tarihte ilk şüphelenen, şüpheci (septik) düşünürdür. Protagoras “"Her şeyin ölçüsü insandır. Her şey bana nasıl görünürse benim için öyledir. Üşüyen için rüzgar soğuk, üşümeyen için soğuk değildir. Her şey için birbirine tümüyle karşıt iki söz söylenebilir"” diyerek "tümel" (külli) bir hakikatin var olmadığını, her insanın kendine ait kanaat ve düşünceleri olabileceğini belirtmiştir. Buna göre Protagoras’ın şüpheciliği "göreli şüphecilik" olarak tanımlanır. Bilgi sorununu sistematik olarak inceleyen ilk şüpheci filozof ise Pyrrhon'dur. Pyrrhon ile birlikte şüphecilik görüşü okullaşmıştır.
Bir başka şüpheci filozof da Descartes'tır. Descartes'ın şüpheciliğine yöntemli şüphe adı verilir. Zira Descartes'ın şüpheciliği kesin bilgiyi bulana kadar tüm bilgileri gözden geçirme anlamındadır. Ona göre kesin bilgi mevcuttur, şüphecilik ise bir yöntem mahiyetindedir.
Pyrrhon'un şüpheciliğinin kökeni belki de Platon ve Aristoteles okulları arasındaki karşıtlığı sezmesi ve bu karşıtlığın daha sonra Stoa ve Epiküros okullarında derinleşmesini gözlemlemiş olmasıdır. Bu tür gözlemleri Pyrrhon’un felsefi öğretilere karşı olan güveninin sarsılması ve bunun sonucu olarak da şüphe etmesinin temelini oluşturmuştur.
Pyrrhon’un şüpheciliğine göre mutluluğa giden yol şöyledir:
Logos
Logos, Yunanca'da duyguları kavrama anlamındaki pathos sözcüğünün karşıt anlamı olan us ile kavrama anlamındadır.
Herakleitos'un varlık anlayışının temelinde yer alan ve başka bir dile çevrilemeyen logos sözcüğü söz, düşünme, akıl, oran, ölçü gibi çok anlamlı bir sözcüktür.
MÖ 5. yüzyılda Herakleitos logosu evreni düzenli bir bütün olarak kuran ve hareket ettiren ussal ilke biçiminde tanımlamıştır. Buna göre logos, hem oluşumların altında yatan ve onları biçimlendiren düzen ilkesi hem de evrenin böyle bir düzen olarak kavranmasında belirleyici olan bilgi ilkesiydi; evrenin kavranması belirli orantılara yani karşılıklı ilişki içindeki yas niteliğinde bağlantılara göre gerçekleşiyordu. Bu anlamıyla logos özellikle rastlantı ve gelişigüzelliğin karşıtıdır.
Herakleitos'un verdiği anlam Anaksagoras'ın baş kavramı olan “nous” dan farklıdır. Nous bir düzenleyici olarak evrenden önce de vardır ve evrene dışarıdan gelir, logos ise evrenle birliktedir ve evrensel oluşun içindedir.
Herakleitos her şey çıkar geçer der; evrende kalıcı olan hiçbir şey yoktur. Bu sürekli evrensel değişiklilik logos için düzenlenmiştir. Logos yasasına göre olup örtmektedir.
Platon'a göre bilgi, logosta temelleri idealar hem düşünceler hem de bu düşüncelerin ilkesiz sonsuz nesneleridir. Düşünce ile nesne arasındaki özdeşlik bu yüzdendir, yani düşünce nesnesinde her ikisi de idealarda temellendiği için uygundur.
Aristotales'e göre logos, akıl, iletişim ve eylemin toplamıdır. Aklın açığa çıkarılması bu üçü sayesinde olur. Bunlar bir insanda yoksa onda akıl da yoktur. "Şeylerin" nasıl ve neden oldukları gibi oluştuğunu, "şeylerin" nasıl ve neden oldukları gibi kalmadıkları soruları Aristotales için önemlidir ve bu soruların cevapları aklımızda vardır. Aklımızın olmasını da Logos sağlar. Aklı logos yardımıyla açığa çıkarırız.
Logos, eski Yunancadaki legein sözcüğünden türetilmiş olup, Herakleitos'tan (Heraklit, MÖ 550-480) beri felsefede, gnostisizmde, ezoterizmde ve teozofide farklı anlamlarda kullanılmış bir terimdir. Farklı dönem ve çevrelerde farklı anlamlarda kullanılmış bir sözcüktür. Bu farklı anlamlarından bazıları söz, sözün anlamı, kavram, akıl ile kavrama (duygusal kavrama anlamındaki pathos sözcüğünün karşıtı olarak), akıl, bir şeyi anlaşılır kılan mantıksal temel, mantıksal olanın birliği, bilim ilkesi, insan ruhunun şuuruyla ilgili öz-bilgi ya da cevherî bilgi, düşünce, mânâ, varlık nedeni, ilk neden, gerekçe, kainatın yasaları, doğa yasaları, ilâhî ve evrensel düzen ve yasaları, İlâhî İrade, Tanrısal Fikir (Müteal Fikir), evrensel zorunluluktur.
Sözcüğü Grekçede felsefi bir kavramı belirtmek üzere ilk kez kullanan Efesli filozof Herakleitos, terimi, her şeyi yöneten değişmez yasa (logos) ya da yasalar (logoi), evreni düzenli bir bütün olarak kuran ve hareket ettiren, evrenin düzenini sağlayan evrensel yasalar, evrenin temeli olan evrensel zorunluluk olarak ifade eder.
Dogmatizm
Dogmatizm, A priori ilkeler, çeşitli öğretiler ve asla değişmeyeceği kabul edilen mutlak değerleri kabul eden, bu bilgilerin mutlak hakikat olduğunu, inceleme, tartışma yahut araştırmaya ihtiyacın olmadığını savunan anlayışa verilen isimdir. Bu tür savlara, öğretilere ve inançlara ise "dogma" veya "nas" denir.
Temelde skolastik bir anlayıştır, modern çağda değişme ve gelişmeyi yadsıyan öğretileri ve anlayışları adlandırır. Zira kendi fikir ve iddiasının mutlak doğru olduğunu ileri süren her kişi veya sistem dogmatiktir. Yani bu bağlamda; belirtilen görüş, bilgi ve yargıda, eleştirilmezlik, tartışılmazlık, değişmezlik ve net kesinlik olduğu takdirde, bunlar dogma denilir. Özellikle metafizik öğretilerin tümü inakçı (dogmatik) öğretilerdir. Deney alanının dışında kalan bütün savlar inakçı olmak zorundadır. Zaten bir başka izah ile dogmatizm, "aklın kesin ve mutlak bir değere sahip olduğunu böylece mutlak bilgi ve varlığa (hakikate) ulaşılabileceğini ve bunun sonucu olarak da bilginin metafiziğinin mümkün olduğunu ileri süren" felsefi akımdır.
Dogmatizme primitif inançlardan modern bazı felsefi sistemlere kadar her yerde rastlanabilir. Belirgin biçimde çıkışı "Tanrı'nın sözü" kavramı ile olmuş ve ortaçağda "Aristoteles'in sözü" kavramına kadar varmıştır. Örnek vermek gerekirse, Orta Çağ Hıristiyan kültüründe herhangi bir kuralın gerçek sayılması için Aristoteles’in söylemiş olması yeterli sayılıyordu.
Dogmatizmin zorunlu sonucu zorbalıktır, zira farklı düşüncelere, perspektiflere yer olmadığı gibi, Dogmatizm de deneyle tanıtlama da kabul edilemezdir. Özellikle Orta Çağda dogmatizm zirve noktasına ulaşmıştır; deneylerle kanıtlanamayan kurallar, engizisyon işkenceleriyle kanıtlanmaya çalışılmıştır. Örnek vermek gerekirse, dogmatizm, masum kişinin ateşe atılsa bile yanmayacağı inancına varmış, bundan da ateşe atılınca yanan kişinin suçlu olduğu sonucu çıkarılmıştır.
"İnak"(dogma) ile "inan" arasındaki fark
, "inan"’ın asla kanıtlanamayacak olanı kabul etmesi, "inak"’ın ise herhangi bir yetkeye bağlanan bir veriyi kanıtlamış olarak kabul etmesidir. Yukarıda da belirtildiği gibi bunun en güzel örneği Orta Çağ skolastiğinde herhangi bir sözün, eğer Aristoteles tarafından söylendiği kanıtlanırsa, doğru olduğunun da kanıtlandığı fikridir.
Kısaca, herhangi bir sistemin veya kişinin değişmez formüller, her yerde ve her zaman geçerli olduğunu ileri sürdüğü mutlak bilgiler (olduğunu) sunması "dogmatizm"dir. Dogmatizmin karşıtı septisizm yani "şüphecilik, kuşkuculuktur".
"İleri sürülen düşünce ve ilkeleri araştırmadan, kanıt aramadan, incelemeden, eleştirmeden, tartışmadan doğru ve mutlak hakikat sayan anlayış" olarak da tanımlanabilen dogmatizm her devirde ilerlemenin, gelişmenin karşısında durmuştur. Dogmatizm'in Türkçedeki karşılığı bağnazlıktır. Dogmatizmin örnekleriyle yalnızca din alanında değil, pek çok alanda, hatta bilim alanında da karşılaşılmıştır.(Geçmiş çağlarda bilimciler dünyanın düz olduğu dogmasında ısrar etmişlerdi. Daha sonra da Dünya'nın evrenin merkezi olduğu dogmasında ısrar etmişlerdi.)Ancak şunu da vurgulamak gerekir ki bilimdeki dogmaları yine bilim insanları ortadan kaldırmışlardır. Bilimin herhangi bir inak ya da inan sisteminden en temel ve en önemli farkı diyalektik düşünce sistemini içinde barındırmasıdır.
Höşmerim
Höşmerim ya da Hoşmerim, Marmara başta olmak üzere Ege, İç Anadolu bölgelerinde üretilen bir tatlı.
Balıkesir ve Bursa başta olmak üzere, Çanakkale, Tekirdağ, Kırklareli ve İzmit tatlının en çok yapıldığı illerdir. Evliya Çelebi, "Seyahatname"sinde bu tatlının, Balıkesir'e yerleşen ilk Türkmen göçebelerinde de görüldüğünü, Havran'a da oradan geçtiğini anlatır. Peynir helvası ya da Peynir tatlısı olarak da bilinir. Farsça "hoş" (tatlı) ve "maram" (kaymak) sözcüklerinden türemiştir.
İlk höşmerim üretimini Orta Asya'dan göçler yolu ile gelen Anadolu Yörüklerinin yaptığı bilinmektedir.
Yöresel farklılıklar görülmekle birlikte basit bir tarifle höşmerim aşağıdaki şekilde yapılır.
Yağ eritilir. İrmiği ekleyip altın sarısı bir renk alana dek kavurulur. Ayrı bir tencerede şeker, süt ve su kaynatılır. Bu şerbet altın sarısı renk alan irmiklerin üzerine dökülür. Di |
l peyniri rendelenerek tatlının içine ilave edilir. Peynirler eriyene dek pişirilir. Servis tabağına, kaşıkla düzgün şekiller vererek alınır. Üzeri kabuksuz bademler ile süslenir.
Yukarıdaki tarif yöresel yapılan höşmerim değildir. Dil peyniri normalde bu yöreye ait değildir. Yörede, süt peynir mayası ile mayalanır. Tutunca, teleme haline gelince teleme peynir süzeğe konur, suyu süzülür ve ateşe koyulur. Sürekli karıştırılır. Tencerenin kenarına yapışmamaya ve artık kendine özgü sarımsı rengi alıp yağlanmaya başladığında şekeri katılır, biraz daha karıştırılıp ateşten indirilir. Süslemeler yine benzer şekilde yapılır.
Kömbe
Kömbe, Türkiye'nin hemen her memleketinde yapılan bir börek çeşididir. yapılış şekilleri çok küçük farklılıklar gösterir. Geleneksel olarak iki sac arasında pişirilir. Ancak tabii ki günümüzde elektrikli fırınlarda da aynı şekilde pişirilebilmektedir.
1 kg un, 200 gram yağ (1 küçük paketten az margarin ya da aynı miktarda sıvı yağ), tuz ve su ile meydana getirilen hamur iki yuvarlak parçaya ayrılır. Açılan bir yumak hamurun üzerine Kıymalı ya da Patatesli ya da Tikeli harç döşenir. İkinci parça hamur da açılarak bu karışımın üzerine kapatılır. Bıçakla kare şeklinde dilimlenir, üzerine iki yumurtanın sarısı sürülür. Önceden ısıtılmış 200-220 derecelik fırında üzeri kızarıncaya kadar pişirilir. Ayranla birlikte servis edilir.
İç harç, Patates, Kıyma ya da Tikeli fark etmez, bol kuru soğan, kırmızı pul biber ve karabiber ile tatlandırılırarak kavrularak konur başka ilave yapılmaz. Arzuya göre iç döşendikten sonra, tavada un ve tereyağla yapılmış kuymak ilave edilip üst hamur ondan sonra kapatılır.
İç malzemesine göre ad alır; Patatesli Kömbe, Kıymalı Kömbe gibi.
Kahramanmaraş'ta yapılan yağlı ve tuzlu bir tür çöreğe de "Kömbe" adı verilmektedir.
Bazlama
Bazlama, Türk mutfağından bir ekmek türü.
Ekmek olarak sadesi yüzyıllardır Türkler tarafından yapılır ve yenir. Farklı malzemeler kullanarak birçok farklı türü yapılabilir; kıymalı ve peynirli gibi. Özellikle Çukurova yöresinde çok meşhurdur. Sade türüne Samsun yöresinde pıtpıt da denilmektedir.
Hamur bir gün önceden, ekşitmek için mayalanır ve bırakılır. Buna hamur üretme denir. Zaten önceden bulundurulan mayalık bir parça ekşi hamur sayesinde iyice mayalanan hamur sabah erkenden yoğurulur. Bir müddet dinlenmeye bırakılır. Hamurun iyice mayalanıp kabarmasından sonra oklava ile yufkadan biraz kalın olarak açılarak pişirilene şebit, daha da kalın olarak açılıp pişirilene de bazlama denir. Geleneksel olarak odun ateşinde toprak sac üzerinde pişirilir, ancak günümüzde genellikle elektrikli sac veya ocak kullanılır. Bazlamanın özellikleri tereyağlı yağlaması çok güzel olmaktadır.
Topalak
Topalak, Ege ve Akdeniz Bölgesi'nin bazı yörük köylerinde yapılan bir hamur yemeği ya da hamur köftesi. Etli ve nohutlu olarak yapılır ve düğünlerin geleneksel yemeğidir. İçerisine biraz bulgur (ya da düğü), çeşitli baharatlar katılarak hamur yoğurulur. Köftelik harç kıvamına getirilir. Avuç içerisinde ovuşturularak misket büyüklüğünde köfte şeklinde hazırlanır. Daha sonra da nohut, yağ, tuz ve diğer malzemelerin ilavesiyle çorba kıvamında pişirilir. Servis yapılırken, üzerine sarmısaklı yoğurt ve kurutulup ufalanmış nane eklenir. Bu yemek hazırlanırken acıkan ve sabırsızlanan çocuklara hazırlanmış hamurun bir kısmı avuç içerisinde yassıltılarak sobanın ya da sacın üzerinde altı, üstü kızartılıp verilir.
Batırık
Batırık; bulgur ile yapılan bir çeşit sulu salatadır. İçindeki domates, salatalık ve bulgurdan ötürü kısırı andırır. İç Anadolu bölgesinin güneyi ve Akdeniz bölgesinde Toros dağlarına yakın bölgelerde,Karaman,Bozkır, Ermenek ile Mersin'in ilçeleri Tarsus, Erdemli, Mut, Aydıncık, Anamur, Bozyazı, Silifke ve Gülnar'da yapılır. Yapılışı bölgelere göre küçük farklılıklar gösterse de, genelde ince bulgur (düğürcük, düğü veya simit), tahin, domates çeşitli baharatlarla karıştırılır ve yoğrulur.
Batırık, Ermenek yöresine ait bir yiyecek çeşididir.
Toroslar'da, Konya, Karaman, Mut, Gülnar ve Mersin'de de bilinir ve yapılır.
Öğleden sonra yapılan ev gezmelerinde ev sahibinin mutlaka ikram ettiği bol vitaminli ve besleyici özelliği olan yiyecektir.
- Malzemeleri;
5-6 çay bardağı ince bulgur yöresel adı ile (düğürcük)(Kişi başına bir çay bardağı hesap edilir), orta boy kase ceviz (robotta macun kıvamına yakın çekilir),
varsa iki yemek kaşığı robotta çekilmiş domates kurusu (olmasa da olur),
5-6 dal ince doğranmış yeşil soğan,
bir ince kıyılmış orta boy kuru soğan,
yarım demet ince kıyılmış maydanoz,
yarım demet ince kıyılmış fesleğen (ya da kuru fesleğen),
3 kabukları soyulmuş domates,
iki yeşil sivri biber (acı olması isteğe bağlı)5-6 yaprak ince kıyılmış marul(yarısını süslemek için ayırıyoruz.)
3 kabukları soyulmuş salatalık
(birini küp şeklinde doğranmış olarak ayırıyoruz sulandırılmış batırığın üzerini süslemek için),3 limonun suyu,
kırmızı pul biber (acı olması isteğe bağlı),tuz ve mevsimine göre haşlanmış kıyılmış beyaz lahana veya asma yaprağı
Bulgur bir çay bardağı sıcak su ile ıslatılıp bekletilir.Çekilmiş küncü ve fıstık, salça, domates kurusu, kuru soğan,
pul biber yarım çay bardağı sıcak su eklenerek yoğrulur.Tepsinin bir tarafında bekletilen yumuşamış bulgurla karıştırılarak yoğurmaya devam edilir, salatalıklar, domatesler ve yeşil biberler robotdan geçirilir veya ince doğranmış olarak karışıma ilave edilir yoğurmaya devam edilir.
Doğranmış marul yapraklarının yarısı, maydanoz, nane, yeşil soğan, limon suyunun yarısı ilave edilip biraz daha yoğrulur
tuzu isteğe bağlı olarak ilave edilir. Birazı köfte şeklinde sıkılarak bir tabağa ayrılır
kalan kısmına da koyu bir çorba kıvamı alıncaya kadar soğuk su ilave edilir.Tuzu ve limonu kontrol edilir.
Çukur tabaklara servis edilir üzeri lahana,salatalık, marul yaprağı ile süslenip servis edilir.
Mersin yöresinde hazırlanan batırık daha zengin malzemeler içerir. En büyük farkı tahinin ya çok az kullanılması ya da hiç kullanılmamasıdır. Tahin yerine fıstık ve susamla (küncü) bir karışım hazırlanır. Tuzsuz bir miktar yer fıstığı kavrulur ve susamla beraber çekilir. Bu karışıma yavaş yavaş su, tercihan çok az miktarda tahin eklenerek pürüzsüz bir kıvam alması sağlanır. Hazırlanan macun, yukarıda belirtilen tarifteki tahin yerine kullanılır.
Bu yöredeki hazırlama usulünün bir başka farkı da domatesin yanında kuru domates, -diğer bir adıyla kak- ve biber salçasının da kullanılmasıdır. Böylece elde edilen karışımdaki domates tadı hem biber salçasının asitliği hem de kuru domatesin yoğun tadı nedeniyle kuvvetlenir.
Bölgedeki bazı tarifler, kısıra daha yakın bir karışım tarif eder. Örneğin, son yoğurmada karışıma taze nane ve ince kıyılmış marul katılan tarifler mevcuttur. Limonsu, mayhoş bir tat için karışım yoğurulurken içine çeyrek limon parçaları atılabilir.
Batırık Tokat yöresinde yapılan bat yemeği ile benzer özellikler gösterir.
Oluşan karışımın bir bölümü el ile sıkılarak köfte haline getirilir. Mersin'de bu köftelere kısırlık ya da sıkma adı verilir. Kalan karışımın üzerine su dökülür ve genelde yayvan bir kaptan üzerine domates, salatalık, kaynatılmış dilimlenmiş kara lahana yaprakları ve turşu konularak içilir. Sıkılmış köfteler domates, salatalık, sumakla hazırlanır, soğan ve turşu ile süslenerek servis yapılır. Ilgın'da içine haşhaş tohumu karıştırılır, Mersin'de hem köfteye hem de sulandırılmış batırığa nar ekşisi eklenebilir.
Konya, Karaman, Ermenek, Mersin merkez ve ilçeleri Erdemli, Mut, Gülnar, Aydıncık ve Silifke'de hanımlar misafirlikte, ikindi oturması ya da diğer bir söyleyişle 5 çayında sohbet sırasında sunarlar.
Bu şekilde limon kabuğundaki esansın karışıma geçmesi sağlanır. Bu yöntem çiğ köfteye de uygulanmaktadır. Ayrıca, narenciyelerin ve aromatik bitkilerin yağlarının ezme yöntemiyle diğer malzemelere geçişini sağlamak barmenlikte çok bilinen bir uygulamadır.
Mil Mi-24
Mil Mi-24, Rusça: Миль Ми-24 1972 yılından beri Mil Moskova Helikopter Fabrikası tarafından üretilen ve elli ülke tarafından kullanılmakta olan Sovyet tasarımı, saldırı ve düşük kapasiteli askeri taşıma helikopteridir. NATO'daki kod adı Hind'dır. Sovyet pilotları ona uçan tank (letayuşiy tank) adını takmışlardır.Daha yaygın lakapların arasında Krokodil (timsah) ve Cam vardır. Rusya 2007 yılında 250 adet Mi-24 helikopterini 2015 yılı itibarıyla daha modern 300 adet Ka-50, Mi-28 ile değiştirileceğini duyurdu.
Mi-24 dünyada kullanılmaya başlanan ilk saldırı helikopterindendir. Gövdesi çok sağlam bir zırhla kaplanmıştır. 12.7mm'lik uçaksavar mermisine dayanabilir. Kokpiti,pilotları NBC(Nükleer, biyolojik, kimyasal) gaz sızıntılarına karşı koruyabilir. 12.7mm'lik bir topa sahiptir, güdümlü anti tank füzesi ve 57 mm'lik roket atabilir. Gövde içinde tam donanımlı 8 asker, yük ya da mühimmat taşıyabilir ki bu onun en önemli özelliklerinden biridir.
Siemens AG
Siemens AG, Avrupa'nın en büyük teknoloji holdingidir. Şirketin yönetimi Almanya'nın Berlin ve Münih kentlerindedir.
Holding uluslararası alanda üç ana sektörde faaliyet göstermektedir: endüstri, enerji, ve sağlık. Tüm dünya çapında, Siemens ve alt firmaları 190 ülkede tahmini olarak 480.000 kişi çalıştırmaktadır ve 2006 mali yılı satışları 87.325 Milyar €'yu bulmuştur. Siemens AG hisseleri Frankfurt ve 2001 yılından beri New York borsalarında işlem görmektedir.
Siemens&Halske Telgraf Yapım Şirketi 1847'de, Werner Siemens (1888'den itibaren Werner von Siemens) ve Johann Georg Halske tarafından Berlin'de kuruldu. Werner von Siemens'in kardeşi olan Sir William Siemens 1850'de Siemens&Halske'nin Londra bayiliğini aldı.
Mil Mi-17
Mil Mi-17 ya da Mi-8MT , NATO'daki kod adıyla Hip-H, bir Sovyet taşıma helikopteridir.
Mi-17, Sovyet Mi-8 taşıma helikopterinin daha güçlü motorlarla donatılmış halidir. Mi-8'den farkı kuyruk rotorunun sancak tarafında değil iskele tarafında olmasıdır. Rotorlar, motorlar ve transmisyon üniteleri Mi-14 üzerinden geliştirilmiştir. Mi-17 helikopterleri aynı zamanda arama ve kurtarma çalışmal |
arında da kullanılmaktadır.
T-80
T-80, 3.nesil Sovyet yapımı bir ana muharebe tankıdır. T-64'ün geliştirilmiş halidir. T-72'nin bir üst modelidir. T-72'den farklı bir görünüme ve mekaniğe sahiptir. Üretimine 1976 yılında başlanmıştır. Gaz türbin motoru kullanan ilk seri üretilen tanktır, Batı dünyası bu tankı 1980'lerin başında tanımıştır.
T-80;1967-1975 yılları arasında tasarlanmıştır. 1976 yılında üretime gaz türbinli motorla başlandı. Gelişmiş versiyonu olan T–84 hala Ukrayna tarafından üretilmektedir.
T–80 ve değişik versiyonları ve tarihleri;T-80 (1976), T-80B (1978), T-80A (1982), T-80U (1985),T-80UD Beryoza (1987)yıllarında üretilmiştir.
T-64'ten başlayan yeni nesil Sovyet tanklarında olduğu, Önde solda şöfor, taretin sol tarafında silahçı ve tank komutanı da sağ taraftadır, Orijinal modeli için düşünülen 750 bg'lik motor yerine 1000 bg'lik güç üreten gaz türbin motordan gücünü alır.
T-80 - Wikipedia, the free encyclopedia
T-72
T-72 (УРАЛ), üretimine 1970 yılında başlanan ikinci nesil bir Sovyet ana muharebe tankıdır. T-64A tankıyla paralel tasarım özellikleri taşıyan Obyekt-172 prototipinden tasarlanmıştır. İlk kez 1973'de hizmete girdi. İlk kez 1977 yılında görüldü.
T-64 ile paralel tasarımda olsalarda, aralarında bariz mekanik ve tasarım farkları vardır. T-64 serisi bugün T-80 ile devam ederken T-72 serisi T-90 ile devam etmektedir.
Bu tankların savaş alanındaki ilk kullanımı 1982 İsrail-Suriye Savaşı'dır. Bu savaşta zamanının ilerisinde olan 125 mm'lik topu sayesinde İsrail tanklarına karşı etkili olmuştur.
Ayrıca mühimmat deposunun, tankın taretine ve motor kısmına oldukça yakın olması sebebiyle tek atışta feci bir şekilde infilak olabilir. Küçük bir iç hacme sahip olduğundan tankın mürettebatı, genellikle 1.70 cm boyun altında ve zayıf olanlarından seçilir.
Körfez Savaşı sırasında Irak'ın elindeki 300 adet T-72 tankı, gece savaşında ABD ordusuna ait termal kameralı M1A1 Abrams tankları tarafından yok edilmiştir.
T-64 tanıtıldığında belki de dünyanın en avantajlı savaş tankı dizaynlarından biriydi, fakat 5TDF ( Dizel "boxer" motor, Cheftain tank'ın L60'ına benzer ) motorunda çıkan problemler, yürüyen aksam ve ana silahının tutarsızlığından ve özellikle T-64 tankının yüksek birim fiyatları ve işçi odaklı üretiminin dikkat çekmesi üzerine Sovyet liderler daha düşük teknolojili ve benzer bir performansa sahip bir seçenek arayışına girdiler. Tank bütün Varşova Paktı (WARPAC) üyelerinin tank birliklerini donatmak bir yana, sadece Sovyet ordusunun tank birliklerini donatmak için bile çok pahalıydı.
1967'den itibaren Nizhny Tagil 'de konumlandırılmış olan Uralvagonzavod fabrikasında eski dizayn V-46 güç kaynağı ile bir "ekonomi" tankı geliştirildi. Baş Mühendis Leonid Kartsev temel tasarım olan "Object 172" 'yi yarattı fakat, prototip "Object 172M" olarak adlandırılan tank, Valeri Venediktov tarafından düzenlendi ve tamamlandı. Saha testleri 1971'den 1973'e kadar sürdü ve Çelyabinsk Tank fabrikasının kabul etmesi üzerine T-55 ve T-62 tanklarının üretimi derhal durduruldu ve üretim hattı yeni T-72 tankının üretimine uygun hale getirildi.
T-72 1970'lerden Sovyetler'in yıkılmasına kadarki sürede Varşova paktı ordularında en fazla kullanılmış olan tanktı.
Lisanslı modeller ve ihraç modelleri Polonya ve Çekoslovakya'da Varşova paktı ülkerine ve Sovyetlere yakın ülkeler için üretilmiştir.Bu lisanslı modeller daha kaliteli olmasına karşın zırhları Sovyet standratlarına göre daha inceydi ve kompozit değildi .Varşova Paktı dışındaki Sovyetlere yakın ve dost ülkeler için üretilen T-72M modeli Ortadoğu ve Afrika ülkelerine çok sayıda ihraç edilmiştir.
Bu modellerden alan Irak,Yugoslavya gibi ülkeler bu modelleri geliştirip farklı isimlerle seri üretime almıştır. Bu varyantlardan biri olan M-84 tankı üretime girdiği 1980'lerden itibaren dünya çapında yüzlerce sattı.
Irak'lıların parçalarını Sovyetler Birliğinden tedarik edip montajını El Taji fabrikasında yaptığı Asad Al Babil Tankını lazer menzil bulucu ile geliştirmişlerdir.Bu tankın üretimi 80'lerde başlamış olup 1991 yılında sona ermiştir.
Sovyetler Birliğnin dağılmasıyla birlikte Sovyet T-72 modellerinin üretimi sona ermiştir.Ancak ihraç modelleri halen Rusya tarafından üretilmektedir.Ayrıca daha önce üretimi yapılan fabrikalarda,hasar görmüş T-72 tanklarının yeniden montajı yapılmıştır.
Diğer Sovyet menşeiili tanklarda olduğu gibi T-72 tankları kısa ve eni büyüktür
T-72 tanklarının ana silahı otomatik doldurucuyla donatılmış 125mm'lik bir yivsiz tank topudur.Ana silahı o dönemde batılı tankların kullandığı NATO standardı 105mm'lik L7 yivli topuyla karşılaştırıldığında önemli ölçüde büyüktü ve uzun menzilde daha isabetli atışlar yapabilmekteydi. Ayrıca namlu çapı NATO standardı Rheinmetall 120mm'lik topundanda büyüktür fakat uzun menzilde isabet yüzdesi ve zırh geçme performansı 120mm'lik Rheinmetall yivsiz topundan daha kötüdür. Ana silahı kullandığı çeşitli mühimmatlarla bugünkü birçok modern tankı imha edebilir. fakat,batılı tanklara karşı yapılan muharebelerde üstünlük batılı tankların oldu,Lübnan ve Irak savaşlarında T-72 tankı istenen başarıyı gösteremedi.
TPD-2-49 optik nişangah ile 1000m ile 4000m araasındaki hedeflerie nişan alabilir.
Diğer tüm modern tank silahları gibi Sabot,Anti-personel ve HEAT mermileri kullanır.
Gücünü V tipi dizel 786bg'lik güç üreten bir motordan alır.T-34 tankında kullanılan motordan geliştirilmiştir.
Toplam ağrlığı o zamanın batılı tanklarıyla karşılaştırıldığında çok düşüktü,ve günümüz tankları arasında meyil tırmanma kapasitesi en yüksek olan tanktır.Düşük ağırlığının sağladığı en önemli avataj ağırlık nedeniyle köprüleri aşmada sorun yaşamamasıdır,
T72 modeline oranla daha kötüdür,Polonya ve Eski Çekoslovakya tarafından üretilmiştir.
Colt's Manufacturing Company
Colt's Manufacturing Company, Samuel Colt tarafından 1847'de ABD'nin Connecticut eyaletinde kurulmuş silah üretim şirketi.
Enver Ören
Enver Ören (d. 10 Şubat 1939 Honaz, Denizli) - (ö. 22 Şubat 2013 Şişli, İstanbul), Türk iş adamı ve akademisyen. İhlas Holding'in kurucusu ve ilk başkanıdır.
İlk ve Orta tahsilini Denizli'de bitirerek Kuleli Askeri Lisesi'ne, oradan da İstanbul Üniversitesi, Fen Fakültesi'ne girdi. 1961 yılında lisans öğretimini tamamladıktan sonra kazandığı NATO bursu ile, bir buçuk yıllığına mesleki çalışmalar yapmak üzere Napoli'ye gitti. Dönüşünde bir müddet öğretim görevlisi olarak üniversitede çalıştı. 1970 yılında üniversiteden ve akademik hayattan ayrıldı ve birkaç arkadaşıyla birlikte gazeteciliğe başladı. Çıkardığı gazete önce Hakikat Gazetesi sonra Türkiye Gazetesi adını aldı. Sonrasında birkaç arkadaşıyla beraber İhlas Vakfı'nı kurdu. 1964'te askerdeyken Hüseyin Hilmi Işık'la tanıştı ve ondan dersler aldı. Onun kızı olan Dilvin Ören'le 1968'de evlendi. 1970'de Ahmet Mücahit ismini verdikleri oğulları dünyaya geldi. 1989 yılında gazetesi tiraj rekoru kırdı. 1993 yılında inşaat, medya, otomotiv, meşrubat, gıda, ev aletleri, turizm sektörlerinde faaliyet gösteren İhlas Holding'i kurdu. Aynı yıl İhlas Haber Ajansı'nı ve TGRT'yi kurdu. Sahibi olduğu TGRT kanalı yaptığı yayınlara Türkiye'de din ve kültürün doğru anlaşılmasında etkili oldu. Son zamanlarda ise rahatsızlandı. 1990 ve 2006'da kendisine iki kez böbrek nakli yapıldı. Ancak geçirdiği tedavi süreci Ören'i yorgun düşürdü. 28 Ocak 2013'te beyin kanaması sebebiyle Şişli'deki Memorial Hastahanesi'ne kaldırıldı. Yapılan bütün tedavilere rağmen 22 Şubat 2013 tarihinde saat 21:30'da vefat etti. Cenazesi 70-80 bin kişinin katılımıyla Eyüp Sultan Camii'nden kaldırıldı. Kılınan cenaze namazının ardından Eyüp Sultan Mezarlığı'nda çok sevdiği kayınpederi Hüseyin Hilmi Işık ve kayınvalidesi Nefise Siret Işık'ın yanına defnedildi. Yerine oğlu Ahmet Mücahid Ören geçti.
Sabancı Holding
Hacı Ömer Sabancı Holding, kısaca Sabancı Holding, 1968 yılında Hacı Ömer Sabancı tarafından Adana'da kurulan, Türkiye'nin en büyük şirketlerindendir. 2012 yılı sonu itibarı ile toplam çalışan sayısı 57.556'dır. 2012 yılında şirketin toplam faaliyet kârı 4 milyar 676 milyon TL, net dönem kârı ise 1 milyar 856 milyon TL olmuştur. 19 Temmuz 2010 tarihinden bu yana Sabancı Holding Yönetim Kurulu Üyesi ve Chief Executive Officer (CEO) olarak görev yapan Zafer Kurtul, 30 Mart 2017 tarihi itibarıyla görevlerinden ayrılma kararı aldı. Sabancı Holding CEO’luk görevine halen Sabancı Holding Enerji Grup aşkanı olarak görev yapmakta olan Mehmet Göçmen atandı.
Yüzde 50'si Sabancı Holding'e ait olan Enerjisa elektrik üretimi alanında faaliyet göstermektedir. Şirketin elektrik santrali kurulu gücü 2815 MW'tır.
Hacı Ömer Sabancı
Hacı Ömer Sabancı (1 Ocak 1906, Kayseri - 2 Şubat 1966, İstanbul), Sabancı Holding'in kurucusudur. Kayseri ilinin Talas ilçesinden yaya olarak gittiği Adana'da iş hayatına başlamıştır. İşe pamuk ve margarin ticareti ile başladı. Bugün Sabancı Topluluğu'nu meydana getiren sanayi kuruluşlarının temelini oluşturan ilk şirketler, Hacı Ömer Sabancı tarafından kuruldu.
Hacı Ömer Sabancı, Kayseri'nin bir köyünde, Akçakaya'da doğdu. 13 yaşında babası Hacı Arap Sabancı'yı kaybettikten birkaç yıl sonra (1920 yılında), talihini denemek için köyünden ayrılan Hacı Ömer, 450 kilometrelik yolu yaya olarak katederek Adana'ya göç etti. Adana'daki yeni hayatına pamuk işçisi olarak başlayan Hacı Ömer, kısa sürede işçi müteahhitliği'ne başladı, bir iki yılda yaptığı tasarruflarla pamuk ticaretinde mütevazı bir iş kurdu. O dönemde yanında çalışan işçiler Hacı Ömer'i "Ağa" diye çağırmaya başladılar. 1928 yılında Sadıka Hanım'la evlendi ve İhsan, Sakıp, Hacı, Şevket, Erol ve Özdemir adında altı erkek çocuk sahibi oldu. 1943 yılında Yağsa'ya ortak olan Hacı Ömer, 1946 yılında arkadaşları ile beraber Marsa'yı aldı. Yaratıcı gücü, ileri görüşü ve yılmayan gayreti sayesinde, başarı zincirine birçok halkalar ekleyen Hacı Ömer önderliğinde, daha sonraki yıllarda sırasıyla Akbank, Bossa Un ve Çırçır Fabrikası, Bossa Tekstil Fabrikası, Oralitsa, Aksigorta, Teknosa kuruldu. 1951 |
yılında Atlı Köşk'ü alan Hacı Ömer, ailesiyle birlikte İstanbul'a taşınmanın ilk adımlarını da atmış oldu. Hacı Ömer Sabancı Vakfı VAKSA tarafından Hacı Ömer Sabancı adını taşıyan İstanbul'da Galatasaray Lisesi kapalı spor salonu ve VAKSA tarafından yenilenen tarihi Beylerbeyi Lisesi isim olarak Beylerbeyi Hacı Sabancı Anadolu Lisesi olarak değiştirildi, Adana'da kültür merkezi ve teknik öğrenci yurdu, Ankara'da kız öğrenci yurdu, Kayseri ve Van'da ilköğretim okulları yaptırıldı. 1950 yıllarında Türkiye'nin en zengin insanı idi. 1966 yılında, şeker ve kalp rahatsızlıkları nedeniyle İstanbul Hilton Oteli 237 numaralı odada vefat etti. Cenazesi vasiyeti üzerine Adana'ya getirilip defnedildi.
Güler Sabancı
Güler Sabancı (d. 14 Ağustos 1955), Sabancı Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı ve Murahhas Üyesi'dir. Kariyerine Lassa’da başlayan Sabancı, grubun farklı şirketlerinden çeşitli görevler üstlenmiştir. Güler Sabancı, Sabancı Üniversitesi’nin Kurucu Mütevelli Heyeti Başkanı, Sakıp Sabancı Müzesi Yönetim Kurulu Başkanı ve Türkiye’nin öncü vakıflarından Hacı Ömer Sabancı Vakfı’nın da Mütevelli Heyeti Başkanıdır.
Güler Sabancı, Yüksel ve İhsan Sabancı çiftinin ilk çocuğu olarak 1955'te Adana'da doğdu. Sabancı ailesinin üçüncü nesil üyesidir. Ortaöğretimini TED Ankara Koleji'nde bitirdikten sonra yüksek tahsilini Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümü’nde 1978' de tamamladıktan sonra aynı yıl çalışma hayatına LASSA Lastik Sanayi A.Ş.’de başlamıştır. 14 yıl boyunca KORDSA Kordbezi Sanayi ve Ticaret A.Ş. Genel Müdürlüğü görevini üstlenen Güler Sabancı, 1997’de Sabancı Holding Lastik ve Takviye Malzemeleri Grup Başkanı olmuştur. Güler Sabancı, Mayıs 2004 tarihinde Sakıp Sabancı’nın vefatı ile Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanlığı ve Murahhas Üyeliği’ne seçilmiştir.
Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği’nin (TÜSİAD) ilk kadın Yönetim Kurulu Üyesi olan Güler Sabancı, ayrıca European Round Table of Industrialists’in (ERT) halen ilk ve tek kadın üyesidir. Sabancı, International Business Council’in ilk Türk üyesi olmasının yanı sıra Siemens AG Yönetim Kurulu’nda, Birleşmiş Milletler Global Compact Yönetim Kurulu’nda ve MIT Energy Initiative’in Uluslararası Danışma Kurulu’nda da görev almaktadır.
Sabancı, 2013’te Fortune tarafından “Dünyanın En Güçlü 50 İş kadını” (Amerika harici liste) arasında ikinci seçilmiştir. Güler Sabancı aralarında David Rockefeller Köprü Kurucu Liderlik Ödülü, Clinton Küresel Vatandaşlık, Raymond Georis Yenilikçi Filantropist ile tarafından verilen Sorumlu Liderlik Ödülü’nün de yer aldığı hayırseverlik ve liderlik konusunda birçok ödülün sahibidir. Sabancı’ya ayrıca sanayi-üniversite işbirliğinde küresel lider olan Hong Kong Polytechnic Üniversitesi tarafından Fahri Doktora unvanı verilmiştir.
Bell AH-1 Cobra
AH-1 Kobra, Bell Helicopter firması tarafından üretilen tek ve çift motorlu taarruz helikopteri. Türünün öncülerindendir ve modelleri bugün dünyanın birçok ordusu tarafından hâlâ kullanılmaktadır. Yüksek performans ve ateş gücünü küçük bir gövdeye sığdırmış nadir savaş helikopterlerindendir.
AH-1 helikopterleri Amerikan ordusunun taarruz helikopter filosunun bel kemiğini oluşturmaktaydı fakat Ordu yeni alınan AH-64 Apachelerle değiştirilmiştir Buna rağmen AH-1 helikopteri Güney Kore, İsrail, İran, Japonya, Pakistan, Tayvan ve Türkiye başta olmak üzere diğer uluslar ve ordular tarafından kullanılmaya devam edilmektedir.Ayrıca çift motorlu verisiyonları Amerikan deniz piyadeleri kolordusunda ana taarruz helikopteri olarak kullanılmaya devam etmektedir. Bazı ihtiyaç fazlası AH-1 helikopterleri de yangın söndürme helikopterlerine dönüştürülmüştür.
ABD, Vietnam Savaşı'nı kazanmanın yolunun helikopterlerden geçtiğini düşünerek ulaştırma maksatlı modeller üretmeye karar verdi. Bu amaçla, sivil benzerleri gözönüne alınarak bazı ulaştırma helikopterleri üretildi. Ancak bu ilk örnekler, kapıya monte edilen makineli tüfekler tarafından sağlanan savunma dışında düşman etkilerine karşı oldukça savunmasızdılar. Acil bir durum olduğunda Jet uçakları helikopterlerin yardımına gidebiliyordu fakat çoğu zaman bu yeterli değildi. Ayrıca jet motorlu uçakların stol süratleri nedeniyle helikopterler gibi yavaş uçan araçlarla birlikte hareket ederek onlara refakat etmesi çok zordu.
Bell firması 1950'den beri helikopter üretiyordu, ürettikleri UH-1 ABD Ordusu'nda geniş çaplı olarak kullanılıyordu. Tasarlanan yeni savaş helikopteri ise küçük, hafif, yüksek performanslı ve ince gövdeli olmalıydı. Gövdenin ince tutulması helikopterin isabet alma ihtimalini azaltacaktı.
Vietnam Savaşı'nın uzamasıyla birlikte daha çok helikoptere ihtiyaç duyulmaya başlandı. Bu savaşta kullanılması düşünülen Lockheed firmasının Ah-56 Cheyene helikopterinin eksikleri vardı ve çok hantaldı. Bunun üzerine AH-1'lerin kullanılmasına karar verildi. Kısa süre sonra AH-1'ler vazgeçilmez olduklarını kanıtladılar. O zamanki AH-1'lerin ateş gücü; burun altındaki 20 mm.'lik üç namlulu otomatik top, TOW Anti-tank füzeleri ve Hydra roketlerinden oluşuyordu.
AH-64 Apache'lerin gelmesiyle geçmişte ABD ordusu filosunun belkemiğini oluşturan AH-1'lerin neredeyse tamamını Apache'lerle değiştirmiştir. Şu anda sadece Amerikan Deniz Piyade Kolordusu Amerikan Hava Süvari Taburu AH-1 kullanmaktadır. Diğer AH-1 ve UH-1'ler Ulusal Muhafız'lara tahsis edilmiştir. AH-1'lerin tasfiye edilmesi askerler tarafından pek iyi karşılanmamıştır. Daha geniş elektronik donanıma sahip olsa da AH-64, AH-1'lerin hızına ve manevra kabiliyetine sahip değildi. Bu yüzden Amerikan Deniz Piyadeleri AH-1W Super Cobra helikopterlerini kullanmaktadır ve daha üst bir modeli olan AH-1Z Viper cobra da geliştirilmektedir.
Super Cobra, normal AH-1'den daha kuvvetli motora ve daha yeni elektronik ekipmana sahiptir. Ayrıca Super Cobra'lara AIM-9 Sidewinder ("Saydvindır") havadan havaya füzeleri ve HELLFIRE("Helfayr") füzeleri monte edilebilir.
ABD Ordusu tarafından 1968'de Vietnam Savaşı'ndaki Tet saldırısında kullanılan AH-1 Kobra, 1983 yılındaki Grenada işgali sırasında da Deniz Piyadeleri'ni desteklemekle görevlendirildiler.
İran-Irak Savaşı'nda Irak ordusuna ait 6 adet Mi-24 İran AH-1J'ler tarafından düşürüldü.
Çöl Fırtınası Operasyonu'nda Amerikan Deniz Piyade Kolordusuna ait 78 adet AH-1 Cobra ve Sea Cobra 1.273 sorti yapmış ve hiç kayıp vermemiştir.
İsrail geçmişte bu helikopterleri Suriye'ye ait tankları yok etmekte de kullanmıştır. Bunların arasında modern T-72 Sovyet tankları da vardır.
Türkiye uzunca bir süredir AH-1'leri PKK'ya karşı düzenlenen operasyonlarda kullanmaktadır.
Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından, PKK ile mücadelede ihtiyaç duyulması dolayısıyla alınmaya başlanmıştır. Şu anda Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde 35¹ adet AH-1 Kobra helikopteri vardır.
"(kronolojik olarak sıralanmıştır)"
Sikorsky UH-60 Black Hawk
Sikorsky UH-60 Black Hawk, Sikorsky firması tarafından üretilen askeri taşıma ve saldırı helikopteridir.
Amerika Birleşik Devletleri, Arjantin, Avustralya, Avusturya, Bahreyn, Brezilya, Brunei, Çin, Fas, Filipinler, Güney Kore, İsrail, Japonya, Kolombiya, Malezya, Meksika, Mısır, Suudi Arabistan, Tayland ve Türkiye tarafından kullanılmaktadır. Hizmete ilk defa ABD ordusunda 1978 yılında girmiştir.
Sikorsky UH-60 Kara Şahin, birçok görevde kullanılır. 11 tam teçhizatlı askeri veya 1.170 kg yükü taşıyabilir. Ayrıca halatla 4.050 kg yükü çekebilir. Kara Şahinler yangın söndürme, kurtarma ve ambulans olarak da kullanılabilir.
Maliyeti yaklaşık 5.9 milyon amerikan dolarıdır. Maliyet bakımından piyasadaki en pahalı helikopterlerden bir tanesidir.
Helikopterler temel olarak Sikorsky'nin Stratford, Connecticut'da bulunan tesislerinde üretilir. Ayrıca lisanslı olarak Güney Kore ve Japonya'da da üretilmektedir.
TUSAŞ-Türk Havacılık ve Uzay Sanayii A.Ş. ana yükleniciliğinde yürütülecek olan "Türk Genel Maksat Helikopteri Projesi" kapsamında, Savunma Sanayii Müsteşarlığı (SSM) ile ana yüklenici TUSAŞ, ana alt yüklenici Sikorsky Aircraft ve diğer yerli alt yüklenici firmalar arasında, ABD ihracat lisanslarına müteakiben, sözleşmeler imzalandı. Anılan sözleşmeler ile program yürürlüğe girdi. Sözleşme bedeli yaklaşık 3.5 Milyar ABD Doları olan Türk Genel Maksat Helikopteri Programı ile Ülkemizin genel maksat helikopter ihtiyacı karşılanmış olacak, Türk endüstrisi, askeri ve sivil alanlarda yurtiçi ihtiyaçlarının karşılanmasında önemli rol alacak.
Program kapsamında, 109 adet T70 Kara Şahin Helikopteri, önümüzdeki 10 yıl süresince Türkiye'de lisans altında üretim modeliyle, 6 farklı kullanıcıya (Kara Kuvvetleri Komutanlığı, Hava Kuvvetleri Komutanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı, Özel Kuvvetler Komutanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Orman Genel Müdürlüğü) iki ayrı konfigürasyonda teslim edilecek.
Ana yüklenici TUSAŞ, T70 helikopterlerinin kabin, kokpit, kuyruk konisi, yatay ve dikey kuyruk, ana ve kuyruk rotor palleri gibi tüm önemli yapısal parçaların üretimini, nihai montaj işlemlerini, testlerini ve entegre lojistik desteğini; Aselsan, temel aviyoniklerin geliştirilmesi ve entegrasyonunu ve Sikorsky ile birlikte helikopter kokpiti geliştirilmesini (IMAS); TUSAŞ Motor Sanayii A.Ş. (TEI), T-700 motorunun üretimini; Alp Havacılık ise iniş takımları, dişli kutusu detay parça üretimi ve dinamik parçalarının üretim ve montajını gerçekleştirecek.
Paraşüt
Paraşüt, bir nesnenin atmosfere açık bir ortamda havanın kaldırma kuvvetinden yararlanarak yavaşça inmesini sağlayan gereçtir. Leonardo Da Vinci'nin paraşütle ilgili çizimleri mevcuttur. İtalya'da 1470'lerden kalan başka paraşüt çizimleri bulunduğu gibi, 1595 yılında İtalyan Fausto Veranzio tarafından yapılan çizimler Da Vinci'nin ötesindedir. M.S. 810-887 yılları arasında yaşayan Arap mucit Abbas Kasım İbn Firnas'ın İspanya-Kordoba'da paraşüte benzer bir alet kullandığı tarihi kayıtlarda mevcuttur. Çin'de de paraşütün ilk örnekleri kullanılmıştır. Günümüzde kullanılana en çok benzeyen paraşüt, 1783 yılında Fransız Louis-Sébastien Lenormand tarafından keşfedilmiştir. 1797 yılında And |
re Jacques Garner bir sıcak hava balonundan ilk paraşüt atlayışını gerçekleştirmiştir.
Orhan Hakalmaz
Orhan Hakalmaz, aslen Bayburtlu olan 10 Kasım 1964 yılında Samsun'da doğmuş Türk halk müziği sanatçısıdır.
Sanata babasının da desteği ile 6 yaşında bağlama çalarak başladı. Eğitimine Samsun'da başlayıp İstanbul'da bitirdi. İlkokulu Samsun'da okudu. 8 yaşında Karadeniz Altınses Yarşmasında Birinci oldu. 12 Yaşında İstanbul Radyosu amatör ses sanatçılığını kazandı ve bant yapma izni verildi.
Birçok kez TRT İstanbul Radyosunda "Çocuk Saati" adlı programa katılıp türkü söyleyip, bağlama çaldı 1977 yılında İ.T.Ü. Türk Müziği Devlet Konservatuvarı giriş imtihanlarını kazanarak öğrenimine başladı. Konservatuvarda Nida Tüfekçi'nin öğrencisiydi. Aynı zamanda TRT İstanbul Radyosunda iki sene sözleşmeli sanatçı olarak çalıştı.
1988 yılında 11 senelik eğitimini bitirip mezun oldu. Aynı yıl İ.T.Ü. Türk Müziği Devlet Konservatuvarı'nda öğretim görevlisi olarak göreve başladı. 1991 yılında İ.T.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü T.H.M. Alanında yüksek lisans yaptı ve tez olarak "Ege Bölgesi Ağır Zeybeklerin İncelenmesi" adlı çalışmayı sundu. 1994 yılında İ.T.Ü. Türk Müziği Devlet Konservatuvarı Korosunda şef yardımcılığı daha sonra şeflik yaptı. TRT Radyosunun ve Devlet Konservatuvarı'nın T.H.M. konserlerinde solist, korist ve bağlama sanatçısı olarak yer aldı. 2000 yılında İ.T.Ü. Türk Müziği Devlet Konservatuvarı'nda ki görevinden ayrıldı. Halen albüm ve konser çalışmalarına devam etmektedir.
12.09.2008 tarihinde doğduğu sokak olan Samsun-Kadifekale mahallesi-Kocatepe sokağın adı, Orhan Hakalmaz sokak olarak değiştirilmiştir.
Cem Karaca
Muhtar Cem Karaca (d. 5 Nisan 1945; İstanbul - ö. 8 Şubat 2004; İstanbul), Türk rock müziği sanatçısı, besteci, tiyatrocu, sinema oyuncusu. Anadolu rock türünün kurucularındandır. Birçok grupla (Apaşlar, Kardaşlar, Moğollar ve Dervişan) çalışmış, kurucu ve yöneticisi olmuş, güçlü bir rock kültü yaratılmasında öncülerden olmuştur.
Babası Azerbaycan asıllı Mehmet Karaca ve annesi Ermeni asıllı Toto Karaca ("İrma Felegyan") olan Cem Karaca, sanatla iç içe büyüdü. Orta öğrenimini Robert Lisesi'nde yapan Cem Karaca sanatçı bir çiftin çocuğu idi ve müziğe doğuştan yetenekliydi. Müzik ile ilk tanışması annesinin teyzesi Rosa Felegyan'ın Cem Karaca'ya piyano notaları ve piyano nağmeleri öğretmesi ile olmuştur. Kolej yıllarındayken dünyadaki popülaritesini arttıran rock müziğine ilgi duydu. Kız arkadaşlarını etkilemek için ve arkadaşlarının istekleri doğrultusunda dönemin rock starlarının şarkılarını söyledi. Karaca'nın sesinin keşfedilmesi ise annesi Toto Karaca tarafından olmuştur.
1962'ye girerken Beyoğlu Spor Kulübü'nde arkadaşlarının isteği üzerine şarkı söyledi. Arkadaşları ile sahne alan Karaca, daha sonra grup kurmaya karar verir. Gruba o dönemin ünlü sanatçılarından İlham Gencer destek oldu. Cem Karaca'nin ilk grubu 1963'te Dinamikler oldu. Seslendirme sanatçısı Fikri Çöze'nin jübile konserinde performans sergilediler. Babası hâlâ Karaca'nın müzik yapmasına karşıydı. Hatta adam tutup konserlerde onu yuhalatmıştı ancak Karaca bunlara rağmen müziği bırakmadı. Grup olarak Elvis Presley gibi ünlü rock and roll sanatçılarının klasiklerini yorumluyorlardı. 1963'ün sonunda grup dağıldı. Kısa bir süre "Cem Karaca ve Bekledikleriniz" adlı bir grupta çaldı. Bu gruptan kısa bir süre sonra ise Gökçen Kaynatan'ın orkestrasında çaldı ancak bu beraberlik de uzun sürmedi. Aynı sene "Cem Karaca ve Jaguarlar" kuruldu. 1965'te Altın Mikrofon yarışmasına başvurdular ancak ön elemeyi geçemediler. Karaca, 1965'te ilk evliliğini tiyatro sanatçısı Semra Özgür ile yaptı. Evlendikten 3 gün sonra Karaca, askere gitti. Askerliğine 1965 Kasım'ında Antakya 121. Jandarma Er Eğitim Alayı'nda başladı. Bu dönemde Karaca, Anadolu kültürünü tanımaya başladı. Türk ozanlarından Aşık Mahzuni Şerif ile tanıştı.
Cem Karaca, askerlik sonrası Şubat 1967'de gitarist Mehmet Soyarslan'ın kurduğu Apaşlar grubu ile tanıştı. Apaşlar daha önceleri batı tarzı müzik yapmaktaydı ancak Karaca ile tanıştıktan sonra müzik daha doğuya döndü. Karaca, grup ile birlikte Altın Mikrofon 1967'ye katıldı. Yarışmaya katıldıkları Emrah şarkısı Erzurumlu Emrah'ın şiirine yapılmış bir Karaca bestesiydi. Yarışmada Karaca'nın grubu ikinci oldu ancak birinci olan gruptan daha çok ilgi gördüler. Cem Karaca ve Apaşlar, 1968'de Almanya'ya gidip Ferdy Klein Orkestrası ile 45'likler kaydetti. Bu dönemde Soyarslan şarkısı "Resimdeki Gözyaşları", Karaca'nın Emrah'tan sonraki ikinci hit parçası oldu. Bu plak sonrası büyük bir Türkiye turnesi oldu. Ayrıca Almanya'da konserler devam etti. Ayrıca yurtdışına açılmak için İngilizce bir 45'lik kaydedildi. Bunlar Resimdeki Gözyaşları ve Emrah'ın İngilizce versiyonlarıydı. Bu dönemde Cem Karaca, tiyatro sanatçısı Meriç Başaran ile evlendi. Sene sonunda Milliyet'in 1968'in "En Sevilen Erkek Şarkıcıları" anketinde 4. oldu. "Yılın Melodileri" anketinde ise "Resimdeki Gözyaşları" Türkçe şarkılar arasında 3. oldu. Türkçe ve yabancılar karışık listede ise "Resimdeki Gözyaşları" dokuzuncu, Cem Karaca bestesi "Ümit Tarlaları" ise 24. oldu.
1969'da grup içinde fikir farklılıkları olmaya başladı. Cem Karaca, daha siyasi müziğe kaymak isterken, Soyarslan bu değişime karşıydı. "Bu Son Olsun / Felek Beni" plağından sonra grup dağıldı. Aynı yıl Cem Karaca, Bunalım grubunun prodüktörlüğünü ve menejerliğini yapmaya başladı. İlk 45'likleri "Taş Var Köpek Yok/Yeter Artık Kadın" şarkılarının ikisinin de söz ve bestesinde Cem Karaca'nın da adı geçmektedir. Bu 45'likten sonra bu işi bırakan Karaca, grubun bateristi Hüseyin Sultanoğlu'nu kendi grubu Kardaşlar'a almıştır.
Apaşlar dönemi bittikten sonra grup müziğine devam etmek isteyen Karaca, Apaşlar'ın bas gitaristi Seyhan Karabay ile Kardaşlar grubunu kurdu. 1970'in başında grup üyelerinde birçok değişiklikler oldu. Grup üyeleri sabitlendikten sonra, Almanya'da kayıt yapmaya karar verdiler ancak çıkan bir salgın yüzünden, Karaca ve Kardaşlar birlikte Almanya'ya gidemedi. Bu yüzden Cem Karaca, tek başına Köln'e gitti. Apaşlar sonrası yaşadığı müzikal aradan sonra burada kendi besteleri ve Anadolu türkülerini yine Ferdy Klein orkestrası ile kaydetti. 4 tane 45'lik yayınlandı. Amacı maddi sıkıntı yaşamadan çalışmalar yapmaktı.
1970 Kasım'ında ise Karaca ve Kardaşlar "Dadaloğlu/Kalender" 45'liğini yayınladı. "Dadaloğlu", Karaca'nın bir başka hit şarkısı oldu. Bu türkü ayrıca Karaca'nın sola doğru kayışının da bir gösteresi olmuştu. Mart 1971'de Karaca'nın Trabzon'da verdiği bir konserde patlayan 3 bomba ile 30 kişi yaralandı. Aynı yıl Rum piskopos III. Makarios, Kıbrıs Fuarı'nda Türk pavyonunu gezerken, Dadaloğlu şarkısı çalınmıştı. 1971'de Cem Karaca ve Kardaşlar 4 tane 45'lik çıkardı.
Cem Karaca, aynı yıl tiyatro müziği çalışması da yaptı. Ben Jonson'un yazdığı Ülkü Tamer'in Türkçeleştirdiği Püsküllü Moruk oyununun müziklerini Cem Karaca besteledi ve Kardaşlar ile kaydetti. Grup, şarkıları kaydetti ve tiyatro oyuncularına örnek olsun diye Cem Karaca ve annesi Toto Karaca tarafından şarkıları okundu. Bu tiyatro oyunu çok tutmadı ve kısa süre sonra gösterimden kalktı. Cem Karaca ve Kardaşlar'ın kaydettiği şarkılar ise 2007'de yayınlandı.
1972'ye Cem Karaca ödülle başladı. Hey Dergisi tarafından "1971'in en iyi erkek şarkıcısı" seçildi ve Hey'in turnesine katıldı. Ancak Kardaşlar gitaristi Seyhan Karabay ile anlaşmazlıklar baş gösterdi ve Karaca, Kardaşlar ile yollarını ayırdı. Bu sırada eşi benzeri görülmemiş bir değiş-tokuş meydana geldi. Cem Karaca, Kardaşlar'dan ayrılıp Anadolu Rock'ın güçlü sesi Moğollar'la birleşirken Kardaşlar da Moğollar'la anlaşamayan Ersen Dinleten'i gruplarına dahil etti.
Cem Karaca ve Moğollar, birleştikten bir ay sonra Kasım 1972'de Hey dergisi için verdikleri konserde ilk kez sahne aldılar. Yıl sonunda Milliyet'in anketinde Cem Karaca, en iyi erkek şarkıcılar listesinde 2. oldu, Moğollar ise en iyi yerli topluluk seçildi. Hey Dergisi'nde ise ikisi de kendi dallarında 1. seçildiler.
1973'te "Obur Dünya / El Çek Tabip" 45'liği yayınlandı. Ancak grubun asıl başarısı 1974'ün başında kaydedilen "Namus Belası" şarkısı ile kazanıldı. Şarkı çok popüler oldu, öyküsü Hey dergisinde çizgi roman olarak yayınlandı. Ancak bu plak sonrası Cahit Berkay çalışmalarını Fransa'da devam ettirmeye karar verince Cem Karaca ve Moğollar yollarını ayırdı.
Moğollar'dan ayrılan Cem Karaca, önce Fransa'ya gitmeyen Moğollar elemanları Mithat Danışan ve Turhan Yükseler ile "Karasaban" grubunu kurdu ama uzun ömürlü olmadı. Mart 1974'te Dervişan grubunu kurdu. Grup ilk konserlerinden birini Kıbrıs harekatından sonra Hava Kuvvetleri'ne yardım konserinde verdi.
Şubat 1975'te Cem Karaca'nın en önemli eserlerinden biri olan "Tamirci Çırağı" yayınlandı. Bu şarkıdaki "İşçisin sen, işçi kal" söylemi Cem Karaca'nın siyasi duruşunu da ilk kez bu kadar açık gösteriyordu. 1975'in sonunda "Mutlaka Yavrum/Kavga" 45'liği yayınlandı. 45'liğin ilk şarkısı Mutlaka Yavrum, Filistin Kurtuluş Örgütü için hazırlanmıştı ve 2 farklı Türkçe versiyonunun dışında piyasaya yayınlanmamış İngilizce ve Arapça versiyonları da vardı. 1976'nın başında TRT'de yayınlanacak olan "Kavga" şarkısı son anda nedeni açıklanmayan bir sebepten dolayı programdan çıkarıldı. Aynı yıl Cem Karaca, Hey dergisi tarafından bir kez daha en iyi erkek şarkıcı olarak seçildi.
1977'de Cem Karaca, artan siyasi gerginlikle birlikte, gitgide daha önemli bir figür oluyordu. Aydın'da verdikleri bir konserde CHP İl Başkanı aşırı solcular tarafından dövüldü. Urfa'da verilen bir konserden sonra Dervişan gitaristi Taner Öngür ve bateristi Sefa Ulaştır saldırıya uğradı. Öngür daha sonra bu nedenlerle gruptan ayrıldı. Cem Karaca bu sene tamamı yeni şarkılardan oluşan ilk uzunçaları Yoksulluk Kader Olamaz'ı yayınladı. Bu albümde Karaca besteleri dışında, ünlü şairlerin şiirleri de bulunmaktaydı. Cem Karaca ve Dervişan, 1978'in başında 1 Mayıs plağından sonra yollarını ayırdılar.
Cem Karaca, Dervişan sonrası çoğu Kurtalan Ekspres'ten olmak üzere |
bir müzik grubu kurdu. Adını da Türkiye'nin iki ucu olan Edirne ve Ardahan'dan esinlenerek Edirdahan koydu. Ancak grup 20 gün sonra Kurtalan Ekspres elemanlarının eski gruplarına dönmesiyle eleman değişikliğine uğradı. 1978'de Cem Karaca, Edirdahan ile kaydettiği ilk ve son teklisi Safinaz'ı yayınladı. Bu plak Türkiye'de daha önce hiç görülmemiş olan 18 dakikalık bir rock operaydı. Alt sınıftan Safinaz adlı bir kızın kötü yola düşmesini anlatıyordu. Teklinin diğer şarkıları da Ahmed Arif ve Nazım Hikmet şiirlerinin besteleriydi. Cem Karaca, 1979'da Londra'daki dünyaca ünlü Rainbow Arena'da konser verme başarısı gösterdi.
1979'da grup dağıldı, Cem Karaca da uzun yıllar sonra ilk kez yanında bir grup olmadan solo olarak çalışmaya başladı. Bu dönemde ayrıca Almanya'ya taşındı. Çoğu Nazım Hikmet şiirlerinin besteleri olan Hasret albümünü yayınladı. Mart 1980'de Sıkıyönetim Mahkemesi'nde Karaca'nın "1 Mayıs" plağı "komünizm progandası" nedeni ile yargılanmaya başladı. Bu davada şarkıcı Cem Karaca, şarkının bestekarı Sarper Özsan ve plak şirketi sahibi Ali Avaz da suçlanıyordu. Cem Karaca, bu dönemde Avrupa turnesine başlamıştı. Dava başladıktan kısa bir süre sonra da babası Mehmet Karaca'yı kaybetti. Cem Karaca, babasının cenaze törenine katılamadı.
12 Eylül darbesi sonrası Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından Melike Demirağ, Selda Bağcan, Şanar Yurdatapan ve Sema Poyraz ile birlikte Cem Karaca da yurda çağrıldı. 13 Mart 1981'e kadar süre tanındı. Bonn'da yaşayan Cem Karaca, yurda dönmek için ek süre istedi. 15 Temmuz 1982'ye kadar Cem Karaca'nın süresi uzatıldı ancak Karaca, Türkiye'ye dönmeyeceğini belirtti ve süresi dolduktan sonra ise 6 Ocak 1983'te Yılmaz Güney ile aynı gün Türk vatandaşlığından çıkarıldı.
Cem Karaca, bir yandan da müzik hayatına devam etti. Almanya'daki müzisyen arkadaşı Fehiman Uğurdemir ile birlikte 1982'de Bekle Beni albümünü yayınladı. Bu albümdeki "Oğluma", "Alamanya Berbadı" ve "Bekle Beni" gibi şarkılar Karaca'nın ülkesine duyduğu özlemi göstermekteydi. Bu albüm Karaca'nın vatandaşlıktan çıkarıldığı için medyada yer alamamasından dolayı çok fazla bilinmedi. 1984'te ise bir şarkısı dışında tüm şarkıları Almanca olan Die Kanaken albümünü yayınladı. Bu albüm Alman oyun yazarları Henry Böseke ve Martin Burkert tarafından göçmen Türkler'in Almanya'da yaşadıkları zorlukları anlatmaktaydı. Ayrıca albüm bir tiyatro oyununa da çevrildi. Karaca, albüm yayınlandıktan sonra Alman televizyonlarında albümün adı olan Die Kanaken olarak sahne aldı ve albümü tanıttı.
1985'te Karaca, arkadaşı Mehmet Barı aracılığıyla Başbakan Turgut Özal ile görüşerek, ülkeye geri dönme isteğini bildirdi ve Münih'e gelen Özal ile konuştu. Özal'ın olumlu yanıt vermesi ile hukuki işlemler başlatıldı. Yıl sonunda vatandaşlıktan çıkarılmasına sebep olan davadan beraat etti. 1987'de de hakkında verilen gıyabi tutuklama kararı kaldırıldı. 29 Haziran 1987'de Cem Karaca, Türkiye'ye döndü. Aynı yıl Merhaba Gençler ve Her Zaman Genç Kalanlar albümünü çıkardı. Bu albüm o senenin en çok satan albümlerinden biri oldu. 1988'de bu albümü Töre takip etti. Bu albüm sonrası Cem Karaca, yasaklı olduğu TRT ekranlarına da çıkmaya başladı.
Cem Karaca, arkadaşı Uğur Dikmen ve Cahit Berkay ile müzikal ortaklık kurarak Yiyin Efendiler albümünü yayınladı. Bu albümdeki "Oh be" şarkısında, kendisini "dönek" diye adlandıranlara cevap olarak ""Ben döneksem döndüm diye memleketime / Döndüm baba döndüm işte oh be"" diyerek cevap verdi. 21 Temmuz 1990'da sözlerini kendi yazıp, bestesini Cahit Berkay'ın yaptığı Kahya Yahya şarkısı ile Altın Güvercin en iyi şarkı ödülünü kazandı. Bu dönemde Sosyaldemokrat Halkçı Parti için konserlere çıktı.
Karaca, 1992'de UNICEF için hazırlanan ve İbrahim Tatlıses, Ajda Pekkan, Muazzez Abacı, Leman Sam, Fatih Erkoç gibi ünlü isimler korosunun seslendirdiği "Sev Dünyayı" şarkısının sözlerini yazdı ve koroda da yer aldı. 22 Temmuz 1992'de annesi Toto Karaca hayatını kaybetti. Yılın sonlarına doğru Dikmen ve Berkay ile ikinci çalışması olan "Nerde Kalmıştık?" albümünü yayınladı. "Raptiye Rap Rap" ve "Islak Islak" besteleri ile büyük başarı yakaladı.
Bu albümden sonra Cem Karaca, bir süre müzikle aktif olarak ilgilenmedi. 1994'te TRT'de Raptiye adlı programı sundu. 1995'te ise Flash TV'de Cem Karaca Show'u, 1996'da aynı kanalda "Efendime Söyleyeyim" programını yaptı. 95'te bir sanatçı grubu ile Bosna-Hersek'e gidip, savaş sonrası zor durumda olan Bosnalılara destek verdi.
Sanatçının müziğe geri dönüşü 1997'nin sonunda vizyona giren Ağır Roman ile oldu. Filmin yapımcısı, eski Apaşlar gitaristi ve Karaca'nın dostu Mehmet Soyarslan'nın yazdığı, 1968'de Cem Karaca'ya ün getiren "Resimdeki Gözyaşları"nı, Karaca film için yeniden kaydetti. Filmin ana müziği olan parça, Karaca'yı tekrar müzik piyasasına soktu. Eski plak şirketi, izinsiz olarak "The Best of Cem Karaca" serisini piyasaya sürdü.
1999'da Türk rock müziğinin duayenleri olan Cahit Berkay, Engin Yörükoğlu, Ahmet Güvenç ve Uğur Dikmen'in desteğiyle 'Bindik Bir Alamete...' isimli albümünü çıkardı. 2000'de Cem Karaca'nın da rol aldığı Kahpe Bizans'ın müziklerinin bazılarını seslendirdi. Bu filmin de yapımcısı olan Soyarslan'ın yazıp Apaşlar zamanında Dede Korkut'tan esinlenip Sadık Bütünay ile kaydettiği ama yayınlamadığı şarkıları Cem Karaca seslendirdi. Bu eserlerden sonra ölümüne dek birkaç şiir albümünde konuk sanatçı oldu.
Şubat 2001'de Murat Töz, Barış Göker ve Cengiz Tuncer ile Cem Karaca Trio olarak sahne almaya başladı. Mayıs 2001'de ise Barış Manço'nun ölümü ile vokalistsiz kalan Kurtalan Ekspres ile beraber çalmaya başladı. Harbiye Açıkhava Tiyatrosu Konserleri'nde sahne aldılar. 2002'de Yol Arkadaşları adlı grubu kurup yine onlarla sahne aldı. Ölümünden önce kaydettiği son şarkılar ancak ölümünden kısa süre sonra yayınlandı. İlk önce "Hayvan Terli" teklisi yayınlandı. Mehmet Eryılmaz'ın bu şarkısına Karaca'nın bir bar programında bu şarkıyı söylerkenki görüntüleri ile klip çekildi. Mayıs 2005 tarihinde, ölümünden 10 gün önce (2004) Mahsun Kırmızıgül ile kaydettiği "Hayat Ne Garip?", Kırmızıgül'ün "Sarı Sarı" albümünde yayınlandı. Karaca ve Kırmızıgül'ün stüdyodaki görüntülerinden oluşan bir klip yayınlandı. Haziran 2005'te ise Murathan Mungan'ın sözlerini yazdığı şarkıların yeni yorumlarından oluşan "Söz Vermiş Şarkılar" albümünde Yeni Türkü'nün "Göç Yolları" eserini yorumladı.
2005 yılında Yavuz Bingöl, Edip Akbayram, Manga, Teoman, Deniz Seki, Volkan Konak, Haluk Levent, Suavi, Ayhan Yener, Tuğrul Arseven tarafından yorumlanan Cem Karaca şarkılarından oluşan Mutlaka Yavrum albümü yayınlandı. Bu albüm daha önce yayınlanmamış İngilizce bir Cem Karaca şarkısı da içeriyordu. Ölümünün 6. yılında Beyaz Show'da daha önce kaydedip yayınlamadığı "Karagözlüm" adlı şarkı ilk kez gün yüzüne çıkmıştır.
1961'de Hamlet'te oynarayak tiyatroya ilk adımını attı. 1964'te Münir Özkul'un oynadığı General Çöpçatan oyunu ilk büyük tiyatro çalışması oldu. 1965'te askerliği sırasında
askeriyede Cahit Atay'ın Pusuda ve Aziz Nesin'in Toroslar Canavarı oyununu yönetti ve oynadı. Aynı dönem İstanbul Tiyatrosu'nda sergilenen "Anahtarı Bendedir" adlı oyunu Türkçeye çevirdi ve oynadı. Uzun bir süre tiyatroya ara veren ve Püsküllü Moruk oyununun müziklerini yapmak dışında tiyatroyla ilgilenmeyen Karaca, 1987'de Almanya'da çıkardığı Die Kanaken albümündeki şarkıların işlendiği Ab in den Orient-Express oyununun Kuzey Ren Westfalya Eyalet Tiyatrosu'nda oynanan "Die Kanaken" adlı versiyonunda annesi Toto Karaca ile beraber oynadı. Yine Almanya döneminde Münih Halk Tiyatrosu'nda Nâzım Hikmet'in Şeyh Bedrettin Destanı oyununu yönetti.
Cem Karaca, 1970'de ilk ve tek başrol filmi olan Kralların Öfkesi'nde oynadı. Yücel Uçanoğlu'nun yazıp yönettiği yerli western tarzı bu filmde Murat Soydan ile başrolü oynayan Cem Karaca, Camgöz adlı bir kovboyu canlandırdı. Ancak bu film çok başarılı olmadı. Uzun süre beyaz perdeden uzak duran Karaca, 1999'da Kahpe Bizans da Karaca Abdal adlı bir ozan rolünde rol aldı ve filmin müziklerinden bazılarını seslendirdi. Karaca, 1990'da "Bir Milyara Bir Çocuk" adlı Müjdat Gezen dizisinde rol aldı. Bunun dışında 2001'de "Yeni Hayat" adlı dizide onur konuğu olarak yer aldı. Aynı sene "Avcı" adlı dizide Dem Baba rolünü oynadı.
8 Şubat 2004 sabahında, solunum ve kalp yetmezliğine bağlı olarak ağır bir kalp krizi geçirdi. Uygulanan tüm müdahalelere rağmen kaldırıldığı Bakırköy Acıbadem Hastanesi'nde 59 yaşında hayata gözlerini yumdu. Hastane tarafından yapılan açıklamada Karaca'nın ölüm sebebi kalp ve solunum durması olarak belirtildi. 9 Şubat 2004'de ikindi vaktinde Üsküdar Seyyit Ahmet Deresi Camii'nde kılınan cenaze namazın ardından Karacaahmet Mezarlığı'nda babası ile aynı mezara defnedildi.
Cem Karaca ilk evliliğini 22 Aralık 1965 yılında Semra Özgür ile yaptı. Özgür, Karaca'nın annesi gibi bir tiyatro sanatçısıydı. Bu evlilik fazla uzun sürmedi. Karaca, 1968'in sonunda yine bir tiyatro sanatçısı olan Meriç Başaran ile bir ilişki yaşamaya başladı. Ekim 1968'de Karaca ikinci evliliğini Başaran ile yaptı. Bu evlilik de 2 yıl sürdü. Üçüncü evliliğini Feride Balkan ile 21 Ağustos 1972'de yaptı. 1976'da çiftin oğulları Emrah Karaca dünyaya geldi. Çift, Cem Karaca'nın Almanya'da zorunlu yaşama döneminde ayrıldı. 5 Temmuz 1993'te Cem Karaca, dördüncü evliliğini ilk eşi Semra Özgür ile yaptı. Cem Karaca'nın son evliliği ise İlkim Erkan ile oldu.
Karaca'nın ölümünden sonra Karaca'nın çocuğunun annesi Feride Balkan ve son eşi İlkim Erkan Karaca arasında sorunlar yaşandı. İlkim Karaca, Karaca'nın çocukluğunda geçirdiği bir kaza sonucu kısır olduğunu, bu yüzden Emrah Karaca'nın onun oğlu olmadığını iddia etti. Mahkeme kararı ile Cem Karaca'nın mezarı açılıp DNA örnekleri alındı. DNA testi sonucu Emrah'ın Cem Karaca'nın oğlu olduğu tespit edildi. Bu olaydan sonra Balkan ve Emrah Karaca, İlkim Karaca'ya açtıkları hakaret davasını kazandı. İlkim Karaca daha sonra Cem Karaca ve Barış Manço kardeştiler iddiası ile medyada yer buldu.
100'ün üzerinde plaket ve ödüllerden bazıl |
arı;
Stratejik Analiz
ASAM tarafından 2000 yılından beri yayımlanan, özellikle Orta Doğu ve Kafkaslar hakkında uzmanlaşmış uluslararası strateji ve politika dergisi. Daha önce Ümit Özdağ, Emekli büyükelçi Gündüz Aktan başkanlığında çıkarılan dergi bugün ASAM başkanlığı yapan Emekli Büyükelçi Faruk Loğoğlu başkanlığında çıkarılmaktadır. Danışma kurulunda birçok emekli asker, bilim adamı ve büyükelçi bulunmaktadır. Türkçe olarak yayımlanır.
Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi
Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi (kısaca ASAM), Avrasya Bir Vakfı bünyesinde 1999 yılında kurulmuş olan ve 2008 yılında kapanan düşünce kuruluşudur. Özellikle Türkiye'nin çevre bölgesi hakkında çalışmalar yürütmüştür. Türkiye'de kurulan ilk düşünce kuruluşudur.
ASAM, millî çıkarlar doğrultusunda özgürlük içinde araştırmalar yapan bir düşünce kuruluşudur. ASAM'ın araştırma sahası Türkiye dâhil bütün dünya olup, araştırma alanları, politik, ekonomik, sosyal, teknolojik, demografik, güvenlik, hukuki ve tarihî altyapıları kapsamaktadır.
Türkiye'nin jeopolitik konumunu değerlendirmek, Türk toplumunun maddi ve manevi yönleriyle ekonomik, sosyal ve kültürel değerlerini araştırmak amacıyla 1993 yılında Şaban Gülbahar'ın başkanlığında İstanbul'da Avrupa Asya Birliği Türk Ekonomik-Sosyal ve Kültürel Araştırmalar Vakfı (Avrasya-Bir Vakfı) kurulmuştur. "Avrasya Dosyası" ismi ile üç aylık bir stratejik araştırma dergisi, bir grup akademisyen tarafından 1994 senesinde Ankara’da yayımlanmaya başlamıştır.
Vakıf, 1999 yılından itibaren çalışmalarına stratejik, politik, ekonomik ve sosyal alanları da dâhil etme kararı alarak Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi'ni (ASAM) kurmuştur. ASAM Türkiye'deki ilk stratejik bilgi bankası ve stratejik araştırmalar merkezi olarak Aralık 1999'da dokuz ay süren bir ön çalışmadan sonra, faaliyetlerine Ankara'da kendi binasında başlamıştır.
Mayıs 2000'de "Stratejik Analiz" dergisinin ilk sayısı çıkmış ve o tarihten sonra her ay düzenli olarak yayınlanmıştır. İzleyen yıllarda çok sayıda telif ya da çeviri rapor, araştırma ve kitap Türk düşünce dünyasına kazandırılmıştır. 2001 yılı Şubat ayında ASAM bünyesinde, müstakil bir birim olarak Ermeni Araştırmaları Enstitüsü kurulmuştur. Enstitü, ilk sayısını 2001 Mayıs ayında çıkardığı üç aylık Ermeni Araştırmaları ve Review of Armenian Studies dergileri ile yayın hayatına devam etmektedir. 2006 Ocak ayında “İnsanlığa Karşı Suçlar Araştırma Enstitüsü” (İKSAREN) ASAM bünyesinde çalışmalarına başlamıştır.
2004-2005 yıllarında, yönetiminde bir nöbet değişimi olan ASAM, kuruluş amaçları doğrultusunda çalışmalarını sürdürmüş, 2008'de ana sponsor Ülker'in desteğini kesmesiyle faaliyetlerini sona erdirmiştir. ASAM Ermeni Araştırmaları Enstitüsü’nün faaliyetlerini ise AVİM üstlenmiştir.
MUD
MUD (Multi User Dungeons, Çoklu Oyunculu Zindanlar), İnternet üzerinden metin iletileri aracılığıyla oynanan, fantazi rol oyunlarına verilen genel addır.
Tipik bir MUD oyununda Elfler, Ejderhalar ve benzeri efsanevi yaratıkların yanı sıra savaşçılar, hırsızlar ve büyücüler gibi insani karakterler de mevcuttur.
Son yıllarda popülerliklerini internet üzerinden oynanan grafik destekli programların gelişmesi ve internet bağlantı hızlarının artmasıyla kaybetmişlerdir..
Türkiye'de ise MUD'lar ilk olarak 90'ların ortalarında popüler olmuştur. Türkiye'de internetin dial-up zamanlarına denk gelen bu dönemde oyun özellikle üniversite yerleşkelerinde öğrenciler tarafından oynanmıştır. ODTÜ'lü bir grup öğrenci tarafından geliştirilen Anatolia kod tabanı Türkiye'yi de aşarak dünya çapında tercih edilen kod tabanlarından biri durumuna gelmiştir.
2000'li yıllarla birlikte MUD'u Türkçeleştirmek sevdasıyla açılan Kayıp Efsaneler ve ardından Türkçe MUD'un Türkiye'de en çok yaygınlaştığı döneme önderlik eden Uzak Diyarlar Mud Türkiye'deki MUD tarihinin önemli kilometre taşlarıdır.
telnet mud.frp.web.tr 4000 drox MUD
Mihail Botvinnik
Mihail Botvinnik (Rusça: Михаи́л Моисе́евич Ботви́нник) (d. 17 Ağustos 1911- ö. 5 Mayıs 1995) Altıncı dünya satranç şampiyonu.
17 Ağustos 1911'de Sankt-Peterburg'da doğan Botvinnik 12 yaşında satrançla tanıştı. Öyle hızlı bir gelişim gösterdi ki, daha 16 yaşındayken usta unvanını aldı. 20 yaşına geldiğinde ise Sovyetler Birliği şampiyonu oldu. Teknik bilimlerdeki ilerlemesinin de satrançtan geri kalır yönü yoktu. 21 yaşına geldiğinde elektrik mühendisi oldu ve beş yıl sonra Teknik bilimler adayı oldu (Candidate of Technical sciences).
Aralıksız başarı serileri Botvinnik'in yaratıcı satrancını dünya satrancının en tepelerine götürdü. Sovyetler Birliği Şampiyonası'nın düzenli bir katılımcısı olarak yedi kez birinciliği alarak bu alanda inanılmaz bir rekor kırdı. Üst düzey uluslararası büyük ustalarla da temasları çok başarılı geçmişti. 1936'da meşhur Nottingham Turnuvası'nda Max Euwe, Alekhine, Lasker ve pek çok diğer satranççının önünde Capablanca ile birinciliği paylaştı. Başarısı giderek arttı ve 1941 ile 1947 arasında oynadığı sekiz turnuvayı da kazandı. Bu Alekhine tarafından bile elde edilememiş bir başarıydı.
O zamanlar dünya şampiyonluğu unvanı Alekhine'deydi. Uzun çabalar sonucunda Alekhine ile Botvinnik arasında ikili bir maç yapılmasına karar verildi. Botvinnik bu mücadele için kendini tamamıyla hazır hissediyordu. Fakat ne gariptir ki, çok yakın gözüken dünya şampiyonluğu için Botvinnik'in, Alekhine'in 1946 yılındaki ani ölümü yüzünden 10 sene daha beklemesi gerekecekti.
Nihayet 1948 yılında FIDE, dünya şampiyonluğu için bir turnuva organize etmeye karar verdi. Botvinnik en yakın rakibine 3 puan fark atarak dünya şampiyonu oldu. Dünyanın en iyi oyuncularına karşı mücadelesinde Smislov'u 3-2 Keres'i 4-1 Reşevski'yi 3.5-1.5 ve Dr.Euwe 'yi 3.5-1.5 yenmiştir.
1948 yılı, satranç tarihine Sovyet satranç okulunun durdurulamaz yükselişinin ve Botvinnik'in unvanı için yapacağı maçların başlangıcı olarak geçecektir. 15 yıl boyunca Botvinnik unvanını sağlam bir şekilde koruyarak dünyanın en iyi oyuncusu olduğunu göstermiştir.
1951 yılındaki dünya şampiyonluğu maçı Botvinnik için az kalsın büyük bir hayal kırıklığı olacaktı. Adaylar turnuvasının 27 yaşındaki galibi David Bronstein çok orijinal bir oyuncuydu. Çarpıcı kombinezonlar yaratmakta sınırsız bir yeteneğe sahipti. Oynadıkları 24 maçta taraflar yenişemediler. Ama FIDE kurallarına göre Botvinnik unvanını korudu. Üç sene sonra 1954'te Smyslov ile dünya şampiyonluğu maçı yine Botvinnik'in lehine 12-12 berabere bitti.
1957 yılındaki maça çok daha iyi hazırlanan Vassili Smyslov, dengeli, becerikli ve soğukkanlı oyunuyla maçı kazandı ve dünya şampiyonu oldu. Ne var ki bir yıl sonraki rövanş maçında roller değişti. Çok az kimse yenik şampiyonun unvanını geri alabileceğine inanıyordu. Belli bir hedef doğrultusunda güçlerini toplama, disiplini, inanılmaz bir konsantrasyon ve hırsla çalışabilme gibi eşsiz yetenekleri sayesinde unvanını geri almayı başardı.
1960 yılında Botvinnik genç Mikhail Tal'in dehası karşısında eğilmek zorunda kaldı ve unvanını kaybetti. Fakat zamanının satrancı için inanılmaz bir şeyi gerçekleştirdi ve 50 yaşındaki Botvinnik Tal'i rövanş maçında ezici bir üstünlükle devirerek unvanını geri aldı.
1963 yılında dünya şampiyonluğu için yapılan 25. ikili maç Botvinnik'in aynı zamanda jübilesi gibidir. Bu aynı zamanda Botvinnik'in yaptığı 8. unvan maçıdır. Daha önce hiçbir maç bu kadar esrarlı olamamıştır. Maçın sonunda haklı olarak "Demir Petrosyan" olarak adlandırılan Tigran Petrosian galip gelmiştir. 15 yıl süren ağır ve yorucu mücadelelerden sonra modern satrancın devi tahtını bırakarak satranç arenasından çekilmiştir.
Petrosyan ile maçından sonra Botvinnik bir daha dünya şampiyonluğu mücadelesine girişmedi. Bunun yerine bilgisayarlar üzerinde çalışmalarını yoğunlaştırdı. Buna rağmen çeşitli turnuvalarda 200 oyun oynadı ve hep üst sıraları elde etti. Sovyet takım şampiyonalarında oynamaya devam etti ve çok parlak zaferler elde etti. 1964'te Smyslov'a, Stein'a ve Petrosyan'a, 1966'da Spassky, Smislov ve Keres'e elde ettiği gibi... Turnuvaya hazırlık sistemleri, sayısız konferansları, yorumları, kitaplarındaki oyun analizleri sayesinde Botvinnik döneminin satranç anlayışının yükselmesine önemli katkıda bulunmuştur.
Bu sebeptendir ki bu çarpıcı isim insan ve oyuncu olarak ve aynı zamanda yeni bir satranç döneminin yaratıcısı olarak günümüzde bile pek çok usta için ilham kaynağı olmaya devam etmektedir. Botvinnik 1995 yılında ölmüştür.
Tigran Petrosyan
Tigran Vartani Petrosyan (17 Haziran 1929 - 13 Ağustos 1984), 1963-1969 arasında dünya şampiyonu olan büyükusta unvanına sahip Sovyet Ermeni satranç oyuncusudur. 1969'da Boris Spassky'ye yenilerek dünya satranç şampiyonluğuna veda etmiştir.
Töton Şövalyeleri
Töton Şövalyeleri, Teutonik Şövalyeler, Kudüs Azize Meryem Hastanesi ve Töton Şövalyeleri Tarikatı (Latince: Ordo domus Sanctæ Mariæ Theutonicorum Hierosolymitanorum, Almanca: Orden der Brüder vom Deutschen Haus St. Mariens in Jerusalem, İngilizce: Order of the House of St. Mary of the Germans in Jerusalem), bir Cermen-Roman dini tarikatıdır. Tarikat, Katolik hacılara, hac yolunda yardım etmek, hasta ve yaralı Katoliklerin bakımlarını sağlamak üzere hastane kurmak amacıyla kurulmuştur. Adlarını özellikle Ortaçağ’da Haçlı Seferleri'ne katılarak duyurdular. Normalde asıl üyelerin sayısı her zaman sınırlıydı ancak ihtiyaç durumunda gerek gönüllülerin gerekse paralı askerlerin katılımıyla sayıları hayli artmaktaydı.
Avrupa’da sekiz yüzyıla yakın süre varlığını korumuş bir şövalye kurumudur. Geneli Alman şövalyelerden oluşmaktaydı. Polonya üzerinde büyük nüfuzları mevcuttu. Orta Çağ'da III. Haçlı Seferi esnasında (1190) Orta Avrupa'da Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'na bağlıydılar. Papa III. Innocentius tarafından şövalye olarak kabul edildiler ve 19. yüzyılda Napolyon dönemine kadar yaşamayı başardılar.
12. yüzyılın sonunda Akka’da kurulan tarikat, Haçlı Seferleri sırasında denizaşırı toprakların (Orta Doğu’da) savunulmasında önemli rol üstlenmiştir. Özellikle Akka Lim |
anı'nın korunması ve vergi toplanması konusunda çok işe yaramıştır. Hıristiyan kuvvetlerinin yenilip, Ortadoğu’dan çekilmesinin ardından tarikat, Transilvanya’ya taşındı. Burada 1211 yılından itibaren, Macaristan’ın Kumanlar karşısında verdikleri mücadeleye katıldılar. Papa’nın hükmünü, Macar egemenliğine tercih edince Macaristan’dan kovuldular.
İlerleyen yıllarda hürmet ve bağış gördüler ve güçlendiler. Zamanla Avrupa'nın en güçlü şövalyeleri haline geldiler. Türklerin ve Arapların kutsal toprakları birer birer fethetmesi ile sonunda tüm Haçlılar bu diyarlardan kovuldular. Bu gelişmelerden birkaç yıl sonra Polonyalılar bölgedeki doğal dinlere inanan halkları, özelikle de Litvanya'yı, Katolikleştirmek istiyordu. Bunun için Töton Tarikatı'na yardım çağrısında bulundu. Kutsal Topraklardan kovulan, yersiz kalan Tötonlar için iyi bir teklifti. Yurt edinebileceklerdi. Prusya bölgesine yerleşen Tötonlar bölgedeki halkı Katolikleştirmek için çok ağır şartlar uyguladılar. Bölge halkı gene aynı dine inanan Litvanya'ya sığındı.
1230 yılında, Töton Şövalyeleri'nin Lideri Grand Master Hermann von Salza ve Duke Konrad I of Masovia (Polonya Kralı) birlikte, Baltık Ülkelerine karşı Prusya Haçlı Seferi’ni başlattılar. Bu seferin hemen ardından tarikat, işgal edilen Baltık Ülkeleri topraklarında bağımsız bir manastır devleti kurdu. Akabinde, Courland, Livonya ve Estonya’yı işgal ettiler. Ardından Polonya Kralı, tarikatı, kendilerine ait toprakları işgal etmekle suçladı.
Tarikat, Litvanya’nın da hıristiyanlaştırılmasının ardından asıl amacını yani Haçlı İdealini yitirdi. Çünkü çevrelerinde, hıristiyanlaştırılması ya da yokedilemsi gereken kafirler kalmamıştı. Bu durumda artık hıristiyan komşularıyla çekişmeleri gerekecekti. Polonya Krallğı, Büyük Litvanya Dükalığı ve Novgorodlular (Livonyalıların asimile olmasından sonra ortaya çıkan topluluk) en büyük rakipleri oldular. Ekonomik açıdan güçlü bir bölgeye hakimdiler ve feodal krallıklarını ayakta tutmak üzere Avrupa’nın çeşitli bölgelerinden paralı askerler topladılar. Böylelikle, Baltık Denizi civarında, önemli bir yerel güç haline geldiler. 1410 yılında, Polonya-Litvanya koalisyon kuvvetleri, Grunwald Savaşı’nda tarikat kuvvetlerini hezimete uğrattılar ve tarikatın askeri gücünü büyük oranda yok ettiler.
1515 yılında, Kutsal Roma-Cermen İmparatoru I. Maximilian, Polonya-Litvanya kralı I. Sigismund ile bir evlilik anlaşması yaptı. Bunun ardından Roma-Cermen İmparatorluğu, Polonya karşında tarikatı desteklemekten vazgeçti. Bir zaman sonra 1525 yılında, tarikatın başı olan Brandenburglu Albert Luteranizm’i kabul etti ve Prusya Dükalığı’nın ilk dükü oldu. Ardından, Estonya ve Litvanya ve ayrıca tarikatın Almanya sınırları içinde kalan kısmı da Luteranizmi seçti.
Tarikat, hatırı sayılır bir miktarda Katolik nüfus barındıran toprağı 1809 yılına kadar hakimiyeti altında tuttu. Napolyon’un ordularının saldırmasıyla, tarikat son topraklarını da kaybetti. Bundan sonra varlığını, hayırsever ve geleneksel olarak devam ettirdi. Tarikat, 1938 yılında Hitler tarafından dağıtıldı ancak 1945 yılında yeniden kuruldu. Günümüzde, hayırsever amaçlar doğrultusunda Avrupa’da faaliyet göstermektedir.
Şövalyeler, üzerinde siyah bir haç olan uzun beyaz elbiseler giyerlerdi. Daha sonra bu imge Prusya Krallığı ve Almanya tarafından Demir Haç Madalyası olarak da kullanıldı. Tarikatın parolası ise “Yardım et, koru ve şifa dağıt”tır.
Kronikçi Jean d’Ypres’in aktardığına göre, 1143 yılında, Papa II. Ceolestin, Hospitallere (St. Jean Şövalyeleri), eski Fransızca ve Latince konuşan Alman hacı topluluklarına tahsis edilmek üzere Kudüs’te bir hastahane kurulması emrini verdi. Her ne kadar kuruluşa Hospitaller imza atmış olsa da bu "Domus Theutonicorum" her zaman Papa’nın denetiminde ve Almanlara ait oldu. Almanlara ait böyle bir kurum sayesinde bu Alman kökenli dini tarikat, Papa’nın da hamiliğinde 12. yüzyıl boyunca büyüme ve güçlenme fırsatı yakaladı.
1187’de Kudüs’ün yitirilmesinin ardından, tarikata üye Lübeck ve Bremenli bazı paralı askerler, Akka savunması sırasında buraya bir hastahane inşa ettiler. Burası, tarikatın Orta Doğu’daki çekirdek merkezi haline geldi. Müteakip, Papa III. Ceolestin, tarikatı tanıdığını açıklamıştır ve bu rahiplere "Augustinian Rule" vermiştir. 1198 yılına gelindiğinde, tarikat kendisine Tapınak Şövalyeleri’ni örnek alarak silahlı bir kuvvet halini alarak kabuk değiştirdi. Tarikatın genel yöneticisi ve komutanı statüsündeki önderine de "Büyük Üstad (Grand Master)" denir. Totonların en büyük ideali, Papa’nın işaret ettiği gibi Kudüs’ü tekrar geri kazanmak ve Müslümanlardan korumaktı. Büyük Üstad Hermann von Salza’nın yöneticiliğinde, bu kardeşlik tarikatı, hacılara yardım etme ve kollama görevini ikinci plana atarak, daha çok savaşçı bir kimlik kazandılar.
Akka’ya yerleşen şövalyeler, 1220 yılında Akka’nın kuzeybatısında bulunan Monfort’u (Starkenberg) ele geçirdiler. Bu kale Kudüs ve Akdeniz arasında kalan bölgeyi kontrol ediyordu. Stratejik açıdan çok önemli olan bu kale 1229’da Büyük Üstad'ın ikamet ettiği merkez olarak kabul edildi. Tarikat merkezi olan bu kale 1271’de tekrar Müslümanların denetimine geçti ve Tötonlar Akka’ya çekildiler. Tarikatın Tarsus’ta da (o günkü Ermenistan topraklarına sınır olan) bir kalesi bulunuyordu. Ayrıca önemli Avrupa devletleri (Kutsal Roma Cerman İmparatorluğu, Yunanistan ve Filistin) ve soylular tarafından bağışlanmış toprakları mevcuttu. (Harita 1)
İmparator II. Friedrich, yakın arkadaşı olan Hermann von Salza’yı "İmparatorluk Prensi (Reichfürst)" olarak atadı. Salza’nın etkinliği artırmak ve diğer Alman prensleriyle denk sayılmasını sağlamak üzere Alman prensleriyle pazarlık etti. II. Friedrich’in yönetimi sırasında (ki aynı zamanda Kudüs Kralı idi), 1225 yılında düzenlenen Haçlı Seferi’nde krala refakat ettiler. Hermann von Salza Kutsal Kabir Kilisesi’nde kralın bildirisini hem Almanca hem de Fransızca olarak topluluğa okudu. II. Friedrich açısından bakıldığında Tötonların onun gözündeki değeri anlaşılabiliyor. Ancak Tötonlar, Ortadoğu’da hiçbir zaman siyasi, askeri ve lojistik açılardan Tapınakçılar ve Hospitaller kadar etkin olamadılar.
1221 yılında, Macaristan Kralı II. Andras, Tötonları maiyetine kabul etti ve tarikat üyelerini Transilvanya’daki Burzerland yakınlarına yerleştirdi. II. Andras, kızını Hermann von Salza’nın oğlu ile evlendirmek üzere müzakerelerde bulundu. Oğlu, Salza’nın yerine Thuringia prensliğini yürütüyordu. Tarikattan önemli bir isim olan Theoderich önderliğinde, şövalyeler Macaristan’ı, Kumanlara karşı savundular. Bu süre zarfında, bulundukları bölgeye daha önce de Macar Krallığı topraklarında yaşamış olan Transilvanya Saksonlarını yerleştirdiler. 1224 yılına gelindiğinde, Macar Kralı’nın himayesi yerine o anda Papa olan, III. Honorius’la müzakere ederek, Papa’nın önderliğini kabul ettiler. Bu duruma kızan ve önlem alması gerektiğini düşünen II. Andras, giderek güçlenen Töton Şövalyelerini topraklarından çıkardı. Ancak Almanya’dan gelen göçmenlerin topraklarında yaşamalarına izin verdi.
1226 yılında, orta-batı Polonya’da hüküm süren Masovia Dükü I. Konrad, şövalyelere, Pagan Baltık Prusyalıları’na karşı sınırlarını korumaları karşılığında, Culmerland’da kendilerine ait bir bölge teklif etti. Hermann von Salza bu yaygın Haçlı Seferi’nin, Toton Şövalyeleri için Ortadoğu’daki asıl savaş için iyi bir sınama olacağına kanaat getirdi. Golden Bull of Rimini’nin yönetimi sırasında, Alman imparatoru II. Fredreich, tarikatın Prusya’yı işgal edebilmesi ve sömürgeleştirebilmesi için Alman Krallığı ve Papa adına özel bir imtiyaz verdi.
Bu Kuzey Haçlı Seferleri'nin bir kısmı olan Prusya’nın şövalyeler tarafından ele geçirilmesi sırasında çok kan döküldü. Ve bu süreç yaklaşık 50 yıl aldı. Bu süre zarfında Hristiyanlığı kabul etmeyen pagan Prusyalılar işkenceyle boyun eğdirildiler, öldürüldüler ya da sürüldüler. Pagan Prusyalılar ve tarikat arasındaki savaş çok gaddarca geçmişti. Öyle ki, Tarikata ait kroniklerde Pagan Prusyalılar, kestaneye benzer zırhlarıyla, yerel bir tanrının mücevher sandığına girmeyi bekleyen yaratıklara benzetiliyor.
Pagan Prusyalı yerel soylular, Haçlı Seferi sonrasında, "Christburg Antlaşması" ile şövalyelerin onlardan birçok haklarını aldıklarını bildirdiler. 1260-1283 arasındaki "Prusyalı Ayaklanması" sonrasında birçok Pagan Prusyalı soylu göç etmek zorunda kaldı ya da farklı bölgelere dağıtıldı-yerleştirildi. Yerinde kalan Prusyalılar ise Cermen toprak sahipleriyle iyi ilişkiler kurmaya başladılar ve zaman içinde asimile oldular. Samland gibi sınır bölgelerinde bulunan köylüler ise "Pomesania" gibi nüfusu yoğun yerlerdekilere göre çok daha rahat ve geniş haklara sahip olarak yaşamaktaydılar. Hıristiyanlık, batıdan doğuya doğru, yavaş yavaş Prusya kültürünün bir parçası oldu. Piskoposlar, gönülsüz de olsa Prusyalı inancını Hristiyanlığın içerisine karıştırdılar. Çünkü şövalyeler, kanunsuz ve yarı pagan yerlileri kontrol etmenin, bu şekilde çok daha kolay olacağını düşündüler.
Tarikat, Prusya’yı, tıpkı Hospitaller’in önce Rodos ardından da Malta’yı ele geçirmeleriyle kıyaslanabilecek şekilde, Papalığın ve Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’nun tanıdığı imtiyazla işgal etti.
Tarikat, kayıpları telafi etmek üzere, yeni kazanılan topraklara -kısmen yok edilmiş- yerli halkın arasına, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’ndan göç almak üzere politikalar belirledi. Alman ırkından oluşan bu kolonistler, Cermen, Flemen ve Hollanda’dan geldiler. Bir kısım Mosavialı (daha sonra Masurialılar) da bunlara katıldı. Kolonistler arasında soylular da vardı, kentliler ve köylüler de… Bu yeni göçle beraber zaman içinde Prusya halkı Almanlaştırıldı. Göçmenler, eski Prusyalıların yaşadığı şehir veya kasabalara kalabalık gruplar halinde yerleştiler. Tarikat, kendi imkânlarıyla birçok kale (Ordensburg) inşa etmişti. Bu kalelerin bazıları "Prusyalı Ayaklanması"’nda, bir kısmı da Litvanya Büyük Dükalığı ve Polonya Krallığı’nın saldırıları sırasında (tarikatın genel olarak savaş halinde olduğu 14. ve 15. yüzyıllarda) yık |
ılmıştır. Tarikat tarafından kurulan başlıca şehirler, Königsberg (1255’te Bohemya Kralı II. Otokar adına – yokedilmiş bir Prusya şehri üzerine kurulmuştur), Allenstein, Elbing ve Memel’dir.
1236’da, bir İngiliz tarikatı olan St. Thomas Şövalyeleri, Töton Şövalyeleri Tarikatı’nın yönetimini ve kanunlarını kabul etti.1237’de, Başka bir Alman kökenli keşiş şövalye tarikatı olan Livoniya Tarikatı da Töton Şövalyeleri'ne katıldı. Tarikatın nüfuzu, Prusya, Livonya, Semigalya ve Estonya’ya değin genişlemişti. Sıradaki görev ve amaç, Ortodoks Rusları, Roman Katolik inancına çevirmekti. Ancak tarikat, Novgorod Prensi Alexander Nevsky karşısında Peipus Gölü Savaşı’nda ağır bir yenilgi alınca, bu tasarı ortadan kalkmış oldu. Geleneksel olarak, belirsiz sayıdaki bir Töton kuvvetinin, 1241’de Moğollara karşı bir Haçlı Birliği oluşturulan Legnica Savaşı’nda yeraldığına inanılır. Ancak günümüzde “Labuda” tarafından, ilgili iddiayı ortaya atan, kronikçi) Jan Dlugoz tarafından hazırlanan "Jan Dlugosz Kronigi (Annals of Jan Dlugosz)" üzerinde yapılan analizler ışığında varılan sonuç; Tötonların bu savaşta yer aldıklarına dair bilginin, ilgili esere sonradan başkaları tarafından eklendiği yönündedir. Legnica ayrıca Moğolların batıya doğru ulaştığı en uç noktadır.
1242 yılında, Töton Şövalyeleri Novgorod halkına saldırdılar (günümüzde Rusya’da yer alır. Bir zaman için Fin-Ugorlar ve Rusların beraber yaşadığı bağımsız bir devletti, Sonra III. Ivan tarafından Rusya hakimiyetine alındı) ancak Alexander Nevsky yönetimindeki prenslik ordusu tarafından püskürtüldüler. Bu savaş Rusya’da Buz Savaşı olarak bilinir.
Kudüs Krallığı’na ait topraklarda bulunan ve Teutonların Ortadoğu’daki en önemli merkezi olan Akka'nın 1291’de düşmesinin ardından tarikat, mücadelesini pagan Litvanya karşısında zafer kazanmaya ve bu kafirleri Katolik-Hristiyan dinine döndürmek üzere faaliyetlere kaydırdı. Tarikat merkezi’ni de Ortadoğu’da Haçlı Devletlerini yeniden canlandırıncaya kadar Venedik’e taşıdılar. Ayrıca Litvanya Dükalığı karşısındaki mücadele de bir Haçlı Seferi’ydi (Litvanyalılar 14. yüzyılın sonuna kadar yani bütün Doğu Avrupa’dan çok sonra Hristiyanlığı kabul ettiler). Litvanyalılara karşı verilen mücadeleye, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerden şövalyeler, günahlarından kurtulmak ve askeri deneyim kazanmak üzere belli dönemler için katılmaktaydılar.
Iki taraf arasındaki mücadele çok sert geçti. Hristiyan olmayanlar, Teutonların gözünde ikinci sınıf insanlardı ve o dönemde Hristiyan olmayanların köle edilmesi olağan bir durumdu. Boyun eğdirilmiş Prusyalılar, şövalyeler tarafından çoğunlukla, kaybettikleri kendi topraklarında köle olarak çalıştırılıyordu.
Pomerelia (Pomerenians) Dükalığı’nın vekaleti konusundaki anlaşmazlıklar, 14. yüzyılın başında, tarikatı bir sınır mücadelesine sürükledi. “The Margraves of Brandenburg” (Alman Prensliği), dükalığı, 1306’da Polonya Kralı Wenceslaus’un ölümünden sonraki fırsatçı hareketleri yüzünden, dükalığı suçladı. Polonya Dükü I. Wladislaw’da babasından kendisine kalan miras üzerinden çaldıklarını belirterek, Bradenburgların suçluluğunu bildirdi. Ancak Danzig’teki Pomerelialı soylular bu duruma karşı çıktılar ve Brandenburgdan yardım istediler. Wladyslaw Danzig’e dönebilecek ve savunabilecek durumda değildi. Bradenburglar da bu durumdan istifade ederek kolaylıkla bir kale kazanmış oldular. Bu durumdan kurtulmak isteyen Wladyslaw, çareyi Teutonlardan yardım istemekte buldu. (Harita 2)
Tarikat, Polonyalı Landmeister Heinrich von Plötzke komutanlığında, Bradenburgları Danzig’ten 1308 yılında atmayı başardı. Von Plötzke, Tötonlara verilmek üzere Wladyslaw’a 10.000 gümüş Mark sundu. Ancak Wladyslaw bu tutardan sadece 300 gümüş Marklık bölümü Tarikata verebileceğini belirtti. Parayla ilgili bu red cevabının ardından şövalyeler Danzig Şehrini ve Danzig Kalesi’ni terk etmekten vazgeçtiler ve şehirde huzursuzluk doğmaya başladı. Bir sonraki ay, şövalyeler, kendilerine karşı başlatılan bir ayaklanmayı, paralı alman şövalyelerin büyük gayretiyle, çok kan dökerek de olsa bastırmayı başardılar.13 Eylül 1306 tarihli Soldin Anlaşması ile tarikat, Bradenburglardan, Danzig, Schwetz ve Dirschau şehirleri ve hinterlandlarını ayrıca 10.000 gümüş mark kazanmış oldu.
Pomerelia’nın kontrolünü sağlayan tarikat, böylece Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’nun komşusu olmuştu. Haçlı Seferi’ne katılacak kuvvetler ve maddi destek, Batı Avrupa’dan yapılan yolculuklarda, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu topraklarından direkt olarak Pomerelia’ya ve Prusya’ya geçmiş olacaktı. Bu arada Polonya’nın Baltık Denizi ile olan bağlantısı da kesilmişti. Litvanya ve Prusya paganlarına karşı verilen mücadelede Polonya genellikle iyi bir müttefik oluyordu. Ancak bunun dışındaki tüm konularda tarikat, azılı bir düşman olarak Polonya’yı karşısında görecekti.
Danzig’in fethi, tarikat için yeni bir dönemin başlaması demek oluyordu. İlk kez Katolik - Hıristiyan bir güç ile bu denli büyük ve ciddi bir çatışma yaşanmıştı. Tapınak Şövalyeleri’nin, Papalık tarafından lağvedilmesi ve gördükleri zulüm, Teutonları endişeye düşürdü ve merkezlerini 1309 yılında, Venedik’ten Marienburg (Malborg)’a taşıdılar. Böylece, bir anlamda Papa’ya bağlılığı doğrultusunda Prussian Landmeister - Prusya Yöneticisi vasfı taşıyan Teutonların lideri Grand Master – Büyük Yönetici olarak anılmaya başlanacaktı. Papa’nın muhtemel baskısından da Venedikte olduğundan çok daha uzak kalacaktı. Zaten ardından Papa, şövalyelerin görevlerini kötüye kullanıp kullanmadığı konusunda bir soruşturma başlattı. Ancak tarikat, zamanın hukuk adamları tarafından kollandılar ve aklandılar. Fakat Pagan Litvanyalılara karşı verilen mücadele boyunca, intikam isteyen Polonyalılar ve Papalığın kanuni tehditleriyle yüzleşmek durumunda kaldı.
1343 yılındaki Kalisz antlaşmasıyla, Tötonlar ve Polonya arasındaki açık savaş sona erdi. Şövalyeler, Kuyavia ve Dobrozyn civarını Polonya bıraktı, Kulmerland ve Danzig’i de içine alan Pomerelia’yı ellerinde tuttular.
İddiaya göre 1337 yılında, Kutsal Roma Cermen İmparatoru IV. Louis tarafından, tüm Litvanya ve Rusya’yı ele geçirmek üzere tarikata imparatorluk imtiyazı tanınmıştı. Grand Master Winrich von Kniple (1351 – 1382)’ın yönetimi döneminde, tarikat Avrupa’nın en kalabalık ve saygın şövalyelik kurumu durumuna ulaşmıştı. (Harita 3)
İsveç Kralı Albert, Victual Kardeşler ismiyle Gotland’da korsanlık yapan grubu yenmeleri ve bu çevredeki korsan tehdidini ortadan kaldırmaları durumunda bu stratejik Baltık adasını tarikata bırakacağını taahhüt etti.1398 yılındaki bir akınla, Grand Master Konrad von Jungingen yönetimindeki şövalyeler adayı ele geçirdiler ve Victual Kardeşler isimli korsanları Gotland’dan ve Baltık Denizi’nden kovmayı başardılar.
1386 yılında, Litvanya dükü Büyük Dük Jogaila baptis olarak Katolik Hristiyanlığı kabul etti. Polonya Kraliçesi Jadwiga ile evlendi ve Wladyslaw II. Jagiello ismini alarak Polonya Kralı oldu. İki ülke arasında kurulan ve aslen kişisel olan bu bağ, tarikatın varoluş nedeni olan paganizmin ortadan kalkması gibi olasılık meydana getirmişti. Şövalyeler, başlangıçta Jagiello ile kuzeni Vytautas’ın arasını açmaya çalıştılar. Ancak Vytautas, tarikatın kendi topraklarını işgal etme niyetinde olmasından şüphelenince bu plan başarısızlıkla sonuçlandı.
Jagiello’nun baptis olarak Katolik Hristiyanlığı kabulü, resmi olarak Litvanya’nın Katolikleştirilmesini başlattı. Bundan sonra, tarikatın Litvanya’ya karşı yürüttüğü mücadelenin varlık sebebi ve Katolik amacı ortadan kalkmıştı ancak Litvanya ve Polonya ile çekişmeler ve savaşlar hep sürdü.
1407 yılına gelindiğinde, Töton Tarikatı en geniş sınırlarına ulaşmıştı. Hakimiyet alanı Prusya, Pomerelia, Samogitia,Courland,Livonya,Estonya,Gotland, Dagö, Ösel ve 1402’de Brandenburg’dan kazanılan Neumark’a uzanıyordu.
Bilimkurgu
Bilimkurgu, bilim kurgu ya da bilim-kurgu, yakın ya da uzak gelecek ile ilgili öykülerin bugün olası olmayan bilim ve teknoloji unsurlarını da kullanarak oluşturulmasıdır. Bilim kurgu bazen geçmişi de kurgulayabilir. Bilim kurgu kitap, sanat eserleri, televizyon, film, bilgisayar oyunları, tiyatro eserleri ve diğer kitle iletişim araçlarında bulunabilir. Yapısal ve pazarlama bağlamında bilim kurgu güncel gerçeklik içinde bulunmayacak kurgusal ögeler içeren yaratıcı çalışmaları tanımlamak için kullanılabilir. Bu tanımlama fantastik, korku ve ilgili tür leri de içerir.
Bilim kurgu eserlerinin fantastik eserlerden farkı hikâye kapsamındaki kurgusal ögelerin çoklukla doğa kanunları üzerine yapılmış bilimsel önermeler ya da ispatlar dahilinde olası olmasıdır (yine de hikâyedeki bazı ögeler hala tamamen yaratıcı kurgulardan ibarettir).Böylesi farklılıkların sonuçlarını keşfetmek bilim kurgunun, onu "fikirlerin edebiyatı" yapan geleneksel amacıdır. Bilim kurgu çoklukla, bilinen gerçekliğe aykırı kurgulamalar içindeki alternatif olasılıklar hakkında eğlendirici ve rasyonel olarak yazmak üzerine kuruludur.
Bu kurgulamalar:
olabilir.
Bilim kurgu çok çeşitli alt türleri ve temaları içerdiğinden tanımını yapmak zordur.
Yazar ve editör Damon Knight "bilim kurgu söylediğimiz zaman gösterdiğimiz şeydir." demiştir. Yazar Mark C. Glassy tarafından yapılan bir tanımlama bilim kurgu tanımını pornografiye benzetir: "Onun ne olduğunu bilmezsiniz ama onu görünce tanırsınız.". Vladimir Nabokov eğer tanımlamalarımızı çok dikkatli yaparsak William Shakespeare'in "The Tempest" adlı oyununun bilim kurgu olarak kabul edilmesi gerektiğini söylemiştir.
Bilim kurgu yazarı Robert A. Heinlein'e göre bilim kurgunun kısa ve kullanışlı bir tanımı, "gelecekteki olası olaylar hakkında, tamamen, gerçek dünya, geçmiş ve gelecek ile ilgili yeterli bilgiye, doğa ve bilimsel yöntemin tam olarak anlaşılmasına dayalı gerçekçi kurgular"dır. Rod Serling'in tanımı şöyledir: "Fantastik imkânsız'ın olası yapılmasıdır. Bilim kurgu ise olanaksız'ın mümkün kılınmasıdır." Lester Del Rey ise şöyle yazar: "Sadık bir hayranı bile bilim kurgunun ne olduğunu açıklamakta zorlanır,tam ve tatminkar bir açıklamasının olmam |
ası ise bilim kurgunun kolayca tanımlanabilecek sınırlarının olmamasındandır."
Forrest J. Ackerman 1954 yılında ilk olarak "sci-fi" ("kısaltma:" science fiction) terimini kullanmıştır. Bilim kurgu popüler kültüre girdikçe bu alanda aktif olan yazarlar ve bilim kurgu hayranları bu terimi düşük bütçeli, düşük teknolojili ve kalitesiz filmlerle özdeşleştirmişlerdir. 1970'lerde Terry Carr ve Damon Knight gibi bilim kurgu eleştirmenleri "sci-fi" terimini çalıntı ve kalitesiz çalışmaları gerçek bilim kurgu eserlerinden ayırt etmek için kullanıyorlardı. 1978 civarında Susan Wood ve diğerleri terimin İngilizcedeki telaffuzundan esinlenerek "skiffy" kelimesini türettiler. Peter Nicholls bilim kurgu yazar ve okurları arasındaki yaygın tercihin "SF" (ya da "sf") kısaltmasını kullanmak olduğunu yazar. David Langford'un aylık fanzini "Ansible"'da, "Diğerlerinin Bizi Gördüğü Gibi..." adında, bilim kurgu türü dışındaki insanların bilim kurguyu aşağılamak için kullandıkları sayısız "sci-fi" örneklerini sunan düzenli bir köşe vardır.
İlk bilim kurgu eserleri olarak 2. yüzyılda Lucian'ın "True History"si
, "1001 Gece Masalları"ndaki bazı hikâyeler, 10. yüzyılda "The Tale of the Bamboo Cutter", 13. yüzyılda Ibn al-Nafis 'in "Theologus Autodidactus"u, Cyrano de Bergerac'ın "Voyage de la Terre à la Lune"u, ve 17. yüzyılda "Des états de la Lune et du Soleil" görülmesine rağmen dünyayı kurgu ve hikâyecilik vasıtasıyla anlama konusunda bilim kurgunun öncelleri mitolojiye dayanır. Akıl çağı ve modern bilimin gelişmesini takiben Voltaire'in "Micromégas"ı, Jonathan Swift'in "Gulliver'in Seyahatleri" ve Kepler'in "Somnium"u ilk gerçek bilim kurgu örneklerindendir. "Somnium" Carl Sagan ve Isaac Asimov tarafından ilk bilim kurgu hikâyesi olarak gösterilir. Aya yapılan bir yolculuğu ve oradan dünyanın hareketinin nasıl göründüğünü anlatır.
18. yüzyılda roman'ın bir edebiyat türü olarak gelişmesini takiben, 19. yüzyıl başlarında Mary Shelley'in kitapları "Frankenstein" ve "The Last Man" bilim kurgu roman formunun tanımlanmasına yardımcı olmuştur; ardından Edgar Allan Poe aya seyahat ile ilgili bir hikâye yazmıştır. 19. yüzyıl boyunca daha başka örnekler de ortaya çıkmıştır. Elektrik, telgraf ve yeni ulaşım teknolojilerinin doğuşuyla birlikte Jules Verne ve H. G. Wells gibi yazarlar bilim kurgu camiasında yaygın kabul gören yeni bir tür yarattılar. Bu tür 19. yüzyıl sonlarında Britanya'da "bilimsel macera" olarak adlandırılıyordu. Edwin Abbott 'un 1884 te yayınladığı "Flatland: A Romance of Many Dimensions" gibi örneklerle bu tür çeşitlendi. "Bilimsel macera" terimi 20. yüzyıl başlarına kadar Olaf Stapledon gibi yazarlarca kullanılmaya devam etti.
20. yüzyıl başlarında ortaya çıkan ucuz bilim kurgu dergileri çoğunluğu Amerikalı olan ve "Amazing Stories" dergisinin kurucusu Hugo Gernsback ten etkilenen yeni bir yazar kuşağının doğmasına yardım etti. 1930'ların sonlarında John W. Campbell'in "Astounding Science Fiction" dergisinin editörlüğüne gelmesiyle birlikte New York City'de "Futurians" adıyla anılan, içlerinde Isaac Asimov, Damon Knight, Donald A. Wollheim, Frederik Pohl, James Blish, Judith Merril gibi isimlerin de bulunduğu büyük bir yazar kitlesi oluştu. Bu dönemin diğer tanınmış yazarları Robert A. Heinlein, Arthur C. Clarke, A. E. van Vogt ve Stanislaw Lem dir.Campbell'in "Astounding"in başında bulunduğu dönem bilim kurgu'nun altın çağı olarak kabul edilir. Bu dönemin karakteristik özelliği bilimsel başarılar ve gelişmeyi öven katı bilim kurgu hikâyeleridir. Bu dönem savaş sonrası teknolojik ilerlemelere kadar sürmüştür, sonrasında Pohl'ün yönetimindeki "Galaxy" gibi dergiler ve yeni bir yazarlar kuşağı Campbell tarzının dışında eserler vermeye başladılar.
1950'lerde "Beat kuşağı" içinde William S. Burroughs gibi kurgusal yazarlar bulunuyordu. 1960'lar ve 1970'lerin başında Frank Herbert, Samuel R. Delany, Roger Zelazny, Harlan Ellison gibi yazarlar yeni eğilimler, fikirler ve yazı stilleri keşfettiler, bu sırada çoğunluğu Britanyalı bir grup yazar da "New Wave" olarak adlandırılıyordu. 1970'lerde Larry Niven ve Poul Anderson gibi yazarlar katı bilim kurguyu yeniden tanımlamaya başladılar. Ursula K. Le Guin ve diğerleri de sosyal bilim kurgu tarzına öncülük ettiler.
1980'lerde William Gibson gibi cyberpunk yazarları geleneksel optimizm'den ayrılıp geleneksel bilim kurgu'nun ilerlemesini desteklediler. "" bilimsel doğruluktan daha fazla hikâye ve karakterlere odaklanarak "uzay operası" tarzına yeni bir ilgi oluşmasına yardımcı oldu. C. J. Cherryh'nin Uzaylılar ve komplike bilimsel mücadeleler üzerine detaylı araştırmaları belirli bir yazar gubunu etkiledi. Çevresel sorunlar, küresel ağ ve genişleyen bilgi evreninin etkileri, biyoteknoloji ve nanoteknoloji ile ilgili sorular, Soğuk Savaş'ın ardından kıtlık sonrası toplumlarına oluşan ilgi gibi konular 1990'larda ortaya çıkmış temalardandır; Neal Stephenson'un "The Diamond Age" adlı eseri bu konuları kapsamlı olarak inceler. Lois McMaster Bujold'un "Vorkosigan" romanları karakter odaklı hikâyeleri yeniden ön plana çıkardı. "Star Trek: The Next Generation" adlı televizyon dizisi, içlerinde en çok tutulanı "Babylon 5" olan bir bilim kurgu dizileri furyası başlattı. Hızlı teknolojik ilerlemenin yarattığı kaygılar ilk kez Vernor Vinge'in romanı "Marooned in Realtime" ile popüler olan "teknolojik yalnızlık" kavramı etrafında şekillendi ve diğer yazarlarca da kullanıldı.
Bilim kurgu bir yandan gelişmeyi ve gelecekteki teknolojileri eleştirirken, bir yandan da yeni fikirler ve yeni teknolojiler oluşturur. Bu konu bilimsel çevrelerden ziyade edebi ve sosyolojik olarak tartışılmıştır. Sinema ve medya kuramcısı Vivian Sobchack bilim kurgu filmi ile teknolojik hayal gücü arasındaki diyaloğu dikkatle gözden geçirir. Teknoloji sanatçıların kurgusal konuları betimlemesine etki etmez ancak kurgusal dünya hayal gücünü genişleterek bilime katkıda bulunur. Bilim kurgu'nun ilk yıllarında Arthur C. Clarke gibi yazarlarla daha yaygın olmakla birlikte, Michael Crichton gibi yeni yazarlar halihazırda olanaksız olan teknolojileri gerçeklenmeye çok yaklaştıracak yollar bulabilmektedir.
Nanoteknoloji alanında bu, Ottawa Üniversitesi profesörü José Lopez'in "Bridging the Gaps: Science Fiction in Nanotechnology" adlı makalesinde belgelenmiştir. Lopez, kurgusal evrenlerin teorik önermeleriyle bilimsel nanoteknoloji operasyonlarını ilişkilendirmiştir.
Yazarlar ve film yapımcıları geniş bir fikirler yelpazesinde eserler verirler ancak pazarlamacılar ve sanat eleştirmenleri bu edebi ve görsel çalışmaları farklı kategorilere ya da "türler" ve "alt-türler"e ayırmak eğilimindedirler. Bazı çalışmalar birden fazla tanımlanmış türe tekabül ettiğinden, diğerleri tanımlanmış türlerin dışında ya da arasında kalabildiğinden, ayrıca pazarlamacıların tür tanımlamaları ile edebi eleştirmenlerinki arasında ciddi farklılıklar olmasından ötürü, bu işlem pek kolay olmamaktadır.
Katı bilim kurgu()'nun karakteristik özellikleri, fizik, astrofizik, kimya gibi ölçülebilir bilimlerin eksiksiz detaylarına sıkı biçimde bağlı olması ya da daha ileri teknolojilerin olası kıldığı evrenleri titizlikle betimlemesidir. Gelecek üzerine yapılmış doğru öngörülerin pek çoğu katı bilim kurgu alt-türünden gelmekle birlikte çok sayıda yanlış öngörü de ortaya çıkmıştır. Örneğin Arthur C. Clarke, sabit yörüngeli iletişim uydularını doğrulukla öngörmesine rağmen "ay kraterleindeki derin aytozu katmanları" öngörüsünde yanılmıştır. Gregory Benford, Geoffrey A. Landis gibi bazı katı bilim kurgu yazarları aynı zamanda birer bilim insanıdırlar. Rudy Rucker ve Vernor Vinge ise yazarlığın yanı sıra matematikçidirler. Hal Clement, Larry Niven, Robert J. Sawyer ve Stephen Baxter bu alt-türün diğer kaydadeğer yazarlarıdır.
"Sosyal bilim kurgu" terimi psikoloji, ekonomi, politik bilimler, sosyoloji, antropoloji gibi sosyal bilimleri esas alan çalışmaları tanımlamak için kullanılabilir. Bu alandaki kaydadeğer yazarlar arasında Ursula K. Le Guin ve Philip K. Dick sayılabilir. Terim öncelikli olarak karakterler ve duygular üzerine odaklanan hikâyeleri tanımlar. SFWA Büyük Ustası Ray Bradbury bu sanatın tanınmış bir üstadıdıdr. Bazı yazarlar katı bilim kurgu ve sosyal bilim kurgu arasındaki sınırı bulanıklaştırmışlardır. Ütopya ve distopya hikâyeleri sosyal bilim kurgunun dallarıdır;"The Handmaid's Tale", "BinDokuzyüzSeksenDört" ve "Brave New World" gibi hikâyeler sosyal bilim kurgu örnekleri arasındadır. "Gulliver'in Seyahatleri" gibi fantastik ortamlarda geçen hicivsel romanlar yaratıcı kurgulamalar olarak kabul edilebilir.
"Cyberpunk" türü 1980'lerin başında ortaya çıkmıştır; "sibernetik"() ve "punk" kelimelerinin bileşimidir ve ilk olarak yazar Bruce Bethke'nin "Amazing Science Fiction Stories" dergisinin Kasım 1983 sayısında yayınlanan "Cyberpunk" adlı kısa öyküsüyle keşfedilmiştir. Daha sonra William Gibson'ın siber uzayı tanımladığına inanılan kitabı "Neuromancer" ile rafine edilmiştir. Zaman dilimi genellikle yakın gelecektir ve ortam da genellikle distopyandır. Cyberpunk'ın yaygın temaları içinde bilgi teknolojilerindeki gelişmeler, özellikle İnternet (ya da siber uzay) ve şirketlerin devletlerden daha etkin olduğu demokrasi ötesi toplumsal kontrol sistemleri sayılabilir. Nihilizm, post-modernizm ve kara film teknikleri yaygın olarak kullanılır ve lider karakterler memnuniyetsiz ya da isyankar anti-kahramanlar olabilir. Bu türün kaydadeğer yazarları William Gibson, Bruce Sterling, Alfred Bester ve Pat Cadigan'dır. James O'Ehley 1982 yapımı "Blade Runner" filmini görsel "cyberpunk" türüne kesin bir örnek olarak gösterir.
Zamanda yolculuk hikâyelerinin öncellerini 18. ve 19. yüzyıllarda görebiliriz. Bu alt-tür H. G. Wells'in "Zaman Makinası" romanıyla popüler olmuştur. Bu türdeki hikâyeler büyükbaba paradoksu gibi mantıksal sorunlar yüzünden oldukça komplikedir. Zamanda yolculuk, romanlarda ve gerek genel temalı televizyon dizilerinin içinde tek bölüm olarak (örnek:"Uzay Yolu" dizisi ""Sonsuzluğun Kıyısındaki Şehir"" bölümü), gerekse ayrı yapım olar |
ak (örnek:"The Flipside of Dominick Hide") oldukça yaygın olarak kullanılan bir konudur. 1963 yılında başlayan ve 2014 yılında devam etmekte olan "Doctor Who" adlı dizide, zaman yolculuğu ve paralel evrenlerle ilgili örnekler sunan, uzun soluklu bir dizidir. Başrol karakteri olan Doctor "Zaman Lordu"dur.
Alternatif tarih hikâyeleri tarihsel olayların farklı biçimde gerçekleşmesi önermesi üzerine kuruludur. Bu hikâyeler geçmişi değiştirmek için zaman yolculuğunu kullanabilir ya da basitçe bizimkinden farklı tarihe sahip bir evren kurabilir. Türün klasikleri arasında Ward Moore'un Amerikan İç Savaşını Güneylilerin kazandığı "Bring the Jubilee" si, II. Dünya Savaşını Almanya ve Japonya'nın kazandığı Philip K. Dick'in "The Man in the High Castle" ı sayılabilir. Adını Murray Leinster'in erken dönem hikâyesi "Sidewise in Time" dan alan "Sidewise Alternatif Tarih Ödülü" bu alt-türün en iyilerini belirler. Harry Turtledove bu alt-türün en önde gelen yazarlarındandır ve kendisinden sıklıkla "alternatif tarihin ustası" olarak bahsedilir.
Askeri bilim kurgu ulusal, gezegenlerarası ya da evrenlerarası silahlı güçlerin çatışması üzerine kurulur; öncelikli karakterler genellikle askerlerdir. Hikâyeler askeri teknoloji ile ilgili detaylar, prosedürler, törenler ve askeri tarih içerir; askeri hikâyeler tarihsel çatışmalarla paralellik ihtiva edebilir. Gordon Dickson'un "Dorsai" romanları ve Heinlein'in "Yıldızgemisi Askerleri" erken dönem örnekleridir. Joe Haldeman'ın "The Forever War" adlı eseri erken yazarların II. Dünya Savaşı dönemi hikâyelerine Vietnam Savaşı dönemi ile verdiği eleştirel bir cevaptır. Önde gelen askeri bilim kurgu yazarları David Drake, David Weber ve S. M. Stirling'dir. "Baen Books" yayınevi askeri bilim kurgu yazarlarını yetiştirmesiyle tanınır.
İnsanüstü varlıklarla ilgili hikâyeler normalin dışında kabiliyetleri olan canlıların ortaya çıkmasını konu alır. Bu durum Olaf Stapledon'un "Odd John" adlı romanında olduğu gibi doğal nedenlerden ya da A.E. Van Vogt'un romanı "Slan" da olduğu gibi kasıtlı denemelerle ortaya çıkabilir. Bu hikâyeler genellikle bu varlıkların yaşadığı yabancılaşma ve toplumun bu varlıklara olan tepkisine odaklıdır. Bu alt-tür gerçek yaşamda insan çoğaltılması konusunun tartışılmasında rol oynamıştır.
Mahşer kurgusu nükleer savaş, salgın hastalıklar ya da diğer afetler sonucunda uygarlığın sonunun gelmesini ya da afetler sonrası dünyanın durumunu konu alır. George R. Stewart'ın "Earth Abides" ve Pat Frank'ın "Alas, Babylon" romanları türün tipik örnekleridir. Mahşer kurgusu genelde afetin oluşu ve hemen sonrasıyla ilgilenirken mahşer sonrası kurgulamalar Cormac McCarthy'nin "Yol" undaki gibi yakın dönemi ya da Russell Hoban'ın "Riddley Walker" romanında olduğu gibi afetin oluşundan yüzyıllar sonrasını anlatabilir.
Uzay operası kısmen ya da tamamen uzayda geçen, ve güçlü (bazen de hayali) teknoloji ve kabiliyetlere sahip rakipler arasındaki çatışmayı da içeren romantik hikâyeler, çoklukla melodramatik maceralardır. Uzay operasının en önemli özelliği ortam, karakterler, savaşlar, güçler ve temaların çok büyük ölçekli olma eğilimidir. Bu hikâyeler tipik olarak Homer'ci geleneği takip ederler: "Küçük bir maceracı grup, kendi güçleriyle kıyaslanamayacak büyüklükteki savaşçı güçlere karşı mücadele verir". Alastair Reynolds'un "Revelation Space" serisi ve çok popüler olan "Star Wars" üçlemeleri bu türün örnekleridir.
Uzay westerni ABD'li western hikâyelerini fütüristik uzay arka planında sunmasıyla aslında Uzay Operası'nın bir alt türü olarak değerlendirilebilir. Bu hikâyeler tipik olarak yeni kolonize edilmiş ve Amerikan Vahşi Batısında olduğu gibi ekonomik gelişme ve kanunsuzluğun hüküm sürdüğü zeminlerde kurulu öncü yerleşimleri konu alır.Joss Whedon'un "Firefly" TV serisi ve devam filmi "Serenity" bu türün örnekleridir.
Bilim kurgu bir sanat türü olarak çok daha önceleri var olduğu halde, adına kavuşması için 50'li yıllarda bu şekilde adlandırmasını beklemiştir.
Teorik kurgu, bilim kurgu, fantastik, alternatif tarih(herhangi bir bilimsel ya da fütüristük öge içermeyebilir) ve hatta Jorge Luis Borges ve John Barth'ın eserlerinde olduğu gibi fantastik ögeler içeren yazınsal eserleri de içine alan geniş bir alandır. Bazı editörler büyülü gerçekçiliği de teorik kurgu türüne katarlar.
Fantastik edebiyat bilim kurgu ile yakından ilişkilidir. Pek çok yazar her iki türde de eserler vermiştir, hatta Anne McCaffrey ve Marion Zimmer Bradley gibi yazarların iki türün ortasına denk düşen eserleri de vardır. Yazarların kurduğu profesyonel organizasyonun adı "Science Fiction and Fantasy Writers of America" (SFWA), yani "Amerikan Bilim kurgu ve Fantastik Edebiyat Yazarları Birliği"'dir. Bilim kurgu kongreleri fantastik edebiyat konularını düzenli olarak gündemlerine alırlar. J. K. Rowling gibi fantastik edebiyat yazarları bilim kurgu alanındaki en büyük ödül Hugo Ödülüne layık görülmüştür. Bazı çalışmalar alt-türler arasında kesin sınırlar çizmenin ne kadar zor olduğunu göztermesine rağmen yazarlar ve okuyucular çoğunlukla fantastik edebiyat ve bilim kurgu yu birbirinden ayırırlar. Genel anlamda bilim kurgu birgün gerçekleşme olasılığı olan şeyleri anlatırken fantastik edebiyat özünde olanaksız olan şeylerden bahseder. Büyü ve mitoloji fantastik edebiyatın popüler konularıdır. Bazı öyküler aslında bilim kurgu türünde olmasına rağmen fantastik ögeler içerir. "Bilimsel fantezi" terimi zaman zaman bu tür çalışmaları anlatmak için kullanılır.
Korku edebiyatı doğa dışı ve doğaüstü üzerine kuruludur. Amacı okuyucuyu zaman zaman şiddet tasvirleri kullanarak rahatsız etmek ya da korkutmaktır. Tarihsel olarak olağandışı edebiyat olarak da bilinmektedir. Korku edebiyatı resmen bilim kurgu'nun bir dalı olmamakla birlikte pek çok korku eseri bilim kurgu ögeleri içerir. Mary Shelley'in "Frankenstein" romanı, canavarın yaratılması bilim-kurgusal bir temelde olduğundan, tam anlamıyla ilk bilim kurgu çalışması olarak tanınır. Edgar Allan Poe'nun çalışmaları da bilim kurgu ve korku türlerinin tanımlanmasına yardımcı olmuştur. Günümüzde korku edebiyatı korku filmlerinin en popüler kategorilerindendir.
Bilim kurgu baskın temadır, ancak güncel gerçekliğe dayanır. Orta edebiyat türü sayılabilir. Tom Clancy veya Michael Crichton'un romanları gibi pek çok korku eseri ya da James Bond filmleri bu türe dahil edilebilir. Kurt Vonnegut, Philip K. Dick, Stanisław Lem gibi yazarların modernist çalışmaları güncel gerçekliğe kurgusal ya da varoluşçu yaklaşımlarıyla bilim kurgu ve gizemcilik arasındaki sınırdadırlar. Robert J. Sawyer'a göre "Bilim kurgu ve gizemcilik arasında büyük bir uzlaşma vardır. İkisi de bulmaca çözmeyi teşvik eder ve akla yatkın hikâyeler gerektirirler." Isaac Asimov, Walter Mosley ve diğer yazarlar bilim kurgu eserlerinde gizemci ögelere yer vemişler ya da tam tersine gizemci eserlerinde bilim kurgu ögelerine yer vermişlerdir.
