article
stringlengths
7.34k
10k
maktadır Özodunu kırmızı, ağır ve güç yarılır. Doğal olarak Avrupa, Kafkasya ve Türkiye'de bulunur. İki varyetesi bulunur: Kültür çeşitleri (kültivarları) çoktur: SSH SSH (Secure Shell) güvenli veri iletimi için kriptografik ağ protokolüdür. Ssh ile ağa bağlı olan iki bilgisayar arasında veri aktarımı güvenlik kanalı üzerinden güvensiz bir ağda yapılır. Bu durumda ağda Ssh ile haberleşen makinelerden biri ssh sunucusu diğeri ssh istemcisi olur. Bu protokol şartları SSH-1 ve SSH-2 olmak üzere iki önemli sürüm üzerinden birbirinden ayrılır. Ssh kabuk hesabına erişim için Unix ve benzeri işletim sistemlerinde protokolün en iyi uygulaması olarak bilinir, ama aynı zamanda Windows üzerindeki hesaplara erişim için de kullanılabilir. Ssh Telnet ve diğer uzaktan kabuğa erişim yapan güvensiz protokollerin (Berkeley rsh ve rexec protokolü gibi) yerine güvenli veri iletimini sağlaması için tasarlanmıştır. SSH uzaktaki makineye bağlanıp kimlik kanıtlaması yapmak için açık anahtarlı şifrelemeyi kullanır ve bu sayede kullanıcıya sistemi kullanmasına izin vermiş olur. SSH kullanmanın birçok farklı yolu vardır. Birincisi otomatik olarak açık-gizli anahtar çifti üretme ve parolayı kullanarak yetki sahibi olmak. Diğeri ise kimlik kanıtlaması için açık ve gizli anahtar çiftini manuel olarak üretmek, bu durum kullanıcılara ya da programlara özel bir parola kullanmadan sistemde kimlik kanıtlaması yapmayı sağlar. Bu durumda açık ve gizli anahtarı üreten kişi birbiriyle eşleşen bir anahtar çifti (gizli ve açık ) üretmiş olur ve ürettiği gizli anahtarı kendinde muhafaza eder. Kimlik kanıtlaması yapılması gizli anahtara göredir ve gizli anahtar hiçbir şekilde ağ üzerinden başka bir yerdeki makineye gönderilmemelidir. SSH sadece makine üzerinde aynı kişiye ait gizli anahtara karşılık gelen açık anahtar olup olmadığını kontrol eder. SSH'ın tüm sürümlerinde açık anahtar geçerli sayılmadan önce bilinmeyen açık anahtarın doğrulanması önemlidir (açık anahtar sahibinin bilgisiyle ilişkilendirilmiştir). Unix benzeri sistemlerde, kullanıcıların ev dizininlerinde uzaktaki makineye bağlanamaya izin veren yetkili açık anahtarlar depolanır. Ev dizininde depolandığı yer ise ~/.ssh/authorized_keys dosyasıdır. Açık anahtar uzaktaki makine üzerinde mevcut olduğunda ve yereldeki makinenin gizli anahtarıyla eşleşdiğinde, istemci gizli anahtarını açmak için olan anahtarı doğru girerse uzaktaki makinede kimlik kanıtlaması yapılmış olur. Aynı zamandan gizli anahtar standart olarak belirli bir yerde bulunur. Eğer bu anahtarın makine üzerindeki yeri değiştirildiyse anahtarın tam yolu komut satırından belirtilmelidir. (ssh komutu için -i parametresi kullanılarak). ssh-keygen kullanıldığında ise her zaman bir açık ve gizli anahtar çifti üretilmiş olunur. SSH aynı zamandan parola tabanlı kimlik kanıtlamayı destekler. Bu durumda saldırganlar parola sorulduğu için parolayı araya girerek bulmaya çalışabilirlerdi. Ancak bu sadece uzaktaki makinede daha önce hiç kimlik kanıtlaması yapılmadıysa geçerli olur. Sadece bir kez bile uzaktaki makinede kimlik kanıtlaması yapıldığında SSH bu parolayı hatırlar ve parola ile kimlik kanıtlaması geçersiz olur. SSH genellikle uzaktaki makinede oturum açma ve komut çalıştırma için kullanılır, fakat aynı zamanda tünellemeyi de destekler, TCP portları üzerinden taşınır ve X11 bağlantısı sağlar. SSH dosya gönderme işlemini SSH dosya transfer protokolü (SFTP) ya da güvenli kopyalama protokolüyle (SCP) yapar. SSH istemci-sunucu modelini kullanır. Standart TCP portu olan 22 SSH bağlantısı için atanmıştır. SSH istemci programı genenllikle bağlantının kurulması için SSH'ı arka planda (daemon olarak) çalıştırır. SSH iki yayıgın işletim sistemi olan Mac OS X ve pek çok GNU/Linux dağıtımında, OpenBSD, FreeBSD, NetBSD, Solaris ve OpenVMS mevcuttur. Özellikle, Windows az modern olan masaüstü/sunucu işletim sistemlerinden biri olarak varsayılan olarak SSH içermez. SSH, bulut bilgisayarların bağlanma problemini çözdüğü için önemlidir, bulut tabanlı sanal makinenin internette güvenlik konularında açığa çıkabilecek problemlerini de önler. SSH tüneli internet üzerinde sanal makinelere güvenlik duvarı (firewall) sayesinde güveli bir yol sağlayabilir. Tatu Ylönen Finlandiya'daki Helsinki Üniversitesi'nde 1995'te araştırmacı olarak görev yapmıştır. Şimdi SSH-1 olarak bilinen protokolün ilk versiyonunu tasarlamıştır. SSH'ın amacı daha önceki rlogin, TELNET ve rsh protokollerinin (bu protokoller güçlü bir kimlik kanıtlama kuralı ya da gizliliği garantilemezler) yerine geçme olmuştur. Ylönen yaptığı çalışmayı ücretsiz olarak Temmuz 1995'te çıkardı ve bu yaptığı çalışma hızlıca popülerlik kazandı. İlerleyen zamanlarda 1995 sonlarına doğru, SSH kullanıcı sayısı 50 farklı ülkede 20000'lere ulaştı. Aralık 1995'te ise, Ylönen SSH Communications Security'yi pazarladı ve böylece SSH geliştirdi. SSH yazılımının orijinal sürümü özgür yazılımların çeşitli parçalarında kullanıldı, örnek olarak GNU libgmp gibi, fakat sonraki sürümlerinde SSH Secure Communications'ı gittikçe artan patentli bir yazılım olarak geliştirdi. 2000'lere yaklaşıldığında 2 millyona yakın SSH kullanıcısı oldu. 1998'de SSH 1.5'te güvenlik açığı olduğu tanımlandı. Protokolün bu versiyonunda CRC-32 kullanıldı. Bu güvenlik açığı şifrelenmiş SSH akışına veri bütünlüğü korumasının yetersizliği nedeniyle yetkisiz girişler yapılabilmesiydi. SSH Compensation Attack Detector tarafından yapılan birçok düzeltmeler sunuldu. Bu işlem güncellemelerinin pek çoğu tam sayı taşma zayıflığı içerir, bu durum ise saldırganlara arka planda çalışan SSH'ın haklarıyla (genellikle yönetici olarak) isteklerine göre kod çalıştırmaya izin verir. Ocak 2001'de başka bir güvenlik açığı saptandı, bu ise saldırganların Uluslararası Veri Şifreleme Algoritması (IDEA) ile yapılan şifrelemede son bloğu değiştirmeye izin veren bir güvenlik açığıydı. Aynı ayda belirlenen başka bir güvenlik açığı ise kötü amaçlı sunuculara istemci yetkilendirmesini başka bir sunucunun yapmasına izin veren bir açıktı. 1999'da, geliştiriciler SSH'ın özgür yazılım olan halini istediler ve bu yüzden orijinal SSH programının 1.2.12 olan sürümüne (bu sürümü özgür yazılım olarak çıkmıştı) geri döndüler. Björn Grönvall daha sonra OSSH'ı bu kod tabanıyla geliştirdi. Kısaca bundan sonra, OpenBSD geliştiricileri Grönvall'ın kodunu çatalladı ve geniş ölçüde bunun üzerinde çalıştılar, OpenSSH oluşturuldu ve OpenSD'nin 2.6 sürümüyle birlikte çıktı. Bu sürümde, OpenSSH'ı diğer işletim sistemlerine taşımak için alan oluşturulmuş oldu. 2005 itibarıyla, OpenSSH diğer işletim sistemlerinin büyük bir kısmıyla varsayılan olarak kurulu gelerek ve çok popüler olan SSH ile birleşerek tek uygulama oldu. Aynı zamanda OSSH ise artık kullanılmadı. OpenSSH'ın bakımı devam ediyor ve şimdi 1.x ve 2.0 sürümlerinin ikisini de destekliyor. 2006'da protokolün gözden geçirilmiş bir sürümü olan SSH-2 bir standart olarak kabul edildi. Bu sürüm SSH-1 ile bağdaşmayan bir sürümdü. SSH-2 güvenliği ve gelişmiş özellikleri SSH-1'in üzerindeydi. Artık daha iyi bir güvenliğe sahipti, örneğin Diffie-Helman anahtar değişimi ve mesaj üzerinden yetkilendirme kodları ile güçlü bir bütünlük kontrolü sağladı. SSH-2'nin yeni özelliği tek bir SSH bağlantısının üzerinde bir grup kabuk oturumu çalıştırmadır. SSH-2'nin üstünlüğü ve SSH-1'den fazla olan popülerliği nedeniyle bazı uygulamalar (Lsh ve Dropbear) sadece SSH-2 protokolünü destekler. Kasım 2008'de, SSH'ın tüm sürümlerinde teorik bir güvenlik açığı fark edildi. Bu şifrelenmiş metnin bir bloğundan düz metnin 32 bit üzerinde bir düz metin dönüşümüne izin veren bir güvenlik açığıydı. Bu durumda Standart OpenSSH yapılandırmasını kullanarak, saldırganların başarı olasılığı düz metnin 32 bitlik dönüşümü içindi. OpenSSH 5.2 ise bu tür güvenlik açıklarına karşı davranışları değiştirilmiş bir şekilde çıkarıldı. SSH birçok platform için kullanılabilen bir protokoldür, bu platformlardan pek çoğu Unix türevleridir, bunun yanı sıra Microsoft Windows tarafından da kullanılır. Bazı uygulamalar SSH sunucu ya da istemcileri ile uyumlu ya da sadece SSH'da mevcut olan özelliklere ihtiyaç duyabilirler. Örneğin SSH VPN'i uygulamak için kullanılabilir ama şu an sadece OpenSSH sunucu ve istemcisinin uygulaması mevcuttur. SSH protokollünü kullanarak dosya iletimi için birçok yöntem mevcuttur. Genel Komutlar codice_1 Dosya İndirme codice_2 IP Adresi Yasaklama codice_3 IP Adresi Yasak Kaldırma codice_4 Sunucuya Dosya İndirme codice_5 ZIP dosyasını çıkartma/açma codice_6 TAR.GZ dosyasını çıkartma/açma codice_7 GZIP dosyasını çıkartma/açma codice_8 Dosya Sıkıştırmak codice_9 SQL Yükleme codice_10 ATM ATM aşağıdaki anlamlara gelebilir: Mayınlar "Not": ATM (Anti Tank Mine), "Anti tank mayını" sözcüklerinin baş harflerinden oluşur. Göksu Göksu şu anlamlara gelebilir: Ekofeminizm Ekofeminizm 1970'lerin kadın ve çevre arasındaki ilişkinin daha da önemsendiği ortamında, 1974'te Françoise d'Eaubonne tarafından kadınların dünyayı kurtarmak için önderlik edeceği ekolojik devrimin adı olarak ortaya çıkmıştır. Kadın ve doğa sorunlarının nedeni olarak erkek egemenliğini gören ekofeminizm Ynestra King tarafından 1976'da Toplumsal Ekoloji Enstitüsü’nde (Vermont-ABD) geliştirilmiştir. Rosemary Radford, Susan Griffin ve Carolyn Merchant önde gelen yazarlar olmasına rağmen 1970'lerde tutarlı bir teori oluşturamamıştır, 1980-Amherst, Massachusetts'te “Dünyada Yaşam ve Kadın” adlı konferansta hareket haline gelmiştir, nükleer ve silah karşıtı hareketlerde savunulmuştur (Merchant 1995). 1980'lerde aktivist gruplar ve konferanslar ile ekofeminizm yaygınlaşmıştır ve ABD’deki kültürel feministler kadın ve doğanın birlikte özgürleşeceği düşüncesiyle ekofeminizme evrilmiştir. Ekofeminizm zamanla Amerika, Kanada, Kuzeybatı Avrupa, Hindistan ve Avustralya’ya yayılmıştır. Ekofeminizmin iki temel ilkesi vardır, birincisi kadın ve doğanın birbirine tarihsel olarak yakın olduğu önermesidir. İkincisi ise ataerkil kapitalist sistemin kadının ve
doğanın sorunlarından sorumlu olduğu tespitidir. Bunların dışında ekofeminizm için belirgin ayrımlar bulunmaktadır. Toplumsal eşitsizliklerin nedenlerini değerlendirme ve önerilen çözümler bakımından ekofeminizm başlıca dört ayrı kola ayrılmıştır; liberal, toplumsal, sosyalist ve kültürel ekofeminizm. Pop feminizm Pop feminizm erkek düşmanlığı ile ilişkili ve çoğunlukla da gynocentrism'in (Yunanca'da γυνο, gyno-, "kadın", κεντρον, kentron, "merkez" kelimelerinden oluşmuştur, anlamı kişinin dünya görüşünün merkezine kadını yerleştirmesidir) sonucu olan feminizmin bir türüdür. Önde gelen sözcüleri dişi cinsiyetinin ahlaki ve diğer bakımlardan üstünlüğüne inanmakta ve bunu, kadının üstün haklardan yararlanacağı erkeklerin de marjinalleşeceği anaerkil bir toplumu oluşturan toplumsal tavırları yaymakta kullanmaktadırlar. Mikis Theodorakis Michael "Mikis" Theodorakis (Yunanca: "Μιχαήλ "Μίκης" Θεοδωράκης", 29 Temmuz 1925, Yunanistan), 1000'den fazla şarkı yazan söz yazarı, besteci, aktivist, siyasetçi. Zorba (1964), Z (1969) ve Serpico (1973) filmleri için bestelediğ müzikleriyle de bilinir. "Holokost hakkında yazılan en güzel müzik eseri" olarak nitelendirilen "Mauthausen'in Ballad'ı" olarak da bilinen "Mauthausen Üçlemesi" önemli görülen eserlerinden biridir. Theodorakis, Yunanistan'ın en tanınmış yaşayan besteci olarak görülmektedir. Theodorakis, Lenin Barış Ödülü'nün de sahibidir. Siyasi olarak, Yunanistan Komünist Partisi ile ilişkili olduğu bilinmektedir. 1981-1990 yılları arasında KKE'nin milletvekilliğini de yapmıştır. Bununla birlikte, 1989'da, ülkenin, Andreas Papandreu hükümetinin sayısız skandalından dolayı oluşan siyasal krizden çıkabilmesi için, merkez sağdaki Yeni Demokrasi Partisi'nin içinde bağımsız bir aday olarak bir süre çalıştı ve Muhafazakârlar, sosyalistler ve solcular arasında büyük bir koalisyon kurmaya yardımcı oldu. 1990'da yeniden parlamentoya seçildi, Constantine Mitsotakis yönetimindeki ülkede hükümet bakanı oldu. Bu süreçte uyuşturucu ve terörle mücadele çalışmaları yürütürken kültür, eğitim ve Yunanistan - Türkiye arasındaki ilişkileri iyileştirmek için de çalıştı. 29 Temmuz 1925'te Yunanistan'ın Sakız Adası'nda, Giritli avukat bir baba ve Çeşme, İzmir'li yunan bir annenin oğlu olarak dünyaya geldi. Çok küçük yaşlarda müziğin büyüsüne kapılan Mikis, henüz hiçbir müzik eğitimi almadan çocuk yaşta kendi kendisine şarkı yazmaya çalışmıştı. İlk müzik derslerini Pirgos ve Patra'da aldıktan sonra, kurduğu bir koro ile birlikte Bizans dinsel müzikleriyle ilk konserlerini verdiğinde henüz 17 yaşındaydı. İtalya'nın Yunanistan'a savaş açmasıyla birlikte Theodorakis de 17 yaşında direniş hareketine katıldı. Esir düşen Theodorakis bir süre sonra serbest bırakıldı. Ancak Yunanistan'ın Naziler tarafından işgal edilmesiyle birlikte yeniden direnişçilerin saflarına katıldı. Tekrar esir düşen Mikis, yoğun işkencelere maruz kaldı ve ardından ölüm cezasına çarptırıldı. Cezası infaz edilmek üzere kurşuna dizilen Mikis büyük bir tesadüf sonucu ölmedi. İkinci dünya savaşının sona ermesinden sonra başlayan Yunan iç savaşı boyunca (1946-1952 arası) yine birçok kez hapse girip çıktı ve bu dönemin sonunda ülkeden sürgün edildi. Paris'e giden Mikis burada burslu olarak müzik eğitimine devam etti. Theodorakis 1961 yılında Yunanistan'a döndü ve kurduğu Lambrakis Gençlik Örgütü'nün başkanlığına seçildi. Kısa bir süre sonra da Pire'den milletvekili seçilerek parlamentoya girdi. 1967 Albaylar darbesinin hemen ertesi günü Theodorakis'e yönelik ciddi bir baskı kampanyası başlatıldı. Albaylar Cuntası 13 nolu ordu kararnamesiyle Mikis Theodorakis'in müziklerinin çalınmasını ve dinlenmesini yasakladı. Yeraltına çekilen Theodorakis Yurtsever Cephe'yi kurarak cunta rejimine karşı mücadelesini sürdürdü. Ancak kısa bir süre sonra yakalandı. Önce cezaevine konuldu, ardından Oropo toplama kampına götürüldü. Dünya çapında sürdürülen bir dayanışma kampanyası sayesinde cezası sürgüne çevrildi ve böylece 1970 yılında kamptan alınıp sürgüne gönderildi. Mikis Theodorakis sürgünde de Albaylar Cuntası'na karşı mücadele etti; dünya çapında çıktığı turnelerde bin kadar konser vererek ülkesindeki baskı rejimini teşhir etti. Bu konserlerde özellikle Maria Farantouri gibi yeteneklerle dinleyici önüne çıktı. Ve Albayların iktidardan düşmesinden sonra zafer kazanmış olarak yeniden Yunanistan'a döndü. 1974 yılında tekrar milletvekili seçilerek meclise girdi. Zülfü Livaneli ve diğer dostlarıyla birlikte 1986 yılında Türk-Yunan Dostluk Derneği'ni kurdu; aynı dönemde İstanbul'da verdiği konserler büyük ilgi topladı. 1988 seçimlerinde yeniden milletvekili seçildi. 1990-1992 yılları arasında Konstantin Mitçotakis hükümetinde iki yıl bakanlık yaptı. Daha sonra iki yıllığına Yunan radyo ve televizyon kurumu ERT'nin Senfoni Orkestrası ve Korosu'nun Genel Müzik Direktörlüğü'ne atandı. Klasik müzik alanında yaptığı başarılı çalışmaların ardından geleneksel ve ulusal çalgılara, ritimlere ve ezgilere yönelen Theodorakis, "Epitafios" Mezartaşı yazıtı beste dizisiyle Yunanistan'da büyük bir kültür devrimi başlattı. Theodorakis 1000 dolayında şarkı yazmıştır. Çok sayıda senfoni, bale, opera ve oratoryo bestelemiştir. Birçok tragedya ve modern tiyatro oyununun müziğini yazmıştır. 12 sinema filminin müziğini yazmıştır. Yazdığı film müzikleri arasında "Z" filminin müziği özellikle ses getirirken, "Zorba" filmi için bestelediği müzik de Sirtaki dansının dünyaya yayılmasını sağlamıştır. Theodorakis siyasal mücadelesini ve sanata ilişkin görüşlerini, yazdığı iki kitapta topladı. Altmış yılı aşkın bir zaman dilimine yayılan çalışmalarından ötürü birçok ulusal ve uluslararası ödül almıştır. Sanatsal etkinliklerine hep siyasal mücadelesi eşlik etmiştir. Özellikle Albaylar Cuntası'na karşı verdiği mücadele onu dünya çapında diktatörlük karşıtı direnişin sembolü haline getirmiştir. Mikis Theodorakis benzersiz sanatsal yeteneklerini ülkesine duyduğu derin sevgiyle harmanlamıştır. Ayrıca dünya çapında insan hakları ihlallerine karşı verilen mücadelenin hep içinde olmuş, çevresel sorunlardan tutun da evrensel bir barışa ulaşılmasına dek pek çok alanda çalışmalar yapmıştır. Mikis Theodorakis şimdilerde 80'li yaşlarını sürüyor ve sağlığı pek elverişli olmamasına rağmen hala Filistin, Afganistan ve Irak'ta yaşanan trajediler karşısında dünyanın dikkatini çekebilmek için bildiriler yazmaya, kampanyalar yürütmeye devam ediyor. Madencilik Madencilik, yer altındaki madenlerin araştırılması, çıkarılması ve işletilmesiyle ilgili teknik ve yöntemlerin bütünüdür. Arz kabuğunda bulunan cevher, endüstriyel hammadde, kömür ve petrol gibi ekonomik ekli doğal hammaddeyi sağlamaktır. Ekonomik önemi bulunan mineralleri rasyonel bir şekilde endüstriye sağlamak için geliştirilmiş uygulamalı bilim dalıdır. Maden yataklarının aranması, projelendirilmesi, işletilmesi ve çıkarılan madenin zenginleştirilmesi ile ilgili işlemleri içerir. Madencilikte ilk defa bir patlayıcı çeşidi olan karabarut 1627 yılında, Slovakya’da bir maden kuyusunun açılması sırasında kullanılmıştır. Bu kasabada 1762 yılında dünyanın ilk madencilik akademisi de kurulmuştur. Tarihte bilinen en eski maden Svaziland’daki Aslan Mağarası'dır. 43.000 yıllık olduğu radyokarbon tarihleme yöntemiyle tespit edilen bu sahada, paleolitik dönem insanları demir ihtiva eden hematit madeni çıkarmışlardır. Benzer yaşlardaki Neandertal dönem insanların silah yapımında kullanılmak üzere çakmak taşı madenciliği yaptıkları sahalar Macaristan’da da bulunmuştur. Erken dönemlerde yapılan madenciliğe başka bir örnek de eski Mısırlılarca Sina Yarımadası’nda işletilen turkuaz madenidir. Turkuaz, ayrıca Kristof Kolomb öncesi Amerika’da New Mexico’daki Cerillos Maden Bölgesi'nde de çıkarılmıştır. Üst gezegen Güneş etrafındaki yörüngesi Yer yörüngesine oranla Güneş'e daha uzakta olan gezegenlere üst gezegen adı verilir. Bu terim ilk kez Kopernik tarafından kullanılmıştır. Mars ve Jüpiter ve diğer dış gezegenler birer üst gezegendir. Alt gezegen Alt gezegen, Güneş etrafındaki yörüngesi yer yörüngesine göre Güneş'e daha yakında olan gezegenler. Bu terim ilk kez Kopernik tarafından kullanılmıştır. Merkür ve Venüs birer alt gezegendir. Dış gezegen Güneş Sistemi'nin en dıştaki yörüngelerde bulunan gezegenlerine dış gezegenler adı verilir. Bunlar Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün'dür. Bu gezegenler gaz yapıdadır ve gaz devleri olarak da adlandırılırlar. 2006 yılına kadar bir gezegen ve ayrıca "dış gezegen" olan Plüton, 24 Ağustos 2006 tarihinde yapılan Uluslararası Gökbilim Birliği (International Astronomical Union; IAU) toplantısında Cüce gezegen sınıfına konularak bu sıfatlarını kaybetmiştir. İç gezegen Yoğun, kayalık bileşimli, az ya da hiç uydusu olmayan, halkası bulunmayan ve Güneş Sistemi'nin iç yörüngelerinde yer alan dört gezegene iç gezegenler veya yerbenzeri gezegenler denir. Kabuk ve manto bileşimleri büyük oranda silikatlar gibi dirençli minerallerden, çekirdekleri ise demir ve nikel gibi metallerden oluşur. Dört iç gezegenden üçü (Venüs, Dünya ve Mars), atmosferlerinde yeterli derecede hava oluşturmak için önemli olan meteor kraterleri ile rift vadileri ve volkanlar gibi tektonik yüzey özelliklerine sahiptirler. İç gezegenler terimi, Güneş'e Dünya'dan yakın olan (Merkür ve Venüs) gezegenleri ifade eden alt gezegenler ile karıştırılmamalıdır. Kavuşum Kavuşum, gökbilimde bir gözlem noktasından bakıldığında iki ya da daha çok sayıda gök cisminin gökyüzünde birbirlerine yakın konuma gelmesi. Yaygın uygulamada bu sözcük, Yer'den bakıldığında, Güneş'in uydusu olan bir gök cisiminin (örn. bir gezegen, bir asteroid..) veya Ay'ın Güneş'e en yakın konumuna geldiği anı tanımlamada kullanılır. Jüpiter'in 'kavuşum'undan söz edildiğinde, Yer-Güneş-Jüpiter şeklinde bir dizilme ile Güneş'in Yer ile Jüpiter arasına girdiği ya da başka bir deyişle Jüpiter'in Güneş'in arkasından geçtiği an kast edilmiş olur. Alt gezegenler söz konusu olduğunda gezegenin yörüngesi boyunca izlediği yol sürekli Yer yörüngesin
in içinde kaldığı için, kavuşum iki değişik konumda gerçekleşir: Bir üst kavuşumdan ikincisine kadar geçen süre, gezegenin kavuşum dönemi olarak adlandırılır. Üst gezegenler için kavuşum olayı, yalnızca üst kavuşum konumunda gerçekleşir. Bu terim yine, Güneş'in Yer ile gezegen arasında kaldığı, yani gezegenin Güneş'in arkasından geçtiği, Yer'e en uzak konumunu tanımlar. Üst gezegenlerin Yer'e en yakın oldukları an ise Yer'in gezegenle Güneş arasına girdiği karşı konum durumudur. Gezegenlerin yörünge düzlemleri arasında küçük de olsa farklılıklar bulunduğundan, bu sıralama her zaman kusursuz bir çizgi üzerinde gerçekleşmez. Düz bir çizgi üzerinde sıralanmanın gerçekleşebilmesi için, yörünge düzlemlerinin aynı olması, veya sıralanmanın düzlemlerin kesiştiği düğümler çizgisi boyunca gerçekleşmesi gerekir. Böyle bir durumda, Bertolt Brecht Bertolt Brecht, kısaca Bert Brecht. Asıl adı "Eugen Berthold Friedrich Brecht" (d. 10 Şubat 1898 Augsburg - ö. 14 Ağustos 1956 Berlin) 20. yüzyılın en etkili Alman şairi, oyun yazarı ve tiyatro yönetmeni olarak nitelendirilir. Eserleri uluslararası alanda da saygı ile kabul görmüş ve ödüllendirilmiştir. Daha önce Erwin Piscator tarafından adı konulan epik tiyatronun, diğer bir deyişle "Diyalektik Tiyatro"’nun kurucusudur. Brecht kendisini (Walter Benjamin’e söylediği gibi) "Komünist" olarak tanımlar. "Eugen Berthold Friedrich Brecht" 10 Şubat 1898'de Augsburg'da dünyaya geldi. Achern doğumlu olan babası Berthold Friedrich Brecht, daha sonra müdürü olduğu Haindlsch Kağıt Fabrikası’nda yönetici olarak çalışıyordu. Annesi Sophie Brecht, Brezing doğumluydu. Gençliğinde Eugen olarak tanınan Brecht, daha sonra Berthold veya Bertolt adını seçti. Annesi, gençliğinde utangaç ve kolay hastalanan Brecht’i sürekli kollamak zorundaydı. İlkokuldan sonra, 1908 – 1917 yılları arasında Peutinger lisesine gitti. Liseyi, savaş nedeni ile uygulamaya konulan, kolaylaştırılmış sınav sonucu bitirdi. Savaş çığlıklarının atılmaya başladığı zaman, daha okulda iken Horatius’un ""Dulce et decorum est pro patria mori"" ("Anavatan için ölmek hoş ve onurludur") sözü üzerine yazdığı bir kompozisyonda ““Anavatan için ölmek hoş ve onurludur” sözü yalnızca boş kafalıların rağbet ettiği bir propaganda sloganıdır” cümlesi ile savaşa karşı tavrını net bir şekilde koymuştur. Bu nedenle okuldan atılmakla cezalandırılması gündeme gelmişti. Babasının hatırı ve din dersi öğretmeninin araya girmesi ile bu cezadan kurtuldu. 1917'den 1918'e kadar Münih'teki Ludwig Maximilian Üniversitesi’nde doğa bilimi, tıp ve edebiyat okudu. 1918 yılında Augsburg askeri hastanesinde sıhhıye askeri olarak görevlendirilmesinden dolayı öğrenimini yarıda kesmek zorunda kaldı. 1919 yılında derslere girmemek için bir başvuru yaptı ve kabul edildi. Daha sonra da okul etkinliklerine çok nadir olarak katıldı. 29 Kasım 1921 yılında okuldan kaydı silindi. 1921-22 yıllarında Berlin felsefe fakültesine kayıtlıydı; fakat öğrenime başlamadı. 1916 yılında, büyük gençlik aşkı "Bi" diye çağırdığı, Paula Banholzer’le tanıştı. Bu ilişkiden 3 Nisan 1919 yılında oğlu Frank Banholzer, Kimratshofen’da dünyaya geldi. Çocuğa, Brecht’in çok önem verdiği şair Frank Wedekind’in adını verdiler. Küçük Frank ilk üç yılını Kimratshofen’de geçirdi. Sonraları değişimli olarak büyükanne, Brecht’in yeni sevgilileri Marianne Zoff ve Helene Weigel çocukla ilgilendiler. Brecht’in oğlu II. Dünya Savaşı ’nda diğer cephelerin yanı sıra doğu cephesinde görevlendirildi. Frank Banholzer 13 Kasım 1943 tarihinde Rusya Porchow’da, ordu sinemasına yapılan bir bombardıman sonucu öldü. 1920 yılında annesi vefat etti. Aynı yıl, çok değer verdiği, tanınmış kabaretist Karl Valentin’le tanıştı. Birlikte yaptıkları çalışmalar Brecht’in ilerideki başarılarını önemli ölçüde etkiledi. 1920 yılından itibaren tiyatrocularla ve edebiyatçılarla ilişkileri geliştirmek için sık sık Berlin’e gitti. Orada başkalarının yanı sıra, zaman zaman evini paylaştığı, Arnolt Bronnen’le tanıştı ve ismini Bertolt olarak değiştirdi. 1924 yılında Berlin’e yerleşti. Önceleri Max Rheinhardt’ın Berlin Alman Tiyatrosu’nda, Carl Zuckmayer’le birlikte dramaturg olarak, Münih Oda Tiyatrosu’nda da kendisi sahneye oyunlar koyarak çalıştı. "Gecede Trampet Sesleri" oyunu ile 1922 yılında Kleist Ödülü’nü aldı ve oyuncu ve opera sanatçısı Marianne Zoff ile evlendi. Bir yıl sonra 12 Mart’ta kızları Hane Hiob dünyaya geldi. Kısa bir zaman sonra da ileride evleneceği ve 1924 yılında, ikinci oğlu Stefan Brecht’i doğuran sevgili "Helli"'si Helene Weigel ile tanıştı. Üç yıl sonra Marianne Zoff’dan boşandı. Helene Weigel’le evlenmesinden sonra 1929 yılında kızı Barbara Brecht Schall dünyaya geldi. 1920'li yılların ikinci yarısında Brecht artık inançlı bir komünistti ve çalışmaları da politik amaçlarına uygun hale geliyordu. Hiçbir zaman Alman Komünist Partisi üyesi olmadı. Politik düşüncelerine paralel olarak 1926 yılından itibaren epik tiyatro da gelişiyordu. Peter Suhrkamp ile birlikte, 1930 yılında kaleme aldıkları "Mahagony Şehrinin Yükselişi ve Düşüşü Operası İçin Notlar" makalesi tiyatro teorisi ile ilgili çok önemli bir yazıdır. Kurt Weill ile birlikte yapılan müzikal drama çalışmaları, epik tiyatronun gelişmesine çok önemli katkılarda bulunmuştur. Brecht, eserleri ile toplumsal yapıyı şeffaf hale getirmeyi, özellikle yapının değiştirilebileceğini göstermek istiyordu. Ona göre edebi metinler bir işe yaramak zorundaydı. Brecht’in Marksist düşünceleri, gerek Karl Korsch, Fritz Sternberg ve Ernst Bloch gibi dogmatik olmayan parti dışı Marksistlerin, gerekse resmi komünist parti çizgisinin etkisi altındaydı. Bir dizi Marksist öğretiye dayalı oyunlar ortaya çıkmıştı. O yıllarda yazılan eserler Hegel ve Marx’ın eserlerinin etkisi altındaydı. 1927 yılında yayınlanan toplu şiirleri "Bertolt Brecht’in Dua Kitabı" ("Bertolt Brechts Hauspostille") genelde o zamanlarda yazılan metinlerden oluşuyordu. 1928 yılında Brecht, Weimar Cumhuriyeti’nin tiyatrodaki en büyük başarılarından birisi olan, Kurt Weill’in müziklerini yaptığı "Üç Kuruşluk Opera"’nın, 31 Ağustos 1928 tarihinde yapılan ilk gösteriminin gururunu yaşadı. Dünya çapında bir üne kavuşan ve birçok tiyatroda sahnelenen oyun yanlış anlamaya kurban gitti. Toplumu eleştirmek için yazılan oyun, Brecht’i eleştirmek isteyenlerin işine yaradı. Başka araştırmacılar, özellikle 1928 yılında yazılan şekli ile oyunun toplumu eleştirmede fazla keskin olmayan bölümlerine vurgu yaparak yanlış anlaşılma tezini ortadan kaldırdılar. İlerideki gözden geçirmelerde Brecht, "Üç Kuruşluk Opera" filmi için yazılan; fakat prodüktörler tarafından reddedilen, senaryoda ve 1934 yılında yazdığı "Üç Kuruşluk Roman"’da eleştiri dozunu arttırdı. 1928 yılında, oyunları ve şarkıları için önemli bir besteci olacak olan Hanns Eisler ile tanıştı. Bu tanışmadan iyi bir dostluk ortaya çıktı ve ikisi 20. yüzyılın en önemli şair – besteci çiftini oluşturdular. 1933 yılının başlarında "Tedbir" (Die Maßnahme) adlı oyun polis tarafından yasaklandı. Düzenleyiciler vatana ihanetten mahkemeye verildiler. 28 Şubat günü, Reichstag yangını’ndan bir gün sonra Brecht, ailesi ve arkadaşları ile birlikte, Berlin’i terk etti ve Prag, Viyana ve Zürih üzerinden, yazar Karin Michaelis’in davetine uyarak, beş yıl kalacağı Danimarka Fünen’deki Skovsbostrand’a kaçtı. Aynı yılın Mayıs ayında Brecht’in eserleri naziler tarafından yakıldı. 1935 yılında vatandaşlıktan çıkarıldı. 1938 yılında "Galilei’nin Yaşamı" yazıldı. Oyun yazmanın dışında Brecht, Prag Paris ve Amsterdam’daki çeşitli sürgün gazetelerine de makaleler yazıyordu. 1939 yılında Danimarka’yı terk etti. Stockholm yakınlarındaki bir çiftlik evinde bir yıl yaşadı ve 1940 yılı Nisan ayında Helsinki’ye geçti. Brecht sürgünde hükümeti, devleti ve toplumu hiçbir zaman açıkça eleştirmedi. Alttan alta, dozunda ve kendi inançlarına zarar vermeden eleştirdi. Ailesi ile birlikte yaz boyunca kalmak üzere, Finlandiyalı yazar Hella Wuolijoki’nin daveti üzerine gittiği Marlebäck’da, Wuolijokis’in metinlerine dayanarak "Bay Puntilla ile Uşağı Matti"’yi yazdı. 1941 yılında Moskova üzerinden Trans Sibirya Ekspresi ile Wladiwostok’a, oradan da Sovyetler Birliği’nin doğusundan gemi ile, Hollywood yakınlarındaki Santa Monica’da yaşayacağı Kaliforniya’ya gitti. Senarist olarak çalışmak istedi ise de, o iş olmadı. Politik işler yapması olanaksızdı. Kendisini "Öğrencileri olmayan bir öğretmen" olarak nitelendiriyordu. Daha sonra Amerika’daki sürgün yıllarında yaptığı tek tiyatro çalışmasında başrolü oynayacak olan Charles Laughton ile birlikte, ilk gösterimi 9 Eylül 1943 de Zürih Tiyatro Evi’nde gerçekleşen, "Galilei’nin Yaşamı"’nı çevirdi. ABD’de Komünist Parti üyesi olmakla suçlandı ve 30 Ekim 1947 tarihinde "Amerika'ya Karşı Etkinlikleri Soruşturma Komisyonu" tarafından sorgulandı. Komünist partiye üye olup olmadığı veya halen partiye üye mi olduğu sorusuna Brecht hayır cevabını verdi ve devam ederek Almanya’da da komünist parti üyesi olmadığını söyledi. Bir gün sonra, New York’da "Galilei’nin Yaşamı" oyununun galası oynarken, Paris üzerinden Zürih’e geçti. Kendisini kabul eden tek ülke olması nedeni ile İsviçre’de bir yıl kaldı. Batı Almanya’ya girmesine izin verilmedi. Şubat 1948 tarihinde "Sofokles’in Antigonu" oyunu İsviçre’de Chur Devlet Tiyatrosu’nda ilk gösterimini gerçekleştirdi. 12 Ekim 1950 tarihinde Brecht ve Weigel Avusturya vatandaşlığına kabul edildiler. Aynı ay içerisinde Brecht’in uzun yıllar birlikte çalıştığı arkadaşı Kurt Weill New York’da öldü. Savaştan hemen sonra arkadaşları Brecht’e, Almanya’ya dönmesi ve oyunlarını kendisi sahneye koyması için baskı yapıyorlardı. Ama o bekliyor ve ortamı değerlendiriyordu. Sovyetler Birliği tarafında kalan bölgede, 1948 yılında, birçok tiyatronun açılması ve Berlin Halk Sahnesi’nin yenilenmesi de bitince Ekim 1948 de Brecht, Alman Demokratik Cumhuriyeti Kültür Birliği’nin daveti ile, Zürih’den Salzburg ve Prag üzerinden Berlin’e doğru gitmek üzere yola çıktı. Batı tarafında kalan bölgeden geçmesi hala yasaktı. Berlin’e gelir ge
lmez hemen önemli sanatçılar ve yöneticilerle ilişki kurdu. Brecht’in çalışmalarına çok değer veren Alexander Dymschitz Sovyet askeri idaresinin başındaydı ve Brecht’in yapacaklarına olumlu bakıyordu. Politik kararlarına çok güvendiği Jacob Walcher ile tekrar buluşması, politik tartışmalar için bir uzmanla karşılaşması Brecht’i çok mutlu etmişti. Brecht önceleri kamuoyuna politik açıklamalar yapmaktan kaçındı. Bekledi ve izledi. Dönüşümün itici gücünün işçi sınıfından değil de yukarıdan geldiğini tespit etmişti. Berlin’deki ilk yıllarında, Brecht daha tam anlamıyla kabul görmemişken, yayıncılarla pazarlıklar gündeme geldi. Biraz bekledikten sonra yayın işlerini düzene soktu: Peter Suhrkamp tarafından, "Denemeler" ("Versuche") ve "Toplu Eserler" ("Gesammelten Werke") yayınlanacak ve lisans sahibi, Alman Demokratik Cumhuriyeti – Aufbau Yayınevi olacaktı. Sahne oyunlarının hakları Basel’daki Reiss Yayınevinde kalacaktı. Aufbau Yayınevi Brecht’in şiirleri ile de ilgileniyordu.. Brecht için önemli olan tekrar tiyatroda çalışmaktı. Wolfgang Langhoff’un, Alman Tiyatrosu’nda kendi eserlerini sahneleme teklifini hemen kabul etti. Böylece Berlin’li arkadaşlarının, sanatçıları bir Berlin Tiyatrosu’nda toplama amacına da ulaşıyordu. Erich Engel’in, 1949 yılında Berlin’e gelmesi ile birlikte Brecht hemen Cesaret Ana ve Çocukları oyununu sahnelemeye başladı. Oyunun ilk gösterimi, Brecht, Engel ve başrol oyuncusu Weigel için görülmemiş bir başarıydı. Oyun bir taraftan basında övülürken, diğer taraftan ileride, kültür sorumluları ile ortaya çıkacak olan çatışmaların da başlangıcını oluşturuyordu. Jdanov ’un 1948 yılında Sovyetler Birliği’nde başlattığı, biçim tartışmalarının Almanya Demokratik Cumhuriyeti sanat ve kültür çalışmalarına da yansıması umudu ile, halka yabancı kültür çöküşü gibi, soru işaretleri ile dolu kavramlar açıkça kamuoyu önüne çıkarılıyordu.. Kalan işlerini düzene sokmak ve Berlin’deki yeni çalışmaları için oyuncu ayarlamak üzere Zürih’e geldikten kısa bir süre sonra, Paris komünü tarihi üzerine kapsamlı çalışmalar yaptı. Norveçli yazar Nordhal Grieg’in "Bozgun" isimli oyunundan esinlenerek yazdığı "Komün Günleri" oyununun metinleri Nisan 1949’da bitmişti; fakat Brecht sonuçtan çok memnun kalmadığı için oyunun sahnelenmesini ileri bir tarihe attı. 24 Mayıs 1949 tarihinde Zürih’den ayrıldığında, diğerlerinin yanı sıra, Therese Giehse, Benno Besson ve Teo Otto ile sözleşmeler yapmıştı. Brecht’in İsviçre’de bulunduğu süre içerisinde, Helene Weigel, Brecht’in kendi tiyatrosunun kurulması için gerekli altyapı çalışmalarına başlamıştı. Bu girişim, Wilhelm Pieck, Otto Grotewohl ve Sovyet askeri idaresi yöneticisi Alexander Dymschitz tarafından güçlü bir şekilde desteklendi. Almanya Birleşik Sosyalist Partisi’nin (SED) Politbürosu "Helene Weigel Ensemble"’si kurulması için 29 Nisan 1949 tarihinde gerekli mercilere, 1 Eylül 1949’da oyun çalışmalarına başlama yetkisi ile, bilgi vermişti. Helene Weigel’in tiyatro yöneticisi olması Brecht’in yararınaydı. Bir yandan bürokrasi ile uğraşmayacaktı, diğer yandan da Weigel’in onu kendi hırsları nedeni ile uzlaşmalara zorlamayacağından emindi. İlk yıllarda kadro, sürgündeki oyuncular ve yönetmenlerle yurt içindeki genç yeteneklerden oluşuyordu; fakat Soğuk Savaş bu alanda da etkili olmaya başladı. Sözler yerine getirilmemeye başladı. Brecht’in beklediği Peter Lorre gibi sanatçılar Berlin’e gelmediler. Teo Otto gibi biçim açısından anlaşamadığı sanatçılar birlikte çalışmayı sonlandırdılar. 1949 yılında ADC’nin kurulması ile birlikte bir Sanat Akademisi kurulması da gündeme geldiğinde, Brecht kendi düşüncelerini burada hayata geçirmeyi denedi. "Akademi kesinlikle üretici olmalı, temsili kalmamalı" diyordu. 1950 yılında Alman Sanat Akademisi'ni diğer sanatçılar ve aydınlarla birlikte kurdu. "Usta oyuncular" konusunu da gündeme getirmişti. Brecht daha adı konmamış "Berliner Ensemble"’da, Benno Besson, Peter Palitzsch, Egon Monk ve diğer öğrencilerle çok sık bir arada olmaktan hoşlanıyordu. 1950 yılının başlarında, hayatı boyunca sempati duyduğu şair Jakob Michael Reinhold Lenz’in "Lala" ("Der Hofmeister") oyununu yeniden yazdı. 15 Nisan 1950 tarihinde yapılan gala, ensemblenin, Brecht’in yaşadığı zamanlarda gördüğü en büyük başarısıydı ve bu oyunla birlikte Brecht, ilk defa kamuoyu tarafından yönetmen olarak da kabul görüyordu.. 1950’li yılların başında SED ilkesel temel kararlar aldı. Buna göre "Sosyalizm’in inşası en temel görev oldu [,] ". Aynı zamanda sanatta biçem tartışmaları da hız kazandı. Brecht bu konuda dikkatli davranıyordu ve teorik tartışmalara katılmıyordu. Daha çok kendi yolunda küçük adımlarla ilerliyordu. 1950/51 yıllarında, izleyicisinin kendisinden istediği "Didaktik Tiyatro" ile uğraşıyor, "Ana" oyununun yeniden sahnelenmesine hazırlanıyordu. Bu sahnelemeye yapılan, daha çok uyarı anlamına gelen lütufkar eleştiriler, bir kez daha Brecht’in özel bir konumda olduğunu ve ADC’de sanat çalışmalarının keyfine vardığını, açıkca gösteriyordu. Paul Dessau gibi diğer sanatçılar biçemle ilgili ithamları çok açık bir şekilde hissediyorlardı. 17 Mart 1951 yılında galası yapılan "Lukullus’un Sorgulaması" operası doğrudan tartışmaların içine girdi. Halk Eğitim Bakanlığı’nın kasıtlı olarak dağıttığı biletler yoluyla bir fiyaskonun organize edildiği çok açıktı. Plan başarısızlıkla sonuçlandı. Oyunla ilgili tartışmalara yüksek mevkilerdeki devlet adamlarının da karışmasına rağmen, Brecht çok dikkatli davrandı ve sürekli uzlaşma yolları aradı. 7 Ekim 1951 tarihinde Demokratik Alman Cumhuriyeti 1. Sınıf Devlet Ödülü’nü aldı. 1952 yılında, daha sonra da sıkça deneyeceği, oyunların önce Berlin dışında oynanması uygulamasına, "Eski Faust"’u ("Urfaust") genç oyuncularla birlikte Potsdam’da sahneleyerek başladı. 2 Temmuz 1952 tarihinde Helene Weigel ile birlikte Buckow’da bir eve taşındı. Övünerek "Ben şimdi yeni bir sınıfa aitim. Kiracıların sınıfına" diyordu..Bu evde Eylül 1953 tarihine kadar "Buckow Ağıtları" şiirleri ve "Turandot veya Aklayıcılar Kongresi" oyunu üzerinde çalıştı. Bu zaman içerisinde, sürekli değişen sevgilileri ile sorunlar yaşadı. Helene Weigel geçici olarak Rheinhardstraße 1 numaraya, Brecht ise Chausseestraße 125 numaralı eve taşındı. Tiyatrodaki işlerini de ihmal etmeye başlayan uzatmalı sevgilisi Ruth Berlau da, Brecht için artık yük olmaya başlamıştı. 1953 yılında PEN Yazarlar Kulübü (Doğu – Batı) başkanı seçildi. Ocak 1954’te ADC Kültür Bakanlığı kuruldu ve Johannes R. Becher bakan oldu. Eski idari yapı ortadan kalkınca, sanatçılarla yöneticiler arasındaki gerginliklerde yok oldu. Biçem tartışmalarına son verildi. Brecht bu değişimi sevinçle karşıladı ve sanatçı arkadaşlarını bu yeni şansı kullanmak için çağırdı.. Mart 1954’de Berliner Ensemble, Schiffbauerdamm Tiyatrosu’na taşındı. Aynı yıl Brecht Alman Sanat Akademisi Başkan Yardımcısı oldu. 18 Aralık 1954 tarihinde Halklararası Barış ve Anlaşma Stalin Ödülü’nü aldı. 1955 yılında, arka planda yükselen doğu batı yüzleşmelerinin yapıldığı, batı Berlin’deki tartışma akşamlarına katılıyor, "Savaş Alfabesi"’ni yayınlamakla uğraşıyor ve bunlara paralel olarak tiyatrosunun yöneticilerine yeni oyunlar için fikirler veriyor, planlar yaptırıyordu. Yaşamının son zamanlarında Brecht çok çalışıyordu. Her yıl iki oyun sahneye koyuyor, tiyatronun diğer yönetmenlerinin sahneye koyduğu oyunların hemen hemen tümünde görev alıyor, onlara yardımcı oluyor ve yazarlık işinin her türlüsünde ürün veriyordu. 1954 ve 1955 yıllarında Paris’te iki oyun oynadılar ve uluslarararası bir tiyatro haline geldiler. 1955 yılında katıldıkları Paris Festivali’nde "Kafkas Tebeşir Dairesi" oyunu ile ödül kazandılar. Bu muhteşem başarı tiyatro yöneticilerini harekete geçirmişti: Brecht, hiçbir risk almaksızın sahnelenebilir. 1956 yılının Mayıs ayında Brecht grip oldu ve Berlin’deki Charité hastanesine yatırıldı. Dinlenmek için 1956 yazını Berlin’e 50 km uzaklıktaki Schermützelsee gölünde geçirdi. 12 Ağustos 1956 günü kalpkrizi geçirdi. 14 Ağustos 1956 günü saat 23:30 da Berlin’de, bugün Brecht Evi olan Chausseestraße 125 numarada öldü.. 17.Ağustos günü çok büyük bir kalabalığın, çok sayıda politikacıların ve kültür camiasından sanatçıların katılımı ile toprağa verildi. Törende hiçbir konuşma yapılmadı.. Mezarı, 1971 yılında ölen eşi Helene Weigel’in mezarı ile birlikte Dorotheenstadt mezarlığında yan yanadır ve onur mezarı statüsündedir. Brecht, oyunlarını genelde sahnelemelerinden etkilenerek biçimlendiriyordu. Böylece basılı metinler, en azından sürgünden önceki zamanlardaki sahnelemelere göre ortaya çıkıyordu. Bu deneyimler metinlere yansıyordu. Brecht, 1918 – 1933 yılları arasında sahnenin sağladığı olanaklar çerçevesinde çeşitli sanatsal deneyler yaptı. Almanya’yı terk etmek zorunda kaldıktan sonra bu tutumunu değiştirdi. Bazı istisnalar dışında sahnelenip sahnelenmeyeceğine bakmaksızın sadece üretiyordu. "İkinci Dönem" olarak adlandırılan bu evrede Brecht kendi tarzını, "Epik Tiyatro"’sunu oluşturdu. Oyunlarının yeniden elden geçirilmesi gündemdeydi. Brecht, değişen politik koşulları oyunlarına yansıtıyordu. Burada "Galilei’nin Yaşamı"’nın Amerikan versiyonu, gerek başrol oyuncusu Charles Laughton’un replik ve sahne yetenekleri, gerekse II. Dünya Savaşı’nda atılan Amerikan atom bombasının yarattığı, topluma karşı bilim adamlarının sorumluluğu sorusunun ertelenmesi açısından, örnek olarak gösterilebilir. Savaştan sonra Avrupa’ya döndüğünde, diğer yazarların eserlerinin de üzerinde çalıştığı tiyatro çalışmalarına ağırlık verdi. Brecht, 48 oyun ve yedi tanesi oynanabilir durumda olan yaklaşık 50 oyun taslağı yazdı. Küçük işlerin dışında "Baal" Brecht’in ilk oyunuydu. Bunu 1919’da, eleştirel bir oyun olan "Gecede Trampet Sesleri" oyunu izledi. En büyük başarısı, "Üç Kuruşluk Opera" 1928 yılında ortaya çıktı. Kurt Weill’in müziği olmasaydı bu başarı elde edilemezdi. 1930 yılında "Mahagonny Şehrinin Yükselişi ve Çöküşü" oyunu Leipzig’de izleyicilerin karşısına çıktığında, büyük bir ihtimalle politik karşıtlarının kışkırtmaları sonucu
yapılan ayaklanma benzeri gösteriler yüzünden, Almanya’nın en büyük tiyatro skandallarından birisi ortaya çıktı. Brecht’in sürgündeki oyunları klasik "tiyatro kurumu" çerçevesinin dışına çıkmazken, operaları ve öğretici oyunları avangard olarak değerlendirilir. Elisabeth Hauptman, Brecht’in, oyun yazmak için "Karşısında canlı ve onunla birlikte çalışan" birisine ihtiyaç duyduğunu söyler. Brecht’in talebesi Manfred Wekwerth de şairin, biryerlerde bir şeyler bulduğunda, onu değiştirmek ve yeniden yaratmakta usta olduğunu biliyordu. "O’nun için önemli olan bir şeyler yapmak değil, başka bir şeyler yapmaktı". Talebeleri ile birlikte çalışmak ve çok sıkı bir işbirliği yapmak, aslında kendisi olaya hakim olan Brecht için olağan bir durumdu her zaman. Bu çalışma tarzı nedeniyle, Brecht’in ölümünden sonra birkaç efsane ortaya çıkmıştı. Diğer taraftan Brecht modern tiyatronun sunduğu tüm olanakları oyunlarının tasarımında kullanıyordu. Burada da bu işin uzmanlarından yardım alıyordu. Çok sık alıntı yapılan "400 (Dörtyüz) Genç Şair Üzerine Kısa Bir Rapor" (Kurzer Bericht über 400 (vierhundert) junge Lyriker) başlıklı yazısında Brecht, bir şiirin “Kullanım Değeri” olması gerektiği üzerine, görüşlerini açıklıyordu. “[..] Bu tür sadece lirikten ibaret ürünler abartılıyor. Bu ürünler bir düşüncenin ya da yabancılar için de yararlı olan duyguların asıl jestlerinden çok uzaklaşıyorlar.”. Bir şiire yüklediği bu düşünceleri ve belgesel değerleri, yazdığı tüm şiirlerine yansıttı. Brecht’in şiirleri olağanüstü kapsamlıydı. "Großen kommentierten Berliner und Frankfurter Ausgabe" kitabında, bazıları değişik versiyonlarda yazılmış, yaklaşık 2300 şiir vardı. Açıkca görülüyor ki, Brecht için her önemli olay ve düşüncelerin şiir formunda yansıtılması bir gereksinmeydi. Ölümünden kısa bir süre önce bile yirmi yeni şiir yazmıştı.. Şiirlerin formları da olağanüstüydü. Şiirleri, kafiyesiz metinlerden, çift kafiyeli klasik destanlara kadar uzanan bir çeşitliliğe sahipti. Kaynak: Brecht, eserlerinin çoğunu birçok kez yeniden gözden geçirip değişiklikler yaptığı için eserlerin yazıldığı yıllar sadece ilk yazılan tarih olarak görülmelidir. Araştırmalarda, kesin olduğundan şüphe duyulan tarihlerin yanına soru işaretleri konmuştur. Kaynak: Bertolt Brecht: "Große kommentierte Berliner und Frankfurter Ausgabe". Suhrkamp 1988-1999. Parantez içinde verilen sayılar, daha sonraki basımlarda eklenen ya da çıkarılan şiirlerin sayısını gösterir. Tarihler, derlemedeki şiirlerin yazıldığı zaman aralıkları, ileriki zamanlarda yapılan değişiklikleri, tamamlamaları ve şair tarafından eski şiirler kullanılarak yapılan yeni düzenlemelerin yapıldığı yılları gösterir. Ak ladin Ak ladin ya da Kanada ladini ("Picea glauca"), çamgiller (Pinaceae) familyasından Kuzey Amerika'nın kuzeyinde Kanada'nın doğusundan Alaska'ya kadar taygada yetişen 15–30 m boy (maksimum 40 m) ve 1 m çap yapabilen ladin türü. Boyu 15–30 m uzunluğundadır ve 40 m ye ulaşabilen örnekleri de görülür. Gövde çapı 1 m dir. Kabuğu ince olupu 5–10 cm ufak dairesel plakalar halinde pulludur. Tacı dar, genç ağaçlarda konik, yaşlı ağaçlarda ise silindiriktir. Sürgünleri soluk devetüyü kahverengidir. Yapraklar iğne biçimli 12–20 mm uzunluğundadır. Kozalaklar 3–7 cm boyunda, kapalıyken 1.5, açıkken 2.5 sm genişliğinde, sarkık, ince ve silindirik; tohumlar siyah, 2–3 mm uzunlukta, 5–8 mm uzunluğundaki tohum kanadı soluk kahverengidir. Ak ladin doğal olarak Kuzey Amerika'da bulunur. Kanada'nın doğusunda Newfoundland'da Avalon Yarımadasından Alaska ortalarına kadar yaygındır. Amerika Birleşik Devletleri'nde Alaska'dan başka, ayrıca Montana, Minnesota, Wisconsin, Michigan, New York, Vermont, New Hampshire ve Maine eyaletlerinde de görülür. İzole popülasyon olarak Güney Dakota ve Wyoming'te Black Hills'te de bulunur. Değişik coğrafi varyeteleri tanımlanmıştır, fakat bunlar bütün yazarlarca kabul görmeyebilior:: Güney Alaska'da Sitka ladini ile melezlenir ve bu melez "Picea × lutzii" olarak da bilinir. Volkan Konak Volkan Konak, (d. 27 Şubat 1967; Maçka, Trabzon) Türk halk müziği sanatçısı. 2006 yılında çıkardığı "Mora" albümü, Mü-yap tarafından altın plak ile ödüllendirilmiştir. Volkan Konak, 1967 yılında Trabzon'un Maçka ilçesinin Yeşilyurt köyünde doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini Maçka'da tamamladıktan sonra öğretmeninin teşvikiyle 1983 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Devlet Konservatuvarı'na girdi. 1988 yılında konservatuvarı bitirip aynı yıl İstanbul Teknik Üniversitesi'nde Halk Müziği üzerine Sosyal Bilimler master eğitimine başladı. 1991 yılında master eğitimini tamamladı. Sanat ve müzik hayatına 1989 yılında Maçka yöresinde yaptığı derleme çalışmalarını topladığı "Suların Horon Yeri" adlı müzik albümüyle başladı. Daha sonraları beste çalışmalarına başladı. Nâzım Hikmet, Yaşar Miraç, Ömer Kayaoğlu, Sunay Akın gibi değerli şairlerin eserlerini besteleyerek müziğini, tarzını belirlemiş oldu. Beste müziğinin içerisine etnik motifleri katarak örneği olmayan kendine özgü bir tarz yaratmış oldu. Karadeniz Müziğini Evrensel Müzik formlarıyla buluşturarak özgün bir yapıda yeniden şekillendiren Konak, "Efulim"’i 1993 yılında yaptı. Daha sonra 1994 yılının Ekim ayında "Gelir misin Benimle" adlı albümünü hazırladı. Askerlik görevi nedeniyle bir süre çalışmalarına ara verdi. Askerlik görevini tamamladıktan sonra hemen üçüncü albümü "Volkanik Parçalar"ın çalışmasına başladı. Üç aylık çalışmadan sonra da bu albüm müzikseverlerin beğenisine sunuldu. Volkan Konak, 1998 yılının Nisan ayında kendisi tarafından kurduğu Kuzey Müzik Prodüksiyon isimli firmasından "Pedaliza" isimli albümünü müzikseverlerin beğenisine sundu. 1993 yılından bu yana albüm çalışmalarında yaklaşık elli adet bestesini sergilemiş ve bu çalışmalar sonunda Gazeteciler Cemiyeti, çeşitli vakıf ve dernekler tarafından yılın sanatçısı seçildi. 1997 yılında Politika dergisi tarafından Yılın En İyi Müzik Sanatçısı seçildi. Volkan Konak’ın 1993 yılında ürettiği bir bestesinin tüm dünya hakları “Kuzey Müzik Prodüksiyon" ile Fransız prodüktör Alain Finet arasında yapılan sözleşme sonucunda Alain Finet tarafından satın alındı. 2000 yılında "Şimal Rüzgarı" adlı albümünü DMC’den çıkararak dinleyicilerine ulaştırdı. 2003 yılı Aralık ayında 3,5 yıl aradan sonra yine DMC etiketiyle yayınlanan "Maranda" isimli albümü çıktı. 2006 yılında ise "Mora" isimli albümüyle müzikseverlerle buluştu. Mora albümünde olan ve ablası Nuran Bahçekapılı'nın sözlerini yazdığı "Gardaş" adlı eseri Kazım Koyuncu anısına bestelemiştir. Besteci ve söz yazarı kimliğinin yanı sıra şiirsel yönü de olan Volkan Konak'ın birçok şiiri mevcuttur. Konserlerinde şarkılarının yanı sıra birçok şairden şiirlerde okuyan Volkan Konak, anlattığı esprili hikâyeleriyle izleyenlerinin ilgisini çeker. İki yıl süren Çernobil araştırmasıyla bu facianın Türkiye ve de özellikle Karadeniz Bölgesi üzerindeki etkilerini derleyip belgelendirmiştir. Kanserden babası dahil birçok yakınını kaybeden ve bunun acısını devamlı içinde duyan Volkan Konak, sözlerini ablası Nuran Bahçekapılı'nın yazdığı "Cerrahpaşa" adlı eserini babası için bestelemiştir. Yıllardır Karadeniz Bölgesindeki kanser vakalarının artışına dikkat çekmek için uğraşan Volkan Konak, bölgeye Kanser Araştırma Hastanesi kurulması için mücadele etmektedir. 2009 yılında "Mimoza" adını verdiği yeni albümüyle sevenleriyle tekrar buluşan Volkan Konak, Mimoza albümünün ilk klibini "Göklerde Kartal Gibiydim" adlı eserine, ikinci klibini ise "Mimoza Çiçeği" adlı eserine çekmiştir. Albümünün üçüncü klip çalışmasını ise "Yarim Yarim" adlı eserine çekmiştir. 2012 yılında ise "Lifor" isimli albümünü çıkararak sevenleriyle tekrar bir araya gelmiştir. Lifor albümünün ilk klibi, "Nerdesin (Karagözlüm)" adlı esere çekilmiştir. Albümün ikinci klip çalışması ise albümü dinleyen ve seven kişilerce yapılan istek üzerine "Ayletme Beni" adlı eser olmuştur. Ziraat mühendisliği Ziraat mühendisliği bitkisel üretim (tarla bitkileri, bahçe bitkileri) ve hayvansal üretim (büyükbaş küçükbaş hayvan yetiştirme ve ıslahı, kümes hayvanları, arıcılık, yemler ve hayvan besleme, biyometri ve genetik) yanında süt teknolojisi, tarımsal biyoteknoloji, tarım makineleri, kültür-teknik, toprak bilimi ve bitki besleme, tarım ekonomisi, tarım ürünleri teknolojisi, bitki koruma, peyzaj mimarlığı,biyoyakıt ve biyogaz enerji üretimi alanlarında uğraş veren mühendislik dalıdır. Kaliteli tahıl, sebze, meyve, endüstri ve süs bitkilerinin bilimsel ve ekonomik yöntemlerle yetiştirilmesi alanında bilgi ve beceriye sahip nitelikli kişidir. Tarım alanlarının belirlenmesi, erozyondan korunması, sulanması, tarımda kullanılan her türlü yapının, makine ve enerji türünün belirlenmesi ve üretimin projelendirilmesi alanında bilgi ve beceriye sahip nitelikli kişidir. Ziraat mühendisliği programında okumak isteyen bir öğrencinin; Ziraat Mühendisliği (Bitkisel Üretim) programında okumak isteyen bir öğrencinin; Ziraat Mühendisliği(Tarım Teknolojisi) programında okumak isteyen bir öğrencinin; Ziraat Mühendisleri (Bitkisel Üretim) ; Tüm işlerini açık havada yürütürler. Çalışırken çiftçilerle iletişim halindedirler. Kapalı ve açık alanlarda çalışabilirler. Genellikle hayvancılık işletmelerinde, özel veya kamu işletmelerinde çalışabilirler. Bunun yanında kendi işletmelerini kurabilirler. Yem fabrikaları, tavukçuluk işletmeleri, besicilik ve süt sığırcılığı işletmeleri ile koyun ve keçi yetiştiriciliği işletmelerinde çalışabilirler. Meslek elemanları, tarım alet ve makineleri üreten kamu ve özel kuruluşlara ait fabrika ve atölyelerde çalışırlar. Çalışırken; ziraat mühendisleriyle, makine mühendisleriyle, makine teknisyenleriyle, çiftçilerle, meslektaşlarıyla ve işçilerle iletişim halindedirler. Gıda, Tarım Ve Hayvancılık Bakanlığına ve özel sektöre ait tarımsal işletmelerde çalışırlar. Kendi bahçe ve sera işletmelerini kurarlar. Tarla, bağ ve bahçe ziraatı hiçbir zaman geçerliliğini yitirmeyen, insanların sürekli ihtiyaç duyduğu ürünlerin yetiştirilmesi açısında
n gereksinim duyulan bir meslektir. Türkiye'de tarımda mekanizasyon, teknolojik gelişme ile birlikte gün geçtikçe daha da önem kazanmaktadır. Bu gelişmeye verilen öneme paralel olarak; tarım alet ve makineleri üretiminde aktif olarak görev alacak ara elaman olan bu meslek elemanlarına özel sektörde istihdam olanakları artacaktır. Orman Bakanlığı, Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı ve bağlı kuruluşlarda, T.C. Zirai Donatım Kurumu fabrika ve bölge müdürlüklerinde, pancar ve tarım-kredi kooperatiflerinde görev alırlar. Öğrenim sırasında aldığı genel konstrüksiyon, imalat ve malzeme bilgisi nedeniyle serbest çalışma, tarım alet ve makineleri imal eden özel kuruluşlarda da iş bulma olanağına sahiptir. Çalışma koşullarından dolayı meslekte erkekler kadınlara oranla iş bulma yönünden daha çok aranılan kişilerdir. Meslek yüksek okullarının: Antep Fıstığı Tarımı ve Teknolojisi, Bağcılık, Bahçe Ziraatı, Bitkisel Üretim, Endüstriyel Bitkileri Yetiştirme ve Değerlendirme, Fidan ve Fidecilik, Fidan Yetiştirme, Fındık Eksperliği, Hasat Sonrası ve Teknolojisi, Mantarcılık, Pancar Yetiştiriciliği ve Şeker Teknolojisi, Sebze Üretimi, Seracılık, Seracılık ve Süs bitkileri Yetiştiriciliği, Tarımsal Pazarlama, Tarla Bitkileri, Tıbbi ve Aromatik Bitkiler, Tohumculuk, ön lisans programını başarı ile bitirenler, ÖSYM tarafından yapılan Dikey Geçiş Sınavında (DGS) başarılı oldukları takdirde Ziraat Fakültelerinin Bitkisel Üretim, lisans programına dikey geçiş yapabilirler. 4 yıllık lisans programını bitirenlere Ziraat Mühendisi unvanı verilir. Meslek Yüksek okullarının: Sulama Teknolojisi, Tarım Aletleri ve Makineleri, Tarımsal Sulama Yöntemleri programlarını bitirenler ÖSYM tarafından yapılan Dikey Geçiş Sınavında (DGS) başarılı oldukları takdirde “Tarım Teknolojisi” lisans programına dikey geçiş yapabilirler. Lisans (4 yıllık) programını bitirenlere Ziraat Mühendisi unvanı verilir. Ziraat Mühendisliği lisans programında öğrenciler ilk üç yıl temel bilim dersleri (Fizik 1, Kimya 1 veya Fizik 2, Matematik 1,Mühendislik Matematiği, Botanik, Zooloji, Jeoloji), temel mühendislik dersleri Akışkanlar Mekaniği, Makina Elemanları ve Mukavemet, Mühendislik Mekaniği (Statik ve Dinamik), Termodinamik ve Isı İletimi, Tarımsal Yapılar (Kültürteknik),Sulama ve Drenaj , Bilgisayarda Çizim Teknikleri, Sera yapım tekniği, Malzeme Bilgisi, Tarım Makinaları 1, Tarım Makinaları 2, Ölçme Bilgisi 1, Teknik Resim 1, temel meslek dersleri (Çevre Bilimi ve Teknolojisi,Genetik, İstatistik, Araştırma ve Deneme Metotları, Meteoroloji, Mikrobiyoloji, Tarım Tarihi ve Deontolojisi), ayrıca Gıda Mühendisliği ve Peyzaj Mimarlığı Lisans Programlarını karakterize eden birer ders ile bütün alt programları ( Bahçe Bitkileri, Bitki Koruma, Gıda Teknolojisi veya Süt Teknolojisi, Tarım Ekonomisi, Tarım Makinaları, Tarımsal Yapılar ve Sulama, Tarla Bitkileri, Toprak, Zooteknik,) temsil eden dersleri okumaktadırlar. Son sınıfta ise kendi tercihleri arasından yerleştirilecekleri yukarıda yazılı alt programlardan birine ayrılmakta ve ayrıldıkları bu alt programda tümü seçmeli olan dersleri almaktadırlar. Zooloji ve botanik olarak biyolojinin alt dallarıdır. İstek duydukları alana göre; işlerini yapabilecek yasal yetkinliktedirler. Eşek arısı Eşek arısı ya da Vespa, Vespidae familyasına ait yaban arısı cinsi. Türkiye'deki yaygın türü "sarıca" olarak bilinen Avrupa eşek arısıdır ("vespa crabro"). Gövdesi kızılımsı sarı ve siyah çizgili olan eşek arıları oldukça iri yapılıdır; uzunlukları arıbeyinde 30 mm'yi, işçi arılarda 23 mm'yi bulur. Yeryüzünde geniş bir bir dağılım gösteren bu yaban arıları, bazen kova büyüklüğünde olan yuvalarını ağaç kovuklarında, duvar oyuklarında ender olarak da toprak üstünde kurarlar. Yuvaların içi, çiğnenmiş bitkisel maddelerin tükürükle karışmasından oluşmuş, kağıda benzer peteklerle döşelidir. Eşek arıları ağızlarındaki dişleriyle ısırır. Ancak zorda kaldığı vakit iğnesini batırır. Bu iğne zehirlidir. Sokması çok ağrı veren eşek arısının zehiri, insanda ağır alerji tepkilerine yol açabilir. Eşek arıları bal yapmazlar. Polinasyonda görevli değildirler. Etçil canlılardır. Tarım zararlılarının ortadan kaldırılmasında önemli rol üstlenir çünkü yavrularını bu küçük böceklerle beslerler. Sadece yumurtalarını bırakmak için az sayıda petek göz örer. Ayrıca Kraliçe yuvayı tek başına yapar. Mahmut Yesari Mahmut Yesari (5 Mayıs 1895- 16 Ağustos 1945) Türk roman ve oyun yazarı. Mahmut Yesâri, 5 Mayıs 1895 tarihinde İstanbul'da doğdu. Miralay Fahrettin Bey’in oğlu, Osmanlı milli marşı Hamidiye'nin bestecisi Ahmet Necip Paşa'nın torunu, öykücü Afif Yesari’nin babasıdır. Soyadını, sol eliyle yazdığı için Yesari lakabı ile anılan Yesârî Mehmet Esad ile oğlu hattat Yesârizâde Mustafa İzzet dedelerinden almıştır. Yesârî Mehmet Esad'ın büyük dedesi ise döneminin ünlü müderrislerinden, Mekke kadılığı da yapmış olan Kazâbâdî Ahmet Efendi'dir. Lise öğrenimini İstanbul Lisesi’nde tamamladı. Resim öğrenimi için Avrupa'ya gideceği sırada I. Dünya Savaşı patlak verince Güzel Sanatlar Okulu’nda girdi; okulu bitirmeden askere alındı ve Anafartalar Cephesi’nde görev yaptı. Savaştan döndükten sonra sanat hayatına karikatürle başladı. 1918-1919 yıllarında çizgileri Diken ve Gıdık dergilerinde yer aldı. 1920’lerde oyun yazarlığına yöneldi. Bu alandaki ilk ürünü Fidan Zehra adlı uyarlama oyunudur. Oyunlarının çoğu Darülbedayi tarafından sahnelendi. Oyun yazarlığından sonra roman yazarlığına yöneldi. İlk romanının adı Namus'tur. Reşat Nuri Güntekin ile birlikte çıkardığı “Kelebek (77 sayı, 1923-24)” olmak üzere “Resimli Her şey”, “Yedigün” ve “Yarımay” gibi dergilerde öyküler yayımladı, gazetelerde romanlar tefrika etti, telif ve uyarlama oyunlar yazdı. 1925 yılında yayımlanan Çoban Yıldızı adlı romanıyla üne kavuştu, 1927’de yayımlanan "Çulluk" adlı romanıyla ünü yaygınlaştı. Bu roman, kimilerince Türk edebiyatının ilk işçi romanı kabul edilir. Hikâye ve romanları Yarın, Her şey, Yedigün, Yarımay dergilerinde dizi halinde yayımlandı. Hikâyelerinin çoğu kitap olarak yayımlanmadı. Konularını yakın çevresinden, halkın günlük yaşamından aldı. Günlük gazetelerde edebiyat ve tiyatro alanında kısa tanıtım ve eleştirileri çıktı. Tiyatro uyarlamaları yaptı. Film senaryoları yazdı. Romanları dışında Yakacık Mektupları adıyla bir anılar-hikayeler kitabı ve Sürtük adlı oyunu en bilinen eserleridir. Yapıtlarından Bağrı Yanık Ömer de edebiyatımızın ilk çocuk romanı olarak bilinmektedir. Ömrünün son yıllarında kendinden 20 yaş küçük olan Cahit Uçuk ile evlendi. Mahmut Yesari, 16 Ağustos 1945 günü Yakacık Sanatoryumu’nda veremden öldü. Çamlıca’da Çakaldağı’ndaki aile mezarlığı’nda toprağa verildi. Herakles Yunan mitolojisinde Herakles, Roma Mitolojisi'nde Herkül, Zeus ile Miken kralının kızı Alkmene'nin oğludur. Kadına aşık olan Zeus ona kocası kılığında yaklaşmıştır. Herakles'in Zeus'un çocuğu olduğunu anlayan Hera, önce Zeus'u oyuna getirerek ona Perseus kavminden ilk doğanın hükümdar olacağını yemin ettirmiş sonra da kuzeni Eurystheus'u önce doğurtarak Herakles'in daha doğmadan önce taht hakkını elinden almış, onunla sürekli uğraşmış ve ölümüne neden olmuştur. Herakles doğduğu günden itibaren tanrısal bir kuvvete sahiptir. Hera'nın gönderdiği iki zehirli yılanı öldürdüğünde henüz birkaç günlük bebektir. Herakles her açıdan üstün bir eğitim görmüştür. En iyi yaptığı işler ok atmak, at sürmek ve güreşmektir. 18 yaşına geldiği zaman Kitharion ormanlarında yaşayan ünlü canavarı öldürmüştür. Kendisine ödül olarak Thebai kralının kızı Megara verilmiştir. Bu kızdan üç oğlu olmuştur. Hera işe karışarak Herakles'i çıldırtmış, Herakles de kendi karısını ve çocuklarını öldürmüştür. Suçlarından arınması için Miken kralı Eurystheus'un hizmetine girip, onun her istediğini yapması gerekmiştir. Kralın Herakles'e yaptırdığı 12 işe mitolojide Herakles'in 12 görevi veya işleri denir. Çok güçlü bir karakter olarak da bilinir. Herakles'in dünyadaki yaşamı boyunca 70 kadar çocuğun babası olduğu söylenir. Soyundan gelen Heraklidler'in Lidya'da bir dönem yönetici hanedanlık yaptığı söylenir . Ayrıca Kafkas dağlarında zincire vurulmuş Prometheus'u işkenceden kurtarmış, Kyknos, ve Antaios'u öldürmüş, Truva Savaşı'na da katılmış ve attığı zehirli ok ile Paris'in ölümüne neden olmuştur. Bu 12 görev şunlardır: Ancak Herakles'in çilesi bunlarla bitmedi. Bu 12 işten sonra sayısız maceralara girişti. Lydia kraliçesi Omphale'nin hizmetinde bir yıl kadın kılığında çalıştı, yün eğirdi. Prometheus'u kurtardı, Troya'yı tahrip etti. Argonotların seferine katıldı. Deianeira ile evlendi, Sentor Nessos karısına yaklaşmak isteyince onu oklarıyla yaralayarak öldürdü. Nessos ölmeden önce Deianeira'ya kendi kanından vererek bir gün kocan için lazım olabilir dedi. Bir zaman sonra Herakles esir aldığı bir kızı Deianeira'ya gönderir lakin Deianeira Herakles'in kendisini bu kızla aldattığını düşünüp sinirlenir. Herakles yeni bir gömlek istediğinde Nessos'un verdiği kana batırılmış gömleği Herakles'e verir. Gömlek Herakles'in üstüne yapışır ve dayanılmaz acılar vermeye başlamış. Bu dayanılmaz acıya son vermek için Herakles bir odun yığını hazırlatarak kendisini alevlerin içine attı. Herakles'in ölümüne başta Zeus olmak üzere bütün tanrılar çok üzülmüş ve onu Olympos'a götürerek ölümsüzlük bağışlayıp tanrıça Hebe ile evlendirmişlerdir. Fizik ve moral gücün simgesi olan Herakles Yunanistan'da hem tanrı hem de kahraman olarak saygı ve tapınım görmüştür. Heraklesoğulları denilen çocukları Yunan yarımadasındaki halkların atası sayılmıştır. Roma mitolojisinde Herakles'e, Herkül denilirdi ve Jüpiter'in oğlu olarak bilinirdi. İngilizce Hercules diye yazılır. Etrüskçe'de de Hercle diye yazılırdı. Phobos (uydu) Phobos Mars'ın iki uydusundan biridir. Mars'ın diğer uydusu Deimos'dan hem daha büyüktür, hem de Mars'a daha yakındır. Güneş Sistemi'ndeki tüm diğer uydular içinde gezegenine en yakın konumlanmış uydudur. Yörüngesi Mars yüzeyinden sadece 6000 km yüksekliktedir ve Güneş Sistemi'nin en küçük uydularından b
