article
stringlengths
7.34k
10k
taşındı. Fermi burada nükleer reaksiyonlar üzerine araştırmalar yaptı ve reaktörün serbest nötron üretiminden faydalandı. Laboratuvar kısa zamanda fizik ve mühendisliği geçerek biyolojik ve tıbbi araştırmalara geçti. Önceden Argonne Fermi tarafından Chicago Üniversitesi adına yürütüldü ancak Mayıs 1944'de ayrılarak Fermi yönetiminde kaldı.  Oak Ridge'deki hava soğutmalı X-10 Grafit Reaktörü 4 Kasım 1943'te kritik hale gelince Fermi birşeylerin yanlış gitmesi olasılığı yüzünden oradaydı. Teknisyenler onu erken uyandırarak bunu izlemesini sağladılar. X-10'u çalıştırmak plütonyum projesinde başka bir başarıydı. Reaktör dizaynı hakkında bilgiler sağladı, ayrıca DuPont çalışanlarına reaktör çalıştırma eğitimi vererek reaktörde oluşan küçük miktarda plütonyum üretti. Fermi kanunen izin verilen en kısa süre olan Temmuz 1944'te Amerikan vatandaşı oldu. Eylül 1944 yılında Fermi ilk uranyum yakıtı külçesini Hanford tesisindeki B-reaktörünün içine yerleştirdi.Bu reaktör büyük miktarlarda plutonyum yerleştirilmek üzere geliştirilmişti.X-10 gibi bu da Fermi’nin takımı tarafından Metalurji laboratuvarında DuPont tarafında insa edilmişti.Fakat bu reaktör çok daha büyük ve su soğutmalıydı. Geçen birkaç gün içerisinde 838 tüp dolduruldu ve reaktör kritik bir hale geldi. Kısa bir süre sonra 27 Eylül gece yarısında, operatörler kontrol çubuklarını harekete geçirdiler. Bir süre bu işe yaradı, fakat 03.00 sıralarında, güç seviyesi düşmeye başladı ve saat 06.30’da tamamen durduruldu. Ordu ve DuPont Fermi’nin takımından bir cevap bekliyordu. Sonraki gün araştırmalar sonucu soğutma suyunda kaçak ya da kirlenme olduğu tespit edildi. Ertesi gün reaktörler tekrardan çalışmaya başladı fakat kapanması birkaç saat sürdü. Problem xenon-135 ten kaynaklanan nötron zehirlemesinden dolayı oluyordu. Bir fizyonunun yarılanma ömrü 9.2 saat sürüyordu. Dupont’un Metalurji Laboratuvarındaki reaktör dizaynında 1500 tüp bulunuyordu.Bu yüzden kenarlara 504 tane daha tüp eklemek zorunda kaldılar. Biliminsanları bunun gereğinden fazla bir mühendislik uygulaması oluğunu para ve zaman kaybından başka bir şey olmadığı düşünüyorlardı. Fakat Fermi 2.004 tüpün hepsini doldurmanın, reaktörlerin yeterince güçe ulaştırıcağını ve bunun plutonyum üretmek için uygun bi yol olduğunun farkına vardı. 1944 yılının ortasında Robert Oppenheimer Fermi’yi Los Alamos’taki Project Y’ye katılması için ikna etti.  Fermi Eylül ayında laboratuvar yöneticisi oldu. Nükleer ve teorik fizikten sorumlu oldu. Katılığı bölüğün ismi adından dolayı F bölüğü olarak anılmaya başladı.F bölüğü 4 parçadan oluşuyordu; F-1 süper ve genel teori adı altında Teller’a aitti ve “Süper”termonükleer bomayı geliştiyordu;F-2 “su kaynatıcısı” adı altında projeyi L.D.P.king gözetmenliği altında geliştiriyor;F-3 Egon Bretscher’in gözetimi altında Super Experimention;ve F-4 ise Anderson’un gözetemi altında fisyon araştırmaları yapıyordu. Fermi 16 Temmuz 1945 yılında yapılan Trinity denemlerini gözlemledi. Gözlem esnasında patlamanın etkisiyle elindeki bir miktar kağıdı yere düşürdü. Patlamanın uzaklığını adımladı ve patlamanın 18.6 kiloton TNT patlaması ile aynı miktarda olduğunu hesapladı. Oppenheimer, Compton ve Ernest Lawrence ile birlikte Fermi Ara Komiteye hedef seçiminde tavsiye veren bilimsel paneldeydi. Panel ve komite herhangi bir uyarı verilmeksizin atom bombasının endüstiriyel bir hedefe atılabiliceği konusunda hemfikirdi. Fermi Nagazaki ve Hiroşima'nın bombalanacağını kamusal seslendirme sisteminden öğrendi. Fermi atom bombasının ne devletleri savaş yapmaktan alıkoyacağını ne de devletleri kemale erdireceğini düşünüyordu. Bu yüzden Los Alamos Biliminsanları Derneğine katılmadı. Fermi 1 Temmuz 1945'te Chicago üniversitesi'nde profesör oldu ancak 31 Aralık 1945'e kadar ailesiyle Los Alamos laboratuvarını terk etmedi. Metalurji Laboratuvarı 1 Temmuz 1946'da Argonne Ulusal Laboratuvarı oldu ve Manhattan Projesi tarafından kurulan ilk ulusal laboratuvar oldu. Chicago ve Argonne arasındaki kısa mesafe sayesinde Fermi iki yerde de çalışabildi. Argonne'da deneysel fiziğe devam etti ve Leona Marshall'la nötron dağılımını inceledi. Maria Mayer ile de teorik fiziği tartışarak daha sonra ona Nobel Ödülü'nü kazandıran dönüş-yörünge ikilisini anlamasını sağladı. Manhattan Projesi 1 Ocak 1947'de Atom Enerjisi Komisyonu olarak değiştirildi. Fermi bu komisyonun Genel Danışma Komitesi'nde görev yaptı. Bu komitenin başkanı Robert Oppenheimer idi. Her yıl birkaç hafta Los Alamos Ulusal Laboratuvarı'nda da zaman geçirdi ve burada Nicholas Metropolis ve John von Neumann ile iki farklı yoğunlukta sıvının sınırında olanları inceleyen Rayleigh-Taylor dengesizliği üzerine çalıştı. Ağustos 1949'da Sovyet fizyon bombasının patlatılmasından sonra Fermi İsidor Rabi ile komiteye sert bir rapor yazdı ve hidrojen bombasının geliştirilmesine ahlaki ve teknik nedenlerle karşı çıktı. Ancak Fermi Los Alamos'ta hidrojen bombası çalışmalarında danışman olarak çalışmaya devam etti. Stanislaw Ulam ile Teller'ın termonükleer bomba modeli için gereken tritium miktarının aşırı fazla olacağını ve füzyon reaksiyonunun bu kadar trityumla bile mümkün olacağının kesin olmadığını hesapladı. Fermi 1954'teki davada Oppenheimer hakkında ifade veren bilim insanlarından biriydi. Fermi suçlamayı saçma buldu. Hastalığı kötüye gittiği halde Oppenheimer lehine ifade verdi. Oppenheimer' ın olağanüstü hizmetler verdiğini söyledi. Ancak bu dava sonunda Oppenheimer'ın güvenlik izni iptal edildi. Sonraki yıllarda Fermi Chicago Üniversitesi'nde ders vermeye devam etti. Savaş sonrası doktora öğrencilerinin arasında Owen Chamberlain, Geoffrey Chew, Jerome Friedman, Marvin Goldberger, Tsung-Dao Lee, Arthur Rosenfeld ve Sam Treiman vardı. Jack Steinberger ise yüksek lisans öğrencisiydi. Fermi parçacık fiziği ve özellik pion ve müonlarla ilgili önemli araştırmalar yaptı. Pion-nükleon rezonansının ilk tahminlerini istatistiksel metodlara dayanarak ortaya attı. Bunun nedeni teorinin zaten yanlış olması nedeniyle kesin cevaplara gerek olmamasıydı. Chen Ning Yang ile yazdığı bir makalede pionların bileşik parçacık olabileceğini belirtti. Bu fikir Shoichi Sakata tarafından ele alındı. Pionun quarklardan oluştuğunu söyleyen quark modeli bu teoriyi etkisiz bırakmış ve Fermi'nin modelini tamamlamıştır. Fermi “Kozmik radyasyonun kökeni” adlı bir makale yazdı ve kozmik ışınların maddenin yıldızlararası uzayda manyetik alanlar tarafından hızlandırılması nedeniyle oluştuğunu ortaya attı. Fermi spiral galaksilerin kolları etrafındaki manyetik alanlarla ilgili sorunları inceledi. Ayrıca Fermi paradoksunu ortaya attı: uzayda yaşamın olasılığı ve bununla iletişime hala geçilmemiş olması arasındaki çelişme. Hayatının sonuna doğru Fermi genel toplumun nükleer teknoloji ile mantıklı kararlar vermesine inanmadığını söyledi: “Bazılarınız sorabilir, birkaç yaşlı profesöre biraz bilgi toplayarak sadece onları mutlu etmek için bu kadar çalışıp sadece uzmanların anlayabileceği gereksiz işler yapmanın anlamı nedir? Bunun cevabını az çok sağlam bir tahminle verebilirim. Teknoloji ve bilimin tarihi bize temel bilgilerde yapılan bilimsel gelişmelerin er ya da geç teknik ve endüstriyel uygulamalara yol açtığını ve hayatımızda devrimler yaptığını gösterir. Maddenin yapısına ulaşmanın da buna dahil olduğunu düşünüyorum. Daha az kesin olan, ve hepimizin umduğu ise, insanlığın yeterince olgunlaşarak elde ettiği doğal güçleri iyilik için kullanmasıdır.”  Fermi 53 yaşında Chicago'daki evinde mide kanserinden öldü ve Oak Woods Mezarlığı'na gömüldü. Fermi başarıları için çeşitli ödüller aldı. Bunlar; 1926'da Matteucci Madalyası, 1938'de Nobel Fizik Ödülü, 1942'de Hughes Madalyası, 1947'de Franklin Madalyası ve 1953'te Rumford Ödülü idi. 1946'da Manhattan Projesi'ne katkıları için Başarı Ödülü'nü aldı. Floransa'daki Santa Croce Bazilikası birçok sanatçı, bilim adamı ve önemli ismin yanında Fermi için de bir plak bulundurmaktadır. 1999'da Time dergisi Fermi'yi 20. yüzyılın en önemli 100 insanından biri olarak nitelendirdi. Fermi hem deneysel hem teorik alanda başarı sahibi olan nadir fizikçilerden biriydi. Fizik tarihçisi C. P. Snow “Fermi eğer birkaç yıl önce doğsaydı, Rutherford'ın atom çekirdeğini, Bohr'un da hidrojen atomu teorisini keşfedebilirdi. Eğer bu abartma gibi duyuluyorsa Fermi ile ilgili her şey abartma gibi duyulur.” Fermi ilham veren bir öğretmen olarak tanınıyordu ve detaya, basitliğe ve derslerini özenle hazırlamasına verdiği dikkat takdir topluyordu. Daha sonra ders notları kitap haline getirildi. Makale ve defterleri bugün Chicago Üniversitesi'ndedir. Victor Weisskopf Fermi'nin “her zaman en basit ve direkt yolu seçtiğini ve karmaşayı en aza indirgediğini” yazmıştır. Fermi'nin başarı ve yeteneği, mümkün olanın takdiri ile kendi zekasından geliyordu. Karmaşık teorileri sevmezdi ve matematikte çok iyi olmasına rağmen iş daha basit yapılabilecekse bunu hiç kullanmazdı. Başkalarının kafasını karıştıracak problemlere hızlı ve doğru cevaplar bulmasıyla ünlüydü. Daha sonra bu “Fermi metodu” olarak öğretilmeye başladı. Fermi Alessandro Volta'nın laboratuvarındaki çalışmaları sonucunda elektriğin nasıl kullanılabileceği hakkında hiçbir fikri olmadığını söylerdi. Fermi genellikle nükleer enerji ve nükleer silahlar üzerine çalışmaları ve ilk nükleer reaktörün oluşturulması ve ilk atom ve hidrojen bombalarının geliştirilmesi ile hatırlanmaktadır. Bilimsel çalışmaları zamana meydan okumuştur. Bu beta bozunması teorisini, çizgisel olmayan sistemleri, yavaş nötronların etkilerini, pion-nükleon çarpışmalarını ve Fermi-Dirac istatistiklerini kapsar. Bir pionun temel bir parçacık olmadığı tahmini quark ve leptonların keşfinin yolunu açmıştır. Birçok şeye Fermi'nin adı verilerek onurlandırılmıştır. Bunların arasında 1974 yılında adı değiştirilen Batavia, İllinois'deki Fermilab parçacık hızlandırıcısı ve 2008'de adı verilen Fermi gamma ışını teleskopu bulunur. Newport, Michigan'da ve Trino Vercellese, İtalya'da üç adet nükleer reaktöre, ayrıca Arjantin'deki RA-1 Enrico Fermi araştırma re
aktörüne adı verilmiştir. 1952'de İvy Mike nükleer testinin kalıntılarından çıkarılan sentetik bir elemente fermium adı verilmiştir. Bu element einsteinium'dan sonra gelir ve ikisi birlikte keşfedilmiştir. 1956'dan beri ABD Atom Enerjisi Komisyonu en yüksek ödülünü Fermi Ödülü olarak adlandırmıştır. Bu ödülü Otto Hahn, Robert Oppenheimer, Edward Teller ve Hans Bethe gibi tanınmış bilim adamları almıştır. Fermi'nin teorik ve deneysel fiziği konu alan birçok yayımı vardır. Bunlardan bazıları, elektronik gazların istatistiğinin hesabı ve Pauli parçacıklarından oluşan gazları konu alan ""Sulla quantizzazione del gas perfetto monoatomico"", Rend. Accad. Naz. Lincei, 1935, Atomun istatistiksel modelini (Thomas-Fermi atom modeli) ve atomik özelliklerin hesaplanmasında yeni bir yaklaşımı ("semiquantitative method") inceleyen "Quantentheorie und Chemie", Leipzig, 1928, "Über die magnetischen Momente der Atomkerne", Z. Phys., 1930, "Tentativo di una teoria dei raggi ß", Ricerca Scientifica, 1933 sayılabilir. Bursa Devlet Tiyatrosu Bursa Devlet Tiyatrosu, Bursa'da 1957'den bu yana Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü'ne bağlı olarak faaliyetlerini sürdüren yerleşik tiyatrodur. Devlet Tiyatroları bünyesinde açılmış ilk bölge tiyatrosudur. Vali İhsan Sabri Çağlayangil'in sinema olarak kullanılan eski Halkevi binasını tiyatro haline getirip 1957'de Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü'ne devretmesi ile kuruldu. 1957-1971 tarihleri arasında bir turne tiyatrosu olarak hizmet gördü. 1971'de Ali Cengiz Çelenk'in müdürlüğü ile yerleşik düzene geçti ve kendi kadrosu ile repertuvarını oluşturdu. Bursa Devlet Tiyatrosu’nun kullandığı tiyatro binası, adını Bursa'da ilk Türk tiyatrosunu kuran Vali Ahmet Vefik Paşa’dan alır. Ahmet Vefik Paşa, 1879- 1882 yılları arasında Bursa’da valilik yapmış ve valiliği döneminde şehirde bir tiyatro kurmuştu. Ahmet Vefik Paşa’nın kurduğu ilk tiyatro, bugünkü Heykel'de, Ziraat Bankası merkez şubesi olan binanın yerinde idi ve ilk olarak Ahmet Vefik Paşa'nın adapte ettiği Moliere'in Meraklı adlı oyunu sahnelenmişti. Bugün kullanılan tiyatro binası ise 1935 yılında Vali Şefik Soyer tarafından Halkevi binası olarak yaptırılmıştır. Bina, 1950-1951'de Dr. Edip Akyürek tarafından genişletilerek bugünkü şeklini aldı ve sinema (Marmara Sineması) olarak kullanıldı. Bursa Devlet Tiyatrosu'na tahsis edilen bu bina, 28 Eylül 1957'de ""Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu"" adıyla perdelerini açtı. Açılışta Rossini’nin Sevil Berberi sahnelendi. 30 Eylül 1957’de Celal Esad Arseven’in yazdığı, Behzat Butakʼın sahneye koyduğu “"III. Selim"” oynandı. Tiyatro müdürü olarak Ragıp Haykır görevlendirildi. Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu'nda yerleşik kadrolu tiyatro, ilk defa 1 Ekim 1971 akşamı Lilian Helmann'ın yazıp, Ali Cengiz Çelenk’in sahneye koyduğu""Küçük Tilkiler"" oyununu sahneleyerek hizmete girdi. İlk müdür, Ali Cengiz Çelenk idi. Daha sonra tiyatro müdürlüğünü Adnan Açıkdüşünenler, Yalın Tolga, Feyha Çelenk, Selim Gürata, Mehmet Gökçer, Halil Balkanlar, Arzu Tan Bayraktutan ve Ömer Naci Topcu gibi tiyatro sanatçıları üstlendi. Bina içinde bir salon1985 yılında oda tiyatrosu olarak düzenlenerek ""Feraizcizade Mehmet Şakir Oda Tiyatrosu"" adıyla hizmete girdi; böylece Bursa Devlet Tiyatrosu ikinci bir sahneye sahip oldu. Bursa Bölge Devlet Senfoni Orkestrası Bursa Bölge Devlet Senfoni Orkestrası (BBDSO), Bursa ve çevresinde düzenli konserler vermekte olan T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü'ne bağlı senfoni orkestrasıdır. Türkiye’nin en genç ve ilk Bölge Senfoni Orkestrası olma özelliğini taşır. "Uludağ Üniversitesi Oda Orkestrası" ile Büyükşehir Belediyesi bünyesinde bulundan "Bursa Nefesli Çalgılar Topluluğu"'nun 1997’de birleşmesi ile kurulan orkestra, 1999'da Kültür Bakanlığı'na bağlanarak Türkiye’nin altıncı devlet senfoni orkestrası olmuştur. Haftalık konserlerini Bursa'da Merinos Parkı içerisindeki Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi'nde vermektedir. Orkestranın temeli 1995 yılında Uludağ Üniversitesi bünyesinde Yaylı Çalgılar Orkestrası’nın kurulması ile atılmıştır. Ertesi sene Bursa Büyükşehir Belediyesi bünyesinde Bursa Nefesli Çalgılar Topluluğu kurulmuş; üniversite ve belediyenin ortak çabası ile birleşen iki orkestra “Bursa Senfoni Orkestrası” adını almıştır. Orkestranın ilk şefi Azerbaycanlı besteci Hasan Adıgüzelzade idi. 1998'de Devlet Sanatçısı Hikmet Şimşek orkestranın danışmanlığını, Orhan Şallıel ise şefliğini üstlendi. 1998'de ""bölge orkestrası"" ifadesini adına katan orkestra, Bursa'da her hafta verdiği düzenli konserlerin yanı sıra Bursa çevresindeki il, ilçe ve kasabalara da polifonik müziği götürme misyonu üstlendi. Bursa il merkezi dışındaki ilk konseri 24 Ekim 1998’deki Karacabey konseri idi. Orkestra, 1999’da yapılan bir törenle Kültür Bakanlığı'na bağlanarak devlet statüsüne girdi; Orhan Şallıel daimi şef, Ahmet Borova ise orkestra müdürü oldu. 2003 yılında Ahmet Borova'nın emekli olmasından sonra orkestra müdürlüğü görevini ilgili yasa gereği, her yıl yenilenen seçimlerle atanan orkestra sanatçıları sürdürmeye başladı. Orkestranın daimi şefliğine 2009 yılında İnci Özdil atanarak 2014 yılına kadar bu görevi sürdürdü. 2014'te görevi devralan Besteci-Şef Oğuzhan Balcı ise 2016 yılında görevden ayrıldı. BBDSO, klasik müziği çocuklara sevdirmek amacıyla çocuk oyunları sahnelermiş ve bu oyunlarda Türkiye'deki tek örneği olarak orkestra sanatçıları oyunculuk yapmıştır Orkestra halen çocuklara ücretsiz eğitim konserlerini sürdürmektedir. BBDSO, Yönetmenliğini Dağhan Celayir'in yaptığı ""Tek Notalık Adam"" adlı kısa filmde de oyunculuk yapmış, ayrıca filmin müziklerini de seslendirmiştir. Film, pek çok ulusal ve uluslararası yarışmada birincilikler almış, Los Angeles, ve Cannes gibi festivallerde gösterime girmiş, ve halen dünyadaki önemli festivallerde ve televizyon kanallarında gösterimde bulunmaktadır. Orkestra 21 Mayıs 2012'de düzenlenen Donizetti Klasik Müzik Ödülleri töreninde "Yılın Orkestrası" ödülü ile ödüllendirilmiş, ve bu ödülü alan ilk ve tek devlet orkestrası olmuştur. Bursa Bölge Devlet Senfoni Orkestrası resmi sitesi Bursa Devlet Türk Sanat Müziği Korosu Bursa Devlet Türk Sanat Müziği Korosu, Bursa’da 1991 yılından beri faaliyet gösteren Kültür Bakanlığı’na bağlı bir korodur. İlk şefi İnci Çayırlı’dır. Ümit Atalay, Haki Numanoğlu, Hakan Özlev ve Erdinç Çelikkol koro şefliğini yürütmüştür. Tehcir Kanunu Tehcir Kanunu veya resmî adıyla Sevk ve İskân Kanunu, 27 Mayıs 1915'te Osmanlı hükûmeti tarafından I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı ordusu ile karşı karşıya gelebilecek iç unsurların savaş bölgelerinden uzak yerlere devlet eliyle gönderilmesi için çıkarılan göç kanunu. 1 Haziran 1915 tarihinde "Takvim-i Vekâyi"de yayımlanarak yürürlüğe girdi. İçeriğinde Osmanlı Ermenilerinden bahsetmemesine rağmen doğrudan imparatorlukta yaşayan Ermeni halkı hedef alarak Ermenilerin yaşadığı şehirlerden başka yerlere sürülmesine yol açtı ve böylece Ermeni Kırımı'nın bir parçasını oluşturdu. Tehcir Kanunu olarak bilinen; fakat geçici kanun mahiyetinde olan ve asıl adı "Savaş zamanında hükümet uygulamalarına karşı gelenler için asker tarafından uygulanacak önlemler hakkında geçici kanun" Rumî takvime göre 14 Mayıs Miladi takvime göre 27 Mayıs 1915 tarihinde kabul edilmiştir. Kanun, 1 Haziran 1915 günü dönemin resmî gazetesi "Takvim-i Vekayi"'de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.İlk 2 Madde kanunun amaçlarını ve anahatlarını belirtmektedir. Liste tehcir edilen Ermeni vatandaşların sayılarını göstermektedir. TSK Genel Kurmay Başkanlığı arşivinde bulunan belgeye göre Tehcire tabi tutulanların sayısı aşağıdaki tablodadır. Tehcire tabi tutulanların vilayetlerdeki kazâ kazâ sayılarını kaynaktan detaylı olarak görebilirsiniz. ABD resmi devlet kayıtlarına göre tehcire tabi tutulan Ermeni Tebaalarının Sayısı aşağıdaki tabloda gösterildiği gibi 486.000 dir.(3 Şubat 1916) İtalyanlar İtalyanlar (İtalyanca: "Italiani"), anayurt İtalya başta olmak üzere Kuzey ve Güney Amerika ülkelerinde yaşayan bir Latin ulusudur. Gumilëv'e göre ise İtalyan etnosunu oluşturanlar, henüz Roma İmparatorluğu döneminde Lombardiya'ya yerleşen Suriyelilerin torunlarıdır. 10 Eylül (dergi) 10 Eylül, TBKP girişimine muhalif TKP kadrolarının oluşturduğu çevre. O dönemde SSCB'de Gorbaçov'un izlediği politik hattı revizyonizm olarak tanımladı ve Türkiye'de yaşananların “yeni politik düşünce” adıyla TKP'yi likidasyona teslim ettiğini savundu. TKP ve TİP'in birleşmesiyle oluşan TBKP'nin birlik adı altında likidasyona sürüklendiğini belirterek bu gidişata muhalefet etti. Aynı adla 1989'da yayınlanmaya başlayan dergi 10 sayı çıkabildi ve bütün sayılarında devlet tarafınan toplatılma kararı alındı. 10 Eylül dergisi TKP'nin likidasyonuna engel olamadı ve 1990'da çalışmalarına son verdi. Dergiyi çıkaran kadrolar 1996'da farklı çevrelerden gelen TKP'lilerle birlikte Ürün Sosyalist Dergi çıkarma kararını aldı. İlerleyen yıllarda aynı çevre TKP 1920 partisi içersinde yer aldı. 16 Haziran Hareketi Kıvılcımlı'nın görüşleri doğrultusunda şekillenen, faaliyetlerini büyük ölçüde yurtdışında sürdüren bir grup. Vatan Partisi'nden ideolojik farklılıklar nedeniyle ayrılan Sarp Kuray ve arkadaşları 1979 yılında Partizan Yolu adlı dergi etrafında toplanmış, 1988'de ise 16 Haziran Hareketi adını almıştır. Demokratik Halk Devrimi stratejisini benimseyen örgüt, 1990 yılında başlayan hizipleşmeler sonucunda konferansa gitmiş ve 1991 yılında Yunanistan'da yapılan konferansın ardından Sarp Kuray ve arkadaşlarının ayrılmasıyla güç kaybetmiştir. Ana Gerilla Birliği Ana Gerilla Birliği, Devrimci Yol tarafından 1980 darbesi sonrasında, kendiliğinden başlayan kıra çekiliş hareketinin organize edilmesi ile 1982 yılında başlatılan kır gerillası faaliyetlerindeki çekirdek gruptur. Doğu Karadeniz'den Akdeniz'e çizilen bir çizgide sürekli hareket eden Ana Gerilla Birliği, Mahmut Memduh Uyan tarafından komuta edilen bir askeri örgütlenmeydi. Ana Gerilla Birliği bünyesinde yer alan Devrimci Yolcuların hiç birinin
kır gerillası için eğitimi ve tecrübesi olmadığı gibi örgütün de devrimci savaşı kır gerillası ile yürütmek gibi bir hedefi yoktu. 12 Eylül 1980'de askeri darbenin ardından özellikle Karadeniz bölgesindeki DEV-YOL kadroları, Nokta Operasyonu ile Fatsa'da yaşananları da değerlendirerek 'kendiliğinden' bir karar ile kırsal alanlara çekildiler. Burada kısıtlı imkanlar ile gerilla ekipleri oluşturan bu kadrolar 1982 yılında alınan karar doğrultusunda birleştirildi. Özellikle Filistin'de askeri eğitim alan kadroların katılımı ile Ordu, Sivas, Malatya, Adıyaman gibi illerin kırsal bölgelerinde faaliyet gösteren bir yapıya kavuştu. Ana Gerilla Birliği'nin faaliyet gösterdiği süre boyunca yeni katılım ve kayıplar ile toplam mensubunun sayısı daha fazla olmakla birlikte, genelde 15-17 kişilik bir kadroya sahip olduğu bilinmektedir. Ana Gerilla Birliği'nin altında birkaç Bölge Gerilla Birliği oluşturulması hedeflenmiş, Yerel Siyasi Birimler adı ile örgütlenen ve onbeş köy ya da birkaç ilçe çapında hareket eden illegal yapılar inşa edilmiştir. Devrimci Yol örgütünün özellikle 12 Eylül sonrasında yurt dışına kaçan kadroları içerisinde yaşanan tartışmalar sonrasında, kır gerillası faaliyetlerinin sona erdirilmesi kararı alındı. Taner Akçam'ın başını çektiği bir grubun Almanya'da alınan ""Kırsal kesimde böyle bir mücadeleyi başlatmak yanlıştır, kır gerillasını örgütlemek yanlıştır"" kararının tebliğ edilmesi üzerine Ana Gerilla Birliği, 1985 yılında dağıtılmıştır. Antikapitalist Parti Antikapitalist Parti (AKAP), DSİP'ten kopan İşçi Demokrasisi grubunun bölünmesinin ardından, savaş karşıtı hareketin yükseldiği dönemde Antikapitalist adıyla çalışmalarına devam eden bir gruptur. Ardından devrimci partinin önemini vurgulayarak, partileşme sürecini başlatıp ismini Anti Kapitalist Parti Ön Girişimi olarak değiştirdi. Demokratik Merkeziyetçi bir parti anlayışına sahiptirler. "Her türlü ayrımcılığa karşı işçi sınıfının en geniş ve küresel birliğini savunuyoruz; bu yüzden her türlü milliyetçiliğe (ulusçuluk, vatanseverlik, yurtseverlik veya adı ne olursa olsun), ırkçılığa, cinsiyetçiliğe ve homofobiye karşıyız." diyerek politik hatlarını tanımalamaktadırlar. Birleşik Cephe taktiği doğrultusunda politikalarını belirlediğini gözlemlemek mümkündür. Grup gerçek Marksist Troçkist geleneğin Türkiye'deki az sayıda takipçilerinden birisidir. Grup politikasını öğrenci persfektifi üzerinden belirleyip hayata geçirmektedir. Tony Cliff'in Sovyetler Birliği hakkındaki "Devlet Kapitalizmi" tezi üzerinden yeryüzündeki diğer Troçkist geleneklerden ayrılan, Uluslararası Sosyalizm ("International Socialism (IS)")akımında yer alan grup, bu akımın Türkiye'deki eski temsilcisidir. Bu anlamda diğer Stalinist geleneğe bağlı gruplardan ayrılmaktadır. Rusya'da da devrimin devlet kapitalizmine evrildiğinin vurgusunu yaparak, tek ülkede sosyalizmin mümkün olmayacağını iddia eden Troçkist akımın bir parçasıdırlar. Gelenek aynı zamanda Cliff'in sürekli silahlanma ekonomisi ve aksayan sirekli devrim teorilerini de kabul etmektedir. Reformist değil, devrimci bir gruptur ve sosyalizmi sınıfsız, savaşsız bir dünyaya (komünizm) geçiş aşaması olarak görürler. Bu akımın dünyadaki en büyük temsilcisi İngiltere'deki Sosyalist İşçi Partisi (SWP)dir. Birçok eylem ve diğer toplumsal konularda Türkiye'deki diğer sol gruplardan hem görünüş hem de içeriğiyle farklı olan Antikapitalist, dünya düzeyinde gelişen ve gelişmekte, dönüşmekte olan antikapitalist hareketin Türkiye'deki ayağının örgütlenmesi yolunda uğraşlar vermiştir. Grup, 3 Kasım 2002 Genel Seçimleri'nde Emek, Barış ve Demokrasi Bloku çerçevesinde DEHAP'ı destekledi. Afganistan ve Irak işgallerine karşı mücadeleyi birleştirmek için çabaladı. Irak'ta Savaşa Hayır Koordinasyonu'nun aktif bir üyesi olarak işgale ortaklık tezkerenin meclisten geçmemesi için içinde 15 Şubat ve 1 Mart eylemlerinin de olduğu eylemler örgütledi. 1 Mart zaferinin çabuk unutulduğu ve Irak işgalinin başladığı yeni durumda Yerel seçimlerde savaş karşıtlığını ve Kürtlerle dayanışmayı içeren emek barış demokrasi bloğuyla birlikte tutum aldı. 2007 mart ayında 22 Temmuz seçimlerine yönelik solun ve Kürtlerin desteklediği bağımsız adayların TBMM'ye seçilmesini öngören "ortakaday istiyoruz" (www.ortakaday.net) imza kampanyasını başlattı. Kampanya kısa sürede yayıldı ve başarılı sonuçlar verdi. Kampanyanın solun birliğine yardımcı olabilecek "ortakzemin istiyoruz" haline dönüşmesi için çabaladı. Halen anayasa çalışması etrafında ortakzemin birlikteliği devam ediyor. Çatı partisi girişimlerinin de içinde yer almaktadır. Demokrasi ve Özgürlük kavramlarındaki tavizsiz hassasiyetiyle de çalışmalarını örgütlemektedir. Hareketin Kitlesel olmasının gerekliliği noktasında da çalışmalarını devam ettiren grup, Türkiye'nin ilk Öğrenci Gençlik Sendikası Genç-Sen'in de çalışmalarını desteklemektedir. Aynı perspektifle, Kürt sorununda demokratik ve barışçıl bir çözüm öngören Barış Meclis çalışmalarında da yer almaktadır. Halen 1978'liler Vakfı faaliyetleri, HOP koordinasyonu ve ortakaday-ortakzemin gibi pek çok koordinasyonunun da aktif bir üyesidir. 2006 yılında merkezini İstanbul'a taşıdı. Aylık Antikapitalist gazetesini ve 3 aylık Enternasyonal Sosyalizm teorik yayınını çıkarmaktadır. Türkiye'de fikirsel krizin sebebi olarak gördüğü Milliyetçilik, Laik Cephecilik ve Vatanseverliğin Türkiye tarihindeki köklerini ortaya çıkaran "Kemalizm Sol Değil" isimli araştırmayı 2004 yılında yayınlamıştır. Halen AKP'ye karşı gerçek alternatif olabilecek solun birliği için çalışmaktadır. Grup 2009 yılında sonunda başlayan yeni sol parti çalışmalarında yer almış ve bu süreç sonunda ortaya çıkan Eşitlik ve Demokrasi Partisine katılmıştır. Ve grup kendisini feshetmiştir. EDP içerisinde Marx 21 adlı dergiyi çıkarmaktalar. Dışavurumculuk Dışa vurumculuk (ekspresyonizm), doğanın olduğu gibi temsili yerine duyguların ve iç dünyanın ön plana çıkarıldığı 20. yüzyıl sanat akımı. Politik istikrarsızlık ve ekonomik çöküntü ortamında Almanya'da pozitivizm ve naturalizm ve empresyonizm akımlarına karşı olarak ortaya çıkmıştır. 19. yüzyıl gerçekçilik ve idealizmine karşıt anti-natüralist öznelliğe sahip bir bakış açısı içerir. Ayrıca kuzeyli, Cermen halk sanatı biçimleri ve kabile sanatları da etkilendiği diğer kaynaklardır. Dışa vurumcu sanatın amacı, sanatçının duyguları ve iç dünyasını renk, çizgi, düzlem ve kütle aracılığıyla dışa vurmasıdır. Bu duyguları daha iyi yansıtabilmek için sanatçı geleneksel kuralların dışına çıkarak gerçeğin biçimini bozma yöntemini kullanır ve sanatçının öznel duygularına dayanmaktadır. Dışa vurumculuk bu terim kullanılmadan da sanatta ifade edilmekteydi. Örneğin; İspanya'da ressam El Greco (d. 1541 – o. 1614) ve Alman rönesans ressamı Matthias Grünewald (d. 1470 – o. 1528) içerikleri dışa vurumculuk ögelerinden oluşmuş sanat eserleri vermekle beraber "dışa vurumculuk" sıfatı sadece XX. yüzyıl sanat eserlerine verilmektedir. Dışa vurumculuk birçok sanat formlarını kapsamaktadır: edebiyat, film, heykeltıraşlık, mimarî, müzik, resim, tiyatro. Bozulmuş çizgiler, şekiller ve abartılı renklerle sanatçının duygusal dünyasını aktarmayı hedefler. 19. yüzyıl gerçekçilik ve idealizmine karşıt anti-natüralist öznelliğe sahip bir bakış açısı içerir. Edward Munch'un Çığlık adlı tablosu, bunun belirgin bir örneğidir. Ekspresyonist bir sanat eserini yorumlarken çizgilerin, renklerin kullanımına dikkat edilmelidir. Sivri keskin çizgiler, kırmızı ve tonları öfkeyi ön plana çıkarırken, dairesel oluşumlar, mavi ve tonları daha çok sakinliği vurgular. Die Brücke (Köprü) 1905-1912 Dresden - Kirchner, E. Nolde, Mueller, Rottluf, E. Heckel Der Blaue Reiter (Mavi süvari) Münih - F. Marc, Mache, Kandinsky, Jawlensky, P. Klee Önemli dışa vurumcu ressamlar arasında Edward Munch, Kirchner, James Ensor ve Oscar Kokoschka sayılabilir. Edward Munch, Ensor ve Kokoschka, kaynaklarda ekspresyonist öncüler olarak geçmektedir. 1910 ve 1930 yılları arasında özellikle Almanya'da etkisini gösteren ekspresyonist mimarî, bu anlamda da Bauhaus okuluyla paralleklikler taşır. Bunun yanında kendine özgü dinamiklerini de belirler. 90 derecelik açıyı ortadan kaldırmak temel teknik olarak düşünülürken, işlevselliği formla bütünleştirme amacı, alışılmamış formların ve yeni malzemelerin kullanılmasıyla ifadeci mimarlık anlayışının kendine özgü dinamiklerini oluşturur. Bireysel ve dolayısıyla duygusal tasarım anlayışı, ekspresyonist mimarlığın felsefesidir. Bruno Taut'un 1914de Köln'deki "Werkbund Sergisi" için hazırladığı "Cam Pavyon" ve Erich Mendelsohn'un 1921'de bitirilmiş olan Potsdam'da bulunan "Einstein Kulesi" ve Hans Poelzig'in tiyatro direktoru Max Reinhardt için hazırladığı Berlin'deki "Große Schauspielhaus" tiyatrosu iç dekorasyonu ekspresyonist mimarlığın önemli örnekleri olarak bildirilir. Bauhaus okulunun kurucusu Gropius, ekspresyonist mimarlığın erken döneminin temsilcisi konumundadır. 1933 yılında nazi yönetiminin Almanya'da başa geçmesinden beş yıl sonra ekspresyonist sanat yok olmuştur. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ise brütal bir anlayışla etkinliğini yeniden göstermiştir. Çoğu ekspresyonist sanatçının kaybedilen savaşta yer almasıyla oluşan stres yüklü duygulanımları da dışa vurumculuğu doğuran bir faktör olmuştur. 1960'larda yapılan Sydney Opera Binası ise, postmodern ifadeciliğin en önemli yapıtları arasında gösterilir. Dışa vurumculuk, kübist, minimalist ya da fütürist anlayışlarla da özdeşleşerek temel bir sanatsal ifade olarak canlılığını sürdürür. Aralarında Ernst Barlach 'ın da bulunduğu bazı heykeltıraşlar dışa vurumculuğu benimsemişlerdir. Erich Heckel gibi bazı ressamların da dışa vurumcu heykel çalışmaları bulunmaktadır. Ilk dışa vurumcu tiyatro eserinin 1909da Oskar Kokoschka'nin yazdığı "Cinayet, Kadınlar için Umut (Mörder, Hoffnung der Frauen)" adlı küçük bir oyun olduğu kabul edilir. Sonra XX. yüzyıl başlarında Alman tiyatrosunda odaklanan ekpreseyonist tiyatro akımı ortaya çıkmıştır. Bunlardan en çok tanınmışları Georg Kaiser, Ernst
Toller, Reinhard Sorge, Walter Hasenclever, Hans Henny Jahnn ve Arnolt Bronnen'dir. Bunlara drama denemelerinin başlangıcını Alman oyun yazarı ve aktörü Frank Wedekind ve İsveçli oyun yazarı August Strindberg olarak görmüşlerdir. Franz Kafka tarafından Almanca yazılmış romanlar çok kere "dışa vurumcu" olarak isimlendirilmektedir. Genel olarak konuşulan lisanı Almanca olan ülkelerde dışa vurumcu şiir de büyük gelişme göstermiştir. Bunlar arasında en çok etkili olanlar Georg Trakl, Georg Heym, Ernst Stadler, Gottfried Benn ve August Stramm'dır. Dışa vurumcu müzik bir müzik türü olarak XX. yüzyılın en önemli müzik akımlarından biri olmakla beraber bu akımı tam olarak tanımlamanın çok zor olduğu ifade edilmektedir. "İkinci Viyana Ekolü" adı altında müzik bestecileri Arnold Schönberg ile öğrencileri Anton Webern ve Alban Berg, ekpresyonist adını verdikleri müziksel parçalar bestelemişlerdir. Bunları aynı zamanda eserler veren bestecilerden (mesela Maurice Ravel ve İgor Stravinsky) ayıran özellik eserlerinde geleneksel tonalite prensiplerinden ayrılıp açıkça "atonalite" prensibini içeriklemeleridir. Ayrıca çok "ahenksiz (dissonant)" müzikleri ile şuuraltı, "içsel gereklilik" ve "acı çekme" duygularını ifade etmeye çalışmalarıdır. Schönberg'in "Orkestra için beş parça, op. 10 (1911-13)" eseri, "Erwartung (Bekleyiş) (1909)" monodraması ve "Die Glückliche Hand (Mesut el)" dramatik eseri; Alban Berg'in Wozzeck operası ekpresiyonist yapıtlara iyi örneklerdir. Film sanatı alanında da çoğu zaman Alman Dışa Vurumculuğu adı ile anılan bir ekpresiyonist film sanatı akımı bulunmaktadır. Bu filmlerin ana özellikleri gerçek-dışı ve çoğunlukla absürt dekorlar, çarpıtılmış perspektifler, ışığın ve gölgelerin abartılı kullanımıdır. Bunlar arasında başta gelen sanatkâr-yönetimciler ve eserleri: Robert Weine'nin Dr. Caligari'nin Muayenehanesi (Das Cabinet des Dr. Caligari) filmi; Paul Wegener ve Carl Boese'nin "Golem: Dünya'ya nasıl geldi (Der Golem, wie er in die Welt kam)" filmi; F.W.Murnau'nun Nosferatu, Bir Dehşet Senfonisi filmi sayilabilir. Aydınlık çevresi Aydınlık çevresi, 1966'dan sonra Türk Solunun, Mihri Belli'nin teorisini ve öncülüğünü yaptığı Millî Demokratik Devrim (MDD) ve Behice Boran'ın öncülüğünü yaptığı Sosyalist Devrim (SD) stratejileri çevresinde ikiye bölünmesi sonucunda MDD'cilerin "Türk Solu" ve "Sosyalist Aydınlık" dergisini yayımlamaları üzerinde oluşan gruptur. 12. sayısının ardından "Sosyalist Aydınlık" dergisinde anlaşmazlık ortaya çıktı ve bölünme yaşandı. Maoculuğu benimseyen kesim, Doğu Perinçek önderliğinde "Proleter Devrimci Aydınlık" dergisini (PDA) yayımlamaya başladı. Bu grup daha sonra Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi'ni (TİİKP) kurdu. Yasal zeminde ise Türkiye İşçi Köylü Partisi'ni (TİKP) oluşturdu. "Proleter Devrimci Aydınlık" çizgisi TİKP'den sonra zamanla Sosyalist Parti ve İşçi Partisi'ni kurdu. Günümüzde büyük bir kısmı Vatan Partisi'nde örgütlenmiştir. Halen "Aydınlık" gazetesi, "Teori" dergisi ve Ulusal Kanal gibi yayın organları ile yayın yapmaktadırlar. Bir dönem Aydınlık çevresinde yer alıp daha sonra ayrılan veya uzaklaştırılan isimler Kübizm Kübizm, 20. yüzyıl başındaki temsile dayalı sanat anlayışından saparak devrim yapan Fransız sanat akımıdır. Pablo Picasso ve Georges Braque, nesne yüzeylerinin ardına bakarak konuyu aynı anda değişik açılardan sunabilecek geometrik şekilleri vurgulamışlardır. 20. yüzyıl başlarında ortaya çıkmıştır. "Kübizm" terimi I. Dünya Savaşı'ndan önceki yıllarda Paris'te gelişen bir resim akımını belirtir. O dönemde Avrupa'da biçimlenmekte olan modern sanatın ışığın geçici etkilerini resmetmek olan izlenimcilerden hoşnut olmayan bir genç ressamlar kuşağı yetişiyordu; bunlar, Matisse'in çevresinde toplanmış olan "fov"ların çok renkli resim sanatından da hoşlanmıyorlardı. Kübist sanatçılara göre dış dünyanın nesneleri sadece göründükleri yanıyla değil görünmeyen tüm yanları ile ele alınmalıydı. Empresyonizm'e egemen olan görme duygusu yerine, Kübist' ler aklın başatlığına dayanan aklın gücünü ortaya koymak istiyorlardı.Tablolarını sağlam temellere oturtmak istiyor ve bu konuda ressam Paul Cezanne'ın izinden gidiyorlardı. Nitekim bu ressamlar, Cezanne'dan, onun son Provence manzaralarından ve natürmortlarından esinlenecekler, bundan da kübizm doğacaktı. Manifestosu yazan Apollinaire, bir taklit sanat değil tasarım sanatı olduğunu söyler. "Kübizm" adı, Georges Braque'ın bir tablosunu gören bir sanat eleştirmeni olan Louis Vauxcelles'in bu tablo için «küçük küpler» sözünü kullanmasıyla ortaya çıkmıştır. Bir yanılgı sonucu yeni resme uygulanan bu deyim, Picasso ve Georges Braque'ın o tarihlerde birbirine pek benzeyen ilk kübist eserleri konusunda bir fikir verebilir. Her ikisi de hacimlerin iç içe geçtiği portreler, manzaralar, natürmortlar çizmekteydi. Onlar iki boyutlu (en ve boy) olan tuvalin yüzüne doğada üç boyutlu (en, boy, derinlik) olan nesneleri çizebilmenin çarelerini araştırıyorlardı. Bu, yeni bir sorun değildi; bütün resim sanatının sorunuydu; ama o zamana kadar, derinlik izlenimi perspektif aracılığıyla verilebiliyordu. Picasso ile Braque, her şeyden önce bir tablonun ne olduğunu unutturan bu çözüm yolunu bir yana bıraktılar: Tablo, aslında dümdüz bir yüzeydir. Braque ile Picasso, biçimleri tuvalin üzerine kademeli sıralayarak üst üste yerleştirdiler. Zaten onların niyeti, gerçeği gördüğümüz gibi değil, olduğu gibi göstermekti: Yerimizi değiştirmeden bir nesneye baktığımız zaman onun sadece bir kısmını, bir köşesini veya bir yüzünü görürüz Kübistler ise nesneleri, sanki çevresinde dolaşıyorlarmış gibi, birkaç bakış açısından, cepheden, yandan, üstten, alttan bakarak aynı imge üzerinde göstereceklerdir. Aynı şekilde, bir yüzü hem yandan, hem de iki gözü görülecek biçimde (karmaşık görüntü) vereceklerdir. 1911'e doğru Braque ve Picasso için, nesneleri kat kat açıp saydam küçük yüzeylere bölmek, kenar çizgilerini kırmak, gerçek bir oyun haline geldi; o kadar ki, neyin resmini yaptıklarını anlamak giderek zorlaştı. İki ressam o sıralarda Avrupa'nın başka merkezlerinde doğmakta olan soyut sanata çok yaklaşmış. Kübistler, sanatlarını geliştirirken gerçeği tamamen özgün bir biçimde resim sanatına sokmak amacını güttüler: resme tamamen yabancı öğeleri (kâğıt, gazete parçaları, kibrit çöpleri) tablolarına yapıştırdılar. Üstelik boyalarına kum karıştırdıkları da oluyordu. Bütün bunlar günümüz resim sanatında sık sık rastlanan şeylerdir, ama o dönemde hiç görülmemişti. Kübistler bunu hem gerçek ile ilişkilerini yitirmediklerini göstermek, hem de resimde imtiyazlı madde diye bir şey olmadığını, bir tablonun herhangi bir şeyle yapılabileceğini göstermek için yaptılar. Yeter ki, tablo, biçimlerin tutarlı bir kompozisyonunu oluştursun. Açıklık kaygısıyla, yapısal çizgileri iyice azalttılar ve kompozisyonlarına, hemen belirli bir nesneyi akla getiren resmedilmiş biçimleri eklediler: sözgelimi, bir gitarı belirtmek için teller ve bir eğri, keman için üzerindeki delikleri, şişe için ise şişenin boynunu çizmekle yetindiler. Sanat felsefesi olarak, ayrı ayrı yerlerde geçen şeylerin birlikte ve aynı zamanda cereyan ettiğini tasavvur ve tasvir etmek düşüncesi ile, karışıklıktan hoşlanma zevkinin birleştirilerek ifade edilmesi esasına dayanır. Nitekim kübistlerin eserlerinde karmakarışık imajlara ve dağınık kelimelere rastlanır. Kübistler, herhangi bir şeyde gözün türlü yönlerden görebildiği özellikleri, bir arada geometrik şekillerle göstermeye çalışır. Bu tarz resimlere kübik resim adı verilir. Kübizm, eşyanın uzaklık ve yer içinde kapladığı hacim kanununu temel hareket noktası olarak alır. Bu akıma mensup sanatçılar, resimde özün, değişmeyenin peşinde koştuklarını savunurlar. Onlara göre, konunun sadece görünen yönünü değil, görünmeyen tarafını da göstermek gerekir. Bu akıma mensup olan edebiyatçıların gayesi ise, duygularla olayları birbirine karıştırmak, ayrı ayrı yerlerde geçen olayların birlikte, aynı anda olduğunu kabul etmek ve bu anlayışta eser vermektir. Bu yüzden kübistlerin eserleri oldukça karmaşıktır. Kübistler, resimde renk oyunlarının yankılarını, güneş ışınlarının tabiat içinde uyandırdığı parıltıları bir yana bırakarak, eşyanın geometrik yapısına önem vermişlerdir. Bu bakımdan Kübizm, tabiatın yepyeni bir anlayışla değerlendirilmesidir denilebilir. Onlar sanatlarının kaynağını duygudan çok, düşüncede aramışlar, esere düşünceyi katarak empresyonistlerin aksine, ilim yoluyla değil sanat yoluyla sanata varmak prensibini seçmişlerdir. Çiftçi ve Köylü Partisi Çiftçi ve Köylü Partisi (kısaca ÇKP), 1946 yılında, Bursa'da kuruldu. Kurucuları arasında Sıddık Sümer, İbrahim Öztürk, Şükrü Tokay gibi isimler bulunuyordu. Parti kısa bir süre sonra kapatıldı. Devrimci Demokratik Güç Birliği Devrimci Demokratik Güç Birliği (DDGB), 1993 yılında rejime karşı ortak bir eylem çatısı yaratmak amacıyla Kürdistan İşçi Partisi (PKK), Türkiye Komünist Partisi/Kıvılcım, Ekim çevresi, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi/Marksist-Leninist Silahlı Propaganda Brliği (MLSPB), Türkiye Devrim Partisi (TDP), TKP/ML Hareketi tarafından kuruldu. Platformun ilk kuruluşundaetkinliği yurt dışı ile sınırlı kaldı. Güç birliği çalışmaları PKK'nin yaptığı çağrı ile başladı. Çağrılanlardan Türkiye Devrimci Komünist Partisi (TDKP) ve SBP toplantılara hiç katılmazken, Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist (TKP/ML) ise güç birliğinin kurulduğu iki toplantıda sadece gözlemci olarak bulundu. Türkiye-Kuzey Kürdistan Kurtuluş Örgütü (TKKKÖ) "devlet yapılanmasına ilişkin tanımlama" nedeniyle olumsuz görüş bildiren yazılı açıklama yaptı ve sonra imzasını tamamen çekti. Ekim ise güç birliğini "reformist" bularak içerisinde yer almayacağını, sadece destekçi olacağını belirtti. Bu birlik değişik sebeplerle uzun süreli olamamış ve dağılmıştır. 1998 yılında tekrar birleşik bir birlik oluşturma fikri ortaya gelmiş yurt dışında Birleşik Devrimci Güçler Platformu kurulmuştur. 4 Haziran 1998 tarihinde PKK, Türkiye Komünist Partisi (Marksist-Leninist) (TKP (M
-L)), Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist (TKP/ML), Marksist Leninist Komünist Parti (MLKP), Türkiye Devrim Partisi, Devrimci Halk Partisi (DHP), TKP/Kıvılcım ve Devrimci Sol (Bedri Yağan grubu)'un bir araya gelmesiyle, dört temel ilke üzerinde oluşturuldu. Bir süre sonra, TKP/ML bu oluşumdan ayrıldı. Daha sonra BP (KK-T), DSİH, BYDÖ ve Partiya Rizgariya Kürdistan (Rızgari)'ın katılımıyla genişleyerek faaliyetlerini sürdürdü. 1999 yılında Abdullah Öcalan'ın yakalanmasıyla platform yurt içinde kurulmadan dağılma safhasına girdi. Devrimci Halk Partisi Devrimci Halk Partisi ya da kısaca DHP, Devrimci Halk Partisi (2011) kısaca DEV-PARTİ ile karıştırılmamalıdır. ideolojisinin PKK'nın Türkiye'deki sol örgütlere yönelik eleştirisinden kaynaklanmasından dolayı, PKK'nın Türk partisi olarak eleştirilen siyasi partidir. Yayın organı Alternatif dergisi 1990'lı yıllarda 20 bin civarında satış yapmıştır. 1994 yılında merkez üyelerinden birinin polise teslim olarak, bilgi vermesinin ardından onlarca üyesi ve merkez komitesi tutuklanmıştır. Örgüt strateji olarak, Türkiye'de bir gerilla savaşını esas alır. Anadoluluk kimliğine sahip çıkar. Türkiye'nin temel sorununu birçok halkın asimile edilerek Türkleştirilmesi olarak açıklayarak halkların kimlikleriyle buluşması için demokratik halk devrimi tezini savunmuştur. Özellikle sol örgüt çevrelerinden gördüğü yoğun eleştirilerinin yanında ilgi ile karşılandı. Parti merkezi olarak 1999 da tasfiye edilmiş yerine PKK'dan ayrılanlarla birlikte PKK/DCS kuruldu. İzlenimcilik Resimde izlenimcilik, özellikle ışık ve renkten kaynaklanan görsel izlenimleri yansıtmayı hedefler. Resmedilen nesnelere veya olaydan çok günün belirli bir zamanına özgü ışığın sanatçı üzerinde yarattığı izlenimlere önem verilir. Akımın öncüleri Claude Monet ve Camille Pissarro'dur. İzlenimcilere göre sanatçı doğrudan doğruya gerçeği değil, gördüklerinin kendisinde uyandırdığı duygu ve düşünceleri esas almalı, gerçekçiliği ve nesnelliği ikinci plana atarak, kişisel yorumu ön plana çıkarmalıdır. İzlenimcilikte, yorumlar ve izlenimler, sanatçıdan sanatçıya değiştiği ve her sanatçı eserinde kendinde oluşan duyguyu ve izlenimi anlatacağı için, meydana getirilen edebî eser, yazarın veya şairin kişiliğine dair izler taşır. Bu akıma mensup sanatçılar genellikle hayale ve soyut betimlemelere yer verirler ve kendilerini dış dünyanın etkilerinden uzak tutarlar. Onlara göre dış alemdeki varlık ve nesneler göründükleri gibi değil, hayal güçlerinde canlandırdıkları gibidir. Bu sebepten dolayı da gerçeği göründüğü gibi ele almayıp duygusal yönlendirmelerin eşliğinde eserlerine işlemişlerdir. Türk edebiyatında Fecri Ati topluluğundan olan Ahmet Haşim önemli bir empresyonist sanatçıdır. Devrimci Marksist Kolektif Devrimci Marksist Kolektif, Komünist Devrim Hareketi (KDH) içerisinde Troçkist gruptur. DMK, KDH'den ayrılmasının ardından Özgürlük ve Dayanışma Partisi'ne (ÖDP) katılarak Sosyalist Eylem Platformu'nun (SEP) kurucularından birisi olmuştur. DMK, disiplin kararı ile ÖDP'den uzaklaştırılmış, tasfiye edilmiş; ve Sosyalist Demokrasi Partisi'nin kurucu grupları arasında yer almıştır. Sosyalist Alternatif'in (SA) bir parçası ile birleşerek, Devrimci Marksist Birlik Grubu (DMBG) adıyla SDP içinde çalışmıştır. Ancak DMBG deneyiminin çeşitli nedenlerle sona ermesinin ardından SA ve DMK kökenli militanlar, Devrimci Marksist Siyaset (DMS) adı altında halen SDP çatısı altında faaliyetlerini sürdürmektedir. Devrimci Sol Devrimci Sol ya da kısaca DEV-SOL, 1978-1994 yılları arasında faaliyet göstermiş devrimci grup. 1978 yılının yaz dönemlerinde Devrimci Yol taraftarı olan Bülent Uluer, Paşa Güven ve Dursun Karataş'ın başında olduğu bir grup, Devrimci Yol merkezi ile çeşitli konularda uyuşmazlık içinde olduklarını, ayrıca kendilerine Ankara tarafından güvenilmediği ve bu nedenle de başlarına Ankara'dan sorumlular verildiğini bunun için Devrimci Yol'un merkezi ile ilişkilerini askıya aldıklarını açıkladılar. Bir süre Askıcılar olarak adlandırılan İstanbul merkezli bu grupla Dev Yol merkezi bir dizi görüşmeler yaptıysa da sorun çözülemedi. Bir süre sonra bir broşür ve ardından "Devrimci Sol" isimli bir dergi çıkarılarak ayrı bir örgütlenme süreci başlatıldı.. Ayrışma sonrası üniversitelerde mevcut Dev-Genç'ten ayrılarak kısa adı Dev Genç olan başka bir gençlik örgütü kuruldu. Örgüt Devrimci Yol'un SSCB'de revizyonist diktatörlüğün hüküm sürdüğü tespitine katılmayarak; iç savaş tespitinin Mahir Çayan'ın öncü savaş stratejisini reddettiğini; ve direniş komiteleri önerisinin yatay örgütlenmeye yol açarak, yukarıdan aşağıya örgütlenmeyi törpülediğini savunuyordu. Örgüt yöneticileri THKP-C'nin savunduğu çizgi temelinde yeni bir devrimci hareket yaratmayı" amaç olarak saptamışlardı. Mahir Çayan'a ait Kesintisiz Devrim broşüründe çerçevesi çizilen emperyalizm analizini benimseyerek, III. Bunalım Döneminin sürmekte olduğunu savunuyorlardı. Türkiye'nin emperyalizmin yeni sömürgesi olduğunu ve egemen sınıfların oligarşik bir ittifak oluşturduğunu kabul ediyor ve devletin "sömürge tipi faşist" bir karakter taşıdığı saptamasını yapıyorlardı. Devrimci Gençlik, devrimci bir parti oluşturulmadan Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'nin uygulanamayacağını, temel görevin devrimci bir partinin yaratılması olduğunu ve bu görevin güncel politik-toplumsal çalışma içerisinde devrimci bir hareketin yaratılmasına yönelik bir mücadele sürecinde yerine getirilebileceğini savunuyordu. Türkiye'nin emperyalizmin yeni sömürgesi olması nedeniyle Kürdistan'ı sömürgeleştiremediğini, Kürt sorununun yeni sömürgecilik siyasetinin bir parçası olarak ele alınması gerektiği görüşüne sahiptiler. Silahlı mücadeleye girişen Devrimci-Sol, Silahlı Devrim Birlikleri (SDB) aracılığı ile çeşitli silahlı eylemler düzenleyerek MHP ileri gelenlerinden Gün Sazak ve CHP ileri gelenlerinden ve eski başbakan Nihat Erim suikastlerini gerçekleştirdi. 12 Eylül Darbesi sonrasında örgütün üyelerinin büyük çoğunluğu cezaevine girdi. 1981 yılında açılan Devrimci Sol ana davasında sanık sayısı 1243'ü buldu. 1. Ordu Sıkıyönetim Mahkemesi 11 yıllık bir yargılamanın ardından sanıklara "örgüt yöneticiliği yapma", "adam öldürme", "kamu malına zarar verme", "polise mukavemet" gibi çeşitli suçlardan dolayı 250 idam ve çeşitli müebbet cezaları istendi. Verilen cezalar şartlı tahliye ve özgürlük eylemleri yüzünden boş salona okundu, 43 idam ve yüzlerce çeşitli müebbet ve hapis cezaları verildi.Dava cezalar sanıklara tebliğ edildikten sonra yargıtaya gönderildi. 2005 yılında Yargıtay, dosyada evrak eksiklikleri olduğu gerekçesiyle kararı usul yönünden bozdu. 30 yıl sonra verilen cezalarda 39 sanığa müebbet cezası verildi. Tutukluluk süresince işkencenin önlenmesi, cezaevlerindeki koşulların iyileştirilmesi, tutuklu ve mahkûmların tek tip elbise giyme zorunluluğunun kaldırılması gibi taleplerle çeşitli eylemler yapan dava sanıkları tek tip elbise giymeyi reddettikleri için zaman zaman mahkemeye iç çamaşırlarıyla çıkarak kararı protesto ettiler. Örgüt aynı zamanda 1984 yılında yapılan ölüm orucu eylemine de aktif olarak katıldı.Bu eylemde DEVRİMCİ-SOL militanları Abdullah Meral(d.1953),Haydar Başbağ(d.1956) ve Hasan Telci(d.1957) öldüler. Sonuçta,Tek Tip Elbise uygulaması daha başlamadan rafa kalktı. Ayrıca,Nihat Erim cinayeti zanlısı Ahmet Karlangaç'ın işkencede katline misilleme olarak 1981'de İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Mahmut Dikler öldürüldü. Emekli Korgeneral İsmail Selen'in Ankara'da, Bölge Jandarma Komutanı Tuğgeneral Temel Cingöz'ün Adana'da öldürülmesi, Temmuz 1991'de örgütün eski üyelerinden Paşa Güven'in Fransa'da öldürülmesi, Ağustos 1991'de bir Türk-İngiliz ortak kuruluşu olan bir sigorta şirketinin Genel Müdür Yardımcısı Andrew Blake'in, İstanbul Esentepe'de uğradığı silahlı saldırı sonucu öldürülmesi, Ekim 1991'de eski MİT müsteşarı ve İstanbul 1. Ordu eski komutanı emekli Orgeneral Adnan Ersöz'ün, Göztepe'deki evinde uğradığı silahlı saldırı sonucu öldürülmesi, Aralık 1991'de İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Şakir Koç ve korumalığını yapan şoförü Vedat Dilmaç'ın öldürülmesi, Şubat 1992'de Cumhuriyet Başsavcısı Nural Uçurum'un silahlı saldırı sonucu ağır yaralanması, Mart 1992'de Ankara'da bir polis memurunun öldürülmesi, Mayıs 1992'de DYP İstanbul İl Başkanı Muhsin Divan'ın yaralanması, İstanbul Şişli'de bir kahvehanede oturan Gasp Masası'nda görevli 5 polis memurunun öldürülmesi, Temmuz 1992'de İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nün Cağaloğlu'ndaki binasına roketli saldırı düzenlenmesi ve emekli oramiral Kemal Kayacan'ın öldürülmesi gibi birçok eylemi üstlendi.1 Mayıs 1989'da öldürülen Mehmet Akif Dalcı'nın katili trafik Polisi Kazım Çakmakçı'nın öldürülmesi. Özellikle 1991 yılı ve sonrasında aralarında Sinan Kukul, Niyazi Aydın, örgüt liderlerinden Dursun Karataş'ın eşi Sabahat Karataş gibi örgütün üst düzey yöneticilerinin de bulunduğu pek çok örgüt militanının öldürülmesi ve kimi yöneticilerin tutuklanmasından sonra örgütün eylemlerinde azalma oldu. Bu süreci 1992 Eylül ayında örgütün üst düzey yöneticilerinden Bedri Yağan'ın başında bulunduğu bir grubun "Dursun Karataş'ın örgütü benmerkezci bir anlayışla ve bir merkez komite olmaksızın yönettiğini" savunarak Dursun Karataş'ı gözaltına almalarıyla başlayan süreç sonucunda birçok kadro ve örgüte ait malzeme devletin eline geçti. Dursun Karataş yanlıları partileşme sürecini tamamladıklarını açıklayarak Mart 1994'te "Devrimci Halk Kurtuluş Parti-Cephesi" (DHKP-C) adını aldılar. DHKP-C de bugüne kadar aralarında Özdemir Sabancı suikastının da olduğu bir dizi silahlı eylem gerçekleştirdi. Bedri Yağan yanlıları ise Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi/Devrimci Sol adıyla faaliyet yürütseler de bir süre sonra faaliyetleri durdu. George Frideric Handel Georg Friedrich Händel, (d. 5 Mart 1685; Halle, Almanya - ö. 14 Nisan 1759; Londra, İngiltere), müzik tarihine opera, oratoryo, kantata, düet gibi vokal eserleriyle geçen Alman klasik batı müziği bestecisi. Handel, 1712 yılında Londra’ya yerleşmeden önce
Halle, Hamburg ve İtalya’da ciddi eğitim almış ve 1727 yılında İngiliz vatandaşı olmuştur. İtalyan Barok müziğinin önemli bestecilerinin ve orta-Alman polifonik koral geleneğinin büyük etkisinde kalmıştır. 15 yıl içinde Handel İngiliz soylularına İtalyan operasını sunmak için üç ticari opera binası işletmeye başlamıştır. Müzikolog Winton Dean Handel’in operaları için “Handel sadece büyük bir besteci değil aynı zamanda birinci dereceden dramatik bir deha” şeklinde yazmıştır. Alexander's Feast (1736) isimli eseri iyi eleştiriler almış ve Handel ingiliz koral eserlerine geçiş yapmıştır. Mesih’in (1742) büyük başarısının ardından İtalyan operası bestelemeyi tamamen bırakmıştır. Neredeyse kör bir şekilde İngiltere de neredeyse 50 yıl yaşamış ve 1759 yılında zengin ve saygıdeğer bir adam olarak ölmüştür. Cenazesi devlet tarafından onurlandırılmış ve Londra’daki Westminster Abbey’e gömülmüştür. Johann Sebastian Bach ve Domenico Scarlatti ile aynı yıl doğan Handel, Su Müziği ve Havai Fişekler için Müzik ve Mesih gibi eserleriyle Barok dönemin en büyük bestecilerinden biri sayılmıştır. George II’nin taç giyme töreni için bestelediği dört anthem’den bir olan Zadok the Priest (1727), sonradan her hükümdarın geleneksel kutsama töreninde çalınmıştır. Handel 30 yıldan daha fazla bir süre boyunca 40’dan fazla opera bestelemiş, 1960’lı yıllardan itibaren barok müziğin ve otantik müzikal yorumların yeniden canlanmasıyla Handel’in operalarına ilgi büyümüştür. Hiçbir ülkenin ulusal biçemini simgelemeyen uluslararası nitelikte bir besteci olan Handel, yaşamında büyük üne kavuşmuş ve ününü ölümünden sonra da sürdürmüştür. Johann Sebastian Bach ile aynı yıl, Almanya’nın Halle kentinde (Bach’ın doğduğu Eisenach kentinden 80 km uzaklıkta) doğan Handel, bir berber-cerrahın oğludur. Müziğe büyük ilgi duyan Handel, babasının karşı çıkmasına rağmen geceleri tavanarasında bulduğu bir klavikord ile gizli gizli müzik çalışmaya başlamıştı. Babası, çevrenin tavsiyelerine uyarak ona kentin en büyük kilisesinde orgcu, besteci ve müzik yönetmeni olan Friedrich Wilhelm Zachau’dan ders aldırmaya razı oldu. Handel; keman, obua, org, klavsen çalmasını öğrendi. Handel, 1702’de babasının isteğine uyarak Halle Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydını yaptırdı ama kilise orgcusu olarak müzikle ilgilenmeyi sürdürdü. 1703’te Hamburg Alman Operası'na kemancı-besteci olarak atandı. 1706’ya kadar kaldığı Hamburg’da Johann Mattheson, Reinhard Keiser gibi bestecilerle arkadaşlık etti. 1705’te henüz 19 yaşında iken ilk operası "Almira"’yı yazdı ve hemen sahnelendi. 1706’da çıktığı İtalya seyahatinden 4 yıl sonra döndü. Bu seyahat sırasında Arcangelo Corelli, Alassendro Scarlatti ve oğlu Domenico Scarlatti ile gibi bestecilerle dost oldu. "Agrippina" adlı operasını, çeşitli italyan kantatalarını bu dönemde yazdı. İtalyan kantatalarında geliştirdiği İtalyan diline uygun melodi akışı, onun operalarındaki başarılarına ışık tutmuştur. İtalya seyahati sonunda Hannover’e giderek kısa bir dönem müzik yönetmenliği yaptı. Bu görev sırasında İngiltere’ye gidip "Rinaldo" operasını sahneledi ve büyük bir ilgi gördü. Ancak eserin İtalyanca olması, İngilizleri kızdırmıştı. Hannover’e döndüğünde Prenses Caroline için düetler yazan Handel, bir yandan da İngilizce öğrendi. 1712’de patronu olan Hannover Valisinden geçici olarak izin alıp İngiltere’ye giden Handel, oraya yerleşti ve bir daha dönmedi. Handel, İngiltere’ye gittiğinde Lord Burlington adındaki sanat koruyucusu bir kişinin evine yerleşmiş, dönemin büyük edebiyatçıları ile dost olmuştu. Handel kısa sürede kendisini saraya kabul ettirmeyi başardı ve 1713’te İngiliz Kraliçesine yazdığı kaside nedeniyle ödüllendirildi. 1714’te kraliçenin ölümü üzerine tahta geçen 1. George, kendisinin Hannover’deki patronu idi. Söylentiye göre Handel, "Su Müziği" adlı yapıtını 1. George’a kendini affettirebilmek için Thames Nehri üzerindeki bir partide kullanılmak üzere bestelemişti. Kendisine çifte maaş getiren bu eser, onun en önemli çalgı yapıtı oldu. Eserlerini hala İtalyan stilinde yazmaya devam eden Handel, bir yandan da İngiliz müziğinin kendine has yönlerini araştırmaktaydı. 1717’de Chandos dükünün malikanesinde sürekli besteci olarak görevlendirildi. Bu görevde bulunduğu 1717- 1720 yılları arasında Handel’in ilk İngiliz operası olan "Esther" ve "Acis ve Galatea" adlı operayı ortay çıktı. Handel, 1719’da 8 gün için doğduğu yer olan Halle’e gitmişti. Bu sırada Bach, 32 km ötedeki Cöthen’de yaşıyordu. Bach’ın Handel’e duyduğu hayranlık, karısının yardımıyla onun eserlerinin kopyasını çıkarmasından belidir. Bach’ın Handel ile görüşmek istediğini bilen Bach’ın patronu ve dostu Cöthen prensi Leopold, kendisine atını ödünç vermişti. Bilinmeyen bir nedenle bu görüşme gerçekleşmedi. Handel 1720-1728 yılları arasında Kraliyet Müzik Akademisi’nin yöneticisi oldu.Handel, bu dönemde en güzel operalarını besteledi. Kral II. George için 1727’de yazdığı "Zadok the Priest" o günden beri İngiltere’deki tüm taç giyme törenlerinde çalınmaktadır. İtalyan tipi operaların modası geçince Handel, İngilizce oratoryolar yazmaya başladı. Bestelediği 26 oratoryo İngiliz müziğini yıllarca etkilemiştir. 1741’de 6 hafta içinde bestelediği ve ilk kez 1742’de Dublin’de sahnelenen "Messiah" adlı oratoryo eseri İngiliz müzik dünyasının en sevilen koral yapıtı olmuştur. İsa’nın yaşamını öyküleştiren bu eser ile Handel, geniş halk kitlelerini de coşturabilecek bir müzik yaratabildiğini kanıtladı. Eserin Londra’daki sahnelenişinde "Hallelujah korosu" bölümünde Kral 2. George’un kendini tutamayarak ayağa fırlaması nedeniyle bu bölümün ayakta dinlenmesi gelenekselleşmiştir. Handel, bu eserin başarısından sonra dinsel içerikli orotoryolar veya orotorya tipi mitolojik operalar besteledi. Orotoryolarının her birinde İncil’den bir öykü anlattı. Bu tür eserlerinin sonuncusunu 1751’de yazdı. Handel, orotoryalarıyla birlikte bir org konçertosu yazmayı ve orotoryonun arasında bu eseri yorumlamayı gelenek haline getirdi. Bu şekilde 16 org konçertosu yazmıştır. Handel, 1753’te görme duyusunu iyice yitrmişti. Müzik tarihinin ironilerinden birisi de Handel’in de Bach’ın da ileriki yaşlarında katarakt nedeniyle görme duyusunu yitirmeleri, aynı göz doktoru (John Taylor) tarafından narkozsuz ameliyat edilmeleridir.Bach, bu ameliyatta kullanılan kirli araçlar nedeniyle kan zehirlenmesi geçirerek ölmüştür. Handel’in ise ameliyat sonrasında gözleri tamamen kör olmuş ancak konserlerini sürdürmüştür. Handel önceleri belleğine güvenmekteydi, daha sonra doğaçlama yaparak çalmayı sürdürdü; zamanla kendi yalnızlığına çekildi. Hiç evlenmemiş ve bir aşk söylentisinde adı geçmemiştir. Nisan 1759’da öldüğünde görkemli bir cenaze töreni düzenlendi. Mezarı Westminster Abbey'dedir. Handel, müzik tarihine vokal eserleriyle geçmişse de başta Su Müziği olmak üzere çok sayıda orkestra müziği eseri ile çalgı müziğine de büyük katkıları vardır. Bir Barok Dönemi bestecisi olan Handel’in eserleri bazı yönleriyle klasik dönem(orotoryalarıyla orta sınıfa seslenmesi gibi), hatta romatik döneminin(operalarında doğayı betimlemesi gibi) işaretlerini de vermektedir. Almira (1705); Agrippina (1709); Rinaldo (1711); Silla (1714) Jul Sezar (Giulio Cesare in Egitto) (1724); Rodelinda (1725); Orlando Furioso (1733); Ariodante; Alcina (1735); Berenice (1737); Serse (1738). Flute Sonata in E minor – 1. Grave - Flut: Al Goldstein Klavsen: Martha Goldstein: Jay Sean Jay Sean (d. 26 Mart 1979; Ealing, Büyük Londra), Hint asıllı İngiliz R&B sanatçısı. Sanatçı 2008 yılı itibarı ile büyük bir çıkış yakalamıştır. 2008 yılında My Own Way adlı albümünü yayımlayan sanatçı İngiltere listelerinde #6 numara çıkarak büyük başarı ve ses getirmiştir. 2009 yılında ise Şansını Amerika'da deneyen sanatçı All or Nothing Albümünü Piyasaya Sürmüştür. Albüm Yayımlandığı ilk hafta 40 bin kopya satarak Billboard 200 listelerinde #37 numaraya ulaşmıştır. Ayrıca 2009 yılında "Billboard"ın düzenlediği etkinlikte 2009 yılının Amerika'da en gözde sanatçılarında Jay Sean 35 inci olmuştur. Ve dünyann en önemli müzik listesi "Billboard"ın belirlediği habere göre Amerikan müzik tarihinde Hint asıllı İngiliz olarak en başarılı sanatçı Lil Wayne ile yaptığı düetle büyük ses getiren şarkısı "Down"un "Billboard" listesinde 6 hafta boyunca Top 10'da kalması sanatçıyı bu alandaki en başarılı sanatçı yapmış ve tarihe geçmiştir. Gerçek ismi Kamaljit Singh Jhooti olan Jay Sean 26 Mart 1981'de Punjabi'de dünyaya geldi. Jay Sean, sahne ismi olmakla beraber, soyadı olan 'Jhooti'nin 'J'si ile ailesinin taktığı bir lakap olan ve Hintçe yıldız anlamına gelen 'Shaan' kelimesinin İngilizce 'Sean'a dönüştürülmesiyle ortaya çıktı. Jay Sean, Londra 'nın batısında Heathrow Havaalanı'nın yakınlarında bulunan Hounslow'da yetişti.Güney Asya'nın Yaygın inançlarından olan sihism dinine mensup. 11 yaşında kuzeni Pritpal ile "Compulsive Disorder" (Zorunlu Düzensizlik) adında bir grup kurarak boş zamanlarında rap yapmaya başladı. Bu bağlamdaki çalışmaları geçen zamanla birlikte yerel radyolarda çalışan DJ'lerin ilgisini çekti. Müzik yolunda karşısındaki tek engel, insanların müziğinden ziyade ırkına karşı olan önyargılı bakış açılarıydı. Müzisyen, gayet başarılı okuduğu tıp okulundan iki yıl sonra ayrılarak tutkunu olduğu müziğin peşinden gitmeye karar verdi. Londra'da okuduğu tıp okulundan ayrılmasının hemen akabinde, Güney Asyalı prodüktörler Rishi Rich ve Juggy D'nin yanında profesyonel müzik hayatına başladı. Burada R&B müzik tarzına olan yoğun ilgisini keşfetti. Sanatçının kariyerindeki dönüm noktası ise 2004 yılıydı. Çıkardığı ilk albümü "Me Against Myself" ile müzik piyasasına hızlı bir giriş yaparak, uzun süre listelerden inmedi. Müzikseverlerce ilk olarak "Dance With You" (Tere Naal Nachna) ve "Eyes On You" adındaki hit şarkılarıyla tanındı. İcra ettiği müzikte Hint ezgilerini batı R&B müziğiyle sentezlemesinin yanı sıra İngiltere'nin Urban müzik sahnesini değiştirmeyi başarmasıyla tüm dikkatleri üzerine çekti. Ünü Hindistan 'a da yayılan san
atçının albümü orada 2 milyondan fazla sattı. Ünlü Hint filmlerinin merkezi olan Bollywood 'un "Kya Kool Hai Hum" yapımında da rol alan sanatçının müzikleri de ayrıca filmin soundtrack'inde kullanıldı. 2006'da plak şirketi Virgin'den ayrılan Jay Sean, yeni albümünün çıkış tarihini de bu nedenle erteledi. İkinci albümün ilk single'ı olarak seçilen "Ride It" parçasına 2007'nin Ağustos ayında bir klip çekildi. 28 Eylül'de exclusive olarak 3G telefonlarda yayınlanan parça 9 Ekim'de de internet ortamında resmi olarak hayranların beğenisine sunuldu. Single'ın cd formatı içinse 21 Ocak 2008'i beklemek gerekti. "My Own Way" adlı ikinci albümünü 12 Mayıs 2008'de yayımlayan sanatçı, bu albümde şansını Amerika'da da denedi. J-Remy, Robert Larow, Bobby Bass ve Alan Sampson gibi isimlerle çalışan sanatçının albümü İngiltere'de 6 numaraya kadar çıktı. "Ride It" single'ının ardından "Maybe" ve "Stay" parçaları da single olarak yayımlandı. Barok müzik Jean Jacques Rousseau'ya göre ""barok müzik, armoninin açık seçik olmadığı, modülasyonlar ve uyumsuzlukla dolu entonasyonları güç ve hareketi zor olan müziktir"". Yapı sanatı ile ilgili ilk tanımla 1788 yılında "Encyclopédie méthodique"te karşılaşılmaktadır: "mimarlıkta barok, tuhaflığın bir nüansıdır". Öyle anlaşılıyor ki bu isim, dönemin başlangıcında resim ve heykel çalışmalarındaki değişikliklere gösterilen şaşırmış reaksiyon sonucu çıkmıştır. Barok müzik dönemi eserleri batı klasik müziği içinde çok önemli bir yer almakta ve dönemimizde de popüler olarak çalınmakta ve dinlenmektedir. Barok müzik dönemi Johann Sebastian Bach, Antonio Vivaldi, Jean-Baptiste Lully, Arcangelo Corelli, Claudio Monteverdi, Jean-Philippe Rameau ve Henry Purcell gibi bestecilerin eserlerini kapsamaktadir. Barok müzik dönemi müzikteki başlıca büyük yeniliği "fonksiyonel tonalite" kavramının çok geliştirilmesindedir. Bu dönemdeki besteciler ve çalgıcılar çok daha ayrıntılı ve incelikli müziksel süsler uygulamaya başlamışlar; müziksel notasyon şeklini değiştirmişler ve müziksel çalgıları yeni teknikler kullanarak çalmaya başlamışlardır. Barok müziği döneminde müziksel çalgılarla müzik icra edilmesinin ebadı, kapsam genişliği ve karmaşıklığı artmıştır. Barok müzik dönemi opera görsel sanatının kurulup, geliştirilip ve yaygınlaştırılması dönemidir. Bugün kullanılan müzik terimleri ve kavramlarının çoğunluğu barok müzik doneminde ortaya çıkartılmış ve o zamandan beridir kullanılagelmiştir. Müzikte barok dönem, 1600 ile 1750 yılları İtalya'daki opera denemeleriyle başlamış; Johann Sebastian Bach'ın ölümüyle sona ermiş ve tüm müzik türlerinde günümüze kadar kalıcı olan değişikliklerin oluşmasına neden olmuştur. Rönesans muzik dönemi, tüm sanat dallarında sadelik, temizlik ve saflık dürtülerini güçlendirmesine ve duyguları daha yumuşak bir anlatımla ifade etmesine karşın, özellikle müzik alanında, sürekli kullandığı tekdüzelikten dolayı giderek sıkıcı olmaya başlamıştır. O kadar ki, rönesans dönemi bestelerinin en belirgin özelliği, çalgıların aynı anda başlayıp aynı anda eseri bitirmeleri olarak anlatılabilir. Barok dönemle birlikte, müzik "kontrast" kavramı ile tanışır. Aynı tınılardaki çalgılar birbirleriyle savaşırcasına, birbirleri ile karşıtlık oluşturarak eserde yerlerini alırlar. Klasik Dönem sanatçıları dahi, her ne kadar Barok dönem eserlerini karmaşık, süslü, zevksiz ve abartılı olarak adlandırsalar ve "Barok" kelimesini aşağılayıcı manada kullansalar da kendi kullandıkları ve günümüze kadar uzanan birçok armoni kuralını bu dönemin ustalarından öğrenmişler ve yer yer kopyalamışlardır. 150 yıla yayılan bir süreci etkileyen Barok akımı, kimi müzik tarihçilerine göre 2, kimine göre 3 evreli bir dönemdir. Herkesin kabul ettiği ortak düşünce ise "Olgun Barok" olarak adlandırılan son dönemde Johann Sebastian Bach'ın önemli bir yere sahip olduğudur. Barok müziğinin yapısında en belirgin özellik, müzikte "kontrast"lar kullanılması olmuş ve bununla birlikte konçertolar devri başlamıştır. Müziksel ifadeyi güçlendirmek için kullanılan ses düzeyinin alçalıp yükselmesi Barok dönemde keşfedilen ve gelişen işaretlerle başlar. Orta Çağ ve Rönesans'ta ses şiddeti, hep aynı seviyede kullanılmaktaydı. Barok dönemde "piyano" (düşük ses) ve "forte" (gür ses) terimleri ile eserlerde ses şiddetinin önemi ve katkısı görülmeye başlar. Barok dönemin bir diğer yeniliği, bu döneme kadar olan müzikal yapıda bulunmayan ve eserin başka bir bölüme geçeceğini veya bittiğini belirten bir olgunun kullanılmasıdır. Eserlerde kapanışlar ve geçişler daha güçlü yer alır. Kontrastlar üzerine kurulan Barok müzikte ritmik yapıda da büyük gelişmeler olur. Rönesans'tan Barok müziğe sıçrayan, metine bağlı müzikal anlatım, konuşma dilindeki vurguların abartılmasına neden olur. Barok dönemde doğan Opera ve kantatlar günümüzde de aynı kurala bağlı kalınarak abartılı bir dilde seslendirilirler. Barok dönemle beraber çalgı müziği büyük ilerleme gösterir. Yalnız çalgılar için bestelenen yapıtlar çoğalır. Ses müziği ve çalgı müziğinin birleştirilmesi de Barok dönemde filizlenir. Eşlik görevi gören sürekli bas çalgıları ve insan sesi birleşir. Kontrast oluşturmak amacıyla eşlik çalgıları tekdüze hareket ederken, vokal hareketli ve süslü davranır. 16. yüzyılın sona ermesiyle birlikte İtalyan besteciler madrigal adını verdikleri, şiirler üzerine yazdıkları çok sesli müzikler üzerine yoğunlaşmaya başlamıştı. Monteverdi'nin opera eserleri ve madrigalleri, barok dönemin ilk zamanlarının zirve noktası olmuş ve daha sonra gelecek müziğe liderlik etmiştir. Dinsel bir tema üzerine kurulu dramatik eserler olan oratoryolar, kökünü Roma'dan alır. Avrupa'ya yayılması ise Alman-İngiliz besteci George Frideric Handel sayesinde olmuştur. Handel, ünlü "Messiah" oratoryosunu İngiltere'de bestelemiştir (1741). Sonat, kendini barok dönemin ilk zamanlarında bulmuş bir başka müzik formudur. İtalya'da sonat, yavaş ve hızlı dans parçalarından oluşan eser veya yavaş-hızlı kontrastlarıyla gelişen eserlere denirdi (daha sonra bu tarz kiliselerde de kullanılmıştır). Arcangelo Corelli gibi her iki tarzda da müzik yapan besteciler olmuştur. İtalya'nın dışında ise süit adı verilen dans parçaları besteleniyordu. Barok dönemde sonatlar kadar yaygın olan süit formu, zamanla popülaritesini yitirmiş ve sonat formu kadar kalıcı olamamıştır. Süitler, kantatlarda olduğu gibi tek bir çıkış noktasından hareketle iki veya üç bölümlü forma ulaşırdı (örneğin Domenico Scarlatti'nin klavye sonatları gibi, Bach'ın bestelediği 1'den çok formlu eserler gibi). İlk sonatlar, ya tek bir enstrüman ya da küçük bir grup için yazılırdı. 17. yüzyılın sonlarına doğru (barok dönemin ortaları), bu sonat formu konçerto grosso şekline dönüştü. Solist grup ise genellikle konçertino (iki keman ve continuo) olurdu. Daha sonra ise konçerto durumuna dönüştü. Şüphesiz ki Bach'ın Brandenburg Konçertoları konçerto grosso stilinin bu dönemdeki en iyi örneklerinden birisidir. Ayrıca Antonio Vivaldi'nin solo konçertoları da bu dönemin en önemli modellerinden olmuştur. Sonat, konçerto ve vokal formları gelişiminin ortalarında, barok dönemin bir başka önemli özelliği ortaya çıkmaya başladı: Tonalite. 16. yüzyılın ortalarında eski kilise modları, yeni anahtar bağları konseptiyle yer değiştirmeye başladı. Barok dönemle birlikte besteciler bir anahtardan diğerine atlamaya başlamıştı. Zamanın kromatik müziğini üretmeye başlamışlardı. Zamanla, anahtarlar arasındaki bağ ve geçişler bir sistem halini aldı. Bach'ın İyi Düzenlenmiş Klavye ("das wohltemperierte klavier") adlı eseri bu bağı anlamak için iyi bir örnektir. Bu eser ayrıca bir başka iki önemli barok formu yapısı içinde barındırmaktadır: prelüd ve füg. Barok dönemin en gözde çalgılarından biri klavsen (harpsikort)'di. Klavsen, seslerin hafif veya kuvvetli çıkmasına olanak sağlamayan bir düzeneğe sahipti. Yine de dönemin favori enstrümanı olmuş, gerek solo gerek eşlik göreviyle pek çok eserde kullanılmıştır. Barok dönemde icat edilmesine karşın dönemin bestecileri piyano için eser yazmamıştır. Klavsene göre cılız bir sese ve sert tuşeye sahip piyanoya eser veren ilk besteci Muzio Clementi'dir. 1773'de daha on sekizindeyken piyano için üç sonat yazmış, çalgıyı popüler hale getirmiştir. Barok dönem bestecilerinin günümüzde piyanoda çalınan eserleri aslında piyano için yazılmamıştır. Dolayısıyla "piyano" ve "forte" gibi nüanslar ve "staccato" gibi çalım tekniklerinin hiçbiri eserlerin aslında yoktur veya çok azdır. Bütün bu değişiklikler birbirlerine paralel olarak gelmiş ve barok dönemi oluşturmuştur. Eski kurallardan ve polifonik takıntılardan kurtulunması, yeni bir tarz ve kural geleneği yapma gereğini doğurdu. Bu da, kadanslar veya armonik geri planlar üzerine doğal olarak solistlik yapan, melodiyi ortaya çıkardı. Bu armoniler içinde sequence (zincirleme)'i getirdi ve tüm bu armonik gelişimler bir yandan da ritmik gelişmeleri doğurdu. Bas bölümleri, Orta Avrupa dans müziğinin tipik ritimleriyle kaynaştı ve tüm bunlar barok müziği barok müzik yaptı. Barok dönemde müzik, modern müzikal dilin gelişiminde kuşkusuz en önemli kilometre taşı olmuştur. Bu 1,5 yüzyıl içerisinde, müzikal formlar değişip geliştikçe bir yandan da daha sonrasının ve bugünün müzik standartlarını belirlemeye başlamıştı. Tonalite ve akor tonlaması çok büyük önem taşımaktadır. 18. Yüzyıl, bilindiği gibi, Avrupa'da müziğin Barok yüzyılıdır. Händel gibi, Bach gibi, Barok müziğin büyük ustaları eserlerini bu yüzyılda vermişlerdir. Ancak Barok müzik, diğer sanatlarda olduğu gibi, feodal aristokrasiye hizmet eden bir yapı sergilemektedir. Salon müzik ilişkisine örnek: Barok dönemde besteciler kiliselerde, belediye ve saraylarda veya bir operada görevliydiler. Bu yerlerin ortak özellikleri küçük olmaları idi. Genellikle dikdörtgen şeklinde yansıtıcı yüzeylere sahiptiler. Bu akustik çevrelerdeki yankılanma süresi kısadır. Böyle bir çevrede çalınan müzik çok parlak olur ancak seslerin dolgunluğu azdır. Klasik dönem Haydn, Mozart, Beethoven, bu dönemdeki orkestrada 40 kadar çalgıc
ı bulunuyordu. Yaylı, ağaç üflemeli, pirinç üflemeli, vurmalı çalgılar kullanılıyordu. O zamanki konser salonları şimdikilerden küçük, dinleyiciler ise 300-400 kişi kadardı. Bu salonlar, tümüyle doluyken yankılanma süresi 1,5 s olmaktadır. 19. yüzyıl daha büyük yapılar inşa edildi ve süre 1,5 s - 1,8 s aralığına uzadı. Bugün Klasik dönem müzikleri için en iyi yankılanma süresi 1,5 – 1,7 arsında kabul edilmektedir. Romantik devir daha kişiseldir. Bestecinin duygularının anlatımı önemlidir. Brahms, Wagner, Çaykovski, Debussy gibi bestecilerin dönemidir. Daha dolgun seslere ve daha uzun yankılanma sürelerine ihtiyaç duyulur. Bu dönemde yankı süreleri 2 s'ye kadar uzamıştır. Bugün romantik müzikler için yankılanma süresi 1,9 s - 2,2 s arasında kabul edilmektedir. Kervansaray Kervansaray, kervanların ticaret yolları üzerinde kurulan konak yeridir. Kervansaraylar ilk defa 10. yüzyılın sonlarına doğru Selçuklu hanları tarafından Orta Asya'da yaptırılmıştır. Önceleri askeri savunma için düşünülmüş, zamanla artan ticaret ve dini ihtiyaçları karşılaması için genişletilmiştir. Selçuklu devrinde ticari yol ağı üzerinde kervanların akşamları güvenli bir şekilde konaklamaları ve ihtiyaçlarını görmeleri için sultan hanı da denilen kervansaraylar yapılmıştır. Büyük ticaret yolları üzerinde kurulmuş olan Selçuklu kervansaraylarının aralarındaki uzaklıklar, deve yürüyüşü ile günde dokuz saat, yani 40 kilometre esas tutularak saptanmıştır. Çevrelerindeki yüksek duvarlarla korunan ve barış zamanlarında pazaryeri olarak da iş gören bu kervansaraylar savaşta kale olarak da kullanılırdı. Selçuklu kervansarayları üç genel tipe uygun olarak yapılmışlardır. Bunlar, yazlık denilen avlulu, kışlık denilen kapalı ve her iki türün birleştirilmesinden oluşan karma tiplerdir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde şehirlerdeki hanlar ticaret ve konaklamak için yapılmış gelir getirici vakıf yapılarıdır. Türkçe kelimenin kökeni Farsça "kārbānserāy" olarak görülmektedir. Bu kelimenin yanında "han" kelimesi de benzer anlamda kullanılır. Selçuklu kervansarayları başlangıçta, yolcuların ve kervanların konaklamaları ve ihtiyaçlarını görmeleri için, semerci, urgancı, nalbant, demirci gibi atölyeleri, mutfak, hamam, tıbbi yardım, çayhane veya kahvehane, yatak bölümü, binek ve yük hayvanları için yarı kapalı bölümü, hatta bazılarında Mescit bile bulunurdu. Hanlarda verilen hizmetlerden para alınmazdı. Kervansaraylar Selçuklu Sultanları ve devlet adamlarınca vakıf olarak kurulmuştur. Bir kervansarayın temel işleyişini sağlayan yasal ve parasal mekanizma, döneme ilişkin vakfiyelerde tanımlanmıştır. Kervansaray çalışanları; çalışanlar başında yer alan "nazır", kontrolleri yapan bir "müsrif", bir "mütevelli" (handa olması gerekmiyor), bir "hancı", bir "muzif" (sorumlu müdür), emir havayıcı (gerekli erzak ve malzemeyi sağlayan), aşhanede bir "aşçı", bir "baytar" ve atlı bir hizmet adamı, mescit için bir "imam" ve "müezzin" olarak kaydedilmiştir. Bir kervansarayda yerli ve yabancı ayırt edilmeksizin herkese üç gün yiyecek - içecek verilmiş, değişik din, dil ve ırktan olan insanlar bu mekânlarda bir tür dünya vatandaşlığı yaşamışlardır. Kervansaraylar, kervanların gün boyunca süren yorucu yolculuktan sonra konaklamalarını, bu arada yolcuların ve hayvanların her türlü ihtiyaçlarını karşılayabilecek yatakhane, aşevi, erzak ambarı, depolar, ahırlar, mescit, şadırvan, hamam, eczane, ayakkabıcı, nalbant için gerekli mekânlar bulundurmakta ve bu hizmetleri karşılıksız vermektedirler (Turan, 1946-Bakır, 1998). Kervansarayların boyutları, üzerine inşa edildikleri yolun, ticaret hacmine, dolayısıyla konaklayacak kervanların büyüklüğüne ve yaptıranların gücüne bağlı olarak değişmiştir. Selçuklu Kervansaraylarının Mimarı o zamanın en ünlü mimarları olan Kölük bin Abdullah ve Kaluyan El-Konevi'dir. "Uzun ince bir yoldayım" türküsünde, Âşık Veysel yaşamı bir “"iki kapılı bir handa"” geziye benzetir; böylece kırsal alanlarda hanların önemini belirtir. Kervansaraylarda "açık" ve "kapalı" bölümlerin varlığı ölçüt olarak kullanılmış, buna göre de; Bu gruplamadan ayrı olarak iç içe iki plandan oluşan "eşodaklı" hanlar da, farklı bir tip olarak tanımlanmıştır. İşlev ağırlıklı tipolojiye göre ise kervansaraylar; yalnız barınak kısmı olan hanlar, barınak ve servisleri olan hanlar olarak iki temel gruba ayrılmaktadır. Anadolu kervansaraylarında mescitler, avlu önyüzünde ya da avlu ortasında fevkani köşk mescit olarak görülmektedir. Mescidi avlu ortasında olan kervansaraylar, Konya – Nevşehir yolu üzerindeki Ağzıkara Han, Kayseri - Sivas yolu üzerindeki Tuzhisarı Sultan Han, Konya - Aksaray yolundaki Sultan Han ve Afyon - Konya yolu üzerindeki Sultandağı Sahip Ata Hanı olmak üzere dört adettir. Birincisi, Ayas ya da Antalya veya Alâîyye'den başlayan ve Konya’da odaklanarak Orta Anadolu üzerinden Aksaray - Kayseri - Sivas - Erzincan - Erzen–i Rûm - Erciş - Iğdır yoluyla Tebriz’e uzanan doğubatı ticaret yoludur. İkincisi, ise Antalya veya Alâîyye ya da Ayas başlangıç olmak üzere Konya - Aksaray - Kayseri üzerinden Sivas’ta düğümlenerek Erzincan - Erzen-i Rûm yoluyla Tebriz veya Tokat - Amasya yoluyla Sinop ya da Samsun limanlarına ulaşan kuzey-güney ticaret yoludur. Selçuklular, kuzeyde Sinop ve Samsun ile güneyde Alâîyye (Alanya) ve Antalya limanları arasında ulaşım bağlantısını kurmak yoluyla Güney Rusya - Suriye - Mezopotamya ve Orta Asya - Hindistan - İran - Avrupa yönünde uzanan kuzey-güney ve doğu-batı milletlerarası ticaret yolunu Anadolu coğrafyasına çekebilmek için İran - İslâm ve Orta Asya - Türk devlet geleneğinden gelen miras kapsamında, Sultan ya da yüksek devlet görevlileri tarafından milletlerarası ticaret yolları üzerinde vakıf olarak yaptırılan tüccar kervanlarının konaklama-güvenlik-sağlık gibi gereksinimlerinin karşılanması için sosyal–ekonomik ve askeri işlevli bir kervansaraylar ağı kurmuşlardır. "Aksaray'dan batıya Konya'ya doğru yol üzerinde bulunan kervansaraylar;" "Aksaray'dan doğuya Kayseri'ye doğru yol üzerinde bulunan kervansaraylar;" "Afyonkarahisar’dan güneye Eğirdir'e doğru yol üzerinde bulunan kervansaraylar;" "Denizli'den doğuya Eğirdir'e doğru yol üzerinde bulunan kervansaraylar;" "Antalya'dan kuzeye Eğirdir'e doğru yol üzerinde bulunan kervansaraylar;" "Alanya'dan batıya Antalya'ya doğru yol üzerinde bulunan kervansaraylar;" Rüstem Paşa Kervansarayı, Erzurum'da bulunan 16. yüzyıl Osmanlı yapısı bir kervansaraydır. “Rüstem Paşa Bedesteni” veya “ Taş Han” olarak da adlandırılır. Nedim Nedîm (Osmanlı Türkçesi: نديم, d. 1681, İstanbul – ö. 30 Ekim 1730, İstanbul) Osmanlı'nın en meşhur divan edebiyatı şairlerinden birinin mahlası. Şöhretini Osmanlı Devleti'nin 1718 – 1730 yılları arasındaki Lâle Devri'nde kazanmıştır. Yaşamı ve eserleri ile o devrin ruhunun temsilcisi olarak kabul görmektedir. 17. yüzyıl sonu ile 18. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşamıştır. Asıl adı Ahmed olan Nedîm; İstanbul'da 1681'de doğdu. Babası Mehmed Efendi; Sultan İbrahim'in iktidarı esnasında kazaskerlik görevinde bulundu. Küçük yaşlarda medrese eğitimi alan Nedîm; burada Arapça ve Farsça öğrendi. Daha sonra fıkıh eğitimi aldı. Bir şair olarak tanınma gayreti içindeki Nedîm, Osmanlı Sadrazamı Ali Paşa'ya birkaç kaside yazdı. Ama Topkapı Sarayı'na girişini sağlayan Ali Paşa'nın halefi olan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'ya yazdığı kasideler oldu. Lale Devri'nin sadrazamı olan Damat İbrahim'in himayesi altında daha sonra kendisini meşhur yapacak olan eserlerini ve yaşam tarzını ortaya koydu. Şair gerek yaşamı, gerekse şiiri ile estetik, sanat ve eğlence eğilimleri ile göze çarpan bu devrin önemli bir temsilcisi olarak kabul görmektedir. İzn alub cum'a nemâzına deyû mâderden, Bir gün uğrılayalım çerh-i sitem-perverden. Dolaşub iskeleye doğrı nihân yollardan, Gidelim serv-i revânım yürü Sad'âbâde." Günümüz Türkçesi: "Anne(n)den cuma namazına (gideceğiz) diye izin alıp Zalim felekten bir gün çalalım. Issız yollardan iskeleye doğru dolaşıp, Yürü uzun boylu sevgilim Sadabad'e(eğlence mekanı) gidelim." Nedîm'in Patrona Halil İsyanı esnasında öldüğü kabul edilmekte ama bunun içeriği hususunda ihtilâflar bulunmaktadır. En meşhur rivayet, isyankârlardan kaçarken Beşiktaş'taki evinin çatısından düşerek öldüğü yönündedir. Diğer bir rivayette aşırı alkolden öldüğü söylenir. Bir başka rivayet ise, Damad İbrahim Paşa ve şürekâsına yapılan işkenceden ötürü dehşete kapılıp korkudan öldüğü şeklindedir. Nedîm'in mezarı, Üsküdar'da Karacaahmet Mezarlığında bulunmaktadır. Günümüzde Osmanlı Divan Edebiyatının en önemli şairlerinden biri olarak görülse de bu algı ancak yakın zamanda oluşmuş ve sağlığında iken Nedîm o kadar büyük takdir görmemiştir. Örneğin "Reîs-i Şâirân" (رئيس شاعران) "(şairler reîsi)" unvanı; III. Ahmet tarafından ona değil, şimdilerde daha az bilinen Osmanzâde Tâib'e verilmişti. Yaşadığı dönemde kendisinden daha meşhur olan başka şairler de vardı. Bu tanınmamışlık ile eserlerinde kullandığı ve kendi zamanında oldukça alışılmadık olan üslûbu arasında bir bağlantısı olabilir.Hayatı Boyunca Şiir Eserleri Yazmıştır.Yunus Emre,Taptuk Emre,Hoca Ahmed Yesevi gibi kullandığı eski Türkçe"yle Türk şiiri"nin temel taşlarından biri oldu. Gerek kaside'lerinde, gerekse tebrik ve kutlama amaçlı yazdığı şiirlerinde çağdaşı Divan şiirlerinde gözüken kalıp, imge ve kelime haznesini tekrarlayan Nedîm; şarkı ve gazellerinde ise hem dil hem de içerik bakımından yenilikçi bir yola girmiş görünüyor. Nedîm'in içerikçe en bariz yeniliği İstanbul kentini şiirlerinde açılışta (matla) kullanmasıdır. Bu mesela "İstanbul'u vasıf zımnında Damad İbrahim Paşa'ya kasîde"sinin matla beytinde görülür: Üstelik önceki şairler soyut ifadeleri çokça yüceltmesine rağmen, Nedîm ise şarkılarında somut ifadeler kullanmaktan ve hattâ döneminin mekân, moda ve kıyafetlerine temas etmekten geri kalmaz: Şiirlerinde genellikle zevk ve aşkı işleyen şair, devlet büyüklerine kasideler sundu. Aşk ve şarap kavramlarının sık sık geçtiği gazeller yazdı. Çağının bütün yaşantısı, bayramlar, helva sohbetle
ri, şehzadelerin doğuşu, düğünler, güzel yapılar onu etkiliyor, bu olaylar hiç değilse bir "tarih düşürmesine" vesile oluyordu. Eserleri Nedîm Dîvânı adı altında toplanmıştır. Bu Dîvân'ın bilinen en eski tarihli nüshası; tahminî H. 1149 "(M. 1737)" yılına ait olan ve Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi Y. 13 numarada kayıtlıdır. Mahallîleşme akımının öncülerindendir. Divan edebiyatındaki soyut sevgili ve mekânlar, Nedim'in şiirlerinde somuta dönüşür. Yani sevgilisi beşeri aşkı anlatır ve de gerçektir. Zevk, eğlence, içki şiirlerinin temelini oluşturmuştur. Soğuk ve yapmacı anlatımdan kaçınmış, anlatmak istediklerini içten bir şekilde şiirlerine dökmüştür. Bunları da daha çok gazelleriyle anlatmıştır. Büyük şair, divan şiirinin katı kurallarına herkes gibi uysa da, bazı yenilikler yapmaktan geri durmamıştır. Bazı eserlerinde aruz yerine hece ölçüsü kullanmıştır. Şeyh Galip Galib Mehmed Esad Dede veya tanınan kısa adıyla Şeyh Galib (d. 1757, İstanbul - ö. 3 Ocak 1798, İstanbul), Türk divan edebiyatı şairi, mutasavvıf. 1757 yılında İstanbul'da doğdu. 9 Haziran 1791 tarihinde Galata Mevlevihanesi şeyhliğine atandı. 1798'de vefat eden Galib Mehmed Esad Dede, avluda yer alan türbeye defnedildi. Esed ve Galip mahlaslarıyla yazdığı şiirlerini toplayarak 24 yaşında iken divanını meydana getirdi (1780). Sembolizm benzeri bir tarzın Türk edebiyatındaki öncüsü olmuş, birçok buluşu ve yarattığı mazmunlarla Divan Edebiyatı'nın gelişmesinde büyük bir rol oynamış olmasına rağmen divan şiirinin geleneklerinden de kopmamıştır. Şeyh Galip'in eserlerinin en önemli yönlerinden birisi de tasavvufi temellere sahip olmasıdır. Batuhan Mutlugil Batuhan Mutlugil (d. 8 Nisan 1974), Türk gitaristtir. Şu anda Duman grubunun gitaristi olup, geri vokal de yapmaktadır. Liseyi Doğuş Koleji'nde okuyan Mutlugil, üniversiteyi de İstanbul Üniversitesi İktisat Bölümünde okumuştur. Duman'dan önce babası Batu Mutlugil ile beraber çaldığı Blue Blues Band'de çalışmaktaydı. 1999'da, kuruluşunda da yer aldığı Duman grubunda geri vokal ve gitaristlik yapmaktadır. darmaduman albümünde yer alan "Akıbet" ve "Öyle Dertli" adlı parçaların hem söz yazarı hem de bestecisidir. Eski Fransız sevgilisi Diane Tydigad'tan Batu Luca adında bir oğlu, yeni eşi Leyla'dan Francesco adında da üvey oğlu vardır. 2016 yılında evlenmiştir. Şener Şen Şener Şen ( 26 Aralık 1941, Adana), Türk sinema ve tiyatro oyuncusu. 26 Aralık 1941 tarihinde, o zamanlar marangozluk yapan ünlü oyuncu Ali Şen'in oğlu olarak Adana'da dünyaya geldi. Sanat hayatına İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrolarında sahneye çıkarak başladı. Babası gibi sinema sanatçısı olmak istemeyen Şener Şen, kendisini tiyatro oyunculuğuna adadı. Radyo tiyatrolarında da oynadı. Ancak tiyatrodan elde ettiği kazanç yetmediği için sinemaya girmek zorunda kaldı. Dublajdan tanıdığı yönetmenlere, “Figüran olarak beni de çağırın. Ama bir şartım var, yevmiyemi o gün alayım” der. Sinemaya ilk adım attığı yıllarda figüranlık dahil her işi yaptı. Beş yıl boyunca - bazı filmlerde sadece dans etmek veya başrol oyuncusundan dayak yemek gibi- küçük rolerde yer aldı. Kariyerinde dönüm noktası 1975 yılında Ertem Eğilmez'in filmi Hababam Sınıfı'ndaki ‘'Badi Ekrem'’ tiplemesi oldu. Aynı filmde İnek Şaban tiplemesi ile ün yapan Kemal Sunal ile müthiş bir ikili oluşturdu ve o yıllarda büyük gişe hasılatı yapan "Süt Kardeşler", "Şabanoğlu Şaban", "Tosun Paşa", "Kibar Feyzo", "Çöpçüler Kralı" ve "Davaro" gibi filmlerde oynadı. Şener Şen, 1984'e kadar yardımcı roller oynadı. O dönemde Anadolu piyasasına hâkim olan işletmecilerin, Arzu Film ve Ertem Eğilmez'e yaptıkları baskı sonucunda artık başrollerde oynaması gündeme gelir. Ancak o güne kadar özellikle Kemal Sunal ve İlyas Salman'la birlikte yaptığı filmlerde oynadığı uyanık, üçkâğıtçı, sahtekâr, dolandırıcı tiplemeleri canlandırmış olan Şen bu kez halkın istediğini yapmamayı seçti. “Onların istediği filmi yapmam, başrol oynayacaksam kendi istediğim filmi yaparım” diyerek Başar Sabuncu'nun "Namuslu" filminde ilk kez başrole çıktı. Filmde canlandırdığı Ali Rıza Bey karakteri işine son derece bağlı bir mutemettir. Bu nedenle çevresindekilerce hor görülür. Zimmetine para geçirdiği söylentileri ortalığa yayılınca itibar görür ve el üstünde tutulmaya başlar. Ertem Eğilmez'in bu film için ona “Eğer bu film tutmazsa senin hayatın başlarken biter. Bir daha bir fırsat yakalayamazsın. Ama öbürünü seçersen yılda beş, altı film yaparsın, para da kazanırsın” demesine rağmen, "Namuslu" o yılın en iyi iş yapan filmleri arasına girdi ve Şener Şen'in sinema kariyerindeki ikinci perde açıldı. "Namuslu" filmiyle üçkağıtçı, sahtekar karakterleri canlandırmaktan sıyrılan Şener Şen artık iyi, insanları kandırmayan, saf, temiz yürekli karakterleri canlandırmaya başladı. Nesli Çölgeçen’in "Züğürt Ağa" 'sında saf bir köy ağasını, "Milyarder"'de piyangodan büyük ikramiye kazanan istasyon şefini, "Muhsin Bey" 'de şöhret olmak isteyen bir gence yardım eden organizatörü başarı ile oynadı. Bu yıllarda moda olan müzikallerde de gözüktü. Ertem Eğilmez'in son filmi olan ve Türk sinema seyircisinin sinema önlerinde uzun kuyruklar oluşturduğu taşlamalarla dolu "Arabesk" filminde Müjde Ar ile başrolleri paylaştı. 1996'da ise Türk sinemasında bir devrim yaratan “Eşkıya” filminde Uğur Yücel ile birlikte oynadı. Yavuz Turgul'un senaryosunu yazdığı ve yönettiği bu film Türk sinema sektöründe o dönem için bir rekor kırarak 2,5 milyonu aşkın seyirciyi sinemalara çekti. Gaziantepli kebap üstadı Ali Haydar'ı canlandırdığı "İkinci Bahar" (1998-2001) dizisinde diğer başrol oyuncusu Hanım adlı Trakyalı bir mezeciyi canlandıran Türkan Şoray'dı. Yönetmenliğini Yavuz Turgul'un yaptığı "Gönül Yarası" (2005) filmindeki emekli öğretmen Nazım rolüyle 42. Altın Portakal Film Festivali'nde 'En İyi Erkek Oyuncu ödülü'nü kazandı.Senaryolarını Yavuz Turgul'un yazdığı, "nesli tükenen bir kabadayıyı" canlandırdığı "Kabadayı" (2007) ile başrollerini Çetin Tekindor ve Cem Yılmaz'la paylaştığı "Av Mevsimi" (2010) en son rol aldığı filmler olmuştur. Şen, 2015 yılında Aygaz Otogaz reklamıyla ekranlara geri dönmüştür. 28 Aralık 2016'da Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülü'nü 12. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın elinden alan Şener Şen törende yaptığı konuşmada; "Hikayeler hayatı nasıl yaşayabiliriz konusunda bize yol göstericilerdir. Ben canlandırdığım karakterlerin iyiye ve doğruya hizmet etmesi için özenle seçtim. Bir aktör için intihar sayılabilecek uzun yıllar istediğim hikayeyi bekledim. İyiyi, doğruyu ve güzeli arayan toplumların her zaman barış içinde yaşayacağına inandım. Bu ödülü toplumsal barışımıza bir katkısı olması umudu ile kabul ediyorum" dedi., İki kez evlenen Şener Şen, ilk evliliğinden bir kız çocuğu (Bengü Şen (d. 1974)) babasıdır. "Muhsin Bey"'in çekimleri sırasında tanıştığı Sermin Hürmeriç'le 1989'da ikinci evliliğini yaptı. Çift 1997'de boşandı. Şener Şen filmografisi Cenk Ünnü Cenk Ünnü (d. 1967, İstanbul), müzisyen, baterist. Aksaray Oruçgazi İlk ve Ortaokulu'nu ve ardından Pertevniyal Lisesi'ni bitirdi. İstanbul Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nden mezun oldu. 1987'de Hakan Utangaç ile beraber Pentagram'ı kurdu. Grupla beraber sayısız konser ve 6 albüm çalışması yaptı. Ayrıca evlidir ve Arda adında bir oğlu ve Öykü adında bir kızı vardır. Hakan Utangaç Hakan Utangaç (d. İstanbul,15 Ağustos 1965), Türk müzisyen. Aksaray Oruçgazi İlk ve Orta Okulu'nun ardından Pertevniyal Lisesi'ni bitirdi. Marmara Üniversitesi Sinema ve Televizyon Bölümü'nden mezun oldu. 1987'de Cenk Ünnü ile beraber Pentagram'ı kurdu. Grupla beraber sayısız konsere ve 6 albüm ve 3 konser albümü çalışmasına imza attı. Hazro Hazro, Diyarbakır'ın kuzeydoğusunda bulunan küçük bir dağ ilçesidir. İlçe sınırları içerisinde bulunan Terçil, Ayındar ve Mihrani kalelerinin kalıntıları yöre tarihinin çok eskilere dayandığını göstermektedir. Asurlular zamanında yörede kurulan “HATARO” adlı Tercil Kalesi’nden adını alan Hazro, ilk çağlardan bu yana sırasıyla Perslerin, Makedonya Krallığını, Roma ve Bizans İmparatorluklarının idaresinde bulunmuştur. İslamiyet’in Anadolu’ya yayılmasıyla birlikte Halife Ömer zamanında Müslümanların eline geçen Hazro, bu tarihten itibaren bölgede kurulan Müslüman beylik ve emirlikler arasında sık sık el değiştirmiştir. Türklerin 1015 tarihinden sonra Anadolu’ya yaptıkları keşif hareketleri sırasında uğrak yerlerinden biri olan Hazro, Malazgirt Savaşı’ndan sonra ilk Türk yerleşim yerlerinden birisi olmuştur. 11. yüzyılın sonlarına doğru Büyük Selçuklu İmparatorluğu’na bağlanan bölge daha sonra Selçuklulara bağlı Anadolu Beylikleri tarafından yönetilmiştir. 14. yüzyılın başlarında Anadolu’daki Selçuklu hakimiyeti sarsılınca İlhanlı Devleti’ne bağlı Mardin Artuklularının eline geçen yöre toprakları; 1393'te Timur’un Anadolu seferi sonucunda Akkoyunlu Devleti’nin idaresine verilmiştir. 1502 tarihinden itibaren Safevilerin eline geçen Hazro ve çevresi Yavuz Sultan Selim’in 1515'te başlattığı Mısır Seferi esnasında Osmanlı Devleti’nin yönetimine girmiştir. İlk önceleri Diyarbakır eyaletine bağlı bir sancak olan Hazro uzun bir süre bu statüsünü korumuştur. Tazimat devrinde Mustafa Reşit Paşa zamanında Silvan’a bağlı 63 köylü bir bucak haline getirilmiştir. Birinci Dünya Savaşı’na kadar bu durumunu koruyan Hazro, Güney Cephesinde görevli olan Mustafa Kemal tarafından ziyaret edilmiştir. 1917 (Rumi 1333) Cumhuriyet Döneminin başlarında küçük bir bucak olan Hazro’da 1943'te belediye teşkilatı kurulmuş, ardından ilçe Haziran 1954 tarihinde Silvan’dan ayrılarak Diyarbakır iline bağlı bir ilçe olmuştur. Diyarbakır-Silvan karayolunun 57. km’de yol ayrımı ile 17 km’de kuzey yönüne doğru asfalt bir yol ile ulaşılan Hazro, Diyarbakır’ın küçük yerleşim yerlerinden biridir. Hazro ilçesinde 1970-1980 yılları arası kent nüfusunda bir değişim yaşanmazken 1980-1990 yılları arası kent nüfusu ikiye katlanmış, 2000'li yıllara doğru ise ikiye katlanan bu nüfusun %40’nın ilçe dışına göç ettiği anlaşılmıştır. 2000 yıl
ından sonra ise Hazro merkez nüfusunun, yörenin güven ortamına kavuşmasıyla tekrar artmaya başladığı gözlenmiştir. İlçe kırsalında ise 1970’lerde 1990’a kadar nüfus düzenli olarak artarken 1990-1997 yılları arasında kent merkezinde yaşanan yaklaşık %40’lık azalmaya benzer oranda azalmıştır. 1997-2000 yılları arasında artma eğilimi göstererek, kaybettiği nüfusu 3 yıllık zaman diliminde geri çekmiştir. Hazro şehir nüfusu 1970 yılında 4321 iken 1980’de 4426, 1990’da 8048, 1997’de 5997 olarak açıklanmıştır. 2000’de yapılan nüfus sayım sonuçlarına göre ise merkez nüfusu artarak 6130’a çıkmıştır. Kırsal nüfus ise 1970’te 11.989, 1980’de 14.548, 1990’da 15.923 iken 1997’de 10.113’e düşmüştür. 2000’de yapılan resmi nüfus sayımı sonuçlarına göre ise artarak 12.566’ya çıkmıştır. 1990 yılında toplam nüfusu 23.971, 1997’de 16.110 olan Hazro’nun 2000 yılı resmi nüfus sayım sonuçlarına göre nüfusu 18.678 olmuştur. İlçede tarımın ve hayvancılığın istihdam payı içindeki oranı %75 iken, ticaret, sanayi ve resmi kurumlarda çalışanların oranı %20 kayıp işgücü oranı ise %5’tir. İlçenin güneyi ovalık kuzey kısmı ise çok dağlık bir yapıya sahiptir. Çevresine göre yüksekte bulunan ilçe merkezi daha fazla yağış alıp yazları daha serin ve kışları daha çok kar yağışlı görülür. Denizden yüksekliği 1030 m olan Hazro, Uzuncaeski dağı eteklerinde kurulmuştur. İlçenin kuzeyinde Lice, Doğu ve Güneydoğusunda Silvan, batısında Kocaköy, Güneybatısında Diyarbakır kent merkezi bulunmaktadır. Karasal iklimin hüküm sürdüğü Hazro ilçesinin en önemli akarsuyu olan Zuğur Çayı, Zergüş mevkiinde doğarak Bismil ilçesi yakınlarında Dicle nehrine karışmaktadır. Sayılar teorisi Sayılar teorisi (ya da aritmetik), tamsayılar ve bunlarla ilgili işlemleri inceleyen bilim dalıdır. Sayılar teorisi, tam sayıların (özellikle pozitif) özelliklerini inceleyen matematiğin bir alanıdır. Matematiğin en eski alanlarından biri olan bu alanda, uzun yıllar uygulama sahası çok az bulunmuştur. Fakat son yıllarda teknolojik gelişmelerin ve bilgisayar sistemlerinin temelinin sonlu sayıda işlem yapan makinelere dayanması bu alanı uygulama bulur hale getirmiştir. Aslen, matematiğin ihtiyaçtan değil de felsefi temellerden oluştuğunun bir kanıtıdır. Sayılar teorisinin temel konularından olan kongrüans teorisi (modüler aritmetik) özellikle günümüzde takvim hesaplamaları, iletişim sistemlerinin ağ tasarımları, yüksek hızlı bilgisayar mimarisi ve güvenilir şifreleme sistemlerinin oluşturulması alanlarında bolca uygulanmaktadır. Bilgisayarların donanımsal temelleri de göz önünde bulundurulduğunda kongrüans teorisinin uygulamalarının çok uygun olduğu düşünülmektedir. Sayılar teorisinin diğer uygulama alanları arasında Fizik, Kimya, Biyoloji, Müzik (nota sistemleri),Kriptografi, dijital iletişim, ekonomi ve iş dünyası vardır. Alanda öne çıkmış matematikçiler Euclid, Fermat, Euler, Lagrange, Diophantus, Gauss olarak sayılabilir. Kali Yuga Kali Yuga, Hint Zaman Anlayışı'na göre maddi ve manevi yozlaşmanın doruğa çıktığı dördüncü zaman devresidir. Hindu metinlerinin çoğu yorumcusuna göre Kali Yuga Krişnanın ömrünün sona ermesinden itibaren başlayan –yaklaşık 5000 yıl önce MÖ 3102– ve 432.000 yıl sürecek olan bu zaman döngüsü içinde Vişnunun son avatarı Kali, elinde kılıcı ve beyaz ata binmiş olarak ortaya çıkacak ve kötülüğü yok edecektir. "Bereket ve dindarlık, tamamen ortadan kalkıncaya kadar günden güne azalacak. İşte o zaman yalnızca mülkiyet mevki sağlayacak. Sadakatin tek kaynağı zenginlik, kadın ve erkeği birleştiren tek bağ arzular olacak. Davalarda başarının tek yolu yalan olacak; kadınlar yalnızca şehvani zevkin objeleri olacak. Dünya sadece bağrındaki maden hazineleri sebebiyle sevilecek; Brahmanların giysileri kişinin brahman olmasına yetecek. Sadece dış görünüş mevkiler arasındaki ayrımı oluşturacak. Sahtekarlık evrensel bir geçim kapısı olacak. Güçsüzlük bağımlılığın sebebi olacak, tehdit ve küstahlık öğrenimin yerini alacak. Cömertlik düşkünlük, basit temizlenme manevi arınma, karşılıklı rıza evlilik; iyi elbiseler asillik, ıssızlıklardaki sular kutsal pınar olacak. Kast ayrımı olmaksızın güç sahibi kişi yönetici olup pek çok hataya düşecek. Açgözlü yöneticilerin hükümleri altındaki aciz insanlar dağlara sığınacak ve yaban balı, bitkiler, kökler, meyveler, çiçekler ve yapraklarla beslenmekten memnuniyet duyacaklar; tek giysileri ağaç kabukları olduğundan soğuk, rüzgar, güneş ve yağmura maruz kalacaklar. Hiçbir insanın ömrü yirmi yılı aşmayacak. Böylelikle Kali çağı sürekli zevale doğru ilerleyecek ta ki insan ırkı yokluğa yakınlaşıncaya dek." "Kali çağında her fazilet yok olacak; tüm iyi kitaplar ortadan kaybolacak ve sahtekarlar kendi akıllarının ürünü çok sayıda itikat ortaya atacaklar. Her erkek ve kadın Vedalara karşı isyan etmekten zevk duyacak. Brahmanlar Vedaları satacak; krallar halkının kanını dökecek; hiç kimse Vedalar'ın emirlerine saygı göstermeyecek. Her kişi kendi hayallerini doğru yol kabul edecek; bilgi kibir vasıtası olarak kullanılacak...Tüm erkekler kadınların hakimiyeti altına girerek karılarının önünde terbiyecisi tarafından kontrol altındaki maymunlar gibi kıvıracaklar...Kutsal libasları giyinip, en kötü hediyeleri kabul eden Şudralar iki-kere doğanlara (Brahman, Kşatriya ve Vaişya kastları) manevi talimler verecekler... Tüm insanlara şehvetleri hakim olacak, bu insanlar Brahmanlara (din adamlarına), Vedalara (kutsal metinlere) ve velilere düşmanlık besleyecekler... Talebelerini soyup soğana çeviren ve onları kederlerinden kurtarmayan manevi önderler korkunç cehenneme yuvarlanacaklar...Şudralar iki-kere doğanlara "bizler herhangi bir bakımdan sizlerden aşağı mıyız? İyi brahman Tanrı hakikatini bilen kimsedir" diyecekler... Evlatlar ana ve babalarına sadece karılarının yüzünü görmedikleri sürece saygı gösterecekler, karılarının akrabalarından hoşlandıkları andan itibaren kendi akrabalarını düşman gibi görmeye başlayacaklar. Kali çağında başkalarının faziletli davranışlarında hata bulan bir yığın insan olacak ama tek bir faziletli insan olmayacak...İnsanlar kutsal olmayan amaçlarla Japa (zikr), zühd pratiği yapacak, kurban sunacak, kutsal yeminler edecekler..Kali çağında kanaat, basiret, kendine hakimiyet olmayacak. Nefse hakimiyet, hayırseverlik, merhamet ve hikmet yok olurken ahmaklık ve hilekârlık haddinden fazla yayılacak. Erkek ve kadınlar bedenlerini şımartacaklar, müfteriler tüm yeryüzüne yayılacaklar." Brahman olarak tanınan kişiler Vedaların bilgisinden yoksun, dar zihinli, her zaman Sudraların hizmetiyle meşgul, bedensel arzulara düşkün, Vedaların tâciri olacak, dinen kirli şeyleri satacak, başkalarının eşlerine göz koyacak ve türleri birbirlerine karıştıracaklar. ...Zenginlik asil bir doğumun belirtisi telakki edilecek... Brahmanlara yalnızca maddi bir menfaat karşılığında saygı duyulacak; fakirlere karşı nahoş sözler edecek, bilgilerini ortaya sermek için gevezelik edecekler, dini çalışmalara şöhret amacıyla girecekler. Kali çağında din adamları diğer insanlara bağımlı olacak, evsizler ahlaktan yoksun olacaklar; Kali çağında insanlar hocalarıyla alay edecekler, dine ilgilerinin sebebi iyi insanları aldatmak olacak. Kali Çağında Sudralar başkalarının mallarını kendi zimmetlerine geçirmekle meşgul olacaklar; evlilik erkek ve kadınların basitçe aynı fikirde olmalarıyla gerçekleşecek; İnsanlar sahtekarlarla arkadaşlıklar kuracaklar ve sonra onlara karşı büyükleneceklerdir. İnsanlar yalnızca zengin olduklarında dindar olarak değerlendirilecekler ve yalnızca uzak yerlerdeki su kaynaklarını hac yerleri olarak ziyaret edeceklerdir; sadece vücutları saran kutsal giysilerden, ellerindeki asadan ötürü Brahmanlar ehl-i keşf mütalaa edileceklerdir. Dünya kuraklaşacak, nehirler kıyıları dövecek, kadınlar kötü kadınlar gibi konuşmaktan zevk alacaklar ve akılları kocalarında olmayacak; Brahmanlar diğerlerinin mallarına karşı haris olacak, aşağı kastlar rahip olmaya meyledecekler; bulutlar düzensiz yağmur getirecek; toprak kısırlaşacak; krallar halklarını öldürecekler, insanlar vergilere boğulacak; bal, et, meyve ve kök yiyerek hayatta kalınacak; Kali Çağının ilk çeyreğinde insanlar Tanrı ile alay edecekler; ikinci çeyreğinde insanlar Tanrı'nın adını bile ağızlarına almayacaklar; üçüncü çeyreğinde birbirlerine karışacaklar; dördüncü çeyreğinde tek biçim olacaklar ve artık herhangi bir ırk mevcut olmayacak; Tanrı'yı unutacaklar, dini işler yok olacak. "Kali çağında insanlar tamamen dünyevi vehimlerin pençesi altına girecekler. Cehalet salgınlaşacak, korku ve açlık her yerde hüküm sürecek. Yetersiz yağışlar gibi kıtlık ve kuraklıkla da sıkça karşılaşılacak. Günahkarlar faziletli insanlardan sayıca çok olacaklar ve onları dinlerinden saptıracaklar. Brahminler (din adamları) üstünlüklerini kaybedecekler Şudralar yönetici olacaklar. Brahminlere saygı gösterilmeyecek ve düşük insanlara hizmet etmeye zorlanacaklar. Kadınların ekserisi ahlaksız olacaklar ve nesiller ebeveynlerine itaat etmeyecekler." "Kral ve tebası olmayacak zira her sınıftan insan yönetime gelecek. Yönetici çoğunluğun oylarıyla seçilecek. Kutsallık diye bir şey kalmayacak. ...İnsanlar kendi kastlarına uygun kişilerle evlenmeyecek. Bencillik, açgözlülük ve cinsellik evlilik hayatının temeli olacak, aksi koşullar ortaya çıktığında çiftler birbirlerini terkedecekler. Görev, sorumluluk ve idare olmayacak. Saçlar kadın süsünün ana öğesi olacak. İnsanlar Kali çağında dini metinlerin bilgisine sahip olmayacaklar. Gevezelik bilginin yerine geçecek. Sadece başkalarının servetini soyanlar zeki insanlar kabul edilecekler. Çocuklar aileleriyle ilişkilerini sadece evleninceye kadar sürdürecekler. Oğlanlar kendi ebeveynlerine değil kayınpeder ve kaynanalarına saygı gösterecekler. Kayınbiraderleri onlara kendi kardeşlerinden daha sevimli gelecek." Ahir zaman Ahir zaman (Farsça: آخر زمان) (Türkçe karşılığı: Son devir), çeşitli dinlerde kıyamet öncesinde alametlerle kendisini belli edeceği belirtilen zaman dilimi, dünyanın son günleri. Eskatolojide değişik din veya inançlarda dünya ve
ya evrenin son günleri veya kıyamet kopmadan önceki zaman dilimidir. İbrahimî dinler lineer bir kozmoloji (Evren'in belirli bir zaman önce yaratıldığı ve kıyamet zamanı geldiğinde yok edileceği) anlayışına sahiptirler. İbrahimi olmayan dinler eskatoloji açısından daha çok yıkım, kurtuluş ve yeniden doğum ile karakterize döngüsel bir dünya görüşünü benimserler. Hinduizmde: Vişnu'nu son enkarnasyonu olan Kalki beyaz bir at üzerinde gelerek şu anda yaşanmakta olan Kali Yuga'ya son verecektir. Budizmde: Buda kendi öğretilerinin 5000 yıl sonra unutulacağını, bundan sonrasının anarşi olacağını öngörür. Maitreya adında bir Bodhisattva çıkacak ve dharma öğretisini tekrar keşfedecektir. "Yedi güneş"in ardından dünyanın son yıkımı gerçekleşecektir. Yahudilikte ahir zaman Mesihin zamanına işaret eder. Ancak Yahudilik İsa'yı mesih olarak kabul etmemektedir. Klasik Yahudiliğe göre bu dönemde sürgündeki Yahudiler toplanacak, Mesih gelecek, ahirette ölülerin dirilmesi, cennet (Aden Bahçesi) ve cehennem ("Gehinnom") hayatı gerçekleşecektir. Hristiyanlıkta ahir zaman İsa'nın ikinci defa gelişi öncesi yaşanacak yıkımlar ve savaşlarla karakterize çağ olarak tanımlanır. Başta Evanjelistler olmak üzere bir kısım Hristiyanlar şu an bu dönemin içinde bulunduğumuza inanmaktadırlar. Dinden uzaklaşma ve coğrafi yıkımlar (depremler, seller vs.) ile kendisini belli eden bu çağ, başlarında İsa'nın bulunduğu Hristiyanlar ile "Antichrist"ın (Deccal veya şeytan) güçleri arasında gerçekleşecek bir savaşla bitecek ve sonunda "Tanrı'nın krallığı" kurulacaktır. Kitâb-ı Mukaddes'te son zamanlar: "Fakat şunu anla ki 'son günler'de sıkıntılı zamanlar gelecek. Zira insanlar benliklerine, paraya, gurura, kendini beğenmişliğe, sövgüye, ukalalığa düşkün, ebeveynine itaatsiz, nankör, günahkâr, zalim, öfkesine yenik, müfteri, sefih, gaddar, iyilik düşmanı, hain, pervasız, gururla şişkin, Tanrı'yı sevmekten çok hazlara düşkün, dinin kudretini inkâr ederken onun sadece biçimini gözeteceklerdir. Bu insanlara sırt çevir." (Kitâb-ı Mukaddes, Yeni Ahit, 2. Timoteyus 3:1-5) Kıyamet kopmadan önceki Dünya’nın son günleri olarak değerlendirilen bu zaman diliminde rivayetlere göre bir takım belirtiler ortaya çıkacaktır. Bu belirtilere "Ahir Zaman Alametleri" veya "Kıyamet Alametleri" denilmektedir. Kur'an'da konuyla ilgili genel ifadeler kullanılmakta ve kıyametin kopma zamanının bilinemeyeceği hatta Muhammed'in dahi bu vakti bilemeyeceği bildirilmektedir. Peygamber kendisine bu konuyla ilgili soru soranlara "kıyamet için ne hazırladınız?" sorusuyla karşılık vermiştir. Bununla birlikte Muhammed'in çevresindekilere kıyametin alametlerinin bir kısmından bahsetmiş bulunmaktadır. Yoruma göre hadisler kıyametin kopacağı zamanı değil, kıyamete yaklaşan zaman diliminde gerçekleşecek değişimleri haber vermekte ve inananları bu dönemin çalkantılarına karşı uyarmaktadır. Kur'an'da kıyametin insanların gaflet içinde olduğu bir zamanda aniden geleceği ve kıyametin kopma saatinin tam olarak bilinemeyeceği anlatılır. Hadislerde Kuran’a nispetle daha fazla kıyametten bahsedildiği görülmektedir. Ahir zamanın ve kıyametin yakınlaştığının belirtileri daha ayrıntılı olarak zikredilmekte, mü'minler uyarılmakta, tavsiyelerle yönlendirilmektedir. Bazı hadislerde ise dünyanın ömrü (yaşı) ve kalan zamanına ilişkin bilgiler bulunmaktadır. (bkn. Kıyamet) Kıyametin alametleri:” 1. Ortalığı kaplayacak ve insanlara zarar verecek bir duman, 2. Deccal, 3. Dâbbetü'l-arz (yer canavarı veya yaratığı), 4. Güneşin Batı'dan doğması, 5. Îsâ'nın inmesi, 6. Yecüc ve Mecüc adı verilen yaratıkların yeryüzüne yayılmaları, 7-9. Doğuda, batıda ve Arap Yarımadasında üç büyük toprak hareketi (çökme olayı), 10. Yemen taraflarından başlayacak bir ateş kümesi” Ramuz el-Hadis'ten: "Ümmetimin sonunda birtakım kavimler olur ki, camilerini süsler, kalplerini viran ederler. Onlardan birisi dinine vermediği ehemmiyetten fazlasını elbisesine verir. Bunlar, dünyaları selâmet oldu mu, ahiret işini kaale almazlar." Beydeba Beydeba, M.Ö. 1. yüzyılda yaşamış Hint bilge ve fabl yazarı. Gerçek ismi ve ırkı hakkında birçok farklı görüş ortaya atılmış olsa da, tarihçilerin çoğu, adı Ketku olan bir hint alimi olduğu kanısındadır. Fabl türünün en önemli eserlerinden biri olan Kelile Dimne'yi Debşelem isimli bir Hint Hükümdarı döneminde kaleme almış ve eserini hükümdara sunmuştur. Eserin içeriğinde hayatı sisler içerisinde kalan bir Hint Hükümdarı olan Debşelem Şah'ın bir vasiyet üzerine ünlü bilge Beydeba'nın yanına gitmesi ondan hikmetli sözler , öğütler , devlet yönetiminde yardımcı olacak öğretici masallar dinlemesi anlatılmaktadır. Eserde bulunan hikâyelerde siyaset, erdem ve eğitim gibi birçok farklı konu işlenmiştir. Kitap 14 bölümden oluşur. Kitap, adını ilk bölümündeki hikâyelerin kahramanı olan iki çakaldan almıştır; “doğruluğu ve dürüstlüğü” simgeleyen "Kelile" ile “yanlışlığı ve yalanı” simgeleyen "Dimne". Beydeba, hiç kuşkusuz, Hint edebiyatında eşsiz bir yere ve öneme sahiptir. Eserlerinden biri de "Bülbül ile Bağcı"'dır. Cehmilik Cebriyye, kader ve irade konusunda Kaderiyye fırkasının tam aksi görüşler ileri sürmüştür. İslâm âleminde kader konusunu tartışma gündemine getiren ilk şahsın Ma'bed bin Hâlid el-Cühenî (öl. 85/704) olduğu nakledilir. Onu Geylân el-Dimaşkî takip etmiş ve kaderle ilgili görüşlerini daha da geliştirmiştir. Ma'bed, Allah tarafından önceden tayin edilmiş bir kaderin bulunmadığını, insanın fiil ve tavırlarında tamamen serbest olduğunu savunmuştur. Muhtemelen O, Emevîlerin zulüm ve haksızlıklarına karşı kaderci bir tevekküle saplanmış kimselere bakarak, Emevî zulmünün bir kader olmadığını söylemekle ise başlamış ve nihayet kaderi inkâr etmeye kadar varmıştır. Nitekim Emevî iktidarına muhalefeti sebebiyle Haccac tarafından öldürülmüştür. Onun kaderi nefyetmesine karşı, bir reaksiyon olarak Cehm bin Safvan (öl. 128/745) da cebr akidesini, yani insanin yaptığı işlerde bir ihtiyarinin olmadığı; yaptığı işleri zorunlu olarak yaptığı görüşünü ileri sürmüştür. Cehm'in ileri sürdüğü bu akîdeye göre insan mecburdur; ihtiyari kudreti yoktur. Yaptığından başkasını yapmaya asla gücü olmaz. Kul, rüzgarın önünde sürüklenen yaprak gibidir. Yaprağın yönünü kendisi değil, rüzgâr belirler. Onun için insanın yaptığı işleri Allah takdir etmiştir. Allah geleceği bildiğinden, meydana gelecek olayları da tamamen ve önceden kendi iradesine göre tespit etmiştir. Allah, cansız bitkinin hareketlerini yarattığı gibi, insanın fiillerini de yaratır. Yukarıya fırlatılan bir taş nasıl düşmeye mahkûmsa, insan da yaptığını yapmaya mahkûmdur. Kul ibadeti de günahı da, elinde olmaksızın işler. Bu görüşte olan Cebriyye'ye "Cebriye-i hâlisa" denir ve zümrenin mümessili Cehm bin Safvân olduğundan Cehmiyye diye de isimlendirilir. "Cebriye-i mutavassita" diye adlandırılan ikinci zümreye gelince, bunlar, kulda bir kudretin olduğunu kabul etmekle birlikte, bu kudretin insanın fiilleri üzerinde bir etkisinin bulunmadığını kabul ederler. Cebriye, kişinin kader ve fiileri konusunda söz sahibi olmadığı, hür iradenin var olmadığını, ve her türlü fiili yaratan ve yaptıranın Tanrı'nın kendisi olduğunu ileri sürerler. Cebriyye'ye göre insan, aynen rüzgârın emrindeki kuru bir yaprak gibidir, yaptığı işleri mecburen yapar. Bu görüş, Mutezile ve Kaderiye'nin "Fiili işleyen ve yaratan kişinin kendisidir, kişi fiili Tanrı'nın ona bağışladığı bir yaratma kudretiyle kendisi yaratır, fiillerin yaratılmasında ve olmasında Tanrı'nın hiçbir müdahalesi yoktur." görüşünün tam tersidir. Batı düşünce sisteminde bu mezhebin görüşlerine yakın olan akım fatalizmdir. Fatalizm pozitivizm ve bilime atıfta bulunurken, cebriyye tanrıya atıfta bulunur. Bu mezhebin iman görüşü şöyledir: Burada "marifet" ile kasıt "bilgi"dir; yani bu mezhebe göre tasdik edip etmesi önemli olmadan kalbin Allah'ı, birliğini, peygamberlerini ve peygamberlerinin haber verdiği şeyleri bilmesi imandır. Bu diğer itikad mezheplerinin iman görüşünden oldukça farklıdır zira diğer bütün iman anlayışlarında "kalb ile tasdik" şarttır. Mezhebin bu görüşü çoğu kelamcı tarafından tenkit edilmiştir. İmam Mâtürîdî bu imân anlayışını şöyle tenkit eder: "marifet cehaletin zıddıdır, oysa imanın zıddı küfürdür, eğer iman marifet olsaydı her cahil kafir sayılırdı". İbn Hazm ise Cebriyye'nin iman görüşünü farklı bir şekilde, "eğer iman marifet olsaydı Allah'ı bilen Şeytan'ın da iman etmiş olması gerektiğini" ortaya koyarak, tenkit etmiştir. Emevîler neredeyse cebir fikrini devlet politikası haline getirmiştir. Müslümanlardan cebriyeciliğe ilk davet edinin Ca’d b. Dirhem'dir. Cebir düşüncesini geliştirip temellendiren ve kelamın konusu yapan kişide Cehm b. Safvan'dır. Cehm b. Safvana göre; insanların eliyle gerçekleşen fiillerin yaratıcısı Allah'tır. İnsan kendi eliyle gerçekleşen fiilleri yapmaya mecburdur. 1- İman Allahı bilmek, küfür ise onu bilmemektir, buna göre iman, ilim ve marifetten ibârettir. 2- Allah'ın zati sıfatlarından başka sıfatları yoktur, kuranda adı geçen semi, basar gibi sıfatları gerçekte zahir değildirler, bu yüzden onlar te’vil edilip yorumlanırlar. Allahı yarattıklarının sıfatıyla nitelemek doğru değildir. 3- Allah'ın kelam sıfatıda kadim değil, hadistir. Bu yüzden Kur'an mahlûktur, yani yaratılmıştır. 4- Allah'ın ilmide ezeli değildir, hadistir. Bu yüzden Allah bir şeyi meydana gelmesinden önce bilemez. 5- Cennet ve cehennem geçicidir ebedi değildir. Çünkü hiçbir şey ebedi olarak kalmayacaktır, Kur'an'da bazı ayetlerde geçen ebedilikten maksat uzun süre kalmaktır. 6- Ahirette Allah'ı görmek, mümkün değildir. 7- Kabir azabı yoktur. 8- Ahirette şefaat söz konusu değildir. √ Cehmiyye'ye diğer adıyla Cebriyye denmesinin asıl nedeni, insan eliyle gerçekleşen fiillerin gerçekte Allaha ait olduğu ve insanın işlediği fiili yapmaya ve mahkûm olduğu görüşüdür. Google Talk Google Talk: Google'ın çıkardığı mesajlaşma ve telefon programı. 2015 itibarı ile yerini Google Hangouts'a bırakmıştır. Program, açık XMPP protokolü üzerine kurulmuştur. Yahoo ve Hotm
ail(günümüzde Outlook) kullanan arkadaşlarınızı listenize eklediğinizde onlara Türkçe bir davet e-postası gidiyordu. Bu e-postada Google Talk yazılımını indirebilecekleri bağlantı ve gmail (google talk kullanmak için gerekli) davetiyesi yer almaktadır. Sesli konuşma imkânı vermekteydi. Google Talk ile Google Talk kullanarak Jabber protokolünü kullanan kişilerle iletişim kurunabiliyordu. Biyoteknoloji Biyoteknoloji; hücre ve doku biyolojisi kültürü, moleküler biyoloji, mikrobiyoloji, genetik, fizyoloji ve biyokimya gibi doğa bilimlerinin yanı sıra makine mühendisliği, elektrik-elektronik mühendisliği ve bilgisayar mühendisliği gibi mühendislik dallarından yararlanarak, DNA teknolojisiyle bitki, hayvan ve mikroorganizmaları geliştirmek, doğal olarak var olmayan veya ihtiyacımız kadar üretilemeyen yeni ve az bulunan maddeleri ("ürünleri") elde etmek için kullanılan teknolojilerin tümüdür. Biyoteknoloji, temel bilim buluşlarını kısa sürede yararlı ticari ürünlere dönüştürebilmesiyle bir anlamda kendi talebini de yaratabilir. Bu yönüyle de diğer teknolojilerden ayrılır. Örneğin sıcak su kaynaklarında yaşayan bakterilerin birinden elde edilen yüksek sıcaklığa dayanıklı bir enzim, günümüzde uygulama ve temel bilim çalışmalarının ayrılmaz bir parçası olan PCR'nin önemli bir girdisidir. Biyoteknoloji uygulamaları; mikrobiyoloji, biyokimya, moleküler biyoloji, hücre biyolojisi, immünoloji, protein mühendisliği, enzimoloji ve biyoproses teknolojileri gibi farklı alanları bünyesinde toplar. Bu nedenle de biyoteknoloji birçok bilimsel disiplinle karşılıklı ilişki içinde gelişir. Bitki, hayvan veya mikroorganizmaların tamamı ya da bir parçası kullanılarak yeni bir organizma ("bitki, hayvan ya da mikroorganizma") elde etmek veya var olan bir organizmanın genetik yapısında arzu edilen yönde değişiklikler meydana getirmek amacı ile kullanılan yöntemlerin tamamına "Biyoteknoloji" denmektedir. Biyoteknoloji, insan, hayvan ve bitki hücrelerinin fonksiyonlarını anlamak ve değiştirmek amacıyla uygulanan çeşitli teknikleri ve işlemleri tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Canlıların iyileştirilmesi ya da endüstriyel kullanımına yönelik ürünler geliştirilmesini, modern teknolojinin doğa bilimlerine uygulanmasını kapsar. Uygulamalar arasında; Açık kaynaklı biyoteknoloji açık kaynaklı fikirlerin gelişirildiği ve desteklendiği kurumlar, açık kaynaklı yazılımlar, ve açık kaynaklı veritabanları ve veri paylaşım formatlarından oluşmaktadır. Masal Esas itibarıyla sözlü anonim halk edebiyatı ürünü olan masal, kahramanları arasında olağanüstü şahıs veya yaratıkların bulunabildiği, anlatılan olayların tamamen gerçek dışı olduğu, yer ve zaman ögesinin ise daima belirsiz olduğu bir anlatı türüdür. Masalın, hikâye ve destan gibi türlerden ayıran en önemli temel özellik ise gerçek dışı ögeler içermesi ve anlatılanları gerçeğe benzetme çabası içinde olmamasıdır. Masallarda olaylar bilinmeyen bir zamanda geçer. Türkçede, bilinmeyen geçmiş zamana en uygun kip öğrenilen geçmiş zaman olduğundan, tüm masallar genellikle bu kiple anlatılır, görülen geçmiş zaman kipi ise hiç kullanılmaz, fakat bazen şimdiki zaman veya geniş zaman kipi kullanılır. Masal terimi öncelikle, "Külkedisi", "Ali Baba ve Kırk Haramiler", "Keloğlan" gibi ulusal ve uluslararası sözlü geleneğin ürünleri olan halk öykülerini kapsarsa da, sözlü geleneğin mahsulü olmayan, yani yazarı belli olan, fakat masal formunda yazılmış eserler de bu türün içinde yer alır. Masallar, genellikle "masal anaları" tarafından, dinlemeye hazır gruplara anlatılır ve bu masallar, daha sonra derlemeciler tarafından yazıya aktarılır. Kelime, Arapçadaki "mesel" kelimesinden Türkçeye geçmiştir. Anadolu'da masalın yerine "metel, mesele, matal, hekâ, hikâ, hikiya, hekeya, oranlama, ozanlama ve nagıl" şeklinde kulanımları da vardır. Türk edebiyatında masalın birçok tanımı yapılmıştır. Türk Dil Kurumu'nun Güncel Türkçe Sözlük'ünde "Genellikle halkın yarattığı, hayale dayanan, sözlü gelenekte yaşayan, çoğunlukla insanlar, hayvanlar ile cadı, cin, dev, peri vb. varlıkların başından geçen olağanüstü olayları anlatan edebî tür." olarak geçer. Saim Sakaoğlu, "Masal Araştırmaları" adlı kitabında "Olayların geçtiği yer ve zaman belli olmayan; peri, dev, cin, ejderha, arap bacı gibi kahramanları, belirli kişileri temsil etmeyen hikâyelerdir." şeklinde tanımlamıştır. Naki Tezel ise "Genellikle doğaüstü kahramanlara ve maceralara yer verilen, konusu hayali, kulaktan kulağa aktarılarak geçen halk hikâyeleridir." şeklinde tanımını yapmıştır. Osmanlıca–Türkçe Ansiklopedik Sözlük'te "mesel, terbiye ve ahlaka faydalı olan hikâye" şeklinde tarif edilmiştir. Farklı coğrafyalardan derlenen masallar arasındaki benzerlikleri açıklayabilmek için ortaya atılan farklı görüşler vardır. Mitolojik görüşe göre masal mitolojiden üretilmiştir ve eski Hint mitolojisine, kutsal metin sayılan Rigvedalar'a kadar dayanır. Tarihi görüş ""parçalanan mitler, tarihi devirler içinde şekillenerek masalları oluşturmuştur" tezini ileri sürer. Böylece Arap, İran ve Orta çağ Avrupa masallarının kaynağını da Hindistan'a bağlar. Antropolojik görüşe göre ise, masallar insanların bir arada yaşamaya başlamasıyla oluşan komünlerin artıklarıdır. Kültürlerin paralel olarak gelişmesi sonucu benzer masalların ortaya çıktığını savunur. Masallar, masal araştırmacıları tarafından çok farklı şekillerde sınıflandırılmışlardır. Masalları "tip"lerine göre ilk sınıflandırma girişiminin Alman masal araştırmacısı J. G. Von Hahn tarafından yapıldığı kabul edilir. Kapsamlı olmayan ancak yol gösterici nitelikteki bu çalışmadan sonra 1910 yılında Antti Aarne'nin hazırladığı çalışma, masal sınıflandırılması konusundaki ilk önemli çalışmadır. Aarne, masalları; "hayvan masalları", "asıl halk masalları" ve "fıkralar" olarak sınıflandırmıştır. Aarne'nin öğrencisi Stith Thompson ise bu üçlü sınıflandırmayı genişleterek "zincirlemeli masallar" ve "sınıflamaya girmeyen masallar" olmak üzere iki ana başlık daha eklemiş; her grubu kendi içinde alt başlıklara ayırmıştır. "Motif"lere göre en geniş sınıflandırmayı da 1932-1936 arasında Stith Thompson yapmış ve masalları motiflere göre 23 ana başlık altında toplamıştır. Türk masallarının sınıflandırılması hakkında da çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Pertev Naili Boratav'ın üslup, yapı ve konu bakımından yaptığı masal sınıflandırmasına göre Türk masalları şu beş gruba ayrılmıştır: "Olağanüstü masallar", "Hayvan masalları", "Güldürücü masallar", "yalanlamalar ve zincirleme masallar", "fıkra ve latifeler". Masallar günümüzde çocuk edebiyatı içinde değerlendirilir. Geçmiş yüzyıllarda ise, masallar sadece çocuklar için değil, büyükler içindi de; evlerde, konaklarda, hanlarda, kahvehanelerde, uzun yolculuklarda başlıca anlatı aracı idiler. Masalı diğer anlatı türlerinden ayırt eden bazı özellikleri şunlardır: Turgutbey, Lüleburgaz Turgutbey, Kırklareli ilinin Lüleburgaz ilçesine bağlı bir köydür. Köyün olduğu yerde bir çiftlik olduğu ve sahibinin adının Turgut olması dolayısıyla bu adı aldığı rivayet edilmektedir. Köyün gelenek ve görenekleri hakkında bilgi yoktur. Köyün yemekleri : Kalle : Lahana turşusu , tavuk göğüs eti ve bulgurla yapılan ekşi tadlı kış aylarında ve düğünlerde yapılan geleneksel bir yemektir. Mekik ya da peksimet : Yağda kızartılan , mayalı hamurdan yapılan ve arife günlerinde dağıtılan bir yiyecek. Kırklareli iline 55 km, Lüleburgaz ilçesine 7 km uzaklıktadır. Köyün iklimi, Trakya Karasal iklimi etki alanı içerisindedir. Köyün ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Köyde ilköğretim okulu vardır. Köyün içme suyu şebekesi vardır ancak kanalizasyon şebekesi yoktur. PTT şubesi ve PTT acentesi yoktur. Sağlık ocağı vardır. Köye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup köyde elektrik , sabit telefon ve mobil telefon şebekesi vardır. Mustafa Karaalioğlu Mustafa Karaalioğlu (d. 1966, Köprübaşı, Trabzon), Türk gazeteci ve yazar. Ortaöğrenimini Samsun'da tamamladıktan sonra Gazi Üniversitesi İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi'ni bitirdi. Üniversite yıllarında Zaman Gazetesi'nde başladığı gazeteciliğe Türkiye Gazetesi'nde muhabirlik ve Tüketici Test Dergisi'nde "genel yayın yönetmenliği" yaparak devam etti. 2011 yılında tv8'de Özlem Gürses ile birlikte ""Her Pazar Açıkça"" adlı programı sundu. 1995 yılında, Yeni Şafak Gazetesi'nin kuruluşunda yer aldı. Bu gazetede "haber koordinatörlüğü, yazı işleri müdürlüğü, Ankara temsilciliği, genel yayın yönetmenliği" ve "yazarlık" görevlerinde bulundu. Tüketim Virüsü, Uygun Adım Siyaset ve Hilâl ve Ampul adlı üç kitabı yayınlanmıştır. Haziran 2007'de Star Gazetesi'nin genel yayın yönetmenliğine ve Star Medya Grubu'nun İcra Kurulu başkanlığına getirilmiştir. 24 Kasım 2014 tarihinde Star gazetesindeki görevine son verilmiştir. 2010 yılında kurulan Medya Derneği'nin başkan yardımcılığı görevini üstlenmektedir. 11 Aralık 2014 tarihinden itibaren Doğuş Holding bünyesindeki NTV haber kanalında göreve başlamıştır. NTV'de yayın faaliyetlerine katkılarının dışında "yönetim kurulu danışmanı" olarak da görev verilmiştir. Herkül (anlam ayrımı) Grand Slam (tenis) Grand Slam Uluslararası Tenis Federasyonu tarafından düzenlenen dört büyük tenis turnuvasından her birine verilen isimdir. Major (önemli) veya Slam turnuvalar olarak da isimlendirilen bu turnuvalar her sezonda gerçekleşir. "Grand Slam" terimi, aynı zamanda, bir sezon içinde yapılan bu dört büyük tenis turnuvasınının hepsini aynı tenisçinin kazanması durumunu da ifade eder. Tenis 1988 tarihinden beri Olimpiyatlarda da oynanmaktadır. Grand Slam elde etmiş bir tenisçi Olimpiyatlarda da şampiyon olursa "Golden Grand Slam" sahibi olur.Tek erkeklerde en çok Grand Slam kazanan tenisçi 18 şampiyonluğu ile Roger Federer'dir. Grand Slam turnuvaları ve tarihleri şu şekildedir: Bu tenis turnuvaları tenisçiler için dünya sıralamala puanları ve kazanılan ödüller nedeniyle oldukça önemli organizasyonlardır. Avustralya Açık ve Amerika Açık sert zeminde, Fransa Açık toprak zeminde, Wimbledon ise çim z