Süperkahraman edebiyat türünün karakteristik özelliği, normalin çok üzerinde yetenek ve güçleri olan varlıkların isteyerek ya da zorunluluktan dolayı bir ülke ya da evrendeki insanlara doğal ya da süper-güçlü tehditlerin bertaraf edilmesinde yardım etmeleridir. Pek çok süper kahraman karakteri isteyerek ya da kazara kendilerini ileri teknolojiler, yabancı dünyalar, zamanda ya da boyutlararasında yolculuk gibi ögeler içeren bilim kurgusal ya da gerçek olayların içinde bulurlar, fakat bilimsel akla yatkınlık oranı gerçek bilim kurguya göre düşüktür. Bu türün yazarları arasında Stan Lee (Örümcek Adam, Fantastik Dörtlü,X-Men ve Hulk'un yaratıcılarından); Marvel Comics için "Blade" i ve DC Comics için "The New Teen Titans"ı yaratan Marv Wolfman, "Uzay Yolu", "Smallville" TV serisi "Örümcek Adam" ve "X-Men" romanlarıyla Dean Wesley Smith ve "Supermen" in yazarları Roger Stern ve Elliot S. Maggin sayılabilir.
Bilim kurgu hayranlarının oluşturduğu topluluk bir edebiyat ve fikir camiasıdır. Yeni fikirlerin toplumun geniş kitlelerine yayılmadan önce ortaya çıkıp geliştiği bir kültür ortamıdır. Bu camianın üyeleri bilim kurgu fanları olarak bilinir. Bu kitle birbirleriyle bilim kurgu kongreleri ve kulüpleri, yazılı ve sanal fanzinler, internet siteleri, adres listeleri ya da diğer vasıtalarla sürekli olarak temas halindedirler.
Bilim kurgu hayranları topluluğu "Amazing Stories" dergisindeki "Mektuplar" köşesinden ortaya çıkmıştır. Kısa süre içinde bilim kurgu hayranları birbirlerine mektuplar yazmaya, fanzin olarak bilinmeye başlanan gayri resmi yayınlarda görüşlerini paylaşmaya başladılar. Düzenli irtibat kurulduktan sonra bilim kurgu fanları birbirleriyle tanışmak istediler ve yerel kulüpler kuruldu. 1930'larda ilk bilim kurgu kongresi geniş bir bölgedeki bilim kurgu fanlarını bir araya getirdi. Internet ortaya çıkıp daha geniş kitleler arasında iletişim kurulana dek kongreler, kulüpler ve fanzinler bilim kurgu hayranlarının yoğunluklu aktivite türleri olarak kaldı.
Bilim kurgu dünyasının en saygı duyulan ödülleri Dünya Bilim Kurgu Cemiyeti'nin dağıttığı Hugo Ödülü ve SFWA'nın dağıttığı
Nebula Ödülü dür. Bilim kurgu sinemasının kaydadeğer bir ödülü ise Saturn Ödülü dür. Her yıl Bilim Kurgu, Fantezi ve Korku Filmleri Akademisi tarafından dağıtılır.
Kanada'daki Aurora Ödülü gibi ulusal ödüller, Orycon'da dağıtılan ve KuzeyBatı Pasifik'ten gelen çalışmalara verilen Endeavour Ödülü gibi bölgesel ödüller Chesley Ödülü gibi özel ilgi alanlarının ya da alt-türlerin değerlendirildiği ödüller de vardır. Lotus Ödülü gibi, dergilerin yaptığı okuyucu oylamaları sonucunda dağıtılan ödüller de mevcuttur.
Dünyanın çeşitli şehirlerinde düzenli olarak yerel, bölgesel, ulusal ya da uluslararası katılımlı bilim kurgu kongreleri gerçekleştirilir. Genel ilgi alanlı kongrelerde bilim kurgu'nun tüm konuları işlenirken diğer kongreler ise "medya hayranlığı", filking, gibi özel ilgi alanlarına odaklıdır. Medyaya yönelik pek çok aktivite ticari sponsorlar tarafından organize edilmekle birlikte kongrelerin çoğu kar amacı gütmeyen organizasyonların gönüllü çalışmaları ile gerçekleştirilir. Kongre aktiv |
iteleri "program" olarak adlandırılır. Bunlar paneller, okuma ve imza seansları, maskeli balolar ve diğer etkinlikler olabilir. Kongre boyunca sürekli olarak gerçekleştirilen satış standları, sanat gösterileri, ikram ve ağırlama salonları gibi aktiviteler programın parçası değildir.
Kongreler ödül törenlerine evsahipliği de yapabilir, örneğin Hugo Ödülü her yıl Worldcon kongresinde sahibini bulur. Bilim kurgu kulüpleri, yıl boyunca bilim kurgu fanları için çeşitli aktiviteler düzenlerler. Bunlar devam eden bilim kurgu kongreleri ile bağlantılı ya da düzenli kulüp toplantıları şeklinde olabilir. Pek çok grup kütüphanelerde, üniversitelerde, halk merkezlerinde, pub ve restoranlarda ya da üyelerin evlerinde toplanırlar. "New England Bilim Kurgu Derneği" ve "Los Angeles Bilim ve Fantezi Cemiyeti" gibi köklü grupların toplantılar ve kongre malzemeleri ile araştırma materyallerini depolamak için kullandıkları kulüp binaları vardır.
"Amerikan Bilim kurgu ve Fantastik Edebiyat Yazarları Birliği" (SFWA), 1965 yılında Damon Knight tarafından profesyonel bilim kurgu yazarları camiasına hizmet için kar amacı gütmeyen bir organizasyon olarak kurulmuştur. Hayran topluluğu "media fandom", "Society for Creative Anachronism", "gamer(ya da gaming)", "filker(ya da filking)" ve "furry fandom" gibi ilgili grupların doğuşuna yardımcı olmuştur.
İlk bilim kurgu fanzini "The Comet" 1930 yılında yayınlandı. Fanzin basım teknikleri yıllar geçtikçe "hektograf", "mimograf" ve "ditto makinesi" nden modern fotokopi ye dönüştü. Üyelik potansiyeli modern basım tekniklerinin kullanılması için çoğunlukla yeterli olmamaktadır. Modern fanzinler bilgisayar yazıcısı çıktısı olarak basılmakta, yerel fotokopi merkezlerinde çoğaltılmakta ya da sadece e-mail ile gönderilmektedir.
Günümüzde en iyi bilinen fanzin David Langford tarafından yayımlanan pek çok Hugo ödülü almış "Ansible" dır. Diğer ödüllü fanzinler arasında "File 770", "Mimosa", ve "Plokta" sayılabilir. Fanzinler için yazan Brad W. Foster, Teddy Harvia and Joe Mayhew gibi yazarlar bu alanda öne çıkmışlardır. Hugo ödüllerinin içinde de "En iyi Fanzin yazarı" adında bir kategori vardır. En eski sanal fan kulübü SF Lovers ilk başta bir adres listesine text olarak düzenli gönderilmeye başlamıştır. 1980'lerde Usenet grupları sanal fan zincirini büyük oranda genişletti. 1990'larda Küresel Internet ağının gelişmesi bilim kurgu fanlarının sayısını dünya çapında binlerden milyonlara çıkardı. Bu konuda binlerce web sitesi kuruldu. Bunların çoğu küçük ve dar kapsamlı olmakla birlikte "SF Site" gibi bazı siteler geniş bir içeriğe sahiptir.
"Fan edebiyatı" terimi bilim kurgu hayranları tarafından yaratılan, kar amacı olmayan, kitap, film ya da televizyon serileri için Kullanılır. Terimin modern anlamı 1970'lerden önceki "bilim kurgu fanatiklerinin fanzin'lerde yayımlanan öyküleri" anlamı ile karıştırılmamalıdır. Walt Willis'in "Goon" hikâyeleri bu türe bir örnektir. Son yıllarda bilim kurgusal evrenlerin işbirliğiyle oluşturulmasını teşvik eden Orion's Arm, Galaxiki gibi siteler ortaya çıkmıştır. Zaman zaman bilim kurgu eserlerinin telif hakkı sahipleri bilim kurgu fanlarına yaptıkları işe son vermeleri için avukatları aracılığıyla yasal uyarılar göndermişlerdir.
Bilim kurgu araştırmaları, bilim kurgu eserleri, filmler ve yeni medya türleri üzerine yapılan kritik değerlendirmeler, yorumlar, tartışmalar, fan kulüpleri ve fan edebiyatını kapsar. Bilim kurgu araştırmacıları bilim kurguyu ve bilim kurgunun bilim, teknoloji, politika ve kültür ile ilişkilerini kapsamlı bir araştırma konusu olarak alırlar. Bilim kurgu araştırmalarının tarihi 20. yüzyıl başlarına dayanmasına rağmen "Extrapolation" (1959), "Foundation - The International Review of Science Fiction" (1972), "Science-Fiction Studies" (1973) gibi akademik yayınlar ve 1970'lerde kurulan "Bilim Kurgu Araştırmaları Birliği", "Bilim Kurgu Vakfı" gibi kurumlar sayesinde ayrı bir disiplin olarak tanımlanmıştır.1970'lerde bu alan bilim kurgu akademisyenleri ile bağlantılı pek çok yeni dergi, organizasyon ve konferans, ve Liverpool ile Kansas üniveristelerinin açtığı akademik bilim kurgu programlarıyla ciddi oranda büyümüştür.
"Ulusal Bilim Vakfı", "Toplumsal Eğilimler ve Toplumsal Algılama" ve "Bilim Kurgu ve Düzmece Bilim" konulu araştırmalar yapmıştır. Bu araştırmalar sonunda varılan bazı sonuçlar şunlardır: "Bilim kurguya olan ilgi insanların bilim konusundaki düşünce ve yaklaşımlarını etkileyebilir... bir araştırma sonucuna göre bilim kurgu romanlarını tercih etmekle uzay programını desteklemek arasında güçlü bir ilişki vardır... aynı araştırma sonuçlarına göre bilim kurgu eserleri okuyan öğrenciler diğer öğrencilere göre dünyadışı varlıklar ile temas kurulmasını daha olası ve istenen bir şey olarak görmektedirler (Bainbridge 1982)".
Tür ve camia olarak çoğunlukla ABD ve Birleşik krallıkta gelişmiş olmasına rağmen bilim kurgu dünya çapında bir olgudur. Bilim kurgu'yu belirli ülkeler ve İngilizce harici dillerde de geliştirme amaçlı organizayonlar, ülke, dil ya da türe özgü ödüller gibi oldukça yaygındır.
Tanınmış Alman bilim kurgu yazarları arasında "The Carpet Makers" ve "Eine Billion Dollar" kitapları büyük başarı kazanmış olan beş kez "Kurd-Laßwitz-Ödülü" sahibi Andreas Eschbach, "The Swarm" adlı kitabında bilimsel korku ve bilim kurgu ögelerini bir mahşer senaryosu ile birleştiren Frank Schätzing sayılabilir. "Die Zeit" a göre Alman dilinde yazan en önde gelen yazar Avusturyalı Herbert W. Franke'dir.
Alman dilinde yayınlanan tanınmış kitap serisi "Perry Rhodan" 1961 yılında çıkmıştır. Bugüne kadar satılan bir milyarın üzerinde kopya ile dünyanın en başarılı bilim kurgu kitap serilerindendir.
İngilizce "science fiction" olan türün adını Türkçeye "bilim kurgu" olarak kazandıran Orhan Duru'dur. Çizgi roman alanında, Yalçın Didman'ın Eksi Seksen ismli kitapla başlattığı Ayılı Adam serisi, post-apokaliptik bilim-kurgunun Türkiye'deki en belirgin örneğidir.
Uğur Uludağ'ın yazdığı Üçüncü Türden Yakın İlişkiler, Türkiye'nin ilk bilim-kurgu tiyatro oyunudur. Aynı isimli oyunun devamı olan "Üçüncü Türden yakın İlişkiler 2" ise, dünya tiyatrosunda - sequal anlamdaki ilk devam oyunudur. Her iki oyun da Espri Standartları Enstitüsü Kurumu tarafından 2001-2004 seneleri arasında oynanmıştır. Serinin ilk oyunu Türkiye'de 130.000 kişi tarafından izlenmiştir. Daha sonraları yazar, her iki oyunu birleştirip genişletmek suretiyle aynı isimli bir roman da çıkarmıştır.
Avustralya: David G. Hartwell'in belirttiği üzere Avustralya bilim kurgusu pek çok yönden Avustralyalı olmamasına rağmen, bilim kurgu, fantastik ve korku edebiyatı alanlarında uluslararası platformda eserler veren çok sayıda Avustralyalı yazar vardır. Bu durum Avustralya iç pazarının küçük nedeniyle dış satışların çoğu Avustralya kökenli yazar için önemli olmasıyla açıklanabilir.
Edebiyatta bilim kurgu türünün tanınmış isimlerinden bazıları şunlardır:
Auguste Villiers de l'Isle-Adam
Jean-Marie-Mathias-Philippe-Auguste, comte de Villiers de l'Isle-Adam (7 Kasım 1838 - 19 Ağustos 1889), Fransız bilim kurgu roman yazarı.
Havva
Havva, değişik inançlarda ve İbrahimi dinlerde ilk insan Âdem'in eşidir. Bu dinlere göre tüm insanlar Âdem ve Havva'nın çocuklarıdır. Bazı Batı dillerinde Eski Ahit'ten geldiği şekliyle Eva diye adlandırılır.
Milattan önce 1. binyılda El (tanrı)'in karısı, Elohim'in annesi, Semitik bir ana tanrıça olan "Asherah"a "Chawat" adı verilir buradan Arami dilinde Havva, İngilizce eve ismi türetilir. Ela/Elat-Asherah – İlahi-evrensel anne. Böylece o insan, hayvan ve ürünlerin verimliliğini sembolize eden, besleyen, destekleyen bir akıl idi. Asherah hayat ağacı ile sembolize edilmişti. Ela veya Elat El (tanrı)'in dişi formudur ve tanrıça anlamına gelir. Asherah'ın MÖ 1. binyıldaki adı İbranicede hawah, İngilizce "eve" olan havva dır. O'nun tam adı Rabat Chawat, Büyük hanımefendi tanrıça Havva idi ve yılanla sembolize edilirdi.
Sümer inancındaki Tanrıça Nin-ti (kaburga kemiğinin kadını, can veren kadın) Havva'nın yaratılış efsanesindeki "Âdem'in kaburga kemiği" imgesinin kaynağı olarak düşünülmektedir. Eva (Eve, Havva) ile benzeşik bir söyleyişe sahip olan Ea, Adapa efsanesinde Tevratın havva figürüne benzer şekilde Adapa'yı yönlendirir. Ayrıca Türk mitolojisindeki Eje karakteri ile benzerlik kurulmaktadır.
Diğer araştırmalara göre Havva, amarna mektuplarında belirtildiği gibi geç bronz çağında Kudüste tapınılan bir tanrı olan "Hurriler"in tanrıçası "Kheba" dan gelmektedir. "Kheba"nın Kiş (sümer) krallığında 3. hanedanın 1. kraliçesi olan "Khabu"dan türediği ileri sürülmüştür. Yunanca “gençlik tanrıçası” olan “Hebe”, aşk tanrıçası Hera ve Hitit Tanrıçası “Hepa” “Havva” mitinin diğer olası kaynaklarıdır.
Hebe; “Hebe, Hitit yazıtlarında Hepa, Hepat ya da Hepatu diye adlandırılan tanrıça Güneş tanrıçası Arinna’nın Yunancalaştırılmış adı olmalıdır. Hitit yazıtlarında, bu tanrıçaya, ‘sedir ağaçlarının ülkesinde’ tapıldığı belirtilir. Sedir ağaçlarının ülkesi, Lübnan, Filistin’dir.
Hepat’ın sonraki tarihi dönemlerde başka kültürlerde ortaya çıkan yansımaları da “Ana” kimliği çerçevesinde olmuştur. MÖ 1. binyılda hiyeroglif yazıtlarda Ha-pa-tu, He-ba-tu ve Hi-pa-tu şekillerinde karşımıza çıkar. Lykçe yazıtlarda ise Hepat, hba-eni olarak ifade edilmektedir ki anlamı “Heba Ana”dır; Heba/Hepat isminin Sami dillerdeki karşılığının Tevrat’ın Genesis
bölümündeki Havva/Eva olduğu öne sürülmektedir
Sosyolojik bakış açısıyla Orta Doğu coğrafyasında değişik mitolojilerde benzer telaffuzlara sahip “ana tanrıça” figürünün evrimiyle tektanrıcı İbrani ataerkil kültüründe ölümlü ve günahkar bir kadın şekline indirgendiği ve yaratılış mitosunun bir figürü halinde yeniden yaratılmış olduğu görülmektedir.
Bir başka çalışma ise Havva'yı Hint bereket ve doğurganlık tanrıçası Shiva ile ilişkilendirmektedir.
Yahudilere göre kadının iki tür yaratılışı bulunmaktadır.
Birincisinde kadın, Âdem’le birlikte yaratıldığında, Âdem kadına hükmetmeye çalışır. Kadın “İkimiz de aynı maddeden yaratıldık, ban |
a hükmedemezsin” der, Âdem’i terk eder ve cin olur.
Yalnız kalan Âdem Tanrı’dan bir eş ister. Tanrı “Bu kadını nasıl yaratsam da Âdem’e isyan etmese” diye düşünür. “Âdem’in gözünden yaratsam her şeyi görür; ağzından yaratsam geveze olur; ayağından yaratsam hep gezer; elinden yaratsam hırsız olur. Ben bu kadını en iyisi kaburgasından yaratayım da ona tabi olsun” der. Bu kaburga hikâyesinin Sümer bağlantısına işaret edilir.
Yahudi kaynaklarına göre Âdem ile beraber ilk yaratılan kadın Havva değil Lilith'dir. Ancak Lilith Âdem ile aynı zamanda yaratıldığını öne sürerek Âdem'e eşlik etmeyeceğini ileri sürmüş ve Tanrı daha sonra Âdem'in kaburga kemiğinden Havva'yı yaratmıştır. "Ve Rab Tanrı dedi: Âdem’in yalnız olması iyi değildir; kendisine uygun bir yardımcı yapacağım. Ve Rab Tanrı, Âdem’in üzerine derin bir uyku getirdi ve o uyudu, onun kaburga kemiklerinden birini aldı ve yerini etle doldurdu. Ve Rab Tanrı Âdem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratıp onu Âdem'e getirdi. Ve Âdem dedi: Şimdi bu benim kemiklerimden kemik ve etimden ettir, bu insandan alındığı için ona "nisa" ismi verilsin dedi. Ve Âdem karısının ismini Havva koydu, çünkü bütün yaşayanların anası oldu." Tevrat’ın anlatışına göre; Havva, “hayat” ya da “hayatı olan” anlamındadır. Talmud’a göre Havva, Âdem’in on üçüncü kaburga kemiğinden yaratılmıştır.
""Biz insanı pişmiş çamurdan, değişmiş cıvık balçıktan yarattık."" (Hicr Suresi : 26)
""……. sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan eşini yaratıp ve o ikisinden birçok erkek ve kadın türeten ……….""(Nisa Suresi :1)
""Biz insanı muhakkak ki çamurun özünden yarattık."" (Müminun suresi, 12)
"Kadınlar hakkında hayır tavsiye ediniz. Çünkü kadın, eğri “kaburga kemiği”nden yaratılmıştır. Kaburga kemiğinin en eğri tarafı, en üst tarafıdır. Onu doğrultmaya çalışırsan kırarsın, hali üzerinde bırakırsan öyle kalır.”
Ancak Kuran'da Havva ismi ve Âdem'in kaburga kemiğinden yaratıldığı geçmez. Kuran'da ikisinin de tek bir nefisten yaratıldığı belirtilir.
Âdem ve Havva yaratılmış oldukları mutlu cennetlerinden işledikleri günah sebebiyle kovulurlar. Yılan ya da şeytan Havvayı, Havva da Âdem’i kandırır. Yahudi ve Hıristiyan kaynaklarında Havva ilk günahı işleyen insandır, Âdem onun vasıtasıyla yasak meyveyi yemiştir. Kur'an'da ise her ikisi de kınanmakla beraber suç doğrudan Âdem'e izafe edilir. Yaratılış mitosundaki başka bazı unsurlar gibi iyiyi kötüden ayırt edebilme yetisi veren bilgelik ağacının meyvesinden yeme ve yılan motifinin de Sümerlerin Adapa efsanelerinden kaynaklandığı ifade edilmiştir.
Hıristiyan kaynaklar Âdem-Havva ikilisinin günahından tüm insanları sorumlu tutarlar. İsa'nın bu günahı kaldırmak için geldiğine inanırlar.
Sufi inancına göre ise Âdem-Havva Kıssası, büyük ölçüde semboliktir. Âdem, insanoğlunu temsil etmekte olup, yasak meyveyi yiyen ve Âdem'i de suça ortak eden Havva insan nefsini (egoyu) sembolize etmektedir. Bununla birlikte peygamber olarak gelen bir Âdem ve eşi Havva aynı zamanda gerçek kişiliklerdir. Bahailer de bu açıklamaya katılırlar.
Ateizm
Ateizm, tüm tanrılara ve ruhsal varlıklara olan metafizik inançları ve dinleri reddeden; doğruluğuna inanılan gerçekliği inanç yoluyla açıklamayı kabul etmeyen bir felsefi düşünce akımıdır.
Ateistler, bazen ""tanrıtanımaz"" kelimesiyle anılsalar da, bu isimlendirme "var olan bir tanrıyı reddetme" fikrine atıfta bulunduğu için ateistler tarafından kabul görmez. Ateizm inanç koşullanmalarını, hayalî yaratıkları ve olayları reddeder. Ateist bakış açısıyla tanrının yanı sıra tüm metafizik inançlar ve tüm ruhanî varlıklar da reddedilir.
Kelime anlamında da belirtildiği üzere; ateizm, din ile ilgili bir kavram değil, tanrı ile ilgili bir kavramdır. Dinlerin varlığı, dinlerin tanımının ne olduğu, dinlerin iyi mi yoksa kötü mü olduğu ateizmin konusu ve tartışma alanı dışındadır. Ateizm, her tür metafiziği reddettiği için, kendini metafizik ögeler üzerinden temellendiren dinlerin metafizik boyutlarını da reddeder. Yani bu, özellikle dinlere karşı sergilenen bir duruş değil, genel olarak tüm metafizik inanışlara karşı bir duruştur.
Ateizm sıklıkla "dinsizlik" ile özdeşleştirilse de, Budizm gibi bazı Uzak Doğu dinlerinde de "yaratıcı" anlamında bir tanrının varlığına rastlanmaz. Bu yönüyle de ateizm ile dinsizlik birebir örtüşmez. Deist akımlara bakıldığında da, tanrıya inancın olduğu ancak dinlerin kabul edilmediği görülür.
Ateizm, anti-teizm yani teizm karşıtı demek değildir ve bir "tepkisellik" anlamı içermez, zira metafizik ögelerin "var olmadığını" savunmak için metafizik ögelerin "var olması" gerekmez. Ateizm, yalnızca bir "durum" ifadesidir. Sadece tanrı veya tanrıların ve metafizik ögelerin var olmadığını söyler.
Ateizm; yaratıcı ve müdahaleci bir tanrıyı kabul eden teizmden, yaratıcı ancak müdahaleci olmayan bir tanrıyı kabul eden deizmden, her şeyi kapsayan içkin bir tanrı veya evrenin ya da doğanın Tanrı ile aynı olduğunu savunan panteizmden ve Tanrı'nın hem evrenin kendisi hem de evrenin ötesinde (aşkın) olduğunu savunan panenteizmden; ayrıca, Tanrı'nın varlığı ve yokluğu konusundaki soruları "cevaplandırılamaz" diyerek cevapsız bırakan agnostizmden; Tanrı'yı, "kesin olarak" reddetmesiyle ayrılır.
Günümüzde, dünya nüfusunun % 2,3’ü kendini ateist, %11,9’u dinlere inanmayan olarak tanımlamaktadır. Bu oran Rusya’da %48’in üzerine çıkmakta, Japonya’da ise %64 ila %65 arasında seyretmektedir. Avrupa Birliğinde oran, %6 ile İtalya ve %85 ile İsveç arasında değişkenlik göstermektedir. 2006 yılı istatistiklerine göre ise Türkiye'de ise bu oran %2,5-%3 arasındadır.
Ateist, tarih boyunca insanların var olduğunu iddia ettiği tanrıların tamamını hayal ürünü addeden kişidir. Ateizm bir inanç değildir. Çoğu zaman yanlış ifade edildiği şekli ile (tanrıtanımaz kelimesinde olduğu gibi) "Tanrı'yı inkar eden" kişi değildir. Çünkü "inkar" varolan bir şeyin reddedilmesi anlamı taşır, oysa ateistlere göre herhangi bir tanrı var olmadığı için onun "inkar edilmesi" de yanlış bir terminolojik kullanım olacaktır.
Ateizm kelimesinin kökleri Eski Yunancaya dayanır. Theos, Yunanca "tanrı" demek olup atheos sözcüğündeki "a" ön takısı olumsuzluk belirtir. Fransızca ""athéisme"" kelimesi "atheism" olarak 1587 civarında İngilizceye girmiş, Türkçeye de Fransızcadan benzer şekilde uyarlanarak "ateizm" olarak alınmıştır.
Tanrı kelimesinin Türkçedeki "-sız" eki ile olumsuz hale getirilmesi ateizmin ifade ettiği anlamı vermez. Bu, "tanrısız" yani "tanrısı olmayan" anlamını verir. Ateizmin ifade ettiği anlam, "bir tanrının veya tanrıların var olmayışı"dır. Yani, "varoluş ile ilgili" bir olumsuzlama söz konusudur.
Ateizm ile ilgili sözcükler de 1587’den hemen sonra türemiştir. Deist 1621’de, Teist 1662’de, Teizm 1678’de, Deizm ise 1682’de ortaya çıkmıştır. Deizm, ilk olarak bugünün Teizm’i yerine kullanılsa da daha sonraları ayrı bir felsefi terim olarak kalıcılığını korumuştur.
Karen Armstrong, “16., 17. ve 18. yüzyıllar boyunca “ateist” sözcüğü polemiklerde küfür olarak kullanıldı. Kimse kendine ateist demeyi aklının ucundan geçirmezdi.” demiştir. Ateizm, bireysel inanç durumunu ifade etmek için ilk defa 18. yüzyıl Avrupa’sında tek tanrılı İbrahimi dinlere inanmayışı ifade etmek için kullanılmıştır. Bu sözcüğün Tanrı’ya inanmayışı ifade etmesi için 20. yüzyıla gelinmesi beklenecekti.
Ateizmin kökeni ilk dinlerin ve onların ortaya koyduğu tanrı düşüncesinin ortaya çıkışına kadar uzanır. Antik Çağ'da Yunan maddeciliğinin temsilcileri Anaksimandros, Anaksogoras, Demokritos ve Epikuros ateizmin en ünlü temsilcisidir. Orta Çağ'a gelindiğinde kilisenin dayattığı gericilikten ötürü hiç kimse dinlerle çelişen düşüncelerini açıkça ortaya koyamamıştır. 18.yüzyıl Aydınlanma çağında Baron d'Holbach ve Denis Diderot gibi dine karşı tepkileri koyan düşünürler olduysa da, ateizm en parlak dönemini 19-20.yüzyılda Ludwig Feuerbach, Karl Marx, Friedrich Engels, Vladimir Lenin ve diğer bütün diyalektik maddeci filozoflar ile geçirmiştir.
Hinduizm’in teist bir inanç olmasına karşın ateist bir ekole erken dönemlerde rastlanmaktadır. MÖ 6. Yüzyılda Hindistan’da ortaya çıkmış, gayet maddeci ve teizme karşı bir ekol olan Carvaka, büyük bir ihtimalle Hindistan tarihinin en ateist ekolünü oluşturmuştur. Hint felsefesinin bu bölümü, heterodoks olarak Hinduizm’in diğer altı Ortodoks ekolü ile beraber dikkate alınmamıştır. Ama Hinduizm’in maddeci hareketi açısından kayda değer bir ekoldür.
Hindistan’da Tanrı’nın kabul edilmeyişi Jainizm ve Budizm’de de görülmektedir.
Batı dünyası ateizminin Sokrates öncesi dönemden kök alan kendi öz geçmişi vardır. Fakat bu, Aydınlanma dönemine kadar farklı bir tarzda ortaya çıkmadı. MÖ 5. yüzyılda yaşamış olan Diagoras, mistizmi ve inancı güçlü bir şekilde irdelediği bilinen ilk ateisttir. Critias’ın görüşü, dinin insanlar tarafından yaratıldığı ve insanları korkutarak onlara belirli kurallar dayatan bir sistem olduğudur. Demokritos gibi maddeciler ise evreni ruhani ve mistik kavramlar olmadan saf maddeci yöntemlerle açıklamaya çalışmışlardır. Sokrates öncesi dönemde ateist görüşlere sahip olan diğer filozoflar arasında muhtemelen Prodikos ve Protagoras da vardı. MÖ 3. yüzyılda yaşamış olan Teodorus ve Straton da Tanrı’nın varlığına inanmayan filozoflardı.
Sokrates, mevcut tanrıları sorgulamaya ilham verdiği gerekçesi ile suçlanmıştır. O, ruhlara inanan bir insan olarak tam manasıyla ateist olamayacağını ifade etse de idama mahkûm olmaktan kurtulamamıştır.
Euhemerus’a göre tanrılar sadece kutsallaştırılmış hükümdarlar, fetihçiler ve geçmişin kurucularıdır. Onların dinleri ve mezhepleri, yok olmuş krallıkların devam eden politik yapılarıdır.
Yine bir maddeci olan Epikuros, ölümden sonraki hayatın varlığı ve bireysel kutsiyetler içeren pek çok dinsel doktrinde fikir yürütmüştür. Ona göre ruh tamamen maddesel ve ölümlüdür. Epikurosçuluk, tanrıların yokluğunu iddia etmese de var olmaları halinde insanlıkla alakasız olacaklarını ifade eder.
Romalı şair Lukretyus da tanrıların olması halinde bunların insanlıkla alakasız olacaklarını v |
e doğal yaşama kesinlikle müdahil olmayacaklarını söylemiştir. Bu yüzden insanlığın doğaüstü varlıklardan korkmamaları gerektiğini belirtir. Kozmos, atom, ruh, ölümlülük ve din gibi konulardaki Epikurosçu görüşlerini De rerum natura (Varlıkların Doğası Üzerine) adlı eserinde dile getirerek Epikuros’un felsefesini Roma’da tanıtmıştır.
“Ateist”in anlamı antik yunan boyunca değişiklik göstermiştir. Erken dönem Hristiyanları, kendi tanrılarına inanmadıkları için paganlar tarafından ateist olarak yaftalanmıştır hatta Roma İmparatorluğu döneminde, Roma tanrılarını reddettikleri için idam edilmişlerdir. Hristiyanlığın Roma tarafından kabul edildiği 381 yılından sonra ise yeni egemen dine aykırı olanlar suç işlemiş sayılmıştır.
Ateizm, orta çağ Avrupa'sında çok nadir görülen bir görüştü. O dönemde metafizik, din ve teoloji egemen olan akımlardı. Ama bu dönemde dahi heterodoks anlayıştan farklı olarak şekillenen, doğa, yücelik, Tanrı’nın erdemi gibi konularda farklı görüşler vardı. Johannes Scotus Eriugena, David of Dinant, Amalric of Bena ve Brethren of the Free Spirit gibi gruplar, hristiyanlığa panteist bir bakış açısı katıyordu.
Rönesans ve Reform dönemleri, dini coşku içerisinde bir dirilmeye tanık olmuştur. Yeni dini kurallar, popüler dini düşkünlükler ve yükselen sade Protestan kurallarını benimseyen Kalvinizm gibi tarikatların oluşması bunun ispatıdır.
Hristiyanlığı sorgulamanın yaygınlaşmasının arttığı dönem 17. ve 18. yüzyıllar oldu. Bu konuda Fransa ve İngiltere başı çeken iki ülke oldu. 17. yüzyılın sonlarına doğru pek çok deist hristiyanlıkla dalga geçerken ateizme tepeden bakıyorlardı. Deist fikirlerinden arınarak ateist olan ilk kişi, bilindiği kadarıyla 18. yüzyılın başlarında yaşamış olan bir Fransız papaz, Jean Meslier’dir. Türkçeye Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle çevirilen “Sağduyu” isimli kitabın yazarı olan Meslier, Baron d’Holbach ve Jacques-André Naigeon gibi ateist düşünürlerden etkilenmiştir.
Fransız İhtilali, ateizmi kapalı salon sohbetlerinden halkın içerisine taşımıştır. Devrim, pek çok din adamını ve özellikle de ruhban sınıfı Fransa’dan kovmuştur.
I. Napolyon döneminde, Fransız halkının laikleşmesi kurumlaştırıldığı gibi devrimin İtalya’nın kuzeyine ihracı da gerçekleşti. 19. yüzyılda pek çok ateist ve din karşıtı felsefeye sahip düşünür, bütün güçlerini siyasi ve toplumsal devrime adadılar. Onların bu çabaları 1848 devrimlerini kolaylaştırdı ve yükselen uluslararası sosyalist harekete öncülük etti.
19. yüzyılın ikinci yarısında pek çok ünlü Alman filozof tanrısal olguları reddetti. Ludwig Feuerbach, Arthur Schopenhauer, Karl Marx, Friedrich Engels ve Friedrich Nietzsche bunların başlıcalarıydı.
20. yüzyılda ateizm kendini daha çok pratik ateizm olarak sahneledi. Bu dönemde ateizm; varoluşçuluk, nesnelcilik, seküler hümanizm, nihilizm, pozitivizm, Marksizm, feminizm ve genellikle bilimsel ve ulusalcı hareketlerde yer edindi.
20. yüzyılda ateizm, Marks ve Engels’in çalışmalarıyla kendine politik arenada da yer buldu.
1966’da Time dergisinin “Tanrı Öldü mü?” sorusu, Dünya’nın yarıya yakınının “dinsiz” bir yönetim altında bulunduğunu ortaya çıkardı. Ertesi yıl, Arnavutluk’un sosyalist lideri Enver Hoca, ülkesinin tüm dini kurumlara kapatıldığını söyleyerek resmi düzeyde ilk ateist devleti ilan etmiş oldu.
Ateizm, tarih boyunca çok çeşitli şekillerde sınıflandırılmıştır. Negatif ve pozitif ateizm, ateizmin güçlülüğü ile alakalıyken, esas ayrım ateizmin teorikliği ve pratikliği arasındadır. Teorik ateizmin dallarının her birinin kendine göre mantıksal ya da felsefi dayanakları varken, pratik ateizmin belli başlı dayanakları yoktur. Pratik ateizmde genel bir ilgisizlik ve Tanrı fikri konusunda bilgisizlik görülür.
George H. Smith'in sınıflandırmasına göre ateizmin "negatif ateizm" (ya da "zayıf ateizm") ve "pozitif ateizm" (ya da "güçlü ateizm") olarak iki çeşidi vardır.
Negatif ateizm, Tanrı'nın varolmasını prensip olarak mümkün görmekle beraber, varolduğuna dair hiçbir gerekçe bulunmadığı gerekçesiyle Tanrı'yı reddeder.
Pozitif ateizm ise, Tanrı'nın varolmasını Tanrı kavramının geçerli bir şekilde tanımlanmadığı, içinde çelişkiler taşıdığı veya absürd olduğu gibi gerekçelere dayanarak mümkün görmez.
Negatif ateizmde bir iddia yoktur, sadece bir ret vardır. Pozitif ateizmde ise hem bir ret, hem de bir karşıt iddia vardır. Pozitif ateistin yaklaşımı ise, "Tanrı'nın varolması mümkün değildir" şeklindedir.
İkisi de sonuçta Tanrı kavramını reddetmek noktasında birleştiğinden, ateizm başlığı altında tanımlanırken ikisinin ortak noktası olan "Tanrı'ya olan inançsızlık" kullanılır. Çünkü bu inançsızlığın sebebi ne olursa olsun, ister delil yetersizliği, ister Tanrı kavramının anlamsızlığı veya absürdlüğü, isterse Tanrı kavramıyla hiç karşılaşmamış olmak olsun, hepsinin ortak noktası kişide Tanrı inancının varolmamasıdır.
Bu görüşe göre Tanrı’nın varlığı reddedilmiyor ama ona önemsiz ve gereksiz bir yer veriliyor. Pratik ateizmde, Tanrı ne bu dünyaya müdahale eder ne hayata herhangi bir amaç katar ne de her gün sizi etkiler.
Teorik ateizm, teizmin karşısına net olarak tez koyabilen ateizm çeşididir. Bu tezler ontolojik, epistemolojik, psikolojik, sosyolojik, ekonomik ve mantıksal olabilir.
Epistemolojik ateizm, insanların Tanrı’nın varlığını bilemeyeceğini ya da varlığına karar veremeyeceğini iddia eder. Epistemolojik ateizm, temelini pek çok çeşidi olan agnostisizmden alır.
Metafiziksel ateizm, gerçekliğin homojen ve parçalanamaz olduğunu savunan monizm üzerinde şekillenir. Fizik dışı tüm varlıkları net bir şekilde reddeder. Metafiziksel ateizm; panteizm, panenteizm ve deizmi de kapsar.
Ludwig Feuerbach ve Sigmund Freud gibi bazı düşünürler Tanrı’nın, duygusal ve felsefi ihtiyaçlar yüzünden insan tarafından yaratıldığını savunur. Bu, aynı zamanda pek çok Budistin de ortak görüşüdür. Karl Marx ve Friedrich Engels, Feuerbach’tan etkilenerek Tanrı’yı egemen sınıflar tarafından, emekçi halkı ezmek için kullanılan sosyal bir araç olarak görmüşlerdir. Mikhail Bakunin’e göre Tanrı fikri, insandaki adalet isteğini ortadan kaldırır ve insan özgürlüğü önündeki ciddi bir engeldir. Voltaire’in “Eğer Tanrı olmasaydı, onu yaratmak gerekirdi.” sözüne karşılık “Eğer Tanrı olsaydı onu devirmek gerekirdi.” demiştir.
Mükemmeliyet, adalet, merhamet, her şeyi bilen, her şeyi yapabilen, ululuk, fiziksel olmayış gibi noktalarda teizme eleştirel yanıtlar getiren ateizm çeşididir.
Tanrı fikrine karşı çıkışta, ateizmin yeterli görmediği kanıtlar daha da çoğaltılmakla beraber 7 temel başlık altında irdelenebilir.
Teist fikirde öne sürülen “ilk neden” savına ateistler, bu ilk neden fikrinin Tanrı’ya uygulanmıyor oluşundan ötürü karşı çıkmaktadır. Bu hususta tüm ateistler arasında görüş birliği söz konusudur. Teistler ise, Tanrı'nın "ilk neden" olduğu için Tanrı olduğunu, Tanrı'nın da nedenini düşünmenin kısır döngüye neden olacağından mantıksız olduğunu savunur.
Evrenin düzenli ve uyumlu olduğu fikrine ateistler birkaç noktada karşı çıkmaktadırlar. Bunlardan ilki, kaotik evrende düzenli alt parçacıkların olabileceği fikridir. İkincisi, herhangi bir düzenin kesin olarak zeka gerektirdiği görüşünün dayanak açısından yetersizliğidir.
Tanrı olmazsa ahlak veya adalet olmayacağı savına ise ateistler, bunun sadece insanca bir temenni olduğu ve bir varlığın ispatı için herhangi bir delil niteliği taşımadığı gerekçesi ile karşı çıkmaktadırlar.
Sonsuzluk fikrini insanın kavrayamaması ile sonsuzluğu kavrayabilen bir varlığın var olması arasında nedensel bir ilişki göremeyen ateistler, bu iddianın hiçbir şekilde kanıt içermediğini savunmaktadırlar.
“Ya varsa” ile özetlenebilecek bu iddiaya göre inanan insanın kaybedecek bir şeyi yoktur, ancak inanmayan insan sonsuz hayatı kaybedeceği gibi cehennem azabı ile karşılaşacaktır. Bu fikir, ateistler arasında “tüccar mantığı” olarak değerlendirilmektedir. Ateistlere göre, bir şeyin var olması ile değil de bu işten çıkar sağlamaya odaklanan politik anlayışların felsefi açıdan herhangi bir değeri yoktur.
Doğadaki ahenk ve uyum konusundaki teist iddiası konusunda ateistlerin görüşü tamamen doğal seçilimle ilintilidir. Uyumlu olmayanın elenmesi ilkesine dayanan bu olay sonucunda ortaya son derece uyumlu bir yapı çıkmaktadır. Bu olgudan yararlanan ateistler, teistleri “insan burnunun gözlük takmak için yaratıldığı” örneğiyle de eleştirirler.
Mantıksal akıl yürütmelerle Tanrı'nın varlığını ispatlama çabaları olarak özetleyebileceğimiz bu maddenin en bilinen örneği Descartes’ın tanrı kanıtıdır. Bu kanıt, Tanrı’yı düşünüyorsak demek ki o vardır, olmayan bir şeyi düşünemeyiz temeline dayanır. Ateistler bu iddiaya pek çok kurgusal kahramanla karşılık vermektedirler. Kanatlı at pegasusu, boynuzlu at unicornu ya da Noel Baba’yı da aklımızda canlandırmamıza rağmen gerçek hayatta karşılıklarının olmadığını ifade ederler.
Tanrı kaldıramayacağı kadar ağır bir taş yaratırsa onu kaldıramaz. Bu da onun her şeyi yapamadığını gösterir. Tanrı böyle bir taş yaratamazsa bu da onun her şeyi yaratamadığını gösterir.
Teizm, her şeyden önce bir tanrı veya tanrıların var olduğu kabulünün üzerine kurulmuş bir düşünce yapısıdır. Teist görüşte, tanrı veya tanrılar yaratılmamışlardır, olmuş ve olacak her şeyi bilirler, sonsuz kudrete sahiptirler, zaman ve mekandan bağımsızdırlar, bilinen şeyler ile benzerlikleri yoktur. Teizmde çoğunlukla tanrı veya tanrıların evrenin işleyişine müdahale ettikleri inancı hakimdir.
Klasik teizm, anılan özelliklere sahip tanrı veya tanrıları kabul ederek her şeyi bu referans noktasından hareket ile açıklamaya çalışır.
Deizm düşüncesine göre de evren üstün, yüce bir varlık tarafından yaratılmıştır. Deizm'de, teizmin aksine, Tanrı'nın evrenin işleyişine müdahale etmediği fikri hâkimdir.
Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet'in en önemli ortak noktası ve en temel özelliği mutlak bir tanrıya olan inançtır. Her üç dinde de Tanrı'nın evreni yoktan var ettiği ve tüm yaratıklarının üzerinde mutlak hakimiyeti olduğu inancı vardır. Tanrı'nın yaratıklarından olan insan ise |
yaratıcısına mutlak bağımlıdır, günahkardır ve hayatı, ancak tanrısının buyruklarını sorgusuz yerine getirdiği sürece bir anlam kazanabilir. Ateizmin çok çeşidi olmakla birlikte tüm kolları böylesi bir inanışı reddeder.
Ateizm Tanrı'nın "[tanrı fikrinin]" yanı sıra tüm "ruhani varlıkları" da reddeder. Ruhani varlıklar dinî sistemlerin temel direklerini meydana getirdiği için buradan ateizmin tüm dinleri de reddettiği sonucu çıkar. Yani ateizm, Yahudi geleneğinden gelen dinlerin yanı sıra Dinka ve Nuer gibi Afrika dinlerinin de, Roma ve Yunan medeniyetlerinin antropomorfik tanrılarının da, Hinduizm ve Budizmin ruhani kavramlarının da reddidir.
Bununla birlikte çok geniş, tarihi, kültürel, bilimsel ve felsefi temelleri olan ateizmi sadece "Tanrı'nın ve dinlerin reddi" olarak tanımlamak yetersiz bir açıklama olur.
Örneğin Ateizm, Tanrı inancı ile temellendirilmiş bir "iktidar" anlayışını da reddeder. Ancak burada Ateizm'in reddettiği; salt iktidar değil, iktidarın Tanrı inancı üzerine temellendirilmesidir. Bu durum, Ateizm'in tanımının anarşizm olarak yapılmasını mümkün kılmayacağı gibi; Ateizm'in tanımını "tanrılara ve ruhsal varlıklara olan metafizik inançların reddedilmesi"nden alıp "dinlere inanmamak" şeklinde tanımlanmasını da mümkün kılmaz. Ateizm, doğrudan din veya siyasi iktidar ile ilgili değil, Tanrı ve metafizik ile ilgili bir kavramdır.
Kelime anlamı olarak maddecilik demek olan materyalizm, madde dışında hiçbir gerçekliğin olmadığını savunan felsefi görüştür. Ateizmin de en temel felsefi dayanağı olan materyalizm, madde temeline dayandığı için ruh, cin, peri, tanrı, şeytan gibi doğaüstü (madde üstü) tüm kavramları reddeder.
Maddeci öğretinin geniş kitleler tarafından anlaşılmasına önemli katkıları olan Marksist filozof Georges Politzer maddeciliği, ""...belli ilkelerden hareket ederek doğa olaylarını ve bunun doğal sonucu olarak toplumsal yaşamın olaylarını anlama ve yorumlama tarzı..."" olarak tarif eder.
Georges Politzer felsefenin temel sorununu ""Ya madde (varlık, doğa) başı sonu olmayan, sonsuz ilktir, ve ruh (düşünce, bilinç) bundan türemiştir. Ya da ruh (düşünce, bilinç) başı sonu olmayan, sonsuz ilktir, ve madde (varlık, doğa) bundan türemiştir."" şeklinde özetler. Politzer'e göre burada birinci yanıt felsefi maddeciliğin temelini, ikinci yanıt ise felsefi idealizmden gelen bütün öğretilerin temelini oluşturur.
Yerel tanrıları kabul etmemek veya eleştirmek, tarih boyunca toplumlar ve otoriteler tarafından kabul edilmeyen ve zaman zaman cezalandırılan bir davranış olmuştur. Örneğin MÖ 4-5. yy.larda yaşamış filozof Eflâtun -bugün anladığımız anlamdaki- ateizmin toplumu tehdit ettiğini ve cezalandırılması gerektiğini ileri sürmüştür. Bundan birkaç yüzyıl öncesine kadar pek çok ülkede hükümdarların otoritelerini tanrıdan aldığına inanılıyordu ve tanrı fikrine meydan okumak, otoriteye karşı gelmek olarak görülüyordu.
Günümüzde ateistler özellikle muhafazakar toplumlarda baskı, ayrımcılık ve hatta şiddetle karşılaşabilirler. Gelişmiş Batılı devletlerde dâhi ateistler çeşitli ayrımcılıklara tabi kalmaktadırlar. Örneğin 1999 yılında Amerika'da yapılan bir Gallup kamuoyu yoklamasında katılımcılara diğer her yönden donanımlı ve kalifiye olsa dâhi, belirli bir gruba mensup adaylara oy verip vermeyecekleri soruldu. Katılımcılardan %5'i kadın bir adaya, %6'sı bir Katolik'e, %8'i bir Yahudi'ye, %8'i bir siyahîye, %21'i bir Mormon'a, %21'i bir eşcinsele oy vermeyeceğini söylerken, katılımcıların %51'i bir ateiste oy vermeyeceğini belirtti.
Bazı Müslüman ülkelerde İslam dinin tanrısını kabul etmemenin cezası ölümdür. Bu uygulama birçok İslam ülkesinde ateistlerin ifade özgürlüğünü engellemekte ve ateistlerin can güvenliğini tehdit etmektedir.
Cezayir'de ateist ve agnostiklerin Müslüman kadınlarla evlenmeleri yasaktır ve eğer bir koca dinini terk ederse evliliği geçersiz kılınır. Ateist ve agnostikler mirastan pay alamazlar.
İran'da üniversiteye girebilmek ve bazı diğer kanunî haklardan yararlanabilmek için vatandaşlar devlet tarafından tanınan (İslam, Hristiyanlık, Zerdüştlük vb.) dinlerden birine mensup olduklarını beyan etmek zorundadırlar.
Dünyadaki toplam ateist nüfusu ve bunun dağılımını tam olarak tespit etmek oldukça zor. İnanç anketlerinde ateizme farklı anlamlar yükleyenler olduğu gibi bunu diğer din dışı felsefi görüşlerle karıştıranlar da oldukça fazla. Ama 2005 yılında, Britanica Ansiklopedisi’nin yapmış olduğu araştırma bu konuda kabul edilebilir bir sonuç ortaya koyuyor. Buna göre, herhangi bir dine bağlı olmayan insanlar %11,9, ateist olanlar ise %2,3 dolaylarında. Kimi düşünürler Budizm gibi Tanrı kavramından yoksun felsefe üyelerinin de ateist sayılması gerektiği görüşünde. Onları da eklersek oran %2,3’ü katbekat aşıyor.
Kasım-Aralık 2006 tarihinde Financial Times’ta yayınlanan bir anket, ABD ve beş Avrupa ülkesindeki oranları gösteriyor. Bu ankete göre Amerikalılar, Tanrı ya da yaratıcı bir güç konusunda Avrupalılardan daha inançlı (%73). Avrupa’da ise en inançlılar %62 ile İtalyanlar. En az inananlar ise (beş Avrupa ülkesi arasında) %27 ile Fransızlar. Fransa’da kendini ateist olarak tanımlayan insanların oranı %32. Buna eşit oranda agnostik sayısı mevcut.
Bir AB araştırmasına göre ise AB nüfusunun %18’i herhangi bir Tanrı’ya inanmıyor. %27’si ruhani varlıkları onaylıyor. %52’si ise en az bir Tanrı’ya inanıyor. Bu oran, okulu 15 yaş civarında bırakanlar arasında %65’e çıkıyor.
1998 tarihli Nature dergisinde yayınlanan bir araştırmaya göre ABD Ulusal Bilim Akademisi üyelerinin inançlılık oranı, %85’i inanan ABD halkına göre %7,0 ile o zamana kadarki en düşük seviyeye düşmüş durumdaydı. Massachusetts Teknoloji Enstitüsünden Frank Sulloway ve California Devlet Üniversitesi’nden Michael Shermer’ın eğitim düzeyi ile inanç arasındaki dağılımı konu alan araştırmasında eğitim düzeyinin artmasına paralel olarak inanan insan oranının da azalmakta olduğu tespit edildi.
2006 yılında Avustralya’daki nüfus sayımlarında sorulan “Kişinin Dini Nedir?” sorusuna Avustralya halkı %18,7 oranında “Hiçbir Din” cevabını verdi. Soru isteğe bağlı olarak soruldu ve nüfusun %11.2’si bu soruyu cevaplamadı. Aynı yıl Yeni Zelanda’da yapılan nüfus sayımında da “Dininiz Nedir?” diye bir soru soruldu. Halkın %34,7’si “Hiçbir Din” derken %12,2’si ya soruyu yanıtlamadı ya da soruya itiraz etti.
İskenderiye Kütüphanesi
İskenderiye Kütüphanesi, MÖ 3. yüzyılın başlarında Mısır'ın İskenderiye kentinde Ptolemaios hanedanı tarafından kurulmuş olan antik kütüphane. İskenderiye Müzesi olarak bilinen araştırma enstitüsünün bir bölümü olarak inşa edildi. İnsanlık tarihinde meydana getirilmiş önemli eserlerden biridir. Eski kaynaklar, burada 150 bin cilt el yazması eserin toplandığını kaydeder.
İskenderiye şehri MÖ 332 yılında, Makedonyalı Büyük İskender tarafından kuruldu. Onun ölümüyle imparatorluğun dağılışı sonunda kumandanlarından Lagus’un oğlu Ptolemaios I Soter'in eline geçti. O da Mısır’da krallığını ilan etti. Mısır’da 300 yıl devam eden bu hanedanın ilk hükümdarı olup, 323 yılında 24 yaşında iken 24 yıl hüküm sürmüştür. Savaşı sevmeyen Ptolemaios, hiçbir zaman ülkesinin sınırlarını genişletmek hevesine kapılmadı. Bilim ve edebiyata düşkünlüğüyle, Mısırlılar'ın gelenek ve göreneklerini, dinlerini benimseyerek halkın sevgisini kazandı. Eski kanunları, dini törenleri muhafaza etmekle kalmayıp, eski Mısır hükümdarlarının lakabı olan Firavun unvanını aldı ve onları taklit ederek öz kız kardeşiyle evlendi.
Bu yeni devletin merkezi İskenderiye şehriydi. Yeni firavun burayı baştan başa onarıp, genişleterek o devrin en meşhur başkenti haline getirdi. Burada meydana getirdiği en önemli eser ise müze ve buna bağlı olan kütüphane idi. Kurulması için saray civarında ve güzel bir yer seçildi. Müzede o devirde bilinen bütün ülkelerdeki hayvan ve bitkilerin bir örneği vardı. Ayrıca botanik bahçesi ve bir rasathane bulunuyordu. Otopsi yoluyla insan vücudunun incelenmesi için bir anatomi salonu açılmıştı. Bu bilim sitesinde fizik, kimya, tıp, astronomi, matematik, felsefe, edebiyat, ve fizyoloji bilgileri için evler yapılmıştı.
İskenderiye Kütüphanesi 900.000 el yazmasıyla Antikçağın en büyük dermesine sahip bir kütüphanesiydi. Kütüphanede büyük bir çalışan kadrosu da görev yapıyordu. Eserlerin papirüslere yazılarak rulo şeklinde saklandığı belirtilmektedir. Kral tarafından desteklenen bu kütüphane yayınevi işlevini de görüyordu. Bu kütüphane büyük bilim insanlarına da ev sahipliği yapmıştır. Matematik bilgini Öklides, mekanik bilimci Arkhimedes, tıp bilimci Herofilos, gök bilimci Eratosthenes, Batlamyus gibi isimler bu kütüphanede çalışmışlardır.
Müzenin en önemli bölümü kütüphanesiydi. Kütüphanenin müdürü, bulabileceği her yazılı eseri alma yetkisine sahipti. Mısır’a giren her kitabın buraya götürülmesi mecburiyeti vardı. Kitabın burada bir nüshası çıkarılıp sahibine verilir, kitabın aslı ise kütüphanede kalırdı. Bir taraftan da yurt dışına gönderilen memurlar, başka ülkelerde buldukları kitapları satın alıp, getirirlerdi. Böylece, o zamana kadar birçok bilime ait dağınık halde ve kaybolmaya mahkûm durumda olan eserler emin bir yerde toplanmış oldu.
Genel kanı bu kütüphanenin, çıkan çeşitli fanatik görüşler nedeniyle, antik Pagan tapınakları ve yapıların imhası sırasında Hıristiyanlar tarafından yakıldığı yönündedir.
Bu görüşe göre 391 yılında Bizans'ın Mısır Valisi Theophilos, İskenderiye’de Mısır’ın eski din mensuplarına ait Osiris tapınağının yeri olan bir arsayı, kilise inşa edilmesi için Hrıstiyanlara verdi. Burada yapılacak kilisenin temel kazıları sırasında üzerinde eski dine ait yazılar bulunan bir taş çıktı. Hristiyanlar bunu bir alay konusu yaptılar. Bu olay şehirde oldukça kalabalık halde bulunan Pagan inancına mensup olanları kızdırdı ve sonunda İskenderiye’de dini bir ayaklanma çıktı. İki taraf çarpıştı, insanlar kitle halinde kılıçtan geçirildi. İskenderiye Kütüphanesi’nin olduğu bölge yerle bir edildi. İmparator I. Theodosius, valiye başka büyük şehirlere göre eski dinin İskenderiye’de hala ned |
en bu kadar canlı olarak devam ettiğini sorunca, buna sebep olarak İskenderiye Kütüphanesi’nin eski putperestlik kültürünü devam ettiren kitaplarını ileri sürdü. İmparator, bunun üzerine hepsinin yok edilmesini emretti. İskenderiye Kütüphanesi’ndeki tüm eserler şehrin hamamlarına dağıtılarak yaktırıldı ve böylece insanlık tarihinin bu bilim ve kültür hazinesi yok oldu.
Daha önceleri bu kütüphanenin şehrin Müslümanlar tarafından alınmasından kısa bir süre sonra ikinci İslam Halifesi Ömer’in emriyle Mısır Fatihi Amr İbnül-As tarafından yakılarak yok edildiği ileri sürülmüştür. Bernard Lewis konu hakkındaki makalesinde, kütüphanenin Müslümanlar tarafından yok edildiği hikâyesinin doğruluğunu Alfred J. Butler, Victor Chauvin, Paul Casanova ve Eugenio Griffin gibi Batılı ilim adamlarının reddettiğini yazmaktadır.
Kütüphanenin Sezar tarafından, İskenderiye'yi kuşattığı sırada yok edildiği görüşü de çeşitli tarihi eserlerde yer almaktadır. Kütüphanenin varlığını 4. yüzyıla kadar sürdürdüğü bilinmektedir. Sezar'ın kuşatmasında sadece bir bölümünün zarar görmüş veya yıkılmış olduğu da düşünülmektedir.
Yakılan İskenderiye kütüphanesinin bulunduğu alanda Yeni İskenderiye Kütüphanesi yapılmış ve 2002 yılında hizmete açılmıştır.
2009 yapımı Agorá filmi İskenderiye kütüphanesinin yok olusunu anlatmaktadır. İskenderiye Kütüphanesinin sonu ile ilgili birçok efsane vardır bunlardan en çok halk arasında inanılan iki tanesi kütüphanedeki kitapların hamamlarda tam 6 ay boyunca yakıldığı bir diğeri ise kütüphanenin tam 6ay boyunca yandığıdır. Kütüphanede yapılan bilimsel çalışmalar toplumsal olarak bilim kültürümüzü derinden etkilemiştir. Kütüphanede birçok önemli bilimsel kitapların orjinalleri bulunmaktaydı.
Uçak
Uçak veya tayyare; hava akımının başta kanatlar olmak üzere kanat profilli parçaların alt ve üst yüzeyleri arasında basınç farkı oluşturması sayesinde havada tutunarak yükselebilen, ilerleyebilen motorlu bir hava taşıtıdır. Pervaneli ya da jet motorlu, sabit kanatlı ve havadan ağır pek çok hava taşıtı uçak kategorisine dahildir. Günümüzde en temel uçak tipleri, yolcu uçağı, savaş uçağı, kargo uçağı olarak bilinirken, farklı coğrafi şartlara göre özelleştirmiş uçaklar da mevcuttur.
Uçağın ana parçaları havada tutunabilmeyi sağlayan kanatlar, kanatları dengede tutmaya yarayan kuyruk, uçağın durum ve pozisyonunu değiştiren kumanda yüzeyleri ve gerekli itmeyi sağlayan motor, pervane gibi elemanlardır. Yolcuları ve yükü barındıran gövde ile uçuş ekibi ve uçuş kumandalarını barındıran kokpit uçağın ana bölümlerindendir.
Uçak kelimesi Türkçe uç- fiiline -(a)k fiilden isim yapma eki getirilerek türetilmiştir. Türk lehçelerinde Rusça samolet kelimesinin yanı sıra Arapça kökenli təyyarə (Azerbaycan); uşaq, uşqış (Kazak); uçak (Kırgız); uchqich (Özbek); oçqıç (Tatar); uçar (Türkmen); ayropilan (Uygur) kelimeleri uçak anlamında kullanılmaktadır.
Büyük Patlama
Büyük Patlama ya da Big Bang, evrenin yaklaşık 13,8 milyar yıl önce aşırı yoğun ve sıcak bir noktadan meydana geldiğini savunan evrenin evrimi kuramı ve geniş şekilde kabul gören kozmolojik model.Scientific modelling İlk kez 1920’li yıllarda Rus kozmolog ve matematikçi Alexander Friedmann ve Belçikalı fizikçi papaz Georges Lemaître
tarafından ortaya atılan ve evrenin bir başlangıcı olduğunu varsayan bu teori, çeşitli kanıtlarla desteklendiğinden bilim insanları arasında, özellikle fizikçiler arasında geniş ölçüde E. Britannica/big-bang-model kabul görmüştür.
Teorinin temel fikri, hâlen genişlemeye devam eden evrenin geçmişteki belirli bir zamanda sıcak ve yoğun bir başlangıç durumundan itibaren genişlemiş olduğudur. Georges Lemaître’in önceleri “ilk atom hipotezi” olarak adlandırdığı bu varsayım günümüzde “büyük patlama teorisi” adıyla yerleşmiş durumdadır. Modelin iskeleti Einstein’ın genel görelilik kuramına dayanmakta olup, ilk Big Bang modeli Alexander Friedmann tarafından hazırlanmıştır. Model daha sonra George Gamow ve çalışma arkadaşları tarafından savunulmuş ve ilk nükleosentez olayı eklenmek suretiyle geliştirilerek sunulmuştur.
1929’da Edwin Hubble’ın uzak galaksilerdeki (galaksilerin ışığındaki) nispi kırmızıya kaymayı keşfinden sonra, bu gözlemi, çok uzak galaksilerin ve galaksi kümelerinin konumumuza oranla bir "görünür hız"a sahip olduklarını ortaya koyan bir kanıt olarak ele alındı. Bunlardan en yüksek "görünür hız"la hareket edenler en uzak olanlarıdır. Galaksi kümeleri arasındaki uzaklık gitgide artmakta olduğuna göre, bunların hepsinin geçmişte bir arada olmaları gerekmektedir. Big Bang modeline göre, evren genişlemeden önceki bu ilk durumundayken aşırı derecede yoğun ve sıcak bir halde bulunuyordu. Bu ilk hale benzer koşullarda üretilen "parçacık hızlandırıcı"larla yapılan deney sonuçları teoriyi doğrulamaktadır. Fakat bu hızlandırıcılar, şimdiye dek yalnızca laboratuvar ortamındaki yüksek enerji sistemlerinde denenebilmiştir. Evrenin genişlemesi olgusu bir yana bırakılırsa, Big Bang teorisinin, ilk genişleme anına ilişkin bir bulgu olmaksızın bu ilk hale herhangi bir kesin açıklama getirmesi mümkün değildir. Kozmozdaki hafif elementlerin günümüzde gözlemlediğimiz bolluğu, Big Bang teorisince kabul edilen ilk nükleosentez sonuçlarına uygun olarak, evrenin ilk hızlı genişleme ve soğuma dakikalarındaki nükleer süreçlerde hafif elementlerin oluşmuş olduğu tahminleriyle örtüşmektedir.(Hidrojen ve helyumun evrendeki oranı, yapılan teorik hesaplamalara göre Big Bang'den arta kalması gereken hidrojen ve helyum oranıyla uyuşmaktadır. Evrenin bir başlangıcı olmasaydı, evrendeki hidrojenin tümüyle yanarak helyuma dönüşmüş olması gerekirdi.) Bu ilk dakikalarda, soğuyan evren bazı çekirdeklerin oluşmasına imkan sağlamış olmalıydı.(Belirli miktarlarda hidrojen, helyum ve lityum oluşmuştu.)
Big Bang terimi ilk kez İngiliz fizikçi Fred Hoyle tarafından 1949’da, “Eşyanın Tabiatı” adlı bir radyo (BBC) programındaki konuşması sırasında kullanılmıştır. Hoyle, hafif elementlerin bazı ağır elementleri nasıl meydana getirebilecekleri konusunda katkıları olmuş bir bilim insanıdır.
Bilim insanlarının çoğu, evrenin başlangıcında, bir Big Bang olayının cereyan etmiş olduğuna ancak 1964/1965’te, evrenin sıcak ve yoğun döneminin kanıtı olarak kabul edilen “kozmik mikrodalga arka plan ışıması"nın ya da Georges Lemaître’in kullandığı terimlerle « Big Bang’ın soluk ışıklı yankısı»nın keşfinden sonra ikna oldular.
Big Bang modeli temelde iki kabule dayanır: Albert Einstein'in genel görelilik kuramı ve kozmolojik prensip. Genel görelilik kuramı tüm cisimlerin çekimsel etkileşimini hatasız olarak açıklar. Albert Einstein tarafından 1915’te genel göreliliğin keşfi, evrenin aşamalı evrimi genel görelilikle tanımlandığından, evreni bir fiziksel sistem gibi bütünlüğü içinde tanımlamayı mümkün kılan modern kozmolojinin başlangıcı sayılır.
Einstein aynı zamanda,uzayı bütünlüğü içinde tanımlamada, genel görelilikten doğan bir çözümü (“Einstein evreni”) önermesiyle genel göreliliği bu yolda kullanan ilk kişi olmuştur. Bu model o dönemde Einstein’in gözüpek girişimiyle yeni bir kavramın doğmasını sağlamıştı: Kozmolojik prensip. Kozmolojik prensibe göre, insanoğlu evrende ayrıcalıklı bir konuma sahip değildir, evren homojen ve izotroptur. Yani insanın baktığı yer ve yön neresi olursa olsun evren uzay (mekân) bakımından homojendir; daha açık bir deyişle, evrenin genel görünümü gözlemcinin konumuna ve baktığı yöne bağlı değildir. Bu, o dönem için çok cüretkar bir hipotez sayılırdı; çünkü henüz, sonradan “Büyük Tartışma” adı verilen, Samanyolu dışında cisimler olup olmadığı tartışmasının sürdüğü o dönemde hiçbir inandırıcı gözlem, Samanyolu dışındaki cisimlerin varlığını doğrulama imkânını sağlayamıyordu. "Kozmolojik prensip" evrenin makro özelliklerini açıklamakla birlikte, evrenin sınırı olmadığını, bu nedenle Big Bang'ın boşlukta belirli bir noktada değil, aynı anda tüm boşluk boyunca gerçekleştiğini ima eder. Makro ölçekte evren homojen ve izotroptur.Isotrope Bu iki kabul, evrenin Planck zamanından sonraki tarihini hesaplamayı mümkün kılmıştır. Bilim insanları hâlen "Planck zamanı"ndan önce gerçekleşen çok önemli olayları saptamaya çalışmaktadır.
Einstein 1915 yılında ortaya attığı genel görelilik kuramıyla yaptığı hesaplamalarda evrenin durağan olamayacağı sonucunu çıkarmıştı. Fakat o dönemlerde genel kabul, evrenin statik olduğu yönündeydi; bu yüzden Einstein vardığı sonucu düzeltmek üzere denklemlerine “ kozmolojik sabite ” etkenini ekledi. Böylece, Einstein kozmolojik prensibe üstü kapalı biçimde, günümüzde doğrulanma derecesi açıkça azalmış görünen bir başka hipotez ekledi; bu, evrenin statik olduğu, yani zamanla evrim geçirmediği hipoteziydi. Bu da kendisini, denklemlerine “ kozmolojik sabit ” terimini eklemek suretiyle ilk çözümünü değiştirme yoluna götürdü. Fakat gelecekteki gelişmeler, yanılmış olduğunu ortaya koyacaktı. Örneğin 1920’lerde Edwin Hubble günümüzde galaksi dediğimiz bazı “nebülöz”lerin galaksimiz dışında olduklarını, ayrıca onların galaksimizden uzaklaştıklarını ve uzaklaşma hızlarının galaksimize uzaklıklarıyla orantılı olduğunu (Hubble Yasası ya da Hubble Sabiti) keşfetti. Bu keşiften beri Einstein’ın “statik evren hipotezi”ni doğrulayacak hiçbir veriye rastlanmamıştır.
Zaten Hubble’ın bu keşfinden daha önce Willem de Sitter, Georges Lemaître ve Alexandre Friedmann gibi birçok fizikçi bir “evren genişlemesi”ni tanımlayan başka “genel görelilik” çözümleri bulmuş bulunuyorlardı. Onların ortaya koymuş oldukları modeller <ref name="WP/modelling" evrenin genişlemesi keşfedilir keşfedilmez derhal kabul edildiler. Böylece milyarlaca yıldır genişleme halinde olan bir evren tanımlanmıştı.
Evrenin genişlediğinin keşfi, evrenin statik olmadığını ortaya koymakla birlikte, "maddenin sakınımı yasası"nı göz önünde bulunduran ve bulundurmayan birçok farklı görüşün ortaya atılmasına imkân vermişti. Bu görüşlerden başlangıçta maddenin yaratılışının sözkonusu olduğunu varsayan görüş, ilk zamanlar en popüler olanıydı. Bu başarıdaki sebeplerden biri, “durağan hal (sab |
it durum) teorisi” denilen bu modelde evrenin sonsuz kabul edilmesiydi. Fred Hoyle tarafından ortaya atılan "durağan hal teorisi"ne göre evrenin yaşı ile bir gök cisminin yaşı arasında bir çelişki olamazdı.
Buna karşılık Big Bang hipotezinde evrenin, genişleme oranından yola çıkılarak hesaplanabilecek belirli bir yaşı vardı. 1940’lı yıllarda evrenin genişleme oranı hakkındaki tahminler bir hayli abartılıydı, bu da evrenin yaşı hakkındaki tahminlerin gerçeğin bir hayli altında olarak yapılmasına neden olmuştu. Öyle ki, Dünya’nın yaşını belirleyen farklı tarihlendirme yöntemlerinin bildirdiği değerlere göre Dünya evrenden daha yaşlı kalıyordu. Bu, önceleri, Big Bang tipi modellerin çeşitli gözlemler karşısında içine düştüğü güçlüklerden yalnızca biriydi. Fakat bu tür güçlükler evrenin genişleme oranının kesin biçimde belirlenmesiyle tarihe karıştılar.
Sonradan iki kesin gözlemsel kanıt Big Bang modellerine tümüyle hak verdi: Evren tarihinin sıcak devrinin kalıntısı denilebilecek enerji ışıması (mikrodalga sahası) olan "kozmik mikrodalga arka plan ışıması"ın keşfi ve hafif elementlerin salınmasının ölçülmesi, yani ilk sıcak evre sırasında oluşmuş hidrojen, helyum, lityumun farklı izotoplarının bırakılmasının ölçülmesi.
Bu iki gözlem, 20. yy.’ın ikinci yarısının başlarında gerçekleşti ve Big Bang’ı kozmolojide, kesin biçimde, gözlemlenebilir evreni tanımlayan model olarak yerleştirdi. Bu modelin kozmolojik gözlemlerle hemen hemen mükemmel biçimde örtüşmesinin yanı sıra, modeli doğrulayan başka kanıtlar da ortaya koyulmaya başlandı: Galaktik kümelerin gözlemi ve "kozmik arka plan soğuması"nın ölçülmesi (birkaç milyar yıl öncesiyle günümüzdeki ısı farkının ölçülebilmesi).
Genişleme, doğal olarak bize evrenin geçmişte daha yoğun olduğunu bildirmektedir. Evrenin geçmişte daha sıcak olması olasılığından ilk kez 1934’te Georges Lemaître’in söz etmiş olduğu görülüyor; fakat bunun gerçek anlamda araştırılmasına ancak 1940’lı yıllardan itibaren başlanmıştır. Uzak astrofiziksel cisimlerin ışımasındaki kırmızıya kaymaya benzer bir tarzda, evrenin genişleme olayıyla enerji kaybeden bir ışımayla dolu olması gerektiği konusundaki ilk düşünceler George Gamow’dan gelmiştir.
Gamow aslında, ilksel evrendeki güçlü yoğunlukların, atomlar arasında bir termik dengenin kurulmasına ve ardından bu atomlarca bırakılan bir ışımanın varlığına imkân sağlamış olması gerektiğini anlamıştı. Gamow, 1940'lı yıllarda Lemaitre'in hesaplamalarını geliştirdi ve Big Bang'e bağlı olarak bir tez ortaya attı. Big Bang'dan arta kalan, belirli oranda bir ışımanın var olması gerekiyordu. Ayrıca bu ışıma evrenin her yanında eşit olmalıydı. Bu ışımanın evrenin yoğunluğu oranında bir yoğunlukta olması ve dolayısıyla, bu ışımanın, yoğunluğu artık son derece azalmış olsa da hâlen mevcut olması gerekiyordu. Gamow, Ralph Alpher ve Robert C. Herman’la birlikte, evrenin yaşından, maddenin yoğunluğundan ve helyumun salınmasından yola çıkılarak bu ışımanın günümüzdeki ısısının hesaplanabileceğini anlayan ilk kişi oldu.
Bu ışımaya günümüzde « fosil ışıma » diyenler de bulunmakla birlikte, genellikle, “ kozmik mikrodalga arka plan (ya da kozmolojik mikrodalga artalan) ışıması” denir. Bu ışıma, Gamow’un öngörülerine uygun olarak, düşük ısıdaki bir "karanlık cisim" ışımasına (2,7 °K) denktir. Biraz rastlantı sonucu olan bu keşfi Arno Allan Penzias ve Robert Woodrow Wilson’a borçluyuz: 1960’larda New Jersey'deki Bell Laboratuvarı’ndan Arno Penzias ve Robert Woodrow Wilson, Samanyolu’nun dış kısımlarından gelen belirsiz radyo dalgalarını ölçmeye çalışıyorlardı. Fakat bunun yerine gökyüzünün her tarafından gelen bir radyasyon saptadılar. Bu ışıma ya da ışınımın bütün yönlerdeki parlaklığı aynı idi ve yaklaşık 3 °K sıcaklığında bir ortamdan geldiği anlaşılıyordu. 1978’de bu buluşları için Nobel Fizik Ödülü sahibi olan Penzias ve Wilson ilginçtir ki, ileride, Fred Hoyle gibi, Big Bang teorisine muhalif olan bilim insanları safına katılacaklardı.
Bir "kara cisim" ışımasının varlığı Big Bang modeli çerçevesinde kolayca açıklanabilmektedir: Geçmişte evren sıcaktı ve yoğun bir ışımaya maruz kalıyordu. Geçmişin çok yüksek yoğunluktaki bu evreninde madde ve ışıma arasında çok çeşitli etkileşimler olmaktaydı. Bunun sonucunda ışıma termalize olmuştur, yani elektromanyetik tayfı bir "kara cisim"in elektromanyetik tayfıdır. Buna karşılık "durağan hal teorisi"nde böyle bir ışımanın varlığı hemen hemen doğrulanamaz durumdadır (Az sayıdaki bazı savunucuları aksini belirtmekteyse de…)
Düşük ısıdaki ve az enerjetik bir ışımaya denk olmakla birlikte, kozmik arka plan, yani kozmik mikrodalga arka plan ışıması hiç de evrenin en büyük elektromanyetik enerji biçimi olarak görünmüyor: Enerjinin yaklaşık %96’sı sözkonusu ışımadaki fotonlar biçiminde mevcutken, kalan % 4’ü "görünür tayf"taki yıldızların ışınımından ve galaksilerdeki soğuk gazdan kaynaklanmaktadır (kızılötesi halde). Bu diğer iki kaynak kuşkusuz daha enerjetik, fakat daha az sayıda fotonlar yaymaktadır. "Durağan hal teorisi"nde "kozmik arka plan"ın varlığı mikroskobik demir parçacıklarının bırakılmasıyla oluştuğu varsayılan yıldızsal ışımanın termalizasyonunun bir sonucu olduğu varsayılır. Fakat bu model, gözlemsel verilerle çelişki halindedir. (Ayrıca bu takdirde "kozmik arka plan" bir karanlık cisim olarak da açıklanamaz.)
Sonuç olarak denilebilir ki kozmik arka planın keşfi, tarihsel olarak Big Bang'ın kesinleştirici kanıtı olmuştur.
Güçlü nükleer gücün keşfinden ve bunun yıldızların enerji kaynağı olduğunun anlaşılmasından itibaren evrende çeşitli kimyasal elementlerin salınmasını açıklama meselesi ortaya çıktı. 1950’li yıllar civarında bu salınma -birbiriyle rekabet halindeki iki farklı görüşün önerdiği- iki farklı süreçle açıklanmaya çalışılıyordu:
"Durağan hal teorisi" taraftarları zaman boyunca sürekli olarak hidrojenden üretilmiş olduğu ve bunun azar azar helyuma ve daha sonra da yıldızların kalbindeki en ağır elementlere dönüşmüş olduğu görüşündeydiler. Gerek helyumun gerekse ağır elementlerin bölünmesi zaman boyunca sürekliliğini koruyordu; çünkü helyumun oranı nükleosentez olgusuyla artarken, hidrojenin üretilmesi olgusuyla da oran olarak azalır gibi görünüyordu. Buna karşılık Big Bang taraftarları helyumdan uranyuma kadar tüm elementlerin başlangıçtaki evrenin sıcak evresi sırasında üretilmiş oldukları görüşündeydiler.
Güncel tez her iki hipoteze de dayanır. Buna göre, helyum ve lityum gerçekten başlangıçtaki ilk nükleosentez sırasında üretilmişlerdi. Bunun başlıca kanıtı, hafif denilen elementlerin (hidrojen, helyum, lityum) salınmasının uzak kuasar’lardaki incelenmesinden gelmektedir. Big Bang modeline göre bunların nispi salınmaları ilk nükleosentezden beri sürekliliğini koruyan tek bir parametreye sıkıca bağlıdır; bu da fotonların yoğunluğunun baryonların yoğunluğuyla ilişkisindedir. Diğer yöntemlerle de ölçülebilen bu tek parametreden hareketle helyumun (He) izotoplarının ve lityumun (Li) izotopunun salınması açıklanabilir. Aynı zamanda yakın galaksilerin içinde helyumun bölünmesinde bir artış gözlemlenmektedir ki, bu, yıldızlarca sentezlenen elementler yoluyla “yıldızlar-arası ortam”ın tedrici gelişiminin bir işareti olarak kabul edilebilir.
Big Bang modeli, homojen olan evrenin geçmişte bugünküne nazaran daha da homojen bir yapıda olduğunu varsayar. Kanıtı, yayılan kozmik arka planın gözlemi yoluyla sağlanmıştır. Kozmik arka plan ışıması olağanüstü bir izotropi gösterir.
Bu durumda astrofiziksel yapılar (galaksiler, galaksi kümeleri) Big Bang’ın ilk döneminde mevcut değillerdi, sonradan yavaş yavaş oluşmuş olmalıydılar. Oluşumlarının kökenindeki süreç James Jeans’in 1902’deki çalışmalarından itibaren bilinmektedir; bu süreç Jeans Kararsızlığı adıyla bilinir.
Şu halde Big Bang modeline göre, günümüzde gözlemlediğimiz galaksiler sonradan oluşmuşlardı ve geçmişteki bu ilk galaksiler yakın çevremizde gözlemlediğimiz komşu galaksilere pek benzemiyorlardı. Işık hızı müthiş bir hız olmakla birlikte, belirli bir hız olduğundan, geçmişte evrenin neye benzediğini anlamak için uzaktaki gök cisimlerine bakmamız yeterlidir. (Örneğin gezegenimize bir milyar ışık yılı uzaklıktaki bir gök cismini gözlemlememiz, o cisimden Dünya’ya gelen ışığın kaynağından bir milyar yıl önce yola çıktığı gözönünde bulundurulursa, aynı zamanda, o cismin bir milyar yıl önceki durumunu görmemiz demektir.)
Hubble Yasası’na göre kırmızıya kayma özelliği gösteren uzak galaksilerin gözlemi gerçekten ilk galaksilerin sonrakilerden yeterince farklı olduklarını göstermektedir. O zamanlarda galaksiler arası etkileşimler daha fazlaydı; az sayıdaki dev galaksiler, galaksiler arasında birleşme olaylarından sonra ortaya çıkmışlardır. Aynı şekilde, spiral, eliptik ve “düzensiz galaksi”lerin sınıfsal oluşumları da zaman boyunca değişimlerle ortaya çıkmıştır.
Uzak galaksilere ilişkin tüm bu gözlemler nispeten titiz çalışmalarla yapılmıştır; çünkü uzak galaksiler (uzaklıklarından dolayı) az ışıklı olduklarından, iyi gözlemlenebilmeleri hassas ve mükemmel gözlem araçlarını gerektirmektedir. 1990’da Hubble Uzay Teleskobu’nun ve ardından VLT, Keck ve Subaru gibi büyük gözlemevlerinin hizmete girmeleriyle büyük "kırmızıya kayma" galaksilerinin gözlemi, bizlere, "galaksilerin oluşumu ve evrimi modelleri"nin öngördüğü galaksi kümelerinin evrim fenomenlerini doğrulama olanağı vermektedir.
İlk jenerasyonda yer alan yıldız ve galaksilerin incelenmesi 21.yy.’ın başında astronomik araştırmanın temel konularından biri haline gelmiştir.
2000 yılının Aralık ayında Raghunathan Srianand, Patrick Petitjean ve Cédric Ledoux 2,57 derecesinde kırmızıya kaymada bulunan PKS 1232+0815 arka plan kuasar’ınca yayınlanan ışımanın emildiğini gözlemledikleri bir “yıldızlararası bulut”taki "kozmik arka plan"ın ısısını ölçmeyi başardılar.
Tayf çizgilerinin incelenmesi bulutun kimyasal bileşiminin anlaşılmasına imkân sağladığı gibi, bulutta mevcut çeşitli atom ya da iyonların farklı enerji düzeyleri arasındaki geçişlere denk düşen çizgilerin saptanması, ısısının anlaşılmasına d |
a imkân sağlayabilecekti. Bu bulutun ayırt etme gücü çok yüksek olan bir spektrometre (Very Large Telescope’un UVES spektrometresi) ile saptanan kimyasal özellikleri ilk kez "kozmik arka plan ışıması"nın ısısının ayırt edilebilmesine imkân sağladı. Srianand, Petitjean ve Ledoux kozmik arka plan ışımasının ısısının 6 ile 14 °K (Kelvin) arasında olduğunu saptadılar; yani, bulutun 2,33.771 derecesinde kırmızıya kaymada bulunduğu gözönüne alınırsa, Big Bang’ın öngördüğü 9,1 °K tahmini ile uyum halindeydi.
Keşifleri Britanya’nın bilimsel dergilerinden Nature’da yayımlandı..
Big Bang’ın kronolojik aşamaları tersten, yani günümüzden geçmişe doğru şöyle açıklanır:
Evrenimiz, şimdiki zamanda geçmişteki haline kıyasla son derece az yoğun (şimdilerde evrende metre küp başına birkaç atom düşmektedir) ve soğuk (2,73 kelvin, yani-270 °C) haldedir. Her ne kadar çok sıcak bazı astrofiziksel cisimler (yıldızlar) mevcutsa da evrenin şimdilerde maruz kaldığı ışınım (ışıma) çok zayıftır denebilir. Bu olguda yıldızların evrendeki sıklığının düşük olmasının payı büyüktür, yani evrenin herhangi bir noktasındaki bir yıldız ile kendisine en yakın yıldız arasındaki uzaklık son derece büyüktür. Astronomik gözlem bize yıldızlar ve galaksilerin evren tarihinin çok erken bir döneminde, Big Bang’ın ilk döneminden daha bir milyar yıl geçmeden önce mevcut olduklarını öğretmektedir.
Big Bang döneminden 300.000 yıl sonra, evren şimdiki haline kıyasla bin defa daha sıcak ve bir milyar misli daha yoğunken yıldızlar ve galaksiler henüz mevcut değildi.Bu büyük patlamadan 300,000 yıl sonraki, yani bundan aşağı yukarı 13,5 milyar yıl önceki evrenin ilk görülebilir halinin fotoğrafı çekildi. 1992 yılında NASA’nın COBE uydusunun çektiği bu fotoğrafın astrofizikçilerin hesaplarına tam uyumlu olduğu gözüktü.
İşte bu dönem, evrenin yoğunluğunun ışığın yayılabilmesine yeterli olacak düzeye düştüğü dönemdir. Daha öncesinde ışığın yayılabilmesine temel engel “serbest elektronlar”ın varlığıydı. Soğuması sırasında evrende bu "serbest elektronlar" atomları oluşturmak üzere atom çekirdeklerinde bir araya geldiler. Bu yüzden bu döneme "birleşme dönemi" denilir. Aynı zamanda ışığın yayılmaya başladığı dönem olduğundan, bu dönemden "madde ve ışımanın ayrılma dönemi" olarak da söz edilir. İşte kozmik arka plan ışıması dediğimiz ışıma, bu dönemden itibaren günümüze dek süregelebilmiş ışıma ya da ışıklardır. NASA'nın WMAP uydusunun 2006 yılındaki verilerine göre Büyük Patlama'dan 380,000 yıl sonra evrenin daha net bir haritası çıkarıldı.Bu sonuçlara göre evrenin %12'sinin atomlardan,%15'inin fotonlardan,%10'unun nötronlardan ve %63'nün de karanlık maddeden oluştuğu belirlendi.Bu sonuçlar ışığında, Büyük Patlama'dan 380,000 yıl sonrasında evrenin %12'si atomlardan oluştuğuna göre ilk atomların oluşmaya başladığı ve dolayısıyla da serbest elektronların atom çekirdeği etrafına dizilmeleri yoluyla ışığın yayılabildiği zamanın başlangıcı Big Bang'den itibaren 300,000 yıl olmalıdır.380,000 yıl ancak "birleşme döneminin" tamamlandığı zaman olarak düşünülebilir. Ayrıca COBE uydusunun 1992 yılı verileriyle Big Bang'den 300,000 yıl sonraki halinin bir haritası çıkarılabildiğine göre,ışığın evrende serbestçe yayılabildiği zamanın başlangıcının 300,000 yıl olarak kabulünü gerektirir. Bu da serbest dolaşan elektronların ilk olarak bu zamanda atom çekirdeği etrafına dizilmeye başladığının ,diğer bir deyişle ilk atomların oluşmaya başladığının göstergesidir. Aksini kabul etmek, COBE uydusunun verilerinin geçersiz olduğunun kabulünü gerektirir.NASA kaynaklarında böyle bir durumdan bahsedilmez.Sonuç olarak,380,000 yıl süresi 300,000 yılın yerini almış değildir,WMAP uydusunun evrenin daha net bir haritasını çıkarmak adına gözlemlediği zamandaki durumunu yansıtır.
Big Bang’ın ilk döneminden 300.000 yıl sonra evren bir "elektronlar ve atom çekirdekleri plazması"ndan oluşmaktaydı.(Bu sürenin 380,000 yıl olarak olarak kabulü WMAP uydusunun 2006 yılı verileriyle tezat oluşturur. Zira, yukarıdaki paragrafta da belirtildiği gibi, NASA'nın açıkladığı sonuçlara göre evrenin Big Bang'dan 380,000 yıl sonrasında %12'sinin atomlara dönüştüğü belirlenmiştir.) Isı yeterince yüksek olduğunda atom çekirdekleri mevcut olamazlar; bu durumda proton, nötron ve elektron karışımından söz edilebilir. İlksel evrende hüküm süren koşullarda ısı ancak 0,1 MeV’un (Elektron Volt, yaklaşık bir milyar derece) altına indiğinde nükleonlar, atom çekirdekleri halinde kombine olabilirler. Bununla birlikte bu koşullarda lityumdan daha ağır atom çekirdeklerinin oluşması mümkün değildir. Dolayısıyla Big Bang başlangıcından yaklaşık bir saniye sonra başlayan ve yaklaşık üç dakika süren bu evrede oluşan atom çekirdekleri yalnızca hidrojen, helyum ve lityum çekirdekleridir. Dolayısıyla bu evre ya da dönem ilk nükleosentez olarak adlandırılır. Günümüzde, modern kozmoloji araştırmacıları, sonuçların gözlemi ve anlaşılması bakımından, ilk nükleosentez konusuna artık tamamlanmış bir konu gözüyle bakmaktadır.
Isı 0,1 MeV (Elektron Volt) olduğunda başlayan ilk nükleosentezden az önce 0,5 MeV’u (beş milyar derece) aşan evren ısısı elektronların kütle enerjisine denk olmuştur. Bu ısının ötesinde elektronlar ile fotonlar arasındaki etkileşimler kendiliğinden elektron-pozitron çiftleri yaratabilirler. Bu çiftler, kendiliğinden yok olabilirlerse de ısı 0,5 MeV eşiğini geçtikçe durmaksızın yeniden yaratılırlar. Isı bu eşiğin altına indikçe bu çiftlerin hemen hemen tümü baryogenezden doğan elektron fazlalıklarına yer vererek fotonlar halinde yok olurlar.
Bu dönemden az önce, ısı elektron, foton ve nötrinoların çeşitli etkileşimleri için yeterli olan 1 MeV’un (on milyar derece) üzerindeydi. Bu ısıdan itibaren bu üç tür, “termik denge” halindedir. Evren soğuduğunda elektronlar ve fotonların etkileşimlerini sürdürmelerine karşın nötrinoların etkileşimleri biter. Bu dönem de nötrinoların ayrılma dönemidir. Dolayısıyla bildiğimiz “kozmik arka plan ışıması”nın özelliklerine benzer özellikler gösteren bir “nötrinolar kozmik arka planı” mevcuttur. Dolaylı bir rol oynayan nötrinoların “ kozmik arka planı”nın varlığı ilk nükleosentezin sonuçları yoluyla, dolaylı olarak doğrulanmıştır.. Nötrinoların kozmik arka planının doğrudan saptanması şimdiki teknolojik imkânlarla son derece güç olmakla birlikte, varlıkları konusunda herhangi bir tartışma olmamıştır.
Atomaltı parçacıkları ve etkileşimlerini konu alan, çeşitli parçacıkların ve temel etkileşimlerin (temel kuvvetlerin) “elementer antiteler”in (nötron, proton, elektron) yalnızca farklı görünümleri olarak ele alındığı (örneğin elektromanyetizma ve zayıf nükleer güç, tek bir etkileşimin iki görünümü olarak tanımlanabilir) parçacık fiziği, deneylerle desteklenen genel fikir üzerine kuruludur. Daha genel olarak belirtmek gerekirse, fizik yasalarının ve evrenin, yüksek ısılarda daha “simetrik” bir hal aldıkları varsayılır. Mesela geçmişte evrende madde ve antimaddenin nicel eş olarak mevcut oldukları kabul edilir. Günümüzdeki gözlemler antimaddenin gözlemlenebilir evrenimizde hemen hemen mevcut olmadığını göstermektedir..Bu durumda maddenin varlığı belirli bir zamanda maddenin antimaddeye oranla hafif bir fazlalığından oluşmuştur (maddenin antimaddeye baskın gelmesi). Evrenin sonraki evrimi sırasında madde ve antimadde, arkalarında oluşan en hafif madde fazlasını bırakarak eşit niceliklerle yok oldular. Bu olağan madde baryon denilen parçacıklardan oluştuğundan, söz konusu madde fazlalığının oluştuğu evreye baryogenez adı verilir. Bu evre ya da süreç hakkında çok az şey bilinmektedir. Örneğin bu olay sırasında oluşan ısı derecelenmesi Big Bang modellerine göre değişmektedir (bu, farklı Big Bang modelleri arasındaki farklardan biridir). Baryogenezin meydana gelmesi için gerekli koşullara Rus fizikçi Andréi Sakharov’un 1967’deki çalışmalarından ötürü "Sakharov koşulları" adı verilmiştir.
Giderek artan sayıdaki belirtiler, zayıf ve güçlü elektromanyetik kuvvetlerin tek bir etkileşimin (kuvvetin) farklı görünümlerinden ibaret oldukları fikrini vermektedir. Bu durum, artık genellikle, İngilizce’de kısaltma adıyla GUT olarak bilinen, “Büyük Birleşik Teori” (İng. "Grand unification theory" ya da " Grand Unified theory") kapsamında bulunmaktadır. Bu etkileşim ya da kuvvetin 10 GeV’un (10derece) üzerindeki ısılarda tezahür ettiği sanılmaktadır. Şu halde muhtemelen evren GUT teorisinin uygulanma alanı bulduğu bir evre geçirmiş olmalıdır. Doğası hâlen bilinmemekle birlikte, bu evre, baryogenezin ve muhtemelen karanlık maddenin kökeninde yer almış olmalıydı.
Big Bang teorisi kozmolojiye yeni meseleler getirmişti. Örneğin evrenin homojen ve izotrop olduğunu önermiş, fakat niçin böyle olması gerektiğini açıklamamıştı. Oysa teorinin sade versiyonunda, evrende homojenliğe yol açan Big Bang'ın gerçekleşmesinde bir mekanizmadan ya da işleyişten söz edilmiyordu, böyle bir şey yoktu. Böylece şişme (ilk ani, hızlı genişleme) nedeni ya da gerekçesinin evrenin homojen ve izotrop olmasına yol açan bir süreç başlattığı varsayılıyordu.
"Kozmik şişme" kavramının mucidi, böyle bir süreci betimleyici bir senaryoyu ilk öneren kişi olan Alan Guth’tur. François Englert ve Alexei Starobinsky de aynı dönemde (1980) bu meselenin bazı sorunlu kısımları üzerinde çalışmalarda bulunmuş diğer isimler olarak bilinir. Guth daha sonra (1982’de), bazı çalışmalarda bulundu ki, bu çalışmalarında ortaya koyduğu sonuçlara göre, büyük astrofiziksel yapıların tohumlarını içeren kozmik şişme, evrenin homojen oluşunu açıklama imkânı sağlamakla kalmayıp, evrenin niçin homojenliğe aykırı bazı olgular içermesi gerektiğini de açıklama imkânı sağlıyordu.
Şişmenin evren tarihinin, Büyük Birleşik Çağı’na ve Planck Çağı’na komşu olan, son derece sıcak (10 ile 10 GeV arasındaki, yani 10ile10 derece arasındaki ısılarda) ve erken bir döneminde yer almış olması gerekir. Gerek Big Bang teorisinin ortaya koyduğu meselelerin hemen hemen tümünün şişme süreciyle açıklanabilmesi, gerekse bu tür meselelerin açıklanabilmesinde diğer senaryoların daha karışık olmal |
arına rağmen sonuç vermede yetersiz görülmesi, şişme senaryosuna kozmolojide daha ön planda yer verilmesini sağladı. Kozmik arka planın anizotropilerinin Anisotropy ayrıntılı gözleminden itibaren, iyice emin olunduğundan, şişme modellerinin kanıtlarla pekiştirilmesine gerek kalmadığı anlaşıldı. Şişme senaryosunun gözlemlerle uyum içinde olması onun konuyla ilgili tüm meselelerde baş role yerleştirilmesini sağlamış bulunmaktadır.
Şişme evresi evrenin belli bir zaman içinde son derece hızlı bir şekilde genişlemesidir. Genişleme dolayısıyla yoğunluğu azalan bu evren, çok homojen bir enerji türüyle dolu haldeydi. Bu enerji o zaman çok hızlı olarak etkileşimde bulunmaya ve ısınmaya koyulacak partiküllere dönüştü. Şişmeyi sona erdiren bu iki evreye parçacıkların patlayıcı yaratılışı bakımından “ısınma-öncesi evre” ve parçacıkların termalizasyonu bakımından “ısınma evresi” adı verilir. Şişmenin genel işleyişi iyice anlaşılmış olmakla birlikte, ısınma-öncesi ve ısınma evrelerindeki işleyiş tam anlaşılamamış olup, hâlen çeşitli araştırmalara konu olmaktadır.
Şişme evresinin ötesinde (öncesinde), daha genel olarak söylemek gerekirse, Planck ısısı gibi sıcaklıklarda güncel fizik kuramlarının artık geçerli olmadığı bir sahaya girilir. Bu, genel görelilik kuramında bir düzeltmenin söz konusu olacağı, kuantum mekaniği kavramlarının geçerli olduğu bir sahadır. Henüz ortaya konmamış olmakla birlikte, belki de hâlen gelişim halindeki sicim kuramından doğacak bir kuantum kütleçekimi kuramı, Planck Çağı denilen dönemdeki evrene ilişkin çeşitli spekülasyonlara yer verilmesini sağlayacaktır. Stephen Hawking gibi birçok yazar bu dönemlerdeki evreni tanımlayabilme denemelerine olanak sağlayacak çeşitli araştırma yolları önermişlerdir. Bu araştırma alanına günümüzde kuantum kozmolojisi adı verilmektedir.
"Kozmoloji standart modeli" 20.yy.’ın ilk yarısında önerilen Big Bang görüşünün mantıksal bir sonucudur. Adı parçacık fiziğinin standart modelinin adından örnekseme yoluyla oluşturulmuş “kozmoloji standart modeli” evren gözlemlerinin bütünlüğüyle uyuşan bir evren tanımı sunmaktadır.
Özellikle şu iki noktayı şart koşar:
Artık astronomik gözlemlerin büyük bir kısmı bildiğimiz evreni tanımlarken bu vazgeçilmez temel taşlarından yararlanmaktadır. Kozmolojik araştırma esas olarak bu madde türlerini, özelliklerini ve ilksel evrenin hızlanmış genişleme senaryosunu tanımlamayı amaçlamıştır. "Kozmoloji standart modeli"nin üç temel taşı laboratuvar ortamında gözlemlenmemiş fiziksel fenomenlere başvurmayı gerekli kılmaktadır: Kozmik şişme, karanlık madde ve karanlık enerji. Bu temel taşları ya da bunlardan birini yok varsayan tatminkar hiçbir kozmolojik model yoktur.
Big Bang modelleri incelendiğinde bu tip bir modelin bazı sorunları da beraberinde getirmiş olduğu görülmekteydi. Üzerinde değişiklikler yapılmadan önce, sade Big Bang modeli pek ikna edici bir model olarak görünmemekteydi; çünkü alışılmış miktarlara kıyasla son derece büyük ve son derece küçük miktarlardaki birçok fiziksel niceliğin varsayılmasını gerekli kılmaktaydı. Bir başka deyişle, ayakta kalabilmesi için beklenmedik değerlere birçok parametrenin eklenmesini gerekli kılıyor görünmekteydi. Evren konusundaki bu tip bir “ince akort” (İng. fine-tuning) kozmolojiyle ilgili olan ya da olmayan tüm fizik modellerinde sorunlu olarak kabul edilir. Bu durumda Big Bang, birçok gözleme açıklama getirmesindeki başarısına rağmen, ortaya birçok sorun koyan, fakat kendisi bu sorunları halledemeyen, dolayısıyla, getirdiği çözümü pek çekici görünmeyen bir kavram durumuna düşmekteydi. Fakat Big Bang modellerine eklenen senaryolar, özellikle kozmik şişme senaryosu teoriye ilk zamanlarda yapılan olumsuz yorumları değiştirmeyi başarmıştır.
Estetik ve sadelik argümanları hariç tutulduğu takdirde, doğanın evrenin homojen ve izotrop olmasını tercih etmesinde makul bir neden yoktur. Ayrıca ilk Big Bang modelinde homojenlikten niçin -kozmik arka plan ışımasının anizotropilerinde görülen ve evrendeki büyük yapıların (galaksiler, galaksi kümeleri vs.) oluşumundan sorumlu olan bazı sapmalar olduğunu açıklayan tatminkar bir işleyiş de mevcut değildi. Bu, herhangi bir tatmin edici açıklama getirilememiş bir meseleydi ve uzun zaman boyunca soruna, yani evrenin niçin çağımızda gözlemlediğimiz hale (homojen ve izotrop hale) gelecek şekilde evrim geçirmiş olduğuna ilk koşullardan yola çıkan işleyiş açıklamalarıyla çözüm getirilmeye çalışıldı. Sorun şöyle de ifade edilebilir: Geçmişte birbirlerine yakın olmuşlarsa da, herhangi bir enformasyon alışverişine vakitleri olmamış, evrenin birbirinden son derece uzak iki bölgesinin esas olarak aynı özellikleri gösteriyor olması nasıl açıklanabilirdi? Bu mesele, günümüzde “ufuk meselesi” olarak adlandırılır.
Evrenin evriminin incelenmesi ele alındığında karşılaşılan bir başka mesele muhtemel “eğrilik yarıçapı” (bir kürenin ya da elipzoid bir cismin merkezinden yüzeye olan mesafe; söz konusu cisim bir eğri yüzeyden ibaretse eğri yüzey küresel cisme tamamlanarak da yarıçap elde edilebilir) meselesidir. Genel görelilik şunu ortaya koymaktadır ki, eğer evrende maddenin dağılımı homojense, bu takdirde evrenin geometrisi yalnızca tek bir parametreye, “uzaysal eğrilik” denilen parametreye bağlıdır. Sezgisel olarak, bu niceliğin, söz konusu koşullarda artık geçerli olmayacak "öklid geometrisi"nin ötesindeki bir uzaklık skalasıyla ilgili olduğu söylenebilir. Örneğin köşeleri birkaç milyar ışık yılı uzaklığa yayılmış dev bir üçgenin iç açılarının toplamı 180 dereceye eşit olmayabilir. Doğrulanmamış olmakla birlikte, gözlemlenebilir evrenin mesafelerinden daha büyük mesafelerin sözkonusu olduğu durumlarda bu tür olgularla karşılaşılması gayet normaldir.
Bununla birlikte, “eğrilik yarıçapı” denilen uzunluk skalasının gözlemlenebilir evrenin boyutuna kıyasla gittikçe küçük hale gelme eğiliminde olması durumunda, bir başka mesele ortaya çıkmaktadır. Bir başka deyişle, eğer "eğrilik yarıçapı" beş milyar yıl önce “gözlemlenebilir evren”in boyutundan daha büyük idiyse de günümüzde “gözlemlenebilir evren”in boyutundan daha küçük olması ve sözü edilen etki ya da sonuçlarının görünür hale gelmesi gerekiyordu. Bu akıl yürütmeye devam edilerek, eğriliğe bağlı etki ya da sonuçları hâlen görülür olmadığına göre, eğrilik yarıçapının nükleosentez döneminde gözlemlenebilir evrenin boyutundan son derece daha büyük olduğu söylenebilir. Eğrilik yarıçapının gözlemlenebilir evrenin yarıçapından hâlen büyük kalması olayına günümüzde düzlemsellik meselesi (İng. flatness problem) adı verilmektedir.
Parçacık fiziği evrenin genişlemesinden doğan soğuması sırasında yavaş yavaş yeni parçacıkların ortaya çıktıklarını öngörür.
Bunlardan bazıları ilksel evrende meydana geldiği sanılan, hal değişimi denilen olay sırasında ortaya çıkmış olmalıydılar. Bazılarına tekkutuplu ya da manyetik tekkutuplu denilen bu parçacıklar istikrarlı olma özelliğine sahip olup, çok sayıda ve son derece ağır olmalıydılar (protonun 10 misli olmaları tipik özelliklerinden biridir). Eğer böyle parçacıklar türemişlerse, bunların evrenin yoğunluğuna katkıları da olağan maddeninkine kıyasla hatırı sayılır derecede yüksek olmalıydı.
Oysa, evren, yoğunluğunun bir kısmını pek bilmediğimiz madde türlerine borçluysa da, evrende tekkutuplularınki gibi istisnai bir orana sahip parçacıklara kesinlikle yer yoktur. Parçacık fiziğinin öngörüyor olmasıyla birlikte, keşfedilemediklerinden gerçekten mevcut olup olmadıkları saptanamamış bu tür ağır parçacıklar meselesi tekkutuplular meselesi olarak adlandırılır.
Gözlemler, evrenin büyük ölçeklerde homojen olduğunu göstermekle birlikte, aynı zamanda, küçük ölçeklerde (gezegenler, yıldızlar, galaksiler vs.) homojenlikten sapmalar içerdiğini, yani homojen olmama özelliği de taşıdığını göstermektedir.
Günümüzde, belirli koşullar oluştuğunda maddenin dağılımındaki küçük bir homojen olmama halinin nasıl, çevresinden daha yoğun, önemli bir astrofiziksel cismi yaratana dek büyüyüp geliştiği bilinmekte, açıklanabilmektedir. Buna Jeans Kararsızlığı işleyişi adı verilmektedir. Bununla birlikte, böyle bir işleyişin meydana gelmesi için öncelikle küçük bir homojen olmayış mevcudiyetinin varsayılması gerekir ve ayrıca gözlemlenen astrofiziksel yapıların çeşitliliği göstermektedir ki başlatıcı etkide bulunan bu homojen olmayış hallerinin genişlik ve boyut olarak dağılımı "Harrison-Zel'dovich spectrumu" adıyla bilinen kesin bir yasaya tâbidir. İşte ilk Big Bang modelleri bu tür çalkantı ya da kararsızlıkları açıklamada yetersiz kalmaktaydı. Bu yüzden ilk Big Bang modelleri ortaya atıldığında yapıların oluşumu meselesi ortaya çıkmıştı.
Ufuk meselesi ile düzlemsellik meselesi köken olarak aynı mesele kapsamında ele alınabilir. Zaman ilerledikçe genişleme sürmekte ve gitgide daha çok madde içeren daha büyük bölgelere geçilmektedir. Zaman ilerledikçe sayıları görünür şekilde artan galaksilerin aynı özelliklere sahip olmaları şaşırtıcı bir husustur.
Bu meselenin bir çözümü, evren tarihinin erken döneminde evrenin hali hakkındaki belirli bir enformasyonun tüm evrene son derece hızla yayılmış olduğu fikrindedir. Böyle bir durumda evrenin birbirlerine son derece uzak bölgeleri birbirlerine benzer oluşumlar içine girmelerini sağlayacak enformasyon alışverişinde bulunmuş olabilirler. Bu çözümün karşısındaki engel, özel görelilik kuramıdır; özel görelilik kuramı hiçbir şeyin ışıktan daha hızlı hareket edemeyeceğini şart koşmaktadır.
Bununla birlikte, evrenin genişlemesi çok hızlı olmuş olmasına rağmen, özel görelilik sınırları bir şekilde aşılmış olabilir. Aslında, böyle bir durumda, gözlemlenebilir evrenin boyutu sabit kalırken, evrenin iki bölgesi arasındaki uzaklık üslü olarak artabilir. Yani başlangıçta çok küçük ve homojen olan bir bölge gözlemlenebilir evren bölgesine oranla son derece büyük bir boyuta erişme olanağına sahiptir. Sabit genişleme oranlı bu evre tamamlandığında evrenin bulunduğumuz homojen bölgesi gözlemlerimize ulaşan halinden son derece daha büyük olabilir.
Friedmann denklemleri, evrende tip |
ik olmayan bir madde türünün varlığının kabulü şartıyla, bu tür senaryoların mümkün olabileceğini göstermektedir.
Düzlemsellik meselesi de aynı tarzda çözülebilir. Meselenin özü şudur: "Eğrilik yarıçapı", gözlemlenebilir evrenin boyutundan daha az hızla büyümektedir. Oysa eğer genişlemeye hükmeden yasa, olağan maddeyle dolu bir evrenin genişlemesine hükmeden yasadan farklıysa bu artık doğru olamaz. Tipik olmayan özelliklere sahip (örneğin basıncı negatif olan) bir madde türünün mevcudiyeti varsayıldığında, "eğrilik yarıçapı" gözlemlenebilir evrenin boyutundan daha hızlı büyüyecektir. Eğer böyle bir genişleme evresi geçmişte olmuş ve yeterince uzun bir zaman sürmüşse eğrilik yarıçapının ölçülebilir olmaması hiç de şaşırtıcı değildir.
Manyetik tekkutuplular meselesi hızlanmış bir genişleme evresi ile çözülebilir. Bu, evrendeki tüm olağan maddenin yoğunluğunu azaltıcı eğilimdedir. Ancak bu durumda yeni bir mesele ortaya çıkar: Hızlanmış genişleme evresi, ardında tümseksiz, çukursuz bir uzaysal düzlem halinde, homojen, fakat maddesiz bir evren bırakır.
1980’li yılların başlarında Alan Guth tarafından önerilen "kozmik şişme" senaryosu bu sorunların tümünü gideren bir çözüm olmuştur. Bu çözümde, hızlanmış genişleme evresine neden olan, gerekli tüm özelliklere sahip, "tipik olmayan madde" türüdür. Çözümde, hızlanmış genişlemenin sonucunda kararsız (değişken) hale gelen bu genişleme evresinden sorumlu olan "sayıl alan" (İng. scalar field) "ısınma öncesi" ve "ısınma" denilen karmaşık süreçler sırasında, aşama aşama “standart model” parçacıkları halinde parçalanır.
Kozmik şişme ile ilgili sunulan ilk modeller çeşitli teknik sorunlar taşımış olsa da, önerilen sonraki modeller bu teknik sorunlardan arındırılarak, makul bir duruma gelecek şekilde geliştirilmiştir.
Tekkutuplular, düzlemsellik ve ufuk meselelerinin kozmik şişme çözümüne alternatif bir çözümü Weyl curvature hipoteziyle sunulmuştur.
Kozmik şişmede, maddenin her türüne ilişkin kuantum çalkantıları ya da dalgalanmaları vardır (Heisenberg’in belirsizlik ilkesinin sonucu olarak). Şişmenin beklenmedik sonuçlarından biri, başlangıçta kuantum tabiatlı bu çalkantıların “hızlanmış genişleme evresi ” sırasında olağan klasik yoğunluklar haline gelmek üzere evrim geçirmeleridir. Bu çalkantıların “kozmolojik karışıklıklar teorisi” kapsamında gerçekleştirilen tayf hesaplamaları, söz konusu çalkantıların "Harrison-Zeldovitch tayfı" baskılarını izlediklerini ortaya koymuştur.
Böylece kozmik şişme, evrendeki homojenlikten küçük kaçışların ya da sapmaların ortaya çıkışını açıklayabilmemize olanak sağlamaktadır. İlk kozmik şişme modelinin beklenmedik başarısı, ardından daha geliştirilmiş bir halinin hazırlanmasına öncülük etti: Bu modele göre, kozmik şişme evresi sırasında yaratılan küçük homojen olmama hallerinin ayrıntıları, güncel evrenimizdeki homojen olmama hallerinin ilk nedenleri olabilirdiler. COBE ve WMAP uydularınca gözlemlenen "kozmik arka plan dalgalanmaları"na ilişkin verilerin incelenmesi yoluyla yapılan gözlemler ile bu tahminler arasındaki uyum ilginç düzeydedir. SDSS (Sloan Digital Sky Survey) ekibi tarafından hazırlanan “galaksiler kataloğu” adlı çalışma sonuçlarında da görülen bu uyum, 20. yy. kozmolojisinin büyük başarılarından birini gözler önüne sermektedir.
1970’li ve 1980’li yıllarda yapılan çeşitli gözlemler, galaksilerin içindeki ve galaksiler arasındaki kütleçekimsel güçlerin görünürdeki (zahiri) etkisini açıklayabilecek yeterince gözle görülür madde olmadığını kanıtlamıştır. Bu saptama, doğal olarak, evrendeki maddenin azami % 90’ının ışık yaymayan ya da normal baryonik madde ile etkileşime girmeyen bir madde türününden (karanlık madde) oluştuğu sonucuna varılmasını sağlamıştır. Karanlık madde kısaca, ışın yaymayan ya da elektromanyetik ışınları doğrudan algılanabilecek şekilde yeterince yansıtamayan bir madde türüdür. Karanlık maddenin varlığı başlangıçta tartışmalı bir mesele olmuşsa da, sonradan çeşitli gözlemler, özellikle şu gözlemler varlığını iyice ortaya koymuş durumdadır: Kozmik mikrodalga arka plan ışımasındaki anizotropiler, galaksi kümelerindeki hız kayıpları, yapıların dağılımlarının geniş skalası ve galaksi kümelerindeki X ışınları ölçümleri.
Hiçbir karanlık madde parçacığı laboratuvar ortamında üretilmemiş olmakla birlikte, karanlık maddenin varlığının kanıtı özellikle diğer maddeler üzerindeki kütleçekimsel etkisinde bulunmaktadır. Şimdiye dek, karanlık madde parçacıkları olabilecek pek çok parçacık bilim çevrelerine aday olarak sunulmuş ve karanlık madde parçacıklarını ortaya çıkarmak ya da keşfetmek üzere birçok proje başlatılmıştır.
Ia tipi süpernovalardaki “kırmızıya kayma”-“görünür kadir” ilişkisinin ölçümleri evrenin genişlemesinin evrenin şimdiki yaşının yarısına gelmesinden itibaren hızlanmış olduğunu göstermiştir. Bu hızlanmayı açıklamada, "genel görelilik" evrendeki enerjinin bir kısmının büyük negatif basınca sahip bir unsurdan oluşmuş olmasını zorunlu kılmaktaydı ki, bu unsura ya da enerjiye günümüzde "karanlık enerji" adı verilmektedir. Karanlık enerjinin varlığı başka yollarla da anlaşılmaktadır.
Negatif basınç bir tür vakum enerjisi özelliği gösterir. Fakat karanlık enerjinin gerçek doğası Big Bang’ın büyük sırlarından birinin kalıntısıdır denilebilir. Kimilerine göre kozmolojik bir cevher ya da bir sabitedir. 2008’deki WMAP (Wilkinson Microwave Anisotropy Probe) uydusu ekibinin “kozmik mikrodalga arka plan ışıması”nın verileriyle ve diğer kaynakların verileriyle birleştirilen sonuçları günümüzdeki evrenin % 72’sinin karanlık enerjiden, % 23’ünün karanlık maddeden, % 4.6’sının düzenli (olağan) maddeden ve % 1’den az bir kısmının nötrinolardan oluştuğunu göstermiştir Maddedeki enerji yoğunluğunun evrenin genişlemesiyle azalmasına karşın karanlık enerjinin yoğunluğu sabit kalmaktadır. Sonuç olarak, madde geçmişte evrenin tüm enerjisinin önemli bir kısmını oluşturmuşsa da ve hâlen hatırı sayılır bir kısmını oluşturuyorsa da, uzak bir gelecekte evrene katkısı iyice düşecek ve karanlık enerji daha da baskın duruma gelecektir.
Halihazırdaki en iyi Big Bang modeli olan ΛCDM modelinde karanlık enerji genel görelilik kuramındaki bir kozmolojik sabitenin varlığıyla açıklanmaktadır. Bununla birlikte karanlık enerjiyi güzelce açıklayan sabitenin boyutu, kuantum kütleçekimine ilişkin fikirler üzerine kurulu tahminlere gelindiğinde, şaşırtıcı ölçüde küçük gösterilmektedir. Kozmolojik sabite ile diğer karanlık enerji açıklamaları arasındaki tefrik, halihazırda bir araştırma alanıdır, devam eden araştırmalara konu teşkil eden aktif bir çalışma sahasıdır.
Big Bang’ın evren tarihinin ilk ya da başlangıç anına dayalı olduğu inanışı yanlış bir inanıştır. Big Bang yalnızca evrenin yoğun ve sıcak bir dönemden geçmiş olduğunu gösterir. Bu yoğun ve sıcak evreyi çok farklı tarzda betimleyen çeşitli kozmolojik modeller vardır.
Sunulan ilk modellerden birinde Georges Lemaître maddenin yoğunluğunun nükleer madde yoğunluğunda (10g/cm³) olduğu bir ilk hali varsayıyordu. Lemaître, haklı olarak, böyle yoğunluklardaki maddenin davranışını kesin olarak bilme iddiasında bulunmanın güç olduğunu düşünüyor ve genişlemeyi başlatan şeyin bu kararsız (değişken) dev atomik çekirdeğin parçalanması olduğunu varsayıyordu. Lemaître daha önce, 1931’de, evren tarihinin ilk anlarını tanımlamada daima kuantum mekaniğine başvurmak gerektiğine ve uzay (mekân) ile zaman kavramlarının alışılmış niteliklerini muhtemelen kaybetmiş halde olacağına dikkat çekiyordu.
Günümüzde klasik Big Bang modellerinin yetersiz kaldığı noktaları tamamlayan, kozmik şişme ve Big Bang'ı farklı bir bakış açısıyla ele alan farklı modeller oluşturulmuştur. Bazı kozmik şişme modelleri sonsuz (ebedi) bir evren varsayarlar, pre-Big Bang gibi bazı modeller ilk halin pek yoğun olmadığını, buna karşılık ardından bir geri sıçrama evresi geçirdiğini varsayarlar, sicim kuramına dayalı bazı modeller ise "gözlemlenebilir evren"in dört boyutluluğun da ötesindeki bir uzaya dalmış halde olduğunu varsayarlar. Bu sonuncu modellere göre, Big Bang ve genişleme hareketi iki "brane" arasındaki çarpışmadan kaynaklanmaktadır Bazı modeller de evrenin hareketini tekrarlanan bir nabız atışına (genişleme ve büzülme) benzetirler.
Sonuç olarak tekrar etmek gerekir ki, gözlemlediğimiz evren Big Bang’dan doğmuştur. Big Bang teorisine göre, günümüzde tanıdığımız elementer parçacıklar söz konusu yoğun ve sıcak dönemde oluşmuşlar ve sonraki süreçlerde evrende gözlemlediğimiz tüm yapılar oluşmuştur.
Big Bang’ın ilk döneminde gözlemlenebilir evren bölgesinde hüküm süren koşullar her yerde aynıydı. Buna karşılık maddi unsurların evrenin genişlemesi olgusuyla birbirlerinden hızla uzaklaştıkları görülmektedir. Büyük Patlama terimi, bu genişleme hareketinin şiddetine ifade etmek üzere, bir terim olarak önerilmiştir.
Big Bang’in bir merkezi ya da özel bir yönü yoktur. Evrenin geçmişte nasıl olduğu, ancak evrenin uzak bölgeleri gözlemlenerek anlaşılabilmektedir. Evrende ne kadar uzak bir bölge gözlemlenebilirse, evren tarihinde de o kadar uzak bir geçmiş tespit edilebilir. Fakat günümüzde gözlemlenebilen, doğrudan doğruya Big Bang'ın ilk döneminin kendisi değil, evren tarihindeki bu sıcak aşamanın ışıklı yansıması olan “kozmik arka plan ışıması”dır. Bu ışıma esas olarak tekbiçimli olup her yönde gözlemlenebilmektedir. Bu, Big Bang’ın gözlemleme olanağı bulunan bölgelerde son derece homojen bir tarzda meydana geldiğini göstermektedir. Big-Bang’ın ilk halini tespit edilemeyecek olmasının sebebi, ilksel evrenin, yüksek yoğunluğundan dolayı, donuk ışımalı oluşudur.
Genel kanının aksine Big Bang, herhangi bir yerde olmuş bir patlama değildir. Big Bang ya da Büyük Patlama, kimilerinin adını ilk duyduğunda düşündükleri gibi, günümüzdeki galaksileri oluşturan maddeyi dışarı fırlatıp atan, herhangi bir noktada meydana gelmiş bir patlama değildir.
Big Bang’ın önerdiği ya da en azından sade modelinde önerdiği çözüm, filozofların bir kısmına göre yaratılışçı fikrine uygun görüldü. Bu filozoflara göre temel fikir, Yaratılışçılık'ın |
önerdiği "Başlangıçlı Evren" ile uyuştuğu üzerine geliştirildi. Bilim camiası teoriye kuşku ile bakarken, kısa zamanda genelini halkın oluşturduğu kitleler bunu Yaratılışçılık'ın doğrulaması olarak kabul etti. Evrenin başlangıcına dair teoloji ve felsefede yapılmış önceki yorumlara ilave olarak, bu bilimsel gelişme, felsefe ve teoloji alanlarında da farklı yorumcular tarafından, önceki akımların doğrulanmasına veya sorgulanmasına yol açtı. Bu nokta Papa XII. Pius tarafından özellikle ifade edildi. Bazılarına göre, Big Bang’ın önerdiği kronoloji, Yaratılış’ın sonsuz olduğuna inanan Newton, Einstein gibi çekim teorilerinin kurucularının kanaatlarinin aksi gibi görünüme sahipti. Lemaître, Papa’nın ifade ettiğinden farklı bir bakış açısına sahipti. Buna karşılık, bilimsel anlamda kabul edilebilir kanıtlara dayanılmasa da, Lemaître’e Big Bang modelini hazırlamasında dinî kanaatlerinin yardımcı olduğunu ileri sürenler olmuştur..
Bir kısım bilim insanı, astroloji ve kozmoloji verilerinin, herhangi bir felsefe veya teoloji ile örtüşmeyeceğini ifade etmişlerdir. Buna karşın bazı astrofizikçiler, konunun Tanrı'nın varlığı ile ilişkilendirilebileceğini savunmuşlardır. Örneğin Amerikalı astrofizikçi Hugh Ross konuya ilişkin şu açıklamada bulunmuştur:
""Zaman, olayların meydana geldiği boyut olduğuna göre, eğer madde, Big Bang'la ortaya çıkmışsa, o halde evreni ortaya çıkaran sebebin evrendeki zaman ve mekândan tümüyle bağımsız olması gerekir. Bu da bize Yaratıcı'nın evrendeki tüm boyutların üzerinde olduğunu göstermektedir"."
Big Bang teorisini reddeden ve teorinin eleştirilecek çok yanı olduğunu düşünenlerden biri "durağan hal teorisi"nin mimarlarından Fred Hoyle’dür.
Teoriye bilim dünyasından karşı duranlar arasından şu isimler örnek olarak verilebilir:
Yadsınamaz başarılarına karşın Big Bang’a günümüzde de, bilim dünyasının bir kısmı muhalefet etmektedir. Bu muhalefet cephesinde bazı astronomlar da vardır. Bu muhaliflere örnek olarak, maddenin yaratılışını esas alan yeni bir "durağan hal" versiyonu geliştirmiş olan Geoffrey Burbidge, Fred Hoyle ve Jayant Narlikar belirtilebilir.
Big Bang’a son zamanlarda yeniden getirilen bir eleştiri de, Abell 1835 IR1916 ve HUDF-JD2 galaksileri gibi bazı uzak kozmik cisimlerin yaşı ile daha genç kalan evrenin yaşı arasındaki uyumsuzluk konusundadır. Fakat çoğu zaman bu tür sorunlar kötü yaş tahminlerinden ileri gelmektedir.
Big Bang teorisi esasen iki temel fikir üzerine kuruludur: Fiziksel yasaların evrenselliği ve kozmolojik prensip. Kozmolojik prensip daha önce değinildiği gibi, evrenin makro ölçeklerde homojen ve izotrop olduğunu varsayar. Bu fikirler önceleri birer hipotez konumundaydılar, fakat günümüzde gözlemlerle desteklenmektedirler.
Gözlemsel kozmoloji alanındaki gözlemsel gelişmeler Big Bang’a kesin bir destek sağlamaktadır, en azından bu alanda çalışan araştırmacılar arasında bu görüş ortaktır.. Big Bang’ın karşısındaki temel teori olan "durağan hal teorisi" de kozmik arka plan ışımasına ilişkin gözlemleri, hafif elementlerin salınmasını ve galaksilerin evrimini açıklamakta yetersiz kalışı nedeniyle günümüzde tümüyle marjinal bir duruma gelmiş bulunmaktadır.
Big Bang aslında, hâlen gözlemlerin bir yanlışını çıkaramadığı genel göreliliğin bir sonucudur. Dolayısıyla kimilerine göre Big Bang’ı reddetmek genel göreliliği reddetmek demektir.
Buna karşılık birçok dönem veya fenomenin hâlen pek fazla bilinmediği bir gerçektir. Örneğin, antimaddeye kıyasla hafif bir madde fazlasının söz konusu olduğu baryogenez dönemi ve kozmik şişme evresinin sonuna ilişkin ayrıntılar, özellikle ısınma-öncesi ve ısınma evreleri... Geliştirilecek yanları olan Big Bang modelleri hâlen gelişim içinde olmakla birlikte, artık Big Bang’ın genel kavramını tartışmak yeterince güçleşmiş bulunmaktadır.
Karanlık enerjinin varlığının anlaşılmasından önce, kozmologlar evrenin geleceği hakkında iki senaryo geliştirmişlerdi. Evrenin "kütle yoğunluğu" “kritik yoğunluk”tan (İng. critical density) büyük olduğu takdirde evren azami boyutuna ulaştıktan sonra çöküş sürecine girecekti. Daha yoğun ve daha sıcak olacak ve bu süreci “Büyük Çöküş” (İng.Big Crunch) denilen, başlangıçtaki haline benzer bir halle tamamlayacaktı.
Bu senaryoya alternatif olarak, evrendeki yoğunluk "kritik yoğunluğa" eşit veya bunun altında olduğu takdirde genişleme yavaşlayacak, fakat asla durmayacaktı. Yıldızlararası gazlardaki yıldız oluşumu tüm galaksilerde duracak, yıldızlar ak cücelere, nötron yıldızlarına ve kara deliklere dönüşeceklerdi. Bunlar arasındaki çarpışmalar da yavaş yavaş kütle birikimlerinin oluşmasını, yani daha büyük kütleli cisimlerin oluşmasını ve giderek büyük kara delikler haline gelmeleri sonucunu doğuracaktı. Evrenin ortalama sıcaklığı sonuşmaz olarak "mutlak sıfır"a yaklaşacaktı (evrenin ısısal ölümü) Ayrıca proton kararsız kaldığı takdirde baryonik madde ardında yalnızca ışıma ve kara delikler bırakarak yok olacaktı. Sonunda kara delikler de "Hawking ışınımı" yayarak buharlaşacaklardı (yok olacaklardı). Böylece evrenin entropisi hiçbir organize enerji türünün kendisini kurtaramayacağı “evrenin ısısal ölümü” denilen bir noktaya tırmanacaktı.
Modern “hızlı genişleme” gözlemleri şunu göstermektedir ki, bugünkü “görülür evren” yavaş yavaş “olay ufku”muzun ötesine kayacak ve temas olanaklarımızın dışına çıkacaktır. Sonraki durum ya da nihai sonuç bilinmemektedir. En gelişmiş Big Bang modeli olan ΛCDM modeli, karanlık enerjiyi bir "kozmolojik sabit" biçimi olarak kabul eder. Bu teori ya da model yalnızca galaksiler gibi sınırlı çekimsel sistemlerin birlikte kalabileceklerini varsayar ki, ısısal ölümden onlar da kaçamayacaklardır. Karanlık enerjiye ilişkin, “fantom enerji teorileri” denilen başka açıklamalar ise sonunda galaksi kümelerinin, yıldızların, gezegenlerin, atomların vb.’nin ebedi genişlemeyle ayrılacaklarını ileri sürmektedir. Buna Big Rip adı verilmektedir.
Big Bang modeli kozmolojide yerleşmiş olmakla birlikte, gelecek konusunu yanıtlamada daha yeterli olması gerektiği anlaşılmaktadır. Evrenin en erken dönemi hakkında da pek az şey bilinmektedir. Penrose-Hawking tekilliği teoremleri kozmik zamanın başlangıcında bir tekilliğin varlığını zorunlu kılmaktadır. Fakat bu teoremler, genel göreliliğin hep geçerli olduğunu varsayarlar; oysa evrenin Planck ısısına ulaşmasından önceki dönemde genel göreliliğin geçerli olmaması gerekir ve "tekillik"ten ancak bir kuantum kütleçekimi davranışı kaçınabilir. Prensip olarak, evrenin “gözlemlenebilir evren”in ötesinde de parçaları olabilir. Bu, "kozmik şişme" olduysa gayet mümkündür; çünkü üslü (matematiksel üslerle ifade edilebilecek) bir genişleme, uzayın büyük bölgelerini “gözlem ufku”muzun ötesine itmiş olabilir.
Denenmemiş hipotezleri gerektiren bazı öneriler şunlardır:
Son iki kategoride yer alan modeller Big Bang’ı evrenin bir başlangıcı olarak değil, çok daha büyük, çok daha eski ve çok tabakalı (ya da çok boyutlu) varsayılan evrendeki tali bir olgudan ibaret olarak görürler.
Anlam bilimi
Anlam bilimi (semantik), anlamları inceleyen bilimdir. Anlam bilimi felsefî ya da mantıksal ve dilbilimsel olmak üzere iki farklı açıdan ele alınabilir. Felsefî ya da mantıksal yaklaşım, göstergeler ya da kelimeler ile bunların göndergeleri arasındaki bağlantıya ağırlık verir ve adlandırma, düz anlam, yan anlam, doğruluk gibi özellikleri inceler. Dilbilimsel yaklaşım ise zaman içinde anlam değişiklikleri ile dilin yapısı, düşünce ve anlam arasındaki karşılıklı bağlantı gibi konular üstünde durur.
Bir başka deyişle göstergelerin anlamlarının ilişkin olduğu bilim veya teoriye anlam bilimi veya semantik denir. Bu anlamda gösterge denilince; görülebilen, duyulabilen ve iletişim halinde olan herkes için belli bir anlamı olan birimler anlaşılır. Bu koşulu, trafik levhaları ya da körler alfabesinde var olan kelimeler de yerine getirir. Semantik, her çeşit gösterge ile ilgilenirse Gösterge biliminin alt alanına girer; yalnızca dilsel göstergelerle ilgilenirse dil biliminin alt alanına girer.
Dilsel birim olan göstergeler: Anlamı olan bütün dilsel ifadeler “gösterge” olarak tanımlanır. Örneğin; “hedefliyorsun” kelimesi iki parçadan oluşmaktadır. Sözcüğün kökü olan “hedeflemek”, “belli bir amaca ulaşmayı istemek” anlamındadır; kelimenin sonundaki “–yorsun” eki ise dilbilgisel olarak 2. tekil şahıs olduğunu belirtir. Bu durumda da semantik, Dil biliminin alt alanı olarak dilsel birimlerin anlamlarının açıklanması ile tanımlanması ve karmaşık ifadeleri bir araya getiren durumlar ile uğraşır. Böylelikle cümleler ya da daha büyük birimler oluşur ve bu birimler iletişim sırasında etkili bir şekilde kullanılır.
Tarihsel semantik ise zaman içerisinde değişen dilsel birimlerin anlamlarını araştırır.
Göstergenin, yukarıda belirttiğimiz anlamıyla kelimelerin bütün ögelerini kapsamadığına dikkat edilmelidir: Sayı kelimesi sa-yı şeklinde iki heceden oluşur ve her iki hecenin de hiçbir anlamı yoktur. Yalnızca bu heceler bir araya getirildiğinde bir anlam oluşur. Bu, tek ses ya da harfler için de geçerlidir. Tek başlarına hiçbir anlam taşımazlar.
İlk olarak, aşağıdaki bölümde semantik, Gösterge biliminin içinde kabul edilir. Çoğu dil bilimici, dil bilimini; gösterge biliminin uzmanlık alanı olarak görür.
Dil bilimi 2000’den fazla yıldır dilsel olguların açıklanması ve tanımlanması ile uğraşır; böylece semantiği de ilgilendiren yeni kuramsal bilgiler geliştirmiştir. Ayrıca ana dil dersleri, dil eğitimi ve yabancı dil dersleri gibi alanlarda bir sorunun tam doğru olarak ifade edilmesinde dilbilimsel bilgilerin uygulamalı kullanımına yönelik düşünceler de etkinleştirilir.
Semantik; bilişim, mantık, felsefe ve sistem kuramı bakış açılarından sonuç çıkarır.
Semantik, genel göstergebilimsel olarak göstergesel anlam kuramıdır. Semantik bakış açısı ya da kavramı, içerdiği esas anlama göre değişir. Göstergebilimsel anlamda göstergeler yalnızca dilsel değildir; böylelikle göstergebilimsel semantik, göstergelerin etkileşimindeki doğal ve teknik süreçleri inceler.
Charles W. Morris, göst |
erge bilimindeki semantik terimini bulan kişi olarak bilinir. Morris, semantik adı altında göstergelerin birbirleriyle olan ilişkisini anlar. Morris’e göre semantik kavramı bugünkü anlamından farklıdır.
Gösterge biliminde pragmatik ve sentaks Morris'den bu yana birbirinden ayrı olarak ele alınırlar.
Yukarıda da değinildiği gibi semantik göstergelerle uğraşır. Örneğin; “şapka” kelimesinin konuşulan, yazılan şekli ve bunun bağlantılı olduğu, kenarları olan başı sıkıca kavrayarak koruyan anlamı vardır. Bu iki konunun (biçim ve anlam) birbirleriyle olan ilgisi iki şekilde açıklanır:
Semantik bu her iki alanın üst kavramıdır ve gösterge ile anlam ilişkisinin ifadesidir.
Dil biliminin alt alanı olan semantik, dilsel göstergelerin anlamını araştırır.
Dilsel göstergeler ise sözlü ve yazılı biçimlerle ilgili olan bütün ifadelerdir. Bu bağlamda morfemler en küçük göstergelerdir. Daha büyük göstergeler kelimelerdir, bunu ise cümleler, cümleler ve metinler takip eder. Bütün bu birimler “gösterge” görevini yerine getirir. Aslında dilbilimsel semantiğin araştırma nesnesi morfem ve kelimelerdir.
Gösterge biliminde olduğu gibi modern dil bilimide de sentaks, semantik ve pragmatik’ten yararlanılır, ama Pragmatik, göstergelerin anlamı ile uğraştığı için açık bir farklılık vardır.
Semantik farklı perspektiflerden de yararlanır.
Kelime, cümle, metin ve iletişim düzleminde semantik
Kelime ve morfem semantiğin, dilbilimsel semantiğin araştırma nesnesi olduğuna dikkat edilmelidir. Bunlardan sonraki araştırma nesnesi Cümle semantiktir.
Frege İlkesinin (“bireşimsel bir dil biriminin anlamı, ögelerinin anlamlarının işlevidir”) doğal dillerde ne denli geçerli olabileceği tartışılmaktadır. Birleştirici işlevlerin tanımı olumlayıcı bir durumda semantiğin ana görevleri arasında sayılmaktadır.
Kelimelerin anlamlarının araştırılması dilbilimsel semantiğin konusudur. Bununla ilgili konular aşağıda verilmiştir:
Semantik, eş zamanlı (senkronik) ve ard zamanlı (diyakronik) olarak çalışır. Ferdinand de Saussure’ye kadar dil bilimi çalışmalarında artzamanlılık hakimdi.
Tarihsel (ard zamanlı) semantik; anlam genişlemesi, anlam daralması, anlam iyileşmesi, anlam kötüleşmesi ve anlam kayması gibi zaman içinde meydana gelen olayları ard zamanlı olarak inceler. Etimoloji (köken bilimi), klâsik semantiğin alt alanıdır.
Eş zamanlı semantik, dildeki göstergelerin belli bir zaman diliminde belli gruplar tarafından bir iletişim aracı olarak nasıl kullanıldığını araştırır.
Eş zamanlı semantik ve ard zamanlı semantik birbiriyle hiçbir zaman çelişmez, hatta birbirlerini tam anlamıyla tamamlar. Bundan dolayı ard zamanlı yapısal semantik hem eş zamanlı yönteme yönelik, hem de dil tarihini araştırmak için dildeki söz varlığının yapısallık ilkesini kullanır.
Tarihsel semantik anlam değişmesini kapsar. Bir kelimenin anlamının zaman içerisinde değişmesini gözlemler. Anlam genişlemesi ile anlam daralması ve anlam iyileşmesi ile anlam kötüleşmesi anlam değişikliğine dahildir. Tarihsel semantiğe yönelik başlıca araştırmalar, morfem ve kelimelerin anlam gelişmelerini kapsayan Etimoloji’ye aittir.
İlk tarihsel semantik araştırmaları Antonie Meillet, Wilhelm Wundt, Leonce Roudet, Jost Trier ve Herman Paul’a aittir. 1950’lerden beri Stephan Ullmann’ın çalışmaları belirleyici rol oynamaktadır. 1960’lardan beri felsefe ve tarih biliminde Tarihsel semantiğe yönelik araştırmaların “Kavram Tarihi” adı altında toplandığı kapsamlı araştırmalar vardır. 1990’ların sonundan ve 21.Yüzyılın başlarından itibaren tarihsel semantiği bilişsel dil bilimi açısından ele alma denemeleri vardır. Türkiye’de ise, anlam bilimini konusundaki ilk kapsamlı çalışma, Doğan Aksan’a aittir. Doğan Aksan 1971’deki “Anlam bilimini ve Türk Anlam bilimini” adlı eserinde dilbilimsel anlam bilimi konularını ele almakta ve Türkçeyi kelime ve cümle semantiği açısından incelemektedir.
Kültürlerarası iletişim birçok alan için söz konusudur. Dil bilimi alanında da kültürlerarası iletişimi terminolojik ve bilimsel olarak kavramak vardır. Bunun yanı sıra kendisine yakın olan bilim dallarının taslağına başvurur. Kültürlerarası belli iletişim durumlarının çözümlenmesi için kültürel etkileşimin tanımlanmasına yönelik çözümleme kategorileri geçerlidir. Böyle iletişimlerin temelinde kelimelerin anlamlarının anlaşılması vardır. İletişim halinde olan kişilerin yaşadıkları kültür bağlamında ve sözlüklerde yazıldığı biçimde kelime kullandıkları için semantikte yanlış anlaşılma potansiyeli vardır. Bundan dolayı da semantik bozukluklar, yanlış anlamalar ya da anlaşmazlıklar ortaya çıkmaktadır.
Salt semantik olarak da adlandırılan mantıksal semantiğin görevi; önermeler mantığı, yüklem mantığı gibi biçimsel dilleri açıklamaktır. Fakat anlamlar araştırılmaz, aksine açık kurallar aracılığıyla kesin olarak belirlenir. Bu noktada mantıksal dillerdeki biçimsel semantikten de bahsedilebilir.
Bir dilsel ifadenin kapsamı ile içeriği arasındaki fark şudur: semantik, içerimsel semantikte daha çok içerik ile uğraşırken kapsamlı semantikte de daha çok kapsam ile uğraşmaktadır.
İçerik ve kapsamın farklılığı içerik ve kapsam arasındaki anlayış ve anlam ile ilişkilidir. Bu noktadaki anlayış ve anlam kavramları modern Matematiksel Mantık'ın ve Analitik felsefenin kurucusu sayılan Alman matematikçi, mantıkçı ve filozof Friedrich Ludwig Gottlob Frege’ye aittir. Ayrıca Frege, anlam ifadesini günümüzde geçerli olan anlayışta bir başka ifade olarak kullanmış ve şu tanımı yapmıştır:
Frege, bu farklılığı Almanca’daki "“Morgenstern”" (Çoban Yıldızı) ve "“Abendstern”" (Venüs gezegeni) kavram çifti örneğinde netleştirmektedir. Her ne kadar “Morgenstern” kelimesi “Çoban Yıldızı” anlamında da kullanılsa da bu her iki kelime de aynı anlama sahiptir. Her iki kelime de Venüs gezegenini tanımlamaktadır. Fakat bu ifadelerin anlayışı belirli biçimde farklıdır. Bu farklılaşma bugünkü dil kullanımına göre artık kolay kolay anlaşılabilir olmadığı için Frege’nin terminolojisinin yerine anlam ve anlayış kavram çifti çoğunlukla gösterilen olarak kullanılmaktadır. Aynı zamanda da anlayış ve anlam kelimeleri eş anlamlı olarak kabul edilmektedir.