iridir. 1877'de Hall tarafından bulunmuş, 1971'de Mariner 9, 1977'de Viking 1 ve 1988'de ise Phobos uzay araçları tarafından fotografları çekilmiştir. Phobos, eşzamanlı yörünge yarıçapından daha alçak bir yörüngede olduğundan Mars yüzeyindeki bir gözlemci için günde aşağı yukarı iki kez doğup batar. Yüzeye o kadar yakındır ki yüzeydeki bazı yerler için her zaman ufkun altında kalır. (Eşzamanlı yörünge yarıçapı : bir uydunun gezegenin etrafında gezegenin kendi etrafında dönüş süresi kadar bir zamanda döneceği yüksekliği ifade eder. Böyle bir uydu yüzeydeki gözlemci için her zaman aynı noktadadır. Dünyada, iletişim uydularında olduğu gibi) Bir zamanlar asteroid olduğu, ancak Mars'ın kütleçekimine yakalanarak gezegenin yörüngesine girdiği sanılmaktadır. Eşzamanlı yörünge yarıçapının altında olduğundan, gelgit kuvvetleri (Dünya ile Ay arasında olduğunun tersine) yörüngesini alçaltmaktadır. Yaklaşık 50 milyon yıl içinde Mars'a düşecek ya da parçalanarak Mars çevresinde bir halka oluşturacaktır. Muhtemelen Phobos ve Deimos, C tipi asteroidler gibi karbondan zengin kaya oluşumlarıdır, ancak düşük yoğunlukları sadece kayadan oluşmadıklarının, buz ve kaya karışımı olduklarını gösterir. Her ikisi de yoğun olarak kraterlerle kaplıdır. Mars Global Surveyor aracının gönderdiği en son resimlerden yüzeyinin 1 m kalınlıkta ince bir tozla (regolith) kaplı olduğu anlaşılmıştır. Sovyet aracı "Phobos 2" birkaç Phobos resmi gönderebilmiş (sağda), uydudan zayıf fakat sürekli bir gaz çıkışı saptamış, ancak gazın tabiatı anlaşılamadan araçla iletişim kopmuştur. En olası tahmin sudur. Phobos yüzeyinde en belirgin olan Hall'ın Stickney ismini verdiği (karısının kızlık adı) büyük kraterdir. Krater çevresindeki uzun yarık ve çiziklerin de aynı çarpışma sonucu olduğu sanılmaktadır. Phobos ve Deimos'un Mars çekimine kapılmış asteroidler olduğu inancı bir hayli yaygındır, ana asteroid kuşağından değil de Güneş Sistemi dışından gelmiş oldukları gibi spekülasyonlar mevcuttur. Korku'nun Tanrısı. Ares'in yardımcılarından olup, savaşta Ares ile birlikte düşmanların yüreğine korku salar. Merkezî işlem birimi Merkezî işlem birimi ("Türkçe kısaltması" MİB veya "Orijinal", "terminolojik kısaltması" CPU) bir bilgisayarın en önemli parçalarından biridir. Çalıştırılmakta olan yazılımın içinde bulunan komutları işler. İşlemci terimi genelde MİB için kullanılır. Mikroişlemci ise tek bir yonga içine yerleştirilmiş bir MİB'dir. Genelde, günümüzde MİB'ler mikroişlemci şeklindedir. Merkezî işlem birimi (MİB) (İngilizce ), veya basitçe işlemci, dijital bilgisayarların veri işleyen ve yazılım komutlarını gerçekleştiren bölümüdür. İşlemciler, ana depolama ve giriş/çıkış işlemleri ile birlikte bilgisayarların en gerekli parçaları arasında yer alır. Mikroişlemciler ise tek bir yonga içine yerleştirilirmiş bir merkezî işlem birimidir. 1970'lerin ortasından itibaren gelişen mikroişlemciler ve bunların kullanımı, günümüzde MİB teriminin genel olarak mikroişlemciler yerine de kullanılması sonucunu doğurmuştur. Merkezî işlem birimi aritmetik ve mantıksal işlem yapma yeteneğine sahiptir. Giriş ve çıkış birimleri arasında verilen yazılım ile uygun çalışmayı sağlar. MİB, makine dili denilen düşük seviyeli kodlama sistemi ile çalışır; bu kodlama sistemi bilgisayarın algılayabileceği işlem kodlarından oluşur. Bir mikroişlemcinin algılayabileceği kodların tamamına o işlemcinin komut kümesi denir. Merkezî işlem birimi aritmetik ve mantıksal işlemleri Aritmetik Mantık Birimi (AMB) aracılığıyla yapar. Bunun dışında virgüllü sayılarla daha rahat hesap yapabilmesi için bir Kayan Nokta işlem birimi (FPU) vardır. Mikroişlemcinin içerisinde bulunan küçük veri saklama alanlarına yazmaç denir. İlk Merkezî İşlem Birim'leri (MİB) daha büyük,bazen türünün tek örneği bilgisayarlar için özel olarak tasarlanmışlardı. Ancak belirli bir uygulama için özel MİB tasarımının masraflı olmasıi bir veya birçok amaç için yapılan kitlesel olarak üretilmiş işlemcilerin gelişmesine yol açtı. Bu standartlaşma eğilimi ayrık transistörlü ana sistemler ve mini bilgisayarlar döneminde başladı ve entegre devrelerin (ED) popülerleşmesiyle giderek hız kazandı. ED, giderek daha karmaşık ve nanometre ile ölçülebilecek MİB'lerin tasarlanmasına ve üretilmesine olanak verdi. MİB'lerin küçülmesi ve standartlaşması, modern hayatta dijital cihazların varlığını ilk bilgisayar örneklerinin sınırlı uygulamalarının çok ötesinde arttırdı. İlk işlemciler, belli işlemler için özel üretilen ve büyük olan parçalardı. Daha sonraları ise maliyeti çok yüksek olan bu üretim şeklinin yerini, gelişen teknoloji ile daha ufak olan ve tek işlev yerine çok işleve sahip olan üretimler almıştır. Bu dönemin başlaması, transistörlerin ve mini-bilgisayarların ortaya çıkışına dayanmaktadır. tümleşik devrelerin yayılmasıyla da hız kazanmıştır. Tümleşik devreler, işlemcilerin daha kompleks olarak tasarlanmasına ve bunların çok az yer kaplayacak şekilde (milimetreler cinsinden) üretilmesine olanak sağlamıştır. Bu sayede işlemciler modern hayatta birçok yerde kullanılmaya başlanmıştır (otomobiller, cep telefonları...). Günümüz işlemcilerine benzerliklerin başlamasından önce, ENIAC ve benzeri bilgisayarların belli işleri gerçekleştirebilmesi için bağlantılarının fiziksel olarak değiştirilmesi gerekiyordu. MİB kelimesi genel olarak yazılım (bilgisayar programı) uygulama aracı olarak tanımlandığından, gerçek anlamda MİB'lerin oluşumu kayıtlı-program bilgisayarların gelişimi ile ortaya çıkmıştır. Kayıtlı-program bilgisayar fikri ENIAC tasarımı esnasında mevcut olmasına rağmen, bu fikir makinenin erken bitirilebilmesi için rafa kaldırılmıştı. 30 Haziran 1945’te, ENIAC henüz tamamlanmadan, matematikçi John von Neumann, EDVAC proje raporunun ilk taslağını yayımladı. Bu taslakta kayıtlı-program bilgisayarının ancak Ağustos 1949’da tamamlanabileceği gösteriliyordu. EDVAC, belli sayıda operasyonları gerçekleştirecek şekilde tasarlanmıştı. EDVAC için yazılan programlar, kabloların fiziksel olarak değiştirilmeyi gerektiren bir ortamda değil, hızlı bir bilgisayar belleğinde kayıtlı tutuluyordu. Bu özelliğiyle de ENIAC’ın kısıtlamalarının üstesinden gelip, zamandan ve zahmet açısından tasarruf sağlıyordu. Her ne kadar von Neumann kayıtlı-program bilgisayar fikrini ortaya koyan kişi olarak gösterilse de ondan önce de (örneğin Konrad Zuse’nin) benzer fikirler vardı. Ayrıca, EDVAC’tan önce tamamlanan Harvard Mark I’nın Harvard mimarisi, elektronik bellek yerine delikli kâğıt şerit kullanarak kayıtlı-program dizaynı gerçekleştirmişti. Günümüzde ise modern MİB'ler temel olarak von Neumann tasarımı olsa da, Harvard mimarisinden de özellikler göze çarpmaktadır. Dijital aygıt olmalarından ötürü, tüm MİB’ler ayrık durumlarla ilgilenirler; bu yüzden durumları ayırt edebilmek için bir çeşit geçiş unsuruna ihtiyaçları vardır. Transistörlerin kabulünden önce, elektriksel röleler ve vakum tüpleri bu amaç için kullanılırlardı. Bunların her ne kadar hız avantajı olsa da, tamamen mekanik dizayn olduklarından değişik sebeplerden dolayı güvenilir değillerdi. Örneğin, doğru akım ardışık mantık devrelerinin rölelerden dışarı kurulması, kontak sekmesi problemiyle baş edebilmek için fazladan donanım gerektiriyordu. Vakum tüpleri kontak sekmesi sorunu yaşamazken, bunlar, tamamıyla çalışır hale gelebilmek için ısınma gerektiriyordu, ve işler durumdan da hep birlikte çıkmaları gerekiyordu. Genelde, tüplerden biri başarısız olduğunda, bozulan parçanın tespit edilmesi için MİB’in teşhis edilmesi gerekmekteydi. Bu yüzden vakum tüplü bilgisayarlar daha hızlı olmasına rağmen röle bazlı bilgisayarlardan daha az güvenilirdi. Tüp bilgisayarlarında (EDVAC) arızalanma 8 saatte bir olurken, röle bilgisayarlarında (Harvard Mark I) daha nadir rastlanıyordu. Sonuç olarak ise tüp bazlı MİB’ler hız avantajının arızalanma sorunundan daha ağır basmasından dolayı daha yaygın hale geldiler. Bu eski senkron MİB çeşitleri, günümüzle kıyaslandığında, oldukça düşük saat frekanslarında çalışmaktaydılar. Kuruldukları geçiş aygıtlarının hızlarıyla kısıtlandıkları için, o zamanlar 100 kHz ile 4 MHz arasında değişen saat sinyal frekans değerleri oldukça yaygındı. Çeşitli teknolojilerin daha küçük ve daha güvenilir elektronik aygıtlar üretmeye başlamasıyla MİB tasarımlarının kompleks yapıları da artış gösterdi. Bu yoldaki ilk gelişme transistörlerin gelişiyle başladı. 1950’ler ve 1960’lar da MİB’lerın transistörlere geçişi ile vakum tüpü ve elektriksel röle gibi güvensiz ve kırılgan geçiş elementleri artık kullanılmaz hale gelmişti. Bu gelişim sayesinde de, üzerinde ayrık bileşenler bulunan bir veya birden çok baskı devre kartlarına daha kompleks ve daha güvenilir MİB’ler yerleştirildi. Bu dönemde, oldukça küçük alanlara fazla sayıda transistör yerleştirebilme metodu popülerlik kazandı. Tümleşik devre (IC) sayesinde, büyük sayıda transistörler, yarı iletken tabanlı kalıplar veya çip denilen birimlerin üzerinde üretilebilindi. İlk başlarda, NOR kapıları gibi sadece belli basit dijital devre tipleri tümleşik devreler üzerine minyatürleştirildi. MİB’lerın bu inşa bloğu olan tümleşik devrelere kurulması durumuna “küçük-ölçekli tümleşme” (SSI) denir. SSI tümleşik devreler, Apollo güdüm bilgisayarında (Apollo guidance computer) kullanılanlar gibi, transistör sayısı açısından onun katları biçimindeydi. Mikro elektronik teknolojisi geliştikçe, tümleşik devre üzerindeki transistör sayılarıda artış gösterdi, ve bu sayede bir MİB’i tamamlamak için gereken bağımsız parça sayısını azaltılmış oldu. Orta ve büyük-ölçekli (MSI ve LSI) tümleşik devreler sayesinde, barındırılan transistör sayıları yüzler ve onbinler seviyesine kadar arttı. 1964 senesinde IBM, birkaç seri bilgisayarda kullanılan ve aynı programları değişik hız ve performans değerleriyle yürütebilen System/360 adlı bilgisayar mimarisini tanıttı. O dönemde çoğu elektronik bilgisayar, aynı üreticiden çıkmış olsa bile bir diğeriyle uyumsuzluk sorunu yaşarken bu gelişim oldukça önemli bir yer tutmuştu. Bu gelişimi kolaylaştırmak için, IBM mikro-p
rogram (veya mikro-kod) konseptini kullanmaya başladı, ki bu konsept modern MİB’lerın çoğunda hala geniş bir biçimde kullanılmaktadır (Amdahl et al. 1964). System/360 mimarisinin popülerliği, onu birkaç onyıl boyunca anaçatı bilgisayar pazarını ele geçirmesini, ve IBM zSeries gibi benzer modern bilgisayarlarda kullanılır hale getirecek bir efsane olmasını sağladı. Aynı yılda (1964), Digital Equipment Corporation (DEC), bilimsel ve araştırma pazarlarını hedef seçmiş bir başka bilgisayar olan PDP-8’i piyasaya sürdü. Daha sonları ise DEC, SSI tümleşik devrelere kurulmuş olan ancak sonunda LSI bileşenlerin pratikleşmesiyle bunlarla gerçekleştirilmiş ve oldukça popüler olan PDP-11’i piyasaya sunacaktı. SSI ve MSI öncelleriyle sahip olduğu fark ile, PDP-11’in ilk LSI gerçekleştirilmesi, 4 LSI tümleşik devreden oluşan bir MİB’e sahipti (Digital Equipment Corporation 1975). Transistör bazlı bilgisayarların, öncellerine kıyasla fazla sayıda ve belirgin avantajları vardı. Yüksek güvenilirlik ve az güç tüketiminin yanı sıra, transistörler sayesinde MİB çalışma hızları transistörlerin sahip olduğu düşük geçiş süreleri sayesinde oldukça artış gösterdi. Bu dönemde, yüksek güvenilirlik ve geçiş süresindeki belirgin hız artışı sayesinde, MİB’lerin saat hızlarında MHz'in on katları seviyesine erişildi. Ek olarak, ayrık transistör ve tümleşik devre MİB’leri sık kullanımda iken, SIMD (Tek Komut Çoklu Data) vektör işlemcileri gibi yeni yüksek performans tasarımlar ortaya çıkmaya başladı. Başlarda deneysel tasarım olan bu sistemler, daha sonraları ise Cray Inc. gibi firmalar tarafından üretilmiş, uzmanlaşmış süper bilgisayarların çağına adım atılmasını sağlayacaktı. Mikroişlemcilerin 1970'lerde ortaya çıkması, MİB tasarımlarını ve kullanımını oldukça etkiledi. İlk mikroişlemci olan Intel 4004'ün çıkması (1970) ve yine ilk geniş çaplı kullanım sağlayan mikroişlemci olan Intel 8080 (1974) ile bu tip MİB'ler, merkez işlem birimini yürütme metotlarını tamamiyle ele geçirmiş oldu. O zamanki tüm üreticiler, bilgisayar mimarilerini geliştirebilmek için tümleşik devre geliştirme programları yayınladılar. Bunun sonucunda da eski yazılım ve donanımlarıyla geri-uyumlu olan komut set uyumlu mikroişlemciler ürettiler. Günümüzün kişisel bilgisayarlarının başarısıyla birleşince de MİB kelimesi genel olarak mikroişlemciler için de kullanılmaya başlandı. Önceki nesil MİB’ler ayrık parçalardan ve pek çok küçük tümleşik devrelerin bir veya birden çok devre kartlarında bulunmasıyla gerçekleştiriliyordu. Mikroişlemciler ise, MİB’lerin çok az sayıda (genellikle bir) tümleşik devre üzerinde üretiminden oluşuyordu. MİB’lerin tek kalıp üzerinde üretilmesinin getirdiği bu boyut açısından bu küçülme, parasitik sığalık geçitlerinin azalması gibi fiziksel faktörler sebebiyle daha hızlı geçiş sürelerinin olmasına olanak sağladı. Bu sayede de senkron mikroişlemcilerin 10 MHz civarlarında olan saat hızları GHz seviyelerine taşındı. Ayrıca, olabildiğince ufak transistörlerin tümleşik devrelere yerleştirilmedeki artış, tek bir MİB’de sahip olunan transistör sayısını ve karmaşıklığı da artırdı. Bu geniş gözlem, Moore Kuralı ile tanımlanmıştır ve bu kuralın MİB'deki kompleks yapının zamana bağlı olarak artışının oldukça keskin bir tahminini yapabildiği ispatlanmıştır. Her ne kadar MİB’in karmaşıklığı, ebatları, tasarımı ve genel şekli fazlasıyla değişmiş olsa da temel yapısının ve fonksiyonunun değişmediği görülmektedir. Günümüzde yaklaşık her MİB von Neumann kayıtlı-program makineleri olarak adlandırılabilir. Moore Kuralı geçerli olmaya devam ettiğinden, tümleşik devre transistör teknolojilerinin sahip olabileceği limitleri hakkında endişeler ortaya çıkmaya başladı. Olabildiğince minyatürleme sonucu ortaya çıkabilecek elektron göçü ve eşikaltı voltajı durumları önemsenecek boyutlara gelmeye başladı. Bu tip endişeler, araştırmacıları yeni metotlar aramaya (quantum bilgisayarı, paralelliğin kullanımının gelişimi) yöneltti. Çoğu MİB’nin temel işlemi, aldıkları fiziksel formdan bağımsız olarak, kayıtlı komut serilerisi dediğimiz programları yürütmektir.. Program, bilgisayar belleğinde saklanan seri sayılar ile gösterilir. Genel olarak von Neumann MİB’leri işlemi 4 adımda gerçekleştirirler: Getirme (fetch), kodçözücü (decode), yürütme (execute) ve geri yazma (writeback). Bu evre, program belleğinden komutu almayı içerir. Program belleğindeki yer, programın o andaki yerini bir sayıyla tutan program sayıcı tarafından belirlenir. Başka bir deyişle, program sayıcı, MİB'nin o andaki programın hangi kısmında olduğunun yerini tutmaktadır. Bir komut alındıktan sonra program sayıcı, alınan komutun boyunun bellek birim cinsinden değeri kadar artırılır. Bazen getirilmesi gereken komut hızca daha yavaş bir bellekten alınır, böylece MİB'nin komutun geri dönmesini beklerken zaman kazanması sağlanır. Bu konu modern işlemcilerde bellekler ve boru hattı mimarilerinde geniş olarak incelenmektedir. MİB'nin bellekten getirdiği komut, MİB'nin ne yapacağını belirlemede kullanılır. İşte bu kodçözme evresinde, komut MİB'deki önem oranına göre parçalara ayrılır. Sayısal kodun değerinin yorumlanması, MİB'nin komut set mimarisi (Instruction Set Architecture) ile tanımlanır. Genelde, komuttaki sayiların bir grubu, işlem kodu, hangi işlevin gerçekleştirmesi gerektiğini gösterir. Geri kalan kısımdaki sayılar komut için gerekli bilgileri sağlarlar (örneğin bir toplam işlemi için gereken işlenen değerler). Bu tip işlenenler sabit bir sayı olarak verilebileceği gibi, bazen de bir değeri gösterecek yer olarak (yazmaç veya bellek adresi) olarak verilebilir. Eski tasarımlarda, MİB'nin komut çözme işinde sahip olduğu kısımlar değiştirilemez donanımsal parçalardı. Ancak MİB'lerin ve ISA’ların gelişmesiyle, kodun çözümünde ve gerekli ayarların yapılmasında MİB'ye yardımcı olan mikroprogramlar kullanılmaya başlandı. Bu mikroprogramlar, MİB'nin kodçözme şeklini üretiminden sonra da değiştirebilmek için, bazı durumlarda tekrar yazılabilir olurlardı. Bu evrede, istenen işin gerçekleşebilmesi için MİB'nin birçok kısmı bağlı haldedir. Örneğin, bir toplama işlemi istendiğinde, aritmetik ve mantık birimi (Arithmetic Logic Unit) bir kısım giriş ve çıkışlara bağlı olacaktır. Girişler toplamada kullanılacak sayıları içerirken, çıkışlar ise sonuç değerini tutacaktır. ALU, girişlerde basit aritmetik ve mantık işlemlerini gerçekleştirecek devre yapılarına sahiptir. Eğer toplama işlemi MİB'nin gerçekleştirebileceğinden çok büyük sonuçlar üretiyorsa, bayrak yazmaçlarındaki aritmetik taşma bayrağı kullanılacaktır. Basitçe yürütme evresindeki sonucu bir bellek üzerine geri yazma evresidir. Çoğu zaman sonuçlar MİB'nin iç yazmaçlarına, daha sonraki komutlarda kullanımı hızlı olabilsin amacıyla, yazılır. Diğer durumlarda ise sonuçlar daha yavaş ancak daha ucuz ve büyük ana belleklere yazılır. Bazı komut tipleri program sayacını direk sonuç üretmeden sadece işlerler. Bunlara genellikle atlama (jumps) denir ve döngü, durumsal program yürütme ve program fonksiyonları gibi davranırlar. Bazı komutlar ise bayrak yazmaçlarının durum değerlerini değiştirme amaçlı olurlar. Bu bayraklar, işlemlerin sonucunu gösterdiğinden, programın çalışma şeklini etkilemek amaçlı kullanılabilirler. Örneğin, “karşılaştırma” komutunun bir çeşidi, iki değeri kıyaslar ve bayrak yazmaçlarına hangisinin büyük olduğuna dair bir sayı atar. Bu bayrak daha sonra program akışı acısından başka bir komuta atlama amaçlı kullanılabilr. Yürütme ve geri yazma evresinden sonra, tüm işlemler tekrarlanır. Bir sonraki komut program sayacının onceden artırılması sebebiyle getirme evresiyle başlatılır. Eğer önceden tamamlanan komut bir atlama ise, program sayacı bir sonraki adresi gösterecek şekilde tekrar ayarlanır ve yürütme ona göre yapılır. Burada bahsettiğimiz MİB'lerden daha gelişmiş olanlarında, birden çok komut aynı anda getirilebilir, kodçözme everisine girebilir ve yürütülebilir. Bu kısım genel olarak klasik RISC Boruhattı başlığında incelenen konuları anlatmaktadır, ki birçok elektronik aygıtta (mikrodenetleyici) bu basit MİB kullanılmaktadır. Kontrol birimi olan MİB, içinde elektrik sinyalini direk bilgisayar sistemine taşınmasını ve kaydedilmesini sağlayan bir döngü sistemine sahiptir. Kontrol ünitesi program direktiflerin çalıştırmaz, bunun yerine sistemin diğer parçalarını bunu yapması için yönetir. Kontrol ünitesi hem aritmetik/logic ünitesi hem de hafıza ile iletişim kurmalıdır. MİB'nin sayıları gösterme şekli bir dizayn tercihidir ve aygıtın çalışma biçimini etkiler. İlk dijital bilgisayarların bazıları, iç yapılarında sayıları göstermek için ondalık sayı sisteminin elektriksel modelini kullanmışlardır. Bunların dışındaki birkaç model ise üçlü sayı sistemini kullanmıştır. Günümüz MİB'lerinın hemen hemen hepsi ise ikili formu kullanmaktadır. Bu formda her basamak iki değerli bir fiziksel niceliği, örneğin yüksek(High) veya düşük(Low) voltaj, gösterir. Sayıların gösterim şekli, MİB'nin gösterebileceği sayilarin büyüklüğü ve doğruluğu ile ilişkilidir. İkili sayı kullanan bir MİB'de, MİB'nin ilgilendiği sayilardaki tek bir yerin adına bit denmektedir. MİB'nin sayilari göstermek için kullandığı bit sayisina genelde kelime uzunluğu, bit genişliği, veri yolu genişliği veya tamamen tam sayılarla ilgileniliyorsa tam sayi keskinliği denir. Bu sayi (bit sayisi) mimariler arasında farklılık gösterdiği gibi aynı zamanda da aynı MİB'nin farklı bölümlerinde de bu farklılığı gösterir. Örneğin 8-bit bir MİB, 28 veya 256 ayrı sayı aralığıyla ilgilenmektedir. Bu tam sayı büyüklüğü, bir MİB'nin yazılım çalıştırırken kullanılabilecek tam sayı aralığını belirlemede bir donanımsal kısıtlama olarak iş yapmış olur. Tam sayı aralığı, MİB'nin adres belirlerken bellekte kullanabileceği yer sayısını da doğrudan etkileyebilir. Örneğin, eğer bir MİB bellek adresini gösterirken 32 bit kullanıyorsa, ve her bellek adresi bir sekizli(8 bit) ile gösteriliyorsa, bu durumda MİB'nin erişebileceği maksimum adres değeri 232 sekizlisi veya 4 GiB dir. Bu akış açısı MİB “Adres Uzayı”’n
a oldukça basit bir bakış açısıdır ve birçok dizayn daha kompleks adres metotlarını (örneğin sayfalama) kullanarak tam sayı aralığının izin verdiğinden daha çok belleğe erişmeyi başarmaktadır. Daha yüksek seviye aralıklar, ek basamaklarla ilgilenebilmek için daha çok yapıya ihtiyaç duyar ve bu sebeple daha fazla karmaşıklık, ebat, yüksek güç tüketimi ve maliyet durumları oluşur. Bu sebepten günümüzde yüksek aralığa sahip (16, 32, 64 ve 128) MİB'ler mevcutken, 4-bit veya 8-bit mikro denetleyicilerin kullanılması oldukça yaygındır. Daha basit mikro denetleyiciler daha ucuz, daha az güç kullanan ve bu sebeple daha az ısınan yapılardır ve bu özellikler, tasarım esnasında seçilmeleri için oldukça yeterli rol oynarlar. Ancak bazı üst-uç uygulamalarda, ekstra aralığın getirdiği kazanç diğer etkenlerden daha büyük rol oynamaktadır. Her iki durumdan da, düşük ve yüksek bit uzunluklarından, kazanç elde etmek için birçok MİB farklı bölümleri için farklı bit genişlikleriyle tasarlanmaktadır. Örneğin, IBM System/370 MİB'si asıl olarak 32 bit kullanırken, gezer noktası (floating point) içerisinde 128-bit keskinlik kullanarak daha net ve daha geniş gezer nokta sayıları elde etmeyi gerçekleştirmiştir. Bundan sonraki MİB tasarımlarında da, özellikle işlemcinin genel amaçlı kullanımlarda tam sayı ve gezer nokta yeteneği arasındaki denge makul bir seviyedeyken, karışık bit genişliğini kullanılmıştır. Çoğu MİB, ve doğal olarak çoğu sıralı mantık aygıtları, senkron yapılardır. Bu yapılar senkron bir sinyalde çalışacak şekilde tasarlanmıştır. Bu sinyale saat sinyali denir ve genelde bir periyodik kare dalga formunda olur. Elektrik sinyallerinin MİB'nin farklı bölümlerine ulaşabileceği maksimum süreyi hesaplayarak, tasarımcılar bu saat sinyalinin periyodunu uygun olarak seçebilirler. Kötü durum koşulunda bu periyot, sinyalin ilerleme hızından veya yayılmasından daha uzun olmalıdır. Saat periyodu kötü durum yayılma gecikmesinden yeterince yüksek tutulduğunda, tüm MİB'nin ve veriyi saat sinyalinin iniş/çıkışları civarında ilerletmesini tasarlamak mümkün olacaktır. Bu durum, MİB'yi etkili biçimde sadeleştirme avantajını hem dizayn açısından, hem de bileşen sayısı açısından sağlayacaktır. Ancak bunun yanında da, tüm MİB'nin en yavaş elemanını, diğer bölümler çok daha hızlı çalışabilecekken beklemek zorunda kalması dezavantajını da doğuracaktır. Bu kısıtlama, gelişen MİB paralleliğinin çeşitli metotları ile telafi edilmektedir. Mimari geliştirmeler tek başına global senkronize MİB'lerin dezavantajlarını ortadan kaldıramaz. Örneğin, bir saat sinyali, başka elektrik sinyalinin gecikmesine de bağlıdır. Artan kompleks MİB yapılarındaki yüksek saat hızları, saat sinyalini tüm birim boyunca senkron (aynı fazda) tutmayı zorlaştırır. Bu durum birçok modern MİB'nin birden fazla eş saat sinyali kullanmasına yol açmıştır; böylece tek sinyalin gecikmesi, MİB'nin aksamasını engellemiştir. Diğer bir önemli nokta ise, saat hızları arttıkça, MİB'nin ürettiği ısıda aynı şekilde artmaktadır. Sabit biçimde değişen saat, birçok bileşenin de kullanılmaksızın değişmesine yol açmaktadır. Genel olarak, değişen her bir bileşen, sabit bir bileşenden daha çok enerji tüketmektedir. Bu sebeple, saat hızı arttıkça, ısı dağılması artar, bu da MİB'de daha etkili soğutma yollarının kullanılmasını gerektirir. İstenmeyen bileşen geçişini engellemenin bir yolu, saat geçitleme yöntemidir. Bu yöntemle istenmeyen bileşenlere giden saat sinyali kapatılır. Ancak bunu uygulaması zor olduğundan düşük güç tüketimli tasarımların dışında kullanımı pek söz konusu değldir. Global saat sinyaline sahip olan problemlerin çözümündeki diğer bir yol ise, tüm saat sinyallerinin birden kaldırılmasıdır. Global saat sinyalinin kaldırılması tasarım sürecini oldukça zorlaştırsada, asenkron (veya saatsiz) tasarımlar güç tüketiminde ve ısı dağılımında sahip oldukları büyük avantajları da beraberinde getirmektedirler. Nadir olmakla birlikte, tüm MİB'lerin global saat sinyali içermeden üretildiği de olmuştur. Bunlardan iki önemli örnek vermek gerekirse ARM uyumlu AMULET ve MIPS R3000 uyumlu MiniMIPS’i gösterebiliriz. Bazı MİB tasarımlarında saat sinyalini tamamiyle çıkarmak yerine, asenkronluk belli bölümlere uygulanmıştır, tıpkı asenkron ALU’ların skalar üstü (superscalar) boruhattı uygulamasıyla birleştirilerek bazı aritmetik performans kazançlarının elde edilmesinde olduğu gibi. Her ne kadar asenkron tasarımların, senkronize karşılıklarından daha iyi bir performans verebileceği çok açık olmasa da, baist matemaiksel işlemlerde daha üstün olduğu bir gerçektir. Bu özelliği, mükemmel güç tüketimi ve ısı dağılım özellikleriyle de birleşince, tümleşik bilgisayarlarda kullanılmak için oldukça uygun olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Bir önceki bölümde verilen MİB'nin esas çalışmasının tanımı, bir MİB'nin alabileceği en basit şekli tanımlamaktadır. Olağan olarak skalar altı (subscalar) diye temas edilen bu türden MİB bir seferde bir veya iki parça veri üzerinden verilen komut üzerine çalışmaya başlamakta ve uygulamayı gerçekleştirmektedir. Bu süreç skalar altı MİB'de işin özünde bulunan bir yetersizliği ortaya çıkarmaktadır. Bir seferde sadece bir komutun uygulanabilmesi mümkün olduğundan, MİB'nin tamamı bir sonraki komutu işlemeye başlamadan önce bu ilk komutun tamamlanmasını beklemek zorundadır. Bunun sonucu, skalar altı MİB uygulamanın tamamlanması için bir saatten fazla çevirimi süren yönergelere “kapalı” kalmaktadır. İkinci bir uygulama biriminin ilave edilmesi bile (aşağıya bakılması), performansı daha fazla iyiye götürmemektedir; birden fazla yönergenin kapalı olmasının yerine, şimdi iki yörünge de kapanmakta ve kullanılmayan transistörlerin sayısı artmaktadır. MİB'nin uygulama kaynaklarının sadece bir seferde verilen komuta göre çalışabilmesinin mümkün olduğu bu tasarım sadece skalar performansı (saat başına bir komut) bir olasılıkla öğretebilir. Bununla birlikte, performans hemen hemen her zaman skalar altıdır (yani çevirim başına bir komuttan daha az). Skalar ve daha iyi performans gerçekleştirmesi için yapılan girişimler, MİB'nin daha az doğrusal ve daha fazla paralel olarak davranmasına neden olan tasarım metodolojilerinde çeşitlilik ile sonuçlanmıştır. MİB'lerde paralellikten söz edilirken, bu tasarım tekniklerinin sınıflandırılması için genel olarak iki deyim kullanılmaktadır. Komut düzeyinde paralellik (ILP) bir MİB içerisinde komutların yerine getirilme hızını artırmayı araştırmakta (yani kalıp üzerinden uygulama kaynaklarının artırılması) ve program düzeyinde paralellik (TLP) bir MİB'nin aynı anda uygulamaya girişebileceği program sayısının (fiili bireysel programları) arttırmayı amaçlamaktadır. Her bir metodun uygulanma tarzlarından aynı zamanda da bir uygulama için MİB'nin performansını artırmada sağladıkları göreceli etkinlik bakımından da birbirlerinden fark etmektedir. Komut boruhatlaması (Instruction pipelining) ve skalar üstü mimari, artan ölçülerde parallelik gerçekleştirilmesinde kullanılan en basit yöntemlerden biri bir evvelki komutun uygulanması tamamlanmadan önce getirme (fetching) ve kod çözme (decoding) komutunun ilk aşamalarına başlanmasıdır. Bu, komut boruhatlaması diye bilinen bir tekniğin en basit şeklidir ve hemen hemen bütün çağdaş genel amaçlı MİB'lerde kullanılmaktadır. Boruhatlama, uygulama yörüngesinin birbirinden ayrı aşamalara bölünmesiyle, birden çok sayıda komutun belirli bir zamanda uygulanmasına olanak sağlamaktadır. Bu ayırma, uygulama dizisinden dışarı çıkana ve çekilinceye kadar, her bir aşamada verilen bir komutun daha tam duruma getirildiği bir montaj hattıyla karşılaştırılabilir. Bununla birlikte, boruhatlama, bir evvelki işlemin sonucuna bir sonraki işlemi tamamlamak için gereksinme olduğu bir durumun olasılığını getirmektedir; böyle bir duruma çoğu kez veriye bağımlılık çatışması denmektedir. Bununla başa çıkılması için, bu türden koşullar için varlığını kontrol etmek için ek dikkat gösterilmesi gerekmekte ve bu çatışma meydana geldiği takdirde komut boruhattının bir kısmı gecikmektedir. Doğal olarak, bunu gerçekleştirilmesi ek devre donanımını gerektirmekte ve böylece boruhatlı işlemciler skalar altı işlemcilerden çok daha karmaşık (her ne kadar bu pek önemli değilse de) olmaktadırlar. Boruhatlı işlemciler hemen hemen skalar olabilir ve sadece boruhattı durmasıyla (bir aşamada bir saatten fazla çevrim harcanmasına neden olan komut) engellenebilir. Bir işlemcinin performansı ve hızı, o işlemcinin saat vurum sıklığına ve saniye başına komut (IPS) sayısına bağlıdır. Saniye başına komut sayısı arttıkça işlemcinin performansı ve hızı da artar. Ayrıca çok çekirdekli işlemcilerden daha fazla performans elde edilir. Birçok bildirilmiş IPS değerleri birkaç şubesi bulunan yapay talimat dizilerinde zirve yürütme oranları temsil etmiştir, oysa gerçekçi iş yükleri bazıları diğerlerinden daha uzun çalıştırmak için karıştırılmış talimatları ve uygulamaları içerir. Bellek hiyerarşisi performansı MIPS hesaplamalarında ancak dikkate alınan bir sorun olan işlemci performansını oldukça etkiler. Bu problemlerden ötürü, SPECint gibi çeşitli standartlaşmış testler yaygın olarak kullanılan uygulamalar reel efektif performansını ölçmek girişimi için geliştirilmiştir. CPU ve RAM Bir bilgisayarın işlem performansı çok çekirdekli işlemci (iki ya da daha çok işlemcinin bir bütünleşmiş devrede birleştirilmesi) kullanılarak arttırılabilir. Çift çekirdekli bir işlemci tek çekirdekli bir işlemcinin neredeyse iki katı kadar güçlü olur. Ancak pratikte güç kazancı kusurlu yazılım algoritmaları ve uygulamaları nedeniyle yüzde elli civarındadır. Çekirdek sayısı; tek bir bilgi işlem bileşenindeki (yonga ya da çip) bağımsız merkezî işlem birimi sayısını belirten donanım terimidir. İş parçacığı sayısı ile karıştırılmaktadır. Bazen pazarlamacılar tek çekirdekli iki iş parçacıklı işlemcileri "çift çekirdekli" diye tanıtabilmektedir. Ütopya (roman) Ütopya, Thomas More tarafından yazılan, Yunanca “olmayan yer” sözcüğünden "yaratılmış" kelime ile aynı ismi taşıyan kitap. More
, Yunanca "yer" anlamına gelen sözcüğün önüne iyi anlamına gelen ""eu"" ve yok anlamına gelen ""ou"" takılarını birlikte çağrıştıran bir hece getirmiş, böylece aynı anda ""iyi yer"" ve ""yok yer"", yani ""olmayan yer"" anlamını taşıyan bir tür cinas yapmıştır. More'un 1516'da yazdığı aynı isimdeki kitap, var olmayan bir kurgusal adada geçmektedir. More kitabında ütopyalıları ve onların yaşam biçimlerini anlatarak, döneminin İngilteresi'ne bir eleştiri getirir. Thomas More'un Latince kaleme aldığı eser ilk olarak Almanca'ya çevirildi. İlk İngilizce çevirisi ise 1551 yılında Ralph Robinson tarafından yapıldı. Bazı eksiklikleri olsa da bu çeviri eserin en başarılı çevirisi olarak kabul edilir. Ütopya'nın Türkçeye birçok farklı çevirisi mevcut olsa da, bu çevirilerin tamamı İngilizcesindendir. Ancak, Nisan 2009'da Prof. Dr. Çiğdem Dürüşken tarafından Latince aslından çevrilen Ütopya Kabalcı Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Deliliğe Övgü Deliliğe Övgü (Özgün adıyla: "Morias enkomion seu laus stultitiae"), Erasmus ’ un canlılığını, geçerliliğini ve çekiciliğini günümüze kadar değişmeden koruyabilmiş tek yapıtıdır. Bu küçük kitabın taslağını 1509 yazında, İtalya’dan İngiltere’ye yaptığı yolculuk sırasında çıkaran Erasmus, yazma işini İngiltere’de, dostu Thomas More’un evine vardıktan kısa bir süre sonra gerçekleştirdi; kitabı da Thomas More’a adadı. Yapıtını birkaç gün gibi kısacık bir sürede tamamlayan Erasmus, bu arada hiçbir kitaptan yararlanmadı. Gülmece türündeki yapıta egemen olan iki temel görüş vardır. Bunlardan birine göre gerçek bilgelik, deliliktir. Öteki görüşe göre ise kendini bilge sanmak, gerçek deliliktir. İnsana yeryüzünde yaşama gücü kazandıran şey, gerçek bilgelik olma niteliğiyle doğrudan doğruya deliliğin kendisidir. Kitapta delilik (stultitia), kendi kendisine övgüler düzer; bu arada çocuklukta ve yaşlılıkta, aşkta, evlilikte ve dostlukta, politikada ve savaşta, yazında ve bilimde deliliğin nasıl her zaman egemen olduğu gösterilir. Tüm uğraş alanları, bu arada özellikle din kurumu ve din adamları bu panorama çerçevesinde sergilenir. Deliliği konuşturma kisvesi altında Erasmus, çağının kilisesine ve o kilisenin mensuplarına en acımasız eleştirileri yöneltir. Bu niteliğiyle “Deliliğe Övgü” çağlar boyunca bağnazlığa karşı kaleme alınmış en yetkin düzeydeki başyapıtlardan biri olmuştur. Yapıtın yazılışını izleyen sonraki yüzyıllarda -haklı olarak- düşünce düzeyindeki bağnazlığın her türlüsüne yönelen bir eleştiri diye yorumlanması, belki de bugüne değin koruduğu kalıcılığın baş nedenidir. Yazınsal açıdan “Deliliğe Övgü”, Latin ozanı Horatius’un “Hakikati Gülerek Söylemek” ilkesinin belki de en yetkin örneğidir. Biçim açısından Erasmus, yapıtını kaleme alırken daha önce yapıtlarını çevirdiği Lukianos ve Libanios’tan da esinlenmiştir. Rönesans ressamlarından Hans Holbein, Erasmus’un pek çok portresini yaptığı gibi, Deliliğe Övgü’yü de resimlemiştir. Bu yapıtların bir kısmı Basel, bir kısmı da Louvre Müzesi'ndedir. Sürüngenler Sürüngenler (), omurgalı hayvanlar aleminin yumurtlayarak çoğalan büyük bir sınıfı. Yılanlar, kertenkeleler, kaplumbağalar, timsahlar ve tuatara takımlarından meydana gelir. Değişkensıcaklı (heterotermi) omurgalılardan olan sürüngenler, evrimsel olarak Amfibyumlarla sabit vücut ısılı (homeotermi) hayvanlar arasındaki geçiş sürecini, denizden karaya, kalıcı geçişi temsil ederler. Vücutlarının pul ya da benzer levhalarla kaplı olması nem kaybını en az düzeyde tutmalarını sağlar, bu sayede kurak ortamlara oldukça iyi uyum sağlarlar. Vücut ısılarını sabit tutacak metabolizmik mekanizmalara sahip olmadıkları için, vücut ısıları dış ortamın ısısına bağlı olarak değişkendir. Bu nedenle; sürüngen türlerinin çok büyük bir kısmı dünyanın ılıman iklim kuşaklarında yaşamlarını sürdürür ve insanlar sürüngenleri daha çok yazın görürler. Aynı nedenle kasları enerji tasarrufu yapar. Kaslarının güç potansiyeli memelilere oranla 4, kuşlara oranla 2 kat daha fazladır. Tümü akciğerleriyle solunum yapan sürüngenler, yumurtlayarak ürerler. Bazı türlerde yavruların yumurtadan çıkması, dişinin içinde gerçekleşir. En eski sürüngen fosillerine Karbonifer döneme tarihlenen kayaçlarda rastlanır. Karbonifer Dönemi izleyen Permiyen Dönem ve tüm Mezozoik Zaman boyunca, tür çeşitliliği yaygınlık yönünden hızlı bir evrimleşme göstermişler, Mezozoik Zaman'da karalardaki hakim türleri oluşturmuşlardır. Kretase Döneminin sonunda gerçekleşen (65 milyon yıl önce) Kretase-Tersiyer yok oluşu neticesinde sürüngen türlerinin büyük bir bölümü yok olmuşsa da bugün gezegenimizde 6.000 kadar alt türü yaşamaktadır. Bayağı engerek Bayağı engerek ("Vipera berus"), engerekgiller (Viperidae) familyasından Avrupa ve Asya'da geniş bir dağılım gösteren zehirli bir engerek türü. Avrupa'da bayağı engereğin dağılımı Kuzey Kutup dairesine kadar ulaşabilir. Yaklaşık 80 cm uzunluğunda, kalın gövdeli ve genellikle boz renkte; sırtında zikzaklı kara bir bant uzanır, yanlarında da kara lekeler bulunur. Isırığı ender olarak insanı öldürür. Türkiye'de bir alttürü olan Baran engereği yaşamaktadır. Hicrî takvim Hicrî takvim, Müslüman takvimi ya da İslâmî takvim (; "at-taqwīm al-hijrī"), 1 yılı 354 ya da 355 gün olan ve 12 kameri aydan oluşan, Muhammed'in Mekke'den Medine'ye hicretini başlangıç yılı (1. yıl) kabul eden ve Ay'ın Dünya çevresinde dolanımını esas alan bir takvim sistemidir. Hicretin, Muharrem ayı yani takvimin başlangıç günü ya da ayıyla bir ilgisi yoktur. Hicri Takvim, Ömer'in halifeliği zamanında Hicretten 17 sene sonra, Miladi 639'da, toplanan bir meclis tarafından Ali'nin önerisiyle, Hicretin gerçekleştiği yıl 1 kabul edilerek oluşturulmuştur. Bundan önce yıllar rakamla değil o yıl gerçekleşen önemli olayların isimleriyle anılmakta idi. Örneğin: Fil senesi, Fil senesinden iki sonraki sene, Kabe'nin tamirinin yapıldığı tamir senesi, sel senesi gibi. Hicri takvim, Hicri Şemsi takvim ve Hicri Kameri takvim olmak üzere ikiye ayrılır. "Haram ayları" yani hürmet ayları, İslam öncesi Arap toplumunda kullanılan ay adlarına göre savaşmanın yasak kabul edildiği Zilkâde, Zilhicce, Muharrem, Receb aylarıdır. Müslümanlar ayların isimleri için İslam öncesi dönemde kullanılan isimleri kullanmaya devam etmişlerdir. Bunlardan ilk 3'ü ardışık, Recep ise ayrı bir ay idi. İslam öncesi dönemde Araplar arasında iç savaşlar eksik olmazdı. Yalnız haram aylarda savaş yapılmazdı. Bu aylarda panayırlar kurulur, uzak yakın bölgelerden hacılar büyük bir güvenlik içerisinde bu panayırlara gelir ve tüccar malını hacılara satar, şiir yarışmaları yapılırdı. Eğer bu barış aylarında savaş olursa, yasak çiğnendiği için "Ficâr savaşları" denirdi. İslam öncesi Arap toplumunda Kameri takvime 3 yılda bir 1 ay eklenerek ayların yerleri sabitlenir, aylar hicri takvimde olduğu gibi yılın mevsimleri arasında dolaşmaz, en fazla 1 aylık oynamalar olurdu. Bu duruma nesi ismi verilirdi. İslam Ansiklopedisi'ne göre nesi uygulaması genel gözlemde olduğu gibi sabit bir takvim oluşturmak amacıyla değil, hac ve hac ile bağlantılı panayırların yılın belirli ve uygun bir mevsiminde icra edilmesi amacını taşımaktaydı. İslamda da bu anlayış korunmuş ve hac haram aylardan olan Zilhicce ayında yapılmıştır. Kuran'a göre nesi uygulaması haram ayı helal sayıp savaşa ve yağmaya devam edebilmek için yapılan bir hile idi. Ömer zamanında hicri takvime geçilmesi ve nesi uygulamasına da son verilmesi ile İslamda kutsal aylar (recep, şaban, ramazan, muharrem gibi) her yıl 11 gün önce gelerek yılın her mevsimine uğramaktadır. Kuran'da haram aylardan bahsedilir: Hicri takvimde 12 ay bulunmaktadır. Hicri takvimi ayın döngüsüne göre hesaplandığı için, güneş döngüsüne bağlı Miladi takvimden yaklaşık 10 gün kısadır. Bu da yıllar geçtikçe Hicri takvimin farklı mevsimlere rast gelmesine neden olmaktadır. El-Biruni ve El-Mesûdî İslam öncesi Arapların ve Müslümanların aynı ay isimlerini kullandıklarını ifade etmişlerdir. Hicri Şemsi takvim, miladı 20 Eylül 622 olan ve Dünya'nın Güneş etrafındaki dolanımını esas alan takvimdir. Osmanlı Devleti'nde bu takvime Rumi takvim adı veriliyordu. Aralarındaki fark milatlarının farklı olmasıdır. Hicri Kameri takvim, miladı 16 Temmuz 622 olan ve Ay'ın Dünya etrafındaki dolanımını esas alan takvimdir. "Hicri takvim" tabiriyle daha çok bu takvim kastedilir. Bu takvim çeşidinde Miladi takvimle arasındaki fark sabit değildir. Bu fark yaklaşık olarak 33 yılda 1 yıl etmektedir. Bu hesapla Hicri takvim, Miladi takvimini 20874 yılının 5. ayında geçecek. Isırgan Isırgan ("Urtica"), Isırgangiller (Urticaceae) familyasının "Urtica" cinsinden Mayıs-Ağustos ayları arasında çiçek açan, bir yıllık veya çok yıllık bir evcikli otsu bitki türlerinin ortak adı. Gövdeleri dik, 4 köşemsi, basit veya tabandan itibaren dallanmıştır. Üzerinde yakıcı tüyleri bulunur. Yapraklar saplı, oval şekilli ve dişli kenarlı, üst tarafı koyu yeşil renkli ve parlak olup, yakıcı tüylerle kaplıdır. Erkek ve dişi çiçekler bir arada olmak üzere yaprakların koltuğunda uzunca saplı küçük durumlar teşkil ederler. Çiçek örtüsü 4 parçalıdır. Meyveleri esmer renkte ve fındıksıdır. Tohum, yağ ihtiva eden bir besi dokuya sahiptir. Isırgan bitkisinin geleneksel ve güncel kullanılışı; topraküstü kısımları (herba), taşıdığı flavonoit bileşikler, mineral maddeler ve lutein vb karotenoit bileşikler nedeniyle diüretik etkisi dolayısıyladır. Diüretik etkisi nedeniyle; zayıflama çaylarının, idrar yollarını yıkamaya ve romatizmal ödemlerin boşaltılmasına yönelik çayların ve bitkisel ilaçların bileşimine girmektedir. Taşıdığı emergenz tüyler, bitkiye dokununca başı kırılır ve içindeki formik asit, histamin gibi maddeler, cilde değen yerde kaşıntı ve kızarıklık yapar, bu nedenle Türkçede ısırgan denmektedir. The Doors The Doors 1965 yılında Los Angeles, Kaliforniya'da kurulmuş ABD'li rock grubu. 1965'de başlayan ve 1971'de Jim Morrison'ın ölümüyle sona eren asıl süreçte etkileyici ve şiirsel şarkı sözleri, iyi düzenlenmiş müziğiyle öne çıkmış, bir kuşağın en önemli g
ruplarından biri olarak kabul edilir. "Break on Through (to the Other Side),", "L.A. Woman," "The End," "The Crystal Ship", "Light My Fire" genelde en iyi bilinen ve birer klasik haline gelmiş parçalarıdır. Özellikle yaklaşık 12 dakikalık "The End" grubun en sarsıcı parçalarından biri olarak kabul edilmektedir. Ayrıca "Light My Fire" için grubun güzel fakat üstüne en yapışmış parçasıdır demek de yanlış olmaz. Doors grubunun adı Aldous Huxley'in meskalin adlı uyuşturucu bir maddeyle yaşadığı gerçek deneyimlerini anlattığı Algı Kapıları (Doors of Perception) isimli kitaptan esinlenerek konmuştur. Jim Morrison çocuk yaşta ailesiyle beraber bir seyahatte bir kazaya tanık olur. O kazada ölen kızılderili şamanının ruhunun kendi ruhuna karıştığını ve çok küçük yaşta ölümü tanıdığını söyler. Doors grubu 1965 yılında UCLA (Kaliforniya Üniversitesi-Los Angeles) sinema öğrencileri Jim (James Douglas) Morrison ve Ray Manzarek tarafından kuruldu.Morrison okulu bırakarak ortadan kayboldu ve Ray Manzarek'le şans eseri Venice, Los Angeles'ta karşılaştılar. Morrison'ın bu karşılaşma sırasında ilk kez Ray'e okuduğu "Moonlight Drive" adlı parça grubun kurulmasına vesile olmuştur. Jim'den etkilenen Ray o sıralardaki grubu "Rick and The Ravens"`tan ayrılıp; Robby Krieger ve John Densmore adında önceden tanıdığı arkadaşlarını da yanlarına katarak grubu kurmuştur. Jim Morrison'a daha sonra hayranları Lizard King (kertenkele kral) ismini taktı ve birçok konserinde söylediği I'm a lizard king I can do anything (Ben kertenkele kralım ve her şeyi yapabilirim) sözü ile özdeşleşti. Jim Morrison 2 kez tutuklanmıştır. Bu tutuklanmanın ilki New Haven da bir konserde gerçekleşmiştir. Sahne arkasında bir kadınla zorla ilişkiye girmek isterken polisin bunu duyması üzerine sahnedeyken tutuklanır ve hayranları orada bir ayaklanma başlatır ve kendisi hiçbir zaman suçlu olduğunu kabul etmemiştir ve "Peace Frog" şarkısında bu olaydan bahsetmektedir "blood in the streets in the town of New Haven" ve bu suç siciline işlenmiştir. Miami de bir konserdeyken hayranları onu isteyerek şarkı söylemekten ve bir anda bağırmasından dolayı yuhalamaya başlamıştır Jim Morrison konserden önce çok içki içmiştir ve sarhoştur ve seyircilere hakaret etmeye başlar daha sonra seyircileri soyunmakla tehdit eder ama soyunmaz daha sonra polisler sahneye çıkıp Jim Morrison'ı tutuklarlar ve onu soyunmakla suçlarlar ve The Doors'un 21 eyalette sahneye çıkması yasaklanır ve 6 ay hapis cezası istemiyle yargılanır ve suçlu bulunur ama o cezaya itiraz eder ve itiraz davasını beklerken çok sevdiği Paris e gider... Paris'te davasını beklerken Jim Morrison yine sarhoştur ve 3 temmuz 1971 de otel odasında küvette ölü bulunur kalp krizi teşhisi konulur öldüğünde 27 yaşındadır ve Jim Morrison gibi Jimi Hendrix ve Janis Joplin de 27 yaşında ölmüştür. Uyuşturucudan öldüğü iddia edilir ama vücudunda uyuşturucuya rastlanmaz. Mezarı Paris, Pere Lachaise mezarlığındadır. Osmanlı alfabesi Osmanlı alfabesi (Osmanlı Türkçesi: الفبا "elifbâ"), 1928'de Latin tabanlı Türk alfabesi kabul edilinceye dek Osmanlı Türkçesini yazmak için kullanılmış bir Fars-Arap alfabesi uyarlamasıdır. Batı Türkçesi adını verilen Oğuzca; Osmanlı Türkçesi-Azerbaycan Türkçesi ile birlikte olan müşterek devresini, hemen hemen 15. yüzyılın ortalarına kadar sürdürür. Ancak bu zamandan sonradır ki, Selçuklular devrinin sonunda yer alan ve Eski Anadolu Türkçesi adı ile anılan her iki ağzın müşterek oldukları zaman görülen bazı ayrılıkların bir kısmı Osmanlı, bir kısmı da Azericede umumîleşerek 16. yüzyıldan başlamak üzere iki ağzın kesin çizgilerle ayrılmasına sebep olur. Bunun yanında her iki şivenin komşularından alınan sözcükleri, Arapça ve Farsça olanlar hariç, Azerbaycan ve Osmanlı Türkçelerinde anlaşmadan çıkacak, ikinci bir ayrılığı ortaya çıkarır. Elif ortada ve sonda A olarak okunur. başta A veya E olarak okunur. Vav harfi ortada ve sonda o, u, ü, ö sesleri vermek için kullanılır. Bazen de V olarak kullanıldığı olur. Güzel he sözcük içinde E harfi vermek için ve de he sesi almak için kullanılır. Sözcüğe ı, i ile başlanacaksa, elif ve Ye harfini yan yana getirilerek ı, i sesi alınır. Latinizasyon genel olarak Latin alfabesi dışındaki ses sitemlerinin Latin Alfabesine çevrilmesini ifade eder. Başka bir versiyon ise şu şekildedir: Araçada "Ayn" harfi Yarı-Sesli (harekesiz biçimi ise kesinlikle sessiz) bir harftir. Bu harfin Türkçeye çevirisi daima bir problem olmuştur. Çünkü Arapçayı veya Arapça seslerin çıkış yerlerini yeterince bilmeyen bir kişinin bu sesi normal A harfi zannetmesi veya karıştırması kaçınılmazdır. Bu harfin çekimli biçimleri Türkçede Kısaltma İmi ile gösterilir. Türkçede Kısaltma İmi özellikle el yazısında İnceltme İmi ile karışma ihtimali nedeniyle sesli harflerde tercih edilmemiştir. El yazması eserleri el yazısıyla çoğaltan kimselere "müstensih", bir hattat öğretmenin, aynısını yazmaları için öğrencilerine verdiği yazı örneği'ne de "meşk" denilir. Arap alfabesinden geliştirilen, Osmanlı Türkçesinde kullanılan yazı biçemleri: Dîvânî, sülüs ve tâlik ("ta'lik") yazı şekillerini içerir. 16. yüzyılda farklı büyüklükte "celî dîvânî" adında idari işlerde ve Osmanlı İmparatorluğunda resmi yazışmalarda kullanılmıştır. 18. yüzyılda basitleştirilmiş ve ("kırması dîvânî ") geliştirilmiş ve Osmanlı Saltanatının sonuna dek saray'da kullanılmıştır. Bir bakıma tevki e, bir bakıma ta'like benzeyen son derece hareketli, karmaşık, özel bir yazı türü. ("Fatih döneminde belirmiş, Yavuz döneminde gelişmiştir. Yalnız buyrultularda kullanılır.") Dîvânî el yazısı kendi altında ikiye ayrılır: (Arapça: محقق) Arap alfabesinde geliştirilen, sülüs yazının yatkın ve yatay bölümleri daha uzun olan türüne verilen ad. Önceleri sadece çok az levhalarda ve bazı besmelelerde ve Muhammed bin Abdullah isminin yazımında kullanılmış, fakat 16. yüzyıldan sonra pek kullanılmamıştır. Arap alfabesinde geliştirilen, özellikle Osmanlılar tarafından yazmalarda kullanılan, yumuşak, köşeleri yuvarlaklaşmış, işlek bir yazı türü. dür. (Arapça: نسخ, "nasakha", "naskh") de denilen yazı şekli 1928 yılına kadar daha çok Kur'an ve ilmî eserlerin çoğaltılmasında kullanılmıştır. (Arapça: الرقعة) Arap alfabesinde geliştirilen, Nesih'in dendansız, yuvarlak ve kıvrak bir türüne verilen isim olup, Osmanlı İmparatorluğunda kullanılan günlük basit el yazısı biçimidir. Onaylar genellikle rika ile yazılmıştır. (Arapça: توقِ) Arap alfabesinde geliştirilen, sülüs yazının daha değişik ve ufaltılmış bir yazı biçimidir. Resmî belgelerde kullanılmıştır. Kelime anlamı "1. Padişah buyruklarına çekilen tuğra. 2. Bu tuğrayı taşıyan buyruk" şeklindedir. Arap alfabesinde geliştirilen, sülüsün sağdan sola doğru yatık olarak yazılan yazı türlerinden biridir. Tüm harfleri yuvarlağımsı olan bu yazı biçimi, İran'da geliştirilmiş, bir santim veya daha fazla genişlikte kalemle yazılmış olanına da "celi ta'lik" adı verilir. John von Neumann John von Neumann Macar Yahudisi asıllı Amerikalı matematikçi ve bilgisayar bilimcisi (d. 28 Aralık 1903 -ö. 8 Şubat 1957). 1921 yılından 1923 yılına kadar Berlin Üniversitesinde kimya tahsili gördü. İki yıl sonra İsviçre'de Teknik Yüksek Okulu'ndan kimya mühendisliği diploması aldı. Nihayet 1926 yılında Budapeşte Üniversitesi'nden matematik doktorası aldı. Budapeşte'deki çalışmalarını bitirir bitirmez, genç matematikçiye Göttingen Üniversitesi'nde Rockofeller bursu verilmişti. Burada, 23 yaşındayken ilk şaheser eseri "Kuantum Mekaniğinin Matematik Temelleri"ni yayınladı. Bu eser bütün atom ve Çekirdek fiziğinin üzerine kurulduğu ""Kuvantum alan kuramı"" anlayışı için çok önemliydi. Gene o yıllarda von Neumann Berlin Üniversitesi'nde ilk öğretim üyeliğini kabul etti. "John von Neumann" Berlin'de iken poker oyununu incelemeye başladı. Özellikle bu oyun onun ilgisini çekmişti, çünkü bu oyunla sadece şans faktörü değil aynı zamanda oyuncunun strateji meselesi de işe karışıyordu. Böyle bir oyun matematik terimleriyle tarif edilebilir miydi? Genç matematikçi işe girişti! Birkaç ay içinde matematik incelemelerine yeni bir saha getiren ""Oyunlar Teorisi""ni geliştirdi. Bu yaklaşımı sadece şans ve strateji oyunlarına değil, aynı zamanda ekonomi, askeri strateji ve sosyoloji gibi önemli alanlara da uygulandı. ""Oyunlar teorisi"" Von Neumann yalnızca yirmi beş yaşında iken, matematiksel bir sanat eseri olarak kabul edildi. 1930 yılında Princeton'un bir yıllık ders teklifini kabul etti ve 1931 yılında burada kalmaya karar verdi. Burada da Berlin'de olduğu gibi farklı öğretim metotları ile öğrenci ve profesörlerin ilgisini çekmiştir. 1933 yılında von Neumann, Princeton'da araştırmacılar için yeni açılan uluslararası bir merkez olan İleri Araştırmalar Enstitüsü'nde profesör olması çağrısı aldı. Orada birkaç yıl matematik araştırmalarına derinlemesine daldı. 2.Dünya savaşına uzanan yıllarda ve savaş süresince von Neumann, askeriye için çalışmıştır. Kendisi burada askeriye için ilk elektronik hesaplayıcı olan ""ENIAC"" ı 1945'te savaş sona erene kadar tamamlamıştı. Ayrıca burada 1957'de kanserden ölümüne sebep olan radyasyon hastalığı ile temas ettiği tahmin ediliyor. Savaştan sonra bir matematikçi (kendi türü bir matematikçi) olarak sürdürmeye devam etti. Uzun araştırmalar sonucu onun harika makinesi ""MANIAC"" (Matematiksel Analizci, Nümerik Integralci ve Computer), insanların hizmetine hazırdı. Öyle ki bu makina önceleri birkaç yıl alan bir problemi bir saatte tamamlıyabiliyordu. "NORC" (Noval Ordinanse Research Computer - Askeri Düzeni Araştırma Bilgisayarı) von Neumann 'ın ikinci bilgisayarıydı. Bu hünerli makina yirmidört saatlik bir hava tahminini birkaç dakikalık zamanda verebiliyor, yerkürenin özü hakkında bilgi kaydedebiliyordu. Atlantik ve Pasifik Okyanusları'nın med ve cezir hareketlerini hesaplayabiliyor ve askeri manevra problemlerini çözebiliyordu. 1953 yılında, Amerikan güdümlü mermi programının fizibilitesini araştıran bilim adamları ve askeri liderler komisyonuna başkan atandı. Onun başkanlığında "Kıtala
rarası Balistik Güdümlü Mermi" (ICBM) projesi üzerinde çalışmaya başladı. 1954 yılında von Neumann en büyük düzeyde olan "Atom Enerjisi Komisyonu" 'na atandı ve burada hücre otomata teorisi üzerine kanserden öldüğü 1957 yılına değin çalışmalarına devam ederek miras olarak geriye bugün hayatımızın ihtiyaçlarını karşılayan teorileri ve kavramları bıraktı. Von Neumann'ın olağanüstü başarıları yeniden gözden geçirilirse, bunların insan aklının ürünü olduğuna inanmak imkânsız gibi görünür. Fizikçi Hans Bethe'nin sözleri Von Neumann'ın dehasını belki de en iyi biçimde açıklar. Şöyle yazmıştır: Boksit Genellikle oolitik, masif, toprağımsı ve kil gibi bulunur. Diyasporit, alümin, demir ve manganez hidroksitleri ve hidrarjirit gibi minerallerin karışımından oluşmuştur. Bir karışım minerali olup amorf yapıdadır. Genellikle oolitik, masif, toprağımsı ve kil gibi bulunur. Diyasporit, alümin, demir ve manganez hidroksitleri ve hidrarjirit gibi minerallerin karışımından oluşmuştur. Beyaz, gri ve muhtelif sarı renklerde olabilir. Çizgi rengi de muhtelif renklerdedir. Tropikal iklimlerde lateritleşme sonucu oluşur. "Laterit"leşme: İçinde Demir (Fe) ve Alüminyum (Al) silikat minerallerinin bulunduğu yerlerde bol yağış ve ısı altında silisin eriyip uzaklaşması sonucunda demir ve alüminyum`un hidroksit halinde kalması). Alüminyum elde edilmesinde ve elektrik oluşumunda kullanılır. Uranyum Uranyum, radyoaktif bir kimyasal elementtir. Simgesi "U"dur. 1789 yılında Martin Heinrich Klaaproth tarafından keşfedilmiş ve 1841 yılında Eugene-Melchior Peligot tarafından izole edilmiştir. Uranyum ilk zamanda radyoaktivite ile ilgili fazla bilgi sahibi olunmadığından diğer elementler gibi zannedilse de, 1896 yılında bilim tarihinin önemli isimlerinden olan Dimitri Mendeleyev’in çalışmalarıyla radyoaktif bir element olduğu ispatlanmıştır. Uranyum, cama katıldığı zaman ilginç sarı-yeşil bir renk verir. yüksek radyoaktif elementtir. Yüksek yoğunluğa sahiptir. Çelikten daha yumuşaktır.Kurşundan %65 daha yoğundur. 3 tane allotropu vardır. Kolayca yükseltgenir ve ısıtıldığında yanar. Klor,kükürt ve azotla az ya da çok kolay bileşir; karbonla uranyum karbürü (UC2), uranyum karbür de suyla bozunarak hidrojen ve hidrokarbonları verir. Uranyum metali, hidroklorik asit ve sülfürik asit içinde kolayca çözünerek dört değerli uranyum tuzlarını oluşturur; nitrik asit içinde dinginleşir. Uranyum mineralleri, uraninit, autinit, tobernit, koffinittir. Minerallerde bulunan uranyum kimyasal reaksiyonlar sonucunda uranyum okside veya diğer formlarına dönüştürülür. Metal olarak uranyum, KUF5 ve UF4 bileşiklerinin elektrolizi ile elde edilir. Çok saf uranyum ise halojenlerinin termal yanması ile elde edilir. İstanbul'un Fethi İstanbul'un veya Konstantiniyye'nin Fethi (, Konstantinopolis'in Düşüşü), 6 Nisan-29 Mayıs 1453 tarihleri arasındaki kuşatmanın sonucunda Osmanlı Padişahı II. Mehmed komutasındaki birliklerin Bizans İmparatorluğu'nun başkenti İstanbul'u ele geçirmesi. İstanbul, daha önce de defalarca kuşatılmıştı; VII.-VIII. asırlarda Emeviler ve Abbasiler tarafından kuşatıldı ancak başarısız olundu. Osmanlılar da şehri daha önce kuşatmıştı, Matheos Kantakuzinos'un Bizans tahtına geçmesini sağlamışlar ve ödül olarak Çimpe Kalesi'ni alarak Rumeli'de ilk kez toprak kazanmışlardı. Rumeli'ye geçişle beraber bölgede sınırları genişleyen Osmanlılar ilk kez I. Bayezid komutasında 1395 yılında İstanbul'u kuşattı. Bazı kaynaklarda ise 1391 tarihli farklı bir kuşatmadan söz edilmektedir. I. Bayezid'in kuşatmasında mancınıklar kullanıldı, kuşatma üzerine Macar Krallığı günümüz Bulgaristan topraklarına taarruz etti ve İstanbul kuşatması sonlandırıldı. Ertesi yıl kuşatma tekrar başladı ve bu sefer deniz bağlantısını tümüyle koparmak için Anadolu Hisarı inşa edildi. Bizans imparatorunun ateşkes talebi üzerine kuşatma kaldırıldı. Ankara Savaşı'yla beraber Osmanlı Devleti Fetret Devri'ne girdi. Bu dönemde Bayezid'in oğullarından Musa Çelebi tarafından 1412 yılında İstanbul tekrar kuşatıldı. Musa Çelebi, kargaşanın Bizans yüzünden olduğuna ve bazı rakip şehzadelerin Bizans tarafından desteklendiğine inanıyordu. Ancak rakip şehzadelerden I. Mehmed'in harekete geçmesi sebebiyle bu kuşatma da kaldırıldı. Dördüncü kuşatma ise II. Murad döneminde oldu; II. Murad elçiler göndererek Düzmece Mustafa'nın desteklenmemesini talep etti ancak karşılık bulamadı. İsyan ile uğraşan II. Murat, Şehzade Mustafa'ya yardım ettiğine inandığı Bizans İmparatorluğu'nun üzerine yürüdü ve kuşatma başladı. Bizans İmparatoru VII. İoannis'in Karadeniz kıyılarındaki bazı toprakları ve haraç vermeyi teklif etmesiyle bu kuşatma da kaldırıldı. II. Mehmed tahta geçtiğinde etrafı bütünüyle sarılmış bir şehirle karşı karşıyaydı. Dördüncü Haçlı Seferi'nde zincir kullanan Bizans İmparatorluğu, bu kuşatmada da Haliç'e zincir gerdi. Dövme demirden imal edilen zincir farklı biçimdeki baklalardan oluşmaktaydı. Önceden farklı devletlerin saldırılarına maruz kalan Bizans, zincir kullanımıyla ilgili geçmişteki eksikleri giderebilmişti. 1204 yılındaki Haçlı saldırısında zincirin Galata'da bağlı olduğu kule Haçlılar tarafından ele geçirilmiş ve zincir safdışı bırakılmıştı. Bundan dolayı Bizanslılar kuleyi güçlendirdi ve etrafını surlarla çevirdi. 1453 yılındaki kuşatma için Bizans donanması takviye edildi, Şubat 1453'te limandaki gemilerin kalması rica edildi fakat birçoğu şehirden kaçtı; sonuç olarak 2 Nisan 1453'te Bartalomeo Soligo tarafından yaptırılan zincir Kastellion ile Eugenios kuleleri arasına çekilerek Haliç kapatıldı ve zincirin arkasında Bizans donanması nöbete başladı. Zincir halkaları aynı değildi, kalınlıkları 1,9 ilâ 6,2 cm arasında değişebilmekteydi. Bizans'ın bir başka savunma aracı ise grejuva idi. Grejuva, suda sönmüyordu ve hem kara hem deniz savaşında etkin şekilde kullanılacaktı. Fakat Bizans başkenti mezhepsel iç sorunlarla uğraşmaktaydı; 1439 yılında Katolik-Ortodoks kiliselerinin birleşmesi kabul edildi ve olaya Bizans halkı tepki gösterdi. Bazı kaynaklar, halkın ""Konstantinapolis'de Latin serpuşu görmektense Türk sarığı görmeyi tercih ederim!"" düşüncesini paylaştığını belirtmektedir. İmparator Konstantin'in Avrupalı devletlerden istediği yardımlar da mezhepsel sorunlar sebebiyle aksamaktaydı. Kuşatmadan önce Bizans halkına moral aşılamak için önünde Meryem Ana resmi bulunan bir kafile İstanbul sokaklarında dualar eşliğinde ilerlemeye başladı; resmin yere düşmesi ve ardından yağmur yağması sebebiyle Bizans halkı endişelendi. Halk arasında olumsuz söylentiler dolaştı. Kuşatmadan önce ortalıkta dolaşan bazı kehanet söylentileri şehrin düşeceği yönündeydi; bunun da halk üzerinde olumsuz etki yaptığı düşünülmektedir. Kuşatma esnasında sıkıntı çekilmemesi için erzak, mühimmat depoları takviye edildi; çeşitli ülkelerden gelen askerlerle muhafızların sayısı arttırıldı ve şehir surları güçlendirildi. Papalık tarafından üç kadırgayla beraber 200 asker ve mühimmat gönderildi, 30 geminin ise sefer için hazırlanmakta olduğu bildirildi. Ocak 1453'te iki gemiyle beraber Cenevizli komutan Giovanni Giustiniani komutasındaki 700 askerle yardıma geldi. İmparator Konstantin tarafından Guistiniani başkomutan olarak atandı. Muharebe Bizans zaferiyle sonuçlanırsa Giustiniani'ye Limni adası verilecekti. Bizans'ın savunma planında ana unsur İstanbul surları idi. İlk olarak 410-442 yılları arasında, 1400 hektarlık alanı kapsayacak şekilde 19 kilometre uzunluğunda Konstantin surları inşa edilmişti. Nüfusun artmasına bağlı olarak II. Theodosius, yaklaşık 1400 metre açığa yeni surlar inşa ettirdi. Bu surların yüksekliği 11 metre, genişliği ise 4,8 metre idi. Surlar tek sıradan oluşmuyordu, ana surun 14,5 metre önünde 8 metre yükseklikte ön surlar bulunuyordu. Bu surların genişliği ise 0,5 ila 1,5 metre arasında değişmektedir. Ön surların da önü tahminen 1000'li yıllarda yapılan çalışmalarla 18 metre genişlikteki hendeklerle çevrilmişti. İstanbul surları sadece karadan gelebilecek taarruza karşı tasarlanmamıştı; kentin deniz kıyısı da bütünüyle surlarla çevriliydi. Günümüzde Sarayburnu olarak bilinen bölge bütünüyle denizden izole edilmişti. 8,5 kilometre uzunluktaki deniz surları yine II. Theodosius tarafından yaptırılmıştı. 36 kapısı, 101 kulesi ve 27 burcu bulunmaktaydı. Haliç kıyısını ören Galata surlarının yapımı ise 439'da başlamıştı. 5,2 kilometre uzunluğa sahip bu surlar 2 ilâ 3 metre genişlikteydi ve 20 kapısı, 172 kulesi bulunmaktaydı. Rum Ortodoks Patrikhanesi'nin bulunduğu yerde de bir iç kale bulunuyordu. XIV. yüzyılda yaşanan Bizans-Ceneviz Savaşı sebebiyle Galata surlarının da önü hendeklerle çevrilmiştir. İstanbul'un su sistemi de geliştirilmişti. Yaklaşık 250 kilometre uzaklıktaki Yıldız Dağlarından, civardaki derelerden kemerlerle su getirilmekteydi. Getirilen sular, sarnıçlara aktarılmaktaydı. 1444'te tahtından feragat eden II. Murat, kendi isteğiyle yerini oğlu Mehmed'e bıraktı. II. Mehmed 12 yaşındaydı ve acemi görülüyordu, dönemin sadrazamı Çandarlı Halil Paşa bu kararı uygun bulmamıştı. Bu taht değişikliği üzerine bir Haçlı ordusu kuruldu ve Osmanlı üzerine yürüdü, Sultan Mehmed 12 yaşında olmasına rağmen babasına şu tarihi mektubu yolladı; "Baba,Eğer padişah siz iseniz geliniz ve ordunun başına geçiniz, yok eğer padişah ben isem size emrediyorum gelip ordunun başına geçiniz" Bu mektubun etkisi ve devlet adamlarının ricasıyla II. Murat geri geldi ve başkomutan olarak yönettiği Varna Muharebesi'ni kazandı. Bu muharebeden sonra devlet adamlarının da telkinleriyle II. Murat tekrar tahta çıktı, tahttan indirilen veliaht Mehmed Manisa'ya gönderildi. Kasım 1445'te II. Murat tekrar tahtı oğlu Mehmed'e bıraktı, Mehmed'in ikinci hükümdarlığında Edirne'de yangın ve yağma olayları yaşandı. Halil Paşa'nın ve diğer devlet adamlarının girişimleriyle Mehmed tekrar tahttan indirildi. Hammer'a göre II. Mehmed'e tekrar tahttan inmesi teklif edilmedi, Halil Paşa kendisine birlikte ava gitmeyi önerdi ve genç Mehmed tahttan indirildiğini avdan dönünce öğrendi. 1444-46 arasında geçici ola
rak hükümdarlık yapan II. Mehmed, 1451'de babasının ölümü üzerine son defa tahta çıktı. Sadrazam Halil Paşa tarafından sürgün edilen Zağanos Paşa, II. Mehmed'in müdahelesiyle Edirne'ye geri döndü. Halil ile Zağanos paşaların arasındaki anlaşmazlık kuşatmada da görülecek; Halil Paşa kuşatmadan vazgeçilmesini, Zağanos Paşa ise tam aksine kuşatmanın sürdürülmesini isteyecekti. Tahttan indirilmesine sebep olduğu ve kuşatmayı uygun görmediği için Halil Paşa'nın II. Mehmed tarafından düşman olarak algılandığı belirtilmektedir. İstanbul'un deniz bağlantısını tümüyle kesmek, kuşatma esnasında şehre herhangi bir yardımın gelmesi önlemek için II. Mehmed, Rumeli Hisarı'nın yapımını gerekli gördü. Konumu I. Bayezid'in yaptırdığı Anadolu Hisarı'nın karşısıydı; 1452 yılının nisan ayında inşa çalışmaları başladı. Hisarın yapımında beş veya altı bin işçinin çalıştığı belirtilmektedir. II. Mehmed inşaatla bizzat ilgileniyordu. Ağustos ayında inşaat bitti; hisarın on üç burcu bulunmaktaydı. Üç büyük burcun üstü kurşun çatı ile örtüldü. 400 askerin ve hisarın komutası Firuz Ağa'ya verildi. Rumeli Hisarı'nın inşası ve boğaz trafiğinin kapatılması Bizans İmparatorluğunu endişelendirmiştir. Hisarın yapımının durdurulması için gönderilen iki Bizans elçisi, II. Mehmed'in emriyle idam edildi. Kasım 1452'de iki Venedik gemisi boğazdan geçme teşebbüsünde bulundu, iki hisardan da ateş açıldı ve Antonio Rizzo adlı kaptanın gemisi batırıldı. Denize atlayarak kurtulan Rizzo, esir alındı ve Edirne'ye götürülerek kazığa oturtuldu. Kaptanın affedilmesi için İstanbul'dan ayrılan Venedik elçisi, infazın yapıldığını görünce geri döndü ve Osmanlıların Venedik'e de savaş açtığı kabul edildi. Askerî hazırlıklarda dönemine göre büyük topların yapımına başlandı. Bizans zindanlarından lağımcılar tarafından kaçırılan Urban adlı bir mühendisin yaptırdığı şahi topu bunlardan biriydi, tek güllesi 550 kilogram civarındaydı ve topun uzunluğu 8, çevresi de 2.5 metreydi. Bu topun İstanbul'a götürülmesini Rumeli Beylerbeyi Dayı Karaca Paşa üstlendi. Osmanlı ordusunun mevcudu hakkında çeşitli düşünceler bulunmaktadır, Hammer'a göre 250.000, Barbaro'ya göre 160.000, Sfrantzes ve Dukas'a göre 200.000 asker idi. Kuşatmada denizden destek vermesi için Osmanlı Donanması da hazırlanmıştı; Baltaoğlu Süleyman Paşa'nın komutasına verilen filonun mevcudiyeti hakkında farklı düşünceler mevcuttur; Dukas 300, Yeorgios Francis ise 160 demektedir. Kuşatmadan önce kentin çevresindeki bazı kaleler ve kasabalar Karaca Paşa komutasındaki 10.000 asker tarafından ele geçirildi. Bizans İmparatoru Konstantin, son diplomatik girişim olarak kent dışındaki Rum köylerinin ve bu köylerde yaşayan sivillerin zarar görmemesini rica etti ancak II. Mehmed tam aksini yaparak Rum köylerinde hayvanların otlanmasını ve rastlanılan köylülerin derhal öldürülmesini emretti. İmparator Konstantin'in tepkisi ise İstanbul kapılarını kapatmak ve kentteki Türkleri hapsetmek oldu. Konstantin'in kardeşleri tarafından yönetilen Mora Despotluğu üzerine Osmanlı saldırıları başladı. 6 Nisan 1453'te Osmanlı kara ordusu, Haliç'ten Marmara'ya uzanacak şekilde surların önüne mevzilendi. Aynı gün, Bizans ve müttefikleri tarafından zayıf bulunan Adrianopolis Kapısına (Edirnekapı) İmparator Konstantin ve askerleri konuşlandı. Megadük Lukas Notaras ise yüz süvariyle birlikte limanı ve çevresini korumakla görevliydi. Konstantinopolis'te tutulan şehzade Orhan Bey ise askerleriyle birlikte kıyıdaki mahalleleri korumaktaydı. 6 Nisan'da moralleri yükseltme amacıyla imparatorun emriyle zırhlı ve silahlı yaklaşık bin asker, Osmanlı ordusu görecek biçimde surlarda yürüyüş yaptı. Bizans savunmasının biçimi şöyleydi; St. Romanos Kapısı (Topkapı) Giustiniani ve askerlerince tutulmaktaydı, St. Romanos ve Adrianapolis kapıları arası genel olarak Bizans-Ceneviz kuvvetlerince muhafaza ediliyordu. St. Romanos ile güneydeki Selymbria (Silivri) Kapısı arası savunmayı ise Bizans-Venedik kuvvetleri üstlendi. Osmanlı ordusu, hücumdan önce kentin etrafındaki varoşları yıktı. Topların konuşlanacağı yerleri seçmek için surların en zayıf kesimleri tespit edildi. Galata cephesinde Zağanos Paşa'nın kuvvetleri, surların güney kısmında Anadolu Beylerbeyi İshak Paşa, kuzey kısmında da Rumeli Beylerbeyi Karaca Paşa konuşlandı. St. Romanos ile Adrianopolis kapıları arasındaki merkez cephesinde ise II. Mehmed, yeniçerileriyle birlikte konuşlandı. Bu bölgede Bizans tarafının en zayıf bulduğu surlar bulunmaktaydı. En zayıf kesimi tespit eden Osmanlılar, toplarını buna göre 11 Nisan'da konuşlandırdı; üç top Blaherne Sarayı, üç top Piyi (Silivrikapı), iki top Adrianapolis (Edirnekapı), dört top da St. Romanos (Topkapı) Kapısı önüne yerleştirildi. Osmanlıların döktürdüğü en büyük top, başta Kaligaria Kapısı (Eğri Kapı) önüne yerleştirildiyse de kapı dayanıklı bulundu ve daha zayıf görülen St. Romanos Kapısı önüne kaydırıldı, günümüzdeki "Topkapı" ismi bundan gelmektedir. Topların konuşlanmasından iki gün sonra Baltaoğlu Süleyman Paşa komutasındaki Osmanlı Donanması Prinkipos'u (Büyükada) ve Antigoni'yi (Burgaz Adası), Tarabya'daki bir Bizans kalesini de Osmanlı ordusu ele geçirdi. Topların da konuşlanmasından sonra, II. Mehmed veziri Veli Mahmud Paşa'yı İmparator Konstantin'e göndererek şehrin teslimini istedi. Konstantin, şehri korumaya yeminli olduğunu ancak istenilirse vergi verebileceğini söyledi. 12 Nisan 1453'te Osmanlı topçu ateşi başladı. Dönemine göre kuvvetli görülen bu toplar, birçok kaynağa göre büyük gürültü çıkarmaktaydı ve şehri savunanların moralini bozmaktaydı. Osmanlı topları yaklaşık iki saatte dolduruluyordu, bundan dolayı topçu ateşi sık değildi. II. Mehmed, topların daha sık ateşlenmesini istedi ve sonuç olarak bir top patlayarak parçalandı, topu döken usta Urban ile çevresindekiler öldü. Topların bakımı için ordugahta bir tamirathane kurulmuş olsa da, tarihçi Hammer'a göre Urban'ın ölmesi sebebiyle parçalanan top tamir edilemedi. Macaristan Krallığı komutanı János Hunyadi'den mektup getiren bir elçi, Osmanlı topçularını acemi buldu ve topçular tarafından benimsenecek bir taktik öğretti; küçük toplarla sur üzerinde belirlenen bir hedef noktasının etrafı zayıflatılıyor, sonra büyük toplarla hedef noktasına gülle isabet ettirilerek surdan parçalar düşürülüyor ve gedik açılıyordu. Cenevizli komutan Giustiniani'nin askerleri, gediklere süratle demir kazıklar çakıyor ve üstlerini kayalarla, kum dolu varillerle dolduruyordu. Ayrıca şehirdeki ağaçlar da kesilerek bu gediklere yığılıyordu. Venedikli askerler de bir yöntem keşfetti; surların şehre bakan kısmını asmalarla donatıyorlar ve asma dallarını ıslatarak surla kaynaşmalarını sağlıyorlardı, böylece surdan parçaların düşmesi zorlaşmaktaydı. Osmanlı topçu ateşi, 18 Nisan gününe kadar devam etti. Savaşta Osmanlıların haricinde Rumların da ateşli silahlara sahip olduğu bilinmektedir. 12-18 Nisan arasında süren Osmanlı topçu ateşi esnasında Rumların bir ağır topu parçalandı; olaya öfkelenen Rumlar topçu kumandanını hain olmakla suçladı ve öldürmek istedi. Ancak yeterli delil bulunamadığından kumandan serbest bırakıldı; bu sırada şehirde mahsur kalanlardan biri olan Alman mühendis Jean Grant, grejuvanın kullanım inceliklerini askerlerlere öğretmekteydi. Grejuvayı artık daha iyi kullanan askerler, St. Romanos kapısı önündeki bir Osmanlı topunu imha etmeyi başardı. 18 Nisan günü Osmanlı merkez ordusunun bulunduğu noktada, Bayrampaşa Deresi taraflarında birinci ve ikinci surlarda gedik açıldı. II. Mehmed'in emriyle surların önündeki hendek taşlarla, kum torbalarıyla dolduruldu. Osmanlı ordusu, gece taarruzu başlattı. Taarruzu desteklemek için II. Mehmed'in emriyle savaş kuleleri inşa edilmişti. Ancak Osmanlılar gece taarruzundan bir sonuç alamadı; yürüyen kuleler grejuvayla tutuştu ve surlara çıkmayı başaran Osmanlı askerleri de inatçı bir savunmayla karşılaştı. Aynı günlerde Osmanlılar deniz taarruzu da başlatmıştı; 15 Nisan 1453 tarihinde Haliç önlerine yığılan Osmanlı donanması, Bizans ve müttefik donanmalarının savunması sebebiyle zinciri kıramayarak geri çekilmek zorunda kaldı. Her iki taarruzun da başarısızlığa uğraması Bizans tarafında moralleri yükseltti. 20 Nisan'da kaptan Flantanellas'ın komuta ettiği bir Bizans ve üç Ceneviz kalyonundan oluşan yardım filosu İstanbul'a yaklaştı. II. Mehmed, Baltaoğlu Süleyman Bey'i 18 gemi ile yardım filosunun üstüne gönderdi. Rüzgarı arkasına alan yardım filosu daha hızlı ilerlemekteydi ve Osmanlı gemileri bir türlü yanaşamamaktaydı. Günümüzde Yeşilköy adını taşıyan bölgenin açıklarında rüzgar kesilince dört kalyon hareketsiz kaldı; Osmanlı gemileri kürek çekerek kalyonlara yetişti. Çarpışmaların uzaması sebebiyle arkadan gelen Osmanlı gemileri de yetişti ve dört gemiden oluşan Ceneviz-Bizans filosunun etrafını yaklaşık 150 Osmanlı gemisi sardı. Ancak kalyonların Osmanlı kadırgalarından daha yüksek olması, en öndeki Osmanlı gemilerindeki tayfaların acemiliği sebebiyle üstünlük kurulamadı. Ağır kayıp verildiğini gören Baltaoğlu Süleyman Bey, donanmaya geri çekilme emri verdi. Hakim bir tepeden yenilgiyi gören II. Mehmed sinirlendi ve atını denize sürerek Baltaoğlu Süleyman'a emirlerini duyurmaya çalıştı. Ancak Osmanlı donanması yenilmişti, yardım filosu yoluna devam etti ve karanlık bastırınca Haliç'i kapatan zincirin gevşetilmesiyle iki Venedik gemisinin eşliğinde limana sığınarak Konstantinopolis'e yardımını başarıyla ulaştırdı. Ertesi gün II. Mehmed, on bin atlıyla beraber yenilginin hesabını sormak için donanma komutanlığına gitti. Baltaoğlu Süleyman Bey'i idam etmek isteyen öfkeli padişah, diğer devlet adamlarının yalvarması sonucu idamdan vazgeçti ancak Baltaoğlu'nu topuzuyla döverek azletti; boşalan kaptan-ı deryalığa Çalıbeyoğlu Hamza Bey getirildi. Şehre yapılan hücumların başarısızlığından sonra yardım getiren kalyonların Osmanlı donanmasını yarıp geçmesi üzerine II. Mehmed, devlet adamlarıyla ve komutanlarla toplantı yaptı. Toplantıda Avrupa devletlerinin yardıma geleceğini tekrarlayan Çandarlı Halil Paşa, kuşatmanın kaldırılmasını ve