eminde oynanmaktadır. Bu turnuvaların tamamı "açık" teriminden de anlaşılabileceği gibi herkese açık olduğunu ifade etmektedir. Bu turnuvalardan en eskisi olan Wimbledon 1877 yılında, Amerika Açık 1881, Fransa Açık 1891 ve Avustralya Açık 1905 yıllarında tenis turnuvası olarak kuruldu. Grand Slam beş farklı disiplinde oynanmaktadır: Bunlar tek erkekler ve tek bayanlar; çift erkekler ve çift bayanlar; ve son olarak karışık çiftler. Tek erkeklerde veya tek bayanlarda oynayan tenisçi, çiftlerde de oynayabilmektedir. Avustralya Açık Turnuva Bilgisi: 19 Ocak - 1 Şubat 2015 Kort Alanı: Melbourne Park, Melbourne Son Tek erkekler şampiyonu: Roger Federer Son Tek bayanlar şampiyonu: Serena Williams Fransa Açık Turnuva Bilgisi: 25 Mayıs – 8 Haziran 2014 Kort Alanı: Stade Roland Garros, Paris Son Tek erkekler şampiyonu: Stanislas Wawrinka Son Tek bayanlar şampiyonu: Serena Williams Wimbledon Tenis Turnuvası Turnuva Bilgisi: 23 Haziran – 6 Temmuz 2014 Kort Alanı: İngiliz Çim Saha Tenis ve Kriket Kulübü, Wimbledon Son Tek erkekler şampiyonu: Novak Djokovic Son Tek bayanlar şampiyonu: Serena Williams Amerika Açık Turnuva Bilgisi: 25 Ağustos – 8 Eylül 2014 Kort Alanı: USTA Billie Jean King Ulusal Tenis Merkezi, New York Son Tek erkekler şampiyonu: Novak Djokovic Son Tek bayanlar şampiyonu: Flavia Pennetta 1925 yılına kadar bu dört büyük tenis turnuvasını birden kazanma durumu yoktu. 1925 yılından sonra Uluslararası Tenis Federasyonu bu turnuvaları Grand Slam olarak belirledi. Uluslararası Tenis Federasyonu Avustralya Açık, Fransa Açık, Wimbledon ve Amerika Açık tenis turnuvalarını 1925 yılında Grand Slam olarak belirledi. Bu tarihten önce yapılan önemli turnuvalar Wimbledon, Dünya Sert Saha Şampiyonası ve Dünya Kapalı Saha Şampiyonalarıydı.1913 yılında Yeni Zelandalı tenisçi Tony Wilding bu üç turnuvayı birden kazandı.1940-1945 yılları arasında İkinci Dünya Savaşı nedeniyle bu turnuvalar kesintiye uğradı. 1938 yılında Don Budge tüm turnuvaları kazanarak ilk Grand Slam unvanını alan oyuncu oldu. Bu unvanı bugüne kadar 14 sporcu alabildi. Bunun yanında 13 ve 18 yaşları arasındaki tenisçiler için Gençler Grand Slam Turnuvaları düzenlenmektedir. Bir sezon içerisindeki tüm Grand Slam'ları kazanan tenisçiler. Farklı sezonlarda Grand Slam kazanan tenisçiler: Aynı yıl içerisinde yapılan bu dört büyük tenis turnuvasını ve Olimpiyat oyunlarında altın madalyayı kazanan tenisçiye "Golden Grand Slam" unvanı verilir. Tarihte bu unvana sadece 1988 yılında göstermiş olduğu başarıyla Alman tenisçi Steffi Graf sahiptir. Bunun dışında farklı sezonlarda Grand Slam turnuvalarında başarılı gelip aynı zamanda Olimpiyat oyunlarında altın madalya kazanan tenisçiler aşağıdaki gibidir: Roland Garros Roland Garros (6 Ekim 1888 - 5 Ekim 1918), Fransız havacı ve I. Dünya Savaşı sırasında savaş pilotu. 1888 yılında Fransa'nın Saint-Denis, Réunion kentinde doğmuştur. Uçuş kariyerine 1909'da başlamıştır. I. Dünya Savaşı'ından önce de zaten uçuş dünyasında üne sahip olan Garros, uçağıyla ABD ve Güney Amerika' yı ziyaret etmiş, 1913'de Fransa'nın Fréjus şehrinden Tunus'un Bizerte şehrine durmaksızın uçuş gerçekleştirerek uçakla Akdeniz'i geçen ilk Fransız unvanını kazanmıştır. Bunu takip eden yıllarda I.Dünya Savaşı' nın patlak vermesiyle Fransız ordusuna katılmıştır. Uçağına ilk kez pervane arasından ateş eden makineli tüfek monte eden Fransız pilot Roland Garros'tur. 18 Nisan 1915 yılında Almanlar'a esir düştü. 14 Şubat 1918 yılında esir kampından kaçarak Fransız ordusuna yeniden katıldı. 5 Ekim 1918'de kuzey Fransa'da Ardennes, Fransa ilinin Vouziers yerleşimi civarında uçağının düşmesi sonucunda hayatını kaybetmiştir. 1928 yılında Fransa Açık tenis turnuvasının düzenlendiği stada (Stade Roland Garros) ismi verilmiştir. Ayrıca doğum yeri olan Réunion adasının Sainte-Marie yerleşiminde Roland Garros Havalimanı vardır. Metis (mitoloji) Sanskritçe "mati", "ma" kökünden geldiği düşünülmektedir. Yunan mitolojisinde, Okeanos ile Tethys'in kızı, Hikmet tanrıçasıdır. Metis, tanrıların başı olan Zeus'un ilk karısı ve akıl tanrıçası Athena'nın annesi olarak anılır. Zeus babası Kronos'u kusturtmak ve kardeşlerini kurtarmak için Metis'ten yardım almıştır. Metis'in hazırladığı çok tatlı ve mide bulandırıcı bir içkiyi Kronos'a vermiştir. Ayrıca Zeus karısının hamile olduğunu öğrenince, kendi tahtını sarsabilecek, kendisinden güçlü bir çocuk doğacağı korkusuyla Metis'i yutar. Bunun sonucunda Metis Zeus'a ömrü boyunca iyi ve kötü hakkında bilgi verir. Zeus tarafından yutulduğu sırada Metis hamile olduğu için daha sonra akıl ve sanatın tanrıçası Athena, Zeus'un başından zırhıyla çıkar. Metis, ilahi bilginin ve kutsal aklın, yani "hikmet"in tasviri, vücud bulmuş halidir. Hikmetin sembolu olan "su", Metis'in de başlıca sembolüdür. Metis Metis (μῆτις) Antik Yunancada "kurnazlık" veya "hüner, beceri" anlamına gelir. Metis ayrıca aşağıdaki anlamlara gelebilir: Bedri Rahmi Eyüboğlu Bedri Rahmi Eyüboğlu (d. 1911, Görele, Giresun - ö. 21 Eylül 1975, İstanbul), Türk ressam, yazar ve şairdir. Güzel Sanatlar Akademisi'nde başlayıp Paris'te sürdürdüğü resim öğreniminin ardından yurda dönmüş ve yaşamı boyunca Güzel Sanatlar Akademisinde ders vermiştir. Yazma, gravür, seramik, heykel, vitray, mozaik, hat, serigrafi, litografi gibi birçok formlarda eserler üreten sanatçı, geleneksel süsleme ve halk el sanatlarında seçtiği motifleri yapıtlarında Batı’nın teknikleriyle birleştirerek kullandı. Şiirlerinde de halk kaynağından beslendi; masallardan, söylencelerden, türkülerden yararlanarak, doğa tutkusunu, insan sevgisini, yaşama sevincini, toplumsal sorunları yansıttı. En ünlü şiiri, Karadut adlı aşk şiiridir. Milletvekili Mehmet Rahmi Eyüboğlu'nun oğlu, Türk aydınlanmasının öncülerinden Sabahattin Eyüboğlu ve ilk kadın mimarlardan Mualla Eyüboğlu'nun kardeşi, ressam Eren Eyüboğlu'nun eşidir. 1911 yılında babasının kaymakam olarak görev yapmakta olduğu Giresun'un Görele ilçesinde dünyaya geldi. Mehmet Rahmi Bey ve Lütfiye Hanım çiftinin beş çocuğundan ikincisi idi. Babası, Maçkalı Eyüboğlu ailesindendi. Asıl adı Ali Bedrettin iken zamanla Ali unutuldu ve ismi önce Bedir'e, sonra Bedri'ye dönüştü. Çocukluğu Anadolu'nun değişik yerlerinde geçti. Havza, Kütahya, Ankara, Artvin'de bulunduktan sonra babasının TBMM II. döneminde Trabzon milletvekili seçilmesi üzerine ailesi 1925'te Trabzon'a yerleşti. Trabzon Lisesi'nde öğrenim gördü. 1927’de okuluna resim öğretmeni olarak atanan ve yedi ay görev yapan ünlü ressam Zeki Kocamemi, yeteneğini keşfetti ve onda resme ilgi uyandırdı. Bir öğrenim bursu ile Fransa'ya gitmiş olan ağabeyi Sabahattin'in gönderdiği resim kitapları, ilgisinin devamını sağladı. Edebiyata da ilgi duyan Bedri Rahmi, ilk şiirlerini de lise yıllarında iken yazdı. 1929’da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdi. Nazmi Ziya Güran ve İbrahim Çallı'nın öğrencisi oldu. Edebiyata ilgisini de sürdürerek Ahmet Haşim'den estetik ve mitoloji dersleri aldı. 1931'de diplomasını almadan, kendisiyle bursunu paylaşan ağabeyi ile beraber Fransa'ya gitti. Dijon ve Lyon'da Fransızcasını geliştirmek için çalıştı. Bu arada Gauguin ve El Greco gibi beğendiği ustaların resimlerini bulundukları müzelerden kopya etti. Van Gogh, Gauguin, Cezanne onu mesleğine bağlayan ustalar oldu. 1932 yılında, Paris´te bir ay kadar André Lhote Atölyesi´nde çalıştı; ilerde yaşamını birleştireceği "Ernestine Letoni" ile tanıştı. Matisse, Brague ve Chagal’ın resimlerini, Türk kilimlerini, minyatürlerini inceledi. 1933 yılında yaptığı Yavuzlu, Gülcemalli resimleri ses getirdi; o yıl Londra´ya gitti; yıl sonunda Türkiye´ye geri döndü. Bedri Rahmi, yurda döndükten sonra 1934 yılında, Yeni Adam Dergisi'nde ressam olarak çalışmaya başladı. Aynı dönemde şiirleri edebiyat dergilerinde yayımlanmaya başlamıştı. Akademi diploma yarışmasında "“Yol İnşaatı”" konulu resmi ile üçüncü olan Bedri Rahmi, bu sonuçtan memnun kalmayarak yeniden yarışmaya hazırlanmak için mezun olmayı istemedi. 27 Aralık 1934 tarihinde 30 resim ile D Grubu Sergisi´ne katıldı. Bazı resimlerini de Ernestine'in resimleri ile beraber sergilenmeleri için Romanya'ya yollamıştı. Böylece ilk kişisel sergisi 1 Ocak 1935 tarihinde Bükreş´te Hasefler Galeri´sinde kendi katılımı olmadan açıldı. Bir firmada çevirmenlik yapmak için geçici bir süre gittiği Çerkeş'te çocukluğunun manzaralarını yeniden keşfetti. Tan Gazetesi'nde yazmaya başladığı yazıları Çerkeş'ten döndükten sonra yoğunlaştrdı. Artık İstanbul'a yerleşen ve "“Eren”" adını alan Ernestine Letoni ile 16 Nisan 1936 tarihinde evlendi. Tekel Genel Müdürlüğü´nde işe girdi. Vitrin düzenleyici olarak göreve başladı ve Sipahi Ocağı sigarasının kapağındaki "“Koşan Mızraklı Atlar”" figürünü tasarladı. Güzel Sanatlar Akademisi´nin 1936 yılında diploma yarışmasında "“Hamam”" adlı çalışması ile birinci olarak diplomasını aldı. Sovyetler Birliği´ne götürülen ve Cumhuriyet devrinin ilk yurtdışı sergisi olan Türk Resim ve Heykel Sergisi´ne üç resim ile katıldı. 1937 yılında, Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü başkanı olan Fransız ressam Leopold Levy´in kendisine asistan olarak seçtiği birkaç genç ressamdan biri Bedri Rahmi oldu, böylece uzun yıllar sürecek akademik kariyeri başladı. Akademi Başkanı Burhan Toprak o yıllarda Türk ressamları hakkında kitaplar hazırlatıyordu. Bedri Rahmi, eski öğretmeni Nazmi Ziya Güran üzerine bir inceleme kitabı hazırlayıpkitap haline getirdi. Bedri Rahmi, CHP Yurt Gezisi programı kapsamında Eylül 1938´de Edirne´ye gitti. Dönemin en önemli sanat atılımlarından olan bu gezi programını çok benimsemişti. Edirne'de insan figürü olmayan doğa resimleri çizdi., yöresel motifleri resmetti. 1 Kasım 1938 tarihinde çıkan Ses Dergisi yazarları arasında yer aldı. Resimlerini, desenlerini ve deneme yazılarını bu dergide yayımladı. 1939 ta Birinci Devlet Resim ve Heykel Sergisinde "“Figür”" adlı yapıtı ile üçüncülüğü Arif Kaptan ile paylaştı. 9 Kasım 1939 tarihinde, askerlik görevini yapmak üzere yedek subay okuluna alındı. Aynı yıl oğlu Mehmet Hamdi Eyüboğl
u dünyaya geldi. 1941’de askerlik görevini tamamladıktan sonra ilk şiir kitabını "Yaradana Mektuplar" yayımlandı. Geleneksel halk sanatlarından seçtiği motifleri başarılı bir biçimde kullandığı gibi şiirlerinde de halk edebiyatının masal, deyiş gibi türlerine karşı duyduğu hayranlığı yansıttı. 1940’lardan sonra duvar resimlerine yönelen Bedri Rahmi, Paris’te İnsan Müzesi’nde ilkel kavimlerin sanatını inceledikten sonra güzelin yararlı, yararlının güzel olabileceği fikrini benimsedi ve eserlerinde bu görüşü yansıttı. 1942 yılında, CHP´nin yurtiçi gezileri programına ikinci kez katılarak Çorum´a ve oradan İskilip'e gitti, İskilip'te iki hafta kaldı. Bu İskilip gezisi, onun resim anlayışını etkiledi ve değiştirdi. Resimlerinde yoğun olarak halay çekenler, han avluları, çocuk emziren kadınlar, saz çalan aşıklar temalarını işlemeye başladı. 31 Ekim 1942 tarihinde Dördüncü Devlet Resim ve Heykel Sergisi´nde ikincilik ödülünü kazandı. Zamanla duvar resimlerine yönelen sanatçı 1943 yılında, Ortaköy Lido Yüzme Havuzu için ilk duvar resimlerini gerçekleştirdi. Mimari ile diğer güzel sanatlar yapıtlarının bir arada kullanılmasının güzel sonuçlar doğuracağına, mimar-sanatçı işbirliğinin gerekliliğine inanıyordu ve hayatı boyunca bunu savundu. 1945-1947 yılları arasında "“Mari´nin Portresi”", "“Alis I”", "“Alis II”" gibi önemli portre dizisini oluşturdu. Portrelerini kâğıt, bazen de tahta üzerine yapıyordu. 1946 yılında, Ankara Büyük Tiyatro´nun (operanın) girişindeki kapıların üstüne ikinci duvar çalışmasını yaptı ("“Kız kaçırma”" konulu bir fresk). 1946 yılı Kasım ayında UNESCO´nun Paris´te düzenlediği uluslararası sergiye gönderilen resimleri ilgi çekti. Bedri Rahmi, asistan olarak akademik hayatına başladığı günlerden beri öğretmenlik görevini çok önemsemiş, usta-çırak ilişkisinin önemine inanmıştı. Bu düşünceyle 1947 yılında, genç sanatçılardan oluşan “10´lar Grubu”nun kurulmasına öncülük etti. Grubun üye sayısı bir yıl içinde otuzu geçti. Bedri Rahmi, kendisini tümüyle resme vermesi konusundaki telkinlere rağmen şiir yazmayı da hiç bırakmadı ve 1948 yılının Ağustos ayında ikinci şiir kitabı "“Karadut”" yayımlandı. Eren Eyüboğlu ile birlikte 1947 yılında D Grubu'ndan ayrılmış olan sanatçı, o yıl portrelerini sergilediği bir sergi açtı; 1950 yılında ise Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi´nde 150 resimden oluşan “Retrospektif” sergisi düzenledi ve büyük ilgi gördü. Serginin ardından birkaç aylığına Paris'teki eşinin yanına gitti. 1933'ten beri ilk defa yurtdışına çıkan Bedri Rahmi, müzeleri gezdi ve İnsan Müzesi´nden çok etkilendi. Başörtüsü veya kilimin hem güzel, hem işe yarar olması gibi sanat eserlerinin bir iş görmesi gerektiği düşüncesi sanat anlayışını şekillendirdi. "“Güzel yararlı olmalıdır”" düşüncesinden hareketle “Yazmacılık” geleneğine yeni bir yorum getirdi. Eşi ile birlikte 1950'de yurda döndükten sonra İstanbul'da Maya Sanat Galerisi'nde sergi açtı. Aynı yıl, Kariye Camii düzenlemesini yaptı ve Bizans mozaikleriyle ilgilenmeye başladı. 1951 yılında, “Küçük Sahne”yi süsledi. ve ilk “Yazma Sergisi”ni açtı. 1953 yılında Yazmaları ve özgün baskıları Philadelphia Print Club da sergilendi. 14 Eylül´de Time dergisi iki renkli sayfa ayırdı. 1954 yılında Bedri Rahmi "“Türk Tepsisi”" adlı motifi ile Steuben Glass adlı bir firmanın tertiplediği yarışmada ödül kazandı ve motif kristale oyularak teşhir edildi. Yazı yazma tutkusunu ise 1951'de Yeni Sabah gazetesindeki yazılarıyla sürdüren Bedri Rahmi, yazarlığını bu gazetede sürdüremeyince Cumhuriyet gazetesine geçti ve 1952- 1958 yıllarında düzenli olarak yazdı. 1953'te üçüncü şiir kitabı ""Tuz"", 1956'da ilk düzyazı kitabı ""Canım Anadolu"", 1957'de "“Üçü birden”"adlı kitabını yayınladı yayımlandı. 1953-1960 arasında resim alanına çalışmalarını büyük boyutlu mozaiklerle sürdürdü. 1954-1957 yılları arasında Hilton ve Divan otellerinde ve KLM İstanbul merkezindeki panoları yaptı. 1957 yılında Tokyo özgün baskı Bienaline katıldı. 1958 yılında 1958 Brüksel Expo’sundaki Türk Pavyonu için yaptığı 227 metrekarelik çalışmasıyla altın madalya aldı. 1959 yılında, Paris´te Nato merkezine 50 metrekarelik bir pano hazırladı. Bedri Rahmi, 1961'de aldığı Rockfeller Bursu ile iki yıl için eşi ile birlikte ABD'ye giderek çalışmalarını yurtdışında sürdürme fırsatı buldu. Bu dönemde zengin renklerle soyut biçimlere yöneldi. Görülmedik, bilinmedik renkler bulabilmek için denemeler yaptı, plastik tutkal - plastik boyalar – kum – talaş ve buruşturulmuş Japon kağıdı kullandı. ‘Amerika Dönemi´'nin sanatına başka bir boyut kazandırdığına ifade etti. Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley´de iki yıl misafir profesörlük yaptı. 1961 Ağustos´ta Unicef çocuklar yararına "“Eşeğin Üzerinde Çocuklarını Taşıyan Anadolu Köylü Kadın”" motifi Amerika´da kartpostal olarak basıldı. 1962 Aralık ayında New York Modern Sanat Müzesi "“Zincir”" adlı resmini satın aldı. ABD dönüşü soyut resim ve renk düzenlemelerini bırakıp yeniden eski konularına döndü; gecekonduları, kahvehaneleri, hanları resmetti. 1963-1964 yıllarında Vakko fabrikası, Karaköy tatlıcılar, İstanbul Manifaturacılar Çarşısı panoları yanında çeşitli malzemeleri denedi. Son panosu Etap Oteli girişindeki "“Güvercinler”"dir. Kardeşi Sabahattin Eyüboğlu'nun 12 Mart sürecinde gözaltına alınması onu çok etkiledi. 1970 yılında, yeniden toplumsal içeriği ağır basan resimler yaptı. 1972 yılında, 33´üncü Devlet Resim ve Heykel Sergisi´nde birincilik ödülü aldı. 21 Eylül 1975 tarihinde İstanbul'da pankreas kanserinden yaşama veda etti ve Küçükyalı Mezarlığı'nda defnedildi. Ölümünden bir yıl sonra Ankara’da “Yaşayan Bedri Rahmi” adıyla Bedri Rahmi adına bir sergi düzenlendi. Aynı yıl içerisinde İstanbul’da Güzel Sanatlar Akademisi’nde adına düzenlenen bir sergi ile anıldı. 1984 yılında ise yine İstanbul’da “Bedri Rahmi – Her Dönemden” adlı toplu sergisi ile hayranlarının beğenisini topladı. 2006'da hayatını anlatan ""Gözleri Anadolu'yu Gören Adam"" adlı belgesel film çekildi. 2009 yılında Türkiye'nin ilk Bedri Rahmi Eyüboğlu müzesi İskilip'te açıldı. İskilipliler 1942 yılında sanatçının yaptığı iki haftalık İskilip gezisinin anısına müze açtılar. Sanatçı ağabeyine 1942 yılında yazdığı mektubunda; "Ağabey dün İskilip'ten kaçtım ama nasıl, çok sevdiğim bir kadından kaçar gibi..." demişti. Bedri Rahmi daha orta okulda şiire ilgi duymuştur. 1928'de Lise öğrencisiyken şiir yazmaya başladı. Şiirlerine, 1933'ten sonra Yeditepe, Ses, Güney, İnsan, Inkılapçı Gençlik ve Varlık dergilerinde yer verildi. 1941'den başlayarak çeşitli şiir kitapları yayımlandı. Halk edebiyatının masal, şiir, deyiş gibi her türüne karşı duyduğu hayranlık, şiirlerine de yansıdı. Halk dilinden ve şiirinden aldığı öğeleri kendine özgü bir biçimde kullanarak halk diline yaklaşma çabasını sonuna dek götürdü. Bu nitelikleriyle şiirleri, resimleriyle büyük bir benzerlik gösterir. Akıcı, rahat bir dille kaleme aldığı gezi ve deneme yazılarında ise sürekli gündeminde olan halk kültürü, halk sanatı konularındaki görüşlerini sergilemiştir. Onun Bursa Cezaevi'nde açlık grevi yapan arkadaşı Nâzım Hikmet için yazdığı "Zindanı Taştan Oyarlar" adlı şiiri sonraki süreçte Zülfü Livaneli tarafından bir kısmı bestelenince oldukça sükse yaparak kült haline geldi. Führer Führer, Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'nin ve Üçüncü Alman İmparatorluğu'nun yöneticisi olduğu dönemde, Adolf Hitler'in kullandığı ve “lider” anlamına gelen unvanıdır. Führer, “tek halk, tek imparatorluk ve tek lider” ("Ein Volk, ein Reich, ein Führer") ilkesinin gerektirdiği şekilde, tüm yurttaşların temsilcisi olmakla beraber halkın, partinin ve devletin önderidir. Nasyonal sosyalizmde halkın ulusal ve sosyal bütünlüğünü ile eşitliğini sağlamakla sorumlu olan Führer, halkın ve devletin lehine işlerde bulunmakla görevlidir. Kesin kararlar alır. O, halkın isteklerini kendi benliğinde hissederek gerçekleştirir ve dikkate alır. Ulusun yol göstericisidir ve ulusu için çalışır. Führer, ulusunun parçası olan insanların yaşadığı ülke için en iyi olanı yapmalıdır. Kanunları Führer yapar ve denetler. 2 Ağustos 1934'te, Alman İmparatorluğu'nun Devlet Başkanlığı Hakkındaki Kanunu uyarınca, Cumhurbaşkanı Hindenburg'un sahip olduğu yetkiler ve devletin liderliği Adolf Hitler'e şansölyelik makamı ile kombine edildi. “"Führer und Reichskanzler"”, yani Führer ve İmparatorluk Şansölyesi makamı anayasa ile koruma altına alındı ve Hitler bu resmî unvanı ölüm tarihi olan 30 Nisan 1945'e kadar kullandı. Führer makamı, nasyonal sosyalist yönetimde halkın temsilciliğinin üstlenildiği idare tarzıydı, bir diktatörlük olmadığı ileri sürülüyordu ve Hitler kendisinin bir diktatör olduğunu reddediyordu. Führerlik makamının kabulü ile ilgili kararname bir referandum yoluyla Hitler'in açık talebi üzerine meşru edilmişti. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'nin siyasî konularında Führer'e destek olmak için, Hitler'e yardımcı olarak “"Stellvertreter des Führers"”, yani Führer Vekili atanmıştı. Bu makamın amacı, nasyonal sosyalist imparatorluk hükümetinin yakın kamu otoriteleri ile partinin bölümlerinin işbirliğini sağlamaktı. Felis Felis, kedigiller (Felidae) familyasından çok sayıda küçük kedi türünü kapsayan bir memeli cinsidir. "Felis" cinsi üyelerinin dil kemiği normal gelişimini tamamlamıştır ve hiçbiri kükreyemez ama mırlar. Diğer özelliği de gözbebeklerinin dikey bir yarık görünümünde olmasıdır. Çöl ve ağaçlık bölgelerde yaygındırlar. Çaybükü, Menteşe Çaybükü, Muğla ilinin Menteşe ilçesine bağlı bir mahalledir. Mahallenin eski adı Gevenes'dir. Meşhur Ormancı türküsünün olayı bu köyde yaşanır. Mahallenin gelenek, görenek ve yemekleri hakkında bilgi yoktur. Muğla merkezine 23 km uzaklıktadır. Mahallenin iklimi, Akdeniz iklimi etki alanı içerisindedir. Mahallenin ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Mahallede ilköğretim okulu vardır. Mahallenin içme suyu şebekesi vardır ancak kanalizasyon şebekesi yoktur. PTT şubesi ve PTT acentesi yoktur. Sağlık ocağı ve sağlık evi vardır. Mahalleye ulaşımı sa
ğlayan yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır. Geoffroy kedisi Geoffroy kedisi ("Leopardus geoffroyi"), kedigiller (Felidae) familyasından Güney Amerika'nın dağlık bölgelerinde, özellikle Arjantin'de yaşayan kedi türü. Geoffroy kedisi bir ev kedisi büyüklüğündedir. Yaklaşık 40 cm'lik kuyruğuyla birlikte uzunluğu 90 cm'yi bulan bu yabanıl kedinin tüyleri boz ya da sarımsı kahverengidir. Dağılım alanlarının güneyinde boz, kuzeyinde ise sarı olarak görülür. Kürkü üzerinde bulunan küçük siyah lekeler karekteristik özelliğidir. Melanizme (komple siyahlık) bu türde sık rastlanır. Geoffroy kedisi, Bolivya ve Güney Brezilya'dan itibaren güneye doğru Patagonya'ya kadar, Güney Amerika'nın güney yarısında yaşar. Sadece Andlar'ın doğusunda bulunur. Ağaç bulunan tundralar ve aynı şekilde ormanlar yaşam alanıdır. Çevik bir hayvan olan geoffroy kedisi dik yamaçlara ve ağaçlara ustaca tırmanarak küçük memelileri ve kuşları avlar.Tavşan ve kemirgenler avları arasındadır. Su içinde balık da avladığından Güney Amerika'da ""balık kedisi"" olarak da adlandırılır. Geoffroy kedisi geceleri faal bir hayvan olup, gündüzleri ağaçlarda uyur. Dişileri yılda iki ya da üç yavru doğurur. Geoffroy kedisi, uzun süre kürk manto üretiminde kullanıldı. Zamanla, akut şekilde nesli tükenme tehdidi altında kalan kedi, CITES sözleşmesinde Ek II listesine dahil edilmiştir. Zaman içinde her türlü ticareti yasaklanmıştır. Bu yasak, Geoffroy kedisi kullanılarak yapılan ürünlerin ticareti gibi kişiler arası Geoffroy kedisi ticaretini de kapsar. Fransız zoolog Étienne Geoffroy Saint-Hilaire (1772-1844)'in adına ithaf edilmiştir. Süleyman Çelebi (âlim) Süleyman Çelebi (1351 - 1422), 1409’da Mevlid mesnevisini yazarak Anadolu kültürünün önemli parçalarından mevlid törenlerinin mimarı olmuş şairdir. Orhan Gazi döneminde doğmuştur. Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmaz. Kimi kaynaklara göre Osmanlı Sultanı I. Murat'ın vezîrlerinden Ahmed Paşa'nın oğlu, Şeyh Mahmûd Efendi'nin torunudur. Dedesi Mahmûd Bey, Şeyh Edebali'nin torunudur ve 1338'de Süleymân Paşa önderliğinde Rumeli'ye sal ile geçenlerdendir. Süleyman Çelebi'nin 1346-1351 yılları arasında bir tarihte doğduğu, ölüm tarihinin ise 1422 olduğu sanılıyor. Gençliğinde Bursa'da iyi bir eğitim aldığı sanılmaktadır. O devirde, Çelebi unvanı ilim adamlarına ve Mevlevi tarikatı büyüklerine verilmekteydi. Mevlevi olduğuna dair kanıt yoktur. Bilgili tavırlarıyla Padişah Yıldırım Bayezid’in dikkatini çekmiş ve yapımı 1399’da tamamlanan Ulu Cami’ye imam olarak atanmıştır.Ünlü eseri Vesiletü'n Necat'ı getirildiği bu görev esnasında yaşadığı bir olaydan etkilenerek kaleme aldığı bilinmektedir. Söylenceye göre Süleyman Çelebi, Muhammed'in diğer peygamberlerden pek farkı olmadığını söyleyen bir İranlı vaize içerleyerek onun diğer peygamberlerden üstün olduğunu dile getirmek için Mevlid'i kaleme aldı. Süleyman Çelebi, Osmanlı Devleti'nin zayıf bir evresi olan ve Anadolu topraklarında her türlü kargaşalığın hüküm sürdüğü Fetret Devri'nde batini görüşler ile ehl-i sünnet arasındaki çekişmede ehl-i sünnetin tarafında yer almıştı. Mevlid'in yazılmasının bir amacının da ehl-i sünnet taraftarlarına destek vermek olduğu ifade edilir. Eserini, 1409 yılında (tahminen 60 yaşında iken) tamamladı. Eserini yazarken, referans aldığı eserlerin, Âşık Paşa’ nın “Garibnâme” si, Erzurumlu Darîr’in “Siyerü’ n- Nebî”'si, Eb’ul Hasan Bekrî’nin “Siyer”'i ve Muhiddîn-i Arabî’nin “Füsûs”'u olduğu tespit edilmiştir. Mevlid, bilinen tek eseridir. 1422'de vefat ettiği düşünülen Süleyman Çelebi'nin mezarı Bursa’da Çekirge yolu üzerindedir. Mezarının bulunduğu yere 1952'de bir türbe yapılmıştır. Cahit Külebi Mahmut Cahit Külebi (d. 9 Ocak 1917, Tokat - ö. 20 Haziran 1997, Ankara), Türk şair. Halk şiirinden, türkülerden yararlanarak çağdaş bir şiir oluşturmuş, konu olarak yurt, insan ve doğa sevgisini işlemiştir. Şiirlerinde çocukluğunun ve gençlik yıllarının geçtiği yörelerden izlenimlerini yansıtmıştır. 9 Ocak 1917'de Tokat'ın Zile ilçesinde doğdu, 20 Haziran 1997 tarihinde Ankara’da öldü. İlk ve ortaokulu Tokat'ta tamamlayan Cahit Külebi, Sivas Lisesi'nden mezun oldu. İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Antalya Lisesi'nde, Ankara Devlet Konservatuvarı'nda, Ankara Gazi Lisesi'nde edebiyat öğretmenliği yaptı. Millî Eğitim müfettişi oldu. İsviçre’ye kültür ataşesi ve öğrenci müfettişi olarak atandı. Yurda dönünce Millî Eğitim Bakanlığı Başmüfettişliği ve Kültür müsteşar yardımcılığı görevlerinde bulundu. 1972'de emekliye ayrıldı. 1983 yılına kadar Türk Dil Kurumu'nda çalıştı. 1976'dan sonraki dönemde Türk Dil Kurumu Genel Yazmanı’ydı. İlk şiirleri "Nazmi Cahit" takma ismiyle 1938'de Gençlik dergisinde yayınlandı. Daha sonra Varlık Dergisi'nde yayınlanan şiirlerinde de aynı imzayı kullandı. 1950-1954 arasında Sokak, İnsan, Türk Dili, Yaratış, Kültür Dünyası gibi dergilerde çıkan şiirleriyle ünlendi. İlk şiir kitabı "Adamın Biri" 1946'da yayınlandı. 1949'da çıkan ikinci kitabı "Rüzgâr"da Orhan Veli şiirine yaklaştığı dikkat çekti. "Atatürk Kurtuluş Savaşı'nda" adlı eseri, Nevit Kodallı'nın "Atatürk Oratoryosu"na temel oluşturdu. 1940 sonrasında başlayan şiirimizin yenileşmesi hareketinde kendine özgü bir yeri vardır. Türk Kurtuluş Savaşı ve Mustafa Kemal Atatürk üzerine yazdığı "Atatürk Kurtuluş Savaşında" adlı manzum yapıtı sonrasında Atatürk Oratoryosu'na temel oluşturdu. Engizisyon Engizisyon (Latince: "inquisitio", soruşturma), Katolik Kilisesi'ne bağlı bir mahkeme sistemi idi. Gerek kararları, gerek siyasi ve dini görüşleri nedeniyle dört büyük engizisyon adından çok söz ettirdi. Orta çağda olduğundan dolayı böyle bir isim almıştır. İspanyol Engizisyonu ise Castilla kraliçesi I. Isabella'nın ısrarı üzerine, Papa IV. Sixtus tarafından 1483 yılında onaylandı. Müslümanlarla Yahudilerin Hristiyanlaştırılmasını hedeflenmişti. Bu nedenle 200.000'e yakın Yahudi, 1492 yılında İspanya'yı terk etti. Birçoğu da Osmanlı İmparatorluğu'na sığındı. Müslümanlara ise yapılan anlaşmalar gereği başlarda iyi muamelede bulunulmuş ise de, bu durum bir yıl bile sürmemiştir. Yüzbinlerce Arap kökenli ya da bugün İspanya olarak bildiğimiz bölgenin yerli halklarından oluşan Müslümanlar ile Yahudiler engizisyon mahkemelerinde katledildi veya görünürde Hıristiyan olarak "morisko" denilen grupları oluşturdular. Sonraki dönemlerde asimile edilemeyenlerin tamamı Kuzey Afrika başta olmak üzere Dünya'nın diğer yerlerine sürülmüştür. Roma Engizisyonu, Roma Katolik Kilisesi'nin savunduğu öğretiyi korumak için Papa III. Paulus tarafından 1542'de kuruldu. Genel olarak Calvinizm'e ve Luthercilere savaş açtı. Roma Engizisyonu, cadılık ve büyücülükle de uzun yıllar mücadele etti. Bir manastıra ya da piskoposun sarayına yerleşen engizisyon sorgucusu, daha sonra halkı kilisede toplayıp uzun vaaz veriyordu. Amaç, yerel halkla ilişkileri sıcaklaştırmak ve onların güvenini kazanmaktı. Latince Latince, Hint-Avrupa dil ailesinin İtalik koluna ait ölü bir dildir. Yazımında kullanılan alfabenin kökeni ise Etrüsk alfabesi ile Yunan alfabesine dayanır. Aslen konuşulduğu merkez yer İtalyan yarımadasında bulunan Latium bölgesidir. Roma Cumhuriyeti'nin yükselişe geçmesiyle ilk olarak İtalya'da, daha sonra ise Roma İmparatorluğu'nun yayıldığı coğrafyada hakim bir dil olmuştur. Latincenin standart olmayan ve Latin yerlileri tarafından konuşulan Kaba Latince ise bugün İspanyolca, Portekizce, İtalyanca, Fransızca, Romence, Latince gibi dillerin bulunduğu Romen dil ailesinin oluşmasını sağlamıştır. Ortaçağ ve günümüze yakın zamanlarda ise Latince Batı'da bilim ve edebiyat alanında en çok kullanılan dil olmuştur. Bugün Latince ve Antik Yunanca kelime kökleri hala teoloji, biyoloji, tıp gibi alanlarda kullanılan kelimelerde varlığını sürdürmektedir. Latincenin günümüze ulaşan en eski örneği, MÖ 7. yüzyıla tarihlenen bir toka üzerine Yunan alfabesi ile yazılmış 4 harflik bir metindir. Bugün birçok öğrenci, akademisyen ve Katolik din adamı Latinceyi akıcı bir şekilde konuşmaktadır. Dünya çapında ilköğretimde, ortaöğretimde ve yüksek lisans seviyesi eğitim kurumlarında öğretilir. Latince zengin zaman, şahıs ve fiil çekimleri ile son derece bükümlü bir dil özelliği göstermektedir. Latincede bulunan seslerin telaffuzu konusunda elimize ulaşmış herhangi bir veri bulunmamaktadır. Telaffuz konusunda edindiğimiz bilgiler ise ancak rekonstrüksiyon yöntemiyle elde edilir. Rekonstrüksiyon yönteminin yararlandığı kaynaklar ise antik yazarların telaffuzları, antik etimoloji eserleri , yazım hataları ve diğer dillerdeki Latince kökenli sözcüklerin telaffuzlarıdır. Ünsüzler Eski ve Klasik Latincede büyük ve küçük harfler bulunmamaktadır. Harflerin çoğu da da günümüzdeki kullanılan şekillerine benzemektedir. Latincede çift ünsüzler uzun bir şekilde sesletilir. Ünsüzlerin sesletimleri aşağıdaki tabloda bulunmaktadır: Ünlüler Klasik Latincede  ⟨U⟩ sesi ünlü bir sesi karşılamak için kullanılmak istense bile ⟨V⟩ şeklinde yazılır.  ⟨Y⟩ ise alıntı Yunanca sözcüklerdeki ipsilon sesini karşılar. Fakat bu ses, bazen i bazen u şeklinde telaffuz edilir. Ayrıca bu ses yanlışlıkla benzer anlamlara sahip Yunanca sözcüklerle karıştırılarak Latinceye özgü kelimelerde bile kullanılmıştır. Klasik Latincede de uzun ünlü ve kısa ünlü ayrımı vardır.  ⟨I⟩ sesi haricinde uzun ünlüler, üstlerine onların uzun bir şekilde sesletileceğini belirten ve yazıda şeklinde gösterilen bir işaret alırlar. Uzun İ sesi ise kalın I şeklinde yazılmıştır. Modern metinlerde ise uzun ünlüler üzerlerine yazıda uzun bir çizgi şeklinde gösterilen uzatma işareti alırlar:  ⟨ā ē ī ō ū⟩. Kısa ünlüler ise çengelsi bir şekilde gösterilen kısaltma işareti alırlar: ⟨ă ĕ ĭ ŏ ŭ⟩ Kelime sonundaki ⟨m⟩ ve herhangi bir ünlü ses, ⟨s⟩ veya ⟨f⟩ sesinden önce yer alan ⟨n⟩ sesi ve bir ünlü ses, uzun ve genizsil(nazal) bir şekilde sesletilir. Çift Ünlüler Klasik Latincede birkaç tane çiftünlülü ses bulunur. Bu sesler arasında en yaygını ⟨ae au⟩ sesleridir. ⟨oe⟩ sesine nadi
r rastlanır,  ⟨ui eu ei ou⟩ sesleri ile çok nadir karşılaşılır. En azından bu durum Latinceye özgü kelimelerde görülür. Eski Latincede çok daha fazla çiftses bulunmaktadır. Fakat bu seslerin çoğu Klasik Latincede uzun seslere dönüşmüştür. Eski Latincedeki ⟨ai⟩ ve ⟨āī⟩ Klasik Latincede ⟨ae⟩ olmuştur. Eski Latince ⟨oi⟩ ve ⟨ou⟩ Klasik Latincede birkaç sözcük dışında ⟨ū⟩ sesine dönüşmüştür. Bahsedilen ses değişimlerine aynı kökten gelen farklı sözcüklerde bile rastlanır. Erken Eski Latincedeki  ⟨ei⟩ sesi ise Klasik Latincede ⟨ī⟩ sesine evrilmiştir. Latince sentetik ve bükümlü bir dildir. Çekimler sık sık kelime sonunda değişir fakat özellikle fiillerde olmak üzere çok kompleks olabilir. Latincede belirlilik artikelleri bulunmaz. Hem belirli hem de belirsiz durumlar aynı şekilde yazılır. Latincede sözdizimi özne-nesne-yüklem şeklindedir. Fakat her zaman bu sözdizimi uygulanmaz. Şiirde ihimal edilebilir. Latincede sıfatlar isimlerden hem önce hem de sonda gelebilir. Fakat bazı sıfatlarda isimden önce gelir. Fiiller Fiillerin çekimleri fiil çekimidir, düzenli fiiller 4 ana çekime girerler. Fiiller şahıs, çokluk, zaman, çatı(etken, edilgen) ve kip(şart, dilek gibi) şeklinde çekimlenir. Latincede altı zaman bulunur: şimdiki, hikâye birleşik, bitmişlik, geçmiş zamanın hikâyesi, gelecekte bitmişlik. Latincede etken ve edilgen çatı vardır. Latincede istek, bildirme, emir, mastar gibi kipler bulunur. İsimler İsimlerin(özel isimler de dahil), zamirlerin ve sıfatların çekimleri isim çekimidir ve Latincede isimler 5 çekim dizisine girebilirler. İsimler çokluk ve hal eki alırlar. İsimlerin aldığı hal ekleri şunlardır: yalın, seslenme, belirtme, tamlayan, yönelme, çıkma. Ayrıca bazı isimlerde çıkma durum eki de görülür. İsimler üç cinsiyete çekimlenebilir: eril, dişil ve nötr. İsimler iki çokluk durumu şeklinde çekimlenebilir: tekil ve çoğul. Çetin Altan Çetin Altan (22 Haziran 1927, İstanbul - 22 Ekim 2015, İstanbul), Türk yazar, gazeteci, köşe yazarı, oyun yazarı, siyasetçi. Türk basınında edebiyatçı köşe yazarı kuşağının son temsilcisi olan Altan, dünyanın en çok köşe yazısı yazmış yazarları arasında kabul edilir. “"Enseyi karartmayın"” sloganıyla tanınır. Roman, oyun, mizah yazısı, anı, fıkra, inceleme ve gezi yazısı türlerinde eserler vermiştir. Türkiye İşçi Partisi kontenjanından XIII. dönem İstanbul milletvekili olarak 1965-1969 arasında mecliste görev yapan Altan, dokunulmazlığı kaldırılan ve sonra da iade edilen ilk milletvekili olmuştur. 1980’lere kadar solun ve sosyalizmin popüler ismi olmaya devam etmiş; daha sonra görüşleri liberal bir çizgiye kaymıştır. Gazeteci yazar Ahmet Altan ve akademisyen Mehmet Altan’ın babasıdır. 22 Haziran 1927'de İstanbul'da doğdu. Dedesinin babası Kırım'dan göç eden arabacı Ahmet Kıpçakski, dedesi Tatar Hasan Paşa idi. Babası hukukçu Halit Bey, annesi Nurhayat Hanım'dır. Lise öğrenimini Galatasaray Lisesi'nde tamamladı. İlk işleri, lise öğrencisi iken Foto Süreyya’nın yayınladığı "Foto Magazin" dergisinde çıktı. 1943-1944'de Çınaraltı, Varlık, İstanbul ve Kaynak dergilerinde şiirleri ve düz yazıları çıktı. Yüksek öğrenimine Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde devam etti. Bu sırada ilk kitabı "Üçüncü Mevki" (1946) yayımlandı. Gazeteciliğe dönemin CHP yayın organı Ulus gazetesinde muhabir olarak başladığı. Bu dönemde Çocuk Esirgeme Kurumu’nun dergisine Shakespeare’den tercümeler yaptı. Yeni Adam dergisinde Maupassant’dan tercüme ettiği “"Küçük Fıçı"” adlı hikâyesi yayınladı. Varlık dergisinde şiirleri, "Seçilmiş Hikâyeler" dergisinde yazıları ve tercümeleri çıktı. Ulus’tan sonra gazeteciliğe "Hür Ses"'te “"Şeytanın Gör Dediği"’’ başlığı altında fıkra yazarak devam etti. Daha sonra Halkçı, Tan, Akşam, Milliyet, Yeni Ortam, Hürriyet, Güneş gazetelerinde veÇarşaf dergisinde köşe yazıları yazdı. "Balkabağı" adını taşıyan haftalık bir mizah dergisi çıkardı ve radyoda “"Çetin Altan Diyor ki…"” adlı bir program hazırladı. Özellikle dönemin devrimci gençleri arasında çok popüler oldu. 1959 yılında Abdi İpekçi'nin teklifi üzerine Peyami Safa'nın yerine Milliyet gazetesinde yazmaya başlaması, yazarlık hayatında önemli bir dönemeçtir. “"Taş"” başlığı altındaki taşlama yazıları gazetenin tirajını 75 binden 215 bine yükseltti. Edebiyatçı köşe yazarı kuşağının son temsilcisi olan Altan, aynı dönemde bir tiyatro yazarı olarak da ünlendi. Daha sonra Devrim, Akşam, Hürriyet, Güneş, Sabah, Milliyet gazetelerinde köşe yazıları yazdı. Dünyanın en çok köşe yazısı yazmış yazarlarındandır. Çetin Altan 1965-1969 arasında Türkiye İşçi Partisi'nden (TİP) milletvekilliği yaptı. Önce dokunulmazlığı kaldırılan, sonra da iade edilen ilk milletvekili oldu. Milletvekilliği sırasında Akşam gazetesinde yazmayı sürdüren Altan, sosyalizm ve TİP yanlısı yazılar kaleme aldı. 1966’da Akşam gazetesinden ayrılan ekiple birlikte "Ant" dergisini çıkardı. Meclisteki sivri dilli konuşmalarıyla sık sık gündeme geldi. 1968 yılında meclisteki bir konuşması sırasında başlayan tartışma Nâzım Hikmet'e kadar sıçramış ve başta o dönemin Adalet Partisi milletvekili Cavit Şadi Pehlivanoğlu ve Hamit Fendoğlu olmak üzere Adalet Partisi milletvekilleri ile karıştığı kavga ile çokça gündeme gelmiştir. Altan, bu dönemdeki anılarını 1969’da Devrim gazetesinde “"Ben Milletvekili İken"” başlığı altında mizahi olarak anlattı ve aynı adla kitaplaştırdı. "Atatürk’ün Sosyal Görüşleri" ve “"Türk Sosyalistlerinin El Kitabı"” alt başlığını taşıyan “"Onlar Uyanırken"” adlı kitapları milletvekilliği döneminde yayımlandı. 9 Mart 1971 darbe teşebbüsünü destekleyen "Devrim gazetesi mensubu" olduğu gerekçesiyle, bu "Millî Demokratik Devrim" darbesi planlarına karşı çıkan zamanın 1. Ordu Komutanı Orgeneral Faik Türün tarafından tutuklanarak sorguya çekildi. 1973 yılında "Büyük Gözaltı" romanı Orhan Kemal Roman Armağanı’nı aldı. 1974’te çıkan "Bir Avuç Gökyüzü" romanı müstehcenlik suçlamasıyla toplatıldı. "Viski" (1975), "Küçük Bahçe" (1978) adlı iki roman daha yayımladı. Romanlarının hepsi Fransızcaya çevrilmiş; Büyük Gözaltı İsveçce, Yunanca, Bulgarca ve İspanyolca; Bir Avuç Gökyüzü ise İspanyolca ve Rumence dillerinde yayınlanmıştır. Büyük Gözaltı Fransız liselerinde seçmeli ders kitabı olarak okutuldu. Altan, köşe yazılarını topladığı kitaplardan biri olan "Bir Yumak İnsan" ile 1978’de Türk Dil Kurumu Ödülü’nü aldı. 1980'li yıllarda görüşleri sosyalist çizgiden uzaklaşıp liberal bir çizgiye kayan Çetin Altan 1980’de Milliye gazetesinde köşe yazılarına tekrar başladı. 1982’de bu gazeteden ayrılarak Güneş’te yazmaya başladı, aynı yıl Paris’te küçük bir apartman dairesi kiraladı. Siyasete dayanmadan sadece kalemiyle kazandığı parayla Paris’te yaşamak arzusunda idi. 1986’da Hürriyet’e geçti fakat sütununun kendisinden habersiz olarak değiştirilmek istenmesi üzerine gazeteden ayrıldı 1993’te Sabah gazetesinde yazmaya başladı. Yazarın tümü oynanmış oyunlarından basılı olanlar; "Çemberler", "Mor Defter", "Suçlular", "Dilekçe" ve "Tahtaravalli", basılmamış olanlar ise, "Beybaba", "Yedinci Köpek", "Islıkçı" ve "Telefon Kimin İçin Çalıyor" 'dur. "Kavak Yelleri" ve "Kasırgalar"da çocukluk anılarını anlatan Altan'ın "Aşk Sanat ve Servet" ve "Atatürk'ün Sosyal Görüşler"i adlı iki incelemesi vardır. "Rıza Bey'in Polisiye Öyküleri" ile polisiye türünde eser veren yazar "Zurnada Peşrev Olmaz" 'da mizahi yazılarını topladı. "2027 Yılının Anıları" ise onun fütürist bir çalışmasıdır. Gezi yazıları "Al İşte İstanbul" ve "Bir Uçtan Bir Uca" adlarıyla yayınlandı. "Tarihinin Saklanan Yüzü" ise onun Osmanlı tarihi üzerine yaptığı bir araştırmadır. Tüm yapıtlarından örneklerin toplandığı ""Seçmeler"" 1992'de yayımlandı. 1997'de Seçmeler genişletilerek "Dünyada Bırakılmış Mektuplar" adıyla tekrarlandı. Son 15 yılın günlük gazete yazıları da "Şeytanın Gör Dediği" kitabıyla okuyucuya ulaştı. Yazar son olarak çocuklar için özel bir yapıtı gerçekleştirdi: "Alfabe". Elli yıllık yazı yaşamında yazılarından ötürü pek çok kez mahkemeye verilen Altan hakkında ağır cezada 300'den fazla dava açıldı. 1972 yılında gözaltı süresi 24 saat olmasına karşın 15 gün gözaltında tutuldu. Üç kez tutuklandı, iki kez mahkûm oldu ve iki yıl cezaevinde yattı. Son olarak hakkında 159. Maddeye dayanılarak açılan davada tek celsede beraat etti. Hayat hikâyesi, 1998 yılında eşi Solmaz Kamuran tarafından "İpek Böceği Cinayeti" adlı kitapta kaleme alınmıştır Yazarın roman ve tiyatrolarını ele alan en kapsamlı çalışma, Cumali Büker'in "Çetin Altan'ın Roman ve Oyunlarında Aydın ve Küçük Burjuvazinin Sorunları" adlı yüksek lisans tezidir. Ahmet Altan, Mehmet Altan ve Zeynep Bakan'ı babasıdır. Çetin Altan, köşe yazılarına Milliyet gazetesinde devam ederken 22 Ekim 2015'te hayatını kaybetti. Çivi (oyun) Çivi, çamurda çivi ile oynanan bir sokak oyunu. Çocuklar tarafından, vıcık olmayan, hamur kıvamında çamur üzerinde oynanan bir oyundur. Amaç rakibin attığı noktayı çevrelemek ve onu dışarı çıkartmamaktır. Her atış arasına bir doğru çizgi çizilir, diğer oyuncu bu çizginin ötesine atış yapamaz. Amaç ucun ele geçirilmesidir. Saplatmaç olarak da adlandırılır. En az 2 kişi tarafından oynanır. Önce yere kişi sayısına göre V (iki kişilik oyunda), Y (üç kişilik oyunda) veya X ya da H (dört kişilik oyunda) şekli çizilir. Harflerin her ucu, her bir oyuncu için çıkış noktasıdır. Oyunun amacı, yerden yaklaşık bir karış yüksekten çiviyi fırlatarak saplamak ve saplandığı yer ile bir önce sapladığı yer arasında doğru bir çizgi çizmektir Oyunun önemli kuralı, çivinin saplandığı yerin bir önceki yeri doğrudan görmesi, çizilecek çizginin kavisli olmaması, rakibin veya kendisinin çizmiş olduğu önceki çizgileri kesmiyor olmasıdır. Oyunu kazanmak için, rakibi mümkün olduğunca dar bir alana hapsetmek ve çıkılması güç boğazlar oluşturmak gerekir. Her oyuncu sınırı ne kadar daraltırsa diğer oyuncular o sınırın içine girmekte o kadar zorlanırlar. Sınırın dışına düşen herhangi bir çivi o oyuncunun kaybetmesine sebep olur. Çıkılması çok güç ince boğazlara, çocuk argosunda "Kıllı boğaz"
adı verilir. Kıllı boğazlardan çıkarken, oyuncuların küçük Vahiy kâtipleri Vâhiy katipleri, İslam peygamberi Muhammed bin Abdullah'a indiğine inanılan Kur'an ayetlerini yazan kişilere verilen isimdir. Kur'an yazımında, insanların başlangıçtan itibaren Müslüman olmadıkları, İslamlaşmanın zaman içerisinde geliştiği düşünülecek olursa vahiy katipliğinin ilk vahiyden itibaren başlamış olduğunu düşünmek olanaksızdır. Bu konuda yapılan araştırmalara göre Kur'an yazımında 13 yıl kadar süren ve Kur'anın hacimsel olarak 2/3 kısmını oluşturan Mekke dönemi "sözlü kültür dönemi" olarak kabul edilmektedir. Bu dönemde ayet ve surelerin hemen yazıya geçirilmesi gibi bir uygulamanın bulunmadığı, surelerin sözlü olarak ezberlendiği, Kur'anın şiirselliğinin ezberlenerek korunmasına yardım ettiği, daha sonraki hicrete yakın birkaç yıl ile Medine dönemi olarak ifade edilen yazım döneminde bu hafıza bilgilerine dayanılarak ayetlerin kayda geçirildiği ifade edilmektedir. Vahiy kâtipleri sayıları ve kimlikleri zamanla değişmekte olan kişilerden oluşuyordu. Enes bin Malik bunlardan birisini şöyle anlatır:”Bir adam vardı. Neccaroğullarından, Hristiyan'dı, Müslüman olmuştu. Bakara ve Ali İmran surelerini okumuştu. Peygambere de vahiy yazıyordu. Sonra, yeniden Hristiyan oldu ve kaçıp Hristiyanlara katıldı. 'Ben ne öğretip kendisi için yazdımsa, Muhammed yalnızca onu bilir, başka bir şey bilmez,' demeye başladı." İlk vahiy katipliğini Abdullah bin Sa'd Mekke'de, Zeyd bin Sabit Medine'de yapmıştır. 40 kadar vahiy katibi bulunmaktadır. Zeyd bin Sabit'le ilgili olarak Arif tekin'in ifadeleri;"Zeyd’le ilgili şu önemli notu da yazmakta yarar var: Muhammed Medine’ye gelince halk onu karşılamaya gider ve o zaman yanlarında 11 yaşında olan Zeyd de var. İslami kaynaklarda, Zeyd’in kendisi, ‘Ben o zaman 11 yaşındaydım’ diye bilgi var. Karşılamaya gelenler o sırada Muhammed’e, ’Bu çocuk/yani Zeyd sana gelen Kur’an surelerinden 17’sini bilir’ derler. Peki Zeyd bu yaşta ve üstelik bir yahudi ailenin çocuğu iken bunları kimden öğrenmişti!" Arif tekin Muhammed öldüğünde Zeyd bin Sabit'in komisyon başkanlığına getirilmesini ve edindiği serveti de sorgular. Arif Tekine göre bu ayetler Kur'ana ait değil, Tevrata ait olmalıydı. Vahiy katipleri değişik din ve milliyetlere sahip insanlardan oluşmaktaydı. İslami kaynaklarda adı en çok tekrarlananlar; Yunan Bel’am, Yaiş, Yemenli Cebr, Yessar, Addas, İman, İranlı Selman (Selman-ı Farisi), Yahudi Bahira, Verka, Abdullah İbn-i Selamgibi isimlerdir. Vahiy katiplerinden bazıları şunlardır: Ebubekir, Ömer bin Hattab, Osman bin Affan, Ali bin Ebu Talib, Talha bin Ubeydullah, Zübeyr bin Avvam, Sa'd bin Ebi Vakkas, Amir bin Füheyl, Abdullah bin Erkam, Muaz bin Cebel, Übeyy bin Ka'b, Sabit bin Kays, Hanzala bin er-Rabi’, Muaviye bin Ebu Süfyan, Zeyd bin Ebu Süfyan, Zeyd bin Sabit, Şurahbil bin Hasene, Alâ bin Hadrami, Halid bin Velid, Amr bin As, Abdullah bin Revaha, Mukayyib, Mugire Bin Şu'be, Huveyt bin Abduluzza. Kızılcahamam Kızılcahamam, Ankara ilinin kuzey kısmında yer alan bir ilçesidir. E5 Ankara-İstanbul Devlet Karayolu üzerindedir. Kızılcahamam, Çubuk, Kahramankazan, Ayaş, Güdül, Çamlıdere ilçeleri ile Bolu ve Çankırı illeri arasında kalır. Dağlık ve ormanlık bir ilçe olan Kızılcahamam, 1712 kilometrekarelik bir alanı kaplar. İç Anadolu ile Karadeniz arasında geçişi sağlar. Köroğlu Dağları ilçenin en önemli dağı, Sakarya Irmağı'nın kollarından biri olan Kirmir Çayı da ilçedeki en önemli akarsudur. Ankara'ya içme suyu sağlayan Kurtboğazı, Eğrekkaya ve Akyar Barajları Kızılcahamam Belediyesi sınırları içerisinde kalır. İlçe merkezinde yeteri miktarda düzlük alan bulunmadığından dolayı çok sıkışık bir yerleşim mevcuttur. Buna rağmen İlçe merkezleri dağ yamaçlarına doğru sürekli genişleme eğilimindedir. Roma döneminden beri kullanıldığı bilinen Kızılcahamam kaplıcaları Türkiye çapında ün kazanmıştır. Kızılcahamam genellikle Soğuksu Millî Parkı, kaplıcaları, otelleri, maden suları, tarihi yerleri ve festivalleri ile tanınır. Şifa merkezidir. Termal suları pek çok hastalığa iyi gelmektedir. Ankara'ya yakınlığı nedeniyle özellikle hafta sonları çok sayıda günübirlikçi turist ağırlar. İlçe içindeki çok sayıdaki lokantalar Ankara'dan gelen misafirlere ve kaplıca ziyaretçilerine hizmet verir. Pazar günleri kurulan köylü pazarlarında civar köylerden gelen köylüler, getirdikleri yöresel ve doğal ürünlerini pazarlarlar. Son yıllarda yapılan büyük oteller kongre ve toplantılara ev sahipliği yapmakta, bu yolla ilçe turizmine büyük katkılar sağlamaktadırlar. Kızılcahamam'da yerleşimin ne zaman başladığı bilinmemekle beraber, ilk çağlara kadar uzanmaktadır. İlk önce Hititlerin daha sonra da sırasıyla Friglerin, Lidyalıların, Perslerin, Galatların, Romalıların, Bizanslıların hakimiyetinde kalmıştır. 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi'nden sonra Türkler Anadolu'nun her bir yerine akınlar yapmaya başlamışlar, 1073 yılında Ankara ve civarına gelerek çevreye yayılmışlardır. Anadolu'ya gelerek yerleşen Oğuz Türkleri Türk boylarının en soylularındandır. Anadolu'ya yerleşen bugünkü Türklerin atalarını teşkil eden Oğuzların Boz-Oklar ve Üç-Oklar olmak üzere 24 boya ayrıldıkları, Boz-Ok boylarının; Kayı, Bayat, Alka-Evli, Kara-Evli, Yazdır, Dodurga, Döğer, Yaparlu, Avşar, Beğdili, Kızık, Karkın; Üç-Ok boylarınınsa Bayındır, Peçenek, Çavuldur, Çepni, Salur, Eymür, Ala-Yuntlu, Yüreğir, İğdir, Büğdüz, Yuva, Kınık olduğu bilinmektedir. Bu Oğuz boylarının adlarına Kızılcahamam ilçesinde ve çevresinde çok sık rastlamak mümkündür. Buna göre Malazgirt Zaferi'nden sonra Anadolu'ya yerleşen Oğuz Türkleri bugünkü bölge insanının kökenini teşkil etmektedir. 1071 Malazgirt Zaferi'nden sonra Selçuklu Devleti Anadolu'ya akınlar yaparak 1073 yılında Ankara ve civarını ele geçirmişlerdir. Selçuklu Devleti'nin yıkılmasıyla beyliklerin hüküm sürmesinden sonra 1356 yılında Osmanlı Sultanı Orhan Gazi'nin oğlu Süleyman Paşa tarafından alınan Ankara ve civarları Osmanlıların eline geçmiştir. 1356 yılından itibaren Ankara Sancağı'na bağlı bir kaza olan Yabanabad'ın ilçe merkezi Demirciören köyüdür. 1880 yılında ilçe merkezi bugünkü Pazar beldesine nakledilmiş ve 1915 yılına kadar buradan idare edilmiştir. Yol güzergahında olması ve şifalı suların bulunması sebebiyle ilçe merkezi 1915 yılında Pazar beldesinden alınarak Kızılcahamam'a taşınmıştır. Ankara yıllıklarında Kızılcahamam ismi Yabanabad olarak geçmektedir. Kızılcahamam için Evliya Çelebi "Seyahatnâme"sinde, ""On gün yaban ovasında gezdik, bu da Engürü (Ankara) Sancak içinde yüz parça mamur köyü olan Subaşılık'tır ve hafta pazarı olan bir ilçedir."" diyerek bahsetmektedir. İlçede birçok hastalığa deva olan şifalı sular, İlk Çağ'dan beri kullanılagelmiştir. Başta romatizmal olmak üzere birçok derdine deva arayan hastalar özellikle yaz mevsiminde ilçeye gelip 1-2 haftalık sürelerle kalırlar. Anadolu'daki ilk insansı kalıntıları Fikret Ozansoy tarafından Kızılcahamam ilçesinde bulunmuş ve bunlara "Ankarapithecus meteai" adı verilmiştir. Kızılcahamamspor, Ankara ilinin yeşil-beyaz renkli köklü ekiplerindendir. Gazi Üniversitesi Kızılcahamam MNT Bayan Futbol Takımı, Kadınlar 1. Ligi'nde mücadele etmektedir. Kızılcahamam Güreş Takımı büyük başarılar yakalamış olup Türklerin "ata sporu" addedilen güreşi ilçede yaşatıyor. Ayrıca her yıl ilçe festivallerinde geleneksel olarak yağlı güreş müsabakaları yapılmaktadır. Kızılcahamam Ankara’ya 79 km, E-89 karayolu ve TEM otoyoluyla 45 dakika uzaklıktadır. Esenboğa Havaalanına ise 1 saat uzaklıktadır. İstanbul’a karayolu ile uzaklığı da 350 km'dir. Tipitip Tipitip, Kent Gıda Sanayii adlı şirketin 1974 yılından itibaren ürettiği “karikatürlü” bazuka sakız markası ve bu sakızın paketlerinden çıkan karikatürlerin uzun burunlu, büyük gözlüklü, papyonlu, yuvarlak şapkalı çizgi-kahramanı. Karikatür kahramanının yaratıcısı karikatürist Bülent Arabacıoğlu’dur. Karikatürler çok sevilince çizgi filmi de yapılmıştır. İlk Tipitip çizgi filmlerini Şener Şen seslendirmiştir. Maceralarında Tipitip sevimli, neşeli fakat her işi eline yüzüne bulaştıran beceriksiz bir aile çocuğu olarak canlandırılır. Tipitip karakterinin görünümü zamanla değişmiş, papyon yerine kravat takmaya başlamıştır. Tipitip maceralarının yeni kahramanları karısı Tipitoş, kızı Tipicik ve köpekleri Tipitop’tur. Avanak Avni Avanak Avni, karikatürist Oğuz Aral’ın Gırgır sayfalarında yarattığı ünlü bir çizgi-kahramandır. Oğuz Aral, ofis-boy olarak çalışan Rıza Külegeç adlı çocuktan esinlenerek bu karikatürü yarattı. İlk kez Gırgır'ın Gün gazetesinin yanında günlük ilave olarak verildiği dönemde 23 Mayıs 1973 tarihli 42. sayısında yayımlanmıştır. Avni tipik bir gecekondu mahallesi çocuğudur. Hep ezilir ama hiç boyun eğmez. Bazen hileyle, bazen kurnazlıkla, bazen boyun eğer görünerek hakkını korumaya çalışır. Mahallesindeki iri kıyım Deve Dilaver'den dayak yer, mahalle arkadaşı Leyla'ya ise aşıktır ama derdini anlatamaz, çünkü konuşmayı sökmemiştir henüz. Avanak Avni, 70'li yıllarda Gırgır dergisinin büyük satış rakamlarına ulaşması ile popüler oldu. Avni'nin ünü, Türkiye sınırlarını aşmış; Güney Afrika'daki ırkçı olaylara karşı, Meksika'da ise ABD emperyalizmi karşıtı gurupların sembolü olmuştur. Fransa'da AB anayasasına karşı çıkan gruplar da Avanak Avni tipini kullandılar. Avni ODTÜ’de Troçkist gruplar tarafından da siyasal bir eylemde kullanıldı. Oğuz Aral efsane dergi Gırgır'ın zorla el değiştirmesi olayından sonra 1990 yılında Avni mizah dergisini çıkarmaya başladı. Avni dergisi 1996'ya kadar yayınını sürdürdü. Temmuz 2006'dan itibaren Penguen dergisi çizerleri Oğuz Aral'ın anısına Avni'nin karikatürlerinin aynısını kendi kalemlerinden çizmişlerdir. Gırgır (dergi) Gırgır, 1972'de yayına başlayan, Türkiye'nin en çok satmış kült mizah dergisidir. İlk önce Gün gazetesinin iç sayfalarından birinde Oğuz Aral tarafından hazırlanan dörtte bir sayfa boyutunda bir köşe olarak yayına başladı. Daha sonra okuyucunun ilgisi ve talebinin artmasıyla önce yarım sayfa, sonra tam sayfa, e
n son da gazete içinde arkalı önlü yaprak halinde ilave olarak verilmeye başladı. 13 Ağustos 1972’de, Gün gazetesi tarafından verilen ücretsiz ilave bir dergiye dönüştü, bu hızlı büyümenin sonunda 1973’te Haldun Simavi’nin isteğiyle, bağımsız bir dergi oldu. Oğuz Aral'ın mizah yönetmenliğinde yayına başlayan Gırgır eski kuşak çizerlerden kopup kendi çizer kuşağını kendisi yetiştirdi. İlk yıllardaki sloganı; Geçim derdini, can sıkıntısını, aşk yarasını, karı-koca kavgasını şipşak keser. Her derde devadır, gırgır da gırgır idi. Dergi, kendisinden önceki mizah dergilerinin elitist tavrını terkedip, döneminde "sulu mizah" denilerek küçümsenen, argo, cinsellik ve mahalle hayatını işlekten çekinmeyen bir anlayışa sahipti. Bu anlayış doğrultusunda, yayına başladığı ilk yılın sonunda dergi 45 bin satıyordu. 1978'lerde 280 binlere ulaşan Gırgır, 1981-1983 döneminde 500 bine ulaşan tirajıyla Türkiye'de gelmiş geçmiş en çok satan mizah dergisi oldu ve kendinden sonra gelen bütün mizah dergilerinin tarzını belirleyen bir ekol haline geldi. Rus Krokodil ve Amerikan Mad'den sonra dünyanın en çok satan üçüncü dergisi olduğuna dair bilgi ise muhtemelen bir efsaneden ibarettir. Gırgır kadrosu Gırgır'la aynı zamanda, yine Oğuz Aral ve onun kardeşi Tekin Aral yönetiminde Fırt ve Laklak gibi başka dergiler de çıkardılar. Dönem dönem bazı çizerler Gırgır'dan ayrılarak başka dergiler çıkardılar. 1978'de Engin Ergönültaş ve arkadaşları ayrılıp Mikrop'u çıkardılar. Mikrop kısa zaman sonra kapanınca çizerleri tekrar Gırgır'a döndü. 1985'te Tuncay Akgün, Mehmet Çağçağ ve bir grup çizer ayrılıp Limon'u kurdular. Limon daha sonra Leman'a dönüşerek en çok satan dergi oldu. Fakat bu kopmalar, o dönemde Gırgır'a büyük bir zarar vermediler. 1989 ilkbaharında, aralarında dönemin popüler isimlerinden Latif Demirci, Bülent Arabacıoğlu, Hasan Kaçan, Ergün Gündüz, Atilla Atalay, İrfan Sayar ve Abdülkadir Elçioğlu'nun da bulunduğu 20'den fazla Gırgır yazar-çizer dergiden ayrılarak Hıbır adlı yeni bir dergi çıkardı. Aynı yılın kasım ayında Gırgır'ın Simavi ailesi tarafından Gölge Adam lakabıyla tanınan ve aynı isimde bir gazete çıkaran Ertuğrul Akbay'a satılması üzerine, editör Oğuz Aral, yanına hemen hemen bütün çizerleri alıp Gırgır'dan ayrılarak Oğuz Aral'ın Gırgır'daki sevilen tipinden ismini alan Avni dergisini yayımlamaya başladı. Bu olay sonrasında tüm kadrosu değişen Gırgır, aynı ismi taşısa da bambaşka bir dergiye dönüştü. Tirajı kısa zamanda çok düştü. Pek çok çizer bu yeni Gırgır'da çalışıp şanslarını deneyip ayrıldılar. Dergi 90'ların ortalarından itibaren kendi kadrosunu oluşturduysa da eski Gırgır'la alakası kalmadı. İsim hakkı gibi sebeplerden dolayı 1993'te kapanıp yeniden çıktı ise de bu yeni Gırgır da aslında Ertuğrul Akbay'ın 1989'dan sonraki Gırgır'ıdır. 16 Mayıs 2015 tarihinden itibaren artık "Sözcü" gazetesi ile bedava verilmektedir. 2017 şubat ayı içerisinde yayımladığı son sayısında Musa ile ilgili Seyfi Şahin'in çizdiği karikatürden dolayı 17 Şubat 2017 tarihinde yayıncı kuruluş tarafından basımı durdurulmuş ve çalışanların iş akdine son verilmiştir. Son otuz yılın, özellikle 80 ve 90 kuşağının önemli karikatüristlerinin pek çoğu Oğuz Aral'ın Gırgır'ında yetişti. Alak Suresi Alak suresi (Arapça: سورة العلق) Kur'an'ın 96. suresidir. Mekke'de inen sure 19 ayetten oluşur. İnananlar için son ayetinde tilavet secdesi yapılması gerekmektedir. Sureye ismini veren ayetler şöyledir: Alak kan pıhtısı anlamındadır. Türkçede alaka olarak kullanılan kelime de aynı kökten gelir ve bağlantı, ilgi gibi anlamlarda kullanılır. Muallak kelimesi de aynı kökten türetilen ve asılmış anlamında bir kelimedir. Kelimeye tıbbın gelişmesi ile birlikte embriyo, veya embriyonun rahim duvarına tutunması ile bağlantılı olarak verilen yeni anlamlara göre tefsir ve meallerde alak embriyo veya "asılıp tutulan şey" anlamlarında da kullanılır olmuştur. Rıza Külegeç Rıza Külegeç, Kaligraf, Avanak Avni karakteri için Oğuz Aral'a, Bezgin Bekir karakteri için Tuncay Akgün'e esin kaynağı olmuş karikatür-adam. On altı yaşındayken ofisboy olarak Gırgır dergisinde çalışmaya başlamış, balon çizeri olarak çalışmayı sürdürmüştür. Bir süre tiyatroculuk yaptı ve reklam filmlerinde oynadı. Gırgır'a gidişini ve "Avni" tiplemesinin doğuşunu şöyle anlatır: "16 yaşındaydım ve lise öğrencisiydim, derslerim de pek iyi değildi. O dönemlerde çocukların yaz tatillerinde çalışması gibi bir adet vardı. Ev sahibimiz gazeteci "Ergin Konuksever" o zamanlar Günaydın gazetesinde çalışıyordu. Beni aldı Cağaloğlu'na götürdü ve Oğuz Aral'ın yanına bıraktı. Gırgır henüz dergi olmamıştı. Günaydın gazetesinin bir sayfasında yayımlanıyordu. Bir yıl sonra dergi formatında çıkmaya başladı. Serde gençlik var. Ergenlik ve başında kavak yelleri esiyor halimi yaşıyorum. O dönemde bütün avanaklıklarımız da ortada duruyordu. Oğuz Aral'ın zekâsı bunu yakaladı ve 'Avanak Avni' tipi böyle doğdu. Altan Erbulak'ın kızı Ayşe Erbulak ile evliliğinden Dağhan Külegeç dünyaya gelmiştir. PHP-Nuke PHP-Nuke, David Norman tarafından yazılıp Francisco Burzi tarafından geliştirilen, web tabanlı bir içerik yönetim sistemidir. Çalışması için sunucuda PHP ve MySQL desteği bulunması gerekir. Sistem tamamen web tabanlı bir kullanıcı arabirimi üzerinden kontrol edilir. PHP-Nuke MySQL dışında mSQL, PostreSQL, PostreSQL_local, ODBC, ODBC_Adabas, Interbase ve Sybase veritabanları ile de çalışır. Ama hız ve PHP ile uyumu açısından MySQL veritabanı tercih edilir. Sistem GNU Genel Kamu Lisansı altında dağıtılan bir özgür yazılımdır. Son süürüm 8.3.2 ücretsiz olarak indirilebilmektedir. PHP-Nuke'un standart klasörleri vardır. Bunlar; admin, language, blocks, modules, includes, images ve themes klasörleridir. 1- admin: Bu klasörün içerisinde links, case, language ve modules klasörleri mevcuttur. Admin klasörü yönetim paneli için gerekli bir paneldir. Yönetim ile ilgili dosyalar burada mevcuttur. links klasörü yönetim menüsünde link oluşmasına yarar. Örneğin links.newsletter.php dosyası yönetim menüsünde Newsletter adında bir link oluşmasını sağlar. language içerisindeki dosyalar ise yönetim menüsü dil dosyalarını içerir. 2- language: Bu klasörün içerisindeki dosyalar sitenin dil dosyalarıdır. Dikkat ederseniz dil dosyaları lang- ile başlar. Bu PHP-Nuke'un standart bir uygulamasıdır. Örneğin Türkçe dilinin dosyası lang-turkish.php, İngilizce dilinin dosyası lang-english.php'dir. Dil dosyaları olmazsa PHP-Nuke hata verir. 3- blocks: Bu klasörün içerisinde site tasarımının solunda, sağında ve ortasında görülen blokların dosyaları mevcuttur. Bütün bloklar siz aktif etmediğiniz sürece görülmez. 4- modules: Bu klasörde sitenin bölümlerini oluşturan klasörler mevcuttur. Her klasör bir bölüm için kullanılır. Örneğin Downloads klasörü Download bölümünün oluşmasını sağlar. 5- includes: Bu klasörde PHP-Nuke'un yukarıda saydığım veritabanları ile çalışması için sql_layer.php dosyası, istatistik için counter.php, sitenizin meta etiketlerini yazabileceğiniz meta.php ve çeşitli amaçlar için yazılmış dosyalar mevcuttur. 6- images: Bu klasörde ise sitenin neredeyse bütün grafikleri saklanır. Örneğin konu grafikleri, yönetim menüsü grafikleri, dil grafikleri, bölümler grafikleri, haberler için gerekli grafikler vb. 7- themes: Bu klasörde sitenin görünümü için gerekli temalar bulunur. Her görünüm ayrı bir klasör içerisinde olur. Temalarla sitenizin görünümünü değiştirebilirsiniz. Böylece siteye yeni bir görünüm kazandırabilirsiniz. 8- db: Bu klasör PHP-Nuke 6.5 ile hayatımıza girdi. Adından da anlaşılacağı gibi veritabanı ile ilgili bazı dosyalar mevcut. Ellenmemesi ve değiştirilmemesi gereken bir klasördür. Blokları, sitenin sol ve sağ tarafında - ve hatta orta alanda - gördüğümüz kutular olarak tanımlayabiliriz. Yani sitenizin sol tarafında gördüğünüz modules başlıklı alan aslında bir bloktur. Blokların içeriğini bloğun dosyası, başka bir siteden veri ya da veritabanına girilmiş bilgiler oluşturur. Bir eklenti bir modüle ilave özellik kazandırabilir, yönetim sayfasına yeni bir özellik ekleyebilir ya da başlı başına PHP-Nuke'a adepte edilmiş bir sistem olabilir... Maymunlar Gezegeni (film) Maymunlar Gezegeni (Özgün adı: "Planet of the Apes"), 2001 yılı ABD yapımı bir kıyamet sonrası bilim kurgu filmi. 1968 yılı ABD yapımı aynı adlı özgün filmin yeniden çevrimidir. Bir uzay seyahatinde kaybolan şempanzesini aramak için yola çıkan ama elektromanyetik bir fırtına içine giren Astronot Leo, (Mark Wahlberg) ana gemi ile irtibatını kaybeder ve zaman içinde bir atlama yaparak bilmediği bir gezegene iniş yapar. Orada maymunlardan kaçan insanlarla karşılaşır ve maymunlar tarafından yakalanır, köle olarak satılmak üzere tutsak edilir. Senatörün kızı Ari (Helena Bonham Carter) tarafından sarışın ilkel kız Daena (Estella Warren) ile birlikte satın alınır. İlk günün akşamında yanına Daena ve ailesini de alarak evden kaçar. Ari ve yakın dostu olan eski General Krull da kaçmalarına yardım eder. Gırgır (süpürge) Gırgır, İzmir'de 1960'lı yıllarda üretilmeye başlanan bir tür mekanik halı süpürgesinin markası ve sonradan alete verilecek addır. Mekanik halı süpürgelerinin ilk üreticisi, toza karşı alerjisi olan Melville R. Bissell'dir. 1876'da üretilen bu alet, kısa sürede yaygınlaşmıştır. İzmirli sanayici, Göztepe Kulübü’nün eski başkanlarından Tacettin Hiçyılmaz da, bu mekanik halı süpürgesini Türkiye'de ilk kez seri olarak üretmiş ve "Gırgır" adını da kendisi koymuştu. Türkiye'de milyonlarca eve giren bu aletin üretimine son yıllarda son verilmişti. Bir döneme damgasını vuran "Gırgır"ın sahibi Hiçyılmaz 24 Temmuz 2013'te ölmüştür. 1960'lı yıllarda çalı süpürgesinin yerine geçen büyük bir yenilik olduğu için "GırGır" firmanın patentli markası olan "GırGır", bu tür süpürgelere verilen genel bir isim olmuştur ve sözlüğe girmiştir. ""GırGır giren eve dırdır girmez"", firmanın o yıllarda kullandığı bir reklam sloganıdır. Banks çamı Banks çamı ("Pinus banksiana"), çamgiller (Pinaceae) familyasından ana
vatanı Kuzey Amerika Kanada’nın batısı, Kayalık Dağları ve Birleşik Devletler olan bir çam türü. Büyük bir ağaç değildir, 9-22 m’ ye kadar boy yapar. Bazen çalı formundadır. Bu çam türü kumlu topraklarda veya kayalık yerlerde görülür. Kozalaklar uzun yıllar kapalı kalır. İğne yapraklar ikili, sarımsı yeşil ve 2–4 cm uzunluğundadır. Kozalaklar 3–5 cm uzunluğunda, küçükçedir. Piknik (çizgi roman) Piknik, karikatürist Piyale Madra'nın 1982 yılında yarattığı kedi çizgi kahramandır. Piknik çizgi bantları, 1982'de Milliyet gazetesinde başladı; 10 yıl boyunca Cumhuriyet gazetesinde yayınlandı. 1992 yılında Türkçe ve İngilizce olarak kitaplaştı. Yayın hakları İspanyol televizyonu Canal Metro tarafından satın alındı. Derviş Pasin yönetiminde çizgi film olarak hazırkandı ve TRT'de yayımlandı. Halep çamı Halep çamı ("Pinus halepensis"), Pinaceae (çamgiller) familyasından Akdeniz bölgesine özgü bir çam türü. Fas ve İspanya, güney ve kuzey Fransa, İtalya ve Hırvatistan, batıda Yunanistan, Kuzey Libya ve güney Türkiye'de yayılış gösterir. Genellikle deniz seviyesinden 200 m yüksekliğe kadar çıkmaktadır. Fakat güney İspanya'da 1000, Fas'ta ise 1700 m'ye kadar çıktığı görülür. Orta büyüklükte bir ağaçtır, 15–25 m'ye kadar boy yapar. Sürgünler grimsi-beyazdır, bu özelliği ile kızılçamdan kolayca ayrılır. Kabuk portakal kırmızısı renginde ve kalındır. İğne yapraklar ince 6–10 cm uzunluğunda sarımsı yeşildir. Kozalaklar dar konik 5–10 cm uzunluğunda gençken kapalıdır. Kozalaklar ilk zamanlarda yeşil, 24 ay sonra kırmızımsı-kahverengiye dönüşür. Tohumlar 5–6 mm uzunluğunda kanatlıdır. Halep çamı, Kanarya çamı ("Pinus canariensis"), kızılçam ("Pinus brutia") ve sahil çamı ("Pinus pinaster") ile karışık bükler oluşturur. Bazı uzmanlar tarafından kızılçam'ın bir alt türü kabul edilir. Türkiye'nin güney kısımlarında özellikle Adana'da kızılçam ile birlikte görülür. Güneybatı Anadolu'da Milas-Bodrum arası Güvercinlik körfezinde saf ya da kızılçamla karışık meşçereler oluşturmaktadır. Semih Balcıoğlu Semih Balcıoğlu, (1928, İstanbul – 27 Ekim 2006, İstanbul). Türk karikatürist. Işık Lisesi'ni ve Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nin grafik bölümünü bitirdi. İlk karikatürünü 1943 yılında Akbaba Dergisi'ndeki Genç Fırçalar bölümünde yayınladı, o günden sonra karikatürü hiç bırakmadı. Amcabey, Akşam, Dünya, Hürriyet ve Tercüman, Politika, Yeni Yüzyıl gazetelerinde çalıştı. Çarşaf ve Çivi dergilerini yönetti. Meslek hayatı boyunca 49 ödül kazandı ve Gabrova Mizah Evi'nin yaptığı oylama sonucu dünyanın en iyi 106 çizerinden birisi seçildi. Türkiye’de üç boyutlu ilk karikatürü gerçekleştirdi. 67 kişisel sergi açtı. Eserleri Tolentino, Gabrovo, Basel ve Varşova'daki karikatür müzelerinde yer alır. 19 kitap yayımlamıştır. 1969'da iki arkadaşıyla beraber Karikatürcüler Derneği'ni kurdu ve 7 dönem derneğin başkanlığını yaptıktan sonra 1996'da derneğin onursal başkanı seçildi. 1973-1979 arasında Türkiye Gazeteciler Sendikası'nın başkanlığında bulundu. Karikatürlerini 60 kişisel sergide sergiledi, 19 karikatür kitabı yayımlandı. "Güle Güle İstanbul" adlı eseri, İtalya'da "Karikatür Kitapları Yarışması"nda birincilik kazandı. "Kapadokya" adlı karikatür kitabı nedeniyle adı Ürgüp'te bir parka verildi. Ürgüp'te düzenlenen karikatür yarışmasının gelenekselleşmesini sağladı. 1998 yılında Kültür Bakanlığı'nca verilen Devlet Sanatçısı unvanını almıştır; 15 Ocak 2002'de Mimar Sinan Üniversitesi tarafından verilen onursal doktora unvanını aldı. Basın Şeref Kartı sahibi, evli ve bir çocuk babası idi. 27 Ekim 2006 günü geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Cenazesi İstanbul'daki Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedilmiştir. Antioksidan Antioksidan veya yükseltgeme önleyici, yağların oksidasyonunu yavaşlatan madde. Canlılarda, kimyasal süreçler (prosesler), özellikle oksitlenme, serbest radikallerin oluşmasına neden olur. Yüksek derecede reaktif olan serbest radikaller farklı moleküller ile kolayca reaksiyona girebilir ve böylece hücrelere, canlıya zarar verebilir. Antioksidanlar serbest radikallerle reaksiyona girerek (onlarla bağ kurarak) hücrelere zarar vermelerini önler. Bu özellikleriyle hücrelerin anormalleşme ve sonuç olarak tümör oluşturma risklerini azalttıkları gibi, hücre yıkımını da azalttıkları için, daha sağlıklı ve yaşlılık etkilerinin minimum olduğu bir hayat yaşama şansını yükseltir. Sentetik antioksidanların gıdalardaki kullanımı 1940'lı yıllarda BHA ve gallik asidin esterlerinin oksidasyonu önlediklerinin anlaşılmasıyla başlamıştır. Demir ve bakır gibi geçiş metallerinin zararlı etkileri sitrik asit (CA), etilendiamintetraasetikasit (EDTA) veya onların türevlerine metal deaktivatör veya şelat ajanı olarak etki ettikleri ondan sonra bulunmuştur. 1954'te ABD'de BHT'nin gıdalarda kullanılmasına müsaade edilmiştir. Tersiyer bütil hidrokinon (TBHQ) 1972'de ticari ölçüde kullanılmaya başlamıştır. Sentetik antioksidanların muhtemel karsinojenik etkileri büyüyen bir tepkiye neden olmaktadır. Böylece Japonya ve çok sayıdaki diğer ülke BHA'nın gıdalarda kullanılmasına izin vermemektedir. TBHQ'nun da Kanada, Japonya ve Avrupa ülkelerinde kullanımına izin verilmemektedir. Bu yüzden sentetik antioksidanların yerine doğal antioksidanların kullanımı için genel bir istek mevcuttur. Antioksidan özelliği keşfedilen birçok farklı madde vardır. Bu maddelerin bir kısmını diyetimizde (özellikle bitkilerden) alırken, bir kısmını vücut kendisi, serbest radikallere karşı bir savunma sistemi olarak üretir. Vücudun serbest radikallere karşı savunma olarak ürettiği antioksidanlar; katalaz, glutatyon peroksidaz, ve SOD (superoksit dismutaz) gibi enzimlerdir. Vücuda doğal besinlerden alınan antioksidanların dışında, son yıllarda bir antioksidan ihtiva eden çok diyet takviye ürünü ve krem çıkmıştır. Her ne kadar şu ana kadar ciddi yan etkiler, olumsuz sonuçlar veya toksisiteler görülmemiş olsa da uzun dönemde bu tür diyet takviye ürünleri ve kremlerin nasıl sonuçlar veya yan etkiler doğurabileceği kesin değildir. Şu da unutulmamalıdır ki, antioksidanlar kanser ve yaşlılık etkilerinin risklerini azaltmakta önemli de olsalar, "sihirli iksir" değildirler. Antioksidan, oksit giderici her türlü kimyasal maddeye verilen addır, sadece biyolojik sistemlerde kullanılmazlar. Kimyasal işlemlerde ve endüstride kullanılan birçok farklı antioksidan vardır. Belirli bir bileşik, bileşiklerin karışımı veya böyle bileşikleri içeren doğal kaynaklı antioksidanların aktivitesi serbest radikalleri tutabilme, onları bozundurabilme veya singlet oksijeni yakalayabilme kabiliyetlerine veya öteki bileşikleri sinerjist veya metal şelatlar olarak etkilemelerine bağlıdır. Doğal kaynaklı antioksidanlar çok defa çok sayıdaki bileşiğin kombinasyonu olarak bir arada bulunur. Böylece doğal kaynaklı antioksidanların elde edildiği kaynağa bağlı olarak etki şekilleri değişik olabilir ve çok sayıda mekanizma iştirak edebilir. Birçok gıdada ürünü oluşturan bileşikler ile havanın oksijenleri arasında kendiliğinden ortaya çıkan ve otoksidasyon adı verilen tepkimeler oluşur. Her zaman az ya da çok hissedilebilir kalite düşmelerine neden olan bu tür tepkimeler gıda endüstrisi açısından istenmeyen olaylardır. Burada sözü edilen kalite düşmesi renk, koku ve tatta meydana gelen değişmeler ile bazı besin öğelerindeki parçalanmalar ve hatta toksik bileşik oluşturması biçiminde ortaya çıkmaktadır. Yağ ve yağlı gıdalardaki otoksidasyon olayı, hem beslenme fizyolojisi açısından hem de teknolojik-ekonomik açıdan büyük önem taşımaktadır. Otoksidasyonun fiziksel ve teknolojik yöntemlerle önlenemediği durumlarda antioksidan ve sinerjistler kullanılmaktadır. Sinerjistler antioksidan etkisini arttıran maddelerdir. Antioksidan grubu katkı maddeleri, sanayide bitkisel ve hayvansal yağ içeren maddelerin üretimi, depolanması, taşınması ve pazarlanması sırasında meydana gelecek otoksidasyondan kaynaklanan zararları önlemede en önemli katkı maddeleridir. Antioksidanlar gıdalarda meydana gelebilecek bozulma ve acımayı da engeller. Bunların önemli özellikleri, ortamda pek az miktarda, binde ve hatta on binde bir oranında bile bulunsalar etkin olmalarıdır. Yağlarda doğal olarak bazı antioksidanlar bulunduğu gibi, yapay olarak elde edilen belirli maddeler de bu işi görür. Doğal antioksidanların en fazla dağılmış ve en iyi bilinenleri tokoferollerdir. En çok kullanılan yapay antioksidanlar ise fenollü olanlardır. Antioksidanlar, diğer stabilizatörler gibi düşük kaliteli gıda maddesinin kalitesini arttırmaz ve gıdalara herhangi bir yabancı tat ve koku vermez. Ancak bu maddeler, iyi kalitede ham madde, uygun bir imalat tekniği, elverişli ambalajlama ve depolama yöntemleri ile birlikte kullanıldığı ürünün kalitesini korur. Bu maddeler ayrıca, gıdalardaki oksidasyon sorunlarını da ortadan kaldırır. Yağların acılaşmasının bir süre önüne geçen antioksidanlardan başka, yağ bulunmayan besin maddelerinde renk ve kokuları koruyan maddeler de bilinmektedir. Buna karşılık antioksidan özelliği yüksek fakat zehirleyici oluşlarından besin maddelerinde kullanılmayan antioksidanlar da vardır. Bir antioksidanın, besin maddelerinde kullanılmadan önce, sağlığa zararı olmadığı kesin olarak saptanmış olmalıdır. Ayrıca kullanılan antioksidanın adı ve miktarı besin maddesinin etiketinde yazılı olmalıdır. İyi bir antioksidan aşağıdaki özellikleri taşımalıdır: Gıdalardaki oksidasyonu inhibe eden doğal olarak oluşan maddelerin orjinleri bitki esaslı ingredientlerdir. Belki de kimyasal değişmeler sonucunda üretilir (örneğin Maillard reaksiyonunun ürünleridir) veya gıda olmayan ingredientlerden ekstrakte edilir. Tavuk gibi hayvanların kaslarında kelat ve serbest radikalleri tutma özelliğine sahip olan bir dipeptit olan carnosine gibi doğal antioksidanları ihmal etmemek gerekir. En aktif antioksidanlar fenolik ve polifenolik bileşiklerdir. Gıdalarda bulunan fenolik bileşikler fenilpropanoid sınıfı bileşiklerine aittir ve sinnamik asitten türer. Bu bileşikler fenilalanin ve daha az oranda (bazı bitkilerde) tirosinden
fenilalanin liaz ve tirosin liazın etkisiyle oluşur. C-C bileşiklerinin malonil koenzim A ile etkileşmesi chalconların oluşmasına götürür ki akabinde asidik ortamda halka meydana gelmesi ile flavonoidler ve isoflavonoidler meydana gelir. Tokoferoller, karotenoidler ve vitamin C de bitkilerde olduğu kadar hayvansal dokularda geniş çapta bulunan öteki grup bileşiklerdir. Gıdalardaki antioksidanların rolleri oksidasyonu geciktirmek veya kontrol etmektir. Oksidasyon prosesi ve gıdalarda acılaşmanın gelişmesi serbest radikal zinciri mekanizmasına göre başlangıç, tetikleme ve sonlanma adımlarından müteşekkildir. Başlangıç adımında radikaller üretilir ve tetikleme adımında doymamış yağ asitlerinden en az enerji isteyen yerlerden allilik veya diallilik durumdaki hidrojeni çekerek reaksiyona girer. Tetikleme safhasındaki reaksiyonlar zincirleme şeklinde sonlanma reaksiyonlarına kadar devam eder. Otoksidasyona ilaveten gıdalardaki lipitlerin kalitesi fotooksidatif şartlar altında, lipoksijenazın kolaylaştırdığı prosesler sayesinde veya termal şartlarda (besinlerin kızartılmaları esnasında) zarara uğrar (bozunur). Gıdaların oksidasyonu sonucu oluşan besinlerin çoğu oluşma şartlarına bağlı olmaksızın tabiatıyla birbirine benzerdir. Bu yüzden bütün oksidasyon prosesleri gıda lipitlerinin bozunmaması ve istenmeyen tat ve kokunun oluşmaması için kontrol edilmelidir. Farklı antioksidanların değişik oksidasyon şartları altında değişik lipid sistemlerindeki aktiviteleri üzerinde çok sayıda araştırma yapılmıştır. Porter, yüzeyi miktarına göre düşük (kütle yağ) gıda sistemlerinde PG, TBHQ ve Trolox C gibi yüksek hidrofilik-lipofilik balanslı (HLB) polar antioksidanların BHA, BHT ve tokoferoller gibi lipofilik antioksidanlardan daha etkili olduklarını ileri sürmüştür. Aksine yüzey alanının hacme oranı yüksek gıdalarda (yağın sudaki emülsiyonları gib) düşük HLB'li lipofilik antioksidanlar yüksek etkilidir. Trolox C (6-hidroksi-2,5,7,8-tetrametilkroman-2-karboksilikasid)'nin antioksidan aktivitesi α-tokoferole göre kütle halindeki yağlar için daha iyiyken, yağ-su sistemlerinde bu ikincisi daha iyidir. Hem epidemiolojik hem de klinik çalışmalar tahıl, meyve ve sebzelerdeki fenolik antioksidanların soya fasulyesi gibi belirli gıdalarca zengin diyetlerle beslenenlerde görüldüğü gibi dejeneratif ve kronik hastalıkların şiddetini azalttıklarına dair deliller bulmuştur. Birçok gıdalarda bulunan doğal antioksidanlar komposite gıdalarda stabilizatör olarak kullanılabildikleri gibi ekstakte edilerek diğer gıdalara da katılabilir. Örneğin yulaf ve amaranth yağı tokoferoller ve squalen gibi antioksidanları yüksek miktarlarda içerir. Bu yağlar belirli öteki yağlara ilave edilerek onları stabilize eder. Çay, rosemary ve adaçayı çeşitli gıdalarda oksidasyonu kontrol etmek amacı ile kullanılabilir. Karışık tokoferoller kadar tokoferollerin lesitin ve askorbik asit ile kombinasyonları büyük miktarlardaki yağların, emülsiyonların ve öteki ürünlerin oksidasyonlarını geciktirmek amacıyla kullanılabilir. Baharat ve otlar, çok eski zamanlardan beri lezzet artırıcı maddeler olarak kullanılmasına rağmen antioksidan aktiviteleri ilk defa 1943'te Dubois ve Tressler tarafından açıklanmıştır. Çay, polifenolleri yüksek miktarda içeren ender maddelerden biridir. Yeşil çay yaprakları kuru bazda %36 oranında polifenolleri içermektedir. Kateşin ve epigallokateşin yeşil çayda çok bulunan polifenollerdir. Mekke Mekke ya da Mekke-i Mükerreme (Arapça: مكة veya المكة المكرمة), bugünkü Suudi Arabistan'nın tarihi Hicaz'ında Mekke Bölgesi'nin yönetim merkezi olan şehir. Mekke, Arap Yarımadası'nın batısında bulunan eski Hicaz bölgesinde ve Kızıldeniz'in doğusunda yer alır. İslâm dinininde önemli yeri olan kutsal bir şehirdir. Zira İslâm dininin peygamberi Muhammed burada doğmuştur. İslâm'ın kutsal kitabı Kur'an-ı Kerim'in burada indirilmeye başlandığına inanılır. Beytullah denilen Kâbe de yine bu şehirde yer almaktadır. Kur'an'da 'şehirlerin anası' "(ummu'l kur'a)" sıfatıyla anılır. Günümüzde ise her yıl milyonlarca Müslüman tarafından ziyaret edilen kent Riyad ve Cidde'den sonra ülkenin 3. büyük kentidir. Mekke'nin bilinen en eski ismi Bekke'dir. Bazı kaynaklar Mekke'nin, hem şehir hem de Kabe'yi karşılayan bir isim olduğunu belirtirken, diğer bazı kaynaklar da Mekke'nin, Harem'in tamamını kapsayan kısmına dendiğini; Bekke'nin ise bu mescidin ayrı bir ismi olduğunu belirtmişlerdir. Dilbilimciler ise Mekke ile Bekke'nin aynı şeyi ifade ettiğini kabul etmektedirler. Mekke ve Bekke, Babil dilinde 'ev' anlamında olup, Amelikalılar tarafından bu yerin ismi olarak kullanılmıştır. Batlamyus ise Mekke'ye Macorabba demiştir. Mekke şehri, geçmişi MÖ 2000'li yıllara kadar uzanan eski bir şehirdir. Her ne kadar kutsallığının Muhammed peygamberin burada doğmuş olmasından kaynaklandığı sanılsa da asıl kutsallığı İbrahim peygambere dayanmaktadır. İslâm kaynaklarına göre, İbrahim'in ikinci eşi Hacer'den İsmail adında bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Fakat ilk eşi Sare bu durumu kabullenemez ve Hacer ile İsmail'i yanından uzaklaştırmasını ister. İbrahim ikisini alarak Allah'ın kendisine bildirmesiyle bugün Mekke'nin bulunduğu alana getirir. Onları buraya bırakır ve geri döner. Çorak ve ıssız bir vadide yalnız kalan anne ve oğlu buraya yerleşir. Zamanla ticaret için bu bölgeden geçen Arap kabilesi Cürhümiler, Hacer'in açtığı Zemzem adı verilen su kaynağının yaşanılır hale getirdiği bu yere yerleşerek şehrin ilk sakinleri olurlar. İbrahim daha sonra tekrar buraya gelir ve Allah'ın bildirmesiyle oğlu İsmail'le Kabe'yi inşa eder. Bu zamandan itibaren Kabe bir hac yeri olarak belirlenir ve İbrahim peygambere inananlarla Arap kabilelerin ibadet merkezi olur. Yüzyıllarca bir hac merkezi olarak kalan Mekke zamanla büyüdü ve Arap Yarımadası'nın önemli bir ticaret şehri haline geldi. İsmailin soyundan gelen ve şehrin en soylu ailesi olan Kureyşoğulları'na mensup olan Muhammed 571'de burada doğmuştur. İslâm dinine göre 40 yaşına kadar burada yaşadıktan sonra Mekke yakınlarındaki Hira Mağarası'nda Kur'an kendisine indirilmeye başlanmış ve en son ilahi dini bu şehirde açıklamıştır. Yeni dini kabul etmeyen Mekkelilerle ve özellikle şehrin ileri gelenleri ile büyük mücadelelerde bulunmuş, Mekke'de yaşam imkanı kalmayınca da Medine şehrine göç etmiştir. "(Bknz: Hicret)" Uzun yıllar Medine'de yaşadıktan sonra, artık güçlenen Müslümanlarla tekrar buraya gelmiş, 630 yılında ise şehri savaşmadan almıştır. Burada hac ibadetini yerine getirmiş, veda hutbesini okumuş, Mekke'de kalmayarak aynı yıl Medine'ye dönmüştür. ("Bknz: Mekke'nin fethi)" Mekke, halifeler dönemi'nde siyasi yönden sakin bir devir yaşadı. Bu dönemde su baskınlarına uğrayan Kabe için halifeler Ömer ve Osman zamanında çalışmalar yapılarak şehrin yüksek kesimlerine setler inşa edildi. Emeviler devrinde şehrin imarına hız verilmiştir. Bu dönemde selleri kontrol altına alıp yönünü değiştirmek için büyük kanallar kazılmıştı. Ayrıca, halife Ömer tarafından başlatılıp I. Velid zamanına kadar devam eden istimlaklar ile Kabe'nin çevresindeki saha büyütüldü. Muaviye, kuyular açtırıp suların toplanması için bentler yaptırmış, kurduğu sulama sistemi ile tarıma elverişli sahalar oluşturmaya çalışmıştı. Yine Emeviler devrinin I. Velid zamanında Mescid-i Haram'ın projesi hazırlandı. Bu proje için Suriye ve Mısır'dan mimarlar getirtilerek günümüzde dünyanın en büyük camisinin inşasına başlandı. Mekke, Emevîler zamanında bazı siyasi olaylar nedeniyle saldırılara uğramıştır. Yezid'in haksız bir şekilde halifeliğe getirilmesini kabul etmeyen Abdullah ibn Zübeyr mücadelesini Mekke'den yürütüyordu. Bu durum, Suriye ordusunun Hicaz'a gönderilmesine ve Mekke'nin kuşatma altına alınmasına sebep olmuştu. Abdullah İbn Zübeyr bu orduyu mağlup etmiş ve komutanlarının çoğunu da esir almıştı. Daha sonra Mekke'yi tekrar kuşatan Yezid'in ordusu, onun ölüm haberi üzerine kuşatmayı kaldırmıştı. Mekke'de halifeliğini ilan eden Zübeyr'e Hicaz bölgesinin tamamı, Irak ve Horasan bölgeleri de biat etmişlerdi. Abdülmelik bin Mervan, Emevîler'in yönetimini eline aldıktan hemen sonra, Haccac komutasında bir orduyu Mekke üzerine gönderdi. Zalimiğiyle bilinen Haccac'ın kuşatmasına altı ay direnen Mekke, Abdullah bin Zübeyr'in ölümüyle düşmüştür. 747'de Yemen'den gelen Hariciler Mekke'yi işgal etmişler; 750'deki Abbasî darbesi ile Mekke hilâfet ile birlikte Abbasîler'in eline geçmişti. Abbasiler döneminde (750-961) Mekke'nin idaresi hanedana mensup kimselerin elinde kalmıştır. Harun Reşid, Mekke için büyük harcamalar yapmıştı. Ayrıca onun dokuz defa Hac maksadıyla Mekke'ye gitmiş olduğu bilinmektedir. Me'mun devrine gelindiğinde, ortaya çıkan mecburiyet neticesinde, Mekke'nin idaresi Halife Ali soyuna devredildi. Me'mun'un ölümünden sonra Abbasîlerin çöküşü başlamış ve ülke bir anarşi ortamına sürüklenmişti. Otoriteden yoksun kalan kutsal topraklar sık sık kanlı çatışmalara sahne oldu. Karmatîler fırkasının terör havası estirdiği dönemde Mekke zorlu günler yaşadı. 916 yılından sonra Hac kervanlarının yolunu kapayan Karmatiler, Mekke'ye düzenledikleri bir baskında çok sayıda insanı katlettiler ve Hacerü'l-Esved'i sökerek Bahreyn'e götürdüler (M. 930). Sünnî İslâm'a karşı açtıkları savaşın başarısızlıkla neticeleneceğini gören Karmatîler, Haceru'l-Esved'i geri getirdiler. Mısır'da Fatimîler devletinin kurulmasından sonra, halife Ali soyundan gelenlerin Hicaz bölgesindeki etkinlikleri arttı. Bu dönemden sonra Mekke idaresi, şerif olarak adlandırılan Ali'nin oğlu Hasan soyundan gelen kimselerin elinde kaldı. Şerifliğin kurulması ile Mekke, nispeten bağımsız bir hayat yaşamaya başlamıştı. 994-1039 yılları arasında şeriflik makamında bulunan Ebu'l-Futuh bir halife gibi hareket etmeye başlamıştı. Şeriflerin idaresinde Mekke önemli bir ilerleme göstererek Medine'yi geride bırakmıştır. Bu arada Fatimîlerin ve Yemen meliklerinin Mekke'ye baskı yaptıkları görülmektedir. Mısır'ın 1517'de Yavuz Sultan Selim tarafından ele geçirilmesinden sonra Hicaz bölgesi Osmanlı hakimiy
etine girdi. Osmanlılar, şehrin kutsiyetine ve şeriflerin halife Ali soyuna dayanmasından kentin idaresinde bir değişiklik yapmadılar ve kent şeriflerce yönetilmeye devam etti. Onlar, bu dönemde sahip oldukları toprakları Mekke merkez olmak üzere, kuzeyde Hayber'e, Güneyde Hali'ye, doğuda ise Necd bölgesine kadar genişletmişlerdi. Osmanlı hakimiyeti döneminde Mekke, manevi bakımdan sahip olduğu merkezîlik konumundan dolayı sürekli hizmet ve saygı görmüştür. Buğday ihtiyacının karşılanması için Mısır sürekli bir kaynak kabul edilmişti. Ayrıca bilim kurumları ve dini binalar için büyük harcamalar yapıldı. IV. Murad zamanında hacda çıkardıkları karışıklıklar sebebiyle Şiiler'in hacca gelmeleri yasaklanmıştı. Bu durum Sünni-Şii çatışmalarının Mekke'ye kadar bir yaygınlık kazanması neticesini doğurdu. Ancak, Osmanlı valisinin bu emri uygulama isteğine karşılık, Mekke şeriflerinin bu uygulamalara yanaşmak istemedikleri görülmektedir. Mekke, Vahhabiler'in ortaya çıkışlarına kadar, Zâvi Zayd, Zâvi Berekât ve Zâvi Mesud gibi şeriflerin bitmeyen mücadelelerine sahne oldu. Necd bölgesinde güçlenen Vahhabiler, 1800'lerden sonra Mekke'yi sıkıştırmaya başlamışlardı. Vahhabiler ilk önce Taif'e saldırmışlardı. Osmanlı valisi Galip Efendi, Vahhabi tehlikesini yok etmek için çareler aradıysa da bunda başarılı olamadı. 1803'de, Emir Mesud komutasındaki Vahhabiler Mekke'yi ele geçirdiler. Medine'de yaptıkları gibi, itikadi yapılarından kaynaklanan bir takım aşırılıklara giriştiler. Galip Efendi, Cidde'ye doğru çekilmek zorunda kaldı. Cidde'de toparlanan Galip Efendi tekrar Mekke'yi geri almaya muvaffak oldu. Ancak, Vahhabiler'in hâkimiyetini tanımak zorunda kalmıştı. Hicazdaki Osmanlı hâkimiyetini yeniden tesis etmek isteyen II. Mahmud, Mısır valisi Mehmet Ali Paşa'yı bu işle görevlendirdi (1811). 1813 yılında Cidde'ye çıkan Mehmed Ali, Galip Efendi'nin de kendisine yardım etmesi sonucunda Mekke'yi kolayca ele geçirdi. Vahhabiler direnemeyeceklerini anladıklarından şehri boşaltıp gitmişlerdi. Mehmed Ali Paşa, Galip Efendi'nin görevine son vererek yeğeni Yahya bin Sarur'u şerif atadı. Bundan sonra Mehmet Ali'nin şeriflerin işlerine sürekli müdahalede bulunduğu görülmektedir. Şeriflik için yapılan mücadeleler, İstanbul'un da bu işle doğrudan ilgilenmesine yol açmıştı. 1869'da Süveyş kanalı'nın açılması ile İstanbul'un Hicaz bölgesi'yle doğrudan teması mümkün olmuştu. Şerif Hüseyin Osmanlıların, gereksiz bir şekilde I. Dünya Savaşı'na katılmasının peşinden İngilizlerle işbirliğine girerek Mekke'de bağımsızlığını ilan etti. Şerif Hüseyin daha sonra kendisini halife ilan etmişti. Ancak buna kimse iltifat etmemişti. İngilizlerin, menfaatleri gereği, Hüseyin'i terkedip Abdulaziz bin Suud'a destek vermeleri sonucu Hüseyin yalnız kaldı. Onun 1924'de vefatı üzerine yerine geçen oğlu Melik Hüseyin, tutunamayarak önce Akabe'ye, oradan da Kıbrıs'a kaçtı. Mekke'yi rahat bir şekilde ele geçiren İbn Suud, 1926'da Hicaz kralı ilan edildi. Peşinden de Necid ve diğer bölgeler de buna dahil edildi. Mekke, Suudi Arabistan'ın batısında, Kızıldeniz'in 80 km. kadar doğusunda yer alır. Coğrafi olarak ise Yengeç dönencesi'nin güneyinde, 21° 30' enlem ve 40° 20' boylamları arasında bulunmaktadır. Şehir, Taif'in 100 km. batısında, Cidde'nin 80 km. doğusunda ve Medine'nin 400 km. güneyindedir. Mekke'nin 28 Nisan 2010 tarihi itibarıyla resmi nüfusu 1.534.731'dir. Bu nüfusun büyük çoğunluğunu Araplar oluşturmakla beraber özellikle 1950'den sonra petrol gelirlerinin sağladığı refah ile kente özellikle Orta Asya, Güney Asya, Güneydoğu Asya, Orta Doğu ve Afrika'dan işgücü amaçlı göçler olmuştur. Günümüzde özellikle müslüman Güneydoğu Asyalılar ve Afrikalılar kentte hizmet sektörlerinde çalışmaktadır. Mekke'ye gayrimüslimlerin (müslüman olmayanlar) girişine ve şehirde ikametine izin verilmez. Suudi yasalarına göre bu suçtur. Ama pek çok kişi müslüman olduğunu beyan ederek hac ibadetini izlemek için şehre gelir. Mekke, doğu tarafındaki Ebu Kubeys dağı ile batı yönündeki diğer dağlar arasında güneye meyilli dar bir vadide, adı geçen dağın eteğinde bulunmaktadır. Bu vadi bir yay şeklinde aşağılarda Kızıldeniz'e doğru yönelmektedir. Burası Arabistan'ın Tihame ve Necid bölgeleri arasında bir set oluşturan Hicaz dağları'nın iki boğazının kesiştiği noktadır. Kabe ve onu çevreleyen Mescid-i Haram, şehrin ortasında bulunur. Hemen yanında Safa ve Merve tepeleri bulunmaktadır. Bu vadide şehrin kurulduğu kısım "Batın-ı Mekke" olarak adlandırılmakta, Mescid-i Haram'ın bulunduğu çukur yere ise "el-Batha" denilmekteydi. Mekke oldukça kurak ve sıcak bir çöl iklimine sahiptir. Diğer Suudi Arabistan şehirlerinin aksine kışları sıcaklıklar biraz gerilese de yıl boyunca yüksek değerlerde seyreder. Mekke'nin kış aylarında ortalama sıcaklığı gece 17 °C, gündüz 25 °C'dir. Yaz sıcaklıkları ise ortalama 40 °C ila 45 °C derece arasındadır. Yağmur genellikle Kasım ve Ocak aylarında küçük miktarlarda yağar. Mekkenin dolayısıyla Necd ve Hicaz bölgelerinin ekonomisi yıllık hac ve umre ibadetlerine bağımlıdır. Kentin ekonomisinin çoğunluğunu hizmet sektörleri oluşturmaktadır. Çünkü Mekke'nin iklimi ve toprak yapısı tarım ve hayvancılığa uygun değildir. Hac gelirlerini ise hacılardan alınan vergiler ve onların Mekke'de yaptığı harcamalar oluşturur. Örneğin, ülkenin milli havayolu şirketi Suudi Arabistan Havayolları gelirinin sadece % 12'sini hac faaliyetlerinden kazanır. Kentte hacıların transfer ve konaklama hizmetlerini yürüten pek çok firma bulunur. Şehirdeki diğer ekonomik faaliyetler genellikle petrol ihracatına dayalıdır. Mekke'de faaliyet gösteren az sayıdaki sanayi kuruluşu tekstil, mobilya, ve mutfak eşyaları üretimi üzerine çalışır. Şehir her yıl dünyanın değişik ülkelerinden milyonlarca hacının ziyaret ettiği büyük bir merkezdir. Bu sebeble havayolu ulaşımı gelişmiştir. Mekke'de havalimanı bulunmaz. Bu sebele tüm havayolu taşımacılığı Cidde'deki Kral Abdulaziz Uluslararası Havalimanı üzerinden yapılır. Şehrin Kızıldenizi kıyısı da olmadığından tüm deniz ulaşımı yine Cidde'deki denizlimanı üzerinden sağlanır. Şehrin çevresindeki diğer şehirlerle karayolu bağlantısı iyidurumdadır. Mekke'nin hava ve deniz yoluyla gelen hacıların ulaşımı için Cidde ile, hacıların diğer bir ziyaret noktası olan Medine ile ve başkent Riyad ile gelişmiş otoyol bağlantıları vardır. 5 hatta toplam 18 km. uzunluğundaki Mekke Metrosu ise 2010'da hizmete girmiştir. Behiç Ak Behiç Ak (d. 1956, Samsun), Türk karikatürist, yazar ve belgesel film yönetmeni. Behiç Ak, Yıldız Üniversitesi ve İTÜ'de mimarlık öğrenimi gördü. 1982’den beri karikatür çizmekte olan Behiç Ak, Cumhuriyet Gazetesi’nde "“Kim Kime Dum Duma”" adlı çizgi bandı çizmektedir. Türkiye ve değişik ülkelerinde sergilenmiş Tiyatro oyunları yazmıştır. Çocuk kitapları Japonya, Kore, Almanya'da yayınlanmaktadır. 2011'den itibaren Çin'de yayınlanmaya başlayacaktır. Birçok çocuk kitabı ilk baskısını Japonya'da yapmıştır. Japonya'nın Gakken, Fukiankan Shoten, Kagyuşa gibi önemli yayınevlerinden kitapları çıkmıştır. Japonya'da en çok kitabı basılan Türk çocuk kitabı yazarıdır. Japon çocukları tarafından ilgi ile karşılanan Gakken yayınlarının çıkardığı "Yoiki no gakhuşu" adlı dergide bir yıl boyunca Mau mio mi adlı seri çizgi hikâyesi yayınlanmıştır. Çocuk kitapları Türkiye, Almanya, Japonya ve Kore'de, karikatür bant kitapları Türkiye ve Almanya'da yayımlanmıştır. Karikatürleri Türkiye’nin birçok kentinin yanı sıra Hollanda, Almanya ve İsviçre'de sergilenmiştir. Behiç Ak´ın Türkçe Almanca, Almanca ingilizce, Almanca Rusça basılan iki dilli kitapları Almanya´daki Anadolu Verlag tarafından yayınlanmıştır. Tiyatro oyunları İstanbul’da Şehir Tiyatroları'nda, Devlet Tiyatroları'nda ve Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosu'nda; ayrıca Ankara, Adana, Gaziantep, İzmir, Sivas, Konya, Stuttgart, New York, Münih, Kıbrıs, Atina, Zürih, Anvers, Amsterdam ve Berlin’de sergilenmiştir. 1994'te çektiği Türk Sinemasında Sansürün Tarihi - Siyahperde adlı belgesel film çalışması aynı yıl Ankara Film Festivali’nde “En İyi Belgesel Film” ödülünü kazanmıştır. 2012 de, Karikatürleri, Yazıları, Oyunları ve çevre ve mimarlık konularındaki tutarlı duruşuyla TMMOB Mimarlar Odası Mimarlığa Katkı Başarı Ödülü ne layık görülmüştür. Selçuk Demirel Selçuk Demirel (d. 18 Mayıs 1954 Artvin) dünya çapında ün kazanmış bir Türk çizer. Çizimleri Türkiye’nin ve Dünya’nın önde gelen gazete ve dergilerinde yayımlanmış, kitap ve albüm kapakları, afişler hazırlayan, çocuk kitaplarına da çizim yapan Demirel yıllardır Paris’te yaşasa da kişisel sergileriyle Türkiye’ye de uğruyor. İlk çizimlerini 1973 yılında Ankara Atatürk Lisesi'sinde öğrenci iken yayımladı. Daha sonra ODTÜ'de mimarlık öğrenimine devam ederken, Mimarlık Dergisi başta olmak üzere dönemin önemli dergi ve gazetelerinde desenlerini yayınlamayı sürdürdü. 1978'de Paris'e yerleşti. Çalışmalarını Paris'ten sürdüren Selçuk Demirel; Cumhuriyet, Yeni Yuzyil, Kitap-lik P, Milliyet gibi Türk yayımları ile, Fransa'dan Le Monde,Le Monde Diplomatique, Le Nouvel Observateur ve ABD'den The Washington Post, The New York Times, The Wall Street Journal, The Boston Globe, Business Week, SellingPower gibi yayın organlarında sürdürdü. Çalışmaları kitap illustrasyonlarından, dergi ve kitap kapaklarına; desen albümlerinden, çocuk kitaplarına, kartpostaldan afişe dek çeşitlilik gösterir. 1974'de Akla Kara 1 adlı ilk sergisini açtı. 1981 yılında yayımlanan ilk çocuk kitabı Karga Karga Gak Dedi'den sonra pek çok çocuk kitabı Türkiye ve Almanya, Fransa, Japonya gibi ülkelerde yayımlanmıştır. Kemal Gökhan Gürses Kemal Gökhan Gürses (d. 1964, İstanbul), Türk karikatürist. Babası, Türk sinemasının en çok film çeken yönetmenlerinden Muharrem Gürses'tir. Atilla Arcan adıyla tanınan komedyen Atilla Gürses'in kardeşidir. Gürses 1976-1978 yılları arasındaki amatörlük döneminin ardından 1978 yılının ilkbaharında Mikrop dergisinde profesyonel çizerliğe başladı. Daha sonra sırasıyla Gırgır, Fırt, Atmaca dergilerinde çizdi. Gençlik ve To
plum dergisinde hem yazarlık, hem çizerlik yaptı. 1984 yılında Cumhuriyet Gazetesi'nde önce siyaset eki çizerliği, ardından 1993’e dek süren bant çizerliği yaptı. Gürses'in Cumhuriyet Gazetesi'nde çizdiği bant,"Ağaç Yaşken Eğilir" adını taşımaktaydı. Bu çalışmalarını kitaplaştırmıştır. Hürriyet Gazetesi için daha sonra TV dizisi de çekilen "Zontelektüel Abdullah" adlı çizgi romanını çizerken, ek iş olarak "Deli" dergisinin kuruculuğunu ve çizerliğini yaptı, Doğan Kardeş’te "Dedem ve Ben" çizgi romanlarını hazırladı. 1997'den itibaren Radikal Gazetesi için "Şu Benim 35 Yaşım" ve "Şu Benim 35 küsür yaşım" adlı çizgi bantlar hazırladı. Bu çizgi bantlarda ilk gençliğini 12 Eylül döneminde yaşamış, daha sonra tüketim toplumunun bir parçası olmuş bireylerin yaşamını anlattı. Aynı gazetede çizdiği" Obezler" çizgi bandı ile "ötekileştirilen" şişmanların hikâyesini, "Histanbul" hikâyesi ile İstanbul kentini çizdi. "Kırkından Sonra" adlı çizgi romanında kadın kahraman Aslı ve hayatına giren kırkını aşmış erkekler yoluyla kadın-erkek ilişkilerini, farklı kuşakların yaşamlarını anlatmıştır. 2005 yılında başlayan "Ayşegül Savaşta" adlı çizgi bandında kadın savaş muhabiri Ayşegül'ün maceraları yoluyla Irak Savaşı'nı ve Lübnan'daki gelişmeleri çizgi yoluyla aktardı. Bu romanı aynı gazetede 2 yıl kadar sürdürdü, 4 yeni hikâye çizdi. Bu onun bu dönemdeki son çizerlik çalışmasını oluşturdu. garajistanbul için yazdığı daha önce Cumhuriyet gazetesinde kısa bir çizgi roman olarak yer almış "histanbul"u bu kez oyunlaştırdı. Bu oyunla 9.Lions Tiyatro Ödülleri'nde "En iyi oyun yazarı" ödülü aldı. Aynı oyun İsmet Küntay Tiyatro Ödülleri'nde Jüri Özel Ödülü'ne ve En İyi Dekor Ödülü'ne değer bulundu. Kısa bir süre Taraf gazetesinde ""Endişeli Modernler"" çizgi bandı yayınladı. Son olarak Postacı Yayınları'ndan Gezi Parkı olayları etrafında gelişen ve kör bir fotoğrafçının hikayesini anlattığı kitabı "Ya Ameliyatlı Yerime Gelseydi" yayınlandı (2013). Kemal Gökhan Gürses kurucusu olduğu Mucizeler Dükkanı reklam ajansında grafik tasarımcılık ve yöneticilik yapmaktadır. Piyale Madra Piyale Madra (d. 1958, Ankara), Türk karikatürist. Ortaöğrenimini Ankara'da tamamladı, 1974'te Fransa'ya giderek eğitimini Grenoble'daki Ecole des Beaux-Arts'da sürdürdü. 1977'de D.G.S.A. Uygulamalı Endüstri Sanatları Yüksekokulu Grafik Bölümü'nü bitirdi. Grafik çalışmalarını 1981'de Stokholm'de sürdürdü. Madra, önce "Piknik" bantlarıyla tanındı. Piknik 1982'de Milliyet'te başladı. Ardından yaklaşık 10 yıl boyunca Cumhuriyet'te yayınlandı. 1992'de ise Türkçe ve İngilizce olarak kitaplaştı. Piyale Madra Ademler ve Havvalar'a 1994'te Yeni Yüzyıl gazetesinde başladı. Gazetenin 1998'de yayın yaşamına son vermesi ile Radikal'e geçen "Ademler ve Havvalar"ın ilk kitabı aynı yıl Yapı Kredi Yayınları'ndan çıktı. "Piknik"ler de "Ademler ve Havvalar" da çizgi film oldular. "Piknik"ler TRT1'de "Ademler ve Havvalar" NTV'de yayınlandı. Piknik yurtdışına da açıldı. Yayın haklarını İspanyol Televizyonu "Canal Metro" satın aldı. Kızı Esme Madra oyunculuk yapmaktadır. Babası Mustafa Gülcügil İçişleri Bakanlığı yapmış ve 2008 yılında vefat etmiştir. Şirk Şirk ( شرك‎) İslam'da Tanrı'ya (İslam inancına göre Allah) ortak kılma anlamına gelen kavramdır. Kur'an'a göre en önemli iman sorunu olan şirk, Allah'a ortak koşmak, bir şeye veya din bilginlerine, şahısa ilahi özellikler atfetmek, Allah adına dinde kanunlar koymak anlamına gelir. Şirk eyleminde bulunanlar "müşrik" olarak isimlendirilir. Kelamcılar (İslam akaid felsefecileri olan) yaratılmış olanların, "Kadir-i Mutlak" olan Allah'ın sıfatlarından gaybı bilme, yaratma, alemde tasarruf etme, hidayete erdirme ve saptırma gibi özelliklerin başka insanlara, tanrılara, melek, cin, şeytan ve sâireye atfını şirk olarak nitelendirirler. Bunun tersi bir kavram olan antropomorfizm ise Allah'a uluhiyete uygun olmayan vasıflar atfedilmesidir. Bu kapsamda kelamcılar Kur'an'da geçen antropomorfik ifadeleri müteşâbihat olarak değerlendirirler. Müteşâbihatın Kur'an'da yer almasının gerekçesi olarak, insanların kullandığı lîsanların, müteşâbih ifâdelerin ötesindeki hakikî anlamları aynen ifâde etmekten âciz olması olarak açıklanır. Kur'an'a göre Allah'a şirk koşmak günahların en büyüğüdür. Kur'an'da bununla ilgili çok âyet vardır. Bunlardan bâzıları: "De ki: 'Allah doğru söyler. Hepiniz İbrahim'in yoluna tertemiz olarak uyun. O, müşriklerden değildi." "Onların çoğu şirk koşmadan Allah'a iman etmezler" "Doğrusu Allah, kendisine ortak koşulmasını asla affetmez. Ondan başkasını ise, dilediği kimseler için bağışlar ve mağfiret buyurur. Her kim Allah'a şirk koşarsa gerçekten pek büyük bir günah ile iftira etmiş olur." "Allah'la birlikte hahamlarını ve râhiplerini de rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih'i de öyle. Oysa kendilerine, tek olan Allah'tan başkasına ibadet etmemeleri emredilmişti. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. O, onların ortak koştukları her şeyden uzaktır." "Oysa yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar olsaydı, yer de gök de bozulup giderdi. Hükümranlığın sahibi olan Allah, onların nitelemelerinden çok yücedir." "Allah asla evlat edinmedi. O’nun yanı sıra hiçbir tanrı da yoktur. Öyle olsaydı her tanrı kendi yarattıklarını yanına alır ve onlardan biri diğerine üstün gelmeye çalışırdı. Allah o müşriklerin isnat ve nitelendirmelerinden münezzehtir." Şirkin çeşitleri konusunda bazı yorumlar yapılmıştır. "Allah da şöyle buyurdu: “İki ilâh edinmeyin. O, ancak bir İlâh’dır; onun için yalnız benden korkun." Ademler ve Havvalar Karikatürist Piyale Madra'nın çizdiği karikatür bandı. Bantta, insanların ilişkilerindeki zayıflıkları karikatürize edilir. 1994'te Yeni Yüzyıl gazetesinde yayımlanmaya başlayan dizi, 1998'de gazete kapanınca Radikal gazetesinde devam etmiştir. Kitap olarak 3 serisi yayınlandığı gibi çizgi filmi de yapılmış ve NTV'de yayımlanmıştır. Selçuk Erdem Selçuk Erdem (d. 1973, Eskişehir), Türk karikatürist. Profesyonel çizerliği 1990'da Limon dergisinde başladı. Leman ve L-manyak dergilerinde sanatı daha da gelişti. Leman dergisinden ayrılarak çizer arkadaşları Erdil Yaşaroğlu, Bahadır Baruter ve Metin Üstündağ ile birlikte haftalık mizah dergisi Penguen'i kurdu. Halen Penguen'de çizmeye, aynı zamanda da derginin editörlüğünü yapmaya devam etmektedir. Kahramanları hayvanlar, yeniçeriler, uzaylılar olan karikatürler çizdi. Kişisel web sitesi, Türkiye'nin en çok ilgi çeken mizah sitelerinden biri oldu. Selçuk Erdem karikatürlerini selçuk erdem karikatürler-1 -2 -3, Unplugged -1 -2 ve selçuk erdem 3 isimli albümlerde toplamıştır. Bahadır Baruter Bahadır Baruter (d. 1963, Ankara), Türk karikatürist ve ressam. Lombak karikatür köşesinin çizeri, L-manyak, Penguen, Lombak dergilerinin kurucularındandır. Yazar Mine Söğüt'ün eşidir. İstanbul Erkek Lisesi'ni bitirdikten sonra devam ettiği İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi'ndeki eğitimini tamamlamadı, Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü'nden mezun oldu. 1990 yılında profesyonel çizerliğe başladığı Pişmiş Kelle Dergisinde üç ay çalıştıktan sonra Limon Dergisine geçti ve Lombak Köşesini çizmeye başladı. Altı aylık bir dönem boyunca aynı zamanda Avni dergisinde de çizen Baruter, Leman'ın kurulmasıyla birlikte bu dergide yaklaşık 12 yıl süresince, Fatih Solmaz ile birlikte hazırladıkları Lombak'ı çizmeye devam etti. Lombak köşesi yayınlanmaya başladığı zamandan itibaren dönemin en beğenilen köşelerinden biri olmuştur. 1996 yılında Leman Dergisi bünyesinde, Selçuk Erdem'le birlikte L-manyak Dergisini çıkardı ve ilk bir yılı Selçuk Erdem ile birlikte olmak üzere yaklaşık 5 yıl süresince bu derginin editörlüğünü yaptı. 1997 yılında Orhan Acar ile birlikte "Komik Şeyler Yayıncılık" isimli şirketi kurdu ve L-Manyak çizerlerinin çizgi romanlarını kitaplaştırmaya başladı. 2001 yılında L-Manyak çizerlerinin büyük bir bölümü ile birlikte Leman bünyesinden ayrılarak Komik Şeyler Yayıncılık bünyesinde L-Manyak'la aynı format ve içerikte, yine Lombak ismini verdiği aylık dergiyi çıkardı. Hemen ardından başlangıçta Lombak'ın eki olan Kemik dergisini bağımsız bir dergi olarak yayınladı. 2002 yılında Leman'dan ayrılan Metin Üstündağ, Erdil Yaşaroğlu ve Selçuk Erdem ile birlikte haftalık Penguen dergisini kurdu. Ortak kurdukları yayınevinden Hayvan edebiyat dergisi ve çizerlerin karikatür albümleri yayınlandı. Satışların düşmesi ve çizerlerin ayrılıp başka dergiler kurmaları sonucunda 2009'a kadar Hayvan, Kemik ve Lombak dergileri kapandı. Baruter hâlen Lombak Köşesini Penguen'de çizmektedir. Penguen dergisinde çizdiği bir karikatürden dolayı "halkın bir kesiminin benimsediği dinî değerleri alenen aşağıladığı" gerekçesiyle 1 yıla kadar hapis istemiyle yargılanılması talep edildi. 2012 yılında "Senin Ailen Bir Yalan Yavrum", 2014 yılında "Evim Güzel Evim" adlı iki sergi açtı. Douglas Hofstadter Douglas Richard Hofstadter, (gen. "Douglas R. Hofstadter", d. 15 Şubat 1945) ABD'li bir bilimadamıdır. Yaygın olarak 1979'da yayınlanan ("Gödel, Escher, Bach: Ebedi Güzel Bağlantı", Türkiye'de "Gödel, Escher, Bach: Bir Ebedi Gökçe Belik" adıyla 2001 yılında yayınlanmıştır) kitabı ile tanınır. 1980 yılında kurgu dışı alanda Pulitzer Ödülünü kazanan bu kitap, binlerce öğrencinin bilgisayar bilimleri ve yapay zekâ konusunda meslekler seçmelerine önayak olmuştur. Nobel Fizik Ödülü sahibi Robert Hofstadter'in oğludur. 1975'te Oregon Universitesi'nden Fizik Doktoru derecesini kazanmıştır. 2005 yılı itibarıyla Bloomington'daki Indiana Üniversitesi'nde (Indiana University at Bloomington, IUB) Bilişsel Bilim öğretim üyesidir. Ayrıca Bilim Tarihi ve Felsefesi, Felsefe, Karşılaştırmalı Edebiyat ve Psikoloji bilim dallarında da bağlantılı profesör olarak görev almaktadır. Burada Kavramlar ve Kavrama Araştırmaları Merkezi'ni yönetmektedir. İsveçce, İtalyanca, İngilizce, Fransızca, Almanca ve bir miktar Rusça bilen Hofstadter, çok dillidir (GEB'in bazı bölümlerini Rusçaya çevirmiştir). Kaybettiği eşi Carol'a adanmış olan kitabı "Le Ton beau de
Marot"'da, kendisini "pi dilli" (3.14159 dilde yetkin) ve ""oligoglot"" (birkaç dili konuşabilen) olarak nitelemektedir. İlgi alanları arasında zihnin temaları, yaratıcılık, bilinç, kendine gönderme yapma, çeviri, ve matematiksel oyunlar yer almaktadır. IUB'da Melanie Mitchell ve diğerleri ile birlikte "üst düzey algılama"ya ilişkin bir bilişsel model (Copycat) ve birkaç farklı analoji oluşturma ve kavrama modeli geliştirmiştir. Copycat projesi sonradan Hofstadter ve bazı asistanları tarafından yürütülmekte olan 'Metacat'a dönüşmüştür. Başlardaki fizik kariyeri haricide, Hofstadter geleneksel akademik yayınlara makaleler vermektense; fikirlerini kendisine daha geniş ifade özgürlüğü verdiğini düşündüğü kitaplarda derlemeyi tercih etmektedir. Bu nedenle bilgisayar bilimleri üzerindeki etkisi dolaylı olmakta, fikirlerinin tetiklemiş olduğu pek çok araştırma projesi genellikle Hofstadter'e formel referanslar taşımamaktadır. Scientific American dergisinde Marting Gardner tarafından hazırlanan Mathematical Games (Matematiksel Oyunlar) sütununu, Gardner'in emekliliğinin ardından, Hofstadter "Metamagical Themas" (Sihir hakkında yapılan sihre dair temalar, "Mathematical Games""in bir anagramı) adıyla devralmıştır. Hofstadter, ayrıca "Bu Kitap Hakkındaki Görüşler" kavramını da ("Metamagical Themas"da ortaya atılan bir fikir olarak) geliştirmiştir: Hofstadter tarafından yayınlanan kitaplar (ISBN'ler (mümkün olduğu durumlarda) İngilizce yayınların ciltsiz baskılarına aittir): Hofstadter'ın pek çok makalesi arasında aşağıdakiler yer almaktadır: Hofstadter önsöz yazarı ya da editör olarak aşağıdaki kitaplara katkıda bulunmuştur: Hofstadter'ın bazı öğrencileri de sonradan tanınan bilim insanları olmuşlardır: Abaküs Abaküs, sayı boncuğu, çörkü veya eski adıyla mihsap, basit toplama ve çarpma işlemleri için kullanılan, aritmetik hesaplamaları yapmaya yardımcı bir alettir. Boncukların sayılması şeklinde çalışır. İlköğretim sınıflarında matematik dersine yardımcı olması amacıyla da kullanılır. MÖ 2400 yıllarında Çin'de geliştirilen abaküs, denizaşırı ticaret yapan tüccarlar sayesinde Girit ve Miken bölgelerinden Avrupa ve Amerika'ya yayılmıştır. Abaküs, hareketli parçalara sahip olduğu bilinen ilk hesap makinesidir. Arap sayılarının ve sıfır kavramının abaküs yardımıyla geliştirilmesi tarih öncelerine gitmekle beraber, halen dünyanın değişik bölgelerinde günlük ticarette ve özellikle okul öncesi çağdaki çocukların matematiksel zekasını geliştirmek amacıyla kullanılmaktadır. Çağdaş hesap makinelerinin ve bilgisayarların atası sayılan hesap aygıtı olan Abaküs'te amaç 4 ana matematiksel işlem olan toplama, çıkarma, çarpma ve bölme yapmaktır. Babilliler'in buluşu olan abaküs, yüzyıllar boyunca ticarette büyük önem taşımıştır. Abaküsün temeli Girit ve Miken'e dayanmakta ve ilk abaküs örneklerinin hemen hepsinde Girit ve Miken süsleme sanatından örnekler de bulumaktadır. Her boncuk ya da metal topçuğun değeri, büyüklüğüne değil konumuna bağlıdır; belirli bir çizgi üstündeki taşın ya da belirli bir tel üstündeki incinin (boncuğun, topçuğun, vb.) değeri 1, iki tanesi birlikte olunca 2 olur. Bundan bir sonraki tel 10, üçüncü sıradaki tel 100 olarak değerlendirilir. Böylece ikisi 1 değerinde ve biri 10 değerinde üç dizi taş 12'yi, 100 değerindeki bir dördüncü topçuk eklenince de 112'yi gösterir. Yani topçuk ya da boncuğun yeri, değerini belirler ve çok büyük sayılar bile birkaç topçu ya da boncukla gösterilebilir. Topçuklar bir yöne kaydırılarak işlem yapılır; elde edilen değeri silmek, yani topçuğu bir sonraki kullanıma hazırlanmak istenirse, tersi yönünde kaydırmak gerekir. Abak, görünüşte basitliğine karşın, toplama makineleri, elektronik hesap makineleri ve bilgisayarların hazırlanmasına katkıda bulunmuştur. En iyi bilinen biçimi (Çinlilerin "hesap tepsisi" anlamına gelen Suan Pan'ı) dikdörtgen bir çerçevenin içine gerilmiş teller üstüne inciler dizilmesiyle oluşturulan abak, başlangıçta toprağın içine açılan sıra sıra oluklara dizilen taşlardan oluşmaktaydı. Eski yunan ve Roma abaküsü dikdörtgen oluklu bir tablet idi. Rönessans öncesi avrupasında ise üzerine oluk yerine çizgiler olan bir tablet idi. Daha sonraları, yuvarlak bilye büyüklüğünde metal top ya da boncukların paralel çubuklar ya da teller üstünde hareket ettikleri biçimi almıştır. Abaküsün italyan ve diğer avrupa tüccarları arasında kullanımdan düşüşü Fibonaccinin büyük eseri Liber Abaci kitabı ve onun daha kısa ve daha popüler versiyonunda, tüccar babasıyla arap şehirlerine yaptığı gezilerde görüp öğrendiği, kâğıt üzerinde hint-arap rakamlarıyla yazılı yapılan aritmetik işlemlerini anlatmasıyla başlamıştır. Abaküsün, daha önce kullanılan yalın 2 el ve 5er parmağın yerini aldığı, onun da başparmak ucunun diğer 4 parmağın 12 eklemine dokunarak onikili sayı sistemindeki işlemlerin yerini aldığı düşünülebilir. Abaküsün bu devralmaya olanak veren üstünlükleri işlemlerin daha büyük sayılarla da yapılabilmesi, el gerektiren bir işlem için ara verildiğinde son sayıyı unutmaması, daha hızlı, ve daha kolay anlaşılır olması idi. Hint-arap rakamlarıyla yazılı yapılan aritmetik işlemlerinin abaküsün yerini almalarına olanak veren üstünlükleri ise şöyle idi: abaküs işlemlerinin sadece sonucu romen rakamlarıyla kaydedildiğinden hesap aşamaları sonradan kontrol edilemiyordu, bu yüzden bir tüccar hem katip hem hesaplayıcı çalıştırmak zorundaydı. Hint arap rakamları ise sadece katip gerektiriyordu, ve hesap aşamaları da kaydedilip sonradan incelenip kontrol edilebiliyordu. Edgar Allan Poe Edgar Allan Poe (19 Ocak 1809 - 7 Ekim 1849), Amerikalı şair, yazar, editör ve edebiyat eleştirmeni. Coğunlukla şiir ve kısa öykü yazmış. Özellikle gizem, "gotik" ve makabr hikâyeleri ile tanınır. Amerikan edebiyatın Romantizm akımının önemli figürlerin arasında sayılan Poe, ABD'nin ilk kısa öykü yazarlarındandır. Genellikle polisiye türünün mucidi olarak kabul edilmesinin yanında ayrıca yeni ortaya çıkmakta olan bilim kurgu türüne de katkıda bulunduğu öne sürülür. Yaşamını yalnızca yazdıkları ile sürdürmeye çabalayan Poe, Amerika'nın ilk ünlü yazarları arasında sayılır ve bunun sonucunda yaşamı ve kariyeri ekonomik güçlükler içinde geçmiştir. Poe Boston'da oyuncu anne-babanın ikinci çocuğu olarak doğdu. 1810 yılında babası aileyi terk etmiş ve bir yıl sonra annesi ölmuş. Böylece yetim kalan Poe'yu Richmond, Virginia'lı John ve Frances Allan çifti evlerine aldı. Resmî olarak evlat edinmemelerine karşın Poe gençlik dönemine kadar onlarla birlikte kaldı. Daha sonra, kumar borçları ve Poe'nun eğitim masrafları nedeniyle John Allan ve Edgar'ın arası bozuldu. Poe Virginia Üniversitesi'ni parasızlıktan bırakmak zorunda kaldı. Eğitimi için para ayrılması konusunda Allan ile tartıştıktan sonra takma ad kullanarak 1827 yılında orduya katıldı. Bu dönemde, mütevazi de olsa yayımcılık kariyeri başladı. Yalnızca "Bir Bostonlu" olarak imzaladığı "Timurlenk ve Diğer Şiirler" 1827'de yayımlanmıştır. 1829'da Frances Allan'ın ölümünün ardından Poe ve Allan geçici bir yakınlaşma yaşadılar. Ancak şair ve yazar olmak isteyen Poe West Point Okulundan başarısız sonuçlar ardından ayrılmasıyla John Allan ile ilişkisi de sona ermiş. İlgisini düzyazıya yönelten Poe sonraki birkaç yılını edebiyat dergileri için çalışarak geçirdi ve kendi özgü edebi eleştiri tarzı ile tanındı. İşi nedeniyle Baltimore, Philadelphia ve New York City'nin de bulunduğu çeşitli şehirlerde yaşamak zorunda kaldı. 1836 yılında Richmond'da 13 yaşındaki kuzeni Virginia Clemm ile evlendi. 1845 Ocak ayında yayımladığı "Kuzgun" şiiri ile büyük bir başarı kazandı. Şiirin yayımlanmasından iki yıl sonra eşi veremden öldü. Yıllar boyunca, sonradan "The Stylus" diye adlandırılan "The Penn" adını verdiği kendi dergisini yayımlamayı planlamış ama dergi basılamadan ölmüştür. Poe Baltimore'da 7 Ekim 1849'da 40 yaşında öldü. Ölüm sebebi bilinmemekle birlikte alkol, beyne kan hücumu, kolera, uyuşturucu, kalp rahatsızlığı, kuduz, intihar, verem ve başka sebeplerden öldüğü ileri sürülmüştür. Poe ve eserleri yalnızca ABD'de değil dünyada edebiyat üzerinde etkili olmuştur. Eserlerinin etkisi edebiyat dışında kozmoloji ile kriptografi üzerinde de görülmüştür. Poe ve eserleri edebiyat, müzik, film, televizyon ve popüler kültürün tüm alanlarında sıkça bulunmaktadır. Yaşadığı evlerin bazıları müze hâline dönüştürülmüştür. Mystery Writers of America (Amerika Gizem Yazarları) gizem türü edebiyat dalında seçkin eserlere yıllık olarak Edgar Ödülü vermektedir. İngiliz doğumlu aktris Elizabeth Arnold Hopkins Poe ile aktör David Poe, Jr.'ın ikinci çocuğu olarak 19 Ocak 1809'da Boston'da doğdu. William Henry Leonard Poe adında bir ağabeyi ile Rosalie Poe adında bir kızkardeşi vardır. Büyükbabası David Poe Sr. 1750 yılı civarında İrlanda'dan göç etmiştir. Edgar'ın adı, ebeveyninin 1809'da birlikte oynadığı William Shakespeare'in "Kral Lear" oyununun karakterlerinden birinden gelmiş olabilir. Babası aileyi 1810 yılında terketti, annesi de bir yıl sonra veremden öldü. Tütün, kumaş, buğday, mezartaşının yanı sıra köle ticareti de yapan ve Richmond, Virginia'da yaşayan İskoç kökenli John Allan, Edgar'ı evine aldı. Allan ailesi resmî olarak Poe'yu evlat edinmemişler ama "Edgar Allan Poe" adını onlar vermişlerdir. Allan ailesi 1812'de Poe'yu Episkopal Kilise'de vaftiz ettirdi. John Allan üvey oğlunu bir yandan şımartırken bir yandan da katı bir disiplin uyguluyordu. Aile 1815'te Büyük Britanya'ya gittiğinde Poe kısa bir süreliğine John Allan'ın doğduğu İskoçya'nın Irvine'de ilkokula devam etmiş ve daha sonra 1816 yılında Londra'ya döndü. Londra'da 1817 yazına kadar Chelsea'de yatılı bir okulda okudu. Daha sonra, Londra'nın 6 km. kuzeyindeki Stoke Newington banliyösunda Rahip John Bransby'in okuluna katıldı. Poe, Allan ailesi ile birlikte 1820'de Virginia Richmond'a döndü. 1824 yılında Marquis de Lafayette'in Richmond'ı ziyareti sırasında Poe gençlik merasim kıtasında teğmenlik yaptı. 1825 Mart'ında John Allan'ın amcası ve o zamanlar Richmond'un en zengin adam
ı olduğu söylenen William Galt öldü. Galt mirasında Allan'a $750,000 değerinde olduğu tahmin edilen bir miktar arazi bıraktı. 1825 yazında artan serveti sayesinde Allan Moldavia adı verilen iki katlı tuğla bir ev satın aldı. Poe 1826 Şubat ayında antik ve modern diller üzerine eğitim görmek üzere bir yıl önce açılmış olan Virginia Üniversitesi'ne kaydolmadan önce Sarah Elmira Royster ile nişanlanmış olabilir. Yeni açılan üniversite, kurucusu Thomas Jefferson'ın idealleri üzerine şekillenmişti. Kumara, atlara, silahlara, tütün ve alkol kullanımına karşı katı kuralları vardı, ama bu kurallar genel olarak uygulanmıyordu. Jefferson öğrencilerin kendi eğitim alanlarını seçebildikleri, barınma ihtiyaçlarını kendilerinin ayarladığı ve tüm hatalı hareketlerin fakülte kadrosuna bildirildiği, öğrencilerin kendilerini yönettiği bir sistem kurmuştu. Bu kendine özgü sistem henüz karmaşa hâlindeydi ve okuldan ayrılma oranı çok yüksekti. Üniversitede olduğu dönemde Poe Royster ile olan bağlantısını kaybetti ve kumar borçları yüzünden manevi babasıyla arası açıldı. Poe derslere kaydolmak, ders metinlerini satın almak ve barınacak yer bulmak için Allan'ın kendisine yeterli para vermediğini iddia etti. Allan fazladan para ve elbise göndermesine rağmen Poe'nun borçları arttı. Bir yıl sonra sevgilisi Royster'in Alexander Shelton ile evlenmesinin ardından kendisini Richmond'da iyi hissetmeyen Poe üniversiteden ayrıldı. 1827 Nisan ayında Boston'a gitti ve burada kâtiplik ve gazete yazarlığı gibi işlerle idare etmeye çalıştı. Bu sıralarda Henri Le Rennet müstear ismini kullanmaya başladı. Geçinme güçlüğü çeken Poe "Edgar A. Perry" takma adıyla 27 Mayıs 1827'de Amerika Birleşik Devletleri Ordusuna er olarak yazıldı. 18 yaşında olmasına rağmen orduya girerken yaşını 22 olarak gösterdi. İlk görev yeri Boston Limanında Fort Independence idi ve aylığı beş dolardı. Aynı yıl 40 sayfalık şiir koleksiyonundan oluşan "Timurlenk ve Diğer Şiirler" adlı ilk kitabını "Bir Bostonlu" adı ile yayımladı. Yalnızca 50 kopyası basılan kitap hemen hemen hiç ilgi görmedi. Poe'nun görev yaptığı alay Charleston, Güney Karolina'da Fort Moultrie'ye gönderilince 8 Kasım 1827'de "Waltham" briği ile Charleston'a gitti. Poe top güllelerini hazırlayan uzman er olarak terfi aldıktan sonra maaşı iki katına çıktı. Başçavuş rütbesine kadar geldiği iki yıllık hizmetin ardından beş yıllığına yazıldığı ordudan erken ayrılmak istedi. Komutanı Teğmen Howard'a gerçek adını ve orduya yazılışını açıkladı. Howard Poe'nun ordudan ayrılmasına izin vermesi için John Allan ile barışmasını şart koştu. Geçen birkaç ay süresince Poe'nun yalvarmalarına Allan cevap vermedi; hatta Poe'yu üvey annesinin rahatsızlığından bile haberdar etmemiş olabilir. Frances Allan 28 Şubat 1829'da öldü ve Poe cenazesinden bir gün sonra evini ziyaret etti. Belki de eşinin ölümü nedeniyle yumuşamış olan John Allan Poe'nun ordudan ayrılmasına ve West Point Amerika Birleşik Devletleri Kara Harp Okuluna girmesini desteklemeye razı oldu. Hizmet süresinin geri kalanını kendi yerine bitirmek üzere birini bulduktan sonra Poe 15 Nisan 1829'da görevinden ayrıldı. West Point'e girmeden önce bir süreliğine Baltimore'a giderek dul halası Maria Clemm, kuzeni Virginia Eliza Clemm, ağabeyi Henry ve yatalak babaannesi Elizabeth Cairnes Poe ile birlikte kalmıştır. Bu sırada ikinci kitabını "Al Aaraaf, Tamerlane and Minor Poems" (Araf, Timurlenk ve Önemsiz Şiirler) 1829'da Baltimore'da yayımladı. Poe 1 Temmuz 1830'da West Point'e askerî öğrenci olarak kaydoldu. John Allan 1830 Ekim ayında ölen eşinin ardından Louisa Patterson ile evlendi. Evlilik ve Allan'ın ilişkilerinden doğan çocukları nedeni ile Poe ile sert tartışmaları sonucu Allan Poe ile ilişkisini tamamen koparmış ve mirasından mahrum etmiştir. Poe West Point'ten ayrılabilmek için bilerek kendini mahkemeye verdirtti. 8 Şubat 1831'de askerî mahkemede görevi ağır ihmâl, içtimaya çıkmamak, sınıflara girmemek ve kiliseye gitmemek ile emre itaâtsizlikten yargılandı. Mahkemede suçlu bulunacağını bilmesine rağmen kendini attırmak için suçsuz olduğunu iddia etti. 1831 Şubat ayında New York'a gitti ve adını yalnızca "Poems" ("Şiirler") koyduğu üçüncü kitabını yayımladı. Poe kitabın basımı için West Point'ten askerî öğrenci arkadaşlarının bağışladığı 170 $'ı kullanmıştır. Arkadaşları bu kitapta okuldaki komutanlar hakkında yazdığı hicivlere benzer şiirler olacağını ummuşlardı. New York'ta Elam Bliss tarafından basılan kitap "İkinci Baskı" olarak belirtilmiş ve ABD Askerî Öğrencileri Kıtasına ithaf edilmiştir. Bu üçüncü kitapta yeniden basılan "Timurlenk" ve "Araf" şiirlerinin yanı sıra önceden basılmamış altı şiir daha vardır ki bunların arasında "To Helen", "Israfel" ve "The City in the Sea" şiirlerinin ilk versiyonları da bulunur. Poe 1831 Mart'ında Baltimore'a teyzesinin yanına döndü. Kısmen alkolizm nedeniyle kaynaklanan sorunlardan rahatsız olan ağabeyi Henry 1 Ağustos 1831'de öldü. Ağabeyinin ölümünün ardından Poe yazar olarak kariyerine başlamak için daha ciddi olarak gayret sarfetmeye başladı. Zamanlaması ABD yayımcılığı için zor zamanlara denk gelmişti. Geçimini yalnızca yazarlık yaparak sağlamaya çalışan tanınmış ilk Amerikalıdır ve uluslararası telif hakkı yasalarının olmaması nedeniyle bu çabasında engellerle karşılaşmıştır. Yayıncılar Amerikalı yazarlara yeni eserler için para ödemek yerine İngiliz yazarların eserlerini izin almadan kopyalamayı tercih etmekteydiler. Yayımcılık endüstrisi ayrıca 1837 Paniği adı verilen finansal krizden de etkilenmişti. Bu dönemde kısmen yeni teknolojiler sayesinde desteklenen süreli yayınlarda bir artış görülmüş olsa da bu birkaç sayının ötesine gidememiş ve yayımcılar ya yazarlara ödeme yapmayı tümden reddetmiş ya da söz verdikleri zamandan sonra ödemeleri yapabilmişlerdir. Yazar olarak geçinmeye çalıştığı süre boyunca Poe sürekli olarak para ya da diğer konularda yardım için yalvarmak zorunda kalmıştır. Şiir ile olan ilk denemelerinden sonra Poe düzyazıya eğildi. birkaç öyküsünü Philadelphia'da basılan süreli yayınlarda yayınlatabildikten sonra tek oyunu olan "Politian" üzerine çalışmaya başladı. "Baltimore Saturday Visiter" 1833 Ekim ayında Poe'nun "Şişede Bulunan Not" adlı kısa öyküsünü ödüle layık gördü. Öyküsü nedeniyle zengin bir Baltimorelu olan John P. Kennedy'nin dikkatini çekti. Kennedy Poe'nun öykülerinin bazılarını yayımlatmasına yardımcı oldu ve Poe'yu Richmond'da yayımlanan "Southern Literary Messenger" dergisinin editörü Thomas W. White ile tanıştırdı. 1835 Ağustos ayında bu derginin yardımcı editörü olarak işe başlayan Poe birkaç hafta sonra patronunun onu işte sarhoş yakalaması nedeniyle işten atıldı. Baltimore'a dönen Poe kuzeni Virginia ile evlenmek için 22 Eylül 1835'te izin aldı ancak o zaman evlenip evlenmedikleri bilinememektedir. Bu tarihte Poe 26 kuzeni ise 13 yaşındaydı. Davranışlarını düzelteceğine dair söz verdikten sonra White tarafından tekrar işe alınınca Virginia ve annesiyle Richmond'a geri geldi. 1837 Ocak ayına kadar "Messenger"da çalıştı. Burada çalıştığı dönemde Poe derginin tirajının 700'den 3.500'e çıktığını iddia etmiştir. During this period, Poe claimed that its circulation increased from 700 to 3,500. Dergide çeşitli şiirler, kitap eleştirileri ve öyküler yayımlamıştır. Poe ve Virginia Clemm 16 Mayıs 1836'da Richmond'da kaldıkları evde, Clemm'in doğru olmadığı hâlde 21 yaşında olduğuna tanıklık eden şahitler huzurunda Presbiteryen töreni ile evlendiler. "Nantucketlı Arthur Gordon Pym'in Öyküsü" 1838'de yayımlandı ve ilgi gördü. 1839 yazında Poe "Burton's Gentleman's Magazine"in yardımcı editörü oldu. Sayısız makale, öykü ve eleştiri yayınlayarak "Southern Literary Messenger" dergisinde edindiği etkili eleştirmen ününü artırdı. Yine 1839'da "Olağandışı Öyküler" koleksiyonu iki cilt olarak basıldı ancak bu kitaptan çok az para kazandı ve hem iyi hem de kötü eleştiriler aldı. Bir yıl kadar sonra "Burton's"dan ayrılan Poe "Graham's Magazine"de yardımcılık pozisyonu buldu. 1840 Haziran'ında Poe "The Stylus" adıyla kendi dergisini basacağını duyuran bir tanıtım ilânı yayımladı. Poe dergi Philadelphia'da olacağı için ilk olarak adını "The Penn" koymak istemişti. In the June 6, 1840 issue of Philadelphia'nın "Saturday Evening Post" gazetesinin 6 Haziran 1840 tarihli baskısında Poe tanıtım ilânını yayımladı: ""Prospectus of the Penn Magazine, a Monthly Literary journal to be edited and published in the city of Philadelphia by Edgar A. Poe."" Dergi Poe'nun ölümünden önce basılamadı. Aynı sıralarda Poe Whig Partisi üyesi olduğunu iddia ederek Tyler idaresinde görev almaya çalıştı. Poe'nun arkadaşı Frederick Thomas sayesinde tanıdığı Başkan Tyler'ın oğlu Robert sayesinde Philadelphia Gümrüğünde işe girmeyi umut ediyordu. Hasta olduğunu öne sürerek Thomas ile 1842 Eylül'ünde atanmasını görüşmek için aldığı randevuya katılmadı ancak Thomas Poe'nun hasta değil sarhoş olduğu için gelmediğine inanmıştı. Atama sözü verilmesine karşın atanmadı. "Broadway Journal"ın 1846'da başarısız olmasının ardından Poe günümüzde Bronx olarak bilinen bölgede Fordham'da bir kır evine taşındı. Bu ev günümüzde Edgar Allan Poe Kır Evi olarak bilinir ve Poe'nun cizvitlerle arkadaşlık kurduğu St. John's College'ın (günümüzde Fordham Üniversitesi) yakınlarında Grand Concourse ile Kingsbridge Road'un güneydoğu köşesindedir. Virginia bu evde 30 Ocak 1847'de öldü. Biyografi yazarları ve eleştirmenler Poe'nun "güzel bir kadının ölümü" temasını sıklıkla kullanmasının eşi de dahil olmak üzere yaşamı boyunca bağlantılı olduğu kadınları kaybetmesinden kaynaklandığını iddia ederler. Eşinin ölümünden sonra Poe giderek daha da fazla dengesiz hâle geldi. Providence, Rhode Island'da yaşayan şair Sarah Helen Whitman'a kur yapmaya kalkıştı. Poe'nun sarhoşluğu ve dengesiz davranışları nedeniyle ilişkileri yürümedi. Whitman'ın annesinin bu ilişkiye müdahil olduğuna ve bozmak için çabaladığına dair de kuvvetli kanıtlar vardır. Bunun üzerine Richmond'a dönen Poe çocukluk aşkı Sarah Elmira Royster ile görüşmeye başladı. 3 Ekim 1849'