Frege’nin bu farklılaştırmaları dilbilimsel semantik içerisinde de büyük bir yankı uyandırmıştır.
Kip ile ilgili olmayan mantık için geçerli olan semantik, kapsamlı semantiktir. Bu, şu anlama gelmektedir; biçimsel dilin ifadelerinin sadece kapsamlı semantiğe uygun düşer.
Bunun tersine kip ile ilgili mantıksal diller, içeriksel semantik ile, örneğin olası dünyanın semantiği aracılığıyla açıklanmaktadır.
Gerçek – işlevsel semantik Alfred Tarski tarafından 1944 yılında “sistematik bir süreç olarak resmileştirilmiştir”. Gerçek – işlevsel semantik bir cümlenin anlamını bir cümlenin gerçekliği sorununa bağlamıştır, çünkü bir gerçekliğin tasarısının kavranması, anlamın tasarısının kavranmasından daha kolaydır. Gerçek – işlevsel semantik “anlam” kavramını dilsel ifadeler ile dünya arasında bir işlev olarak anlayan ve bu ifadelerin gerçekliğini, bunların anlamlarına ölçüt olarak kullanan bir semantiktir.
Model-kuramsal semantikte bu konu işlenmektedir.
Bilişim bilimi içerisinde semantik, mantıksal semantiğin uygulamasıdır. Burada biçimsel programlama dilleri için söz diziminin yanı sıra biçimsel bir semantik tanımlanmaktadır. Bu semantik öngörülebilirlik (hesaplanabilirlik) kuramı, hesap karmaşıklığı kuramı ve özellikle de bilgisayar programlarının doğrulanması (kusursuzluk) alanlarındaki kullanımlarda bulunmaktadır.
Semantik, çözümleyici/analitik felsefenin önemli bir alt alandır. Dil felsefesi uzun süre boyunca esasen sadece semantik olarak algılanmıştır. 20. yüzyılda Wittgenstein’in etkisi sayesinde ancak edim bilimi de dil felsefesinin önemli bir dalı haline gelmiştir.
Göstergelerin gösterge boyutundan içeriğine yönelik anlamsal bir sorgulama içine girilince (göstergenin içeriği nedir?) semasiolojik boyut esas alınmaktadır demektir. Bu durumda semasioloji ifadesi ile aynı zamanda çok genel anlamda semantiğin eş anlamlısı; dar anlamda ise kelime içeriklerinin öğretisi çerçevesinde kalınmaktadır.
Nesne açısından bakıldığında ise (nesne nasıl adlandırılmıştır/işaretlenmiştir) söz konusu olan, onomasiolojik boyuttur. Onomasioloji, işaret kullanımı öğretisi düzleminde düşünülmesi gerekir. Bir resim sözlüğü veya konu başlıklarına ya da içerik yakınlıklarına göre düzenlenmiş olan bir sözlük, onomasiolojik temellidir. Aynı zamanda kelime alanı öğretisinin de onomasiolojik bir boyuta veya açıya sahip olduğu varsayılmalıdır.
Çok genel bir bakış açısından bakılınca esasen semasiolojik-onomasiolojik ayrımı somut gerçekliğe dayalı değil de daha ziyade kavramsal nitelikte anlaşılabilir; zira konucunun gerçeklik deneyimi ile birlikte onun sözde doğal onomasiolojik konumunun semasiolojik araştırmalarında öncel olup olmadığı sorusu hep açıkta kalmaktadır.
Semantiğin alanları yalnızca dil yapısının farklı düzeylerine göre değil, dil ile düşünce ve dil ile dünya arasındaki ilişkinin biçimine göre de sınıflandırılır. Semantik alanlar bilişsel anlam, bilgisel anlam ve pragmatik anlam olmak üzere üçe ayrılır.
Bilişsel anlam kavramı, dil ile düşünce arasındaki ilişki ile bağlantılıdır. Bu noktada dilsel bir ileti ile düşünsel yapının dil biçimlerini oluşturmasından söz edilir.
Bilgisel anlam kuramları ilişkisel (referansiyel) kuramlar olarak anılır. Ferdinand de Saussure’e göre dilsel göstergeler ile onların ilişkili olduğu karşılıkları (referans unsurları) arasındaki bağıntı burada büyük rol oynar.
Pragmatik anlam alanındaki semantik çalışmalar, bir ifadenin dilbilgisel anlamı ile belli bir bağlamdaki anlamı arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışır. Bu, aynı zamanda pragmatikin araştırma nesnesidir.
Genel semantik kavramı birçok anlamda kullanılır.
Aynı zamanda kuramsal semantik kavramına bir eş anlamlı olarak şöyle bir tanım geçerli kılınmaktadır: „kuramsal semantikte (…) soyut, işaret kullanımının tüm alanına yönelik genel geçerliğe sahip açıklamalar sunulur (…); bunun dışında tüm işaret sistemlerinin betimi için gerek |
li temel kavramlar dizgeli bir şekilde tanımlanır”. Bu açıdan uygulamalı semantiğin bir karşıt özelliği dile getirilmiş olmaktadır.
Bunun yanı sıra, genel semantik ifadesi Korzybski ve Samuel Ichiye Hayakawa tarafından temsil edilen “general semantics”in çevirisidir. Semantik, “konuşmacı ve dinleyicinin davranış ve düşünceleri ile dilsel göstergeler arasındaki ilişkinin öğretimi” olarak tanımlanmaktadır. Bu, insanların dilin dikta ve güdümleyici erkinden kurtulmasının pedagojik ve özgürlükçü başlangıcıyla ilgilidir.
Dinamik statik kavramı statik anlam kuramlarına bir ayrıcı tanım olarak sunulmaktadır. Bu ayrımlaştırıcı kavramsallaşma, bir cümlenin anlamını bir güncelleme işlevi („uptade funcion“) olarak kavrarken, bunun „ifade edilişinden önce ulaşılan bir metin bağlamı veya bilgi durumunu yeni bir metin bağlamı veya bilgi konumunda gösterdiği“ iddiası söz konusu olmaktadır.
Biçimsel semantik, aslında biçimsel mantık çerçevesinde biçimsel yapay dillerin semantiğidir. Bu biçimsel mantık semantiğin yanı sıra, mantıksal betimleme imkânlarını kullanan doğal dillerin de biçimsel bir semantiği vardır. Biçimsel semantik; Augustus De Morgan, George Boole, Alfred Tarski ve Richard Montague’nin etkisi altında gerçeklik koşullarını sağlayan cümle anlamı olarak tanımlanır ve felsefî mantık ilkelerine yönelik kalıplaşmış bir üst dil ile betimlenir.
Modelleştirici kuramsal semantik (İng.: model-theoretic semantics; aynı zamanda „hakikat işlevci semantik“), örneğin Richard Montague’de görüldüğü şekliyle, formel semantiğin bir yönüdür; Alfred Tarski’ye atıfla oluşturulan bu anlayışa göre sunî ve doğal dillerin semantik/anlamsal yorumunu, „anlamı kesin tanımlanmış bir yorumla bir model içinde eşit tutarak“ gerçekleştirmektedir.
Modelleştirici kuramsal semantikte nesne dili ile meta dil birbirinden kesin olarak ayrıştırılır. Nesne dili bir meta dile çevrilir. Bu meta dil ise bir model düzlemi ve içinde yorumlanır.
Üretici semantik, dil bilgisi ile uğraşır ve dönüşümsel dil bilgisi kalıplarını eleştirir. Üretici semantik, üretici-dönüşümsel dil bilgisinin kurucusu olan Noam Chomsky tarafından geliştirilmiştir. Noam Chomsky’nin kuramından farklı olarak, soyutlamalı anlam derinliğine dayalı olan bir dildeki cümlelerin sözdizimsel değil, şimdiye kadar tam olarak geliştirilemeyen, bir cümlede farklı biçimlere dönüştürülen anlam bilimisel göstergeler olduğu anlaşılır.
Üretici semantik, üretici-dönüşümsel dil bilgisi konusunda Noam Chomsky tarafından geliştirilen Söz dizim kuramının görünüşlerinde (Aspekte Modell) yer alan çeşitli cümleler arasındaki eşdeğerlik ilişkilerine yönelik, 1960’lı yılların ortasından beri devam eden tartışmalardan dolayı bağımsız bir disiplin olarak gelişmiştir.
Üretici semantik birbirine uygun durumları temsil etmez; ancak burada bazı özellikler ortaya çıkmaktadır: Üretici semantik bütün kuralları benimser ve “dönüşümsel süreçlerin sınırlandırılmasına yönelik anlık durumsal varsayımlarını kullanmaz” (Norbert Fries, Berlin). Üretici semantik, “anlam bilimisel ve sesbilimsel göstergeler arasındaki dilbilgisel dönüşüm biçimlerini” açıklamaya çalışır (Nobert Fries, Berlin).
Üretici semantik, yorumlayıcı semantiğin nasıl ortaya çıktığını, bir dil bilgisinin iki farklı kural sisteminden nasıl oluştuğunu sorgular. Sonuç olarak; üretici cümle bilgisi ve yorumlayıcı semantik, aralarındaki kurallara ilişkin sistem farklılığı konusunda birbirinden ayrılır.
Üretici semantik, sadece bir kural sistemi olduğunu kabul eder. Farklı soyut yapılar altındaki Üretici semantik içerisinde seçim kuralları gibi konular semantik olarak sınıflandırıldığı için bu sistem de semantik olarak sınıflandırılır. Söz Dizim Kuramı bağlamında, bu yapılar sözdizimsel olarak kullanılır.
Ayrıca üretici semantik, dönüşümsel dil bilgisinde evrensel nitelikte olduğu varsayılan soyut cümle yapılarının dönüşümsel sentakstaki dilsel ifadeler için mantıksal kapsam ve şartlara ilişkin sınırlandırmalar kullanmadığını kabul eder.
Dönüşümsel dil bilgisi, üretici semantikte semantik-üretici ekleri sınıflandırmasının ve hangi dil bilgisinde hangi dizgesel niteliklerin olduğu gibi olgular arasında ayrım gözetilmediğini eleştirir.
Söz Dizim Kuramı’ndaki gelişmeler ve özerklik ilkelerinin daha belirgin hale getirilmesi ile üretici semantikteki tartışmalı noktalar açıklığa kavuşturulmuştur. Eleştiriler bilişsel dil bilgisi ve pragmatikteki yeni dil kuramlarının kavramlarını da etkiler.
Yapısal semantik kavramıyla yapısalcılığa karşı sorumlu olan kavram betimlemesinin farklı modelleri ifade edilmektedir. Yapısal semantik, leksikografik birimlerin çözümlemesiyle uğraşır. Bir dil sistemindeki semantik anlamların yapısını tanımlar.
Yapısal semantik, içeriksel boyutların yapılanabileceği varsayımından yola çıkar. Bir dilin söz varlığının yapısının belirlenmesi ve birbirinden bağımsız birimlerden oluşması söz konusudur (Pottier, Greimas, Coseriu).
Bir kavram alanının yapısı, semantik alanının sınırlarının belirlenmesi, sözlük birimlerinin çözümlenmesi, kısacası, semantik alanının biçimlenmesine katkı sağlayan her şey bu alanın bir parçasıdır.
Yapısal semantik, dil sistemindeki bir kelimenin konumuna değil, ses ile imge arasındaki ilişkiye yönelir.
Ayrıştırıcı özellikli semantiği anlam ayırt eden birimlerden oluşur. Bu alanın temeli, bütün bir anlam oluşturan özelliklerle doldurulmuştur. Örneğin; kadın ve erkek kelimeleri, insanlar ve yetişkinler için kullanıldığından dolayı aynı niteliktedir; fakat cinsiyeti ayırt eden ve belirleyen bir özellik taşımaktadır. Ayrıştırıcı özellikli semantik ile gerçekçi bir işlevi olan semantiğin gerçeklik değerleri özellikle dikotomiye göre belirlenir.
Arkhe
Arkhe (ἀρχή) (Yunanca'da "başlangıç," "ilk"), Batı felsefesinin ve Sokrates öncesi Eski Yunan Felsefesinin en önemli kavramlarından biri. Felsefenin ana disiplini sayılan metafiziğin ve genellikle Bilimin, özellikle de fizik biliminin gelişmesinde önemli rolü olmuştur.
Sözcük, felsefe geleneği içinde, "fizikçiler" de denen, Batı Anadolu kıyılarındaki kentlerde yaşamış Sokrates öncesi filozofların kullanımlarıyla, "ilke", "temel", "ana madde" anlamlarını kazanmıştır.
Bilinen tarih içinde sözcüğü felsefi anlamda ilk kullanan, Batılı anlamda ilk filozof sayılan Thales'tir. "Her şeyin arkhe'si su'dur" düşüncesini dile getirmesiyle felsefenin kurucusu sayılan Thales, sözcüğü, her şeyin "ana madde"si, "dayandığı ilk", "çıktığı kaynak" gibi anlamlarda kullanıp, doğayı ve doğadaki gelişmeleri kendi içlerinde bulunan, doğaötesi açıklamalar gerektirmeyen bir kaynağa geri götürme çabasıyla, aynı zamanda bilimsel düşüncenin de öncüsü sayılır. Felsefe geleneği içinde, Thales'in bu düşünceye, yüksek dağlarda bulduğu deniz canlısı fosillerinden yola çıkarak, vardığı söylenir.
Geleneği sürdüren Thales'in öğrencisi ve izleyicisi Anaksimandros, varlığın arkhe' sini nitelemek için "su" gibi belirgin bir madde yerine, soyut bir kavram kullanır: apeiron. "Sınırsız", "sonsuz", "belirsiz" gibi anlamlara gelen bu kavram, Anaksimandros'un kullandığı tümceler içinde şöyle aktarılmıştır: "Varolan şeylerin arkhe'si apeiron'dur. Ama doğumları nereden gelmişse, ölümleri de zorunlu olarak oraya gider.".Daha sonra Anaksimendros'un genç yoldaşı Anaksimenes arkhenin hava olduğunu, kosmosun, düzenli evrenin, havanın sıkışıp genişlemesiyle meydana geldiğini söyler.
Bu düşünceyle bir yandan, bir düzen barındıran evrenin (kosmos) süreçlerden oluştuğu ve bunların düzenli bir biçimde yinelenerek sürüp gittiği gibi bilimsel bakışın temel bir varsayımı ortaya konmakta, bir yandan da düşünce tarihine metafizik düşüncenin temel bir bakış biçimi, olup bitenlerin temelinde hangi olumlu ya da olumsuz niteliklerin bulunduğunu ve dünyanın bir bütün olarak nasıl bir değer taşıdığını görme çabasını içeren bakış biçimi katılmaktadır. Öte yandan arkhe'nin yalnızca bir "ilk" kaynak değil, aynı zamanda değişimlerin temelinde yatan bir "ilke" olduğu düşüncesi de ilk kez belirmektedir.
Çatışkı
Çatışkı ya da Antinomi (Yunanca αντι-, karşı, ve νομος, yasa) sözcük anlamı olarak iki yasanın gerçekte ya da görünüşte birbirleriyle uyuşmazlığıdır. Mantık ve epistemoloji’de geçen ve genel olarak bir paradoksu ya da çözümsüz bir çelişkiyi tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Aynı anda ve ölçüde geçerli iki önermenin birbirinin yerine konulamazlığı durumunu ifade eder.
Kant felsefesinde bu terim özel bir önem kazanmıştır. Kant çatışkı terimini duyusal algı evrenine ya da deneysel (fenomenal) evrene özgü aklın kategori ve kriterlerini, saf düşünce evrenine uygulamanın akla yatkın olduğu kadar da çelişkili olan sonuçlarını tanımlamak için kullanır. Kant'ın epistemolojik çalışması, deneyin olanaklılık koşullarının belirlenmesi üzerine kuruludur. Dolayısıyla da aklın olanaklı deney alanı ötesinde ortaya bir bilgi koymak mümkün olmadığı tezinden hareketle, Kant, bu terimi öne sürer ve bu alana ilişkin önermelerin kaçınılmaz olarak aporik/çatışkılı olduğunu belirtir. Çünkü bu tür önermeler eşit ölçüde geçerli ya da geçersiz karşıt-önermelerle karşılaştırılabilir. Zaman, sonsuzluk, gerçek, öncesizlik-sonrasızlık gibi pek çok kavram ve kategoride çatışkılı önermeler ortaya konulabilir.
Birbiriyle bağlantılı ikisi matematiksel ikisi fiziksel olan ve saf mantığın deneysel sonuçlarla çeliştiği dört çatışkı tanımlanır:
Bu tanımlamalar Kant’ın bilimsel ve felsefi araştırmanın sınırlarını belirlemek için oluşturduğu eleştirel çalışmaların bir parçasıdır. Kant her ne kadar karşı-tezi savunanlar tarafından gerçek olduğu tasarlansa da ya da eleştirel bir aydınlamadan geçmeden akla gerçek gibi görünse de hiçbir durumda çelişkinin gerçek olmadığını söyleyerek bu çelişkileri çözdüğünü savunmuştur. Dolayısıyla bu gibi konularda birbiriyle çelişen ve eşit düzeyde güçlü argümanlara sahip olan karşıt görüşlerin etkisiyle insan aklının kendisiyle sürekli bir savaşım içinde olduğu görüşünü sıklıkla yapıldığı gibi Kant’a atfetmek yanlıştır. Kant'a göre sorun, fenomenler ve numenler dünyasının birbirleri ile karıştırılmasından ortay |
a çıkmaktadır. Kendinde şeyler olarak numenler akılsal kavrayışın ötesindedir ve aslında akılcı bir kozmoloji olası değildir.
Çatışkıların, mantıksal akıl yürütmenin sınırlarına önem vermediği de tartışılabilir. Çünkü bir (varsayımsal) sınırlama olduğu sonucu çatışkıdan mantıksal akıl yürütme ile çıkarılır; dolayısıyla mantıksal akıl yürütmenin geçerliliği konusundaki herhangi bir sınırlama , mantıksal akıl yürütmenin sınırları olduğu konusundaki sonucun geçerliliğine de bir sınırlama getirir. Kısacası çatışkıların sonucunda ortaya çıkan mantıksal akıl yürütmenin geçerliliği konusu yalnızca o çatışkı için bağlayıcıdır ve mantık alanının genelini bağlamaz. Çatışkıları mantıksal alanın içindeki düzensizlikler olarak görebiliriz. Bu düzensizlikler kendileri içinde izole olup alanın geneli üzerinde etkisi yoktur. Dolayısıyla da çatışkıların bu süreksizlik olarak beliren konumu klasik mantığın "ex falso quodlibet" (yanlıştan ehven çıkar) yasası ile uyuşmazlık içinde olmalarına neden olur.
Matematiksel mantık içinde de çatışkılar ortaya çıktıkları formel sistemlerde rahatsız edici ve hatta yıkıcı bir unsur oluştururlar. Bertrand Russell'ın Gottlob Frege'nin çalışmalarından çıkardığı ve Russell’ın paradoksu diye bilinen durum buna bir örnektir.
Elmas
Elmas, bilinen en sert maddelerden biridir ve değerli bir taştır. Karbon elementinin bir modifikasyonu grafit, diğeri ise elmastır.
Elmasın saf karbon olduğu ilk olarak Fransız kimyacı Lavoisier tarafından keşfedilmiştir. Lavoisier, elması yakmış ve yanma gazının sadece karbondioksit olduğunu görünce elmasın karbon olduğu hükmüne varmıştır.
En belirgin özelliği sertliğidir. Mineralojide kullanılan mohs sertlik göstergesinde en yüksek sayıyla (10) gösterilir. Bu, diğer bütün mineralleri çizebilmesi demektir. Sertliğinden dolayı endüstriyel aletlerde kullanılması büyük önem kazanmıştır. Keza dayanıklılığından ve ışığı çok iyi kırmasından dolayı kıymetli bir zîynet eşyâsıdır. Elmas mineralinin her cihetteki sertliği aynı değildir. Fakat X ve Gama ışınları ile en sert yönüne doğru yönlendirilerek, aletlerde kesici olarak kullanılması sağlanır. Endüstriyel kullanım amaçlı yapay elmas üretilir, fakat elmasın yapay ya da doğal olduğu kolayca anlaşılır ve yapay olanının ziynet eşyası olarak bir değeri yoktur.
Elmas, ametalik özellikler gösterir. Erime noktası 3547 °C’dir. Yoğunluğu yaklaşık 3,5 gr/cm³tür. Havada 850 °C’de yanar. Havasız ortamda 1500 °C’de grafite dönüşür. Oda sıcaklığında hiçbir madde etki etmez. Florla 750 °C’de, karbon tetra florür (CF4) bileşiğini meydana getirir. Diğer halojenlerle birleşmez. Elmas izometrik bir sistemde kristallenir. Her karbon atomu kendisini çevreleyen dört karbon atomuyla düzgün dörtyüzlü meydana getirecek şekilde bağlanmıştır. Daha doğrusu iki tâne kare tabanlı piramidin taban tabana gelmiş şekli görünümündedir. 12 yüzlü ve kübik kristal yapıları da vardır. Kristallerin rengi beyaz, kahverengi, siyah veya renksiz olabilir. Mineralin içinde yabancı atom mevcudiyeti de söz konusu olabilir. Fakat her 10.000 karbon atomu başına ancak bir tâne yabancı atom bulunur. Hattâ güzel tabiî elmasta 100.000 atom başına ancak 1 tane yabancı atom bulunur.
Elmasın tartılmasında ölçü birimi olarak karat kullanılır (1 karat 200 miligrama eşittir).Karat ingilizce olup arapcası Kırat tır.Kırat keçiboynuzu çekirdeğidir,bu çekirdeklerin ağırlıkları birbirinin aynı olması sebebiyle 1 gr'dan küçük ağırlıkların ölçüsünde kullanılmaktaydı. 1 karatın ağırlığı 0,200 gr. olarak kabul edilmiştir.
Elmasın optik özellikleri ona güzellik ve kıymetli zînet eşyâsı özelliğini vermektedir. Işığı kırma indisi çok yüksektir (2,417). Yâni içeri kabul ettiği ışın yansıttığı ışına göre fazladır. Kezâ ışını disperse etme (yâni, beyaz ışını renklere ayırma) kâbiliyeti de oldukça yüksektir. Radyasyonları tutma özelliklerine göre iki tiptedirler.
Birinci tip, görünen ışını absorbe edenler (soğuranlar, emenler); ikinci tip ise, morötesi ve kızılötesi ışınları absorbe edenlerdir. İkinci tip elmaslar tabiî hâlde mâvi renklidirler.
Elmas, mükemmel bir elektrik izolatörüdür. Kezâ ısı iletkenliği en yüksek olan maddedir. Bu özelliğinden dolayı zarar görmeden kesilebilir.
Elmasın 57 fasetli özel kesilmiş haline pırlanta denir. Pırlanta üzerinde 57 faset bulunur. Faset, ışığı yansıtan açılı yüzeylere verilen isimdir. Önemli özelliklerinden biri de her şeyi kesebilmesidir. Bir diğer özelliği ise fazla kırılgan olmamasıdır. Elmasın içine girebilen tek şey ışıktır.
Pırlanta üç bölümden oluşur. Taç, kemer ve külah.
Kemerin üstünde bulunan bölüme "Taç" denir. Taç bölümünde 33 adet faset bulunur. Taç bölümünde bulunan fasetlerin sayısı fazla olduğu için, bu bölümde daha fazla yansıma ve parlaklık gözlemlenir. Bundan dolayı taç bölümü, pırlantanın geneline göre daha beyaz görünür.
"Kemer" bölümü doğal, cilalı ya da fasetli olabilir. Kemer kalınlığı pırlantanın parlaklığını etkiler. Kalın kemerli bir pırlanta daha mat görünür, ince kemerli pırlanta ise mıhlamaya karşı dayanıksızdır. Kemer, pırlantayı sağlam tutan önemli bir bölümdür. Kemer olmasaydı, pırlanta üretimde kullanılamayacaktı.
Kemerin altında bulunan bölüme "külah" denir. Külah bölümünde 24 faset bulunur. Külah bölümü pırlantaya giren ışığın dışarı yansımasını sağlar. Külah ne kadar doğru açıyla kesilmiş ise, pırlantaya giren ışık yansıyarak yine taçtan çıkar. Böylece pırlantada optimum parlaklık sağlanmış olur.
Kimi zaman külah ucuna da faset atılabilir. Bu faset ile pırlantanın en hassas kısmı olan külah ucunda oluşabilecek hasarlar önlenmiş olur. Dünyanın en sert madeni olsa da, pırlanta belirli yönlerden gelen darbelere karşı dayanıksızdır ve çabucak kırılabilir.
Çap, pırlantanın kemerinin bir uçtan diğer uca kadar olan ölçüsüdür.
Derinlik, pırlantanın tabladan külah ucuna kadar olan yüksekliğidir.
Pırlanta'nın birçok kesim biçimi vardır. Yuvarlak, prenses, markiz, baget, oval, asshcer, cushion, damla ve kalp en yaygın kesim biçimleridir.
Elmas orijinal olarak yalnız Kimberlit Bacaları'nda bulunur. Diğer tip elmas oluşumları, muhtemelen Kimberlit'ten aşınmayla veya tortuların başkalaşım geçirmelerinden meydana gelmiştir. Kimberlit kayasında bâzan elmas bulunmayabilir. Bulunma nisbeti ancak ortalama kırk milyonda birdir. Kimberlit, yüksek nispette magnezyum ve demir bulunduran volkanik kaya kalıntısıdır. Bu kayalarda birçok başka mineral de bulunur. Kalsit, olivin, ilmenit, mika vb.. Kimberlit yer kabuğunun derin tabakalarında kanallar şeklinde bulunur. Elmasın bazı yer kabuğu hareketleriyle yukarıya çıktığı kabul edilmektedir. Kısmen de bazı bölgelerde nehir kumlarına karışmıştır. Elmasın en çok bulunduğu yerler olarak, Avustralya, Güney Afrika (Kimberley’de), Güney Amerika, Endonezya ve Hindistan sayılabilir.
Elmasın kazanılması, diğer minerallerin işlenmesi gibidir. Yalnız kristaller o kadar bol değildir. Çok dağınık olup, tespitleri bile güçtür. Yeryüzüne yakın cevherler olduğu gibi, 300 metre derinlerde olan cevherler de vardır. Cevher kayaları, borular daldırılarak kırılır. Çıkarılan balçıklı, kumlu cevher iki ameliyeden geçirilir. Cevher önce yoğun bir sıvıda yüzdürülür. Çok ağır olan mineraller dibe çöker. Daha sonra kumlu-çamurlu karışım bir nevi elekte aşağı-yukarı titreşim verilerek, elmasın dibe çöktürülmesi sağlanır.
Ayrı bir sistemle hem kesilmiş, hem de parlatılmış hâle getirilebilen yegâne mineral, elmastır. Birçok elmas kristali kendiliğinden pırlanta olacak şekildedir. Fakat bir kısmı da kesilmek zorundadır. Kesilmesi dikkat ve titizlik ister. Elmasların kıymeti dört faktörle ilgilidir: Kesilme, renk, büyüklük (karat) ve berraklıktır. Çatlak olup olmaması da çok önemlidir. Çünkü, çatlaklık, ışık girişini zorlaştırmaktadır. Sarı ve kahverengi elmaslar pek istenmez. Pembe, menekşe rengi ve yeşil elmaslar çok makbuldur. Kesilme şekli belki de en mühim faktördür ve parça büyüklüğü ile kıymeti artar. De Beers, dünyanın en büyük üreticisi İngiliz bir firmadır.
Değer biçimi genelde yüzüklerdeki elmas ve pırlantalar için tamamen bir ön değerdir. Gerçekte o değere tekabül etmezler. Azlık hissi ile satışı kızıştırma tekniğidir. Pırlanta ve elmasların sertifikalı değer biçilmesi durumunda çoğunluk geri satarken bu fiyatları satıcı firmanın veremediği görülmektedir. Yani yatırım aracı olarak çok tehlikeli bir üründür. Bu noktada yeterli bilinçlendirme dünya çapında yapılmamaktadır.
Dünyaca itibar ve ün sahibi olan pırlanta sertifikaları:
Özellikle Sierra Leone başta olmak üzere Afrika ülkelerinde ve geri kalmış birkaç ülkede ülkenin fakir insanları çok zor sağlık şartlarında çalıştırılarak çıkartılmaktadır. Daha da kötüsü bu ülkelerde iç savaş hüküm sürmektedir, bu iç savaşların büyük elmas şirketleri tarafından desteklendiği bilinmektedir. Bu ülkelerde zor şartlarda çalışmayı veya asker olup savaşmayı kabul etmeyenlerin elleri kesilmekte olup, bu ülkelerde nüfusa göre sakat olma oranı bir hayli yüksektir. Son yıllarda bu yaşanan insanlık dramına karşı elmas için yeni bir sınıflandırma tanımı ortaya çıkmıştır. Bu sınıflandırmaya göre 2 çeşit elmas vardır, bunlar savaş (conflict) ve savaş-dışı (conflict-free) elmaslardır. Savaş (conflict) elmasları adından da anlaşılabileceği gibi elmas şirketlerinin desteğiyle ülkede iç savaş çıkartılarak ve ülkenin insanları çok zor sağlık koşullarında zorla çalıştırılarak elde edilmektedir. Savaş-dışı (Conflict-free) adı verilen elmaslar ise çıkarılırken çalıştırılan insanlar sağlıklı koşullarda ve ücretli olarak çalıştırılmakta, aynı zamanda ülkede herhangi bir çatışma veya iç savaşa neden olunmamaktadır.
Elmas ziynet eşyası olarak ve yüzük taşı olarak çok yaygın bir şekilde kullanılır. Elmasın güzelliği eskilerin de çok dikkatini çekmiş ve hattâ hastalık ve zehirlenmeyi önlediği sanılmıştır. Elmasın esas kıymeti kesme tekniğinin gelişmesinden sonra (17. yüzyılın sonlarına doğru) başlamıştır. Elmasın kesilmesi yine elmasla yapılmaktadır. Zîynet eşyâlarından başka endüstriyel âletlerde de elmas kıymetini devâm ettirmektedir. Endüstride kullanılan miktarı % 75-80 ka |
dardır. Fakat kıymet olarak % 25-30 civârındadır. Endüstride cam kesici, taş yontucu, delici ve perdahlayıcı âletlerde kullanılır
Rengi ve biçimi açısından kıymetli taş olarak kabul edilemeyen ve sanâyide çeşitli maksatlarla kullanılan elmaslardır. Başlıca üç çeşit tabiî sanâyi elması vardır. Bunlar, ballas, bort ve karbonado isimlerini alır. Ballas, çok sert ve tok bir elmas çeşididir. Bort çeşidi, umûmiyetle bozuk renkli veya biçimsiz elmasları ihtivâ eder. Küçük olanları elmas matkap takımlarında kullanılır. Siyah renkli karbonado ise, torna tezgâhlarında, cam kesme âletlerinde, pikap iğnelerinde vb. kullanılır.
Elmasın karbon olduğu anlaşılınca, kömürün, grafitin elmasa dönüştürülebileceği düşünülerek, bu hususta birçok çalışmalar yapıldı. Nitekim bugün, grafitin elmasa dönüştürülmesi mümkündür. Termodinamik hesaplamalar grafitin elmasa dönüştürülmesi için en az 10.000 atmosfer basınç gerektiğini göstermiştir. Bununla beraber ilk defa H.Tracy Hall tarafından 1955 yılında 100.000 atmosfer basınç altında 2500 °C sıcaklıkta ve krom katalizör kullanılarak sentetik elmas elde edilmiştir. Ancak parçalar genellikle küçük ve siyah renkli olup, nâdiren mücevher evsafında olabilmektedir. 1962’de yapılan bir çalışmada 200.000 atmosfer basınç ve 5000 °C sıcaklıkta katalizörsüz olarak grafit elmasa dönüştürülmüştür.
Sentetik elmasın üretimi için gerekli olan yüksek sıcaklık ve basınç şartları patlayıcılardan faydalanılarak elde edilir. Sentetik elmas üreticilerinden Du Pont Company bu tekniği uygular.
Altın
Altın, kimyada Au (Latince "Aurum" dan (ışıldayan-parlayan)) sembolü ile gösterilen yumuşak, parlak sarı renkte kimyasal bir element. Altının parlak sarı rengi, asitlere karşı dayanıklılığı, doğada serbest halde bulunabilmesi ve kolay işlenebilmesi gibi özellikleri, insanların ilkçağlardan beri ilgisini çekmiştir.
Altın, parlak sarı rengi ve ışıltısıyla göz alan çok ağır bir metaldir. Üstelik kolay kolay tepkimeye girmeyen çok kararlı bir element olduğu için havadan ve sudan etkilenmez. Bu yüzden hiçbir zaman paslanmaz, kararmaz ve donuklaşmaz. Bir başka özelliği de saf haldeyken çok yumuşak olmasıdır; bu nedenle kolayca dövülerek biçimlendirilebilir. Altın bütün bu özellikleriyle tarih boyunca en kıymetli metallerden sayılmıştır.
Tarihte bilinen kayıtlara göre Mısır hükümdarları zamanında MÖ 3200 yıllarında, altın darphanelerde eşit boyda çubuklar halinde çekilerek para olarak kullanıldı. Au Latince "Aurum" kelimesinden gelmektedir.
Peru'da MÖ 2000 yılına ait altın ziynet eşyaları kalıntılarına rastlanmış olup, Amerika kıtasındaki Aztekler ve İnkaların da altına tutkun oldukları bilinmektedir.
Altına önem veren eski medeniyetler arasında; Yunanları, İranlıları, Makedonyalıları, Asurluları, Sümerleri ve Lidyalıları saymak yerinde olur.
MÖ 550 yıllarında Lidya Kralı Krezos, altını para olarak (sikke) bastırmış ve altının para olarak basılması ile de ticaret artmıştır. Şehirler zenginleşmiş ve dünya yeni bir refah dönemine girmiştir.
İskit ve Sarmatların (MÖ 1000) millî kahramanları konu alan altın toka yapımında ileri oldukları bilinmektedir. Dördüncü ve dokuzuncu yüzyıl aralarında ise altın kase, vazo işçiliğinde en güzel örnekleri vermişlerdir. Bu eserlerden bir kısmı New York, Morgan koleksiyonunda teşhir edilmektedir.
Türkler Müslümanlığı kabul ettikten sonra altından eşya yapımını azaltmışlardır. Altın eşyayı sadece süs olarak kullanmışlardır.
"Çıkarılan yerler": Mersin, Antakya, Niğde, Balıkesir, Kütahya, Bursa, İzmir ve çevresidir. Dünyada ise Yeni Gine'de çıkartılır.
Altın, dünyanın geniş bir bölümünde düşük konsantrasyonlarda bulunur. Yer küresinin tahminen 0,001 ppm (milyonda bir)ini teşkil eder. Kalaverit (AuTe), silvanit (AuAgTe) ve krennerit (AuTe) mineralleri olduğu gibi bakır ve kurşun minerallerinde de eser miktarları bulunabilir.
Volkanik kuvarsların içinde, akarsuların kumlu yataklarında toz ve külçe halinde bulunur.
2006 sonu itibarı ile tarih boyunca çıkarılan altının 158,000 ton olduğu tahmin edilmektedir. Benzer bir görüş National Geographic dergisinin Ocak 2009 sayısında ""Tüm tarih boyunca sadece 161.000 ton altın çıkarıldı, bu miktar iki olimpik havuzu doldurmaya ancak yetiyor."" yorumu ile yer bulmuştur. Bahsedilen miktardaki altının hacmi kenarları 20,28 metre uzunlukta olan bir kübe eşittir. Eğer onsu 1000$'dan hesaplanırsa kübün değeri yaklaşık 5,2 trilyon dolar olacaktır.
Altın cevherleri, “metalik altın ihtiva eden cevherler” ve “bileşikleri halinde altın ihtiva eden cevherler” olarak sınıflandırılır.
Metalik altın içeren cevherlerden altın elde etmek için altın içeren küçük kuvars parçaları öğütme değirmenlerinde hamur haline getirilir. Bu hamur içinde altın tanecikleri kolloidal halde dağılır. Buradaki ürün malgama tekniği ile ayrıştırılır. Malgamalanmış hamurun konsantrasyonu arttırılarak çok seyreltik sodyum siyanür çözeltisiyle işlenir. Sodyum siyanür altın ile reaksiyona girerek kompleks bileşik meydana getirir:
4 NaAu(CN) + 4 NaOH → 4 Au + 8 NaCN + 2 HO + O
Kompleks bileşikteki altın metalik çinko ile çöktürülür:
2 Na + 2 Au(CN) + Zn → 2 Au + NaZn(CN)
Bu çökeltideki altın ve gümüş dışındaki maddeler, Kal metoduyla alınır. Gümüş de nitrik ve sülfürik asit etkisiyle çözülerek geriye saf altın kalır.
Altın bileşiklerinde +1 ve +3 değerlikli halde bulunur. Bütün bileşiklerinden kolayca metalik hale indirgenebilir.
Altının, AuCl, AuS, AuCN gibi +1 değerlikli bileşikleri sulu çözeltilerde kararsız olup, +3 değere yükseltgenir veya metalik hale indirgenir. Bununla beraber sodyum ve potasyum siyanür ile verdiği kompleks tuzlarının sulu çözeltileri hazırlanabilir ve endüstride özellikle kaplamacılıkta kullanılır.
Organik tuzları da bilinmekte olup kararsızdırlar.
Altının +3 değerlikli bileşikleri genellikle kararlıdır.
AuCl su, alkol ve eterde çözünür, fotoğrafçılıkta ve kaplamada kullanılır.
AuBr alkol ve eterde çözünür. Bazı kimyasal analizlerde kullanılır.
Altın hidroksit, Au(OH), ışığa karşı hassas kahverengi bir tozdur. Suda çözünmez, hidroklorik asit ve diğer asitlerde çözünür. Yaldız yapımı ve kaplamacılıkta kullanılır.
Altının organik bileşikleri genellikle dialkil tuzlarıdır. Bu tuzlar RAuX şeklindedir. Burada R organik molekül X ise halojen, kükürt, azot veya oksijendir.
Bugüne kadar yeryüzünden çıkarılan bütün altının yarıdan fazlası hükümetlerin ve merkez bankalarının elindedir. Gerek her ülkede kâğıt para emisyonunun güvencesi olarak, gerek milletlerarası bir ödeme aracı olarak eskiden beri büyük önem taşıyan altın, metalle çalışan zanaatçıların gözünde de değerini korumaktadır. Kuyumculukta altının genellikle gümüşlü, palladyumlu, bakırlı veya platinli alaşımları çok kullanılır.
Elektrik iletkenliği yüksek (gümüş ve bakırdan sonra) ve kolayca kimyasal tepkimeye girmeyen altın en çok elektrik ve elektronik sanayilerde bağlantıların, terminallerin, baskı devrelerinin, transistörlerin ve yarı iletken sistemlerin kaplanmasında kullanılır. Üstüne düşen kızılötesi ışınların yaklaşık yüzde 98’ini yansıtarak geri çevirebilen ince altın levhalar, uzay elbiselerinin başlığındaki göz deliklerinde zararlı ışınlardan korunmayı ve sun’i uyduların yüzeylerinde sıcaklığın denetlenebilmesini sağlar. Büyük büro binalarının pencerelerinde de gene ince levhalar halinde altın kullanılması, yalnız estetik açısından değil, bu yansıtıcı yüzeyin çevreyle ısı alış-verişini büyük ölçüde azaltmasından kaynaklanır. Lal camlara parlak kırmızı rengini veren, camsı kütlenin içinde kolloidal halinde dağılmış olan çok az miktardaki altındır.Ancak insanlar çoğunlukla takı ve süs eşyası içinde kullanır.
Altının bazı özelliklerini (kullanış gayesine göre) değiştirmek için çeşitli alaşımları yapılır.
Mücevher yapımında kullanılan beyaz altının esasını teşkil eder. Bu alaşımda %80 altın, %16 nikel, %3 çinko ve %1 bakır kullanılır.
Para basımında yaygın olarak kullanılır. Kolayca işlenebilir.
Kolayca işlenebilir. En fazla sertlik gösterenler %60-65 palladyum ihtiva edenlerdir. Düşük sıcaklıklardaki yüksek direnci sebebiyle potansiyometre yapımında kullanılır.
Altının kimyadaki saflığı “yüzde” ile, mücevhercilikteki saflığı ise “karat” veya “ayar” terimleriyle ifade edilir. Buna göre 24 ayar (veya karat) altın %100 saf altını, 22 ayar ise %91,6ü saf altını ifade etmektedir. 22 ayar altının %8,4’ü diğer metaller ile tamamlanmıştır. Altına gümüşün ilavesi yeşilimsi, nikel ve platinin ilavesi beyaz, çinkonun ilavesi sarı, ve bakır ilavesi de bakır miktarına göre sarıdan kırmızıya kadar değişen renkler kazandırılabilir.
%100 saf altın doğada bulunmayıp, en saf altın binde 999,9 saflıktadır. 18 ayar altın %75,14 oranında, 14 ayar altın %58,5 oranında altın içerir. Tamamlayıcı metalin gümüş ağırlıklı olması durumunda kuyumculuk sektöründe yeşil altın denilen, halk arasında sarı altın denilen renk yakalanır. Tamamlayıcı metalin bakır ağırlıklı olması durumunda kırmızı altın denilen renk yakalanır. Beyaz altın ise beyaz renge yakın çeşitli metallerin tamamlayıcı olarak kullanılmasıyla ortaya çıkar. Beyaz altın, üretim sonunda kirli beyaz bir renge sahiptir, Rodyum kaplanmasıyla tam beyaz renge kavuşur.
Altından yapılan heykel, kap, kacak, mücevher süsleme ve paraların hepsine verilen ad. Altın metallerin en yumuşağı ve en kolay biçimlendirilebilenidir. 10 g altın dövülerek 11 m²'lik ince bir levha veya çekilerek 570 m uzunluğunda ince bir tel elde edilebilir. En rahat çalışılabilen metal olarak kalemle işlenerek, kakılarak, dövülerek, oyularak, kabartılarak, dökülerek varak haline getirilip ahşap, metal, deri ve parşömen gibi başka eşyaları kaplamada da kullanılmıştır.
"Kral suyu" olarak da bilinir. Hacimce bir birim derişik nitrik asit ile üç birim derişik hidroklorik asitten oluşan karışımdan meydana gelir. Bu karışım altını çözebildiğinden altın suyu adı verilmiştir.
Altın suyu (veya kral suyu), kimyasal çözme işlemlerinde bazı demir cevherlerini, fosfatlı kayaçları, curufları, nikel-krom alaşımlarını, antimonu, selenyumu ve civa, arsenik, kurşun ve kobalt sülfürleri, çözünü |
rlüğü az olan sülfürleri çözmek için kullanılır.
Standart para biriminin, belirli bir ağırlıkta altın olarak kabul edildiği veya para değerinin belli ağırlıkta altının değerine denk tutulduğu para sistemi. Ülke içinde altın standardının benimsenmesi, milletlerarası seviyede de altın standardının uygulanması sonucunu getirir. Altın standardında ya altın sikkeler kanuni olarak para dolaşımına girer veya kâğıt para, istendiğinde sabit bir fiyatla altına çevrilebilir.
Hiçbir ülkede altın standardı uygulanmasa da milletlerarası seviyede altın standardı sistemi yürürlükte kalabilir. Bu durumda, ya altının kendisi veya sabit fiyat üzerinden altına çevrilebilen bir para birimi milletlerarası ödeme aracı olarak kullanılır. Bu sistemde, ülkeler arasındaki döviz kurları sabittir. Döviz kurları, altının bir ülkeden ötekine taşınma maliyetini aşarak sabit altın paritesinin üzerine çıkar veya altına düşerse, kurlar resmi seviyeye dönünceye kadar, ülkeden ülkeye büyük miktarlarda altın sikke ve külçe giriş veya çıkışı gerçekleşir.
Altın standardı ilk defa 1821'de İngiltere'de kondu. Birçok devre geçirdikten sonra 1937'ye gelindiğinde tam altın standardını sürdüren hiçbir ülke kalmadı. II. Dünya Savaşı sonrasında, döviz kurlarının genellikle dolara veya altına göre ayarlandığı bir sisteme geçildi. 1958'de yeniden bir tür altın standardı sistemine dönüldü. Buna göre, önde gelen Avrupa ülkeleri milletlerarası ödemelerde kendi paralarının altına veya dolara serbestçe çevrilebilirliğini garanti ediyorlardı. Millî seviyede altın standardına dönüş ise hiç görülmedi.
Altın tarih öncesi çağlardan beri değerli olduğu bilinmektedir. O ve ilk metal insanlar tarafından kullanılmış olabilir süsleme ve ritüeller için değerli oldu. Gibi erken olarak MÖ 2600 olan kral Tushratta Mitanni ve "daha fazla kir bol" Mısır olduğunu iddia altın, tarif gelen Mısır hiyeroglif. [21] Mısır ve özellikle Nubia onları büyük altın için alanlarda üretim yapmak için kaynaklar vardı tarihinin çok. Erken bilinen harita Torino Papirüsü Haritası olarak bilinir ve yerel jeoloji endikasyonları ile Nubia bir altın madeni birlikte planını gösteriyor. Ilkel çalışma yöntemleri Strabon tarafından açıklanan ve ateş-ayar bulunmaktadır. Büyük mayın da Kızıldeniz genelinde şu anda Suudi Arabistan olduğunu oluştu.
Altın Post efsanesi, antik dünyada placer mevduat gelen tuzak altın tozu için fleeces kullanımı anlamlara gelebilir. Altın sık sık Eski Ahit'te, Genesis 2:11 ile Havilah () başlayan ve belirtilen Matta Yeni Ahit'in ilk bölümlerde magi ve hediyeler bulunmaktadır. Vahiy 21:21 The Book of kristal açık olarak sokaklarda "saf altından yapılmış, sahip olarak" Yeni Kudüs şehri tanımlar. Güney-doğu Karadeniz köşesinde onun altın ünlenmişti. Sömürü Midas bir zaman, ve bu altın muhtemelen MÖ 610 yılında Lidya, dünyanın ilk sikkeleri olduğu kurulmasında önemli olduğunu tarih söyleniyor. 6. veya 5. yüzyıl, Chu (devlet) Gönderen Ying Yuan sirküle, kare altın bir tür.
Romalılar büyük ölçekli hidrolik madencilik yöntemleri kullanarak tarihinde İspanya özellikle MÖ 25 itibaren altın çıkarma ve Romanya'da MS 150 itibaren için yeni yöntemler geliştirdi. Bir onların en büyük mayın Las Medulas de León (İspanya), where yedi uzun su kemerleri bunların büyük bir alüvyon mevduat en yıkamak için etkin oldu. Transilvanya içinde Rosia Montana de mayınlar da çok büyük oldu ve çok yakın zamana kadar, hala opencast yöntemlerle mayınlı. Ayrıca İngiltere, Dolaucothi de placer ve sert-rock mevduat gibi küçük mevduat kullandı. Onlar kullanılan çeşitli yöntemler de Yaşlı Pliny tarafından "Naturalis Historia" ilk yüzyıl sonlarına doğru yaptığı yazılı ansiklopedi açıklanmıştır.
Mali İmparatorluğu'nun Afrika'daki altın geniş tutarlar için eski dünya çapında ünlenmişti. Mansa Musa, imparatorluk (1312-1337) hükümdarı Mekke'ye onun büyük hac için eski dünya genelinde 1324 yılında ünlü oldu. O Kahire ile Temmuz 1324 yılında vefat ettiğinde, şüphelinin bir deve tren eşlik etti, insanların dahil binlerce ve yaklaşık yüz deve. O uzak olduğu için bir on yıl içinde Mısır'da fiyat depresyona çok fazla altın verdi.
Altın kaynaklarının dağılımı ile sahip olunan altın miktarı büyük paralellik göstermemektedir. Dünya'daki altın rezervinin en fazla olduğu ülkeler sırasıyla: Güney Afrika Cumhuriyeti, Rusya, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ve Avustralya'dır 2018'de dünyada en çok altına sahip olan ülkeler ise sırasıyla şu şekildedir:
Ateş
Ateş, yüksek sıcaklık ve çoğunlukla alev veren hızlı yanma olayıdır. Eski Türkçe od sözcüğü de zaman zaman aynı anlamda kullanılır. Ateş, insan yaşamının vazgeçilmez unsurlarındandır ve kontrol altına alınması, medeniyetin ortaya çıkmasına olanak sağlamıştır.
İnsanoğlunun ilk defa ateşle tanışması binlerce yıl önce yıldırım düşmesi sonucu ile başladığını düşünülmektedir ve buna benzer tesadüfi nedenlerle oluşmuş yangınlar, çok uzun bir süre dünyadaki tek ateş kaynağı oldu. Uzun yıllar boyunca, yaklaşık 500 bin yıl önce yaşamış olan ve Pekin adamı denen ilkel insan, ateşi bilinçli olarak kullanan ilk kişi olarak bilindi; ancak 1981 yılında Kenya'da ve 1988'de Güney Afrika'da bulunan kanıtlar hominid denen ilkel insanların bundan 1,42 milyon yıl önce ateşi kontrollü olarak kullandığını ortaya koydu. İnsanoğlu MÖ 7000 yıllarına kadar verimli ateş yakma tekniklerini bilmiyordu. Neolitik insan, testere ve matkap hareketleriyle ve çakmaktaşı-pirit ile ateş yakmayı biliyordu. Bununla birlikte, bu dönemde ateşi yanar durumda muhafaza etmek, yeniden ateş yakmaktan daha avantajlıydı.
Ateş yakma düşüncesinin, çakmaktaşını piritlere sürterken mi, yoksa ağaç içinde delik açmaya çalışırken mi ortaya çıktığı bilinmemektedir. Avrupa'daki Neolitik yerleşim bölgelerinde çakmaktaşı ve piritlerin yanı sıra alev delgileri de bulunmuştur. İlkel toplumlarda en yaygın od yakma yöntemi sürtmeydi. Bambudan yapılmış küçük bir tüp içindeki havanın sıkıştırılmasıyla ısı ve alev üreten ateş pistonu Güneydoğu Asya, Endonezya ve Filipinler'de geliştirilip kullanılan karmaşık bir aygıttı. Bundan tümüyle bağımsız olarak 1800'lerde Avrupa'da da metalden bir ateş pistonu geliştirildi.
İngiliz kimyacı John Walker, içinde fosfor sülfat bulunan ve sürtülünce yanan kibriti 1827'de icat etti. Modern teknoloji ve bilim tarihi, büyük ölçüde, ateşten elde edilerek insanoğlunun kullanımına sunulan enerji toplamındaki sürekli artış olarak nitelenebilir. Enerji üretimindeki artışın büyük bölümü hem miktar hem çeşit bakımından ateş kullanımının artmasıyla sağlanmıştır. Atom enerjisinin denetim altına alınması, ateş kullanımında atılan son adım sayılabilir.
Ateşin meydana gelebilmesi için yanabilen bir maddenin tutuşma sıcaklığında oksijen ile temas etmesi gerekir. Yakıt ve oksijen devamlı mevcut ve temas halinde ise sürekli yanma olur. Bir alevin söndürülmesi, yanmaya sebep olan unsurlardan yakıt ve oksijenin yok edilmesi, sıcaklığın düşürülmesi ile mümkündür.
Herhangi bir maddenin yanabilirliği kimyasal bileşime ve fiziksel duruma bağlıdır. Ola ki oksijen kaynağı hava ise, herhangi bir yanıcı gazın molekülleri hava içine girer ve havadaki oksijen moleküllerine temas eder. Tutuşma sıcaklığına erişince de bu gaz yanar.
Bir yanıcı sıvı ilk önce buharlaştırılmalı ve tutuşma sıcaklığındaki bu buhar oksijen ile karıştırılmalı ki, yanma olabilsin. Katıların yanması için ise sıvılaştırılmalı veya buharlaştırılmalı veya hiç olmazsa geniş bir yanma yüzeyi meydana getirmek için küçük taneciklere ayrılmalıdır. Fakat katı, gözenekli ise öğütme zaruri değildir. Bütün katılar, mümkün olan en küçük taneciklere ayrılırsa, oksijen ile temas eden toplam katı yüzeyi çok olacağından şiddetli yanar.
Çok şiddetli alevler, yanabilen tozların (zerreciklerin) hava ile karışımından elde edilir: Örneğin kömür ve metal tozlarının yanması gibi. Magnezyum tozları gerekli oranda hava ile karıştırılıp tutuşma sıcaklığına getirilirse, göz kamaştırıcı parlak bir alevle yanar.
Maddeler tutuşma sıcaklığının altında oksitlenir. Fakat maddelerin yanabilmesi için tutuşma sıcaklığına yükseltilmesi gerekir. Bu sıcaklığın üzerinde oksidasyon ısısı yeteri kadar hızlı yayılmaz ve yanmamış yakıtta oksidasyonun olduğu bölgeye yakın alanı yanma sıcaklığına yükseltir. Çok ince parçalara ayrılmış maddeler hariç olmak üzere, katıların yanma sıcaklığı sıvılarınkinden daha yüksektir. Genellikle sıvılar kaynama noktasının düşüklüğü nispetinde parlayıcıdırlar.
Od, etrafındaki havayı ısıtır ve onun genişleyerek yükselmesini sağlar. Bunun sonucu olarak da uzaklardan buraya soğuk hava akımı başlar. Bu meydana gelen akım sebebiyle devamlı ve yeni oksijen te’min edilmektedir. Böylece alevin yanması sürekli olur. Hatta od, büyük şehir veya orman yangını halindeyse, bu hava akımı önemli hızda yel bile meydana getirir.
Ateş pek çok kültürde kutsal sayılırken, ezoterik öğretilerde insanla özdeşleştirilmiş hatta ışığının bedeni ısısının ise ruhu olduğu düşünülmüştür. Ateşe tapınmanın güneş kültünün devamı ya da bir parçası olduğu da yaygın kanaattir. Anadolu'da sabahleyin başkasına ateş verenin ocağının söneceğine, ateş verenin evinin bereketinin alana geçeceğine inanılmaktadır. Ateş çeşitli uygarlıklarda tanrılaştırılmış olup, Bybloslu Phlo’nun Fenike yaratılış söylencesinde Genos ve Genea'nın üç çocuğundan birisi olarak görülmüştür.
Benzin
Benzin, petrolden imal edilen bir tür yakıt.
Kimyasal olarak benzin ham petrolün özelliğine bağlı olarak 120’den fazla hidrokarbon ihtiva eder. Bunların çoğu doymuş hidrokarbon yapısında olup, 4’den 12’ye kadar karbon ihtiva ederler.
Sentetik olarak benzini Alman kimyager Bergius’un metodu ile kömürden elde etmek mümkündür. Bu metoda göre kömür yüksek basınç altında katalitik hidrojenasyon ile sıvı hidrokarbonlara dönüştürülür.
Fischer-Tropsch ise karbonmonoksit ile hidrojeni katalitik olarak birleştirerek sıvı hidrokarbon elde etmiştir. Her iki metot ile hem daha pahalı hem de daha kalitesiz benzin elde edilmektedir. Ancak yakın bir gelecekte bu işlemlerin ticari önemi olma ihtimali vardır.
Organik bileşenlerin parçalan |
ması, katalitik veya ısı ile bozunmasıyla elde edilen benzin, bugünün motorlarının çoğu için gerekli olan yüksek performansı sağlar. Benzin en fazla içten yanmalı motorlarda ve bir dereceye kadar da özel sobalarda yakıt olarak, organik kimyada ise çözücü olarak kullanılır. Yağ endüstrisinin ilk zamanlarında büyük ölçüde atılan benzin, otomobil sanayiinin gelişmesiyle büyük önem kazanmıştır. Motor benzininin kaynama noktası 32,2 °C ile 210 °C arasındadır. Motor yakıtı olarak fonksiyonlarını tam yapabilmesi için, ticari benzin, şu özelliklere sahip olarak üretilmelidir:
Benzinin motorlarda hava ile olan hassas karışımı, iklim ve mevsime göre düzenlenir. Benzinin kalitesini belirten en önemli faktör, oktan sayısıdır. Oktan sayısı benzinin yanma esnasında vurmaya karşı direnç kabiliyetinin bir ölçüsüdür. Şayet oktan sayısı çok küçük ise motor vurur ve zarara uğrar. Oktan sayısı çok yüksek ise fazla kaliteli olması istenmediğinden gereksiz yere para ödenmiş olur. Otomobil motorları çeşitli oktanlara ihtiyaç olduğundan piyasaya çok sayıda oktan sayıları farklı olan benzin sürülmektedir. Çeşitli türlerdeki benzinlerin verdikleri enerjiler arasında küçük farklar vardır. Şayet otomobil süpap vurmadan çalışıyorsa, farklı benzinlerle aldığı mesafeler aynıdır.
Nefsin mertebeleri
Arbitraj
Arbitraj fiyat farklarından yararlanmak amacıyla para, kıymetli maden, tahvil ve hisse senedi alıp satma işlemidir.
Farklı piyasalarda aynı menkul kıymetler için farklı denge fiyatları oluşmuş olması durumunda, menkul kıymetlerin ucuz olduğu piyasadan alınarak daha pahalı olduğu piyasada satılmasıdır. Arbitrajcı arbitraj işlemini gerçekleştiren kişidir. Alış-satış işleminin aynı anda gerçekleştiği varsayımı altında arbitrajcı hiçbir risk üstlenmez. Arbitrajda malın satış fiyatı ile alış fiyatı arasındaki pozitif fark arbitrajcı kârıdır. Arbitraj, piyasa işleyişinde bozukluğun sonucudur. Zira işleyen bir piyasada aynı menkul kıymetler için tek fiyat oluşur. Ve işleyen piyasalarda arbitraj mümkün değildir.
Arbitrajı örnekleyecek olursak; BIST'te 10€ = 21.4 TL iken Dowjones'ta 10€ = 27 TL ise arbitrajcı BIST'ten aldığı avroları Dowjones'ta satarak kâr elde eder. Arbitrajın oluşabilmesi için iki piyasanın birbirinden habersiz olması gerekir fakat günümüzde mükemmel piyasa koşullarına yaklaşılmakta olduğundan arbitraj gün geçtikçe zorlaşmaktadır.
Balık pulu
Pul, balıkların bazı diğer canlıların derisini kaplayan kemik veya mine benzeri yapıdaki küçük plaka. Dış etkenlerden ve diğer canlılardan korunmaya yardımcı olur.
Yuvarlak şekilli, yumuşak yapılı, genellikle birbiri üzerine binmiş şekilde dizilen, esnek pullardır. Balığın büyümesine paralel olarak, sikloid pullarda da büyüme görülür. Her seneye ait olan halkaların sayılması yöntemiyle, balıklarda yaş tayini yapılabilir.
Yuvarlak şeklini kaybetmiş ve uç kısmında dişli bir yapı kazanmış olan, modifiye sikloid pullardır. Dişli uç kısım, yüzme esnasında hidrodinamik sürüklenmeyi azaltmaya yardımcıdır.
Sert yapılı ve birbiri üzerine binmeden dizilme gösteren, kemiksi yapılı pullardır. Dış yüzeyleri mine tabakasıyla örtülüdür.
Dokunulduğu zaman sert bir his veren bu tip pullar, aslında yüzme esnasında hidrodinamik sürüklenmeyi oldukça azaltır. Arkaya doğru yönelimde dizilmişlerdir. Mine yapıdaki bu pullar, diğer omurgalıların dişlerine homolog kabul edilmektedir.
Kemikli balıklar
Kemikli balıklar (), iskeletleri kemik yapıda ve dentin kökenli elemanlar bulunan balıkları içeren sınıf. Vücutları çeşitli şekillerde olabilir. Vücut üzerindeki pullar sikloid, ktenoid veya ganoid tiptedir. Kuyruk yüzgeci genellikle homoserk yapıdadır, ancak çeşitli gruplarda farklılık gösterebilir. Yine farklı gruplarda, diğer yüzgeçlerde görülen yapısal değişiklikler, sistematik açıdan önem taşır.
Ağızları üst veya uç konumludur. Hareketli çenelerinde çeşitli yapıda dişler bulunur. Bazı gruplarda ayrıca, yedinci solungaç yayı üzerinde farinks dişleri görülür. solungaçların üzeri "operkulum" adı verilen kapakçıkla örtülüdür. Mide ve bağırsaklar arasında "pilorik kapakçıklar" bulunur. Kalpleri bir karıncık ve bir de kulakçık olmak üzere, iki bölümden oluşur. Değişken vücut sıcaklıklı (poikilotherm) canlılardır. Kapalı dolaşım sistemi görülür. Yüzme keseleri bulunur. Bu kese, suyun farklı seviyelerindeki basınç miktarlarına karşı dayanıklılık sağlamada, solunumda, ses çıkarmada ve ses işitmede yardımcıdır. Akciğerli balıklarda (Dipnoi) ise, akciğer görevindedir.
Beyinlerinden 10 çift sinir çıkar. Her kulakta 3 yarım daire kanalı bulunur. İç kulakta bulunan kulak taşları dengenin sağlanmasından sorumludur ve bu tağların halkalarından yağ tayini yapılır. "Yanal çizgi", duyu alımından sorumlu olan temel elemandır. Bazılarında bulunan bıyıklar, zeminde besin bulmaya yardımcıdır.
Böbrekleri mezonefroz (gelişmiş böbrek tipi) tiptedir. Kloakları yoktur. Çift halde gonadlar bulunur. Döllenme vücut dışında gerçekleşir ve üreme tipi genellikle ovipar (yumurtasını vücut dışına bırakarak çoğalan)dır.
Denizlerde ve tatlı sularda, birçok farklı ortamda dağılım gösterirler. Tatlı sularda yaşayanlarda, vücuttaki su kaybını önlemek amacıyla çeşitli adaptasyonlar gelişmiştir. Vücuda su girişini önlemek için, vücut yüzeyi mukusla kaplanmıştır, gözde yağımsı yapıda bir göz kapağı bulunur. Böbrekler ve kas sistemi daha gelişmiştir.
Pul
Misk (koku)
Misk, bir tür erkek ceylan tarafından üretilen güzel kokulu madde.
Kokusuna neden olan madde "muskon"dur. Ceylan dışında, bazı farklı hayvanlardan da üretilebilir (örneğin misk kedisi). Asya kıtasında yaşayan bir tür keçiden üretilen misk en bol olan ve en çok kullanılan türüdür. Bugün sentetik olarak da üretilen misk özellikle Orta doğu ve İslam kültüründe fazlasıyla bilinen ve değer verilen bir kokudur. Kuran'da cennette bulunduğu anlatılır.
Hypnerotomachia Poliphili
Hypnerotomachia Poliphili (veya İngilizce tercümesindeki başlığıyla Bir rüyadaki aşk kavgası) tarih boyunca yayınlanmış en ilginç ve tuhaf kitaplardan biridir. Kitabın Eski Yunanca olan orijinal ismi "Poliphilo'nun bir rüyadaki aşk mücadelesi" şeklinde tercüme edilebilir.
Kitap 1499 da Venedik te Aldus Manutius tarafından basılmıştır. Kitabın yazarı bilinmemektedir (anonim), ancak her bir bölümün çarpıcı bir şekilde bezenmiş ilk harfi alınarak oluşturulan bir akrostiş POLIAM FRATER FRANCISCVS COLVMNA PERAMAVIT, "Birader Francesco Colonna Polia'yı çok sevmişti." cümlesini ortaya çıkarmaktadır. Bu isimde bir Venedikli keşişi tarih kaydettiğinden, kitabın yazarının bu Francesco Colonna olması ilk akla gelen sonuçtur. Ancak kitabın yazarlığının, 15. yüzyıl İtalyan ressam, şair, filolog, filozof, müzisyen, mimar ve 'Rönesans adamı' teriminin sembollerinden Leon Battista Alberti ya, veya Floransalı meşhur hanedanın çıkardığı en büyük devlet adamlarından Lorenzo de' Medici ye, hatta matbaacı Aldus Manutius a atfedildiği de olmuştur.
Kitabın metni Latinleştirilmiş tuhaf bir Orta Çağ İtalyanca sında kaleme alınmış, Latince ve Eski Yunanca 'dan yazar tarafından türetilmiş, ancak tam karşılıkları kesin olarak anlaşılamayan kelimeler ve dönemin olağan İtalyancası da kullanılmıştır. Resimlerde (doğru) Arapça ve İbranice kelimeler ve (yanlış) hiyeroglif figürleri de bulunmaktadır. Colonna aynı zamanda sırları sadece kendisinde saklı bir dilin ifadelerine de başvurmuş görünmektedir. Bu dil kargaşasının yanı sıra, kitapta kullanılan cümleler de tuhaflıklar arzetmektedir. Çok uzun ve değişik kapsamlara ait, anlam çelişkileri içinde, yarıda kesilmiş veya öncesindeki ya da sonrasındaki cümleyle bağlantısı kopuk pek çok cümle bulunmaktadır. Akrostişin farkına varılmasından sonra, pek çok uzman kitabın tamamının şifrelerle dolu olabileceği düşüncesiyle uzun ve titiz çözümleme çalışmaları yürütmüşler, ancak nihai veya tatmin edici bir sonuca ulaşamamışlardır.
Kitabın konusu 1467 yılında geçmektedir. Kahramanı Poliphilo (Eski Yunanca 'poli' -çok- ve 'philos' -sevgili- kelimelerinden 'pek çoklarını seven' gibi bir anlam çıkmaktadır) aşkı Polia'nın (pek çok şey) arayışı içinde bir çeşit pastoral veya bukolik rüya ülkesinde farklı (ve bazen tuhaf) sahnelerde yer almakta, ve kitabın özü bu sahnelerin tasvirinden oluşmaktadır. Yazar metninde, ne ayrıntıların uzun uzadıya tarifinden, ne de mübalağa sanatından kaçınmıştır.
Kitap gelmiş geçmiş en güzel matbu incunabulaları içermesi nedeniyle kısa sürede ün kazanmıştır. Tipografisinin kalite ve parlaklığı, metne uyumu muhteşemdir. Kitapta yer alan 174 tahta kesim illüstrasyon, sahneleri, dekoru ve Poliphilo'nun rüyası boyunca karşılaştığı bazı karakterleri resmektedir. Bu imajlar Rönesans da Eski Yunan ve Roma estetik değerlerinin nasıl anlaşıldığını göstermeleri bakımından da önemlidir.
Kitap, başta psikoloji biliminin kurucularından olan ve rüyalara ilişkin teorilerini geliştirirken bu eserden kaynak olarak yararlanan Carl Jung ve 19. yüzyıl İngiliz illüstratörleri gelmek üzere, geniş bir hayran kitlesi toplamıştır. Metnin tuhaflıkları ve anlaşılmaz kalan yanları nedeniyle yabancı dillere çeviriler kısmi veya yüzeysel kalmış, İngilizceye tam çeviri teşkil etme iddiasındaki bir versiyon ancak 1999'da, kitabın basımından 500 yıl sonra müzikolog Joscelyn Godwin tarafından yayınlanmıştır. Aşağıda bağlantıları verilen ve (kitapta kullanılan dillere vakıf olmak şartıyla) profesyonel veya amatör şifre çözücülerin fikirlerinden yararlanılması amaçlı iki internet sitesinden birinin Massachusetts Institute of Technology, diğerinin de İtalyan devletince finanse edilmesi, kitabın ne anlattığının hala tam anlaşılamadığını ortaya koymaktadır.
John Crowley'in 1994 tarihli romanının ismi ve işlediği pek çok tema "Hypnerotomachia" yı kaynak almaktadır. Bu kitap Joscelyn Godwin'nin 1999 çevirisi nedeniyle "Hypnerotomachia"'nın yeni bir popülarite kazanmasından önce yayınlanmıştır.
2004 de 2 Amerikalı üniversite öğrencisi Ian Caldwell ve Dustin Thomason "Hypnerotomachia" yı roman örgüsü içinde derinlemesine işleyen "The Rule of Four (Dört'ün kuralı)" romanını yayınlamışlard |
ır. Romanda, iki Princeton University öğrencisi "Hypnerotomachia Poliphili" nin sırlarını çözmeye çalışmaktadır. 'Dört'ün kuralı' nda kitabın yazarının Venedikli keşiş Francesco Colonna değil, dönemin Romalı ileri gelenlerinden olduğu bilinen Francesco Colonna olduğu savunulmakta, Umberto Eco nun Gülün Adı, Elias Canetti nin Körleşme si çizgisinde temalar (ve Dan Brown benzeri piyasaya ve sinemaya hitap edecek) unsurlar kullanılmaktadır. Kitabı İngilizceye çeviren Joscelyn Godwin bu roman hakkında bir yorum yayınlamıştır. Kitabın Türkçe ye de (biraz aceleye gelmiş) bir çevirisi yapılmıştır.
Organik
Organik, "bitki veya hayvan kökenli", bazen de "karbon içeren" anlamında kullanılan bir sıfat. Organik sözcüğü ile şunlardan biri kastedilmiş olabilir:
Sâmiha Ayverdi
Sâmiha Ayverdi (d. 25 Kasım 1905, İstanbul - ö. 22 Mart 1993, İstanbul), Türk mütefekkir ve mutasavvıf yazar.
Roman, hikâye, hatırat, makale ve inceleme türünde yapıtlar verdi. Rifailik tarikatına bağlı idi.
Piyade Kaymakamı (Yarbay) İsmail Hakkı Bey ile Fatma Meliha Hanım’ın kızıdır. Mimar ve tarihçi yazar Ekrem Hakkı Ayverdi'nin kız kardeşidir. Şehzadebaşı semtinde doğan Samiha Ayverdi, Süleymaniye Kız Numune Mektebi'nde eğitim gördü; daha sonra özel derslerle eğitimini sürdürdü. Çok iyi derecede Fransızca öğrenerek tarih, tasavvuf, felsefe alanlarında kendini yetiştirdi.
Ayverdi, Kubbealtı Cemiyeti (1970) ve Vakfı’nın (1978) kurucu üyesidir. Ayrıca, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul ve Yahya Kemal Enstitülerinde faal üyeliklerde bulunmuş, 1966'da Türk Ev Kadınları Derneği'nin (Türk Kadınları Kültür Derneği) kuruluşuna önayak olmuş, 1970'de ağabeyi ile birlikte Kubbealtı Cemiyeti'nin kurulmasını sağlamıştır.
22 Mart 1993 tarihinde ölen Sâmiha Ayverdi'nin mezarı, İstanbul Zeytinburnu'ndaki Merkez Efendi Camii'nin bahçesindedir..
İstanbul'un Fatih ilçesinde Edirnekapı'dan Saraçhane'ye kadar uzanan Fevzipaşa caddesi ve Hırka-i Şerif Camii yakınındaki Koyun Baba Parkı'nda 1976 yılında ağaçlandırma çalışmaları yaptırdı.
Samiha Ayverdi, 1938'de ilk romanı Aşk Budur'u (Aşk Bu imiş) yayınladı. 1946'dan itibaren daha çok fikir ve tarih eserlerine ağırlık verdi.
Yapıtlarında, tarihi yoğun biçimde kullanmıştır. İnceleme yazıları ve romanları İstanbul üzerinedir. Tasavvuf düşüncesi ve tarih özellikle romanlarında canlanmış, Kenan Rifai'yi eserleri yoluyla okuyuculara tanıtmaya çalışmıştır.
"Batmayan Gün" ve "İnsan ve Şeytan" adlı romanları geçmişi arayışının ürünleridir. Geçmişe duyduğu özlemi en iyi yansıtan romanı 100 Temel Eser listesi'nde de yer alan İbrâhim Efendi Konağı'dır.
Kubbealtı Neşriyat tarafından Samiha Ayverdi Külliyatı adıyla çıkan kitapların sayısı 47 adettir.
1978’de Türkiye Millî Kültür Vakfı Armağanı; 1984’te Millî Kültür Vakfı tarafından verilen Türk Millî Kültürüne Hizmet Şeref Armağanı; 1985’de Yeryüzünde Birkaç Adım isimli eseri nedeniyle Boğaziçi Yayınları tarafından Boğaziçi Başarı Ödülü almıştır . 26 Nisan 1986’da, Türk Edebiyat Vakfı tarafından kendisine "Millî Sanata Hizmetleri"nden ötürü bir plaket sunulmuştur. 1988 yılında yayınlanan “Hey Gidi Günler Hey” isimli eseri nedeniyle, Türkiye Yazarlar Birliği'nce kendisine Yılın Dil Ödülü verilmiştir. 1990'da Başbakanlık aile araştırma kurumu kendisine bir şükran plaketi sunmuştur. 1992 yılında Türkiye İlim ve Edebiyat Eserleri Sahipleri Meslek Birliği'nce (İLESAM) verilen Üstün Hizmet Ödülü'nü almıştır.
İstanbul, Fatih'de Vatan Caddesi üzerinde bulunan "Vatan Anadolu Lisesi"'nin ismi 2005 yılında değiştirilerek, Samiha Ayverdi Anadolu Lisesi yapılmıştır.
Odun borusu
Ksilem, Odun boruları olarak da bilinir, bitkilerde inorganik maddelerin (su, mineraller vb.) taşınmasını sağlayan yapı (borular). Cansız hücrelerden oluşurlar. Bölünür doku hücreleri üst üste gelerek zamanla çekirdek ve sitoplazmalarını kaybeder. Hücreler arasındaki enine zarlar eriyerek kaybolur. Böylece, ince bir boru şeklindeki odun boruları oluşur. Ksilem demetler halinde bulunur. Ksilemde taşınma, aşağıdan yukarıya doğru tek yönlüdür.
Ksilem kelimesi Yunanca "xúlon", yani "odun, kereste", kelimesinden türemiştir.
Ksilem su iletimine uyarlanmış ince, uzun ve içi boş hücreleri kapsar, ve dört farklı hücre tipinden meydana gelen birleşik bir dokudur. Bu hücreler: "trake", "trakeid", "ksilem parankiması", "ksilem sklerankiması".
GEDCOM
GEDCOM (GEnealogical Data COMmunication), aile bağlarının (şecere) bilgisayar ortamında tutulabilmesi için geliştirilmiş bir dosya format sistemidir. Dosya uzantısı .GED'dir.
Birçok aile soyağacı programı hazırlayıcıları tarafından kabul görmüş ve yazılımları ile destekledikleri uluslararası gedcom formatı günün koşullarına göre geliştirilmektedir.
Armoni
Doğu Timor
Doğu Timor resmî adıyla Doğu Timor Demokratik Cumhuriyeti, Güneydoğu Asya'da Timor adasının doğusu, Atauro ve Jaco adaları ile Oecussi-Ambeno bölgesini kaplayan devlet. Tek komşusu Endonezya'ya bağlı Batı Timor'dur. 14,609 km² yüzölçümüne sahip olan Doğu Timor'un başkenti Dili'dir.
16. yüzyılda Portekiz kolonisi olan Doğu Timor asırlarca Portekiz Timoru adıyla Portekiz'e bağlı kaldı. Endonezya tarafından işgal edilen Doğu Timor 1975 yılında kesin olarak Endonezya'nın 27. vilayeti oldu. 1999 yılında Endonezya bölgenin kontrolü üzerindeki iddialarından vazgeçti ve 20 Mayıs 2002'de bağımsız oldu. Doğu Timor Güneydoğu Asya'nın Katolik çoğunluklu nüfusuna sahip 2 devletinden biridir.
Kişi başına 800 $ millî geliri ile Doğu Timor Gayri safi yurtiçi hasıla ve Satın alma gücü paritesi bakımından Asya'nın ve Dünya'nın en fakir ülkelerinden biridir. İnsani Gelişme Endeksine göre orta gelimiş bir ülke olan Doğu Timor, dünya devletleri arasında gelişmişlik bakımından 142. gelmektedir.
"Timor" sözcüğünün kökeni "Timur" sözcüğüdür. Resmî olarak Portekizce adı Timor-Leste (), gayriresmî olarak Tetumca adı Timór Lorosa'e ve bazen İngilizce adı kullanılır. Birleşmiş Milletler Fransızca olan Timor-L'este'i kullanır. Lorosa (Tetumca'da dünyanın "doğu"su) harfi harfine "doğan güneş" anlamına gelir.
Timor halkının kökenleri Güneydoğu Asya'ya ve Avustralya'ya dayanır. İlk başlarda göçen çok küçük halk nesilden nesile dalga dalga büyümüş ve halk kalabalıklaşmıştır. İlk akrabaları Yeni Gine ve Avustralya, 40.000 yıl önce Doğu Timor'a göçmeyi başarmıştır. Milattan 3000 yıl önce doğuya doğru göçmeye başlayan 'lılar Okyanusya adaları'na gelmişlerdir.
Bu halk Timor'da mümkün olduğunca tarımı geliştirmiştir. Son olarak gelişmiş, uygar Malay toplumu güney Çin ve kuzey Çinhindi'nden gelir..
Portekizliler, Avrupa'nın ilk kolonilerini 16. yüzyılda Güneydoğu Asya'da kurdu. Onlar başta Timor adasını ve etrafındaki adaları yönetmeye çalıştılar ama sonra bir tek Doğu Timor'da kolonilerini sürdürebilmişlerdir. Bu sırada Habsburg Hanedanı Portekiz'de hükmetmekteydi (1580-1640).
Uzun yıllar Portekiz idaresinde kaldıktan sonra 1975 yılında komşusu
Endonezya tarafından işgal edilen Doğu Timor 1975 yılında kesin olarak Endonezya'nın 27. vilayeti oldu. 1999 yılını takiben Birleşmiş Milletler'in araya girmesiyle özerkliğin verilmesinin ardından Endonezya bölgenin kontrolü üzerindeki iddialarından vazgeçti ve 1999 yılında yapılan referandumun ardından 20 Mayıs 2002'de bağımsızlığını kazandı. 1999 referandum sonrası ve 2006 yılında rakip siyasi partiler, çeteler ve kabileler arasındaki çatışmalar ve ayaklanmalar sırasında başkent Dili ve diğer Doğu Timor kasabaları yakılarak ağır hasar görmüştür. Nüfusun çoğu mülteci kamplarına kaçmıştır ve gerginlik hala devam etmektedir.
Doğu Timor'da 13 bölge vardır:
Bu 13 bölge 65 altbölge, 443 sucos ve 2,336 kasaba, köy ve küçük köy'e ayrılır.
Malay Takımadalarına bağlı Küçük Sunda Adalarının bir parçası olan Timor adası bu takımadanın en büyük adasıdır. Kuzeydeki dağlık adalardan Ombai ve Wetar Boğazı ile ayrılan Timor Avustralya'dan güneydeki Timor Denizi ile ayrılır. Ülkenin batıdan Endonezya'ya bağlı olan Doğu Nusa Tenggara bölgesi ile komşudur. Doğu Timor'un en yüksek yeri Ramelau Dağı (ya da Tatamailau dağı) vardır .
Ülkenin iklimi Tropikal İklim'dir. Ülke sıcak ve nemli'dir. Ülkede kurak ve yağmurlu geçen 2 mevsim vardır. Başkent, en büyük şehir ve liman olan Dili'dir ve ülkenin kent denilebilecek tek şehiridir. İkinci büyük şehir ise bir doğu kasabası olan Baucau'dur. Dili'de uluslararası bir havalimanı, Baucau, Suai ve Oecusse gibi daha küçük şehirlerde ise küçük Havaalanları vardır. Dili'deki Havalimanı'nın pistinden büyük uçaklar geçemez.
Doğu Timor nüfusu yaklaşık 1 milyondur. Son zamanlarda yetişkin nüfus oranı, yüksek doğum oranları ile artmaya başlamıştır, nüfusun artmasında mültecilerin ülkelerine geri dönmesinin katkısı vardır. Nüfus özellikle başkent ve tek kenti Dili'de yoğunlaşmıştır.
Doğu Timor Filipinler ile birlikte Asya'da Katolik nüfusun en yoğun olduğu 2 ülkeden biridir. Halkın %96,9'u Katolik, %2,2' si Protestan, %0.3' ü Müslüman ve geri kalanı Hinduizm, Budizm ile diğer yerel dinlere mensuptur.
Doğu Timor'da 2 resmî dil vardır. Bunlar; Portekizce ve Austronesian dillerinden biri olan Tetum'dur. Halk arasında Tetum daha çok kullanılır. Bu iki dilden sonra Endonezce ve yerli dilleri konuşulmaktadır.
En önemli 15 yerli dil: Bekais, Bunak, Dawan, Fataluku, Galoli, Habun, Idalaka, Kawaimina, Kemak, Lovaia, Makalero, Makasai, Mambai, Tokodede ve Wetarese'dir.
Doğu Timor'da resmi tatiller tarihi olayları anmak, bağımsızlık ve din (Katoliklik ve Müslümanlık) için yapılır.Timor-Leste Law no. 10/2005 (16.7 KiB).
Resmi "Anısına tarihler" bunlar tatil değildir fakat iş zamanından kısıntılar yapar;
AK-47
AK-47 (Rusça: Автомат Калашникова 47, Türkçe açılımı: Otomatik Kalaşnikov Model 47), ilk olarak Sovyetler Birliği'nde Mihail Kalaşnikov tarafından geliştirilen, yarı otomatik ve tam otomatik modu seçilebilen, barut gazı basıncı ile kendiliğinden ateşe hazır hale gelen (otomatik gaz işlemeli) bir Sovyet saldırı tüfeğidir. Kızıl Ordu'nun kullandığı AVS-36 ve PPŞ-41'lerin yerini alması için 1947 yılında orduda tankçı çavuş ve tamirci olarak görev yap |
mış makine mühendisi Mihail Kalaşnikov tarafından Alman StG 44 tüfeği baz alınarak tasarlanmış ve Izhmash (İjmaş) firması tarafından üretimine başlanmıştır. 7.62x39 mm'lik mermi kullanır. Dünya üzerinde geliştirilmiş türevi olan AKM'lerle birlikte 100 milyondan fazla AK-47 vardır.
AK-47, Soğuk Savaş yılları boyunca birçok çatışmada kullanılarak komünist blok için sembol haline gelmiştir. Hızlı üretilebilmesi, kullanım ve bakım kolaylığı nedeniyle AK-47, 1947 yılında üretilmesine rağmen bugün birçok ülke, direniş, terör ve gerilla grupları tarafından hala büyük miktarlarda kullanılmaktadır. Örneğin Vietnam Savaşı'nda Amerikan askerleri, ellerindeki AR-15 ve M16’ları bırakıp, gerillalardan ele geçirdikleri AK-47 ve AKM’leri kullanmışlardır.
Soğuk Savaş yıllarından günümüze Çin ve Varşova Paktı'na bağlı ülkelerce de lisans altında üretilen tüfeğin modifiye edilmiş birçok modeli de çeşitli ülkelerce imal edilmiştir.
AK-47, dayanıklılığı ile tanınır. Sudan, çamurdan, kumdan etkilenmez ve çok nadir tutukluk yapar. Ayrıca ucuza ve pek çok şekilde temin edilebilmesinden dolayı özellikle gerilla grupları tarafından tercih edilmektedir. Asimetrik savaş koşullarına uygunluğundan dolayı gerillalarla mücadele eden askeri birliklerin genellikle kendi silahları yerine ele geçirdikleri "AK-47"'leri kullanması silahın başarısını göstermesi açısından önemlidir. Ayrıca kullanılması, sökülüp takılması, bakımı, parçaları ve çalışma mekanizması en basit ve kolay olan piyade tüfeği olarak bilinir.
Ayrıca SSCB dışında birçok yurtdışı modifikasyonu vardır.
Ana üretici IZHMASH tüfeğin popülerliğinden istifade etmek için yivli ve yivsiz olarak çeşitli kalibrelerini Av ve Atıcılık amaçlı versiyonlarını üretmektedir.
Şarjörü çıkartıp atım yatağını boşalttıktan sonra sırayla: harbi, üst kapak, yerine getiren yay, gaz pistonu, kama, gaz borusu, el kundağı çıkarılır. Bakım yapılacaksa temizleme takımı ve alev gizleyen çıkartılır.
İtiraf (film, 2001)
Harun ve Nilgün`ün sorunları, iç çatışmaları ve kavgaları etrafında ilerleyen film aynı zamanda "Karanlık Üstüne Öyküler" üçlemesinin ikinci filmi.
Aynı Bekleme Odası`nda olduğu gibi bu filmin de yönetmeni, senaristi, görüntü yönetmeni ve kurgucusu Zeki Demirkubuz.
3 Aralık 2001/Türkiye
Erendiz Atasü
Erendiz Atasü (d. 1947, Ankara) , Türk yazar, akademisyen ,edebiyat eleştirmeni
Öykü, roman, deneme alanlarında eser vermiş feminist bir yazardır.
1947’de Ankara’da dünyaya geldi. Öğretmen bir anne-babanın tek çocuğu olarak büyüdü. 1964’te Ankara Koleji’nden, 1968’de Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı fakültede akademik yaşantısına devam etti. 1974’te doktor, 1980’de doçent, 1988’de profesör ünvanlarını aldı. Farmakognozi dalında öğretim üyesi olarak 1997’e kadar çalıştı. 1997’de emekli oldu.
25 yaşında lisansüstü öğrencisi olarak gittiği Londra’da öykü yazmaya başladı. Öykülerinde kadın sorunlarını işledi. İlk öyküsü 1981’de yayımlandı. O tarihten bu yana öyküleri Sanat Edebiyat'81, Düşün, Çağdaş Türk Dili, Varlık gibi dergilerde; edebiyat sorunları, kitaplar, kadın özgürlüğü, laik toplum ve Cumhuriyet devrimleri üzerine deneme, inceleme ve makaleleri Saçak, Çağdaş Türk Dili, Cumhuriyet Kitap, Radikal Kitap, Varlık, Pairüs gibi dergilerde, Cumhuriyet, Aydınlık gazetelerde yayımlanmaktadır.
Akademi Kitabevi’nin öykü yarışmasında birincilik kazanan öykü dosyası, 1983’te “"Kadınlar da Vardır"” adıyla kitaplaştı. Bu kitabı "Lanetliler" (1985), "Dullara Yas Yakışır" (1988), "Onunla Güzeldim" (1991) öykü kitapları izledi. Kimi öyküleri başka dillere çevrildi; Birleşik Kralıık, Amerika Birleşik Devletleri, Fransa, Almanya, Hollanda, İsviçre, İtalya, Çek Cumhuriyeti ve Hırvatistan’da yayımlanan öykü antolojilerinde yer aldı.
1991’de ilk romanı Dağın Öteki Yüzü yayımlandı. Bu eserle Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazandı. 1997’de yayımlanan "Taş Üstüne Gül Oyması" öykü kitabı ile Yunus Nadi ve Orhan Kemal Armağanları’na, 2010’da "Hayatın En Mutlu An’ı" öykü kitabı ile Dünya Kitap ve Yunus Nadi Armağanları’na değer bulundu.
Bekleme Odası
Bekleme Odası, 2003 yılı yapımı bir Zeki Demirkubuz filmidir.
Suç ve Ceza`yı film yapmak isteyen Ahmet hayata karşı nedensiz bir kayıtsızlık içerisindedir. Sevgili Serap hayatında başka biri olduğunu düşünerek onu terk eder. Bir yandan da asistani Elif ile beraber Raskolnikov karakteri için oyuncu arayan Ahmet, sonunda evine girmeye çalışan hırsızın bu rol için uygun olduğunu düşünür...
Dostoyevski`ye ithaf edilen Bekleme Odası aynı zamanda "Karanlık Üstüne Öyküler" üçlemesinin son filmidir. Filmin yönetmeni, senaristi, görüntü yönetmeni ve kurgucusu Zeki Demirkubuz`dur. Otobiyografik bir film olmadığı söylenmektedir.
27 Eylül 2003/Türkiye
M60
M60 Patton
M60 Patton Amerika Birleşik Devletleri Kara Kuvvetleri'ndeki Patton serisi tankların 2. ve son ana muharebe tank tipidir. M48 Patton'dan geliştirilmiştir. Soğuk Savaş sırasında Amerika Birleşik Devletleri Kara Kuvvetleri'nin ana savaş tankıdır. Soğuk Savaş'ta NATO ve ABD'ye yakın ülkeler tarafından kullanılmıştır.
Yerini M1 Abrams aldığı halde M60 dünya boyunca halen servistedir. Şu anda en büyük kullanıcısı 1.700 kadar tankla Mısır, sonraki kullanıcı 900'den fazla geliştirilmiş tankla Türkiye, sonraki ise 700 geliştirilmiş türevleri ile İsrail'dir.
1957'de, Amerika'da 105 mm top ve daha iyi gövde zırhıyla planlanmıştır. M60 Patton büyük ölçüde M48 Patton tankını temel alır. Aralarında önemli farklar ise; M60 Patton'da 105 mm top M48'de ise 90 mm top olmasıdır. M60 Patton'da gövde ile eğimli bölge düz, M48'de ise bombelidir, M48'de 5 istikamet makarası bulunmaktadır, M60'da ise 3 tanedir. Bunun dışında M-60’ların kulesi biraz daha büyüktür. Bir Continental V-12 750 hp hava soğutmalı çift turboşarjlı motor ve yaklaşık 500 kilometreye kadar uzayan menzil. Bir çapraz hareketli transmisyon, bir birleştirilmiş transmisyon, bir kombine transmisyon, diferansiyel, direksiyon sistemi ve fren sistemi sayesinde hız azaltılarak güç iletilir. Mürettebat ön tarafta motor ise arkadadır. Koruma sağlamak amacıyla M60 tankı M85 Makineli tüfeği kullanır.
Başlangıçta M60 Patton'a M48'in tareti düşünülmüştü, fakat yapılan değişikliklerle birlikte düşman ateşinin etkisini mümkün olduğu kadar azaltması için özgün "needlenose" taret tasarımı uygulanmıştır.
İlkin M68 olarak ismi belirlenen M60 tankı, 1959'da üretime girmiş ve adı M60 olarak değiştirilmiştir. Ordu envanterine ise 1960'da girmiştir. 15.000 adetin üzerinde (tüm türevleriyle) üretimi yapılmıştır.
Sonuç olarak temel alındığı M48 tankına büyük ölçüde benzerdir. Her ne kadar da benzer olsa aralarında bazı önemli farklar vardır. Bunlar;
Mürettebatı ön tarafta motoru ise arkadadır. Bu tasarım tankın menzilini 300 milin üzerine çıkmasına olanak tanıyan çift turboşarjlı Continental AVDS-170-92 motoruyla tamamlanmıştır.
M60 homojen zırh kullanan son Amerikan tankıdır. İlk nesil tasarım 1963'te yerini geliştirilmiş M60A1'e bıraktı. Üretilen tüm M60 Patton'lar M60A1'e dönüştürüldü. İlk nesil tankların bir kısmı ABD'de halen müzelerde sergidedir.
1963'te, M60 M60A1 olarak geliştirilip 1980 yılına kadar üretimde kalan yeni bir sürümüdür. Geliştirilmiş darbe emici zırh korumasıyla ve taretinin büyük ve iyi tasarlanmış olmasıyla ön plana çıkmaktadır. M60A1'in ana topu için stabilizasyon sistemiyle teçhiz edilmiştir.
M60A2 tamamen yeni bir alçak kule profili ve komutana daha iyi bir görüş ve ateş sahası veren komutanın üstteki makineli tüfek kubbesi ön plana çıkmaktadır. Bir de M551 Sheridan hafif tankının 152 mm'lik ana topuna benzer olması ön plana çıkmaktadır. Shillelagh güdümlü anti-tank füzesi kadar düzenli bir şekilde mermileri ateş eder.
M60A2 modernizasyonu hayal kırıklığına uğratsa da gelecek nesil tanklara geçişi kolaylaştıran bazı teknik ilerlemeleri sağladı. Shillelagh/M60A2 1981'de servisten çıkarıldı ve taretler hurdaya ayrıldı. M60A2'lerin çoğu M60A3'e çevrildi ya da gövdeleri köprücü tanklara çevrildi.
1978'de M60A3 varyantına çalışma başladı. Öne çıkan özellikleri arasında teknolojik geliştirme amacıyla yapılan ilavelerdir. Bunlar sis havanları, yeni bir mesafe bulucu ve balistik bilgisayar stabilize edilmiş taret ve M240 eşeksenli silah sayılabilir. Sonunda bütün Amerikan M60'ları A3 modeline çevrilmiştir.
M60A3'ler ABD kuvvetlerinden 1990'ların başlarında servis dışı edilmiştir, ancak diğer ülkelerin servislerinde halen ön sıralarda yer almaktadır.
M60A3 modelinin M1 Abrams tankına karşı bazı avantajları:
Mevcut M60 tanklarını yenilemek isteyen üçüncü ülke pazarları için General Motors tarafından gerçekleştirilmiş bir modernizasyon paketidir. Bu geliştirmeler yakıt tüketimi düşük hibrid motor ve M1 Abrams'dan alınan taret, top ve yeni zırh seçeneklerini kapsamaktadır.
M60T(Sabra) Türk tank modernizasyon için büyük ölçüde geliştirilen bir ihraç modelidir. Bu geliştirmeler IMI 120 mm'lik tank topu, yeni ateş kontrol sistemleri ve yeni pasif zırh seçenekleridir.
M60 Phoenix
Magach
Vietnam Savaşı'nda kullanılmadığı halde, iki M60 varyantı sınırlı bir halde planlı olarak yerleştirilmiştir, köprücü tank ve silahlı münendis aracı olarak kullanılmıştır. M728 silahlı mühendis aracı kendi görevi dışında 165 mmlik topu ile ateş sağlamakla da görevliydi.
İsrail Savunma Kuvvetleri ilk M60A1 tanklarını 1971 yılında ABD'den satın almıştır. M60 ve M60A1'ler Yom Kippur Savaşı sırasında İsrailli kuvvetlerce Golan tepelerinde ve Sina Yarımadası'nda kullanılmıştır. ABD çatışmalardan önce M60'ları İsrail kuvvetlerine yollamıştır. Savaşı takiben, ABD'den çok sayıda M48, M60 ve M60A1 alındı. İsrail Lübnan savaşına kadar envanterindeki M60 tanklarına bazı değişikliklikler ve geliştirmeler yapmıştır. . İsrail'in küçük değişiklikleri arasında rota ve ERA'dır. Bu varyant Magach olarak bilinir. İsrail çalışması Magach modelleri, yeni ilave bir zırh, yeni ateş kontrol sistemi, termal iz ve sis havanı içerir. İsrail Silahlı Kuvvetleri Magach 7 (A'dan C'ye kadar) hala kullanmaktadır.
M60A1 tankları İran kuvvetler |
ince Irak Ordusu'na karşı kullanılmıştır.
M60A1 RISE (Passive) ABD Deniz Piyadeleri tarafından Körfez savaşında Irak'a ait T-54, T-55, T-62, Type 69 ve T-72 tanklarına karşı berlirli sayıda kullanılmıştır. M60A1 ERA ile desteklenerek Kuveyt şehrine ve hava alanlarına destek vermiştir. Kuveyt muharebesi sırasında sadece bir tank ve bir mürettebat kaybetmiştir.
M60 varyantları Avusturya, Bahreyn, Bosna, Brezilya, Mısır, Yunanistan, İsrail, İran, Portekiz, İspanya, Türkiye, Tayvan, Tayland ve bazı milletlerin servisindedir. Bununla birlikte ABD stoklarında kayda değer şekilde parçalara ayrılmış, satışa kapalı, değiştirilmiş ya da silah testlerinde darbe almış M60'lar vardır. Bununla birlikte bazı araçların şasisi değişik şekillerde kullanılmıştır. Çoğu geliştirilmiştir. Pattonlar yeni tank tasarımlarına açıktır, bazı araç şasileri kullanılmıştır ancak bütün taretler değişik geliştirmelere uğramıştır.
M46, M47, M48 ve M60 Patton tankları Kore ve Vietnam savaşlarında başlıca kullanılan tanklardır. İsmini Amerikalı general George Patton'dan almıştır.
M47 tankları uzun yıllar Türk Ordusu tarafından kullanılmış, Kıbrıs Harekâtı'nda da başarıyla hizmet vermişlerdir. Bu tanklar 1980'li yılların başlarından itibaren hizmetten kaldırılmışlardır.
M48 tankları 1960'lı yıllardan itibaren Türk Ordusu tarafından kullanılmaktadır. M48'ler 1980'li yılların sonlarında 105 mm'lik ana silah ve o dönem için modern atış kontrol sistemleriyle modernize edilerek M48A5T1 ve M48A5T2 tiplerine dönüştürüldü. Bu tanklar hâlâ Türk Ordusu'nun tank gücünün önemli bir kısmını oluşturmaktadır.
M48A5T1
M48A5T2
M60'lar 1957 yılında M48'lerden geliştirilerek yapılmıştır. M60 tanklarının çeşitli tipleri Arjantin, Bahreyn, Avusturya, Mısır, Yunanistan, İsrail, Portekiz, İspanya, Türkiye, Tayvan tarafından hâlâ kullanılmaktadır.
M60 tankının M60A1 ve M60A3 modelleri halen Türk Ordusu'nun en fazla sayıdaki tank modelidir. Bu tankların önemli bir kısmı, Türkiye'nin 1991 Körfez Savaşı'nda müttefik güçlere verdiği desteğe karşılık olarak ABD tarafından hibe edilmiştir. Türk M60'larının bir kısmı İsrail teknolojisiyle modernize edilerek M60T sınıfına yükseltildi.
Kara kuvvetleri Komutanları çeşitli antlaşmalar yüzünden elindeki Leopard 1 ve Leopard 2 tanklarını doğuda kullanamamaktadır. M60 tankları bu şartların dışında kaldığı için Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından doğuda sıklıkla kullanılmaktadır.
Batı Almanya silahsızlanma antlaşmaları nedeniyle elindeki 1000 kadar M48 tankını Türkiye'ye satmıştır. O zamanlar Türkiye'nin elinde 3000 adet M47 ve belirli sayıda M48 Patton tankları bulunuyordu. Buna ek olarak 50 kadar Stug 3 Alman saldırı topu ve 40 kadarda Panzer 4 tipi tank mevcudiyetine sahipti. Almanya, antlaşmalar gereği belirli sayının üzerinde tank bulunduramaması nedeniyle elindeki en eski tankları (M48) Leopard 1 ile değiştirmiş oldu. Fazla tankları ise bugün Leopard 2 A4 serisi tanklarda yaptığı gibi Türkiye'ye sattı. Leopard 2 tanklarının daha modern A6 jenerasyonu nedeniyle elindeki eski tankları kademeli olarak Türkiye'ye aktarmaktadır.
Küskünüm
Tanrı İstemezse (şarkı)
Tanrı İstemezse, sözleri Ali Avaz'a müziği Mustafa Sayan'a ait, Sezen Aksu tarafından "Şarkı Söylemek Lazım" albümünde seslendirilerek yer verilen şarkıdır. DMC Müzik etiketi ile yayınlanmıştır. Şarkı başta Sezen Aksu ve Müslüm Gürses,Cengiz Kurtoğlu olmak üzere Bülent Ersoy ve Ebru Gündeş gibi pek çok sanatçı tarafından seslendirilmiştir. Aynı şarkı Ata Demirer tarafından Eyyvah Eyvah filminde seslendirilmiştir.
Aynı şarkıyı Müslüm Gürses 1982 yılında yayınlanan Tanrı İstemezse ve Müslüm Gürses'in seslendirdiği klasikleşmiş şarkılarından oluşan 1998 yılında yayınlanan Müslüm Gürses Klasikleri albümünde seslendirmiştir.
Güldür Yüzümü
Sanal Alem
"Bu başlık Radikal gazetesinde yayımlanan bilişim ve siber kültür sayfasını açıklamaktadır. İnterneti anlatmak için kullanılan sanal alem terimi için sanal alem başlığına bakınız."
Sanal Alem, Radikal Gazetesi Bilgi Teknolojileri Editörü M. Serdar Kuzuloğlu tarafından hazırlanan ve haftalık olarak yayımlanan bilişim, İnternet, siber kültür sayfasıdır.
Sayfasda, dünyadaki siber kültür akımları, bilişim dünyası ve etkileri incelenir.
Bir terim olarak interneti tanımlamak için de kullanılır. Bu amaçla 'Siber Alem' tabiri de doğrudur. "Siber" ve "sanal" ayrımı temelde "Cyber" ve "Virtual" terimlerinden gelir ve çoğunlukla karıştırılmalarına rağmen birbirlerinden farklı anlamlara sahiptirler.
Radikal gazetesinin ilk gününden bu yana düzenli olarak yayımlanan Sanal Alem ilk olarak 2 Aralık 1996 tarihinde 'İnternet' başlığıyla çıktı. Kısa sürede gördüğü ilgi üzerine 17 Mart 1998 tarihinde gazeteyle birlikte dağıtılan 8 sayfalık bir haftalık ek haline geldi. Bu sırada ismi de 'Sanal Alem' olarak değiştirildi.
Sanal Alem bir süre sonra yeniden gazete içinde sayfa olarak yayına devam etmiştir. Şu an Pazartesi günleri yayımlanmaktadır.
Bu marka 1999 yılında hayata geçen ve 1 yıl boyunca hizmet veren sanalalem.com adresindeki web sitesininde de kullanılmıştır. Tasarım ve programlanması M. Serdar Kuzuloğlu tarafından gerçekleştirilen yatay portal Sanal Alem bu süre içinde 40 binden fazla üyesine güncel haberler, web dersleri, İSS rehberi, sinema bilgileri, otomotiv rehberi, web dizini, ICQ chat rehberi, bağlantı değişimi, toplist, tartışma forumu, sohbet (chat) gibi bir dizi hizmeti ücretsiz olarak sunmuştur.
Sanal Alem, M. Serdar Kuzuloğlu'nun 2002 yılında Radyo Kozmos'ta başlattığı, 2004 yılından bu yana da NTV Radyo'da devam ettirdiği bilişim konulu haftalık radyo programının da adıdır.
Radyo sürümü 16 Mart 2005 tarihinde başlattığı podcast yayınıyla Türkiye'nin ilk podcasti olmuştur. Podcast yayını Apple firmasının iTunes rehberinde de yer almaktadır.
Bugünlerde İnternetin genel terimlerinden biri haline gelen sanal alem kavramı Türkçeye ilk olarak 17 Mart 1998 tarihinde yayına başlayan Sanal Alem ekinin ismi olarak girmiştir. İsim babaları M. Serdar Kuzuloğlu ve Sönmez Karakurt'tur. Ekin logosu o dönemde gazetenin grafikerlerinden olan Sönmez Karakurt tarafından tasarlanmıştır.
Siber uzay
Siber uzay, (orijinal anlamını karşılamasa da yaygın olan bir başka kullanımıyla sanal alem, "cyberspace") terimi bilgisayarların ve onu kullanan insanların İnternet ve benzeri ağlar içinde kurduğu iletişimden doğan sanal gerçeklik ortamını anlatan metaforik bir soyutlamadır. Siber uzay kavramı Türkçede zaman zaman "siber ortam" olarak da kullanılmaktadır.
İnternet'e karşılık olarak da kullanılan siber uzay ("cyberspace") ilk olarak Kanadalı ünlü bilim kurgu yazarı William Gibson tarafından bir bilgisayar korsanının Matrix adı verilen bir bilgisayar sistemine sızarken yaşadıklarını anlatan Neuromancer adlı romanda kullanılmıştır. Bu ünlü roman aynı zamanda sanal gerçeklik ("virtual reality"), yapay zekâ ("artificial intelligence") ve genetik mühendisliği ("genetic engineering") gibi kavramların da ilk olarak işlendiği eserdir.
Çokça birbirine karışıyor olsa da siber ve sanal ayrı kavramlardır. İnternet hem sanal hem de siberdir. Siber terimi sibernetik kökeninden gelmektedir. İlk olarak 1958 yılında (canlılar ve/veya makineler arasındaki iletişim disiplinini inceleyen Sibernetik biliminin babası sayılan) Louis Couffignal tarafından kullanılmıştır.
İnterneti anlatan sanal alem ve siber alem kavramlarının ikisi de doğru bir önermedir. İnternet, iletişim yöntemi açısından siber, yarattığı ortam açısından sanaldır.
İbradı
İbradi, Antalya iline bağlı bir ilçedir.
İlçenin adının Arapça "ibrad" yani "soğuk yer" manasındaki sözcükten geldiği düşünülür.
Yöre insanı Yörük'tür. Oğuzların Salur boyundan, Teke Türkmenlerinin çoğunlukla yaşadığı bir bölgedir. Afşar, İğdir ve Selçuklulardan dolayı Kınık boyları da hakimdir. Öz Türkçenin kullanımı çok yaygındır, Akseki - İbradı havzasında konuşulan Öz Türkçe hala kendini korumaktadır. Yöre halkı, Orta Asya'ya ait âdetleri hala korur. Oğlak, keçi, çebiç, teke fazlasıyla tüketilir.
Psidya sınırları içinde yer alan İbradı'nın kuruluş tarihi tam olarak bilinmiyor. Ancak, İbradı ve çevresinde bulunan kalıntılardan Roma devrine uzandığı tahmin ediliyor Örneğin, İbradı'ya 2 km. mesafede kurulu Ormana Belediyesi ile 7 km. mesafedeki Ürünlü Köyü' nün arasında helenistik dönem Erymna Antik Kenti'nin kalıntıları mevcuttur. Kentin nekropolü ise Ormana'yı çevreleyen kayalık sırtlardır.
Yine Ormana'ya 11 km. uzaklıkta Çukurviran Köyü çevresinde Helenistik dönemlere ait kalıntılar görülmektedir. İbradı kervan yolunun Kesikbel mevkiinde bulunan Selçuklu Kervansarayı'ndan geriye sadece temel taşları kalmıştır. Evliya Çelebi, ünlü Seyahatname'sinde ibradı'nın 17. Asırda oldukça mamur ve mühim bir belde olduğunu yazar.
İlçe doğusunda Beratlı, Trabeza, Kurkur, Çuvallı, Aktepe; batısında Melik, Toka, Geçkar ve Çeçkar, Uluçukur. Kesik; kuzeyinde Zimbit, Obet, Gaydan, Uluçukur, Akpınar, Lök, Pınarcık, Enerli; güneyinde Katara, Karadağ, Akıncı, Kurtgediği dağları ile çevrilmiştir. Gembos ve Gemboğazı ovası İbradı'nın kuzeyinde Dereköy ile Göynem ve İbradı arasındadır. Rakamı 1300 metredir. Dağlardan inen sularla dolar göl halini alır. En kuzey ucu Taşköprü, en güney ucun da Başpayam İbradı belidir. Ortası, Ortapayam ve Erilikli adıyla anılır. Kapladığı arazi aynı bir bademi andırır. Bu ovanın genişliği 2 km. uzunluğu 15 km'dir. Bir diğer ova olan Eynif Ovası Toka, Karadağ ve Cimriği Dağları arasındadır. Genişliği Gembos'a yakındır. Üzümcü Ovası ise Başlar Köyü yakınında olup, İbradı'nın Çukurviran Mahallesi yanındadır. Ekim ve meraya elverişli bir sahadır. Bu üç ovadan ilçede başka küçük çapta ovalar bulunmaktadır.
Ancak İbradı'nın kendisi bir yayladır. Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat'ın İbradı'yı yazlık konaklama yeri olarak kullandığı söylenir. Denizden yüksekliği 950 metre olan İbradı'de yaz aylarında ortalama sıcaklık gündüz 30 derece gece ise 10 °C'dir. Nem ise yok denecek kadar az olduğu için insan vücudunda terleme olmaz.
Yöre halkından özellikle hayvancılıktan geçimini temi |
n edenler ise de 1200-1500 metre yüksekliğindeki ardıç, sedir ve çam ormanlarıyla kaplı Sütleğen, Söbüce, Sülek, Elmaağacı yaylarına çıkmakta, buraların doğa güzelliğinin yanı sıra serin havası ve soğuk kaynak suları ile insanların ilgisini çekmektedir. Çadırlı olarak kamp yapmak için ideal yerler, İbradı - Beyşehir yolu üzerindeki yaylalardır.
Bodamya'dan başlayarak Gümüşdamla'da (Zilan) İbradı konağı adındaki yerde çıkan pınarlardan meydana gelen ve Üzümdere önünden geçtikten sonra Unulla (Ürünlü) ile Menerye arasından geçerek, Manavgat'a inen Manavgat Çayı bölgenin en büyük ırmağıdır. Bu ırmak üzerinde Üzümdere Köyü civarında Gavuryolu denilen yerde başka bir pınar suyunu alarak İbradı Değirmeni yanında epeyce çoğalmış olur. Irmak kenarında zeytin, incir gibi iklime has bitkiler yetişmektedir ve özellikle turistlerin ilgisini çeken Alabalık bulunmaktadır.
İlçede ayrıca turistik yönden önemli yere sahip olan Altınbeşik - Düdensuyu Mağarası vardır.
İlçenin dağlık bir bölgede bulunuşu hayvancılık faaliyetlerini geliştirmiştir. En çok beslenen hayvan kıl keçisidir. Tarımsal faaliyetlerde pazara dönük bir üretim yapılmamaktadır. Tahıl ve meyvecilik başlıca yer tutmaktadır. Yüksek kesimlerdeki ormanlardan kesim ve dikim işçiliği yapılmaktadır.
M. Serdar Kuzuloğlu
M. Serdar Kuzuloğlu, bilişim ve teknoloji alanında çalışmalarıyla tanınan Türk gazeteci ve yazar. Özellikle "Radikal"'de hazırladığı "Sanal Alem" sayfasıyla tanınmaktadır.
1995 yılında Posta gazetesinin kurucu ekibinde düzeltmen olarak başladığı gazeteciliğe yazıişlerinde devam etti. 1995-1996 yılları arasında aynı gazetede bilim-teknik sayfalarının editörlüğünü yaptı.
1997 yılında Radikal gazetesinin kurucu ekibinde teknoloji editörü olarak yer aldı. O dönem Türk gazetelerinde yaygınlaşmaya başlayan sadece internet dünyasını konu alan sayfalardan birinin sorumluluğunu üstlendi. Bu sayfa 17 Mart 1998 tarihinde Sanal Alem adını alarak gazeteyle birlikte dağıtılan bağımsız bir ek haline geldi.
Farklı zaman dilimlerinde PC Magazine, PC Life, Computerworld ve PC World dergilerinde düzenli köşe yazıları yazmıştır.
2004 yılında Technology Channel adlı televizyon kanalında, Milliyet gazetesi Teknoloji Editörü Şükrü Andaç ve Sabah gazetesi Teknoloji Editörü Timur Sırt ile Technosohbet adlı programı; 2007 yılındaysa Business Channel'da Bilişime Yön Verenler adlı programı hazırlayıp sunmuştur.
2011 yılından bu yana TRT Haber kanalında Sosyal Medya isimli haftalık programı sunmaktadır.
2002-2004 yılları arasında sonradan Radyo Kozmos adını alan Radyo 92.3 adlı radyoda Sanal Alem başlıklı teknoloji programını hazırlayıp sunmuştur. 2004 yılında NTV Radyo’da devam eden bu program 2005 yılında Türkiye Bilişim Derneği tarafından 'En iyi teknoloji konulu radyo programı' ödülü almıştır . Bu yayın aynı zamanda 2005 yılının Mart ayında başlattığı podcast desteğiyle ilk Türkçe podcast olmuştur.
1996-1997 arasında Fanatik gazetesinin, 1998-2007 arasında Radikal gazetesinin web sitesini kurup, yönetmiştir.
1 Kasım 2007 tarihinden itibaren Radikal gazetesindeki teknoloji yazarlığı dışındaki görevlerini bırakarak Doğan TV Holding'de Yenil Nesil Hizmetler Direktörü olarak görev almıştır. Bu görev Doğan TV Holding'e bağlı televizyon ve radyoların mevcut teknoloji hizmetlerini yeni dönemin gereklerine uyarlama, kurulacak yeni hizmetlere yönelik hedef ve stratejileri belirleme ve bunları hayata geçirmeyi içermektedir.
2008 yılında Doğan TV Holding'den ayrılarak bünyesinde Yahoyt.com, Televidyon.com, Kaybolduk.biz ve AlkislarlaYasiyorum.com gibi web sitelerini barındıran MYK Medya'yı kurmuştur.
26 Ağustos 2009 Tarihinde Türkiye'de Korsan Parti hareketinin başlatılmasına yardımcı olmuş fakat etkin olarak içinde bulunmamıştır.
Çeşitli televizyon ve radyo kanallardaki iletişim ve bilişim konulu programlarının danışmanlığı yürütmüştür. Teknoloji ve yaşama etkileri konusunda eğitim kurumlarında konuk olarak dersler vermektedir.
Altınbeşik Mağarası Millî Parkı
Altınbeşik Mağarası Millî Parkı , Antalya ili, İbradi (Aydınkent) ilçesine 9.7 km. uzaklıkta Ürünlü mahallesi yaklaşık 5 km. güneydoğusunda , derin ve sarp Manavgat vadisinin batı yamacında yer alan millî park.
Beşikdüzü
Beşikdüzü, Trabzon iline bağlı bir ilçedir.
Antik bir yerleşim olan Beşikdüzü, MS 1. yüzyılda yaşlı Plinius tarafından Liviopolis adında bir liman olarak anılmış, Osmanlı tahrir defterlerinde Livopoli, Evliya Çelebi tarafından ise Popoli adıyla bir subaşılık olarak kaydedilmiştir. Hodala bölgesinde (bugünkü Bayırköy Mahallesi) bulunan şapeller de yöre tarihi hakkında fikir vermektedir. Özhan Öztürk, Beşikdüzü yani antik Liviopolis'in önemli bir doğal liman olmakla kalmayıp, MÖ 400 yılında bölgeye gelen Ksenophon'un Anabasis adlı eserinde Kerasus olarak andığı yerleşim olduğunu iddia etmiştir. Yazara göre bugünkü Giresun kenti ise Kerasus ile ilişkili olmayıp Pharnakia'nın devamıdır.
Halk fındıkçılık ve ormancılık işinde yoğunlaşmıştır ve halk genellikle geçimini bu iki sektörden sağlar.
Çatalca
Çatalca, yüzölçümü bakımından İstanbul'un en büyük ilçesidir. İstanbul'un batı sınırında kurulmuş bir kent merkezidir.
1865 yılında, Tanzimat sonrası yapılan vilayet düzenlemelerinde Meclis-i İdare-i Liva-yı Zabtiyye'ye bağlanan ilçe, 1924 yılında Mustafa Kemal Atatürk'ün emriyle vilayet merkezi yapılmıştır. 26 Haziran 1926 tarihli kanunla tekrar ilçe haline getirilerek İstanbul'a bağlanmıştır. Fatih Sultan Mehmet'in "bu şehri Allah'a emanet ettim" dediği Çatalca, stratejik yönden çok önemli bir ilçedir.
Antik Çağ'da Trakya'ya adını veren Trak halkının topraklarında Doriscus yakınlarında Ergiske (Ἐργίσκη)adıyla kurulmuş bir Yunan kolonisinin adı olup, Bizans döneminde Metrai veya Metris, Osmanlı fethi öncesinde Rumlarca Hanice olarak da adlandırılmıştır. Ergiske adının Yunan mitolojsinde Poseidon'Un oğlu Ergiscus, Metris adının ise İskender'in generallerinden Ayametris ile ilişkili olduğu ileri sürülmüştür.
İlçenin yüzölçümü 1.291 km²dir. Bu yüzölçümün büyük çoğunluğu ormanlarla kaplıdır. Sahil uzunluğu 135 km.dir.
İl merkezine uzaklığı ise 55 km'dir. Güneyde Büyükçekmece'ye, batıda ise Silivri'ye ve Tekirdağ iline komşudur. Doğudaki komşuları, Avcılar, Küçükçekmece ilçeleri ile Gaziosmanpaşa'dır. Yüzölçümü itibarıyla İstanbul'un en büyük ilçesidir. İlçenin Karadeniz kıyısında kuzey kesiminde Yıldız Dağları'nın devamı olan ormanlarla kaplı yükseltiler yer alır. Bunların güneyinde verimli ovalar başlar. İstanbul'un içme suyu ilçe sınırları içindeki Durusu Gölü ve Büyükçekmece baraj gölünden sağlanır. Yıldız Deresi başta olmak üzere Durusu Gölü'ne su taşıyan birçok irili ufaklı dere vardır. Kent, güney batısında 330 metreye kadar yükselen ve Yıldız Dağları'nın devamı olan tepelerin ova ile birleştiği alanda kurulmuştur. Önceleri sancak ve vilayet iken 1926 yılında Çatalca Vilayeti kaldırılmış ve ilçe olarak İstanbul'a bağlanmıştır. İlçe sınırları içinde on altısı merkez belediyeye bağlı olmak üzere toplam kırk iki köy vardır.
İlçe ekonomisi hayvancılık, tarım ve sanayiye dayalıdır. Sanayi bitkisi olan ayçiçeği, tarım sahalarında en fazla ekilen ürünlerdendir. Bunların dışında arpa, kavun, karpuz ve çeşitli sebzeler diğer ürünler arasındadır. Çatalca ilçesinde önemli ölçüde hayvansal gıda üretilir. Tereyağı, peynir ve yoğurt bunların başlıcalarıdır. Çatalca ilçesindeki taş ocaklarından önemli ölçüde grafit çıkarılmaktadır. Kent, birçok sanayi kuruluşuna sahiptir.Başlıca firmalar olarak Harput Tekstil, Dünya Tekstil, Akdaş Tekstil ve çeşitli gümrüklü depolama alanları Çatalca 'nın önde gelen işletmeleri arasında yer alır. Trakya Serbest Bölgesi Çatalca 'da yer almaktadır. Ayrıca Çatalca 'da 60 megawatt gücünde 20 adet rüzgar türbinli elektrik santrali de bulunmaktadır.
Çatalca ilk çağ boyunca Metraj veya Matrai, Metron ve Metris şeklinde anılmıştır. Bu adın neden verildiği kesin olmamakla birlikte bazı kaynaklara göre Büyük İskender'in yaveri (genarellerinden) Ayametris tarafından kurulduğu tahmin edilmektedir. Bu generalin Ayametris ismine atfen Metris, Metraj, Metron veya Matrai denildiği çeşitli kaynaklarda bildirilmektedir. Bir başka kaynağa göre Osmanlılar zamanında Matrai adı unutuldu yerine Çatalca denildi. Bu şehre Çatalca adının verilmesinin asıl nedeni kurulduğu yer ile ilgilidir. Çünkü şehir çatala benzeyen bir dağın eteğinde kurulmuştu. Gezgin Evliya Çelebi'ye göre ise Çatalca'nın bir başka adı daha vardır. Bu isim de "Haniçe" Rumca bir kelime olup Büyük İskender zamanında İstanbul'u onaran Kral Yağfur'un (Yekfur) kızı Haniçe'nin yaylağı olması nedeni ile babası burada büyük bir kale yaptırarak Rumca Haniçe adını vermiştir. Fatih devrinde İstanbul Kuşatması öncesi uzun süren direnişinden ve çetin savunmasından veya bir nevi çetinlik hissedilmesinden dolayı "Çetince" adının verildiği de rivayet edilmektedir. Zamanla da Çetince kelimesi Çatalca'ya dönüşmüştür.
Yaklaşık olarak 2500 yıllık bir tarihe sahip olan Çatalca bölgesinin ilk yerleşimi M.Ö. 450 sene önce Romalılar zamanında şimdiki İnceğiz Köyünün bulunduğu yerde olduğu söylenir. Fakat, bir süre sonra aslen Tatar ırkına mensup olan kafilelerin Balkanlara akınları sırasında yakılıp yıkılmış ve bilahare havuzlar mevkiinde akıncılar tarafından ikinci defa olarak inşa edilmiştir.
Bizans İmparatorluğu döneminin önemli bir yerleşim yeridir. Hatta İstanbul'un kapısıdır. Bizans imparatorluğu döneminde birçok savaşlara sahne olmuştur. 375 yılında Macaristan'a gelen Hunlar, Balamir idaresinde devlet kurmuşlar. Muncuk'un ölümünden sonra Atilla iktidarı tek başına ele alınca I. Balkan (441) ve II. Balkan (447) seferlerine çıkmış bu seferlerinde Çatalca'dan geçerek Büyükçekmece Gölü önlerine gelmiş ve Bizans'ı vergiye bağlamışlardır. Avrupa Hunlarının bu hareketi Bizans İmparatoru I. Anastasius'u 507-511 yılları arasında Çatalca'nın Karadeniz kıyısındaki Evcik İskelesi (Plajından)'nden Silivri ilçesinin batısındaki Karıncaburnu'na kadar uzanan kendi adıyla anılan Anastasios Surunu yaptırmak zorunda kalmıştır. Bu surlar Çin Seddi |
nden sonra Hunları durdurmak için yapılan dünyanın ikinci büyük surudur. Ormanlık alandaki bölümü halen ayaktadır. Bizanslılar döneminde yöre bol ağaçlık ve ormanlarla kaplı olması sebebi ile hem bir av merkezi hem de İstanbul'un yakacak odun ihtiyacının karşılandığı yerdir. Bizans döneminde İstanbul'un su ihtiyacını karşılamak için Gümüşpınar köyü yakınlarında halen ayakta bulunan (Kurşun Germe ve Ballı Germe) bulunan su kemerleri ile İstanbul'a su taşınmıştır. Günümüzde de İstanbul'un su ihtiyacının büyük bölümü Çatalca havalisinden sağlanmaktadır.
Zamanında fetih edildiği çeşitli kaynaklarda özellikle I.H.Uzunçarşılı'nın eserinde belirtilmektedir. Evliya Çelebi'de ise Yıldırım Bayezid zamanında ele geçirildiği bildirilmektedir. Murad I zamanında fetih edildiğini güçlendiren ifade, Lala Şahin Paşa Bulgarlar ve Sırplar ile Samakov'da savaşırken, Çatalca ve havalisinde bazı kaleleri zapt eden Sultan Murad Makedonya Sırpları üzerine kuvvet sevk etmiştir. I. Murad 1373 seferinde Çatalca taraflarına yürüyerek İnceğiz ve Çatalburgaz kalelerine ve yine burada Polonya Kalesini aldı. Bu ifadeden biz Evliya Çelebinin giriş bölümünde ifade edilen şehrin batı tarafında yalçın kayalar üzerinde kalıntıları görünmektedir dediği kalenin Çatalburgaz Kalesi olduğunu anlamaktayız.
Evliya Çelebi Yıldırım Bayezid'in burayı fethederek, kalesini yıkıp İstanbul'u kuşatmaya gittiğini belirtmektedir. Sonun da sulh ile İstanbul içine 70 Müslüman mahallesine 40.000 adamı barış ile yerleştirdiğini fakat, Timur'a yenilip ateşli hummadan vefat edince Rumlar'ın bütün Müslümanları İstanbul'dan ve Çatalca'dan sürgün edip Çatalca'yı ele geçirdiğini anlatmaktadır. Çatalca, Yıldırım Bayezid'in çocukları arasındaki taht kavgaları döneminde Süleyman Çelebi tarafından kendisine yardımcı olan Manuel II'ye bırakılmıştı. Musa Çelebi Çatalca'yı tekrar almıştır. İsmail Hakkı Uzunçarşılı'nın Osmanlı Tarihi adlı eserinde Musa Çelebi ile Mehmet Çelebi'nin Çatalca İnceğiz Köyü yakınlarında savaştıkları Mehmet Çelebi'nin bu savaşı kaybettiğini ve bundan sonra İstanbul'a yaralı olarak kaçıp Bizans'a sığındığını ve Anadolu'ya geçtiğini bildirmektedir. Musa Çelebi'nin bu olaydan sonraki dönemde sert davranışları komutanların kendisine cephe almasına ve Çelebi Mehmet'in sonraki dönemde mücadeleyi kazanmasına sebep olmuştur. İşte bu sıralarda Çelebilerin tavizleri dolayısıyla Çatalca Bizans'a geçmiş ve tekrar ele geçirilmesi ise ancak Mehmet II'nin İstanbul üzerine yürüdüğü sırada zorlu bir kuşatmadan sonra gerçekleşebilmiştir.
Evliya Çelebi, Çatalca'nın, 1453 yılında, Fatih Sultan Mehmet Han'ın Edirne'den İstanbul üzerine yürümesi sırasında, İstanbul'un fethinden 50 gün önce, 4 aylık çetin bir direnişten sonra ele geçirildiğini bildirmektedir. Bu Çatalca'nın son fethidir. Fatih Sultan Mehmet, Çatalca'yı zorlu bir mücadele ile ele geçirdikten sonra, şehri Mihaloğlu Ali Bey'e bırakmış ve "Bu şehri Allah'a emanet ettim," diyerek İstanbul'u kuşatmaya gitmiştir. Fatih devrinde Topkapı Sarayı'nın kapısıyla divanhanesinin nakışlarını yapan ve "Baba Nakkaş" diye şöhret bulan Şeyh Mustafa'nın adına Çatalca'ya yakın Baba Nakkaş Köyü vardır. Bu köyün hizmetinden dolayı Şeyh Mustafa'ya (Baba Nakkaş) bir kısım topraklarının dirlik olarak verildiği bilinmektedir. Çatalca'nın en eski köylerindendir. İnceğiz ve Kalfaköy'de Osmanlı dönemindeki en eski yerlerindendir. İnceğiz ve Kalfaköy Camileri II. Bayezid dönemine tarihlenmektedir.
"Avcı" lakabı ile tanınan IV. Mehmet avlanmak üzere sık sık buraya gelmiş ve kentte uzun süre kalmıştır. Bu olay Çatalca'nın gelişmesinde önemli bir etkendir. Bu nedenle Çatalca'da Hünkar Sarayı ve bahçesi olduğunu Evliya Çelebi'den öğrenmekteyiz. Bunun yanında birçok sarayın verlığından söz edilmektedir. Avcı Mehmed'in uzun süre kaldığı dönemlerde İstanbul'dan sonra devletin ikinci merkezi olduğunu görmekteyiz. Çatalca geçmiş dönemlerden beri bazı Bizans hükümdarlarının ve Fatih döneminde av merkezi durumundadır. Kalfaköy'de padişahların av köşkünden söz edilir, bunun yanında, Kalfaköy gibi bir köy yerleşiminde hamam kalıntıları olması, burasının çeşitli Osmanlı padişahlarınca avlak olarak kullanıldığını göstermektedir.
III. Selim döneminde Çatalca'nın önemli bir yer olduğunu görmekteyiz. III. Selim Kabakçı Mustafa İsyanıyla tahttan indirilmek istendiği zaman tahttan ayrılmadan önce kendisine Rumeli'ndeki Nizam-ı Cedid ordusunu İstanbul'a çağırması teklif edilmiş. Bu teklife "olmaz, sonra Rus orduları Çatalca'ya gelir. " diyerek karşı çıkmıştır. Bu Çatalca'nın o dönemdeki askeri önemini göstermektedir. Yine aynı olaydan sonra Kabakçı Mustafa'nın Bu isyan sırasında İnceğiz yakınlarındaki (Kabakça) mağaralarda saklanması dolayısıyla bu köyün ismi Kabakçı Mustafa'dan dolayı Kabakça şekline dönüşmüştür.
Uzun bir süre Eyüb kadılğına bağlı bir nahiye olan Çatalca Tanzimat sonrası yapılan vilayet düzenlemelerinde Meclis-i Idare-i Liva-yı Zabtiyye'ye bağlanmıştır (1865). Daha sonra dört ilçenin bağlandığı mutasarrıflık olduğunu görmekteyiz. 1895'te bağımsız bir sancak olup merkez nüfusu 5-6 bin, tüm nüfusu 60.000 civarındadır. 1908'de 1900 km kare yüz ölçümlü, 85.000 nüfus üç kazalı birinci sınıf sancaktır. 1893'lerde mutasarrıfı Mustafa Cevad Bey, 1907'den sonra mutasarrıfı Said Bey'dir. Şu andaki kaymakamı Yüksel Ayhan'dır. 1893'te merkez kazadan başka iki kaza (B. Çekmece, Silivri) toplam üç kaza dört nahiye, 93 köyden oluşmuştur. 1907'de toplam üç kaza üç nahiye 95 köy 9 çiftliktir. 1911'de mutasarrıf Mahmud Celaleddin Bey toplam üç kaza, dört nahiye, 99 köy, 61 çiftlik.
İlk defa 1783'te Kırım'ın kaybı üzerine Kırım Tatarlarının bir kısmı Çatalca'nın İzzettin köyüne yerleşmişlerdir.
31 Ocak 1878'de imzalanan mütarekeye göre Rus Askerini Çatalca'ya kadar gelmesi buradaki istihkamların birinci hattını işgal etmesi ikinci hattın Osmanlıda kalması kabul edilmişti. Bu demekti ki Ruslar İstanbul kapılarına dayandılar. Rus Kuvvetlerinin Çatalca'ya kadar geleceği anlaşılınca İngiltere hükümeti İstanbul'da çok sayıda göçmenlerin de bulunduğuna işaret ederek donanma gönderdiğini bildirmiştir. İngiltere donanmasının gelmesi rekabeti arttıracağından Osmanlılar karşı çıkınca İngiliz donanması Mudanya önlerine demirlemiş. Bunun üzerine Ruslar da 12.000 kişilik bir kuvveti Çekmece'ye göndermişlerdir. Rus orduları bu bölgede ilerlerken yakıp yıkmışlardır. 93 Harbi sonlarında Rus ordularının Yeşilköy'e kadar gelmeleri üzerine Çatalca çok büyük sıkıntılar çekmiş. Aynı zamanda Rumeli'den kalabalık kafileler halinde (Osmanlı tarihinin en büyük göç dalgası 1.500.000) Çatalca ve İstanbul'a doğru çok sayıda göçmen gelmiştir. Çatalca halkının büyük bir bölümü bu tarihten başlayarak Balkan Harbi, I. Dünya Savaşı, Yunanistan ile yapılan mübadele ve çeşitli tarihlerde Balkanlardan gelen nüfustan oluşmaktadır.
Çatalca'nın gördüğü en zor günler Balkan Savaşlarının olduğu dönemdir. Bulgarlar karşısında bozguna uğrayan Osmanlı ordusu son müstahkem mevkii olan Çatalca'ya 5 Kasım'da Nazım Paşa komutasında gelmiş, 19 Kasım'da Bulgarlarla burada savaşa tutuşmuş Çatalca savaşı her ne kadar Bulgarların yenilgisiyle sonuçlanmışsa da 3 Aralık 1912'de Çatalca tren istasyonunda ateşkes antlaşması imzalanmış bu antlaşmada da Bulgarlar murahhaslarının kurnazlığı ile masa başında kazanmışlardır. Âlaiye (Alanya) taburunun baskına uğraması bu dönemdedir. Bulgarlar bir tabur askerimizi, henüz yoldan yeni gelmiş bu redif (gönüllü) birliğini biraz da kayıtsızlığımızdan yararlanarak ani bir süngü hücumuyla şafak vakti baskınla şehit etmişledir. Hatta bu olayın olduğu sıralarda buraya gelen ordu komutanı Mahmut Muhtar Paşa da yaralanmıştır. Türk kuvvetleri bu elim olayı müteakiben Alaiye birliğinin intikamını almışlardır. 1913 Londra antlaşmasının imzalanmasından sonra Balkan devletleri Bulgarlar' a saldırınca Türk kuvvetleri de Midye (Kıyıköy) - Büyükçekmece sınırını geçmişler, Çatalca bu sırada kurtulmuş fakat Bulgarlar çekilirken Çatalca'nın Müslüman mahallesini yakmışlar bir tek Kaleiçi Mahallesi yakılmaktan kurtulmuştur. Bulgarların yenilgisini bir sebebi de Osmaniye'den gelen redif taburunun getirdiği kolera, tifo vb. hastalığının onlara da bulaşmasıyla büyük kayıplar vermelerindendir. Bugün Balkan Savaşının en kanlı muharebelerinin geçtiği Çanakça, Dağyenice, Yazlıkköy arasında kalan bu bölgede Âlaiye taburu anısına bir şehitlik bulunmaktadır. Son dönemde Çatalca Kaymakamı Yüksel Ayhan'ın girişimleri ve hayırseverler tarafından onarılmıştır. Bu topraklar için kanlarını ve canlarını veren aziz şehitlerimiz Çatalca Kaymakamlığı ve Çatalca halkı tarafından her yıl törenlerle anılmaktadır.
Mondros'un imzalanmasından sonra İstanbul ve çevresi İtilâf Devletleri tarafından işgal edilince Doğu Trakyadaki işgal sınırı Çatalca yakınından geçiyordu. İstasyon ve demir yolu Yunanların kontrolünde idi. Millî Mücadelede Çatalca'nın önemli bir yeri vardır. Ankara'dan gelen telgraflar da bunu açıkça görmekteyiz "Çatalcasız bir Trakya ve Millî Mücadele düşünülemez" deniliyor. Çatalca Trakya'da Millî Mücadelede mühim rol oynamış Türk direniş kuvvetlerinin üssü olmuştur. 17 Ocak 1913 günü İstanbul Üniversitesi konferans salonunda yapılan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti toplantısı sonradan kurulacak Trakya-Paşaeli Müdafaa-i Heyet-i Osmaniyesi vb. cemiyetlere öncülük etmiştir. Çatalca ve Çatalcalı vatanseverler bu Trakya Paşaeli Cemiyetinin çalışmalarına Lüleburgaz ve Edirne kongrelerine İstanbul'un bütün engellemelerine rağmen katılmışlardır. Yunan kaynaklarına göre Venizelos - General Françe De Esperey konuşmasında Çatalca'ya kadar Trakya'nın işgali kararlaştırılmıştır. 14 Ocak 1919 günü Hadımköyünden Kuleli Burgaz'a kadar bütün demir yolunun ve istasyonlarının işgali bütün Trakya Rumları, bilhassa Çatalca Rumları arasında Yunanistan lehine gösteriler yapılmasına yol açmıştır. Yunan Başbakanı Venizelos konuşmalarında Edirne ve Çatalca da 600.000 Rum vardır diyerek bu işgale kılıf hazırlamıştır. O devirdeki en güvenilir Osmanlı istatistiklerine göre Edirne vilayeti ve Çatalca Sancağında 850.000 Türk'e karşı 2 |
86.137 Rum bulunduğunu görmekteyiz. Yazar Tevfik Bıyıklıoğlu'na göre bu Rumları hepsi Grek değil, Trak, Hun, Avar, Peçenek ve Koman (Kıpçak) Türkleri'nin Hıristiyanlaşanlardan olduğunu gösterir. İskitlerle Trakların akraba olduklarını savunur. Mustafa Kemâl Paşa Millî Misak'a, Trakya mebuslarını gayreti ile Batı Trakya'nın hukuki durumunun halkın hür iradesi ile belirlenmesi esasını madde olarak koydurtmuştur. Bu Mustafa Kemâl'in Trakya Millî Mücadelesine verdiği önemi göstermektedir. Millî Mücadele sırasında buradaki Osmanlı askeri deposu Itilâf Devletleri kontrolünde idi (Çatalca deposu 449.227 Alman Fişeği, 1000 Mavzer Fişeği). İstanbul ve Çatalca'ya küçük Yunan müfrezelerinin yerleştirilmesi Rum çetelerini Türklere karşı harekete geçirmiştir. İstanbul'un işgali üzerine I. Kolordu Kumandanı Cafer Tayyar Eğilmez Paşa Doğu Trakya'nın İstanbul hükümeti ile ilişkisini kesti ve seferberlik ilan etti. Fakat Çatalca mutasarrıfı (Fevzi Toker) Hadımköy deki Yunan askerini ve İstanbul'un işgalinden şımaran Çatalca Rumlarının ayaklanması ihtimalini ileri sürerek seferberlik emrini yerine getirmek istemiyordu. Zaten bir süre önce Çatalca'ya yakın yerlerdeki askerler terhis edilmişti. Kolordu kumandanı Tekirdağ ve Çatalca'daki yöneticilerin durumlarından memnun değildi. Çatalca Mutasarrıfı Fevzi Toker Bey kolordu kumandanı ile İstanbul Hükümetinin arasını bulmaya çalışmıştır, yazdığı 17 Nisan 1920 tarihli tezkerede telgraf haberleşmesini açmasını bazı telkinlerle anlattıktan sonra ancak açıldığı takdirde kongrelere katılacak üyelerin faaliyetine izin vereceğim demiştir. Bu bir çeşit tehdittir. Fakat sonuçsuz kalmıştır. Edirne kongresinde özellikle Çatalca'dan da temsilci olması istenmiş ve Cafer Tayyar Bey; "...vardır, merkez heyetimiz beş livayı da temsil ediyor" diyor. Çatalca Livası (Sancağı) Hayreddin (eski mebus), Halil Sadi (Çekmece eşrafından), Hasan Şevket (Çatalca) katılmışlar ve merkez heyetine seçilmişlerdir. Yunan işgali sırasında Çatalca'da 186. Piyade Alayının 1. Taburu ve makineli Tüfek Bölüğü bulunmaktadır. Kolordu bazı planlamalarla muharebe vaziyetine geçtiğini gizli emirle bildirmiştir. Atatürk Anadolu'ya geçişinden sonra "Doğu Trakya ile ilgili hiçbir münakaşaya girmeyin ve her türlü tecavüze karşı silahla savunun" demiştir. Çatalca Rumları'na karşı Binbaşı Nidai Bey müfrezesi (200 kişilik millî müfreze) Çatalca'ya gönderilmiş ve bu durum Büyük Millet Meclisi'ne Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisliğine 15 Haziran 1920 tarihli raporla bildirilmiştir. Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği bir süre sonra Yarbay Cemil Beyi Bulgaristan dönüşü Çatalca Mıntıka Kumandanlığı'na tayin etmiştir. Yarbay Cemil Bey, Şakir Kesebir ile işbirliği yaparak Çatalca İslam Cemaati teşkilatını canlandırmış ve millî teşkilat için zemin hazırlamıştır. Çatalca hudut teşkilatı ve gizli teşkilat Şakir Bey tarafından dikkatli ve gizli bir şekilde yapılmıştır. Bu gizli teşkilatın üst düzey üyeleri, Çatalca eski Mebusu Hayreddin, Kurmay Yzb. Şerif, Topçu Binbaşısı Sabri ve Jandarma Yüzbaşı Derviş Beylerdi. Doğu Trakya'ya Çatalca'dan gizlice gazete ve risaleler dağıtılarak Yunanlara karşı mukavemet arttırılmıştır. 1922 sonlarında Çatalca'dan Yunanlar üzerine akınlar yapılmıştır. Bu akınlarla Mudanya Mütarekesine göre Türk jandarma taburları henüz gelmeden Yunanların verebilecekleri zararlar en aza indirgenmiştir. Yunanların götürmek istediği Türk rehineler de kurtarılmıştır, Murat Bey (Kızanlıklı Murat Tunca) emrindeki tabur ile Türk köylerinin yağmasını engellemiştir. Lozan barışına kadar Podima (Yalıköy) - Kalikratya (Mimarsinan) hattı sınırlanmış fakat Türk idaresi yerleşmişti. 8 Ekim 1923'te Albay Tevfik Erdönmez (Bknz.Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği) komutasındaki birlikler Çatalca'ya girince son İtilaf devletleri askerleri Çatalca'yı terk etmişler ve bu suretle Çatalca T.B.M.M. Hükümetine ve Türkiye Cumhuriyeti'ne geçmiştir. Ali Seyfi Tülümen'in, Ali Galib Beye gönderdiği 28 Teşrin-i Sani 1920 tarihli mektubunun bir bölümünde "Trakya Türktür ve Trakya Türkleri ancak Türk bayrağı altında mesut olabilirler..." demektedir. Millî mücadelenin kazanılması ve cumhuriyetin ilanıyla Çatalca sakin ve huzurlu bir döneme girmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında Yunanistan ile yapılan nüfus mübadelesi gereğince bu havalideki Rumlar Yunanistan'a göç ederek orada Nea (Yeni) Çatalca'yı kurmuşlar, Yunanistan'dan ise çok sayıda Türk Çatalca ve havalisine gelerek merkeze ve Rumların terk ettiği köylere yerleştirilmişlerdir. Hatta bu Yunanistan Türkleri'nin gemi ile Mimarsinan limanına gelişinde bizzat Mustafa Kemal Atatürk'ünde karşılamada bulunduğu ifade edilir. Yunanistan'ın Trakya'da fazla Rum bırakmak istemesi üzerine T.B.M.M. Hükümeti Çatalca'yı 1924'te geçici olarak il yapmış 26 Haziran 1926 tarihli yasa ile tekrar ilçe haline getirilerek İstanbul'a bağlanmıştır. Çatalca'nın il yapılmasıyla Yunanistan'ın İstanbul ve çevresinde fazla Rum bırakmak şeklindeki oyunu bozulmuştur. Çatalca cumhuriyet döneminde gelişimini ve büyümesini sürdürmektedir. İstanbul'un kuruluşundan beri İstanbul'a yakın önemli bir yer olması sebebi ile Çatalca tarihte askeri istila, hareket ve birçok savaşlara sahne olmuştur. Çatalca'nın özellikle üç önemli dönemde askeri bakımdan önemi görülmektedir. Bunlar sırasıyla Bizans, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti dönemlerindedir.