Bizans'ın 70.000 duka altın vergiye bağlanmasını önerdi. Ancak aralarında II. Mehmed'in eniştesi Zağanos Paşa ile hocası Molla Gürani'nin de bulunduğu diğer kişiler bu öneriye itiraz etti. Buna rağmen toplantıda Haliç'e nasıl girileceği konusunda kimse teklifte bulunamıyordu. Mehmed tahta geçmeden 14 yıl önce Venedikli komutan Gattamelata, Adige'den Garda Gölü'ne gemilerini karadan götürmüştü. Gemilerin karadan yürütülmesinde bu olayın örnek alındığı tahmin edilmektedir. İlk olarak Zağanos Paşa'ya Galata ile Konstantinopolis surları arasında kara bağlantısı kurmak için Haliç üzerine köprü kurması emredildi. Fakat bu köprünün Haliç'teki Bizans ve müttefik gemilerine karşı savunmasız olacağı düşünüldü. Bunun üzerine II. Mehmed, Diplonsion (Günümüz adı Beşiktaş) önlerindeki Osmanlı donanmasının Galata surları önünden kaydıralarak Haliç'e indirilmesini emretti. Ek olarak, Haliç surlarını ve Haliç'teki donanmayı vurmak için Galata civarında hakim tepelere toplar yerleştirildi. Gemilerin geçeceği mesafe 2 ilâ 4 kilometreydi ve ormanlıktı; güzergâh üzerindeki ağaçlar kesiliyor sonra da ağaçlar Cenevizlilerin verdiği zeytinyağı ile kayganlaştırılarak toprağa sabitleniyordu. Cenevizliler, savaş boyunca denge politikası izlemiş ve hem Bizans hem Osmanlı tarafına yardım etmiştir. Gemiler yürütülmeden önce, Galata taraflarına mevzilenen Osmanlı topçuları Haliç'teki gemileri topa tuttu. Bizanslıların fark etmemesi için gemiler 21-22 Nisan gecesi yürütüldü. Bu sırada dikkatlerini başka yöne çekecek biçimde St. Romanos Kapısı civarında büyük bir gedik açıldı. O gece şehirde bulunanlar, bu gediği kapatmakla meşgul oldu. Sabah olduğunda 72 Osmanlı savaş gemisi başarıyla indirilmiş ve Haliç'i kapatan zincir işlevsiz kalmıştı. Osmanlılar, planın ikinci aşaması olan ahşap köprünün yapımına başladı. 24 Nisan'da Giustiniani'nin bir kadırgası gemileri yakmak üzere yaklaştıysa da Osmanlı topçuları tarafından batırıldı. Olayın ardından Bizans tarafındakiler St. Maria Kilisesi'nde toplandı ve ikinci bir saldırı yaparak gemileri yakmayı gerekli gördü. Saldırı, Venedikli kaptan Jacomo Coco'nun komutasında gece vakti yapılacaktı. Gemileri saldırıya hazırlama bahanesiyle saldırıyı bir gün erteleten Galata Cenevizlileri, kazandıkları vakitten istifade ederek planı II. Mehmed'e gizlice iletti. Planı öğrenen II. Mehmed, Haliç'teki gemilerin takviye edilmesini ve kıyılara iki top daha yerleştirilmesini emretti. 28 Nisan gecesi Jacomo Coco komutasında grejuvayla yüklü iki veya üç gemi, Osmanlı gemilerine yaklaştı. Fakat saldırıdan haberdar olan Osmanlı donanması ateş açtı; Coco'nun gemisi batırıldı. Cabriel Trivixan komutasındaki diğer kadırga, topların gürültüsü sebebiyle Coco'nun gemisine olanları farketmedi ve ilerlemeye devam etti. Osmanlı topçuları bu kadırgayı da vurdu; gövdesinde delik açıldı, ancak iki mürettebatın pelerinlerini deliğe sıkıştırması sayesinde kadırganın su alması önlendi. Buna karşılık Osmanlıların bir gemisi yanmıştı, esir alınan denizciler şehirden görülecek biçimde öldürüldü. Misilleme olarak Bizanslılar da ellerinde bulunan 260 esiri infaz etti ve kesik başlarını surlara dikti. Osmanlı gemilerinin Haliç'teki Bizans karşı taarruzlarını savuşturmasından sonra Galata'da mevzilenen topçular Haliç'teki gemilerle birlikte surları da bombalamaya başladı. Bunun üzerine Bizanslılar, Haliç surlarına asker kaydırmak zorunda kaldı. Yine de Osmanlı topçusu uzun mesafeden dolayı surları yıkamıyordu; 150 atıştan sadece 1 tanesi isabet etmiş ve bir kadın ölmüştü. Bombardımanda batan gemiler arasında Osmanlı'ya gizlice yardım eden Cenevizlilerin de gemileri vardı; Cenevizlilerin şikayetlerine cevaben II. Mehmed, Haliç'teki bütün gemilerin korsanlık yaptığını ve hasmane bir tutum gösterdiğini söyledi. Haliç surlarının hasar görmemesinden dolayı rahatlayan Bizanslılar, yoğun ateş altındaki gemilerini korumak için 3 Mayıs'ta Haliç surlarına iki adet top yerleştirdi. Açılan ateş sonucunda iki Osmanlı gemisi batırıldı. Osmanlıların tepkisi ise karşı kıyıya üç top getirerek bu iki topu ateş altına almak oldu, gece gündüz devam eden çatışmaya rağmen iki taraf da birbirinin toplarını imha edemedi. Haliç'te karşılıklı bombardıman devam ederken, St. Romanos civarındaki surlar da bombalanmaktaydı. Sayısı arttırılan yürüyen kuleler şehir surlarından yüksekti ve içlerine küçük toplar yerleştirilmişti, bu kuleler vasıtasıyla Osmanlı askerleri açılan gediklerin kapatılmasına mani oluyordu. Surlardan düşen parçalarla dolan hendekler, Osmanlı ordusuna taarruz yapma fırsatı veriyordu. Bizans savunması Osmanlılara kayıp verdirmeye devam ediyordu; dört yürüyen kule yakılmıştı. Surların yeterince yıprandığını düşünen II. Mehmed, 6 Mayıs akşamı taarruz başlattı. Fakat sonuç alınamadı ve ağır kayıp veren ordu geri çekildi. Bu taarruzun ardından surların en yıpranmış bölgesi olan St. Romanos, 400 kadar Venedikli denizciyle takviye edildi. Bundan sonra topçu ateşi Kaligaria Kapısı (Eğri Kapı) ile Blakernai Sarayı arasındaki surlara yoğunlaştı. 12 Mayıs günü açılan gediklere giren Osmanlı ordusu, başlarda üstün geldiyse de Bizans ihtiyat güçlerinin yetişmesi sonucu püskürtüldü. Ardından tekrar taarruz yapıldı; bunda da Kaligaria'dan yardıma gelen bin kişilik Bizans kuvveti sebebiyle Osmanlılar sonuç alamadan geri çekildi. Şehir savunması son taarruzları da püskürtmüştü ancak kıtlık başlamıştı. Papa Nicholas'ın söz verdiği Jacomo Loredan komutasındaki 30 kalyonluk filodan haber yoktu, İmparator Konstantin filonun ne zaman yetişeceğini öğrenmek üzere bir tekneyi gönüllü 10 kişiyle birlikte Euboea Adası'na (Eğriboz Adası) gönderdi. Osmanlı bayrağı çeken tekne, hiç kimseye yakalanmadan adaya ulaştı ve filonun gelmediğini gördü. Döndüklerinde şehrin düşmüş olmasından endişelenen gönüllüler, imparatora haberi ulaştırmayı gerekli gördü ve şehre geri döndü. Kuşatma sırasında şehirde bulunan Venedikli doktor Barbaro, filonun gelmediğini öğrenen Konstantin'in ümitlerini yitirdiğini ve ağladığını yazmaktadır. Surlardaki direncin zayıflaması sebebiyle 13 Mayıs günü kaptan Trivixan ve askerleri gemilerini terkederek surlarda konuşlandı. Ertesi gün II. Mehmed, Haliç surlarına ve Bizans gemilerine ateş açan Galata'daki topların Blaherne Sarayı yakınlarına getirilmesini emretti. Bu toplar o güne kadar 91 kiloluk güllelerle 212 atış yapmıştı. Bizans tarafı ise kuşatma boyunca en fazla hasarı alan St. Romanos Kapısını tehlikede görerek 300 kadar piyade ve arbaletli askerle takviye etti. 16 Mayıs gecesi birkaç küçük Osmanlı gemisi süratle Haliç'e ilerledi, buna anlam veremeyen Bizans ve müttefik denizcileri gemilerde Osmanlı'dan kaçan Hristiyanların olduğunu zanneti ve ateş açmadı; fakat yaklaşan gemiler saldırınca karşılık verildi. İki tarafın da kaybı olmadı. 17 Mayıs'ta beş Bizans gemisi Haliç'in ağzına yaklaşarak zincir dışındaki Osmanlı donanmasına ateş açtı; yetmişten fazla gülle atıldıysa da herhangi bir isabet kaydedilemedi. 19 Mayıs sabahı Osmanlı ordusu, surlardan yüksek bir yürüyen kuleyi Adrianapolis Kapısı yakınlarına getirdi. Kat kat öküz/deve derisiyle kaplanmış ahşap bir iskeletten oluşuyordu ve iskeletin boşlukları toprakla doldurulmuştu, ok taş ve ufak güllelerin zarar veremediği bu kule sayesinde surdaki askerlere ok atılırken hendekler de toprakla dolduruldu. Aynı gün Osmanlı ordusu Haliç'in daraldığı yerde birbirine bağlanmış fıçılardan oluşan bir köprü inşa etti; Bizanslıların açabileceği bir ateşle yok edilmemesi için Haliç surlarındaki Kynegos Kapısı'na uzatılmadı. Bizans tarafı, yarım kalmış bu köprünün Kynegos Kapısı'na uzatılması ihtimaline karşın Haliç surlarına asker konuşlandırmak zorunda kaldı. 21 Mayıs'ta bütün Osmanlı donanması Haliç önlerine geldi, genel taarruzun başlayacağını zanneden şehir halkı paniğe kapıldı ve kiliselerde çanlar çalındı; fakat herhangi bir kara taarruzu olmadığı gibi Osmanlı donanması da birkaç saat sonra geri döndü. Kuşatma esnasında şehirde bulunan Venedikli doktor Barbaro'ya göre surlar aralıksız her gün bombalanmaktaydı; tarif ettiği bir top 544 kiloluk gülle atıyordu ve her atışı şehir içerisinde paniğe yol açıyordu. 16 Mayıs sabahı Kaligaria Kapısı civarında yeraltından sesler işiten muhafızlar, Osmanlı lağımcılarının tünel kazdığını fark etti ve bunu durdurmak üzere kendileri de bir tünel kazmaya başladı. Kısa süre içerisinde iki tünel buluşunca yeraltı savaşı başladı; Osmanlıların tünelini her ne pahasına olursa olsun yok etmekle görevli Bizans lağımcılarının kasten çıkarttığı yangın kendileriyle beraber Osmanlı lağımcılarının da ölümüne, her iki tünelin de çökmesine sebep oldu. Tünel girişimi önlenmişti ancak şehir halkıyla beraber İmparator Konstantin endişeye kapılmıştı; henüz keşfedilmemiş Osmanlı tünelleri olabilirdi. Nitekim 21 Mayıs günü Osmanlı lağımcıları, gözetleme kulelerinden yoksun Kaligaria Kapısı civarında ikinci bir tünel daha açtı ve o da şehirdekiler tarafından fark edildi; önceki tünelde olduğu gibi Bizans lağımcılarının yine yangın çıkartacağını tahmin eden Osmanlı lağımcıları fırsat vermeden kendi tünellerini ateşe vererek kendileriyle beraber Bizans lağımcılarının da ölümüne yol açtı. Ertesi gün aynı yerde bir tünel daha keşfedildi; muhafızların döktüğü kızgın yağlar ile içerisindeki lağımcılar öldürüldü ve tünel ateşe verildi, aynı gün yakınlardaki henüz keşfedilmemiş bir Osmanlı tüneli çöktü. Şehri savunanlar arasında bulunan mühendis Jean Grant, başka tünellerin olup olmadığını öğrenmek için çalışmaya başladı ve kuşatmanın son haftasına girilirken her gün birkaç Osmanlı tüneli daha keşfedilir oldu; 23-24-25 Mayıs günleri yine aynı yerde başka tüneller bulundu. 25 Mayıs'ta fark edilen tünel surların altına ulaşmıştı; imha edilmesi halinde surların çökmesi mümkündü; Bizans lağımcıları tüneli duvarla kapatmakla yetindi. Haliç'e indirilen donanma, şehirde başlayan kıtlık, yeraltındaki savaşlar ve surlardan yüksek yürüyen kuleden sonra Osmanlı ordusunun son hücum için hazırlıkları başlamıştı; 23 veya 24 Mayıs günü II. Mehmed, eniştesi İsfendiyaroğlu Kasım Bey'i İmparator Konstantin'e el
çi olarak gönderdi. Teslim olmaları halinde Konstantin ve ailesinin arzu ettikleri yere güvenle gidebileceği, halkın canına ve malına dokunulmayacağı, son olarak Paleologos Hanedanı'yla dostane ilişkilerin kurulacağı ancak teslim olmazlarsa imparator ve diğer asillerin öldürüleceği, şehir halkının esir edileceği, orduya yağma için müsaade verileceği belirtiliyordu. İmparator şehri teslim etmeyi reddetti fakat vergi vermeye hazır olduğunu belirtti. Konstantin-Mehmed arası diyalogdan hemen sonra 25 veya 26 Mayıs günü Macaristan Krallığı elçisi ordugâha geldi, kuşatmanın kaldırılmaması halinde Macar-Bizans ittifakının kurulacağını ve büyük bir Haçlı donanmasının da yola çıkmış olduğunu iletti. Bahsedilen Haçlı donanması, Konstantin'in beklemekte olduğu Jacomo Loredan komutasındaki donanmaydı ve Sakız Adası'na ulaşmıştı. Bu tehditten sonra 27 Mayıs günü Osmanlı ordugâhında toplantı yapıldı; Sadrazam Çandarlı Halil Paşa'nın endişelerine rağmen kuşatmanın sürdürülmesine ve 29 Mayıs'ta son hücumun yapılmasına karar verildi. Macar elçisi hapsedildi, hücum kararı ve günü Osmanlı ordusuna duyuruldu; şehrin fethedilmesi halinde bütün askerlerin üç gün boyunca şehri yağmalama hakkına sahip olduğu padişah tarafından ilan edildi. Ayrıca padişah, surların üzerine çıkacak ilk askere ödül vereceğini fakat savaştan kaçanları da idam ettireceğini ilan etmişti; yağma izninin çıkmasından sonra Osmanlı ordusunda şenlikler başladı ve çadırlar, gemiler ışıklandırıldı; şehirdekiler duyacak biçimde tekbir sesleri yükselmekteydi. Artık surlar geceleri de bombalanıyordu ve savunmacılara gedikleri kapatmak için fırsat verilmiyordu, 28 Mayıs'ta St. Romanos Kapısı'nda açılan bir gediğe giren Osmanlı birlikleri Cenevizli Giustiniani'nin birlikleriyle çarpıştı ve püskürtüldü. Çarpışma esnasında komutan Giustiniani'yle dövüşen Murat Paşa, Giustiniani tarafından öldürüldü. O gece halkın ve asillerin katılımıyla Ayasofya'da ayin yapılarak insanların görev yerlerine gitmesi için gün boyu çanlar çalındı. Surların mazgallarına yerleştirilmek üzere Venedik elçisi Bailo tarafından getirtilen yedi araba dolusu kalkan, Bizanslı hamalların istediği paranın zamanında karşılanmaması sebebiyle yerleştirilemedi ve ertesi günkü son muharebede kullanılamadı. Sabah olmadan önce Giustiniani, hasar gören yerlerin tamiratıyla meşguldü ve harap haldeki St. Romanos Kapısı'nın ardına derin bir hendek ile siper yaptırdı. Giustiniani, yaptırdığı sipere yerleştirilmek üzere birkaç top istediyse de Megadük Notaras bunu reddetti. Sultan Mehmed ordusunu üç gruba ayırmıştı; ilk grup yaşlılardan ve Hristiyanlardan, ikinci grup orduya katılmış Müslüman köylülerden ve azablardan, üçüncü grup ise yeniçerilerden oluşmaktaydı. Her grubun yaklaşık 50 bin askerden oluştuğu kaydedilmiştir. Ordunun büyük kısmı ağır hasarlı St. Romanos Kapısı önlerindeydi. İmparator Konstantin ve Giustiniani de bu hattı savunmak üzere birlikleriyle beklemekteydi. 29 Mayıs Salı günü güneş doğmadan Osmanlı ordusu namaz kıldı ve mehter takımı hücum marşı çalmaya başladı. Yaşlılardan ve Hristiyanlardan oluşan ilk grubun öncelikli görevi merdivenleri surlara taşımak idi. Güneş doğmadan muharebe başlamıştı fakat surlara dikilen merdivenler derhal Bizans askerleri tarafından devriliyor, surlara yaklaşan askerler de fırlatılan taşlarla oklarla öldürülüyordu. Bu grubun taarruzu iki saat sürdü. Çoğunluğu imha edilen bu grup, ordugâha doğru kaçmaya başladı. Fakat bir gün önce II. Mehmed'in verdiği emir uygulandı; kaçmakta olan askerler kılıçtan geçirildi ve surlara geri dönmeleri için zorlandı. Sıra ana muharip askerlerden oluşan ikinci gruptaydı, bu grubun da hücumu başladı. Saldırı giderek St. Romanos civarında yoğunlaşıyordu fakat ikinci grubun askerleri bir türlü surlara çıkamıyor, merdivenleri dikemiyordu. Bizans askerleri kızgın yağ, grejuva, ok ve taş kullanarak bütün saldırıları püskürtüyordu. İkinci grup da bitkin düşmekteydi ve bu durum Bizans kuvvetlerinin morali üzerinde olumlu etki yaratıyordu; bir buçuk saatlik savaşın ardından ikinci gruptan da bazı askerler geri kaçmaya başladı. Savaştan kaçanlar da yine komutanlarının infazlarıyla karşılaştı ve Sultan II. Mehmed, birkaç kaçak askeri topuzuyla cezalandırdı. II. Mehmed elinde kalan son grup olan yeniçerileriyle birlikte surlara yaklaştı. Bizans birlikleri artık yorgun düşmüştü, dinç ve tecrübeli yeniçeriler saflarını bozmaksızın surlara ulaştı; bir gece önce karşı taarruz için Konstantin'in emriyle açılan Kerkoporta Kapısı, elli kadar Osmanlı askerinin içeri girmesine olanak sağlayınca Bizans askerlerinin morali bozuldu. O esnada büyük Osmanlı topu ateşlendi ve yeniçerilere bir geçit açıldı, toz bulutunun içerisinde yeniçerilerle Bizans askerlerinin çarpışması başladı. Gözetleme kulesine girmeyi başaran Osmanlı askerleri imha edildi ve yeniçerileri de püskürttüğünü gören Bizans askerleri zafer sevinci yaşamaya başladı ancak Osmanlı topu tekrar ateşlendi; geride kalan Osmanlı birliklerinin taarruzu başlamıştı. Direnci kalmayan ilk sur Osmanlıların eline geçti, azabların da desteğiyle burayı sağlama alan yeniçeriler var güçleriyle ikinci sura yönelik saldırıyı başlatmıştı. Her iki sur da harap haldeydi ve çarpışmalar sürüyordu. Bu esnada Cenevizli komutan Giustiniani ağır yaralandı, İmparator Konstantin'in ricalarına rağmen yarasının tedavisi için limana götürüldü. Komutan Giustiniani'nin yaralandığı haberi Bizans birliklerinde bozguna yol açtı, Bizanslı askerler şehrin sokaklarında kaçışmaya başladı; Venedik ve Ceneviz askerleri de gemilerine binip kaçmak üzere limana yöneldi. Bozgunun etkisiyle güneydeki Piyi Kapısı da düştü, Osmanlı askerlerinin yağması başlamıştı. Ordunun ağırlığı şehrin merkezine doğru ilerlemekteydi, oradaki zenginlikler daha fazlaydı ve sancaktarlar bir an önce Osmanlı bayraklarını dikmek istiyordu. Öğle olduğunda şehir düşmüş ve yağma başlamıştı ancak Haliç surlarında, Vasileos, Leon, Alexius burçlarında direniş devam ediyordu; daha sonra Haliç surları düşürüldüyse de üç burç direnmeye devam etti, Giritli denizciler tarafından savunulan bu üç burç vire ile teslim oldu ve denizcilere evlerine dönmeleri için II. Mehmed tarafından izin verildi. Şehir düşerken İmparator Konstantin'e ne olduğu konusunda kesin bilgi bulunmamaktadır. Kaynakların çoğunluğu Konstantin'in savaşırken yüzünden ve sırtından aldığı kılıç darbeleriyle öldürüldüğünü belirtmektedir. Kaçışan askerlerin altında ezilerek öldüğü, kaçma fırsatı bulduğu fakat kendini astığı, kesik başının Megadük Notaras tarafından tanındığı ve diğer Müslüman ülkelere gönderildiği de iddialar arasındadır. Küçük direnişlere rağmen şehirde yağma ve talan devam ediyordu; Osmanlı denizcileri de Galata'ya çıkarak Giudecca adlı Yahudi mahallesini yağmalamaya koyuldu. Sakız Adalı Leonard'a göre rahibeler tecavüze uğradı, manastır ve kiliseler yağmalandı; 50 ilâ 60 bin sivil köle edildi. Bazı kadınların tecavüze uğramamak için intihar ettiği belirtilmektedir. Fakat bazı Osmanlı tarihçileri, sadece şüpheli görülenlerin öldürüldüğünü ve çoğu insanın sadece köle edildiğini yazmaktadır. Talandan kaçan bazı denizciler, kadırgalarıyla beraber denize açılmayı ve yağmayla meşgul olan Osmanlı donanmasını atlatmayı başarmıştı; İstanbul'un Fethi hakkında birçok bilgiye kaynaklık eden Sakız Adalı Leonard ve Niccolò Barbaro da kaçanlar arasındaydı. Yine de denizcilerin çoğunluğu esir edilmiş veya öldürülmüştü, kaptan Cabriel Trivixan esirler arasındaydı. O gün Konstantinopolis'te 300 bin Venedik dukası değerinde yağma yapıldığı tahmin edilmektedir. II. Mehmed, vezirleri ve komutanlarıyla birlikte St. Romanos Kapısı'ndan (Topkapı) şehre girdi. Ayasofya'nın önüne gelen II. Mehmed, secdeye kapanarak toprağı öptü ve kiliseye sığınan kalabalığın köle yapılmakla yetinileceğini söyleyerek dışarı çıkmalarını istedi; canlarına dokunulmadı. Ayasofya'daki mozaikleri ve değerli mermerleri incelediği tarihî kaynaklarda geçmektedir. Bu sırada mermerleri sökmeye çalışan bir askeri görünce tepki gösterdi ve şehirdeki binaların kendi mülkü olduğunu söyledi. Hücumdan önce askerlere verdiği üç günlük yağma iznine rağmen yağma ve talanın derhal bitirilmesini, itaat etmeyenlerin idam edilmesini emretti. Marmara surlarını savunan Şehzade Orhan, şehrin düştüğünü anlayınca surlardan aşağı atlayarak intihar etmiş ve başı II. Mehmed'e götürülmüştür. Megadük Notaras tutuklandı, sonra da idam edildi. Kuşatma boyunca Konstantin'in yanında çarpışan Giustiniani ise yaralarından dolayı öldü. İki tarafa destek veren Ceneviz'deki Galata kolonisi sakinleri diğerleri gibi saldırıya uğramaktan korkuyordu ancak Zağanos Paşa'nın telkinleriyle sakinleştirildiler, Vali Giovanni Lomellino, Galata'yı Osmanlılara teslim etti. II. Mehmed'in öldürmekle tehdit ettiği Paleologos ailesi ve birçok asil, Osmanlı donanmasının yağmayla meşgul olmasından istifade ederek Mora'ya kaçtı. Yine de kaçamayan asillerin canına dokunulmadı, esir alınan 29 Venedikli asil 800 ilâ 2000 duka altın fidyeyle serbest bırakıldı, Konstantin'in yeğeni Osmanlı sarayında yaşamına devam etti ve İslamı seçerek Mesih Paşa ismiyle sadrazamlık yaptı. Hristiyanların şehirde kalabileceği duyuruldu, İslam hukukuna göre yargılanmadılar, ibadetlerini özgürce sürdürdüler ancak ata binmeleri, silah taşımaları ve askerlik yapmaları yasaklandı. Scholarius adlı bir rahip, II. Gennadios ismiyle patrik seçildi ve II. Mehmed'ten bir takım imtiyazlar aldı; patrik tarafından Ortodokslara özel mahkemeler kurulabilecekti ve bu mahkemelerin üyeleri de ruhbanlardan seçilecekti. 1461'de II. Mehmed tarafından Ermeni Patrikhanesi kuruldu ve Bursalı I. Hovagim patrik olarak seçildi. Ortodoks patriği gibi Ermeni patriği de imtiyazlar aldı; Süryani, Habeş ve Kıpti kiliseleri bu patrikhaneye bağlandı. Yahudilere de haklar tanındı, Osmanlı himayesindeki ilk hahambaşı Moş Kapsari oldu. Padişahın koruyucu tutumu sayesinde Ayasofya tahrip edilmedi, daha sonra Ayasofya'nın camiye çevrilmesi sebebiyle mozaiklerinin sökülmesi icap etti ancak sultanın emriyle mozaikler sökülmeyerek kireçle kaplandı. 18
47-1849 arası tamiratta Bizans mozaiklerinin korunmuş olduğu görüldü. Çan kuleleri yıkılmadı, geçici olarak ahşap minareler eklendi. Günümüzdeki minareler II. Selim zamanında inşa edilmiştir. Ayasofya'yla beraber çok sayıda kilise ve manastır camiye ve medreseye çevrildi. Medreselerde eğitim vermeleri ve bilim çalışmaları yapmaları için Semerkant, Bağdat, Kahire, Şam, Buhara gibi şehirlerden âlimler davet edildi. Daha sonra tamamlanan Sahn-ı Seman Medresesi'ne gelir getirmesi için bazı binalar ve araziler bağışlandı. İstanbul'da Osmanlı hâkimiyetinin başlamasıyla beraber, demografik yapı da ciddi değişime uğradı. Şehir fethedildiğinde nüfusunun 30 ilâ 40 bin arasında olduğu tahmin edilmektedir. Başta sanatkârlar olmak üzere birçok insanın İstanbul'a iskân edilmesi emredildi; gönüllü gelenlerin istedikleri mülke sahip olabileceği duyurusundan sonra birçok insan şehre yerleşti. İstanbul çevresindeki tarım arazilerinin işlenmesi için Avrupa'da esir alınan insanlar getirildi. Bunun haricinde isyan tehlikelerinin olduğu Konya, Karaman ve Aksaray yörelerinden de mecburi iskân yapılmıştır. 1477 yılında İstanbul'un nüfus sayımı yapıldığında ortaya çıkan tablo şöyleydi; Ek olarak İstanbul ile Galata'da toplam 16.324 ev ve 3.927 dükkân kaydedilmiştir. Osmanlı Devleti için İstanbul'un Fethi'nin sonuçlarından ilki, 1 Haziran 1453'te Sadrazam Çandarlı Halil Paşa'nın azledilmesi oldu. Çandarlı Halil Paşa'nın kuşatma sırasında ordudaki olumsuz söylentilere sebep olduğu ve Bizans'tan rüşvet aldığı düşünülmekteydi ancak herhangi bir kanıt bulunamadı. Şehir düştükten sonra Megadük Lukas Notaras'ın, Çandarlı'nın Bizans'la hep iletişim içerisinde olduğunu padişaha söylemesi üzerine şüpheler kuvvetlendi ve sadrazamın mallarına el konuldu, düzenlenen divan toplantısında azledildiği bildirilerek hapse atıldı. Olayı yorumlayan tarihçilerin genel kanısı, Osmanlı Devleti'ne hizmet eden Çandarlı ailesiyle Osmanlı hanedanı arasındaki rekabetin bu idama yol açtığı yönündedir. Yedikule Zindanlarına kapatılan Çandarlı Halil Paşa, zindandaki ilk günlerinde nazik muamele gördü. Kendisinden önce idam edilmiş başka bir vezir olmadığı ve ailesi, kısa aralıklarla 154 yıldır iktidarda olduğu için son ana kadar idam edileceğine inanmadı. Çandarlı, azlinden kırk gün sonra, 10 Temmuz 1453'te Edirne'de infaz edildi. İdamından önce gözlerine mil çekilirken, cellat: "Padişahın yüzüne dik bakanların akıbeti işte budur." dediğinde, "Zağanos'un bayramı olsun, ahirette iki elim yakasındadır." dedi. Çandarlı Halil'in 120.000 dukalık hazinesi ve tüm mal varlığı müsadere edildi. Kuşatmanın sürdürülmesini destekleyen devşirme Zağanos Paşa sadrazam oldu, yüksek devlet kadrolarına devşirmeler yerleştirildi ve böylece devlet üzerinde Osmanlı hanedanının otoritesi kurulmuş oldu. Diğer Türk soyluların da Osmanlı hanedanına rakip olmasından endişelenen II. Mehmed, birçoğunun mallarına el koydu ve Türk aristokrasisi saf dışı bırakıldı. Hanedanına rakip aile bırakmayan II. Mehmed, halk arasında "Fatih" diye anılır oldu. Fatih Sultan Mehmed artık divan toplantılarına katılmıyor ve halkla teması eskiye nazaran düşük tutuyordu; böylece Osmanlı padişahlarının halktan kopuk yaşamı başlamış oldu. Osmanlıların İstanbul'u almasından sonra II. Mehmed Memlûk Sultanlığı'na, Memlûk himayesindeki Mekke şerifine, Karakoyunlulara fetihnâmeler gönderdi ve bu devletlerden cevap olarak hediyeler, tebrikler geldi. Avrupa'da ise genellikle mücadele hakimdi; Fransa Krallığı ile İngiltere Krallığı arasındaki Yüzyıl Savaşları yeni bitmiş, savaştan mağlup çıkan İngiltere'de York-Lanchester hanedanları arası mücadeleyle iç savaş çıkmış, İskandinavya'da da Danimarka Krallığı ile İsveç Krallığı arasındaki savaş bitmemişti. Rodos'un hakimi Hospitalier Şövalyeleri haricinde bütün Avrupa devletlerinden tebrik için elçiler geldi, Sırp Despotluğu'nun elçisi hediye maksatlı iki kale anahtarı getirdi fakat II. Mehmed sinirlendi, iki kalenin zaten Osmanlı himayesinde olduğunu ve Sırpların Macaristan Krallığı'yla işbirliği yaptığını söyledi. Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'nun desteğine rağmen Papa V. Nicolaus'un Haçlı girişimleri sonuç vermedi, bilakis Cenevizliler, Eflak Prensliği ve Mora Despotluğu Osmanlı'ya vergi vereceğini duyurmuş, Venedikliler de Osmanlı'yla ticarete başlamıştı. Bundan sonra diğer Rum topraklarına ve Sırbistan'a yönelen Osmanlılar 1454-55 yıllarında Sırp Despotluğu üzerine sefer yaptı, Belgrad kuşatıldı ve Sırbistan tümüyle ilhak edildi. Mora'da ise Konstantin'in kardeşleri Tomas ile Dimitrios taht kavgasına girişti ve tam bu sırada Osmanlıların seferi başladı, 1458'de imzalanan anlaşma ile Korint teslim oldu fakat güney kesim despotluğa ve Venediklilere bırakıldı; üç ay sonra despotluktaki taht kavgası tekrar başlayınca Tomas üstün geldiyse de on bin duka altınlık vergisini vermeyince II. Mehmed taarruza geçti; her iki kardeşin de bütün kaleleri ele geçirildi ve Mora Despotluğu yıkıldı. Dimitrios Osmanlı himayesinde yaşamaya başladı, rakip kardeşi Tomas Avrupa'ya kaçtı ve Bizans tacını VIII. Charles'a satmak zorunda kaldı. Mora meselesi, Osmanlı-Venedik ilişkilerinin bozulmasına yol açtı ve 1463'te Venedik donanması iki kez Mora'ya saldırdı. Mora ile Sırbistan'ın ilhakından sonra Osmanlılar, vergi veren Limni, Midilli, İmroz, Eğriboz, Semadirek, Taşoz adalarını ele geçirdi. 53 günlük kuşatma çeşitli söylentilere de yol açtı. Günümüzde yaygın adıyla bilinen İstanbul'un isim kökeni hakkında farklı bilgiler mevcuttur. Niğbolu Muharebesi'nde esir düştükten sonra Osmanlıların hizmetine giren Johannes Schiltberger, anılarında Bizans hakimiyetindeki İstanbul'a ve İstanbul halkının yaşamına yer vermiştir. Schiltberger'in anılarına göre 1453'ten önce Rumlar şehre "İstimboli", Türkler ise "Stanpol" demekteydi. Galata, Rumlar ve Türkler arasında ortakça "Kalathan" diye adlandırılmaktaydı. İstanbul Boğazı ise Rumlar arasında "Hellespont", Türkler arasında "Boghes" biçiminde bilinmekteydi. Osmanlı hakimiyetindeki İstanbul, "Konstantiniyye" (Konstantin'in Şehri), "Stanpolis" (Şehre Doğru), "Dersaadet" (Mutluluk Şehri), "Asitane" (Büyük Dergah), "Makarr-ı Saltanat" (Saltanatın Merkezi) ve "Dar-ül Hilafe" (Hilafet Merkezi) gibi farklı isimlerle anıldı. Genel olarak Osmanlı padişahları İstanbul için isim seçimi yapmadı, sadece III. Mustafa İslam Şehri anlamına gelen "İslambol"u kullanmaya gayret etti. Fetihten önce de Türkler tarafından yaygınca kullanılan ve "İstanbul" isminin kökeni olduğu tahmin edilen "Stanpol", Rumca iki kelimenin birleşiminden oluşmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti döneminde resmî isim olarak sadece "İstanbul" seçildi. Tarih boyunca farklı dillerde İstanbul'a verilen isimler "Çargrad", "Konstantingrad", "Eskomboli", "Megali Polis", "Kalipolis", "Vizantion", "Nova Roma", "Alma Roma", "Bizantiya", "el-Mahsura" idi. Baş rollerini II. Mehmed rolüyle Sami Ayanoğlu, Konstantin rolüyle Cahit Irgat ve Çandarlı Halil Paşa rolüyle Reşit Gürzap'ın paylaştığı 1951 yapımı siyah-beyaz "İstanbul'un Fethi" adlı film, fetih hakkındaki ilk Türk filmidir. 2012'de yayına giren "Fetih 1453", yönetmeni Faruk Aksoy'un verdiği bilgiye göre 18.200.000$ bütçeyle en yüksek bütçeli Türk filmlerinden oldu. 17 ülkede vizyona giren "Fetih 1453", toplamda 6.000.000'dan fazla seyirci tarafından izlendi. 2013'te yayına giren "Da Vinci's Demons" ("Da Vinci'nin Şeytanları") adlı ABD-Birleşik Krallık yapımı dizinin 4. bölümünde İstanbul'un Fethi anlatıldı. 2006 yılında çekilen Alman yapımı "Sturm über dem Bosporus" ("İstanbul Boğazı Üzerinde Fırtına"), fethi ele alan bir belgeseldir. HP-UX HP-UX, HP'nin üretiği 9000 ve Itanium serisi sunucularda kullanılan UNIX varyantı bir işletim sistemidir. Stefan Zweig Stefan Zweig (28 Kasım 1881, Viyana - 22 Şubat 1942; Petrópolis, Rio de Janeiro), Avusturyalı romancı, oyun yazarı, gazeteci ve biyografi yazarı. Roman, öykü, tiyatro, deneme, şiir, seyahat, anı türlerinde yirmiden fazla eser vermiştir. Biyografi ustası olarak tanınır. 1920'li ve 1930'lu yıllarda Alman dilinin en çok okunan yazarları arasında olan Zweig'in kitapları milyonlarca baskıya ulaşmış ve elliyi aşkın dile tercüme edilmiştir. 1933'te eserleri Naziler tarafından yakıldı. Bu olaydan sonra ülkesini terk eden Zweig, 1941'de Brezilya'ya yerleştikten sonra 22 Şubat 1942'de karısı Lotte Altmann ile birlikte intihar etmiştir. 1881 yılında Habsburg İmparatorluğu'nun başkenti Viyana'da varlıklı ve kültürlü bir Yahudi ailenin çocuğu olarak doğdu. Babası bir tekstil sanayicisi olan Moritz Zweig, annesi ise İtalyan Yahudisi bankacı aileden gelen Ida Brettauer idi. Ailenin ikinci oğlu olan Stefan Zweig, küçük yaşlardan itibaren kültür ve edebiyat alanında eğitim görmeye başladı; İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Latince ve Yunanca öğrendi. Viyana ve Berlin üniversitelerinde felsefe öğrenimi gördü. İlk şiirlerini lisedeyken, Hugo von Hofmannsthal'ın ve Rainer Maria Rilke'nin eserlerinin etkisiyle yazdı. 1901'den sonra Fransızca yazan Paul Verlaine ve Baudelaire'in şiirlerini Almancaya çevirdi. 1907-1909 yılları arasında Seylan, Gwalior, Kalküta, Varanasi, Yangon ve Kuzey Hindistan'ı gezdi, bunu, 1911'deki New York, Kanada, Panama, Küba ve Porto Riko'yu kapsayan Amerika yolculuğu izledi. 1914 yılında Belçika'ya şair Émile Verhaeren'in yanına gitti. I. Dünya Savaşı başlayınca Belçika'dan Viyana'ya döndü; gönüllü olarak orduya katıldı. 1914-1917 arasında Viyana'da savaş karargâhında "Savaş Arşivi"nde memur olarak çalıştı. Zweig başlangıçta bir gazeteci ve yazar olarak savaşı desteklemişti ancak Galiçya'ya gidip cephedeki acılara bizzat tanık olduktan sonra savaşın anlamsızlığını kavrayarak pasifist bir tutum sergilemeye başladı. 1916 yılında yayımlanan ""Babil Kulesi"" (Der Turm zu Babel) ve 1918 yılında yayımlanan ""Zorlama"" (Der Zwang) bu dönemin ürünü savaş karşıtı yazılarındandır. Dönemin trajedisini, cephede yaşanılan acıları ""Yeremya"" (1917) adlı oyun ile anlatmaya çalıştı. ""Yabancı Ülkedeki Dostlarıma"" başlıklı bir açık mektup yayımlayarak savaşı kınadı. Savaştan sonra Avusturya
'ya dönerek Salzburg'a yerleşti. 1920 yılında, iki çocuklu bir hanım olan Frederike Von Winternit ile evlendi. Yaklaşık yirmi yıl Salzburg'da yaşadı. Kapuzinerberg'in yamacındaki villasında geçirdiği yıllar, Zweig'ın en verimli yılları oldu. Kapuziner yokuşu, 5 numaradaki villayı, Friderike ile evli olduğu yıllarda satın aldı. Salzburg'da geçirdiği yıllarda villasında pek çok eser verdi. Kısa sürede ünlü insanlarla dostluk kurdu, onları sık sık Salzburg'da konuk etti. Romain Rolland, Thomas Mann, H.G. Wells, Hugo von Hofmannstahl, James Joyce, Franz Werfel, Paul Valery, Arthur Schnitzler, Ravel, Toscanini ve Richard Strauss, Zweig'in konuğu oldu. Salzburg'da geçen yıllarında Zweig önce Balzac, Dickens ve Dostoyevski üzerine (1920), ardından Hölderlin, Kleist ve Nietzsche üzerine (1925) bir inceleme yazmıştır. Casanova, Stendhal ve Tolstoy üzerine incelemesi 1928'de yayımlandı. Zweig ayrıca Verhaeren, Desbordes-Valmore ve yakın dostu Romain Rolland üzerine kitaplar yazdı. Tarihsel kişilikleri ve bilim insanlarını inceleyen eserler verdi. Yazar, çalışmalarıyla Avrupa'nın düşünsel birliği için ağırlığını koydu; makaleleriyle ve konferanslarıyla aşırılıklara karşı uyarılarda bulundu; diplomatik çevrelere, akıl ve sabır çağrısı yaptı. 1927'de Almanya'nın Münih şehrinde "Duygu Karmaşası", "Yıldızın Parladığı Anlar" ve "Tarihsel Baş Minyatür" adlı kitapları yayımlandı, yine 1927'nin 20 Şubat tarihinde "Rilke'ye Veda" başlıklı konuşmasını yaptı. 1928'de Leo Tolstoy'un 100. Doğum Yıldönümü Kutlamaları'na katılmak üzere, Sovyetler Birliği'ne gitti. Ülkede Hitler öncülüğündeki Nasyonal Sosyalizm egemen olmaya başladığında Yahudi asıllı bir yazar olan Zweig kara listeye alındı. 1933'te, Nazilerin ideolojileriyle bağdaşmaya kitapları meydanlarda ateşe verdikleri törenlerde yakılan kitaplar arasında Zweig'ın eserleri de yer alıyordu. 1934'te Gestapo'nun villasını basıp, silah araması üzerine Zweig ülkesini terk etmek zorunda kaldı ve Londra'ya yerleşti. Bu esnada ""Rotterdamlı Erasmus'un Zaferi ve Trajedisi"" adlı eseri yayımladı. Zweig, kendini Londra'da da rahat hissedememiş ve 1939'da Bath'e taşınmıştır. 1937'de ilk eşi Frederike'den ayrıldı ve bir yıl sonra Portekiz'e yanında astım hastası bir Yahudi genç hanım olan sekreteri Lotte Altmann ile gitti. O sıralarda Avusturya, Alman Reich'ına katılmıştı ve Zweig da İngiliz vatandaşlığına geçmek için müracaat etti. 1939'da Lotte Altmann'dan etkilenerek yazdığı ""Sabırsız Yürek"" adlı romanı yayımlandı (""Tehlikeli Merhamet"" ve ""Acımak"" adlarıyla da basımları bulunur). Zweig, 6 Eylül 1939'da Altmann ile İngiltere'nin Bath şehrinde evlendi. 1940'ta İngiliz tabiiyetine girdi; Hitler'in ordularının batıya doğru ilerleyişi üzerine eşi ile Avrupa'dan ayrıldı; sırasıyla New York'a, Arjantin'e, Paraguay'a ve Brezilya'ya gitti. Aralık'ta Newyork'a geri dönerek ""Amerigo-Tarihi Bir Hatanın Öyküsü"" adlı kitabı yazmaya başladı. 1941'de ""Brezilya-Geleceğin Ülkesi"" isimli kitabı yayımlandı. Bu kitabın yayımlanmasından sonra Brezilya'ya yerleşme karar verdi. Brezilya'da Petropolis kentine yerleşen Zweig, ünlü "Bir Satranç Öyküsü"nü kaleme aldı. Eserde II. Dünya Savaşı'nın yol açtığı insan kıyımında ruhsal baskılara maruz kalan bir insanın duygularını, tepkilerin anlattı. 1941'de Montaigne üzerine çalışmaya başladı; bu sırada en önemli yapıtlarından biri olan ""Dünün Dünyası - Avrupa Anıları"" adlı kitabını kaleme aldı. Anı niteliğindeki bu eser, 1900'lerin başında gençliğini yaşamış bir yazarın yaşadığı dünyanın asla eskisi gibi olmayacağını fark ettiğinde eski günlere düzdüğü bir övgüdür. Avrupa'nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü ve yaşamındaki düş kırıklıkları nedeniyle 22 Şubat 1942'de Rio de Janeiro'nun Petropolis kentindeki evinde, karısı Lotte ile birlikte uyku hapları içerek intihar etti. Buna Hitler'’in dünya düzenini kalıcı sanmasının verdiği karamsarlığın yanı sıra, kendi dünyasının asla bir daha var olmayacağı düşüncesi neden oldu. Petropolis'te devlet cenaze töreni ile defnedildi. Petropolis'teki evi müzeye dönüştürülmüştür. Üretken bir yazar olan Zweig, birçok konuda denemeler yaptı. Lirik şiirler yazdı, trajedi ve dram türünde sahne eserleri denedi, özellikle biyografi alanında önemli eserler ortaya koydu. Freud ve psikolojiye olan ilgisi onu bu alana yöneltti. Biyografi alanındaki çalışmaları, dönemin birçok ünlü kişisinin hayatlarını gözler önüne serdi. ; Kendi İçindeki Şeytanla Savaşanlar: Hölderlin, Kleist, Nietzsche; Romain Rolland; Marie Antoinette; Magellan, Stendhal, Erasmus, Fouche eserleri bu biyografilerden birkaçıdır. Farabî Farabî ( / ; 872 Fārāb - 14 Aralık 950 ile 12 Ocak 951 arası Şam) ya da Batı′da bilinen adıyla Alpharabius, 8. ve 13. yüzyıllar arasındaki İslam'ın Altın Çağı'nda yaşamış ünlü filozof ve bilim adamı. Aynı zamanda gökbilimci, mantıkçı ve müzisyendir. Yorumları ve incelemeleri sayesinde Farabi ortaçağ islam aydınları arasında "Muallim-i Sânî" ya da "Hace-i Sâni "("İkinci Üstad / Magister secundus") olarak bilinir. "Hace-i Evvel" ("Birinci Üstad / Magister Primus") ise Aristo'dur. Farabi'nin hayatı selefi olduğu Kindi gibi çok az bilinir. Bağdat, Halep ve Mısır'da bulunduğu, hayatının önemli bir kısmında Halep'teki Şii Hamdani hanedanı tarafından desteklendiği bilinmektedir. Etnik kimliği tartışmalıdır. Kimi kaynaklara göre Fars kimilerine göre Türk kökenlidir. Ancak Farabi, bütün eserlerini Arapça yazmıştır. Farabi Aristo'nun temel eserlerinin birçoğunu Arapça'ya yeniden çevirmiş, bu eserlerin daha iyi anlaşılabilmesini sağlayan şerhler yazmıştır. Bu yanıyla hem İslam dünyasında antik felsefenin anlaşılmasını sağlamış, hem de Arapça'nın bir felsefe dili haline gelmesine büyük bir katkı yapmıştır. Farabi'nin bu büyük katkısının yanında "İkinci Üstad" kabul edilmesinin ana nedeni İbn-i Haldun'a göre onun mantık alanında yaptığı çalışmalardır. Farabi, Aristo'nun 6 ciltlik temel mantık kitabı Organon'un tüm bölümlerini içeren çeviriler ve şerhler kaleme aldı ve Organon'u iki bölüm daha ekleyerek 8 kitaba çıkardı. Mantık ifadeleri, onu ifade etmek için kullanılan dil ve bilgi ile ilişkili olduğu için Farabi'nin mantık dışında dil felsefesi ve epistemoloji üzerinde de yoğun şekilde durduğu görülür. Farabi'nin diğer bir çalışma alanı Doğa felsefesi, Metafizik ve Psikoloji olmuştur. Doğa anlayışı dönemin Batlamyusçu dünya merkezli görüşüne uygundur. Farabi'nin geliştirdiği sudûr teorisi ise Neoplatoncu ve İsmaili kökenlere dayanır. Bu anlayış daha sonra İbn-i Sina tarafından geliştirildi. Farabi'ye atfedilen kitapların sayısı 100 ile 160 arasındadır. Farabi, Kindi'nin kurucusu olduğu kabul edilen ve İslam felsefesi içinde rasyonal/Aristocu eğilimi ifade eden Meşşaîlik akımının ikinci kurucusudur. Pek çok takipçisi olduğu için bazı felsefe tarihçilerine göre bir Farabi okulundan sözedilebilir. Yahudi filozof Maymonides etkilendiği felsefeciler içinde en büyük övgüyü ona yapar: "Mantık hakkındaki eserlere gelince, sadece Ebu Nase el-Farabi'nin eserlerinin çalışılması yeterlidir. Onun tüm eserleri kusursuz ve mükemmeldir. O eserler incelenmeli ve anlaşılmalıdır. Çünkü o büyük bir adamdır." Batı'da Farabi'nin eserleri İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd'ün eserlerinden daha az tercüme edilmişse de, Farabi'nin eserleri Aristo düşüncesinin yeniden anlaşılmasında merkezi bir öneme sahip olmuş, arkadan gelen felsefi zenginliğe ilk açılımı yapmıştır. İbn-i Rüşd ve Endülüslü filozoflar Farabi'yi mantık, psikoloji ve siyaset konularında önemli bir otorite olarak görürler. Farabi'nin kökenine ve soyağacına ilişkin elde bulunan temel kayıtlar, diğer çağdaşlarında da olduğu gibi, onun yaşadığı dönemde yazılmış olan biyografiler değil, sonraki dönemlerde rivayetlerden veya tahminlerden yola çıkarak yazılmış olan belgelerdir. Yaşam öyküsüne ilişkin kaynaklar oldukça yetersiz ve ancak hakkında genel bir bilgi verebilecek düzeydedir. En erken ve güvenilir sayılabilecek kaynaklar ancak 6./12. yüzyıla kadar geriye gider. Farabi'nin, düşünce dünyası üzerinde önemli etkisi olmasına rağmen, ne ardılları ne izleyicileri ne de diğer araştırmacılar onunla ilgili bir biyografi hazırlamamışlardır. 6./12. yüzyıldan önceki kaynaklar iki gruptan oluşur. (1) Farabi tarafından kaleme alınmış ve [İbn Ebî Useybia] ([:en:Ibn Abi Usaibia]) tarafından saklanmış olan otobiyografik bir metin parçası. Bu metinde Farabi, antik çağdan o güne kadar mantık ve felsefe eğitiminin nasıl geliştiğini açıklar. (2) El-Mesûdî, İbn Nedim ve İbn Havkal ile ona bir biyografi adamış olan Said el-Endülüsi'nin (d. 1070) notları. Belli başlı Arap biyografi yazarları Farabi hakkında kapsamlı biyografiler oluşturmaya kalkıştıklarında, ellerinde o kadar az bilgi vardı ki, bu durum Farabi hakkında bilinen bazı küçük detayların üzerine kurulan tahmini öykülerden, taraflı şekilde yeniden kurulmuş yaşam öykülerine, hatta efsanelere kadar bir dizi uydurma öykünün ortaya çıkmasına neden oldu. Filozof'un sonraki dönemlerde yazılan birçok modern biyografisi de işte bu uydurulmuş malzemelerden yeniden türetildi. 6./12. yüzyıl ve sonrasına ait bu biyografiler esas olarak üç biyografi metninden oluşur, diğerleri ise bu üç metni esas alan ya da bunların sonraki yeniden kurgulamalarından ibarettir. (1) İbn Ebî Useybia tarafından temsil edilen Suriye ekolü (2) İbn-i Hallikân'a ait olan " Wafayāt al-aʿyān wa-anbāʾ abnāʾ az-zamān" (Ünlü kişilerin ölümleri ve çağın evlatlarının tarihi) adlı eseri (3) Ẓahīr-al-Dīn Beyhaki'nın (d.1097) temsil ettiği yetersiz ve efsanevi doğu ekolü. Kendi eserlerinden tesadüfen elde edilmiş bilgilere göre zamanının önemli bir kısmını Bağdat'ta Yuhanna bin Haylan, Yahya bin Adi ve Abu İshak İbrahim el-Bağdadi gibi hıristiyan alimlerle geçirmiş olduğu rivayet edilir. Daha sonra ise Şam, Suriye ve Mısır'da yaşamış ve 950-1 yıllarında Şam'da ölmüştür. Farabi'nin hayatı ve ölümü üzerine çok sayıda hikâye aktarılmış olmasına rağmen, bunların çoğu güvenilir değildir. Farabi'nin "El-Medinetü'l-Fazıla" () adlı elyazmalarındaki bazı notlardan öğrenebildiğimiz kadarıyla 942 yılı Eylül'
üne kadar Bağdat'ta kaldı, daha sonra Bağdat'tan ayrılıp Suriye'ye, Halep'e gitti, bir dönem Halep'te de yaşadı ve dersler verdi. Daha sonra Mısır'ı ziyaret etti ve "El-Medinetü'l-Fazıla"sını özetleyen 6 bölümü 948'de Mısır'da kaleme aldı. Ardından Suriye'ye geri döndü. Suriye'deki Hamdani hanedanından Seyfüddevle'nin koruması altında kaldı ve onore edildi. Bu ilişki sonraki dönem biyografi yazarları tarafından süslenmiştir. Aynı dönemlerde yaşamış olan tarihçi El-Mesûdî'ye göre 339 yılı Recep ayında (14 Aralık 950 ile 12 Ocak 951 arası) Şam'da ölmüştür. Bu dönemde Suriye'yi kontrolü altında tutan Hamdani hanedanı Şii eğilimli bir hanedandı. Seyfüddevle'nin Farabi'ye büyük saygı duyması ve onu koruması Henry Corbin'e göre nedensiz değildir. Farabi'nin felsefesi ile Şii imamların nübüvvet ve vahiy temelli öğretileri arasında önemli ortaklıklar vardır. Henry Corbin, bu tarihsel ve felsefi değerlendirmelerden yola çıkarak Farabi'nin Şii olduğunu ileri sürer. Tam adı tüm kaynaklarda, özellikle de en eski ve güvenilir olanlardan biri olan El-Mesûdî'nin kabul ettiği gibi Ebu Nasr Muhammed bin Muhammed el-Farabi'dir. Ancak Farabi'ye ait bazı el yazmalarında Ebu Nasr Muhammed bin Muhammed el-Tarkanî olarak da geçer. Buradaki Tarkan ailevi kökeni ya da bir unvanı belirtmekte kullanılan bir nisbet () gibi durmaktadır. Farabi'nin yaşadığı dönemde ve hemen sonrasında büyükbabasının adına ilişkin bir şey görünmemesine karşın, sonraki dönem metinlerinde şaşırtıcı şekilde Farabi'nin soyağacına ilişkin yeni bir isim belirir: Avzalağ. Avzalağ, İbn Ebî Useybia'ya göre Farabi'nin dedesinin adıyken, İbn Hallikan dedesinin babası olduğunu ileri sürer. Bu iki yazar aynı dönemlerde yaşamış olmalarına karşın "Avzalağ" ismini ilk kullanan İbn Ebî Useybia'dır, İbn Hallilan ise nasıl telaffuz edildiğini yazmıştır. Modern Türk yazarlar ve bazı başka kaynaklar ise, yeterli bir açıklama yapmaksızın ismin Avzalağ şeklinde değil Uyluğ şeklinde telaffuz edilmesi gerektiğini yazarlar. Doğum yeri bazı kaynaklarda Büyük Horasan'daki Faryab olarak bazı kaynaklarda ise bugün Kazakistan topraklarında bulunan Seyhun kıyısındaki Farab şehri olarak gösterilir. Farabi ile hemen hemen aynı dönemlerde yaşamış olan İbn Havkal Farabi'nin ölümünden 27 yıl sonra yazdığı "Yollar ve ülkeler" (el-mesâlik-ü ve 'l-memâlik) adlı eserinde Farabi'nin küçük bir kale olan Vesic'de doğduğunu söyler. Vesic küçük bir yer olduğu için nisbesinde bağlı olduğu Farab şehrini kullanmış olmalıdır. Buna karşın İbn-ül Nedim ve Beyhaki Horasan'daki Faryab'ı işaret ederler. Farabi'nin etnik kökeninin Türk mü Fars mı olduğu çerçevesindeki tartışmaya benzer şekilde doğum yeri konusunda da bir tartışma süregelmiştir. Buna göre Fars kökenli olduğunu söyleyenler Büyük Horasan'daki Faryab'da doğduğunu, Türk kökenli olduğunu söyleyenler de daha doğuda, şimdiki Kazakistan'daki Farab'da doğduğunu ileri sürerler. Eski Farsça'da Pārāb (Hudûd el-âlem'de belirtildiğine göre) ya da Fāryāb (Pāryāb da denilir), "nehir yatağını değiştirerek sulanmış toprak" anlamında kullanılan yaygın bir yer adıdır. 13. yüzyılda ise Farab, Seyhun kıyısındaki Farab şehrinin adı olarak bilinir. Farabi'nin etnik kökenine ilişkin farklı görüşler vardır. Dimitri Gutas'a göre ""[...] sonuç olarak, Farabi'nin etnik kökenini bulmaya çalışmak, bu konuda karar vermek için yeterli delil olmadığı için, yararsız bir çabadır."" David C. Reisman'a göre "[...] bu biyografik olgular karanlıkta kalmış, önemli olmayan ayrıntılardır, ancak yine de ortaçağ biyografi yazarlarının yaptığı gibi hayali öykülerle bezenmiş abartmalara veya modern yazarların yaptığı gibi eserlerinin uydurma yorumlarından yola çıkarak Farabi'nin etnik kimliği ve dinsel aidiyetine ilişkin bir çekişmeye girilmesine karşı durmalıyız."" "Oxford Encyclopaedia of African Thought" 'a göre ise ""[...] Farabi'nin kökeni kendi yaşadığı dönemde veya 950'deki ölümünden kısa süre sonra kimse tarafından kayda geçirilmemiş olduğu için, onun etnik kökenine ve doğum yerine ilişkin kayıtların hepsi rivayetlere dayanmaktadır."" Ortaçağ Arap tarihçisi ve Farabi'nin ""ʿOyūn"" adlı ilk biyografisinin yazarı olan İbn Ebî Useybia, Farabi'nin babasının Farslı olduğunu yazar. Yine 13. yüzyılda yaşamış olan ve Farabi'nin erken dönem biyografilerinden birini yazan Şemseddin Şehrezuri'ye göre Farslı bir ailede dünyaya gelmiştir. Ayrıca Farabi'nin, eserlerinde Farsça ve Soğdca çok sayıda kaynak ve dipnot kullanmasına, hatta Yunanca'dan alıntılar yapmasına karşın, ilginç şekilde Türkçeden hiçbir alıntı yapmamıştır. Farabi'nin anadili Soğdca veya Türki dillerden biri de olabileceği gibi Farabi'nin Türk kökenli olduğunu ileri süren en eski kaynak İbn-i Hallikân (ö. 1282) olmuştur. Farabi'nin Fars kökenli olduğunu ileri süren Useybia'nın çağdaşıdır ve 669/1271'de tamamladığı ""Wafayat" adlı eserinde Farabi'nin bugün adı Otrar olan Farab kenti yakınındaki Wasij köyünde, Türk bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldiğini yazar. İbn Halikan'ın takipçisi olan modern yazarlar İbn Halikan'ı referans alarak Farabi'nin Türk olduğunu yazarlar. İbn Halikan'ın Farabi için "el Türk" lakabını kullanmış olması Dimitri Gutas gibi yazarlar tarafından eleştirilmiştir. Bu eleştirilerde Farabi'nin hiçbir zaman böyle bir lakap kullanmadığı ileri sürülmüştür. Halbuki, İbn Halikan'ın izleyicisi Ebu el-Fida aslında İbn Halikan'ın kullandığı "el Türki" ifadesinin sadece "o bir Türk idi" "wa-kāna rajolan torkīyan" şeklinde tanımlamak için kullanılmış olduğunu yazar. " İbn-i Hallikân'a göre yaşadığı sürece giydiği Türk kıyafetlerini hiç değiştirmemiştir. Farabi'nin nasıl bir fikir çerçevesinde yetiştiği açık değildir. Ancak memleketi Samanîlerin kontrolü altında bulunuyordu. Bu sülaleye mensup hükümdarların himayesinde Maveraünnehir'de Yeni İran edebiyatı ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Fars edebiyatının kurucusu sayılan Rudeki () başta olmak üzere pek çok şair yetişmiştir. Bunların arasında eserleri bugüne ulaşmamış olan Şehid-i Belhi gibi şair filozoflar da bulunur. Ülke bu dönemde düşünsel akımların gelişmesi açısından son derece verimli idi. Farabi'nin doğum yeri olan Farab da (eğer bu iddia doğruysa) yazar yetiştirmek açısından oldukça bereketliydi. Örneğin "Sahâh-ül-Cevheri" adlı Arapça sözlüğün yazarı İsmail bin Hammâd-il-Cevher'î (ö. 1003) ve "Dîvân-ül-edeb" yazarı Ebû İbrahim İshak bin İbrahim-il-Farabi (ö. 961) de bu şehirden çıkmıştır. Farabi islam ülkelerinin merkezi Bağdat'tan uzak, fakat düşünce hareketleri bakımından çok canlı ve verimli bir bölgede yetişmiştir. Farabi ve sonraki dönemin kültürel atmosferi oldukça kozmopolittir. Bu atmosferde inanç farklılıklarına bakmaksızın, müslüman, hıristiyan, yahudi ve paganların düşünceleri yer edinebiliyordu. Farklı inançlardaki alimlerin ortak paydaları "kadim ilimlerin" (el-ulûmu'-evâil) tüm insanlığın ortak malı olduğu ve hiçbir gruba maledilemeyeceği şeklindeki bir düşünce biçimiydi. Hıristiyan alimlerden ders alan Farabi, başka hıristiyan alimlere de dersler verdi. Örneğin önemli bir hıristiyan çevirmen ve mantıkçı Yahya bin Adiyy'in (ö. 974) öğretmenidir. Yine dilbilimci İbn Serrac'a da mantık ilmini öğretmiştir, ondan da gramer (nahiv) öğrenmiştir. Farabi, İbn Ebî Useybia tarafından korunmuş ve kendisine ait olan otobiyografik metinlerde, Bağdat'ta hıristiyan alimlerden Yuhanna bin Haylan ile birlikte mantık çalışmış olduğunu söyler. Farabi, öğrenim müfredatında bulunan kitapların Porfiryus'un "Isagoge"si ve Aristo'nun mantık üzerine 6 ciltten oluşan Organon adlı eserinin Kategoriler, Yorum Üzerine, Birinci Çözümlemeler ve İkinci Çözümlemeler kitapları olduğunu belirtir. Farabi'nin anlatımına göre hocası Yuhanna bin Haylan, dünyevi zevklerden elini eteğini çekmiş, kendisini kiliseye ve dini görevlere adamış bir rahipti. Yuhanna ile birlikte Aristo mantığı üzerine muhtemelen Bağdat'ta çalıştı. Arap tarihçi El-Mesûdî'ye göre Yuhanna Muktedir'in halifeliği sırasında (908-932) Bağdat'ta ölmüştür. Bunun dışında Aristo'nun eserlerini Arapça'ya tercüme edenlerden biri olan Ebu Bişr Metta'nın (ö. 940) yanında da mantık eğitimi gördüğü rivayet edilir. Bu dönemde Bağdat okulu, İskenderiye tıp ve felsefe geleneğinin Arap dünyasında başlıca mirasçısı idi ve Farabi'nin bu hıristiyan alimlerle ilişkisi İslam dünyası ile Yunan felsefesi arasındaki en erken bağlantılardan birini oluşturur. Bazı kaynaklarda Farabi'nin 40 yaşında Bağdat'a geldiği ve Arapça'yı orada birkaç ay içinde öğrendiği söylenmektedir. Farabi'nin Arapça'yı bir felsefe dili haline getirecek kapsamdaki çalışmaları ve Arapça'nın o bölgelerde çok daha erken yaşlarda öğrenilebilen bir dil olduğu düşünülürse bu olanaksızdır. Farabi'nin İbn Serrac'dan gramer (nahiv) dersleri alması ve buna karşılık ona mantık dersleri vermesinde gerçekte bir çelişki yoktur. Farabi, sonraki çalışmalarında Arapça'daki edatların kapsamlı listelerini yapmış ve Arapça'yı tüm mantık argümanlarını ifade edilebilir biçimde genişletmeye çalışmıştır. Bazı kaynaklarda da Farabi'nin 70 dil bildiğine dair ifadeler geçer. Her ne kadar uzun yolculuklar yapmış ve birçok ülke dolaşmış olsa bile bu kadar dil bilmesi abartılı görünür. A. Adıvar'a göre bu ifade Arapça'da yetmiş anlamına gelen "seb'in" sözcüğünün yanlış anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. Buna göre "seb'in" mutlak olarak söylendiği zaman, belli bir sayıya değil, çok olan bir sayıya karşılık gelir, yani Farabi'nin çok sayıda dil bildiğinden bahsedilmektedir. Farabi,Corbin'e göre derin boyutlu bir dini ve gizemci zekadır. Büyük bir sadelik içinde yaşar, hatta sufilerin giysilerini taşırdı. İç alemi ile başbaşa kalmayı seven bir kişiliği olduğu için sık sık dünya gürültüsünden uzaklaşıp bir kenara çekilirdi. Bununla birlikte musiki meclislerine katılmaktan zevk alırdı. Kendisini müziğe oldukça meraklıydı. "Musiki Üzerine" adlı önemli bir eser bırakmıştı, ki bu eser Ortaçağ musiki kuramının en önemli eseri sayıldı. Farabi'ye ilişkin en erken rivayet İbn Nedim'in "Kitabu'l-Fihrist"inde yer alır ve Farabi hakkında çok az bilgi verir. Farabi'yi daha detaylı anlatan biyografik e
serler ise, ancak ölümünden birkaç yüzyıl sonra yazıldı. Bu kaynaklar şunlardır. Farabi'ye ilişkin çok az bilgimiz olmasına karşın hakkında üretilmiş bir dizi efsane bulunmaktadır. Bunlardan birkaçından bahsetmek Farabi hakkında nasıl bir evliya yaratılmış olduğuna dair bir fikir verecektir. İbn Hallikan'dan başlayarak birçok kaynak bu rivayetin mantıklı olup olmadığına bakmadan aktarmıştır. Buna göre Farabi, Seyfüddevle'nin meclisine ilk defa girdiğinde, oturmasına izin verilmiş, Farabi Seyfüddevle'ye "Senin oturduğun yere mi, yoksa kendi yerime mi" diye sormuş. Kendi yerine oturması söylenince, herkesi çiğneyerek gelip hükümdarın yanına oturmuş. Hükümdar bunun üzerine sadece etrafındakilerle kendi aralarında konuştuğu bir dil ile Farabi'ye bazı şeyler soracağı, cevap veremezse dışarı atmalarını söylemiş. Ama Farabi, bu özel dille cevap vermiş ve bu özel dili nerden bildiği sorulunca da "yetmiş" dil bildiğini söylemiş. Az sonra içki meclisi başlayınca Farabi içki içmemiş, önce güldürücü bir parça çalıp herkesi güldürmüş, sonra ağlatıcı bir parça çalıp herkesi ağlatmış, sonunda da uyuşturucu bir parça çalıp herkesi uyutmuş ve oradan gitmiş. Bunun üzerine Seyfüddevle filozofu yanında tutmak istemiş ve çeşitli bağışlarda bulunmuş. Ama Farabi bunları kabul etmeyip dört dirhem gibi cüzi bir maaşla yaşamış. Beyhaki'nin aktardığı bir rivayete göre Büveyhoğullarının veziri ve dönemin büyük bir yazarı olan es-Sahib İsmail bin Abbâd, Farabi'nin Tebriz'de olduğunu öğrenince, Rey şehrindeki sarayında görmek istemiş. Farabi bir gün Türk kıyafetlerine bürünüp, kendisini tanıtmadan es-Sahib'in toplantısına gitmiş. Onu tanımayanlar giyim kuşamıyla alay etmişler. Sonra yine içki içilmeye başlanıp, alkol etkisini gösterince Farabi çalgısıyla herkesi uyutacak bir parça çalmaya başlamış ve herkes ölü gibi uykuya dalmış. Sonra da çalgısının üzerine "Farabi yanınıza geldi, onunla alay ettiniz; o da sizi uyuttu, sonra kayboldu" yazarak orada bırakmış. Es-Sahib ve misafirleri uyandıklarında ne olduğunu anlamışlar ama iş işten geçmiş. Arkasından gönderilen kişiler Farabi'yi bulamamış ve Es-Sahip hayatı boyunca buna üzülmüş. Hakkında sonradan yazılan biyografilerde verilen listelerde 100 ile 160 arasında eserin Farabi'ye atfedildiği görülür. Bu eserlerin ancak küçük bir kısmı bize ulaşmış durumdadır. Ancak son yıllarda yapılan çalışmalar sayesinde ulaşılan eser sayısı giderek artmaktadır. Farabi'nin eserleri küçük risaleler şeklindedir. Örneğin Millî Eğitim Bakanlığı tarafından küçük boyutlu cep kitabı olarak basılan ve en önemli eserlerinden olan "İlimlerin Sayımı" (İhsa'ül Ulûm), çevirenin önsözleri çıkarılırsa 90 sayfa, "Faziletli Şehir" (El-Medinetü'l Fâzıla) 110 sayfa kadardır. Farabi'nin çok sayıda eseri büyük filozofların eserlerini tanıtma ve açıklama niteliğindeki metinlerdir. Farabi'den önce çok sayıda felsefe kitabı Yunanca ve diğer dillerden Arapça'ya çevrilmiş olmasına karşın, bu çeviriler yetersizdi ve çeviriyi yapanlar da yaptıkları çevirilerin içeriklerini tam anlayamamışlardı. Örneğin İbn-i Sina, Aristo'nun "Metafizik"'ini ("Mâba'd-et-tabîa") 40 defa okuduğunu ancak anlayamadığını, tam ümidini kaybettiği sırada Farabi'nin bu konudaki eserini okuyunca anlayabildiğini anlatır. Farabi'ye ait eserlerin büyük bir kısmı mantık ve dil felsefesine ilişkindir. İbn-i Haldun, esasen mantık alanındaki önemli çalışmaları dolayısıyla Farabi'ye ikinci öğretmen anlamında "muallim-i sânî" unvanı verildiğini belirtir. Bunun dışında siyaset felsefesi, siyaset felsefesinin bir dalı olarak gördüğü din felsefesi, metafizik, müzik, psikoloji gibi alanlarda da önemli eserler vermiştir. Farabi'nin düşünce sistemi, Aristo mantığına dayanan akılcı bir metafizikti. Aristo'yu temel alarak onu Yeni Platonculuk ile birleştirmeye ve bunu da İslam inancı ile uzlaştırmaya çalışmıştır. Bu uzlaştırmayı iki aşamada yapar. Önce Yunan kaynaklarını birbiriyle uzlaştırmaya çalışır. Bunun için İsagogia, Esologia gibi kitaplardan yararlanır. Ardından Aristo ile Platon'u uzlaştırmaya çalışır. Daha sonra da sıra bilimle şeriatın uzlaştırılmasına gelir. Bu yüzden Farabi, birçok müslüman yorumcu tarafından, İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd ile birlikte Antik Yunan'daki peritatiklere benzetilerek Meşşai ve akılcı olarak kabul edilir. Helenizmin etkisinde kalan bütün filozoflar için bu uzlaştırma çabası bir dizi sorun yaratmıştır. Örneğin İbn-i Rüşd de hikmetle dini uzlaştırmaya çalıştırmıştır. Farabi'nin birçok hücuma uğramasının nedeni uzlaştırmaya çalıştığı fikirlerin birbirlerinden çok uzak olmasıdır. Örneğin Yunan felsefesindeki evrenin ezeli ve ebedi olması fikri ile İslamın yaratılmış alem fikrini birbiriyle uzlaştırmakta çok güçlüğe uğradı. Benzer şekilde din felsefesi ya da dinin insanların ürettiği bir felsefe olduğu fikri ile peygamberliğin ilahi bir seçilme olduğu fikri arasında da bir uzlaştırma oldukça zordu. Farabi bu uzlaştırma düşüncesinden sadece siyaset konusunda vazgeçti ve bu alanda da Platon'a bağlı kalarak "Faziletli Şehir" düşüncesini savundu. Farabi'nin öğretisi uzlaştırıcı bir mistisizmdir. Pisagor ve Pascal gibi sonuçlamaya(el-istintac) dayalı bir akıl yürütme(el-istidlâl) yolunu kullanarak başlar. Matematiksel bir sonuçlamadan başlayarak mistisizme ulaşır, fakat mistisizmi bir felsefi sistemden çok bir ruh hali olarak görür. Evrenin manevi bir ilkesi olduğunu varsayar ve bütün maddi olayları bu manevi ve ruhi ilkelere indirger. Farabi'nin sistemi eklektiktir ve bu eklektizmin temelinde Aristoculuk yer alır. Fakat Farabi Aristo ile Platon arasında derin bir ayrılık olduğunu düşünmez. Ona göre, her ikisi de ruhçudur ve Tanrı fikrine dayanır, aralarındaki fark sadece yöntem ve ayrıntıdadır. Bu yolla Farabi, Aristo ile Platon'u birleştirmeye çalışır ve bunlara Harran okulundan aldığı Gök kuramını katarak tek bir manevi ilke etrafında birbirinden oldukça uzak kuramları birleştirir. İslam dünyasında Farabi'den önce başlayan çeviri faaliyeti çeviri konusunda bazı kavramların oluşmasına neden oldu. Yunan felsefesinin İslam kültürüne aktarılmasında iki tür çeviriden söz edilebilir. Bunlar "Harfi harfine yapılan çeviriler" ve "anlam çevirileri"dir. Harfi harfine çevirilerde kelimelerin en yakın ya da bulunan ilk karşılıkları kullanılır. İlk çevirileri yapanlar ne mantıkçı ne de felsefeci oldukları için bunların çoğu harfi harfine yapılmış çevirilerdi. Daha sonra felsefecilerin yaptıkları anlam çevirileri ortaya çıktı ve bunlar da "telhisi tercüme (özet çeviri)", "şerhi tercüme (açıklamalı çeviri)" ve "tefsiri tercüme (yorumsamacı çeviri)" olarak üç grupta ele alındı. Bunlara daha kısaca "telhis", "şerh" ve "tefsir" de denildi. Farabi Yunan felsefesinin anlaşılmasını sağlamak için çok sayıda anlam çevirisi yaptı. Farabi ile ilgili yazılan eserlerde sıkça onun Aristo ve Eflatun'un eserlerine şerhler ve telifler yazdığı şeklindeki ifadelere rastlanır. Aristo'nun Organon serisi üzerine yaptığı çevirilerin birçoğu özet çevirilerdir. İbn-i Sina'nın Aristo metafiziğini anlamasını sağlayan Filozof Aristoteles'in amaçları kitabı ise açıklamalı çevirilerine bir örnek olarak verilebilir. "Kitâb-üs saâde", "Kitâbu’l-Elfâz" ve "Kitâbul-Hurûf" gibi kitapları ise yorumsamacı çeviri olarak nitelenebilir. 9. ve 10. yüzyıllarda İslam uygarlığı yayıldıkça dil tartışmaları daha büyük önem taşımaya başladı. İslamiyeti yeni kabul eden halkların Kur'an'ı anlayabilmeleri için Arapça öğrenmeleri gerekiyordu. Bir taraftan da yeni kültürlerle karşılaştıkça dil öğrenmek ve dilbilgisi daha da önemli hale geldi. Bu yüzyıllarda müslüman nahivciler (dilbilimciler) dilbilimi, kelime bilgisi (sarf), dilbilgisi (nahiv), anlam teorisi, seslerin çıkışı (meharicü’l-hurûf) ilmi, kelimelerin konumu ve türetilmesi ilmi (ilmü’l va’z ve ilm-i iştikâk), beyan ilmi, bedi’ ilmi, aruz ilmi, konuşmanın halin gerektirdiği şekle uygunluğu ilmi (ilmü’d-devâvin) ve başkasının sözünün kendi hâline uygunluğu ilmi (ilmü’l-muhazara) gibi gruplara ayırdılar. Aynı dönemde Yunan dilinden Arapça'ya felsefe tartışmalarının aktarılması ile Arapça'nın felsefi bir kelime dağarcığına sahip olmadığı ortaya çıktı ve bu konu Farabi'nin üstadları ve öğrencileri olmak üzere ilk Arap filozofları için çok önemli bir sorun haline geldi. Aristo mantığının önemli bir kısmının dil merkezli olması mantıkçıların Arap grameri yerine Yunan gramerinin konulmasını gündeme getirmesine yol açtı. Mantık biliminin kurucusu sayılan Aristo, Organon'un tamamını varlıklar dünyası, düşünme ve dil arasındaki uyuma ayırmıştı. Organon'un birinci kitabı olan "Kategoriler" varlık, bilgi ve dil felsefesinin temel taşı olarak kabul edilir. Ancak Aristo mantığı Arap diline uyarlanırken ortaya sorunlar çıktı, çünkü Aristo'nun kategorileri ile Arap nahivcilerinin (gramerciler) türemiş kelime grupları arasında bir farklılık vardı. Örneğin Aristo'nun kategorileri Cevher'den başlayor ve diğer kategorileri yükleyerek Nitelik, Nicelik, İzafet, Mekan, Zaman, Durum, Aidiyet, Fill, İnfial sıralamasıyla devam ediyordu. Halbuki Arap gramercileri Fiil'den hareket edip, bunlardan isim türeterek cümleyi oluşturuyorlardı. Mantık ile dil arasındaki bu uyumsuzluk bir dizi tartışmaya neden oldu. Nahivci Ebû Said Sîrâfî ile mantıkçı Ebû Bişr Mattâ b. Yunus arasındaki ünlü tartışma buna güzel bir örnektir. İşte Farabi bu karışıklığa çözümler geliştirmeye ve birbirine rakip yaklaşımlar arasında bir uyum yakalayabilmek için sistemli bir çabaya girdi. Mantık ve dil felsefesi üzerinde o kadar önemli çalışmalar yaptı ve eserler verdi ki, Arapça'nın mantık ve felsefi konuların rahatça ifade edilebilir bir dil haline gelmesinde onun çalışmalarının önemli bir rolü olduğu kabul edilir. Farabi, mantığın, hangi dilde olursa olsun doğru bir akıl yürütme için izlenmesi gereken kuralları sağlayan genel bir nahiv (gramer) olduğu şeklinde bir anlayışı benimsedi. Buna göre mantık ve nahiv kuralları olan iki ayrı ilimdi, mantık gramer ile çatışmaktan ziyade onu tamamlayan, dil hakkında özel bir araştırma alanı sağlayan bir bilimdi. Mantıkçının veya felsefecinin kendini herhangi