da Poe Baltimore sokaklarında hezeyan hâlinde iken bulundu. Onu bulan Joseph Walker'ın söylediğine göre "büyük bir üzüntü içinde ve.. acil yardımı gerektirecek durumdaydı." Götürüldüğü Washington Medical College'ta 7 Ekim 1849 Pazar günü sabah beşte öldü. Hastanede Poe bu duruma nasıl düştüğünü anlatabilecek kadar zihin açıklığına kavuşamadı ve ilginç bir şekilde giydiği elbiseler kendisine ait değildi. Ölümünden önceki gece sürekli olarak "Reynolds" adını sayıkladığı söylenmektedir ancak kimi kastettiği bilinmemektedir. Bazı kaynaklara göre Poe'nun son sözleri "Tanrım zavallı ruhuma yardımcı ol" olmuştur. Ölüm belgesi de dahil olmak üzere tüm tıbbi kayıtlar yok olmuştur. Gazeteler Poe'nun ölümünü "beyin tıkanıklığı" ya da " beyin iltihabı" olarak duyurdu. Bu ifadeler alkolizm gibi iyi sayılmayacak nedenlerle oluşan ölümler için kullanılan hüsnütabirlerdir. Gerçek ölüm nedeni gizemini korumaktadır. Yapılan spekülasyonlar arasında "deliriyum tremens", kalp rahatsızlığı, epilepsi, frengi, menenjit, kolera, ve kuduz sayılabilir. 1872'den kalan bir teori ise Poe'nun ölümünün o zamanlar seçimlerde yapılan bir seçim hilesi nedeniyle olduğunu öne sürer; seçimde sahtekârlık yapmak için sokaktan geçenleri zorla toplayıp, sarho ederek ya da tehdit ederek, bazen defalarca aynı adaya oy kullandırma için yapılan bu sahtekârlık sonucu ölümle de sonuçlanabilmekteydi. Edgar Allan Poe'nun gömüldüğü gün "New York Tribune" gazetesinde "Ludwig" imzalı uzun bir ölüm ilânı yayımlandı. Bu yazı kısa sürede tüm ülkede basıldı. Yazı şöyle başlıyordu: "Edgar Allan Poe ölü. Dünden önceki gün Baltimore'da öldü. Bu duyuru çoğu kişiyi şaşırtacak olsa da çok az kişi bundan üzülecektir." "Ludwig" adını editör ve eleştirmen olan ve 1842'den beri Poe'ya karşı hınç besleyen Rufus Wilmot Griswold olduğu kısa sürede anlaşıldı. Griswold bir şekilde Poe'nun edebi cellâdı oldu ve hasmının ününü ölümünden sonra yok etmeye teşebbüs etti. Rufus Griswold "Memoir of the Author" (Yazarın Biyografisi) adıyla Poe hakkında biyografik bir makale yazdı ve 1850'de seçme eserleri arasında yayımladı. Griswold Poe'yu ahlâksız, ayyaş, uyuşturucu müptelâsı bir deli olarak tanımladı ve Poe'nun mektuplarını buna delil olarak gösterdi. İddialarının çoğu ya da düpedüz yalandı ya da çarpıtılmış doğrulardı. Örneğin Poe'nun uyuşturucu bağımlısı olmadığı günümüzde bilinmektedir. Griswold'nun kitabı Poe'yu yakından tanınanlar tarafından reddedilmesine rağmen popüler olarak kabul gördü. Bunun nedenlerinden biri tam bir biyografi olarak mevcut olan tek eser olması ile tekrar tekrar basılması ile birlikte okuyucuların "kötü" bir adamın eserlerini okuma düşüncesine bayılmalarıdır. Griswold'un kanıt olarak sunduğu mektupların sonradan sahte olduğu ortaya çıkarılmıştır. Poe'nun en iyi bilinen kurgu eserleri genel okuyucu kitlesinin isteklerini karşılamak için yaptığı gotik kurgu türüdür. En çok kullandığı ölüm konusu ile ilgili olarak ölümün fiziksel belirtileri, cesedin çürümesinin etkileri, canlı mezara gömme, ölülerin canlanması ve matem duygusu üzerine yazmıştır. Eserlerinin çoğu, Poe'nun özellikle hiç hoşlanmadığı transandantalizm akımına karşı edebi bir tepki olarak oluşmuş kara romantizm tarzının bir parçası olarak kabul edilir. Poe transandantal akımın takipçilerine Boston Common'da bulunan "Frog Pond" adlı havuzu kastederek "Frog-Pondians" ("Frog Pondçular") adını takmış ve yazıları ile "çılgın gibi mecaz yüklü, çetrefilli olsun diye çetrefilli ya da gizemli olsun diye gizemli yazılmış." diyerek açıkça alay etmiştir. Poe, Thomas Holley Chivers'e yazdığı bir mektubunda transandantalcileri sevmediğinin doğru olmadığını, "yalnızca içlerinde bulunan sahtekârlar ile sofistlerden" hoşlanmadığını belirtmiştir. Poe korku türünün dışında hicivler, mizah öyküleri ve şakalar da yazmıştır. Güldürücü olmak için ironinin yanı sıra okuyucuyu kültürel uygunluktan kurtarma amaçlı tuhaflık ve saçmalık da yazılarında görülür. Yayımladığı bilinen ilk öyküsü ""Metzengerstein"" korku türünde ilk denemesidir ancak aslında popüler olan burlesk türünü hicvetmek amacıyla yazmıştır. Poe ayrıca "The Balloon-Hoax" yazılarında sıcak hava balonu gibi yeni çıkan teknolojileri kullanarak bilim kurguyu da yeniden keşfetmiştir. Poe yazdığı eserlerin çoğunda özel olarak genel okuyucu kitlesinin beğeneceği konuları seçmiştir. Bunun için kurgusunda frenoloji ve fizyonomi gibi popüler sözdebilimlerden ögeler de yer alır. Poe'nun yazıları eleştirilerinde ve "The Poetic Principle" gibi denemelerinde ortaya koyduğu edebiyat kuramlarını yansıtır. Poe didaktizm ve alegoriden hoşlanmasa da edebiyat eserinde anlamın yüzeyin hemen altındaolan bir akıntı gibi gizli olması gerektiğine inanmaktaydı. Bariz anlamlar içeren eserlerin sanat eseri olmaktan çıktığını yazmıştı. Kaliteli bir eserin kısa olması ve odağının tek bir özel etki bırakacak şekilde düzenlenmesi gerektiğine inanıyordu. Buna ulaşmak için yazarın her bir duyguyu ve fikri dikkatlice hesaplamasının gerekli olduğunu düşünüyordu. Poe ""Kuzgun"" şiirini yazarken kullandığı yöntemi "The Philosophy of Composition" adlı denemesinde açıklar ve bu tamamen bu yöntemi kullandığını iddia eder. Ancak bu yöntemi gerçekten izleyip izlemediği tartışmalı bir konudur. T. S. Eliot görüşlerini şöyle açıklamıştır: "Poe'nun şiirini böyle bir hesaplama yaparak kurgulamış olsaydı üzerinde biraz daha çaba sarfetmiş olabileceğini düşünmeden bu denemeyi okumamız zor olur: Ortaya çıkan sonuç yöntemi teyit etmeyi güçleştiriyor." Biyografi yazarı Joseph Wood Krutch ise denemeyi "rasyonalizasyon sanatında oldukça maharetle kotarılmış bir deneme" diye tanımlar. Poe yaşadığı dönem daha çok edebiyat eleştirmeni olarak tanınmıştır. Arkadaşı eleştirmen James Russell Lowell Poe'nun bazen mürekkep yerine siyanür asidi kullandığını söyleyerek "Kurgu eserler üzerine Amerika'da eleştiri yazmış olan en titiz, felsefi ve korkusuz eleştirmen" olarak niteler. Poe'nun iğneleyici eleştirileri ona "tomahawk man" adının takılmasına neden olmuştur. Poe'nun eleştirilerinin favori hedeflerinden birisi Boston'un sevilen şairlerinden Henry Wadsworth Longfellow'du ve genellikle şairin edebi çevrelerden arkadaşları bu eleştirilere karşı onu savunuyordu. Bu edebi tartışmaya daha sonradan "The Longfellow War" adı verilmiştir. Poe Longfellow'u uzun ve sıkıcı nasihatlerle dolu, özgün olmayan ve türetilmiş ve konuları da intihal sayılabilecek şiirler yazan "didaktiğin mutezili" olarak suçlamıştır. Poe haklı olduğu Longfellow'un ününün azalacağını ve şiir üslûbunu önemini kaybedeceğini öngörüsünü şöyle ifade etmiştir: "Yüksek niteliklere sahip olduğunu kabul ederken Gelecekten mahrum ediyoruz.". Poe aynı zamanda kurgu yazarı olarak da tanınır ve 19. yüzyılda Avrupa'da ABD'den daha popüler olan ilk Amerikan yazarlarında birisidir. Poe özellikle Fransa'da kısmen Charles Baudelaire'in çevirileri ile kabul görmüştür. Baudelaire'in çevirileri Avrupa'nın tamamında en güvenilir çeviri olarak kabul görmüştür. Poe'nun yarattığı C. Auguste Dupin karakterinin yer aldığı ilk polisiye öyküler ileride ortaya çıkacak olan polisye kurgunun dedektifleri için temel olmuştur. Sir Arthur Conan Doyle şöyle belirtmiştir: "[Poe'nun dedektif öykülerinin] herbiri ortaya çıkan tüm bir edebiyatın kökleridir... Poe hayat nefesi verene kadar dedektif öyküleri neredeydi?" Mystery Writers of America polisiye ve gizem türünde mükemmele ulaşmış eserlere verdikleri ödülün adını "Edgar" koymuştur. Poe'nun eserleri aynı zamanda bilim kurgu türünü de etkilemiştir. Jules Verne, Poe'nun "Nantucketlı Arthur Gordon Pym'in Öyküsü" romanının devamı niteliğinde "Buzlar Sfenksi" adlı romanı yazmıştır. Bilim kurgu yazarı H. G. Wells ""Pym" yüzyıl önce çok zeki bir kişinin Güney Kutup Bölgesi hakkında neler hayâl edebileceğini anlatır." demiştir. 2013 yılında "The Guardian" gazetesi "Nantucketlı Arthur Gordon Pym'in Öyküsü" romanından İngilizce yazılmış en önemli romanlardan biri olarak belirtirken Henry James, Arthur Conan Doyle, B. Traven ve David Morrell gibi etkilediği yazarlardan söz etmiştir. Birçok ünlü sanatçı gibi Poe'nun eserlerini de taklit edenler olmuştur. Taklitçilerin bir kısmı Poe'nun ruhu ile iletişime geçerek şiirleri yazdıklarını söyleyen psişikler ve durugörü ile bu şiirleri yazdıklarını söyleyenlerdir. Bunların arasında en tanınmışları 1863 yılında "Poems from the Inner Life" adıyla şiirlerini yayımlayan Lizzie Doten'dir. Doten Poe'nun ruhunun bu yeni kompozisyonları kendisine gönderdiğini iddia etmiştir. Bu kompozisyonlar Poe'nun ""Çanlar"" şiiri gibi tanınmış şiirlerinin yeniden ama daha olumlu bir şekilde yazılmış hâlleridir. Poe hem övülmüş hem de eleştirilmiştir. Bu eleştiriler kısmen kişiliğinin olumsuz algılanması ve bu algının ününe olan etkisidir. Poe'yu zaman zaman eleştiren William Butler Yeats bir keresinde Poe'yu "iğrenç" diye nitelendirmiştir. Transandantalist Ralph Waldo Emerson ""Kuzgun"" şiirine tepkisini "İçinde hiçbir şey görmüyorum" diyerek göstermiş ve Poe'dan alaycı bir şekilde "the jingle man" olarak bahsetmiştir. Aldous Huxley Poe'nun yazılarının "çok şiirsel" - her parmağa elmas yüzük takmak gibi - olmak nedeniyle " "görgüsüzlük" olarak değerlendirmiştir. Poe'nun ilk kitabı ""Timurlenk ve Diğer Şiirler""in günümüze yalnızca 12 adedinin gelebildiğine inanılmaktadır. 2009 yılının Aralık ayında New York'da Christie's müzayede salonunda bu kitap $662.500'a satılmıştır ki bu Amerikan edebiyatı eserleri arasında ödenmiş en yüksek fiyattır. Poe'nun 1848 yılında yazdığı "" denemesinde Big Bang modelinden 80 yıl önce benzer bir kozmolojik model ile birlikte Olbers Paradoksuna ilk olası çözümü içeriyordu. Poe "Eureka"yı yazarken bilimsel yöntemden uzak durmuş ve tamamen sezgilerini kullanarak denemeyi yazmıştır. Bu nedenle bu denemesini bilimsel değil sanatsal bir çalışma olarak değerlendirmiş ama yine de doğru olduğunu iddia etmiş ve kariyerinin şaheseri olarak nitelemiştir. Yine de"Eureka" içinde birçok bilimsel hata barındırır. Özellikle Poe'nun önermeleri gezegenlerin yoğunluğu ve dönme hareketi konusunda Newto
n prensiplerini gözardı etmektedir. Poe kriptografiye büyük ilgi duyuyordu. Philadelphia'da yayımlanan "Alexander's Weekly (Express) Messenger" gazetesinde yayımladığı bir ilanla çözülmek üzere kendisine şifreli mesaj gönderilmesi için davette bulunmuştur. 1841 Temmuz ayında "Graham's Magazine"de ""A Few Words on Secret Writing"" (""Gizli Yazışmalar Üzerine Birkaç Söz"") adında bir deneme yayımladı. Konu üzerinde okuyucuların ilgisinin olması nedeniyle içinde şifrelerin önemli bir yer tuttuğu ""Altın Böcek"" adlı öyküyü yazdı. Poe'nun kriptografi üzerine olan başarısı konu hakkındaki geniş bilgisinden değil dergi ve gazete kültürü üzerine olan bilgisinden kaynaklanıyordu. Kullandığı yöntem yalnızca basit ikame şifreleme ile sınırlıydı. Yazdığı polisiye öykülerde bariz olarak görülen keskin analitik yetenekleri sayesinde genel okuyucu kitlesinin basit ikame şifreleme yöntemini bilmemesini kendi yararına kullanmıştır. Poe'nun kriptografi mahareti sayesinde yarattığı sansasyon gazete ve dergilerde kriptogramların popüler hâle gelmesine önayak olmuştur. Poe'nun kriptografi üzerindeki etkisi yaşadığı dönemde kamuoyunun konu üzerine ilgisini artırmaktan da ötedir. Amerika'nın önde gelen kriptologlarından William Friedman Poe'dan oldukça önemli ölçüde etkilenmiştir. Friedman'ın kriptografi ile ilgisinin temelinde çocukken okuduğu ""Altın Böcek"" öyküsü yatar. Bu ilgisi sayesinde kriptografi ile ilgilenmeye başlayan Friedman II. Dünya Savaşı sırasında Japonların PURPLE kodunu çözmüştür. Kurgusal karakter olarak Edgar Allan Poe genellikle "çılgın dahi" ya da "ıstırap çeken sanatçı" portresiyle betimlenmiştir. Bu kurgusal karakterlerin çoğu aynı zamanda Poe'nun öykülerindeki karakterlerden de özelikler taşır. Poe'nun kurgusal karakterleri genellikle Matthew Pearl'ün "The Poe Shadow" adlı romanında olduğu gibi gizemleri çözer. "The Angel of the Odd" - Çok alkol almış olan bir adamın başına gelenleri anlatan bir kara komedi. "The Balloon Hoax"- Bir balon seyahatini anlatan bir gazete haberini anlatan hikâye "The Black Cat" - Alkollü bir adamın kedisini öldürüp sonra kedinin ruhunu gördüğünü sanmasını anlatan hikâye, hikâye katilin ağzından anlatılmış. "The Cask of Amontillado" - Bir intikam öyküsü. "Eleonora" - Bir aşk hikâyesi "The Tell-Tale Heart" - Metaforik bir cinayet öyküsü "The Pit and The Pendulum" - İspanyol Engizisyonu tarafından yapılan işkenceleri anlatır. "The Premature Burial" - Ölmeden gömülme "The Meeting" - Bir kadın ve erkeğin buluşmasını anlatır ama buluşma yeri öbür taraftır. "The Oval Portrait" - Bir şatoda geçen öyküde bir portre etrafında gelişen rahatsız edici olaylar anlatılır. Hakkı Bulut Hakkı Bulut (d. 3 Şubat 1945, Mazgirt, Tunceli), Türk ses sanatçısı ve besteci. 3 Şubat 1945'te Tunceli ili, Mazgirt ilçesi, Aktarla köyünde doğdu. İlkokul 5. sınıfa kadar doğduğu köyde, ortaokul 1. sınıfı Tunceli'de, 2. sınıfı Mazgirt'de okudu. Daha sonra Adana'ya göçtü ve ortaokul 3. sınıfı da Ceyhan'da bitirdi. Adana Erkek Lisesi'nden mezun olduktan sonra dışarıdan Adana Öğretmen Okulu'nu bitirdi. Öğretmenliğe başladığı yıllarda babasının saz çalmasının etkisi ve müziğe küçük yaşta olan ilgisi sebebiyle müzikle de uğraştı. 1967 yılında ilk plak çalışmasını yaptı. "Leylam" isimli ilk plağında Orhan Gencebay ve Arif Sağ kendisine bağlama çalarak eşlik ettiler. 1969 yılında Adana'da yapılan Altın Ses müsabakasında birincilik almasının ardından ikinci plak çalışmasını yaptı ve hemen akabinde yine güfte ve bestesi kendisine ait olan "İkimiz bir fidanız" isimli eserini (1969) okudu. Daha sonra bu eseri müsaade vererek onlarca sanatçının seslendirmesine olanak tanıdı. (Örneğin ;Tülay Özer 1974, İbrahim Tatlıses 1974, Kamuran Akkor 1975) Sanatçı bu yıllarda yaptığı başta "Ben Buyum", "Falcı", "Ben Köylüyüm", "Dokunmayın Dünyama" gibi eserlerle bugünkü arabesk müziğinin ilk temellerini 1969 yıllarında atanlardan biri olarak bu güne kadar 18 45'lik plak, 58 albüm çalışmasına imza attı. 900 eserinin beste ve güftesi kendisine ait olan sanatçı 6 Altın Plak, 1 Altın CD ve Ben Tövbemi Geri Aldım, Son Mektup isimli Long Play çalışması ile Altın Long Play ödülünü almış olup çeşitli kurum ve kuruluşlar tarafından defalarca ödüle layık görülmüştür. Sözleri kendisine ait olan eserlerini sanatçı başka sanatçılara vermek suretiyle de seslendirmelerine olanak tanımıştır. 250'ye yakın eseri başka sanatçılar tarafından seslendirilmiştir. 1988 yılında arabesk müzikteki bazı olumsuzlukları eleştirenler, Kültür Bakanlığınca ve ülkede yarattığı olumlu olumsuzlukları incelenmek amacı ile Kültür Bakanlığının tertiplediği kongrede konuşmacı olarak bulunan Hakkı Bulut'tan arabesk bir parça (örnek olması amacı ile) istendi. Sanatçı 6 ay önce piyasaya çıkardığı "Seven Kıskanır" albümünden "Seven Kıskanır" isimli bestesinin aranjesini Esin Engin ile beraber gerçekleştirdi ve şarkıyı Bakanlığa sundu. Bu eserle ilk kez TRT'nin kapıları resmi olarak Hakkı Bulut'a açıldı. Bu şarkı TRT ekranlarında halka ve Atatürk Kültür Merkezi'nde basına sunuldu. Sanatçının 12 sinema filmi ve 2016 itibarıyla 61 albümü bulunmaktadır. Ayrıca söz ve müzikler de kendisine aittir. Son olarak 28 Haziran 2016 tarihinde "Kutuplarda Gül Yeşertirim" adlı 61. albümünü piyasaya çıkardı. Hakkı Bulut bir röportajında albümün üç şarkısına klip çekeceğini ve nasip olursa 120 yaşına kadar yapayıp albüm sayısını yüze tamamlayacağını söylemiştir. Maurits Cornelis Escher Maurits Cornelis Escher (17 Haziran 1898, Leeuwarden – 27 Mart 1972, Laren, Hollanda), Hollandalı ressam ve grafik sanatçısı. Maurits Cornelis Escher veya daha çok kullanılan şekliyle M.C. Escher 1898 yılında Hollanda’da doğdu. 1918 yılına kadar, inşaat mühendisi olan babası George Escher, annesi Sarah ve dört erkek kardeşiyle birlikte, doğduğu kent olan Leeuwarden'de yaşadı. Okul hayatı hiçbir zaman iyi olmayan M.C. Escher, çizimlerini gösterdiği grafik öğretmeni Samuel Jessurun de Mesquita’nın da tavsiyeleriyle grafik üzerine çalışmayı uygun gördü. Grafik eğitiminden mezun olduktan sonra hayatının her zaman önemli bir kısmını oluşturacak olan seyahat zevkinin etkisiyle İtalya'ya gitti ve burada birçok çizim yaptı. 1922'de İspanya'yı ziyaret edip birkaç yıl sonra tekrar İtalya'ya gitti. 1924 yılında burada Jetta Umiker ile evlendi ve çift uzun süre Roma'da yaşadı. İtalya'nın etkisi çizimlerinden eksilmeyecek, birçok çalışmasında İtalya'ya dair şeyler yer alacaktı. 1935 yılında çok sevdiği İtalya’dan, yükselişteki faşist hareket yüzünden, ailesiyle beraber İsviçre'ye taşındı. Başlarda İsviçre'yi pek sevemeyen aile, uzun Akdeniz gezilerine çıktı, bu geziler Escher'in eserlerini etkiledi. 1937'de eserlerinin birkaçını gösterdiği kardeşi Berend, onu matematiğe yönlendirdi ve Escher'i matematikle tanıştıran kişi oldu. Escher simetri üzerine çalışmaya okuduğu bazı makalelerin tesiriyle başladı. 1937'nin sonlarına doğru ailesiyle Belçika'ya taşındı. 1941'de Alman işgali yüzünden ailesiyle beraber Belçika'dan Hollanda'ya kaçmak zorunda kaldı. Sonraki yıllarda gelecekte çok ünlü olacak birçok çalışmasını yaptı. 1950'lerin ortalarında ilgisi sonsuzluğun (2 boyutlu bir düzlemde) tasvirine kaydı. Daha sonra 1958'de tanıştığı Coxeter ile ömür boyu arkadaş kaldı ve Coxeter'in çalışmaları Escher'in birçok eserine ilham kaynağı oldu. Aynı yıllarda büyük bir üne de kavuşmuştu. Escher, 2 boyutlu ve 3 boyutlu öğeleri aynı anda içeren birçok çalışmaya imza attı. 1962'de hastalanıp hastaneye kaldırıldı, 1964'de yeniden hastalandı. 1970'de bir kez daha hastaneye kaldırıldı ve 1972 yılının 27 Martında, Hilversum'da kaldığı hastahanede öldü. Escher yaşamı boyunca 448 litograf ve 2000'in üzerinde çizim yapmıştır. Eserleri beş ana dönemde incelenebilir. 1925'e kadarki erken dönem çalışmalarında birçok yüz formu ile beraber bazı kompleks yapıtları görüyoruz. Her ne kadar bu ilk dönem gelecek dönemlerdeki eserleri üzerine bize ipucu verse de, bu dönemde yaptıkları ileriki dönemlerde yapacağı eserlere göre çok daha ilkel ve perspektif açısından daha basittir. Nazire Nazire, bir şairin şiirine başka bir şair tarafından aynı şekil, vezin, kafiye ve redifle yazılan şiir. Divan edebiyatı nazım türüdür. Kelime Arapça "eş, değer" anlamlarındaki nazir’den gelir. Nazire yazma, tanzir, tanzir etme diye anılır. Nazire geleneği Türk edebiyatına İran edebiyatından geçmiştir. İranlı şairler nazireye cevâb adını verirler. Alay ve şaka yollu yazılmış nazirelere tezhil veya hezil denir. Örnek: Fuzûlî’nin Gazeli Hayret ey büt sûretin gördükte lâl eyler meni Sûret-i hâlim gören sûret hayâl eyler meni Mihr salmazsın mana rahm eylemezsin munca kim Sâye tek sevdâ-yı zülfün pây-mâl eyler meni Za’fı tâli mâni-i tevfik olur her nice kim İltifâtın ârzû-mend-i visâl eyler meni Men gedâ sen şahâ yâr olmak yok ammâ neyleyem Ârzû ser-geşte-i fikr-i muhâl eyler meni Tir-i gamzen atma kim bağrım deler kanım döker Akd-i zülfün açma kim âşüfte-hâl eyler meni Dehr vakf etmiş meni nev-res civanlar aşkına Her yeten meh-veş esîr-i hatt u hâl eyler meni Ey Fuzûlî kılmazsam terk-i tarîk-i aşk kim Bu fazilet dâhil-i ehl-i kemâl eyler meni Fuzûlî Nedim’in Fuzuli’nin bu gazeline yazdığı nazire: Bûs-ı la’lin şöyle sîr-âb-ı zulâl eyler beni Kim gören âb-ı hâyât içmiş hayâl eyler beni Şâire söz bulmağa minnet yok amma neyleyim Âh kim hâyret seni gördükçe lâl eyler beni Sevdiğim câm-ı meye hâcet nedir la’l-i lebin Bir şeker handeyle mest-i bî mecât eyler beni Bağda zülf ü ruhun andıkça bu kimdür deyü Sünbül ü gül birbirinden sûal eyler beni Nükhet-î zülfünle geldikçe nesîm-i nev-bâhar Turra-i sünbül-sıfat âşüfte-hâl eyler beni Nâ-tüvânım şöyle çeşmin hasetinden kim gehî Sâye-i müjgân-ı âhü pây-mâl eyler beni Gerdişin gördükçe sâkî-mülâyım meşrebin Arzû ser-geşte-i fikr-i muhâl eyler beni Hasret-i çeşminle ben hâk-i siyâh olsam dahi Baht âhir sürme-i çeşm-i gazâl eyler beni Güldürür ya ağlatır ya lütf eder yâhud itâb Hâsılı neylerse ol ruhsâr-ı âl eyler beni Arz-ı hâlim çok efendim hak-i pây devlete Lütfun ammâ bî-niyâz-ı
arz-ı hâl eyler beni Ben kulun lâyık değildir aslına ammâ yine İltifâtın ârzü mend-i visâl eyler beni Gûyyâ bilmez efendim bende-i dîrinesin Kim Nedîmâ bu mudur deyü suâl eyler beni Nedîm Bir de kadın ismi Amerika Açık (tenis) Amerika Açık Tenis Turnuvası, her yıl Ağustos ayında New York Queens'te bulunan USTA Billie Jean King National Tennis Center'nde düzenlenmekte olan, dört dünya Grand Slam tenis turnuvasından sonuncusudur. İlk olarak 1881 yılında düzenlenen turnuva, kronolojik olarak diğer Grand Slam turnuvaları olan Avustralya Açık,Fransa Açık (Roland Garros) ve Wimbledon'dan sonra düzenlenmektedir. Amerika Açık, sert zeminde oynanmaktadır. Queens'te düzenlenen turnuva, her yıl Ağustos’un son haftası başlar ve tüm Grand Slamler gibi 2 hafta sürer. Amerika Açık, tie-break uygulamasının ilk yapıldığı turnuva özelliğini taşımaktadır. Bununla birlikte 1973 yılında yapılan uygulama ile de erkek ve kadın dallarında para ödüllerinin eşitlendiği ilk turnuva olmuştur. 1974 yılına kadar çim kortta yapılan müsabakalar, 1975-1977 arası toprak kortta, 1978 yılından itibaren ise sert kortta yapılmaktadır. Amerika Açık'ın bir diğer özelliği ise tenisçilerin hakem kararlarına itiraz etmesini sağlayan “Şahin Gözü” adlı bilgisayar sisteminin 2006 yılında ilk kez burada kullanılması olmuştur. Amerika Açık final maçları ile seribaşı mücadelelerinin oynandığı Arthur Ashe kortu ise en yüksek seyirci kapasiteli Grand Slam turnuvası kortu özelliğini taşımaktadır. Turnuva ilk kez, 1881 yılının ağustos ayında Rode Adası’ndaki Newport Casino’nun çim kortlarında gerçekleştirildi. Bu turnuvaya o zamanlar sadece ABD Tenis Federasyonu'nun üyesi olan kulüpler katılabiliyordu. İlk olarak tekler ve çiftler kategorilerinde erkekler için düzenlenen turnuva, 1887 yılından itibaren kadınlar için de ilk kez düzenlenmeye başladı. İlk tek kadınlar ulusal tenis şampiyonası ise Philadelphia Kriket Kulübü’nde gerçekleştirildi. 1968 yılında "Açık tenis" dönemine geçilmesiyle birlikte, düzenlenen turnuvaların merkezi, Forest Hills’teki Batı Yakası Tenis Kulübü kortu oldu. 1978 yılında ise Amerika Açık, bugünkü mekanı olan USTA Billie Jean King National Tennis Center'ne taşındı. Amerika Açık'ın final maçları ile seribaşı mücadeleleri Arthur Ashe kortu'nda oynanmaktadır. Arthur Ashe Stadyumu, 22,547 kişilik kapasitesi en yüksek seyirci kapasiteli Grand Slam turnuvası olma özelliğini taşımaktadır. Stadyum ismini Afro-Amerikan tenisçi Arthur Ashe'den almaktadır. Amerika Açık Amerika Açık terimi Amerika'da düzenli olarak yapılan turnuvalardır. Terza rima Terza Rima üçer mısralık bendlerle yazılmış bir nazım biçimidir. Uyak düzeni örüşük uyak olarak adlandırılır. Bend sayısı belirsizdir. Tek bir mısra ile sona erer. Uyak şeması şöyledir: aba bcb cdc ded e. İlk olarak İtalyan Edebiyatı'nda görüldü. Dante İlahi Komedya'yı bu nazım biçimiyle yazdı. Türk edebiyatında Terza rimayı ilk kez Tevfik Fikret Şehrâyîn adlı şiirinde denemiş ancak 1908'den sonra pek kullanılmamıştır. Bu biçimde yazılmış kısa şiirlerin son mısrasının kuvvetli olmasına dikkat edilir. KELEBEK Mavi bir gölge uçtu pencereden, a Baktım : âvâre bir küçük kelebek; b Yaramaz geldi kim bilir nereden a Belli yorgundu; bir veremli çiçek b Gibi serpildi lâmbanın yanına c Bir duman uçtu, gitti titreyerek b Anladım kıydı yavrucuk canına. c Söyle ey mavi gölge, söyle eğer d Bir ölümden de çok fenaysa bana, c Şu karanlık, şu kimsesiz geceler. d Fuzûlî Fuzûlî (Fużūlī (فضولی); ; d. (?) - ö. 1556, Kerbela ya da Bağdat), Azerbaycan Türkçesinde eser veren Türk divan şâiridir. Asıl adı Mehmed bin Süleyman'dır. Türk Bayat boyundan olduğu aktarılmaktadır. Türk şiirini önemli ölçüde etkilemiştir. Ailesi göçebe hayatı bırakıp günümüzdeki Irak bölgesine yerleşmiş olan Oğuzların Bayat boylarındandır. Fuzûlî; ne kadar kesin bilinmese de 1483 yılında Akkoyunlular zamanında şimdiki Irak'ta Kerbela veya Necef'de veya Kerkük iline bağlı Kale semtinde doğduğu tahmin edilir. Fuzûlî iyi bir eğitim almak için ilk önce Hillah şehrinde müftü olan babasından, ve daha sonra Rahmetullah adındaki bir öğretmenden eğitim görmüştür. Daha sonraki öğrenimi hakkında kesin bir bilgi olmamakla birlikte; eserlerinden İslamî bilimler ve dil alanında çok iyi bir eğitim aldığı anlaşılmaktadır. Ayrıca Su Kasidesi'nin 2. beytinde;"Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem","Ya muhît olmuş gözümden günbed-i devvâre su"diyerek astronomi bilgisinin de iyi olduğunu ortaya koymuştur.Türkçe Divanı'nın önsözünde şöyle demiştir: Azerice, Arapça ve Farsça divan şiirlerini yazmıştır. Eserlerinde kullandığı dil dönemindeki divan şairlerine göre daha sade, anlaşılır bir Türkçedir. Halk deyişlerinden bolca yararlanmıştır. Bedensel zevklerden ziyade tasavvufî bir aşk, Ehl-i Beyt'e duyulan özlem, ayrılık acısı şiirlerinin konusunu teşkil etmiştir. Duygu ve düşüncelerini çok içten ve lirik bir şekilde ifade etmeyi kolayca başarmıştır. Bu açıdan bakıldığında Türk şiirinde karşılaştırılabileceği tek şair Yunus Emre'dir. "Leyla ve Mecnun" mesnevîsi aynı konuda yazılmış (Arapça ve Farsça dahil) en iyi mesnevîlerden biridir. İran şiirinden Hâfız, Türk şiirinden ise Nesimî ve Nevai çizgisini en başarılı şekilde kemâle erdirmiştir. Kendisinden sonra gelen bütün divan şairlerini etkilemiştir. Onun, Kerbela'da 1556 yılında içinde yaygın olan salgın bir hastalık sonucunda, veba veya kolera'dan öldüğü tahmin edilir. Nefsini yüceltmemek, kibir ve gurur yapmamak için şiirlerinde "boş, gereksiz, yersiz" anlamına gelen "fuzuli" mahlasını kullanmıştır. Irak'ta Hilla Bölgesinde yaşamıştır. Hayatı yoksulluk, bahtsızlık ve ilgisizlik içinde geçmiştir. Bu durum onu derinden etkilemiş ve bu yalnızlık duygusu sanatının ilham kaynağı olmuştur. Yaşadığı atmosferi şiirine yansıtmıştır. Kendisi çölde yaşamış; çöl kimsesizlik, hasret ve hüzün demektir. Fuzuli bu unsurları şiirinde yoğurmuştur. Fuzuli şiirlerinde Tek Varlık görüşünü en fazla işleyen şairdir. Onda "Visal" (Allah'a kavuşma) isteği kuvvetlidir. Ama vuslat yoktur. Tasavvuf onda yaşı ve sanatı ilerledikçe koyulaşmıştır. Divan edebiyatında ilah-i aşkı en fazla işleyen şairdir. Bu durum ondaki ideal aşkı gösterir. Fuzuli derdi, ıstırabı seven bir kişidir. Nitekim şu beyiti bunu açıkça gösterir. "Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib Kılma derman kim helakım zehri dermanındadır." Fuzuli derin ve samimi bir aşk şairidir. Ölüm, toplum, yoksulluk, felsefe, tabiat temalarını hep bu aşk etrafında yazmıştır. Çağdaşlarına göre sade bir dili vardır. Arapça, Farsça ve Türkçeyi çok iyi bilen şairin gücü; bu üç dilden aldığı kelimeleri kullanıp, bunlarla düşünmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu yönüyle Divan Edebiyatı'nın en büyük şairlerinden sayılmaktadır. Ayrıca Yedi Ulu Ozan'dan biri kabul edilir. Azerice, Arapça ve Farsça olmak üzere üç dilde de eser veren Fuzuli'nin eserlerini şu şekilde sıralanabilir 444 beyitlik Türkçe mesnevi, 1956 3 bin 96 beyitlik mesnevi. Bir örnek; "Arayiş-i sohbet eyle saki Ver bade mürüvvet eyle saki Bir cam ile kıl dimağımuz ter Lutf eyle bir iltifat göster" I. Süleyman'nin Bağdat'ı fethinden sonra (1534) padişaha kasideler (Arapça: قصيدة, çoğul qasā'id, قــصــائـد; Farsça: قصیده) sunmuştur. Padişah tarafından beğenilen kasideler karşılığında 9 akçelik maaşla ödüllendirilmiştir. Maaşını alamayınca "Şikâyetnâme"'yi yazmıştır. Şikâyetnâme Fuzuli'nin en önemli eserlerinden biridir. Şikâyetnâmesinde Fuzuli şöyle der: "Beni candan usandırdı, cefadan yâr usanmaz mı?" "Felekler yandı ahımdan, murâdım şemsi yanmaz mı?" "Kamu bimarına cânân devayı dert eder ihsan" "Niçin kılmaz bana derman beni bîmar sanmaz mı?" Kerbela olayını anlatan düzyazı, 1837 tasavvuf içerikli, 327 beyitlik Farsça mesnevi Duman (film) Duman (Özgün adı: "Smoke"), 1995 ABD bağımsız filmidir. Hisami Kuroiwa, Harvey Weinstein ve Bob Weinstein tarafından yapılmış ve Wayne Wang ve Paul Auster tarafından yönetilmiştir. Auggie Wren Harvey Keitel, Brooklyn’de, 7. Cadde ile 3. Sokak'ın kesiştiği köşede küçük bir tütün mağazası işletmektedir. Kot pantolon ve tişört giyen, huysuz tavırlarıyla filozof yönünü gizleyen Auggie için bu dükkân bir sığınak gibidir. Aşktan ağzı yanan ve kendini tezgâhının ardına gizleyen Auggie, 13 yıldır her sabah dükkânın karşısındaki köşede bir fotoğraf çeker. Elindeki yaklaşık 4000 fotoğraf, mekanın aynı kaldığının ama insanların sürekli değiştiğinin bir göstergesidir. Burası kocaman dünyada küçük bir köşedir; Auggie’nin köşesi. Derken diğer karakterler öyküdeki yerlerini alır. Yıllar önce, hamile karısı trajik bir şekilde öldürülünce içine kapanan yazar Paul Benjamin (William Hurt), dükkânın devamlı müşterileri arasındadır. Bir gün Auggie’nin fotoğraflarına bakarken, karısının ölümünden birkaç saat önce çekilmiş bir karede kendini görür ve o anda aklında bir öykü oluşur. Aklında bu öyküyü formüle etmeye çalışırken, bir otobüsün altında kalma tehlikesi atlatır ama Raşid (Harold Perrineau) adında bir genç tarafından son anda kurtarılır. Teşekkür etmek için Raşid’e yemek alır, onun bir kaçak olduğunu öğrenir ve sonunda aynı evde kalmaya başlarlar. Bu arada Auggie, eski aşkı Ruby’nin (Stockard Channing) sürpriz ziyaretiyle şaşkınlığa uğrar. Harvey Keitel Harvey Keitel (d. 13 Mayıs 1939, Brooklyn, New York), Amerikalı oyuncudur. Davud Davud (Arapça: داود, "Dāwūd"; İbranice: דוד, "David"; İngilizce, Fr, Almanca: David), İsrailoğullarının kurduğu İsrail Krallığı'nın üçüncü kralı (yaklaşık MÖ 1000 - MÖ 962) ve Kudüs kentinin kurucusu. Tanah ve Kur'an'da nebi (peygamber) olarak zikredilir. Hristiyan inancında İsa'nın Eski Ahit'teki simgelerinden (İng. "prefiguration") biri sayılır. Musevi Kutsal kitabı Tanah'ın Mezmurlar (İslam'da Zebur) bölümünü oluşturan 150 şiirin Davud tarafından yazıldığı kabul edilir. Bu şiirler gerek Museviliğin gerek Hristiyanlığın en sevilen dini metinleri arasındadır. Kur'an'a göre Zebur, Davud Peygamber'e Allah tarafından indirilmiştir. Musevi Kutsal Kitabı'nda (Eski Ahit) Davut'un hayat hikâyesi "I. Samuel" kitabının
ikinci yarısı ile "II. Samuel" kitabının tamamını kapsar. Birinci Yahudi kralı olan Şaul Allahın takdisini kaybeder. Bunun üzerine Peygamber Şamuel (Samuel), Yahudaoğulları'ndan koyun çobanı olan Yesse'nin (İngilizce: "Jesse") soyundan krallar geleceğini bildirir. Yesse'nin sekiz oğlundan en küçüğü çoban Davud kralın sarayına alınır. Şaul'un Filistinliler'le karşı yaptığı savaşta Davut tek başına dev Calud'a karşı savaşır; sapanıyla attığı taşla onu yener ve kafasını keser. Bunun üzerine Şaul damadı Davud'u kıskanır ve öldürülmesini emreder. Ancak Davut'a derin bir sevgi ile bağlı olan Şaul'un oğlu Yonatan (İngilizce: "Jonathan"), Davud'u korur ve kaçmasını sağlar. Davud yıllarca çölde yaşar. Daha sonra Araplara sığınır. Filistinlilerle yapılan bir savaşta Şaul ve Yonatan öldürülür. Davut pişmanlıkla onların yasını tutar. Yahudi ileri gelenleri tarafından 30 yaşında kral seçilir. Hebron'da kutsal yağla meshedilir. Kenanlılara ait olan Zion (Kudüs) kalesini ele geçirerek burayı kendine başkent yapar. Tanrı'nın On Emri'ni içeren sandukayı buraya getirerek büyük bir tapınak inşa etmeye karar verir. Ancak Peygamber Natan onu bu kararından vazgeçirir. (Tapınağı, Davud'un oğlu Süleyman inşa edecektir.) Davud, tüm Yahudi aşiretlerine boyun eğdirir, Ürdün ve Suriye'yi fetheder. Davud evli bir kadın olan Batşeba'yı sever, kadının kocası olan Hititli Uriyah'ı öldürterek Batşeba'ya sahip olur. Allah bunun üzerine kendisini lanetler; Batşeba'dan doğan oğlu yedi günlükken ölür. Mezmurların bir bölümü, Davud'un bu olay üzerine duyduğu acı ve pişmanlığı anlatır. Son yıllarında Davud'un sevgili oğlu Abşalom babasına karşı isyan eder. Baba ile oğlun orduları karşı karşıya gelir; Abşalom öldürülür. Davud 36 yıl hüküm sürdükten sonra ölür. Yerine Batşeba'dan olan oğlu Şolomon (Süleyman) geçer. Davud'un adı Kur'an'da 16 yerde geçer. Kur'an'da Allah'ın Davud'a krallık ve bilgelik verdiği, Davud'a demiri işleme sanatını bahşedip ondan bedeni koruyan örtüp koruyan zırhlar yapma yeteneği verdiği, Davud'un Talut(Saul) ile girdiği bir savaşta güçlü bir dev olan Câlût'u(Goliaht) öldürdüğü, Allah'ın bazı peygamberleri diğerlerinden üstün kıldığı ve Davud'a Zebur'u verdiği, onu ve soyunu dünyaya hakim kıldığı, Davud'un koyunlarla ilgili ihtilafa düşen iki ortağın davasında yargıçlık ederek adalet konusunda düştüğü çelişkiden kurtulmasının sağlandığı, dağların ve kuşların Davud'la Süleyman'ı yücelttiği ifade edilir. Kuran'da kral Şaul'un adı Tâlût olarak geçer. İslâm geleneğinde Davud'un sesinin çok güzel olduğu söylenir. "Dâvûdî ses" deyimi buradan gelmektedir. Yine bir gün oruç tutup bir gün tutmamaya da "Dâvudi orucu" denmektedir. Allah katında en sevimli orucun Davud'un orucu olduğu belirtilir. Salvador Allende Salvador Allende Gossens (d. 26 Haziran 1908, Valparaíso, Şili - ö. 11 Eylül 1973, Santiago, Şili), Şilili devlet adamı ve Latin Amerika'da serbest seçimle iktidara gelen ilk Marksist devlet başkanıdır. Ne var ki işçi sınıfının egemenliğinde bir cumhuriyet kurma amacını gerçekleştiremedi. Göreve başladıktan üç yıl sonra askerler, onun başkanlığını sürdürdüğü sosyalist iktidarı bir darbe ile ortadan kaldırdı. Burjuva bir ailenin oğlu olan Allende, liseyi bitirdikten sonra doğduğu kent olan Valparaíso'da tıp eğitimi gördü. Solcu politik gruplarda çalışarak kısa zamanda öğrenci liderliğine yükseldi. Diktatör Carlos İbanez'e karşı mücadelesinden dolayı tutuklandı ve 1932'de tıp diplomasını aldıktan sonra üniversiteden uzaklaştırıldı. Bir yıl sonra tanınmış birkaç solcuyla birlikte Komünist Partinin Marksist alternatifi olarak gördüğü Partido Socialistayı (Sosyalist Parti) kurdu. 1937'den başlayarak milletvekili olan Allende, devletin çeşitli sağlık kurumlarında çalıştı ve Valparaíso Üniversitesi'nde öğretim üyeliği yaptı. Halk Cephesi Hükümeti'nin başkanı olan Pedro Aguirre Cerda, Allende'yi 1939'da Sağlık Bakanlığı'na atadı. Allende'nin sosyal düzeyi düşük olanlara karşı özel bir ilgi göstermesi, Yoksulların Başkanı olarak adlandırılmasını sağladı. 1943'te Sosyalist Parti Genel Sekreterliği'ne seçildi ve bunun ardından sağlık alanında çeşitli kamusal ve siyasal görevler üstlendi. Bunun yanı sıra ülkesinin sosyal yasalarının çıkarılması yönünde etkin bir rol oynadı. Allende, toplumun alt tabakalarına ilişkin sosyal çalışmalarından dolayı kazandığı popülerliliği 1952'deki başkan seçimlerinde kullanmak istedi. Birkaç solcu partiyi birleştirerek Frente del Puebloyu (Halk Cephesi) kurdu ve bu partinin adayı oldu. Ne var ki ancak 60.000 oy alabildi. Bu başarısızlığın sonucu olarak, sonraki yıllarda giderek daha çok partiyi Halk Cephesine katmaya çalıştı. 4 eylül 1970'te Sosyalistler, Komünistler, Liberaller ve Hristiyan Demokratlardan ayrılmış olanların birleşmesiyle kurduğu Unidad Popular'ın (Halk Birliği) adayı oldu. 1952, 1958, 1964'ten sonraki bu dördüncü girişiminde, 1967'den beri Senato Başkanı olan Allende mutlak çoğunluğu (oyların % 36,3'ü) kazandı. Altı hafta sonra hedefine ulaşarak Başkanlık Sarayı'na taşındı. Hükümetteki Hıristiyan Demokrat Partisinin oylarını; demokratik hukuk devleti, ayrıca parti, toplantı ve basın özgürlüğünden yana tavrıyla toplayabildi. Allende, Şili'yi sosyalist bir topluma yani "İşçi Sınıfının Cumhuriyeti"ne dönüştürmek istedi. Mallara el koyarak ve mülkü dağıtarak büyük sosyal farklılıklara karşı savaştı. 15 yaşından küçük çocuklara, gebe ve emziren annelere parasız olarak günde yarım litre süt dağıttı. En düşük gelirleri üçte iki oranında yükseltti, buna karşılık devlet memurlarının ücretlerine bir üst sınır koydu. Yabancı işletmeleri devletleştirmesi, birinci derecede, hemen hemen tümüyle ABD'lilere ait olan bakır madenlerine yönelikti. 1970 Kasım'ında Küba ile diplomatik ilişkilerin yeniden kurulması, ABD ile ayrıca bir sürtüşme nedeni oldu. Allende'nin sosyal ve politik girişimlerinin başlangıçtaki başarılarına karşın önemli ekonomik sorunlar ortaya çıktı. Bir yıl önce devletleştirmeyi oybirliğiyle kabul etmiş olan muhafazakar muhalefet, ABD'nin baskısıyla 1972 Şubat'ında danışma koşulunu koydu ve Allende bundan sonraki devletleştirme işlemlerinde Parlamento'nun iznini almak zorunda kaldığından politikasını sürdüremedi. 1973'ün ortasından sonra sağdan ve soldan gelen terör, iç politikadaki dengeyi bozdu. Ayrıca zırhlı bir birliğin darbe girişimi, Allende'nin 1972 güzünde hükümete ortak ettiği ordunun da artık onu tam olarak desteklemediğini kanıtladı. 1973 Haziran'ının sonunda Parlamentonun çoğunluğu Allende'nin rejimini yasa dışı ilan etti ve kendisini anayasayı birkaç kez ihlal etmekle suçladı. 1973 Ağustos'unun sonunda Allende tarafından silahlı kuvvetlerin başkomutanlığına getirilen General Augusto Pinochet ülkenin karışık durumundan yararlanarak 11 Eylül 1973 tarihinde bir darbe girişiminde bulundu. Bunu yaparken CIA'in yoğun desteğini gördü. Bu durum, Latin Amerika devletlerinde serbest seçimlerle iktidara gelen Marksist bir devlet başkanına yapılan tek antikomünist darbedir. Başkanlık Sarayı'na yapılan saldırılar sırasında teslim olması çağrısı yapıldı, fakat o askerlere teslim olmayı reddetti ve intihar etti. Kısa bir süre sonra, darbeciler, Allende'nin intihar ettiğini duyurdu. Resmi duyuruda otomatik tüfek ile intihar ettiğini ilan etti. Ölümünden önce, Fidel Castro'nun kendisine hediye ettiği ve elinde tuttuğu AK-47 marka silah birkaç kez fotoğraflanmıştı. Allende, bu silahla ölü bulundu. 2004'teki Guzmán belgeseline göre, Allende bir tabanca ve bir tüfekle kendini vurmuştur. Ölümünden sonra Pinochet anayasayı geçersiz kılarak askeri bir diktatörlük kurdu. İstanbul, Ataşehir'de Mustafa Kemal Atatürk ile yan yana bir heykeli vardır. Gustave Flaubert Gustave Flaubert (12 Aralık 1821 – 8 Mayıs 1880), Fransız romancı. Edebiyat eleştirmenleri tarafından modern romanın kurucusu kabul edilir. En tanınmış eseri, 19. yüzyıl toplumsal gerçekliğini çarpıcı biçimde aktaran ve dünya klasikleri arasına giren Madame Bovary'dir. 1857'de yayımlanan ve Fransa'da ciddi tartışmalara neden olan bu eserden sonra realist akımı başlatan kişi olarak gösterilmiştir. 12 Aralık 1821’de Fransa'nın Rouen kentinde doğdu. Bir hekim kızı ve dinsel bağlılıkları sahip bir aristokrat olan annesi Justine-Caroline Fleuriot ile Hôtel-Dieu'de baş cerrahlık yapan orta sınıftan gelme babası Achille-Cléophas'nın ortanca çocuğuydu. Rouen'de mutlu bir çocukluk dönemi yaşadı. 1832-1840 yılları arasında Rouen Koleji'nde öğrenim gördü. Edebiyat alanındaki ilk denemelerini okul gazetesinde ve "Le Colibri" ("Sinek Kuşu") adlı küçük bir dergide yaptı. 1834’te arkadaşı Ernest Chevalier ile birlikte "Art et Progrès" (Sanat ve İlerleme) adında bir dergi çıkarmaya başladı. Henüz 15 yaşındayken Trouville sahilinde tanıştığı kendisinden on yaş büyük ve evli bir kadın olan "Elisa Schlésinger"'e aşık oldu. Bu aşk, yaşamında çok önemli etkiler, izler bıraktı. Elisa Schlesinger daha sonra ""Duygusal Eğitim"" adı ile kaleme alacağı eserde "Marie Arnoux" karakterinin de temel kaynağı oldu. Öğrencilik yıllarında sürekli yazdı. ""Bir Çılgının Hatıraları"" (1838), ""Smarh"" (1839) ve 1840 yılında yazmaya başladığı ""Kasım"" lise öğrencisi olduğu dönemin ürünleridir. 1841'de Paris'e gidip Hukuk Fakültesi'ne kaydoldu. Hukuk öğrenimi sırasında da yoğun bir şekilde yazmakla meşgul oldu. 1844 yılında sara kaynaklı ilk krizini geçirince, dinlenmesi gerektiğinden hukuk eğitimini yarıda bırakarak eve döndü. Hastalığı nedeniyle vaktinin çoğunu evde geçirmek zorunda kaldı. 1845’te "Duygusal Eğitim"'in ilk taslağını bitirdi ve ailesiyle beraber bir İtalya seyahatine çıktı. Cenova'da gördüğü ve onu çok etkileyen bir Brueghel tablosunun verdiği ilhamla “""Aziz Anthony'nin Baştan Çıkışı"”'nı yazmaya başladı. 1846 yılında babasını, hemen ardından kız kardeşini kaybetti. Ölen kardeşinin küçük bebeğinin bakımını üstlendi. Babasından kalan yüklü miras sayesinde tüm zamanını yazı yazarak geçirmeye karar verdi. Yeğeni ve annesi ile Rouen yakınlarındaki Croisset'ye yerleşti, hayatının tamamını burada geçirdi. Bu arada edebiyat dünya
sında kendisinden uzatmalı sevgilisi olarak bahsedilen şair "Louise Colet" ile tanıştı (1846) ve ilişkileri sekiz yıl sürdü. 1849’da ""Aziz Antoine"" adlı eserinin ilk okumasını arkadaşlarına yaptığında büyük hayal kırıklığı yaşadı. Arkadaşları ona sıradan konular seçmesini ve bunu doğal bir üslupla, herkesin anlayabileceği bir dille yazmasını öğütlediler. Bu hayal kırıklığının ardından yakın dostu Maxime du Camp ile birlikte 18 ay süren bir Ortadoğu gezisine çıktı. Yunanistan, Anadolu, Mısır, Filistin, Suriye ve İtalya'yı dolaştı. Gezi esnasında mal varlığının çoğunu harcayan ve frengiye yakalanan Flaubert, içe kapanıklığından, yalnız Mısır’a ve Tunus’a yaptığı yolculuklarla sıyrıldı. Ünlü romanı Salambo’yu ona esinleyen de, bu yolculuklar oldu. Madame Bovary’i de bu esnada kurgulamakta olduğu ifade edilir. Edebiyat dünyasından pek çok kişiyle mektuplaştı. Bu mektuplardan bazıları sonradan büyük ün kazandı. Sevgilisi Louise Colet’e mektupları ise edebî açıdan eserleri arasında sayılacak değerde kabul edilir. Yakın Doğu seyahatinden dönüşünden üç ay sonra, Eylül 1851′de "Madame Bovary"'yi yazmaya başladı. Kitabı 1856 baharında bitirdi ve eser tefrika edildi. Flaubert 1856′da ""Baştan Çıkış""'ı tekrar kaleme ve ""Salombo"" üzerinde çalışmaya başladı (1857). Bu arada ilk romanı Madame Bovary, 1857’de kitap olarak basıldı. Eser “ahlaksızlık-sapkınlık” eseri olarak suçlanarak yasaklandı ve yazara dava açıldı. Savcıya göre kitapta eş aldatma yüceltilmekte, cinsel duygular abartılıp kışkırtılmakta, geleneklere hakaret edilmekteydi. Yargıç “namus cellâdı kadın”ın kim olduğu sorulduğunda, Falubert’in verdiği ""Madam Bovary, c'est moi! (Madame Bovary benim!)"” yanıtı meşhurdur. Avukatı Marie-Antoine-Jules Senard’ın başarılı savunması Flaubert’in aklanmasını sağladı. Bu nedenle avukat Senard’ın adı bu nedenle kitabın yeni basımında, daha ilk sayfada, ithaftan da önce, Flaubert’in kendisine hitaben yazdığı kısa bir teşekkür notuyla birlikte yer almıştır. Flaubert bu savunmadan sonra, yazdığı kitabın kendi gözünde bile umulmadık bir değer kazandığını söylemiştir. Yazar, 1858 ilkbaharında Kuzey Afrika'da iki aylık bir araştırma gezisi yaptı. Salomo adlı romanını Nisan 1862′de tamamladı. 1864-1869 arasında Duygusal Eğitim’in son taslağını yazdı. Yirmi beş seneye yayılan bir çalışma sonunda ortaya çıkan bu eserde kendi gençlik yıllarından hareketle bir "nesil hikâyesi" anlatmıştır. Yaşamının son yılları acılar, edebi başarısızlıklar ve maddi zorluklarla geçti. Bitiremediği son projesi ""Bouvard ve Pécuchet""'yi ("Bilirbilmezler" ismi ile Türkçeye çevrildi) yazmaya 1874′te başladı. Para sıkıntısı yüzünden, projeye iki senelik bir ara verip 1877′de yayımlanacak olan ""Üç Hikâye""'yi (Saf Bir Kalp, Konuksever Aziz Julien Efsanesi ve Hérodias) kaleme aldı. Çocukluk arkadaşı Laure le Poittevin'in oğlu Maupassant'ı manevi evladı olarak benimsemişti. Onu iyi bir yazar olarak yetiştirmeye çalıştı ve Maupassant'ın başarılarıyla avundu. Flaubert, 8 Mayıs 1880 günü, ani bir felç sonucu, Croisset’de öldü. Büyük Taarruz Büyük Taarruz, Türk Kurtuluş Savaşı sırasında Türk ordusunun Yunan kuvvetlerine karşı başlattığı genel saldırıdır. Bakanlar Kurulu taarruz kararını almış ve 14 Ağustos 1922 tarihinde kolordular taarruz için yürüyüşe geçmiş, 26 Ağustos'ta saldırı başlamış, 9 Eylül'de Türk Ordusu İzmir'e girmiş ve 18 Eylül'de de Yunan Ordusu'nun Anadolu'yu tamamen terk etmesiyle savaş sona ermiştir. Türk Ordusu Sakarya Meydan Muharebesi'ni kazanmış olsa da Yunan ordularını savaşa zorlayarak yok edecek bir durumda değildi. Türk ordusunun büyük bir saldırıya girişmesi için büyük eksikleri vardı. Bunların giderilmesi için halktan son bir kez özveride bulunması istendi. Bütün mali kaynaklar son sınıra kadar zorlandı ve hemen hazırlıklara başlandı; subaylar ve askerler saldırı için eğitilmeye başlandı. Ülkenin tüm kaynakları ordunun emrine verildi. Muharebelerin fiilen sona erdiği Doğu ve Güney cephesindeki birlikler de Batı cephesine kaydırıldı. Öte yandan İstanbul'da da Türk kurtuluş mücadelesine destek veren dernekler İtilaf Devletleri'nin silah depolarından kaçırdıkları silahları Ankara'ya gönderdiler. Türk ordusu ilk kez saldırıya geçecekti ve bu yüzden sayıca Yunan birliklerinden üstün olmak zorundaydı. Anadolu'da bu dönemde 200.000 Yunan askeri vardı. Türk ordusu da bir yıllık hazırlık sonucunda ordudaki asker sayısını 186.000'e yükselterek Yunan birliklerine yaklaştı. Ancak Türk ordusu tüm bu çabalara rağmen süvari birlikleri dışında Yunan birliklerine bir üstünlük sağlayamamış, ancak bir denge kurulabilmişti. Saldırı zamanı yaklaştıkça Sakarya Meydan Muharebesi'nden önce çıkartılan ve üç defa süresi uzatılan ve süresi 4 Ağustos'ta sona erecek olan Başkomutanlık yasasının süresinin yeniden uzatılması gündeme geldi. Bunun için Mustafa Kemal Paşa 20 Temmuz'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde "Ordunun maddi ve manevi gücü millî gayeyi tam bir güvenle gerçekleştirecek düzeye ulaşmıştır. Bu sebeple yüce meclisimizin yetkilerine lüzum kalmamıştır." diyerek yasadaki olağanüstü maddelere gerek olmadığını bildirdi. Başkomutanlık yasası meclisin verdiği kararla oy birliğiyle süresiz uzatıldı. Sakarya Meydan Muharebesi'nden sonra kamuoyunda ve TBMM’de taarruz için sabırsızlıklar baş gösterdi. Bu gelişmeler üzerine Mustafa Kemal Paşa, 6 Mart 1922 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin gizli bir toplantısında endişe ve huzursuzluk duyanlara ""Ordumuzun kararı, taarruzdur. Fakat bu taarruzu tehir ediyoruz. Sebebi, hazırlığımızı tamamen bitirmeye biraz daha zaman lazımdır. Yarım hazırlıkla, yarım tedbirlerle yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten çok daha kötüdür."" diyerek bir taraftan zihinlerdeki şüpheyi bertaraf etmeye çalışırken diğer taraftan da orduyu son zaferi sağlayacak bir taarruz için hazırladı. 1922 yılının Haziran ayı ortalarında, Başkomutan Müşir Gazi Mustafa Kemal Paşa, taarruza geçme kararını aldı. Bu karar sadece üç kişi ile paylaşıldı: Cephe Komutan Mirliva İsmet Paşa, Genelkurmay Başkanı Birinci Ferik Fevzi Paşa ve Millî Savunma Bakanı Mirliva Kâzım Paşa. Asıl amaç; yok edici bir meydan savaşı yapmak, düşmanı çabuk ve kesin bir sonuç alacak şekilde vurmaktır. Büyük Taarruz ve bu taarruzu taçlandıran Başkomutanlık Meydan Muharebesi, Türk Kurtuluş Savaşı'nın son safhasını ve zirvesini teşkil etti. Mustafa Kemal Paşa, 3 yıl 4 aylık süreçte Türk milletini ve ordusunu adım adım hedefe taşıdı. Batı Anadolu'yu Türk Ordusu'na karşı savunmayı planlayan Yunan Ordusu; Gemlik Körfezi'nden Bilecik, Eskişehir ve Afyonkarahisar ilinin doğusu ile Büyük Menderes Nehri'ni takiben Ege Denizi'ne dayanan savunma hattını bir yıla yakın bir süre ile tahkim etti. Özellikle Eskişehir ve Afyon bölgeleri gerek tahkimat gerekse birlik miktarı bakımından daha kuvvetli tutulmuş, hatta Afyonkarahisar ilinin güneybatısındaki bölge birbiri gerisinde beş savunma hattı şeklinde tertiplenmiştir. Hazırlanan Türk taarruz planına göre 1. Ordu kuvvetleri, Afyonkarahisar ilinin güneybatısından kuzeye doğru taarruza geçtiğinde Afyonkarahisar ilinin doğusu ve kuzeyinde bulunan 2. Ordu kuvvetleri de taarruzla kesin sonuç alınmak istenen 1. Ordu bölgesine düşmanın kuvvet kaydırmasına engel olacak ve Döğer bölgesinde bulunan düşman ihtiyatlarını kendi üzerine çekmeye çalışacaktır. 5. Süvari Kolordusu da Ahır Dağları'ndan aşarak düşmanın yan ve gerilerine taarruz ederek düşmanın İzmir ile telgraf ve demir yolu irtibatını kesecektir. Baskın prensibi ile Yunan ordusunun imhasının gerçekleşmesi düşünüldü ve Mustafa Kemal Paşa, 19 Ağustos 1922 tarihinde Ankara'dan Akşehir'e giderek 26 Ağustos 1922 Cumartesi sabahı düşmana taarruz emrini verdi. 26 Ağustos gecesi 5. Süvari Kolordusu, Ahır Dağları üzerindeki Yunanların gece savunmadığı Ballıkaya mevkiinden sızma yaparak Yunan hatlarının gerisine intikale başladı. İntikal bütün gece sabaha kadar sürdü. Yine 26 Ağustos sabahı Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, yanında Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ve Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ile birlikte muharebeyi idare etmek üzere Kocatepe'deki yerini aldı. Büyük Taarruz burada başlayarak, topçuların sabah saat 04.30'da taciz ateşi ile başlayan harekât, saat 05.00'te önemli noktalara yoğun topçu ateşi ile devam etti. Türk piyadeleri, sabah 06.00'da Tınaztepe'ye hücum mesafesine yaklaşarak tel örgüleri aşıp Yunan askerini süngü hücumu ile temizledikten sonra Tınaztepe'yi ele geçirdi. Bundan sonra saat 09.00’da Belentepe, daha sonra Kalecik - Sivrisi ele geçirildi. Taarruzun birinci günü, sıklet merkezindeki 1. Ordu Birlikleri, Büyük Kaleciktepe'den Çiğiltepe'ye kadar 15 kilometrelik bir bölgede düşmanın birinci hat mevzilerini ele geçirdi. 5. Süvari Kolordusu düşman gerilerindeki ulaştırma kollarına başarılı taarruzlarda bulunarak, 2. Ordu da cephede tespit görevini aksatmadan sürdürdü. 27 Ağustos Pazar sabahı gün ağarırken Türk ordusu bütün cephelerde yeniden taarruza geçti. Bu taarruzlar çoğunlukla süngü hücumlarıyla ve insanüstü çabalarla gerçekleştirildi. Aynı gün Türk birlikleri Afyonkarahisar'ı geri aldı. Başkomutanlık Karargâhı ile Batı Cephesi Komutanlığı Karargâhı Afyonkarahisar'a taşındı. 28 Ağustos Pazartesi ve 29 Ağustos Salı günleri başarılı geçen taarruz harekâtı, 5. Yunan Tümeni'nin çevrilmesi ile sonuçlandı. 29 Ağustos gecesi durum değerlendirmesi yapan komutanlar, hemen harekete geçerek muharebenin sür'atle sonuçlandırılmasını gerekli buldular. Düşmanın çekilme yollarının kesilmesi ve düşmanı çarpışmaya zorlayarak tamamen teslim olmalarını sağlama yolunda karar aldılar ve karar sür'atli ve düzenli bir şekilde uygulandı. 30 Ağustos 1922 Çarşamba günü taarruz harekâtı, Türk ordusunun kesin zaferi ile sonuçlandı. Büyük Taarruz'un son safhası Türk askerî tarihine Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak geçti. 30 Ağustos 1922 Başkomutanlık Meydan Muharebesi sonunda, düşman ordusunun büyük kısmı dört taraftan sarılarak Mustafa Kemal Paşa'nın ateş hatları arasında, bizzat Zafertepe'den idare ettiği savaşta, tamamen yok edildi veya esir edildi. Aynı günün akşamınd
a Türk birlikleri Kütahya'yı geri aldı. Savaş havada da sürdü. 26 Ağustos günü, hava bulutlu olmasına rağmen, Türk uçakları keşif, bombalama ve kara birliklerini korumak için havalandı. Av uçakları gün boyunca sürdürdükleri devriye uçuşları sırasında, dört defa düşman uçakları ile karşı karşıya geldiler. Girişilen hava çarpışmalarında üç Yunan uçağı kendi hava hatlarının gerisine indirildi ve bir Yunan uçağı da bölük komutanı Yüzbaşı Fazıl tarafından Afyonkarahisar'ın Hasanbeli kasabası civarında düşürüldü. İleriki günlerde de keşif ve bombalama uçuşları gerçekleştirildi. Anadolu'daki Yunan kuvvetlerinin yarısı imha veya esir edildi. Kalan bölümü ise üç grup halinde çekildi. Bu durum karşısında Çalköy'de yıkık bir evin avlusu içinde Mustafa Kemal Paşa, Fevzi Paşa ve İsmet Paşa ile buluşarak Yunan ordusunun kalıntılarını takip etmesi için Türk ordusunun büyük kısmının İzmir istikametinde ilerlemesini kararlaştırdılar ve müteakiben de Mustafa Kemal Paşa o tarihî ""Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!"" emrini verdi. 1 Eylül 1922 tarihinde Türk ordusunun takip harekâtı başladı. Muharebelerden kurtulan Yunan birlikleri İzmir'e, Dikili'ye ve Mudanya'ya düzensiz olarak geri çekilmeye başladı. Yunan ordusu Başkomutanı General Nikolaos Trikupis ve kurmayları ile 6.000 asker, 2 Eylül de Uşak'ta Türk birliklerine esir düştüler. Trikupis, Yunan ordusunun başkomutanlığına atandığını Uşak'ta Mustafa Kemal Paşa'dan öğrendi. Türk ordusunun bu muharebede, 15 günde 450 kilometre mesafe katederek 9 Eylül 1922 sabahı İzmir'e girdi. Sabuncubeli'nden geçen 2. Süvari Tümeni, Mersinli yolu ile İzmir'e doğru ilerlerken bunun solunda 1. Süvari Tümeni de Kadifekale'ye doğru yürüdü. Bu Tümenin 2. Alayı, Tuzluoğlu Fabrikasından geçerek Kordonboyu'na ulaştı. Yüzbaşı Şerafettin Bey Hükûmet Konağına, 5. Süvari Tümenin öncüsü Yüzbaşı Zeki Bey Kumandanlık Dairesine, 4. Alay Komutanı Reşat Bey de Kadifekale'ye Türk bayrağını çektiler. Büyük Taarruz'un başladığı günden 4 Eylül'e kadar Yunan ordusu 321 kilometre geri çekildi. 7 Eylül'de Türk birlikleri İzmir'e 40 kilometre kadar yaklaşmıştı. 9 Eylül 1922 tarihli New York Times gazetesi Yunan ordusunun kayıplarının ve Türk ordusunun ele geçirdiklerinin 910 savaş topu, 1.200 kamyon, 200 otomobil, 11 uçak, 5.000 makineli tüfek, 40.000 tüfek ve 400 vagonluk cephane olduğunu yazdı. Ayrıca 20.000 Yunan askerinin de esir düştüğünü belirtti. Devamında Yunan ordusunun savaşın başında 200.000 kişiden oluştuğunu ve şu anda yarısından fazlasını kaybettiğini ve Türk süvarilerinden dağınık halde kaçan Yunan asker sayısının ancak 50.000'i bulabildiğini yazdı. Büyük Taarruz da Türk Ordusu, 7.244.088 piyade mermisi, 55.048 top mermisi ve 6.679 bomba kullandı. Muharebelerde 6.607 piyade tüfeği, 32 hafif makineli tüfek, 7 ağır makineli tüfek ve 5 top kullanılamaz durumuna geldi. Yunanlardan 365 top, 7 uçak, 656 kamyon, 124 binek aracı, 336 ağır makineli, 1.164 hafif makineli tüfek, 32.697 piyade tüfeği, 294.000 el bombası ve 25.883 sandık piyade mermisi ele geçirildi. Büyük Taarruzun başlangıcından beri ele geçirilen ve Türk ordusunun ihtiyaç fazlası olan 8.371 at, 8.430 öküz ve manda, 8.711 eşek, 14.340 koyun ve 440 deve halka dağıtıldı. Büyük Taarruz'da Yunan ordusundan esir düşen asker sayısı 20.826 idi. Bunlardan 23 inşaat taburu kuruldu ve kendilerinin yıktıkları, karayolu ve demiryollarının tamirinde çalıştırıldılar. Büyük Taarruz boyunca Türk Ordusunun muharip zayiatı, 26 Ağustos taarruzun başlangıç gününden 9 Eylül İzmir'in kurtuluşuna kadar 2.318 ölü, 9.360 yaralı, 1.697 kayıp ve 101 esir idi. 18 Eylül'e kadar, yani son Yunan askerlerinin Erdek'den çekilip Batı Anadolu'daki Yunan işgalinin sona ermesiyle, 24 gün boyunca toplam 2.543 ölü (146 subay ve 2.397 er) ve 9.855 yaralı (378 subay ve 9.477 er) verilmiştir. 9 Eylül'de Türk birlikleri İzmir'e girdi. 11 Eylül'de Bursa, Foça, Gemlik ve Orhaneli, 12 Eylül'de Mudanya, Kırkağaç, Urla, 13 Eylül'de Soma, 14 Eylül'de Bergama, Dikili ve Karacabey, 15 Eylül'de Alaçatı ve Ayvalık, 16 Eylül'de Çeşme, 17 Eylül'de Karaburun, Bandırma ve 18 Eylül'de Biga ve Erdek Yunan işgalinden kurtarıldı. Böylece 18 Eylül'de de Batı Anadolu Yunan işgalinden kurtarıldı. 11 Ekim 1922 tarihinde imzalanan Mudanya Ateşkes Anlaşması ile Doğu Trakya, silahlı çatışma olmadan Yunan işgalinden kurtarıldı. 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması ile savaş resmen sona erdi ve Türkiye bağımsızlığını tüm dünyaya kabul ettirdi. Mustafa Kemal Paşa, Başkomutanlık Meydan Muharebesi’ni sevk ve idare ettiği Zafertepe’de 30 Ağustos 1924 tarihinde Büyük Zafer'in önemini şu şekilde ifade etmiştir. ""... Hiç şüphe etmemelidir ki yeni Türk Devleti'nin, genç Türkiye Cumhuriyeti'nin temelleri burada atıldı. Ebedî hayatı burada taçlandırıldı. Bu sahada akan Türk kanları, bu semada uçuşan şehit ruhları, devlet ve cumhuriyetimizin ebedî muhafızlarıdır..."" Tarihçi Isaiah Friedman Yunan Küçük Asya Ordusu'nun son günlerini şu sözlerle tasvir etmiştir: ""Yunan ordusunu bekleyen bozgun, Armageddon savaşı boyutlarında idi. Dört gün içinde bütün Yunan Küçük Asya Ordusu ya yok edildi ya da denize döküldü."" Başkomutanlık Meydan Muharebesi Başkomutanlık Meydan Muharebesi ya da Dumlupınar Meydan Muharebesi, Kütahya'ya bağlı Dumlupınar yakınında 30 Ağustos 1922'de Türk ve Yunan orduları arasında meydana gelen savaştır. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa tarafından şahsen yönetildiği için "Başkomutanlık Meydan Muharebesi" olarak anılır. İstiklal Savaşı'nın kesin bir Türk zaferiyle sonuçlanmasını sağlayan bu çarpışmanın yıldönümü Türkiye'de ulusal bayram olarak kutlanmaktadır. Kurtuluş Savaşı'nın son evresi 26 Ağustos 1922'de Afyonkarahisar - Kocatepe'de başlayan Büyük Taarruz ile açılmış ve 9 Eylül 1922'de Türk Ordusu'nun İzmir'e girmesiyle sonuçlanmıştır. Sakarya Meydan Muharebesi sonucunda Yunan tarafı Şubat ve Mart 1922'de Londra'ya uzun bir ziyarette bulunarak ülkesine yapılan askeri yardımın artırılmasını istedi. Ancak bu istek Lloyd George hükümetince reddedildi. Gounaris bunun üzerine Yunan ordusunu Anadolu'dan çekme tehdidinde bulundu ise de bunu kendi hükümetine kabul ettiremeyerek istifaya zorlandı. Sakarya'da kazanılan savaşın en önemli sonucu 20 Ekim 1921'de Ankara Hükümeti ile Fransa arasında imzalanan anlaşma oldu. Bu anlaşma ile Fransa Türkiye'ye karşı katı bir politika izleyen İngiltere'den yolunu ayırarak Türkiye ile işbirliği yoluna girmişti. Bu arada İtalyanların da Temmuz 1921'de Antalya bölgesinden çekilerek Yunanistan'a karşı Türk tarafını destekleyen bir tavır almasıyla müttefikler arasındaki anlaşmazlıklar iyice su yüzüne çıktı. TBMM Hükümeti Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey'in (Tengirşenk) Şubat 1922'deki Londra ve Paris ziyaretlerinden sonra, İngiltere, Fransa ve İtalya temsilcileri Mart 1922'de Paris'te toplanarak ateşkes de dahil olmak üzere Sevr Antlaşması'nda bazı değişiklikler yapmayı öngören önerilerde bulundular. Fakat TBMM Hükümeti, öncelikle Yunan ordusunun Anadolu'yu tahliye etmesinde ısrar edince anlaşma sağlanamadı. Bu esnada TBMM, Mustafa Kemal Paşa'nın başkomutanlığını süresiz uzattı. Temmuz ayında İçişleri Bakanı Fethi Bey (Okyar) Paris ve Londra'yı ziyaret etti. Bu görüşmelerden bir sonuç alınamaması üzerine Türk hükümeti barış yolunun kapalı olduğuna hükmederek taarruz kararı aldı. Fethi Bey Ankara'ya 14 Ağustos'ta yolladığı raporda "Milli gayenin sağlanması, ancak askeri faaliyetlerle kabil olabilecektir" görüşünü bildirdi. 15 Eylül 1921 tarihinden geçerli olmak üzere seferberlik ilan edilerek, 1899, 1900, 1901 doğumlular silah altına alınmış, ordunun asker eksiği tamamlanmıştı. Türk kuvvetlerinin eksikleri de siviller dahil çeşitli kaynaklardan tamamlanmaya çalışıldı. 20 Ekim 1921'de imzalanan anlaşmayla Çukurova'daki işgalini sonlandıran Fransa'dan önemli miktarda silah ve mühimmat desteği alındı. Sovyetler Birliği'nden sağlanan mali yardım da orduyu geliştirmekte kullanıldı. Batı Cephesi'nde askeri mevcut 208.000 kişiye ulaştı. Yiyecek, giyecek ve cephane yeterli düzeye getirildi. Genel taarruz hazırlıkları Haziran 1922'de başlatıldı. 6 Ağustos 1922'de orduya gizlice taarruz için hazırlanması emri verildi. Mustafa Kemal Paşa, Akşehir'e gelerek komutanlarla toplantı yaptı. Toplantıda 26 Ağustos taarruz günü olarak belirlendi. Taarruz Afyon'un güneyinden Dumlupınar yönüne doğru baskın şeklinde başlayacak ve sonra da meydan savaşına dönüştürülerek düşman kuvvetleri tümüyle yok edilecekti. Türk ordusu Yunan cephesinin en güçlü direnek merkezinden saldıracaktı. Yunanlar bir Türk Taarruzu'na karşı hazırlıksız değildi. Öncelikle Afyon bölgesi tamamen müstahkem hale getirilmiş, sıra sıra tel örgüler, makineli tüfek yuvaları ve topçu mevzileri ile takviye edilmişti. Ayrıca, bir geri çekilme gerektiğinde Afyon kuzeyinde İlbulak dağı merkez olmak üzere 2. bir mevzi, daha geride Dumlupınar-Toklusivrisi hattında 3. bir mevzi hazırlanmıştı. Bunun yanında İzmir-Afyon-Eskişehir demiryolu, Mudanya iskelesinin Yunanların elinde olması, keşif uçakları, 4000'den fazla kamyon ve otomobil Türk ordusuna kıyasla büyük bir lojistik ve keşif üstünlüğü sağlıyordu. Bunlara dayanarak Yunanlar açık araziden gelecek bir tehdide karşı hem sayı üstünlüklerini koruyarak taarruzu def edebileceklerini, hem de keşif kabiliyetleri ve İngiliz casusluk ağı ile bu taarruz için yapılması gereken bir yığınağı önceden tespit edebileceklerini düşünüyorlardı. Ayrıca, güneyden gelebilecek bir tehdit karşısında ise Afyon-Çay doğrultusunda bir karşı taarruz ile Türk ordusunu ikmal üslerinden ayırıp imha etmeyi planlamaktaydılar. Mustafa Kemal Paşa, ordunun taarruz hazırlıklarını büyük bir gizlilik içinde sürdürmüştür. Taarruzu gizlemek için Temmuz ayı sonunda ordu birlikleri arasında bir futbol turnuvası düzenleyerek komutanlarla topluca görüşme imkânı sağlamıştır. Büyük taarruz öncesinde Yunan Cephe Ordusu; 3 Kolordu düzeninde Eskişehir Kuzeyinden Afyon güneyine kadar yayılmış, en kuzeyde İnegöl'de 11. Piyade Tümeni Uşak'ta ise 2. Piyade Tümeni ve bazı bağımsız alaylarla yanları
nı kapatmaktaydı. Yunan ordusunun toplam mevcudu 300.000 kadar olup, bunun 225.000'i Anadolu'da bulunmaktaydı. 3. Yunan Kolordusu (General Sumilas) Eskişehir önlerinde 3., 10. ve 15. Piyade Tümenleri ile Bursa istikametini kapatırken aynı zamanda Kütahya önlerinde mevzilenmiş 2. Yunan Kolordusu (General Digenis) 7., 9. ve 13. Piyade Tümenleri ile hem cephenin orta kısmını kapatmakta hem de Eskişehir veya Afyon'a yönelebilecek bir Türk taarruzuna karşı 3. veya 1. Kolorduya ihtiyat vazifesi görmekteydi. 1. Yunan Kolordusu (General Trikupis) ise karargahı Afyon'da olmak üzere cephenin güneyini savunmaktaydı. 1. Kolordu tümü cephe hattında olmak üzere 1., 4., 5. ve 12. Piyade tümenlerine komuta etmekteydi. General Hacianesti Yunan Küçük Asya Ordusunun başına getirildiğinde Büyük Taarruz kaderine etkileyecek iki karar aldı; Bunlardan ilki 1. Kolordu komutanı ihtiyattaki 2. Kolordu'ya savaş durumunda emir verme yetkisini kaldırması, diğeri ise 1. Kolordu'nun normal düzeninde kendi ihtiyatında olan tümenleri de cephe hattına yayarak Trikupis'i tamamen ihtiyatsız bırakmasıydı. Böylece, Afyon'a yönelecek bir Türk taarruzunda eğer cephe zorlanırsa, Trikupis ya İzmir'deki üstü Hacianesti'yi 2. Kolorduyu veya en azından birliklerinden bir kısmını kendi emrine almak için ikna etmek zorunda kalacaktı. Savaş durumunda iletişim yetersizliği ve zamanın kritikliği dikkate alındığında feci derecede yanlış bir karar olduğu daha sonra açığa çıkacaktı. Bu ordu komutasında yer alan 4. Kolordu (1., 2. ve 4. Kolordular ile 5. Süvari Kolordusu) yarma harekatını yapacak birlikleri oluşturuyordu ki toplamda 11 Piyade, 3 Süvari Tümeninden kuruluydu. Toplam muharip mevcudu 88.000 piyade, 12.000 süvari ve 137 top idi. 4 tümeni sırasıyla Çiğiltepe, Kırcaaslan Tepe, Tınaz Tepe ve Belen Tepe'ye taarruz edecekti. Çiğiltepe 5. Yunan Alayı, Kırcaslan ve Tınaztepe 49. Yunan Alayı tarafından savunuluyordu. Taarruz'dan bir gün önce bir şeyler olacağından şüphelenen General Trikupis Tınaztepe gerisine 7.Yunan Tümeninden iki alay daha getirtmişti. 4 Tümen ile Belentepe doğusu, Kalecik Sivrisi ve B. Kalecik üzerinden Afyon'a taarruz edecekti. Bu hat 35. ve 8. Yunan Alayları tarafından tutulmakta ve 11. ve 5/42. Efzon Alayları tarafından desteklenmekteydi. Her iki kolordunun gerisinde Sandıklı-Şuhut hattında ihtiyat olarak tutulmakta idi. Ahırdağı üzerindeki sarplığı dolayısı ile geceleri Yunanlar tarafından savunulmayan Ballıkaya mevkiinden bir sızma harekatı ile Tokuşlar köyüne inecek ve İzmir demiryolunu kesecekti. Yarma bölgesinde Türk kuvvetlerinin toplam 100.000 askerine (8 Piyade ve 3 Süvari Tümeni) karşılık Yunan kuvvetleri takviyeli 2 Tümen (30.000 kişi) gücündeydi. Bu ise askerliğin en eski prensibi olan sonuç yerinde düşmana sayıca 1'e 3 üstün olma kaidesini yansıtıyordu. Bunun üzerine taarruz inisiyatifinin Türk tarafında olması, çok üstün bir topçu desteği (137 ağır ve orta top), üstün süvari gücünün varlığı, ayrıca, üstün komuta heyeti eklenince Yunanların bu taarruz karşısında fazla bir varlık göstermeleri mucize olacaktı. 26 Ağustos gecesi 5. Süvari Kolordusu, Ahır Dağları üzerindeki Yunanların gece savunmadığı Ballıkaya mevkiinden sızma yaparak Yunan hatlarının gerisine intikale başladı. İntikal bütün gece sabaha kadar sürdü. 26 Ağustos sabaha karşı 4.30'da başlaması planlanan taarruz sis sebebiyle ancak 5.30'da başladı. Yarım saat süren çok yoğun bir bombardıman ile Yunan ön hat mevzileri büyük yıkıma uğratılmış, topçu gözetlemesi ve makineli tüfek mevzileri iş göremez hale getirilmiştir. 6.00'da başlayan piyade taarruzu, kısa sürede gelişmiş, Tınaztepe, Belentepe, Kalecik sivrisinin geri alınması ile sonuçlanmıştır. Ancak, gerek geriden gelen yunan takviyelerinin direnmesi, gerek Sincanlı Ovası'nda mevzilenmiş yunan topçularının şiddetli ateşi gerekse de taarruz momentinin kaybedilmesi ile taarruz öğlene doğru yavaşlamış ve durmuştur. Tınaztepe'deki kuvvetli Yunan karşı taarruzu ve Kurtkaya mevzisinin direnişi ile Türk kuvvetleri kısmi geri çekilmelerle akşam saatlerinde bir denge oluşmuştur. Bu esnada 2. Türk Ordusu'nun özellikle 2. Yunan Kolordusu'na şiddetli taarruzları bu kolordu kuvvetlerinin 1. Kolordu'yu daha fazla takviye edememesine yol açmış, Hatzanestis'nin sarsılan güney cephesini takviye etmek yerine, 2. Kolordu'nun esas plandaki gibi Çay istikametine taarruz etmesi emri işleri daha da karıştırmış, Yunanları stratejik bir sıkıntıya sokmuştur. Öte yandan yarma bölgesinin batısında saat 18.00'de 5. Türk Süvari Kolordusu cephe gerisine sızarak, Yunan birliklerinin İzmir-Afyon iletişim bağlantısını kesti. Böylece İzmir'de bulunan Yunan Başkomutanlık Karargâhı'nın cephe hattında bulunan Yunan birlikleriyle haberleşme imkanı kalmadı. Trikupis, bu durumda elindeki tek şansın eldeki bütün ihtiyatları ile Kalecik sivrisi (belen tepesi) istikametinde bir gece taarruzu yapmak olduğunu düşündü. Ancak, Türk devam taarruzunun (topların ileri alınmasının desteği ile) 27 Ağustos sabaha karşı Tınaztepe, Erkmentepe ve Kurtkaya tepesinin düşürmesi neticesinde 4. Piyade Tümeni'nin dağılması, 1. Piyade Tümeni'nin ağır kayıplarla geri çekilmesi ile 27 Ağustos öğlen saatlerinde cephe tamamen yarıldı. Asıl taarruzun yapıldığı bölgede bulunan Türk Birlikleri cephe hattının yarılmasıyla birlikte Sincanlı Ovası'na inerek Yunan birliklerini süratle takip etmeye başladı. Cephenin yarılması neticesinde Yunan 1. Kolordusu ikiye bölünmüş, kuşatılmamak için İzmir yönünde bir geri çekilme yerine ulaşım altyapısı yetersiz Kuzeybatı yönünde çekilmekten başka imkân kalmamış, Yunan 1. Kolordu karargahı, 4. Tümenin kalıntıları, 5. ve 12. Tümenler, 2. Kolordu birlikleri Afyon-Döğer hattını bırakarak İlbulak Dağı civarına çekilmiştir. Diğer tarafta kalan General Frangu komutasındaki 1. Tümen ve takviye birlikleri İlbulak hattında da duramayarak, Dumlupınar'a çekilmeye devam etmiş böylece Yunan ordusu içindeki sevk ve idare bütünlüğü bozulmuştur. 28 Ağustos-30 Ağustos sabahı arasında Türk birlikleri ile çekilen Yunan birlikleri arasında yer yer şiddetli çatışmalar çıkmış, Yunan birliklerinin Türk kuvvetlerinin takibinden kurtulamaması, mevzi almalarına engel olmuştur. Ayrıca, 3. Kolordu ile geri çekilen Yunan birliklerinin arasında açılan boşluktan içeri dalan 2. Türk Ordusu birliklerinin Kuzeyden çevirme yapması Yunan ordusunun ana parçası olan 1. ve 2. Kolordu birliklerinin Murat Dağı eteklerinde bir torbaya girmesine yol açmıştır. 30 Ağustos günü akşam saat 19.30'a kadar süren bugün Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak bilinen büyük çarpışmalarda Yunan birlikleri imha edilip dağıtılmıştır. Bu muharebede Yunan 4. ve 12. Tümenleri tamamen, 5. ve 9. Tümenleri kısmen imha olmuştur. Aynı gün Türk birlikleri Kütahya'ya girdi. General Trikupis ve kurmaylarının bir kısmı ile 10.000 civarında asker Kızıltaş vadisinden gece karanlığında kaçmayı başardıysa da bir süre sonra General Trikupis ile 6000 asker, 2 Eylül de Uşak'ta Türk kuvvetlerine teslim oldu. Bu son muharebe ile birlikte bir zamanlar Yunan Ordusunun bel kemiğini teşkil eden 6 Piyade Tümeni (85.000 asker) dağıtılmıştır. Türk kuvvetlerinin önünde İzmir yönünde hırpalanmış 2 Tümen ve bazı bağımsız alaylar, Bursa istikametinde ise sağ kanatları tamamen açıkta kalmış, önlerinde tahmin edemedikleri düşman kuvvetlerinin hedefi haline gelmiş 3. Kolordu kalmıştır. Bundan sonrasında savaş tamamen bir kaçma kovalamaya dönmüş, 9 Eylül'de İzmir, 17 Eylül'de Bandırma'dan kalan Yunan birliklerinin tahliyesi ile son bulmuştur. Bu savaşta Yunan Ordusu'nun zayiatı 100.000'in üzerindeydi. Batı Anadolu geri çekilen Yunan Ordusu tarafından uygulanan yakıp yıkma taktiği ile büyük ölçüde harap olmuştur. Meydan savaşından sonra, çevreyi gezen Mustafa Kemal Paşa, düşmanın ağır yenilgisini, savaş alanında bıraktığı silah, cephane ve savaş malzemesini, ölülerini, sürü sürü esirin kafilelerle geriye götürülmesini gördükten sonra çok duygulanmış ve yanındakilere, ""Bu manzara insanlık için utanç vericidir. Ama biz burada vatanımızı savunuyoruz. Sorumluluk bize ait değildir"" demiştir. Savaştan hemen sonra, Başkomutan Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa, Ordulara şu ünlü emri vermiştir: ""Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri!"" Bu emir doğrultusunda üç koldan İzmir'e ilerleyen ordu; 1 Eylül'de Uşak'ı, 2 Eylül'de Eskişehir'i, 6 Eylül'de Balıkesir ve Bilecik'i, 7 Eylül'de Aydın'ı, 8 Eylül'de Manisa'yı geri aldı ve 9 Eylül'de İzmir'e girdi. Nehir Nehir ya da ırmak, genellikle denizlere, göllere ya da bir başka büyük akarsuya dökülen, özellikle genişliği ve taşıdığı su miktarı bakımından büyük akarsulara verilen genel isimdir. Kimi durumlarda ise bir başka suya ulaşmadan yer altında kaybolduğu ya da tamamen kuruduğu da görülmektedir. Büyük akarsular nehir ya da ırmak olarak adlandırılırken daha küçükleri ise çay ve dere olarak adlandırılırlar. Irmak, su döngüsünün önemli bir öğesidir. Irmaklardaki suyun temel kaynağı yağışlardır. Yağmur ya da kar yağışı ile yer yüzüne inen su yüzey akıntıları, yer altı suları biçiminde nehirleri beslerken buzullar gibi doğal kaynakların erimesiyle oluşan suları da bu kaynaklara ekleyebiliriz. Nehirlerin doğduğu yere kaynak, denize döküldüğü yere ağız denir. Büyük ırmaklara katılan görece küçük ırmaklar genellikle "kol" diye adlandırılır. Bir çay ile ırmak arasındaki fark açık ve net olarak tanımlanamamıştır. Çay dereden büyük ancak ırmaktan küçük akarsu olarak tanımlansa da bu büyüklük kavramı görecelik göstermektedir. Bu ayrım akarsunun üzerinde yapılan etkinliklere (taşımacılık, suyun iktisadi değeri, çevrelik faktörler) göre belirlenebilir. Irmaklardaki su kayıpları nehir yatağından veya derindeki akiferden meydana gelen su sızıntıları ve kısmen de buharlaşma neticesinde olur. Irmaklardaki toplam su miktarı dünyadaki toplam su miktarının sadece küçük bir parçasını oluşturmaktadır. Irmaklar, kaynaklarından başlamak üzere yer çekiminin etkisiyle yokuş aşağı yönde akarak bu akışlarını bir deniz ya da göle ulaşıncaya kadar sürdürürler. Ancak kurak alanlarda nehirlerin suları
nın tamamını buharlaşma yoluyla kaybettiği durumlar da mevcuttur. Kimi durumlarda ise bir nehrin belli yerde yer altına girerek bazı kayaç türlerinin içinden yer altı suyu oluşturacak biçimde yoluna devam ettiği de olmaktadır. Yine kimi nehirler insan eliyle yaratılmış sanayi bölgelerinde aşırı yoğunlukta kullanılmakta ve bu da nehrin sularının doğal akıntısına devam edemeden tükenmesine neden olabilmektedir. Dünya üzerindeki suyun %97'si okyanuslarda bulunurken içilebilir su miktarının üçte biri ise kara buzullarında bulunmaktadır; geri kalanının neredeyse tamamı yer altı kaynaklarındadır. Göller içilebilir suyun sadece %0,5'lik bir kısmını içerirken nehir kanallarında bulunan suyun oranı ise bunun yarısı olan %0,025'tir ve bu da dünyadaki toplam su rezervinin dört binde birine denk gelmektedir. Bir nehrin suları genellikle yatak dediğimiz doğal bir kanal içinde akar. Kimi büyük nehirler, özellikle ovalar gibi düz alanlarda akarken belli zamanlarda ya da sürekli olarak nehrin her iki kıyısından taşarak sel benzeri biçimde de akarlar. Nehrin başladığı yani kaynağının olduğu kısım yukarı nehir olarak adlandırılırken nehrin akış yönü doğrultusu ise aşağı nehir olarak adlandırılır. Fırat Fırat, Güneybatı Asya'nın en uzun ırmağıdır. Başlangıç noktaları Ağrı Diyadin'den kaynayan Murat Nehri ve Erzurum Dumludağ'da kaynayan Karasu Nehri'dir. Bu Nehirler Elazığ İl sınırlarında birleserek Fırat Nehrini oluşturur.Fırat Nehri Erzincan, Tunceli, Elâzığ, Malatya, Diyarbakır, Adıyaman, Gaziantep, Şanlıurfa il sınırını belirledikten sonra Suriye, daha sonra Irak topraklarına girer. Irak'ta denize uzak olmayan bir noktada Dicle Nehri ile birleşerek Şatt'ül-Arab'ı oluşturur ve Basra Körfezi'ne dökülür. Nehrin en önemli kolları Murat Nehri, Karasu Nehri, Tohma Çayı, Peri çayı, Çaltı ve Munzur Suyu'dır. Batı dillerinde Fırat Nehri, Euphrates olarak geçer. Euphrates adı Yunanca'dan gelen bir sözcüktür. İsmin asıl kaynağı konusunda çeşitli görüşler bulunmaktadır: Toplam uzunluğu 2.800 km, Türkiye sınırları içinde kalan bölümün uzunluğu ise 1263 km'dir. 720.000 km² su toplama havzasına sahiptir. Türkiye'nin en geniş havzasına sahip olan Fırat Nehri yılda ortalama 30 milyar m³ su taşımaktadır. Bu suyun %80'i Keban barajının yukarısından kaynaklanır. Kış yağışların kar şeklinde olmasından dolayı debi 200 m³/sn'dir. Yağmurlar ve kar erimeleri sebebiyle ilkbaharda hızla yükselerek 2000 m³/sn'ye ulaşır. Temmuzdan itibaren azalmaya başlayan su Eylül-Ekim aylarında en düşük seviyeye ulaşır. Fırat Nehri'nin rejimi Türkiye'deki diğer akarsulara göre daha düzenlidir. Mart ile Haziran ayları arasında yavaş yavaş kabarır, Temmuz ile Ocak ayları arasında çekilmiş olmasına rağmen yine de bol su akışı olur. Nehir üzerine Türkiye’nin en büyük barajları inşa edilmiştir. Bu barajlardan Keban Barajı (Elazığ), Karakaya Barajı (Malatya-Elazığ), Atatürk Barajı (Adıyaman-Şanlıurfa), Birecik Barajı (Birecik) ve Karkamış Barajı (Kargamış) Barajları tamamlanmıştır. Ayrıca Fırat'ın suyu inşa edilen Şanlıurfa Tünelleri ile Harran Ovası'na ulaştırılmıştır. Binlerce yıldır kuru tarım yapılan ovada sulu tarıma geçilmiş, katma değeri yüksek tarım ürünleri yetiştirilmeye başlanmıştır. Fırat üzerine kurulmuş beş HES ile Türkiye hidroelektrik üretiminin %31'i elde edilir. Nehir, yüksek dağlar arasında dar ve derin vadilerden akması hidroelektrik potansiyelinin yüksek olmasını sağlamıştır. Fırat Nehri'nin Türkiye'de en hızlı aktığı yer olan Erzincan'da her yıl yüzlerce turist rafting yapmak için buraya akın etmektedir. Rafting özellikle Avrupalılar tarafından çok sevilen bir spordur ve aynı zamanda spor yapmak için Türkiye'ye geldikleri dallardan en önemlisidir. Seyhan Nehri Seyhan Nehri, Türkiye'nin Akdeniz'e dökülen ırmaklarından birisidir. Uzunluğu 560 km'dir. Havza alanı ise 20.600 km²'dir. İki önemli kolu vardır: uzun olanı, Kayseri-Pınarbaşı ilçesinden, 1500 metre yükseklikteki Uzun Yayla'dan doğan Zamantı suyudur ve Kayseri'nin Pınarbaşı, Tomarza, Develi, ve Yahyalı ilçelerinden geçer. Orta Toroslar'ın (Tahtalı Dağları) uzanış doğrultusunda akan bu su, Çukurova'ya inmeden önce Adana'nın 80 km kuzeyinde Aladağ ilçesinin Akinek Dağı yamaçlarında diğer önemli kolu olan Göksu ile birleşir. Adana'nın metropoliten alanında Seyhan ve Yüreğir yerleşkelerinin sınırlarını çizer ve Çukurova'nın en batı kesiminde, Adana-Mersin sınırında Deli Burnu'nda Akdeniz'e dökülür. Seyhan Nehri üzerinde Yedigöze, Çatalan ve Seyhan hidroelektrik santralları kurulmuştur. Ayrıca Seyhan Nehri Ceyhan Nehri ile beraber Çukurova'da tarımsal sulama için çok büyük önem taşır, özellikle pamuk üretemi için. Pamuk üretimi en çok su talep eden tarımsal işlemlerinden birisidir ve çevre kirliligi bakımından hassas bir tarımsal sanayidir. 1986'da Barış Suyu Projesi düşüncesi doğdu ve daha çok 1990'lı yıllarda görüşmelere ağırlık verildi. Bu proje ilk başta İsrail, Ürdün ve Suudi Arabistan'a Seyhan ve Ceyhan sularını boru hatlarıyla aktarma veya dev su tankerleriyle taşıma şekliyle satmayı öngörüyordu. Türkiye metreküp (1 m³ = 1000 litre) başına 0,8-1,00 dolar fiyat teklifi öngörmüştü. Birkaç onaydan sonra fiyat anlaşmazlığından ve ilk başta siyasi nedenlerden dolayı her defasında geri çekildi. 2006 yılı başlarında başta İsrail olmak üzere görüşmelere tekrar başlandı. Nevşehir Nevşehir, Nevşehir ilinin merkezi olan şehirdir. Kent, Orta Çağ ve Yeni Çağ'da, Seandos; Nissa ve Muşkara adıyla anılıyordu. Anadolu, Büyük Selçuklu Devleti'nin elindeyken eski adı Nissa'nın yerinde Muşkara adında bir köy vardı. Muşkara sağlam yapılı anlamındadır. 18 evlik küçük bir köy olan Muşkara, Ürgüp'e bağlıydı. Tarihçi Charles Texier'e göre; 12. yüzyıl sonlarına doğru, yani Selçuklular zamanında, Nissa şehri halkı yavaş yavaş şehirden ayrılarak, başka bir yere göç etmişlerdir. Çevre ile ilgili bilgi veren tarihçiler, bu yeni göç yerinin Muşkara olduğunu yazarlar. Osmanlılar döneminde ise Muşkara yerine Nevşehir kullanılmaya başlandı. IV. Mehmet'in oğlu Şehzade III. Ahmet'in sır katibi, Muşkaralı İbrahim, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa olarak sadrazamlığa getirildiğinde doğduğu kent olan Muşkara'da büyük bayındırlık hareketine girişti. İmaretler, camiler, medreseler, hamam ve çeşmeler yaptırdı. Muşkara adını değiştirerek, kente "Yenişehir" anlamına gelen Nevşehir adını verdi. Hestia Rhea ile Kronos'un kızı olan Hestia, Zeus'un en büyük kız kardeşidir. Olimpos'taki tanrıların en kibarı olarak bilinen Hestia, aile tanrıçasıdır, bu yüzden de günlük ev hayatında önemli bir yere sahiptir. Hiçbir mitolojik anlatımda yer almadığı gibi, Antik Yunan'da ona adanan tapınakları da olmamıştır. Ama, Olimpos'ta yanan kutsal ateş ve dünyadaki yanan her ocak onun kutsal mekanı sayılır. Mitolojide Hestia, Kronos ve Rhea'nın ilk çocuklarıdır. Diğer kız ve erkek kardeşleri gibi babası tarafından yutulur, Kronos yenildikten sonra ise son kişi olarak dışarı çıkar. Apollon ve Poseidon, Hestia ile birlikte olmak istedilerse de, tanrıça Zeus'tan sonsuza kadar bakire kalmayı diler ve isteği Zeus tarafından kabul edilir. Ayrıca son olarak da Olimpos'taki yerini tanrı Dionysos'a bırakıp, on iki Olimpos tanrısı arasından ayrılmıştır. Yaşamak için insanların arasına karışır. Hestia aynı zamanda Metropolis'i simgelerdi. Bu nedendir ki kolonilerde kurulan yeni şehirlere Metropolis'te yanan ateşten getirilir, böylece Metropolis'in bir parçası koloni şehirlerinde yanmaya devam ederdi. Roma mitolojisinde Hestia'ya Vesta denirdi ve Romalılar Yunanların aksine tanrıça adına tapınaklar yapmıştı. Roma Forumu'nda ona adanmış bir tapınak bulunurdu. Vesta rahibeleri ise Vesta bakireleri olarak adlandırılırdı. Nifak Nifak, bir İslam dini terimi. İslam dinine göre bir küfür çeşidi olan "nifak", dışarıdan mümin ve Müslüman görünmekle beraber kalben Allah'ı, İslam peygamberlerini ve imanın diğer esaslarını kabullenmemek, inanmamak mânâsına gelir. Nifak içinde olan kimseye "münafık" denir ve kalben inanmadan, sadece zahiri olarak (görünüşte) inanmış, inanıyor gözüken kişilere söylenir. İslama göre münafıklar kalben inanmadıkları ve iman etmedikleri için Allah katında kâfirdirler ve ebedî azaptadırlar. Fakat, dil ile ikrar edip, müslüman olduklarını söyleyerek dışarıdan böyle göründükleri için insanlar katında bir mümin gibi davranış görürler. Zira kişi kalptekileri kesinlikle "tam" olarak bilemez ve üzerine yorumda bulunamaz. Bu yüzden münafık kişi münafıklığını ve küfrünü beyan etmedikçe ona bir Müslüman gibi davranmak zorunludur. Türk Kurtuluş Savaşı Kurtuluş Savaşı, İstiklâl Harbi veya Millî Mücadele, I. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu'nun İtilaf Devletleri'nce işgali sonucunda Misak-ı Millî sınırları içinde ülke bütünlüğünü korumak için girişilen çok cepheli siyasi ve askeri mücadele. 1919-1922 yılları arasında gerçekleşmiş ve 11 Ekim 1922'de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile fiilen biten savaş, 13 Ekim 1921'de imzalanan Kars Antlaşması ile Doğu Cephesiyle sınırlı olmak üzere, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması ile ise topyekün sona ermiştir. I. Dünya Savaşı'na Almanya ile birlikte giren Osmanlı Devleti, Çanakkale Savaşı'ndaki başarılı savunmaya, Irak'ta Kutü’l-Ammare'de Britanya ordusunu kuşatıp esir almasına ve savaşın son aylarında Kafkasya Cephesi'ndeki başarılara rağmen savaşın son günlerinde Filistin Cephesi'nde Edmund Allenby komutasındaki Birleşik Krallık ordularına karşı Nablus Hezimeti'ne uğramıştı. Yıldırım Orduları Grubunun 18 Eylül 1918'deki bu bozgundan sonra Liman von Sanders komutanlıktan istifa etmiş ve yerine Padişah tarafından kendisine Yaver-i Fahri Hazret-i Şehriyarı unvanı da verilen Mustafa Kemal Paşa atanmıştı. Mamafih 1 Ekim 1918'de Şam, 16 Ekim 1918'de Hama ve Humus, 25 Ekim 1918'de de Halep kaybedildi. Suriye cephesinin çöküşü üzerine İttihat ve Terakki hükümeti 8 Ekim 1918'de istifa etti. Hükümet ileri gelenlerinden Talat, Enver ve Cemâl Paşalar yurt dışına kaçtılar. Genel af ilan edilerek, sürgün ve hapisteki muhaliflerin İstanbul'a dönüşüne izin veril
di. 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi ile Osmanlı hükümeti yenilgiyi kabul etti. Mondros Mütarekesi gereğince İtilaf Devletleri'ne güvenlikleri gereği istedikleri yerleri işgal etme yetkisi tanınıyordu. 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi imzalandığında Musul ve çevresi henüz Ali İhsan Sabis Paşa komutasındaki Türk birliklerinin idaresindeydi. Ateşkesten sonra Britanyalılar, Musul ve Zaho'daki sivil Hıristiyanların topluca öldürüldüğünü iddia ederek Türk birliklerinin Musul'u terk etmesini istediler. Ali İhsan Sabis Paşa, bu isteği reddetti ancak Suriye ve Şam cephesinde Mustafa Kemal Paşa komutasındaki Yıldırım Orduları grubu daha fazla kayıp vermemek için Adana'ya kadar çekilmesi neticesinde demiryolu ikmal hatlarının kesilmesi üzerine ve İstanbul hükümetinin de bu yolda emir vermesinden sonra Musul'u bırakıp Nusaybin'e kadar çekildi. Britanya askerleri hiçbir direnişle karşılaşmadan Musul'a girdiler. İstanbul'dan benzer bir emir Mustafa Kemal Paşa'ya da Çukurova bölgesini terk etmesi için gelmişse de Mustafa Kemal Paşa Adana'yı boşaltmamış ve Harbiye Nezaretiyle yaptığı telgraflaşmalarda emrin kanunsuz olduğunu söyleyerek emre direnmişti. Harbiye Nezareti, kendisini görevden alıp karargaha çağırdığında ordunun bir kısım silahlarını halka dağıtarak düşman eline geçmesine mani olmuştu. Bazı silahlar ise, Anadolu'da bir düşman direnişinde kullanılmak üzere Teşkilat-ı Mahsusa elemanları tarafından daha güvenli olan Doğu Cephesi'ne taşınmıştı. Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'a dönmesinden sonra Ali Fuat Paşa, emrindeki 20. Kolordu'yu teçhizatıyla birlikte önce Konya'ya sonra da Ankara'ya getirerek İstiklal Savaşı hazırlıklarına başladı. Bu sırada Kâzım Karabekir Paşa da emrindeki 15. Kolordu'yu terhis etmemiş ve Erzurum'da savaşa hazır tutmaktaydı. 6 Kasım'da Boğazlar silahsızlandırıldı. 7 Kasım'da işgal güçleri Çanakkale'den geçti. 13 Kasım 1918 günü, İtilaf Devletlerinin 61 parça harp gemisinden oluşan bir donanması, mütareke şartlarının kendilerine verdiği yetkiye dayanarak, İstanbul önlerine gelip demir attılar. Bu donanmada 15 muharebe gemisi, 11 kruvazör, 29 muhrip ve 6 denizaltı gemisi bulunuyordu. Aynı gün Boğazdan 11 harp gemisi ile Yunanların bir zırhlısı daha giriş yapmış ve toplam gemi sayısı 73'e çıkmıştır. 13 Kasım'da İtilaf filosundan 2.616 Birleşik Krallık, 540 Fransız ve 470 İtalyan askeri olmak üzere toplam, 3.626 asker İstanbul'a çıkarıldı. 23 Kasım 1918'de Ahmet İzzet Paşa yeni hükümeti kurdu. 9 Şubat'ta "Hadisat" gazetesinde Süleyman Nazif 'Kara Gün' başlıklı bir yazı yazdı. Türk milletinin böyle bir işgali yaşamadığını ve bunu kaldıramayacağını söyledi. İtilaf Devletleri Türk halkının tepkisini çekmemek ve işgalin haklılığını kanıtlamak için işgalin geçici olduğunu amacının Padişahlığı, halifeliği, azınlıkları korumak olduğu. Padişahlık makamının kaldırılmadığını ve İstanbul'dan verilecek kararların geçerli olduğunu ilan etti. Çoğunluğu Britanyalılardan oluşan bir subay grubu ve asker grubu meclisi bastı ve kapattı. Böylece TBMM açılana kadar halkın sesi kesildi. Milliyetçi ve millî mücadelenin devamını sağlamak amacını güden milletvekillerini Malta'ya sürgüne gönderdiler. Bu vekillerin bir kısmı 1921'de bir kısmı da 1922-1923 arasında Anadolu'ya döndüler. İttihat ve Terakki yönetiminin, gizli bir teşkilat olan Teşkilat-ı Mahsusa vasıtasıyla Anadolu ve Rumeli'de savaş sonrası bir direniş hareketi örgütlediği anlaşıldı. Direnişin amacı, doğu illerinin Ermenilere, Ege bölgesinde bazı yerlerin Yunanlara ve Adana yöresinin Fransa kontrolündeki Suriye'ye verilmesini öngören girişimlere karşı mücadele etmekti. Yanı sıra, savaş yıllarında çeşitli yöntemlerle önemli servete ve yerel iktidara kavuşan İttihat ve Terakki yanlısı zümrelerin konumlarının korunması, savaş sırasında sürülen gayrimüslim Osmanlı vatandaşlarının geri dönmesinin önlenmesi, bundan dolayı çıkabilecek karışıklıklar nedeniyle Müttefik Devletler'in olası müdahalesine karşı konulması amaçlanmaktaydı. 1919 başlarından itibaren Kuvâ-yi Milliye (millî kuvvetler) adıyla silahlanan bazı gruplar, Ege ve Karadeniz bölgesinde Rumlara, Güneydoğu'da ise Ermenilere karşı çatışmalara girdiler. Bu grupların çoğu 50 ila 200 kişilik düzensiz kuvvetlerden oluşmakta ve Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olduğu bilinen kişilerce yönetilmekteydi. 1919 Şubat ayında Müttefik İşgal Kuvvetleri Yüksek Komutanı Edmund Allenby, Anadolu'da asayişi sağlamak ve henüz teslim olmamış olan Ali Fuat Paşa komutasında Ankara'daki 20. ve Kâzım Karabekir Paşa komutasında Erzurum'daki 15. kolorduların teslim olmalarına ikna edilmeleri amacıyla, Birleşik Krallık ordusunun Suriye cephesinde Türk kuvvetlerini kısa sürede nasıl yendiğini bilen üst düzey bir Türk komutanının özel yetkilerle donatılarak Anadolu'ya gönderilmesini önerdi. 15 Mayıs 1919'da "Anafartalar Kahramanı" ve "Yaver-i Fahri Hazret-i Şehriyari (Padişahın Onursal Yaveri)" Mirliva Mustafa Kemal Paşa, 9. Ordu komutanı ve Anadolu Genel Müfettişi sıfatıyla, padişah VI. Mehmet Vahdettin tarafından Anadolu'ya gönderildi. İzmir'in işgali düşüncesi 1919'un Şubat ortalarında Yunanistan başbakanı Venizelos'un önerisiyle, Birleşik Krallık başbakanı Lloyd George tarafından ortaya atıldı. İzmir'in İşgali, I. Dünya Savaşı sonrasında Paris'te toplanan uluslararası barış konferansının kararıyla ortaya çıktı. ABD başkanı Wilson bu öneriye önce kesinlikle karşı çıktı, ancak 25 Mart olayında daha esnek bir tavrı benimsedi. 7 Mayısta Birleşik Krallık, ABD ve Fransa, Yunanistan donanmasının İzmir'e gönderilmesinde mutabık kaldılar. İzmir'in işgali kansız başladı. Hatta İzmir'in işgalini 1 gün önceden bildiğinden İzmir'deki Osmanlı Ordusuna karşılık vermemesini emretmiştir. Böylece İzmir'deki Osmanlı Ordusu hareketsiz kaldı ve Yunanlara teslim oldu. İşgal günü Yunan ordusunun en yaman birlikleri olan evzon askerleri şehirde zafer turu attılar. Bu zafer turu sırasında Türk subayları sahil şeridine dizdiler. Aziz Nesin bu olayı daha sonra araştırmalarına dayanarak kitabında anlatacaktı: Bir Türk Subayı Evzon askerinin "Zito Venizelos (Yaşasın Venizelos)" diye bağırmasını istediği halde yapmadığı için öldürüldü. Evzon askerleri şehri her gezdiklerinde ve subaya geri döndüklerinde bir kez süngüleniyordu. Bu Türk Subayı 22 kez süngülendi ve öldürüldü. Yunanlar daha ilk gün birçok Türk asker ve vatandaşı öldürdü. Böylece işgal daha ilk günde 400 kişiye mâl oldu. İzmir'in işgali ile Türk halkında var olan fakat yetersiz komutanlar yüzünden kullanılamayan mücadele yeteneği tekrar uyandı ve İzmir'deki bir kısım asker istifa ederek Millî Mücadele'ye katıldı. Aynı zamanda İzmir'de kalan Türkler de işgalin getirdiği huzursuzluğa dayanamadı ve Anadolu'ya göç etti. Kalmakta ısrar eden Türk ailelerse Yunan askerinin tavırlarına ve yaptıkları eziyetlere daha fazla dayanamayıp Anadolu'daki millî mücadeleye destek vermek amaçlı olarak göç ettiler. "Türk asker ve subayları dipçiklenerek, süngülenerek öldürülüyor, üzerlerindeki kıymetli eşyalar zorla alınıyordu. İşgale karşı boyun eğmiş bulunan Ali Nadir Paşa yerde sürüklenerek tekmeleniyordu. Türk subayları "Zito Venizelos" diye bağırmaya zorlanıyor, ağır hakaretlere uğruyorlardı. Bağırmayı reddedenler ise süngüleniyordu. Reddedenlerden Albay Fethi Bey de süngülenerek öldürüldü. Şehrin diğer yerlerinde de olaylar, yağma, öldürme ve tecavüz olayları başladı. Türkler'e ait evler ve işyerleri Rumlar tarafından yağmalanıyor, canını, malını, namusunu korumak isteyen Türkler öldürülüyordu. Bütün bu olaylar "uygar ulusların temsilcilerinin" gözleri önünde, "uygar devletlerin" izniyle yapılıyordu. Lord Curzon'un 18 Nisan 1919 tarihli bildirisinde "Selanik kapılarının 5 mil dışında asayişi sağlayamayan Yunanistan'ın Aydın Vilayeti'nde (İzmir o tarihte Aydın Vilayeti içinde idi.) barış ve güvenlik sağlamakla görevlendirilmesini" uygun görmediğini açıkladığı Yunanlar ilk gün 400 Türk öldürmüşlerdi. Çevre köy ve kazalardaki olaylarla bir iki gün içinde 5.000 kadar Türk öldürüldü." İzmir kenti ile birlikte Ayvalık, iki kent arasındaki sahil şeridi, Çeşme yarımadası ve Belkahve'ye kadar İzmir'in hinterlandı da işgal edilmiştir. 23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasından sonra Yunan ordusu İzmir'den harekete geçerek, Sevr Antlaşması ile İtalyan bölgesi olarak kabul edilen Manisa, Uşak, Denizli, Balıkesir, Bursa şehirlerini de işgal etmiştir. Bu sebeple Yunanistan ile arasında ihtilaf çıkan İtalya ise bu işgalden sonra Kurtuluş Savaşı müddetince Ankara hükümetini desteklemiş ve askeri yardım da yapmıştır. Paris'te toplanan uluslararası Barış Konferansı, o günlerde açıklanması beklenen Türk Barış Antlaşmasını, 1919 Mayıs başlarında belirsiz bir geleceğe erteledi. 15 Mayıs'ta Yunan kuvvetleri, Müttefik Devletler'in kararıyla İzmir'i işgal etti. Ulusal bir felaket olarak görülen bu olay, Türkiye çapında müthiş bir ulusal tepkiye yol açtı. 23 Mayıs'ta Fatih ve Sultanahmet'te Türk siyasi tarihinin o güne kadarki en büyük kitle gösterileri düzenlendi. Direniş fikri, İttihat ve Terakki yandaşlarının görüşü olmaktan çıkarak tüm ülke sathına yayıldı. 21 Haziran'da Mustafa Kemal, Anadolu'daki en önemli askeri birliklerin komutanları olan Kâzım Karabekir, Refet ve Ali Fuat Paşalar ve Ege bölgesinde asayişi sağlamakla görevlendirilen Rauf Bey ile Amasya'da buluşarak Amasya Tamimi'ni yayımladı. Bildiri, ulusal bağımsızlığın ancak ulusun "azim ve iradesi" ile sağlanacağını vurgulayarak, ülke çapında bir direniş hareketinin işaretini vermekteydi Kâzım Karabekir'in öncülüğünde Erzurum'da toplanan Doğu İlleri Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti Kongresi, askeri görevlerinden istifa eden Mustafa Kemal'i kongre başkanı seçti. Kongre, Doğu illerinin Ermenistan'a verilmesi olasılığına karşı direnme kararı alırken, Türkiye'nin kalkınması için Amerikan mandası fikrine açık kapı bırakmamaktaydı. 4 Eylül 1919'da Türkiye'nin her yanından gelen delegelerin katılımıyla Sivas'ta toplanan kongrede, genel seçimler yapılıp yeni Mebusan Meclisi kuruluncaya kadar İstanbul hükümetiyle tüm resmî bağların kesilmesi kararlaştırıldı. Ülk
e çapında yeni bir idari ve siyasi örgütlenme kurmak amacıyla bir Heyet-i Temsiliye kuruldu. Kasım ayında Adana, Maraş, Antep ve Urfa'nın Fransızlarca işgali üzerine, Heyet-i Temsiliye tarafından yönlendirilen direniş hareketi başlatıldı. Direniş umulmadık bir hızla başarıya ulaşarak 1920 Mayısı'nda Fransızları ateşkese zorladı. Aralık ayında yapılan genel seçimler sonucunda son Osmanlı Meclis-i Mebusanı (1920) oluştu. Meclise Anadolu'dan sadece Millî Mücadele yanlısı milletvekili adayları seçildi. İki ayrı ilden milletvekili seçilen Mustafa Kemal Paşa'nın hakkında çıkartılan tutuklama emri sebebiyle İstanbul'a gitmemesi üzerine, Sivas Kongresi başkan vekili olan Rauf Orbay Meclis reisliğine seçildi. 28 Ocak 1920'de Mebusan Meclisi daha sonra Misak-ı Millî adıyla anılan “Ahd-ı Millî Beyannamesi”ni kabul etti. Beyanname, Mondros Mütarekesi sınırları içinde tam bağımsızlık sağlanıncaya kadar mücadeleye devam etmeyi öngörmekteydi. 16 Mart 1920'de Meclis-i Mebusan da dahil olduğu halde Babıali ve bütün hükümet daireleriyle beraber İstanbul, Britanyalılar tarafından cebren ve resmen işgal edilmiştir. Birleşik Krallık birlikleri İstanbul'da bulunan, başta Rauf Bey olmak üzere önde gelen Millî Mücadele yanlısı milletvekillerini tutukladılar. Ayrıca telgrafhaneler de işgal altına alınmış ve resmî makamlar arasında iletişim imkânı kalmamıştı. Bu şartlara göre, Anadolu, İstanbul ve resmî makamlarla ortak hareketten mahrum kalmıştı. İstanbul'daki olağanüstü hal, ortaya Osmanlı Devleti'nin kimin idaresi ve hangi güçlerin kanunlarının geçerli olduğu sorunu ortaya çıkarmıştır. Bu durumda Mustafa Kemal, Temsil Heyeti'nin başkanı olarak: "Bu hareketin Anadolu'da Osmanlı Kanunlarının yürürlüğünü engellemeyeceğinden ve her ne şekilde olursa olsun alınacak önlemlere Osmanlı milleti uygarlık yeteneği özellikle dikkat çekici bulunduğundan kanun dışında hiçbir işlem yapılmaması ve bütün görevlerin özenle yapılması hayatımızın gereklerindendir" diye genelge yayınlamıştır. Bunun üzerine Meclis 18 Mart 1920 tarihinde toplanarak kendini feshettiğini açıkladı. Meclisin kendini feshettiği açıklaması padişahın 11 Nisan 1920'de ikinci meşrutiyetin sona erdiğini açıklaması ile bir başka Meclis oluşturma yolunu kapatmıştır. Aynı gün Şeyhülislâm Dürrizâde Abdullah'ın, "Padişah ve Halife kuvvetleri dışındaki millî kuvvetleri kâfir ilan eden ve katlinin vacip" olduğunu bildiren fetvası "Takvim-i Vekayi"de yayınlandı. Padişah Osmanlı Devleti'nin tarihinde bir bölümü kapatmayı amaçlamış ve kendi otoritesi dışında bulunan bütün güçlerin (millî kuvvetleri) devlet karşıtı olduğunu ilan etmiştir. Padişah ve atadığı hükümetler Osmanlı devletinin idaresine tek otorite durumuna gelmişlerdi. Bu dönemde Büyük Millet Meclisi'nin etkinlikleri karşı taraflara Anadolu'yu kendisinin temsil ettiği ve onun içinde olmadığı hiçbir barışın geçerliliği olmadığını kabul ettirmesi çabasıdır. Bir yandan uluslararası destek ve yardım arayışına girilerek, Batum'un geri verilmesi karşılığında Sovyetler Birliği'nden mali yardım sağlandı. Öbür yandan Anadolu'nun çeşitli yörelerindeki düzensiz direniş gruplarını tasfiye ederek düzenli bir ordunun kurulması için adımlar atıldı. Askeri olarak karşısına çıkacak bütün güçlerle baş edebilecek düzeyde olduğunu kanıtladı. Osmanlı Meclisi'nin feshedilmesi yeni bir meclisin, bir kurucu meclisin, gerekliliğini doğurmuştu. Kurucu Meclis ve seçimlerle ilgili 19 Mart 1920'de bir bildiri yayınladı. Sultan İstanbul'da idi ve Mustafa Kemal "olağanüstü yetkilere sahip bir meclis" olarak takdim etti. Seçimlerin yapılması için yayınlanan bu bildiri uyarınca, yurdun her yerinde seçimler yapıldı. 16 Mart 1920'deki baskından kurtulan milletvekilleri gizlice Ankara'ya geçtiler. Bolu Düzce, Hendek bölgesinde başlayan ve Nallıhan, Beypazarı çevresine sıçrayan ayaklanma olayları oldu. Bu olaylardan dolayı, seçilen milletvekillerinin tümünün gelmesi beklenilmeden, Millet Meclisi'nin açılma hazırlıkları yapıldı. Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920'de Ankara'da Mustafa Kemal Paşa önderliğinde toplandı. Bu tarihten itibaren İstanbul hükümetinin etkisi İstanbul kenti ve çevresiyle sınırlı kalırken, Ankara'da oluşturulan Meclis ve hükümet, fiilen Türkiye'nin yönetimini ele aldı. Mustafa Kemal 24 Nisan 1920'de Meclis Başkanı seçildi. 1920 yılında Kurtuluş Savaşı ve sırasında ayaklanma çıkaran ve yağmaya girişenleri, bozguncuları, orduya ait silah ve mühimmatı çalanları, casusları, asker kaçaklarını, Millî Mücadele'yi engelleme amacıyla propaganda yapanları yargılamak için İstiklal Mahkemeleri kuruldu. Yine Ağustos 1921'de Tekalif-i milliye Kararları yayımlandı ve halk ulusal yükümlülüklerini yerine getirmeye teşvik edildi. Bazıları Anadolu topraklarının bir bölümünde yeni bir devlet kurmayı amaçlayan, bazıları ise saltanat ve hilafet yanlısı olanlar tarafından çıkarılan isyanlar bastırıldı. Ülke içindeki Ermeni ve Rum azınlıkların dış destekli isyanları da büyümeden bastırıldı. Dünya Savaşı sonunda Kuzeydoğu Cephesi Müttefik Devletler'in talebi doğrultusunda 1914 Osmanlı-Rus sınırına çekilmişti. Bu sınır Ardeşen-Yusufeli-Oltu-Bayezit hattından geçiyordu. Sınırın öte yanında 1918'de Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti kuruldu. Doğu Cephesi'ndeki gelişmeler Rus İmparatorluğu'nun 1917 yılından sonra içinden geçtiği süreçle çok yakından alakalıdır. Şubat Devrimi ile yıkılan Çarlık rejimi Ekim Devrimi ile birlikte yerini Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti'ne bırakır. Bu iktidar değişikliği hem Rusya içinde hem de uluslararası güçler nezdinde direnişle karşılaşır. Patlak veren ve çok kanlı geçen Rus İç Savaşı bu döneme denk düşer. 1920 Eylülünde Türk-Sovyet mutabakatının sağlanması üzerine 28 Ekim 1920'de Kâzım Karabekir komutasında harekete geçen Türk kuvvetleri, 10 gün süren bir harekât sonunda Ermenistan'ı kesin yenilgiye uğrattı. Bu harekâtta Türk tarafından 6 asker öldü, Ermeniler tarafında ise 95 asker öldü. 1 Aralık'ta imzalanan Gümrü Antlaşması ile Türk-Ermeni sınırı, 1878 öncesindeki Osmanlı-Rus sınır hattına çekildi. Bu sınır, bugünkü Türkiye-Ermenistan sınırıdır. 2 Aralık'ta Kızıl Ordu, Ermenistan'ı işgal ederek bağımsız Ermenistan'ın varlığına son verdi. Sonrasında 16 Mart 1921 günü imzalanan Moskova Antlaşması da iki ülke arasında önem taşıyan belgelerdendir. Bu antlaşmalar sürmekte olan Türk Kurtuluş Savaşı sırasında uluslararası kamuoyunda yasal olarak tanınan İstanbul Hükûmeti'ne rağmen Ankara Hükûmeti tarafından uluslararası alanda imzalandığı için diplomasi alanında da çok önemli yer tutar. Birleşik Krallık ateşkes imzalanmasından sonra ilk iş olarak Musul'u işgal etti. Britanyalıların buraya gelmesi Musul Vilayetinde yaşayan insanları mutsuz etmişti. İnsanların ayaklanması pek de uzun sürmemiş, 23 Mayıs 1919'da Zaho'da Şeyh Mahmut Berzenci'nin önderlik ettiği bir ayaklanma meydana gelmişti. Birleşik Krallık modern silahları ile bu ayaklanmayı bastırmışlardı. Ancak bu ilk direnişin ardından 1920 yılında Telafer'de ayaklanma meydana geldi. Ancak yedek kuvvetlerin gecikmesi sonucunda ayaklanma İngilizler tarafından bastırıldı. Bu sıralarda dağlarda direniş devam ediyordu. Direniş sonucunda Revanduz kurtarılmıştı. Özdemir Bey komutasındaki Kuvâ-yi Milliye birliği ve Kürt Aşiretleri ile Musul bölgesine taarruza geçmiş ve Britanyalıları Derbent Muharebesinde bozguna uğratmıştı. Özdemir Bey'in kuvvetlerini bölmek için Britanyalılar sürgündeki Mahmut Berzenci'yi çağırmış. Fakat Mahmut Berzenci, Özdemir Bey ile anlaşmış ve isyan etmiştir. Bunun üzerine Birleşik Krallık geri çekilmiş ve aşiretler Süleymaniye'ye girmiştir. Fakat Boğazlar bölgesinde oluşan savaş durumu yüzünden buradaki birliklerin çoğu o bölgeye gitmiş ve kalan birlikler ile Britanyalılar arasında çatışma çıkmıştır. Çıkan çatışma sonucunda Özdemir Bey'in birlikleri Birleşik Krallık Ordusu tarafından mağlup edilmiş ve Özdemir Bey İran'a çekilmiştir. Türk-Fransız Cephesi de denilen Güney Cephesi, millî kuvvetlerin Fransız, Cezayir ve Ermeni askerlerinden oluşan Fransız lejyoner birliklerine karşı verdikleri savaşı kapsamaktadır. Birleşik Krallık Musul, İskenderun, Kilis, Antep, Maraş, Elbistan ve Urfa’yı işgal ettiler. Fransızlar ise Adana, Mersin ve Osmaniye’yi işgal ettiler. İşgalin sonlandırılmasında Molla Mehmet Karayılan 6400 civarında şehit vererek Fransızlara kendi birliğinin onlarca misli kayıp verdirdi. Böylece Karayılan, Antep'te efsane oldu. Bugünkü Adana'nın ilçeleri Haçin (Saimbeyli), Sis (Kozan) ve Pozantı'da Fransızların halka büyük zulmü oldu; Fransızlar Haçin'de annelerinin gözleri önünde çocukları kaynattılar ve büyük mücadeleler cereyan etti. En sonunda yörenin yönetim merkezi olan Sis (Kozan) Sancağı 2 Haziran 1920 günü yöre insanlarınca kurtarıldı. Maraş’ta, Sütçü İmam’ın önderliğini yaptığı mücadele sonunda Maraş’ta tutunamayan düşman şehri terk etmek zorunda kaldı (12 Şubat 1920). Urfa şehrinde Ali Saip (Ursavaş) Bey tarafından teşkilatlandırılan Türk direnişi başarıyla sonuçlandı. Fransızlar 11 Nisan 1920’de şehri boşalttı. Antep halkı 1 Nisan 1920’de Fransızlara karşı ayaklandıysa da 9 Şubat 1921’de teslim oldu. TBMM, Fransa ile Ankara Anlaşması’nı imzalayarak Güney Bölgesi'nden çekildi. Buradaki savaşlar, İzmir-Bursa-Balıkesir-Kütahya-Eskişehir hattında gerçekleşti. Müttefik Devletler tarafından 18 Nisan 1920'de Paris'in Sèvres banliyösünde ilan edilen Sevr Antlaşması Türkiye'den önemli bazı toprakların alınmasını ve Türk devletinin Müttefikler kontrolü altında bir tür yarı-bağımsız statüde yönetilmesini öngörmekteydi. Türk tarafının anlaşmayı imzalamayı Mısak-ı Milliye'ye karşı bulduğu için Müttefikler, Yunan ordusunu Anadolu içine sevk ettiler. Temmuz ayında Bursa, Ağustos'ta Uşak Yunanlar tarafından işgal edildi. Yıl sonunda Yunan ordusu Eskişehir ve Kütahya'yı tehdit etmeye başladı. Bu sırada çıkan Çerkez Ethem İsyanı Türk savunmasını zor durumda bırakarak, Yunanların mevzilerini ilerletmesine yardımcı oldu. Batı Cephesi komutanlığına atanan İsmet Bey, Ocak 1921'de Birinci İnönü Muharebesi ve Mart 1921'de İkinci İnönü Muharebesi'nde Yuna
n ilerlemesini durdurdu. İnönü zaferleri, millî ordu projesinin başarısını kanıtlayarak TBMM hükümetinin otoritesini pekiştirdi, Millî Mücadele'nin nihai zaferine olan güveni sağladı. 27 Mart'ta Afyon'un kaybedilmesi bu zafer duygusunu ancak kısmen gölgeleyebildi. Temmuz 1921'de Yunan Kuvvetleri Garp Cephesi ordularını Kütahya-Eskişehir Muharebelerinde yenilgiye uğratarak çevirme harekatıyla yok etmek üzereyken, komutayı bizzat ele alan Mustafa Kemal ve Fevzi Paşa, Türk birliklerini süratle geri çekerek Sakarya nehri kıyılarına çektiler. Ancak 23 Ağustos - 13 Eylül arasında süren Sakarya Meydan Muharebesi ile Yunan taarruzu püskürtüldü.Halkın kendine güveni tazelendi,ayrıca kaybedilen subay sayısı fazla olduğu için Gazi Mustafa Kemal Paşa zaferden sonra bu savaşı "Subaylar Savaşı" olarak nitelendirdi. Bu zafer nedeniyle Başkomutan Mustafa Kemal Paşa TBMM tarafından Mareşal rütbesine yükseltildi ve Gazi payesi verildi. Nihayet 26 Ağustos 1922'de Afyon'un doğusundaki mevzilerden taarruza geçen Türk ordusu, 30 Ağustos'taki Dumlupınar Meydan Muharebesi'nde Yunan Ordusu'nu kesin yenilgiye uğrattı. Tamamen dağılan Yunan ordusunun boşalttığı Ege bölgesi birkaç gün içinde Türk kuvvetlerinin eline geçti. Nihayet 9 Eylül'de Türk orduları İzmir'e girerek Yunan işgaline son verdi. 1921 yazında Londra Barış Konferansı ile müttefikler Sevr Antlaşmasını Ankara hükümetine kabul ettirmek istediler. TBMM hükümetinin kesin tavrı karşısında Yunan ordusu bu kez Ankara'yı ele geçirmek üzere harekete geçti. Sakarya Meydan Muharebesi bir güç gösterisi olarak gerçekleşti. Sonraki yıl 1922'nin ilk yarısı sonuçsuz barış müzakereleri ile geçti. Bu dönemde değiştirilmiş Sèvres Antlaşması ortaya atıldı. Bu yeni çözüm Sèvres hükümlerini yumuşatılmış şekli olmaktaydı. Bu dönemde Büyük Millet Meclisi'nin etkinlikleri çizilen sınırların dünyaca kabulünü ve bu sınırlar içinde Cumhuriyet ile yönetilecek devletin ilanını kapsamaktadır. İzmir'in kurtuluşundan sonra Fahrettin Altay komutasındaki TBMM Süvari Kolordusu kuzeye yöneldi ve birkaç gün sonra Birleşik Krallık işgalinde bulunan Çanakkale Boğazı karşısında mevzilenerek Britanyalıların çekilmesi için bir ültimatom verdi. Çanakkale Krizi adı verilen bu olay üzerine, 15 Eylül'de başbakan Lloyd George başkanlığında toplanan Birleşik Krallık kabinesinin Liberal Partili bazı üyeleri ültimatomu reddederek, Birleşik Krallık ile Türkiye arasında savaş çıkmasına yol açacak bir politika benimsedi. Ancak Britanya kamuoyunun sert tepkisi üzerine koalisyon ortağı olan Muhafazakâr Parti hükümetten çekildi. Lloyd George hükümeti 19 Ekim'de düştü. 11 Ekim'de Birleşik Krallık ile Ankara hükümeti arasında Mudanya'da ateşkes imzalandı. Ateşkes anlaşması en kısa zamanda İsviçre'nin Lozan (Lausanne) kentinde bir barış konferansı toplanmasını öngörüyordu. Bu süreçte ABD de bölgede bulundurduğu gemileri artırma yoluna gitmiştir. İzmir kurtarıldıktan 19 gün sonra ABD, 13 yeni savaş gemisinin Türkiye sularına gönderilmesini kararlaştırmıştır. Toplam sayıları 20'yi aşan bu gemiler ancak Lozan Antlaşması'nın imzalanması ardından Türk denizlerinden çıkmışlardır. Zaten USS Scorpion adlı gemileri 1908-1923 arası Amiral Bristol komutasında istihbarat görevi dahil olmak üzere İstanbul'da bulunmuştur. 1 Kasım'da TBMM, İstanbul hükümetinin hukuki varlığına son vererek Türkiye'nin tek ve tartışmasız hakimi oldu. Şeklen "halife" unvanını koruyan VI. Mehmet Vahdettin 10 Kasım'da son cuma selamlığına katılmış, ancak yaşamına ve özgürlüğüne yönelik tehditleri gerekçe göstererek 17 Kasım sabahı Boğaziçi'nde demirli bulunan Britanya zırhlısı ile Malta'ya gönderilmiştir. Bunun üzerine 19 Kasım'da TBMM, veliaht Abdülmecit Efendi'yi halife ilan etmiştir. 20 Kasım 1922'de toplanan Lozan Barış Konferansı'nda Türk delegeleri İsmet Paşa ve Dr. Rıza Nur Bey idi. 4 Şubat 1923'te konferans anlaşma sağlanamadan dağıldı. Türkiye'de, müzakere edilen anlaşmanın Misak-ı Millî sınırlarından taviz verdiğini belirterek dayatılan koşullara direnen Meclisin feshedilerek yeni Meclis üyelerinin seçilmesi üzerine, 23 Nisan'da yeniden toplanan konferans, 24 Temmuz 1923'te Lozan Barış Antlaşması kabul edildi. Bu antlaşma ile Türkiye Hicaz, Mısır, Suriye, Filistin, Irak, Kıbrıs ve On İki Ada üzerindeki tüm haklarından vazgeçti; Batı Trakya'da da bazı koşullarla Yunan egemenliğini kabul etti. Türkiye ayrıca İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının silahsızlandırılarak uluslararası bir komisyonun yönetimine bırakılmasını da kabul etti. Osmanlı borçlarının bir kısmı silinirken, bakiyesinin uzun vadede ve uygun koşullarla Türkiye tarafından ödenmesi de kabul edildi. Türkiye'deki gayrimüslim azınlıklara uluslararası hukukun koruması altında bazı haklar tanındı. Buna karşılık Türkiye'nin idari, hukuki, adli ve mali konulardaki bağımsızlığı onaylandı. Ekonomik ve siyasi kapitülasyonlar ise tamamıyla kaldırıldı. Antlaşmaya ekli bir protokolle, Türkiye'deki Rum azınlığı ile Yunanistan'daki Müslüman Türk azınlığın (bazı istisnalarla) zorunlu mübadelesine karar verildi. 29 Ekim 1923 günü Atatürk, milletvekilleri ile görüştükten sonra taslağı hazırlanan "Cumhuriyet" önergesini Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne verdi. Meclis önergeyi kabul etti. Böylece, Türkiye devletinin yönetimi biçimi "Cumhuriyet" olarak, adı "Türkiye Cumhuriyeti Devleti" olarak belirlendi. Atatürk, kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin, ilk "Cumhurbaşkanı" oldu. 1917 yılında gerçekleşen Ekim Devrimi'nin ardından kurulan Sovyetler Birliği, Rus İç Savaşı (1918-1922) sürerken aynı yıllarda Anadolu süren Kurtuluş Savaşı'na yardımlarda bulundu. Bu dönemde yeni kurulan Sovyetler, batılı devletler ile savaşan Türkiye heyeti ile diplomatik ilişkiler geliştirdi ve Türkiye'ye para ve silah yardımı gönderdi. Moskova'dan gelecek yardımları organize edip ilk resmî sevkiyatı gerçekleştiren kişi Halil Kut oldu. İstanbul'da tutuklu olan Halil (Kut), kaçarak Sivas'a geldi. Mustafa Kemal tarafından Nahçıvan üzerinden Azerbaycan'a gönderildi. Halil Kut, Dışişleri Bakanı Çiçerin ve yardımcısı Karahan'la görüşüp antiemperyalist bir cephe önererek askerî ve mali yardım talep etti. Ardından Harbiye Komiseri Lev Kamenev ile de görüşülerek, gizli tutulmak kaydıyla bir milyon altın lira, 60 bin tüfek, 108 sahra topu ve 12 ağır top yardımı yapılmasında uzlaşıldı. Azerbaycan'daki (Enver Paşa'nın üvey kardeşi) Nuri (Killigil) Bey'in faaliyetleri nedeniyle bir gecikme yaşansa da 2 Temmuz 1919 tarihinde yardım heyeti yola çıktı. Heyet yardımın ilk taksidi olan (125.000 lira karşılığı) 500 kg altın ve Çiçerin'in Mustafa Kemal'e yazdığı mektubu da yanında taşıyordu. Halil Kut, 3 Ağustos 1920 tarihindeki raporunda, 6 sandık içinde, 500 kg altın para ile yola çıkıldığını, yanlarında iki müslüman Kızıl Ordu kurmay subayı ve 20 kadar asker olduğunu da yazmıştır. Azerbaycan üzerinden Anadolu'ya geçerken Ermeni saldırıları nedeniyle yardımın tümünün toplu biçimde ulaştırılması mümkün olmadı. Heyet bölündü ve altınların üçte biri Halil Kut tarafından Karaköse'de (bugünkü Ağrı) Tümen komutanı Cavit Bey'e (bir başka kaynağa göre ise Kâzım (Orbay) Bey'e) teslim edildi. 27 Ağustos günü Karaköse'ye varan Sovyet heyetinin getirdikleriyle birlikte toplam altın miktarı 400 kg oldu. Altının bir kısmı yolda terkedilmek zorunda kalmıştı. Cavit Bey Sovyet heyetini 8 Eylül günü Erzurum'a ulaştırdı. Heyeti karşılayan Karabekir hemen Ankara'ya telgraf çekerek olumlu haberi bildirdi, 200 kg altını Doğu Cephesi'nin gereksinimleri için ayırdıktan sonra kalan 200 kg altını Sovyet heyetiyle birlikte Ankara'ya gönderdi. Halil (Kut)'un olumlu görüşmelerinin ardından Anadolu mücadelesi için kritik önemde olan 4-11 Eylül 1919 tarihlerindeki Sivas Kongresi'ne Mahmudov adında bir Sovyet temsilcisi katıldı. Yardımların toplam miktarları hakkında kesin bilgiler yoktur ve var olan bilgi ve belgeler arasında tutarsızlıklar bulunmaktadır. Bunun temel nedeni, Ankara Hükûmetinin alınan yardımları mümkün olduğu kadar gizli tutmak istemesiydi. Özellikle Karadeniz yoluyla gelen yardımların bilinmesinin denetimleri artıracağından, bunun da yardımların ulaşmasında güçlük çıkaracağından endişe ediliyordu. Ayrıca özellikle teslim sırasında kayıt tutulmadığı durumlar, askeri malzemelerin farklı isimlerde kaydedilmesi gibi unsurlar da belgelerdeki istatistiklerin birbiriyle uyumlu olmamasına yol açmıştır. Fakat genel kabul gören Sovyet belegelerine göre Sovyetler tarafından Kurtuluş Savaşı için yapılan toplam 125.000 TL değerindeki altın yardımının yanında, gönderilen silah ve mühimmat listesi şöyledir: 1921 yılında da nisan, mayıs ve kasım aylarında üç bölüm şeklinde toplamda 6.500.000 altın ruble yardımı yapılmıştır. Sovyetler'in bu süre zarfında verdiği altın ruble yardımı toplamda 17.500.000 rubleyi bulmuştur. 1922 yılında Jozef Stalin ve Orjenitedze gibi Gürcü liderler yardımın kesilmesini savunmuşlarsa da, Vladimir Lenin ve Lev Troçki yardımın sürmesini sağlamışlardır. Atatürk'ün Sovyet yardımları sonrasındaki görüşü şöyledir: Sovyetler'in Kurtuluş Savaşı'na katkısı, Büyük Taarruz öncesindeki rakamlara göre %35 dolayında olmuştur. Asıl büyük kazanımlar, başta İstanbul olmak üzere işgal altındaki yerlerden kaçırılan silah ve mühimmat, satın alımlar, imalat-ı harbiye ve Tekâlif-i Milliye Emirleri yoluyla temin edilmiştir. Ayrıca 16 Mart 1921 tarihli Moskova Antlaşması ile verilen siyasi destek de çok önemlidir. Birleşik Krallık, Batı Anadolu'yu işgal eden Yunanistan kuvvetlerine politik ve parasal destek vermiş fakat Yunan hükümetinin ısrarlı talebine rağmen Yunan ordusunda danışman ve subay bulundurmaktan kaçınmıştır. Yunanistan'a Birleşik Krallık'ın askeri yardımı 1922 başlarında kesilmiştir. Kurtuluş Savaşı sırasında düzensiz Türk kuvvetleri Adana, Maraş, Antep ve Urfa'yı işgal eden Fransız ordusuna karşı savaşmıştır. Aralık 1919-Mayıs 1920 arasında altı ay süren çatışmalar, 31 Mayıs 1920'de ateşkes ile sonuçlanmıştır. Bu tarihten sonra Fransa uluslararası planda genellikle Ankara Hükümetini desteklemiş, Ekim 1921'de Anadolu'dan çekilen Fransız kuvvetleri, Türk tarafın