Cumhuriyet döneminde de Çatalca askeri önemini korumaya devam etmiştir. II. Dünya Savaşının çıkacağı anlaşılınca bu bölgede Anastasius Surları ve Balkan Savaşları müstahkem mevkiine paralel olarak o dönemin hükümeti tarafından Alman istilasına hazırlık olmak üzere Karadeniz'den Marmara'ya uzanan bir savunma hattı yapılmıştır. O sırada Genelkurmay Başkanı olarak Mareşal Fevzi Çakmak bulunduğundan bu hatta Çakmak Hattı adı verilmiştir. Durusu Gölü yakınlarından başlayıp Büyükçekmece'ye kadar iki hat şeklinde askeri koruganlar (siper, mevzi), bazıları büyük bazıları küçük koruma ve saldırma yerleri yapılmıştır. Duvar, tel ve demir engellerle bu mevziler birbirlerine bağlanmıştır. II. Dünya Savaşı sırasında da Çatalca ve köyleri halkı bir hayli sıkıntı çekmişler, hatta bir kısmı Anadolu'ya göçmişlerdir.
Maltepe
Maltepe, İstanbul iline bağlı Marmara Denizi'ne kıyısı olan, Anadolu yakasında bir ilçedir. Kadıköy, Kartal , Sancaktepe ve Ataşehir ilçeleriyle komşu olan Maltepe İstanbul'un 10. büyük ilçesi konumundadır.
Maltepe adı Höyük, Tümülüs gibi içinde hazine ve define veya küp dolu altınların yığıldığı tepe anlamına gelir. Kocaeli Yarımadası'nın Türkler tarafından fethinden sonra Türkler, Dragos'la ilgili birkaç efsaneye dayanarak bu ismi vermiştir.
Maltepe'nin tarihi Bizans İmparatorluğu'na kadar takip edilebilir. O devirlerde adının "Bryas" veya Latince adıyla "Urias" olduğu söylenir. Diğer bir bilgiye göre ise Bizanslıların tarihinde buranın adı "Pelekanon"dur. Bryas adının tarihçiler tarafından Küçükyalı'da eski Akduman Pınarı yakınlarında bulunan Bryas Sarayı harabelerinden aldığı belirtilmekte ise de buna ilişkin kesin kanıt yoktur. Bugünkü Maltepe ilçesinin temelleri ise 16. yüzyılda atılmıştır.
Bu küçük sınır kasabasının 1509 yılındaki depremde yıkıldığı ve Dragos eteklerinde bulunan ve bu yüzyılda "Obnias" veya "Abrias" adı ile anılan bu kasabanın harabeleri 1540 yılında ünlü Fransız nebetatçısı ve seyyahı Pierre Gylli tarafından görülerek tespit edilmiştir.
Pelekanon adı üzerinde duran tarihçiler ise III. Andronikos ile Orhan Gazi arasındaki Pelekanon Muharebesi'nin (1329-1330) Maltepe ve çevresinde gerçekleştiğini iddia etmektedir. Bu görüşün kaynağı ise Avusturyalı Osmanlı tarihçisi Joseph von Hammer-Purgstall'dır. Ancak Pelekanon Savaşı'nı araştıran tarihçi Vladimir Mırmıroğlu çeşitli kanıtlara dayanarak Pelekanon Savaşı'nın Darıca ile Eskihisar arasındaki Manastır Mevkii'nde olduğunu ileri sürmüştür.
Tarihçi Hammer bu kıyı şeridindeki bütün tepelere Maltepe denildiğini söylemektedir. Osmanlı İmparatorluğu kurulmadan önce Türk akıncıları Bizans egemenliği altında bulunan Kocaeli Yarımadası'na akınlar düzenlemişlerdir. Bu akıncıların Üsküdar'a kadar geldikleri bilinmektedir. 1075 yılında İznik ve çevresini fethederek Anadolu Selçuklu Devleti'ni kurarlar. Süleyman Şah İstanbul Boğazı'na kadar dayanmıştır. Anadolu Selçuklu Devleti'nin yıkılmasından sonra Maltepe ve Çevresi yine Bizanslıların egemenliği altına girmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu kurulduktan sonra 2. Osmanlı Padişahı Orhan Gazi'nin döneminde komutanları Akça Koca, Konur Alp, Gazi Abdurrahman tarafından Türk egemenliğine alınmıştır. İstanbul’un Türkler tarafından fethinden sonra Maltepe'nin tarihi konumu daha da artmıştır. Bağdat yolu üzerinde olan Maltepe Osmanlı Ordusu'nun Üsküdar'dan sonra ikinci durak yeri olmakta ve ordugah Maltepe' de kurulmakta idi. Fatih Sultan Mehmet’in 300.000 bin kişilik ordusunun başında 27 Nisan günü Üsküdar'a geçtiği ve burada hastalanıp birkaç gün istirahattan sonra tekrar yola çıktığı, Üsküdar'la Gebze arasındaki Tekfur Çayırı ve Sultan Çayırı diye anılan Hünkar Çayırı Mevkii'nde tekrar hastalanıp 3 Mayıs 1481 de öldüğü İsmail Hami Danişmend tarafından yazılmıştır.
Danışmend'e göre bazı Osmanlı kayıtlarında Üsküdar ve Gebze arasında bulunan Hünkar Çayırı Maltepe'dedir. Evliya Çelebi'nin Seyahatname adlı eserinin 1. Cildinde de Fatih Sultan Mehmet'in Maltepe yakınlarında öldüğü ifade edilmektedir.
Osmanlı döneminde Maltepe askeri konaklama yeri olarak önemli bir mevki idi. 18. yüzyıl Kazasker Feyzullah Efendi'nin çabalarıyla Maltepe daha da gelişerek yeni bir çehreye bürünmüştür. (1699-1761) Şeyhülislam Ebu'l Hayr Efendi'nin oğlu olan 1749’da Rumeli Kazaskerliğine getirilen Feyzullah Efendi de (1755 ve 1757) iki defa Şeyhülislamlığa atanmış ve 1758 yılında 3. Mustafa tarafından azledilerek Sütlüce'deki evinde oturmasına izin verilmiş, ölünce de Sütlüce Deresi'nde yaptırmış olduğu zaviyeye gömülmüştür.
Eski Maltepe'nin Feyzullah Efendinin Çiftliği olduğu söylenir. Kayış Dağı memba Suyunu Maltepe'ye toprak künklerle Feyzullah Efendi getirmiş bununla da yetinmeyip bugünkü Feyzullah Cam |
ii'nin yanındaki asmalı kahvenin önünde bulunan çeşmeyi de kendisi yaptırmıştır.
Maltepe'de ilk cemiyet 1910 yılında Uhuvvet-i Osmaniye adı altında Miralay Süreyya İlmen tarafından kurulmuştur. Maltepe ye ilk kez 14 Nisan 1912 yılında Sayeste Kadı Efendi adı verilen bir ilkokul yapılmıştır.
Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Selanik, Drama, Kavala ve Serez Yöresi'nden Türkiye'ye mübadele ile gelen Türklerin 1500'ü Maltepe'ye yerleşmiştir. Narlıdere Çiftliği adıyla bilinen bugünkü Süreyyapaşa Göğüs Hastalıkları Merkezi Maltepe’nin gelişmesine büyük emeği geçen Süreyyapaşa (1874-1955) tarafından yapılmıştır. Cumhuriyeti izleyen yıllarda Maltepe büyük bir yangın geçirmiş bütün ahşap evlerle birlikte Feyzullah Efendi Camii'de yanmıştır.
1928 yılında Maltepe Belediyesi kurulmuştur. Maltepe'nin İmar Planı ise 1945'te yapılmıştır. İmar Planından sonra Maltepe'nin yerleşim bölgesi demiryolu hattı olmuş 1960'tan sonra da yerleşim daha yukarılara dağılmış olup E-5 üstünde de hızlı bir gelişme kaydetmiştir.
Maltepe, Kocaeli Yarımadası'nın güney batısında, İstanbul ilinin Marmara denizi kıyısında yer alır. Kartal, Ataşehir, Sancaktepe ve Kadıköy ilçeleri ile komşudur. İlçede Akdeniz İklimi özellikleri görülür. Yazları sıcak ve kurak, kışlalar yağışlı ve serindir. İlkbahar serin ve yağışlı sonbahar ılıman ve yağışlıdır. En çok esen rüzgarlar poyraz ve lodostur. Lodos deniz fırtınası yapar, kışın keşişleme ve kıble rüzgarları da eser. Yıldız ve karayel rüzgarları fırtına getirir. İlçe topraklarının doğal bitki örtüsü ormandır. Orman olmayan yerler makiler ve otsu bitkilerle kaplıdır. Günümüzde düzlük alanlardaki bağ ve bahçeler ,tepelerin yamaçlarını saran yeşil ormanlar azalmış, tarla ve otlakların yerine yerleşme alanları, iş yerleri, atölyeler ve fabrikalar kurulmuştur. Maltepe'nin nüfusu 1997 Ekim ayında yapılan Genel nüfus sayımına göre 350.000'dir. Yerleşim düzeni ise iki ana grupta toplanabilir. E-5 karayolu altı olup 19/1, 19/2, 32/1, 32/2, 32/3 ile 32 ve 21 nolu paftaları kapsayan alanlar sanayi bölgesi olup, bu bölgeler ise E-5 Karayolunun güneyindeki Kör Deresi ile Dragos Deresi Bağdat Caddesi'nin kuzeyindeki Tugay Yolu güzergahıdır. Yerleşim birimi olarak Maltepe 18 mahalleye ayrılmıştır.
Maltepe bölgesi'nde ulaşım demiryolu ve karayolu ile yapılmaktadır. Demiryolu Maltepe'nin E-5 Karayolu altında kalan Eski Maltepe'nin kurulmuş olduğu güzergahtır. Karayolu ise (Ankara Asfaltı) Maltepe'yi üçe ayırmaktadır. Bu yol Maltepe'yi Anadolu'ya yan yollar ise komşu ilçelere bağlar. İkinci önemli karayolu ise Bağdat Caddesi olup Bostancı ile Pendik arasındaki güzergahı oluşturmaktadır. PTT hizmet birimlerinin sayısı 10'dur.
Maltepe'de 7 adet üniversite, 43 adet ilköğretim okulu, 4 meslek lisesi 4 adet lise 3 Anadolu lisesi 1 anadolu teknik ile 2 Halk Eğitim Merkezi vardır. Ayrıca 17 özel okulda bulunmaktadır. Küçükyalı'da ise kız ve erkek çocuklarının barındırılıp eğitildiği Küçükyalı Yetiştirme Yurdu mevcuttur. 1998 yılında Maltepe'de Maltepe Üniversitesi kurulmuş ve öğretime başlamıştır. Marmara Üniversitesi Nöroloji ve Gastroentoloji Enstitüsü Başıbüyük mahallesinde 1995 yılında faaliyete geçmiştir. Bu mevkide Marmara Üniversitesi'nin Tıp Fakültesi binaları da açılmıştır.
Maltepespor Takımı 1923 yılında kurulmuş olup, 3. Lig'de mücadele etmektedir. 2008-2009 sezonunda tarihinde ilk kez profesyonel mücadelesinde küme düşmüştür. Maltepespor'un taraftar grubu Asi Dramalılar'dır. Asi Dramalılar mesafe tanımaksızın takımını her yerde desteklemesiyle bilinir.
Maltepe'de 10 adet sağlık ocağı ve 1 dispanser olup ayrıca 3 adet de özel hastahaneyle 15 adet özel dispanser ve poliklinik ve 6 adet özel laboratuvar Maltepelilere hizmet vermektedir. Küçükyalı Semt Polikliniği, 2 adet özel dializ merkezi, 1 adet de özel sintigrafi merkezi mevcuttur. Ana Çocuk Sağlığı Merkezi'nde aile planlaması dahil olmak üzere bütün sağlık hizmetleri verilmektedir. Süreyyapaşa Sanatoryumu'nda sağlık hizmetlerinin yanı sıra bir adet hemşire koleji ile 120 yataklı çocuk kreşi bulunmaktadır. Ayrıca bölgemiz içerisinde 1976 yılında hizmete girmiş olan ve 200 kadın ile 185 erkeğin barındığı huzurevi mevcut olup, burada sağlık hizmeti de verilmektedir.
Belediye 1928 yılında kurulmuş olup İstanbul'un en eski belediyeleri arasında yer almaktadır. İlk Belediye Başkanı ise Emekli Baytar Selahattin Narlıgil'dir Bundan sonra sırasıyla; 1932'den 1951'e kadar Faik Bey, Kahraman Yiğit, Kemal Dumlupınar, İsmet Onan, Harun Tuna, Necip Ayla, Mahir Dökmecibaşı, 1951-1960 arasında Selami Oğuz iki kez 1964-1966 arası Cemal Bey, Osman Tuna, Selahattin Temiz, ve 1972-1980 arasında da Yalçın Kızılay görevi sürdürmüşlerdir. 12 Eylül 1980 Sonrası Maltepe Belediyesi 09.02.1981 tarih ve 57 sayılı bildiri ile İstanbul Anakent Belediyesine bağlı Şube Müdürlüğüne dönüştürülmüştür. 1960 yılında kurulan Küçükyalı Belediyesi de kaldırılarak Maltepe'ye bağlanmıştır.Daha sonra 25 Mart 1985’te Kartal Belediyesi'ne bağlanmıştır. 1992 yılında Maltepe Kartal İlçesi'nden ayrılıp müstakil ilçe olmuş, aynı yıl 1 Kasım'da "Ara Yerel Seçimleri" neticesi Maltepe'de belediye kurulmuştur.İlcenin ilk Belediye başkanı Bahtiyar Uyanık'tır. Bahtiyar Uyanık'tan sonra, 2004 yerel seçimlerinde Fikri Köse belediye başkanı seçilmiştir.Daha Sonra ise 2009 yerel seçimlerinde Mustafa Zengin Maltepe belediye başkanı olmuştur. 1994'te Yeniçamlıca mahallesi (2008'de Ataşehir'e geçti) Ümraniye'ye ve 2004'te Ferhatpaşa mahallesi (2008'de güney kısmı Ataşehir'e, kuzey kısmı Sancaktepe'ye geçti) Kartal'ın Samandıra mahallesine bağlandı.
1 Kasım 1992'de Kartal ilçesinden ayrılarak ayrı bir ilçe olan Maltepe ilk yerel seçimini 1994 yılında yaşamıştır. Bu seçim sonunda ANAP Adayı Bahtiyar Uyanık %32.98 oy oranıyla Maltepe nin ilk belediye başkanı olarak seçilmiştir. Daha sonra yapılan 1999 seçimlerinde ise oy oranı %24.07 ye düşmesine rağmen tekrar belediye başkanlığına seçilen Bahtiyar Uyanık, 2004 seçimlerinde koltuğunu %43.01 lik oy oranıyla Fikri Köse ye devretmiştir. 2009 yılı seçimlerinde ise, %52.02 oy ile Prof. Dr. Mustafa Zengin Maltepe Belediye Başkanlığı na seçilmiştir. 2014 yılındaki seçimlerde ise, %49,30 oy oranı ile CHP adayı Ali Kılıç Maltepe Belediye Başkanlığı na seçilmiştir.
Sultanbeyli
Sultanbeyli, İstanbul ilinin bir ilçesidir. İlin Asya yakasında yer alır. Sultanbeyli İlçesi güneybatıda Kartal, doğuda Pendik, kuzeybatıda Sancaktepe ilçelerine komşudur. Sultanbeyli adı "Sultanbeyli'nin yeri" olarak bilinirken daha sonra "Sultan Beyliği Çiftliği", "Sultan Beyliği" daha sonra da "Sultanbeyli" olarak kullanılagelmiştir.
Sultanbeyli'nin tarihi çok eski dönemlere kadar uzanmaktadır. Roma ve Bizans İmparatorluğu döneminde, Üsküdar'dan Gebze'ye kadar olan bölge Tekfurluk yani mülki idare merkezi olmuştur. Bugün Sultanbeyli ilçesinin sınırları içerisinde bulunan tarihi Aydos kenti ve kalesiyle Sultanbeyli ovası civarındaki yerleşim yerlerinin de dahil olduğu coğrafi bölge, antik çağ ve sonrasında, kavimler yolu üzerinde önemli bir ara istasyon durumundaydı. Stratejik konumu nedeniyle, ortaçağda ve sonrasında uzun bir süre bu merkez olma niteliğini koruyacaktı. Asya-Anadolu tarafıyla, İstanbul-Avrupa arasındaki ana ulaşım yolu (bugünkü Fatih Bulvarı yani tarihi Bağdat Caddesi) bu bölgeden geçtiğinden, bütün askeri ve sivil ulaşım açısından büyük önem taşımaktaydı.
İstanbul ile Anadolu'nun bağlantı yolu üzerinde olması sebebiyle fetihten önce İstanbul’a sefer düzenleyen Türk orduları tarafından öncelikle fethedilmesi gereken bir anahtar konumundaydı. Diğer taraftan Anadolu yönünden savaşa hazırlanan Bizans ordusu bölgede toplanıp konaklıyordu. Bu özelliği fetihten sonra Osmanlı ordusu tarafından kullanılmaya devam etmiştir.
Sultanbeyli 1328 yılında Orhan Gazi'nin emriyle, Akça Koca, Konur Alp ve Abdurrahman Gazi komutasındaki Osmanlı ordusu tarafından fethedilmiştir. Bu fetih, tekfur kızının kaleyi teslim etmesi nedeniyle kolaylıkla gerçekleşmiş ve bu hadise erken dönem Osmanlı fütuhatı içerisinde müstesna bir yer teşkil etmiştir. Kale tekfurunun kızı, kale kuşatıldığı günlerde, rüyasında önce İslam peygamberini görme lütfüne erişir. Sonra rüyasında kendisini düştüğü kuyudan kurtaran insanın, Osmanlı akıncılarının başındaki kişi olduğunu fark edince gerçeği kavrar ve onlara bir mektup yazarak kalenin çatışmasız teslimine yardımcı olur. Fetihten sonra da rüyada görmüş olduğu Osmanlı akıncı beyi Gazi Rahman (Abdurrahman Gazi) ile evlenerek Osmanlıların genişleme alanındaki diğer etnik unsurlarla sıhriyet hısımlığı kurmakta gösterdikleri hoşgörülü yaklaşımın bir numunesini göstermiş olacaktır. Bu evlilik gerek Türklerin gerekse Rumların hafızalarında uzun zaman silinmeyen izler bırakmıştır. Bu hadisenin hatıra ve izlerini taşıyan Aydos Kalesi'nin kalıntıları hala mevcuttur.
Aydos Kalesi, İzmit (Nikomedia) şehrinden (ve kalesinden) batıya doğru gidildiğinde, bu aradaki bölge içerisinde en mühim kaleydi. Kervanların yol güvenliği de dâhil olmak üzere, sonraki dönemlerde iç kale haline gelen Aydos Kalesi'nin, İstanbul’un fethiyle birlikte, bu stratejik önemi azalacaktı.
Abdurrahman Gazi'nin kabri bugün Sultanbeyli ile komşu olan Sancaktepe ilçesi sınırları içerisindedir. Ayrıca Söğüt'te Ertuğrul Gazi Türbesi'nin yanında temsili kabri bulunmaktadır.
Sultanbeyli'deki arazilerin büyük kısmına Padişahın kız kardeşi Cemile Sultan malik iken 22 Şubat 1893 tarihinde bu araziler Osmanlı Devleti'nin Bahriye Nazırı (Denizcilik Bakanı) Hasan Hüsnü Paşa'ya satılmıştır.
Hasan Hüsnü Paşa vefat edince oğlu Hilmi Bey tarafından malik olduğu bu araziler 10 Haziran 1911 tarihli Bakanlar Kurulunun onayı ile Frans Flipson isimli Belçika uyruklu bir şahsa satılmıştır. Millî Mücadeleden sonra ülkemizdeki birçok batılı iş adamı gibi Frans Flipson da İstanbul’dan ayrılmış ve sahip olduğu arazileri satmak istemiştir. Ancak bu arazilerin tapuları ve orman sınırları konusunda çıkan sorunlar nedeniyle arazilerin satış işlemini gerçekleştirememiştir.
Ukrayna’da zulüm ve katliama uğrayıp göç eden Yahudilerden bir kısmına |
Osmanlı Devleti sahip çıkarak, bunlardan otuz üç aileyi Sultanbeyliği çiftliğinde geçici olarak ikamet ettirdi. Birinci Dünya Savaşı sırasında bu Musevi göçmenler kendi istekleri üzerine Batı Avrupa ve Amerika’ya göç etmişlerdir.
Flipson'un ölümünden sonra varisleri tarafından Sultanbeyli arazileri bugünkü hissedarlara satılmıştır. Ayrıca 1945 yılında Bulgaristan’dan gelen göçmenlerin bir kısmı hükümetçe 7.500 dönümlük arazi istimlak edilerek Sultanbeyli’ye yerleştirilmiştir.
1957 yılında Sultanbeyli köyünün kurulmasına karar verilmiştir. Köyün kurulmasından sonra köy merkezinde rıza-i taksimle düzenli yerleşim merkezi oluşturuldu. Eski Ankara-İstanbul Yolu köyün içinden geçmekteydi. Köyün kurulmasından sonra bazı hissedarlar hisselerini satmaya başladılar. Orman idaresinin Sultanbeyli’ye tahdit koyması ve idare ile hissedarlar arasındaki davanın devam etmesi sebebiyle bu satışların tapu devri yapılamamıştır. Satışlar önceleri gayrimenkul satış vaadi sözleşmesi ile daha sonra Köy İhtiyar Heyetinin tasdik ettiği senetlerle ve en son dönemde de el senetleri ile devam etti.
Sultanbeyli'nin büyük bir yerleşme merkezi haline gelmesi, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nün yapımıyla ilişkilidir. İstanbul Boğazı'nı bu köprüyle aşan Kınalı-Sakarya Otoyolu'nun yapımı, Sultanbeyli'nin inanılması güç bir gelişme göstermesine yol açtı. 1988'de açılan köprüye ulaşan O-4 Otoyolunun (TEM) Sultanbeyli'den geçmesiyle köy cazip hale gelmiştir. Anadolu'nun çeşitli yörelerinden İstanbul'a yönelen göçün önemli bir bölümü buraya kanalize olurken, kentin diğer kesimlerinde oturanlardan da, Sultanbeyli'ye yerleşen hemşerilerine yakın olmak için burada arsa satın almaya girişen ve buraya yerleşen eski göçmenlerin sayısı bir hayli fazladır.
1985-1990 yılları arasında nüfusu 5 binlerden 80 bin'i aşan Sultanbeyli, hızlı yapılaşma etkinliklerinin neticesinde bugünkü haline ulaşmış oldu. 31 Aralık 1987 tarihinde Sultanbeyli köyünde belediye kurulması kararı alındı. Ancak ilk belediye seçimleri 26 Mart 1989'da yapıldı. Aşırı nüfus artışının yönetsel sorunlara yol açması Sultanbeyli'nin 1992 yılında Kartal'dan ayrılarak ilçe yapılmasıyla sonuçlandı.
İstanbul ve Ankara'yı birbirine bağlayan Anadolu Otoyolu (Otoyol 4) ilçenin içerisinden geçmekte ve Sultanbeyli gişeleriyle otoyola giriş çıkış yapılabilmektedir. İstanbul'un birçok ilçesine otobüs ve dolmuş toplu taşıma araçlarıyla ulaşılabilinmektedir. Kuzey-güney doğrultusunda bir hat çizecek şekilde İETT'ye bağlı, ilçe içi ring seferleri düzenlenmektedir. Ayrıca önümüzdeki yıllarda 3 ayrı metro hattı ve 1 adet de ilçe merkeziyle tarihi Aydos Kalesi'ni birbirine bağlayan teleferik hattı yapılması düşünülmektedir.
1957 yılında köy, 1989 yılında belde, 3 Haziran 1992 tarih ve 3806 sayılı kanunla ilçe olmuştur. İstanbul’un Anadolu yakasında yer alır. Yüzölçümü 35 km²'dir. İstanbul’un en yüksek dağı olan 537 rakımlı Aydos Dağı ile Teferrüç Tepesi arasındaki alanı doldurmakta olup O-4 Otoyolu (TEM) ilçenin ortasından geçmektedir.
İlçe güneyde Kartal, batı ve kuzeyde Sancaktepe ilçesine bağlı Samandıra ve Paşaköy ile doğuda Pendik İlçesine bağlı Kurtköy ile çevrilidir. Denizden yüksekliği ilçe merkezinde 130 metredir. Kartal ilçesi ile arasında Aydos Tepesi bulunmaktadır. Gölet Parkı ve Sosyal Tesisleri ilçenin nadir yeşil alanlarındandır.
Python
Python şu anlamlara gelebilir:
Saint Petersburg
Saint Petersburg şu anlama gelebilir:
Frédéric Chopin
Frédéric François Chopin, (d. 22. Şubat veya 1. Mart 1810, Zelazowa-Wola, Polonya - ö. 17. Ekim 1849, Paris, Fransa), (doğum adı Fryderyk Franciszek Chopin Szopen, "Szopę" ya da Choppen şeklinde de yazılır.) Polonyalı piyanist ve besteci.
Romantik dönemde yaşamış olup, genellikle piyano için eserler yazmıştır. Çağdaşlarına göre "oldukça farklı bir profesyonel teknikle ve şiirsel zeka gerektiren çalışmalar" yaptığı için dünya çapında ün kazanmıştır. Chopin o zamanlar Varşova Dükalığı'na bağlı olan Varşova'da doğdu, ve büyüdü. Doğumundan 5 yıl sonra yani 1815'te, Varşova Polonya Birliği'ne bağlandı. Bir harika çocuk olarak müzik eğitimini Varşova'da tamamladı, ve yine ilk bestelerini de bu şehirde vermiştir. Kasım 1830 İsyanı'ndan önce Polonya'dan ayrıldı.
21 yaşında Paris'e yerleşti. Burada yaşadığı 19 yıl boyunca sadece 30 açık hava konseri vermiş olup, daha çok kapalı mekanlarda ve az sayıda seyirci önünde performansını sergilemeyi tercih etti. Geçimini kendi yaptığı besteleri satarak, ve özel piyano dersleri vererek kazanmıştır. Onun piyano dersi oldukça rağbet gören bir uğraştı.
Chopin, kendisi gibi besteci olan Franz Liszt ile tanıştı ve ardından Liszt'in çağdaşlarından etkilenmiştir. 1835 yılında Fransız vatandaşlığını aldı. Polonyalı sanatçı Maria Wodzińska ile 1836 - 1837 yılları arasında geçen bir nişanın ardından, Fransız yazar George Sand ile sıkıntılı bir ilişki sürdürmüştür. 1838'de Sand ile birlikte Mayorka'ya yaptığı kısa ziyareti, onun müzik açısından en verimli dönemlerinden biri olmuştur. Son yıllarında bir hayranı olan Jane Stirling tarafından parasal destek almıştır. Stirling onu daha sonra 1848 yılında İskoçya'ya götürmüştür. Hayatı boyunca çeşitli sağlık sorunlarından müzdaripti. 39 yaşına girdiği 1849 yılında Paris'te hayatını kaybetti. Ölüm nedeni kesin olarak bilinmemekle beraber, verem üstünde durulmaktadır.
Chopin'in bütün besteleri piyano içermektedir. Büyük bölümü solo piyano olmakla beraber, iki piyano konçertosu, birkaç oda müziği, ve Lehçe şarkılar yazmıştır. Tuş takımı kendine özgü olmakla birlikte, teknik açıdan zahmetli bulunur. Kendi performansları oldukça nüans ve dokunaklı olarak kayıtlara geçmiştir. Enstrümental ballad konsepti Chopin tarafından icat edilmiştir. Önemli piyano çalışmaları arasında mazurkalar, valsler, nocturnelar, polonezler, etütler, impromptular, prelüdler, sonatlar vardır. Bazıları ancak Chopin öldükten sonra yayınlanmıştır. Besteleme stilinde Polonya halk müziği, Bach, Mozart ve Schubert'in klasik etkileri ile birlikte etkisini gösterir. Tarz, müzikal form ve armonideki yenilikler ile milliyetçilikle olan ilişkisi hem Romantik dönem boyunca, hem de sonrasında etkisini göstermiştir.
Chopin'in müziği, müzik piyasasındaki konumu, politik ayaklanmalarla olan ilişkisi, hayat aşkı ve erken ölümü, onu Romantik çağın önde gelen figürlerinden biri yapmıştır. Besteleri halen popüler olarak kullanılmakla beraber, birçok film ve biyografinin de konusu olmuştur.
Fryderyk Chopin, Varşova'dan 46 kilometre uzaklıktaki Żelazowa Wola köyünde doğmuştur. Chopin, kuruluşu Napoleon tarafından yapılan Varşova Dükalığı yönetimi altında doğmuştur. Kilise vaftiz kayıtları, doğum gününü 22. Şubat 1810 olarak gösterirken, ismini Latin formda "Fridericus Franciscus" şeklinde vemiştir.(Lehçe: "Fryderyk Franciszek)" Fakat Chopin'in kendisi ve ailesi doğum gününü "1. Mart" olarak kullanmışlardır. "1. Mart" tarihi artık doğru tarih olarak kabul edilmektedir.
Fryderyk'in babası, Nicolas Chopin, 1787 yılında henüz 16 yaşındayken Polonya'ya göç eden Lorraine bölgesinden bir Fransızdı. Nicolas Polonya aristokrasisinin çocuklarına öğretmenlik yaptı ve 1806'da Justyna Krzyżanowska ile evlendi. Justyna çalıştığı Skarbeks ailesinin fakir bir akrabası idi. Fryderyk 23 Nisan 1810 gününe denk gelen Paskalya bayramı'nda vaftiz edildi. Brochow'daki bu kilise aynı zamanda annesi ve babasının da evlendiği yerdi. Adını alan 18 yaşındaki vaftiz babası Fryderyk Skarbek, Nicolas Chopin'in de öğrencisiydi. Fryderyk çiftin ikinci çocuğu ve tek oğlu idi. Chopin'in Ludwika (1807–55) isminde bir ablası, Izabela (1811–81) ve Emilia (1812–27) adında iki küçük kız kardeşi vardı. Nicolas kendini vatanına adamış bir insandı, ve ev içerisinde Lehçe konuşulmasına özen gösteriyordu.
Fryderyk doğduktan 6 ay sonra, Ekim 1810'da aile Varşova'ya taşınır, ve baba Nicolas Chopin Varşova Lisesi'nde Fransızca öğretmenliğine başlar. Fryderyk ailesi ile birlikte Varşova Lisesi'nin binasının bulunduğu Sakson Sarayı'nda ailesi ile birlikte yaşamaya başlar. Baba flüt ve keman çalarken, annesi piyano çalardı ve Chopin'in daha sonra kalacağı evde öğrencilerine ders verirdi. Chopin'in narin bir yapısı vardı, hatta çocuklukta çeşitli hastalıklara karşı çok hassastı.
Fryderyk bizzat annesinden piyano eğitimi almış olabilir, fakat onun profesyonel müzik hocası - 1816 - 1821 arasında - Çek piyanist Wojciech Żywny'ti. Ablası Ludwika da sıklıkla Żywny'den ders aldı ve kardeşi ile beraber birçok düet yaptılar. Harika çocuk olduğu o yıllarda anlaşılmaya başlandı. Henüz 7 yaşındayken açık hava konserleri vermeye başlayan Chopin, yine 1817 yılında biri sol minör diğeri si bemol major olmak üzere iki polonez bestelemiştir. 1821'de yayınlanan sonraki A bemol major'den oluşan bir polonez, hocası Żywny'ye adanmış olmasının yanı sıra, Chopin'in günümüze ulaşabilen en eski el yazmasıdır.
1817'de Sakson Sarayı'na Varşova'nın Rus valisi tarafından askeri amaçlar gerek gösterilerek el kondu, ve Varşova Lisesi bunun üzerine şu anda Varşova Üniversitesi'nin rektörlük binası olarak kullanılmakta olan Kazimiers Sarayı'na taşındı. Bunun üzerine Fryderyk ve ailesi de bu yeni binaya taşındılar. Bu süreçte, Fryderyk bazen Belveder Sarayı'nda oturan Büyük Dük Konstantin'in oğlu ile oyun arkadaşlığı yapmak için çağrılıyordu. Fryderyk Dük için piyano çalardı ve onun adına marş da yazmıştır. Polonyalı şair Julian Ursyn Niemcewicz ""Nasze Przebiegi"" ("Bizim Söylevlerimiz", 1818) adlı dramatik eglog'unda "küçük Chopin"in popülerliğini doğruluyordu.
Babası Fransız, annesi Polonyalı olup ömrünün büyük kısmını şöhretini kazandığı Paris'te geçirmesine ve klasik müzik literatüründe Fransız ismiyle anılmasına rağmen gönlü her zaman o dönem Rus işgali altındaki vatanı Polonya'da olmuştur. Bu durumu ile Chopin devrinin önemli karakterlerindendir. Millî sınırların üzerinde bir müzisyendi denebilir. Zaten 19. yüzyılda ortaya çıkan yeni tip bir sanatkarın veya dahi virtüozların hali millî bir sanatkar olmaktan çok evrensel bir sanatkar olmaktır.
Chopin, tam anlamıyla romantik bir s |
anatkar, fakat yine yaratılış bakımından bambaşka bir şahsiyetti. Besteciliği bunu en açık şekilde gösterir. Pek az eseri istisna edilirse besteciliği tamamen piyanoya vurmuştur. Piyanodan kendini gösteren yeni tınlama imkânları çıkarmış, ayrıca devrinin henüz ulaşamadığı tınıları bile keşfetmiştir. Bununla birlikte armonilerinin geniş ve zengin ifade sahası, çok farklı üstünlüğünü, bu melodiler ve onların ortaya konuşunda beliren ritimlerin özel bir serbestlikle düzenlenişi ve sonunda lirik şiire has bir tattan gelişerek yükselen ifade yeteneği gibi nitelikleriyle, Chopin’in Fransız müziğinin ancak çok daha sonra varabildiği özelliklerin ilk hatlarını tespit etmek mümkündür.
Ne kadar uzakta yaşasa da derin bir hisle vatanına daima bağlı kalmıştır. Kendisinden önce konser salonlarında görülen mazurka ve polonezleri folklör statüsünden çıkarıp sanat seviyesine yükselten odur.
Gerçekte, yeteneği küçük yaşta beliren ve genç yaşta olgunlaşan bu müzisyen de çalışma yolunu tutmak zorunda kaldı. Beethoven’in öldüğü sene Joseph Elsner’in öğrencisi olarak Varşova’da genel dikkat ve ilgiyi üzerine çekti. Viyana’da kaldıktan sonra Temmuz Devrimi sırasında Paris’e geldi. Orada piyanist olarak ünlendi ve adı Avrupa'nın her tarafına yayıldı. Besteciliği de orada gelişti ve yükseldi. 1837-1847 arasında Fransız yazar George Sand (Barones Dudevant) ile inişli çıkışlı bir ilişki yaşadı. Ömrü boyunca kırılgan ve zayıf olan bedeni 1849'da tüberküloza yenik düştü. Cenazesinde kendi bestelediği Marche Funébre-Cenaze Marşının (2.Piyano Sonatı-3.Bölüm) değil Mozart'ın Requiem'inin çalınmasını istedi. Paris'te Pére-Lachaise mezarlığında gömülüdür. Sanatçının kalbi ise Varşova'da bir kilisede bulunmaktadır.
Chopin’in yeni bir fikri aristokrasisinin temsilcisi olarak gören Schumann genç besteciyi sonsuz takdir ifade eden şu sözlerle alenen selamlıyordu: “Şapkalarınızı çıkarın baylar, bir dahi geliyor. Şair olmak için kocaman ciltler doldurmak gerekmez; bir iki şiirle bu unvana layık olabilirsin. Chopin de böyle şiirler yazmıştır”.
"Impromptu" (1991) isimli film kendisi ile George Sand'in tanışmasını konu almaktadır. Filmde Chopin'i BAFTA ve Altın Küre ödüllü aktör Hugh Grant canlandırmıştır. Filmde Judy Davis (George Sand) ve Emma Thompson da rol almıştır.
Chopin tüberküloz nedeniyle 1849'da hayata gözlerini yummuştur.
Petersburg
Petersburg ya da Petersburgh şu anlamlara gelebilir:
Nikolay Vasilyeviç Gogol
Nikolay Vasilyeviç Gogol (Rusça: "Николай Васильевич Гоголь") (31 Mart 1809 - 4 Mart 1852) gerçekçi Ukrayna asıllı Rus roman ve oyun yazarı. En çok tanınan eseri Ölü Canlar'dır.
Gogol orta halli toprak sahibi bir ailenin çocuğu olarak Ukrayna’da Soroçinski köyünde dünyaya gelir. Gogol’un çocukluğu köy hayatı ile ve yoğun Kazak kültürü etkisinde geçer. Bu hayatın etkisi ileride yazacağı eserlere de yansıyacaktır.
Gogol, gençlik yıllarında şiir ve edebiyata ilgi duyar. 1828'de Petersburg’a gider. Orada memur olmayı ve bir şekilde geçinmeyi umar ancak işler umduğu gibi gitmez. Gogol, Petersburg’dan Almanya’ya gider ancak orada da parası bitene kadar kalabilir. Tekrar Petersburg’a dönüp iş arayan Gogol bu sefer çok düşük bir maaşla da olsa devlet memuru olarak çalışmaya başlar. Bu görevden de bir sene sonra ayrılır.
Gogol soyadının Slav ve Avrupa dillerinde tam bir manası yoktur. Slav dillerine ve Batı'ya Karadeniz'in kuzeyinde yaşamış olan Türk dilini konuşan insanlar tarafından geçmiştir. Slav dillerinde ö sesi olmadığından en yakın olarak o olarak yazılmıştır. Eski Türkçe ve Türk dillerindeki Gögöl, gögül, gögel sözleri ile anlamda uyuşmaktadır. Anlamı gök rengidir. Gogol soyunun eski armasında da mavimsi renk olması bunu ıspatlamaktadır. Gogol hanedanının Türk olduğuna dair Eski Slav kaynaklarında açık bir bilgi yazılmamıştır.
1809 yılında günümüz Ukrayna topraklarında yer alan Veliki Soroçintside doğmuştur.
Gogol, 1836'da Puşkin'in çıkardığı "Sovremennik" adlı dergide, yergili öykülerinin en neşelilerinden biri olan "Araba"’e eğlenceli ve iğneleyici bir üslûpla yazılmış gerçeküstücü öyküsü "Burun"’u yayınlar.
Yazar, yazı sanatında büyük ölçüde Puşkin'in etkisi altındadır. Öyle ki, onun eleştirileri ve telkinleri olmadan yazamayacağını düşünür. Yazarın Puşkin’le olan arkadaşlığı, onu aldığı acımasız eleştirilerden de koruyan en büyük güçtür.
Gogol’un ilk ciddi ve dikkat çeken eserleri Ukrayna hayatı ile, halk deyişleri ile süslü halk hikâyeleridir.
Gogol 1831 – 1832 yıllarında yazdığı bu hikâyeleri, "Dilanka Yakınlarındaki Çiftlikte Akşam Toplantıları" adlı kitapta toplar. Bu öyküler Rus edebiyat dünyasında Gogol’un bir anda parlamasına yol açar. 1835 yılında "Mirgorod" ve "Arabeski" adlı eserlerini de yayımladı. Bu kitaplarında da halk hikâyeleri, özellikle Kazak geçmişi işlenmiştir.
Hikâyelerinde günlük hayatı ve bayağı kişilikleri zaman zaman mizahi zaman zaman öfkeye varan bir şekilde yeriyordu.
"Eski Zaman Beyleri", Arabeski bu yergi kitaplarının ilkleridir. Arabeski kitabındaki hikâyelerinden biri olan "Bir Delinin Hatıra Defteri" bir memurun rutin hayatını ve işi yüzünden nasıl sıkıldığını anlatır. Hikayenin sonunda memur akıl hastanesine yatırılır. "Portre" adlı eseri ise dünyanın kötülüklerden kurtulamayacağı vugusu ile sonlanır.
Büyük komedisi "Müfettiş" adlı eseri ile bürokrasiyi alay derecesinde yeren Gogol, eserinin sahnelenmesi ile tüm şimşekleri üzerine çeker. Tepkiler yüzünden Rusya’dan ayrılmak zorunda kalır. Roma’da Puşkin’in tavsiyesi ile en büyük eseri olan "Ölü Canlar"’ı yazarken Puşkin’in öldüğü haberini alır. Bu haber onun için “Rusya’dan gelebilecek en kötü haber”dir. O zamana kadar Puşkin’i düşünmeden dikkate almadan hiçbir şey yazmayan Gogol için bu haber gerçekten bir yıkım olmuştur. Puşkin’in ölümünün yıkıcı etkisine karşın 1842 yılında iki önemli eseri olan Ölü Canlar’ın 1. cildi ve uzun hikâyesi "Palto"’yu bitirir ve yayınlar. Ölü Canlar dönemin Rusya’sının çürümüşlüğünü gerçekçi bir biçimde gözler önüne sererken Palto’da sıradan insanların yaşadıkları acılar, maaruz kaldıkları haksızlıklar, ve yaşadıkları yoksulluk tüm gerçeklikleriyle, okuyucuyu sarsacak bir ustalıkla gözler önüne serilmektedir. Bu eser de dönemin en büyük eserlerinden biri olarak nitelendirilecektir. Rus edebiyatına sıradan insanların gerçekçi bir girişi olarak da nitelendirilebilir Palto. Öyle ki Dostoyevski hikâyeye hitaben “Hepimiz Gogol’un Palto’sundan çıktık.” diyecektir. Ancak öykü yayınlaması ile soylu kesimin tepkisini tekrar Gogol üzerine çeker. Dönem aydınlar üzerinde büyük baskıların uygulandığı karanlık I.Nikola dönemidir. Gogol düzen savunucuları tarafından Rus insanını aşağılamakla onun kötü yönlerini göstermekle, halkına ihanetle suçlanır. Ancak onun yapmak istediği halkını aşağılamak değil onu bu hale sokan yozlaşmış düzeni tüm gerçekliği ile gözler önüne sermektir. Maruz kaldığı bu suçlamalar yazarın ruhsal sağlığına da ciddi zararlar vermiştir.
Puşkin’in ölümünden sonra Gogol’un popülaritesi daha da artar. Bu ilgi Gogol’da bir öncülük hissi yaratır ve kendine toplumu değiştirmek, insanlara yol göstermek gibi misyonlar edinir. Bu dönemde eski yaratıcılığını kaybettiği söylenebilir. Dine karşı ilgisi artar ve daha önce eleştirdiği kiliseyi dahi övmeye başlar. Bu davranış hayranlarının tepkisini çeker ancak o bu tepkilere dinsel yorumlar katar ve Tanrı’nın gönlünü almak için ona daha da yakınlaşır. 1848’de kutsal toprakları ziyaret etmek için Filistin'e gider. Moskova’ya geri dönen Gogol, orada Matvey Konstantinovski adlı gerici bir rahibin etkisi ile 1852 yılında Ölü Canlar romanının ikinci bölümünün el yazmalarını yakarak imha eder. Bu davranışından 10 gün sonra 43 yaşında Moskova’da ölür.
Gogol'ün tamamlayamadığı sadece taslaklarını kaleme aldığı "Dördüncü Dereceden St. Vladimir Nişanı" adlı oyunu ölümünden sonra Sasa Preis tamamlanmıştır.
Küre
Günlük kullanımıyla küre kusursuz simetriye sahip geometrik bir nesnedir, bir yüzeydir; üç boyutlu Öklit uzayında (R) yatar.
Analitik geometride ("x", "y", "z") merkezli ve "r" yarıçaplı küre denklemi:
olarak verilir. Bu ifade, başnoktaya (orijin) uzaklıkları "r" olan noktaları anlatır.
Yine günlük kullanımda, içi dolu bir küreye de küre denmektedir. Matematikte ikisi arasında ayrım gözetilir ve içi dolu bir küreye yuvar denir. Bir yuvar topolojik (geometrik) bir nesne olarak 3 boyutludur. İçi boş olan küreyse 2 boyutludur.
Genel olarak, matematikte küre, n boyutlu bir çokkatlıdır. "S" olarak gösterilir. (n+1) boyutlu Öklit uzayında (R) yatar. ("a", "a",formula_2, "a") merkezli ve "r" yarıçaplı küre R'de analitik olarak:
ile tanımlanır. Dolayısıyla, 1 boyutlu küre bir çemberdir. 0 boyutlu küreyse iki noktadan oluşur çünkü gerçel çizgide 0'a uzaklığı "r" olan iki nokta vardır. R'de başnokta merkezli ve 1 yarıçaplı bir küreye birim küre denir.
(İki boyutlu, standart) bir küre için bazı formüller:
Janet Akyüz Mattei
Janet Akyüz Mattei (2 Ocak 1943, Bodrum, Muğla - 22 Mart 2004, Boston), Türk-Amerikan gökbilimci.
30 yılı aşkın bir süre boyunca, 1911 yılında kurulan AAVSO ("American Association of Variable Star Observers - Amerikan Değişken Yıldız Gözlemcileri Birliği")'nin başkanlığını yaptı, birliği bugünkü prestijine ulaştırdı. 180 kadar bilimsel yayını, pek çok uluslararası ödülü bulunmaktadır.
Janet Akyüz Mattei, 1942'de Bodrum'da doğmuş bir Türkiye Yahudisidir . Ortaöğrenimini Özel İzmir Amerikan Lisesi'nde yaptı. Lisans için gittiği ABD'de Nantucket, Massachusetts'deki Maria Mitchell gözlemevinde çalışmaya başladı. Gökbilim Doktora çalışmasını, bu amaçla bir süreliğine geldiği Türkiye'de Ege Üniversitesi'nden 1972'de ve Virginia Üniversitesi'nden 1982'de aldı.
AAVSO'ya başkanlık yaptığı 30 yılı aşkın süre boyunca, amatör astronomlarca dünya genelinde yapılan gözlemlerin sonuçlarının toplanmasına, değerlendirilmesine, bilimselleştirilmesine ve tasnifine öncülük etti. AAVSO'yu aynı zamanda astronomi alanında uluslararası düzeyde en önde gelen eğitim kurumlarından biri haline getirdi.
Dr. Janet Akyüz Mattei'nin kazandığı ö |
nemli bilimsel ödüller arasında Société Astronomique de France ("Fransız Astronomi Cemiyeti") yüzyıl madalyası (1987), American Astronomical Society ("Amerikan Astronomi Cemiyeti") George Van Biesbroeck-GVB Ödülü (1993), Astronomical League ("Astronomi Derneği") Leslie Peltier Ödülü (1993), Unione Astrofili Italiani ("İtalyan Astronomi Sevenler Derneği") Giovanni Battista Lacchini Ödülü (1995) ve Royal Astronomical Society (Birleşik Krallık Kraliyet Astronomi Cemiyeti) Jackson-Gwilt Madalyası (1995) bulunmaktadır.
Asteroid 11695 Mattei Janet Akyüz Mattei'nin şerefine isimlendirilmiştir.
AAVSO, anısına, bir bilimsel burs vermeyi kararlaştırdı.
22 Mart 2004 tarihinde Boston'da, lösemiden vefat etti.
Abdülhak Hamit Tarhan
Abdülhak Hamit Tarhan (d. 2 Ocak 1852; Bebek, Beşiktaş - ö. 12 Nisan 1937; Beşiktaş, İstanbul), Türk şair, oyun yazarı, diplomat.
Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminde ve Cumhuriyet Türkiye'sinin ilk yıllarında eserler vermiş, modern edebiyatın doğuşunda etkin bir isimdir.
Köklü ve eski bir ulema ailesinin ferdi olarak dünyaya gelmiş, hayatının her döneminde yüksek mevkilerde bulunmuş, dünyanın birçok yerini görme fırsatı yakalamış, çağının büyük ve güçlü bir sanatçısı sayılmıştır. Tanzimatı, Birinci ve İkinci Meşrutiyetleri ve Cumhuriyeti gören; bu devirlerdeki Tanzimat, Edebiyat-ı Cedide, Millî Edebiyat ve Cumhuriyet devri edebiyatlarını yakından tanıyan sanatçı Türk edebiyatında "Şair'i Azam" (Büyük Şair) sıfatı ile anılır (Bu sıfatı ilk kez Süleyman Nazif kullandı). Uzun seneler diplomat olarak hem doğu hem de batı ülkelerinde bulunması nedeniyle iki edebiyatı da tanımış; Türk şiirine batıdan yeni konular, serbest düşünce ve şekiller getirirken; batı yazarlarından etkilenerek yazdığı oyunlarla Türk tiyatrosuna felsefi düşünceyi sokmuştur. Türk edebiyatının en büyük eserlerinden birisi kabul edilen Makber'in şairidir. TBMM III., IV. ve V. dönemlerde İstanbul milletvekili olarak görev yapmıştır.
1852’de İstanbul’da Bebek'teki Hekimbaşı Yalısı’nda köklü ve eski bir ulema ailesinin ferdi olarak dünyaya geldi. Babası, tarihçi ve diplomat Müverrih Hayrullah Bey, annesi Kafkasya’dan kaçırılmış bir cariye olan Münteha Hanım’dır. Ailenin dört çocuğundan üçüncüsüdür (Diğerleri sırasıyla Fatma Fahrünnisâ Hanım, Abdülhâlik Nasuhi Bey ve Mihrinnisâ Hanım’ dır).
Bebek Köşk Kapısı’ndaki Mahalle Mektebi’nin ardından bir süre Rumelihisarı Rüştiyesi’ne devam etti, daha sonra evde özel dersler alarak yetişti. Kendisine özel ders veren hocalardan Hoca Tahsin Efendi'nin üzerinde büyük etkisi oldu. 10 yaşındayken ağabeyi Nasuhi ile birlikte Paris’e Millî Eğitim müsteşarı olarak eğitim sistemini inceleyen babasının yanına gönderildi ve eğitimine orada devam etti. 1864 yılında Paris'ten İstanbul'a döndü. Gördüğü tek düzenli tahsil, Paris’teki bir buçuk senelik tahsilidir. Yurda döndükten sonra Robert Kolej’e girdiyse de asıl öğrenimini evde özel hocalardan aldı. Henüz çocuk yaşta iken usul-adap öğrenmek için bir okul vazifesi gören Bab-ı Ali Tercüme Odası’nda katip olarak çalıştı. Bir yıl sonra babasının Tahran büyükelçisi olarak atanması üzerine onunla birlikte Tahran’a gitti. Farsça öğrendi ve İran edebiyatını tanıma fırsatı buldu.
Babasının ölümü üzerine 1867’de İstanbul’a dönen Abdülhak Hamit, memuriyet hayatına Maliye ile Şûrâ-yı Devlet Mektubî Kalemlerinde devam etti. Mektubî Kaleminde Ebüzziya Tevfik, Samipaşazade Sezai ve Baha Bey gibi devrin edebiyatçılarıyla arkadaşlık etme fırsatı buldu. 1873’te Recaizade Ekrem ile tanıştı ve yazarı "ikinci üstadı" olarak kabul etti (Birinci üstadı, dönemin genç yazarlarını etkisi altına alan Namık Kemal’dir). Bu arada Tahran hatıralarını anlatan "Maceray-ı Aşk" adlı ilk eserini yazdı.
1874 yılında Edirne'de ağabeyi Nasuhi Bey'in konağında Pirizade ailesinden on üç yaşındaki Fatma Hanım ile evlendi ve onunla beraber İstanbul’a döndü. Çiftin Abdülhak Hüseyin ve Hamide adında iki çocuğu oldu. Abdülhak Hamit, evliliğinin ilk yıllarında ilk şiirlerini yazdı. Ahmet Vefik Paşa, içinde atasözleri bulunan bir oyun yazmasını önermişti. Düğünden birkaç ay sonra onun öğüdüne uygun olarak Edirne'de "Sabr ü Sebat" adlı oyunu yazdı. "İçli Kız", "Duhter-i Hindu", "Garam" ve "Sardanapal", "Nazife" gibi eserleri bu dönemde verdi. Büyük bir üretkenlikle birbiri ardına çıkardığı kitapları geniş yankı buldu, ünü Osmanlı ülkesine yayıldı.
Hariciye mesleğini seçen ve 1876’da Paris elçiliği ikinci kâtibi olarak Fransa’da görevlendirilen Abdülhak Hamit, eşini ve çocuğunu Edirne’de ağabeyini evinde bırakıp görev yerine gitti. 2 yıl süre ile Paris’in eğlence dünyasında yaşadıklarını “"Divaneliklerim yahut Belde"” adıyla kitaplaştırdı. On yedi şiir içeren bu kitapta hayat ve gerçek dünyayı anlatması, Hamit’in şiire getirdiği yeniliktir. Paris yıllarında daha sonra Damat Ferit Paşa olarak tarih sahnesinde yerini alacak Ferit Bey ile arkadaşlık etmiştir.
Abdülhak Hamit’in Paris’te iken gezip tozmanın yanı sıra Jean Racine,Pierre Corneille,Victor Hugo, Alphonse de Lamartine, Alfred de Musset gibi Fransız yazarlarını okudu, “"Nesteren"” ve “"Tarık"” oyunlarını yazdı. Corneille’in bir oyununa nazire olarak yazdığı “Nesteren”’in 1878’de Fransa’da yayınlanması sarayda kuşku uyandırdı. Biri halk tarafından sevilen diğeri sevilmeyen iki kardeş hükümdarın kavgasını anlatan bu eserin konusu, V. Murat ve II. Abdülhamit’in durumuna benzerlik gösterdiği için görevden alındı. Yeni bir göreve atanıncaya kadar geçen iki sene içinde Edirne’de yaşadı ve kendini edebiyata verdi. ""Sahra"”, “"Tezer"”, “"Eşber"”, “"Bir Sefilenin Hasbıhâli"” adlı eserleri bu dönemde tamamlandı.
Bütün arzusu Paris’e gitmek olan Hamit, Berlin sefaretine atandığından bundan memnun olmasa da Paris yoluyla Berlin’e gitmeye karar verdi; ancak bu arada ağabeyinin Rize’ye tayin olduğunu öğrenince karısının ve çocuklarının durumunu öğrenmek için İstanbul’a döndü. Bütün ailenin Nasuhi Bey ile Rize’ye gitmesine karar verilince onlarla birlikte gidip Batum, Kırım yolu ile Berlin’e gitmeyi düşündü. Yolda Kırım Savaşı’nın yapıldığı yerleri görme fırsatı buldu ve şehit Türk askerlerinin bir mezarı olmadığını görünce “"Sivastapol Manzumesi"”’ni kaleme aldı (Şiir, sonradan ""İlham-ı Vatan"" adını aldı).
Odesa'da iken Berlin'e gitmekten vazgeçen Hamit, cinnet geçirdiğine dair Hariciye Nazırı'na bir telgraf çekip Rize'ye geri döndü; ardından ailesinden ayrılmak istemediği için görevinden istifa etti ve Poti şehbenderliğini istedi. Rize'de iken en verimli dönemlerinden birini geçiren şair “"İbn-i Musa"” adlı eserini tamamladı.
1881'de Poti şehbenderliğine (konsolosluğuna) atanan ama beğenmeyen Hamid, birkaç ay sonra Yunanistan’ın Golos şehrine atandı, burada karısı Fatma Hanım ile beraber üç yıl kaldı. 1883’te Bombay konsolosluğuna atandı. Hasta olan karısına havasının yarayacağını düşünerek bu görevi kabul etti. 3 yıl kaldığı Bombay’da doğanın güzellikleri coşkun şiirler için ilham verdi. Ancak Fatma Hanım’ın durumu iyileşmeyip verem teşhisi konulunca ailesi ile İstanbul’a doğru dönüş yoluna çıktı. Fatma Hanım, İstanbul’a varamadan Beyrut’ta vali olan Nasuhi Bey’in konağında hayatını kaybetti (1885). Şair, Beyrut’ta kaldığı kırk gün boyunca her gün Fatma Hanım’ın mezarını ziyaret etti ve ünlü şiiri “"Makber" 'i” yazdı. Makber’in yayımlanması ile ünü birden arttı, imparatorluk sınırlarına çıktı. O güne kadar düzyazı alanındaki eserleriyle tanına Hamit, eşinin ölümünden sonra şairliği ile anılır oldu.
İstanbul'a döndüğünde kendisini edebiyata verdi; karısıyla ilgili “"Ölü"”, “"Bunlar O'dur"”, “"Hacle"” eserlerini yayımladı ve Hindistan izlenimlerini kaleme aldı.
1886 sonunda yeni görev yeri olan Londra'ya giden Hamit, bu kenti çok sevdi ve Gayret Dergisi'ne birbiri ardına şiirler gönderdi. Yeniden evlenmeye karar veren ancak aşık olduğu İngiliz kızı ile Hamit'in gelirini düşük bulan asil ailesinin itirazı nedeniyle evlenemeyen şair, elçilikte çalışan İrlandalı bir hizmetçiye evlilk teklifi ettiğinde de sınıf farkı gerekçesiyle reddedilir. Bu dönemde kaleme aldığı ""Finten"" ve ""Cünun-ı Aşk"" adlı tiyatro eserlerinde para ve sınıf farkı meselelerini işledi.
“Finten” adlı eseri ile birlikte basılma izni almak üzere İstanbul’a gönderdiği “"Zeynep"” adlı oyununda, “devlet ve hanedanla eğlendiği” sonucuna varıldığı için görevinden alınan Hamit, İstanbul’a döndü. Bir süre boşta kaldıktan sonra II. Abdülhamit’e bir dilekçe yazıp edebiyatla uğraşmayacağına söz vermesi üzerine tekrar Londra’daki eski görevine dönebildi. Çok uzun süre kaldığı İngiltere’yi yarı vatan edindi. Memleketten uzakta bulunduğu yıllarda aile fertlerine ve dostlarına yazdığı mektupların bir kısmını kitap olarak yayımladı.
1890’da Bayan Nelly adlı İngiliz hanımla evlenen Hamit, 1895’te Lahey elçiliğine atandı. 2 yıl sonra Londra Elçiliği Müsteşarı olarak yeniden Londra’ya döndü. Eşini rahatsızlığı üzerine İstanbul’a döndü. 1900-1906 yıllarını İstanbul’da geçirdi. 1906’da Brüksel büyükelçiliğine atandı, eşini İskoçya’daki ailesinin yanında bırakarak Brüksel’e gitti.
Vereme yakalanan eşini çok sevmesine rağmen başka kadınlarla birlikte olmaktan kendini alamayan Abülhak Hamid, Florence Ashly adlı bayanla birlikte yaşamaya başladı ve onu İstanbul’a getirdi. Eşinin durumu öğrenmesi üzerine onun yanına dönmek zorunda kaldı. Bayan Nelly’nin, 1911’de veremden ölmesinden sonra İstanbul’a döndü. Ölen eşi için “"Medfen"” adını vereceği “Makber”’e benzer bir eser yazmayı düşünüyse de bu tasarısını gerçekleştiremedi. Ailesinin önerisiyle üçüncü evliliğini 1911 yazında Cemile Hanım ile yaptı. Bu evlilik, 20 gün sürdü. Cemile Hanım’dan ayrılan Hamid, Brüksel’e döndü.
1912’de ağabeyi Nasuhi Bey’in ölümünün ardından Abdülhak Hamid’in işine son verildi. Hamid, aynı yıl 18 yaşındaki Belçikalı Bayan Lüsyen (Lucienne) ile evlendi ve onunla İstanbul’a döndü. Kendisine önerilen Maarif Nazırlığı görevini kabul etmedi. “"Validem"”, “"İlhan"” ve “"Liberte"” adlı eserlerini bastırdı. Meclis Ayan Üyeliğine getirilen ve bir süre sonra meclis başkanı olan Hamid, I. Dünya Savaşı sonunda eşi ile |
birlikte Viyana’ya gitti. Burada sıkıntılı, parasız günler geçirdi. Türkiye’de geniş yankılara yol açan “"Şair-i Azam"” adlı şiirini Tanin Gazetesi’nde yayımladı.
Hamit, Şairi-i Azam şiirinin yayımlanmasının ardından Ankara hükümetinin devreye girmesiyle İstanbul'a geldi. Kendisine Ankara hükümeti tarafından maaş bağlandı ve belediyenin tarafından İstanbul’da Maçka Palas’ta bir daire sağlandı. Bu arada 1920’de eşi Lüsyen Hanım’dan dostça ayrılmıştı. Bir İtalyan kontu ile evlenen Lüsyen Hanım ile yazışmayı sürdürdü. 1922'de “"Ruhlar"”, 1923’te “"Garam"” ve 1924'te “"Yabancı Dostlar"”’ı yayımlandı. 1925'te “"Arziler"” ile “"Cünün-ı Aşk"” basıldı; aynı yıl 73. doğum yıldönümü Galatasaray Lisesi'nde Samipaşazade Sezai ile Halid Ziya'nın da bulunduğu bir törenle kutlandı.
Eski eşi Lüsyen Hanım, 1927'de eşini ve kontes ünvanını terk edip kendisine döndü. 1928'deki ara seçimde TBMM III. dönem İstanbul milletvekili olarak meclise giren Hamid, IV. ve V. dönemlerde de İstanbul milletvekilliği görevini sürdürmüştür.
12 Nisan 1937'de Maçka Palas'ta hayatını kaybetti. Ulusal cenaze töreniyle Zincirlikuyu Asri Mezarlığı'na gömüldü. Bu yeni mezarlığa gömülen ilk kişi o oldu.
Çimpe Kalesi
Çimpe Kalesi, 14. yüzyılın ortalarında Osmanlı Ordusu tarafından fethedilen, Balkan topraklarının güneydoğu kesiminde Gelibolu Yarımadası’nda yer alan bir kaledir. 1352 yılında Osmanlı tarafından fethedilmiştir. 14. yüzyıl ortalarında Osmanlı Türklerinin Çimpe Kalesi’ni alarak Rumeli'ye geçişi Balkanlar'ın tarihinde oldukça önemli bir dönüm noktası olmuştur. Belgelerde kalenin adı “"Cinbi"”, “"Çinpi"” olarak da geçer.
Rumeli’de yerleşme, İstanbul'un Fethi gibi, tarihte yeni bir dönem açan bir olaydır. Sultan Orhan’ın büyük oğlu Süleyman Paşa’nın gayretiyle, Osmanlılar, 1352’de ilkin Tsympe (Türkçede "Cinbi") Kalesi’ni ele geçirmişler, iki yıl sonra, büyük stratejik önemdeki Gelibolu’yu işgal etmiş ve beş yıl içinde Trakya’nın güney bölgesini fethederek, Anadolu’dan asker ve halk getirip yerleştirmişler; böylece kısa zamanda Avrupa yakasında güçlü bir köprü-başı kurmuşlardır. Bu köprü-başı, Osmanlıların Avrupa’da Viyana önlerine kadar yayılan imparatorluklarının başlangıcıdır. 1329-1344 yıllarında İzmir’den donanması ile Trakya’ya deniz seferleri yapan Aydınoğlu Umur Bey, Balkan fetihlerini hazırlayan ilk büyük gazi beydir. 1357-59 yılları içinde Anadolu’dan Rumeli’ye göç devam edecek, Rumeli "uc"u güçlenecektir. Orhan’ın Süleyman için Bolayır’da yaptırdığı imarete ait 1360 tarihli vakfiyede bu bölgede Türkçe adlar taşıyan birçok köy ve çiftliğin kurulmuş olduğunu görüyoruz.
Bazı tarihçiler ve tarih kaynakları, Orhan Bey'in oğlu Süleyman Paşa'nın Edirne'yi kuşatan Bulgar ve Sırp kuvvetlerini bozarak Doğu Roma'ya yardım etmesi sonucunda kalenin hediye edildiği belirtilmiştir. Bu olay ile Osmanlı Devleti ilk kez Rumeli yakasında bir kale almıştır. Orhan Bey Çimpe Kalesi'ni Balkanlar'da askerî üs olarak kullanmıştır.
Kale Gelibolu'da olup, hem Çanakkale Boğazı'nı hem de Saros Körfezi'ni görmektedir.
Ahmet Telli
Ahmet Telli (d.2 Aralık 1946, Eskipazar, Çankırı), Öğretmen, şair, yazar.
2 Aralık 1946'da Çankırı’nın Eskipazar ilçesinde (Bu ilçe şu an Karabük'e bağlı) doğan Ahmet Telli, Hasanoğlan ve Kayseri Pazarören, Pınarbaşı öğretmen okullarında eğitim gördü. Öğretmen okulundan sonra dört yıl ilkokul öğretmenliği, daha sonra da Gazi Eğitim Enstitüsü'nü bitirmesinin ardından, Kastamonu, İnebolu, Doğanyurt'ta, Kırıkkale'de ve Ankara Atatürk Lisesi'nde Türkçe, Edebiyat öğretmenliği yaptı. 1981'de Gazi Eğitim Enstitüsü'nde öğretmenken, sıkıyönetimce tutuklanarak görevine son verildi. Aynı yıl, TCK'nın (o zamanlar) 141, 142 ve 146. maddelerinden yargılandı. 141 ve 146'dan beraat etti. Cigerhun'un şiirleri üstüne yazdığı bir yazısından ötürü 142. maddeden kısa bir süre hüküm giydi.
Kitapçılık, yayıncılık yaptı, çeşitli yayınevlerinde yönetici ve editör olarak bulundu. 1993'te mahkeme kararıyla öğretmenliğe döndü ve emekli oldu. İlk şiiri 1961'de yayımlandı. 1972'de Cengiz Tuncer'in "Kerkenez" adlı romanı üstüne yazdığı ilk yazısına Varlık Dergisi "Eleştiri Ödülü" ikinciliği verildi. 70'li yıllarda daha çok deneme ve kitap tanıtma yazıları yazdı ve kitaplarını 1979'dan sonra yayınlamaya başladı.
1980'de "Hüznün İsyan Olur" kitabına Ömer Faruk Toprak Şiir Ödülü (Metin Altıok'la birlikte); "Saklı Kalan" adlı kitabına da 1982 Yazko Şiir Özendirme Ödülü verildi. 2010 yılında yayınlanan "Nida" kitabına da 2011 Akdeniz Altın Portakal Şiir Ödülü verildi. Özellikle 1972'den sonra, birçok edebiyat dergisinde yazıları, şiirleri yayımlandı. "Türkiye Yazıları" dergisi (Mart 1983, sayı: 72), "Kavram ve Karmaşa" dergisi (Ocak - Şubat 2002, sayı:22), "Gümüş" - Deliler Teknesi eki - (Ocak 2007), "Bireylikler" dergisi (Mayıs - Haziran 2011, sayı:32) şiiriyle ilgili özel sayılar yayımladılar.
1960 sonrası toplumcu gerçekçi şiirimizin ikinci kuşağında yer alan özgün şairlerden. Romantik ve başkaldırıcı şiiriyle bir yandan da Attilâ İlhan'a yakın durduğu söylenebilir.
Ataol Behramoğlu
Ataol Behramoğlu (d. 13 Nisan 1942, Çatalca), Türk şair, yazar, çevirmen, edebiyatçı.
1942'de babasının askerlik görevini yaptığı Çatalca'da dünyaya geldi. Azerbaycan kökenli olan ailesinin soyadı “"Gürus"” idi. İlk şiirlerinde de takma adı olan "Ataol Gürus'u " kullanmıştır. Aile,soyadını daha sonra Behramoğlu olarak değiştirmiştir. Babası yüksek ziraat mühendisi Haydar Behramoğlu, annesi İsmet Hanım’dır. “Nihat Behram” olarak tanınan gazeteci ve şair Mustafa Nihat Behramoğlu’nun ve avukat Namık Kemal Behramoğlu’nun ağabeyidir.
İlkokul üçüncü sınıfa kadar Kars'ta öğrenim gördükten sonra; ilk, orta ve lise öğrenimini babasının Ziraat Müdürü olarak görev yaptığı Çankırı’da tamamladı. İlk şiirleri "Ataol Gürus" adıyla Yeni Çankırı, Yeşil Ilgaz, Çağrı gibi yerel gazete ve dergilerde yayınlandı.
1960 yılında lise öğrenimini tamamlayan Ataol Behramoğlu, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden 1966 yılında mezun oldu. 1962'de üyesi olduğu Türkiye İşçi Partisi'nin (TiP) örgütlenme çalışmalarına katıldı. Yükseköğrenimi sırasında Yapraklar, Dost, Evrim, Ataç gibi dergilerde çıkan şiirleriyle dikkat çekti. Bu dönemin şiirlerini bir araya getiren ilk şiir kitabı "Bir Ermeni General", 1965'te Ankara'da Toplum Yayınevi'nce basıldı. Gençlik dönemi şiirlerinde Orhan Veli, Attilâ İlhan ve İkinci Yeni şiirinin ortak özellikleri etkindir.
Gerçek şiir kimliği 1965-1971 arasında Papirüs, Şiir Sanatı, Yeni Gerçek, Yeni Dergi ve Halkın Dostları'nda çıkan şiirleriyle oluştu. "Halkın Dostları"nı İsmet Özel'le birlikte çıkarmaya başlamışlardır. Fakat dergi 12 Mart askeri muhtırasının ardından kapatılmıştır. Behramoğlu'nun 1960'lar ve 1970'lerin ilk yılları boyunca Özel'le yakın bir dostluğu olmuştur. Behramoğlu'nun bu dönemde yazdığı şiirlerinde toplumcu, etkin bir edebiyat anlayışının örnekleri yer aldı. 1965'te yayımlanan “"Bir Gün Mutlaka"” adlı kitabı 60’lı yıllar toplumcu kuşağının manifestosu niteliğindeki şiirlerden oluşmaktaydı. Kitaplaşan ilk çevirisi “"İvanov"” (Anton Çehov) 1967'de basıldı. Mihail Yuryeviç Lermontov'dan ilk şiir çevirilerini de bu dönemde yaptı. Gerçekçi ve toplumcu şiir ilkelerine yönelerek şiielerini yeni tema ve biçim arayışlarıyla beslemiştir.
1970 yılında siyasi nedenlerle yurtdışında çıkan Behramoğlu, 1972'ye kadar Londra ve Paris’te yaşadı. Paris’te Louis Aragon ve Pablo Neruda ile tanıştı. Aragon’un yönetimindeki ""Les Lettres Françaises""de, Abidin Dino çevirisiyle, ""Bir Gün Mutlaka"" dan bir bölüm yayımlandı. 1971’de Paris’te Théatre de Liberté’nin kuruluş çalışmalarına katıldı. İlk oyun ""Légendes à Avénir / Geleceğe Masallar"" için bölümler yazdı. 1972 yılında kurulan Barış Derneği'nin kuruluşunda yer aldı.
Sovyet Yazarlar Birliği’nin davetlisi olarak 1972'de gittiği Moskova’da yaklaşık iki yıl kaldı. Bu dönemde Moskova Devlet Üniversitesi'nde stajyer olarak Rus Edebiyatı üzerine çalıştı. Daha önceki dönemin ürünü çevirileri (Puşkin, Bütün Hikâye ve Romanları, 1972) ve yurtdışı dönemin ürünü şiirlerden oluşan üçüncü şiir kitabı ""Yolculuk, Özlem, Cesaret ve Kavga Şiirleri"" 1974'te Türkiye'de yayımlandı.
1974'te af yasasından yararlanarak ülkeye dönen Behramoğlu, Muhsin Ertuğrul yönetimindeki İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları'nda dramaturg olarak çalışmaya başladı. 1975'te kardeşi Nihat Behram ile çıkardıkları edebiyat-kültür dergisi “"Militan"” büyük ilgi gördü. Bu dönemde Ataol Behramoğlu’nun ""Ne Yağmur…Ne Şiirler…(1976)"", “Kuşatmada (1978)”, “"Mustafa Suphi Destanı"" (1979), ""Dörtlükler"" (1980) adlı kitapları yayımlandı.
1979'da Türkiye Yazarlar Sendikası genel sekreteri oldu. Rus aslıllı Ludmila Denisenko ile evliliğinden kızı Barış o yıl dünyaya geldi.
1980 darbesi sonrasında dramaturgluk görevinden ayrılmak zorunda kaldı. ""Ne Yağmur…Ne Şiirler…""'in yeni basımının mahkemece “toplatılması ve imhası”na karar verilen Ataol Behramoğlu bir hafta göz hapsinde tutuldu; kitap daha sonra beraat etti. 1981'de ""İyi Bir Yurttaş Aranıyor"" başlığı altında topladığı şiirler Türkiye’de “siyasal kabare” türünün ilk örneklerinden biri olarak birçok kez izleyiciye sunuldu. Aynı yıl Yunanistan’da şiirlerinden seçmeler ""Türkiye, Üzgün Yurdum, Güzel Yurdum"" adıyla yayımlandı. Dünya şairlerinden Rusça, İngilizce, Fransızcadan yaptığı çevirileri ""Kardeş Türküler"" adlı bir kitapta topladı (1981). ""Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi""'nin ilk çalışmalarına başladı.
1982'de Barış Derneği kurucu ve yöneticisi olarak tutuklandı, on ay tutuklu kaldı. Cezaevinde bulunduğu sırada, Asya-Afrika Yazarlar Birliği 1981 Lotus Ödülü'nü kazandı. 1983'te 8 yıl hapse mahkum edildi. 1984'te ülkeden gizlice ayrılarak Fransa'ya gitti. Bir süre sonra pasaport verilmeyen ailesini de gizlice yurt dışına çıkardı.
Hayatının 1989 yılında kadar süren bu döneminde Paris Sorbonne Üniversitesi'nde Rus edebiyatı ve karşılaştırmalı edebiyat konularında lisans üstü bir çalışma yaptı. 1986'da Paris’te ressam Yüksel |
Aslan ile birlikte Fransızca Türk edebiyatı dergisi “"Anka"”yı kurdu ve yönetti. Birçok ülkede katıldığı toplantılarda konuşmalar yaptı, şiirlerini okudu.
Almanya’da ""Kızıma Mektuplar (1985)"", ""Türkiye, Üzgün Yurdum, Güzel Yurdum"" (1985) adlı şiir kitapları ve ""Mustafa Suphi Destanı""nın yeni bir basımı yayımlandı. Şiirlerinden Macarcaya yapılan bir seçmeler 1988’de Budapeşte’de “Europa” yayınevince yayımlandı Antoloji çalışmalarına da devam eden Behramoğlu bu dönemde ""Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi""; ""Dünya Şiiri Antolojisi"" (Özdemir İnce ile birlikte); ""Çağdaş Rus Şiiri Antolojisi""'ni yayımladı. Ayrıca “Çehov-Bütün Oyunları (1. Cilt)”, şiir üstüne yazılarını bir araya getiren “"Yaşayan Bir Şiir"” (1986) ile “"Eski Nisan"”, “"Bebeklerin Ulusu Yok"” adlı şiir kitapları yayımlandı. Hakkındaki davaların beraatla sonuçlanması üzerine Haziran 1989’da Türkiye’ye döndü.
Türkiye’ye dönüşünden sonra Pendik Belediyesi’nde kültür danışmanlığı, ardından Simavi Yayınları’nda editörlük yaptı. 90’lı yıllarda “"Sevgilimsin"” (1993) adlı şiir kitabını ve çeşitli yazılarını bir araya getiren, ""İki Ateş Arasında"" (1989), ""Nâzım'a Bir Güz Çelengi"" (1989), ""Mekanik Gözyaşları"" (1990), ""Şiirin Dili-Ana Dil"" (1997) yayımlandı. Aziz Nesin ile ilgili anılarını ""Aziz Nesin'li Fotoğraflar"" (1995); yurt dışı gezi yazılarını ""Başka Gökler Altında"" (1996) adlı kitaplarda topladı. Vera Tulyakova’nın anılarından ve Nâzım Hikmet'in şiirlerinden oluşturduğu ""Mutlu ol Nâzım"" adlı bir oyunu; belgesel bir oyun çalışması olan ""Lozan"” adlı eseri vardır.
1995’te Türkiye Yazarlar Sendikası Genel Başkanı seçilen şair; bu görevi 1999’a kadar iki dönem sürdürdü. 2002'de Türkiye P.E.N. Yazarlar Derneği ""Dünya Şiir Günü Büyük Ödülü""'nü aldı. 2008 yılında şiirlerinden geniş bir seçmeler Amerika Birleşik Devletlerinde yayınlandı. Aynı yıl kendisine Rusya Federasyonunca uluslararası Puşkin Nişanı verildi.
1992’de İstanbul Üniversitesi'nde başladığı Rus Dili ve Edebiyatı öğretim üyeliğini 2003'te aynı üniversitede doçent, 2009'da Beykent Üniversitesi'nde profesör olarak sürdürdü. Şimdi İstanbul Aydın Üniversitesi öğretim kadrosundadır. "Cumhuriyet" gazetesinde köşe yazarlığı yapmaktadır.
2015 yılının Nisan ayında Behramoğlu'nun 50. sanat yılı sebebiyle İzmir Büyükşehir Belediyesi iki konser düzenlemiştir.
2016 yılında Beşiktaş Belediyesi, Ataol Behramoğlu'nun heykelini Beşiktaş Şairler Sofası Parkı'na dikti.
Arif Nihat Asya
Arif Nihat Asya (7 Şubat 1904, Çatalca, İstanbul - 5 Ocak 1975, Ankara), Türk şair, öğretmen, siyasetçi.
Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin önemli temsilcilerindendir. Sade bir üslupla millî değerleri ve dini heyecanları işleyen şiirler yazmıştır. "Bayrak", "Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor", "Fetih Davulları", "Selimler", "Kubbeler", "Süleymaniye" en tanınmış şiirleridir. "Bayrak" şiirinden dolayı Türk edebiyatında "Bayrak şairi" olarak da anılır. 19 dönem TBMM'de milletvekili olarak görev yapmıştır.
1904'te Çatalca'nın İnceğiz köyünde dünyaya geldi. Asıl adı Mehmet Arif'tir. Tokatlı Zîver Efendi ile Tırnovalı Zehra Hanım'ın tek çocuğu idi. Şairin bilinen en büyük dedesi Kapusuz Hacı Ahmet, Tokat'a bağlı Kapusuz Köyü'nden İstanbul'a göçmüş ve orada debbağlıkla uğraşmış olan bir âhî ustasıdır.
Henüz bebekken babası veba hastalığından hayatını kaybetti; annesi yeni bir evlilik yapıp Filistin'e gitmesi üzerine üç yaşından itibaren akrabalarının yanında yetiştirildi.
Öğrenim hayatı Örçünlü Köy mektebinde başladı. Babaannesinin ölümünden sonra onun bakımını üstlenen halası ile birlikte Balkan Savaşı'ndan kısa bir süre önce İstanbul'a göçtü; Kocamustafapaşa ve Haseki mahalle mekteplerinde öğrenim gördükten sonra I. Dünya Savaşı yıllarında "Gülşen-i Maarif Rüştiyesi"'ne devam etti. Bu dönemde hakim olan milliyetçi duyguların etkisiyle şiire başladı. Bazı destancıların Haseki’de okuyarak sattıkları harp destanları onu şiire yönelten ilk örneklerdi. Orta tahsilini parasız yatılı olarak Bolu ve Kastamonu liselerinde tamamladı. Millî Mücadele'ye destek verenlerin durağı haline gelen Kastamonu'daki öğrencilik dönemi onun kişiliğini ve sanatını etkiledi. Bu döneme şiire ilgisi arttı, hocası Enver Kemal Bey'in yönettiği "Gençlik" adlı dergide ilk şiirlerini yayımladı.
Öğrenimine "Dârü'l-Muallimîn-i Âliye" (sonraki adı "Yüksek Muallim Mektebi", bugünkü İstanbul Üniversitesi Yüksek Öğretmen Okulu) Edebiyat Bölümü'nde devam etti. İlk şiir kitabı olan "Heykeltıraş", 1924 yılında bu okulda öğrenci iken yayımlandı. Yüksek Muallim Mektebi son sınıfındayken ilk eşi olan Hatice Semiha Hanım'la evlendi. Bu evlilikten iki çocuğu oldu.
1928'de mezun olduktan sonra edebiyat öğretmeni olarak Adana'ya tayin oldu Adana Kız Lisesi ve Erkek Lisesi'nde öğretmenlik ve idarecilik yaptı.
Adana'da öğretmenlik yaptığı dönemde 1933 yılında Üsküdar Mevlevihanesi'nin son şeyhi Ahmet Remzi Akyürek'le tanışan Arif Nihat, dervişlik çilesini çekip Mevlevilikte şeyhlik makamına kadar yükseldi; millî şiirlerin yanı sıra tasavvufi şiirler yazdı. Şair, 1940 yılında, Adana'nın düşman işgalinden kurtuluşunun kutlandığı 5 Ocak günü yapılan tören için "Bayrak" adlı şiiri ile tanındı ve "Bayrak Şairi" olarak anılır oldu. Şiir, önce "Görüşler" dergisinde yayımlanmış; daha sonra da "Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor" adlı şiir kitabının 1946'da çıkan ilk baskısında yer almıştır.
1941 yılında ilk evliliğini sonlandıran şair, kimya öğretmeni Servet Akdoğan ile ikinci evliliğini yapmış ve bu evlilikten de bir kız, bir erkek çocuk sahibi olmuştur.
Malatya Lisesi'ne müdür olarak atanıp Adana'dan ayrılan şair, Malatya Lisesi Müdürü iken Maarif Vekili Hasan Ali Yücel ile yaşadığı sert tartışma nedeniyle huzursuzluk yaşadı. Üç yıl kadar Malatya'da çalıştıktan sonra yeniden edebiyat öğretmeni olarak Adana Erkek Lisesi'ne döndü. 1948'de Edirne Lisesi'ne sürgün edildi.
1950 Türkiye genel seçimlerinde Demokrat Parti'nin listesinden Seyhan (Adana) adayı oldu. Seçimleri Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne girdi. Dönemin sonunda aktif politikayı bıraktı, öğretmenliğe döndü. Kısa bir süre Eskişehir Lisesi'inde öğretmenlik yaptı. Çok uzun bir zaman kalmamış olmasına rağmen şiirinde Eskişehir'in çok yer alması ve bu şehirde çok benimsenmiş olması onun 5. dönem Eskişehir milletvekilliği yaptığı, "Bayrak" şiirinin Eskişehir'de yazıldığı gibi yanlış bilgilerin günümüzde birçok kaynakta yer almasına yol açmıştır. Arif Nihat Asya, 1955 yılından itibaren Ankara Gazi Lisesi'nde öğretmenlik yaptı. Kıbrıs'ta görevlendirilip iki yıl da Lefkoşa Erkek Lisesi'nde görev yaptıktan sonra 1962'de Ankara'ya döndü ve Gazi Lisesi'nden emekliye ayrıldı.
Emekliye ayrıldıktan sonra "Yeni İstanbul" ve "Babıali'de Sabah" gazetelerinde yazılar yazdı. Aralık 1974'ün sonlarında hastalanarak hastaneye kaldırıldı; 5 Ocak 1975'te vefat etti. Kabri, Ankara Karşıyaka Mezarlığı'ndadır.
Milliyetçi şiirleriyle tanınan Arif Nihat Asya, yurdun güzelliklerini, doğasını anlatan, kimi zaman yergici ama Türklüğü yücelten şiirler yazmıştır. Şiirlerinde halk ve divan edebiyatı nazım şekilleri yanında modern edebiyatın nazım şekilleri de yer almıştır. En çok kullandığı nazım şekli ise Rubaidir; rubailerden oluşan beş ayrı kitap yazmıştır. İşlemiş olduğu başlıca temalar kahramanlık ve tarih duygusu, din, aşk, tabiat ve memleket güzellikleridir. Şiirleri arasında, Ebced hesabı'yla tarih düşürdüğü manzumeler de önemli bir yer tutar.
Şiirlerinde günlük Türkçeyi bir sanat dili haline getirerek kullanan Arif Nihat'ın rahat, özentisiz ve sade bir üslubu vardır. Şiiri üzerinde Yahya Kemal'in açık tesiri görülmektedir. Sosyal ve siyasal konuları, yurt gözlemlerini, arkadaşlarını, yakın çevresini, tarihi konuları, dini meseleleri, aşkı, tabiatı konu alan nesir türünde eserleri bulunur.
Sabahattin Kudret Aksal
Sabahattin Kudret Aksal (d. 25 Nisan 1920, İstanbul - ö. 19 Nisan 1993, İstanbul), Türk şair, senarist ve yazar.
1937'de Işık Lisesi'nden mezun oldu. 1943'te İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi. 1943-1948 arasında İstanbul'da çeşitli liselerde felsefe dersleri verdi. 1950'de kısa bir süre iş müfettişliği yaptı. İstanbul Konservatuvarı Müdürlüğü, belediye yazı işleri müdürlüğü, belediye iktisat müfettişliği görevlerinde bulundu. 1961'de Şehir Tiyatrosu Müdürü oldu. Belediye Konservatuvarı Estetik Ve Psikoloji öğretmenliğinden emekli oldu. İlk şiiri 1938’de Varlık dergisinde, ilk öyküsü 1940’ta Küllük dergisinde çıktı. İlk oyunu Evin Üstündeki Bulut 1948’de oynandı. 1940'lardaki yeni edebiyat hareketi içinde yer aldı. Günlük yaşamın, küçük ayrıntıların avareliklerin şairi oldu. Cahit Sıtkı Tarancı etkisiyle hece vezni ve uyak kullandığı ilk dönem şiirlerinden sonra Garip akımı ve Orhan Veli'ye yakınlaştı. 1976 sonrasında ise yalınlığı elden bırakmadan dilde derinlik arayışına başladı. Uyak tekrar şiirinin köşe taşı oldu. Bu dönemde Garip'ten de uzaklaşıp İkinci Yeni havasına girdi. Kendisine özgü bir biçimde insan-doğa ilişkisine felsefe düzleminde yaklaştı. Şiirlerinde kent insanlarının gündelik ilişkilerini, saçmalıklarını, çatışmaya varan tartışmalarını ele aldı. Öykü ve oyunlarında ise psikolojik öğeleri ve biçim arayışlarını öne çıkardı. Çeviriler ve sanat üzerine yazılar yayınladı.19 Nisan 1993'te İstanbul'da yaşamını yitirdi. Mezarı Üsküdar'da Karacaahmet mezarlığındadır.
Ayrıca, Paul Éluard ve Charles Baudelaire’den şiirler çevirdi
Mor
Mor, en kısa dalgaboylu, elektromanyetik tayfta daha çok maviye yakın olan renge verilen isimdir. Mor ara ve soğuk bir renktir. karşıt rengi turuncu'dur. en yüksek frekans'lı renktir.
Mor renginin hex değeri "#660099", RGB değeri "102, 0, 153", ve CMYK değeri "33,100,0,40" dır.
Farsça "demir pası" anlamındaki "mur" sözcüğünün Türkçede "mor" olduğu sanılmaktadır. Büyük olasılıkla boyanın elde edildiği deniz canlısının adı olan "Murex"'ten gelmektedir.
Mor rengin kullanımına ilk kez, Cilalı Taş Devrinde rastlanıyor. Fransa'daki Pech Merle mağarasında 16000 ile 25000 yılları arasındaki bir zaman dilimine tarihlenen mor re |
nkli hayvan resimlerinin mangan ve hematit tozu kullanılarak yapıldığı bulunmuştur.
MÖ 15 yy.'da Antik Fenike kentleri olan günümüz Lübnan'ında yer alan Sayda ve Sur kentleri sakinlerinin kumaşları boyamak için bir tür kabuklu deniz canlısı olan "Murex" kullanarak mor rengi elde ettikleri bilinmektedir. Bu renge Sur moru (Tyrian moru)'da denirdi. Fenikelilerin mor renk kumaşları, Antik Yunanları o kadar etkilemiştir ki Homeros, İlyada'da ve Virgil, Aeneis'te bu kumaşlardan bahsetmiştir ve mor kumaş giyinmek asaletin göstergesi olarak tanımlanmış, Roma İmparatorluğu senatörleri de mor renk kumaş giyinmeye başlamışlardır.
Gri
Gri (ya da boz), siyah ve beyaz renklerin değişik oranlarda karıştırılması ile oluşan bir renktir.
Gri renginin hex değeri "#808080", RGB değeri "128, 128, 128", ve CMYK değeri "0, 0, 0, 50" dir.
Açık kül renginin adı olan gri de Fransızca "duman" anlamındaki "gris"ten gelmiştir. Türkçe "boz" sözcüğünün bir anlamı da gridir.
GSM
Global System for Mobile Communications veya kısaca GSM (Türkçe: "Mobil İletişim İçin Küresel Sistem"), bir cep telefonu iletişim protokolüdür. Önceleri Avrupa Telekomünikasyon Standartlar Komitesi'nin Groupe Spéciale Mobile (Türkçe: "Mobil İletişim Özel Grubu") isimli alt kuruluşunun ismini taşıyan GSM, daha sonraları sistemin küresel bir çapa ulaşmasıyla yeni adıyla anılmaya başlandı. En yaygın olan cep telefonu standardı olarak 212 ülkede 2 milyardan fazla insan tarafından kullanılmaktadır. En kullanışlı özelliklerinden birisi kullanıcıların aynı hat ile değişik ülkelerden görüşme ("roaming") yapabilmeleridir. Tüm GSM standartları, hücresel ağ kullanır ve dolaşım sırasında bile hücreler arası geçiş yapma kabiliyetine sahiptir. Dolayısıyla teoride, eğer kapsama alanından çıkmazsanız, cep telefonu ile tüm dünyayı telefon konuşmasını kesmeden dolaşmak mümkündür.
1980'li yılların başlarında, Avrupa ülkelerinde birbirinden farklı ve uyumsuz sistemler bulunmaktaydı. Avrupa Birliği fikrinin yaygınlaşmasıyla kullanışlı bir sistemin standartlaştırılması gerekliliği doğdu. Bu doğrultuda Avrupa Posta ve Telekomünikasyon İdareleri Birliği (CEPT, Fr: "Conférence européenne des administrations des postes et télécommunications") adlı bir grup kurarak, Batı Avrupa için ortak bir mobil sistem ortaya konulmasına önayak olundu. Bu grup Groupe Spéciale Mobile adını aldı ve bu sisteme de GSM dendi. 1990'lı yılların başında GSM, Doğu Avrupa ve Avustralya'ya yayıldı. Ardından ABD ve Güney Amerika'da GSM sistemini kullanmaya başladı. Geçen yıllarla GSM sisteminin belirmesiyle ulusal iletişim tekelleri dağılmaya başladı. Japonya ise bu sisteme katılmayarak GSM ile uyumlu olmayan kendi mobil sistemlerini kurdu.
Mobil Telefon Sistemlerinin asağıdaki nesilleri vardır:
Türkiye'de, 1G (NMT) ve 2G teknolojileri yaygın olarak kullanılmakta olup 10 Eylül 2007 tarihinde Ulaştırma Bakanlığı tarafından ihaleye çıkarılan 3G lisans satışında ihaleye tek firmanın katılması sonrasında, Avea ve Vodafone mobil telekomünikasyon pazarında rekabet şartlarının oluşmamış olduğunu ve pazardaki etkin rekabetin oluşmasının en önemli etkenlerinden biri olan Numara Taşınabilirliğinin yürürlüğe girmemiş olduğunu belirterek ihalenin iptalini talep etmişlerdir. Bunun neticesinde Kamu İhale Kanunu'nun ilgili maddesi uyarınca ihalenin yapılabilmesi için gerekli şartlardan biri olan "ihale öncesi rekabet koşullarının oluşmuş olması" maddesine istinaden 3G lisans ihalesinin iptaline karar verilmiştir. Yeni lisans ihalesi öncesinde rekabet koşullarının oluşması ve bu sayede Kamu İhale Kanunu'na uygun olarak ihalenin gerçekleştirilebilmesi için Avea ve Vodafone Numara Taşınabilirliği meselesinin çözümü için çaba sarfetmişlerdir. bu çabaların sonucunda önceleri sadece alan kodu değişimi olmak ve diğer numaraların sabit kalması maksadıyla numara değişimi olmaktayken, daha sonra bu durum normalleştirilerek telefon numarası tamamen sabit kalıp, gsm operatörleri arasında geçiş olanağı sağlanmıştır.
5 çeşit GSM sistemi mevcuttur:
GSM üzerinden yer belirleme ; http://web.itu.edu.tr/~topacem/locest.pdf
Alkan
Alkanlar "(diğer bir deyişle Parafinler)" sadece karbon (C) ve Hidrojen (H) elementlerinin bulunduğu ve bu elementlerin birbirleriyle tekli bağ yaptığı organik bileşiklerin genel ismidir. Alkanlar birbirlerini 1 karbon ve 2 hidrojen ile takip eden bir homolog seri oluştururlar. Örneğin tek karbonlu metan, CH formülüne sahipken, çift karbonlu etan CH kapalı formülüne sahiptir. Alkanlarda tüm atomlar tekli bağlarla birbirlerine bağlandığı ve Karbon atomunu bağlayabileceği en fazla Hidrojen atomunu bağladığından dolayı doymuş bileşikler katagorisine girerler. Doymuş hidrokarbonlardan olan alkanlar, CH n=1,2,3... genel formülüne sahiptir. Burada n'in 3 veya 3'ten büyük olması halinde sikloalkan denilen halkalı yapılar oluşabilmektedirler.
Alkanlardan bir hidrojen koparılmasıyla elde edilen gruba alkil grubu denir. Örneğin metandan bir hidrojen çıkarılırsa metil (CH), etandan bir hidrojen çıkarılırsa etil (CH) elde edilir. Bu moleküller bir bağ daha yaparak hidrokarbon zincirine bağlanır.
Hidrokarbon zincirindeki karbon atomlarının en fazla iki karbon atomuyla yapmış olduğu moleküllere dallanmamış alkan denir. Dallanmamış alkanların yapısında sadece birincil ve ikincil karbon atomları bulunur. Dallanmamış alkanlar homolog bir sıra oluştururlar.
Aşağıdaki tabelada ilk 14 "n-Alkanın" çeşitli fiziksel özelliklerini görebilmekteyiz.
Karbon atomunun bileşikteki sayısının artmasıyla, kovalent bağlarla birbirine bağlı olan atomların oluşturabileceği molekül, yapısal olarak çeşitlilik göstermektedir. Bu yüzden Karbon sayısı yüksek olan alkanlar karşımıza molekül formülleri aynı olmasına rağmen farklı yapılarla çıkmaktadırlar. Böyle bileşiklere yapı izomerleri denilmektedir.
Molekül formülü CH olan bütan’da iki farklı yapıya rastlamaktayız. Bunlar n-bütan ve izo-bütan’dır.
Pentan üç farklı izomeri yapısıyla karşımıza çıkmaktadır.Pentanın izomer yapıları şunlardır: Bir zincir şeklinde ve dallanmamış yapısıyla n-Pentan, diğeri ikici Karbon atomunda tek bir dallanma gösteren yapısıyla izo-Pentan ve son olarak ikinci Karbonunda ikili dallanma gösteren neo-Pentan denir.
Karbon sayısının artmasıyla yapı izomerilerinin sayısı artmaktadır.
Sikloalkanlar dairesel yapı gösteren doymuş hidrojen ve karbonlardan oluşan bileşiklerdir. Sikloalkanlar aynı zamanda dallanma gösterebilirler. Dallanmamış sikloalkanların genel formülü CH şeklinde olup homolog bir yapı oluştururlar. Burada n ≥ 3 şartı vardır.
19 yüzyılın sonlarına kadar organik kimyada yapılan adlandırmalarda genelde o bileşiğin kaynağını ya da kullanıldığı yeri belirtecek şekilde olmaktaydı. Bu eski isimler diğer bir deyişle yaygın isimler günümüzde halen ticarette kimyacılar ve organik kimyacılar tarafından kullanılmaktadır. Bu nedenle bazı bileşiklerin yaygın isimlerinin bilinmesi zorunludur.
Günümüzde kullanılan sistem 1892’de Uluslararası Teorik ve Uygulamalı Kimya Birliği (IUPAC) tarafından önerilen bir sistemdir. Bu sistemde temel prensip her maddenin farklı bir isim alması üzerinedir. Bu yolla yedi milyar organik bileşik adlandırılmış ve ayrıca daha milyonlarca bileşiğin adlandırılmasına olanak vermektedir.
Dallanmamış alkanlarda adlandırma yapılırken Hidrokarbon zincirindeki karbon sayısının latincedeki karşılığı alınıp sonuna –an takısının takılmasıyla yapılmaktadır. Aşağıdaki tabloda ilk 20 "n"-Alkanın Kimyasal(Genel) formüllerini ve IUPAC Adlandırmadaki isimlerini görebiliriz.
Alkanlarda en uzun karbon zinciri üzerinde başka bir grup bağlanmışsa buna dallanma denir ve sistematik adlandırmada belirtilmelidir. Dallanmış Alkanlarda adlandırma yapılırken dikkat edilecek kurallar aşağıda belirtilmiştir.
1- Dallanmaya uğramış en uzun karbon zinciri bulunur.Yandaki tabloda da görüldüğü gibi 1a kutusundaki Hidrokarbonzincirinde en uzun karbon zincirini bulmak o kadar zor değildir, çünkü iki eşit uzunluğundaki karbon zincirinden oluşmaktadır.Bu iki zincir arasında istediğimizi seçebiliriz. Yalnız 1b kutusundaki Hidrokarbon zincirinde biri 6 diğeri 7 karbondan olamak üzeri iki farklı uzunluğtaki karbon zincirinden oluşmaktadır. Bize gerekli olan en uzun zincir olduğundan 7 karbonlu olan seçilir.
2- Dallanmış grublara "Sübstitüen" denilmektedir.Hidrokarbon zinciri üzerinde bulunun karbonlar numaralandırılır. Numaralandırma yapılırken sübstitüent grubuna en yakın uçtan başlanılır.Yandaki tabloda 2a ve 2b'de gördüğümüz gibi numaralandırma yapılırken Karbon zincirinin sağından ya da solundan başlamak önemli değildir. Burada önemli olan Sübstitüent grubuna en yakın uçtan başlamaktır.
3- Alkanlardan bir hidrojenin koparılmasıyla Alkiller oluşur. Yani en bassit Alkan olan Metandan (CH) bir hidrojenin uzaklaştırşmasıyla Metil (CH), etandan (CH) bir hidrojen koparılırsa etil (CH),propandan (CH) bir hidrojenin uzaklaştırılmasıyla propil(CH) vb. oluşur. Bu Alkil grubları adlandırılma yapılırken yerleri belirtilmelidirler. Bu yüzden Alkil grubu diğer bir deyişle Sübstitüentlerin yerini belirten rakam ve isim arasına eksi(-) işareti koyularak yazılır.
4- Eğer bir Karbon zinciri üzerinde birden fazla Sübstitüent diğer bir deyişle alkil grubu varsa bunların yerleri en uzun karbon zinciri üzerinden belirlernir ve alfabetik sıralanma göz önünde bulundurularak yazılır. Yazılırken alkil grupları arasına eksi (-) işareti konularak birbirlerinden ayrı yazılır.
5- Aynı karbon üzerinde iki tane sübstitüent varsa bunların numarası iki defa kullanılır.
6- En uzun karbon zincirinin üzerinde iki veya daha fazla sübstitüent varsa bunların sayıları di-, tri-, tetra-, penta-, şeklinde belirtilerek adın önüne yazılır.
7- Eğer Karbonhidrad zinciri iki eşit uzunluktaki zincirden oluşuyorsa üzerinde en fazla sübstitüent bulunan zincir seçilir. En sonunada en uzun karbon zincirindeki alkanın adı yazılır.
8- Eğer Karbonhidrad zincirindeki ilk dallanmalar her iki ucada eşit uzaklıktaysa,numaralandırma yapılırken rakamların toplamı en az olan numaralandırma seçilir.
Alkanları yapısı |
nda bulunan hidrojen ve karbon atomları birbirlerine kovalent bağlarıyla bağlıdırlar. Bundan dolayı alkanlar polarlıkları nerdeyse yok denilecek kadar az olan moleküllerdir. Su moleküllerinde ise oksijen atomunun elektron çekme özelliği moleküldeki hidrojen atomunkinden çok yüksek olduğu için su molekülleri polarlaşma gösterirler. Suyun polarlaşmış bir molekül ve alkanların polarlaşmamış bir molekül olduğundan alkanlar suda çözülmezler.
Dallanmamış alkanlarda zincirin uzamasıyla kaynama noktasında da bir artış gözlenmektedir. Bunun yanı sıra alkanların dallanması artıkça da bunların kaynama noktasında bir azalma olmaktadır. Bunun sebebi şöyle açıklayabiliriz. Dallanmamış alkanlarda zincirin uzamasıyla alkanların kütlesi daha da önemlisi molekülün yüzey alanı artmaktadır. Bununla doğrusal olarak da van der Waals Bağlarının kuvveti artmaktadır. Bu yüzden o molekülü bir arada tutan bağları koparmak için daha fazla enerji vermek zorunda kalıyoruz bu da kaynama noktasının artması demektir.
Dallanmış alkanlarda ise dallanma sonucu molekülün yüzeyinin küçülmesiyle kendi ve komşu moleküller arasındaki van der Waals bağlarının zayıflamasına sebep olurlar ve sonuç olarak dallanmış alkan moleküllerinde kaynama noktası düşmüş olur. Dallanmamış alkanlarda zincirin uzamasıyla düzenli artan artış erime noktası için görülmemektedir.
Alkanların yoğunluk bakımından organik bileşiklerde en küçük yoğunluğa sahip moleküllerdir. Ayrıca yoğunlukları suyunkinden küçük olduğundan suda yüzerler.
İhtiyacımızın büyük bir kısmını oluşturan petrol ve doğal gaz Karbon ve Hidrojen'den oluşmaktadır diğer bir deyişle alkanlardan oluşmaktadır. Alkanlar Petrolden iki şekilde elde edilmektedir. Bunların birincisi klasik bir yöntem olan damıtma diğeride son yüzyılda kullanılan Kraking yöntemidir.
Petrol saf madde olmayan bir karışımdır. Bu yüzden içindeki maddeler çeşitli kaynama noktalarına sahiptirler. Rafinelilerde bu yöntem kullanılarak petrolden çeşitli ürünler elde edilmektedir. Bu yöntemle Petrol çeşitli sıcaklıklara kadar ısıtılarak içeriğindeki maddeler ilk etapta buharlaştırılıp ve daha sonra yoğunlaştırılarak birbirlerinden ayrıştırılır. Bununla elde edilecek bir maddenin miktarı o maddenin karışım içindeki miktarıyla sınırlıdır.
Petrol sanayisinin gelişmesiyle bazı petrol ürünlerine olan ihtiyacı artırmıştır. Bu yöntem kullanılarak petrolden ihtiyaca göre maddeler elde etme mümkündür. Katalizatörlerin ve ısının yardımıyla uzun Hidrokarbon zincirleri kırılarak daha küçük ve az dallanmış alkanlara çevrilmektedir. Bu işlem katalizatörsüzde yapılabilmektedir. Ancak katalizatörsüz yapılan işlemde düz zincirler halindeki alkanlar oluşmaktadır. Buda oktan bakımından zayıf kalmasına sebep olmakla beraber tercih edilmeyen bir işlemdir.
Menekşe (renk)
Menekşe rengi, kırmızıya çalan mavi ve maviye çalan mor renklerine denir. Adını menekşe çiçeğinden alır. Menekşe renginin dalgaboyu 420-380 nanometre civarındadır.
Menekşe renginin hex değeri "#8F00FF", RGB değeri "143, 0, 255", ve CMYK değeri "43, 100, 0, 0" dır.
Giuseppe Meazza
Giuseppe Meazza (23 Ağustos 1910, Milano – 21 Ağustos 1979) İtalyan futbolucu. İtalyan futbolcuları arasında efsanevi yeri olan Giuseppe Meazza, 1930'lu yıllarda oynadığı 361 maçta 243 gol atmıştır. Giuseppe Meazza dünya futbolunda star olarak adlandırılan ilk oyunculardan biridir. Takımdaki diğer oyunculardan ona farklı yaklaşımda bulunulması, ilk kişisel sponsoru olan futbolcu olması bu star özelliklerindendir. Ancak bugün rastlanmayacak birçok özel durum Meazza için geçerlidir. Bazı maçlara 5 dakika kala stada gelmesi ve millî takımda sigara içmesine izin verilmesi gibi.
1948-49 İstanbul Futbol Ligi sezonunda Beşiktaş'ı da çalıştırmış olan Meazza'nın adı Milano'da bulunan ve Giuseppe Meazza Stadyumu Stadı olarak da anılan stada verilmiştir. FC Internazionale Milano taraftarları bu stat için "Giuseppe Meazza" adını kullanırken, aynı stadı kullanan AC Milan tarftarları "San Siro" adını kullanır. Meazza 1929/1930 sezonunda İnter Milan ile başladığı Serie A kariyerine daha ilk sezonunda 31 gol atarak (bugün hala ilk sezon gol rekorudur) başladı. Serie A başlamadan önceki sezon iki bölümde oynanan ligde henüz 18 yaşındayken oynadığı 29 maçta 38 gol attı.
Meazza'nın futbola ilgisi 13 yaşındayken başladı. Meazza'nın oynamak istediği takım AC Milan'dı ancak kulüp, çok zayıf olduğu için Meazza'yı takıma almadı. Sokakta top oynarken bir FC Internazionale Milano antrenörünün dikkatini çekti ve kulüp ile sözleşme imzaladı. Kulüp, Meazza'yı güçlendirmek için et ağırlıklı bir beslenme programı hazırladı. İlk yıllarında defans olarak oynatılsa da Inter Milan'ın altyapı sorumlusu tarafından forvete çekildi. İlk maçı Milanese Unione Sportiva takımıyla oynanan Volta di Como kupası mücadelesi oldu. 6-2 kazandıkları maçta Meazza iki gol kaydetti.
1927-28 sezonuyla profesyonel futbola adım attı. İlk sezonunda 33 maçta forma giyme başarısını gösterdi. 11 gole imza atsa da Inter, lig yedincisi olabildi. Sonraki sezon Ambrosiana adını alan takımda iki grup halinde oynanan ligde kendi gruplarında sadece altınca olabildiler. Buna rağmen sonraki sezon kurulacak Serie A'ya katılma hakkı kazandılar. Mitropa Kupası elemelerinde ise Juventus'a elenip, Avrupa'ya çıkma şansını rakiplerine kaptırdılar. Meazza, 29 maçta 38 gol kaydederek ligin gol kralı oldu. 18 yaşındaki futbolcu Pistoiese'yi 9-1, Verona'yı ise 9-0 yendikleri maçta 5'er gol kaydetti. Venezia'yı 10-2 yendikleri maçta ise 6 gol kaydetti. 27 Nisan 1930'da Inter ve AS Roma tarihlerinde ilk kez karşı karşıya gelmişti. Inter maçı 6-0 kazanırken, Meazza üçü üç dakika içinde olmak üzere 4 gol attı.
1929-30 sezonu Serie A tarihinin ilk sezonuydu. Ambrosiana, sezon sonunda İtalya'nın ilk profesyonel lig şampiyonu oluyordu. Bu şampiyoluk da takımı 10 yıl sonra kazandığı ilk şampiyonluktu. Böylece, Ambrosiana yeniden İtalya'nın en önemli kulüpleri arasına girdi. Meazza ise 34 maçın biri dışında hepsinde oynadı ve 31 gol atarak ligin ilk gol krallığını da ele geçirdi. Genoa ile oynanan ve şampiyonluğu belirleyen maçta Meazza hat-trick yaptı ve Ambrosiana'nın maçı 3-0 kazanmasını sağladı. Ayrıca Mitropa Kupası'nda yarı final oynadılar böylece Meazza ilk kez resmi olarak yabancı takımlara karşı forma giymiş oldu. Bunun yanında 7 gol ile kupanın da gol kralıydı.
Meazza, 1940'a kadar Inter'de forma giydi. İkinci şampiyonluğunu ise ancak 1937-38 sezonunda görebildi. 1939'da ise Inter kulübü tarihindeki ilk Coppa Italia'yı kazandılar. Inter'in lig tablosunda üst sıralarda yer almasında Meazza'nın gollerinin büyük önemi vardı. 1935-36'da 25, 1937-38 sezonunda ise 20 golle gol kralı oldu. Mitrop Kupası'nda en büyük başarıları finale çıkmak olsa da Meazza, 1930 dışında 1933 ve 1936'da da turnuvanın gol kralı oldu.
Ambrosiana'nın, Ambrosiana-Inter adını aldığı 1932-33 sezonunda Juventus'un kalecisi Giampiero Combi ile bir iddiaya girdi. Combi, Meazza dahil kimsenin onu çalımlayarak gol atamayacağını iddia ediyordu. Meazza da bu iddiaya girdi. İkili ayrıca bir iddiaya daha girdi. Meazza, İtalya millî takımı antrenmanlarında Combi'ye voleyle gol atmıştı. Combi, Meazza'nın bu golü resmi bir maçta atamayacağı konusunda iddiaya girdi. Ambrosiana-Inter ve Juventus 25 Mayıs 1933'te Milano'da karşı karşıya geldiler. Meazza maçta önce voleyle bir gol kaydederken, ikinci golünü ise birkaç defans oyuncusunu sonra da kaleci Combi'yi çalımlayarak kaydetti. Golden sonra Combi yerden kalkıp Meazza'nın elini sıktı.
Yeteneğine rağmen, alkol ve kadınlara düşkünlüğü nedeniyle teknik direktörlerle problemler yaşıyordu. 1937-38 sezonunda Juventus'u evlerinde konuk ettikleri maç öncesi Meazza sahaya gelmemişti. Maça yarım saat kala, teknik direktör masör ve bir antrenörü Meazza'yı bulmaları için gönderdi. Meazza, yatakta uyurken bulunmuştu. Meazza, yüzünü bile yıkamadan sahaya götürüldü. Araba, Meazza geçirdiği aşk dolu geceyi anlatıp bir aslan gibi hissettiğini söylemişti. Stada girdiği gibi 9 numaralı formasını giyen futbolcu, Inter'in rakibini 2-1 yendiği maçta galibiyeti getiren golleri atıp maçın adamı oldu. Inter sezon sonunda Juventus'un iki puan önünde şampiyon olacaktı. O sezon Bari karşısında 9-2 kazanılan maçta 5 gol attı. Sonraki hafta ise Lucchese'ye hat-trick yaptı.
1938-39 sezonunda geçirdiği sakatlık Meazza'nın kariyerine darbe vurdu. O sezon sadece 16 lig maçında forma giyip 4 gol kaydedebilmişti. 1939-40 sezonunda kadroda yer alsa da sakatlık nedeniyle hiçbir lig maçı oynayamadı. Sezon sonunda Inter bir şampiyonluk daha kazandı.
Serie A tarihinin José Altafini ile birlikte en çok gol atan üçüncü ismi Meazza'dır. Attığı 216 gol içinde resmi olmayan 1944 ligi bulunmamaktadır. Meazza, Milano derbisinde 13 gol atarak, Andriy Şevçenko'dan sonra bu derbilerde en çok gol kaydeden ikinci isimdir.
Sakatlık nedeniyle Inter'de forma giyemeyen futbolcu, 28 Kasım 1940'da şehrin diğer takımı AC Milan'a transfer oldu. Ezeli rakip olan takımlar arasında ilk futbolcu transferi olan Meazza, günümüzde de iki kulüp arasında tartışma yaratmayan tek bağdır. Milan'ın Ambrosiana-Inter ile deplasmanda oynadığı maçta Meazza soyunma odasında ağladı yine de Milan'ın 2. golünü atıp, maçın 2-2 bitmesini sağladı. Sonraki sezon 23 maçta sadece 3 gol kaydedebildi.
1942-43 sezonunda Meazza'nın yeni durağı Juventus FC oldu. İlk maçı Torino derbisi olan Juventus FC-Torino FC mücadelesiydi. 18 Ekim 1942'de oynanan maçta Meazza kilolu ve yavaş bir görüntü sergiliyordu. 8 numaralı formasıyla oyuna dahilden kısa süre sonra kaleciyle karşı karşıya kalmasına rağmen golü kaçırdı. Juventus derbiyi 5-2 kaybetmişti. Teknik direktör, Meazza'yı forvet yerine orta sahanın ortasında oynatmaya başlayınca daha başarılı bir performans gösterdi ve 27 maçta 10 gol attı. Bu gollerin ikisini eski kulübü Ambrosiana-Inter'e kaydetmişti.
II. Dünya Savaşı'nın etkisini göstermesiyle 1943-44 sezonu iptal edildi. Meazza da Juventus'dan ayrıldı. 1944'de resmi olmayan bir lig düzenlendi. Meazza ise bu lige, Milano'ya yakın bir şehir takımı olan A.S |
. Varese 1910 ile katıldı. Yerel lig ikincisi olarak çeyrek finallere çıksalar da gerisi gelmedi. Meazza 20 maçta 7 gol kaydetti. 1945-46'da Serie A yeniden kuruldu. Meazza ise Atalanta BC forması giydi. Ortalarda yer aldığı sezonda 14 maçta 2 gol kaydetti.
Meazza 1946'da futbolu bırakmıştı ama eski takımı Inter kötü bir sezon geçiriyordu. 1946-47 sezonunun ikinci yarısında takımda oyuncu-menajer olarak görev almayı kabul etti. Meazza, Inter'i düşmekten kurtarıp 10. yaparken 17 maçta da 2 gol kaydetti.
Meazza, İtalya millî futbol takımı ile ilk maçında 9 Şubat 1930'da Roma'da oynanan İsviçre maçıyla çıktı. 19 yaşındaki Meazza, 19 dakikada 2-0 geriye düşen takımına 37. ve 39. dakikalarda attığı gollerle destek oldu ve İtalya'nın maçı 4-2 kazanmasını sağladı. İkinci maçında ise Frankurt'ta oynanan Almanya maçındaki 2-0 galibiyetin gollerinden birini attı. 11 Mayıs 1930'da İtalya'nın ünlü Macaristan takımı 5-0 yendikleri maçta hat-trick yaptı. Bu maç Avrupa Futbol Şampiyonası'nın öncülerinden olan Dr. Gerö Kupası maçıydı. Bu maç sonunda İtalya, bu kupanın ilk sahibi oldu. 25 Ocak 1951'de Fransa'yı 5-0 yendikleri maçta da aynı şekilde bir hat-trick yaptı.
22 Şubat 1931'de yeni Dr. Gerö Kupası başlamıştı. İtalya'nın ilk rakibi tarihleri boyunca yenemedikleri Avusturya'ydı. 4. dakikada geriye düşseler de daha sonra Meazza, bir atakta kaleye doğru top sürerken bir anda topu durdurarak ona doğru koşan iki defans oyuncusunun birbirine çarpmasını sağladı. Ceza sahasına girmeden iki defans oyuncusunu çalımlayıp, kaleciyi de yatırıp çalımladı ve beraberlik golünü kaydetti. O maçı İtalya 2-1 kazandı. Ancak yine de kupayı Avusturya'ya kaybedip ikinci oldular.
Meazza, takımdaki ilk 15 maçında forvet oynasa da 1 Ocak 1933'te Bologna'da Almanya'yı 3-1 yendikleri maçta teknik direktör Vittorio Pozzo tarafından sağ kanatta oynatıldı ve başarılı oldu. Meazza, daha sonra gerektiğinde sol kanatta da şans buldu.
1934 Dünya Kupası sonrası ilk oynanan maç şampiyon İtalya ve federasyon turnuvadan çekildiği için kupaya katılmayan İngiltere arasında olmuştu. Maç çok sert başlamıştı. İtalyan Luis Monti daha ikinci dakikada ayağını kırıp oyundan çıkmıştı. Oyuncu değiştirme kuralı olmadığı için İtalya oyuna 10 kişi devam etti. Ancak bu olay, maçı çok sert hale getirmişti. İlk yarı bittiğinde İngiltere 3-0 öndeydi. Ağır yağmur altındaki kinci yarıda Meazza 58 ve 62. dakikalarda iki gol attı. Maçın geri kalanında da çok etkili oynayan Meazza'nın bir topu direkten döndü. Çoğunu ise son kez millî formayı giyen kaleci Frank Moss'u geçemedi. İtalya maçı kazanamasa da "Highbury Savaşı" adı verilen maçta "Highbury aslanları" lakabını kazandı.
9 Aralık 1934'te Macaristan karşısında 29 maçta 25 gole ulaştı ve millî takımın en golcü ismi olma rekorunu Adolfo Baloncieri ile paylaştı. Fransa ile oynanan bir sonraki maçta ise 2 gol atarak, bu rekoru ele geçirdi. 1935'te Dr. Gerö Kupası'nın bir kez daha sahibi oldular.
Meazza son maçına, ilk maçında 9 yıl sonra, 20 Temmuz 1939'da Helsinki'de oynanan Finlandiya maçında çıktı. Kaptan olarak sahaya çıkan Meazza'lı İtalya maçı 3-2 kazandı. Meazza toplamda 53 kez millî formayı giydi ve 33 gol kaybetti. Oynadığı maçlarda yalnızca 6 kez mağlubiyet yüzü gördü. Meazza, 1938'de Dünya Kupası tarihinde ilk kez ev sahibi olmayıp turnuvayı kazanan ekip olan İtalya'nın kaptanlığını yaptı. Giovanni Ferrari, Guido Masetti ve Eraldo Monzeglio ile birlikte arka arkaya iki Dünya Kupası kazanan ilk futbolcular oldu. Bu dörtlü ayrıca halen bu rekora sahip tek Avrupalılar'dır.
Meazza, attığı 26. golü ile 1935'te İtalya millî takımının en golcü ismi olmuştu. Meazza toplamda 33 gol kaydetti. Bu rekoru 29 Eylül 1973'te Luigi Riva tarafından kırıldı. Riva, kariyeri boyunca 35 gol kaydetmişti. Ancak Meazza, gol krallığını en uzun süre elinde tutan futbolcu rekorunu elinde tutmaktadır. Ancak 21 Ocak 2012'ye kadar herhangi bir İtalyan futbolcu tarafından bu rekor kırılmazsa, Riva Meazza'nın bir diğer rekorunu da ele geçirecektir. Riva'nın rekor kırması sonrası Meazza'ya bu konu sorulduğunda, kendi attığı gollerin daha değerli olduğunu söylemiştir.
İtalya'da düzenlenen 1934 FIFA Dünya Kupası'nda Meazza, tüm maçlarda İtalya formasını giydi. 25 Mart 1934'te Yunanistan ile Milano'da oynanan eleme maçında İtalya 4-0 galibiyet alırken iki golü Meazza attı. 27 Mayıs'ta kupanın açılış maçı olan ABD maçında 89. dakikada gol atarak 7-1'lik galibiyette pay sahibi oldu. 1-1 biten İspanya maçında gol atamasa da ona yapılan bir faul sonrası başlayan atakta İtalya beraberlik golünü buldu. Meazza maçta bir çarpışma sonucu sakatlık da geçirmişti. Berabere biten maç 1 Haziran'da tekrarlandı. 11. dakikada kornerden gelen topu Meazza gole çevirdi. İtalya bu gol ile maçı 1-0 kazandı.
Yarı final maçı dönemin efsane takımı Avusturya'yladı. Meazza'nın kaleciden dönen bir topunu tamamlayan Enrique Guaita'nın attığı golle İtalya maçı 1-0 kazandı ve finale çıktı. Roma'da Çekoslovakya ile karşılaşan İtalya'da Meazza sert faullere maruz kalıyordu. Finalde Meazza rakibi Rudolf Krcil'in karaciğerine doğru yumruk atsa da hakem tarafından kart görmedi. Maçın 90 dakikası 1-1 sona erdi. Meazza'nın sakat sakat oynaması İtalya için bir fırsat yaratmıştı çünkü defans onun üstüne çok düşmüyordu. Ancak Meazza'nın da dahil olduğu bir atak sonucu Angelo Schiavio golü buldu ve İtalya kupayı 2-1 kazandı. Meazza, turnuvanın en iyi 11'ine seçilip, Altın Top ödülünü kazandı.
Fransa'da düzenlenen 1938 FIFA Dünya Kupası'nda İtalya'nın kaptanlığını Meazza yapıyordu. Meazza yine bütün maçlarda forma giymişti. Bu kupada İtalyanların üstünde ekstradan bir baskı vardı çünkü diktatör Benito Mussolini, Meazza'ya "Kazanın ya da ölün" yazan bir telgraf yollamıştı.
İtalya önceki turnuvanın şampiyonları oldukları için eleme oynamadan turnuvaya katıldılar. İlk turda rakipleri Norveç'ti. İtalya'nın en zorlandığı maç olan Norveç maçı uzatmalarda atılan golle 2-1 kazanıldı. Meazza, teknik direktör Pozzo'dan takımın bir gece izin almasını sağladı. Turnuva için günlerdir çalışan takımın dinlenmeye ihtiyacı olduğunu gören Pozzo bu öneriyi kabul etti. Meazza, o geceyi iki Fransız güzel ile geçirmişti.
İtalya çeyrek finalde Fransa'yı 2-1 yendi. Brazilya ile oynanan yarı final maçın turnuvanın en önemli anlarından birine şahitlik etti. İtalya'nın 1-0 önde götürdüğü maçta İtalya bir penaltı kazandı. Meazza, Brazilya'nın penaltı kurtarmasıyla meşhur kalecisi Walter'ın karşısındaydı. Penaltıyı kullanmak için gerilen Meazza'nın şortunun lastiği, maç boyunca rakip defansın çekmesi nedeniyle düştü. Meazza ise soğukkanlı davranarak tek eliyle şortunu tutup şutunu çekti. Hala gülmekte olan kaleci ne olduğunu şaşırdı ve golü yedi. Meazza'nın sevinci yeni bir şort bulunana kadar devam ettirildi. Maçı İtalya 2-1 kazanıp finale çıktı. Bu penaltı golü ise Meazza'nın millî formayla attığı son gol oldu.
Finalde İtalyanlar, Avusturya'nın oyun biçimini benimsemiş Macaristan ile karşılaştılar. Fransız sporseverler İtalya'ya elendikleri için Macaristan'ı destekliyorlardı. İtalya ilk yarıyı 3-1 önde kaparken iki asist Meazza'dan gelmişti. İtalya maçı 4-2 kazanıp bir kez daha Dünya Kupası'nı müzesine götürdü.
1946'da Inter Milan teknik direktörü Carlo Carcano yönetiminde çok kötü sonuçlar alıp, düşme potasına girmişti. 1947'de takım, Meazza'yı futbolcu-menajer olarak renklerine bağladı. Meazza, takımı Nino Nutrizio ile birlikte yönetti. Son maçlara kadar düşme potasında olan takımı düşmekten kurtarıp, onuncu yaptılar. Sonraki sezon futbolculuğu bıraktı ancak teknik adam olarak görevine devam etti. İlk kez tek başına takım yöneten Meazza, futbolcularla gerekli iletişimi sağlayamadı. Ayrıca takım golcü isim Bruno Quaresima üzerine kurulmuştu ancak futbolcu sakatlıkları yüzünden ikinci arı etkili olamayınca ilk yarıda iyi giden işler tersine döndü. 25 maç takımı yöneten Meazza görevden ayrıldı ve yerine ise eski teknik adamları Carlo Carcano getirildi.
1955-56 sezonunda Inter Milan'a geri döndü. Yeni başkanları Moretti, takımın başına Aldo Campatelli'yi getirmişti ancak 11 maçta 5 galibiyet ve 5 mağlubiyet alınca, Meazza'yı takımın başına çağırdı. Meazza, takımı toparlamayı başardı. 23 maçta 11 galibiyet 6 beraberlik 6 mağlubiyet alıp, lig üçüncüsü oldular. Ligin önemli takımlarından Sampdoria'yı 7-1 yenmeyi de başardılar. 1955'te düzenlenmeye başlanan Fuar Şehirleri Kupası'nde iki maçta sahaya çıktı ve 1 galibiyet 1 beraberlik aldı.
1956-57 sezonuna ise Luigi Ferrero ve Annibale Frossi ikilisi ile başlamışlardı. Ancak 23 maçta görev yapan ikili 8 galibiyet 11 beraberlik 4 mağlubiyet alıp liderlik yarışından kopmuştu. Meazza, yine takımın kurtarıcısı olarak başa getirildi. Inter Meazza döneminde hiçbir deplasman maçını kazanamadı. İlk maçlarda ortalama sonuçlar alan takım, 5 maç üst üste mağlup oldu. Son maçta Sampdoria'yı 6-1 yenmeleri takımın beşinciliğini değiştiremedi. Meazza ayrıca ilk iki maçını oynattığı Fuar Şehirleri Kupası'nın devamında iki maç daha oynattı ancak gruptan çıkan takımı belirleyecek Birmingham City FC maçını kaybedince elendiler. Bu Meazza'nın son teknik direktörlük macerası oldu.
1945-46 sezonunda Atalanta'da oynarken, teknik direktör Nehadoma'nın kovulması ile birlikte 1946'da kısa bir süre menajer-futbolcu olarak görev yaptı. Birkaç maç sonra Luis Monti ile anlaşması ile futbolculuğa geri döndü.
1949'da Meazza, ilk kez ülke dışında görev yaparak Beşiktaş'nın başına geçti. Ocak 1949'da Beşiktaş'ın başına geçen Meazza, takımda 5 ay görev yaptı. Türkiye'de o sezon Doğu Akdeniz Oyunları nedeniyle Millî Küme düzenlenmemişti. İstanbul Ligi ise devam etmekteydi. Meazza'lı Beşiktaş, şampiyonluk iddiasını sonuna kadar sürdürse de Galatasaray'ın 2 puan ardından İstanbul ikincisi oldular. Teknik adam Beşiktaş'ta çok durmasa da Beşiktaş'ta yönettiği Şükrü Gülesin'in SS Lazio'ya, Bülent Aziz Esel'in ise SPAL takımına transferini sağladı.
1949'da İtalyan ekip Pro Patria'yı yönetti. Serie A'da oynayan takım ile sırasıyla onbirinci ve onuncu oldu. 1952'de ise teknik sorumlu Carlino Beretta taraf |
ından İtalya millî takımının başına getirildi. 1952 Yaz Olimpiyatları'nda takımı hazırladı. İlk turda kolay rakipleri ABD'yi 8-0 yendiler. İkinci turda ise rakipleri Sándor Kocsis ve Ferenc Puskás'lı Macaristan oldu. İtalya, turnuvada altın madalyayı alacak Macar ekibine 3-0 yenilerek elendi. Olimpiyatlar sonrası Dr. Gerö Kupası maçlarına da çıkan Meazza 3 maçta 1 mağlubiyet alınca Beretta ile birlikte görevine son verildi. Meazza toplamda 8 maçta İtalya'yı yönetip sadece 2 galibiyet alabildi.
Pembe
Pembe, kırmızı ve beyaz renklerin karıştırılmasından oluşan bir renktir.
Pembe renginin hex değeri "#FFCBDB", RGB değeri "255, 203, 219" ve CMYK değeri "0, 63, 52, 0" dır.
Farsça pamuk, pamuk çiçeği anlamındaki "penbe" ünsüz benzeşmesiyle (n-m değişimi) pembe biçimini almıştır.
Yaşar Nabi Nayır
Yaşar Nabi Nayır (25 Aralık 1908, Üsküp - 15 Mart 1981, İstanbul), Türk şair, yazar ve yayıncı.
Varlık dergisini ve Varlık Yayınevi'ni kuran edebiyatçıdır. Yedi Meşale Topluluğu'nun kurucularındandır. Şiirin yanı sıra öykü, roman, oyun, deneme türünde eserleri ve çevirileri vardır. Ancak Türk edebiyatına yaptığı en büyük katkı, 15 Temmuz 1933'ten itibaren 48 yıl boyunca hiç aksatmadan yayımladığı Varlık Dergisi'dir. Bu dergi, Türk edebiyatına birçok yeni yazar kazandırmıştır. Takma adı 'Muzaffer Reşit ' dir
25 Aralık 1908'de Üsküp'te doğdu. Öğrenimine Üsküp Mahalle Mektebi'nde başladı; Balkan Savaşı dolayısıyla annesiyle zaman zaman İstanbul'a gidip gelmeleri nedeniyle, ilk öğrenimini bu iki kentte sürdürdü. Ailesi, 1924'te kesin olarak İstanbul'a yerleşti. 1929'da Galatasaray Lisesi'nden mezun oldu.
Bir süre Ziraat ve Merkez Bankalarında çalışan Yaşar Nabi, 1934-1940 yılları arasında Hakimiyet-i Milliye Gazetesi'nde çevirmen ve yazar olarak görev yaptı. Daha sonraki yıllarda Türk Dil Kurumu'nda (1940-1943), Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu'nda (1943-1946) çalıştı.
Yaşar Nabi Bey, 15 Temmuz 1933'te Ankara'da Varlık Dergisi'ni yayımlamaya başladı. Dergiyi 1946'da İstanbul'a naklettikten sonra kendisini tümüyle yayıncılığa verdi; Varlık Yayınevi'ni kurarak binden fazla kitap yayımladı. Ayrıca 1966-1969 arasında dünya edebiyatından örnekler veren Cep Dergisi'ni 29 sayı çıkardı.
Uuslararası P.E.N Yazarlar Derneği'nin Türkiye Başkanlığını da yapan Nayır'a, Türk kültür yaşamına yaptığı katkılardan ötürü Kültür Bakanlığı 1979 yılında Büyük Ödül vermiştir.
Evli ve iki çocuk sahibi Yaşar Nabi Nayır, ölümüne kadar P.E.N Yazarlar Derneği'nin Türkiye başkanlığı görevini sürdürdü. 1981 yılında İstanbul'da hayatını kaybetti.
Ölümünden sonra derginin yönetimini kızı çevirmen Filiz Nayır Deniztekin üstlendi. Ölümünün birinci yıldönümünde değerlendirme, inceleme yazılarının yeraldığı "Yaşar Nabi'ye Saygı" adlı bir yapıt çıkarılmıştır. Her yıl, Varlık Dergisi'nin kuruluş yıldönümü olan 15 Temmuz'da 30 yaş altındaki şair ve yazarlara Yaşar Nabi Nayır anısına şiir ve öykü dalında ödül verilmektedir.
Yaşar Nabi, yazın alanına şiirle girmişti. İlk şiirleri lise öğretmeni Ahmet Halit Yaşaroğlu'nun özendirmesiyle, onun çıkardığı "Çocuk Dünyası" dergisinde yayımlandı. Edebi bir nitelik kazanan şiirleri 1926'da Servet-i Fünun'da yayımlandı. Yeni Kitap (1927-1928), Hayat (1928), Muhit (1932-1933), Çığır (1933), Ülkü (1933) gibi yazın dergilerinde de yazan şair, 1928'de altı arkadaşıyla birlikte (Cevdet Kudret, Ziya Osman Saba, Vasfi Mahir Kocatürk, Sabri Esat Siyavuşgil, Muammer Lütfi ve Kenan Hulusi Koray) Yedi Meşale adlı bir seçme şiirler kitabı çıkardı (1928) ve bu ortak çalışma kısa süren Yedi Meşaleciler hareketini doğurdu.
Yaşar Nabi, zamanla şiirden tümüyle koptu; öykü, roman, oyun, deneme, eleştiri, gezi notu gibi çeşitli yazın dallarında kalem oynattı. Panait Istrati ve Balzac'tan romanlar çevirmiştir.
Dost mektupları
Şeref Görkey
Şeref Görkey (3 Aralık 1914, İstanbul - 10 Kasım 2004, İstanbul), Beşiktaş'ın unutulmaz millî futbolcularından, teknik direktör. Beşiktaş kulübü tarafından her sene ölüm yıl dönümünde kabrinde anılmaktadır.
Şeref Görkey, Nişantaşı'nda başladığı futbola 16 yaşındayken girdiği Beşiktaş'ta devam etti. Hayatı boyunca teknik direktörlükten, Divan Kurulu Üyeliği'ne kadar her kadamede görev yaptı. Futbol hayatı boyunca 320 gol attı. Bunların 99 tanesini voleyle attığı için "Voleci Şeref" olarak anıldı. Duran topların fileye gitmesini gol olarak görmediği için hiç penaltı kullanmadı.
İlk resmi maçını İstanbulspor'a karşı oynadı. 20 sezon boyunca aralıksız Beşiktaş'ta oynadı ve hep 10 numara giydi. Futbolu da 10 numara olarak bıraktı. Görkey, derbilerin de unutulmaz golcüsüydü. Galatasaray'a 30, Fenerbahçe'ye 13 kez gol atarak, Hakkı Yeten'in ardından derbilere damgasını vurmayı başardı.
Beşiktaş futbol tarihinde, 18'i resmi olmak üzere, tam 22 şampiyonlukta imzası olan Görkey, o dönemlerde savaşlar nedeniyle millî maçların azlığından sadece 1 kez A Millî formayı giyebildi. 12 Temmuz 1936 tarihinde Yugoslavya ile oynanan ve 3-3 biten o maçta da, takımın ilk golünü kaydetti. 1936 Yaz Olimpiyatları'na katılan kadroda yer aldı ancak orada oynanan tek maçta forma giymedi.
Futbolu bıraktıktan sonra 1952'de Adalet'i çalıştırmaya başladı. 1954'e kadar bu takımda ligde orta sıralarda yer aldı. 1955'te Beykoz'un başına geçti. 1957'de Türkiye 21 yaş altı millî futbol takımının da başına geçti. Aynı yıl Beykoz'dan ayrıldı. Kısa bir süre süre geri dönse de daha sonra yine istifa etti. 1958'in başında eski takımı Adalet'e geri döndü. Ancak iki ay sonra oradan da istifa etti.
1959'da Türkiye amatör millî futbol takımı teknik direktörü oldu. Akdeniz Oyunları'nda takımın başında yer aldı. 1960 Yaz Olimpiyatları'nda Amatör Milli'ler ile Türkiye'yi temsil etti. 3 maçta 1 beraberlik alarak bir üst tura çıkamadı. Olimpiyatlardan sonra tekrar ümit millî hocası oldu.
1960'ın sonlarında ise uzun süre formasını giydiği Beşiktaş'ın menajerliğine geldi. Sandro Puppo ile beraber çalışan Görkey, Puppo'nun hastalığı zamanında takımı yönetti. Sezon sonunda lig 3.sü oldular.
1962'de Görkey, tekrar Beykoz'u çalıştırdı. Aynı yıl Türkiye millî futbol takımının başına getirildi. 10 Ekim 1962'de Etiyopya ile oynanan hazırlık maçını 3-0 kazandılar. Bu Görkey'in ilk ve tek millî takım maçı oldu. 1962-63 sezonunun sonunda Vefa Spor Kulübü'nü çalıştırdı; ancak sezon sonu ligden düştüler. 1964-65 sezonunda bir kez daha Beykoz'un teknik direktörlüğünü yaptı. 1969'a kadar millî takımın alt kademelerinde görev yapan Görkey, 1969'da yeniden Beşiktaş menajeri oldu. 1972'de kısa bir süre İstanbulspor'u çalıştırdı.