bir dilde ifade edebilmesi için nahivciye dayanması gerekiyordu. Yani "mantık sanatınının evailini bize bildirmesi ve ikaz etmesi için nahiv sanatından kifayet miktarınca öğrenmemiz gereklidir" Diğer taraftan örneğin Kitâbu’l-Elfâz'ında Arapça edatların varolan tasnifinin yeterli olmadığını ve mantıki sınırlar çerçevesinde yeniden tasnif edilmesi gerektiğini de söyler. Daha sonra Kitâbu’l-Hurûf'unda Arapça edatları tasnif etme işine girer. Farabi'nin eserlerinin önemli bir kısmı mantık ve dil felsefesine ilişkindir. Birçok ortaçağ aydını, Farabi'nin mantıktaki dehasını ve titizliğini onun ününün temeli olarak görür. Farabi, mantık üzerine temel metinler sayılan Aristo'nun Organon'una şerhler yazdığı gibi ayrı risaleler de kaleme aldı. Farabi, sınıflandırmasında Porphyrios'un "İsagoci"sini başa, "Şiir" ("Poetika") ve "Hitabe"yi ("Retorika") de sona koyarak bunu dokuz kitaba çıkardı. Şerhlerinde Farabi sadece bir özet çıkarmadığı gibi ayrıntılı bir tefsir de yazmıyordu. Aristo'nun düşüncelerinden ilham alıyor ama Aristo okulundan gelişen düşünceleri ve kendi yorumlarını da ekliyordu. Bağımsız makale olarak yazmış olduğu metinlerden Harfler Kitabı ve El-Elfazu’l-Müsta’mele fi’l-Mantık büyük oranda mantık ve linguistik konularına ayrılmıştır ve sıradan dil ile felsefi terminoloji arasındaki ilişkileri açıklamaya çalışır. Farabi'ye göre felsefe, din, mantık ve dil bilimleri birbirlerine kopmaz bağlarla bağlıdır. Mantık ile dil bilimi birbirlerinin farklı alanlarda eşdeğerleri gibidir. Felsefe ve din ilişkisini de yine dil bilimi ile ilişkilendirilerek açıklanır. Örneğin Farabi'ye göre din, felsefenin mantık bilimlerinden sayılan hitabet ve şiir sanatlarının popüler biçimde kullanılarak ifade edilmesi olarak görülür. Bunun için popüler terimlerden oluşan bir dilden öncelikle felsefi terimler dağarcığı gelişir ve bu felsefi terimler ile geliştirilen felsefe tekrar popüler/avami terimler aracılığı ile halka ulaştırılır. Farabi, burada ideal gelişim modelinden sapmalar olduğunu ve bazı kavimlerin kendi yerli dili ve mantık gelişiminden bir felsefe üretmek yerine başka felsefe ve dillerden etkilenebileceğini gösterir. Böylece İslam'ın Yunan felsefesi ile ilişkisini de bir tarihi sürece yerleştirmeye çalışır. İslam dünyasında dilin nasıl oluştuğu konusunda Bakara suresindeki "Allah, Adem'e bütün varlıkların isimlerini öğretti" şeklindeki 31. ayet tartışmalara yol açmıştır. İbni Abbas, İbni Fâris , Eş'ari gibi alimler dilin vahiy yoluyla oluştuğunu kabul ederken, Mutezile akımına mensup olanlar dilin insanlar tarafından geliştirildiğini ileri sürdüler. Fahreddin Razî ve Ebû İshak el-İsferâyânî gibi alimler ise başlangıçta Allah tarafından verildiğini, sonra insanlar tarafından geliştirildiğini söyleyerek bir ara çözüm ile her iki iddianın da doğru olduğunu savundular. Farabi'nin yaşadığı dönemde bu konuda farklı ekoller oluşmuş durumdaydı. Farabi dilin ortaya çıkışını felsefi bir tarzda, biyolojik ve antropolojik olgular eşliğinde açıklamaya çalışır. Dilin kökeni ve gelişimi konusunu Farabi'den önce hiçbir filozof onun kadar kabul edilebilir ve sağlam dayanaklarla açıklamamıştı. Farabi dilin bir defada değil, aşama aşama ortaya çıktığını kabul eder, bu da insan idrakinin gelişmesi ve ihtiyaçların artması ile olur. Farabi de Platon ve Aristo gibi insanın ilk olarak "işaret dilini" kullandığını, ikinci aşamada sesli konuşmaya geçtiğini düşünür. Sesli iletişimin ilk basamağı "nida/ünlem"dir. Bir bölgede yaşayan insanların ağız, dil, gırtlak yapıları birbirine benzediği için organlarına en kolay gelen sesler kullanılır. Ardından da nesnelere isim verilmesi gelir. Farabi bu "lakapların" (adların) oluşmasında bir topluluk ittifakı olduğunu belirtir. Lakapların oluşması aşamasından sonra lafızların ve terkiplerin oluşması aşaması gelir ki, burada da belli kurallar gerekir. Farabi'ye göre bilimden uzak bir toplumda, dil, sadece tabiattaki seslerin taklidinden ibarettir. Lafızlarını oluşturan bir toplum ise kendi ifadesiyle artık "fıtratlarının talep ettiği zekaya ve bilgiye meyyaldir. Daha sonra (lâfızların) anlamlarının (el-meânî) taklidi olan anlamlar üzerine gösterge yaparak ve onları (lafızlar),varlık alanındaki düzeni yansıtacak şekilde düzenlerler. Anlamların derli toplu olarak bir araya getirilip düzenlendiği bu lafızları, onların zihinleri araştırarak elde eder. Daha sonra, anlamların tiplerinden kendi hallerine benzer durumda olanları açıkça ifade etmeye çalışırlar. Toplumun ittifak edemediklerinde ise yöneticiler, lafızların kurallarını koyarlar." Farabi'ye göre, dil, varlık ve bilinç ile birlikte ortaya çıkar. "Varlık" Farabi'nin dil felsefesinde merkezi öneme sahip ve metafizik bir kavramdır. Farabi'ye göre "varlık" tanımlanamaz, çünkü bir şeyin tanımlanabilmesi için kendinden daha geniş anlamlı bir ifadenin bulunması gerekir, halbuki "varlık" kavramı, en geniş anlama sahip kavramdır ve hiçbir kategoriye sahip değildir. Bu durumda insanın bilincinin açılması ile "varlık" kavramının insan bilincinde ortaya çıkması aynı anda olmuştur. Yani varlık, bilinç ve dil aynı anda ortaya çıkan şeylerdir. Dil, varlık ve bilincin bir surete bürünmesi ve konuşma aracılığıyla başkalarına aktarılabilmesidir." Aristo felsefesinin "Her insan doğal olarak bilmek ister", Farabi felsefesinin ise "her insan doğal olarak mutlu olmak ister" önermesine dayandığını ve bu anlayıştan yola çıktığını söyleyebiliriz. Farabi, mutluluğun anahtarının ise bilgide ya da başka bir deyişle felsefede olduğunu şöyle ifade eder: "Mutluluğa güzel şeyler bizde yerleşik hale geldiğinde ulaştığımıza ve güzel şeyler de bizde ancak felsefe sanatı sayesinde yerleşik hale geldiğine göre, bundan, kendisi ile mutluluğa ulaşılan şeyin felsefe olduğu, zorunlu olarak ortaya çıkar. Felsefe ise, bizde ancak temyiz yetkinliği ile oluşur" Sadece Farabi'nin değil, genel olarak islam filozoflarının bilgi felsefesi ile uğraşmalarının arkasındaki neden bilgi ile mutluluk arasında böylesine yakın bir ilişki olduğunu düşünmeleridir. Bu yüzden Farabi'nin belli başlı eserlerinde "bilinmesi gereken şeyler"den sözedilir. Farabi'deki bilgi probleminin metafizik, psikolojik ve mantık bağlamında üç uzantısından söz edilebilir. Bilgi felsefesinin metafizik boyutu kısaca şöyle ifade edilebilir: Mutluluk insanın kendisi için en son yetkinliktir ve mutlak iyiliği ifade eder. O yetkinliğe ulaşınca talep edilecek başka bir şey kalmamıştır. Yani mutluluk, bütün amaçların arasında kendisi için istenen biricik amaçtır. Farabi'ye göre insan bu amaca maddi boyutunu aşarak, ruhunu maddi olan her şeye karşı bağımsızlaştırarak ulaşabilir. İnsan, bir akıl varlığı olduğu için, bunu ancak akla dayalı bir yetkinleşme çabası ile gerçekleştirebilir. Farabi'de bilgi teorisi psikoloji alanındaki bir uzantıya da sahiptir. Buna göre varlık ile düşünceyi ilişkiye sokan şey "suret"tir. Biz nesneleri onun "suret"ine göre tanımlarız. Yani "suret" hem cismin kendisinde vardır hem de var olanın zihnimizdeki bir karşılığıdır. Varlığın işleyiş mekanizmasıyla, düşüncenin işleyiş mekanizması arasında da bir uyum vardır. Farabi'ye göre "suret", "cisim"de, "duyu"da ve "akıl"da bulunabilir ve bu bulunuşlar insan psikolojisinin aşamaları biçimindedir. Suretin cisimde bulunuşu maddi olarak etkilenme yoluyla olur ve onun dış dünyadaki varlığıdır. Suretin "zihin"deki bulunuşu ise idrak, yani soyutlama yoluyla gerçekleşir ve bu "duyu"da ve "akıl"da olmak üzere iki biçimde gerçekleşir. "Suret"in "duyu"da bulunuşu bir etkilenme ile değil tasavvur yoluyla olur, yani "duyu" nesnenin suretini bulunduğu durumlar içinde idrak eder. "Suret"in "akıl"da bulunuşu ise yine idrak yoluyla olur fakat bir takım zihinsel süreçler sonunda olan ve maddi olmayan bir bulunuştur. "Suret" işte bu aşamada cisimden ve maddi ilişkilerden tamamen soyutlanır ve "bilgi" dediğimiz şey de bu aşamada oluşur. Farabi'nin bilgi felsefesinin en önemli kısmını mantık felsefesi oluşturur. Farabi'ye göre varlıklar dünyası ile düşünceler dünyası arasında uyum sağlanabilir ve bunu sağlayabilmek için mantık sanatının sağlayacağı bir zihin eğitimi gereklidir. İnsana özgü olan iyiliklerin başında akıl olduğuna göre ve mantık sanatı da aklın doğru çalışmasını sağlayan bir araç olduğuna göre bu mantık sanatı insana özgü iyiliklerin başında gelmektedir. Mantık kavramı modern zamanlarda ortaya çıkmış bir kavramdır. Aristo'nun kitabı Organon yüzyıllarca mantık anlamında kullanılmıştır. Aristo'ya göre mantık, bilgi elde etmenin bir aracıdır. Farabi'ye göre mantık hem bir alet/sanat, hem de bir bilim'dir. Mantık dilbilim ile çok yakın bir ilişkiye sahiptir. Mantık düşünmenin evrensel kurallarını, dil bilim ise o dile özgü kurallarını belirler. Aynı şekilde Farabi'ye göre mantığın matematik ve geometri ile de çok yakın bir ilişkisi vardır. Bu yüzden mantık öğrenmek isteyenlerin önce geometri öğrenmeleri gerektiğini söyler. Farabi'ye göre "mantık sanatı" beş şekilde icra edilir. Bunlar "burhanî", "cedelî", "sofistâî", "hatabî" ve "şi'rî" sanatlardır. Burhanî sözler ("kanıtlama") kesin bilgi (Farabi'de "yakin" diye tabir edilen bir kesin bilgi anlayışı vardır) vermeğe yarar. "..bütün hallerinde kesin bilgiyi ifade etmek için kullanılır. Bu kesin bilgi de aksi bulunması mümkün olmayan bilgidir. İnsanın bundan dönmesi mümkün değildir, bundan dönülebileceğini zannetmesi de mümkün değildir, onun hakkında yanlış yaptığı şüphesine de düşmez, mugalâta onu bu düşünceden vazgeçirmez, bir yön ve sebepten dolayı ondan şüphe etmez ve tereddüte düşmez" Görüldüğü gibi "Burhan" sanatı Farabi'ye göre mantığın en önemli kısmıdır. Cedelî sözler ("diyalektik") doğruyu bulmaktan çok galip gelmek için kullanılan sözlerdir. İki kişinin karşılıklı sözlü çekişmesinde cedeli sözler kullanılır. "Diyalektik" veya "kavl" da denilir. Farabi'ye göre iki şekilde kullanılır. Birincisinde taraflar, bütün insanların kabul ettiği "meşhur sözler" ve "meşhur deliller" kullanarak birbirlerini yenmeye çalışırlar. Ancak taraflar meşhur olmayan sözler ve deliller kullanarak zafer elde etmek isterlerse bu c
edel olmaz. İkinci kullanımda ise kişiler bir insan ya da bir fikir hakkında bir zan yaratmak için bu sözleri kullanırlar. Bunlar kesin bir bilgi olmadığı halde insanlar onu kesin bilgi zanneder. Sofistâî sözler ("satsata") insanı şaşırtmak, sapıtmak ve yanlışa düşürmek için kullanılan sözlerdir. "Gerçek olmayan şey hakkında gerçek ve gerçek olan şey hakkında gerçel değil zannını verir; alim olmayan kimseyi kuvvetli bir alim zannettirir, hakîm olan bir kimse hakkında da öyle değilmiş zannı verir." Bu sanata sahip olan kimseler insanları yanıltmaya (mugalâta), şaşırtmaya ve aldatmaya yenenekli olurlar. Aynı zamanda kişi kendisi hakkında da gerçek olmayan bir fikre sahip olabilir. Farabi, kelimenin Yunanca felsefe, hikmet anlamındaki "sofiya" ile göz boyayan anlamındaki "istis" sözcüklerinden oluştuğunu ve "göz boyayıcı hikmet" anlamına geldiğini belirtir. Hatâbi sözler ("retorik") insanları bir fikre inandırmak, hiç değilse kabul ve tasdik ettirmek için söylenen sözlerdir. Burada kandırıcı sözler kullanılır ki, bunlar cedeldeki kuvvetli zanlar kadar güçlü olmamalarına karşın, diğer bazı kandırıcı sözlerden daha güçlü olurlar ve daha güçlü etki yaparlar. Hat'abi sözlerde kesin bilgiye yakın bir zan oluşturacak bir şey yoktur. Bu yüzden cedelden ayrılır. Şiiri sözler ("poetika") konuşulan bir şeyi daha üstün veya daha alçak, daha güzel veya daha çirkin şekilde tasavvur etmemizi sağlayan sözlerdir. Farabi insanların zan, ilim ve tasavvurlarının birbirinden farklı olabileceğini, şiiri sözlerin insanın tasavvurlarını etkilediğini belirtir. Buna göre insanlar pek çok kere "zan ve ilimlerini" takip etmek yerine tasavvurlarını takip ederler. Şiiri sözler, insanların bir şeyi yapmasını sağlamak için kullanılır. Bir insan bir işe derece derece sevk edilmek istendiğinde, ona şiiri sözler söylenir. İnsan başka zaman o işi yapıp yapmayacağına emin değilse bile şiiri sözlerin etkisiyle bu işe girişir. Bu yüzden öteki sözler değilse de "şiiri sözler süslenir, bezenir, kelimeler kuvvet verilir ve "Mantık ilmi"nde zikrettiğim şeyler ile, onun parlaklık ve güzelliği artırılır." Farabi'ye göre Arap dilinin anlam dünyası başlangıçtan beri "hitabet sanatını" kullanıyordu, halbuki kesin bilgiye ulaşılabilmesi için "burhan ilmi"nin kullanılması gerekiyordu. Hitabet sanatı kavramları ve bunlara delalet eden kelimeleri birbirinden yeterince ayırmadığı için Arapça "burhan sanatı"nı icra edecek kıvamda değildi. Arap dünyasında ortaya çıklan fıkıh ve kelam gibi ilimler teorik konuları tasavvur ve ikna ile öğretiyor ve kelimelerin kavramsal çerçevesi ise ancak tahayyül gücü ile oluşuyordu. Farabi'nin mantık anlayışına göre ise tahayyül yöntemi ancak kesin bilgiye ulaşmaya yarayan burhani sözler için değil, ancak insanları etkilemeye yarayan şiiri sözler için kullanılan bir yöntemdi. Arapça ile Yunanca'nın bu karşılaştırması Farabi'nin dil felsefesi ile bağlantılıdır. Zira Farabi'ye göre dil belli evrelerden geçerek olgunlaşır. Dil içerisinde oluşan ilk metotlar şiir ve hitabet'dir. Daha sonra cedelî, ardından sofistâî ve nihayet en son burhanî metotlar gelişir. Halk tarafından kabul edilmiş olan meşhur önermelerin hepsi hitabidir ve halk şiir ve hitabet ile ilgilenir, onları ezberler. Ne zaman ki ezberlemek zor gelir, o zaman yazı sanatı ortaya çıkar. Yazı sanatı ile birlikte dilbilimi gelişmeye başlar. Dilbilimciler hitabet ve şiir sanatını kullananlardan duyduklarını yazarlar ve bunlardan yola çıkarak dilin kurallarını oluştururlar. Ancak hitabet metodunu kullananlar arasında anlaşmazlıklar doğar ve tartışmalardan Cedel doğar. Cedel'in ardından veya Cedel ile birlikte Sofistik metod gelişir. Ancak bu metotlar kesin bilgiye ulaşmaya yetmediği için Burhan metodu doğar. Farabi, Mantığı 8 bölümde ele alır ve her bölümün bir kitapta bulunduğunu belirtir. Bu bölümlendirme tarzı Aristo'dan alınmıştır. Bu bölümleri şu şekilde sıralar: Birinci kitap: Mâkulat (Kategoriler): Farabi, Aristo'nun kategori kavramını "mâkul", kategorileri ise "mâkulât" şeklinde niteler. Bu kitapta "mâkuller ile onlara delalet eden tek kelimelerin kanunları" olduğunu belirtir. İkinci kitap: El-ibâre (Önermeler): Farabi, Yunancası "Bârî erîminyâs" "Peri Hermeneias") olan bu kitabın Arapça'da "El-ibâre" olarak bilindiğini yazar. Bu kitapta ikişer mâkul'den oluşan mâkuller ile ikişer kelimeden oluşan kelimeler ve bunların kanunları anlatılır. Üçüncü kitap: El-kıyâs (Birinci Analitikler): Bu kitapta mantık ilmini icra etmede kullanılan ve yukarda sayılan beş sanatta ortak olan kıyasları sınayıp denemeye yarayan kanunlar anlatılır. Farabi Yunanca'da "ânâlûtîka'l-ûlâ" denilen kitabın arapçada "el-kıyâs" olarak geçtiğini yazar. Dördüncü kitap: El-Burhân (İkinci Analitikler): Farabi'ye göre bu kitapta "burhani sözleri sınamaya yarayan kanunlar ile felsefeyi mükemmel ve tam hale getiren şeylerin kanunları" vardır. Yunancası "ânâlûtîka's-sâniye" olan kitap Arapça'da "el-burhan" adıyla geçer. Beşinci kitap: El-Cedel (Topikler): Cedelî (diyalektik) soru ve cevapların nasıl olacağı, cedel sanatını mükemmel bir hale getirmeye yarayan şeylerin kanunları bu kitapta anlatılır. Farabi kitabın Arapça "Kitâb-ül-mevâzi'-il-cedelîye", Yunancada ise "Tûbikâ" olarak geçtiğini yazar. Altıncı kitap: El-hikmet-ül-mümevvihe (Sofistik Deliller): İnsanları yanıltmaya, şaşırtmaya ve aldatmaya yarayan şeylerin kanunları ve bu işleri icra eden kişilerin kullandığı şeylerin kanunları bu kitapta anlatılır. Farabi'nin ifadesiyle "bunun arkasından, yalan saçıp aldatanın kullandığı yanıltıcı sözlerin karşılanması için lazım gelen bütün şeyler sayılır; bunların nasıl bozulacağı, neler ile reddedileceği ve insanın araştırdığı şeyde yanlıştan ve yanıltmadan nasıl korunacağı gösterilir" Bu kitaba Yunanca'da "Sofistika" denilir ki anlamı "Yanıltıcı felsefe"dir. Yedinci kitap: Hitabet (Retorik): Nutukların ve güzel konuşan hatiplerin sözlerinin çeşitlerini sınayıp denemeye yarayan kanunlar bulunur. Hitabet sanatının nasıl mükemmel hale getirilebileceğini ve daha etkili olabileceğini öğretir. Sekizinci kitap: Şiir (Poetika): Şi'rî sözlerin çeşitlerini ve bu sanatın nasıl mükemmelleştirileceğini anlatır. Şiir türleri ile bunların nelerden oluştuğu, nasıl daha kuvvetli, daha parlak ve hoş hale getirileceği sayılır. Farabi, mantığı bu şekilde bölümlere ayırdıktan sonra bunlardan dördüncüsünün, yani "Burhan"ın (kanıtlama) hepsinden üstün olduğunu belirtir.("Çerçeve yazıya bakınız.") "İlimlerin Sayımı"nda "Burhan"ı bu kadar net bir şekilde diğer tüm mantık sanatlarından ayırıp, üstünlüğünü belirtmesine ve felsefenin "Burhan" ile yapıldığını vurgulamasına karşın, diğer sanatları tek tek ele aldığı kitaplarda görüşleri çok daha karmaşık bir hale gelir ve "Burhan" dışındaki sanatların felsefe içinde bir çevre rolünden çok bir "rükün" (integral, tamamlayıcı) rolü olduğu görüşünü kabul eder görünür. "Kitâbu’l-Cedel"in girişindeki tartışmalarda cedelî fonksiyonların felsefeye nasıl hizmet ettiğini ve onu desteklediğini göstermeye çalışır. Cedelin 5 konuda burhani ilmi desteklediğini söyler. Bunlar: Buna göre Cedel (diyalektik) pedagojik ve yardımcı bir sanattır, ama aynı zamanda özellikle ikinci ve üçüncü yararları sayesinde sadece yardımcı değil, burhanın fiilen ortağı bir uğraş haline gelir. Benzer şekilde şiir sanatı konusunu ele aldığında şiiri bilgi felsefesinin önemli bir konusu haline getiri, zira şiire bir amaç oluşturur. Bu amaç tahayyül, yani bir nesnenin hayali bir resminin zihinde canlandırılmasıdır. Şiiri bu özellikleriyle ilk ele alan müslüman filozof Farabi olmuştur ve bu tahayyül düşüncesi islam aleminde şairane taklit konusunda sonraki yorumların köşetaşı olmuştur. Böylece şiirin psikolojik temelleri üzerinden ilerleyerek din ve safsata konularındaki rolünü de açıklığa kavuşturur. Yine aynı şekilde hitabet sanatının da belli amaçları yansıttığını ve formel mantık yetenekleri henüz başlangıç aşamasında olan kitlelerle iletişimde çok önemli bir rol oynadığını açıklar. "Mutluluğu kazanma kitabı (Kitâb-ü tahsil-il saâde)" adlı kitabında da filozofların kendi felsefelerini diğerlerine iletmeye çalışmakla görevli olduklarını öne sürer ve hitabet, cedel ve şiir sanatlarının kitlelere bu felsefeyi anlatma aracı olduklarını belirtir. Böyleve bu ilimleri felsefenin ve burhani ilimlerin bir parçası haline getirir. Farabi'de doğa felsefesini metafizik ve psikolojiden ayırmak oldukça güçtür. Çünkü Allah ile "göklerin" hareketleri arasında, gök akıllarının dereceleri ile insan aklı arasında sıkı bir bağlantı vardır. Farabi, diğer Meşşai filozofları ve ilk İslam ansiklopedistleri sayılabilecek İhvan-ı Safa aydınları gibi, ilk olarak Plotinus tarafından geliştirilmiş olan sudûr teorisini () kabul eder. Buna göre tanrının taşması ile alemler/felekler/gökler ve akıllar oluşur. Yani fizik ile metafizik, hem gökler hem de akıllar aracılığıyla iç içe geçer. Farabi gökleri(alemler, felekler) akıllar kuramına ve metafiziğe bağlar. Aristo kitapları için yazdığı şerhlerde Fizik'in 8. kitabındaki ilk hareket ettirici (Allah) fikrini Metafizik'in 5. kitabındaki akıllar kuramı ve De Anima'nın 2 ve 4. bölümlerindeki "insan aklı" fikriyle birleştirir. Farabi'nin eserlerinde açıkladığı sudûr teorisi Batlamyusçu yer-merkezli bir kozmoloji ile metafizik karışımı bir teoridir. Yani teori hem evreni hem de "yaratılış" anlayışını açıklar. Teorsinin iskeletini kozmoloji sağlar. Batlamyus kozmolojisinde âlemin, ortak merkezi dünya olan bir dizi kürelerden oluştuğu kabul edilir. İlk sema olarak adlandırılan en dıştaki küre, beş sabit yıldızdan oluşan bir küre ve Satürn, Jüpiter, Mars, Güneş, Venüs, Merkür ve nihayet Ay küreleri. Ay küresi (felek) yer-merkeze en yakın küredir. Bu kozmolojik iç içe küreler dizilişi iskeleti oluştururken, ilahiyat da içeriği oluşturur. Farabi'ye göre Tanrı'nın alemi yaratmasını sağlayan şey Tanrı'nın aklî faaliyetidir. Tanrının kendini düşünmesinin ("tefekkür") bir sonucu olarak Tanrıdan ikinci bir akıl oluşur yani "sudûr" eder. Ortaya çıkan bu akıl hem kendini düşünür hem de kendisini yaratan
Tanrı'yı yani ilk aklı düşünür. Tanrıyı düşünmesi sayesinde ortaya bir üçüncü akıl çıkar kendini düşünmesi sayesinde ise ilk semâ (felek), yani en dıştaki küre oluşur. Üçüncü akılın da aynı şekilde ilk aklı düşünmesi sayesinde dördüncü bir akıl, kendisini düşünmesi sayesinde ise ikinci semâ ortaya çıkar. Bu küre ise yıldızlardan oluşan küredir. Bu süreç tekrarlanır ve Tanrı'dan başka on akıl ile sıra ile iç içe Satürn, Jüpiter, Mars, Güneş, Venüs, Merkür semâları oluşur, en son olarak da ay-altı alemimiz, yani dünya oluşur. Farabi'nin doğa görüşü oldukça deterministtir. Bu determinizm onun metafizik anlayışındaki determinizmden gelmektedir. Plotinus'çularda olduğu gibi Farabi'de de "âlemin özü" problemi felsefesinde büyük bir rol oynar. Bunu açıklayabilmek için Plotinus Bir, akıl ve ruh üçlüsünü dünyanın ilkesi olarak kabul eder. Farabi bunu kabul etse bile maddi bir dünyanın açıklanması ile meşgul gibidir. Bazı Eflatuncuların "Gök"ü mutlak olarak manevi kabul etmelerine karşın, Farabi göğün maddi olduğunda ısrar eder. Hilmi Ziya Ülken, Hıristiyanlıktaki teslis anlayışına yaklayan Plotinus'un üçlük (Bir/Allah, akıl, ruh) eğilimini Farabi'nin kabul etmesinin bir çelişki olduğunu, Vahdaniyetçi, yani Tanrı'nın birliğine inanan bir müslüman filozof olan Farabi'nin bu teslisi reddetmesi gerektiğini söyler. Çünkü akıl ile Allah arasında epey büyük bir mesafe vardır. Ancak Farabi bu sayede fizik ile metafiziğin iç içe geçmesini sağlamış ve Farabi metafiziği Musa ibn Meymun yoluyla Spinoza felsefesinin oluşmasını sağlamıştır. Farabi'nin metafizik öğretileri modern araştırmacılara bazı zorluklar çıkarmaktadır. Bu zorlukların bir kısmı İbn-i Sina öğretisini yansıtan bazı eserlerin Farabi'ye atfedilmedilmesinden, bir kısmı da Farabi'nin olduğu kesin olan eserlerde bile Aristocu ve Neoplatoncu metafiziklere yaklaşımındaki belirsizlikten gelmektedir. Druart'ın ileri sürdüğü ve Deborah L. Black'ın da kabul ettiği yaklaşıma göre Farabi, Neoplatonculuğun merkezinde yer alan sudûr teorisinin Aristo'nun görüşü olmadığını farketmesine rağmen benimsemiştir. Yazarlar, Farabi'nin bu teoriyi kabul etmesinin nedeni olarak, Aristo'nun ihmal ettiği ilahi ve maddi varlıklar arasındaki nedensellik ilişkisini Neoplatoncu sudûr felsefesinin açıklayabildiğini ileri sürerler. Farabi'nin metafiziğinin kendisinden sonraki dönemlere nasıl etki etmiş olduğunu en iyi İbn-i Sina'nın aktardığı bir anısı gösterir. Buna göre İbn-i Sina Aristo'nun "Metafizik"ini kırk defa okumasına karşın amacının kendisine kapalı kalmış olduğunu, ancak tesadüfen Farabi'nin "Filozof Aristoteles'in amaçları (Kitâb-ül agrâz-il-Hâkîm Aristôtâlis)" adlı risalesini okuyunca şaşkınlığı ortadan kalkmıştır. İbn-i Sina bu kafa karışıklığını Farabi'nin nasıl çözdüğünü belirtmez ancak bunda Farabi'nin teoloji ile ifadelerinin etkili olduğu anlaşılır. Çünkü Farabi risalesine Aristo metafiziğinin bir "ilahi ilim" olarak tanımlandığını, halbuki gerçekte ilahi varlıklarla ilgili değil maddi varlıklarla ve onların kökenleri ve özellikleri ile ilgili bir inceleme içerdiğini söyleyerek başlar. Farabi akıllar ve feleklerden oluşan sudûr teorisine karşın müneccimlerin yıldızlara bakarak onlardan anlamlar çıkarmasına karşı "Yıldızlar üzerine doğru olan ve olmayan şeyler hakkında nükteler kitabı (Kitâb-ün-nüket fî-mâ yesihhü velâ yesihhü min ahkâm-in-nücüm)" adlı bir risale yazmıştır. Tüm Ortaçağ dönemi boyunca düşünürleri ve Farabi'yi bu kadar uğraştıran gök akılları ve felekleri kuramı Rönesanstan sonra felsefede bütün değerini kaybetmiştir. Farabi'nin psikoloji ve zihin felsefesi anlayışı metafizik ve tasavvuf anlayışına bağlıdır. "Akıl hakkında kitap (Kitâb-ün fi'l-akl)" psikoloji konusuna özel olarak değindiği tek eseridir. Gerçi "Hikmetlerin yüzük taşları kitabı (Kitâb-ü füsûs-il-hikem)" adlı kitapta da bu konuya değinilir, ancak Halil Georr bu eserin Farabi'ye ait olmadığını, düşüncelerine yakın bir başka kişiye ait olabileceğini ileri sürmüştür. Bu konudaki görüşleri metafizik ve siyasetle ilgili yazıları içinde yer alır. İnsan nefsi konusundaki görüşlerini ayrıntılı olarak "Faziletli şehir halkı fikirlerinin esasları (Kitâb-ün fî mebâdî ârâ-i ehl-il Medînet-il-fâzıla)" adlı kitabında açıklar. Buna göre nefis beş kısımdan oluşur: Besleyici kuvvet, duyma kuvveti, muhayyile kuvveti, nâtık (düşünme) kuvveti ve isteme kuvveti. Her bir kuvvetin bir hakim kuvveti, bir ya da birkaç hadım/tabii kuvveti vardır. "Besleyici kuvvet" ("ğaziye") insanda ilk vücud bulan kuvvettir ve onu beslenmeye sevk eder. Hakim kuvveti ağızda bulunur. Tabi ve hadım kuvvetleri ise vücudun çeşitli yerlerine dağılmış durumdadır. Kursak, karaciğer, dalak vb. hadım kuvvetler olarak hakim kuvvete hizmet eder. "Duyma kuvveti"nin ("hâssa") hakim kuvveti kalpte bulunur. Hadım kuvvetler ise gözlere, kulaklara ve diğer uzuvlara dağılmıştır. "Muhayyile kuvveti"nin ise diğer uzuvlara dağılmış tabi kuvvetleri yoktur. Sadece hakim kuvveti vardır ve o da kalpte oturur. "Duyma kuvveti" ile duyduklarımızı, duyularımızdan silindikten sonra "muhayyile kuvveti" muhafaza eder. "Nâtık kuvvet"in de, diğer organlara dağılmış tabi ve hadım kuvvetleri yoktur. Aynı muhayyile kuvveti gibi kalpte bulunur ve hem muhayyile hem duyma kuvvetlerine reislik eder. "İsteme kuvveti" ise bir şeyi özleyen veya yadırgayan kuvvettir. İrade bu kuvvet sayesinde oluşur. "Muhayyile kuvveti" ile "düşünme kuvveti"nin yeri olarak kalbin gösterilmesi Aristo geleneğine dayanmakta idi. Aristo'dan sonra yaşamış olan Galen'in geliştirdiği fizyoloji bilgileri sayesinde bu kuvvetlerin merkezlerinin beyinde yer aldığını gösterilince, bu geleneği takip eden filozoflar bu görüşte bir revizyon yaptılar ve kalbin merkez gösterilmesinin bâtınî olduğunu ifade ettiler. Farabi beyinin (dimağ) rolünü kalbe hizmet etmek olarak tanımlar. Dimağ duyma sinirlerinin kuvvetlerini muhafaza etmektedir. Ayrıca omirilik ile beyin arasındaki ilişkiyi de şöyle tanımlar:"Bu sinirlerin çoğunun bitki tarlası, dimağ olup onları muhafaza eden kuvvetler dahi bizzat dimağdan beslenirler. Bazı sinirlerin bitki tarlası, murdar ilik olup üst ucundan dimağa bitişik bulunmaktadır. Bu sinirleri dimağ, murdar ilik yardımiyle besler." Farabi'nin peygamberlik ve kehanet konularında tahayyül kuvvetine verdiği önem yüzünden "muhayyile kuvveti" ile ilgili görüşeri önem taşır. "Muhayyile kuvveti" varlıkların resimlerini muhafaza etmek ve bunları birbirine ekleyerek sentezlemenin dışında bir üçüncü işlevi daha yerine getirir ki, bunu Farabi "benzetme" ve "taklit" olarak tanımlar. Bu yetenek sayesinde kaydetmiş olduğu varlıklarla ilgili resimleri ilgili bulundukları duyguya benzetir; "bazen makulleri, bazen besleme kuvvetini, bazen isteme kuvvetini taklit eder, bazı anlarda cismimizin tesiri altında kaldığı mizacı taklit eder; cismiminizin mizacını nemli bulursa, su veya yüzme gibi nemle ilgili mahsûsleri taklit eder; cismimizin mizacını kuru bulursa, kuraklıkla ilgili şeyleri taklit eder. Aynı surette soğuk ve sıcak bulduğu cismimizin soğuk ve sıcaklığını teklid eder." Muhayyile kuvveti bu taklit yeteneği sayesinde nesneleri diğer nesnelerin suretiyle temsil edebildiği gibi, beden mizaçları, arzuları, heyecanları ve hatta maddi olmayan şeylerin dahi taklidini yapabilir. Farabi, tahayyülün bu taklit yeteneğini "şiir ilmi' ile ilgili psikolojik temelleri açıklarken kullandığı gibi peygamberlik ve kehanet gibi konuları açıklarken de kullanır. Ancak bu ilişkiyi anlayabilmek için önce Farabi'nin "natık kuvvet" yani akıl ile ilgili düşüncelerini bilmek gerekir. Farabi Aristoteles'in De Anima'sındaki tanımlardan yola çıkar. De Anima 3, 4 ve 5'te yapılan "her şey olan" bir akıl ve "her şeyi yapan" bir akıl şeklindeki nispeten gevşek tarifleri "güç halinde akıl" (bilkuvve akıl) ve "faal akıl" olarak yeniden tanımlar. Ve aklın aşamalardan oluştuğu ve bu iki derece arasında da derecelerin olduğunu şeklinde bir görüşü benimser. Buna göre Farabi dört akıl aşaması tanımlar.> Farabi Afrodisyaslı İskender gibi "güç halinde aklı" nesnelerin formlarının ve özelliklerinin onlara karşılık gelen suretlerinden ("sensible images") ayrılmasını sağlayan potansiyel bir yetenek olarak görür. Bu "güç halinde akıl" yeteneklerini artırdıkça potansiyel bir güç olmaktan çıkar ve eyleme dönüşür ve ikinci tür bir akla, yani "fiil halinde akıl"a dönüşür. Bu dönüşüm birdenbire değil tedrici olarak gerçekleşir ve hedefi tüm varlıkları ve insanın bilmesi mümkün olan tüm bilgileri bilmesidir. Bu hedefe muhtemelen sadece birkaç kişi ulaşabilecektir. Akıl nihayet bu hedefe ulaştığında potansiyel halinden kalan tüm izler yokolur ve saf suret ve saf fiililik halini alır. Bu noktada artık maddeden ayrılabildiği için kendini tefekkür edebilme yeteneğine ulaşır. Bu yetenek sayesinde de üçüncü akıla, yani "kazanılmış akıla" ulaşabilir. Bu akıl aşamasında insan aklı tamamen fiili hale gelmiş olur ve maddi olmayan varlıkların alemine daha çok yaklaşmış olur. Ancak bu üçüncü aşamaya ulaşabilenlen faal akıla yaklaşabilir, onu düşünebilir. Aristo'ya göre faal akıl ilk ilkedir (Allah). Fakat Farabi'ye göre faal akıl ilk ilke değildir, çünkü ilk ilke (Allah) şeylere varoluş ve yetkinlik vermeli, kendisi de kusursuz olmalıdır.Oysa faal akıl sınırlı şekilleri meydana getirir, bu da onda bir eksiklik olduğunu gösterir. Bu yüzden faal akıl Allah olamaz. Allah, faal akla hareket veren bir ilke olmalıdır. Bu yolla Farabi'nin metafizik psikolojisi onu tasavvufa götürmüştür. İlahi akıl düşünülemez, insan aklı için bilinemez kalır. İlahi güce ulaşabilmek için ancak aşk ve vecd yolları, yani tasavvuf kullanılabilir. Farabi siyaset felsefesi üzerine iki eser yazmıştır: "Faziletli şehir halkı fikirlerinin esasları (Kitâb-ün fî mebâdî ârâ-i ehl-il Medînet-il-fâzıla)" ve "Şehir siyaseti kitabı (Kitâb-ül-siyâset-il-medeniye)". Birbirini bütünleyen bu kitaplarda Farabi Eflatun'un görüşlerine yakın görüşler geliştirir. Eflatun'un "Devlet" diyaloglarını tamamlar ve İslam inancı ile uzlaştırmaya çalışır. Ülgen'e göre Farabi bir çeşit ütopisttir, ama onun ütopyası Tho
mas More'un ve Campanella'nın ütopyalarından farklıdır, çünkü Farabi bu ütopik toplumun yanında gerçek toplumu da kabul eder ve açıklamaya çalışır. Farabi aynı zamanda hümanisttir, çünkü onun yetkin devleti bütün insanlığı kuşatan bir dünya devletidir. Farabi burada dayanmış olduğu Yunan filozoflarını aşar. Ülgen'e göre bunun nedenini eski sitelerin toplum anlayışları yerine İslamin evrensel toplumsal algısında aramak gerekir. Farabi'nin ideal bir toplum ütopyası vardır. Buna "Medînet-il-fâzıla" der, Türkçeye "faziletli toplum", "fâzıl şehir", "erdemli toplum" biçimlerinde çevrilebilir. Faziletli bir şehrin reisinde bulunması gereken 12 özellik sayar. Bunlar vücudunun tam olması; kavrayışının güçlü olması; hafizasının iyi olması; uyanık ve zeki olması; güzel konuşması; öğrenmeyi ve öğretmeyi sevmesi; yemeye, içmeye ve kadınlara düşkün olmaması; doğruyu sevip yalandan nefret etmesi; paraya pula değer vermemesi; adaletli, olması; ılımlı olması ve nihayet azimli ve iradeli olmasıdır. Bu özellikler kolaylıkla bir kişide olmayacağı için, her biri bu özelliklerin bir kısmını karşılayan ve birbirleriyle uyumlu bir grup lider de topluma önderlik edebilir. Bu özellikleri olan bir lider bulunamazsa toplum kralsız/başsız kalır ve tehlikeye düşer, sonunda da yıkılır. Farabi "faziletli şehir"e aykırı düşen durumları da sıralayıp, özelliklerini sıralamaya çalışır. Buna göre "cahil şehir", "fasık şehir", "değişmiş şehir" ve "şaşkın şehir" gibi şehir türleri sıralar. Bunlardan "cahil şehir"in halkı gerçek mutluluğu ne tanır ne de düşünür. Kendilerine öğretilse bile kabul etmez ve inanmazlar. Onlar ancak dünyevi zevklerin peşinde koşar ve bunu mutluluk sanır. "Fâsık şehir" ise düşüncesi itibarıyla faziletli şehirden ayırtedilmez. Allah'ı, yüce varlıkları ve faziletli şehrin bildiği her şeyi bilirler ama işleri, "cahil şehrin" yaptığı işler gibidir. "Değişmiş şehir", daha önceden faziletli bir şehir olup, başka fikirlerin etkisiyle değişmiş ve başka türlü düşünen ve yaşanan şehirdir. "Şaşkın şehir" dünya hayatından sonra saadete kavuşacaklarını sanan şaşırmış bir şehirdir. Liderleri kendisine vahiy olunduğunu ve doğru yolda olduğunu olduklarını söyleyerek yalan söylemekten, aldatmaktan kaçınmaz. Farabi'ye göre bunlar içindeki en önemlisi olan "cahil şehir" de kendi içinde çeşitli gruplara ayrılır. Bunlar: "İlimlerin sayımı kitabı"'nda bilimleri beş sınıfa ayırır. Kitaptaki sınıflama aşağıdaki gibi derlenebilir: Farabi'nin bilimler sınıflaması esas olarak Aristo'ya sadık görünür, ancak bazı noktalarda ondan ayrılır. Önce bilimleri teorik ve pratik bilimler olarak ikiye ayırır. Mantık, doğa bilimleri ve ilahiyat'ı pratik bilimler, ahlak ve siyaseti teorik bilimler olarak ayırır. Farabi'de Aristo'da olduğu gibi ayrı bir "yaratma bilimleri" kategorisi yoktur. Şiir (poetika) ve Hitabet'i (rhetorika) ise mantık ilimlerinin içine koyar. Farabi, İslam'da Aristoculuk olarak bilinen Meşşai okulunun El-Kindi'den sonraki ikinci kurucusudur. Yahya bin Adi, Ebu Süleyman Es-Sicistani, Ebu Hayyan Tevhîdî ve İbn Miskeveyh onun takipçileri oldular. İbn Miskeveyh Farabi'nin düşüncelerini basitleştirerek halka yaymak amacıyla "Tezhîbu’l-Ahlâk" adında bir kitap yazdı. Ancak bu kitapta ahlakın metafiziğe, pratiğin teoriye üstünlüğünü savunması bakımından Farabi'den ayrıldı. Ebu Hayyan Tevhîdî "El-Mukabasat (Felsefi Parçalar)" adlı kitabıyla bir felsefe antalojisi kaleme aldı. Beyhakî, "Tetimmetü Sıvan el-hikme" adı ile bu okula göre bir felsefe tarihi kaleme aldı. Farabinin kelamcılar üzerindeki etkisi de büyüktür. Gazali Farabi ve İbn Sina'ya saldırmışsa da psikoloji ve felsefi konularda ondan etkilenmiştir. Fahreddin Razi Farabi'nin determinist irade kuramını taklit etti. Nasîrüddin Tûsî "Ahlâk-ı Nâsıri" adlı kitabını Farabi'nin ahlak konusundaki görüşlerine dayanarak yazdı. Celaleddin Devvani ve Kınalızade Ali de bu eserin takipçileri oldular. Tûsi, Farabi'nin mantık eserlerinden esinlenerek Fahreddin Razi ve Sadreddin Konevî ile tartışmalara girdi. Bilim tarihinde Farabi'den en çok etkilenen, batı dünyasında Alhazen diye tanınan fizikçi İbn-i Heysem olmuştur. İbn-i Heysem, ışık fiziği ile uğraşırken algı üzerine psikolojik çalışmalar yapmış ve kuşkuculuğa düşmüş, bundan ise ancak Farabi'nin bilgi felsefesi sayesinde kurtulmuştur. Farabi'nin bilgi felsefesinde "suret" cismin hem kendisinde hem de beynimizde vardır. Böylece cisimden çıkan ışınlar gözümüzle alınıyor, şeklin bilgisi ise akıldan geliyordu. Farabi'den sonraki tasavvufçular onun psikoloji ve metafizik üzerine görüşlerinden büyük ölçüde yararlandılar. Bu etki en çok Muhyiddin İbn Arabi'de görülür. Farabi'nin "büyük alem", "küçük alem" görüşünü bu filozof daha da geliştirmiştir. Bedrettin Simavi "Varidât" adlı kitabında Farabi'nin dini sembolizmini yeniden ele almıştır. Farabi'nin din felsefesi hakkındaki görüşleri önce yüzeysel olarak İbn-i Sina tarafından, sonra şiddetli bir biçimde Gazali, hatta İbn-i Rüşd tarafından eleştirilmiştir. Farabi'nin eserlerinin bir kısmı 11. ve 12. yüzyıllarda Latince'ye çevrildi. Bu çevirileri yapanların en bilinenleri Johannes Hispalensis ve Dominicus Gundissalinus'dur. Ortaçağ düşünürlerinden Albertus Magnus onun psikolojisinden etkilenmişti. Yine Akinolu Thomas Allah'ın varlığına dair bir kısım kanıtlarını Farabi'ye borçludur. Yahudi filozof Maymonides etkilendiği felsefeciler içinde en büyük övgüyü ona yapar: "Mantık hakkındaki eserlere gelince, sadece Ebu Nase el-Farabi'nin eserlerinin çalışılması yeterlidir. Onun tüm eserleri kusursuz ve mükemmeldir. O eserler incelenmeli ve anlaşılmalıdır. Çünkü o büyük bir adamdır." Batı'da Farabi'nin eserleri İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd'ün eserlerinden daha az tercüme edilmişse de, Farabi'nin eserleri Aristo düşüncesinin yeniden anlaşılmasında merkezi bir öneme sahip olmuş, arkadan gelen felsefi zenginliğe ilk açılımı yapmıştır. İbn-i Rüşd ve Endülüslü filozoflar Farabi'yi mantık, psikoloji ve siyaset konularında önemli bir otorite olarak görürler. Osmanlı döneminde ölçü birimleri Osmanlı döneminde ölçü birimleri, Osmanlı İmparatorluğu'nda kullanılan , ölçü ve tartı devrimine kadar Türkiye Cumhuriyeti'nde de kullanılan ölçü birimleridir. Bunların temelinde İslâm Devleti'nin kullandığı dinar ve dirhem bulunmaktadır. Taşımanın zor olduğu ve seyahatlerin uzun sürdüğü eski zamanlarda şehirlerde kullanılan dinar ve dirhemler, birbirlerinden farklı olabiliyorken Muhammed bin Abdullah zamanında kullanılan dinar, 4,5479 g kütlesi olan altın bir sikke, dirhem de 2,97 g gümüş paraydı. Cumhuriyetten önce, Osmanlı Devleti'nde kullanılan ölçü birimleri Avrupa Devletleri'nin kullandığı ölçülerden farklıdır. Uzunluk ölçü birimi metre yerine arşın, ağırlık ölçüsü olarak da okka, batman, dirhem denilen ölçü birimleri kullanılıyordu. Dünya ülkelerinin çoğunda miladi takvim kullanırken, Türkiye'de hicrî takvim kullanılıyordu. Saat olarak da Alaturka saat kullanılıyordu. Bu nedenle dünyada genel olarak kullanılan ölçü birimleri ve takvim ile uyum sağlanabilmesi için TBMM hazırladığı bir kanunla ölçü birimleri ve takvim sistemini değiştirerek bugün kullandığımız metre, kilogram, miladi takvim, saat gibi ölçü araçlarını kabul etmiştir.Her ne kadar Cumhuriyet öncesi kullanılan ölçü birimleri farklı olsa da Amerika Birleşik Devletleri Metrik olmayan kendi ölçü sistemlerini kullanmaya devam etmektedir. Metre hesabıyla çarşı arşını 68 cm'dir. Bina ve mimar arşını 75,8 cm'dir. Bu arşının uzunluğunda zamanla değişiklikler oldu. Üçüncü Selim Han abanoz ağacından bir mimar arşını yaptırdı. Bunun ölçü olarak kullanılmasını istedi ve kütüphaneye kaldırttı. Bunun bir tarafı 24 parmağa ve her parmak 10 hat'ta bölündü. Böylelikle bu bölümle basımevinde kullanılan punto büyüklükleri de alınabilecekti. Diğer tarafı sadece 20 eşit parçaya bölündü. Değerli kumaşları bilhassa ipekleri ölçmede endâze kullanılırdı (endâze 65,25 cm'dir). Türkiye'de 26 Mart 1931 tarih ve 1782 sayılı kanunla arşın ölçü birimi kaldırılıp yerine metre sistemi kabul edildi. 1933'ten sonra da arşının bütün çeşitleri tamamen ortadan kaldırılıp metre sistemine geçildi. Zirai mimari, arşın ve endâze ölçü birimlerinin ast ve üst katları aşağıda gördüğünüz gibi gösterilmiştir. Reşadiye Satranç (roman) Satranç (Orijinal adı: Schachnovelle), Stefan Zweig'in Brezilya'daki sürgünde yazdığı ve en tanınmış eserlerindendir. İlk baskısı 250 adet olarak 1942 yılında Buenos Aires'de çıkan hikâyenin, İngilizce tercümesi 1944'te New York'ta yayımlandı. Satranç, Almanya 'da 1.200.000'den fazla sattı . Hikâye New York'tan Buenos Aires'e yolculuk yapan bir deniz vapurunda yaşanır. Bir grup yolcu gemideki kurgusal satranç şampiyonu Mirko Czentovic'i partiye davet eder. İlk partiyi beklendiği gibi rahatlıkla şampiyon kazanır. Yine kaybedilmekte olan rövanş partisinin ortasında, oyuna Dr. B. adında bir başka yolcu daha katılır ve bir beraberlik kurtarır. Bunun üzerine yolcular tarafından Czentovic ile Dr. B arasında bir müsabaka organize edilir. Müsabaka başlamadan Dr. B. kitapta hikâyeyi anlatana satrancı nasıl öğrendiğini bildirir. Gestapo tarafından bir otel odasında aylarca hücre hapsine kapatılmışken, bir sorgulama öncesi bekletildiği odanın duvarında asılan montun cebindeki satranç kitabını çalmayı başarmıştır. Kitaptaki kaydedilmiş oyunları satranç tahtası olmadan kendi kafasında oynamaya başlar. Satranç hücrede sıkıntıdan çıldırmak üzere olan Dr. B'nin hayatını kurtarmıştır. Ancak zamanla ölü nokta dediği kitaptaki bütün oyunları ezbere öğrendikten sonra, kitabı çalmadan önce hücredeki sıkıntıdan yıprandığı konumuna tekrar düşer. Bunun üzerine kafasında yeni partiler icat eder ve şizofrenik tarzda partileri sinir krizi geçirene dek kendi kendine karşı oynamaya başlar. Sonunda hapisten salıverilmiştir. Gemide satranç şampiyonuna karşı ilk müsabaka berabere biter. Dr.B zihninde kendiyle yaptığı binlerce oyunun verdiği yetkinlik sayesinde Czentovic'in oynayacağı oyunları önceden hesaplayabilmekte ve çok hızlı bir şekilde hamle yapmaktadır. İkinci müsabaka
sırasında Czentovic, karşısındakinin zamanla huzursuzlaştığını fark edince özenle yavaş oynamaya başlar ve Dr. B yine kriz geçirince parti yarıda kalır. Ernest Hemingway Ernest Miller Hemingway (21 Temmuz 1899 - 2 Temmuz 1961), Amerikalı romancı, hikâye yazarı ve gazetecidir. Basit yazma tekniği ve sade üslubuyla 20. yüzyıl kurgu romancılığını etkilemiştir. Nobel ve Pulitzer Ödülü sahibi yazarın çoğu eseri, bugün Amerikan edebiyatının başyapıtlarından kabul edilir. 1899’da Illinois eyaleti Chicago şehrinin batısında Oak Park’ta dünyaya geldi. Beş çocuklu ailesinin iki erkek çocuğundan birisiydi. Babası bir tıp doktoru olan Clarence Edmond Hemingway, annesi ise eski bir müzisyen olan Grace Hall Hemingway’dir. Adını, babası ve de amcasının adlarından almıştır. Çocukluğunda annesinden müzik dersleri aldı. Ailesi yaz tatillerini Michigan Gölü kıyısındaki yazlıklarında geçirirdi. Avlanmayı, balık tutmayı, açık hava sporlarını orada öğrendi. İlk makalelerini lise yıllarında okul gazetesi olan Trapeze’de yayınladı. Dönemin ünlü spor köşe yazarı Ring Lardner'dan etkilendi; yazılarında “"Ring Lardner, Jr."” takma adını kullandı. 1917 yılında liseyi bitirdi. Ailesinin isteğinin aksine üniversiteye gitmek yerine "Kansas City Star" adlı gazetede muhabir olarak göreve başladı. Hemingway'in lise yıllarında Avrupa’da I. Dünya Savaşı devam ediyordu. Savaşın başında tarafsızlığını koruyan ABD Nisan 1917’de savaşa girince Hemingway orduya katılmak için başvurdu; ancak sol gözündeki bozukluktan dolayı başvurusu kabul edilmedi. Ardından 1917 sonlarına doğru Kızılhaç’ın da gönüllü aldığını duyduğunda ilk başvuranlar arasındaydı. Ocak 1918’de Hemingway'in başvurusu kabul edildi ve ambulans şoförü olarak göreve alındı. Kızılhaç'ta çalışmaya başlar başlamaz gazetedeki işinden ayrıldı. Gazetede kaldığı kısa zaman içerisinde birçok yöntem ve de teknik öğrendi. Daha sonraki yıllarda o günleri ""Gazetecilik yıllarında öğrendiğim kurallar en güzelleri idi ve de tüm yazarlık hayatım boyunca onları unutamadım"" şeklinde hatırlayacaktı. Avrupa'da ilk olarak vardığı şehir Paris oldu. Orduda bir süre normal bir görevli olarak çalışmasının ardından ambulans şoförlüğüne geçti. 8 Haziran 1918 de birkaç adım ilerisinde patlayan bir Avusturya topu yüzünden ağır şekilde yaralandı. Yardım etmeye çalıştığı İtalyanlardan bir tanesi ölürken diğeri bacaklarını kaybetti. Aynı olay esnasında başka yaralı bir İtalyan askerini cepheye taşımaya çalışırken bacaklarından yaralandı. Yaşananların ardından İtalyan gazetelerinde kahraman olarak ilan edilip, İtalyan hükümeti tarafından "Gümüş Onur Madalyası" ile ödüllendirildi. Hemingway bu olayı bir mektubunda arkadaşına şu şekilde anlatıyordu: ""Bazen savaşta ön saflarda büyük bir gürültü duyarsın, ben de aynı gürültüyü duydum; ardından ruhumun sanki bir mendilin cepten çekilişi gibi benden çekildiğini hissettim. Son olarak ise ruhumun bir bütün halinde tekrar bedenime döndüğünü fark ettim ve de o andan itibaren benim için ölüm yoktu."" Hemingway bu olayların ardından Milano’da bir hastanede tedavisini tamamlarken hemşire "Agnes von Kurawsky" ile tanışıp aşık oldu. İyileştikten sonra bir İtalyan piyade birliğinde görev yaptı, 1919'da teğmen rütbesiyle terhis edildi. ABD’ye hemşire Agnes ile dönüp evlenmeyi planlıyordu ancak terk edildi. Bu ilişki, Hemingway’in ölümsüz eserlerinden olan "Silahlara Veda" (A Farewell to Arms) adlı eserine konu oldu. Savaştan sonra ABD'ye dönen yazar ailesinin iş bulması için yaptığı baskılara rağmen sakatlığından dolayı ordunun verdiği parayla bir yıl kadar işsiz olarak yaşadı. Daha sonra 1921 yılında "Hadley Richardson" ile tanıştı ve onunla evlendi. Aynı yıl içerisinde Chicago'ya göçtü. Toronto'da "Daily Star" adlı gazetede iş bularak Paris’e taşındı. Paris’te gönüllü sürgün sayan Amerikalı yazarlar F. Scott Fitzgerald, Gertrude Stein, Ezra Pound ve İrlandalı James Joyce ile tanıştı. Bu çevre onu yazın alanında da ürünler vermesi için yüreklendirdi. Toronto Daily News gazetesi onu 1922’de savaş muhabiri olarak İstanbul’a gönderdi. Türkiye topraklarında bir ay kadar kaldı ve İzmir Yangını’ndan sonra yaşanan göç ile ilgili haberler yaptı;İstanbul'dan, Mudanya'dan, Edirne'den, Lozan'dan gazetesine haberler geçti. Eşinin hamileliği dolayısıyla 1923 yılında Amerika’ya döndüler; oğlu John Hadley Nicanor (Jack) Toronto’da dünyaya geldi. Aynı yıl ilk kitabı “"Üç Öykü ve 10 Şiir"" yayımlandı. Hemingway ailesi 1924’te tekrar Paris’e döndü. 1925-1929 yılına kadar olan dönemde Hemingway kendi yazarlık yıllarının en güzel örneklerini verdi ve dünyanın en ünlü yazarları arasında girdi. Seçme öykülerden oluşan Zamanımız (In Our Time) adlı yapıtı 1925’te, ilk romanı ""Güneş de Doğar"" 1926’da yayımlandı. Eserinde savaş yorgunu bir askerin anılarını anlattı. 1927'de çıkan "Kadınsız Erkekler" (Men Without Women) adlı kitabı ile birlikte 'kısa öykünün üstâdı' olarak anılmaya başlandı. 1929’da yayımlanan ""Silahlara Veda""" adlı ikinci romanında yaralı bir askerin savaşta bir hemşireye duyduğu aşkı dile getirdi ve savaşın anlamsızlığını vurguladı. Yazar, ilk romanı yayımlandığı sırada eşinden ayrılıp gazeteci Pauline Pfeiffer ile evlenmiş; yeni eşinin ailesi Katolik olduğu için Protestanlıktan Katolikliğe geçmişti. Yeni eşinin hamileliği nedeniyle 1928’de Paris’ten ayrıldılar. Oğlu Patrick, Kansas City’de dünyaya geldi. Zor bir doğum olmuştu. Hemingway, bu zor doğumu Silahlara Veda romanında anlattı. Çiftin ikinci oğlu Gregory 1931'de dünyaya geldi. Aynı yıl, babası intihar ederek hayatını sonlandırdı. Hemingway, 1930’lar boyunca kışlarını Key West, Florida geçirdi. Yazları avcılık ve balıkçılık için Wyoming’e döndü. Bir boğa güreşi fanatiği olan yazar, boğa güreşi üzerine ""Öğleden Sonra Ölüm"" (1931) adlı kitabı yazdı. Kısa öykülerini topladığı Kazanan Bir Şey Almaz (Winner sTake Nothing) adlı kitabı 1933’te yayımlandı. İlk defa 1933’te eşi Pauline ile birlikte bir safari turuna katılan Hemingway, Afrika ile tanışmasını Afrika’nın Yeşil Tepeleri adlı kitabında anlattı (1935). 10 hafta süren bu seyahat Klimanjaro’nun Dağları ve Francis Macomber’in Kısa Mutlu Yaşamı adlı öykülerine de esin kaynağı oldu. Afrika’dan döndükten sonra Pillar adını verdiği balıkçı teknesini satın aldı. Bu tekne, ona ileride yazacağı Yaşlı Adam ve Deniz romanı için esin verecektir. 1936'da Florida'da savaş muhabiri Martha Gellhorn ile tanıştı. İspanya İç Savaşı sırasında birlikte İspanya’ya gittiler. Hemingway, Kuzey Amerika Gazeteler Birliği adına, Martha Gellhron ise Collier's Weekly dergisi için savaş muhabirliği yaptı. Hemingway, 1937’de Madrid’de Beşinci Sütun adlı otobiyografik piyesi kaleme aldı. Eşinden ayrılmak isteyen Hemingway, 1939’da Küba'ya gidip Havana'da bir otele yerleşti. Martha Gellhorn da yanına geldi. Hemigway’in boşanmasının ardından evlenen çift, Havana yakınında bir çiftlik satın alıp orada yaşadı. Hemingway, en başarılı eserlerinden olan "Çanlar Kimin için Çalıyor" adlı eserini 1940’ta tamamladı. Bu eser ile 1941 Pulitzer Ödülü’ne aday gösterildi; ancak bir jüri üyesinin karşı çıkması sonucu ödül verilmedi. Collier dergisi için Çin-Japon Savaşı’nı izleyen eşi ile birlikte Çin’e gitti. Çift, ABD’nin II. Dünya Savaşı’na girmesinden önce Küba’ya döndü. 1944’te savaş muhabiri olarak Avrupa’ya gittiler. Hemingway, Amerikan 5. Piyade tümenine bağlı olarak gazetecilik yaptı. Almanların teslim olduğu 25 Ağustos 1944'te, Hemingway, Amerikan güçleriyle birlikte batıdan Paris'e girdi. Cenevre Sözleşmesi’ne aykırı olarak savaşta aktif görev aldı. Bu nedenle askeri mahkemede yargılandı.; 1947'de Küba'daki Amerikan büyükelçiliğinde düzenlenen küçük bir törenle kendisine savaştaki cesaretinden ötürü madalya takdim edilmiştir. 1945'te Martha Gellhorn’dan boşanan Hemingway 1946'da Londra'da Time gazetesi muhabiri Mary Welsh ile tanıştı. Çift, 1946 Mart'ında Küba'da evlendi ve 1959'a kadar hayatlarını Küba'da sürdürdü. Hemingway arka planda II. Dünya Savaşı'nı işlediği ""Irmaktan Öteye Ağaçların İçine"" adlı eseri 1950’de yayımlandı. Bu eser, I. Dünya Savaşı'nı anlatan Silahlara Veda ve İspanya İç Savaşı'nı anlatan Çanlar Kimin İçin Çalıyor kadar başarılı bulunmadı. 1952'de gerçek başyapıtı olan ""Yaşlı Adam ve Deniz"" adlı eserini yazdı. Bu kitapta insanın yaşama nasıl bağlanması gerektiği ve de aslında insan yaşamında her şeyin boş olduğuna dair olan fikirlerini belirtti. 1953'te aynı eseri ile "Pulitzer Ödülünü" aldı. 1954'te ise Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görüldü. Seyahatlerine ve serüvenlerine de devam eden Hemingway, bu yolculuklarından birinde uçak kazası geçirerek yaralandı. 1950’lerin ikinci yarısında alkolizmin de etkisiyle ruhsal ve fiziksel sağlığı gittikçe kötüleşti. 1928 yılında Paris’t Ritz Otel’e bıraktığı iki sandığı bulduktan sonra anılarını yazmaya başladı fakat anılarını yazarken depresyona sürüklendi. Evinin sürekli ziyaretçi ve turistlerle dolmasından ötürü rahatsız oluyordu. Idaho’da ev aldı, oraya temelli taşınmayı düşünmeye başladı. 1959’daki Küba devriminden sonra Küba’ya gelip gitmeye devam etti. Küba'daki yeni rejim Amerika mülklerini devletleştirmeye karar verince kesin olarak İdaho’ya taşındı. Ruhsal sağlığı kötüye gitti. Bir gün eşi onu evin mutfağında elinde tüfekle bulunca hastaneye kaldırılıp elektro şok tedavi gördü. Taburcu olduktan iki gün sonra 1961’de evinde kendini av silahı ile vurarak hayatına son verdi. Kavak (anlam ayrımı) Menemen, İzmir Menemen, Türkiye'nin İzmir ilinin bir ilçesidir. İzmir il merkezine (Konak) 33 km. uzaklıktadır. Nüfusu 2015 yılı itibarıyla 156.974 kişidir. Çileği, testileri ve diğer çömlekçilik ürünleri ile ünlü, Türkiye genelinde daha ziyade geçmişte yaşadığı dramlarla tanınan, günümüzde de Menemen Serbest Bölgesi ile geleceğe bakan bir merkezdir. Cumhuriyet tarihinin en önemli olaylarından biri olan ve laik devlet düzenine karşı çıkan Menemen İsyanı burada yaşanmıştır. 16 Haziran 1919 günü, işgal esnasında halka itidal telkin etmiş bulunan Menemen Kaymakamı Kemal Bey ve maiyetindeki 6 jandarma şehit edilmişti
r. 17 Haziran 1919 günü Bergama baskınında hezimete uğrayarak dönmüş bulunan Yunan birliklerinin Menemen'de gerçekleştirdikleri, muhtemelen 1000'e yakın kişinin bir gün içinde öldürüldüğü katliam Ege Bölgesi'de işgal döneminin en kara sayfalarından birini oluşturmuştur. İşgale rağmen Menemenli hiçbir zaman Yunan buyruğu altına girmemiş zaman zaman dağlara çıkarak Yunan askeri birliklerine baskınlar yaparak zayiatlar verdirmişlerdir. Menemen, Kurtuluş Savaşı sonrasında zafer kazanan Türk Ordusu'nun 9 Eylül 1922'de şehre girmesiyle tekrar bağımsızlığına kavuşmuştur. 9 Eylül günü Menemen'in kurtuluş günü kabul edilmiştir. 1930'da Menemen Olayı ilçede yaşanmıştır. Dere otu Dere otu ("Anethum graveolens"), maydanozgiller (Apiaceae) familyasından anavatanı Asya olan tek yıllık bir bitki türüdür. Anavatanı Avrupa'nın güneyi ve Asya'nın batısıdır. Türkiye'de de yabani olarak bulunduğu gibi, kültür bitkisi olarak bahçelerde de yetiştirilir. Kökleri iğ şeklinde ve beyazımsıdır. 120 cm'ye kadar yükselebilen sap, yuvarlak beyaz ve yeşil uzunlamasına çizgilidir. Esas yapraklar genellikle 3-4 parçalıdır. Alt yapraklar saplı, üst yapraklar sapsızdır. Yaprak kısmı beyaz kenarlı, kısa ve ucunda iki kulakçık oluşturur. Kültürü yapılan dereotunun çiçek salkımı oldukça büyüktür. Ortalama çapı 20 cm'dir. Görünüşü her yana dağılmış ışınımsıdır. Çiçekler küçük hermafrodittir. Çanak yapraklar dumura uğramıştır. Taç yapraklar kirli sarı renktedir. Meyve yumurta şeklinden dar veya geniş eliptik şekle kadar değişir. Üst taraftan hafif basık, 3–5 mm uzunlukta, 1,5-3,5 mm genişlikte sarı kahverenginden kırmızı kahverengine kadar farklılık gösterir. Kenarları geniş ince düz ve sarımsı kanatla çevrilmiştir. Ticarette genellikle meyveler ayrılmış olarak bulunurlar. Ayrılmış olan meye sırt taraftan kuvvetlice basıktır. Beş esas damardan üçü sırt tarafındadır. Meyve büyüklükleri çok değişiktir. Küçük formlarda uzunluk 2,90-3,28 mm, genişlik 1,68-1,96 mm; büyük formlarda ise uzunluk 3,64-4,08 mm, genişlik 2,52-2,56 mm kadardır. Dere otu bitkisinin yapraklarının ya da tohumlarının kurutulmasıyla baharatı elde edilir. Genellikle balık ve deniz ürünlerinden yapılan yemeklerde kullanılır. Ayrıca zeytinyağlı yemeklere de hoş bir tat ve koku verir. Meteoroloji mühendisliği Meteoroloji mühendisliğinin temel konusu atmosfer olayları ve atmosferdeki olayların yeryüzündeki etkileri üzerine araştırma ve eğitim yapmaktır. Meteoroloji mühendisleri çalıştığı kurumlarda geniş coğrafi alanlarda sıcaklık, yağış, basınç, nem, don vb. yönlerden meydana gelen değişmeleri inceler, bölgelerin sıcaklık, yağış, basınç, nem, uçuş, haritalarını hazırlarlar. Hava değişikliklerini önceden kestirmeye çalışır; atmosferdeki elektrik ve nem mekanizması üzerinde incelemeler yapar. Meteoroloji mühendislerinin uçuş hareket uzmanlığı, rüzgar ve güneş enerjisi gibi konularda özel sektörde çalışma imkânları giderek artmakta ve şu an hem özel sektör, hem de kamu kurum ve kuruluşlarında önemli miktarda meteoroloji mühendisi açığı bulunmaktadır. Meteoroloji mühendisliği programının birinci yılında, fen bilimleri, matematik, bilgisayar gibi temel mühendislik ve bilim dersleri okutulur. Öğretimin diğer yıllarında ise meteoroloji, iklim, iklim modellemesi, hava kirliliği, hidroloji, güneş ve rüzgar enerjisi, vb. çeşitli uzmanlık alanlarında dersler verilir. Özellikle "dinamik meteoroloji" meteoroloji mühendisleri için son derece önemlidir. Meteoroloji programını bitirenlere "Meteoroloji Mühendisi" unvanı verilir. Meteoroloji mühendisi çalıştığı kurumda geniş coğrafi alanlarda sıcaklık, yağış, elektrik basınç, nem, don vb. yönlerden meydana gelen değişmeleri inceler; bölgenin sıcaklık, yağış, basınç, nem haritalarını hazırlar, hava değişikliklerini önceden kestirmeye çalışır. Meteoroloji teknik bir alan olup meteoroloji mühendisleri çeşitli dallarda uzmanlaşabilmektedirler. Örneğin sinoptik meteoroloji bir uzmanlık alanı olup dünyanın çeşitli meteoroloji istasyonlarından gelen gözlem raporlarının yorumlanması, belli bir bölge için kısa ve uzun vadeli hava tahminleri yapılması ile ilgilidir. Klimatolog belli bir bölgenin uzunca bir süre sıcaklık, güneş ışığı, yağış miktarı, bağlı nem ve yağmur durumuna ilişkin geçmiş kayıtlarını toplar, değerlendirir ve tarım, hayvancılık, ticaret vb. alanlarda kullanılmak üzere hava tahmin raporları hazırlar. Dinamik meteorologlar hava ve akımlarına ilişkin fiziksel kanunları incelerler. Fiziksel meteorolog atmosferin kimyasal bileşimini, elektrik, ses ve ışık özelliklerini inceler. Endüstriyel meteorologlar ise hava kirlenmesi ve duman kontrolü üzerinde çalışırlar. Meteoroloji mühendislerinin hava tahmin merkezlerinde çalışanları, atmosferdeki değişiklikleri doğru ve ayrıntılı bir biçimde saptayabilmek için günün 24 saatinde çalışma halindedir. Bu nedenle meteoroloji mühendisleri bulunduğu yere göre nöbetleşerek görev yaparlar. Gece ve hafta sonu nöbetleri de olabilir. Meteoroloji mühendisliği mezunlarının en çok aşağıdaki özel sektör ve devlet kuruluşlarında görev aldıkları belirlenmiştir: Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü (DMİ), Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü (DSİ), Çevre Bakanlığı ve İl Çevre Müdürlükleri, Elektrik İşleri Etüt İdaresi, Üniversiteler, Türkiye Elektrik Dağıtım Kurumu, Tarım Bakanlığı, Orman Genel Müdürlüğü, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, Havacılık ve Uzay Ajansları, Türk Silahlı Kuvvetleri, Devlet Oseanografi Dairesi, Türk Hava Yolları, Kitle İletişim Kurumları, Özel Televizyon Kanalları, Hidrolik, Rüzgar ve Güneş Enerji ile ilişkili özel sektör ve devlet kuruluşları. Gezegen Gezegen veya seyyare, bir yıldızın etrafında dolanan gök cismidir. Dar anlamıyla, Güneş Sistemi içinde, Güneş'in doğrudan uydusu olan ve Uluslararası Gökbilim Birliği (IAU) tarafından bu tanıma uygun bulunmuş sekiz gök cismini belirlemede kullanılır. Güneş Sistemi'nde, resmî olarak kabul edilen 'sekiz gezegen'den başka, bu cisimlerle boyut, yörünge ve fiziksel özellikler açısından aynı gruba konabilecek yeni gök cisimlerinin keşfedilmesi, bir yandan da başka yıldızların etrafında da Güneş Sistemi gezegenlerine benzer gök cisimlerinin dolandığının saptanması, 'gezegen' tanımının sınırlarının bulanıklaşmasına neden olmuştur. Uluslararası Gökbilim Birliği'nin (IAU), kabul ettiği Güneş Sistemi'nin sekiz gezegeni, Güneş'e yakınlık sıralarına göre şunlardır: Bu sekiz gezegenin dışında daha önce gezegen olarak tanımlanan Plüton IAU'nun yeni tanımlamasına göre Cüce Gezegen olarak kabul edilmektedir. Bu gezegenlerin en büyüğü Eris'tir. 1995 yılında Michel Mayor ve Didier Queloz tarafından 51 Pegasi adlı yıldızın çevresinde dönen bir gök cismi keşfedildiğinde, bu cismin 'gezegen' olarak tanımlanması uygun görüldü. 1995-2005 yılları arasında yapılan gözlemlerle, 100'ü aşkın değişik yıldız çevresinde dolanan 150'den fazla gezegen bulundu. Güneş Sistemi gezegenleri ile karıştırılmaması için bu cisimlere 'Güneş dışı gezegenler' veya Güneş Sistemi dışı gezegenler adı verilmektedir. Yine karışıklığı önlemek amacıyla, bu tür gezegenlerin yıldızları ile birlikte oluşturdukları sistemlere genel olarak gezegen sistemi ya da 'yıldız sistemi' adı verilmektedir. 'Güneş Sistemi' adı ise, yalnızca özel ad olarak Güneş ve uydularının oluşturduğu gezegen sistemini tanımlamada kullanılır. Güneş dışı gezegen, Güneş Sistemi'nin dışında ve başka bir yıldızın yörüngesinde bulunan gezegendir. 1990'lı yıllarda teknolojinin yeteri kadar gelişmesiyle ilk defa dolaylı olarak bir Güneş dışı gezegen tespit edilmiştir. Bugüne kadar 800'den fazla Güneş dışı gezegen tespit edilip doğrulanmıştır. Bu gezegenler Güneş Sistemi'nin gezegenlerine nazaran çok uzakta olmasından dolayı çoğu Jüpiter'i andıran gaz devleridir. 1992 yılında, o ana kadar Kuiper Kuşağı'nın bilinen tek üyesi Plüton gezegeni iken, (15760) 1992 QB geçici adıyla tanınan 'ilk Kuiper Kuşağı cismi'nin bulunması ve bunu kısa sürede çok sayıda yenilerinin izlemesi ile bu yeni gök cisimi sınıfı bir kavram olarak netleşmeye başladı. Plüton konusunda bilimsel anlamda bir bildiri yayınlamak zorunda kaldı. 2003 yılında Plüton'un yarısı çapındaki 50000 Quaoar'ın, 2004'te ise neredeyse Plüton büyüklüğünde 90377 Sedna'nın keşfi, Plüton'un diğer Kuiper Kuşağı cisimlerinden (Kuiper Belt Objects-KBO) fazla ayrıcalıklı olmadığını göstermesi bakımından önemli görüldü. 29 Temmuz 2005'te açıklandı. Bunlardan 2003 UB adlı olanı, Plüton'dan daha büyük olması nedeni ile bazılarınca 10.cu gezegen ilan edilirken bir yandan da Plüton'un gezegen sıfatının gözden geçirilmesi tartışmaları yeniden alevlendi. Henry Ford Henry Martin Ford (30 Temmuz 1863 - 7 Nisan 1947), otomobil üreticisi Ford Motor Company'nin kurucusu. Ransom Eli Olds'un kendine ait Oldsmobile isimli otomobil firmasında 1902'de basit tarzda geliştirdiği yürüyen bant tekniğini, zaman içerisinde Ford tutarlılıkla mükemmelleştirdi. Ford'un otomobil üretim taslağı sadece sanayi üretimini değil, kültürü de etkiledi (Fordizm). 1879 yılında evinden ayrılarak makinistliği öğrenmek için yakınındaki Detroit'e yerleşen Ford, öğreniminden sonra Westinghouse Company'de iş bularak benzin motorları üzerine çalışmalar yaptı. Clara Bryant ile evliliğinden sonra maddi durumunu kendine ait bir kereste fabrikasıyla iyileştirdi. Thomas Alva Edison'in kurduğu "Edison Illuminating Company'de" 1881 yılında mühendisliğe başladı. Dünyaca ünlü buluşcu Edison ile Ford sonraki yıllarda arkadaş oldular. Baş mühendisliğe terfisinden sonra yakıt motorları üzerindeki şahsi araştırmalarına yeterince zaman ve para ayırabilen Ford, "Quadricycle" isimli aracının gelişimini 1896 yılında tamamladı. Söz konusu başarının ardından Edison Illuminating'den ayrılarak, başka yatırımcılarla birlikte 1899 yılında "Detroit Automobile Company'i" kurdu. Kendi modellerinin üstünlüğünü göstermek amacıyla araçlarını başarıyla diğer üreticilerin araçlarıyla yarıştırdı. Ancak 1901'de Detroit Automobile Company iflas etti. 1903'te Henry Ford 11 yatırımcıyla birlikte 28.000 Dolar sermayeyle "Ford Motor Compan