a önemli boyutta silah ve mühimmat teslim etmiştir. 1919 Mayıs'ında İzmir'in Yunanlarca işgalini kendi çıkarlarına yönelik bir saldırı olarak değerlendiren İtalya, Kurtuluş Savaşı süresince Türk tarafını desteklemiştir. 1919 yazında Kuşadası cephesinde Yunan ve İtalyan kuvvetleri çatışmıştır. Şemsi Efendi Mektebi Şemsi Efendi Mektebi (Mekteb-—i Şemsi İptidai), Selanik'te Muallim Şemsi Efendi tarafından 1872’de kurulan özel okuldur. Selanik’in ilk özel Müslüman Türk okulu idi; ayrıca eldeki bilgilere göre Osmanlı İmparatorluğu’nda bir Türk tarafından kurulmuş ikinci özel okuldur (ilki 1865 yılında İstanbul’da açılan bir mekteptir). Usul-i cedid (yeni yöntem) ile eğitim yapan bir kurumdu. Mustafa Kemal Atatürk’ün, ilköğrenimine Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde başladıktan sonra 1886-1887’de bu okulun öğrencisi olduğu düşünülür. Şişli Terakki Lisesi'nin ve Fevziye Mektepleri’nin öncüsü kabul edilir. Selanik’te bir yabancı özel okulda Türkçe öğretmenliği yapan Muallim Şemsi Efendi tarafından benzer şart ve metotlarla Türk öğrencilere eğitim vermek amacıyla kurulmuştur. Şemsi Efendi, 1869 Maarif-i Umûmiye Nizamnâmesi’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki gayrimüslümlere olduğu gibi Müslüman Türkler’e de özel okul açma izni veren maddelerine dayanarak okul açma girişiminde bulundu. Abdi Kamil, Derviş Efendi, Halil Vehbi Efendi gibi Selanik eşrafının katılımı ve diğer hayırseverlerin yardımlarıyla açılan okul, 1872 yılında Selanik şehrinin Sabri Paşa Caddesi’ndeki Çarşamba Dergâhı adlı bir tekkenin karşısında bulunan tek katlı küçük bir binada hizmete girdi. Eğitim kadrosunda meslektaşı Abdi Kamil Efendi de bulunuyordu. Okulun dershanesinde öğretmen masası, sıra, karatahta, tebeşir, silgi ve okuma yazmayı kolaylaştırmak için levhalar bulunmaktaydı. Okula yeni kaydolan her çocuğa bir mentor atama, dersler arasında teneffüs verilmesi, öğrencilerin şehir-içi gezilere götürülmesi gibi uygulamalar vardı. Okul yenilik düşmanı kimselerin saldırısına uğrayıp eşyaları kırılınca eğitim-öğretim Şemsi Efendi’nin evinin altındaki büyük bir odada sürdürülmüş; ancak orası da saldırıya uğramış, yenilik aleyhtarları tarafından dinsizlikle suçlanan Şemsi Efendi’nin okulu kapatılmıştı. 1873’te Selanik valisi olarak göreve başlayan Mithat Paşa mektebin kapatılmasını vilayet meclisinin gündemine getirmesi üzerine okul, meclis kararıyla yeniden açıldı; okul binasının genişletilmesine vilayet yardım etti. Okulda bir kız bölümü de açıldı. Şemsi Efendi, kendi kızı Yekta’yı bu okulda yetiştirdi. Şemsi Efendi, malî imkânsızlıklar ve kaliteli öğretmenlerin azlığı nedeniyle çeşitli defalar okulu kapatmak zorunda kalmış sonra tekrar açmıştır. Mustafa Kemal’in ilkokula başladığı 1887 yılı civarında okulu yeniden açmıştı. Kendisi, bu okula bir yıl kadar devam etti. Şemsi Efendi okulu, 1891’de kapandı. Şemsi Efendi, 1877’de Selanik’te ortaokul düzeyindeki "Mekteb-i Terakki" adlı özel kurumun açılışında da etkili olmuştu. 1880’de lise düzeyinde de eğitim vermeye başlayan bu okul I. Dünya Savaşı başladıktan sonra kısmen, 1923’te tamamen kapandı. İstanbul’a göç eden Selanik Terakki Mektebi’nde yetişmiş bir grup Selanikli, İstanbul’da "Şişli Terakki Mektebi"’ni kurdular. Şemsi Efendi’nin Selanik’te iken öğretmenlik yaptığı bir başka okul 1885’te kurulan Fevziye Mektebi’dir. "Fevz-i Sıbyan" adıyla ilkokul olarak kurulan bu okul, kısa zamanda ortaokul ve lise kısımları da olan bir eğitim kurumu haline gelmişti. Şemsi Efendi, 1894-1899 yıllarında bu okulda öğretmenlik yaptı. 1923’te tüm öğrencilerinin anavatana gelmesiyle Selanik’teki okul kapandı; I. Dünya Savaşı sırasında İstanbul’da kurulmuş olan Fevziye Mektebi öğretim hayatına devam etti. Halen İstanbul'da öğrenim vermeyi sürdüren her iki okul da kendisini Şemsi Efendi Okulu’nun devamı olarak kabul eder. Buda Buddha, Sanskrit dilinde “uyanmak, idrak etmek, bilinçlenmek” anlamına gelen “budh” fiilinin geçmiş zaman kipidir. "Uyanmış, idrak etmiş, bilinçlenmiş” anlamına gelir. Siddhartha Gautama, tarihte “Buda” sözcüğünü hem kendisi için, hem de ona inanan ve bir yol göstericisi olmadan kendiliğinden “uyanan” herkes için kullanmıştır. Budizm'de “Buda” kavramıyla ifade edilen: kişinin ruhunun saflık, masumiyet ve mükemmelliğinin gücüne, kendiliğinden ulaşması ve böylece daha önce ortaya çıkarmadığı aydınlanmış (mükemmel) bilgeliğe ulaşmak (Prajna), ayrıca şefkat ve merhametten uzak sonsuz yaşamı sınırsızca geliştirmektir. Buda, kendini dünyevi şeylere artık bağlı olmayacak derecede her şeyden arındırmayı başarmıştır (Nirvana). Böylece Budist inancına göre artık yeniden doğuş döngüsüne bağlı kalmamış olacaktır. Budizm, kişinin kendi beyniyle (aklıyla, zekâsıyla) konuşamayacağı için, ayrı bir varlık olarak “ego” düşüncesini reddetmiştir. Uyanış; bilinçlenmemiş (uyanmamış), kendini dünyaya kaptırmış insanlardan uzak bir anlayışla, okyanus gibi derin ve anlaşılması zor, dünyevi duygulardan arınmış bir tabiattır (mahiyettir, yaratılıştır, karakterdir.). Bu nedenle, bu deneyimleri sıradan bir dille ya da bilimsel kavramlarla açıklamak mümkün değildir. Bu deneyimlerin (bilgilerin) değerini, kişi kendi yaşamadıkça anlayamaz. Bu Buda deneyimi, aynı Buda gelenekleriyle devam etmeyebilir, Buda’nın ortaya çıktığı mutlu, güzel zamanlardan sonra; Buda’nın olmadığı çok fazla karanlık, kötü dönemler yaşandığı için, hiçbir doktrin son kurtuluş öğretisi anlamına gelmez. Kashyapa, Kanakamuni ve Dipamkara’dan sonraki dönemde Maitreya Buda olacaktır. Özellikle Tantrik Budizm’i (Vajrayana), aşkın Buda’lar olarak, Adibuddhas veya Tathagata olarak adlandırılan birçok Buda’yı içermektedir. Buda ya da Buddha, Sanskrit dilinde “uyanmak, idrak etmek, bilinçlenmek” anlamına gelen “budh” fiilinin geçmiş zaman kipi olup, Orta Hint dillerinden türetilmiş ve “uyanmış, idrak etmiş, bilinçlenmiş” anlamına gelmektedir.Aynı zamanda “aydınlanmış” anlamı da vardır. “Uyanmış, aydınlanmış” kişi, karanlık gecelere doğan güneş gibi, yanlışlarla, hatalarla dolu karanlığı bilgi ışığıyla aydınlatır. Yalın haliyle “Buda” sözcüğünün, Sanskrit dilinde Buddhas, “Orta Hint Pali” dilinde “Buddho” şeklinde olması nedeniyle, bazı araştırmacılar bu sözcüğü Buddha, Buddho olarak da kullanmaktadır.Batı Bilimleri, Hintçe sözcükleri yerel sözlük yazarları ve dil bilgisi uzmanlarını örnek alarak yalın haliyle değil de, bu sözcüğün kök halini kullanır; ayrıca bu sözcüğün hemen hemen tüm yazılış şeklini kabul etmektedir. Sanskrit dili, birçok Avrupa dili gibi Hint-Avrupa dil ailesindendir. Bu dil, kök sözcük biçiminde (örneğin Sanskrit dilinde sözcük kökü “budh” ve Hint-Avrupa dilinde kökü “bheudh” anlamı uyanmak, dikkat etmek, ikaz etmek) Avrupa dillerinde yeniden keşfedilmektedir.Almancada “Gebot” sözcüğü ve “Buddha” sözcüğü gibi birbiriyle bağlı örnekler bu dilbilimsel akrabalığa örnek verilebilir. Üç çeşit Buda vardır: “Tam uyanmış” denilen “Samyaksambuda”; mükemmel kurtuluş öğretisine yol gösteren, dünyevi kavramlardan uzaklaşmış, kendini yeniden keşfeden, kendisiyle özleşen, dünyayı öğreten, çeşitli yetenekleriyle ve deneyimleriyle birçok insana kurtuluş yolunu gösteren kişidir. Samyaksambudalar tüm bilgileri ve mükemmelliğin gücünü daha önce duyulmamış şeylerin gerçekliğinde bulan insanlardır. Bu kişilere “Mükemmel Aydınlanmış” denir. Bütün bu Budalar, her defasında kendilerinde yeni şeyler keşfettiler. Yaşamın acılarını ifade eden ve Budizm'in temelini oluşturan “Dört Yüce Gerçek” öğretisindeki acıları ve bu acıları sona erdiren kurtuluş yolu olarak kabul edilen “Sekiz Aşamalı Asil Yol” öğretisini dünyaya yaydılar. Samyaksambuda, tam uyanmış kişi olabilmenin yolu Bodhisattva (gerçek aydınlanma) yoludur. Çünkü Bodhisattva; tüm canlıların Budalığa ulaşmasına yardımcı olmak için kendini adayan kişidir. “Kendiliğinden uyanan” kişi olarak adlandırılan Pratyekabuddha, uyanışını kimseye söylemeden, başkalarını aydınlatıp onları kurtuluş yoluna götürmeden ve sadece kendi kurtuluş yolunu kendi kendine bulan kişidir. “Dinleyerek” (bir dinleyici olarak) uyanmış olan veya “Arhat” olarak da anılan Sravakabuddha, Sammasambuddha’nın öğrencisi olarak kazandığı deneyimlerle kurtuluş yolunu bulan veya duyarak öğrendiklerini tamamen uygulayan kişidir. Sravakabuddha aydınlanmaya ulaştıran öğretileri, diğer insanlara öğretebilecek ve onlara da kurtuluş yolunu gösterebilecek durumdadır. “Her kim kibir, eğlence ve körelen duygularla yaşamaktansa, düzgün bir hayatı arzu ediyorsa, o insan mükemmel Azizdir (Arahan’dır). Hilmi Ziya Ülken Hilmi Ziya Ülken, (d. 3 Ekim 1901, İstanbul – ö. 5 Haziran 1974, İstanbul) Türk düşünce yaşamında ve Türkiye'de bir felsefe geleneğinin oluşmasında büyük etkisi olmuş felsefeci ve sosyolog. Hilmi Ziya Ülken İstanbul Sultanisi’ni (İstanbul Lisesi) (1918) ve Mekteb-i Mülkiye’yi (A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi) bitirdi (1921). Aynı yıl Darülfünun-ı Osmani (bugün İstanbul Üniversitesi) Edebiyat Fakültesi Beşeri Coğrafya Kürsüsü’ne asistan oldu. Aynı fakültede felsefe tarihi ve sosyoloji öğrenimi gördü. 1933’e değin sosyoloji, felsefe, tarih ve coğrafya öğretmenliği yaptı. Umumi İçtimaiyat (1931), Türk Tefekkürü Tarihi (1932-33, 2 cilt) adlı kitapları yayımlandıktan sonra uzmanlık eğitimi için Almanya'ya gitti (1934). Türkiye’ye döndükten sonra İ. Ü. Edebiyat Fakültesi’nde Türk Tefekkür Tarihi Kürsüsü’ne doçent olarak atandı (1935). 1944 yılında profesör, 1957 yılında ordinaryüs profesör oldu. 1973’te A. Ü. İlahiyat Fakültesi’nden emekli oldu. Hilmi Ziya Ülken, 1938-1943 yılları arasında İnsan dergisini yayımladı ve Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Dergisi’ni yönetti. Türk düşünce tarihi üzerine yaptığı çalışmalarla sosyal bilimlere önemli katkılar sağlamış olan Ülken 5 Haziran 1974’te İstanbul’da öldü. Hilmi Ziya Ülken XX yüzyılın 30. yıllarından Türk tefekkürü, düşüncesi hakkında araştırma yapmaya başlamış, iki ciltlik "Türk tefekkürü tarihi" kitabını yazmıştır. O, bu kitabı Galatasaray Lisesi'nde hocalık yaparken kaleme alarak yayınlatır. Alim bu konuyu bir fen gibi de tedris etmiştir. Filozofun yaratıcı
lığında önemli yer tutan "Türk tefekkürü tarihi" kitabı yazarına şöhret kazandırmıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk kitabı yüksek değerlendirmiş, Hilmi Ziya Ülkenle görüşmüştür. Hilmi Ziya Ülkenin felsefe tarihindeki önemli hizmetlerinden biri, İslam aleminin felsefesini, düşüncesini sistemli bir şekilde araştırmasıtır. Dante (1265-1321) "İlahi komedya" poemasında Muhammed peygambere, Ali'ye olumsuz tutum beslemiş, onları poemanın, "Cehennem" bölümünde suçlu olarak göstermiştir. Hilmi Ziya Ülken Dante'nin Muhammed peygambere yaklaşımı meselesi hakkında yazarken, poemanın fikir kaynaklarını de kaydetmiştir. Alim yazıyor: "Dante" İlahi komedi "nın (" Divina comedi "nın) Cehennem (Inferno) kısmında Muhammed'i yer altının sekizinci katında oldukça sayğısız bir ifade ile tarif ediyor. Oysa, Palakios bu eser hakkında yaptığı tetkiklerində Dante'nin konuyu, içerik tarzını, manevi miraç fikrini tamamen İbn Arabi'ye borçlu olduğunu göstermiştir ". Hilmi Ziya Ülken Dante'nin İslam'daki Yaratış ve Ahiret (Mebde ve Mead) görüşmesinden ve başlıca İbn Arabî'nin "Fütuhat el-Mekkiyye" sinden yararlandığını bildirmiştir. Habitat Habitat, bir organizmanın yaşadığı ve geliştiği yer. Bu yer, fiziksel bir bölge, yeryüzünün özel bir parçası, hava, toprak ya da su olabilir. Habitat, bir okyanus ya da bir çayırlık kadar büyük olabileceği gibi, çürümüş bir ağaç da bir böceğin bağırsağı kadar küçük de olabilir. Bununla beraber, her zaman tanımlanabilen ve fiziksel olarak sınırlı bir bölgedir. Birden fazla hayvan ya da bitki özel bir habitatta yaşayabilir. Develerin habitatı çöller, balıklarınki ise denizler ve tatlı su kaynaklarıdır. Nakşibendilik Nakşîbendilik (Osmanlıca: "Nakşbendiyye"), Abdulhalik-ıl Güjdevani tarafından sistemleştirilen, Muhammed Bahauddin Şah-ı Nakşibendi'nin isim babası olduğu İslâm (Sünni İslam) dini tarikâtı. "Nakış yapan" anlamına gelen Nakşibend, Nakşibendi mürşidlerinin, kalbi dünyadan âhirete bağladığı düşünüldüğü için bu adı almıştır. Nakşibendi Tarîkat'ında genelde sessiz zikir uygulanır. Daha kesin yapısal Nakşibendi tarikâtı oluşumu ise Seyyid Emîr Kulal ile başlamıştır. Görünüm tarafından oluşumu, ardılların arasındaki hiyerarşi, baş öğretmen "mürşid", temsilciler halifeler, öğrenciler "müridler", ve taraftarlar "muhibler" ya da "muhlisler" olarak sıralanır. Tasavvufta mürid'in, kendisini mürşidi ile yüz yüze gelmiş varsayıp ondan feyiz aldığını "(ondan metafizik anlamda güç aldığını ya da nûrlandığını)" zihninde canlandırması demektir. Palevi kolunun ana silsilesidir. Şeyh Ali Septi'den itibaren halifelerin kendi silsileleri mevcuttur. Yukarıdaki tablodaki "(K) : Hâlidî ve (H) : Hakkânî" sütûnlarında yer alan Hazrat Mevlânâ Zia-ûd Dîn Muhammad Khâlid-î Bağdâdî’den sonra farklılaşan bir silsile olup aşağıdaki sırayı izler. Muhammed Bahâeddîn Muhammed Uveysi'l Buhârî (; 718 H/1317 M, Kasr-ı Arifan, Buhara, Özbekistan - 791 H/1389 M, Kasr-ı Arifan), Nakşibendi tarîkatının isim babası, büyük mutasavvıf evliya. Şah-ı Nakşibend veya Bahaddin lakapları ile anılır. Silsileyi sadat'te Muhammed Baba Semmasi ile Seyyid Emir Külâl'ın talebesidir. Athena (anlam ayrımı) Diriliş Partisi Diriliş Partisi veya DİRİ-P, şair Sezai Karakoç tarafından 26 Mart 1990 yılında “Güller Açan Gül Ağacı” amblemiyle kurulan siyasi partidir. Sezai Karakoç yedi yıl boyunca partinin genel başkanlığını yürütmüştür. 19 Mart 1997’de, üst üste iki genel seçime mazeretsiz olarak girmediği için kapatılmıştır. Diriliş Partisinin devamı niteliğindeki Yüce Diriliş Partisi, 2007 yılında kurulmuştur. Ahmedî Ahmedî (d. 1334- ö. 1413) divan şairi ve hekim. 14. yüzyıl'da Anadolu’da yetişmiş en büyük divan şairi kabul edilir. Kaleme aldığı Türkçe eserlerle Osmanlı dönemi Türkçesi’nin yazı, edebiyat ve bilim dilinin ilk örneklerini vermiş ve dolayısıyla Türk dili'nin gelişmesinde ve kullanılmasında büyük katkı sağlamıştır. En ünlü eseri İskendernâme ’dir. Asıl adı Tâceddîn İbrâhîm bin Hızîr’dır.; şiirlerinde "Ahmedî" mahlasını kullanmıştır. Doğum yeri ve tarihi kesin olarak bilinmemektedir. 1334 yılında doğduğu tahmin edilir. Doğum yeri kimi kaynaklara göre Sivas, kimi kaynaklara göre Germiyan’ın başkenti Kütahya, kimilerine göre Uşak’ın Sivaslı köyüdür Bazı kaynaklarda ise Ahmedî'nin Amasyalı olması gerektiğini belirtilir. Timurlenk ile Ahmedî arasında geçen ve yanlış olarak Nasreddin Hoca'ya isnat olunan meşhur ""Futa"" yani ""Peştemal"" hikayesinin Kütahya'daki Kemer Hamamı'nda cereyan ettiği Kütahya halkı tarafından tavatüren söylendiği için Ahmedî'nin de Kütahya'da vefat ettiği iddiasını da dikkate alarak kimi kaynaklarda Germiyanlı olduğu iddiasının daha kuvvetli olduğu öne sürülmüştür.” Ahmedî memleketindeki tahsilinden sonra Mısır’a giderek Şeyh Ekmeleddîn’in öğrencisi oldu; Aydınlı Hacı Paşa ve Molla Fenârî ile arkadaşlık etti. Anadolu’ya döndükten sonra tarihleri kesin olarak bilinmemekle birlikte Aydınoğulları, Germiyanoğulları ve Osmanoğulları’na bağlandı. Mısır’da tıp öğrenimi görmüş olan Ahmedî’nin saraylarda yalnız musahip sıfatıyla mı yoksa aynı zamanda saray hekimi olarak da mı bulunduğu konusunda kesin bir şey bilinmez. Ahmedî, Aydınoğlu Îsâ Bey’in oğlu Hamza için ders kitapları yazmış; Germiyanoğlu Süleyman Şah’a şiirler sunmuştur. Osmanlı padişahı Yıldırım Bayezid’in oğullarından Emir Süleyman’ın hizmetine girmiştir. Ahmedî "tabi'an şen, hoş sohbet, lâtifeci" bir şair olup 1413 yılında 80'li yaşlarda iken kimi kaynaklara Kütahya'da, kimi kaynaklara göre Amasya'da hayatını kaybetti. Batı Türkleri'nin ilk önemli şiir kitabı olan İskendernâme adllı mesneviyi Germiyanoğlu Süleyman Şah nâmına ele alarak 1390’da tamamladı. Devrin tüm ilimleri hakkında ansiklopedik bilgiler vermesi nedeniyle Türk dili ve edebiyatı açısından olduğu kadar bilim tarihi bakımından da önem taşıyan bu öğretici eseri, sonuna “"Dasitan-ı Tevarih-i Müluk-ı Al-i Osman"” adlı bölümü ekleyerek Emir Süleyman’a sundu. İskendernâme’ye ilâve edilmiş bu bölüm, ilk Türkçe Osmanlı vekāyi‘nâmelerindendir. Ahmedî, ömrünün sonuna kadar İskendernâme üzerinde çalışıp onu zenginleştirmeyi sürdürmüştür. 1407-1408’de esere ilave edilen Mevlid, Türk edebiyatının bilinen ilk mevlididir. Ahmedî’nin Ankara Savaşı’ndan sonra Timurlenk ile tanışıp ona bir kaside sunduğu düşünülür. Emir Süleyman’ın isteği üzerine Selmân-ı Sâvecî’nin “"Cemşîd ü Hurşîd"” adlı mesnevisini Türkçe’ye çeviren ve eklediği yeni kısımlarla âdeta yepyeni bir eser yaratan şair bu çalışmayı 1403’te tamamladı. Arapça-Farsça manzum bir lugat olan "Mirķātü’l-edeb" adlı eserini Aydınoğulları’ndan Îsâ Bey’in oğlu Hamza Bey için yazdı. Ayrıca "Mirķātü’l-edeb"’e bağlı olarak bir ders kitabı olarak "Mîzânü’l-edeb ve "Mi’yârü’l-edeb" adlı risaleleri yazdı. Emir Süleyman’ın 1411 yılında ölümünden sonra kendisine yeni bir hami arayan Ahmedî, Mehmed Çelebi’nin çevresine girmeye çalıştı Tıp konusunda bir mesnevi olan ve 1403-1410 arasında kaleme aldığı “"Tervîhu’l-ervâh"” adlı eserini bazı eklerle Çelebi Mehmet’e sunmuştur. Ahmedî ayrıca, Germiyan’ın ileri ailelerinden birine mensup olduğu düşünülen meşhur Şeyhî Sinan'ı Ahmedî yetiştirmiştir. Bazı kaynaklarda, Ahmedî’nin bunlardan başka, tıbba dair bir “"Kitâbü'r Revâyih"”, “"Kasîde-i Sarsarî Şerhi"”, “"Hayretu'l-c Ukalâ"”, “"Yûsuf ile Züleyhâ"”, “"Esrâr-nâme"” tercümesi, “"Vîs u Ramin"”, “"Süleymannâme"”, “"Cengnâme"”, “"Kânun ve Şifâ"” tercümesi, bir nüshası Fatih'de Feyzullah Efendi kütüphanesinde bulunan ve sağlığı koruma hakkında önemli bilgileri içeren, "Muntehâb-ı Şifâ’" gibi eserlerinin olduğu bildiriliyorsa da bunların bazısı bu güne kadar ortaya konulamamış, bazısının da ya isim benzerliğinden ya da yanlış adlandırılmasından dolayı başkasına ait olduğu tespit edilmiştir. Halk arasında "Kırk Vezir hikayesi" adıyla bilinen ve Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi TürkçeYazmalar Katalogu'ndaki68 bilgilere dayanılarak yanlışlıkla Ahmedî tarafından Arapçadan Türkçeye çevrildiği sanılan bu eserin Ahmedî-i Mısrî'ye ait olduğu tespit edilmiştir. Turgut Uyar Turgut Uyar (d. 4 Ağustos 1927, Ankara - ö. 22 Ağustos 1985, İstanbul), Türk şair. Babasının görevinden ötürü ilköğrenimi farklı şehirlerde okurken ortaöğrenimine maddi nedenlerden dolayı yatılı askerî okulda okuyan Uyar, 1948'de "Kaynak" dergisinin başlatmış olduğu bir şiir yarışmasında "Arz-ı Hal" adlı şiiriyle katılmış ve yarışmada ikinci olmuştur. "Türkiyem" adlı ikinci şiir kitabı 1952'de piyasaya sürülmüştür. Uyar'ın dil, tema, imge, anlatım biçimi, biçim/öz ilişkisi açısından büyük bir değişimi yansıttığı ilk İkinci Yeni kitabı olan "Dünyanın En Güzel Arabistanı", 1959'da yayımlanmıştır. 1962'de "Tütünler Islak"ı; 1968'de "Her Pazartesi"yi; 1970'de "Divan"ı; 1974'te "Toplandılar"ı; 1982'de "Kayayı Delen İncir"i yayımlamıştır. 1981 yılında "Toplu Şiirler" adıyla o güne kadar yayımladığı eserleri ilk kez; 1984'te "Büyük Saat" adıyla ikinci kez toplu olarak basılmıştır Turgut Uyar, Fatma Hanım ile Hayri Bey'in altı çocuğundan beşincisi olarak 4 Ağustos 1927'de Ankara'da dünyaya geldi. Babası orduda harita binbaşısı olarak görev yapmıştır ve Ankara'nın ilk Latin alfabesiyle yazılan sokak levhalarını geceler boyu çalışarak yazmış bir hattattır. Annesi ise ev hanımıydı. Babasının görevinden ötürü ilköğrenimi farklı şehirlerde okurken ortaöğrenimine maddi nedenlerden dolayı yatılı askerî okulda devam etmek zorunda kalmıştır. Bursa Askerî Işıklar Lisesi'nden 1946 mezun olan Uyar, bu okulda mutsuz olduğunu şu sözlerle dile getirmiştir: "Asker okullarında hiç mutlu olmadım. Genellikle yatılı okullarda mutlu olan çocuk yoktur sanıyorum. Başkalarının, hatta somut başkalarının değil de, hiç kavrayamadığım bir otoritenin belirlediği ve çoğu zaman saçma bulduğumuz bir şeyler yaşamak..." Yükseköğrenimini Askerî Memurlar Okulu'nda okurken annesinin isteği üzerine 1947'de Yezdan Şener ile evlenmiştir ve bu evlilikten Semiramis, Tunga ve Şeyda adlarında toplam üç çocuğu olmuştur. Bu okuldan mezun olduktan sonra "kura" ile memur ol
arak Posof'a atanmıştır. Ayrıca Terme ve Ankara'da da personel subayı olarak görev yapmıştır. 1958'de bu görevden ayrılarak Türkiye Selüloz ve Kâğıt Sanayi'nin Ankara'daki şubesinde çalışmaya başlamış ve 1967'de buradan emekli olarak İstanbul'a yerleşmiştir. 1960'ların başında eşinden boşanmıştır. İstanbul'a yerleştiğinde o dönem Cemal Süreya ile ilişkisi bitme aşamasında olan Tomris Uyar ile şiir üzerine mektuplaşmaya başlamıştır. Bu mektuplaşmalar 1969'da evlilikle sonuçlanmıştır. Tomris Uyar ile evliliklerinden bir erkek çocukları (Hayri Turgut Uyar) oldu. 22 Ağustos 1985'te vefat etmiştir. Turgut Uyar'ın şiire olan ilgisi kendi ifadesine göre çocukluk yıllarında başlamıştır. İlk şiir denemesini de ilkokul yıllarında yapmıştır: "Güzeldir sevgilim her dakka her an / Güzeldir sözleri kaşı gözleri / Geçtiği her karış sönük topraktan / O anda fışkırır neşe özleri" Ortaokul ve lise yıllarında ise "günde üç beş şiir, haftada on beş, günde bir roman yazmıştır." Roman yazarken sıkılan Uyar, Alain-Fournier'in Fransız edebiyatının klasiklerinden sayılan "Adsız Ülke"siyle Fyodor Dostoyevski romanlarını okumasıyla roman yazmayı bırakmıştır. Şiirde ise lise son sınıfta Ömer Hayyam, Nedim, Yahya Kemal Beyatlı, Tevfik Fikret, Ahmet Haşim gibi şairleri taklit etmiştir. 1946'da ise dönemin güncel şairlerini okumuştur ve bu durumu "Sonra günümüzün şairlerini okudum da sevindim. Oh dünya varmış dedim." sözleriyle dile getirmiştir. 1947'de "Yâd" adlı şiiri "Yedigün"de yayımlanmıştır. 1948'de "Kaynak" dergisinin başlatmış olduğu bir şiir yarışmasında "Arz-ı Hal" adlı şiiriyle katılmış ve yarışmada ikinci olmuştur. 1950'de Kaynak Yayınları tarafından "Arz-ı Hal ve Akşam Üzeri Türküsü" adıyla ilk kitabı yayımlanmıştır. İkinci kitabı olan ve Nurullah Ataç'ın önsözünü yazdığı "Türkiyem" ise 1952'de piyasaya sürülmüştür. 1959'da "Dünyanın En Güzel Arabistanı" adlı şiir kitabı yayımlanmıştır. Bu kitaptaki şiirleri 1955-1958 yılları arasında "Yenilik", "Pazar Postası", "Yeditepe", "Seçilmiş Hikayeler Dergisi", "Şairler Yaprağı" gibi dergilerde yayımlanan şiirlerden oluşmaktadır. Kitap, Uyar'ın dil, tema, imge, anlatım biçimi, biçim/öz ilişkisi açısından büyük bir değişimi yansıttığı ilk İkinci Yeni kitabıdır. 1962'de "Tütünler Islak"ı; 1968'de "Her Pazartesi"yi; 1970'de "Divan"ı; 1974'te "Toplandılar"ı; 1982'de "Kayayı Delen İncir"i yayımlamıştır. 1981 yılında "Toplu Şiirler" adıyla o güne kadar yayımladığı eserleri ilk kez; 1984'te "Büyük Saat" adıyla ikinci kez toplu olarak basılmıştır. Edip Cansever Edip Cansever (8 Ağustos 1928 - 28 Mayıs 1986), Türk şair. 8 Ağustos 1928’de İstanbul’da doğdu. İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirdi. Kapalıçarşı’da turistik eşya ve halı ticareti yapmaya başladı. 1976’dan sonra yalnızca şiirle uğraştı. Bodrum'da tatildeyken beyin kanaması geçirdi, tedavi için getirildiği İstanbul'da 28 Mayıs 1986’da yaşamını yitirdi. İlk şiiri 1944'te İstanbul dergisinde yayınlandı. Yücel, Fikirler, Edebiyat Dünyası, Kaynak dergilerinde çıkan ilk gençlik şiirlerini "İkindi Üstü" kitabında topladı. Bu şiirlerde varlıklı, her şeye yaşama sevinciyle bakan bir gencin avarelikleri, duyguları ön plandaydı. 1951'de ""Nokta"" dergisini çıkardı. Bu dergi genç şairlerle ve yazarlarla tanışmasını sağladı. İlk kitabından 7 yıl sonra yayınladığı "Dirlik Düzenlik" bu dönemin ürünüdür. Bu kitaptaki şiirlerde düşünceyi dil içinde eritmeye yönelen, özlü bir söyleyiş ve çarpıcı biçim arayan, toplumsal eleştiri için mizah aracını kullanan bir tutum görüldü. 1957'de yayınlanan "Yerçekimli Karanfil" ile kendisine özgü bir şiir evreni kurdu. İkinci Yeni akımının özgün örneklerini verdi. Yenilik, Pazar Postası, Yeni Dergi gibi dönemin sanat yayınlarında şiirsel canlılığı besleyen şairlerden biri oldu. Şiirinde zamanla sevinç yerini bunalıma, toplumsal dengesizlikleri eleştirme kaygısı yerini yıkıcı bir umutsuzluğa bıraktı. "Dize işlevini yitirdi" gerekçesiyle yeni arayışlara yöneldi. Şiirde tiyatrodan esinlenen diyaloglar kullandı. "Nerde Antigone", "Tragedyalar", "Çağrılmayan Yakup" bu dönemin ürünleri. Yine de İkinci Yeni içindeki bazı şairler gibi anlamsızlığı savunmadı. Kapalı, anlaşılması güç, yine de anlamdan ayrılmayan bir şiire yöneldi. Çok farklı imgeler kullanırken bile düşünce öğesini göz ardı etmedi. Yapıtlarına tutarlı bir bütünlük kazandırdı. Şiirinde düzyazı olanaklarını kullanmaktan da çekinmedi. Yalnız şiirleriyle değil tepkileri ve yaşama biçimiyle de kendisinden söz ettirdi. Sürekli yazan, yayınlayan bir şair olarak ilgileri hep üstünde tuttu. Cemşid ü Hurşid İranlı şair Salman Saveci'nin aynı adı taşıyan 1700 beyitlik yapıtının genişletişmiş çevirisi olan, Cemşîd ü Hurşîd, ünlü 14. yüzyıl divan şairi Ahmedî'nin belki de en çok tanınan eseridir. Ahmedî'nin bu ünlü mesnevisi 4798 beyitliktir. Mesnevi'de gündelik hayata dair unsurlara sık rastlanmaktadır. Eserden bir beyit: Ahmedî'nin bir de divanı olup, değeri İskender-nâme’sine nisbetle daha yüksektir; sekiz bin beyitten fazla olan bu divanda şiirin muhtelif şekillerini havi manzumeler görülür; yine Ahmedî'nin beş bin beyitli Cemşid ü Hurşid isimli manzumesi, Çin hükümdarının oğlu Cemşid ile Rum kayserinin kızı Hurşid arasındaki âşikane macerayı tasvir etmektedir; gerek bu eserini ve gerek Tervîhü’l-Ervâh adındaki tıbba dair manzum ve mufassal telifini Emîr Süleyman Çelebi'nin emriyle kaleme almıştır. 5000 beyitten oluşur. Aslı İran'da bulunmaktadır. Surete aşık olma ve sonra onu bulma şeklinde gerçekleşir. Asıl İskendername'yi yazmıştır. Hüseyin Hilmi Işık Hüseyin Hilmi Işık, (d. 8 Mart 1911 - ö. 26 Ekim 2001), Türk kimyager ve İslam âlimi. Din alanında yazdığı kitaplarla tanınmış olan bir İslâm âlimidir. Kendi öğretileri doğrultusunda Işıkçılar Cemaati oluşmuştur. 8 Mart 1911 tarihinde, İstanbul Eyüp'te doğdu. Babası Said Efendi, Lofca'dan 1877 Osmanlı-Rus Savaşında göçmen olarak İstanbul'a gelmişti. Beş yaşında Eyüp Sultan'da Mihrişah Sultan ilkokuluna başladı. Yazları Hakîm Kutbeddin, Kalenderhâne ve Ebussuud sibyan mekteblerine devam etti. Yedi yaşında başladığı Reşâdiye Numûne Mektebi'ni, 1924 yılında birincilikle bitirdi. 1929 yılında Halıcıoğlu Askerî Lisesi'ni de birincilikle bitirdikten sonra, 1932'de eczacılık fakültesinden birincilikle ve teğmen rütbesiyle mezun oldu. Gülhane Hastanesi'ndeki stajını birincilikle tamamladıktan sonra Askerî Tıbbiyeye müfettiş olarak tayin edildi. 1936'da İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi'ni bitirerek Türkiye’nin ilk kimya yüksek mühendisi oldu. Burada yüksek matematikçi , mekanik profesörü , fizikçi , teknik kimyacı ’dan ders aldı. Prof. Fritz Arndt'ın yanında çalışırken Phenyl-Cyanide- cisminin sentezini yaptı ve formülünü buldu. Dünya'da ilk olan bu travay, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Mecmuası’nın 2139 sayı ve ikinci kânun 1937 tarihli sayısında; ayrıca Almanya’da çıkan Zentralblatt isimli kimya dergisinin 1937 tarihli ve 2519 numaralı sayısında yayınlandı. 1936 yılında ordu kimyager sınıfına nakledilerek Ankara Mamak'ta gazdan korunma evi kimyagerliğine tayin olundu. Millî Savunma Bakanlığı'nın Almanya'dan getirttiği dünyaca meşhur kimyagerler, Dr. E. Goldstein, Auer Fabrikası Genel Direktörü Merzbacher ve optik uzmanı Neumann ile çalıştı. Zehirli gazlar uzmanı oldu. Kızılay maske fabrikasında, Millî Müdafaa Vekâleti adına müfettişlik yaptı. 1938'de Yüzbaşı, 1945'de Binbaşı oldu. 1946'da Bursa Işıklar Askerî Lisesi'ne kimya öğretmeni olarak tayin edildi. 1950'de lisenin öğretim müdürü oldu. 1951'de Kuleli, 1959'da Erzincan Askerî Lisesi'ne tayin olundu. 1960'da Millî Savunma Bakanlığı Tetkik Kurulu'na tayin edildiyse de, 27 Mayıs 1960 ihtilalini takiben Kıdemli Albay rütbesiyle emekliye sevk edildi. Vefa, İstanbul İmam-Hatip, Cağaloğlu ve Bakırköy Kız Meslek Liselerinde, ayrıca olgunlaşma kurslarında kimya, fizik, matematik, Almanca ve Fransızca dersleri verdi. 1962'de Yeşilköy'de Merkez Eczanesi'ni açtı. Bir yandan da kendisini ilmî çalışma ve teliflere verdi. Günlük ve haftalık gazetelerde aktüel ve kültürel yazılar yazdı. 1929 yılında tanıştığı Süleymaniye Medresesi müderrislerinden Abdülhakîm Arvâsî'nin derslerine devam etti. Hocasının vefatından sonra oğlu Kadıköy Müftüsü, Ahmet Mekki Üçışık'tan ilim öğrenimine devam etti. Çok sayıda kitap telif etti. Bu kitapları, genellikle temel kaynağın yazarının adıyla ya da M. Sıddık Gümüş takma adını kullanırdı. "Seâdet-i Ebediyye" kitâbının gördüğü alaka ve devamlı gelen suâller sebebi ile, kitâbının her baskısına yeni ilâveler yaparak 1248 sayfalık bir eser meydana getirdi. Eserin İngilizceye tercümesi yapılmış ve "Endless Bliss" ismi verilerek Hakîkat Kitâbevi tarafından beş cilt olarak bastırılmıştır. Ayrıca Arapça, Farsça, İngilizce, Fransızca, Almanca ve diğer dillerde hayli kitap bastırıp 1966 yılında kurulan Işık Kitabevi vasıtasıyla dünyaya göndermeye başladı. Arapça, Farsça, Fransızca ve Almanca bilen Hüseyin Hilmi Işık, 26 Ekim 2001 tarihinde vefat etti. Kaşgari dergahı yanında defnedilmiştir. Ardında biri erkek, diğeri kız iki evlat bıraktı. Cami (anlam ayrımı) Muhammed Baba Semmâsî Muhammed Baba Semmâsî, Türk kökenli mutasavvıf. Buhâralı olan Muhammed Baba Semmasi, orta boylu, güler yüzlü ve esmer tenli olduğu rivayet edilir. Nakşibendî Silsile-i Sâdâtı’nda 13. sırada bulunan Muhammed Baba Semmasi’yi silsilede kendisinden bir önce gelen Ali Râmitenî’nin vekil olarak tâyin ettiği rivayet edilmiştir. Şah-ı Nakşıbend'in manevi babasıdır. Hindevan Köşkü isimli köyden aldığı Şah-ı Nakşıbend'i yetiştirmiştir. Muhammed Baba Semmasi 1354 yılında Buhara’ya bağlı Semmas köyünde vefat etmiştir. Kendisine dört vekil bırakmıştır: Mahmud Semmasi, Mevlana Danişmend Ali, Seyyid Emir Külal ve Sofi Suhari. Xbox Xbox, Microsoft firmasının oyun konsolu piyasasında pay sahibi olmak amacı ile ürettiği ve 25 Ekim 2001'de Kuzey Amerika'da, 22 Şubat 2002'de Japonya'da, 14 Mart 2002'de Avustralya'da ve 16 Nisan 2002'de Avrupa'da piyasaya sürdüğü bir konsoldur. Diğer oyun konsollarının çıkış tarihleri çok eskidir; fakat Xbox, piyasa
ya daha yeni girmesine rağmen piyasada kendine çok iyi yer edinmiştir. Öte yandan, piyasada Playstation 2'nin kaldığı kadar uzun süre kalmamıştır. GameCube Nintendo GameCube, Nintendo firması tarafından oyun konsolu piyasasında pay sahibi olmak için üretilen Altıncı jenerasyon Oyun konsoludur. Ernst Reuter Ernst Rudolf Johannes Reuter (d. 29 Temmuz 1889, Apenrade (bugünkü Danimarka) - ö. 29 Eylül 1953, Berlin), Alman siyasetçi, Batı Berlin'in ilk belediye başkanıdır. Ernst Reuter Münih ve Münster üniversitelerinde tarih, coğrafya, iktisat öğrenimi gören Reuter, I. Dünya Savaşı'nda Ruslara esir düşmüş (1916), dönüşünde bir süre Komünist Parti'de çalışmış, sonra SPD'ye geçmişti. Hitler iktidara geldiğinde Magdeburg belediye başkanıydı. 1935'te ülkesinden ayrılmak zorunda kaldı; bir süre İngiltere'de yaşadı, sonra Türkiye'ye geldi. 1939-1945 yılları arasında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde şehircilik dersleri verdi. Bu arada Türkçe kitapları yayımlandı: "Komün Bilgisi-Şehirciliğe Giriş" (1940), "Belediyeler Bankası" (1943), "Belediye Maliyesi" (1945, Necmettin Ergin ile birlikte), Mesken Meselesinin Hal Çareleri (1946). 1946'da Berlin'e dönen Reuter SPD'yi yeniden örgütledi; 1948'de Berlin ikiye bölününce Batı Berlin Belediye Başkanı oldu. 1951'de Alman Kent Meclisleri'nin başkanlığına getirildi. Alparslan Türkeş Alparslan Türkeş (doğum adı Ali Arslan veya Hüseyin Feyzullah; 25 Kasım 1917, Lefkoşa - 4 Nisan 1997, Ankara), Türk asker, siyasetçi, Başbakan eski Yardımcısı, Milliyetçi Hareket Partisi'nin kurucusu ve ilk genel başkanı. MHP genel başkanlık görevini 1969–1997 yılları arasında sürdürmüştür. Mart 1975–Haziran 1977 ve Temmuz 1977–Ocak 1978 tarihleri arasında Süleyman Demirel tarafından kurulan hükümetlerde Başbakan Yardımcısı olarak yer almıştır. 1965, 1969, 1973, 1977 ve 1991 Türkiye genel seçimlerinde milletvekili olarak meclise girmiştir. Türkeş, milliyetçi çevreleri bir araya getirmek için 1963 yılında Türkiye Huzur ve Yükselme Derneği'ni kurmuştur. 1965'te Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ne (CKMP) girerek fiilen siyasi hayata atılmış ve aynı yıl partinin genel başkanı olmuştur. İlk defa 1965 Türkiye genel seçimlerinde CKMP'nin Ankara milletvekili olarak meclise girmiştir. 1966 Türkiye cumhurbaşkanlığı seçiminde Cumhurbaşkanı adayı olmuştur fakat seçilememiştir. 1975'ten sonra Milliyetçi Cephe adı verilen koalisyon hükümetlerinde başbakan yardımcılığı görevinde bulunmuştur. 12 Eylül Darbesi'nden sonra 1985 yılına kadar 4,5 yıl tutuklu kalmıştır. 1987 Türkiye anayasa değişikliği referandumu'nda siyasal yasağı kalkmıştır. Aynı yıl Milliyetçi Çalışma Partisi'ne girmiştir ve yapılan kongrede gene başkan seçilmiştir ve partisi 1991 Türkiye genel seçimlerinde Refah Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi ile seçim ittifakı yapmıştır. 1992 yılında 12 Eylül darbesi ile kapatılmış olan partilerin eski adlarını alması hakkında Siyasi Partiler Kanunu'nda yapılan değişiklikle MÇP'nin ismi de 1993 yılında MHP olarak değiştirilmiştir. 1995 Türkiye genel seçimlerinde parlamento dışı kalan Türkeş, 4 Nisan 1997 tarihinde vefat etmiştir. Alparslan Türkeş, 25 Kasım 1917 öğle vaktinde Koyunoğlu ailesinden Tuzlalı Ahmet Hamdi Bey ile Fatma Zehra Hanım'ın çocuğu olarak, Lefkoşa'da Haydarpaşa Mahallesi Kirlizade sokağı 13 numaralı evinde dünyaya geldi.Aslen Kayseri'nin Pınarbaşı ilçesinden Kıbrıs'a göç eden bir ailenin çocuğudur. 1933'te ailesiyle birlikte Lefkoşa'dan ayrılarak Limasol'dan kalkan İtalya bandıralı "Viyana" gemisiyle İstanbul'a geldi. 1933'te Lefkoşa doğumlu İzmit milletvekili Hüseyin Sırrı Bellioğlu'nun tavsiyesiyle Kuleli Askeri Lisesine geçici olarak kaydoldu ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçince asli kaydı gerçekleşti. 1936'da Kuleli Askeri Lisesi'nden mezun olup 1938'de Harp Okulu'nu bitirdi. 1939'da piyade asteğmeni olarak atış okuluna girerek buradan teğmen rütbesiyle mezun oldu (P.938-348). Refik Yurtsever'in ablasının kızı Muzaffer Hanım ile 5 Eylül 1939'da nişanlandı ve 14 Ocak 1940'ta evlendi. Bu sırada Gelibolu'daki 58. Piyade Alayı 5. Bölük Komutanlığı'na tayin edildi ve Balıkesir, Bandırma, Edincik, Erdek ve Marmara Adasında görev aldı. 1944'te üsteğmen rütbesindeyken Nihal Atsız ve Nejdet Sançar'la birlikte "Irkçılık-Turancılık" davasından yargılandı ve 9 ay 10 gün Tophane Askeri Hapishanesinde kaldı. 1945 yılında Askeri Yargıtay kararıyla tahliye edildi ve 1947'de beraat etti. Alpaslan Türkeş konuyla ilgili olarak:""3 Mayıs günü heyecanla sokağa fırlayan gençler kıyasıya dövüldüler. Kafaları yarıldı, gözleri patladı. Bazılarının kolları, kaburgaları kırıldı."" demiştir. Orduya tekrar döndü. 1955'de Harp Akademisi'ni (94. sınıf, Sıra No. 39) bitirdi. Daha sonra ABD'ye gönderildi ve burada Amerikan Harp Akademisi'ni ve piyade okulunu bitirdi. 1955-1957 yılları arasında Washington'da NATO Daimi Komitesi'nde Türk genelkurmayı temsil heyetinde görev yaptı. Aynı sırada uluslararası ekonomi eğitimi gördü. 1959'da Almanya'da Atom ve Nükleer Okulu'na gönderildi ve buradaki eğitiminden sonra albaylığa yükseldi ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı NATO şube müdürü olarak atandı. 27 Mayıs 1960'dan kısa süre önce Elâzığ'daki birliğinden Ankara'ya atandı ve Albay Talat Aydemir'in önerisiyle Millî Birlik Komitesi'ne (MBK) alındı. Darbeyi planlayıp yürütecek olan 37 kişilik MBK içinde yer aldı. darbe bildirisini 27 Mayıs 1960 günü radyodan okuduktan sonra adı sıkça duyulmaya başlandı. 27 Mayıs sonrası Başbakanlık müsteşarlığı yaptı. Bu dönemde sonradan AP Partisi Balıkesir Senatörü seçilecek Hikmet Aslanoğlu ve CKMP Genel Sekreteri olacak Fuat Uluç kendisinin yardımcılık görevini yerine getirdiler. Bu dönemde Millî Birlik Komitesi içindeki görüş ayrılığı sonucu 13 Kasım 1960'da MBK Başkanı Org. Cemal Gürsel bir bildiri yayımlayarak MBK'nin çalışmalarının ülkenin yüksek çıkarlarını tehlikeye düşürecek bir duruma geldiğini, bu nedenle Türk Silahlı Kuvvetleri ile MBK üyelerinin talepleri üzerine MBK'yi feshettiğini açıkladı. Yeni oluşturulan MBK'de ise Alparslan Türkeş'in de içinde bulunduğu ve "14'ler" olarak adlandırılan ve ülkenin köklü yapısal sorunları çözülmeden kısa süre içinde yapılacak seçimlerle iktidarın sivillere bırakılmasını reddeden 14 subaya yer verilmiyordu. MBK üyesi Korgeneral Cemal Madanoğlu'nun inisiyatifiyle gerçekleşen bu operasyonla söz konusu kişiler Türk Silahlı Kuvvetleri'nden de emekli edilerek çeşitli görevlerle yurt dışına sürgüne gönderildiler. Alparslan Türkeş de bu operasyon sonucu Yeni Delhi büyükelçilik müşaviri olarak Hindistan'a gönderildi. Sürgünde iken, Millî Birlik Komitesi Başkanı Cemal Gürsel 'e, Yüksek Adalet Divanı'nda yargılanan Adnan Menderes ve arkadaşlarının idam edilmelerinin doğru olmayacağını vurgulayan ve Millî Yol dergisinde yayınlanan mektubu gönderdi. 25 ay kadar sonra, 23 Şubat 1963'te Gümülcine'den yurda döndüğünde burada kalabalık bir "milliyetçi topluluk" tarafından karşılandı. Gökhan Evliyaoğlu'nun Adalet Partisi'ne katılma yolundaki teklifini reddeden Türkeş, milliyetçi çevreleri bir araya getirmek için 2 Mayıs 1963'te Türkiye Huzur ve Yükselme Derneği'ni kurdu. Darbe hazırlığı yapan Talat Aydemir - Fethi Gürcan ikilisiyle temas kurdu. Ancak Talat Aydemir'le anlaşamadı. Bunun üzerine darbeyi hükümete haber verdi. Kendisi de darbe girişimi nedeniyle yargılandı, ancak darbeyi hükümete duyurduğu için beraat etti. Alparslan Türkeş, sürgünde olduğu dönemde 14'lerden çoğu ile sık sık bir araya gelerek dönüşten sonraki stratejisini belirleyici toplantılar yapmıştı. Nitekim 31 Mart 1965'te, 14'lerden Dündar Taşer, Ahmet Er, Muzaffer Özdağ, Rıfat Baykal, Mustafa Kaplan gibi eski MBK üyeleri ile birlikte Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ne (CKMP) girerek fiilen siyasi hayata atılmış oldu. 1965'te bu partinin başkanı oldu, uzun tartışmalardan sonra parti tüzüğünde 9 Işık Doktrini yer aldı. Türkeş, bu dönemde kendisini sevenler tarafından Başbuğ ilan edildi ve aynı yıl Ankara'dan milletvekili seçildi. 6-8 Şubat 1969'da Adana'da yapılan olağanüstü kongrede CKMP'nin adı Milliyetçi Hareket Partisi ve terazi olan amblemiyse üç hilâl olarak değiştirilmiştir. 1966 yılında cumhurbaşkanlığına aday oldu ve Cevdet Sunay karşısında 11 oy alarak seçimi kaybetti. 1969 ve 1973 yıllarında Adana milletvekili olarak parlamentoya seçildi. 1975'ten sonra Milliyetçi Cephe adı verilen koalisyon hükümetlerinde başbakan yardımcılığı görevinde bulundu. Bu dönemde sağ ve sol çatışması arttı. Yetkililerin elinde Milliyetçi Hareket Partisi'nin şiddetin esas kaynağı olduğuna dair kanıtlar vardı ve Cumhuriyet Savcısı kapsamlı bir soruşturma yapmak istiyordu. Ancak hükümet buna izin veremezdi. Çünkü bu rolün açığa çıkarılması koalisyonun dağılması anlamına geliyordu ve Demirel bunu düşünmek bile istemiyordu. 12 Eylül darbesi sırasında Millî Güvenlik Konseyi başkanı, diğer üç parti başkanlarının teslim olduğunu, Alparslan Türkeş'in de teslim olmasını, aksi takdirde suçlu durumda olacağını belirten bir bildiri yayınladı. 12 Eylül darbesinden sonra 9 Nisan 1985'e kadar 4,5 yıl tutuklu kaldı. 12 Eylül döneminde idam cezasıyla yargılanan Türkeş, bu davadan beraat etti. 1987'de siyaset yasağının kalkmasıyla birlikte Milliyetçi Çalışma Partisi'ne girdi ve aynı yıl yapılan olağanüstü kongrede genel başkanlığa seçildi. 1991 genel seçimlerinde Refah Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi ile seçim ittifakı yapan MÇP lideri Türkeş, Yozgat milletvekili olarak yeniden parlamentoya girdi. Bu sırada 1992'de 12 Eylül darbesi ile kapatılmış olan partilerin eski adlarını alması hakkında Siyasi Partiler Kanunu'nda yapılan değişiklikle MÇP'nin ismi de 1993 yılında MHP olarak değiştirildi. 1995 genel seçimlerinde parlamento dışı kalan Türkeş, bu dönemde uzlaşmacı bir lider olarak ülke siyaseti üzerinde en etkili siyasetçi oldu. Türkeş, 9 Işık başta olmak üzere siyasi ve tarihi görüşlerini içeren kitaplar yazdı. İlk evliliği, 1940 yılında, Muzaffer Hanım ileydi. Muzaffer Hanım 1974 yılında ölmüştür. Bundan iki yıl sonra, 1976'da Seval Türkeş'le evlendi. Ço
cukları: Türkeş'in ikinci evliliği, 1976 yılında, Seval Hanım ileydi. Çocukları: Alparslan Türkeş, 4 Nisan 1997'de geçirdiği kalp krizi sonucu Ankara'da yaşama veda etti. Kabri, Ankara Beştepe'de bulunmaktadır. 12 Eylül Darbesi 12 Eylül Darbesi veya 1980 İhtilali, Türk Silahlı Kuvvetlerinin 12 Eylül 1980 günü emir-komuta zinciri içinde gerçekleştirdiği askerî müdahale. 27 Mayıs 1960 darbesi ve 12 Mart 1971 muhtırasının ardından Türkiye Cumhuriyeti tarihinde silahlı kuvvetlerin yönetime üçüncü açık müdahalesidir. Bu müdahale ile Süleyman Demirel'in Başbakan'ı olduğu hükümet görevden alındı, Türkiye Büyük Millet Meclisi lağvedildi, 1970 sonrasında değiştirilen 1961 Anayasası uygulamadan kaldırıldı ve Türkiye siyasetinin yeniden tasarlandığı bir askerî dönem başladı. Bu dönem yaklaşık dokuz yıl sürdü. 12 Eylül 1980 ardından partiler lağvedildi, parti liderleri önce askerî üslerde gözetim altında tutuldu, ardından yargılandı. 2010 anayasa referandumunda, değişikliklerin kabul edilmesiyle 13 Eylül 2010 tarihinde çeşitli sivil toplum kuruluşları, sendikalar ve dernekler ile darbe mağduru kişiler 12 Eylül darbesini yapanlar hakkında suç duyurusunda bulundu . Bütün suç duyurularını toplayan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı "Millî Güvenlik Konseyi (MGK) adı altında 12 Eylül 1980'de ülke yönetimine el koyan ve 24 Kasım 1983 yılına kadar bu statüsünü sürdüren askerî cunta yönetiminin hayatta kalan üyeleri, Kenan Evren, Nejat Tümer ve Tahsin Şahinkaya'nın işlediği (A) Nürnberg Şartı ile kabul edilmiş ve tüm devletlerin kendi kanunlarında yer almasa dahi suçun oluşumu halinde takip etmek zorunda oldukları uluslararası hukukun buyruk kuralı niteliğine sahip insanlığa karşı suçlar (B) 765 Sayılı Ceza Kanunu'nun 146, 147, 153, 174, 179, 180, 181. maddeleri kapsamında, insanlığa karşı suçlar ve resen takdir edilecek suçlar nedeniyle haklarında başsavcılık tarafından ceza dava açılması ve haklarında gerekli önlemlerin alınması istemi .." ile 7 Nisan 2011 yılında ilk soruşturma başlattı. 4 Nisan 2012 tarihinde ise darbenin yargılanmasına başlanmıştır. 12 Eylül 1980 askerî darbesinin gerekçeleri arasında ülkede yaygınlaşan siyasi cinayetler, ve 6 Eylül günü Konya'da Necmettin Erbakan önderliğinde yapılan ve darbe liderlerinin şerîat amaçlı bir kalkışma girişimi olarak nitelediği Kudüs Mitingi gösterildi. Konya mitingi olarak da bilinen bu mitingde topluluk İstiklal Marşı sırasında yerlere oturmuş ve İstiklal Marşını yuhalamıştır. Miting sırasında sürekli şeriat çağrısı yapılmış, miting devleti protestoya dönüşmüştür. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 22 Mart 1980'de ilk turunu yaptığı Cumhurbaşkanlığı seçimini, 114 tur oylama yaptığı halde darbe gününe kadar sonuçlandıramayarak, halkta demokratik yollarla ülkenin düzlüğe çıkamayacağı inancına yol açtı. 12 Eylül öncesi dönemin son Başbakanı Süleyman Demirel'in "70 sente muhtacız" sözü ile özetlenen dış ticaret açığındaki artış ve döviz darboğazı; işsizlik, kıtlık ve işyeri anlaşmazlıkları ile beraber ekonomik sebepleri oluşturur. Aynı zamanda 1980'lere doğru tüm dünyada neoliberal bir ekonomik dönüşüm yaşanmaktaydı. Neoliberal reformları uygulayabilmek için toplumsal muhalefetin olmaması ve baskı ortamı gerekliydi. Amerika Birleşik Devletleri neoliberal politikaları hızlandırabilmek için dünyanın çeşitli ülkelerinde sağ hükümetleri işbaşına geçirmek için askerî darbeleri desteklemekteydi.. O dönemde Türkiye'de yükselen bir toplumsal muhalefet özellikle işçi ve öğrenci hareketleriyle kendini göstermekteydi. Fabrikalarda grevler artmıştı. 12 Eylül öncesi ülkede ciddi bir güvenlik sorunu vardı. Yükseköğretim Kurumlarında değişik siyasi görüşler tarafından art arda basılır ve öğrencilerin üniversiteyi boykot etmeleri için baskı uygulardı. Darbe gününden bir gün önceki gazeteler Eskişehir'de kahvenin tarandığını ve bir kişinin öldüğünü, Ankara'da ev basan teröristlerin 2 kişiyi öldürdüğünü, Mersin'de sinema kuyruğunun tarandığını ve 4 kişinin öldüğünü, İstanbul, Gaziantep ve Malatya'da birer kişinin öldürüldüğünü yazar. NATO güney kanadının en önemli üyelerinden olan Türkiye'nin siyasi ve ekonomik iktidarsızlığı özellikle ABD tarafından gözleniyordu. 1979 yılında meydana gelen İran İslam Devrimi, ardından aynı yıl içinde Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgal etmesi üzerine Türkiye'nin ABD politikaları için istikrarlı hale gelmesi önem kazandı. 1973 Türkiye genel seçimleri sonrası tek başına parti çıkmamış, uzlaşma sonucunda Bülent Ecevit başbakanlığında kurulan 39. Türkiye Hükumeti CHP ile MSP arasındaki anlaşmazlıklar sonucunda Bülent Ecevit'in 1974 Eylül'ünde görevinden istifası ve erken seçim kararı almasıyla sona ermiş 200 günü aşan belirsizlik süreci sonrası görevine devam eden hükumetle 1977 Türkiye genel seçimlerine gidilmiş ancak tek başına hükumet çıkmaması üzerinde "Çankaya hükûmeti" olarak bilinen Ecevit Başbakanlığındaki 40. Türkiye Hükûmeti görevine devam etmiş, 21 Haziran - 21 Temmuz 1977 tarihleri arasında görev yapabilmiş TBMM'de güvenoyu alamayan Ecevit istifa etmiş, sonrasında 41. Türkiye Hükûmeti "İkinci Milliyetçi Cephe" olarak bilinen Süleyman Demirel başbakanlığındaki geçici hükumet 21 Temmuz 1977 - 5 Ocak 1978 tarihleri arasında görev yapabilmiştir. 22 Aralık 1977'de Bülent Ecevit, İstanbul'un Florya semtinde bulunan Güneş Moteli'nde daha sonra 11'ler olarak anılacak Adalet Partisinden ayrılan bağımsız milletvekillerden Enver Akova, Ali Rıza Septioğlu, Mustafa Kılıç, Şerafettin Elçi, Mete Tan, Tuncay Mataracı, Güneş Öngüt, Orhan Alp, Ahmet Karaaslan, Hilmi İşgüzar, Oğuz Atalay ile görüşmüş ve yeni kurulacak hükûmette bakanlık koltuğu karşılığında Demirel hükûmeti aleyhindeki gensoruyu desteklemeleri konusunda anlaşmıştı. 31 Aralık'ta II. Milliyetçi Cephesi hükûmeti düşürülmüş ve 5 Ocak 1978'de 229 güven oyunu sağlayan Ecevit III. Ecevit hükûmetini kurmuştur. Bakanlık koltuğunu istemeyen Oğuz Atalay dışındaki 10 kişiye bakanlık verilmiştir. Adalet Partisi bu duruma "Bir oya bir bakanlık" diyerek eleştirmiş ve bu hükûmet "Motel hükûmeti" olarak anılmıştır. Demirel bu hükûmetin gayrimeşru olduğunu iddia ederek Ecevit'e başbakan demeden "hükûmetin başı" olarak hitap etmiştir. "Motel hükûmeti" ancak 5 Ocak 1978 ile 12 Kasım 1979 tarihleri arasında görev yapabilmiştir. 19 Aralık ile 26 Aralık 1978'de Kahramanmaraş'ta meydana gelen Alevileri hedef alan saldırılarda resmi rakamlara göre yedi gün süren olaylar sırasında 105 Alevi öldürüldü, yine Alevilere ait 200'ün üzerinde ev yakıldı, 100'e yakın işyeri tahrip edildi. 14 Ekim 1979'da yapılan seçimlerde Adalet Partisi ikinci parti olarak çıkmış olmasına rağmen Bülent Ecevit'in istifa etmesiyle Süleyman Demirel'e hükümeti kurma yetkisi verildi. "Kerhen Millî Cephe hükûmeti" olarak bilinen 43. Türkiye Hükûmeti 12 Eylül Darbesi'nden önce millet iradesi ile kurulan son hükumettir. Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel başkanlığında kurulan hükümet 12 Kasım 1979 - 12 Eylül 1980 tarihleri arası görev yaptı. Üçüncü Ecevit hükûmetinin istifasından sonra Milliyetçi Hareket Partisi, Millî Selamet Partisi'nin hükûmete alınmasına karşı çıktığı için Üçüncü Milliyetçi Cephesi gerçekleştirilememiş ve 12 Kasım 1979'da Süleyman Demirel'in başbakanlığında azınlık hükûmeti kurulmuştur. Milliyetçi Hareket Partisi ve Millî Selamet Partisi bu hükûmeti dışarıdan desteklemiştir. Demirel "Yüz Gün Planı"nı açıklayarak anarşi ve enflasyon olmak üzere iki temel sorununu 100 günde çözeceğini iddia etmiştir. Bu plan tartışmalara yol açmış ancak tartışma yüz günün hükûmetin güvenoyu aldığı 25 Kasım 1979'dan itibaren mi yoksa Demirel'in Plan'ı açıkladığı 8 Aralık 1979'dan itibaren mi sayılacağı konusuna odaklanmıştır. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülend Ulusu, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya ile Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun'un imzasını taşıyan, ülkedeki iç karışıklıkla ilgili bir uyarı mektubu 27 Aralık 1979 tarihinde Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e gönderildi. 1 Ocak 1980'de Çankaya Köşkü'nde Kenan Evren ve kuvvet komutanlarıyla bir görüşme yapıldı. Mektupta şu ifadeler kullanılmıştı: "Türk Silahlı Kuvvetleri ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizin bir an önce, millî menfaatlerimizi ön plana alarak, anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir." Ekonomik olarak yaşanan istikrarsızlık, üretimin azalması ve karaborsacılığın oluşması gibi nedenlerin ortadan kaldırılması için kamu harcamalarının sınırlandırılması,ücretlerin düşürülmesi,serbest döviz kuru gibi ekonomik önlemler alınması kararlaştırılmıştır. Bunun için Süleyman Demirel Turgut Özal'ı başbakanlık müsteşarlığına atadı ve IMF ile bu kapsamda bir anlaşma imzalandı. Şubat 1980'de Millî Selamet Partisi başkanı Necmettin Erbakan Demirel hükûmetini "kerhen (istemeyerek)" desteklediğini açıkça dile getirmiş, mevcut hükumetin görevinin biteceği tarihin Türkiye'nin çıkarlarına hizmet edecek bir tarih olması gerektiğini savunmuş, 1 ay daha beklenmesi gerektiğini söylemiştir. Bundan 43. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti "Kerhen MC (Milliyetçi Cephe)" olarak anılmaya başlamıştır. Necmettin Erbakan, 13 Mart 1980 tarihli basın toplantısında ""Kadayıfın altı kızarmadan bu hükûmeti uzaklaştıracak olursanız, bu zihniyet milleti aldatmanın gene fırsatını bulacaktır. Onun için kadayıfın altının kızarmasını bekleyeceğiz. "", 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, 23 Nisan 1980 tarihli basın toplantısında ise ""18 Mayıs'a MSP il başkanları toplantısına kadar bekleyeceğiz. Kadayıfın altının kızarıp kızarmadığına bakacağız."" demiştir. Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün görev süresi dolduğu sırada meclisteki en büyük 2 partinin liderleri Ecevit ile Demirel daha Cumhurbaşkanlığı için aday bil
e belirlememişlerdi. Son anda adaylar bulundu. Seçimler sırasında hiçbir aday cumhurbaşkanı olmak için yeter oyu alamıyordu. Meclis onlarca defa tekrar oylama yaptı fakat bir türlü yeni cumhurbaşkanı seçilemedi. "Bu durum askerlerin ülke yönetimine müdahalesine zemin hazırlıyordu. İngiliz Büyükelçiliği, 15 Mayıs 1980 tarihli raporunda bu duruma değinmiştir. Özellikle General Kenan Evren’in Brüksel’deki NATO toplantısından döndükten sonra yaptığı açıklamasında Brüksel’de kendisine sürekli Cumhurbaşkanının ne zaman seçileceği konusunda sorular sorulduğu kendisinin de tatmin edici bir cevap veremediğini belirtmiş ve durumun can sıkıcı olduğunun altını çizmiştir. Evren sağdan ve soldan tüm partilerin birleşip artık bu sorunun çözülmesi konusunda uyarıda bulunmuştur." 17 Haziran'da Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, kuvvet komutanları ve Genelkurmay II. Başkanı Necdet Öztorun'u çağırmış ve kod adı "Bayrak Harekâtı" olan bir darbenin 11 Temmuz 1980'de gerçekleştirilmesi bildirmiştir. Ancak 2 Temmuz'da Süleyman Demirel hükûmeti güvenoyu aldığı için ertelenmiştir. Daha sonra 28 - 31 Ağustos'ta "5 Eylül 1980'den itibaren her an hazır olunması" bildirilen "Bayrak Harekâtı" emirleri özel kuryelerle komutanlara teslim edilmiştir. 1980 Mayıs-Temmuz aylarında Çorum'da meydana gelen, siyasi ve dini temelli olarak ortaya çıkan kanlı olaylar olup, 57 kişinin öldüğü olaylar güvenlik güçlerinin müdahelesi sonrası yatıştırılmıştır. 14 Ekim 1979 tarihinde yapılan ara seçimler sonrası Devrimci Yol'un bağımsız adayı Fikri Sönmez CHP adayının (Zeki Muslu) 1150, AP adayının (Ali Rıza Özmaden) 850 oy aldığı seçimde 3096 oyla Fatsa Belediye başkanı seçildi. Belediye halk komiteleri şeklinde örgütlenmişti. Bu örgütlenme ilk olarak yedi mahallesi olan Fatsa'nın çeşitli özelliklerine göre on bir birime ayrılması ve her bir birime üç ila yedi halk komitesi temsilcisi seçilmesi şeklinde belirlendi. Fikri Sönmez'in belediye başkanı olduğu dönemde sokakların çamurdan arındırılması için "Çamura Son Kampanyası" gibi kampanyalar ve Fatsa Halk Kültür Şenliği yapıldı. 8 Temmuz 1980'de askerî birlikler Fatsa ilçesine gönderilmiş ve 9 Temmuz 1980 tarihinde Kenan Evren ordu komutanlarıyla beraber inceleme yapmak için Fatsa'ya gitmiştir. Bakanlar Kurulu tarafından, «Küçük terör odaklarında» baskınlar yapılmasına ilişkin kararla 11 Temmuz sabah erken saatlerinde asker ve polis "nokta operasyonu" düzenlenmiş ve Fatsa Bağımsız Belediye Başkanı Fikri Sönmez ile beraber 300 kişi gözaltına alındı bunlardan 250 kişi 15 Temmuz'da serbest bırakıldı 12 Temmuz'da sokağa çıkma yasağı ilan edildi ve kaymakam görevden alındı. DİSK genel başkanı ise Demirel'i Çorum'u unutturmak için Fatsa olayını yaratmakla suçladı. Sönmez 18 Temmuz'da tutuklandı. Haklarında açılan davanın iddianamesinde "Belediyenin Devrimci Yol örgütünün egemenliğine geçmesiyle; Başkan Fikri Sönmez, siyasetin unsurlarından ve stratejik aşamalarından biri olan direniş komitelerini gündeme getirmiş; ve halk komiteleri adıyla 11 mahallede 5'er kişilik direniş komitelerini kurdurmuştur. Çamura Son Kampanyası, Fatsa Halk Kültür Şenliği gibi faaliyetlerin Devrimci Yol Merkez Komitesinin kararı gereğince yapılmıştır." sözleri yer almaktaydı Kenan Evren 25 Ekim 1982'de Trabzon gezisi sırasında yaptığı bir konuşmada bu olayla ilgili "Ve yine biliyorduk ki, Fatsa kurtarılmış bir kasaba idi. Oralarda Devletin kanunları işlemiyordu. Buralarda vatandaşlar sorunlarını, Devletin ilgili makamlarına değil, mahalle komitelerine bildirmekte ve şikayetleri kendilerinin taktıkları isimle buralardaki (Halk Mahkemelerinde) neticelendirilmekte ve hatta bu halk mahkemelerinde ölüm cezaları dahi verilmekte ve bu cezalar sokak ortasında herkesin gözü önünde kurşunlanarak icra edilmekteydi. Böyle sokak ortasında, bu mahkeme kararlarının yerine getirildiği zamanları da biliyoruz." sözlerini sarf etti. Necmettin Erbakan "Karadeniz şehirlerinden birisinde vefat eden bir din adamının cenaze töreni"ni neden olarak göstererek 30 Ağustos tarihinde kutlanan Zafer Bayramı'nın Anıtkabir'deki kısmı ile Genelkurmay Başkanlığı'nda yapılan kutlama törenlerine katılmamış, 23 Temmuz 1980'de İsrail'in Kudüs'ü başkent ilan etmesi sonucu Millî Selamet Partisi 6 Eylül Cumartesi günü Konya'da "Kudüs'ü kurtarma yürüyüş ve mitingi" düzenlemiştir. Bu mitinge 100 bin kişinin üzerinde katılım olmuş, bazı kişiler şalvar, cübbe ve sarıkla, eski harflerin bulunduğu pankartlarla gelmiş ve "Şeriat gelecek, vahşet bitecek", "Dinsiz devlet, yıkılacak elbet" gibi sloganlar atmışlardır. Miting sırasında okunan İstiklâl Marşı topluluk tarafından yuhalanmıştır. Betül Tiftik mitingi partilerinin yapmadığını belirtir: ""Konya Mitingini MSP olarak biz yapmadık. Bütün partilerin sahip çıkması için bir tertip heyeti düzenlendi ve önemine binaen, bütün partileri ve liderleri davet etti."" Ancak dönemin MSP'li Konya Belediye Başkanı Mehmet Keçeciler, mitingin MSP tarafından düzenlendiğini, hatta kendisinin mitingden önce Necmettin Erbakan ve Oğuzhan Asiltürk'le, Ankara'da MSP Genel Merkezi'nde bu mitingi iptal ettirmek için görüştüğünü, iptal ettiremeyince MSP'den istifa ettiğini, fakat bunun da kabul edilmediğini yıllar sonra belirtir. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun'dan oluşan Millî Güvenlik Konseyi, radyodan okunan ilk bildiriye göre: "İç Hizmet Kanununun verdiği Türkiye Cumhuriyeti'ni kollama ve koruma görevini yüce Türk Milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur." 12 Eylül tarihli 2 numaralı bildiriyle ülke genelinde 13 sıkıyönetim bölgesine 13 general sıkıyönetim komutanı olatak atanmıştır. 7 numaralı bildiriyle siyasi partilerin faaliyetleri yasaklanmış olduğunu ve Türk Hava Kurumu, Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay dışındaki derneklerin faaliyetlerinin de durdurulmuş olduğunu duyurulmuştur. Emniyet Genel Müdürlüğü başta olmak üzere polis teşkilatı Jandarma Genel Komutanlığının emrine verilmiştir.Darbe günü Emniyet ve Millî İstihbarat Teşkilatı üst düzey yöneticileri Genelkurmay Başkanlığına davet edilmiş ve TRT ile PTT Genel Müdürleriyle beraber tecrit edilmişlerdir. 20 Eylül'de ise Kenan Evren eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülend Ulusu'yu başbakan olarak görevlendirmiş ve 21 Eylül'de Ulusu'nun sunduğu bakanlar kurulu listesi Millî Güvenlik Konseyi tarafından onaylanmıştır. Darbenin gece 3:00'da ilanından sonra aynı gün sabah saat 5:30'da Süleyman Demirel, Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan'a Genelkurmay başkanı Kenan Evren tarafından birer tebliğ gönderildi. Tüm tebliğlerde; ""TSK yönetime el koymuştur. Hükümetiniz feshedilmiş, parlamento üyeliğiniz düşmüştür. Talimatı getiren subayın ikazlarına uyunuz"" ifadesiyle birlikte gidecekleri adresler belirtilmektedir. Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel için Hamzaköy Gelibolu adresi belirtilirken, Necmettin Erbakan'a ise Uzunada İzmir adres olarak verilir. Ecevit ve Demirel eşleriyle birlikte aynı uçakla Hamzakoy'a götürülür. Yaklaşık bir ay boyunca, 11 Ekim 1980'e kadar burada kaldılar. Necmettin Erbakan aynı gün uçakla Uzunada'ya götürülür. Alparslan Türkeş evinde bulunamadığı için Millî Güvenlik Konseyi, 13 Eylül'de bir bildiri ile teslim olmaması halinde suçlu duruma düşeceğini belirtir. Bunun üzerine 14 Eylül'de Ankara Merkez Komutanlığına teslim olur ve Uzunada'ya gönderilir. Uluslararası ajansların son dakika notuyla geçtiği"12 Eylül Darbesi"ni Türkiye'nin önde gelen gazeteleri aynı tarihte attıkları manşetlerle okuyuculara duyurmuştur. Dönemin büyük gazetelerinden Milliyet ve Tercüman gazetesi "Parlamento ve hükumet feshedildi, bütün yurtta sıkı yönetim ilan edildi..." başlığı ve büyük harflerle "Silahlı Kuvvetler Yönetime El Koydu" manşetiyle duyurmuş, Hürriyet "Bütün yurtta sıkı yönetim uygulandı, ordu yönetime el koydu", Cumhuriyet ise "Silahlı Kuvvetler yönetime el koydu" başlıklarıyla duyurmuştur. Askeri müdahalenin ardından, diğer bütün siyasi partiler ile birlikte, MHP'nin de siyasi faaliyette bulunması yasaklanmış, 16 Ekim 1981 tarihli Millî Güvenlik Konseyi (MGK) kararıyla parti kapatılarak mallarına el konmuştur. 29 Nisan 1981 tarihinde ise, MHP ve Ülkücü kuruluşlar hakkındaki soruşturma sonrasında 945 sayfalık bir iddianame ile "MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası" açılmıştır. Dava 5 yıl, 11 ay, 8 gün sürmüş, 333 duruşmaya sahne olmuş ve 7 Nisan 1987'de sonuçlanmıştır. Ankara 1 Numaralı Askeri Mahkemesinde görülen 392 sanıklı davada, MHP lideri Alparslan Türkeş'e 11 yıl, 1 ay, 10 gün hapis cezası verilmiştir. Partinin genel idare Kurulu üyelerinin tamamı beraat etmiş, 5 sanık hakkında idam cezası verilmiştir. 150 sanığın beraat ettiği davada, 9 sanık hakkında müebbet hapis, 219 sanık hakkında 6 ay ile 36 yıl arasında değişen hapis ve 6 sanık hakkında da görevsizlik kararı verilmiştir. 3 sanık hakkındaki dava düşerken, 2 sanık da yargılama sırasında vefat etmiştir. Yargılama süresi içinde kalbinden rahatsızlanan Alparslan Türkeş, 29 Mayıs 1983'te Mevki Askeri Hastanesi'ne kaldırılmıştır. 4 yıl, 5 ay, 28 gün tutuklu kalan MHP lideri, tutuklu kaldığı süre göz önünde bulundurularak 1 gün hapis cezasından sonra tahliye edilmiştir. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren ve Kuvvet Komutanları tarafından oluşturulan askerî yönetim Millî Güvenlik Konseyi adı altında 1983 genel seçimine kadar Türkiye'ye ilişkin tüm kritik kararları aldı. Darbeden sonra ilk idamlar 9 Ekim 1980 tarihinde gerçekleşmiştir. İlk olarak sol görüşlü Necdet Adalı, ardından ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu idam edilmiştir. 19 Mart 1980 tarihinde idama mahkûm edilen Erdal Eren, idam kararı Yargıtay tarafından iki kere iptal edilmiş olmasına rağmen, Millî Güvenlik Konseyi tarafından onaylanan kararla 13 Aralık 1980'de Ankara Merkez Ulucanlar Cezaevi'nde idam edilmiştir. Kenan Evren, 3 Ekim 1984'teki Muş gezisi sırasında yaptığı konuşmad
a Erdal Eren'in idamına ilişkin şunları söylemiştir: "Şimdi ben, bunu yakaladıktan sonra mahkemeye vereceğim ve ondan sonra da idam etmeyeceğim, ömür boyu ona bakacağım. Bu vatan için kanını akıtan bu Mehmetçiklere silah çeken o haini ben senelerce besleyeceğim. Buna siz razı olur musunuz?" 6 Kasım 1981'de çıkarılan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile YÖK kuruldu. Bundan sonra 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanununun 2301 ve 2766 sayılı kanunla değişik maddelerince özellikle solcu olduğu düşünülen 71 Üniversite personeli YÖK tarafından görevlerinden uzaklaştırıldı. İlk uzaklaştırmalar Şubat 1983'te başladı. Genelkurmayın açıklamalarına göre toplam 4891 kamu personeli görevden alınmış ve 38 profesör, 25 doçent, 10 yardımcı doçent 1402'lik olmuştur. Ancak 1402'lik olmak istemediğinden bizzat istifa yolunu seçenler de dahil edildiğinde bu sayının 20.000 civarında olduğu öne sürülmektedir. Darbe öncesi mevcut hükumetin aldığı 24 Ocak Kararları sonrası faizlerin serbest bırakılmasıyla bir anda çoğalan bankerler, zaman içinde piyasanın bu faiz yükünü kaldıramaması sonucu hızla çökmeye başlamış "Banker Yalçın" (Yalçın Doğan) ve "Banker Kastelli" olarak anılan (Cevher Özden) ikilisinin karıştığı skandallar kamuoyunda derin yankı bulmuştur. 7 Kasım 1982 yılında yapılan Halkoylamasıyla %91.37 evet oyuna karşılık, %8.63 hayır oyuyla kabul edildi. Oy kullanırken iki renk hakimdi: Mavi renk hayır, beyaz renk evet demekti. Kenan Evren yaptığı konuşmalarla halkı mavi oy vermemesi konusunda telkin ediyor ve çeşitli gazetelere mavi renkle ilgili sansür uygulanıyordu. Darbe ardından geçen 3 yıl içerisinde önemli kanunların tamamına yakını değiştirildi ve askerî yönetimin belirlediği Danışma Meclisi tarafından hazırlanan Anayasa, 1982 yılında yapılan ve aleyhte konuşmanın ve propaganda yapmanın yasak olduğu "güdümlü" referandumda, yüzde 92'lik "Evet" oyu ile büyük farkla kabul edildi. Halk oylamasında 'Hayır' oyu kullananları sandık başında baskı altında tutmak için rengi dışarıdan görünen oy pusulaları kullandırıldığı iddia edildi ama bu, Anayasa'nın çok büyük çoğunlukla kabul edilmesini açıklayan tek neden değildi. Anayasa'nın kabulünün bir başka önemli etkeni olarak, ihtilal öncesi iç savaş ortamı nedeni ile vatandaşların kendi hayatlarından endişe etmesi de ifade edilir. Aynı halk oylamasında, Kenan Evren otomatik olarak Cumhurbaşkanı seçildi. Kabul edilen Anayasa'da bulunan, askerî yönetim üyelerinin ömür boyu yargılanmasını engelleyen, geçici 15. madde, 2010 Türkiye anayasa değişikliği referandumu'na kadar kaldırılmadı. Darbe sonrası Türkiye Cumhuriyeti kamu ve kuruluşlarında dönemin devlet yöneticilerinin emri ile anarşist ilan eden 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, yine Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 7 bin kişi için idam cezası istendi ve 517 kişiye idam cezası verildi. Haklarında idam cezası verilenlerden 50'si asıldı (26 siyasi suçlu, 23 adli suçlu, 1'i Asala militanı). İdamları istenen 259 kişinin dosyası Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne gönderildi. Yine 71 bin kişi Türk Ceza Kanunu'nın 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı, 98 bin 404 kişi "örgüt üyesi olmak" suçundan yargılandı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi "sakıncalı" olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi "siyasi mülteci" olarak yurtdışına gitti. 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 171 kişinin "işkenceden öldüğü" belgelendi. 937 film "sakıncalı" bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi. Aynı dönem 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi. Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. 31 gazeteci cezaevine girdi. 300 gazeteci saldırıya uğradı. 3 gazeteci silahla öldürüldü. Gazeteler 300 gün yayın yapamadı ve aralarında Hürriyet, Millî Gazete ve Ortadoğu'nun da olduğu 13 büyük gazete için 303 dava açıldı. 39 ton gazete ve dergi imha edildi. Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi. 144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü, 14 kişi aynı dönem yapılan açlık grevlerinde öldü, 16 kişi -"kaçarken"- vuruldu, 95 kişi -"çatışmada"- öldü, 73 kişiye -"doğal ölüm raporu"- verildi, 43 kişinin -"intihar ettiği"- bildirildi. 13 Eylül gününe ait Tercüman gazetesi, askeri cuntanın karar mekanizması Millî Güvenlik Konseyi'nin spor konusundaki tutumunu okuyucularına şöyle aktarıyordu: "Bu hafta sonu yapılacak bütün spor faaliyetleri yasaklanmıştır. Durum ve şartlara göre bilahare izin verilecektir." Spor etkinlikleri durdurulmuştu. Futbolda 1. Lig ve 2. Lig'e ara verilmişti. Ama Avrupa kupası maçları için soru işaretleri vardı. Zira Fenerbahçe ile Trabzonspor, 17 Eylül'de önemli sınavlar verecekti. Her iki takım hazırlıklarını UEFA Kupası ve Şampiyon Kulüpler Kupası maçlarına göre sürdürürken rakipler de Türkiye'ye gelmiş, karşılaşmaların oynanmasında herhangi bir sakınca olmadığı bildirilmişti. İşin ilginç yanı, ligler ertelenmese hafta sonu İstanbul'da Galatasaray ile Fenerbahçe SK arasındaki derbi vardı. Fenerbahçe SK teknik direktörü Friedel Rausch da darbenin ilan edilmesiyle derbinin tehir edilmemesi için çok dua etmişti. Çünkü Galatasaray SK'yı yenip Avrupa kupasına moralli çıkmak istiyordu. Fenerbahçe SK, UEFA Kupası'nda karşılaştığı Bulgaristan temsilcisi Beroe'ya İstanbul'da 1-0 yenilmişti. Trabzonspor ise Şampiyon Kulüpler Kupası'nda Polonya'nın GKS Szombierki Bytom takımını 2-1 mağlup etmişti. Türkiye 1. Ligi'nin bir haftalık aranın akabinde devam etmesi uygun görülse de A millî takımın İzlanda ile oynayacağı maç nedeniyle ara uzuyordu. Futbolda durum böyleyken basketbolcular darbe haberini gurbet ellerde işitecekti. Balkan Şampiyonası düzenleniyordu ve Basketbol erkek millî takımı, Romanya'da turnuvadaydı. 12 Eylül'ün ardından Türkiye, İzmir'de İslam ülkelerini ağırlamaya hazırlanıyordu. 28 Eylül-5 Ekim tarihlerindeki 1. İslam Oyunları'na, askeri yönetim izin vermişti. Millî Güvenlik Konseyi'nin, kamu kurum ve kuruluşlarına atadığı kişiler ne kadar işinin ehliydi bilinmez; fakat sporda alanında uzman birçok sporcuya taş çıkartacak isimler göreve getirilmişti. Gençlik ve Spor Bakanı Albay Hüsamettin Yılmaz olmuş, Albay Yücel Seçkiner ise Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü koltuğuna oturmuştu. Kenan Evren, 1.Lig'de başkentin mutlaka bir takımla temsil edilmesi gerektiğini düşündüğünden o sırada 2. Lig'de mücadele eden MKE Ankaragücü'nün bir üst lige çıkabilmesi için özel kanun çıkartır. Buna göre Türkiye Kupası'nı kazanan bir ekip hangi ligde olduğuna bakılmaksızın 1.Lig'e çıkartılacaktır. 1980-81 sezonunda Türkiye Kupası'nı kazanan Ankaragücü bu şekilde 1.Lig'e çıkmış olur. Siyasi partilerin yeniden kurulmasına izin verilmiştir. Ancak Millî Güvenlik Konseyi'nin yayınladığı 31 Mayıs 1983 tarih ve 79 sayılı kararıyla Adalet Partisi'nden Süleyman Demirel, Ali Naili Erdem, Ekrem Ceyhun, Saadettin Bilgiç, Nahit Menteşe, Yiğit Köker, İhsan Sabri Çağlayangil, Cumhuriyet Halk Partisi'nden Sırrı Atalay, Metin Tüzün, Celal Doğan, Deniz Baykal, Ferhat Aslantaş, Süleyman Genç, Yüksel Çakmur, Büyük Türkiye Partisi'nden Hüsamettin Cindoruk ve Mehmet Gölhan olmak üzere 16 eski siyasetçi 121 gün süreyle Çanakkale Lapseki ilçesindeki Zincirbozan askerî üssünde zorunlu ikamette tabi tutulmuştur. Millî Güvenlik Konseyi'nin yeni kurulan partilerin kurucularını veto etmesi ve bazı partilerin ülke genelindeki gerekli teşkilatlanmayı seçim dönemine yetiştirememeleri nedeniyle 6 Kasım 1983 genel seçimlerine katılmasına izin verilmeyen Büyük Türkiye Partisi'nin devamı niteliğinde olan Doğru Yol Partisi, Sosyal Demokrasi Partisi ve Refah Partisi'ne "Yasaklılar", Millî Güvenlik Konseyi tarafından genel seçimlere katılmalarını uygun bulunan Emekli Orgeneral Turgut Sunalp'in liderliğindeki Milliyetçi Demokrasi Partisi, eski Başbakanlık Müsteşarı Necdet Calp'ın liderliğindeki Halkçı Parti ve 24 Ocak Kararları'nı hazırlayan Turgut Özal'ın liderliğindeki Anavatan Partisi'ne "İcazetliler" veya "6 Kasım partileri" denilmiştir. 6 Kasım 1983 genel seçimine, kapatılan eski siyasi partilerin hiçbiri katılamadı. Yapılan genel seçimleri Anavatan Partisi kazandı, Halkçı Parti ikinci ve Milliyetçi Demokrasi Partisi de sürpriz bir şekilde üçüncü oldu. Seçimlerden sonra milletvekillerinin parti değiştirmeleri sonucunda Doğru Yol Partisi ve Sosyal Demokrasi Partisi de meclise girdi. Daha sonra alınan başarısız seçim sonuçları nedeniyle Milliyetçi Demokrasi Partisi kendisini feshetti, Halkçı Parti ise Sosyal Demokrasi Partisi ile birleşerek Sosyaldemokrat Halkçı Parti'yi kurdu. Amerika Birleşik Devletleri hükûmetinin darbeden haberdar olduğu ve darbe gecesi Başkan Jimmy Carter'a "bizim çocuklar işi bitirdi" anlamında bir mesajın, "Damdaki Kemancı" oyununu izlerken iletildiği iddiası, 12 Eylül'de ABD'nin rolü konusunu da tartışmalara açtı. Bu söylem, kimi kaynaklarda da "Ankara'daki çocuklar yaptılar" şeklinde geçmektedir. Bu iddia ilk kez Mehmet Ali Birand'ın "12 Eylül 04.00" (1984) adlı kitabında ortaya atılan, 12 Eylül Darbesi sırasında dönemin Ulusal Güvenlik Konseyi Türkiye Masası Sorumlusu Paul Henze'nin askerî müdahaleyi haber alırken haberi ulaştıran diplomatın "senin çocuklar işi bitirdi" anlamındaki konuşması şeklinde ortaya atıldı. Paul Henze, 2003 yılında "Zaman" gazetesine verdiği demeçte, sözlerinin Mehmet Ali Birand'ın uydurması olduğunu belirtti. Bunun üzerine Birand, 1997 yılında Henze ile yaptığı görüşmenin sesli ve görüntülü kayıtlarını yayınlayarak Paul Henze'yi yalanladı. Diğer taraftan Kenan Evren, 6 Haziran 2011'de kendi evinde savcı Hüseyin Görüşen'e verdiği ifadede "Bizim müdahale kararımızda Amerika Birleşik Devletleri'nin bilgisi ve desteği yoktur" ifadelerini kullandı. Evren, darbe sonrası düzenlenen basın toplantısındaki "Darbeden önce ABD ile istişarede bulunuldu mu?" sorusuna da "Sureti katiyede hayır. Ankarada tanklı taburumuzun Amerikalı yetkililere tesadüf etmesi ve darbeye 2 saat kalması üzerine onlara haber verdik" yanıtını verdi.
Dönemin Hava Kuvvetleri Orgenerali Tahsin Şahinkaya da konuyla ilgili olarak "11 Eylül 1980 günü Türkiye’ye döneceğim sırada Amerika Genelkurmay Başkanı ile kahvaltı ettik. Bir gün sonra Türkiye’de askeri müdahalenin olduğu kendisine söylendiğinde şaşırarak böyle bir şeyi kendisine söylemediğimi beyan etmiş. Yabancı bir ülkeden kesinlikle emir ve talimat almam." şeklinde bir demeçte bulundu. 2011-2014 yılları arasında ABD Ankara büyükelçisi olan Ricciardone de kendisine "Darbe sizin desteğinizle mi oldu?" sorusunu "Sizler buna inanıyorsunuz, ama gerçek öyle değil. O günlerde insanlar darbenin gelmesini bekliyor ve istiyordu; biz de elçilikte tahminde bulunuyorduk, bilmiyorduk." şeklinte cevaplandırdı Sıkıyönetim uygulamasının tarihlere göre kaldırıldığı iller: Darbe sonrası hazırlanan 1982 anayasasında yer alan geçici 15. madde ile 12 Eylül'ü gerçekleştiren Millî Güvenlik Konseyi ile bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümet ve Kurucu Meclis üyeleri hakkında dava açılması engellenmiştir. 2000 yılında Adana savcısı Sacit Kayasu Kenan Evren hakkında iddianame hazırladı. Fakat, Kayasu'nun iddianamesi kabul edilmedi. Kayasu ilk olarak, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından kınama cezası aldı. Daha sonra Yargıtay tarafından "görevi kötüye kullanmak" ve "askeri kuvvetleri tahkir ve tezyif" suçundan mahkûm edilen Kayasu'yu Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu meslekten ihraç etti. Avukatlık yapma hakkı dahi elinden alınan Kayasu, ihraç kararı üzerine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde dava açtı. 2008'de sona eren davada "ifade özgürlüğünü kısıtladığı" için Türkiye 41 bin avro tazminata mahkûm edildi. Mayıs 2010'da meclisten geçen ve cumhurbaşkanı tarafından halkoyuna sunulan 26 maddelik anayasa değişikliği paketindeki maddelerden biri de "geçici 15. madde"nin kaldırılmasıyla ilgiliydi. Bu maddenin kaldırılmasıyla 12 Eylül Darbesi ile ilgili suçların zaman aşımına uğrayıp uğramayacağı konusunda farklı görüşler ortaya atıldı. 12 Eylül 2010'daki referandumda % 58 evet oyu çıktı ve 13 Eylül 2010 sabahından itibaren 12 Eylül'ün sorumluları hakkında suç duyuruları yapılmaya başlandı. 12 Eylül 2010 tarihinde sonuçlanan referandum sonrasında değiştirilen yasalar çerçevesinde 12 Eylül 1980 yılında gerçekleştirilmiş olan ihtilalden mağdur olanların ilgililere dava açma hakkı doğdu. Bunun sonucunda referandum tarihinin ilk gününden itibaren savcılığa binlerce suç duyurusunda bulunuldu. Bütün bu suç duyuruları toplanıp Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 7 Nisan 2011 yılında ilk soruşturma açıldı. Darbenin üzerinden geçen 31 yıl sonunda açılabilen ilk soruşturmadır. Dava sonucunda Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya, 765 sayılı TCK'nın "Devlet kuvvetleri aleyhine cürümler" başlıklı 146. maddesi uyarınca ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldılar. Eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya'nın, Kenan Evren’den iki ay sonra, 90 yaşında ölmesiyle Yargıtay aşamasındaki dava düştü. Ancak davanın müdahillerinden olan Devrimci 78’liler Federasyonu davadan vazgeçmeyeceklerini ve 57 ilde işkenceciler aleyhine açılan davaları yakın takipte tutacaklarını belirtti. Gırgır Sülfür Kimyada, sülfür terimi -2 yükseltgenme seviyesinde kükürt içeren kimyasal bileşiklerin birkaç tipi için kullanılır. Sülfür, İngilizce "sulfide" terimine karşılık geldiği için bazen hatalı olarak sülfit olarak Türkçeye çevrilir; sülfit SO iyonunun, sülfür ise S iyonunun ismidir. Keza, İngilizce "sulfur" sözcüğünün Türkçeye "kükürt" yerine "sülfür" olarak çevrilmesi (kükürt dioksit yerine sülfür dioksit gibi) hatalıdır ve yanıltıcı olabilir. Hidrojen sülfür (HS) veya LiS, NaS, ve KS gibi alkali metal tuzlarının kuvvetli alkalin çözeltilerinde sülfür anyonu S bulunur. Sülfür son derece baziktir, pK'sı 14'ten büyük olduğu için çok alkalin çözeltilerde bulunmaz, pH ~15'in (8 M NaOH) altında varlığı saptanamaz. Sülfür, iyonlaşmak yerine, sudaki hidrojen ile birleşip HS iyonunu oluşturur, buna hidrojen sulfür iyonu, hidrosulfür iyonu, sulfhidril iyonu, veya bisülfür iyonu denir. Daha düşük pH'lerde (<7), HS, HS yani hidrojen sülfüre dönüşür. Sulu çözeltilerde geçiş metallerinin katyonları, sülfür kaynakları (HS, NaSH, NaS) ile tepkiyerek katı sülfürler olarak çökelirler. Bu inorganik sülfürlerini suda çözünürlüğü çok düşüktür ve bunların çoğu minerallerle ilişkilidir. Bunun iyi bilinen bir örneği kadmiyum sarısı olarak bilinen parlak sarı boya malzemesinde kullanılan CdS'dir. Gümüşün kararması ile AgS meydana gelir. Bu bileşiklere bazen tuz olarak değinilse de, aslında geçiş metal sülfürlerindeki bağ yapısı çok büyük oranda kovalenttir. Bu bağ yapısı nedeniyle bu malzemelerin yarı iletken özellikleri vardır. Organik kimyada "sülfür" terimi genelde C-S-C bağlantısı için kullanılabilir ama "tiyoeter" terimi daha az muğlaktır. Örneğin dimetil sülfür (CH-S-CH) adlı tiyoeter, metiltiyometan olarak da adlandırılabilir. Bazen sülfür terimi -SH fonksiyonel grubu için de kullanılabilir. Örneğin metil sülfür, CH-SH anlamına gelebilir. Tercih edilmesi gereken adlandırma biçimi "tiyol" veya "merkaptan" terimini içermelidir, örneğin metantiyol veya metil merkaptan gibi. Disülfür teriminin farklı anlamları akıl karıştırıcı olabilir. Molibdenum disülfür, +4 yükseltgenme seviyesinde molibdenum ile ilişik durumda ayrı sülfür merkezlerden oluşur. Buna karşın demir disülfür, +2 seviyesinde demir ile ilişik S, veya S-S'den oluşur. Dimetildisülfürdeki bağlar CH-S-S-CH şeklindedir, ama karbon disülfürde S-S bağı yoktur, yapısı S=C=S şeklindedir. Kükürt Kükürt, limon sarısında ametal, yalın katı cisimdir (simgesi S olan kimyasal bir elementtir). Kükürt doğada yaygın olarak bulunan bir elementtir (yer kürenin % 0,06'sını oluşturur). Özellikle en önemli kükürt yataklarının yer aldığı Sicilya, Louisiana ve Japonya'da eski volkanların yakınında, alçı taşı ya da kireç taşı katmanları arasında doğal halde bulunur. Çoğunlukla metallerle birleşmiş olarak görülür. Demir, bakır, kurşun, ve çinko sülfürler, bu metallerin en önemli cevridir. Kalsiyum sülfatı ya da başka deyişle alçıtaşını saymak gerekir. Doğada çeşitli bileşikler halinde bulunan kükürt dahilen hafif laksatif olarak kullanılır. Dıştan sürüldüğü zaman (losyonlar, merhemler) asalakları öldürücü seboreyi giderici ve keratin eritici nitelikler gösterir. Pek çok maddelerin moleküllerinde bir ya da birçok kükürt atomu bulunur. Kükürdün varlığı bu maddelere sülfamit örneğinde olduğu gibi bakteri öldürücü özellikler kazandırır. Kükürt gidermek bir maddeyi bileşiminde bulunan kükürtten ya da bir sülfürden arındırmak (dökme demirde bulunan kükürt kireç ferromanganez ya da sodyum karbonat katılarak giderilir). Kükürt sütü bir asidin hiposültid üzerine etkimesi sonunda oluşan kolodal kükürt asıltısıdır. Çubuk kükürt, silindir biçiminde dökülmüş kükürttür. Hidrojenle kükürt giderme bir benzinin bir mazotun kükürdünü bir katalizör eşliğinde gidermek için hidrojen kullanan arıtma yöntemidir. Kükürt taşı aşırı derecede kükürtlenmiş şaraplarda duyulan hoşa gitmeyen taddır. Kükürt, antikçağda bilinen dokuz yalın cisimden biriydi. Kükürdün kimyasal bir element olduğu 1777'de Lavoisier'dan ortaya attı. 1810'a doğru Gay Lussac ile Thenard tarafından deneysel olarak doğrulandı. Kükürt tatsız, kokusuz bir katıdır, ısı ve elektriği iyi iletmez. Sıcak suya bir parça kükürt atıldığında hafif çatırtılar çıkar ısıtıldığında 113° dereceye doğru eriyerek açık sarı bir sıvı verir, bu sıvı daha yüksek sıcaklıkta ağdalı bir kıvama erişerek esmerleşir. 220° dereceye doğru kararır ve akışkanlığını yitirir. Daha sonra akışkanlığını yeniden kazanmasına karşın rengini korur ve 446,6° derecede kaynar buharının yoğunluğu sıcaklığa göre değişir. Kükürt molekülündeki atom sayısının değiştiğini de gösterir. Suda çözünmemesine karşın benzende hafifçe çözünür ama en önemli çözücüsü karbon sülfürdür. Kükürt kimyasal olarak oksijenle birçok benzerlik gösterir ve bileşmelerde oksijenin yerine geçer. Ama daha az elektronegatifdir; Metaller, oksijenle olduğu gibi kükürt buharında yanarak sülfürleri meydana getirir. Nitekim demir talaşı ve kükürt çiçeği hafifçe ısıtıldığında akkor hale gelerek yapay demir sülfürüne dönüşür. Kükürt oksijen ve halojenlere karşı elektropozitiftir. Kükürdün birçok kullanım alanı vardır. Ham kükürdün büyük bölümü, kükürt dioksit gazı, sülfürik asit, karbon sülfür, tiyosülfat vb. üretiminde kullanılır. Arı kükürt, kara barut ve havai fişeklerin bileşimine girer. Kükürtten ayrıca kibrit yapımında, kauçuğun kükürtlenmesinde, ebonit üretiminde yararlanılır. Bu aralarda bağlarda görülen külleme hastalığına karşı yapılan kükürtleme ile deri hastalıklarının tedavisinde kullanılan pomat ve şampuanların hazırlanmasında kükürtten yararlanıldığını özellikle belirtmek gerekir. Kükürt dioksit, amfizemin ve süreğen bronşitlerin oluşumunda önemli rol oynar, çocuklarda solunum hastalıklarının sayısını artırır. Bitkilerde oldukça kısa süreli temaslarda yaprak nekrozlarına neden olur. Daha düşük yoğunlukta, ama daha uzun süreli temaslarda metabolizma etkinliğinde azalma yapar. Kükürt, hem dahilen hem de haricen kullanılan bir halk ilacıdır. Uyuz ve egzamada mangal külüyle karıştırılan kükürt, zeytin yağıyla pomat yapılarak hasta bölgeye sürülür. Alerjiye karşı toz kükürt, leblebi unu ya da balla karıştırılarak hastaya yedirilir. Yanıklarda bir miktar kükürt kireçle karıştırılıp pomat haline getirilerek deriye sürülür. Kulak hastalıklarını sağaltmak için, çocuk düşürmek içinde kullanılır. Anadolu'nun bazı yörelerinde hayvan uyuzunda ve hayvanların mide bağırsak parazitlerini düşürmek üzerede dahilen kükürt kullanılır. Kükürt Minerali’ nin Görevi: Bağ dokusu, deri, tırnak üretimi, kan şekeri seviyesinin kontrolü, vücudun zehirlerden temizlenmesi, safra üretimi.Sağlıklı saç,cilt ve tırnaklar için gereklidir. Oksijen dengesinin muhafazasına yardımcı olur,bu da beyin fonksiyonları için çok önemlidir. Sülfür aynı zamanda B-grubu vitaminlerinin işlevlerini yerine getirmesine ve karaciğerde safranın salg
ılanmasına yardımcı olur. Kükürt, doğada bol bulunan bir elementtir; taş kürenin %0,06'sını oluşturur. Özellikle en önemli kükürt yataklarının yer aldığı Sicilya, Luisiana ve Japonya'da eski volkanların yakınlarında, alçı taşı, kireç taşı katmanları arasında doğal halde bulunur. Türkiye'de Keçiborlu'da Etibank tarafından kapatılan ocaklar 2008 yılında tekrar açılmıştır. Kükürtün 23 bilinen izotopları vardır. Bunların dördü kararlıdır: S (% 95,02), S (% 0,75), S (% 4,21), ve S (% 0,02). S dışında, kükürtün radyoaktif izotopları oldukça kısa ömürlüdür. S atmosferde Ar'un kozmik ışınlarla parçalanmasıyla oluşur. Bunun yarılanma süresi 87 gündür. Bir sonraki uzun ömürlü radyoizotop, 170 dakikalık bir yarılanma süresi ile, kükürt-38'dir. Yarılanma süresi 200 nanosaniye ile en kısa ömürlü radyoizotop, kükürt-49'dur. Marek Heinz Marek Heinz (d. 4 Ağustos 1977 Olomouc) Çek Cumhuriyeti'nin millî futbolcularındandır. Kariyerindeki en başarılı performansını Euro 2004'de takımını yarı finale kadar taşıyan oyunculardan birisi olarak gösterdi. Marek Heinz, Sigma Olomouc, Hamburg, DSC Arminia Bielefeld, Baník Ostrava ve Borussia Mönchengladbach formaları giydi. Takımında sol kanatta hücuma dönük oynayan futbolcu, 2005-2006 sezonu başında Galatasaray'a transfer oldu. Galatasaray'da bekleneni veremeyen futbolcu 2006-2007 sezonunda Fransız Saint-Étienne takımıyla üç yıllık sözleşme imzalamıştır. 1.87 m. boyunda ve 81 kg olan Çek futbolcunun son 6 sezondaki performansı şöyle: Kadirîlik Kadirilik ya da Kadiriyye (Osmanlıca: قادريه), Sünnîliğin Hanbeli mezhebine mensup Abdülkâdir Geylânî tarafından 12. yüzyılın başlarında kurulan ve silsilesini Ali bin Ebu Talib'e dayandıran sufi/tasavvufî yol. "Baz-ül Eşheb" ve "Gavsül Azam" olarak da bilinen Abdülkadir Geylani yolunun takipçileri tarafından 12. yüzyılda kuruldu. İslâm Tarihinde sesli zikir yapan tarikâtlar olarak kabul edilmektedir. Sesli zikir yapılması nedeniyle cehri tarikâtlar arasında sayılır. Mensupları arasında Sultan II. Abdülhamid, Hacı Mustafa Hayri Öğüt, Hacı Mehmet Albayrak, gibi tanınmış kişiler vardır. Tarikatın ortaya çıkışının öyküsü: Bir gün İslam peygamberi Muhammed, Ali bin Ebû Talib ile otururlarken: - Ya Ali! Gözlerini yum ve beni dinle. Sonra bu söylediklerimi üç defa da sen söyle ben dinleyeyim, dedi. Sonra gözlerini yumarak yüksek sesle üç defa: - La ilahe İllallah, dedi. Daha sonra Ali gözlerini yumdu ve yüksek sesle üç defa: - La ilahe İllallah, dedi. Muhammed de Ali’yi dinledi. Tarikat-ı Aliyye-i Kadiri'nin bir kolu bu şekilde zuhur edip şecerede ismi geçen Meşayıhı Kiram vasıtasıyla Mehmet Baba ile günümüze kadar gelmiştir. Kadirilik birçok kola ayrılarak günümüzde de etkinliğini sürdürmektedir. Bu kolların en bilinenleri Halisa, Eşrefîlik "(Rumîlik)" ve Esedîlik'tir. Abdülkâdir Geylânî'nin tasavvuf alanındaki mürşidi Ebu Saîd el-Mübarek b. Ali el-Mahzûmî idi. Tarikat silsilesi el-Mahzûmî, Ebu'l Hasan Ali İbn Muhammed b.Yusuf el-Kureşi, Ebu'l-Ferec Yusuf et-Tarsusî, Ebû'l Fazıl Abdû'l-Vâhid et-Temimî, Abdu'l-Azîz et-Temimî, Ebu Bekr-i Şiblî, Cüneyd Bağdâdî, Sırriyü's-Sakatî ve Maruf el-Kerhî aracılığı ile Ehl-i Beyt imamlarından İmâm Ali er-Rızâ'ya, ondan da İmâm Mûsâ el-Kâzım, İmâm Câʿfer es-Sâdık, Muhammed el-Bakır, Ali Zeyn el-Âb’ı-Dîn ve Hüseyin bin Ali aracılığı ile Ali el-Mûrtezâ ve Muhammed Mustafa'ya dayanır. Abdülkâdir Geylânî'den daha sonraya uzanan ve Hacı Bayram-ı Veli ile devam eden kollardan biri ise aşağıdaki şekilde verilmektedir. Şeyh Abdurrahman Halis Talabani'nin tevhidi kasr etmek suretiyle okumasından ötürü "Halisa" veya "Halisiyye" şubesi olarak ismine izafeten verilmiştir. Abdülkâdir Geylânî Muhyiddin Ebû Muhammed Abdülkādir b. Ebî Sâlih Mûsâ Zengîdost el-Geylânî ya da daha bilinen adıyla Abdülkādir Geylânî, (1077 (H. 470) - 1166 (H. 561) Bağdat; Arapça: عبد القادر الجيلانى 'Abd el-Kadir Gīlānī, Farsça: عبد القادرگیلانی, Kürtçe: Evdilqadirê Geylanî), Büyük Selçuklu Devleti döneminde, günümüz İran'ının Hazar Denizi kıyısındaki Gilan Eyaleti'nde doğan âlim ve mutasavvıf olan Kadiriye tarikatının kurucusu ve İslam filozofu. Türbesi Bağdat'tadır. Fars veya Kürt kökenli olduğu iddia edilmektedir. Muhyiddin, Gavs-ül-A'zam, Kutb-i Rabbani, Sultan-ul-Evliya, Kutb-i A'zam ve El-Bâz el-Eşheb gibi lâkapları vardır. Babası Ebû Salih Musa Zengidost'tur. Peygamber torunu Hasan bin Ali'nin oğlu olan Hasan el-Mu'tena'nın oğlu Abdullah el-Kâmil'in soyundandır. Annesinin ismi Fatıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup, anne tarafından da peygamber torunudur. Bu nedenle de Abdülkādir Geylânî hem Seyyid (baba tarafından peygamber torunu) hem de anne tarafından Şerif'tir. Abdülkādir Geylânî, 1077 yılında Gilan Eyaleti' nin Neyf köyünde doğdu. Babası küçük yaşta vefat eden Geylânî, 1095 yılında Bağdat’a gitti. Çok küçük yaşlardan itibaren farklı bir yapısı olduğu çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir. Bağdat'ta dönemin tanınmış âlimlerinden dersler alarak hadis, fıkıh ve tasavvuf eğitimini geliştirdi. Hocalarından Ebu Said Mahzumi'nin medresesinde haftada üç gün pazartesi, salı ve cuma gecesi verdiği ders ve vaazları çok yoğun ilgi görmüştür. İslam tasavvuf'unu herkesin anlayacağı şekilde sundu. Önceden Şafii mezhebi'nde idi. Hanbelî mezhebi unutulmak üzere olduğundan, Hanbeli mezhebine geçti ve bu tercihi mezhebin yayılmasında etkin bir yeri olmuştur. Abdülkādir Geylânî çok sayıda kız ve erkek çocuk sahibi olmuştur. Onlar vasıtasıyla Kadirilik tarikatı Mısır, Kuzey Afrika, Endülüs (İspanya), Irak, Suriye ve Anadolu'ya yayılmıştır. Oğullarından "Ebû Abdurrahmân Şerafeddîn Îsâ" Mısır'a yerleşmiş olup Mısır'daki Kādirî şeriflerin dedesidir. Abdülkādir Geylânî'nin torunları, Kuzey Afrika'da daha çok "Şerif", Irak, Suriye ve Anadolu'da ise Seyyid ve Geylânî diye anılmaktadır. Su eserlerin de Abdülkadir-i Geylânî atif edilebilmektedir: Millî Gazete Millî Gazete, 12 Ocak 1973 tarihinde İstanbul'un Cağaloğlu semtinde kiralık bir binada Hasan Aksay tarafından yayın hayatına başladı. Kendi matbaası olmadığı için baskısını bir süre diğer gazetelerin tesislerinde sürdürdü. 1978 yılında Topkapı'da kendi tesislerini kurarak yayınına buradan devam etti. 1999 yılında Sefaköy'deki tesislerine taşınan gazete yayınını halen 40.000 metrekarelik arazi üzerine kurulmuş olan bu tesislerden sürdürmektedir. Millî Gazete'yi çıkaran gazeteciler ve yazarlar şunlardır: Genel Müdür ve Baş Makale yazarı: Adana Milletvekili Hasan Aksay. Şirket Yönetim Kurulu: Milletvekili Oğuzhan Asiltürk-Tüccar Sabri Özpala-Tüccar Bahattin Çarhoğlu Genel Yayın Müdürü/Yazı İşleri Müdürü: Muzaffer Deligöz Teknik Müdür: Erdoğan Atak. Haber Müdürü: Agâh Güçlü. Ressam ve resimli tefrikalar: Gürbüz Azak.  Fotoğraf ve çeşitli tefrikalar: Atılay Gülen Yardımcısı: Ahmet Farsakoğlu. Tashih: Ahmet Semiz Spor Müdürü: Sefa Yakınoğlu Arşiv: Avni Ateş 1. sayfada Katre/Şiir : Maraş Senatörü A. Tevfik Paksu 2. Sayfa Köşe yazısı: Oltaya Takılanlar: Mehmet Cemal/M. Cemal Çiftcigüzeli 4 Mayıs 1973'te Necip Fazıl Kısakürek yazılarına başladı. İlk Yazarlar: Prof. Dr. Necmettin Erbakan, Prof. Dr. Sabahattin Zaim, Prof. Dr. Saffet Solak, Prof. Dr. Osman Turan, Osman Yüksel Serdengeçti, Süleyman Arif Emre, Hulusi Özkul, Şule Yüksel Şenler, Abdülkadir Kocamanoğlu, Ali Oğuz, Ahmet İhsan Genç, Mustafa Müftüoğlu, A. Hikmet Güner, Bekir Sadak, Sezai Karakoç, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Prof. Dr. Asaf Ataseven, Prof. Dr. Ayhan Songar, Prof. Dr. Ahmet Suphi Fırat, Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu, Akif İnan, Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören, Alaattin Özdenören, Erdem Bayazıt, Cevat Ülger, Durali Yılmaz, Sedat Yenigün, İsmet Özel ve diğerleri Mehmet Şevket Eygi, Gülay Pınarbaşı, Ali Haydar Haksal, Mustafa Yıldırım, Mevlüt Özcan, Mine Alpay Gün, Elif Örs, Mehmet Biten, Hüseyin Goncagül, Mustafa Topaloğlu, Zeki Ceyhan, Mahmut Toptaş, Reşat Nuri Erol, Abdülkadir Özkan, Prof.Dr.Oya Akgönenç, Süleyman Arif Emre, Selahattin Toprak, Nedim Odabaş, Prof. Dr. Arif Ersoy, Adnan Öksüz, Ahmet Kayır, İlhami Yetiş, Akif Edip, Bekir Gündoğar, Burak Kıllıoğlu, Cafer Keklikçi, Cevat Akkanat, Davut Şahin, Doğan Bekin, Dr. İhsan Alperen, Ebubekir Gülüm, Fatma Tuncer, Hüseyin Altınalan, İsmail Okutan, İbrahim Veli, İsmail Hakkı Akkiraz, İsmail Kıllıoğlu, K. Mete Tiryaki, Mehmet Kurtoğlu, Mustafa Özcan,Mustafa Zahid Ergün, Mustafa Miyasoğlu, Necmettin Bilal, Nedim Odabaş, Osman Aytekin, Prof.Dr.Ata Atun, Prof.Dr.Burhanettin Can, Sadrettin Karaduman, Şakir Tarım, Uğur Civelek, Dr. Necmettin Çalışkan, Hüseyin Akın . Belgrad Belgrad ( ), Sırbistan'ın başkenti ve en büyük şehridir. Tuna ve Sava nehirlerinin birleştiği platoda yer almakta olup 1,2 milyonluk merkez nüfusu ve 1,65 milyondan fazla metropolitan nüfusuyla Güneydoğu Avrupa'nın en büyük şehirlerinden biri olan kentin adı "Beyaz Şehir" anlamına gelmektedir. İdari olarak yüz ölçümü 3.222,68 km² olan ve ülkenin %3,6'sını kaplayan kent, ülke nüfusun yaklaşık %22,5'ini barındırır. Belgrad'ın kurulduğu alan, Prehistorik Avrupa'nın en büyük kültürlerinden olan Vinča kültürünün MÖ 6. yüzyıl dolaylarında doğduğu yerdir. Antik dönemde kentin bulunduğu alanda bir Trak-Dak kabilesi olan Singiler yerleşmişken MÖ 279'dan sonra bölgeye gelen Keltler buranın adını "Singidūn" olarak değiştirdi. Roma İmparatoru Augustus tarafından fethedilerek 2. yüzyılın ortalarında şehir hakları ile ödüllendirilen Belgrad 520'li yılların başlarında sürekli olarak Slav akınına uğradı. Stratejik konumu nedeniyle kent antik çağda sayısız Doğu ve Batı ordusunun 115 savaşına sahne oldu ve tarih boyunca 44 kez yerle bir edildi. Orta Çağ süresince Bizans İmparatorluğu, Franklar, Birinci Bulgar Devleti, Macaristan Krallığı ve Sırp Despotluğu hâkimiyetine giren kent 1521'de Osmanlı İmparatorluğu hâkimiyetine girerek bir sancak hâline getirildi ve devletin Avrupa'daki toprakları ile tüm Avrupa'nın en büyük şehirlerinden biri oldu. Kentin büyük bölümü Avusturya-Osmanlı savaşlarında zarar gördü ve bir müddet sonra hâkimiyeti Habsburg Monarşisi'ne geçti. Kentin Sırbistan'ın başkenti unv
anını tekrar kazanması Sırp İsyanları sonucunda 1841'de gerçekleşse de şehrin kuzeyi Habsburg Monarşisi'nde kaldı ve 1918'de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu dağılana kadar kent 2 parça hâlinde varlığını sürdürdü. Birleşik kent 1918'de Yugoslavya'nın başkenti ilan edildi ve 2006'da ülke tamamen dağılana kadar da bu durumunu sürdürdü. Günümüzde özerk bir yönetime sahip olan Belgrad'ın Sırbistan'ın idari yapılanmasında özel bir konumu vardır. Metropolitan kent alanı 17 belediyeye ayrılır ve her biri kendine özgü bir yerel konseye sahiptir. Deniz seviyesinden 116,75 metre yukarıda bulunan Belgrad, Tuna ve Sava nehirlerinin kesişme noktasında bulunur. Ülkeden geçen en büyük nehir olan Tuna'nın 60, Sava'nın ise 30 km'lik kısmı Belgrad sınırları içerisinde bulunur. Kentte bulunan bu iki nehir üzerinde, en büyüğü Ada Ciganlija olmak üzere 16 ada vardır. 44°49'14" kuzey, 20°27'44" doğu enlemlerindeki kentin tarihî çekirdeği Kalemegdan bu nehirlerin sağ kıyısında kurulmuştur. 19. yüzyıldan beri güney ve doğu yönünde genişleyen şehirde Sava'nın sol yakasında II. Dünya Savaşı'ndan sonra Novi Beograd kuruldu ve kent Zemun ve Krnjača ile Ovča gibi bazı kentler ve küçük yerleşimlerle birleştirildi. Tarih boyunca Batı ve Doğu dünyasının kesişme yollarında bulunan kentin merkezi 360 km² iken tamamı 3.223 km² alan kaplar. Şehir merkezinin en yüksek yeri 303 metre yüksekliğe sahip Torlak tepesi, en alçak noktası ise Ada Huja üzerindeki 70 metrelik alandır. Güney kısımlarında 628 metrelik Kosmaj ve 511 metrelik Avala dağları vardır. Kentte bunlarla birlikte 29 tepe olmasına karşın kent Sava ve Tuna boyunca birikinti ovalarıyla kaplı olduğundan genellikle düzlüktür. Belgrad idari bölgesinin ortalama yüksekliği 132 metredir. Belgrad, dört mevsim düzenli yağış alarak ılıman dönencealtı (Cfa) iklim sınıflandırmasına sahiptir. Sıcaklık ortalaması ocakta 1,4 °C ile temmuzda 23 °C arasında değişirken, yıllık ortalama 12,5 °C'dir. Sıcaklık, yılın 31 günü 30 °C'nin, 95 günü 25 °C üzerindedir. Yağışların en yoğun görüldüğü zamanın ilkbahar sonu olduğu kent, yılda yaklaşık 680 millimetre yağış alır. Yıllık ortalama güneşli saat sayısı 2122 olan kentte şu ana dek ölçülmüş en yüksek sıcaklık 24 Temmuz 2007'de ölçülen 43,6 °C iken en düşük sıcaklık 10 Ocak 1893'te ölçülen -26,2 °C'dir. Zemun'da bulunan yontma taş aletler Belgrad civarının eski taş ve orta taş çağlarında avcı ve toplayıcı topluluklara ev sahipliği yaptığını gösterir. Bu aletlerin bir bölümü modern insanlardansa Neandertallerle özdeşleşen Musteryen tipindedir. Bölgede ayrıca 50.000 ile 20.000 yıl öncesine tarihlenen Orinyasiyen ve Gravetyen aletler bulunmuştur. Tarımla uğraşan toplulukların bölgeye ilk yerleşimi MÖ 6200 ile 5200 yılları arasında Neolitik Starčevo kültürü ile olmuştur. Belgrad ve civarında kültüre ait birçok kazı alanı vardır, bunlar arasında kültürün adını taşıyan Starčevo da vardır. Starčevo kültürü MÖ 5500-4500 yılları arasında yerini adını yine bölgedeki Vinča-Belo Brdo'dan alan daha gelişmiş bir tarım kültürü olan ve Starčevo kültürünün etkisiyle ortaya çıkan Vinča kültürüne bırakmıştır. Vinča kültürü birçoğu tarih öncesi Avrupa'nın en büyüklerinden olan kurdukları büyük yerleşimlerle tanınır. Vinča Leydisi adlı insan biçimli buluntu, Avrupa'nın ilk işlenmiş bakır objesi olarak bilinir. Bazı bilginlere göre tarih öncesi Vinča sembolleri, alfabenin bilinen ilk formudur. Tarih öncesi Balkanlardaki Traklar ve Daçyalılar Roma'nın bölgeyi fethine kadar bölgeyi yönetmiştir. Trako-Daçyalı "Singi" kabilesinin ikamet ettiği bölge, 279 yılındaki Kelt istilasında Skordiskler tarafından ele geçirildi ve "Singidūn" ("dūn", kale) olarak adlandırıldı. 34-33 yılları arasında Silanus tarafından yönetilen Roma ordusu kente geldi. Kentin adı 1. yüzyılda Romalılarca "Singidunum" yapıldı, 2. yüzyılın ortalarında kent Roma otoritelerince "municipium" ilan edildi ve yüzyılın sonunda tam teşekküllü bir "colonia"ya (en yüksek düzeyde Roma şehri) evrildi. İlk Hristiyan Roma İmparatoru olan "Büyük Konstantin" olarak da bilinen I. Konstantin'in modern Sırbistan'da bir bölgede doğmuş olmasıyla birlikte Hristiyanlığı dirilten Roma İmparatoru Flavius Iovianus da Singidunum'da doğmuştur. Jovian selefi Julianus dönemindeki geleneksel Roma dininin yükselişine son vererek Hristiyanlığı Roma İmparatorluğunun resmî dini olarak tekrar ilan etti. 395 yılında bölge Bizans İmparatorluğu hâkimiyetine geçti. Singidunum'dan sonra Sava kıyısında bir Kelt şehri olan Taurunum (Zemun) bulunuyordu ve Roma ve Bizans zamanından beri "ikiz kardeş" olarak anılan kentler bir köprüyle birbirine bağlandı. 442 yılında Hun İmparatoru Atilla tarafından tahrip edilen kent, 471 yılında Yunanistan'a doğru ilerleyen Büyük Teoderik tarafından alınır. Ostrogotların İtalya'ya gitmek için bölgeden ayrılmasıyla kent Gepidler tarafından alınır ve 539 yılında tekrar Bizans hâkimiyetine geçer. 577 yılında 100.000 kadar Slav Trakya ve Illyricum'a akın etmiş, kentleri yağmalamış ve kentlerin bir bölümüne yerleşmiştir. Kent 582 yılında Avar hükümdarı I. Bayan tarafından ele geçirilmiştir. Bizans kaynağı "De Administrando Imperio"ya göre Beyaz Sırplar ana yurtlarına dönerken Belgrad'da durmuş, "strategos"tan toprak talep etmiş, Adriyatik'e uzanan batıda toprak edinmiş ve İmparator Herakleios'a (610-641) bağımlı olmak kaydıyla bölgeyi yönetmişlerdir. Avarlar 9. yüzyılda Franklar tarafından yıkılınca, Taurunum Frank ülkesine katılıp "Malevilla" adını alırken, Singidunum Bizans egemenliğine geri dönmüştür. 878 yılında şehir ilk kez Birinci Bulgar Krallığı tarafından "Beligrad" olarak anılmıştır. 4 yüzyıl boyunca şehir Bizans İmparatorluğu, Macaristan Krallığı ve Birinci Bulgar Krallığı arasında savaşlara sahne olmuştur. II. Basileios (976-1025) şehirde bir garnizon kurmuştur. Birinci ve İkinci Haçlı seferinde orduların konakladığı kent; Üçüncü Haçlı seferinde Friedrich Barbarossa ve 190.000 haçlı askeri Belgrad'ı harap olmuş gördüler. Stephen Dragutin (1276-1282), kayınpederi Macar Kralı V. Stephen aracılığıyla kenti 1284'te boyundurluğu altına almış ve Srem Krallığı'nın başkenti yapmıştır. Dragutin, tarihte Belgrad'ı yöneten ilk Sırp kralı olarak bilinir. 1371'deki Çirmen Muharebesi'ni takiben 1389'da yapılan I. Kosova Muharebesi'yle birlikte Sırp İmparatorluğu, güney topraklarını fetheden Osmanlı İmparatorluğu karşısında parçalanmaya başlamıştır. Buna karşın başkenti Belgrad olan Sırp Despotluğu yönetimindeki kuzey toprakları direnmeye devam etmiş, kent Sırp prensi Lazar Hrebeljanović'in oğlu despot Stefan Lazarević zamanında bir gelişme kaydetmiştir. Lazarević, surları ve sadece despota ait kulesi olan bir kale inşa ettirmiş ve şehrin antik surlarını onartarak Osmanlılara neredeyse 70 yıl boyunca karşı koyabilmiştir. Onun zamanında şehir Osmanlı hâkimiyetinden kaçan sayıları 40.000-50.000 olduğu düşünülen birçok Balkan kökenli insana sığınak olmuştur. 1427'de Stefan'ın halefi Đurađ Branković Belgrad'ı Macarlara vermek zorunda kaldı ve Smederevo yeni başkent yapıldı. Hükmü süresince Osmanlı İmparatorluğu, Sırp Despotluğu'nun çoğu bölgesine hâkim oldu ve Belgrad başarısızlıkla sonuçlanan ilk Osmanlı kuşatmasına 1440'ta ve ikincisine 1456'da sahne oldu. Osmanlı'nın Orta Avrupa'ya ilerlemesine engel teşkil eden Belgrad 1456'da 100.000 Osmanlı askeri tarafından kuşatılmış, Hristiyan komutan János Hunyadi komutasındaki ordular şehri II. Mehmed'e karşı savunmuştur. Bu savaş birçokları tarafından "Hristiyanlığın kaderinin kararı"nı vermiş; Papa III. Callixtus tarafından zafer anısına Hristiyan dünyası boyunca öğle çanı çalınması emredilmiştir. 29 Ağustos 1521 tarihinde kent Osmanlı Padişahı I. Süleyman önderliğindeki Osmanlı kuvvetleri tarafından fethedildi. Şehir bu vesileyle yerle bir oldu ve neredeyse bütün Ortodoks Hristiyan nüfus İstanbul'a, bugün Belgrad ormanları olarak bilinen bölgeye gönderildi. Belgrad bu dönemde Osmanlı Avrupası'nda İstanbul ile birlikte 100.000 nüfusu aşan 2 şehirden biriydi ve bir sancak hâline getirildi. Türk hâkimiyetiyle birlikte Osmanlı mimarisi bölgede ilk eserlerini vermeye başladı, birçok cami inşa edildi ve şehirdeki oryantal etki güçlendirildi. 1594'teki Banat İsyanı Türkler tarafından bastırıldı. Sadrazam Koca Sinan Paşa Vračar Yaylası'ndaki Aziz Sava'nın kalıntılarının ateşe verilmesini emretti ve 20. yüzyılda Aziz Sava Katedrali bunu anmak için inşa edildi. Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu prensleri II. Maximilian, Savoy Prensi Eugen ve mareşal Baron Ernst Gideon von Laudon önderliğinde Habsburg Monarşisi tarafından 1688–1690, 1717–1739, 1789–1791 yılları arasında 3 kez işgal edildi ve her seferinde Osmanlılar tarafından geri alındı. Bu dönem boyunca kent iki büyük göç dalgasından etkilendi. Patrik önderliğindeki yüz binlerce Sırp, Avusturyalılar ile birlikte Habsburg İmparatorluğu sınırları içine çekilerek bugünkü Vojvodina ve Slavonya topraklarına göçtüler. Birinci Sırp Ayaklanması boyunca Sırp devrimciler kenti 8 Ocak 1807'den 1813'te Osmanlı İmparatorluğu'nun geri almasına kadar ellerinde tuttu. 1815'teki İkinci Sırp Ayaklanması'ndan sonra Sırbistan 1830'da Bâb-ı Âli tarafından yarı bağımsız olarak tanındı. 1841'de Prens III. Mihailo Obrenović, başkenti Kragujevac'tan Belgrad'a taşıdı. Mayıs 1868'de Prens Mihailo kuzeni Anka ile birlikte taşra evine giden parkta arabasına binerken öldürüldü. 1878'de Sırbistan Prensliği'nin tam bağımsızlığına kavuşması ile birlikte ülke 1882'de Sırbistan Krallığı adını aldı ve Belgrad bir kez daha Balkanların anahtar kenti konumuna yükselerek hızla büyüdü. Bununla birlikte Sırbistan koşulları bir tarım ülkesi konumunu korudu ve ülkenin ikici büyük kenti Niş'e bir demiryolu hattı döşenmesine rağmen 1900'da başkentin nüfusu sadece 70.000 kadardı (aynı yıl ülke nüfusu yaklaşık 1,5 milyondu). 1915'e kadar kent nüfusu 80.000'e ulaştı ve I. Dünya Savaşı'nın patlak vermesi ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yönetimindeki Zemun hariç 100.000'i aştı. Gavrilo Princip tarafından 28 Haziran 1914'te Saraybosna'da gerçekleştirilen suikast sonucu Avustury
a Arşidükü Franz Ferdinand'ın ölmesiyle Avusturya-Macaristan Sırbistan'a savaş ilan etmiş, bu da I. Dünya Savaşı'nın çıkmasına neden olmuştur. Savaşın çıkması sonucu Balkanlarda gerçekleşen saldırıların çoğu Belgrad çevresinde gerçekleşmiştir. 29 Haziran 1914'te Avusturya-Macaristan monitörleri tarafından bombalanan Belgrad, 30 Kasım tarihinde Oskar Potiorek önderliğindeki Avusturya-Macaristan Ordusu tarafından alınmıştır. 15 Aralık'ta Mareşal Radomir Putnik önderliğindeki Sırbistan kuvvetleri tarafından geri alınan kent, uzun savaşlar sonucu yerle bir edilmiş ve 6-9 Ekim 1915 tarihleri arasında Feldmareşal August von Mackensen önderliğinde Alman ve Avusturya-Macaristan kuvvetlerine geçmiştir. Kent özgürlüğüne ancak Fransız Louis Franchet d'Espérey ve Sırp I. Aleksandar önderliğindeki kuvvetler tarafından 5 Kasım 1918'de kavuşmuştur. Savaştan sonra Belgrad, 1929 yılında Yugoslavya Krallığı adını alacak yeni "Sırp, Hırvat ve Slovenlerin Krallığı"nın başkenti oldu. Yeni krallık alt birim olarak banovinalara bölünmüşken Belgrad, Zemun ve Pančevo ile birlikte ayrı bir idari birim oluşturdu. Bu dönemde kent hızla gelişen kayda değer bir modernizasyona sahne oldu. Kentin nüfusu Avusturya-Macaristan'dan kazanılan Zemun'un eklenmesiyle 1931 yılında 239.000'e, 1940'ta 320.000'e yükseldi. Kent nüfusu 1921-1948 yılları arasında yıllık ortalama %4,08 artış gösterdi. 1927 yılında ilk havaalanına kavuşan kent, 1929'da ilk radyo istasyonu ile tanıştı. Tuna'nın iki yakasını birleştiren ilk Pančevo Köprüsü 1935 yılında açıldı. Daha sonra yıkılan bu köprü çeşitli onarımlar gördükten sonra 1946 yılında tekrar açılmıştır. 25 Mart 1941'de hükûmet naibi Prens Pavle Yugoslavya'yı II. Dünya Savaşı'nda tarafsız tutmaya çalışırken Tripartite Paktı'nı imzalayarak Mihver Devletleri'nin yanında saf tutmuştur. Bu durum kentte protestolara neden olmuş, Hava Kuvvetleri Komutanı General Dušan Simović, II. Petar'ın yönetimi devralacak yaşa eriştiğini beyan ederek bir askerî darbe düzenlemiştir. Olaydan kısa süre sonra kent, 6 Nisan 1941'de Luftwaffe tarafından ağır bir şekilde bombalanmış, 24.000 kadar kişi ölmüştür. Bunun ardından Yugoslavya, Nazi Almanyası, İtalya Krallığı, Macaristan ve Bulgaristan kuvvetleri tarafından işgal edilmiş, kent Zemun'a kadar olan doğusu dahil Nazi devleti Hırvatistan Bağımsız Devleti'ne katılmıştır. Belgrad böylelikle General Milan Nedić tarafından yönetilen "Nedić rejimi"nin merkezi olmuştur. 1941'in yazı ve sonbaharında gerilla kuvvetlerinin saldırılarına misilleme olarak Sırbistan Alman Askerî Valiliği Generali Franz Böhme komutasındaki Almanlar kent sakinlerine, özellikle Yahudi topluluğuna yönelik birçok katliam yapmıştır. Böhme, yönetimi öldürülen her Alman'a karşılık 100 Sırp ya da Yahudi öldürülmesi konusunda zorladı. Belgrad'daki direniş 1941 ile tutuklandığı 1943 arası Žarko Todorović önderliğinde yönetilmiştir. Kent, Almanya ve Mihver Devletleri'nce iki kez bombalanan Rotterdam'daki gibi 16 Nisan 1944'te bu kez de Mihver Devletleri tarafından bombalandı ve yaklaşık 1000 kişi öldü. Bombalama Ortodoks Paskalyasına denk getirilmiştir. Kentin büyük bölümü 20 Ekim 1944'te Kızıl Ordu ve Yugoslav Partizanları'nca kurtarılana dek Alman işgalinde kalmıştır. 29 Kasım 1945'te Mareşal Josip Broz Tito Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti'nin kuruluşunu Belgrad'da ilan etmiş, ülkenin adı 7 Nisan 1963'te Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti olarak değiştirilmiştir. Eski gizli polise göre Belgrad'da politik nedenlerle işkenceye uğrayan kişi sayısı 10.000'dir. Savaş sonrası dönemde Belgrad önemli bir endüstri merkezi olarak gelişen yeni Yugoslavya'nın başkenti olarak hızla büyümüştür. 1948'de Novi Beograd'ın yapımına başlanmış, 1958'de Belgrad'ın ilk televizyon istasyonu yayın yapmaya başlamıştır. 1961'deki Bağlantısızlar Hareketi konferansı Josip Broz Tito önderliğinde Belgrad'da yapılmıştır. 1962'de Belgrad Nikola Tesla Havalimanı inşa edilmiş, 1968'de Tito'ya karşı yapılan büyük öğrenci protestoları polis ve öğrenciler arasında birçok sokak çatışmasına neden olmuştur. Mart 1972'de Belgrad Avrupa'daki sonuncu büyük çiçek salgınının merkezi olmuş ve mayıs ayının sonlarına doğru zorunlu karantina ve aşılama uygulamalarına gidilmiştir. 9 Mart 1991'de Slobodan Milošević'in yönetimine karşı insanlar Vuk Drašković önderliğinde ayaklanmıştır. Bazı medya kuruluşlarına göre 100.000 ile 150.000 arası kişi sokaklara dökülmüştür. Protestolar boyunca iki kişi ölmüş, 203 kişi yaralanmış ve 108 kişi tutuklanmış, ertesi gün sokaklardaki asayişi sağlamak üzere tanklar görevlendirilmiştir. Kasım 1996 ile Şubat 1997 arasında yerel seçimlere hile karıştırıldığı gerekçesiyle aynı hükûmete karşı protestolar düzenlenmiştir. Bu protestolar Yugoslavya Komünistler Ligi ya da ligden sonraki oluşum Sırbistan Sosyalist Partisi'ne hiçbir zaman üye olmamış eski Belgrad Belediye Başkanı Zoran Đinđić'i başa getirdi. 1999'da Kosova Savaşı'nı takiben ülkenin NATO kuvvetlerince bombalanması kentte büyük yıkıma neden olmuştur. Bombalanan binalar arasında birçok bakanlık, 16 teknisyenin öldüğü Sırbistan Radyo Televizyonu binası, Hotel Jugoslavija, birçok hastane, Ušće Kulesi, Avala Kulesi ve Çin Halk Cumhuriyeti Büyükelçiliği de vardır. 2000 başkanlık seçimlerini takiben kent yarım milyonun üzerinde insanın katıldığı büyük çaplı protestolara neden olmuştur. Bu protestolar Milošević'in görevinden alınmasıyla sonuçlanmıştır. Belgrad tarih boyunca birçok ada sahip olmuştur. Belgrad adı Sırpçada "beo" ("beyaz, ışık") ve "grad" ("kent, kasaba") sözcüklerinin birleşmesinden oluşmuştur. Belgrad, Sırbistan'daki diğer idari bölümlerden farklı olarak özerk bir yönetime sahiptir. Kent Meclisi 4 yıllığına seçilen 110 üyeden oluşur. Belediye başkanı ve yardımcısı tarafından atanan 13 üyeli Kent Konseyi ise kent yönetiminin kontrol ve denetiminden sorumludur. II. Dünya Savaşı'ndan sonra demokratik biçimde gerçekleştirilen ilk seçimler olma niteliği taşıyan 1996 seçimleri sonrasında Belgrad Belediye Başkanlığı görevine Demokrat Parti'den Zoran Đinđić geçti. Bu tarihten sonra çeşitli partilere bağlı belediye başkanları görevde bulundu. 2004'ten günümüze kadar olan süreçte belediye başkanlığında Demokrat Parti'ye bağlı isimler görev yaptı. Eylül 2013'te koalisyon partileriyle yaşanan anlaşmazlık sonucu belediye başkanı Dragan Đilas görevinden ayrıldı. 24 Nisan 2014 tarihinden itibaren bağımsız siyasetçi Siniša Mali belediye başkanlığı görevini yürütmektedir. 2013 bütçesi 82,8 milyar dinar (yaklaşık 1 milyar dolar) olan kent ayrıca başkent olarak Sırbistan Ulusal Meclisi ve Sırbistan Hükûmeti ile 75 ülkenin elçiliğine ev sahipliği yapar. Kent 17 belediyeye ayrılmıştır. Önceleri 10 merkezi (tamamı ya da bir bölümü kent sınırları içinde bulunan) ve 7 banliyö belediyesi ve bunların merkezi olan daha küçük kasabalara ayrılan kent, 2010 yılında Surčin dışındaki banliyölerin inşaat, altyapı ve kamu hizmeti ile ilgili belli özerk güçleri olması şartıyla eşit bir statü edindi. Belediyelerin çoğu Sava ve Tuna nehirlerinin güneyindeki Šumadija bölgesinde yer alır. 3 ilçe (Zemun, Yeni Belgrad ve Surčin) Sava'nın kuzeyindeki Srem bölgesinde, Palilula ilçesi de Šumadija ve Banat bölgelerinin ikisinde de bulunur. 2011 resmî sayım sonuçlarına göre Belgrad 1.344.844 kişilik metropolitan nüfusa sahipken şehrin idare bölgesinde 1.659.440 kişi yaşamaktadır. Aynı sayım sonuçlarına göre kentteki milletlerin dağılımı şöyledir: Sırplar (1.505.448), Romani (27.325), Karadağlı (9.902), Yugoslav (8.061), Hırvat (7.752), Makedon (6.970) ve Müslümanlar (3.996). 2 Ağustos 2008'de şehrin bilgi ve istatistik enstitüsü oy hakkına sahip 1.542.773 kişi olduğunu tahmin etmiştir. Bu sayı 2002 yılındaki nüfusun tamamının boyutuna ulaşarak kent nüfusundaki ani artışı göstermektedir. Belgrad eski Yugoslavya'dan gelen birçok etnik gruba ev sahipliği yapar. Birçok kişi ekonomik nedenlerle kente küçük kasabalardan gelirken diğer yüz binlerce kişi 1990'lardaki Yugoslav Savaşları sonucu Hırvatistan, Bosna-Hersek ve Kosova'dan gelmiştir. Kentte 1990ların ortasındaki göç akınıyla gelen 10.000 ila 20.000 arası Çinlinin yaşadığı tahmin edilmektedir. Yeni Belgrad'daki 70. blok halk tarafından Çin mahallesi olarak bilinir. 1970'ler ve 1980'ler boyunca özellikle Suriye, İran, Ürdün ve Irak'tan okumak için gelen birçok Orta Doğulu kentte kalmış ve aileleriyle yaşamaya başlamıştır. Son zamanlarda kente Afganistan ve Irak'tan Kürtler de gelmeye başlamıştır. Belgrad'da tarihte birçok değişik dinî grup yaşarken günümüzde kentin dinî unsurları genel olarak homojendir. 1.429.170 kişiyle Sırp Ortodoks topluluğu kentteki en büyük dinî unsurdur. Sırp Ortodokslardan başka kentte 20.366 Müslüman, 16.305 Katolik, ve 3.796 Protestan bulunur. Kentte her zaman önemli bir Yahudi topluluğu bulunmuşken II. Dünya Savaşı'ndaki Nazi işgali sonrası sayıları 10.000'lerden 2.200'e düşmüştür. Belgrad 17.000.000 m² ofis alanıyla Sırbistan'ın ve Güneydoğu Avrupa'nın finans merkezidir ve ülkenin Ulusal Bankası'na ev sahipliği yapar. Kentte 120.286 şirket, 22.600 işletme ve 50.000 mağazada 600.000'den fazla kişi çalışır. Kentte Jat Havayolları, Telekom Srbija, Telenor Sırbistan, Komercijalna banka ve Pošta Srbije gibi birçok önemli Sırp şirketinin genel merkezleri bulunur. Bunun yanında AXA, Société Générale, Motorola, Samsung, Kraft Foods, Carlsberg, Unilever, General Electric, Japan Tobacco, Procter & Gamble ve birçok uluslararası şirketin bölge merkezlerini barındırır. Kent 6.924 şirketle bölgenin önemli bir bilişim teknolojileri merkezidir. Kentte bir Microsoft Geliştirme Merkezi vardır ve merkez açıldığı zaman şirketin dünyadaki beşinci geliştirme merkeziydi. Asus, Intel, Dell, Cisco Systems, SAP AG, Hewlett-Packard ve Huawei gibi birçok bilişim teknolojileri şirketi de kentte bir bölge merkezi bulundurur ya da kenti şirketlerinin Avrupa merkezi yapar. Sırbistan'ın 1990'ların ortasında enflasyon problemini aşmasıyla Belgrad hızlı bir büyümeye sahne olmuştur. 2009 rakamlarına göre kent, ülke GSYİH'sinin %40'ını karşılar ve
ülke işgücünün %31,4'üne sahiptir. Haziran 2009 rakamlarına göre kentteki ortalama aylık net maaş 52.500 RSD (€473, $631) iken brüt maaş €694, $925 seviyesindedir. Eurostat'a göre kent nüfusunun %53'ü bilgisayar sahibidir. Aynı araştırmaya göre nüfusun %66,2'si internet sahibidir; bu veriler Sofya, Bükreş ve Atina gibi bölge başkentlerine oranla oldukça yüksektir. 2013 verilerine göre kentin satın alma gücü paritesine göre gayrisafi yurt içi hasılası $31,86 milyardır ki bu rakam kişi başı $19.008 seviyesine denk gelir. Belgrad dünyanın en pahalı 86. kentidir. Belgrad birçok geleneksel uluslararası kültürel etkinliğe sahiptir. Bunlar arasında Film Festivali, Tiyatro Festivali, Müzik Festivali, Kitap Fuarı ve Bira Festivali önemli yer tutar. Nobel ödüllü yazar Ivo Andrić en ünlü eseri Drina Köprüsü'nü burada yazmıştır. Belgradlı diğer önemli yazarlar Branislav Nušić, Miloš Crnjanski, Borislav Pekić ve Milorad Pavić'tir. Sırbistan'ın film endüstrisi Belgrad üzerine şekillenmiştir. Dünyaca tanınan Belgradlı oyuncular Marina Abramović ve Milovan Destil Marković'tir. Kent, 1980'lerdeki Yugoslavya'daki "Yeni Dalgan hareketi"nin önemli merkezlerinden biri olmuştur. Ekatarina Velika, Šarlo Akrobata ve Električni Orgazam gibi isimlere ek olarak Riblja Čorba, Bajaga i Instruktori ve Partibrejkers gibi önemli rock grup ve vokalleri Belgrad çıkışlıdır. Bugünse kent, Beogradski Sindikat, Škabo, Marčelo gibi etkenler nedeniyle Sırp hip-hop müziğinin merkezine dönüşmüştür. Kentte Belgrad Ulusal Tiyatrosu, Terazije Tiyatrosu ve Atelje 212 başta olmak üzere birçok tiyatro bulunur. Sırp Bilim ve Sanatlar Akademisi ve Sırbistan Ulusal Kütüphanesi, kentin kültür yaşamında önemli bir yer tutar. Diğer bir önemli kütüphane olan Belgrad Üniversitesi Kütüphanesi'ne ek olarak kent, Ulusal Tiyatro ve Madlenianum adlarında iki opera binasına sahiptir. Belgrad, Knez Mihailova Caddesi üzerinde bulunan İspanyol Instituto Cervantes, Alman Goethe-Institut ve Fransız Institut français ile birlikte kentin değişik bölgelerine dağılmış American Corner, Avusturya Kültür Ofisi, British Council, Konfiçyüs Enstitüsü, Kanada Kültür Merkezi, Helenik Kültür Vakfı, Istituto Italiano di Cultura, İran Kültür Merkezi, Azerbaycan Kültür Merkezi ve Rossotrudnichestvo gibi birçok yabancı kültür merkezine sahiptir. Bunlara ek olarak "Avrupa Birliği Ulusal Kültür Enstitüleri"nden bir küme AB'den faaliyet göstermektedir. Kent Marija Šerifović'in 2007 Eurovision Şarkı Yarışması'ndaki birinciliğini takiben 2008'deki yarışmaya ev sahipliği yapmıştır. Belgrad'ın en önde gelen müzelerinden Sırbistan Ulusal Müzesi 1844 yılında kurulmuş olup Hieronymus Bosch, Titian, Rubens, Anthony van Dyck, Cézanne, Giovanni Battista Tiepolo, Renoir, Monet, Picasso, Gauguin, Van Gogh, Mondrian gibi birçok yabancı isim ve Miroslav İncili gibi önemli eserlerin de dahil olduğu 5.600'den fazla resim ve 8.400'den fazla çizim, toplamda 400.000'den fazla eserin sergilendiği bir yapıdır. 1901'de kurulan Etnografya Müzesi ise büyük bölümü eski Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti'ni meydana getiren ülkelere ait olmak üzere, Balkanlar'a ait 150.000'den fazla köy ve kent kültürü ögesi barındırır. Kentteki Çağdaş Sanatlar Müzesi, Avrupa'nın ilk çağdaş sanatlar müzesidir. 1958'de kurulan müze 1900'den sonrasına ait, Roy Lichtenstein, Andy Warhol, Joan Miró, David Hockney, Ivan Meštrović gibi isimlerin eserlerinin de dahil olduğu yaklaşık 35.000 ögelik bir koleksiyona sahiptir. Askerî Müze, Roma İmparatorluğu zamanlarına kadar giden 25.000'den fazla öge ve Sırp Ordusu tarafından düşürülen F-117 parçalarının sergilendiği bir müzedir. Bunun yanında Belgrad Havacılık Müzesi, Fiat G.50 gibi bir bölümünün dünyada kendi türlerinde kalan son örnekler olduğu 200'den fazla hava aracına sahiptir ve bunların 50 kadarı sergilenmektedir. Müze aynı zamanda bombardımanlarında düşürülen ABD ve NATO'ya ait F-117 ve F-16 gibi savaş uçaklarının parçalarını da barındırır. Nikola Tesla Müzesi, 1952'de Tesla biriminin mucidi Nikola Tesla'nın kişisel eşyalarını sergilemek üzere kurulmuştur. Müzede 160.000 kadar orijinal belge ve 5.700 kadar kişisel eşya sergilenir. Belgrad'ın önemli müzelerinin sonuncusu Vuk ve Dositej Müzesi'dir. 19. yüzyıl Sırp edebiyat dili reformisti Vuk Stefanović Karadžić ve Sırbistan'ın ilk Eğitim Bakanı Dositej Obradović'in hayatları, işleri ve geride bıraktıklarına dair ögeler barındırır. Belgrad, ayrıca 1977'de Batı Afrika'ya ait büyük bir koleksiyona sahip Afrika Sanatı Müzesi'ne sahip olmuştur. Belgrad, 95.000 kadar ulusal ve uluslararası kopya barındırarak bölgenin en büyük, dünyanın en büyük 10 film koleksiyonundan birine sahip olan Yugoslav Film Arşivi'ne ev sahipliği yapar. Kurum ayrıca içinde sinema ve sergi salonu bulunan Yugoslav Film Arşivi Müzesi'ni bünyesinde barındırır. Arşiv'in uzun vadeli depolama sorunu, 2007'de yeni bir depo açılarak çözülebilmiştir. Arşiv, Charlie Chaplin'in bastonu ve Auguste ve Louis Lumière'e ait ilk filmlerden birini sergilemektedir. Belgrad, tipik Orta Avrupa kenti görünümünde mimari özelliklere sahip Zemun kent merkezinden modern mimari özellikleri sergileyen Yeni Belgrad'a kadar birçok farklı mimarinin buluştuğu bir kent olma özelliği taşır. En eski mimari ögeler Kalemegdan'da bulunmakla birlikte Kalemegdan dışındaki en eski bina coğrafi konumu ve birçok savaş ve yıkımın gerçekleştiği kentte ancak 18. yüzyıla aittir. Kentteki en eski kamu binası eski bir Türk türbesiyken en eski ev 18. yüzyılın sonlarından kalma, Dorćol'da bulunan bir evdir. 19. yüzyılda başlayan Batı etkisiyle kentteki binalar neoklasisizm, romantizm ve akademik sanatların üsluplarıyla oryantal bir yapıdan çağdaş bir yapıya bürünmüştür. Sırp mimarlar 19. yüzyılın sonlarında yabancı mimarlardan etkilenerek Ulusal Tiyatro, Eski Saray, Aziz Mihail Katedrali'ni, 20. yüzyılın başında ise art nouveau etkisiyle Ulusal Meclis ve Ulusal Müze'yi inşa etmişlerdir. Neo-Bizans mimarlığı'na ait ögeler Kosovska caddesindeki eski posta binası, Vuk Vakfı binası ve Azis Mark Kilisesi ve Aziz Sava Katedrali gibi dinî yapılarda gözlemlenir. Komünist dönemde binalar II. Dünya Savaşı'ndan sonra kırsal kesimden gelen insan akınını karşılamak amacıyla oldukça hızlı ve ucuz biçimde inşa edilmiş ve bu Yeni Belgrad çevresinde bloklaşmaya yol açmıştır. Sosyalist gerçekçilik ile birlikte sendika binası gibi binalar kentte inşa edilmeye başlandı. Nihayet 1950'lerin sonuyla birlikte hâlâ kentte hâkim olan modernizm akımı mimariye hâkim olmaya başladı. Kentin tarihî binaları ve alanları önemli turistik alanlardır. Skadarlija, Sırbistan Ulusal Müzesi ve bitişiğindeki Belgrad Ulusal Tiyatrosu, Zemun, Nikola Pašić Meydanı, Terazije, Öğrencilerin Meydanı, Kalemegdan parkı, Knez Mihailova Caddesi, Sırbistan Ulusal Meclisi, Aziz Sava Tapınağı ve Eski Saray bu yapılara verilebilecek örneklerdendir. Bunlarla birlikte kentin iki yakasında birçok park, anıt, müze, kafe, restoran ve mağaza bulunur. İsimsiz Kahraman Anıtı şehrin panoramik manzarasının görülebileceği bir mekândır. Kuća Cveća ("Çiçeklerin Evi") olarak da adlandırılan Josip Broz Tito'nun mozalesi ve yakınındaki Topčider ve Košutnjak parkları özellikle Eski Yugoslavya'dan gelen turistler arasında oldukça popülerdir. Beli dvor ya da 'Beyaz Saray', kraliyet ailesi Karađorđevićlerin evidir ve ziyarete açıktır. Saray birçok önemli sanat eserine sahiptir. Ada Ciganlija Sava Nehri üzerinde bulunan eski bir adadır ve Belgrad'ın en büyük spor ve rekreasyon alanıdır. Bugün ada iki geçitle Sava'nın sağ yakasına birleştirilmiş ve yapay bir göl oluşturulmuştur. Sıcak yaz günlerinde ada Belgradlıların en uğrak yerlerinden biridir. Adada 7 kilometre boyunca plajlar ve golf, futbol, basketbol, voleybol, ragbi, beyzbol ve tenis oynanabilecek birçok spor tesisi bulunmaktadır. Adada bungee jumping, su kayağı ve paintball gibi extreme sporları yapmak mümkündür. Ada ayrıca bisiklet sürmek, yürüyüşe çıkmak ya da koşu için uygun bir alana sahiptir. Belgrad'da bu adadan başka 16 ada daha bulunur. Bunların çoğunda hâlâ yerleşim yoktur. Bunlarla birlikte Sava'nın kesişme noktasında bulunan Büyük Savaş Adası, özellikle kuşlar olmak üzere doğal yaşamın korunduğu bir alandır. Bu alanlar yakındaki Küçük Savaş Adası ile birlikte kent yönetimi tarafından doğa koruma alanı ilan edilerek korunmaktadır. Belgrad'ın 2012'de turizmden elde ettiği gelir 500 milyon Euro kadardır. 2013 yılında kente gelen turist sayısı bir önceki yıla göre %24 artarak 660.000 olmuştur ve bunun 520.000'ini yabancı turistler oluşturur. Bu turistlerin 70.000'i kente nehir kruvaziyerleriyle gelmiştir. Belgrad gün ağarana kadar açık birçok kulübe sahiptir ve canlı bir gece hayatına sahip olmasıyla bilinir. En önemli gece hayatı mekânları Sava ve Tuna nehirlerinin kıyılarına kurulu dubalardır ("splav"). Bosna-Hersek, Hırvatistan ve Slovenya gibi ülkelerden hafta sonları gelen ziyaretçiler, daha arkadaş canlısı atmosfer, büyük kulüp ve barlar, ucuz içkiler, dil zorluğu çekilmemesi ve gece hayatına yönelik düzenlemelerin daha hafif olması gibi düşünceleri nedeniyle kentin gece hayatını kendi ülkelerinin başkentlerindekilere yeğler. Akademija ve KST ("Klub Studenata Tehnike") gibi ünlü alternatif kulüpler, Belgrad Üniversitesi Elektrik Mühendisliği Fakültesi'nin bodrum katında bulunur. Alternatif kültürel etkinliklerin gerçekleştiği, kentin ünlü mekânlarından "SKC" (Öğrenci Kültür Merkezi) Belgrad'ın yüksek katlı yapısı Beograđanka'nın hemen karşısında bulunur. Ünlü yerli ve yabancı grupların konserleri genellikle bu merkezde olur. Merkez ayrıca çeşitli sanat sergilerinin ve çeşitli halka açık tartışmaların gerçekleştirildiği bir mekândır. Kuzey Sırbistan'a özgü daha geleneksel bir gece eğlencesi türü olan "Starogradska" (Eski kasaba müziği), 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başlarında daha çok şairlerin ve sanatçıların yerleştiği kentin Bohem mahallesi Skadarlija'da oldukça baskındır. Skadar Caddesi (Skadarlija'nın merkezi) ve çevre mahallelerde Belgrad'ın bu döneme tarihlenen en eski geleneksel restoranları (Sı