Şeref Görkey yaşayan en eski ve önemli futbolculardan biri olarak 2003 yılında yapılan Beşiktaş'ın 100. yıl meşalesini yakan futbolculardan biri oldu. 10 Kasım 2004'te hayatını kaybetmiş ve Zincirlikuyu Mezarlığına defnedilmiştir.
NOT:"Ev sahibi olarak Türkiye baz alınmıştır."
Dadaloğlu
Dadaloğlu, "(gerçek adı: Veli)" Osmanlı Devleti'nin Anadolu Türkmenlerini iskan politikasına tepki olarak tanınmış bir Halk ozanıdır. 18. yüzyılın son çeyreğinde Kayseri'nin Tomarza ilçesinde doğup 19. yüzyılın ortalarında öldüğü bilinmektedir. Doğum ve ölüm tarihleri hakkında kesin bilgi yoktur.
Osmanlı İmparatorluğu'nda iki ayrı edebiyat çeşidi vardı. Halk edebiyatı ve divan edebiyatı Osmanlı Türkçesi, Farsça ve Arapça kelimelerin harmanlanmış hali ile yazılıyordu. Bu dil, günlük konuşmada kullanılmıyordu ve nüfusun çoğu için anlaşılabilir değildi. Folklor edebiyatının bilinen en yaygın türü "koşma" adlı şiir türüdür. Koşma şiir türünün özel bir ezgiyle söylenine ise "Varsağı" denirdi.
Dadaloğlu güney Anadolu'da (Nur Dağları ve muhtemelen Toros Dağları) dağlık bölgelerde yaşıyordu. Diğer adı Veli idi. Bu isim şairlerin kullandığı mahlas (takma ismi) ismiydi. Oğuzların Avşar boyundandı. Osmanlı Devleti'nin konar-göçer Avşar, Karsantı, Sırkıntı, Bozdoğan, Kırıntı, Berber, Menemenci gibi Türkmen aşiretlerini yerleşik hayata geçirmek için verdiği uğraş, yer yer başkaldırılara ve çatışmalara neden olmuştur. Dadaloğlu'nun şiirleri, yerleşik hayata geçmek istemeyen Türkmen aşiretlerinin sesi ve sözlü tarihi sayılabilir. Bu itirazlardan dolayı Osmanlı Avşarlara tarım arazileri verdi. Ama o yine de kabile üyelerinin en geleneksel göçebe yaşam tarzını tercih ve Osmanlı yüksek komutanı karşı mücadele etti.
Dadaloğlu mücadelesini şiirlerinede yansıtmış, halkının duygularını ve tepkilerini konu almıştı. Bunun için şu sözleri söylemiştir;
"Ferman padişahınsa, Dağlar bizimdir..."
Mücadelenin sonunda, nihayet Osmanlı hükümeti halkı yerleşik yaşamaya ikna etti. Yeni yerleşkeler İç Anadolu'da, eski alanın kuzeyinde oldu. Dadaloğlu Sivas'ın Şarkışla ilçesinin Kavaklıpınar köyünde ölmüştür.
Erymna
Erymna, Antalya ilinin Ormana Köyüyle Ürünlü Köyü arasında bir tepe üzerinde bulunan antik kent.
Erymna, Pamfilya ya da Pisidya'da, Akseki'nin 18 km batısındadır. Yeri, hem isminin sürekliliği (Hierokles ve Notitiae'deki Orymna), hem de burada bulunan bir yazıt tarafından ispatlanmıştır.
Erymna'nın daha önceki zamanlarda Strabo (570)'nun bahsettiği Katenneis kabilesinin bir üyesi olmuş olduğu sanılıyor. Daha sonra normal Yunan yapısına sahip bağımsız bir şehir haline gelmiş, ancak hiçbir zaman kendi parasını basmamıştı.
Mevcut kalıntılar çok sınırlıdır. Akropol tepesi sivridir, ancak yüksek değildir; eteklerinde çok büyük taşlardan inşa edilmiş sütunlu bir binanın temelleri vardır. Bunun dışında köyde sadece bir lahit ile buranın kimliğini saptayan yazıtı da içeren çeşitli mimari taşlar vardır.Burada kente ait çeşitli kule ve kale kalıntıları dikkat çekicidir.
Akhisar
Akhisar (Latince: Thyateira, Osmanlıca: آقحصار), Türkiye'nin Ege Bölgesi'nde bulunan Manisa iline bağlı ve 170.000'lik nüfusuyla Manisa'nın il merkezi dışında nüfusu en yoğun olan ilçelerinden biridir.
Manisa ilinin kuzeybatısında bulunan ilçenin yüzölçümü 1754 km²dir. İlçenin en önemli geçim kaynağı tarımdır. Özellikle zeytin ve üzüm tarımı en çok yapılan tarımsal faaliyetlerdendir. Akhisar'ın diğer önemli geçim ve istihdam kaynağı ise organize sanayidir. Özelli |
kle son dönemde ilçede hızlı bir gelişme gösteren organize sanayi bölgesi Akhisar başta olmak üzere çevre ilçelere de pek çok istihdam alanı yaratmıştır. Ayrıca ilçenin futbol takımı Akhisar Belediyespor Süper Lig'te mücadele etmektedir.
Akhisar ve çevresinde, yerleşik hayatı geçilen Neolitik Çağ'dan itibaren yerleşimlerin oluştuğu yapılan araştırmalar ve kazılar ile kesinleşmiştir. Bu ilk yerleşim birimlerinin tarımsal olarak kullanılan köyler olduğu düşünülmektedir. Günümüzde, höyük adı verilen bu eski yerleşim alanlarından başlıcaları Moralılar Höyüğü, Hastane Höyüğü, Kennez Höyüğü, Dağdeviren Höyüğü, Çamönü Höyüğü ve prehistorik idol-kap atölyesinin bulunduğu Kulaksızlar'dır. Bu höyükler arasından Hastane Höyüğü, günümüzde kazı çalışmalarının devam ettiği ilçe merkezinde bulunan bir alandır. Diğer höyüklerin birçoğu günümüzde üzerinde tarım yapılan alanlara dönüşmüşlerdir.
Akhisar'ın tarihi MÖ 3000'li yıllarda İskitler ile birlikte akınlar gerçekleştiren Amazonlar'ın bir kolu Lidya'ya kadar uzanıyordu. Akhisar da bu güzergahtaki karargahlardan biri olmuştur. Akhisar M.Ö. 24 yılında büyük bir deprem sonucu yıkılana kadar Amazon komutanlarından Thyateira'nnn adıyla anılmaktaydı. Thyateira kuruluşundan sonra Helen Rumları tarafından "Pelopia", "Polonya", "Ohipko", "Semiramis" gibi isimlerle anıldı. Akhisar, tarih boyunca Hititler, Akadlar, Lidyalılar, Roma İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu, Saruhanlılar ve Osmanlı İmparatorluğu'nun yönetiminde kalmıştır.
Lidyalılar döneminde önemli bir konuma sahip olan Akhisar, Senatosuyla, kalabalık ve zengin nüfusuyla dönemin en önemli şehirleri arasında yer almıştır. Bizans İmparatoru I. Konstantin tarafından Gölmarmara'ya sürülen "Tyeder", Akhisar'a beyaz taşlardan bir kale inşa ettirmiştir. Bu kalenin inşasının ardından şehrin ismi "Beyaz Kale" anlamına gelen Aspro Kastro oldu.
Kent, 1308 yılında Anadolu Selçuklu Devleti'nin dağılması ile başlayan Anadolu beylikleri döneminde, Saruhan bey'in 1313 yılında Manisa‘yı Bizanslılardan alıp, Saruhanoğulları Beyliği'ni kurması ile bu beyliğin hakimiyetine girmiştir. Şehir, önceleri Thyateira diye anılırken, bu dönemde "Akhisar" adını almıştır.
Saruhanoğulları Beyliği'nin 1412 yılında Osmanlı Devleti hakimiyetine girmesinden itibaren de Saruhan Sancağı'nın bir parçası olmuştur.
Akhisar'ın I. Dünya Savaşı öncesi nüfusu yaklaşık 12.000 kişidir ve bu nüfusun yaklaşık %75'ini Türkler oluştururken geri kalan %25'lik dilimin büyük çoğunluğu Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler oluştururdu.
Bazı kaynaklar, 26 Ağustos'ta başlayan Büyük Taarruz harekâtı sonucu Türk ordusunun Akhisar'a girerek 7 bin Rum'un öldürülmesiyle ilçedeki tüm Hristiyan nüfusunun da yok olduğunu iddia etmektedir.
Akhisar, 2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı kanun ile 2014 Türkiye yerel seçimlerinin ardından Manisa'nın büyükşehir olması ile birlikte, ilçe belediye sınırları Manisa Büyükşehir Belediyesi mülki sınırlarına dahil oldu.
2014 yılına kadar ilçeye bağlı 9 kasaba ve 86 köy, ilçe merkezinde 14, kasabalarda 20 olmak üzere 34 mahalle muhtarlığı bulunuyordu. 2012'de Meclis Genel Kurulunda kabul edilen 6360 sayılı yasa ile 2014 Türkiye yerel seçimlerinden itibaren ilçenin sınırları genişlemiş ve toplamda 109 mahalle sayısına ulaşmıştır.
Akhisar'da kaymakamlık ve Bakanlıkların Taşra teşkilatı olan İlçe Müdürlüklerinin tamamı ve İlçe Özel İdare Müdürlüğü'de bulunmaktadır. İlçede Orman İşletme Müdürlüğü, Kadastro Müdürlüğü, Meteoroloji İstasyon Müdürlüğü, Askerlik Şubesi Başkanlığı gibi çevre yerleşim birimlerine de hizmet veren bölge veya işletme düzeyinde teşkilatlanan birimlerde bulunmaktadır.
İlçe adli yönden ağır ceza merkezidir ve şehirde "A3 Tipi Kapalı/Açık Ceza İnfaz Kurumu" bulunmaktadır. Akhisar'da biri aktif olarak kullanılmak üzere 2 adet Askeri Havalimanı bulunmaktadır. Kentteki Garnizon Komutanlığı ise Albay düzeyindeki Hava Meydan Komutanı tarafından yönetilmektedir. Akhisar Hava Meydan Komutanlığı NATO/CAOC-6 karargahına ev sahipliği yapan Muharip Hava Kuvveti ve Hava Füze Savunma Komutanlığı'na bağlı yedek hava meydanı olarak kullanılan bir havalimanıdır. Albay düzeyindeki komuta kademesi ile birlikte ağırlıklı olarak teknik personel olmak üzere 500 civarında askeri personel, er ve erbaş görev yapmaktadır.
Akhisar 38° K 27° D koordinatlarında yer alır. İlçe merkezinin deniz seviyesinden yüksekliği 94 metredir. En yüksek noktasını 1280 metre ile Görenez Dağı, en alçak noktasını ise 60 metre ile ilçenin kuzeydoğusundaki Kum Çayı boğazının taban kısmı oluşturur.
Alçak ve az eğimli Neojen arazisinin büyük bir kısmında doğal bitki örtüsü ortadan kaldırılmıştır ve buraları tarım alanları olarak kullanılmaktadır. Doğal bitki örtüsünün görüldüğü alanlar ise nispeten yüksek ve eğimli alanlara tekabül eder. Akhisar Ovasının yüksek kesimlerinde kızılçam, karaçam, kermez meşesi, katran ardıcı, tespih ağacı, akçakesme, laden, ağaç fundası gibi bodur maki elemanlarıyla graminelerden oluşur.
Akhisar, Batı Anadolu Fay Hattı üzerinde kurulmuş bir ilçedir. Bu sebeple ilçede sık sık depremler meydana gelmekle birlikte can kaybına neden olacak ölçekte bir deprem şimdiye kadar kayıtlara girmemiştir. İlçede orta ölçekli ve hasara neden olan en son deprem, 12 Eylül 2016'da meydana gelmiştir. 5.0 ölçeğindeki bu depremde 15'i ağır olmak üzere 50 bina hasar görmüştür.
Akhisar'da, yazları sıcak ve kurak, kışların ılık ve yağışlı olduğu, kar yağışlarının ve don olaylarının fazla görülmediği bir Akdeniz İklimi hüküm sürer. İlçede, yıllık ortalama sıcaklık 16 derecedir ve günümüze kadar ölçülen en yüksek sıcaklık 45 derece, en düşük sıcaklık ise -14 derecedir.
"Akhisar", İzmir Limanına 92 km, Adnan Menderes Havalimanı’na 110 km uzaklıktadır. Kent İstanbul-İzmir karayolu üzerinde İzmir'den 80, Bandırma'dan 190, İstanbul'dan da 470 kilometre uzaklıktadır. Aynı zamanda Bandırma-İzmir ve Ankara-İzmir demir yolları üzerindedir. "Akhisar" çevresindeki ilçeleri birbirine bağlayarak bölgede kavşak konumundadır.
İlçenin ekonomik faaliyetleri tarım ve sanayi olmak üzere iki ana başlığa ayrılmaktadır.
İlçenin 1980'lere kadarki en önemli tarımsal faaliyeti tütün üreticiliği iken bu durum 1990'ların başında zeytin üreticiliğine kaymıştır. Akhisar günümüzde zeytin üretimi açısından ilçe sınırları içerisinde barındırdığı 12 milyon zeytin ağacı ile Türkiye’nin en büyük zeytin ve zeytinyağı üreticisi konumundadır. Ayrıca ilçe kırsalında özellikle sultani üzüm üretimi de son dönemde yaygınlaşmıştır.
Akhisar Organize Sanayi Bölgesi, Manisa Valisi Başkanlığındaki İl Özel İdaresinin %34, Akhisar Belediyesinin %33, Akhisar Ticaret ve Sanayi Odasının %33 katılımı ile toplamda 292 hektarlık alanda oluşturulmuştur. Bölge, 1.914.553 m² alana sahip 77 adet sanayi parselinden oluşmaktadır. Sadece Akhisar'a istihdam sağlamak ile kalmayan bölge, çevre ilçe ve beldelere de istihdam sağlamaktadır.
5 asırdır geleneksel olarak kutlanan Akhisar'a özgü bir bahar bayramıdır. 15. yüzyılda yaşadığı varsayılan bir Akhisar’lı olan Şeyh İsa'nın, eğitimini tamamlayıp şehre geri döneceği zaman Akhisar halkının bölgede bulunan Çağlak bölgesinde onu karşılamak için 17 gün beklemesi ile başlamıştır. Bekleme süresince halk kazanlarla yemekler yapmış, cirit, at yarıştırma, güreş gibi oyunlar oynayarak vakit geçirmiş ve bir şenlik halini almıştır. O dönemde halk tarafından benimsenen bu şenlik her yıl benzer tarihlerde tekrarlanarak günümüze kadar ulaşmıştır. Çağlak Festivali, Anadolu kültüründe önemli yeri olan Hıdrellez, Nevruz gibi gelenekler ile büyük benzerlik göstermektedir.
Günümüzde festival, Akhisar Belediyesi'nin önderliğinde Mayıs ayı içerisinde gerçekleştirilmektedir. Festivalin ilk günü, Şeyh İsa'nın mezarı başında bir anma, ardından da Çağlak mesire alanında düzenlenen cirit ve güreş müsabakları ile başlar. Festival süresince Akhisar Gölet Park içerisinde çeşitli yerel ve ulusal firmalar tanıtım stantları açarken, kültürel alanda da çeşitli oyun ve spor karşılaşmaları, konserler, imza günleri gibi etkinlikler düzenlenir.
Türkiye’nin 12 milyon zeytin ağacı ile en büyük zeytin ve zeytinyağı üreticisi konumundaki Akhisar’da ilki 2009 yılında gerçekleştirilen şenlik, her yıl Akhisar'da bulunan 1652 yaşında, 10,6 metre gövde çapı, 13 metre tepe çapı ve 6,84 boyundaki anıt ağaç çevresinde yapılan törenle başlar. Şenlik anıt zeytin ağacının yanında yapılan açılış töreninden sonra Keskinoğlu Şirketler Grubu'nun kurduğu açık hava müzesi Ravika Köyü'nde gerçekleştirilen etkinliklerle devam etmektedir. Ravika Köyü'nde yapılan etkinlikler kapsamında yerel üreticiler kendi üretimi zeytinlerin tadımları için stantlar açmaktadır.
İstiklal Savaşı sırasında Akhisar Cephesi Kuvay-i Milliye kumandanlığı da yapmış olan istiklal madalyası sahibi Murat Tolun Bey, 1925 yılında Türk Tayyare Cemiyeti'nin Akhisar şubesini kurup başkanlığını üstlenmiştir. Murat Tolun Bey, Tayyare Sinemasının projesini kendisi yapmış, inşaatında Bulgar ve Türk işçiler ile birlikte çalışmıştır. Sinemanın yapımı 30.000 liraya mal olmuştur. Tayyare Sineması'nın günümüzdeki adı Akhisar Belediye Sinemasıdır. Akhisar Belediyesi tarafından işletilen sinema salonu dönem dönem konser, imza günü, tiyatro oyunları gibi kültürel etkinliklere de ev sahipliği yapmaktadır.
2013 yılında Manisa Valiliği ve Akhisar Belediyesi tarafından gerçekleştirilen 251 Dev Öğrenci projesi kapsamında inşa edilen 3 Bin kişi kapasiteli Amfi Tiyatro 2 milyon 694 Bin TL’ye mal olmuş ve bunun 400 Bin TL’si 251 Bin Dev Öğrenci Projesi grubundaki öğrenciler tarafından toplanmıştır.
560 kişilik salonu ve fuayesi ile ilçede konser ve tiyatro mekanı olarak kullanılan salon, 2014 yılında, Soma Faciası davalarının görülmesi için geçici süreliğine Adalet Bakanlığına kiralanarak, Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi Duruşma Salonu'na çevrilmiştir.
Hüsnü Kahraman'ın belediye başkanlığı döneminde proje haline getirilen ve yıllarca atıl durumda kalan alan, 2007 yılında inşaata yeniden başlanıp 2008 yılında tamamlanarak hizmete girmiştir. 50 bin metrekare alan üzerine inşa edilen parkta yapay |
göletin yanı sıra kültür merkezi, tenis kortları, tam ve yarı olimpik yüzme havuzu, basketbol sahası, piknik alanı gibi birçok sosyal ve kültürel alan bulunmaktadır. 5 asırdır devam eden Çağlak Festivali de bu alan içerisinde yapılmaktadır.
İlçe sınırları içerisinde Thyateira Antik Kenti ve 1 adet Arkeoloji Ve Etnografya müzesi barındıran Akhisar'daki Ulu Cami, Paşa Camii, Şeyh isa Camii ve Yeni Gülruh Camii ile Hashoca Mahallesindeki Türkiye’nin ilk kütüphanelerinden olan "Zeynelzade Kütüphanesi" şehirdeki diğer tarihi ve turistlik yerlerdendir. Akhisar'ın yakın çevresinde ise Khliara (Kırkağaç), Kalamos (Gelenbe), Yortan (Bostancı) Höyüğü, Nakrasa (İlyaslar), Apollonis (Mecidiye), Hierokemo (Beyoba) gibi diğer turistik, tarihi bölgeler bulunmaktadır.
Akhisar ilçesinin antik çağdaki ismi olan Thyateira kenti, bugünkü modern kentin altında kalmıştır. Kent, Lidya devletinin ve Pergamon Krallığı'nın en önemli yerleşimlerinden olup, Roma İmparatorluğu döneminden, Bizans dönemine kadar bu isimle anılmıştır. Aziz Pavlus tarafından Batı Anadolu'da kurulan Hristiyanlığın ilk yedi kilisesinden biri de Thyateira kentindedir. Thyateira kentine ait kalıntıların bir bölümü bugün Akhisar kent merkezinde bulunan Tepe Mezarı mevkinde görülebilmektedir.
Çeşitli araştırma ve kazılarda eski kent yapısı ile ilgili kalıntılar bulunmuştur. Bunların en önemlisi kent merkezinde bulunan Tepe Mezarı kazısı sonrası bulunan kalıntılardır. Çeşitli yıllarda yapılan kazılarda burada bir sütunlu yol ile asbisli kolosal yapı ortaya çıkarılmıştır. Öğretmen Evi ve Vergi Dairesi Kazılarından sonra Tepe Mezarından çıkarılan sütunlu yol, Thyateira akropolü olan eski hastanenin bulunduğu tepeciğe gitmektedir. Tepe Mezarındaki asbistli yapı kuzey-güney yönünde uzanmakta olup uzunluğu 43 metreyi bulmaktadır.
Müze, Thyateira Antik kenti kalıntılarının hemen yanında bulunan ve 1932 yılında inşa edilip öncesinde okul daha sonraları da öğretmen evi olarak kullanılan alanda yapılan rölöve ve restorasyon çalışması sonrası 2012 yılında hizmete açılmıştır. 11 ayrı bölümden oluşan müzede 1451 adet arkeolojik ve etnografik eser sergilenmektedir. Bu eserlerin en önemlileri arasında 18-11 milyon yaşlarındaki fosiller, ve el aletleri ile MÖ 500'lere tarihlenen lir çalan Eros rölyefi sayılabilir.
Türk Telekom Müdürlüğü binasının hemen arkasında tarihi bir sinagog bulunmaktadır. Yapım tarihi ile ilgili bilgi bulunmamakla birlikte günümüzde, Kültür ve Turizm Bakanlığı kayıtlarına geçmiş eski kapısı dışında yapıya ait çok fazla bir kalıntı kalmamıştır.
Şehirdeki Reşat Bey mezarlığının yanında, 673 metrekarelik alana yayılmış bir Yahudi mezarlığı vardır. İbranice taş oymaları ile mezar taşları günümüzde de ziyarete açık haldedir.
Akhisar'lı bir Yahudi aile tarafından Kayalıoğlu mahallesi'nde Ziraat Okulu olarak yaptırılan bina günümüzde hala ayaktadır. Bina, 1903 yılında inşa edilmiştir. 3 kattan oluşan yapı yakın bir döneme kadar ilköğretim okulu olarak aktif olarak kullanılmaktaydı. Etrafında ziraat çalışmalarının yapılabileceği bahçelerin de olduğu binanın bodrum katında bir şaraphane de bulunmaktadır. Bina ve bahçe yaklaşık 2 dönümlük bir alanı kaplamaktadır (8.100 m²).
Kütüphane 1797 yılında Akhisar'ın zengin bir ailesi olan Zeynelzade ailesi tarafından yaptırılmıştır. Bina Hashoca Mahallesi'nde, Hashoca Camisinin karşısındadır. 1805 kayıtlarına göre 923 cilt el yazması kitap mevcuttu. Bu el yazması kitaplar arasında Kâtip Çelebi'nin Keşfü'z-Zunûn eseri de bulunmaktadır. Kütüphane 1805 yılında resmen tescil edilmiştir. Kütüphane, tek kubbeli olarak inşa edilmiş ve tavanında da alçı süslemeler kullanılmıştır. 2013 yılında Akhisar Belediyesi tarafından 208 Bin 195 TL yatırım yapılarak ve il özel idaresinden de 220 Bin 575 TL destek alarak restore edilen bina Akhisar turizmine yeniden kazandırılmıştır. Aynı adı taşıyan modern bir kütüphane 20. yüzyılda kentin bir başka yerinde inşa edilerek öğrencilere ve araştırmacılara hizmet etmektedir.
Genel olarak, paranın, M.Ö. 7. yüzyılda Batı Anadolu'da Lidyalılar tarafından icat edildiği kabul edilmektedir. Kuzey antik Lidya'nın en önemli merkezi olan Thyateira, paranın kullanıldığı ilk şehirlerden biriydi. M.Ö. 200'ye doğru önemli ticaret merkezleri kendi paralarını basmaya başlamıştı. Bu dönemde Thyateira da kendi parasını basan bir merkez konumundaydı. Thyateira paralarında genellikle bir tarafında Apollo veya Artemis figürleri bulunurken, diğer yüzeyinde çift başlı balta olarak bilinen labris bulunmaktadır. MS 50'li yıllarda Thyateira, Roma İmparatorlarının, yerel valilerin veya şehir yöneticilerinin figürlerini taşıyan paraları basmıştır.
İlçenin doğusunda bulunan, antik dönemdeki adı Plateia Petra olan ve günümüzde "Şahin Kaya" olarak bilinen yapı, Pers kültürünün ve Helenistik Dönemin izlerini taşımaktadır. Büyük bir kaya kütlesinin üzerine ve çevresine yayılmış kale kalıntıları günümüzde de görülebilmektedir. Yapılan araştırmalar sonucu buradaki ilk yerleşimin Persler tarafından gerçekleştirildiğini ortaya koymuştur. Konumu ve kalıntılar sayesinde, yerleşimin savunma amaçlı bir kale olduğunu göstermektedir. Plateia Petra'ya erişim, kayaya oyulmuş 3.050 basamaklı eski bir merdiven ile sağlanmaktadır.
Akhisar köfte, %100 oranında dana etinden üretilir. İçerisine sadece kıyma, soğan ve tuz eklenerek ızgara üzerinde pişirilir. Pide ile servis yapılır.
Şevketi bostanlar ayıklanarak yıkanır, ince uzun doğranır. Yağda kavrulan soğan ve ete ilave edilerek, sararıncaya kadar ara sıra karıştırılır. İki bardak sıcak su ve tuz ilavesiyle kapağı kapatılır, ateş kısılır. Ocaktan alınmadan önce yoğurt, un ve limon suyu ilavesi ile hazırlanan terbiye üzerine gezdirilip birkaç dakika daha kaynatılır.
Börülcelerin varsa kılçıkları ayıklanarak, 3–4 cm uzunluğunda doğranır. Az tuzlu suda haşlanarak süzülür. Sarımsaklar biraz tuz ile dövülür, çukur bir kap içinde limon suyu, zeytinyağı ve 1 çorba kaşığı un ilavesiyle iyice karıştırılır. Haşlanıp, süzülmüş ve soğutulmuş börülceler kapaklı bir kaba alınarak hazırlanan sos üzerine dökülerek en az birkaç saat dinlendirildikten sonra servis yapılır.
Nohut ince, ancak un haline gelmeyecek şekilde havanda dövülür. Akşamdan ılık bir bardak su ve aldığı kadar un ilavesiyle yumuşak bir hamur yapılır. Üzeri örtülerek ılık bir yerde sabaha kadar bekletilir. Sabaha kadar kabaran bu hamur maya yapılarak, un, su ilavesiyle yoğrulur ve ılık bir yerde kabarıncaya kadar bekletilip, fırına koymadan önce üzerine yumurta sarısı sürülür.
Bir gece önceden ıslatılan buğday, kemiksiz tavuk eti ya da kuzu eti ile tencerede su eklenerek kaynatılır. İyice piştikten sonra bir tokmak ya da mikserle ezilir. Servis tabağına alındıktan sonra tereyağı ve yağda kızartılan salça ile süslenir.
1 kilo un ve 50 gram tuz, yarım litre su ile hamur yoğrulur. 1 saat dinlendirilir. Her hamur 90 gr. gelecek şekilde yuvarlanıp yağlanmış tepsiye sıralanır, 1 gün dinlendirilir. Ertesi gün hamurlar çok ince yufka halinde açılarak içine yumurta, maydanoz, peynir rendesi konularak karıştırılır, zarf şeklinde katlanıp, etrafına tereyağ konularak pişirilir. Kare şeklinde kesilerek ve üzerine peynir rendesi serpilerek servis yapılır.
İlçenin profesyonel futbol takımı Akhisar Belediyespor, tarihinde ilk kez 2012-13 sezonunda Süper Lig'de mücadele etme hakkını kazanmıştır. Bu başarıyı önceki sezon 1. Lig'de şampiyon olarak gerçekleştirmiştir. Daha önce kulüp iki sezon 1. Lig'de oynamıştır ve kuruluşundan beri çoğu zaman 2. Lig ve 3. Lig'de oynamıştır.
İlçenin profesyonel Basketbol takımı Akhisarspor, Türkiye Basketbol 1. Ligi'nde mücadele etmektedir.
Akhisar Belediyespor dışında ilçede amatör yerel ligde mücadele eden futbol takımları da bulunmaktadır.
İlçede iki yıllık eğitim- öğretim hizmeti vermek üzere 2000 yılında Celal Bayar Üniversitesi'ne bağlı Meslek Yüksekokulu kurulmuştur.
Akhisar Meslek Yükselokulu'ndaki eğitim programında;
Akhisar (anlam ayrımı)
Korkuteli
Korkuteli, Antalya'nın kuzey batısında ve Antalya'ya 60 kilometre uzaklıkta bir ilçedir.
Korkuteli ilçesinin temelini teşkil eden Aladdin mahallesi ilçenin ilk yerleşim merkezidir. Korkuteli ilçesi Antalya iline bağlı Akdeniz bölgesi ilçelerindendir. Doğusunda Antalya merkez ilçesi, batısında Muğla Fethiye ilçesi ve Burdur, Gölhisar ve Çavdır ilçeleri, güneyde Kumluca ve Elmalı ilçeleri ve kuzeyde Burdur, Bucak ve Tefenni ilçeleri ile çevrili bulunmaktadır.
Yüzölçümü 2471 km²'dir. Deniz seviyesinden yüksekliği 1020 metre olup 1/4 oranında Akdeniz iklimi, 3/4 oranında göller bölgesi karasal iklim hüküm sürer. Soğuk hava göller bölgesinden, sıcak hava Akdeniz bölgesinden intikal etmektedir. Yılın dört mevsimi bariz olarak görülen ilçede hava sıcaklığı ortalaması kış aylarında genel olarak -5 °C ve yaz aylarında +25 °C olmaktadır.
Torosların başlangıcını teşkil eden Bey Dağları'nın Akdeniz'e bakan yüzünün arka kısmında oluşan düzlüklerin ve tepeciklerin hakim olduğu bir arazi yapısı mevcuttur. Doğal yapı olarak Bey Dağları'nın yamaçları ve etekleri çamlık fundalık ve ormanlarla kaplı olup, düz alanlar ise tarım alanı olarak kullanılmaktadır.
Doğal yapı olarak Bey Dağları`nın yamaçları ve etekleri çamlık fundalık ve ormanlarla kaplı olup, düz alanlar ise; tarım alanı olarak kullanılmaktadır. Korkuteli ilçesinin 101.465 hektarı tarım alanı, 5800 hektarı çayır-mera, 100.339 hektarı orman ve fundalık, 351 hektarı su yüzeyi, 40.313 hektarı tarım dışı ve meskun sahalardan oluşmaktadır. Tarım alanının 116 hektarı orman sahası içerisinde bulunmaktadır.
Ayrıca burada osmanlı şehzadesi Sultan Korkut (Korkud) eğitim görmüştür ve lalalığını burada yapmıştır. Bu yüzden Korkut`un ili anlamındaki Korkuteli ismi şehrin adı olmuştur.
İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 6 belde, 43 köyden oluşmaktadır. Yaz aylarında yerli ve yabancı turistler ile nüfus artışı yaşanır.
İlçesinin Yazır , Avdan , İmecik ve Beğiş köylerinde yörükler tarafından yayla şenlikleri düzenlenmektedir.
Korkuteli’nin eski adı kaynaklarda İsinda olarak |
belirtilmektedir. Pisidya bölgesinde yer alan İsinda şehrinin, bugünkü Korkuteli ilçesinin 8 km güney doğusundaki Yazır köyü sınırları dahilinde olduğu kabul edilmektedir. Tekeoğulları ve Osmanlının ilk döneminde Korkuteli’nin adı, Roma dönemindeki İsinda ifadesinden değiştirilerek, "İstanoz" şeklinde söylenmiştir. Türklerin bu tanımlamayı 1915’e kadar sürdürdükleri, aynı tarihte alınan bir kararla, Şehzade Korkut’ un anısını yaşatabilmek için “Korkuteli” şekliyle yeniden düzenledikleri görülmektedir.
Halkının büyük bir kısmı İyon kökenli olan İsinda şehrinin ilk sakinlerinin antik dönemden itibaren bölgede iskan ettiklerini
düşünmek mümkündür. M.Ö. 189 yılında Manlius komutasındaki Roma birliği, Ege sahillerinden hareketle Salihli(Sardes), Denizli(Laodiceia), Horzum(Kibyra) ve İsinda'ya daha sonra da Antalya'ya kadar ulaşmıştır. M.S. 404-406 yıllarında, İsaurialıların Pisidya bölgesini ele geçirmek için yaptıkları muhasaradan İsinda da zarar görmüştür. 471-472 yıllarında, Pisidya bölgesindeki İsaurialıların egemenliği Kral Leon I tarafından bertaraf edilerek bölge, askerî bir komite ile yönetilmeye başlanmıştır.Daha sonra 7. yy. başında, Pisidya ve Frigya' nın büyük bir bölümü Ermeni komutanlar tarafından işgal edilmiştir. 647-648 yıllarında bölge Arap akınlarına maruz kalmıştır. Emevi ve Abbasi dönemlerinde de Arap akınları bölgede devam etmiştir. 11. yy. dan itibaren Anadolu' da yoğun bir Türk varlığı hissedilmeye başlanmış ve 1076 yılında Türkler İznik’e kadar Anadolu topraklarını ele geçirmişlerdi. Bu çerçevede, Pisidya toprakları da Türklerin eline geçmiştir. Hemen akabinde, Avrupalıların Kudüs’ü bahane ederek 1096 yılında düzenledikleri Birinci Haçlı Seferi, Pisidia bölgesinin kısa bir süre de olsa, Türk egemenliğinden çıkmasına sebep olmuştur. 1118 yılında yapılan bir antlaşmayla, Pisidya bölgesi Bizans’a bırakılmıştır. Bu dönemden sonra bölgede, kısa süreli Venediklilerin hakimiyeti söz konusudur. 1120 yılında yeniden Türk hakimiyetine giren Pisidya ve Antalya toprakları, Bizans imparatoru Yuannis tarafından yeniden yönetimi altına alınmıştır. 1158 tarihinde, Elmalı yöresindeki Philetes kalesinin Türkler tarafından ele geçirilmesini, 1205 yılında da Isparta’nın fethi takip etmiş ve bu süreç 1207 yılında Antalya’nın fethiyle tamamlanmıştır.
13. yy.’dan itibaren Antalya ve çevresine çoğunlukla üç-okların teşkil ettiği, Türkmen topluluklarının yerleştirildiği görülmektedir. Hamid Bey önderliğindeki Türkmen aşireti; Eğirdir, Uluborlu, Yalvaç dolaylarını tercih etmiştir. Anadolu Selçuklularının Moğol istilası ile siyasi otoriteyi kaybetmeye başlamasına paralel olarak, aşiretler kendi bölgelerinde hakimiyeti ele geçirmeleriyle birlikte, diğer bölgelerdeki aşiretlerle mücadeleye girmişlerdir. Pisidia bölgesinin kuzeyinde bulunan Hamidoğulları aşireti, 13. yy. sonlarından itibaren önce Uluborlu, daha sonra Eğirdir’i alarak hakimiyetini ilan etmiştir. Hamidoğlu Beyliği’ nin Beyi Dündar Bey, 1308-1319 tarihleri arasında, Antalya' yı fethederek kardeşi Yunus Bey’i Hamid Beyliği’ne bağlı bir kol olarak tayin etmiştir. Yunus Bey’in büyük oğlu Mahmud Bey Antalya’da hüküm sürerken, diğer oğlu Sinaneddin Calis Hızır Bey de Korkuteli’ nde hüküm sürmüştür. Antalya başta olmak üzere bölgenin tamamı, Türkmen aşiretleri tarafından tercih edilen bir yer olmuştur. Bu aşiretler, özellikle Korkuteli civarında yoğunluk kazanmış ve yerleştikleri köy veya kasabalara kendi isimlerini vermişlerdir.
Hamidoğulları Beyliği, Mahmud oğlu Mübarizüddin Mehmed Bey döneminden sonra Teke Beyliği olarak adlandırılmaya başlanmıştır. Böylece, aslı Hamidoğlu soyuna dayanan ikinci bir beylik, kendi topraklarına göre daha batı bölgesindeki Teke ilinde teşekkül etmiş oluyordu. Teke Beyi Osman Çelebi, 1386 yılında Karamanoğlu Aladdin Ali Bey ile birlikte, I. Murad' a karşı ittifak oluşturmuşlar ancak yapılan savaşı kaybetmeleriyle, affını istemiş ve I. Murad'ın iyi niyetli yaklaşımı sayesinde hem Karamanoğlu hem de Teke beyi bağışlanmıştır. Bunun üzerine Teke Beyi Osman, Antalya ve Korkuteli'ndeki hakimiyetini muhafaza edebilmiştir. Ancak daha sonra Hamideli sakinlerinin Karamanoğullarıyla ilgili şikayetleri üzerine Yıldırım Bayezid, ordularını toplayarak önce Teke iline sonra Hamid ve Karaman iline yürümüştür. Bu dönemden sonra bölgenin yönetimi Firuz Bey’e bırakılmıştır. 1402'deki Ankara Savaşından sonra Timur'a bağlı Şahruh komutasındaki ordu, Sivrihisar, Gölhisar güzergahından Korkuteli'ye ulaşmış, Korkuteli ve çevresi kısa süre Timur'a bağlı kalmıştır. 1402-1415 tarihleri arasında Antalya ve Alanya hariç diğer Teke ili topraklarına Karamanoğulları hakim olmuştur. Aynı tarihlerde Korkuteli’ nin de Karaman egemenliğine girmiş olma ihtimali yüksektir. 1423 tarihinde, yani II. Murad'ın saltanat yıllarında, Teke Beyi Osman Bey ve Karamanoğlu Mehmed II. Bey birlikte hareket ederek, Osmanlının hakim olduğu Antalya'ya saldırmış, başarı sağlayamadan geri çekilmişlerdir. Bunun üzerine, Firuz Bey oğlu Hamza'ya bağlı birlikler, Korkuteli'ne gece baskını yaparak Osman Çelebi’ yi öldürmüşlerdir. Böylece, büyük bir yenilgi alan Tekeoğulları beyliği siyasi sahnedeki yerini kaybetmiştir. 1455 tarihinde Korkuteli’ nde dört mahalle ismi zikredilmektedir. Bunlardan birisi gayrimüslim, üç tanesi ise Müslümanlara ait olduğu anlaşılmaktadır. II. Bayezid döneminden itibaren bölgede, II. Bayezid’in oğlu Şehzade Korkut (1502-1512) görev yapmıştır. Şehzade Korkut, kardeşleriyle yaşadığı problemlerden dolayı 1509 Mayıs’ında Mısır’a iltica etmek amacıyla gidip gelmiştir. Şah Kulu ayaklanmalarından Korkuteli ve çevresi de zarar almış, Şah Kulu taraftarları 1510 yılında, mescid ve zaviyeleri yakıp yıkmıştır. 1568 tarihli tahrirde Antalya kazasının nahiyeleri arasında Korkuteli(İstanoz)’nin ismi yer almıştır. Korkuteli’ne bağlı köy sayısının 53 olduğu görülmektedir. Evliya Çelebi, Korkuteli’ ni tanımlarken şehrin batı kesimindeki kalenin varlığına dikkat çekmektedir. Evliya Çelebi’ye göre Korkuteli, Antalya’nın yazlık mekanlarındandır.
İlçenin ekonomik olarak kalkınması yakın zamana rastlamaktadır. 1960 yılından sonra başlayan meyvecilik ve makineli tarım ile sulama barajının yapımı vasıtasıyla kalkınma hızlanmış ve büyük ölçüde artmıştır. Bu gelişmelere paralel olarak da ilçe merkezi, kasaba ve köylerin de modern konutlaşma kendini göstermeye başlamıştır. Antalya'daki turistik hareketlilik yaz aylarında ilçede de görülmektedir. Halkın genellikle uğraşı alanı tarım, meyvecilik, hayvancılık ve arıcılık ile orman işçiliğidir. Bölgede son yıllarda yaygınlaşan kültür mantarı üretimi de ilçe ekonomisine büyük katkılar sağlamaktadır. İlçede çok hızlı gelişen bu sektör ülke genelinde büyük bir paya sahiptir.
ilçede üretilen kültür mantarı miktarı Türkiye'nin %70`ı gibi büyük bir oranına sahiptir. Bu üretimin temel kaynağı ev altı işletmeleri olduğu için, ailelerin ekonomiye katkısı yadsınamaz büyüklüktedir.
Benjamin Franklin
Benjamin Franklin (17 Ocak 1706, Boston - 17 Nisan 1790 Philadelphia), Amerikalı yayımcı, yazar, mucit, felsefeci, bilim insanı, siyasetçi ve diplomattır.
On yedi çocuklu bir sabun ve mum imalatçısının onuncu oğlu olarak dünyaya geldi. On yaşında okulu bıraktı. 12 yaşındayken basımevi yöneten ve liberal bir gazete yayınlayan ağabeyi James'in yanına çırak olarak girdi. Basımcılık mesleğini öğrendi ve edebiyat çalışmalarına başladı. 1730'da Philadelphia'da bir basımevi ve gazete kurdu. Poor Richard’s Almanac'ı (Fakir Richard'ın Almanak'ı) yayınlamaya başladı. 1732-1757 yılları arasında yönetmenliğini yaptığı Almanac'da Richard Sounders imzasıyla yazılar yazdı. Siyaset, felsefe, bilim, iş ilişkileri gibi konuların tartışıldığı Junto adlı bir kulüp; kütüphane, hastane ve yangına karşı sigorta şirketi kurdu. Basımevlerini çoğalttı.
Franklin, 1736'da Philadelphia meclis sekreteri oldu ve siyasete atıldı. 1750'de Pensilvanya meclisine seçildi, arazi vergisine karşı olan büyük ailelerle mücadele etti. İngiliz Amerika'sı postalarının genel müdürlüğüne getirildi. Posta servisinde çeşitli düzenlemeler yaptı. Özellikle elektrik olaylarıyla ilgili araştırmalar yapan Franklin, elektrik yüklerindeki artı ve eksi uçlarını keşfetti ve elektrik yükünün korunumu ilkesini ortaya attı. Fırtınalı bir havada uçurtma uçurarak gerçekleştirdiği deneyi sonunda şimşeğin elektriksel bir olay olduğunu keşfetti. Elektrikten etkilenmeleri sebebiyle kendisinin kurtulmasına rağmen iki yardımcısının öldüğü bu deneyden yola çıkarak paratoner'i keşfetti, güneş ışığından daha fazla yararlanmak için saat uygulamasını başlattı.
1757'de Kuzey Amerika Sömürgeler isyanının başlangıcında sömürgelerde yaşayanlar Franklin'i, şikayetlerini Londra'ya iletmekle; 1765'te de damga resmi kanununa karşı itirazları Lord Grenville'e bildirmekle görevlendirdi. 1772'de Massachusetts Valisi Hutchinson'un sömürge halkına karşı hakaretlerle dolu mektuplarını ele geçirerek yayınladı. Sömürge halkı karşısındaki itibarı arttı. Amerikan Kongresi'ne milletvekili seçildi. 1776'da Thomas Jefferson ve John Adams ile birlikte bağımsızlık bildirgesini hazırladı. Eylül 1776'da kongre, ekonomik ve askeri yardım istemek üzere aralarında Franklin'in de bulunduğu üç kişilik bir komisyonu Fransa'ya gönderdi. Franklin, Fransız dışişleri bakanı Charles Gravier ile görüşmelerinde çok başarılı oldu. 1775-1783 Amerikan Bağımsızlık Savaşı sonunda İngiltere ile barış görüşmelerini sürdürmek üzere seçilen diplomatlardan birisi olarak İngiltere'ye gitti. İngiltere ile barış antlaşmasının imzalanmasından sonra 1785'te Amerika'ya döndü. 1787'de Philadelphia Anayasa Kurultayının çalışmalarına katıldı. Bir müddet sonra da öldü. Onun renkli yaşamı, bilimsel ve politik başarıları Amerika'nın en etkili Kurucu Babaları olarak, Franklin para ve onur gördü; savaş gemileri; birçok şehir, ilçe, eğitim kurumları, namesakes bir isim ve şirketler ve ölümünden sonra en fazla iki yüzyıl, sayısız kültürel referanslara onun adı verildi.
Franklin'in babası bir iş adamı olan Josiah Franklin idi. Annesi Abiah Folger ise Püriten bir ailenin çocuğuydu. |
Püritenlik İngiltere Protestan hareketinin ilk adımı Roma'daki Katolik, din elemanlarını temizlemek oldu.Benjamin Franklin'in annesi Abıah Folger, Kral Charles zamanında dini özgürlük eziyeti başladığında en iyisinin kaçmak olduğu, bir zamanda ve bir püriten ailenin çocuğu olarak doğdu.
Franklin'in birçok buluşları oldu. Bunlar; yıldırımsavar (paratoner), Cam Armonica, Franklin sobası, bifokal gözlüktü.
Posta müdürü yardımcısı olarak, Franklin Kuzey Atlantik Okyanusu'na ilgi duydu. Franklin 1768 yılında posta işleri için ortalama bir tüccar gemisi aldı ve uzun İngiltere'den New York'a ulaşmak için paketlerin birkaç hafta zamanı vardı. Newport'a, Rhode Island'a ulaşabildi.Yani paketleri yerine ulaştırabilmişti.
1743 yılında Franklin bilimle ilgilenen erkeklere kendi buluşları hakkında ve teoriler ile bilgilerde yardımcı olmak için Amerikan Felsefe Derneği'ni kurdu. O elektrik araştırmaları ve diğer bilimsel araştırmaları ile birlikte hayatının geri kalan kısmı için, siyasetin ve para kazanmanın onu işgal edeceğini anladı. Franklin enerjilerin pozitif ve negatif olarak ikiye ayrıldığını fark etti. Ayrıca yıldırımın elektrikten oluştuğunu keşfetti.Franklin elektrikle ilgili deneylerinden dolayı yıldırımsavarı buldu.
Franklin, keman ve gitar çalabilen biriydi. Kendi icat ettiği Cam Armonica'yı ve onun birçok geliştirilmiş sürümlerini çalardı.
Franklin, satranca büyük ilgi duyan biriydi. Çok iyi bir satranç oyuncusu idi. Onun satranç oynaması üzerine Amerikan Colombian Dergisi, Franklin'in ABD'de 2. satranç bilen kişi olduğunu yazmıştı. Franklin'in ABD'de beğenilen bir satranç oyuncusu olduğu 1999 yılında ortaya çıkmıştır.
Franklin, 1736 yılında Amerika'nın ilk gönüllü itfaiye şirketlerini kurdu. Franklin, kamu işleri için gittikçe daha fazla endişe etmeye başladı. 1743 yılında 4. Akademisi'ni açtı ve 13 Kasım 1749'da akademi başkanlığına atandı. Franklin, siyasete girmiş ve hızla gelişmişti. Siyasette hep barışçıl bir tutum içinde olmuştur.
Benjamin Franklin, 1730 yılında Philadelphia'da St. Johns Locası'na katıldı, 1732'de Pennsylvania Kolonisi Büyük Locası'nın Büyük İkinci Nazırı oluşundan iki yıl sonra Haziran 1734'te de Pennsylvania Bölge Büyük Locası'na Büyük Üstat olarak seçildi. 1735-38 yılları arasında Loca Sekreterliği'ni yürütmüştür.
1734 ve 1735 yıllarında inşa edilen Philadelphia Devlet Başkanlığı ve Özgürlük Hol'ü Benjamin Franklin'in Büyük Üstatlık dönemine rast gelmektedir. Benjamin Franklin, 1752 yılında Philadelphia Büyük Loca binasının inşaatını başlattı ve üç yıl sonra yapının tamamlanmasıyla 1755 yılında, Amerika'daki ilk masonik bina olarak sayılan Philadelphia Büyük Loca'sının tahsis merasimini düzenledi. Bir dönem Benjamin Franklin'in oğlu da Büyük Sekreter görevinde bulunmuştur. ABD'de ilk halk kütüphanesini organize edenlerden biri olarak bilinen Franklin, aynı zamanda ABD'deki ilk masonik kitabı yayımlayan kişidir.
Franklin, 17 Nisan 1790 tarihinde, 84 yaşında hayatını kaybetti. Onun cenazesine yaklaşık 20.000 kişi katıldığı söyleniyor. Onun ölümü Benjamin Franklin of Dr. John Jones ve hesabından aktardığı kitapta açıklanmıştır:
Ne zaman ağrı ve nefes darlığı başlarsa ve akciğerlerinde bir imposthume, aniden tüm umut ve gururunu kaybediyordu. Yine de epeyce gücü vardı; ama solunum organları yavaş yavaş gördüğü baskıya dayanamadı. 17 Nisan 1790 tarihinde bir gece vakti usulca, Franklin'in seksen dört yıl ve üç aylık ömrü sona erdi.
Franklin miras olarak Boston ve Philadelphia şehirlerine 1000'er poundluk para bırakmıştı. Ancak ölümünden sonra 200 yıl boyunca bu paraya herhangi bir şekilde dokunulmamasını ve faizde bekletilmesini şart koşmuştur. 1990'larda Boston ve Philadelphia için bırakılan para milyonlarca dolara ulaşmıştır.
"The Princess and the Patriot: Ekaterina Dashkova , Benjamin Franklin and the Age of Enlightenment" sergisi Şubat 2006'da başlayıp Aralık 2006'da bitti. Benjamin Franklin ve Dashkova yalnızca bir kez, Paris'te 1781 yılında bir araya geldi. Franklin 75 ve Dashkova 37 yaşında idi. Franklin ve tek kadın Amerikan Felsefi Toplumu'na katılan ilk kadın olması için Dashkova'yı davet etti. Daha sonra, Dashkova'yı Rus Bilimler Akademisi'ne ilk üye yaptı.
Houston, Alan, ed. Franklin: The Autobiography and other Writings on Politics, Economics, and Virtue. Cambridge U. Press, 2004. 371 pp.
Ketcham, Ralph, ed. The Political Thought of Benjamin Franklin. (1965, reprinted 2003). 459 pp.
Fenafişşeyh
Fenafişşeyh Tasavvuf terimi.
Bu makamda bulunan mürit yaptigi her işi şeyhinden bilir. Nereye baksa hep onu görür, daima onun huzurunda bulunduğu hissiyle ahlakını düzeltip güzelleştirir. Bu makamdan sonra fenafirrasul gelmektedir.
Palm OS
PalmOS, PalmSource şirketi tarafından cep bilgisayarları (PDA'lar) için tasarlanan bir işletim sistemidir. PalmSource firması Palm isim hakkını Mayıs 2005'te PalmOne (şimdiki Palm) şirketine satmıştır. PalmSource hazırlamakta olduğu Linux tabanlı yeni işletim sisteminin isminin ne olacağı konusunda henüz bir açıklama yapmamıştır.
PalmOS orijinal olarak US Robotics şirketinin çıkardığı Pilot isimli PDA için Jeff Hawkins tarafından tasarlanmıştır. İşletim sisteminin ilk sürümü Pilot 1000 ve Pilot 5000 cihazlarında kullanılırken ikinci sürümü PalmPilot Personal ve PalmPilot Professional isimli PDA'larda kullanılmıştır.
Palm III serisinin çıkışı ile PalmOS'un üçüncü sürümü duyurulmuştur. İşletim sistemi bundan sonra 3.1, 3.3, 3.5 gibi güncellemelerle pek çok yeni özellik kazanmıştır. PalmOS 4.0 ise m500 serisinin çıkışı ile duyurulmuştur.
Tungsten T serisi ile duyurulan PalmOS 5.0 ise ARM mimarisindeki işlemcilere destek vermekteydi. Eski yazılımlar PACE (Palm Application Compatibility Environment) denilen bir emülasyon ortamında çalıştırılmaktaydılar.
Palm şirketi PalmOne ve PalmSource olarak ikiye ayrıldı. PalmOne donanım işini üstlenirken PalmSource'da yazılım işini üstlendi. Yani PalmOne PDA'ları üretecek, PalmSource da işletim sistemi işini üstlenecekti. Bu ayrılma ile farklı firmaların da PalmOS işletim sistemini kullanan cihazları üretmesi teşvik edilmek isteniyordu. PalmOne şirketi Mayıs 2005'te Palm isim haklarını satın alarak tekrar Palm adını almıştır.
PalmSource şirketi 2003 PalmOS 6'yı çıkardı. Şubat 2004'te PalmSource PalmOS 5'e PalmOS Garnet, PalmOS 6'ya da PalmOS Cobalt isimlerini verdiğini açıkladı. Eylül 2004'te 6.1 sürümü duyurulan PalmOS Cobalt'ı kullanan bir cihaz şu ana kadar piyasaya çıkmadı.
PalmSource 2004'ün sonlarında Linux tabanlı bir PalmOS sürümü üzerinde çalışmaya başladıklarını duyurdu. Haziran 2005'te ise diğer ürünlerin geliştirilmesini durdurduklarını ve Linux tabanlı PalmOS üzerinde yoğunlaştıklarını duyurdular.
Eylül 2005'te PalmSource, Japon ACCESS şirketi tarafından satın alındığını açıkladı.
Kasım 2005 itibarı ile PalmOS tabanlı cihazları üreten en büyük şirket olan Palm, PalmSource'un verdikleri ile yetinmeyerek PalmOS üzerinde birçok değişiklik yapmıştır. Bu değişiklikler cihazların günümüz standartlarında kalabilmesini sağlamasına rağmen, PalmOS'un kararlı yapısını etkilemiş, onu daha çok iş yapabilen ama daha sorunlu bir işletim sistemi haline getirmiştir.
Bu cihazlar PalmOS sistemi ile çalışıyordu: Handspring, AlphaSmart, CLIÉ, Fossil Wrist PDA, Garmin iQue, I'm Watch, Palm i705, LifeDrive, Palm PDA, Palm Centro, Palm modifikasyonları, Palm III, Palm IIIc, Palm IIIe, Palm IIIx, Palm IIIxe, Palm m100 serisi, Palm m500 serisi, Palm Multi-Connector, Palm Universal Connector, Palm V, Palm VII, Palm VIIx, Palm Vx, Palm Pilot, Palm Pilot Professional, Palm Pilot 1000, Samsung SPH-i300, Samsung SPH-i500, Sony CLIÉ PEG-TJ35, Springboard Expansion Slot, Tapwave Zodiac, Palm Treo 90, Palm Treo 600, Palm Treo 650, Palm Treo 680, Palm Treo 700p, Palm Treo 755p, Palm Tungsten, Palm TX, Z22 (aygıt), Zire 31, Zire 72, Zire Handheld.
PalmOS için yirmi beş binden fazla üçüncü parti yazılımlar geliştirilmiştir. Bu yazılım tabanı PalmOS'un önemli avantajlarından biridir.
PalmOS için birçok yazılım geliştirme aracı üretilmiştir. Metrowerks CodeWarrior, Handheld Basic, NS Basic, AppForge, Pocket Studio, OrbForms Designer, CASL, Pocket C ve PDA Toolbox gibi yazılımlar ile PalmOS yazılımları geliştirilebilir. Palm aynı zamanda J2ME ve MIDP profillerini de desteklemektedir.
Gala Gölü
Gala Gölü (Çeltik ya da Yala olarak da bilinir), Meriç deltasında, Edirne'de, Enez ilçe merkezinin yaklaşık 7 km kuzeydoğusunda bulunan sığ göl.
Eskiden daha geniş olan alanı drenaj çalışmaları sonucunda daralmıştır. Sulak saha, göl ve orman ekosistemlerini ve bu ekosistemlerde barınan çeşitli canlı türlerini ihtiva etmesi, 111 kuş türünün varlığı, nesli tehlikeye düşmüş veya nadir türleri, özellikle tepeli pelikan ("Pelecanus crispus") bayağı aynak ("Plegads falcinellus") ve küçük karabatak ("Phalac rocorox pygmeus") gibi nesli son derece azalmış türleri barındırması kaynak değerlerini oluşturmaktadır. Gala Gölü Millî Parkı'nın sınırları içerisinde yer almaktadır.
İstanbul Modern
İstanbul Modern Sanat Müzesi veya kısaca İstanbul Modern, Türkiye'nin ilk modern sanat müzesidir. Eczacıbaşı ailesinin öncülüğünde, İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından kurulan müze, 11 Aralık 2004'te ziyarete açıldı.
Karaköy limanında, Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi ile Tophane-i Amire arasında yer alan İstanbul Modern, T.C. Denizcilik İşletmeleri için kuru yük deposu olarak inşa edilen 4 no'lu antrepo binasının müzeye dönüştürülmesi ile hayata geçirildi. 2003 yılında gerçekleştirilen 8. Uluslararası İstanbul Bienali'ne de ev sahipliği yapan bina, başbakanlık tarafından müze olarak tahsis edildı ve kendisinin Türkiye'ye AB üyeliği için müzareke tarihi verilecek olan 17 Aralık tarihinden önce yapımının tamamlanması isteği üzerine 11 Aralık 2004'te hizmete açıldı.
Mevcut bina Galataport projesi nedeniyle yeniden inşa edilene kadar Karaköy'de yer alan Paket Postanesi binasına 2019 yılında taşınmayı planlamaktadır.
"Yeni Yapıtlar, Yeni Ufuklar", Türkiye' de üretilen çağdaş sanatın başlangıcından bugüne kad |
ar geçirdiği süreci, 20. yüzyılda Türkiye’de yaşanan sanat tarihsel dönüşümü sanatçı ve çalışmalar üzerinden izleyiciye sunuyor.
"İstanbul Modern Koleksiyonu, resimden heykele, enstalasyondan videoya uzanan farklı disiplinlerden yapıtlara ev sahipliği yapıyor."
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 2010 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri’ni, tarih dalında Cemal Kafadar'a, resim dalında Ergin İnan'a, kültür sanat kurumu olarak İstanbul Modern adına Oya Eczacıbaşı'na 5 Aralık Çarşamba günü Çankaya Köşkü'nde düzenlenen törende verdi.
İstanbul Modern Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı ile İKSV Genel Müdürü Görgün Taner, Legion d'Honneur nişanına layık görüldü. Ödül, Fransa Ankara Büyük Elçisi Bernard Emie tarafından verildi.
2009 yılında Bursa' da düzenlenen Avrupa Müzeler Forumu (EMF) kapsamında yapılan değerlendirmede İstanbul Modern Sanat Müzesi, müzeciliği kavrayışındaki uzmanlık, kullandığı yenilikçi bakış açışı ve ziyaretçilerine verdiği önem nedeniyle özel ödülün sahibi oldu.
Recaizade Mahmud Ekrem
Recaizade Mahmud Ekrem (Osmanlı Türkçesi: رجاﺋﻰ زاده محمود اكرم) (d. 1 Mart 1847, İstanbul, Osmanlı İmparatorluğu - ö. 31 Ocak 1914, İstanbul, Osmanlı İmparatorluğu), Türk şair ve yazar. 19. yüzyıl Osmanlı dönemi Türk edebiyatının önde gelen isimlerindendir.
Takvimhane Nazırı Recai Efendi'nin oğlu, Ercüment Ekrem Talu'nun babasıdır. Babasından Süryanice ve Farsça öğrendi. 1858'de ilköğretimini tamamladı, özel öğrenim görerek yetişti. Mekteb-i İrfan'ı bitirdikten sonra (1858) girdiği Harbiye İdadisi'ndeki öğrenimini sağlık sorunları nedeniyle tamamlayamadı. Hariciye Nezareti Mektubi Kalemi'nde memurluğa başladı (1862). Tanzimat ve Nafia dairelerinde başmuavinlik (1874), Şura-yı Devlet (danıştay) üyeliği (1877), Mekteb-i Mülkiye ve Galatasaray Sultanisi'nde öğretmenlik (1880-88), birkaç ay Evkaf ve Maarif Nazırlığı (1908), Meclis-i Âyân üyeliği (1908-14) yaptı.
Resmi görevle Trablusgarp'a gönderildi. 1908'de 2. Meşrutiyet'ten sonra kurulan Kamil Paşa kabinesinde Maarif Nazırı oldu. Namık Kemal'le tanışmasının ardından Encümen-i Şuara'ya katıldı. İlk yazıları Namık Kemal yönetimindeki Tasvir-i Efkar gazetesinde yayınlandı. 1870'lerden sonra kendisini tümüyle yazılarına verdi. Batı edebiyatından çeviriler yaptı. 1870'te ilk oyunu "Afife Anjelik", 1871'de ilk şiir kitabı "Nağme-i Seher" yayınlandı. Yaşamını yitirdiğinde Meclis-i Âyan üyesiydi.
Ölümü nedeniyle okullar tatil edilmiş ve büyük bir cenaze töreni düzenlenmiştir. Mezarı, oğlu Nejad'ın kabri yanında, Küçüksu'dadır.
Namık Kemal'le tanışmasının ardından edebiyat çevresine girmiş ve onun Fransa'ya gitmesi üzerine, 1867'de Tasvir-i Efkar gazetesinin yönetimine geçmiştir. Recaizade, üç oğlunun, özellikle de çok sevdiği Nejad'ın ölümünden duyduğu acıyı dile getirdiği şiirleriyle daha çok karamsar duygular işledi. Eski edebiyatı savunan Muallim Naci ve çevresiyle girdiği edebiyat tartışmalarıyla Edebiyat-ı Cedide akımının doğmasına zemin hazırladı. Başta Tevfik Fikret olmak üzere döneminin genç şair ve edebiyatçılarını çevresinde topladı. Tanzimat ve Batı düşüncesinin yeni kuşağa benimsetilmesinde önemli rol oynadı.
Kendisinin yetkin tiyatro oyunu olarak bilinen "Çok Bilen Çok Yanılır", ölümünden sonra yayımlandı. Sanatta güzellik ilkesine bağlı kaldı. "Sanat sanat içindir" anlayışını savundu. Doğaya dönük, insanı doğa içinde ele alan şiirler yazdı. Aşk ve ölüm temalarını işledi. Eski-yeni edebiyat tartışmalarının merkezinde yer aldı. Tek romanı, Türk edebiyatında realizmin ilk örneklerinden sayılan "Araba Sevdası" adlı eseridir. Yazar bu eserde ailesinin parasını zevk ve eğlencesine harcayanları eleştirdi. Bu eseri yazdığı dönemde ailesini karşısına almış ve baba mirasından olacağını bile bile eserini yazmaya devam etmiştir.
Orhan Seyfi Orhon
Orhan Seyfi Orhon (d. 23 Ekim 1890, İstanbul - ö. 22 Ağustos 1972, İstanbul), Türk şair, gazeteci, yazar, yayımcı, siyaset adamı.
Türk edebiyatı tarihine Beş Hececiler olarak geçmiş edebi topluluğun şairlerinden birisidir. Yirmiden fazla şiiri değişik bestekarlar tarafından bestelenmiştir.
Başta Akbaba mizah dergisi ve Çınaraltı fikir ve sanat dergisi olmak üzere pek çok dergi çıkarmış ve adı Çınaraltı dergisi ile özdeşleşmiş bir yayımcıdır.
TBMM’De 8. dönem Zonguldak ve 13. dönem İstanbul milletvekili olarak yer almış bir siyasetçidir.
1890 yılında İstanbul’un Çengelköy semtinde dünyaya geldi. Babası Miralay Emin Bey, annesi Nimet Hanım’dır.
Orta ve lise öğrenimini Beylerbeyi Rüşdiyesi (1905) ve Mercan İdadisi’nde (1909) yaptı. Öğrencilik döneminde şiirle ilgilendi; edebiyat hocası Celal Sahir Bey’den teşvik gördü. Abdülhak Hamid ve Tevfik Fikret etkisinde şiirler yazdı. 1909’da şiirleri "Kehkeşan" dergisinde görülmeye başladı. Yalın bir dille aruz vezninde yazdığı “"Fırtına ve Kar"” adlı şiiri ile tanındı (1913). Yüksek öğrenimine Tıbbiye’de başlayan Orhan Seyfi, bir anestezide fenalaşınca tıp eğitiminden vazgeçip hukuka yöneldi. Darülfünun Hukuk Mektebi’nde öğrenciyken "Hıyaban" dergisini çıkararak yayıncılığa başladı.
Hukuk Mektebi’ni 1914’te tamamladı ve Meclis-i Mebusan'ın Kavanin Kaleminde memurluğa başladı. Bu dönemde Türkçü aydınlarla tanıştı ve çalışmalarını Türkçülük ideali çerçevesinde sürdürdü. Ziya Gökalp’in uyarılarıyla halkın diline, vezinde ise aruzdan heceye geçti.
1918’de İstanbul’un işgal edilip Meclis-i Mebusan’ın kapanması üzerine gazeteciliğe başladı; bir yandan da öğretmenlik yaptı. Şiir ve yazıları Türk Kadını, Şair, Büyük Mecmua, Servet-i Fünûn, Ümit ve Yarın dergilerinde yayımlandı. Türk Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul hükumetini destekleyen "Aydede" dergisinde mizah yazarlığı yaptı. Sosyal olayları hicivsel bir üslupla ifade ettiği şiirlerini "Peri Kızı ile Çoban Hikayesi" adlı kitapta topladı (1919). Şiirlerinde divan şiirine özgü aruz vezni kalıplarını, modern ve sade hece ölçüsüne uyarlamayı başardı. 1922 yılında Orhan Seyfi, o güne kadara yayımlanmış gazete ve dergi yazılarını "Fiskeler" adlı mizah kitabında bir araya getirdi. Bu kitapta dönemin şair ve yazarlarının hicvedildiği yazılara, yazarın kurguladığı mizahi anket ve mülakatlara yer verdi. 1922’de ayrıca Peri Kızı ve Çoban Hikâyesi kitabındakilere yeni şiirler de ekleyerek "Gönülden Sesler" adlı kitabını yayımladı.
Gönülden Sesler beklentilerini karşılamayınca şiiri ikinci plana aldı; bacanağı Yusuf Ziya ile beraber çıkardıkları Akbaba’da mizah yazarlığını sürdürdü. "Papağan" (1924-1927) ve "Yeni Kalem" adlı mizah, "Resimli Dünya" (1924-1926) adlı çocuk ve magazin dergileriyle, edebiyat ve sanat içerikli "Güneş"’i (1927) yayımladı; bir süre "Karagöz"’ün yayım sorumluluğunu üstlendi (1928-1932).
1932-1938 yılları arasında Yusuf Ziya ile birlikte ve kendi başına "Edebiyat Gazetesi", "Hızlanış", "Ayda Bir", "Her Ay", "Her Şey" gibi dergiler çıkardı. 1941-1944 arasında Yusuf Ziya ile birlikte haftalık Türkçü Fikir ve Sanat mecmuası "Çınaraltı"yı yayımladı. Yusuf Ziya'nın adının Akbaba ile özdeşleşmesi gibi Orhon Seyfi'nin adı da Çınaraltı ile özdeşleşti.
1944’te Ankara’da yapılan bir mitingde öğrenci olaylarıyla ilgili görülerek bakanlık emrine alınan Orhan Seyfi, 1945’te Tasvir’deki yazılarıyla gazeteciliğe döndü. Cumhuriyet ve Ulus gazetelerinde de yazılarına rastlandı. 1946'da Cumhuriyet Halk Partisi'den Zonguldak milletvekili seçildi. 1950’li yıllarda Demokrat Parti’yi destekleyen Zafer ve Havadis gazetelerinde yazılar yazdı.
1960'tan sonra Adalet Partisi'ne girdi. 1 Mart 1962’de Son Havadis gazetesinde günlük yazılar yazmaya başladı ve hayatının sonuna kadar sürdürdü. 1965'te Adalet Partisi’nden İstanbul milletvekili seçildi.
1972’de İstanbul’da hayatını kaybetti. Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedildi.
Koza (film, 1995)
Koza, 1995 Türk filmi.
İki insanın birbirinden ayrı gelişen, bir ara evlilikle birleşen ve sonra ayrılmış olan yollarının görsel anlatımı. Durağan görüntüler eşliğinde ilerleyen diyalogsuz bir kısa filmdir.
Türk Kızılayı
Kızılay (Resmî adı: Türkiye Kızılay Derneği, Türk Kızılayı olarak da bilinir, eski adı Hilal-i Ahmer Cemiyeti), Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Hareketi'nin temel ilkeleri olan “"insanlık, ayrım gözetmemek, tarafsızlık, bağımsızlık, hayır kurumu niteliği, birlik ve evrensellik"” çerçevesinde çalışan bir yardım kuruluşudur.
Personelinin bir kısmı gönüllü olarak, bir kısmı ise maaşlı olarak çalışır.
22 Ağustos 1864’te Cenevre’de 12 hükümetin katılımı ile düzenlenen uluslararası toplantıda I. Cenevre Konvansiyonunun imzalaması ile Uluslararası Kızılhaç Örgütü'nün kurulmasının önü açılmıştı. Osmanlı hükumeti bu anlaşmayı 5 Temmuz 1865'te onayladı. Ancak derneğin durumu ilk 40 yıl belirsiz kaldı.
Başlangıçta Osmanlı Devleti yöneticileri arasında bu cemiyetin fayda sağlamayacağı düşüncesi vardı. Yine de 1867 yılında Mekteb-i Tıbbiye hocası Dr. Abdullah Bey, Paris'te toplanan ilk Kızılhaç kongresine delege olarak gönderildi. Kongrede Milletlerarası Sıhhi Yardım Komitesi’ne Türkiye delegesi seçilen Abdullah Bey, Osmanlı Devleti içinde yaralılara yardım derneği kurmak için Milletlerarası Yardım Komitesi Başkanlığı’ndan bir vekâletname aldı.
Abdullah Bey’in Paris dönüşünde bu konuda yaptığı girişimler oldu fakat ortada teşkilatın sembolü olan haç işaretinin Hristiyanların sembolü olması ve ordu çevrelerinden gelen güvensizlik gibi sorunlar vardı.. Abdullah Bey, ısrarlı çabaları sonucu Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa'nın desteğini almayı başardı. Kırımlı Dr. Aziz Bey'in de katkılarıyla Mekteb-i Tıbbiye Nazırı Marko Paşa başkanlığında “"Mecruhin ve Marza-yı Askeriyeye İmdat ve Muavenet Cemiyeti"” kuruldu. Kurulan bu dernek herhangi bir işaret ve sembol kullanmıyacakdı. Bu derneğin kurulduğu 11 Haziran 1868 tarihi Türkiye’de Kızılaycılığın resmen kuruluş tarihi kabul edilir.
Geçici bir yönetim kurulu oluşturan cemiyet, tüzük hazırlamak üzere de bir komisyon kurdu. Cemiyetin başkanı Marko Paşa, Genel sekreteri Abdullah Bey idi. Hazırlanan tüzük incelenip onaylanmak üzere hükümete sunuldu. Ne var ki girişim askeri yetkililer tarafından “sivillerin askerlik i |
şlerine karışması” olarak değerlendirilmişti.. Yakınlarda bir savaş tehditi görülmediğinden cemiyet önemli görülmüyordu ve tüzük onaylanmadı. 1874 yılında Abdullah Bey’in ölümünden sonra cemiyet faaliyetlerini tatil etti.
1876’da Sırbistan ve Karadağ ile Osmanlı Devleti arasında yaşanan çatışmalar, Türkiye’de Kızılhaç’a bağlı bir askerlere yardım cemiyeti kurulması gerekliliğini yeniden gündeme getirdi.
Çatışmalar sırasında Slav askerleri “Salib-i Ahmer (Kızılhaç) Cemiyetleri”nden yardım alırken Osmanlı askerleri çaresizlik içinde kalmışlardı. Kızılhaç ekipleri Osmanlılara yardım edemiyorlardı çünkü Cenevre Sözleşmesi’ni imzalamayan ya da imzalayıp da gereklerini yerine getirmeyen hükumetlerin askerlerine yardım edilmemesi kuralı vardı.
Avrupa genelinde faaliyet gösteren Salib-i Ahmer cemiyetlerinin yetkilileri, Osmanlı Devleti'nin de yardımlardan yararlanabileceğini, bunun için İstanbul'da bir merkez oluşturup bunu Cenevre’deki merkez yoluyla diğer devletlere duyurmaları gerektiğini ilgililere gönderdikleri mektuplarla hatırlattılar. Bu gelişmeler üzerine İstanbul’da “"Mecrûhîn ve Zuafây-ı Askeriyeye İmdat ve Muavenet Cemiyeti"” nin resmen kurulması için çalışmalar başladı.
13 Ağustos 1876’da çeşitli hükumet ve cemiyet temsilcileri Mekteb- Tıbbiye Nazırı Marko Paşa başkanlığında toplandılar. Toplantıda cemiyetin, Cenevre Konvansiyonu'nda kabul edilen sembolü kullanmasının mümkün olmadığı için yeni bir sembol bulunması ve bir an önce cemiyetin tüzüğünün hazırlanması karara bağlandı. Kırımlı Aziz Bey’in konu üzerindeki çalışmaları sonucu Türkler'in sembol olarak Salib-i Ahmer (Kızılhaç) yerine Hilal-i Ahmer (Kızılay) kullanması kabul edildi. Hilâl işaretinin tescili için Cenevre'deki hükümet aracılığıyla bütün devletlere başvuru yapıldı; devletlerin çoğu amblemi kabul ettiğini bildirdi. Derneğin tüzüğü hazırlanıp hükümete teslim edildi. Haç yerine hilal kullanılması kararı üzerine hükümet tüzüğü onayladı.
Cemiyet, 14 Nisan 1877’de resmen kuruldu. Meclis-i Umum-u Sıhhiye İkinci Reisi Hacı Arif Bey cemiyet başkanı olarak görevlendirildi. 19 Nisan 1877’de yapılan ikinci toplantıda cemiyetin adı “"Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti" olarak belirlendi.
Kuruluşunu henüz yeni tamamlayan cemiyet, 93 Harbi sırasında, özellikle Plevne Savunması’nda kendini gösterdi. Savunma sırasında 4 bine yakın yaralıya baktı. Savaştan sonra Osmanlı Devleti’nde anayasa askıya alınmış birçok kurum ve kuruluşun çalışmalarına kısıtlama getirilmişti. Hilal-i Ahmet Cemiyeti de çalışmalarına ara vermek zorunda kaldı.
1897’de 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’nın patlak vermesi üzerine Hilal-i Ahmer Cemiyeti yeniden gündeme geldi. 24 Mayıs 1897 tarihli bir sadrazamlık emri ile cemiyet yeniden göreve davet edildi. Heyetin ikinci başkanı Nuriyan Efendi önderliğinde bağış toplandı. Toplanan para ile kiralanan iki vapur savaşta yaralanan askerleri İstanbul’a getiri, orduya ilaç alımı yapıldı. Savaştan sonra cemiyetin faaliyetlerine yine ara verildi.
Meşrutiyet’in ilanı ile ülkedeki birçok kurum gibi Hilal-i Ahmer Cemiyeti de bir yeniden yapılanma içine girdi, faaliyetlerine bir daha ara vermemek üzere yeniden kuruldu. Rejim değişikliğinden sonra devlet yönetiminde cemiyetin yararına inanan devlet adamları görev almıştı. 1911 yılında İstanbul’da çıkan büyük Aksaray yangını sırasındaki faaliyetleri devletten daha fazla yardım görmesinde etkili oldu. Eski Hariciye nazırı ve Paris Sefiri Mehmed Rifat Paşa'nın eşi Madam Rıfat Paşa'nın kısa zamanda cemiyet için 5 bin altın toplaması, başkalarını da harekete geçirdi. Yeni bir tüzük hazırlanıp Devlet Şurası tarafından onaylandı.
Cemiyete üye kaydedilen yüz kişi 20 Nisan 1911’de yapılan toplantıda 30 kişilik idare heyetini seçti ve başkanlığa Hakkı Paşa’yı getirdi. Veliaht Yusuf İzzettin Efendi cemiyetin fahri başkanlığını üstlendi. Tophane’deki üç katlı bir bina veliaht tarafından döşendi ve cemiyetin ilk genel merkezi oldu. Genel merkez daha sonra II. Mahmut Türbesi etrafındaki dört katlı bir binaya taşındı.
II. Meşrutiyet’in ilanından sonra devletin üst kademelerindeki devlet adamlarının çoğu cemiyete eşleriyle birlikte üye olmuşlardı. 20 Mart 1912’de Dr. Besim Ömer Paşa’nın girişimiyle Hilal-i Ahmer Cemiyeti Hanımlar Heyet-i Merkeziyesi adı ile bir birim oluştu. Başkanlığını Harbiye Nazırı Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın eşi Prenses Nimet Muhtar Hanım üstlendi. Hanımlar, devletin peş peşe girdiği savaşlarda cephedeki askerler kadar cephe gerisindeki sivil halkın ihtiyaçlarının karşılanması için de faaliyetlerde bulundular. Hasta bakıcı kursları düzenlediler. Balkan göçmeni kadınlar için Darüs-sınaa isimli sanat evleri kurdular.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan Milli Mücadele döneminde Hilal-i Ahmer, işgal kuvvetlerinin ve İstanbul hükümetinin baskılarına maruz kaldı. 16 Mart 1920’de dernek merkezi basıldı. Derneğin genel sekreteri Dr. Adnan Bey Ankara’ya geçerek kurulan milli hükümette görev aldı; eşi Halide Hanım Hilal-i Ahmer hemşiresi olarak savaşa katıldı.
Ekim 1920’de İsmail Besim Paşa, Adnan Bey, Ömer Lütfü Bey ve Esat Paşa’dan oluşan Ankara temsilciliği kuruldu ve Anadolu’daki Hilal-i Ahmer merkez ve şubeleri ile temsilcilikleri buraya bağlandı. İstanbul’daki genel merkez Ankara'daki temsilciliğin yetkilerini arttırdı. İstanbul'dan Anadolu'ya acil ihtiyaç malzemeleri gönderildi ve pek çok sağlık personelinin Anadolu’ya geçmesi, cephe gerisinde çalışması sağlandı.
Cemiyetin İcra Vekilleri Heyeti (Bakanlar Kurulu)’na yaptığı başvuru üzerine ismi 29 Kasım 1922’de Türkiye Hilal-i Ahmer Cemiyeti olarak değişti.
Cemiyet, Milli Mücadeleden sonra cemiyet Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi'ni yönetti. Türkiye’ye nakillerini bekleyen Yunanistan’daki Türkler için sağlık ekibi ve sağlık gereçleri sağlandı.
Cemiyetin merkezi 1925’te Ankara’ya alındı. Aynı yıl Türkiye'nin ilk Hastabakıcı Hemşire Okulu Hilal-i Ahmer tarafından açıldı.
Cemiyetin adı 28 Nisan 1935’te "Türkiye Kızılay Cemiyeti", 22 Eylül 1947’de "Türkiye Kızılay Derneği" olarak değişti.
Günümüzde başkanlığını Dr Kerem Kınık yapmaktadır.
Türk Kızılayı Sadece afet anlarında değil hayatın her anında insanlara yardım götürebilmek için projeler üretmektedir. Bu projelerin sayısı günümüzde 14'ü bulmaktadır.
Gazze'de bulunan yardıma muhtaç insanların temel yaşam ihtiyaçlarını karşılamak üzere oluşturulmuş proje. İlk Yurtdışı temsilciliğini Gazze'de Kuran Türk Kızılayı, yaklaşık 9 yıldır burada Deprem nedeniyle Barınma alanlarını kaybeden, yaralanan ve sevdiklerini kaybeden ihtiyaç sahiplerine yardımlarını ulaştırmaktadır. bugüne dek Kızılay aracılığıyla Türkiye'den Gazze'ye 35.000.000 (Otuzbeş Milyon) Türk lirası tutarında insani yardım malzemesi ulaştırılmıştır.
Kuzey Irak bölgesinde ihtiyaç sahipleri için çadır kent kuran Türk Kızılayı'nın bölgedeki insanların temel ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla oluşturduğu proje.
Proje kapsamında Türk Kızılayı, yardıma muhtaç kişilere dağıtılmak üzere birçok kuru gıda ürününün bulunduğu 2 farklı gıda kolisi hazırlamaktadır.
Türkiye genelinde 14 aşevi ile hizmet veren Türk Kızılayı'nın, sağlıklı ortamlarda, besin değeri yüksek gıda malzemelerinden oluşan ve bir ailenin beslenme ihtiyacını karşılayacak şekilde hazırlanan sıcak yemekleri ihtiyaç sahibi ailelere dağıttığı proje.
Zekat olarak verilen bağışların ihtiyaç sahibi ailelere ulaştırılması projesi. Bu projede toplanan bağışlar, Kızılay hesaplarına ulaşmadan doğrudan ihtiyaç sahiplerine gönderilmektedir. Kızılay Kart bu bağışlarla dağıtılmaktadır
Kızılay Kart, Türk Kızılayı tarafından uygun görülen yardımların ihtiyaç sahibi ailelerin tercihleri doğrultusunda dağıtılmasına imkan veren modern bir araçtır. İhtiyaç sahiplerinin tüm ihtiyaçlarını alışveriş noktalarından, verileni değil tercih ettiğini almasını sağlamak amacıyla üretilen, akıllı kart sistemidir.
Kişilerin adadığı adakların ,adak vekaleti vererek Kızılay sayesinde ihtiyaç sahibi ailelere ulaştırıldığı proje.
Başta barınma olmak üzere yardıma muhtaç insanların beslenme ihtiyacı Türk Kızılayı mobil mutfakları sayesinde karşılanmaktadır. Kurulan mobil mutfaklar ile sağlıklı ve hijyenik ortamda pişen yemekler yardıma muhtaç insanlara dağıtılmaktadır.
Afet durumlarında yeterli çadır sayısını sağlamak amacıyla nakdi yardım alınan proje.
Proje kapsamında 2022 sayılı kanun kapsamında ihtiyaç sahibi olduğu tespit edilen, vücut fonksiyonlarının yüzde 70 ve üzeri engelli olduğunu devlet hastaneleri tarafından düzenlenen raporlar neticesinde belgeleyebilen ihtiyaç sahipleri, Türk Kızılayı’ndan tekerlekli sandalye yardımı alabilmektedir.
“Sevgi Bohçası” adı verilen proje ile maddi durumu yetersiz ailelere doğum sonrasında destek olunması hedefleniyor. Proje ile yeni doğan bebeklerin ve annelerinin temel ihtiyaçları Türk Kızılayı tarafından karşılanmaktadır.
Özel Eğitim Sınıflarının Tefrişatı Projesi, özel eğitime ihtiyacı olan çocukların eğitimlerine katkı sunmayı hedefleyen bir projedir.
Suriye vatandaşı yardıma muhtaç insanların temel yaşam ihtiyaçlarının karşılandığı proje.
Kızılay İyilik Koşusu, Türk Kızılayı tarafından düzenlenen ve bünyesinde devam eden projelere kaynak yaratmanın hedeflendiği yardımseverlik koşusu etkinliğidir.
PalmSource
PalmSource PDA'lar için PalmOS işletim sistemini üreten yazılım şirketidir. PalmOS kullanan 38 milyondan fazla cihaz satılmıştır. PalmOS kullanan cihazlar üreten şirketler arasında Palm, Sony, Samsung, Lenovo, Aceeca, AlphaSmart, Fossil, Garmin, GSPDA, Kyocera, PiTech, Tapwave ve Symbol şirketleri yer almaktadır.
PalmSource şirketi 2003 PalmOS 6'yı çıkarmış, Şubat 2004'te PalmSource PalmOS 5'e PalmOS Garnet, PalmOS 6'ya da PalmOS Cobalt isimlerini verdiğini açıklamıştır. Eylül 2004'te 6.1 sürümü duyurulan PalmOS Cobalt'ı kullanan bir cihaz şu ana kadar piyasaya çıkmamıştır.
Palm şirketi PalmOne ve PalmSource olarak ikiye ayrıldığında, PalmOne donanım işini üstlenirken PalmSource'da yazılım işini üstlendi. Yani PalmOne PDA'ları üretecek, PalmSource da işletim sistemi işini üstlenecekti. Bu ayrılma ile farklı şirketlerin de PalmOS işle |
tim sistemini kullanan cihazları üretmesi teşvik edilmek isteniyordu. Ancak istenen gerçekleşmedi, birçok yeni şirketin PalmOS kullanan PDA'lar üretmesi beklenirken, birçok şirket PDA pazarından tamamen çekildi. Bunların arasında Sony ve Tapwave gibi zamanına göre çok güçlü cihazlar üreten şirketler de bulunuyor.
Kasım 2004'te PalmSource, ChinaMobileSoft şirketini satın almış ve Linux tabanlı bir PalmOS sürümü üzerinde çalıştıklarını duyurmuştur. Haziran 2005'te ise diğer ürünlerin geliştirilmesini durdurduklarını ve Linux tabanlı PalmOS üzerinde yoğunlaştıklarını duyurdular.
PalmOne şirketi Mayıs 2005'te Palm isim haklarını PalmSource'dan satın alarak tekrar Palm adını almıştır.
Eylül 2005'te PalmSource, Japon Access Co. şirketi tarafından 324 milyon dolara satın alındığını açıkladı.
Gılgamış Destanı
Gılgamış Destanı, tarihin en eski yazılı destanının adı olup, 56 kil tablete Akad çivi yazısı ile kaydedilmiştir. Uruk kralı Gılgamış'ın ölümsüzlüğü arayışının öyküsünün anlatıldığı destan aynı zamanda Nuh Tufanı'nın en eski sürümünü de nâfile olduğunu ve Tanrı Enlil’in öğütleriyle, insanın ancak büyük bir ad bırakmakla ölümsüzlüğe erişebileceğini kabul etmiştir. Gılgamış destanı Mezopotamya devletleri arasında en önemli eserlerden biridir. Sümerler tarafından yazılmıştır.
Destan, tarihte bilinen en eski medeniyetlerden olan Sümerlerin yaşayışları hakkında bilgi verir ve kendisi de ilk yazılı destan olma özelliğini taşır.
Gılgamış Destanı'nın en önemli özelliklerinden biri de, anlattığı "Tufan" öyküsünün, küçük değişimlerle üç büyük dinin kutsal kitaplarında aynen yer almasıdır." Örneğin Gılgamış, ölümsüzlük otunu bulan Ziusudra’yı (Utnapiştim) bulmak için yola çıkar ve Tilmun adasına ulaşır. Ziusudra burada Tevrat ve Kur'anda Nuh'un yaşı konusunda tekrarlanan bir ifadeyle kendisinin 950 yaşında olduğunu söyler ve yaklaşık yarım asır önce yaşadığı tufan hikâyesini Gılgamış’a anlatır.
Kral Gılgamış ölümden kurtulma çabasıyla dünyanın öbür ucuna kaçar. Orada tufandan sağ kurtulmuş Utnapiştim’le karşılaşır. Tanrı Enlil onun hala hayatta olduğunu öğrenince kızar. Ama bu haberlerle içi rahatlayan diğer tanrılar bir daha böyle bir afetin yaşanmaması gerektiğine karar verir. "
Utnapiştim Gılgamış'a dedi:
"Gılgamış, sana gizli bir şey açayım. Tanrıların gizini söyleyeyim: Şurippak, senin bildiğin bir kent, Fırat'ın kıyısındadır. Bu kent çok eskiden varken, tanrılar bu kentin yanındaydılar. Tanrıların aklına bir tufan yapmak geldi. Bunların babaları soylu Anu, hükümdarları yiğit Enlil, büyük vezirleri Ninurta, su yolcuları Ennagi ve Bilge Ea da onların toplantısında yer aldı.”
Ea, tanrıların verdikleri kararı, kamıştan bir çite anlattı:
"Kamış çit, kamış çit! Duvar, duvar! Kamış çit dinle, duvar anımsa!
Şurippaklı Ubar-Tutu'nun oğlu, evi sök. Bir gemi yap ….. Canını kurtar! Canlı yaratıkların her türünden geminin içine yükle. Yapacağın geminin her yanı boda bir ölçüde olsun. Onun eni ve boyu bir ölçüde olsun. Yağmura karşı onun her yanına bir çatı kur!"
'Küçük yavrular bile gemi için zift taşıyorlardı. Güçlü erkekler gemiye yedek kereste getiriyorlardı. Onuncu günde geminiyi oluşturdum. Geminin her bir iku genişliğindeydi. Kenarları iki kez on kamış yüksekliğindeydi. Gemiyi altı katlı yaptım. Geminin alt ve üst güvertelerini yedi bölüme ayırdım, ambarını da dokuza böldüm. Ortasına da su kazıkları çaktım. Güzel kürek seçtim ……... Eritmek için kazana zift döktüm. …….
Ustalara, ırmak suyu gibi bira, rakı, şırlık ve şarap akıtıldı. ……. Gemi yedinci günde tamam oldu.
………..Elime geçen her şeyi içine yükledim. … Bütün soyumu, sopumu ve kavmimi gemiye bindirdim. Yazının yabanıl, yazının evcil hayvanlarını ve bütün ustaları gemiye aldım. '
Bundan sonraki safhada Tufan’ın sona erişi, Utnapiştim’in sevinç gözyaşları döküşü, geminin Everst dağına oturuşu, suların çekilip karaların tekrar meydana çıkışını kontrol için karaya geşişinin 7.gününde Utnapiştim’in arka arkaya Güvercin, kırlangıç ve karga salıverdiği, diğerlerinin konacak yer bulamadıkları, ancak karganın bir kuru kara parçasını gagaladığı, bundan sonra da dört yöne her şeyi salıverip kurban kestiği ve tütsü kurbanı yaptığı anlatılmaktadır
Tufan efsanesi M.Ö.2000, M.Ö.I833-1750 ve M.Ö. 1250 tarihlerinde meydana getirilmiş değişik versiyonlara sahiptir.
Yapıtın, Cumhuriyet Gazetesi Dünya Klasikleri Dizisi'nde yayımlanan baskısının çevrimiçi okunabileceği bağlantı.
Marie Curie
Marie Curie veya doğum ismiyle Maria Salomea Skłodowska (7 Kasım 1867 – 4 Temmuz 1934), Polonya asıllı kimyager ve fizikçi. Sonradan Fransız vatandaşlığına geçmiştir.
Radyoaktivite üzerine yaptığı çalışmalarla iki farklı alanda Nobel Ödülü kazandı. Uranyumla yaptığı deneyler sonucu radyoaktiviteyi keşfetti. Toryumun radyoaktif özelliğini buldu ve radyum elementini ayrıştırdı. 1903 Nobel Fizik ödülü, 1911 Nobel Kimya ödülü sahibi ve radyoloji biliminin kurucusudur. Çalışmalarıyla bir çığır açan Curie, Nobel Ödülü'nü alan ilk kadın, bu ödülü iki kere alan ilk bilim insanı olmuştur. Varşova'nın Clandestine Floating Üniversitesinde okudu ve uygulamalı bilimsel eğitimine başladı. 1891 yılında 24 yaşında Curie yüksek derece kazandı ve onu izleyen bilimsel çalışmaları Paris'te eğitim için büyük kardeşi Bronisława kadar takip etti. Marie'nin kocası Pierre Curie ile ve fizikçi Henri Becquerel Fizik 1903 Nobel Ödülünü paylaştı. Marie Kimya 1911 Nobel Ödülü de kazandı. Başarılarına radyoaktif izotopları izole etmek için radyoaktivite teknikleri teori ve iki unsurdan, polonyum ve radyum keşfi de dahildir. Curie'nin yönetimi altında, dünyanın ilk çalışmaları radyoaktif izotoplar kullanılarak, neoplazmaların tedavisi içine yapılmıştır.
7 Kasım 1867 tarihinde Polonya'nın Varşova kentinde dünyaya geldi. Babası Wladislaw Sklodowski Varşova lisesinde fizik ve matematik öğretmeni iken annesi Bronislawa Sklodowski yatılı kız yurdu müdürüydü. Ailesi, annesinin müdürlük yaptığı yurtta kalıyordu. Sofia, Hela, ve Bronya isimlerinde 3 kız, Joseph isminde bir erkek kardeşi vardı. 1875 yılında ablaları Sofia ve Bronya tifüse yakalandı, Sofia 1876 yılının Ocak ayında ölürken Bronya iyileşti. 2 yıl sonra Marie'nin annesi verem sebebiyle öldü.
Gençlik yıllarında yaşadığı Varşova, o sırada Rus yönetimi altında, Rus Çarı II. Aleksandr tarafından yönetiliyordu. Ülkedeki eğitim sistemi nedeniyle kadınların üniversiteye gitmesi ya da teknik eğitim görmeleri için yurtdışına çıkmaları gerekiyordu. Kardeşi Bronya ve Marie çalışıp para biriktirdiler, 1885 yılında Bronya Sorbonne'da tıp eğitimi almaya başladı. Mezun olduktan sonra Marie'ye matematik ve fizik eğitimi alması için yardım etti. 1891 yılında Paris'te ablasının yanında eğitime başlayana dek Varşova'da Endüstri ve Tarım Müzesi adı altında gizlice eğitim veren Polonya okulunda eğitim aldı. Paris'e gidince önce ablasının yanında kalarak sonrasında ise küçük bir tavan arasında yaşayarak eğitimini sürdürdü. 3 Kasım 1891 tarihinde başladığı eğitimde bir buçuk yıl sonunda sınıfının birincisi olarak fizik diploması aldı. 1894 yılında ise ikinci diplomasını matematik alanında aldı. Bir sonraki hedefi ise öğretmenlik diploması alıp Varşova'ya dönmekti.
1894 yılında Polonyalı bir bilim insanı aracılığıyla, kardeşi Jacques ile piezoelektriği keşfeden Pierre Curie ile tanıştı. 35 yaşındaki Pierre Curie, Endüstriyel Fizik ve Kimya Okulu laboratuvarının başkanıydı. Marie ve Pierre, ortak bilimsel ilgilerinin de katkısıyla birbirlerine bağlanıp, Temmuz 1895'te evlendiler. Bu tarihten itibaren Maria Skłodowska yerine Marie Curie adını aldı.
1896 yılında öğretmenlik diplomasını aldıktan sonra 1897'de, daha önce Henri Becquerel (okunuşu: Bekerel)'in duyurduğu, uranyum tuzlarının yaydığı, sonraları radyoaktivite olarak adlandırılacak "ışın" üzerine detaylı araştırmalara başladı. Fakat Eylül 1897'de ilk kızı Irene'in dünyaya gelmesi, çalışmalarına ara vermesine sebep oldu. 1898 başlarında çalışmalarına hız veren Marie toryumun da bu ışınları yaydığını fark etti. Bu noktada eşi Pierre de kendi çalışmalarını bırakarak Marie'ye yardım etmeye başladı.
Bu arada Becquerel, iki farklı uranyum mineralinin daha "aktif" olduğunu keşfetti.
Temmuz 1898'de Curie'ler yeni radyoaktif bir element olan ve uranyumun radyoaktif bozunmasından ortaya çıkan polonyumu bulduklarını duyurdular. (İsmini Marie'nin vatanı Polonya'dan esinlenerek koydular). Eylül 1898'de Fransız kimyacı Eugène-Anatole Demarçay'ın spektroskopi yöntemi ile tanımlanmasına yardım ettiği, doğal radyoaktif element radyumu duyurdular.
Marie, 1904 yılında doktorasını vererek Fransa'da gelişmiş bilim alanında doktora unvanı alan ilk kadın oldu. Aynı yıl radyoaktivite konusundaki araştırmalarından dolayı, kocası ve Becquerel ile paylaştığı Nobel Fizik Ödülü'nü alarak, tarihte Nobel Ödülü alan ilk kadın oldu.
1904 yılında eşi Pierre Sorbonne'da öğretmenliğe başladı. Marie de Sevr'deki bir kızlar okulunda fizik öğretmenliği yapmaya başladı. Aynı yılın sonlarına doğru ikinci kızları Eve doğdu. O sıralar Marie ve Pierre, radyasyondan kaynaklanan rahatsızlıklar geçirmeye başladılar. Radyumun dokuya verdiği zarar, araştırmacılar tarafından kabul edilmeye başlanmıştı. Aynı zamanda, radyumun etkisinin kötü dokulara uygulanarak tedavide kullanılabileceği fikri de doğmaya başlamıştı. Amerikalı mucit Alexander Graham Bell, kanserin tedavisi için tümöre radyum verilmesini önermişti.
19 Nisan 1906'da Pierre Curie bir at arabasının çarpması sonucu öldü. İki çocuğu ile dul kalan Marie, kocasının Sorbonne'daki öğretmenlik görevini sürdürdü ve 1908'de Sorbonne'daki ilk kadın profesör oldu.
1911 yılında radyum ve polonyumun keşfi ve araştırılmasındaki rolünden ötürü Nobel Kimya Ödülü'ne layık görüldü. Böylece tarihte iki Nobel Ödülüne sahip ilk kişi oldu. Halen 2 Nobel Ödülüne sahip tek kadındır. Yaptığı çalışma bir elementin radyoaktif işlemlerden sonra başka bir elemente dönüşebileceğini gösteriyordu.
Bu başarılarının yanı sıra kişisel saldırılara maruz kaldı. İlk olarak tümü erkeklerden oluşan Fransız Bilim Akademisi bir oyla üyeliği |
ni reddetti. Ardından, Paul Langevin ile arasında aşk ilişkisi olduğuna dair dedikodular yayılmaya başladı. Evli ve Pierre Curie'nin yakın dostu olan Paul Langevin ile Marie arasındaki bu dedikodu gazetelere Langevin skandalı olarak yansıdı ve Marie'nin ikinci Nobel Ödülünü alması bile arka plana atıldı. Langevin gazetenin baş editörünü halkın önünde yapılacak düelloya davet etti. Editörün silahını çekmemesi ile o zamanın anlayışıyla gülünçleşen olay, konunun kapanmasını sağladı.
Marie Curie, Aralık 1911'de Nobel Ödülünü almak için Stokholm'e gitti. Buradaki konuşmasında, Pierre Curie'nin yardımlarını küçümsemediğini de belirterek, radyoaktivitenin atomun bir özelliği olduğu hipotezinin kendi çalışması olduğunu duyurdu. Fransa'ya geri dönen Marie Curie, çalkantılı geçen yılın etkisi ile depresyona girdi.
1914 yılında Paris Üniversitesi'nde Radyum Enstitüsü kuruldu ve Marie Curie ilk müdür olarak atandı. Hayatı boyunca radyumun tıptaki önemine dikkat çekti. I. Dünya Savaşı sırasında taşınabilir röntgen cihazları yaparak, kızı Irene ile birlikte, genç kadınlara x ışını teknolojisini öğretti. Ayrıca fizik tedavi uzmanlarına savaş ortamında radyoloji ekipmanını nasıl kullanacaklarını gösterdiler. Bu esnada yüksek dozda radyokaktif ışına maruz kaldılar.
1920'li yıllarda bilime katkısını sürdürdü. Varşova'daki Radyum Enstitüsü'nün kurulmasında önemli rol oynadı. Başkan Herber Hoover'ın kendisine verdiği 50.000 dolar ödülle Varşova'da yeni kurulan laboratuvara radyum aldı.
1934 yılında Fransa'nın Savoy kentinde kan kanserinden öldü. Hastalığı, aşırı dozda radyasyona maruz kalmasına bağlandı. Bu yüzden ona "bilim için ölen kadın." denildi. Radyokaktivite çalışmalarından dolayı, radyokativite birimine "curie" denilmektedir. Ölümünün ardından Sceaux'taki aile mezarlığına gömülmüş ancak, 20 Nisan 1995'te Marie Curie'nin ve kocasının mezarları Fransa' nın ulusal anıt mezarı olan Panthéon'a taşınmıştır. Marie Curie başarılarından dolayı bu şerefe layık görülen ilk kadındır.
Curie'nin not defterleri o kadar çok radyasyona maruz kalmıştır ki, ancak kurşun kaplı bölmelerde muhafaza edilip sadece radyoaktif koruma altında incelenebilmektedir.
Kendi üretim arkasındaki mekanizma henüz anlaşılmamış olsa da 1895 yılında Wilhelm Röntgen, X-ışınlarının varlığını keşfetti. 1896 yılında Henri Becquerel uranyum tuzlarının kendi nüfuz gücünü X-ışınlarına benzer ışınları yaydığını keşfeden Marie, bu radyasyon, fosforesans aksine, enerjinin bir dış kaynaktan bağlı olmadığını gösterdi ama uranyum kendiliğinden ortaya çıkmış gibiydi. Bu iki önemli keşiflerden etkilenerek, Marie tez araştırmasına olası bir alan oluşturarak uranyum ışınlarının içine bakmaya karar verdi.
Onun örneklerini araştırmak için yenilikçi bir teknik kullandılar. On beş yıl önce, kocası ve kardeşi elektrometrenin, elektrik yükü ölçmek için hassas bir cihazın bir sürümünü geliştirdi. Pierre'in elektrometreyi kullanarak, o uranyum ışınları elektrik yürütmek için bir numune etrafında havada neden olduğunu keşfetti. Bu tekniği kullanarak, onun ilk sonucundan uranyum bileşiklerinin faaliyeti sadece uranyumun mevcut miktarına bağlı olduğuna dair bir bulgu olduğu bulundu. Radyasyon moleküllerinin bazıları etkileşim sonucu değildi ama atom kendisinden gelmelidir varsaydı. Bu hipotez atomların bölünmez olduğunun antik varsayımını çürütmek için önemli bir adım oldu.
1897 yılında kızı Irène doğdu. Ailesini desteklemek için, Curie Ecole Normale Supérieure'e ders vermeye başladı. Curies özel bir laboratuvara sahip değildi; kendi araştırmalarının çoğunu Fizik ve Kimya Okulu yanındaki döküme dönüştürülen yerde yürütmüştü. Sundurma, eski bir tıp okulu kesme odası, kötü havalandırmalı ve hatta su geçirmez durumdaydı. Onlar radyoaktif maddeler ile bunların devamlı korumasız çalışmalarına ve radyasyona maruz kalan görevlisine zararlı etkilerinden habersizdiler. Okul onun araştırmasında sponsorluk yapmıyordu, ama o metalürji ve madencilik şirketleri ve çeşitli kurum ve hükümetlerinden sübvansiyon alacaktı.
Curie sistematik çalışmalar için iki uranyum minerali seçti , zift ve torbernite dahil. Her elektrometre pitchblende etkin olarak iki uranyum ve kalkosin dört kat daha etkin olduğunu göstermiştir. Onun aktivitesine uranyum miktarı ile ilgili daha önceki sonuçlar doğru olsaydı, o zaman bu iki mineral çok daha aktif miktarlarda uranyum içermelidir sonucuna varıldı. Radyasyon yayan ek maddeler için sistematik bir arama başlattı ve 1898 ile o elemanın toryum radyoaktifi olduğunu keşfetti.
Dünya Savaşı sırasında, savaş alanında Curie cerrahlara yardımcı olmak için ön saflara yakın bölgede radyolojik merkezleri için bir ihtiyaç gördü.Radyoloji, anatomi ve otomotiv mekaniği hızlı bir çalışmadan sonra o, X-ışını ekipmanı, araçları, yardımcı jeneratörler, ve geliştirilen mobil radyografi üniteleri tedarik etti ve halk arasında petites Curies ("Küçük Curies") olarak bilinir hale geldi. O Kızıl Haç Radyoloji Servisi müdürü oldu ve 1914 yılının sonlarında Fransa'nın ilk askeri radyoloji merkezi faaliyetlerini kurdu. Askeri doktor tarafından ve onun 17 yaşındaki kızı Irène tarafından desteklendi, Curie savaşın ilk yılında hastanelerde 20 mobil radyolojik araçla ve başka bir 200 radyolojik birimlerinin kurulumunu yönetti. Daha sonra, o yardımcıları gibi diğer kadınları eğitmeye başladı.
1915 yılında, Curie enfekte doku sterilize etmek için kullanılmak üzere daha sonra radon olarak tanımlanan 'radyum fışkırma ", radyum tarafından verilen renksiz, radyoaktif bir gaz ihtiva eden içi boş bir iğne üretti. O kendi tek gram kaynağından Radyumu sağladı. Bu bir milyondan fazla yaralı askerler onu X-ışını birimleri ile tedavi edildi tahmin edilmektedir. Bu çalışma ile meşgul, o dönemde çok az bilimsel araştırma gerçekleştirdi. Fransız savaş çabalarına onun tüm insani katkıları rağmen, Curie Fransız hükümeti tarafından kendisine herhangi bir resmi tanıma alamamıştır.
Ayrıca, savaş başladı hemen sonra, o savaş çabalarına onu altın Nobel Ödülü madalya bağış çalıştı ama Fransız Ulusal Bankası bunları kabul etmeyi reddetti. O Nobel Ödülü parayı kullanarak, savaş tahvilleri satın aldılar. O da Polonya davasına adanmış Fransa'da Polonia komitelerinde aktif bir üyesi oldu. Savaştan sonra, o Savaşı'nda bir kitap Radyoloji (1919) onun savaş zamanı deneyimlerini özetlenmiştir.
1920 yılında, radyum keşfinin 25. yıldönümü için, Fransız hükümeti onun için bir maaş kurdu; önceki alıcı Louis Pasteur (1822-1895) idi. O radyum araştırma için fon Birleşik Devletlerini gezdi 1921 yılında, Marie zaferle karşılandı. Bayan William Brown Meloney, Marie'yle görüşme sonrasında, Marie Curie Radyum Fonu oluşturdu ve onun gezisinin duyurulması, radyum satın almak için para alımına teşvikte bulundu. 1921 yılında, ABD Başkanı Warren G. Harding Amerika Birleşik Devletleri'nde toplanan 1 gram radyumu sunmak için Beyaz Saray'a onu aldı. Toplantıdan önce, halkın önünde giymek için birtakım Fransız resmi ayrımlar da vardı ve aslında yurtdışında şöhreti büyüyen onu tanımak isteyen Fransız hükümeti ona Legion Onur ödülünü sundu, ama Marie bu ödülü reddetti. 1922 yılında Fransız Tıp Akademisinde tanınır hale geldi. O da kamuya görünerek Belçika, Brezilya, İspanya, ve Çekoslovakya'da konferanslar vererek, diğer ülkelere gitti.
Curie tarafından Led, Enstitü kızı Irène Joliot-Curie ve hukukçu oğlu, Frédéric Joliot-Curie de dahil olmak üzere dört Nobel Ödülü kazandı. Sonunda, bu dört ana radyoaktivite araştırma laboratuvarlarından biri haline geldi, Ernest Rutherford Cavendish Laboratuvarı, varlık diğerleri; Stefan Meyer ile Radyum Araştırma, Viyana, Enstitüsü; Otto Hahn ve Lise Meitner ile Kimya Kaiser Wilhelm Enstitüsü.
Ağustos 1922 yılında, Marie Curie Milletler Cemiyeti Fikri İşbirliği yeni oluşturulan Uluslararası Komisyonu üyesi oldu. 1923 yılında Pierre Curie başlıklı Pierre biyografisini yazdı. 1925 yılında, o Varşova Radyum Enstitüsü temellerini attı törenine katılmak üzere, Polonya'yı ziyaret etti. Onun ikinci Amerika turu, 1929 yılında, radyum ile Varşova Radyum Enstitüsü donatılması ile başladı; 1932 yılında açıldı ve kız kardeşi Bronisława yönetmeni oldu. Onun bilimsel uğraşları ve tanıtımı her ne kadar dikkat dağıtıcı olsa ve onu çok rahatsız etse de onun işi için gerekli kaynaklara erişebilmesine neden oldu. 1930 yılında, Curie'nin ölümüne kadar Curie Uluslararası Atom Ağırlıkları Komitesi üyesi seçildi.
Doku bilimi
Doku bilimi (İngilizce "Histology", histoloji), bitki ve hayvan dokularının bileşimini ve yapısını özelleşmiş işlevleriyle bağlantılı olarak inceleyen bilim dalı.Doku biliminin temel amacı dokuların hücre ve hücreler arası maddelerden organlara dek tüm yapı aşamalardaki düzenini saptamaktır.Mikroskobik anatomi olarak da tanımlanabilir.Doku alımı cerrahi,biyopsi veya otopsi(veya nekropsi,hayvansal dokular için) yollarıyla gerçekleştirilir.
Tebriz
Tebriz (Azerice: Təbriz; Farsça: تبریز; Osmanlıca: Kent-i Tebriz veya Tebriz Kend), İran'da Doğu Azerbaycan Eyaleti'nin yönetim merkezi olan şehir. Tebriz İran'ın kuzey batısındaki en büyük şehirdir.
Aynı zamanda eyaletin aynı isimli Tebriz şehristanı'nın da yönetim merkezi olan şehrin 2006 yılı resmi nüfusu 1,773,033
Şehir nüfusunun çoğunluğunu Azerbaycan Türkleri oluşturur. Halkın dili Azericedir. Nüfus açısından İran’ın Tahran, Meşhed ve İsfahan'dan sonra dördüncü en büyük şehridir. Sanayi bakımından İran’ın ikinci şehridir.
Tebriz adının Farsçadaki "teb" (ateş) ve "rîz" (akıtan, döken) sözcüklerinin birleşmesinden meydana geldiği söylenmektedir. Adın ortaya çıkışına dair bir hikaye bulunmaktadır. 791'de Abbasi Halifesi Harun Reşid'in ateşli hastalığa yakalanan eşi Zübeyde Hatun'un Tebriz'deki kaplıcalara girdikten sonra sağlığına kavuştuğı için buranın adı Tebriz (ateş döken) olmuştur.
Evliya Çelebi de şehrin adını "sıtma dökücü" olarak aktarmıştır.
Şehrin adı Arap coğrafya kitaplarında "Tibriz", Bizans ve Ermeni kaynaklarında "Tavrez", ve "Tavreş" şeklinde geçer. Avam halk buraya Tevriz de demekteydi.
Tebriz’in ne zaman kurulduğu hakkında kesin |
bilgi yoktur. Şehirde yapılan arkeolojik kazılara göre Tebriz’in 5 bin yıllık bir geçmişi olduğu tahmin edilmektedir.
Çeşitli kaynaklar III. yüzyılda şehrin varlığından söz ederler. Gazaka olarak da bilinen kent Atropatena’nın başkentiydi. Fakat sonra bir depremde yıkıldı ve Arap hâkimiyeti zamanında tekrar imar edildi.
Tebriz’in kuruluşu Ahameniş İmparatorluğu öncesine dayanır. İsmi Tavrez, Tavrej, Taris ve Turi diye de tarih kitaplarında geçen Tebriz, tarihi boyunca yıkımlara uğrayıp yeniden inşa edilmiştir.
Tebriz'in eski ismi Tavrez, Tavriz şeklinde olmuştur. Tebriz kelimesi Kıpçak Türkçesine ait bir kelimedir: Tebriz = Tavris = Tavaris. Yani (tav)+(aris) "dağ+arası". Bu da Tebriz şehrinin üç yandan dağlar ile çevrili olmasıyla ilgilidir.
Eskiden beri önemli bir merkez olan Tebriz’in kuruluşunu hazırlayan etkenlerden biri de kuzey-güney ve doğu-batı doğrultularında önemli yollar üzerinde (İpek ve Baharat yolları üzerinde) bulunmasıdır. Tebriz, doğu ile batı arasında bir ortaçağ kültür merkezi olmuştur. Tebriz, gerek içinde barındırdığı Türk nüfus ve gerekse İran’ı yüzyıllar boyunca yöneten Türkler açısından önemli bir merkezdir.
1174 yılında Tebriz ele geçirilmiş Kızıl Arslan onu İldenizliler’in başkenti yapmıştır..
Abaka Han devrinde (1265-1281) Tebriz, İlhanlıların başkenti oldu. Gazan Han'ın saltanatı sırasında başkent olan Tebriz'de 1299’dan sonra geniş bir imar faaliyetine girişildi. 1336’dan sonra Celayirlilerin eline geçen şehir daha sonra Timur tarafından istila edildi. Timurlular zamanı imparatorluğun batı eyaletlerinin idari merkezi olan şehir imar faaliyetleri ile daha da geliştirildi. Timur'un ölümünden sonra şehir onun oğulları arasında el değiştirdi.
1406’da Tebriz, Karakoyunlu hükümdarı Kara Yusuf’un eline geçti. Kara koyunlular zamanında da Tebriz başkent olarak kullanıldı. Timur’un yerine geçen Şahruh, 1436’da Tebriz’i kesin olarak ülkesine kattı. Şehrin yönetimini oğlu Cihanşah’a verdi. Cihanşah devrinde Tebriz’de meşhur Gökmescit ve daha birçok bina yapıldı. 1468’de Tebriz Akkoyunlular hükûmdarı Uzun Hasan tarafından alındı.
I. İsmail Akkoyunlu Elvend Mirza'yı Şarur (Nahçıvan) yakınlarında yendikden sonra 1501 yılının temmuz ayında Tebriz'de kendisini Şah ilan etti ve Safevi Devleti'ni kurdu. Safeviler'in başkenti olan Tebriz, Yavuz Sultan Selim zamanındaki Çaldıran Savaşından sonra Osmanlılarla Safeviler arasında birçok kere el değiştirdi.
Kuzeyde Eynali Dağı, güneyde volkanik Sehend Dağı arasında bulunmaktadır. Bu yüzden dağlarla çevrili bir düzlükte kurulmuştur. Ayrıca Kömür Çayı (Mehran Çayı ya da Kuru Çay) ve Acı Çay’ın birleşmesinden oluşan nehir yatağında konumlanmıştır. İmam Humeyni Caddesi kenti doğudan batıya iki parçaya bölen bir ana caddedir. Bu caddenin bir ucunda Tahran’a giden ana yol, diğer ucunda ise tren istasyonu bulunmaktadır. İran Ermenilerinin piskoposu Tebriz'de oturur.
Şems-i Tebrizi 1185 yılında bu şehirde doğmuştur.
Tebriz bulunduğu coğrafya nedeni ile, İran'ın batı kapısı olarak görülür bu yüzden birçok modern yapı ve etkinlik, İran’da ilk olarak Tebriz’de yapılmıştır veya görülmüştür. Bu yüzden çoğu Tebrizli İran'ın ilk modern hayata geçen şehri olarak görürler:
Tebriz İran’ın sanayi üretiminde büyük bir paya ve öneme sahiptir. Tebriz’in modern sanayisi başlıca otomotiv, makine, kimya, petrokimya, petrol rafinerisi, çimento, elektrik/elektronik eşya ve tekstil üzerine kuruludur.
Koşma (edebiyat)
Koşma, coşturucu duyguların dile getirildiği, İslamiyet öncesinde yazılan koşuk türünün bir devamı olan ladinî "(dinî olmayan)" Türk halk edebiyatı nazım biçimi. Koşmalar genellikle 11'li hece ölçüsü ile söylenir, en az 3 en çok 12 dörtlükten oluşur. Türk halk edebiyatının en çok kullanılan nazım şekli olan koşma, halk ozanları tarafından geliştirilmiş bir nazım şeklidir. Bu nazım biçimi Türk Dil Kurumu tarafından:
olarak tanımlanmaktadır. Bu biçimin ilk örneklerine; İslamiyet öncesi Türk edebiyatı'nda koşuk adı verilen ve genellikle "şölen" adı verilen bayramlarda söylenen şiirlerde rastlanmaktadır. Ayrıca, 11. yüzyılda kaleme alınan Divân-ı Lügati't-Türk'te de "koşuk" ifadesinin manzum eserlerin geneli için kullanıldığı görülmektedir.
Halk edebiyatında nazım şekilleri ve türler daha çok ezgilerine göre ayrılır. Bunun için koşma dahil birçok nazım (dizem) biçiminde belli bir hece sayısından bahsetmek imkânsızdır. Türk halk edebiyatının en çok kullanılan biçimi olan koşmalar; daha çok 11'li hece ölçüsüyle yazılmıştır. Kafiye düzeni: axax, bbbx, cccx... biçiminde olan koşmaların, ilk dörtlükleri xaxa veya aaax biçiminde de uyaklandırılabilir. Ayrıca koşmalarda en çok yarım uyak tercih edilmiştir.
Koşmalar: aşk, sevgi ve doğa gibi lirik söyleyişleri konu alan şiirler olup, konularına göre dörde ayrılırlar. Bunlar: Güzellemeler (lirizm içerikli şiirler), koçaklamalar (yiğitlik içerikli şiirler), taşlamalar (yergi içerikli şiirler) ve ölüm gibi trajik bir olayı anlatan ağıtlardır. Yapı özelliklerine göreyse koşmalar: düz ve birleşik gibi çeşitli adlarla incelenir.
Güzellemeleriyle Karacaoğlan; taşlamalarıyla Dertli, Ruhsati, Seyrani; koçaklamalarıyla Kayıkçı Kul Mustafa, Köroğlu, Dadaloğlu ve ağıtlarıyla Kağızmanlı Hıfzı koşma biçiminin önemli ozanlarından kabul edilmektedir.
Koşma sözcüğü, koş- eylem kökünden türemiş bir kelimedir. Bugün koşmak fiili:""Adım atışlarını artırarak ileri doğru hızla gitmek ve birlikte iş görmesi için bir şeyi başka birinin yanına katmak, arkadaş olarak vermek." anlamlarında kullanılsa da; bu sözcük Türkçenin erken dönemlerinde "türkü düzmek" anlamında da kullanılmıştır. Örneğin koş- eyleminin Divânu Lügati't-Türk'te bir anlamının da "türkü düzmek" olarak kaydedildiği bilinmektedir. Buradan dolayı; koşma ve koşmanın proto varyantı olan koşuk koş- eylem kökünden türemiş kelimelerdir. Şaman gelenekleriyle yaşayan ilk Türk topluluklarında müzik ve şiir birbirinden ayrı düşünülemez; kopuz denilen temel Türk sazıyla baksıların söylediği koşuklar daha sonra gelişerek; çöğür çalan halk ozanları geleneğinin bir başlangıç türevi özelliğini göstermiştir. Bunun için ilk dönemlerde türkü düzmek ve şiir söylemek birbiriyle eş tutulmuş, "koşuk" sözcüğü böylece ortaya çıkmıştır. Koşuklar; günümüz koşmaları gibi birçok kez dörtlüklerden oluşmuş (istisnaları vardır) ve hece ölçüsüyle söylenmiştir. Ayrıca Kaşgârlı Mahmut koşuk sözcüğünü "koşug" biçimiyle kullanmış ve açıklamasını "şiir, kaside" olarak vermiştir. Yapıtta koşmanın ilkel şekli olan koşuk, ilk dönem Türk edebiyarında şiirle eş tutulmuştur.
Koşma, Divan edebiyatındaki gazellere yakınlık gösterir. Gazeller de, sevgiliyi ve onun güzelliğini betimleyen şiirlerdir. Konuyu özele indirgediğimizde; koşma türleri olan güzellemelerin klasik edebiyatta kaside ve gazele -nitekim koşuk sözü Kâşgarlı Mahmud tarafından "kaside" olarak anlamlandırılmıştır-; yergi içeren şiirler olan taşlamaların hicviyelere, ölüme karşı duyulan üzüntüyü aktaran bir tür olan ağıdın mersiyeye konu itibarıyla benzediği görülmektedir.
Koşmalar, Türk halk edebiyatının âşık tarzı olarak bilinen koluna ait ürünlerdir. Bu yönüyle koşmaları oluşturan sanat kurgusu; kökenini halkın duyuş ve söyleminden almaktadır. Bu da halkla bağlantılı bir yazınsal temel kurulması sonucunu doğurmaktadır. Böylece; ana hatları benzetme ve eğretilemelere bağlı olan "halk edebiyatına ait imgeler" koşmalarda da kendini göstermektedir. Bu imgeler; halkın yaşayışına paralel olarak daha çok doğa unsurlarından seçilmiştir. Halk edebiyatındaki benzetme ögeleri üç temel unsura yönelik benzetme imgeleri taşır:
Yine koşmalarda sevgilinin en çok benzetildiği diğer iki varlık, ceylan ve ahudur. Bu imgeleştirmenin toplumsal kabulü; bugün "ahu" kelimesinin "güzel, ince, zarif kadın" anlamında kullanılan mecazlı bir söz olması sonucunu doğurmuştur.
Koşmalar, Tanrısal mistisizm ögelerini içeren ve baksılar tarafından söylenen koşukların günümüzdeki türevidir. Genel olarak: aşk, sevgi, doğa ve yiğitlik temleri kullanılan koşmalar; konularına göre güzelleme, koçaklama, ağıt ve taşlama olmak üzere dört temel ulamda incelenir.
Koşma coşkun duyguları ifade etmeyi sağlayan bir nazım (dizem) biçimidir. Bunun için koşmalar daha çok: "doğa, aşk, ölüm, ayrılık, yiğitlik, toplumsal olaylar"... gibi konuları işler. Temele inildiğinde ise koşmanın şaman geleneğinin izlerini taşıdığı görülmektedir. Örneğin Karakalpak koşuklarında; ateşe sığınma, gelin geldiğinde ateşe yağ dökme, zikir salma, ruh çağırma, hastalanan insana çeşitli nesnelerle vurma gibi şaman geleneğine ait ögeler; folklorik şiire yön verir. Bunda ilk dönem Türk toplumlarında şiir söyleyen kişilerin baksılar olması en önemli etkendir. Hatta ilk dönemlerde şiirler baksılar vasıtasıyla, afetlere karşı korunmayı sağlayan bir çeşit moral-mistik unsur görevini görmüştür. Örneğin "bedik" adı verilen bir koşuk türü, zamanıyla insan ve hayvanlara musallat olan hastalıkları def etmek için kullanılmıştır. Yani özellikle mitolojik devirler boyunca sanat; yaşamın, korkuların ve sığınışın bir ifade biçimi olmuştur. Yaşamını anlamlandırmaya çalışan insanoğlu; mistik bir söylem üzerinde yoğunlaşmıştır. Bunun için estetik bir temele binaen gelişen bir edebiyatın oluşması mitolojik dönemlerin ardından gelir. Buradan hareketle genel hatlarıyla şu gerçeğe ulaşılır; koşmalar estetik kuramlamaları da kapsayan koşukların mitolojik dönem sonrası varyantlarıdır. Proto dönemlere ait bir koşuk incelendiğinde bu dönem koşuklarındaki yaşam algısının ne denli tanrısal bir mistisizm içerdiği görülmektedir:
Koşukların yeni bir türevi olan koşmalar temel olarak: "doğa, aşk, ölüm, ayrılık, yiğitlik, toplumsal olaylar..." gibi konuları ele alır. Koşmalar, insanî duyguları işledikleri ve saz eşliğinde söylendikleri için; koşmaların müzikalite ve coşumsal değerleri oldukça yüksektir. Bunun için, konu olarak ortak paydaları paylaştıkları semailer ve diğer nazım şekilleriyle, koşma arasındaki temel fark; koşmanın kendisine has müzikalitesidir. Halk şiirinde müzikalitenin süreğenliğini sağlayan olgu; saz olmaksızın şiir söyleyen |
şairlere ancak 19. yüzyılda rastlamaya başlamamızdan kaynaklanır.
Koşmalar anlamsal bir sınıflandırılmaya tabii tutulursa 4 temel ulamda incelenir. Bu dört öge ayrıca halk edebiyatı "nazım (dizem) türleri" içerisinde de yer alır. Bu dizem türlerinin ortaya çıkışı tesadüfî değildir. Koşmalar müzik eşliğinde söylendiği için; eğer bir konu içten bir üslupla anlatılacaksa "güzelleme havası", eğer yerilecekse "taşlama havası" gibi psikolojik sunumlar ortamdaki duruma göre kendini göstermiştir. Koşmaya ait âşık edebiyatı dizem türleri şunlardır:
Güzellemeler coşku ve övgü içerikli şiirlerdir. Sevilen kişilere veya varlıklara karşı olan bağlılığı ifade etmek için yazılırlar. Güzellemelerde ele alınan konular ayrı ayrı ya da birlikte ele alınabilir. Özele indirgendiğinde, temel güzelleme temleri: bir kadına, at gibi Türk kültüründe önemli yeri olan hayvan ya da varlıklara, doğaya... duyulan sevgidir. Bunun yanında güzellemeler özlem gibi düşünsel-estetik konuları da işler. Güzellemeler halk edebiyatında en çok tercih edilen türlerdendir. Bugün güzellemeler anlamsal boyutta özellikle adlandırma bazında modern edebiyata da tesir etmiştir. Örneğin Tuna'yı anlatan bir seyahat kitabına "Tuna Güzellemesi" adı verilirken, İkinci Yeni şiirinin temsilcilerinden Cemal Süreya'nın anlam bakımından güzellemeye yaklaşan bir şiirinin adı da "Güzelleme" dir. Güzelleme yalnızca koşma biçimine mensup şiirler için kullanılan bir tabir olmayıp, anlamsal bir içeriği vardır. Bunun için güzelleme konularını işleyen semailer de güzelleme olarak değerlendirilir. Güzelleme türünün en önemli temsilcisi olarak lirik söyleyişleriyle 17. yüzyıl halk ozanı Karacaoğlan kabul edilmektedir.
Örneğin bu şiirde Karacaoğlan, yârini ne kadar sevdiğini lirik bir söylemle dile getirmiştir. İşte güzellemeler, anlatılan duyguyu lirik bir biçimde övgüyle anlatan Türk halk şiiri ürünleridir.
Koçaklama genel bir tür kavramından çok, yiğitlik ve meydan okuma içerikli şiirlere verilen addır. Yani koçaklama semaiye veya koşmaya özgü bir tür değildir; genel ve anlamsal bir kategoridir. Örneğin halk destanları da bir koçaklamadır. Kısacası koçaklamalar bir nevi epik kavramının halk şiirindeki yansımasıdır. Bunu TDK'nın tanımında şöyle ifade edilmektedir:
Battalname gibi Divan edebiyatı geleneğinden beslenen ürünlerin yanında, bugün dahi hamasi (yiğitliklerden söz eden) bir anlayışla yazılan birçok modern şiire rastlamak mümkündür. Türk halk edebiyatına baktığımız zaman ise karşımıza iki tür koçaklama anlayışı çıkar. Bunlardan ilki "duygusal koçaklama", ikincisi ise "coşkun koçaklama"dır.
"Duygusal koçaklama", olayın psikolojik bir analize tabii tutularak kahramanlık yönlerinin yanında trajik yönlerinin de ön plana çıkarıldığı koçaklama türüdür. Bu tür eserlerde çoşkun bir yiğitlik teminin ardında duygu gizlidir. Birçok kahramanlık bildiren halk destanı bu ulamda incelenir. Kayıkçı Kul Mustafa'ya ait olan Genç Osman Destanı bu tür koçaklamaların güzel bir örneğidir. Eserde yalnızca hamasi duygular yoktur; Genç Osman'ın öldürülüşünün ardından asker ve padişah nazarında yaşanan üzüntü hali de tahlil edilmiştir. Duygusal koçaklamalar halk tarafından çok sevilen bir türü oluşturur, bunun için bu eserler genellikle halk hikâyesi oluşum sürecinin bir parçası haline gelir. Örneğin Genç Osman Destanı halk öyküsü oluşum süreci bakımından incelenen ilk eserlerden biridir.
"Coşkun koçaklama", en yaygın koçaklama türüdür. Bu tür koçaklamalarda ozanın korkusuz ve meydan okuyan bir söyleyişi vardır. Gerek savaş meydanındaki kahramanlıklar gerekse mevcut düzene karşı yapılan başkaldırı bu yolla ifade edilir. Otoriteler tarafından çoşkun koçaklamaların en güzel örnekleri Köroğlu ve Dadaloğlu ait koçaklamalar olarak kabul edilir. Köroğlu'nun bir koçaklaması şöyledir:
bu yapıtta da olduğu gibi, coşkun koçaklamalarda psikolojik bir sentezden çok bir meydan okuma ve korkusuz söylem üzerinde durulmaktadır.
Taşlama, Türk halk edebiyatına ait satirik şiirlere verilen addır. Bu yönüyle taşlamalar: toplumdaki aksayan yönleri, bireysel yanlışlıkları, devlet yönetimindeki hataları... eleştirel bir dille konu edinir ve halk edebiyatında yermek-hicvetmek sözcüklerinin karşılığı olarak kullanılır. Taşlamalar; semai ve koşma dizem (nazım) biçimleriyle yazılır. Bu nazım şekilleri dörtlüklerden ibarettir; bunun için Divan edebiyatında dörtlüklerle yazılan ve felsefi-eleştirel dizem biçimleri olan rübai ve kıtalarla benzer özellikler gösterir. Taşlamalar divan edebiyatında bir tür olarak "hicviyye" karşılığını bulur. Hicviyye veya hiciv türünün Divan edebiyatındaki en büyük temsilcisi ise Nefi'dir. Taşlamanın en önemli temsilcileri ise Dertli, Ruhsati ve Seyrani gibi ozanlardır. Taşlama geleneği, çağdaş Türk edebiyatı dairesinde de kendini göstermiştir. Abdürrahim Karakoç gibi halk şiirine yakın şairler taşlamalar yazmıştır. Karakoç'un bir şiirini incelersek:
Görüldüğü gibi şair bu dörtlüğünde; dünyanın madde ve paraya dayalı işleyişinden rahatsız olmuş; dünyadaki çıkara dayalı sistemi eleştirmiştir.
Taşlamalar bazen genel bir sitem üzerinden ilerlerken bazen; bazen de doğrudan eleştirilen hedefe açıkça saldırılmıştır. Hatta Neyzen Tevfik gibi bazı şairler; şiirlerinde sokak dili ve argo ifadeleri kullanmaktan çekinmemiştir. Tevfik'in "Mecnun" şiiri buna örnektir.
Eleştiri, halk edebiyatında temel olarak iki yolla yapılmıştır. Bunlardan biri; "temsil yoluyla" ikincisi ise "türkü koşmak" yoluyladır. Temsil yoluyla yapılan eleştiriler genellikle; "yapıcı eleştiri" mahiyetindedir. Bu tür yergilerde; görülen eksiklik temsil yoluyla öyküleştirilir ve iletinin ulaşması istenen merciye üstü kapalı bir biçimde mesaj verilerek; istenilmeyen davranışın giderilmesi beklenir. İkinci tür olan türkü dizme ise büyük oranda taşlamaya karşılık gelir. Çünkü istisnalar haricinde halk edebiyatı ürünleri saz eşliğinde söylenir ve bu eserlere halk nazarında "türkü" olarak bakılır. Taşlamaların dili temsil getirmeye göre daha sivridir. Bu şiirlerde yer yer alaycı ifadelere de rastlanır. Türkü koşma yoluyla oluşurulan eleştirilere aşağıda verilen anonim örnek; bu tür taşlamaların içerdiği eleştirel üslubu göstermektedir:
Ağıt, "ölenin iyi niteliklerini, ölümünden duyulan acıyı dile getiren söz veya ezgi" lere verilen addır. Bu yönüyle ağıt, evrensel-insanî bir olgu gelişiminde, anlamsal bir genellik kazanmıştır. Hemen hemen tüm kavimlerde ağıt türünün farklı biçim ve ezgilerde örnekleri görülür. Örnek olarak ağıt; Amerikan edebiyatında "elegy" adıyla anılırken, İslam etkisinde gelişen klasik doğu edebiyatlarında mersiye biçiminde adlandırılmıştır. "Halk edebiyatındaki formu olan ağıt türü ile mersiyeler arasında konu bütünlüğü vardır. Halk ve Divan edebiyatlarının farkları üzerinde çok durulsa da aynı konuyu dile getiren bu iki şiir arasında aslında birtakım şeklî hususiyetleri dışında fazlaca bir farklılık yoktur." "Ağıt, bir ölüm üzerine belli bir geleneğe uyularak yapılan törenlerde yakılmış ve söylenmiş bir de böyle bir törende yakıldığı halde daha sonra da hatıralarda yaşayan türkü olarak iki anlama gelir." Ayrıca evlenen kızın evden ayrılması gibi ölüm dışı konularda yazılan ağıtlar da vardır.
Türk edebiyatında ağıt türünün ilk örnekleri sagulardır. Türk halk edebiyatında en önemli ağıt ozanlarından biri Kağızmanlı Hıfzı'dır. Örnek olarak Hıfzı'nın ölen amcasının kızı için yazdığı ağıtın bir dörtlüğü şöyledir.
Ağıt geleneği bugün çağdaş edebiyatta anlamsal olarak sürdürülmektedir. Örneğin Ceyhun Atıf Kansu'nun ölümü üzerine Cahit Külebi şu dizeleri söylemiştir:
Halk edebiyatında nazım şekilleri ve türler daha çok ezgilerine göre ayrılır. Bunun için koşma dahil birçok nazım (dizem) biçiminde belli bir hece sayısından bahsetmek imkânsızdır. Bununla birlikte, Türk halk edebiyatının en çok kullanılan biçimi olan koşmalar; daha çok 11'li hece ölçüsüyle yazılmıştır. Kafiye düzeni ise: axax, bbbx, cccx... biçimindedir. Ayrıca koşmanın ilk dörtlüğü xaxa veya aaax biçiminde de olabilir. Koşmalar yapıları bakımından beş ana başlık hâlinde incelenir:
Düz koşma: Genellikle 8 ve 11'li hece ölçüsü ile yazılan ve 4+4, 6+5 ya da 4+4+3 durakları kullanılan; 3-5 dörtlük arasında yazılan koşmalardır. Düz koşma, halk edebiyatında en çok kullanılan koşma biçimidir.
Sözcük oyunuyla kurulmuş koşmalar: Bu tür koşmalar kendi aralarında dörde ayrılır. Bunlardan ilki "dedim dedili koşma"dır. Dedim dedili koşmalar seven-sevilen arasındaki atışma biçimindedir. Aşık Ömer'in sözcük oyunuyla kurulmuş bir koşması şöyledir:
Dedim dedili koşmanın yanında; cinasla söylenen "cinaslı koşma", koşmanın son dizelerinin tekrarıyla şarkıya benzetilen "koşma şarkı" ve tümce aralarında iç uyaklar bulunan "musammat koşma"; sözcük oyunuyla kurulmuş koşmaların diğer türleridir.
Ek getirilerek kurulan koşmalar: Ana manzumelerine ek getirilerek yapılan koşmalardır. Ek getirilerek yapılan koşmaların "ayaklı" ve "yedekli" olmak üzere iki türü vardır. Ayaklı koşma, "ilk dörtlüğünün ikinci ve dördüncü dizelerinden sonra beş heceli kısa bir dizenin eklenmesiyle oluşan koşma biçimidir. Ayaklı koşmalarda uzun dizeler 6+5=11'li kısa dizeler 5'li olarak düzenlenir. Ziyade mısra da denilen kısa dizeler, daima ana kafiye taşıyan uzun dizelerden sonra yer alır. Kafiye bakımından da ana kafiye düzenine bağlı kalırlar." Bir diğer ek getirilerek yapılan koşma çeşidi ise yedekli koşmalardır. Yedekli koşmalar, birimlerinin arasına mani vb. dizeler eklenerek yapılan ve daha çok Batı Türkçesinin Doğu kısımlarında tercih edilen bir yapıdır.
Sözcük taşırması ile kurulan koşmalar: Bu tür koşmalar dize veya dörtlük sonunda uyak olan sözcüğün bir sonraki birimde tekrarı esasına dayanır. Eğer dize sonundaki uyak bir sonraki mısrada yineleniyorsa buna "zincirleme koşma", eğer dörtlük sonundaki uyak yineleniyorsa buna da "zincirbent koşma" adı verilir. Örneğin Aşık Zülali'nin aşağıdaki şiiri bir zincirbent koşmadır:
Yukarıdaki şiirde; mevcut yapıya uygun olarak ilk dörlüğün son uyak kelimesi "mekân" sözcüğü, ikinci dörtlüğün başında tekrar edilmiştir.
Birleşik koşmalar: B |
u biçimdeki koşmalar birden fazla koşma biçiminin birlikte kullanılmasıyla oluşturulur ve dört başlık altında incelenir. Bunlar: "Zincirbent ayaklı koşma, musammat ayaklı koşma, musammat zincirbent koşma ve musammat zincirleme ayaklı koşma"lardır. Bu koşma biçimleri, adlandırıldıkları yapıların bir bileşimidir. Yalnızca zincirbent ayaklı koşmanın ziyade mısralarında da tekrarlama yoluna gidildiğinden kısmî bir değişiklik gösterir.
Koşmalar Türk halk edebiyatı nazım biçimleri oldukları için; birçok koşma, hece ölçüsü kullanılarak söylenmiştir. Ancak özellikle 17. yüzyıldan başlayarak Bayburtlu Zihni gibi ozanlar, şiirlerinde aruz veznini de kullanmıştır. Koşmalarda biçimsel türleri ve yapılarına göre birçok durak çeşidi kullanılır. Halk şiirinde en çok tercih edilen düz koşmalar 8 veya 11'li hece ölçüsü ile yazılır ve 4+4, 6+5 ya da 4+4+3 durak yapısına sahiptir. Koşmaların yapısal biçimleri değiştikçe; hece sayılarında ve duraklamalarda değişiklikler meydana gelir. Tüm bunlarla birlikte koşmaların ekseriyetinde 11'li hece ölçüsü en çok kullanılan kalıptır. Koşmalarda 11'li hece ölçüsü çokça kullanıldığı için, genel tanımlamalarda koşma daha çok 11'li hece ölçüsüyle yazılan şiir olarak gösterilir. Oysaki halk edebiyatı nazım biçimleri daha çok saz eşliğinde söylenir ve birbirinden farklı okunuş ezgilerine sahiptir. Biçimleri birbirinden ayıran temel kıstas da ezgidir. Ancak koşmalar yazınsal metin olarak incelendiğinde, ezginin belirlenmesi zorlaştığı için özellikle edebiyat testlerine yönelik çalışmalarda koşmaların yalnızca 11'li biçimleri kullanılmaktadır.
Halk şiirinde en çok tercih edilen kafiye türü; yarım uyaktır. Bununla birlikte, Türk halk şiirinde, Türkçenin ses ve hece yapısına uygun olarak "a-e", "ı-i", o-ö", ve "u-ü" ünlüleri ve hatta dar ve geniş ünlüler arasında kafiye oluşturulabilmektedir. Ruhsati'nin aşağıdaki şiirinde:
"u" ve "ı" dar ünlüleri arasında uyak oluşturulmuştur. Bu seslerden önce gelen "y" sesleri de uyağa katılarak bir tam uyak ortaya çıkmıştır. Birimdeki uyak örgüsü ise aaab olup; şiir 8'li hece ile (5+3) söylenmiştir. Uyaklardan sonra gelen "-ya"lar ise rediftir.