y'i" kurdu. Şirket tarafından 1908'de piyasaya sürülen "Modell T" 1913'e kadar üne kavuştu ve ABD yollarının her yerinde yaygındı. Aynı yıl Ford'un fabrikalarında yürüyen bantlı üretimi başlatması verimliliği yüksek derecede çoğalttı. 1918 yılında ABD'de kullanılan arabaların yarısı "Modell T" idi. Aynı modelden 1927 yılına kadar 15 milyon araç satılarak 45 yıl süre tutulacak rekor kırıldı. Henry Ford'un çalışanlarına karşı özel bir tutumu vardı. Çalışanların 1913 yılında 8 saatlik çalışma gününe karşı aldıkları 5 US Dollar günlük ücret, 1918 yılında o zamana göre olağanüstü miktar olan 6 Dolara yükseldi. Ayrıca Ford çalışanlarına kara katılım arz ediyordu. Öte yandan fabrikalarında sendikalaşmaya kesinlikle karşı olan Ford, sendika faaliyetlerini önlemek için Harry Bennett'i işe aldı. Bennett sendika örgütlenmelerini yıkmak için yıldırma stratejileri izledi. "United Auto Workers"'in 1941'de yürüttüğü grevin sonunda bazı Ford fabrikalarında toplu sözleşmeler üzerinde anlaşılabilindiyse de, sendikal örgütlenme ancak Ford ve Bennett'in 1945'de şirketten ayrılışından sonra fabrikalarda büsbütün yayıldı. 1947 yılında hayatını kaybetti Çok geniş araştırmalar yaptırarak hazırladığı Beynelmilel Yahudi adlı eseri büyük yankı yapmıştır. Menemen Çiğli (anlam ayrımı) Çiğli şu anlamlara gelebilir: Pornografi Pornografi ya da kısaca porno, cinsel anlamda tahrik etmek amacıyla insan vücudunu veya cinselliğin mahremini yansıtma. Pornografi, yazı, fotoğraf, çizim, film, animasyon veya ses gibi iletişim araçlarından herhangi birini kullanabilir. Pornografi kavramı, erotizme yakın olmakla beraber, sınır tanımayışı açısından farklılık arzeder. Yunanca kökenli pornografi Türkçeye Fransızca "pornographie" sözcüğünden geçmiştir. Yunanca πορνογραφια (pornographos) sözcüğü, "porne" (fahişe) ve "graphein" (yazmak) sözcüklerinin birleşiminden oluşur ve ""fahişelerle ilgili yazılar"" anlamına gelir. Cinsel içerikli sanatın tarihi, sanat tarihi ile yaşıttır. Mahrem fotoğraflar, fotoğraf makinesinin başlangıcından beri vardır ve ilk filmlerde de çıplaklık ve cinsellik oldukça yaygındır. Yontma Taş Devri sanatında çıplaklığı ve cinselliği gösteren sahneler meydana getirilmiştir. Fakat bu görüntülerin insanı tahrik etme amacından çok ruhani önemi belirttiği düşünülür. Pompeii'deki harabe Roma yapılarının duvarlarında birçok pornografik görüntüye rastlanabilir. En ilginçlerinden biri de her kapısının üstü cinsel fresklerle donanmış bir genelevdir. Ayrıca Pompeii`de yol kenarlarına yapılmış genelevlere ve eğlence yerlerine giden yolu gösteren testisler de görülebilir. Ayrıca Alman arkeologlar 4 Nisan 2005'te yaptıkları açıklamada 7200 yıllık pornografik kalıntılar bulduklarını açıklamışlardır. 20. yy'a gelindiğinde ise 1920'lerde çıkmaya başlayan pornografik çizgi romanları ABD'de yayınlanmaya başlamış ve artık bu yüzyılın ikinci yarısında Playboy ve Modern Man gibi erkek dergileri çıkmaya başlamıştır. Bu dergilerde çıplak veya yarı çıplak kadınların, kendilerini okşarkenki halleri bulunur, üreme organları görünmezdi. Fakat 1960'ların sonunda Penthouse çıtayı yükseltmiş ve 1990'lara gelindiğinde grup seks ve lezbiyenlik dahil porno birçok farklı tür yer almıştır. Pornografik görüntülere düşkünlük, erkeklerde, kadınlardan daha yaygındır. Yapılan araştırmalar, erkeklerin çıplak insan resimlerine bakmak için ufak bir miktar para ödemeye razı olduğunu, kadınların ise ancak para karşılığında resimlere bakmaya razı olduklarını ortaya çıkarmıştır. Maymun ve insansı maymunların da pornografiye insana benzer tepkiler verdiği ortaya çıkmıştır. Erkek maymunlar, kendilerine gösterilen resimler arasında en çok karşı cinsin kaba etine ve gruptaki baskın erkeğin yüzüne ilgi göstermişlerdir. Batı Avustralya Üniversitesi`nde yürütülen araştırmada belli bir cinse (kadın veya erkek) spesifik pornografinin sperm üzerindeki etkisi incelendi. Araştırmada bir gün heteroseksüel erkek deneklere üç kadının yer aldığı pornografik bir film izletildi. Başka bir gün aynı deneklere iki erkekle bir kadının yer aldığı bir film izletildi. Spermin erkekleri eylem üzerinde izledikleri zaman aktif bir hale geldiği gözlendi. Çalışmanın lideri Leigh Simmons, "İki erkek ve bir kadını izleyen deneklerde mastürbasyon ejakulasyonunda sperm hareketliliğinin arttığını gördük." diyor. Simmons`a göre bunun sperm yarışıyla ilgisi var. Erkek türünün geçmişinde kadınların payına, belirli bir zaman diliminde birden fazla erkek düştüğü için en hızlı yüzen spermin yumurtayı dölleme şansına sahip olması doğal bir sonuçtur. Bilim adamları zaman içinde spermlerin bu türlü bir yarışta başarılı olmak için hızlarını artırdığını düşünüyor. Böylece başka erkeklerin ilişki kurarkenki görüntülerini izleyen denekler, karşılarında bir yarış olduğunu düşünüp spermlerine hız vermiş olabilirler. Doğadaki diğer hayvanların da spermleri rakiplerinin karşısında harekete geçiyor olduğu (sadece hız bazında değil, kandırma da genel bir tepkidir) düşünülürse, insanın bu konuda da hayvan gibi davrandığı daha akla yatkın görünür. Pornografi sektörü o kadar ilerlemiştir ki uzayda porno çekme aşamasına gelmişlerdir. Palearktik bölge Palearktik bölge, Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika'yı içine alan bölge. Güney çöl kuşağına kadar uzanır. Büyük Sahra, Arabistan ve İran çölleriyle Çin bu bölgenin içindedir. Wallace'ye göre dört alt bölgeye ayrılır: 1 - Avrupa Bölgesi: İspanya, İtalya, Türkiye, Yunanistan ve Bulgaristan hariç geriye kalan Avrupa'yı Ural dağlarına kadar içine alan bölgedir. 2 - Akdeniz Bölgesi: Afrika kıtasının ve Arap yarımadasının yengeç dönencesi üzerinde kalan kısmını, Fransa hariç Akdeniz ülkelerini, İranı, Azerbaycanı, Kafkasları, Karadenizin Romanya ve Ukrayna kıyıları dışında kalan kısımlarını içine alan bölgedir. 3 - Sibirya Bölgesi: Asya kıtasının Himalayalar, Çin Seddi, Japonya, İran ve Azerbaycan'ın dışında kalan kısmıdır. Hazar Denizi tamamı ile bu bölgededir. 4 - Mançurya Bölgesi: Çin'i ve Kore'yi içine alan kısım. Avrupa ve Akdeniz Bölgesi ise birlikte Batı Palearktik (E. Mayr) bölgeyi oluşturur. Batı Palearktik bölge özellikle ornitoloji (kuş bilimi) bilimi için çokönemli bir yere sahiptir. Meşcere Yaş, ağaç türü kombinasyonu, büyüme ya da kuruluş şekli, bunların hepsi veya bir kısmı ile kendisini çevresinden açık olarak ayıran ve en az bir hektar büyüklükte olan orman parçasıdır. Flora (botanik) Flora ya da bitey bir ülke, bir bölge veya belirli bir yöredeki bitki,mantar ve bakteri türlerinin tümüne verilen ad. Sözcük Latince’den alınmıştır; Flora, Roma mitolojisinde bitkiler ve ilkbaharın tanrıçasına verilen isimdir. İlgili bir terim olarak Fauna da hayvan topluluklarını tanımlar. (Türkiye'nin flora bölgeleri için bkz. Türkiye biteyi) Nikola Tesla Nikola Tesla ( Sırp Kiril: Никола Тесла, 10 Temmuz 1856, Smiljan (Gospić) – 7 Ocak 1943, New York), Sırp kökenli Amerikalı mucit, fizikçi ve elektrofizik uzmanı. Aslında dünyadaki bilim ve teknoloji yapısını tam anlamıyla 'kökünden' değiştirebilecek birçok 'kullanılan ve kullanılmayan' deneye/buluşa da imza atmıştır. Özellikle 'elektriğin kablosuz taşınabilmesi' gibi bir buluşu ve bunu kanıtlaması onun ne kadar benzersiz bir mucit olduğunu açıklar. Thomas Edison ile arasında amansız bir bilimsel mücadele geçmiştir. Elektrik üzerine yaptığı sayısız deneyler ve buluşlar vardır. 7 Ocak 1943 itibarıyla, yirmi altı ülkede kendisine ait üç yüze yakın patenti bulunmaktaydı. New York'da ve çoğu eyalette 10 Temmuz, Tesla Günü olarak kutlanır. Manhattan'da 40.Sokak ve 6.Cadde köşesine ismi verilmiştir. Time dergisi 1931 yılında, Tesla'nın doğumunun 75. yıldönümünde kapak resmi olarak onu seçmiştir. Babası bir papaz olan Tesla'nın annesi okuyup yazamamasına karşın, halk arasında pratik ev gereçleri mucidi olarak bilinirdi. Nikola'ya göre annesi, yaratıcı dahi olmaya adaydı. Babası her zaman papaz olmasını istiyordu, Tesla ise mühendislik okumayı istiyordu. Tesla ölümcül bir hastalık sırasında, mühendislik okursam çok daha iyi olurum demiş, babası da onu kıramamıştır. Annesinin de desteğine sahip olan Tesla, fizik ve matematikte bilgisini arttırırken Graz'daki Politeknik okuluna girdi ve Prag Üniversitesi'nde eğitimini sürdürdü. Yabancı teknik yapıtları okuyabilmek için, orada, yabancı dil kursunu sürdürdü. Anadili olan Sırpça ve ailece bildikleri Almancaya ek olarak İngilizce, Fransızca ve İtalyancayı da öğrendi. Nikola ailedeki beş çocuktan biriydi. İlk soyadı Draganic olup daha sonra reşit olunca bu soyadını kullanmak istemediği için mahkemeye başvurup Tesla olarak değiştirmiştir. Bir büyük erkek kardeşi vardı ve adı Dane (Daniel) idi. Ağabeyi, Nikola 5 yaşındayken ölmüştür.Öldüğü sırada Dane, henüz 12 yaşındadır. Ağabeyi Dane ata binme kazası yüzünden öldü. Bazı kaynaklar da ağabeyi ata bindiği sırada Tesla'nın atı korkutmasından dolayı kazaya neden olduğu söylenir. Ağabeyini henüz çocukken kaybettiği için Tesla'da birçok takıntı oluşmuş ve şizofreniye yakın belirtiler göstermiştir. Milka, Angelina ve Marica isminde üç kız kardeşi vardı. Ailesi 1862 yılında Gospić'e göç etti. Tesla okula Karlovac'ta gitti. Tesla Avusturya Graz Politeknik'e 1875 yılında başladı burada elektrik üzerine olan bilgisini arttırdı. Ancak kişisel takıntıları ve asosyalliği nedeniyle üçüncü sınıfın ilk döneminden itibaren okulu bıraktı. Kimi çevreler okulu bitirdiğini söylese de üniversite Tesla'nın mezun olmadığını ve okula 1878'in ilk döneminden sonra devam etmediğini bildirmiştir. Ailesiyle ilişkisini keserek bir oto mühendislik firmasında çalışmaya başlayan Tesla bu dönem oldukça ağır bir depresyon dönemi geçirdi. Daha sonra babasının isteği üzerine Prag'ta Charles Ferdinand Üniversitesi'ne başladı. Burada bir yaz dönemi öğretimine devam etti ve babasının ölümü üzerine okulu bıraktı. Sonra Paris'te bir telefon şirketinde çalışmaya başladı. Burada doğru akım motorları ve dinamolar konusunda geniş ve önemli tecrübeler edindi. Oradayken çalıştığı döner makinelerini korumak için regüle edici kontrol cihazları icat etti. Nik
ola Tesla'ya göre bu doğru akım uygulanan doğru sistem değildir. Hem jeneratör (üreteç) hem de motordaki komütatörü ortadan kaldırmak ve alternatif akımı tüm sistemde kullanmak daha akla uygun gelmekteydi. Fakat hiç kimse alternatif akımda çalışabilen bir motoru oluşturmamıştı ve Nikola Tesla bu sorunu çok düşündü. 1882'nin Şubat ayında, Budapeşte'nin bir parkında Szigetti adında bir sınıf arkadaşı tüm elektrik endüstrisinde devrim yapacak olan "Dönen Manyetik Alan"ı bulmuştu. Dönen elemana bağlantı gereği olmayacaktı. Komütatör yoktu artık. Daha sonradan tüm alternatif akım elektrik sistemlerini tasarladı. Alternatörler, elektrik enerjisinin ekonomik iletimi ve dağıtımı için gerilim yükseltici ve alçaltıcı transformatörler ve mekanik güç sağlamak için alternatif akım motorları. Dünyanın her tarafında harcanıp giden su gücünün bolluğundan esinlenip, gerekli olan yerlere enerji dağıtabilen hidroelektrik santralleriyle bu büyük gücün elde edilmesini tasarladı. "Budapeşte'de" ""Bir gün Niyagara Çağlayanı'nı elektrik elde etmek için kullanacağım"" diyerek dinleyenleri şaşırttı. Floresan , radar, MRI, Nikola Tesla'nın teorileri kaynaklık edinilerek yaratılmış projelerdir. Kendi deyimiyle zihninde çakan şimşekler çoğu zaman rehberi olmuştur. Bunlardan ışık patlamaları olarak bahseder; O günlerde genellikle doğru akım, ısıtmaya, aydınlatmaya, güç sağlamaya ve iletmeye en uygun yol olarak bilinirdi. Fakat doğru akımla direnç kayıpları o kadar büyüktü ki, her mil kare için bir güç santraline gerek vardı. İlk akkor ampuller (110 Volt'ta), güç santraline yakın olsalar bile parlak ve bir milden daha uzaklıktakiler ise kaybolan güce bağlı olarak sönük yanıyorlardı. Elektrik mühendisliğini bırakıp, 1884'te cebinde sadece 4 sentle New York'ta gemiden ayrıldı. Tecrübesi onu doğru akım motorları ve dinamolardaki komütatör sorunlar yaratan, gereksiz bir karışıklık inandırmıştı. Doğru akım üretecinin bir komütatörle dış devrede tamamen aynı yöne akan dalga dizileri şeklinde alternatif akım oluşturduğunu gördü. Motorda dönme hareketini sağlayacak bir doğru akım elde etmek için, yöntem tersine çevrilmeliydi. Her elektrik motorunun endüvisi, motora alternatif akım beslemek için döndüğü anda manyetik yönlerini değiştiren, döner komütatöre sahipti. Bir yıl boyunca, Tesla, bu yabancı ülkede açlıktan korunmak için mücadele etti. Bir süre çukur kazarak geçimini sağladı. Fakat birlikte çalıştığı çukur kazıcı, Western Union'un ustası, yemek saatlerinde Nikola Tesla'nın ilgilendiği yeni elektrik sistemlerinin hayali tariflerini dinleyerek, bu konu üzerinde bir plan yaptı. Nikola Tesla'yı A.K.Brown adlı firmanın sahibiyle tanıştırdı. Nikola Tesla'nın parlak planlarıyla büyülenerek, Brown ve bir ortağı büyük bir atılım yapmaya karar verdiler. Ortaya belirli bir miktar para koydular ve Nikola Tesla, Batı Broadway'de bir deney laboratuvarı kurdu. Orada Nikola Tesla jeneratör, transformatörler, iletim (transmisyon) hattı, motorlar ve ışıklar gibi tasarladığı sistemlerin tümünün planlarını hazırladı. Hatta iki ve üç fazlı sistemleri de tasarladı. Cornell Üniversitesi'nden Profesör W.A. Anthony yeni alternatif akım sistemini sınadı ve derhal Nikola Tesla'nın senkron motorunun en iyi doğru akım motoruna eşit yeterlikte olduğunu açıkladı. O zaman Nikola Tesla bütün kısımlara sahip tek bir patent altında sistemini tescil ettirmek istedi. Patent Bürosu her önemli fikir için ayrı bir dilekçeyle başvurulmasında ısrar etti. Nikola Tesla, 1887'nin Kasım ve Aralık ayında dilekçelerini verdi ve daha sonraki altı ayda yedi tane ABD patenti aldı. 1888'in Nisan ayında çok fazlı sistemini de içeren dört ayrı patent için başvurdu. Bunlar da hızla, bekletilmeden verildi. Yılın sonuna kadar 18 patent daha aldı. Bunları, çeşitli Avrupa patentleri izledi. Bu kadar hızla dağıtılan bu patent çığırının, eşi görülmemişti. Fikirler ilginç ve bir o kadar farklıydı, bir çelişme ya da bir tahmin yoktu. Bu yüzden patentler tek bir tartışma bile yapılmadan verildi. Bu sırada Nikola Tesla, New York'da AIEE (Şimdiki IEEE)'nin bir toplantısında çok gösterişli bir konferans verip, tek ve çok fazlı alternatif akım sistemlerinin gösterisini yaptı. Dünya mühendisleri, muazzam gelişmenin kapısını açarak, telle yapılan elektrik enerjisi iletimindeki sınırlamaların giderilmiş olduğunu gördüler. George Westinghouse, alternatif akım konusunda uzman olan çalışanı William Stanley, Jr. istifa edince, Nikola Tesla'nın çalışmalarını inceleyip ondaki potansiyeli fark etti. laboratuvarlarına gitti ve Nikola Tesla ile tanıştı. Westinghouse, alternatif akım patentleri için bir milyon dolar nakit ve her satış üzerinden 2,5 dolar teklif etti. Ve Tesla'yı 1 yıllık işe aldı. Ülke çapındaki Westinghouse yatırımlarının başarısı, gelişen elektrik endüstrisinde rakip durumunu korumak için General electric, Westinghouse'dan bir lisans almak zorunda kaldı. Bazı kaynaklarda Westinghouse'un iflasın eşiğine geldiği için Tesla'dan sözleşmesinden vazgeçmesi durumunda 1 Milyon dolar ödeme teklif etmiş, Tesla'nın teklifi kabul edip etmediğini bilinmese de kontrattan vazgeçildiği biliniyor. 1890'da, uluslararası Niagara komisyonu elektrik üretmek için, Niagara çağlayanının gücünü kullanmak amacıyla çalışmaya başladı. Bilgin Lord Kelvin, komisyonun başkanlığına atandı ve derhal doğru akım sisteminin en iyi olacağına dair açıklamasını yaptı. Fakat güç, 26 mil uzaklıktaki Buffalo'ya iletilecekti. Bu durumda alternatif akımın gerekliliğini kabul etti. Westinghouse, on tane 5000 beygir gücündeki hidroelektrik jeneratörü için ve General Electric ise iletim hattı için kontrat yaptılar. Bu sistem iletim hattı, yükseltici ve alçaltıcı transformatörler Nikola Tesla'nın 2 faz projesine uygundu. Hareket eden parçaları azaltmak için, dıştan dönen alan ve içi sabit armatürlü, büyük alternatörler planlanmıştı. O zamana kadar bu büyüklükte bir proje yapılmadığı için, bu tarihi proje heyecan yarattı. Dakikada 250 devir yapan, her biri 1775 amper veren, 2250 Volt'luk on büyük alternatör, iki fazlı 25 Hz (Hertz)'de 50.000 beygir gücü veya 37.000 kW'lık çıkış oluşturuyordu. Rotorların her biri, "3 metre" çapında, "4,5 metre" uzunluğunda (düşey jeneratörlerde 4,5 metre yükseklik) ve 34 ton ağırlığındaydı. Sabit parçaların her biri 50 ton ağırlığındaydı. Gerilim, iletim için 22.000 Volt'a çıkarıldı. Nikola Tesla, alternatif akım ve yüksek frekansla ilgili olarak aşağıdaki sözleri söylemiştir; Sonradan, Telsiz denilen, radyo alanında Nikola Tesla'nın öncülüğü, Mors koduyla yapılan haberleşmeden de ileri gitti. 1898'de New York şehrinin Madison Parkı'nda (Madison Square Garden) telsiz ile uzaktan kontrollü, parlak bir gösteri düzenledi. Geleneksel Elektrik Fuarı'nın geliştiği yer ve genellikle Barnum-Bailey sirkinin çalıştığı büyük alanın ortasına büyük bir tank koydu ve suyla doldurdu. Bu küçük gölün üzerine, yüzmesi için, 1 metre uzunluğunda anten direği olan bir tekne koydu. Teknenin içinde bir radyo alıcısı vardı. Nikola Tesla, seyircilerin isteği doğrultusunda ileri gitme, sağa veya sola dönme, durma, geri gitme, ışıkları yakıp söndürme gibi çeşitli şeyleri uzaktan radyo kontrol sayesinde yaptı. Unutulmaz gösteri tüm seyircileri hayran bıraktığı gibi günlük gazetelerin ön sayfalarında yer aldı.. Nikola Tesla, araştırmalarında yüksek gerilim ve yüksek frekansın bilinmeyen alanlarına daha çok yer verdi. Yüksek frekans cihazlarını kullanırken, bir elini daima cebinde tutardı. Bütün laboratuvar asistanlarına bu ön tedbiri almalarında ısrar ederdi ve bu kural, bugüne kadar daima gerilim bakımından tehlikeli cihaz etrafındaki uyanık araştırıcılar tarafından da uygulanmaktadır. O zaman yararlanılmamış olmasına rağmen, Nikola Tesla'nın yüksek frekans ve yüksek gerilim alanındaki keşifleri, modern elektroniğin yolunu açtı. Bir yüksek frekans transformatörü ile (Nikola Tesla Bobinleri - "Nikola Tesla Coils") çıplak elinde tuttuğu gazlı tüpü yakacak şekilde vücudundan, zarar vermeden, yüksek gerilimli akım geçiriyordu. O günlerde Nikola Tesla, aslında neon tüpünün ve flüoresan tüpünün aydınlatmasını gösteriyordu. Bazen, frekans aralığının alt ve üst kısımlarında yaptığı denemeler, Nikola Tesla'yı keşfedilmemiş bölgelere yöneltti. Mekanik ve fiziksel titreşimlerle çalışırken, Houston Caddesi'ndeki yeni laboratuvarının etrafında hakiki bir depreme neden oldu. Binanın doğal rezonans frekansına yaklaşan, Nikola Tesla'nın mekanik osilatörü, eski binayı sarsarak tehdit etti. Bir blok ileride, polis karakolundaki eşya esrarengiz bir şekilde dans etmeye başladı. Böylece, Nikola Tesla, rezonans, vibrasyon ve "doğal 7 periyot"a ait matematiksel teorileri ispatladı. Long Island'ın tepelik bölümünde, Wardenclyffe yakınında yavaş yavaş yükselen garip yapı bütün seyredenlerin ilgisini çekerdi. Tek parça olması dışında, büyük bir mantara benzeyen yapı, yerdeki kısmı geniş ve "62 metre" yukarısındaki tepe noktasına doğru daralan, kafes şeklinde bir iskelete sahipti. Tepede "30 metre" çapında bir yarım küreyle örtülüydü. İskelet, bronzdan kalın civata ve bakır lambalarla birbirine bağlanmış, sağlam ağaç kolonlarından yapılmıştı. Yarım küre şeklindeki tepe, üstten yüzeysel olarak bakır bir elekle kaplıydı. Tüm yapıda demir metali yoktu. Mimar Standford White, konuyla o kadar ilgilendi ki, en iyi yardımcısı "W. D. Crow"'u görevlendirerek proje işini ücretsiz yaptı. 34'üncü caddedeki eski Waldorf-Astoria otelinde oturan Nikola Tesla, her gün taksiyle, çarklı araba vapuruna binerek Long Island şehrine giderek, oradan da Long Island demir yoluyla Shoreham'e aktarma yaparak inşaata gidiyordu. Proje kontrolünün aksamaması için, trenin yemek servisi onun için özel yemek hazırlıyordu. Büyük kulenin yakınında, 30 metre karelik tuğla bina tamamlandığı zaman, Nikola Tesla Houston Caddesi'ndeki laboratuvarını binaya taşımaya başladı. Bu sırada radyo frekans jeneratörleri ve onları çalıştıran motorların yapımında bazı gecikmelerle karşılaşıldı. Birkaç camcı, planları hazır olan özel tüpleri şekillendirmeye çalışıyorlardı. Yüksek gerilim ve yüksek f
rekanslı elektrik iletimi konusundaki araştırmalar, Nikola Tesla'yı Colorado Springs yakınlarındaki bir dağın üzerine Dünya'nın en güçlü radyo vericisini kurup çalıştırmaya yöneltti. 60 metrelik direğin etrafında, 22,5 metre çapında, hava çekirdekli transformatörü yaptı. İç kısımdaki sekonder 100 sarımlı ve 3 metre çapındaydı. Üreticisi, istasyondan birkaç mil uzaklıkta bulunan enerjiyi kullanırken, Nikola Tesla ilk insan yapımı şimşeği oluşturdu. Bir direğin tepesindeki 1 metre çaplı bakır küreden, 30 metre uzunluğunda, kulakları sağır eden şimşekler çaktı. 40 km uzaklıktaki kasabalarda bile bu gök gürültüsünün işitildiği kaydedilmiştir. 100 milyon Volt değerinde gerilim kullanılıyordu. İlk denemesinde, vericideki güç jeneratörünü yaktı. Fakat tamir ederek 26 mil uzağa, gücü telsiz ile iletebilinceye dek deneylerine devam etti. O uzaklıkta, toplam 10 "kW"'lık 200 tane akkor ampulü yakmayı başardı. Daha sonra, kendi patentleriyle meşhur olan Fritz Lowenstein, Nikola Tesla'nın yardımcısı iken bu gösterişli başarıya şahit oldu. 1899'da alternatif akım patentleri için Westinghouse'dan aldığı paranın sonunu harcadı. Albay John Jacob Astor, onu mali yönden kurtarmaya geldi ve Colorado Springs'deki denemeleri için 30.000 dolar destek verdi. Sonra bu para da bitti ve Nikola Tesla, New York'a geri döndü. J.P. Morgan, gösterişli başarıları ve şahsiyeti dolayısıyla, Nikola Tesla'nını hayranı olmuştu. Nikola Tesla, kısa zamanda J.P. Morgan'ın sürekli misafiri oldu. Kusursuz giyinişli, birkaç dilde yaptığı kültürlü konuşması ve medeni davranışıyla gösterişli centilmen Nikola Tesla, New York sosyetesinin gözdesi oldu. Nikola Tesla Dünya'nın katmanlarından biri olan iyonosferin insanlığın yararına kullanabileceğini söyleyen ve bunu ispatlayan bilim adamıdır. İyonosfer, 19. yüzyılda keşfedilmiştir, Dünya'nın üzerinde bulunan üçüncü sıra katmandır ve Nikola Tesla'yı ilgilendiren en önemli özelliği elektrik enerjisinin ve radyo, ses ve elektro manyetik dalgaların kablosuz olarak çok uzak bir noktadan diğer noktaya taşımasını sağlamaktadır. Nikola Tesla, iyonosfer ile ilgili çok fazla araştırma yaparak ilk radyo yayın merkezi ve kablosuz elektrik taşıma merkezi olan Shoreham, Long Island'da 1901 ile 1905 yılları arasında Wardenclyffe Kulesi'ni inşa etti. 1890'da Nikola Tesla yüksek frekans alternatif akım üreteçlerini yapmıştı. 184 kutuplu olan bir tanesi 10 kHz'lik çıkış veriyordu. Daha sonra, 20 kHz'e kadar yüksek frekansları elde etti. Ancak on yıl kadar sonra 50 kW çıkışlı radyo frekans üretecini Reginald Fessenden geliştirdi. Bu makine, General Electric tarafından 200 kilo Watt'a çıkarıldı ve Fessenden'in ilk alternatörlerini kuran, çalışmasını kontrol eden adamın adı verilerek, Alexanderson alternatörü satışa çıkarıldı. Hemen hemen dünya kablolarının çoğunu elinde tutan İngiliz iş adamlarının, bu makineye ait patentleri elde etmek üzere olduklarını görünce, Amerika Birleşik Devletleri Donanması'nın acele çağrısıyla "Radio Corporation of America (RCA)" şirketi kuruldu. Yeni firmanın 1919'da kurulmasıyla, Marconi Wireless Telegraph Co. of America firmasının güçlü fakat yetersiz, Marconi kıvılcımlı vericileri, çok başarılı olan radyo frekans alternatörleri ile yer değiştirdiler. Birincisi N.J. New Brunswick'te kuruldu. 200 kilo Watt'da ve 21,8 kilo Hertz frekanslı titreşim oluşturdu ve ticari işte kullanıldı. Bu ilk, sürekli, güvenilir Atlantik aşırı radyo servisiydi. Bu alternatörler, Nikola Tesla'nın kulesinin yerine, radyo merkezinin tüm güçlerini sağladı. Böylece Nikola Tesla'nın Dünya çapında telsiz hayali, 30 yıl sonra, icat ettiği vericinin kullanılmasıyla yeniden gerçekleştirildi. Tesla'nın ölümünden 5 ay sonra Amerikan Yüksek Mahkemesi daha önce Amerikan Patent Ofisi tarafından Marconi adına onaylanan kablosuz iletişim tekniğinin geçersiz olduğuna ve patent hakkının Nikola Tesla'ya ait olduğuna karar vermiştir. 1898 yılında ilk defa uzaktan kumanda ile yönetim sistemini bir araca uygulamıştır. Mayıs, 1898'de Madison Square Garden'da dünyaya bu buluşunu tanıtmıştır. Bahsi geçen araç su üstünde hareket eden ve uzaktan kumanda ile yönetilebilen bir bottur. Projelerinin tanıtımında afili yöntemler uygulayan Nikola Tesla'yı izleyen herkes Nikola Tesla'nın bunu beyin gücüyle yaptığına inanmıştır. Daha sonra Nikola Tesla uzaktan kumandayı açıklamıştır. Bir sene sonra Nikola Tesla uzaydaki hayatın varlığı ile de yakından ilgilenmiş. Dünya'da ilk defa 1899 yılının Mart ayında kendi laboratuvarından uzaya ses dalgaları göndermiştir. Uzaydan kozmik ses dalgalarının kaydını yapmıştır. Bunun duyurusunu yaptığında bilim çevresinden ilgi ve destek görememesinin sebebi o yıllarda kozmik radyo dalgalarının bilim camiasında yeri olmamasıdır. 1917'nin Ağustos'unda uzaktaki cisimlerin üzerine kısa dalga darbeleri gönderip, yansıyan kısa dalga darbelerinin bir flüoresan ekran üzerinde toplanmasıyla izlenebileceklerini açıklamıştır. Nikola Tesla hiç evlenmemiştir. Bekar ve aseksüel olmasının bilimsel yeteneklerine yardımcı olduğunu düşünüyordu. Kolay öfkelenen Nikola Tesla ile Thomas Edison, Waterside Enerji Tesisi ve Allis Charmes Fabrikası'ndaki araştırmalarında onunla çalışan bazı mühendis ve yardımcıları arasında ortaya çıkan sürtüşme, aleyhine oldu. Bugün, düz rotorlu Nikola Tesla türbinlerinin sonucu hakkında hiçbir bilgimiz yoktur. Yıllar geçtikçe, ondan, gittikçe daha az haber alınmaya başlandı. Bazen gazeteci ve biyografi yazarları onu arayıp röportaj yapmak istiyorlardı. Gittikçe garipleşti, gerçeklerden uzaklaştı, aldatıcı hayalciliğe yöneldi. Not alma alışkanlığı edinmemişti. Her zaman tüm araştırma ve deneylerine ait tüm bilgiyi aklında tutabildiğini iddia ve ispat etti. 150 yıl yaşamaya kararlı olduğunu ve 100 yaşının üstüne eriştiği zaman, araştırma ve deneyleri sırasında topladığı bütün bilgiyi etraflıca anlatarak, anılarını yazacağını söyledi. II. Dünya Savaşı sırasında öldüğü zaman, kasasına askeri yöneticiler el koydular ve kayıtların cinsine ait herhangi bir şey duyulmadı. Nikola Tesla'nın kendine özgü bir tutarsızlığı da, kendisine iki şeref unvanı verildiği zaman ortaya çıktı. Birini reddetti. 1912'de Nikola Tesla ve Thomas Edison'un 40.000 dolarlık Nobel Ödülü'nü paylaşmaya seçildikleri açıklandı. Nikola Tesla, bu ödülü de reddetti. Her nasılsa, Thomas Edison'u sevenler tarafından kurulan AIEE Edison madalyasını 1917'de Nikola Tesla'ya layık görüldüğünde, bunu kabul etmeye yanaşabildi. Nikola Tesla'nın aradığı fırsat ve şans kolayca eline geçmedi. O zamanlar New York'da Pearl Caddesi'ndeki ilk laboratuvarında akkor lambası için pazar aramakla meşgul olan Thomas Edison'a rastladığı zaman Nikola Tesla, gençlik heyecanıyla, kendisinin bulduğu alternatif akım sisteminin açıklamasını yaptı. Edison, ""Sen teori üzerinde vaktini harcıyorsun"" dedi. Tesla, Edison’a çalışmalarından ve alternatif akım planından bahseder. Edison alternatif akımla fazla ilgilenmez ve Tesla'ya bir görev verir. Tesla, Edison tarafından kendisine verilen görevi her ne kadar sevmemiş olsa da Edison'un kendisine 50.000 dolar vereceğini öğrenince görevi birkaç ay içinde tamamlar. Doğru akım santralindeki sorunları çözmüştür. Edison’un kendisine söz verdiği ücreti talep ettiğinde, Edison şaşırmış bir şekilde “tam bir Amerikalı gibi düşünmeye başladığında Amerikan şakalarından da anlayabileceğini” söyler ve bir ücret ödemez. Tesla derhal istifa eder. Kısa süren birlikte çalışma dönemini, uzun süreli bir rekabet izleyecektir. 1904'ün Mart ayında, Elektrik Dünyası ve Mühendisliği Dergisinde, Nikola Tesla, Kanada Niyagara enerji firmasının telsiz enerji iletimi sistemini uygulamasını istediğini ve bunun için 10 milyon Volt'luk gerilimde 10.000 beygir gücü dağıtabilecek bir sistem kullanmayı istediğini açıkladı. Niyagara Projesi kâğıt üzerinde belirtildiği gibi asla gerçekleşmedi fakat küçük bir elektrik santrali kuruldu. Fakat, gösterişli Long Island'ın kaderine etki yaptı. Tesla'nın en önemli projesi "Kablosuz Enerji İletişimi" idi. 20 adet ampulü kablo olmadan 25 mil uzaktan yakabildiği kayıtlara geçmiştir. Nikola Tesla, ilk defa elektriğin bir kaynaktan çevreye yayılarak kablosuz ve çok yüksek miktarlarda iletimi söylemiştir. Kağıt üstünde bunu ispatlayan Nikola Tesla daha sonra yaptığı deneylerle de bunu göstermiştir. Kendisinin elinde kablosuz yanan bir ampül tutan fotoğrafı bulunmaktadır. Bu projenin patentini aldıktan sonra Nikola Tesla'nın en büyük destekçisi J.P. Morgan bu kablosuz enerji iletimi ile şirketin ekonomisinin batacağını anlamış ve finansman desteğini kesmiştir. Eğer destek o gün kesilmeseydi, günümüzde insanlar elektriği ücretsiz bir şekilde kablosuz olarak kullanabilecekti. Bu sırada Elektro-adam Nikola Tesla (1904), Mors koduyla sınırlı olan büyük endüstrinin geleceğine ait, uzak görüşünü açıklayan kuramsal broşürünü yayınladı. Bu broşür, Nikola Tesla'nın kahin olduğuna herkesi inandırdı. "Dünya çapında telsiz sistemi"nde, çeşitli olanakları sağlayacak olan özellikler açıklanıyordu. Broşürde, telgraf, telefon, haber yayını, borsa görüşmeleri, deniz ve hava trafiğine yardım, eğlence ve müzik yayını, saat ayarı, resimli telgraf, telefoto ve teleks hizmetleri ile, Nikola Tesla'nın sonradan oluşumunu gördüğü radyo sitesi anlatılıyordu. Sıradışı bir karaktere sahip olan Tesla, para yönetiminde hiçbir zaman başarılı olamadı. Hayatının son yıllarını borçlarından kaçmak için sürekli otel değiştirerek geçirdi. 7 Ocak 1943 tarihinde 86 yaşındayken New Yorker Oteli'nin bir odasında kalp yetmezliği sebebiyle hayata veda etti. Ölmeden önce teleforce silahı adını verdiği bir çalışma yürütmekte olan Tesla'nın bütün dokümanlarına ABD hükümeti tarafından el konuldu.. Tesla'nın geride bıraktıkları ile en çok ilişkilendirilen kurum Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü oldu. Tesla'dan geride kalanlar üzerinde çalışmalara devam edildiği ve geliştirilen teknolojiler olduğu söylentileri bulunmaktadır. Sorgun Sorgun, Yozgat'ın bir ilçesidir. Sorgun ilçesi toponimi açısından incelendiğinde Osmanlı ve o dönemdeki Türk Dünyas
ı kaynaklarında açıklamalar yazılmıştır. Sorgun kelimesinin Osmanlı devrinde asıl yazılışı Sorkun şeklindedir. Sorgun rivayetlere göre Ertuğrul Gazi beyin yiğit alplerinden olan Sordagon dan ismini aldığı bilinir. Bazı kaynaklarda Sorgun, Sorhun şeklinde de görülebilmektedir. Manası Farsça'da "çiçek" ve "söğüt ağacı" anlamına gelir. Türk Dil Kurumu Tarama Sözlüğü'nde Eski Edebiyattaki Sorkun, sorgun, sorhun kelimelerinin geçtiği yazılar gösterilmiştir . Türkiye'de Sorgun ve Sorkun adlı çok sayıda yerleşim yeri bulunmaktadır. Osmanlı Türkçesi ve Farsça'da yazılış şekilleri şöyledir. صورقون (Sorkun), سورقون (Sorkun), صورغون (Sorgun), صورقين (Sorkın), سورخون (Sorĥun). İlçe linyit, uranyum ve toryum açısından zengin bir yeraltı kaynağına sahiptir. Ancak Türkiye'de yeterli teknoloji mevcut olmadığı için uranyum ve toryum çıkarılamamaktadır. Ayrıca şifalı su kaynakları açısından ilçe Türkiye'nin önde gelen merkezlerinden biridir. Yeraltı termal sıcak su Sorgun'un bir bölümünde ısınmada da kullanılmaktadır. İlçe genelinde nüfusun bir bölümü tarımla uğraşmaktadır. Tarımsal işletmeler genelde küçük ve orta değerde olup, bunun yanı sıra kiracılık ve ortakçılık şeklindeki üretim de yaygındır. İlçe bir tahıl ambarıdır. Az da olsa sulu tarımda yapıldığı halde daha çok kuru şartlarda hububat üretilmektedir. Birinci sırayı buğday alır. Bunu arpa ve çavdar üretimi izler. Bunları baklagillerden nohut, mercimek üretimi takip eder. İlçede şeker pancarı üretimi de oldukça fazla olup 1998 yılında Sorgun Şeker Fabrikasının faaliyete geçmesi nedeniyle şeker pancarı üretimi oldukça artmıştır. İlçemizde bağ, bahçe ziraatı daha ziyade aile ve il içi tüketime yöneliktir. Bitkisel üretimin yanında hayvancılıkta önemli yer tutmaktadır. Tarımsal işletmelerin hemen hepsine hayvancılık teşvik uygulamaları ilçede modern hayvancılığa doğru gidişi hızlandırmıştır. Tabii, suni tohumlama, ithal inek dağıtımı ile kaynak kullanımı destekleme fonundan teşvikle modern işletmeler kurulmasına çalışmaktadırlar. İlçede küçükbaş ve büyükbaş çiftlikleri her geçen gün çoğalmaktadır. İlçede gelişmeye paralel olarak şirketleşme ve kooperatifleşme çalışmalarında önemli artışlar kaydedilmiştir. İlçedeki en önemli sanayi kuruluşu şeker fabrikasıdır. İlçedeki kömür ocakları nakliyeciliğin, nakliyecilikte ticaretin hareketlenmesini sağlamıştır. Yine ilçede küçük sanayi sitesi, taşıyıcılar kooperatifi, tuğla fabrikaları, gıda ve yem fabrikaları ilçe ekonomisinin gelişmesinde katkıda bulunmaktadırlar. Kaplıcalar ilçe turizminde önemli bir yer tutmaktadır. Ayrıca ilçe yakınlarında bulunan Kerkenez Yeraltı Şehri halihazırda fazla tanınmasa da gelecekte ilçe ekonomisi açısından önemli bir katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Ayrıca Alişar höyüğü gibi höyüklerde mevcuttur. Sorgun tarihi eserler açısından çok önemli bir merkezdir. İlçenin gurbetçi miktarının hayli yüksek olması da yaz aylarında ekonomik hareketlilik sağlamaktadır. 1990 yılında yapılan nüfus sayımında, ilçenin nüfusu 97.657, 30 Kasım 1997 yılında yapılan genel nüfus tespitine göre nüfusu 118.160 iken 22 Ekim 2000 tarihinde yapılan nüfus sayımının kesin sonucuna göre nüfusu 120.262'ye ulaşmıştır. İlçe merkezinin nüfusu yaklaşık 60.000, belediyelerin nüfusu 39.434 ve köylerin nüfusu ise 26.944 olarak tespit edilmiştir. Nüfusun %81,5'i belediye teşkilatında, %18,5'i köylerde yaşamaktadır. 2011 nüfus sayımına göre toplam nüfus 84.591'dir. Sorgun ilçesinde tarihi boyunca birçok maden ocağı kazası meydana gelmiştir. 26 Mart 1995'te bir kömür ocağında gerçekleşen grizu patlaması sebebiyle 38 kişi göçük altında kalarak, ölmüştür. 27 Temmuz 2012'de yaşanan kazada ise 1 kişi ölmüş 5 kişi ise yaralanmıştır. Sorgun (anlam ayrımı) Sorgun aşağıdaki anlamlara gelebilir: Kayısı Kayısı ("Prunus armeniaca"), 2–10 m yüksekliğinde, dikensi ve tüysüz bir ağaçtır. Yapraklar uzunca ve mızraksı, kenarları dişli, ucu sivri veya küttür. Çiçekler beyaz veya pembe renkli olup, yapraklardan daha önce meydana gelirler. Meyvelerin üzeri tüylü olup, sarımsı-turuncu renkte eriksidir. Kayısı, coğrafik olarak dünyanın hemen hemen her yerine dağılmış olsa da daha çok Akdeniz'e yakın olan ülkelerde Avrupa, Orta Asya, Amerika ve Afrika kıtalarına yayılmış ve burada yetişme alanları bulmuştur. Dünya yaş kayısı üretiminde Türkiye birinci sıradadır. Türkiye'yi İspanya, İtalya, Birleşik Devletler Topluluğu, İran, Fransa, Yunanistan ve ABD izlemektedir. Bu birinci grup ülkelerin yaş kayısı üretimleri 100 bin tonun üzerindedir. Birinci gruba Fas, Pakistan, Suriye, Çin, Güney Afrika, Macaristan, eski Yugoslavya, Romanya, Avustralya, takip etmektedir. Dünya yaş kayısı üretiminin yaklaşık % 10-15’inin yapıldığı Türkiye'de 6 kayısı bölgesi bulunmaktadır. Bu bölgeler; Bu bölgeler içerisinde Malatya dışındaki bölgelerin üretimleri sofralık tüketime yöneliktir. Malatya kayısısı, Türk ekonomisinin önemli ihracat kalemlerinden biridir. Malatya dışında Erzincan ve Elazığ'da da ihracata yönelik kayısı üretimi yapılmaktadır. Kars, Iğdır, Mersin, Hatay gibi bölgelerde yetişen az miktarda kayısı ise, miktar yetersizliği ve kalite açısından ihraç edilme şansı taşımamaktadır. Birinci bölgedeki kayısıların çoğunluğu kurutulmakta ve bu bölge dünya kuru kayısı üretiminin yaklaşık % 85-90’nını karşılamaktadır. Halen dünyada en yaygın olarak Anadolu'da (özellikle Malatya ve çevresinde) bulunur. Yağmurlama sistemiyle 10-12 gün aralıklarla sulanan kayısının % 85 gibi büyük kısmı kuru kayısı olarak dünya piyasasına verilir. Türkiye'de en erken hasat Mut'ta yapılır. İlk ürünler Mayıs ayının ikinci ya da üçüncü haftalarında olgunlaşır. Haziran sonuna kadar devam eder. Kayısının kendisi gibi çekirdeği de birçok alanda kullanılmaktadır. Çekirdeğinin kabukları aktif karbon üretiminde, metal yüzeyi temizlemede, alternatif enerji kaynağı olarak fırınlarda kullanılmaktadır. İçi ise kuruyemiş sanayisinde veya yağı alınarak kozmetik ürünü olarak kullanılmaktadır. Kayısı çekirdeği içinin halen kansere karşı kullanılabilirliği araştırılmaktadır ve bazı kanser ilaçlarında kullanılmaya da başlamıştır. Bertrand Russell, Aylaklığa Övgü kitabında yer alan "Yararsız Bilgi" denemesinde kayısıyla ilgili meraklı bilgiler verip onları bilerek kayısı yemenin daha tatlı olduğunu söyler (bkz, Cem yayınları, 2004, s. 35,36). Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü'nün 2011 yılındaki verilere dayandırdığı Dünya üzerindeki Kayısı üretimi. Vişne Vişne ("Prunus cerasus"), gülgiller (Rosaceae) familyasından kiraza benzeyen ve tadı kiraz tadından daha ekşi olan bir meyve türü. Birçok kaynakta vişnenin muhtemel anavatanı olarak Hazar Denizi ile Kuzey Anadolu dağları arasında kalan bölge kabul edilmektedir. Vişnenin botanikteki latince adı olan "P. cerasus" bugünkü Giresun'un eski adı olan Kerasus'tan gelmektedir. Kirazla, meyvesinin dışında farklılıkları vardır. Yaprakları kiraz yapraklarından daha küçüktür. Dalları kiraz ağacının dallarına göre daha yaygındır. Vişnenin İran'ın kuzeyiyle Türkmenistan arasındaki bölgede ortaya çıktığı ve oradan Avrupa'ya kadar yayıldığı sanılmaktadır. Anayurdu Anadolu ve Balkanlar olan vişne, 5–7 m kadar boylanabilir; 4 yaşındayken meyve vermeye başlar ve 40-50 yıl yaşar. Vişne, yuvarlak taçlı ve kiraza göre daha çalımsı görünüşlüdür. Gövdesi kırmızımtırak gri benekli, donuk ya da parlak renklidir. Dalları kirazınkinden ince ve yay gibi olup sarkıktır. Yaprakları da kirazınkinden daha küçük, ayası düz, parlak yeşil renkli ve tüysüzdür. İlkbaharda erken açan çiçekleri beyaz renklidir. Bir salkımında birden fazla ve altıya kadar değişen sayıda çiçek açar. Temmuz ayı ortalarında olgunlaşmaya başlayan meyveleri, kirazdan biraz basıkçadır. Olgun vişneler, bol sulu ve siyaha yakın kırmızı renklidir. Türkiye'de iki önemli vişne ağacı çeşidi yetiştirilmektedir. Bunlardan meyvesi her tür kullanıma elverişli olan Kütahya vişnesi, uzun saplı, iri boyda, ucu hafif sivrice, koyu kırmızı ince kabuklu, çok sulu, ekşi ve kırmızı etli meyveler verir. Macar vişnesi ise, kısa saplı, ince, koyu kırmızı renkli kalınca kabuklu, ekşi ve kırmızı etli meyve vermektedir. Her iki çeşidin ağaçları da, temmuz ayından başlayarak bol ürün verir. Vişne meyvesi, sofralıktan çok meyve suyu, şurubu, reçeli, marmeladı, kompostosu, likörü ile diğer bazı içkileri, pasta ve tatlıları yapılarak tüketilir. Ayrıca kurutularak da yenir. Vişnenin besin değerleri kirazınkine benzer. Ancak şeker oranı daha düşük olduğundan, vişnenin tadı ekşi ya da mayhoş olur. Aynı nedenle kalorisi de kirazınkinden düşüktür. Ortalama 100 g taze vişnede, 58 kalori ile 14,3 g karbonhidrat vardır. Oysa, vişnenin A vitamini yüksek olup 1.000 lU'ya kadar varır. Vişnenin diğer besin değerleri kirazınkine çok yakındır. Karayemiş Karayemiş ("Prunus laurocerasus"), gülgiller (Rosaceae) familyasından küçük beyaz renkli çiçekler açan, daha çok rutubetli ve gölgeli yerlerde yetişen 5–15 m boyunda, yaprak dökmeyen bir ağaç türü. Türkiye' de çeşitli yöresel adlarla bilinmektedir. Yaygın olarak "Taflan" adıyla bilinen bitki, "Gürcü kirazı", "Laz kirazı", "Laz üzümü", "Laz yemişi", "Tanal", "Tçkoo" adlarıyla da bilinmektedir. Yapraklar derimsi kısa saplı ve oval şekillidir. Orta damar alt tarafta çıkıntı teşkil eder. Çiçeklerin 30 - 40 tanesi bir arada bulunur. Taç ve çanak yapraklari 5 parçalıdır. Meyveleri zamanla siyah renk alır. Yaprakları şeker, tanen, kalsiyum, oksalat, emülsin, prunasin ihtiva eder. Taze yapraklardan elde edilen taflan suyu, antispazmodik ve öksürük dindirici, bulantı ve karın ağrılarını giderici olarak kullanılır. Fazla alınırsa, zehirlenme yapar. Taze meyveleri yenir. Taze meyvelerinin idrar söktürücü ve taş düşürücü etkileri vardır. Yaprakları ise gıdalara koku vermekte kullanılır. Yapılan çalışmalarda on fenolik ve altı şeker içeriği tespit edilmiştir. Bilinen en yaygın üç fitesterolden biri olan β-sitosterolün karayemiş meyve çekirdeklerinde % 73’ ünü oluşturduğu belirtilmiştir. Yeteri kadar araştırması olmamasına rağmen topikal kullanımlarda ağrı üzerinde analjezik etk
i gösterdiği söylenmektedir. Besin ve nutrasötik takviye formülasyonlarında potansiyel olarak kullanılabilen iyi bir doğal antioksidan kaynağıdır. Halk ilacı olarak mide ülseri, sindirim sistemi şikâyeti, bronşit, egzama, hemoroit, diüretik ajan olarak kullanıldığı bilinmektedir. Meyvelerinin ise yenerek diyabette kullanıldığı bilinmektedir. Güneybatı Asya ile Güneydoğu Avrupa'da doğal olarak yetişir. Türkiye'de Giresun , Trabzon , Rize , Ordu ve Artvin civarında yüksek dağlık bölgelerde doğal olarak bulunur. Hayvanlar Hayvan, canlılar dünyasının ökaryotlar (Eukaryota) üst âlemindeki hayvanlar (Animalia) âleminde sınıflanan canlıların ortak adıdır. "Hayvan" sözcüğü, günlük kullanımda esasen insan dışı nefes alan ve hareket eden şeyleri ifade etmek için kullanılırsa da biyolojik bağlamda insanı da içerir. Hayvanlar âleminin bilimsel ve Latince adı olan "Animalia" terimi ise yine Latince olan ve "yaşayan" ya da "ruh" anlamına gelen "anima"dan türetilmiş "animal" sözcüğünün çoğuludur. Hayvanlar âlemini tanımlayan bir başka Latince bilimsel terim de Metazoa'dır. Genellikle çevrelerine uyum sağlayan ve diğer canlılarla beslenen çokhücreliler âlemidir. Vücutları, embriyonun bazı metamorfozlar geçirmesiyle gelişir. Ökaryotik çok hücreli organizmalardır. Besinlerini genel olarak sindirerek alırlar. Hayvanların birçoğu hareketlidir ve bitkilerde tipik olan kalın hücre duvarları genellikle yoktur. Embriyonik gelişim esnasında büyük ölçülerde hücresel göçler ve doku organizasyonları görülür. Üremeleri primer (birincil) olarak seksüeldir; diploit kromozom taşıyan dişi ve erkekler mayozla haploit kromozomlu gametleri, bunlar da birleşerek diploit zigotu oluşturur. 1,5 milyondan fazla yaşayan türü tanımlanmıştır fakat gerçek miktarın bazılarına göre 20 milyon, bazılarına göre de 50 milyondan fazla olduğu sanılmaktadır. Hayvanları diğer canlılardan ayıran birçok karakteristik fark vardır. Hayvanlar ökaryotiktir ve çoğunlukla çok hücrelidirler. Bu onları bakteriler ve protozoalardan ayırır. Heterotrof (dışbeslenen), kendi besinlerini üretememeleri onları bitkiler ve Alglerden ayırır. Hücre duvarlarının sert olmayışı da onları bitkiler, algler ve mantarlardan ayırır. Hayvanlar bazı hayat evreleri hariç hareketlidirler. Birçok hayvan türü embriyo evresinde Blastula evresinden geçer ki bu hayvanlara özgü bir evredir. Hemen hemen tüm hayvanlar çiftleşerek ürerler. Yetişkinler diploit ya da polidiploittir. Her birinin kendine has üreme hücresi vardır. Birçok hayvan çiftleşerek üremeye yatkındır. Birçok hayvan güneş ışığı enerjisini dolaylı yollardan kullanarak gelişir, büyür. Hayvanların aksine bitkiler bu ışığı fotosentez ile doğrudan basit şekerler üretmek için kullanır. Bitkiler, havadan aldığı karbondioksit (CO) ve topraktan aldığı su (HO) moleküllerini ışık enerjisini kullanarak kimyasal bir reaksiyon sonucu Glikoz şekerine (CHO) dönüştürür ve son olarak açığa Oksijen çıkar (O). Elde edilen bu şeker daha sonra bitkinin büyümesi için kullanılır. Hayvanlar bu bitkileri yediklerinde ya da bu bitkileri yiyen hayvanları yediklerinde bitkilerin içinde bulunan şekeri almış olurlar. Hayvanların üç üreme şekli vardır: Kordalılar Kordalılar (), Sırt iplikliler veya Kordatlar olarak da bilinir, bazı gruplarda yaşamın belirli bir evresinde, bazı gruplarda ise bütün yaşam süresince vücuda desteklik yapan bir notokorda (sırt ipliği), yutak solungaç yarıklarına, sırt tarafında ortası boş sinir şeridine ve kuyruğa sahip hayvanlar. Hayvanların en iyi bilinen grubudur. Yaklaşık 45.000 türü bulunmaktadır. Bor, Niğde Bor, Niğde iline bağlı ilçe ve bu ilçenin merkezi olan kent. Niğde'nin 14 km güneyindeki 1100 metre rakımlı Bor Ovası'nda (ya da yaylasında) yerleşmiştir. Merkez bucağına bağlı 7, Kemerhisar bucağına bağlı 16 köyü vardır. Yüzölçümü 1354 km² olup, nüfus yoğunluğu 39’dur. İlçe topraklarının büyük bölümü Obruk Platosu'nda yer alır. Doğu, kuzey ve güneydoğusu dağlıktır. Doğusu Aladağlar, kuzeyi ise Hasan ve Melendiz dağları ile çevrilidir. Başlıca akarsuyu Küçüköz Deresidir. Bor Ovası, Ereğli Ovası'nın devamıdır. Hitit İmparatorluğu zamanında Bor-Kemerhisar-Bahçeli üçgeni ortasındaki İftiyan mevkiinde kurulmuştur. Sırasıyla Frigya Devleti,İran İmparatorluğu, Makedonya İmparatorluğu, sonrasında M.s. 395 yılında Doğu Roma İmparatorluğu yönetimine girmiştir. 707 yılında Müslüman Araplar tarafından ele geçirilmiş ancak kısa bir süre sonra yeniden Roma İmparatorluğu tarafından geri alınmıştır. 1071 Malazgirt zaferinden sonra Kutalmış Oğlu Süleyman Şah tarafından fethedilmiştir. Fetihten sonra bölgeye Kayı Boyuna bağlı Bayat, Emen ve Badak aşiretleri yerleştirilmiştir. Yöreye ilk gelen Müslüman Türkler, şimdiki ilçe merkezinin Humam Çayı etrafındaki Çay, Kala ve Harım mahallelerinin bulunduğu sulak araziye yerleşmişler,eski adı Tyana yahut Tuana olan şehir de zamanla Bor, Kemerhisar ve Bahçeli arasında yok olmuş, bölgede yaşayan gayrımüslim halk (çoğunluğu Rum) zaman içerisinde asimile olmayıp ilçeden göç etmişlerdir. I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sonrası yapılan mübadele ile Arnavutluk , Yunanistan ve Bulgaristan'dan göç eden Türklerin de ilçeye yerleşmesi ile bugünkü etnik yapı oluşmuştur. İlçenin belli başlı geçim kaynakları tarım, halıcılık ve dericiliktir. Arazinin tarıma müsait ancak yetersiz olması ve mevcut tarım arazilerinin yerleşim yeri haline gelmesi zamanla halkın tarımdan uzaklaşmasına neden olmuştur. Bu durum halkı okumaya, sunuçta memuriyete ve gurbetçiliğe yönlendirmişdir. Dolayısıyla nüfus artışı yavaşlamış (30 senelik artış 10.000 civarı), yöre ticareti canlılığını kaybetmiştir. Yıllardır süregelen gurbetçilik ilçedeki halıcılık ve elma üreticiliğini de bitirmiştir. Geleneksel dabaklık ise zor şartlar altında sürdürülmektedir. Niğde Üniversitesi'nin kurulması ile son yıllarda bölge ekonomisi biraz olsun canlanmıştır. Bor ilçesinde üniversiteye bağlı Bor Meslek Yüksekokulu ve Bor Halil Zöhre Ataman Meslek Yüksekokulu faaliyet göstermekte olup bu okullar başta bilgisayar, elektronik ve hayvancılık olmak üzere birçok alanda ara eleman yetiştirmektedir. İlçede bulunan sanayi kuruluşlarıda ilçe ekonomisine önemli katkılar yapmaktadır; bunlardan bazıları Şeker Fabrikası, Askeri Fabrika, BİRKO (Koyunlu) halı fabrikası ve ham deri işleyen imalathaneleridir. Bor'da yıllardır pek çok deri imalathanesi olmasına rağmen bunlar geniş çaplı ve fabrikasyon üretim yapacak şekilde birleşememiş, geleneksel yöntemlerle üretim yapan küçük imalathaneler olarak ayakta durmaya çalışmaktadırlar. İlçede üretilen işlenmiş derileri kullanabilecek başka bir sanayi kuruluşu da maalesef kurulamamıştır. Halen acıgöl mevkiinde bulunan bu imalathanelerin Konya yoluna taşınma süreci devam etmektedir. Türkiye'nin ekmek sacını Bor karşılamaktadır. Soğuk ve sıcak lastik kaplama yeni yeni gelişmektedir. ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri tahıl, nohut, patates, soğan, fasulye ve şekerpancarıdır. Sebze ve meyvecilik yaygın olarak yapılır. Vâdi boylarında meşhur Niğde elması yetiştirilir. Hayvancılık ekonomik açıdan önemli gelir kaynağıdır. İlçenin [İftiyan] denen bölgesinde bulunan pek çok üzüm bağı bu bölgenin yerleşime açılması nedeniyle yapılan parselleme ve yol çalışmaları nedeniyle neredeyse tamamen yok olmuştur. İlçede apartmanlaşma ve tarım arazilerinin parsellenmesi hızla devam etmektedir. Eskiden "Yeşil Bor" olarak tanımlanan ilçede sadece ilçe merkezinin Bentkavak,Kayı yolu, Köfterlik ve Manastır mevkilerinde üzüm bağları ve meyve bahçeleri kalmıştır. Köylerde halı ve keçe dokunur. Engerek Engerek, engerekgiller (Viperidae) familyasından "Vipera" cinsini oluşturan çeşitli zehirli yılan türlerine verilen genel ad. Uzun, kıvrık ve içi boş olan ikişer tane zehir dişleriyle bunların gerisinde daha küçük yakalama dişleri mevcuttur. Başları üçgen şeklinde ve kuyrukları küttür. Daha çok geceleri avlanırlar. Kuş Kuşlar (), tüylü, kanatlı, sıcakkanlı, yumurta ile üreyen, omurgalı hayvanlar. Yaklaşık 10.000 civarında yaşayan türüyle en kalabalık tetrapod omurgalıları oluştururlar. Kuzey Kutbundan Güney Kutbuna dünya üzerindeki tüm ekosistemlerde yaşarlar. Boyutları arı sinek kuşunda 5 cm ile deve kuşunda 2,7 m'ye kadar değişir. Bulunan fosillere göre kuşlar, yaklaşık 150-200 milyon yıl önce, Jura Devri'nde dinozorlardan gelmektedir. Bilinen ilk kuş Jura Devri'nin sonlarında yaklaşık 155-150 milyon yıl önce yaşamış olan "Archaeopteryx" 'tir. Kuşlar, diğer canlı alemlerinden farklı olarak bazı özelliklere sahiptir. İlk sabit sıcaklıklı canlılar olma özelliğini taşırlar. Belirgin özellik olarak, üyelerinin tümü, diğer hiçbir hayvan grubunda görülmeyen tüylerle kaplıdır. Ön üyeleri kanatlara dönüşmüştür ve arka üyelerdeki kemikler intertarsal eklem oluşturacak şekilde dizilmiştir. Trake ve bronşlarının bulunduğu yerde çok gelişmiş bir ses kutuları vardır. Sert kabuklu yumurta bırakırlar ve kuluçkaya yatarlar. Embriyo, yumurta kabuğu ve amniyon zarı ile çevrilidir. Kuşların tam işlev gören, karmaşık ve gelişmiş, büyük ve küçük dolaşım sistemleri vardır. Kuşlar, sürüngenler ile yakın akrabadırlar. Bu nedenle sürüngenlerle birlikte Sauropsida, üst sınıfında toplanırlar. Diapsid Archosauria'dan, özellikle Triyas'ta büyük ölçüde farklılaşmış Thecondonti'dan türemişlerdir. Bu sonuncu grubun içinde bulunan Pseudosuchia, bununla ilgili olarak Dinosauria kuşlara en yakın gruplar olarak varsayılır. En eski kuş fosili, Solenhofen'ın (Batı Almanya) Üst Jura (140 milyon yıl) katmanlarında bulunan "Archaeopteryx"'dir. 1860 yılında ilk defa tek bir telek, 1861 yılında ise, baş hariç tüm iskelet sistemi tam olan bir fosil bulunmuştur. Bulunan bu fosil, bilim dünyasında bir sansasyon yaratmıştır. Çünkü bu fosil, sürüngen ve kuş özelliklerinin her ikisini de aynı ölçüde taşımaktadır. Fosil, H.V. Meyer tarafından "Archaeopteryx lithographica" olarak tanımlanmış ve Londra'daki British Museum'a konulmuştur. Kuşların dinozorlar'ın evrimi ile geliştiğini gösteren çok sayıda kanıt bulunur; bunlar kemiklerindeki hava b
oşlukları, göğüs, kanat-ön extremite yapılarındaki benzerlikler, günümüzde sadece kuşlarda bulunan lades kemiğinin dinozor iskelet yapılarında da aynen yer alması ve benzerleridir. Ayrıca genetik biliminin gelişmesi ile, kuş embriyoları üzerinde çalışan bilim insanları bazı kapalı genleri açarak kuş embriyolarında kuşların evrimsel atası olan dinozor embriyolarındakine benzer görüntülere (diş, pul, boyun ve kuyruk yapısı) ulaşmışlardır.,[Kuşların evrimi,Görsel kaynak] Gerçek dişlerin olmayışı, derilerinde salgı bezlerinin olmaması, tüysüz kısımlarında pul bulundurmaları, kafatasının omurgaya bağlanması ve göğüs kemiğinin iyi gelişmiş olması diğer canlılarda az olarak görülebilen özelliklerindendir. Bununla beraber, alyuvarları çekirdekli ve oval, akciğerleri havayı daha verimli kullanabilir tiptedir. Böbrekler metanefroz tiptedir ve boşaltım kanalları kloaka açılır. Devekuşları hariç idrar keseleri yoktur. Atık ürün katı ürik asittir. Bir çift testis bulundururlar ve bunlar kloaka açılır. Ayrı eşeyli canlılardır. Çiftleşme organı (penis) bazı türler (kaz, ördek) haricinde yoktur. Yumurtaları telolesital tiptedir ve meroblastik gelişme gösterir. Her zaman iç döllenme görülür. Beyinden 12 çift sinir çıkar. Görme organları diğer duyu organlarına göre çok daha iyi gelişmiştir. Koku alma duyusu kısmen körelmiştir. Kuşlar, metabolizma hızları en yüksek olan canlı grubudur. Kuşlarda, beyinin gelişmiş olmasına bağlı olarak, davranış şekilleri karmaşıklaşmıştır. Özellikle sesle iletişim kurulması gelişmiştir. İnsan dışında başka bir canlının sesini taklit etme özelliği sadece kuşlarda bulunur. Ses analizleri tür ayrımlarında bir kriter olarak kullanılır. Beslenme- kur yapma, saldırma ve korunma ile ilgili davranışlar türden türe farklılık gösterir. Kuşlar kural olarak, Çobanaldatanlar (Caprimulgiformes) haricinde kış uykusuna yatmazlar. Kış uykusu sırasında "Phalaenoptilus nuttallii" türü vücut sıcaklığını 7C'ye kadar düşürmez. Kuşlarda göç, yılın belli bir dönemini, kuluçkaya yattığı yerden uzak olarak geçirmek anlamına gelir. Gezici kuşlar, kuluçka yerinden değişik yönlere doğru kısmen ayrılan kuşlardır. Yerli kuşlar ise, sürekli kuluçka bölgesinde kalan kuşlardır. Her üç grubunda arasında geçiş formu gruplar bulunmaktadır. Göç davranışı, kuluçka bölgesinde geçici olarak besinin azalması ile ortaya çıkabilir. Kuzeydeki kuşların soğuk mevsimle ve bitkilerin yapraklarını dökmesiyle göç ettikleri bilinir. Örneğin su kuşlarının yaşadıkları yerde suların buz tutmasıyla ya da güneyde yaşayanlarda kuraklık nedeniyle yazın kuzeye de göç davranışı başlar. Çoğu kuşta, kışlama ve kuluçkaya yatma bölgeleri kalıtsal bir birlik olarak saptanmıştır. İlkbaharda ya da yazın iç, kısmen dış etkilerle göç başlatılır. Kuşların uçma yeteneğinin gelişmiş olması ve sıcakkanlılık, bütün dünyaya yayılmalarını sağlamıştır. Bazı kuşlar bu yüzden dünyanın bütün her yerinde görülebilir olmuştur. Bazıları ise sadece belli bir bölgeye özgüdür. Tür sayısının en fazla olduğu yer tropik ormanlardır. Güney Amerika, özellikle Amazon tür bakımından en zengin bölgelerdir. Türce en fakir yerler ise, kutuplar ve kutuplara yakın soğuk tundralardır. Paleognathae (Koşucu kuşlar) Neognathae (Uçucu kuşlar) Cacatua Cacatua, kakadugiller (Cacatuidae) familyasından bir kakadu cinsi. Lezbiyen feminizm Lezbiyen feminizm lezbiyenliğin feminizmin mantıksal sonucu olduğu görüşünü savunan feminist bir ideolojidir. Feminizme kara çalmak isteyen kimseler aynı iddiayı feminizmi gözden düşürmekte kullansalar da lezbiyen feministler feminizmin bu türünü lezbiyenliğin yayılmasının bir yolu olarak ortaya atmaktadırlar. Feminist olan tüm lezbiyenleri lezbiyen feminizm ile karıştırmamak gerekir. Lezbiyen feminist olmak tüm feminist olan lezbiyenlerin üzerinde fikir birliği etmediği özel bir ideolojiye bağlı olmaktır. Lezbiyen feminizmin en önemli iddiası ve temeli, tüm kadınların enerjilerinin büyük bir kısmını kadın hareketine destek vermek ve sevgi duymakta kullanmaları için lezbiyen olmaları ve olabilecekleridir. Lezbiyen feministler, erkeklerle cinsel ilişki kurmaya devam etmenin, ayrımcı yasaların kadınları erkek partnerleri kadar kazanmalarına engel olmasına veya hatta iyi nitelikleri için gereken yeterli ödemeyi alamamalarına, evli kadına baskı uygulamakta kullanılan ve onun kariyer yapmasını engelleyen tam gün bebek bakıcılığı yaptırılmalarına ve ev hanımlarını erkeğe ekonomik bakımdan bağımlı kılmaya sebep olan baskıcı heteroseksüel modele yakalanmak anlamına geldiğini iddia etmektedirler. Hatta erkeklerle cinsel ilişkiye giren biseksüel kadınlar dahi erkek partnerlerini terk etmeleri için lezbiyen feminizm tarafından tamamen kadınlarla cinsel ilişki kurmaya teşvik edilmektedirler. Bükreş Bükreş (Rumence: "Bucureşti"), Romanya'nın başkentidir. Romanya Ovasının ortasında, Tuna Nehri’nin bir kolu olan Dâmbovița’nın kıyısında kurulmuştur. Nüfusu 2 milyon civarındadır. Günümüzde şehir son derece planlı ve konut sorununun yaşanmadığı bir şehirdir. Romanya'nın ticaret merkezidir. Çok eski yerleşim yeri olduğunu gösteren arkeolojik kalıntılar olmakla beraber Bükreş (Bucureşti) adına ilk defa 1459’dan kalma yazılı belgelerde rastlanmıştır. 1448-1476 arasında üç dönem tahta çıkan III. Vlad Tepeş (Kazıklı Voyvoda), Eflak Devletini ve özellikle o dönemde başkent olan Tirgovişte’yi Osmanlılara karşı korumak için Bükreş Kalesi'ni yaptırdı. Ardından birçok başka yer de tahkim edilmişti. Bilhassa eline geçirdiği Müslümanları kazığa vurarak azap içinde öldürmesi sebebiyle Türkler Vlad Tepeş’e Kazıklı Voyvoda derlerdi. Fatih Sultan Mehmet, Vlad’ın bu katliamları üzerine 1462’de Eflak üzerine büyük bir sefer düzenledi. Bir ay süren hareket neticesinde Eflak, Osmanlıların mümtaz bir eyaleti hâline geldi. Böylece Osmanlı idaresine giren Bükreş, hızla gelişerek Eflak’ın başlıca ekonomi merkezi oldu. 1659’da başkent yapıldı. Kürkçüler sokağı ve Eyerciler sokağı gibi bazı sokak isimleri şehirde loncaların kurulduğunu göstermektedir. Eflak ve Boğdan, Romanya Prensliğini oluşturmak üzere birleştirildi ve 1862 yılında, Bükreş yeniden ülkenin başkenti oldu; 1881 yılında, 19. yüzyılın ikinci yarısında I. Carol altında Romanya'nın yeniden ilan Krallığı'nın siyasi merkezi haline geldi. Bu yüzyılda kentin nüfusu önemli ölçüde artmıştır ve kentsel gelişmede yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönemde, gaz aydınlatmasında, tramvaylar ve sınırlı elektrifikasyon getirilmiştir. 18. yüzyıldan başlayarak Bükreş’e mahallî prensler yerine İstanbul’daki Fenerli Rumlardan seçilen yöneticiler yollandı. 1821’de Tudor Vladimirescu önderliğinde başlayan ayaklanma sonucunda, Fener yönetimine son verildi. 1859’daki ayaklanmadan sonra da Eflak ve Boğdan birleşti ve 1862’de de Bükreş Romanya’nın başkenti ilan edildi. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda Romanya tamamen ayrıldı. Romanya'da komünizmin kurulmasının ardından, şehir büyümeye devam etti. Çoğu kule bloklarına hakim olan yeni ilçeler inşa edildi. Nikolay Çavuşesku liderliği (1965-1989) sırasında şehrin tarihi bölümlerinin çoğu yıkıldı. 4 Mart 1977'te kentin 135 km (83.89 mil) uzağında, Vrancea merkezli olarak bir deprem meydana geldi ve 1500 kişinin ölümüne ve şehrin tarihi merkezinde fazla hasara yol açtı. 2000 yılından sonra kentin modernize ve kentsel yenilemesi deva etmektedir. Bükreş'in tarihi merkezinde restorasyon çalışmalarının yanı sıra, Konut ve ticari gelişmeler özellikle kuzey bölgelerinde devam etmektedir. Bükreş'teki en önemli yüksek öğretim kurumları Gheorge Gheorghui-Dej Politeknik Enstitüsü ve Bükreş Üniversitesi'dir. Ayrıca, çok sayıda araştırma merkezi ile bilim ve sanat dallarında öğrenim veren yüksek okullar vardır. İmalat sanayisi olarak, başta makine aletleri ve tarım makineleri, elektrik ve otomotiv donanımı, otobüs ve troleybüs yapımı sayılabilir. Ulaşım bakımından metro ve tramvay olarak gelişmiş durumdadır. Bükreş 6 sektöre ayrılmıştır. Bunlar; Audi A8 Audi A8, Audi firmasının ürettiği üst sınıf bir otomobil modelidir. 2002 ikinci nesli piyasaya sunulmuştur. 2005'te makyajlanan araç 2009 yılının sonunda tamamen yenilenerek 3. nesline kavuşmuştur. II. Gazi Giray II. Gazi Giray veya Bora Gazi Giray (1554 - 1607) 16. yüzyıl sonlarında iki kez Kırım Hanlığı tahtına oturdu. II. Gazi Giray I. Devlet Giray'ın (saltanat: 1551-1577) oğludur. İki defa tahtta oturdu: (1588 - 1596) ve (1596 - 1607). Uzun zaman İran'da esir kalan Bora Gazi Giray Han, mükemmel bir medrese tahsili görmüştür. Esaretten kurtularak önce Erzurum'a daha sonra Yanbolu üzerinden Kırım'a geçen II. Gazi Giray Macaristan ve İran'a yönelik seferlere katıldı. Bahçesaray'da veba hastalığından 1607'de öldü. Başarılı bir devlet adamı ve asker olmasının yanında iyi bir şair ve besteci idi. Ayrıca hattattı. Sanatçıları, bilginleri korumuş; çok değerli saz eserleri bestelemiştir. Peşrevleri, saz semaileri bugün hâlâ sık sık çalınır. Hüzzam peşrevi, mahur peşrevi ile saz semaisi, bayatîaraban peşrevi, şedaraban saz semaisi Klasik musiki repertuarının en güzel saz eserleri arasındadır. Eski mecmualarda adı "Tatar" diye geçer. (Gazayî) mahlası ile birçok şiir yazmıştır. Şiir yazan Girayların içinde en meşhuru Bora Gazi Giray Han'dır. Uzun zaman İran'da esir kalan Bora Gazi Giray Han, mükemmel bir medrese tahsili görmüştür. Gazi Giray'ın Farsça rubaileri olduğu gibi, gazelleri de Osmanlı şairlerinin gazelleri kadar mükemmeldir. Gazi Giray Han'ın Kıpçak Türkçesi ile yazdığı şiirleri de vardır. Osmanlılarla beraber Avrupa seferine katılan Bora Gazi Giray'ın oradan padişaha yazdığı manzum mektuplar da çok meşhur olmuştur. 1607 yılında vefat eden Bora Gazi Giray Han'ın şiirleri, bir divançe halinde İsmail Hikmet Ertaylan tarafından basılmıştır. Râyete meylederiz kâmet-i dil-cû yerine Tuğa dil bağlamışız kâkül-i hoş-bû yerine Gazi Giray Han mûsikîde olduğu kadar klâsik Türk şiirinde de önemli bir şahsiyettir. Bilhassa devrinin diğer şairlerinden (Epik) mahiyetteki şiirleriyle ayrılır. Ayrıca mesnevi tarzında yazdığı (Gül ve Bülbül) isimli ese