rpça'da "kafana") bulunur. Caddenin sonunda 19. yüzyılın ilk yarısında kurulmuş olan Belgrad'ın ilk bira fabrikası bulunur. The Times'a göre Avrupa'nın en iyi gece hayatı Belgrad'ın uğultusunda bulunabilir. Lonely Planet'in 2009 "1000 Mükemmel Deneyim" rehberinde Belgrad dünyanın en iyi 10 parti şehri arasında 1 numaradır. Belgrad'da birçoğu bütün seviyelerde sporculara hizmet veren yaklaşık bin spor tesisi vardır. Kent 2005 Avrupa Basketbol Şampiyonası, 2005 Avrupa Erkekler Voleybol Şampiyonası, 2007 Avrupa Gençlik Olimpik Oyunları ve 2009 Dünya Üniversite Yaz Oyunları gibi birçok uluslararası spor organizasyonuna ev sahipliği yapmıştır. Kent Sırbistan'ın en büyük ve en başarılı iki futbol kulübü Crvena Zvezda ve FK Partizan'a ev sahipliği yapar. Bunlardan Kızılyıldız 1990-91 Şampiyon Kulüpler Kupası'nı kazanarak büyük bir başarıya imza atmıştır. Bu iki takım arasındaki rekabet dünya futbolundaki en sert rekabetlerden kabul edilir ve ülkede "Sonsuz Derbi" olarak adlandırılır. Kentin en önemli iki stadyumu Rajko Mitić Stadyumu ("Marakana") ve Partizan Stadyumu'dur. Avrupa Arenalar Birliği'ne göre Belgrad Arena 25.000 kişilik kapasitesiyle Avrupa'nın en büyük arenasıdır. Arena birçok basketbol ve voleybol etkinliğiyle birlikte 2010'da Davis Kupası'na ev sahipliği yapmış, 2008'de Eurovision Şarkı Yarışması'nın düzenlendiği yer olmuştur. Diğer bir mekân Pionir Hall ise Crvena zvezda ve 1992 EuroLeague şampiyonu KK Partizan'ın ana mekânıdır. Son yıllarda Belgrad Ana Ivanović, Jelena Janković ve Novak Đoković gibi birçok dünya çapında başarılı tenisçinin yetişmesine imkân tanımıştır. Ivanović ve Đoković sırasıyla Grand Slam sahibi ilk Sırp kadın ve erkek tenisçilerdir. Sırp millî takımı, Belgrad Arena'da oynanan final maçında Fransız takımını yenerek 2010 Davis Kupası'nı kazanmıştır. Belgrad'da 1996 yılından beri yılda iki kez (ilkbahar/yaz ve sonbahar/kış) moda haftaları düzenlenir. Birçok Sırp ve uluslararası tasarımcı ve moda markası moda haftası boyunca gösteriler düzenler. Belgrad Moda Haftası "dünyanın en önemli 40 moda haftası"ndan biridir. Belgrad Sırbistan'ın en önemli medya merkezidir. Kent ülkenin ulusal kanalı aynı zamanda bir kamu kurumu olan Sırbistan Radyo Televizyonu'nun genel merkezini barındırır. En büyük özel yayıncı, eğlence programlarıyla tanınan RTV Pink ve en popüler "alternatif" ticari yayıncı televizyon ve radyo kanalıyla birlikte müzik ve kitap yayınlama kolları da olan B92'nin genel merkezleri de kentte bulunur. Kentteki diğer önemli TV kanalları 1Prva (önceleri "Fox televizija"), Košava ve sadece kent merkezinde yayın yapan Studio B olarak sıralanabilir. Şehir ayrıca SOS channel (spor), Metropolis (müzik), Art TV (sanat), Cinemania (film) ve Happy TV (çocuk programları) gibi belirli alanlarda yayın yapan kanallara sahiptir. "Politika", "Blic", "Večernje novosti", "Kurir" ve "Danas" gibi yüksek tirajlı birçok günlük gazete Belgrad merkezlidir. "Sportski žurnal" ve "Sport" adında iki spor, "Privredni pregled" adında bir ekonomi gazetesiyle birlikte ücretsiz dağıtılan "24 sata" Belgrad'ın diğer yüksek tirajlı gazeteleridir. "Playboy", "Cosmopolitan", "Elle", "National Geographic", "Men's Health", The Best Shop, "Grazia" gibi birçok uluslararası derginin Sırbistan versiyonlarının merkezleri de kentte bulunur. Belgrad iki devlet üniversitesi ve beş özel üniversiteye sahiptir. Belgrad Üniversitesi 1808 yılında "Büyük Okul" olarak kurulmuş ve Balkanlar'ın ilk yükseköğretim kurumu olmuştur. 19. yüzyılda şehrin gelişmesi ile birlikte bazı üniversite binaları da Belgrad'ın mimari ve kültürel birikimini artırmıştır. Kayıtlı 90.000 öğrencisi ile üniversite Avrupa'nın en büyüklerindendir. Üniversiteler dışında 1871'de kurulan Sırp Bilim ve Sanatlar Akademisi, Polis Akademisi ve Askeri Akademi de kentin eğitim hayatına önemli yerlere sahiptir. Belgrad'da 195 ilkokul, 85 ortaokul vardır. İlkokulların 162'si normal, 14'ü özel alanlar, 15'i sanat ve 4'ü yetişkinler içindir. Ortaokullardan ise 51'i meslek, 21'i spor, 8'i sanat ve 5'i özel ilgi alanlarına göre sınıflandırılmıştır. Kentte 230.000 öğrenci 22.000 eğitim çalışanı bulunur. Eğitim yaklaşık 500 bina ve 1.000.000 m² alanda yapılır. Belgrad 118'i kent merkezi içinde 300'ü banliyölerde olmak üzere 418 otobüs hattı, 12 tramvay ve 8 troleybüs hattı ile geniş bir toplu taşıma ağına sahiptir. Kentin toplu taşıma ağı GSP Beograd ve SP Lasta şirketleri ve belli başlı hatlarda birkaç özel şirketin yönetiminde idare edilmektedir. Şubat 2012'den beri temassız akıllı kartların kullanılmaya başladığı kentteki bilet sistemi BusPlus olarak adlandırılır. Kent ayrıca Beovoz olarak adlandırılan, kent yönetimi tarafından işletilen bir banliyö treni hattına sahiptir. Belgrad'daki ana tren garı kentin Sırbistan'ın diğer kasabaları ve diğer Avrupa başkentleri ile ulaşımını sağlar. Sırbistan'ın başkenti olan kent ayrıca Belgrad Otogarından birçok otobüs hattıyla ülkenin diğer noktalarına ve birçok Avrupa hattına ulaşımı sağlar. Kent X. ve VIII. Pan-Avrupa koridorları üzerinde bulunur. Otoyol ağı kuzeyde Novi Sad ve Budapeşte'ye, güneyde Niš'e ve batıda Zagreb'e kadar uzanır. Sava ve Tuna gibi iki önemli nehrin kesişme noktasında bulunan Belgrad, Branko ve Gazela gibi 7 köprüye sahiptir. Kentin hızlı bir şekilde büyümesi ve araç sayısının artması trafik tıkanıklığı problemini doğurmuşsa da E70 ve E75 ağlarını birleştiren bir bypass yolunun kentin problemlerini çözmesi beklenmektedir. Bunun yarında Sava üzerinde bulunan Ada Köprüsü de dahil yeni bir "iç majistral yarı halka", Gazela ve Branko köprülerindeki trafiğin azalması, dolayısıyla kentin trafik problemine bir çözüm bulunması noktasında önerilmiştir. Tuna üzerinde bulunan Belgrad Limanı kentte nehir yoluyla ticareti mümkün kılar. Bunun yanında Belgrad Nikola Tesla Havalimanı kentte ulaşımı ve ticareti kolaylaştıran etkenlerdendir. Kent merkezinin 12 km batısında bulunan, Surčin yakınlarındaki havalimanı 1986'da 3 milyon yolcuya ulaşım imkânı sağlayarak zirve noktasını görse de 1990'larda yolcu trafiği bir nebze düşmüştür. 2000'lerdeki yenilemeye bağlı olarak 2004 ve 2005'te 2 milyon yolcu rakamına ulaşan havalimanı, 2008'de 2.6 milyon, 2011'de 3 milyonun üzerinde yolcu rakamına ulaşmıştır. Beovoz kentin banliyölerle olan ulaşımını sağlayan bir toplu taşıma ağıdır. Sırp Demiryolları tarafından işletilen ağ 1992'de ulaşıma açılmıştır ve 2 bölgede 5 hatta hizmet veren 41 istasyonla ulaşımı kolaylaştırır. Belgrad Avrupa'da nüfusu bir milyonu aşan kentler arasında bir metro ağına sahip olmayan kentlerden biridir. Belgrad metrosu ülkede inşa edilen yollar ve demiryollarından sonra ülkenin en önemli üçüncü projesi olarak kabul edilir. Diğer iki projenin en önemli ayakları ise Belgrad bypass ve Pan-Avrupa Koridor X'dir. Belgrad'ın kardeş kentleri ve diğer iş birliği yaptığı kentler: Belgrad Fransız Légion d'honneur (21 Aralık 1920'de; Belgrad, Liège, Lüksemburg ve Volgograd ile birlikte bu nişanı Fransa dışında alan 4 kentten biridir), Çekoslovak Savaş Haçı (8 Ekim 1925'te), Yugoslav Karađorđe'nin Yıldızı Nişanı (18 Mayıs 1939'da) ve Yugoslav Halkın Kahramanı Nişanı (20 Ekim 1974'te, Nazi Almanyası işgalinden kurtuluşun 30. yıldönümünde) gibi birçok ulusal ve uluslararası nişana layık görülmüştür. 2006'da "Financial Times"' dergisi "Foreign Direct Investment" kenti "Güneydoğu Avrupa'nın Gelecek Kenti" ödülüne layık görmüştür. Beyin fırtınası Beyin fırtınası veya fikir fırtınası, yaratıcı düşünceyi destekleyen, takım çalışanlarını motive ederek kısa sürede çok fazla fikrin üretilmesine ve süreçlerin neden başarısız olduğuna dair çıkarımlar yapılabilmesine olanak sağlayan bir "sürekli kalite geliştirme" aracı. Bu kavram bir reklamcı olan Alex Osborn tarafından geliştirilmiştir. Beyin fırtınası, tek başına veya bir grupla yapılabilir. Fikirlerin, akla gelir gelmez açığa çıkması istenir. Fikirler başta yargılanmaz ve eleştirilmez, hiçbir fikir saçma olarak değerlendirilmez, böylece kişinin tüm fikirlerini çekinmeden, aklına geldiği gibi sunması sağlanmaya çalışılır. Yargılama yapılmadığı için fikirlerin birbirini besleyeceği ve evrileceği varsayılır. Bir konuya çözüm getirmek, karar vermek, hayal yoluyla düşünce ve fikir üretmek için kullanılan üretimci bir tekniktir. Bir beyin fırtınası toplantısının yöntemi konusunda değişik yollar izlenebilir, aşağıda genel hatları ile izlenecek yöntem özetlenmiştir. Miraç Miraç (Arapça: معراج "Mi'rāj"; ç sesinin Arapçada olmayışı nedeniyle birebir yazım: Mirac), İslam inancında, Peygamber Muhammed'in göğe yükselmesi hadisesi. Aslen "yükseğe çıkma" anlamına gelen söz, Arapça "uruc" (merdiven) kökünden gelir. "Yolculuk yapmak" anlamındaki fiilin türevi olan ve "gece yolculuğu" anlamında kullanılan "İsra", dini terminolojide Muhammed’in geceleyin Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Burak adı verilen binek üzerinde Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya götürülmesini, "Miraç" ise göğe yükselmesini ifade eder. Dolayısıyla İsra ve Miraç olarak da anılır. Kuran'da Miraç'tan bahseden ayetler Necm suresinde 13-18. ayetlerde geçer: Bununla birlikte surenin baştan itibaren ele alınması ifadelerin Muhammed'in göğe yükselmesi ile bağlantılı anlatımlar olarak algılanmasını güçleştirmektedir. Miracın Hicret'ten bir yıl ya da 16 ay önce recep ayının 27. gecesinde gerçekleştiğine inanılır. Rivayete göre Muhammed gece vakti Kâbe’den alınıp Burak adı verilen binek üstünde Mescid-i Aksa'ya götürülmüş, Burak'ı Beytül Makdis'in (Süleyman Mabedi) kalıntılarının güneybatı duvarına bağlamıştır. Muhammed sırasıyla eski Aksa denen bugünkü el-Aksa Camii'in altındaki yerden Mescid-i Aksa alanına girmiş, oradan Kubbet-üs-sahra'nın bulunduğu alana geçmiş ve orada İsa, Musa, Zekeriya peygamberlerle buluşmuştur. Günümüzde Nebi Minberi'nin bulunduğu alanda bütün peygamberlere namaz kıldırmış, oradan da Miraç Minberi'nin bulunduğu alandan göğe yükselmiştir. Hadislere göre Muhammed bu yükselmede gök katlarını Cebrail ile birlikte aşarken sırayla Âdem, Yusuf, Yahya ve İsa, İdris, Harun, Musa ve İbrahim pey
gamberleri görmüş, yedinci kat gökten sonra Sidret'ül Münteha’ya çıkmıştır. Cebrail’in Sidret'ül Münteha’dan ileriye geçememesi üzerine yolculuğunu tek olarak sürdürmüş, zaman, mekân ve cihetin olmadığı ifade edilen katta Allah ile aracısız görüşmüştür. Anlatılana göre Muhammed Mekke'ye döndüğünde yaşadıklarının gerçek olup olmadığından kuşku duyanların soru yağmuruna tutulmuştur. Ama sorulara doğru cevap vermiştir. İslam’ın ilk zamanlarında dinin oruç, zekât, şehitlik ve hac gibi belli kuralları, prensipleri tam olarak belirlenmemişti. Gece namazları rağbet görmekle birlikte, ibadet kuralları da açık ve seçik olarak belirlenmemişti. Rivayete göre İsra ve Miraç bu konudaki belirlenmeleri sağlamış olaylardır. Buna göre miraçta; Miraç rivayetlerinde yer alan Mescid-i Aksa'nın neresi olduğu konusunda tartışmalar bulunmaktadır. Bazı araştırmacılar genel inancın aksine Muhammed'in zamanında henüz inşa edilmemiş olan Kudüs'teki Mescid-i Aksa'nın kastedilen mescit olmadığı görüşündedirler. Sidretül münteha 7. kat gökte olduğuna inanılan, mitolojik anlatımlarla süslenmiş bir ağaçtır. "Sidretül münteha" Arapça bir izafet terkibi olup “son sedir” veya "tenhadaki sedir" anlamına gelir. Miraçta Muhammed’in eriştiği son durak Sidret'ül münteha (Necm Suresi:14-16) olarak geçer. İnanca göre bundan sonraki âleme geçebilmek yeryüzündeki varlıklar için mümkün değildir. Sedirin nasıl bir ağaç olduğu konusunda, dini terimlere gizemli anlamlar yükleme eğilimindeki kesimlerce, abartılı rivayetlerle desteklenen anlatımlar yapılmıştır. Mütercim Âsım Kamus adlı eserinde sidreyi meyveli bir ağaç olarak "Sidre, Arabistan kirazı denilen bir ağaca verilen isimdir. Trabzon hurması bu ağacın cinsindendir, gölgesi gayet koyu ve latifdir" şeklinde tanımlar. Bazı araştırmacılara göre Sidre'nin meyveli bir ağaç olarak tarif edilmesi kelimenin kullanım şekli ve Kur'ani kullanım ile uyumsuz bir yaklaşımdır. Bu sebeple Sidre en yaygın ve bilinen çamgillerden sedir ağacı olarak tercüme edilmelidir. Tasavvufi yaklaşım: Arş, Kürsi, Levh-i mahfuz gibi Sidretül münteha da anlamları bilinmekle beraber İslam'da Tanrı’nın münezzeh (dinlerde sıklıkla rastlanan antropomorfizm gibi yaratılanlara benzememe, aşkınlık) sıfatıyla bağdaştırılmak amacıyla mahiyetinin bilinmediği ifade edilen nesnelerdir. Arapçada Arş koltuk, kürsi sandalye, levh-i mahfuz ise korunmuş levha anlamlarına gelir. Dini terminolojide Levhi-mahfuz üzerine kaza ve kaderin yazıldığı mahiyeti bilinmeyen korunmuş bir levhadır. Tanrı’nın eşyaları olarak nitelendirilebilecek olan bu nesnelerin tasavvuf ehline göre bir vücudu, şekil ve renkleri yoktur. Miracın gerçekleştiğine inanılan gece "miraç kandili" olarak kutlanır. Bu gece ile ilgili dini konuşmalar ve kutlamalar yapılır, dua ve tesbihat yapılır ve Yasin okunur. İnanca göre Muhammed Miraç’ta kendisine sunulan şarap, bal ve süt dolu üç bardaktan süt bardağını tercih ederek sütü içmiştir. Bu sebeple Anadolu'da çoğu yerde bu gecede süt içme ve dağıtma geleneği olduğu ifade edilmektedir. Bazı yerlerde tatlı da yapılır ve dağıtırlır. Konya'da bu geceye “süt gecesi” de denilmektedir. Kimilerine göre bu yükselme fiziksel, kimilerine göre manevi, kimilerine göre hem maddi hem manevi, kimilerine göre de ne tam anlamıyla maddi ne de tam anlamıyla manevidir. Muhammed’in eşi Aişe, Miraç sırasında Muhammed’in vücudunun yerinden kaybolmadığını bildirmiştir. “Bedeninin yokluğu hissedilmemiş” olduğu ifadesine karşın, Schimmel gibi bazı yorumcular ve din bilginleri ayetteki "kuluyla birlikte" ifadesini ve Burak adlı bineğin kullanılmasını gerekçe göstererek söz konusu yolculuğun ruhsal bir deneyim olduğu tezine karşı çıkmıştır. Neşet Çağatay'a göre; miraçla ilgili olarak Ayşe’nin ifadesi şöyledir: Muhammed, doğrudan doğruya Rabb’ini değil, Cebrail’i temaşa etmiştir. Ayşe bunun için Kuran’da Allah’ı görmenin mümkün olmadığını ifade eden ayeti kanıt göstermiştir. Göğe çıkarak Allah’a ulaşmanın Allah’a mekân ve yön izafe edilmesi anlamına geldiğini ifade eden İlahiyatçı yazar İhsan Eliaçık miracı anlatılan biçimiyle reddeder ve bunun bir vizyon olduğunu belirtir. Prof. Dr. Süleyman Ateş, Buhari'de kaydedilen bir hadise göre miracın peygamberlikten önce Muhammed'in Kabe'nin yanında uyurken gördüğü bir rüyadan ibaret olduğu kaydıyla geleneksel anlamdaki miraç anlayışına karşı eleştirilerini sıralar. Alevi İslam inancında Mescid-i Aksa'nın inşa tarihine ve gök katları bilgisinin mitolojik kökenlerine dikkat çekilerek miraç ve bağlantılı olarak namaz gibi konulara sembolik anlamlar verilir. Zerdüştlük inancında da Zerdüşt'ün göklere yükseldiği, cennet ve cehennemi gördüğü, meleklerle ve Tanrı ile görüştüğüne inanılır. Kars Antlaşması Kars Antlaşması, Rusya, 1917'den sonra Kafkasya’dan çekildi. Bölgede Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan bağımsızlığına kavuşmuş ve Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti, Gürcistan Demokratik Cumhuriyeti, Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti adında üç devlet kurulmuştur. Fakat Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti iki yıl sonra Kafkasya’yı yeniden işgal etmiştir. Bölgedeki üç devlet Sovyetler Birliği ismini alan yeni Sovyet rejiminin idaresine girdi. Sakarya Muharebesinin Ankara Hükûmetinin zaferiyle sonuçlanmasından sonra Sovyet Rusya’nın aracılığıyla üç Sovyet Cumhuriyeti Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan ile Kâzım Karabekir'in temsil ettiği TBMM Hükûmeti arasında 13 Ekim 1921'de Kars Antlaşması imzalandı. Bu anӀaşmaya göre her üç Cumhuriyet, Moskova Antlaşması'nı kendileri için de geçerli sayıyordu. Böylece Türkiye’nin doğu sınırı kesinleşti ve Ermeni Sorunu da sona erdi. Bir giriş bölümü, 20 madde ve eklerinden oluşmaktadır. Sözleşmenin geçerli şartı kabul edilmemiştir. Ancak, bazı bilgilere göre antlaşmanın hükümleri 25 yıllık geçerliliği olan ek protokolleri mevcuttur. Böylece, Azerbaycan'ın Nahçıvan bölgesinin hamilik hakkında 5. maddede ifade edilen şartı açıktır. Sovyetler Birliği'nin yıkılmasıyla beraber Ermenistan bu konuda farklı görüşler belirtmiş farklı makamlar Kars Antlaşması'nı kabul etmediklerini açıklamıştır. Potsdam Konferansı'nın liderlerinin 6. toplantısında SSCB Dışişleri Halk Komiseri Vyaçeslav Molotov'un 22 Temmuz 1945 yılında Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması'nın koşulları hakkında yapılmış açıklaması bu süre ile koşullandırılmıştır. Bu koşulları Kars, Artvin ve Ardahan hariç bölgelerin geri vermesi ve Karadeniz Boğazlar sorunları çözüm hükümleri kapsamaktadır. Kars'ta yapılan konferansa Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti'ni temsilen, baş delege olarak Doğu Cephesi Komutanı Ferik Kâzım Karabekir Paşa, delege olarak Burdur milletvekili Veli Bey, Ankara Hükümeti'nin Azerbaycan temsilcisi Memduh Şevket Bey, Doğu Anadolu Demiryolları İnşaat Başmühendisi Muhtar Bey, Müşavir olarak Batum milletvekili Edip Bey, Reji Umûmî Müfettişi Muvaffak Bey, Doğu Cephesi Kurmay Başkanı Kadri Bey, Kurmay Binbaşı Veysel Bey, Kurmay Binbaşı Talât Bey ve kâtip olarak dışişleri memurlarından Zühtü Bey, Osman Bey ve Cephe yaverleri Nazmi Bey ve Selahattin Bey katılmışlardır. Antlaşma, Türkiye'yi temsil eden Kazım Karabekir Paşa, Veli Bey, Muhtar Bey, Memduh Şevket Bey, Sovyetler'i temsil eden Rusya Büyükelçisi Yakov Ganetsky, Ermenistan Dışişleri Bakanı Aşkanaz Mravyan ve iç işleri bakanı Bogos Makinçiyan ile Azerbaycan Devlet Bakanı Behbud Şahtahtinski ve Gürcistan Savunma Bakanı Şalva Eliava ve Dışişleri bakanı Aleksandr Svanidze'nin katıldığı bir toplantıyla imzalandı. II. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Sovyetlerin Türkiye üzerindeki toprak iddiaları devam etmiştir. Bu durum, Türkiye'nin hem savaşın son döneminde Müttefik Devletler yanında savaşa dahil olmasına, hem de birkaç yıl sonra NATO'ya üye olmasında rol oynayan unsurlardan biri oldu. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği 1991'de dağıldıktan sonra bağımsız olan Ermenistan Kars Antlaşması'nı tanımadı. Taşnak Partisi Erivan Temsilcisi Kiro Manoyan ve Ermenistan Dışişleri Bakanı Vartan Oskanyan, Kars Antlaşması'nın Sovyetler Birliği ile imzalandığını bağımsız Ermenistan tarafından imzalanmadığını öne sürerek bu sınırların geçerli olmadığını, daha farklı bölgeleri sınır belirlemiş Sevr Antlaşması'nı esas aldıklarını belirtti. Fakir Baykurt Fakir Baykurt (15 Haziran 1929, Yeşilova, Burdur - 11 Ekim 1999, Essen), Türk yazar ve sendikacı. Fakir Baykurt (Asıl adı Tahir'dir) Burdur'un Yeşilova ilçesine bağlı Akçaköy'de doğdu, doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber şu sözleri ile 1929 yılının haziran ortası olduğu varsayılmaktadır: “1929 doğumlu olduğum doğru. Ay, gün bilinmiyordu. Anamla konuştuk. Köyde orak mevsimi. Tarlada sancılanıp eve gelmiş. Haziran ortasıdır...” Tahir Baykurt’un annesinin adı Elif ve babasının adı Veli’dir. Doğduğunda ona savaşlarda vurulup geri dönmeyen amcasının adı olan Tahir adı verilir. Tahir 1936 yılında Akçaköy İlkokulu'na başlar ve iki yıl sonra babasını kaybeder. Babasının ölümünden sonra dayısı Osman Erdoğuş tarafından Balıkesir iline bağlı Burhaniye' ye götürülür ve orada dayısının yanında dokumacılık yapmaya başlar. II. Dünya Savaşı'nın başlaması ile dayısı askere alınır ve Tahir Akçaköy’e dönerek okula devam etme imkânı bulur. 1942 yılında ağır bir sıtma geçirir bu dönem aynı zamanda şiir yazmaya başladığı dönemdir. İlkokulu bitirdikten sonra Isparta Gönen Köy Enstitüsü' ne yazılır. Köy enstitüsü yıllarında özellikle şiire olan ilgisi artar, kendini okumaya verir. Bu dönemde özellikle Türkçeye çevrilen klasikleri okur. Fakir Baykurt Köy enstitüsündeki yıllarını ve kendisine kazandırdıklarını şu şekilde anlatmıştır; Bu yıllarda Bursa Cezaevi'nde olan Nâzım Hikmet’in şiirleri ise gizli gizli yayılmaktadır. Tahir Baykurt da bu dönem Nazım Hikmet’in şiirlerini bulur ve gizli gizli okumaya başlar. Köy enstitüsü yıllarında ilk şiiri Fesleğen Kolum Eskişehir’ de çıkan Türke Doğru dergisinde çıkar. Edebiyata olan ilgisinden dolayı enstitüde de kitaplığın yönetimine seçilir ve daha fazla okuma fırsatı bulur. 1947 yılında Köy Enstitüleri ve Kaynak Dergisi' nde şiirleri çıkar ve bu yı
llarda once şiirlerinde daha sonra tüm yazılarında Fakir Baykurt adını kullanmaya başlar. Köy enstitüleri üzerindeki baskıların artması ile birlikte tüm enstitülere daha baskıcı yönetimler atanmaya başlar. Bu dönemde enstitüler daha önceki birçok özelliğini yitirmeye başlarken eski öğrencilerin yaşam alışkanlıkları da bu yeni yönetimlerce sorun olmaya başlar. Fakir Baykurt da yeni atanan müdürle sorunlar yaşar ve defalarca kovuşturmaya maruz kalır. Ancak 1947 yılında Köy enstitüsünü başarı ile bitirir ve Yeşilova’ nın Kavacık Köyü' ne öğretmen olarak atanır. 1951 yılında ölene kadar birlikte olacağı Muzaffer Hanım’la evlenir. Bu yıl ayrıca körbağırsağı patlar ve iki kez ameliyat olur. Öğretmenliği Dereköy’e aktarılır. Üzerindeki baskılar devam eder, savcılıkça evine baskın yapılır ve kovuşturma geçirir. 1953 yılında Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü’ ne girer ve bir sene sonra bu sefer Gayret Dergisi’ nde çıkan bir yazısı nedeni ile yargılanır. 1955 yılında Gazi Enstitüsü' nü de başarı ile bitirirerek Hafik’te açılan ortaokula atanır. Aynı yıl ilk kitabı olan Çilli yayınlanır. 1957 yılında askere alınır ve Ankara Piyade Yedek Subay Ortaokulu’na öğretmen olarak atanır. İlk kızı Işık da bu yıl dünyaya gelir. 1958 yılında ilk romanı "Yılanların Öcü", "Cumhuriyet" gazetesinin açtığı Yunus Nadi Roman Ödülleri'nde birinci olur. Ancak roman nedeni ile hem Baykurt hem Cumhuriyet gazetesi kovuşturma geçirir. Baykurt bu dönemden sonra Cumhuriyet gazetesinde yazmaya başlar. Askerlikten sonra Şavşat Ortaokulu'na öğretmen olarak atanır ve ikinci kızı Sönmez dünyaya gelir. "Yılanların Öcü" adlı romanı da Remzi Kitabevi tarafından basılır. Ardından Köy ve Eğitim Yayınları tarafından "Efendilik Savaşı" adlı kitabı yayımlanır. Cumhuriyet’teki bazı yazıları yüzünden öğretmenlikten alınıp Ankara’da Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı Yapı İşleri Bölümü’nde görevlendirilir. Sürüp giden yazıları ve "Yılanların Öcü" romanı yüzünden Bakanlık buyruğuna alınarak cezalandırılır. Altı ay açıkta kaldıktan sonra 27 Mayıs 1960’ta Ankara İlköğretim müfettişliğine atanır ve aynı yıl "Efkar Tepesi" adlı kitabı basılır. 1961 ve 1962 yıllarında yazarın "Yılanların Öcü" adlı romanı tiyatroya ve filme uyarlanır. Tiyatro gösterimi yasaklanır, film ise ancak Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in konuya el koyması ile gösterime girer ancak filmin gösterimi sırasında olaylar çıkar. Bu yıl ayrıca yazarın "Onuncu Köy", "Karın Ağrısı", "Irazca'nın Dirliği" kitapları yayımlanır. Bir sene sonra yazarın oğlu Tonguç dünyaya gelir. Baykurt Amerika Birleşik Devletleri'ne giderek, Bloomington'daki Indiana Üniversitesi'nde göze kulağa hitap eden ders araçları ve yetişkinler için yazma öğrenimi görür. 1963 yılında yurda dönerek Ankara İlköğretim müfettişliği görevini sürdürür. "Onuncu Köy" Bulgarcaya çevrilir ve kitapları Bulgaristan'da Türkçe olarak da basılır. "Yılanların Öcü" ile "Irazca'nın Dirliği" de Almanya’da, "Die Racheder Schlangen" adıyla basılır. "Yılanların Öcü" Rusçaya çevrilir. 1965 yılında TÖS'ün kuruluşuna katılır ve genel başkan seçilir. 1966 yılında İlköğretim müfettişliğinden uzaklaştırılarak yeni kurulan Millî Folklor Enstitüsü’ nde uzman olarak atanır. "Kaplumbağalar" ve "Amerikan Sargısı" romanları yayımlanır. 1967 yılında Onuncu Köy adlı eseri de Rusçaya çevrilir. Yazıları ve TÖS’ teki çalışmaları yüzünden sık sık kovuşturma geçiren Baykurt Gaziantep’ in Fevzipaşa bucağına sürülür. TÖS “Devrimci Eğitim Şurası” nı düzenler. Bir yıl sonra da TÖS “Büyük Eğitim Yürüyüşü”nü bir sene sonra da Genel Öğretmen Boykotu’ nu düzenler. Bu faaliyetlerinden sonra tekrar görevden alınarak bakanlık emrine alınır ancak Danıştay kararı ile görevine geri döner. 1970 yılında Fevzipaşa’dan Ankara’ya Ortadoğu Teknik Üniversitesi Halkla İlişkiler ve Yayın Müdürlüğü görevine getirilir. "Anadolu Garajı" ve "Tırpan" kitapları yayımlanır. Tırpan ve "Sınırdaki Ölü" ile TRT Ödülleri' ni kazanır. Ardından "Onbinlerce Kağnı" adlı kitabı yayımlanır. 1971’de ordunun yönetime el koyması ile başlayan sıkıyönetim döneminde Baykurt iki kere gözaltına alınır. Aynı yıl "Tırpan" ile Türk Dil Kurumu Ödülü'nü kazanır. Kitaplarının yeni basımları yapılırken yazar askeri tutukevinden Ankara Merkez Cezaevi'ne aktarılır. 1973 yılında Can Parası ve Köygöçüren basılır. Baykurt’un yurt dışına çıkışı da yasaklanmıştır. 1974 yılında İçerdeki Oğul basılır. Keklik romanını yazar. Can Parası ile Sait Faik Ödülü'nü kazanır. Askeri Yargıtay’da TÖS Davası’ndan beraat eder. Sınırdaki Ölü ve Keklik kitap olarak basılır. 1976 yılında "Sakarca" basılır. Sosyal Sigortalar Kurumu’ndan emekli olan Baykurt Madaralı Roman Ödülü’nün kuruluşuna yardımcı olur. 1977 yılında İsveç’te öğretmen yetiştirme çalışmalarına katılır ve Yayla romanı basılır. Frankfurt Uluslararası Kitap Fuarı’na katılır ve Almanya, Hollanda ve İsviçre’ye geziler yapar, göçmen işçilerle iletişim kurar. 1978 Yılında Sakarca sahneye uyarlanarak İstanbul Şehir Tiyatroları'nca oynanır. Kara Ahmet Destanı ile Orhan Kemal Ödülü’ nü kazanır ve Kültür Bakanlığı'na danışman olur. 1979 yılında Tırpan adlı eseri de tiyatroya uyarlanır. Devlet Tiyatrosu tarafından İzmir, Ankara ve Antalya’da oynanır. Baykurt, göçmen işçi konusunu incelemek üzere tekrar Almanya’ya gider. Duisburg şehrinde yaşamaya başlar. Yandım Ali kitap olarak basılır. Bu dönemde ODTÜ’de öğrenci olan oğlu Tonguç da tutuklanır. 1980 yılında Tırpan İstanbul Şehir Tiyatroları'nca da sahneye konulur ve iki mevsim oynanır. Tırpan’dan ötürü Baykurt ve Taner Barlas, “Avni Dilligil En Başarılı Yazar” ödülü kazanırlar. Suna Pekuysal da “En Başarılı Oyuncu” seçilir. Rur Havzası’nda Türk işçi çocukları için başlatılan RAA programında görev alır ve bir İngiltere gezisi yapar. Kızı Işık da bu yıl tutuklanır. Baykurt, Taner Barlas ve oyunda rol alan sanatçılar “İsmet Küntay Ödülü” kazanırlar. Tırpan’daki oyunu nedeniyle Suna Pekuysal “Ulvi Uraz Ödülü”nü kazanır. 1981’de Sakarca İsveç’te çizgi film yapılır ve Macarcaya da çevrilir. DDR’de bir inceleme gezisi yapar. Öyküleri Gürcistan’da da kitap olarak basılır. Kaplumbağalar filminin senaryo çalışmalarına katılmak üzere İsviçre’nin Neuchatel şehrine gider. Almanya’daki göçmen işçilerin yaşamını konu alan öyküleri Gece Vardiyası adıyla basılır. İşçi çocuklarının yaşamını dile getiren öyküleri de Barış Çöreği adıyla basılır. Kitaptan yapılan seçmeler Almanya ve Hollanda’da iki dilli olarak yayımlanır. 1983 yılında Yüksek Fırınlar kitap olarak basılır. Oğlu Tonguç’la birlikte Sovyetler Birliği gezisi yapar. Moskova, Bakü, Batum ve Leningrad şehirlerine ve Yasnaya Poliana’ya giderek Lev Nikolayeviç Tolstoy’un Yurtluğu’nu ziyaret eder. 1984 yılında Berlin Senatosu Çocuk Yazını Ödülü’nü kazanır. Gece Vardiyası ve Kara Ahmet Destanı Almanca, Yılanların Öcü ile Irazca’nın Dirliği Bulgarca basılır. Türkiye’de “Barış Derneği İkinci Davası”nda sanık olarak aranır. 1985 yılında Gece Vardiyası ile Alman Endüstri Birliği BDI’nin Yazın Ödülü’nü alır. Dünya Güzeli ve Saka Kuşları adlı Kitapları Türkçe ve Almanca olarak basılır. 1986 yılında Duisburg’ta öğretmenliğe başlar ve yurt dışında oluşan Türkiye Aydınlarıyla Dayanıma Girişimi’nin yönetiminde görev alır. Duisburg Treni adlı eseri basılır. Kopenhag’ta Dünya Barış Kongresi’ne katılır aynı yıl Koca Ren basılır. 1987 yılında Keklik romanı 20 öyküsüyle birlikte Rusça’ya çevrilip basılır. Londra’ya bir gezi yaparak Highgate’te Karl Marx’ın gömütünü ziyaret eder. Aynı yıl aralarında birçok yabancı dile çevrilen kitabının da bulunduğu 19 kitabı Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Aziz Nesin, Halikarnas Balıkçısı, Mihail Şolohov, Ernest Hemingway, İvan Gonçarov, Tolstoy, Gogol, Panait Istrati gibi yazarlarla beraber gerekçe göstermeden yasaklanır. Aynı yıl Sakarca adlı eseri de Hollandaca ve Almanca olarak basılır. Türkiye – Yunanistan Dostluk Gelişimi’nin Avrupa’da kuruluşunda görev alır. Tiflis’te İlaya Cavcavadze’nin 150’nci doğum yıldönümü konferansına katılır. 1988 yılında İçerdeki Oğul’u oyun olarak tekrar yazar. A. Çetinkaya ile birlikte Fridan Halvaşi’nin şiirlerini Türkçe’ye çevirir; Kitap Eninde Sonunda adıyla Almanya’da basılır. 1989 yılında Kuru Ekmek romanını yazar. İçerdeki Oğul, Amersfoort Halk Tiyatrosu’nda oynanır. Şiirleri de Bir uzun yol adıyla basılır. Moskova’ya yeni bir gezi yaparak Nâzım Hikmet’in evinde ve arşivinde çalışır. Baykurt ders vermeyi Pestalozzi Okulu’nda sürdürür. Şiirleri Hollanda’da “Vuurdoorns – Ateşdikenleri” adıyla basılır. 1991 yılında Ortaokul öğrencileri için, “KALEM – Schreiber” dergisini çıkarmaya başlar aynı yıl boynundan bir ameliyat geçirir. 1992 yılında, bugün Literaturcafé Fakir Baykurt adıyla varlığını sürdüren Duisburg Edebiyat Kahvesi'ni kurar. Bir Uzun Yol’un Almanca’sı “Ein langer Weg” adıyla çıkar. Yazar bu yıl bir de Çin gezisi ertesi yıl da Avustralya gezisi yapar. 1995 yılında Almanya’da öğretmenlik yaptığı çalıştığı Pestalozzi Okulu’ndan emekliye ayrılır. Öykü Kitabı bizim İnce Kızlar basılır ve 7 kitaptan oluşan Özyaşam öyküsünü bititir. 10 Mart'ta Devlet Tiyatroları Opera ve Balesi Yardımlaşma Vakfı tarafından “Fakir Baykurt’a Saygı Gecesi” düzenlenir. Bu yıl Yarım Ekmek romanı da yayımlanır. 1998 yılında Telli Yol öykü kitabı ile birlikte, “Özyaşam” dizisinin ilk cildi “Özüm Çocuktur” yayımlanır. Gezi yazılarının bir bölümünü Dünyanın Öte Ucu (Avustralya Gezi İzlenimleri) adıyla yayımlanır. Benli Yazılar deneme kitabıyla birlikte “Özyaşam” dizisinin ikinci ve üçüncü ciltleri (Köy Enstitülü Delikanlı; Kavacık Köyünün Öğretmeni) çıkar. 1999 Nisan genel seçimlerinde Özgürlük ve Dayanışma Partisi İzmir milletvekili Adayı olur. 11 Ekim 1999 Pazartesi günü tedavi gördüğü Almanya’da Essen Üniversitesi Kliniği’nde pankreas kanserine yenik düşerek ölmüştür. Bursa Anadolu Kız Lisesi Bursa Anadolu Kız Lisesi, Bursa'da köklü bir ortaöğretim kurumudur. 2015-2016 Eğitim yılından itibaren karma eğitim tamamen bırakılıp mevcudunu sadece kız öğrencilerden oluşturmaktadır. 2005-2006 eğitim yılında Anadolu Lisesi statüsüne giren okul, daha önce
den Bursa Kız Lisesi adını taşımaktaydı. Okulun Voleybol Takımı 2003-04 öğrenim yılına kadar 18 yıl üst üste il şampiyonu olarak bir rekor kırmıştır. Bursa'da kız çocuklarının eğitimi için ilk defa 1854 yılında Mahkeme Hamamı karşısında inşa edilen binada bir okul hizmete açılmıştı. Okul, 1911 yılında Kız Rüştiye Mektebi adını almış, Bursa'nın Yunanlar tarafından işgali sırasında gizlice yürütülen eğitim faaliyetleri, 1922'de sonra eren işgalden sonra bir süre Kız Muallime Mektebi adıyla sürdürülmüştü. Okul bu dönemde, şehri ziyarete gelen cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal'i 1925 yılında ağırladı. Bugünkü Kız Lisesi, Bursa’nın Muradiye semtinde bulunan ancak 1928 yılında kapatılan Bursa Amerikan Kız Koleji’ne ait binanın, Türk Maarif Cemiyeti (şimdiki adıyla Türk Eğitim Derneği) tarafından satın alınması ile hizmete girdi. Okulun ilk müdürü, daha sonra Türkiye'nin ilk kadın milletvekillerinden birisi olarak meclise girecek Fakihe Öymen idi. 1931 yılında Cumhurbaşkanı Atatürk, Başbakan İsmet İnönü ile birlikte okulu ziyaret etmiştir. Okul, 1947-48 öğretim döneminde bugünkü binasına taşındı ve 1949 yılında adı Kız Lisesi olarak belirlendi. Eski okul binası, günümüzde yıkılmıştır. Okul 2005-06 eğitim yılında Anadolu lisesi olup adı Bursa Anadolu Kız Lisesi olarak değişmiştir. 2011-12 yılı itibarı ile karma eğitimden vazgeçilmiş olup sadece kız öğrenciler alınmaya başlanmıştır. Bursa Amerikan Kız Koleji Bursa Amerikan Kız Mektebi, 1876-1928 yılları arasında Bursa’da hizmet veren lise düzeyinde bir okuldur. Okul misyonerler tarafından kurulmuştur. Başlangıçta gayri müslim azınlıkları eğiten okul, Cumhuriyetten sonra daha çok Türk öğrencilere hizmet vermeye başladı. 5 sınıflı küçük bir okuldu. Ülkedeki diğer Amerikan okulları arasında büyük bir önemi yoktu. Ancak 1928’de meydana gelen ve kapatılmasına neden olay nedeni ile çok gündeme gelmiştir. Kapatılan okulun binası, Türk Maarif Cemiyeti (Türk Eğitim Derneği) tarafından alınarak Atatürk'ün himayesinde Bursa Kız Lisesi binası olarak kullanılmıştır. Okulun kapatılması ile sonuçlanan olaylar şöyle gelişti: 22 Ocak 1928’de Cumhuriyet Gazetesinde Bursa Amerikan Kız Koleji’nde okuyan 4 kız öğrencinin Hıristiyanlığa geçtiği yolunda bir haber çıktı. İddiaya göre öğrenciler, sabah erken vakitte Amerikalı öğretmenlerle beraber dağlara-tepelere çıkıyor, yemeklerden önce hızlı hızlı bazı dualar okuyorlardı. Bu iddia Türk ve Amerikan basınında çok yer tuttu. Müfettişlerin incelemesi sonucu 4 arkadaşın davranışlarında tuhaflık sezen ve onları takibe alan 12 kişilik bir öğrenci grubu arkadaşlarının hatıra defterlerini gizlice alarak içlerinde İsa’ya duyulan sevgi ve hristiyanlığın yüceliğine ilişkin ifadeler bulmuşlar, bunu Millî Eğitim Müdürüne ihbar etmişlerdi. Müfettişlerin incelemesi sırasında olay çığ gibi büyüdü, öğretmenlerin öğrencileri Hıristiyanlığa teşvik etmek için yortu, yılbaşı ve Pazar günlerinde öğrencilere hediyeler verdikleri, hatıra olarak İncil dağıttıkları, yemekten önce İncil’den dualar okudukları, Protestan öğrencilere okul ücretlerinde indirim yaptıkları, karşı çıkanlara düşük notlar verdikleri iddiaları ortaya atıldı. Okulun eski öğrencilerinden Sabiha Hanım ile Pakize Tarzi’nin de okulda okurken din değiştirdiği iddiası öne sürüldü. Müfettişler, 4 öğrencinin telkinler sonucu din değiştirdiği, öğretmenlerin görevlerini kötüye kullanmış oldukları yolunda rapor hazırladılar. Okul derhal kapatıldı. 3 Amerikalı kadının (okul müdürü Miss Jillson, jimnastik öğretmeni Miss Sanderson, biyoloji öğretmeni Miss Day) Hıristiyanlık propogandası yaptıkları gerekçesiyle yargılanması, üçer gün hapis ve üçer lira para cezasına çarptırılması Amerikan kamuoyunda Türkiye aleyhine bir tepki yaratmıştı. Bu olayın bu kadar büyümesi ve ulusal bir mesele halini alması tarihçiler tarafından cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan kimlik krizi olarak açıklanmaktadır. Ksenofanes Ksenofanes (Antik Yunanca: Ξενοφάνης, MÖ 570-480). Sokrates öncesi düşünürlerden bir tanesi olan Ksenofanes Kolophonlu'dur (şimdiki İzmir-Değirmendere). Geleneklere, dolayısıyla da Yunan sporcularının yüceltilmesine, kehanetlere ve özellikle de halkının insan biçimli çoktanrıcılık anlayışına karşı çıkmıştır. Onun hakkında bilgi veren kaynaklar başta Aristoteles olmak üzere, Diogenes Laertius, İskenderiyeli Klemens ve MS 2. yüzyılda yaşamış olan Sextus Empricus'tur. Ayrıca Ksenophanes'in kendisine ait olduğu bildirilen fragmentler de vardır. MÖ 540 yılında Anadolu'nun İranlılar tarafından işgal edilmesiyle yurdundan ayrılmak zorunda kalmıştır. Güney İtalya'da çok gezmiş ve gittiği yerlerde eğitici ve öğretici nitelikteki şiirlerini okuyarak dikatleri üzerine çekmiştir. Yaşamının sonlarına doğru, günümüze ancak kalıntıları kalmış olan Elea kentine yerleşmiştir. Ksenofanes insan ve kültür sorunlarına ilgi duymaktadır. İçinde yaşadığı Yunan toplumunun ve kültürünün temel kurum, kavram ve değerlerini sorgulamaktadır. Bunun için sıkı eleştiriler getirmekte ve bu eleştirilerini ise hiciv biçimiminde ifade etmektedir. Kökleri Homeros ve Hesiodos'a kadar inen, halkın tanrı kavramı ile savaşır: "Homeros ve Hesiodos tanrılara, insanlar arasında ne kadar ayıp ve kusur varsa hepsini yüklemişlerdir. Hırsızlık, zina ve birbirlerini kandırma." (B11) Ksenofanes tanrı kavramına ahlaki bir temel kazandırmak ister. Ona göre; bir yandan tanrılara saygı duymak, öte yandan onlar için bu tür çirkin masallar uydurmak birbiriyle uyuşmaz. Tanrıyı insan biçiminde tasarlamaya da karşıdır: "İnsanlar tanrıların kendileri gibi doğmuş olduklarını ve kendininkilere benzeyen elbiseleri, sesleri ve biçimleri olduğunu sanmaktadırlar." (B14) "Eğer öküzlerin, atların ve aslanların elleri olsaydı ve onlar elleriyle insanlar gibi resim yapmasını ve sanat eserleri meydana getirmesini bilselerdi, atlar tanrıların biçimlerini atlarınkine, öküzler öküzlerinkine benzer çizerlerdi ve onların her birine de kendi türlerine uygun bedenler verirlerdi." "Habeşler tanrıların kara ve basık burunlu, Trakyalılar ise mavi gözlü ve kızıl saçlı olduklarını söylerler." (B15,16) Ksenophanes bu tanrı tasavvuru karşısına tektanrıcılık düşüncesini çıkarmıştır. Bu düşüncenin halk üzerinde etkisi olmamışsa da tanrının, yerinde durarak, dünyayı düşünmekle kımıldattığı şeklindeki öğretisi, Aristoteles tarafından ele alınmak ve tamamlanmak suretiyle yüzyıllar boyunca hüküm sürmüştür. "Tanrı ve insanlar arasında en büyük olan, ne biçim ne düşünce bakımından insanlara benzer olamayan tek bir Tanrı." "O tümüyle göz, tümüyle düşünce, tümüyle kulaktır." "Hiçbir zorluk çekmeksizin her şeyi zihninin gücüyle yönetir." "Hiç kımıldamadan hep aynı yerde durur ve bir o yana bir bu yana gitmek yakışmaz ona." (B23,24,25,26) Asıl ilgi alanını oluşturmamakla birlikte bu konularda birtakım görüşler ortaya koymuştur: Dünya düzdür; üst tarafından hava küresi, daha doğrusu yarım hava küresi, alt tarafından ise toprakla çevrelenmiştir. Öte yandan Ksenophanes, güneşin havada bir doğru çizdiğini ve her akşam batıda bir çukura düştüğünü, ertesi gün ise doğudan yeni bir güneşin doğduğunu düşünür. Yıldızlar ise gündüzleri sönen, geceleri tekrar yanan kömür parçaları gibidirler. Dünya belki başlangıçta bir çamurdu. Zamanla güneşin etkisiyle suların bir kısmı buharlaştı, toprak kurudu ve böylece o bugünkü şeklini aldı. Ksenophanes'in karada deniz hayvanlarının, deniz yosunlarının fosillerini bulduğu, bundan hareketle bu kuramı ortaya attığı söylenmektedir. Ksenophanes dünyanın başlangıçtaki halinden birtakım değişmelerle şimdiki haline gelmiş olduğu şeklindeki açıklamasına benzer bir açıklamayı uygarlık hakkında da vermektedir: "Tanrılar insanlara her şeyi başlangıçtan itibaren vermemişlerdir. İnsanlar araştırma yaparak zamanla en iyiyi bulmuşlardır." (B18) Ayrıca kendisine ve öğretisine karşı eleştirici bir tavır takınmıştır: İnsan doğruya değil sadece doğruyu andırana ulaşabilir. "Tanrılardan hakikati ve de yeryüzündeki her şeyi öğrenen olmadı asla ve olmayacaktır da. Çünkü insan bir kez doğruyu tam tuttursa bile yine de öyle olduğunu bilmeyecektir." (B34) Ksenofanes Yunan felsefe tarihinde gerek İyonya doğa düşünürlerinden, gerekse Pythagorasçılar'dan farklı bir zihniyet temsil etmektedir. İyonya düşünürleriden farklıdır, çünkü dogabilimsel görüşleri itibarıyla onların bazı görüşlerini paylaşmaktaysa da eğilimi itibarıyla bu tür sorunlara, yani evrenin nasıl ortaya çıktığı, ana maddesinin ne olduğu gibi sorunlarla gerçekten ilgilenen bir insan değildir. Öte yandan Ksenophanes'in amacının, Pythagoras gibi ruhun kurtuluşunu sağlamak olmadığı anlaşılmaktadır. Nitekim bir şiirinde açıkça onunla ve onun ruh göçü anlayışıyla alay etmektedir. Benzer şekilde Dionysosçular da tuhaf ayinleri ve öğretileriyle Ksenophanes'in alaycı eleştirilerinden kendilerini kurtaramamaktadırlar. İnsan biçimcilik Antropomorfizm ya da insan biçimcilik, insanî vasıfların başka bir varlığa atfedilmesidir. Hayvanlar, cansız varlıklar, doğa güçleri, çok ve tek Tanrılı dinlerdeki tanrılar, melekler, şeytanlar, cinler ve daha başka kavramlar da ""Antropomorfizm"" konusu olabilir. ""Antropomorfizm"", Yunancada insan anlamına gelen ανθρωπος ("anthrōpos") ile şekil veya biçim anlamına gelen μορφη ("morphē") kelimelerinden oluşur. Eski Yunan dinlerinde antropomorfizm, Homeros ve Hesiodos'un tanrıları insan gibi anlatmasıyla başladı. Buna karşılık, pek çok Eski Yunan düşünürü, yurttaşlarının dini görüşlerine karşı çıktı, antropomorfizmi eleştirdi, soyut tek tanrılı inancı savundu. Meselâ, Aristo'nun "Fizik" kitabındaki ilk unsur, hiçbir insanî özellik taşımaz. Tanrı hakkında teşbihi antropomorphic bir dil kullanılıp kullanılamayacağı konusunda Yahudi, Hıristiyan ve İslam düşünce tarihinde oldukça yoğun tartışmalar olmuştur. Kutsal kitaplarda Tanrı’yı hem teşbih eden hem de tenzih denilen olumsuzlama örneklerine rastlanmaktadır. Üç dinin de bu konuya yaklaşımını incelediğimizde hem Kur’an’ın hem de Kitab-ı Mukaddes’in olumsuz nitelemeler yanında olumlu nitelemeleri çok daha fazla kullanıldığı görülecektir
; yani vahiyde tenzihten çok teşbih vardır. Batı'da ilk defa On Sekizinci Yüzyıl ortalarında kullanılmaya başlanılan ""Antropomorfizm"" kelamcılar tarafından İslâm'daki Müşebbihe i'tikadî mezhebinin eşdeğeri olarak algılanmış ve bu durum putperestliğe denk olarak gösterilmiştir. İslâm toplumunda Allah inancının belirli değişimler geçirdiği, Örneğin Kur'an ve hadislerde Gökyüzünde Arş' (Koltuk)ta oturan ve Allah'ın eli, yüzü, karnı, bacağı gibi belirli insani sıfat ve tanımlamalar taşıyan bir Allah inancının daha sonra kelamcılar tarafından sorgulandığı, bu kapsamda farklı görüş ve mezheplerin ortaya çıktığı görülür. Kur'an’da Allah'ın 99 ismi arasında verilen intikam alan, sabırlı olan gibi bazı isimler ile "(yemin etme, beddua etme, hikâyeler anlatma, kendisine dostlar ve düşmanlar edinme gibi)" bazı fiiller Kişisel tanrı olarak tanımlanan ve Tanrı’ya insanî sıfatlar atfeden diğer örneklerdir. Pakize Tarzi Pakize İzzet Tarzi (1910, Halep - 2004, İstanbul), Türk jinekolog. Türkiye'nin ilk jinekoloğu, ilk özel kadın doğum kliniği kurucusu ve İstanbul Boğazı'nı yüzerek geçen ilk kadındır. Osmanlı Döneminde Ziraat Bankası Suriye genel müdürü İzzet Saltık Bey'in kızı olan Pakize Tarzi, babasının görev yaptığı Halep'te dünyaya geldi. Ailesi 1918'de İngilizler'in Şam'ı işgal etmesi üzerine Adana'ya, Adana'nın Fransızlar tarafından işgali üzerine Konya'ya taşındı. Ortaokul diplomasını Konya'daki Sörler Okulu'ndan aldı. Delibaş İsyanı sırasında ablasının ölmesi, Konya Merkez Komutanı amcası Mustafa Tevfik Bey'in esir düşmesi üzerine Bursa'ya taşındılar. Bursa Amerikan Kız Koleji'nde lise öğrenimini tamamladıktan sonar tıp okumaya yöneldi. Ailesi, Pakize'nin okuması için İstanbul'a taşındı. Mahkeme kararıyla yaşını büyütüp Darülfünun'da fizik ve kimya bilimleri okumaya başladı. Hariciye ve histolojide amatörlük yılını geçirdi; yurt dışından gelen öğrenciler ile ilgilendiği görevler aldı. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa'nın kız tıp öğrencilerinin köyleri görmesini istemesi üzerine geliştirilen proje kapsamında üç hafta Anadolu’da çalışır; kadınları bilinçlendirmeye gayret etti. 1932 yılında okuldan mezun oldu; üniversitedeki ilk kadın asistan olarak başında Wilhelm Liepmann'ın bulunduğu Haseki Kadın Hastalıkları Kliniği'nde çalışmaya başladı. Kadın Hastalıkları ve Doğum alanında uzmanlık eğitimi aldığı sırada Profesör Liepmann ile pek çok ameliyata girdi ve zor tedaviler uyguladı. İstanbul Üniversitesi 1. Kadın Doğum Kliniği'nin ilk kadın uzmanı sıfatını elde ederek üniversitede ayrıldı. 1935 yılında Afgan Kralı Emanullah Han'ın yeğeni Fettah Tarzi ile evlendi. Bir süre eşiyle birlikte yaşadıkları Roma'da doktorluk yaptıktan sonra ülkesinde doktorluk yapma isteği nedeniyle İstanbul'a yerleşti. Doçentlik sınavında tezi kabul edildiği halde, uygulamalı ders anlatımı sınavında 45 dakikayı tamamlamadığı için doçentliği kabul edilmeyen Pakize Tarzi, bunun üzerine üniversiteden ayrıldı. 21 Temmuz 1949'da Şişli’de Türkiye'nin ilk kadın doğum kliniğini açtı. 1998'e kadar klinikte aktif olarak çalıştı. Binlerce kişinin doğumunu gerçekleştirdi. Hayvanları Koruma Derneği'nin, İstanbul Soroptimist Derneği'nin (1948) kurucuları arasında yer aldı. 10 Ekim 2004 tarihinde öldü. Pakize Tarzi, Fatma, Zeynep ve Mahmut isimlerinde 3 çocuk annesiydi. Eşi kanalıyla Afgan hanedanına akraba olan Pakize Tarzi, kızı Zeynep Tarzi'nin Sultan II. Abdülhamit'in torunu Ertuğrul Osman Osmanoğlu ile evlenmesi nedeniyle Osmanlı hanedanına akraba olmuştur. Necati Güngör'ün "Son Kadınlar" adlı kitabında Tarzi ile yapılmış bir söyleşi de yer almaktadır. Pakize Tarzi "Anılar" adlı bir kitap yayınlamıştır. Sosyal pedagoji Sosyal pedagoji, Alman bilim insanı Adolf Diesterweg (1790-1866) tarafından ilk defa ortaya atılan bu terim, toplumda mağdur duruma düşmüş, sosyal yönden tecrit edilmiş veya şahsî yönden problemleri olan insanların sosyal hayata yeniden kazandırılmaları, bağımsız ve üretken hâle gelmelerini sağlayan terapoytik, eğitimsel ve danışmaya yönelik hizmetlerin bütünüdür. Daha basit bir yaklaşımla sosyal pedagoji, sosyal sorunlu çocuk, genç ve yetişkinlerin okul dışı eğitim ve terbiyesidir. Bazı sosyal bilimciler, sosyal pedagojiyi, toplumsal eğitim veya yaygın eğitim anlayışı ile daha çok halk eğitimi veya kitle-toplum eğitimi olarak tanımlamaktadır. Bazıları da sosyal pedagojiyi, halk eğitimi çerçevesinde dar anlamda sadece yetişkinler eğitimi olarak görmektedir. Topluma yönelik eğitim faaliyetlerinin ortak noktası, okul dışı, bir başka ifadeyle örgün eğitimin dışında kalmasıdır. Dolayısıyla, sosyal pedagoji; mecburî eğitimini tamamlamış olan veya buna paralel olarak bazı sosyal sorunlu kişiler için, genelde kamu kurum ve kuruluşlarca düzenli, planlı ve sistemli bir şekilde yürütülen yaygın eğitim faaliyetlerinin bütünüdür. Örgün eğitim sistemine hiç girmemiş veya herhangi bir kademesinde bulunan veya bu kademeden çıkmış gençlere ve bütün yaş gruplarına, örgün eğitimin yanında veya dışında düzenlenen eğitim, öğretim, rehberlik ve uygulama faaliyetleri, sosyal pedagoji kapsamına girmektedir. Halk eğitiminin yöneldiği kitle; yaş, akıl, cinsiyet, eğitim düzeyi, öğrenme ihtiyacı-isteği, sosyal statü ve sosyal gereklilik bakımından birbirinden farklı kişilerden meydana gelmektedir. Türkiye'de halk eğitiminden yararlanan kişilerin başında daha çok okuma yazma bilmeyenler, ev kadınları; beceri sahibi olmayan veya niteliksiz işsizler¸ serbest meslek erbabı; yaşadıkları ülkenin lisanını bilmeyen yabancılar, işçiler; işverenler; çiftçi; öğrenci; zanaatkâr ve esnaf gelmektedir. Sosyal pedagojik faaliyetlerin kapsamına hemen hemen aynı sosyal gruplar girmektedir. Ancak, bu hedef kitlelerin içinde psiko-sosyal yönden sorunlu olan kişiler, asıl sosyal pedagojin ilgi alanına girmektedir. Sosyal eğitim faaliyetleri, sosyal politikalar, sosyal hizmetler, gençlik hizmetleri ve aile hizmetleri aracılığı ile yürütülmektedir. Avrupa'da sosyal pedagojik hizmetler, 19. yüzyılda kilise tarafından başlatılmıştır. Hedef grup, daha ziyâde sanayi devriminden olumsuz yönde etkilenen ve şehirlere göç eden büyük ailelerin çocukları olmuştur. Bu dönemde örneğin Almanya'da, özellikle büyük şehirlerde kilise örgütleri tarafından muhtaç gençlere, meslekî eğitim imkânı tanıyan yurtlar, dernekler ve okulların yanında özel çocuk bakım evleri açılmıştır. Bugün, sosyal pedagojik hizmetlerin faaliyet alanları ile sosyal çalışmanın faaliyet alanları birbirine çok yakındır. Bir kamusal sosyal faaliyet biçimi olarak sosyal çalışma, kötü sosyal şartları ortadan kaldırmak ve sosyal sorunlu kişi ve ailelere aynî veya nakdî destek sağlamakla bu maddî sorunun ortadan kalkmasına yardımcı olurken, sosyal eğitim daha çok bu sosyal grupların eğitimleri ile ilgilenmektedir. Türkiye'de sosyal pedagoji ve sosyal çalışma faaliyetleri, sınırlı imkânlar doğrultusunda daha çok sosyal hizmetler çerçevesinde yürütülmektedir. Yaygın eğitim faaliyetlerinin büyük bir bölümü ise, iyi organize edilmiş bir şekilde daha çok Halk Eğitim Merkezleri tarafından düzenlenmektedir. 1956 yılında açılmaya başlayan ve sayıları 1960'da 19'a, 1970'de 334'e, 1980'de 567'ye ve 1991'de de 767'ye ulaşan Halk Eğitim Merkezleri, il ve ilçelerde Millî Eğitim Müdür Yardımcılarından birine bağlı olarak çalışmaktadır. Halk Eğitim Merkezlerinde eğitim hizmetleri, genellikle 4 değişik alanda olmaktadır: Fatiha Suresi Fatiha Suresi, (Arapça:سورة الفاتحة) Kur'an'daki ilk suredir. Mekke döneminde 5. sure olarak indirildiğine inanılmaktadır. Toplam yedi ayet olarak numaralandırılmıştır. Önemine ithafen Fatiha Şerife olarak da hitap edilir. Kur’anın ilk suresi olduğu için “başlangıç” anlamına gelen "Fâtiha" adını almıştır. Fatiha Suresi ayrıca ikinci ayetinin başlangıcına binaen Elham olarak da anılır. Sûrenin ayrıca, “Ümmü’l-Kitab” “es-Seb’ul-Mesânî” (övülen yedi ayet), “el-Esâs”, “el-Vâfiye”, “el-Kâfiye”, “el-Kenz”, “eş-Şifâ”, “eş-Şükr” ve “es-Salât" gibi adları da vardır. Fatiha Suresi'nin ilk sure olarak Kuran 'ın başında yer alması; Sure’nin içeriğinde, Kur'an öğretisinin bir özetinin yer alması olarak açıklanmıştır. Surede övgü ve yüceltilmeye layık tek Allah’ın varlığı, hâkimiyeti, tek ilah oluşu, tapınmanın ancak ona yapılıp ondan yardım isteneceği özet olarak ifade edilir. Fatiha suresi aynı zamanda bir dua ve yakarıştır. Övgü'nün Allah'a ait olduğunun söylenmesi, 34. Sure olan Sebe Suresinde de tekrarlanır. Besmelenin okunuşu: "“Bismillahirrahmanirrahim.”" Anlamı: ""Rahmân (ve) rahîm (olan) Allah'ın adıyla."" Fatiha Suresi'nin başında bulunan Besmele'nin İslam'da özel bir yeri vardır. Tevbe suresi hariç bütün surelerin başlangıcında bulunmaktadır. Ayrıca Neml suresinin 30. ayetinde de zikredilir. Ancak besmelenin her surenin bağımsız bir ayeti mi yoksa tüm surelerin başında okunan tek bir ayet mi olduğu tartışmalı bir meseledir. Geçerli görüşe göre "besmele sadece Fatiha suresi ve dolayısıyla da Kuran’ın ilk ayetidir." Bu sayede surenin ayet sayısı yediye tamamlanır ve Hicr suresi 87. ayetteki ifadeye uygun hale gelir: ""Andolsun ki, biz sana tekrarlanan yedi âyeti ve yüce Kur'an'ı verdik"" (Hicr, 87). Fatiha her namaz rek'atında tekrarlanır ve ikişerli bir zincir oluşur. Diyanet İşleri Başkanlığı Fatiha Suresi'ni 7 ayet olarak kabul etse de; kuruma bağlı olan Camilerde, cemaatle namaz kılınırken imam besmeleyi içinden, surenin diğer ayetlerini ise sesli okur. Cemaat ile kılınan namazlarda Fatiha Suresi okunduktan sonra, Kuran’da bulunmayan ve Yahudilikten (İbranice) hristiyanlığa da geçmiş olan Âmin sözü gelenek olarak cemaatçe söylenmektedir. Bir rivayete göre Muhammed âmin konusunda şunu söylemiştir: Fatiha Suresi namaz haricinde okunduğunda genellikle İhlas Suresi de üç defa tekrarlanır. Bu dörtlemeye halk arasında genellikle "üç Kulhü bir Elham" denir. Fatiha ve İhlâs surelerinin beraber okunması suretiyle İslam'daki Allah kavramı ana hatlarıyla özetlenmiş olur. Rumuz Rumuz veya takma ad; bir kimsenin bilinçli olarak gerçek ismi yerine kullandığı isim. Anlamlı veya tamam
en uydurma olabilir. Gerçek ismini herhangi bir nedenle açıklamak istemeyen kişilerin internet dünyası veya gerçek dünyada kullandıkları sahte isimlerdir. Örneğin Güzin Abla ve Haydar Dümen gibi uzman ve köşe yazarlarına mektup gönderen okuyucular, gerçek kimliklerini gizlemek için rumuz kullanırlar. Rumuzun İngilizce karşılığı nickname'dir (kısaca nick). Bir bilgisayar terimi olarak tüm dünyada yaygın şekilde kullanılmaktadır. İnternet yaygınlaştıkça orijinal halinde Türkçeye de girmiştir. Günümüz Türkçesinde, nickname, İnternet'te belli bir iletişim (haberleşme) hizmetini, düzenli olarak kullanmak isteyen kişinin, kendi adından farklı olarak, bu hizmeti, gerçek adını gizleyerek kullanmak için, kendine taktığı ad veya ad yamasıdır. Lakaplar bir kimseye (veya bir sülaleye) belirli bir özelliğinden dolayı genellikle başkaları tarafından takılan adlardır: Uzun Hasan, Büyük İskender vb. Olumlu veya olumsuz anlamlar içerebilirler. Elbette bir kimse -eğer lakabı varsa- bunu çeşitli ortamlarda rumuz olarak kullanmayı da yeğleyebilir. Mahlaslar yazar ve şairler tarafından, eserlerinde gerçek adları yerine kullanılan takma adlardır. IV. Murad IV. Murad (Osmanlı Türkçesi: مراد رابع Murād-i rābi‘) (27 Temmuz 1612, İstanbul - 8 Şubat 1640, İstanbul), 17. Osmanlı padişahı ve 96. İslam halifesi. 1623 ile 1640 yılları arasında hüküm sürdü. Revan (Erivan) ve Bağdat fatihidir. IV. Murad İstanbul'da, Sultan I. Ahmed'in ve Kösem Sultan'ın oğlu olarak dünyaya geldi. Ağabeyi II. Osman'ın Yedikule zindanlarında bir grup isyancı tarafından öldürülmesi üzerine amcası I. Mustafa tahta geçmişti. Akli dengesi bozuk olan amcası I. Mustafa'nın yerine 11 yaşındaki IV. Murad padişah yapıldı. Osmanlı Padişahı II. Osman'ın tahttan indirilerek öldürülmesi üzerine yerine akli dengesi bozuk olan I. Mustafa tekrar tahta çıkarılmıştı. I. Mustafa akli dengesindeki bozukluktan ötürü devleti yönetemeyecek bir durumda olması nedeniyle alınan karar gereği tahttan indirildi. Yerine ise 10 Eylül 1623 tarihinde tahta oturtulan IV. Murad geçti. Ebu Eyyûb el-Ensarî Türbesi’nde Aziz Mahmud Hüdayi’nin elinden kılıç kuşanan IV. Murad, tahta çıktığında sünnetsiz olduğu için cülûsunun 5. günü sünnet edildi. Çeşitli olumsuz olaylar sebebiyle kargaşa dolu bir ortamın olduğu dönemde tahta çıktı. Osmanlı'da can ve mal güvenliği neredeyse kalmamış ve hazine tükenme noktasına gelmişti. Çözülmesi gereken en önemli iç ve dış meseleler arasında Abaza Paşa isyanı ve Bağdat’ın Safevilerden geri alınması konusu önde geliyordu. IV. Murad'ın henüz çocuk yaşta olması ve tecrübesizliğinden dolayı devlet yönetiminde Sadrazam Kemankeş Kara Ali Paşa kısa bir dönem öne çıktıysa da sorunları çözme noktasında yetersiz kaldı. IV. Murad'ın saltanatının ilk 9 yılı annesinin kontrolü altında geçti. II. Osman'ın öldürülmesi üzerine bulunduğu yerlerdeki yeniçerileri öldürterek cezalandırmaya başlayan Abaza Paşa, IV. Murad devrinin de önemli bir sorunuydu. I. Mustafa'nın ikinci padişahlığı devrinde ayaklanan yeniçeri düşmanı Abaza Paşa durdurulmak isteniyordu. Yeniçeriler diz kapağındaki yanık üzerinden tanınmaya çalışılınca ilgisiz halk da yeniçeri oldukları iddiasıyla Abaza Paşa'nın adamlarınca öldürülüyordu. Ele geçirilen yeniçerilerin boyunlarını vurduran Abaza Paşa, 1626'da Dişlenk Hüseyin Paşa'yı da öldürttü. Esir aldığı yayabaşı ve bölükbaşılarından ise dördünü dörder parça ettirip Erzurum Kalesi burçlarına astırdı. Abaza Paşa sorunu ile meşgul olan Halil Paşa bu hususta bir başarı elde edemeyince 1628 yılında IV. Murad tarafından görevden alındı. Bu sırada Abaza Paşa'nın iki adamı İstanbul'da yakalanınca IV. Murad'ın emri üzerine oyulan omuz başlarına mumlar dikilip çarmığa gerilerek binek hayvanları üzerinde İstanbul sokaklarında teşhir edildiler. Sonrasında ise birinin başı kesildi, diğeri de çengele vurularak öldürüldü. Yeni sadrazam Hüsrev Paşa'nın 1628'de düzenlediği sefer neticesinde teslim olan Abaza Paşa, IV. Murad tarafından yine de bağışlandı ve Bosna beylerbeyliğine atandı. Böylelikle Osmanlı için yıllardır sorun olan bir meseleye son verilmiş olundu. IV. Murad tahta geçtikten sonra hızlı bir eğitime tabi tutuldu. Bu süre içerisinde padişah adına annesi Kösem Sultan "saltanat naibesi" adıyla devleti yönetmek zorunda kaldı. Padişah adına devleti annesinin yönetecek olması Osmanlı tarihinde bir ilktir. Bu süre içinde imparatorluk anarşiye ve büyük iç karışıklıklara sürüklendi. Safeviler, Irak'ı ele geçirdi, Bağdat başta olmak üzere birçok yerde sünniler kılıçtan geçirildi. Safevi orduları Mardin'e kadar ilerledi. Orta Doğu'daki sünni - şii dengesi bozuldu. Kırım, Yemen, Lübnan ve Mısır'da ciddi isyanlar çıktı. Abaza Mehmed Paşa, Doğu Anadolu'da iki kez isyan çıkardı. Askerlere verilen maaşlar arttırılırken, vergi sistemi bozulduğundan gelirlerde azalma görüldü. Kuzey Anadolu'da işlevsizleşen Tımar sistemi ve buna bağlı artan yolsuzlukları öne süren halk isyan başlattı. Safevilere karşı yürüttüğü seferde başarısız olan Sadrazam Hüsrev Paşa'nın azli üzerine 1632 yılında Yeniçeriler sarayı basarak sadrazam ile 17 devlet yöneticisinin kellesini istedi. Yeni Sadrazam Hafız Paşa yeniçerilerce öldürdü, birçok devlet adamının evi yağmalandı. İkinci bir isyana kalkışarak padişaha güvenmediklerini söyleyen yeniçeriler, ileride padişah olacak şehzadelerin hayatlarından şüphe ettiklerini, sağ olduklarının bir ispatı olarak şehzadelerin kendilerine gösterilmesini hatta bazı şehzadelerin Yeniçeri Ocağında kendi himayelerinde kalması gerektiğini söylemişlerdir. Padişah, şeyhülislam ve veziriazamın kefil olması ile yeniçerileri bu isteklerinden vazgeçirmiştir. Asilerin ayak divanına çıkartıp yaptıkları pazarlıklarla genç padişahı zor durumda bırakması, acizliği, yaşı itibarıyla sürekli küçümsenmesi ve annesinin himayesinde kaldığı düşüncesi onun ilerde sert bir mizaca bürünmesine neden olmuştur. Kösem Sultan Anadolu'daki isyanları bastırmak için birçok girişimde bulunmuş ve en dikkat çekici olan Abaza Mehmed Paşa isyanı son bulmuştur. Kendisi anarşi döneminde ülkeyi toparlama konusunda yoğun bir çaba sarf etti. Dokuz yıllık saltanat naibeliği boyunca Kösem Sultan 8 veziriazam, 9 defterdar değiştirmiştir. Bunun yanında muhtaçlar için aşevleri açtı, hayır kurumları yaptırdı, borçları yüzünden hapishaneye düşmüş olan mahkûmların borçlarını ödeyerek onları hapisten kurtardı ve fakir kızların çeyizlerini düzerek onları evlendirdi. Bu icraatları ilk döneminde toplum ve bürokrasi çevrelerinde takdir görmüştür. Bir çeşit saltanat naibi gibi devleti yöneten annesi Kösem Sultan ve bazı devlet adamlarının etkisi altında geçen saltanatının ilk yıllarında idareye etkisi kısıtlı olan IV. Murad, 1632'den itibaren yönetimde gücünü gösterir oldu. Tütün ve kahveyi yasakladı. Yasağın sebebinin 1630'ların başındaki büyük İstanbul yangını olduğu bilinir ve yangın sonrası çıkabilecek bir ayaklanmaya karşı tedbir olarak İstanbul'daki kahvehaneler yıktırılır. Tütün içenlerin ise öldürülmelerine dair fetva çıkarılır. Tütün içenlerden orduya mensup kişiler tespit edilince eli, ayağı kırılıp boyunlarının vurulduğu da oluyordu. Tütün yasağı nedeniyle evlerin bacaları dahi koklatılıyor, tütün kokusu gelen evlerdeki kimseler ceza olarak öldürülüyordu. Ayrıca meyhane ve kahvelerin Yeniçeri ve isyancıların toplanma mekânı haline gelmesi padişahı düşündürmüştü. Yasak, kaybolan devlet otoritesinin de bir nevi tekrar tesisinin bir göstergesi olacaktı. Padişah kendi yasağına ne derece uyulduğuna bağlı olarak otoritesini ölçtü. Bu nedenle yasak çok katı bir şekilde uygulandı. IV. Murad, yasağa uymayanların öldürülmesini emretti. Bizzat kendisi özellikle geç saatlerde kıyafet değiştirerek yasağa uyulup uyulmadığını kontrol etti ve bulduğu şüphelileri öldürttü. Bu tebdil-i kıyafet teftiş uygulamasını sıklıkla yapmış ve birçok meyhaneyi gece kendisi bizzat baskınlar ve infazlarla kapattı. Padişahın üstün ve kutsal bir figür olarak Topkapı Sarayı'nda bulunmasına alışık İstanbul halkı halk arasına karışan ve doğrudan gücünü sergileyen IV. Murad'a bu yüzden farklı bir gözle bakmıştır. Sultanın ölünceye kadar sürdüğü bu uygulaması sonucu hiçbir padişaha karşı üretilmeyen efsane ve menkıbelere neden olmuştur. IV. Murad'ın sözlü kültürdeki zengin konumu onun özlenen otoriter bir padişah figürünün bir tecellisi olarak yorumlanmıştır. IV. Murad içkiyi de halka yasaklamış, ancak kendisi içki içmeyi sürdürmüş ve bu içki bağımlılığı ölümünün bir nedeni olmuştu. IV. Murad dönemindeki bir diğer yasak ise yatsıdan sonra fenersiz dışarı çıkma yasağı idi. Kıyafet değiştirerek yatsıdan sonra sokakları gezen IV. Murad, fenersiz gezenlerle karşılaşınca ceza olarak onları öldürtmekteydi. Sabah olduğunda bu nedenle cezalandırılan kişilerin ölü bedenleri yerlerde görülüyordu. Yasağa uymayanları ölümle cezalandıran IV. Murad, bir defasında kıyafet değiştirip gezerken, camiden geç saatte çıkıp fenersiz evine giden bir imamın çocuğunu yakalamış ve onu yasağa uymadığı için öldürtmüştü. Dini bir hareket olan Kadızadelilerin IV. Murad'ın yasaklarına destek ve etkileri olmuştu. IV. Murad'ın tütün yasağını getirmesi ve kahvehaneleri yıktırması gibi kararlarında ona destek veren Kadızadeliler ile bir birlikteliği vardı. Tütün ve kahvenin haram olduğunu ileri süren Kadızadeliler hareketi, yeniliklere karşı katı bir pozisyon almış ve ateşli vaazları ile halk kitlelerini peşlerinden sürüklemişlerdi. 1634 yılında IV. Murad Bursa'ya giderken yoldaki karları temizletmediği gerekçesiyle soruşturma yapmadan İznik kadısını astırır. Yaklaşık iki yıl şeyhülislamlık yapan dönemin şeyhülislamı Ahizade Hüseyin Efendi'nin bu olayı eleştirmesi ise şeyhülislamın sonunu hazırladı. İznik kadısının öldürülmesi İstanbul'da duyulunca Şeyhülislam Ahizade Hüseyin Efendi bu olayı eleştirmekten geri durmaz. Bu eleştirinin cezası ise her ne kadar başta "derhal Kıbrıs'a sürgün" kararı olduysa da IV. Murad sürgünle yetinmedi ve Şeyhülislam Ahizade Hüseyin Efendi'yi boğdurtarak öldürttü. Cesedi bulunmaması için kumsala gömüldü. Ahizade Hüseyin Efendi'nin oğlu ise bindiği
farklı gemi denize açılmış olduğundan dolayı öldürülmekten kurtuldu.1638 yılında ise dönemin etkili isimleriyle anlaşmazlık yaşayan Osmanlı hekimbaşı Emir Çelebi, hakkında afyon kullandığı söylenerek IV. Murad'a ihbar edilir. Bunun üzerine IV. Murad'ın bir satranç oyunu sırasında Emir Çelebi'ye zorla fazla miktarda afyon yutturması üzerine Emir Çelebi zehirlenerek ölür. Hafız Ahmed Paşa'nın isyancılarca öldürülmesi 1631 yılında Hüsrev Paşa'nın yerine ikinci defa sadrazamlığa getirilen Hafız Ahmed Paşa, ilk iş olarak bulundukları yerlerde rahatsızlığa neden olan serbest durumdaki askerleri İstanbul'a getirtmeye çalıştı. Bu sebeple devlet erkanının davet edildiği bir toplantı yapılarak konu görüşüldü ve alınan karar gereği davet mektupları yazılarak askerler İstanbul'a çağırıldı. Böylelikle çok kalabalık bir asker topluluğu İstanbul'da birikmiş oldu. Hafız Ahmed Paşa'nın makamına göz diken Topal Recep Paşa ise İstanbul'a gelenlerle temas kurarak Hafız Ahmed Paşa'yı onların hedefi haline getirmeye uğraştı. Şubat 1632'de kışkırtmaların sonucu öfkeli sipahiler At Meydanı'nda ayaklanarak Hüsrev Paşa'nın azline neden olanları IV. Murad'dan istediklerini beyan ettiler. Bu olaylar sırasında İstanbul'daki dükkânlar, çarşılar kapandı ve insanlar kapılarını kapatarak evlerine çekildi. Ayaklanan askerleri durduracak bir güç bulunmadığından herkes ne yapacağını şaşırmıştı. Nihayet ayaklananlara sonraki gün bir yanıt verileceği duyuruldu. Hafız Ahmed Paşa da başına geleceklerden çekinmeyerek yola koyuldu. Saray kapısının önü koynu ve cebi taşlarla dolu olan sipahilerce tutulmuştu. At üzerinde geçerken kendilerine selam veren Hafız Ahmed Paşa'ya içlerinden biri taş atınca diğerleri de ona uyarak Hafız Ahmed Paşa'yı taş yağmuruna tutup atından düşürdüler. Paşa'nın muhafızları derhal onu kaldırarak Babıhümayun'dan geçirip bir odaya kaçırdılar. Paşa'yı koruyanlardan birinin göğsüne hançer saplayıp öldürdüler. IV. Murad'ın huzuruna çıkan sadrazam Hafız Ahmed Paşa, mühri hümayunu eliyle teslim ederek sadrazamlıktan çekildi. IV. Murad ise ona kaçıp saklanmasını söyleyince kıyafet değiştirip kayığa binerek Üsküdar tarafına geçti. Babüssaade önünde ayak divanı isteyen isyancı askerlere karşı Enderun halkını silahlandıran IV. Murad ne istediklerini sordu. Verdikleri listedekileri öldürmek isteyen isyancılar, IV. Murad'a doğru hamlede bulununca padişah hızla geri çekilerek içeri girdi. Sarayda bulunan Recep Paşa, Hafız Ahmed Paşa'nın geri getirtilmesini tavsiye etti. Hafız Ahmed Paşa gelince padişah ikinci kez ayak divanına çıktı ancak kalabalık isteğinden vazgeçmiyordu. Hafız Ahmed Paşa da bunun üzerine, "Padişahım! Hezar Hafız kulun yoluna fedadır ancak ricam budur, beni sen öldürtme, ko, bunlar öldürsün, şehit olayım!" diyerek isyancılara doğru yürüyüp gitti. Hafız Ahmed Paşa pala ve kılıç darbeleriyle öldürüldü. Mevlevi şeyhi Ebubekir Çelebi'nin sürgün edilişi Revan seferine giderken Mevlevi postinişin (şeyhi) Ebubekir Çelebi ile de görüşen IV. Murad, ona iltifatta bulunup tekkesi için ödenek verdi. Padişahın yakınlığını kazanan Ebubekir Çelebi, bu sayede çevresinde daha güçlü ve sözü geçer bir hale geldi. Konya’daki hükümet adamları ve kadılar ona başvurmadan bir iş göremez oldular. Bu durumundan rahatsız olanlar da IV. Murad Konya’ya tekrar geldiğinde şikayette bulundular. IV. Murad şikayetler dolayısıyla Ebubekir Çelebi’nin öldürülmesini emrettiyse de araya giren bazı kimselerin ricası üzerine Ebubekir Çelebi'yi bağışlayıp sürgüne gönderdi. Nakşibendi şeyhi Mahmud Urmevi'nin öldürülmesi IV. Murad döneminin etkili Nakşibendi şeyhlerinden biri olan Mahmud Urmevi, IV. Murad'ın emri üzerine idam edilmiştir. Mahmud Urmevi'nin 40.000 kadar müridinin bulunduğu kaynaklarda yer alır. "Rumiyye şeyhi" olarak da bilinen Mahmud Urmevi, Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi'nde şöyle geçer: ""Murad Han Diyarbakır'a geldiğinde Kimyacı Maanoğlu kızını ve Rumiyye şeyhi Aziz hazretlerini bir günde şehit edip İstanbul'a hicri 1048 tarihinde girdi ve yedi gün yedi gece şenlikler oldu."" Sakarya Şeyhi'nin cezalandırılması Ilgın'da "Sakarya Şeyhi" diye tanınan Ahmed isminde bir şeyh mehdiliğini ilan ederek kendine inandırdığı köylüleri etrafında toplamıştı. İnsanlar para ve adaklarını ona veriyor, onun için canlarını vereceklerini söylüyorlardı. Durdurulması için üzerine asker gönderildiğini haber alan Sakarya Şeyhi, yaklaşık sekiz bin kişiyi toplayıp çarpışmaya karşı hazır bulundu. IV. Murad’ın Sakarya Şeyhi’nin üzerine yollattığı askeri kuvvet yenilince üç bin kişilik ek bir kuvvet daha gönderildi. Ancak bu kuvvet de mehdi olduğunu iddia eden Sakarya Şeyhi Ahmed'i ele geçiremeyince, anlaşmaya varılan bir yerli sayesinde baskınla yakalandı. IV. Murad'ın huzuruna çıkarılan şeyh, padişah tarafından azalarlandı. Parmakları kesilen Sakarya Şeyhi başında siyah bir sarık ile çıplak bırakılıp eşeğe bindirilerek teşhir edildikten sonra burnu, kulağı, elleri ve ayakları kesildi. Böylelikle Sakarya Şeyhi orada can verdi. IV. Murad'ın devrinde Nef'i, Hezarfen Ahmet Çelebi, Lagari Hasan Çelebi, Bekri Mustafa, Evliya Çelebi, Şeyhülislam Yahya gibi kişiler yaşamıştır. Şair Nef'i hicivleriyle ünlü divan şairidir, döneminin devlet adamlarını çarpık düzenini hicvetmektedir. Bazen hicivleri yüzünden başı derde giren Nef'i padişah tarafından defalarca uyarılmıştır, ancak padişaha söz vermesine rağmen hiciv yazmaya devam edip Vezir Bayram Paşa hakkında hiciv kaleme alınca IV. Murad'ın emriyle 1635 yılında boğdurularak idam edilmiştir. Hezarfen Ahmet Çelebi ve Lagari Hasan Çelebi'nin uçuş denemeleri bu dönemin en dikkat çeken bilimsel gelişmeleri olmuştur. Sultan IV. Murad'ın izni ve bilgisi dahilinde önce Hezarfen Ahmet Çelebi kendi yaptığı dev kanatlarla Galata Kulesi'nden Üsküdar'daki Doğancılar meydanına bir uçuş gerçekleştirmiştir. Bu uçuşun Galata Kulesi'nden Kız Kulesi'ne yapılması planlanmışsa da rüzgar uçuş rotasını etkilemiştir. Bu uçuş zannedildiği gibi padişaha rağmen değil bizzat padişahın da (Bağdat Köşkü'nün bulunduğu yerden) seyrettiği planlı bir faaliyettir ve uçuşun ardından Hezarfen yine padişah tarafından takdir ve yeni çalışmalar için destek görmüştür. Uçuş dünya havacılık tarihi açısından önemli bir yere sahiptir. Eğer gerçekliği genel kabul görürse Hezarfen o güne kadar gökyüzünde en uzun süre kalan, süzülen ve uçan ilk havacıdır. Dahası uçuşu kıtalararası ilk uçuştur. Ancak bugün yapılan bazı bilimsel çalışmalar Hezarfen'in sadece süzülerek boğazın bir yakasından diğerine kadar uçabilmesini şüpheli görür. Hem Galata Kulesi'nin yüksekliği hem de boğazdaki mevcut hava akımı bu uçuşu zora sokmaktadır. Sadece süzülerek mi uçtuğu, birikimini nereden sağladığı, nerede ve nasıl çalıştığı ya da taktığı kanatların mahiyeti bugün tam olarak bilinememektedir. Ayrıca bu uçuşun Hezarfen'in ilk deneyimi olup olmadığı da tartışmalıdır. Bazı deneme uçuşları yapmış olması muhtemeldir. Kendisi hakkındaki bilgiler çok kısıtlıdır ve çoğu söylence ve dedikodudan ibarettir. Hezarfen'e gösterilen bu ilgiden cesaret alan Lagari Hasan Çelebi de yine IV. Murad'ın izni ve denetiminde uçuş çalışmaları için destek görmüştür. En önemli ve kayıtlara geçen uçuşu padişahın kızı Kaya Sultan'ın doğum günü ya da düğün merasiminde 1633 yılında Topkapı Sarayı'nda, bugünkü Sarayburnu'nda gerçekleşmiştir. Lagari kendi yaptığı ve içinde bulunduğu bir füze ile tüm davetlilerin gözü önünde gökyüzüne dikey olarak uçmuş ve barutu tükenmeye yakın da kendi yapımı olan bir paraşütle boğaza atlamıştır. Bu uçuşu da doğru kabul edersek Lagari Hasan Çelebi yerden gökyüzüne bu derece yükselmeyi başarabilen ilk insandır. Dahası füzeciliğin ve roketli uçuşun da babasıdır. Kendisi de padişahın desteğini almış olmasına rağmen sonraki dönemlerde sürgüne gönderilmiştir. İddialara göre bu ilk uçuş denemelerine sempatiyle yaklaşan Sultan IV. Murad, hem Hezarfen'den hem de Lagari'den tedirgin olmuş ve ikisini bir daha bir araya gelemeyecek şekilde İstanbul'dan uzaklaştırmıştır. Hezarfen Ahmet Çelebi Fizan'a (Tarablusgarb/Libya) Lagari Hasan Çelebi ise Kırım'a sürgün edilmiştir. Fakat padişahın bu iki bilim adamına ilk aşamada gösterdiği destek gözden kaçmakta ve sürgün nedenlerinin üzerinde durulmamaktadır. Denemelerinin boyutları ve rahatsızlık nedeni tam olarak bilinememektedir. İddialar göre padişaha bazı devlet adamlarının telkinlerde bulunduğu ve "Allah insanların uçmasını isteseydi onları zaten kanatlarıyla birlikte yaratırdı, bu kişiler Allah'a karşı gelmektedirler." diyerek etkiledikleri söylenir. Padişahın bu iki kişiden tedirgin olması ve onları iktidarına karşı bir tehdit olarak algılaması da tartışmalı bir konudur. Çünkü Hezarfen ve Lagari Hasan Çelebi'ler İstanbul'da bulunmakta ve denetim ve destek görerek çalışmaktadırlar. Bundan başka bazı tarihçiler bu iki denemeye de şüpheli yaklaşır. Nedeni kaynaklardan teyit edilemiyor olmasıdır. Abartılı üslubuyla dikkat çeken Evliya Çelebi'nin seyahatnamesi'nin bu derece önemli bir iddiayı referans almak için güvenilir bulanamamasıdır. Çünkü uçuşlarla ilgili tek kaynak Seyahatname'dir. Günümüzde bu olaylarla ve kişilerle ilgili yanlış bilinen birçok bilginin ve iddianın Seyahatname'de yer almadığı ve tamamen kurgudan ibaret olduğu unutulmamalıdır. Tarihçi Erhan Afyoncu ise Evliya Çelebi'nin güvenilir bir kaynak olduğunu iddia eder. Ona göre Seyahatname'deki birçok bilgi, anlatı devrin başka kaynaklarıyla örtüşmekteyken Lagari ve Hasan Çelebi'nin tamamen uydurma olarak değerlendirilmesini doğru ve samimi bulmaz. Ona göre bu iki bilim adamı ve uçuş denemeleri gerçek kabul edilmelidir. Oldukça sert, disiplinli bir kişiliği olan IV. Murad, emirlerinin kesin olarak yerine getirilmesini bekler ve verdiği emirlerin uygulanışını takip ederdi. Emirlerine uyulup uyulmadığını tespit etmek için kıyafet değiştirerek halk arasında gezerdi. Kızdığı zaman kolaylıkla birini ölümle cezalandırabildiği için etrafındakilerin yanı sıra halk üzerinde de büyük bir korku yaratmıştı. IV. Murad bir gün Beşiktaş'tan geçerken öküz arabasıyla oradan geçen bir köylü nedeniy
le yolu kapanınca sinirlenerek köylüyü ok ile vurarak yaralamış, bununla da hırsını alamayarak öldürülmesini isteyince, yanında duran Duçe Mehmed'in köylüyü kurtarmak için öldüğünü söylemesi sayesinde köylü ölümden kurtulmuştu. Osmanlı tarihinde ilk defa bir şeyhülislâm (Ahizâde Hüseyin Efendi) onun emriyle öldürülür. Kuvvetli bir hafızaya sahip olduğu kabul edilir. Sporcu kişiliği ve güçlü bir yapıya sahip oluşu ile bilinen IV. Murad, ata binip dolaşmayı severdi. Tütün ve afyondan nefret etmesine karşın son derece içki düşkünü biri olan IV. Murad, yakın çevresiyle içki alemleri düzenlerdi. Kimi tarihçiler, onun bazı geceler oldukça sarhoş olduğunu, bu yüzden de o sırada verdiği idam emirlerinin infaz edilmemesini önceden tenbih ettiğini belirtir. Son Osmanlı Halifesi Abdülmecid 1920'lerde kaleme aldığı bir risalesinde IV Murad hakkında "geleceğin en büyük hükümdarı olmaya namzet (aday) iken içtiği rakının kurbanı olduğu" diye yazar. Yine Mehmet Halife adlı bir Osmanlı tarihçisi de "Tarih-i Gılmâni" adlı eserinde Sultan IV. Murad ile ilgili şöyle söylemektedir: "Düşmanın kökünü kesti, eşkiyadan intikam aldı. O güruhun hiç biri elinden canını kurtaramadı." "Revan ile Bağdat'ı alıp Kızılbaş'ı kahretti. Sağ kalaydı eğer bütün İran'ı ve Turan'ı alırdı. Cihanda on yedi yıl saltanat sürdükten sonra sonunda Allah'ın emriyle onun da devri son buldu." "Merhum Sultan Murat gayet yiğit, boylu boslu ve heybetli idi. Öylesine iyi cirit ve ok atardı ki, akranı bulunmazdı. Ciritine kimse dayanamazdı. Merhum, cirit ile sekiz Arnavut kalkanını delip Budin'e göndermiştir. Bir okla on iki zırhı delip Mısır'a göndermiştir." IV. Murad Arapça ve Farsça bilmekteydi. IV. Murad Osmanlı sultanları arasında fiziksel kuvvetiyle ünlüdür. Kaynaklarda geniş omuzlu, heybetli bir kimse olarak anlatılan IV. Murad'ın oldukça kuvvetli olduğu bilinir. Silâhdar Mûsâ Paşa'yı kuşağından tutup kaldırarak Has Oda'yı birkaç kez dolaştırdıktan sonra yere indirdiği söylenir. Devrin tanınmış pehlivanlarıyla güreştiği, 200 okkalık gürz kullandığı, kılıç, ok gibi silâhları kullandığı belirtilir. Ata binmeyi seven IV. Murad'ın cirit oyununa merakı vardı. Padişahın tek kolla 60 kilogramlık gürzleri ve 50 kilogramlık yayları ustalıkla kullandığı, Revan seferinde top güllelerini tek başına topa sürdüğü, İran'dan hediye olarak gelen ve esneklik mukavemeti az olduğu için tek kişinin çabasıyla kurulamaz olarak kendisine takdim edilen bir yayı çok kişiye denetmiş, ancak tek başına kimsenin kuramaması üzerine yayın iki ucunu içe doğru esneterek yay telini diğer ucada yetiştirerek tek başına 2 kez kurduğu söylenir. Bir gece Bağdat'ta onu öldürmek için odasına giren 4 cellatı kendisinin öldürdüğü iddia edilir. Konya'da Abisi Genç Osman'ın infazında rol oynadığı iddia edilen iki eski Yeniçeriyi kalabalığın arasında tanımış ve gürzüyle öldürmüştür. Hindistan'dan gelen bir elçi heyeti IV. Murad'a çok sağlam ve her darbeye karşı dayanıklı bir kalkan hediye etmiştir. Kalkanın sağlamlığını denemek isteyen Padişah adamlarına kalkanı bir yere asmalarını söyler, kalkan asıldıktan sonra bu kalkana ok atışları yapmış bu kalkanı defalarca delmiştir. IV. Murad'ın gürzü ve yayı şu an Topkapı Sarayı'nda sergilenmektedir. IV. Murad devrindeki en önemli askerî olay Safevîlere karşı girişilen 1623-1639 Osmanlı-Safevî Savaşı'dır. Bu savaşta Osmanlı orduları Revan Seferi ile Doğu Anadolu, Ahıska, Revan (Erivan) ve Kafkaslar'ın önemli bir bölümünü ele geçirmiştir. Anadolu'da bozulan otoriteyi sağlamak adına bu seferi ve Bağdat seferini bir fırsat olarak görmüştür. Bu yüzden geçtiği birçok yerde hakkında şikayette bulunulan birçok devlet görevlisini, isyancıyı ve Safevi ajanını infaz ettirmiştir. Anadolu, Kanuni Sultan Süleyman'dan beri ilk defa padişahı Anadolu'da görme fırsatını bu seferlerle bulmuştur. 1638 yılındaki Bağdat Seferi ile 1624'ten beri İran işgali altında bulunan bu şehri yeniden Osmanlı topraklarına katmıştır. Bağdat Seferi, Osmanlı tarihinin en gösterişli seferlerinden birisi olmuş ve padişah büyük bir komutan edasıyla Doğuda varlık göstermiş, uzun ve kanlı bir kuşatmadan sonra Sunni üstünlüğünü doğuda tekrar tesis etmiş kendisi de Bağdat Fatihi olarak anılmıştır. Kuşatma 40 gün sürmüştür. Sefer Genç Osman marşına konu olan ve dahası birçok efsane ve menkıbeyle ölümsüzleşmiştir. Bağdat'ta kuşatma devam ederken tahrip edilen İmam Azam'ın türbesine yüzü olmadığını söylerek ziyarette bulunmamış, Bağdat'ı Şiilerden almadıkça da huzuruna çıkmaktan haya ettiğini söylemiştir. Fetihle beraber ilk burasını ziyaret etmesi Sunni İslam çevrelerinde onu bir kahramana dönüştürmüş ve Selahaddin Eyubi ile kıyaslanmıştır. Sefer sırasında, Anadolu'daki tüm isyanları ve isyan etmesi muhtemel unsurları yok etti. Böylece devlet otoritesi yeniden ve kesin bir şekilde sağlandı. Safeviler, kesin Osmanlı zaferi karşısında çaresiz kalınca barış istemek zorunda kaldılar ve 1639 mayısında Kasr-ı Şirin Antlaşması imzalandı. Antlaşma neticesinde Mezopotamya Osmanlı egemenliğine girdi ve I. Dünya Savaşı'na kadar Osmanlı'nın toprağı olarak kaldı. IV. Murad, İstanbul'a döndükten sonra saygın devlet adamlarına, imparatorluğun eski parlak günlerine dönmesine yönelik ekonomik ve siyasi projeler hazırlanması emrini verdi. Ama hastalığı ve erken ölümü, onun imparatorluğu dönüştürme fikirlerine ve çalışmalarına engel oldu. IV. Murad, Revan Seferi sırasında ortaya çıkan hastalığı (siroz veya nikris) nedeniyle ciddi sağlık problemleri yaşar. Her ne kadar kısa bir dönemliğine düzeldiyse de 1639 Kasım'ında durumu tekrar kötüleşir. Sağlığı iyice kötüleşince yakın çevresinde bulunanlar IV. Murad'a içkiyi bırakmasını önerdiler. Oldukça çok içki içen IV. Murad, her ne kadar hastalığı üzerine içkiyi bir müddet bıraktıysa da hastalığı biraz düzelme gösterince tekrar içkiye başladı. Sağlık durumu git gide kötüleşen IV. Murad, kardeşi Şehzâde Kasım'ı boğdurduğu odada henüz 28 yaşında iken 1640 yılında öldü. IV. Murad'ın erken yaştaki bu ölümü içkiye olan aşırı bağımlılığından dolayıydı. Ölmeden önce kardeşi İbrahim'i öldürtmek istediği ancak saraydakilerin bunu engellediği söylenilir. IV. Murad dönemi Osmanlı İmparatorluğu'nun duraklama döneminde toparlandığı bir dönem olarak kabul edilir. Bu toparlanma ölümü ile bozulmuş ve 1656 yılında Köprülü Mehmet Paşa'nın sadrazam olmasına kadar da tekrar sağlanamamıştır. IV. Murad'a devlet idaresinde yol gösterici olması için Koçi Bey tarafından risaleler hazırlanmıştır. Bu risalelerde padişahın isteği üzerine devletin gücündeki zayıflamanın ve bozulmanın nedenleri ortaya konmuş ve çözüm için öneriler üretilmiştir. "Muradi" mahlasıyla hem divan hem aşık tarzı şiirler yazmıştır. Döneminde halk edebiyatı büyük gelişme göstermiş, manzumelerine şairler tarafından nazireler yazılmıştır. Yazdığı divan şiirlerini düzenlemesi için Vehbi Osman Çelebi'ye emanet etmiş fakat ölümüyle birlikte bu divan ortadan kaybolmuştur. Hattattır. Talik yazıda kendi geliştirmiştir. İcazetini Hat hocası Tulumcuzade Abdurrahman Efendi'den almıştır. Güzel yazıya ve musikiye ilgi duymuştur. Mehter müziğinin önde gelen bestekarları arasında sayılan IV. Murad'ın sözlü eserleri yanında saz eserleri de bestelediği bilinmektedir. Yılmaz Öztuna onun bestelediği 15 eserinin listesini vermiştir. Sözleri de kendisine ait olan "Uyan Ey Gözlerim Gafletten Uyan" ilahisi de bu bestelerden birisi olarak kaydedilir. (Bazı araştırmacılar bu ilahinin IV. Murad'a değil III. Murad'a ait olduğunu ileri sürer.) Dönemin önemli simalarından Evliya Çelebi, onun huzurunda yapılan edebiyat ve musiki cemiyetlerinden genişçe söz etmektedir. Bunlar arasında Kör Hasanoğlu Mehmet Çelebi'nin haftada iki gece padişahın huzurunda hayal oyunu sergilemesi de vardır. İtalyan düşünürü Machiavelli'nin "Prens" adlı eserini Türkçeye çevirtmiştir. Okçuluğa ve topçuluğa ilgi duymuştur. Hobi olarak yay ve kiriş imal eder, seferlerde kendisi top atışları yapardı. Cirit atardı. Matrak oyununa (eski bir savaş sporu) ilgi duyar ve iyi bir icracısı (matrakbaz) sayılırdı. Saray ahırında 300'den fazla seçme binek, 50'ye yakın da yarış atı bulundurmuştur. Kendi şahsına mahsus 9 atı vardı. Bu atlar öldüğü zaman gelenek icabınca cenazesinde ters bir şekilde eğerlenerek kortejde yürütülmüştür. Revan ve Bağdat seferleri boyunca gördüğü vakıf eserlerini tamir ettirmiştir. Fırat nehrinin Elazığ'ın kuzeyinde kalan bölümü bugün onun adını taşır. Topkapı Sarayı'na Revan ve Bağdat köşklerini yaptırmıştır. Bizzat kendisinin komuta ettiği iki büyük sefer icra etmiştir. Bu seferlerine sorguçlu bir miğfer ve zırh giyerek gitmiş ve aynı kıyafetlerle geri dönmüştür. Bağdat Seferi'nden yine aynı kıyafetlere ek olarak bir pars postu giyerek dönmesi dikkat çekici bulunmuştur. Doğu'ya yaptığı iki büyük sefer ve İstanbul dışındaki gezileri IV. Murad'ın haremden uzak kalmasını gerektirmiştir. IV. Murad donanmaya da büyük yatırımlar yapmış ve Otuz Yıl Savaşlarından faydalanarak Venedik üzerine bir sefer hazırlığı yaptırmıştır. Hazırlanan donanma Girit'in fethinde büyük faydalar sağlamıştır. Başarıları ve askerliğe yatkınlığıyla ordu ve halk tarafından saygı duyulan bir padişah olmuştur. Özlenen karizmatik padişah figürünü fazlasıyla sergilemiş bu yüzden de hakkında birçok menkıbe üretilmiş ve Anadolu'da birçok yerel yapıya adı verilmiştir. İlber Ortaylı IV. Murad'ı "17. yüzyılın en büyük mareşali" ölümünü de "büyük bir kayıp" olarak tarif eder. Evliya Çelebi 32 çocuğu olduğunu yazar. Bilinenler bunlardır. I. Ahmed Sultan I. Ahmed Han, (Osmanlı Türkçesi: "Ahmed-i evvel", Divan Edebiyatı'ndaki mahlasıyla Bahtî; 18 Nisan 1590, Manisa – 22 Kasım 1617, İstanbul) 14. Osmanlı padişahı, 93. İslâm halifesidir. Sultan III. Mehmet ve Handan Valide Sultan'ın oğludur. Sancağa gitmeyip tahta çıkan ilk Osmanlı padişahıdır. I. Ahmed 18 Nisan 1590 tarihinde babası Şehzade Mehmed'in sancak beyi olduğu Manisa şehrinde doğdu. Annesi Handan Valide Sultan'dır. 1595 yılına gelindiğinde dedesi III. Murad vefat edince babası III. Mehmed ile beraber İstanbul'a geldi. Kendisinden önce Selim,
Cihangir ve Mahmud isminde üç ağabeyi daha olan Şehzade Ahmed ve ikinci eş durumunda olan annesi Handan Sultan bir güçsüz konumdaydılar. Fakat Şehzade Selim ve Şehzade Cihangir'in erken ölümü ile Şehzade Mahmud en büyük şehzade olarak Veliaht ilan edildi. Fakat Şehzade Mahmud'un annesi olan Halime Sultan'ın müneccime oğlunun tahta çıkması konusunda soru sorduğu mektup Safiye Sultan'ın eline geçince, muhtemelen Handan Sultan ile de iş birliği yapan Safiye Sultan torununu öldürmesi için oğlu Sultan Mehmed'i ikna etti. Tahta kast edebileceği yönünde dedikoduların artması üzerine III. Mehmed'in emriyle 7 Haziran 1603 günü Şehzade Mahmud dairesinde boğduruldu. Böylece hiç umut yokken Şehzade Ahmed'e tahtın yolu açıldı. Aradan 6 ay kadar geçtikten sonra da babası Sultan Mehmed aniden hayatını kaybetti. Şehzade Ahmed kendisini yetiştiren annesi sebebiyle oldukça dindar bir padişah olarak bilinir ve yaptırdığı Sultan Ahmet Camii de bunun bir nişanesi sayılabilir. Babası III. Mehmed'in vefatı üzerine hemen ertesi gün apar topar vuku bulan cülus töreni 22 Aralık tarihinde ya da 21 Aralık 1603 Pazar günü sabahı gerçekleşmiştir. Nasıl ki babası kendinden evvelki sultanlara nazaran en genç yaşta hayatını kaybetmiş hükümdar ise I. Ahmed de o vakte kadar babasının vefatıyla tahta geçenlerin arasındaki en genç hükümdardır. Eyüp Sultan'da kılıç kuşanarak tahta geçen ve Kanunî Sultan Süleyman'dan sonraki padişahlar içinde devlet işleriyle yoğun şekilde uğraşan ilk padişah olarak kabul edilen I. Ahmed ilk yıllarında daha pasif bir padişahlık sürdürdü. I. Ahmed tahta çok küçük yaşta çıktığı için yarı naibe rolüyle Handan Sultan oğlu için bir öğretici oldu. Bu konuda Leslie Peirce, Handan Sultan'ın oğlu döneminde çok güçlü biri olduğunu ve tecrübesiz oğlu için zihinsel anlamda pek çok şeyi aşıladığını ve geri planda devleti yönettiğini varsaymaktadır. Oğlu üzerinde etkili olan annesinin etkisiyle sultan Ahmed ilk iş olarak tahta çıkışından 19 gün sonra büyük bir alayın refakatinde Safiye Sultan'ı Eski Saray'a göndertti. Böylece devleti kötü yönde etkileyen bir ekip de saraydan uzaklaştırılmış oldu. Sonraki diğer kararlarında da annesinin etkili olduğu açıktır. Sultan I. Ahmet tahta geçtiği sırada Avusturya Savaşı devam ediyordu. Osmanlı kuvvetleri Belgrad'dan Budin'e doğru ilerlemekteydi. Peşte (25 Eylül 1604) ve Hatvan kaleleri savaş yapılmadan kolaylıkla ele geçirildi. Osmanlı ordusu ilerleyerek Budin'in kuzeyinde bulunan Vaçkalesini ele geçirdi (16 Ekim 1604). Osmanlı Ordusu, Sultan I. Ahmet'in buyruğu üzerine Belgrad üzerinden Budin'e yürüdü. 29 Ağustos 1605'de Estergon Kalesi kuşatıldı ve tam karşısındaki Ciğerdelen kalesi fethedildi. 8 Eylül'de Vişegrad, 19 Eylül'de Saint Thomas (Tepedelen) kaleleri fethedildi. 3 Ekim 1605'de ise Estergon Kalesi teslim alındı. 12 Kasım 1605 günü annesini kaybeden I. Ahmed için yeni akıl alacağı kişi Derviş Paşa olmuştu. Devam eden zorlu seferler Osmanlı Devleti'nin belini bükünce artık paşalar diğer devletler ile daha iyi ilişkiler kurma yoluna girmek isteyecektir. Osmanlılar da, Avusturyalılar da art arda yapılan bunca savaştan dolayı sosyal ve ekonomik yönden çok yıpranmışlardı. Daha önce yapılan barış görüşmelerinden bir sonuç çıkmamıştı. Ancak 11 Kasım 1606'da Estergon-Komorom arasında Zitva suyunun Tuna Irmağına döküldüğü yerde imzalanan Zitvatorok Antlaşmasıyla barış sağlandı. Antlaşmaya göre Eğri, Estergon, Kanije kaleleri Osmanlılarda, Raab (Yanıkkale) ve Komarom kaleleri Avusturyalılarda kalacaktı. Avusturya bir kereye mahsus olmak üzere 200.000 altın savaş tazminatı ödeyecekti. Avusturya Arşidükü protokolde Osmanlı Padişahına eşit sayılacak ve Osmanlı padişahı Avusturya Arşidüküne yazışmalarda Kutsal-Roma İmparatoru (Sezar/Kayser) unvanıyla hitap edecek, her üç yılda bir karşılıklı armağanlar gönderilecekti. Avusturya'nın Macaristan için ödemekte olduğu yıllık 30.000 altın vergi ise kaldırılacaktı. Zitvatorok Antlaşması, Osmanlıların lehine gibi görünse de Osmanlı Devleti artık eski gücünde değildi. Bu antlaşma ile Osmanlı Devleti'nin Avusturya karşısındaki üstünlüğü sona ermiş, siyasi dengeler Osmanlı aleyhine bozulmaya başlamıştır. Bu barış antlaşmasının Osmanlı Devleti'nin imzalandığı en istifadeli antlaşma olduğu kabul edilmektedir. Anadolu beyliklerinin en uzun ömürlülerinden birisi olan Ramazanoğulları Beyliği, Yavuz Sultan Selim döneminde 1514 yılından sonra ise Osmanlılar'a tabi olmuştu. I. Ahmet dönemine denk gelen 1608 yılından sonra Adana'nın Halep'e; Sis ve Tarsus'un da Kıbrıs Beylerbeyiliğine bağlanmasıyla Ramazanoğulları Beyliği sona ermiştir. Sultan I. Ahmet tahta geçtiği sırada, Osmanlı İmparatorluğu batıda Avusturya, doğuda Safevi devleti ile savaş halindeydi. Osmanlı ordusu Sinan Paşa komutasında Nahçıvan üzerinden Revan'a yürüdü. Bu arada yeniçeriler Van'a dönülmesini istiyorlardı. Osmanlı ordusu kışı Van'da geçirdi. Tebriz'i geri almak için yapılan savaşta Osmanlı ordusu, Şah Abbas'ın ordularını Selmas yörelerinde yendi. Ancak Erzurum Beylerbeyi Sefer Paşa'nın çekilen düşman kuvvetlerini izleyip asıl ordudan ayrılmasını fırsat bilen Şah Abbas, ordu merkezine ani bir saldırıda bulundu. Yenilgiye uğrayan Sinan Paşa önce Van'a, daha sonra da Diyarbakır'a çekildi. Şah Abbas Şirvan, Şamahı ve Gence'yi kolaylıkla ele geçirdi. Osmanlı İmparatorluğu Avrupa'da devam eden Avusturya Savaşı ve iç isyanlarla uğraştığı için İran cephesinde başarılı olamıyordu. Sadrazam Nasuh Paşa, Şah Abbas'ın barış önerisini kabul etti. 1612 yılında yapılan Nasuh Paşa Antlaşmasıyla 9 yıl süren Osmanlı-Safevi Savaşı sona erdi. Yapılan antlaşmayla, Safeviler Osmanlı Devletine 200 deve yükü ipek vermeyi kabul ettiler. 1615 yılına kadar süren barış dönemi Şah Abbas'ın antlaşmayı bozması üzerine sona erdi. Yapılan savaşlarda Osmanlılar çok kayıp verdi. Sultan II. Osman (Genç Osman) döneminde, Nasuh Paşa Antlaşması temel alınarak yapılan Serav Antlaşması ile barış tekrar sağlanacaktır. (26 Eylül 1618) Yavuz Sultan Selim döneminde binlerce taraftarı ile ayaklanan Bozoklu Celal, Osmanlı Devleti için büyük problem olmuştu. Bu isyanlar bastırıldı ise de Anadolu'da meydana gelen iç isyanlar ve karışıklıklara yine Celali İsyanları denildi. Sultan I. Ahmet döneminde Celali İsyanları tekrar patlak verdi. Tavil Ahmed, Canboladoğlu, Kalenderoğlu ve Deli Hasan ayaklanmaları bunlardan en önemlileridir. Sadrazam Kuyucu Murat Paşa'nın ısrarlı ve sert politikaları sonunda Celali İsyanları zor da olsa bastırıldı. Sultan I. Ahmed yakalandığı tifüs hastalığından kurtulamayarak 21 Kasım'ı 22 Kasım'a bağlayan gece 1617 yılında 27 yaşında vefat etti. Halkın sevdiği padişah Sultanahmet Camii yanındaki türbesine defnedildi. Kendisinden sonra getirdiği sisteme uygun olarak kardeşi I. Mustafa tahta geçti. I. Ahmed saltanatında hanedan veraset sistemini değiştirip kardeş katli kanununu kaldırmıştır. Yerine ailenin aklı başındaki en büyük üyesi padişah olur sistemini ("Ekber ve erşad sistemi") getirmiştir. Bu yeni kanunun şehzadeler arasındaki rekabetin ve taht kavgalarının taht için gerçekleştirilen kardeş katlinin önlenmesi açısından Osmanlı tarihinde çok büyük önemi vardır. I. Murad döneminde Şehzade İbrahim ve Halil'in boğdurtulmasıyla başlayıp Fatih Sultan Mehmet (II. Mehmed) döneminde kanunlaşan kardeş katli kanununu kaldırmıştır. Yerine Ekber ve erşad sistemini (ailenin aklı başında olan en büyük üyesi) getirmiştir. Böylece oğullarından üçü padişah olmuştur. Bunlar sırası ile Genç Osman, IV. Murad ve İbrahim'dir. Ayrıca kardeşi Mustafa'yı da önceki padişahlar gibi öldürtmemiş, yaşamasına izin vermiştir. Nitekim kardeşi Mustafa da padişah olmuştur. Bu yeni kanun, kardeş katlini önlemesi açısından Osmanlı tarihinde büyük bir öneme sahiptir. Sultan Ahmet Camii İstanbul'daki tarihî yarımadada, Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa'ya yaptırılmıştır. 4 Ocak 1610'da altı büyük minareli ve 16 şerefeli Sultanahmet Camii'nin temel atma merasimi yapıldı. Dinine bağlı bir insan olan Sultan I. Ahmet, caminin temelleri kazılırken eteğinde toprak taşıdı. 9 Haziran 1617'de inşaatı biten Sultanahmet Camii ibadete açıldı. Ayrıca Şehzadebaşı Kuyucu Murat Paşa Külliyesi, İstanbul Mesih Paşa Camii, Elmalı Ömer Paşa Camii onun zamanında yaptırılan önemli mimari eserler arasındadır. Din bilimleri Din bilimleri, dinle teolojik bakış açısıyla ve normatif yöntemlerle ve apolejetik (dini savunma) amaçla ilgilenen Teoloji veya ilâhiyat'ın aksine dinleri sosyal bilimler perspektifinden ve herhangi bir dini veya dinleri apolejetik (savunmacı) gaye gütmeden ve ideolojik muhalefet tavrı içine girmeden olgusal temelde araştıran ve analiz eden çeşitli sosyal bilim disiplinlerinin ortak adı. Araştırma Yöntemleri ve metodolojileri farklı olduğundan din bilimleri ("science of religion" veya Almanca'daki tabirle "Religionswissenschaft") ile teoloji (ilahiyat)birbirinden tümüyle olmasa da önemli ölçüde ayrılmaktadır. Bir teolog ile din bilimci arasındaki fark, birinin dini vahiy eksenli anlamaya diğerinin ise bilim perspektifi içinden bir dini veya tüm dinleri anlama ve açıklamaya çalışmasıdır. Hristiyanlıkta üniversitelerin teoloji bölümlerindeki Kutsal Kitap çalışmaları, misyonoloji (misyon bilimi) İslamiyette ilahiyat fakültelerindeki fıkıh, hadis, tefsir, kelam gibi alanlarla, dinleri sosyoloji, psikoloji, antropoloji, tarih gibi sosyal ve beşeri bilimler perspektifinden ele alan Din Sosyolojisi, Din Psikolojisi, Din Antropolojisi Din Fenomenolojisi gibi çeşitli alanlar birbirlerinden önemli ölçüde ayrılmaktadır. Din araştırmalarına duyulan ilginin tarihi Miletli Hecataeus'a (M.Ö. 550-476) ve Herodotus'a (M.Ö. 484-425) kadar geri götürülebilir. Daha sonra Ortaçağ'da İslam bilginleri İran, Yahudi, Hristiyan ve Hint inanç ve pratiklerini araştırmışlardır. Dinler tarihi alanında ilk eser müslüman araştırmacı Muhammed Şehristani'nin kısaca El-Milel ve Nihal (Dini Felsefi Gruplar üzerine Risale) olarak bilinen eseridir. 12. yüzyılda Peter the Venerable İslamiyet'i araştırmış ve Kur'an'ı Latince'ye çevirmiştir. Farklı dinlere olan bu ilgi
nin tarihi eski de olsa akademik bir disiplin olarak Dini araştırmaların tarihi yenidir. Bir bilim olarak dini araştırmaların ondokuzuncu yüzyılda başladığı söylenebilir. Oxford Üniversitesinde Karşılaştırmalı dinler alanındaki ilk profesör Max Müller olmuştur. Müller'in bu alanın ilk önemli eserlerinden biri olan kitabının adı "Introduction to the Science of Religion" (Din Bilimine Giriş)tir. 18. ve 19. asırlardaki bilim, biyoloji, kültür ve tarih şeklinde ayrımlaşan bilgi dallarından kültür ve tarih daha sonra yine 19. yüzyılda "beşeri bilimler" adını almıştır. 18. yüzyılda Almanya'da irrasyonel'i yani duygu, arzu ve hayalin rolünü ön plana çıkaran Sturmund Drang hareketi ve J.G.Herder ile mitolojinin bir dünya görüşü olduğu ifade edilmeye başlanmıştı. Fransız ihtilali sonrasında geçmişe uygarlıklara yönelik (Hindistan, Mısır, İran medeniyetleri) araştırmalar ile arkeoloji, filoloji, etnografi gibi tarihi bilimler doğmuş böylelikle mukayeseli dinler ve filoloji çalışmalarına yol açılmış oldu. Bu gelişmeler sonucunda Hollanda'da C.P.Tiele (1830-1902) tarafından yönetilen düşünürler grubu, teoloji yerine dinler bilimini başlatmışlardır. İlk din bilimleri çalışmaları dini femonenin araştırmacının teolojik ve bilimsel yargılarını parantez içine almasını gerektirdiği fenomenoloji ile başladı. Dini fenomen üzerine yoğunlaşan araştırmalar Fransa'ya da sıçradı ve orada College de France'da tesis edilen Dinler Tarihi kürsüsü Albert Reville'e (1826-1906) teslim edildi. Ernest Renan (1823-1892) bu harekete katıldı. Tiele ekolü çizgisinde bu hareket, dinin tarihi formlarından çok özü üzerine durdu. 18.yüzyıl sonu ve 19.yüzyıl başında Hollanda, Paris, Brüksel, Louvain'de dinler tarihi kürsüleri kurulmuş; Paris'te, Revue de l'Histoire des religions ve Revue des religions dergilerinin, Louvain'de de Meseon'un çıkmaya başlaması, 11-23 Eylül 1893'de Chicago'da World's Parliament of Religions'un toplanması gibi din bilimleri açısından önemli olaylar gerçekleştirilmiştir. Doğmakta olan dinler bilimi, beşeri bilimlerin tarihi-kültürel ekseninde dokümanter bilgi ve teorik açılımlarla bugüne kadar gelişmiştir. Farklı disiplinlere mensup bilim adamlarının dinlere getirdiği tanımlar bulunmaktadır. Din tanımlarını genel olarak teolojik, ahlaki, felsefi, psikolojik ve sosyolojik kategoriler altında ele alabiliriz. Dinin Teolojik Tanımları: Teolojik tanıma göre din "Tanrı’ya inanma","manevi varlıklara inanç" yahut da "korkutucu hem de cezbedici olan bir gizem" şeklinde tanımlanabilmektedir. Dinin Ahlaki Tanımları: Buna göre din, "duyguyla karışık ahlak" ve görevlerimizi yerine getirme bilincidir. Dinin Psikolojik Tanımları: Friedrich Schleirmacher'e göre din, "derin deruni tecrübenin bir türüdür" Dinin Sosyolojik Tanımları: Alman felsefecisi Harald Hoffding’e atfedilen ancak Durkheim Bronislaw Malinowski gibi antropologlar tarafından da kabul edilen sosyolojik din tanımı dini "değerlerin muhafazasıdır" olarak görür. Karl Marx'a göre ise sosyal ve ekonomik gücü ellerinde bulunduranların kalabalıkları hakimiyetleri altına almakta kullandıkları bir güç olan din, "halkın afyonu"dur. Dinin Felsefi Tanımları: Yirminci yüzyıl teologu Paul Tillich'e göre din, hususi özneler, semboller ya da kavramlarda ifade edilen soyut bir ideayı ifade eden manevi varlıkla ilişkiye yönelik "nihai bir ilgidir" Din araştırmalarında kullanılan araştırma yöntemleri çeşitli başlıklar altında kategorileştirilmeye çalışılmıştır. Peter Berger “işlevsel ve özsel” (functional and substantive); Robert Wuthnow “ikici ve bütüncü” (dualistic and wholistic); Robert Segal ise (diğer birçokları tarafından kullanılan) “indirgemeci ve indirgemeci olmayan” (reductionistic and nonreductionistic) biçiminde ayrımlar yapmıştır. Bazı araştırmacılar ise Dilthey'den aldıkları terimlerle kullanılan metodolojiyi iki ana başlık altında toplamaktadırlar. Buna göre din araştırmalarında kullanılan yöntem Verstehen (anlama/understanding) ve Erklären (açıklama/explanation) şeklinde ikiye ayrılmaktadır. Anlama yöntemi dini inananın bakış açısından "anlamaya" çalışırken "Açıklama" yönteminde tümdengelimsel mantık kurallarını takip eden tabii bilimler model alınmıştır. Bu modelde inanan kişinin seçiminden bağımsız olarak dini eylemleri "beyin faaliyetleri" veya "organizmanın çevresine tepkileri" şeklinde daha ziyade niceliksel yaklaşımla analiz edilmeye çalışılmaktadır. Marx, Freud, Ralph Burhoe, Radcliffe-Brown, Claude Levi Strauss araştırmalarında "açıklama" üzerine durmakta olan bilim adamlarından bazılarıdır. Yukarıda kısaca ifade edilen iki metodolojik yaklaşım olmasına rağmen her iki yöntemi de kullanan bazı araştırmacılar bulunabilmektedir. Örneğin Weber dinin kökenini ve tarihini açıklamaya çalışmakla birlikte karakteristik tipler ve fikri sistemleri de dinin anlaşılmasında kullanabilmektedir. Din bilimleri dinin ve dinlerin teolojik metotlar yerine sosyal bilim alanı içinde araştırılması amacıyla Avrupa'da doğmuşlardır. Başlangıçta sosyoloji, antropoloji, tarih gibi çeşitli alanlarda gelişmiş ve uzmanlaşma ile bu dalların alt dalı olarak gelişmesini sürdürmüştür. Örnek olarak din sosyolojisinin kurucusu aynı zamanda sosyolojinin de isim babası olan Auguste Comte'dur. Durkheim ve Weber'in de din sosyolojine katkısı olan eserleri bulunmaktadır. Eserlerin orijinallerinin basım tarihleridir. İslam ülkelerin tarihine bakıldığında farklı dinlere olan ilginin kaynağının oldukça eski tarihlere kadar geri gittiği görülmektedir. Özellikle Hindistan'daki Türk-Moğol hâkimiyeti sırasında Hint dinlerine geniş bir ilgi olmuştur. Harezmli Biruni'nin gittiği Hindistan'da Sanskritçe öğrenip yazdığı Kitab'üt Tahkîk Mâli'l Hind, Hint dini ve kültürü hakkında geniş bilgi veren dikkat çekici eserlerden biridir. Yine Ekber, Hint kutsal metinlerini çevirmiştir hatta Din-i İlahi adında farklı dinlerden unsurları bir araya getirdiği senkretik bir hareket ortaya çıkarmıştır. Türkiye'ye gelince farklı dinlere duyulan araştırma merakının daha az olduğu görülmektedir. İslam diniyle ilgili ilk bilimsel çalışmaların tarihi de oldukça yenidir. Başta Ziya Gökalp olmak üzere Hilmi Ziya Ülken, Erol Güngör gibi yazarlar İslamiyetin toplumsal yönü üzerine ilk öncü araştırmaları yapmışlar ancak genel olarak İslamiyet ve özelde de diğer dinler üzerine Batı'daki sosyal bilim disiplini içerisinden yapılan araştırmaların çok kısıtlı sayıda kaldığı görülmüştür. Bunun başlıca iki ana sebebi olduğu söylenebilir: 1-Türkiye'de din bilimlerinin ilahiyat alanı içinde ve ona destek olmak üzere okutulması gerektiği şeklindeki inanç ve düşünce. Bu yaklaşım sebebiyle din bilimleri alanındaki çalışmaların bir kısmı temel yaklaşımları itibarıyla hala ilahiyat çizgisinden ayrılabilmiş değildir. 2-Dinin ve dinlerin sosyal bilim mantığı içerisinde araştırılmasının önünde duran engellerden diğeri din veya dinlerin red veya kabul, iman ve inkar şeklindeki ideolojik ve siyasi seçimlerin çerçevesi içerisinden değerlendirilmeye çalışılmasıdır. Söz konusu iki kutuplu yaklaşımın tarihsel, siyasal ve kültürel bazı gerekçeleri olsa bile günümüzün sosyal bilimlerinin ve din bilimlerinin temel mantığının dinlerin kökenlerini araştırmak, bir "geneology" çıkarmak değil dinlerin toplum, kültür ve birey ile ilişkisini olgular düzeyinde araştırmak olduğu unutulmamalıdır. Kanal 7 Kanal 7, Yeni Dünya Medya Grubu bünyesinde Türkiye'de yayın yapan ulusal televizyon kanalıdır. Kanal 7'nin genel yayın yönetmeni Zahid Akman'dır. Kanal 7, 27 Temmuz 1994'te İstanbul'da yayın hayatına başladı. Kanal 7 ilk logosunu 27 Temmuz 1994 tarihinden 7 Haziran 1999 tarihine kadar kullanmış, ikinci logosunu da 8 Haziran 1999 tarihinden 13 Eylül 2002 tarihine kadar kullanmış ve üçüncü logosunu da 14 Eylül 2002 tarihinden beri kullanmaktadır. Kanal 7'nin saat 18:00'da başlayan Kanal 7 Ana Haber Bülteni'ni Hülya Seloni sunmaktadır. Ayrıca saat 21:00'de hafta içi her gün Haber Saati isimli haberleri Tümer Doğru sunmakta, "Arka Plan" adlı bölümünde gazeteci Fehmi Koru, yorumcu olarak katkıda bulunmaktadır. İskele Sancak programını her cuma gecesi Mehmet Acet sunmaktadır. Kanal 7'nin Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Karaman'dır. Kanal 7, 19 Aralık 2014'ten itibaren 16:9 geniş ekran formatına geçmiştir. 9 Kasım 2009 tarihinde Avrupa'daki Türklere yönelik yayın yapmak için açılmıştır. Daha önce Kanal 7 İnt adıyla yayın yapmıştır. Kanal Türksat 4A uydusu üzerinden 12236 V 4000 5/6 frekansından izlenebilmektedir. Kanal 7 HD, 18 Eylül 2014'te kurulan, Kanal 7 ile eş zamanlı yayın yapan Kanal 7'nin yüksek çözünürlüklü kanalıdır. 18 Eylül 2014 tarihinde Türksat 4A uydusunun devreye girmesiyle birlikte Kanal 7 HD, Türksat 4A 12103 H 8333 2/3 frekansından, D-Smart 27. kanaldan, Digiturk 34. kanaldan, Filbox 27. kanaldan, Türksat TKGS 7. kanaldan, KabloTV 27. kanaldan ve Tivibu 17. kanaldan izlenebilmektedir. "Kanal 7 Ana Haber"'i sırasıyla hafta içleri; İstanbul Park İstanbul Park Pisti İstanbul'da dünya standartlarındaki yarış pistidir. Dünyanın en büyük spor organizasyonlarından biri olan Formula 1 yarışlarına ev sahipliği yapmış olan pist, toplam 2 milyon 215 bin m'lik bir alanı kaplıyor. Önce pistin adı "İstanbul Speed Park"(Türkçesi:İstanbul Hız Parkı) konmak istendi ancak toplumun Türkçe duyarlılığı sayesinde pistin adı İstanbul Park'a çevrildi. Toplam uzunluğu 5 bin 378 m olan pistte 6 sağa, 8’i de sola olmak üzere toplam 14 dönemeç (viraj) yer alıyor. Saat yönünün tersine koşulacak biçimde tasarlanan pist, 124 bin lastik bariyerle çevreleniyor. Pistin tasarımını Hermann Tilke yapmıştır. Toplam seyirci kapasitesi yaklaşıl 150000 bin kişi olan İstanbul Park Pisti’nde 12 bin araçlık da otopark bulunuyor. İlk İstanbul Park Grand Prix'si 21 Ağustos 2005 tarihinde yapıldı ve McLaren Mercedes'in Fin pilotu Kimi Raikkonen bu yarışı kazandı. İkinciliği Renault'un dünya şampiyonu İspanyol pilotu Fernando Alonso kazanırken, üçüncülüğü de yine McLaren takımından Kolombiyalı Juan Pablo Montoya elde etti. 2006 yılındaki yarışı Ferrari'den Felipe Massa k
azandı. Renault pilotu Fernando Alonso ikinci, Ferrari pilotu Michael Schumacher üçüncü oldu. 2007 yılındaki yarışı da yine Ferrari'den Felipe Massa kazandı. Ferrari pilotu Kimi Raikkonen ikinci, McLaren-Mercedes pilotu Fernando Alonso ise üçüncü oldu. 2008 yılındaki yarışı Felipe Massa kazanarak, üst üste üçüncü kez birinci oldu. Lewis Hamilton 2. ve Kimi Raikkonen ise 3. olarak yarışı tamamladılar. İstanbul Park, 2012 Grand Prix takviminden çıkarılmıştır. 2005 yılında ölçülen en yüksek hız 329,15 km/saat (204,281 mil/sa) oldu. 2006'da ise önceki yıl kullanılan 3.0 litrelik V10 tornetlerden daha küçük, 2.4 litrelik V8 motorlarla ulaşılan son hız 320 km/sa oldu. Ancak bu, motor güçlerindeki azalmadan değil, lastiklerin özelliklerinden kaynaklandı. 2005 Türkiye Grand Prix'inin galibi, McLaren-Mercedes adına yarışan Kimi Räikkönen oldu. Start-finiş arasında liderliği bırakmayarak 1:24'34.454 süreyle yarışı kazanan Räikkönen'in ardından Renault F1 pilotu Fernando Alonso ikinci, diğer McLaren-Mercedes pilotu Juan Pablo Montoya üçüncü oldu. Yarışın en hızlı turu Juan Pablo Montoya tarafından 1'24.770 süreyle geçildi. Bu turda ortalama hızı 226,693 km/saat idi. 2006 Türkiye Grand Prix, Ferrari pilotu Felipe Massa tarafından kazanıldı. Massa, start-finiş arasında liderliği bırakmayarak yarışı kazandı. Yarışın en dikkate değer olayıysa, 2005'in şampiyonu Fernando Alonso ile 7 kez Formula 1 şampiyonu olan Michael Schumacher arasındaki çekişmeydi. 2006 San Marino Grand Prix'inde Alonso'yu arkasında tutarak yarışı kazanan Schumacher, bu kez Alonso'yu geçmek için uğraştı, ancak başaramayınca Alonso 2., Schumacher 3. oldu. 2007 Türkiye Grand Prix 2007 Formula 1 sezonu'nun 12. yarışı. 24 Ağustos ve 26 Ağustos tarihleri arasında İstanbul Park'ta yapıldı. Felipe Massa 1., Kimi Raikkonen 2. ve Fernando Alonso ise 3. oldu. Ortalama hız 218,360 km/saat oldu. Felipe Massa üst üste üçüncü kez yarışı kazandı, Lewis Hamilton 2. ve Kimi Raikkonen ise 3. oldu. En hızlı tur Kimi Raikkonen tarafından 1:26.506 olarak kaydedildi. 2009 Türkiye Grand Prix'sini Brawn GP takımından Jenson Button kazandı. İstanbul Park'ta bir ilk yaşanarak pole pozisyonunu almadan kazanan ilk kişi Jenson Button oldu. Bundan önce İstanbul Park'ta yapılan 4 yarışıda pole pozisyonunu alanlar kazanmıştı. Lewis Hamilton 1., Jenson Button 2., Mark Webber 3. oldu 8. viraj pılotların korkulu rüyası olmuştur. Yüksek yer çekimine (G kuvvetine) maruz kalan pilotlar bu virajdan korktuklarını her yarış başı söylerler. 8. viraj art arda 3 apex noktasına sahiptir. Bu anlamda dünyanın meşhur virajlarındandır. José Mauro de Vasconcelos Jose Mauro de Vasconcelos (d. 26 Şubat 1920 Rio de Janeiro, Brezilya- ö. 24 Temmuz 1984) Brezilyalı yazar. Vasconcelos, 26 Şubat 1920 de Rio de Janeiro yakınlarındaki Bangu kasabasında doğdu. Yarı Kızılderili yarı Portekizli, yoksul bir ailede doğan Vasconcelos iki ayrı kültürün de izlerini taşıdı. Oldukça yoksul olan ailesi, onu öğrenimini devam ettirmesi amacıyla Natal kasabasındaki amcasının yanına gönderdi. Orada 9 yaşındayken Potengi Irmağı’nda yüzmeyi öğrendi ve ilerde bir gün yüzme şampiyonu olmanın hayallerini kurdu. Liseyi Natal’da bitirdikten sonra 2 yıl tıp öğrenimi gördüyse de öğrenimini yarıda bırakıp yeni hayaller peşinde Rio de Janeiro’ya gitti. Orada ilk işi boks antrenörlüğü oldu. Tarım işçiliğinin yanı sıra garsonluk ve balıkçılık da yapan yazar, yaşamı boyunca çeşitli işlerde çalıştı. Bu durum, O'na yazdığı roman ve hikâyeler için önemli kaynak sağlamıştır. Değişik ortamlarda, değişik koşullarda farklı insanlar tanıdı. İyi bir gözlemci ve usta olan bu yazarın elinde bütün bu yaşamlardan pek çok roman çıktı ortaya. Bunlar yazarın çok yönlü kişiliğinin ve içinde bulunduğu arayışın bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Genellikle romanlarında, roman karakterlerinin yaşamlarındaki zorlu yaşam koşullarını, yoksulluğu ve şiddeti tüm çıplaklığıyla anlatır; ama özellikle Şeker Portakalı ile onun devamı olan Güneşi Uyandıralım ve Delifişek gibi bazı romanları tüm bunlarla birlikte duygusallık ve iyimserlikte içermektedir. Brezilya'nın ormanlarında ya da step bölgesi "sertaolar"da yaşayan insanların, elmas avcısı "garimpeiro"ların, yerlilerin, denizcilerin, değişik insanların yaşamlarından kesitleri ve ruh hallerini anlatır. José Mauro de Vasconcelos’un yazdığı ilk eseri Yaban Muzu (1942)'dur. Beyaz Toprak (1945) isimli eseri en çok beğenilen eserleri arasındadır. Kayığım Rosinha (1961) ile ününün doruğuna çıkan yazarı dünya çapında tanıtan eseri Zéze'nin maceralarını anlatan üçleme romanın ilk kitabı olan Şeker Portakalı olmuştur. Bu romanı 12 günde yazdığını belirten yazar, eserine duyduğu sevgiyi “"Ama onu 20 yıldan fazla taşıdım yüreğimde"” sözüyle özetlemiştir. Eserin özgün adı O Meu Pé de Laranja Lima’dır (1968). 24 Temmuz 1984'te hayatını kaybetmiştir. Lev Troçki Lev Troçki (; 7 Kasım 1879, Yelisavetgrad yakınları - 21 Ağustos 1940, Meksiko), Bolşevik siyasetçi, devrimci ve Marksist teorisyen. Sovyetler Birliği'nin ilk yıllarında etkili bir siyasetçiydi. Dışişlerinden Sorumlu Halk Komiseri görevini alan ilk kişi, Kızıl Ordu'nun kurucusu ve komutanı, Savaştan Sorumlu Halk Komiseri oldu. Ayrıca Bolşevik Parti'nin Politbüro üyesiydi. Josef Stalin ile giriştiği siyasi mücadeleyi kaybedince resmi görevlerden alındı ve Sovyetler Birliği'nden sürgün edildi. Önemli Marksist teorisyenlerden biridir, görüşleri Troçkizm adıyla anılır, Stalin ve Mao'nun görüşlerine karşı en önemli muhalefet hareketini oluşturur. Lev Davidoviç Bronştayn adıyla Yanovka’da küçük toprak sahibi bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak doğdu. Troçki adını 1902 yılından itibaren kullanmaya başlamıştır. 1917 Rus devrimi'nin önde gelen isimlerindendir. Sovyetler Birliği'nin kurulmasında, ihtilâl sonrası iç isyanların ve ayaklanmaların bastırılmasında birinci derecede rol oynadı. Kızıl Ordu`nun kurucusu olarak kabul edilir. Lenin'in ardından Sovyetlerin ikinci adamı oldu. Lenin'in ölümünden sonra Stalin ile giriştiği iktidar mücadelesini kaybetti, uzun yıllar Sovyetler Birliği'nde Bolşevik Parti üyesi olarak kalan Troçki, Bolşevik Parti'ye karşı bir işçi ayaklanması örgütlenmesi ve işçi sınıfı iktidarına karşı silahlı ayaklanmayı teşvik etme suçlarıyla suçlandı ve ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Daha sonra Dördüncü Enternasyonalin lideri olarak kaleme aldığı "İhanete Uğrayan Devrim" gibi eserlerinde Stalinizm eleştirisi yapmaya devam etti. Troçki, 7 Kasım 1879 yılında Güney Ukrayna'da bulunan Kerson bölgesinde doğdu. Ailesi Yahudi olmasına rağmen evde konuşulan dil Rusça ve Ukrayna dili idi. Annesi Anna Bronshtein (1850–1910), babası David Leontyevich Bronshtein'dir. (1847–1922) Troçki'nin kız kardeşi Olga, Bolşevik Parti'nin ileri gelenlerinden Lev Kamenev ile evlenmiştir. Dokuz yaşlarında iken Odessa'da bulunan teyzesinin yanına giderek burada eğitim gördü. Daha sonra eğitimine devam etmek gayesiyle Nikolayev'e gitti. Matematik ve hukuk alanında yüksek öğrenim yaptı. Troçki, Rusça, Ukraynaca, İbranice, Almanca, İngilizce, Fransızca ve İspanyolca dillerini konuşabiliyordu. Troçki "Hayatım" adlı eserinde Rusça ve Ukrayna dili dışındaki hiçbir dili akıcı konuşamadığını belirtmiştir. Fakat Raymond Molinier, onun Fransızca'yı akıcı bir biçimde konuşabildiğini yazmıştır. 9 yaşındayken babası onu Odessa'daki Alman okuluna gönderdi. Troçki, devam eden yıllarını burada eğitim görerek geçirdi. Öğrenciliği sırasında sosyal demokrat çevrelerle temasa geçti ve devrimci gruplara dahil oldu. Marksizm görüşünü benimsedi. 1897 yılında Nikolayev şehrine taşındı. Burada Güney Rusya İşçi Birliği adlı gizli bir örgütün kurucuları arasında yer aldı. Sosyalist fikirleri halk arasında yaymak için çeşitli broşür ve bildiriler yazdı. Bu dönemde yazılarında "Lvov" ismini kullanıyordu. 1898 yılında bu gizli örgüte mensubiyetinden dolayı Çarlık polisi tarafından yakalanarak hapse konuldu. İki yıl tutuklu kaldı. Hapis hayatından sonra Sibirya'ya sürgüne yollandı. Sürgünde iken Marksist bir felsefe öğrencisi olan Aleksandra Sokolovskaya ile evlendi. İkilinin Nina Nevelson ve Zinaida Volkova adlarındaki iki kızı bu dönemde dünyaya geldi. "Troçki" takma ismini bu süreçte kullanmaya başladı. Bu ismi Odessa Cezaevi'ndeki bir gardiyandan almıştı. Yaklaşık iki yıl sürgün kaldıktan sonra 1902 yılında Sibirya'dan firar ederek önce Viyana'ya, akabinde Londra'ya gitti. Burada Georgy Plekhanov, Vladimir Lenin, Julius Martov gibi devrimcilerin yer aldığı Iskra dergisinin editör grubuna katıldı ve "Pero" takma adıyla yazılar yazdı. Bir yıl sonra Londra'da toplanan Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin kongresine katıldı. Bu kongrede parti içinde Bolşevikler ve Menşevikler olmak üzere iki hizip oluştu. Bolşevik Lenin'e karşı Troçki Menşevik kanatta yer aldı. Ancak, bir yıl sonra Menşeviklerin görüşlerine katılmadığını belirterek Menşeviklerden ayrıldı. 1905 devriminin yenilgisinden sonra Sibirya'ya sürüldü ama firar etti. Firarın öyküsünü 1905 adlı kitabına yaptığı ek bir bölümde anlatmaktadır. 1917 yılında devrim öncesinde Lenin'in davetiyle Bolşeviklere katıldı. Lenin'in Nisan Tezleri'ni kaleme almasından sonra aralarında teorik bir fark da kalmadığından 1917'de Bolşeviklere katılmıştır. 1897'de mücadeleye Narodnik (halkçılık hareketi) düşünceleri savunarak atıldı. Sürgün şartlarında okuduğu Marksist klasiklerin etkisiyle bir süre sonra kendisini dönemin devrimci akımı olan 'sosyal demokrat' ilan etti. 4 Mayıs 1917'de ülkeye döndüğünde geçici hükümete karşı Bolşevik Parti'ye yakın bir tutum aldı ve Enternasyonalistlerle birlikte hareket etti ve Bolşeviklere dahil oldu. Lenin "son yazıları" dahil olmak üzere iki metninde Troçki için "aramızdaki son Bolşevik olmasına karşın, kabul etmeliyiz ki en yetenekli Bolşevik odur" demiştir. Troçki, Rusya'ya döndükten sonra Petrograd Sovyeti Başkanlığı'na seçildi. Bu sıfatıyla Rus devriminin alt yapısının hazırlanmasında, ayaklanmaların örgütlenmesinde ve yönetiminde etkin ve önemli bir rol üstlendi. Devrimin gerçekleşmesinde v
e Rus Çarlığı'nın yıkılmasında büyük pay sahibi oldu. Devrim sonrasında Sovyetler Birliği'nin önemli adamlarından birisi haline geldi. Önce Dışişleri, daha sonra Savaş Bakanlığı'na getirildi. En önemli faaliyeti ise Kızıl Ordu ile ilgili olanıdır. Başkumandan sıfatıyla Kızıl Ordu'nun kurulması görevi kendisine verildikten sonra bunu gerçekleştirdi. Devrim sonrası meydana gelen karışıklıklar ve iç ayaklanmalar boyunca bu orduyu idare etti. Troçki, Komünist Enternasyonal'in kurulmasında da önemli rol oynadı. İlk dört kongrenin programları ve bildirileri kendisi tarafından hazırlandı. Meydana gelen sorunların çözümünde sergilediği farklı tutum ve fikirler sebebiyle, parti çoğunluğuyla ters düştü. I. Dünya Savaşı'nda Rusya’nın yenilgisini onaylayan Brest-Litovsk Antlaşmasını imzalamak için görevlendirilmiştir. Lenin'e göre ilerleyen yıllarda devrimin dünya çapına yayılması kaçınılmaz olduğu için yapılacak barış ve kabul edilen yenilgi de ancak geçici olacaktır. Troçki, Sovyetler Birliği'nin yer altı ve yer üstü kaynaklarını başka devletlere bırakmasını öngördüğü gerekçesiyle bu anlaşmayı imzalamadan geri döndü. İnşa aşamasında olan Sovyetler Birliği'nin iç sorunlarıyla uğraşırken dışa karşı bu tavizin verilebileceği düşüncesiyle Brest Litovsk Antlaşması, Troçki'nin yerine görevlendirilen Kamenev tarafından imzalandı. Bu antlaşma ile Rusya, 1878 yılında ele geçirdiği Kars, Ardahan ve Iğdır'ı Osmanlı İmparatorluğu’na geri veriyordu. Lenin'in 1924 yılındaki ölümünden sonra partinin elinde tüm yetkileri toplamaya başlamış olan Stalin ile iktidar mücadelesine girişti. Bu mücadelede giderek güç kaybetti ve teker teker elinde bulunan yetkileri kaybetti. Önce Savaş Komiserliği görevinden alındı. Daha sonra Siyasi Büro ve akabinde Komünist Enternasyonal yürütme kurulu merkez komitesinden alındı. Taraftarlarının Sankt-Peterburg'da sokak gösterilerine kalkışmalarından sonra parti üyeliğinden de atıldı. Böylece iki yıl zarfında tüm yetkileri elinden alındı. 1927‘de yapılan XV. Komünist Kongre’de Parti üyeliğinden atıldı. 31 Ocak 1928'de Kazakistan'da Almatı yakınlarındaki Semyonov-Tiyanşansky bölgesinde sürgün hayatı başladı. Bu sürgün sırasında 9 Haziran 1928’te, 26 yaşındaki Nina adındaki kızını Moskova’da kaybetti. Nina’nın kocası da Troçki’nin sürgününden önce tutuklanmıştı. 18 Ocak 1929 tarihinde Sovyet Ceza Kanunu’nun 58/10 maddesine göre karşı devrimcilik ve yasa dışı Sovyet partisi kurmak suçlamasıyla Sovyetler'den kovuldu. 1929-1933 yılları arasında İstanbul Büyükada'da yaşamaya başladı. İstanbul Büyükada'da bulunduğu süre içinde, kitaplarını yayımlamasına da izin verildi.¹ Kaldığı yer çok sıkı güvenlik önlemleriyle korundu. Düzenli olarak balığa çıkardı, yemek seçmez, sigara içmez yanında da içilmesine izin vermezdi. Sakin bir hayat sürdü, bu sırada bazı hatıra ve düşüncelerini kaleme aldı ve yayınladı. Bu anlamda İstanbul yılları onun için verimli geçtiği gibi olaylı da oldu. 20 Şubat 1932'de Stalin tarafından Sovyet vatandaşlığından atıldığında İstanbul'daydı. İstanbul'da yazdığı kitapları; Sürekli Devrim, Stalin Grubunun Hatası, Rus Devrimi Tarihi, Çin Devrimi'nin Sorunları, Hayatım ve diğer bazı eserlerdir. 1933 Ocak ayında diğer kızı Zina, Hitler rejiminin altında Berlin’de intihar etmeye zorlandı. Bu olay onun ruh dünyasını sarsmış olmasına karşın, mücadele disiplininden hiç kopmadı. (Daha sonra oğlu Lev Sedov da öldürülecektir.) 17 Temmuz 1933’te aldığı vizeyle İstanbul'dan ayrılarak Fransa'ya giden Troçki burada 2 yıl kaldı ve sınırdışı edildi. Akabinde Norveç'e gittiyse de burada da 2 yıl kaldıktan sonra terk etmek zorunda kaldı. 9 Ocak 1937'de Meksika'ya sığındı ve buraya yerleşti. Dördüncü Enternasyonal'in inşasına başladı. “Ekim Devrimi'nin kazanımları halka, o ancak daha önce Çarcı bürokrasi ve burjuvaziye karşı harekete geçtiği gibi Stalinist bürokrasiye karşı da harekete geçecek yetenekte olduğunu göstermesi şartıyla hizmet edecektir. (...) Bu ancak tek bir yolla olabilir: İşçilerin, köylülerin ve Kızıl Ordu askerlerinin; baskıcıların ve parazitlerin yeni kastının karşısına dikilmesiyle. Bu kitle kalkışmasını hazırlamak için, yeni bir parti gerekir, o da 4. Enternasyonal’dir. Mayıs 1940” (Aynı eser, s.302-303.) Troçki bu yazıyı kaleme aldığında, Alman saldırısı başlamak üzeredir. Sovyetler Birliği içinde bulunan Alman ajanları ve provokatörleri tarafından da dillendirildi. Ancak ne var ki Sovyetler Birliği Alman faşizmi karşısında savaşı kazandığında, dünya çapında bulunan Troçki yanlıları güç olarak eridiler. Troçki'nin dünyanın en büyük gücü olan Alman ordusu Sovyetlere saldırmak üzereyken gerçekleştirdiği Dördüncü Enternasyonal ve ayaklanma fikri, daha sonra Sovyetler Birliği'nde Troçki'nin Nazi Almanyası ile işbirliği yaptığı şeklinde yorumlandı. 1940 yılında NKVD ajanı olan Ramón Mercader adlı Stalinist bir İspanyol gazeteci kılığında, röportaj yapmak bahanesiyle Troçki'nin kaldığı eve gitti. Fırsat bulunca başına kazmayla vurmak suretiyle ağır şekilde yaraladı. Troçki, saldırganla boğuştuğu sırada odaya giren Troçki'nin korumaları Mercader'e saldırdı. Troçki, korumalarına "Onu öldürmeyin, bu adamın anlatacak bir hikâyesi var." diye seslendi. Aldığı yaranın etkisiyle Troçki ertesi gün öldü. Ölümünden önce iki kez bilinci yerine geldi. İlkinde eşine "Burjuva basına iyi malzeme olduk" diyerek ölümle yüz yüze geldiği bir anda cesaretini yitirmediğini gösterdi. Bir sonraki bilincin geri gelişi ise son sözlerini sarf etmesini sağladı. Bu sözler: "Dördüncü Enternasyonal'in zaferinden eminim, ileri!" olmuştur. Cinayetten kısa bir süre sonra Joseph Stalin, Mercader'in annesi Caridad'a operasyondaki payı için Lenin Nişanı vermiştir. 1961'de Sovyetler Birliği'ne taşınan Mercader, dönemin KGB başkanı Alexander Shelepin tarafından Sovyetler Birliği Kahramanı madalyası almıştır. Lev Troçki tarihsel önemiyle orantılı olarak birçok sinema filminde canlandırıldı. Bunlardan en önemlileri aşağıdadır: Ekmek Ekmek, çeşitli tahıl unundan yapılmış hamurun ateşte, sac üzerinde, tandırda, fırında veya tepside pişirilmesiyle hazırlanan yiyecek. Porsiyon Miktarı:100 g Kalori (kcal) 265 Toplam yağ 3.2 g Trans yağ 0 g yok Kolesterol 0 mg yok Sodyum 491 mg Potasyum 115 mg Karbonhidrat 49 g Diyet Lifi 2.7 g Şeker 5 g Protein 9 g A Vitamini 1 IU C Vitamini 0 mg yok Kalsiyum 260 mg Demir 3.6 mg D Vitamini 0 IU yok B6 Vitamini 0.1 mg B12 vitamini 0 µg yok Magnezyum 25 mg Ekmeğin yapımında başlıca üç işlem yer alır. "Yoğurma", "mayalama" ve "pişirme". Yoğurma, unu hamura çevirir. Mayalama, hamuru ekşitip kabartır, pişirme ise ekmek haline getirir. Un, su, tuz ve maya bir kazan veya teknede birbirine karıştırılarak yoğrulur, una su karışınca eriyen kısımlar (glikoz, tuz vb.) dışında erimeyen kısımlar (gluten, nişasta) su emerek şişer. Tuz, ekmeğin lezzetini azaltır. Yoğurma, eskiden teknelerde ayakla yapılırdı. Şimdi köylerde ve küçük kasabalarda gene böyle olmakla beraber şehirlerde makineyle yoğrulmaktadır. Yoğurma şekli ne olursa olsun, ekmeklik hamur, su ve un oranına göre üç çeşide ayrılır: Yoğurma işlemi sırasında hamura bir miktar "maya" katılır. Bu maya, bir parça ekşi hamur olabileceği gibi fennî hamur mayası da olabilir. Birinci şekilde pişirici, ekmek hamurundan bir parçayı bir kenara ayırır, ertesi gün yoğuracağı hamura katar. Fennî mayalarsa, sıvı olarak hamur suyuna katılır. Sıcak bir yere konan hamurun içindeki mayalar şekerlerle karışınca alkol ve karbondioksit gazı oluşur. Gaz kabarcıkları hamuru kabartır; kabarcıklar arada bir patlar, gaz salıverir. Ekşime teknede başlar, hamur parçalara ayrılıncaya kadar sürer. Elverişli büyüklükte parçalara ayrılan hamur, istenilen şekil verilerek fırına atılır ve pişirilir. Ekmeğin ortalama bileşimi: Fırınların ortalama sıcaklık derecesi 230-270 °C'tır; fakat su oranı yüksek olduğu için ekmeğin sıcaklığı 100 °C'ı aşmaz. Fırında mayalı hamurun içindeki alkol, karbondioksit gazı ve suyun bir kısmı çıkar, ekmek hafifleyerek gevşek ve gözenekli bir yapı kazanır. Hamur piştikten sonra yaklaşık olarak kütlesi %18,45 oranında azalır. Ekmeğin kalitesi, kullanılan una ve pişirme süresine bağlıdır. 73 - 76 randımanlı unlardan "francala", 78 - 80 randımanlı unlardan "beyaz ekmek", daha yüksek randımanlı (kepekli) unlardan "kara ekmek" (kepekli ekmek) elde edilir. Taze ekmeğin sindirimi zordur. Ekmek, fırından çıktıktan en az 6 saat sonra yenmelidir. Ekmek durdukça kendiliğinden değişikliğe uğrayarak sertleşir ve bayatlar. Bayatlama sadece su kaybından değil, ekmekteki maddelerin de değişikliğe uğramasından ileri gelir. Ekmekleri karıştırmak için içerisine baklagillerden çeşitli tohumların unları, patates unu, yemek sodası, ağırlaşsın diye barit sülfat gibi maddeler katılır. Bu gibi hile ile karıştırmalara ve eksik ağırlıkta ekmek çıkarılmasına karşı belediyelerce sıkı mücadele yürütülür. Belediye nizamlarınca ekmek hamuruna ağırlaştırıcı (alçı, kil, kemik unu vb.) kabartıcı, bozuk unları ıslah edici (bakır ve çinko sülfat, şap vb.) maddelerin katılması, iyi pişmemiş hamur ekmeklerin satışa çıkarılması yasaktır ve belediyelerce cezalandırılır. 2004 yılından itibaren gıda üretimi yapan işletmelerin denetimi Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığınca yürütülmektedir. Bakanlığın yetkilendirdiği gıda kontrolörleri ekmek üretimi yapan işletmelerden üretilen ekmek partisi adına numune alarak bakanlık tarafından yetkilendirilmiş akredite laboratuvarlara analiz için numuneyi gönderir. Analiz sonucu, 5996 sayılı kanun kapsamında yayınlanan Ekmek ve Ekmek Çeşitleri Tebliği'ne uymadığı takdirde işletmeye kanun kapsamında ceza yazılır. Sorunlu parti miktarı tespit edilir ve ürünler imha edilir. İşletme cezaya maruz kaldıysa sebebi araştırılır ve denetimler sıkı şekilde devam ettirilir. Pişirme tarzına göre ekmekler ikiye ayrılır: "Ev ekmeği", "fırın ekmeği". Ev ekmeği, hamuru evlerde elle yoğrulan, saçta, tandırda veya ilkel fırınlarda pişirilen ekmeklerdir. Saçta pişirilen ekmeğe "bazlama" ve "yufka" denir. Tandır ekmeğinin en yaygın şekli "pide"'dir.