Yine halk şiirinde "ğ ve y" gibi özellikle kayıcılaşan bazı yakın sesler arasında kafiye oluşturulabilmektedir. Karacaoğlan'ın bir şiirinde:
bu tarz bir alımlamayla; "ğ" ve "y" sesleri arasında uyak ilgisi kurulmuştur.
Koşmalar ilk kıtasının birinci, ikinci ve dördüncü dizeleriyle öteki kıtalarının dördüncü dizeleri birbiriyle, kalan dizeler de kendi aralarında uyaklı şiirlerdir. Yani, koşmaların uyak örgüsü; genellikle: axax - bbbx - cccx... biçimindedir ve bir koşma genellikle en az 3 en çok 12 dörtlükten oluşur. Ancak koşmanın ilk dörtlüğü: "xaya veya aaax" biçiminde de kafiyelendirilebilir.
Ali Hamaney
Ali Hamaney, Ayetullah Ali Hamaneyi veya Ali Hamenei (Farsça: آيتالله سيد على خامنهاى ; d. 17 Temmuz 1939; Meşhed), İran İslam Cumhuriyeti'nin dini lideri.
Babası Ayetullah Seyyid Cevad Hüseyni Hamaney Azerbaycanlı annesi Hatice Mirdamadi Yezdlidir.. Dini bilimleri öğrenmeye Meşhed şehrinde başladı. Daha sonra 2 yıl Necef'te, 6 yıl Kum'da okudu. Meşhed'de Ayetullah Milani'nin fıkhın harici derslerine katıldı. Daha sonralar yeniden Kum'a döndü. Burada Ayetullah Humeyni'nin fıkıh ve usul derslerine, Ayetullah Burucerdi ve Allame Tabatabai'nin felsefe derslerine katıldı. Ayetullah Burucerdi ve Ayetullah Şahrudi'nin yanında içtihada ulaştı.
1963 yılında Ayetullah Ruhullah Humeyni önderliğindeki İslami Hareket'e katıldı. 1977 yılında İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi tarafından sürgüne gönderilmek istense de mensubu olduğu İslami Hareket'in büyümesi üzerine sürgüne gönderilmedi ve Meşhed şehrine geri döndü.
İran İslam Devrimi'nin gerçekleşmesi ve Ayetullah Humeyni'nin sürgünden dönmesi üzerine İslam İnkılabı Yüksek Şurası üyeliğine atandı. Bu görev üzerine Meşhed'den Tahran'a geldi.
1979 yılında İran Savunma Bakan Yardımcısı oldu. Aynı yıl Tahran vekili olarak İslami Şûra Meclisi'ne seçildi. 1980 yılında Humeyni tarafından İran Yüksek Savunma Şurası üyeliğine atandı.
İran-Irak Savaşı'nda görev aldı. 27 Haziran 1981 tarihinde Ebuzer Camisi'ne yapılan bombalı saldırıda ağır yaralandı.
İran Cumhurbaşkanı Muhammed Ali Recai'nin bombalı saldırı sonucunda ölmesi üzerine Ekim 1981'de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday oldu ve Humeyni'nin de onayıyla 16 milyon oy alarak 3. İran Cumhurbaşkanı seçildi. 1985 yılında ikinci kez cumhurbaşkanlığına seçildi.
Ayetullah Humeyni tarafından 1986 yılında kurulan Düzenin Yararını Teşhis Konseyi'nin Başkanlığı'na getirildi.
3 Haziran 1989 tarihinde Ayetullah Humeyni'nin vefat etmesi üzerine, 4 Haziran 1989 tarihinde Haşimi Rafsancani'nin tavsiyesi ile Uzmanlar Meclisi tarafından dini lider seçildi. Seçilmesine hocalarından olan eniştesi Şeyh Ali Tehrani ve Ayetullah Ali Montazeri karşı çıktı.
Ali Hamaney'in çeşitli şirketler aracılığı ile 95 milyar dolar değerinde bir serveti yönettiği iddia edilmektedir. Lakin onun bu serveti kendisi için sarf etmediği, devleti ve İslam yolunda harcadığı iddia edilmektedir. Bu para da büyük ihtimalle taklit merci olduğundan dolayıdır. Kendisi İran'ın Meşhed şehrinde küçük bir evde yaşamaktadır.
Palm
Palm Palm OS tabanlı PDA'lar üreten bir şirketti. 2010 yılında HP tarafından satın alınmıştır.
Ürettikleri Palm Pilot isimli PDA o kadar ünlü olmuştur ki, halen PDA'lara "Palm Pilot" şeklinde hitap eden kişiler bulunmaktadır. Şirket tanınan Treo serisi akıllı telefonları da üretmektedir. Palm şirketi geliştirdikleri PalmOS işletim sistemi ile çalışan Palm Pilot serisi ile büyük başarı yakalamıştır. Şirket halen Palm Z (eski Zire), Palm T (eski Tungsten), LifeDrive ve Treo serisi cihazları üretmektedir. Palm şirketi Jeff Hawkins, Donna Dubinsky ve Ed Colligan tarafından 1992 yılında kurulmuştur. İlk başlarda bir yazılım şirketi olan Palm, Casio tarafından üretilen Zoomer isimli PDA için PIM yazılımları üretmiştir. Zoomer başarılı olamasa da Palm ayakta kalmayı başarmıştır. Şirket 1995 yılında USRobotics tarafından satın alınmış, 1997 yılında da 3Com yönetimi altına girmiştir. Şirketin gidişatından memnun olmayan kurucular şirketten ayrılarak Handspring isimli bir şirket kurmuşlardır. Palm daha sonra 3Com'dan ayrılmıştır. Ağustos 2003'te Palm şirketi PalmSource ve PalmOne olarak ikiye ayrılmış, PalmOne sadece donanım, PalmSource da sadece işletim sistemi üzerine odaklanmıştır. Bu sırada PalmOne ile Handspring birleşmiştir. PalmSource ise, Access Co. tarafından 2005 yılında satın alındı. PalmOne şirketi Mayıs 2005'te Palm isim haklarını satın alarak tekrar Palm adını almıştır. Eylül 2005'te Palm ve Microsoft, Windows Mobile işletim sistemi kullanan bir Treo üzerinde çalıştıklarını duyurmuşlardır. 2010 yılında 1.2 milyara Hewlett-Packard tarafından satın alınmıştır. 2014 yılının sonunda ise Palm'ın fikri mülkiyeti TCL Corporation şirketine satıldı.
Ari Barokas
Ari Barokas (d. 17 Temmuz 1971, İstanbul), Duman grubunun basgitaristidir. Ayrıca geri vokal de yapmaktadır. Duman'dan önce Kaan Tangöze ile Mad Madame & Fly gruplarında cover çalmıştır.
Şişli Terakki Lisesi'ndeki eğitiminden sonra İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı'na girdi. Konservatuvarı yarıda bırakmıştır. Ve ardından İstanbul Üniversitesi'nde gazetecilik bölümüne girmiş ve orayı da yarım bırakmıştır.
Müziğe ise 15 yaşında başladı. Ülker, Mitsubishi, Perwoll ve Sabancı Holding'in reklam müziklerini yaptı.
Geçmişte, 1995 yılında kurulan “Serüven Azizleri” adıyla kurulan topluluğun Kenan Vural ile çekirdek kadrosunu oluşturan Ari Barokas, yayınladıkları albümün ardından grubun dağılması ile birlikte Duman Grubuna geçmiştir. Kendisi Duman Grubunda basgitar çalıp, geri vokal yapmaktadır. Aynı zamanda Kaan Tangöze'den sonra grubun ikinci söz yazarı ve bestecisi sayılabilir. Seni Kendime Sakladım adlı albümünde yer alan "Aman Aman" ve "Sayın Bayan", Duman II albümünde yer alan "Senin Marşın" ve "Tövbe", Duman I albümünde yer alan "Sor Bana Pişman mıyım?" ve "Hayvan", darmaduman albümünde yer alan "Yürek" ve "Gözleri Kanlı" adlı parçaların da hem söz yazarı hem de bestecisidir. Ayrıca Lori Barokas'ın abisidir.
2013 yılında Asu Emre ile evlenmiş ve Aslan adında bir çocukları olmuştur.
Kasaba (film)
Kasaba, Nuri Bilge Ceylan tarafından yönetilen, başrolde Mehmet Emin Toprak'ın oynadığı 1997 tarihli film.
Filmin dünya prömiyeri Şubat 1998'de Cannes Film Festivali'nde yapılmıştır. Kasaba, yarı otobiyografik hikâyesi, dramatik fotoğrafları ve yalın anlatımı ile özgün bir sinema dilini barındırmaktadır. Film negatif formatta çekilmiştir. Bu sebepten dolayı siyah beyazdır.
1970`li yılların tipik bir Anadolu kasabasında geçen film, üç kuşağı bünyesinde barındıran ve doğayla iç içe yaşayan bir ailenin hayatını çocukların gözünden anlatmaktadır.
Film, uzun planları ve ağır ilerleyen temposuyla kasaba hayatını insanlara Tarkovski çarpıcılığına benzer bir şekilde sunar.
"Fipresci Ödülü"
"Caligari Ödülü" Nuri Bilge Ceylan
"En İyi Film"
"En İyi Görüntü Yönetmeni" (Nuri Bilge Ceylan)
Kahramankazan
Kahramankazan, eski adıyla Kazan, Ankara'nın bir ilçesidir.
Kazan ismini 1402 yılında yapılan Ankara Savaşı'nda yenilen Osmanlı ordularının ağırlıklarını burada bırakıp çekilmesinden sonra geride kalan devasa kazanlardan almıştır. Osmanlı Devleti savaş boyunca Kazan'ı aşevi olarak kullanmıştır. 15 Temmuz askerî darbe girişiminde ilçe olarak gösterdiği kahramanlıklar, ilçede o gecede 9 kişinin hayatını kaybetmesi ve darbecilere karşı direnç gösterilmesi dolayısıyla ilçenin ismi 25 Ekim 2016 tarihinde kabul edilen kanunla "Kahramankazan" olarak değiştirildi.
Bölgede yapılan kazılarda ortaya çıkan eserlere bakıldığında Kahramankazan'ın tarihinin oldukça eskiye dayandığı görülmektedir. Mürted (Akıncı) Ovası tarih öncesi devirlerden beri yerleşmelere sahne olmuştur. Ovada yer alan Bitik Höyüğü`nde yapılmış olan kazılarda Bakır Çağı`na kadar inen yerleşme katlarına rastlanmıştır. 1942 yılında yapılan Bitik Höyüğü kazısında 9 tane yerleşim katı ortaya çıkartılmıştır. B |
unlardan en alttaki Bakır Çağı`na aittir. Bunun üzerinde Hitit, Frig ve Klasik Döneme ait yerleşim katları tespit edilmiştir.
Yine yörede bulunan Sancar Höyüğü`nde Bakır Çağı`ndan Klasik Döneme kadar yerleşmeler olduğuna dair ipuçları veren çanak çömlekler toplanmıştır. 1933 yılında yapılan Karalar kazısında bir Klasik Dönem (Manegerdos) yerleşmesi ortaya çıkartılmıştır. Bitik Höyüğü ve Karalar dışında, araştırma alanında birçok höyüğün bulunması, yörenin çok eski dönemlerden günümüze yoğun bir yerleşmeye sahne olduğunu kanıtlamaktadır.
Kahramankazan'da Jandarma Komutanlığı 1928 yılında Karalar,1930 yılında Bitik,1934 yılında Yazıbeyli köyünde iken 1961 yılında Kahramankazan'da görev yapmaya başlamıştır.
Kahramankazan ilçesinin kurulduğu bölge, bir yerleşim yeri olarak eski çağlardan günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Şu anda Kahramankazan, Ankara'nın 24 ilçesinden biri olarak idari yapı içerisinde yer almaktadır. Kahramankazan'ın 1987 yılında ilçe statüsüne kavuşması ciddi bir değişim ve gelişimi de beraberinde getirmiştir. Öyle ki, Kahramankazan'da yaşanan bu hızlı değişim, ilçenin tarihi, ekonomik ve coğrafi bakımdan birçok üniversite öğrencisi tarafından tez konusu olarak seçilmesine neden olmuştur.
Kahramankazan 23 Temmuz 2004 tarih ve 25531 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 5216 sayılı yasa ile Kahramankazan ilçe sınırları Büyükşehir belediye sınırları olarak ilan edilmiştir. Büyükşehir Belediye Meclisinin 13 Ağustos 2004 gün ve 531 sayılı kararı ile toplam 23 köy mahalleye dönüştürülerek Kahramankazan Belediyesine bağlanmıştır. 13 köy ise orman köyü statüsünde Büyükşehir Belediye sınırlarına dahil edilmiştir.
Böylelikle Kahramankazan, 1961 Yılında Bucak Merkezi, 6 Haziran 1971 de Belediye, 4 Temmuz 1987 İlçe, 23 Temmuz 2004 tarihinde Kahramankazan İlçesi Metropol İlçe olmuştur.
Kahramankazan, Ankara'nın kuzey batısında bulunan Akıncı Ovası üzerinde kurulmuştur. 1971`de belediyelik, 1987`de ilçe olmuştur. 47000 hektarlık yüzölçümü 13 köyü ve 30 mahallesi ile 45.879 kişilik nüfusuyla Türkiye'nin en hızlı gelişen ilçeleri arasındadır.
Kahramankazan Ankara'ya yakınlığı ve planlı gelişimi ile Ankara`nın mesire kenti olma yolundadır. Bunun yanında sanayi kuruluşları ile ülke ekonomisinin gelişmesinde önemli katkılar sağlamaktadır.
Ankara`nın en düzenli ve gelişen yapısıyla metropol ilçe olmaya adaydır.
Ankara İstanbul arasındaki bağlantıyı sağlayan ve ilçenin sınırlarından geçen E-89 devlet karayolu ve TEM Otoyolu Kahramankazan'ın gelişimine etki eden faktörlerin başında gelmektedir
Kahramankazan tarih ve turizm potansiyeli bakımından da oldukça zengindir. Köylerde bulunan tarihi eserleri, hafta sonu turizminde elverişli göletleri ve mesire alanından, şehrin gürültüsünden uzaklaştırmak isteyen Ankara halkına alternatif mekanlar sunmaktadır.
Halkımızın geçim kaynağını ağırlıklı olarak tarım, hayvancılık ve sanayi oluşturmaktadır. Şekerpancarı, kum, fasulye, kavun, buğday ve henüz yeni, yeni gelişmekte olan seracılık ilçe çiftçilerinin gelir kaynaklarının başlıcalarındandır.
Yetiştirilen bu tarım ününlerinin yanı sıra büyükbaş ve kümes hayvancılığı, arıcılık ve yumurta tavukçuluğu da yapılmaktadır. Modern, hijyenik şartlarda ve veteriner hekim kontrolünde kesim yapılmakta olan belediye et kombinası yalnızca Kahramankazan'ın değil civar ilçelerin de et ihtiyacını karşılayabilmektedir.
İki önemli ulaşım yolu üzerinde bulunan Kahramankazan'da sanayileşmenin özellikle son yıllarda ciddi bir ivme kazandığı görülmektedir. Bugün ilçede küçük, orta ve büyük ölçekte 150`ye yakın sanayi kuruluşu bulunmaktadır. F-16 savaş uçakları ile saldırı helikopterlerinin üretildiği TAI - TUSAŞ, Kahramankazan'da bulunmaktadır.
Yerel ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayanan yöremizde son yıllarda yoğun bir şekilde sanayileşme görülmektedir.İlçe merkezinin içinden geçen Ankara-İstanbul karayolu üzerinde 1970 li yıllardan başlayarak çok sayıda sanayi tesisi kurulmuştur. Özellikle ilçemize bağlı Saray mahallesi bir organize sanayi bölgesi olmamasına rağmen, iş hacmi ve çalışanların sayısı dikkate alındığında Türkiye’de pek çok organize sanayi bölgesinden daha büyük bir potansiyele sahiptir. Bugün ilçede çelik konstrüksiyon, makine montaj ve imalatı, petrol ürünleri, zirai ilaç, gıda, inşaat, yem, kimya ve nakliyat dalları başta olmak üzere iç ve dış piyasaya üretim yapan 250 fabrika bulunmaktadır. Ayrıca Türkiye’de hava platformlarının tasarımı, geliştirilmesi, imalatı, entegrasyonu ve satış sonrası hizmetleri alanında teknoloji merkezi konumunda olan TAİ, ilçede bulunan Avrupa çapında bir başka sanayi kuruluşudur. Genel itibarıyla Kahramankazan'da sanayi ve ticaretle ilgili rakamsal değerlere bakıldığında ortaya çıkan tablo gerçekten bir sürü ilimizi kıskandıracak niteliktedir. Mevcut şartlar içinde 30 tane büyük çaplı sanayi kuruluşumuz ihracat yapmaktadır. İlçemizde 260 kurumlar vergisi mükellefi olmak üzere toplam 1300 adet de vergi mükellefi vardır. 2003 yılında tahakkuk eden vergi miktarı 50 trilyondur.
Yakın tarih incelendiğinde Kahramankazan'da halkın geçim kaynağının sanayi ve ticaretten ziyade daha çok tarım ve hayvancılığa dayalı olduğu görülür. Özellikle köylerde oturan halk çiftçilikle uğraşır. İlçe topraklarının tarıma elverişli olması nedeniyle, şeker pancarı, kuru fasulye, kavun, karpuz, buğday, arpa, nohut gibi ürünler üretilir. Ayrıca son zamanlarda seracılık da çiftçilerimizin önemli geçim kaynağı olmakta mesafe kaydetmiştir.
Yetiştirilen bu tarım ürünlerinin yanı sıra büyükbaş ve kümes hayvancılığı, arıcılık ve yumurta tavukçuluğu da yapılmaktadır. Bu çerçevede Kahramankazan Belediyesince yapılmış bulunan Mezbahada son derece modern, hijyenik şartlarda ve veteriner kontrolünde kesim yapılarak tüketiciye sunulmaktadır.
Kahramankazan, ülke çapında ünlü ova kavunuyla da tanınır.
İlçede tarıma müsait alan 21.727 hektar, sulu tarıma müsait alan 3.800 hektar, ekilen arazi 11.412 hektar, sulu tarıma müsait alan ise 3.800 hektardır.
Yıllık sebze üretimi 53.000 ton, yıllık kavun üretimi 50.000 ton, yıllık tahıl üretimi ise 27.000 ton dur.
İlçede 10.000 büyükbaş, 7.500 küçükbaş hayvan bulunmaktadır. Kovan sayısı 532, kümes sayısı 101 dir.
İlçede 4.100.000 adet tavuk bulunmakta, 5.750 ton et elde edilmektedir. Yıllık yumurta üretimi ise 25.000.000 adettir.
Yıllık süt üretimi 16.000 ton, yıllık mezbaha hayvan kesim sayısı ise 25.000 adettir.
İlçede kovan sayısı 1000 adet olup, yıllık 15 ton bal üretimi yapılmaktadır.
İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 30 mahalle ve 13 köy'den oluşmaktadır.
İlçede 5 adet lise, 10 ilköğretim okulu, 14 adet okul bulunmaktadır.İlçede kütüphane bulunmamaktadır.
D.İ.E nin son verileri, ilçede okur-yazar oranının %68 olduğunu göstermektedir. Bu oran Türkiye ortalamasının çok altındadır. Temmuz 2004 itibarıyla ilçede 5 lise 10 ilköğretim okulu, 1 halk eğitim merkezi ve 1 tane de özürlü çocuklarımız için eğitim uygulama okulu bulunmaktadır. Şu anda bu okullarımızda 6834 çocuğumuz eğitim görmektedir.
Halk Eğitim Merkezi’mizce ilçemiz merkez ve köylerinde çeşitli mesleki kurslar açılmaktadır.
Ayrıca Kahramankazan'da 2005 yılında Başkent Üniversitesi Transplantasyon Ve Gen Bilimleri Enstitüsü hizmete açılmıştır.
İlçeye bağlı Orhaniye Mahallesinde Roma döneminden kalma Beşpınar Çesmesi,
Tekke köyünde Duman oğlu Emir Seyit Turhasan beye ait 821 (hicri takvim) Ekim 1418 Miladi Takvim senesinden kalma Durhasan Bey türbesi ,
Emir Gazi Mahallesi eski köy yerleşiminde Dede Pınarı,
Kahramankazan ilçesi Yazıbeyli Mahallesinde 1873 ve 1887 yıllarında yapılmış Katip oğulları ve Katip-zade İbrahim Ethem çeşmeleri ,
Saray Mahallesinde 17’inci yy.’dan kalma Osmanlı mimarisi camii Sarılar Mahallesinde 18.yy den kalma çeşme,
Helenistik çağdan kalma Karalar Asarkaya Mağarası, Kral Deotorosll’nin mezarı ve gömüleri ile İkiztepeler yine Karalar Mahallesinde, bulunmaktadır.
Bitik Mahallesinde yapılan hafriyatta bulunan kabartmalı boya küpleri, Lüristan tipi oklu balta, domuz heykeli vazo ve mühürler müzede bulunmaktadır. Bitik mahallesinde 9 kat yerleşim olduğu kazılardan anlaşılmıştır.
İlçeye bağlı Örencik köyünde 10 milyon yıl öncesine ait kuyruksuz maymun fosili bulunmuştur. Bu bölgede doğa tarihi kazıları devam etmektedir.
Fethiye Mahallesinde Selçuklu döneminden kalma camii ve Roma döneminden kalma çeşme bulunmaktadır.
Yassıören köyü Sinap Tepe mevkiinde dev kaplumbağa fosili bulunmuştur.
Kahramankazan, Ankara’nın 46 km. kuzey batısında, Ankara-İstanbul Devlet Karayolunun üzerinde olup, otomobille yirmi dakika mesafededir. TEM otoyolu da ilçe sınırları içinden geçmektedir. Otobandan Kahramankazan'a TAİ ve Susuz kavşağından girişler bulunmaktadır. Bu yönden ilçenin, ülkemizin her yöresiyle ulaşım bağlantısı bulunmaktadır
Kahramankazan-Ankara arası ulaşım EGO Otobüs Dairesi Genel Müdürlüğü kontrolünde Özel Halk Otobüsleri (563-Kahramankazan) ile Büyükşehir Belediye Otobüsleri (501-Akıncı, 502-Kahramankazan) tarafından yürütülmektedir.
Ayrıca sadece ilçe içinde şehir minibüsleri bulunmaktadır. Ankara merkeze ulaşım belediye ve özel halk otobüsleri ile sağlanmaktadır.
Amerika Birleşik Devletleri Donanması savaş gemileri listesi
Amerika Birleşik Devletleri Deniz Kuvvetleri (United States Navy) savaş gemileri listesi:
Nena
Nena ya da asıl adıyla Gabriele Susanne Kerner (d. 24 Mart 1960) Alman bir şarkıcıdır.
24 Mart 1960 tarihinde Almanya'nın Kuzey Ren-Vestfalya eyaletine bağlı Hagen şehrinde doğdu. İlk grubu The Stripes ile istediği üne kavuşamadı. Kullandığı "Nena" takma adı İspanya'da 3 yaşına kadar olan çocuklara hitap edilen ve "küçük kız" anlamına gelen "Niña" nın Almanca karşılığıdır. Aynı ismi taşıyan ve 1981 yılında Berlin'de kurulan Nena Band grubu ; Nena (Solist), Rolf Brendel (Vurmalı), Carlo Karges (Gitar), Uwe Fahrenkrog-Petersen (Klavye) ve Jürgen Dehmel (Bas) adlı üyelerden oluşmaktaydı. İlk single çalışmaları olan "Nur getrí¤umt" ile 1982 yılında Alman Musikladen TV programında hit olmayı başardılar. Takip eden yıllarda 99 Luft |
ballons ve Aynı şarkının İngilizce versiyonu olan 99 Red Balloons ile ve Leuchtturm ile aralarında Amerika'nın da bulunduğu pek çok ülkede listelerde 1 numaraya kadar yükseldi. Ardından 1984'te ? (Soru İşareti), 1985'te Feuer und Flamme, 1986'da Eisbrecher albümlerini yaptılar. Daha sonraları ise albümlerini yalnız başına çıkarmaya başladı. Çocuklar için de albümler çıkardı. Halen iki eşinden olan 4 çocuğu ile Hamburg'da yaşamına devam ediyor.
Mehmet Okur
Mehmet Okur, (d. 26 Mayıs 1979, Yalova), Türk millî eski basketbolcudur. 8 Kasım 2012 tarihinde basketbolu bıraktığını açıklamıştır.
Yalova'da, 26 Mayıs 1979'da doğdu. Abdullah ve Nimet Okur'un tek oğulları Mehmet Okur, çocukluk yıllarında uzun süre kaleci olarak futbol oynadı. Ancak basketbol yeteneği çok geç kabul edilecek yaşta keşfedildi ve 14 yaşında basketbola başladı. Basketbola bu yaşta başlamış olmasına karşın boyu ve yeteneği ile kısa sürede kendini gösterdi. Bunun yanında genel olarak 1979 doğumlu oyunculardan oluşan bir nesil üzerinde basketbol federasyonunun yoğun çalışması ile Nihat İziç Mehmet Okur'u geliştirme için özel olarak ilgilendi.
Ancak Mehmet Okur kendini geliştirdikçe takımı Oyak Renault kötü sezonlar geçiriyordu ve TB2L'ye düştü. O sezon ikinci ligde son derece başarılı performansıyla 1996-97 sezonunda 17 yaşında iken takımının tekrar TBL'ye çıkmasında büyük katkı sağladı. Bu sezon aynı zamanda Mehmet Okur'un Oyak Renault Yıldız Takımı'nı, Türkiye Şampiyonası'nda Efes Pilsen ve Tuborg'un ardından 3.lüğe taşıdığı sezondu.
1997-98 sezonu Mehmet Okur'un 1. Lig'de oynadığı ilk sezondu. Basketbol oynamaya sadece dört yıl önce başlamış 18 yaşındaki bir çocuk için oldukça iyi bir performans sergileyen Mehmet, o sezon aldığı kısıtlı dakikalarda; 4.4 sayı ve 3.3 ribaund ortalamaları ile oynadı.
Bir sonraki sezon Türkiye Ligi için son derece üstün bir takım kuran ve Avrupa liglerinden birçok önemli oyuncuyu transfer eden diğer Bursa takımı Tofaş'a transfer oldu. Rashard Griffith ve Asım Pars gibi iki önemli uzun oyuncu arkasında çok da oynama şansı bulamasa da verilen her görevi eksiksiz yaptı.
1999-00 sezonunda da Tofaş yüksek bütçelerle kurduğu derin kadro ile Türkiye Ligi'nde son derece başarılı oldu ve Türkiye Ligi'ni şampiyon olarak bitirdi. Ancak Avrupa kupalarında alınan başarısız sonuçlar, onun Tofaş'a transfer olmasına sebep olan Jasmin Repesa'nın istifa etmesine yol açtı ve yerini genç yardımcı antrenör Tolga Öngören aldı. Yeni antrenörü Mehmet Okur üzerinde özellikle yoğunlaştı, sezon ilerledikçe bu geniş kadroda kendine yer buldu ve sezonu özellikle de playofflardaki üstün performansı ile 6.7 sayı ve 5.3 ribaund ortalamaları ile tamamladı.
Mehmet, 2001 NBA Seçmeleri'nde Detroit Pistons takımı tarafından 2. turda 38. sıradan da seçildi. 2002 yılında Detroit Pistons ile sözleşme imzalayan Mehmet, böylece NBA kariyerine başlamış oldu. İlk sezonunda Ben Wallace, Elden Campbell gibi tecrübeli uzunların arkasında görev yapan Mehmet Okur, 9'u ilk beş olmak üzere 72 maçta forma giydi; maç başına 19 dakika, 6,9 sayı, 4,7 ribaund, 1,0 asist ortalamaları üretti ve takımıyla birlikte Doğu Konferansı Finalleri'nde mücadele etti.
İkinci sezonunda takımın en önemli oyuncularından biri oldu ve Detroit'in çok geniş ve nitelikli kadrosuna rağmen önemli katkılar sağladı. Rasheed Wallace'ın takasla alınması sonrasında süreleri düşen Mehmet, buna rağmen sezonu 9.6 sayı, 5.9 ribaunt istatistikleriyle bitirdi. Bu sezonu Detroit Pistons ile NBA Şampiyonu olarak tamamladı ve böylece dünyanın en önemli basketbol liginde şampiyonluk unvanına ulaşan ilk ve tek Türk oyuncu oldu.
Şampiyonluğun ardından o sezon kontratı biten Mehmet'i Detroit'in elinde tutması çok zor görünüyordu. Zira NBA'deki kontrat sistemleri gereği, Rasheed Wallace'ı kadroda tutan Detroit'in, Mehmet'e yapacağı teklif hayli düşük kalacaktı. Sonuçta, Detroit onu elinde tutamadı ve Mehmet 2004-05 sezonu başında Utah Jazz ile 50 milyon USD bedelle 6 yıllık sözleşme imzaladı.
Utah Jazz kariyeri Mehmet için iyi başlasa da takım olarak playoff'a kalacak dereceyi elde edemediler. Carlos Boozer ve Andrei Kirilenko'nun sakatlıkları nedeniyle çok maç kaçırdığı son iki yılda maç kaçırmadan istikrarını koruyan Mehmet, ilk sezonunda 12.9 sayı, 7.5 ribaunt ortalamalarıyla oynadı. İkinci sezonunda gözle görülür bir gelişme yaşayan temsilcimiz elde ettiği 18.0 sayı, 9.1 ribaunt gibi istatistiklerle bu gelişmeyi rakamlarına da yansıttığını gösterdi. Mehmet yakaladığı bu istatistikler ve oyunundaki gelişiminin de yardımıyla takımı Utah Jazz'ı Playoff'a sokmak için elinden geleni yaptı.
Mehmet Okur, Steve Nash'in sakatlığı nedeniyle kadrodan çıkartılması üzerine 2007 NBA All-Star Maçı Batı Konferansı kadrosuna dahil edildi. Okur, bu karşılaşmada 4 sayı, 2 ribaund 1 de asist performansı ile oynadı. Mehmet Okur, NBA tarihinde All-Star seçilen ilk Türk, 10. Utah Jazz'lı oyuncu oldu.
Indiana Pacers maçında 43 sayı atarak kariyer rekoru kırdı.
22 Aralık 2011'de 2015 ikinci draft hakkı karşılığında New Jersey Nets'e takas oldu.
15 Mart 2012'de, Shawne Williams ve korumalı birinci tur draft hakkı ile Okur, kısa forvet Gerald Wallace karşılığında Portland Trail Blazers'a takas oldu.
22 Mart 2012'de, NBA'de takas döneminin son gününde New Jersey Nets'ten Portland Trail Blazers'a takas edilen Mehmet Okur, yeni takımı tarafından serbest bırakıldı. Takım bulamayan Mehmet Okur, 8 Kasım 2012 tarihinde basketbolu bıraktığını açıkladı.
Eylül 2016 tarihinde Phoenix Suns'de oyuncu geliştirme koçu olarak göreve başladı.
Annesi Nimet Okur ve Babası Abdullah Okur'dur. Kardeşleri Yasemin ve Seda'dır.
Okur model Yeliz Okur ile evlenmiş ve 21 Mart 2007 yılında Mellisa adında bir kızı olmuştur. 19 Şubat 2010 tarihinde bir oğlu dünyaya gelmiştir. İsmi Yiğit Mehmet tir.18 Kasım 2014 günü 2. oğlu Mert Mehmet dünyaya gelmiştir.
Ayrıca kendisi koyu bir Fenerbahçe taraftarıdır.
Nia Long
Asıl ismi Nitara Carlynn Long (Nitara Carlin Long) olan Amerikalı oyuncu 30 Ekim, 1970'de New York'un Brooklyn bölgesinde doğdu.
Kasnak meşesi
Kasnak meşesi ("Quercus vulcanica"), kayıngiller (Fagaceae) familyasından 25–30 m boya ulaşabilen geniş ve yaygın tepeli bir meşe türü.
Genç sürgünler sarımtrak veya kırmızımtrak olup, önceleri tüylü daha sonraları çıplaktır. Tomurcuklar büyük yumurta biçiminde kahverengi kırmızı, tüysüzdür. Tomurcuk pullarının kenarları kirpiklidir. Yapraklar sürgünler üzerinde oldukça aralıklı dizilmiştir. Yaprak ayası ters yumurta veya eliptik biçimli, dip tarafı çarpıktır. Yaprakların alt yüzü basık ve yıldız tüylüdür. Üst yüzü çıplak ve koyu yeşildir. Kadeh çok belirgin ve yarımküre şeklindedir.
Türkiye'de endemik bir türdür. Kütahya, Konya, Afyon, Isparta, Eğirdir, Sütçüler, Yukarı Gökdere yörelerinde bulunur. 1300–1800 m yükseltilere kadar çıkabilir.
Çok değerli odunları vardır. Yıllık halkalar son derece dar olduğundan kaplamalığa elverişlidir. Parke ve kasnak yapımında kullanılır.
Beyin tümörü
Beyin tümörleri, kafatası içerisinde büyüyerek beyin üzerine baskı yaparlar. Bulundukları bölgeye ve baskı altında tuttukları beyin alanına göre belirtiler verirler. Ancak kafa içinde yer kaplayan bütün vakalarda olduğu gibi öncelikle kafa içi basıncın artmasına bağlı belirtileri gösterirler.
Tümör düzensiz bir şekilde büyümeye devam eder ve genişleme, büyüme imkânı olmayan kafatası içerisinde beyin üzerine baskı yapmaya başlar.
tümör kötü huylu olduğu takdirde vücutta başka türlü hastalıklarada yol açabilir.Tümör ameliyat ile alınacagı gibi eger iyi huyluysada ışınlada alınabilir
Beyin tümörleri genellikle birincil ya da ikincil olarak sınıflandırılırlar ve bunlar (genellikle) vücudun herhangi bir yerinde başlayıp beyne metastaz yapanlar ve beyinde oluşanlardır. 9 yaş altı ve 55 yaş üstü daha sıklıkla görülen beyin kanserlerine, beyaz ırkta ve erkeklerde daha çok rastlanır.
Ēteşhis
Yukarıdaki belirtiler görüldüğünde kafa içi basıncın artmasından şüphelenilir
İyi huylu tümörler: Yavaş üreme hızına sahiptirler. Ayrıca beyin dokusundan kolaylıkla ayrılabilirler ve tümü veya tümüne yakın kısmı çıkarılabilir. Bu nedenle ameliyat sonrası sonuçları çok iyidir. Bazen iyi huylu tümörlerin hepsi çıkarılamadığı takdirde bölgesel ışın tedavisi uygulanabilir.
Beyin tümörlerinin tedavisi cerrahidir. İster iyi huylu, ister kötü huylu olsun, tüm tümörler cerrahi olarak tedavi edilirler. Ancak bazı durumlarda cerrahi uygulamak mümkün olmayabilir. Şayet tümör beynin çok hassas olan bazı hayati bölgelerine yerleşmişse bu bölgelere dokunmak hayati tehlike yarattığından tümör yerinde bırakılabilir. Bu durumda sadece ışın tedavisi ve ilaç tedavisi (kemoterapi) uygulaması yapılabilir.
Vücudun diğer bölümlerinde oluşan daha sonra beyine sıçrayan tümörlere, metastaz denilmektedir. Özellikle akciğer kanseri beyine yayılabilir ve kötü huylu tümörlerdendir. Cerrahi müdahale yapılsa bile sonuçlar yüz güldürücü değildir. Hatta bazı vakalarda birkaç tane odak halinde yayılma varsa cerrahi bile uygulanmayabilir. Hasta kemoterapi ve ışın tedavisine alınır.
Messerschmitt Bf 109
Messerschmitt Bf (Me) 109, II. Dünya Savaşı Alman avcı uçağı. Willy Messerschmitt (Vili Mesırşimit) tarafından 1930'larda tasarlanmıştır. Messerschmitt 109, ilk uçuşunu prototip Bf 109 V1 olarak Mayıs 1935’de yaptığı zaman döneminin en gelişmiş tek kişilik avcı uçağıydı. 1937 Şubatı’nda üretilmeye başlanan Jumo motorlu "B-1", Luftwaffe’de servise girdi. Jumo 210 motoru, "B", "C" ve "D" modellerinde de kullanıldı. Ocak 1939’dan 1942’nin başlarına dek üretimde kalan Bf 109 E modelinde Daimler-Benz DB 601 motoru kullanılmıştır. "G" modelinin üretimine 1942 Mayıs’ında başlanmıştır. Messerschmitt 109, yaklaşık 24,500 tanesi Bf 109 G olmak üzere toplam 35,000 civarında imal edilmiştir.
Bf 109 Alman Hava Bakanlığının (Reichsluftfahrtministerium, RLM) orijinal tanımıdır. Bf kısaltması uçağı imal eden firma olan Bayerische Flugzeugwerke'nin baş harflerinden oluşmaktadır. 1938 yılında firmanın ismi baş tasarımcısı Willy Messerschmitt'in fi |
rmayı satın almasıyla Messerschmitt AG olarak değişmiştir. Dolayısıyla bütün model kodları Bf yerine Me olarak değiştirildi. Ancak bu değişikliğin bakanlığın birçok kademesinde ve Luftwaffe'de tam kabul görmediği resmi evraklar incelendiğinde anlaşılmaktadır. Genel olarak müttefikler Me tanımını kullanırken Almanlar her iki tanımı da kullanmışlardır.
BF109'un tasarımı 6 Temmuz 1933 tarihinde yayınlanan Alman Hava Bakanlığı taktik av uçağı ihtiyaçları tebliğine yönelik yapılmıştır. Bu evrakta tanımlanan özellikler şunlardır:
Daha önceden Luftwaffe için av uçakları tasarlamış ve imal etmiş olan Arado, Focke Wulf ve Heinkel gibi büyük havacılık firmaları oldukça karlı bu ihaleye hemen dahil olmuşlardır. Görece ufak bir firma olan Messerschmitt, yarışmaya konuyla ilgili bir tecrübesi olmayan ancak çok kaliteli sportif uçaklar yapan küçük bir firma olarak katılmıştır (Bf108 Taifun).
Messerschmitt'in temel tasarımında BF 108 Taifun'dan birçok detay bulunmaktadır; aerodinamik çıkıntısız rivetleme, Handley-Page tipi slotlu kantilever kanat ve gövdeye monteli dışa doğru kapanan dar iniş takımları bunlardan sadece bazılarıdır. Tasarım çalışmaları ilerledikçe temel dizayna yeni ve güncel özellikler de eklenmiştir. Hafif metallerden monokok yapıya uygun olarak tasarlanan gövdesinin yeni jenerasyon 12 silindirli ters V motorlarla birleştirilmesi öngörülmüştür. Junkers ve Daimler Benz'in motorları zamanında yetişmediğinden ilk prototip oldukça ironik bir şekilde İngiliz Rolls-Royce Kestrel VI motoruyla uçmuştur. Yarışmada Junkers Jumo 210 V1 motoruyla donatılan Bf109 V2 prototipi rakip Heinkel firmasının yine aynı motora sahip He 112 modelini hemen hemen her alanda hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde geçmiştir.
Yekpâre tasarıma, kapalı bir kabine ve içeri alınabilen iniş takımlarına sahiptir. 85 derece açıyla gövdeye yerleştirilmiş ve dışa katlanan bu iniş takımları sayesinde kanatlar daha sade ve basit bir yapıyla üretilebilmiş ve ciddi bir maliyet avantajı yakalanmıştır. Ancak bu yerleşim, ana iniş takımlarının birbirlerine yakın olmasına ve uçağın karada dengesiz olmasına yol açmıştır. Bu sebepten dolayı savaş boyunca birçok havacı gerçekleşen iniş ve kalkış kazalarında hayatını kaybetmiştir.
Yüksek irtifa önleme görevleri için optimize edilmiş bir dizaynı vardır. Yakıt enjeksiyonlu ve süperşarjlı DB601 serisi motoruyla özellikle savaşın ilk yıllarında rakipsiz bir performans uçağı olarak göze çarpmıştır.
Döneminin tasarımlarıyla kıyaslanırsa oldukça küçük boyutlarda olan Bf109'un ağırlığının zaman içerisinde ilave sistemlerin eklenmesi ve teknik güncellemelerle birlikte 1,5 kat artması uçağın manevra performansının düşmesine sebep olmuştur. Bu kayıplar devamlı olarak arttırılan motor gücüyle dengelenmeye çalışılmıştır.
Kuvvetli motorları sayesinde çok hızlı tırmanış yapabilirler. Hızlı bir uçak olması yanı sıra iyi bir zırha ve tahribat gücü yüksek silahlara sahiptir. II. Dünya savaşının en çok üretilen uçaklarından biridir bütün savaş boyunca 35.000 tane Bf-109 üretilmiştir. Savaşın sonuna kadar en iyi savaş uçaklarından biri olarak kalmıştır. P-51 Mustang (Masteng)'leri bile başarılı bir şeklide durdurmuşlardır. Erich Hartmann (Erih Hartman) ve Gerhard Barkhorn (Gerhart Barkhorn) adlı Bf-109 pilotları tek başlarına 300'den fazla uçak düşürmüşlerdir.
İspanya İç Savaşında kullanılan 2 modelden biridir.
Bf-109 B modellerinin yerine geçmek için tasarlandı
Britanya Muharebesinde kullanıldı
Bf-109 E modellerinin yerine geçti özellikle Kuzey Afrika Cephesinde başarılı oldular
Messerschmitt Bf 109 K-4 "Kurfist" 1944 yılının sonbaharında, Bf 109 G olarak üretim hattına konmuştur. Motor, silahlar ve kabin basınçlandırma sistemindeki birkaç küçük değişiklikle ilk versiyonlardan farklıdır. "K" modeline, "Galland Hood" (yüksek görüş imkânı sağlayan bir kanopi) ve geniş bir kuyruk kanadı yerleştirilmiştir. Savaşın sonlarına doğru imal edildiğinden uçak hakkında yeterli doküman yoktur. İlk "K" modellerin, kurtarılmış bölgelerdeki Müttefik hava alanlarına karşı Almanların 1 Ocak 1945’deki taarruzları sırasında kullanıldığı sanılmaktadır.
2 x 15 mm MG 151 ~ 220 mermi kapasiteli makineli tüfek (motor üzerinde); 1 x 30 mm MK 108 ~ 65 mermi kapasiteli top (kanatta); 2 x 210 mm roket tüpü (kanat altlarında)
Uçak gemileri için tasarlanmış katlanabilir kanatlı modeldir.
Bu model Me-262ye benzer şekilde yapılmış kanatlarında 2 adet jet motoru olan modeldir.Kağıt üzerinde proje prototiptir.
P-82'ye benzer modeldir.
WW2 Drawings
Metastaz
Metastaz (Yunanca: metastasis, μετά, meta "bir sonraki", στάσις, stasis, "yer değiştirme" anlamındadır), kanserli hücrelerin bulundukları doku dışında doğrudan ya da kan-lenf damarlarıyla başka bölgelere sıçramalarına verilen isimdir.
Kötü huylu tümörler yalnızca bulundukları doku ve organa zarar vermekle kalmaz, yakınlarındaki organ ve dokulara da yayılabilir ve zarar verebilirler. Ayrıca kanserli hücreler bulundukları bölgelerden kan ya da lenf damarları yoluyla bedenin başka bölgelerine taşınabilir, oraya yerleşebilir ve hızla yayılabilir.
Kanser başladığı doku ya da organdan bedenin bir başka bölümüne sıçradığında, burada da aynı tipte anormal hücreler gelişir ve ilk tümörle aynı adı taşımaya devam eder: Örneğin eğer akciğer kanseri beyine yayılım gösterdiyse buradaki hücreler esasta akciğer kanseri hücreleridir; beyinde oluşan tümör "beyin kanseri" değil "metastatik akciğer kanseri" olarak adlandırılır.
Supermarine Spitfire
Supermarine Spitfire ("Süpermarin Sipitfayr"), İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetlerine ait ilk yekpare metal tasarımlı ve tek pilotlu avcı uçağı. 1938'de hizmete girdi ve bütün II. Dünya Savaşı boyunca Kraliyet Hava Kuvvetlerine hizmet etti. 1950'lere kadar Kraliyet Hava Kuvvetleri tarafından kullanıldı. Baş tasarımcısı R.J. Mitchell'dır.
Türkiye’ye değişik zamanlarda değişik modelleri gelmiştir.
Spitfire'lar Rolls-Royce Merlin motoruna sahiptiler. İnce ve yuvarlağımsı kanatları sayesinde çok keskin dönüşler yapabiliyor ve çok hızlı gidebiliyorlardı. İki kademeli (kapalı, tam) kanatçıklara ("İng: Flap, Alm: Klap") sahiptiler. En büyük rakibi BF-109'lar tarafından hız, tırmanma ve dayanıklılık açısından alt edilse de çok iyi tasarımı sayesinde yapabildiği keskin dönüşlerle çoğu kez onları alt etmişlerdir. Ayrıca Spitfire'ların uçak gemilerinden kalkması için tasarlanmış Seafire modeli de vardır.
II. Dünya Savaşı'nın meşhur uçakları arasında Spitfire çok iyi vazife gören tek kişilik avcı uçağı olarak daima hatırlanacaktır. Özellikle 1940 yılında İngiltere Adası ve Manş Denizi üzerinde meydana gelen İngiltere hava savaşlarındaki (Battle of Britain) çarpışmalarda İngiliz pilotları Spitfire'ın değişik tipleri ile üstün Alman Hava Kuvvetleri'nin (Luftwaffe) Messerschmitt Me (Bf) 109, Me 110 ve Focke-Wulf Fw 190 avcı uçaklarına karşı büyük başarılar kazanmışlardır.
Savaştan önce yarış uçağı olarak R. J. Mitchell isimli mühendis tarafından planları çizilerek yapılan Spitfire'ın öncüsü, 1936 yılında avcı uçağı olarak deneme uçuşlarına başlamış, 1938 yılında İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri'ne (RAF) katılmıştır.
Bütün 2. Dünya Savaşı uçaklarının muhtemelen en tanınanı olan Spitfire üretim hayatına Mk.I olarak başlamıştır. Britanya Savaşı'na hükmeden Hurricane ile birlikte her iki uçak da Alman Hava Kuvvetleri'nde görev yapan rakiplerine karşı daima üstün gelmiştir.
Bununla beraber, Alman teknolojisi kendi uçaklarını geliştirdikçe, yeni düşman uçakları ile baş etmek için Spitfire'ı geliştirmek acil bir ihtiyaç haline gelmiştir.
Mk.I'den Mk.V'e kadar olan ilerleme, (üstelik Mk.III prototipinin asla gerçek anlamda üretime girmemesine rağmen) daha gelişmiş gövde ve motora sahip VC'nin üretimine kadar yavaş olmuştur. Spitfire'ın geliştirilmesine bütün savaş dönemi boyunca devam edilmiş ve son modelleri düşmanlıklar sona erdikten sonra da uzun yıllar serviste kalmaya devam etmiştir.
1939 - 1945 yılları arasında II. Dünya Savaşı'nın bütün cephelerinde 28 tip Spitfire ile İngiliz Deniz Kuvvetleri'nde uçak gemilerine inip kalkabilecek şekilde tasarlanmış 8 tip Seafire kullanılmıştır.
Bu yıllar arasında Douglas Bader, Bob Stanford Tuck, Sailor Malan ve Kanadalı Johnny Johnson gibi birçok pilot Spitfire ile uçarak ün kazanmışlardır.
İngiliz uçak fabrikaları toplam olarak 22,777 Spitfire ve Seafire imal etmişlerdir.
Mürettebat/crew:1 , motor/engine:Rolls Royce Merlin II, gücü/power:1030HP, kanat açıklığı/ wingspan: 11.25m, uzunluk/length:9.15m, yükseklik/height:3.48m, azamî hız/max speed: 590 km/h, tavan/ceiling: 10500m, silah donanımı/armament: 8 x 0.303 kalibre/caliper MG
Spitfire VB Tropical'de 1,470 hp'lik Rolls-Royce Merlin motoru ve üç palalı pervane kullanılmıştır. Saatte 600 km sürat yaparak 11,400 metreye çıkabilmektedir. Kanat açıklığı 11.23 m, uzunluğu 9.12 m, yüksekliği 3.11 metredir. Dört adet .303 kalibre Browning makinalı tüfek, iki adet 20 milimetrelik Hispano topu ile silahlandırılmıştır. Ek olarak bomba ve kamera taşıyabilmektedir.
Spitfire'ın bu modeline çöllerde kullanıldığı için burun altına kum filtresi ilave edilmiştir. Pilot koltuğunun arkası ve yakıt depolarının üstleri zırhlı levhalarla kaplanmıştır.
T E K N İ K Ö Z E L L İ K L E R
4 x 7.7 mm. (.303 kalibre) Browning makinalı tüfek
2 x 20 mm. Hispano top
VC 'Tropical' sadece Malta'nın savunması görevi için değil çeşitli denizaşırı cephelerdeki Alman Hava Kuvvetleri'nin gücüne karşılık verme ihtiyacından dolayı ortaya çıkmıştır. Kanat altlarındaki yağ soğutma girişleri ve büyütülmüş radyatör ile birlikte uçağa hantal bir görünüm veren büyük bir hava filtresi (Vokes Aero-Vee) takılmıştır. Bu ilavelerin hiçbiri uçağın performansını fark edilebilecek derecede etkilememiştir.
Spitfire VC'nin önceki Spitfire VB'den farkı, bilinen kanat yapısında iki veya dört adet 20 mm top ve dört makinalı tüfeğe sahip olmasıdır. Üretilmiş olan Spitfire'ların yaklaşık üçte biri Spitfire Mark V'tir.
Seri üretim, orijinal Merlin III motoru yerine Merlin 45 ve 'C' tip 'Üniversal' kanatlar kullanılarak 1941 Ek |
iminde başlamıştır. Sonraki ve alternatif versiyonlarda Merlin 46, 50, 50A, 55 ve 56 model motorlar da kullanılmıştır. Bu kanat yapısı, top ve makineli tüfekler arasındaki çeşitli silah konfigürasyonlarının kullanımına imkân vermekteydi.
Spitfire VC'lerde standart 'C' tip kanat kullanılmasına karşın, uçağın performansını nispeten zayıflatan fakat savaş manevraları için yüksek bir tono oranı (sağa ya da sola ani dönüşler) sağlayan 'D' veya "uçları kesik" tip kanat kullanan birçok VC de vardır. Kullanılan 'D' tip kanat ile kanat genişliği 1.42 m kısalmış ve kanat alanı da 1.02 m azalmıştır.
VC 'Tropical' birçok savaş sahnesinde kullanılmıştır. Bunlar arasında, Birleşik Devletler Hava Kuvvetleri'nin Tunus'daki Birleşik Devletler 12. Hava Gücü 31. Avcı Grubu'nun 308. Avcı Filosu ve Avustralya Kraliyet Hava Kuvvetleri (RAAF) sayılabilir.
Spitfire Mk.V, bütün tipleri ile birlikte, hemen hemen yüzden fazla Kraliyet Hava Kuvvetleri (RAF) biriminde kullanılmış; dokuz denizaşırı hava kuvvetine satılmış ve Kraliyet Hava Kuvvetleri'nin ya da Müttefikler'in bulunduğu her sahnede görev yaptığından dolayı 2. Dünya Savaşı'nda kullanılan en yaygın avcı uçağı olmuştur.
T E K N İ K Ö Z E L L İ K L E R
4 x 7.7 mm. (.303 kalibre) Browning makinalı tüfek
2 x 20 mm. Hispano top
Mürettebat/crew:1 , motor/engine:Rolls Royce Merlin 45, gücü/power:1470HP, kanat açıklığı/ wingspan: 11.25m, uzunluk/length:9.15m, yükseklik/height:3.48m, azamî hız/max speed: 590 km/h, tavan/ceiling: 10500m, silah donanımı/armament: 4 x kamera/camera
Mürettebat/crew:1 , motor/engine:Rolls Royce Merlin 70, gücü/power:1470HP, kanat açıklığı/ wingspan: 11.25m, uzunluk/length:9.15m, yükseklik/height:3.48m, azamî hız/max speed: 640 km/h, tavan/ceiling: 12000m, silah donanımı/armament: lütfen yukarıdaki metine bakınız/Please see text above.
Mürettebat/crew:1 , motor/engine:Rolls Royce Merlin 61, gücü/power:1565HP, kanat açıklığı/ wingspan: 11.25m, uzunluk/length:9.15m, yükseklik/height:3.48m, azamî hız/max speed: 590 km/h, tavan/ceiling: 10500m, silah donanımı/armament: 4 x kamera/camer
Mürettebat/crew:1 , motor/engine:Rolls Royce Griffon 65, gücü/power:2035HP, kanat açıklığı/ wingspan: 11.23m, uzunluk/length:9.53m, yükseklik/height:3.40m, azamî hız/max speed: 736 km/h, tavan/ceiling: 10500m, silah donanımı/armament: 4 x kamera/camera
Savaş yıllarında Türk hükümeti tarafından millî bütçe imkânları ile Spitfire'ın çeşitli tiplerinden satın alınarak hava kuvvetlerinin avcı filolarına güç kazandırılmıştır. Özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra Türk Hava Kuvvetlerinin standart av uçağı olarak görev almıştır. Spitfire uçakları Türk Hava Kuvvetleri'nin envanterinde 1938-1954 yılları arasında kalmıştır.
Spitfire'ın Avrupa'da savaştığı Focke-Wulf Fw 190 A3 Alman av uçakları ile aynı filolarda Türk Hava Kuvvetleri işaretleri ile birlikte uçmuştur.
Mayıs Sıkıntısı
Mayıs Sıkıntısı, Nuri Bilge Ceylan'ın 1999 yapımı filmi.
Muzaffer, bir bahar günü çocukluğunu geçirdiği Çanakkale`nin Yenice kasabasına döner. Kendince hayatını sürdüren kasabada film çekmek ister. Bir süre oyuncu aradıktan sonra, annesini ve babasını oynatmaya karar verir. Babası, tarlasına devletin el koymasına engel olmaya çalışırken, bir yandan da oğlunun filminde oynar. Bu süreçte dayısının küçük oğlu Ali, müzikli saat alınması için çabalamaktadır. Aynı köyden Saffet, üniversiteyi tutturamaz ve fabrikada çalışmaktan kurtulmak için Muzaffer'den yardım ister.
Nuri Bilge Ceylan`ın bol ödül toplayan bu yalın filmi, Anton Çehov'a addedilmiştir.
Haskell
Haskell, isim babası matematikçi Haskell Curry olan arı işlevsel programlama dilidir. Haskell'i birçok programlama dilinden ayıran özellikleri tembel değerlendirme, monadlar ve tür sınıflarıdır. Haskell, Miranda dilinin semantikleri üzerine kuruludur. Akademide yoğun olarak kullanılmasıyla birlikte endüstride de kullanılmaktadır.
Haskell tembel değerlendirme, örüntü eşleme, tip sınıfları, tip polimorfizmi özelliklerini barındırır. Fonksiyonlarının yan etkilere sebep olmaması nedeniyle arı işlevsel bir dil olarak bilinir.
Haskell'in birçok uyarlaması bulunmaktadır. Bunlar arasında de facto lider olan Glasgow Haskell Compiler'dır. GHC en çok Haskell Platform ile birlikte kullanılır. Haskell Platform içinde GHC, Cabal Paket Yöneticisi ve birçok geniş kullanımı olan Haskell kütüphanesini barındırır, Haskell için tam teşekküllü bir platform sunar.
Örnek bir Merhaba dünya Haskell kodu:Haskell'de farklı yaklaşımlarla yazılmış faktöriyel fonksiyonu örnekleri:Bir hızlı sıralama uyarlaması:
Heinkel He 111
Heinkel (Haynkel) He 111 bir II. Dünya Savaşı bombardıman uçağıdır.
1942'lere kadar Alman Hava Kuvvetlerinin birincil bombardıman uçağı olmuştur. Ernst Heinkel (Ernst Haynkel) tarafından tasarlanmıştır.
1930'lu yılların başlarında,Heinkel firmasının dönemin en hızlı orta menzilli yolcu uçağını üretmek için kolları sıvadı. Bu tasarım süreci, 1932 yılına gelindiğinde ilk meyvesini verdi. HE 70 ismi verilen bu uçak, burundan tek motorlu ve 4 yolcu kapasitesine sahipti. He 111'in geliştirilme sürecinde, bu prototipten faydalanılmıştır. Gövdenin bazı karakteristik özellikleri, aktarılmıştır.
1935 yılına gelindiğinde, He 111 projesi tamamlandı. Kanatlara yerleştirilmiş iki motora sahip olan uçak, He70 de olduğu gibi, gövdenin üst kısmında, burnun oldukça gerisine konumlandırılmış basık bir kokpite sahipti. He 111 V1 adı verilen bu ilk prototip model, 24 Şubat 1935’te Rostock-Marienehe arasında bir deneme uçuşu gerçekleştirmiştir. 1936 yılında Lufthansa firması tarafından sivil uçuşlarda kullanılmaya başlandı. V2 ve V4 modelleri, 10 yolcu kapasiteliydi.
He 70 ilk uçuşlarını gerçekleştirdiği dönemde, askeri görevlerde kullanılmak üzere orta menzil bombardıman uçağı arayışlarını sürdüren Alman Hava Kuvvetleri'nin (Luftwaffe) ilgisini çekti. Buna rağmen, He 111 tamamen yolcu taşımacılığı için üretilen bu model, 1936 sonbaharından itibaren, bombardıman uçağına dönüştürülerek Luftwaffe hizmetine girmiştir. İlk savaş deneyimini yine aynı yıl, İspanya iç savaşına katılan Alman Birlikleri bünyesinde gerçekleştirmiştir.
İkinci dünya savaşının patlak vermesiyle, HE 111, Luftwaffe'nin orta menzil bombardıman görevlerinde kullandığı ana bombardıman uçağı olarak hizmet etmeye başladı. Özellikle Britanya Savaşı sırasında en çok üretilen ve kullanılan bombardıman uçağıdır. Savaş süresince pek çok farklı versiyonu üretilmiş, gövde yapısı, motor seçenekleri, hava savunması gövdenin çeşitli bölümlerine yerleştirilen ağır makinalı tüfeklerin konumları değiştirilmiştir. Kuşkusuz versiyonların en ilginci, iki he 111 uçağının birleştirilmesi ile oluşturulan "zwilling" modelidir. Yan yana birleştirilen iki He 111 gövdesinin arasındaki kanada 3. bir motor ilave edilen bu model, Me-321 Glider planörünün havalandırılması amacıyla kullanılmıştır. Toplam 12 adet üretildiği bilinmektedir.
Britanya Savaşı,Almanların simgesi haline gelen He-111'ler 1944 yılına kadar üretilmiştir. Bombardıman dışında, lojistik görevlerde de yer almıştır.
Sivil havacılık için tasarlanan HE 111' ler, geniş kanat alanına sahip, uzun gövdeli uçaklardır. İlk modellerde gövdenin üst kısmına yerleştirlen basık bir kokpite sahiptir. Kanatlara konumlandırılmış iki adet motora sahip olan He 111, motorun altına katlanan ön iniş takımları kullanılmıştır.
Bombardıman amacı ile yeniden şekillendirilen ilk modellerde, gövdenin genel özellikleri korunurken, burun kısmen cam ile kaplanarak, bir adet ağır makineli ile hava savunması için güclendirilmiştir. Hedefleme sistemi (Bombsight), burun ağır makinelisin hemen gerisine, aynı personelin kullanımı için, tabana konumnlandırılmıştır. Kanatların gerisinde, iki yana konumlandırılmış ağır makinalı tüfekler bulunmaktadır. Uçağın bomba haznesi, kokpitin hemen ardına, iki kanat arasinda kalan bölümdedir. Günümüze ulaşan planlarda, dikey askılı makaralı, 8 bağımsız hazneli sistem görülmektedir. Bu hazneler, iki kanat arasındaki 8 küçük kapakçık ile sonlandırılmıştır. İki büyük hazneye sahip veya dışarıdan torpido veya hazne boyutu aşan bombaların bağlanabileceği rackların kullanıldığı versiyonlar da geliştirilmiştir.
İlerleyen versiyonlarda, gövdenin tasarımı tamamen değiştirilmiştir. Burun bölgesi dolgunlaştırılarak, tamamen cam ile kaplanmıştır. Kokpit, gövdenin üstünden alınarak, burun bölgesine yakın şekilde konumlandırılarak, pilotun görüş açısı oldukça genişletilmiştir. Pilot koltuğu sola yaslanmış şekilde, zemindeki camların hemen üzerindedir. Kontrol levyelerinin tamamı sol yana alınmış, göstergelerin bir kısmı, pilotun hemen önüne denk gelen küçük panele, geri kalanı ise tavana enine yerleştirilmiştir. Tavan paneli gorüşü biraz engellemektedir.
Kanatlar üzerine yerleştirilmiş iki adet motor ile ivmelendirilen HE-111'in ilk modellerde kullanılan Daimler Benz motorlara, ilerleyen yıllarda 3 değişik model eklenmiştir.
B-0 versiyonunda Yağ soğutmalı Daimler Benz DB 600A motor kullanılmıştır. B-1 modelinde ise DB 600 CG modeli yer almış. Sonraki versiyonlarda sırasıyla Junker Jumo 211 A-1 ve 211 A-3 motorlar kullanılmıştır. Ayrıca Rolls-Royce 500-20 ve 500-29 motorlara sahip modelleri vardır.
Ulaşabildiği en yüksek hız 440 km/s'dir. Zamanının en gelişmiş bomba hedefleme sistemine sahipti.
Virginia Woolf
Virginia Woolf (25 Ocak 1882 – 28 Mart 1941), İngiliz feminist, yazar, romancı ve eleştirmen.
1882'de Londra'da dünyaya gelen Virginia Woolf, Victoria devri'nin tanınmış yazarlarından Sir Leslie Stephen'ın kızıydı. Annesi ve babası daha önce başkalarıyla evlenmişler, dul kaldıktan sonra ise bir araya gelmişlerdi. Her ikisinin de ilk eşlerinden çocukları vardı. Sir Leslie Stephen'ın ilk eşi, ünlü romancı William Makepeace Thackeray'nın kızıydı. Thackeray'nın eşi akıl hastası olduğundan, Leslie Stephen'ın bu kadından olan kızı Laura, anneannesine çekmiş, yirmi yaşında bir akıl hastahanesine kapatılmıştı. Virginia'nın annesi Julia Duckworth ile Leslie Stephen'ın beş çocukları oldu. Yaş sırasıyla Vanessa, Julian, Thoby, Virginia ve Adrian. Virgin |
ia on üç yaşındayken annesi ansızın ölmüştür. Woolf, o yıllarda kadınların ikinci planda kalması nedeni ile okula gönderilememiş fakat babası yardımı ile kendini geliştirmiştir.
Kızkardeşi Vanessa Bell daha küçük bir yaşta iken bir ressam olmaya, Virginia Woolf ise bir yazar olmaya karar verir. Kendisini babasının kütüphanesinde geliştiren Virginia Woolf, 1895'de bir gazetede kısa hikâyelerini yayınlatır.
Özellikle, Viktorya tarzı yaşamaya karşı olan Virginia Woolf, yazılarında da bundan bahseder.
1904'te babasının ölümünden sonra kardeşleriyle Bloomsbury'ye taşınması ise hayatında ciddi bir dönüm noktası olmuştur. Bloomsbury grubu içinde birçok ünlü edebiyatçıyı barındıran ve cinsel konulardaki özgürlükçü tavırlarıyla tanınan bir grup entelektüelden oluşuyordu. Grupta bulunan birçok kişi eşcinsel ya da biseksüeldi. İnsanlar onları etik bir grup olarak görüyorlardı. Grupta John Maynard Keynes, E. M. Forster, Roger Fry, Duncan Grant ve Lytton Strachey gibi ünlü kişiler vardı. Woolf, 1909'da bir süreliğine Lytton Strachey ile nişanlanmıştır.
Virginia Woolf 1912 yılında Leonard Woolf ile evlenmiştir. Leonard Woolf eşi için bir basımevi kurmuştu ve bu da Virginia Woolf'un yazdığı kitapları yayımlatması için bir fırsat olmuştu.
"Perde Arası" romanını yazdığı sıralarda artık kendini yeterince yetenekli hissetmiyor, yeteneğini kaybettiğini düşünüyordu. Her gün savaş korkusu ve yeteneğini kaybetmenin vermiş olduğu stres, dehşet ve korku sonucu ruhsal bunalıma girmiş, 28 Mart 1941’de içinde bulunduğu duruma daha fazla dayanamayıp evlerinin yakınlarında bulunan Ouse nehrine ceplerine taşlar doldurarak atlayıp intihar etmiştir. Virginia Woolf, geride iki intihar mektubu bırakmıştır. Birisi kardeşi Vanessa Bell'e diğeri ise kocası Leonard Woolf'a.
"Leonard Woolf'a, 18 Mart 1941
""Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum. Yaşadığım o korkunç anlara geri dönemem artık. Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım. Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum. Sen bana olabilecek en büyük mutluluğu verdin. Benim için her şey oldun. Bu korkunç hastalık beni bulmadan önce birlikte bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemezdim. Artık savaşacak gücüm kalmadı. Hayatını mahvettiğimin farkındayım ve ben olmazsam, rahatça çalışabileceğini de biliyorum. Bunu sen de göreceksin. Görüyorsun ya, bunu düzgün yazmayı bile beceremiyorum. Söylemek istediğim şey şu ki, yaşadığım tüm mutluluğu sana borçluyum. Bana karşı daima sabırlı ve çok iyiydin. Demek istediğim, bunları herkes biliyor. Eğer biri beni kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Artık benim için her şey bitti. Sadece sana bir iyilik yapabilirim. Hayatını daha fazla mahvedemem. Bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemiyorum."""
Bir profesyonel olarak 1905'lerde yazmaya başlayan Virginia Woolf'un ilk kitabı olan "The Voyage Out (Dışa Yolculuk)" 1915'te yayınlanmıştır. Bu kitabın yazımı çok uzun sürmüş, bir yıl içinde üç kez tekrar yazılmıştır. Özelllikle annesinin ölümünü yenmesi ile ilgili olan bu kitap ilginç olduğu kadar etkileyicidir.
"Gece ve Gündüz", Virginia Woolf'un ikinci romanıdır. Woolf'un "bilinç akışı" tekniğini kullandığı daha sonraki modern deneysel romanlarından farklı olarak klasik gerçekçi üslûpla kaleme aldığı bu eser, olay örgüsü, gerçek mekân tasvirleri ve titizlikle betimlenmiş karakterleri, dönemin atmosferini yansıtan özellikleriyle dikkat çekiyor.
1920'de yayımlanan roman, daha sonraki eserlerinin habercisi olarak, nesnel gerçekliğin ve tarihselliğin insan bilincindeki yansımalarını birbirinden oldukça farklı karakterlerde ustalıkla canlandırıyor.
Roman, I. Dünya Savaşı öncesi Londra'sında geçer. Woolf, dönemin entelijansiyasını, fikir ve ruh dünyasını mizahî ancak sıcak, insanî bir dille anlatır. Kadın hakları, sınıfsal farklılık, aşk, evlilik ve özgürlük gibi meseleleri, karakterlerinin yaşamları, mücadeleleri, umutları, acıları ekseninde tartışıyor. Gece ve Gündüz, Katharine, Mary ve Ralph'in hakikat arayışlarında tanık olduğumuz modern insanın yazgısı, bir başkasını anlama çabası üzerine duygulu ve derin bir metin.
"Virginia Woolf, 1931’de yayımladığı "Dalgalar"’ı yazarken ise, bu kitapla o güne değin hiçbir başka romancının göze alamayacağı değişik şeyleri yapmak istediğini, bu romanın o güne değin yazılan hiçbir başka romana benzemeyeceğini biliyordu. (...) Çünkü Dalgalar, ‘hem düzyazıyla kaleme alınacak, hem de şiir olacaktı; hem roman olacaktı, hem de tiyatro oyunu.
Virginia Woolf, Dalgalar’da dış dünyayı yok eder. Üç erkek ve üç kadının çocukluklarından yaşlılık dönemlerine kadar tüm hayatlarının anlatıldığı kitapta dış dünya nesnel olarak değil, ancak kişilerin iç dünyalarına yansıdığı kadarıyla verilir. “Bir olay örgüsüne uyarak değil, bir ritme uyarak” yazılan kitap, “şiir olmayan herhangi bir şey edebiyata neden girsin ki” diyen Woolf tarafından iki yıl içinde üç kez yazılır ve dalgaların sesine uydurularak, şiir gibi yüksek sesle okunarak düzeltilir... Gerçekçi roman geleneğinden tam bir kopuşu temsil eden Dalgalar, bilinç akışı tekniğiyle yazılan romanların en önemlilerinden biridir." (İletişim Yayınlarından çıkan baskısının arka kapak yazısından)
Mrs. Dalloway'se ünlü yazarın adıyla anılacak ‘bilinç akışı’ tekniğinin en başarılı örneklerinden biridir.
Eşcinsel olan Virginia Woolf'un eserlerinde eşcinsel yakınlıklarına bol bol rastlanır. Yazarın öteki romanlarına benzemeyen, tümüyle özgün bir düşünce ürünü olan "Orlando" isimli romanı bir aşk mektubuyla beraber o dönemdeki sevgilisi Vita Sackville-West'e adanmıştır.
1929 tarihli "Kendine Ait Bir Oda" feminist hareketin klasik bir kitabı olarak kabul edilir.
Kadın hareketinin elden düşürmediği önemli kitaplardan biri olan "Kendine Ait Bir Oda", Virginia Woolf’un belki de en kolay okunan kitabıdır. Çünkü konu çok somuttur: “Kadın ve Edebiyat.”
Erkeklerin kadınlara bıkıp usanmadan tekrarladıkları ‘ezeli’ ve de ‘ezici’ bir soru vardır: “Bizler kadar düşünme yeteneğiniz olduğunu ileri sürüyorsunuz. Madem öyle, neden Shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız?” İşte Virginia Woolf bu ‘yakıcı’ soruya, tarihsel ilişkilerin kökenine inip kütüphane raflarında şöyle bir gezindikten ve de kısa bir kadın edebiyatı tarihçesi çıkardıktan sonra esaslı bir yanıt getiriyor. Ve şöyle sesleniyor kadınlara: “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!..”
Daha sonralarda Virginia Woolf tarafından kaleme alınan Flush'ta bir köpeğin bakış açısı fark edilir.
"...güçlü kuvvetli, enerji dolu, yaşama sevinci içinde genç Robert Browning bir bomba gibi patlamıştı Elizabeth Barrett’in sessiz hasta odasında. İngiliz edebiyatının en ünlü aşk öyküsüdür onların aşkı. Tiyatro oyunları yazılmış, filmler yapılmıştır bu konuda. Nasıl mektuplaştıklarıı, Robert Browning’in Wimpole Sokağı’ndaki bir evde divanda yatan Elizabeth’i nasıl görmeye geldiğini, bu ziyaretten sonra üç ay içinde Elizabeth’in mucize kabilinden nasıl yürümeye başladığını, gizlice evlenip Floransa’ya kaçtıklarını herkes bilir. Hatta Virginia Woolf’un The Common Reader’da dediği gibi, İngiliz şiirinin en önemli adları arasında olan bu iki şairden tek dize okumamış olanlar bile! Virginia Woolf’un Flush’ı bu konuda son derece sevimli bir kitaptır. Elizabeth Barrett Browning’in çok sevdiği İtalya’ya kaçarken beraberinde götürdüğü köpeğin yaşamöyküsünü anlatan Flush’da bu aşk öyküsünü bir de o köpeğin açısından görürüz."
Kitaplarının kapaklarında kardeşi Vanessa Bell'in resimleri bulunmaktadır.
Yazar, modernist hareketin en önemli kişilerinden biri olarak tarihe geçmiştir ve roman türünün gelişimine büyük katkıda bulunmuştur.
Kitapları elliden fazla dile çevrilen Viginia Woolf'un bu eserlerinden bir kısmı, Jorge Louis Borges ve Marguerite Yourcenar gibi tanınmış yazarlarca çevrilmiştir.
İlyuşin Il-2
İlyuşin Il-2 ("Rusça: Ил-2 Штурмовик, İngilizce: Ilyushin Il-2") veya diğer adıyla şturmovik, yer hedeflerine yönelik bir Sovyet II. Dünya Savaşı uçağıdır.
Sergey İlyuşin tarafından 1938'de tasarlanmıştır. II. Dünya Savaşı'nın ve Cessna 172 sivil ucağından sonra tüm zamanların en çok üretilen üçüncü (36.183) uçağıdır.
İlk tasarlanan IL-2'ler yer hedeflerine yapılan saldırılarda uçaksavar silahlarına karşı korunmak için kalın bir ön zırhla kaplanmışlardır. Sonraları IL2'lerin arkadan açılan avcı uçakları atışlarına karşı son derece savunmasız olduğu anlaşılmış ve IL-2M modeli ile arka tarafa bir makineli tüfekçi personel konmuş, aynı zamanda arka tarafın zırhı da artırılmıştır. IL-2'ler mürettebatı, motoru, radyatörleri ve yakıt tankını koruyan kalın bir zırha sahipti. Bu sayede en yoğun düşman ateşi altında bile üslerine dönmeyi başarabiliyorlardı. IL-2'ler sağlam zırhlı Alman tanklarına karşı çaresiz kaldıkları gibi birçoğu Bf-109 a hedef olmaktan kurtulamamıştır. Ancak yine de birçok Alman tankını etkisiz hale getirmiştir.
Uzak (film, 2002)
Uzak, yönetmen Nuri Bilge Ceylan'ın 2002 yılında çektiği bol ödüllü filmi. 2003 yılında Cannes Film Festivali'nde Büyük Ödül'ü kazanmıştır. Film, 76. Akademi Ödülleri'nde Türkiye'nin yabancı dilde en iyi film dalında Oscar aday adayı olarak seçilmiştir.
Hayallerini gerçekleştirmek için İstanbul`a gelen Yusuf, uzaklara gitmeyi düşleyen fotoğrafçı akrabası Mahmut`un yanına yerleşir. Mahmut ise Yusuf`u hoş karşılamamıştır.
Gene sevdiği oyuncularla çalışan Nuri Bilge Ceylan, bu filmiyle Cannes Film Festivali dahil olmak üzere birçok festivalden ödülle dönmüş, adını geniş kitlelere duyurmuştu.
"En İyi Film"
"Büyük Ödül"
"En İyi Film"
"Nuri Bilge Ceylan - En İyi Yönetmen"
"Muzaffer Özdemir - En İyi Erkek Oyuncu"
"Nuri Bilge Ceylan - Altın Antigone"
"Nuri Bilge Ceylan - Eleştirmenler Birliği Ödülü"
"Nuri Bilge Ceylan - En İyi Film"
"Nuri Bilge Ceylan - En İyi Senaryo"
"Nuri Bilge Ceylan - En İyi Yönetmen"
"Nuri Bilge Ceylan - En İyi Görüntü Yönetmeni"
M1 Garand
M1 Garand, bir II. Dünya Savaşı yarı otomatik bir Amerikan piyade tüfeğidir. 30 kalib |
relik mermi kullanan bu tüfekler 1936'da resmi olarak Birleşik Devletler ordusunun standart servis tüfeği olan sürgülü Springfield M1903 tüfeklerinin yerini almıştır. (M1903'ler keskin nişancı tüfekleri olarak çok değerli bir rol üstlenmişlerdir.) M1 de 1957'de M14'lerle değiştirilmiştir. M1'lerin geliştirilmiş versiyonu olan M14'ler hala Amerikan ordusu tarafından kullanılmaktadır. Ancak M1 1963'e kadar büyük sayılarla kullanılmaya devam etti ve 1966'da kullanımı git gide azaldı.
M1 asıl olarak II. Dünya Savaşı ve Kore Savaşı dönemlerinde kullanıldı, biraz da Vietnam Savaşı'nda rol aldı. Çoğu M1 tüfeği Amerikan askerlerine hizmet etmiştir, tabii ki bir kısmı da diğer ülkelere verilmiştir.
M1 dünyadaki ilk yarı otomatik tüfektir. Amerikan yapımı olup barut gazının geri tepmesi icra yayını ileri itmesi ile yarı otomatik olarak çalışan şarjör ile dolan hava ile soğuyan piyadenin atışta ve dürtüşte kullandığı yakın savaş silahıdır. Üst tarafından takılan 8 mermilik bir şarjorü vardır. Şarjör bittiği zaman boş kutu kendini otomatik olarak atar. Tüfeğin hızlı doldurulması için düşünülmüş bir tasarım olsa da boş şarjörün dışarı fırlarken çıkarttığı "tink" sesi yüzünden II. Dünya Savaşı sırasında Alman askerleri düşmanın mermisinin bittiğini anlayarak hücuma geçiyorlardı. Bu birçok Amerikan askerinin ölümüne neden olmuştur. Ayrıca tüfek, tek tek mermi sürülmesine de olanak tanımaktadır.
Sökülüp takılması ve bakımı çok kolaydır. 3 parçadan oluşur; "Dipçik ve Kundak Grubu", "Namlu ve Mekanizma Grubu" ve de "Tetik Grubu" dur. Tüfeğin dipçiğinin arkasında metal bir kapakla kapatılmış bir bölmesi vardır. Bu bölmede tüfeğin bakımı için gerekli olan yağı ve fırçası bulunmaktadır.
Suya girip çıksa dahi çalışabilir. Tüfeğin ağırlık merkezi iyi ayarlanmıştır. Bu nedenle hedef almada güçlük çekilmez. Atışlarda geriye tepme uygun düzeydedir. Özellikle gelişmiş bir arpacık mekanizması vardır. Bu mekanizma x-y düzleminde ayarlanmaktadır (hem dikey hem yatay bir yatak bulunur). Bu mekanizma keskin nişancılığa izin verebilmektedir. Yükseklik ve rüzgar tamburesi nişan almada etkin denetimi sağlamaktadır. 25, 50, 100, 200 metre gibi ayarları bulunmakta olup orijinalleri .30'luk mermi kullanmasına rağmen Amerikan Donanması ve bazı ülkelerdeki varyantları 7.62x51mm çapında NATO mermisi kullanmaktadır. Bu tüfek tam anlamıyla bir efsane olmuştur ve bunu kesinlikle hak etmiştir.
M1'ler II. Dünya Savaşı'nda Amerikalılara savaşı kazandıran en önemli silah olarak görülmüştür. Almanların elindeki sürgülü Kar 98k tüfeklerinin her atışından sonra boş kovanın sürgüsünü çekerek çıkartılması gerekiyordu; ama Amerikan askerleri ardı ardına sekiz tane mermi gönderebiliyordu. Almanlar bu durum yüzünden yarı-otomatik tüfek çalışmalarına girişmişlerdir; ama hiçbiri M1 Garand kadar etkili olamamıştır.
M1'ler, Kore Savaşı ile birlikte Vietnam Savaşı'na kadar Amerikan ordusu tarafından kullanılmıştır. Günümüzde ise genelde siviller ve keskin nişancılar tarafından kullanılmaktadır.
Türk Silahlı Kuvvetleri'de M1 tüfeklerini 1980'lere kadar kullanmıştır. 1970 yılına kadar 300 binden fazla M1 satın alınmış, bir kısmı ise hibe edilmiştir. Amerika Birleşik Devletleri'nden sonraki en büyük kullanıcısı Türk Silahlı Kuvvetleri'ydi. M1 halen askeri okullarda ve de tören birliklerinde merasim tüfeği olarak kullanılmaktadır. Örneğin günümüzde TSK'da da genelde hava kuvvetlerinin acemi asker eğitiminde olmak üzere eğitim amaçlı tüfek olarak kullanılmaktadır.
Necâtî
Necâtî Bey (d. ? - ö. 1509) divan edebiyatı şairi.
Hayatı hakkında az bilgi bulunan Necati Bey'in doğum tarihi de bilinmemektedir. Genel kanıya göre gerçek ismi "İsa"dır. Fakat bazı kaynaklarda ismi "Nuh" olarak geçmektedir. Doğum yerinin Kastamonu olduğu düşünülmektedir. Diğer birçok divan edebiyatçısından farklı olarak özel bir eğitim görmemiş, kendi kendini yetiştirmiştir. Kısa zamanda eserleriyle halkın ilgisini ve beğenisini kazanmış, üne kavuşmuş ve dönemin ünlü isimleri tarafından övülmüştür. Üne kavuştuktan sonra Şehzade Abdullah'ın divan kâtipliğini yapmış, bir süre de sarayda çeşitli görevlerde çalışmıştır. 1509 yılında öldüğü düşünülse de bu tarih kesin değildir.
Necati, Türk divan şiirinin gelişme döneminin (15. yüzyıl sonları - 16. yüzyıl başı) en önemli isimlerindendir. O zamana kadar Türk divan şiirini fazlasıyla etkileyen İran şiirinden uzaklaşarak, halkın diline ve kültürüne önem vermiş, bunu da şiirine yansıtmıştır. Kullandığı yalın dil ile halka ve hayata yakın bir tabiat sergilemiş, fazla süslü üsluptan kaçınmıştır.
"Sultan Bâyezîd için yazılmış kasîdeden":
Ala Gözlü Nazlı Dilber
Bad-ı Saba Sevdiğime Gidersen
Behey Dilber Sana Gonül Vereli
Ben Güzelim Deyu Havadan Uçma
Beyaz Göğsün Bana Karşı
Bizden Selam Olsun Gül Yüzlü Yar
Bugün Ben Bir Bağa Girdi
Bugün Ben Bir Güzel Gördüm
Bülbül Ne Yatarsın Yaz Bahar Oldu
Dağlara Gel (Grup Yorum Seslendirmiştir)
Dila Gör Bu Cihan İçre
Ey Benim Nazlı Cananım
Peri Cihana Sen Gibi Dilber
Garip Turna Bizi Senden Soran
Hey Ağalar Bir Sevdaya Uğradı
Hey Ağalar Zaman Azdır
Kurtulamam Üç Nesnenin Elinden
Mecnun'a Dönmüşüm Bilmem Gezdiği
Sözün Bilmez Bazı Nadan Elinden
Şunda Bir Dilbere Gönül Düşürdüm
Etilen
Etilen (eten), alken sınıfından renksiz bir gaz. Doymamış hidrokarbon olup, karbonlar arasında, çift bağ vardır. Formülü CH, kaynama noktası -69,4 °C, erime noktası -103,3 °C ve yoğunluğu 0,978 g/dm³ olan yanıcı bir gazdır. Etilen, suda orta derecede çözünür. Fakat alkol, eter, aseton ve benzende çok çözünür. Etilenin reaksiyon verme kabiliyeti oldukça yüksektir. Halojenlerle, sülfürik asit ve diğer çift bağ ile reaksiyon verebilen maddelerle hemen reaksiyon verdiği gibi polimerize polietileni meydana getirir. % 3 ile % 34 oranında etilen ihtiva eden hava karışımı patlayıcıdır. Zehir etkisi azdır. Fakat çok yüksek dozu şuursuzluk (bilinç kaybı) meydana getirir.
Etilen üretiminin takriben % 30,4'ü etil alkol, % 25'i etilen oksit, % 10'u stiren, % 10'u etilklorür ve % 15'i polietilen elde edilmesinde kullanılır. Etilenin başka maksatlar için kullanılan kısmı çok azdır. Etilen üretiminin büyük bir kısmı petrol ürünü gazların kraking fırınlarındaki pirolizi ile elde edilir.
Olgunlaşmakta olan meyvelerin dokularında,kök nodüllerinde,yaşlanan yapraklarda ve çiçeklerde bulunan bitkisel hormondur.Gaz halinde bulunan tek hormondur.
AspectJ
AspectJ, Java programlama diline kesit yönelimli bir eklentidir. AspectJ Java programlarında kesitleri ilgilendiren sorunları tek bir yapı altında (aspect) toplamaya yardımcı olur.
Kesitleri ilgilendiren değişiklere örnekler izleme, hata kontrolü ve kayıt tutmadır. AspectJ Eclipse ile bütünleştirildiğinden beri birçok Java programcısı tarafından yaygın olarak kullanılmaktadır.
codice_1 sınıfının codice_2 arayüzünü desteklemesini sağlar ve codice_1 sınıfının codice_4 metodunu tanımlar.
codice_1 sınıfının adı codice_8 ile başlayan ve ilk parametresi codice_9 olan metodları çalışmadan önce metoda gönderilen parametreyi kontrol eder ve parametre sıfır ise kural dışı durum iletisi yaratır.
Deliorman
Deliorman (Bulgarca: Лудогорие "Ludogorie") Aşağı Tuna Ovası'nda yer alan; Rusçuk, Razgrad, Silistre, Şumnu ve Dobriç şehirlerini de kapsayan geniş bir bölgedir. Bu bölge hâlâ Türklerin yoğun olarak oturdukları yerlerden biridir.
Yerli halk tarafından böyle adlandırılmasının sebebi ağırlıklı olarak Meşe, Gürgen ve Kızılcık ağaçlarından oluşan çok sık ve geçit vermez ormanlarla örtülü olmasından ileri gelmektedir. Osmanlı arşivlerinde ise ismi "Deli orman" olarak geçmektedir. 1942'de Bulgaristan hükümeti Slav kökenli olan "Polesie" (orman tarafındaki yer) ismini koyduysa da bu isim asla yaygın kullanıma geçmedi ve 1952'de şu anki adına çevrildi. Bulgarca isim, Türkçeden mot-a-mot (kelimesi kelimesine) tercüme ile "Deli" (Луд), "Orman" (гора) oluşturulmuştur.
Bölge tarihte pehlivanları ile ün yapmıştır. Deliormanlı güreşçiler arasında Koca Yusuf, Ahmet Kara, Hergeleci İbrahim, Kurtdereli Mehmet Pehlivan ve Katrancı Mehmet Pehlivan başta gelir.
Bölgeye ilk gelen Türkler, Kıpçaklar ve Peçeneklerdir. Daha Osmanlı Devleti kurulmadan çok önceleri Selçuklu Prensi İzzeddin Keykavus ve Hacı Bektaş-ı Veli'nin öğrencisi Sarı Saltuk binlerce Türkmen'le birlikte buraya gelmişler ve Kıpçak-Peçenek toplulukları ile karışmışlardır. Osmanlı Devleti kurulduktan sonra ilk zamanlar bölgeye pek fazla iskan olmamıştır, Osmanlı Devleti daha çok Güney Bulgaristan'daki şehirlere, ele geçirdiği beyliklerin ahalisini yerleştirmekteydi, fakat Kuzeyde bulunan Deliorman ve Dobruca'ya iskân yapmamaktaydı. Bu durum Yavuz Sultan Selim dönemiyle değişti, Şah İsmail ile yapılan savaştan sonra Anadolu'daki Alevî inanışlı bâzı Türkmenler, Osmanlı Devleti'nden soğudular. Bunun üzerine Osmanlı yönetimi isyana katılan Türkmen aşiretlerini parçalayıp bir kısmını Balkan dağlarının ardında bulunan, Kuzey ülkelerinden ve Leh Kazaklarından gelecek saldırıda ilk zarara uğrayacak bölge olan Deliorman'a sürgün etmeye başladı. Kırşehir, Kırıkkale, Yozgat gibi illerdeki Alevi nüfusun önemli bir kısmı Deliorman'a sürüldü. Alevi Türkmenlerin ezici çoğunlukta olduğu Tokat, Sivas ve Malatya gibi şehirlerdeki Alevî nüfustan da büyük oranlarda Deliorman'a sürgün yaşandı. Sürgünle birlikte Deliorman'a gelen Türkmen toplulukları 16. yüzyılda Deliorman'da azınlık olan Türk nüfusunu çoğunluğa çevirdiler, yerli Sarı Saltuk Türkleriyle karışarak Deliorman Türk topluluğunu oluşturdular, 16. yüzyılda sürgün ile gelen Türkmenler Deliorman'a çabuk ısındılar çünkü burada 1200'lü yıllarla başlayan bir Horasani kültür vardı. Bu tarihi ve kültürel özelliklerinden dolayı Deliorman bölgesi Tasavvufi düşüncelerin ve özellikle de Bektaşilik, Babailik, Bedreddinilik gibi tarikatların çok yoğun olduğu bir bölge olarak anıldı, II. Mahmud döneminde özellikle Bektaşi tekkelerinin birçoğunun kapatılması açık kalanların ise birçoğuna Nakşibendi şeyhlerin atanması neticesinde Deliorman'ın Alevi-Bektaşi yönü azalmaya başladı, bir kısmı Sünnîleşti. Bulgaristan to |
praklarının elden çıkmasıyla halk Anadolu'ya göç etmeye başladı, özellikle Trakya ve Ege bölgesine ve Adana-Mersin civarına yerleşen Deliormanlılar toplu halde köyler kurarak kendi kültürlerini yaşattılar. Fakat 1950 sonrasında Türkiye'ye göç edenler, dağınık hâlde yerleştiler.
Zara (şarkıcı, 1976)
Neşe Yılmaz ya da sahne adıyla Zara (d. 15 Ocak 1976, İstanbul), Kürt kökenli Türk halk müziği ses sanatçısıdır.
Aslen Adıyamanlıdır. Çocukluk yıllarında "Neşecik" adı ile sekiz albüm çıkarmıştır. 1991 yılında Milliyet gazetesinin açmış olduğu Liselerarası Müzik ve Halk Oyunları yarışmasında “Türk Halk Müziği Bayan Solist” dalında Türkiye birincisi oldu. Aynı yarışmaya 1993 yılında katılarak tekrar birincilik kazandı.
Yüksek eğitimini İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı Ses Eğitimi Bölümü'nde tamamladı.
1996 yılında TRT’nin açmış olduğu “Yetişmiş Ses Sanatçısı” sınavını kazanarak “TRT Türk Halk Müziği Akitli Ses Sanatçısı” unvanıyla göreve başladı. 1997 yılında Atatürk Kültür Merkezi’nde sahnelenen “Yunus Emre Müzikali” nde Amber rolüyle oyuncu ve solist olarak görev aldı. 1998 yılında 15 aylık çalışmanın ürünü olarak, Zara adı ile ilk albümü olan Avuntu piyasaya sürüldü. Aynı yıl Atıf Yılmaz’ın yönetmenliğinde “Eylül Fırtınası” isimli ilk uzun metraj filminde Tarık Akan ile başrolü paylaştı.
İlk albümünün yankıları sürerken 2000 yılında Boyut adlı ikinci albümünü çıkardı. Albümünde icra ettiği tüm türkülere klip çekerek VCD ortamında dağıtıldı. 2001 yılında Osman Sınav’ın yönettiği "" sinema filminde oyunculuk performansıyla dikkat çekti. 2002’de üçüncü albümü Misafir'i; 2003 yılında ise 27 eserden oluşan 2 disklik Özlenenler albümünü piyasaya sürdü. Özlenenler’in birinci albümünde Zara, müzik severlere ilk kez Türk Sanat Müziği okuyarak sürpriz yaptı. İkinci diskte ise eski Türk filmlerinin şarkılarını seslendirerek tanıdık melodileri sandıktan çıkardı.
2003 yılındaki bir diğer sürprizi ise, sanatçının ilk kez Kanal D kanalında 28 bölümden oluşan "Gelin" isimli televizyon dizisinde başrol oynayarak halkla buluşmuş olmasıdır. 2004 yılında, 1992’de çekilen ancak deprem felaketlerinden sonra yayını bekletilen, Bayındırlık Bakanlığı ile ortak çalışması "Ağıt (Sele gitti)" klibi “Doğal Afetlere Bilinçli Toplum” projesi kapsamında yayına girdi. Kral TV ve Magazin Gazetecileri Derneği gibi birçok organizasyonların ödülleri ile birlikte, 2000 ile 2003 yılları arasında 4 yıl üst üste "Türk Halk Müziği En İyi Kadın Sanatçısı" Altın Kelebek ödüllerini aldı.
Sanatçı 2005’te kariyerine, yine çift diskli "Zamanı Geldi" albümüyle devam etti. Bu albümün ilk diski 17 adet Türk halk müziği eseri, ikinci diski ise 12 adet 70’li yıllar aranjmanı içeriyordu. Sanatçı aynı yılın Ekim ayında, senfoni eşliğinde kaydettiği "Bülbül-i Şeyda" isimli tasavvuf müziği albümünü piyasaya sundu. TRT 1’de "Zamanı Geldi" isimli programın sunuculuğunu üstlenen Zara'nın programı 41 bölüm sürdü. Bu program süresince İbrahim Tatlıses, Selda Bağcan, Yavuz Bingöl, Edip Akbayram, Belkıs Akkale, İzzet Altınmeşe, Sabahat Akkiraz, Uğur Işılak, Funda Arar, Zerrin Özer, Fatih Erkoç, Muzaffer Akgün gibi ses sanatçılarını ağırladı.
2006 yılının Ramazan ayında atv’de "Tanrı Misafiri" adlı sahur programında Zara ünlü konukların evlerinden canlı olarak yayını gerçekleştirdi. 2008 yılında kendi kurduğu ZR Müzik'ten Bahar isimli albümünü piyasaya sundu. 2009 ile 2011 yılları arasında Oktay Kaynarca ile birlikte sundukları Salı Sefası adlı müzik-eğlence programı, tv8 kanalında iki sezon boyunca yayınlanmıştır.
Sanatçı, 2011 yılında "Hazine" adlı albümünü yine kendi müzik şirketi ZR Müzik'ten piyasaya sürdü. Son yıllarda tasavvufa olan merakıyla dikkat çeken başarılı yorumcu Zara, ilk evliliğini eski plakçısı Ulus Müzik’in patronu İskender Ulus’la yapmıştı. Bu evlilik 2007 yılında son buldu. Zara 5 yıl sonra 2012 Mart ayında ikinci eşi gazeteci-yazar Akif Beki ile dünya evine girdi.
2016 Yilinin temmuz ayinda ise tek celsede bosandilar. Zara son olarak 2012 Temmuz ayında Flamenko tarzıyla harmanladığı yeni albümüyle sevenleriyle buluştu. İstanbul Flamenko 5'lisi ile kendi yapım şirketi olan Zr Müzik'ten çıkardığı bu albümde 11 eser bulunuyor. ""Ben Bir Anayım"" adlı eserin sözleri Zara'ya ait. Aralık 2012'de kız bebek annesi olan Zara bebeğine Dila ismini verdi.
Uluslararası Antalya Film Festivali
Uluslararası Antalya Film Festivali, 2015'ten önceki adıyla Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, 1964 yılından bu yana Antalya'da düzenlenen Türkiye'nin en önemli film festivalidir. Festival, Antalya Büyükşehir Belediyesi ve Antalya Kültür Sanat Vakfı tarafından her yılın sonbahar mevsiminde Antalya Kültür Merkezi (AKM), Cam Piramit ve Expo Kongre Merkezi gibi çeşitli mekanlarda gerçekleştirilmektedir.
Antalya Altın Portakal Film Festivali, Avrupa ve Asya'nın en köklü film festivallerinden biri, Türkiye'nin ise en eski ve uzun soluklu film festivalidir. Festival, 2005 yılından bu yana Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali adıyla gerçekleşmekte; festival programı içinde uluslararası yarışma bölümü de yer almaktadır.
Antalya’da yıllar boyu düzenlenen pek çok etkinliğin temeli 1950'de Aspendos Tiyatrosu'nda atılmıştır. Serik ilçesi Belkıs köyündeki Roma dönemine ait Aspendos Tiyatrosu’nun harabe olmaktan kurtulması ise Gazi Mustafa Kemal’in 9 Mart 1930’da tiyatroyu ziyareti sırasında söylediği "Bu tiyatroyu onarınız ama, kapısına kilit vurmayınız. Burada temsiller veriniz, güreşler düzenleyiniz." sözlerinden dolayıdır. Bu ziyaretten iki yıl sonra 1932 yılında Belkıs Harabeleri olarak anılan Aspendos Tiyatrosu kısmen onarılmış ve tiyatroda gelirleri Kızılay'a aktarılacak bir güreş karşılaşmaları düzenlemiştir. Bu tarihten sonra Aspendos’ta okul, halk evi gibi kurumlar yararına güreş düzenlemek gelenek haline gelmiştir.
1950 yılına geldiğimizde tiyatroda düzenlenen Belkıs Güreşleri, Antalya'daki düzenli ve kalabalık kitlelere hitap eden etkinliklerin başlangıcıdır. 1950-1953 yılları arasında düzenlenen bu güreşlerin amacı ise eğlence kadar o dönemdeki siyasi yapıdır. 1950 seçimleri öncesi tüm ülkede olduğu gibi iktidar partisi Cumhuriyet Halk Partisi ile muhalefet partisi Demokrat Parti’nin siyasi rekabeti Aspendos’a da taşınır.
1950-53 yılları arasında yapılan güreşlere 1954-1958 yıllarında milletvekili seçimleri, Aspendos'un onarıma alınması gerekliliği ve katılımcılara kalacak yer ayarlanamaması nedeniyle yapılamadı.
Antalya halkının da ilgisini çeken 1950-1953 dönemi festivalleri 4 yıllık aranın ardından 1959 yılında Antalya Festivali adı altında düzenlenir. Festival sadece adını değiştirmekle kalmaz, düzenlenme biçimi de değişir. 1 Mayıs 1959'da başlayan festival 3 gün sürer. Festival için Antalya Belediyesi bir komite kurar. Önceki yıllarda CHP-DP çekişmesine sahne olan festivalde bu kez iki partinin de il temsilcileri, Antalya'yı Tanıtma ve Turizm Derneği başkanı ve Antalya Borsa ve Ticaret Odası başkanıyla festivalin düzenlenmesinde beraber görev alırlar.
Festivalden önce PTT tarafından iki valörden ibaret Aspendos pulları satışa çıkarılır. Antalya Belediyesi de festival için seferberlik ilan ederek 30 Nisan gününü temizlik günü ilan ederek, Antalyalılardan şehrin temizliği konusunda duyarlı davranmalarını istedi.
Daha önceki festivallerin en büyük ilgi çeken bölümü olan yağlı güreşlere ilaveten Ankara, Eskişehir, Denizli ve Antalya Esnaf Spor kulüplerinin serbest güreş takımları festival için davet edildi. İlk günkü güreşler Antalya Atatürk Stadyumu'nda yapıldı. Serbest güreşlerin finalleri de yağlı güreş müsabakaları ile birlikte Aspendos’ta düzenlendi.
Bu festivalde daha sonraki yıllarda geleneksel hale gelecek olan ilkler yaşanmıştır. Antalya’yı Tanıtma ve Turizm Derneği festivalle ilgili bir basın toplantısı düzenleyerek festival programı açıkladı. Ayrıca Altın Portakal Festivali'nde geleneksel olarak düzenlenen festival korteji, festivalin ilk günü Cumhuriyet Meydanı’nda mehter takımı, Isparta tümen bandosu, güreşçiler, itfaiye teşkilatı, okul öğrencileri ve meslek teşekkülleri ile yapıldı. Böylece festival tarihinin ilk korteji gerçekleşmiş oldu.
1960 yılında Antalya Festivali'ni Antalya Belediyesi düzenlemek için film yönetmeni ve belediye başkanı Ömer Eken’in yakın arkadaşı Behlül Dal’a yetki vermişti. Behlül Dal tarafından yapılan avam projeye göre festival organizasyonu için 14 komite kurulmuş, 80 kadar insan görevlendirilmişti. Ancak 27 Mayıs günü başlayacak ve üç gün sürmesi öngörülen festival 27 Mayıs sabahı gerçekleştirilen askeri darbe nedeniyle yapılamadı. Yirmi yıl sonra 17. Altın Portakal Film Festivali de yine bir darbe 12 Eylül Darbesi yüzünden yapılamayacaktı.
Bir sene sonra 1961 yılında Antalya Festivali'nin başlangıç tarihi 27 Mayıs'tı. Bu seneki festivalde daha önce festival düzenlemek için kurulan festival komitesi yerini "Antalya Festivali Konseyi Vali ve Belediye Başkanlığı"na bıraktı. Açılış töreni stadyumda yapılan etkinlikler Perge, Aspendos, Side ve Alanya’da da düzenlendi ve 28 Mayıs günü sona erdi.
1962 yılında Antalya Festivali'ne fuar bölümü eklendi. 12-21 Ekim 1962 tarihleri arasında yapılan festivalin açılışı Cumhuriyet Meydanı’nda yapıldı ve bu yıl ki festivale futbol maçları da eklenerek Antalya Festival Kupası düzenlendi. Ayrıca bu sene ilk kez festivalde Türk-Alman Dostluk Derneği'nin girişimiyle "Alman Kültür Filmleri" ve Amerikan Haberler Servisi film ekibi tarafından park miradorunda ülkelerini tanıtıcı filmler yayınlandı.
1-10 Ekim 1963 tarihinde yapılan festival, geçen yıla benzer bir programla ve Akdeniz Fuarı oluşturma hayaliyle açıldı. Programda Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası’nın konseri, Devlet Tiyatrosu’nun Orhan Asena’nın Tohum ve Toprak isimli eserini Aspendos Tiyatrosu’ndaki temsili, Shell Şirketi Film Ekibi’nin film gösterimleri vardı. Karaalioğlu Parkı fuar alanında Buket mağazasının pavyonunda gösterilen televizyon Antalyalılar tarafından büyük ilgi gördü.
Altın Portakal Heykelciği ya da Venüs Heykeli 2005 yılına kada |
r Altın Portakal ödülü olarak verilmiştir. 2005-2008 yıllarında ödülün şekli değiştirilmiştir. 2009'daki festivalden bu yana yeniden Venüs heykeli ödül olarak verilmeye başlanmıştır. Altın renginde olan heykelcik sol elinde portakal tutan bir kadın biçiminde tasarlanmıştır.
Altın Portakal jürileri festival yürütme kurulu tarafından belirlenir; Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması jürisi en az 7 kişiden; Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışması jürisi en az 5 kişiden oluşur.
Festival, 1989-1994 yılları arasında, Belediye Meclis Üyeleri, turizm kuruluşları ve Antalya Ticaret Odası temsilcilerinden oluşan Festival Yürütme Kurulu adlı platform tarafından organize edilir. Festival organizasyonu, 1995 yılından itibaren, Antalya Büyükşehir Belediyesi önderliğinde "Altın Portakal Kültür ve Sanat Vakfı" adıyla kurulan Eylül 2002´den sonra Antalya Kültür Sanat Vakfı adıyla hizmet veren AKSAV tarafından yürütülmektedir. Vakfın Kurucular Kurulu, Antalya´nın iş, politika, medya ve kültür-sanat alanında tanınmış birçok isminin de aralarında bulunduğu 116 kişiden oluşmaktadır.
Ulusalda elde ettiği deneyim ve başarıyı, 2005 yılından itibaren uluslararası platforma taşıyarak büyük bir sinema etkinliği haline gelen Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, Antalya´yı ve Türk sinemasını kucaklarken, dünya sinema platformunda iddialı bir film festivali olma yolunda sağlam adımlarla ilerlemektedir.
Altın Portakal Film Festivalinde üç ana dalda ödüller verilmektedir. Ulusal ve Uluslararası Yarışma´nın yanı sıra, Ulusal Belgesel Film Yarışması ve Ulusal Kısa Film Yarışması da yer almaktadır. Festivalimizde ayrıca, başta Asya ve Avrupa sineması olmak üzere, dünya sinemasının önemli ve saygın isimlerinin filmleri de sinemaseverlerle buluşmaktadır.
Para ödülü yalnızca büyük kategorilerde verilirken para ödülüne ek olarak bazı dallarda ödül olarak Venüs heykelciği verilir.
Dr. Avni Tolunay Jüri Özel Ödülü: Ses Tasarımı, Özel Efekt, Kostüm, Makyaj tasarımı v.b. teknik dallardan birinde kullanılabilir.
Behlül Dal Jüri Özel Ödülü herhangi bir dalda genç bir yetenek (yönetmen, oyuncu, senaryo yazarı, görüntü yönetmeni, besteci) için kullanılır.
Ulaş Baba
Ulaş Baba, kim olduğu kesin olarak bilinmemekle beraber; Konya'da adına yaptırılmış bir kümbet bulunan kişidir. 1200'lü yıllarda yaşadığı tahmin edilmektedir. Ancak bir komutan mı, bir ilim adamı mı yahut din adamı mı olduğu bilinmemektedir.
Kümbet
Kümbet, Anadolu Selçukluları zamanında yapılan kendine özgü yapısı olan anıtmezarlardır. Genellikle büyük devlet ve din adamları için yapılmıştır.
Sanat tarihinde "kümbet" olarak adlandırılan yapıların hemen hemen hepsinde mumyalık adı verilen toprağın altı katlı olması önemli özelliklerinden biridir ve anlamlı özelliklerden birisi toprak yüzeyinin altındaki mezar odasıdır.
İslam kültürü çerçevesinde 9. yüzyıla kadar mezar anıtına rastlanılmaktadır.
Müslümanların ölülerini gömdükleri binalara kümbet veya türbe denilir. Kümbetler silindirik tabanlı ve üst kısımları konik yapılı olan anıtmezarlardır.
Anıt mezar
Anıt mezar veya diğer adıyla mozole, büyük, etkileyici ve gösterişli mezar anıtı.
Mozole sözcüğü Karya satrabı Mausolos'un adından türemiştir. Musolos'un ölümü üzerine dul eşi Artemisia Milattan Önce yaklaşık 353-350 arasında Halikarnassos'ta (Bodrum) onun anısına görkemli bir mezar yaptırmıştı. Bu anıt mezarın bazı parçaları bugün Londra'daki British Museum'da bulunmaktadır. Bugüne değin yapılmış örnekler arasında hemen hemen en görkemli anıt mezar olan ve Hindistan'ın Agra kentinde bulunan Tac Mahal ise, Babürlü hükümdarı Şah Cihan tarafından 1631'de ölen eşi Mümtaz Mahal anısına yaptırılmıştır. Tac Mahal'in karşısına kendisi için de siyah mermerden benzeri bir anıt mezar yaptırmak isteyen Şah Cihan, çalışmalar başlamadan ölmüştü.
Öteki ilginç anıt mezar örnekleri arasında, bugün Sant'Angelo Kalesi adıyla bilinen, Roma'daki Hadrianus'un mezarı, Berlin'de Charlottenburg'daki III. Friedrich Wilhelm ile Kraliçe Louise von Mecklenburg-Strelitz'in, Hampshire'de Farnborough'daki III. Napoléon'un, Moskova'daki Lenin Mozolesi ve Ankara'daki Atatürk'ün Anıtkabir'i sayılabilir.
Türkçede bunlar türbe diye de adlandırılır.
Düş Sokağı Sakinleri
Düş Sokağı Sakinleri, Türk müzik grubu.
Grup 1993'te Murat Çelik ve Murat Yılmazyıldırım tarafından kuruldu. 1993'te İlk albümleri Düş Sokağı'nı, 1996'da grup olarak ikinci albümleri Yaşadıkça'yı, 1999'da grup olarak son albümleri Üç'ü yayınlamışlardır. İmam Adnan Sokak'taki Peyote'de ikili olarak canlı müzik yapmaya devam etmişler, ancak albüm çalışmalarını solo sürdürmüşlerdir.
İsfahan
İsfahan (Farsça: ; ), İran'da İsfahan Eyaleti'nin yönetim merkezi olan şehir. Aynı zamanda ülkenin üçüncü büyük şehridir.
Bu şehir Safavi döneminde başkent idi, bu nedenle söz konusu şehirde çok sayıda tarihi eser bulunmaktadır. Nüfus; 1,573,378 (2006 tahmini).
İsfahan, İran'ın kavşak noktalarından biridir ve dünyanın en büyük şehirlerinden biriydi. Şehir, 1050 ile 1722 yılları arasında, özellikle de Safeviler altında 16. yüzyılda Pers İmparatorluğu'nun tarihte ikinci kez başkenti olduğu zaman çok gelişti. Bugün bile, geçmişteki o ihtişamını korumaktadır. Şehir, birçok güzel bulvarıyla, köprüleriyle, saraylarıyla, camileriyle ve minareleriyle İslami mimariyi yansıtmasından dolayı meşhurdur.
İsfahan, Yontma Taş Devri'ne kadar dayanır. İranlı Medler buraya yerleşince, "Aspandana" adı altında Medler'in en önemli şehirlerinden biri olmuştur. 'de Müslümanlar'ın eline geçti. Selçuklu hanedanının kurucusu Tuğrul Bey de 11. yüzyılın ortalarında İsfahan'ı başkent yaptı. Onun torunu Melikşah yönetiminde kent büyüyüp zenginleşti. Ünlü İsfahan Mescid-i Cuma'sının yapımına bu dönemde başlandı. Selçuklu hanedanının yıkılışından sonra İsfahan gerilemeye başladı. 13. yüzyılda kent, önce Moğollar, ardından da 1387 yılında Timur tarafından yağmalandı ve birçok insan katledildi. Coğrafi konumunun sonucu olarak, İsfahan şehri
özellikle Safeviler altında tekrar gelişmeye başladı. Şah I. Abbas İsfahan'ı başkent yaptı ve 17. yüzyılın en büyük ve en güzel kentlerinden biri olarak yeniden inşa etti (1598). O dönemde birçok park, kütüphane ve cami inşa edildi. 1722'de Gılzailer (Peştunlar) uzun bir kuşatmanın ardından şehri ele geçirdi. Uzun yıllar bir harabe görünümünde kalan İsfahan'ın nüfusu da iyice azaldı. Rıza Şah Pehlevi döneminde (1925-1941) yeniden imarına başlanan kentte bir sanayi bölgesi oluşturuldu ve tarihsel yapıların birçoğu onarıldı.
İsfahan geleneksel İran mimarisine ait birçok esere ev sahipliği yapmaktadır. 17. yüzyıl'da yapılan ve dünyanın en büyük meydanlarından sayılan Nakş-ı Cihan Meydanı (İmam Humeyni Meydanı) Dünya Miras Listesi'ne alınmıştır. Zağros Dağları'ndan doğan ve İsfahan'ın içinden geçen Zayende Nehri'nin üzerindeki eski köprüler ve bu köprülerin içinde en ünlüsü olan ve adı 33 Gözlü Köprü anlamına gelen 300 metre uzunluğunda ve 14 metre genişliğindeki Siose Pol en ünlü mimari yapılardandır. Bunlar dışıda diğer tarihi mimari yapılar; 17. yüzyılda Şah Abbas tarından yaptırılan İmam Cami (Mescid-i İmam) ve Şeyh Lütfullah Camii ile Ali Kapu Sarayı (Ali kapu: Bâb-ı Âli) 6 katlı olup en ilgi çeken yeri 18 ince ve zarif sütun üzerinde yükselen terasıdır.
İsfahan'ın toplam 12 tane kardeş şehri var:
Sandra
Sandra Ann Lauer, sahne adıyla sadece Sandra, (d. 18 Mayıs 1962) Alman pop şarkıcısı. 1980'ler Avrupası popüler kültüründe etkili olan ve Euro-Beat akımının başını çeken solistlerdendir. Müzik dünyasında Sandra olarak tanınan müzisyen, aynı zamanda prodüktörü de olan eski eşi Michael Cretu'nun sonradan şöhret sahibi olması sonucu, ondan aldığı soyadı ile de anılmaya başlanmıştır. Halen çocukları ile birlikte İbiza'daki yaşamına devam eden Sandra; Almanya ve Rusya'nın yanı sıra İskandinavya, Doğu Avrupa ile çeşitli Asya ülkelerinde popüler olan bir şarkıcıdır. Sandra, 2007 Kasım'ında "kişisel ve profesyonel farklılıklar" sebebiyle Michael Cretu'dan ayrılmıştır.
Doğum adı Sandra Ann Lauer olan Sandra, 18 Mayıs 1962 tarihinde Almanya'nın Saarbrücken şehrinde, Fransız bir babayla Alman bir anneden dünyaya geldi. 1976'da 12 yaşındayken katıldığı bir yetenek yarışmasını kazanarak "Andy Mein Freund" adlı ilk 45'liğini çıkardı. 1979 ve 1984 yılları arasında Jasmin Michaela Rose, Heike Rimbeau, Karen Ann Tepperis, Mary Ann Nagel, Elke Brückheimer, Jasmine Elizabeth Vetter gibi çeşitli müzisyenlerin yer aldığı Arabesque topluluğuyla adını duyurdu. Topluluk Avrupalı olmasına rağmen, Japonya'da yakaladığı şöhret, yine Avrupalı olan ABBA'nın Avrupa'da yakaladığı şöhretle eşdeğerdi. Arabesque Japonya'da 15 LP ve 30 single çıkarmıştı.
1984 yılında Arabesque'in dağılmasıyla birlikte, Sandra kariyerine solo olarak devam etme kararı aldı. Bu dönemde zamanın hit gruplarından Moti Special'ın da üyesi olan piyanist ve pop Müzik prodüktörü Michael Cretu ile tanıştı ve duygusal yakınlık kurdu. Cretu'nun yanı sıra Hubert Kah ve Frank Peterson'dan da oluşan bir ekiple çalışmaya başladı. İkinci solo girişimini, Alphaville'in en kült şarkısı "Big in Japan"i Almanca yorumladığı "Japan ist Weit" 45'liğiyile yaptı. Bu çalışmayı Michael Cretu'yla birlikte hazırladı. 1985'te yine Cretu prodüktörlüğünde hazırlanan ilk solo albümü The Long Play'i yayınladı. Albümden çıkan ilk 45'lik "Maria Magdalena" onu bütün Avrupa'da aranan bir Euro-Beat ikonu yaptı. Aynı albümden yayınlanan, "In the Heat of the Night" da bu başarıyı perçinleyerek, 80'li yılların unutulmaz şarkılarından biri oldu. Bu büyük başarının ardından 1986'da yayınlanan "Mirrors" aynı grafiği devam ettirdi. Bu albümde bulunan lokomotif şarkıların dünya prömiyeri, aynı yıl İzmir Atatürk Stadı'nda, Afrikalı aç insanlar için düzenlenen 9 Eylül Kutlamaları Özel Konseri'nde yapıldı. Aynı konsere Bad Boys Blue ve C.C. Catch gibi dönemin en popüler Euro-Beat solist ve grupları da katılmıştı. Sandra 1988'de Michael Cretu ile evlendi ve İbiza'ya yerleşti.
1988 yılında Sandra ve Michael "Into a Secret Land"i yayınladı. Elektro-pop'dan bira |
z uzaklaşıyor, daha gizemli ve baştan çıkarıcı soundlara yöneliyorlardı. Bu albümden dört hit single çıktı. İlk single "Heaven Can Wait" Sandra için Fransa'da bir diğer direk Top 10'e giriş başarısı oldu. Almanya'da ise 12. sıradan girdi. Bir Akdeniz sahilinde çekilen video klipte Sandra dansı ve şarkısı ile boy gösterdi.
Sandra 90'lı yılların başında müzik dünyasında değişen trendlere bağlı olarak solo kariyerinde bir düşüş yaşadı. Buna karşın eşinin başlattığı Enigma projesinin kadın vokallerinden biri olarak kendinden söz ettirdi. Zaten Sandra'nın 80'lerin son yarısında yayınlanan stüdyo albümleriyle kendisini haber veren Enigma projesi, 90'ların ilk yarısında yayınlanan albümlerde de etkisini hissettirmekteydi. 1992'de çıkardığı "Don't Be Agressive" 45'liğiyle Amerika pazarına girmeyi deneyen Sandra, bu kıtada ve Avrupa dışında ancak Enigma'nın bir üyesi olarak tanınabildi. Buna karşın söz konusu single MTV'den büyük destek gördü ve geniş kitleler tarafından beğenildi. Sandra 1995'te çıkardığı "Fading Shades" albümünün ardından, ikiz çocuklarını dünyaya getirmesi nedeniyle stüdyo albümleri yayınlamaya ara verdi. "My Favourites" gibi derleme albümlerle geçen bu süreçten sonra 2002'de "Wheel of Time" albümünü yayınladı. Talk Talk'un Such a Shame ve Depeche Mode'un Freelove adlı parçalarını da yorumladığı bu albüm önemli ölçüde dikkat çekti.
Sandra, 2006 itibarıyla yaşamında köklü bir değişime giderek Michael Cretu ile yollarını ayırdı ve yine kendisi gibi Enigma'nın eski üyelerinden olan Jens Gad ile bu süreçte hazırladığı "The Art Of Love" albümünü yayınladı. İlk defa bu albümde kendi yazdığı şarkı sözlerine yer verdi. Ayrıca 1994'te yayınladığı "Michale" 45'liğiyle şöhret kazanan ve bir dönem Michael Cretu ile de çalışarak bazı Enigma parçalarını seslendiren Andru Donalds ve İrlandalı şarkıcı Sinead O'Connor da albüme destek verdi. Donalds "The Way I Am" parçasının geri vokallerini seslendirdi. O'Connor ise, Sandra'nın bu albümde seslendirmesi için "Put Your Arms Around Me" adlı parçayı özel olarak besteledi. 2007 ile 2008'in ilk yarısını bir Avrupa turnesiyle geçiren Sandra uzun yıllardan beri ilk defa geniş kapsamlı konserler verme şansına sahip oldu.
CORBA
Common Object Request Broker Architecture, kısaca CORBA, (Türkçe: Ortak Nesne İstem Aracısı Mimarisi), Nesne Yönetim Grubunun'nun (OMG) Nesne Yönetim Mimarisi'nin (OMA) ana bileşenlerinden birisidir. Nesne Yönetim Mimarisi Nesne Modeli ve Referans Modelinden oluşur. Nesne Modeli heterojen bir ortamda dağılmış nesnelerin nasıl tanımlanabileceğini belirler. Referans Modeli ise nesneler arası etkileşimleri tanımlar. Dolayısıyla Nesne Yönetim Mimarisi heterojen ortamlara dağılmış beraber işleyebilen dağıtık nesnelerin geliştirilmesine ve konuşlandırılmasına yardımcı olur. CORBA sayesinde programcılar kullandıkları nesnelerin hangi dilde yazıldığına, dağıtık olup olmadıklarına, işletim sistemlerine ve iletişim protokollerine bakmaksızın programları geliştirebilirler.
CORBA'nın ana bileşenleri ORB çekirdeği, OMG ara yüz dili (OMG IDL), taşınabilir nesne adaptörüdür (POA).
ORB istemci nesnelerin yarattığı istemleri sunucu nesnelere yönlendirip, sunucu nesnelerin cevaplarını istemci nesnelere iletir.
Ali
Ali bin Ebu Talib (Arapça: علي بن أﺑﻲ طالب; d. 599, Mekke - ö. 28 Ocak 661, Kûfe), İslam Devleti'nin 656-661 yılları arasındaki halifesi. İslam peygamberi Muhammed'in hem damadı hem de amcası Ebu Talib'in oğlu olan Ali, Muhammed'in İslam'a davetini kabul eden ilk erkektir. Sünni İslam'a göre Ali, dört halifenin sonuncusu, Şii İslam'a göre ise imamların ilki ve Muhammed'in hak vârisidir. Şii ve Sünni İslam arasındaki farklılaşmanın ana nedeni Muhammed'in gerçek vârisinin kim olduğu konusundaki görüş farklılığından ileri gelmektedir.
Ebu Talib ve Fatıma bint Esed'in çocukları olan Ali, Kabe'de doğan tek insan olup, İslam Peygamberi'nin himayesinde büyümüştür. Muhammed'e vahiy geldiğinde ise, onun davetini kabul eden ilk erkek olan Ali, hayatını İslam'a adamıştır. Peygamberin emri üzerine hicret gecesi onun yatağına yatan ve emanetleri sahiplerine ileten Ali, kısa bir süre içinde peygamberin ardından Medine'ye gitmiş, burada İslam Peygamberi'nin kızı Fatıma ile evlenmiştir. Medine döneminde başlayan ilk küçük çaplı savaşlardan başlayarak neredeyse katılmadığı hiçbir savaş olmaması hasebiyle, savaşçılığı ve cesareti ile bilinen Ali, üçüncü halife Osman bin Affan'ın öldürülmesinin ardından halk tarafından halifeliğe getirilmiştir.
İslam medeniyetinde, Ali bilhassa ilmi, cesareti, imanı, dürüstlüğü, adanmışlığı, sadıklığı, cömertliği ve şefkati ile bilinip anılmakta olup, Sufi gelenekler için en önemli mistik figürdür. Özellikle, tefsir, fıkıh ve dini düşünce alanındaki üstünlüğü kabul görür.
Ali bazı Şii-Batıni anlayışlarında Muhammed'in önünde mitolojik bir varlıktır ve bir tanrıdır.
Mekke'de, 30. Fil Yılı'nın 13. ya da Recep ayının 13. günü, bir başka görüşe göre de Zilhicce ayının yedinci günü, Kâbe’nin içinde dünyaya geldi (MS 599). Annesi Fatıma Ali'yi doğurmak üzere iken Kâbe duvarına dayandı. Bu esnada duvarın yarıldığına ve bir sesin içeri gelmesini söylediğine inanılır. Dördüncü gün dışarı çıktığında Fatıma'nın kucağında bir erkek çocuğu vardır. Ebu Talib ve ailesine müjde verilir, Muhammed herkesten önce gelerek bebeği kucağına alır ve Ebu Talib'in evine kadar kucağında taşır (o sıralarda Muhammed eşi Hatice bint Hüveylid ile birlikte amcasının evinde kalmaktadır ve evliliğinin henüz ikinci ya da üçüncü yılındadır ).
Ali'nin ismini kimin verdiği konusunda iki farklı görüş vardır; birincisi Ebu Talib'e bu ismin ilham olduğu, daha çok kabul gören ikincisi ise bebeğe bu ismi Muhammed'in verdiğidir.
Ali'nin annesi, Muhammed'in dedesi olan Abdülmuttalib'in (Şeybe bin Haşim) kardeşi olan Esed bin Haşim'in kızıdır. Abdülmuttalib öldüğünde, Muhammed'e annelik eden onu koruyup kollayan ve İslâm Peygamberi'nin ilk eşi Hatice bint Hüveylid'in ardından Müslüman olan ikinci kadındır.
Ali'nin babası, Kureyş'in liderliğini babası Abdülmuttalib'den (Şeybe bin Haşim) devralan Ebu Talib idi. Ebu Talib, dedesinin ölümü sonrası kimsesiz kalan Muhammed'i himayesine aldı ve ölümüne dek (43 yıl boyunca) himayesini sürdürdü. Muhammed peygamberliğini ilan ettiğinde ise Kureyş, Ebu Talib'in ölümüne değin, kendisinden çekinmiş ve Muhammed'e zarar vermeye cesaret edememişlerdir.
Ali'nin çocukluk dönemi, İslâm peygamberinin çocukluk döneminin geçtiği evde geçmiştir. Her ikisi de Ebu Talib'i bir baba ve yönetici olarak tanıyorlardı; Fatıma bint Esed'e de anne diyorlardı. Bu ortamın, onun yetişmesinde çok önemli bir yeri olmuştur. Ali’nin çocukluğunda bir kuraklık Mekke'yi sarmıştı. Muhammed, amcasının birer çocuğunu kendi yanlarına alarak onun ekonomik sıkıntısını hafifletmek istediğini bir diğer amcası Abbas'a bildirdi. Abbâs bin ʿAbd el-Muttalib Câ‘fer et-Tayyâr'ı, Muhammed ibn ʿAbd Allâh ise Ali'yi büyütmek üzere yanlarına aldılar. Ali, hutbelerinin, sözlerinin ve emirlerinin toplandığı kitabı olan Nechül Belağa'da o günleri şöyle anlatır:
"Çocuktum henüz, o beni bağrına basar, yatağına alırdı, beni koklardı, lokmayı çiğner, ağzıma verir yedirirdi... Ben de her an, devenin yavrusu, nasıl anasının ardından giderse, onun ardından giderdim; o her gün bana huylarından birini öğretir ve ona uymamı buyururdu. Her yıl Hira Dağı'na çekilir, kulluğa koyulurdu. Onu ben görürdüm, başkası görmezdi."
Yine dönemin bir başka kaydına göre, Muhammed, Ali'yi omzuna alır Mekke'nin dağlarında, vadilerinde ve sokaklarında dolaştırırmış.
Şîʿa ve Alevî inançlarına göre Ali, Müslümanlar arasında ilk iman getiren, 'Kâbe'de dünyaya gelen tek insan'dır. Sünnî inancına göre ise, Muhammed'in eşi Hatice'den sonra iman etmiş olup, ikinci müslümandır.
Mekke'lilerin İslâm peygamberini katletme kararı aldıkları hicret gecesinde Ali, canı pahasına, peygamberin yatağında yatmıştır. Birçok tefsircinin görüşüne göre Allah bu fedakârlığı takdir ederek şu ayeti nazil etmiştir:
"İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’ın rızasını arayıp kazanmak amacıyla canını satar." (Bakara/207)
Muhammed bu sayede gizlice evden ayrılarak emniyet içerisinde Medine'ye doğru yola koyulabilmiştir. İslâm peygamberinin emniyete kavuşmasından sonra da emri üzerine, Muhammed'e emanet olan çeşitli malları sahiplerine iade ederek annesini, Muhammed'in kızı Fatıma Zehra'yı ve başka iki kadını da yanına alarak Medine'ye doğru hareket etmiştir.
Ali Medine'de devamlı Muhammed ile birlikteydi. Müslümanlar arasında kardeşlik akdi okuttuğunda Muhammed Ali'yi kendisine kardeşliğe layık gördü. Kızı Fatıma'yı zevce olarak ona münasip gördü. Bir yıl sonra da ilk çocuğu olan Hasan dünyaya geldi.
İfk Olayı, tarafsızlığı bilinmemektedir. Aişe'nin 15 yaşında iken, bir sefer dönüşü esnasında kocası Muhammed'i genç bir Müslüman askerle aldattığı iddiasıdır. İddianın Müslümanlar arasında yayıldığında aldığı tutum nedeniyle Aişe'nin Ali'ye darıldığı, bu nedenle Ali'nin hilafetini desteklemediği düşünülür.
Ali eşlerinden ve cariyelerinden olma 14 erkek çocuk, 18 kız çocuk sahibiydi. Fakat nesli, Hasan, Hüseyin, Muhammed (İbn-i Hanefiyye), Abbas ve Ömer adındaki oğullarından türemiştir. Oğullarından çoğu Hicretin 61. Yılında Kerbela Savaşı'nda hayatını kaybetmiştir.
Ali'nin ilk eşi İslâm peygamberi Muhammed'in kızı Fatıma'dır. Ali Fatıma vefat edene kadar başkasıyla evlenmemiştir. Fatıma'dan 5 çocuğu olmuştur; isimleri şunlardır: Hasan, Hüseyin, Zeynep, Ümmü Gülsüm, Rukiyye ve Mûhsin ibn Ali. Mûhsin, henüz Fatıma'ın karnındayken, vefat etmiştir.
Ali Âmir b. Kilâb Kabilesinden Ümmü'l-Benin bint-i Hizam ile evlenmiştir. Bu hanımından El-Abbâs, Câfer, Abdullah ve Osman adlarında dört çocuğu olmuştur.
Temim Kabilesinden Leyla bint-i Mes'ud ile evlenmiştir. Bu hanımından iki çocuğu olmuştur: Abdullah ve Ebû Bekir.
Has'amî Kabilesinden Esma bint-i Umeys. Bu hanımından, Yahya ve Muhammedul-Asgar (Küçük Muhammed) dünyaya gelmiştir.
İslâm peygamberinin damadı Ebû'l-As b. Rebi'nin kızı Ümâme de, Ali'nin hanımlarından birisidir. Muha |
mmedu'l-Evsat da (Ortanca Muhammed) bu hanımdan olmuştur.
Havlet bint Câ'fer isimli eşinden "İbn-i Hânifîyye" diye de bilinen Muhammed bin el-Hânifîyye isimli oğlu dünyaya gelmiştir.
Urve b. Mes'ud es-Sekafi'nin kızı Ümmü Said. Ali'nin bu hanımından ÜmmüT-Hüseyin (?) ve Büyük Remle adlı kızları olmuştur.
Peygamber Muhammed, Medine'ye Hicret'i emrettiğinde, Ali'yi Mekkelilerin emanetlerini dağıtması ve yatağına yatarak paganları atlatması için Mekke'de bıraktı. Ali görevini tamamlayıp Muhammed'den kısa bir süre sonra Medine'ye ulaştı. Medine'de Muhammed, Allah'ın onu Fatıma'ya lâyık gördüğünü bildirdi ve ikisini evlendirdi. Ali, Muhammed komutasındaki İslâm Devleti'nde son derece aktif roller aldı; neredeyse tüm savaşlara katıldı, ordu komutanlığı, tebliğ elçiliği gibi görevleri icra etti. Üçüncü Hâlife Osman ibn-i Affân'ın bir suikast sonucu ölmesiyle, halife seçilerek İslâm Devleti'nin başına geçti. Yönetimi sırasında Müslümanlar arasındaki ilk iç savaş (İlk Fitne) patlak verdi. Ali, Kûfe'de bir mescitte ibâdet ederken Haricîler'den "Abdurrahman İbn-i Mülcem" tarafından hançerli saldırıya uğradı ve birkaç gün sonra öldü. Kûfe yakınlarında toprağa verildi.
İlk dönem İslâm kaynaklarının birçoğunda, Ali Kâbe'nin içinde doğan ilk ve tek insan olarak kaydedilir. Ali'nin babası yerel bir kabilenin şefi olan Ebu Talib, annesi Fatıma bint Esed'dir. Bununla birlikte Ali, Muhammed'in evinde ve onun gözetiminde büyümüştür. Muhammed, peygamberliğini ilan edip İslâmiyet'e davet etmeye başladığında, Ali bu daveti kabul eden Şia'ya göre ilk, Sünnilere göre (Hatice'nin ardından) ikinci insandır.
Ali, İslâm dünyasının hemen her yerinde, imanı, adaleti, ülke yönetimi, dürüstlüğü, savaşçılığı, cesareti ve ilmi ile anılır. İslâm tarikatlarının çoğu, kökenleri olarak Ali'yi gösterirler ve onun soyundan geldiklerini iddia ederler. Ali İslam tarihinde üzerinde en çok tartışılan şahsiyetlerden biridir.
Sünni ve Şii kaynaklarda Ali bin Ebu Talib'in ilmi üstünlüğünden sıkça bahsedilir. Muhammed onu "ilim şehrinin kapısı"; "insanların en bilgini"; "ahkâm ilminin en âlimi" ve "ümmete Ehli Beyt'i açıklayan kimse" olarak nitelemiştir. Ali, Kur'an'ın tüm ayetlerini, ne zaman yazıldıklarını ve hangi olayla bağdaştırıldığını ezbere bilmekteydi. Bunda çocukluğunun Muhammed'in yanında geçmesinin büyük rolü vardır.
Kendisinin şöyle dediğine inanılır:
"Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum."
Hadisler İslamda bir rivayet zinciri ile Muhammed'e atfedilen ve O'nun söylediğine inanılan, aidiyetleri tartışmalı olan sözlerdir. (bkn. Hadis)
Ali, Muhammed'in katıldığı tüm savaşlarda sancaktar olarak bulundu. Sadece Tebük seferi'ne Muhammed'in emri ile Medine'de kaldığı için katılmamıştır.
Ali, Bedir savaşında karşı ordudan yirmi bir kişiyi öldürdü. Öldürdüğü kişiler arasında Muâviye'nin dedesi Utbe, dayısı Velid ve kardeşi Hanzele de vardı. Uhud savaşında ise Kureyş'in meşhur savaşçılarından dokuz kişiyle çarpıştı ve muvaffak oldu. Ali hakkında efsanevi anlatımlar bulunur. Bu anlatımlardan birisi de Ali'nin bu savaşta bedeninden yetmiş yara almasına rağmen son ana kadar peygamberin yanında savaştığı ve Cebrail'in, Ali'nin bu fedakarlığını görünce birkaç defa:
dediği rivayetidir.
Hendek Savaşı'nda, Arapların ünlü savaş kahramanı Amr bin Abduved'in hendeği atıyla aşması üzerine çarpıştılar. Amr'a göre daha zayıf görünümlü olmasına ve Amr'ın küçümsemesine rağmen Ali galip geldi. Amr'ın, Ali tarafından yenilmesi Medine'yi kuşatan ve bu kuşatmayı destekleyenler arasında üzüntü ve ümitsizlik meydana getirdi. Hendek Savaşı'nın sonucunda Ali'nin bu başarısının önemli bir yeri olduğuna inanılır.
Hayber Savaşı'nda, ilk iki taarruzu yönetenler "(Ebu Bekir ve Ömer bin Hattab)" bir başarı sağlayamayınca peygamberin sancağı Ali'ye verdiği, Ali bin Ebu Talib'in o gün galip gelinmesinde büyük rol oynadığı rivayet edilir.
Bu savaşta Ali'nin Hayber Kalesi'nin kapısını eli ile yıktığı ve bu kapıyı kendisi için kalkan olarak kullandığı söylenir. Hayber kalesinin alınmasıyla Şam Suriye ticaret yolunun güvenliği sağlanmış oldu.
Ali, Muhammed vefat ettiğinde 33 yaşındaydı. Peygamberin damadı ve amcasının oğlu olması hasebiyle en yakın akrabası konumunda olduğundan defin hazırlıklarıyla ilgilendi. Bu sırada Ebu Bekir ve Ömer bin Hattab Devlet işleriyle ilgileniyordu. İslam kurallarına göre naaşın defin öncesi yıkanması ve kefenlenmesi işlemlerini bizzat kendisi yaptı.
Sünnîlere göre Cennetle Müjdelenen On Sahabe'den biri, Dört Büyük Halife'den sonuncusu; Şiîlere göre ise Ondört Masum'dan biri, On İki İmâmlar'ın ilki ve Muhammed'in hak halefidir. İslam'daki Şiî-Sünnî ayrımı Ali'nin halifeliği mevzuuna dayanır. Sünnîler, Muhammed'in bir halef bırakmadığını "(dolayısıyla Müslümanların seçimi ile halifenin tayin olunduğunu söylerlerken)," Şiîler ise Ali'yi halef bıraktığını söylerler ve ilk üç hâlifeyi kabul etmezler.
632 yılında Muhammed'in vefatından sonra Müslüman toplumunun başına kimin geçeceği kaygısı baş gösterdi. Müslümanların bir kısmı ilk olarak Ebu Bekir'in halifeliğini kabul ettiler. Ebu Bekir'den sonra ise sırasıyla, Ömer bin Hattab," Osman bin Affan," ve Ali'nin halifeliği kabul edildi. Bununla beraber bir kısım Müslümanlar peygamberin amcasının oğlu ve damadı olan, çocukluğundan itibaren peygamberin evinde büyümüş ve onu korumak için kendi hayatını tehlikeye atmış olan Ali'nin ilk halifelik için daha doğru bir seçim olduğunu düşünüyorlardı. Muhammed'in, Gadir-i Hum denilen yerde kendisinden sonra Ali'nin başa geçmesi gerektiğini bizzat söylediği rivayet edilir.. İslam peygamberi Muhammed, Ali için şöyle demiştir:
Harun, Musa peygamberin kardeşidir ve kendisine vahiy gelmeyen peygamberlerdendir. Musa ibadet için 40 günlüğüne Sina Dağı'na çekildiğinde, kardeşi Harun'u İsrailoğulları'nın başında bırakmıştır (Araf Suresi, 142. ayet). Bu nedenle İslam peygamberinin bu sözü de Şiilerce Ali'nin hilafet için en uygun ve hak sahibi kişi olduğuna yorulur.
Muhammed'in dul eşlerinin yanı sıra Ali ve Fatıma'nın da Ebu Bekir'in hilafetinden hoşnutsuz olmalarının bir başka nedeni daha vardı. Muhammed vefat ettiğinde geride önemli miktarda arazi ve mal varlığı bıraktı. Bunların en meşhuru tartışmaların da odağında olan Fedek Arazisi'dir. Ebu Bekir'e göre bu mal ve araziler peygamber tarafından halkın yararına idare ediliyordu ve dolayısıyla devlete ait kamu mallarıydı. Ali ise veraset ile ilgili vahiylerin Muhammed'in mirasını da kapsadığını iddia ederek bu duruma karşı çıkıyordu.
Eşi Fatıma'nın ölümünden sonra Ali, Fatıma'nın peygamberin mirasından payını almak için tekrar başvurdu ancak başvurusu aynı nedenlerle bir kez daha reddedildi. Bununla birlikte Ebu Bekir'den halifeliği devralan Ömer bin Hattab, Medine'deki arazileri Muhammed'in kabilesi Haşimoğulları adına Ali ve Abbâs'a verdi; Hayber ve Fedek Arazisi'ni ise devlet malı saydı. Şii kaynaklarına göre bu durum, Muhammed'in soyundan olanlara (Ehli Beyt), baskıcı halifeler tarafından yapılan haksızlıkların bir başka örneğidir.
Müslümanlar'ın bir kısmı, Ali'nin, kendinden önceki halifeleri kabul ettiğine inanırlar. Bununla beraber kendi halifeliğine kadar hiçbir savaşa katılmamış olması, diğerlerini halife olarak kabul etmediğine yorulur. Üçüncü Hâlife Osman ibn-i Affân âsiler tarafından öldürülünce, halk Ali'ye biat ederek onu Hilâfete seçti. Osman taraftarlarının bir kısmı onun katilini bulana kadar Ali'yi hâlife olarak kabul etmeyeceklerini söylediler ve Müslüman toplumu ilk kez iç savaşa sürüklendi. İslâm Devleti, Ali ile Muâviye'nin önderliğinde ikiye bölündü. Müslüman toplumunu ilk kez iç savaşa sürükleyen bu duruma İslâm literatüründe "İlk Fitne" denir.
Ali, 4 yıl 9 ay süren hilâfet'i müddetinde peygamberin sünnetine uydu. Toplumda çeşitli ıslahâtlara başvurarak, alt tabaka insanların iyi yaşamını temin etti.