ri, mektupları, devrin alimlerinden Kefeli Hüseyin Efendi'ye yazmış olduğu manzum ve mensur münşeatı(mektupları) önemlidir. Padişah tarafından sefere memur olunduğunda gönderdiği manzum mektup: Bir mücahid kulunuz bezlederiz cân-u teni Padişahım ne diyem sonra duyarsız haberi Kaçmayız tir-ü teberden çalışub din yoluna Ol benim boynuma ger var ise ânın zararı Biz de ikdâm ederiz varmaya bir gün ileri Geri kalmaz ânı bil, her kim ola cenk eri Macerâ-yı seferin derdini şerh eyler isem İstima edene tesir eder ol gam haberi Azmeder oldu gaza-yı sefere sultanım Kıl ana hayır dua, işte kulundur iş eri. Kaynak: Türk Mûsikîsi Tarihi, Dr. Nazmi Özalp, İstanbul 1986 Phobos Aladağlar Aladağlar, Kayseri-Niğde-Adana illeri arasında bulunan dağ sırası, bitki örtüsü ve hayvan çeşitleri bakımından zengin bir çeşitliliğe sahiptir. Bu nedenle dağın 54.524 hektarlık bir bölümü 1995 yılında Milli park ilan edilmiştir. Aladağlar'da güney kısımda Akdeniz İklimi, kuzey kısımlarında Karasal iklim hakimidir. Güney bölümde kızılçam, sedir, karaçam, Toros göknarı yaygındır. Kuzey yamaçlarda, İran-Turan bitki topluluğuna ait bozkır türleri yaygındır. Kuzey bölümlerde insan baskısıyla Antropojen bozkır alanları artmaktadır. En yüksek doruğu 3767 metre yüksekliğindeki Kızılkaya'dır. Aladağlar'da, tırmanışlar için 3700 metre üzerinde dört doruğun yanı sıra 3500 metrenin üzerinde 50'den fazla doruk vardır. Bu doruklar Niğde il sınırları içinde devam eden Toros dağ kıvrımlarının (Orta Toroslar) en yüksek doruklarıdır. İlk baharda eriyen karlardan dolayı Aladağlar'da birçok göl oluşur, ama kurak yaz mevsiminde bu göllerden çoğu buharlaşıp yok olur. Yalnızca yer altı suları ile de beslenen birkaç göl kalır. Aladağlar içinde birçok gölün bulunduğu genişçe bir kazanı andırır. En uygun tırmanış zamanı Haziran, Temmuz, Ağustos ve Eylül aylarıdır. Kalker kayalardan oluşan Aladağlar'da Emli, Barazama vadileri ve güney yamaşları dışında ormanlık alan görülmez. Dağda alpin bitki toplulukları gelişmiştir. Demirkazık Tırmanışı: Aladağların en önemli zirvelerinden olan Demirkazık (3756 m) tırmanışı için Çukurbağ köyünden yaya olarak 1,5 saat uzaklıktaki Sokullupınar kamp yeri olarak seçilir. Kamp yerinden doruğa tırmanış ve dönüş normal olarak 10-12 saat sürer. Aladağlara çok sayıda tırmanış yapacaklar Yedigöller Vadisini kamp yeri olarak seçmelidirler. Çukurbağ köyü-Yedigöller yaya 10-12 saattir. Yedigöllerden Emler Zirvesi, (3723 m) Kızılkaya, (3767m) Direktaş (3510 m) doruklarına çeşitli çıkış yollarından ulaşılır. Demirkazık Köyünde özel idarece yaptırılmış olan 100 yataklı yeni ve modern bir dağ evi bulunmaktadır. Burada yemek ve duş imkânı olduğu gibi, bir kütüphane ve dinlenme salonları da mevcuttur. Dağ evinden hareket edilerek birçok spor ve geleneksel tırmanış rotalarının bulunduğu cimbar boğazına ve Demirkazık, (3756) Küçük Demirkazık (3425m) zirvelerine tırmanmak mümkündür. Ayrıca Çukurbağ köyünden hareketle 1,5-2 saatlik bir yürüyüş sonunda Emli vadisine varılır. Buradan da Kaldı (3734 m), Güzeller (3461 m) ve Alaca (3588 m) zirvelerine tırmanmak mümkündür. Aladağlar'a ulaşım için üç ana yol bulunmaktadır. Kapalı havza Kapalı havzalar, sularını denizlere kadar ulaştıramayıp kuruyan, yer altına sızdıran veya göle dökülüp kalan havzalardır. Kapalı havzaların oluşmasında; yer şekillerinin oluşumu ve iklim etkilidir. Kapalı havzalar genellikle iç kesimlerde, kurak iklim bölgelerinde görülür. Açık havzalar ise kıyı kesimlerde ve nemli iklim bölgelerinde görülür. J. R. R. Tolkien John Ronald Reuel Tolkien (d. 3 Ocak 1892 - ö. 2 Eylül 1973), İngiliz yazar, şair, filolog ve profesör unvanlı akademisyen. Uzmanlık alanı Anglo-Saxon Dili ve Edebiyatıdır. "Hobbit", "Yüzüklerin Efendisi" ve "Silmarillion" gibi fantastik kurgu eserleriyle tanınır. İngiliz sömürgesi olan Güney Afrika'nın Bloemfontein şehrinde doğdu. Ronald'ın babası Arthur Tolkien banka müdürü idi. Birminghamlı olan aile kendilerine yeni bir hayat kurmak amacıyla Güney Afrika'ya yerleşmişti. Fakat iklimin getirdiği olumsuzluklar kısa zamanda anne Mabel'i Ronald'i ve küçük kardeş Hilary'i de alıp İngiltere'ye dönmeye itti. Aile bir süre sonra baba Arthur'un da dönmesi ile eski günlerine kavuşmayı umuyordu. Fakat 15 Şubat 1896'da Güney Afrika'dan Arthur'un ölüm haberi geldi. Bunun üzerine Mabel çocukları alıp küçük bir köy olan Sarehole'a yerleşti. Bu köy Ronald'da derin etkiler bırakacak, ömrünün kısa bir süresini burada geçirmesine rağmen hayallerinde yarattığı Hobbit diyarı Shire ile defalarca Sarehole'u ziyaret edecekti. Sarehole'da Tolkien'i etkileyen sadece yemyeşil doğa değildi. Köy yakınındaki Moseley Bataklığı, kardeşi Hillary ile her zaman oynamaya gittikleri Cole Bank Road değirmeni ve devamlı kendilerini kovaladığı için "Beyaz Ogr" adını taktıkları değirmencinin oğlu da Ronald üzerinde derin izler bıraktı. Ronald, Birmingham'daki King Edward's Okulu'na başlayınca aile bir kez daha taşınmak zorunda kaldı. Ronald yeni taşındıkları Olver Road'a yakın olan St. Philips okuluna verildi. Bir yıl sonra burs kazanınca tekrar King Edward's Okulu'na dönen Ronald birkaç yıl sonra (1904 yılında) da şeker hastalığı yüzünden annesi Mabel'i kaybetti. Bunun üzerine çocuklar teyzeleri Beatrice'in yanına gitti ve Peder Francis Morgan'ın gözetimine verildi. King Edward's Okulu'nda iken Ronald'ın dillere büyük yatkınlığı olduğu ortaya çıktı ve bu dönemde Ronald kendine ait bir dil tasarlamaya başladı. Böylece Elf dillerinin temelleri atıldı. Çocukluktan delikanlılık yıllarına geçerken oturdukları Birmingham kentinde Ronald'ı etkileyen iki büyük yapı vardı. 29 metrelik Perrott's Folly kulesi o yıllara göre olağanüstü büyüklüğü ile Ronald'ın beynine kazınmıştı. 1758 yılında John Perrott tarafından yapılan bu kule tuhaf mimarisi ile "Perrott'un divaneliği" ismini almıştı. Hemen bu kulenin yanında ise bir başka kule vardı. Ve bu iki kule daha sonra yazacağı "Yüzüklerin Efendisi" için esin kaynağı oldu. Ronald'ın gençlik yıllarına dair bir diğer önemli not ise Gamgee ismi ile o yıllarda tanışmış olmasıdır. Bu yerel pamuk markası Gamgee, Ronald'ı etkilemiş olmalı ki Frodo'nun sadık dostu Sam'e bu soyadını vermiştir. 16 yaşındayken hayatını değiştirecek bir olay oldu ve hayattaki tek gerçek aşkı olan Edith ile tanıştı. Fakat Peder Morgan iki gencin görüşmelerini yasakladı. 1911 yılında Tolkien klasik diller eğitimi almak için Exeter Koleji'ne gitti ve 21 yaşını doldurduğunda hiçbir zaman unutamadığı Edith'i buldu (Söylenir ki Edith ormanda dolaştıkları bir gün onun için dans etmiş ve bu dans genç Tolkien'i çok etkilemiştir). Gençler 22 Mart 1916'da evlendiler. Üstelik Tolkien onu ikinci kez bulduğunda Edith bir başkası ile nişanlıydı. Bu arada I. Dünya Savaşı başlamıştır. Kısa bir süre sonra Tolkien de orduya katıldı ve Fransa cephesinde savaştı. İki yakın dostunu bu savaşta kaybeden "Tolkien" çok yakınında patlayan bir bomba yüzünden İngiltere'ye geri döndü. Fakat savaş bu genç insan üzerinde unutulmaz etkiler bırakmıştır. Savaş bittiğinde Oxford English Dictionary'de iş bulan Tolkien, savaştan döndükten sonra hayatının büyük bir kısmını Oxford'da geçirdi. 1945 yılında Oxford'da profesör olmasına kadar geçen zaman içerisinde 4 çocuk sahibi oldu. Bu süre içerisinde devasa hayal dünyası Orta Dünya'yı oluşturmaya devam etti. Bir çeviri olan ilk kitabı "Sir Gawain and The Green Knight" yayınlandı. Entelektüel bir topluluk olan "Inklings"i yakın dostu C.S. Lewis ile kurdu ve 1937 yılında "Hobbit"'i yayımladı. Roman hem olumlu hem de olumsuz tepkiler aldı. Bazıları, Oxford'da profesör olan Tolkien'den nasıl olup da bir masal kitabı çıktığını soruyordu. Ama olumsuz eleştiriler bir işe yaramadı ve "Hobbit" kısa zamanda popüler oldu. Hobbit, aslında, "Yüzüklerin Efendisi" serisinin başlangıcıdır. Orta Dünya ilk kez bu kitapta okuyucuların karşısına çıkar. Bundan sonra Tolkien Yüzüklerin Efendisi (The Lord Of The Rings) için çalışmaya başlar. 29 Kasım 1971'de karısı Edith vefat eder. Tolkien bunun üzerine sadece iki yıl yaşayabilir ve 2 Eylül 1973'te Kraliçe'den krallığın en önemli nişanlarından biri olan Commander of the Order of the British Empire (CBE) unvanını almasından kısa bir süre sonra 81 yaşında İngiltere'nin Bournemouth şehrinde ölür. Türkiye'nin havzaları Türkiye, Yenilenebilir Enerji Genel Müdürlüğü (eski adıyla T.C. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Elektrik İşleri Etüd İdaresi Genel Müdürlüğü) hazırlanan çalışmalar sonrasında 26 adet büyük ölçekli hidrolojik havzaya ayrılmıştır. Havzaların ortalama yıllık toplam akışları 186 milyar m³'tür. Havza verimleri birbirlerinden farklı olup, Fırat ve Dicle havzalarının toplam ülke potansiyelinin yaklaşık % 28,5'ine sahip olduğu görülmektedir. Tolkien Tolkien Dünyaca ünlü baba-oğul iki yazarın soyismidir: Kişisel alan ağı Kişisel alan ağı (İngilizce: Personal Area Network) bir bilgisayar ağı sistemidir. Günümüzde bir endüstri standardıdır. Bir kişisel alan ağı kişisel dijital asistanların ve telefonların da dahil olduğu bilgisayar aygıtları arasında iletişim için kullanılan bilgisayar ağıdır. Bir PAN genellikle birkaç metre mesafededir. PAN'lar, internet veya daha yüksek seviyeli ağa bağlanmak için veya kişinin kendi kişisel aygıtları arasında iletişim için kullanılır. Kişisel alan ağlarında Firewire ve USB gibi bilgisayar kablosu kullanılır. Bir kablosuz kişisel alan ağı IrDA, bluetooth, kablosuz USB, Z-Wave ve ZigBee gibi kablosuz ağ teknolojileri ile yapılır. Bilgisayar aygıtları arasında iletişimi kurmak için kullanılan ağdır.Bunlar telefon, kişisel dijital asistanlar gibi kişiye yakın bulunurlar.Bu cihazlar söz konusu kişiye ait olabilir ya da olmayabilir. PAN'ın menzili birkaç metredir. PAN kişisel aygıtların birbirleriyle haberleşmelerinin yanı sıra, Internet veya bir yüksek düzeydeki ağa bağlantı gerçekleştirmek için de kullanılabilir. Kişisel alan ağları USB ve FireWire gibi veri yollarıyla kablolu kurulabilir. Kablosuz bir kişisel alan ağı da IrDA, Bluetooth, UWB, Z-Wave ve ZigB
ee gibi ağ teknolojileriyle kurulabilir. Bir Bluetooth PAN'a piconet denir ve en fazla 8 tane master-slave ilişkisinde bulunan cihazdan oluşabilir. Piconete bağlanan ilk Bluetooth cihazı master olur ve bu cihaz ile haberleşecek diğer bütün cihazlar da slave durumdadır. Piconetin ortalama menzili 10 metre olmasına rağmen, ideal koşullar altında bu menzil 100 metreye kadar çıkabilir.En son yeniliklerle Bluetooth antenleri, söz edilen menzilleri aşmaya izin verecek şekilde tasarlandı. DEF CON 12'de, "Flexilis" olarak bilinen bir grup uzman programcı 2 Bluetooh cihazını 800 metreden daha uzak bir mesefade birbirine bağladı. Antenle beraber teleskop ve Yagi anteni kullandılar.Bunların hepsi ise bir tüfek dipciğine sabitlendi. Bir kablo yardımıyla anten bilgisayardaki Bluetooth kartına bağlandı. Daha sonra bunun adını "BlueSniper" koydular. Skinplex de bir diğer PAN teknolojisidir, insan cildine yakın olan kapasitif alan üzerinden iletim sağlar. Skinplex insan vücudundan bir metreden fazla uzaklıkta bulunan cihazları bile fark edip, iletişim kurabilir. Bu teknoloji kapı kilitlerinin kontrolünde ve üstü açılabilir araçların parazit koruma sistemlerinde şu anda kullanılıyor. Kişisel çalışma alanı çevresindeki aygıtların birbirleriyle kablosuz bağlanması için oluşturulmuş bir kişisel alan ağıdır.Genelde , bir kablosuz PAN'da ortalama 10 metre menzil sağlayan teknolojiler kullanılır. Diğer bir deyişle, çok kısa mesafe. Böyle bir teknoloji olan Bluetooth, yeni bir standart olan IEEE 802.15'in temelinde kullanılmıştır. Bir WPAN bütün bir bilgi işlem merkezine bağlantı hizmeti verebilir ve birçok insanın o gün yanında getirdiği ya da masasının üstünde duran iletişim cihazını birbirine bağlayabilir.Ayrıca bir cerrahın operasyon sırasında ekip arkadaşlarıyla görüşebilmesi için iletişimi sağlamak gibi özel amaçları da yerine getirebilir. WPan teknolojisindeki anahtar kavram "takmak"(plugging in) olarak bilinir. İdeal koşullarda, iki WPAN destekli donanıma sahip cihaz yeterli yakınlıktaysa (birkaç metre) veya merkezi sunucudan birkaç kilometre yakınlıktaysa, birbiriyle kabloyla bağlıymış gibi haberleşebilirler. Bir diğer önemli özellik ise ağa yapılabilecek istenmeyen girişimleri önleyip, ağın güvenliğini sağlamaktır. Wpan teknolojisi daha bebeklik evrelerini yaşamaktadır ve çok hızlı bir gelişim gösterecektir. Önerilen çalışma frekansı dijital modda yaklaşık 2.4GHZdir. Amaç ev ve işyerlerinde kesintisiz rahat bir çalışma ortamı ortamı sağlayabilmektir. Wpandaki her cihaz uygun bulunan mesafeler sağlandığı takdirde aynı Wpandaki bütün diğer cihazlarla kontakt kurabilir. Ek olarak, Wpanlar dünya çapında hizmet verebileceklerdir. Bu ölçüde, Yunanistan'da, bir yerde bulunan bir arkeolog direkt olarak Minneapolis'deki Minnesota Üniversitesindeki PDA'sına doğrudan bağlanabilecek ve aradığı veritabanını bulunduğu yere çekebilecek. Dünya'nın en büyük havzaları listesi Dünya'nın 400.000 km'den büyük olan ırmak veya göl su toplama havzalarının listesi. Su bilimi Su bilimi ya da hidroloji, suların yerküre üzerindeki dağılımını ve mekanik, fiziksel, kimyasal ve biyolojik özelliklerini inceleyen disiplinler arası bir bilimdir. Yeryüzünde canlıların yaşamını devam ettirmek için suyu kullanmak ve kontrol altına almak istemesi gerektiğinden insanlar tarihin başlangıcından beri su ile ilgilenmişler, suyun her türlü özelliklerini tanımaya, hareketini yöneten kuramları belirlemeye, oluşturabileceği tehlikeleri belirlemeye, önlemeye ve sudan en iyi şekilde yararlanmaya çalışmışlardır. Suyun hareketini inceleyen bilime hidromekanik, bu bilimin teknikteki uygulamasına da hidrolik denir. hidroloji veya su bilimi ise suyun dünyadaki dağılımını ve özelliklerini inceler. Hidrolojinin en geniş tanımı, 1962 senesinde A.B.D. Bilim ve Teknoloji Federal Konseyi Bilimsel Hidroloji Komisyonu tarafından önerilmiştir ve önerdikleri tanım ise: "Hidroloji, yerküresinde (yani yeryüzünde, yeraltında ve atmosferde) suyun çevrimini, dağılımını, fiziksel ve kimyasal özelliklerini, çevreyle ve canlılarla karşılıklı ilişkilerini inceleyen temel ve uygulamalı bir bilimdir". Bu tanımıyla hidroloji diğer birçok bilimlerin alanlarına da girmektedir. Disiplinler arası bir niteliği olan hidroloji bilimi matematik, fizik ve kimya gibi bilimlerle çok yakın bir ilişki içindedir. Hidrolojiyle diğer bilimler arasındaki sınırları kesin olarak belirginleştirmek çok güçtür. Ancak atmosferdeki su ile daha çok meteorolojinin, denizlerdeki su ile oşinografinin, yerin derinliklerindeki su ile de hidrojeolojinin uğraştığı söylenebilir. Su bilim çalışmalarında genelde şu yöntemler kullanılır: Bütün hidrolojik çalışmalarda ilk adım gerekli doğal verilerin toplanması için ölçümler yapılmasıdır. Hidrolojik olayları laboratuvarda benzeştirmek bugün için mümkün olmadığından ölçümlerin doğrudan doğruya doğada yapılması gerekmektedir. Bunun için yeteri sıklıkta bir ölçme ağının kurulması, bu ağdaki istasyonların yeterli hassasiyeti olan araçlarla donatılması ve bu ölçeklerin itinalı bir şekilde okunması gerekir. Hidrolojik veriler gerek zamanla gerekse yerden yere çok değiştikleri için ölçmelerin sık noktalarda ve sürekli olarak yapılması gereklidir. Son yıllarda hidrolojik ölçümlerde hassasiyeti arttıran araçlar kullanılmaktadır, bu arada nükleer tekniklerin kullanılması gittikçe yaygınlaşmaktadır. Ölçmeler sonunda elde edilen bilgiler çok sayıda ve dağınıktır. Bu verilerin insan eliyle kaydedilmesi yerine otomatik olarak kartlara, şeritlere geçirilmesi ve veri tabanları halinde saklanması uygundur. Bu kayıtları en iyi şekilde yararlanılabilecek hale getirmek gerekir. Bu iş için günümüzde ileri bilgi işlem metotları kullanılmakta, işlemler bilgisayarlarla yapılmaktadır. Bütün hidrolojik verileri ölçerek elde etmek ekonomik olmayacağı gibi birçok hallerde mümkün de olmadığından ölçümlerin bulunmadığı ya da yetersiz olduğu hallerde hidrolojik olayları yöneten kanunların belirlenmesi için bu olayların matematik modellerinin kurulması ve bunların doğruluğunun ölçme sonuçlarıyla karşılaştırılarak kontrol edilmesi gerekir. Fizik kanunları esas alınarak kurulan bu modeller doğadaki hidrolojik sistemlerin soyutlanmış benzerleri olarak düşünülebilir. Bu modellerin kurulmasında sistem analizi metotları önem kazanmaktadır. Hidrolojik modeller insanların doğada yapacakları değişikliklerin sonunda hidrolojik büyüklüklerde oluşacak değişmelerin tahmininde de kullanılır. Hidrolojik olaylar değerleri zaman içinde değişen çok sayıda değişkenin etkisi altında meydana geldikleri için önceden kesinlikle belirlenemeyen bir nitelik taşırlar. Örneğin elde bulunan 30 yıllık ölçme sonuçlarını kullanarak bir akarsuda gelecek 100 yıl içinde görülecek en büyük taşkını kesin olarak belirlemek mümkün değildir. Bu bakımdan olasılık teorisi ve istatistiğin hidrolojide kullanılması büyük önem taşır. Ancak bu bilimler yardımıyla 100 yıllık taşkın debisi için tahminler yapmak mümkün olabilir. Bu bilimlerin hidrolojideki önemleri son yıllarda daha iyi anlaşılmış ve hidroloji öğretiminde bu gibi metotlara büyük bir yer verilmeye başlanmıştır. Ancak unutulmaması gereken bir nokta bu metotları gözü kapalı olarak uygulamamak, daima önce hidrolojik olayın fiziksel yönlerini incelemek zorunluluğudur. Hidrolojik olayların incelemesinde değişkenlerin çokluğu ve aralarındaki ilişkilerin karmaşıklığı yüzünden teorik bir analiz çoğu zaman mümkün olmadığından yaklaşık yöntemler kullanmak gerekir. Bu sebeple birçok problemlerin çözümü için birden fazla yöntem kullanılabileceği görülür. Bunların arasında uygun bir seçim yapmak bilgi ve deneyimi gerektirir. Kullanılacak metot incelenen olayın zaman ölçeğiyle de ilişkilidir. Su doğada çeşitli yerlerde ve çeşitli hallerde bulunmakta ve yer küresinin çeşitli kısımları arasında durmadan dönüp durmaktadır. Yerküresinin iklim sistemi ile yakından ilişkili olan hidrolojik çevrim günlük ve yıllık periyotları olan bir süreçtir. Atmosfer biriktirme sisteminden yüzeysel biriktirme sistemine düşen yağışın bir kısmı sızma yoluyla zemin nemi biriktirme sistemine, oradan da perkolasyon yoluyla yer altı biriktirme sistemine geçmektedir. Her üç sistemin de buharlaşma ve terleme yoluyla atmosfer ile ilişkileri bulunduğu gibi yüzeysel biriktirme sistemine düşen yağış eklenip buharlaşma kayıpları çıktıktan sonra geriye kalan su akarsularda akış şeklinde denizlere veya göllere ulaşmakta, oradan buharlaşma ile atmosfere geri dönmektedir. Hidrolojik çevrim sırasında su aynı zamanda yer yüzeyinden söktüğü katı taneleri akarsular yoluyla göl ve denizlere taşıyarak yerkabuğunun biçim değiştirmesine sebep olur. Sistem, düzenli bir şekilde birbirleriyle ilişkili olan ve çevresinden belli bir sınırla ayrılan bileşenler takımı olarak tanımlanır. Sistemi çevresinden ayıran sınırın çizilmesi incelenen problemin özelliklerine bağlıdır. Hidrolojik çalışmalarda göz önüne alınan sistem bir akarsu havzasının bir bölümü olabileceği gibi bir havzanın tümü de olabilir, birkaç havza bir arada bir sistem olarak da düşünülebilir. Bir sistemin çevresiyle olan ilişkileri girdi ve çıktı vektörleriyle belirlenir. Yerküresinde insanın varlığı hidrolojik çevrimi etkilemektedir. Bu diyagram hidrolojinin mühendislikteki önemini de ortaya koymaktadır. Mühendislik hidrolojisinde yüzeysel akışını aynı çıkış noktasına gönderen bölge olarak tanımlanan su toplama (drenaj) havzasını esas ünite olarak ele almak uygun olur. İnsanın hidrolojik çevrim üzerindeki etkisi yağış safhasında suni yağış şeklinde görülür. Diyagramda bir havzaya düşen yağışın bir kısmının buharlaşma ve terleme ile atmosfere geri döndüğü bir kısmının zemine sızarak yer altı taşıma ve biriktirme sistemine katıldığı, bir kısmının da yüzeysel taşıma ve biriktirme sisteminde yüzeysel akış haline geçtiği görülmektedir. İnsan doğal bitki örtüsünü değiştirerek tutma, terleme ve sızma kayıplarını etkileyebilir. Bunun sonunda yüzeysel akış değişir. Örneğin ormanların kesilmesi sonunda yüzeysel akış hacminin ve taşkınların büyüdüğü görülmüştür. Şehirleşme de sızm
a kayıplarını azaltacağından yüzeysel akış üzerinde etkili olur, yer altı biriktirme sistemini de etkiler. Bir yandan da kirli artıkların akarsulara dökülmesiyle insan doğada suların kirlenmesine, böylece su kalitesinin düşmesine sebep olmaktadır. Şehirleşmenin ve endüstrinin ilerlemesiyle daha da önem kazanan bu sorun insanın hidrolojik çevrim üzerine etkisinin olumsuz bir yönünü yansıtmaktadır. İnsanlar tarafından meydana getirilen büyük biriktirme hazneleri akarsulardaki akış rejimini değiştirirler, bu hazneler aynı zamanda önemli miktarda buharlaşmaya yol açtığı için haznelerden buharlaşma diyagramda ayrıca gösterilmiştir. İnsan kendisi için gerekli olan suyu akarsular ve haznelerden su alarak yüzeysel sistemden ve yerçekimi ya da pompajla yer altı sisteminden elde edebilir. Bir havzada mevcut toplam su miktarı hidrolojik çalışmalarla belirlenir. Bu miktarı ihtiyaçla karşılaştırarak suyun en ekonomik şekilde kullanılmasını sağlamak ise su kaynaklarını geliştirme çalışmalarının konusudur. Yeryüzüne düşen yağış yoluyla oluşan sular, yağış esnasında daha yere ulaşmadan, arazi üzerinden akarken ve bitkiler tarafından alınıp terleme yolu ile dışarı çıkıp buharlaşır. Bu suyun kısa dolaşım yapması ve tekrar atmosfere dönmesi olayıdır. Aynı şekilde oluşan suların bir kısmı ise yüzeyde akar ve çeşitli akarsuları oluşturur. Diğer bir kısmı da yeraltına sızar; buralarda birikir ve yeraltısularını meydana getirir. Yeraltına sızan bu sular boşlukları ve çatlakları doldurur; bu boşluk ve çatlaklar boyunca derinlere kadar gider; ya da bir noktadan "Kaynak" şeklinde yeryüzüne yeniden çıkar, akarsulara, göllere veya denize boşalır. Bu yüzden su daha uzun yollu Büyük dolaşım yapmış olur. Suyun çeşitli şekillerde yapmış olduğu bu dolaşımlarına "Hidrolojik Dolaşım" adı verilir. Bu devam edegelen döngü, güneş kaynaklı ısı enerjisi ve yerçekimi ile oluşmaktadır. Udo Steinke Udo Steinke (2 Mayıs 1942 - 12 Ekim 1999), Alman yazar. Udo Steinke Łódź şehrinde dünyaya geldi. Doğu Almanya'da yirmi altı sene yaşadıktan sonra 1968 yılında Batı Almanya'ya sığındı. Steinke gazetecilik ve reklam müdürlüğü yapmış, Münih'de Goethe Institut'de çalışmış, Bavyera eyaletinde liseler için çıkan gazetenin müdürlüğünü yapmıştır. Udo Steinke'nin 1980'de çıkarmış olduğu "Ich kannte Talmann" hikâyesi ile Bavyera edebiyatında kusursuzlaşmıştır. Ölüm yılı olan 1999'a kadar altı kitap daha çıkarmıştır. Onun yapılarından "Doppeldeutsch" kitabında sık dönüşlü konu içeriğini bulabilirsiniz. Udo Steinke'nin Heinrich Böll, Willy Brandt ve Hans-Dietrich-Genscher ile sıkı dostluk bağları vardı. Onun edebiyattaki katkılarından dolayı hatırasına Steinke Institut Bonn şehrinde kuruldu. Enstitüt Udo Steinke'nin arşivlerini bünyesinde bulundurmaktadır. Ceritler Ceritler soy kökünün Oğuzların Bozok koluna bağlı Beğdili (Begtili) boyu olduğu bildirilir. Yerleştikleri yer olarak da Dulkadiroğlu Beyliği'nin sınırları içi olduğu değişik kaynaklarda belirtilmektedir. Dulkadir veya Zülkadiriye denen yer 1831 yılında Maraş adını almıştır. “Cerit” kelimesinin anlamı hakkında çeşitli sözlüklerde farklı anlamlar verilmektedir; “yiğit, cesur, ata iyi binen, eli çabuk, becerikli, sopa, kuru hurma dalı, cirit sopası, kuru verimsiz toprak” gibi anlamlara gelmektedir. Ceritler ile Recepliler (Avşar oymağıdır) arasında, hicri ve rumi takvime göre 1205 yılında, miladi takvime göre ise 1791 yılında bir savaş olmuştur. Bu savaşın yeri Osmaniye ile Nizip arasındaki Yarsuvat ile Zencirli denen yerler arasındadır. Buraya daha sonra Kanlıgeçit denmiştir. Ceritler buradaki savaşı kazanmışlar ve Dadaloğlu'nun oymağı büyük kayıp vermiştir. 1691 yılından itibaren devletin iskân politikası gereği Ceritler başlarına devlet tarafından görevlendirilen beyler idaresinde özellikle bugün Suriye sınırları içinde kalan Halep Vilayeti'ne bağlı Rakka kasabasına zorla iskan edilmiş, bu iskandan sonra defalarca geri gelmiş ve defalarca yeniden zorla Rakka'ya iskan edilmişlerdir. Bu arada Rakka dışında Harran, Hama, Humus ve Halep'e de iskan edildiklerine dair de bilgiler vardır. Ceritler bu zorla yapılan iskânlara isyan ettikleri için zaman zaman bizzat asker eliyle, zaman zaman da üzerlerine başka oymaklar gönderilerek Rakka'ya geri gönderilmek istenmiştir. Recepli Avşarları ise o tarihte Ceritleri olursa Rakka'ya olmazsa kendi suvatları ve otlakları dışına göndermek istemişlerdir. Bu yüzden aralarında çıkan savaşta Kırım'a (Elbistan'a) dönmeleri istenmiştir. 1600’lü yıllarda Ceritlerin bir kısmı İran'a gitmiş, bir kısmı daha sonraki iskanlarla Balkanlar dahil olmak üzere Suriye ve Kıbrıs'a (1713) zorla iskân edilmişlerdir. En son olarak da 1865 yılında Fırka-i İslahiye denilen askeri kuvvetle Ceritler de dahil olmak üzere tüm Yörük-Türkmen oymakları Anadolu'nun değişik yörelerine zorla iskana tabi tutulmuşlardır. Bunlar arasında Denizli, Afyon, Mersin, Hatay, Karaman, Amasya, Çorum, Kırıkkale, Yozgat, Kırşehir, Adana Sarıçam ilçesi Müminli köyü, Ceyhan İlçesi Malatya, Aksaray, Avanos, Kahramanmaraş, Gaziantep, Şarkışla gibi yerler sayılabilir. Beykoz Beykoz, İstanbul'un bir ilçesidir. Çatalca-Kocaeli bölümünün Kocaeli Yarımadası batısında yer almakta olup; batıdan İstanbul Boğazı, doğudan Şile ilçesi, kuzeyden Karadeniz ve güneyden de Çekmeköy, Üsküdar ve Ümraniye ilçeleri ile çevrelenmiştir.Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren yapılan sanayi ağırlıklı çalışmaların etkisiyle fabrikaların çoğalması sonucu genelde işçi kesimin tercih ettiği yerleşim yeri olan Beykoz, son yıllarda üst gelir seviyesi kesimden de talep görmektedir. Deniz seviyesinden başlayarak 270 metreye kadar yükselen Beykoz’un engebeli arazisini Riva, Küçüksu ve Göksu dereleri parçalamıştır. İlçe ve yakın çevresinde Akdeniz iklimi ile Türkiye'de Karadeniz iklimi nin karışımı olan “Geçiş Tipi İklim” etkilidir. Yazlar, Akdeniz kadar sıcak olmamakla birlikte Karadeniz kadar yağışlı değildir. Beykoz ve çevresi başta kestane, meşe, gürgen, ıhlamur, kayın, kızılağaç ve fındık ağaçlarından oluşan doğal orman örtüsüyle kaplıdır. Beykoz çok uzun bir tarihsel geçmişe sırtını dayamaktadır. Beykoz’un tarihine ilişkin olarak bilinen en eski tarih M.Ö. 700’lerdir. Bu dönemde deniz yoluyla gelip Beykoz’u kendilerine yurt edinen Traklar, Beykoz’da yerleştiği bilinen ilk halk olarak karşımıza çıkar. Her ne kadar sanat tarihçileri ve arkeologlar çok daha önceki dönemlerde Karadeniz’den Boğaz’a doğru seyreden tepelerde Apollon tapınağı benzeri yapıların olduğunu öne sürmekte ve dolayısıyla da Beykoz’un bir kent olarak tarihini çok daha önceki tarihlere götürmek gerektiğini iddia etseler de, örgütlü bir toplumsal hayatın Beykoz’da söz konusu tarihle birlikte  başladığını söyleyebiliriz. Traklar, Trakya’ya adını veren ve tarihte savaşçı özellikleriyle bilinen bir topluluktur. Trakların tarihte balıkçı köyleri, müstahkem kalelerle çevrili kentler ve çok çeşitli yerleşme birimleri inşa ettikleri bilinmektedir. Trakların Hint-Avrupa kökenli bir halk olduğu söylenmekte, ancak yazılı bir kültüre sahip olmadıkları için haklarında yeterince bilgi edinme imkanı  bulunmamaktadır. Trak toprakları geniş bir coğrafyayı içerisine alsa da, esasında doğu ve batı Trakya bölgesinde konuşlandıkları bilinmektedir. Traklar hiçbir zaman hakimiyetleri altında bulunan toprakları idare edecek tek bir devlet kuramamış, daha ziyade parçalı bir yönetim yapısı ortaya koymuşlardır. Bununla birlikte Traklar kendi içerisinde güçlü yönetim mekanizmaları geliştirmeyi başarabilmişlerdir. Traklar Beykoz’a geldiklerinde, kralları Amikos’un ismine binaen, buraya “Amikos” adını vermişlerdir. Amikos, Beykoz’un bilinen en eski adıdır. Boğaz’ı geçerek Beykoz’a gelen Traklar burada Bebrik Devleti’ni kurmuşlardır. Bir rivayete göre Bebrikler isimlerini Akdeniz kıyısında, Pirenelerin kuzeyinde ve güneyinde bulunan eski bir İber kavminden almışlardır. Bebrikler M.Ö. 337 yılında Bitinyalıların saldırısına uğramış ve Bebrik Devleti uzun süren kanlı mücadele ve savaşların ardından yıkılmıştır. Bitinya dönemi, Beykoz’un yavaş yavaş gelişmeye başladığı bir dönemdir. Beykoz (Amikos), yönetim mekanizmasının babadan oğula geçen bir krallık sistemine bağlı olduğu Bitinyalılar devrinde tam dokuz kral görmüştür. M.Ö. 74 yılında Bitinya kralı IV. Nicomedes ölüm döşeğindeyken tüm krallığını Roma imparatorluğuna devretmiştir. Bunun üzerine Roma İmparatorluğu Bithinya’yı bir eyalet olarak ilan etmiştir. Ancak Pontus kralı III. Mithridates Bithinya’yı zaptetmiş ve M.Ö. 74 yılının ortasında Roma İmparatorluğu bölgeyi yeniden ele geçirmek üzere, askeri bir birlik hazırlamış ve bölgeye yollamıştır. On yıllık bir mücadele neticesinde M.Ö. 65 yılında Bithinya Roma İmparatorluğu tarafından ele geçirilmiş, Pontus toprakları da Bithinya topraklarına dahil edilmiştir. III. Mithridates’in M.Ö. 63 yılında yakalanması ile birlikte tarihte Üçüncü Mithridates Savaşı olarak bilinen savaş son bulmuştur. M.S. 395 yılında Roma İmparatoru Büyük Teodosyus imparatorluğu, Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) ve Batı Roma İmparatorluğu olarak ikiye bölene dek Roma İmparatorluğu sınırları içerisinde yer alan Beykoz, bu tarihten itibaren Bizans İmparatorluğunun egemenliği altına girer. Pers İmparatorluğu 609 yılında Beykoz’u sınırlarına dahil eder. Persler altmış yıl bu topraklarda kaldıktan sonra, 669 yılında Müslüman Araplar bu toprakları Perslerden alırlar. Kısa bir süre sonra çekilen Arapların ardından bölgenin hakimiyeti yeniden Bizanslıların eline geçer. Bizanslıların bölgedeki bu üstünlükleri yedi yüz yıldan daha fazla, Osmanlı Sultanı Yıldırım Bayezid’ın bölgeyi ele geçirdiği tarih olan 1402 yılına kadar devam eder. İstanbul’un Fatih Sultan Mehmed tarafından fethinden 51 yıl önce, Beykoz (Amikos) Yıldırım Bayezid tarafından Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içerisine dahil edilir. Osmanlı İmparatorluğu sınırlarına dahil edilen kentin adı bundan böyle Amikos değil, Beykoz’dur. Beykoz isminin nereden geldiğine ilişkin olarak da çeşitli rivayetler söz konusudur. Bu rivayetler içerisinde en bilineni, Beykoz i
sminin Kocaeli beylerbeylerinin Beykoz’da oturmasına nispetle üretilenidir. Rivayete göre Farsçada köy anlamına gelen kos sözcüğünün Türkçe bey sözcüğüne eklenmesi sonucunda ortaya çıkan Beykos (Beyköyü) sözcüğü kentin adı olarak kalmıştır. Beykos zamanla Beykoz’a dönüşmüştür. Bilinen bir başka rivayet ise, Beykoz isminin, kentin Osmanlı idaresi altına girdiği dönemden sonra kentte inşa ettirilen On Çeşmeler adlı bir çeşmenin yanında bulunan büyük bir ceviz ağacına binaen ortaya çıktığını iddia etmektedir. Bu rivayete göre söz konusu dönemde koz kelimesi ceviz sözcüğünü nitelemek üzere kullanılmaktadır. Bu yörede ceviz ağaçlarının çok fazla sayıda bulunması nedeniyle de bu yöreye Binkos adının verildiği ve bu ismin zamanla Beykoz ismine dönüştüğü öne sürülmektedir. Muhteşem dereleri, birbirinden güzel mesire yerleri, bereketli toprakları, cömert denizi ve aynı zamanda geniş bir av sahası da olan yemyeşil ormanlarıyla bir masal kentini andıran Beykoz, Osmanlı Devleti tarihinde önemli bir yere sahiptir. Av alanlarının uygunluğu münasebetiyle Osmanlı yönetici sınıfının gözde mekanlarından birisi olmuştur Beykoz. Padişah başta olmak üzere avın kendileri için bir tutku olduğu saray erkanı, Osmanlı’nın son dönemlerine dek Beykoz’u kendilerine mesken tutmuşlardır. Özellikle Tokat Bahçesi, bugünkü Akbaba köyü civarı ve Çubuklu yöresinde düzenlenen av partileri ile ilgili birçok tarihsel anektod ve resmi kayıt söz konusudur. Ünlü seyyah İbn Battuta’dan öğrendiğimize göre, av partileri Türk yönetici sınıfının ayırdedici özelliklerinden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu bölgeler Osmanlı yönetici sınıfının avlanma yeri olarak tayin edilmiş bölgeler olup, tebaadan birilerinin avlanması yasaklanmıştır. Beykoz’un gözdesi köşklerin bu bölgede ortaya çıkışları doğrudan bu av merakıyla bağlantılı bir gelişmedir. Zamanla padişahların ve önde gelen saray erkanının konaklayabilmesi için biribirinden güzel av köşkleri inşa edilmiştir Beykoz’da. Bu bağlamda bugün maalesef arkasında herhangi bir iz bırakamayan, tarihsel önemi haiz av köşklerinden olan Tokatköy’deki Tokat Kasrı ve bahçelerine değinmek yerinde olacaktır. Evliya Çelebi, seyahatnamesinde Tokat Kasrı’nın Fatih Sultan Mehmed tarafından yapıldığını şu cümlelerle anlatmıştır Fatih Sultan Mehmet'in seferde olan sadrazamının gönderdiği haberci, nefes nefese, heyecanla Tokat'ın fethedildiği müjdesini verince Fatih Sultan Mehmet: "Tez şurada bir bahçe yapılsın ismine de Tokat bahçesi denilsin. Tokat surlarına benzeyen bir set çekilsin (…)" demiş. Etrafı surlarla veya çitlerle çevrili bu bahçe içerisinde bir zerafet timsali bir köşk, muhteşem bir havuz, enfes bir şadırvan ve güzel bir hamam yaptırılmış, geniş bir alana sahip olan bahçesinde ise av hayvanları yetiştirilmiştir. Bu yapının yer aldığı Tokatköyü’ne muhteşem bir kemerli beton köprü üzerinden geçmek suretiyle varılmaktadır. Bu kasrın ve bahçenin bakımı emri altında yüz bostancının bulunduğu bir bahçıvan başı tarafından sürdürülmüştür. Bu kasrın özellikle genç yaşta tahta çıkan IV. Murat (1623-1640) tarafından çok beğenildiği bilinmekte, onun bu bahçenin çimenliğinde cirit oynattığı söylenmektedir. Yapıldığı tarihten itibaren Tokat Kasrı’na ve Beykoz’un bizatihi kendisine tahta geçen bütün Osmanlı Padişahları’nın rağbet gösterdikleri bilinen bir gerçektir.En fazla tercih edilen av türleri kuş, geyik ve karaca avı olmuştur. Kuş avı daha ziyade doğanlar kullanılarak yapılırken, geyik ve karaca avı eğitilmiş köpekler kullanılarak yapılırdı. Özellikle yenileşme döneminin Osmanlı Devleti’nde nasıl bir seyir aldığını izlemek açısından Beykoz’da düzenlenen av partileri oldukça enteresan malzemelerle doludur. On sekizinci yüzyıl sonrasında Sakson türündeki av köpekleri Avrupa’dan getirilmeye başlanmıştır. Ava en düşkün padişahın kendisi için “avcı” lakabının kullanıldığı IV. Mehmed (1642-1693) olduğu söylenir. IV. Mehmed’in en kısa avının üç ay sürdüğü rivayet edilir. IV. Mehmed av merakı nedeniyle devlet işlerini ihmal etmekle suçlanmış, bunun üzerine kendisine yöneltilen eleştirilere tepki olarak tahtını Edirne’ye taşımıştır. Beykoz merkezli av partilerinde kullanılan silah teknolojileri de zamanla değişmiştir. On sekizinci yüzyıla dek ok ve yay ile yapılan avlar, bu dönemden itibaren yerlerini dolma çakmaklı tüfeklere ve daha sonrasında ise fişek atan kırma tüfeklere bırakmıştır. Yirminci yüzyılın başına gelindiğinde Beykoz’dan Şile’ye ve Ömerli’ye dek uzanan ormanlık sahada karaca ve yaban domuzu avı yapılmaktadır. Bu avlar daha ziyade köpekler eşliğinde ve sürek avı biçiminde gerçekleştirilmekteydi. Beykoz’un doğusunda yer alan sık ormanlık alanlarda halihazırda yaban domuzu avı yapılabilmekte, ilçe sınırlarının kuzeydoğu yakasında tavşan, çulluk, tilki ve nadiren olmakla birlikte dağ kekliği avlanabilmektedir. Ayrıca Ömerli baraj gölü civarında kaz ve ördek avı da yapılabilmektedir. Osmanlı tarihinin en önemli seyyahlarından olan Evliya Çelebi, Beykoz’u şu satırlarla anlatır: “(…) lebi deryadan bağlar kenarından gitmek üzere Servi Burnun’nun üç bin adım güney tarafında, bir liman-ı âzimin kenarındadır. Sekiz yüz haneli, bağ ve bahçeli, mamur bir kasabadır. Camii, mescidi, hamamı, sibyan mektebi, küçük sokakları, ağaçlarla müzeyyen çarşı ve pazarı vardır. Çarşı ve pazarı çok bakımlıdır. Halkı bahçıvan, oduncu ve balıkçıdır. Ab-ı havası nefistir. İskelesinde bir kılıç balığı dalyanı vardır. Beş altı gemi direğini birbirine bağlayıp denize dikmişlerdir. Karadeniz tarafından kılıçbalıkları geldiğinde direğin tepesindeki âdemler ellerindeki taşları kılıçbalıklarının arkasına doğru atınca balıklar emin yerdir diye liman ağzına doğru girer. Burada ağlara takıldıklarında balıkçılar kayıklarla kılıçbalıklarına yanaşıp kargı ve tokmaklarla bunları avlarlar. Buradan içeride Akbaba, Sultan, Ali Bahadır, Dereseki, Alemdağ, Koyun Korusu, Yuşa Nebi mesireleri vardır.” Bugün Beykoz, yukarı boğazın yüzyıllardan beri en şöhretli mesiresi olan, geniş bir vadiyi dolduran ve ulu çınarların süslediği Beykoz çayırına sahiptir. Çayır, Hünkar iskelesinden darala darala Tokat mevkiine kadar uzanmaktadır. Çayırın içerisinde yer alan türlü türlü mekanlar, ağaçlarla çevrili yollarla birbirine bağlanır. Bu, başka bir mesirede rastlayamacağımız nadide bir güzellik sunar bizlere. Ağaçların boylarına bakılarak bu yolların en az yüz elli iki yüz öncesinde yapılmış olduğu sonucuna rahatlıkla varılabilir. İstanbul'un, Boğaziçi'nin, Anadolu Yakasının en şirin ilçelerinden birisi olan Beykoz, hala müstakil bir tarihinin yazılmasını beklemektedir. Bu güzel kentin tarihini yazmayı başarabilenler, kültür dünyamıza çok önemli bir katkıda bulunmakla kalmayacaklar, kentin zengin tarihsel birikiminin de bir parçası olacaklardır. Beykoz’un günümüze gelen birçok Tarihi eseri mevcuttur. İlçe merkez nüfusunun çoğu genellikle İzmir, Bursa, Antalya, Kıbrıs ve Karadeniz İllerinden oluşmaktadır. Köy taraflarında daha çok Mesudiye, Ordu ve Görele'den gelip yerleşenlerin çokluğu göze çarpar. İlçe, 45 mahalleden oluşmaktadır. Büyükşehir yasası ile köyden mahalleye dönüştürülen yerleşimlerin nüfusları düşüktür .Elmalı Mahallesi orman içine sonradan yerleşilerek oluşmuş köy niteliğinde olup, Karadeniz köyleri özelliğini taşır. Beykoz'da gözle görülür bir plansız yapılaşma ve konut sıkıntısı yaşanmakta olup, nüfusun 1/4’e yakını tapusuz gecekondu tipi evlerde oturmaktadır. İmar durumu yakın zamana kadar imar mevzuatının tatbikatındaki gecikmeler yüzünden son derece düzensizdir. Büyük ölçüde eksik olan altyapı tamamlanmaya çalışılmaktadır. İlçe nüfusunun büyük bölümünü Beykoz’a bölge dışından iç göçle gelen vatandaşlar oluşturmuştur. Yaşanan aşırı iç göç sonucunda birçok yerde doğal bitki örtüsünün yok edilmesi ile yerleşim alanları meydana gelmiştir Yer şekillerinin de engebeli olması;plansız yapılaşmanın sebeplerinden biridir. Arazi mülkiyeti genellikle orman ve hazineye ait olup, şahıs mülkiyetindeki arazilerin sınırlı olması ve büyük parseller içermesi yüzünden işgallerle konut alanı haline dönüştürülmüştür. Eski yerleşim alanı olarak Merkez, Yalıköy, Paşabahçe, Anadolu Hisarı, Kanlıca’nın bir kısmı müstakil ve eski tip konut tarzını koruyabilen mahalleler arasındadır. Beykoz Belediyesi, Beykoz İlçe Millî Eğitim Müdürlüğü ile ilçede bulunan çeşitli vakıf ve derneklerin işbirliği sayesinde halk oyunları, tiyatro etkinlikleri ve çeşitli yarışmalar yapılmaktadır. Ayrıca İSMEK'in açtığı kurslarada büyük rağbet vardır. İlçede birde Halk Eğitim Merkezi bulunmaktadır Kütüphanelerin ve çok amaçlı salonların yetersizliği, kültürel faaliyetlerin istenilen düzeye ulaşmasını engellemektedir. İlçede 3 sinema, 11 spor kulübü, 1 spor salonu, 3 futbol sahası, 4’ü şahıslara ait 26 halı saha mevcuttur. Beykoz Çayırı’nda yapılmaya başlayan geleneksel Beykoz Şenlikleri kültürel etkinliklerin sergilendiği önemli bir faaliyettir. Beykoz Çayırı'ndaki askeri kışlanın ve (halk tarafından Saray Hastanesi) olarak bilinen Beykoz Kasrı'nın yakın tarihte turizme açılacak olması,özelleştirilmiş olan Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası'nın yerine çok kısa sürede 5 yıldızlı bir otelin yapılacak olması ve Riva Köyü'ne yeni yapılacak olan Türkiye'nin ilk ve tek en büyük sinema platformu İlçenin sosyal yönünü daha çok genişletecektir. 1907 yılında Mısır'ın son hıdivi Abbas Hilmi Paşa tarafından İtalyan mimar Delfo Seminati'ye yaptırılmıştır. Dönemin mimari modasına uygun olarak art nouveau tarzındadır. I. Süleyman ve II. Selim dönemlerinin devletin ileri gelenlerinden, “Magosa Fatihi” olarak tanınan Gazi İskender Paşa (ö. 1570) tarafından yaptırılmıştır. Beykoz Merkez bucağına bağlı Dereseki Köyündedir. 1986 yılında spora açılan salon 1750 seyirci kapasiteli olup 60 araçlık otoparkı mevcuttur. Beykoz Belediyesi tarafından işletilen salonu Türkiye Basketbol Ligi'nde Beykoz SK kullanmaktadır. Anadolukavağı sırtlarındaki Doğu Roma döneminden kalma kaledir. Beykoz merkezindeki Abraham Paşa Korusu çeşitli turistik tesislerle yeniden düzenlenmiştir. Kanlıca’da bulunan Mihrabad Korusu Boğ
az manzaralı görünümüyle en gözde mesire alanları arasında yer almaktadır. Beykoz tarihi yalıları ile de ünlüdür. Anadolu Hisarı’ndan Beykoz Yalıköy’e kadar birçok özel mülk konumunda olan tarihi yalılar, Boğaz görünümüne güzellik katmaktadır. Bu yalıların en önemlisi Anadolu Hisarı’ndaki Hekim Paşa Yalısı’dır. %60’ı orman alanı olan Beykoz, İstanbul halkının hafta sonu dinlenme ihtiyacının büyük bir bölümünü karşılamaktadır. Anadolu Kavağı, Anadolu Feneri, Poyraz Köy, Riva (Çayağazı), Cumhuriyet Köyü, Ali Bahadır, Değirmen Dere, Bozhane, Göllü Köyü, Akbaba, Polonezköy en çok ilgi çeken mesire alanlarıdır. Turizm alt yapısı ve tesisleri yetersizdir. Polonezköy’de bulunan otel ve pansiyonlar dışında turizm amaçlı tesis çok azdır. Boğaz eskiden beri balıkçılığı ile meşhur olmasına rağmen Beykoz bu açıdan da istenilen ölçüde tanıtılamamıştır. Anadolu Kavağı’ndaki balık lokantaları deniz ve kara yoluyla gelen yerli ve yabancı turistlerin rağbet ettikleri yerlerdendir. Akbaba Köyü’nde bulunan Akbaba Sultan Türbesi ve Mescidi, Anadolu Kavağı Yuşâ Tepesi’ndeki Yuşâ Türbesi, Kanlıca’daki İskender Paşa Türbesi ve Camii, Dereseki Köyü’ndeki Kırklar Baba Türbesi, Orta Çeşme’deki Uzun Evliya Türbesi çok sayıda ziyaretçi çeken yerledir. İlçe sınırları içinde bulunan ve Türkiye’de Kültür ve Tabiatı Koruma Vakfı’nın belirlediği anıtsal ve korunmaya değer ağaçlar vardır ki bunlardan bazıları; Kaymak Donduran da 200 yaşındaki Kestane Ağacı, Beykoz Çayırı’ndaki 200 yaşındaki Çınar Ağaçları örnek verilebilir. Ananda Coomaraswamy Ananda Kentish Coomaraswamy (22 Ağustos 1877 Colombo - 9 Eylül 1947 Massachusetts), Sri Lankalı hukukçu ve filozof Mutu Coomaraswamy ile İngiliz eşi Elizabeth Beeby'nin oğulları ve Rene Guenon ve Frithjof Schuon ile birlikte Tradisyonalist Ekol'ün kurucularından biridir. 1917 yılında Boston Güzel Sanatlar Müzesi'nde Hint Sanatı departmanında yöneticilik yapmaya başlayan Coomaraswamy, sanat metafiziği ve Hint sanatına dair öncü çalışmalarıyla tanınmış da olsa batı ve doğu gelenekleri (özellikle Hindu ve Budist) ile ilgili çeşitli yayın organlarında çıkan pek çok önemli makalesiyle Tradisyonalist ekolün önde gelen sözcülerindendir. Viyana Kongresi Viyana Kongresi Napolyon Savaşları sonunda Fransız ordusunun, koalisyon orduları tarafından tümüyle yenilgiye uğratılmasının ardından, Avrupa’daki sınırları ve güçler dengesini yeniden belirlemeye yönelik kararlar almak üzere toplanmış olan kongredir. Napolyon ordusunun sürekli yenilgiye uğrayıp geri çekildikleri bir dönemde, 9 Mart 1814 tarihinde, VI. Koalisyon’un, aynı zamanda Avrupa’nın en güçlü devletleri olarak Birleşik Krallık, Avusturya, Prusya, Rusya , Avrupa’da siyasi coğrafyanın ve dolayısıyla güçler dengesinin yeniden düzenlenmesi için aralarına bir ittifak oluşturmuşlardı. Doğal olarak bu ittifak, askerî olmaktan çok, siyâsî bir ittifaktır. Söz konusu devletlere İsveç ve Portekiz’in de katılmasıyla 30 Mayıs 1814 tarihinde Paris’te imzalanan Paris Antlaşması’sında, 20 Temmuz 1814’te de İspanya katılmıştır. Savaşa katılmış olan tüm devletlerin Viyana’da toplanacak bir kongreye, tam yetkili temsilciler göndermesi kararlaştırılmaktaydı. Fransız İhtilali ve Napolyon savaşları ile bozulan Avrupa siyâsî haritası ve güçler dengesi, Osmanlı Devleti hariç, tüm Avrupa devletlerinin katıldığı bu kongre kararlarıyla yeniden yapılandırıldı. Bu kararlar ve yeni statüko ile Birinci Dünya Savaşı'na kadar devam eden Avrupa siyâsî coğrafyası, yeni dönemde de pek çok isyan, ihtilal ve olaylara sahne oldu. Hemen hemen tüm Avrupa devletlerinin temsilcilerinin katılmasına karşın, 1815 Viyana Kongresi'nde ve Avrupa'nın yeniden yapılanmasında en önemli rolü, aynı zamanda kongre başkanlığı görevini de yürüten Avusturya başbakanı Klemens Wenzel Lothar von Metternich oynamıştır. Kongrenin nihâî kararları, Birleşik Krallık, Rusya, Avusturya ve Prusya tarafından belirlenmiştir. Fransız İhtilali ile etkinlikleri artan milliyetçilik, hürriyetçilik ve sosyalizm akımlarına tamamen karşı ve statükonun korunmasından yana olan Metternich'in yeni Avrupa politikası üç temel görüşe dayanıyordu. Bunlardan birincisi "Orta Avrupa" görüşü olup, Avusturya'nın önderliğinde Rusya ve Fransa'ya karşı Birleşik Krallık ile ittifak; ikincisi, batıdan gelebilecek yeni ihtilal hareketlerine karşı, Birleşik Krallık, Rusya, Avusturya ve Prusya arasında dörtlü ittifak; üçüncüsü ise, tüm Avrupa'da iç ve dış barışın korunması için, ek olarak Fransa'nın da katıldığı beşli ittifak. Metternich'in Orta Avrupa'sı, eski Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu topraklarını ve İtalya'yı kapsıyordu. Bu düzenlemede, geniş bir Alman-Roma birliği, kültür ve güç alanında gerçekte bağımsız, ancak sürekli bir birlik bağı ile birbirine bağlı devletler topluluğu bulunmaktaydı. Böyle bir Orta Avrupa'da yeni büyük devletler ile birleşik bir Almanya'nın, bağımsız bir İtalya'nın ortaya çıkmasına yer yoktu. Metternich, Alman birliğini, Avusturya'nın egemenliği altına alabileceği prenslerin yönetimindeki küçük devletçikler hâlinde oluşturmayı hedeflemişti. Dolayısıyla, Metternich'in Avrupa'nın yeniden yapılanması planında, kıtanın merkezinde yer alan Avusturya'ya çok güç bir görev verilmişti. Bu görev; yeni devlet sistemi ve eski toplum yapısı temeli üzerinde, bölgenin siyasal ve sosyal açılardan devamının sağlanmasında öncülük ve liderlik göreviydi. Metternich'in düşüncesi, Avrupa'yı "federasyon" sistemi içinde yeniden kurmak ve kıtanın merkezinde yer alan ve tarihsel bir varlık olan Avusturya'nın yönetiminde federatif bir güç oluşturmaktı. Prusya Prusya (Almanca: Preußen), tarihin değişik dönemlerinde değişik anlamlarda kullanılmış bir deyim olmakla birlikte en çok 1713-1867 yılları arasında kendisine Prusya Krallığı adını veren Alman devleti anlamında kullanılır. Baltık Denizi kıyısında bir bölge olan Prusya başlangıçta, Brandenburg Dükalığı olarak Kutsal Roma Cermen İmparatorluğunun bir parçasıydı ve başkenti Königsberg (Kaliningrad) idi. İspanya Veraset Savaşı (1701-1713) sırasında İngiltere, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu, Hollanda. Portekiz ve Savoya Dükalığı ittifakında savaşa katılmıştır. İttifakın Fransa karşısında zafer kazanmasıyla imzalanan Utrecht Barışı'yla Brandenburg Dükalığına krallık statüsü tanınmıştır. Bu tarihten sonra Prusya Krallığı olarak bilinecektir, başkenti ise Berlin olacaktır. 1806 yılında krallık, Napolyon Bonapart önderliğindeki fransız ordusuna yenilince topraklarının büyük bir kısmını kaybeder ve Fransa ile ittifak kurmak zorunda kalır. Napolyon'un 1812'deki Rusya seferinde başarısız olup büyük güç kaybetmesini fırsat bilen Prusya, Fransa'yla olan ittifakını bozar ve koalisyon güçleriyle birlikte 1813 Leipzig ve 1815 Waterloo savaşlarında Fransızları mağlup ederler. 1815'deki Viyana Kongresi'nde Prusya, sınırlarını batıdaki Saar nehrinden doğudaki Neman nehrine kadar genişletir. Ancak krallık toprakları hâlâ ikiye bölünmüş durumdadır. Çünkü Hannover, Braunschweig, Hamburg ve Bremen gibi bağımsız prenslikler ve şehir devletleri ülkeyi coğrafî olarak ikiye bölmektedir. 1867 yılında Prusya kralı I. Wilhelm, Otto von Bismarck'ı başbakanlığa atadı. Bismarck, Danimarka, Avusturya ve Fransa'ya açtığı savaşlarla Alman bölgelerini bir bayrak altında topladı ve Alman İmparatorluğunu kurdu. Prusya kralı I. Wilhelm de artık Almanya'nın Kayzer Wilhelm'i oldu. Bu tarihten sonra Prusya Alman İmparatorluğunun en büyük parçası olarak kaldı. 1934 yılında Naziler Prusya tanımını tamamen ortadan kaldırdılar. II. Dünya Savaşı sonrasında Prusya toprakları Polonya ile Rusya arasında paylaşıldı. Günümüzde Litvanya ile Polonya arasında kalan Rusya'ya ait Kaliningrad şehri eskiden Königsberg adıyla Doğu Prusya'nın başkenti idi. Prusya, Avusturya ile birlikte "Alman düalizminin" (Alman ikiliğinin) temeli olarak bilinir. Oyunlarla Yaşayanlar Oyunlarla Yaşayanlar, Oğuz Atay'ın yazdığı tek tiyatro oyunu. (2009 yılında Tehlikeli Oyunlar romanı Seyyar Sahne tarafından tiyatro olarak uyarlanmıştır.) Kısacık bir yaşama derin anlamlar yüklü ve önemli birkaç yapıt bırakan Oğuz Atay, "Oyunlarla Yaşayanlar"'da Türkiye'deki aydınların açmazını sahneye getirir. Yazdığı tek tiyatro oyununda "oyun kavramı" üzerinde duran Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar ve Tutunamayanlar romanlarında da olayları oyun içinde oyun olarak ele almıştır. Atay'a göre, "çok standartlı", "çok yönelişli" olmak zorunda bırakılan Türk aydınlarının tipik davranışı "oynamak"tır. Atay Türk aydınlarının, Batılı gibi olmak ama ülkenin Asyalı koşulları arasında sürekli oynayarak denge kurmaya çalıştıklarını, böylece acıklı bir komediyi sürdürmek durumunda kaldıklarını düşünür. Emekli tarih öğretmeni Coşkun Ermiş, Napoleon piyesleri yazmaya çalışırken, komşusu olan oyuncu Saffet ondan Vodvil türünde oyunlar yazmasını istiyor. Tiyatro patronu Servet ise Antik Yunan dönemi oyunları sipariş ediyor. Oysa Coşkun Bey'in evinde bir başka oyun sahnelenmektedir. Bunamış kayınvalidesi Saadet Nine kendisini ziyarete gelecek Cemil Paşa'yı kurduğu hayaller içinde beklemektedir. Oğlu Ümit, okuldan, dersten sıkılmış bir halde sürekli sulu oyunlar ve taklitler yapmaktadır. Karısı Cemile ise oyunun başında çalışan, evin yükünü dikiş dikerek sırtlamış tek gerçekçi kişi iken o da gerçeğin dışına çıkmaya hayalden oyunlar kurmaya başlamıştır. Çok çeşitli kültürlü, yaşamını sürdürmekle sanat üretmek, düşündüğünü söylemeye çalışmakla ortamın isteklerini karşılamak arasında boğulup kalmış bir emekli tarih öğretmeni ve ailesi çevresinde oyunlarla yaşayan insanlar. Bir yanda hamasi bir tarih, bir yanda güncel gerçekler, bir yanda sanat, bir yanda da geçim sıkıntısıyla süren hayat. İşte, Oyunlarla Yaşayanlar'da emekli tarih öğretmeni Coşkun Ermiş'in dramı. "Oyun nerede başlıyor, yaşam nerede bitiyor?" diye soruyor Coşkun. Öyle ki 0, Napoleon piyesleri yazmaya çalışırken, komşusu oyuncu Saffet ondan Vodvil türünde oyunlar yazmasını istiyor. Tiyatro patronu Servet ise Antik Yunan dönemi oyunları sipariş ediyor. Oysa Coşkun beyin evinde bir başka oyun sahnelenmekte
dir. Bunamış kayınvalidesi Saadet Nine kendisini ziyarete gelecek Cemil Paşa'yı kurduğu hayaller içinde beklemektedir. Oğlu Ümit, okuldan, dersten sıkılmış bir halde sürekli sulu oyunlar ve taklitler yapmaktadır. Karısı Cemile ise oyunun başında çalışan, evin yükünü dikiş dikerek sırtlamış tek gerçekçi kişi iken o da gerçeğin dışına çıkmaya hayalden oyunlar kurmaya başlamıştır. Oyunlarla Yaşayanlar, Türk Tiyatrosunun önemli oyunlarından biri olarak çok sayıda tiyatro topluluğu tarafından birçok kez yorumlanmıştır. Bu yorumların en önemlisi 80'li yıllarda Mehmet Ulusoy yönetimindeki sahnelenişidir. 1998-99 sezonunda İstanbul Şehir Tiyatroları tarafından Macit Koper yönetiminde ve 2005-6 sezonunda Ankara Devlet Tiyatrosu tarafından Cahit Tüfekçi yönetiminde olumsuz eleştiriler alan sahnelenişleri de vardır. Oyunun, Erdal Özkan'ın aynı isimle senaryolaştırıp yönettiği, TRT yapımı bir TV filmi de bulunmaktadır. Filmin Nihat İleri, Mustafa Uğurlu, Selda Özer, Funda İlhan, Suna Selen, Can Kolukısa, Cezmi Baskın'dan oluşan bir kadrosu vardır. Meteoroloji Meteoroloji, atmosferde meydana gelen hava olaylarının oluşumunu, gelişimini ve değişimini nedenleri ile inceleyen ve bu hava olaylarının canlılar ve dünya açısından doğuracağı sonuçları araştıran bir bilim dalı. Türkçeye, Fransızca "météorologie" sözcüğünden geçmiştir. Atmosferin özellikle alt katmanlarında meydana gelen hava olaylarının oluşumunu ve değişimini nedenleriyle inceler ve kısa dönemli tahminler yapmayı amaçlar. Matematik, coğrafya, istatistik ve fizikten yararlanır. Günümüzde meteorolojik hizmetler, tamamen bilimsel yöntemlerle ve uluslararası iş birliği içerisinde yürütülmektedir. Bugün dünyada, 24 saat sürekli çalışan onbin civarında kara istasyonu, açık denizlerde görev yapan altıbinden fazla gözlem gemisi ve yüksek hava sondajları yapan binden fazla meteoroloji istasyonu vardır. Etimoloji Etimoloji (), kökenbilim ya da köken bilimi, bir dildeki sözcüklerin kökenlerini ve bunun bir gereği olarak o dilin diğer dillerle ve o dili konuşan toplulukların geçmişten bugüne diğer topluluklarla olan kültürel ilişkilerini araştırır. Bir başka tabirle etimoloji, bir kelimenin ya da dildeki benzer bir kullanımın gelişme sürecinin ilk ortaya çıkışından itibaren izlenmesi, hangi dillerde ne şekilde yayıldığının tespit edilerek parça ya da bileşenlerinin analiz edilmesi bilimidir. Etimoloji kelimesi de "asıl, hakiki, gerçek" anlamındaki "ὁ ἔτυμος" (ho étymos) ile söz, kelime anlamındaki λόγος / lógos kelimelerinin birleşmesi ile oluşmuştur. Eskiden kullanılan ve Arapça kökenli olan ismi ise iştikak ilmidir. Etimoloji uzmanlarına "etimolog", "köken bilimci" veya "iştikakçı" denir. Ayrıca, etimologlar artık doğrudan bilgi edinilemeyecek ölü diller hakkında, kalıntı ve bulguları takip ederek çeşitli sonuçlar çıkartırlar. İlgili dillerdeki kelimeleri karşılaştırarak ortak ana dil hakkında daha fazla bilgi elde edilebilir. Bir sözcüğün en eski, kaynak şekline "etymon (τὸ ἔτυμον)" denmektedir. Dean Martin Dean Martin, asıl adıyla Dino Paul Crocetti (d. 7 Haziran 1917 - ö. 25 Aralık 1995), İtalyalı Arnavut (Arberesh) asıllı Amerikalı oyuncu ve şarkıcı. Dino, 17 Haziran 1917'de Steubenville, Ohio'da doğdu. Dino göçmen bir ailenin çocuğuydu, gençliğinde sayısız işte çalıştı. Onuncu sınıfa giderken evinde yasa dışı alkol bulundurma suçundan yargılandı ve okuldan uzaklaştırıldı. Dino bir kumarhanede krupiye olarak çalışmaya başladı, birçok kart oyunu ve hileleri öğrendi. Bununla beraber bir çelik fabrikasında da çalıştı. Boks öğrendi ve maç başına on dolar kazanmaya başladı, bazen kazandığı para yirmi beş dolara kadar da çıkıyordu. 16 yaşında hiç istemeden de olsa parasız kaldığı bir zamanda komşusunun kulübünde şarkı söyledi. Aslında Dino hiç şarkıcı olmak istemiyordu, zaten kart numaraları yaparak daha fazla para kazanıyordu. Fakat arkadaşları onun şarkı söylemesini istiyorlardı. O da söylemeye devam etti. İlk önce çalıştığı kulüpte söylemeye başladı. Daha sonra çevredeki bar ve kulüplerde söylemeye başladı. Dino 21 yaşındayken Sammy Watkins tarafından keşfedildi. Sammy Watkins Dino'nun tarzından çok etkilendi ve onu çok büyük bir yıldız yapmaya karar verdi. İlk önce adını Dino Martini olarak değiştirdi. Daha sonra Dean Martin olarak değiştirdi. Daha sonra Dean Jerry Lewis ile karşılaştı ve MCA ile bir kontrat imzaladı (1943). New York'daki Rio Bamba Room'da söylemeye başladı. Sonra da bir radyoda söylemeye başladı (Songs by Dean Martin). Bu program halkın ilgisini çekti. Dean ve Jerry 10 yıl boyunca başarılı bir komedi şovu yaptılar. 1949'da kendi radyo programlarını yaptılar: "The Martin and Lewis Show". Bu popüler şov 30 dakikaydı ve ilk önce NBC Radyosu'nda yayınlandı. "Martin and Lewis Show" 17 Temmuz 1950'de "The Colgate Comedy Hour" ile birleşti. Martin ve Lewis on başarılı yıla 16 film sığdırdılar. Fakat sonunda yolları ayrıldı. Böyle bir popüler komedi grubunun yollarını ayırması tüm hayranlarını şok etti. Grup en son 24 Temmuz 1956 tarihinde New York'da bulunan the Copacabana'da şovlarını yapmışlardı. Dean gruptan ayrıldıktan sonra solo çalışmalar yaptı. 2 Nisan 1958 tarihinde film endüstrisine girdi ve sadece bir şarkıcı olmadığını, büyük bir aktör olduğunu Young Lions filminde kanıtladı. Bu filmden sonra Dean 35 tane daha film çekti. Aynı zamanda söylediği birçok şarkı 1995 yılında ölene kadar liste başı oldu. Bu şarkıların başında "I'll always love you", "If", "When you're smiling", "Oh Marie", "I'd cry like a baby", "Sway", "Memories are made of this", "That's amore", "Mambo Italiano" gelmektedir. Altmışların başında en tanınmış King of Las Vegas, Beatles gruplarını "Every body loves somebody sometime" şarkısı ile geçen Dean artık çok ünlüydü. 16 Eylül 1965 tarihinde saat 22:00'de NBC kanalında sunduğu Dean Martin Show 1965-1966 sezonunun en çok reyting alan programı oldu. Yaptığı programda bölüm başına 40.000 dolar alıyordu. Televizyon izleyicileri Dean'i seviyorlardı ve onu hiç bıkmadan izliyorlardı. Dean Martin program yapmaya devam etti. NBC kanalı Dean'e yeni bir teklif yaptı ve Dean de reddetmedi. Dean 3 yıllık sözleşme yaptı ve bölüm başına 283.000 dolar almaya başladı. Bununla beraber NBC aile şirketi RCA'dan hisse sahibi oldu. Ayrıca televizyonlarda haftada sadece 8 saat program yapıp en fazla para alan kişi de Dean Martin'di. 25 Aralık 1995'de hayatını kaybetti. Mezarı Westwood Memorial Park'tadır. Ut Ud, telli bir müzik aleti. Kelimenin aslı Arapça'da sarısabır veya ödağacı anlamındaki "el-oud" dan gelir. Baştaki "el"- sözcüğünün, bazı dillerde olup bazılarında olmayan harf-i tarif (belirgin tanım edatı) olduğunu bilen Türkler bu edatı atmış, geriye kalan "oud" ('ayn, waw, dal) kelimesini de - gırtlak yapıları "ayn"a uygun olmadığı için - "ut" şekline sokmuşlardır. Dillerinde tanım edatı olan batılılar, 11-13. yüzyıllar arasındaki Haçlı Seferleri sırasında tanıyıp Avrupa'ya götürdükleri bu saza, , , , , Alaut (İsp.)Laúd , Luit (Dat.) gibi hep L ile başlayan isimler vermişlerdir. Hatta "saz yapıcılığı" anlamında kullanılan "lütiye" kelimesi de yine lütfen yapılmadır (aslı Fransızca "luthier"). Ud çalan kişiye "udî" denir. Kimi kaynaklarda udu Farabi’nin icat ettiği söylenir, ancak Farabi’den çok önce minyatür ve kabartmalarda ud ve benzeri çalgılar bulunur. Farabi’nin mucit olarak algılanmasının esas sebebi uda hakim bir müzisyen olması ve uda getirdiği akort sistemidir. Döneminde ud hakkında en kapsamlı bilgiyi verenlerden biri olan Farabi, o döneme kadar 4 telli bir saz olan uda 5. teli eklemiştir. Ud hakkýnda Farabi’den İbni Sina (980/1037) Kitabu'ş Şifa adlı eserinde en meşhur aletlerden biri olduğunu söyler. Akordu ve ses aralıkları gibi teknik bilgileri, şekillerle anlatır. 10. yüzyılda İhvan-ı Safa risalelerinde musiki aletlerinden bahsedilirken bunların en güzel olanının ud olduğu belirtilir.. Tekne (gövde), göğüs (kapak), sap, burguluk ve teller olmak üzere beş esas elemandan meydana gelen udun yapımına, eleman sıralamasında da görüldüğü gibi, tekneden başlanır. Udun teknesi; gemi karinasını andıran, eni ve boyuna yapıştırılmış 4–5 cm kalınlığındaki parçalardan oluşan bir kalıp üzerine, 70 cm boy, 2 ila 4 cm en ve 3 mm kalınlıktaki dilim yaprak veya çemberlerin, çoğunlukla aralarına - hem estetik, hem sağlamlık amaçlı - kontrast renkli tek veya çift filetolar konularak işlenmesiyle meydana getirilir. Günümüzde bazı yapımcıların, parçaları tekne kavsine uygun boşluksuz olarak yapıştırılmış veya yine aynı formda yekpare alüminyum olarak kullandıkları kalıplar üzerine, ortada geniş, uçlarda sivri ve işlem orta eksenden başladığı için hep tek sayıda çevirdikleri dilimler, genellikle maun, ceviz, paduk, vengi, kelebek, nadiren de erik veya zeytin ağacındandır. Önceden ısıtılarak kalıbın eğimli profili kabaca verilen dilimler ütü ve ince kâğıt yardımıyla kalıba çekildikten sonra, belirli yerlerdeki küçük monte çivileri çıkarılarak kalıptan alınır ve bu defa dilimlerin içbükey yüzeyi, çenber ve filetoların uzun birleşme hattı boyunca kalın kâğıt veya ekstrafor yapıştırılarak kuvvetlendirilir. Yaylı sazlarda olduğu gibi uzun da bir şekli var. Yapımdan önce malzemeyi seçmek gerekir. Ud teknesi; ceviz, maun, erik, kayısı, akça ağaç, kiraz, ithal ağaçlardan magase, vengi, pelesenk gibi birçok ağaçtan yapılmaktadır. En önemlisi kemanda da olduğu gibi üst tabladır. Seste başarı elde edebilmek için tablanın yani göğsün kaliteli ve çok kuru ladin ağacından yapılması gerekir. Ancak güzel ve yumuşak bir ses elde etmek için tabla kalın olmamalıdır. Çünkü ses dalgaları utun teknesine aksederek tablaya yansıyarak titreşim sağlar. Utta ses tablasının yüzde yetmiş beş önemi vardır, buna uyulduğu takdirde güzel ses almak mümkün olacaktır. Ut tellerinin dört türlü akort şekli vardır ki şunlardır: 1) Geleneksel beş telli utta (inceden kalına); sol-re-la-mi-re; 2) Çağdaş altı telli utta (aynı sırayla): sol-re-la-mi-re-la (Targan bu kalın La’yı çalacağı parçaya göre bazen kalın Sol olarak da kullanmıştır); 3) Bacanos’
un yaptığı değişiklik; sol-re-la-mi-si-fa diye; 4) Cinuçen Tanrıkorur'un akort sisteminde sol-re-la-mi-si-en kalın mi. Udun, eskiden uzun süre zeytinyağına yatırılan genç ve erkek kartalın kanadından yapılan mızrabı (teleği), bugün yerini hem esnek, hem sağlam kaliteli plastik malzemeden, 11–13 cm boy, 6 mm en ve 0.6-0.8 mm et kalınlığında ve hafifçe incelen uçları parabolik olarak yuvarlatılıp keçe ile parlatılmış mızraplara bırakmıştır. (İnce plastikten çanta sapı veya yoğurt kabı kapağından yapılmış mızraplar, kaliteli saz ve icrâcılar için söz konusu değildir.) Bunun ile beraber günümüzde imal edilen İ-20 adlı plastik malzemeden yapılma orta esneklikteki mızrablar da tercih edilmektedir. Bunun yanında, mızrabın sertlik derecesi ve esnekliği (flexibilitesi) icrâcının alışkanlığına göre değişebilir. Bu konuda bir standart ya da şart koşulması uygun olmaz. Zîra kimi büyük icrâcılar sert mızrab tercih ederlerken kimi icrâcılar ise daha yumuşak ve esnek mızrab tercih etmişlerdir. Meselâ, Targan'ın orta sertlikte ve ucu inceltilmiş esnek mızrab kullandığı, Yorga Bacanos'un ise oldukça sert mızrab kullandığı söylenir. Sahne tasarımı Sahne tasarımı (ya da set tasarımı), bir tiyatro oyununun sahne üzerinde canlandırılması için dekor, kostüm, aksesuar, butafor, ışık, efekt ve diğer tüm görsel işitsel ortamının tasarımıdır. Sahne tasarımı tüm sayılan alanların tasarımının genel adıdır. Sahne tasarımcıları çeşitli sanatsal alanlardan olabilir; ancak, günümüzde bu işle uğraşanlar genellikle güzel sanatlar fakültesi mezunlarıdır. Adile Naşit Adile Naşit ya da gerçek adıyla Adela Özcan (d. 17 Haziran 1930, İstanbul - ö. 11 Aralık 1987, İstanbul), Türk sinema oyuncusu, tiyatrocu ve televizyon sunucusu. Tiyatrocu bir aileden gelen Adile Naşit'in babası komedyen "Komik-i Şehir Naşit", annesi de tiyatro oyuncusu Amelya Hanım'dır. Amelya hanım, anne tarafından Ermeni, baba tarafından Rum'dur. Dedesi Kemani Yorgo Efendi, anneannesi ise, zamanının meşhur kantocularından olup, lakabı "Küçük Verjin" dir. Ağabeyi Selim Naşit ve 1950'de evlendiği ilk eşi Ziya Keskiner de tiyatro sanatçısıdır. Adile Naşit eşi Ziya Keskiner'in Temmuz 1982'deki ölümünden sonra 16 Eylül 1983 tarihinde Cemal İnce (1928-2015) ile gizlice evlendi. Adile Naşit, 16 yaşındaki oğlu Ahmet'i 16 Haziran 1966 tarihinde kaybetmiştir. Kalbi delik olan Ahmet'in kalp ameliyatı başarılı geçmesine rağmen sonrasında fenalaşarak komaya girmiş ve kurtarılamamıştır. Sinema dünyasında, Rıfat Ilgaz'ın ünlü eseri Hababam Sınıfı'ndan uyarlanan filmlerdeki müstahdem Hafize Ana rolü ile olduğu kadar, Münir Özkul ile karşılıklı oynadığı filmlerdeki "Anne" rolleriyle de ünlenen Adile Naşit, 11 Aralık 1987'de doğduğu şehir olan İstanbul'da 57 yaşındayken bağırsak kanseri sonucu yaşamını yitirmiştir. Cenaze töreni 13 Aralık 1987 tarihinde Şişli Camii'nde düzenlendi. Öğleyin kılınan cenaze namazının ardından Karacaahmet Mezarlığına defnedilmiştir. İstanbul Karacaahmet mezarlığında ilk eşi Ziya Keskiner ve oğlu Ahmet Keskiner (1951-1966) birlikte yatmaktadır. Oyunlarında ve sinema filmlerindeki anne tiplemesi, kendine has üslûbu ve kahkahası onu Türkiye Sineması'nın unutulmaz isimleri arasına yerleştirmiştir. Adile Naşit canlandırdığı anne karakterleri nedeniyle 1985 yılında Yılın Annesi seçilmiştir. Babası öldükten sonra okulunu bırakan Adile Naşit 14 yaşında İstanbul Şehir Tiyatroları, Çocuk Tiyatrosu'na girdi. Halide Pişkin'in grubunda "Herşeyden Biraz" oyunu ile İstanbul turnesine çıkan Adile Naşit sonradan Muammer Karaca'nın tiyatrosuna girdi. 1948-1951 arasında komedyen Aziz Basmacı ve Vahi Öz ile birlikte kurdukları toplulukta çalıştı. Sonradan 1954'te döndüğü Muammer Karaca tiyatrosunda 1960'a kadar çalıştı. 1961'de eşi Ziya Keskiner ve ağabeyi Selim Naşit Özcan ile birlikte kurdukları Naşit Tiyatrosu dağıldıktan sonra, 1963'ten 1975'e kadar "Gazanfer Özcan - Gönül Ülkü" tiyatrosunda çalıştı. Tiyatro oyunlarının yanı sıra Hisseli Harikalar Kumpanyası, Neşe-i Muhabbet, Şen Sazın Bülbülleri gibi müzikallerde beğeni topladı. Sinemaya girişi 1947 yılında Seyfi Havaeri'nin yönettiği "Yara" filmiyle olmuştur, ancak 1970'lerde filmlerde yoğun olarak rol almaya başlamıştır. 1976'da "İşte Hayat" adlı filmdeki rolüyle Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde "En İyi Kadın Oyuncu" ödülünü kazandı. Hababam Sınıfı film serisindeki rolüyle büyük beğeni kazandı. 1978'de Uluslararası Sanat Gösterileri'nin tiyatro ve müzikallerinde rol almaya başladı. Daha çok Ertem Eğilmez ve Kartal Tibet'in çektiği güldürü filmlerinde oynamıştır. Tek çocuğu Ahmet'i kaybettikten sonra iyice çocuklara yöneldi. Masalcı Teyze;TRT'de 1980 yılında TRT Ankara Televizyonu prodüktörlerinden İlhan Şengün'ün (1946-2003) yapımcısı olduğu "Uykudan Önce" isimli çocuk programıyla birlikte "masalcı teyze" diye anılmaya başladı. Masal ve öykü anlattığı bu program tek kanallı televizyon döneminde çocuklar tarafından büyük ilgi görmüştür. |- ! colspan="3" style="background: #DAA520;" | Antalya Altın Portakal Film Festivali İhsangazi İhsangazi, Kastamonu'nun bir ilçesidir. Mergüze adıyla anılan yerleşim alanının adı 1968 yılında belediye teşkilatının kurulması sırasında İhsangazi olarak değiştirilmiştir. Önceden ‘’İhsangazi Köyü’’ olarak bilinen yerleşim alanının adı da ‘’Yukarı Yeşil Mahalle’’ olarak değiştirilmiştir. İsim değişikliğinin üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen Mergüze adı günümüzde de halk arasında yaygın olarak kullanılmaktadır. İlçe sınırları içinde bulunan kaya mezarları ve yüzey kalıntıları bölgenin eski çağlarda yerleşim alanı olarak kullanıldığını göstermektedir. Kaya mezarlarının M.S. 5-6 yüzyıllarda yapıldığı konusunda çeşitli kaynaklarda bilgiler mevcuttur. 1996 yılında A. Özdoğan, C. Marro ve A. Tibet başkanlığında gerçekleştirilen Kastamonu İli yüzey araştırması sırasında ilçe sınırları içinde bulunan bir bölgede yüzeyden kalkolitik ve ilk tunç çağı çanak çömleklerinin yanı sıra şüpheli hellenistik dönem parçaları toplanmıştır. Gerekli yüzey tarama çalışmaları tamamlanmadığı, için eski dönemlere ilişkin sağlıklı bilgilere ulaşmak mümkün değildir. Bölgedeki ormanlık alanın sürekli olarak genişlemesi ve bilinçsizce yapılan kaçak kazılar sonucu yüzeyde bulunan ve geçmişe ışık tutacak materyallere ulaşmak her geçen gün daha da zorlaşmaktadır. 1530 yılına ait 438 numaralı Muhasebe-i Vilayeti- Anadolu defterinde, Mergüze adında yerleşim alanı, yoktur. Ancak şu an ilçe sınırları içinde bulunan Hocahacip, Afşar, Sevindik, Körpeler, Ortaca, Köseler, Kapaklı ve Obruk köylerinin varlığı yazılı olarak kayıtlıdır. Bu köyler idari olarak Kastamonu merkezine bağlıdır. Bu Köylerde o dönemlere ait herhangi bir eser ya da kalıntı bulunmamaktadır. 1836 yıllına ait Kastamonu Jurnal Defterinde yazılı mahkeme kararlarında Mergüze Kazası olarak kayıtlar görülmektedir. 1869, 1879, 1903 yılında yayınlanan Kastamonu salnamelerinde Mergüze, Araç ilçesine bağlı bir nahiye olarak yazılıdır. 1940 yılında şu anki ilçe merkezinin kurulu olduğu Mergüze mevkiinde ilk olarak bir karakol kurulmuş, 1945 yıllarında da çevre köylerin ihtiyacı için bir okul yaptırılmıştır. Zaman içinde karakol ve okul civarında yapılaşmanın artmasıyla yerleşim alanı olarak gelişme başlamıştır. 1958 yılında vatandaşların katkısıyla inşa edilen Bucak Müdürlüğü binası halen Hükümet Binası olarak kullanılmaktadır. Mergüze, 1968 yılına kadar Araç ilçesine bağlı bir nahiye olarak kalmıştır. 1968 yılında Belediye teşkilatının kurulması ile birlikte idari olarak Kastamonu merkeze bağlanmış, adı İhsangazi olarak değiştirilmiştir. Merkeze yakın 10 köy mahalle statüsüne alınarak Belediye hudutlarına dahil edilmiştir. 1979 yılında İhsangazi Yatılı Bölge Okulunun açılmasıyla mevcut yapılaşma artmaya devam etmiştir. 19 Haziran 1987 tarihinde kabul edilen 3392 sayılı kanunla ilçe olmasına karar verilmiş ve karar 4 Temmuz 1987 tarih ve 19507 sayılı resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. 31.08.1988 tarihinde ilçe merkezi olarak faaliyetlere başlanmıştır. 2004 yılına kadar kamu kurum ve kuruluşlarının ilçe müdürlükleri ve temsilcilikleri açılmış, Emniyet Müdürlüğü ve Adliye Teşkilatı faaliyetlerine devam etmekteydi. 2007 Emniyet bulunmasına rağmen adliyesi yoktur buda halka sıkıntı yaratmakta dava ve şikayet olaylarında kastamonu adliyesine gitmek zorunda kalmaktadırlar. 2011 yılında yapımına başlanan ve 2012 yılı sonuna kadar bitirilmesi planlanan Kastamonu yolunun 1.kısmı trafiğe açılmıştır ve böylece ilçenin Kastamonu'ya uzaklığı 27 km.ye düşmüştür.Çalışmaları devam eden yolun 2. kısmının da hizmete açılmasıyla İhsangazi-Kastamonu arası 20–25 km.ye düşecek ve böylece İhsangazi ilçesi, Kastamonu'ya en yakın ilçe olma özelliğine kavuşacaktır.Yapılan yeni yol ile İhsangazi halkı Kastamonuya giderken virajlı ve küçük yollardan kurtularak düz ve yeni bir yola kavuşmuş olacaktır. İhsangazi, Araç'a 20 km ve İstanbul yoluna 15 km. uzaklığındadır.İlçenin Siyez Bulguru üretimi halen devam etmektedir. Her yıl Ağustos ayının sonunda İhsangazi Sepetçioğlu ve Siyez Bulguru Festivali binlerce İhsangazilinin katılımı ile gerçekleşmektedir. 2013-2014 Eğitim Öğretim döneminde Kastamonu Üniversitesi İhsangazi Meslek Yüksek Okulu açılmıştır adalet veterinerlik ve mimarlık ve şehir planlama bölümleri vardır. 250 öğrenci ile eğitim öğretime başlamıştır. Kastamonu'ya 28 Km mesafede Kastamonu'nun en yakın ilçesi olan İhsangazi ilçesi öğrencilerin barınma imkanı açısında da yeterli altyapıya sahip bir yer.Ayrıca Ankar'ya 230 km, Kastamonu Havaalanına 30 km, Karabük'e ise 90 km mesafede olan ilçemiz ulaşım açısından da cazip bir yerde bulunuyor. Sauron Sauron, J. R. R. Tolkien'in hayalî Orta Dünya evreninde "Karanlıklar Efendisi" ya da "Yüzüklerin Efendisi" olarak anılan kötü bir Maia. Orta Dünya hayalî evrenini anlatan kitaplar sırasıyla şöyledir; Silmarillion, Húrin'in Çocukları, Hobbit, Yüzüklerin Efendisi. Bu eserlerden kimileri, Tolkien'in ölümünden sonra oğlu tarafından ayrıntılı bir biçimde incelenip yayımlanmıştır. Bu kitap