Ev fırınlarında ise daha çok "somun" yapılır. Güllâçlar ise mayasız ekmekten yapılır. Fırın ekmeği, şehir ve kasabalarda, ordu birliklerinde, klasik odun fırınlarında yapılan ekmektir. Fırın ekmeğinin en yaygın şekli, altı düz, üstü bombeli, değirmi bir ekmek olan "somun"'dur. Ekmeğin, medeniyetle birlikte, Uzakdoğu'da ortaya çıktığı tahmin edilebilir. Ekmeğin yapımı Mısır'da çok eski tarihlerden beri biliniyordu. İlk zamanlarda ekmek yapmak için, iyice kızdırılmış yassı taşlar kullanılıyor, bunlarla bir çeşit peksimet pişiriliyordu. Sonraları ocakların üstlerine konan ızgaralar kullanılmaya başlandı. Daha sonra tuğladan veya topraktan, küçük fırınlar icat edildi. Roma'da vatandaşlar ekmeklerini evlerindeki fırınlarda pişirirlerdi. Fırıncıların bir çeşit lonca meydana getirmeleri ancak Trajanus devrinde olmuştur. Ekmek yeme alışkanlığı Roma İmparatorluğu'nun bütün diğer bölgelerine İtalya'dan yayılmıştır. Eskiden "ekmek" tedavide çeşitli alanlarda kullanılırdı. "Glüten ekmeği", suda eriyen kısımlarından ve nişastasından ayrılmış unla yapılır; "taze soya ekmeği", soya unuyla yapılır. Şeker hastalarının diyetlerinde genellikle bu tip ekmekler kullanılır. Diğer ekmekler azotemi ve damar sertliği hastalarının rejimlerinde verilir: "az azotlu ekmek" ve "tuzsuz ekmek" gibi. Evde ekmek yapımı son zamanlarda çok yaygınlaşmıştır. Ekmek makinelerının fiyatlarının düşmesinin bir etkisi olarak evde ekmek yapımı giderek yaygınlaşmıştır. Makine ile önerilen ölçü birimlerini kullanarak yapılan ekmekler çok lezzetli ve sağlıklı olabilir. Normal ekmek yapımı için örnek bir tarif şöyledir. 1 Kg un, 600 ml kadar ılık su, 42 gr (1 paket) taze maya, 12 ile 20 gr arası tuz iyice karıştırılır, yoğrulur ve 30-40 dakika çukur ve geniş bir kaba konarak üstü plastik bir örtüyle örtülür. Sonra bastırıp yuvarlayarak havası alınıp, şekil verilir. Uzun ya da yuvarlak biçimde şekil verildikten sonra 40 ile 60 dakika kadar tepside üstü naylon örtüyle örtülerek yine hava almayacak şekilde mayalanması beklenir, son anda üzerine yoğurtla ya da unla sulandırılmış sıvı sürülür. Daha sonra doğru yerlerden kesikler atılarak 220-230 °C derece fırında pişirilir. Buğday Ekmeği, tahıl ekmeği, yulaf ekmeği, sarı buğday ekmeği, köy ekmeği, çavdar ekmeği, kepek ekmeği, standart beyaz (Türk) ekmeği, ay çekirdekli ekmek, ruşeyimli ekmek, haşhaşlı ekmek, zeytinli ekmek, cevizli ekmek, mısır ekmeği, tuzsuz ekmek, tandır ekmeği, francala ekmek, baget ekmek, lavaş ekmeği, susamlı ekmek, en bilinen ekmek çeşitleridir. ″Ekmek israf etme″ kampanyası Trigonometri Trigonometri (Yunanca "trigōnon" "üçgen" + "metron" "ölçmek" ), üçgenlerin açıları ile kenarları arasındaki bağıntıları konu edinen matematik dalı. Trigonometri, sinüs ve kosinüs gibi trigonometrik işlevlerin (fonksiyon) üzerine kurulmuştur ve günümüzde fizik ve mühendislik alanlarında sıkça kullanılmaktadır. Matematiğin doğrudan doğruya astronomiden çıkmış bir kolu olan "trigonometri"nin bazı ögeleri, daha Babilliler ve Eski Mısırlılar döneminde biliniyor, Sümerli astronomlar ilk kez bir çemberi 360 eşit parçaya bölerek açı ölçümünü yaptılar. Eski Yunanlar Menelaos’un küresel geometrisi aracılığıyla, bir daire içine çizilebilen dörtgenden yola çıkarak daire yaylarının kirişlerinin değerlerini veren çizgiler oluşturuyorlardı. Daha sonra Araplar, yay kirişlerinin yerine sinüsleri koyup; tanjant, kotanjant, sekant, kosekant kavramlarını geliştirdiler..İlk kez Akdeniz in çevresi trigonometre ile Abbasiler döneminde ölçülmüştür. Batıda Nasîrüddin Tûsî’den büyük ölçüde yararlanan Regiomontanus’un üçgen üstüne adlı eseriyle gerçek trigonometri doğmuş oldu. François Viète ve Simon Stevin, hesaplarda ondalık sayılardan yararlandılar. John Napier logaritmayı işe kattı. Isaac Newton ve öğrencileri trigonometri işlevlerinin ve logaritmalarının hesabına tam serileri uyguladılar. Daha sonra da Leonhard Euler, birim olarak trigonometrik cetvelin yarıçapını alarak, modern trigonometrinin temellerini attı.. Trigonometrik işlevler bir dik üçgen ya da birim çember üzerinden tanımlanır. Temel olarak üç tane trigonometrik işlev ve bunların çarpma işlemine göre terslerinden oluşan üç tane daha işlev vardır. Yandaki ABC üçgeninde Bir de bu işlevlerin çarpmaya göre tersi vardır. kosekant, sekant ve kotanjant: Bu işlevler geometrinin dolayısıyla fiziğin ve mühendisliğin pek çok alanında kullanılır. Sinüs ve kosinüs teoremleri bir üçgenin açıları ve kenarlarını hesaplamakta kullanılır ki herhangi bir çokgen üçgenlerin birleşimi olduğundan çokgenleri incelemede de yararlıdır. Yukarıda dik üçgen üzerinden yapılan tanım sadece 0-90 derece aralğını kapsar (0-π/2 radyan). 90-360 derece arasındaki açıların trigonometrik değerleri birim çember üzerinden hesaplanır. 360 dereceden büyük açılar 360 üzerinden devrettirilerek 0-360 arasındaki esas ölçüsü bulunur. Merkezi orijin ve yarıçapı 1 birim olan çembere "birim çember" veya"trigonometrik çember" denir. Birim çemberin denklemi x+y=1 şeklindedir. Gerçel sayılar kümesinden birim çember üzerindeki noktalara tanımlanan işleve sarma işlevi denir. Sarma işlevini s ile, birim çemberi de C ile gösterirsek işlev şeklinde yazılabilir ve formula_8 oldugunda formula_9 olur. Başka bir deyişle, sarma işlevi, gerçel sayılar üzerinde dönemi (periyodu) formula_10 olan bir işlevdir. Yukarıdaki tanımlardan görülebileceği gibi, bu işlevler arasında ilişkileri vardır. Trigonometri birçok fen biliminde, matematiğin diğer alanlarında ve çeşitli sanatlarda yaygın bir biçimde kullanılmaktadır. Trigonometriyi kullanan bazı dallar şunlardır: jeofizik, kristalografi, ekonomi (özellikle de finansal pazarların analizinde), elektrik mühendisliği, inşaat mühendisliği, elektronik, jeodezi, makine mühendisliği, meteoroloji, müzik kuramı, sayı kuramı (ve dolayısıyla kriptografi), oşinografi (okyanus bilimi), farmakoloji (eczacılık), optik, fonetik, olasılık kuramı, psikoloji, sismoloji... Trigonometri yukarıda örneklendiği gibi birçok farklı alana farklı katkılarda bulunmuştur. Örneğin Pisagor kuramının isim babası Pisagor matematiksel müzik kuramına ilk katkıda bulunan isimlerdendir. Oşinografide bazı dalgaların sinüs dalgalarına benzerliği ilgili incelemelerde trigonometrinin kullanımına olanak tanımıştır. Bunun dışında Fourier serileri sayesinde trigonometrik işlevler farklı fonksiyonları temsil etmekte kullanılırlar ve bu sayede trigonometri birçok yararlanılan dallarda kullanım olanağı bulmuştur. İğne yapraklılar İğne yapraklılar (Pinales), bitkiler (Plantae) âleminin açık tohumlular (Pinophyta) bölümünde bulunan tek sınıf olan Pinopsida'ya dahil bir bitki takımıdır ve ardıç, çam, göknar, ladin, melez, porsuk, sekoya, sedir, servi gibi soyu sürmekte olan tüm kozalaklı bitkileri içerir. Pinopsida Pinopsida, bazı üyeleri fosil olmuş, erkek ve dişi kozalakları ayrı olan, genelde iğne yapraklı, ağaçsı bitkileri içeren sınıf. Takım: Cordaitales † Takım: Pinales Takım: Vojnovskyales † Takım: Voltziales † Brahte Brahte, Brakte olarak da bilinir, çiçek sapının kaidesinde, sapın gövdeye bağlandığı yerde bulunan yaprakçık. Genellikle yeşildir ve diğer yapraklara benzer. Bazı brahteler parlak renklidir ve görevi polenleri çekmektir. Küçük brahtelere "brahtecik" adı verilir. Trabzon kertenkelesi Trabzon kertenkelesi ("Darevskia rudis"), kertenkelegiller (Lacertidae) familyasından sırt bölgesinin rengi genel olarak, yeşil bir kertenkele türü. Vücudun yan taraflarında önde daha büyük olan koyu enine benekler bulunur. Ayrıca yine yan tarafta mavi lekeler bulunur. Bu lekeler sırtın ortasında daha küçük ve dağınık olarak bulunur. Karın bölgesi yeşilimsi beyaz ya da mavimsi olabilir. Bir dişi, bir defada 4-8 kadar yumurta bırakabilir. Genel olarak böcekleri, örümcekleri, kırkayakları ve solucan gibi yumuşak vücutlu, küçük omurgasız hayvanları besin olarak alırlar. Ekim'le Mart ayları arasında, taşların altında ya da yarıklarda kış uykusuna yatarlar. Kuyrukları vücudun 2/3'ü kadar olur. Boyları 26 cm kadar olabilir. Kurumuş olan nehirlerin yataklarında, orman içlerinde, kayalık ve taşıl alanlarda yaşarlar. Yüksekliği 2400 metre kadar olan yerlerde bulunabilirler. Trabzon, Artvin, Ardahan Zonguldak civarında Bursa, Amasya ve Batı Karadeniz bölgesinde habitatın uygun olduğu alanlarda dağılım gösterirler. Baran engereği Baran engereği ("Vipera berus barani"), engerekgiller (Viperidae) familyasından bayağı engereğin Türkiye'de endemik olan bir alttürü. Sırt bölgesinin rengi genel olarak siyah ya da grimsi kahverengi. Kuyruk ucu sarımsı. Bazen sırt biraz açık renkli olur. Bu halde benekler zikzaklı olur. Genel olarak küçük kemiriciler, kertenkeleler ve çeşitli omurgasız hayvanlarla beslenirler. Kemiricilerle beslendikleri için yararlıdırlar. Boyları 55 cm kadar olur. Kısa boylu bitkilerin altında, taşlık yerlerde yaşarlar. Yüksekliği 400 metreye (bilinen) kadar olan yerlerde bulunabilirler. İsmini Türkiye'nin önde gelen herpetologlarından Prof. Dr. İbrahim Baran'dan almaktadır. Sakarya'da, Torosların Silifke civarındaki yerlerde habitatın uygun olduğu alanlarda dağılım gösterirler. Çayır engereği Çayır engereği ("Vipera ursinii"), engerekgiller (Viperidae) familyasından sırt bölgesinin rengi genel olarak soluk kahverengi, grimsi, sarımsı ya da açık yeşil olan bir engerek türü. Sırtta baştan başlayıp kuyruğa kadar devam eden, zikzaklı ya da dalgalı koyu renkli bir şerit bulunur. bu şeridin kenarları iç taraflarına göre daha koyu renkli olur. Vücudun yan taraflarında da baştan kuyruğa kadar uzanan koyu benek sıraları bulunur. Baş kısmında iki tane büyük benek bulunur. Karın bölgesin sarımsı beyaz ve bunun üzerinde küçük siyah noktalar bulunur. En çok yedikleri besin çekirgedir. Bunun yanında diğer böcekleri ve az olarak da kertenkeleleri ve küçük kemiricileri de besin olarak alırlar. Kaya ve taş altlarında, kemirici hayvanların yuvalarında kış uykusuna yatarlar. Dişiler yazın sonlarına doğru (bir defada 10 kadar olmak üzere) doğururlar. Yeni doğan yavrular 13–14 cm kadar
olur. Yetişkinlerin boyu 40–50 cm'dir, ama 63–80 cm uzunlukta olanları da bildirilmiştir. Genel olarak açık yerlerin, taşlık ve otluk bölgelerinde yaşarlar. Ormanlık ve ağaçlık yerlerde az da olsa bulunabilirler. Yüksekliği 3000 metreye kadar olan yerlerde bulunabilirler. Kuzeydoğu Anadolu'da ve Akdeniz Bölgesinde sadece Elmalı (Antalya) civarında habitatın uygun olduğu alanlarda dağılım gösterirler. Şeritli engerek Şeritli engerek ("Vipera xanthina"), engerekgiller (Viperidae) familyasından sırt bölgesi genel olarak kül renginde ya da grimsi kahverengi bir engerek türü. Sırtta, baştan kuyruğa kadar uzanan siyah ya da koyu kahverengi büyük benekler bulunur. Bu benekler bazen birleşip baklava desenli, dalgalı ya da zikzaklı bir şerit oluşturur. Vücudun yan taraflarında da bir benek sırası bulunur. Başın üzerinde küçük siyah benekler ve arka kısmından yanlara doğru sarkan iki büyük siyah benek bulunur. Siyah renkli şakak bandı da açıkça görülür.Karın bölgesi sarımsı beyaz ve üzerinde küçük siyah noktalar bulunur.Boyları ortalama 70–80 cm (en fazla 150 cm) kadardır.Kendilerini koruma amaçlı saldırabilirler. Oldukça ağır hareket ederler ama saldırırken çok hızlı olabilirler. Sıkıştırılmadıkça insanı ısırmayan, zehirli bir yilandır. Zehirleri İnsanlar için tehlikeli olabilir. Yavru olanları bile yetişkin bir insanı devirecek kadar zehir taşır. Dağlarda, ormansız ve taşlık olan yerlerde yaşarlar. Bazen orman içi ve harabelerde de görülür. Yüksekliği 2000 metreye kadar olan yerlerde bulunabilirler. Genel olarak küçük kemiriciler, diğer yılanlar, kertenkeleler ve kuşlarla beslenirler. Kemiricilerle beslendikleri için yararlıdırlar. Gündüzleri oyuklarda ve taş altlarında saklanan bu hayvanlar, avlanma işlerini gece yaparlar. Bir dişi 2-15 yumurta bırakır. Trakya, Orta, Güney ve Batı Anadolu'da habitatın uygun olduğu alanlarda dağılım gösterirler. Kafkas engereği Kafkas engereği ("Vipera kaznakovi"), engerekgiller (Viperidae) familyasından sırt bölgesinin rengi genel olarak siyah, gri, sarı ve kırmızı renkli bir engerek türü. Sırtın büyük bir bölümünü kaplayan ve baştan kuyruğa kadar uzanan zikzaklı bir şerit bulunur. Bu şerit bazen parçalı halde de olabilir. Vücudun yan tarafları küçük benekli ya da noktalı olur. Beyaz benekli olan karın bölgesinin rengi, siyah ve tonlarında olur. Genel olarak küçük kemiriciler, kertenkeleler ve çeşitli omurgasızlarla beslenirler. Kemiricilerle beslendikleri için yararlıdırlar. Boyları genel olarak 50–60 cm kadar olur. Yağmur ormanılarının taşlık bölgelerinde yaşarlar. Rutubeti yüksek olan yerleri severler. Yüksekliği 2000 metreye kadar olan yerlerde bulunabilirler. Türkiye'de sadece Hopa (Artvin) civarında yağmur ormanlarında habitatın uygun olduğu alanlarda yaşarlar. Koca engerek Koca engerek ("Vipera lebetina"), engerekgiller (Viperidae) familyasından bir engerek türü. Sırt bölgesinin rengi genel olarak grimsi kahverengi ve bu rengin tonlarında olur. Sırtta bazı yerlerde birleşik koyumsu benekler (bazen belirsiz) bulunur. Bunların yanında (sırtın ortalarında) kenarları koyu renkli, iç kısımları tuğla kırmızısı ya da sarı renkte benekler de bulunur. Başın üst kısmında bazen küçük siyah benekler bulunabilir. Kuyruk ucu sarımsı, beyazımsı ya da pembemsi olan karın bölgesinde nokta halinde siyah benekler bulunur. Genel olarak fare gibi küçük kemiriciler, kertenkeleler, kuşlar, yılanlar ve çeşitli omurgasız hayvanlarla beslenirler. Kemiricilerle beslendikleri için yararlıdırlar. Avlarını sabahın erken saatlerinde ya da geceleyin avlarlar. Yemeden önce zehirleyerek öldürürler. Hareketleri oldukça ağır olan bu hayvanlar gündüzlerini daha çok dinlenerek geçirirler. Genel olarak canlı doğururlar (5-7 kadar). Bazı bölgelerde de yumurtlarlar (4-7 kadar). Yumurta 1 ay içinde açılır. Boyları 150 cm kadar olabilir. Bir engerek rekor kırıp 3 m 8 cm'ye ulaştı(İskenderun). Ovalarda, taşlık yerlerde, terk edilmiş evlerde, harabelerde, bahçelerde ve tarlalarda yaşarlar. Yüksekliği 1500 metreye kadar olan yerlerde bulunabilirler. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da, Doğu Akdeniz bölgesinde habitatın uygun olduğu alanlarda dağılım gösterirler ve Türkiye'nin zehri en ölümcül yılanları olarak bilinirler. Boynuzlu engerek Boynuzlu engerek ("Vipera ammodytes"), engerekgiller (Viperidae) familyasından sırt bölgesinin rengi genel olarak gri, sarı ve kahverengi renkli engerek türü. Boynuzlu engerek yılanının baş tarafında küçük yapıda boynuza benzer bir yapıları vardır ve bu nedenle bu ismi almışlardır. Küçük hayvan grubu ile beslenirler hatta diğer yılan türlerini bile yerler. Yaz ortalarında 10 - 14 kadar yavru doğururlar boyları takriben 1m kadar olur. Tehlikede olduklarını hissetiklerinde saldırırlar"Boynuzlu" denmesinin nedeni burun ucunun gergedan boynuzu gibi küçük ve yukarıya doğru olmasından. Sırtta ayrıca koyu kahverengi, baklava deseni benzeri zikzak desenler bulunur. beneklerin ortası kenarlara göre daha açık olur. Kuyruğun uç kısımları genç bireylerde sarımsı pembe renkli olur. Başın üst kısmında küçük ve belirgin benekler bulunur. Karın bölgesi sarımsı beyaz ve küçük benekli olur. Hareketleri oldukça yavaştır. Eylül-Ekim'den Mart-Nisan'a kadar kış uykusuna yatarlar. , Boyları genel olarak 50–60 cm (erkekler en fazla 90 cm) kadar olur. Üst çenelerinin ön tarafında, içi enjektör iğnesi gibi delik ve büyük zehir dişleribulunur. Zehirleri insan için tehlikeli olabilir. Ancak üzerine basılmadıkça veya rahatsız edilmedikçe insanı ısırmazlar. Eğer sıkıştırılırlarsa başlarını havaya kaldırarak tıslarlar ve kendilerini çok tehlikede hissederlerse saldırabilirler. Yunanca'da ammos kum, dytes gömülen anlamında. Bu hayvanın tür adına "ammodytes" denmesinin nedeni Türkiye'de kumlu yerlerden daha çok küçük boylu bitkilerin altlarında, orman açıklıklarında, çalılık ve taşlık yerlerde yaşarlar. Yüksekliği 2000 metreye kadar olan yerlerde bulunabilirler. Yüksek ve serin yerlerde gündüz, sıcak bölgelerde gece avlanır. Bilassa ay işığında çok sayıda ortaya çıkarlar. Besinlerini küçük kemiriciler, kuşlar, yılan ve kertenkeler teşkil eder. Kücük memeli türlerini önce ısırarak zehirlerler, sonra ölmesini bekler ve ondan sonra yutar. Kemiricilerle beslendikleri için yararlıdırlar. İlkbaharda çiftleşen dişiler, Ağustos ayında 5-14 kadar yavru doğururlar. Trakya, Batı, Kuzeydoğu, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde habitatın uygun olduğu alanlarda dağılım gösterirler. Türkiye'de üç ayri altürünün yaşadığı bilinmektedir. Wagner engereği Wagner engereği ("Vipera wagneri"), engerekgiller (Viperidae) familyasından sırt bölgesi genel olarak kül renginde ya da grimsi kahverengi olan bir engerek türü. Sırtta, baştan kuyruğa kadar iç sarımsı ya da tuğla renginde olan büyük benekler bulunur. Bu benekler bazen birleşip baklava desenli, dalgalı ya da zikzaklı bir şerit oluşturur. Vücudun yan taraflarında da bir benek sırası bulunur. Başın üzerinde küçük siyah benekler ve arka kısmından yanlara doğru sarkan iki büyük siyah benek bulunur. Siyah renkli şakak bandı da açıkça görülür. Karın bölgesi sarımsı beyaz ve üzerinde küçük siyah noktalar bulunur. Genel olarak küçük kemiriciler, diğer yılanlar, kertenkeleler ve kuşlarla beslenirler. Kemiricilerle beslendikleri için yararlıdırlar. Boyları ortalama 50–80 cm kadar olur. Dağlarda, ormansız ve taşlık olan, az bitkili yerlerde yaşarlar. Yüksekliği 1200-2000 metre arasında olan yerlerde bulunabilirler. Kars'ta habitatın uygun olduğu alanlarda dağılım gösterirler. Ağrı engereği Ağrı engereği ("Vipera raddei"), engerekgiller (Viperidae) familyasından sırt bölgesi genel olarak kül renginde ya da grimsi kahverenkte olan bir engerek türü. Bu Türkiye'nin en zehirli engereklerinden biridir. Sırtta, baştan kuyruğa kadar iç sarımsı ya da tuğla renginde olan büyük benekler bulunur. Bu benekler bazen birleşip baklava desenli, dalgalı ya da zikzaklı bir şerit oluşturur. Vücudun yan taraflarında da bir benek sırası bulunur. Başın üzerinde küçük siyah benekler ve arka kısmından yanlara doğru sarkan iki büyük siyah benek bulunur. Siyah renkli şakak bandı da açıkça görülür. Karın bölgesi sarımsı beyaz ve üzerinde küçük siyah noktalar bulunur. Genel olarak küçük kemiriciler, diğer yılanlar, kertenkeleler ve kuşlarla beslenirler. Kemiricilerle beslendikleri için yararlıdırlar. Gündüzleri oyuklarda ve taş altlarında saklanan bu hayvanlar, avlanma işlerini gece yaparlar. Kendilerini koruma amaçlı saldırabilirler. Oldukça ağır hareket ederler ama saldırırken çok hızlı olabilirler. Boyları ortalama 70–80 cm (en fazla 100 cm) kadar olur. Dağlarda, ormansız ve taşlık olan, az bitkili yerlerde yaşarlar. Yüksekliği 1000-3000 metre arasında olan yerlerde bulunabilirler. Doğu Anadolu'da Kars, Ağrı, Iğdır, Hakkari ve Van civarında habitatın uygun olduğu alanlarda dağılım gösterirler. 20. yüzyıl klasik müzik bestecileri listesi Bu liste 20.yüzyılda eser vermiş bestecileri içermektedir. Doğum tarihi, ölüm tarihi, alfabetik, uyruğuna ve eserlerine göre sıralama yapılabilir. Bulundukları kıtalara göre ülkeler Gelir dağılımına göre ülkeler listesi Diyojen Diyojen (Diogenes) (), MÖ 412 (ya da MÖ 404) - MÖ 323 yılları arasında yaşamış Kinik felsefesinin öncüsü ünlü filozoftur. Sinop'ta doğmuş Korint'de ölmüştür. "Sinoplu Diyojen" ve "Kinik Diyojen" olarak da bilinmektedir. Diyojen, medeniyeti reddetmiş ve medeniyet içerisinde medeniyetten uzak bir şekilde yaşamaya çalışmış bir antik çağ filozofudur. Sıklıkla 10.- 11. yüzyılda aynı bölgelerde yaşamış Bizans subayı, dönemin prensesi "Evdoksia" ile evlenerek imparator olan 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi'nde Alparslan'a yenilen "Romen Diyojen" (IV. Romanos Diogenes) ile karıştırılmaktadır. MÖ 412 (veya MÖ 404) yılında dönemin Yunan kolonisi olan Karadeniz'in Sinope (Sinop) ilinde doğmuştur. Yaşamının Sinop'ta geçen ilk yılları hakkında babası, "Hicesias"in kuyumcu ve sarraf olduğu bilgisi haricinde fazla kaynak yoktur. Babası ve Diyojen'in kalpazanlık ve para tahribatı suçuyla Atina' ya sürgün edildiğ
i bilinmektedir. Arkeolojik kazılarla 4.yüzyıla ait "Hicesias" imzası taşıyan dövülmüş demirden keski madeni paralar çıkarılmış olsa da siyasi veya mali nedenlerle tahrip edilmiş olması olası olan bu paraların tahribat nedenini açıklayan bulgu ve kaynak yoktur. Diyojen, sürgün edilen babasıyla Yunanistan'a gitmiştir. Kısa bir süre sonra onu terk eden “Manes”adındaki köle ile geldiği Atina' da dönemin medeniyetine karşı çıkmış bir köpek gibi yaşamaya karar vermiş, böylece "kynikos" (köpeksi) adını almıştır. Dinde, davranışta, giyimde, barınmada, yiyecek ve terbiyede bütün geleneği reddetmiştir. Atina'da tanıştığı Sinizm öğretisinin kurucusu Antisthenes kendi felsefe ve öğretisini Diyojen'e öğretmiştir. Sokrates’den ders alan Antisthenes, Sokrates’in ölümünden sonra kendi okulunun başına geçip gerçek erdemin kişinin kendine egemen olmasına, tutkularından ve öbür insanlara bağımlılıktan kurtulmasına dayanan kinik felsefesinin kurucularından olmuştur. Diyojen, Atisthenes’in doğaya uygun yaşam çağrısına uymuştur. Hayatını son derece fakir olarak geçiren Diyojen'in içinde yaşadığı bir fıçısı ve bir çanağı vardır. Rivayetlere göre bir gün bir çeşme başında avucu ile su içen bir çocuğu gördüğünde “Bu çocuk bana fazladan eşyam olduğunu öğretti” diyerek elindeki çanağı da atmıştır. Aegina'ya giderken korsanlar tarafından kaçırılıp "Xeniades" isminde bir adama satılarak Korint ê geldiği rivayeti yaygın olan Diyojen, Xeniades'in iki oğluna öğretmenlik yapmıştır. Hayatının kalanını yaşadığı Korint'te sokak yaşamını sürdürmediği, erdemli bir bilgine dönüştüğü de rivayet edilmektedir. Aristotelesin öğrencisi olan Büyük İskender felsefeye meraklı filozoflara değer veren bir hükümdardır. Corinth’e gelen Büyük İskender, Diyojen’i ziyaret etmiş ve bir dileği olup olmadığını sormuştur. O ise bu soruya “Gölge etme başka ihsan istemem.” yanıtını vermiştir . Verdiği cevap aslında tam şu şekilde : işaret parmağıyla güneşi göstererek , "benden bana veremeyeceğin şeyi esirgeme" şeklindedir. Daha sonraları İskender bu olay üzerine "ünlü imparator" Büyük İskender olmasaydım 'Diyojen' olmak isterdim"" demiştir. Kuduz bir köpeğin ısırığıyla, çiğ ahtapot yeme alışkanlığına bağlı olarak ya da nefesini tutarak intihar ettiği, gibi pek çok ölüm sebebi rivayet edilmekle birlikte, bugün ölüm nedeni hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Eflatun'un "Çılgın Sokrat" dediği, çok güzel konuşan, üstün zekası ile herkesi etkileyebilen bu ünlü Kinik filozof bütün gariplik, anormal hal ve tavırlarına rağmen saygı görmüş, ölümünden sonra anısına Korintoslular bir köpeğin yaslandığı mermer bir sütun dikmiştir. Türkiye'de de Diyojen'in anısını yaşatmak için 2006 yılında Sinop'un girişine heykeli dikilmiştir. Elinde fener ve yanında köpeğiyle birlikte tasvir edilen yaklaşık altı metrelik mermer Diyojen heykeli, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü öğretim görevlisi Turan Baş önderliğinde 25 kişilik ekip tarafından altı ayda hazırlanmıştır. Diyojen yoksulluk içinde yaşadığı, halka açık yerlerde yatıp kalktığı ve yiyeceğini dilenerek topladığı halde, herkesin aynı şekilde yaşaması gerektiğini savunmamıştır. Kişinin en kısıtlı yaşam koşullarında bile, mutlu ve bağımsız olabileceğini göstermeyi amaçlamıştır. İnsanın kendi kendine yeterli olabilmesi gerektiğini savunmuştur. Uygarlaşmanın getirdiği kurallara ve araçlara bağlı olan bir yaşamı reddetmiş, yaşamın doğal ve sade olması gerektiğine inanmıştır. Kendi açısından sade ve doğal, toplumsal değerler açısından ise sefil denebilecek bir yaşam sürer. Ona göre, sade bir yaşam tarzı, sadelikten başka, örgütlenmiş, dolayısıyla uzlaşımsal toplumların görenek ve yasalarını da önemsememek anlamına gelir. Diyojen, doğaya aykırı bir kurum olan ailenin yerini, kadınların ve erkeklerin tek bir eşe bağlı olmadığı, çocukların ise bütün toplumun sorumluluğunda bulunduğu doğal bir durumun alması gerektiğini savunmuştur. Zaman içerisinde Diyojen, onun yaşam biçimine benzer yaşayan insanlar için bir yakıştırma olmuştur. Bu benzetme psikiyatride de kullanılmaya başlanmış ve kendilerine bakmayan insanlar Diyojen’e benzetilerek, hastalıklarına "Diyojen sendromu" adı verilmiştir. Bu hastalar normalde sosyokültürel seviyesi yüksek insanlar olup, bu tip bir davranış bozukluğuna çok yavaş geçmektedirler. İlk olarak etraflarında olup bitenlerle temaslarını kesen bu hastalar genellikle yalnız yaşarlar ya da etraflarındaki yakınlarının farkında değildirler. Anti-sosyalleşip çoğunlukla kir pas içinde, dağınık bir ortamda yaşamaya başlayarak çöp toplamaya (syllogomania) da başlayabilmektedirler. Afrika ülkeleri listesi Afrika, hem yüzölçümü hem de nüfus bakımından Asya'dan sonra dünyanın en büyük ikinci kıtasıdır. Yaklaşık 30.065.000 km²'lik alanı ile dünya topraklarının %20,4'ünü kapsamaktadır. 1.000.050.000 kişi yani Dünya nüfusunun %14,72'sini barındırmaktadır. Afrika kıtası; kuzeyde Akdeniz, kuzeydoğuda Süveyş Kanalı ve Kızıldeniz, doğu ve güneydoğuda Hint Okyanusu ve batıda Atlas Okyanusu tarafından sınırlandırılır. Bu sayfa Afrikanın coğrafî kapsamına giren ülkeleri; bayrakları, başkentleri, para birimleri, resmî dilleri, yüzölçümleri, nüfusları ve coğrafî konumunu gösteren haritalar ile listelemektedir. Bu liste Birleşmiş Milletler (BM) üyesi devletleri ve diğer topraklara (BM tarafından tanınmayan devletler ve bağımlı topraklar) bölünmektedir. Aliterasyon Aliterasyon edebi sanat türüdür. Şiir ya da düzyazıda bir uyum yaratmak amacıyla, aynı sesin veya hecenin tekrarlanmasına "aliterasyon" denir. Örneğin: Berceste Berceste, edebiyatta öz, güzel, latif, ince anlamlı, kolayca hatırlanan, yapısı sağlam dize ya da beyittir. Genel anlamda bir şiirdeki en güzel dize ya da beyit de denebilir. Bazı berceste örnekleri: Tevbeler ittim ki itmeyim tevbe. Tevbeye tevbe-i nasuh olsun. Cezâlet Şiirde söyleyişleri kulağa sert gelen sözcükleri tanımlar. Uyumu konuya göre ayarlayan önemli bir anlatım şeklidir. Örneğin, sanatçı şiddet, büyüklük, vakar, ölüm, korku, savaş gibi konuları anlatırken ya da işlerken, sözcükleri de anlattığı konuya uygun düşecek kalın sesliler arasından seçer. Savaşı anlatırken çekâçâk, gülbank gibi sözcüklerin kullanılması gibi. Bu tür kalın seslilere elfâz-ı cezele, taşıdıkları niteliğe de cezâlet denir. Örneğin: Saflar düzüp hücum hücum edilecek hayl-i düşmene Dehşet âsimân u zemîn pür-figân olur Evc-i havâda çekâçâk ı tigden Âvaz-ı ra’d u sâika reh-gümkünân olur Nefi Atışma Halk edebiyatında âşıkların karşılıklı şiir söylemesidir. Kelimenin kökeninde iki anlam vardır: 1. "Atmak:" Birbirine laf atmak manası. 2. "Aytışmak:" Karşılıklı konuşmak, deyişmek (Ayıtmak/Aytmak: Konuşmak). Sözcüğün eski biçimi Aytışma şeklindedir. Deyişme de denir. En az iki âşık kendi kendilerine ya da bilirkişiler ve dinleyiciler karşısında belli kurallar çerçevesinde şiir yarışı yaparlar. Birbirlerini denerler, ustalıklarıyla öne çıkmaya çalışırlar. Deyişme şu sırayla yapılır: Merhabalaşma, giriş bölümüdür. Âşıklar, birbirlerini ve dinleyicileri "Hoşgeldiniz", "Sefa geldiniz", "Merhaba" gibi sözcüklerle rediflerine bağlanan kafiyelerle dörtlükler kurarak selamlar. İkinci bölümde âşıklar kendi ustalarının şiirlerinden örnekler söyler. Tekerleme bölümü denilen üçüncü bölüm asıl deyişme bölümüdür. Ev sahibi ya da yaşlı bir kişi düz ya da geniş ayakla deyişmeyi açar. Âşıklar konu ve bend sınırlaması olmaksızın verilen oyun üzerinden deyişmeye başlar. Âşıklar asıl ustalıklarını ve sanatçılıklarını burada göstermeye çalışır. İlk ayak bitince diğer âşık yeni bir ayak açar. Deyişme sürdükçe ayaklar darayak halini alır. Deyişme karşılıklı soru-yanıt şekline döner. Âşıklar böylece birbirlerinin bilgi ve sanatlarını ölçer. Bir şekilde karşısındakini söz söylemez haline getiren âşık deyişmeyi kazanır. Dudakların birbirine değmesiyle çıkan harfleri kullanmadan yapılan atışmaya "lebdeğmez" veya "dudak değmez" denir. Aşıklar dudaklarının arasına, dik pozisyonda bir iğne yerleştirip "doğaçlama" olarak, içinde "b, f, p, m, v" harfleri bulunmayan sözcükler kullanarak hem çalarlar hem de atışırlar. Örneğin; "Çekil izzetle, uzlet kûşesinde Aziz ol, derd-i şöhretden cüdâ ol"(Ahmed Remzi Akyürek) beytinde, sesli harflerden sonra dudakların birbirine dağmesiyle çıkabilecek olan b, f, p, m, v harleri kullanılmayarak lebdeğmez sanatı yapılmıştır. Şenlik: Şöhretin vezir payında Rütbesiyle şana layık Oturuşun o duruşun Hem sultana hana layık" Feryadî: Sefa geldin gözüm üzere Olsam mihmana layık Şeyhülislam, sadrazam Doğru Al’Osman’a layık" Şenlik: Seninle oldum taaşşuk Gözlerime geldi ışık Duymadım sen kime aşık Dillerin Kur’an’a layık" Feryadî: Bu düşkün gönlüm açarsın Selim Sırat’ı geçersin Kevser ırmaktan içersin Olasan cihana layık" Şenlik: "Kul şenliği eder hürmet Rikabın kıldım ziyaret Sana nasip olsun cennet Huriye gılmana layık" Feryadî: Sefil Feryadî göresen Meram maksûda eresen Sancak altında durusan Habîb-i Rahman’a layık" Ayrıca Kazak ve Kırgız halk edebiyatında Aytış olarak bilinen, ( ), (, ), iki Akın (Âşık) arasında düzenlenen bir şarkı yarışması da vardır. Her bir akın genellikle ulusal enstrümanları (Kırgızların kopuz, Kazakların dombıra) tıngırdatıp bir dizi konuda kendiliğinden uyaklı koşukta birbirlerine yanıt verir. Onlar (eğer karşı cinsten iseler) birbirlerinin tarzına, cinaslı siyasi açıklamalar yapmak ve düz bir şekilde atışarak birbirlerini, ama hepsi iyi mizahlı yapılır; Kırgızca akın sık sık bir iyi niyetli olması gerektiğinin söylemli atışı olabilir. İftira gibi her türlü özel izne rağmen, Kazakistan'da devlet başkanına karşı siyasi açıklamalar yapılmış Akın Vakası'nın var olduğu bilinmektedir. Kırgız Akınlar bu nedenle iyi bir canlandırmayla (ve onların izleyici tarafından farkında olmaları önemlidir) bazı zor soyutlamaları (örneğin, canlı seyirci olmadan bir stüdyoda) gerçekleştirmektedirler. Seyirci genellikle bir yarışmada kazanan üzerinde oyu, bu resmi bir süreç olmasa da, birçok kişi "hissediyor" olabilir (herkes açıkça bunu ifade etmeden), seyirci hangi akının sad
ece kalabalık dinamikleri ile bir kazanan olduğu üzerine yakınlaşmıştır. Genellikle Akınlar aynı milliyetten diğer Akınlarla yarışırlar, ancak Kırgız ve Kazak Türkçeleri arasında karşılıklı yüksek düzeyde anlaşılabilirlik nedeniyle, hatta son yıllarda, Kırgız ve Kazak Akınların birbirlerine karşı yarıştığı durumlar olmuştur. Muamma Divan şiirinde, başta Esma ül Hüsna (Allah’ın doksan dokuz güzel ismi) olmak üzere konusu insan ismi olan manzum bilmeceler. Kelime "gizli, örtülü, anlaşılması güç veya işaret remiz yoluyla söylenmiş söz" anlamlarına gelir. Muammalar lügazlardan farklıdır. Muammalar Allah’ın isimlerinden biri veya insan ismi için düzenlenirken lügazlar her şey hakkında düzenlenirler. Yalnız muammaların bazen lügaz, hatta âşık edebiyatında bir çeşit bilmece (âşkı -muamma) karşılığı olarak da kullanıldığı görülür. Muamma alanında en çok eser veren şairimiz Emri (Edirneli Emrullah Çelebi) olmuştur. Muammanın düzenlenmesinde ebced hesabı kullanılır. Burada sorulan bir isimdir.Muamma söyleyenlere:muamma-guy, muammayı çözene ise:muamma-küşa denir.Genellikkle çözüm ikinci mısradadır.Arap edebiyatından İran edebiyatına onlardan da Türk edebiyatına geçmiştir.Türk edebiyatında Ahmedi ilk muamma yazan kişidir.Muamma söyleyen diğer şahsiyetler:MU'in,Emri,Sürur Örnek: Bende yok sab-ü sükun sende vefadan zerre İki yoktan ne çıkar fikr edelim bir kerre Nabi Na ve bi farsçada olumsuzluk ekleridir yani iki tane 'yok' birleşince NABİ olur. Rubai Rubai, aruz ölçüsüyle yazılır. Birimi dörtlüktür. 4 dizelik (mısralık) bir Divan Edebiyatı nazım biçimidir. Rubailerde birinci, ikinci, dördüncü dizeler uyaklı, üçüncü dize ise serbesttir. Kafiye düzeni aaxa şeklindedir. İki beyitlik kıtalar biçiminde yazılmış rubailer de vardır. Her dizesi birbiriyle uyaklı rubailere "rubai-i musarra" ya da "terane" adı verilir. Rubainin, aruzun hezec bahrinden 24 kalıbı bulunur. Bunlardan; mef'ûlü birimiyle başlayan 12 kalıba "ahreb", mef'ûlün birimiyle başlayan öbür 12 kalıba da "ahrem" denir. Kalıpların sonu "fâül" ya da "fa" birimiyle biter. ==== Rubainin her dizesi ayrı bir ölçüde olabildiği gibi, dört dizesi de aynı ölçüde olabilir. Türk divan şiirinde daha çok ahreb kalıbına rastlanır. Rubailer genellikle mahlassız şiirlerdir. Ve divan şairlerinin divanlarının sonunda rubaiyyat başlığı altında sıralanırlar. Bu türün en bilindik şairi Ömer Hayyam’dır. Türk edebiyatında Mevlana’nın Farsça yazdığı felsefi rubailer bu türün hızla yayılmasını sağladı. Kara Fazlî, Fuzûlî 16. yüzyılda bu türün en usta örneklerini verdiler.Divan edebiyatı'nda 17. yüzyıl rubainin altın çağı oldu. Azmizade Haleti, yazdığı bin kadar rubai ile "en büyük Osmanlı rubai şairi" olarak tanındı. Cumhuriyet döneminin en büyük rubai ustası ise Yahya Kemal Beyatlı’dır. Arif Nihat Asya ise rubailerini "Rubaiyyat-ı Arif " adlı eserinde yer almıştır Seni aramaktan dünyanın başı dertte; Zengine de göründüğün yok, fakire de; Sen konuşursun da biz sağır mıyız yoksa, Hep kör müyüz, sen varsın da görünürde. En doğrusu, dosta düşmana iyilik etmen; İyilik seven kötülük edemez zaten. Dostuna kötülük ettin mi düşmanın olur: Düşmanınsa dostun olur, iyilik edersen. Rubai Ya Rab dilimi sehv-ü hatâdan sakla Endîşemi tezvîr-ü riyâdan sakla Basdım reh-i vâdî-i rubâîye kadem Tan'ı har-ı nâdân-ı dü-pâdan sakla Nef'î Ahvâl-i cihânı her zaman söyleşelim Amma gam-ı aşkımız nihân söyleşelim Ey vâkıf-ı râz-ı aşk olan ârif-i cân Ney gibi seninle bî-zebân söyleşelim Azmizade Haleti Bilge Karasu Bilge Karasu (1930, İstanbul - 14 Temmuz 1995, Ankara), Türk öykü, roman, deneme yazarıdır. Aynı zamanda felsefeci yanı olan Karasu, metinlerinde felsefi sorunları işlemiş ya da onun metinleri felsefi incelemenin konusu olarak görülmüştür.Postmodern romanın Türkiye'deki önemli isimleri arasında değerlendirilmektedir. Bilge Karasu 1930'da İstanbul'da dünyaya geldi. Genellikle sanıldığının aksine, Musevi asıllı Osmanlı siyasetçi Emanuel Karasu ve onun yeğeni dünyaca ünlü yoğurt şirketi Danone Grubu'nun kurucusu İzak Karasu ile herhangi bir akrabalık ilişkisi bulunmamakla birlikte, Bilge Karasu'nun daha sonra Müslümanlığı seçmiş bulunan anne ve babası da Musevi asıllıdır. Şişli Terakki Lisesi'nde ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nde öğrenim gördü. 1963 yılında, Rockfeller bursuyla gittiği Avrupa'dan 1964'de dönerek çevirmenliğe başladı. Basın-Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğü'nde ve Ankara Radyosu dış yayınlar servisinde çalıştı. Ankara Radyosu için radyo oyunları yazdı. 1974 yılından ölümüne kadar Hacettepe Üniversitesi' Felsefe bölümünde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Ankara'da Nilgün Sokak'ta yıllarca küçük bir bodrum katında yaşadı. 14 Temmuz 1995'de pankreas kanseri tedavisi sürerken Hacettepe Üniversitesi Hastanesi'nde öldü. Karşıyaka Mezarlığı’na gömüldü. Yazmaya 17 yaşında başladı. İlk yazısı 1950'de, ilk öyküsü de 1952'de Seçilmiş Hikâyeler Dergisi'nde yayımlanan Bilge Karasu, bireyin sorunlarına ağırlık veren, onun günlük hayatındaki açmazlarını işleyen bir yazardır. Her insanın hayatında en az birkaç kere kafasından geçirdiği ya da yaşadığı "sevgi", "dostluk", "yalnızlık", "tutku", "inanç/inançsızlık", "korku" ve "ölüm" gibi kavramları imgesel bir dille anlatır. Okuyucu günlük hayatına tanıklık ettiği hikâyedeki kahramanda ya da kişilerde kendinden parçalar bulur. Böylece kullanılan imgeleri de rahatlıkla bilinçaltında kendi yaşamına göre şekillendirip yorumlar, hikâyeyle okur arasında bir bağ oluşur. Çünkü Karasu, insanla/insanüstüyü, olağanla/olağanüstüyü yapaylığa düşmeden, metnin doğal akışı/hayatın da kurgusal akışı içinde verir Okurun hayal gücünü bir noktaya kadar özgür bırakır. Karasu kelimelerini özenle seçer. Dili işlenmiş, üzerinde çok çalışılmış, oynanmış bir dildir. Kullandığı arı Türkçe başka yazarlarda yapay ve zorlama dururken, onun metinlerinde hoş bir tat bırakır. Çünkü ritim düşünülerek, ses düşünülerek, görsellik düşünülerek kurulmuş, kurgulanmış, kusursuz olması istenmiş bir dille yazılmıştır. Türkçe edebiyatın en özgün kalemlerinden biri olan Karasu "Gece" adlı kitabıyla Amerika'da verilen "Pegasus Ödülü"nü kazanan tek Türk yazardır; bu ödülle birlikte kitapları İngilizceye çevrilmiş ve ABD'nin çeşitli üniversitelerinde romanı Türk edebiyatı üzerine konferanslar vermiştir. Ölümünden önce yayınlanan kitabı "Narla İncire Gazel" (1995), ölümünden sonra 1996'da yayınlanan son kitabı ise "Altı Ay Bir Güz"dür. Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Merkezi 13-14 Aralık 2010 tarihlerinde Bilge Karasu’nun doğumunun 80, ölümünün 15.yılı dolayısıyla "Altı Ay Bir Güz" başlığı altında Uluslararası Bilge Karasu Sempozyumu düzenledi. Başkanlığını Talat Halman'ın yaptığı sempozyuma Bilge Karasu'dan ingilizceye yaptığı çevirilerle 2004’te ABD’nin en önemli çeviri ödülünü (National Translation Award) kazanan Aron Aji ve kimi kitaplarını Fransızcaya çeviren Alain Mascarou ile edebiyat dünyasından isimler katıldılar. Esat Mahmut Karakurt Esat Mahmut Karakurt (1902, İstanbul - 15 Temmuz 1977, İstanbul), özellikle "Kadın İsterse" adlı romanıyla bilinen Türk yazardır. Şura-yı Devlet üyesi Urfalı Mahmut Nedim Bey'in oğludur. Kadıköy Sultanisi'ni, İstanbul Diş Hekimliği Okulu'nu ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Avukatlık, gazetecilik, Galatasaray Lisesi'nde Türkçe öğretmenliği yaptı. TBMM X. ve XI. Dönem Şanlıurfa milletvekilliği ile Cumhuriyet Senatosu Şanlıurfa Üyeliği (15 Ekim 1961 - 5 Haziran 1966) yapmıştır. İlk yazıları muhabir olarak çalıştığı Tercüman-ı Hakikat gazetisinde yayınlandı. Daha sonra çalıştığı İleri, İkdam, Cumhuriyet, Tasvir, Yeni Sabah gibi gazetelerdeki polisiye olayları konu alan röportajlarıyla tanındı. Küçük öyküler yazdı. Ama daha çok çoğu sinemaya uyarlanan, olaya dayalı aşk ve serüven romanlarıyla ün kazandı. 1977'de ölen yazar Zincirlikuyu mezarlığı'nda defnedildi. Nikos Kazancakis Nikos Kazancakis () (d. 18 Şubat 1883, Kandiye, Osmanlı İmparatorluğu - ö. 26 Ekim 1957, Freiburg, Almanya), Yunan yazar, şair, siyasetçi ve filozof. 20. yüzyılın en önemli Yunan felsefecisi olduğu ve eserleri yabancı dillere en çok çevrilmiş olan Yunan yazarlardan olduğu düşünülmektedir. Fakat şu anki şöhretine, 1964 yılında gösterime girmiş olan Michael Cacoyannis'in yönetmiş olduğu "Zorba" adlı sinema filmiyle kavuşmuştur. Bu film, aynı ismi taşıyan kendi kitabından uyarlanmıştır. Girit'te, ada hala Osmanlı yönetimindeyken, Kandiye ilinde dünyaya geldi. Bu tarihlerde, Girit adasında Osmanlı İmparatorluğu'ndan bağımsızlık kazanma amacıyla ayaklanmalar yaşanıyordu. Kendisinin evvelki eğitim dönemi hakkında fazla bir bilgi olmamasına rağmen, 1902'de Atina Üniversitesi'nde hukuk okumaya başladığı bilinmektedir. Hukuk öğreniminden mezun olduktan sonra, 1907'de ise felsefe üstüne çalışmak için Paris'e gitti. Burada Henri Bergson'la çalışma imkânı buldu. 1911 yılında Galatea Alexiou ile evlendi. Balkan Savaşları patladıktan sonra ise orduya katıldı. Savaş bittikten sonra ülkesine geri döndü ve felsefe hakkındaki çalışmaları Yunancaya çevirme çalışmalarına başladı. 1914 yılında, sonraki 2 yıl boyunca beraberce Yunan Hristiyan kültürünün ortaya çıkıp geliştiği yerleri gezeceği Angelos Sikelianos ile tanıştı. Bu gezilerinde Sikelianos'un milliyetçiliğinden oldukça etkilenmiş olduğu belirtilmektedir. 1922'den ölümüne kadar birçok ülkeyi dolaşarak, gezi yazıları formatında eserler verdi. Gezdiği şehirler/ülkeler ve bu şehirler/ülkelerde bulunduğu tarihler şöyledir: Paris ve Berlin (1922 - 1924), İtalya ve Rusya (1925), İspanya (1932), ve sonrasında Kıbrıs Adası, Aegina (Egina), Mısır, Sina Dağı, Çekoslovakya, Nice, Çin ve Japonya. Ayrıca Fransa'nın Nice şehrinde bulunduğu vakitlerde, Antibes yakınlarında bir villa satın almıştır. 1926 yılında ilk eşinden boşandı ve 1945'te, vefatına kadar birlikte olacağı Eleni Samiou ile evlendi. Berlin'de bulunduğu sıralarda, komünizm ile tanıştı ve sağlam bir Lenin hayranı oldu. Hiçbir zaman tamamıyla komunizme bağımlı bir yoldaş olmasa da, Sovyetler Birliği'ni ziyaret et
tiği vakitlerde, Sol Muhalefet yanlısı politikacı ve yazar olan Victor Serge'nin yanında kaldı. Sovyetler'de bulunduğu sıralarda, Josef Stalin'in önemli bir politik şahsiyet olarak yükselişine tanıklık etti ve Sovyet tipi komünizmden soğumaya başladı. Bundan sonra, öncesinde sahip olduğu ve milliyetçiliği ağır basan fikirleri değişmeye ve yerini daha evrensel ideolojilere bırakmaya başladı. 1945'te, Yunanistan'da komünist olmayan küçük bir sol partinin başkanı oldu ve Yunan hükümetinde bakan olarak görev aldı. 1 sene sonra ise bu görevinden istifa etti. 1946'da, Yunan Yazarlar Topluluğu tarafından Angelos Sikelianos ile birlikte Nobel Edebiyat Ödülü için kurula tavsiye edildi. 1957 yılında, bu ödülü 1 oy farkı ile Albert Camus'ya kaptırdı. Camus ödülü aldıktan sonra, Kazancakis'in bu ödülü kendisinden yüzlerce kez daha fazla hakettiğini söylemiştir. 1956 yılında Viyana'da Uluslararası Barış Ödülü'nü aldı. 1957'nin sonlarına doğru, lösemi hastalığına yakalanmış olmasına rağmen Çin ve Japonya'ya son bir gezi turuna çıktı. Dönüş yolunda ise iyice hastalanan Kazancakis, Almanya'nın Freiburg kentinde vefat etti. Ortodoks kilisesi mezarlıkta defnedilmesine izin vermediğinden, Kandiye'yi çevreleyen Venedik surlarının kale burçlarından birinin altına gömüldü. Girit'te bulunan havaalanlarından birine ismi verilmiştir. Şehrin en yüksek tepesi olan Martinego’daki mezar taşında, kendi eseri "Çileci"den alıntılanan şu yazıt yer almaktadır: İlk yapıtı, "Karma Nirvami" takma ismini kullanarak 1906 yılında yazmış olduğu öykü formundaki eseri "Yılan ve Zambak"'tır. 1909 yılında ise "Komedi" adındaki tek perdelik oyununu kaleme almıştır. Bu oyunda kullanmış olduğu, daha çok 2. Dünya Savaşı sonrasında yaygın olarak kendisini Sartre ve Camus gibi yazarların eserlerinde gösterecek olan varoluşçu temalar göze çarpmaktadır. 1910'da, Paris'teki eğitimini tamamladıktan sonra, popüler bir Yunan mitine dayanan, "İnşaat Ustası" adlı trajedisini yazıya geçirmiştir. 1924'te yazmaya başladığı ve 1938'de yayımlanana kadar yedi defa yeniden yazdığı "Odysseia: Devam Kitabı" kendisinin en önemli eseri olarak görülmektedir. Bu çalışma 33.333 misradan oluşmaktadır ve Homeros'un Odysseia adlı eserini, yazarın bıraktığı yerden, yapısal olarak tamamen koruyarak devam ettirip tamamlamayı amaçlamıştır. Romanlar: Şiirler: Denemeler: Oyunlar: Nikos Kazancakis'in yapıtlarına dayalı filmler: Hürriyet (gazete) Hürriyet, Türkiye'de yayınlanan günlük gazete. 1 Mayıs 1948 tarihinde Sedat Simavi tarafından kurulmuş olup, günümüzde Demirören Holding bünyesinde bulunmaktadır. 7 Kasım 2016 tarihi itibarıyla, Türkiye genelinde en çok tiraja sahip olan gazetedir. Gazete, 1948'de Sedat Simavi tarafından kurulmuş ve 1 Mayıs 1948'de "Ürdün ve Irak orduları Filistin'e girdi" manşetiyle ilk sayısını yayınlamıştır. Sedat Simavi'nin 1953'te ölmesinden sonra yönetimi ortaklaşa üstlenen oğulları Haldun Simavi ve Erol Simavi döneminde de, gazete aynı çizgiyi sürdürmüştür. Haldun Simavi'nin Web Ofset grubunu oluşturarak 1971'de ayrılmasından sonra gazete tümüyle Erol Simavi'nin yönetimine geçti. 1971 sonrasında sırasıyla İzmir, Ankara, Adana ve Erzurum'da bürolar açan Hürriyet 1973'te ofset baskı sistemine geçerek özellikle renkli fotoğraf kullanımıyla büyük avantaj sağladı. 7 Mart 1990'da, gazetenin Yönetim Kurulu üyesi, yazarı ve eski Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç, arabasına binerken uğradığı silahlı saldırıda yaşamını yitirdi. 1 Mayıs 1988 tarihinde logosu değiştirilen Hürriyet, 1992 yılında Erol Aksoy, Dinç Bilgin ve Haldun Simavi'nin ortak girişimi haline geldi. 1994 yılında, yüzde 70 hissesi Doğan Yayın Holding tarafından satın alınan Hürriyet, Doğan Yayın Holding'e bağlı olarak yayım yapmıştır. 20 yıldır gazetenin Genel Yayın Yönetmenliğini yapan Ertuğrul Özkök, 29 Aralık 2009 tarihi itibarıyla yerini Enis Berberoğlu'na bırakmıştır. 25 Şubat 2017 tarihinde yayınlanan Hande Fırat imzalı "7 Eleştiriye 7 Yanıt - Karargâh Rahatsız" başlıklı manşet haberden kısa bir süre sonra, Sedat Ergin Genel Yayın Yönetmenliğinden ayrılarak yerine Fikret Bila atanmıştır.(1 mart 2017). 2018 yılında Demirören Holding tarafından satın alınmıştır. 1997'den itibaren yayın yapan Hürriyet gazetesinin internet haber sitesi Türkiye genelinde Şubat 2011 istatistiklerine göre en çok ziyaret edilen siteler sıralamasında 7. ve dünya genelinde ise 474. sıradadır. Gazetenin internet sitesi "hurriyet.com.tr", Haziran 2011'de 9,5 milyon ziyaretçisiyle Avrupa’da en çok ziyaret edilen dördüncü haber sitesi oldu. İlk 1950 yılında Hürriyet ile birlikte ek olarak verilen "Hürriyet Pazar" karikatür formatındadır. Yıllar içerisinde içerik ve görsel olarak yenilenen Hürriyet Pazar Gazetesi; Hürriyet Pazar İlavesi, Pazar Extra, Pazar Kelebek, Kelebek Pazar gibi isimlerde yayınlanmıştır. Hürriyet gazetesi eki "Hürriyet Pazar" 1950 yılından bugüne kadar verilen ektir. 24 Nisan 2011 tarihinde ek formatından gazete formatına dönüştürülmüştür. "Türkiye'nin yeni Pazar tutkusu olacak" sloganıyla lanse edilen "Hürriyet Pazar"ın içeriği genişletilmiştir. Yazarlar bünyesine Ahmet Hakan, Ayşe Arman ve Ertuğrul Özkök gibi yazarları ekleyen gazete 36 sayfa olarak basılmaktadır. "Hürriyet Kampüs" gazete eki 2010 Mart tarihinden itibaren çeşitli üniversitelerin kampüslerinde bulunmaktadır. Bu gazeteyle genç nüfusa seslenen Hürriyet çeşitli festival ve yarışmalar da düzenlemektedir. Gazetenin her ayın ikinci ve son cuması çıkan teknoloji konulu ilavesi. 2002 yılı Kasım ayında yayın hayatına başlamıştır. Gazetenin Yayın Yönetmeni Yurtsan Atakan'dır. Yardımcı editörlüğünü sırasıyla Hüseyin Gönüllü, Erdal Kaplanseren, Levent Daşkıran ve Serbülent Aksayar yürütmüştür. Yazarları Siyami Kahyaoğlu, Yurtsan Atakan, Erkan Çelebi, Edip Emil Öymen, Halil Aksu, Batuhan Okur, Ersan Atakan, Levent Pekcan, Aslı Yurtseven ve Selim Demirpençe'dir. 2008'in kasım ayında ekin yayınına son verilmiştir. 3 Şubat 2017 tarihinden itibaren her cuma yayınlanmaya başlamıştır. Hürriyet, Almanya'ya çalışmak için giden Türk işçilerinin gazete ve haber gereksinimini karşılamak amacıyla, 1964 yılından başlayarak uçakla Almanya ve diğer Avrupa ülkelerine gönderilmeye başlandı. Talebin artması üzerine 1970'lerin başında gazetenin Almanya'da da basılmasına karar verildi. Günümüzde, Almanya'nın Frankfurt şehri yakınlarındaki tesislerinde Hürriyet Gazetesi'nin basımı devam etmektedir. 25 Şubat 2017 tarihinde "Hürriyet" gazetesinde, Hande Fırat tarafından kaleme alınan ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar'a yönelik eleştirilere cevap niteliği taşıyan bir haber, manşetten “7 Eleştiriye 7 Yanıt” başlığıyla; orta sayfada ise “Karargâh Rahatsız” başlığıyla yayımlandı. Haber yayınlandıktan kısa süre sonra Cem Küçük, Hilal Kaplan, Turgay Güler, Ömer Turan gibi gazeteciler, Twitter üzerinden çok ağır tepki gösterdi; manşet, "Cumhuriyet" gazetesinin 2003'de attığı "Genç Subaylar Rahatsız" manşetine benzetildi, askerî darbe iması içerdiği iddia edildi, Aydın Doğan ve Hande Fırat hedef gösterildi ve haklarında soruşturma açılması için çağrı yapıldı. Tepkiler üzerine aynı gün açıklama yapan Hürriyet gazetesi, haberi yazan Hande Fırat'ın Genelkurmay Başkanlığı İletişim Dairesi’nden aldığı yanıtları haberleştirdiğini belirtti ve askerî darbe imaları hakkında ‘iftirada sınır tanımazlığın en uç örneklerinden biri’ dedi. habere karşı sosyal medya, görsel ve yazılı medyadan gelen tepkiler sonrası Bakırköy Başsavcılığı, yapılan suç duyurusu üzerine soruşturma başlattı. Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Yiğit Bulut manşetle ilgili "Halkı kendi ordusu ile karşı karşıya getirmeye çalışanlar, mutlaka bunun hesabını verecekler" demiş, Başbakan Binali Yıldırım gazete maneşetiyle ilgili olarak "Hükümete ayar vermeye çalışıyorlar" diyerek tepki göstermiş, Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ile görüşmüştür. 28 Şubat tarihinde Recep Tayyip Erdoğan ve Hulusi Akar'ın Pakistan'a hareketinde önce havalimanında basın açıklaması yapmış, gazetenin haberi için "Bizi kendi içimizde birbirimize düşürmeye çalışıyorsa, bunun bedelini de ağır ödeyecektir" dedi. 1 Mart 2017 tarihli Hürriyette ise karikatürist Latif Demirci'nin çizdiği, asker kamuflajı desenli bir kapının tokmağına "Please do not disturb / Lütfen rahatsız etmeyiniz" yazılı uyarı levhasının asılı olduğu görülen karikatürist yayınlanmıştır. 6 Eylül 2015'te Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın bir televizyon programında yaptığı bazı açıklamalar, Hürriyet Gazatesi'nin resmî twitter adresinden “Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan "#Dağlıca" açıklaması: '400 milletvekili alınsaydı bunlar olmazdı.'” ifadeleri ile yayınladı. Gazete, tweeti "#Dağlıca" hashtag'ının "isabetli" olmadığı ve "bilgiyi bir an önce okurlara ulaştırma çabasından kaynaklanan bir yanlışlık" olduğu gerekçesi ile on dakika sonra yayından kaldırdı. Bu sırada Hilal Kaplan ve Cemile Bayraktar Twitter üzerinden Hürriyet Gazetesi'ni protesto çağrısı yaptılar. Ardından yaklaşık 200 kişilik bir grup saat 23.30 sıralarında Hürriyet Dünyası’nın İstanbul Bağcılar'da bulunan, "Radikal" ve Doğan Haber Ajansı gazetecilerini de barındıran binasına taş ve sopalarla saldırıda bulundu. 7 Eylül 2015 tarihinde gazetenin İstanbul ve Ankara'daki merkezlerine yönelik ikinci bir saldırı gerçekleştirildi. Kalabalık bir grup polis engelini aşarak gazetenin Ankara'daki binasına taş ve sopalarla hasar verdi ve sloganlar attı. Ayrıca dört el silah sesi duyuldu. Gazetenin avukatları, Hürriyet Dünyası'na saldırı esnasında kalabalığın arasında bulunan AK Parti Gençlik Kolları Başkanı, üyeleri ve AK Parti İstanbul Milletvekili Abdurrahim Boynukalın hakkında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulundu. Ayrıca, İstanbul Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı, "Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın söylemediği sözü çarpıtarak, algı operasyonu" yapıldığı gerekçesiyle Hürriyet gazetesi internet sitesinin yetkilileri hakkında soruşturma başlattı. Gazete'ye yönelik saldırılar Milliyetçi Hareket Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi, Türkiye Gazeteciler
Federasyonu, TÜSİAD, Amerika Birleşik Devletleri'nin Ankara Büyükelçiliği ve Avrupa Birliği Konseyi tarafından kınandı. 2-8 Mayıs 2016 tarihleri arasındaki 341.805 adet tirajı ile Türkiye’nin çok okunan gazetesidir. Radikal (gazete) Radikal, Doğan Yayın Holding'e ait günlük gazetedir. 1996'da yayın hayatına başlayan gazetenin basılı yayını Haziran 2014'te, dijital yayını Mart 2016'da son bulmuştur. Radikal gazetesi 1996 yılında basılı olarak yayına başlamıştır. Amerikan The New York Times ve İngiliz The Guardian gazetesinin versiyonudur. "Radikal İki", "Radikal Kitap" ve "Radikal Hayat" isimli ekleri bulunmaktaydı. 17 Ekim 2010 tarihinden itibaren de tabloid boyda yayınlamıştır. Radikal, zarar ettiği gerekçesiyle basılı yayınını 21 Haziran 2014 tarihinde sonlandırıp dijital gazeteciliğe geçmiştir. Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni olan Ezgi Başaran, 2 Aralık 2015 tarihinde görevini Cem Erciyes'e bıraktı. 22 Mart 2016 tarihinde, Radikal'in internet yayının da 2016 yılı Mart ayının sonu itibarıyla son bulacağı, Radikal Kitap'ın ise Hürriyet bünyesinde çıkmaya devam edeceği duyurulmuştur. Bazı yazarlar kapatma kararına tepki gösterdi ve kapatma kararının kendilerine bildirilmediğini, kararı Twitter'dan öğrendiklerini söylediler. Radikal'in aktif köşe yazarları 'Veda' yazılarını Radikal'in sitesinde 4 Nisan 2016 tarihinde yayınladılar. G8 Sekizler Grubu veya kısa kullanımıyla G8, bir uluslararası hükûmetler formu olup, günümüzde üyeleri olan Kanada, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Rusya, Birleşik Krallık ve ABD ülkeleri, dünya ekonomisinin yaklaşık %65'ini temsil ederler. İlk dönemde altı ülkeden oluşan ve o dönemde G6 diye adlandırılan gruba, önce Kanada (1976) ve sonra Rusya (1997)'nın dahil olmasıyla grup, G8 ülkeleri olarak anılmaya başlanmıştır. Grup, yıl boyunca konferanslar ve politik araştırmalar yapar. Grup ülkeleri, 1975'ten beri yıllık ekonomi zirveleri düzenlemektedirler. Üye ülkelerin hükûmet başkanlarının yıllık zirve toplantısına katılması ile doruğuna ulaşır. Her yıl G8 üye devletleri grubun başkanlık görevini üzerine alır. Başkanlığı elinde bulunduran ülke, grubun gündemini belirler ve o yılki toplantı için ev sahipliği yapar. 2007 için başkanlık sırası Almanya'dadır ve 33'üncü G8 toplantısı için Heiligendamm şehrinde 6-8 Haziran'da ev sahipliği yapmıştır. Avrupa Birliği, toplantılarda Avrupa Komisyon başkanı tarafından temsil edilir. Dünyanın büyük endüstrileşmiş demokrasilerinin forum fikri, 1973 petrol krizini takiben ve ondan sonra gelen global durgunluktan ortaya çıkmıştır. 1975 yılında Fransa başkanı Valery Giscard d'Estaing, Almanya, İtalya, Japonya, Birleşik Krallık ve ABD hükümet başkanlarını Rambouiller şehrinde toplantıya davet etti. Altı lider, dönerli bir başkanlık altında organize edilen yıllık toplantıya G6 (altılı grup) şeklinde mutabık kaldılar. Takip eden yıl, Birleşik Devletler Başkanı Gerald Ford'un önerisiyle Kanada gruba katıldı ve grup G7 adını aldı. 1997 yılında Rusya, gruba dahil oldu. Yıllık G8 liderler toplantısı dünyanın en güçlü sekiz hükûmet başlarınca düzenlenir. Bu nedenle uluslararası bir toplantıdır. Haber medyası tarafından isteklice gözlenir ve rapor edilir. G8 başkanlığını elinde bulunduran ülke yıllık toplantının organizasyonundan ve ev sahipliğinden sorumludur. Toplantılar genellikle yıl ortasında yapılır ve üç gün sürer. G8'in gayri resmi bir forum olduğu tasarlanır. Ve bu nedenle uluslararası organizasyonlardan Birleşmiş Milletler veya Dünya Bankası benzeri bir yönetim yapısına ihtiyaç duyar. Grup başkanlığı üye ülkelerde yıllık sıra ile çalışır. Her bir dönem Ocak ayının birinci günü başlar. Başkanlığı elinde bulunduran ülke planlama ve bakanlığa ait seviye toplantılar serisinden ev sahipliği yapma sorumluluğundadır. Bakanlığa ait toplantılar, bakanlara çeşitli bakanlık görevi için ortak veya global konuları ilgilendiren maddeleri tartışma sorumluluğunu beraberinde getirir. Konuların genişliği sağlık, kanun uygulama, iş, ekonomik ve sosyal gelişme, enerji, çevre, dış ilişkiler, adalet ve içişleri, terörizm ve ticareti kapsar. G8'in temsil eden sekiz ülke dünya nüfusunun yaklaşık % 14'ünü teşkil eder. Fakat dünyanın ekonomik verimlilik ölçüsü olan brüt iç hasılanın üçte ikisinden sorumludurlar. Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması, (İngilizce: "General Agreement on Tariffs and Trade") uluslararası ticareti, haklar ve sorumluluklar açısından düzenleyen çok taraflı bir anlaşmadır. 1947'de 23 ülke tarafından imzalanan bir anlaşma ile kurulmuştur. 1 Ocak 1948'de de yürürlüğe girmiştir. GATT'ın kuruluş amacı, "ithalat vergilerini azaltmak, uluslararası ticaretin önündeki tüm engelleri kaldırmak ve ticarette ayırımcı uygulamalara son vermek" olarak belirlenmişti. Arthur Dunkel kuruluşun mimarı olarak bilinir. 23 kurucu üye, 45 bin kalem malın gümrük tarifinde karşılıklı taviz vermiştir. Dünya Ticaret Örgütü (WTO), 1 Ocak 1995'te, uluslararası ticaretin en etkin kurumu olarak, Ticaret ve Gümrük Tarifeleri Genel Anlaşması'nın (GATT) yerine kurulmuştur. GATT’ın amaçlarına bakıldığında; Anlaşmada belirtilmemiş olan temel düşünce ise; Dünya Ticaret Örgütü Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ, İngilizce: "World Trade Organization, WTO"), çok taraflı ticaret sisteminin yasal ve kurumsal organıdır. WTO, hükumetlerin iç ticaret yasalarını ve düzenlemelerini nasıl yapacakları hususunda yasal bir çerçeve ortaya koymaktadır ve toplu görüşmeler ve müzakereler yoluyla ülkeler arasında ticari ilişkilerin geliştirildiği bir platformdur. WTO, 1 Ocak 1995'te kurulmuştur. Uruguay Round'a taraf olan ülkeler 15 Aralık 1993'te görüşmeleri tamamlamış ve Fas'ın Marakeş kentinde Nisan 1994'te "Nihai Karar" bakanlar tarafından imzalanmıştır. 15 Nisan 1994'te ilan edilen Marakeş Deklerasyonu, Uruguay Round'u görüşmelerini onaylamış ve Tarifeler ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) altında gerçekleştirilen yedi görüşmenin "dünya ekonomisini güçlendirdiği ve daha fazla ticaret, yatırım, istihdam ve gelir artışı sağladığı"nı ilan etmiştir. WTO, Uruguay Round'u görüşmelerinin şekillendiği ve bir anlaşmadır ve GATT'ın devamıdır. WTO, sadece üyelik açısından (1994 sonunda 128 üye) GATT'tan fazla değil, aynı zamanda, uygulandığı ticari faaliyetler ve ticaret politikalar açısından da daha geniş bir alanı kapsamaktadır. GATT, sadece mal ticaretini kapsarken, WTO mal, hizmetler ve fikri mülkiyet hakları olarak da bilinen "fikir ticareti"'ni de kapsamaktadır. WTO'nun esas fonksiyonları; topyekün olarak WTO'yu oluşturan çok taraflı ticaret görüşmelerini yönetmek ve uygulamak, çok taraflı ticaret görüşmelerinde bir forum olarak görev yapmak, ticari anlaşmazlıklarına çözüm aramak, millî ticaret politikalarını denetlemek ve bu amaçlarla global ekonomik politika yapımında görevli uluslararası kuruluşlarla işbirliğine gitmektir. WTO anlaşması, tarımdan, tekstile ve konfeksiyona, hizmetlerden fikri mülkiyet hakları kurallarına kadar, değişik alanlarda 29 ayrı metinden oluşmaktadır. Bunlara ilave olarak WTO üyelerine ilave sorumluluklar ve taahhütler yükleyen, ilave 25 deklerasyon, karar ve anlaşma da bulunmaktadır. WTO kuralları geleneksel olarak hassas sektörler olarak kabul edilen tarım malları ticareti ve tekstil ve konfeksiyon ürünlerini de kapsamaktadır. Tarım da kabul edilen kurallar piyasaya giriş şartlarını, yerli üretimi destekleme kurallarını, ihracat teşvik uygulamalarını ve gıda güvenliği, bitki ve hayvan sağlığı kurallarını içermektedir. Tekstil ve konfeksiyon'da yeni kurallar "Çok Elyaflılar Anlaşması"'ndan sonra 10 yıllık bir geçiş dönemi ile WTO kurallarına dahil olacaktır. Hizmetler ticaretindeki ilk anlaşma; üyelerin kapsamı, millî uygulamalar ve piyasaya giriş konularındaki yükümlülüklerinden bahsetmekte ve hizmetler ticaretinin daha da liberalleştirilmesi hususunda genel bir çerçeve çizmektedir. Devam eden görüşmeler hali hazırda finansal hizmetlerde piyasaya giriş taahhütleri, temel iletişim sektörleri, deniz nakliyatı ve insanların sınırdan sınıra geçişi hakkındadır. Görüşmelerde diğer bir ilk de fikri mülkiyet haklarının ticaretle ilgili yönüdür (TRIPS). Bu anlaşma, sadece telif hakları, patent hakları gibi yeni fikri mülkiyet haklarını dile getirmekle kalmamakta, ayrıca coğrafi işaretler, endüstri dizaynı, ticaret markaları ve ticaret sırları ve know-how (süreç bilgisi) haklarını da koruma altına almaktadır. Mal ticaretinde WTO kuralları, anti-damping uygulamaları, teşvikler ve karşı uygulamalar, gümrük uygulamaları ve ithalat lisansı konularını da kapsamaktadır. Kurallar, şayet bu uygulamalar gündeme geldiğinde ne gibi kuralların tatbik edileceğini de açıklamaktadır. Yukarıda değinilen anlaşmalarla pek çok basit ve temel ilkeler hep birlikte yeni çok taraflı ticaret sistemini meydana getirmektedir. GATT'ın ana kuralları, üyeler arasında ve ithalat ile yerli üretim arasında ayrım yapmayı yasaklamaktadır. Mesela Madde I " En Çok Kayırılan Ülke " (MFN) fıkrasında herhangi bir ülkenin bir ülkeye uyguladığı imtiyazın başka ülkelere uygulanandan daha az olamayacağı belirtilmektedir. Ayrım yapmamanın bir diğer şekli de "ulusal muamele"'dir ve mallar bir piyasaya girdiğinde en az yurt içinde üretilen mallar kadar kayırılabileceği belirtilmektedir. GATT'ın 1948'de kuruluşunu takiben ortalama tarife seviyesi toplam yedi görüşmeyle kademeli olarak indirilmiştir. Uruguay Round bu başarılara bir yenisini eklemiştir. Ortalama tarife seviyeleri önemli ölçüde düşerken genel bağlı tarife seviyeleri de önemli miktarda artmıştır. Tarife indirimleri yoluyla piyasaya giriş taahütleri Uruguay Round'unda toplam 22.500 sayfalık ulusal tarife listelerinde yer almaktadır. Pek çok kısımda beş yılda tamamlanacak olan tarife indirimleri gelişmiş ülkelerin sanayi ürünleri tarifelerinde toplam % 40'lık bir indirim sağlayan, ortalama % 6,3 olan tarifeleri, % 3,8'e indirmektedir ve gelişmekte olan ülkelerden yapılan sanayi ürünleri ithalatı değer olarak % 20'den % 44'e çıkaracaktır. Tarife yapısının daha yüksek kısmında yer alan
ve % 15'in üzerinde tarifeleri kapsayan tüm kaynaklardan gelişmiş ülkelere yapılan ithalat; % 7'den % 5'e ve gelişmekte olan ülkelerden yapılan ithalatta % 9'dan % 5'e düşmüştür. WTO, sadece GATT'ın biraz genişletilmiş bir şekli değil, aksine tamamen değişik bir yapıya ve farklı bir karaktere sahiptir. İkisi arasındaki temel farklılıklar şöyle sıralanabilir; 1947 GATT anlaşması 1995 yılının sonuna kadar yürürlükte kalmıştır ve bu suretle tüm GATT üyelerinin WTO anlaşmasını kabul etmeleri için gerekli süre sağlanmıştır. Fakat GATT, "GATT 1994" şeklinde WTO anlaşmasının bir parçası olarak uluslararası mal ticaretini etkileyen ana hususları belirlemeye devam edecektir. WTO, GATT'ın geleneksel olarak karar alırken kullandığı yöntem oylama değil, fakat fikir birliği (concensus) yöntemidir. Bu prosedür üyelere, bazen çok taraflı ticaret sisteminin yararına oluşan görüş birliğine katılınsa da, kendi çıkarlarını, iyi bir şekilde göz önüne alınması imkânını sağlamaktadır. Görüş birliğinin sağlanamadığı durumlarda WTO, oylama yöntemini kullanmaktadır. Bu gibi durumlarda her ülke bir oy kullanarak, karar oy çokluğuyla alınmaktadır. WTO Anlaşması'nda kabul edilen dört değişik oylama yöntemi bulunmaktadır. Anlaşmazlıkların çözümü sistemi, WTO'nun uluslararası ticaret sistemine güvenlik ve öngörü sağlayan bir unsurdur ve bu sistem sayesinde WTO üyeleri, uluslararası ticaret kurallarının aleyhlerine ihlali durumunda kendileri bir girişimde bulunmamakta, fakat çok taraflı anlaşmazlıkların çözümü sisteminin bu durumu çözmesini istemektedirler. İlke olarak imtiyazlar, verilen cezaya konu sektörle aynı olan sektöre verilmelidir. Şayet bu uygulanabilir değil veya etkin değilse, imtiyazlar anlaşmada yer alan farklı bir sektöre de verilebilir. Her durumda WTO'nun Anlaşmazlıkların Çözümü Organı (DSB) kabul edilen tavsiyelerin ve kuralların uygulanmasını izlemekte ve her türlü anlaşmazlığa konu olan durum, tamamen ortadan kalkmadıkça gündeminde bulunmaya devam etmektedir. 1994 yılı sonunda 128 GATT üyesi ülkeden 97'sini oluşturan gelişmekte olan ülkeler ve halen piyasa ekonomisine geçiş sürecinde olan ülkeler WTO'nun üye sayısı arttıkça, örgütte ağırlıkları daha da artmaktadır. Sonuç olarak; adı geçen ülkelerin ihtiyaç ve problemlerine büyük önem verilmektedir. Örnek olarak WTO Sekreterliği kendi başına veya diğer uluslararası organizasyonlarla işbirliğine giderek seminerler düzenlemekte ve WTO taahhütlerini uygulamada veya çok taraflı ticaret görüşmelerine etkin olarak katılmada ilgili ülke hükumetlerine veya yetkili uzmanlarına teknik işbirliği imkânı sağlamaktadır. Bazı WTO faaliyetleriyle ilgili olarak ticaret politikaları ve anlaşmazlıkların çözümü konuları dahil olmak üzere, özel kurslar verilmektedir. Dahası gelişmekte olan ülkelere ve bunların içinde özellikle en az gelişmiş olan ülkelere kendi ihracatları ile ilgili olarak, ticaret ve tarife bilgileri hakkında ve bu ülkelerin WTO'ya katılmaları konusunda yardım edilmektedir. WTO, ticaret ve çevre konularını birbirine bağlamaktadır. Bu konuda 1995 yılında aşağıdaki konularla ilgilenmek üzere bir komite kurulmuştur; çoktaraflı çevre anlaşmaları, sürdürebilir büyüme, çevre ve ticaret, piyasalara giriş ; özellikle gelişmekte olan ülkelere yapılan ihracatın geliştirilmesi, yurt içinde ticareti yasaklanan malların ticareti, ambalaj; etiket ve diğer dönüşümlü malzemelerin ticaretle ilgili mevzuatlarda birbirine uyumlu olmasının sağlanmaktır. 2001 yılında başlatılan çerçevesinde ise, Ticaret ve Çevre Komitesi kurulmuş ve söz konusu komitenin, çevresel ürünlerde pazara giriş, çoktaraflı çevre anlaşmaları - WTO ilişkisi ve çevreye duyarlı ticaret pratiklerinin geliştirilmesi gibi konularda görevlendirilmesi karara bağlanmıştır. WTO'nun 160 üyesi bulunmaktadır. Son katılan üye 30 kasım 2015 'te örgüte dahil olan Kazakistan dır.. Üyeler; Antigua ve Barbuda, Arjantin, Avustralya, Avusturya, Bahreyn, Bangladeş, Barbados, Belçika, Belize, Bolivya, Botsvana, Brezilya, Brunei, Burkina Faso, Burundi, Yeşil Burun Adaları, Kanada, Orta Afrika Cumhuriyeti, Şili, Kazakistan, Kolombiya, Kosta Rika, Fildişi Sahili, Kazakistan, Küba, Kıbrıs, Kırgızistan, Çin, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Cibuti, Dominika, Dominik Cumhuriyeti, Mısır, El Salvador, Estonya, Finlandiya, Fransa, Gabon, Almanya, Gana, Yunanistan, Grenada, Guatemala, Gine, Yeni Gine, Guyana, Honduras, Hong Kong, Macaristan, İzlanda, Hindistan, Endonezya, İrlanda, İsrail, İtalya, Jamaika, Japonya, Kenya, Güney Kore, Kuveyt, Lesotho, Lihtenştayn, Lüksemburg, Makau, Madagaskar, Malavi, Malezya, Maldivler, Mali, Malta, Moritanya, Mauritius, Meksika, Fas, Mozambik, Myanmar, Namibya, Hollanda, Hollanda Antilleri, Yeni Zelanda, Nikaragua, Nijerya, Norveç, Pakistan, Paraguay, Peru, Filipinler, Polonya, Portekiz, Romanya, Saint Lucia, St. Vincent ve Grenadinler, Senegal, Sierra Leone, Singapur, Slovakya, Slovenya, Güney Afrika, İspanya, Sri Lanka, Surinam, Swaziland, İsveç, İsviçre, Tanzanya, Tayland, Togo, Trinidad ve Tobago, Tunus, Türkiye, Uganda, Birleşik Krallık, ABD, Ukrayna, Uruguay, Venezuela, Zambiya, Zimbabve, Rusya, Karadağ, Tacikistan, Vanuatu, Yemen, Samoa , Moğolistan ve Laos Demokratik Halk Cumhuriyeti'dir. WTO'nun en yetkili birimi, WTO'ya üye ülke temsilcilerinden oluşan, iki yılda en az bir kez toplanan ve çok taraflı ticaret görüşmeleri ile ilgili sorunlarda karar vermekle yetkili olan, Bakanlar Konferansı'dır. WTO'nun günlük işlerini yürütmek üzere pek çok alt birim kurulmuştur. Bunlardan yine WTO üyelerinden oluşan Genel Konsey; Bakanlar Konferansına rapor vermekle sorumludur. Rutin işleri Bakanlar Konseyi adına yapan Genel Konsey, iki kısımdan oluşmaktadır. Bunlar; anlaşmazlık çözüm prosedürlerini idare eden, Anlaşmazlık Çözüm Organı (DSB) ve her bir WTO üyesinin ticaret politikalarını düzenli olarak değerlendiren, Ticaret Politikaları Değerlendirme Organı (TPRB)'dır. Genel Konsey sorumluluklarını, üç ana organa devretmiştir. Bunlar; Mal Ticareti Konseyi, Hizmet Ticareti Konseyi, Ticaretle İlgili Fikri Mülkiyet Hakları Konseyi'dir. Mal Ticareti Konseyi; her ne kadar her anlaşma kendi özel denetleme organına sahipse de, mal ticaretine konu olan anlaşmaların takibi ve uygulanmasını denetlemektedir. Diğer iki Konsey de kendi sorumluluk alanlarına giren anlaşmaların takibi ve uygulamasını denetlemekle sorumludurlar ve gerekli durumlarda kendi alt birimlerini kurmakla yetkilidirler. WTO Genel Konseyi, Anlaşmazlıkların Çözümü Organı (DSB) olarak toplanabilir ve Uruguay Round'u Nihai Senedi'nde yer alan herhangi bir anlaşmadan kaynaklanan, anlaşmazlıklarla ilgili olarak karar verir. Bu sebeble DSB, paneller kurmak, ceza vermek, verilen raporları yeniden görüşmek, karar ve tavsiyelerin uygulanmasının takibini yürütmek ve tavsiyelerin uygulanmaması durumunda, misilleme kararları vermekle yetkilidir. WTO anlaşmazlıkları önleme mekanizması, anlaşmazlığa taraf olanların her birine temyiz yoluna gitme imkânı tanımaktadır. Temyiz başvuruları DSB tarafından kurulan bir daimi Temyiz Organı tarafından cevaplandırılmaktadır. Bu Temyiz Organı WTO üyelerini temsil eden yedi kişiden oluşmaktadır ve dört yıl görevde kalmaktadır. Bu kişilerin, herhangi bir hükumete bağlı olmamaları, hukuk ve uluslararası ticaret alanında tanınan, bilgili kişiler olmaları gerekmektedir. Cenevre'de bulunan WTO sekreterliği 450 personele sahiptir, bir Genel Müdür ve üç Genel Müdür Yardımcısı tarafından idare edilmektedir. Sekreterliğin gelişmekte olan ülkelere ve özellikle az gelişmiş ülkelere teknik yardım sağlamak gibi, özel bir sorumluluğu da bulunmaktadır. WTO ekonomistleri ve istatistikçileri, ticaret politikaları ve performansı hakkında araştırmalar yaparken; hukuk uzmanları, WTO kurallarının uygulanması ile ilgili ticaret anlaşmazlıklarının çözülmesi konularında çalışmaktadırlar. Sekreterliğin işlerinin pek çoğu yeni üyelerle anlaşmaların başlatılması ve üyelikle ilgili olarak hükumetlere tavsiyelerde bulunmakla ilgilidir. WTO bütçesi 83 milyon USD'dır ve ülkelerin katkıları ticarette aldıkları paya göre belirlenmektedir. WTO bütçesinin bir kısmı Uluslararası Ticaret Merkezi (ITC)'ne gitmektedir. Julius Evola Baron Giulio Cesare Andrea Evola (d. 19 Mayıs 1898 - ö. 11 Mayıs 1974), politika, felsefe, tarih ve tradisyonalist bakış açısından dini konularda yazıları olan bir yazardır. Nazi Almanyası'nın "Ari kökenlere dönüş" fikirlerini desteklemesiyle tanınmıştır. "Mito del sangue" ("Kanın Mitolojisi") yazısı ile beden ırkçılığına karşı ruhsal ırkçılığı önemsedi. Gai Eaton Gai Eaton (1 Ocak 1921 - 26 Şubat 2010), Britanyalı yazar ve diplomat. Müslüman olduktan sonra ismini Sidi Hasan Abdullah Abdülhamid olarak değiştirdi. 29 yaşında Müslüman oldu. 18 yıl Britanya Dışişleri'nde diplomat olarak görev yaptı. 26 Şubat 2010 tarihinde yaşamını yitirdi. Anguilla Anguilla, Karayipler'de bulunan bir Britanya Denizaşırı Toprakları ülkesidir. Küçük Antiller'deki Rüzgâraltı Adaları'nın en kuzeyinde bulunan ada devleti, Porto Riko ve Virgin Adaları'nın doğusunda ve Saint Martin'in tam olarak kuzeyindedir. Anguilla'nın ana adasının boyutları yaklaşık olarak 16 mil (26 km) uzunluğunda ve 3 mil (5 km) genişliğinde olup, bu ada dışında pek çok ufak adadan ve kalıcı yaşamın olmadığı kayalıklardan oluşur. Adanın başkenti The Valley'dir. Toplam olarak tüm adalarla yüzölçümü 90 km²'dir. 2006 yılı tahminlerine göre nüfus ise 13.500'dir. Anguilla hiçbir kurum veya kişidiyi, sermaye, mülk, kar veya başka bir kazancından dolayı vergiye tutmaması ile "vergi cenneti" olarak bilinir. Nisan 2011'de, bir açığa karşı konulan %3'lük "Geçici İstikrar Vergisi", Anguilla'nın ilk gelir vergisi olarak tarihe geçti. Anguilla adı pek çok Roman dilinde (modern İspanya: '; Fransızca: '; İtalyanca: '; Portekizce: ') yılanbalığından türetilmiştir. Sebepi adanın yılanbalığı şeklinde olmasından gelir. 1650'de İngiltere tarafından kolonileştirilen Anguilla, 1666'da Fransızların kontrolüne girse de 1667'deki Breda Antlaşması ile İngilizler tarafından geri alındı. Bu ta
rihten itibaren Birleşik Krallık kontrolündedir. 2006 verilene göre Anguilla'nın nüfusu 13.477'dir. Topumun %90,08'i kölelerin soyundan Afrika'dan nakledilen siyahidir. Artan oranda olan beyaz ırk mensupları %3,74 ile ve melez topluluk %4,65 ile Anguilla toplumunu olulşturur. (değerler 2001 sayımından alınmıştır). 2001 sayımına göre nusüfün %72'si Anguillian halkı iken %28 başka yerlerden göç etmiş insanlardır. Bu göç eden insanlar arasında Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık, St Kitts & Nevis, Dominik Cumhuriyeti, Jamaika ve Nijerya vatandaşları vardır. 2006 ve 2007 yıllarından büyük turizm yatırımlarının devreye girmesi sonucu ortaya çıkan işgücü eksikliğinden dolayı çok sayıda Çin, Hindistan ve Meksika'dan gelen işçiler ülkeye göç etmiştir. Anguilla'nın başkenti The Valley'dir. Her yıl 30 Mayıs günü Anguilla Günü adıyla millî bayram olarak kutlanır. Ülkenin anayasası 1 Nisan 1982'de kabul edlimiş ve 1990'da değişikliğe uğramıştır. Hukuk sistemi, İngiliz hukuku temel alınarak düzenlenmiştir. Anguilla, Caricom (Karayipler Topluluğu ve Ortak Pazarı), CDB (Karayipler Kalkınma Bankası), Interpol (Uluslararası Polis Teşkilatı), OECS (Doğu Karayip Devletleri Teşkilatı) ve ECLAC (Birleşmiş Milletler Latin Amerika ve Karayipler Komisyonu) üyesidir. Anguilla'nın ince plaj kumu ülke topraklarının büyük bölümünü kapsadığından tarım için uygun değildir ve ülke doğal kaynaklar yönünden de zengin değildir. Ana ekonomik kaynağı turizm, "offshore şirketler ve bankalar, ve balıkçılıktır. Vergi avantajları nedeniyle pek çok sigorta ve finans kurumlarının genel merkezleri Anguilla kurulmuştur. 2008 yılındaki Dünya çapındaki büyük ekonomik krizden önce Anguilla'nın ekonomisi hızlı bir şekilde büyümekteydi. Özellikle turizm sektörü uluslararası şirketlerin yatırımları ile birlikte bu büyümenin öncülerindendi. Anguilla'nın para birimi Doğu Karayip doları olduğu halde ülke çapında Amerikan doları da yaygın olarak kullanılır. Ülkenin para birimi 1 ABD doları = 2.68 EC$ olacak şekilde sabitlenmiştir. Ülkenin ekonomisi, özellikle turizm sektörü, 1995 yılının sonlarında Luis Kasırgası'nın etkisiyle gerileme yaşamıştır ancak 1996 yılında bunu telafi etmiştir. Bu dönemde özellikle oteller ekonomik krize girmiştir. Bir başka ekonomik gerileme 2000 yılında Lenny Kasırgası sonrası yaşandı. Anguilla'da ulaşım büyük ölçüde Clayton J. Lloyd Uluslararası Havalimanı ile sağlanmaktadır. (4 Temmuz 2010 öncesi Wallblake Havaalanı olarak bilinmekteydi). Havaalanının ana pisti uzunluktadır ve orta büyüklükte uçaklara hizmet verebilir. Havaalanı aynı zamanda çevredeki diğer Karayip Adaları'na hizmet vermekte, bölgesel havayolu firması LIAT ile diğer yerel charter havayolları da buradan hizmet vermektedir. Amerika veya Avrupa'dan direk tarifeli seferler olmasa da Cape Air firması San Juan, Porto Riko'dan tarifeli seferler düzenlemektedir. Adada taksiler dışında halk taşımacılığı yoktur. Pek çok ada ülkesinde olduğu gibi trafik soldan akar. Saint Martin ile Anguilla arasında düzenli feribot seferleri vardır. Marigot, St. Martin'den Anguilla'ya denizyolu ile ulaşım 20 dakika sürmektedir. Ayrıca feribot iskelesinden direk havaalanına servisler bulunmaktadır. Bu ulaşım Anguilla ile St. Martin veya St. Maarten arasında en çok kullanılan ulaşım yöntemidir. Turks ve Caicos Adaları Turks ve Caicos Adaları (İngilizce: Turks and Caicos Islands, and ya da ; kısaltması: TCI), Karayipler'de, Kuzey Atlas Okyanusu'nda Britanya Denizaşırı Toprakları olan ve iki takımadadan oluşan adalar grubu. Ada ülkesinin başkenti Cockburn Town'dur. Adaların isminin kökeni "Turk's-cap cactus" (Melocactus communis) yani "Türk'ün başlığı kaktüsü"nün (tepesinde o zamanki Türklerin başlığı, yani son dönem Osmanlı fesine benzer yünlüce kırmızı bir yumak bulunan bu kaktüs türünün) ana vatanı olması ve adalar yerlilerinin dili Lukayancada bir terim olan "caya hico" yani bir adalar dizisi olmasıdır. Diğer bir teoriye göre o zamanlar (İspanyolcada "Caicos" kelimesi Fransızcada kayık karşılığı "caiques" ile aynı anlama geldiği için) çok kayık kullanılan yer olarak bilinmesidir. Turks ve Caicos Adaları, Karayipler'de, Kuzey Atlas Okyanusu'nda, Bahamalar'ın güneydoğusunda yer alırlar. Koordinatları; 21° 45' Kuzey enlemi, 71° 35' Batı boylamı. 389 km sahil şeridine sahiptir. Tropikal iklime sahip olup, arazi yapısı alçak, düz kireçtaşları, büyük bataklıklar arazi yapısını oluşturlar. 38 adadan oluşur. Bunlardan sadece 8'inde yerleşim vardır. 1962'de Jamaika'nın bağımsızlığını ilân etmesinden sonra bu adalar Birleşik Krallık'a bağlı kalmayı tercih etti. Toplam nüfusu 32.000'dir. Bu adalar zincirinin idari ve siyasi başkenti Grand Turk'dür. Tüm hükûmet binaları ve bakanlıklar Cockburn Town'dadır. Turks ve Caicos Adaları'nın ekonomisi genel olarak turizme dayanmaktadır. Ekvatoral bölgede olması nedeniyle ülke yıl boyu turist çekmektedir. Bunun yanında küçük çaplı tropikal meyve ihracatları da ülke ekonomisine katkı sağlayan etkenlerdendir. 1999 verilerine göre, GSYMH'si 128 milyon dolar. İhracatı 4.7 milyon dolar olan adanın en büyük ihracat ortakları ABD ve Birleşik Krallık'tır. Adanın başlıca ihracat ürünü ise ıstakozdur. Adanın en büyük ithalat ortakları arasında yine ABD ve İngiltere. Bu iki ülkeden 50 milyon dolar civarında gıda, meşrubat, tütün, giyecek, sanayi malları ve yapı malzemeleri ithal ediliyor. Anubis Anubis ("Anpu"), Antik Mısır mitolojisine göre ölüm ve cenaze tanrısıdır. Set ile evli olan Nephthys ve Osiris'in oğludur. Çakalların mezarlar etrafında dolaşması nedeniyle çakal başlı Anubis ölümle beraber anılır. Daha sonra Set tarafından öldürülen Osiris'i mumyaladığı için mumyalama tanrısı olmuştur. Görevi tüm ölüleri korumak ve yüceltmektir. Bu yüzden mumyalamayla görevli kişiler Anubis maskesi takarlardı. Ölen kişi diğer dünyada yargılanırken Anubis ona yardım eder. Anubis diğer dünyada ölülerin koruyucusu ve ölüler kentinin efendisidir. Anubis tanrılar arasında en korkutucu olanıdır. Ölüleri tekrar hayata döndürme gibi bir özelliği de olduğu sanılmaktadır. Yüzünde bir çakal ısırığı vardır. Kutsal mumyalayıcı olarak da bilinir. Anubis'in çakal başlı olma sebebi ise mezarların etrafında çakallar dolaşmasıdır. Mezarlar da Anubis'i ilgilendirdiğinden çakal başlı olarak tasvir edilmiştir. Anubis'in izi neredeyse tüm mezarlarda görülür. Antik Mısır inancına göre Anubis'in mezarları koruma güçüne sahip olduğu bilinmektedir. Bu yüzden mezarların girişine mezarları korusun diye Anubis heykelleri konulmuştur. Ayrıca Anubis bizde bilinen ismi ile mahşer günü ruhu tartan tanrıdır. Terazisinde ölünün ruhunu temsil eden kalbi ile Adaletin tanrıçası Ma'at' ın tüyünü tartar. İyi birinin kalbi tüye karşı hafif gelir ve ölünün ruhunu gök yüzüne bir daha doğması için gönderir. Eğer kötülük yapmış biri ise tüy hafif gelir ki bu durumda o kişinin ruhu yer altı ülkesine yılanlara gönderilir. Bu da sonsuz azap demektir. Anubis en çok bilinen Mısır tanrılarından biriydi. Doğruluk tüyüne karşı ölünün yüregini tartarken, Anubis ahrete kimin gideceginin kararını verme konusunda Osiris’e yardım ederdi. Anubis’in rolü, ölüye yeraltında rehberlik etmekti ve bu ona Mısırlılarda özel bir önem vermekteydi. Yeryüzündeki hayattan çok, onları ilgilendiren yer altı tanrısı olan Osiris’in diyarındaki sonraki yaşamdı. Anubis’e bütün bu ölümlerinde ‘temiz’ olarak yargılanmak isteyenlerden dolayı saygı duyulurdu ki diğer dünyaya rahatça gidebilsinlerdi. Kalbi dogruluk tüyünden daha hafif ya da esit olarak tartılan kişi yer altı dünyasında Osiris’e sunulurdu. Ek olarak, Anubis bedenin çürümesini engelleyen mumyalamanın mucidi olarak bilinirdi. Mumyalanan bir Mısırlı'nın ruhu yargılanır yargılanmaz daha önceden içinde bulundugu bedene tekrar girebilirdi. Anubis eğer orada vücudu korumazsa kurtuluş ve dolayısıyla ahiret olmazdı. Anubis çogunlukla bir çakalın ya da kurdun siyah bası ile insan formunda tasvir edilirdi. Bu özellik mezarlık çevrelerinde dolasan birçok vahsi köpegin temsili olmalıydı. Bunlar mezarlıkların resmi olmayan gardiyanları olarak belirmislerdir, daha sonrasında ise köpek-baslı Anubis’le baglantıları kurulmustur. Anubis genellikle uzun adım atmıs ya da ayakta durmus sekilde canlandırılırdı fakat bazen ise yere uzanmıs ya da çömelmis tam bir hayvan formunda gösterilirdi. Yine siyah renkte olarak, Mısır tapınaklarında bulunan tanrıların heykellerini içeren tapınak olan naos seklinde bir tabutun üzerine egilmis vaziyette olabilirdi. Mann Mann cermen bir soyadı, anlamı "adam" ya da "erkek". Bu soyadı taşıyan arasında bulunan kişiler: Miles Davis Miles Dewey Davis III (26 Mayıs 1926 - 28 Eylül 1991), Amerikalı caz trompetçisi, şef ve bestecidir. East St. Louis'de orta halli bir ailede büyüyüp, müziğin farkına 6-7 yaşlarında varan Miles Davis babasının ona hediye ettiği trompetle müziğe ilk adımlarını attı. İlk trompet hocası Elwood Buchanan'ın ona çok emeği geçmiş, onu çok etkilemiştir. İkinci hocası bay Gustav kendi ürettiği trompet ağızlıklarından birini de Miles için yapmıştı. Bu ağızlık özgün sesini yakalamasında hayatî rol oynamıştır. Okuduğu okulun orkestrasında ve birkaç R&B grubunda çalmaya başladı. Cazı keşfedince Charlie Parker ve Dizzy Gillespie'nin sesine hayran kaldı. Dizzy ve Bird'de onu beğendiler ve New York'a davet ettiler. New York'ta gündüzleri müzik okulu Julliard'a gidiyordu. Miles Davis fazla zaman harcamayıp Parker ile 1946'dan 1948'e kadar çaldı. Bu onun ilk tecrübesiydi. Sonra J.J Johnson, Lee Konitz, Gerry Mulligan, John Lewis ve Max Roach gibi mükemmel caz ustalarından oluşan bir grupta çaldı ve sonucu "Birth Of The Cool" albümü oldu. 1950'lilerin başlarında John Coltrane, Red Garland, Paul Chambers, Philly Joe Jones gibi isimlerle çalıştı. Bu grup çok popüler oldu ve Cookin', Steamin', Workin' ve Relaxin' gibi albümler yaptılar. Gil Evans ile çalışırken Porgy and Bess ve Sketches of Spain gibi başarılı albümler yaptılar. En güzel albümlerinden birisi Coltrane, Julian Adderley, Bill Evans, Paul Chambers ve Philly Jo
e Jones ile yaptığı Kind Of Blue albümüdür. 1960'lı yıllarda Miles Davis, Wayne Shorter, Herbie Hancock, Tony Williams ve Ron Carter ile çalıştı. Biraz daha tecrübî ve karışık, özgün bir caz icra ettiler. Hülâsa 6-disk setli The Complete Columbia Studio Recordings (1965-1968) albümü ortaya çıktı. 1970'li yıllarda Miles Davis gençlerin rock müziği cazı tercih ettiklerini fark etti. Ve müziğinde elektro-gitar, basgitar, org ve amfiye bağlı trompet kullanmaya başladı. Neticesinde "Bitches Brew" isimli albümü 400.000 sattı ve tarihe en çok satan caz albümü olarak geçti. 1970 ve 1980'lerde aynı tarzda devam etti. Başrolünü Jeanne Moreau'nun oynadığı Louis Malle'in ünlü kara filmi 'Ölüm Asansorü'ne yaptığı müzik bir kült objesi haline gelmiştir. Sefil Selimi Sefil Selimi, Asıl adı Ahmet Günbulut (d. 26 Ağustos 1933, Şarkışla - ö. 30 Aralık 2003, Sivas), yazar, türkü yazarı. İlkokul'dan sonra iki yıl ortaokula devam ettikten sonra geçim sıkıntısı nedeniyle okulu bıraktı. Okuldan ayrıldıktan sonra şiire merak sardı. Ümmü Gülsüm adında bir kızı kaçırdı. Bir terzinin yanında çırak olarak çalışmaya başladı. Evliliğinin ikinci yılında bir kızları oldu. Kadir gecesi doğduğu için de adını Kadriye koydular. 1954 yılında Mamak Muhabere Okulu'nda terzi olarak askerliğini yaptı. Terhis olduktan sonra Şarkışla'da bir dükkân açıp terziliğe başladı. İlk kitabı olan "Yar Badesi"ni tamamladı ve 1963 yılında yayımladı. 1966'da Konya'da düzenlenen Aşıklar Bayramı'na katıldı, çok başarılı oldu. Bu arada "Kevser Irmağı" ve "Ah Edip Çırpınan Bülbüle Döndüm" türkülerini de 1966 yılında yine Şarkışla'lı olan sanatçı İhsan Öztürk, o dönemin ünlü sanatçılarından Nurettin Dadaloğlu'na vererek Plağa okuttu. 1968 yılında turist olarak Hollanda'ya gitti. 1972 yılına kadar orada çalıştı. "Yalınkat", "Çoban Pınarı" adlı kitapları ve "Kevser Irmağında Saki Olan Yar", "Kimse Bana Yaren Olmaz, Yar Olmaz", "Ah Edip Çırpınan Bülbüle Döndüm", "Gök Kubbe Altında Yerin Üstünde", "Mezarlıkta Mezar Taşı" gibi türküyü halk kültürüne kazandırdı. Sefil Selimi hakkında beş kitap hazırlandı. Üniversitelerde üç tez çalışması yaptırıldı. Hakkında yazılan son kitap ölmeden bir ay önce "Aşık Sefil Selimi İrfan Okulu" adıyla Ahmet Özdemir imzasıyla yayınlandı. Saf Aklın Eleştirisi Saf Aklın Eleştirisi ya da Arı Usun Eleştirisi (Almanca: Kritik der reinen Vernunft) Immanuel Kant'ın 1781'de basılan ve en önemli eserleri arasında kabul edilen kitabıdır. Temel olarak Hume'un, olayların arasında bir neden-sonuç ilişkisi olduğu önermesinin kanıtlanamaz olduğu fikrinden yola çıkarak saf aklın mümkün olamayacağına dair ürettiği skeptik bakışına çözüm getirmeye çalışır. Kant, öncelikle saf ve ampirik (deneysel) bilgi arasındaki ayrımı belirler. Tüm bilgiler tecrübe ile başlasa da, bu tüm bilgilerin tecrübeden kaynaklandığı anlamına gelmez. Kant, tecrübe ve algıdan bağımsız olarak edinilen bilgiye "a priori" adını verir. Saf bilgi ise içinde ampirik öğeler bulundurmayan bilgidir. Matematik, a priori bilginin deneyden bağımsız olarak gelebileceği noktaya bir örnektir. Doğruluğu sadece tecrübeye dayalı olarak belirlenebilen önermeler için ise "a posteriori" terimini kullanır. Bunun dışında Saf Aklın Eleştirisi'nde analitik ve sentetik yargılar olmak üzere iki ayrı kavram daha tanımlanır. Analitik bir önerme, B yükleminin A öznesinin zaten tanım olarak bir özelliği olduğu önermelerdir. "Hiçbir bekar evli değildir." önermesi gibi. Sentetik önermelerde ise A öznesi, içinde B yüklemini barındırmaz. "Tüm insanlar 5 metreden kısadır" önermesi her ne kadar doğru olsa da 'insan' tanım olarak böyle bir boy limitini içermediği için sentetik bir önermedir; bize kavramlar değil dünya hakkında bilgi verir. Bu tanımlara göre tüm analitik önermeler "a priori"'dir. Kant'a göre çözülmesi gereken problem, sentetik bir önermenin nasıl a priori olabileceğidir. Sentetik yargıların çoğu a posteriori olsa da Geometri ile ilgili önermeleri ve "Her olayın bir nedeni vardır." gibi önermelerin bu kategoriye girdiğini söyler. Bunun nasıl mümkün olacağını açıklarken Kant algıyı/sezgileri devreye sokar. Gözlediğimiz şekliyle Dünya, nesnelerin bir toplamı değil; algılarımızdan bağımsız düşünemeyeceğimiz bir temsildir. Uzay ve zaman da algılardan bağımsız düşünülemez. Nominal Dünya (bize gözüktüğü şekliyle değil kendi olduğu şekliyle Dünya) uzay ve zamandan bağımsızdır. Bu aslında hem emprisizm hem de rasyonalizm eleştirisi olarak görülebilir: Bilincin dünyayı pasif olarak algıladığına dair emprisist görüş yanlış olduğu gibi her bilgiye saf akılla ulaşılabilineceğine dair rasyonalist görüş de yanlıştır. Bunun nedeni bilginin hem algılar tarafından alınan ham verilere hem de kavramlara dayalı olmasıdır. Teorik bilgi sadece gözüktüğü şekliyle dünyaya dair olabilir. Çitlembik Çitlembik ("Celtis"), yaklaşık 60-70 tür barındıran, her yıl yaprak döken bir ağaç cinsidir. Kuzey Yarıkürenin ılıman iklime sahip bölgelerine yayılmış, güney Avrupa, güney ve doğu Asya, güney ve orta Kuzey Amerika, ve güney ve orta Afrika'da bulunan bir bitkidir. Genellikle orta büyüklükte ağaçlardır, boyları 10-25 metre uzunluğundadır, nadiren 40 metre uzunluğa ulaşabilirler. Eskiden Ulmaceae familyası veya kendi familyası olan Celtidaceae'ye yerleştirilse de, APG (Angiosperm Phylogeny Group) tarafından yapılan genetik analizler sonucu Cannabaceae familyasına yerleştirmenin en uygun olduğu ortaya çıkmış ve cins bu familyaya yerleştirilmiştir. Basit yaprakları yaklaşık 3–15 cm uzunluğunda, yumurta şeklinde, sivri uçlu ve kenarları tırtıklıdır. Meyvesi sert çekirdekli-eriksi, 6–10 mm çapındadır ve birçok hayvan türü tarafından yenilebilir; kuru ama tatlı bir tada sahiptir. Bazı türleri süs ağacı olarak yetiştirilmekte ve susuzluğa karşı dayanıklılığı için tercih edilmektedir. İstanbul'da bu ağaca "çitlenbik" denir. Ancak, Akdeniz ve Ege bölgelerinde "çitlenbik" adı "Pistacia terebinthus" için kullanılır. Hekimhan, Malatya ve Sivas dolaylarında bu ağaca "Dağın" adı verilmektedir. Geçmişte çocuklar bu meyvenin çekirdeklerini "Dağın atacağı" isimli dolmakalem kalınlığında 30 cm uzunluğunda bir borucuk ile hedeflere atarlardı. Kazdağı göknarı Kazdağı göknarı ("Abies nordmanniana" subsp. "equi-trojani"), çamgiller (Pinaceae) familyasından Türkiye'de yalnızca Kazdağı'nda yetişen endemik bir göknar alt türü. 30 metreye kadar boylanabilir. Tomurcukları bol reçinelidir. Yan sürgünlerin uçlarındaki tomurcukların sayısı 5-7 arasıdır. Kozalaklar tepenin en üst ucunda bir yıl önceki sürgünler üzerinde oluşurlar. Sürgün üzerinde dik dururlar ve 15–20 cm boylanabilirler. Silindir şeklinde olan kozalakların dış pulları, iç puldan daha uzun ve uçları geriye doğru kıvrıktır. Yaşlı ağaçlarda ise kabuk kalın ve çatlaklıdır. İğne yaprakları uzun sürgünler üzerinde tek tek ışığa yönelik olarak tarak biçiminde dizilmişlerdir. İğne yapraklar sürgün ucuna doğru daralırlar. Işık yapraklarının uçları sivri diğerleri ise küt veya kertiklidir. Yapraklar yassı ve iki yüzlüdür. Yaprağın üst yüzü hafif olukludur, alt yüzünde ise iki tane belirgini gümüşi renkte beyaz stoma bandı bulunur. İğne yapraklar sürgünler üzerinde uzun süre, 7-10 yıl kalır. Düştüğü veya koparıldığında, sürgün üzerinde yuvarlak, iç içe iki daire halinde çukurca bir iz bırakır. Kazdağı köknarının gövde kabuğu açık gri renkli, ince ve düzgündür. Genç yaşlardan itibaren kazık kök yaparlar. Toprak ve rutubet istekleri fazladır. Işık istekleri azdır, gölgeye dayanıklıdır. Hızlı büyür. Endemik bir türdür. Türkiye'de Kazdağlarında bulunur. Uludağ göknarı Uludağ göknarı ("Abies nordmanniana" subsp. "bornmulleriana"), çamgiller (Pinaceae) familyasından 30-40 metre boylanabilen, bir göknar alt türü. Piramidal gelişme gösterir, tepeden, tabana kadar çok sık dallıdır. Gövde kabuğu gridir. Alt dallar yanlara doğru yatay uzanır. Yan sürgünlerin ucundaki tomurcuklar reçinelidir. İğne yaprakları 2-3,5 cm boyunda, parlak koyu yeşil, uç kısımları hafif oyukludur. Yaprakların alt yüzündeki iki adet belirgin, gümüşî renkli stoma bandı, aynı zamanda yapraklarının üst yüzeyinde de görülür. Ortalama 15–16 cm boyunda ve 5 cm çapında kırmızı-kahverengi kozalakları vardır. Dallar üzerinde dik duran kozalakların dış pulları, iç pullarından daha uzundur ve bol reçinelidir. Dış pullar sivri bir uçla sonuçlanır ve geriye doğru kıvrıktır. Toprak ve rutubet istekleri fazladır, ışık istekleri azdır, gölgeye dayanıklıdır. Büyük kozalaklı ardıç Büyük kozalaklı ardıç ("Juniperus macrocarpa"), servigiller (Cupressaceae) familyasından çoğunlukla çalı, ender olarak da 5-6 metre boylarında, dalları yukarıya yönelik bir ardıç türü. İğne yapraklar sert değil, yumuşak ve elastikidir. Sürgünler belirgin biçimde üç köşelidir. Tüm doğal ardıç taksonları içinde tohumu ve kozalağı en büyük olanıdır. Bir Akdeniz bitkisi olup, kozalak iri, 12–18 mm. çapında, mat, taze iken mavimsi üzeri dumanlı, olgunlaşınca kırmızı kahverengi ve siyahımsıdır. İzmir ve Aydın çevrelerinde doğal olarak bulunur. Sigorta (elektrik) Bir elektrik sigortası, alternatif ve doğru akım devrelerinde kullanılan cihazları ve bu cihazlara mahsus iletkenleri, aşırı akımlardan koruyarak devreleri ve cihazı hasardan kurtaran açma elemanlarına denir. Sigortalar evlerde, elektrik santrallerinde, endüstri tesislerinde, kumanda panolarında, elektrikle çalışan bütün aletlerde kullanılır. Yapısına göre iki çeşit sigorta vardır: Bu sigorta akım değeri yüksek ve daha fazla güç isteyerek çalışan devrelerde kullanılırlar. Bunlar NH tipi olup, tekrar sarılmazlar, yenisi ile değiştirilirler. Bu sigorta umumiyetle hassas ve çok hassas devrelerde kullanılır. (Ölçüm ve araştırma laboratuvarlarında, kumanda panolarında). Kumanda devresini herhangi bir kısa devreye maruz bırakmamak gayesiyle kullanılır. Akım değeri düşük olan bu sigortalar attıklarında şalter iner. Şalter kaldırılınca devreden tekrar akım geçer. Günümüzde evlerde ve iş yerlerinde pratik olması sebebiyle yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu tip sigortalarda, temel
olarak iki şekilde devre kesilir. Ani yüksek akımda, sigorta devreyi kesecek olan mekanizmayı bir elektromıknatıs vasıtası ile tetikler. Uzun süreli limit akımda ise, sigorta, devreyi kesecek olan mekanizmayı bir bi-metalik şerit vasıtası ile tetikler. Muz Muz, Güneydoğu Asya'nın tropikal bölgelerinde doğal olarak yetişen bir ağaçsı bitkiye ve bu bitkinin yeşil kabuklu (bazı türlerinde kırmızı veya pembe kabuklu ) uzun meyvelerine denir. Türkiye'de daha çok Bozyazı ile Anamur arasında üretilmektedir. Dünya üzerinde meyvesi belki de en fazla tüketilen bitkilerden biridir. Muzun bu kadar aranmasının sebebi sadece kolay erişilebilen ve kolay tüketilebilen bir bitki olması değildir. Bu tüketimin ardında muzun çok besleyici bir besin kaynağı olması, birçok vitamin, protein, mineral ve aminoasiti içeriyor olması yatmaktadır. Batı Avrupa ülkelerinde sadece tadı ve kokusu için aranan bir meyve konumunda ise de üçüncü dünya ülkelerinde çok önemli bir besin maddesidir. Az gelişmiş ülkelerde çocuklar ihtiyaçları olan proteini muz yiyerek almaktadırlar. Faydaları şunlardır: Muz kemik gelişimini sağlar, sinir zafiyeti ve yorgunluğu giderir. Böbrek ve mafsal iltihabında, bağırsak hastalıklarında faydalıdır. Müzmin kabızlık çekenler fazla yememelidir. B1, B2, C, A ve E vitaminlerini içeren muz, potasyum, demir, kalsiyum, fosfor, sodyum ve iyot açısından da çok zengindir. Muzun kalori düzeyi çok yüksek olmasına karşılık hiç kolesterol içermemektedir. Kalp kaslarını geliştiren sodyum ve potasyum maddeleri içermektedir. Potasyum terleme sebebiyle kapasitesini yitirmeye başlayan kasları canlandırır ve daha kolay hareket etmelerini sağlar. B1 vitamini sayesinde sinir dokularının normal çalışmasına da etki eder. İçerdiği iyot sayesinde de tiroid bezinin dengeli çalışmasına yardım eder. Muz bitkisi en büyük çiçekli otsul bitkidir. Bitkileri sıkça ağaçlarla karıştırılır ve 7.6 metreye kadar çıkabilirler. Yaprakları sarmal bir biçimde yer alır ve 2.7 metre uzunluğa, 60 cm genişliğe kadar büyüyebilir. Çiçek elması Çiçek elması (Malus), gülgiller (Rosaceae) familyasına dahil olan Maloideae alt familyasının örnek cinsidir ve bu cins içinde yer alan 30-35 kadar, yaprak döken, küçük ağaç ya da çalı nitelikli bitki türleri ile bunların meyvelerinin de genel adıdır. Ana yurdu kuzey yarı kürenin ılıman iklimli Asya, Avrupa ve Kuzey Amerika bölgeleri olan bu cinsin en tanınmış türü, "Malus sieversii"'den insanlarca türetilmiş olan elma ("Malus domestica"), yani sofra/kültür/bahçe elmasıdır. Ayrıca bu cins içinde, temelde süs ağacı olarak değerlendirilen, kiraz büyüklüğünde meyve veren ve Doğu Asya'dan gelen Japon çiçek elması "(Malus floribunda)" ve Sibirya çiçek elması "(Malus baccata)" gibi türler de vardır. Çiçek elmalarının çiçekleri 2 ila 5 santim genişliğinde olurlar ve çoğu zaman birbirlerinden ayrı dururlar. Bir tas şekilinde büyüyen çiçekleri 5 yapraklıdır. Çiçeğin alt kısımı kova şeklindedir ve içinde 15 ila 50 adet arası toziplikleri bulunur. Bu Ipliklerin kendileri beyaz olur ve uçlarında sarı toz torbacıkları bulunur. En tanınmış çiçek elmaları tabi yuvarlak ve yenilebilen çiçek elmalardır ama bazı türlerini çiğ olarak yemek mümkün değildir. Çekirdekleri siyah ya da kahverengidir. 40 ila 55 adet tür tanınmış "Malus"-türleri (çiçek elmaları) ve ayrıca bunların bir de yöresel "melez"'leri vardır: Armut Armut, gülgiller (Rosaceae) familyasının Amygdaloideae alt familyasında sınıflanan Pyrus cinsine ait ağaç nitelikli bitki türleriyle, bu türlerden bazılarının yenilebilir meyvelerinin ortak adı. Her iki yarıkürenin ılıman iklim kuşağı ülkelerinde yetiştirilen armut, dünyanın en önemli meyve ağaçlarından biridir. Armut ağacı tepeye doğru genişleyen ve olgunlaştığında 13 m'ye ulaşan boyuyla elma ağacından daha uzun ve daha diktir. Armut, genellikle bir yaşındaki anaç armut fidanları üzerine aşılama ya da çelikleme yoluyla üretilir. Armut ağaçları oldukça uzun ömürlüdür (50-75 yıl) ve iyi bakılıp budanmazsa boyları iyice uzar. Dikildikten 4-7 yıl sonra meyve vermeye başlayan bir armut ağacı 8-10 yaşlarındayken 25–50 kg meyve verebilir. Batı Avrupa, Kuzey Afrika ve tüm Asya'da doğal olarak yetişen armutun dünyada yaklaşık 30 türü vardır: Çilek Çilek ("Fragaria"), gülgiller (Rosaceae) familyası içinde yer alan bir bitki cinsi ve bu cins içinde yer alan türlerin meyvelerinin ortak adıdır. Dünyada, adlandırılmış 20'den fazla çilek türü vardır; ayrıca, çeşitli melezler ve kültivarlar da bulunur. Dünya çapında ticari olarak en çok yetiştirilen çilekler, bahçe çileği olarak adlandırılan "Fragaria × ananassa" melezinin kültivarlarıdır. Çilekler, değerli C vitamini kaynağıdır. Çilek türlerini, içerdikleri kromozom sayılarına göre sınıflandırmak olasıdır. Farklı 7 kromozomdan oluşan temel bir set tüm türlerde ortak olarak bulunurken, farklı türler farklı poliploitlik (temel bir kromozom takımını ["n"] çoklu sayıda içerme durumu) gösterirler: İstisnaları olsa da kabaca, daha çok kromozom içeren çilek türlerinin daha dayanıklı olduğundan ve hem bitki, hem de meyve olarak daha büyük geliştiğinden bahsedilebilir. Çeşitli başka "Fragaria" türleri de önerilmiştir ve bunların bazıları, günümüzde, yukarıda sayılmış türlerin bazılarına ait alt türler olarak tanınmaktadırlar (Bakınız: GRIN sınıflandırma veri tabanı). "Fragaria"'ya benzerlikler gösteren yalancı çilek ve kısır çilek", Potentilla" cinsine dahil olan türlerdir. İngilizce'de ""strawberry tree" (çilek ağacı)", Türkçede ise "koca yemiş" olarak adlandırılan ve meyvesi de yalancı çilek meyvesiyle benzerlik gösteren "Arbutus unedo" ise tamamen başka bir familyanın, fundagiller (Ericaceae) familyasının üyesidir. Üzümsü meyveler grubuna giren türlerden en önemlisidir. Çilek meyvesi gerçek bir meyve olmayıp yenen kısmı 40-60 kadar pistilin birleştiği çiçek tablasıdır. Çilek yüzeysel kök yapan otsu bir bitkidir. Kökler iyi drene edillmiş (süzek) topraklarda 60–70 cm’ ye kadar iner. Ağır topraklarda ise kökler yatay büyür. Çileğin kök gövdesi ya da taç kısmı çok kısalmış bir gövdedir. Çilek yaprakları 2/5 düzeninde spiral olarak dizilmiştir. İlkbaharda havalar ısınınca patlayan embriyonik yapraklar 2-3 hafta sonra tam büyüklüğe erişir. Her yaprağın 1-3 ay ömrü vardır. Kollar (stolonlar) yaz boyunca yeni yaprakların koltuklarındaki tomurcuklarından oluşarak gelişirler. Çilekte çiçekler salkım şeklindedir. Buna değişmiş gövde de denilebilir. Çilekte iyi tozlanma gereklidir. İyi tozlanmamış meyvelerde şekil bozukluğu olur. Tozlanmadan sonra meyve genelde 30-35 günde olgunlaşır. Çilekte kısa günde çiçek gözleri, uzun günde kol gelişimi olur. Bu sebeple çilekte verim ile gün uzunluğu ilişkilidir. Bu sebeple bir bölgeye uyan çeşit diğer bölgeye uymayabilir. Çiçek gözü oluşumunda gün uzunluğu ile sıcaklık ilişkisi ve çeşit özelliği bağlantılıdır. Meyve iri, meyve eti sert, verimli, tat kalitesi orta, bitkisi kuvvetli, meyvenin saptan kopması oldukça kolay, erkenci ve serada yetiştiriciliğide uygun bir çeşittir. Meyve uçlarında şekil bozukluğu görülür. Reçel, marmelat ve meyve suyuna oldukça uygun, sarılığa oldukça duyarlı bir çeşittir. Kışları ılık bölgeler için uygundur. Orta mevsimde olgunlaşır. Meyve iri, verimli, meyve eti çok sert, tat kalitesi orta, derin dondurma ve gıda sanayii için oldukça uygun, meyvenin saptan kopması güç, botrisite dayanıklı, sarılığa duyarlıdır. Yetiştiriciliği bütün bölgelere önerilir. Taşımaya dayanıklıdır. Erken - orta mevsim çileği, derin dondurmaya ve sanayiye uygun, tat kalitesi orta, meyvenin saptan kopması kolay, meyve eti sert, sarılığa dayanıklı, meyve çürüklüğüne duyarlıdır. Yetiştiriciliği bütün bölgelere önerilir. Aliso ve Arnavutköy melezidir. Erkenci ve seraya uygun bir çeşit olup, Akdeniz bölgesi için önerilir. Meyve eti sert, verimli, koku ve tadı iyi, meyvenin saptan kopması güç, bitkisi kuvvetli olup sarılığa dayanıklıdır. Tioga ve Arnavutköy melezidir. Meyve eti sert, verimli, tat ve kokusu çok iyi ve yerli çeşitleri aratmayacak aromaya sahiptir. Saptan kopması çok kolay, bitkisi kuvvetli, sarılığa ve meyve çürüklüğüne dayanıklı, derin dondurmaya uygundur. Akdeniz bölgesi dışında tüm bölgelere önerilir. Çok verimli ve iri bir çeşittir. Meyve eti oldukça serttir. Koku ve tadı yabancı çeşitlerden iyidir. Bitkisi çok kuvvetli olup, sarılığa dayanıklıdır. Derin dondurmaya uygundur. Ilıman bölgeler için uygundur. Meyve çürüklüğüne dayanıklıdır. Uzun konik koyu kırmızı renklidir. Meyve eti serttir, meyvenin saptan kopması zordur, sarılığa duyarlı, meyve çürüklüğüne dayanıklı, aroması iyi sofralık bir çeşittir. Akdeniz iklimi ve kışları soğuk bölgeler için uygundur. Verimli bir çeşittir. Köşeli uzun, parlak kırmızı, meyve eti sert, aroması iyi sofralık bir çeşittir. Sarılığa duyarlı, meyve çürüklüğüne dayanıklıdır. Akdeniz iklimi için uygundur. Verimli ve orta erkenci bir çeşittir. Uzun konik, parlak koyu kırmızı, meyve eti sert, meyvenin saptan kopması zor, aroması iyi sofralık bir çeşittir. Sarılığa duyarlı, meyve çürüklüğüne orta derecede dayanıklıdır. Çok erkenci ve örtü altı sebzeciliği için uygundur. Konik, kırmızı, meyve eti sert, saptan kopması kolay, aroması iyi, sofralık ve derin dondurmaya uygun bir çeşittir. Sarılığa duyarlıdır. Meyve çürüklüğüne dayanıklıdır. Tüm bölgelerde yetiştirilir, verimlidir. Uzun konik, parlak kırmızı, meyve eti orta sertlikte, saptan kopma kolaylığı orta, sarılığa dayanıklılığı orta, aroması orta, meyve çürüklüğüne dayanıklı sofralık bir çeşittir. Yüksek verimli, açıkta yetiştiriciliğe uygun iri meyveli çeşittir. Konik kırmızı, meyve eti sert, iyi aromalı, meyvenin saptan kopması zor sofralık bir çeşittir. Sarılığa duyarlı, meyve çürüklüğüne dayanıklıdır. Verimli, açıkta yetiştiriciliğe uygundur. Yuvarlak konik, kırmızı, meyve eti sert, saptan kopması orta derecede, aroması iyi sofralık bir çeşittir. Sarılığa duyarlı, meyve çürüklüğüne dayanıklıdır. Çok erkenci, çok iri meyveli, yüksek verimli, yaprak leke hastalığına duyarlıdır. Konik, koyu kırmızı, meyve et
i çok sert, meyvenin saptan kopması zor, aroması çok iyi, sofralık bir çeşittir. Sarılığa orta derecede duyarlıdır. Meyve çürüklüğüne dayanıklıdır. Orta mevsimde hasat edilen, çok verimli, orta-iri meyveli bir çeşittir. Konik, kırmızı, meyve eti sert, saptan kopması zor, sarılığa orta derecede duyarlı, meyve çürüklüğüne dayanıklı, aroması iyi sofralık bir çeşittir. Orta erkenci, yüksek verimli, özellikle Akdeniz ve Ege bölgesine uygundur. Konik, kırmızı, meyve eti sert, saptan kopma derecesi ortadır. Sarılığa duyarlılığı orta, meyve çürüklüğüne dayanıklıdır. Aroması orta, sofralık, yüksek verimli, Akdeniz, Ege ve Karadeniz bölgelerine uygun bir çeşittir. Uzun konik, koyu kırmızı, meyve eti sert, saptan kopması zor, sarılığa ve meyve çürüklüğüne dayanıklı, derin dondurma ve sanayiye uygun, iyi aromalı bir çeşittir. Konik koyu kırmızı, meyve eti sert, saptan kopması zordur. Aroması iyi, sarılığa ve meyve çürüklüğüne dayanıklıdır. Derin dondurma ve sanayiye uygundur. Soğuk bölgelere uygun bir çeşittir. Konik, koyu kırmızı, meyve eti sert, saptan kopması zor, sarılığa ve meyve çürüklüğüne dayanıklıdır. Aroması iyi, derin dondurma ve sanayiye uygundur. Sikke Doğu ladini Doğu ladini ("Picea orientalis"), çamgiller (Pinaceae) familyasından 40-50 metre, bazen de 60 metre boylara ulaşan, 1,5-2 metre çap yapabilen, dolgun ve düzgün gövdeli, sivri tepeli önemli bir orman ağacı türü. Kabuk genç gövdelerde genelde açık renkli ve düzgün, yaşlı gövdelerde koyu renkli ve çatlaklıdır. Dallar çevrel olarak sık bir halde tüm gövdeye yerleşmiştir. Genç sürgünler ince, açık renkli ve tüylüdür. Tomurcuk kahverengi, sivri ve reçinesizdir. Doğu ladini bilinen ladin taksonlarının en kısa iğne yapraklısı olup uzunlukları 6–11 mm, uçları keskin değil, kör ya da küt olarak sonuçlanır. Cilalı görünümlü ve koyu yeşildir. Enine kesitleri dört köşelidir. Her yüzünde 1-4 sıra stoma çizgisi bulunur. Karmen kırmızısı renginde erkek çiçekler kozalakçık halinde, dişi çiçekler de menekşe rengindedir. Kozalak 6–9 cm. uzunluğunda, önceleri kimi ağaçlarda yeşil, kimilerinde koyu kırmızı renktedir. Olgun kozalak açık kiremit renginde, oval ya da silindirik yapıda, pulların kenarları düz yani tamdır. İlk yaşlarda büyümesi çok yavaştır. Bu nedenle, silvikültürel yönden doğal ya da yapay gençleştirmede önemli diri örtü sorunu ile karşılaşılmaktadır. Ancak 8-10 yaşlarından sonra büyüme hızlanmakta ve uzun yıllar sürmektedir. Kök sistemi genel olarak sığdır. Ancak, uygun, bir başka deyimle, fiziksel özellikleri iyi olan topraklarda kuvvetli yan kökler ve derine inebilen ana kök sistemi oluşturabilmektedir. Doğu Ladini’nin yayılışı yereldir. Kuzeydoğu Anadolu’nun sahil kesimleri ile Kafkasya’da doğal olarak yayılmaktadır. Türkiye'de Türkiye-Gürcistan sınırından başlar ve batıda Ordu ili yakınlarında Melet Irmağı ile son bulmaktadır. Bu kesimde (Colchis) dağların çoğunlukla denize dönük kuzey yamaçlarında görülür. Örneğin Trabzon-Meryemana yöresinde güzel örneklerine rastlanır. Bununla birlikte Harşit ve Çoruh vadileri gibi deniz ikliminin etkilerini iç kesimlere kadar ulaştırabilen büyük vadiler boyunca yine kuzey yamaçlarda güzel meşcerelerine rastlamak olasıdır. Örneğin Torul’un Saraç Dağı ormanları, Artvin Atila, Şavşat ve Borçka orman alanlarında olduğu gibi. Doğu Ladini Türkiye'de genel olarak 150 000 hektarlık bir alanda bazen saf, çoğu kez de Pinus sylvestris, Abies nordmanniana ve Fagus orientalis gibi ağaç türleri ile karışık orman alanları oluşturur. Çoğunlukla 900-1500 metre arasında karışık; 1500-2200 metre, bazen de 2400 metre aralarında saf ormanlar kurar. Ancak, Doğu Ladini ormanları günden güne aşırı kullanımlar, düzensiz yararlanmalar, böcek ve mantar tahripleri ile sürekli olarak azalmaktadır. Ayrıca Murgul yöresindeki bakır fabrikasının sanayi atıkları ve zehirli gazlarından önemli ölçüde zarar görmektedir. Doğu Ladini vatanı dışında, özellikle Avrupa’da bir süs bitkisi olarak sıkça yetiştirilir. Yoğun koyu renkli ve cilalı görünümlü bir yapraklanma sistemi ile dikkati çekmektedir. Parkçılıkta değerli birçok formları bulunur. Bunlardan genç yaprakları önce sarı, sonra yeşile dönüşen P. orientalis cv. Aurea Hesse et Beiss., alçak ve geniş tepeli bodur formu Picea orientalis cv. Nana Carr. söylenebilir. Son yıllarda çeşitli Avrupa ülkeleri başta Belçika, Avusturya ve İtalya gibi ülkeler Doğu Ladini’ni odunu bakımından da değerlendirmektedirler ve orman ağaçlandırmalarında bu ağaç türünden yararlanmaktadırlar. Süs bitkisi olarak İngiltere’de çok görülür. Para (anlam ayrımı) Kuzey Ren-Vestfalya Kuzey Ren-Vestfalya (KRV, Almanca: "Nordrhein-Westfalen", Aşağı Almanca: "Noordrhien-Westfalen"), Almanya'nın alana göre dördüncü, nüfusa göre birinci eyaletidir. Başkenti Düsseldorf, en büyük kenti ise Köln´dür. Kuzeyde Aşağı Saksonya, doğuda Hessen, güneyde Rheinland-Pfalz eyaletleriyle, batıda ise Hollanda ve Belçika ile komşudur. Kuzey Ren-Vestfalya Eyaleti'nin oluşumu, II. Dünya Savaşından sonra Avrupa'nın yeniden düzenlenmesinin bir bölümüdür. Savaşın hemen sonrasındaki siyasi ve ekonomik koşullar, İngiliz işgal gücünün 1946 yazında kendi işgal bölgesinde eyaletler kurmasına yol açtı. "Operation marriage" (evlenme operasyonu) kavramı altında Kuzey Ren-Vestfalya Eyaleti'nin kuruluşu gerçekleştirildi. İngiliz "çöpçatan", bir zamanların Prusya Ren bölgesinin kuzey kısmıyla önceki Prusya bölgesi Vestfalya'yı birleştirerek sağlam bir yönetim bölgesi yaratmayı başardı. Bu bölgenin ortasında, konumu galip birleşik güçler tarafından farklı farklı değerlendirilmiş olan Ruhr Bölgesi bulunur. Ama yeni bağlantının, hem bu sanayi potansiyelinin tekrar kalkınma için en iyi kullanımını sağladığı, hem de güvenlik çıkarlarına en iyi hizmet ettiği anlaşılıyordu; böylece Orta Avrupa'ya Sovyet etkisi en iyi şekilde geri çevriliyordu. Ocak 1947'de daha önceki Lippe-Detmold Dükalığı yeni eyâlete katıldı. Böylece Kuzey Ren-Vestfalya dış çehresini buldu. İktisadi, toplumsal, siyasi yaşamı ve devlet yaşamını temelden başlayarak yeniden düzenlemek ve desteklemek savaştan sonraki ilk yıllarda en önemli ödevdi. Halkın durumunu maddesel olarak iyileştirmenin ve mümkün olan en iyi devletsel yapıyı kurmaktaki mücadele projelerinin yanı sıra, özellikle eğitim politikasıyla ve iktisadi demokrasiyle ilgili taslaklar etrafındaki çatışmalar siyasi gündemi belirliyordu. 1933'ten sonra ilk kez yeniden vatandaşlar 1947'de demokratik temel yasalara göre bir meclis seçtiler; eyalet meclisini. 1949'da KRV yeni kurulan Almanya Federal Cumhuriyeti'nin bir eyaleti oldu. 1950'de Kuzey Ren-Vestfalya eyalet anayasası bir halk oylamasıyla kabul edildi. İktisadi siyaset açısından "Ruhr bölgesi çeyizi" ağır bir ipotek olarak duruyordu. Kömür bölgesinin "kara altını", Almanya Federal Cumhuriyeti'nin yeniden inşasını harekete geçirme kısa sürede önemli rol oynamıştı. Ama, Ruhr'daki artık zamanını doldurmuş kömür ve çelik sanayinin genişletilmesi 50'li yılların sonunda kömür krizine ve yetmişli yıllardan beri çelik krizine neden olmasından ötürü uzun vadede eyâleti ekonomik dar boğaza sürükledi. Eyâletteki yapısal kriz geleneksel tekstil sanayisinin batmasıyla da kuvvetlendi. Bu nedenle 60'lı yıllardan beri iktisadi düzendeki sosyal olarak kaldırılabilir dönüşüm Kuzey Ren-Vestfalya eyâlet politikasının merkezi uğraşıdır. 60'lı yıllarda Kuzey Ren-Vestfalya üniversite iklimindeki önemle uygulanan iyileştirmeler de kuvvetli modernleşme baskısının ifadesiydi. Özellikle Ruhr bölgesinde pek çok yeni üniversite ile birleşik yüksek okulu ve meslek yüksek okulu adı altında yeni bir yüksek okul tipi "madenci Anton'un" oğullarını ve kızlarını bekliyorlardı. Ama 60'lı yıllardan beri yüksek sanayileşme oranının çevre bilimsel sonuçları, yüksek bir nüfus yoğunluğuyla bağlantılı olarak, artan bir şekilde dikkatleri çekmeye başladı. Ren ve Ruhr sanayi bölgelerinde solunabilecek sağlıklı hava uzun zamandır çok azalmıştı; suyun ve toprağın da durum daha iyi değildi. 10 milyon insanın içme suyu Ren nehri suyu değerlendirilerek karşılanıyor. Yetmişli yılların sonundan beri eyalet, su kaynaklarının kalitesinin iyileştirilmesi için çabalarını artırdı. Bugün yalnızca Ren'de yeniden 43 farklı balık türü yaşıyor. Bir yandan yüzey kaplanmaları, diğer yandan sanayi ve tarım toprağa olumsuz etkileri çevre politikalarıyla ilgili tedbirlerin diğer konuları oldular. Zehirli atıkların konulduğu yerlerin kaydedildiği bir defter çerçevesinde 1997'ye kadar 32.000 sadece bu tür atıklarla dolu yer belirlendi; o zamana kadar bunlardan 1400'ü modernleştirilmişti. Bugün Kuzey Ren-Vestfalya'daki her evin birçok farklı renklerde çöp kutusunun olması, ileri sanayileşmiş bir refah toplumundaki çöp sorunlarının çözümü doğrultusunda eyâletin yoğun çabalarının günlük yaşamdaki delilidir. Olabildiğince az çöp üretmek ve yeniden değerlendirme günümüzde öncelik arz etmektedirler. KRV'de çevre korumaya verilen önem, eyâletin ve eğitimin hedefi olarak köklerini 1985 eyâlet anayasasına salmıştır. Eyâlet politikacıları 70'li yıllarda idari reformla bir "yüzyıl şahaseri" oluşturmak için yola çıkmışlardı: Kuzey Ren-Vestfalya'nın siyasi haritasını yeniden çizmek geçerliydi. Bölge reformundan sonra harita, kazaya bağlı 2292 belediye yerine sadece 369 belediye, 57 yerine sadece 31 kaza ve önceki 37 yerine yalnızca 23 kazası olmayan şehir gösteriyordu. Bu yeni düzenleme işlevsel reformlarla desteklendi; yani, daha çok etkili ve iktisadi olmak, şeffaflık ve halka yakınlık hedefiyle yönetim yetkilerinin yeniden düzenlenmesi. Kuzey Ren-Vestfalya 31 ilçeye (Landkreise) ve 22 bağımsız şehre (Kreisfreie Städte), ayrıca her biri Arnsberg, Detmold, Düsseldorf, Köln ve Münster olmak üzere 5 Yönetimsel Bölgede ("Regierungsbezirk") gruplanır. Aksaray Ulu Camii Aksaray Ulu Cami, Karamanoğlu Camii adıyla da bilinen Aksaray merkezinde yer alan cami. Yığma bir tepe üzerinde bulunan caminin kitabesinde, 1408-1409 yıllarında "Karamanoğlu Mehmet Bey" tarafından Mimar Mehmet Firuz Bey'e yaptırıldığı yazılıdır. Anadolu Selçuklu
Beyliklerinin tipik süslemeleri ile bezenmiş batı portali ile iç mekana ve doğu kale duvarlarına girilen, diğer yanda sağlam payandalarla desteklenen cami, yatık dikdörtgen bir plana sahiptir. Mehmet Bey'in oğlu İbrahim Bey zamanında 1482-1483'de büyük tamiratlar görmüştür. Bugünkü minaresi 1925'te yapılmıştır. Kareye yakın dikdörtgen planlı bir yapıdır. Giriş batıya kaydırılmış, girişi eyvan şeklinde düzenlenmiş, harim kısmı kuzey-güney doğrultusunda olup mihrap ön kubbesine Türk üçgeni ile geçiş sağlanmıştır. Yapının kuzey tarafı 2 katlı düzenleme gösterir. İç mekan orjinalliğini korumuştur. İç mekanda kemerlerin sivrilmesi gotik etkilidir. Mihrabı alçı malzemesidir. Yapıda hakim malzeme kesme taştır. Sultanhanı, Aksaray Sultanhanı, Aksaray ilinin bir ilçesi. Merkez ilçeye bağlı bir belde iken 2017'de yayımlanan KHK ile ilçe oldu. Adını, sınırları içinde bulunan Selçuklu kervansarayı Sultan Han'dan almaktadır. Daha önce Aksaray Merkez ilçeye bağlı olan Yeşiltömek adındaki köy, KHK ile Sultanhanı'na bağlanmıştır. Ömer Nasuhi Bilmen Ömer Nasuhi Bilmen (1882 - 13 Ekim 1971), Türk din alimi ve 5. Diyanet İşleri Başkanı. İlk tahsiline Ahmediye Medresesi müderrisi Abdürrezzak İlmî ile Erzurum Müftüsü Müderris Hüseyin Raki Efendilerden okuyarak başladı. 1908 yılında İstanbul'a gelen Bilmen, Fatih Dersiamlarından Tokatlı Şakir Efendi'nin derslerine devam etti ve icazet aldı. Daha sonra Medreset'ül Kuzat'a girdi. Burada dört yıl hukuk tahsil etti. 1912 yılında açılan ruus imtihanını da kazandı. Fatih dersiamları arasına katıldı. Fatih Camiinde, Satırlı Medresesinde ve Dar-uş-Şafaka'da dersler veren ve kısa bir zaman içerisinde istidat ve kabiliyeti ile kendisini tanıtan Ö.Nasuhi Bilmen, ayrıca İstanbul İmam-Hatip Okulu ve Yüksek İslâm Enstitüsü'nde usul-i fıkıh ve ilm-i kelam dersleri okuttu. Temyiz Mahkemesi Şer'iyye Dairesi Mümeyyizliğinde de bulundu. 1941 yılında seçimle İstanbul Müftülüğüne tayin oldu. 30 Haziran 1960 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığına getirildiyse de bir yıl sonra emekliye ayrıldı. 13 Ekim 1971 tarihinde yaşamını yitirdi. Dini konularda yazdığı eserleri ile tanınan Ömer Nasuhi BİLMEN'in başlıca eserleri olan "Hukuk-u İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye kamûsu", "Kur'an-ı Kerim'in Meâl-i Âlisi ve Tefsiri" ile "Büyük İslâm İlmihali" yanında yayınlanmış ve yayınlanmamış pek çok eseri bulunmaktadır. Ihlara, Güzelyurt Ihlara, Aksaray ilinin Güzelyurt ilçesine bağlı bir belediyesidir. Aksaray'a 40 km uzaklıktadır. Ihlara Vadisi, Hasandağı'volkanından püskürtülen lavların akarsu aşındırması sonucunda oluşan cemal şekilli bir vadidir. Melendiz Çayı, milyonlarca yıllık bir sürecin sonunda, 14 kilometre uzunluğunda ve yüksekliği yer yer 110 metreye ulaşan kanyon görünümlü bu vadiyi meydana getirmiştir. Bu çatlaklardan yol bulan kanyonun bugünkü halini almasını sağlayan Melendiz Çayı'na ilk çağlarda "Kapadokya Irmağı" anlamına gelen "Potamus Kapadukus" denilmekteydi. 14 km uzunluğundaki vadi Ihlara'dan başlar, Selime'de son bulur. Vadinin yüksekliği yer yer 100 –150 m dir. Vadi boyunca kayalara oyulmuş sayısız barınaklar, mezarlar ve kiliseler bulunmaktadır. Ihlara Vadisi'nde kiliselerdeki süslemeler 6. yüzyılda başlayarak 13. yüzyılın sonuna kadar devam etmiştir. Bazı barınaklar ve kiliseler yeraltı şehirlerinde olduğu gibi birbirine tünellerle bağlantılıdır. Vadi boyunca yer alan kiliseler iki gruba ayrılabilir: Ihlara'ya yakın olan kiliselerin duvar resimleri Kapadokya sanatından uzak, doğu etkisi taşırlar. Belisırma yakınında yer alanlar, Bizans tipi duvar resimleri ile süslüdür. Ihlara Bölgesi'nde Bizans Dönemi'ne ait bilinen kitabelerin sayısı oldukça azdır. Belisırma köyüne 500 m uzaklıktaki "Aziz George (Kırkdamaltı) Kilisesi"nde Selçuklu Sultanı II. Mesud (1282 -1305) ve Bizans imparatoru II. Andronikos'un adlarını içeren 13. yüzyıla ait fresk üzerine yazılmış bir kitabe bulunmaktadır. Bu kitabe bölgeyi ellerinde bulunduran Selçukluların hoşgörülü yönetiminin varlığını kanıtlamaktadır. Kiliselerden tarihi tespit edilenler: 10. yüzyıl ortasında Bizans Toroslar ve Klikya bölgelerini geri almasıyla Ihlara bölgesinde yeni Kiliseler yapımıştır. 11. yüzyıl başlarındaki Bizans sanatına örnek teşkil edenler: Eski kiliseler sonradan bazı Bizans tipi resimler de ilave edilmiştir. Bu davranış, 11. yüzyılda Selçuk Türklerinin bölgeye gelmesiyle son bulur. Fakat bölgedeki dini hayat devam eder. Bölgenen kilise hayatı 1924’deki nüfus mübadelesiyle son bulur. Ihlara vadisi jeomorfolojik özelliklerinden dolayı keşiş ve rahipler için uygun bir inziva ve ibadet yeri olmuştur. Aksaray, Hıristiyanlığın daha ilk yıllarında önemli bir din merkezi olmuştur. Kayseri'li Basilus ve Nazianzos'lu Gregorius gibi mezhep kurucuları 4. yy. da burada yetişmişlerdir. Mısır ve Suriye sisteminden ayrı bir manastır hayatının kurallarını bunlar tespit etmişlerdir. Böylece Yunan ve Slav sistemi doğmuştur. Mısır ve Suriyeli rahiplerin dünya ile olan ilişkilerini kesmelerine rağmen Basilus ve Gregorius’un rahipleri dünya ile olan ilişkilerini kesmiyorlardı. Bu yeni anlayışın yeri Belisırma idi. Gregorius, teslis inancına yeni bir izah getirerek İsa'nın tanrılığı tartışmasında İznik toplantısı görüşlerine kuvvet kazandıran fikirler ileri sürdü. Böylece Hristiyanlık tarihinde öncü bir aziz oldu. Gregorius’un yetiştiği kayalık bölge (Belisırma, Ihlara, Güzelyurt (Gelveri)) Manastır ruhuna uygun, kayalara oyulan kiliseler topluluğu haline geldi. Arap akınlarına karşı, Hasandağındaki müdafaa kaleleri karşı koyunca bu kiliseler faal ibadet merkezi durumlarını devam ettirdiler. Eğri Minare Eğri Minare, Aksaray merkezinde yer almaktadır. Selçuklu dönemine ait olup, 1221-1236 yılları arasında yapıldığı sanılmaktadır. Kırmızı tuğladan yapıldığı için Kızıl Minare olarak da anılmaktadır. Dört köşe bir kaidenin üzerine oturtulan silindirik gövde, ince bir silme ile iki kısma bölünmüş, alt kısmı zikzak, üst kısmı mavi ve yeşil çini mozaiklerle kaplanmıştır. Minare yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya olması nedeniyle 1973 yılında çelik halatlarla bağlanmıştır. Yanındaki cami, sonradan yapılmıştır. Ulu Cami Ulu Cami sözcüğü ile aşağıdaki camiilerden biri kastedilmiş olabilir. Bektaşîlik Bektâşîlik, adını 13. yüzyıl Anadolu'sunun İslâmlaştırılması sürecinde etkin faaliyet gösteren ve Hoca Ahmed Yesevî'nin öğretilerinin Anadolu'daki uygulayıcısı konumunda olan Türk mutasavvıfı Kalenderî / Haydarî şeyhi Hacı Bektaş-ı Velî'den alan, daha sonra ise 14. ilâ 15. yüzyıllarda Azerbaycan ve Anadolu'da yaygınlaşan Hurûfilik akımının etkisiyle ibahilik, teslis "(üçleme)", tenasüh, ve hulul anlayışlarının da bünyesine katılmasıyla 16. yüzyılın başlarında Balım Sultan tarafından kurumsallaştırılan, On İki İmam esasına yönelik sufi/tasavvufî tarikat. Türkiye’de Alevilik denildiğinde ilk akla gelen isim Bektâşîliktir. Bektâşîlik, aslında Hacı Bektaş-ı Veli tarafından kurulduğuna inanılan bir İslâmî tarikattır. Bu tarikat mensupları "(el alarak ya da diğer bir deyişle nasip alarak bu örgütlenmeye katılan kişiler)" ise "Bektâşî" olarak adlandırılırlar. Ancak Ali ve Ehl-i Beyt sevgisi, tevella "(Ehl-i Beyt’i sevenleri sevme)" ve teberra "(Ehl-i Beyt’i sevmeyenleri sevmeme)" gibi Alevîliğin temel esaslarına bağlı oluşları dolayısıyla Bektaşiliğe Alevilik de denilebilir. Anadolu, Azerbaycan, Balkanlar ve İran'daki tüm Alevî tarikat mensupları On İki İmam inancına bağlıdır. Başlangıcından günümüze kadar kökenleri Horasan Melametîliğine dayanan bu tarikatlar, tarihî gelişim süreci içerisinde Vefâ'îyye/Bâbâ'îyye "(Baba İlyas/Baba İshak)", Yesevîlik/Âhilik, Kalenderîlik/Haydarilik, Rufâîlik/Gâlibîlik, Saltuk'îyye/Barak’îyyûn, Hurûfîlik/Bektâşîlik, Nîmetullahîlik/Nûrbakşîlik, Şahkulu Baba/Zünnun'îyye, Çelebî'yye/Celâl'îyye, Gül Baba/Dedebabalık "(Bektaşi Babagan)", ve Alicilik/Harabatîlik olarak sıralanabilir. Türkiye’de her "Bektâşî" Alevî olduğu hâlde her Alevî, Hacı Bektaş-ı Velî’yi "Horasan Ereni"" sayıp hürmet etmesine rağmen "Bektâşî" değildir. Bu yüzden Köy Bektaşisi, Kent Bektaşisi ayrımı yapılmaktadır. Köy Bektaşilerine Alevî denildiği hâlde Şehir Bektaşilerine "Bektâşî" denilir. Bektaşilikle ilgili çalışması bulunan Abdülkadir Sezgin’e göre Alevî kelimesi ile Bektâşî kelimesi arasında herhangi bir fark bulunmamaktadır. Her iki grup da Hacı Bektaş-ı Velî’yi sevip saymalarına rağmen Aleviler Hacı Bektaş Dergâhı’na değil, Peygamber Muhammed'in soyundan geldiğine inanılan Alevî ocaklarına bağlıdırlar. Aslında Bektâşîlik bir tarikat olduğundan bu tarikatın yollarına uyan herkes Bektâşî olabilir. Ama Alevîlik soya bağlıdır ve ancak ana veya babası Alevî olan kişi Alevî olabilir. Bektâşîlik, hümanist esaslı bir öğretidir. Öğretinin odağında "insan" vardır. Amacı, "İnsan-ı kâmil" olarak tanımlanan olgun, yetkin insana ulaşmaktır. Bu ise belirli bir eğitim sürecini gerekli kılar. Hacı Bektaş-ı Velî’nin Türk dünyasının felsefesine çok büyük katkıları olmuş olup hâlen yaygın olarak kullanılan birçok özlü sözü bulunmaktadır. Öncelik yol kurallarındadır. Onlar ""Hatır kalsın, yol kalmasın"" diyerek bunu açıklarlar. Batı İran ile Anadolu’da yedinci hicrî asırdan itibaren dört yüzyıl süresince aralıksız süregelen dinî karışıklıklardan dolayı ortaya birçok Tarikat ve zümreler çıkmıştı. Horasan Melâmetîliği’nin kurulduğu yer olan, ve üçüncü hicrî asırdan itibaren birçok mutasavvıfın vatanı olarak bilinen Nişâbur’da Hamdun’el-Kassar’dan sonra daha birçok hulûl inancı ihtivâ eden ve dinîn zâhirî ahkâmına muhalefet eden "“İbahiyye” mensûbu “Şîʿa-i Batıni”" toplulukları çoğunlukla Melâmîyye’nin içerisine dâhil oldular. Şeyh Cemâl’ed-Dîn Sâdî’den itibaren Suriye, Mısır, Irak, Hindistan, Orta Asya sınırlarına kadar genişleyen ve "“İbaha” i’tikadı" gereği birçok tavır, tutum ve ibâdetin zâhirî hükümlerinin yerine getirilmesi mevzuunda göstermiş oldukları kayıtsızlıklarıyla dâima şiddetli kınanma ve eleştirilere mâruz kalan Kalenderîler ile eski yazarlar tarafından "“Tâife-i Abdalan ve Cevâlika”" olarak isimlendirilen çe
şitli Tarikat mensuplarının, Osmanlı yazarlarınca "abdal, âşık, torlak, şeyyâd, Haydari, Edhemî, Câmî, Şemsî" gibi aynı mânaları taşıyan ifadelerle anıldıkları görülmektedir. Bunların hepsi de ortak kanallardan süzülenen benzer i’tikatların çeşitli parçalarını barındırmaktaydılar. Kalenderîler en koyu Aleviler olmaları nedeniyle Suriye, Halep Bâtınî merkezinden aldıkları kuvvetlerle, Anadolu’da bulunan ve diğer Bâtınî merkezlerinden ayrı ve bağımsız yaşamakta olan Batınileri takviye ettiler. "“Kalenderî – Haydari”" unvanı taşıyan ve Türkmen boyları arasına yerleşen babalar Anadolu’daki Bâtınîlik hareketlerine olanca güçleriyle destek oldular. Haydariler, Kutb'ûd-Dîn Haydar’a mensup oldukları gibi "“Haydârnâme”" adıyla şeyhinin nâmına bir de eserî bulunan meşhur "Pendnâme" yazarı "“Ferîdüddîn-i Attâr”" da onun başlıca hâlifelerindendi. Altıncı hicrî asrın sonlarında büyük şöhreti sayesinde pek çok Türk’ü kendi intisabına almaya muvaffak olan Kutb'ûd-Dîn Haydar’ın bizatihi kendisi de aslen Türk ırkındandı. Konya’da Mevlânâ Celâl’ed-Dîn’in şöhretinin afâkı tuttuğu bir devirde bile Kutb'ûd-Dîn Haydar’ın hâlifeleri bağımsız zâviyelere sahiptiler. Mevlânâ Celâl’ed-Dîn’in yanında "“Hacı Mûbârek Haydârî”" adında bir "Haydârî" hâlifesinin de pek büyük bir hâysiyet ve itibâr sahibi olduğunu Eflâkî kaydetmektedir. Bu devirde Anadolu’da Bâtınîliğin en önemli propaganda merkezini Sultan Mes’ud evvel tarafından yaptırılmış olan Mes’udiye tekkesi temsil ediyordu. Anadolu Selçukluları’nın nüfuz ve hâkimiyet sahaları tamamen Moğollar’ın denetim ve müsaadesine tâbi bulunuyordu. Birçok şehirlerde İlhanlılar’ın himâyesi altında Şiîliği neşreden “Bâtın’ûl-Mezhep Babalar” tarafından açılan zâviyelerin sayıları da gün geçtikçe artmaktaydı. Moğollar’ın nüfuzuyla Mes’udiye Medresesi müderrisi Sünnî alimlerden “Şeyh Mecd’ed-Dîn İsâ” azledilerek yerine Şîʿa-i Batıni’nin en değerli dâîlerinden “Şems’ed-Dîn Ahmed Baba” atandı. "“Horasan Erenleri”" nâmıyla Oğuz boyları arasında kendilerine yer edinen "“Şia-i Bâtıniyye dâîleri”" ve millî lisân ile konuşarak halkın ruhiyatına pek uygun telkinlerde bulunan "“Bâtınî-Babalar,”" iptidaî bir şer’ait içerisinde yaşamlarını idâme ettirme mücadelesi sürdüren, ve şehirliğin ince yaşam tarzını bilmeyen "“Türk Özleri”" yanında kendilerini birer "“Veli”" olarak tanıtmayı başarıyla becermişlerdi. Batıniler, süslü nâzım lisanından bir şey anlamayan bu aşîretler arasında düzenledikleri sazlı ve şaraplı meclislerde geçmişin tüm hurafe ve efsanelerini halka nakletmek suretiyle insanların gönüllerinde ilâhi duygular uyandırmaktaydılar. Selçuklular iktidara geldiklerinde Bağdat hilâfetine düşmüş olan Mısır Fâtımîleri’yle, aslında Şîʿa’nın Nizar’îyye kolu mensuplarından olan “Hükümet-i Melâhide-i Batıni Reisi” ve bütün “Batıniler’in Sahib-î Â’zam-ı” Hasan Sabbah’ı karşılarında buldular. Bilâhare Moğol istilâlarının başlamasıyla sahip oldukları karışık i’tikadların etkisinde kalarak vicdanî oluşumlarını kaybetmiş olan önemli kütleler, Moğol ordularının arasına karıştılar. Anadolu Selçuklu sultanlarından Birinci Âlâ’ed-Dîn Key-Kûbâd zamanında Halaç ve Kapçak gibi Türkmen kabilelerinden pek yoğun kütleler de Anadolu’ya yerleşmekteydi. Celâl’ed-Dîn Harezmşah’ın baskıcı tutumundan rahatsızlık duyan kabileler ve Harezm Türkmenleri Selçuklular’ın kendilerine duyduğu güvenle Anadolu Selçuklu Devleti’nin savunma kuvvetlerini teşkil etmekteydiler. İkinci Gıyas’ed-Dîn devrinde Amasya Bâtınî merkezinin etkisiyle bu Harezm Türkleri Selçuk ülkelerinden çıkartılarak Halep, Suriye ve El-Cezire muhitlerine dağıtıldılar. Konya Selçuk Sarayının hasmane siyâsetînden kuşkulanan Şîʿa-i Batıni dâîlerinden oluşan büyük bir topluluk ta bu Türkmen kabileleriyle birlikte göç ettiler. Harezm ülkesinin pek çok mezhep çatışmalarına sahne olduğunu fırsat bilen Bâtınî dâîleri, Harezmliler’in Anadolu Selçukluları tarafından kovulmaları fırsatını çok iyi değerlendirerek bütün kuvvetleriyle kendi âkide ve dâvalarını tasavvuf kanallarından geçirerek neşretmeye başladılar. Celâl’ed-Dîn Harezmşah’ın harekâtından memnun olmayan aşîretler ondan ayrılarak Birinci Âlâ’ed-Dîn Key-Kûbâd’a iltica etmişler ve Selçuklular ülkelerine gelen bu aşîretlere de Sivas, Çorum, Engürü’ye kadar olan yörelerde yaylâk ve kışlaklar tahsis edilmişti. Bunların Celâl’ed-Dîn Harezmşah’ın maiyetinden ayrılmalarına rastlayan zamanlar zarfında Hacı Bektaş hâlifelerinden bazıları da onların içlerine nüfuz etmeyi başarmışlardı. Şîʿa-i Bâtın’îyye dâîleri sıfatıyla bu topluluklar üzerinde önemli bir nüfuz kazanmışlardı. Harezm ve Azerbaycan’dan gelen bu aşîretleri Anadolu ahalisi Tatar ve Moğol artıkları nazarıyla görüyordu. Bektaşi babalarından Ahlat, Diyâr-ı Bekir vilâyetlerinden önemli bir grupla beraber Harzemliler arasında da Burak Baba müridlerinden yine ayrı bir parti propagandalarda bulunuyorlardı. Bu devirde Burak Baba’nın Anadolu’da yaygın bir şöhreti vardı. Bektaşilik Tarikatının kuruluşunda geçirdiği süreç, kurucusunun kim veya kimler olduğu, bu süreçte Hacı Bektaş-ı Veli’nin konumunun ne olduğu, Tarikatın Pîri mi, yoksa kurucusu mu olduğu, Balım Sultan’ın Tarikata nasıl bir yapı kazandırdığı yüzyıllar geçmesine karşın hala tartışılmaktadır. Öteden beri bu konuda yazanların çoğunluğu, Hacı Bektaş-ı Veli’nin Tarikatın kurulma işlemini gerçekleştirmediği ancak kurulmasına yol açan süreci başlattığı dolayısıyla da onun ardıllarınca kurulan tarikatın da “Pîri” olduğu kanısındadırlar. Bektaşiliğin kurumsallaşma sürecinin tamamlanmasının XVI. yüzyılda Balım Sultan tarafından gerçekleştirildiğini ileri sürerler. Jacop, Tschudi, Şemseddin Sami Bey gibi eski yazarlardan tutun Ahmet Yaşar Ocak, Belkıs Temren gibi günümüz yazarlarına kadar birçok araştırmacı bu görüştedir. Anadolu Selçuklu Devleti’nin çöküşünün başlangıcı olan Gıyas’ed-Dîn-i Key-Hüsrev-i Sâni’nin Kösedağ yenilgisi ( H. 640 / M. 1243 ) üzerine Anadolu’nun tamamı Moğollar’ın denetim alanı içerisine girdi. Anadolu’nun tamamı Aksaray’da ikâmet eden ve barışı tesis etmek ile görevlendirilmiş bir Moğol valisi tarafından yönetilmekteydi. İşte bu fetret devrinde, Celâl’ed-Dîn Harzem Şâh Menküberti’nin ordularıyla Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Bâtınîye dervişleri de devletin takibatından kurtulmuş olarak fa’aliyetlerini serbestçe sürdürmekteydiler. Anadolu’nun her tarafında Şiî ve Bâtınî-Alevi babalar tarafından art arda zâviyeler açılmaktaydı. Sultan Mes’ud Evvel’in Amasya’daki tekkesine Baba İlyas Horasanî gibi Şîʿa-i Batıni Mezhebi’nin en meşhur bir dâîsi postnişin olmuştu. Vaktiyle, İlhanlı saraylarında mâkam ve mevki sahibi olan Şiî alimler Anadolu Selçukluları’nın Moğollar’ın himayesi altına girmeleri fırsatından istifadeyle Anadolu’ya yayıldılar. Anadolu Selçukluları dönemi ile Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sürecinde "“Ahilik”" Anadolu’daki sosyal yaşantının gelişmesine çok önemli katkılarda bulunmuştur. Kendi kural ve kurullarına sahip, günümüz esnaf odalarına benzer bir işlevi olan "“Ahilik Teşkilatı”" iyi ahlâkın, doğruluğun, kardeşliğin, yardım severliğin kısacası bütün güzel meziyetlerin birleştiği bir sosyo-ekonomik düzendir. Ahiler’in reisi olan ve Kırşehir’de yaşayan Ahi Evran’nın Hacı Bektaş Veli ile de dostlukları vardı. Sivas’taki Ahiler çok geniş bir teşkilâta sahip oldukları gibi Babâîler ile de sıkı münasebetlerde bulunuyorlardı. Bayburt’taki Ahiler’in başkanlığına ise “Ahi Emir Ahmed Bayburdi” getirilmişti. Bektaşiler, Ahilik teşkilâtının kurucusu ve 1826’ya kadar Osmanlı Devleti'nin en gözde ordusu Yeniçeri Ocakları’nın manevî liderleriydi. Ahilik teşkilâtı münasebetiyle esnafla iç içe olması ve Padişahın aldığı bazı ekonomik kararlara esnaflarla birlikte tepki göstermesi Yeniçeriler’in sonunu hazırlardı. Sık sık padişah değişikliklerine ve iç isyanlara neden olan Yeniçeri Ocakları, daha sonra “Vaka-i Hayriye” olarak adlandırılacak olan olay neticesinde, 16 Haziran 1826 tarihinde Pâdişah II. Mahmud tarafından ortadan kaldırıldı. Bu "Alevilik Tarikatı"’nın kurulmasında etkin görev üstlenmiş olan kişi Hacı Bektaş-ı Veli’dir. Hacı Bektaş-ı Veli, Horasan Melametîliği’nden aldığı “Dört Kapı” anlayışının her kapısına “onar makam” eklemek suretiyle, “Dört Kapı Kırk Makam”’dan oluşan Tarikat altyapısını kurar. Buna, “Bektaşi Seyr-î Sülûğü” de denir. Kaygusuz Abdal, Bektaşi erkannâmesi üzerinde bazı düzenlemeler yaparak Bektaşiliğin ilk "erkannâmesini" yazar. Böylece Bektaşi Tarikatı’nın ilk “tüzük yapıcısı” Kaygusuz Abdal olmuş olur. Balım Sultan’sa bu erkannâmeyi sonradan geliştirmiş ve kurumlaştırmıştır. Hacı Bektaş-ı Veli’den sonra Tarikatın başına Abdal Musa geçmiştir. Bektaşilik; Horasan Melametîliği, Nakşibendilik, Yesevilik, Ahilik, Kalenderîlik, Haydarilik, Vefâilik, Babâîlik, Bâtınîlik ve Hurufîlik gibi akımlardan etkilenmiş, hatta bazılarını kendi içinde harmanlayarak şekillenmiştir. Meşhur Velâyet-Nâme onu Şiîliğin unvan mezhebini taşıyan Câ’fer-i Sâdık’tan Beyazid Bistâmî’nin getirdiği hırkayı giymiş olan “Lokman Perende” vasıtasıyla Hoca Ahmed Yesevi’ye bağlar. Velâyet-Nâme üzerinde uzmanlaşmış yazarların nakletiklerine göre Hacı Bektaş’ın Tarikat silsilesi önce Kutb'ûd-Dîn Haydar’a, ondan da Lokman Serhasî’ye, ve oradan da Şücâ’ed-Dîn Ebû’l Bekâ Baba İlyas el-Horasanî vasıtasıyla Hoca Ahmed Yesevi’ye bağlanmaktadır. Âşık Paşa tarihinde ise “Hacı Bektaş” Horasan’dan “Menteş” adındaki kardeşiyle beraber Sivas’a gelerek Baba İlyas Horasanî’ye mürid oldular. Bu intisaptan sonra Hacı Bektaş önce Kayseri’ye oradan da Kırşehri’ne geldi, sonra da Karacahöyüğe yerleşti. Buna göre Hoca Ahmed Yesevi müridlerinden olduğuna dâir rivayetin doğru olmadığı anlaşılıyor. Hacı Bektaş-ı Veli dağınık Alevi ve Alevilik türevi akımları ve toplulukları içine almış, yeniden kalıba dökmüş, Aleviliği yeniden derneştirmiş ve Alevi-Bektaşiliğin yolunu çizmiştir. Bunu da doğallıkla kurduğu tarikatıyla yapmıştır. Çevresine bir takım görevliler almış, bunların bir bölümünü kimi yerlere görevlendirerek göndermiş, oralarda “aydınlatma/irşat” çalışmaları yaptırmış, Anadolu’daki diğer Alevi ocakları ile ilişki kurara
k kendine bağlamış ve onları yönlendirmiştir. Bu nedenlerle Hacı Bektaş-ı Veli, Alevi-Bektaşi toplumunun gözünde yolun-yolağın “Piri” ve Tarikat kurucusudur. Anadolu'ya gelmeden önce hacca gittiği söylenir. Hoca Ahmed Yesevi’nin müritlerinden olan Hacı Bektaş-ı Veli Anadolu’nun Türkleşmesinde ve müslümanlaşmasında büyük bir rol oynamıştır. Kendileri denildiği gibi farklı bir din getirmemiş, aksine İslam’ın daha iyi tanınmasına vesile olmuştur. Öyle ki, Rumeli’nin tamamı mezhepte Sünnîliği Tarikatta ise Bektaşiliği benimsemiştir. Her ne kadar bugün Bektaşilik bir takım grup tarafından kötü gösterilmeye çalışılsa da, Bektaşilik İslam’ın esaslarına uyan tasavvufta insanı odak noktası alan bir Tarikattır. Çeşitli Türk kabileleri Anadolu’ya göç etmeğe başladıklarında özellikle de Anadolu Selçukluları’nın en debdebeli devri olan Büyük Âlâ’ed-Dîn Key-Kûbâd’ın iktidarına rast gelen zaman dilimi içerisinde Anadolu’da Şiîlik bir hâyli ilerlemiş, ve İkinci Gıyas’ed-Dîn Key-Hüsrev’in saltanatının başlangıcında Babâîler İhtilâli patlak vermiş ve Hacı Bektaş da bu arada çok kuvvetli nüfuz sahibi bir şahsiyet olarak ortaya çıkmıştı. Vilâyetnâme’ye göre Sultan Âlâ’ed-Dîn bile, Şamanî Türkler’in İslamiyet’e girmelerine bir vesile olan Hacı Bektaş’ın hâlifesi "“Kara Donlu Can Baba”" dolayısıyla hünkâra karşı derin bir hürmet beslemekteydi. Hacı Bektaş’ın yurt edindiği Kırşehir yolu Dulgadır Türkmenleri’nin arasından geçmekteydi. Bu nedenle Halep, Adana ve havalisinde yaşayan Türkmenler arasında hünkârın adı saygıyla anılmaktaydı. Akşehir’deki “Mahmud Hayranî” ile Sivrihisar’da yaşayan “Yunus Emre” de hünkâra âhid verenler arasındaydı. Ahlat’da da meşhur Hoylu Burak Baba’nın müridlerinden “Baba Emîrci” bulunuyordu. O devirlerde Anadolu’daki Bektaşi nüfuzunun en hâkim bulunduğu yerler arasında Ankara, Sivas, Konya, Kayseri, Kırşehir ve güneye doğru yayılmış olan Türkmen Aşîretleri’nin yerleşmiş oldukları vilâyetlerdi. Anadolu Selçukluları’nın yıkılmasından sonra ise Karaman Oğlu Mehmet Bey’in Konya’ya hâkim olması üzerine, o devre kadar devletin resmî dili olan Farsça’yı yasaklayarak Türkçe’nin konuşulmasını emretti. Bu karar en fazla Bâtınî-Şiî babaların amaçlarına yardımcı oldu. Oba ve yaylâlarda yaşayan ve kentleşememiş olan Türk aşîretleri ve bütün Türkmenler kendilerine öz dilleriyle hitap eden bu Şîʿa-i Batıni Babalarına candan gönül vererek kuvvetle bağlandılar. Bu bölgede Bektaşiliğin yayılması maksadiyle Hacı Bektaş’ın halifelerinin üçüncüsü olan Hâcim Sultan memur tâyin edilmişti. Kermeyan Beyi Uşak civarında “Susuz Köyü” yurt olarak Hâcim Sultan’a vermişti. Daha Hacı Bektaş hayâttayken Bektaşilik Batı Anadolu’ya yayılmıştı. Hattâ onun mânevî himmetiyle Batı Anadolu fethedilmişti. Germeyan Bey’in yönetimi altındaki ordu Kütahya, Tavşanlı, Altuntaş, “Kermeyan Kalesi” diye meşhur olan kaleyi, Denizli, Uşak, Sandıklı ve Işıklı’yı aldı. Kermeyan Vilâyetinde kışlak ve yaylâk tutan “Akkoyunlu Aşîreti” baştanbaşa Hacı Bektaş’ın halifesi olan Hâcim Sultan’a intisap etmişlerdi. Germeyan Bey fethettiği memleketlere “Bey” oldu. Akdeniz sahillerine de önemli bir askeri kıt’a sevk etti. Ayrıca, Balıkesir, Edremit ve çevresini feth etti. Vilâyetnâme’ye göre bunun başlangıcı Osman Gazi’ye elif tâcının bizzât Hünkâr tarafından giydirilmesiyle başlamaktadır. H. 687 / M.1288 yılında Anadolu Selçuklu Sultanı Üçüncü Âlâ’ed-Dîn-i Key-Kubâd Osman Gazi’ye Altunbaşlı Sancak ve tabel gönderdi. Osman Gazi’nin beline kendi belindeki kılıcı bizzat Hacı Bektaş Veli taktı. “Ve önünden sonun görmeğe: Ugınden Sugm Gurgele!” diye dua etti. Hâlbuki Hacı Bektaş’ın M. 1271 tarihinde vefat ettiği göz önüne alınacak olursa bu rivayetin doğruluğu pek zayıftır. Bir başka rivayete göre ise, Orhan Gazi Yeniçeri’yi kurduktan sonra Hünkâr’ın Amasya taraflarındaki “Suluca Karahöyüğü” adındaki ikametgâhına giderek bütün asker hakkında onun hayır duasını almıştı. O da elinin birini bu askerlerden birinin başına koyarak: “Bunların ismi yeniçeri olsun. Cenâb-ı Hak yüzlerini ak, bazularını kuvvetli, kılınçlarını keskin, oklarını mühlik, kendilerini daima galip etsin,” diyerek dua buyurmuşlardı. Vilâyetnâme’ye güvenildiği takdirde Hünkâr’ın çok daha evvel göçtüğü ve bu rivayetin de gerçek olmadığı anlaşılıyor. O devirlerin fikrî ürünler açısından en geniş alanını Babâî ve Kalenderî zaviyeleriyle birlikte daha birtakım Tarikat pîrlerinin yuvaları teşkil etmekteydi. “Rûm abdalları”, “Horasan pîrleri” ve “Gaziyân-ı Rûm” gibi tabirlerin pek sıklıkla kullanılmakta olduğu eserlerden anlaşıldığına göre “Şîʿa-i Bâtıniye” hareketlerinin yoğunlaştığı merkezin başında muhakkak cenkçi ve silâhşör kuvvetlerin hazır bulundurulmasıyla ikinci bir Babâî katliamına mâni olma gayesinin güdüldüğü anlaşılmaktadır. İslamî çevrelerde Bâtınî harekâtını düşmanca karşılayan bir devlet siyâsetinin ihtilâlleri en çok ordu kuvvetiyle ezdirdiğini art arda tecrübelerle öğrenen “Şîʿa-i Batıni Dâ’îleri,” Selçuklular’ın çöküşünden sonra, hükümetlerin oluşturacağı bütün ordu kuvvetlerinde yer almayı kararlaştırmıştı. Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasında da Bâtınîler, öncelikle askeri kuvvetlerin içerisinde yer almayı ihmâl etmediler. Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinde Osman Gazi’nin kayınpederi "“Şeyh Edebali”" ile Yıldırım Bayezid’in eniştesi "“Emîr Şems’ed-Dîn-i Buharî”" tarafından, Kirmastı’da meşhur "“Geyikli Baba”," Antalya Elmalı’da "“Abdal Mûsâ”" ve Eskişehir Karacahisar’da "“Kumral Baba”" gibi daha birçok “Şia-i Batıni” dâ’îleri adına zâviyeler yaptırılarak bunlara büyük vakıflar bağlanmıştı. Kazdağı yamaçlarında yaşayan Yürükler’in haraç rüsumları "“Emîr-i Buharî”" zâviyesine tahsis edilmişti. Alevi-Bektaşi tarihinde yer edinmiş, üstün vasıflara sâhip efsanevî özelliklere hâiz bilgelerin, evliyâ ve uluların tamamını tanımlamak maksadıyla kullanılan isimdir. Osmanlı Türkleri’nin başlattığı fetihlerin en ön saflarında giden, geyiklere binerek düşmanı ürküten, bazen yeşil elbiselere bürünerek beyaz atlara binen, doğaüstü güçlere sahip olduklarına inanılan bu efsanevî erenlerin aniden düşmanın gözlerine görünmeleri ve birdenbire hâsımlarının karşılarına dikilmeleri şeklinde hikâye edilen masallar o devrin ilkel zihinlerine birer kerâmet olarak sunulmaktaydı. Bu tipte pek çok efsane Bektaşi Tarikatı'nda da önemli bir ehemmiyete hâizdi. Rumeli’de Bektaşiliğin neşrî, “Şîʿa-i Batıni” hareketlerinin merkezinde yer alan Baba İlyas Horasanî’nin “Çehariyâr” adı verilen dört halifesinden biri olan Sarı Saltık Baba öncülüğünde gerçekleşmiştir. Evliya Çelebi’ye göre Ahmed Yesevi müridlerinden olan Sarı Saltık, H. 662 / M. 1264 yılında birçok müridleriyle birlikte Rumeli’ye geçti. Dobrıca, Kırım, Moskova, Lehistan kıt’alarını dolaştıktan ve oralarda İslamiyet’in uzun süre yayılmasına hizmet ettikten sonra Karesi Oğullarından İsâ Bey zamanında Gelibolu’dan Çardak’a döndüler. Kazdağı üzerinde Edremit Körfezi’nin doğu ve kuzeydoğusuna doğru uzanan silsilesini izleyerek orada oturmakta oal Türkmenler’in arasında uzun yıllar ikâmet ettiler. “Vilâyetnâme” bu dönüşün Hacı Bektaş’ı ziyâret amacıyla gerçekleştirilmiş olduğunu nakletmektedir. Oysa o tarihte Hacı Bektaş çoktan vefât etmiş bulunmaktaydı. Rumeli kıt’asında Sarı Saltık’a ait pek çok ziyaretgâh bulunmaktadır. Bektaşi an’anesinde mühim bir yeri olan bu Şiî babanın, Babaeski’de de yaşamış olduğu ve türbesinin Aya Nikola Kilisesi’nin yerinde bulunduğu Hristiyanlarca da kabul edilmektedir. Hacı Bektaş’ın hakkındaki küfr ve ilhada ait çıkarılan söylentiler ile, onun adını taşıyan Bektaşilik Tarikatı’ın i’tikadları arasında hiçbir alâkanın bulunmadığını, fakat kendisine intisap etmiş olan bazı melâhidenin yapmış olduğu neşriyâtın Hacı Bektaş’ın kendisini bizzat töhmet altında bıraktığını “Şekayık” müellifi İbn-i Hallikân Kenârî nakletmektedir. Kazdağı’nın bütün Alevi-Tahtacı âleminde yaşatılan kudsiyeti ile onun “Sarı Kızı” ile Sarı Saltık Baba’nın sarılığı arasındaki benzetmeler göz önüne alındığında, ve özellikle de bütün Tahtacı âleminde aynen bir “Kâbe” gibi takdis edilmesi hatırlanacak olunduğunda, Batı Anadolu’nun en mu’tenâ köşesinde yer alan Edremit havzasının bütün “Şîʿa-i Batıni” mensuplarınca ne kadar yüksek bir öneme hâiz olduğu da anlaşılmış olur. Hacı Bektaş halifelerinden Tavvas, Uşak, Söğüd, Balıkesir, Edremit’e kadar uzanan ve Akdeniz ile bağlantı kuran yörelerde, güneyde ise Burak Baba gibi daha birçok dâîlerle birlikte Osman Gazi’nin yurdunda Söğüt ile Sakarya Nehri kıyılarında, ve yükseklerdeki Türkmen ve Yörük yaylâlarında dolaşan “Kumral Baba” benzeri birçok “Şîʿa-i Batıni” dâîleri Kocaeli bölgesine yerleşen Türkler arasında Bâtınîliği yaymaktaydılar. Orhan Gazi devrinde Rumeli feth edilince devletin resmi dilinin Türkçe olduğu fermanlarla her tarafa ilân edilmişti. Türkçenin açık ve selis ifade şekliyle rubaî, nefes, destan gibi şiirlerin çeşitli ölçülerine tevdi edilerek; özellikle koşma, deyiş, semaî usulünde söylenen şiirlerin, bağlama, saz, bozuk ve kopuzlarla terennüm edilen şekilleri Türk ruhunun millî benliğine o kadar uyum sağladı ki, şehir ulemasının ağdalı dilinden hiçbir şey anlamayan Türkmenler bunlara karşı hiç ilgi duymamaktaydılar. Bu fırsatı iyi değerlendiren, Key’alû Baba, Abdal Mûsâ, Tuğlu Baba, Baba İlyas Horasanî, Baba İshâk Kefersûdî ve Ebû’l Vefâ-i Harezmî gibi tekkelere mensup olan karışık âkide sahibi "“Bâtın’ûl-Mezhep Babalar”" ve "“Şîʿa-i Batıni Dâîleri”" Anadolu’nun dört bir tarafına "“Batıni Mezhebi”" ilkeleri doğrultusunda fa’aliyet gösteren zâviyeler açmağa başlamışlardı. Orhan Gazi’nin cülûsuna kadar geçen süre zarfında kendilerini mutasavvıf olarak tanıtmış olan bazı babaların nüfuzları, bunların Osmanlı Devleti tarafından rehberlikleri kabul edilecek derecede artmıştı. Osman Gazi’ye elifli taç giydirdiği rivayet edilen Hacı Bektaş ile Orhan Gazi’nin kardeşi Âlâ’ed-Dîn Paşa’nın Şeyh Edebali hankahına mensup birer derviş olmaları bu etkinin ne kadar kuvvetli olduğunun bir delilidir. Vilâyetnâme-i Hacı Bektaş-ı Veli’yyûl Horasanî’ye göre Batı Anadolu’nun fütuhatı Hacı Bektaş’ın hâlifeleri sayesinde