Ali bin Ebu Talib, İslâm Devleti'nde çıkan karışıklıkları yatıştırmak için Basra yakınlarında ittifak kuran peygamberin dul eşi Aişe, Talha ve Zübeyr gibi İslâmiyet'in tanınmış simaları ile savaştı. Ali'nin zaferi ile sonuçlanan savaşta Talha ve Zübeyr öldürüldü.
Bu olay Aişe'nin devesinin etrafında gerçekleştiği için Arapça "cemel" (deve) kelimesine atfen Cemel Vakası olarak bilinir.
Irak ve Şam sınırlarında Muâviye ile savaştı. Sıffin Savaşı olarak bilinen muharebeler 3 ay devam etti. Taraflar yenişemeyince hakem heyetine başvuruldu. Hakem olayından da net bir sonuç çıkmadı.
Ali'nin ordusu tarafından Haricîler'in büyük kısmı öldürüldü.
Nehrevan Savaşı'nda rakiplerini ağır bir yenilgiye uğrattı. Bu savaştan sonra, Haricîler'den üç kişi Mekke’de Müslümanların siyasi durumları hakkında bazı müzakereler yaptıktan sonra Ali'yi öldürmeyi kararlaştırdılar. Bu üç kişiden Abd’ûr-Rahmân İbn-i Mûlcem, Ali'yi öldürmeyi üstlendi ve Kûfe’ye hareket etti. Kûfe'de bir mescitte ibâdet ederken Haricîler'den Abd’ûr-Rahmân İbn-i Mûlcem'in zehirli bir kılıç darbesi ile yaralandı Bu saldırının amacı Nahrevan yenilgisinin intikamını almaktı.
Hâlife Ali bin Ebu Talib, Abd’ûr-Rahmân İbn-i Mûlcem'in kılıç darbesinden sonra şöyle dedi: "“Kâbe’nin Rabbine andolsun ki, kurtuluşa erdim”! İki gün evinde yattıktan sonra, hicretin 40. yılı Ramazan ayının 21. günü vefat etti (MS 661). Defnedildiği yeri uzun bir süre yalnızca en yakınları bilmiş ve yaklaşık bir asır sonra İmâm Câʿfer es-Sâdık onun mezarının Necef'te olduğunu açıklamıştır.
Ali vefat edince İslâm Devleti ve hilâfet, 20 yıllığına, uzun yıllar savaştığı Muâviye'nin eline geçti.
Gazipaşa
Gazipaşa, Antalya ilinin en doğusunda yer alan ilçesi.
Gazipaşa'nın bilinmeyen veya tahmin edilen tarihi, tarihi perspektif içerisinde oldukça derinlere uzanmaktadır. Ana hatlarıyla bu tarihsel serüveni MÖ 2000'lerde başlar. Hititlerin bir kolu olan Luviler yine Hititlerin Kizzuvatna (Çukurova bölgesi) ve Arzava (Antalya yöresi) ülkeleri diye adlandırdıkları bölgede yaşamışlardır. Gazipaşa'da bu bölge içinde kalması nedeniyle ilçenin tarihi yolculuğa Luvilerle - Hititlerle başlamış olması kuvvetle muhtemeldir. Nitekim Karatepe (Sivaslı) civarındaki harabal |
er içinde yer alan aslan kalıntıları bu bilgileri doğrular niteliktedir.
Gazipaşa'nın tarihsel yolculuğu içindeki önemli bir kilometre taşı da MÖ 628 yıllarıdır. Selinus adıyla tarihte iki kent mevcuttur. Sicilya'da Yunan Mağara - Hyblaia halkı tarafından bu tarihte bir site devleti olarak kurulan Selinus, diğeri Anadolu'nun güneyindeki Selinus. Kilikya Bölgesi'nde ve Hacımusa (Kestros) Çayı'nın iki yakasında kurulmuş liman kentidir. Kalesi ise şimdiki kale kalıntılarının bulunduğu yerde olup o zamanlar ada konumunda idi. Buradan başta Mısır olmak üzere, o günün ticaret merkezleri ile deniz ticareti yapılmakta idi.
Yunan yönetiminden MÖ 197'de Antiokhos dolayısıyla Roma egemenliğine geçen kente M.S. 1. yüzyılda Akdeniz kıyılarının doğu seferine çıkan Roma Kralı Trojan hastalanarak Selinus limanına gelmiş ve bir tüccarın evine konuk olmuş, daha sonra iyileşemeyerek burada ölmüştür. Yerine tahta geçecek olan Hadrianus, Selinus' a gelerek cenazeyi Roma'ya götürmüş, anısmada bir mezar yaptırmıştır. Bu nedenle de Selinus'un bir süre Traianapolis adıyla anıldığı Hıristiyanlık döneminde ise Seleukeia - Silifke Başpiskoposluğu'na bağlı Piskoposluk merkezi olduğu bilinmektedir. MÖ 1. yüzyılda başlayan Roma İmparatorluğu dönemi, bu devletin Anadolu sınırları içinde bulunan Gazipaşa'da 6. yüzyıla kadar devam etmiştir.
M.S. 6. yüzyıldan başlarak Güney Akdeniz Bizans İmparatorluğu'nun egemenliğine girmiş, 12. yüzyılın ilk yarısında Kilikya Ermeni Krallığı'na bağlanmış, dönemde Gazipaşa, Antalya ve Alanya ile birlikte Pamfilya'nın Türkleşmesi süreci içinde Selinus, Selçuklu Sultanı I. Alaaddin Keykubat'ın 1221 yılında Alanya'yı, 1225'e kadar da buradan itibaren belki de Toroslar'dan kaynaklanıp şehir merkezinden geçerek denize karışan beş büyük çayın zaman zaman sel baskınına neden olması dolayısıyla Selinti olarak anılmaya başlanmıştır. Ancak Selçukluların Alanya hariç fethi kısa sürmüş ve 1243'te 2. Gıyaseddin'in Kösedağ Savaşı'nda İlhanlılar'a yenilmesinden yararlanan Ermeniler burayı yeniden ele geçirmiş ve 1275'te Karamanoğluların fethine kadar onların elinde kalmıştır. 1270'lerdeki Moğollar'ın Anadolu işgali sırasında Selinti, Anadolu Selçuklu Devleti'nin Konya ve bağlı bölgeleri sınırları içinde yer almaktaydı.
Anadolu beylikleri döneminde 1335 yılından itibaren Antalya ve civarı Teke Beyliği'nde kalırken Alanya, Selinti ve doğusu ile Kuzey yöreleri merkezi Konya olan Karamanoğulları hakimiyetine girmiştir.
Osmanlı Döneminde Fatih Sultan Mehmet'in Deniz Kuvvetleri Komutanı (Kaptan'ı Derya) Gedik Ahmet Paşa, 1470 yılında Alanya'yı, 1472 yılında ise Selinti, Anamur ve Silifke yöresini Karamanoğlu Beyliği'nden alınarak Osmanlı hakimiyetine dahil etmiştir. Ünlü gezgin Evliya Çelebi meşhur Seyahatname'sinin 126. sayfasında "18. yüzyıl'da Selinti kazası, İçel (Mersin) sınırları içerisinde Silifke Sancağı'na bağlı 26 köyü olan ve yıllık 80 akçe vergi veren bir kazadır. Deniz kenarında bakımlı cami ve evler ile yemyeşil dağlara sahiptir. Kıbrıs'a 70 mil uzaklıkta iskelesi vardır." demektedir.
Antalya'nın 180 km doğusunda 10 km uzunluğu, 7 km eninde Akdeniz kıyısında Gazipaşa Ovası üzerine kurulmuştur. Doğusunda Mersin ili Anamur İlçesi, kuzeydoğusunda Karaman ili Ermenek ilçesi kuzeyinde Sarıveliler ilçesi ve batısında ise Alanya ilçesiyle komşudur. Güney sınırları teşkil eden Akdeniz sahiline paralel bir şeklilde yaklaşık 35 km içerde batıdan doğuya doğru uzanan Toroslarla çevrilidir. Yüzölçümü 931 km olup ilçe merkezi sahilden 3 km içerde yer almakta ise de yeni yerleşimler sahile kadar uzanmıştır.
İlçenin kıyı şeridi uzunluğu yaklaşık 50 km'dir. Denize girmek için çok uygun plajlara sahiptir. Kıyı şeridinin yarıya yakını kumsal olup diğer kısmı kayalıklardan oluşur fakat kayalıkların arasına gizlenmiş müthiş güzellikte koylar da denize girmek için ideal mekanlardır. İlçe merkezi ile deniz kıyısı arasında alçak tepeler yer almaktadır. Ovanın kuzeyinde dağlık plato bulunur. Nisan ve mayıs aylarında ilçe de bir saat arayla hem kayak yapma hem de denize girme imkânı vardır.
Kuzeyindeki kütle olan Torosların batı kıyı sıradağlarının adı Akçal Dağları adıyla bilinir ve en yüksek tepesi "Deliktaş" noktası 2253 m'dir. Alçak kısımlar ise kıyı boyunca uzanan alüvyal bir ova meydana getirmektedir. Alivüyol ovadan yüksek dağlık sahaya geçiş nispeten dik yamaçlarla olmaktadır. Güneyde Selinus harabelerinin bulunduğu tepenin ön kısımında yalıyarlar vardır. Kıyıda bulunan tepenin iki tarafında plajlar uzanır. Plajlar ince kalker kumlardan meydana gelmiştir. Yalıyarlar kalkerlerden oluşup yer yer 50–100 m yüksekliğe kadar ulaşmaktadır.
Toprakları kıyıda kızıl kestane renkli olup bu topraklar sebze, narenciye ve muz tarımına uygundur. İçerilere doğru kızıl renkli (Terrarossa) topraklar olup bu topraklarda da tahıl tarımı yapılır. Dağılık kesimlerde de hayvancılık ağırlık kazanmaya başlar.
Gazipaşa'da da ekonomik yaşam hava şartlarına bağlı olarak kuru tarım ,küçük el sanatları ve ticaret, ormancılık ve hayvancılık ve sanayi
Ancak 1970 lerden itibaren başlayan sera ve seracılık faaliyetleri o günden bu güne artan ölçüde ilçenin ekonomik yaşamla İlçenin ekonomik yaşamında en önemli gelir kaynağı olmuştur.
İlçede herhangi bir büyük sanayi kuruluşu mevcut olmamakla beraber orta ve küçük çaplı imalathaneler ve atölyeler mevcuttur.
İlçe ekonomisinde hakim olan sektör tarım sektörüdür.Tarımda da en büyük pay örtü altında yapılan turfanda sera sebzeciliği ve muzculuğa aittir. Son yıllarda örtü altında çilek yetiştiriciliği ve enginar yetiştiriciliği hızla artmaktadır.Ancak arazi yapısının genel olarak engebeli olması nedeniyle ilçe yüzölçümünün yalnızca % 18'i tarımsal faaliyet için kullanılabilmektedir.
Sebzecilikte halkın yönelimi seracılığa doğru olmuştur.Tarımla uğraşanların %80'i geçimi seracılıktan sağlamaktadır.İlçe merkezi ve Kahyalar Beldesi ile ilçedeki 41 köyün 36 sında seracılık yaygınlaşmıştır.
İlçede güzlük ve baharlık olmak üzere yılda iki sezon halinde seralarda sebze üretimi yapılmaktadır.Seralarda üretilen sebzelerin başlıcaları salatalık,domates,taze fasulye,patlıcan ve biberdir.Açık alanlarda ise taze fasulye, domates,biber,patlıcan ve enginar yetiştirilmektedir.
İlçede mevsim koşulları hayvancılık için son derece uygundur.Ancak orman köylerinde doğal yapının son derece sarp olması ve hayvancılık için uygun şartlar taşıyan ova kesimlerde tarımsal uğraş olarak seracılık ve muzculuğun tercih edilmesi nedeniyle hayvancılık yeterince gelişmemiştir .Ova kesimlerde aile işletmeciliği tarzında süt sığırcılığı yapılmaktadır.Orman köylerinde ise kıl keçiciliği temel hayvancılık uğraşı olarak yapılmaktadır.
Balıkçılık ve ormancılık ilçenin diğer önemli gelir kaynaklarındandır.
Ayrıca sahilde bulunan oyun parkı da ilçe turizmine büyük katkı sağlamaktadır
Gazipaşa mevcut durumuyla daha ziyade tarım toplumu görünümünde ise de 13 Eylül 1989 tarih ve 20281 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Bakanlar Kurulu kararıyla turizm bölgesi ilan edilmesi nedeniyle ve ilerleyen yıllarda açılan havalimanı ulaşımı çok kolaylaştırmıştır.İlçede hızlı bir şekilde turizme yatırım yapılmaktadır.Yat limanı inşaatının tamamlanması ile ulaşım daha da kolay hale gelecektir.Halen 2 normal ticari otel, 3 adet turistik ( biri apart ) otel, Gazipaşa Belediyesi Deniz Tesisleri İşletmesi'ne ait bungalovlar ve 1 adet tatil sitesiyle yatak kapasitesi 1000'e ulaşmış olup hızla otel ve motel inşaatları devam etmektedir.
İlçenin ören yerleri itibarıyla diğer yörelere göre oldukça zengin durumdadır. Ancak bunların tamamına yakının yol ve koruma hizmetleri yoktur veya yetersizdir.
Gazipaşa Akdeniz sahilinin Caretta Caretta türü deniz kaplumbağalarının yumurtalarını bıraktığı 17 merkezden biridir.
Yalan Dünya Mağarası başta olmak üzere tarihi kale ve şehir kalıntıları, tertemiz deniz ve kumsalları, bol yeşil ve oksijenli yaylaları, özetle bozulmamış doğasıyla turizm bakımından çok büyük bir potansiyele sahiptir.
Modern Talking
Modern Talking, Dieter Bohlen ve Thomas Anders tarafından kurulan Alman müzik grubu.
1984 yılında "You're My Heart, You're My Soul" ile yakaladığı çıkışın ardından You Can Win If You Want ve Cheri Cheri Lady ile listelerde kalıcı olacağını kanıtladı. Brother Louie ile önce İngiltere müzik listelerinde, ardından da Avrupa, Asya, Afrika ve Güney Amerika'da popüler oldu. Grubu oluşturan ikili 1987'de ayrıldı. İkili 1998'de yeniden bir araya geldiyse de 2003'te beraberlikleri kesin olarak bitti.
Besteci, söz yazarı, aranjör, kompozör, vokalist, solist olarak grubun beyni olan Dieter Bohlen solo albümlerini Blue System adı ile çıkardı. Ayrıca Chris Norman (Smokie), C.C. Catch, Bonnie Tyler, ve Bad Boys Blue gibi şarkıcı ve gruplara da destek oldu. 1989 yılında Lozan'da yapılan Eurovision Şarkı Yarışması'nda Avusturya (Thomas Förstner - Nur ein Lied) ve Almanya (Nino De Angelo - Flieger) adına besteci olarak katıldı.
Thomas Anders her ne kadar boynundan hiç çıkarmadığı eşi Nora'nın ismi yazılı kolyesi ile hatırlansa da çıkardığı solo albümleri ile de kariyerini ispatladı.
Almanya'da kurulan grup, sürekli İngilizce albümler yayınlamaktaydı. Amerika'dan keşfedilmeyi bekliyordu. "You can Win If you Want" adlı şarkısıyla ses getiren grup Cheri Cheri Lady'le Amerika listelerine giriş yaptı. Brother Louie ile İngiltere listelerini sarstıktan sonra yayılmaya başladılar. Türkiye'de ise inanılmaz bir üne kavuşan grubun hemen her şarkısı Türk filmlerinde yer alıyordu. Amerika'da hit olan "Brother Louie" albümüyle Modern Talking hayaline kavuştu. Amerika yolunu tutan grup Amerika'da parlamaya başladı. Geronimo's Cadillac Modern Talking'in hatırlanan şarkıları arasına girdi. 1987 yılında ayrıldıktan sonra 1998'de tekrar bir araya geldiler. 1987 yılında ayrılmalarının nedeni, Dieter Bohlen'in arka planda kalırken Thomas Anders'in daha çok öne çıkmasıydı. 1998'de bir araya geldikten sonra F1 yarışlarının soundtrack'lerine imzalarını attılar. 2003'te yeniden ayrılmalarının nedeni ise Dieter Bohlen'in artık Modern Talking'e zaman ayırmasının zorlaş |
tığını söyleyerek gruptan bu kez dostça ayrılmışlardır.
Tütün
Tütün ("Nicotiana tabacum"), Solanaceae (patlıcangiller) familyasından "Nicotiana" cinsinden yaprakları sigara yapımında kullanılan bir yıllık otsu bitki türlerine verilen ad.
Haziran-Ağustos ayları arasında pembemsi renkli çiçekler açan, 0,75-1,5 m boylarında, bir yıllık kültür bitkisidir. Gövdeleri dik, silindir şeklinde, tüylü ve yapışkanlıdır. Yapraklar sapsız veya kısa saplı, büyük oval, tüylü ve yapışkan, özel kokulu ve acı lezzetlidir. Çiçekler tepede salkım durumunda bulunurlar.
Tüp şeklinde, pembemsi-kırmızı renkli, tüylü ve beş sivri dişli çiçeklere sahiptir. Meyveleri uzunca ve oval şekilli küçük tohumludur.
Amerikan Yerlileri (Kızılderililer) Avrupalılar kıtaya gelmeden önce tütün kullanmaktaydılar. İlk Avrupalı yerleşimciler tütün içmeyi kızılderililerden öğrenerek tütünü daha sonra gittikçe popüler olacağı Avrupa'ya taşıdılar. Amerikan Yerlileri arasında tütün eğlence amacıyla değil ayinlerinde ve ancak deneyimli şamanlarınca dini gerekçelerle kullanmalarına karşın Avrupalılar tütünü eğlence ve vakit geçirme amacıyla yaygınlaştırdılar.
Tütün aynı zamanda Amerika'nın güneyinin hızla sömürgeleştirilmesine de yol açmıştır. İlk sömürge yayılımının ardında tütün üretimini arttırma isteği de bulunmaktaydı. Avrupalılar Amerika'ya getirdikleri zenci kölelerle açtıkları alanlarda tütün ekimi yapmaya başladılar.
Tütün 1500 yıllarında Antillerden İspanyol gemicileri vasıtasıyla İspanya'ya ve oradan Avrupa'ya yayılmıştır. Anadolu'ya ise Osmanlı İmparatorluğu zamanında (1605) Venedikli tüccarlar tarafından sokulmuş ve kullanılışı kısa bir zamanda yayılmıştır.
Tütün bitkisi, kurutulmuş yaprakların yakılması ile ortaya çıkan dumanın içe çekilmesi veya tozlarının enfiye halinde buruna çekilmesi veya özel işlem görmüş yapraklarının çiğnenmesi suretiyle kullanılır.
Tütün içme adeti, tütünün vatanı olan Amerika’da başlamıştır. Yerliler dini törenlerinde kokulu bitkilerle birlikte tütün yapraklarını tütsü olarak kullanmışlardır.
Dumanı teneffüs eden yerliler zamanla bu bitkinin keyif verici etkisini fark etmişler ve adi kamış ve bambudan yapılmış Y şeklinde bir borunun çatal kısmını burunlarına sokarak veya ağızdan üfleyerek dumanı içe çekmeye başlamışlardır. Böylece piponun en eski şekli ortaya çıkmıştır.
Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfine kadar Avrupa’nın tütünden ve tütün içme adetinden haberi olmamıştır.
Kolomb ve arkadaşları, kırmızı derili insanların kuru bir otu mısır koçanına sararak içtiklerini, ağız ve burunlarından duman çıkardıklarını ve yerlilerin buna “tabaco” veya “tombac” adını verdiklerini hayretle görmüşlerdir.
Tütün içme adeti, Amerika’yı keşfeden Portekiz’li ve İspanyol gemicilerin önce kendilerinin alışması ve daha sonra yanlarında diğer şehirlere götürmeleri sonucunda yaygınlaşmaya başlamıştır.
Gemilerin iki kıta arasında gidip gelmesi suretiyle İspanya, Portekiz ve diğer Avrupa şehirleri, tütünü ve içme adetini tanımışlardır.
Meksika’nın “Tabesco” bölgesinde tütün tarımının yapıldığını gören İspanyollar, Küba’da tütün içme borusuna “tabaco” adının verildiğini duymuşlar ve “tabaco” adını kullanarak her gittikleri yerde bu adın yayılmasını sağlamışlardır.
Tütün ekimi için toprak sonbaharda işlenir. İlkbaharda tarla dikime hazırlanır. Tohum ekilmeden önce suda ıslatılır ve ilkbaharda erkenden yastıklara ekilir. Tütün yastıklarının güneşli bir yerde kurulması lazımdır. Fide yastıklarında ot savaşı, sulama ve gübreleme iyi yapılmalıdır. Fideler 6–8 cm olduğu zaman tarlalarda açılan yerlere dikilir. Dikim genellikle donlar geçtikten sonra mayıs ayında yapılır. Ayrıca iyi ve kaliteli tütün elde etmek için çiçeklenmenin başlangıcında bitki üzerinde 10-15 yaprak kalacak şekilde üst kısmından kesilir. Bu işleme uç alma denir. Tütün 90-120 günde yetişir. Temmuz başından itibaren hasat edilmeye başlanır. Hasat el ile günün erken saatlerde yapılır. Kurutma işlemi birkaç şekilde yapılır (güneşte, ambarda, bacada kurutma). Kurutma bittikten sonra depolara alınan yapraklar su ile ıslatılır (tavlama) yumuşayan yapraklar ayrıldıktan sonra denklenir ve ticarete sevk edilir.
Tütünde kalite çok önemlidir. Tütünün kalitesi üzerinde iklimin önemli rolü vardır. Bu sebeple tütünün belirli iklim ve toprak şartları altında yetiştirilmesi gerekir. Kumlu-tınlı, humuslu ve su tutmayan topraklarda iyi yetişir.
Türkiye'de tütün ekimi yapılan bölgeler şunlardır:
Türkiye'de ince, küçük yapraklı, iyi yanan ve hoşa giden aromalı, kaliteli tütünler (şark tipi tütünler) yetiştirilmektedir. Şark tipi tütünler kurak tip olmaları sebebiyle sulanmadan yetiştirilebilir. Yapraklardan çiğneme tütünü, pipo tütünü ve nargile (tömbeki) tütünü, hazırlanır. Sigaralık tütünler şark tipi tütünlerden hazırlanır.
Tütün yapraklarında tanen, zamk, nişasta, reçine ve alkaloidler bulunur. Bu alkaloitler içinde miktarı en fazla olan nikotin alkaloididir ve kötü kokuludur. Tütün yaprağından hazırlanan infüzyonlar (% 1'lik) vücut parazitlerine karşı sürülmek suretiyle kullanılabilir. Nikotinin sülfat tuzları zirai mücadelede böcek öldürücü olarak, yaprakları keyif verici olarak sigara imalinde kullanılır. Ayrıca tütün yaprağı özel bir şekilde fermente edilerek kokulandırılıp, toz edilerek enfiye adı verilen keyif verici ve aksırtıcı bir ürün elde edilir.
Tütün tohumları yağ bakımından zengindir. Yerli tütünlerimizdeki yağ oranı % 35-45 kadardır. Tütün yağı boya ve sabun sanayiinde kullanılır , zehirli madde taşımaz.
Bir keyif bitkisi olan tütünün, dış ülkelere sattığımız ürünlerin arasında önemli bir yeri vardır. Ayrıca Türkiye tütün üretiminde ABD, Brezilya, Çin ve Hindistan'dan sonra 5. sırada yer alır. Memleketimizdeki tütün endüstrisi oldukça gelişmiş olup, Tekelin eli altında ticareti yapılmaktadır. Tütün en çok sigara ve puro halinde kullanılmaktadır. Bu sebeple memleketimizde Samsun, Tokat, Bitlis ve İstanbul'da sigara fabrikaları kurulmuş ve halen üretimi yapılmaktadır. Sigara ilk olarak 19. yüzyıl sonlarında İngiltere ve Amerika'da yapılmış ve oradan yayılmıştır.
Türkiye'de Devlet İstatistik Enstitüsü verilerine göre, 1990'da 290.000 hektarlık tütün alanından 275.000 ton ürün elde edilmiştir. Başlıca tütün ekim alanları Ege, Karadeniz, Güneydoğu Anadolu ve Marmara bölgelerindedir.
Tütün üretimi yapan başlıca ülkeler Amerika, Çin, Brezilya, Hindistan, Türkiye, İtalya, Yunanistan, Fransa, Endonezya ve Bulgaristan'dır.
Tütün ve ürünleri dünya sağlığının bir numaralı tehlikesidir. Tütün ve ürünleri yüzünden her sene sadece Amerika Birleşik Devletleri'nde 350 bin kişi ölmekte, 22 milyar dolarlık sağlık harcaması yapılmakta, 43 milyar dolarlık işgücü kaybı yaşanmaktadır. Sigaradan ölenler aşağıdaki nedenlerden ölenlerin toplamından fazladır: AIDS, kokain, eroin, alkol, yangın, trafik kazası, cinayet ve intihar.
Türkiye'de beş de bir kişiler tütünden ölüyor.
Biyometri
Biyometri, yaşayan organizmaların ölçümlerine verilen genel isimdir.
Kullanım alanına göre daha dar anlamlara gelebilir:
Biyojeokimya
Biyojeokimya, biyolojik sistemlerdeki inorganik elementlerin davranış özelliklerini jeoloji açısından inceleyen bilim dalıdır.
Petrolün oluşumu, yaşamın başlangıcı, ilkel atmosferlerin bileşimi, mineral yataklarının biyojeokimyasal yöntemlerle araştırılması, maden cevheri çökelmelerinin kökeni, toprak oluşumu doğal su kaynaklarının ve kömürün kimyasal yapısı başlıca konularıdır.
Sulhi Dölek
Sulhi Dölek, (d. 20 Eylül 1948 - ö. 7 Kasım 2005) Türk yazar ve senarist.
20 Eylül 1948'de İstanbul'da doğan Dölek, ilk ve ortaokulu İstanbul Rami'de okudu. Deniz Harp Okulu'ndan sonra Michigan Üniversitesi'ni bitirdi. 1989'a kadar, gemi inşa yüksek mühendisi olarak Deniz Kuvvetleri'nde çeşitli görevlerde bulundu, daha sonra senaristliğe adım attı .
İlk öykülerinden biri 1969 Varlık Yıllığı'nda yayımlandı. Aynı yıl, "Dünya Dönmüyor Artık" adlı tek perdelik bir oyunla Yusuf Ziya Ortaç Armağanı'nı kazanarak Akbaba yazarları arasına katıldı. Sonraki yıllarda öykü ve roman çalışmalarının yanı sıra, dönem dönem, Milliyet, Cumhuriyet gibi gazetelerle Çivi, Nokta, Tempo ve Diyojen gibi haftalık dergilerde, Varlık'ta ve diğer edebiyat dergilerinde mizahi bakışlı yazılar yazdı.
1979'da "Yeşil Bayır" romanıyla Kültür Bakanlığı Çocuk Romanları Yarışması'nda birinci olan Dölek'in başlıca eserleri arasında "Korugan", "Geç Başlayan Yargılama", "Vidalar", "Kiracı", "Teslim Ol Küçük", "Truva Katırı", "Aynalar", "Kirpi" ve "Habis'in Serüvenleri" sayılabilir.
Dölek'in ayrıca "İçimizdeki Yasakçı" adıyla kitaplaşan bir incelemesi, "Üçüncü Kattaki At", "Yeşil Bayır", "Arkadaşım Dede", "Kestane Şekeri", "Her Şeyi Bilen Çocuk', "Küçük Çalgıcılar", "Kahkaha Tarlası" ve "Hayvanlar Alfabesi" adlı çocuk kitapları bulunuyor.
Çok sayıda tiyatro, radyo ve televizyon oyunu bulunan Dölek, Ambrose Bierce'in "Fantastic Fables" adlı kitabını "Karanlığın Kahkahası" adıyla dilimize kazandırdı. "Kiracı" adlı romanı 1987'de sinemaya uyarlandı.
Süper Baba, Külyutmaz, İkinci Bahar, Unutma Beni, Yabancı Damat gibi televizyon dizilerinin yanı sıra, "Truva Katırı" romanından televizyona uyarladığı "Koltuk Sevdası" adlı politik hiciv dizisinin de senaryosunu yazdı.
Sulhi Dölek, geçirdiği beyin kanaması nedeniyle tedavi gördüğü GATA Haydarpaşa Hastanesi'nde 7 Kasım 2005 tarihinde vefat etti.
Kaş (anlam ayrımı)
Kaş, gözlerin üzerindeki kısa kıllardır. Şu anlamlara da gelebilir:
Biyokimyasal sınıflandırma
Biyokimyasal sınıflandırma, canlıların yapısında yer alan bazı kimyasal bileşikler arasındaki yapısal benzerliklere dayanan biyolojik sınıflandırma yöntemidir.
Bu yöntemi savunanlar, genler tarafından daha yakından denetlenen ve doğal seçmenin doğrudan etkisine anatomik özellikler kadar açık olmayan proteinlerin daha yavaş evrimlendiğini, dolayısıyla kalıtsal akrabalıkların belirlenmesinde daha güvenilir bir ölçüt olduğunu öne sürerler.
Kaş, Antalya
Kaş, Antalya ilinin en batısında yer alan turistik ilçe.
Kaş'ın etrafında adı bilinen Istlada, Apollonia, İsinda, Kyaenai gibi antik |
kentler yanında ismi bilinmeyen birçok harabe yeri vardır. Bunlar irili ufaklı antik yerleşimlerdir. Örneğin Tüse Köyü'nün yakınındaki alçak bir tepe üzerinde Tysse adında küçük bir yerleşme bulunur.
Yüzölçümü 2.231 km²'dir. Batıda Eşen Çayı ile Muğla'nın Fethiye ilçesinden ayrılır. Doğuda Demre kuzeyde ise Elmalı ilçelerine komşudur. Akdeniz'de tam karşısında, 2.100 m mesafede Yunanistan'a bağlı Meis Adası bulunur. Antalya il merkezine 189 km mesafede yer alan Kaş'ın sahil uzunluğu 70 km civarındadır.
Kaş'ta Akdeniz iklimi hüküm sürer. Yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlıdır. Deniz seviyesinden 700 m. yüksekliğe kadar Akdeniz iklimi etkisi görülür. Yüksek kesimler ise karasal iklim etkisindedir. Kaş Kasabası yazın Akdeniz sahillerimizin gündüzleri en serin yeridir. Ayrıca yazın nem oranı açısından Akdeniz kıyı şeridinin en düşük değerlerine sahiptir. Kışın ise hava sıcaklığının 0'ın altına hiç düşmediği Türkiye'deki tek merkezdir.
Kaş halkı geçimini yaz aylarında turizm amaçlı pansiyon, otel, ve motel işletmeciliği yaparak sağlamaktadır. İlçe halkının çoğunun yayla köylerinde toprakları mevcuttur. Ova ve yaylalarda yurdumuzun önemli yaş sebze, meyve ve çiçek üretimi yapılmaktadır. Kış aylarında da üretim seralarda yapılarak içte ve dışta pazarlanmaktadır. Yine yüksek ve dağlık yerlerde elma üretiminde önemli bir tarım girdisidir. Aynı zamanda balıkçılık da önde gelen geçim kaynaklarındandır.
İlçe merkezine bağlı 54 mahalleden oluşmaktadır.
Kaş özellikle dalgıç turizmi bakımında ülkemizin önde gelen merkezlerinden biridir.
Meis Adası'na en yakın noktayı oluşturan Kaş'ta tarihi eserleri ve doğa güzellikleriyle önemli turizm potansiyeli vardır. Bir dil gibi denize uzanan Çukurbağ Yarımadası üzerinde yakın zamanda yapılan oteller bulunur. Kaş'ın içinde Büyük Çakıl Plajı, Küçük Çakıl Plajı ve Akçagerme Plajı'nda, Hidayet'in koyu'nda denize girmek mümkündür. Ayrıca kayıkla Limanağzı plajı'na gidilebilir.
Kaş'ın etrafında yer alan 6 adet mağaradan Kaş'a 18 km. uzaklıktaki Mavi Mağara, Aşırlı Adası Deniz Mağarası, güvercinleri ile ünlü Güvercinlik Mağarası en ünlü olanlardır.
Kaş'ta artan turizm faaliyetleriyle birlikte, trekking, dağcılık, rafting gibi doğa sporları da gelişmektedir. Gömbe'deki Yeşilgöl ve Uçarsu Şelalesi turist çeken doğa alanlarındandır. Akdağ'ın dibinde bulunan 1220 rakımlı bir yayla kasabası olan Gömbe Kaş'tan 65 km uzaklıktadır. 3015 m. yüksekliğindeki Akdağ ise Batı Toroslar'da Kızlar Sivrisi'nden sonra en yüksek zirvesidir.
Gömbe'de Komba antik kenti ve buradan 13 km. uzaklıkta Nisa antik kenti vardır. Ayrıca Kaş içinde Kandyba antik kenti vardır. Kaş'a 12 km uzaklıkta Phellos antik kenti bulunur.
Turistik açıdan önemli olan Kekova'daki batık şehre Kaş'tan tekne ile gidildiği gibi karadan Üçağız'a gidilip kayıkla da gezilebilir. .
İlçede dalış ve yamaç paraşütü başta gelen sporlar arasındadır. Türkiye'nin en iyi dalış bölgesi olarak kabul edilir. 18 dalış merkezi ile Türkiye'de en çok dalış merkezi bulunan tatil yöresidir.
Sualtı doğal ve tarihi değerleri açısından Türkiye'de önemli bir noktadır. Bu nedenle bölgede sualtı ekolojisi, mağara bilimi ve arkeoloji araştırmaları 2003 yılından beri yapılmaktadır. Sualtı arkeolojisi konusundaki önemli bir girişim Ekim 2006 yılında Hidayet Koyu'nda yapılan Kaş Arkeopark Deneysel Arkeoloji Projesidir.
Mike Leigh
Mike Leigh, (d. 20 Şubat 1943), İngiliz yönetmen.
20 Şubat 1943'de Lancashire'da doğdu. Yahudi kökenlidir. İlk filmi, 1971 yılında yönettiği "Bleak Moments" (Kasvetli Anlar) isimli filmdir. Bu ilk filmi Locardo ve Chicago Film festivallerinde ödül kazanmıştır. Başarılı bir ilk adımdan sonra yönettiği birçok film ile birçok ödül kazanmıştır. Kariyeri boyunca kazandığı ödüllerin içinde en çok göz çarpanları, Cannes Film Festivali'nde, 1993'de "Naked" filmiyle kazandığı En İyi Yönetmen ve 1996'da "Secrets & Lies" filmiyle kazandığı Altın Palmiye ödülleridir.
Antiphellos
Antiphellos, Antalya'nın Kaş ilçesinde antik kent ve Kaş'ın Likya dönemindeki isimlerinden biri.
Kaş'ta buluşmuş olan iki dilli bir yazıttan, Kaş'ın altındaki kentin Antiphellos olduğu kesin olarak anlaşılmıştır. Ancak Kaş'ın daha eski ismi Habesos'dur.
M.Ö. IV. yüzyılda Antiphellos çok küçük bir yerleşim yeri olup biraz yukarısında bulunan Phellos'un limanı idi. Ancak Helenistik döneme girilirken Phellos gerilemiş, Antipellos ise gelişerek daha ön plana çıkmıştır. Bu durum Roma döneminde de devam etmiş, şehir bölge ormanlarından elde edilen sedir ağacı ticareti ve süngercilik sayesinde gelişerek Phellos'un limanı durumundan çıkmış ve kendine yeten zengin bir şehir durumuna gelmiştir.
Dansözler Mezarı (M.Ö. IV Yüzyıl) Şehirde akropöl olarak nitelenen yükseltinin Meis Adası'na bakan yüzünde muntazam sur kalıntıları görülür. Ancak bu sur kalıntılarının kuzey ve batı yönlerinden günümüze bir şey gelememiştir. Deniz kenarındaki sur kalıntıları da bugün görülebilir. Şehrin batı kısmında kalan Çukurbağ Yarımadası'na giden yolun sağında Antiphellos'un denize bakan tiyatrosu oldukça sağlamdır.
Kaş'ın en önemli anıtı Uzun Çarşı Caddesi üzerinde, halıcı dükkânlarının arasında karşımıza çıkan ve tek bloktan oluşan bir lahiddir. Günümüze sağlam bir şekilde gelebilen lahdin üzerindeki sekiz satırlık Lykia dilindeki yazı okunamadığı için lahdin kime ait olduğu bilinmemektedir. Bu nedenle de halk ona Kral Lahdi adını yakıştırmıştır.
Mavi Mağara
Antalya'nın Kaş ilçesinde bir mağara.
Kaş - Kalkan arasında deniz kıyısında olan Mavi Mağara, Kaş'a 18 km Kalkan'a ise 6 km uzaklıkta olup, Kaputaş Plajı yakınlarındadır. Eskiden fokların içinde yaşadığı bilinen Mavi Mağara 1972 yılında Jeolog Dr. Temuçin Aygen tarafından bulunmuştur. Güneş ışıkları mağaranın içine deniz dibinden yansıyarak girmekte ve mavi parlak fosforesson rengi meydana getirmektedir. Mağara 50 m uzunluğunda, 40 m genişliğinde ve 15 m yüksekliğindedir.
Güvercinlik Mağarası
Antalya'nın Kaş ilçesinde bir mağara.
İnce Burun'un arkasında yer alan bu mağara Kalkan'a 2 km mesafededir. Güvercinlik Deniz Mağarası, çok sayıda yabani güvercini barındırmaktadır. Mağaranın içinden küçük bir yeraltı deresi denize karışır.
Güvercinlik Mağarası'na 100 m uzaklıktadır. Küçük, dar ağızlı bir mağaradır. Yaklaşık 40 m. uzunlukta olup tavanı da yüksektir.
Notus
Yunan mitolojisinde Notus, güney rüzgarının tecessümü ve tanrısıdır. Eos ile Astraeus'un oğludur. Eurus ("Doğu rüzgarı"), Boreas ("Kuzey rüzgarı") ve Zephyrus ("Batı rüzgarı") erkek kardeşleridir. Erkek kardeşleriyle beraber "Anemoi" (Rüzgarlar) olarak anılırlar. Roma mitolojisinde ona Auster denirdi.
Sunay Akın
Şükrü Sunay Akın (d. 12 Eylül 1962), şair, yazar, gazeteci, araştırmacı, tiyatro oyuncusu.
12 Eylül 1962 tarihinde Trabzon'un Maçka ilçesinde doğdu (bu yüzden 18 yaşından beri doğum gününü kutlamamaktadır). Ailesi, onun daha iyi eğitim görebilmesi için, 10 yaşındayken İstanbul'a taşındı. Lise öğrenimini İstanbul Haydarpaşa Lisesi'nde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Fiziki Coğrafya Bölümü'nden mezun oldu.
İlk şiirini, kendi anlattığına göre, yedi yaşında, anne ve babasının odasında bulunan elbise gardırobundaki boş duran tek askılığa yazar ve "Üşümüyor musun?" diye sorar ona. 1984 yılında yayınlanan ilk şiiri de bir sobanın içinde kütürdeyen odunu anlatır! İlk şiir kitabı 1989'da "Makiler" adıyla yayınlanır. Adını Cemal Süreya'nın koyduğu bu kitabı "Antik Acılar", "Kaza Süsü", "62 Tavşanı" izler. Arkadaşlarıyla birlikte 1989'da "Yeni Yaprak" şiir dergisini ardından, 1990 yılında da "Olmaz" adlı şiir dergisini çıkarır.
1987 yılında Halil Kocagöz Şiir Ödülü’nü "Noktalı Virgül" adlı dosyasıyla alır. 1990 yılında ise Orhon Murat Arıburnu Şiir Ödülü'nü Makiler şiiri ile kazanır.
Anlık ilhamlara dayanan ve genellikle kısa olan şiirleri, Orhan Veli'nin şiirindeki bazı özelikleri günümüzde sürdüren bir yapıya sahiptir. Ayrıca, bu tür şiirlerde genellikle rastlanmayan, yumuşak, lirik bir tonu vardır. Şiirlerinde özellikle ince yergi ögelerini kullanmadaki rahatlığı ile dikkat çeker. Cemal Süreya'nın etkisinde sürdürdüğü şiirlerde, dil oyunlarına dayalı yoğun bir alaycılık ve şaşırtma; çocuklar ve hüzünle birlikte şairin ilgi ve duyarlılığını göstermektedir.
Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde ders verdi, Müjdat Gezen Sanat Merkezi'nde 5 yıl boyunca hem ders verdi hem ders aldı. Bu deneyimin de yardımıyla, tek kişilik oyunlar hazırlayıp oynamaya başladı. Türkiye'nin çok sayıda merkezinde ve yurtdışında (Frankfurt, Nürnberg, Londra) sayısız kez tek kişilik oyunlarını sergiledi. Hala İki Kitap Bir Heves adlı gösterisini sunmaya devam etmektedir.
23 Nisan 2005 tarihinde 11 yıldır dünyanın dört bir yanından topladığı oyuncaklarla, yıllardır hayalini kurduğu İstanbul Oyuncak Müzesi'ni Göztepe, İstanbul'da ailesine ait dört katlı tarihi bir konakta açtı. Müze, Türkiye'de türünün ilk ve tek örneği olup, Avrupa Konseyi'ne bağlı Avrupa Müze Forumu (European Museum Forum) tarafından verilmekte olan 'ne 2010 yılı için aday olmuştur.
TRT 2 ve CNN Türk'de "Stüdyo İstanbul", "İzler", "Akşama Doğru", "5N 1K" gibi kültür sanat programları ve belgeseller hazırlayan, katkıda bulunan Sunay Akın, TV 8'de de "Gezgin Korkuluk" ve Ramazan Ayı boyunca Mahya Işıkları adlı programı hazırlayıp sundu.
Yaşam Radyo, Radyo Kent, Best FM'de radyo programları yaptı. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi ve Müjdat Gezen Sanat Merkezi'nde öğretim görevlisi olarak ders verdi. Atv'de Hıncal Uluç, Haşmet Babaoğlu ve Nebil Özgentürk ile birlikte Yaşamdan Dakikalar adlı uzun soluklu bir televizyon programı yaptı.
Şu an Skyturk360 isimli kanalda her Cumartesi yayınlanan "Hayat Deyince" programını sunmaktadır.
Manavgat Şelalesi
Manavgat Şelalesi, Antalya'nın Manavgat ilçesinde, Manavgat Nehri üzerinde bulunan ünlü bir şelaledir.
Antalya'ya 72 km mesafededir. Manavgat ilçesinin 3 km kuzeyinde bulunan ve adını bu ilçeden alan şelale, ırmak sularının 3–4 m'lik bir falezden düşmesiyle meydana gelir. Az bir yükseklikten dökülmesine rağmen gen |
iş bir alan üzerinde yüksek bir debiyle akar. Ayrıca Manavgat Irmağını besleyen kaynaklardan en büyüğü olan karstik Dumanlı kaynağı, Oymapınar barajı yapıldıktan sonra baraj gölü içinde kalmıştır.
Kent gürültüsünden uzaklaşıp doğa ile başbaşa kalmak isteyenler için şelalenin çevresinde uygun piknik alanları vardır. Ayrıca çevredeki lokantalar, taze balık yeme imkânını sunarlar. Ulaşım, Manavgat'tan kalkan minibüslerle sağlanır. İl'in ören yerlerinin en iyilerindendir.
Eurus
Eurus veya Euros, Yunan mitolojisinde doğu rüzgarının tecessümü ve tanrısı. Eos ve Astraeus'un oğludur. Notus (Güney rüzgarı), Boreas (Kuzey rüzgarı) ve Zephyrus (Batı rüzgarı) erkek kardeşleridir. Erkek kardeşleriyle beraber "Anemoi" (Rüzgarlar) olarak anılırlar. Roma mitolojisinde ona Vulturnus denirdi.
Kyaenai
Kyaenai, Antalya ili Kaş ilçesi yakınlarında bulunan bir antik kenttir. Kaş'a 23 km uzaklıktaki Yavı Köyü'nün üzerinde bulunan sarp kayalıklarda bulunur.
Kyaenai adı koyu mavi anlamına gelmekte, ayrıca "Çınlayan Kayalar" adıyla da anılmaktadır. Bunun nedeni rüzgarın buradaki kayalara çarparak çınlamasıdır.
Şehrin ne zaman kurulduğunu bilinmemektedir ancak ele geçen kitabeler ile şehrin tarihinin M.Ö. 4. yüzyıla kadar uzandığı tahmin edilmektedir. O tarihten itibaren de Kyaenai devamlı iskan edilen bir Lykia şehridir. Kyaenaili zengin lason, 16 Lykia şehrine yardım ettiği gibi kendi şehrine de yardım etmiş, imarına çalışmıştır. Bu nedenle de ona Lykia'nın en büyük hakimi anlamına gelen "Lykiakn" unvanı verilmiştir. Roma Devrinde büyük gelişme gösteren şehir Bizans döneminde de psikoposluk merkezi olarak varlığını sürdürmüş, X. yüzyılda terk edilmiştir.
Kyaenai 240 metre kadar yükseklikteki sarp kayalıkların üzerine kurulmuştur. Şehrin etrafını 450 metre uzunlukta bir sur çevirir. Surun Bizans döneminde de kullanıldığı sonradan konan taşlardan anlaşılmaktadır. Surun batı ve kuzey kısımlarında bugün üç kapı görülmektedir. Batı duvarının güney ucunda da dördüncü bir kapı olmalıdır.
Tepenin güney eteğinde ise tabii meyile oturtulmuş ve günümüze kadar sağlam gelebilmiş bir tiyatro bulunmaktadır.
Tiyatro ile akropol arasında nekropol sahası yer alır. Ağaçlar arasında Roma Devri'ne ait irili ufaklı birçok lahit bulunmaktadır. Kyaenai, Lykia Bölgesi'nde en çok lahit görülen şehir niteliğinde olduğundan buraya lahitler kenti de denir. Batı taraftakiler sade, doğu yamaçtakiler daha değişik ve bazıları kabartmalıdır. Bu kabartmalı lahitler M.Ö. 350'ye tarihlenir. Diğer lahitlerin hepsi Roma dönemine aittir.
İsinda
İsinda, Antalya ili Kaş ilçesi yakınlarında bulunan antik Likya kenti.
İsinda (Belenli) Kaş'a 13 km mesafede Belenli mahallesinin hemen yakınındaki tepe üzerinde kurulmuştur. İsinda küçük bir Lykia şehridir ve etrafı surlarla çevrilidir. Kentte yer alan akropolün ortasında Lykia yazıtlı iki ev tipi mezar ilgi çekicidir. Ayrıca birçok kaya mezarı ile Roma devrine ait Lykia tipi lahitler günümüze kadar varlığını sürdürmüştür.
Apollonya, Kaş
Apollonya, Antalya ili Kaş ilçesi yakınlarında Kılıçlı Köyü'nde bulunan antik Likya kenti.
Apollonya (Kılınçlar), Kaş'a 22 km mesafede, Kekova yolu üzerinde Kılınçlı köyünde Likya Birliği'ne bağlı olarak kurulmuş bir kenttir. Kalıntılardan anlaşıldığına göre MÖ 4. yüzyılda kurulmuştur.
Şehir "L" harfine benzeyen bir kayalığın üzerindedir ve kenti çevreleyen surların bir kısmı ayakta kalmıştır. İç kulenin batısında iyi durumda bir Bizans dönemi yapısı ile aynı döneme ait kilise bulunmaktadır. Kilisenin batısında tahrip olmuş tiyatro görülür. Hamam ve en ilginç yapılardan olan Heroon 6 prizmal gövdeli mezar anıtı diğer kalıntılardır.
Istlada
Istlada, Antalya ili Kaş ilçesi yakınlarında bulunan Likya antik kentidir.
Istlada (Kapaklı) Lykia Bölgesi'nin küçük fakat etkileyici bir antik kentidir. Istlada'ya Finike - Kaş karayolu üzerindeki Davazlar Köyü'nden gidilir. Doğuya ayrılan 4 km'lik yol bizi Kapaklı Köyü'nün Hoyran mevkiindeki ünlü anıt mezarının yanına kadar götürür. Burada İlkokulun hemen karşısında bulunan ve MÖ 4. yüzyıla ait Hoyran Anıtı bütün görkemiyle karşımıza çıkar.
Ağaçların gölgesinde mahzun duran Hoyran Mezar Anıtı bir kayadan kesilerek ev tipi mezar haline getirilmiştir. Üzeri yuvarlak mezar anıtının alınlığında üç kişi ayakta durmaktadır. Alttaki geniş frizde ise ortada bir sedir üzerine uzanmış erkek figürü ve bu figürün önünde bir masa ile dört silahlı adam figürü yer almaktadır. Arkasında ise iki erkek ve iki kadın figürü vardır. Kapısının üzerinde silinmiş bir Lykia yazıtı göze çarpar.
Akropolün doğu ve kuzey yönünde kaya mezarları, lahitler ve stel şeklindeki mezarlar ile sarnıçlar görülür. Mezarların tümü Roma devrine aittir. Bu lahitlerin arkasında kayaya oyulmuş Lykia ev tipi mezarlardan biri Güvercinli mezar olarak anılır. Mezarın üzerinde horoz, sfenks ve güvercin tasvirleri bugün de görülebilir. Mezarın kuzey yönünde ise mezar sahibinin ve yakınlarının tasvir edildiği bir friz yer almıştır. Mezar MÖ 4. yüzyıla aittir.
Derya Mağarası
Derya Mağarası, Antalya'nın batı kıyısında Konyaaltı Caddesi ile deniz kıyısı arasında bulunan Atatürk Parkı'nın içinde bulunan bir mağaradır.
124 metre toplam uzunluğundaki mağaranın girişe göre en derin noktası 35,65 metredir. Dikey mağara tipindedir. Güney kenarı deniz içinde olduğu için "deniz mağarası" olarak da adlandırılabilir. Mağara kuru ve gelişimi durmuş bir mağaradır. Mağaranın denizde olan kesimleri yarı tuzlu deniz suları ile kaplıdır.
Büyük salonda az miktarda dikit ve duvar traventenleri gelişirken, güneye doğru sarkıt ve dikitler artmaktadır. Bu bölgede tatlı su kaynakları çatlaklardan çıkarak deniz suyuna karışmaktadır. Mağaranın asıl girişinin 40 m. batısında ikinci bir girişi daha vardır. 0,5 m. genişliğinde ve 1 m. uzunluğunda genişlemiş bir yarık görünümündedir.
Asfalt
Asfalt, dayanımlı akmaz halden katı hale kadar değişkenlik gösteren siyah ve kahverengi organik bir maddedir.
Ana olarak bir hidrokarbon olan asfaltın, kimyasal bileşimi oldukça karışık ve değişken olup, petrolün destilasyonundan veya doğal yataklardan elde edilir. Bugün yaygın olarak kullanılan asfalt, petrolün rafinasyonundan elde edilen yan üründür. Maden kömürünün damıtılması aşamasında elde edilen siyah madde zifttir. Buna toprak ve/veya taş eklenir.
Asfalt; yolların, hava alanlarının kaplanmasında, çatı izolasyonunda, su ile ilgili olan yapılarda su geçirmezlik sağlamada kullanılır. Yapışkan özelliği vardır. Boya sanayinde, akü üretiminde, su kanallarını kaplamada ve kil tuğlalarını yapıştırmada kullanılır. Asfalt genellikle petrolün oksidasyonu sonucunda ortaya çıkmıştır. Yani petrol kökenlidir. Çamur ve göl halinde (Bermudez kara gölünde ve Trinidad'daki kara gölde ) bulunduğu gibi, yer altında kaya aralarında sert halde de bulunur. Sert haldekiler yer altından maden çıkarılır gibi çıkarılır. Ayrıca kum taşlarında ve killer arasında da bulunur. Asfaltın kaynama sıcaklığı 425-500 C bütün petrol ürünlerinden daha yüksektir.
Phong yansıma modeli
Phong yansıma modeli, ışık kaynağından yayınlanan ışınların yüzeylere çarparak göze ulaşması sonucu aydınlığın algılanmasını sağlayan ilkelerin bilgisayar ortamında modellenmesine kullanılan bir modeldir. Phong modeli, ışığın ve yansımanın fiziksel özelliklerine dayalı olmayıp ampirik bir modeldir.
Işın izleme ya da ışıma gibi yansıma modellerinden farklı olarak Phong modeli sadece ışık kaynağından çıkan ışınları gözönüne alır, diğer cisimlerden gelen yansıma modeli yoksayılır.
Phong yansıma modeline göre, cisme gelen ışınlar, üç şekilde yansır: Ortam aydınlanması (ambient), yaygın yansıma (diffuse) ve aynasal yansıma (specular).
Ortamda bulunan cisimlerin birbirlerini sabit bir oranda aydınlattığı varsayılır ve bu aydınlatmaya ortam aydınlanması, bu aydınlanmadan kaynaklanan yansımaya ortam yansıması denir.
Cismin tüm yüzeyinden aynı şiddette yansıyan ışık, yaygın yansımaya neden olur.
Göz ve ışık konumuna bağlı olarak cisimden aynasal yansıma meydana gelir. Aynasal yansıma, cismin parlaklığına (formula_1) bağlı olarak daha noktasal ve şiddetli ya da daha yaygın ve zayıf olabilir.
Ortam, yaygın ve aynasal yansımanın ayrı ışık bileşenleri, sırsıyla formula_2, formula_3 ve formula_4, tarafından yaptığı varsayılır. Böylelikle ışık kaynağının odaklı ya da yaygın olması da modellenebilir.
Bir cismin formula_5 normal vektörlü formula_6 noktasındaki aydınlanma formula_7, noktasal ışık kaynakları kümesi B üzerinde aşağıdaki gibi bir toplamdır:
Bu ifadede, formula_9, formula_10 ve formula_11 sırasıyla ortam, yaygın ve aynasal yansıma katsayılarıdır. Işık, cisme formula_12 vektörü yönünden gelir ve göz de formula_13 vektörü yönündedir.
Çan (anlam ayrımı)
Çan, şu anlamlara gelebilir
Camgöbeği
Camgöbeği, RGB renk sisteminde yeşil ve mavi renklerinin karışımıyla elde edilen renk.
Tophane-i Amire
Osmanlı Devleti'nde top, döküm ocakları adı verilen yerlerde icra edilirdi. Bu çalışmanın yapıldığı binalar yüksek duvarlı, kubbeli, kâgir ve fazla miktarda bacaya sahip mekânlardı. Ayrıca, top dökümü için zemine açılmış büyük çukurlar, erimiş maddenin taşınması için kullanılan künkler ve döküm esnasında çıkabilecek yangın tehlikesine karşı su sarnıçları vardı. İstanbul'da bulunan Tophâne-i Âmire binasında top dökümünden dolayı meydana gelen büyük alevlerin çıkarabileceği yangınları engellemek amacı ile bal dolu fıçıların hazır tutulduğu bilinmektedir.
Top, demir veya taş mermi atan bütün ağır ateşli silahlara verilen bir isim olup, muhtelif manaları bulunan Türkçe bir kelimedir . Divan –ı Lügati–‘t –Türk’te, kalın ağaç gövdelerinin içi oyularak, barut doldurmak suretiyle taş mermilerin atıldığı bir silah olarak tarif edilen tüfek, aynı zamanda topu da ifade etmektedir . Kamus–ı Türki’de, ‘’barut ve gülle ile doldurulup atılan ma’ruf büyük silah’’, Resimli Kamus–ı Osmani’de ise ‘’barut gazlarının kuvve –i dafiasıyla mermiyyatı remy etmekte istimal olunan alat–ı nariyye’’ olarak izah edilir .
Osmanlılarda ‘’tophâne’’ kelimesi, topların döküldüğü v |
e kundaklandığı teşkilatlı bir müessese için kullanıldığı gibi, zaman zaman baruthane, top güllesi mahzeni ve top deposu gibi yerler içinde kullanılmıştır. Sadece gülle dökülen veya yapılan yerlere de tophâne adı verildiği görülmektedir. Mesela Lütfi Paşa 22 Şa’ban 895 (11 Temmuz 1489) günü yıldırım düşmesi sonucunda infilak eden Güngörmez Kilisesi Baruthanesi’den ‘’Tophâne’’ olarak bahsetmektedir .Top dökümü yapılmayan ve bahsedilen amaçlarla kullanılan yerlere tophâne denilmesinden dolayı, bu tür yerlerin bulunduğu bölgeye de Tophâne mahallesi adı verilmektedir. Mesela, Bursa’da ramazan topunun bulunduğu ve ateşlendiği mahalleye Tophâne mahallesi denilmektedir
Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul'un fethinden önce, Bursa ve Edirne olmak üzere iki yerde tophânelerinin olduğu tahmin edilmektedir. İstanbul’un fethinden sonra da Bursa ve Edirne tophânelerinin yanında birçok yerde daha tophâne kurulmuştur. İstanbul'da Fatih Sultan Mehmet’in kurduğu Tophâne–i Âmire’den sonra kurulan bu tophâneler; Avlonya, Semendire, Novaberda, İşkodra, Belgrad, Budin, Erzurum, Mısır, Basra, Birecik, Hasköy ve Van tophâneleridir. Osmanlılar fetih alanlarının genişlemesi ile birlikte mevcut bu tophânelerin yanı sıra seyyar tophâneler de kurmuş ve buralarda da top dökmüşlerdir.
İstanbul’un fethi’nden önce biri Bursa diğeri Edirne olmak üzere Osmanlıların iki yerde tophânelerinin olduğu tahmin edilmektedir. Bunun yanında, sarp yerlerde bulunan kalelerin muhasaralarında kullanılacak büyük topların, savaş alanına yakın bir yerde inşa edilen seyyar tophânelerde döküldüğü kaynaklarda zikredilmektedir. Bu şekilde seyyar top dökümü, Osmanlıların Avrupa ve Balkanlar’daki fütuhatında önemli bir rol oynamıştır. Osmanlılar Tophâne –i Amire’nin faaliyete geçmesine kadar top ihtiyaçlarını sabit tophâneler yanında bu şekilde seyyar tophâneler vasıtasıyla da temin etmekteydiler. Ayrıca savaşlarda elde edilen ganimet topların da top temininde önemli bir yekun tuttuğu bilinmektedir .
Osmanlı sınırlarının mütemadiyen genişlemesiyle, buna paralel olarak, merkeze uzak yerlerde bulunan sınır eyaletlerine ve kalelere top ve diğer mühimmatın yetiştirilmesi meselesi ortaya çıkmıştır. Osmanlılar bunun için bir taraftan buralardaki kalelerde ve uygun yerlerde tophâneler kurarken, diğer taraftan da düşmandan ele geçirilen bu tür imalathanelerin işlevlerini sürdürmüştür.
XVI. asrın başlarına kadar Avrupa ve Balkanlar’daki tophâne ve benzeri kurumlar personeli ile birlikte faaliyetlerine devam ettirilirken . Yüzyılın başlarından itibaren bu uygulamadan vazgeçilmeye başlandığı anlaşılmaktadır. İstanbul’da Tophâne –i Amire’nin faaliyete geçmesi ile birlikte çok sayıda topçu ve dökücünün yetişmeye başlaması ile birlikte Osmanlılar’ın topçuları ve dökücüleri artmaya başlamıştır. XVI. asrın ortalarına doğru Osmanlılar, hem İstanbul’da ve hem de diğer tophânelerde yabancı usta yerine kendi ustalarını çalıştırmaya başlamışlardır. İstanbul dışında düşmanlardan ele geçirilen veya Osmanlılar tarafından kurulan tophânelerde,sürekli üretim yapma ihtiyacı olmadığı için mevcut işçi ve ustaları muhtemelen merkeze almışlar ya da kalelerde topçu birliklerinde görevlendirmişlerdir. Top dökümü zamanlarında ise İstanbul’dan Tophâne –i Amire’de çalışan bazı dökücüleri bir bölükbaşı veya kethüda ile birlikte, ihtiyaç kadar top dökmek üzere bir süreliğine istenilen bölgelere sevketmişlerdir .Bazen de İstanbul’dan sadece usta dökücüler gönderilmekte, gerekli diğer elemanlar ise top dökülen yerde ya da çevre kalelerde bulunan topçular arasından seçilip yardımcı olarak görevlendirilmekteydi . İstanbul’dan topçu gönderilemediği takdirde büyük merkezlerdeki topçubaşılar top dökümü için görevlendirilirdi .Osmanlılar, kendilerinden ateşli silah yardımı talep eden Müslüman ülkelere de Tophâne’den dökücü ustası göndermekteydi . Gittikleri yerde görevleri biten dökücüler ya tekrar İstanbul’a dönerler ya da ihtiyaç duyulan diğer yerlere sevkedilirlerdi . Osmanlıların bu şekilde hareket etmelerinde hem iktisadi hem de askeri bazı maksatları bulunmaktaydı.
Osmanlılar İstanbul’un fethinden sonra da Bursa ve Edirne tophânelerinin yanında birçok yerde tophâne kurmuşlardır. Tophâne–i Amire’den sonra kurulan bu Tophâneler; Avlonya, Semendire, Novaberda, İşkodra, Belgrad, Budin, Erzurum, Mısır, Basra, Birecik ve Van Tophâneleridir.
Osmanlı İmparatorluğu'nda Fatih Sultan Mehmet'in yaptırdığı ve uzun yıllar top dökümünün gerçekleştirildiği Tophâne-i Âmire binası zaman içerisinde, birçok padişahın eklemeler yapması ile iş hacmini genişletmiş ve imparatorluğun en önemli askeri sanayi teşekkülü olma özelliğini uzun süre korumayı başarmıştır.
Evliya Çelebi’ye göre II. Bayezid, Fatih Sultan Mehmet’in yaptırmış olduğu Tophâne binasının civarına bir takım binalar daha yaparak topçuların ve dökücü ustalarının yerleşimini sağlamıştır.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde, ise Fatih Sultan Mehmet ve II. Bayezit’in inşa ettirdiği "Tophâne–i Âmire" müştemilâtına ait bütün binalar yıkılarak, yerlerine yeni ve daha büyük bir Tophâne binası yapılmıştır. Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptığı bu yapı 1742 yılında geniş çaplı bir tamirat geçirmiş, 1743 tarihinde tamamen yıkılmış ve bugünkü haliyle yeniden yapılmıştır.
Kâgir tophâne III. Ahmed’in emri ile Sadrazam Damat İbrahim Paşa tarafından yaptırılmıştır. 1843 yılında "Ohannes" ve "Boghos Dadian" tarafından kurulan Zeytinburnu Demir Fabrikası'nın (Grande Fabrique) faaliyete geçmesi ile, top ve diğer silahlar bu fabrikada dökülmeye başlanmıştır. 1850 yılında fabrikanın tam kapasite ile çalışmaya başlaması ile birlikte, Tophâne–i Âmire’deki top dökümü yavaş yavaş kaldırılmış ve top dökümünün yanı sıra birçok döküm işleri de Zeytinburnu Demir Fabrikası’nda yapılmaya başlanmıştır.
14. yüzyılın başlarından itibaren Avrupa’da hızlı bir şekilde yaygınlaşmaya başlayan top dökümü ve üretimi, aynı yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlılar'da da görülmeye başlanmıştır. Osmanlılar, yeni teknolojilerle üretilen güçlü ve etkili toplarla diğer devletler üzerinde bir baskı kurmuşlardır.
Osmanlıların 15. yüzyılda yakaladıkları teknik üstünlük ve top döküm anlayışı, Avrupa’da ancak 16. yüzyılın ortalarından itibaren uygulanmaya başlayabilmiştir. Ekonomik gücü, hammadde kaynakları ve teknik kadro bakımından Avrupa’nın çok ilerisinde olan Osmanlı Devleti top dökümü konusunda uzun yıllar Avrupa’nın önünde yer almıştır. Ancak 17. yüzyıldan itibaren Osmanlılar Avrupa’ya karşı olan bu üstünlüğünü yavaş yavaş kaybetmeye başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş yıllarında Avrupa’nın, özelikle papalığın Osmanlı Devleti’nin savaş gücünün yıkıcılığının önüne set çekmek ve Osmanlı sınırlarının Avrupa içlerine yayılmasına engel olmak maksadıyla top dökümünde kullanılan çeşitli malzemelerin Osmanlı ülkesine girişini engellemeye çalışmışlardır. Ancak alınan birçok önleme karşın Avrupalı tüccarların para kazanma hırsından kaynaklanan nedenlerle Osmanlı ülkesine çeşitli yollardan bu malzemeleri sattığı bilinmektedir. Osmanlı Devleti’ne uygulanan bu ambargo İmparatorluğun sınırlarını genişletmesi ve zengin kaynaklara sahip olması ile tersine uygulanmıştır. Osmanlı Devleti bir zamanlar kendisine uygulanan bu ambargoyu Avrupa devletlerinin yanı sıra doğudaki bazı düşman gördüğü devletlere de uygulamış, ve onların savaş olanaklarının gelişmesini elinden geldiği kadar engellemeye çalışmıştır.
19. yüzyılda ise Osmanlı Devleti’nin askeri malzeme ihtiyacını karşılamakta bir hayli zorlandığı ve bu tür malzemelerin çoğunlukla dışarıdan karşılandığı bilinmektedir. Bu dönemde "Tophâne–i Âmire Müşirliği"'ne bağlı bulunan harp sanayi ihtiyacı karşılamaktan uzaktı. Ordunun silah ve cephane gereksinimi, Fransız, Alman ve daha sonra Amerika’dan sağlanmaya başlanmıştı. Özellikle Kırım Savaşı sonrasında, 1869’da ordu yeniden düzenlenirken, artan silah ihtiyacı Alman ve Amerikan şirketlerinden temin edilmekte idi.
Zaman içerisinde Tophâne-i Âmire binası işlevselliğini büyük ölçüde kaybetmiş, Zeytinburnu'nda bulunan dökümhane ağırlık kazanmıştır. Nitekim dünyanın ilk seri atışlı sahra topu 1866-1868 yılları arasında Ahmed Süreyya Emin Bey tarafından beş yüz altın mukabilinde Zeytinburnu Fabrika-i Hümayunu'nda dökülmüştür.
Osmanlı İmparatorluğu’nda 14. yüzyıldan itibaren gelişme olanağı bulan topçuluk, imparatorluğun yükselme döneminde zirveye çıkmış, ancak 17. yüzyıldan itibaren, Avrupa topçuluğu karşısında duraklamaya ve daha sonra gerilemeye başlamıştır. 19. yüzyılda ise İmparatorlukta topçuluk konusunda çok önemli bir gelişme meydana gelmiş ancak hak ettiği ilgiyi ve takdiri görmekten uzak kalmıştır.
Ahmed Süreyya Emin Bey (1848-1923) seri atışlı bir top yapılabileceğini kanıtlayan dünyadaki ilk insan olarak çok parlak bir başarıya imza atmıştır. Bu başarı Ahmed Süreyya Emin Bey’in, zamanının çok ilerisinde bir anlayışa sahip olduğunu göstermektedir. Ahmed Süreyya Emin Bey bu icadının yanı sıra, topların ateş edildikleri sırada falyalarından dışarıya çıkan gazın, güllelerin sürat ve kuvvetini azaltmakta olduğunu ve bu sakıncanın giderilmesi ile ilgili teknoloji mühendislerini araştırmaya çağıran Fransa Hükümeti’nin yaptığı resmi duyuruyu haber almış, bu çalışmalar devam ederken yaptığı bir icad ile bu sorunu çözümlemiştir.
Falya barutunun ateşlenmesi ile gaz namludan süratle dışarı çıkarken topun içerisine büyük bir şiddet ve gürültü ile hava doluyordu. Ayrıca kuyruktan ortaya çıkan gaz kaçakları mermilere sürat kaybettiriyordu. Ahmed Süreyya Emin Bey gaz kaçaklarının meydana gelmesine engel olacak yeni usulde bir barut haznesi kapağının, falyayı kapatarak ateş edici bir alet ile kuyruktan ortaya çıkan gaz kaçaklarını engelleyen, biri çelik ve diğeri tunç toplara mahsus olmak üzere iki çeşit gaz halkasıyla bir de ayrıca barut haznesi kapağının icadına muvaffak olmuştur. Ancak bütün bu çalışmalar devletten hak ettiği ilgiyi görmemiştir.
Galibarda
Galibarda veya Fuşya rengi kırmızı ve mavi ışığın eşit oranlarda karıştırılması ile elde edilir. Bu renk daha çok İngilizce isminin okunuşu olan "macenta |
" adıyla anılır.
Galibarda rengi dört renkli (CMYK) baskıda kullanılan renklerden biridir.
Galibarda renginin hex değeri "#FF00FF", RGB değeri "255, 0, 255", ve CMYK değeri "0, 100, 0, 0" dır.
İstanbul Oyuncak Müzesi
İstanbul Oyuncak Müzesi, İstanbul'un Kadıköy ilçesinin Göztepe semtinde bulunan ve şair Sunay Akın tarafından 23 Nisan 2005'te kurulan oyuncak müzesidir. Müze koleksiyonu, Sunay Akın’ın 20 yıl boyunca 40'tan fazla ülkede satın aldığı oyuncaklardan oluşturulmuş, dekoruysa sahne tasarım sanatçısı Ayhan Doğan tarafından tasarlanmıştır. Müze içerisinde 1700'lü yıllardan itibaren günümüze kadar gelen oyuncaklar sergilenmektedir. 2012 yılının Kasım ayında dünya çapındaki benzer müzeleri bir araya getirmek için Sunay Akın tarafından kurulmuş olan Oyuncak ve Çocuk Müzeleri Birliği'nin (TOYCO) ilk buluşmasına ev sahipliği yapmış olan müze, Antalya'da, Ataşehir'de ve Gaziantep'te Sunay Akın'ın danışmanlığı ve küratörlüğüyle yeni oyuncak müzeleri açılması için örnek teşkil etmiştir.
Tristan da Cunha
Tristan da Cunha, dünyanın üzerinde yerleşim olan karaya en uzak adasıdır. 1506 yılında Portekizli Amiral Tristao da Cunha tarafından keşfedilmiştir. Nüfusu 275 kişidir. İngiliz Milletler Topluluğu'na bağlıdır. Aktif volkanik kökenli bir adadır.
En yakın kara parçası kuzeyde 2.334 km uzaklıktaki St. Helena adasıdır. En yakın kıta şehri 2.778 km doğuda Güney Afrika Cumhuriyeti'nde Cape Town'dır.
Adada yerleşim sadece Edinburgh of the Seven Seas denilen merkezdedir. Adada havaalanı bulunmamakta, sadece küçük bir liman bulunmaktadır. Adada sosyal tesis olarak 1 okul, 1 hastahane, 1 postahane, 1 müze, 1 pastane, 1 bar ve 1 yüzme havuzu mevcuttur.
Kamov Ka-50
Ka-50 takma adları "Kara Köpekbalığı (Black Shark)" veya "Kurtadam (Werewolf)"dır. "Hokum A" NATO'daki kod adıdır. Sovyet yapımı, tek koltuklu, karşıt pervaneli (kontra-rotor), fırlatma koltuklu, anti-tank helikopteridir. Kamov şirketi tarafından üretilmektedir.
Tek rotorlu (döneçli) helikopterlerde, gövdenin pervanenin dönüş yönünün tersine dönmesini engellemek için kuyruk pervanesi bulunur. Kamov Ka-50'de ise bunun yerine birbirinin tersi yönde dönen iki rotor (döneç) mevcuttur. Dünyanın fırlatma koltuğuna sahip ilk helikopteridir. Koltuklar fırlatılmadan önce pervaneler gövdeden ayrılır.
Ka-50'lerin en büyük sorunu tek pilota sahip olmasıdır. Navigasyon (seyrüsefer) ve silah sistemlerinin tek mürettebat tarafından kontrol edilmesi Ka-50 pilotlarını germekte ve daha çok hata yapmalarına neden olmaktadır. Bu eksikliği fark eden üreticiler çift koltuklu Kamov Ka-52 Timsah (Alligator) versiyonunu üretmişlerdir. Ka-52'deki çift koltuklar diğer saldırı helikopterlerinden farklı olarak arka arkaya değil yan yana tasarlanmışlardır.
Ka-50 modeli Sovyet bakanlar kurulunun isteği üzere tasarlanan V-80Sh prototipinin üretim versiyonudur.
Batı ilk kez bu tasarımdan 1984 yılında haberdar oldu.İlk fotoğrafları 1987 yılında ortaya çıktı.
Ancak Rusya'nın kurulmasına kadar sınırlı sayıda hizmet verdiler.Resmen 1995 ylılnda Rus Hava Kuvvetleri servisine alındılar.
Handspring
Handspring PalmOS kullanan PDA'lar üretmiş olan bir firmadır. Firma Visor ve Treo serisi cihazları üretmiştir. Treo serisinin son cihazları halen popülerliğini korumaktadır.
Handspring, Palm firması 1997 yılında da 3Com yönetimi altına girince şirketin gidişatından memnun olmayarak firmadan ayrılan Jeff Hawkins, Donna Dubinsky ve Ed Colligan tarafından kurulmuştur. Bu kişiler daha önce Palm firmasının kurmuş ve ünlü Palm Pilot'u üretmişlerdir. Ağustos 2003'te Palm firması PalmSource ve PalmOne olarak ikiye ayrılırken PalmOne ile Handspring birleşmiştir.
Eylül 1999'da duyurulan Visor serisi PDA'lar, zamanının Palm PDA'larına göre daha gelişmiş özelliklere sahipti. Bu cihazlar benzerlerinin aksine seri port aracılığı ile değil, USB port ile bilgisayara bağlanabiliyordu. Bu Macintosh bilgisayarlara daha uyumlu olmalarını sağlamıştı. Springboard genişleme yuvası aracılığı ile cihazlar birçok yönden geliştirilebiliyordu. Elektronik kitaplar, oyunlar, ek hafıza kartları, telefon, MP3 çalar, radyo ve dijital fotoğraf makinası modülleri gibi birçok ilginç Springboard modülü cihazların yapabildiklerini ciddi biçimde arttırmıştı. Handspring yüklü gelen yazılımları da geliştirmiş, yenilerini eklemişti. Ayrıca Visor'ler, değişik renklerde geliyordu ve zamanının Palm PDA'larına göre daha ucuza satılıyorlardı.
Visor serisi PDA'lar şunlardır: Visor Solo, Visor Deluxe, Visor Prism, Visor Platinium, Visor Edge, Visor Neo, Visor Pro.
Handspring Visor serisinin üretimini durdurdu ve onu Treo serisi ile değiştirdi. Bu seri daha iletişim odaklıydı, Treo 90 modeli hariç tüm modeller telefon özelliği içermekteydi. Bazıları da email ve SMS yazımını kolaylaştırmak için Graffiti alanı yerine klavyeye sahiptiler. Handspring, Treo serisinde Springboard yuvasını dahil etmeyerek Sprinboard'a da son vermiştir. Gelişen SD/SDIO kart teknolojisi karşısında bu kaçınılmaz olmuştur.
Treo serisinin en ünlü cihazları Treo 600 ve Treo 650'dir. Treo 600 Handspring tarafından üretilmiş, ancak kısa süre sonra firma PalmOne ile birleşmiştir.
Treo serisi cihazlar şunlardır: Treo 90, Treo 180, Treo 180g, Treo 270, Treo 300, Treo 600, Treo 650.
Unimog
Unimog (Evrensel motorlu araç manasına gelen Universal-Motor-Gerät türetilmiştir) Mercedes-Benz tarafından üretilen, her türlü arazi ve hava şartında gitmek için tasarlanan çok amaçlı bir kamyondur. Unimoglar ambulans, askeri taşıma, radyo istasyonu, arama kurtarma ve kar temizleme aracı olarak kullanılabilirler. Dünyadaki birçok ordu tarafından kullanılmaktadır.
Türk Ordusu'nunda başlıca taktik tekerlekli askeri taşıma kamyonudur. 1987'den beri Aksaray'daki kamyon fabrikasında üretilmektedir. Yeni nesil Unimoglar (U 4000) Türk Ordusu'nun hizmetine girmiştir.
Unimogları diğer arazi araçlarının çoğundan ayıran özellikler mevcuttur. Bunların başında portal akslar ve tüp muhafaza içerisinde yer alan şaftlar gelmektedir.
Bu akslar Unimogun diferansiyellerinin normalden daha yukarda yerleşmesine olanak sağlarken ağırlık merkezini hemen hiç etkilemez. Bu sayede standart lastiklerle bile yere en yakın 40 cm'lik bir açıklık sağlanabilmektedir. (Bu bir Hummer'ın gövdesinin yerden yüksekliği kadardır). Bununla birlike örneğin 404s modeli 42 derecelik yan açılarda ilerleyebilir. Portal akslar kuvvetin tekerleklere kadar minimum güç ile aktarılıp tam tekerlek merkezinde küçültme yaparak tam güç alınması vasıtası ile de aktarma organlarını aşırı yüklenmelerden korur. İş makineleri ve tarım traktörlerinde de bulunan bu ek dayanım sayesinde unimoglar 3000 tonluk tren katarlarını bile kullanım ömürleri boyunca sorunsuzca çekebilirler.
Unimoglarda aktarma organları tüp içerisinde yer alır. Bu, aktarma organlarına gelen kuvvetlerin şasinin merkezine aktarılmasını sağlarken aktarma organlarını dış etkenlerden ve darbelerden koruyan bir kabuk görevi de görür. Havalı fren sistemi bulunan modellerde hava tahliyesinin bir kısmı bu tüplerin içine yapılır ve basınç sayesinde muhtemel kaçaklardan içeri toz, su vs. girmesi önlenmiş olur.
Unimoglarda şasinin maksimum esneyerek oluşan kuvvetleri tüm şasiye bir yay gibi aktarması hedeflenmiştir. Ayrıca şasi bükülerek araziye maksimum uyum sağlama gösterir ve tekerleklerin yerden kesilmesinin en asgariye indirir. Bu esnekliğin sağlanması amacı ile motor sadece önde tek noktadan şasiye bağlıdır diğer bağlantı ise vites kutusu üzerinden vites kutusu ile birliktedir. Aktarma organları ise şasiye değil tüpler vasıtası ile vites kutusuna bağlı olduğu için de şasi yarı serbesttir ve maksimum esnerken bile gerilim kuvvetleri minumumda kalır.
Unimoglarda aktarma arka tekerlekleredir. Araç normal yol koşullarında arkadan itişli olarak yol alır. Yol sartları ağırlaştığında ise iki seçenek mevcuttur. Ön tekerleklere aktarma yapmak ve diferansiyelleri kitlemek. Unimoglarda hem ön hem de arka diferansiyel kilitlidir. Çekiş üzerindeki değişiklikler araç hareket halinde iken yapılabilmektedir.
Unimogların şanzımanları ise çok amaca hizmet edebilmek amacı ile çok viteslidir. 6 ya da 8 ileri vites üzerinden küçültme yapılarak 24 vitese kadar seçenek elde edilebilir. Düşük viteslerde maksimum hız saatte 1 (bir) km nin altında olabilmektedir. Bu özellik ile unimog üzerine takılan örneğin asfalt bakım ya da tarım uygulamalarını istenen hızda kullanabilmektedir. Bazı Unimogların tüm vitesler ileri ve geri olarak kullanılabilmektedir. Bu sayede araç ileri gittiği hızda geri de gidebilir. Modern unimogların maksimum hızları ise 120 km/s civarındadır.
Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanlığı
Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanlığı (eski adıyla "Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği"), Türk Silahlı Kuvvetlerini komuta eden ve yönlendiren Çankaya, Ankara'daki en üst düzey askerî birim olup Genel Kurmay Başkanı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası 117. Maddesi gereğince Türk Silahlı Kuvvetleri'nin komutanı olarak Cumhurbaşkanı tarafından atanır. Görevlerinden dolayı Başbakan'a karşı sorumludur. Genelkurmay başkanlığı binası, 29 Ekim 1931'de (Cumhuriyetin 8.yılında) Atatürkün katıldığı bir törenle açılmıştır. Mevcut dönemin Genelkurmay Başkanı 2015 yılı Ağustos ayından beri Orgeneral Hulusi Akar'dır.
Genelkurmay Başkanı, Silahlı Kuvvetler Komutanıdır ve şu görevleri yerine getirir:
Genelkurmay Başkanlarının görev süresi 4 yıldır. Kara Harp Okulu, 1962 ayaklanması ile 1963 ayaklanmasına katıldığı için 1963 ve 1964 yıllarında mezun verememiştir. Bunun etkisi de 2000'li yıllardaki komuta kademesine yansımış, komutanlar yaş haddine takıldığı için görevlerinde daha kısa kalmışlardır. Genelkurmay Başkanlığı'nı Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğ iki sene yürütmüştür. Sonraki genelkurmay başkanı Işık Koşaner, görevini üç yıl boyunca sürdürecek ve 2013'ten sonra yaş haddi sorunu ortadan kalkacaktı. Ama Orgeneral Işık Koşaner Balyoz darbe planı tutuklamalarına karşı tepki göstermek için 29 Temmuz 2011 tarihinde üç gün sonra yapılacak Türk Silahlı Kuvvetleri Yüksek Ask |
erî Şûra öncesi görevli tüm kuvvet komutanları ile birlikte istifa etti. Aynı gün tüm kuvvet komutanlarının istifası üzerine en kıdemli Orgeneral Necdet Özel önce Kara Kuvvetleri Komutanlığı ve Genelkurmay Başkanvekilliği'ne, 4 Ağustos 2011 tarihinde de asaleten Genelkurmay Başkanlığı görevine atandı. Orgeneral Necdet Özel'in ardından 04 Ağustos 2015 tarihinde yapılan Yüksek Askerî Şûra'da görev Orgeneral Hulusi Akar'a devredildi.
Türk Silahlı Kuvvetleri, Genelkurmay Başkanlığına bağlı Türk Kara Kuvvetleri, Türk Hava Kuvvetleri ve Türk Deniz Kuvvetleri ile barış döneminde Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanlığı'na bağlı olarak görev yapan ve savaş durumunda sırasıyla Kara ve Deniz Kuvvetleri Komutanlığı bünyesine dahil olan Türk Jandarması ile Türk Sahil Güvenliği'nden meydana gelmektedir.
Mitsubishi A6M
1940 ile 1945 yılları arası Japon İmparatorluk Deniz Kuvvetlerine hizmet etmişlerdir. Muhteşem manevra kabiliyetleri ve uçuş mesafesinin yüksek olması nedeniyle II. Dünya Savaşı'nın en çok üne sahip uçaklarından biri olmuştur.
Mitsubishi A5M avcı uçakları Çin-Japon Savaşı'nda başarılı olmuşlardı ancak geliştirilmeleri gerekiyordu, ayrıca Japon İmparatorluk Deniz Kuvveyleri uçak gemilerinden kalkabilecek avcı uçaklarına ihtiyaç duyuyordu.
A5M tecrübelerinden yola çıkan ordu yeni avcının özelliklerini belirledi. Uçak 4000 metrede en az 500 km/s hız yapmalı, 3000 metreyi 3,5 dakikada tırmanabilmeli, normal hızda 2 saat, ekonomik uçuş modunda 6-8 saat arası havada kalabilmeliydi. 2 adet 20 mm'lik topa, 2 Adet 7,7 mm'lik makineli tüfeğe sahip olacak ve 60 kg bomba taşıyabilecekti. Ayrıca uçağa radyo sistemi ve yön bulma sistemleri konulacaktı. Uçak gemilerinden kalkacak şekilde tasarlandığından kanatları kısa olacaktı bunun için Japon ordusu uçağın manevra kabiliyetinin A5M ile aynı olmasını yeterli buluyordu.
Nakajima ve Mitsubishi firmaları yarışmaya katıldılar. Ancak Nakajima firması bu özelliklere sahip bir uçağın o anda ellerinde bulunan motorlarla yapılamayacağını iddia etti ve projenin bir saçmalık olduğunu söyledi. Mitsubishi baş tasarımcısı Jiro Horikoşi ise böyle bir uçağın yapılabileceği fakat yapılacak uçağın mümkün olduğunca hafif olması gerektiğini söyledi. Bu uçağı tasarlamak için ek ağırlık getiren bütün eklentiler çıkarıldı ve elde olan motorlarla A6M uçaklarının yapımına başlanıldı. Ve böylece ateş gücü ve manevra kabiliyeti yüksek ancak hiçbir korunması olmayan bir uçak ortaya çıktı. Son dönem A6M'leri hariç çoğunun kendini yamayabilen yakıt tankları ve zırhı yoktu. Üretilen ilk "A6M"ler Nakajima Sakae marka radyal hava soğutmalı, 14 silindirli ve 1,020 BG'lik bir motorla donatılmıştı. Daha sonraki "A6M"lerde üç palalı pervaneyi çeviren 1,130 BG'lik motorlar kullanılmaya başlandı. 6,100 m yükseklikte saatte yaklaşık 565 km'lik bir hıza ulaşabilen uçağın gövdesinde 7.7 mm'lik iki makineli tüfek ve kanatlarının altında da 20 mm'lik iki top bulunuyordu. Uçağın kanatlarının altında yaklaşık 60 kg ağırlığında bomba da taşınabiliyordu.
Pearl Harbor Baskını'nda (7 Aralık 1941) sadece 420 adet A6M etkindi. O zamanki A6M modeli olan Model 21, 2.600 km'lik menzili ile bütün Müttefik uçaklarını alt edebiliyordu. Ancak A6M pilotlarının takım çalışmasını iyi uygulayamamaları nedeniyle Pasifik Cephesi'nde tam bir hava üstünlüğü sağlanamadı.
"A6M"nin manevra yeteneği dönemin tüm savaş uçaklarından daha yüksekti. "A6M", 591 lt'lik iç yakıt tankına ek olarak boşaldığında atılabilen 355 lt'lik bir dış yakıt tankının da yardımıyla, bilinen eriminden daha uzaklara gidebiliyordu.
Müttefik uçakları 1943'e değin hiçbir hava çatışmasında "A6M"leri yenilgiye uğratamadı. Savaş başlarında A6M karşısında etkisiz kalan Müttefik uçakları doğru taktikler kullanarak birçok kez onlara üstünlük sağlamıştır. Bunlardan Thach Dalgası adı ilen anılan taktik şöyle idi. İki uçaktan birisinin peşine bir A6M takılırsa pilotlar birbirlerinden uzaklaşıyorlar sonra uçakları birbirlerinin üzerine uçuruyorlardı, böylece hedef olan uçağın karşısından gelen diğer uçak A6M'i vurma şansı elde ediyordu. A6M'ler en ufak bir zırha sahip olmadığından isabet eden tek bir mermi düşmelerini sağlıyordu. Sonraları çıkan F6f Hellcat, F4U, ve P-38 uçakları sayesinde Müttefikler Pasifik'te hava üstünlüğünü kesin olarak kazanmışlardır. Savaşın son aylarında, çok sayıda "A6M" kamikaze uçağı olarak kullanılmıştır.
Ağustos 1945'e değin 10.500'den çok "A6M Zero" üretilmiştir.
2005 Fransa ayaklanmaları
2005 Fransa ayaklanmaları, Paris'te 27 Ekim 2005 akşamı, kimlik kontrolü yapan polis tarafından kovalanırken yüksek gerilim trafosuna sığınıp elektrik çarpması sonucu Kuzey Afrikalı Zyed Benna (17) ile Bouna Traoré'nin (15) ölümü ve 17 yaşındaki Muhittin Altun’un ağır yaralanmasının ardından başlayan ayaklanmalar. Olayların başlamasından sonra bir camiye gaz bombası atılması ve Fransa İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy'in olaylara karışanlara "ayaktakımı" olarak nitelemesi gerilimi tırmandırmıştır. Terör dalgası, Paris'in Kuzey Afrikalı göçmen azınlığın yoğun olarak yaşadığı semtlerine sıçramıştır.
Ayaklanmayı destekleyen Kuzey Afrikalı ve Kuzey Afrika kökenli Fransız azınlık, Fransa’yı saran isyana, yoksulluk ve polisin Kuzey Afrikalılara karşı kötü ve ayrımcı tutumunu neden olarak göstermektedirler. Sağduyulular ve terör karşıtları ise, olayları kınamaktadır.
Olayların başladığı banliyöde yaşayanların yarısının 20 yaşın altında olduğuna ve işsizlik oranın yüzde 40’un üstünde olduğuna dikkat çekilmektedir. Polisle çatışan çoğu Afrika kökenli gençlerin yaşları 12-25 yaş arasında değişmektedir. 11 günde yaklaşık 8.700 aracı ateşe veren öfkeli azınlık, okul, spor salonu, işyeri, otobüs garajı ve antrepolar dahil 300'e yakın kamu binasını da hedef almıştır. Paris'in ardından Fransa'nın diğer kentlerinde de araba kundaklama olayları olmuştur. Son olarak Belçika'da Brüksel’de, yabancıların yoğun olarak yaşadığı Sengil ve Anderlecht bölgelerinde de 6 Kasım akşamı 5 taşıt kundaklandı. Almanya’da da Berlin ve Bremen’de azınlık mensupları bazı araçları ve çöp kutularını ateşe verdiler.
Metallica
Metallica, ABD'nin Kaliforniya eyaletinin San Francisco şehrinde Lars Ulrich, James Hetfield tarafından kurulmuş bir heavy metal grubudur. Slayer, Megadeth, ve Anthrax ile birlikte thrash metal akımının kurucusudur.1981 yılında James Hetfield'ın, Lars Ulrich'in grup kurmak için yerel bir gazetede verdiği ilana yanıt vermesi ile kurulan grubun 2003 yılı itibarıyla kadrosu; vokal ve ritim gitarda James Hetfield, davulda Lars Ulrich, lead gitarda Kirk Hammett ve basgitarda Robert Trujillo şeklindedir.
Metallica'nın ilk albümü "Kill 'Em All" 1983 yılında yayınlandı. Grup, 1986 yılında yayınlanan ve tüm zamanların en ilham verici thrash metal albümlerinden biri olarak görülen "Master of Puppets" albümü ile hayran kitlesini genişletmeye başladı. Metallica, 1991 yılında yayınlanan "Black Album" olarak da bilinen kendi isimlerini taşıyan beşinci albümleri ile hem büyük ticari başarı hem de heavy metal tarihinin en başarılı albümlerinden birini yaptı.
2009 yılında Rock and Roll Hall of Fame tarafından onurlandırılan grup günümüze kadar toplam dokuz stüdyo albümü ve üç konser albümü yayımlamıştır. On Grammy ödülü bulunan Metallica Amerikan müzik tarihinde arka arkaya beş albümü Amerikan Billboard albüm satış listelerinde 1 numara olan ilk gruptur. Metallica 2008 itibarı ile tüm dünyada toplam 100 milyon albüm satışı elde etmiştir. Ayrıca Antarktika dahil 7 kıtada konser veren tek gruptur. 18 Ağustos 2016'da Hardwired... to Self-Destruct albümlerinin çıkış parçası Hardwired'ı hayranlarına sundular.
Grup; 1981 yılının sonlarında, Lars Ulrich'in The Recycler gazetesine verdiği "Davulcu, Tygers of Pan Tang, Diamond Head ve Iron Maiden çalan birilerini arıyor" ilanına, Leather Charm grubundaki Hugh Tanner ve James Hetfield'ın cevap vermesiyle kuruldu. Grup kurulmadan önce, Ulrich Metal Blade Records'ın kurucusu Brian Slagel'a yakında çıkacak olan derleme albümü Metal Massacre için şarkı kaydedip kaydedemeyeceğini sordu. Slagel teklifi kabul ettikten sonra Ulrich, Hetfield'a ritim gitar ve vokal görevlerini verdi. Grup resmi olarak 1981 yılının 28 Ekim'inde yani Hetfield ve Ulrich'in tanışmasından 5 ay sonra kuruldu.
Grubun adını alış hikâyesi ise Lars Ulrich ile arkadaş olan Ron Quintana'nın bir dergi çıkarmasıyla ilgilidir.Ron Quintana çıkaracağı dergisi için alternatif isimleri Lars'a sayarken Ron Quintana iki şık arasında kalmıştır.Bunlar;Metal Mania ve Metallicaydı.Lars akıllıca bir hamle yaparak Ron'a hemen Metal Mania fikrini önerir ve Metallica ismini grubu için alır.Grubun logosunuda James Hetfield hazırlamıştır.
Grup, bu sefer The Recycler gazetesine ana gitarist ilanı verdi. Dave Mustaine ilana cevap vermesiyle Ulrich ve Hetfield, pahalı gitar ekipmanını gördükten sonra Mustaine'i gruba dahil etti. 1982 yılının başlarında grup Metal Massacre albümü için ilk şarkısı olan Hit the Lights'ı kaydetti. Hetfield şarkıda basgitarı, Lloyd Grant ise solo gitarı çalıyordu. 14 Haziran 1982'de çıkan Metal Massacre albümünde grubun adı yanlışlıkla "Mettalica" olarak yazıldı. Hatadan sonra, yeni katılan basgitarist Ron McGovney ile birlikte ilk canlı konserini 14 Mart 1982'de Anaheim'da bulunan Radio City'de veren grup ayrıca "Power Metal" adında ilk demosunu yayınladı. Ancak Ron'un özellikle Ulrich ve Mustaine ile aralarındaki anlaşmazlık, şarkıların yaratım sürecinde neredeyse hiç katkısı olmayışı ve grup üyelerinden grubun bir elemanı olarak istediği saygıyı görememesi, 12 Aralık 1982'de ayrılmasına neden olmuştur. Bu sıralarda Hetfield ve Ulrich "Whiskey A Go Go" adlı mekanda grup Trauma grubunu izledi. İki arkadaş mekanda eğlencelerine devam ederken sahneden bir ses duydular, bunu ikisi de en başta solo gitar olarak düşünmüşlerdi ancak arkalarını döndüklerinde bunun wah-wah pedalı kullanan bir basgitarist olduğunu fark ettiler. James Hetfield olayı, ""Tam arkamızdan vahşi bir solo gelmişti, arkamızı döndüğümüz zaman bunun o olduğunu gördük, uzun kızıl saçlarıyla sadece i |
şini yapıyor ve çevrede sanki kimse yokmuşçasına, tek başına odasında çalıyormuşcasına sakin ve bir o kadar harika çalan birisi vardı"" diye özetliyor. Basist Cliff Burton'a "hayran kalan" Hetfield ve Ulrich Cliff'e gruba katılmasını teklif etti. Cliff başlangıçta kabul etmese de, yılın sonuna doğru grubun San Fransisco'ya taşınması koşuluyla gruba katılmayı kabul etti. Grubun Cliff Burton ile ilk konseri 1983 yılının Mart ayında The Stone adlı bir gece kulübünde oldu. Bu ekiple Megaforce adlı bir demo yayınlayan grup kendini metal müzik çevrelerinde iyiden iyiye belli etmeye başlamıştı. Ancak, Dave Mustaine'in alkol, şiddet ve uyuşturucu problemleri grubu çok rahatsız ediyordu ve bu yüzden gruptan çıkarılmasına karar verildi. Dave'in çıktığı aynı gün Exodus grubunun kurucularından Kirk Hammett gruba solo gitarist olarak katıldı.
Metallica, ilk stüdyo albümleri olan "Kill 'Em All"'u 1983'te çıkarttı. Aslında albümün adının "Metal Up Your Ass: Easters Cancelled, Bodys Been Found" olması planlanıyordu fakat grup ve şirket o zamanlar albüm isminin alacağı negatif tepkiden çekindi. Şirketin baskılarından dolayı isim değiştirilmek zorunda kaldı. Basçı Cliff Burton da şirketi kastederek "Kill 'Em All" adını önerdi ve grup tarafından hemen kabul edildi. Albüm 10 şarkı içeriyordu ve bu şarkılar arasında Dave Mustaine'in de katkıda bulunduğu besteler vardı. Albümün en belirgin tarafları Hetfield'ın çiğ vokali ve grup elemanların yapmak istedikleri müzik ve yaşlarını çok güzel yansıttıkları şarkıları olmuştur. Bu albümden "Seek & Destroy" ve "The Four Horsemen" birçok konserlerinde yer bulmuştur. Ayrıca Cliff Burton'ın bas solosu "(Anesthesia) Pulling Teeth" de bu albümde yer almaktadır. Albüm çok büyük bir satış başarısı getirmese de Metallica adının yeterince duyulmasını sağlamıştır. Grup belirli bir hayran kitlesi topladıktan sonra ikinci albümün geleceğini duyurmuştur.
Grup ikinci albüm "Ride the Lightning " 'i kaydetmek için 1984 yılında Danimarka'daki Sweet Silence stüdyolarına gider. Bir hafta süren kayıtlar sonucunda Flemming Rasmussen prodüktörlüğünde "Ride the Lightning" 1984 yılının Ağustos ayında raflardaki yerini alır. Yeni albüm ile grup Avrupa'da turnelere çıkmaya ve imza dağıtmaya başlar. Albümün açılış parçası "Fight Fire with Fire"'ın başındaki akustik kısım dinleyen herkesin kısa bir şok geçirmesine, Metallica'nın aniden tarz değiştirdiğini düşünmelerine sebep olmuş ama şarkının sert ve hızlı devamı bu kanıyı yok etmiştir. Albümde Hetfield'ın sesini yüksek derecede geliştirmesi de gözden kaçmamıştı. Albümdeki "Creeping Death", konserlerin vazgeçilmez parçası ve grubun canlı biçimde çaldığı en iyi parçalardan biri oldu. Yine albümde bulunan "Fade to Black" isimli şarkı çıktığı ilk günden beri grubun en çok sevilen şarkılarındandır. "Ride the Lightning" 'in çıkışından sonra grup pek çok dergilerden "Yılın Metal Grubu" ödülü aldı. Artık Metallica çığ gibi büyüyordu ve adını tüm Dünya'ya duyurmak için adım adım ileriyordu.
1984 yılında Metallica'yı izleyen Elektra Records'tan Michael Alago ve 'Q-Prime Menajerlik'ten Cliff Burnstein grubun performansından çok etkilenir ve kontrat imzalanır. Böylece grup İngiltere'de de büyük başarıya ulaşır. Artık büyük bir şirketle de anlaşmış olan grup 3. stüdyo albümlerini çıkartmak için hazırlanmaya başlar. "Ride the Lightning" 'in büyük başarısından sonra herkes gruptan çok iyi bir albüm bekliyordu ve Metallica beklentileri karşılayan 3. stüdyo albümleri "Master of Puppets" 'ı 1986 yılında piyasaya sürdü. Çıktığı andan itibaren büyük başarı ve eleştirmenlerden çok yüksek notlar toplayan albüm, hiçbir reklam kampanyası olmadan milyonlar sattı, Billboard 200'de 29. sıraya kadar yükseldi. Albümün açılış parçası olan "Battery" yine "Fight Fire with Fire" gibi yavaş girişi, devamında gelen hızlı ve sert riffleriyle dikkat çekerken, albüme adını veren "Master of Puppets" ise küresel bir sorun olan uyuşturucuya dikkat çekmektedir ve grubun en iyi şarkılarından birisi olarak kabul edilmektedir. İsmini basçı Cliff Burton'ın astronomiye ilgisi sebebiyle bir takım yıldızdan alan albümün tek enstrümantal parçası "Orion" ise grubun yaptığı en iyi parçalardan ve tüm zamanların en iyi enstrümantal şarkılarından birisi olarak görülmektedir. Pek çok eleştirmen tarafından en iyi ve sert metal albümlerinden biri olarak gösterilen "Master of Puppets" Metallica için bir çağın bitişi ve yeni bir çağın başlangıcı olacaktır.
27 Eylül 1986'da Damage Inc. turunun Avrupa ayağı sırasında grup üyeleri kendi aralarında yatacakları yerleri seçmek için kart çekerler. Cliff Burton , Kirk Hammett'ın yerinde yatmaya hak kazanır. Gece ise küçük bir Danimarka kasabası olan Ljungby yakınında tur otobüsleri yoldaki buzlanma sebebiyle şarampole yuvarlanırlar. Kazayı James Hetfield, Lars Ulrich ve Kirk Hammett ufak sıyrıklarla atlatırken uğruna grubun şehir bile değiştirdiği yetenekli basçı Cliff Burton camdan fırlayarak otobüsün altında kalmış, henüz 24 yaşındayken hayata gözlerini yummuştur. Otobüs, çekicinin halatının kopması sonucu kaldırılırken tekrar düşmüştür. Bu ikinci düşüş sırasında Cliff'in henüz hayatta olup olmadığı bilinmemektedir. Cenaze töreninde "Master of Puppets" albümünden Cliff ile bütünleşen "Orion" adlı parça çalınmıştır, parça 2006 "Rock am Ring" festivalinde "Master of Puppets" 'ın 20. yılı için tüm albüm baştan sona çalınana kadar hiç tam uzunluğuyla çalınmamıştır. Ayrıca And Justice For All... albümündeki To Live Is To Die parçası Cliff'e adanmıştır. Kendi isteği üzerine Cliff'in külleri Bay Area'da değişik yerlere savruldu. Kendi deyişleriyle Metallica'yı Metallica yapan 3,5 yıllık basçılarının ölümünden çok etkilenen grup üyeleri, grubu dağıtmayı düşündüler fakat eğer yaşasaydı Cliff'in bunu istemeyeceğini hatırlayarak ve Cliff Burton'ın ailesinin isteği üzerine devam etme kararı aldılar.
Yeni basgitarist seçmelerine Hammett'ın çocukluk arkadaşı ve Primus grubunun basçısı Les Claypool, Prong grubundan Troy Gregory, Flotsam and Jetsam kurucularından Jason Newsted ve yaklaşık 40 kişi katıldı. Metallica'nın tüm şarkılarını ezberleyen Newsted; Hetfield, Ulrich, ve Hammett tarafndan grubun yeni basgitaristi olarak seçildi. 1987 yılının başlarında grup turneyi bitirip stüdyoya girerek sadece coverlerdan oluşan ve Jason'ın grupla ilk kayıt tecrübesi olan isimli EP'yi yayınladı. Aynı yıl, Burton'a adanmış, hayranlar tarafından çekilen videolar, gösterilmemiş televizyon şovları, bas soloları, kişisel fotoğraflar ve konser görüntülerinden oluşan Cliff 'Em All'u piyasaya sürüldü.
Bas gitarist olarak Jason Newsted'i kadroya katan Metallica, Cliff Burton olmadan ilk ve 4. stüdyo albümleri olan "...And Justice for All" albümünü 1988 yılında piyasaya sürdü. Oldukça sert ve hareketli olan, içinde kimi progresif öğeleri bulunduran albüm muazzam bir başarı yakaladı ve Billboard 200'de 6. sıraya kadar yükselerek grubu ilk defa ilk 10'a sokmayı başardı. Fakat albümde hiç basgitarın sesinin duyulmaması sebebiyle kimi sert eleştiriler aldı. Ekip elemanlarının Jason'ı ilk yıllarda dışlamaları ve onun müzik bakış açısını, müziksel fikirlerini göz ardı edişleri, albümün 3'lü arasında bir yetenek şovuna dönüşmesi bunda en büyük etkendi. Albümde basgitar vardı, ancak sesi çok kısılmıştı, ancak katmanlarına inildiğinde fark edilebiliyordu, bir nedeni de albümdeki basgitarın önceki albümlerden daha sık bir şekilde ritim gitarı takibinin arttırılması olmuştu. Daha önce grubun ilk günden beri desteklemediği video klip çekme politikasını da sona erdirerek eski bir depoda bir savaşın ve savaşın insanlara getirdikleri üzerine yazılmış, albümün 4. şarkısı "One"'a klip çekti. Eski bir depoda, "Johnny Got His Gun" adlı filmden bazı sahnelerle harmanlanmış klip grubun ilk video klibi olması sebebiyle büyük ilgi gördü. Büyük başarı yakalayan albüm sonrasında grup 2 yıl sürecek olan "Damaged Justice" turnesine çıktı. Artık kendi başlarına arena turlarına çıkmaya başlayan grup başarılı performanslarıyla hayranlarından tam not aldı. One adlı şarkıyla Grammy Ödülleri'ne En iyi Hard Rock/Metal Performansı kategorisinde aday olan grup ödülü Jethro Tull'e kaptırınca o yılkı albüme "Grammy Ödülünü Kaybeden Albüm" ibaresini ekletti.
Çok satan bir albüm ve başarılı geçen bir turneden sonra yeni bir albüm kaydetmek için North Hollywood'daki One On One stüdyolarına giren Metallica Bon Jovi, The Cult, Mötley Crüe ve Nirvana gibi başarılı grupların prodüktörlüğünü yapmış olan Bob Rock ile anlaştı. Daha önceki 4 albümü istedikleri gibi yapan James Hetfield ve Lars Ulrich, yeni bir prodüktörle çalışmaya alışırken, Cliff Burton'ın yerine gelen basçı Jason Newsted ise hâlâ grupta dışlanan eleman gibi duruyordu. Yaklaşık 1 yıl süren kayıt ve beste süreci sonunda albüm 1991 yılında piyasaya çıktı. New York'taki Madison Square Garden'da, o zamana kadarki en büyük dinleti partisini veren Metallica artık dünyanın en büyük grupları arasındaki yerini almıştı. Black Album, Metallica'nın çıkarttığı en yüksek ticari başarıya sahip albüm olarak bilindi ve birçok yeni hayran kazanmasını sağladı. Çıktığı geceden itibaren sansasyonlara neden olan albümün bir adı yoktu. Sade, siyah bir kapağı olan albümün üstünde sadece Metallica yazıyordu ve dikkatli bakıldığında görülebilen bir yılan silüetine sahipti. Eskisinden farklı bir tarzda olan albüm, grubun yavaş yavaş thrash metalden uzaklaştığının göstergesiydi. "Enter Sandman" ile Grammy alan grup, o sene albüm çıkartmadıkları için Jethro Tull'e teşekkür etmeyi de unutmadı. Metallica önce "Wherever We May Roam" adıyla başlayan, ikinci ayağında Guns N' Roses ile birleşen ve "Nowhere Else to Roam" adıyla son bulan konser dizisine başladı. "Nowhere Else to Roam" turnesi kapsamında İnönü Stadyumu'nda Türk hayranlarına muhteşem bir konser yaşatan Metallica artık yeni albüm için stüdyoya girmeye hazırdı.
3 yıl süren uzun turneden sonra Metallica, altıncı albümlerini kaydetmek için stüdyoya girdi. Yaklaşık 1 yıl süren beste ve kayıt aşamasından sonra grubun 6. stüdyo albümü "Load" "Billboard 200" list |
esine 1 numaradan giriş yaparak raflardaki yerini aldı. Albümün kapak çalışması "Andres Serrano" tarafından yapıldı. Ressamın meni ve kanını 2 cam plaka arasına koyarak ortaya çıkardığı kapak çalışması fanlar tarafından beğenilmedi. Önceki 5 albümden tamamen farklı tarzlarda şarkılar içeren "Load" fanlar tarafından çok eleştirildi, müzik yazarlarının bir kısmı albümü beğenirken bir kısmı ise "Metallica davayı sattı" diyerek grubu lekelemeye çalıştı. Albüm, hard rock ve heavy metal'in karışımına sahip senkronik bir eserdi ve zamanla en iyi hard rock albümlerinden birisi kabul edilerek severek dinlendi. Grup elemanlarının saçlarını kısacık kestirip alternatif rock festivali Lollapalooza'da headliner olarak sahne alması ise öte yandan pek çok hayranın tepkisini çekti.
"Load" albüm kayıtları sırasında çok fazla şarkı kaydeden grup, kalan şarkıların üstünde biraz daha çalışarak sonraki yıl "ReLoad" adıyla bir albüm daha piyasaya sürdü. Yapılan açıklamada "Load" ve "ReLoad" 'ın aynı yıl çıkmasını planladığını söyleyen grup bazı aksaklıklar ve Bob Rock'ın ticari düşüncesinin etkisiyle bir sene geç çıkarılmıştı. "Load" 'dan biraz daha sert olan albüm "Billboard 200" listesinde 1, Kanada listelerine ise 2 numaradan giriş yaptı. "Reload" 'ın en ilgi çeken parçalarından biri "The Unforgiven II" oldu. İlk "Unforgiven" gibi bir ballad olan şarkı, klibiyle dikkat çekti. Kasım 1997'de albüm promosyonu için Amerikan NBC kanalında yayınlanan Saturday Night Live programında sahne alan grup "Fuel" ve Marianne Faithfull ile "The Memory Remains" parçalarını çaldı.
1998'e gelindiğinde Metallica cover şarkılardan oluşan "Garage Inc." albümünü yayınladı. İlk CD tamamı yeni kaydedilmiş Diamond Head, Killing Joke, The Misfits, Thin Lizzy, Mercyful Fate, Motörhead, Black Sabbath ve birçok eski efsane grupların coverlarını içeriyordu. İkinci CD'de ise grubun 1987'de kaydettiği "" adlı demo vardı. Koleksiyoncular tarafından beğeniyle karşılanan albüm Billboard listelerine 2 numaradan girdi.
21-22 Nisan 1999 tarihlerinde daha önce "Nothing Else Matters"'ın düzenlemesini de yapmış olan Michael Kamen şefliğindeki San Francisco Senfoni Orkestrası ile birlikte konser veren Metallica, bunları "S&M" adı altında piyasaya sürdü. Konserler için özel olarak bestelenen "No Leaf Clover" ve "−Human" adlı şarkılar büyük ilgi gördü. "The Call of Ktulu" şarkısının "S&M" performansı ise 2001 yılında Grammy Ödülü kazandı.
adlı film için yaptıkları soundtrack "I Disappear" piyasaya sürülmeden paylaşım programı "Napster" yoluyla internete düşünce grup program yapımcısı ve kullanıcılarına karşı dava açtı. Bir internet takip ekibiyle anlaşan grup sadece 3 günde şarkıyı yaklaşık 300 bin kişinin indirdiğini tespit etti. Şarkıyı indirenleri hesapları kapatıldı, site ise ceza aldı.Sonuç olarak ise Metallica özellikle Lars Ulrich, hayranları tarafından olumsuz tepkiler aldı ve hayranların birçoğu buna karşılık olarak sokaklarda Metallica albümlerini yakıp çöplere attılar.Lars Ulrich geçen uzun süreden sonraki bir röportajında bunun aptalca olduğunu ve pişman olduklarını belirtmiştir.
Yeni bir albüm kaydetmek için stüdyoya girmeye hazırlanan grup; Ocak 2001'de basçı Jason Newsted'ın "kişisel ve özel problemleri yüzünden, sevdiği müziği yaparken kendine verdiği fiziksel hasarı" sebep göstererek gruptan ayrıldığı açıklaması ile sarsıldı. Asıl sebep ise James Hetfield'ın kimsenin bir yan projede bulunmasını istememesiydi, çünkü ona göre her yan proje grubun gücünü sarsıyordu.
Nisan ayında ise film yapımcıları Joe Berlinger ve Bruce Sinofsky, gruba yeni albümlerinin yapım aşamasını filme çekme fikriyle geldi. 2 yılda 1000 saatten fazla çekim yaptılar fakat Temmuz ayında albüm kayıtları başlamadan önce Hetfield "alkol ve diğer sebepler" yüzünden rehabilitasyon merkezine yattı, tüm kayıtlar Hetfield Aralık'ta dönene kadar askıya alındı. Ancak sonrasında ise James, tedavi sebebiyle en geç saat 16:00'a kadar çalışabiliyordu, geri kalan zamanı ise ailesinin yanında geçiriyordu.
Metallica, Jason'ın ayrılmasıyla iyice kötüye giden aralarındaki iletişimi düzeltmesi için terapist ve performans koçu Phil Towle'u işe aldı. Albüm kayıtları sırasında kalıcı bir basçıları olmadığından basgitarı, aynı zamanda prodüktörleri olan Bob Rock çaldı. Zorlu geçen kayıtlar sonrasında grup kalıcı bir basçı bulmak için seçmelere başladı. Pek çok başarılı ismin arasından parmaklarıyla çalması, tarzı ve yeteneği sayesinde öne çıkan Robert Trujillo gruba dahil oldu fakat kayıtlar bittiğinden albüme katkıda bulunamadı. 2003 yılının haziran ayında Metallica'nın 8. stüdyo albümü "St.Anger" raflardaki yerini aldı. Diğer tüm albümlerden çok farklı bir tarzı olan "St. Anger" hiç gitar solosu içermemesi, Ulrich'in bateri soundu ve James'in vokalleri sebebiyle kötü yönde çok eleştiri aldı fakat grup elemanları St.Anger'ı bitirdikleri için mutluydular çünkü onlara göre bu kendilerini toparlamaları için yapmaları gereken bir şeydi.
2004 yılında "St.Anger" 'ın yapım aşamasını ve grubun içinde yaşadığı sorunları anlatan film "Some Kind of Monster" vizyona girdi. Film grubun en doğal ve içten hâlini barındırdığından fanlar tarafından çok sevildi ve önemli festivallerde ödüller kazandı.
Grup 2005 yılı sonunda 15 yıldan uzun süredir prodüktörleri olan Bob Rock ile yollarını ayırdı ve yeni albüm için Red Hot Chili Peppers, Slayer, AC/DC gibi birçok önemli isimlerle çalışmış olan Rick Rubin'le çalışmaya karar verdi. Ardından yeni albümleri için Elektra Records ile olan anlaşmalarına son verip Warner Bros. Records ile anlaştılar.
Metallica, yeni albümle birlikte "Master of Puppets" ve öncesi sounduna dönmeyi planlamışlar ve röportajlarda hayranlarına ikinci bir "St. Anger" faciasını yaşatmayacaklarını dolaylı yoldan söylemiştirler. Öte yandan grubun bateristi Lars Ulrich verdiği röportajlarda "St. Anger" albümünün eğlenceli olduğunu, dibe vurmuş bir grubun ayaklarını yere vuruşunu ifade ettiğini ve bu nedenle de verdikleri en samimi albüm olduğunu belirtmiştir. Grubun ritim gitaristi ve vokalisti James Hetfield ise son verdiği röportajlarda yeni prodüktörleri Rick Rubbin'in tenkidiyle "Master of Puppets" tarzı bir albüm istediklerini, bunun her ne kadar imkânsız olmasa da zor olduğunu açıkladı fakat yeni albümün "St. Anger" 'dan farklı olacağının altını çizen Hetfield, "Master of Puppets" kalitesinde bir albüm hazırlıklarında olduklarını belirtti. Hetfield'ın verdiği röportajlarda bu albümün melodik soundunun da olacağı belirtilmekteydi.
Grup, yeni albüm "Death Magnetic" çıkmadan önce www.missionmetallica.com adlı bir site kurarak hayranlarının albüm çıkmadan bazı riffleri dinlemesine, stüdyodan fotoğrafları görmesine olanak sağladı.
Albüm 12 Eylül 2008'de piyasaya çıktı.
Metallica;81'i Kuzey Amerika,73'ü Avrupa,20'si(Biri Türkiye'de) Okyanusya,10'u Güney Amerika ve 3'ü Asya'da olmak üzere toplamda 187 konserlik bir turneyle(World Magnetic Tour)Death Magnetic albümünü tüm dünyaya tanıtmıştır.
Metallica, Türkiye'de, 25 Haziran 1993 tarihinde İstanbul BJK İnönü Stadyumu'nda, 13 Haziran 1999 tarihinde İstanbul Ali Sami Yen Stadyumu'nda, 27 Temmuz 2008 tarihinde İstanbul Ali Sami Yen Stadyumu'nda, 27 Haziran 2010 tarihinde İstanbul İnönü Stadı'nda ve 13 Temmuz 2014 tarihinde İstanbul Teknik Üniversitesi Stadyumu'nda olmak üzere toplam 5 kez konser vermiştir.
"Lulu", Metallica ve Lou Reed'in 2011 yılında yapılan ortaklaşa bir albümdür. 30 Ekim 2011'de Avrupa'da,1 Kasım'da ise ABD'de yayınlanmıştır. Albümde vokalleri Lou Reed, geri vokalleri James Hetfield yapmıştır. Albümde Lou Reed spoken vokal (konuşur gibi şarkı söyleme) yapmış ve bu albüm, Heavy Metal tarihinde bir ilk olmuştur.
Metallica grubu üzerine yapılan bir belgesel ve konser filmi olma özelliğini taşıyan 2013 yapımı bir filmdir. Grubun bir turne gezisi sırasında ekipte görev alma şansı yakalayan genç bir adam, konser sırasında sürdüreceği bir göreve atanır ve bu macera hayatını değiştirir.
Metallica grup üyelerini ve Dane DeHaan'ı başrollerde izlediğimiz filmin yönetmenliğini Nimród Antal üstleniyor.
Metallica 26 Ocak 2014 tarihinde Amerika'nın Los Angeles şehrindeki Staples Center'da yapılan 56.Grammy Ödüllerinde sahne aldı. Ünlü Çinli piyanist Lang Lang ile birlikte "One" adlı parçalarını seslendirdiler.
Grup, 18 Ağustos 2016'da yeni şarkısı "Hardwired"'ı video klibiyle birlikte Youtube üzerinden yayınladı ve yeni albümü "Hardwired... To Self-Destruct"ı 18 Kasım 2016'da piyasaya süreceğini açıkladı. Albümün ikinci video klibi "Moth Into Flame" şarkısı için çekildi ve 26 Eylül 2016 yine Youtube üzerinden yayınlandı. 17 Kasım 2016 tarihinde ise tüm şarkılar için klip çekileceğini önceden belirten grup, tüm klipleri Youtube üzerinden yayınladı.
Soykırım
Soykırım, ırk, canlı türü, siyasal görüş, din, sosyal durum ya da başka herhangi bir ayırıcı özellikleri ile diğerlerinden ayırt edilebilen bir topluluk veya toplulukların bireylerinin, yok edicilerin çıkarları doğrultusunda, bir plan çerçevesinde ve özel bir kastla yok edilmeleri anlamına gelmektedir. Tam tanımı soykırım konusunda çalışan akademisyenler arasında değişim gösterse de, 1948’de Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde (SSECS) hukuksal bir tanımı bulunmaktadır. Sözleşmenin 2. maddesi soykırımı “ulusal, etnik, ırksal ve dinsel bir grubun bütününün ya da bir bölümünün yok edilmesi niyetiyle girişilen şu hareketlerden herhangi biridir: grubun üyelerinin öldürülmesi; grubun üyelerine ciddi bedensel ya da zihinsel hasar verilmesi; grubun yaşam koşullarının bunun grubun bütününe ya da bir kısmına getireceği fiziksel yıkım hesaplanarak kasti olarak bozulması; grup içinde doğumları engelleyecek yöntemlerin uygulanması; [ve] çocukların zorla bir gruptan alınıp bir diğerine verilmesi.” şeklinde tanımlar.
SSECS’nin giriş bölümünde soykırım olaylarının tarih boyunca yaşandığı fakat Birleşmiş Milletler’in Raphael Lemkin bu terimi oluşturana ve Nürnberg mahkemelerinde Holokost’un failleri yargılanana kadar soykırım suçunu uluslararası hukuk |
altında tanımlayan SSECS’ye karar vermemiş olduğu söyleniyor.
SSECS’nin yürürlüğe girmesi ile sözleşmenin uygulanmasıyla yapılan ilk yargılama arasında 40 yıllık bir boşluk vardır. Şimdiye dek olan tüm uluslararası soykırım yargılamaları, Ruanda Soykırımı için olan, Bosna Soykırımı için olan yargılamalar, bu olaylara özel mahkemelerde yapılmıştır. Uluslararası Ceza Mahkemesi 2002’de kurulmuştur ve sözleşmeye taraf olan devletlerin vatandaşlarını yargılama hakkı vardır, ama henüz kimse yargılanmamıştır.
SSECS’nin 1951 Ocak ayında yürürlüğe girmesinden itibaren yaklaşık 80 Birleşmiş Milletler üyesi devlet SSECS’nin hükümleriyle uyum sağlayan yasalar çıkardılar, ve bazı soykırım failleri bu tür yerel yasalarla yargılanıp suçlu bulundu. Alman mahkemeleri tarafından suçlu bulunan Nikola Jorgic buna örnektir.
Gregory Stanton gibi soykırım üzerine çalışan akademisyenler soykırımdan önce, soykırım sırasında ve soykırımın ardından ortaya çıkan, -kurban grubun dehümanizasyonu (karşı tarafı insan olarak görmemek, karşı grubun üyelerini hayvanlar ya da hastalıklarla özdeşleştirmek), soykırımcı grupların güçlü bir şekilde örgütlenmesi ve faillerin soykırımı inkâr etmesi gibi- durum ve hareketlerin fark edilebileceğini ve soykırım yapılmadan soykırımı durdurmak için harekete geçilebileceğini söylüyorlar. Dirk Moses gibi bu görüşün eleştirmenleri bunun gerçekçi olmadığını söylemekte ve örneğin “Darfur bölgede çıkarları olan büyük güçler için uygun olduğunda bitecektir.” demektedir.
Avustralya'nın Tasmanya adasında Tasmanya Soykırımının bir parçası olan ve 1828-1832 yılları arasında yapılan Kara Savaş kaydedilen ilk modern soykırım örneğidir.
Soykırım ya da Jenosit (ing. Genocide) kavramı 1944’de Polonya Yahudisi bir hukukçu olan Raphael Lemkin tarafından Yunanca “ırk”, “soy” anlamına gelen "génos" ile Fransızca’ya Latince “katletmek” anlamına gelen "cidium" kökünden geçmiş "cide" sözcüklerinin birleştirilmesiyle oluşturulmuştur. Lemkin "Jenosit konusuna nasıl geldiniz?" sorusuna cevaben "Jenosit ile ilgilenmeye başladım, çünkü birçok kez gerçekleşti. Önce Ermenilerin başına geldi, ardından da Hitler harekete geçti" diye cevap vermiştir.
1944’te Carnegie Uluslararası Barış Vakfı Lemkin’in en önemli çalışması olan, İşgal Altındaki “Avrupa’da Mihver Devletleri’nin yönetimi”ni ABD’de yayınladı. Bu kitap II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası tarafından işgal edilmiş ülkelerdeki Alman yönetiminin soykırım terimi eşliğinde geniş bir hukuki analizini içeriyordu. Lemkin’in uluslararası yasaların ihlali olarak soykırım fikri uluslararası kamuoyu tarafından yaygınlıkla kabul edildi ve Nürnberg Mahkemeleri’nin hukuki temelini oluşturdu. 1943’te Lemkin soykırımı şu şekilde tanımlıyordu:
Genel anlamda konuşursak, soykırım milletin tüm üyelerinin kitlesel kırımlarla yok edildiği durumlar hariç, bir milletin anında yok edilmesi anlamına gelmek zorunda değil. Ulusal bir grubun yok olması niyetiyle grubun elzem yaşam kaynaklarının yok edilmesi amacını taşıyan çeşitli hareketlerden oluşan örgütlü bir planı ifade eder. Bu tür bir planın hedefi ulusal gruplara ait siyasi ve toplumsal kurumların, kültürün, dilin, millî hislerin, dinin ve iktisadi varlığın tahrip edilmesi ve bu gruplara dahil kişilerin bireysel güvenlik, özgürlük, sağlık, onur ve hatta yaşamlarının yok edilmesidir.
(1) Grup üyelerini öldürmek;
(2) Grup üyelerine ciddi fiziki veya zihinsel zarar vermek;
(3) Grup üyelerini bilerek tamamen ya da kısmen fiziksel yok oluşa götürecek yaşam şartlarına tabi tutmak;
(4) Gruptaki doğumları kasıtlı olarak engellemek
(5) Grubun çocuklarını zorla başka bir gruba transfer etmek
Soykırımın gerçekleşmesi için bazı önköşulların olması gerekir. Öncelikle insan hayatına çok büyük bir değer vermeyen bir millî kültür olmalı. Üstün olduğu varsayılan bir ideolojiye sahip totaliter bir toplum da soykırıma yönelik hareketlerin önkoşullarındandır. Ayrıca baskın olan toplum potansiyel kurbanlarını daha az insani görmelidir: “paganlar”, “ilkeller”, “yontulmamış barbarlar”, “kafirler”, “yozlaşmışlar”, “dinsel sapkınlar”, “aşağı ırk”, “sınıf düşmanları”, “karşı devrimciler” ve benzeri. Tek başına bu koşullar faillerin soykırım yapması için yeterli değildir. Bunu yapmak için –yani soykırıma kalkışmak için- faillerin güçlü, merkezi bir otoriteye ve bürokratik örgütlenmeye olduğu gibi hastalıklı bireylere ve suçlulara da ihtiyacı vardır. Ayrıca faillerin kurbanlara yönelik bir karalama ve dehümanizasyon kampanyası yapması gerekir, bunlar genellikle yeni bir ideolojiye ve toplum modeline güven aşılamaya çalışan yeni devletler ya da yeni rejimlerdir.
-M. Hassan Kakar
1996’da Genocide Watch’ın (Soykırım Gözlem Örgütü) başkanı Gregory Stanton “Soykırımın 8 Aşaması” isimli bir rapor sundu. Burada soykırımların “öngörülebilen fakat engellenemez olmayan” 8 aşamada gerçekleştiğini söylüyordu.
! Aşama
! Özellik
! Önlem
Uluslararası Ceza mahkemesinin görevi, tüm toplumları ilgilendiren en ciddi suçlarla sınırlıdır. Bunlar;
(a) soykırım suçu
(b) insanlık suçları
(c) savaş suçları
(d) saldırganlık suçları
dolayısıyla soykırım suçu uluslararası ceza mahkemesinin baktığı davalar arasındadır.
Nazi Almanyası tarafından yürütülmüş olan soykırım , çoğunlukca bilindiği şekli ile sadece Yahudiler'i değil, Çingeneler, eşcinseller, Polonyalılar, Özürlüler, komünistler, Yehova Şahitleri, akıl hastaları, Rus ve diğer Slav aydınları, Rus savaş esirleri, bazı Katolik ve Protestan din adamları, sendikacılar, bazı Afrikalılar ve tüm Üçüncü Reich karşıtı siyasi görüşlüleri de hedef almıştır. Bu insanların öldürülme nedeni, nazi döneminde doruğuna varmış olan Yahudi nefretinin ve nazi ırkçılığı görüşüne göre "yaşamaya hakkı olmayan alt-sınıf ırklar" olarak görülmüş olmalarıydı. Öldürülen insanların yanı sıra, aralarında Afrika kökenli Almanların da olduğu binlerce kişi ise zorla kısırlaştırıldı.
I. Dünya Savaşı'nın ardından Ruanda yönetimi Belçika'ya verildi. Ülkede o zaman yaşayanların %90'ı Hutu, %9'u Tutsi, %1'i ise Pigmeydi. Hutu ve Tutsiler bir arada yaşıyor ve birbirlerinden farklı görülmüyorlardı. Belçika bölgeyi kontrol altında tutabilmek için azınlıktaki Tutsileri yönetici sınıf ilan etti ve onlara bir takım ırksal ayrıcalıklar tanıdı. II. Dünya Savaşı'nın bitmesiyle, bağımsızlığa hazırlamak amacıyla Ruanda yönetimi Birleşmiş Milletlere verildi. Beklenen şekilde yapılan seçimlerde Hutu milliyetçisi PARMEHUTU Hareketi (Hutu Özgürlük Hareketi) iktidara geldi. İktidara geldikleri andan itibaren, Belçikalıların desteğiyle, eski yönetimin uzantısı sayılan Tutsilere karşı hemen her bölgede çeşitli faaliyetlerde bulundular . Bu faaliyetlerin sonucunda 20 bin ila 100 bin arasında Tutsi öldürüldü, 160 bin kadarı da komşu ülkelere, Tanzanya ve Uganda'ya sığındı. 1980 yılına kadar komşu ülkelerdeki Tutsi nüfusu 500 binlere kadar ulaştı. Eğitimli ve kalifiye kişiler olmaları sebebiyle gittikleri ülkelerdeki önemli kadroları ele geçirerek ülkelerine dönüş için organize olmaya çalıştılar. Uganda'daki kamplarından çıkıp Ruanda'da hükümetle silahlı mücadeleye başladıkları 1 Ocak 1990'dan 1992'ye kadar bir iç savaş yaşandı ancak Ağustos'ta imzalanan ateşkesle geçici olarak savaş durduruldu. Bu sürede soruna "kalıcı çözüm" bulmak isteyen aşırı uçtan Hutular aldıkları kararları hayata geçirmeye kadar verdiler. 1994 Nisan'ında Çin'den sipariş edilen satırlar ve sivri uçlu sopalarla Hutular katliama başladı. 100 gün içinde bölgede 800.000'e yakın insan öldürüldü.
Duman (müzik grubu)
Duman, 1999 yılında kurulmuş, vokalist Kaan Tangöze, gitarist Batuhan Mutlugil, basgitarist Ari Barokas ve baterist Mehmet Demirdelen'dan oluşan Türk rock grubu.
Doksanlı yılların başında müzik hayatına atılan vokal Kaan Tangöze, öğrenim görmek amacıyla gittiği Seattle'da müzik hayatına devam etti ve Türkiye'de çıkarmak istediği albüm için parçalar hazırladı. Kendisi, Ari Barokas ve Yakup Trana'dan oluşan Türkiye'deki grubu Mad Madame ile Seattle ve Los Angeles'da yayınlanan toplama albümlerde yer aldı. Türkiye'ye döndüğünde Blue Blues Band'de çalan Batuhan Mutlugil'i Mad Madame grubuna dahil etti ve 1999'da Duman kurulmuş oldu. Ancak Yakup Trana bu gruba dahil olmadı.
Vokal ve gitarda Kaan Tangöze, gitar ve geri vokalde Batuhan Mutlugil, basgitar ve geri vokalde Ari Barokas, bateride başta Alen Konakoğlu'dan, sonra Cengiz Baysal'dan oluşan Duman, ilk albümünü çıkartmak için yola koyuldu; ancak grubun henüz bir ismi yoktu. Bunun üzerine grubun ismi "Halimiz Duman" isimli şarkıdan esinlenilerek Duman oldu.
Duman, 1999'da çıkan ilk albümü "Eski Köprünün Altında" ile müzik piyasasına giriş yaptı. Albümün "Köprüaltı", "Hayatı Yaşa" ve "Bebek" parçalarına klip çekildi. "Bebek" parçasına klip çekilmeden önce Duman, yaptığı bir röportajda "Halimiz Duman" parçasını akustik olarak çaldı ve bu, klip olarak düzenlendi; ancak klip yayınlanmadı.
Grup ikinci albümü "Belki Alışman Lazım" ile büyük bir çıkış yaptı. "Her Şeyi Yak" yorumuyla beğeni toplayan grup, "Oje", "Bu Akşam", "Belki Alışman Lazım" ve "Her Şeyi Yak" parçalarına klip çekti.
Duman severler grubun sahne performansını yansıtan "Konser" albümü ve yine NR1 Müzik tarafından 2004 yılının Ekim ayında yayınlanan Türkiye’nin ilk müzik DVD’si Bu Akşam ile teselli bulmuşlardı. Belki Alışman Lazım isimli stüdyo albümleri çıktıktan sonra 2.5 yıl kadar yakın bir aradan sonra 2005'in Haziran aylarında Seni Kendime Sakladım adlı 3. stüdyo albümlerini yayınladılar ve albümle aynı ismi taşıyan "Seni Kendime Sakladım" şarkısıyla çıkış yaptılar. Ardından "Aman Aman" ve "En Güzel Günüm Gecem" şarkılarına klip çektiler. Bu albümdeki ve konserlerdeki başarılarından dolayı Altın Kelebek Ödülüne aday gösterildiler ve bu ödülü kazandılar. Ödüllerini Erkin Koray'a "bu bize değil size layık" diyerek verdiler.
2006 yılında Kaan Tangöze'nin eski grup arkadaşı ve Ari Barokas'ın kuzeni Yakup Trana ile bir EP yayınladılar. Bu albüm 2 tane şarkıdan oluşuyordu ve klip "Karanlıkta" şarkısına çekildi.
Kaan Tangöze ve Batuhan Mutlugil 2006 yılında vatani görevlerini yeri |
ne getirmek için askere gittiler. Askerlik öncesi NR1 Müzik ile tüm bağlar koparılmıştı. Askerlikleri bittikten sonra, yeni menajeri Şermin Ekinci ile anlaşıp hızla konserlerini vermeye ve seyircileri tekrar coşturmaya başladılar.
Başta davulcu sorunları yaşayan grupta sonradan taşlar yerine oturdu. İlk albümde gruba Alen Konakoğlu eşlik etti fakat 2. ve 3. albüm kayıtlarında grup Cengiz Baysal'la çalıştı. Alen Konakoğlu ise 2007 yılına kadar sahne performanslarında grupla birlikte olmaya devam etti. 2007 yılından itibarense Alen Konakoğlu gruptan ayrılarak Nil Karaibrahimgil'in davulculuğuna geçmiştir ve Cengiz Baysal Duman grubunun hâlihazırda çalışmakta olduğu tek baterist konumuna gelmiştir.
Artık Duman yeni albüm sinyallerini veriyordu ki NR1 11 Aralık 2007 tarihinde En Güzel Günüm Gecem 1999-2006 adlı albümünü çıkardı. Duman severlerini tatmin etmenin en kolay yolu buydu. 2008 yılında çıkması beklenen yeni stüdyo albümlerinin 2009 yılına sarkması hayranları arasında büyük üzüntü yaratmıştı. Duman 2008'in Eylül ayında Antalya'da vermiş oldukları konserde yeni albümde yer alan iki parçayı seslendirmiş ve büyük beğeni toplamıştı. Hayranların yeni albüm beklentisini NR1 Müzik 2 Eylül 2006’da verdiği Rock N Coke konserinin DVD'sini yayınlayarak bastırmaya çalışmıştır. Yalnız şöyle bir sorun vardı; bu iki albüm Duman'ın isteğiyle çıkarılmamıştır. Bu yüzden Duman'ın resmi ve fan sitesinde bu albümlerin adı geçmemektedir.
Duman grubu 8 Aralık 2008 tarihinde, 2009 18 Mart'ta çıkan yeni albüm parçalarının kayıtlarını İrlanda'da yapmıştır ve yaklaşık 2 ay süren kayıtlar süresince Duman grubu İrlanda'da kalmıştır. Daha sonradan Duman 7 Şubat 2009 tarihinde İrlanda'da kayıtlarını bitirip kendi ana vatanları Türkiye'ye dönmüştür. Duman, yeni albüm kayıtlarını Dublin'de; Muse, Snow Patrol, Manic Street Preachers, R.E.M, The Editors, The Departure gibi dünyaca tanınmış rock gruplarının da kayıtlarını yaptığı Grouse Lodge Stüdyosu’nda 65 günde gerçekleştirmiştir.Duman yeni albümünü Sony BMG Müzik etiketiyle satışlara sunmuş ve yeni çıkan albümde prodüktörlüğü ilk defa kendileri yapmıştır.Duman bu albümde tarzını az da olsa değiştirmiştir.Şu ana kadar albümlerdeki söz ve müziklerini Kaan Tangöze ve Ari Barokas yapmıştır.Ama bu albümde bazı şarkıların söz ve müzikleri Batuhan Mutlugil'e ve Duman'ın 4. elemanı Cengiz Baysal'a ait şarkılar da vardır.Grup albümün ilk gala konserini İstanbul Bostancı Gösteri Merkezi'nde vermiştir.
18 Temmuz 2009 tarihinde saat 20:50'de verdiği Rock'N Coke Konseri'nde, Dream TV sadece Duman'ın 3 şarkısını yayınlamıştı. Bundan dolayı büyük bir hayal kırıklığı geçiren hayranları buna isyan ettiler.Hatta Facebook'ta Duman hayranları "Anti Dream TV" adında bir grup bile oluşturdular. 2 gün sonra Duman'ın eski menajeri Şermin Ekinci, Dream TV ile aralarında bir sorun olmadıkları,hatta Dream TV'nin Duman'ı desteklediklerini, 3 şarkı yayınlamalarının nedeni ise konser videolarının hemen internete yayılmasıdır demiştir.
Duman 18 Mart 2009 tarihinde çıkardığı Duman I ve Duman II albümünden ilk klibini "Dibine Kadar" şarkısına Kemerburgaz'da bulunun taş ocaklarında hayranlarıyla birlikte çekmiştir. Bu klibin yönetmenliğini Pearl Jam, Radiohead, Placebo gibi ünlü sanatçılarında klip yönetmenliğini yaptığı Yon Thomas yapmıştır. Duman bu albümlerinin ikinci klibini ise "Senden Daha Güzel" şarkısına 16 Ekim İzmir Ooze Venue ve 17 Ekim Ankara Saklıkent konserleri sırasında çekmiştir. Klibi birçok hayranları beğenmese de klip Türkiye'de bir ilktir. Çünkü klibi izleyenler Duman'ın gözünden konser alanını gözlemle fırsatı buluyorlar. Duman üçüncü klibini ise "Elleri Ellerime" isimli şarkısına çekmiştir. Duman 2010'un Nisan ayında "Sor Bana Pişman mıyım" isimli şarkısına klip çekimi yapmıştır. Ancak teknik aksaklıklar yüzünden klip yayınlanmamıştır. Daha sonra 2011'in Şubat ayında klip yayınlanmıştır.
Duman grubunun menajeri Eylül 2012 tarihinden itibaren Elif Konuray olmuştur.
Duman konser albümü Canlı'yı 2011'in Haziran ayında çıkarmıştır. Albüm 2 CD'den oluşmaktadır. Erkin Koray'ın "Sen Yoksun Diye" ve Aşık Veysel'in "Kara Toprak" isimli eserlerini kendilerince yorumlayıp konserlerde çalmışlar ve albüme de koymuşlardır. Bu albümde de Duman bir farklılık yapmıştır ve bu farklılık 2. CD'deki akustik eserlerdir. Albümün ilk performans klibi ayrıca Duman I'de de bulunan "Helal Olsun" isimli parçaya çekilmiştir.Albümün ikinci klibi ise "İyi De Bana Ne" parçasının akustik performans klibidir.