ların hepsinde doğrudan veya dolaylı olarak Sauron'dan bahsedilir. Kara Efendi Sauron, Vala Aulë’nin Maiası iken , dünyanın kara düşmanı olarak adlandırılan Vala Melkor’un tarafına geçti ve onun sağ kolu oldu. Başlangıçta iyi Maiar safında olan Sauron, böylelikle sonradan karanlık tarafa geçmiş oldu. Karanlık Çağ’da Sauron, "Utumno"’nun Melkor’dan sonraki en güçlü ismi idi. Melkor Valar tarafından zincirlenip Ölümsüz Topraklar'a götürüldüğünde onun yerine "Angband"’ı yönetmişti. Melkor Valar Ağaçları'nı yok edip bir çağı kapattığında Angband’ı onun için ayakta tutan Sauron’du. Sonunda Valar, Melkor’u kesin olarak mağlup edip ebedi olarak Boşluk'ta kalmaya mahkûm ettiklerinde ve Angband’ı yok ettiklerinde Sauron da ortadan kayboldu. Üçüncü Çağ’da Sauron, Necromancer (Ölüm Büyücüsü) olarak Güney Kuyutorman'da tekrar ortaya çıktı. Fakat asıl kimliğini saklıyordu. "Eregion"’daki demirci elflerle dostluk kurdu. Sauron birilerini kandıracağı veya kullanacağı zaman bir Ak Büyücü şeklinde görülür;Fakat savacağı veya karşısındakinin gözünü korkutacağı zaman 4 metre boyunda kara miğfer,kara zırh ve Morgoth'un Asası'nı taşırdı. "Elf"ler ona "Annatar" yani “hediyeler veren” diyorlardı. Sauron bu yeni kimliği ile elflerle birlikte güç yüzüklerini yaptı. Ardından hepsine hükmetmek için Tek Yüzük’ü yaptı. Ancak elfler tarafından kötü niyeti anlaşıldı ve böylece Sauron ile elfler arasında savaş başladı. Celebrimbor öldü. Eregion harabe oldu. Yakınlarda yaşayan Khazad-dûm Cüceleri dış dünyaya kapılarını kapattı. Khazad-dûm, Moria adıyla anılır oldu. En sonunda Númenorlular elflere yardıma geldi.Númenor'un deniz imparatorluğu ile Mordor'un kara imparatorluğu karşı karşıya geldi. "Númenor"’un gücünü gören Sauron, onları savaşarak yenemeyeceğini fark etti ve "Barad-Dûr"’dan çıkarak Númenorluların ordularına teslim oldu, Númenor’a götürüldü. Burada ölümlü insanların cılız duygularını manipüle ederek Valar ve Númenorlular arasındaki bağı ortadan kaldırmaya çalıştı. Valar’ın onlardan korktuğunu kulaklarına fısıldadı. Gururları okşanan Númenor halkının çoğu zamanla Sauron'un esir edilmiş bir düşman başçısı olduğunu unuttular ve en sonunda Sauron'un fitnesine düşerek Valar’a karşı bir ordu gönderdiler. Ar-Pharazon komutasındaki ordu Valar'a saldırdı. Eldar kentleri saldırı karşısında tutunamayıp birer birer düştüğünde Valar'ın Kralı Manwë, Eru Ilúvatar'dan yardım istedi. Büyük Deniz boydan boya ikiye yarılarak Númenor ülkesi denize batırıldı ve Anduin Efendileri'nin topluluğundan başka herkes denize gömüldü. Bu sırada Numenor’la birlikte denize gömülen Sauron fiziksel biçimini yitirdi ve Orta Dünya'ya döndü. Ancak Sauron bir Maia idi. Ruhu güçlüydü ve hala gücünün büyük kısmını aktardığı Yüzük duruyordu. Bu nedenle boğulduktan sonra artık sadece Karanlık Lord şeklinde kalabildi çünkü Numenor Valinor'a saldıracağı zaman O da savaşa katılacağı için kara miğferini,kara zırhını ve Morgoth'un Asası'nı taşıyordu;Görünüşü bu şekilde iken boğulduğundan ve boğulurken Tek Yüzük parmağında olduğundan gerçek bedeni ve şekil değiştirme özelliği yok olsa da Tek Yüzük sayesinde ölüm anındaki bedenini kurtarmayı başardı ama artık asla Maia görüntüsüne kavuşamayacaktı. Artık olağanüstü korkunç bir kara savaşçı görünümündeydi ve kötülüklerine kaldığı yerden devam etti. Ancak Numenor’un yok edilişi sırasında bütün insanlar Valar’a karşı çıkmamışlardı. Kendilerine inançlı diyen bir öbek insan Elendil başçılığında Valar’a karşı açılan savaşa katılmamış ve Orta Dünya’ya gelmişlerdi. Elendil’in insanları Orta Dünya’ya yerleştiler ve Arnor ile Gondor krallıklarını kurdular. Kaçınılmaz olarak bir süre sonra "Sauron" ile karşı karşıya geldiler. Elfler ve insanlar "Son İttifak" adı verilen bir ordu ile Sauron’a karşı koydular. 7 yıl süren kuşatmanın ardından Sauron kara kalesinden çıktı ve savaşmaya başladı. Ancak Isildur Sauron’un parmağını kesip yüzüğü aldığında bürünmüş olduğu kara savaşçı görüntüsü de yitti. Ne olsa da Sauron’un gücü Tek Yüzük’teydi bu nedenle Tek Yüzük yok edilmediği sürece yok olamazdı. Isildur Yüzük’ü yok etmeyince Sauron da yok olmadı. Sauron son kez Orta Dünya’ya döndüğünde bu kez kendini yalnızce büyük kapaksız bir kızıl göz ile simgelemişti. 2000 yıl boyunca "Kuytuorman"’da "Dol-Guldur"’da saklandı. Bu sırada Nazgûl onun gelişi için orduları ile Arnor'u yok etmiş, Minas İthil'i ele geçirmiş, Mordor’u hazırlamaya başlamıştı bile. En sonunda Tek Yüzük elinde olmasa bile kendini açık etti ve Mordor’a gitti. Barad-Dûr’u tekrar inşa etti. Ancak son hükümdarlığı kısa süreli oldu. Hobbit Bilbo Baggins tarafından bulunan Tek Yüzük, Frodo Baggins tarafından yapılmış olduğu (Hüküm Dağı ateşine atılarak yok edildi. Yüzük’ün yok edilmesiyle birlikte gücünün çoğunu ona aktaran Sauron ruh birlikteliğini yitirdi ve orta dünya üzerinde bir daha görülmedi. Biyografi Biyografi ya da yaşam öyküsü, bir insanın yaşamındaki olayların belirli bir sıraya göre anlatıldığı edebiyat türüdür. Kişinin kendi hayatını anlattığı yazılara otobiyografi, divan edebiyatında şairlerin yaşam hikâyesini anlatan eserlere de tezkire denir. Kuyruklu yıldız Kuyruklu yıldızlar, "kirli kartopu" ya da "buzlu çamur topu" olarak anılırlar. İsimlerinde yer almasına rağmen yıldız değildirler, buz (su ve donmuş gazlar) ve (bir nedenle Güneş Sistemi'nin oluşumu sırasında gezegenlerde yoğunlaşamamış) kozmik toz karışımından oluşurlar. Güneş Sistemi'nin diğer küçük cisimlerinin aksine, kuyruklu yıldızlar antik çağlardan beri bilinmektedir. Çin kayıtlarına göre Halley kuyruklu yıldızı MÖ. 240 yılından beri tanınmaktadır. 1995 yılı itibarıyla 1024 kuyruklu yıldız kataloglanmış ve yörüngeleri (kabaca da olsa) hesaplanmıştır. Bunlardan 184'ü periyodik kuyruklu yıldızdır (yörünge dönemleri 200 seneden azdır.) Mutlaka bunların dışında kalan pek çoğu da periyodik kuyruklu yıldızdır, ancak yörüngeleri yeterli hassasiyetle tanımlanamadığından kesinleştirmek mümkün olamamaktadır. Kuyruklu yıldızların bölümleri: Kuyruklu yıldızlar, Güneş yakınından yüzlerce geçiş sonunda (yaklaşık 500 geçiş sonunda), buz ve gazlarının tamamına yakınını yitirerek asteroidlere benzer bir görünüm kazanırlar (muhtemelen dünyaya yakın asteroidlerin bazıları ölü kuyruklu yıldızlardır.) Yörüngeleri Güneş'e yaklaşan kuyruklu yıldızların, Güneş ya da gezegenlerle çarpışma ya da oldukça yakın bir geçişle (özellikle Jüpiter'e yakın geçerlerse), Güneş Sistemi dışına atılmaları olasılığı vardır. Kuyruklu yıldızlar içinde en ünlüsü Halley kuyruklu yıldızıdır. Yakın geçmişte görülen kuyruklu yıldızlar, 1994 yazında Jüpiter'e çarpan SL 9 (Shoemaker-Levy) ve 1997 yılında çıplak gözle gözlemlenen Hale-Bopp ve 2002 yılında görülen İkeya Seki kuyruklu yıldızıdır. Kuyruklu yıldızlar Güneş'e yeterince yakın olmadıkça görülmezler. Bazılarının yörüngesi Güneş Sistemi'nin bir hayli dışına taşar, bunlar bir kez görüldükten sonra binlerce yıl boyunca geri dönmezler. Sadece kısa ve orta periyotlu kuyruklu yıldızların (Halley kuyruklu yıldızı gibi) yörüngelerinin en azından önemli bir bölümü Güneş Sistemi içinde kalır. Kuyruklu yıldızlar ilke olarak Güneş'in çekim alanının etkisi altındadır. Yörüngeleri elips, parabol ender olarak da hiperbol çizer. Bu yörüngeler, izledikleri yola en yakın biçimleri ifade eder, çünkü kuyruklu yıldızlar aynı zamanda Güneş Sistemi'nin dokuz gezegeninin ve kendi çekirdeklerinden açığa çıkan anizotrop gazları çekim gücüyle bağlantısı olmaksızın etkisi altındadır. Bunlar, yörünge periyotlarına göre, yani Güneş'in çevresinde tam bir dolanım yapmak için harcadıkları zamana göre sınıflandırılırlar. Listesi yapılan 710 kuyruklu yıldızdan 121'inin periyodu 200 yılın altındadır; Bunlara "kısa periyotlu"'lar denir. Geriye kalan 589'u da "uzun periyotlular" grubunu oluşturur. Kısa periyotlular günberi noktalarına yaklaştıklarında genel olarak birkaç kez gözlemlenebilir, bu da yörüngelerinin kesinlikle belirlenmesini sağlar. Bunlar, Güneş'in çevresinde, Dünya'nın tutulumuna (Dünya'nın Güneş çevresindeki yörünge düzlemi) oranla biraz daha eğik bir düzlem içinde elips yörüngeler çizer; çoğu zaman Dünya ve öteki gezegenler yönünde dönerler (doğru yön). Günberi noktaları 0,34 AB ile 2,5 AB (1 AB = 1 astronomi birimi = Dünya ile Güneş arasındaki ortalama mesafe, yani yaklaşık 150 milyon kilometre) arasındadır. Bu mesafenin ötesinde güçlükle gözlemlenirler. Periyodik kuyruklu yıldızların günöte noktaları çoğunlukla dev gezegenlerin yakınında yer alır. Günöte noktası, özellikle Güneş'ten 4 ilâ 6 AB uzaklıklar arasında Jüpiter'in yörüngesinin yakınında bulunur. En küçük yörünge periyoduna (yaklaşık 3 yıl 4 ay) sahip kuyruklu yıldız Encke kuyruklu yıldızı'dır. Metan Metan, kimyasal formülü CH (Karbon ve 4 Hidrojen atomu) olan bileşiktir. Normal sıcaklık ve basınçlarda gaz halinde bulunan metan, kokusuzdur. Doğal gazın bir bileşenidir ve önemli bir yakıttır. Oksijenin varlığında bir mol metanın yanmasıyla bir mol karbondioksit ve iki mol su ve 55.5 MJ/kg ısı açığa çıkar: Doğal metan hem zemin altında hem de deniz tabanı altında bulunabilir. Yüzeye ve atmosfere ulaştığında atmosferik metan olarak bilinir. 1750'den beri Dünya'nın atmosferik metan konsantrasyonu yaklaşık %150 oranında arttı ve uzun süren ve küresel olarak karışan sera gazlarının toplam radyasyon zorlamalarının %20'sini oluşturuyor. (bu gazlar su buharı içermiyor; Sera etkisinin en büyük bileşeni). Metan, Küresel ısınmaya neden olan sera gazlarından biridir. Ayrıca çöplerdeki metandan yakıt elde edilebilir. Doğal metan gazları atmosfere zarar vermez. Metanojen bakteri(arkelerde) metan üretimi yapar.Bu canlı türü zorunlu anaerob bakteridir. Hidrokarbon Hidrokarbon, sadece karbon ve hidrojen CH atomlarından oluşan kimyasal bileşiklerin genel adı. Örneğin metan, bir karbon ve dört hidrojen atomundan oluşan bir hidrokarbondur. Sadece karbon ve hidrojen atomları ihtiva eden organik bileşikler. Hidrokarbonlar çok çeşitlidir. Birçok üyesi endüstriyel bakımdan önemlidir. Örneğin metan tabii gazların temel maddesidir. Benzin hidrokarbonl
ar karışımı olduğu gibi benzen, naftalin ve asetilen de birer hidrokarbondur. Hidrokarbonlar teorik bakımdan da önemlidir. Çünkü organik bileşiklerin birçok sınıfının sistematik olarak adlandırılmasında hidrokarbonların adlandırılması esastır. Hidro karbonlar yapılarına bağlı olarak alifatik, aromatik ve alisiklik bileşikler olarak sınıflandırılır. Alifatik ve alisiklik bileşikler de doymuş ve doymamış olarak sınıfandırılır. Doymuş hidrokarbon, mümkün olan en çok hidrojen ihtiva eder ve karbonlar birbirlerine bir elektron çiftinin meydana getirdiği tek elektron bağı ile bağlıdırlar. Doymamış hidrokarbonlarda ise karbonlar birbirlerine çift veya üç bağ ile bağlanmışlardır. Alifatik hidrokarbonlar, hidrojen atomlarının bağlı olduğu düz veya dallanmış karbon zincirlerinden meydana gelmiştir. Bunlara alkanlar veya parafinler de denir. Genel formülü CH'dir (n: karbon sayısı). Alkanlar bir homolog seri meydana getirir ki bu seride birbirini takip eden bileşikler arasında (CH) kadar fark vardır.Bu fark nedenıyle homolog(aynı)seri olustururlar. Karbon sayısının Latincesinin sonuna (AN) eki getirilerek adlandırılır.Bileşikler birbirine yakın benzerlik gösterir. Karbon sayısı birden ona kadar olan alkanlar metan, etan, propan, bütan, pentan, hekzan, heptan, oktan, nonan ve dekan şeklinde adlandırılır. Dört karbonlu hidrokarbonlardan itibaren izomeri (kapalı formülü aynı, açık formülü farklı olma) olayı başlar. Alkanlar doymuş olduklarından sadece yer değiştirmesi tepkimesi verirler, yanarlar. Genel yanma tepkimeleri: Bu olay aynı zamanda alkanların yükseltgenmesi manasına da gelir. Bu sınıfa olefinler sınıfı da denir. Bu sınıfta hiç olmazsa iki karbon arasında çift bağ vardır. Karbon sayısının latincesinin sonuna EN ve İLEN eki getirilerek adlandırılır. Çift bağın hangi karbonlar arasında olduğunu belirtmek için rakam kullanılır. Bu rakam çift bağın bağlı olduğu karbonlardan ilkine aittir.SP hibritleşmesi yaparlar.birbirini takip eden iki alkan molekülü arasında CHkadar fark vardır.Homolog seri oluştururlar. Alkenler oldukça aktiftir. Doymamış karbonlara hidrojen, halojen ve diğer bazı bileşikler katılır. Genel formülleri CH'dir. Doymamış diğer hidrokarbon grubudur. Karbonlardan bir çiftinin arasında üç bağ vardır. Karbon sayısının Latincesinin sonuna İN eki getirilerek adlandırılır: Alkinler kimyasal olarak alkenlere göre çok daha aktiftir.Genel formülü CH'dir Aromatik hidrokarbonlar bir veya daha çok benzen halkası ihtiva ederler. Benzen halkasının yapısı çok çeşitli şekilde gösterilmiştir. Birinci formül açık formül olup bağlanma şekillerini, karbon ve hidrojen sayılarını göstermektedir. 2 ve 3 numaralı formüller ise basitleştirilmiş benzen formülüdür. Benzen halkasına çeşitli grupların girdirilmesi ile çeşitli bileşikler elde edilir. Toluen, ksilen, naftalin gibi misaller vermek mümkündür. Jeolojik zaman cetveli Jeolojik zaman cetveli (veya ölçeği), jeolog, paleontolog ve diğer yer bilimciler tarafından Dünya gezegeninin tarihi boyunca meydana gelen olaylar arasındaki ilişkiyi ve zamanlamayı tanımlamak için kullanılan ve stratigrafiyi zaman ile ilişkilendiren bir kronolojik ölçüm sistemidir. Jeolojik zaman süreçlerinin temsil edildiği bu tablonun terminolojisi, tarih ve standart renk kodları Uluslararası Stratigrafi Komisyonu () tarafından belirlenmiştir. Tanımlanan en geniş zaman birimi olan supereon, eonlardan meydana gelir. Eonlar, periyot, epok ve çağlara doğru bölünerek ayrılan eralardan oluşur. Eonotem, eratem, sistem, seri ve kat kavramları, yerküre tarihinde bu jeolojik zaman devirlerine uyumlu olan kayaç tabakalarını işaret etmek için kullanılır. Paleontoloji Paleontoloji, taşılbilim ya da fosilbilim, fosilleri veri olarak kullanarak dünyada yaşamın tarihini yazmak amacını taşıyan bilim dalıdır. Yunanca palaios (eski) onto (varlık) ve logos (bilim) kelimelerinden türemiştir. Eski varlık bilimi olan Paleontoloji; Stratigrafi, Sedimantoloji, Tarihsel Jeoloji, Biyoloji, Ekoloji, Coğrafya, Klimatoloji ve Evrim ile yakın ilişkilidir. Fosilbilim fosil bilim ya da taşıl bilim olarak da bilinir. Bir başka tanımlamayla, ölmüş varlıkların "fosil" olarak isimlendirilen taşlaşmış kalıntılarından ya da izlerinden hareketle, jeolojik zamanda yaşamış olan canlıların en ilkelinden günümüzdeki en gelişmiş olanlarına değin geçirdikleri gelişmeleri, çeşit ve şekilleri, yaşama ortamları, ortaya çıkışları ve yok oluşlarıyla, zaman ve mekandaki dağılış ve yayılışlarını araştıran bilim dalıdır. İlk paleontoloji araştırmaları Leonardo da Vinci tarafından, Mısırdan getirilmiş kireçtaşında nummulitesleri görmesiyle yapılmaya başlanmıştır. Da Vinci Nummulites'in, bir organizma kalıntısı olduğunu anlamıştır. Fosilbilim iki çeşit olarak incelenir. Bunlar; Fosilbilim bu şekilde araştırmalarıyla yer ilmi olan jeolojiye de yardımcı olmaktadır. Bu şekilde yapılan araştırmalar neticesinde tam olarak zamânımıza kadar gelebilmiş fosil zincirine rastlamak mümkün olabilir. Sistematik Paleontoloji Fosillerin morfolojik ve varsa anatomik bilgilerine belli bir düzen verip, kökensel değişikliklerinin basamaklarını belirleyerek bunları isimlendirir. Stratigrafik Paleontoloji Fosillerin dikey dağılımını inceler. Paleoekoloji Fosil organizmaların paleofizik ve paleobiyotik çevreleriyle olan ilişkilerini inceleyerek fosillerin nerede ve nasıl yaşadığını araştıran bilim dalıdır. Paleobiyocoğrafya Fosillerin coğrafi ve yatay dağılımını inceler. Stratigrafi Stratigrafi, katmanbilim ya da tabakabilim. Yerkabuğunun kısımları olarak ele alınan tabakalı kayaların formasyonlardan, bileşimlerden, istiflenmelerden ve korelasyonlarından söz açan jeoloji koludur. Bir alan veya bölgedeki kayaların nitelik, kalınlık, istiflenme, yaş ve korelasyon yönlerinden ele alan tasvirci jeoloji bölümüdür. Nicholas Steno, De Solido adlı kitabında bu üç prensibe yer vererek konuyu başlatmıştır. William Smith stratigrafiyi ilk 1790’lı yıllarda ve 19. yüzyıl başlarında pratik amaçlı kullanmıştır. Tabaka Smith adıyla anılan Smith, İngiltere’nin ilk jeolojik haritasını çizmiştir. Aynı tabakaların değişik yerlerde olduğunu fosiller ile anlaşılabileceğini göstermiştir. Örnekleri alarak, tabaka pozisyonlarını haritalayıp, tabakaların dikey genişlemelerini not alarak, kesit ve tablolarını çıkarmıştır. Smith incelediği tabakalardan büyük bir miktar fosil koleksiyonu oluşturmuştur. En önemli buluşu, Fauna Ardalanması Kuralı: Sedimanter kayaçlardaki fosillerin varlığına dayanan bir kuraldır. Sedimanter kayaç tabakaları fosilleşmiş flora ve fauna barındırır. Bu fosiller birbirini dikey olarak belirli ve güvenilir bir şekilde takip ederek geniş yatay uzaklıktan görülebilir. Canlılar aynı zaman periyodunda dünya çapında yer aldıklarından, bunların varlığı veya yokluğu içinde bulundukları kayaçların göreli olarak yaşlandırılmasında kullanılabilir. Fosilleşmenin tam olarak belirlenememesi, fosil tiplerinin yanal olarak değişim sunması ve tüm fosillerin aynı zaman içinde dünya çapında bulunmaması bu kuralın zorluklarındandır. Litostratigrafi, kayaçların fiziksel çeşitleri ve yer yer değişimlerini ele alır. Kayaçlardaki değişim, çevredeki çökellere etki eder. Stratigrafinin temel kavramlarından biri de Süperpozisyon kanununda derlenip bozulmamış stratigrafik sırada en yaşlı tabakanın bu dizinin tabanında oluştuğunu söyler. Çökel kayaçların hayvan ve bitki fosilleri kullanılarak yaşlandırma ve karşılaştırmaları olarak tanımlanır. Kuvaterner sırasında karasal bitki ve hayvanların neredeyse sürekli değişmesi gerçeği, stratigrafik istifin karşılaştırılabilmesi, biyostratigrafik yaşlandırmaya iyi bir temel sağlamaktadır. Ancak, biyostratigrafi göreceli bir yaşlandırma yöntemidir ve biyostratigrafik zonlara veya olaylara sayısal yaş verilmeden önce bağımsız olarak sayısız tarifleme yöntemleriyle kalibre edilmelidir. Kronostratigrafi, kayaç kütlelerinin göreceli yaş ilişkilerini ele alan stratigrafinin bir parçasıdır ve birimi jeolojik zamanın belirli bir aralığında oluşan bir kayaç kütlesidir. Kronostratigrafi’nin en büyük amacı, kayaçların yer değişiminin sırasını ve bütün kayaçların yer değişim zamanını belli jeolojik bölge ve dünyanın jeolojik geçmişinde ayarlamaktır. Manyetostratigrafi, manyetik kutup terslenmelerinden yola çıkarak çökel ve volkanik istiflerin karşılaştırılmasında kullanılan bir yöntemdir. Yöntem, kesit boyunca ölçülen aralıklara yönelik örnekler toplayarak çalışmaktadır. Tortullar, dünyanın o zamandaki manyetik alanın polaritesine göre çökeldiğinden, örneklerin kendi karakteristik mıknatıslanmalarını belirlemek için analiz etmektedir. Volkanik kayaçlar sıcaklık mıknatıslanması kazanırken, çökeller ise çökelme mıknatıslanması kazanır ve her ikisi de oluşumları sırasında yeryüzünün manyetik alan yönünü yansıtır. Stratigrafinin bu özelliği kuvaterner çalışmalarında yaşamsal öneme sahip olmasına karşın birçok stratigrafi komitesi tarafından göz ardı edilmiştir. İklim stratigrafisinin birimleri kuvaternerin en bölgesel birimidir. Temel birim jeolojik-iklim birimidir. Kuvaternerin yaşlı çökel istifleri özellikle Avrupa ve Kuzey Amerika’daki buzul çökelleri sayesinde iklimsel değişimlerin temelinde Fanerozoik’in diğer bölümlerine göre daha iyi kurgulanmıştır. Bu yaklaşım, önceki çalışmacılar tarafından karasal çökeller için uyarlanmıştır. Petroloji Petroloji, taşbilim ya da kayaçbilim, köken, bugünkü koşullar, ayrışma ve çürüme içinde olmak üzere kayaçların doğal tarihiyle uğraşan bilimdir. Mineraloji Mineraloji, mineralleri inceleyen bir bilim dalı. Mineraloji sözcüğü "mineralis" kelimesinden gelir. Latince, "yer kabuğundan çıkarılan cisim" anlamındadır. Mineraller yeryüzündeki kayaçları oluşturan bileşenlerdir. Yerkabuğunu oluşturan kayaçları mineraller oluşturduğuna göre esas bilim dalı kayaçları inceleyen Jeoloji'dir. Mineraloji de Jeoloji'den gelişerek yeni bir bilim dalı haline gelmiştir. Mineralojinin iyice anlaşılabilmesi için Matematik, Fizik ve Kimyanın yanı sıra Petrografi, Jeofizik ve Jeokimyanın da iyi bilinm
esi gerekir. Mineraloji başlıca: Kristallografi ve "Özel Mineraloji" olarak ikiye ayrılır. Mineral Mineral doğal şekilde oluşan, homojen, belirli kimyasal bileşime sahip inorganik kristalleşmiş katı bir maddedir. Buna göre minerallerin özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: Mineralojinin konusu doğal şekilde oluşan maddeleri ihtiva ettiği için bu bakımdan sınırlandırılmıştır. Teknolojinin ilerlemesiyle laboratuvarlarda sentetik olarak elde edilen kimyasal bileşikler mineral sayılmazlar. Bu yapay bileşikler halindeki katı maddelere doğada tabii halde rastlanmaz. Dolayısıyla da doğal şartlarda oluşturulamazlar. Bu tür katı maddelere "yapay mineraller" adı verilebilir. Bu tür yapay mineraller de, tabii minerallerde olduğu gibi benzer kristal iç yapılarına sahiptir. Minerallerin doğada veya deneysel olarak yapılan incelemelerde de gözlendiği gibi, oluşum şartları bunların belirli fizikokimyasal şartlarda (belirli sıcaklık ve basınç altında ve ortamın kimyasal durumu gibi) oluşurlar. Buradan mineralojinin bir amacının da minerallerin oluşturduğu yerkabuğunun kimyasal ve fiziksel yapısının öğrenilmesi, yerkabuğunun tarihinin bilinmesi ve yeraltı kaynaklarından yararlanılması olduğunu anlıyoruz. Mineraller belirli bir kimyasal bileşime sahiptirler. O halde her mineral bir kimyasal formül ile ifade edilir. Minerallerin kimyasal formülleri genellikle sabittir. Ancak belirli sınırlar içinde belirli kaidelerle değişebilir. Çok ender olarak saf elementler (altın, gümüş, bakır vs) şeklinde oluşan mineraller, yerkabuğunda meydana gelen doğal fizikokimyasal olayların ürünleridir. Minerallerin bir diğer özelliği de inorganik oluşudur. Yerkabuğunda bulunan petrol, kömür, fosil ve reçine gibi maddeler mineralojinin kapsamına girmez. Ancak nadir de olsa kehribar gibi organik mineraller de vardır. Minerallerin katı olmaları düzenli bir atomsal iç yapıya sahip olduklarını gösterir. Mineral kristallerinin dış yapıları incelendiğinde düzgün geometrik dış şekilli oldukları görülür. Yine aynı şekilde iç yapılarının da düzgün olduğu görülür. Minerallerin "cıva" gibi sıvı olan tipleri de vardır. Mineraller homojen bir yapıya sahiptirler. Alınan bir mineral örneğinin her tarafı aynı mineralden ibaret olmalıdır. Ancak her mineralde az veya çok yabancı mineral varlığı bulunmaktadır. Yabancı madde oranının çokluğu, mineralin özelliklerini değiştirir. Esasta; gözle görülebilen boyutta homojen olması basit tanımlama için yeterlidir. E-kitap Elektronik kitap kavramının ne olduğu, e-kitap tanımının nasıl yapıldığı, e-kitabı oluşturan unsurların neler olduğu ve buna benzer konularda çok farklı görüşler bulunmaktadır. Elektronik kitabın tanımı halen üzerinde fikir birliğine varılamamış bir konudur ve bu durum bir kavram karmaşası yaratmaktadır.Yaptığımız araştırmalardan sonra e-kitap için bizim ulaştığımız en uygun tanım şudur; Elektronik kitap bir ya da birkaç basılı kitabın sayısallaştırılması ile elde edilen ya da bütünüyle elektronik ortamda üretilen bir içeriğin,  bir masaüstü bilgisayar,  ekranı bulunan herhangi bir elde taşınabilir aygıt veya özel tasarlanmış bir elektronik kitap okuyucu donanımında görüntülenebilir, erişilebilir, yayınlanabilir şekilde bulunan ve kullanılan yazılımla sağlanan zengin metin özellikleri ile geleneksel okuma sırasında yapılan işlevlerin de gerçekleştirilebildiği elektronik biçimdir. Bilgisayarda okuduğumuz her elektronik metne e-kitap demek doğru değildir. Sesli okuma, yazı karakteri değiştirme, metin içi arama yapabilme, not alma, kitap ayracı gibi tüm eklentileri içermelidir ki bunları içerirken kullanıcısını dikkate alarak  üretilmiş olsun.Elektronik kitap tasarımları sırasında veri kullanımını kolaylaştıran yazılımların yanı sıra ürünün ergonomik boyutu da tasarım ölçütlerine girmelidir ki tam anlamıyla bir tanımlama ve çözümleme oluşturulabilsin. Ergonomi, insanların makineler ile çeşitli iş çevre koşullarına ilişkin bedensel ve ruhsal özelliklerini, eğilimlerini, yeteneklerini, sınırlılıklarını araştıran, elde ettiği veriler ile geliştirdiği ilkeleri makinelerin, makine sistemlerinin, iş ve çevre koşullarının tasarımına ve düzenlemesine uygulanan mühendislik dalıdır. Yapılan en eski tanımlardan olan yukarıdaki ifadelerden de anlayacağımız gibi insan makine kullanımının ve diğer etmenlerin yer aldığı tanımla bizi bağlayıcı unsur olan makine işlev ve kullanıcı ile uyumu açısından tasarımı ve düzenlenmesi, insan sağlığı faktörüne değinilme gereğini ortaya koymaktadır. Ergonomi kavramına diğer açılardan da bakacak olursak; Ergonomi, makineyle insan arasındaki uyumu mümkün olduğu ölçüde iyileştirmeyi amaçlar. Bu uyumluluğu, görev ve makine ihtiyaçlarını; insanın anatomik, psikolojik, algılama ve karar verme yeteneklerine göre dengeleyerek başarır. İnsan-makine uyumu sonucunda verimli çalışma hayatının kalitesi yükselir. Bizim makine kavramına bu tanımlar ölçüsünde yaklaşımımız ileri teknolojinin getirileri ışığında insan hayatında hızla yer bulan, çokça tercih edilen ve kullanılan makinelerden olan elektronik kitapların insanın anatomik yapısı ve sağlığı açısından iyileştirilerek hayatına girmesidir. Uluslararası Ergonomi Örgütü Haziran 2000 tarihinde yaptığı tanıma göre ergonomiyi ya da ‘insan Faktörlerini’ insan ve sistemin diğer öğeleri arasındaki etkileşimlerin anlaşılması ile ilgili bilimsel disiplin ve insan iyilik halini ve genel sistem performansını en uygun düzeyde sürdürecek biçimde kuram, ilke ve yöntemleri uygulayan meslek olarak tanımlamaktadır. Burada sistemlerin insan etkileşimiyle anlaşılması,uygun yöntemlerin bulunarak makinelere uygulanması, bir sistemin diğer elementler ve insanlar arasındaki etkileşiminin ortaya konması doğru makine tasarımı ve eğitimle kullanımının desteklenmesinin sağlana bilirliği anlaşılabilir. Bu tanımların yanı sıra daha birçok tanım yapılmış ve kullanılmıştır. Bizim kısa ama öz bu üç tanımla yola çıkarak varmaya çalıştığımız sonuç insanların hayatında yer eden makine kullanımı, bu kullanıma insan anatomik yapısının uyumu, etki faktörleri gibi olgulardan yararlanarak insan makine arasında en uyumlu sonuca varılabilmesini sağlamak, bu eksenli bir araştırma sunmak ve değerlendirmeye varmaktır. Ergonomi 1949 yılında İngiltere’de ortaya atılan bir kavramdır.Ergonomi, daha önce tanımlanırken de değinildiği gibi insanları en yüksek düzeyde üretken, doyumlu, ve güvenli hale getirmek üzere ürün, donanım ve sistem tasarımı ile ilgili en iyi yöntemleri bulmaya çalışır. Üretilen eşyaların veya yeni tekniklerin insan fizyolojisi ve psikolojisi ile uyumlu olması binlerce yıl öncesinde dahi önemli olsa da, bunun bir bilimsel araştırma alanı olarak görülmesi 20. yüzyılın başlarında söz konusu olmuştur. Modern endüstrinin zaman içinde büyüyerek daha da geliştiği 20. yüzyılın ilk yıllarında insanoğlunun makinelerle ve çalışma hayatıyla olan ilişkisi de artmıştır. Bu nedenle gerek mühendisler gerekse de psikologlar ergonomi konusunun önemini fark etmiş ve bu doğrultuda bilimsel yöntemler kullanarak insanlığa daha faydalı olacak uygulamalar geliştirmeye çalışmıştır. Çalışanların içinde bulundukları çalışma ortamının insan psikolojisine ve fizyolojisine uygun olmasının önemini fark eden iş adamları da, çalışanların daha yüksek verimle çalışması için birçok farklı bilimsel araştırmayı finansal olarak desteklemiştir. 20. yüzyılın ortalarında Oxford Üniversitesi akademisyenlerinin üzerinde kapsamlı araştırmalar yaptığı ergonomi konusu, 2. Dünya Savaşı’nın derin izlerini silmek için endüstriyel atılıma ağırlık veren Avrupalı ülkeler tarafından oldukça fazla ilgi görmüştür.Bu alanda Frederick Winston Taylor karşımıza çıkıyor ilk araştırmacı olarak. Taylor,bir makine mühendisidir ve bu çalışmayı insan performansını artırmak üzere yapıştır.Ona göre insan ve makine arasında bilimsel bir bağ oluşturulmalı ve etkileşim sağlıklı şekilde yürütülmelidir.Bu şekilde istenilen verime hem makine hem kullanıcı açısından ulaşılabilecektir. İngiltere ve Almanya’da ergonomi çalışmaları askeri silah sistemlerinde insan performansını artıracak uygulamalar etrafında başlamış ve gelişme göstermiştir.Türkiye’de gelişimi ise dünyaya göre oldukça yeni denilebilir.İlk olarak Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesinde çalışmalar başlamıştır.Çalışma şekli, kas yorgunluğu,insan makine uyumu olarak ele alınmıştır. 1971’de Orta Doğu Teknik Üniversitesi Endüstri Mühendisliği bölümünde 'insan faktörü mühendisliği' adı altında eğitim programına alınmıştır Daha sonra ergonomi bilimi diğer alanlarla entegre olarak hemen hemen her branş, pozisyon ve bilimin içerisinde yerini almaya başlamıştır. Ergonominin ana hedefi ilk başlarda özellikle çalışma hayatının kalitesini artırmakken daha sonra insan hayatındaki kaliteyi artırmak olmuştur. Bu hem fiziksel hem de psikolojik şartların olgunlaşmasına bağlanmıştır. Ergonominin öncelikli hedeflerini aşağıdaki gibi sıralayabiliriz; a. İnsancıllık ve Ekonomiklik b. Sağlığın Korunması c. Sosyal Uygunluğu d. Teknik Ekonomiklik İnsan ögesi ikinci plana atılarak sadece iyi hizmet, verimli ürün ve ekonomikliğine doğru sonuçlar doğurmayacağı zaman içerisinde mesafeler katedilerek anlaşılmıştır. İnsan yaşamı ergonomisi kavramı iş verimliliğinden ziyade sağlık açısından değerlendirilmesinin gerekliliği araştırmalar sonucu ikinci maddeyle göz önüne serilmiştir. Bir bütün olarak elektronik aletlerin pazar ekonomisi kavramı dışına çıkılarak teknik açıdan bir ekonomiklik kavramı getirilmiştir. En iyi, en kaliteli, en doğru üründe ekonomiklik kavramı olarak ele alınmaya başlamıştır. Ergonomik araştırma ve uygulamalarını üç grup altında toplamak mümkündür.Bunlar; a. Fiziksel Ergonomi, b. Bilişsel Ergonomi, c. Organizasyonel ve Yönetimsel Ergonomidir. Fiziksel Ergonomi, klasik olarak nitelendirilen ve daha çok endüstri mühendisliği içerisinde ele alınan konuları kapsamaktadır. Özellikle fiziksel çevrenin tasarlanması, çalışan insanın sağlık ve güvenliğine ilişkin tasarımlar, insan vücut ölçüleri ve vücudun bir çalışma ortamı içerisinde en iyi kullanımını konu alır. Fizik
sel etkinlikleriyle ilişkili olarak insanların anatomik, antropometrik, fizyolojik ve biyomekanik karakteristikleriyle ilgilenmektedir. Dolayısıyla çalışma sırasındaki duruş özellikleri, işlenecek materyalle ilgili işlemler, yinelenen hareketler, işle ilgili kas iskelet sistemleri, güvenlik ve sağlık temel konularını oluşturmaktadır (Özkul,2000,s. 17). Biz buna ev ortamında ya da herhangi bir ortamda insanların kullanımına uygun ortam oluşturma ve doğru aleti üretme açısından da bakabiliriz. Fiziksel ergonomi çevremizde performansımızı etkileyebilecek fizik etmenlerini konu edinir. Fiziksel terimi fizikçilerin kullandığı anlamda ısı, ışık, gürültü, toz kimyasallar vb.dir. Kişilerin rahat çalıştıkları bir sıcaklık merkezli konfor sınırı vardır. Ancak ağır iş yaptıklarında daha soğuk bir ortamı yeğlerler. Fiziksel ergonomi bu etmenlerin insan üzerindeki özellikle zararlı etkilerine ağırlık verir. Böylece insanların kendilerine zarar vermeyecek hatta ondan hoşlanacak ve mutlu olacakları bir fizik ortamda bulunmaları ya da o ortamda kullanacakları aletlerin onların fiziksel ve anatomik yapılarına uygun olması durumunu inceler. Ergonominin bir alt kolu olan Bilişsel Ergonomi, insan-bilgisayar sistemlerinde daha etkin ve verimli bir çalışma sağlayabilmek için kullanıcı-görev-sistem etkileşimini sistematik olarak incelemektedir. Bilişsel ergonomi temelde enformasyon sistemlerinin tasarımı ve kullanımı ile ilgilidir. Durumsal yaklaşımın kullanım ve değerlendirme araçları ile, ISO üzerine yapılan geniş çalışma temel alınarak bilişim ergonomisi standartları uygunluğun belirlenmesi için iki aşamalı bir süreç geliştirilmiştir.İlk aşama uygulanabilirliğin belirlenmesi ikinci aşama uyumun yerine getirilip getirilmediğidir. Bilişsel tasarılardan biri olan elektronik kitaplara uygulanan yazılım ve standartlar insan makine uyumu gözetilmeden tasarlanmakta sadece pazar kaygısı ve ekonomik kaygı ile üretildiği büyük ölçüde bilinmektedir. Buna yol açan seçici kullanıcı azlığı da sorunsalımızın başını çeken bir unsurdur. İnsan ve makine arasındaki arayüz tasarım ve değerlendirmesi sırasında insane performansını ve bunun bilişsel boyutunu tahmin etmek, ergonomik bir yazılım paketi geliştirmek kaçınılmaz olmalıdır. Bilişsel ergonominin başlıca uygulamaları hata olasılığını en azda tutarak insan performansını artırmaya yönelik olarak kadran, kontrol ve bilgisayar programları geliştirmektir. Bilişsel ergonomi insanlar ve sistemin diğer ögeleriyle etkileşimleri açısından algılama, bellek, mantık yürütme ve motor cevap gibi mental süreçlerle ilgilenmektedir. Bilişsel ergonominin mental süreçlerle (beynin yaptığı işle) ilişkili olduğu belirtildi. Yani algılama, bellek, mantık yürütme, motor cevap, gibi ögelerle insan ve sistemin diğer ögelerinin etkileşimi açısından bakılabilir. Mental iş yükünün bileşenleri arasında karar verme, beceri ile ilişkili performans, insan bilgisayar etkileşimi, insanın karar güvenilirliği, iş stresi ve eğitimini insan sistem tasarımı ile bağlantılı olarak inceler. Klasik ergonomi kitapları bunu açıklayabilmek için hava trafik kontrolünü verirler. Trafik kontrolörü çalışma istasyonunda bir ya da birkaç ekran, telefon ve radyo ile bağlantılı çalışır. Bunların hepsi trafik kontrolörüne anlaması, yorumlaması, olabilecek sorunları kestirmesi, karar vermesi ve verdiği kararı iletmesi gereken süreçle ilgili bilgiyi sağlar. Bilişsel ergonomi bu süreci değerlendirerek çalışma istasyonu, tüm sistem, eğitim ve çalışma istasyonunun bulunduğu çevreyi söz konusu sürecin düzgün ve güvenli olmasını sağlayacak biçimde düzenlenmesine çalışır. Bu nedenle ışığın ekranda parlamasını sağlayacak şekilde aydınlatmayı sağlar. Temel amaç kontrolörün ekranı düzgün olarak görmesidir. Yine kontrolörün en az hata yapacağı çalışma süresinin ne olduğunu belirlemeye çalışır. Mümkün olduğu kadar otomasyonu artırarak kontrolörün dikkatini problemli uçak üzerinde yoğunlaştırmasına olanak verir. Böylece problemsiz uçağa dikkatini ayırması gerekmez. Bu örnek bizim konumuz içinde ufuk açıcı nitelikte bir çıkış noktası olmalı ve elektronik kitap tasarımlar ya da kitap içerik yazılım tasarımları üretilirken kullanacak bireyin sağlık kalitesini önce koruyucu sonra artırıcı yol izlenmelidir. Daha sonra makine ya da ürün kalitesine bu yansıtılmalıdır. Bilişsel ergonomi e-kitaplar için kaynak oluşturmaktadır. Organizasyonel ve yönetimsel ergonomi işletme yönetiminin onu oluşturan sosyal doku ile uyumu amacına yönelik iş programlama, performans modelleme, toplam kalite yönetimi, sosyo-teknik organizasyon tasarımı gibi konuları inceler . E-kitaplar kullanıcılara zamandan tasarruf, mekandan bağımsızlık ve erişimde kolaylık açısından en büyük avantajı sunmaktadır. Bu avantaj günümüz koşullarında azımsanmayacak öneme sahiptir. Çünkü olası teknolojilerin sunduğu fayda ve zararlar kullanıcı özümsemesiyle kısa zamanda ve hızla hayatımızda yer almaktadır. E-kitaplar çevreciler tarafından desteklenmektedir çünkü çevreciler doğal kaynakların tükenmesine karşıdırlar ve e-kitaplar kullanıldıklarında yıpranmayacakları ve yenilenmeyecekleri için çevre dostu bir uygulama olarak görülmektedir. Her ne açıdan bakılacağını bir teknolojik ürün pazar paydaşları arasından kendi belirler. Bu belirleyeceği ölçütlerle insane hayatında yer bulur ve büyük ölçüde kalıcılık sağlar. Yazarların eserleri ile ilgili geri bildirimler almasını sağlar. Kendini yenileme ve güncel kalabilme çağını yaşadığımız bu zamanlarda hiç de azımsanmayacak bir faydadır ki birçok yazar kendini aşma fırsatı bulmuş ve bulacaktır. Engelli okuyucular içinde büyük ölçüde kolaylık sağlayabilecek bir araçtır. Bu alanda henüz ileri seviye teknoloji kullanılmıyor olsa da gelinen nokta bile birçok faydayı beraberinde getirmiş ve gelişime öncü olmuştur. Sözlük içermeleri yeni bir yükümlülükten bağımsız olarak bilgiye anında erişim olanağı sunar. Bilgi çağını yaşarken hızlı ve engelsiz, bilgiye anında erişim bu teknolojiyle insan hayatını büyük ölçüde kolaylaştırmıştır. Kendi aydınlatmasına sahip olması, herhangi bir başka gerece ihtiyaç duyulmamasını sağlamaktadır. Böylece zaman ve mekandan tasarruftan ziyade mekan enerjisinden de tasarruf olanağını beraberinde getirir. Kütüphanelerde kullanımıyla da aynı anda sınırsız sayıda kullanıcının ulaşımına olanak sağlar. Böylece bilgi sınırsız oranda ve güçte yayılma imkanı yakalar. Birbirine entegre olmayan formatlarda üretilmeleri, henüz uluslararası standarda sahip olmadıklarını göstermektedir. Bir materyalin kullanımı açısından en önemli unsur ortak payda da diyebileceğimiz, ortak standartlarla, denetlenebilir özelliklerde üretilmesidir. E-kitap okuma cihazlarından bazıları her ne kadar yüksek çözünürlükte okuma olanağı sunsalar da uzun sureli ve sık kullanımlarda baş ağrısı, göz yorgunluğu gibi problemler ortaya çıkarmaktadırlar. Bu bağlamda da ortak sağlık standartları veya ergonomik ilkeler çerçevesinde üretim olanağı sağlanmalıdır. Sağlık açısından niteliksiz üretim daha büyük sonuçlar doğurarak his kaybı, psikolojik rahatsızlık, kas ve iskelet sisteminde kalıcı hasar gibi daha birçok önemli sorunsalla kullanıcıyı karşı karşıya bırakmaktadır. Bu sorunsalların başında her ne kadar standartlara uygun üretimin olmaması ya da standartlarda iyileştirme olmaması ve denetim sıkıntısı gelse de aslında kullanıcı eğitimi de önemli bir sorundur. Eğitilen, bilinçlendirilen kullanıcı bunları talep edecektir. Arz talep dengesinin sağlanması ile üretim-pazar-kullanıcı arası uyumda kendiliğinden yerini bulacak, zamanla iyileştirilmiş bir boyut kazanacaktır. Bir tasarımda koşul ve gerekliliklerin standardı insan ve/veya kullanıcı perspektifinden bakılarak oluşturulmalı bunlar gerekli yol ve yöntemlerle saptanmalı ve standardize edilmelidir bilgisi ışığında yola çıkılarak tasarım ilkeleri aşağıdaki şekilde oluşturulmuş sınırlandırılarak araştırmamızda yer verilmiştir. Bir görseli meydana getiren unsurların bir bütün olarak görünmesini sağlayan ögeler arasındaki ilişki olarak ifade edilebilir. Bütünlüğü oluşturabilecek olan ilişkinin kurulabilmesi çizgi, şekil, renk gibi tasarımların doğru kullanımına ve yansıtılmasına bağlıdır. Materyal içinde bütünlüğün sağlanmış olması okumayı, anlamayı, yorumlamayı kolaylaştırıcı etki sağlayacak, beyni yormayacaktır. İnsanın fiziksel ve psikolojik algılarını harekete geçiren rengin, insan-nesne-çevre açısından uyumu ergonomi içerisinde renk faktörünün rolünün dikkate alınması ile mutlaka bir bütün olarak materyalde yer almalıdır.Bütünlüğün sağlanması açısından yapılan hataların başında materyalin içinde çok sayıda birbiri ile ilişkisi düzgün kurulamamış, renk, desen, yazı boyutu, eklentilerin görünürlüğü rahatsız edici olacaktır.Bu tür hataların en aza indirilebilmesi için istenen mesajın tasarımcı tarafından açık net ifade edilmesi gerekir.Özellikle renk faktörü algılama bağlamında ele alınarak farklı tasarım alanlarındaki renk uygulama ve etkileri üzerine yapılan araştırmalarla birleştirilmeli, dikkat, uyarı, misyon, iletişim, yaratıcılık gibi noktalardaki rolüyle ergonomik olarak ortaya konularak tasarlanmalıdır. Denge ögelerin yatay ve dikey olarak materyale eşit ağırlıkta dağıtılmasıyla olur. İki türlü denge vardır. Formal (simetrik) denge bir materyalin ortadan ikiye bölündüğünde ögelerin simetrik olarak yerleşebiliyor olması gözü yormayan bir etki sağlayacaktır. İnformal (simetrik olmayan) denge ağırlık olarak iki tarafında eşit olduğu fakat kullanılan ögelerin farklı olduğu dengedir. Materyale belirli ölçüde hareketlilik katarak kullanıcıyı rahatlatacak, işini kolaylaştıracaktır. Odaklanılacak ögenin farklı şekilde boyutlandırılması, farklı renk ve punto kullanılması materyale özgü diğer görsellerin ilgi merkezinden çıkmasını sağlayacaktır. Kullanıcı açısından olası karmaşa ortadan kalkıp yormayan bir netlik kazanılacaktır. Görsel materyallerin daha kolay algılanmasında, ögeler arasında kurulan ilişkilerin daha rahat anlaşılmasında önemli rol oynar. Materyal üzerinde düzenli şekilde yerleştirilmiş ögeler okuma ve algılamada kul
lanıcıya rahatlık kazandırır. Ögeler arası bir hizalama yöntemi değil, materyal boyutuna göre hizalama kullanılmalıdır.Sayfadaki yan boşluklar, harfler arası boşluklar belirli denge gözetilerek yerleştirilmelidir.Örneğin arka arkaya gelen iki kuyruklu harf arası boşluklar azaltılmalı, büyük harften sonra gelen küçük harf daha okunaklı ve eşit görünür olmalıdır.Vurgulamalar noktalama, yazı boyutu gibi ögelerle sağlanmalıdır. Küçültülebilirlik ve büyütülebilirlik netliği sorunsuz olmalı ve yakınlık kullanıcı profiline göre seçici ve sabitlenebilir olmalıdır. elektronik kitaplarda yazı karakteri seçimi cihaz tarafından her türlü dosyanın rahatça gösterilebilmesi hedefi gözetilerek geliştirilmelidir. Bu da çok amaçlı ergonomik ve kullanıcı ayarlamalı biçime dönüştürülmelidir. CD-ROM CD-ROM'a yaygın olarak, sadece CD de denir. İngilizce bir terim olan Compact Disc Read-Only Memory sözcüklerinin baş harfleri alınarak yapılmış olan kısaltmadır. Bilgi ve verileri, kalıcı olarak kaydetmeye yarayan elektronik kayıt cihazıdır. CD-ROM, Elektronik üreticisi firmalar tarafından, standart kabul edilen ve özellikleri, sarı kitapta belirtilmiş olan elektronik bir kayıt ortamıdır. Bu tanıma uyan CD-ROM'lar Philips firması tarafından verilen Compact Disk Logosunu taşıyabilmektedir. CD-ROM, teker biçiminde, üzeri spiral biçiminde izler taşıyan, alüminyum kaplamalı, yassı bir elektronik kayıt malzemesidir. CD yüzeyindeki bazı bölümler, kaplama (üretim)sırasında, biraz derinleştirilmiştir. Pits denilen bu çukurlar, lands denilen ve çukurlaştırılmamış olan bölümlere göre, gelen ışınları biraz daha erken yansıtır. Verilerin yazılması ve okunması, zayıf bir lazer ışınının, bu çukur ve düzlükler üzerinde yansıması (ya da yansımaması) sayesinde gerçekleşir. Bir CD ROM'un çapı 12 santimdir. Üzerine 650 ile 900 MB arasında bilgi kaydedilebilir. Ancak, tüm CD Sürücüler (CD-ROM aygıtları) bu verileri okuyamadığından, yaygın olarak, 700 MB kapasiteli olan CD'ler kullanılır. 700 MB'lık kayıt kapasitesi, yaklaşık olarak 80 dakikalık bir müzik kaydına eşdeğer bir yeğinliktir. Günümüzde 2x ile 56x (x=150kbps)'e kadar yazım hızına sahiptirler. CD-ROM üzerine kayıtlı olan bilgi ve verilerin, ne kadar süreyle saklanabildiği henüz tam olarak bilinememektedir. Yapılan tahminler, CD ROM 'un nasıl depolandığına bağlı olarak, 10 ile 50 yıl arasında değişmektedir. Bu süre, kâğıt ve pergament ile karşılaştırılamayacak kadar kısa bir süredir. Ancak, materyalin geliştirilmesi ve buna bağlı olarak, verilerin daha uzun süreli olarak korunabilmesi ile ilgili çalışmalar, aralıksız olarak sürmektedir. CD ROM güneş ışınlarına duyarlı bir materyaldir. Bu nedenle, böyle bir şey uygulamada pek mümkün olmasa da, sabit bir oda sıcaklığında, ve karanlık bir odada depolanması gerekir. Compact Disc Compact Disc ya da Yoğun Disk (İngilizce: "Compact Disc", "CD"), Philips ve Sony ortaklığı ile geliştirilmiş sayısal optik veri saklama ortamıdır. 1982'de Sony şirketinde çalışan Norio Ogha tarafından icat edilmiş ve aynı yıl 1 Ekim 1982'de satışa çıkan ilk disk ve yürütücü sırasıyla Billy Joel'in 52nd Street'i ve Sony'nin CDP-101'i idi. CD'ler bu tarihten sonra ticari olarak günümüze kadar satılmaya devam edilmiştir. Standard CD'ler 120 milimetrelik çapa sahiptirler. Standard bir CD 80 dakikaya kadar sıkıştırılmamış ses verisini saklayabilir (700 MB). Mini CD'lerin çapları 60 ile 80 mm arasında değişebilir. Mini CD'ler yaklaşık 24 dakikalık ses verisi depolayabilirler (200 MB). CD-ROM'lar ve CD'ler bilgisayar sektoründe çok yaygın bir biçimde kullanılan teknolojiler olarak yerlerini korumuşlardır. 2004 yılında, Dünya çapında satılan CD sayısı yaklaşık olarak 30 milyara yükselmiştir. 2007'ye kadar bu rakam Dünya çapında 200 milyara ulaşmıştır. CD, 1,2  mm kalınlığında, 15-20 gram ağırlığında ve polikarbonat plastikten yapılmıştır. İçten dışa doğru sırasıyla merkezî delik (15 mm), ilk-geçiş bölgesi, sıkma alanı, ikinci geçiş bölgesi (ayna grubu), program (veri) alanı ve çerçeveden oluşur. İçerdeki program alanı 25 ilâ 58  mm arasında bir yarıçapı kaplar. İlk Aşama: Öncelikle temiz bir ortamda yaklaşık 130  mm çapında, pürüzsüz, dairesel, fotoresist katmanla kaplı, cam hazırlanır. Kaynak materyal bilgisayar kontrolündeki bir makine yardımıyla belirli bir formatta yakılır. Böylece ana cam oluşturulur.Nikel plazma formuna getirilerek cama ince film olarak tutturulur. Kalıp Hazırlama Aşaması: Daha sonra ana cam elektro (electroforming) kaplama tekniği ile 0,3 mm (300 µm) kalınlığında nikel ile kaplanarak, damga kalıp (stamper) üretimi gerçekleştirilir. Baskılama Aşaması: Her bir damga kalıp bir plastik enjeksiyon makinesinde CD kalıplarına monte edilir. Erimiş polikarbon CD kalıbı içine enjekte edilir ve damga kalıp üzerindeki izler polikarbon materyale aktarılırken "yoğun disk" de üretilmiş olur. Bu aşamada üretilen yoğun disk şeffaftır ve okuyucularda damga kalıptan aktarılan izlerin okunabilmesi için yansıtıcı alüminyum film ile kaplanır. Son olarak da koruyucu vernik spin kaplama (yüksek hızda çevirerek) tekniği ile alüminyum filmin üzerine uygulanır. Sarımsak Sarımsak ("Allium sativum"), Alliaceae familyasına dahil olan, "Allium" cinsinden bir soğanlı bitki türü. 25–100 cm yüksekliğe kadar boy atar. Yapraklarında, saplarında ve toprak altındaki soğanında kokulu bir yağ bulunur. Sarımsak yıllık bir bitkidir. Soğan, yabani soğan, zambak ve pırasa ile akraba olan sarımsak doğada yabani ortamda yetişmez. Tarih boyunca bir kültür bitkisi olduğu, olasılıkla güneybatı Asya'da doğada yetişen "Allium longicuspis" türünden türetilmiş olduğu düşünülmektedir. Sıklıkla "sarmısak" olarak da anılan sarımsağın en iyi kaliteye sahip olanı, germanyum ve selenyum bakımından zengin topraklarda yetişir. Türkiye'de sarımsak üretiminin en yoğun yapıldığı yer Kastamonu ilinin Taşköprü ilçesidir. Raf ömrü uzun tadı ve kokusu keskindir. Taşköprü sarımsağı başka yerlerde de yetiştirilmek istenmiş maalesef Taşköprü toprağında yetişen sarımsağın kokusu ve tadı alınamamıştır. Burada yetişen sarımsakların büyük kısmı ilaç fabrikalarına antibiyotik imalatı için verilmektedir. Raf ömrü çok uzun olan Taşköprü sarımsağı bir yıl süreyle soğuk hava depolarına ihtiyaç duyulmaksızın saklanabilmektedir. Sarımsak başında % 84.09 su, %13.38 organik madde, %1.53 inorganik madde içerir. İçeriğinde ayrıca, 33 çeşit kükürt bileşiği, 17 çeşit aminoasit (bunlara vücut tarafından doğrudan sentezlenmeyip, gıdalarla alınması gereken aminoasitlerin tümü dahildir), germanyum, çinko, A, B1 ve C vitaminleri bulunmaktadır. Sarımsağın, çiğ halde veya yağının, mikroorganizmalar üzerine antibiyotik etkiye sahip olduğu, antiviral, antifungal, antiprotozoon, antiparazitik ve antibakteriyal özellikleri üzerinde durulmaktadır. Bunun yanı sıra antiseptik işlevi, grip, nezle, ses kısıklığı, astım rahatsızlıklarına, bademcik, romatizma ve eklem enfeksiyonlarına, öksürük ve bronşite iyi geldiği ön plana çıkarılmaktadır. Terletici etkisi nedeniyle ateş düşürülmesine yardımcı olur. Vücudun bağışıklık sistemini güçlendirici ve hücre koruyucu etkisini destekler bazı bilimsel bulgular mevcuttur. Bu etkinin HIV virüsü ve menenjit ile mücadeleye yansıtıldığı tecrübeler gerçekleştirilmiştir. Ayrıca kardiyovasküler sistemi güçlendirmesi, bunun da serum kolesterol seviyeleri ve trigliserit oranları üzerinde etkisi sözkonusudur. Trombositlerin damar içinde pıhtılaşmasını engelleyici etkisiyle, damar tıkanıklıklarından kaynaklanan rahatsızlıklara karşı rol oynar. Sarımsak ayrıca tansiyonu ve kan şekerini de dengeleyicidir. Sarımsağın tansiyon'u düşürdüğü gösterilmiştir ancak yüksek tansiyon hastalarına faydası hakkında henüz yeterli kanıt yoktur. Sarımsak içindeki allisin bileşiğinden kaynaklanan özgün ve ağır bir kokuya sahiptir. Bu koku pişirme ile kısmen giderilebilir. Kokusu giderilmiş olan sarımsak yağı, tozu veya kapsülleri de piyasada mevcuttur. Sarımsağın aşırı tüketiminin bazı yan etkileri olabilir. Sarımsağın yapısında yüksek oranda kükürt bileşikleri bulunması bir takım alerjik reaksiyonlara neden olabilir. Ayrıca, aşırı miktarlarda çiğ sarımsak tüketimi, sindirim sırasında bağırsak gazlarına ve bağırsak mukozasındaki normal floranın zarar görmesine de neden olabilir. Sony Sony (Japonca: ソニー株式会社, "Sonī Kabushiki-Kaisha"), Japonya kökenli çokuluslu şirketler topluluğu. Topluluğun ana şirketi, Tokyo'nun Minato semtinde yerleşik olan "Sony Corporation"dur. Yıllık cirosu yaklaşık olarak 8.871.400 trilyon ¥'dir. Sony üreticilere ve profesyonel marketlere iletişim,video oyun konsolları ve bilgi teknolojisi üretiminde önemli rol oynamaktadır. Adı Latince "ses" demek olan "sonus" kelimesinden gelmektedir. Sony 5 bölümden oluşmaktadır. Bunlar; elektronik, oyun, eğlence, finansal servisler ve diğerleridir. Bu durum Sony'yi Nintendo'dan sonra dünyanın en kapsamlı eğlence ürünleri üreten şirket yapmaktadır. Sony'ye bağlı şirketler: Sony yarı iletken üretiminde dünyada önde gelen 20 şirket arasındadır. Şirketin sloganı ""BE MOVED"" dır. 1945 yılında II. Dünya Savaşı'ndan sonra Masaru Ibuka, bombardıman sonrasında harabeye dönüşen Tokyo'da tamir dükkânı açmıştı. Ertesi yıl iş ortağı Akio Morita ile birlikte Tokyo Tsushin Kogyo Kabushiki Gaisya (東京通信工業株式会社; kısaca: Tōtsūkō 東通工), adlı şirketi kurdular. Bu şirket Type-G adlı Japonya'nın ilk kaset çalarını yaptı. 1950'li yılların başında Ibuka Amerika'ya gitti ve orada Bell Labs'in icadı olan transistörü duydu. Bell Labs'i transistörün lisansını alıp kendi şirketinde kullanma konusunda ikna etti. Birçok Amerikan şirketi transistörü askeri amaçlı kullanmayı düşünürken Ibuka bu icadı iletişim için kullanmayı düşündü. Transistörü ilk defa Regency and Texas Instruments adlı şirket kullansa da Ibuka bu icadı ilk defa ticari açıdan başarılı kıldı. 1955 yılı Ağustos ayında Tokyo Tsushin Kogyo, Sony TR-55'i piyasaya sürdü.Bu ürün Japonya'nın ilk transistörlü radyosuydu. Aynı yılın Aralık ayında ise Sony TR-72 piyasaya sürüldü ve bu ürün hem yurtiçinde hem de yurtdışında b
üyük ilgi gördü. Bu ürün birçok özelliği sayesinde 60'lı yılların en popüler radyosu oldu. Mayıs 1956 yılında şirket TR-6'yı piyasaya sürdü. Taşınabilir tüplü bu yeni radyo, yenilikçi bir tasarım ve daha iyi bir ses kalitesi ile piyasaya sürüldü. TR-6 reklamında Sony, çizgi film karakteri ""Atchan"" (アッちゃん)'ı kullandı. Atchan karakteri Fuyuhiko Okabe çizmiştir. Bu karakter şu anda Sony Boy olarak bilinmektedir. Bu karakter reklamda TR-6'yı kulağına tutuyordu. 60'lı yılların ortasına kadar sony reklamlarında bu karakteri kullandı. 1957 yılında TR-65 modelini piyasaya sürdü.Bu radyo o zamanların en küçük transistörlü radyosuydu. Bu olay dünya çapında ticari bir başarıydı. Arizona Üniversitesi profesörü Michael Brian Schiffer bir sözünde şöyle demişti: "Sony ilk radyo değildir ama transistörlü radyoların en başarılısıdır. TR-63 1957 yılında Amerika'da marketlere girdi ve burada yeni bir endüstri başlattı. Bu endüstrinin ismi "tüketici mikroelektroniği"dir. "1950'li yılların ortasında Amerikalı genöler transistörlü radyoya büyük bir ilgi gösterdi.Satışlar 1955'te 100.000 iken 1968 sonunda 5.000.000'a ulaştı. 2006 yılında Sony'nin ana merkez binası Shinagawa'dan Minato'ya taşındı. Tokyo Tsushin marketlerde kendini temsil edecek akılda kalıcı bir isim ararken TKK kısaltmasını kullanmayı düşündü fakat Tokyo Kyuko adlı demiryolu şirketi TKK olarak bilindiği için bu ismi kullanamadı. Sony ara sıra "Totsuko" ismini Japonya'da kullandı ama Morita bu ismin Amerikalı müşteriler için telaffuzunun zor olduğunu keşfetti. Daha sonra "Tokyo Teletech" ismini kullanmaya başladı ama Morita bu "Teletech" ismini bir Amerikan şirketinin kullandığını gördü. Daha sonra iki kelimenin karışımı olan "Sony" kelimesi marka olarak seçildi. Bu kelime Latince "ses" anlamına gelen "sonus" kelimesi ve 1950'li yıllarda Amerikalıların birbirlerine seslenmek için kullandığı popüler bir kelime olan "Sonny"'nin bir karışımıdır. Şirketin ilk ürünü 1955'te çıkmıştı fakat şirket Sony ismini Ocak 1958'de kullanmaya başladı. Morita hiçbir dilde bulunmayan bir kelime aradığı için şirketin ismini Sony olarak değiştirdi. (Başka dillerde de Sony kelimesi var diyen bir şeker üreticisine bu ismi kullandığı için ceza verildi.) Değişim döneminde Japon bir şirketin Kanji alfabesi yerine Romen alfabesini kullanması alışılmamış bir durumdu. Bu adın telaffuzu da çok zordu ama bu isim değişimi şirketin lehine oldu. TKK ana bankası zamanında, Mitsui Bankası, bu isim konusunda güçlü duygulara sahipti. Onlar isim konusunda Sony Elektronik Endüstrisi ya da Sony Teleteknoloji için ısrar etti ama Akio Morita bu isimleri istemedi. En sonunda Ibuka ve Mitsui Bankası'nın başkanı onay verdi ve isim Sony olarak değiştirildi. Sony tarihi boyunca kaydetme, saklama ve ev ürünleri konusunda yeni teknolojiler çıkartmada önde gelen bir şirket olmuştur. Varolan teknolojiyi kullanma yerine kendi teknolojisini oluşturmaya çalışmıştır. Bunların en ünlülerinden biri videotape formatıdır. JVC'nin VHS formatına karşı Betamax formatını üretmiştir. Daha sonra VHS sistemi eleştiriler alınca VCRs kullanılmaya başlandı ve Sony bu formata kendini adapte etti.Betamax formatını geliştirerek Betacam'ı üretti.Betacam hala film ve televizyon endüstrisinde kullanılmaktadır. 1968 yılında Sony Trinitron markasıyla tüplü televizyon ve daha sonra bilgisayar mönitörü üretti. Trinitron'un üretimi hala Pakistan, Bangladeş, Hindistan ve Çin'de devam etmektedir. Sony 2007 ilkbaharında ABD'de Trinitron markalı televizyonların üretimini durdurdu. Trinitron markalı bilgisayar mönitörlerinin üretimine ise 2005 yılında son verdi. 1975 yılında Betamax videokaset kayıt formatını piyasaya sürdü.1979 yılında dünyanın ilk taşınabilir müzik çaları olan Walkman'i üretmeye başladı. 1982 yılında Betacam videotape ile CD formatını piyasaya sürdü ve 90 mm micro disketlerin üretimine başladı. 1983 yılında MSX adında ev bilgisayar sistemini piyasaya sürdü ve bütün dünyaya CD ile birlikte tanıtıldı. 1984 yılında ise Discman'i piyasaya sürdü. Bu ürün Walkman ve CD'nin birleşiminden oluşmuştu. 1985 yılında ise Handycam ve Video8 formatını üretti. Video8 ve daha sonra çıkan Hi8 formatı tüm dünyada ünlü oldu. 1987 yılında 4 mm DAT formatını piyasaya sürerek dijital ses kasedine yeni bir standart getirdi. Tüketiciye yönelik kayıt ürünlerinden sonra Sony ticari amaçları kayıt ürünleri üretimine başladı. 1986 yılında Write-Onca Optical Disc (WD)'i piyasaya sürdü. Bu ürün tek yazılımlık optik diskti.1988 yılında 125 MB'lık Magneto-optical disc'i piyasaya sürdü.1990'lı yılların başlarında yüksek kaliteli optik ürünlerin üretimine başladı. Bunlar MMCD ve SD'dir. MMCD Philips'in ortaklığıyla, SD ise Toshiba'nın ortaklığıyla geliştirilmiştir. Daha sonra MMCD formatı ortadan kalktı ve şirketler SD formatını kabul etti.MMCD formatı geliştirilerek EFMPlus ortaya çıktı ve bu formatın adı DVD olarak 1997 yılında piyasaya çıktı.1993 yılında Sony Minidisc'i tanıttı. Bu tanıtımdan sonra MP3'e rakip olan ATRAC tanıtıldı. 2004'e kadar Sony Walkman MP3'ü desteklemiyordu.Müzik çalabilmesi için bazı özel programlarla MP3'ün ATRAC veya Atrac3 formatlarına çevrilmesi gerekiyordu. Ayrıca Sony Dolby Digital'e rakip olarak Sony Dynamic Digital Sound'u çıkarttı. Bu sistem 8 kanallıydı,Dolby Digital'in sistemi ise 6 kanallıydı. DTS ve Dolby Digital SDDS'yi gölgede bırakınca SDDS tiyatrolarda, Dolby Digital ise sinemalarda standart hale geldi. Sony hiçbirzaman SDDS'yi ev sinema sistemi olarak geliştirmedi. 1998 yılında Memory Stick hafıza kartını piyasaya sürdü ve Sony kendi MP3 çalar ve kameralarında bu ürünü kullanmaya başladı. Daha sonra bu formatı Memory Stick Duo ve Memory Stick Micro olarak geliştirdi. 1998 yılında Philips ortaklığıyla S/PDIF (Sony/Philips Digital Interface) adında yüksek kaliteli dijital ses iletimi oluşturdu. 1999 yılında Örnekleme frekansı 2,8224 MHz olan S/PDIF ve Optical dijital aktarım ile sinyal aktarımı olmayan ancak Firewire 1394 ile dijital sinyal aktarımı olan yeni ses bir ses kodalaması (SACD) piyasaya sürdü. DSD kodlamayı kullanan SACD direkt olarak Master kayıtlardan oluşmakta idi. Bu sistem daha sonra DVD-Audio ile mücadele etti. Bu ürün çok talep almadı. genellikle kullanıcılar CD'yi tercih etti. 1994 yılında Sony Playstation'u piyasaya sürdü. 2000 yılında PS2 ve 2006 yılında PS3 ile büyük başarı yakaladı. PS2 en başarılı oyun konsolu oldu ve 140 milyon adet sattı. Daha sonra 2005 yılında Sony Playstation Portable ile taşınabilir oyun konsolu dünyasına da el attı. Universal Media Disc optik medya formatini PSP ile kullanılmasi icin geliştirdi.Sony bu formatı film dünyasındada kullanmayı düşünürken bazı stüdyolar bu formatı desteklemeyi bıraktı ve bu proje gerçekleşemedi. 2004 yılında Sony MiniDvd formatına karşı Hi-MD formatını piyasaya sürdü. Bu diskler 1 GB'a kadar kayıt imkânı sağlıyordu ve biligisayardan kayıt imkânı sağlıyordu. (Eski sürümü olan NetMD'de bu özellik yoktu.) HiMD CD kalitesinde ses kaydı ve PCM görüntü kayıt özellikleriyle birlikte tanıtıldı. Sony Blu-ray disklerin tanıtımında çok önemli rol oynamıştır. İlk Blu-ray player Sony BDP-S1, $999.95 fiyat etiketiyle Aralık 2006'da piyasaya çıktı.2007 sonunda Motion Picture bu formata destek verdi,Universal,Paramount ve Dreamworks ise bu formatı desteklemedi. Blu-ray'in popularitesi artmaya devam etti. 19 Şubat 2008'de Toshiba HD DVD formatını desteklemeyi bıraktığını açıkladı. 10 Eylül 2007'de Rolly'yi çıkarttı ve müzik çalar sistemlerine yeni bir anlayış getirdi.Bu MP3 çalar robot şeklinde,üzerinde kulakçıklarla müziğe göre dans edip şekil değiştiren yumurta şekilli bir robottu. Robota müzikler Bluetooth ile yüklenebiliyordu. 29 Eylül 2007'de Japonya'da piyasaya çıktı.Daha sonra ise 1 GB hafızalı köpek robot Aibo ve insan şekilli robot Qrio geliştirildi. Sony'nin getirdiği yenilikleri kısaca özetlemek gerekirse: 22 Haziran 2005'te Nobuyuki Idei Sony'den istifa etti.Nobuyuki'nin yerine CEO olarak Howard Stringer getirildi.Bu olayla birlikte ilk defa elektronik üreten Japon bir şirketin başına Japon olmayan bir kişi getirilmiş oldu. 2005 mali yılında elektronik üretimin yarısını Japon şirketler gerçekleştirdi. Japonya'daki üretimin %65'i ihraç edilmiştir. UEFA Şampiyonlar Ligi USB USB, İngilizce "Universal Serial Bus"" "kelimesinin kısaltmasıdır". "USB'nin türkçesi "Evrensel Seri Veriyolu"dur". "USB dış donanımların bilgisayar ile bağlantı kurabilmesini sağlayan seri yapılı bir bağlantı biçimidir. Son sürümü 3.1'dir. 1,22 GByte/sn'lik aktarım hızı vardır. Standart bir USB 2.0 veriyolu 5.00 volt, 500 mA çıkış verirken USB 3.0 veriyolu 900 mA çıkış değerine sahiptir.USB 3.1 ise 9.00 volt çıkış verebilmektedir. Tak Çalıştır (plug and play, PnP) özelliğinden dolayı birçok cihazın bağlantısında kullanılmaktadır. Evrensel seri veriyolu, çevre birimlerinin bilgisayara takıldıkları anda tanınıp otomatik çalışmalarını sağlamaktadır. Yani PnP'dir. Bu yolla 127 tür cihazı çalıştırma imkânı vardır, ek aparatlarla tek bağlantı noktasına birden fazla cihaz bağlanabilir. USB basit bir dört telli bağlantıdır. Veri kodlamasına NRZI (Non-return to Zero Inverted) denir. Modern anakartlarda en az 4 USB portu bulunmaktadır. USB 2.0, 480 Mbps bant genişliği sunabilen USB sürümüdür. USB 1.1 de sunulabilen bant genişliği 12 Mbps ile sınırlıdır. USB 2.0, USB 1.1'in 40 katı kadar bant genişliği ile yüksek hız sağlar. Her iki sürümde de kablo yapısı ve bağlantı uçları aynıdır. USB 2.0, USB 1.1 ile uyumludur. Yüksek bağlantı hızı gerektiren harici CD/DVD yazıcı gibi cihazlar USB 2.0 standartını kullanırlar. USB 3.0 yapılan testler sonucunda en fazla 1320Mbit/sn ile sınırlı kaldı, beklenilen yükseklikte bir hıza ulaşılamadı. 2001 yılında benzer bir durum USB 2.0 için yaşandı. En yüksek hız olarak 250 Mbit hıza ulaşıldı ancak çalışmalar ilerledikçe USB 2.0 480 Mbit/sn hıza ulaştı ve kullanılmaya başlandı. Günümüzdeki en son teknoloji USB 3.1'dir. USB 3.0 beklendiği gibi 5 Gbit hıza çıkmıştır. Günümüzde yeni üretilen anakartların neredeyse hepsinde USB 3.0 desteği vardır.