gerçekleştirimiş olup, Osman Gazi’de Hünkâr’dan nâsip alanlar arasındandır. Bu şiddetli tesirler neticesinde Osmanlı ülkelerinde Bektaşilik, Melâmîlik, Hurûfîlik gibi Şîʿa-i Batıni şubeleri kolayca yayılmaktaydı. Orhan Gazi tarafından bir velî olarak benimsenen “Key’alû Baba” Bursa’nın fethinde bulundu. Hâlbuki, Osmanlı Devleti kurulduğu ilk günden itibaren Sünnî bir devlet yapısına sahipti. Buna rağmen Hoylu / Tokatlı Burak Baba’nın Osmanlılar’daki benzeri olan bu Şiî dervişin "“Keremyan Emîri”" ile Turgut Alp’ın şeyhi olduğu bilinmektedir. Orhan Gazi’nin İnegöl ilçesini Key’alû Baba’ya “dirlik” olarak tahsis ettiği ve vefâtından sonra da mezarının üzerine büyük bir türbe inşa ettirdiğini “Şekayık” kaydetmektedir. Orhan Gazi'nin, dervişlerin konaklamaları, namaz, semah gibi ibadetlerini yerine getirmeleri için inşa ettirdiği imaret ve tabhaneli zaviyeler'in yanı sıra onun Babai dervişi Geyikli Baba ile ilişkileri bu izlenimi desteklemektedir. Hacı Bektaş-ı Veli, Osman Bey veya onun neslinden herhangi biriyle karşılaşacak kadar uzun yaşamamış olsa da Orhan Gazi'nin anne tarafından dedesi Osman Gazi'nin kayın pederi olan Şeyh Edebali'nin Hacı Bektaş ile birlikte Amasya'da yaşamış bir Vefai dervişi olan Baba İlyas'ın müridi olduğunu ve Edebali'nin de diğer müritler gibi Baba İlyas'ın yokluğunda Hacı Bektaş'a uyduğu bilinmektedir. Şeyh Edebali'nin kızını bilindiği üzere Osman Gazi ile evlendirmesi, Osman ocağı ile Hacı Bektaş arasındaki ilişki daha anlaşılır bir hale gelmektedir. Buna Edebali'nin yolculuk yapanlara hizmet veren bir misafirhaneye sahip Ahi şeyhi olduğu da eklenince, Osman Gazi'nin damadı olarak desteğini sağladığı Şeyh Edebali'nin Hacı Bektaş ile ilişkisi daha da önem kazanmaktadır. Bektaşilik, Hacı Bektaş ile çağdaş olup Kırşehir'de yaşayan Anadolu Ahiliğinin kurucusu sayılan Ahi Evren'in yakın ilişkileri sayesinde Anadolu Ahileri için çekim merkezi haline gelmişti. Ahilik icazeti verme yetkisine sahip derecede bir Ahi olan I. Murat, Hacı Bektaş tekke külliyesinin ilk anıtsal binası olan Meydan Evi'ni yaptırdıktan sonra yerleştirilen kitabede Melik kimliğinin yanı sıra Ahi kimliğini de kullanmıştır. Abdal Musa, Yunus Emre, Kaygusuz Abdal gibi, öğretilerini benimsemiş ozan ve düşünürler sayesinde Hacı Bektaş, uç beyleri ve onlara bağlı reaya arasında giderek artan bir saygınlığa sahipti. 14. Asrın sonlarında ortaya çıkan Şiîliğin Hurûfîlik mezhebinin Bektaşilik Tarikatı üzerinde 15. yüzyılda hissedilir tesirleri meydana gelmişti. Hurûfîlik akımı İranlı bir Şiî mutasavvıf olan “Fadl’Allah Ester-Âbâdî” tarafından kuruldu. Helep sınırlarından Batı Anadolu’ya doğru hareket eden “Hurûfîler” Seyyid Nesîmî’nin H. 820 / M. 1417 yılında Halep’te i’damından sonra Irak’tan Azerbaycan’a, ve oradan da Doğu Anadolu’ya kadar olan bölgelerde Hurûfîliği yaydılar. Nesîmî’nin Divânı ve menâkıbnâmesi birçok mutasavvıf için iyi bir kaynak ve sermaye teşkil etti. Nesîmî, daha Fadl’Allah Yezdânî’nin “Hurûfîlik” mezhebinin ortaya çıkmasından beş asır önce yaşayan Hulûl ve ilhada yönelik söylemleri nedeniyle de ayni âkıbeti paylaşmış olan Hallâc-ı Mansûr’un muıkibi olarak telâkki edildi. Aslen İbâh’îyyûn olan “Hurûfîler”, ayni zamanda Mücessime’den olduklarından ötürü Allah’ı cisim olarak, Bâtınîliğin esas umdesi olan hulûle olan inançları nedeniyle de “Fadl’Allah Hurûfî” şeklinde tecelli ettiğine i’tikat ederler. Bektaşi an’anesine göre Hulûl ve ilhad ihtivâ eden söylemleri nedeniyle H. 309 / M. 922 yılında zındiklikten i’dam edilen Hallâc-ı Mansûr da “Seyyid Nesîmî” ile ortak bir âkidenin kurbanı olması sebebiyle “Hurûfîler” tarafından yüceltilmektedir. Bu hâdise bütün mutasavvıflar tarafından gerek şiir ve edebiyât âleminde bir ıztırap ve acı konusu olarak ve gerekse onun "“En-el Hak”" sözünün işaret ettiği "“Vahdet-i Vücud”" dâvasıyla alâkalı olan örnekler arasında sıklıkla bahsedilmektedir. Diğer taraftan, Rıfâ’îyye Tarikatı Pîri Ahmed er-Rıfai ise Hallâc’ı yermiş, ve Hallâc’ın sözlerini küfriyât olarak nitelendirerek onun evliyâlığını dahi şüpheyle karşılamıştı. Ayrıca, H. 904 / M. 1499’da Sultan Hüseyin Baykara tarafından vezirliğe getirilen Emîr Kemal’ed-Dîn Hüseynî, hazırladığı "Mecâlis’ûl-Uşşâk" adlı eserin bir faslını Hallâc’a ayırmıştı. Kabri Bağdad’ın batısında Ma’ruf Kerhi’nin meşhedi yanındadır. “Hurûfîler”, Kur'an-ı Kerîm üzerinde çok zaman harcamışlardır. İslam’ın resmî sınırlarının dışına çıkmamış görünmek maksadıyla, mûhkemâtı müteşâbihâtın yerine müteşâbihâtı da mûhkemâtın yerine koymak suretiyle pek çok hurûf ve hesaplamalar yaparak çeşitli te’vil şekilleri icâd etmişlerdir. Hurûf hakındaki tefsirât-ı Batıni’ye göre: İslam’ın zâhir hükümleri Hurûfîler’in gözünde hiçbir değer ifâde etmez. Irak Nebtî ve Kermâtîleri ile Suriye Nusayrîleri ve İran Şîʿa-i Batıni’si ve bilumum Dürzîler bu konuda ortak bir cephe arzetmektedirler. H. 796 / M. 1394 yılında Hurûfîlik akımının kurucusu “Fadl’Allah Yezdânî” i’dam edilince, başta damadı "“Ali’ûl-A’lâ”" olmak üzere Hurûfîler’in çoğu Kırşehir’deki Hacı Bektaş Dergahı’na sığındılar. Böylece Hurûfîliği Kırşehir’de Hacı Bektaş Tekkesi’nin yoldaşları arasında Hünkâr’ın talimatı diyerek yaymaya başladılar. H. 822 / M. 1419 yılında vefat eden ve kendisini Hacı Bektaş’ın hâlifesi olarak tanıtan "“Ali’ûl-A’lâ”" adındaki bu Hurûfî-Babasının bütün talimatı günümüzdeki Bektaşi inanışlarıyle tam bir ittihad göstermektedir. Aynı zamanda bu Tarikata, "“Âşık”" adı verilen ellerinde saz ve koltuklarında şarap tulumbaları taşıyan şahsiyetleri getirenler de Hurûfîler’dir. Bütün “Şîʿa-i Batıni” kollarında olduğu gibi Bektaşiler de kendi içlerinde mürid, baba, dede baba gibi ayrı ayrı rütbelere hâiz bazı basamak ve makâmlara bölünmüşlerdir. Çeşitli din ve âkidelerin serpilmiş tohumlarından pek çok örnekler ihtiva ettiği gibi bir ucu Hint felsefesine dayanan tenasüh ve hulûle inanmak ve tüm canlı mahlûkâta karşı aşırı saygı duyguları beslemek Bektaşiliğin ana ilkeleri arasında yer alır. Bektaşi İlâhiyâtı Vahdet-i Vücudun neff-i vücuda kadar vardığı gibi Hristiyanlık ile de ortak tarafları mevcuttur. İslamiyet’in ruhbaniyet ve keşişliğe şiddetle muhalefet etmesine karşın Bektaşiler de tam aksine evlenmenin aleyhine tavır alır, ve alâmeti tecrit olarak da Balım Sultan türbesinin eşiğinde kulakları doldurarak Menkûş takmak en yüksek Tevellâ ve Teberra’yı ifade eder. Osmanlı İmparatorluğu devrinde Yanya’ya biâhare Manastır Vilâyeti’ne bağlı olan Avlonya kasabası Anadolu’daki Hacı Bektaş Ocağı’nın Dedebabalarının çoğunu yetiştirmekteydi. Bütün din ve mezheplere kendi kapısını açmış olan Bektaşilik, İslamîyet’in resmî i’tikadını tanımayan çeşitli din ve i’tikad mensuplarını da kendi hudutları içerisine almakta hiçbir sakınca görmemiştir. Geçmişte “Türkiye Bektaşileri” arasında Katolik ve Ortadoksluk gibi Hristiyan dininin mezheplerinden olan Rum ve Ermenilere mensup Canlar, Babalar, Dedebabalar ve hattâ zâviye yöneten Hristiyan Bektaşiler’e sıkça rastlanmaktaydı. Anadolu’nun vaktiyle İslam dinine girmemiş olan “Türk Hristiyanları” arasında da pek çok Bektaşileri vardı. Avrupa’daki Bektaşiliğin en çok geliştiği bu çevrelerde İslamiyet duyguları pek zayıf ve gevşek olduğu gibi yaşamış oldukları Hristiyan memleketlerinde mevcut gâyr-i İslamî bâtıl i’tikadların çoğunu da paylaşmaktadırlar. Toska Arnavutları’ın önemli bir kesimi mezheben Câferiyye Şiîliği’nden olup Tarikaten ise Bektaşi’dirler. Bektaşiliğin bütün an’anesi Bedr’îyye, Kalender’îyye, ve diğer “Şîʿa-i Batıni” mezhepleriyle ortak bir cephe arzetmektedir. Fadl’Allah Hurûfî’nin Bektaşi öğretisi içine yerleştirmeyi başardığı âkaidin hâkim olduğu yörelerde vaktiyle Şeyh Halife ve Hasan Cevrî’nin müridleriyle diğer Şiî-Babalar tarafından serpiştirilmiş birçok i’tikatlar mevcuttu. “Bektaşilik Tarikatı” Hurûfî tesirlerine maruz kaldıktan sonra, Hurûfîliğin inanış ve kuramları hakkındaki esasları içeren Fadl’Allah Yezdânî’nin Câvidannâme’si, Şeyh Sâfî’nin Hakikâtnâme’si, Ali’ûl-A’lâ’nın Mâhşernâme’si, Emîr Gıyâs’ed-Dîn’in Üstüvânâme’si, Frişte Oğlu’nun Ahiretnâme’si ve yine bu konuda yazılmış olan Aşıknâme, Hidâyetnâme, Mukaddeme’t-ûl-Hâkayık, Muharremnâme-i Seyyid İshâk, Nihâyetnâme, Tûrabnâme, Miftâh’ûl-Gayb, Tuhfet’ûl-Uşşak, Risâle-i Nokta, Risâle-i Hurûf, Risâle-i Fazl’ûl-Lah, ve Viran Abdal risalesi gibi eserler Bektaşi canlarının üstâdları tarafından hürmetle eller üstünde tutulmaktadır. Hicrî 559 yılının Ramazan Ayı’nın On Yedinci günü 8 Ağustos 1164 tarihinde “Kıyâm-ı Kıyâmet” adıyla anılan günde “Hasan-ı Sâni Alâ Zikrihi’s-Selâm” Elemût Kalesi’de yapılan büyük merâsimde bütün dinî tekliflerin tamamiyle ilga edildiğini ilân etti. Verdiği beyânatta: "“Ben İmâm-ı Zamân’ım, emir ve neyh’e ait ne kadar tekâlif mevcutsa hepsini lağvettim. Halk Bâtınen hüdâya merbut kalmalı, Zâhirde ise tamamen hürdür.”" Kur'an-ı Kerîm’de anlaşılan mâna zâhirî değil bâtınîdir. Böylece, “Batıniler” bütün dinî kayitleri ve hattâ içtimaî yükümlülükleri dahi istinasız kaldırıp atmışlardır. Bu husustaki “Melâhide-i Batıni” i’tikatı bütün “Hurûfi–Bektaşiler” tarafından da aynen paylaşılmaktadır. Hurûfîlik’te ise sadece haftada iki rek’at Cuma Namazı farzı kabul edildikten sonra geri kalan diğer ibâdet hükümlerinin tamamı ve bütün İslamî mevzuatlar lağvedilmiştir. Balım Sultan, Alevi-Bektaşilere göre Pîr-î Sanî "(İkinci Pîr)"’dir. Alevilik-Bektaşilik araştırmacısı İngiliz J. K. Birge bu süreci Alevi toplumunun yorumuna göre yapar. Ona göre; “XIII. yüzyıldan başlayarak Küçük Asya’dan ismen ait oldukları çeşitli dinlerden karışmış öğeler içeren bir tür halk dini gelişti. Hacı Bektaş-ı Veli’nin harekete yardımcı olan gezginci ruhanî önderlerden biri olarak giderek artan bir biçimde üstünlüğü tanındı. Sadece Kırşehir yakınındaki köy adını ondan almakla kalmadı, fakat tüm Küçük Asya’da sayısız köyde onun adı Pîr olarak ünlendi. Balım Sultan’la kent içi ve yakınlarındaki tekkelerde daha yetkinleştirilmiş bir ritüel ve örgütlenme başladı. Bu örgütlenme, belirli ölçülerde çok benzer inanç ve uygulamaları sürdüren, fakat Bektaşiliğin düzenlenmiş sisteminin dışında k
alan köy gruplarından farklılaşarak daha biçimsel olarak örgütlenmiş "“Bektaşi Tarikatı”" haline geldi”. Balım Sultan, 1501'lerde dönemin padişahı Sultân Bayezid-i Veli tarafından Kırşehir’deki Hacı Bektaş Dergahı’nın başına atanmıştır. Balım Sultan’a kadar Bektaşilik, genellikle kırsal kesimlerde ve köylük yörelerde tutunmuş, Alevi-Türkmen içerisinde benimsenme olanağı bulmuştur. Özellikle Aleviliğin bir türevi ve Aleviliği yeniden biçimleyen, derneştiren, onları eğiterek disipline eden bir eğilim olarak kendini ortaya korken, Balım Sultan’la kentsel kesimlere ve Osmanlı aydınları arasına da girmiştir. Böylece Bektaşilik tarihinde yeni bir dönem başlar ve Bektaşiler; “Köy Bektaşisi”, “Kent Bektaşisi” olarak farklılaşırlar. Kent Bektaşiliğine “Nazenin Tarikatı” veya “Babagan Kolu "(Babalar Kolu)"” da denir. Balım Sultan, “Bektaşi Erkannamesi”’ni düzenlemiş ve bu örgütlenmeye katılmanın koşullarını oluşturmuştur. Aynı zamanda, On iki imam anlayışını yola kazandırmıştır. Bu, onun yaptığı yeniliklerin başındadır. “On iki imam törenleri”, “on iki çerağ”, “on iki post”, palhenk, “evlenmemiş "(mücerred)" babalık kuralı”, şerbet yerine şarap, “Hurufîlik” etkisi, “İbahiyecilik”, “üçleme "(teslis)"”, “tenasüh”, ve “hülul” kavramları Tarikatın bünyesine onun sayesinde girer. On iki imam inancı Alevi-Şiilik’te başından beri olmasına karşın, Bektaşilik Tarikatı’nın temel töreleri arasına Balım Sultan’la girer. Tarikatın “temel direği” olur. Her bağlının, müridin temel inanışları içerisinde yer alan bir ilke olur. Bu temel ilke Alevi-Bektaşi edebiyatının temel çeşnisi ve zenginliği olacaktır. Hemen hemen tüm Alevi-Bektaşi ozanları On iki imam çeşnisini şiirlerinde malzeme olarak kullanacaklardır. Alevi-Bektaşi edebiyatı bu zenginlik üzerine kurulmuştur. On iki imam anlayışına paralel olarak yaşam “on iki” rakamı üzerine sistemleştirilmiştir. On iki sayısı eski Türk törelerinde de mevcuttur. Özellikle Şamanist dönemde Şamanların tacı da on iki ayrı hayvanın postundan yapılan parçalarla yapılmaktaydı. Bu da Zodyak çemberini simgelemekteydi. Yani, Kainatı başına Tac etmekteydi.. Bu inanış ile On iki imam inanışı harmanlanarak Bektaşi kültüründe on iki terkli tac kullanımı ve On iki imam inancının yansımaları görülmektedir. Cemlerde simgesel olarak on iki çerağ yakılır. Kemer üzerine On iki imamı simgeleyen on iki köşeli “palheng taşı” denilen taş takılır. Bu dervişlerin gönüllerini Tanrı’ya bağlayan bir simge olarak algılanır. “Eline, diline, beline sahip olmayı” gerektirir. Bektaşi tacı on iki dilimlidir. Tekkelerin meydan yerleri, tekke üstündeki baca ve kubbeler hep on iki dilimli olur. Bektaşi tekkelerinde Pîre hizmet görevlerinin her biri bir post ile simgeleştirilir ve temsil edilir. Bu anlayışı Balım Sultan “on iki post” biçiminde biçimleyerek tarikatın töreleri arasına kazandırmıştır. Postlardan her biri, Bektaşiliğin en büyük adlarından birine bağlanarak anılmış ve böylece o kişiler ölümsüzleştirilmiştir. On iki imam “sırrı” olan “On iki Post” şunlardır: Yeniçeri Ocağına vurucu asker yetiştirecek ilk Acemi Ocağı Gelibolu’da kuruldu. Bu ilk teşkilatlanma ile orduya bin kadar nefer alındı. Bunlardan her yüz kişisinin başına ise, "Yayabaşı" adıyla bir kumandan tâyin edildi. Bilâhare, Yeniçeri Ocağı’na gönüllülük esasına dayalı olarak Hıristiyan tebaanın çocukları da dahil edildi. Yeniçeriler "(yeni askerler)", küçük yaşlardan itibaren İslam örf ve âdetlerine göre yetiştiriliyor, ardından da acemi oğlan kışlalarında askeri eğitime tabi tutuluyordu. Onlar, emekli oluncaya kadar evlenmeleri ve şehir gibi mahallerde oturmaları yasaktı. Kışlalarda yaşarlardı. Kabiliyetlerine göre de subay veya general (paşa) olurlardı. Ocağın üst düzey kumandanlarına ise "Yeniçeri Ağası" ismi verilirdi. Teşkilât merkezi İstanbul'da olurdu. Ocak, Ağadan nefere kadar giden bir hiyerarşik düzen içinde çalışırdı. Dinî terbiye ve hatta tarikat bağlılığı, Yeniçeriler arasında bilhassa teşvik ve terğib edilirdi. Bilhassa Bektaşi tarikatına girmeleri çok yaygın bir gelenek halindeydi. Bununla beraber, Melâmetî, Mevlevî, Nakşi, Halvetiyye ya da Halvetî Tarikatlarına mensup olan Yeniçeriler de vardı. Osmanlı Devleti, özellikle Sultan I. Murad " (Hüdavendigâr)" Han döneminden itibaren, Rumeli ve Balkanlar’da hızlı bir yayılma süreci içine girdi. Balkan topluluklarıyla yapılan savaşlar, mücadeleler bitmek bilmiyordu. Bu durumda yeni, düzenli ve dâimî bir savaşçı orduya ihtiyaç duyuldu. Bir yandan da, savaşlarda kazanılan zaferler neticesi esir alınan Hıristiyan ailelerin çocukları, İslamî terbiye ile yetiştirilerek orduya dahil ediliyordu. Sonunda ise, sırf bu devşirilerek terbiye edilmiş kimselerden müteşekkil bir askeri birlik kurulmasına karar verildi. Bu arada Sultan I. Murad "(Hüdavendigâr)" Han, Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa’yı yeniçeri ve Acemi Ocakları’nı kurmakla vazifelendirdi. (1324) Yeniçeri Ocağı’nın genel durumu da, devletin genel durumuyla paralellik arz ediyordu. Tıpkı, ilerleme, duraklama ve gerileme halleri gibi... Bununla beraber, bu asker ocağı zamanla dejenere edildi. İlmiye sınıfı ile sadaret çevreleri, Yeniçerileri zaman zaman kendi emellerine alet etmeye ve onları siyasete bulaştırmaya çalıştı. Çoğu zaman, saltanat kavgalarında ve hatta iç isyanlarda kullanıldılar. Bu duruma düşürülen ocağın ıslâh edilmesi gerekirken, daha çok zecrî tedbirlerle ortadan kaldırılması veya kökünün kazınması cihetine gidildi. Bazen de teşkilâtın by–pas edilmesi denemesi yapıldı. Ancak, hiçbirinde de başarılı olunamadı. Sultan II. Mahmud, reformcu bir padişahtı. Kılık kıyafetten bürokrasinin işleyiş tarzına kadar, pek çok konuda radikal değişiklilerde bulundu. Bu cümleden olarak, sarığı halkın başından kaldırtıp fesi getirti. Şalvar yerine pantolon giyme mecburiyetini getirti. Askerî sistem değişikliği için ise, uygun fırsatı kolladı. Nihayet, Yeniçeri Ocağı’nın bir bahane ile isyan edişini fırsat bilerek, onları önce oyaladı ve hemen ardında da imhâ ederek ortadan kaldırma cihetine gitti. 15 Haziran 1826 günü, devlet memurları İstanbul sokaklarında dolaşarak halkı Sancak-ı Şerif altında toplamaya başladı. Bunun üzerine Yeniçeri elebaşları da, ocak mensuplarını ayaklanmaya çağırdı. Hazırlıklarını tamamlayan hükümet yönetimi ise, Sultanahmet Camii’ni karargâh yaptı ve halka silâh dağıttı. Beyazıt Meydanı ile Divanyolu tarafını tutan Yeniçeriler, çarpışmanın başlamasıyla birlikte geri çekilerek "(Meydan-ı Lahm)" Etmeydanındaki karargâhlarına kapandılar. Sadrazam Benderli Mehmed Selim Sırrı Paşa, tam bu esnada kışlanın etrafını çevirerek top ateşini başlattı. Top ateşi sonrasında koca kışla birkaç saat zarfında içindeki binlerce Yeniçeriyle birlikte yakılıp yıkıldı. Bu kanlı hadiseden sonra, Yeniçeri Ocağı’nın tarihe karışması üzerine, Keçecizâde İzzet Molla da şu tarihî mısraları döktürdü: Osmanlı Devleti döneminde Özellikle Balkan topraklarında Bektaşi Tarikatı'ndan başka Tarikat tutunamamıştır. Fakat II. Mahmud dönemiyle birlikte Bektaşilerin dışında Nakşi-Bektaşileri ortaya çıkmıştır. Bunlar Bektaşiliğin ritüellerini kaldırmamakla birlikte, Tarikat içerisine bazı Sünni ritüelleri eklemişlerdir. Örneğin; cem ayinine geçilmeden önce secde namazı kılma, Muharrem orucuyla birlikte Ramazan orucunu da tutman ve benzerleri gibi. Nakşi-Bektaşiliği özellikle Bulgaristan’da Şiî-İran misyonerlerinin kendilerine çok uygun bir ortam bulmalarına sebep olmuştur. Konrad Adenauer Konrad Hermann Josef Adenauer (d. 5 Ocak 1876, Köln – ö. 19 Nisan 1967, Rhöndorf-Bonn), Alman devlet adamı, şansölye. Konrad Hermann Josef Adenauer, 5 Ocak 1876'da, Katolik Özel Kalem Müdürü Konrad Adenauer ve eşi Helene'nin (Kızlık soyadı Scharfenberg) beş çocuğundan üçüncüsü olarak Köln'de dünyaya geldi. Liseden mezun olduktan sonra Freiburg, Münih ve Bonn'da Hukuk ve Ekonomi Politikası tahsili gördü. Daha sonra Köln'de stajyer hakim olarak çalıştı. Savcılıkta hakim muavini, iki yıl sonra Avukat Kausen'ın bürosunda ve bunun ardından da Köln Eyalet mahkemesinde yardımcı hakim olarak görev aldı. 1904'te Emma Weyer ile evlendi ve bu evlilikten çocukları Konrad, Max ve Ria dünyaya geldi. 1905'de Alman Merkez Partisi'ne üye oldu. 1906'da Köln Belediye Meclisi üyesi oldu. 1917'de Köln Belediye Başkanlığına seçildi. 1918'de Adenauer ömür boyu Prusya Senatosu'nun üyesi oldu. İşçi ve Asker Kurulu tarafından disiplin görevlisi olarak atandı. İmparator II. Wilhelm'in tahtı bırakmasının ardından Köln'de burjuva ve sosyalist partilerin katılımıyla bir vakıf komisyonu oluşturuldu; Konrad Adenauer bu komisyonun başkanlığına getirildi. 1919'da Adenauer, Alman meclisinde bulunan ve Ren nehrinin sol yakasını temsil eden milletvekilleri, Prusya Eyalet Meclisi üyeleri ve işgal altında bulunan Ren şehirlerinin belediye başkanlarının Köln'de katıldığı bir konuşmasında Adenauer Alman İmparatorluğu'nun birliği çerçevesinde bir Batı Alman Federal Devleti'nin kurulmasını önerdi. Köln Üniversitesi'nin kurulmasına olan katkılarından dolayı, Politika, Tıp, Hukuk ve Felsefe alanlarında Köln Üniversitesi fahri doktorluğuna layık görüldü. 1921'de Adenauer bir yıl için Prusya Devlet Konseyi'nin başkanlığına seçildi. Bundan sonraki 12 yıl süreyle bu görevinde kaldı. 1922 yılında Münih'te toplanan 62. Alman Katolik Kurultayının başkanlığını yaptı. 1926'da Adenauer Şansölyeliğe (Başvekilliğe) adaylık konusunda girişimlerde bulundu. 1933'te Devlet Konseyi Başkanı Adenauer, anayasada öngörülen Üç Kişilik Kurul'da, Prusya Eyalet Meclisi'nin vaktinden önce feshedilmesine karşı çıktı. Belediye Başkanı Adenauer bir seçim gezisi için Berlin'den gelecek olan Şansölye Adolf Hitler'i karşılamaya gitmedi ve üzerinde gamalı haç bulunan bayrakları Deutz Köprüsü'nden indirtti. Adenauer Köln'ü terk etti ve Maria Laach Manastırı'nda bir yıl saklandı. Nazilerin Eyalet Başkanı, Adenauer'in belediye başkanlığından alındığını açıkladı. 1934 Gestapo tarafından tutuklandı, iki gün sonra tekrar serbest bırakıldı. 1935'ten itibaren Adenauer öncelikle Rhöndorf'ta içine kapanık bir biçimde yaşadı. Değişik direniş gruplarını
n temsilcileri, özellikle de Katolik gruplarınkiler, Adenauer'i direniş hareketi için kazanmak istediler ancak Adenauer bu tür taleplerin tamamını reddetti. 20 Temmuz suikast girişiminin ardından tutuklandı ve Köln Fuar Alanı'ndaki bir kampta gözaltında tutuldu. Buradan kaçtıktan sonra yeniden yakalandı ve Brauweiler Gestapo Hapishanesi'nde tutuklu olarak kaldı. 1945'te Amerikan Askeri Yönetimi tarafından yeniden Köln Şehri Belediye Başkanlığına getirildi. Rheinland bölgesinde Hıristiyan Demokrat Birliği (CDU) kurucusu ve yönetim kurulu üyesi oldu. İngiliz Askeri Yönetimi tarafından "iş göremezlik" gerekçesi ile Köln Şehri Belediye Başkanlığından alındı. 1946'da Adenauer Herford'da, İngiliz İşgal Bölgesinde, yeni kurulan CDU'nun ilk başkanı seçildi. Kuzey Ren Westfalya Eyaleti'nin kurulmasından sonra Adenauer CDU'nun ilk eyalet meclisindeki grup başkanı oldu. 1947 CDU ve CSU'nun Königstein/Taunus'ta yapılan çalışma ortaklığı toplantısında, CDU-Berlin Eyalet Başkanı Jakob Kaiser tarafından ortaya konan liderlik teklifini geri çevirdi. 1948 Bonn'da Meclis Kurulu Başkanlığına seçildi. 1949'da doğrudan vekalet yoluyla, Adenauer birinci Alman Federal Meclisi'nin üyesi oldu. Bu üyeliğini 1966 yılına kadar da sürdürdü. Sadece bir oy farkla Almanya Federal Cumhuriyeti'nin ilk Şansölyeliğine seçildi. Müttefik Kuvvetler Yüksek Komiserliği ile para ve demontaj sorunlarında önemli kolaylıklar getiren, ayrıca Batılı devletlerle diplomatik ilişkileri yeniden kurma ve uluslararası organizasyonlara üye olma hakkı tanıyan Petersberg anlaşmasını imzaladı. 1950'de Goslar'da yapılan CDU 1. Genel Kurulunda Parti Genel Başkanlığına seçildi ve 1966 yılına kadar da bu göreve her defasında yeniden seçildi. 1951'de Adenauer yeni kurulan Dışişleri Bakanlığı görevini de ek olarak üstlenir. Politikasının ağırlık merkezini Almanya Federal Cumhuriyeti'nin batı dünyasına entegrasyonu oluşturmaktadır. Avrupa Birliği'nin temelini oluşturacak olan Maden Birliği Sözleşmesini (Montanunion) imzalamak amacıyla Federal Şansölye olarak Paris'e ilk ziyareti. 1952'de Federal Almanya'nın üç büyük batılı devletle olan ilişkilerini ele alan Almanya Sözleşmesi'nin Bonn'da, EVG-Sözleşmesinin ise Paris'te imzalanması. İsrail'le ilişkileri yeniden düzeltmeyi amaçlayan Lüksemburg anlaşmasının imzalanması. 1953'te ikinci kez yapılan Alman Genel Seçimlerinden sonra ekim ayında Adenauer yeniden Federal Şansölyeliğe seçildi. 1955'te Paris Sözleşmelerinin yürürlüğe girmesiyle birlikte Adenauer, Almanya Federal Cumhuriyeti'ne kesin egemenliği kazandırmış olmaktadır. Dışişleri Bakanlığı görevini Heinrich von Brentano'ya devreder. Moskova ziyareti sonucu Sovyetler Birliği ile resmi diplomatik ilişkiler kuruldu. Bunun sonucunda çok sayıda Alman savaş esiri SSCB'den yurda dönebildi. Doğu Almanya'nın (DDR) diplomatik alanda yalnız bırakılmasına yönelik Hallstein Doktrini'ni açıkladı. 1956'da Alman Federal Meclisi, Adenauer tarafından desteklenen Yükümlü Askerlik Yasasını onayladı. 1957'de Roma Sözleşmeleri imzalandı. Bu sözleşmelerle Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika, Lüksemburg ve Federal Almanya, Avrupa Ekonomik Topluluğu (EWG'nin) ve Avrupa Atom Birliği'nin (EURATOM) kurulması konusunda anlaştılar. Üçüncü Almanya genel seçimlerinde CDU/CSU koalisyonu kesin çoğunluğu elde etti. Adenauer yeniden Federal Şansölyeliğe seçildi. 1961'de Birlik Partileri genel seçimler sonucunda kesin çoğunluğu kaybetti. FDP koalisyon için, Adenauer'in yasama dönemi sona ermeden önce istifa etmesi koşulunu ileri sürdü. Adenauer ise yeniden Federal Şansölyeliğe seçildi. 1962'de Adenauer'in Fransa'ya yaptığı resmi ziyaret De Gaulle tarafından her iki devletin barışma töreni olarak tertip edildi. De Gaulle Federal Almanya'yı resmi ziyaret gerçekleştirdi. 1963'te Adenauer ve De Gaulle Paris'te Alman-Fransız İşbirliği Antlaşmasını imzaladılar. Başkan Kennedy'nin Almanya Federal Cumhuriyeti'ni ve Berlin'i resmi ziyarette bulundu. Almanya Federal Cumhuriyeti'nin Atom Denemelerini durdurma antlaşmasına onay verdi. Adenauer 1963 sonbaharında Federal Şansölyelikten istifa etti. Ludwig Erhard onun yerine Şansölye oldu. Son dış ziyaretini 1967 yılında İspanya'ya yaptı. 19 Nisan 1967 tarihinde Bonn yakınlarındaki Rhöndorf'ta 91 yaşında öldü. Bal arısı Bir fenni kovanda çıtalar arasında biliçe (Ana arı), birkaç yüz erkek arı ve 10-80 bin işçi arıdan oluşur. Görünüş olarak birbirinden farklı olan bu üç arıdan kraliçe arı ve işçi arılar dişidir. Dış görünüş olarak arılar birbirlerine çok benzerler. Bu benzerliğe rağmen kovana giren herhangi bir yabancı arı tanınır ve kovandan dışarı atılır ya da öldürülür. Her kovanda kraliçenin salgıladığı bir kimyasal madde vardır ve kovandaki bütün arılar bu maddeyi kraliçeden alırlar yani kraliçe ile aynı kokuya sahip olurlar. Bu madde sayesinde aynı kolonideki bütün bireyler birbirlerini kolaylıkla tanırlar. Bal arısı (Apis mellifera) 1,2 cm uzunluğundadır. Baş ve göğüs bölümü az çok kıllıdır ve genellikle sarı tonlardaki rengi soydan soya değişir. İki büyük bileşik göz ve üç basit göz, başın tepesinde yer alır. Koku alıcı ikieskin görme duyusuna yardımcı olur. Bal arıları toplu halde yaşayan canlılardır ve kovanda yaşamın devamlılığını sağlamak için hep birlikte çalışırlar. Bir kovanda işçi arılar, ana arı ve erkek arılar bulunur. İşçi arılar kovandaki bütün işleri üstlenmişlerdir ve büyüdükleri hücreden çıktıkları andan itibaren gelişimleri ile orantılı olarak kovan içindeki görevleri de değişir. İşçi arılar yaşamları boyunca kovan içindeki her türlü işle ilgilenmiş olurlar. İlk üç günleri kovan temizleyicisi olarak geçer. Kraliçe ve işçi arıların iğnesi olduğu halde bal yapmayan erkek arılar iğnesizdir. Erkek arıların spermini vücudundaki sperm kesesinde depolayan kraliçe arının petek gözlerine yumurtalarını bırakırken bu spermlerle döllenen yumurtalarının gelişmesiyle dişi arılar, az sayıda da olsa döllenmeden düşen yumurtalarından ise erkek arılar oluşur. Kraliçe arı larva halinden itibaren işçi arıların tükürük bezlerince salgılanan arısütüyle beslenerek anaarı haline gelir. Kraliçe arı, petek gözlerine bırakılmış bulunan döllü bir yumurtanın larva döneminde, İşçi Arı olacak larvaya göre daha sık ve daha zengin gıda (Arı sütü) ile özel beslenmesi sonucunda yumurtadan yetişkine toplam 16 günde ulaşır.Daha sonra erişkin anaarılar, içlerinden yalnızca bir tanesi kovanda kalıncaya değin kıyasıya dövüşürler. Bu yeni anaarı kovanın eski anaarısına saldırır. O da yeni bir koloni kurmak üzere bir sürüyle birlikte kovanı terk eder. Buna arıcılıkta oğul verme denir. Bu şekilde arı kolonisi ikiye bölünmüş olur.Arı kolonilerinin her birinde sadece bir kraliçe bulunur ve bu kraliçe arı diğer dişilere göre daha büyüktür. Temel görevi ise yumurtlamaktır. Üreme sadece kraliçe arı vasıtasıyla olur, onun dışında diğer işçi arılar erkeklerle çiftleşemezler. Kraliçe, yumurtlamadan başka, koloninin bütünlüğünü ve kovandaki sistemin işleyişini sağlayan önemli maddeler de salgılar. Kaliteli ve genç bir Kraliçe Arı, diğer kovan içi ve kovan dışı şartlar da elverişli ise günde 2000 dolayında yumurta yumurtlayabilir. Ayrıca arıların başıdır. Çiftleşmede önemli rol oynar. Kovan temizliği arıların ve larvaların sağlığı açısından çok önemlidir. Arılar kovanda gereksiz gördükleri her şeyi dışarı taşırlar, taşıyamayacakları kadar büyük olan ve kovana dışarıdan giren böcekleri de öldürürler ve propolis ile kaplayarak bir nevi mumyalama işlemi yaparlar. Propolisin özelliği, içinde bakteri barınamamasıdır. Yani mumyalama işi için ideal bir maddedir. Arılar 3. günden sonraki bir hafta boyunca ise adeta dadılık yaparlar. Vücutlarındaki bazı salgı bezlerinin harekete geçmesi üzerine, larvaların bakımı işine yönelirler. Larvaların bütün bakımıyla 3 ila 10 günlük arılar ilgilenirler. Larvaların kimini arı sütüyle, kimini de bal ve çiçek tozu karışımıyla beslerler.İşçi arılar kovan çevresinden en fazla 5 kilometre gidebilirler. 10. gününden itibaren işçilerin karnındaki balmumu bezleri gelişmeye başlar ve balmumu yapacak hale gelirler. İşçi arılar artık balmumuyla petek inşa eden inşaat işçileridirler. Arılar 10 gün boyunca petek üretimine devam ederler. Ama doğumlarının 20. gününde yine görev değiştirirler. Bu kez kovan girişinde gardiyanlık yaparlar. Arıların vücudunda yine bir değişim olur ve iğne bezleri zehir üretmeye başlar ve gardiyan olan arılar kovan kapısında nöbet tutarak davetsiz misafirlerin içeri girmesini engellerler.Arılar toplam altı haftalık hayatlarının kalan bölümünde çiçekleri araştıran birer balözü toplayıcısı olurlar. İşçi arıların tamamı dişidir ancak üreme yetenekleri yoktur ve erkek arılarla çiftleşmezler. Dişilerden iridirler ama İğneleri ve Kendilerine Besin Toplayabilecek Organları Yoktur. Tek fonksiyonları kraliçeyi döllemektir.Erkek arılar işçilerden günlerce sonra erişkin durumuna gelebilir. Haber Haber, güncel ve ilginç bir olayın olduğunca nesnel ve gerçeğe uygun bir biçimde sunulmasıdır. Haber metninde her türlü taraflı değerlendirmelerden ve söz oyunlarından uzak durulur. Metin kısa, haber dili de yalındır. Bu haber tekniği son derece katı kurallara tabidir. Haberi yazan kişinin, sahip olduğu yaratıcılık alanı sınırlıdır. ""Okurlarımız için yazıyoruz, hakkında yazı yazdıklarımız için değil"" görüşü hakimdir. Nitekim hatır için gazetecilik yapmak sakıncalıdır. Bir kısa ya da karmaşık haber metninde uyulması gereken kurallar şunlardır: Haber katıksız gerçekleri iletir. Olası olduğunca 5N 1K kuralına uymalıdır: "Kim? Ne, Ne zaman? Nerede? Nasıl? Neden? - "Nereden" sorusu kaynağa yönelik sorudur. Su Su; Dünya'da bol miktarda bulunan ve hayat için vazgeçilmez olan, kokusuz ve tatsız bir bileşik. Sıklıkla renksiz olarak tanımlanmasına rağmen kızıl dalga boylarında ışığı hafifçe emmesi nedeniyle tabii bir mavi renge sahiptir. Doğada su katı, sıvı ve gaz hâllerinde görülür. Kimyasal formülü (HO) 2 hidrojen ve 1 oksijen atomundan meydana gelir. H+ iyonu içeren bir madde ile (ör. asit) ve OH- iyonu içeren maddenin (ör: baz) verdiği nör
talleşme tepkimesi ile oluşur. Bilim insanları Dünya'daki hayatın suda başladığını düşünmektedir. Su moleküler yapısı oldukça basit ve bol bulunan bir madde olmasına rağmen belirli koşullarda diğer bileşiklerden oldukça farklı davranışlar sergiler.Örneğin katı (buz) hâldeki su sıvı hâldeki suyun üzerinde yüzer. Dünyadaki hemen hemen tüm diğer bileşiklerde ise katı faz sıvı fazdan yoğundur ve katı fazdaki bileşik batar. Suyun bu özelliğin bazı avantajları vardır. Örneğin soğuk bir bölgede göl yüzeyini kaplayan buz tabakası yalıtıcı görevi görür ve dipteki hayatı korur. Buzun çökmesi durumunda canlılar şiddetli soğuğa maruz kalacağından hayatlarını devam ettirmeleri imkansız hâle gelecektir. Su yanıcı bir madde değildir. Bu özelliği nedeniyle ateş söndürücü olarak kullanılır. Fakat suyun bileşimindeki Oksijen yakıcı bir gazdır, Hidrojen ise yanıcı bir gazdır. Oksijen ve hidrojen birleşerek söndürücü olan suyu oluşturur. H2O saf suyu temsil eder, saf suya tabii en yakın örnek yağmur suyudur. Saf su canlılar için içilebilir su değildir, insanlara yararı yoktur. Suyun akışkan olması dışında insanlar ve canlılar için içinde taşıdığı mineraller çok önemlidir. Canlıların içmesi gereken suda mineral olması gerekmektedir. Yağmur suyu yani saf su, yağdıktan sonra toprağa düşünce toprağın yapısındaki mineralleri toplar, yeryüzünde bu yağmur suları bir akarsu oluşturur bu içilebilir bir sudur. Genelde toprak altındaki suları kirleten bina yapılaşmaları, sanayiden, insan hayat alanından vs uzak sağlığa uygun olması için çok yüksek yerlerde, dağlardaki akarsu ya da tabii su kaynağı bulunup buralara su doldurma tesisi yapılır, bu tabii mineralli sular şişelenip marketlerde "tabii kaynak suyu" olarak satılır. Her bölgedeki toprakta mineraller ve oranları farklıdır, bu yüzden suyun faydaları bölgelere göre değişebilir. Su, kendi molekülleri arasındaki çekim kuvveti (kohezyon) sayesinde dağılmadan kalabilir. Moleküllerinin dipol (kutuplaşmış) olması nedeniyle su, birçok maddeye yapışabilir ve ıslatma özelliği buradan gelir. Su aynı zamanda adezyon (farklı iki maddenin molekülleri arasındaki çekim kuvveti) kuvveti yüksek bir maddedir. Hidrojen bağı nedeniyle su molekülleri birbirlerini de çekerler yani su molekülleri arasında kohezyon gücü de çok yüksektir. Suyun kohezyon ve adhezyon yetenekleri, suyun belirli kılcal yapılar içinde kopmadan yükselmesine ve taşınmasına yardımcı olur. Bu da bitkilerin karada hayatlarını sürdürmeleri açısından önem arz eder. Örneğin; civanın dağılmamasıdır. Suyun sekliğini sağlayan kohezyon maddesi, adezyon kuvveti ile çarpışarak suyu daha sek hâle getirir. Molekülleri sekleşen su, artık daha yumuşak ve saftır. Suyun rengini ve tadını sekliği belirler. Su, molekülleri arasındaki güçlü kohezyon kuvveti nedeniyle oluşan yüksek yüzey gerilimine sahiptir. Bu görülebilir bir etkidir, örneğin, küçük miktardaki su çözünemez bir yüzey üzerine (örn: polietilen) konduğunda, su, diğer madde ile beraber düşene dek kalacaktır. Bu kuvvetin kaynağı temel olarak su moleküllerini bir arada tutan moleküller arası çekici kuvvetlerdir. Suyun içinde olan moleküller her yönden komşu moleküllerle kuşatıldıkları için, üzerlerine etkiyen toplam kuvvet sıfırdır. Buna karşın, yüzeydeki moleküllerin sadece bir tarafı diğer su molekülleriyle çevrili olduğu için, bunlar içeriye doğru net bir kuvvetle çekilirler. Bu durum yüzeyde bir gerilme oluşturup yüzeyin minimum olmasını sağlar. Hacimleri eşit birçok geometrik şekil içinde yüzey alanı en az olan küredir. Su damlalarının küresel bir şekil alması da yüzey geriliminin en az yüzey oluşturacak şekilde molekülleri hareket ettirmesidir. Kılcal hareket, suyun çok dar (kılcal) bir boru/kanalda yerçekimi kuvvetine karşı hareketini ifade eder. Bu hareket oluşur, çünkü su boru/kanalın yüzeyine yapışır ve daha sonra boru/kanala yapışan su, kohezyon kuvveti sayesinde üzerinden daha fazla suyun geçmesini sağlar. İşlem, yerçekimi adhezyon kuvvetini yenecek kadar su boru/kanaldan yukarı geçinceye dek tekrarlanır. Bu olayı doğada da görmek mümkündür. Örneğin ağaçların kılcal damarlarında su en yüksek dallara kadar yerçekimine karşı hareket edebilmektedir.Buna aynı zamanda kapiler etki denmektedir. 1 gram buzu eritmek için 0 °C'de 80 kalori gerekir. Erime ısısının yüksek olması suyun donmasını geciktirir; böylece biyolojik sistemler düşük sıcaklıklara dayanıklı olabilen özelliklerini kazanırlar. Suyun Isınma (özgül) ısısı yüksektir. 1 gr suyun sıcaklığını 1 °C arttırmak için 1 kalori'lik enerji gereklidir. Bu özgül ısı, amonyak dışındaki tüm maddelerinkinden yüksektir. Böylece su sıcaklıklarda fazla artış olmadan daha fazla enerji depolayabilir ve böylece canlı sistemde sıcaklık ve metabolik olaylar daha kararlı olabilmektedir. Suyun gizli buharlaşma ısısı yüksektir. 100 °C'de 1 g suyu 1 g su buharı hâline dönüştürmek için 539 kaloriye ihtiyaç vardır. Gizli buharlaşma ısısının yüksekliği canlı sisteminin izotermal olmasında en önemli katkıya sahiptir. Suyun gizli buharlaşma ısısı, H bağlarından dolayı yüksektir. Suyun basit fakat çevre açısından son derece önemli bir özelliği de suyun sıvı hâli üzerinde batmadan yüzebilen, suyun katı hâli olan buzdur. Bu katı faz, (sadece düşük sıcaklıklarda oluşabilen) hidrojen bağları arasındaki geometriden dolayı, sıvı hâldeki su kadar yoğun değildir. Hemen hemen tüm diğer maddeler için, katı form sıvı formdan daha yoğundur. Standart atmosferik basınçtaki taze su, en yoğun hâlini 3,98 °C'de alır ve aşağı hareket eder, daha fazla soğuması hâlinde yoğunluğu azalır ve yukarı doğru yükselir. Bu dönüşüm, derindeki suyun, derinde olmayan sudan daha sıcak kalmasına sebep olur, bu yüzden suyun büyük miktardaki alt bölümü 4 °C civarında sabit kalırken, buz öncelikle yüzeyde oluşmaya başlar ve daha sonra aşağı yayılır. Bu etkiden dolayı, göllerin yüzeyi buz ile kaplanır. Hemen hemen tüm diğer kimyasal maddelerin katı hâlleri, sıvı hâline göre yoğun olduğundan dipten yukarı donmaya başlarlar. Suyun hacmi, bilinen tüm sıvıların aksine, belirli bir sıcaklığa (+4 °C'ye) düşene kadar azalır, daha sonra tekrar artmaya başlar. Donduğunda ise hacmi sıvı hâle göre daha fazladır. Bu nedenle suyun katı hâli, sıvı hâlinden daha hafiftir. Bu yüzden buz, suyun dibine batmayıp su üstünde yüzer. Suyun bu özelliği hayatın kış aylarında ya da her zaman soğuk olan bölgelerde sudaki hayatın devam etmesine olanak tanır. Deniz, nehir ve göllerin üst kısmı donar, buz üst kısımda kaldığı için su içindeki canlılar hayatlarını sürdürmeye devam edebilirler. 100% saf su -48 °C'de donar Suyun üçlü noktası (saf hâldeki sıvı su, buz ve su buharının dengede bulunduğu sıcaklık ve basınç kombinasyonu), kelvin sıcaklık ölçü biriminin tanımlanması için kullanılır. Sonuç olarak, suyun üçlü nokta sıcaklığı, 273,16 Kelvin (0,01 °C) ve basıncı 611,73 Pascal'dır (0,0060373 ATM). Genellikle yanlış bir kanı olarak, suyun "çok güçlü" bir elektrik iletken olduğu düşünülür ve elektrik akımının öldürücü etkilerini iletme riski bu popüler inanış ile açıklanır. Su içindeki tüm elektriksel özelliği sağlayan etkenler, suyun içinde çözülmüş olan karbondioksit ve mineral tuzların iyonlarıdır. Su, iki su molekülünün bir hidroksit anyonu ve bir hidronyum katyonu hâlini alması ile kendini iyonize eder, fakat bu elektrik akımının yaptığı iş veya zararlı etkilerini taşımak için yeterli değildir. ("Saf" su içinde, hassas ölçüm cihazları, 0,055 µS gibi çok zayıf bir elektriksel iletkenlik değeri saptayabilirler.) Saf su, oksijen ve hidrojen gazları içinde de çözülmüş iyonlar olmadan elektroliz olabilir; bu çok yavaş bir süreçtir ve bu şekilde çok küçük bir akım iletilir. (Elektroliz, elektrik akımı yardımıyla, bir sıvı içinde çözünmüş kimyasal bileşiklerin ayrıştırılması işlemine denir.) Su yerkürede değişik hâllerde bulunur: su buharı, (bulutlar), su (denizler, göller), buz (kar, dolu, buzullar) gibi. Su sürekli olarak su döngüsü olarak bilinen döngü içinde değişik fiziksel hâllere dönüşür. Yağışın insanlık ve tarım için öneminden dolayı, değişik biçimlerine farklı isimler verilmiştir: çoğu ülkede genel ismi yağmur'dur, dolu, kar, sis ve çiy diğer örneklerdir. Uygun şartlar oluştuğunda, havadaki su damlacıkları güneş ışığını kırarak, gökkuşağı oluştururlar. Temel olarak, su akışı, nehirler ve tarım için su ihtiyacı gibi, insanlık tarihinde büyük roller oynamıştır. Nehirler ve denizler, ticaret ve ulaşım için elverişli yollar sunmuştur. Su akışı, erozyon etkisi ile çevrenin şekillenmesinde büyük roller oynayarak, vadiler ve deltalar oluşmasını sağlamış ve insanların yerleşimine uygun arazi ve alanlar meydana getirmiştir. Su aynı zamanda zemine nüfuz ederek, yer altına doğru iner. Bu yeraltı suları daha sonra tekrar yüzeye çıkarak tabii kaynaklar, sıcak su kaynakları ve gayzerler oluşturur. Yeraltı suları, aynı zamanda ambalajlanarak maden suyu olarak satılmaktadır. Su, kendi içinde farklı maddelerin koku ve tatlarını barındırabilir. Bu nedenle, insan ve hayvanların, suyun içilebilirliğini anlamak için duyuları gelişmiştir. Hayvanlar genel olarak, tuzlu deniz suyunun ve bataklık suyunun tadından hoşlanmaz, dağlardan veya yeraltından gelen saf kaynak sularını ararlar. Kaynak suyu veya mineral su diye bilinen tat, aslında suyun içinde çözülmüş olan minerallerin tadıdır. Saf su (HO), tatsızdır. Bu yüzden, kaynak veya mineral suyunun saflığı diye bilinen şey, suyun içinde zararlı (toksik) maddeler, kir, toz veya mikrobik organizmalar olmadığını belirtir. Yetişkin bir insan vücut ağırlığının %60-70'i (2/3'si) sudur. Bu oran yaşa, cinsiyete, kiloya bağlı olarak farklılık gösterir. Örneğin yeni doğan bebeklerin vücudundaki su oranı %75'dir. Hayatın ilk 5 gününde %70'e inen su oranı, sonradan yavaş yavaş azalarak bir yaşın sonunda yetişkindeki su oranına yaklaşır. Erkeklerdeki su oranı kadınlara, şişmanlar zayıflara oranla daha fazladır. Yaş ilerledikçe de vücut suyunda azalma görülür. Su besinler ve içeceklerle de sindirim yoluyla vücuda alınır. Vücuda alınan su sindirim sisteminde emildikten sonra kana geçer
. Kan dolaşımı ile vücuda dağılır ve kılcal damarlardan çıkarak doku sıvısını oluşturur. Hücre içinde bazı kimyasal reaksiyonlara katıldıktan sonra tekrar hücre dışına çıkar ve tekrar doku sıvısına dönüşür. Dokulardan kan dolaşımına katılır. Kan dolaşımı aracılığı ile böbreklere gelerek önemli bir kısmı idrar olarak vücut dışına atılır. Diğer bir kısmı ise deri, solunum ve sindirim sistemi vasıtasıyla kullanılıp vücuttan atılır. Yetişkin bir insanın günlük su ihtiyacı 2500-2600 ml kadardır. Suyun vücuda alımı ve atılımı bir denge içinde oluşur. Vücutta normal sıvı hacminin korunması için günlük sıvı alımının günlük sıvı kaybına eşit olması gerekir. Bu denge bozulduğunda hastalıklar ortaya çıkar. Yemek yemeden aylarca yaşanabilir, ancak susuz sadece birkaç gün dayanılabilir. İnsan vücudunda su dengesini düzenleyen (regüle eden) merkezler ve sistemler mevcuttur. Röportaj Röportaj, bir gazete yazarının ünlü, tanınmış kişiler, yerler ve olaylarla ilgili inceleme ve araştırmalarına kendi görüşlerini de ekleyerek oluşturduğu yazı türü. Röportaj kelimesinin kökeni, Latincede 'toplamak', 'getirmek' anlamlarında kullanılan "reportare" fiiline dayanır. Türkçeye, Fransızca "reportage" isminden geçmiştir. Röportaj, bir gazete yazısı olmasına karşın, gezi türüyle iç içe olması, bazen sanatsal kaygılarla kaleme alınması, sıradan bir aktarma değil de özel bir yorum değerlendirme değeri taşıması gibi özellikleriyle, edebiyat türü olarak da kabul edilmektedir. Röportaj, başlangıçta "sorular" ve "yanıtlar"dan oluşan "mülakat"tan farklı değilken gazeteciliğin gelişmesi ve ünlü edebiyatçıların röportaj türünde de yapıtlar ortaya koymaya başlamasıyla, daha çok araştırma, inceleme, soruşturmaya dayanan ve bazı gerçeklerin ortaya çıkmasına yardımcı olan bir dal haline gelmiştir. Röportajlar, yurtiçi ya da yurtdışı siyasal, toplumsal, ekonomik, kültürel, vb. birçok konuda olabilir. İyi bir röportaj yazarının ele aldığı konuyu enine boyuna araştırması, incelemesi, ilgililerle görüşmesi, konuyla ilgili yerleri gezip görmesi, gerekli belgeleri toplaması gerekir. Yani röportaj, yalnızca gözlemlerin, izlenimlerin ya da konuşmaların aktarılması değil, bunların ötesinde bir yorum ve değerlendirme yazısıdır. Röportaj, gazete ve gazetecilikle birlikte gelişen bir türdür. Dünyadaki aşağı yukarı bütün gazete ve dergilerde görülen röportajlar, konuyla ilgili olarak çekilen fotoğraflarla bütünlenmekte, fotoğraf röportaja belgesellik, gerçekçilik ve görünüm sağlamaktadır. Kesinlikle röportaj da hangi konuyla ilgiliyse önceden yapılmış örnek röportajlardan yardım alınmalıdır ve çok fazla özel olmadan tüm sorular - konuyla ilgili- merak edilenler sorulmalıdır. Dünyada pek çok ünlü edebiyatçı, aynı zamanda röportaj yazarlığı da yapmıştır. Bunlar arasında Jack London, Ernest Hemingway, İlya Ehrenburg, Mihail Şolohov, Jean-Paul Sartre vb. anılabilir. Curzio Malaparte ile Raymond Cartier de, gazetecilikten yetişme röportaj yazarlarındandır. Fisyon Fisyon, kütle numarası çok büyük bir atom çekirdeğinin parçalanarak kütle numarası küçük iki çekirdeğe dönüşmesi olayıdır. Fisyon reaksiyonlarında radyoaktif elementler kullanılır ve tepkimeler için bir ilk enerjiye (aktiflenme enerjisi) ihtiyaç vardır. Reaksiyon sonucunda kararsız çekirdekler ve nötron oluşur. Oluşan nötronların her biri yeni bir uranyum atomu ile tepkimeye girer. Bu esnada açığa çıkan nötronlar ortamdan uzaklaştırılmazsa tepkime zincirleme olarak devam eder. Fisyon reaksiyonları kontrollü olarak gerçekleştirilmelidir. Eğer reaksiyonlar kontrol altına alınmazsa açığa çıkan enerji büyük bir patlama oluşturur. Buna nükleer bomba ya da atom bombası denir. Bu olayda büyük miktarda enerji açığa çıkar. Bölünme tepkimeleri atom bombalarının yapımında ve nükleer santrallerde enerji üretiminde kullanılır. Mesela Uranyum-235 nötron bombardımanına tutulur. Bombardımanda uranyum mevcut nötronlarından birini bile kaybetse kararsız bir hâl alır ve bu tepkime zincirleme reaksiyona girerek madde kendini parçalar. Ardından baryum-142 ve kripton-91'e dönüşür. Bununla birlikte üç nötron salar ve yüksek miktarda gama radyasyonu salar. Bu yaklaşık 20.000 ton TNT'nin enerjisine eşittir. Fisyon tepkimelerinde açığa çıkan enerji, nükleer reaktörlerde kontrollü olarak kullanılarak enerji elde edilebilir. Ayrıca açığa çıkan alfa ve gama ışınları bilimsel deneylerde kullanılır. Füzyon Nükleer füzyon, nükleer kaynaşma ya da kısaca füzyon; iki hafif elementin nükleer reaksiyonlar sonucu birleşerek daha ağır bir element oluşturmasıdır. Çekirdek tepkimesi olarak da bilinen bu tepkimenin sonucunda çok büyük miktarda enerji açığa çıkar. Bu işlemle oluşturulabilecek en ağır element demirdir. Reaksiyona giren çekirdekler -atom numarası 1 olan hidrojen veya izotopları deuterium ve tritium gibi- düşük atom numarasına ait elementlerde ortaya çok büyük miktarda enerji çıkar. Nükleer füzyonun bu devasa enerji potansiyelinden ilk olarak, II. Dünya Savaşı'nı takip eden yıllarda, hidrojen bombası olarak da bilinen termonükleer silahların üretiminde istifade edilmiştir. Füzyon tepkimeleri Güneş'te her an doğal olarak gerçekleşmektedir. Güneş'ten gelen ısı ve ışık, hidrojen çekirdeklerinin birleşerek helyuma dönüşmesi ve bu dönüşüm sırasında kütle kaybı karşılığı enerjinin ortaya çıkması sayesinde meydana gelmektedir. Kütle kaybının karşılığı enerjinin büyüklüğü Einstein'in ünlü E = mc² formülüyle rahatlıkla hesaplanabilir. Füzyon sonucunda açığa çıkan bağlanma enerjisini kullanmaktır. Ama bunu denetim altında oluşturmak oldukça zor bir iştir. Çünkü çekirdekler pozitif elektrik yükü taşır ve birbirlerine yaklaştırmak istenildiğinde çok şiddetli bir şekilde birbirlerini iterler. Bunların kaynaşmasını sağlamak için aralarındaki itme kuvvetini yenebilecek büyüklükte bir kuvvetin kullanılması gerekmektedir. Gereken bu kinetik enerji, 20-30 milyon derecelik bir sıcaklığa eşdeğerdir. Bu olağanüstü bir sıcaklıktır ve kaynaşma tepkimesine girecek maddeyi taşıyacak hiçbir katı malzeme bu sıcaklığa dayanamaz. Fisyondan farklı olarak; çekirdeklerin birleşmesi olayına füzyon denir.Fisyona oranla füzyon başına daha az, küçük ve hafif olduklarından;hafif bir çekirdeğin füzyonu,aynı kütlede ağır çekirdeğin parçalanmasından çok daha fazla enerji açığa çıkar. Dengelenmediği takdirde açığa çıkan enerji patlama noktasına kadar hızla yükselir ve ardından nükleer bir patlama meydana gelir. - D-T (döteryum-trityum) füzyon reaksiyonu - D-D (döteryum-döteryum) füzyon reaksiyonu Füzyon, sırasında gereken (emilen) ısıdır. Plazmanın dağılmadan hapsedilmesi için gerekli zamanın ve plazma yoğunluğunun ilişkisini tanımlar. Bir füzyon reaksiyonundan öngörülen enerjinin elde edilmesi için Döteryum bir proton ve bir nötrondan oluşan hidrojen çekirdeğinin bir izotopudur. Bilindiği gibi izotop proton sayısı aynı nötron sayısı farklı olan atom çekirdekleri için kullanılan bir tanımdır. Simgesel olarak 12H şeklinde gösterilir. Trityum bir proton ve iki nötrondan oluşan Hidrojen çekirdeğinin bir diğer izotopudur. Simgesel olarak 13H şeklinde gösterilir. Döteryum- Trityum füzyon tepkimesi aşağıdaki şekilde meydana gelir. D-T reaksiyonunun gerçekleştirilmesinde aşağıdaki problemlerle karşılaşılır. İki döteryum çekirdeğinin direkt olarak reaksiyona girmesiyle meydana gelen füzyon reaksiyonudur. Ve aşağıda gösterildiği şekilde meydana gelir. nd döteryum iyonları yoğunluğu ve nt trityum iyonları yoğunluğu toplamının ne elektron yoğunluğu toplamına eşit olması gerekir. nD+nT=ne ve nT=nD olmalıdır. Bu son eşitlik plazmanın toplam elektriksel yük açısından nötr olması gerekliliğinden sağlanması gerekir, - Plazma içindeki reaksiyon oranı G =nD+nT ile tanımlanır. - Eğer her füzyonda E kadarlık enerji üretilirse plazma içinde üretilen füzyon gücü; Pfüzyon=(n/2)(n/2)s VE=(n2/4)s E j/s/cm³ olmalıdır bu plazma içinden dışarı çıkan güçtür. - Eğer plazma bir T sıcaklığına sahipse toplam enerjisi Etermal=(ne+nD+nL)(3/2)kT=3nkT dir. Plazma enerjisinde bir t hapsetme süresi boyunca düzenli oranda kaybedilen enerji Pkayıp=(3nkT)/t j/s/cm³'tür. Bu durumda içeri giren güç ve dışarı çıkan güç için sahip olunan ifadeler Pfüzyon>Pkayıp ise nt >(12 kT)/ (sVE) Bu eşitsizlik Lawson Kriteri olarak anılır. Bu ifade plazmanın dağılması için gereken hapsedilme süresini ve hapsedilmesi gereken parçacık sayı yoğunluğunu verir. > 1022 sn/cm³ mertebesindedir. Füzyon Enerjisi ve Geleceği Fotosentez Fotosentez ya da ışılbileşim, klorofil (kloroplastlarda) taşıyan canlılarda ışık enerjisi kullanılarak organik bileşiklerin üretilmesi olayı. Bu yolla besin üreten canlıların tümüne fotosentetik organizmalar denir ve bunların büyük bir çoğunluğunu planktonlar ve bitkiler oluşturur. Fotosentetik organizmalar, ışık enerjisinden yararlanarak enerjiyi depolarlar ve organik bileşikler üretebilirler. Bitkiler de diğer canlılar gibi yaşamsal etkinlikleri için gerekli enerjiyi organik maddelerin kimyasal enerjisinden sağlarlar. Bunun için de güneş ışığını kullanarak havanın karbondioksitini indirgeyerek organik besinlerini sentez ederler. Bu işlem CO'in indirgenmesi ve ancak güneş enerjisiyle gerçekleştiriliğinden "fotosentez" olarak anılır. Bu yolla güneşin ışık enerjisi kimyasal enerjiye dönüştürülür ve organik madde sentezi yapılmış olur. Yeryüzündeki her canlı, metabolizma etkinlikleri için gerekli olan enerjiyi temelde üç yoldan sağlar. Fotosentez bir özümleme faaliyetidir ve bu yüzden özümleme ya da asimilasyon gibi genel isimlerle de anılır. Yapraklar, bitkilerin besin üretim merkezidir. Bitki yapraklarını oluşturan hücrelerin içinde kloroplast denilen, çok küçük yapılar vardır. Bu yapıların içindeki yeşil renkli boyar madde (pigment) olan klorofil maddesinin görevi ışık yakalamaktır. Kloroplastlar güneş ışınlarını bir panel gibi toplayıp, kollektör gibi enerjiye dönüştürerek besin üretirler. Üretilen besin yapraklardan, bitkinin beslenmesi gereken diğer bölümlerine götürülür. Havadaki karbondioksit, güneş enerjisi kullanılarak, nişasta ve diğ
er yüksek enerjili karbonhidratlara dönüştürülür. Karbon kullanıldıktan sonra ortaya çıkan oksijen ise havaya bırakılır. Bitki daha sonra besine ihtiyaç duyduğunda bu karbonhidratlarda depoladığı enerjiyi kullanır. Bu bitkilerle beslenen canlılar da bitkide bulunan karbonhidratlardan enerji ihtiyaçlarını karşılarlar. Fotosentezle her yıl yaklaşık olarak 200-500 milyar ton CO dönüşüme uğratılmaktadır. Bu nedenle fotosentezin önemi yalnız kalitatif değil ayrıca kantitafitir. Fotosentezle havanın karbondioksiti ve su, karbonhidratlara dönüştürülür. Karbonhidratlar C elementine ek olarak H ve O elementlerini de içeren organik besin taşlarıdır. Fotosentez olayının meydana gelebilmesi için gerekli olan maddeler, ışık, klorofil, karbondioksit, su, canlı organizmadır. Fotosentezin bilim tarihindeki gelişimi şöyledir: Aristo, bitkilerin yeşillenmesi için güneş ışığının gerekli olduğunu göstermiştir. Van Helmont 17. yüzyılda, bitkisel materyal sentezi ile ilk araştırmaları yapmıştır. Araştırmacı 2,5 kg. ağırlığındaki bir söğüt fidanını içinde 100 kg. toprak bulunan bir saksıya dikmiş ve bunu 5 yıl süresince sadece yağmur suyuyla sulamıştır. Süre sonunda fidan 85 kg'lık bir ağaç olmuştur. deneme sonunda toprak kuru ağırlığı 99,994 kg. olarak belirlenmiştir. Aradaki 50 gramlık fark deney hatası olarak kabul edilmiş ve bitki ağırlığında oluşan 82,5 kg'lık madde artışının yalnız sudan kaynaklanndığı kanısına varmıştır. İlk kez 1771 yılında Joseph Priestley, bitkiler tarafından dışarı verilen oksijenin hayvanlar tarafından kirletilen havayı temizlediği fikrini ortaya atmıştır. 1779'da Jan Ingenhousz havanın temizlenmesinin yeşil bitkiler tarafından ışıkta yapıldığını açıklamıştır. Fotosentezde klorofilin önemini vurgulamıştır. 1782 yılında Senebier yeşil bitkilerin havaya O vermesinin CO almalarına ve bitkiler tarafından meydana getirilen O miktarının tamamen ortamda varolan CO miktarına bağlı olduğunu göstermiştir. 1804 yılında De Saussure fotosentez esnasında eşit hacimde CO ve O alış verişi olduğu, buna benzer eşit hacimde bir gaz alış verişinin solunum esnasında da meydana geldiğini ileri sürmüştür. Bitkilerde biri ışıkta diğeri karanlıkta gelişen iki tip gaz alışverişi olduğunu, ışıkta CO alınımı ve O açığa çıkmasının ancak bitkinin yeşil kısımlarında olabildiğini göstermiştir. Ayrıca fotosentezde suyun rolüne dikkat çekmiştir. Liebig 1840 yılında, CO'in bitkiler için C kaynağı olduğunu vurgulamıştır. 1842 yılında Robert Mayer, ışığın enerji içerdiğini, canlılar tarafından kullanılan enerji kaynağının güneş ışığı olduğunu ve fotosentezde bitkinin yakaladığı güneş enerjisini kimyasal enerjiye dönüştürdüğünü belirtmiştir. Engelman 1880 yılında fotosentezde ortama O verilmesinin kloroplastlarca sağlandığını ortaya koymuştur. Blackman 1905'de fotosentezin yalnızca fotokimyasal bir olay değil aynı zamanda biyokimyasal bir olay olduğunu ileri sürerek, olayın ışık gerektirmeyen bir karanlık reaksiyon safhası olduğunu da vurgulamıştır. Willstater ve Stoll 1918 yılında CO, HO ve ışık altında meydana gelen ilk ürünün CHO ve O olduğunu ileri sürmüşlerdir. Robert Hill 1937 yılında fotosentezin ışık reaksiyonu üzerinde çalışarak ortamda ışık, su ve uygun bir hidrojen yakalayıcısı bulunduğunda, izole kloroplastların bile ortamda CO olmadan O oluşturabildiklerini görmüştür. Ayrıca yapraklarda doğal bir hidrojen yakalayıcısı maddenin bulunduğunu ortaya koymuştur. Güncel bilgilere göre bu maddeler Ferredoksin ve NADP'dır. Hill reaksiyonu adını verdiği bir denklemle olayı açıklamıştır. Reaksiyon, fotosentezde O'nin ışık reaksiyonlarında oluştuğu ve bunun kökeninin CO değil de HO olduğunu göstermesi yönünden önemlidir. Fotosentezin karanlık reaksiyonları üzerinde çalışan (1954-1961) Calvin ve arkadaşları ise olaydaki C metabolizmasını tüm ayrıntılarıyla açıklamışlardır. Bunun üzerine Calvin'e Nobel ödülü verilmiştir. 1966'da Hatch ve Slack, bazı bitkilerde fotosentezin karanlık reaksiyonlarında oluşan ilk kararlı ürünün 3C değil de 4C olduğunu bulmuşlar ve söz konusu bitkilerin tamamen farklı bir C metabolizması olduğunu göstermişlerdir. Yirminci yüzyılın başlarında tek hücreli yeşil su yosunlarında ("Chlorella vulgaris") fotosentezle ilgili araştırmalar Warburg tarafından yapılmıştır. Fotosentez, ışık enerjisini kimyasal bağ enerjisine dönüştürerek ilk basamaktaki organik madde üretimini sağlayan mekanizmadır. Bitkiler besin zincirinin ilk halkasını oluşturduğundan, diğer tüm canlıların var olabilmesi ve yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli enerji fotosentez olayı sırasında elde edilir. Fotosentezle havanın CO ve O dengesi korunmaktadır. Fotosenteze ilişkin bulgular, her yeşil bitkinin organik madde üreten bir fabrika olduğu, bu süreçte güneş enerjisini kullanan aygıtların kloroplastlar olduğunu göstermiştir. Yeryüzüne ulaşan güneş ışınlarının yalnızca yarısı fotosentezde kullanılmaktadır. Bu konuda yapılan araştırmaların dünya nüfusunun gıda ihtiyaçları yönünden önemli olduğu bilinmektedir. Fotosentezde en önemli olgu güneş enerjisini yakalayıp onu kimyasal bağ enerjisine dönüştürebilme yeteneğidir. Bu işlevi bitkilerin kloroplastlarında veya kromatoforlarında bulunan pigmentler yapmaktadır. Bunların başlıcaları şöyledir: Işığa bağlı tepkimeler, canlının ışıklı ortamda ışığa bağımsız tepkimeler için gereken ATP ve NADPH'yi ürettiği bir dizi tepkime zinciridir. Bu tepkimeler tilakoit zar üzerinde gerçekleşir. Işığı soğuran klorofil molekülünden serbest kalan elektronlar elektron taşıma sistemi (ETS) elemanlarından geçer. Bu sırada ATP ve NADPH çıkışı olur. Klorofile sahip canlıların ADP ve inorganik fosfat (Pi) kullanarak ATP üretmesine fotofosforilasyon denir. Bu olay devirli fotofosforilasyon ve devirsiz fotofosforilasyon olmak üzere iki yolla gerçekleşir. Devirsiz fotofosforilasyonda, devirliden farklı olarak su, fotolize uğrar. Tepkime şu şekildedir. Bu tepkimeler sonucu oluşan O'nin bir kısmı mitokondrilere gönderilir, artanı ise atmosfere verilir. Oluşan ATP ve NADPH molekülleri stroma sıvısına girer, artık canlı ışıktan bağımsız tepkimeleri gerçekleştirmeye hazırdır. Bu tepkimeler stroma bölgesinde gerçekleşir. Stromalar protein yapılıdır. Bu tepkimeler aydınlıkta da karanlıkta da olabilir. CO’nin devreye girmesiyle başlar. Hidrojen ile CO birleşerek karbonhidratları meydana getirir. Plasenta Plasenta (döleşi), anne ve fetüse ait iki dolaşım sistemini birbirinden ayıran bir organdır. "Plasenta" kelimesi, Latince "kek", Yunanca πλακόεντα/πλακοῦντα "plakóenta/plakoúnta", πλακόεις/πλακούς "plakóeis/plakoús", "düz, levha benzeri ", kökeninden gelir. Türkçede "Umay" sözcüğü plasenta anlamına gelir. Bir sperm tarafından döllenen yumurta hücresi (zigot) ikiye, dörde ve sonra sekize bölünerek hızla büyümeye başlar. Bunun için yüklü miktarda besine ihtiyaç duyar. Besin maddelerini anneden alabilmek için, embriyo hücrelerinden bir kısmı plasentayı oluştururlar. Plasenta anneyle bebek arasındaki besin, oksijen ve diğer maddelerin alışverişini sağlayan yapıdır. Plasenta yeni hücre gruplarının yani dokuların oluşması için gerekli olan besinleri ve oksijeni özenle seçer ve bunları bebeğe taşırken, atık maddeleri ayırarak onları da annenin vücuduna gönderir. Rahmin içi, fetüsü koruyan amniyon sıvısı ile kaplıdır. Amniyon sıvısı olmadan bir bebeğin anne karnında gelişmesi mümkün değildir. Bu sıvı sayesinde, hem anne ve bebek birbirlerinden faydalanırlar hem de korunmuş olurlar. 12 haftalık olduğunda ceninin kendi kan dolaşım sistemi gelişmiştir. Ancak oksijen ve besinlerin alımı, karbondioksit ve atıkların gönderilmesi için halen annesine bağımlıdır. İki dolaşım sistemi arasındaki değiş tokuş kanlar karışmadan gerçekleşmelidir, yoksa sonuç ölümcül olabilir. İnsanlarda, plasenta yaklaşık olarak 22 cm uzunluğunda ve 2–2.5 cm kalınlığında, en kalın kısmı ortası ve kenarlara doğru incelen geçici bir organdır. Genellikle 500 gram ağırlığındadır ve koyu kırmızımsı-mavi veya açık kırmızı bir renge sahiptir. Fetüse 55–60 cm uzunluğundaki kordon ile bağlıdır. Kordonda iki umbilikal arter ve bir ven bulunur. Umbilikal kordon, koryonik plağın içerisine diskodial bir şekilde bağlanır. Plasentanın yüzeyinden dallanan damarlar, hücrelerin kalın olduğu bir tabakayla kaplı bir ağ içerisine bölünerek girerler. Bunun sonucunda villöz ağaç yapıcıkları oluşur. Anne tarafında bu villöz ağaç yapıları "Kotiledon" denilen loblara dönüşür. İnsan plasentası disk şeklindedir ancak bu biçim diğer memeliler arasında farklılık gösterir. Plasentanın kendine has olan dallanması, açılarak incelendiğinde "Hayat Ağacı"na benzer bir görünüm bazı mistik düşünceleri mümkün kılabilir. Plasentanın kağıda bastırılması sonucu değişik biçimlerde ağaç desenleri elde edilebilmektedir. Plasenta anne ve bebeğe ait iki dolaşım sistemini iyi bir şekilde ayırır. Gazlar, besin maddeleri ve atıklar anne ve ceninin kanları arasında değiş tokuş edilir. Fakat amniyon sıvısı ve ayrı dolaşım sisteminden oluşan bu fiziksel bariyerler bebeğin hayatta kalması için yeterli değildir. Bunlar ancak kısmen başarılı olabilir. Plasenta, fetomaternal bir organ olarak iki bileşenden meydana gelmiş bir sistemdir Plasentanın yapısına daha yakından bakıldığında, bu duvarı oluşturan trofoblast hücrelerinin kan için özel olarak tasarlanmış bir bariyer oluşturdukları görülür. Embriyo, annenin dokularıyla çok yakın bir bağlantı içindedir. Bir yandan anneden gelen kanın içindeki maddelerle beslenirken, bir yandan da annenin savunma hücrelerinin tehdidi altındadır. Çünkü embriyo annenin vücudunda düşman kabul edilebilecek yabancı bir madde gibidir. Dolayısıyla besinlerle birlikte anne kanındaki savunma hücrelerinin embriyoya ulaşmaması son derece önemlidir. Ancak plasenta, annenin kanında bulunan savunma hücrelerinin fetüsün tarafına geçmesini engelleyen özel bir tasarıma sahiptir. Annenin kanından alınan oksijen, besin maddeleri ve mineraller bu ince aralıklardan geçerek fetüse ulaşır. Ama savunma hücreleri daha büyük oldukları için bu aralıklardan geçmeyi başaramazlar.
IgG antikorları; anne karnından fetüse koruma sağlayan IgG, insan plasenta yoluyla geçebilir. 20. haftada başlar, 24'te tamamen bulunur. Bu antikorlar annenin uzun vadeli humoral bağışıklığının, karbon bir kopyası olarak yeni doğanı doğumdan sonraki ilk aylarda korur. Plasenta, koryonik villusun sinsityal tabakasından hamilelik sırasında önemli olan hormonları da salgılar: İnsan Koryonik Gonadotropin (hCG), yerleşmeden kısa süre sonra anne kanı ve idrarında bulunur. 10-12. haftaya kadar artar ve 16-18. haftadan sonra sabit hale gelir. İnsan Plasental Laktojen (hPL), anne için laktasyon hazırlığı yapar, maternal glikozu, protein ve yağ seviylerini fetüse göre düzenler. Seviyesi plsentanın boyutunu arttırır. Östrogen, hamile olmayan kadınlara göre 3 kat fazla salgılanır. Göğüs, uterusun genişlemesine neden olur. Progesteron, endometriyal hattın belirlenmesi için gereklidir. Bu hormon miyotometriyal kasılmaları düşürmek için gebelikte yüksek seviyelerde salınır. Lotus doğumu, bebeğin kordonunun hemen kesilmemesi ve doğumdan sonraki birkaç gün hem kordona hem plasentaya bağlı olarak yaşaması olayıdır. Bu şekilde bebeğin plasentada ve kordon kanındaki tüm besinleri bebeğin alması sağlanır, ancak günlerce süren işlemlerde olası enfeksiyon risklerini göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Fosfor Fosfor insan vücudunda kalsiyumdan sonra en fazla bulunan kimyasal elementtir. Simgesi P ve atom numarası 15 dir. Bütün organizmalar için fosfor birleşimleri (fosfodiester bağları) DNA yapıları için büyük önem taşır. Bunun dışında insan vücudu fosfora kemik ve diş oluşumu, hücre büyümesi ve onarımı, enerji üretimi, kalp kasının kasılması, sinir ve kas hareketleri, böbrek işlevleri açısından ihtiyaç duyar. Fosfor ayrıca vitaminlerin kullanımı ile besinlerin enerjiye dönüştürülmesinde yardımcı olarak vücuda yarar sağlar. Fosfat (fosforun %85 kadarı kemikte fosfat formunda depolanır) hücre içi sıvıların ana anyonudur. Fosfatlar dönüştürülebilir olmalarından ötürü, birçok koenzim sisteminin ve metabolizma fonksiyonlarının işlemesi için gerekli bileşiklerle birleşme yeteneğine sahiptir. Fosfatların birçok önemli reaksiyonları özellikle ATP, ADP ve fosfokreatinin işlevleri ile ilişkilidir. Doğada fosfor üç farklı formda bulunur. Bu değişik biçimlerine allotrop denir. Bunlar beyaz fosfor, kırmızı fosfor ve siyah fosfordur. Beyaz fosfor doğada en yaygın olan fosfor allotropudur. Kristal yapılıdır ve 44.25 °C'de erir. En önemli özellikleri, karanlıkta ışıldaması ve çok zehirli olmasıdır. Havayla temas ettiği halde tutuşur ve beyaz dumanlar çıkararak yanar. Bu yüzden su dolu şişe içinde tutulur. Beyaz fosfor, böcek ve fare zehiri, sis ve yangın bombaları için kullanılır. Kırmızı fosfor güneş ışığı ve ısı etkisiyle beyaz fosfordan oluşur. Beyaz fosforun aksine kolayca tutuşmaz, ışıldamaz ve zehirli değildir. Erime sıcaklığı ise çok daha yüksektir. Kırmızı fosfor kibrit yapımında kullanılır. Siyah fosfor, beyaz fosforun havasız ortamda ve basınç altında ısıtılmasıyla elde edilir. Siyah fosfor yarı iletkenlerin yapımı için gerekir. P, fosforun doğada bulunabilinen tek izotopudur. Bunun yanında başka radyoaktif fosfor izotoplarıda üretilmiştir. 25,3 günle en uzun yarılanma süresi olan radyoaktif fosfor izotopu P'dir. Fosfatlar, pirofosfatlar ve ATP fosfor kaynağıdır. Özellikle sütlü besinlerde bulunur. Diyetle alınan fosfatların serbest formu ince bağırsaklardan emilir. Vücutta kemiklerde % 90 kalsiyum trifosfat, kalsiyum fosfat (Ca(PO)) ve hidroksi apatit kristalleri halinde, plazmada ise 0,03-0,04 mg anorganik formda bulunur. İdrarla inorganik fosfat halinde atılır. Serum düzeyi parathormon ile sağlanır. Günlük fosfor ihtiyacı 2 g'dır. Fosfor elementi, gün ışığına yani fotonlara maruz kaldığında enerji seviyesini yükseltir.Fakat bu element her daim eski enerji seviyesinde kalma isteğindedir. Bu istek doğrultusunda karanlık bir ortamda eski seviyesine dönerken elektronların bu enerji savurması olayı bizim gördüğümüz şekilde ışıma olarak algılanır.Bu olay dakikalar,saatler hatta günler sürebilir. Bu süreyi maruz kaldığı enerji seviyesi belirler. Vitamin Vitamin sözcüğü Polonyalı biyokimyacı Casimir Funk tarafından 1912'de kullanılmıştır. "Vita" Latince, "hayat" demektir, "-amin" son eki ise "amin" sözcüğünü kastetmektedir. Zira o dönemde tüm vitaminlerin amin oldukları sanılmaktaydı. Bugün yanlış olduğu bilinmektedir. Vücudumuz için mutlaka gerekli olan ve vücudumuzdaki katalizör görevli en basit organik maddelerdir .Vitaminler besinlerimizde bulunmadığı zaman, metabolizmada bozukluklara yol açabilirler. Vitaminler vücudun sağlıklı gelişimi, sindirim fonksiyonları, enfeksiyonlara karşı bağışıklık kazanması açısından oldukça gereklidir. Ayrıca vücudumuzun karbonhidrat, yağ ve proteini kullanmasını da sağlarlar. Vitaminler vücutta "yakılmaz", yani vitaminlerden doğrudan enerji (kalori) alınmaz. Vücut, her vitaminden gerekli olan miktarın kan dolaşımında sürekli mevcut olmasını sağlar. Suda çözünen vitaminlerin fazlası vücut sıvıları ile atılırken, yağda çözünen vitaminlerin fazlası ise yağ dokusunda depolanır. Depolandıkları için yağda çözünen vitaminlerin aşırı dozu zararlı olabilir. Özellikle vitamin A ve D'nin tüketiminde dikkatli olmak gerekir. Vitaminler bütün hücrelerde az miktarda depolanır. Bazı vitaminler ise büyük ölçüde karaciğerde depolanır. Örneğin karaciğerde depolanan A vitamini hiç vitamin almayan bir kişiye 5-10 ay kadar yetebilir ve karaciğerin D vitamini deposu dışarıdan hiç D vitamini almayan bir kişi için genellikle 2-4 ay kadar yeterlidir. Suda çözünen vitaminlerin vücutta depolanma oranı nispeten düşüktür. Bu, özellikle B vitaminlerinin birçoğu için geçerlidir. B kompleks vitaminleri eksik alan bir kişide bu eksikliğin belirtileri bazen birkaç günde ortaya çıkar. B vitamini bunun dışındadır, çünkü B'nin karaciğerdeki deposu kişiye bir yıl veya daha uzun süre yetebilir. Suda çözünen bir başka vitamin olan C vitamininin yokluğu birkaç haftada belirtilerin ortaya çıkmasına yol açabilir. C vitamini eksikliğinden kaynaklanan skorbüt hastalığı ise 20-30 hafta içinde ölümle sonuçlanabilir. Herkes tarafından bilinen 13 vitamin vardır. Bunlar temelde, yağda çözünenler ve suda çözünenler olarak iki gruba ayrılır ama gerçekte 20 vitamin vardır. En küçük vitamin A, C, D ve K vitaminleriyken, en büyük vitamin türü E vitaminidir. Orta boy moleküllü B vitaminleri ise pek kullanılmaz. Dört vitamin türü, yağda çözünebilir ve bu sayede vücudun yağ dokusunda depolanırlar. Bunlar: A vitamini, D vitamini, E vitamini ve K vitamini. Göz sağlığı için çok önemlidir. E vitaminiyle birlikte alınırsa daha etkili olur. Yumurta, avokado, karaciğer, süt, havuç, sebze, ceviz, balık yağı gibi besinlerde vardır. Oluşumu sırasında böbreklerin rolü vardır. Zaten A vitamini böbreklerde bulunan tek vitamindir. Yeşil sebzelerde bulunur. A vitamininin (diğer yağda eriyen vitaminler olan D, E, K vitaminleri gibi) fazlası zararlıdır. Özellikle gebe kalmayı planlayanlarla gebelerin A vitamini içeren ilaçlardan ve yiyeceklerden (karaciğer) uzak durması önerilmektedir. Gebelikte düşük ve anormallik yapma riski vardır. Çoklu vitamin içeren ve gebelerce çok tüketilen ilaçlarda da ne yazık ki A vitamini bulunmaktadır. Yağda eriyen, vücutta depolanan bu tarz ilaçların gebelere verilen dozun toksik (zehirleyici) dozda olmaması özgürce alınabileceği anlamına gelmemektedir. İlaç olarak alınan A vitaminin doğal yollarla alınan A vitaminine göre daha riskli olduğu kabul edilmektedir. Nitekim İngiltere Royal Kolej yayınladığı "Gebe Takip Kılavuzu"nda A vitamini içeren ilaçların ve yiyeceklerden karaciğerin gebelere verilmemesini önermektedir. A vitamini fazlalığı aşağıdakilere neden olabilir: A vitamini eksikliğinde görülen hastalıklar: Provitamin şeklinde alınan D vitamini deri altında uv. ışınları ile aktifleşir. D vitamini Ca ve P'un emilmesini ve kemiklerde depo edilmesini sağlar. D vitamini eksikliğinde çocuklarda raşitizm,yetişkinlerde osteomalazi hastalıklarının oluşmasını sağlar. Fazlası kireçlenmeye neden olur. En önemli kaynak güneş ışınıdır. Ayrıca karaciğer, balık, yumurta, tereyağı, peynir ve mantarda bulunur.Her çocuğun yaşamının ilk yılında alması gereken , büyüme ve gelişim için gerekli en önemli vitaminlerden biridir. Çocukların büyümesi için E vitamini gereklidir. Yaralarının iyileşmesi için E vitamini gerekir. Karaciğer, yağ dokusu, ince bağırsak ve mide E vitamini sentezler. Kimyasal yapı itibarı ile bir tokoferol olup antisterilite vitamin olarak da bilinir. Tokol ve tokotrienoltürevlerinin farklı bileşikleri E vitamini aktivitesi gösterir. En aktifi alfa-tokoferoldür. Provitamin olarak kullanılır. D vitamininden daha güçlüdür. E vitamini sinir sisteminin, kasların, hipofiz ve sürrenaller gibi endokrin bezlerin ve üreme organlarının fonksiyonları için öneme sahiptir. E vitamini, biyolojik bir antidoksidan olup, atardamar hastalıklarının ve kanserin önlenmesi için gerekli olan bir antioksidandır. Bitkisel ve sıvı yağlarda, kırmızı et, karaciğer, tahıl, tahıl ürünleri vb. lerde bulunan E vitamini eksikliğinde kaslar gelişemez ve E vitamini yapıcı-onarıcı özelliğe sahip her şeyi yaptığı için, bazı kozmetik ürünleri de E vitamini içermektedir. Kozmetik ürünlerinde sadece B ve E vitaminleri bulunur. Tokoferol (E) vitamininin tokoferolleri: Alfa tokoferol - E (Diğer adı: Provitamin E) Beta tokoferol - E (Diğer adı: Pro-E1B) Gama tokoferol - E (Diğer adı: EProteinToko1) Delta tokoferol - E (Diğer adı: DeltE1) Mega tokoferol - E (Diğer adı: Megadel) K vitamini, yeşil sebze, çay ve ciğerde bulunan ve kan pıhtılaşmasında önemli bir yeri olan vitamindir. Karaciğerde protrombin yapılmasında kullanılır. Yokluğunda kan ile ilgili belirtiler ortaya çıkar. Normal olarak bağırsaklarda bulunan bakteriler tarafından sentezlenir. Yetersizliğinde pıhtılaşmada sorunlar ve aşırı kanama ortaya çıkar. Vücudumuzdaki bakteriler tarafından da üretilir. Vücudumuzu hastalıklardan korur. Yaraların iyileşmesi için K vitamini gerekli
dir. Diğer dokuz vitamin türü ise suda çözünür ve pek çoğu vücutta depolanmaz. Bunlar: C vitamini, tiyamin (B), riboflavin (B), niyasin (B), pantotenik asit (B), piridoksin (B), siyanokobalamin (B), biyotin, folik asit (folacin). C vitamini veya "askorbik asit", Turunçgiller, koyu yeşil sebzeler ve patateslerde bulunan ve kollajen sentezinde yer alan, antioksidan bir vitamindir. Ayrıca demir emilimini de olumlu etkiler. Yetersizliğinde eklem ağrıları, yaraların geç iyileşmesi, skorbüt gibi sorunlara neden olabileceği gibi enfeksiyonlara karşı kişiyi daha zayıf kılar. Küçük yaşlarda diş eti kanaması ve grip C vitamini eksikliğinde, fazlalığında da ishal görülür. Hemen hemen tüm canlı dokularda bulunur ve pirofosforik ester şeklinde görülür. Pentozfosfat çeviriminde alfa-keto asit dekarboksilazların ve transketolazın koenzimidir. Eksikliği başta sinir ve kalp hücreleri olmak üzere beslenmeleri için özellikle glikoza gereksinim duyan hücrelerde metabolizma bozukluğuyla sonuçlanır ve beriberiye neden olur. Et, balık ve kuru yemişlerde bulunan ve NAD ile NADP koenzimlerinin içeriklerinden olan, solunum için önemli bir vitamindir. Yetersizliğinde pellegra görülebilir. Birçok gıdada, özellikle de ciğer ve baklagillerde bulunan önemli bir vitamindir. E vitamininin içeriği olan pantotenik asit, karbonhidrat ve yağ metabolizmasında yer alır. Yetersizliğinde yorgunluk ve uyuşukluk hissedilebilir. Siyanokobalamin veya "B" ciğer, balık ve süt ürünlerinde bulunan ve DNA metabolizmasında koenzim olarak yer alan bir vitamindir. Alyuvarların olgunlaşmasında da gereklidir. Yetersizliğinde anemi ve kilo kaybı görülebilir ve kanser olma ihtimali yüksektir. A vitamini A vitamini, göz problemlerini ve körlüğü önler. Bağışıklık sistemini kuvvetlendirerek cilt sorunlarını engeller. Ayrıca sindirim sisteminde oluşan ülserleri tedavi eder; soğuk algınlığına ve böbreklerde, mesanede, akciğerlerde ve mukus zarlarında enfeksiyonlara karşı vücudu korur. Eksikliğinde gece körlüklerine benzer hastalıklar görülür. A vitamini dokuların bakım ve onarımı, yeni hücrelerin gelişmesi, kemiklerin ve dişlerin oluşumu için de önemlidir. Antioksidan olarak faaliyet yaparak hücreleri kansere ve diğer hastalıklara karşı korur, yaşlanma sürecini yavaşlatır, yağ depolanmasına yardımcı olur. A vitamininin vücut açısından diğer bir önemi, proteinlerin A vitamini olmadan kullanılamamasıdır. A vitamini eksikliği çok sık görülmemekle birlikte, eksikliğinde derinin pullanması, akne gibi cilt sorunları, iskelet gelişiminin duraklamasını içeren büyüme eksikliği, kornea ile ilgili sorunlar ve körlük görülebilir. Ayrıca A vitamini eksikliğinde bağışıklık sistemi ve vücut direnci azaldığından, vücut enfeksiyona daha açık hale gelir ve daha kolay hastalanır. Retinol, A vitamininin besin olarak alınan haline denir. Riboflavin B vitamini yani riboflavin, pentoz şeker olan ribitol ve lumikromdan oluşur. Görünür ve uv ışında bozulur. Göz yorgunluğu, kataraktların önlenmesi ve tedavisi için gereklidir; karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasına yardımcı olur. Ayrıca deri dokularının, tırnakların ve saçların oksijen kullanımına destek verir, kepekleri giderir. Bunların yanı sıra demir ve B6 vitamini alımına yardımcı olur, eksikliği ise hamilelikte bebeğin gelişimine zarar verebilir. heterosiklik bir yapıya bağlı ribitolden oluşur. Renkli, ısıya dayanıklı, uv ye duyarlı, bitkisel kaynaklıdır. Hayvanlarda sentezlenemez. Riboflavin flavokinaz enzimi ile aktif formu olan FMN'ye dönüşür. FMN'ye ATP'nin AMP grubu bağlanarak FAD sentez edilir. Koenzim olarak FMN ve FAD'ye ihtiyaç duyan enzimler flavoproteinler denir. Hücrede enerji oluşumu ve hücre solunumunda önemlidir. "Kaynakları": karaciğer , buğday,soya fasulyesi,süt ve süt ürünleri ve sebzeler. ince barsakta riboflavin binding prot.e bağlanarak taşınır. Riboflavin. B vitamini ilk defa sütten elde edilir ve bu nedenle laktaflavin denilir. Bütün bitkiler ve mikroorganizmalar tarafından sentezlenebildiği halde hayvansal organizmalar tarafından sentezlenemez. riboflavin bir izoalloksazin türevidir. izoalloksazinin 10 nolu azotu riboz şekerinin indirgenmesiyle oluşan ribitole bağlanır. riboflavinin, ribitol grubunun 5'C atomuna bağlanmasıyla (ester bağıyla) flavinmononükleotid (FMN) oluşur. FMN'ye Adenilat (AMP) bağlanması ile Flavinadeninnükleotid (FAD) meydana gelir. Flavoproteinler veye flavoanzimler olarak bilinen indirgenme yükseltgenme enzimlerinin prostetik gruplarıdır. Bu enzimler piruvatın yağ asitlerinin aminoasitlerin oksidatif yıkımına ve taşınım olaylarına katılır. D vitamini D vitamini, kalsiyum ve fosforun sindirim yollarında kullanımı ve emilimi ile özellikle çocuklarda büyüme için gerekli vitamin. Kas zayıflığına karşı vücudu korur, kalp atışının düzenlenmesinde etkilidir, bağışıklık sistemini kuvvetlendirir, tiroit fonksiyonları ve normal kan pıhtılaşması için gereklidir.D vitamini sindirim sisteminden kalsiyum emilimini artırır ve kemiklerde kalsiyum birikimine yardım eder. D vitamini kalsiyum emilimini ve kalsiyumun aktif taşınmasını hızlandırarak artırır. Özellikle bağırsak dokularındaki epitel hücrelerde kalsiyum emilimine yardım eden, kalsiyum-bağlayıcı proteinlerin oluşumunu artırır. Vücuda besinler yoluyla Provitamin - D şeklinde alınır. Güneş ışınlarının etkisiyle deride D vitaminine dönüşür. Bu vitamin, kalsiyum ve fosforun bağırsakta emilimi ve vücutta kullanımı için gereklidir. Kuvvetli kemik ve dişler, bu vitaminin kalsiyumu buralara yerleştirmesiyle olur. Kaynakları: Karaciğer, balık, balık yağı, yumurta, tereyağı, peynir, mantar,süt. Günlük ihtiyaç: 0-30 yaş arası için 200 IU, 31-50 yaş arası için 300 IU, 51-70 yaş arası için 400 IU ve 71 yaş ve üzeri için 600 IU Azlığı: Az miktar da kalsiyum ve fosfor alınmasına bağlı olarak kemiklerde yumuşamaya ve kemik ve diş yapısında bozulmalara neden olur. Fazlası: Bulantı ve kusma yapar. Böbreklere zarar verir. Çocuklar için önemli: Çocukların güneşin dik gelmediği saatlerde açık havada gezdirilmesi durumunda, deri altındaki ön madde D vitaminine dönüşür. E vitamini E vitamini, kimyasal yapı itibarı ile bir tokol olup antisterilite vitamin olarak da bilinir. E vitamini yağda çözünen önemli bir antioksidandır ve özellikle hücre zarları ve lipoproteinlerde önemli antioksidan işlevler görmektedir. Epidemiyolojik ve sınırlı ara çalışmalar, E vitamininin kardiyovasküler hastalıkların, bazı kanserlerin ve öteki kronik hastalıkların riskini azalttığını belirlemektedir. Bazı büyük klinik deneylerle E vitamininin sağlığa yararları daha derinlemesine değerlendirilmektedir. Tokollerin (tokoferol ve tokotrienol) farklı bileşikleri E vitamini aktivitesi gösterir. En aktifi alfa-tokoferoldür. Geçmişte asıl olarak α-tokoferol üzerinde yoğunlaşılmışken, bugün öteki tokoferoller ve tokotrienoller daha fazla ilgi çekmektedir. İlk sonuçlara göre bunlar, α-tokoferolden farklı antioksidan ve diğer fonksiyonlara sahiptir. E vitamini 1922'de, beslenme ile doğurganlık arasındaki ilişkiyi araştıran Evans ve Bishop tarafından bulundu. Aylarca E vitamininin olmadığı bir beslenmeye tabi tutulan dişi fareler, fetus emiliminden dolayı doğurganlık kaybına uğradı. Bu, beslenmelerine az miktarda taze hıyar, beyaz tohum ya da kurutulmuş alfalfa yaprakları eklenerek önlendi. Başlangıçta E vitamini terimi, doğurganlığı sürdürmek için gerekli olan ve bitkilerden elde edilen bir lipid ekstraktını tarif ediyordu. Sonraları, E vitamini aktivitesi gösteren 4 tokoferol ve 4 tokotrienolden ibaret 8 bileşik bulundu. Tokoferoller izole edildi ve ilk kez 1930'ların sonlarında tanımlandı; tokotrienoller de yaklaşık 25 yıl sonra tanımlandı. Tokoferoller ve tokotrienoller aynı kroman halkaya sahiptir fakat tokotrienollerin fitil zinciri üç çifte bağ içerir. α-Tokoferol E vitaminiyle eş anlamlı hale gelmiştir ve insan ve hayvan dokularındaki predominant şekli olduğundan asıl araştırma konusu olmuştur. Ancak diğer tokoferol ve tokotrienoller de beslenmede önemli ve özel bir antioksidan ve biyolojik etkiye sahiptir ve artık daha fazla ilgi çekmektedir. E vitamini sinir sisteminin, kasların, hipofiz ve sürrenaller gibi endokrin bezlerin ve üreme organlarının fonksiyonları için önemlidir. E vitamini, biyolojik bir antioksidan olup, atardamar hastalıklarının ve kanserin önlenmesi için gereklidir. Ayrıca nükleik asit metabolizması, askorbik asit sentezi, ve kükürtlü aminoasit metabolizmasında rol oynar. Mitokondrilerdeki lipidin oksidatif parçalanmasını önleyen Vitamin E keratin fosfat, adenozin trifosfat gibi yüksek enerjili fosfat bileşiklerinde fosforilasyon işlevini düzenler. Sekiz farklı fakat birbirleriyle bağlantılı molekül ailesinden oluşur. Kan dolaşımını ve normal kan pıhtılaşmasını güçlendirir. Dokuların onarımı için gereklidir, bazı yaraların etrafında iz oluşma ihtimalini azaltır. Yüksek kan basıncını azaltır, kataraktı önler, atletik performansı geliştirir, bacaklardaki krampları açar, kılcal damar duvarlarını güçlendirirken sağlıklı sinirler ve kaslar oluşturur. Ayrıca sağlıklı bir deri ve cilt için gereklidir. Anemi ve prematüre (erken-doğum) bebeklerde oluşan göz bozukluluklarına karşı vücudu korur, yaşlanmayı geciktirir ve yaşlılık lekelerini önleyebilir. Ayrıca, yaşlanmaya bağlı hafıza kayıplarını önlemede etkilidir. Birbiriyle ilgili birçok bileşik, E vitamini etkisi gösterir. Hemen hemen tüm vitaminler gibi E vitamini eksikliği de normal büyümeyi engeller ve bazen böbrek hücrelerinin bozulmasına neden olur. E vitamini yokluğunda hücrelerde doymamış yağ asitleri azalır ve mitokondrilerde, lizozomlarda ve hatta hücre zarı gibi organellerde anormal yapısal ve işlevsel değişiklikler görülür. E vitaminin insanlardaki ana antioksidan fonksiyonu çoğunlukla α-tokoferollerle birlikte incelenir ve bu, lipid peroksidasyonunun engellenmesidir. Lipid peroksidasyonu hücre ve organel zarlarında, lipoproteinlerde, yağlı dokuda, beyinde ve PUFA'nın (poly unsaturated fatty acids = çoklu doymamış yağ asitleri) bol olduğu diğer dokularda özellikle ya
ygındır. α-Tokoferol, zarlarda yaklaşık 1 moleküle 1000 lipid molekülü oranında bulunur. Fitil kuyruğu sayesinde, yüzeye yakın olan aktif kroman halkasıyla birlikte zar alt tabakasında konumlanmak gibi eşsiz bir yeteneğe sahiptir. Bu hem lipid antioksidanı olarak iş görmesine hem de diğer antioksidanlarla etkileşime geçerek oksitlenmiş halinden kendi haline yeniden dönüşmesine imkân sağlar. Diğer antioksidanlarla, özellikle de suda çözünenlerle sinerjisi, antioksidan sistemin önemli bir özelliğidir. E vitamini aynı zamanda lipoproteinlerdeki lipid oksidasyonunu önlemede belirleyici rol oynar. α-Tokoferol LDL'deki bu etkiden sorumlu esas vitamin E formudur çünkü peroksil radikallerinin en yaygın ve en iyi temizleyicisidir. Fakat şilomikronlar da beslenmeye bağlı olarak diğer tokoferolleri ve tokotrienolleri α-tokoferole benzer ya da daha yüksek konsantrasyonda sürükleyebilir ve lipid antioksidanı olarak önemli bir rol oynayabilir. Bunlar aynı zamanda yağlı doku ve karaciğerde önemli bir lipid antioksidanı olarak iş görebilir. Bazı in vitro çalışmalarda tokotrienollerin LDL oksidasyonunu engellemede tokoferollerden çok daha etkili olduğu belirtilmektedir; öte yandan tokotrienol bakımından zengin bir beslenmeye tabi tutulmuş farelerden elde edilen plazmayla yapılan çalışmalar α-tokoferol ve α-tokotrienolün yaklaşık olarak aynı ölçüde engelleyici olduğuna işaret etmektedir; γ-tokoferol ve γ-tokotrienol aynı etkide bulunmasına rağmen bu α formlarında daha azdır. Bu bulgulardan yola çıkarak insanlara ilişkin direkt tahminlerde bulunmak zordur çünkü dinamik çevre farklıdır. Tokoferoller ve tokotrienoller, peroksi radikallerinin yanı sıra, singlet oksijen ve diğer reaktif türleri ve serbest radikalleri de yakalar. E vitamininin azotlu reaktif türleri üzerindeki antioksidan etkisi gitgide daha fazla dikkat çekmektedir. Biyolojik sistemlerde, azotmonoksidin (NO) oksijenle reaksiyonundan azotdioksit (NO) elde edilir. α-Tokoferol NO ile reaksiyona girer fakat bu γ-tokoferolle olmaz. Aksine, γ-tokoferol NO'yi NO'ya dönüştürür. Erken doğan bebeklerde görülen hemolitik anemiyi düzeltmek en yaygın kullanım alanıdır. Orak hücreli anemide E vitamininin oraklaşma oranını azalttığı ve hastalığın prognozunu önemli ölçüde düzelttiği gösterilmiştir. Kistik pankreas fibrozu olan çocuklara E vitamini vermek faydalıdır. Yeni doğanın solunum sıkıntısını gidermekte kullanılır. Akdeniz tipi glikoz-6-fosfatdehidrogenaz eksikliği Akdeniz'e kıysı olan ülkelerde çok sık görülmektedir. Bu hastalara günde 800 IU E vitamini verildiğinde üç ay içinde hemolizin azaldığı ve eritrositlerin yaşama müddetinin uzadığı kati olarak gösterilmiştir. Bir yıllık tedavi ise bu hastaların kansızlıklarını önemli ölçüde gidermiş ve krizleri hafif atlatmasını sağlamıştır. Bazı kaynaklar, E vitamininin vücuttaki serbest köklerin birikmesine mani olduğunu ve böylece yaşlanmayı geciktirdiğini iddia etmektedir. Fakat demir ve C vitamini ise bu serbest kökleri meydana getirerek iltihaplanma ile mücadeleyi kolaylaştırmaktadır. E vitamini şeker hastalığındaki dejeneratif değişiklikleri önlemek, devamlı düşükleri tedavi etmek, sporcuları kuvvetlendirmek, erkek kısırlığını düzeltmek, prostat büyümelerini kontrol altında tutmak , katarakt meydana gelmesini önlemek, bazı deri hastalıklarını tedavi etmek için kullanılmıştır. Kozmetik sektöründe krem ve losyon formülasyonlarında kullanılır. Şampuan vb. ürünlerde de E vitamini kullanılabilmektedir. E vitamini yağda çözünen vitaminlerdendir. Bu yüzden hücre zarında bol miktarda bulunur. E vitamininin etkilerini gösteren 8 tokoferol ve tokotrienol vardır. α-tokoferol diğer tokoferoller içinde en etkili olanıdır. α-tokoferol ve daha çok kullanılan α-tokoferil asetat; hafif sarı, kokusuz, yağımsı berrak ve oldukça yapışkan maddelerdir. Doğada bulunan dekstro şekli fizyolojik olarak en etkili izomeridir. Suni rasemik α-tokoferol (DL-α-tokoferol) ve esteri, tekabül eden dekstro izomerinin %70-75 etkisine sahiptir. β ve γ tokoferoller, α izomerinin yarısı kadar, δ izomeriyse ancak % 1'i kadar etkilidir. Tokoferoller billuri şekilde elde edilemez. Oksijensiz ortamda 200 °C'ye kadar dayanır. Organik asitlerden 100 °C'ye kadar müteessir olmaz. Alkaliler etki eder. Oksidasyonla biyolojik etkisini hızla kaybeder. Acılaşmış yağda E vitamini bulunmaz. Işık ve bilhassa ultraviyole (morötesi) ışınlara karşı dayanıksızdır. Onun için E vitamini ihtiva eden gıdalar güneşe maruz bırakılmamalıdır. E vitaminininin bazı oksidasyon ürünleri K vitamini etkisi gösterir. Kızartmalarda E vitamininin %50-90'ı kayıp olur. Suni olarak ağartılmış unlarda E vitaminin bir kısmı harap olmaktadır. E vitamini antioksidan olduğundan yağlara katılarak yağın dayanıklılığı artırılır. E vitamini trigliserid ve kolesterol gibi diğer nonpolar lipidlerle aynı şekilde emilir. Karaciğerin ürettiği safra, tokoferolleri diğer yağda çözünebilen bileşiklerle birlikte misellere katarak emülsiyon haline getirir ve böylelikle emilimi kolaylaştırır. Asetat ve süksinat gibi α-tokoferol esterleri lipazlar tarafından hidroliz edilir (lipazı pankreas üretir) ve serbest α-tokoferol olarak emilir. Lipaz ve safra üretimini destekleyen yemek yağlarının alınması E vitamininin emilimi için zorunludur. E vitamininin suda çözünen bir biçimi olan TPGS, kendi misellerini oluşturur ve lipaz veya safra tuzlarının yardımı olmaksızın emilir. Tokoferoller ince bağırsaktan emilip bağırsak duvarında üretilen şilomikronlardaki lenf içine salgılanır. Lipoprotein lipazları şilomikronları hızla katabolize eder ve küçük bir miktar tokoferol, şilomikron kalıntılarından diğer lipoproteinlere veya dokulara transfer edilebilir. Bu sırada E apolipoproteini, şilomikron kalıntılarına bağlanır. Karaciğerin spesifik E apolipoprotein reseptörleri bulunduğundan, şilomikron kalıntılarının çoğunu tutar ve temizler. Kalıntılardaki tokoferoller çok düşük yoğunluklu lipoproteinlere (VLDL) salgılanır ve plazma yoluyla sirkülasyonu sağlanır. VLDL, lipoprotein lipaz tarafından, plazma tokoferollerinin büyük bölümünü taşıyan ve onları kolayca yüksek yoğunluklu lipoprotein (HDL) ile değiştiren düşük yoğunluklu lipoproteinlere (LDL) hidroliz edilir. HDL'deki tokoferoller plazma tokoferolünü karaciğere geri getiren sirkülasyon esnasında şilomikron kalıntılarına kolayca geri transfer olur. Tokoferollerin dokulardan alımı değişkenlik gösterir ve iyi bilinmemektedir. Tokoferoller şilomikronların ve VLDL'nin hidrolizi sırasında dokulara dağıtılabilir. Yine de, tokoferollerin LDL'den dokulara büyük oranda transferinin temelinde, doku hücrelerinin yüzeyindeki LDL reseptörlerinin hareketinin yanı sıra tokoferolün zarlardan geçerken çok yoğun bölgeden az yoğun bölgeye direkt geçişi yatmaktadır. Bu geçiş lipoproteinlerden dokulara veya dokulardan lipoproteinlere olabilir. Tokoferolün dokulardan alımı hem hızlı (plazma, alyuvarlar, dalak ve karaciğer) hem de yavaş (kalp, testis, kas, beyin ve omurilik) olarak tanımlanmıştır. Tokotrienollerin emilimi tokoferollerinkine benzemektedir. Fakat bunların taşınması ve dokulardan alımı, α-tokoferolünkinden farklı görünmektedir. Tokotrienoller şilomikronun temizlenmesiyle plazmadan kaybolur ve trigliseridlerle birlikte yağlı dokuda birikir. E Vitamini alımı için geleneksel tavsiyeler vitaminin vücut fonksiyonlarına katkısı ve kronik hastalıkları önlemedeki muhtemel rolleri göz önüne alınmadan belirlenmiştir. Klinik ve biokimyasal verilerce normal fertlerde E vitamininin eksikliğini belirleyen deliller görülmemekte eksiklik yalnız yağ absorblamayan uzun süreli hastalarda görülebilmektedir. E vitamini aktivitesinin normal dietlerde kafi olduğu sanılmaktadır. Müsaadeler ABD geleneksel gıdalarna göre belirlenmiştir. Yetişkin erkekler için 10 mg α-tokoferole eşdeğer, yetişkin kadınlar için ise 8 mg kafi değerlerdir. Araştırmalara göre bugün insanlar önerilen bu miktarlardan fazlasını almaktadır ki bu fazlalıkların insan sağlığına birçok yönden olumlu etkileri vardır. vitamininin birinci fizyolojik rolü biyolojik antioksidan olmasıdır. E vitamininin antioksidan fonksiyonu diyetteki çoklu doymamış yağ asitlerinin (PUFA) oksidasyonunun önlenmesidir. Gerekli olan E vitamininin miktarı yağ asidinin çifte bağ sayısı ile artan PUFA'nın otoksidasyon ihtimaline bağlıdır. İnsan ve hayvanlar üzerinde yapılan çok sayıdaki çalışma raporuna göre alınan PUFA'nın gram başına gerekli E vitamini miktarı PUFA'nın oksidatif zararlarından korunmak için 0,4-0,8 mg'dır. Uzun zincirli PUFA'ca zengin diyetlerde vitamin E gerekliliği çok daha yüksek olmalıdır. 1920'lerin başlarında yapılan bir gözlem, sonradan E vitamini diye adlandırılan bir beslenme faktörünün, farelerde fetus emilimini önlemek için gerekli olduğunu ortaya koydu. Sonradan onun erkek hayvanlarda normal üretkenlik için gerekli olduğu ortaya çıkarıldı. Son olarak E vitamini eksikliği birçok patolojik durumla ilişkilendirildi. E vitamini eksikliği her hayvanda başka etki göstermektedir. Tavşan ve maymunların erkeklerinde kısırlık, hindilerde kanama, maymunlarda hemolitik anemiye vs. sebep olmaktadır. İnsanda E vitamini eksikliği: Doğada ve besinlerde oldukça bol olan E vitamini eksikliği insanlarda çok az görülür. Çok az sayıda rapor insanlarda E vitamini yetersizliğini bildirmektedir. Günde yalnız 2–3 mg tokoferol 1-2 yıl süre ile verilirse yetişkin insanlarda E vitamini yetersizliği semptomları (eritrositlerde peroksidatif hemoliz) gözlenmektedir. Kalıtsal E vitamini yetersizliği olan hastalarda yürümede zorluk, konuşamama, ilerleyen beden hareketleri bozukluğu (ataxia) gibi şiddetli nörolojik semptomlar rapor edilmiştir. Yağla yetersiz beslenmelerde nöromuskular bozukluklar 10-20 yıl sonra, çocuklarda yetersiz beslenmelerde belirtiler çok daha kısa sürede görülür. Erken doğan bebeklerde E vitamini eksikliğine bağlı olarak hemolitik anemi görülür. E vitamini yağda eriyen bir vitamin olduğu için sindirim esnasında yeterince yağ alınamadığı zaman E vitamini eksikliği görülür ki, bu da kandaki eritrositlerin ömrünün kısalmasına yol açar. E vita
mini eksik olan kimselerin eritrositleri bazı oksidan maddelere karşı dayanıksızıdr. Vitamin E yetersizliğinin immün sistemi üzerinde etkili olduğu rapor edilmiştir. E vitamini fazlalığında, mide bulantısı ve sürekli kusma ya da nadiren mide ağrıları görülür. E Vitamini, vücut dokularının ve cildin sağlıklı olmasını ve bağışıklık sisteminin güçlenmesini sağlar. Sağlıklı bir kemik yapısı için de gereklidir E vitaminin pek çok oksidasyon ürünü in vitro ve in vivo sistemlerde gözlemlenmiştir. Bunlar arasında kinonlar (α-tokoferilkinon), dimerler ve kinon-epoksitler vardır. Bazı hayvan dokuları tokoferilkinonu, hala etkili bir antioksidan olan mukabil hidrokinona indirgeyen bir enzim içerir. Yıllar boyunca E vitamininin bazı sıradışı özellikleri, bazı koşullarda peroksidasyon reaksiyonlarını hızlandırma yeteneği açıklanamamıştır. Fakat 1993'te Ingold ve meslektaşları, bu sonuçlara sebebiyet veren bir hipotez geliştirmişlerdir. Onlar E vitamini fenoksil radikalinin düşük yoğunluklu lipoprotein dispersiyonları gibi ortamlarda lipid oksidasyonunu hızlandırabileceğini ileri sürmektedirler. E vitamininin benzerleri de iyi antioksidanlardır. Osawa 1991'de, tokoferol ve sinnamik asidden türetilen yapısal elementleri içeren A ve B prunusoller tanımlamıştır. Yapısal zeminde parçaların hiçbirinden güçlü antioksidan aktivite beklenmemesine rağmen etanolde otookside olan linoleik asidle yapılan testlerde bileşikler BHA ve diğer tokoferol türevleriyle karşılaştırılabilir özellikler göstermiştir. Vitamin molekülleri içinde en büyüğü olan E vitamini, tahıl, tahıl ürünleri, süt, süt ürünleri, kırmızı et, sebze ve yağlarda, tahıl embriyoları, küspeler ve yeşil yapraklı bitkilerde bulunur. En önemli kaynak tohum yağlarıdır (nebati yağlar). Ekmek ne kadar esmer ise o kadar çok E vitamini ihtiva eder. Et ve meyvede çok az vardır. Normal yeme ile günde 5–10 mg E vitamini alınır. ABD'de tavsiye edilen miktar 15 mg/gün olduğu halde Kanada'da 9 mg/gün'dür. Bazı besinlerin 100 gramında bulunan α-tokoferolün miligram cinsinden miktarı şöyledir: Gazetecilik Gazetecilik, gazetecinin yaptığı iş. Gazeteci, haber ve bilgi kaynağına çabuk ulaşmak ve bu kaynaklardan edindiği bilgi ve haberleri okurlara sunma işini üstlenmiştir. Gazetecinin bu görevini yapabilmesi için habere, olaya, olguya, belgeye ve bilgiye dayalı yazılar yazması gerekir. Bunun için de gazetecinin güvenilir kişi olması zorunludur. Gerektiğinde hükümetlere ve güç odaklarına karşı savaşmayı "Gazetecilik etik kuralları" içerisinde göze alan insan, gazetecidir. Haberciliğe daha ciddi yaklaşan gazeteler okuyucularına dünyada olup bitenlere ilişkin olabildigince fazla ve dogru bilgi vermek amacındadır. Gazetecilik, haberi doğru kaynaktan almakla yükümlüdür. Gazetecilik kulaktan dolma bilgilerle yapılmaz. Şantaj, karalama, kirletme, yalan haber, yıpratma gibi unsurları içermez. Gazeteci kanunlara saygılı, ahlaklı, namuslu, dürüst, çalışkan kişilerdir. Gazetecilik mesleğinin okullarından alınan eğitimli kişiler mesleklerinde başarılı, kurallarına uyan,uygun davranışlarda bulunan kişilerdir. Gazetecilik bölümünde okuyanlar ruhsatlı gazetecilerdir. Gazetecilik vasıflarına yatkın kişilerdir. Bu bölümü okuyanlar, akademik olarak da başarılı olabilir, serbest piyasada veya kurum çatısı altında da çalışabilirler. Gazetecilik ruhsatına sahip kişiler bu işin okulunu okumuş kişilerdir. Bunun dışında meslekte yeterli olmayan, kendilerini meslektaş gibi gösteren kişilere de rastlamak mümkündür. Gazetecilik içinde muhabir, editör, grafikçi,foto muhabiri, yazı işleri müdürü, sorumlu yazı işleri müdürü, genel yayın yönetmeni gibi ünvanları alır. Televizyonlarda da haber programları yapabilir, gazete ve dergilerde de çalışabilirler. Ayrıca kurumların basın yayın müdürlüklerinde de çalışma imkânlarına ulaşabilirler. Herhangi bir menfaat grubuna bağlanmadan, açık fikirli, dürüst, ön yargılardan uzak ve kişilik haklarına saygılı olmak, gazeteciliğin olmazsa olmaz koşullarındandır. Gazetecilik mesleği ve gazetecilik sektörü (gazete, radyo, televizyon, internet gibi kitlesel yayın organları) demokratik toplumlarda anayasanın öngördüğü üç devlet gücü yanında (yasayıcı-meclis, yürütücü-hükümet, yargilayıcı-mahkemeler) dördüncü -denetleyici devlet gücü olarak anılır. Koala Koala ("Phascolarctos cinereus"), Avustralya'ya özgü otçul ve ağaçta yaşayan bir keseli memeli hayvan türüdür. Phascolarctidae familyasının yaşayan tek temsilcisidir ve en yakın akrabaları vombatlardır. Koala, Avustralya'nın doğu ve güney kıyıları boyunca Queensland, Yeni Güney Galler, Victoria ve Güney Avustralya'da bulunur. Kalın ve kuyruksuz gövdesi, yuvarlak ve tüylü kulakları ile büyük ve kaşık şeklinde burnu ile kolayca tanınır. Koalanın vücut uzunluğu 60 ila 85 cm ve ağırlığı da 4 ila 15 kg arasında değişir. Kürkü, gümüşî gri ile çikolata rengi arasında farklı renklerdedir. Kuzey popülasyonlarındaki bireyler genellikle güneyde yaşayanlardan daha küçük ve daha açık renklidir. Bu iki popülasyonun alt türler olması muhtemeldir ancak bu konu tartışmalıdır. Koalalar genel olarak okaliptüs ağaçlarından oluşan alanlarda yaşar ve gıdalarının büyük bölümünü bu cins ağaçların yaprakları oluşturur. Bu yaprakların besin değeri ve kalori içeriği sınırlı olduğu için koalalar genellikle hareketsiz bir yaşam sürer ve günde 20 saat kadar uyurlar. Asosyaldirler, anne koalalar yalnızca bakıma ihtiyaç duyduğu sürece yavruları ile ilgilenirler. Erişkin erkekler rakiplerinin gözünü korkutmak ya da çiftleşmek amacıyla dişilerin dikkatini çekmek için yüksek sesli böğürtülerle iletişim kurarlar. Erkekler göğüslerinde yer alan koku bezlerinden salgıladıkları kokular ile bölgelerini belirlerler. Keseli hayvanlardan oldukları için koala yavruları gelişimini tamamlamamış olarak doğduktan sonra sürünerek annelerinin keselerine girer ve yaşamlarının ilk altı ila yedi ayını burada geçirirler. Yavrular bir yıl içinde sütten kesilir. Koalaların çok az doğal düşmanı ve etkilendiği parazit bulunur ancak Chlamydiaceae bakterisi ile koala retrovirüsü gibi bazı patojenler ile orman yangınları ve kuraklıklardan etkilenirler. Koalalar binlerce yıldır Avustralya Aborjinleri tarafından avlanmış, mitolojilerinde ve mağara sanatlarında tasvir edilmişlerdir. Avrupalılar ile koalaların karşılaşmalarının ilk kaydı 1798 yılına aittir ve hayvanın bir resmi 1810 yılında doğabilimci George Perry tarafından yayımlanmıştır. Botanikçi Robert Brown türün ilk detaylı bilimsel tanımlamasını 1814 yılında yapmıştır ancak bu çalışma 180 yıl boyunca yayımlanmamıştır. John Gould koalayı hem tanımlamış hem de resmini çizerek Britanya'da tanınmasını sağlamıştır. Hayvanın çok tipik bir görünüşü olması nedeniyle koala dünya çapında Avustralya'nın ulusal sembollerinden biri olarak kabul edilmektedir. Koalalar Dünya Doğa ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği tarafından asgari endişe altındaki türler arasında listelenmiştir. Avustralya Hükümeti Queensland ve Yeni Güney Galler'de bulunan popülasyonları hassas türler arasında sıralamaktadır. Koalalar 20. yüzyılda kürkleri için yaygın olarak avlanmışlardır. Queensland'da yaygın olarak itlaf edilmelerinin üzerine kamuoyunda oluşan tepkiler ile bu türün korunması için eylem grupları ortaya çıkmıştır. Hayvan barınakları kurulmuş, yaşam alanları parçalanmış ve azalmış olan koalalar yeni bölgelere nakledilmiştir. En önemli tehditler yaşam alanı yokolması ve kentleşmedir. "Koala" sözcüğünün kökeni Dharug dilinde bulunan "gula" sözcüğüdür ve "içmemek" anlamına gelir. Avustralya Aborjin dillerinde kullanılan diğer isimler ise şöyledir: "cullawine", "koolawong", "colah", "karbor", "colo", "coolbun", "boorabee", "burroor", "bangaroo", "pucawan", "banjorah", ve "burrenbong"; bu isimlerin çoğu da "içmemek" anlamındadır. Bilimsel adının cins adı "Phascolarctos", Antik Yunanca "cep" anlamına gelen "phaskolos" ile "ayı" anlamına gelen "arktos" sözcüklerinden türetilmiştir. Epitet adı olan "cinereus" ise Latince "kül renginde" demektir. Koalanın cins adı "Phascolarctos" 1816 yılında Fransız hayvanbilimci Henri Marie Ducrotay de Blainville tarafından verilmiştir ancak tür adı için daha detaylı çalışma yapılana kadar herhangi bir isim önerilmemiştir. Alman hayvanbilimci Georg August Goldfuss 1819 yılında ikili adlandırma olarak "Lipurus cinereus" adını önermiştir. Ancak "Phascolarctos" adı daha önce yayımlandığı için Uluslararası Zoolojik Adlandırma Kodu'nun öncelik kuralına göre cinsin resmî adı olarak kullanılmaktadır. Fransız doğabilimci Anselme Gaëtan Desmarest, kahverengi renkli koalaların gri renkli olanlardan farklı bir tür olduğunu belirterek 1820 yılında "Phascolartos fuscus" adını önermiştir. Avrupalı biliminsanları tarafından önerilen diğer adlar arasında 1820 yılında Goldfuss'un "Marodactylus cinereus", 1827 yılında René Primevère Lesson'un "P. flindersii" ve yine 1827 yılında John Edward Gray'in "P. koala" adları sayılabilir. Koala vombatlar (Vombatidae familyası) ve soyu tükenmiş keseli tapirler, keseli aslanlar ile dev vombatlar familyaları ile birlikte İki ön dişliler (Diprotodontia) takımında Vombatiformes alt takımında sınıflandırılmıştır. Vombatiformes alt takımı, içinde kangurular ve wallabyleri bulunduran Macropodiformes alt takımı ve possumlardan oluşan Phalangeriformes alt takımının oluşturduğu klâd ile kardeş gruptur. Vombatiformes'ların ataları muhtemelen ağaçlarda yaşamaktaydı ve koalaların soyu ilk olarak Eosen'de yaklaşık 40 milyon yıl önce ayrılmıştır. Koala, bir zamanlar çeşitli cinsler ve türler barındıran Phascolarctidae familyasının günümüzde yaşayan tek türüdür. Oligosen ve Miyosen devirlerinde koalalar yağmur ormanlarında yaşamaktaydı ve daha çeşitli besinlerle beslenmekteydiler. "Nimiokoala greystanesi" gibi bazı türler ile "Perikoala" cinsinin bazı türleri günümüz koalası ile aynı boyutlarda iken "Litokoala" cinsinde yer alan türlerin boyutları günümüz koalasının yarısı ile üçte ikisi kadardı. Tarih öncesi çağda yaşayan koala türlerinin günümüz koalaları gibi iyi gelişmiş kulak yapılarına sahip olmaları, uzun m
esafe seslenmenin evrimlerinin erken zamanlarında ortaya çıktığına işaret eder. Miyosen devrinde Avustralya kıtasında giderek kurak bir iklimin ortaya çıkmasıyla yağmur ormanları yok olmuş ve yerine "Eucalyptus" ağaçlarından oluşan bitki örtüsü yayılmıştır. "Phascolarctos" cinsi "Litokoala" cinsinden Miyosenin sonlarına doğru ayrılmış ve yalnızca okaliptüs yaprakları ile beslenmesine olanak sağlayacak çeşitli adaptasyonlar geçirmiştir: Damak kafatasında öne doğru kaymış, azı ve ön azı dişleri daha büyümüş, pterygoid fossa küçülmüş ve azı dişleri ile kesici dişler arasındaki boşluk artmıştır. Pliyosen ve Buzul Çağlarında, Avustralya hem iklim hem de bitki örtüsü değişikliği geçirdiğinde koala türlerinin de boyutları büyümüştür. "Phascolarctos cinereus" dev koalanın ("P. stirtoni") cüce formu olarak ortaya çıkmış olabilir. Büyük memelilerin boyutlarının küçülmesi Buzul Çağı'nın sonlarında dünya üzerinde genel olarak görülen bir fenomendir ve geleneksel olarak "Macropus agilis" gibi Avustralya'ya özgü çeşitli memelilerin bu cüceleşme sonucu ortaya çıktığına inanılmaktadır. 2008 yılında yapılan bir araştırmada bu varsayım sorgulanır ve "P. cinereus" ile "P. stirtoni" türlerinin Buzul Çağı'nın ortalarında ve sonlarında simpatrik olduğu belirtilir ki bu durumun Pliyosen'de başladığı bile düşünülmektedir. Günümüz koalasının fosil kalıntıları en azından Buzul Çağı'nın ortalarına kadar gitmektedir. Geleneksel olarak üç farklı alt tür tanınmaktadır: Queensland koalası ("P. cinereus adustus", Thomas 1923), Yeni Güney Galler koalası ("P. c. cinereus", Goldfuss 1817) ve Victoria koalası ("P. c. victor", Troughton 1835). Bu formlar kürk rengi ve kalınlıkları, gövde boyutları ve kafatası şekilleri ile ayırt edilirler. Queensland koalası kısa, gümüşî kürkü ve küçük kafatasıyla içlerinde en küçük yapılı olanıdır. Victoria koalası karışık kahverengi kürkü ve geniş kafatasıyla en büyükleridir. Bu varyasyonların yaşadığı yerlerin sınırları Avustralya'daki eyalet sınırları ile belirlenmiştir ancak alt tür olarak tanınmaları tartışmalı bir konudur. 1999 yılında yapılmış bir genetik araştırma sonucunda üç varyasyonun kendi aralarında sınırlı gen akışı olan farklılaşmış popülasyonları gösterdiği ve bu üç alt türün tek bir evrimsel açıdan önemli birimi temsil ettiği önerilmiştir. Başka çalışmalar koala popülasyonlarında inbred düzeyinin yüksek ve genetik varyasyonun düşük olduğunu göstermektedir. Bu kadar düşük bir genetik çeşitlilik Buzul Çağı'ndan beri koala popülasyonlarının bir karakteristiği olmuş olabilir. Akarsular ve yolların gen akışını sınırlandırdığı ve güneydoğu Queensland popülasyonunun genetik çeşitliliğine yol açtığı gösterilmiştir. Nisan 2013'te "Queensland University of Technology"de yapılan çalışmalar sonucunda koala genomunun tam dizilemesinin yapıldığı duyurulmuştur. Koala büyük kafalı, körelmiş kuyruğu olan ya da kuyruksuz, tıknaz bir hayvandır. Boyu 60 ila 85 cm., ağırlığı da 4 ila 15 kg. arasında değişir ve bu boyutlar ile ağaçlarda yaşayan en büyük keseli memeli türüdür. Göz renkleri kahverengidir. Fakat 2009 yılında dünyanın ilk mavi gözlü koalası dünyaya gelmiştir. Victoria koalalarının ağırlığı Queensland koalalarının ağırlığının iki katıdır. Eşeysel dimorfik olan türün erkekleri dişilerine göre %50 daha büyüktür. Ayrıca erkeklerin burunları dişilere göre daha kıvrıktır ve göğüslerinde kılsız bölgeler şeklinde görülen koku bezleri bulunur. Keseli memelilerin çoğunda olduğu gibi erkek koalanın penisi de çatallıdır ve dişi koalalarda buna karşılık iki vajina ile iki ayrı rahim bulunur. Erkeğin prepüsünde doğal olarak bulunan bakteriler döllenmede önemli bir rol oynar. Dişinin kese ağzı yavruların keseden düşmesini engelleyen bir sfinkter kas ile sıkışır. Koalaların vücut yapıları bulundukları çevrede ihtiyaçlarını üst düzeyde karşılayacak niteliktedir. Koalanın kürkü sırtında kalın ve uzun, karnında ise kısa tüylüdür. Kulak kepçelerinin içi ve dışındaki tüyler kalındır. Sırt kürkünün rengi açık gri ile çikolata kahverengi arasında değişir. Karın kürkü beyazımsıdır, kalça kısmında benekli beyaz olan kürk sırta doğru koyulaşır. Koalanın sırt kürkü keseli memeliler arasında en etkili yalıtıma sahiptir ve rüzgâr ile yağmura çok dayanıklıdır; karın kürkü ise güneşin yaydığı radyasyonu yansıtır. Koalanın kıvrık ve keskin pençeleri ağaçlara tırmanmak için çok iyi adaptasyon geçirmiştir. Büyük ön pençelerinin ilk iki parmağı diğer üç parmağı ile karşı karşıya gelebilme yetisine sahiptir dolayısıyla küçük dalları bile rahatlıkla kavrayabilirler. Arka pençelerinin ikinci ve üçüncü parmakları, Diprotodontia üyelerinde tipik olarak görüldüğü üzere, birbirine yapışıktır ve bu parmakların ucundaki ayrık tırnaklar daha çok temizlenmek amaçlı kullanılır. Pençeleri ağaçların yumuşak ve düzgün gövdelerine çengel gibi saplanabilen koalaların dört ayağı da ağaç dallarını rahatlıkla kavrayabilir ve dallara sarılarak tırmanmalarını sağlar. İnsanlarda ve diğer primatlarda olduğu gibi koalaların pençelerinde de kabarık çizgiler bulunur. Hayvan dayanıklı bir iskelete sahiptir ve kısa, kaslı üst gövdesi ile birlikte görece uzun ön uzuvları tırmanma ve tutunma yeteneğine yardımcı olur. Kaval kemiğine diğer hayvanlardan daha aşağıda bağlanan kalça kasları da tırmanma için fazladan kuvvet sağlarlar. Koalanın belkemiğinin ucunda bulunan kıkırdaksı yapı da, ağaç dallarının oluşturduğu çatala tünediğinde rahat etmesini sağlar. Koala beyni, memeliler arasında vücut ağırlığına oranla en küçük beyinlerden biridir ve tipik iki ön dişliler takımı üyelerine göre %60 daha küçüktür. Beyinlerinin yüzeyi "ilkel" hayvanlarda görüldüğü üzere oldukça düz bir yapıya sahiptir. Kafatası boşluğunun yalnızca %61'ini doldurur ve iç yüzeye beyin-omurilik sıvısı ile basılı durur. Beyin-omurilik sıvısının görece yüksek miktarda olmasının sebebi bilinmemekle birlikte bunun nedenlerinden birinin hayvanın ağaçtan düşmesi durumunda beynini koruyacak şekilde amortisör görevi görmesi olduğu düşünülmektedir. Koalanın küçük beyin boyutu, daha büyük bir beyni idare edemeyecek kadar düşük enerji veren beslenme özelliklerine bir adaptasyon olabilir. Küçük beyninden ötürü koalanın karmaşık ve sıradışı davranışları gerçekleştirme yetenekleri kısıtlıdır. Örneğin koalaya, düz bir yüzey üstünde koparılmış yapraklar verildiğinde hayvan alışık olduğu beslenme rutininin dışına çıkamaz ve bu yaprakları yemez. Koalanın koku alma duyusu normaldir ve yenip yenemeyeceğini anlamak için dallarda bulunan yağları kokladığı bilinir. Burnu oldukça büyüktür ve sert deri ile kaplıdır. Yuvarlak kulakları iyi işitmesini sağlar ve orta kulağı iyi gelişmiştir. Koalanın görme duyusu ise iyi gelişmemiştir ve görece küçük gözleri keseli memeliler arasında pek görülmeyen şekilde dikey çizgili gözbebeklerine sahiptir. Koalalar pes sesler çıkarmak için tuhaf bir ses organına sahiptir. Memelilerde tipik olarak gırtlakta bulunan ses telleri yerine ses organları yumuşak damaklarında yerleşmiştir. Koala, çok az besleyici değere sahip olan, yüksek oranda zehirli ve yüksek miktarda lif içeren okaliptüs diyetine uygun çeşitli adaptasyonlar geçirmiştir. Hayvanın dişleri önde kesiciler ve diastema adı verilen otobur hayvanların özelliği olan büyük bir boşlukla ayrılmış ve her çenede bir ön azı ve dört azı dişinden oluşur. Kesici dişler yaprakları tutup ön azı dişlerine aktarmaya, ön azı dişleri yaprakları yaprak sapından koparmaya ve azı dişlerine geçirmeye yarar. Yüksek tüberküllü azı dişleri de yaprakları küçük parçalara ayırır. Koalalar aynı zamanda çiğnemeden önce yaprakları yanak keselerinde saklayabilir. Orta yaşlı koalaların kısmen aşınmış azı dişleri yaprakları küçük parçalara ayırmak için optimal duruma gelmişlerdir ve böylece hayvanın enerjisinin çoğunu sağlayan okaliptüs yapraklarını sindiren ince bağırsaklarda besin emilimi ve midede sindirim daha etkili olabilmektedir. Koala bazen yuttuğu besini tekrar ağzına getirerek ikinci kez çiğneyebilir. Kangurular ve okaliptüs ile beslenen possumların aksine koalaların sindirim süreci arka bağırsak mayalanması ile olur ve sindirim süreleri doğal ortamlarında 100 saate, esaret altında ise 200 saate kadar çıkabilmektedir. Bu süreler orantısal olarak tüm hayvanlar içinde 200 cm uzunluğunda ve 10 cm çapında olan en büyük kör bağırsağa sahip olmaları ile açıklanabilmektedir. Koalalar hangi besinlerin sindirilirken daha uzun süre mayalanacağını, hangilerinin daha çabuk sindirileceğini seçebilirler. Büyük parçalar sindirilmek için daha çok zaman harcayacağından daha hızlı bir şekilde sindirim sistemlerinden geçer. Her ne kadar arka bağırsak koalalarda diğer otoburlara göre görece daha büyükse de hayvan enerjisinin yalnızca %10'unu mayalanma sonucu elde eder. Okaliptüs yapraklarında güçlü kokulu yağlar, fenolik bileşimler ve birçok memeli için yenilemez hatta zehirli olan siyanür niteliğinde maddeler de bulunur. Başka hayvanlar için zararlı olan bu maddeler koalanın vücudunda zehir etkisini kaybeder. Çünkü koala, çok özel anatomisi ve fizyolojisi olan bir sindirim sistemine sahiptir. Diğer otçul memeliler gibi koala da okaliptüslerin ana maddesi olan selülozu sindiremez. Ancak bu işlemi, onun için selülozu sindirebilen ve koalanın körbağırsağında yaşayan mikro organizmalar yapar. Yağlar ve zehirli niteliğe sahip kimyasallar (fenol bileşikleri) karaciğerde süzülmeye uğrayarak etkisiz hale gelir. Koalalar türlerinin bir gereği olarak belli vakitlerde beslenmezler. Bu vakitler genelde güneşin doğuşu ve batışı arasında geçen süredir. Vücutlarındaki fazla yağları bu vakitler arasında yakarlar. Aldığı besinlerle koala çok az enerji elde edebildiği için de bazal metabolizmaları tipik memelilerin yarısı kadardır, ancak bu, mevsimler ve cinsiyetler arasında farklılık gösterebilir. Koalanın tek besin kaynağı okaliptüs yapraklarıdır. Bu ise hayvanın karbonhidrat gereksinimini tümüyle mikroorganizmaların selülozu sindirmesiyle karşılaması demektir. Bu durum, mikroorganizmalar olmadan koalaların yaşamasının mümkün olamayacağını açıkça göstermektedir. Koala görece kuru ve yük
sek oranda sindirilmemiş lif içeren dışkılama ve kör bağırsakta su saklama yolları ile suyu muhafaza ederler. Koalalar çok nadir de olsa su içerler. Koalaların ana besin maddesini oluşturan okaliptüs yaprakları temel düzeydeki su ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli miktarda su temin etmektedir. Genelde yapraklarda yeterli nemin bulunmadığı kuraklık dönemlerinde ve hastalandıklarında su içerler. Koala yaklaşık 1.000.000 km²'lik bir coğrafi bölgeye ve 30 ekolojik bölgeye yayılmıştır. Doğu ve güneydoğu Avustralya'dan Queensland'in kuzeydoğusu, ortası ve güneydoğusuna, Yeni Güney Galler ve Victoria'nın doğusuna ve Güney Avustralya'nın güneydoğusuna kadar yayılan bir bölgede yaşarlar. Koala Adelaide yakınlarına ve Kanguru Adası ile Fransız Adası gibi bazı adalara da sokulmuştur. Manyetik Ada'da bulunan popülasyon doğal yaşam alanının kuzey sınırını oluşturur. Fosil kanıtları Buzul Çağı'nın sonlarında koalanın yaşam alanının Batı Avustralya'nın güneybatısına kadar uzandığını göstermektedir. Muhtemelen bu bölgelerde soylarının tükenmesinin nedenleri çevresel değişiklikler ve Avustralya yerlileri tarafından avlanmalarıdır. Queensland'de koalaların dağılımı düzenli değildir ve çoklukla bulundukları güneydoğu kısmı dışında yaygın değildir. Yeni Güney Galler'de yalnızca Pilliga'da çok sayıda bulunurlar ama Victoria'da hemen hemen her yerde yaşarlar. Güney Avustralya'da 1920'lerde bölgesel olarak soyları tükenmiş ancak daha sonradan bu bölgeye tekrar sokulmuşlardır. Koalalar açık ormanlar ve ağaçlı arazilerde, tropikal iklimlerden serin ılıman iklimlere kadar değişik alanlarda bulunurlar. Yarı kurak iklimlerde kuraklıklardan ve aşırı sıcaktan korunmak için genellikle akarsu kenarlarını tercih ederler. Koalalar otoburdur ve diyetlerinin büyük kısmını okaliptüs yaprakları oluştursa da "Acacia", "Allocasuarina", "Callitris", "Leptospermum" ve "Melaleuca" cinslerinden diğer ağaçlarda da koalalara rastlanır. Her ne kadar okaliptüsün 600 kadar türü bulunsa da koalalar yalnızca 30 kadar türünü tercih ederler. Daha çok yüksek oranda protein ve düşük oranda lif ile lignin içeren türleri seçmeye eğilimlidirler. En çok tercih ettikleri türler, diyetlerinin %20'sinden fazlasını oluşturan "Eucalyptus microcorys", "E. tereticornis" ve "E. camaldulensis" türleridir. Beslenme konusunda fazla titiz davrandığı düşünülse de koalalar beslenme yönünden, "Petauroides volans" gibi bazı keseli türlerinden daha az uzmanlaşmıştır. Okaliptüs yaprakları yüksek oranda su içerdiği için koala sıklıkla su içme gereksinimi duymaz ve günlük su tüketimi vücut ağırlığının her kilogramı için 71 ila 91 mililitre arasında değişir. Dişiler su ihtiyaçlarını yalnızca yapraklardan giderebilse de daha büyük olan erkekler yerde ya da ağaç oyuklarında bulunan sulara da ihtiyaç duymaktadır. Koalalar beslenirken arka pençeleri ve ön pençelerinin biriyle ağaç dalına tutunurken diğer ön pençesiyle yaprakları tutar. Küçük koalalar ağaç dalının ucuna daha çok yaklaşabilirken büyük koalalar ağaç gövdesine daha yakın dururlar. Koalalar günde dört ila altı öğünde yaklaşık 400 g yaprak tüketirler. Düşük enerji harcayan bir yaşam tarzına adapte olmuş olsalar da yağ dokularının az olması nedeniyle sık beslenmek zorundadırlar. Besinlerden çok az enerji alabildikleri için koalaların enerji kullanımı sınırlıdır ve günde 20 saat kadar uyurlarken yalnızca 4 dakika kadar aktif hareket ederler. Genellikle geceleri aktiftir ve uyanık olduğu saatlerde çoğunlukla beslenir. Tipik olarak bir gün boyunca aynı ağaçta uyur ve beslenir. Sıcak günleri, sırtını ağaç dallarına dayayarak ya da karnı üzerine yatıp kolları ve ayaklarını aşağıya sallandırarak geçirir. Soğuk ve yağmurlu günlerde enerji kaybını azaltmak için kıvrılarak top hâline gelir. Rüzgârlı günlerde koalalar ağaçların daha kalın olan alt dallarına inerler. Günlerinin çoğunu ağaç üzerinde geçirseler de başka bir ağaca gitmek için yere indiklerinde dört ayakları üzerinde yürürler. Temizlenmek için arka pençelerini kullanır ancak zaman zaman ön pençeleri ve ağzını kullandığı da görülür. Koalalar asosyal hayvanlardır ve günde yalnızca 15 dakika için sosyal davranışlarda bulunurlar. Victoria'da, yaşam alanları küçük ve birbiri ile örtüşürken Queensland'in merkezinde daha geniş ve birbiriyle daha az örtüşürler. Koala topluluğu çoğunluğu erişkin dişilerin oluşturduğu "yerleşikler" ile çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğu "gezginler"den ibarettir. Gezgin erkekler bölgelerini savunur ve diğerleri üzerinde gövde boyutları ile baskınlık kurarlar. Alfa erkeklerin bölgeleri genellikle üreme dönemindeki dişilerin yakınındadır ve genç erkekler erginliğe erişene kadar alfa erkeklere boyun eğerler. Erişkin erkekler zaman zaman yaşam alanlarının dışına çıkabilir, böyle durumlarda da baskın olanlar statülerini korurlar. Bir erkek yeni bir ağaca geldiğinde göğüs bezlerini ağaç gövdesine ve dallarına sürerek ağacı işaretler. Erkeklerin zaman zaman gövdeye idrar yaparak işaretledikleri de görülebilir. Koku ile işaretleme davranışı muhtemelen iletişim amaçlıdır ve bireylerin bir ağaca çıkmadan önce ağacın dibini kokladıkları bilinmektedir. Koku ile işaretleme saldırganlık içeren karşılaşmalarda da yaygındır. Göğüs bezlerinin salgısı mevsime ve bireyin yaşına göre değişiklik gösteren karmaşık kimyasal karışımlardır ve bir analizde yaklaşık 40 kadar kimyasal bileşik tespit edilmiştir. Erişkin erkekler horultu benzeri nefes alışlar ve homurtuya benzeyen tınlamalı nefes verişlerden oluşan pes sesler ile haberleşirler. Bu seslerin koalalara özgü ses organlarından çıktığı öne sürülmüştür. Düşük frekansları nedeniyle böğürtü benzeri bu sesler havada ve bitki örtüsü içinde uzak mesafelere kadar ulaşabilir. Koalalar özellikle üreme döneminde dişileri çekmek ve diğer erkeklere gözdağı vermek için olduğu kadar yılın herhangi bir zamanında bu böğürtüleri çıkarabilirler. Ayrıca yeni bir ağaca geldiklerinde komşularına haber vermek için de böğürürler. Bu sesler erkeğin gerçek vücut boyutlarını haber verdiği gibi aynı zamanda bunu abartılı olarak da iletirler çünkü dişiler daha büyük boyutlu erkeklerden gelen böğürtülere daha çok dikkat gösterirler. Dişi koalalar daha yumuşak bir tonda böğürmenin yanı sıra homurtu ve inleme benzeri sesler çıkardıkları gibi çığlık da atarlar. Bu sesleri tehlikede olduklarında ve savunma amaçlı tehditte bulunduklarında çıkarırlar. Yaşlandıkça gıcırtıya benzeyen sesler hem tehlikede olunduğunda hem de saldırganlığı göstermek için çıkarılan acı bağırışlara dönüşür. Başka bir birey, üzerindeki bir dala tırmandığında koala ağzı kapalı olarak homurdanır. Koalalar çeşitli mimiklere sahiptir. Homurdanırken, inlerken ve acı acı bağırırken hayvan üst dudağını kıvırır ve kulaklarını ileri doğru döndürür. Çığlık atarken dudaklar ve kulaklar geriye doğru çekilir. Dişiler telaşlandıklarında dudaklarını ileri doğru uzatıp kulaklarını dikleştirirler. Agonistik davranış genellikle bireylerin ağaçta birbirlerinin üzerine tırmanması sonucu oluşan küçük kavgalardır. Bu esnada zaman zaman birbirlerini ısırdıkları görülür. Yabancı olan erkekler güreşebilir, birbirlerini kovalayarak ısırabilir. En uç durumlarda ise erkeklerin kendilerinden küçük olan rakiplerini ağaçtan indirmeye çalıştıkları görülür. Böyle durumlarda daha büyük olan erkek koala yukarıya tırmanarak kendinden küçük rakibini köşeye sıkıştırır; diğer koala ise ya rakibinin yanından hızlıca geçerek aşağı iner ya da dalın ucuna doğru kaçar. Saldırıyı yapan koala, rakibini omuzlarından tutarak sürekli ısırır. Daha zayıf olan birey ağaçtan uzaklaştırıldıktan sonra galip gelen koala böğürür ve ağacı işaretler. Gebe olan ve süt veren dişiler özellikle çok agresiftir ve yanlarına çok yaklaşan diğer koalalara saldırırlar. Ancak genel kural olarak koalalar enerji harcayan saldırgan davranışlarda bulunmaktan kaçınırlar. Koalalar yılın belirli dönemlerinde çiftleşirler ve doğumlar ekim ila mayıs ayları arasında olur. Östrusta olan dişiler başlarını normalden daha geride tutar ve yaygın olarak tremor ile spazm geçirirler. Ancak erkek koalaların bu işaretleri algılamadıkları ve östrus döneminde olmayan dişiler ile çiftleşmeye çalıştıkları da gözlemlenmektedir. Daha büyük cüssesi sayesinde erkekler genellikle zorla arkadan dişilerin üzerine çıkar ve bazı durumlarda dişileri ağaçtan indirebilirler. Dişi çığlık atarak peşine düşen erkeklerle mücadele eder ancak aralarında en baskını ya da daha tanıdık olanına boyun eğer. Çiftleşme sırasındaki böğürtüler ve çığlıklar diğer erkekleri de çiftleşen koalaların yanına çeker ve bu nedenle erkek çiftleşmeye ara verip sonradan gelen erkeklerle kavgaya başlar. Bu kavgalar dişinin hangi erkeğin baskın olduğunu anlamasına yardımcı olur. Yaşlı erkeklerde bu kavgaların sonucu burunlarının açık kısımlarında ve gözkapaklarında oluşmuş çizikler, yaralar ve kesikler görülür. Koalaların gebelik süresi 33 ila 35 gün arasındadır ve nadiren ikiz doğumlar görülse de genellikle tek bir yavru doğar. Tüm keselilerde olduğu gibi koala yavrusu da embriyonal dönemde doğar ve ağırlığı yalnızca 0,5 gramdır. Ancak dudakları, ön uzuvları ve omuzları oldukça gelişmiştir ve solunum, sindirim, boşaltım sistemleri işlevseldir. Yenidoğan koala anasının kesesine sürünerek girer ve orada gelişimini devam ettirir. Diğer keselilerin aksine koalalar keselerini temizlemezler. Dişi koalanın kesesinin içinde iki meme başı vardır ve yenidoğan bunlardan birine tutunarak kesede kaldığı süre boyunca süt emer. Koala, memeliler arasında gövde büyüklüğüne göre en az süt enerjisi üretim oranına sahip olan hayvanlardan biridir. Bu eksikliği dişi koala 12 ay boyunca süt vererek kapatır. Yenidoğan yedi haftalık olduğunda kafası uzayarak orantısal olarak büyük hâle gelir, pigmentasyon gelişmeye başlar ve erkeklerde testis torbasının ortaya çıkması, dişilerde de kesenin gelişmeye başlaması ile cinsiyeti anlaşılır. 13 haftalık yenidoğan 50 gram ağırlığına ulaşır ve kafası doğumdaki hâlinin iki katına ulaşır. Gözleri açılmaya, alnında, ensesinde, omuzlarında ve kollarında ince tüyler çıkmaya başlar. 26. haftanın son
unda tüm kürkü çıkan yavru, yetişkinlere benzer ve kafasını keseden çıkarmaya başlar. Yavru koala altı aylığa yaklaşırken ana koala yavruyu okaliptüs yemeye hazırlamak için okaliptüs yapraklarını çiğneyerek sindirdikten sonra püre şeklinde bir karışım dışkılar ve yavru bunu anasının kloakından yer. Püre şeklinde olan karışım normal dışkıdan farklıdır ve körbağırsağın içinde bulunan yüksek oranda bakteri içeren sindirilmiş besin karışımına benzer. Yaklaşık bir ay boyunca protein içeren bu püreyi yiyen yavru sütten yaprak yemeye geçiş yapar. Yavru koala altı ya da yedi aylıkken ve 300 ila 500 gram ağırlığa eriştiğinde ilk defa keseden tamamen dışarı çıkar. Anasından destek alarak etrafını dikkatli bir şekilde inceler. Dokuz aylık olduğunda 1 kg ağırlığa erişir ve kürkü erişkin koala kürkünün rengine döner. Keseden tamamen ayrıldıktan sonra annesinin sırtına tutunur ve dalları kavrayarak tırmanmayı öğrenmeye başlar. Yavaş yavaş anasından uzakta daha fazla zaman geçirmeye başlar ve 12 aylık iken yaklaşık 2,5 kg ağırlığındadır ve ana bakımından ayrılır. Ana tekrar gebe kaldığında önceki yavrusu ile bağı tamamen kopar. Bir yaşına gelmiş yavrular analarının saldırgan davranışlarıyla uzaklaşmak zorunda kalırlar. Dişiler cinsel olgunluğa yaklaşık üç yaşında erişirler ve bu yaştan itibaren gebe kalabilirler; buna karşın erkekler iki yaşından itibaren sperm üretebilmelerine rağmen cinsel olgunluğa dört yaşında erişirler. 18 aylıktan itibaren göğüs bezleri işlevsel hâle gelse de erkekler cinsel olgunluğa ulaşana kadar koku ile işaretleme yapmazlar. Yavruların anaya uzun süre bağımlı olmasından dolayı dişi koalalar genellikle iki yıl arayla çiftleşirler. Ancak yüksek kaliteli besin sağlayan ağaçların çokluğu gibi olumlu çevresel koşullar dişi koalaların her yıl çiftleşmesine olanak sağlayabilir. Koalalar doğal yaşam ortamlarında 13 ila 18 yıl arasında yaşayabilirler. Genellikle erkek koalalar daha tehlikeli bir yaşam sürdüklerinden dişilerden daha az yaşar. Ağaçtan düştükten sonra genellikle sağ kalan koalalar hemen ağaca tırmanırlar ancak özellikle tecrübesiz gençler ve döğüşen erkekler arasında ağaçtan düşme sonucu yaralanmalar ve ölümler görülmektedir. Yaklaşık altı yaşında koalaların çiğneme dişleri aşınarak çiğneme etkinliği azalır. Er ya da geç dişlerin tepe kısımları tamamen aşındıktan sonra hayvan açlıktan ölür. Koalaların doğal düşmanları az sayıdadır ve bunların arasında dingolar ve büyük pitonlar sayılabilir. "Ninox strenua" ve "Aquila audax" gibi yırtıcı kuşlar yalnızca yavru koalalar için tehdit oluşturur. Kıyısal bölgelerde yaşayan koalalarda görülen keneler dışında genellikle dış parazitleri yoktur. Yaygın olmasa da "Sarcoptes scabiei" akar türünün neden olduğu uyuz ile "Mycobacterium ulcerans" bakterisinin neden olduğu deri ülserleri de koalalarda görülebilir. İç parazitlerinin sayısı da azdır ve genellikle zararsızdır. Bunların arasında bağırsaklarda sıklıkla görülen "Bertiella obesa" şerit solucanları ile akciğerlerde nadiren görülen "Marsupostrongylus longilarvatus" ve "Durikainema phascolarcti" yuvarlak solucanları sayılabilir. Queensland'te bulunan Avustralya Hayvanat Bahçesi Doğal Yaşam Hastanesi'nde bakımı yapılan yaklaşık 600 koala üzerinde yapılan üç yıllık bir araştırmanın sonucunda hayvanların yaklaşık %73,8'inin "Trypanosoma" cinsi tek hücreli parazitlerin en az bir türü tarafından infekte edildikleri görülmüştür; bu türler arasında en yaygını "T. irwini" türü tek hücreli parazittir. Koalalar keratokonjonktivit, idrar yolu enfeksiyonu ve üreme yolu enfeksiyonu gibi rahatsızlıklara yol açan Chlamydiaceae bakterileri gibi patojenlere maruz kalabilirler. Bu tarz enfeksiyonlar anakarada yaygınsa da ada popülasyonlarında görülmez. Koala retrovirüsü (KoRV) insanlarda görülen AIDS'e benzer Koala Bağışıklık Sistemi Eksikliği Sendromu'na ("Koala Immune Deficiency Syndrome" [KIDS]) neden olur. KoRV'nin prevalansı hastalığın Avustralya'nın kuzeyinden güneyine yayıldığını göstermektedir. Kuzey popülasyonları bu hastalıktan tamamen muzdarip iken Kanguru Adası gibi güneydeki popülasyonlarda bu hastalık görülmemektedir. Yavaş hareketleri ve okaliptüs ağaçlarının kolay tutuşabilmesi gibi nedenlerle koalalar orman yangınlarına karşı savunmasızdırlar. Koala içgüdüsel olarak yangından kaçmak için daha yükseğe tırmanır ancak bu şekilde yoğun sıcaklığa ve alevlere maruz kalır. Orman yangınları ayrıca hayvanların habitatlarını parçalı hâle getirerek hareketlerinin kısıtlanmasına dolayısıyla da popülasyon kaybı ile genetik çeşitliliğin azalmasına neden olur. Dehidratasyon ve aşırı ısınma ölümcül olmaktadır. İklim değişikliğinin etkilerine karşı da savunmasız durumdadırlar. Avustralya'da iklim değişikliği modelleri daha sıcak ve kurak iklimin geleceğini öngörmektedir, dolayısıyla koalanın doğal yaşam alanı doğuda ve güneyde nemli bölgelerde kalmak kaydıyla küçülecektir. Kuraklıklar da koalaların yaşamını etkilemektedir. Örneğin 1980'lerde yaşanan büyük kuraklıklar okaliptüs ağaçlarının yapraklarını kaybetmesine neden olmuş ve bunun sonucunda Queensland'in güneybatısındaki popülasyonun %63'ü ölmüştür. Ölenlerin çoğunluğu, beslenme bölgelerinden daha yaşlı ve tecrübeli koalalar tarafından uzaklaştırılan genç koalalar olduğu için popülasyonun tekrar kendini toparlaması çok zaman almıştır. Daha sonraları da bu popülasyon 1995'te 59.000 bireyden 2009'da 11.600 bireye kadar inmiş ve bu büyük kaybın nedeninin, 2002 ila 2007 yılları arasında daha sıcak olan iklim nedeniyle ortaya çıkan kuraklıklar olduğu önerilmiştir. İklim değişikliğinin olumsuz sonuçlarından bir başkası da atmosferde bulunan CO düzeylerinin artmasının koalaların besinleri üzerindeki etkisidir. Karbondioksit artışı okaliptüs ağaçlarının yapraklarındaki protein birikimini azaltmış ve tanen konsantrasyonunu artırarak besin kaynağının kalitesini düşürmüştür. Koala hakkında yazılı ilk referans Yeni Güney Galler Valisi John Hunter'ın hizmetkârı John Price'a aittir. Price "cullawine" adı verilen hayvanla 26 Ocak 1798'de Yeni Güney Galler'de bulunan Mavi Dağlara yapılan keşif seferi sırasında karşılaşmıştır ancak yazdıkları yaklaşık yüz yıl sonra "Historical Records of Australia" (Avustralya'nın Tarihî Kayıtları) adlı eserde yayımlanmıştır. 1802 yılında Fransa doğumlu kâşif Francis Louis Barrallier iki Aborjin rehberin av dönüşü yemek amacıyla getirdikleri iki koala ayağını görmesiyle ilk olarak bu hayvanla karşılaşmıştır. Barrallier bu uzuvları koruyarak notlarıyla birlikte Hunt'ın halefi Philip Gidley King'e göndermiş, o da bunları Joseph Banks'e iletmiştir. Barrallier'nin notları 1897 yılına kadar yayımlanmamıştır. "Koolah" hakkında haberler "Sydney Gazette" adlı gazetede 1803'lerin sonundan itibaren çıkmaya başlamış ve bunun neticesinde John Lewin hayvanın suluboya resmini yapmak üzere Kral tarafından görevlendirilmiştir. Lewin'in yaptığı üç resimden birisi baskıresim olarak George Culver'in 1827'de yayımlanan "The Animal Kingdom" (Hayvanlar Âlemi) adlı eserinde ve çeşitli doğa tarihi kitaplarında kullanılmıştır. Koalanın ilk detaylı bilimsel tanımlamasını, Yeni Güney Galler'in Illawarra bölgesindeki Kembla Dağı'nda yakalanan dişi bir koaladan yararlanarak 1814 yılında botanikçi Robert Brown yapmıştır. Avusturyalı botanik ressamı Ferdinand Bauer hayvanın kafatasını, boğazını, ayaklarını ve pençelerini çizmiştir. Brown'ın eserleri yayımlanmamıştır ve mirası ölümünden sonra Londra'da bulunan Doğa Tarihi Müzesi'ne kalmıştır. Bu suluboya desenler 1989 yılına kadar yayımlanmadan kalmıştır. İngiliz cerrah Everard Home, kâşif William Paterson'un tanıklığına dayanarak koala hakkında detaylı bilgi vermiştir. Home, 1808 yılında notlarını "Philosophical Transactions of the Royal Society" adlı dergide yayımlamış ve hayvana bilimsel olarak "Didelphis coola" adını vermiştir. Koalanın ilk basılmış tasviri George Perry'nin 1810 tarihli doğa tarihi "Arcana"da görülür. Orta ve Güney Amerika'da ağaçlarda yaşayan "Bradypus" cinsi memelilere benzerlikleri nedeniyle Perry hayvana "Yeni Hollanda tembel hayvanı" adını vermiştir. Koalayı tanımlarken görülen küçümseme 19. yüzyılın erken döneminde Avustralya faunasının ilkelliği ve garipliği hakkındaki İngiliz tavrının tipik bir yansımasıdır: "... gözler tembel hayvan gibi ağza ve burna çok yakındır ki bu da hayvana hantal ve biçimsiz bir görünüm vermekte, zerafetten yoksun kılmaktadır ... ne karakterlerinde ne de dış görünüşlerinde doğa tarihçisini ya da filozofları ilgilendirecek bir nokta yoktur. Ancak doğa hiçbir şeyi boşa sunmadığı için bu uyuşuk, anlamsız hayvanların bile yaşayanların oluşturduğu büyük zincirin halkalarından biri olduğunu varsayabiliriz ...". Doğabilimci ve ressam John Gould koalayı üç ciltlik "The Mammals of Australia" (1845–63) adlı eserinde tanımlayıp resmederek Avustralya'nın az bilinen hayvanlarıyla birlikte İngiliz halkına tanıtmıştır. Karşılaştırmalı anatomi uzmanı Richard Owen, Avustralya memelilerinin fizyolojisini ve anatomisini anlatan bir dizi yayım içerisinde koalanın anatomisi ile ilgili bir tebliği Londra Zooloji Derneği'ne sunmuştur. Geniş olarak kaynak gösterilen bu tebliğde Owen koalanın iç anatomisininin ilk detaylı tanımlamasını yapmış ve vombatlar ile olan genel yapısal benzerliklerini göstermiştir. Londra Zooloji Derneği'nin küratörü olan İngiliz doğabilimci George Robert Waterhouse, ilk olarak 1840 yılında koalayı doğru bir şekilde keseli memeli olarak sınıflandırmıştır. Yeni keşfedilmiş olan "Diprotodon" ve "Nototherium" gibi fosil kalıntılarının koala ile olan benzerliklerini ortaya çıkarmıştır. Benzer şekilde, Avustralya Müzesi'nin küratörü Gerard Krefft, 1871 tarihli "The Mammals of Australia" adlı eserinde koala ile atalarının arasındaki evrimsel mekanizmaları açıklamıştır. İngiltere'ye ilk canlı koala 1881 yılında gelmiştir ve Londra Zooloji Derneği tarafından satın alınmıştır. Dernek üyelerinden William Alexander Forbes'un anlattığına göre hayvanın üzerine o zamanlar kullanılan ayaklı lavaboların ağır kapağı kaza sonucu düşmüş ve hayvan ölmüştür. Forbes bu fırsatı değerlendire