Grup daha sonra 12 Eylül 2013 tarihinde 13 parçalık Darmaduman albümünü çıkardı. İlk klip söz ve müziği Ari Barokas'a ait olan "Yürek" isimli şarkıya çekildi. İkinci klip söz ve müziği Kaan Tangöze'ye ait olan "Melankoli" isimli şarkıya çekildi. Klip gösterişsiz olması nedeniyle "Grubun parası bitti" gibi eleştiriler aldı. Üçüncü klip söz ve müziği Batuhan Mutlugil'e ait olan "Öyle Dertli" isimli şarkıya çekilmiştir.Ayrıca grubun solisti ,Kaan Tangöze ilk solo akustik albümü olan "Gölge etme" albümünü 1 Ekim 2015 tarihinde piyasaya sürdü.Kaan Tangöze`nin solo albüm çıkaracağı Gezi Parkı eylemlerinin ikinci yıl dönümünde (31 Mayıs) duyurulmuş, albümde yer alan "Taksim Meydanı" isimli şarkı paylaşılmıştı.
Grubun 2009'da çıkardığı "Duman I" albümündeki "Rezil" şarkısında "Lem yelid ve löp yutar" şarkı sözü tartışma uyandırdı. Şarkıda İhlas suresiyle dalga geçildiği ve ateizm propagandası yapıldığı iddia edildi. Zaman gazetesinin yaptığı bir röportajda grubun açıklaması şöyledir: "Orada eleştirdiğimiz şey dinin suistimal edilmesi. Kimsenin haddine düşmez insanın dini ve inancıyla dalga geçmek. Konunun öznesi, ortada dönen bir tezgâhın olması. Burada fena olan bunu tespit edip ortaya koymak mı yoksa bunu yapıp çıkar sağlayanlar mı? İhlas, anlamlı ve en güzel sûrelerden biri. Biz değerini bilmeden, farkında olmadan bir şeyler yapmıyoruz. Din adamı gönülden inanarak, iyilik ve güzellik içindeyse biz de onunla beraberiz. Lem Yelid'i deforme etmek kimsenin haddine değil, bizim de... Hepimiz Müslüman'ız."
Duman şarkıları listesi
Mauser
Mauser ("Mavzer"), Alman tüfek firması. 1874 yılında, Prusya ordusu için tüfek üretmek amacıyla Paul Von Mauser tarafından kurulmuştur.
Üretilen ilk tüfek Mauser Model 1871 diğer adıyla "Infanterie-Gewehr 71"'dir. (Almanca "infanterie gewehr", "piyade tüfeği" demektir.) O dönemde Alman İmparatorluğu'nda standart piyade tüfeği haline gelmiştir. Sonraki modeller bu tüfek üzerinden geliştirilecektir. Firmanın ürettiği en meşhur tüfek, Wehrmacht'ın 1935'te envanterine dahil ettiği ve II. Dünya Savaşı'nda büyük rol oynamış Kar 98k adlı tüfektir. Ayrıca "mavzer" terimi, I. Dünya Savaşı sırasında Alman İmparatorluğu'nun ürettiği, Osmanlı İmparatorluğu'nun da kullandığı sürgülü tüfeğe Türkçede verilen genel isimdir. Silahın gerçek adı Gewehr 98'dir. Genel olarak ""Model 98"" ("Gewehr 98") olarak da adlandırılan bu tüfek gelmiş geçmiş en başarılı sürgülü tüfektir. "Kar 98k" da Model 98'in namlusunun kısaltılmış versiyonudur.
Erdil Yaşaroğlu
Erdil Yaşaroğlu ( d. 2 Kasım 1971, İstanbul) Türk karikatürist.
Ailesi aslen Rize'nin Ardeşen ilçesindendir. Henüz 9 yaşındayken karikatür çizmeye başlayan Erdil Yaşaroğlu'nun ilk profesyonel karikatürleri 1989 yılında Güneş gazetesinde yayımlandı. Yaşaroğlu, aynı yıl Limon dergisine girdi ve dergi Leman adını aldıktan sonra da 2002 yılına kadar orada çizmeyi sürdürdü. 1990 yılında Plastip Show adlı programla televizyon dünyasına da adım atan çizer, Laf Lafı Açıyor, Televizyon Çocuğu, Beyaz Show gibi 50’ye yakın televizyon programında görev aldı. Yaşaroğlu’nun, 1999’da kurduğu komikaze.net adında bir web sitesi bulunmaktadır. 2002 yılında arkadaşlarıyla Penguen Mizah Dergisi'ni kurdu. Halen, Penguen dergisinde çizmektedir. 16 Eylül 2010 tarihinde oyuncu ve sunucu Begüm Kütük ile evlenmiştir. 2012 yılında Dünya'nın en büyük karikatürünü çizerek Guinness Rekorlar Kitabı'na girmiştir.
Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı (film)
Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı, ilk filmin yapımından bir sene sonra vizyona giren film. Ertem Eğilmez'in yönetmenliğini ve yapımcılığını üstlendiği Rıfat Ilgaz'ın eserinden uyarlanmış serinin ikinci ve en çok hasılat yapan filmidir. Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Müzik Ödülü'nü alan film. İlk serideki karakterlerin tümü haricinde filme sadece bu seride eşlik eden Semra Özdamar (Semra Hoca) ve serinin son filmi hariç tüm filmlerde eşlik edecek olan Şener Şen (Badi Ekrem) katılmıştır.
Şener Şen ve Kemal Sunal'ın birlikte rol aldıkları ilk filmdir ve Tarık Akan'ın oynadığı son "Hababam Sınıfı" filmidir.
Sahte diplomalarla Mahmut Hoca'yı kandıran "Hababam Sınıfı" yine sınıfta kalmış ve Özel Çamlıca Lisesi'ne geri dönmüştür. Ama sınıfın okula yeni atanan beden eğitimi hocası "Badi Ekrem" ile başı derttedir. Sürekli sınıfa egzersiz yaptıran ve koşturan hoca sınıfa çok nadir top oynatmaktadır. Okula edebiyat öğretmeni "Kemal Hoca"'nın vefat etmesi üzerine "Semra" adında genç bir edebiyat öğretmeni gelmiştir. Bu sırada iyileşen Mahmut Hoca okula geri dönmüştür, müdür muavinliği görevini bırakmak ister ama okul müdürünün ısrarı üzerine şartlı olmak üzere tekrar görevini üstlenir. Mahmut Hoca sınıfı Semra Hoca'ya iyi davranması konusunda uyarır, fakat sınıf Mahmut Hoca'yı dinlemez. Daha ilk uyarıda öğretmenler odasında oturan Semra Hoca'yı temizlik kolu olarak odadan çıkartan sınıfın öğrencileri öğretmenler odasında sigara içer. Mahmut Hoca öğrencileri yakalar ve ilk hataları olduğu için uyarır. Şaban'ın, Semra Hoca'ya aşık olduğunu öğrenen Ferit ve Necmi kendi elleriyle Semra Hoca'dan diyerek Şaban'a aşk mektubu yazarlar, ve Şaban bu mektupları okuyunca çok mutlu olur ve o da Semra Hoca'ya aşk mektupları yazmaya başlar ve mektupları posta kutusunun içine atar Şaban'ın cevaplarını okuyan Ferit ve Necmi daha da çok mektup yazmaya başlarlar.
İlk uyarıdan sonra "Hababam Sınıfı", Semra hoca'ya o günün Tevfik Fikret'in ölüm yıl dönümü olduğunu söyleyerek sınıfça mezarlığa gitmek için okuldan çıkarlar ve Semra Hoca'yı maça davet ederle |
r fakat gitmeyince sınıfça Fenerbahçe maçına giderler. Semra Hoca ise Mahmut Hoca'ya sınıfı şikayet eder. Mahmut hoca da sınıfı kapıda karşılar ve ceza olarak okul bahçesinde tüm okulun önünde tek ayak üstünde durma cezası verir ve tüm sınıf rezil olur. Sınıf, Semra Hoca'yla derste söz dalaşına girer ve hoca okulu terk etmek üzere sınıftan çıkar gider, ama Mahmut hoca, Semra Hoca'yı bu isteğinden vazgeçirir. Okula müfettiş Hüseyin Şevki Topuz'un geldiğini öğrenen sınıf, daha önce "Güdük Necmi"'nin yaptığı müfettiş numarası üzerine sınıfa gerçek müffettiş girer ve "Akil Hoca" yine aynı numaranın yapıldığını sanarak müfettişi dersten atar ve daha sonra gerçek müfettiş olduğunu müdür Akil Hoca'ya söyler ve okuldan atar. Bunun üzerine "Hababam Sınıfı", Milli Eğitim Bakanı'nın Akil Hoca'nın öğrencisi olduğunu öğrenirler ve Akil Hoca'yı tekrar okula aldırırlar. Ferit ve Necmi'nin Semra Hoca'dan geldiğini sanan Şaban derste mektupta yazdığı üzere Semra Hoca'ya üç kere inek gibi mö'ler ve Semra Hoca'dan tokat yer bunun üzerine bütün sınıf hocaya yapılan sınavda sınav kâğıtlarına aşk mektupları yazarlar. Bunu gören hocanın sabrı taşar ve tüm sınıfı disipline verir tekrar okulda kalacak olan sınıftaki öğrencilerin velilerini konuşma yapmak üzere çağıran Mahmut hoca hepsiyle konuşur ve Semra Hoca da suçun öğrencilerde değil velilerinde olduğunu öğrenerek tüm sınıfı affeder.
Serinin ilk filminde yer alan tüm oyuncular bu filmde de yer almıştır. Başrollerde Kemal Sunal (İnek Şaban), Tarık Akan (Damat Ferit), Münir Özkul (Mahmut Hoca), Adile Naşit (Hafize Ana) ve Halit Akçatepe (Güdük Necmi) yer almıştır. Yardımcı oyuncu olarak ise Ahmet Arıman (Hayta İsmail), Feridun Şavlı (Domdom Ali), Cem Gürdap (Tulum Hayri), Bülent İğdiroğlu (Kalem Şakir) ve Cengiz Nezir (Bozum Cahit) yer almıştır.
Serinin bu filminde Semra Özdamar "Semra Hoca" rolüyle kadroya dahil olmuştur ve sadece serinin bu filminde oynamıştır. Şener Şen'de "Badi Ekrem" rolüyle kadroya dahil olmuştur, serinin ilk ve son filmleri hariç diğer tüm filmlerinde oynamıştır. Oynadığı "Badi Ekrem" karakterinden sonra birçok filmde oynamıştır ve Yeşilçam'ın yıldızları arasına adını yazdırmıştır.
Ayrıca film Tarık Akan'ın oynadığı son "Hababam Sınıfı" filmidir.
Rıfat Ilgaz'ın 1972 yılında yayımlanan filmle aynı adı taşıyan romanı Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı'dan uyarlanmıştır. Serinin ilk filminin çok iyi başarıya ulaşması sonucunda senarist Sadık Şendil roman'dan sahneleri senaryo'ya uyarlamaya başlamış ve filme uyarlamıştır, Hem romandan alınarak hem de 1970'ler'e yani filmin çekildiği dönem ile romana sentezlenerek çekilmiştir.
Serinin ilk filminin büyük ilgi görmesinden sonra 1975 yılının baharında çekilmiştir. Filmin çekimleri yine İstanbul, Üsküdar'da yer alan Adile Sultan Kasrı'nda gerçekleştirilmiştir. Filmin sahneleri genellikle okulda ve okul'un bahçesinde yer almıştır.
Eski ve yeni serinin tüm filmlerin çekimleri bu binada gerçekleşmiştir.
Filmin müzikleri yine bestekâr Melih Kibar tarafından hazırlanmış ve bestelenmiştir. Bu filmle beraber Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Film Müziği Ödülü aldı. Türk sineması'nın en çok akılda kalan film müziklerinden olmuştur.
Filmin son sahnesinde yer alan döneme veda sahnesinde çalan şarkılar arasında Beyaz Kelebekler'in "Ateş Böceği" şarkısı ve o dönemlerde yaptığı her şarkıyla zirveye yerleşen Erkin Koray'ın "Estarabim" ve "Feshupanallah" şarkıları filmde kullanılmıştır ve o zamanlar bi nevî "Hababam Sınıfı" aracılığıyla şarkıların klibi olmuş oldu. "Estarabim" şarkısının sözleri filme göre uyarlandı. "Böyle bir yâr istemem" sözü "Böyle hoca istemem" olarak değiştirildi.
Ertem Eğilmez ve Kartal Tibet'in sahibi olduğu Arzu Film tarafından yapımı üstlenilmiştir. İlk filmin çok fazla ilgi görmesi nedeniyle ilk filmin vizyona girdiği yılda, 1975 yılının Haziran ayında çekilmiştir. Filmin prömiyeri 1975 yılının sonlarına doğru yapılmıştır.
"Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı" 1975 yılının Ağustos ayında gösterime girmiştir. Ağustos ayında gösterime giren film serinin ilk filminin çok beğenilmesi ve merakla beklenmesi üzereni vizyona girer girmez, olay bir şekilde bilet satışları patlamıştır ve her gün sinema salonlarının dolmasına sebep olmuştur. İlk 1975 yılının Ağustos ayında vizyona giren film 1976 yılının başlarında vizyondan kalmıştır, ve sonuç olarak serinin ilk filmin 28 hafta bu filminin ise 30 hafta vizyonda kalması üzerine serinin en çok hasılat yapan filmi olma ünvanını kazanmıştır.
Hababam Sınıfı 1980'li yılların başında Türkiye çapında VHS formatında yayınlandı, ve evlerde kaset olarak yerini almaya başladı. 90'lı yıllarda ve 2000'li yılların başında hemen hemen her ay televizyon kanallarında gösterildi. 2000'li yılların ortasında DVD sürdü. Bu dönemde Türkiye'deki evlerin yüzde otuzundan azında DVD oynatıcı mevcuttu. Orijinal "Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı" DVD'si yayımlandığında disk'in içinde özel seçeneklerde mevcuttu.
2000'li yılların ortalarının sonlarına doğru filmin serisinin altı filmi özel koleksiyon olarak satışa sunuldu. 2012 yılında ise film Blu-ray formatında 1080p olarak düzenlenmiştir ve 2013 yılında televizyon kanallarında yayımlanmaya başlanmıştır. İleri ki zamanlarda "Blu-ray" versiyon'unun satışa sunulması bekleniyor.
Film üzerindeki ilk revizyonlar, ev videosu dağıtımcıları tarafından yapılmıştı. ilk olarak 1980'ler VHS kaset olarak evlerde yerini aldı, daha sonra 2000'li yılların ortasında DVD olarak satışa sunuldu. Filmin 18. yılı şerefine 2003 yılında yeni nesil Hababam Sınıfı Merhaba vizyona girdi ve yeni nesil olarak üç filmi yayımlandı.
2010'lu yıllara gelindiğinde ise eski serinin tamamını 2012 yılında 1080p olarak, Blu-ray formatında restore edildi ve ilk olarak 2013 yılının yaz ayında serinin tamamı Star TV'de gösterildi.
Mehmet Özdilek
Mehmet Özdilek (d. 1 Nisan 1966; Ladik, Samsun), Ofansif orta saha mevkinde forma giymiş ve Şifo Mehmet lakabıyla tanınmış Türk eski millî futbolcu ve teknik direktör.
13 yıl boyunca Beşiktaş'ın formasını giymiştir. 1991'de Türkiye'de Yılın Futbolcusu ödülüne layık görülmüştür. 1992'deki "Namağlup Şampiyon" olan kadroda yer almıştır. 130 gol ile Tüm zamanlarda Süper Lig'in en çok gol atan yerli orta saha oyuncusudur. Ayrıca 100 golü geçerek 100'ler kulübü'ne girmiştir. 4 yıl Beşiktaş'ın kaptanlık görevini üstlenmiştir. Örnek kişiliği ile taraflı tarafsız herkesin takdirini kazanan "Mehmet Özdilek" 'in adına Beşiktaş tarafından AC Milan ile 4 Ağustos 2001 tarihinde "Özel Jübile Maçı" düzenlenmiştir.
BJK İnönü Stadı’ndaki bu maçta Beşiktaş’ın Milan’ı yenmesi ile Türk Futbol Tarihinin en görkemli jübilelerinden biri yaşandı. Maçın tüm gelirlerini bizzat Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı'na bağışlamıştır. Kariyerinde resmi maçlarda hiç kırmızı kart görmemiştir.
Samsun'da doğan Şifo, memleketinde Samsun Ladikspor ile amatör düzeyde oynamaya başladı. Sadece 16 yaşındayken, ikinci kez Türk futboluna yükselen Kahramanmaraşspor takımı tarafından gözlemlendi. Şifo, yeni ekibinde hemen bir etki yarattı ve Kahramanmaraşspor'un ligdeki rekoru her sezon iyileşirken, lig kadrosunun düzenli bir parçası haline geldi. 1986-87 sezonunda Şifo olağanüstü bir sezon geçirdi ve ekibi zorluklara rağmen 1. Lig'in 29 gol ile en skorer ismi oldu. Sonraki sezon Kahramanmaraşspor için çok daha başarılı oldu. Kısa sürede Şifo'nun katkılarıyla takım ligin en üst noktasında yerini aldı ve ilk kez Süper Lig'e yükseldi. Sürekli olarak yüksek performansı göze çarptı ve 1987-88 sezonunun sonlarında kariyerinin kalan kısmını geçireceği Beşiktaş'a geçti.
"Şifo" 'nun ilk yılında Beşiktaş, Türkiye Kupasını kazandı ve ligde ikinci oldu. Takip eden yıllar takım için daha da başarılı oldu. Gordon Milne'nin yönetiminde, Beşiktaş'ın genç yıldızı, daha önce görülmemiş bir şekilde Türk futboluna hâkim olmaya başladı. 1988-89 sezonunda Beşiktaş ligde hem Türkiye Kupasında hem de ligde galibiyet aldı ve Türk futbol tarihinin en skorer oyunu olan Adana Demirspor'u 10-0 yenerek rekor kırdı. Şifo, Trabzonspor karşısında Kupa finalinde gol atarak bu görkemli sezona katkıda bulundu. Ertesi yıl Beşiktaş yine ter atmadan lig şampiyonu oldu. Takım, sezon boyunca yalnızca bir maç kaybetti ancak ekip, bir sonraki sezonda daha da iyileşme sağlamayı başardı. 1991-92 futbol sezonunda, Beşiktaş, Türk ligi organizasyonunun namağlup tek şampiyonu oldu ve Şifo 12 gol çıkardı. Rekor kıran bu sonuç dizisi, yalnızca 48. hafta sonra Beşiktaş'ın Galatasaray tarafından mağlup edildiği sonraki sezonda sona erdi. Kupa finalinde Galatasaray'a kaybettiği 1992-93 sezonunda Beşiktaş sezonunu da şiddetle sona ererken, aynı takıma 3 yıl sonra gol farkı atarak şampiyonayı kaybetti. Şifo'da 13 gol attı.
1993-94 sezonu da başarılı bir sezon değildi. 8 yıl içinde ilk kez Beşiktaş ligi ilk ikinin dışında bitirdi; Şifo'nun yüksek standartlarına kıyasla sakin bir yılı olduğu ve 8 gol attığı netleşti. Yılın tek tesellisi kulübün kupa sayısına eklenen bir başka Türkiye Kupasıydı. Gelecek sene Christoph Daum'un Milne'nin yerini alması, takımın canlandırılması ve ligin tekrar kazanılması oldu. Bu Beşiktaş ile Şifo'nun 4. şampiyonluğunu ve 8 golle sezona katkıda bulunmasını sağladı. 1995-96 sezonunda Beşiktaş ligde üçüncülükle bitiren Şifo tekrar 11 golle üst üste forma giydi. Mehmet, önümüzdeki sezon yoğun bir şekilde gol atmaya devam ederken ligde 11 gol atarken, Beşiktaş geçen sezon ile karşılaştırıldığında iyileşme sağladı ve Galatasaray'dan sonra ikinci sırada yer aldı. Bu Beşiktaş'ın en az başarılı sezonlarından birisi oldu. Takım altıncı sırada ligi bitirdi. Türkiye Kupası unvanıyla birlikte, Şifo'nun muhteşem performansı bir teselli kaynağıydı. Mehmet ligde 16 kere gol attı ve tüm oyuncular ile en skorer orta saha oyuncusu arasında en skorer üçüncü oldu. Ayrıca Galatasaray'a Kupa finalinde gol attı. Bu, Beşiktaş ile Şifo'nun 4. Kupa şampiyonluğunu aldı.
1998-99 sezonunda Beşiktaş bir kez daha 2. oldu ve Galatasaray tarafından engellendi. "Kara Kartallar" ligde sadece bir puan farkı ile kaybetti. Şifo da bu sezon |
toplam da 13 gol attı. Sonraki senaryoda aynı kaldı. Galatasaray, Beşiktaş'ın önünde dört sayı ile galibiyet alırken, Mehmet 11 gol attı. Bu sezonun Şifo için sonuncu yıl olduğu belli oldu ve 13 yıl Beşiktaş için oynadıktan sonra futboldan emekliye ayrıldı. Siyah beyaz renkler için son kez yaptığı bir değerlendirmede, İtalyan devi AC Milan'ın kulübü için sunduğu hizmetlerden ötürü teşekkür etti. Toplanan para, ihtiyacı olan çocuklara ücretsiz eğitim veren bir hayır kurumuna bağışlandı. Mehmet, 130 golle Feyyaz Uçar'ın ardından Beşiktaş'ın en skorer oyuncusu seçildi. Futbol kariyerinde 1990-1997 yılları arasında Türkiye millî futbol takımı için 31 maça çıktı.
Toplam: 48 Maç
31 kez A Takım, 7 kez Olimpik olmak üzere Millî formayı 38 kez giydi. 1992 Avrupa Futbol Şampiyonası elemeleri, 1994 FIFA Dünya Kupası elemeleri ve 1998 FIFA Dünya Kupası elemeleri'nde forma giymiştir.
Uzun yıllar Beşiktaş'a kaptan olarak hizmet veren Mehmet Özdilek, futbolu bıraktıktan 10 gün sonra 1 yıl boyunca Birleşik Krallık'ta antrenörlük ve yabancı dil eğitimi aldı. Newcastle United'da sportif direktör olan Gordon Milne sayesinde önce Bobby Robson sonra ise Alex Ferguson ile tanışma fırsatı yakalamıştır. Birleşik Krallık'ta kaldığı süre boyunca kulüplerin yapılarını, sezon başı çalışmalarını ve transfer politikalarını incelemelerde bulunmuştur.
2004 yılında teknik direktörlüğe ilk adımını Malatyaspor'da attı 4 ay süren kısa deneyimi sonrası görevini bıraktı.
2005 Temmuz ayında Fatih Terim'in yardımcısı olarak millî takım antrenörlüğü görevine başladı. 16 Kasım 2005'te oynanan Türkiye-İsviçre maçı sonrası soyunma odasına giden İsviçreli futbolcu Valon Behrami'ye ilk çelmeyi takan Özdilek'e İsviçreli futbolcu Benjamin Huggel de bu hareketin ardından tekme attı. Özdilek, bu olay sonrasında 24 Kasım 2005 günü görevinden istifa etti.
2008-09 sezonunda Antalyaspor ile anlaştı. 2012-13 sezonunun 9. haftasında Fenerbahçe'yi Kadıköy'de 1-3'lük skorla yenerek Fenerbahçe'nin evinde 47 maçlık yenilmezlik serisine son verdi. Buna mutakiben çoğu spor yorumcusu ve eleştirmen tarafından "Haftanın Teknik Direktörü" seçildi.
2012-13 sezonu sonunda Antalyaspor başkanı Hasan Akıncıoğlu'nun istifa etmesinin kararı ardından teknik direktör Mehmet Özdilek de istifa ettiğini açıkladı. Mehmet Özdilek, 2008 yılından 2013 yılına kadar Antalyaspor'u çalıştırdı.
2012-2013 sezonunun 8. haftası sonunda ligin son sırasına yerleşen Gençlerbirliği'nin başına 9. haftadan itibaren geçen Özdilek, kırmızı siyahlı ekibin başında 26 maça çıktı. Bu maçlar sonucunda topladığı 41 puanla ekibini Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş ve Kardemir Karabükspor'un ardından 5. sıraya kadar çıkaran Özdilek, Gençlerbirliği ile ligi 45 puanla 9. sırada tamamladı. Kulübün transfer politikası konusunda kulüp yönetimi ile anlaşamayan Özdilek, 26 Mayıs 2014'te karşılıklı anlaşma ile sözleşmesini feshetti.
2014-15 sezonu başında Uğur Tütüneker'den boşalan teknik direktörlük görevine getirildi. 11 Aralık 2014 tarihinde ligin 12.haftasının ardından karşılıklı anlaşarak takımdan ayrılmıştır. Takımın başında çıktığı 12 maçta 2 galibiyet, 4 beraberlik ve 6 mağlubiyet almıştır. Türkiye Kupasının 3. turunda ise Sebat Proje Trabzon Akcaabat'ı eleyerek gruplara kalmıştır.
10 Ocak 2015 tarihinde Uğur Tütüneker'den boşalan Kayseri Erciyesspor teknik direktörlük görevine getirilmiştir. 24 Mart 2015 tarihinde görevinden istifa ettiğini açıklamıştır. Takımın başında çıktığı 9 maçta 2 galibiyet ve 7 mağlubiyet elde etti.
1 Eylül 2015'te ikinci kez Gençlerbirliği teknik direktörlüğüne getirildi. 13 Aralık 2015'te kulüpten ayrılmıştır.
Kazanılan (19 Kupa)
İkincilik (12 Kupa)
Ali Rıza Efendi
Ali Rıza (d. 1839, Selanik - ö. ?, Selanik), Osmanlı Gümrük Muhafaza Teşkilâtı'nda bir memur, kereste tüccarı. Zübeyde Hanım'ın eşi, Mustafa Kemal Atatürk'ün ve Makbule Atadan'ın babasıdır.
Muhtemelen 1839 yılında Selanik'de dünyaya gelen Ali Rıza, kimi tarafından Arnavut kökenli olduğu, kimi tarafından Osmanlı Devleti'nin Makedonya ve Teselya'yı Türkleştirme politikası çerçevesinde Makedonya'nın Manastır Vilayeti'nin Debre-i Bala Sancağı'na bağlı Kocacık Köyü'ne; oradan 1830'larda Selanik'e göç etmiş olan Kocacık Yörüklerinden olduğu ve dedesi Ahmet Efendi ve Amcası Hafız Mehmet Emin Efendi'nin taşıdıkları Kızıl lakabının, Kocacık Yörüklerinin Orta Asya'dan gelerek Anadolu'da Konya-Karaman Bölgelerinde yaşayan "Kızıloğuz" Türkmenlerinden olmasından kaynaklandığı ileri sürülmektedir. Falih Rıfkı Atay'ın aktardığına göre, 1830'larda Selanik'e Söke'den göç etmiştir.
İlkokulu Abdi Hafız Mahalle Mektebi'nde okumuştur. Selanik'te Evkaf İdaresi'nde kâtiplik, sonra da Gümrük Muhafaza Teşkilatı'nda gümrük memurluğu yapmıştır. Memurluğunu, Osmanlı Rumelisi'nin Yunanistan sınırında, Olimpos Dağı eteklerinde, Çayağzı veya Papazköprüsü denilen dağlık, ıssız, Yunan eşkıyanın herkesi haraca bağladığı tehlikeli bir sınır geçidinde yapar.
Memurluğu sırasında, 1871 yılında Zübeyde Hanımla evlenir. Yeni Kapı Mahallesinde bir eve yerleşirler ve beş çocuklarından ilki, Fatma 1872 yılında bu evde dünyaya gelir. Fatma'dan sonra kısa aralıklarla iki erkek çocukları olur. Ahmet 1874'te, Ömer 1875'de doğar. Ömer'in doğduğu sene, ablası Fatma vereme yakalanır ve ölür.
1876 yılında, Selanik Asakir-i Milliye taburunda subay olan Ali Rıza, daha sonra da kereste ticareti yapmaya başlamıştır. Kereste ticareti sayesinde gelir düzeyi yükselen Ali Rıza, eşi Zübeyde Hanım, çocukları Ahmet ve Ömer'le birlikte, Selanik'in Islahane semtinin Ahmet Subaşı Mahallesi'ndeki bir eve taşınırlar. (Lozan Antlaşması ile kaybedilen bu ev, 1937 yılında Selanik Belediyesi tarafından Atatürk'e armağan edilir, günümüzde de müze olarak hizmet vermektedir.) Ali Rıza, 1881 yılında bu üç katlı evde dünyaya gelen oğluna, çocukken kazayla beşikten düşürüp ölümüne yol açtığı ve hiç unutmadığı kardeşinin ismini verir: Mustafa... Birkaç yıl sonra da Makbule doğar.
Uzun yıllar Atatürk'ün yanında bulunan Falih Rıfkı Atay, "Çankaya" adlı eserinde Atatürk'ün Ali Rıza fotoğrafı için "Bu adam bizim peder değildir" dediğini aktarmaktadır. Falih Rıfkı'ya göre Ali Rıza'nın bilinen bir fotoğrafı yoktur.
Şevket Süreyya Aydemir'in Tek Adam adlı kitabında ise sözü geçen fotoğrafın Ali Rıza'nın 1877 sonları veya 1878'de Asakir-i Milliye Taburu'nda üsteğmen rütbesiyle görev yaparken çekildiği, kendisine ait tek fotoğraf olduğu belirtilmiştir.
Hababam Sınıfı (film)
Hababam Sınıfı, yönetmenliğini Ertem Eğilmez'in üstlendiği, Rıfat Ilgaz'ın "Hababam Sınıfı" romanından uyarlanan 1975 çıkışlı Türk filmi.
Özel Çamlıca Lisesi'ne yeni atanan müdür muavini ve tarih öğretmeni olan Mahmut Hoca (nam-ı diğer Kel Mahmut); kopya çeken, okuldan kaçıp maçlara giden, hocalarla sürekli kafa bulan öğrencilerle dolu okulun 6 Edebiyat A sınıfını (nam-ı diğer Hababam Sınıfı) ilginç ceza yöntemleriyle disiplin altına almaya çalışır. Fakat aynı zamanda öğrencilerin haylazlığı dışında ciddi olaylar da yaşanmaktadır.
Sırrı Yırcalı Anadolu Lisesi
Sırrı Yırcalı Anadolu Lisesi, kısaca SYAL, 1984 yılında Balıkesir Anadolu Lisesi adıyla kurulmuş olan ve 1987'de şehrin ileri gelenlerinden Sırrı Yırcalı'nın yaptırdığı binaya taşınarak, bu iş adamının adını alan Anadolu Lisesidir.
Uzun yıllar boyunca, bölgedeki en yüksek puanlı lise olarak kalan okulun müdürlüğünü, kurulduğu günden 4 Ocak 2010'a kadar Süleyman Sayan yapmıştır. Mezunlarının üniversite giriş sınavlarındaki başarısı ve spor takımlarının aralıksız şampiyonlukları, okulun Türkiye çapında bilinen bir lise olmasını sağlamıştır.
Tarihinde ÖSS ve ÖYS Türkiye birincileri bulunan okul, 2001 yılı ÖSS sonuçlarına göre en yüksek puan ortalamasına sahip 3. Anadolu Lisesi olmuştur. Kapasitesi 826 öğrenci ve 60 öğretmendir.
Balıkesir'in Doğu çıkışında, Bursa-İstanbul yolu üzerinde bulunan lise, yaklaşık 27.000 m² alana kurulmuş olup bu alan içerisinde 1551 m²lik okul binası, 820 m²lik yemekhane binası, 1000 m²lik spor salonu, ön ve arka bahçeler, 3 adet basketbol sahası, 2 adet futbol sahası ve 1 adet tenis kortu bulunur.
SYAL, 2005 -2006 Eğitim Öğretim yılında Türkiye İçin Eğitimde Kalite Yarışmasında Türkiye'nin en kaliteli 3. okulu ve 2008 - 2009 eğitim - öğretim yılında En İyi Görünümlü Okul Bahçeleri yarışmasında Türkiye 1.si seçilmiştir. Ayrıca okul öğrencileri yurtiçi ve yurtdışında birçok başarıya imza atmıştır. Okul sportif faaliyetlerde de İl ve Bölge çapında birincilikler kazanmıştır.
Lisenin mezunları, 2005 yılında SYAL Mezunlar Derneği'ni Balıkesir merkezli olarak kurmuştur.
SYAL Mezunlar Derneği her sene Ramazan Bayramı'nın ikinci günü "Geleneksel SYAL Pilav Günü" düzenlemektedir. Bu yıl (2009) üçüncüsü düzenlenen "Geleneksel SYAL Pilav Günü"nün organizasyonunu geçmiş yıllarda olduğu gibi derneğin Denetim Kurulu Başkanı Cemal Erol gerçekleştirmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu kuruluş dönemi
Osmanlı İmparatorluğu Kuruluş Dönemi (1299 veya 1302 - 1453), Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan Konstanniyye'nin fethine (29 Mayıs 1453) kadar devam ettiği kabul edilen dönemdir
Moğol saldırıları sonucu Kayı soyundan Kaya Alp'in oğlu Süleyman Şah, Horasan'dan 50.000 kişi ile Erzincan ve Ahlat yakınlarına 1224 yılında gelerek buraya yerleşmiştir. Yedi yıl sonra bu boy Fırat Nehri yatağını izleyerek Halep üzerinden Horasan'a dönmek istedi; ancak Caber Kalesi önlerinde Süleyman Şah atıyla suya düşerek öldü. Bu olay, onun emrindeki ailelerin dağılmasına yol açtı. Bazı aiӀeӀer Suriye'de kaldı, bazı aileler ise Anadolu içlerine ilerledi.
Süleyman Şah'ın dört oğlu vardı; Sungur Tekin, Gündoğdu, Dündar ve Ertuğrul. Bunlardan ilk ikisi Horasan'a döndü, diğer ikisi ise yanlarında yaklaşık 400 aile ile Erzurum civarına gitti ve Sürmeli Çukur Ovası'na yerleşti. Bunlardan bir bölük ise Pasin Ovası'na yerleşti.
Dündar ve Ertuğrul, emrindeki ailelerӀe batıya ilerlerken iki ordunun savaşına rastladı. Bu iki ordudan güçsüz olarak gördüklerine yardım etmeye karar verdiler. Bu karar onların ileriki yaşamlarını oldukça etkiledi; çünkü güçsüz olup |
onların yardımıyla savaşı kazanan taraf Anadolu Selçuklu ordusu, düşman ise bir Moğol ordusuydu. Ertuğrul, bu yardımı sayesinde Selçuklu sultanı III. Alaeddin Keykubat ile tanıştı ve onu koruyucu olarak tanıyıp elini öptü. Sultan da ona hediye olarak Domaniç ve Ermeni dağlarını yaylak, Söğüt yakınlarındaki ovayı da kışlak olarak verdi.
Ertuğrul'un ailesi oraya vardığında Kütahya'nın kuzeyindeki Karacahisar mevkiinde Rumlar yaşıyordu. Ertuğrul bu Rumlar tarafından rahatsız edilince Alaaddin'den sefer için izin istedi ve sefer yapıp bölgeyi aldı. Zafer haberini Eskişehir'de alan III. Alaeddin Keykubat, Eskişehir'in adını ""Sultanönü""'ye çevirdi ve Ertuğrul Gazi'ye verdi
Ertuğrul Gazi'nin ise üç oğlu vardı; Osman, Gündüzalp ve Savcı. Bunlardan en küçüğü olan Osman, 1258 yılında doğdu. Bizans tekfurlarına karşı seferlerde bulundu ve bir savaşçı olarak nam saldı.
Babasının ölümü üzerine 1281'de aşiretin başına geçen Osman Gazi, 1284'te Bizanslılara ait olan Kulaca Hisar'ı ele geçirdi. İlerleyen yıllarda fetihlerine devam etti; 1288'de Karacahisar'ı, 1298'de Bilecik'i fethetti. 1299'da, III. Alaeddin Keykubad'ın kaçmak zorunda kalması ile Anadolu Selçuklu Devleti yöneticisiz kaldı. Bunun üzerine aynı yıl bağımsızlığını ilan etti. (Bu tarih, birçok tarihçi tarafından beyliğin kuruluşu olarak nitelendirildi fakat Halil İnalcık, kuruluşun 1302 yılında gerçekleşen Koyunhisar Muharebesi ile gerçekleştiğini öne sürdü.) 1301'de Yenişehir'i ele geçirdi ve 1302'de Bizans ile yapılan ilk silahlı çarpışma olarak bilinen Koyunhisar Muharebesi'ni kazandı. 1321'de Mudanya ele geçirildi; 1326'da, Bursa Kuşatması sırasında vefat etti. Şehir, vefatından sonra fethedildi. Yerine, oğlu Orhan Bey geçti.
Osman Gazi, Anadolu'da faaliyet gösteren meslek teşkilatı Ahiler'in desteğini aldı ve teşkilatın lideri Şeyh Edebali'nin kızı ile evlendi. Ayrıca diğer Türk beylikleri ile mücadeleden kaçındı ve sınırlarını Bizans toprakları yönünde genişletti.
Orhan Gazi, beyliğin başına geçmeden önce Yarhisar tekfurunun kızı Holofira ile evlendi; 1326'da babasının ölümü ile beyliğin başına geçti ve aynı yıl Bursa'yı fethederek başkent yaptı. İlerleyen yıllarda İznik'i kuşattı fakat Bizans İmparatoru III. Andronikos'un karşı saldırıya geçmesi üzerine kuşatmayı kaldırdı. İki taraf, 1329'da Maltepe Muharebesi'nde karşılaştı; savaşın kazananı Osmanlılar oldu ve böylece Kocaeli Yarımadası'nın fethi tamamlanarak Bizans'ın Anadolu toprakları ile bağlantısı kesildi. 1331'de İznik, 1337'de İzmit ele geçirildi. 1345 yılına gelindiğinde Karesioğulları Beyliği, Osmanlı topraklarına katıldı. Beyliğin alınması ile Anadolu Türk siyasi birliğinin sağlanması yolundaki ilk adım atıldı ve Osmanlı, Karesioğulları'nın donanmasından yararlandı. Ayrıca beyliğin konumu sayesinde Rumeli'ye geçiş kolaylaştı. Orhan Gazi, 1346'da İoannis Kantakuzenos'un kızı ile evlendi ve 1347'de Bizans tahtına geçmesini sağladı. Bizans'a, Balkan devletleri ile yaptığı savaşlarda asker yardımında bulundu. Yardımların karşılığı olarak kendisine 1353'te Gelibolu Yarımadası'ndaki Çimpe Kalesi verildi. Böylece Osmanlılar, Rumeli'deki ilk topraklarını kazandılar.
Orhan Gazi, beyliği devlet haline getirdi ve teşkilatlanma çalışmalarına önem verdi. Saltanatı sırasında, ilk Osmanlı medresesini İznik'te açtı; yaya ve müsellem ordusunu kurdu. İlk Divan'ı topladı ve vezirlik makamını oluşturdu. İlk kadı ve subaşı atamalarını yaptı. 1362'da vefat etmesinin üzerine, tahta I. Murad geçti.
Murad Hüdevandigâr olarak da bilinen I. Murad, tahta geçmeden önce 1350'li yıllarda ağabeyi Süleyman ile birlikte Rumeli'de gerçekleştirilen bazı akınlara katıldı. Saltanatı boyunca sınırlarını Balkan topraklarında ilerletmeye özen gösterdi, bunun yanı sıra Anadolu'daki komşu Türk beyliklerinden bazılarının topraklarına çeşitli yollarla sahip oldu. 1363'te Bizans ile yaptığı Sazlıdere Muharebesi sonrasında Edirne'yi fethetti. Hemen ardından Filibe ve Gümülcine'yi hakimiyeti altına alarak Bizans'ın Sırp ve Bulgar devletleri ile var olan kara bağlantısını kesti. Fetihlerden rahatsız olan Papa V. Urbanus, bir Haçlı birliği oluşturdu. Osmanlı ordusu ile Haçlı birliği arasında 1364'te yapılan Sırpsındığı Muharebesi, kesin Osmanlı zaferi ile sonuçlandı. Zafer sonucunda Meriç Irmağı tamamen hakimiyet altına alındı ve Balkanlarda ilerlemek daha kolay bir hale geldi.
Haçlıların Balkanlardaki Osmanlı ilerlemesini durdurma çabaları, Çirmen Muharebesi ile devam etti. Sırpsındığı'nın intikamını almak isteyen Sırplar ile 1371'de savaşan Osmanlılar, bir kez daha zafer elde ettiler. Böylece Makedonya'nın fethine ortam hazırlandı; Bulgar kralı, Sırp prensleri ve Bizans Osmanlı üstünlüğünü kabul etti. İlerleyen yıllarda oğlu Bayezid'i, Germiyanoğulları beyi Süleyman Şah'ın kızı ile evlendirdi. Böylece çeyiz yolu ile Kütahya, Simav, Tavşanlı ve Emet'i hakimiyeti altına aldı. Hamitoğulları'ndan para karşılığında Akşehir, Yalvaç, Beyşehir, Seydişehir ve Isparta'yı satın aldı. Böylece Karamanoğulları ile sınır komşusu oldu. Anadolu'da bu faaliyetler sürerken Balkanlar yönündeki genişleme devam etti. 1386'da Sırplarla yapılan Ploşnik Muharebesi'nde Osmanlı birlikleri başarısız oldu. Bunun üzerine Balkan devletleri yeni bir Haçlı ordusu oluşturdu. İki ordu 1389'da I. Kosova Muharebesi'nde karşılaştı. Savaş, Osmanlı galibiyetiyle sonuçlandı fakat I. Murad, Sırp Miloš Obilić tarafından şehit edildi.
Murad Hüdevandigâr, saltanatı sırasında var olan "Devlet hükümdar ve ailesinin ortak malıdır." anlayışını "Devlet hükümdar ve oğullarının ortak malıdır." anlayışı ile değiştirdi. Böylece taht kavgalarını azaltmayı amaçladı. Kurumsallaşmaya önem verdi; başkenti Edirne'ye taşıdı ve Yeniçeri Ocağı'nı kurdu. Ülkeyi ilk kez eyaletlere ayırarak Rumeli Eyaleti'ni oluşturdu.
Osmanlılar ile başta Karamanoğulları olmak üzere,Anadolu Türkmen beylikleri arasındaki mücadele, I.Murad'ın oğlu Yıldırım Bayezid(I. Bayezid (1360-1403)döneminde,tüm beyliklerin ortadan kalkması ve beyliklerinin Osmanlı topraklarına katılmasıyla sonuçlandı.Bu dönemde Osmanlılar,Türkmen beyliklerinin topraklarından başka,Kadı Burhanettin'in mülkü sayılan Sivas,Kayseri,Malatya ve Elbistan'ı da ele geçirmeyi başardılar;böylece Osmanlı sınırı doğuda Fırat'a kadar genişledi.
Ancak bu durum,Osmanlılar'ı toprakları ellerinden alınan beylerin sığındığı Timur'la karşı karşıya getirdi.Osmanlı yönetimine geçen Anadolu Türkmen beyliklerinin asker ve yöneticileri henüz büyük ölçüde eski beylerine bağlılıklarını koruyorlardı.Bunlar Ankara Savaşı(1402)sırasında Timur ordusunda bulunan eski beylerinin yanına geçtiler.Bu hem Ankara Savaşı'nda Osmanlıların yenilmesine, hem de 14. yüzyılda kurulmuş olan Anadolu siyâsi birliğinin dağılmasına neden oldu. Osmanlılar, Anadolu'nun siyâsi birliğini yeniden ancak 15. yüzyılın ikinci yarısında, II. Mehmed döneminde kurabildiler.
Ankara Savaşı'nda Osmanlıların uğradığı ağır yenilgi, yalnız Anadolu'daki siyâsi birliğin parçalanmasına neden olmakla kalmadı, Osmanlı Devleti'nin kendi içinde de parçalanmalara yol açtı. Yıldırım Bayezid'in oğulları Süleyman Çelebi, İsa Çelebi, Musa Çelebi, Mehmed Çelebi, Osmanlı tahtına sahip olabilmek için birbirleriyle mücadeleye giriştiler. "Fetret Devri" adı verilen ve 1413'e kadar süren bu taht kavgası dönemi, Mehmed Çelebi'nin (I. Mehmed) (1413 - 1421) kardeşlerini ortadan kaldırıp, Osmanlı Devleti'nin birliğini yeniden sağlamasıyla sona erdi. Ankara Savaşı'ndan sonra dikkati çeken en önemli özelliklerden biri, Anadolu'daki eski Türkmen beyliklerinin yeniden kurulmasına, Osmanlı Devleti'nin de Bayezid'in oğulları arasında parçalanmasına karşın Balkan uluslarının Osmanlı yönetiminden kurtulmak için girişimde bulunmamalarıdır. Bunun da nedeni büyük ölçüde, Osmanlı düzeninin, özellikle mîri toprak düzeninin, Balkan derebeylik düzeninden daha iyi, daha ileri bir düzen olması ve Balkan halklarının büyük ölçüde bu düzenden hoşnut olmalarıdır.
Ankara Savaşı'ndaki ağır yenilgi, Osmanlı gelişmesini yarım yüzyıl kadar geciktirmiş oldu. Ancak Osmanlı Devleti, bir devleti tümüyle tarih sahnesinden silebilecek kadar büyük ve önemli olan bu sarsıntıyı atlatabildi; yarım yüzyıllık bir gecikmeyle de olsa yeniden gelişme ve büyüme yoluna girdi.
1451'de II. Murad (1421 - 1444, 1446 - 1451) ölüp de yerine oğlu Fatih Sultan Mehmed (1444 - 1446, 1451 - 1481) ikinci kez padişah olduğunda, artık Osmanlı Devleti, Ankara Savaşı'nın tüm sarsıntılarını atlatmış ve kuruluş dönemini tamamlamış bir devlet idi. II. Mehmed, atalarının birçok defa girişip de başaramadıkları İstanbul'u alma emelini gerçekleştirebilecek kadar kendini güçlü hissediyordu. Fetihle Osmanlı Devleti, artık bir imparatorluk olacaktı.
Mavi Sakal (müzik grubu)
Mavi Sakal (veya Mavisakal), Türk rock müzik grubudur.
1980'de Tarsus Amerikan Lisesi'nde Murat Tümer (davul), Tibet Ağırtan (gitar/vokal), Kaan Uçak (vokal), Kaan Altan (gitar) ve Ahmet Ersöz (basgitar) tarafından "Echo '83" adıyla kuruldu. 1984 senesinde Mavi Sakal adını aldı. 1992 yılında "Çektir Git" adlı ilk kasetini piyasaya veren Mavi Sakal ardından 1993'de "Mavi Sakal 2"yi piyasaya sürerek kısa sürede "Şaşkın" ve "Çektir Git" adlı şarkılarıyla listeleri zorlamaya başladı. Bunun üzerine kasetin yapımcısı Uzelli Mavi Sakal 2'yi CD olarak piyasaya sürdü. Bu aynı zamanda yayımlanan ilk Türk Rock CD'si oluyordu.
4 senelik bir sessizliğin ardından yapımlarını Tümer & Tümer'in gerçekleştirdiği 1997 yılında yayınlanan "İki Yol" single'ı ve 1998 yılında yayınlanan "Kan Kokusu" albümü, geçen yıllar içerisinde yurtiçinde verdiği sayısız konserler, katıldığı ulusal ve uluslararası festivaller, 1997 senesinde Status Quo grubunun konuğu olarak gittiği Londra Wembley Arena'da verdiği konserler ile geniş kitlelerce tanınarak bir Türk Rock kültüne dönüşen Mavi Sakal 2000 senesinde birkez daha sessizliğe gömüldü.
2006 Haziran'ında grubun kurucu üyelerinden Murat Tümer (davul) ve Tibet Ağırtan’a (vokal/gitar) ek olarak gene grupla uzun yıllar sahne almış Taylan Dedeoğlu (gitar) ve Batur Yurtsever’den (basgitar) oluşan kadro |
suyla yeniden canlanan Mavi Sakal gelecek albümün habercisi olarak internet üzerinden ücretsiz yayınladıkları "Son..Ki..5..10" single'ı ve bu single’ı takip eden bir tanıtım turnesi sonrası Pasaj Müzik etiketiyle yayınlanan "Yeni..den!" adını verdiği 4. stüdyo albümüyle sessizliğine son verdi.
2015 yılında "Naklen" adlı albümlerini çıkardılar. Grubun eski kadrosunun birçoğu yeniden bir araya gelmişti. Kaan Altan (gitar), Murat Tümer (davul) ve Genç Osman Yavaş (vokal-gitar), aralarına Sinan Tansal (perküsyon)'ı da alarak ön hazırlıkları 8 ay süren albümü çıkardılar. Albümün kaydı Deneyevi'nde Sevan Çizmeci tarafından yapıldı. Mix ve mastering Helsinki'deki Finnvox stüdyosunda Mikko Karmila ve Mika Jussila tarafından gerçekleştirildi.
Osmanlı İmparatorluğu yükselme dönemi
Osmanlı İmparatorluğu Yükselme Dönemi ya da Olgunluk Dönemi (29 Mayıs 1453 - 11/12 Eylül 1683) Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş döneminden sonra geldiği kabul edilen dönem. İstanbul'un Fethi ile başladığı kabul edilen bu olgunluk döneminin genellikle II. Viyana Kuşatması'na kadar devam ettiği kabul edilir. Katip Çelebi, imparatorluğun bu döneminin 1593'te Celalilerin ortaya çıkmasına kadar sürdüğünü belirtirken, Naima 1683'teki Viyana bozgununu bu dönemin bitişi ve yeni bir dönemin başlangıcı olarak ilan eder. Naima'nın İbn-i Haldun'un tarih anlayışına göre yapmış olduğu bölümlendirme sonraki dönem Osmanlı tarihçileri tarafından da benimsenmiştir.
İmparatorluk bu dönemde tüm kuzey Afrikaya yayılmış, Doğu Avrupa'nın önemli kısmını kontrol altına alarak, Viyana kapılarına dayanmıştır. Doğuda ise yeniden ortaya çıkan Safevi Devleti ile savaşmıştır. Bu dönemi imparatorluğun duraklama dönemi izler.
İstanbul'un 1453'teki fethinden sonra tüm Yunanistan birkaç yıl içinde kontrol altına alındı. Rodos, Girit ve Kıbrıs gibi önemli adalar bunun dışındaydı. Rodos'ta Hospitalier şövalyeleri 16. yüzyılına başına değin tutunabildiler. Kıbrıs 16. yüzyıla kadar, Girit ise 17. yüzyıla kadar Venediklilerin kontrolünde kaldı. Trabzon da 1461 yılında düşünce bağımsız hiçbir Rum devleti kalmamış oldu. Kısa süre içinde Tuna'nın güneyindeki Slav devletler de ortadan kaldırıldı. Son direniş İskender Bey adı verilen Georges Castriota'nın birkaç yıl sürdürmeyi başarabildiği Arnavutluk'taki direniş oldu. Böylece imparatorluğun Avrupa yakasında hiçbir çatlak kalmadı.
Osmanlılar, Adriyatik kıyılarında, Venedik dalmaçyası sınırlarında görülmeye başladılar ve 1480 yılından itibaren bir Osmanlı gücünün Otranto'ya ayak bastığı görülür. Ancak Orta Avrupa'daki Osmanlı ilerleyişi bir dizi yerel sorunla karşılaştı. Osmanlı'nın bu sorunlarla başetme yolu yerel özerklikler tanımaktı, ancak devletin gücü yerel idareyi doğrudan üstlenebilecek noktaya geldiğinde Slav prensliklerinin özerklikleri derhal ortadan kaldırılıyordu. Giderek Karadeniz de bir Osmanlı gölüne dönülmeye başladı.
II. Mehmet, yeniçeri ordusunu aşama aşama yeniden düzenledi. Ordunu silahlarını yeniledi, sayısını artırdı ve merkezi kontrolünü güçlendirdi. İstanbul'un fethinden sonra dikkatini Anadolu'ya yöneltti. II. Mehmet'ten 50 yıl önce Sultan I. Bayezid Anadolu'yu önemli ölçüde politik bir birlik haline getirmeyi başarmıştı ancak, 1402'deki Ankara Savaşı'ndan sonra bu birlik yeniden dağılmıştı. Bu yüzden Türklerin kontrolündeki diğer Anadolu beylikleri ile Rum Trabzon İmparatorluğu'nu topraklarına katmak ve Kırım Hanlığı ile ittifak yapmayı amaçladı. Bu hedefinde başarılı oldu ve Anadolu'daki diğer beylikler üzerinde Osmanlı kontrolünü sağladı.
İmparatorluğun Asya cephesindeki sorunlar Avrupa cephesinden daha derindi. Gerçi Anadolu'daki hiçbir beylik Osmanlı ile boy ölçüşebilecek güçte değildi ama dinsel ve etnik duyguların öne çıktığı başka sorunlar vardı. İran, Azerbaycan ve Ermenistan'da politik bir güç haline gelen Akkoyunlular bir sorun oldu. Asya Türkmenleri, kendilerinden uzakta Balkan sınırlarında doğmuş Osmanlı'ya nazaran kendilerini Akkoyunlulara daha yakın hissediyorlardı. Ayrıca Türkmen oymakların hemen hepsi Şii olmasının da rolü önemliydi. Fatih, Akkoyunluların hükümdarı Uzun Hasan'ı Otlukbeli savaşında bozguna uğrattı. Ancak tarikatların ve sufilerin büyük saygınlığa sahip olduğu bu halklar arasında bir süre sonra, Erdebil'de doğan yeni bir Şii hanedanı kolan Safevi devleti kurulacaktı.
Oral Sander'e göre II. Mehmet döneminin siyasi tarih açısından en önemli özelliği "milletler sistemi"nin geliştirilmesidir. İstanbul'un fethinden sonra Avrupa'daki baskılardan kaçan çok sayıda Yahudi bir müslüman devletin hükümranlığı altına sığındı. Ayrıca hıristiyan ve diğer dinlerden topluluklar kendi dinsel önderlerinin yönetimi altında merkezi otoriteye karşı bir tür özerklik elde etmişlerdi. Kendi yasalarını ve yaşam biçimlerini koruyan "milletler" olarak varlıklarını sürdürebildiler. Diğer "milletler"den olanlar belki fethedilmiş bir halk olarak birinci sınıf yurttaş sayılmasalar da, varolan sınırlamalara rağmen benliklerini sürdürme ve barış içinde yaşama hakkına sahiptiler. Zamanla müslümanların fazla itibar etmediği ticaret alanına da el atarak zenginliklerini artırdılar. Böyle bir yönetim anlayışı, o dönem Avrupa'sındaki diğer çok-uluslu devletlerde görülmemektedir.
II. Bayezid, babasının aksine barışsever eğilimli idi. Buna karşın Avrupa diplomasisinin manevralarına girmek zorunda kalmıştır. II. Bayezid yeni haçlı seferlerini engelleyebilmek için babasının başlattığı deniz gücü kurma çabasını devam ettirdi. Bunun sonunda İtalya'daki şehir devletleri birbirlerine karşı koz olarak Osmanlı'nın desteğini sağlamaya çalışacaklardır. Venedikle girilen deniz savaşlarında Akdeniz'deki Venedik deniz üstünlüğü sona erdirildi. Artık Osmanlı denizcileri Batı Akdeniz'de de seferlere girişeceklerdir.
II. Bayezid, imparatorluğun ticari ve ekonomik ilişkilerinin gelişmesini teşvik etmiş ve İtalyan kent devletleriyle karlı ticari ilişkilere girmiştir. 15. yüzyılın sonundan başlayarak, İspanya'dan sürülen Yahudiler'i Osmanlı topraklarına kabul etmiştir.
Babası II. Bayezid'in tahtına oldukça sorunlu şekilde, hatta bir tür darbe ile oturan I. Selim önce kardeşleri Şehzade Ahmet ve Şehzade Korkut tehditlerinden kurtuldu ve sonra yeniden yükselen Safevi devleti tehdidini bertaraf etmeye girişti. Şah İsmail'in üzerine yürüyerek onu 1514'te Çaldıran'da bozguna uğrattı ve sonra Tebriz’e kadar ilerledi. Dönüşünde Dulkadiroğulları Beyliği ile Turnadağ Muharebesi yapıldı(1515). Bunu gören Ramazanoğulları Beyliği savaşmadan teslim oldu ve Anadoluda Türk birliği sağlandı. Devletin Doğu Anadolu yüksek bölgesini de içerecek biçimde genişlemesi doğudan gelebilecek (Timur saldırısı gibi) bir saldırıya karşı ülkenin savunmasını kolaylaştırıyordu.
Çaldıran seferinden hemen sonra gündeme gelen Mısır seferi ve burada Memlukların yönetimine son verilmesi ile Sultan Selim halifeliğin Osmanlı sülalesine geçmesini sağlamış oldu. Kutsal emanetlerin İstanbul'a getirilmesi, Mekke, Medine gibi kutsal kentlerin ve Hicaz haç yolunun denetimi de artık Osmanlı imparatorluğu tarafından yapılır oldu. Böylece Osmanlı, artık tüm İslam dünyasının koruyucusu olduğunu göstermişti.
Kanunî Sultân Süleyman, Yavuz döneminde duraklayan Batı’ya karşı gazâ siyâsetini yeniden yürürlüğe koydu. Belgrad’ın zaptı (1521) Orta Avrupa’da; Rodos’un zaptı (1522) ise Akdeniz’deki etkinlikleri için Osmanlı Devleti’ne elverişli bir konum kazandırdı. Macar ordusunu Mohaç’ta yok eden (1526) Kanunî Sultân Süleyman, Macaristan’ın başkenti Buda’ya (Budin) girdi ve Macaristan'ı Zapolya'nın krallığında himâyesine aldı. Mohaç Savaşı ("Meydan Muharebesi") tarihin en kısa süren savaşıdır. Bu, Osmanlı Devleti’ni Macaristan egemenliği için Habsburglar’la karşı karşıya getirdi. Kanuni, Zapolya’yı korumak için 1529’da Viyana’nın kuşatılmasıyla sonuçlanan seferi, 1532'de de Alman Seferi'ni yaptı. 1541’de ise Osmanlı egemenliğindeki Macaristan topraklarını bir Osmanlı eyaleti (Budin Eyaleti) yaparak ilhâk etti; ölen Zapolya’nın oğluna, kendisine bağlı olması koşuluyla Erdel Prensliği’ni verdi. 1543’teki Macaristan seferi sırasında ise Estergon Kalesi’ni zapt etti. 1534 de piri reis himayesindeki Cezayir Osmanlılara geçti. 1551 de Trablusgarb'ı Turgut Reis komutasındaki donanma ile aldı.
II. Selim,tahta çıktığında ilk seferini Yemen'e yaptı. Yavuz Sultan Selim döneminde alınamayan Yemen onun döneminde alındı (1568). Yemen'den sonra Cenevizlilerden Sakız Adası alınarak boğazların güvenliği sağlanmış oldu.
Döneminde sadece tek bir veziriazam atamıştır. Bu veziriazam Sokullu Mehmed Paşa idi. II. Selim, yönetimi kızı Esmehan Sultan'ın kocası olan Sokullu Mehmed Paşa'ya bırakarak çok isabetli bir karar vermiştir. Osmanlı Devleti, II. Selim döneminde de gücünü korumuştur.
Sakız Adası'ndan sonra Tunus, Endonezya, Astrahan, Kıbrıs gibi toprakları da imparatorluğa katmıştır. İnebahtı Deniz Savaşı'nda ise Osmanlı ordusu büyük bir yenilgiye uğratılmıştır.
Kanuni]] döneminde Don-Volga nehirleri arasında bir kanal açılmış ancak kesin bir sonuca ulaşılamamıştır. II. Selim döneminde Sokullu Mehmed Paşa sayesinde bu nehirler arasında bir kanal açılarak boğazların güvenliği sağlanmıştır. Süveyş Kanal Projesi de diğer bir kanal projesidir.
Kanuni döneminde önemli mücadele alanlarından biri de Azerbaycan oldu. Yavuz Sultan Selim zamanında Azerbaycan’a karşı kazanılan Çaldıran zaferine, Osmanlı ordularının Tebriz’e kadar ilerlemesine ve tüm Doğu Anadolu’nun Osmanlı egemenliğine geçmesine karşın Sefeviler ile kesin bir barış antlaşması imzalanmamıştı. Gerek Sefeviler, gerekse Osmanlı İmparatorluğu, birbirlerine kuşku ile bakıyorlardı. Güney Azerbaycan, Anadolu’yu ele geçirme planlarından vazgeçmediği gibi, Osmanlılar da Hint Okyanusu’na kuzeyden açılan iki körfezden biri olan Basra Körfezi'ne açılan Irak topraklarını ele geçirme emelleri besliyorlardı. Bu arada iki devlet arasında sınır olayları da eksik değildi; bir takım sınır görevlileri durmadan taraf değiştirmekteydiler. Bütün bu olaylar bir araya gelince 1533'te Sadrazam İbrahim Paşa, Sefevi seferiyle görevlendirildi, arkasından da padişah |
Safevi seferine çıktı (1534). "Irakeyn Seferi"denilen bu seferin en önemli ve kalıcı etkisi Bağdat dahil olmak üzere Irak topraklarının Osmanlılar’ın eline geçmesi oldu (1535). Böylece Hint Okyanusu'na açılan önemli körfezlerin ikisi de Osmanlılar'ın eline geçmiş oldu. Güney Azerbaycan savaşları 1555’teki Amasya Antlaşması ile sona erdi; antlaşma sonucu Azerbaycan ile merkezi Tebriz, bir kısım Doğu Anadolu toprakları Osmanlılar'ın eline geçti. Bu barış 1576 yılına kadar sürdü.
Akdeniz'de Osmanlılar'la Hristiyan Akdeniz devletleri arasında her iki taraf için de yıpratıcı deniz savaşları yapılırken, Osmanlı Devleti, 1538'den başlayarak Hint Okyanusu’nda Portekizliler ile mücadeleye girişti. Osmanlı Devleti’nin Hint Okyanusu için mücadelesi 1669’a kadar sürdü. Bu süre içinde birkaç kez Hindistan’a, bir kez de Sumatra Adası’na donanma gönderildi; Yemen, Habeşistan ve bazı Afrika ülkeleri Osmanlı Devleti’ne katıldı. Hint Okyanusu'nda Portekizlilere karşı bazı deniz başarıları elde edildi ise de, Osmanlılar Hint Okyanusu’nda kesin bir üstünlük sağlayamadılar. Osmanlılar’ın Hint Okyanusu’ndaki başarısızlığı daha sonra hem Osmanlı Devleti hem de tüm doğu ulusları için son derece olumsuz sonuçlar doğuracaktır. Osmanlı donanması nın okyanus şartlarına uygun olmaması, Hint deniz seferlerine gereken önemin verilmemesi ayrıca Gucerat hükümdarlarının Osmanlılar'a yardım etmemesi başarısızlığın diğer nedenlerindendir.
Kanuni'den sonra tahta geçen padişahların çoğu devlet işlerine fazla bir ilgi göstermemişlerdir. Devlet işleri bu dönemde Sokullu (görev süresi 1565-1579) ve Köprülüler (görev süreleri 1656-1683) gibi yetenekli sadrazamların eline geçmiş ve "zayıf padişahlar ve güçlü sadrazamlar" dönemi başlamıştır. Bu dönemde tahta gelen birçok sultan zaten çocuk yaşta idi. I. Ahmet (1604-1617) ve II. Osman (1618-1621) iktidara geldiklerinde 14 yaşında idiler; IV. Murat (1623-1640) 12, IV. Mehmed (1648-1687) ise 7 yaşındaydı. Bu durumda naiplik devreye giriyor ve kadınların büyük rol oynadığı bu durum bir dizi karışıklığa yol açıyordu. Bu sultanların kadınlara ve içkiye düşkünlükleri de dikkat çeker boyutta idi. Örneğin III. Murad 102 kez baba oldu ve sonra da sara hastalığına tutuldu. I. İbrahim cinsel saplantılar içindeydi sonunda da boğularak öldürüldü. Bu sultanlar, çoğu kez yeteneksizdiler. Saraydan çıkmıyor, hiçbir işe el sürmüyorlar, bizzat adalet dağıtmıyorlar, ne vezirlerini ne diğer yöneticileri denetlemiyorlardı. Kanuni'den sonra sadece III. Mehmet ve II. Osman birer sefere çıktı. İçlerinde ordunun başına geçen ve savaş adamı niteliğini hakeden sadece IV. Murat idi. Yeniçeriler de artık sultanlara saygı duymaz oldular ve ilk kez bir sultanı II. Osman'ı tahttan indirip öldürerek, yerine bir zavallıyı, I. Mustafa'yı tahta geçirdiler.
Osmanlı İmparatorluğu'nun iktisadi yapısı
Osmanlı Devleti, beylik döneminden itibaren sistemli bir malî teşkilâta sahip olmuştu. Osmanlılardaki ilk maliye teşkilâtının Murat Hüdavendigâr (I. Murat) zamanında Çandarlı Kara Halil Paşa ile Karamanlı Kara Rüstem Paşa tarafından yapıldığı belirtilmektedir. Bu bilgiler ışığında meseleye bakıldığı zaman Osmanlı maliyesinin daha ilk kuruluş dönemlerinde ortaya çıktığı ve devletin buna büyük bir itina gösterdiği anlaşılmaktadır.
Fâtih zamanında hazırlanan kanunnâmede "Bu kanunnâme atam ve dedem kanunudur ve benim dahi kanunumdur" ifadesi ile tarihî bilgilere göre ilk Osmanlı hükümdarlarının, bir araya getirilip tedvin edilmemiş kanunnâme hükümleri ile âmil oldukları anlaşılmaktadır. Fâtih kanunnâmesinde yer alan "Ve yılda bir kerre rikâb-i Hümâyunuma defterdarlarım irad ve masrafım okuyalar hil'at-i fahire giysinler." ve "Ve hazineme dahil ve hariç olan akça, defterdarlarım emri ile dahil-hariç olsun" ifadeleri, Osmanlıların maliye teşkilâtına ne denli önem verdiklerini, bu anlayışa daha ilk zamanlardan beri nasıl sahip çıktıkları görülmektedir. Aslında bu gerekli idi. Çünkü gelir ve gider hesapları olmayan, neyin nereden ve ne zaman geleceği bilinmeyen ve bu konuda istatistiksel bir bilgiye sahip olmayan bir devlet düşünülemez.
Osmanlı maliye teşkilâtının başında "Defterdar" adı verilen bir görevli bulunmaktadır. Bu görevli, günümüzdeki Maliye Bakanlarının yerine getirmekle yükümlü oldukları görevleri yapıyordu. Önceleri teşkilatın başında bir defterdarla, onun maiyeti vardı. Bütün malî işlerden bu Baş defterdar sorumlu idi. Ancak zamanla Osmanlı ülkesinin genişlemesi üzerine defterdar sayısı ikiye çıkarıldı. Kanunnâmede de belirtildiği gibi defterdar padişah malının vekili idi.
Kuruluş döneminde gelirler, daha fazla bir yekûn tutuyordu. Buna karşılık masraflar pek o kadar fazla değildi. Zira bu dönemde Osmanlı askerinin büyük bir kısmı tımarlı sipahi idi. Ayrıca devlet erkânından çoğunun has ve tımarlarının geliri kendilerine yetiyordu. Devletin masrafı ise sadece Kapıkulu askerlerine verilen para (maaş) idi. Gelirlerin fazlası ise cami, medrese, köprü, han, hamam gibi imar işlerinde kullanılıyordu.
Osmanlı maliyesi, "Miri hazine" (veya dış hazine) ile Enderûn (veya iç hazine) hazinesi olmak üzere iki kısımdı. Dış hazinenin görev ve yetkisi, devletin genel gelirlerini toplamak ve gerekli masrafları yerli yerinde kullanmak şeklinde belirlenmişti. İç hazine ise padişaha aitti. Padişahlar, bu hazineyi istedikleri şekilde kullanıyorlardı. Şayet dış hazinenin parası yetişmez ise iç hazineden borçlanmak suretiyle ödünç para alınırdı. Dış hazine, vezirde bulunan hükümdar mührü ile açılıp kapanırdı. Bu hazine, defterdarın sorumluluğu ve vezirin denetimi altında idi.
Bundan bir müddet öncesine kadar ilk Osmanlı sikkesinin Orhan Bey'e ait olduğu biliniyordu. Fakat Osman Bey'e ait sikkenin bulunmasıyla eski bilgi, geçerliliğini kaybetti. Buna göre ilk Osmanlı parasının Osman Gazi döneminde tedavüle çıktığı anlaşılmaktadır. Gümüşten mamul Osmanlı parasına "akça" deniyordu. Her padişah, hükümdarlık alameti olarak kendi adına para bastırırdı. Osmanlı hükümdarları Fâtih Sultan Mehmet dönemine kadar gümüş ve bakır para bastırdılar. Kuruluş döneminde ve daha sonraki dönemlerde paranın ayarına ve saf gümüş olmasına özen gösteriliyordu.
Osmanlı'da zengin sınıf gerek vakıf anlayışı, gerekse devletin iktidar kaygısı ile fazla büyümemiştir. Ancak devlet görevlilerinin imkanları çoktu ve genellikle zengindiler. Bürokratlar Osmanlı toplumunun en zengin ve kudretli sınıfıdır. Prof. İnalcık'a göre; "1500'lerde bir sancak beyinin yıllık geliri 4 bin 12 bin düka altını arasında değişiyordu. Oysa aynı dönemde Bursa'nın zengin bir tüccarı dört bin altın servete nadiren sahipti" . Çok küçük bir bürokratlar sınıfı padişah ailesinden sonra, en zengin kesimi oluşturuyordu. Ardından yabancı tüccarlar ve müslümanlar geliyordu. Örneğin: Lütfi Barkan'ın 1528'de Rumeli'deki dört sancakta tespit ettiğine göre: toplam gelirin % 35'i padişahın haslarına, % 54'ü tımar ve zeamete, % 7'si sancak beyleri hassına ve ancak % l'i mülk ve vakıf araziye aittir. Merkezi devlet toplam gelirin ancak % 37'sine el koyabilmekte, artan kısmı eyaletlerde kalmaktadır. Bu da devletin militarist ve sürekli seferberlik halinde olmasından ileri gelmekteydi.
Osmanlı maliyesinin farklı gelir kaynakların başında halktan toplanan vergiler geliyordu. Kamu hizmetlerinin düzenli bir şekilde devamlılığını temin için baş vurulan bir çare olan verginin, devletlerin ekonomik ve sosyal hayatlarında önemli bir yeri bulunmaktadır.
Siyasî bir çevre içinde ortaya çıkan İslâm, kendisinden önceki din ve toplumlarda mevcut olup tatbik edilen vergilerle karsılaştı. Vergi, amme menfaat ve islerinin tanzimi söz konusu olduğu zamanlarda, fertlere yüklenen bir mükellefiyet olduğuna göre İslâm, kendisinden müstağni kalamazdı. Bununla beraber İslâm vergi sistemi, birdenbire ve topyekûn vaz' edilip uygulama sahasına konmamıştır. O, İslâm'ın yayılışına ve ihtiyaçların ortaya çıkısına göre yirmi senelik tesriî bir tekâmül sonunda müesseseleşmiştir.
Osmanlı devlet rejiminin, kendinden öncekilerden devr alıp tatbik ve inkişaf ettirdiği vergi sistemi, amme idaresi ve devletin iktisadî tarihi bakımından önemli bir yer tutar. Bunun için, iktisadî tarihin önemli bir bölümünü meydana getiren vergi sistemini iyi değerlendirmek gerekir.
Kurulusundan itibaren Müslüman bir toplumu ifade eden Osmanlı Devleti, inkişâf ettirip kemâl mertebesine ulaştırdığı müesseseleri ile, tebeasindan tahsil ettiği verginin temeli, İslâm hukukunun kaynaklarına dayanıyordu.
Siyasî bir birlik olarak tarih sahnesinde görünmesinden itibaren birçok vergi kalemi tarh etmek zorunda kalan Osmanlı Devleti'nin bu uygulaması, yüzlerce vergi ismi gösteren cetvellerle tasvir edildiği kadar karmaşık ve anlaşılmaz değildir. Gerçekten mıntıka ve zamanlara göre farklı isimlerle toplanan bunca vergi kalemi, sağlam kaidelere dayanan bir sistemin esas hatlarını çizmek suretiyle, bize lüzumlu bilgiyi verecek şekilde basitleştirilebilir.
Osmanlı devlet sisteminin önemli müesseselerinden biri olan mâliyenin, temel dayanağını teşkil eden vergi, genel mânâda iki ana bölüme ayrılır. Bunlardan biri tamamıyla şeriata dayanan ve esas itibarı ile Kitab (Kur'an) ile Sünnet'ten kaynaklanan "Ser'î Vergiler"dir ki buna "Tekâlif-i Ser'iyye" denmektedir. İkincisi de bas gösteren malî sıkıntılar yüzünden devlet tarafından bir zorunluluk sonucunda konan "Örfî Vergiler"dir ki buna da "Tekâlif-i Örfiye" denir.
Müslüman bir cemiyete istinat eden bünyesi ile ser'î hukuku hem nazarî hem de amelî bir şekilde ve her sahada uygulamaya koyan Osmanlı Devleti, diğer Müslüman devletlerin bu konudaki tatbikatlarını gözden ırak tutmuyordu. Bu bakımdan, Osmanlı tarih ve teşkilâtlarını baslı basına ve kendinden öncekilerden tamamen ayrı düşünemeyiz. Çünkü Osmanlılar, kendilerinden önce Anadolu'ya gelip yerleşmiş bulunan Müslüman Türklerin yasayış tarzlarını, ahlâk, iktisat, âdet, örf ve diğer özelliklerini almaktan çekinmiyorlardı. Bunun içindir ki, bir şehir veya kasaba Karamanlılardan, Selçuklulardan, Germiyandan veya başka bir beylikten Osmanlılara geçmekle fazla bir değişikliğe uğramıyordu. Çü |
nkü Osmanlı Devleti teşkilât ve müesseseleri ile Anadolu beylikleri teşkilât ve müesseseleri arasında pek büyük farklar bulunmuyordu.
Osmanlı vergi sisteminin özelliklerinden biri de tebeadan alınan verginin kendisini (tebea) ne malî, ne de hukukî yönden rencide etmemiş olmasıdır. Hatta bu, sadece devletin bizzat kendisinin aldığı vergilerde değil, onun adına timar sahibinin aldığı vergilerde de geçerli idi. Öyle ki, dirlik sahibi, reâyadan cins ve miktarları kanunlarla tayin edilmiş olan bir kısım vergiden fazlasını tahsile selahiyetli değildi. Yetkisini asıp onu kötüye kullanandan dirliği, bir daha geri verilmemek üzere alınırdı. Osmanlı İmparatorluğu çeşitli dönemlerde yabancılara kapitülasyonlar sağlamıştır. Yabancı tüccarlara verilen imtiyazlar iktisadi yapıya uzun vadede yıkım getirmiştir. Örneğin: 1838'de İngiltere'nin dayattığı bir antlaşma ile devlet tekeli kaldırılmış, ihracattan alınan vergi miktarı %12, ithalat vergisi ise %3 yapılmıştır. Bu şekilde devlet toprakları açık pazar haline gelmiştir. Kapitülasyonlar 1928'de ancak tam olarak kaldırılabilmiştir.
Osmanlı vergisi iki ana bölümden oluşmaktadır. Bunlardan biri Şer'î Vergiler, diğeri de Örfî vergilerdir.
Osmanlı Devleti'nde Tekâlif-i Şer'iyyenin temelini teşkil eden vergilerin tarh, cibâyet gibi hükümleri, fıkıh kitaplarında tafsilâtlı bir şekilde anlatıldıkları gibiydi. Bununla beraber farklı din, dil ve milliyetlere mensup kimseleri sınırları içinde barındırdığı için, tekâlif-i ser'iyye bölümüne dahil vergilerin isim ve çeşitleri de farklı olagelmişlerdir. Bu bakımdan Zekât, Öşür, Cizye ve Haraç gibi temel vergilerden başka bunların kısımları olarak seksen kadar vergi kalemi bulunmaktaydı.
Zekât, İslâm'ın beş esas şartından birini teşkil etmektedir. İslâm hukukuna göre zekât, bir ihsan veya basit bir sadaka değildir. O, devlet ve toplumun fert üzerindeki hakkıdır.
Devlet, zekât verip vermeme hususunda mükellefi serbest bırakmaz. Onu, âmilleri vâsıtasıyla toplamak ve yerine sarf etmek zorundadır. Belli şartları taşıyan her Müslümanın vermekle mükellef olduğu zekât, Osmanlı Devleti'nde diğer Müslüman devletlerde olduğu gibi uygulanıyordu.
Haraç, Osmanlılarda daha ziyade gayr-i Müslim tebeayi ilgilendiren vergilerden biridir. İslâm vergi hukukunda olduğu gibi Osmanlılarda da Haraç iki kısma ayrılmaktadır. Bunlar Haraç-i Muvazzaf ve Haraç-i Mukasem adını taşımaktadırlar. Haraç'ın bu iki kısmı da ser'î vergilerden olduğu için gerek ilk tarhı, gerekse ilk tahsili ile ilgili bir başlangıç tespit etmek mümkün değildir. Bununla beraber 17 Mayıs 1456 tarihli bir fermanda belirtildiğine göre Fatih Sultan Mehmet, babası II. Murat'ın Kostandin'de derbent bekleyen yirmi kadar kefereyi haraçtan muaf saydığı, kendisinin de buna aynen uyduğu görülmektedir. Bu belge, haraç uygulamasının kuruluş döneminde mevcut olduğunu göstermektedir.
Haraç-i Muvazzaf, arazi üzerine maktu bir şekilde konmuş bulunan akça olup zaman ve mıntıkalara göre farklı isimler alıyordu. Bunların bir kısmı adeta toprağın ücreti olarak alınmaktaydı. Bu gruba girenlerden bir kısmım söyle isimlendirmek mümkün olacaktır: Resm-i Çift, Resm-i Zemin, Resm-i Asiyâb, Resm-i Tapu, Bir kismi da bir çesit sahsî vergilere girmekteydi ki bunlar da: Resm-i Arûs, Resm-i Mücerred, Ispenç ve Dühan gibi isimler aliyordu. Biraz asagida görülecegi gibi Harac-i Mukasem, Osmanlılar döneminde "öşür" kelimesi ile ifade ediliyordu.
Öşür, İslâm vergi hukukuna göre, ziraî mahsullerden belli şartlar dahilinde Müslüman halktan alınan vergiye denir.
Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında diğer Müslüman devletlerde olduğu gibi, mülk olan "arazi-i öşriyye"den sadece öşür alınmaktaydı. Bu dönemde Osmanlılarda arazi biri "Öşriyye" diğeri de "Haraciyye" olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Fakat XIV. asrin son çeyreğinden itibaren bazı sebeplerden dolayı birtakım değişiklikler yapılarak, arazinin bir kısmı "Emiriyye" olarak kabul edildi. Bu durum, daha sonraları Hicaz mıntıkası hariç kalmak üzere "Osmanlılarda arazi sultaniyyedir" seklinde ifadesini bulacak olan bir vaziyete getirilmiş oldu. Binaenaleyh, Osmanlı Devleti'nde öşür denince biri kuruluş dönemindeki mülk arazi mahsulatından alınan vergi ve sonraları sadece Hicaz bölgesinde alınan öşür ile, diğeri de arazi-i emiriyyeye mahsus olmak üzere alınan ve "amme-i nâs tarafından galat-i fâhis" olarak kendisine öşür denen "haraç-i mukasem" anlaşılmaktadır. Zira Osmanlılarda haracın mukasem kısmına öşür adi verilmekteydi.
Osmanlı Devleti'nde, öşür kelimesi yerine başka tabirler de kullanılıyordu ki bunlar, son dönemlerde ortaya çıkmıştı. Dimus, Ikta ve Sâlariye bu neviden kelimelerdi. Dimus, Suriye'ye ait defterlerde, Ikta, Irak mıntıkasına ait defterlerde Sâlariye ise Anadolu ve Rumeli defterlerinde zikr edilmekteydi. Osmanlı Devleti'nde öşür, su aşağıdaki maddalerden de alınmaktaydı: Bağ, sıra, bahçe, bostan, fevakih, kovan, harir, pamuk, giyah, odun ve ag (balık).
İslâm hukukuna göre cizye, devletin, Müslüman olmayan vatandaşını (tebeasini) yakından ilgilendiren, devletin Müslüman tebeadan aldığı zekât karşılığıdır denebilir. Zira Müslüman olmayan tebeayi cizyeye bağlamakla, devlette bir denge sağlanmış bulunuyordu. İslâm nazarında Müslümanlarla zimmîler (devletin Müslüman olmayan tebeasi = ehl-i zimmet) devletin vatandaşlarıdır. Ayni haklardan faydalanmakta ve ayni ölçülerde devletin imkânlarından yararlanmaktadırlar. Bu sebeple, Müslümanların ödediği zekâta karşılık, ehl-i zimmette cizye vermekteydi.
Osmanlı vergi hukukunun Tekâlif-i Ser'iyye bölümüne dahil olan cizye, maliyenin en önemli gelir kaynaklarından birini teşkil ediyordu. Müslüman bir devlet olması hasebiyle bu devlete, cizye uygulamasının ilk kuruluş yıllarından itibaren başladığı söylenebilir.
Devletin, idaresinde bulunan gayr-i Müslimlerin haklarım korumak, onlara gelebilecek zararları ortadan kaldırmak ve askerlik hizmeti karşılığında aldığı bu vergi, önemsiz denebilecek kadar az bir şeydir. O kadar ki bunu, Müslüman vatandaş ile Müslüman olmayan vatandaş arasında mühim ve farklı bir muamele olarak görmek mümkün değildir. Gerçekten devlet, tebeasi olan zimmîlerin bütün haklarını koruduğu gibi onlara gelebilecek zararları da ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Hatta, onlara yapılan bir haksizlik veya onlara karsı islenen bir suç, anında en ağır bir şekilde cezalandırılırdı. Nitekim 26 Kasım 1567 tarihli ve Alacahisar Beyi'ne gönderilen bir hükümde, dağda üç nefer zimmîyi katleden dört sipahinin suçlarının sabit görülmesi üzerine idam edilmeleri gerektiği bildirilmektedir. Bu belge, suç isleyenlerin din, irk ve milliyetlerine bakılmaksızın, suçlarının gerektirdiği cezaların verildiğini göstermektedir. Günümüzde çok normal görünen bu olay, o asırların dünyasında bu kadar rahatlıkla uygulanamazdı.
Osmanlılarda, padişahların cizye ile ilgili bütün resmî tahrirleri şeriatın cizyeye ait kararlarına dayanıyordu. Nitekim daha Sultan I. Murat zamanında bu verginin İslâm hukukuna uygun olarak iki şekilde toplandığı görülmektedir. Bu şekillerden biri, Köstendil Tekfuru Konstantin ile anlaşılarak alınan "Maktu Cizey", diğeri de Bosna-Hersek ile sair tebeadan alınan "Ale'r-Ruûs Cizye"dir.
Osmanlı Devleti'nde bu vergiyi vermekle yükümlü tutulan kimseler, sadece ergenlik (bulûğ) çağına gelmiş akil ve vücutça sağlam olan erkeklerdir. Ayrıca sadaka ile geçinen rahipler, çalışamayacak derecede bir rahatsızlığı olup fakir düşsenler, 14-75 yaslarından küçük veya büyük olanlar ile kadınlar cizyeden muaf idiler. Bundan da anlaşılacağı üzere Osmanlılarda cizye, tamamen İslâm hukukunun esaslarına göre uygulanıyordu.
Başlangıçta, devletin bütün bölgelerinde ayni miktarda cizye alınmıyordu. Zira bu dönemde, tedavülde bulunan paranın kıymet ve değeri de ayni değildi. Bu sebeple cizye miktarı, verilen fetvalara ve bölgelere göre azalıp çoğalabiliyordu. Bu konuda dikkatimizi çeken en önemli fetva Seyhülislâm Ebussuud Efendi (1545-1574)'nin fetvasıdır. Bu fetvaya göre biz, o dönemin fakirlik ve zenginlik ölçüleri gibi toplumun sosyal yapısı hakkında da bilgi sahibi oluyoruz. Nitekim o, "amele kadir olan kâfir ki, iki yüz dirhem-i ser'iyeye kadir olmaya, ol makule ednâdir, on iki dirhem-i ser'î alınır. İkiyüz dirhem-i ser'iyyeye kadir olup amele kadir olan evsat makulesidir, yirmi dirhem-i ser'î alınır. On bin dirhem-i ser'iyyeye malik olan 'a'la makulesidir, onlarin cizye-i ser'iyeleri kırk dirhem-i ser'idir" demektedir.
Kısmen toplumun sosyoekonomik durumundan kaynaklansa bile büyük ölçüde devlet müsamahasının bir neticesi olarak cizye mükellefinin tabi bulunduğu sınıflamada en az cizye verenler (ednâ sınıfı), her zaman öbür sınıflardan daha fazla olmuşlardır. Örnek olması bakımından 1103 (1691) senesinin Brud (Brod) kazası ve tevabiinde cizye verenlerin sınıflarına göre sayısına baktığımız zaman karsımıza aşağıdaki tablo çıkmaktadır:
A'la: 27 Evsat: 147 Ednâ: 166.
Müslüman devletlerde cizye mükellefi, bütün insanî hak ve vecibelerden rahatlıkla istifade edebilmekteydi. C.H. Becker'in İslâm Ansiklopedisi'ndeki "Cizye" maddesinde belirttiği gibi cizye ödeyen mükellefler, İslâm devleti ile yalnız iman ve âyinlerine müsamaha değil, hatta himaye isteme hakkini da kendilerine bahseden bir mukavele akd etmiş olurlar ki, benzer örnekleri Osmanlı Devleti'nde çokça görmek mümkündür. Nitekim Edirne'de meydana gelen bir yangında, dükkânları yanan Yahudilere, devlet tarafından verilen atiyye ile yardımın taksim seklini gösteren bir belgeye sahip bulunuyoruz.
Osmanlı Devleti'nde hazine için tahsil edilen cizye, her senenin Muharrem ayında değişik müesseselerce toplanıyordu. Birliği ortadan kaldıran bu uygulama, bazen devlet hazinesini büyük sıkıntılara sokuyordu. Bu durumu düzeltmek için 1101 (1689) senesinde Sadrazam Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa, devrin ilgilileri ile yaptığı istisareden sonra, cizyenin toplanmasını belli kaide ve sistemlere bağlayarak toplama isinin tek elden yapılmasını sağladı. Bundan sonra her üç sınıf zimmî için ayrı birer mühür kazdırdı. Bunlara "a'la", "evsat" ve "edna fakir" gibi kayıtlar koydurttu. Her sen |
e için tarihleri değişen bu mühürlerin ve dolayısıyla cizye mükelleflerinin, birbirinden açık ve kesin çizgilerle ayrılabilmesi için bunların gerek şekillerinde ve gerekse yazı karakterlerinde farklı uygulamalara gidildi. Bu uygulama o kadar yaygınlaştı ki, aşağıda fotokopilerini göreceğiniz mühürler 1852 senesine aittir. Demek oluyor ki cizyenin kaldırılışına kadar bu uygulama devam etmiştir.
Bu uygulamada cizye mühürleri ile birlikte cizye kâğıtlarının renkleri de değişiyordu. Kağıtların üzerinde de cizyenin hangi seneye ait olduğu, sınıfı, cizye muhasebesi, bas hazinedar ve cizye umum mülteziminin isimleri vardı.
Osmanlılarda cizye uygulaması, 1855 senesinde cizyenin, Bedel-i askeriyeye tebdili zamanına kadar devam etti.
Osmanlılarda ser'î vergilerin yanında, temeli ihtiyaçlardan doğan ve örfe dayanan bir vergi daha bulunmaktadır. Bu, örfî vergiler veya tekâlif-i örfiyye denilen ayrı bir kategoride mütalaa edilir.
Osmanlı Devleti, kendisinden önceki diğer devletlerde olduğu gibi fazla miktarda askerin beslenmesi, donatılması ve harbe hazır bir duruma getirilebilmesi ile donanmanın hazır halde bulundurulması gibi mecburiyetlerden dolayı, örfî vergileri belirleyip koymak zorunda idi. Savaşlar, durmaksızın devam ediyor ve ser'î vergiler de bu durumun yüklediği masrafları karşılamaktan uzak bulunuyordu ve devleti böyle bir vergiyi koyma zorunda bırakıyordu. Bunun için devlet, II. Bâyezid (1481-1512)'in son senelerine tesadüf eden günlerde "Imdadiye-i seferiye" adi ile bir örfî vergi koymak suretiyle bu sıkıntıyı ortadan kaldırıp gidermeye çalışıyordu.
Devlet için ser'î vergilerden ayrı olarak örfî vergi tarh etmek, bir zaruret halini almıştı. Bu mecburiyet, devleti, vaz' ettiği (koyduğu) bu örfî vergileri devam ettirmek ve miktarının azalmaması için gerekli tedbirlere bas vurmak zorunda bırakıyordu. Yine bu zaruretin bir sonucu olarak örfî vergilerin şayi ve kalemleri, belirten ihtiyaçlara göre çoğaltılıyordu. Böyle bir uygulamaya müsaade edildiğine daha önce de temas edilmişti. Zaten Osmanlı sultanlarının bu hususta ser'î hukuka göre hareket ettikleri, emir ve fermanları ile, eski uygulamaları bir araya toplayan kanunnâme mecmualarının basında bulunan "ser'-i serife muvafakati mukarrer olup hâlen muteber kavanîn ve mesâli-i ser'iyyedir" ifadesinden de açıkça anlaşılmaktadır.
Normal olarak geçici olması gereken ve fakat birbiri ardi sira gelen muharebe ve ekonomik sıkıntılar neticesinde devamlılık kazanan örfî vergileri de iki kısma ayırmak mümkündür:
Ser'î hukuka göre malî bir terim olarak "ca'l" adi da verilen bu vergi türü, aralıksız devam eden harp ve malî krizlerin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Böyle bir zaruretin, örfî vergilerin konmasına cevaz ve imkân sağladığı daha önce anlatılmıştı. Binaenaleyh, İslâm hukukunun müsaade ettiği bu nevi vergilerin Osmanlı Devleti'nde bulunmasında bir sakınca yok demektir. Bu yüzden "tekâlif-i örfiyye" diye zikr edilen vergilere ser'an ruhsatın verildiğini söyleyebiliriz.
Bu, harp, malî kriz ve tabii âfet gibi bir zarurete bağlı olmadan tekâlif kaideleri dışına çıkılarak konmuş bulunan vergilerdir. Belli bir kaide ve sistemi olmadığından bu tip vergilerde hak ve adâlete pek riayet edilmeyeceğinden, böyle vergilere ser'an müsaade edilmemiştir. Nitekim Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) devrinin sadrazamı Lütfi Paşa (H. 942-947) bu konuya temasla söyle der: "Cenk içinde askere hilaf-i kanun vergi vermemek gerektir."
Osmanlılarda, Tanzimat'a kadar devam eden örfî vergilerin bu ikinci kısmı olan "sakka"nin olmadığını, tebea üzerine böyle bir verginin tarh edilmediği, ancak bazı vergilerin buna benzemelerinden dolayı "sakka" zannedildikleri belirtilmektedir. Bununla beraber, bilhassa XVII. asırdan itibaren bu tip vergilerin zaman zaman ortaya çıktığı bilinmektedir. Fakat padişahlar, bununla mücadele ediyor ve böyle bir yola bas vurulmaması için "adâletnâmeler" gönderiyorlardı.
Örfî vergilerin tahsili, ser'î vergilerin tahsilinden farklı idi. Ser'î tekâlif, umumiyetle ziraî mahsul sahibi reâyâya, daha doğru bir ifade ile köylüye hasr edilmiş görünmektedir. Gerçi zekât ve cizye gibi ser'î vergiler, bu kaidenin dışında bulunmaktadır. Fakat ziraî mahsûl ile daha çok hasir nesir olan köylü, öşür ve haraç gibi ziraî vergilerin mükellefi bulunmaktadır. Buna karşılık örfî vergiler, daha çok şehirliyi bilhassa ticaret erbabını ve pazarlarla alakalı kimseleri kapsamaktaydı. şehirlerde tatbik olunan örfî tekâlif sekli, bilhassa ticaret ve sanayi faaliyetine dayanmakta olduğundan birçok vergi bu kısma dahil bulunuyordu. Keza büyük bir kısmının devlet adına sipahîler tarafından alındığını bildiğimiz ser'î vergilerin aksine bu, her sene vali, mütesellim ve voyvodalar tarafından, mıntıka ileri gelenleri ve kadı marifetiyle memleketin nüfusu veya evi (hâne) üzerine tarh olunuyordu. "Rûz-i Hizir" ve "Rûz-i Kasım" hesabına göre senede iki taksitle alınmak üzere tevzi defterleri tanzim ediliyordu. Tanzim edilen bu defterler, ser'iye mahkemelerinin siciline kaydedilirdi. Bu defterlere bir memleket halkından, toplanması kararlaştırılmış ne kadar örfî vergi varsa tamamı yazılırdı. Yazılan bu miktar, eşit şekilde fertlere taksim edilerek alınırdı. Bu defterlerin tasdikli bir sureti, tahsil için kethüda, emin veya özel memurlara verilirdi. Vergi mükellefleri de bu defterlerin kapsadığı sekil ve miktarda vergilerini vererek, kendilerine düsen vatandaşlık görevlerini yerine getirmiş olurlardı.
Zaman ve mıntıkalara göre isimleri ile birlikte çeşitleri de değişen örfî vergiler, hazinenin vazgeçemiyeceği bir malî yardim halini almıştı. Bu vergilerin basında "îmdadiye" diye isimlendirilen vergi gelmektedir. "îmdadiye-i seferiye" ve "îmdadiye-i hazariye" olmak üzere iki kısma ayrılan bu vergi, isminden de anlaşılacağı üzere sefer ve harplere bağlı olarak tarh ve cibâyet edilen bir vergi kalemidir. Muharebe masraflarını karşılamak üzere vatandaşlardan alınan bir vergidir. Bu vergi, Osmanlı Devleti'nin, durmak bilmeyen harplerle karsılaşması yüzünden hazinenin, malî külfeti kaldıramaması sebebiyle konulmuştu.
Muharebeler esnasında, boşalan devlet hazinesinin (beytü'l-mal) ihtiyacı olan parayı tedarik etmek ve askerin donatılmasını sağlamak için konulan imdadiye vergisi, bazen hazineye gönderilir, bazen de doğrudan doğruya orduya memur olan serdarlara verilirdi. miktarı, durum ve ihtiyaca bağlı olarak fermanlarla artıp eksilen bu vergi kalemi, tevzi defterlerine yazılıp toplanırdı. Bu vergi, sadece esnaf, tüccar gibi halk tabakalarından alınmıyordu. Duruma göre devlet adamları da bu vergiye iştirak ediyorlardı.
Osmanlı Devleti'nde, örfî vergiler kısmına giren vergi kalemlerinden biri de "Avârız" adini taşıyan vergidir. Bu vergi, yüklenen bedenî, malî ve aynî bir vergidir. Avâriz-i divâniye adi ile de anılan bu vergi, devlet masraflarının memleket nüfusuna tevzi ve taksimi sonucu ortaya çıkmıştır. Çok eski bir vergi olmakla beraber, ne zaman ihdas olunduğu kesin olarak bilinememektedir. Bununla beraber bu verginin Osmanlılardan önce Anadolu beyliklerindeki mevcudiyetinden bazı vesikalar sayesinde haberdar olmaktayız. Vergi muafiyetini ilgilendiren bu belgeleri yayınlayan Uzunçarsili, benzerinin Osmanlılarda da aynen uygulandığını bildirerek söyle der: "Anadolu beyliklerindeki vergi ve rüsûmdan yani "avâriz-i divaniye" ve "rüsûm-i örfiyye"den muafiyet muameleleri, birbirlerinin aynidir. Bu hususa dair aşağıda vesikalar kısmında Karamanoğullarına ait kayıtlarla Osmanlı tahrir kayıtlan karsılaştırılacak olursa görüşümüz kesinlik kazanır."
Bu verginin 4-5 yılda bir defa alındığını belirten Lütfi Paşa, bunun Yavuz Sultan Selim (1512-1520) döneminde sadece bir defa alındığını kaydeder.
Devlet, bazı zamanlar masrafları belirli vergi kaynaklarından karşılayamayacağını anladığı zaman, özel bazı tedbirler ile memleketin bütün imkânlarını seferber etmeye karar verir ve bu karar gereğince vaziyetin icabina göre, kendisine lazım olan para, hizmet, eşya ve mahsûl miktarı tespit edilerek muhtelif bölge ve mahallere tevzi ettiği vergidir..
Osmanlı örfî vergilerinden bir kalem de "Harçlar" adi altında zikredilmektedir. Bu vergi, daha ziyade resmî dairelere isi düşenlerden alınmaktaydı. değişik isimlerle alınan bu harçlar, mahkemelerde hakim, kadı ve naillerin verdikleri hüccetlerden, sicillere geçirilen hükümlerden, meşihat makamından yazılı olarak çıkan fetvalardan, ölen bir kimsenin mirasçıları arasında yapılan miras taksiminden, nikah gibi muamelelerin karşılığı olarak alınmaktaydı.
Ayastefanos Antlaşması
Ayastefanos Antlaşması, 93 Harbi (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı) sonunda imzalanan ateşkes ve barış antlaşmasıdır.
93 Harbi olarak da bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, Osmanlı İmparatorluğu'nun yenilgisiyle sonuçlandı. Rus ordusu, batıdan Yeşilköy'e (eski adı Ayastefanos), doğudan Erzurum'a kadar geldi. Osmanlı İmparatorluğu barış istedi. Rus orduları başkomutanı Nikolay, barış esaslarının mütarekeyle birlikte görüşülmesi şartıyla bu isteği kabul etti ve 3 Mart 1878'de İstanbul'un Yeşilköy semtinde Osmanlı Devleti açısından ağır koşullar içeren bu antlaşma imzalandı.
Ancak bu antlaşma ile Rusya'nın Balkanlar'da tamamen hakim bir konuma gelmesi Batılı devletleri telaşlandırdı. Zira Rusların, Bulgaristan yolu ile sıcak denizlere inmeleri, Birleşik Krallık'ın Hindistan sömürgelerine ulaşmasına ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'ın Bosna-Hersek'i ilhakına set çekmiş olacaktı. Osmanlılar bu tepkilerden yararlanarak Kıbrıs'ın idaresini Birleşik Krallık'a bırakmak koşuluyla Berlin'de yeni bir antlaşma (Berlin Antlaşması) zemini elde etmeye başardılar. Ayastefanos'un ağır şartlarını hafifleten Berlin Antlaşması ile Osmanlı Devleti'nin Balkanlar'daki varlığı bir süre daha devam etti.
Ayastefanos Antlaşması, Osmanlı devrinde Sevr Antlaşması gibi kâğıt üzerinde kalan bir antlaşmadır.
Karlofça Antlaşması
Karlofça Antlaşması, 26 Ocak 1699 tarihinde Osmanlı ile başlarında Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu bulunan diğer Kutsal İttifak devletleri (Avusturya, Venedik ve Lehistan) arasında imzalanmı |
ş olan bir barış antlaşmasıdır. Gerileme Dönemi'nin başlangıcı olarak sayılmaktadır. Karlofça bugünkü (Almancada "Karlowitz", Sırpçada Сремски Карловци ("Sremski Karlovci")) Sırbistan'ın sınırları içinde yer alan küçük bir kasabadır. Antlaşma, 1683-1698 yılları arasındaki Osmanlı-Kutsal İttifak Savaşları'nın sonucunda imzalanmıştır.
Sultan II. Mustafa döneminde Osmanlılar, Avusturya üzerine üç büyük sefer düzenlediler. Papa XI. Innocentius 1684'te Osmanlı İmparatorluğu'na karşı "Kutsal İttifak" adı altında Avusturya, Lehistan ve Venedik'ten oluşan bir ittifak oluşturdu. 1686'da bu ittifaka Rusya da katıldı.
Erdel'de yapılan bir sıra muharebeler yanında Venedikliler, Mora ve Dalmaçya'ya, Lehistan ise Boğdan'a saldırmışlardı. Uzun süren savaşlar sonunda Osmanlı İmparatorluğu yorgun düştü. Aynı dönemde Rusya'nın başına I. Petro geçmişti. I. Petro; ordusunu modernize etmiş, boğazlardan Akdeniz'e inme ve Karadeniz'e egemen olma çabalarına girişmişti. 1695'teki saldırıda başarısız olmuş; fakat bir yıl sonra Azak Kalesi'ni ele geçirmişti (6 Ağustos 1696). Ancak Osmanlı İmparatorluğu, ordusunun 11 Eylül 1697'de Zenta Muharebesi'nde uğradığı yenilgi ile bir anda savunmasız kaldı. Özellikle İngiliz ve Hollanda hükûmetlerinin araya girmesi sonucu Sultan II. Mustafa, barış müzakerelerine razı oldu.
İki ay süren antlaşmanın müzakerelerinde Osmanlı İmparatorluğu'nu Reis-ül Küttab Rami Mehmed Paşa ve Baştercüman Aleksandros Mavrokordatos temsil etti. Kutsal İttifak ülkelerini temsil eden delegeler Avusturya Arşidüklüğü için Kont Franz Ulrich Kinsky, Venedik Cumhuriyeti için Carlo Ruzzini ve Lehistan için Malaçovski idi. Müzakerelere danışman olarak katılan İtalyan asıllı Luigi Ferdinando Marsigli ise antlaşma imzalandıktan sonra 850 km uzunluğunda olan yeni Osmanlı-Avusturya sınırının haritasının çizilip tespit edilmesi için kurulan komisyonun başkanlığını yapmıştır.
Müzakereler sırasında, barış müzakereleri tarihinde ilk defa olarak, taraflar yuvarlak bir masa etrafında toplandılar. Müzakerelerin yapıldığı büyük çadırın dört değişik girişi bulunmaktaydı ve böylece hiçbir taraf için çadıra giriş protokolünde öncelik sağlanmamış oluyordu.
26 Ocak 1699 günü imzalanan Karlofça Antlaşması ile Banat ve Temeşvar hariç, bütün Macaristan ve Erdel Prensliği Avusturya'ya, Ukrayna ve Podolya Lehistan'a, Mora ve Dalmaçya kıyıları Venediklilere bırakıldı. Ruslar ayrıca ele geçirdikleri Azak Kalesi'nin dışında, ele geçirmeyi düşündükleri Kerç Kalesi'ni de istediklerinden, Karlofça'da Ruslar ile bir barış antlaşması imzalanamadı. Ancak Ruslarla da iki yıllık bir ateşkes üzerinde mutabakata varıldı. Barış antlaşması, ertesi yıl imzalandı. Ayrıca barışın süresi 25 yıl olarak belirlenirken, antlaşmanın garantör devleti de Avusturya olmuştur.
Karlofça Antlaşması Osmanlı İmparatorluğu'nun batıda büyük çapta toprak kaybettiği ilk antlaşmadır. Karlofça Antlaşması'ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu kaybettiği toprakları geri alma siyaseti izlemeye başlamıştır. Ayrıca duraklama dönemi biterken, gerileme dönemi başlamıştır.
Avusturya'nın barış görüşmelerini kabul etmesinin başlıca sebebi batıda çıkması önlenemez olduğu gayet açık olan savaştı. Habsburg Hanedanı'nın İspanya kolundan olan İspanya Kralı II. Carlos fiziksel ve akılsal olarak kusurlu idi ve ayrıca kendisinin yerine geçebilecek bir çocuğu da yoktu. İspanyol İmparatorluğu'na vâris olarak iki değişik hanedan temsilcisi bulunmaktaydı: Birisi Kutsal Roma Germen İmparatoru olan Habsburg Hanedanı'ndan I. Leopold, diğeri ise Bourbon Hanedanı'ndan Fransa Kralı XIV. Louis. Her ikisi de İspanya İmparatorları II. Felipe'nin torunu ve sonraki IV. Felipe'nin damatları olup her ikisinin de İspanya tahtı üzerindeki iddiası aynı güçte idi. II. Carlos kendine vâris olarak önce I. Leopold'u seçmişti; ama sonra fikrini değiştirip XIV. Louis'i vâris yapmıştı. Fransa ve İspanya'nın birleşmesi ve (İspanya'yı da idaresine geçiren) Fransa'nın; Avrupa'nın, Amerika ve Asya'da İspanya kolonilerine sahip süper güçlü ülkesi olarak ortaya çıkması Avusturya'yı olduğu gibi diğer birçok batı Avrupa ülkesini de korkutmaktaydı. Bu karmaşık İspanya veraseti sorununun bir Avrupa savaşı ortaya çıkarması bekleniyordu. Nitekim de Karlofça Antlaşması'ndan 2 yıl geçmeden beklenen oldu ve 1701-1714 döneminde 13 yıl süren İspanya Veraset Savaşları başladı. Karlofça'ya İngiltere ve Hollanda'nın arabuluculuk yapmaya çok hevesli olmaları ve Avusturya'nın bu antlaşmaya hemen razı olması hep bu beklenen savaş nedeniyleydi.
Pasarofça Antlaşması
Pasarofça Antlaşması, 1715-1718 Osmanlı-Avusturya-Venedik Savaşı'na son veren, yukarı Sırbistan, Belgrad ve Banat yaylasının Avusturya'ya; Dalmaçya, Bosna ve Arnavutluk kıyılarının Venedik'e verilmesi, Mora'nın Osmanlılarda kalması gibi maddeler içeren 21 Temmuz 1718'de imzalanan antlaşmadır. Antlaşma Osmanlı Sultanı III. Ahmed (1703-1730) zamanında, Mora-Tuna kavşağında Sırbistan’nın (şimdiki Sırpça adı Požarevec, Almanca adı Passarowitz olan) Pasarofça kasabasında yapıldı.
Venedikliler, Karlofça Antlaşması hükümlerini tamamen ihlâl ederek Karadağ'daki isyanı teşvik edip isyancılara yardım edince ve İstanbul-Mısır seferleri yapan Osmanlı ticaret ve hac gemilerine saldırınca 1715'de Sadrazam Silahdar Damat Ali Paşa Venedik'e savaş ilan ederek Mora Seferi'ne çıktı. Bu seferi Korint, Anapoli, Modon, Koron, Navarin kalelerini fethederek zaferle sonuçlandırdı. Fakat Venedik'in bağdaşığı olan Avusturya sert bir tepki ile Karlofça Antlaşması gereğince Mora'nın Venediklilere geri verilmesini istemesi üzerine, Avusturya'ya da savaş açıldı.
Sadrazam Silahdar Damat Ali Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu Macaristan'a girdi. Petrovaradin Muharebesi'nde Savoy Prensi Eugen komutasındaki Avusturya ordusu Osmanlı kuvvetlerini bozguna uğrattı (5 Ağustos 1716) ve Sadrazam Silahdar Damat Ali Paşa şehit düştü. Bu bozgundan sonra Osmanlı Devleti'nin Macaristan'da yer alan son toprağı olan Banat'taki Temeşvar kalesi de düştü. Osmanlı ordusunda olan çözülme ile dağınık ve disiplinsiz birlikler Belgrad'a çekildi. Ordunun burada biraz tutunması ile birlikte, Edirne ve İstanbul'da panik ortaya çıktı. Yeni Sadrazam Hacı Halil Paşa ordunun donatım işleri ile meşguldu, ama 1717'deki savaşlar hezimetin boyutunu büyüttü; 18 Ağustos 1717 tarihinde Belgrad düşman eline geçti. Belgrad'dan ta Niş'e kadar yörelerinin Müslüman ve Türk halkı aç ve çıplak Edirne ve İstanbul yoluna düştüler. Yeni sadrazam Tevkii Nişancı Mehmed Paşa altında, ordu Avusturya cephesinde Bosna ve Vidin'de başarılar elde etti. İbrahim Paşa'nın teşebbüsleri sayesinde Avusturyalılarla barış yapılmasının kararlaştırılmasından sonra, 1718'de sadrazamlığa getirilen Damat İbrahim Paşa barış teklif etti.
Osmanlı Devletini Sıkk-i şânî Defterdarı (Mâliye Müsteşarı) Silâhtar İbrâhim Efendi başkanlığındaki heyet temsil etti. Paşarofça’da Kont Virmond başkanlığında Avusturya heyeti ve Carlo Ruzzini başkanlığındaki Venedik heyeti bulunmaktaydı. Bunlardan başka arabulucu devletleri temsil etmek için Hollanda temsilcisi Collyer Kontu ile İngiltere temsilcisi Sir Robert Sutton da vardı.
İki ay kadar süren konferanstan sonra; Avusturyalılar ile yirmi madde ve bir ilâve, Venediklilerle de 26 madde üzerinden, 21 Temmuz 1718 tarihinde antlaşma imzalandı.
Antlaşmaya göre,
Sabun
Sabun, suyla birleştiğinde temizlemede kullanılan maddelerden kalıp ya da sıvı şekilde üretilen bir tuzdur.
Sabunun temizleyici etkisi, suyu çeken ince bir tabaka ile yağ parçacıklarını sarabilme yeteneğinden doğar.
Evlerde kullanılan sabunlar, doğada bulunan bitkisel ve hayvani yağlardan elde edilen yağ asitlerinin tuzlarıdır. Serbest halde bulunan karboksilli asitlerden de çeşitli sabunlar yapılabilir. Sentetik temizleme maddelerinin kullanıldığı 1930 yılından itibaren aynı manada kullanılan sabun ve deterjan kavramları birbirinden ayrılmıştır.
Sabunun tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Pompei'deki lav örtüsü altında kalan toprakta sabun kalıpları bulunmuştur. Modern sabun imali, 19. yüzyılda Fransız kimyageri, Eugène Chevreul'ün sabunun bir yağ asidi tuzu olduğunu göstermesinden sonra gelişmiştir.
Tarihte, sabunlar genellikle sodyum, soda küllerinin ya da potasyum ve tuzlarının ve yağlı asitlerinin kül suyuyla sabunlaşma tepkimesine girmesi sonucu elde edilirlerdi. Temeldeki yağların hidrolizi gliserol ve rafine sabunu oluşturur.
Sabun, temizleme amacı yanında kozmetik, losyon, krem, sprey, ilaç yapımında kullanılır. Endüstride boya, plastik döküm, metal çekme işlerinde, sentetik kauçuk ve plastiklerin birçok türünün imalatında, su geçirmez tekstil üretiminde, metallerin paslanmasını önleyici yardımcı malzeme olarak birçok alanda kullanılmaktadır.
Sabunun en büyük olumsuzluğu sert sularda zor köpürmesidir. Köpürme faaliyeti olmayınca sabun etkisini yitirir.Bunun nedeni ise sert suda bulunan magnezyum ve kalsiyum ile sabunun etkileşmesidir.
Sabun genel olarak bitkisel ya da hayvansal yağlardan üretilir. Üretimde genellikle sıcak presleme ya da ektraktion yöntemiyele elde edilen değersiz yağlar kullanılmaktadır. Sabun üretimde kullanılan yağların başında bitkisel yağlar gelmektedir, bunlar hindsitan cevizi yağı, palm çekirdeği yağı, defne yağı, zeytin yağı, ayçiçeği yağı, mısır yağı, soya fasülyesi yağı ve hayvansal iç yağ olan donyağı, domuz yağı, ya da kemiklerden elde edilen yağlar kullanılmaktadır.
Üretim esnasında yukarıda bahsi geçen yağların yanı sıra bir baz olan, sodyum hydoksit (NaOH) ya da potasyum hydroksit (KOH) kullanılmaktadır. Yağlar bu bazların içinde kaynatırlır ve sabunlaşma işlemi başlatılmış olunur. Bu yönteme edilen kimyada sabunlaşma tepkimeleri denilir. Eskiden bazlar yerine Soda ya da Potas kulanılmaktaydı ve sabun üretimi genel itibarıyla büyük kazanlarda yapılılırdı. Artan nüfus ve paralelinde talebin artmasıysa fabrikatsiyon üretimine geçilmiştir. Ama hala günümüzde eski yöntemlerle üretim yapan küçük işletmeler bulunmaktadır.
Genel itibarıya sabun üretimi iki farklı yöntemle yapılmaktadır. Bunlar kaynatma yöntemi ve soğuk yöntemidir.
Bu y |
öntemde ilk olarak bir kazana üretilmek istenilen sabun miktarı kadarınca yağ koyulur. Tabi burada kullanılan yağın cinsi üretilmek istenen sabuna bağlıdır. Eğer üretilmek istenilen Zeytinyağlı sabun ise kazana zeytin yağı koyulur. Daha sonra bu yağın üzerine yeterli miktarda bir alkali kimyasal olan sodyum hidroksit ya da potasyum hidroksit dökülür ve kazan ısıtılmaya başlanılır.Isıtma işlemi esnasında en önemli şey karışımın sürekli karıştırılmasıdır. Sabunlaşma işlemi sırasında sabun çözeltiden ayrılır ve ortamın ısısından dolayı yarı sıvı halinde çözeltinin yüzeyine çıkar. Burada elde edilen kıvamlı ve henüz sertleşmemiş sabun kalıplara dökülür. Kalıplardaki sertleşen sabun daha sonra kesilerek kullanıma hazır hale getirilir. Bu işlemden sonra yapısında kalmış suyun ve alkali artıkların buharlaşması için birkaç hafta kurutulmaya bırakılır.
Bir başka sabun üretilme yöntemde soğuk yöntemdir. İsminden de anlaşılacağı üzere bu işlem esnasında sabun tamamen oda sıcaklığında yapılmaktadır ve böylelikle kaynatma yönteminde olduğu gibi sabunlaşma işlemi sırasında kaynatmaya gerek kalmamaktadır.
Bu işlem de yağın bir kaba dökülmesiyle başlar. Daha sonra yağa yeteri miktarınca alkali bir madde olan sodyum hidroksit ya da potasyum hidroksit eklenir ve karşımın tamamı emülsifiye oluncaya kadar sürekli karıştırılır. Emülsifikasyonun tamamlanıp tamamlanmadığını karışımın yoğunluğundan anlayabiliriz. Muhallebi kıvamına gelmiş olan çözeltinin emülsifikasyon işlemi tamamlanmış demektir. Eğer kokulu sabun yapılacaksa kalıplara dökme işlemi öncesinde istenilen koku eklenip ve iyice karıştırılır.Daha sonra henüz koyu kıvamlı sabun kalıplara dökülüp 12-46 saat oda sıcaklığında beklemeye bırakılır ki sabunlaşma işlemi tamamlansın. Bu işlemden sonra kullanma alanlarına göre kesim işlemine geçilir. Yalnız bu yöntemle üretilen sabunun kullanmasından önce yaklaşık 2-5 hafta arısında kurutulmaya bırakılır ki yapısında kalmış olan su ve alkali artıkları buharlaşsın.
Bu yöntem genellikle küçük ölçülerdeki üretim içince özellikle ev yapımı sabunlar için kullanılan bir yöntemdir.
Sabunlar çeşitli uzunluktaki yağ asitlerinin alkali tuzlarından oluşurlar ve yüzey aktif maddeler grubuna aittirler. Eğer tam olarak sınıflandıracak olursak sabunlar yüzey aktif maddelerini anyonik kısmına girerler. Sabunlar sahip oldukları temizleme özelliğini yapılarında barındıkları ve uzun bir zincirden oluşan hidrofobi özelliğine sahip hidrokarbon zincirine ve hidrofili özelliği olan karboksilat gurubuna borçludurlar. Sabun suda tam çözülmez bilakis misel denen yapılar oluştururlar. Saf suda miseller çok küçük türler ve bu yüzden görünmezler. Temiz suda oluşan misel damlacıklarının iç kısımlarında kutuplaşmamış hidrokarbon zinciri bulunurken dış tarafında suyla temas eden yüzeyinde ise kutuplaşmış kısmı bulunur. Bu yapılarından dolayı misellerin büzüşmesi engellenmiş olur.
Sabunlar suyun yüzey gerilimini indirirler. Çünkü miseller genel itibarıyla su yüzeyine yerleşirler. Misellerin bu özelliğiyle su daha aktif bir şekilde yüzeylerle etkileşime girmesini sağlanmış olur.
Yağın sökülüp atılması sabunların en büyük temizleme etkisidir. Sabunun uzun zincirli hidrokarbon kısmı küçük damlacıklar halinde hafif bir şekilde çözülür. Kutuplaşmış kısmı ise yağ lekesini etrafındaki suyu uzaklaştırır. Böylelikle yağ lekesi sabun molekülleri tarafında tamamen sarılıp ve temizlenecek yüzeyden ayrılır. İçinde yağ damlacıklarını barındıran bu sabun molekülleri ve yapısında çözülmüş yağı barındıran su yıkama suyuna emülsiyon adı verilir. Daha sonra bu çözelti durulama sırasında suyla beraber akıp gider.
Kullandığımız musluk suları da kalsiyum ve magnezyum iyonlarının konsantrasyonu oldukça yüksek olabilir. Buda suyun sertlik derecesini artırmakta ve sabunlar üzerinde olumsuz etki olan sabunun kutuplaşmış kısmını bloke ederler. Böylelikle suda çözülmeyen ve yıkamada etki göstermeyen kalsiyum sabunları oluşur. Bu yüzden makinelerde kullanılan temizleyicilerde kalsiyum ve magnezyum tuzlarının yıkama esnasındaki olumsuz etkisini azaltmak için suyun sertlik derecesini düşüren çeşitli maddeler katılmaktadır.
Etliekmek
Etliekmek ya da Etli ekmek, Konya ve Sivas yöresinde yapılan, içli pide ve lahmacuna benzeyen bir yemektir.
Kıyma veya kuşbaşı doğranmış şeklindeki dana eti, ve her biri ince doğranmış soğan, domates ve biberden oluşan karışım uzunlamasına açılmış hamurun üzerine yayılır. Karışımlı hamur, kadar elde sündürülür ve fırına sürülüp çift yönlü pişirilir.
Ahmet Özdemir (müzisyen)
Ahmet Özdemir' ya da bilinen adıyla Kör Ahmet (d. 1933, ö. 6 Eylül 2016), Konya'lı bir müzisyen ve meddahtır. 6 Eylül 2016 tarihinde ölmüştür.
Çiçek hastalığı yüzünden 1933 yılında Konya'da görme özürlü olarak doğmuştur. Bağlama ve ud çalan Ahmet Özdemir, yerel ağız ile yaptığı taklitler, oynadığı piyesler, Anadolu'da kökü çok eskilere dayanan hikâye anlatıcılığı ile Konya folklörünün önemli kişilerinden biri olmuştur.
TRT Ankara Radyosu'nda udîlerden ders almıştır.
Boynuz
Boynuz, çeşitli hayvanların dengelerini bulmasını sağlayan ve hayatlarını önemli ölçüde kolaylaştıran ve iskeletlerine bağlı olarak derilerinin dışına çıkmış dayanıklı uzantı.
Toynaklı memelilerin çoğunda, başın üst bölümünde korunma ve saldırı organı olarak gelişmiştir. Bazı kelerlerin, yılanların, kuşların, dinozorların ve böceklerin tepesindeki benzer uzantılara da boynuz denir. Sığır, koyun, keçi ve antilopların çatallanmayan ve yenilenmeyen boynuzları, en içte bir kemik, bu kemiği çevreleyen boynuzsu madde (keratin) katmanı ve en üstte keratinleşmiş bir üstderiden oluşur. Geyiklerin her yıl yenilenen ve hayvanın yaşı arttıkça daha çok dallanan çatallı boynuzları ise tümüyle kemiktendir, yalnız ilkbahardaki uzama döneminde boynuzların üstü kadifemsi bir deriyle kaplanır. Gergedanın boynuzu, iyice keratinleşip kaynaşmış bir üstderiden oluşur.
Toynaklıların çoğunda herm erkekte, hem dişide, bazı türlerin yalnız erkeğinde boynuz bulunur. Boynuzlar, genellikle saldırganlara karşı savunma silahı, aynı dişiyle çiftleşmek isteyen erkekler arasındaki savaşta ise saldırı aracı olarak kullanılır.
Michael Jordan
Michael Jeffrey Jordan (d. 17 Şubat 1963) emekli Amerikalı profesyonel basketbolcu ve aktif işadamıdır.
ABD profesyonel basketbol ligi NBA'in resmi sitesine göre, ""Oybirliğiyle, Michael Jordan tüm zamanların en büyük basketbolcusudur"." Michael Jordan döneminin en efektif pazarlama başarısı olan sporcularından biri Çok kısa sürede ligin yıldız oyuncuları arasında yer alarak, üretken ve skorcu oyunu ile seyircileri salona çekti. Sıçrama yeteneği, özellikle All Star Organizasyonu'ndaki slam dunk yarışmasındaki faul çizgisinden potaya smaç yapması ile, Jordan'a "Air Jordan" ve "His Airness" lakaplarını getirdi. Aynı zamanda, basketboldaki en iyi savunma oyuncularından biri olarak da ünlendi. 1991 yılında Bulls ile ilk NBA şampiyonluğunu kazandı. Daha sonra iki sezon daha, 1992 ve 1993 şampiyonluk kazanarak takımı ile, "three-peat" olarak adlandırılan, üç kez üst üste şampiyonluk başarısı kazandı. Ancak, 1993-94 sezonu başlamak üzereyken aniden, beyzbol kariyerine devam etme amacıyla NBA'de basketbol oynamayı bıraktı. 1995-96 sezonunda tekrar Bulls'a döndü ve takımına 1996, 1997 ve 1998'de olmak üzere üç kez daha üst üste NBA şampiyonluğu kazandırdı. Bu dönemde Chicago Bulls ayrıca, 1995-96 sezonunda, normal sezon içinde 72 maç kazanarak en yüksek galibiyet oranına sahip oldu. 1998-99 sezonunda, Jordan tekrar basketbolu bıraktı, ancak iki sezon sonra 2001-02 sezonunda Washington Wizards takımının üyesi olarak tekrar basketbola döndü.
Kişisel başarıları arasında 5 kez MVP ödülü aldı ve 10 kez All-NBA Takımı ilk beş kadrosunda yer aldı. 9 kez NBA En İyi Savunma Kadrosu ilk beşinde, 14 kez NBA All-Star maçında ve 3 kez ise NBA All-Star maçı en değerli oyuncusu başarısı kazandı. İstatistiklerde 10 kez ligin en çok sayı atan oyuncusu, 3 kez top çalma birincisi oldu. Bunların dışında 6 kez NBA Finalleri MVP Ödülü aldı ve 1988 yılında NBA Yılın Defans Oyuncusu ödülü kazandı. Halen 30.12 sayı ortalaması ile NBA'in normal sezondaki, 33.4 sayı ile de play-off'ların en yüksek sayı ortalamasına sahip oyuncusudur. 1999'da, ESPN tarafından 20. yüzyıldaki Kuzey Amerika'nın en büyük sporcusu ilan edildi. Associated Press ise Babe Ruth'un ardından yüzyılın en başarılı ikinci sporcusu olarak açıkladı.
Jordan ayrıca adına çıkarılan ürünler ile de önemlidir. Nike firmasının 1985 yılında çıkardığı ve halen üretilen Air Jordan modeli ile firmanın popülerliğini oldukça arttırdı. Oyuncuya adanan ve 1996 yılında çekilen "Space Jam" adlı filmde oynamıştır. Jordan halen Kuzey Karolina'daki Charlotte Hornets takımının sahibidir. Ayrıca Michael Jordon, efsanevi Pop müzik sanatçısı olan Michael Jackson'ın 1991 çıkışlı Dangerous adlı albümünden çıkan beşinci şarkısı olan "Jam" adlı parçanın klibinde oynamıştır.
Michael Jordan, Brooklyn, New York, Amerika'da, bankacı Deloris (kızlık soyadı: Peoples) ve makine süpervizörü James R. Jordan, Sr.'ın oğlu olarak doğdu. Yeni yürümeye başladığı günlerde ailesi Wilmington, Kuzey Karolina'ya taşındılar. Jordan, Wilmington'da Emsley A. Laney Lisesi'nde başladı ve burada beyzbol, Amerikan futbolu ve basketbol ile spor kariyerine başladı. Okuldaki ikinci yılında okul takımına girmeye çalıştıysa da 1.80 m. olan boyunun kısa görülmesi nedeniyle takımdan kesildi. Ancak yazın 10 cm. daha uzadı ve çok yoğun bir şekilde basketbola yoğunlaştı. Bunun faydasını görerek son iki yılında okul takımında kendine yer buldu ve bu yıllarda maç başına 25 sayılık bir ortalama yakaladı. 12. sınıfta yani okuldaki son senesinde McDonald's All-American Team kadrosuna seçilme başarısını gösterdi. Bu sezonu triple-double istatistikleri ile tamamladı: 29.2 sayı, 11.6 rebounds ve 10.1 assist.
1981 yılında, Jordan Kuzey Karolina Üniversitesi'nden Kültür Coğrafyası bölümünde burs kazandı. Henüz yeni bir koç olan Dean Smith'in yeniden düzenlediği takımda kendine yer bulan Jordan, 13.4 sayı ortalaması ve %53.4 iç saha |
atış başarısı ile Atlantik Konferansı'nda en iyi çaylak oyuncu seçildi. 1982 yılındaki NCAA Şampiyonluğu maçında maçı kazandıran basketi Georgetown Hoyas takımına karşı atma başarısı gösteren Jordan'ın bu maçtaki rakiplerinden biri de NBA'de önemli rekabet yaşadığı Patrick Ewing'di. Jordan daha sonra bu şutun kendisinin basketbol kariyeri için önemli bir dönüm noktası olduğunu açıkladı. North Carolina'da oynadığı üç sezon boyunca, %54.0 oran ile maç başına 17.7 sayı ve 5.0 rebound ortalaması tutturdu. Naismith ve Wooden Yılın Kolej Oyuncusu Ödülleri'ni kazandığı 1984 yılında, Jordan 1984 NBA Draftı'ına katılmak için North Carolina'dan planlanandan bir sene önce ayrıldı. Chicago Bulls Jordan'ı Houston Rockets'ın seçtiği Hakeem Olajuwon ve Portland Trail Blazers'ın seçtiği Sam Bowie'ın ardından üçüncü sıradan seçti. Jordan 1986 yılında yarıda kalan eğitimi için North Carolina'da eğitime tekrar başladı.
1984 Olimpiyatlarında kazandığı altın madalyanın ardından Chicago Bulls tarafından üçüncü sıradan draft edilen Jordan, Bulls sözleşmesinin yanı sıra, ilk olarak Nike ve diğer spor markaları ile sözleşmeler imzalamaya başladı. O yıl Houston Rockets tarafından ilk sıradan draft edilen Hakeem Olajuwan bir yıldız olmayı başardı ama ikinci sıra draft hakkını Jordan'ın yerine Sam Bowie'yi seçen Portland, yıllarca draft'ta yaptığı hatanın bedelini ödedi.
1984'te kazandığı altın madalyanın ardından NBA'deki çaylak sezonuna da fırtına gibi başlayan Jordan, ilk yılında 28,2 sayı ortalaması ile Bernard King ve Larry Bird'ün ardından üçüncü sırayı aldı, bunun yanı sıra 6,5 ribaund ve 5,9 asist ortalamasıyla da "Yılın Çaylağı" ödülünü kazandı. Yılın en iyi İkinciler Takımı'na da seçilen Jordan için en önemli başarı Bulls'un Jordan'ın da kadroya katılmasıyla 1 yıl öncesine oranla on bir maç daha fazla kazanması ve Play-off'lara kalabilmiş olması oldu. Jordan ilk Play-Off serisinde Milwaukee Bucks'a dört maç sonunda boyun eğmekten kurtulamadı.
Jordan ile geçen iki yılın ardından Chicago'nun en büyük sorunu arenaya gelen yolların arabalar için yetersizliği oldu. Jordan'ın kısa sürede yıldız olmasının sebebi ise her zaman alçakgönüllü ama bir o kadar da mücadeleci tavrını hem sahaya hem de dışına yansıtmayı başarmasıydı.
Kamera ile de çok iyi geçinen Jordan ve stili oynadığı reklam filmleri ve magazin dergilerinin kapaklarını süsleyerek dünyanın dört bir yanına yayılmaya kısa sürede başladı.
Nike ile yaptığı anlaşma ve ona özel üretilen spor ayakkabılarıyla da bir ilke imza atan Jordan, yasak reklam yapıyor gerekçesiyle kanun değişene kadar her maçta NBA komisyonuna ceza ödemek zorunda kaldı. Ama Jordan'ın ayakkabılarından vazgeçmemesi ve Nike'ın bu cezaları seve seve ödemesi Air Jordan'ın doğmasının en büyük yardımcısı oldu.
Oyun sevgisi adına kontratına eklettiği bir maddeyle de ilklerinden birini gerçekleştiren Jordan, sezon ortası ya da sonunda, ne zaman isterse istesin, herhangi bir yerde basketbol oynamasına izin veren maddeyle bu spora olan sevgisinin kontratlarla sınırlanmasını engelledi.
Ağzından çıkan dili, dili dışarıdayken koşuşu ve yaptığı smaçlarla da NBA'e ve basketbola yeni bir stil getirdi. Ayrıca ikinci yılından sonra Bulls formasının altına giydiği Kolej takımı Kuzey Karolina forması yüzünden uzun şortlar tercih etmesi ve kafasını kazıtması da NBA'e yeni tarzlar getirdi.
İlk yılından itibaren rakiplerinin "steps yapıyor" suçlamaları ile karşılaşan Jordan, her maçın ardından videodan top sürüşünü ve hareketlerini medyaya gösterdi ve rakiplerinin yakalayamadığını, kameraların yakaladığını gösterdi. Jordan'ın ilk adımı o kadar hızlıydı ki karşısında onu savunan rakibi bunu anlamakta uzun süre zorluk çekerdi. Böylece ""hakemler Jordan'a veteran muamelesi yapıyor"" hurafesi de tarihe gömülmüş oldu.
Alçakgönüllü tavırlarıyla her zaman örnek bir süper yıldız olan Jordan, All-Star maçı kendisine sorulduğunda ""en azından bir tanesinde oynamak istiyorum"" diyecek kadar mütevazı olmayı başardı. Amacına da aynı yılın sonunda ulaştı, 1985 Doğu Konferansı All-Star karmasına seçildi.. Jordan ilk All-Star maçında yirmi iki dakika görev aldı ve yedi sayı kaydetti. Yeni sezonda sol ayak kemiği kırılan Jordan altmış dört maçta forma giyemedi ve yeniden All-Star seçilmesine rağmen maçta oynayamadı.. Ama Play-off'ta Celtics'e karşı kaydettiği altmış üç sayı ile en çok manşet süsleyen NBA yıldızı olmayı başardı.
1986-87 sezonu ise Jordan için çok daha iyi geçti. 37,1 sayı ortalaması ile sezonu tamamlayan Jordan, dokuz maçta kırk sayının üzerinde skor üreterek bir başka rekoru kitaba ekledi. O yıl NBA All-Star haftasında ilk smaç şampiyonluğunu da kazanan Jordan, artık tam anlamıyla "Air Jordan" olarak anılmaya başladı.
Yine kaybedilen Play-off serisinin ardından Jordan'ın paslarını daha sağlıklı kullanabilecek oyuncular takıma kazandırıldı. Horace Grant ve Scottie Pippen, Bulls'un yeni üyeleri ve Jordan'ın en yakın arkadaşları oldu. O yıl normal sezon MVP'si, yılın en iyi savunmacısı, All-Star'ın en değerli oyuncusu ödüllerini kazanan Jordan bütün ödülleri tek başına silip süpürdü. Ama konferans finallerinde "Bad Boys" olarak tanınan Detroit Pistons ekibi Jordan'a karşı çok iyi hazırlanmıştı ve Bulls'u o yıl ve devam eden iki yılda durdurmayı başardılar. Efsanevi Koç Chuck Daily ve ekibi tarafından tasarlanan "Jordan Rules" (Jordan Kuralları) iki yıl daha başarılı olmuştu.
1988-89 sezonunda Jordan'ın istatistikleri belki de en üst düzeye çıkmıştı. 32,5 sayı ortalamasıyla sezonu tamamlayan Jordan, 8,0 asist ortalaması ve yine 8.0 ribaund ortalamasını da yakalamayı başarmıştı. Aynı yıl 2,89 top çalmayla da sezonu üçüncü tamamladı. Play-off'larda da Cleveland Cavaliers'ı nefes kesen beşinci maçta geçen Bulls, 101-100 lük skoru Jordan'ın Craig Ehlo'nun üzerinden attığı son saniye basketi ile elde etmişti. Bu efsanevî şut, ""the shot"" olarak da bilinmektedir.
Üst üste Pistons'a karşı alınan üçüncü Doğu Konferans finali mağlubiyeti, soru işaretlerinin doğmasına neden oldu, ancak işte o zaman gösterdiği kararlılık Jordan'ın karakteristik özelliklerinin en güzel örneğini sergiledi: En iyiyi başarana kadar pes etmemek.
Jordan yeni sezonda kendini kanıtlamayı başardı ve Bulls, deplasmanda sadece 2 maç kaybederek rekorunu yeniledi. Jordan da üçüncü kez art arda MVP seçildi. Fakat Play-off'larda yaptığı daha da etkileyiciydi: Üç yıldır kaybederek elendiği Detroit Pistons'ı 4-0'lık skorla süpürerek takımını finale çıkarmayı başardı.
NBA Finallerinde, Magic Johnson'ın son yılında Lakers'a karşı evlerinde kaybedilen ilk maçın ardından Jordan ve Bulls yıllardır özlemini duyduğu şampiyonluk yolunda emin adımlarla ilerlemeye başladı. Lakers karşısında peş peşe alınan dört galibiyet ve Jordan'ın 31.4 sayı, 6,4 ribaund ve 8,4 asist ortalamaları, şampiyonluk yüzüğünü takmalarını sağladı.
Yeni sezonda kafasını tamamen kazıtan Jordan, yeni bir tarz ve stille oyununa geri dönmüştü. Artık Larry Bird ve Magic Johnson'da olan onda da vardı, o da yüzüğünü parmağına takmıştı. Jordan'ın önderliğindeki Chicago Bulls, devam eden iki sezonda; ilk finalde Clyde Drexler'lı Portland Trail Blazers'ı ve ikincisinde de Charles Barkley'li Phoenix Suns'ı devirdi.
1992 finallerinin açılış maçında yine bir rekor kırarak 35 sayı atan Jordan, takımının 79-64 geriden gelerek 97-93'lük bir galibiyet almasında önemli rol oynadı.
1993'de te Jordan klasikleri ve rekorları ile devam etti. Patrick Ewing'li Knicks'i 4. kez geçen Bulls, deplasman dezavantajıyla çıktığı seride rakibine şans tanımadı. 105-95 biten 4. maçta 54 sayı atan Jordan, beklentilere yeniden cevap vermeyi başarmıştı.
5. maçta Jordan 29 sayı, 10 ribaund ve 14 asistle triple-double yapmış ve yine rakibini çaresiz bırakmıştı. Madison Square Garden'da gelen 97-94 lük zafer, Knicks'i bir kez daha elemelerini sağlamıştı.
Finalde Phoenix Suns'a karşı tutturduğu maç başına 41,0 sayı ortalama ve 6 maçta gelen bir başka yüzük, belki de herkesin kendi kendisine sorduğu ""Bu başarı nereye kadar devam edecek?"" sorusuna cevap olmuştu: Jordan oynadıkça bu başarı devam edecekti.
1992 yılında Barcelona Olimpiyatları'na katılan Dream Team'in en gözde üyesi Jordan'ın yanı sıra 12 kişilik takımın bugüne kadar bir araya gelmiş en başarılı ve mükemmel takım olduğu görüşü, bugün birçok otorite tarafından kabul görmektedir. Gittiği her yerde adeta pop yıldızları gibi karşılanan bu takım, altın madalyayı alarak başarılı bir olimpiyat serüveni geçirmişti. Aynı yıl Michael Jackson'ın Jam adlı şarkısının klibinde rol almıştır.
Bu yıllarda Michael için her şey çok güzel gitmekte idi... Ta ki babasının ölümüne kadar: Olimpiyatlardan sonra, aynı yıl, idolü ve kılavuzu olan babası, silahlı soygun sırasında öldürülmüştü. Bununla birlikte, Jordan da Bulls'a ve aktif basketbola veda etti.
Hakkında ne yapacağına dair çıkan spekülasyonlara ve medya baskısına fazla aldırmayan Jordan, kısa süre içinde yine spot ışıklarının altında idi; ancak bu sefer bir beyzbol sahasında. Çocukluğundan beri en büyük rüyalarından birisi olan beyzbola Birmingham Barons takımının formasıyla adım attı. Beyzbolda pek de iyi bir sezon geçirmeyen Jordan, daha sonra, basketbolun dışında geçirdiği sürenin, kafasını toparlaması için yeterli olduğunu düşünerek 1994-95 sezonun sonlarına doğru basketbola geri döndü. Basketbola döndüğünü açıklarken yaptığı basın açıklaması ise sadece iki kelimeden oluşuyordu: ""I'm back."" yani, "Geri döndüm."
23 numaralı formasının emekli edilmesi nedeniyle Birmingham Barons'ta beyzbol oynarken giydiği 45 numaralı formayla salonlara dönen Jordan, yeni bir zafer için yeni formasını terletmeye başlamıştı. 26,9 sayı ortalaması ile on yedi maç çıkartan Jordan, Bulls'un on üç galibiyet, dört mağlubiyetlik bir seri ile sezonu kapatmasını sağlamıştı. Ama Jordan'ın döndüğünün asıl kanıtı, altıncı maçı oldu: Madison Square Garden'da Knicks potasına tam elli beş sayı bırakmıştı.
Play-off'larda 23 numaralı formasına kavuşan Jordan, ilk turda 31,5 sayı ortalaması tutturmayı başarmıştı, ama Shaquille O'Neal'lı Orlando Magic, Jordan'ın |
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.