rek dişi koalayı teşrih etmiş ve dişi üreme sistemi, beyin ile karaciğer hakkında anatomik detayları açıklamıştır. Owen, daha önce yalnızca korunmuş örneklerde çalışabildiğinden bu detayları açıklayamamıştır. Bilimsel çevrelerde ornitorengin üreme mekanizmasını açıklamasıyla tanınmış olan İskoç embriyolog William Caldwell, 1884 yılında koalanın rahim içi gelişmesini tanımlamış ve bu bilgiler ışığında koalalar ile tek deliklileri aynı evrimsel zaman dönemine yerleştirmiştir. Gloucester dükü Henry 1934 yılında Sidney'de bulunan Koala Park Barınağı'nı ziyaret etti. Barınağın kurucusu Noel Burnet ve bir koala ile olan fotoğrafı "Sydney Morning Herald" gazetesinde yayımlandı. II. Dünya Savaşı'nın ardından Avustralya'da turizmin gelişmesi ve koalaların diğer ülkelerde bulunan hayvanat bahçelerine gönderilmesiyle birlikte koalanın uluslararası tanınırlığı arttı. II. Elizabeth, Papa II. Jean Paul, Bill Clinton, Mihail Gorbaçov ve Nelson Mandela gibi çeşitli dünya liderlerinin koalalar ile fotoğrafları bulunmaktadır. Koala dünya çapında tanınmakta ve Avustralya'da bulunan hayvanat bahçeleri ile doğal yaşam parklarına ziyaretçi çekmede önde gelmektedir. Reklamlarda, oyunlarda yer almakta ve oyuncakları yapılmaktadır. Avustralya turizm endüstrisine katkısının 1998 yılında milyar dolarlar üzerinde olduğu tahmin edilmektedir ve o zamandan beri bu katkı artmaktadır. 1997 yılında Avustralya'ya gelen turistlerin yarısı, özellikle Kore, Japonya ve Tayvan'dan gelenler hayvanat bahçelerine ve doğal yaşam parklarına gitmişlerdir; Avrupalı ve Japon turistlerin %75'inin görülecek hayvanlar listesinin başında koala gelmektedir. Biyolog Stephen Jackson'a göre: "Avustralya ile en çok bağdaşmış hayvan hakkında bir anket yapılacak olsa koalanın kıl payı da olsa kanguruyu geçmesi muhtemeldir". Koalanın süregelen popülaritesinin ardında yatan faktörler arasında boyutlarının çocuk boyutlarında olması ve yüzünün oyuncak ayılara benzemesi sayılabilir. Koala Avustralya yerlilerinin mitolojisinde ve "Düş Zamanı" öykülerinde yer alır. Tharawal halkı koalanın kendilerini kıtaya getiren sandalın küreklerini çekmeye yardım ettiğine inanırlar. Başka bir mitte bir kabilenin nasıl bir koalayı öldürdükten sonra bağırsaklarını kullanarak dünyanın diğer yerlerindeki insanlar için bir köprü yaptıkları anlatılır. Bu öykü koalanın av hayvanı olduğunu ve bağırsaklarının uzunluğunu vurgular. Çeşitli öykülerde koalanın kuyruğunu nasıl kaybettiği anlatılır. Bu öykülerin bir tanesinde kanguru, tembel ve açgözlü olduğu için koalanın kuyruğunu keser. Queensland ve Victoria'da yaşayan kabileler koalayı bilge bir hayvan olarak görmektedir. Bidjara dilini konuşan halklar koalanın çorak toprakları zengin ormanlara dönüştürdüğüne inanırlar. Koala diğer hayvanlar kadar çok olmasa da kaya resimlerinde tasvir edilir. Avustralya'ya yerleşen ilk Avrupalı göçmenler koalayı "sert ve tehditkâr bakışlı" ve ortalıkta sinsi sinsi dolaşan tembel hayvan benzeri bir hayvan olarak görmüşlerdir. 20nci yüzyılın başında özellikle artan popülaritesi ve çocuk kitaplarında sıkça tasvir edilmesiyle birlikte koalanın kötü şöhreti iyi yönde değişmeye başlamıştır. Koala, Ethel Pedley'nin 1899 tarihli çocuk kitabı "Dot and the Kangaroo"da "komik yerli ayı" olarak anlatılmıştır. Sanatçı Norman Lindsay 1904 yılından başlayarak "The Bulletin" dergisinde yayımladığı karikatürlerde daha çok insana benzeyen bir koala karakteri çizmiştir. Bu karakter Lindsay'nin 1918 tarihli kitabı "The Magic Pudding"te Bunyip Bluegum adlı karakter olarak görünmüştür. En tanınmış kurgusal koala muhtemelen Dorothy Wall tarafından 1933'te yaratılmış olan Blinky Bill'dir. Birçok kitabın dışında sinema ve televizyon filmlerine konu olmuş, oyuncakları çıkmış ve 1986 yılında John Williamson'ın çevre konulu bir şarkısında adı geçmiştir. Koalayı konu alan ilk Avustralya posta pulu 1930 yılında basılmıştır. Avustralya'nın ulusal havayolu şirketi Qantas tarafından 1967 yılında başlatılan ve yıllarca süren bir televizyon reklamı kampanyasında kullanılan canlı koala Avustralya'ya çok turist gelmesinden şikayetçi olarak "I hate Qantas" (Qantas'tan nefret ediyorum) cümlesini kullanmıştır. Bu reklam dizisi tüm zamanların en iyi reklamları arasında yer almıştır. "Ode to a Koala Bear" (Koalaya Methiye) adlı şarkı Paul McCartney ve Michael Jackson'un 1983 yılında birlikte yaptığı "Say Say Say" adlı albümün arka yüzünde yer alır. Hanna-Barbera'nın "The Kwicky Koala Show" ve Nippon Animation'nın "Noozles" adlı 1980lerin başında yayımlanan çizgi film dizilerinde ana karakter bir koaladır. Koala şeklinde yapılmış gıda ürünleri arasında Caramello Koala çikolatası ve Koala's March kurabiyesi sayılabilir. Victoria'da Dadswells Bridge kasabasında dev bir koala şeklinde yapılmış bir turist kompleksi vardır. Queensland Reds ragbi takımının maskotu bir koaladır. Avustralya Platinum Koala hatıra parasının tura kısmında II. Elizabeth yazı kısmında da koala tasvir edilir. 2008 yılında, Dünya Doğa ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği (IUCN) geniş yaşam alanı, tahmin edilen yüksek popülasyonu ve popülasyon azalma oranının tehdit altında türler listesine girecek kadar yüksek olmaması nedeniyle koalayı asgari endişe altındaki türler arasında listelemiştir. Avustralyalı yasa koyucular 2009 yılında koalayı "Environment Protection and Biodiversity Conservation Act 1999" (Çevre Koruma ve Biyoçeşitlilik Korunma Yasası 1999) adlı yasaya dahil etmeyi kabul etmemişlerdir. 2012 yılında Avustralya hükümeti Queensland ve Yeni Güney Galler'de bulunan koala popülasyonlarını sırasıyal %40 ve %33 popülasyon azalma oranları nedeniyle hassas türler arasında listelemiştir. Victoria ve Güney Avustralya'da bulunan koala popülasyonunun yüksek olduğu görünmektedir ancak Avustralya Koala Vakfı Victoria popülasyonunun korunma tedbirleri altına alınmamasının nedeninin buradaki popülasyonun 200.000 olduğunun sanılmasıdır ama Vakfa göre bu sayı 100.000'den düşüktür. Koalalar Avustralya yerlileri tarafından beslenmek amacıyla avlanmaktaydılar. Hayvanları yakalamak için kullanılan yaygın bir avlanma tekniği uzun ve ince bir sopanın ucuna ipe benzer ağaç kabuğundan halka yapılarak takılması ve ağacın üzerindeki hayvanın bu halkaya yakalanarak aşağı indirilmesinden ve sonra taş balta ya da waddy adı verilen av sopası ile öldürülmesinden ibarettir. Bazı kabilelerin geleneklerine göre hayvanın derisini yüzmek tabu sayılırken, diğer kabileler koala kafasının özel bir statüsü olduğuna inanır ve cenaze törenleri için koala kafasını saklarlardı. Koalalar 20. yüzyılın başlarında Avrupalı göçmenler tarafından özellikle kalın ve yumuşak kürkü için yoğun olarak avlanmıştır. 1924 yılına kadar iki milyondan fazla koala kürkünün Avustralya dışına çıkarıldığı tahmin edilmektedir. Koala kürkü kilim, palto kenarlığı, manşon, kadın elbisesi kenar süsü olarak kullanılmaktaydı. Queensland'te 1915, 1917 ve 1919 yıllarında yaygın olarak yapılan itlaflarda bir milyonun üzerinde koala silah, zehir ve ip halkalarla öldürülmüştür. Bu itlaflar karşısında kamuoyunun gösterdiği tepki muhtemelen Avustralya'da kitleleri bir araya getiren ilk geniş çevresel sorundur. Yazar ve eleştirmen Vance Palmer, "The Courier-Mail"e yazdığı bir mektupta kamuoyunun hissettiklerini şöyle dile getirmiştir: "Zararsız ve sevecen yerli ayımızın vurulması barbarcadır ... Hiç kimse onu çiftçinin buğdayını heba etmekle, meradaki otları yemekle ya da kaynanadilini yaymakla suçlamamıştır. Sebep olduğu hiçbir kötü şey yoktur ... Silahla kendini vuranlara bir zevk de verdiği söylenemez ... Ve bazı bölgelerden tamamen de kökü kazınmıştır." Avustralya'ya özgü türlerin korunması için giderek artan çabalara karşın 1926-28 yıllarında görülen kuraklığın neden olduğu yokluk sonucunda 1927 yılının Ağustos ayında bir aylık avlanma serbestisi 600.000 koalanın ölümüyle sonuçlandı. 1934 yılında Victoria'nın Avcılık Başmüfettişi Frederick Lewis, bir zamanlar Victoria'da yaygın olarak bulunan hayvanın neredeyse yok olmak üzere olduğunu ve yalnızca 500 ila 1000 kadar koalanın Victoria'da kaldığını belirtmiştir. Türü koruma adına ilk başarılı çabaların sonucunda 1920 ve 1930'larda Brisbane'de Lone Pine Koala Barınağı le Sydney'de Koala Park Barınağı açılmıştır. Koala Park Barınağının sahibi Noel Burnet barınağında ilk defa olarak koalaların üremesini sağlamış ve bu keseli hayvan üzerine en önde gelen otoritelerden biri olmuştur. 1934 yılında Melbourne Hayvanat Bahçesi'nin Avustralya memelileri küratörü David Fleay Avustralya'da bir hayvanat bahçesinde ilk Avustralya faunası bölümünü gerçekleştirerek içinde koalayı da sergilemiştir. Bu çalışma sayesinde koalanın esaret altında beslenmesi ile ilgili detaylı incelemelerde bulunmuştur. Fleay daha sonra türü koruma çalışmalarına Healesville Barınağı ve David Fleay Wildlife Park'ta deavm etmiştir. 1870'lerden beri koala aralarında Kanguru Adası ve Fransız Adası da bulunan, kıyılarda ve açık denizde bulunan adalara sokulmuştur. Sayıları önemli derecede artış göstermiş ve adalar böyle büyük bir popülasyonun yaşamını sürdürmesine yetecek kaynaklara sahip olmadığı için koalaların aşırı besin tüketimi sorun hâline gelmiştir. 1920'lerde Lewis, yaşam alanları bölünmüş ya da küçülmüş olan koalaları yeniden yerleştirme ve rehabilitasyon için geniş çaplı çalışmalar başlatmıştır. Örneğin, 1930-31 yıllarında 165 koala Quail Adası'na nakledilmiştir. Popülasyon artışı ve adada bulunan ağaçların besin kaynaklarının aşırı kullanımından sonra 1944 yılında 1300 koala anakaraya tekrar geri salınmıştır. Koalaların farklı yerlere nakli yaygın bir uygulama hâline gelmiştir öyle ki Victoria eyalet yöneticisi Peter Menkorst'un tahminlerine göre 1923 ile 2006 yılları arasında Victoria eyaletinde yaklaşık 25.000 koala 250 farklı yere nakledilmiştir. 1990'lardan beri hükümet kurumları koalaların sayılarını itlaf yoluyla kontrol altına almaya çalışmış ancak kamuoyunun baskısı sonucu yerdeğiştirme ve kısırlaştırma yöntemleri kullanılmaya başlanmıştır. Koalalar için insanoğlu kaynaklı en büyük tehditler yaşam alanı yok olması ve pa
rçalanmasıdır. Kıyılarda bunun ana nedeni kentleşme iken, iç bölgelerde ise ana neden tarım alanı açılmasıdır. Ayrıca ormanların ağaç ürünleri için kullanılmak üzere kesilmesi de başka bir nedendir. 2000 yılında Avustralya 564.800 hektarlık alan ile dünya üzerinde orman yok olması açısından beşinci sırada yer almıştır. Avrupalı göçmenlerin kıtaya gelmesinden beri özellikle Queensland eyaletinde yaşam alanı parçalanması nedeniyle koalanın doğal yaşam alanı %50 kadar küçülme göstermiştir. Queensland ve Yeni Güney Galler'de koalanın "hassas türler" arasında yer alması gayrimenkul yatırımcılarının projelerinde koalalar üzerinde yaratılacak etkiyi de değerlendirmelerini gerektirmektedir. Ayrıca koalalar koruma altında alınmış bölgelerde de yaşamaktadırlar. Kentleşme koala popülasyonları için bir tehdit oluştursa da koalalar yeteri kadar ağaç bulunduğu takdirde kentsel alanlarda da yaşamlarını sürdürebilmektedirler. Kentsel popülasyonların kendilerine özgü zayıf noktaları vardır: Araç çarpması ve evcil köpeklerin saldırısı sonucunda yılda yaklaşık 4.000 kadar koala ölmektedir. Yaralı koalalar sıklıkla doğal yaşam hastanelerine ya da rehabilitasyon merkezlerine kaldırılmaktadır. Yeni Güney Galler koala rehabilitasyon merkezinde son 30 yılda yapılanların incelenmesi sonucunda merkeze gelen koalaların çoğunlukla araç kazası ve köpek ısırığı nedeniyle kabul edildiği, üçüncü nedenin ise klamidya enfeksiyonu olduğu görülmüştür. Özel merkezlerde tedavi edilen koalalar iyileştikten sonra tekrar doğal ortamlarına salınmak zorundadır. Koala'nın yasalara göre evcil hayvan olarak tutulması mümkün değildir. Bukalemun Bukalemun, sürüngenler sınıfının Chamaeleonidae familyasından belli etmek istedikleri duygulara göre renk değiştirebilen, omurgalı hayvanlar ortak adı. Birçok yönden kertenkelelerden farklılıkları bulunduğundan, bazı bilim insanları kertenkeleleri Rhiptoglossa alt takımına dahil ederler. Bukalemun adı Arapça "bū qalamūn"dan gelmektedir. (A)bū bileşeni Arapça hayvan isimlerinde tipiktir. Lekamun Arapçada "yutan" anlamındadır. Kalemun ismi Eski Yunanca χamailéōn "yer aslanı" (χamaí, yere yakın + léōn, aslan) kaynaklıdır. Eski Yunancadaki bu sözcüğün ise Akatça "nēşa qaqqari"nin (yer aslanı) çevirisi olduğu düşünülmektedir. Chamaeleonidae familyasını diğer kertenkelelerden ayıran en önemli özellik, ayakların, dilin ve gözlerin alışılmadık biçimleri ve renk değiştirme özelliğidir. Vücutları yanlardan basıktır. Dilleri boylarının yaklaşık 1-1,5 katı uzunluğunda, hareketli ve yapışkandır .Bir jet uçağıyla kıyaslanırsa bukalemunların dilleri jet uçağına oranla 5 kat daha hızlıdır. Gözler bağımsız hareket eder, biri yukarı bakarken diğeri aşağıya bakabilir. Göz kapakları kalındır. Kolaylıkla renk değiştirirler. Derilerini sarı, yeşil tonları, kırmızı tonları, kestane rengi ve siyaha çevirebilirler, benekler, çizgiler oluşturabilirler. Uzunlukları 8–60 cm arasında değişse de genellikle 30 cm civarındadır. Çok yavaş yürürler. Ayakları ve kuyrukları dalları kavrayabilir. Sık renk değiştirme yeteneğiyle bilinen bukalemunun, kuyruklu sürüngenler takımında ayrı bir yeri vardır. Bağlı olduğu bukalemungillerin Afrika, Madagaskar , Hindistan, Akdeniz kıyıları ve İspanya'nın güneyinde yaşayan 80'den fazla türleri vardır. Bazen zarar verebilirler. Türkiye`de Bayağı bukalemun ("Chamaeleo chamaeleon") kuzeyde İzmir`den güneye doğru Ege sahilleri ile bütün Akdeniz sahil bölgesininde yayılmıştır fakat çok ender rastlanır. Genellikle karınca, böcek ve benzeri canlılarla beslenirler. Bukalemunlarda 2 tip üreme görülür: Canlı ve yumurtlayarak. Çiftleşmeden sonra 3-6 hafta içinde yumurtalar dişi tarafından açılan çukurlara bırakılır. Yavrular 7-8 ay içerisinde yumurtadan çıkarlar. Karınca Karınca, karıncalar (Formicidae) familyasını oluşturan, yaban arıları ve arılarla birlikte zar kanatlılar (Hymenoptera) takımında yer alan, sosyal yaşam gösteren böceklere verilen ortak addır. Karıncalar, Kretase Dönemi'nin ortalarında, 110 ile 130 milyon yıl önce yaban arısına benzeyen hayvanlardan türemiş ve çiçekli bitkilerin ortaya çıkışından sonra çeşitlenmiştir. Günümüzde 12.000'den fazla türü sınıflandırılmıştır ve yaklaşık 14.000 civarında türü olduğu sanılmaktadır. Dirsekli antenleri ve ince bellerini oluşturan düğümsü yapıları ile kolaylıkla tanınırlar. Karıncalar, boyutları küçük doğal boşluklarda yaşayan birkaç düzine avcı bireyden, çok büyük bölgeleri kaplayan ve sayıları milyonlarca bireyi içeren oldukça yüksek oranda organize kolonilere kadar oluşan topluluklar içinde yaşarlar. Büyük koloniler çoğunlukla "işçi" ve "asker" sınıflarını oluşturan kısır dişilerden oluşur. Bu kolonilerde aynı zamanda verimli erkekler ile bir ya da daha fazla ve "kraliçe" adı verilen verimli dişiler de bulunur. Bu koloniler bazen "süperorganizmalar" olarak tanımlanır çünkü karıncalar tek bir vücut hâlinde koloniyi desteklemek için bir arada çalışırlar. Karıncalar Dünya üzerinde hemen hemen her kara parçasında bulunur. Kendine özgü karınca türleri bulunan ender yerler Antarktika ile birlikte bazı uzak ve yaşama uygun olmayan adalardır. Karıncalar ekosistemlerin çoğunda yaşayabilir ve kara hayvanları biyokütlesinin yaklaşık %15 ile %25'ini oluştururlar. Bu başarıları sosyal örgütlenmelerine, yaşam alanlarını değiştirebilmelerine, kaynaklardan yararlanmalarına ve kendilerini savunmalarına bağlanmıştır. Diğer türlerle birlikte geçirdikleri uzun evrim sürecinde, benzerlik, ortakçılık, asalaklık ve karşılıklılık içeren türler arası ilişkiler geliştirmişlerdir. Karınca topluluklarında iş bölümü, bireyler arası iletişim ve karmaşık problemlerin çözümüne rastlanır. İnsan toplulukları ile olan bu paralellikler, birçok bilimsel araştırmaya konu olmuştur. Birçok insan kültüründe karıncalar, mutfakta, ilaçlarda ve ayinlerde kullanılır. Bazı türler biyolojik zararlı kontrolünde önemli rol alır. Ancak kaynaklardan yararlanma özellikleri, karıncaları insanlarla çatışma içine sokar çünkü tarımsal ürünlere zarar verebilir ve binaları işgal edebilirler. Kırmızı ateş karıncaları ("Solenopsis invicta") gibi bazı türleri, kazara sokuldukları yeni bölgelerde kendilerine bir yer edinebildikleri için yayılmacı türler olarak görülürler. Formicidae familyası, içinde yaprak arıları, arılar ve yaban arılarını da barındıran Hymenoptera takımında yer alır. Karıncalar, Vespoidea yaban arılarını da içinde barındıran ortak bir atadan türemiştir. Filogenetik analizler karıncaların Kretase Dönemi'nin ortalarında, yaklaşık 110 ile 130 milyon yıl önce ortaya çıktığını gösterir. Yaklaşık 100 milyon yıl önce çiçekli bitkilerin ortaya çıkmasından sonra karınca türleri çeşitlenmiş ve 60 milyon yıl önce ekolojik üstünlüğüne erişmiştir. 1966 yılında, E.O. Wilson ve meslektaşları Kretase Dönemi'nde yaşamış olan bir karıncanın ("Sphecomyrma freyi") fosil kalıntılarını tanımladılar. Kehribar içinde kalmış olan fosil örneği 80 milyon yıl öncesinden kalmaydı ve hem karıncaların hem de yaban arılarının ortak özelliklerini gösteriyordu. "Sphecomyrma" büyük bir olasılıkla yerüstünde yaşayan bir türdü ancak bazı uzmanlar Leptanillinae ve Martialinae gibi grupların toprak altında yaşayan avcı ve ilkel karıncalar olduğunu önermektedir. Kretase Dönemi'nde kuzey yarımkürede bulunan süperkıta Laurasia üzerinde yalnızca birkaç ilkel karınca türü yaygındı. Tüm böcek popülasyonunun yalnızca %1'ini oluşturuyorlardı. Karıncalar Tersiyer Dönemi'nin başlarında, çevresel koşullara uyarak, doğal seleksiyon sonucu baskın tür olmuşlardır. Oligosen ve Miyosen dönemlerinde karıncalar bulunan tüm fosil kalıntılarının %20 ile %40'ını oluşturur. Eosen Dönemi'nde yaşamış karınca cinslerinin onda biri günümüze kadar gelmiştir. Baltık bölgesi kehribarlarında bulunan karınca fosillerinde rastlanan cinslerin %56'sı, Dominik Cumhuriyeti kehribarlarında bulunanların ise %92'si günümüze kadar gelmiştir. Termitler karıncalar ile yakın akraba değildir ve Isoptera takımında yer alırlar. Sosyal yaşamlarının bazı yönleri karıncalarla benzerlik taşır. Karınca arıları büyük karıncalara benzer ama kanatsız dişi yaban arılarıdır. Karıncalar, Antarktika, ve Grönland, İzlanda gibi bazı büyük adalar dışında tüm kıtalarda yaşar, Polinezya'nın bazı bölümleri ve Hawaii Adaları gibi adalarda ise kendine özgü türler yoktur. Karıncalar ekolojik nişlerin geniş bir kesiminde bulunur ve doğrudan ya da dolaylı otçul, avcı ve leşçi olarak çok kapsamlı besin kaynaklarından yararlanır. Türlerin çoğunluğu genel hepçildir ama bazı türler besin konusunda özelleşmiştir. Ekolojik baskınlıkları biyokütleleriyle ölçülebilir. Çeşitli ortamlarda yapılan tahminler ortalama biyokütlelerinin, kara üstünde yaşayan tüm hayvanların %15-20 arasında olduğunu ortaya koyar. Bu biyokütle omurgalı hayvanların biyokütlesinin üzerindedir. Karıncaların boyutları 0,75 mm ile 52 mm arasındadır. Çoğunlukla kırmızı ve kara renkli olan karıncalar çeşitli renklerdedir, yeşil renge daha az rastlanır ve bazı tropik türlerin metalik bir parlaklığı vardır. Günümüzde 12.000'den fazla karınca türü sınıflandırılmıştır ve türlerin 14.000 civarı olduğu sanılmaktadır. En çok çeşitlilik tropiklerdedir. Karıncaların sınıflandırılması konusunda taksonomik çalışmalar devam etmektedir. "AntBase" ve "Hymenoptera Name Server" gibi çevrimiçi bilgi bankaları bilinen ve yeni keşfedilen karınca türlerini izlemeye yardımcı olmaktadır. Kolay bulunmaları ve incelenebilmeleri nedeniyle, biyoçeşitlilik çalışmalarında karıncalar belirleyici türler olarak kullanılmaktadır. Karıncalar biçim bilimi açısından, dirsekli duyargaları, metaplöral bezleri ve ikinci karın kısımlarının düğüm şeklinde bir petiyol ile bağlanması ile diğer böceklerden ayrılırlar. Kafa, mesosoma ve metasoma ya da gaster, üç ayrı gövde kısmıdır. Petiyol, mesosoma (toraks ile buna kaynamış olan ilk karın bölgesi) ile gaster (petiyol dışında kalan karın bölgesi) arasında ince bir bel oluşturur. Petiyol bir ya da iki düğümden oluşabilir. Diğer böcekler gibi karıncaların da gövdeleri etrafında koruyucu görevi gören ve kasların bağ
lanmasını sağlayan bir dış iskeletleri vardır. Böceklerin akciğerleri yoktur ve oksijen ile karbondioksit gibi gazlar, dış iskeletten spirakulum denen küçük deliklerden geçer. Böceklerin aynı zamanda kapalı kan damarları da yoktur bunun yerine gövdelerinin üst kısmında bir kalp gibi iç sıvıların dolaşımını sağlayarak kafaya doğru hemolenfi pompalayan ince ve uzun delikli bir tüp bulunur. Sinir sistemi gövde boyunca uzanan, birkaç düğümü bulunan ve gövdeye bağlı organlara dallarla ayrılan bir ventral sinir telinden oluşur. Bir karıncanın kafasında birçok algı organı bulunur. Birçok böcek gibi karıncalarda birbirine bağlı sayısız küçük lenslerden oluşan petek göz vardır. Karıncaların gözleri hızlı hareketleri tespit etmede iyi olsa da optik çözünürlüğü yüksek değildir. Ayrıca kafalarının üstünde ışık düzeylerini ve polarizasyonu ayırdeden üç küçük sade göz de bulunur. Omurgalılarla kıyaslandığında karıncaların görüşü kötü ile orta düzey arasındadır, hatta yeraltında yaşayan bazı türler tamamen kördür. Avustralya'da yaşayan Myrmecia cinsi gibi bazı karıncaların görüşü ise oldukça iyidir. Kafalarına bağlı olan iki anten kimyasalları, hava akımlarını ve titreşimleri algılar ve dokunma yoluyla sinyal iletişimine olanak sağlar. Kafada yiyecek taşımaya, nesneleri hareket ettirmeye, yuva kurmaya yarayan ve aynı zamanda savunma amaçlı kullanılan iki kuvvetli çene bulunur. Bazı türlerde ağzın içinde bulunan küçük keselerde besin saklanabilir ve bu besin diğer karıncalara ya da larvalarına verilebilir. 2012 rakamlarına göre, Türkiye'de 306 tür-grubu taksonda 286 tür ve 20 alt tür kaydedilmiştir. Özbekistan Özbekistan, resmi adıyla Özbekistan Cumhuriyeti (Özbekçe: O‘zbekiston Respublikasi), Orta Asya'da, Sovyetler Birliği'nden bağımsızlığını kazanmış bir devlet ülkedir. Özbekistan, günümüzdeki yedi bağımsız Türk devletlerinden biri olup TÜRKSOY'un üyesidir. Denize kıyısı olmayan ülkenin komşuları kuzeyde ve batıda Kazakistan, doğuda Kırgızistan ve Tacikistan ile güneyde Afganistan ve Türkmenistan'dır. Özbekistan ekonomisi; pamuk, altın, uranyum ve doğal gaz dahil olmak üzere ağırlıklı olarak meta üretimine dayanır. Piyasa ekonomisine geçmeyi hedeflediğini ilan etmesine rağmen, ülkede yabancı kaynaklı yatırımı caydıran sert ekonomik kontroller bir şekilde devam etmektedir. Piyasa ekonomisine tedrici, sıkı kontrollü geçiş politikası yine de 1995 sonrası ekonomik iyileşmede olumlu sonuçlar üretti. Özbekistan'ın insan hakları ve bireysel özgürlükler konusunda iç politikaları bazı uluslararası kuruluşlar tarafından ağır bir biçimde eleştirilmektedir. Cengiz Han'ın torunlarından Batu Han tarafından kurulan Altın Orda Devleti'nın (1227-1502) başına 9. han olarak 1313 tarihinde Özbek Han geçmişti. Özbek Han; ilk günlerden başlayarak kararlı ve sert bir siyaset gütmüş, Kutlug Timur Noyan'ın nasihatleri sayesinde kısa bir zamanda birçok rakip ve düşmanlarından kurtulmuştu. Özbek Han Tuna taraflarında Nogay'ın şahadetinden sonra çoğalan Bizans ve Slavların nüfuzunu kırarak tekrar Müslüman Türklerin baskısını arttırmaya başladı. 1319’da Tuna'yı geçerek Edirne'ye kadar geldiler. Özbek Han'ın orduları 1314'te, Bulgar Kralı Sventoslav'ın ölümünden sonra, Kral George Terter'e Bizans'a karşı yardım bahanesiyle Trakya'ya, 1330’da Terter'in Sırplarla olan savaşında ona yardımcı olmak gayesiyle Köstendil'e kadar ilerlemişti. Bu arada bazı hükümetlerle evlilik yoluyla da bağlar kurarak durumunu güçlendirmeye çalışmıştır. Mesela 1320’de kızı Tulun Bige'yi Kahire'ye zevce olarak göndermiş, bu arada Bizans'tan da kızlar almıştır. Özbek Han 1335 yılında Azerbaycan seferine çıktı. Bu sırada Bağdat Hatun tarafından zehirlenen Ebu Said ölmüş ve İlhanlı Moğol hâkimiyeti de çökmeye yüz tutmuştu. 14. yüzyıl Acem tarihçisi ve coğrafyacısı Hamdullah Kazvini, Azerbaycan'a yapılan seferden söz ederken Özbek Han'ın askerlerine, “Özbekler” dendiğini kaydeder. İbn Batuta, Özbek Han'dan bahsederken; "geniş bir ülkesi, kuvvetli bir ordusu olan şanlı, şöhretli ve devletli bir sultan olup, Tanrı'nın düşmanlarından biri olan Bizans İmparatoru ile savaşa, cihat ve gaza etmeye vazifeli bulunmaktadır. Ülkesi gerçekten pek geniş ve büyük şehirlerle donanmıştır. Kefe, Kırım, Macar, Azak, Sogdak, Harezm ile taht kenti Saray bunların en meşhurları olarak sayılabilir" demektedir. Gerçekten Özbek Han, İdil kıyısındaki Saray kentini çok geliştirmiş ve büyütmüştür. Bu şehre yeni camilerin yapılmasını sağlamıştır. Sadece İdil kıyısında değil, Kırım'da da yeni binalar yaptırmıştır. Onun zamanında bütün Deşt-i Kıpçak boylarında Türkçe konuşulduğu da bilinmektedir. Özbekistan, 20 Haziran 1990'da egemenliğini, 1 Eylül 1991'de bağımsızlığını ilan etmiştir. 29 Aralık 1991 tarihinde düzenlenen referandumla bağımsızlık ilanı onaylanmıştır. Özbekistan bağımsızlığını kazandıktan sonra gelişmiş ülkelerle özellikle ekonomik anlamda ilişkiler kurmuştur. Özbekistan zengin yeraltı kaynaklarını dış ülkelere satma imkânı bulmuştur. Özbekistan çok eskiye dayanan köklü devlet geleneği sayesinde bağımsızlığını kazandıktan kısa süre sonra Orta Asya'nın güçlü devleti hâline gelmiştir ve günümüzde de Orta Asya liderliği konusunda Kazakistan ile rekabet hâlindedir. Bağımsızlığından 2 Eylül 2016 tarihli ölümüne kadar devlet başkanlığını İslam Kerimov yürütmüştür Bağımsız Özbekistan'ın 447.400 km²'lik bir yüzölçümü bulunmaktadır. Özbekistan; Kazakistan, Tacikistan, Afganistan, Kırgızistan ve Türkmenistan'a komşudur. Başkenti Taşkent'tir. 2013 yılı nüfus sayımına göre 30.024.000’dir. Deniz kıyısı bulunmayan Özbekistan kurak çöl ve karasal ve soğuk iklim vardır. Deniz olmadığı için toprak ve çöl vardır. Sirderya (Seyhun) ve Amuderya (Ceyhun) en önemli nehirlerdir. Ayrıca, Surhanderya, Karaderya, Zerefşan, Kaşkaderya ve Narin deryaları da bulunmaktadır. En büyük gölü Aral'dır. Aral Gölü ayrıca, Sovyet dönemindeki yanlış tarım politikaları sonucunda bugün Özbekistan için büyük bir çevre felaketi doğurmuştur. Diğer Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde olduğu gibi iklimi, yazları sıcak ve kurak kışları soğuk ve karasal iklimdir. 1996 CIA World Factbook verilerine göre Özbekistan etnik dağılımı Özbekler %80, Ruslar %5,5, Tacikler %5’lik orana sahiptir. Nüfusun %96'sı Müslüman’dır. Ülkede %2 oranında Ortodoks nüfus yaşamaktadır.%2 oranında diğer dinlere mensup insan bulunmaktadır. Ülkede hâlen Halk Demokratik Partisi, Liberal Demokrat Partisi, Adalet Sosyal Demokrat Partisi ve Millî Tikleniş Partisi bulunmaktadır. İlk parlamento seçimleri 1994'te yapılmıştır. Yönetim biçimi cumhuriyettir. Özbekistan Cumhuriyeti AGİT, BM ve diğer uluslararası kuruluşlara üyedir. Özbekistan'da sadece Devlet Televizyon Radyo Şirketi televizyon ve radyo yayını yapar. Bu kanallar Özbekistan, Navo, Bolajon, Taşkent, Kinoteatr, Yoshlar, Medeniyet ve Marifet, Dünya Böyle ve Spor TV kanalları yayın yapar. Şirketin HD ve yerel kanal projeleri vardır. Özbekistan'da 3 adet devlet ve 18 adet özel ve 5 adette yabancı olmak üzere toplam 26 adet banka bulunmaktadır. Ülkenin Artel adlı elektronik markası vardır. Piyasaya sürülmüştür. Özbekistan 12 il ("viloyat"), 1 özerk cumhuriyet (Karakalpakistan Cumhuriyeti) ve 1 bağımsız şehirden (Taşkent) oluşur. Kazakistan Kazakistan (Kazakça: "Қазақстан", "Qazaqstan", ), resmî adıyla Kazakistan Cumhuriyeti (Kazakça: "Қазақстан Республикасы", "Qazaqstan Respwblikası"), Orta Asya ve Doğu Avrupa’daki bağımsız devlettir. Kazakistan, (Azerbaycan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Kırgızistan, Özbekistan, Türkiye, ve Türkmenistan ile birlikte) günümüzdeki yedi bağımsız Türk devletinden biri olup Türk Keneşi ve TÜRKSOY'un üyesidir. 2.724.900 km² yüzölçümü ile (Batı Avrupa'nın yüzölçümü kadar) dünyanın en büyük dokuzuncu ülkesidir. Müslüman ülkelerin ve Türk devletlerinin yüzölçümü bakımından en büyüğü, doğal kaynaklar bakımından da en zenginidir. Kazakistan Türk tarihinin önemli devletlerinden olan Saka, Hun, Göktürk, Kıpçak, Karahanlı, Altın Ordu gibi devletlerin merkezüssü, Kıpçak, Oğuz, Karluk gibi Türk boylarının beşiği olmuştur. Komşuları olarak kuzeyde Rusya, güneyde Türkmenistan, Özbekistan ve Kırgızistan, doğuda Çin bulunur. Ülkenin ayrıca Hazar Denizi ve Aral Gölü'ne kıyısı vardır. Bağımsızlığın kazanılmasına doğru 1989 yılında 16.464.464 kişi olan ülke nüfusu, 1999 yılına gelindiğinde Slav ve Almanların ülkeden göç etmeleriyle 14.900.000'e kadar düşmüştür. 2010'da bu sayı 16.500.000'e yükselmiştir. Ülke bugün nüfus bakımından dünyanın 60. büyük ülkesi olmakla birlikte, kilometrekare başına 5,5 insan ile 210.'dur. Kazak sözü "sert, erkin, yiğit" manasına gelir. Çağdaş Kazakların kökenleri 1400'lü yıllara kadar gitmektedir. 1400'lü yıllarda çeşitli Türk kavimlerinin bir araya gelmesiyle Orta Asya'da yeni bir boy doğmuştur. 1400'lü yıllar öncesinde Kazak toprakları pek çok Türk devletinin kurulduğu geniş bozkır alanlarıdır. Kazak bozkırları dâhil Orta Asya'da Milattan Önce 5000-1200 yılları arası; Afanesyova, Andrenova ve Karasuk kültürleri gibi kültürleri yaşamıştır. Bu devirden sonra Kazak bozkırlarında kurulan medeniyetler şöyle sıralanabilir: Sakalar, Hiung-nu, Çi-çi yönetimindeki Hiung-nular, Avarlar, Göktürk Kağanlığı, Batı Göktürk İmparatorluğu, Hazarlar ve Bulgar Dönemi, II. Göktürk Kağanlığı, Türgiş Devleti, Arap Akınları, Karluklar ve Kimekler, Karahanlı Devleti, Oğuz Yabgu, Kıpçaklar, Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Harzemşahlar Devleti, Moğol Hakimiyeti, Altın Orda Devleti. Çağdaş Kazakların doğuşu: Altın Orda Devleti'nin yıkılmasından sonra Deşt-i Kıpçakın batı yöresinde bulunan Türk kavimleri Nogay Han etrafında toplanarak Nogay Hanlığı'nı kurdular. Cengiz han sülalesinden olan Şeybani Ebü-lheyr han Deşti-i Kıpçakın orta kısmında Aral gölü kuzeyinde Özbek hanlığını kurdu. Deşt-i Kıpçakın güney yöresinde Cengizhan'ın Çağatay sülalesinden gelen hanlar yöneten bağımsız Moğolistan hanlığı kurulmuş idi. Daha sonra Ebü-l heyr hanlığında Canibek ve Kerey sultanlar bölücülük hareketine başladı. 1450-1465 döneminde bu iki han liderliğinde birçok boylar Ebü-l heyr han ile sav
aşarak, özgürlüğünü korumak için Moğolistana göç ediyor. Moğolistan hanı İsen boğa Canibek ve Kerey sultan ve onun kendini kazak adı ile anacak boylara Şu nehri ve Kozıbası dağları yöresinden uc bölgeyi ülke edinmesine izin veriyor. Daha sonra Kazak hanlığı'na dönüşen bu hanlık 1465'ten 1847'ye kadar Kırgız Bozkırlarındaki Türk kavimlerinin ortak adı oldu. Kazak Hanlığı, bugünkü Kazakistan toprakları üzerinde üç parçadan oluşuyordu: Büyük Cüz, Orta Cüz, Küçük Cüz. Söz konusu cüzler 1771'den sonra birbirinden bağımsız hareket etmeye başladılar. 1770 sonlarında Kazak cüzleri güçlü Rus İmparatorluğu ve Çin arasındaki mücadele arasında kaldı. 1847'de Kazak hanı olan "Kenesarı Han" döneminde Ruslar, Kazak cüzleri üzerideki egemenliğini tam olarak sağladılar. 1863'te tüm Orta Asya'da bir "Turkestan Genel Valiliği" kuruldu ve bölge bölümlere ayırdı. Bu dönemde Ruslar Kazak bölgesini, "Kazak Kırgızları Hanlığı" olarak adlandırdı. 1900'lerle birlikte pek çok Rus, Kırgız Bozkırlarına yerleşmeye başladı. 1906'da Orta Asya'yı Rusya'ya bağlayan demiryolu bitirildi. Açlık ve siyasi sebeplerle 1912-1917 yılları arasında Rus hükûmetine karşı Orta Asya'da ayaklanma başladı. 1917'de Çarlık Rusya'da ihtilâl olması sebebiyle Orta Asya'da bağımsızlık devri yaşandı. 1917-1920 yılları arasında eski Kazak cüzleri bir araya gelerek bağımsız "Alaş Orda Devleti"ni kurdular. Hükûmet Başkanı, Alikhan Bokeikhanov, başkenti Semey olan bu devlet üç yıl yaşayabildi. 1920'den sonra Ruslar egemenliği ele geçirdiler ve bu tarihten sonra Sovyetler Birliği başladı. 1920'de Orta Asya'da Ruslar iki Sovyet Cumhuriyeti kurdular. Bugünkü Kazakistan'da kurulan cumhuriyete "Kırgızistan Özerk SSC" adını verdiler. 1925'de ise yanlış adlandırıldığı gerekçesiyle SSCB yönetimi, Kırgızistan Özerk SSC adını "Kazakistan Özerk SSC" olarak değiştirdi. İlk zamanlar Orenburg şehri de Kazakistan'a dahildi, ancak daha sonra Rusya'ya bağlandı. 1936'da Özerk ibaresi kaldırılarak "Kazakistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti" kuruldu. 1924'den 1934'e kadar tarım politikaları nedeniyle sorunlar yaşandı. Pek çok Kazak boyu, Uygur bölgesine göç etti. II. Dünya Savaşı'nda zor zamanlar geçiren ve nüfusunda büyük azalma olan Kazakistan SSC, Sovyetler Birliği dönemi boyunca Sovyet tarım politikalarının uygulandığı bir merkez oldu. 1990 yılında meydana gelen ekonomik krizler ve Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra 1991 yılında bağımsız olarak dünya arenasında yerini aldı. 1991 yılında Sovyetler Birliği'nden ayrılan Kazakistan, anayasada üniter, laik cumhuriyet olarak tanımlanmaktadır. 1993, 1995 ve 1998 yıllarında olmak üzere üç kez anayasasını değiştirmiştir. 1998 yılındaki anayasaya göre Kazakistan, yasama, yürütme ve yargı organlarının bağımsız olduğu demokratik, üniter bir devlettir. Cumhurbaşkanı 5 yıl için seçilir. Cumhurbaşkanı seçilebilmek için 40 yaş üzerinde olmak ve Kazakça bilmek şarttır. Seçmen yaşı ise 15'tir. Yasama yetkisi 107 milletvekilinden oluşan meclis ve 47 üyeden oluşan senatoya aittir. Ekim 1999'da yapılan seçimlerde Otan Partisi %30.9 oy alırken, Kazakistan Komünist Partisi %17.7 oranında oy almıştır. Sosyalist eğilimli Agrarnaya Partiya (Tarım Partisi) %12.6, Kazakistan Halk Partisi ise % 11.2 oy oranıyla meclise girebilmiştir. 15 Ocak 2012'de yapılan parlamento seçimlerinde ise Nur Otan Partisi oyların %80'i alarak 83 milletvekilliği kazandı. Ancak AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) seçimlerin yeterince demokratik olmadığını iddia etti. Seçime katılan partilerden Nur Otan, Kazakistan Komünist Halk Partisi, Kazakistan Demokratik Ak Yol Partisi %7 barajını aşarak meclise girmeye hak kazanmıştır. Kazakistan Demokratik Ak Yol Partisi %7,47 oy alarak 8 milletvekili çıkarırken, Kazakistan Komünist Halk Partisi %7,19 oy oranıyla 7 milletvekilliği kazanmıştır. Kazakistan'ın Türkiye'den yaklaşık 3,5 katı kadar büyük olan toprakları Batı'da Voga nehrinin aşağı bölümlerinden Doğu'da Altay eteklerine kadar 3000 kilometre boyunca uzanır. Kuzeyde 55 26 Kuzey enlemine kadar uzanan en uç noktadan, güneyde İstanbul'un da bulunduğu enlem olan 40 56 kuzey noktasına kadar iner. Kuzey Güney totaklarının uzunluğu yaklaşık 2000 kilometre kadardır. Rusya Fedrasyonu ile 7591 , Özbekistan ile 2354 , Çin'le 1782, Kırgısiztan'la 1241, Türkmenistanla ise 426 kilometre sınırı vardır. 600 kilometre Hazar Denizinde bulunan sınırıyla birlikte toplam sınır uzunluğu 14.000 kilometreyi bulur. %44'ü çöl veye yarı çöl olan tepelerle kaplı ülkenini %14'ü ağaçlıktır. 155 tür memeli, 480 tür kuş, 150 tür balık, 250 tür tıbbi bitki bulunduran bitki örtüsü ve faunaya sahiptir. Kazakistan’ın okyanuslardan uzak kalması ve deniz tesirini iç kısımlara girmesini engelleyen büyük dağların olması, Kazakistan iklimini kıtalık kara iklim yapmaktadır. Ülke genelinde yaz ve kış ayları arasında sıcaklık farkı çok büyüktür. Ocak ayında ortalama -19 dereceden -4 dereceye kadar; Temmuz ayında ise +19 dereceden +26 dereceye kadar farklılık göstermektedir. Kazakistan’da 8500 akarsu bulunmaktadır. Bunların büyük bir kısmı, Hazar Denizi (sahası 374 bin kilometrekare, dünyanın en büyük gölüdür), Aral Denizi (sahası 46,64 bin kilometrekare) ve Balkaş Gölü (sahası 18,2 bin kilometrekaredir) su toplama havzalarında yer almaktadır. Ayrıca Kazakistan 48.000 civarında büyük ve küçük göllere iyedir. Ülkeyi boydan boya geçen başlıca akarsular Ertis (Kazakistan toprakları dahilinde uzunluğu 1700 km.), Esil (1400 km.), Sırderya (1400 km.) ve Ural /Jayık/ - 1082 kilometredir.  1926'da 3.713.000 olan nüfus 1959 yılında 1 milyon azalmıştır. 2006 verilerine göre 15.300.000 nüfusa sahiptir. 1989'da 16,464,000 olan nüfus 1999 nüfus sayımına kadar yıllık ortalama %1’lik bir azalma ile 14.953.000'a düştü. 2000-2001 döneminde de düşme devam etmesine karşın 2003-2004 arasında azalış trendi durarak % 0,7 oranında artışla 14.951.000'a ulaştı. 2016 itibarıyla nüfusun 17.557.000 olduğu tahmin edilmektedir. 2009 yılı sayımında etnik grupların dağılımı şöyledir: Kazakistan dışında 30'dan fazla ülkede Kazaklar yaşamaktadır (Kazakistan'da 11.000.000, diğer ülkelerde 5.000.000). Rusya Federasyonu'nda 1 310 000 Kazak Türk'ünün yaşadığı ve bunların %70 oranı da köylerde yerleşmiştir. Çoğu Rusya ve Kazakistan arası sınırına yakın yerlerdedir. 12 bölgede yoğundurlar. Bunlar - Altay ülkesi, Astrahan, Orenburg, Samara, Korgan, Şelebi, Ombı, Sarıtav (Сарытау), Volgograd, Novosibir ve Tümen bölgeleridir. Ayrıca Moskova, Sant- Peterborg, Tataristan, Kalmak ülkesi ve Rusya'nın başka yerlerinde de yaşamaktadırlar. 1999 yılının başında Rusya Federasyonu'nda yaşayan Kazak Türklerinin hakkında şöyle bilgiler verilmiştir: Bağımsızlığın ardından siyasî ve ekonomik istikrara kavuşan Kazakistan'da büyük petrol, uranyum, demir, altın ve kurşun rezervleri bulunmaktadır. Kazakistan doğal kaynakları ve toprakları itibarıyla önemli bir ülkedir. Hacim ve çeşit bakımından mineral ve hammadde yatakları ile dünyanın sayılı ülkelerinden biridir. Kazakistan'da 1225 tür mineral ihtiva eden 493 yatak bulunmaktadır. Uranyum, krom, kurşun ve çinko yataklarının zenginliği itibarıyla dünya ikincisi, mangan itibarıyla dünya üçüncüsü, bakır itibarıyla de beşincisidir. Kömür, demir ve altın rezervleri itibarıyla Kazakistan dünya sıralamasında ilk on ülke arasında, doğalgaz, petrol ve aluminyum rezervleri itibarıyla da, sırası ile ilk on iki, ilk on üç ve ilk on yedi ülke arasında yer almaktadır. Kazakistan'da 1996 yılında dünyanın en büyük üçüncü altın madeni bulunmuştur. Dünyadaki kromun %26'sı, altının %20'si, uranyumun %17'si Kazakistan'dadır. Ülkenin mineral ve hammadde üretimi ise, kendi ihtiyacının çok üstündedir. Bu nedenle metalik bizmut, süngersi titanyum, kil ve rafine bakır, mangan ve konsantreleri üretiminin yüzde 90'ı, petrol, metalik kurşun ve çinko üretiminin yüzde 80'i ile doğalgaz, kömür, demir cevheri ve krom üretiminin de yüzde 50'den fazlası ihraç edilmektedir. Kazakistan toprakları altında keşfedilmiş maddi zenginlik 2 trilyon Amerikan dolarından fazladır. Rasyonel fonksiyonların integralleri Aşağıdaki liste rasyonel fonksiyonların integrallerini vermektedir İrrasyonel fonksiyonların integralleri Bu irrasyonel fonksiyonların integrallerini (terstürevlerini) barındıran bir listedir. Farklı fonksiyonların integrallerine ait bilgi için integral tablosu sayfasına göz atabilirsiniz. formula_29 olduğunu varsayın. formula_30 Büyük yıldızlar listesi Aşağıdaki liste yarıçapına göre bilinen en büyük yıldızları göstermektedir. Kullanılan ölçü birimi güneş yarıçapıdır (yaklaşık olarak 695.500 kilometre). Asal çarpanlar tablosu 1000'e kadar tam sayıların asal çarpanlarını göstermektedir. Not: Türev alma kuralları Türev, matematikteki ve özellikle diferansiyeldeki temel kavramlardan biridir. Aşağıda bazı fonksiyonların türev kuralları yer almaktadır. Burada, "f" ve "g" türevlenebilir fonksiyonlar ve "c" ise reel sayıdır. formula_7 Ekonomistler listesi Bu sayfada tanınmış iktisatçıların bir listesi bulunmaktadır. Ru'yetullah Ru'yetullah, İslam dini terimi. Allah'ın âhirette gözlerle görülmesini tanımlar. Kelâm ilmindeki tartışma konularından birisidir. İslam dinindeki farklı mezheplerin ru'yetullah konusunda farklı düşünceleri ve görüşleri mevcuttur. Ehl-i sünnete göre, ahirette Allah'ın Müslümanlar tarafından görülmesi aklen caiz, (akli olarak mümkün) naklen (ayet ve hadis) ise vâcipdir. (gereklidir) Bu şu mânâya gelir; aklen Allah'ın âhirette görünmesi imkânsız değildir, yani nakil (âyet ve hadis) ile de Müslümanların Allah'ı âhirette göreceği belirtilmiştir. İslam dininde çoğunluğun konu hakkındaki görüşü budur. Sünni İslam inancına göre naklen Allah'ın gözlerle görülmesi vâcib olsa da Ehl-i sünnet âlimleri bu görme fiilinin nasıl bir fiil olduğunun bilinemeyeceğini öne sürmüşlerdir. Konu ile ilgili öne sürülen nakli (âyet-hadis) delillere örnek vermek gerekirse: Cennetlikler cennete girdiği zaman Allah-u Teâla, ""Daha da vermemi istediğiniz bir şey var mı?"" buyurur. On
lar, ""Sen yüzümüzü ağarmadın mı? Bizi cennete koyup ateşten kurtarmadın mı? Daha ne isteyelim?"" derler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak perdeyi kaldırır, cennetliklere artık Rablerine bakmaktan daha hoş gelecek hiçbir şey verilmiş olamaz. Peygamber daha sonra sözlerine Yunus Suresi 26. âyeti okuyarak devam etmiştir; Yunus Suresinin 26. âyeti ise şöyle buyurmaktadır, ""İyi iş ve güzel âmel işleyenlere daha güzel karşılık ve bir de ziyâde vardır."" Hadisten de anlaşılacağı üzere Sünni âlimler bu âyette ""ziyâde"" ile kastedilenin Allah'ı görmek olduğunu söylemişlerdir. ""Rabbim bana görün ki seni göreyim."" (A'raf Suresi 143. âyet) Eğer Allah'ın görülmesi imkânsız olsa idi, Musa peygamber bu tür bir talepte bulunmazdı. Zîrâ Sünni İslam inancına göre vahiy alan bir peygamber Allah'ın sıfatlarından habersiz olamaz. Her ne kadar Ehl-i sünnet kelâmcıları ru'yetullahı aklen câiz, naklen vâcib olarak açıklasalar da; Mutezile ve Cehmiyye mezhepleri, ru'yetullah'ın mümkün olduğunu söylemenin Allah'ı yarattıklarına benzeteceği düşüncesiyle, ru'yetullah'ı kabul etmezler. Bu mezheplere göre ru'yetullah'ın mümkün olduğunu kabul etmek Allah'ın cisim olduğunu iddia etmeye benzer ki İslam dini âkîdesinin tevhid kuralına göre bu imkânsızdır. Bu sebeple Mutezile ve Cehmiyye mezheplerine göre Allah'ın ahirette görülmesi kabul edilemezdir; çünkü hiçbir ayette Allah gözlerle görülür, yazmaz. Ayrıca, İmam-ı Caferi Sadık mezhebince de ru'yetullah reddedilmektedir. Bu mezhebe göre En'am Suresinin 103. ayetinde yer alan ""Gözler, Onu algılayamaz ve kavrayıp ihâta edemez; fakat O; her şeyi görür, idrâk ve ihâta eder."" ayeti önem kazanmaktadır. Bu mezhebe göre Allah'ı Dünya'da ve ahirette görmek onu sınırlamak, belli bir şekle sokmak demektir. Oysa Allah her türlü noksanlıklardan münezzehtir. Ehli Beyt ekolüne göre (Alevî-Şiâ'ya göre) Allah'ı görebilmeyi iddia etmek "tevhid" anlayışına terstir. Muhammed el-Buhârî Muhammed ibn İsmail el Buharî veya İmam Buharî (Özbekçe: Imom al-Buxoriy ; Arapça: محمد بن إسماعيل البخاري d. 21 Temmuz 810, Buhara - ö. 31 Ağustos 869 Hartenk, Semerkand), Buharalı Fars bir muhaddistir. Yazdığı Sahih-i Buhârî diye bilinen (Arapça: الجامع الصحيح, El-Camius-Sahih) eser, sonradan Ehl-i Sünnet için güvenilir hadis kaynaklarını teşkil eden ve Kütüb-i Sitte diye anılan serinin ilk kitabıdır. 21 Temmuz 810 yılında günümüzde Özbekistan'da bulunan Buhara şehrinde doğmuş, 869 yılında ölmüştür. Genç yaşta annesinin terbiyesi altında Arapçayı ve Kur'an'ı öğrenmiştir. Mekke'ye ilk gidişi hac amacıyla 16 yaşında annesi ve kardeşi ile birlikte olmuş, annesi ve kardeşi Buhara'ya dönerken kendisi ilim öğrenme isteğiyle Mekke'de kalmıştır (Hicri 210/Miladi 825). Babasından kalan servet, onun hiç kimseye muhtaç kalmadan ilim öğrenmesine vesile olmuştur. "İmam" olarak anılan Buhârî, İslâm dininin en büyük muhaddisi sayılır. İslâm Peygamberi'nin vefatından 178 yıl sonra Dünya'ya gelen Buhârî, hadisleri halk içinden duyduğu ve kendi araştırmaları ile kaydetmiştir. Tuna Ötenel Tuna Ötenel (d. 13 Kasım 1947, İstanbul, Türk caz müzisyeni, piyanist, saksofoncu ve besteci 1947 yılında İstanbul'da doğdu. Babası Bulgaristan göçmeni Ahmetoğlu Cevdet Bey, annesi Belkıs Hanım’dır. Cevdet Bey çok yönlü bir müzisyendi. Keman çalan Cevdet Bey’e kemanı çok güzel çaldığı için Ötenel soyadı verilmişti. Müzisyen bir ailenin içinde büyüyen Tuna Ötenel’e de, Bulgaristan'dan Türkiye'ye uzanan Tuna nehrinin ismi verildi. Küçük yaşlarda babasından piyano dersleri alarak müziğe başlayan Tuna Ötenel, 5 yaşında babasının orkestrasına eşlik etmeye başlamıştı. Piyanonun yanı sıra, çeşitli vurmalı çalgılar ve boyu yetişmediği için ayakta davul çalan Ötenel için bu yıllar, tam bir çekirdekten yetişme dönemi oldu. Ötenel, 1959’da, daha ilkokulu bitirmeden girdiği Ankara Devlet Konservatuvarı Piyano Bölümü sınavını, öğretmenleri yeteneğine hayran bırakarak kazandı. Arkadaşları, dinlediği melodiyi hemen ezberleyen Ötenel'e ‘’Şeytan Kulak’’ adını takmışlardı. Ulvi Cemal Erkin ve Ferhunde Erkin'in öğrencisi olan Ötenel, Metin Gürel'le tanıştı ve caz müziğine ilgi duymaya başladı. Bu nedenle, bütün notları çok iyi olduğu halde okuldan uzaklaştırıldı. 1973 yılında, tiyatro sanatçısı Berin Ötenel (Süngü) ile evlendi. 12 Eylül 1973 tarihinde oğulları, trombon sanatçısı Meriç Ötenel dünyaya geldi. Konservatuardan ayrıldıktan sonra, babasının orkestrası ve Ankara Radyosu Çocuk Kulübü'nde çalmaya başlayan Ötenel, 1964 yılında, "Cazı ondan öğrendim" dediği, Metin Gürel’in orkestrasında çalışmaya başladı. Gürel'in 1968 yılında, kendisine bir alto saksofon hediye etmesiyle, Ötenel tenor ve alto saksofon da çalmaya başladı ve döneminin en ünlü saksafoncusu oldu. Metin Gürel Orkestrası'ndan ayrıldıktan sonra, Şanar Yurdatapan, Atilla Özdemiroğlu ve Cezmi Başeğmez gibi müzisyenlerle birlikte Dün, Bugün, Yarın Orkestası'nda ve ardından da başka orkestralarda çalışan Ötenel, Piyano ve saksofonda Tuna Ötenel, bas gitarda Kudret Öztoprak ve davulda Erol Pekcan'dan oluşan Erol Pekcan Orkestrası’nda çalışmaya başladı. Bu üçlü, 1978 yılında Türkiye'nin ilk caz uzunçaları "Caz Semai"'yi yaptı. Albüm anonim bir halk türküsü olan "Ali'yi Gördüm Ali'yi" dışında, Tuna Ötenel'in bestelerinden oluşuyordu. Tuna Ötenel Okay Temiz ve neyzen Aka Gündüz Kutbay'la Avrupa turnesine çıktı, İsveç'te trompetçimiz Muvaffak Falay'la (Maffy) çaldı, Okay Temiz'in "Zikir" albümünde yer aldı ve Modern Folk Üçlüsü ile yurt dışında birçok turneye katıldı. Türkiye'de Emin Fındıkoğlu Orkestrası ve 1987 – 89 yılları arasında Süheyl Denizci yönetimindeki TRT Hafif Müzik Ve Caz Orkestrası’nda solist olarak çalıştı. 1995 yılında kendi bestelerinden oluşan "Sometimes" albümünü, Kontrbasta Miles Davis, Bud Powell, Dizzy Gillespie gibi ünlü isimlerle birlikte çalmış olan Pierre Michelot ile davulda Stan Getz ve Dizzy Gillespie ile çalmış olan Philippe Combelle eşliğinde, 1998'de "L'Ecume De Vian - Vian Köpüğü" adlı albümünü gerçekleştirdi. Bu albümün tanıtım konserini ODTÜ 3. Caz Günleri’nde yaptı. Albüm çıktığı yıl Jazz Dergisi okuyucuları tarafından "Yılın Caz Albümü" seçildi. Herbie Hancock, Benny Carter, Harry 'Sweets' Edison, Karyn Korg, Hilton Ruiz, Buster Williams gibi dünyaca ünlü müzisyenlerle çaldı. Piyanonun yanı sıra bateri, kontrbas ve saksafon çaldı, bestecilik ve aranjörlük yaptı. Avrupa’da birçok festival ve kulüpte çaldı. 2000 yılında, Pierre Michelot ve Philippe Combelle’e trombonda Raul De Souza’nın da katılımı ile Fransa’da kaydedilen ve bütün dünyada satışa sunulan "Voyageur" albümü Türkiye’de henüz yayınlanmadı. 2005 yılında anısına Auro Records'dan "How Much Do You Love Me?" adını taşıyan albümü çıktı. Bu albümde piyano ve saksafon çalan Tuna Ötenel'e, gitarda Neşet Ruacan, trompette İmer Demirer, kontrbasta Kürşat And ve davulda Ateş Tezer eşlik etti. Tuna Ötenel, 2003 yılından itibaren 3 yıl Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümü’nde Caz Piyano dersleri vermiştir. William Shakespeare William Shakespeare (26 Nisan 1564 (vaftiz) – 23 Nisan 1616), İngiliz şair, oyun yazarı ve oyuncudur. İngilizce dilinde yazan en büyük yazar ve dünyanın en seçkin drama yazarı olarak kabul edilmektedir. Sıklıkla İngiltere'nin ulusal şairi ve "Avon'un Ozanı" olarak anılır. Günümüze ulaşan eserleri, bazı ortaklaşa yazılanlarla birlikte 38 oyun, 154 sone, iki uzun öykü şiir ve birkaç diğer kaynağı belirsiz şiirlerden oluşur. Oyunları bütün büyük dillere çevrildi ve diğer bütün oyun yazarlarından daha çok sergilendi. Shakespeare Stratford-upon-Avon'da doğdu ve büyüdü. 18 yaşında, Anne Hathaway ile evlendi ve üç çocuğu oldu: Susanna, ve ikizler Hamnet ile Judith. 1585 ile 1592 arası, Londra'da bir aktör, yazar ve "Lord Chamberlain's Men" (sonraki adı "King's Men") adında bir tiyatro şirketinin sahibi olarak başarılı bir kariyere başladı. Ölmeden 3 yıl önce 1613'te, 49 yaşındayken Stratford'da emekli olarak görüldü. Shakespeare'in kişisel yaşamına dair bazı kayıtlar günümüze ulaşmıştır. Fiziksel görünüşü, cinsel yönelimi, dini inançları, ve başkaları tarafından yazılıp ona atfedilen eserler olup olmadığı hakkında önemli tahminler yürütülmüştür. Shakespeare bilinen eserlerinin çoğunu 1589 ile 1613 yıllarında üretti. İlk oyunları çoğunlukla komedi ve tarihîydi, bu türlerle 16. yüzyıl sonunda kültür ve sanatın zirvesine yükseldi. Daha sonra 1608'e kadar trajedilere yöneldi, İngilizce'nin en iyi ürünlerinden bazıları kabul edilen "Hamlet", "Kral Lear", "Othello", ve "Macbeth"i bu dönemde yazdı. Son aşamasında, dram olarak da bilinen trajikomedilerini yazdı, ve diğer oyun yazarlarıyla iş birliği yaptı. Oyunlarının birçoğu hayatı boyunca değişik kalitede ve doğrulukta basında yayınlandı. 1623'te, Shakespeare'in iki arkadaşı ve aktör dostu John Heminges ve Henry Condell, şimdi Shakespeare'in olduğu bilinen iki eser dışındaki tüm dramatik eserlerini içeren bir derleme baskıyı, Birinci Folyo'yu yayınladı. Önsözü Ben Jonson'ın bir şiiriydi, şiirde ileri görüşle Shakespeare için "bir döneme değil, tüm zamanlara ait" şeklinde bahsedilmiştir. Shakespeare yaşadığı zamanda saygın bir şair ve oyun yazarıydı, ama ünü 19. yüzyıla kadar günümüzdeki yüksekliğine erişmedi. Özellikle romantikler, Shakespeare'in dehasını çok beğenmiş ve Victoria döneminde yaşayanlar Shakespeare'e George Bernard Shaw'ın "bardolatry" (Shakespeare hayranlığı) olarak tabir ettiği bir hürmetle tapmışlardır. 20. yüzyılda, eserleri bilim ve tiyatrodaki yeni akımlar tarafından defalarca benimsendi ve yeniden keşfedildi. Oyunları bugün popülerliğini büyük ölçüde sürdürmektedir ve sürekli olarak incelenmekte, sergilenmekte ve tüm dünyada farklı kültürel ve politik bağlamlarda yeniden yorumlanmaktadır. William Shakespeare, aslen Snitterfield'lı olan belediye meclisi üyesi ve başarılı bir deri eşya tüccarı John Shakespeare ve varlıklı toprak sahibi bir çiftçinin kızı Mary Arden'ın oğluydu. Stratford-upon-Avon'da doğdu ve burada 26 Nisan 1564'te vaftiz edildi. Gerçek doğum günü bilinmemektedir, ancak geleneksel olarak 23 Nisan'da, Đurđevdan'da
doğduğu söylenir. 18. yüzyıl bilgininin hatasına dayandırılan bu tarih, Shakespeare 23 Nisan 1616'da öldüğünden beri, biyografi yazarlarına cazip gelmiştir. Sekiz çocuğun üçüncüsüydü ve hayatta kalan en büyük çocuktu. Geriye kalan bir kanıt olmamasına rağmen, çoğu biyografi yazarı Shakespeare'in büyük ihtimalle Stratford'da, evine yaklaşık 400 metre uzaklıkta olan ve 1553'te açılan ücretsiz okul "King's New School"'da okuduğu konusunda anlaşmaktadır. İngiltere'deki ilkokullar Elizabeth Çağı süresince kalitede çeşitlilik göstermiştir, ama ilkokul müfredatı tüm İngiltere'de kraliyet kararnamesiyle standartlaştırılmıştı ve okul klasik Latin yazarları üzerine dayalı olarak Latince yoğun bir eğitim sağlamaktaydı. 18 yaşındayken, Shakespeare 26 yaşındaki Anne Hathaway ile evlendi. Worcester Anglikan Psikoposluğu kardinalleri mahkemesi 27 Kasım 1582'de bir evlilik cüzdanı yayınladı. Bir gün sonra Hathaway'in iki komşusu, hiçbir hukuki iddianın evliliği engellemediğini garantileyen senetler yolladı. Worcester şansölyesinin evlenme ilânına olağan üç kere okunması yerine bir kere okunmasına izin vermesinden, ve evliliklerinden altı ay sonra, 26 Mayıs 1583'te vaftiz edilen kızları Susanna'nın doğmasından ötürü, törenin biraz aceleyle düzenlenmiş olma olasılığı vardır. Bunu yaklaşık iki yıl sonra ikizler, erkek Hamnet ve kız Judith izledi ve 2 Şubat 1585'te vaftiz edildiler. Hamnet bilinmeyen nedenlerden dolayı 11 yaşında öldü ve 11 Ağustos 1596'da gömüldü. İkizlerin doğumundan sonra, 1592'de Londra tiyatro sahnesinin bir parçası olarak anılana kadar, Shakespeare tarihe geçen birkaç iz bıraktı, ve bilginler 1585 ile 1592 arasındaki yıllara Shakespeare'in "kayıp yılları" olarak değindiler. Bu dönemi açıklama girişiminde bulunan biyografi yazarları doğruluğu şüpheli birçok hikâye anlattı. Shakespeare hakkında biyografi yazan ilk kişi Nicholas Rowe, Thomas Lucy'nin mülkünde kaçak geyik avcılığı davasından kaçmak için Shakespeare'in Londra'ya gitmek üzere kasabayı terk ettiği bir Stratford efsanesi ortaya attı. Shakespeare'in ayrıca hakkında küfürlü bir balad yazarak Lucy'den intikam aldığı düşünülür. Bir başka 18. yüzyıl hikâyesi Londra'daki tiyatro müşterilerinin atlarına bakıcılık yaparken tiyatro kariyerine başlayan Shakespeare üzerinedir. John Aubrey ise Shakespeare'in öğretmenlik yaptığını iddia etmiştir. Bazı 20. yüzyıl bilginleri, vasiyetinde kesin olarak "William Shakeshafte" şeklinde bahseden Katolik toprak sahibi Lancashire'lı Alexander Hoghton'ın, Shakespeare'i öğretmen olarak görevlendirdiğini öne sürdü. Küçük bir bulgu, ölümünden sonra bir araya getirilen söylentiler dışındaki çoğu hikâyeyi doğrulamaktadır, ve Shakeshafte, Lancashire bölgesinde yaygın bir isimdi. Shakespeare'in ne zaman yazmaya başladığı tam olarak bilinmemektedir, ama performansların çağdaş ima ve kayıtları birçok oyununun 1592'de Londra sahnesinde olduğunu göstermektedir. O zamanlar, oyun yazarı Robert Greene'nin kendisine "Groats-Worth of Wit" eserinde saldırmasıyla Londra'da oldukça tanınmıştı: ...sonradan görme bir Karga var, bizim tüylerimizle güzelleşmiş, "bir oyuncunun derisine bürünmüş kaplanın kalbi" ile, kendisinin bile uyaksız bir şiirde söz sanatını en iyi şekilde yapabildiğini zannediyor: ve salt bir "Johannes factotum" olarak, bir ülkedeki tek Shake-scene olmanın kibirindedir. Bilginler bu sözcüklerin tam olarak ne ifade ettiği konusunda anlaşamamaktadır, ama çoğunluğunun katıldığı düşünce, onu Christopher Marlowe, Thomas Nashe ve Greene'nin kendisi gibi üniversite mezunu yazarlara benzemeye çalışırken kendi seviyesini geçmesiyle suçladığıdır. "Shake-scene" kelime oyunu ile birlikte, eğik olarak yazılmış, Shakespeare'in "VI. Henry, Bölüm 3" eserinden "Ah, bir kadının derisine bürünmüş kaplanın kalbi" cümlesinin taklidinin yapıldığı ifade, Shakespeare'i Greene'nin hedefi olarak belirlemiştir. Buradaki "Johannes Factotum"—"her işi biraz bilen"— daha yaygın olan "evrensel deha"dan ziyade, başkalarının çalışmalarıyla ikinci sınıf bir tamirciyi kasteder. Greene'nin saldırısı, günümüze ulaşanlar arasında Shakespeare’in tiyatrodaki kariyerinden bahseden ilk kayıttır. Biyografi yazarları, kariyerinin 1580'lerin ortalarından Greene'nin sözlerinden hemen öncesine kadar olan süreçte başlamış olabileceğini ileri sürmektedir. 1594'ten sonra Shakespeare'in oyunları sadece, Shakespeare'in de dahil olduğu bir grup oyuncuya ait, kısa süre sonra Londra'nın ileri gelen tiyatro şirketi olacak olan "Lord Chamberlain's Men" tarafından sergilendi. Kraliçe Elizabeth'in 1603'teki ölümünden sonra şirket, yeni kral I. James tarafından royal bir patent ile ödüllendirildi, ve ismi "King's Men" şeklinde değiştirildi. 1599'da, şirket üyelerinin ortakları Thames Nehri'nin güney kıyısında Globe adını verdikleri, kendi tiyatrolarını inşa ettiler. 1608'de, ortaklar ayrıca Blackfriars kapalı tiyatrosunu devraldı. Shakespeare'in gayrimenkul alım ve yatırımlarına dair kayıtlar, şirketin onu varlıklı bir adam yaptığını göstermektedir. 1597'de, Stratford'da "New Place" adındaki ikinci büyük evini satın aldı, ve 1605'te, Stratford'da kilise ondalık vergilerinde pay sahibi oldu. Shakespeare'in oyunlarının bazıları 1594'ten itibaren çeyrek boy baskılarda yayımlandı. 1598 ile, ismi bir satış noktası oldu ve baş sayfalarda görünmeye başladı. Shakespeare, bir oyun yazarı olarak başarısından sonra kendinin ve başkalarının oyunlarında oynamaya devam etti. Ben Jonson'ın 1616 baskısı "Works," Sheakespeare'in, "Every Man in His Humour" (1598) ve "Sejanus His Fall" (1603) oyunlarının oyuncu listelerinde olduğunu belirtir. İsminin, Jonson’ın 1605'teki "Volpone" oyununun listesinde yokluğu, bazı bilginler tarafından oyunculuk kariyerinin sona yaklaştığının bir işareti olarak görüldü. Yine de, 1623'teki Birinci Folyo, Shakespeare'i "tüm bu Oyunlardaki Başlıca Aktörler"den, "Volpone"dan sonra ilk sahneye çıkanlardan biri olarak listeler, ancak hangi rollerde oynadığı kesin olarak bilinememektedir. 1610'da, John Davies, "iyi Will"in "kral gibi" rollerde oynadığını yazdı. 1709'da Rowe, Shakespeare'in, Hamlet'in babasının hayaletini oynadığı bir geleneğin nesilden nesile geçmesini sağladı. Shakespeare kariyeri boyunca zamanını Londra ve Stratford arasında paylaştırdı. Stratford'da aile evi olarak New Place'i almadan bir yıl önce, 1596'da, Shakespeare Thames Nehri'nin kuzeyinde, Bishopsgate yolundaki St. Helen's kilisesinde yaşıyordu. Şirketinin Globe Theatre'i inşa ettiği yıl olan 1599'da nehrin karşısındaki Southwark'a taşındı. 1604'te, tekrar nehrin kuzeyine, St Paul Katedrali'nin kuzeyinde güzel evli bir bölgeye taşındı. Burada, Christopher Mountjoy adında, kadın saç aksesuarları tasarlayan Fransız bir Huguenot'tan odalar kiraladı. Rowe, Shakespeare'in ölümünden önceki birkaç yıl emekli olarak Stratford'da yaşadığını; ama sadece o zamanda yaygın olmayan işleri bıraktığını, ve Shakespeare'in Londra'yı ziyaret etmeye devam ettiğini nesilden nesile aktaran ilk biyografi yazarıydı. 1612'de Shakespeare, Mountjoy'un kızı Mary'nin evlilik anlaşması hakkında bir dava olan "Bellott v. Mountjoy"un bir tanığı olarak anılıyordu. Mart 1613'te eski Blackfriars manastırında bir geçit ev satın aldı;, ve Kasım 1614'ten itibaren birkaç hafta üvey oğlu John Hall ile Londra'da kaldı. 1606–1607'den sonra, Shakespeare daha az oyun yazdı, ve 1613'ten sonra hiçbiri ona atfedilmedi. Son üç oyununu, ondan sonra King’s Men'in oyun yazarı olan John Fletcher ile ortak yazdığı tahmin edilmektedir. Shakespeare 23 Nisan 1616'da öldü ve karısı ile iki kızı tarafından yaşatıldı. Susanna 1607'de bir hekim olan John Hall ile evlendi, ve Judith Shakespeare’in ölümünden iki ay önce bir şarap tüccarı olan Thomas Quiney ile evlendi. Vasiyetinde, Shakespeare büyük kızı Susanna'ya bir servet yığını bıraktı. Quineylerin üç çocuğu vardı, bunların hepsi evlenmeden öldü. Hall ailesinin ise Elizabeth adında bir çocuğu vardı, Elizabeth iki kere evlendi ancak hiç çocuğu olmadan, Shakespeare'in doğrudan gelen soyunu bitirerek 1670'te öldü. Shakespeare'in vasiyeti karısı Anne'den neredeyse hiç bahsetmez, büyük olasılıkla Anne'in hakkı otomatik olarak mirasının üçte biriydi. Yine de, ona birçok spekülasyona yol açan "en iyi ikinci yatağım" kalıtını bırakmasıyla dikkati çekti. Bazı bilginler kalıtı Anne'e bir hakaret olarak görürken, diğerleri ikinci en iyi yatağın evlilik yatağı olduğuna ve bu yüzden anlamının büyük olduğuna inanır. Shakespeare ölümünden iki gün sonra Holy Trinity Kilisesinin "chancel"ine gömülmüştür. Taş levha ile oyulan kitabesi, kilisenin 2008'deki restorasyonu süresince özenle kaçınılan kemiklerinin yer değiştirmesi durumuna karşı mezarını örten bir lanet içerir: "Good frend for Iesvs sake forbeare," "To digg the dvst encloased heare." "Bleste be ye man yt spares thes stones," "And cvrst be he yt moves my bones." 1623'ten önceki bir zamanda, anısına Shakespeare'in yazma eyleminde yarı-büstü olan bir anıt mezar dikildi. Plakası onu Nestor, Sokrates, ve Virgil ile karşılaştırır. 1623'te, Birinci Folyo'nun yayımıyla birlikte, Droeshout Portresi de basıldı. Shakespeare tüm dünyada Southwark Katedrali'ndeki anıt mezarlar ve Westminster Abbey'deki Poets' Corner dahil pek çok heykel ve anıtla anılmıştır. Dönemin çoğu oyun yazarı tipik olarak bir noktada diğerleriyle iş birliği yapmıştır, ve eleştirmenler, genellikle kariyerinin başında ve sonunda, Shakespeare'in de aynısını yaptığında anlaşırlar. "İki Soylu Akraba" ve kayıp "Cardenio"nun onaylanmış çağdaş belgeleri varken, "Titus Andronicus" ve ilk tarihî oyunları gibi bazı atıfları tartışmalı kalmıştır. Yazılı kanıtlar da, oyunlarının birçoğunun orijinal düzeltmelerinden sonra diğer yazarlar tarafından yeniden düzenlendiği görüşünü desteklemektedir. Shakespeare'in kayıtlı ilk eserleri, tarihsel drama rağbeti süresince 1590'ların başında yazdığı "III. Richard" ve üç bölümlük "VI. Henry"dir. Shakespeare'in oyunlarının tarihini belirlemek zordur, yine de metinlerinin çalışmaları "Titus Andronicus", "Yanlışlıklar Komedisi", "Hırçın Kız" ve "Veronalı İki Ce
ntilmen"in Shakespeare'in ilk dönemine ait olabileceğini göstermektedir. Raphael Holinshed'ın 1587 "İngiltere, İskoçya ve İrlanda Tarihleri" basımında oldukça yer tutan ilk tarihî oyunları, zayıf ya da yozlaşmış bir kuralın yıkıcı sonuçlarını dramatize eder ve Tudor Hanedanı'nın kökenleri için bir aklama olarak yorumlanmıştır. İlk oyunları, Thomas Kyd ve Christopher Marlowe başta olmak üzere diğer Elizabeth dönemi oyun yazarlarından, orta çağ dramasının geleneklerinden, ve Seneca'dan etkilenmiştir. "Yanlışlıklar Komedisi" ayrıca klasik modellere de dayanır, ama "Hırçın Kız" için hiçbir kaynak bulunamamıştır, yine de aynı isimli başka bir oyunla bağlantılıdır ve bir halk hikâyesinden türetilmiş olabilir. Tecavüzü kabul ettiği görülen iki arkadaşın olduğu "Veronalı İki Centilmen" gibi, bir kadının bağımsız ruhunun bir erkek tarafından evcilleştirildiği "Hırçın'ın" öyküsü, bazen modern eleştirmen ve yönetmenleri rahatsız eder. Shakespeare'in sıkı bir olaylar dizisi ve belirgin komik sekanslar içeren ilk klasik ve İtalyan tarzı komedileri, 1950'lerin ortasında yerini en büyük komedilerinin romantik havasına bıraktı. "Bir Yaz Gecesi Rüyası" romantizmin, peri büyülerinin, ve komik kaba sahnelerin nükteli bir karışımıdır. Shakespeare'in bir sonraki komedisi, aynı derecede romantik olan "Venedik Taciri", kindar bir Yahudi tefeci olan Shylock'un, Elizabeth dönemi zihniyetini yansıtan ama modern izleyiciye uygunsuz görünebilecek betimlemesini içerir. "Kuru Gürültü"nün nüktesi ve kelime oyunu, "Size Nasıl Geliyorsa"nın etkileyici kırsal dekoru, ve "Onikinci Gece"nin enerjik cümbüşü, Shakespeare'in büyük komedi serisini tamamlar. Neredeyse tamamı manzum şekilde yazılan lirik tarzdaki "II. Richard"dan sonra, 1590 sonlarındaki tarihi oyunlarında ("IV. Henry, Bölüm 1" ve "Bölüm 2", "V. Henry") Shakespeare nesir komedi ortaya koydu. Komik ve ciddi, nesir ve şiir sahneler arasında ustalıkla geçiş yaparken ve olgun çalışmalarının öykü çeşitliliğine ulaşırken, karakterleri daha karışık ve hassas bir hale geldi. Bu dönem iki trajediyle başlar ve sonlanır: cinsellikle yüklü gençlik, aşk ve ölümün ünlü romantik trajedisi "Romeo ve Juliet"; ve dramın yeni bir türünü tanıtan—Plutarkhos'un eseri "Paralel Yaşamlar"ın 1579 Thomas North çevirisine dayalı—"Julius Caesar". 17. yüzyılın başlarında, Shakespeare "problem oyunlar" olarak anılan "Kısasa Kısas", "Troilus ve Cressida", "Sonu İyi Biterse" ve en iyi bilinen trajedilerinden birkaçını yazdı. Pek çok eleştirmen Shakespeare'in en iyi trajedilerinin sanatının doruk noktasını temsil ettiğine inanır. Shakespeare'in en ünlü trajedilerinden biri olan "Hamlet"in hayalî kahramanı, özellikle "Olmak ya da olmamak; bütün mesele bu" şeklinde başlayan ünlü tiradı ile, büyük olasılıkla diğer bütün Shakespeare karakterlerinden daha fazla tartışıldı. Ölümcül kusuru tereddüt olan içe dönük Hamlet'in aksine, sonraki trajediler olan Othello ve Kral Lear'ın kahramanlarının sonunu getiren hızlı karar hatalarıdır. Shakespeare trajedilerinin olaylar dizisi sıklıkla, düzeni altüst eden ve kahramanla sevdiklerini yıkan bu tür ölümcül hata veya kusurlar üzerinde döner. "Othello"da, kötü adam Iago Othello'nun cinsel kıskançlığını, onu seven karısını öldürdüğü noktaya sürükler. "Kral Lear"da, yaşlı kral güçlerinden vazgeçerek trajik hatayı yapar, böylelikle Gloucester Kontuna yapılan işkenceye ve kör edilmesine, Lear'ın en küçük kızı Cordelia'nın ise cinayetine yol açan olayları başlatır. Eleştirmen Frank Kermode'a göre, "oyun ne iyi karakterlerine ne de izleyicilerine zulmünden hiçbir rahatlama sunmaz". Shakespeare trajedilerinin en kısası ve yoğunu olan "Macbeth"te, adil kralı öldürmek ve tahtı ele geçirmek için, kontrol edilemez bir hırs Macbeth'i ve karısı Lady Machbeth'i, ancak kendi suçluluk duyguları onları da yok edinceye kadar kışkırtır. Bu oyunda, Shakespeare trajik yapıya doğaüstü bir öge ekler. Son önemli oyunları olan "Antonius ve Kleopatra" ve "Coriolanus", Shakespeare'in en güzel şiirlerinden bazılarını içerir, şair ve eleştirmen T. S. Eliot tarafından Shakespeare'in en başarılı trajedileri sayılmaktadır. Son döneminde, Shakespeare drama ya da trajikomediye yöneldi ve iş birliğiyle yazdığı "Perikles, Sur Prensi"nin yanı sıra üç önemli oyunu daha tamamladı: "Cymbeline", "Kış Masalı" ve "Fırtına". Trajediler kadar kasvetli olmayan bu dört oyun, 1590lardaki komedilerden daha ciddi bir tonda yazılmıştır, ama uzlaşma ve olası trajik hataların bağışlanması ile biterler. Bazı yorumcular bu ruh halindeki değişimi Shakespeare'de daha sakin bir bakış açısının kanıtı olarak görmüşlerdir, ama belki de sadece zamanın tiyatral modasını yansıtmaktadır. Shakespeare günümüze ulaşan iki oyun üzerinde daha, büyük olasılıkla John Fletcher ile iş birliği yapmıştır: "VIII. Henry" ve "İki Soylu Akraba". Shakespeare'in ilk oyunlarını hangi kurumlar için yazdığı belli değildir. "Titus Andronicus"un 1594 baskısının baş sayfası, oyunun üç farklı tiyatro topluluğu tarafından oynandığını açığa çıkarır. 1592–3'teki vebadan sonra, Shakespeare'in oyunları kendi şirketi tarafından Thames'in kuzeyinde yer alan Shoreditch'teki The Theatre ve The Curtain'da sergilendi. Londralılar "IV. Henry"'nin ilk parçasını görmek için oraya yığıldı. Şirket ev sahibiyle anlaşmazlığa düşünce The Theatre'ı kapadılar ve aktörler tarafından aktörler için kurulan ilk oyun evi Globe Tiyatrosu'nu inşa ettiler, bunun için ise keresteler kullandılar. Globe, 1599 sonbaharında, sergilenen ilk oyunlardan biri olan "Julius Caesar" ile açıldı. Shakespeare'in "Hamlet", "Othello" ve "Kral Lear" dahil çoğu büyük 1599 sonrası oyunları Globe için yazıldı. Lord Chamberlain's Men'in ismi 1603'te King's Men (İngilizce: "Kralın Adamı") olarak değiştikten sonra, yeni Kral James ile ayrıcalıklı bir ilişkiye girdiler. Performans kayıtları derme çatma olsa da; King's Men, 1 Kasım 1604 ve 31 Ekim 1605 tarihleri arasında Shakespeare'in oyunlarından yedisini sahnede sergiledi, bunlara "Venedik Taciri"'nin iki performansı da dahildir. 1608'den sonra, kışları Blackfriars Tiyatrosu'nun iç kısmında, yazları Globe'da oynadılar. Bolca sahnelenen maskeli piyesler için Jacobean modasıyla kombine edilen iç mekan tasarımı, Shakespeare'in daha detaylı sahne oyunlarını takdim etmesine olanak sağladı. Örneğin, "Cymbeline"'de Jüpiter "bir kartalın üzerinde oturarak, şimşek ve gök gürültüleri arasında yeryüzüne iner: bir yıldırım fırlatır. Hayaletler dizlerinin üstüne düşer." Shakespeare'in şirketindeki aktörler arasında ünlü Richard Burbage, William Kempe, Henry Condell ve John Heminges vardı. Burbage Shakespeare'in oyunlarının ilk performanslarında, "III. Richard", "Hamlet", "Othello" ve "Kral Lear" dahil birçok başrolü canlandırdı. Popüler komedyen Will Kempe, birçok karakterin yanında "Romeo ve Juliet"'te hizmetçi Peter'ı ve "Kuru Gürültü"'de Dogberry'yi oynadı. 1600 gibi yerini "Size Nasıl Geliyorsa"'da Touchstone ve "Kral Lear'"da Soytarı gibi rolleri canlandıran Robert Armin aldı. 1613'te, Sir Henry Wotton "VIII. Henry'"nin "debdebedeki ve törendeki birçok olağanüstü koşullarla benzerlerinden sıyrıldığını" kayıt etti. Yine de, 29 Haziran'da, tam da Shakespeare'in nadir görülen hassas bir oyununu hedef alan bir günde, bir savaş topu Globe'un damını ateşe verdi ve tiyatroyu baştan aşağı yaktı. 1623'te, Shakespeare'in King's Men'den iki arkadaşı John Heminges ve Henry Condell, Shakespeare'in oyunlarının toplu bir baskısı olan Birinci Folyo'yu yayımladı. 8'i ilk defa basılmak üzere toplam 36 metin içeriyordu. Oyunlarının birçoğu çoktan çeyrek boy kitap versiyonlarında görülmeye başlamıştı, bunlar dört sayfa oluşturmak için ikiye katlanmış kâğıt yaprakları ile yapılan dayanıksız kitaplardı. Birinci Folyo'nun "çalıntı ve kaçamak kopyalar" olarak tanımladığı bu baskıları Shakespeare'in onayladığını destekleyen herhangi bir delil yoktur. Alfred Pollard bunların bazılarını uyarlanmış, yorumlanmış ve üzerinde oynanmış metinlerinden ötürü "kötü çeyrek boy kitaplar" olarak tanımlamıştır. Oyunlarının çeşitli versiyonları günümüze ulaştıkları için, her biri diğerinden farklılık göstermektedir. Bu farklılıklar kopyalama ya da baskılama hatalarından, aktör ve izleyici notlarından ya da Shakespeare'in kendi eskizlerinden kaynaklanıyor olabilir. Bazı vakalarda, örneğin "Hamlet", "Troilus ve Cressida" ve "Othello", Shakespeare 'in çeyrek boy ve folyo baskılar arasında metinlerde düzeltmeler yapmış olabileceği düşünülmektedir. Öte yandan, "Kral Lear" vakasında, 1623 folyo versiyonu ve 1608 çeyrek boy versiyonu birbirinden oldukça farklıdır ve çoğu modern baskı bunları birleştirirken, "Oxford Shakespeare" bunların bozmadan birleştirilemeyeceğini savunarak ikisini de ayrı ayrı basmaktadır. 1593 ve 1594'te, tiyatrolar veba yüzünden kapatılınca, Shakespeare erotik temada iki öykü şiir yayımladı, "Venüs ve Adonis" ve "Lucrece'nin Tecavüzü". Bu şiirleri Southampton Kontu Henry Wriothesley'ye adadı. "Venüs ve Adonis"'te, masum Adonis Venüs'ün cinsel ilgisine karşılık vermezken, "Lucrece'nin Tecavüzü"'nde şehvetli Tarquinius erdemli karısı Lucrece'ye tecavüz eder. Tambur Tambur, Türk müziğinde yaygın olarak kullanılan telli bir sazdır. Tamburun kökeni, hangi tarihte ortaya çıktığı bilinmemektedir. Sümerce "pantur"dan geldiği hakkında bilgiler mevcuttur. Araplar, kelimenin "kuzunun kuyruğu" anlamına gelen "dumba-i bara"dan geldiğini söylerler. Sözcük, sonraları İran'da ve Orta Asya'da, daha çok bağlamaya benzeyen armudi gövdeli, uzun saplı çalgıların adı olarak kullanılmıştır. Özellikle Avrupalı gezginlerin (örn. Charles Fonton ve Toderini), sapındaki perde bağları dolayısıyla Türk müziğinin ses sistemini gözle görülür biçimde yansıttığını yazdıkları tambur, günümüzde yalnızca Türkiye'de kullanılan belki de tek çalgıdır. Sazı icra edenlere "tamburi" ismi verilir. Farabi, "horasan tamburu"ndan bahsetmektedir. Evliya Çelebi XVII. yüzyılda İstanbul'da 500 tamburi bulunduğunu ifade ediyor. Tarihte tambura; Farabi'de "Horasan tanburu", Maragali Abdulkadir'de "tanbur-ı Şirvaniyan" ile "tanbura-i Türki" a
dlarındaki çeşitleri ile değinilmiştir. Bugün kullanılan tambur ise ilk kez Kantemiroğlu'nda görülmüştür. Dimitri Kantemir tarafından tambur, Türk müziği ses sistemini ifade maksadıyla kullanılmıştır. Uzun yıllar Türk müziğinde rağbet edilen bir saz olan tamburda virtüöziteyi getiren Tamburi Cemil Bey olmuştur. Geliştirdiği yeni icra şekli, tamburun klasik üslubuna alternatif olmuş ve yeni bir çığır açmıştır. Tamburi Cemil Bey, viyolonsel ve yaylı tamburu Türk müziğinde ilk kez kullanmıştır. Mesut Cemil'in tambur üslubu babasının izlerini taşımakla birlikte birçok yönden ondan farklılık gösterir. En uygun geçkilerle bezenmiş zengin bir melodik yapı, ustaca çalış Mesut Cemil'de de aynen vardır. Makamları tutumlu bir tavırla tanıtır, bastığı perdelerin tam hakkını vererek, aşırıya kaçmadan yaptığı zarif süslemeler ve kaydırmalar ve güzel geçkilerle çalışını zenginleştirmiştir. Tamburi Büyük Osman Bey, Tamburi İzak, Tamburi Cemil Bey, Kadı Fuat Efendi, Mesut Cemil, Refik Fersan, İzzettin Ökte, Ercüment Batanay, Necdet Yaşar, Özer Özel, Abdi Coşkun, tavır olarak örnek alınan tamburilerden bazılarıdır. Perdeleri için, bağırsak (katkut) veya olta misinası kullanılır. Cemil Bey'in zamanında tambur 42 perdeliydi. Sonra Arel sistemi gereğince 48 perde bağlanmaya başlandı. Günümüzde ise transpozede kolaylık sağladığı iddiasıyla 65, hattâ daha fazla perdeli olabilmektedir. Tambur, sapı oldukça uzun bir sazdır (ortalama 73–84 cm). Sapın üzerine bağlanan perdeler konusunda Tamburi Cemil Bey şunları söylemektedir: Tamburun mızrabı kaplumbağa kabuğundan (bağa) elde edilir. Oldukça sert bir maddeden yapılan mızrabın uzunluğu icracının isteği üzerine 9.5-13.5 cm. arasında değişir. Esnemez bir çubuk olan mızrabın iki ucu da kullanılır. Ama iki uç, farklı tınılar elde edebilmek için birbirinden biraz farklı yapılır. Sağ elin baş, işaret ve orta parmakları ile tutulan mızrap, tellere geniş yüzüyle değil, diklemesine dar yüzüyle vurulur. Bu vuruş, çalgının tok ses vermesini sağlar. Mızrabı böyle tutulan başka çalgı yoktur. Tamburda dördü sarı ve üçü de çelik olmak üzere yedi tel vardır. Bazen sekiz telli de olabilir. Günümüzde genellikle sekiz telli tamburlar yapılmaktadır. Büyük yapraklı ıhlamur Büyük yapraklı ıhlamur ("Tilia platyphillos"), ebegümecigiller (Malvaceae) (eskiden Tilaceae) familyasından 40 m kadar boylanan ağaç nadir olarak da çalı durumunda olan ıhlamur türü. Tepe seyrek, geniş ve yuvarlakcadır. Yaşlı gövdeler koyu renkte, kabaca yırtılmış, kazık kök güçlü, yan kökler uzun, yeni sürgünler önceleri tüylü, parlak, zeytin yeşili ya da kızıl kahve rengindedir. Yapraklar 6–12 cm uzunlukta, çarpık yumurta ya da yuvarlakca yürek biçiminde, kenarları düzenli ve keskin dişli, ucu sivri, üst yüzü koyu yeşil, bütün yüzde ya da damarlar üzerinde sade ya da beze tüyler bulunur. Alt yüzü mavimsi yeşil, tüylü ya da çıplaktır. Damar açılarında beyaz tüyler bulunur. Yaprak sapı 2–5 cm uzunlukta tüylüdür. Yapraklar sonbahar’da altın sarısı bir renk alır. Çiçekler sarımsı beyaz renkte olup 3-17 çiçekli, sarkık yalancı şemsiye kuruluşunda, kuruluşlar yeni sürgünlerin yaprak koltuklarında bulunur. Çanaklar 5 parçalı, uzunca yumurta biçiminde, kenarları uca doğru tüylüdür. Taçlar ters uzunca yumurta biçiminde, olup 5–12 cm uzunluktadır. Meyve yuvarlakça, odunlaşmış, sert kabuklu olup kabuk üzerinde 4-5 tane, uzunca çıkıntı bulunur. Tohum koyu boz kahverenginde, yumurta biçiminde, çenekler el görünüşünde, uzunca ve sivri dilimlere ayrılmıştır. Haziran sonu – Temmuz başında çiçek açar. Tohum olgunluğu Eylül-Ekim aylarıdır. Büyümesi çabuktur. Filizlenme gücü yüksektir. Işık ağacıdır. Sıcaklık isteği nispeten fazladır. Derin, serin yumuşak, besin ve madence zengin, ılımlı humuslu toprakları sever. Kireçli topraklarda da yetişmektedir. Tuzlu topraklardan kaçınır. Donlara ve kuraklığa karşı duyarlıdır. Güçlü kazık kök yapar, sığ ve fakir topraklarda kuvvetli yan kökler geliştirir, kuvvetli kök sürgünü verir. Orta ve Güney Avrupa anavatanıdır. Nadiren yabani olarak da bulunur. Bulvar ve parkların ağaçlandırılmasında kullanılan bir ağaçtır. Türkiye'de Rize, Trabzon, Artvin ve Çanakkale civarında doğal olarak bulunur. Santoron Santoron adası (Yunanca: Σαντορίνη veya Θήρα (Thira), İtalyanca: Santorini), Ege Denizi'nde, Yunanistan'ın 200 km güney doğusunda yer alan volkanik adalar grubu. MÖ 1650 - 1450 yılları arasında volkan Minos Patlaması adı verilen püskürmeyle kısa sürede çökerek adanın 73 kilometrekarelik bir alanının deniz altında kalmasına yol açtı. Bu tarihte bilinen en büyük volkanik etkinliklerden biridir, Doğu Akdeniz'de çok büyük yıkıcı etkiler yaratan doğa olaylarına neden olmuştur. Bilinen en büyük yıkım Girit'te gerçekleşti, merkezi bu adada olan Minos uygarlığı üzerinde büyük tahribat yaptı. Çökmenin ilk etkisi, çöküntünün neden olduğu tsunami sonucu, Girit'in kuzey ve kuzey batı kıyıları boyunca yer alan balıkçı köylerinin, denizden fazla yüksek olmayan yerleşimlerin ve denizlerde ya da limanlarda bulunan ticaret ve balıkçı teknelerinin yok olmasıydı. İkinci dalga etki, rüzgarın sürüklediği toz bulutlarından serpilen volkanik küllerdi ve Girit adasının neredeyse tamamının, on santimetre kalınlığında bir volkanik kül tabakasıyla örtülmesine neden oldu. Minos uygarlığının tarih sahnesinden silinişinin bu olayın sonucu olduğu konusunda bugün için net bir görüş yoktur. Minos uygarlığının, bu felaketin yol açtığı tahribatın ardından Miken savaşçılarınca yağmalandığı ve yakıldığı görüşü, genel kabul görmektedir. Bugün Santoron, Akdeniz'in en çok rağbet gören turistik bölgelerinden biridir. Commodore Esrarlı Gözler Esrarlı Gözler bir Müslüm Gürses albümüdür. 1980 yılında Emre Plak tarafından uzunçalar olarak çıkarılmıştır. Emre Plak daha sonra bu albümü defalarca yeniden basmıştır.türkiye almanya başta olmak üzere tüm dünyada 2 milyona yakın albüm satmıştır dünyaya arabesk tarz müziği tanıtan ve sevdiren en marjinal albümlerden biridir Esrarlı Gözler, Müslüm Gürses`in en ağır albümlerinden biri olarak kabul edilir. Kasette hareketli kabul edilecek hiçbir parça bulunmaması bu görüşü desteklemektedir. Bu albümün Müslüm Gürses`i artık Müslüm Baba yaptığı da hayranları tarafından söylenir. Ayrıca bu albümde, bilinen bir Türk Sanat Müziği parçası olan Ölüyorum Kederimden de bulunmaktadır. Bu şarkıyı Zeki Müren de dahil olmak üzere birçok sanatçı yorumlamıştır. 1. Esrarlı Gözler - Söz&Müzik : Mustafa Sayan 2. Sefil Aşk - Söz : Ali Tekintüre & Müzik : Mustafa Sayan 3. Kader Ağı - Söz&Müzik : Mustafa Sayan 4. Kaderi Ben mi Yarattım - Söz : Ali Tekintüre & Müzik : Mustafa Sayan 5. Hayat Arkadaşı - Söz : Cengiz Tekin & Müzik : Mustafa Sayan 6. Aşkın Şartı - Söz : M. Aziz Bolel & Müzik : Mustafa Sayan 7. Ölüyorum Kederimden - Söz&Müzik : Mustafa Sayan 8. İçmesem Olmuyor - Söz&Müzik : Mustafa Sayan 9. Gönül Rüzgarı - Söz&Müzik : Mustafa Sayan Albümün Long Play Baskısında Yer Almayan Ancak Kaset Versiyonunda Yer Alan Şarkılar İse Şunlardır. 10.Kederliyim İçiyorum 2.Versiyon Söz-Müzik: Mustafa Sayan 11.Günahkarmı Doğdum 2.Versiyon Söz-Müzik: Mustafa Sayan 12.Kalbime Gömdüm Seni Söz-Müzik: Mustafa Sayan 13.Ayrılık Gelip Çatınca Söz-Müzik: Mustafa Sayan Roger Federer Roger Federer (d. 8 Ağustos 1981 Basel), İsviçreli tenisçi. Birinci sırada daha önce art arda 237 hafta ve toplamda 302 hafta kalarak bir rekor kırmıştır. Federer, emekli ve aktif tenis oyuncuları, önemli tenis çevreleri tarafından gelmiş geçmiş en iyi tenis oyuncusu olarak görülmektedir. Federer'in 20 Grand Slam şampiyonluğu bulunmaktadır ve erkekler tenis tarihinde bu seviyeye ulaşan ilk tenis oyuncusudur. Tarihte "Kariyer Grand Slam" yapan sekiz oyuncudan biridir. Ayrıca 2009'da Roland Garros, Wimbledon ve 2010'da Avustralya Açık tenis turnuvalarını kazanarak 1 yıl içerisinde toprak,çim ve sert zeminlerde Grand Slam kazanan ikinci oyuncu olmuştur. Federer 2003'ten 2011'e kadar üst üste 8 yıl Grand Slam kazanmıştır. Bu seri 2011'de bozulmuştur. Grand Slam turnuvalarında 321 maç kazanarak bu alanda da rekoru elinde bulundurmaktadır.2008 olimpiyatlarında partneri Stanislas Wawrinka ile çiftlerde olimpiyat altın madalyası kazanmıştır. 2012 Olimpiyat Oyunlarında ise finalde İngiliz tenisçi Andy Murray'a kaybederek teklerde gümüş madalya kazanmıştır. Sekiz yıl boyunca (2003-2010) yıl sonu ATP sıralamasında ilk ikide yer almış ve on yıl boyunca (2003-2012) yıl sonu ATP sıralamasında ilk üç içerisinde yer almıştır. Federer, ATPworldtour.com hayranları tarafından 13 kez üst üste (2003-2015) yılın en iyi tenisçisi seçilmiştir. Yine oyuncular tarafından oylanan Stefan Edberg Sportmenlik ödülünü 11 kez (2004-2009, 2011-2015) kazanmıştır. "Arthur Ashe Humanitarian of the Year" ödülünü 2006 yılında kazanmıştır. 2011 yılında Güney Afrika'da ikinci en çok güvenilen ve saygı duyulan kişi olarak seçilmiştir. (Birinci sırada Nelson Mandela bulunmaktadır) Federer tenise altı yaşında başladı; dokuz yaşında grup dersleri almaya başladı. Bir sene sonra özel koç gözetimi altına girdi. 12 yaşına kadar futbol ile tenis oynamayı sürdürdü, daha sonra sadece tenise yoğunlaşmakta karar kıldı. 14 yaşında ulusal şampiyon oldu ve İsviçre Ulusal Tenis Merkezi'nde eğitim görmeye hak kazandı. 1998'de Wimbledon Juniors ve sezon sonu Orange Bowl turnuvası şampiyonu olarak profesyonel tenis hayatına geçti. Federer ilk ATP turnuvasını 2001 yılında Milano'da kazanmıştır. Federer'in bu turnuvadan sonra dünya erkekler tenis sıralamasındaki hızlı yükselişide başlamış oldu.Davis Cup'ta ülkesi adına 3 maç kazanarak ABD'yi ilk turda 3-2 sonuçla kupa dışında bıraktı. 2002'de Miami'de Finale çıkarak ilk ATP World Tour Masters 1000 finaline yükseldi fakat Andre Agassi'ye 4 set sonunda yenilerek şampiyon olamadı. Ardından Hamburg'da finale yükselen Federer Marat Safin'i 3 sette geçerek ilk ATP World Tour Masters 1000 şampiyonluğunu yaşadı.Daha sonra Fransa Açık ve Wimbledon'da çeyrek finale çıktı, dördüncü turda üst üste 5 kere kazanarak Björn Borg'ün rekoruna ortak ol
mak isteyen Pete Sampras'ı yenerek Amerikalı tenisçinin 31 maçlık Wimbledon galibiyet serisine son verdi ve tüm dünyanın dikkatini üzerine çekti. Federer 1998-2002 arasında 10 final gördü ve bunların 4'ünü kazanıp 6'sını kaybetti. 2003 yılında, ilk kez katıldığı ve Mark Philippoussis’i yenerek kazandığı Wimbledon’daki Grand Slam turnuvasının da bulunduğu altı turnuva kazandı ve Andy Roddick'in ardından çok az bir farkla yılı 2. olarak tamamladı. 2004 yılında koçsuz oynayan Federer o yılda ilk katıldığı turnuva olan Avustralya Açığı Marat Safini 3 set sonunda geçerek şampiyon oldu ve 237 hafta kesintisiz sürecek olan 1 numaraya yükseldi. Indian Wells ve Hamburgu kazanan Federer Fransa Açıkta ise sürpriz bir şekilde 3.turda elendi. Wimbledon'da ise Andy Roddick'i 4 set sonunda geçerek kariyerinin 3.Grand Slam zaferini kazandı. Wimbledon'dan sonra Toronto'yu da Andy Roddick'i yenerek kazanmıştır. Amerika Açık'ta Lleyton Hewitti 3 sette yenerek ilk Amerika Açık zaferini kazanmıştır. Sene sonundada ATP World Tour Finali'ni 2. kez kazanarak seneyi zirvede tamamladı. 2005 Yılında Avustralya Açık yarı finalinde Marat Safine maç puanı kullanmasına rağmen yenilmekten kurtulamadı. Fransa Açıkta ise yarı finalde en iyi tenisçiler arasına giricek olan Rafael Nadal'a 4 sette elendi. Wimbledonda ve Amerika Açık'ta şampiyon olan Federer ATP World Tour Finalinde ise finalde kaybetmesine karşın yine seneyi zirvede tamamladı. 2006 yılında Federer Avustralya Açık, Wimbledon, Amerika Açığı kazanıp Fransa Açık'ta finalde Rafael Nadal'a kaybetmiştir. Federer bir yılda tüm Grand Slamlerde Final görüp bunu 1988'den sonra başaran ilk tenisçi olmuştur.Ayrıca 2006 yılında sert zemindeki 56 maçlık galibiyet serisi ise Dubai Finalin'de Rafael Nadal tarafından sonlandırılmıştır. Uluslararası Tenis Federasyonu, 2006 yılında erkeklerde, İsviçreli Roger Federer'i yılın şampiyon tenisçisi seçti. 25 yaşındaki İsviçreli tenisçi Roger Federer, üst üste üçüncü yılı da şampiyon olarak tamamladı. Ayrıca, ATP 2006 tenis sezonunu zirvede tamamlayan Federer, teklerde katıldığı 17 turnuvanın 12'sini kazanmayı başardı ve sezonu 8 milyon dolar gibi rekor bir para ödülü kazanarak kapattı.Federer 2006 yılında 92-5 galibiyet-mağlubiyet oranı yakaladı. 2007 yılında yine Avustralya Açık, Wimbledon, Amerika Açığı kazanıp Fransa Açık'ta finalde Rafael Nadal'a kaybetmiştir. 2007 Wimbledonda Rafael Nadal'ı 5 set sonunda mağlup ederek Björn Borg'un 5 kere üst üste Wimbledonu kazanma rekoruna ortak oldu. Ayrıca Amerika Açıkta'da üst üste 4 şampiyonluğunu ilan etti. Federer ayrıca 2007 yılında Avustralya Açıkı turnuva boyunca set vermeden şampiyon olmuş ve herhangi bir Grand Slamde set vermeden şampiyonluk yaşayan Björn Borg'den sonra yapan ilk kişi olmuştur. 2008 yılında Avustralya Açık yarı finalinde genç yetenek Novak Djokovic'e 3 set sonunda mağlup olmuştur.Fransa açıkta ise yine Rafael Nadal'a kaybetmiştir. Wimbledon'da herkes Federer'in üste üste 6. kez kazanıp rekor kırmasını beklerken Rafael Nadal'a epik bir maç sonucu 3-2 yenilerek ilk defa Fransa Açık dışında bir Grand Slam'de Finalde kaybetmiştir.Amerika Açık'ta üst üste 5. kez şampiyon olup farklı iki Grand Slamde üst üste 5 kez şampiyonluk yaşayan ilk ve tek tenisçi olmuştur.Ancak seneyi Rafael Nadal'ın ardından 2. sırada tamamlamıştır. 2009 yılında Avustralya Açık finalinde Rafael Nadal'a 3-2 kaybederek efsane Pete Samprasın 14 Grand Slam şampiyonluğunu yakalayamamıştır ve maç sonunda göz yaşlarına hakim olamamıştır. Şampiyonluk elde edemediği tek Grand Slam olan Fransa Açık'ta ise Rafael Nadalı Fransa Açık'ta yenebilen tek kişi olan Robin Söderling'i 3 sette geçerek şampiyon olmuş ve Open Era'da "Career Grand Slam" yapan ikinci kişi olmuştur ve toplam Grand Slam şampiyonluğunda Pete Samprası yakalamıştır.Wimbledon'da Andy Roddick'i son setin skoru 16-14 biten maçta 3-2 yenerek 15. Grand Slamini kazanarak en fazla Grand Slam kazanan kişi olmuştur. Amerika Açık'ta ise Juan Martin del Potro Federer'i 3-2 yenerek Rafael Nadal'dan sonra Federer'i bir Grand Slam finalinde yenebilen 2. kişi olmuştur. Federer seneyi 1.sırada tamamlamıştır.2009 yılı Federer'in domine ettiği son sene olmuştur. Ayrıca Federer 2009 yılının Temmuz ayında ikiz kız çocukları dünyaya gelmiş ve kendisinden 3 yaş büyük Mirka Vavrinec'le 2009 yılının Nisan ayında dünyaevine girmiştir. 2010 yılında Andy Murray'i geçerek Avustralya Açık'ta şampiyon olmuştur ve Andre Agassi'nin Avustralya Açıkta en fazla şampiyon olma rekoruna ortak olmuştur. Federer Fransa Açık'a çeyrek finalde Wimbledon'a ise çeyrek finalde Tomáš Berdych'e yenilerek elenmiştir. Amerika Açık'ta ise yarı finalde elenmiştir.Federer Cincinnati'de ise şampiyon olmuştur. 2011 yılı Federer'in 2003 yılından beri Grand Slam kazanamadan geçirdiği ilk sene olmuştur. 2011 yılında Avustralya Açıkta yarı finalde elenmiştir. Aralık ayından bu yana kaybetmeden 43 maç kazanan Novak Djokovic'i, Fransa Açık yarı finalinde yenerek rakibinin galibiyet serisini sonlandırmış ve Fransa açık'ta finale yükselmiştir. Federer Wimbledon çeyrek finalinde 2-0 öne geçmesine rağmen Jo-Wilfried Tsonga'ya 3-2 yenilmiş ve birkez daha çeyrek finalde elenmiştir.Amerika Açık'ta ise setler 2-2 oyunlar ise 5-3 kendi lehine iken kendi servis oyununda 2 maç puanı kazanmasına rağmen Novak Djokovic'in geri dönüşüne engel olamayan Federer Amerika Açık'a yarı finalde veda etmiştir.Federer ATP World Tour Finalini 6. kez kazanarak en çok kazanan isim olmuştur. 2012 yılında Avustralya Açık'a ve Fransa Açık'a yarı finalde veda eden Federer Wimbledon'da Andy Murray'i yenerek 17. Grand Slamini kazanmış ve dünya sıralamasında 1 numaraya yükselmiştir. Pete Sampras'ın 286 haftalık 1. sırada bulunma rekorunu 302 hafta ile geliştirmiştir ve 1.sırada 300. haftayı gören ilk ve tek erkek tenisçi olmuştur. Federer 2012 Yaz Olimpiyatları'nda yarı finalinde 4 saat 26 dakika sonunda epik bir maç sonucu Juan Martin del Potro'yu geçerek finale yükselmiştir. Ama final maçında Andy Murray'e 3 set sonunda mağlup olarak gümüş madalyada kalmıştır. Federer Cincinnati Masters Finalinde Novak Djokovici 2-0 ile geçerek 5. Şampiyonluğuna ulaşmış ve Cincinnatide en fazla şampiyonluk yaşayan isim olmuştur. Amerika Açık'a ise çeyrek finalde veda etmiştir. 2013 senesi Federer'in 2003 yılından beri geçirdiği en kötü sezon olmuştur.2003 yılından beri ilk defa bir Grand Slam finaline yükselemeden sezonu kapatmıştır.Avustralya Açık'ta yarı finalde Fransa Açık'ta çeyrek finalde elenmiştir.Federer 2013 senesindeki tek turnuvasını Halle'de kazanmıştır. Federer'in Grand Slamlerde üste üste 36 çeyrek finali oynama rekoru Wimbledon 2. turunda Sergiy Stakhovsky'e elenince son bulmuştur. Federer bu yenilginin ardından Temmuz 2003'ten sonra ilk defa ilk 4'ün dışına çıkmıştır. Amerika Açık'ta daha önce hiç yenilmediği Tommy Robredo'ya 4. turda yenilmiştir.2013 sezonunun sonunda Federer Stefan Edberg ile çalışmaya başlamış ve yeni sezona beraber hazırlanmışlardır. 2014 yılı ise Federer için adeta bir yeniden doğuş yılı olmuştur. Federer backhand basit hatalarını en aza indirmek için Wilson Pro Staff 90 inch'lik raketinden Wilson Pro Staff RF 97 inch'lik rakete geçiş yapmıştır. Avustralya Açık'a yarı finalde ezeli rakibi Rafael Nadal'a kaybederek elenmiştir. Federer Dubai'de şampiyon olarak 2013 Halle'den sonraki ilk kupasını kaldırmıştır. Fransa Açık'a 4. turda veda etmiştir.Wimbledon'da ise finale yükselerek bu turnuvayı en çok kazanan isim olmak için sahaya çıkmış fakat epik bir maç sonucu Novak Djokovic'e 3-2 yenilerek rekoru kıramamıştır. ATP World Tour Masters 1000 Toronto'da ise finalde Jo-Wilfried Tsonga'ya 2 set sonunda kaybetmiştir ve bu sene ATP World Tour Masters 1000 turnuvalarındaki 3. final yenilgisini almıştır. ATP World Tour Masters 1000 Cincinnati'de ise finalde daha önce hiç yenilmediği David Ferrer'i 3 set sonunda geçerek Cincinnatideki 6. şampiyonluğuna ulaşmıştır.Federer toplamda ise 22. ATP World Tour Masters 1000 turnuvası kazanarak Ivan Lendl ile Masters sayılarını eşitlemiş ve tüm zamanların en çok ATP World Tour Masters 1000 turnuvası kazanan 2. kişisi olmuştur. Federer Amerika Açığın çeyrek finalinde Gael Monfils'i 2-0 geriden gelerek yenmiştir.Gael Monfils ise 2 maç puanından yararlanamamıştır. Amerika Açık yarı finalinde ise Novak Djokovic'in elenmesinin ardından finalde Kei Nishikori'nin rakibi olmak için sahaya çıkmış ancak daha önce hiç yenilmediği rakibi Marin Čilić'e 3-0 kaybedip elenmiştir. Federer daha sonra Şanghay Mastersa katılmıştır.Federer ilk turu maç yapmadan geçtikten sonra ikinci turda Arjantinli Leonardo Mayer ile karşılaşmış ve bu maçı 5 maç puanı çevirerek kazanmıştır.Yarı finalde ise Novak Djokovic ile karşı karşıya gelmiş ve 6-4'lük iki setle geçmiştir.Federer böylece Djokovicin Çindeki 28 maçlık galibiyet serisine son vermiştir. Finalde ise Gilles Simonu 7-6'lık iki setle geçerek kariyerindeki ilk Şanghay Masters zaferini elde etmiştir. Bu seneki ikinci toplamda ise 23. Masters zaferini elde eden Federer Rafael Nadalı geçerek 2 numaraya yükselmiştir. Federer ATP Basel 500'lük turnuvanın finalinde David Goffini 2 sette geçerek toplamda 82. kupa zaferini yaşamıştır. Federer sakatlığı yüzünden ATP World Tour Finalin'den çekilmesinin ardından ülkesi adına Davis Cup Finalinde mücadele etmiş ve Richard Gasquet'i geçerek İsviçreyi şampiyonluğa taşımıştır.Böylece İsviçre tarihinde ilk defa bu kupada mutlu sona ulaşmıştır. Federer Brisbane'de düzenlenen turnuvanın final maçında Kanadalı Milos Raonic'i 2-1 yendiği maçta hem şampiyonluğa ulaşmış hem de kariyerindeki 1000. galibiyetini elde etmiştir. Bu galibiyet sonucunda Jimmy Connors ve Ivan Lendl'ın ardından 1000 galibiyeti geçen üçüncü isim olmuştur. Federer Avustralya Açık'da ilk iki turu geçtikten sonra üçüncü turda daha önce hiç yenilmediği Andreas Seppi'ye 4 set sonunda mağlup olarak turnuvaya erken veda etmiştir. Federer Dubai Tenis Şampiyonası'nda finalde Novak Djokovic'i 6-3 ve 7-5'lik setlerle geçerek Dubaideki 7. toplamda 84. kupasını kazanmıştır. Ay
rıca Federer 1991'den beri 9000 ace barajını geçmeyi başaran 4. kişi olmuştur. Federer daha sonra Indian Wells Masters finalinde son şampiyon Novak Djokovic'e 3 sette yenilmiştir. Federer İstanbul Open'da şampiyon olarak bu yıl 3. kariyerinin 85. kupasını kaldırmıştır.Bu kupa Federerin 2009 Fransa Açık'tan sonra kazandığı ilk kırmızı toprak kort turnuvasıdır. Federer Roma'da finale çıkmış fakat Novak Djokovic'e 2 sette kaybetmiştir. Federer çim sezonu başladıktan sonra katıldığı turnuva olan Gerry Weber Open'ı kazanarak bu turnuvayı 8. kez kazanmıştır ve bu sonuçla Açık Dönem'de bir turnuvayı 8 kez kazanan 3. tenisçi olmuştur. 2 numaralı seribaşı olarak katıldığı Wimbledon'da yarı finalde Andy Murray'i üç sette geçerek 10. kez Wimbledon finaline yükselmiştir. Finalde geçen senede karşılaştığı Novak Djokovic'e 4 sette mağlup olmuştur. Federer Cincinnati Masters'da yarı final ve finalde sırasıyla Andy Murray ve Novak Djokovic'i geçerek şampiyon olmuştur. Federer turnuvadaki bütün maçlarını servis kırdırmadan ve set vermeden kazanmıştır. Amerika Açık'ta finale set vermeden çıkmıştır fakat yeniden Djokovic'e 4 sette yenilmekten kurtulamamıştır. Swiss Indoors'da Federer sezonun 6. bu turnuvadaki 7. şampiyonluğunu Rafael Nadal'ı yenerek kazanmıştır. "Son güncelleme 2017 Wimbledon Tenis Turnuvası. (i) = Indoor (i) = Indoor Commodore International Commodore International 1953-1995, New York, Bronx'ta bir daktilo tamir atölyesi açarak işe başlayan Jack Tramiel tarafından 2 yıl sonra Toronto'da kurulan bir bilişim şirketidir. 1970'li yıllara kadar mekanik daktilolarla uğraşan Commodore, bu dönemde elektronik hesap makineleri işine girdi. En büyük rakibi olan Texas Instruments ile sürdüğü fiyat savaşının ardından, yetmişli yılların ortasında yarı iletken firması MOS Technology'i satın aldı. MOS'un kıdemli mühendisi Chunk Peddle o sıralarda 6502 mikro işlemcisi üzerinde çalışıyordu. Bilindiği gibi bu mikro işlemci Commodore Pet, Commodore 64, Apple II ve Atari 800 gibi pek çok ünlü 8 bit bilgisayarda kullanılmıştı. Fakat ilk olarak Kim-1 isimli klavye ve 16'lı ("hexadecimal") göstergesi olan bir single board bilgisayarda kullanıldı. Bu Commodore firmasının mikro bilgisayar dünyasına girişi demekti. 1982 yılında Commodore firması ünlü Commodore 64'ü piyasaya sürdü. Bu bilgisayar Texas Instuments ve pek çok diğer firmanın piyasadan silinmesini sağlayacak kadar ucuz ve başarılı bir bilgisayardı. 20 milyondan fazla üretildi ve Commodore'un gülü firmasına 1 milyar dolara yakın para kazandırdı. Başarının doruğunda Jack Tramiel firmanın büyük hissedarlarından Irvin Gould ile anlaşmazlığa girdi ve Commodore'dan ayrıldı. Tramiel firmadan ayrıldıktan sonra bir şirket kurarak Atari firmasını satın aldı. Bundan sonra Commodore daha az başarılı olan C-128, Plus 4 gibi bilgisayarlar üretti. Stratejik hatalar yapmaya başlayan firma halen unutulamayan Amiga ile canlanmaya çalıştı. Fakat Amiga'da PC uyumluluğu olmadığı için Commodore firmasını kurtarmaya yetmedi ve Commodore 1995'de kapandı. Ardından Alman Escom 12 ay dayanabileceği bir Commodore macerasına girdi. Bu gün bile unutulmayan Commodore 64, bilgisayar dünyasında bir döneme damgasını vuran en önemli yapıtaşlarından biridir. Cümbüş Cümbüş, Zeynel Abidin Cümbüş tarafından 20. yüzyıl başlarında geliştirilmiş olan telli bir müzik aletidir. Sap kısmı gövde ile bağlandığı noktadan ayrılabilmektedir. Bu şekilde yalnız telleri değiştirilerek mandolin, gitar gibi birçok enstrümana çevrilebilir. Genel yapısı banjoya ve uda benzer. Teknesi yuvarlaktır ve metaldendir. 12 teli vardır (yani altı çift tel). Sapı perdesizdir. Teller çeliktendir. Jean-Jacques Rousseau Jean-Jacques Rousseau (28 Haziran 1712 Cenevre, Cenevre Cumhuriyeti ve Kantonu - 2 Temmuz 1778 Ermenonville, Fransa), Cenevreli filozof ve yazar. Siyasi fikirleri, Fransız Devrimini etkilemiştir. Düşünceleri özellikle, Devrim'den sonra kurulan yeni devletin kalkınmasında, toplumun sosyal yapısında ve eğitim sisteminde etkili olmuştur. Jean-Jacques, 28 Haziran 1712 günü, günümüzde İsviçre sınırları içerisinde bulunan Cenevre kentinde doğmuştur. 4 Temmuz 1712'de vaftiz edilmiştir. Rousseau'nun annesi Suzanne, doğumdan dokuz gün sonra, doğum sonrası enfeksiyon kaptığı için hayatını kaybetmiştir. Rousseau, daha sonraları bu olayı "ilk talihsizliği" olarak nitelendirecektir. Bir saatçinin oğludur. Babası Isaac, Topkapı Sarayı'nda saat tamirciliği yapmıştır. 9-10 yaşlarına kadar babası Isaac ve teyzesi ile kalmıştır. Rousseau on yaşında iken babası Isaac, şehirdeki bir toprak sahibi ile kavga etmişti. Bu tartışmanın ardından babası, Rousseau'yu kardeşine emanet edip Nyon'a taşınmıştır. Isaac, Nyon'a giderken yanında Rousseau'nun teyzesini de götürmüştür. Isaac o günden sonra bir daha asla Rousseau'yu ziyaret etmemiştir. Daha sonradan Isaac'in, Rousseau'nun teyzesi ile evlendiği açığa çıkar. Babası tarafından terk edilen Rousseau, amcası ile bir süre kaldıktan sonra evden kaçarak Cenevre'yi terk eder. 1728-1738 yılları arasında, sekreterlik, müzik hocalığı ve tercümanlık yaparak, Fransa ve İtalya'da dolaşmıştır. Fransa'da yazıları yasaklanınca daha sonra aralarının açılacağı dostu David Hume'un daveti üzerine İngiltere'ye gider. Kalvenist olarak vaftiz olan Rousseau, Torino'da iken Katolikliğe geçer, daha sonra tekrar Kalvenist olur. 2 Temmuz 1778 tarihinde, 66 yaşında iken sabah yürüyüşü sırasında düşer ve kan kaybından dolayı hayatını kaybeder. Jean – Jacques Rousseau’nun yapıtlarındaki karmaşıklık onun; doğal hukuk kuramcısı, doğal hakları yadsıyan biri, aydınlanmacı, aydınlanma ilkelerini yerle bir eden biri, demokrasinin inançlı savunucusu, demokrasiyi ayaklar altına alan biri, burjuva liberal devriminin hazırlayıcısı, öte yandan böyle bir devrimin olumsuzluklarını çok önceden gösteren, hatta reformculuğu bile benimseyen biriymiş gibi birbiriyle çelişen ve çatışan çok karşıt düşüncelerle yorumlanmasına sebep olmuştur. Bu sebeple Rousseau anlaşılması güç bir düşünür olmuştur. Kendisini hep halktan birisi olarak görmüş, halktan kişiler arasında daha rahat etmiştir. Romantizmden etkilenmiş ve etkileri görülmüştür. Rousseau, doğru bir siyasal toplumun temellerini ortaya koyabilmek için olguların bir yana bırakılması gerektiğini belirtir. Çünkü ona göre salt olgulardan hareket edildiğinde, çıkarlar, yararlar ön plana yerleştirilmekte ve böylece adalet, hukuk ayaklar altına alınmaktadır. Rousseau, güçlünün haklı kabul edildiği, siyasal toplumun kökenine olguları yerleştiren, olgusal verileri ve kuramları eleştirmektedir. Yurttaşı, ortak benliği, halkı, devleti yaratan bir “toplum sözleşmesi”ni ve bu sözleşmeye toplumdaki her bireyin dahil olması gerektiğini savunur. Halk olmanın temelinde egemenliğin var olması gerektiğini düşünür. Yasaların olmadığı bir yerde devletten söz edilemeyeceğini savunmuştur. Yasaların, halkın tümü için geçerli olması gerektiğini düşünmektedir. Halk sayısı arttıkça, yönetici sayısının azalması gerektiğini savunan Rousseau, “demokrasi, aristokrasi, monarşi” şeklindeki sınıflandırmayı benimsemiştir. Rousseau’ya göre demokrasi biçimindeki hükümette yönetici, halkın tamamı ya da büyük bir kısmıdır. Aristokrasi biçimiyse küçük bir azınlığın yönetimidir. Monarşik hükümette ise yönetme yetkisi tek bir kişidedir. Rousseau’ya göre yurttaşlar olmadan erdem, erdem olmadan özgürlük, özgürlük olmadan devlet olamaz. Rousseau; devletin iktidara değil, halka ait olduğunu savunmuş ve ulus-devlet anlayışını benimsemiştir. Sisifos Söyleni Sisifos Söyleni, Fransız yazar ve düşünürü Albert Camus'nün II. Dünya Savaşı ortasında yayımlanan deneme kitabıdır. 1942 yılında Fransa'da Le Mythe de Sisyphe adıyla basılmıştır. Kitap, adını Yunan mitolojisinden alır. Yaşamı ve intiharı sorgularken, saçmayı başka bir deyişle uyumsuzu anlatır. Sisifos, Homeros`a göre ölümlülerin en bilgesiydi. Tanrıları kızdırması sonucu bir kayayı dağın tepesine çıkarmakla cezalandırılmıştı. Tam çıkardığı sırada taş aşağı yeniden yuvarlanıyor, taşın ardından bakan Sisifos aşağı inip tekrar taşı çıkarmaya çalışıyordu. Camus`ye göre bu kısır döngüyü trajik yapan da kahramanın her deneyişinde tekrar düşeceğini bile bile taşı çıkarmaya gayret etmesidir. Camus saçma kavramını burada kurar, yaşamın beyhudeliğinin bilincinde olan insan. Bu durum bütün dinlerin temelini oluşturur ve din sayesinde yaşama anlam verilebilir. Fakat Camus bunu kabul etmez, en büyük "uyumsuz" kahraman Sisifos üzerine saçma`nın farkındalığının tarihsel gelişimini anlatır. Dağın tepesinden kayanın düştüğünü gören Sisifos, inişi sırasında düşkün durumunun bütün enginliğini bilir. Ama Sisifos tanrıları yadsıyan ve kayaları kaldıran üstün sadıklığı öğretir. O da her şeyin iyi olduğu yargısına varır. Bundan dolayı da "Sisifos`u mutlu olarak tasarlamak gerekir." Camus, pes etmez. Sisifos'un durumuna sonsuza kadar çare bulamayacağını bilir. Fakat, "saçma"nın geriletilebileceğinin farkındadır. Bu yüzden " tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insanın yüreğini doldurmaya yeter. " diyerek intiharı haksız çıkartır. Stuttgart Stuttgart, Almanya'nın altıncı büyük şehri, Baden-Württemberg eyaletinin başkenti ve en büyük belediyesi, Stuttgart vilayetinin (Regierungsbezirk) merkezi. Stuttgart Almanya'nın ticarette en aktif şehridir. 31 Aralık 2010 itibarıyla nüfusu 606.588. Almanya'daki büyükşehirler arasında en dağlık olandır. Stuttgart Üniversitesi ve Hohenheim Üniversitesi, bu şehirde yer almaktadırlar. Neckar nehri Stuttgart ile 1905'te birleşen Bad Cannstatt semtinden geçer, semtin içinde bir kaplıca bulunur. Ayrıca Türklerin en yoğun yaşadığı bölge yine Bad Cannstatt semtidir. Stuttgart ilçesinde Porsche, Mercedes-Benz, Bosch, SAP gibi dünyaca ünlü dev şirketlerin genel merkezleri yer almaktadır. Stuttgart önemli bir endüstri bölgesinin merkezidir. En önemli ürünler: Otomobil (Mercedes-Benz > (Daimler AG),Porsche) ve eklentiler (BOSCH), mühendislik, yayıncılık, elektronik, mimarlık. Stuttgart borsası Frankfurt'BEHR GMBH tan sonra Almanya
'nın ikinci büyüğüdür. Ayrıca dünya lideri otomobil üretici firması Mercedes-Benz'in genel merkezi Stuttgart'da yer alır. Stuttgart'ta iki üniversite bulunuyor. Stuttgart Üniversitesi'nde mühendislik, Hohenheim Üniversitesi tarım ve besleme bilgisi fakültelerine önem veriyor. Ayrıca bir müzik ve bir güzel sanatlar akademisi ve çeşitli yüksek meslek okulları (Fachhochschulen) var. Üstelik Fraunhofer ve Max-Planck-Gesellschaft'ın çeşitli araştırma merkezleri Stuttgart'ta bulunuyor. Almanya'nın en büyük Medya Üniversitesi HdM (Hochschule der Medien) Stuttgart Vaihingen semtindedir. Stuttgart Württemberg Devlet Kütüphanesi dünyanın ikinci büyük kitab-i mukaddes ve muhteşem ortaçağ el yazmaları ve erken basıların bir koleksiyonu ihtiva ediyor. Ayrıca Württemberg Devlet Arşivi şehirde yerleşiyor. Şehrin kendi adıyla anılan VfB Stuttgart adlı futbol kulübü vardır. VfB Stuttgart, 1983-1984-1991-1992 ve 2006-2007 sezonlarında Bundesligada şampiyon olmuştur. Renkleri kırmızı-beyazdır. Özellikle Bayern Münihle yaptıkları maçlar çok zevkli ve çekişmeli geçer. Takım maçlarını 'da oynamaktadır ve şehir 2006 FIFA Dünya Kupası'na ev sahipliği yapan kentlerden biridir. Hanns-Martin-Schleyer-Halle (spor salonu) birçok spor dalına imkân sağlamaktadır. Maureen Connolly Maureen Connolly, (d. 17 Eylül 1934, San Diego - ö. 21 Haziran 1969, Dallas) "Küçük Mo" lakaplı ABD'li tenisçi. 1953 yılında Wimbledon, Amerika Açık, Avustralya Açık ve Fransa Açık Grand Slam turnuvalarını kazanan ilk kadın tenisçidir. Daha önce de 14 yaşında "Genç Kadınlar Turnuvası" 'nı kazanan en genç tenisçi olmuştur. 1951 yılında da "Ulusal Kadınlar Turnuvası" 'nı kazandı. 1954 yılının Temmuz ayında ata binerken geçirdiği bir kazada sağ bacağından ciddi olarak yaralandı. Bu olaydan sonra turnuvalardan çekilme kararı aldı. Huzur Huzur, rahat ve dingin olma durumudur. Dini metinlerde sıkça kullanılmaktadır. Kavramın doğal çevreyle ilintili olduğu düşünülmektedir. İşitsel-görsel etkileşimin huzura katkısı ve huzur öngörüsü gibi konular üzerinde bilimsel çalışmalar yürütülmektedir. Kırmızı iskete Kırmızı iskete ("Carduelis cucullata"), ispinozgiller (Fringillidae) familyasından ötücü bir kuş türü. 10 cm uzunluğundadır. Erkek genel olarak koyu kırmızı; baş, boğaz ve kuyruk kısmı siyahtır. Dişinin baş, göğüs ve üst kısımları bozdur, kuyruk üst tarafı ise kırmızıdır. Kırmızı isketeler tohum yer ve çok büyük sürüler halinde gezinir. Yarı göçebedirler. Dişi, ağaçta yapmış olduğu fincan şeklindeki yuvasına 3 yeşilimsi beyaz yumurta bırakır. Bu kuş Güney Kolombiya ve Güney Venezuela'da görülür. Kırmızı iskete, açıklıklarda, orman yakınlarında, otlaklar ile ağaç ve çalılıklarda bulunur. Silindir Silindir (ya da üstüvane) geometrik bir cisimdir. Bir dikdörtgenin bir kenarı etrafında döndürülmesiyle silindir şeklini elde ederiz. Bu silindire dik veya döner silindir denir. Alt ve üst tabanı dairedir. Soba borusu dik silindire bir örnektir. Matematik kategorisinde silindirin genel tanımı şöyledir: Düzlemsel bir eğriyle bu eğrinin düzleminde bulunmayan bir doğru verildiğinde, daima bu doğruya paralel kalmak şartıyla eğriye dayanarak hareket eden bir doğrunun taradığı yüzeye silindirik yüzey denir. Bu silindirik yüzeyle, bu yüzeyi kesen paralel iki düzlemin sınırladığı cisme silindir denir. Silindir yüzeyini meydana getiren doğrulardan her birine ana doğru denir. Silindire, taban eğrisine göre isim verilir. Eğri daire ise dairevi silindir, elips ise eliptik silindir denir. Silindirik yüzey için taban eğrisinin kapalı olması gerekmez. Parabolik silindir, hiperbolik silindir, birer silindirik yüzeydir. Dairevi silindirin ana doğrusu tabana dik değilse böyle silindire eğik silindir denir. Taban yarıçapı “r”, yüksekliği “h” olan bir dik silindirin alan ve hacim formülleri şöyledir: Yan alan: Y=2prh İki taban alanı: 2G=2pr2 Bütün alanı: S=Y+2G=2prh+2pr2=2pr (h+r) Hacmi: V= p.r. h Bir şasiye monte edilmiş, tekerlek vazifesi gören bir veya birkaç büyük madenî silindirden meydana gelen ve toprağı, şoseleri kaplayan malzemeyi sıkıştırmak ve ezmek için kullanılan, dökme demirden yapılmış büyük ağırlığa, şeklinden dolayı silindir adı verilir. Otomobilde, tekstil ve kâğıt sanayisinde çeşitli silindirler kullanılmaktadır. Kara Blok Kara Blok "siyah" giyen, otonom küçük gruplar halinde hareket eden protesto gruplarının adıdır. Kara Blok`un bir çeşit uluslararası organizasyon olarak düşünülmesi sıkça yapılan bir hatadır, oysa kara blok göstericilerin kullandığı herhangi bir taktikten fazlası değildir. Farklı amaca hizmete eden birçok kara blok bulunabilir ama genelde bunlar anarşist, anti-kapitalist, anti-faşist ve küreselleşme karşıtı gruplardır. Siyah giymelerinden dolayı kara blok olarak adlandırılmışlardır. Ayrıca birçoğu deşifre olmaktan kaçmak, göz yaşartıcı sprey ve biber gazından korunmak için maske takar. Kara blok`un gelişimi 1980'lerdeki Alman otonom hareketlerine uzanır. Bu dönemde Kızıl Ordu Fraksiyonu için yapılan dayanışma gösterilerinde siyah giymelerine dayanır. Ayrıca polis copundan korunmak, aynı zamanda vücutlarının sıcak kalması için genelde deri ceket giymeleri de buna bir açıklama olabilir. Halihazırda siyah geleneği zaten 1871 Paris Komününün yasını tutmak amacıyla bundan 130 yıl önce başlamıştı. Kara blok eylemlerde adı gibi blok şeklinde hareket eder, sokaklara dağılır, polisi yanlış yönlendirir.Sonunda barikatlar kurarak polisle çatışmaya girer. Bazı kara bloklar çevreye zarar verip, kargaşa çıkartabilir. Bunlar ciddi zarar verme amacı gütmeyip bütünüyle sembolik eylemlerdir. Zarar verdiği yerler tamamen simgesel anlam taşıyan yerleredir : bankalar, büyük kurumlar, uluslararası büyük şirketlerin binaları, seks dükkânları gibi. Basın her ne kadar ısrarla kara blokların tehlikeli uluslararası ciddi organizasyonlar olduğunu iddia etse de, kara blok taktik amacıyla bir araya gelmiş bir grup insandan başka bir şey değildir. Genelde de bir liderleri veya belirli üyeleri yoktur. Sefiller Sefiller (Fransızca: "Les Misérables"; ), Victor Hugo tarafından yazılan tarihi romandır. İlk olarak 1862'de yayınlandı. 19. yüzyılın en büyük eserlerinden biri olarak kabul gördü. İngilizce konuşulan ülkelerde başarısız çeviriler nedeniyle genellikle orijinal Fransız ismiyle anılır. Hikâye 1815'te başlar ve 1832'deki Paris Haziran Ayaklanması'nda son bulur. Birkaç karakterin yaşamını ve birbirleriyle alakasını ele alan roman daha çok eski mahkûm Jean Valjean'ın yaşam mücadelesi ve kefaretini ödemeye çalışmasına odaklanır. Yasa ve merhametin doğasının incelendiği roman ayrıca Fransa tarihi, Paris'in mimarisi ve kentsel tasarımı, siyaset, ahlak felsefesi, antimonarşizm, adalet, din, ailevi ve romantik sevginin türleri ve doğası gibi konuları özenle ele alır. Yayınlanmadan önce büyük tanıtımlar yapılan roman için büyük beklenti de oldu. Roman için birçok yorum yapıldı ama çoğu olumsuzdu. Ticari olarak ise roman sadece Fransa'da değil tüm dünyada büyük başarı yakaladı. "Sefiller" aralarında bir müzikal ve müzikalden uyarlanan bir filmin de bulunduğu birçok tiyatro, televizyon ve sinema eserine uyarlanarak büyük popülerite elde etti. Upton Sinclair romanı "dünyadaki en iyi yarım düzine romandan biri" olarak tanımlar ve Victor Hugo'nun "Sefiller"in önsözünde gayesini belirttiği açıklamasına dikkat çeker: Hugo romanın sonlarına doğru eserin geniş kapsamlı yapısına açıklama getirir: Roman birçok altkonuya yer verir ama ana konu dünyada iyilik yapma gücü bulan ama sabıkalı geçimişinden kaçamayan eski mahkûm Jean Valjean'ın hikâyesidir. Roman beş cilde ayrılmıştır, her cilt birkaç kitaba ve bölümlere ayrılmıştır. Toplam 48 kitap ve 365 bölüm vardır. Bölümler nispeten kısadır, çoğu birkaç sayfadan fazla sürmez. Kısaltılmamış Türkçe çevirilerinde yaklaşık 2000 sayfadan ve orijinal Fransız basımında 1900 sayfadan oluşan roman modern standartlara göre oldukça uzundur. Yazılmış en uzun romanlardan biridir. Valjean karakteri için toplumsal sorumlulukları ve hayırseverliğiyle tanınan bir iş adamı olan eski mahkûm Eugène François Vidocq'un hayatından esinlenildi. Vidocq "Bir İdam Mahkumunun Son Günleri" romanı ve "Claude Gueux" hikâyesi için yaptığı araştırmalarda Hugo'ya yardımcı olmuştu. Vidocq 1828'de kendi kâğıt fabrikası çalışanlarından birinin hayatını ağır el arabasını aynı Valjean'ın yaptığı gibi omuzlarıyla kaldırarak kurtardı. Hugo'nun Valjean'ın bir denizciyi kurtardığını anlattığı bölüm ise bir arkadaşının bir kazayı anlattığı mektupla neredeyse kelimesi kelimesine aynıdır. Hugo romanda Valjean'ın Myriel'de buluştuğunu anlattığı zaman diliminde Digne Piskopusu olan Bienvenu de Miollis'yi Myriel için model olarak kullandı. 1841'de Hugo bir hayat kadınını saldırı için tutuklanmaktan kurtardı. Polislerle arasında geçen konuşmanın bir bölümünü Valjean'ın Fantine'i kurtardığı bölümde kullandı. 22 Şubat 1846'da Hugo bir Düşes ve oğlunun arabalarından acımasızca seyrederlerken ekmek çalan bir hırsızın tutuklanışınına şahit oldu. Romanda "M____-sur-M__" diye bahsettiği şehir için örnek aldığı Montreuil-sur-Mer'de birkaç kez tatil yaptı. Hugo 1832'deki ayaklanma sırasında Paris sokaklarında yürürken barikatlar gideceği yönü kapattı ve top ateşinden korunmak zorunda kaldı. 1848 Fransız Devrimi'ne ise doğrudan katıldı, barikatların parçalanmasına, halk ayaklanmasının ve monarşist müttefiklerinin bastırılmasına yardımcı oldu. Jean Valjean ekmek çaldığı için beş yıl kürek cezasına çarptırılmış, birkaç kez kaçmaya kalkıştığı için cezası ağırlaşmış, on dokuz yıl hapiste kalmıştır. Çok kuvvetli bir insan olan Jean Valjean, hapiste iyi duygularını kaybetmiş gibidir. Hapisten çıkınca, mahkûm olduğunu gösteren belge yüzünden herkes ona kötü davranır. Bir piskopos onu evine alır, o ise evden gümüş takımları çalar, fakat yakalanır. Piskopos, şikayetçi olmaz, üstelik ona iki de gümüş şamdan hediye eder; onlardan elde edeceği parayı namuslu adam olma yolunda harcamasını ister.Son olay, Jean Valjean’ın yaşamında bir dönüm noktası olur. Madeleine adıyla iş h
ayatına atılır, zengin olur, belediye başkanı seçilir. Fantin adında düşmüş, fakat ruhça temiz bir kadını polis şefi Javert’in elinden kurtarır. Javert, birdenbire ortaya çıkan ve kısa sürede zengin olan ve herkesin “Baba” dediği Madeleine’in kim olduğunu merak eder.Madeleine, aranmakta olan Jean Valjean diye başka birisinin yakalandığını öğrenince, kendi yerine suçsuz birinin küreğe mahkûm edilmesine gönlü razı olmaz, polis şefi Javaert’e teslim olur.Jean Valjean, zindandan yine kaçar. Bu kez Fantine’in kızı Cossette’i büyütüp yetiştirmek ister. Javert, yine peşindedir. Jean Valjean bir manastıra saklanır, Fauchelevent adı ile yaşar. Cossette büyümüştür. Üniversite öğrencisi Marius ile aralarında bir aşk doğar.Jean Valjean, Marius’u daima korur. İhtilal başlamış, Marius,Cumhuriyetçilerin safında yer almıştır. Cumhuriyetçilerce daha önce esir alınan Javert idam edilecektir. Bu işi Jean Valjean alır ve o, Javert’in kaçmasına göz yumar. Marius çatışmada yaralanır. Ona Javert yardım eder. Jean Valjean teslim olmak için geri döner, ancak Javert’i bulamaz. Javert, minnettarlık duygusuyla, görevini yapmadığı için Seine nehrine atlayarak kendi kendisini cezalandırmıştır.Marius ile Cosette evlenirler. Çok yaşlanmış olan Jean Valjean ölür; başucunda piskoposun kendisine hediye ettiği şamdanlar yanmaktadır.Fransız edebiyatının en önemli romanlarından biri olan Sefiller, romantik akımın etkilerini taşıyan bir eserdir. Bir suçlunun yaşam öyküsünü konu edinen bu eser, birçok dile çevrilmiş, sevilerek okunmuştur. Araştırmacılar, Hugo’nun bu roman üstünde on yedi yıl çalıştığını belirtirler. Sefiller, Fransız Edebiyatı'nın en önemli yazarlarından biri olan Victor Hugo'nun en çok okunmuş eseridir. Fransız Edebiyatı'ndan Voltaire, Rousseau, Montesquieu, Diderot ve benzeri pek çok yazarın benimsemiş olduğu "toplum için sanat" (engagement) anlayışını Victor Hugo bu eserinde romantizm akımı ile birlikte uygular. Victor Hugo'nun romantizm akımını seçmiş olması yine dönem koşullarına göre değerlendirilmelidir; 19. yüzyıl Fransa'sında özellikle Fransız İhtilali (14 Temmuz 1789) sonrasında verilen ölümler ve yaşanan politik karışıklıklar halkın genelini büyük bir yasa sürüklemiştir; bu sebeple de insanlar kendilerini bu şartlardan uzaklaştıracak, duygu yüklü eserlere ihtiyaç duymuşlardır. 18. yüzyılda verilen eserler sadece akla dayandırılmış eserlerdir ve halkın bu isteğine yeterli karşılığı veremez; onların sesini duyurabilmek için romantizm akımı bu dönemde doğmuştur ve Victor Hugo da eserlerini bu akımda vermeyi seçmiştir. Eserde dönem (19.yy) Fransa'sına pek çok eleştiride bulunulmaktadır. Sefiller, bir nevi toplum aynası görevi görür. Jean Valjean üzerinden ölüm cezasının yanlışlığı gösterilir; Cosette, çocukların işçi olarak çalıştırılmalarını eleştirmek için yaratılmış bir karakterdir; Fantine ise kadınların yaşayışını, ahlaksızlığa itilişini insanlara gösteren karakterdir. Roman yayınlandığından beri "Sefiller" birçok filme, kitaba, müzikale ve tiyatro oyununa uyarlandı. Önemli uyarlamaların bazıları: Aile benzerliği Aile benzerliği, Ludwig Wittgenstein'ın geç dönem felsefesinde kullandığı önemli bir analoji olup kelimelerinin anlamları üzerine nasıl düşündüğümüzü açığa kavuşturmak için kullanılmıştır. Wittgenstein, ilk eseri Tractatus Logico-Philosophicus'ta dil ve dünya arasındaki ilişkiyi anlamaya çalışmış ve önermelerin "gerçeğin resimleri" oldukları sonucuna varmıştır. Önermelerin sadece gerçeği temsil ettikleri zaman anlamlı olabildiklerini söylemiş ve onları belli konuların resimleri olarak görmüştür. Bu teori sayesinde o ana kadar birçok filozofun konuştuğu konuların anlamsız ve gereksiz kılınmış olmasına rağmen daha sonraki döneminde insan dillerinin "bulanıklılığı" nedeniyle bu fikir konusunda şüphelere kapılmıştır. Bir kelime birçok değişik anlama gelebildiği için, günlük yaşamda anlamı pek çok kez bağlamdan çıkarırız. Bu sebepten her ne kadar kelimeleri nesnelere, fikirlere, duygulara, vs. yapıştırdığımız etiketler gibi görsek de bu Wittgenstein'a göre hatalı bir görüş olup kelimenin anlamının toplandığı tek bir merkez arama eğiliminden kaynaklanmaktadır. Asıl anlamı bulmak için karmaşık bir benzerlikler ağında dolaşmak gerekmektedir. Analoji Analoji; iki farklı şey arasındaki benzerlik veya benzerliklerden hareket edilerek birincisi için dile getirilenlerin diğeri için de söz konusu olduğunu ileri sürmektir (çıkarım). Astronomi, antropoloji, psikoloji gibi daha çok benzetmeler yoluyla sonuca gitmek zorunda kalınan bilgi dallarında kullanılan bir problem çözme/sonuca ulaşma yöntemidir. Ulaşılan sonuçlar, gözlem ve deneyle kanıtlanmadıkça ihtimaliyet düzeyinde kalır. Analojide (benzetme) ilişkinin muhakeme edilmesi gerektiren analoji türüdür. Basit bir dille açıklamak gerekirse a:b=c:d ifadesinde belirtilen (kuş:tüy=köpek:?) ilişkinin kurulmasını gerektirir. Yapısal teoride benzerliğin kurulması benzerliğin anlaşılmasını sağlayan kurallarla ilgilidir. Temsil edilen bilginin sözdizimi kuralları bu kurallara bağlıdır. Soyutlanmış yüklemler yerine, üst düzey ilişkilerin kullanılarak yapıldığı planlamalar tercih edilir. Pragmatik teori ise analojiyi, amacı doğrultusunda ele alır. Amaç bilinmeyenin bilinenler ile benzeştirme yoluyla anlaşılır kılınmasıdır. Pragmatik teoride ana etken bir kaynaktan hedefe doğru planlanırken bilginin amacı (anlaşılır olması)dır. Analoji faklı planlamalar gerektirebilir. Bu nedenle kaynak analogtan hedef analoga transfer edilen şeyin ne olduğu çeşitli faktörlerle belirlenir. Örneğin deprem oluşumu yaydaki gerilimin boşalması ile şu şekilde anlatılır; Analoji yapılırken benzerliğin uymayan yönünün belirtilmesi gereklidir. DEPREM - OK-YAY Fay hattı - Yay Toprak - Yayın İpi Gerilim Enerjisi - Ok Buca Buca, Türkiye'nin İzmir ilinin merkez ilçelerinden biri. Nüfus bakımından İzmir'in en büyük ilçesidir. Buca’da antik çağdan bu yana bir yerleşimin olduğu bilinmektedir. 1868 yılında Buca’nın kuzeydoğusunda antik döneme ait büyük bir kadın büstü ortaya çıkarılmış olup, bu büst halen Londra’daki İngiliz Müzesi’nde sergilenmektedir. Buca MÖ.130’ lara uzanan tarihi, birçok uygarlığa tanıklığı ile bir kültür ve tarih beldesidir. Zengin doğa ve kültür mirasını, nüfus artışına ve günümüz yaşam biçiminin ortaya çıkardığı tüm etkenlere karşı koruyabilmiştir. Bu nedenle, bugün Buca’da geçmişten günümüze kadar gelen bir tarihi görüntü sergilenmektedir. Buca’da yaşam, her şeyden önce zengin bir tarih, kültür ve doğa mirası ile iç içe bir yaşam olarak nitelendirilmektedir. Buca, tarihsel geçmişi ile bünyesinde çok önemli ve günümüzde de yaşayan eserler barınağıdır. İlçede yerli nüfus nadiren bulunur. Nüfusun çoğunu Yunan, Boşnak, Arnavut ve Bulgar göçmenleri oluşturmaktadır. Buca, İzmir'in 9 kilometre güneydoğusunda kurulmuştur. Nif Dağı'nın güney eteklerine yerleşmiştir. Yüzölçümü 180 kilometrekare, denizden yüksekliği 38 metre olup, kuzeyinde Konak ve Bornova, doğusunda Kemalpaşa, batısında Karabağlar ve Gaziemir, güneyinde Torbalı, güneybatısında ise Menderes ilçeleri bulunmaktadır. Yayvan görünüşlü arazi ile çevrelenmiş olup, çevredeki tepeler, vadiler ve bitki örtüsü bakımından oldukça zengindir. Buca düz ve verimli topraklara sahiptir. Tınaztepe, Tıngırtepe, Zeytintepe, Koşutepesi ve Karacaağaç gibi tepeleri de vardır. Nif Dağı’ndan doğan Meles Çayı, Şirinyer’den geçer ve Halkapınar’da denize dökülür. Buca'ya bağlı, Kaynaklar beldesinin yanı sıra, Kırıklar, Karacaağaç ve Belenbaşı adında üç köyü yeni kanunla birlikte mahalle statüsü kazanmıştır. İznik Devleti Kralı İoyanis'in 1235 yılında Kohi denen ve Kral Yolu yakınında bir yerleşim alanından bahsettiği yerin Buca olarak değiştiği, Kohi adının daha sonra Gonia, Bugia ve Buca’ya dönüştüğü sanılmaktadır. Bizanslılar döneminde ise bugünkü yerleşim yerinde Vuza, Uza ya da Vuzas isimli bir toprak sahibinin yaşadığı, yerleşim yeri isminin değişerek zamanla Buca olduğu varsayımı da vardır. Ayrıca İtalyancada BUCA kelimesi çukur anlamına gelmektedir Buca'nın çukurda kalışı ismin buradan geldiğini kuvvetlendirmektedir. Buca adı ilk kez 1688 yılında Fransız Konsolosluğu kayıtlarında görülmüştür. Bu yılda bir deprem olmuş, Fransız Konsolosluğu Buca'ya taşınmıştır. MÖ 1102'de Eolyalıların şehri almalarına kadar yerli halkın oldukça rahat bir hayat yaşadığı kabul edilir. MÖ 727 yılına kadar İyonlarla çekişen Eolyalılar, bu tarihten sonra şehri İyonlara bırakmıştır. Bir süre sonra güçlenen Lidyalılar, MÖ 628 yılında İzmir'i almıştır. Bu tarihlerde İzmir şehri dağılmış, halk civarda bulunan küçük yerleşim alanlarına geçmeye başlamıştır. Bu değişim, bugün gördüğümüz İzmir dolaylarındaki birçok yerleşim alanının ilk temellerini atmıştır. Bunlar arasında Buca’yı da sayabiliriz. Buca’da antik çağdan bu yana bir yerleşimin olduğu bilinmektedir. 1868 yılında Buca'nın kuzeydoğusunda antik döneme ait büyük bir kadın büstü ortaya çıkarılmış olup, bu büst halen Londra’daki İngiliz Müzesi’nde sergilenmektedir. Ayrıca Buca ve Kangölü çevresinde Bizans Haçı kabartmaları bulunan sütun başlıkları, antik “ARTEMİS MABEDİ”ne ait olduğu sanılan mermer yer döşemeleri, Forbes Köşkü çevresinde Bizans sikkeleri, Gürçeşme (Kançeşme) yolu üzerinde Roma Kalesi kalıntıları da antik çağda bu yörede gelişmiş toplumların yaşadığını ortaya koymaktadır. İyon saldırısı sırasında Buca’ya yönelen halk, Dereköy, Kangölü ve Kozağacı yörelerine yerleşmiştir. Yakın tarihimizde Buca’nın bir Rum köyü olduğu, aynı dönemde Rumlar, Yahudiler ve Türklerin bir arada yaşadığı, Avrupalı işadamları ile ailelerinin de Buca’da yaşadıkları, bunun beldenin gelişme ve zenginleşmesinde önemli bir etken olduğu belirtilmektedir. Osmanlı Devleti döneminde 1872 yılında Buca'nın ünlü üzümlerini Alsancak Limanı'ndan tüm dünya pazarlarına ulaştırmak için Buca'nın merkezine Buca Tren İstasyonu inşa edilmiştir. İstasyon günümüzde atıl durumdadır ve kullanılmamaktadır. Buca, Rumlar, Yahudiler ve Türklerin bir arada yaşadığı, İngiliz, Fransız, İtalyan ve Hollanda şirketleri ile daha çok t
icari ve sınai ilişkiler çerçevesinde oluşan Levanten Grubu’nun sayfiye yeri olarak yerleştiği bir belde özelliğini yakınçağ öncesinde taşımaya başlamıştır. Buca MÖ 130'lara uzanan tarihi, birçok uygarlığa tanıklığı ile bir kültür ve tarih ilçesidir. Zengin doğa ve kültür mirasını, nüfus artışına ve günümüz yaşam biçiminin ortaya çıkardığı tüm etkenlere karşı koruyabilmiştir. Bu nedenle bugün Buca’da geçmişten günümüze kadar gelen bir tarihi görüntü sergilenmektedir. Buca’da yaşam, her şeyden önce zengin bir tarih, kültür ve doğa mirası ile iç içe bir yaşam olarak nitelendirilmektedir. Buca, tarihsel geçmişi ile bünyesinde çok önemli ve günümüzde de yaşayan eserler barınağıdır. George King Forbes, Gout, Prenses Borghese, Kont Dr.Aliberti, De Jongh, Dimostanis Baltacı Malikaneleri, tarihi İngiliz Protestan Kilisesi, Su Kemerleri, Buca’da yaşamış ve ölmüş birçok ünlü ailelerin mezarları, dar sokakları ve bugün bile birçok mimara ilham kaynağı olan Rum Evleri, ilçeye gelenlerin ilgisini çeken yapıtlardır. 9 Eylül 1922'de İzmir dolayısıyla Buca, Yunanlardan geri alınınca buradaki Rumlar bölgeyi terk etmiştir. 1922 yılına kadar Buca’nın nüfusu genellikle İngiliz, Rum ve Hollandalılardan oluşmakta idi. Buca, Cumhuriyetin ilanından sonra (29 Ekim 1923 - Türkiye'de cumhuriyetin ilanı) çok hızlı bir gelişme göstermiş ve bu dönemde göçmen kitlelerin ilçede yerleşimi devam etmiştir. Buca, 4 temmuz 1887 yılında yürürlüğe giren 3392 sayılı yasa ile ilçe olmuştur. Buca, İzmir'in en kalabalık ilçelerindendir. Buca'nın kuzeyinde Konak ve Bornova, doğusunda Kemalpaşa, batısında Karabağlar ve Gaziemir, güneyinde Torbalı, güneybatısında ise Menderes ilçeleri bulunmaktadır. Buca, İzmir'in en eski yerleşim yerlerinden biridir. İlçenin kırk yedi mahallesi vardır. Bütün yerleşim birimleri ovada kurulmuştur. Buca'da çarpık kentleşme pek görülmemektedir. Güven, Yiğitler, Efeler, Ufuk, Dumlupınar, Menderes, Valirahmibey, İnkılap, Evka-1 gibi en büyük mahalleleri düzgün kentleşmiş; Gediz gibi dışta kalan mahallelerdeyse çarpık kentleşme görülmektedir. Buca, bugün nüfus artışı yönünden Türkiye’nin en hızlı gelişen ilçeleri arasında yer almaktadır. Son nüfus sayımına göre 1990 yılında 1980 yılına göre %97’lik artış oranı ile metropol düzeyde en hızlı gelişen ilçe olmuştur. İlçeye göç günümüzde de sürmektedir. 1950’li yıllarda doğudan batıya doğru başlayan göçler, Buca’yı da etkisi altına almıştır. Ayrıca ilçede Evka 1, İzkent, Ege-Koop, Buca Koop konutlarının bulunması ve birçok fakültenin kurulması ilçeye göçü son yıllarda daha da hızlandırmıştır. 1990 yılında 203.383, 1997 yılı itibarıyla 285.250 olan nüfus 2014 yılında 461.761 kişiye ulaşmıştır. Buca, spor açısından büyük zenginliğe sahip bir ilçedir. Buca'da spor yapmak ve izlemek için birçok spor alanı bulunmaktadır. En dikkat çekeni 2008 yılında yapılan ve Bucaspor'un maçlarına ev sahipliği yapan Buca Arena'dır. At yarışları açısından Buca, Türkiye'de çok önemli bir yere sahiptir. 1856'dan beri hipodromda at yarışları düzenlenmektedir. Ayrıca ilk gece at yarışları da Şirinyer Hipodromu'nda gerçekleştirilmiştir. Spor alanlarının başlıcaları: Buca'nın spor takımlarından en tanınanı Bucaspor'dur. Futbol takımı 2. Lig'de bulunmaktadır. Basketbol ve voleybol alanında amatör seviyede faaliyet göstermektedir. Buca ilçesi, Bucaspor'un altyapı takımı ile de Türkiye'nin en iyi altyapılarından birine sahiptir. Bucaspor Futbol Akademisi ülke bazında önemli dereceler elde etmektedir. Spor Takımlarının Başlıcaları: Eğitim ve öğretim olarak Buca oldukça zengindir. İlçedeki okuma yazma oranı %99'dur. İlçe nüfusu içindeki okuma yazma bilmeyenlerin oranı ise % 0,12'dir. İlk, orta ve lise düzeyinde eğitim veren 56 okul 2 tane Endüstri Meslek Lisesi bulunmaktadır. (Buca Anadolu Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi) ve (İESOB Teknik İtfaiye Meslek & Endüstri Meslek Lisesi) Ayrıca son yıllarda üniversite düzeyinde büyük gelişmeler gözlenmektedir. İzmir'de bulunan Dokuz Eylül Üniversitesi'ne bağlı Buca Eğitim Fakültesi, Mühendislik Fakültesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Hukuk Fakültesi,İşletme Fakültesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Adalet Yüksek Okulu, Yabancı Diller Yüksekokulu, Manisa Spor Akademisi'ne bağlı Beden Eğitim Bölümü de Buca'da eğitim hizmeti veren okullar arasında yer almaktadır. Yapımı tamamlanan Dokuz Eylül Üniversitesi Tınaztepe Kampüsü ile birlikte Buca bir anlamda 'fakülteler ilçesi' olmuştur. Bu arada öğrencilere bilgi takviyesi amacıyla ilçede özel dershaneler, sürücü kursları, eğitim öncesi ve sonrası için hizmet veren çok sayıda kreş, ana okulu vardır. İlçe'de yeni kurulan bir de Şifa Sağlık Grubu ve Şifa Üniversitesi'ne bağlı Şifa Eğitim ve Sağlık Kampüsü bulunmaktadır. Çeşme, İzmir Çeşme, İzmir ilinin batısında yer alan bir ilçedir. Doğudan Urla, kuzeyden Karaburun, batı ve güneyden Ege Denizi ile çevrilidir. Deniz seviyesinden yüksekliği 5 metredir. Yüzölçümü 260 km²'dir. Nüfusu 2014 yılı itibarıyla 39.243 kişidir. Tarihteki on iki İyon kolonisinden biridir. İlçede 13 ilköğretim okulu, 5 ortaöğretim kurumu bulunmakta; 4.532 öğrencinin eğitim gördüğü okullarda, 247 öğretmen görev yapmaktadır. Sağlık hizmetleri 1 devlet hastanesi, 1 özel hastane, 2 sağlık ocağı, 1 sağlık evi tarafından verilmektedir. Bu kurumlarda 27 doktor, 4 sağlık memuru, 26 hemşire ve 28 ebe görev yapmaktadır. İlçede ekonomik yapıyı turizm belirlemektedir. İç ve dış turizm açısından ülkemizin sayılı merkezlerinden olan Çeşme’nin, turizmdeki öneminin önümüzdeki yıllarda çok daha artacağı öngörülebilir. Yarımadanın ilk antik yerleşim yeri olan Ildırı (Erythrai), ilçenin görülmeye değer tarihi zenginliklerinden biridir. Pausanias’a göre, Erythrai (Ildırı), Giritliler tarafından kurulmuştur. MÖ 7. yüzyılda tiranlar tarafından yönetilen kent MÖ 560 tarihinde Lidya egemenliğine girmiştir. Kent İskender tarafından özgürlüğüne kavuşturulana dek Pers egemenliğinde kalmıştır. Oldukça güzel taş işçiliğine sahip surlarla çevrilidir. Kentte yapılan arkeolojik çalışmalarda, MÖ 7. yüzyılın 2. yarısına tarihlenen Athena Tapınağı ve Tiyatrosu açığa çıkarılmıştır. Çeşme yöresi, 11. yüzyıl sonlarında büyük Türk denizcisi Çaka Bey ile Türk egemenliğiyle tanışmıştır. Osmanlı egemenliğine geçişi, 14. yüzyıl sonlarındadır. En çarpıcı Osmanlı eserlerinden biri burada bulunan Çeşme Kalesi’dir. Çeşme ve çevresinde yapılan kazılarda elde edilen eserler Çeşme Kalesi içindeki müzede sergilenmektedir. Kaleye ek olarak bir de kervansaray bulunmaktadır. 1893 yılı Osmanlı nüfus sayımına göre Çeşme'de yaşayan kişi sayısı 30.702 idi. Bu tarihte Çeşme nüfusunun %88'i yani 26.826 kişi Rumlardan oluşmaktaydı. Türklerin oranı ise %12'ydi. Çeşme'nin en çok ziyaret edilen tarihi eseri II. Beyazıt'ın yaptırdığı kale bugün müze olarak kullanılmaktadır. Çeşme kalesi ise, 1508 yılında Osmanlı Padişahı II. Beyazıt tarafından, Aydın Valisi Mir Haydar aracılığıyla, Mimar Ahmet oğlu Mehmet'e yaptırılmıştır. Kalenin ilk inşaatı tam deniz kıyısına yapılmıştır. Ancak, sonraki yıllarda denizin doldurulması sonucu bugünkü konumunu almıştır. Kale ve liman, ticaret ve savaş gemilerini kötü hava koşullarına ve düşman saldırılarına karşı korumaktaydı. Kalenin güney kapısı, Osmanlı mimarisinin bütün özelliklerini taşımaktadır. Günümüze kadar çok iyi bir şekilde korunarak gelen kale içinde Çeşme Arkeoloji Müzesi yer almaktadır. Çeşme Müzesi ilk defa 1965 yılında İstanbul Topkapı Müzesi'nden getirilen silahlarla silah müzesi olarak ziyarete açılmış olup, 1984 yılına kadar böyle devam etmiştir. Müzede bulunan silahlar salondaki aşırı nemden dolayı oksitlenerek bozulmaya başladığından, İzmir Arkeoloji ve Ödemiş müzelerine devredilmiştir. Aynı teşhir salonu düzenlenerek 1964 yılından beri devam eden Ildırı (Erythrai) antik şehrinde yapılan kurtarma kazılarından elde edilen eserler sergilenmektedir. 1529 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılan iki katlı kervansaray, tipik Osmanlı dönemi kervansaraylarından biridir. Bir benzeri de Kuşadası'nda (Öküz Mehmet Paşa Kervansarayı) bulunan yapının mimarı, Ali Pabuççu'nun oğlu Ömer'dir. "U" biçiminde bir plana sahip olan yapının ortasında geniş bir avlu, bu avlunun çevresinde de dükkân, depo ve odalar yer almaktadır. Merdivenle birinci kata çıkılır, burası da biçim bakımından zemin katına benzer. Zamanında kervansarayın misafirleri özellikle yabancı tüccarlarmış. Bunlar mekanı ya hayvanlarıyla geceyi geçirebilecekleri bir konut ya da şehirlerde mallarını koyacak ve satacak bir yer olarak kullanırlarmış. Bu kervansarayın restorasyonu tamamlanmış olup günümüzde otel olarak hizmet vermektedir. Erythrai, Çesme merkezine 27 km uzaklıkta küçük adacıkları olan güzel bir koyun üzerinde kurulmuştur. Arkeolojik kalıntılarda MÖ 3000 de Erythoros yönetiminde olan kolonistler tarafından kurulduğu anlaşılmaktadır. Şehrin kuruluşunu takiben bir süre krallıkla yönetildiği bilinmektedir. MÖ 7. yüzyılda İyon şehirleri arasında oluşturulan dini ve siyasi birlik olan "Panionion" a girmiş ve tarihteki on iki İyon kolonisinden biri olmuştur. Pers egemenliğinden kurtulmak için gerek Yunanistan`daki gerekse Anadolu`daki şehirler zaman zaman girişimlerde bulundukları bilinmektedir. Nitekim Erythrai de Yunan donanmasının yakılması ve başarısızlıkla sonuçlanan Lade Deniz Harbine (MÖ 494) katılmışlar ve daha sonra Attik-Delon Deniz birliğine de üye olmuşlardır. MÖ 4 yüzyılda Karia`daki Pers satrap Mausolos ile de dostane ilişkilerinin olduğu bilinmektedir. Öyle ki Erythrai'liler Mausolos`a duydukları şükran hissinin bir ifadesi olarak onun Tunç`tan yapılma, altın saçlı heykelini Agora'ya dikmişlerdi. Perslerle Mausolos dolayısıyla olan bu yakınlaşma, Erythrai`lilerle büyük ilişkileri bulunan Atameus Kralı Hermias'ın MÖ 345'te Perslere karşı harekete geçmesiyle bozulmuştur. Erythrai otonomisini kaybetmiş, ancak MÖ 334'te İskender`in şehri almasıyla bağımsızlığa kavuşmuştur. Erythrai hakkında milattan sonraki asırlara yönelik pek bilgi bulunamamaktadır. Önemini yitirdiği için, Bizans egemenliğinde köy hüviyetine girmiştir.
On birinci asra kadar Ephesos metropolitine bağlı psikoposluk şeklinde görülen Ertyhrai`nin Çaka Bey`den sonra Türk egemenliğine girdiği bilinmektedir. Kesin olarak Türk egemenliğine girdiği 1336'dan sonra Erythrai, Erythre, Rhtrai, Lythri şeklinde isim değişikliklerine uğrayan bu yerleşim yeri, 16.yüzyıldan sonra İlderen ve Ildırı halini almıştır. Ildırı'da gözle görülen kalıntıların başında şehir surları gelir. Bunun yanında akropolis, kuzeyinde tiyatro ve yapılan kazılarda ortaya çıkan Hellenistik ve Roma Döneminden kalma villa yapıları, Arkaik Döneme ait Athena tapınağı, Bizans döneminde inşa edilmiş kilise, Cennettepe olarak adlandırılan yerde Roma villası ve mozaikleri, Geç Roma-Bizans Döneminde inşa edilmiş hamam yapısı görülebilir. Ildırı antik şehrinde yapılan kazı ve araştırmalar sonucunda ortaya çıkarılan askeri ve sivil yapıları ziyaretçiler ücretsiz olarak ziyaret etmektedirler. Çesme'nin tipik Ege mimarisi özelliklerine sahip pek çok yapısının yanı sıra, adını aldığı Osmanlı dönemi çeşmeleri de, bu mimari zenginliğine ayrı bir değer kazandırır. İlçe merkezi planında yerleri belirlenen bu çeşmelerden Anonim Çeşme 1792 yılında, Kaymakam Sadık Bey Çeşmesi de 1885 yılında yaptırılmıştır. "Eski Camii" olarak da anılan yer, Çeşme ilçe merkezinin 2 km kuzeyindedir. Bizans egemenliği sırasında I. Kılıç Arslan`ın kayınpederi Emir Çaka, yarımadayı ele geçirince, 1081 yılında Çeşme`ye gelmiş ve Oğuz Boyundan gelen Türkleri bu merkeze yerleştirmiştir. Halen bir cami kalıntısı ve geniş mezarlığıyla 11. yüzyıl Türk yerleşmelerine ait ilginç bir örnektir. 2 km'ye yakın uzunluktaki geniş ve beyaz kumlu plajları, nitelikli konaklama tesisleri ve termal olanaklarıyla Çeşme popüler bir turizm merkezidir. Denizin içinden kaynayan sıcak termal sular, Ilıca plajını ve yöredeki diğer plajları büyük birer termal havuz haline getirir. Ilıca'daki büyük, küçük konaklama tesisleri, yoğun turist kapasitesinin ihtiyacını karşılayabilecek durumdadır. Birçok küçük otel ve pansiyonlar da bile kaplıca suyu vardır. Çeşme plajlarının ve özellikle Ilıca plajının en önemli özelliklerinden biri de, kıyıdan denize doğru yaklaşık yüz metrelik bir şeridin insan boyunu geçmeyecek derinlikte olmasıdır. Özellikle termal kaynaklarla beslenen sığ sularda, ultraviyole ışınlarının insan sağlığına çok daha fazla yararlı olduğu bilimsel bulgularla kesinleşmiştir. Bunların yanı sıra, bu plajlardan çocukların yararlanma olanakları sağlık ve can güvenliği bakımından elverişlidir. Dikili Dikili, İzmir’in kuzeyinde yer alan bir ilçesidir. İl merkezine uzaklığı 120 kilometredir. Kuzeyinde Balıkesir, doğusunda Bergama, batısında ve güneyinde Ege Denizi ile çevrelenir. İlçenin yüzölçümü 541 km²’dir. Nüfusu 2014 yılı itibarıyla 41.999 kişidir. İlçede 31 İlköğretim okulu, 3 Orta Öğretim kurumu bulunmakta; 3759 öğrencinin eğitim gördüğü bu okullarda 214 öğretmen görev yapmaktadır. Sağlık hizmeti, 2 sağlık ocağı ve 10 Mayıs 2010 tarihinde hizmete giren bir de devlet hastanesi tarafından verilmektedir. İlçede ekonomi tarıma dayanmaktadır. Tütün, pamuk, zeytin üreticiliği ve seracılık yapılmaktadır. Dikili limanı, turizm açısından ilçenin önemli bir gelir kaynağıdır. Temiz plajları, termal kaynaklarının zenginliği, iç ve dış turizm açısından önemlidir. İlçede yapılan arkeolojik çalışmalar sonucunda Dikili'nin M.Ö. M.Ö. 5000-M.Ö. 4000 yıllarına kadar uzanan bir geçmişi olduğu anlaşılmıştır. Ağıl Kale ve Kale Tepe ilk yerleşim merkezlerindendir. Arkeolojik bulgular sonucunda bu bölgede Akaların yaşadığı ve kente Aternagus denildiği ortaya çıkmıştır. İlkçağda Lidyalılar, İranlılar, Frikyalılar, Mysialılar ile Romalılar ve Bergamalılar Ortaçağda ise Bizanslılar, Cenovalılar, Selçuklular ve Osmanlılar Dikili’ye hakim olmuşlardır. Bu kadar çok uygarlığın yaşadığı Dikili; Aristo, Hermos, August, İskender gibi ünlü kişileri tarihi süreçte ağırlamış; Aterneus, Astria, Teutronia gibi kent ve siteleri topraklarında barındırmıştır. Karaosmanoğullarının bölgede çiftlik kurup burada dikmelik yetiştirmesi ile "Dikmelik" adını alan ilçe, daha sonra "Dikili" diye isimlendirilmiştir.Doğal güzellikleri açısından Merdivenli köyünde bir doğal göl, Demirtaş ve Deliktaş köylerinde de çamlık ve tarihi mağaralar bulunmaktadır.İlçeye bağlı Çandarlı Beldesi önemli bir turizm potansiyeline sahiptir. Dikili’nin tarihsel geçmişi oldukça eskilere gider. Antik yerleşim yeri Pitane’de elde edilen eserler Bergama Arkeoloji Müzesinde sergilenmektedir. Osmanlı döneminde II. Murat'ın ünlü Sadrazamı Çandarlı Halil Paşa, Çandarlı Kalesi'ni yeniden yaptırmıştır. Merdivenli ve Denizköy'de bulunan krater gölleri ile mağaraları ve Madra Çayı'na dayanan ormanları ilçenin doğal zenginlikleri arasındadır. İlçenin belediye başkanı Mustafa Tosun'dur. Kemalpaşa, İzmir Kemalpaşa, İzmir’in doğusunda yer alan bir ilçe. Kuzeyinde Manisa, güneyinde Torbalı ve Bayındır, doğusunda Turgutlu, batısında Bornova ve Buca ilçeleri bulunmaktadır. Kirazıyla meşhur bu ilçenin eski adı Nif'tir (Nymphaion). 9 Eylül 1922 akşamı Mustafa Kemal Paşa'nın bu bölgede konaklamasından dolayı ismi sonradan değiştirilerek Kemalpaşa olmuştur. İlçe 655 km² yüzölçümü ve 48 mahallesi ile İzmir'in en büyük ilçeleri arasında yer alır. Liseler : Kınık, İzmir Kınık, İzmir'in 120 km kuzeyinde yer alan bir ilçesidir. Kuzeyinde ve batısında Bergama; doğusunda ve güneyinde Manisa ile çevrelenir. İlçe Madra ve Yunt dağları arasında yer almaktadır. İlçenin yüzölçümü 436 km²’dir. 2 beldesi (Poyracık ve Yayakent) ve 29 köyü bulunmaktadır. Nüfusu 2014 yılı itibarıyla 28.072 kişidir. İlçede 38 ilköğretim okulu, 4 orta öğretim kurumu bulunmakta; 4289 öğrencinin eğitim gördüğü bu okullarda 255 öğretmen görev yapmaktadır. İlçede, 3 Sağlık ocağı, 9 Sağlık Evi, 1 Ana Çocuk Sağlığı hizmet vermektedir. İlçenin ekonomik yapısı tarım, hayvancılık ve ormancılığa dayalıdır. İlçe adını Oğuz Türkleri'nin Bozoklar kolundan Denizhan'ın oğlu Kınık boyundan alır. Türkmen aşireti adıdır. 1306 yılında Karesi Beyliği ile Türk dönemi başlamış, 1345 tarihinden sonra Orhan Gazi zamanında Osmanlı yönetimine girmiştir. İlçede Yıldırım Beyazıt Camii, İbrahim Ağazede Camii ve altı kemerli Su Kemeri önemli yapılardır. Kiraz, İzmir Kiraz, İzmir'in doğusunda yer alır. İl merkezine uzaklığı 142 km'dir. Kuzeyinde Manisa ilinin Salihli ilçesi; yine kuzeyinde ve doğusunda Manisa'nın Alaşehir ilçesi; batısında Ödemiş; güneyinde Beydağ ve Aydın ilinin Nazilli ilçesi ile çevrelenir. İlçenin yüzölçümü 586 km²'dir. 52 köyü bulunmaktadır. Bağlı beldesi yoktur. İlçede 47 İlköğretim Okulu, 3 Orta Öğretim, 1 Halk Eğitim merkezi,1 Mesleki Eğitim Merkezi,1 Yatılı İlköğretim Bölge Okulu bulunmakta; 7291 öğrencinin eğitim gördüğü bu okullarda 377 öğretmen görev yapmaktadır. İlçede, 1 sağlık Grup Başkanlığı,1 Devlet Hastanesi, 4 Sağlık ocağı, 1 Ana Çocuk Sağlığı, 1 Verem savaş Dispanseri hizmet vermektedir. İlçe ekonomisinde tarım ve hayvancılık önemli bir yer tutar. Yörede yetişen başlıca ürünler patates, tütün, pamuk, zeytin, kestane, ceviz, incir ve üzümdür. İlçenin tarihini yansıtan başlıca eserler arasında Hisar Kalesi, Yağlar Kalesi, Kayacık Hisar Kalesi sayılabilir. İlçede bulunan Aydınoğlu Camii, Suludere Camii ve Hamamı Osmanlı dönemi M.S. 1300 yıllarında Türkler Keleş adını vermişlerdir. Daha sonra cumhuriyet döneminde Kiraz adını almıştır. İlçedeki tarihi eserler arasında Aydınoğlu camii, Suludere camii ve hamamı, Hisar kalesi ve Yağlar kalesi önemlidir. Bağları ve meyve bahçeleriyle ün yapmış Kiraz, ve ova köyleri önemli bağcılık ve tarım merkezidir. Dağlık bölgede yerleşik köylerde, arazinin uygun olmaması nedeniyle bahçe tarımı olanakları sınırlıdır. Özellikle; Umurlu, Karabolu, Dokuzlar, Taşlıyatak köylerinde kestane ve kiraz üretimi ve genel olarak da küçükbaş hayvancılık yapılmaktadır. 2014 Yerel Seçimlerinde Milliyetçi Hareket Partisi adayı olarak %42,27 oy oranı ile seçilen Saliha Özçınar Şengül 2015 yılında partisinden istifa ederek Adalet ve Kalkınma Partisine katıldı. Menderes, İzmir Menderes (eski adıyla Cumaovası), İzmir'in ilçesi. İzmir’in güneyinde yer alır. İl merkezine uzaklığı 20 km’dir. Kuzeyinde Buca, Gaziemir, Narlıdere ve Güzelbahçe; doğusunda Torbalı; batısında Seferihisar; güneyinde Selçuk ve Ege Denizi ile çevrilidir. İlçenin yüzölçümü 775 km²’dir. Değirmendere, Görece, Gümüldür, Menderes, Oğlananası, Özdere ve Tekeli olmak üzere 6 beldesi ve 20 köyü bulunmaktadır. Nüfusu 2014 yılı itibarıyla 81.297 kişidir. İlçede 38 İlköğretim Okulu, 3 Orta Öğretim Kurumu bulunmakta; 9694 öğrencinin eğitim gördüğü bu okullarda 470 öğretmen görev yapmaktadır. İlçede, 9 Sağlık ocağı, 1 SSK Dispanseri hizmet vermektedir. Yakın zamana kadar Cumaovası olan ismi 1989 yılında alınan kararla Cumaovası Havaalanının isminin Adnan Menderes Havalimanı şeklinde değiştirilmesiyle ilçenin de adı Menderes şeklinde değiştirilmiştir. İlçe ekonomisinde tarım ve hayvancılık önemli yer tutar. Arpa, buğday, pamuk, tütün, narenciye ve seracılık önemli gelir kaynağıdır. Son yıllarda çeşitli dallarda faaliyet gösteren sanayi kuruluşları kurulmuştur. İzmir’in içme suyu ihtiyacını karşılayan Tahtalı Barajı ilçe sınırlarındadır. Menderes’te Klaros, Notion ve Kolophon antik kent yerleşimleri bulunmaktadır. İlçenin 40 km’lik sahil şeridinde birbirinden güzel kıyı, koy ve turistik tesisleri, turizmin gelişmesini sağlamaktadır. Menderes in yakınında da Oğlananası adında bir belde bulunmaktadır. Türkiye'nin Diyarbakır, Malatya, Bitlis, Tunceli, Siirt, Kars, Şırnak, Hakkari gibi vilayetlerden çok sayıda aileler Menderes'e yerleşmiştir. Bölge hızla göç almaktadır, aynı zamanda bölgede yoğun olarak Bulgaristan göçmeni aileler yaşamaktadır. Türk nüfusu çoğunluktadır. Narlıdere Narlıdere, İzmir il sınırları içinde yer alan bir ilçe olup, kent merkezinde bulunmaktadır. Doğusunda Balçova, batısında Güzelbahçe, güneyinde Menderes ilçeleri ile, kuzeyinde İzmir Körfezi ile çevrelenir. İlçenin yüzölçümü 63 km kadardır. İlçede biri özel toplam 10 ilköğreti