Intel ve AMD'nin yeni yonga setlerinin yaygınlaşmasıyla USB 3.0 gittikçe yüksek hız gerektiren harici sabit diskler ve flash belleklerde kullanılmaya başlanmıştır. Harici sabit disklerin çoğunluğu USB 3.0 desteğine sahip olmasına rağmen flash belleklerde henüz USB 3.0 desteği yaygın değildir ve pahalıdır. USB 3.1 31 Temmuz 2013' de duyuruldu. USB port bilgisayar kapalıyken bile elektronik cihazları şarj etmek için kullanılabilir. Normalde bir bilgisayar kapalı iken USB portları güç kaybeder. Uyku durumunda USB portlarında bilgisayar kapalıyken bile güç kalır. Masaüstü makinelerinde uyku ve şarj durumunun çalışması için güç kaynağına bağlı kalması gerekir. Ericsson Ericsson ("Telefonaktiebolaget L. M. Ericsson"), merkezi İsveç'in başkenti Stockholm'de bulunan çok uluslu bir ağ teknolojileri, telekomünikasyon ekipmanı ve hizmetleri şirketidir. 1876'da Lars Magnus Ericsson tarafından kurulmuştur. Şirket, telekomünikasyon operatörleri gibi çeşitli müşterilerine geleneksel telekomünikasyon ve İnternet Protokolü (IP) ağ donanımları, mobil ve sabit genişbant operasyonları için gereçler ve iş destek hizmetleri, kablolu televizyon, IPTV, video sistemleri ve iletişim sistemleri için bilgi ve iletişim teknolojileri (BT) gibi kapsamlı teknolojiler ve hizmetler sunmaktadır. 2012'de 2G/3G/4G mobil ağ altyapısı pazarında Ericsson'un pazar payı %35 olmuştur. Şirket yaklaşık 113.000 kişiye istihdam sağlamakta ve yaklaşık 180 ülkede etkinlik göstermektedir. Ericsson, birçok kuruluşun da bulunduğu kablosuz iletişim alanında Mayıs 2015 itibarıyla 39.000 patenti elinde bulundurmaktadır. 1876'da telgraf şirketi olarak kurulmuştur. 20. yüzyıl başında manuel telefon santrali piyasasını elinde tutuyordu. Ancak otomatik santralleri geliştirmekte geç kaldı. Ardından kablosuz telefon teknolojisinde geliştirdiği ürünlerle yine piyasa lideri oldu. 1990'larda, kablosuz şebeke donanımında piyasanın %40'a yakınını elinde tutuyordu. Son kullanıcıya yönelik cep telefonu modelleri ilk zamanlarındaki başarıyı sürdüremedi ve batma noktasına geldi. 2001'de bu alanda Sony ile ortaklığa gitti ve Sony Ericsson firması kuruldu. 2005'i, 4. en çok satılan cep telefonu markası olarak kapattı. 27 Ekim 2011 tarihinde şirketin Sony tarafından satın alınacağı duyuruldu ve 16 Şubat 2012 tarihinde Ericsson Sony tarafından tamamen satın alındı. Şirketin Kanada, ABD, Çin, Hindistan, Brezilya, Japonya, Güney Afrika, Avustralya, Almanya, İtalya, Büyük Britanya, İsveç ve Türkiye'nin de aralarında bulunduğu 180 ülkede, 110.000'den fazla çalışanı bulunmaktadır. Ericsson'ın 2012 yılı itibarı ile 35.000'den fazla patenti bulunmaktadır. Bu patentlerin birçoğu kablosuz iletişim alanındadır. Bluetooth teknolojisi de bu patentler arasında yer almaktadır. Türkiye'de İstanbul ve İzmir olmak üzere 2 adet ofisleri bulunmaktadır. Lars Magnus Ericsson gençliğinde telefon gibi aletler yapımında çalışmaya başladı. İsveç devlet kurumu Telegrafverket için telgraf cihazı yapan bir kuruluşta çalıştı. 1876'da 30 yaşında iken Stockholm'ün merkezinde arkadaşı Carl Johan Andersson'un yardımıyla bir telgraf onarım atölyesi kurdu ve yabancı yapımı telefonları onarmaya başladı. 1878 yılında Ericsson kendi telefon ekipmanlarını üretmeye ve satmaya başladı. Telefonları teknik açıdan yenilikçi değildi. 1878'de İsveç'in ilk telekomünikasyon işletme şirketi Stockholms Allmänna Telefonaktiebolag'a telefonlar ve santraller tedarik etmek için bir anlaşma yaptı. Ayrıca 1878'de yerel telefon ithalatçısı Numa Peterson, Bell Telephone Company'den bazı telefonları ayarlamak için Ericsson'u kiraladı. Birkaç Siemens telefonu satın aldı ve teknolojisini inceledi; Ericsson birkaç yıl önce de Siemens'den bilgi almıştı. Bell ve Siemens Halske telefonlarını Telegrafverket ve İsveç Demiryolları için yaptığı tamir işiyle tanıdı. Rikstelefon gibi yeni telefon şirketleri tarafından Bell Group'dan daha ucuza hizmet vermek üzere kullanılacak daha kaliteli bir enstrüman üretmek için bu tasarımlarını geliştirdi. Bell'in İskandinavya'daki buluşlarının patenti olmadığı için Ericsson'da herhangi bir patent veya telif hakkı sorunu yoktu. Cihaz üreticisi olarak aldığı eğitimi, bitiş ölçütü ile bu dönemin Ericsson telefonlarının süslü tasarımına yansımıştır. Yılın sonunda Siemens'inkine benzer telefonlar üretmeye başladı; ilk ürün 1879'da bitirildi. Ericsson, İskandinavya'da telefon ekipmanlarının önemli bir tedarikçisi olmuştu. Fabrikası talebi karşılayamadı; ürünlerine doğrama ve metal kaplama işlemleri uygulandı. Hammaddelerin büyük bölümü ithal edildi; ilerleyen yıllarda Ericsson pirinç, tel, ebonit ve mıknatıs çeliği tedarik etmek için bir takım kuruluşları satın aldı. Dolaplar için kullanılan ceviz ağacının büyük bir kısmı Amerika Birleşik Devletleri'nden ithal edildi. Stockholm telefon şebekesi o yıl genişledi ve şirket önemli bir telefon üreticisi haline geldi. Bell, Stockholm'deki en büyük telefon ağını satın aldığında yalnızca kendi telefonlarının kullanılmasına izin verdi. Ericsson'un donanımları, esasen İsveç kırsalındaki ve diğer İskandinav ülkelerindeki ücretsiz telefon iştiraklerine satıldı. Bell ekipmanlarının ve servislerinin yüksek fiyatları Henrik Tore Cedergren'in 1883'te "Stockholms Allmänna Telefonaktiebolag" adlı bağımsız bir telefon şirketini kurmasına yol açtı. Bell, rakiplerine ekipman teslim etmeyeceğinden, yeni telefon şebekesi için ekipman temin etmek üzere Ericsson ile bir anlaşma imzaladı. 1918 yılında şirketler "Allmänna Telefonaktiebolaget LM Ericsson" olarak birleştirildi. 1884 yılında, elle kullanılan çoklu bir telefon santrali daha çok C. E. Scribner tarafından Western Electric'deki bir tasarımdan kopyalanmıştı. Bu, yasal bir dayanakta yapıldı, çünkü cihaz 1879'dan beri 529421 nolu patentli olmasına rağmen, cihaz İsveç'te patentli değildi. Tek bir santral 10.000 hattın üstesinden gelebilirdi. Ertesi yıl, LM Ericsson ve Cedergren, "esinlenme" için birçok telefon santralini ziyaret ederek Amerika'yı dolaştılar. ABD santral tasarımlarının daha gelişmiş olduğunu, ancak Ericsson telefonlarının diğerlerine eşit olduğunu keşfettiler. 1884 yılında, "Stockholms Allmänna Telefonaktiebolag"'daki Anton Avén adlı bir teknisyen, kulaklığı ve standart bir telefonun ağızlığını bir el cihazında birleştirdi. Cihazlar, operatörlerin müşterilerle konuşurken bir elini serbest bırakmalarını sağlayacak şekilde borsalarda kullanıldı. Ericsson bu buluşu aldı ve The Dachshund adlı bir telefonla başlayarak Ericsson ürünlerine dahil etti. 1890'ların sonlarında üretim arttıkça ve İsveç pazarının doygunluğa ulaştığı göz önüne alındığında, Ericsson birçok aracı ile dış pazarlara açıldı. İngiltere ve Rusya, fabrikaların daha sonra kurulduğu ve yerel sözleşmeler yapma şansını artıran ve İsveç fabrikasının çıktısını artıran erken pazarlardı. İngiltere'de Ulusal Telefon Şirketi önemli bir müşteriydi; 1897 yılında, üretimin %28'i İngiltere'ye yapılıyordu. İskandinav ülkeleri de Ericsson müşterileri idi; İsveç'teki telefon hizmetlerinin büyümesiyle teşvik edildi. Diğer ülkeler ve koloniler, ebeveyn ülkelerinin etkisi ile Ericsson ürünlerine talepli kalmışlardı. Bunlara 1890'ların sonunda Ericsson'un Avrupa dışındaki en büyük pazarları olan Avustralya ve Yeni Zelanda dâhil edildi. Kitle üretim teknikleri o anlarda sıkı sıkıya kuruldu; telefonlar süslü dekorasyonlarından bazılarını kaybediyorlardı. Başarılarının başka yerlerden olmasına rağmen, Ericsson ABD'ye önemli bir satış yapamadı. Bell Group, Kellogg ve Automatic Electric piyasaya hakim oldu. Ericsson nihayetinde ABD varlıklarını sattı. Meksika'daki satışlar ile Güney Amerika ülkeleri pazarına girdi. Güney Afrika ve Çin de önemli satışlar gerçekleştiriliyordu. Lars Ericsson şu anda çokuluslu olan şirketinden 1901'de istifa etti. 1 Aralık'ta Ericsson Nijerya'daki ofislerde 160 kişiyi işten çıkartacağını ve işlerini Hindistan'a taşıyacağını açıkladı. Ericsson, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki otomatik telefon gelişimini ihmal etmiş ve el değişim tasarımlarına odaklanmıştır. İlk çevirmeli telefon 1921'de üretildi, ancak erken dönem otomatik anahtarlama sistemlerinin satışları ve ekipmanlarının dünya pazarlarında kendini kanıtlaması yavaş kaldı. Bu döneme ait telefonlar daha basit bir tasarıma ve kapağa sahipti ve Ericsson'un kataloglarındaki erken dönem otomatik büro telefonlarının birçoğu cep telefonundaki gibi bir kadran ve elektronikte uygun değişiklikler bulunan manyetolu biçimlerdeydi. Ayrıntılı çıkartmalar kasaları süsledi. Birinci Dünya Savaşı, sonraki Büyük Buhran ve Rus Devrimi'nden sonra Rusya varlıklarının kaybı şirketin gelişimini yavaşlattı ve satışlarını Avustralya gibi ülkelerle sınırladı. Diğer telekomünikasyon şirketlerinin satın alınması Ericsson'un finansmanında baskı yarattı; 1925 yılında Karl Fredric Wincrantz, hisselerin çoğunu alarak şirketin kontrolünü ele geçirdi. Wincrantz kısmen uluslararası bir finansçı olan Ivar Kreuger tarafından finanse edildi. Kuruluş adı, Telefon AB LM Ericsson olarak değiştirildi. Kreuger şirkete ilgi göstermeye başladı, Wincrantz holding şirketlerinin büyük ortağı oldu. 1928'de Ericsson, "A" ve "B" hisselerini vermeye başladı; "A" payı, "B" payına karşı 1000 oy aldı. Wincrantz, hisseleri çoğunluk değil, yalnızca birkaç "A" hissesine sahip olacak şekilde şirketi kontrol etmiştir. Şirket, güç dağıtımında "statüko"sunu korurken bir sürü "B" hissesi çıkararak daha fazla para toplamıştı. 1930'da ikinci bir "B" ihracı gerçekleşti ve Kreuger LM Ericsson tarafından verilen parayla satın alınan "A" ve "B" hisselerinin bir karışımı ile şirketin çoğunluk kontrolünü eline aldı ve Alman devletine tahvillerde güvenlik sözü verdi. Daha sonra LM Ericsson'un bir bölümünü güvenli olarak veren ITT Corporation'dan (Sosthenes Behn tarafından yönetilen) kendi şirketi Kreuger & Toll için bir kredi aldı ve bir dizi uluslararası finansal işlemde varlıklarını ve ismini kullandı. Ericsson ITT tarafından ana uluslararası rakibi olarak bir devralma hedefi olarak görülüyordu. 1931'de ITT, Ericson'da çoğunluk payına sahip olma
k için Kreuger'den yeterli miktarda hisse aldı. İsveçli şirketlerin yabancı hisse senetleri üzerindeki hükümet tarafından getirilen bir limit nedeniyle bu haberler bir süre kamuya açıklanmadı, bu nedenle hisseler Kreuger'in adına listelenmişti. Buna karşılık Kreuger, ITT'den pay aldı; anlaşmada bu 11 milyon dolarlık kâr elde etmek içindi. ITT, 1932'de bu anlaşmayı iptal etmek istediğinde, şirkette para kalmadığını gördü; Kreuger'in kendisi için ödünç para vermiş olduğu aynı Kreuger & Toll'daki gibi büyük bir iddiası olduğunu fark etti. Kreuger LM Ericsson'u kendi parasıyla etkin bir şekilde satın almıştı. Kreuger şirketi kredi için güvenlik olarak kullanıyordu; kârlarına rağmen, onlara geri ödeme yapamadı. Ericsson, kayıpları belirgin olarak görülen bazı şüpheli hisse anlaşmalarına yatırım yapıldığını keşfetti. ITT anlaşmayı inceledi ve Ericsson'un değeri hakkında yanlış yönlendirildiğini fark etti. ITT, Kreuger'dan bir konferans için New York'a gitmesini istedi ancak kendisi bu konferansa katılmadı. Bankacılık kurumları, Kreuger'in mali durumunun sözcük dağılımına paralel olarak, kredileri için güvenlik sağlamaları için baskı yapıyorlardı. ITT, Ericsson hisselerini satın almak için olan anlaşmayı iptal etti. Kreuger, 11 milyon doları geri ödeyemedi ve 1932'de Paris'te intihar etti. ITT, Ericsson'un üçte birine sahipti, ancak şirketin ana sözleşmesinde, hiçbir yabancı yatırımcının oyların %20'sinden fazlasını kontrol etmesine izin verilmediğini gösteren bir paragraf nedeniyle bu sahipliği kullanması yasaklandı. Ericsson, Stockholms Enskilda Bank (şimdiki Skandinaviska Enskilda Banken) ve Wallenberg ailesi tarafından kontrol edilen diğer İsveç yatırım bankaları ve bazı İsveç hükümetinin desteğini de içeren bankaların yardımıyla iflas ve kapatılmalardan kurtuldu. Marcus Wallenberg Jr, Ericsson'u mali olarak yeniden inşa etmek için birçok İsveç bankasıyla anlaşma imzaladı. Bankalar kademeli olarak LM Ericsson'un "A" hisselerini elinde bulundururken, ITT hâlâ en büyük hissedar olarak kaldı. 1960 yılında Wallenberg ailesi ITT ile Ericsson'daki paylarını satın alması için düzenlemeler yaptı ve o zamandan beri şirketi kontrol etmiştir. 1920'li ve 1930'lu yıllarda dünya telefon pazarları pek çok hükümet tarafından örgütlenmekte ve istikrara kavuşturulmaktaydı. Evrimleşmiş küçük, özel şirketlerin hizmet verdiği bölünmüş kasaba-şehir sistemleri, birbirine bütünleştirildi ve tek bir şirkete kiralama biçimi teklif edildi. Ericsson, büyüyen şebekelere donanım satışı yapar şekilde bazı kira gelirleri elde etti. Ericsson satışlarının yaklaşık üçte biri telefon şirketlerinin kontrolünde tutuluyordu.. Büyük telefon şirketleri arasındaki müzakerelerde, dünyayı kendi alanlarında ikiye bölmeyi amaçlıyordu. ITT'nin büyüklüğü rekabet etmeyi zorlaştırdı. Ericsson, telefon şirketlerine katılımını azalttı ve telefon ve şalt cihazları imalatına geri döndü. İngiltere'deki Beeston fabrikası, Ericsson ve Ulusal Telefon Şirketi arasında ortak bir girişim olmuştu. Fabrika, Strowger lisansı altında GPO için otomatik anahtarlama teçhizatı kurdu ve ürünleri eski İngiltere kolonilerine ihraç etti. İngiltere hükümeti donanım sözleşmelerini rakip üreticiler arasında ikiye bölmüş ancak Ericsson'un İngiltere'deki varlığı ve üretim tesisleri sözleşmelerinin çoğunu almasına izin vermişti. Büyük Buhran sonrasında satışlar yeniden başladı, ancak şirket, yüzyılın başında sahip olduğu pazar girdilerine hiçbir zaman ulaşamadı. Bir dizi telefon ve anahtarlama ekipmanı üretti; pazarın daha önemli bir parçası haline geldi. Farklı Ericsson stilleri, 1930'lu yıllardan başlayarak bakalit telefonların artan kullanımı ile bastırılmıştı. Ericsson, 1956 yılında dünyanın ilk tam otomatik cep telefonu sistemini (MTA) tanıttı. 1960'lı yıllarda dünyanın ilk eller serbest (hands-free) hoparlörlü telefonlarından birisini satışa sundu. 1954'te Ericofon'u satışa sundu. Birçok ülkedeki telefon idarelerinde Ericsson çapraz anahtarlama (crossbar switching) donanımı kullanıldı. 1990'larda Internet'in ortaya çıkışı sırasında Ericsson, potansiyelini gerçekleştirmekte IP teknolojisi alanında geride kalmayı kabul etti. Fakat şirket, 1995 yılında sabit hat telekom ve BT'den gelen fırsatları kullanmak için Infocom Systems adlı bir İnternet projesi oluşturdu. İcra Kurulu Başkanı Lars Ramqvist 1996 yıllık raporunda, üç iş alanının hepsi hakkında –Mobil Telefonlar ve Terminaller, Mobil Sistemler ve Bilgi Alma Sistemleri– "Müşteri hizmetlerimize ve İnternet Protokolü (IP) erişimine (İnternet ve intranet erişimi) ilişkin faaliyetlerimizi genişleteceğiz" dedi. Fiilen bir dünya standardı haline gelen GSM'in büyümesi, Ericsson'un diğer taşınabilir standartlarıyla (mobile standards) birlikte, D-AMPS ve PDC gibi, 1997 yılı başında Ericsson'un yaklaşık 54 milyon abone ile dünya mobil pazarının yaklaşık %40 payına sahip olduğu anlamına geliyordu. 117 ülkede sipariş üzerine yaklaşık 188 milyon AXE telefon santrali vardı. Telekom ve çip şirketleri 1990'lı yıllarda cep telefonları üzerinden İnternet erişimi sağlamak için çalıştı. Kablosuz Uygulama Protokolü (WAP) gibi paketlerin verilerini mevcut GSM şebekesi üzerinden GPRS (GPRS - "Genel Paket Radyo Servisi") olarak bilinen eski sürümleri kullandı, ancak 2.5G olarak bilinen bu servisler oldukça ilkeldi ve çok fazla bir kullanıcı kitlesine ulaşamadı. Uluslararası Telekomünikasyon Birliği (ITU), çeşitli teknolojileri içeren bir 3G mobil servis için teknik ölçütler hazırladı. Ericsson, GSM standardına dayanan WCDMA (geniş bantlı CDMA) formu için sert bir baskı uyguladı ve 1996'da bunu test etmeye başladı. Japon operatör NTT DOCOMO, rakip standartlar üzerinde WCDMA'yı desteklemek için 1997'de bir araya gelen Ericsson ve Nokia ile ortaklık yapmak için bir anlaşma imzaladı. DOCOMO, FOMA (FOMA - Freedom of Mobile Multimedia Access, "Taşınabilir Çokluortam Erişimi Özgürlüğü") adlı kendi WCDMA sürümünü kullanan canlı bir 3G şebekesine sahip ilk operatördü. ABD merkezli çip geliştiricisi Qualcomm, ABD pazarındaki CDMA popülerliğine dayanan başka bir sistem olan CDMA2000'i tanıtırken, Ericsson WCDMA GSM versiyonunun önemli bir geliştiricisiydi. Bu, Mart 1999'da çözülen ve iki şirketin kendi teknolojilerinin kullanımı için telif ücreti ödemeyi kabul ettiği ve Qualcomm'un kablosuz altyapı işini ve bazı Ar-Ge kaynaklarını satın aldığı bir patent ihlal davasıyla sonuçlandı. Qualcomm anlaşmazlığı çözüldükten sonra, Ericsson taşınabilir internet teknolojisinde yer aldı. Microsoft ile ağ tarayıcısı ve sunucu yazılımı gibi konularda Ericsson, taşınabilir internet teknolojileri ile birleştirmek için bir ortaklık duyurusunda bulundu. İnternet ve telekomünikasyon sonrası müteakip ortak girişim 2001 yılında bozuldu. Ericsson, 1990'ların sonundaki Dot-com balonuna kapıldı. Şirketin piyasa değeri arttı; hisse fiyatı 1990'lı yılların başındaki 20 SEK'lik bir seviyeden Mart 2000'de 825 SEK'de zirve yaptı. Ocak 1998'de CEO olarak görevinden istifa eden Lars Ramqvist, daha sonra yönetim kurulu başkanlığına getirildi. 1998 başında CEO olarak Sven-Christer Nilsson görevi devraldı ve kuruluş IP teknolojileri yönünde daha net kararlar aldı. Liderliği altında, şirket ABD'li yönlendirici şirketi Juniper'in bir payı da dahil olmak üzere satın alımlarda bulundu. Ericsson, 1997 yılında Nokia ve Motorola ile en üst düzeyde paylaşımlı ağlarda ve cep telefonu üretiminde lider bir oyuncu haline geldi. Hizmetler giderek daha önemli hale geliyordu; Ericsson uzun yıllar şebekeleri devreye alma hizmetleri teklif etmiş ve şebekeleri işletmişti, ancak 1990'ların sonunda servis operasyonları bir hizmet birimi haline getirildi. Haziran 1999'da, Ericsson'un mobil bölümünün başında olan Kurt Hellström, Nilsson'u Genel Müdür olarak değiştirdi. İnternet potansiyeli etrafında dünya çapında aldatıcı olan - ve özellikle Ericsson'un mobil internet teknolojileri için - endüstri beklentilerini şişirmiştir. Pek çok Batılı ülkedeki operatör, sermaye piyasalarının çoğunda 3G lisansları için kullandığı ve satın aldıkları tayfı kullanmak için gereken yeni ağları göze alamadılar. Ericsson ve diğer telekomünikasyon tedarikçilerinin beklediği ve hazırlamaya yatkın oldukları sipariş kabulü hayal kırıklığı yaratıyor ve endüstri genelinde iş kayıplarına ve sağlamlaştırmalara (konsolidasyon) neden oluyordu. Ericsson, Mart 2001'de kâr ihbarı düzenledi. İleriki yıl operatörler için satışlar yarıya indi. Cep telefonları işi büyük bir yük haline geldi; 2000 yılında şirketin taşınabilir telefon birimi 24 milyon İsveç kronu kaybetti. Mart 2000'de ABD, New Mexico'daki Philips çip fabrikasındaki bir yangın, Ericsson'un telefon üretiminde ciddi aksaklıklara neden oldu ve Ericsson'un cep telefonu umutlarına "son darbe"yi vurdu. Cep telefonu operasyonları Ekim 2001'de Sony ile Sony Ericsson Mobil İletişim şeklinde bir ortak girişim haline getirildi. Ericsson'da yeniden yapılanma, yeni ödenek belirleme ve işten çıkarmalara yönelik birkaç işlem sonucunda; 2001'de 107.000 olan personel sayısı 85.000'e düştü. Gelecek yıl 20.000 kişi ve 2003'te de 11.000 kişi daha gitti. Şirketi ayakta tutmakta gereken 30 milyar kron yeni bir haklar konusunda kazanıldı. Mobil İnternet kullanımı arttıkça şirket hayatta kalmıştı. Kuruluş kayıt kârları konusunda rakiplerinden çok daha iyi durumda idi. Mobil İnternetin ortaya çıkması, Ericsson da dahil olmak üzere küresel telekom endüstrisi için bir büyüme dönemi başlattı. 2003 yılında 3G hizmetlerinin tanıtılması ardı dönemde insanlar telefonlarını kullanarak internete girmeye başladı. Ericsson'un birçok önemli operatöre GSM ekipman tedarikçisi konumuna girmesi ve ortaya çıkan 3G standartlarında ve ilgili teknolojilerdeki öncü rolü birçok değişikliğin ön planında yer almaktaydı. Ardı ardına 10 kez zarara uğrayan kesintili dönemler, şirketin 2003 yılının üçüncü çeyreğinde kara dönebileceği ve yeniden büyümeye başlayacağı anlamına geliyordu. 2003 yılında yeni CEO konumuna döndüğünü açıklayan Carl-Henric Svanberg, şirketin operasyonel mükemmellik üzerine yoğunlaşacağını, bunun verimliliği
geniş bir yelpazede arttıracağını ve birkaç yıldır Ericsson'un kurumsal kültürüne hakim olan daha iyi yatırım getirisini artırmaya odaklanacağını söyledi. Kesintiler sırasında Ericsson, CDMA örgütlenmesini azaltmıştı. Büyük ölçüde Kuzey Amerika, Japonya ve anakara Asya'da kullanılan bu standart GSM ile rakipti ve Ericsson'un bu alanda %25'lik bir pazar payı vardı, ancak genel hacimler çok düşüktü, bu nedenle Ericsson CDMA bağlantılarını azalttı ve 2006'da tamamen sona erdirdi. Ericsson, anahtar teknolojilerdeki ve pazar bölümlerindeki konumunu güçlendirmek için bir dizi satın almaya gitti. Bunlardan ilki, veri aktarımında, fiber optik ve sabit ağ hizmetlerinde güçlü bir portföy içeren varlıklarının bulunduğu radyonun doğuşuna kadar giden geçmişiyle bir kuruluş olan Marconi'ydi. Diğer satın alımlar arasında 2007'de Redback Networks (taşıyıcı uç yönlendiricileri), Entrisphere (fiber) ve LHS Telekommunikation (müşteri hizmetleri) ve 2008'de Tandberg Television yer alıyordu. Ericsson, kurumsal PBX bölümünü aynı yıl Aastra Technologies'e sattı. Ericsson, 2009 yılında Kuzey Amerika'da Nortel'in CDMA operasyonlarını ve varlıklarını satın alarak CDMA pazarına tekrar girdi. Satın alımları, Ericsson'un yeni nesil ağ teknolojileri ve çokluortam genel stratejisini genişletmesi izledi, bu süreçte, video, mobil genişbant ağlarında veri trafiğinin baskın şekli haline geldiğinden, daha da önem kazandı. Ericsson, çokluortam işini 2007 başında geliştirmek için ayrı bir bölüm oluşturdu. Ericsson, operatörler satın alıp teslimat yaparken WCDMA'yı iyileştirmenin yolları üzerinde çalışıyordu; bu 3G erişimin ilk nesli olmuştu. Yeni gelişmeler arasında, IMS (IMS - IP Multimedia Subsystem, "IP Çokluortam Alt Sistemi") ve WCDMA'nın bir sonraki gelişimi olan HSPA (HSPA - High-Speed Packet Access, "Yüksek Hızlı Paket Erişimi") bulunuyordu. Başlangıçta HSDPA (High Speed Downlink Packet Access) olarak adlandırılan indirme sürümünde konuşlandırıldı; teknoloji, 2005 yılı sonlarında ABD'de yapılan ilk test çağrılarından Eylül 2006'da 59 ticari ağa yayıldı. HSPA, dünyanın ilk taşınabilir geniş bant sistemi olacaktı. Temmuz 2016'da Hans Vestberg, şirkete yön veren yarım düzine yıldan sonra Ericsson'un CEO'luğu görevinden istifa etti. 1991'den beri şirkette çalışan Jan Frykhammar, Ericsson'un tam zamanlı olarak geçici icra kurulu başkanlığı görevine gelecekti. 26 Ekim'de Ericsson yeni CEO'unu açıkladı. Börje Ekholm, 16 Ocak 2017'de görevine başlayacak ve geçici CEO Jan Frykhammar ertesi gün istifa edecektir. 2000 yılı civarında şirketler ve hükümetler mobil İnternet standartlarını yükseltmeye başladılar. Mayıs 2000'de Avrupa Komisyonu, gelişmiş kablosuz iletişim sistemleri için yeni öntürler geliştirmek ve test etmek için Avrupa'daki dört telekomünikasyon tedarikçisinin – Ericsson (İsveç), Nokia (Finlandiya), Alcatel (Fransa) ve Siemens'in (Almanya) - bir konsorsiyumu olan Kablosuz Strateji Girişimi'ni oluşturdu. O yıl, konsorsiyum ortakları diğer şirketleri 2001 yılında bir 'Kablosuz Dünya Araştırma Forumu'na davet etti. Aralık 1999'da Microsoft ve Ericsson, eski web tarayıcıları ve sunucu yazılımının ikincisini mobil internet teknolojileri ile birleştirmek için stratejik bir ortaklık yaptıklarını duyurdu. 2000 yılında, Dot-com balonu İsveç için çarpıcı ekonomik etkilerle patladı. Dünyanın en büyük mobil telekomünikasyon donanımı üreticisi olan Ericsson'un, ülkede internet danışmanlık kuruluşları ve dot-com start-up'ları gibi binlerce işi buluyordu. Aynı yıl dünyanın en büyük yarıiletken yonga üreticisi olan Intel, ilerleyen üç yıl içinde Ericsson'a flash bellek sağlamak için 1,5 milyar dolarlık bir anlaşma imzaladı. Kısa süren ortak girişim Ericsson Microsoft Mobile Venture AB, Ericsson ve Microsoft tarafından yüzde 70/30 sahiplikle oluşturuldu ancak Ericsson eski ekibini özümseyeceğini ve Microsoft ile bunun yerine bir lisans anlaşması imzaladığı Ekim 2001'de ortak girişimi sona erdirdi. Aynı ayda Ericsson, Sony Corporation ile birlikte müşterek yönetime tabi bir taşınabilir telefon şirketi olan Sony Ericsson'un kurulduğunu duyurdu. Sony Ericsson ortak girişimi, Sony'nin Ericsson'un payını satın aldığı Şubat 2012 tarihine kadar işletilmeye devam etti; Ericsson, küresel kablosuz pazarına bir bütün olarak odaklanmak istediğini bildirdi. Daha düşük hisse senedi fiyatları ve iş kayıpları 2001'de birçok telekomünikasyon şirketini etkiledi. Ana ekipman üreticileri - Motorola (ABD), Lucent Technologies (ABD), Cisco Systems (ABD), Marconi (İngiltere), Siemens AG (Almanya), Nokia (Finlandiya) ve Ericsson (İsveç) - tüm yatırım bulunan ülkelerde ve dünyadaki iştiraklerde işten çıkarmalar ilan etti. Ericsson'un dünya genelindeki iş gücü 2001 yılı boyunca 107.000'den 85.000'e düştü. Eylül 2001'de Ericsson, EHPT'taki geri kalan hisseleri Hewlett Packard'dan satın aldı. 1993'te kurulan Ericsson Hewlett Packard Telecom (EHPT), %60 Ericsson ve %40 Hewlett-Packard ortaklığında oluşturulmuş bir Müşterek Yönetime Tabi Ortaklıktı. 2002 yılında ICT yatırımcı kayıpları 2 trilyon doları aştı ve hisse senetleri Ağustos ayına kadar %95 oranında düştü. İki yıllık süreçte küresel telekom sektöründe yarım milyondan fazla insan işini kaybetti. 107 milyar doların üzerinde varlık gösteren ABD'li taşıyıcı WorldCom'un çöküşü, ABD tarihinin en büyüğü oldu. Sektörün sorunları iflaslara ve iş kayıplarına neden oldu ve bir dizi büyük şirketin liderliğinde değişikliklere neden oldu. Ericsson, 20.000 ilave çalışanı işten çıkardı ve hissedarlarından yaklaşık 3 milyar dolar kazandı. Haziran 2002'de Infineon Technologies AG (daha sonra altıncı büyük yarı iletken tedarikçisi olacak ve Siemens AG'nin bir iştiraki olan), Ericsson'un mikroelektronik birimini 400 milyon dolara satın aldı. Hewlett-Packard ile işbirliği EHPT ile sonuçlanmadı; 2003 yılında Ericsson IT, Yönetilen Hizmetler, Yardım Masası Desteği, Veri Merkezi İşlemleri ve HP Yardımcı Veri Merkezi dahil olmak üzere HP'ye dış kaynak sağlamıştır. Sözleşme 2008'de uzatılmıştır. Ayrıca, H3G ve Vodafone dahil bazı telekom operatörleri ile bir dizi ortak Ericsson/HP Telekomünikasyon dış kaynak kullanımı anlaşması yapılmıştır. Ekim 2005'te Ericsson, "radyonun babası" Guglielmo Marconi tarafından esas Marconi Şirketinin kurulmasına dek uzanan ve markası da dahil olmak üzere sorunlu İngiliz telekomünikasyon üreticisi Marconi Company'nin büyük bir kısmını satın aldı. Eylül 2006'da, Ericsson, esas olarak sensör ve radar sistemleri üreten savunma sanayi şirketi Ericsson Mikrodalga Sistemleri'nin büyük bir kısmını Saab AB'ye sattı ve şirket adı Saab Mikrodalga Sistemleri olarak değiştirildi. Satış, daha önce ortak bir girişim olan Saab Ericsson Space'in tamamen Saab'a ait olduğu anlamına geliyordu. Saab satışa dahil edilmedi, satışla Ericsson'a devredilen Ulusal Güvenlik ve Kamu Güvenliği bölümü oldu. 2007'de Ericsson, taşıyıcı uç yönlendirici üreticisi Redback Networks'ü ve daha sonra fiber erişim teknolojisi sağlayıcısı ABD merkezli Entrisphere'yi satın aldı. Eylül 2007'de, Ericsson, Alman müşteri hizmetleri ve faturalandırma yazılımı şirketi LHS'ye %84 payla kaynak sağladı ve bu pay daha sonra %100'e yükseltildi. Ericsson, 2008 yılında kurumsal PBX bölümünü Aastra Technologies'e satmış ve Norveçli şirket Tandberg'in televizyon teknolojisi bölümü olan Tandberg Television'ı satın almıştır. 2009'da Ericsson, Nortel'in operatör ağları bölümünün CDMA2000 ve LTE işini 1,18 milyar dolar karşılığında satın aldı; Bizitek, Türk iş destek sistemleri bütünleyicisi (integrator); elektronik imalat şirketi Elcoteq'in Estonya üretim operasyonları ve LHS'nin satın alınması tamamlandı. 2010 yılı satın alımları arasında, inCode'un Strateji ve Teknoloji Grubu'ndan alınan varlıkları, bir Kuzey Amerika ticaret ve danışmanlık hizmetleri şirketi; Nortel'in LG-Nortel'deki çoğunluk hissesi (%50 üzeri bir pay), LG Electronics ve Nortel Networks arasında satış yapan bir ortak girişim, Ar-Ge ve Güney Kore'deki endüstriyel kapasite ile şu anda Ericsson-LG olarak bilinen şirket; Nortel taşıyıcısı bölünmüş varlıklarının daha fazlası, Nortel'in ABD ve Kanada'daki GSM işiyle ilgili varlıkları; bir ABD kuruluşu Optimi Corporation, –ağ optimizasyonu ve yönetiminde uzmanlaşmış İspanyol telekomünikasyon satıcısı ve Pride, İtalya'da etkinlik gösteren bir danışmanlık ve sistem entegrasyonu şirketi bulunmaktaydı. Ericsson, 2011 yılında Guangdong Nortel Telekomünikasyon Ekipmanları Şirketi (GDNT) ve Nortel'in Multiservice Switch (Multiservice Switch) işinden imalat ve araştırma tesisleri ve personeli satın aldı. Ayrıca mobil bulut hızlandırma hizmetlerini geliştirmek ve pazarlamak için Akamai Technologies ile stratejik bir ittifak oluşturdu. Ericsson, Ocak 2012'de ABD şirketi Telcordia Technologies'i, bir operasyon ve iş destek sistemleri (OSS/BSS) şirketine kavuştu. Ericsson, Mart ayında bir medya yayın teknolojisi şirketi olan Technicolor'un yayın hizmetleri bölümünü satın aldığını açıkladı. Nisan 2012'de Ericsson, güçlü bir Wi-Fi şebeke teknolojisi şirketi olan BelAir Networks'ün devralımını tamamladı. 3 Mayıs 2013'te Ericsson, elektrik kablosu operasyonlarını Danimarka şirketi NKT Holding'e devredeceğini açıkladı. 1 Temmuz 2013'te Ericsson, düzenleyici onayına tabi medya yönetimi şirketi Red Bee Media'ı satın alacağını açıkladı. Satın alma işlemi 9 Mayıs 2014 tarihinde tamamlandı. Ericsson, Eylül 2013'te, aynı yılın Nisan ayında ilk kez ilan edilen Microsoft'un Mediaroom iş ve televizyon hizmetlerinin satın alınmasını tamamladı. Satın alma işlemi, Ericsson'u, pazar payında dünyadaki IPTV ve çoklu ekran servislerinin en büyük sağlayıcısı haline getirmiş ve girişim Ericsson Mediaroom olarak yeniden adlandırılmıştır. Eylül 2014'te, Ericsson, bulut politikası uyumluluğu için Apcera'da çoğunluk hisseye sahip oldu. 2016 yılı itibarıyla, LM Ericsson yönetim kurulu üyeleri şunlardı: Leif Johansson, Jacob Wallenberg, Kristin S. Rinne, Helena Stjernholm, Sukhinder Singh Cassidy, Börje Ekholm, Ulf J. Johansson, Mikael Lännqvist, Zlatko Hadzic, Kjell-Åke Soting, Nora De
nzel, Kristin Skogen Lund, Pehr Claesson, Karin Åberg and Roger Svensson. Ericsson, ürün ve teknolojilerin müşterilere ve kullanıcılara ne zaman tanıtılacağına bağlı olarak Ar-Ge'yi üç düzeyde yapılandırdı. Araştırma ve geliştirme örgütlenmesi Grup İşlevi Teknolojisi'nin bir parçasıdır ve kablosuz erişim ağlarına odaklanmaktadır; radyo erişim teknolojileri; genişbant teknolojileri; paket teknolojileri; çokluortam teknolojileri; hizmetler ve yazılımlar; EMF güvenliği ve sürdürülebilirliği; güvenlik ve küresel hizmetlerden oluşmaktadır. Bu alanlar, tüm ağ mimarisinin farklı bölümlerini kapsamaktadır. Grup İşlevi Teknolojisi, İsveç'te Lund Üniversitesi, Macaristan'da Eötvös Loránd Üniversitesi ve Çin'de Pekin Teknoloji Enstitüsü gibi birkaç büyük üniversite ve araştırma enstitüsüyle araştırma ortaklığı yapmaktadır. Ericsson ayrıca, GigaWam ve OASE gibi çeşitli Avrupa araştırma programlarıyla araştırma işbirliği yapmaktadır. Ericsson 33.000 patent aldı ve GSM/GPRS/EDGE, WCDMA/HSPA ve LTE temel patentlerinin bir numaralı sahibi konumundadır. Ericsson'un işleri, teknoloji araştırmaları, geliştirmeleri, ağ ve yazılım geliştirmeleri ve çalışan ve gelişen operasyonları ve yazılımları kapsar. Ericsson, tüm önemli mobil iletişim standartları için uçtan uca servisler sunar ve dört ana iş birimine sahiptir. İş Birimi Ağları, 2008 yılından beri Johan Wibergh tarafından yönetilmektedir. Taşınabilir ve sabit bağlantılar üzerinden iletişim ihtiyaçları için ağ altyapısı geliştirir. 1 Temmuz 2014 itibarıyla BNET, İş Birimi Radyosu ve İş Birimi Bulut Birimi ve IP'ye ayrılmıştır. Ürünleri arasında radyo baz istasyonları, radyo ağ denetleyicileri, mobil anahtarlama merkezleri ve çok servisli erişim düğümü yer alıyor. Operatörler, 2G'den 3G'ye ve en son olarak 4G şebekelerine geçmek için Ericsson ürünlerini kullanıyor. Şirketin şebeke bölümü, 2G, 3G, 4G / LTE teknolojisinin, geleceğin 5G'sinin ve tüm IP'ye doğru evrimin geliştirilmesinde bir sürücü olarak tanımlanmıştır ve gelişmiş LTE sistemlerini geliştirir ve uygular, Eski GSM, WCDMA ve CDMA teknolojilerini halen geliştirmektedir. Şirketin ağ portföyünde aynı zamanda ana ağlar, mikrodalga aktarımı, İnternet Protokolü (IP) ağları, bakır ve fiber için sabit erişimli hizmetler ve mobil geniş bant modülleri, çeşitli seviyelerde sabit genişbant erişimi, radyo erişim ağları da bulunmaktadır. Üretim Çin'de yapılmaktadır. Bunlarla küçük piko hücrelerden yüksek kapasiteli makro hücrelere, radyo baz istasyonları için denetleyicilere ve ağın diğer bölümleriyle radyo erişim ağlarını birbirine bağlayan çekirdek ağ düğümlerine sahip olursunuz. 2010'dan bu yana Magnus Mandersson, İş Birimi Küresel Hizmetleri Başkanıdır. Bu birim bir operatörün şebekesini ve ilgili işletme destek sistemlerini çalıştırmak için sorumluluk almak da dahil telekomünikasyon ile ilgili yönetilen hizmetleri sağlamaktadır. Birim 180 ülkede faaliyet göstermektedir; yönetilen hizmetleri tedarik eder, sistem bütünleştirmeleri, danışmanlık, ağ tanıtımı, tasarım ve optimizasyon, yayın hizmetleri, öğrenme hizmetleri ve desteği sağlar. Şirket ayrıca televizyon ve medya, kamu güvenliği ve kamu hizmetleri ile birlikte çalışıyor. Ericsson, dünya çapında 1 milyardan fazla aboneye hizmet eden ağları yönetmeyi ve 2.5 milyardan fazla aboneye hizmet eden müşteri ağlarını desteklediğini iddia ediyor. Per Borgklint, 2011 yılından bu yana İş Birimi Destek Çözümleri'ne yön verdi. Başlangıçta 2007'de Çokluortam İş Birimi olarak kurulan Ericsson birimi, Şubat 2012'de çokluortam işinde yeni bir stratejiyi duyurdu. İş Birimi Destek Çözümleri, operasyonlar ve iş destek sistemleri (OSS ve BSS), gerçek zamanlı, çoklu ekran ve isteğe bağlı televizyon ve medya için ve gelişmekte olan m-ticaret ekosistemi için yazılım geliştiriyor. Ericsson, 1,6 milyar insana hizmet veren, ücretlendirme ve faturalama konusunda lider bir konumda olduğunu iddia ediyor. Ericsson'un sistem entegrasyonu şu anda teklifleri yedi hizmet sunumundan oluşur: Ericsson şebeke yayılım hizmetleri, canlı şebekelerde değişiklikler yapmak için kurum içindeki yetenekleri, taşeronları ve merkezi kaynakları kullanmaktadır. Teknoloji dağıtımı, ağ dönüşümü ve ağ optimizasyonu gibi hizmetler de sağlanmaktadır. Ericsson Broadcast Services, canlı ve önceden kaydedilmiş, ticari ve kamuya açık televizyonlarla ilgilenir. Medya yönetimi hizmetleri, Yönetilen Medya Hazırlama ve Yönetilen Medya İnternet Dağıtımı'ndan oluşur. 7 Mayıs 2014'ten itibaren Robert Puskaric, görevi Ağustos 2013'ten beri görev yapan Mats Norin'den sonra Başkan Yardımcısı ve İşletme Birimi Başkanı olarak devraldı. Bu birim 2G, 3G ve 4G ile birlikte çalışabilirliği dahil LTE çok modlu ince modemlerini tasarlar ve satar. Bu etkinlik Ericsson'a, yeni modem organizasyonu kurulduğunda ST-Ericsson'dan devredildi. Ünite, LTE (FDD/TDD), HSPA+, HSPA, TD-SCDMA ve EDGE'yi destekleyen Ericsson M7000 serisi çok modlu modemler de dahil olmak üzere ürünler geliştirdi. Eylül 2014'te Ericsson, STMicroelectronics'in ortak girişimdeki ortağını çıkardıktan sonra aldığı bir kayıp birimini kapatarak, modem geliştirmeyi durduracağını duyurdu. Sony Ericsson Mobile Communications AB (Sony Ericsson), Sony ile ortak ve iki şirketin önceki cep telefonu operasyonlarını birleştiren bir ortak girişimdi. Cep telefonları, aksesuarlar ve kişisel bilgisayar (PC) kartları üretti. Sony Ericsson, ürün tasarımı ve geliştirme, pazarlama, satış, dağıtım ve müşteri hizmetleri konularından sorumluydu. Sony, 16 Şubat 2012'de Sony Ericsson'un tamamının satın alımının tamamladığını açıkladı. Sony ile ortak girişim olarak, Ericsson'un mobil telefon üretimi 2001'de Sony Ericsson'a taşınmıştır. Aşağıda, Ericsson markası altında pazarlanan cep telefonlarının bir listesi bulunmaktadır. Ericsson Mobile Platforms (EMP), cep telefonları ve PC kartları gibi cihazlarda kullanılan GSM/EDGE ve WCDMA/HSPA platformları için bir teknoloji platformu sağlayıcısıydı. Ericsson, Ericsson Taşınabilir Platformlar AB aracılığıyla, açık standart, uçtan uca birlikte çalışabilirliğe sahip ve GSM/EDGE ve WCDMA teknolojisi platformlarını lisansladı. Ürün, referans tasarımları, platform yazılımları, uygulamaya özel entegre devre (ASIC - "Application-specific integrated circuit") tasarımları ve geliştirme panoları, geliştirme ve test araçları, eğitim, destek ve dokümantasyonları içermekteydi. Ericsson Mobile Platforms, dokuz küresel alanda hizmet vermekte ve ana işletimleri İsveç'te bulunmaktaydı. Şirket sekiz yıldır varlığını sürdürmektedir; 12 Şubat 2009'da Ericsson, Ericsson ve ST Microelectronics'in yüzde 50/50 ortaklığı olan ortak girişimi kurmak üzere ST-Micro'nun ST-NXP Wireless mobil platform şirketiyle birleşeceğini duyurdu. Bu ortak girişim 2013 yılında bölünmüş ve kalan etkinlikler Ericsson Modemler ve STMicroelectronics'de bulunabilir durumdadır. Ericsson Taşınabilir Platformlar (EMP - "Ericsson Mobile Platforms"), 2009 yılının başında yasal bir varlık olmayı bırakmıştır. Ericsson Kurumsal (EE - "Ericsson Enterprise"), şirketler, kamu kuruluşları ve eğitim kurumları için iletişim sistemleri ve hizmetleri sağlamıştı. İnternet protokolü üzerinden ses iletimi (VoIP) tabanlı kişisel alan santralleri (PBX), kablosuz yerel alan ağları (WLAN) ve mobil intranet alanları için ürünler geliştirdi. Ericsson Enterprise çoğunlukla İsveç'te işletilmekte, aynı zamanda bölgesel birimler ve diğer ortak/distribütörler aracılığıyla işletilmekteydi. 2008'de Aastra'ya satıldı. Ericsson, mobil internet için özel olarak oluşturulan .mobi ile üst düzey alan adının tanıtımında resmi bir destekçiydi. Ericsson, .mobi'nin Eylül 2006'da piyasaya sürülmesinden bu yana Sony Ericsson'un mobil portalı olan SonyEricsson.mobi'yi devreye aldı. Ek olarak Ericsson, uygulamaların ve hizmetlerin geliştirilmesini teşvik etmek için geliştirilmiş bir Ericsson Geliştirici Bağlantısı programını barındırmıştır. Ericsson ayrıca beta uygulamalar için açık bir yenilik girişimi ve beta sürüm API'leri ve araçları olan Ericsson Labs'a da sahipti. Şirket çalışanları arasında çeşitli iç yenilik yarışmalarına ev sahipliği yapmaktadır. Silah Silah, insanların diğer canlılara karşı savunma veya saldırı amacıyla kullandığı her türlü araç. Silahlar, bıçak ve kılıç gibi kesici araçlardan, top ve tüfek gibi patlayıcı araçlara kadar çok geniş bir yelpazede yer alırlar. Gürz, bıçak, kılıç, mızrak, kargı, kırbaç, yay, cirit, bumerang, kalkan, zırh, mancınık, koçbaşı, hançer, balta, kama ve bunlara benzer pek çok çeşitte silah geliştirildi. Bunların savaşta en yaygın olanı kılıçtı. Meç, şimşir, gaddare, yatağan gibi çeşitleri vardı. Ateşli silahların bulunuşuna kadar yaygın olarak kullanılan diğer bir silah oktu. Mancınık, gülleleri ve büyük okları fırlatmaya yarayan bir aletten çok bir mekanizmaydı. Günümüzde hala kullanılmakta olan kasatura, tüfeğin ucuna takılan dürtücü ve kesici ateşsiz bir silahtır. Koçbaşı, ucunda demir bir koçbaşı bulunan asılı bir kirişten ibarettir. Kale kapılarını yıkmak için kullanılır. Doğu ülkelerinde bulunan barutun, Ortadoğu ve Avrupa'ya geçmesiyle ateşli silahlarda da önemli gelişmeler oldu. Suriye'den Bizans'a geçen bir ateşli silah şaşkınlıkla karşılandı. Çok eskiden beri Asya'da Türkler ve Çinliler tarafından kullanılan barut sonradan roket, top ve tüfek gibi silahlarda kullanılmaya başlandı. Selçuklu ve Osmanlılar döneminde bu tür silahlarda büyük gelişmeler kaydedildi. Kosova Meydan Muharebesi'nde ve özellikle Fatih Sultan Mehmed Han tarafından, İstanbul'un fethinde toptan büyük ölçüde faydalanıldı. Yavuz Sultan Selim Han zamanında, tüfek orduda yaygın bir şekilde kullanılmaktaydı. Top namlularına ilk yivi veren de Yavuz Sultan Selim Han'dır. O zamanlar top tekniği Avrupalılardan çok üstündü. Zamanla büyük değişikliğe uğrayan ateşli silahlar, tabanca, tüfek, bombaatar, top, obüs, havan gibi çeşitli adlar altında, değişik vasıflara sahip birçok çeşitlere ayrıldı. Bunların her birinin kullanılma gayesine göre özellikleri vardır. Ayrıca bunların makineli, yarı otomatik tipleri gelişti
. Güdümlü mermiler, deniz hedeflerine karşı kullanılan torpidolar, çeşitli tipteki bombalar, roketler ve mayınlar da ateşli silahlar grubuna dahil edilebilir. Kara, deniz ve hava birliklerince kullanılan bu silahların bazısı saldırı, bazısı savunma, bazısı da hem saldırı hem de savunma gayesi güder. Mesela uçaklarda saldırı için kullanılan makineli tüfek, top, roket, güdümlü mermi ve çeşitli bombalar bulunabildiği gibi uçaklara karşı savunmada kullanılan güdümlü uçaksavar silahları da vardır. Yine zırhlı bir savaş aracı olan tankta kullanılan makineli tüfek, top, roket, alev makineleri, sis ve gaz makineleri yanında tanklara karşı kullanılan tanksavar topları, roketleri, bombaları, füzeleri bu silahların değişik gayelerde kullanılmasına misaldir. Her ne kadar bir silah olmamakla birlikte, üzerlerinde çeşitli silahlar taşıyan ve birer savaş aracı olan savaş uçağı, savaş gemisi, denizaltı, uçak gemisi, tank da komplike ve dolaylı bir silah olarak kabul etmek mümkündür. Barış zamanlarında politik, istihbarat ve propaganda faaliyetleriyle kültürel ve sosyal yapı üzerinde tahribat yapmak için kullanılan usuller ve yapılan işler de bir silahtır. Savunmada bir vasıta olarak kullanılan radar, sonar, lidar gibi sistemler, lazer ve yapay uydu da birer silah grubu teşkil ederler. Cihat Cihat (Arapça: جهاد "cihad"), İslami bir terim. Arapça "mücadele" kökünden gelir ve güncel Türkçede çoğunlukla "İslam uğruna savaşma" anlamında kullanılır. Arapçada cihad sözcüğü "c-h-d" kökünden türemiştir. Cehd, "gayret etme", "bütün gücünü kullanma" mânâsında, cihad ise geleneksel anlamda silah ve savaşları da kapsayan "mücadele" anlamında Kur'an ayetlerinde de kullanılan Arapça bir kelimedir. İslam'a göre cihat dört şekilde gerçekleştirilir: kalp ile, dil ile, el ile ve kılıç ile. Bunlardan ilki insanın Şeytan ile mücadele ederek kalbini temizlemesi anlamına gelir. İkincisi İslam'ın dil ile yayılmasıdır. Üçüncüsü insanın doğru şeyleri yapması anlamına gelir. Dördüncüsü ise inançsızlarla ve İslam düşmanları ile fiziksel savaş anlamına gelir. İslam'da İbrahimî dinlerin mensupları kabul edilen Hristiyan ve Yahudilerin cihat konusunda özel bir durumu vardır. Bunlar ya İslam'a geçmek ya da İslami yönetim (şeriat) altında kendi dinlerini yaşayarak "baş vergisi" (cizye) ve "toprak vergisi" vermek zorundadır. Eğer her iki seçeneği de reddederlerse bu gruplara karşı da cihat ilan edilir. Çağdaş İslam'da insanın kendisi ile olan cihadı özellikle vurgulanır. Diğer milletlerle savaşa, sadece inancın tehlikede olduğu durumlarda ve savunma amaçlı olmak kaydıyla izin verilir. İslam tarihi boyunca Müslümanların gayrimüslimlerle savaşları -ağırlıklı olarak politik nedenlerle olsa dahi- sıklıkla, dini boyutunu vurgulamak için "cihat" olarak adlandırılmıştır. Bu duruma özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda Sahraaltı Afrika'nın Müslüman bölgelerinde rastlanırdı. Örneğin Osman dan Fodio, 1804 yılında bugünkü Nijerya'nın kuzeyinde kurduğu Sokoto Halifeliği için mücadelesini cihat olarak tanımlamıştı. 20. ve 21. yüzyıllarda önce SSCB ve sonrasında da Amerika Birleşik Devletleri ile savaşan Afgan savaşçılar da genellikle kendilerini mücahit olarak tanımlamıştır. Bu savaşlar esnasında İslamcı aşırı uçlar, "mürted" olarak gördükleri diğer Müslümanlara karşı düzenledikleri saldırıları da cihat kapsamında değerlendirmişlerdir. Cihat bazı fıkıhçılar tarafından bazı hadislere dayanılarak iki kısma ayrılmıştır; "büyük cihat", "küçük cihat". Büyük cihat, insanın benliğinde barındırdığı kötülüğe ve dünyevi zevke olan yakınlığına karşı verdiği mücadele olarak tanımlanmıştır. Küçük Cihad ise; islamı savunma, hakim kılma ve fiili savaş anlamda dini mücadeledir. Atmosfer Atmosfer veya gaz yuvarı, herhangi bir gök cisminin etrafını saran ve gaz ile buhardan oluşan tabaka. Yer çekimi sayesinde tutulan atmosfer, büyük ölçüde gezegenin iç katmanlarından kaynaklanan gazların yanardağ etkinliği ile yüzeye çıkması sonucu oluşmakla birlikte, gezegenin tarihi boyunca Dünya dışı kaynaklardan da beslenmiş ve etkilenmiştir. Dünya'nın atmosferi, basınç ve yoğunluk açısından diğer yer benzeri gezegenlerden Mars'a göre yaklaşık 100 kat daha büyük, Venüs'e göre ise yaklaşık 100 kat daha küçük bir gaz kütlesini ifade eder. Ancak bileşim açısından bu iki gezegenin atmosferlerinden çok farklı olduğu gibi, Güneş Sistemi içinde de eşsizdir. Atmosfer basıncı havanın ağırlığının bir sonucudur. Dolayısıyla yere ve zamana göre değişir. Atmosfer basıncı 5 km'de yaklaşık %50 azalır. Yer çekimi nedeniyle bu gaz kütlesinin bir ağırlığı vardır ve gezegen yüzeyine doğru alçaldıkça artan bir basınç yaratır. Basınç, normal atmosferde, 0 °C'de, 760 mm'lik bir cıva sütununun yarattığı basınca eşittir. Atmosferin toplam kütlesinin yaklaşık 5,1×10 ton olduğu sanılmaktadır; bu da Dünya'nın toplam kütlesinin milyonda birinden daha azdır. Atmosfer renksiz, kokusuz, tatsız, çok hızlı hareket edebilen, akışkan, elastik, sıkıştırılabilir, sonsuz genleşmeye sahip ısı geçirgenliği zayıf ve titreşimleri belli bir hızda ileten bir yapıya sahiptir. Tam olarak yüksekliği saptanamamıştır. "Homojen atmosfer" olarak isimlendirilen ve yoğunluğun hemen hemen aynı olduğu alt bölümün yüksekliği 8 km civarındadır. Bu seviyeden sonra yoğunluk yükseklikle azalır ve seyrek gaz kütleleri şekline dönüşerek uzay boşluğuna kadar uzanır ki bu bölge de "heterojen atmosfer" olarak isimlendirilir. Belirgin olan bir şey; atmosferin üst seviyesinin 30 km civarında son bulduğudur. Bu seviyeden sonra da hava bulunduğunu söylemek doğrudur fakat bu bölümün meteoroloji ile bir ilişkisi yoktur. Şöyle ki 80 km yukarıda Güneş ışınlarını yansıtabilecek kadar hava, 300 km yukarıda meteorların atmosfere girişinde sürtünme nedeniyle ışık verebilmesi ve hatta 600 km yukarıda aurora'ların gözlenmesi buralarda da az da olsa atmosferin olduğu yönünde ipuçları vermektedir. Atmosferin yeryüzüne yakın katmanlarının yüzde 78'i azot, yüzde 21’i de oksijenden oluşur. Yüzde 1'i ise su buharı, argon, karbondioksit, neon, helyum, metan, kripton, hidrojen, ozon ve ksenon elementlerinden oluşur. Bunlara toz ve duman gibi maddeler de katılır. 100 km yükseğe kadar azot-oksijen oranında önemli bir değişiklik olmaz, yalnızca 20–30 km arasındaki yüksekliklerde bir ozon yoğunlaşması gözlenir. Bu ozon katmanının önemli bir işlevi vardır. Çünkü Güneş'ten gelen morötesi ışınların büyük bir bölümü bu katman tarafından süzülür. Ama buradaki ozon hem miktar, hem de yüzde olarak çok fazla değildir. 100 km’nin üzerinde hızlı bir sıcaklık düşmesi gözlenir. Buradaki gazlar artık çok ince katmanlar biçimindedir. Daha çok da hafif gazlar bulunur. Bu gazlar morötesi ışınların etkisiyle ayrışır ve böylece burada oksijen serbest atomlar halinde bulunur. Işıl ayrışma denen bu olay 200 km yükseklikte daha da yüksek bir düzeye çıkar. Su buharı, yer ve zamana göre değişen biçimde, atmosferin alt katmanlarına karışmış olarak bulunur ve yaklaşık 10–15 km yükseklikten sonra azalmaya başlar. Yeryüzünün iklim ve meteoroloji koşulları üstünde bu su buharının önemli bir rolü vardır, çünkü bulutlara asılı olan su buharı yağış olarak yeryüzüne düşer. Yeryüzeyinden 100 km yükseklikten itibaren atmosferin bileşim açısından bu türdeş yapısı kaybolmaya başlar. Bu nedenle 'heterosfer' adı verilen ve atmosferin son derece seyrek olduğu bu alanlarda, hareketlilik az olduğu için, gazlar uzun dönemde moleküler ağırlıklarına göre alçaktan yükseğe doğru hafife gidecek şekilde tabakalanma eğilimindedir. Güneş ışınlarının iyonize edici etkisinin güçlü hissedildiği bu bölgelerde, fotokimyasal etkinlikler de giderek önemli hale gelir, ve atmosfer bileşimini etkiler. 600-1,500 km arasında atmosferdeki oksijenin yerini, Güneş'teki lekelerin durumuna göre değişen bir biçimde, helyum alır, bunun üstünde de bir hidrojen katmanı bulunur. Onun için burada yerküreyi çepeçevre saran bir hidrojen tacından söz edilebilir. Yüksek enerjili Güneş ışınlarının etkisi ile hızlandırılan bu hafif atomlar, Yerkürenin kütle çekiminden kurtularak uzaya kaçarlar. Eksilen hidrojenin yerini fotokimyasal etkilerle yüksek atmosfer katmanlarındaki su moleküllerinin parçalanması sonucunda ortaya çıkan hidrojen alır. Bu nedenle hidrojen kaybı gezegenin değerli su kütlesinin kaybı anlamına gelmektedir. Ozon tabakasının tahribatı sonucunda, fotokimyasal etkinliklerin atmosferin su buharından zengin olduğu alçak tabakalarına doğru inmesi bu yönden de tehlike yaratmaktadır. Yıldızların geniş atmosferleri vardır. Işık yuvarı, renk yuvarı ve geçiş bölgesiyle başlayan yıldız atmosferleri, korona, Güneş rüzgârı ve heliosferle gelişerek gezegenlerarası uzayın derinliklerinde heliopause ile son bulurlar. Mesela Güneş'in atmosferin takriben %73 kadarı hidrojenden, %25'i helyumdan oluşur. Atmosfer, elementlerin iyonize olmuş plazmalarıyla Güneş rüzgârı ve Güneş fırtınası şeklinde Güneş Sistemi'ndeki diğer gök cisimlerinin atmosferlerini etkiler. Srinivasa Aiyangar Ramanujan Srinivasa Aiyangar Ramanujan (d. 22 Aralık 1887 - ö. 26 Nisan 1920), Hint matematikçi. Güney Hindistan'da Madras'a yakın bir şehirde, kast sisteminde en yüksek tabaka olan Brahman bir ailede doğar. Ailesinin maddi durumu pek iyi değildir. Vefatından çok daha sonra hakkında bir kitap yazan abisi çok zor ve gururlu bir çocuk olduğunu söylüyor. Matematiğe olan ilgisi çok küçük yaşından göstermiş kendini. Çok çabuk hesap yapabilen, okula başladığı ilk yıllarda ödüller kazanan bir çocukmuş. Matematiğe olan ilgisi, ve sadece matematiğe ve matematikle ilgili olan derslere merakı üniversiteye girmesine engel. Dinsel sebeplerden ötürü biyoloji dersine girmeyi reddetmiş. Evden kaçmayı denemiş, üniversite değiştirmiş, diğer derslerden yine kaldığı için burs hakkını kaybetmiş. Sonunda içine kapanık olarak tabir edilebilecek birisi olmuş. İki yıl hiç dışarı çıkmadan eve kapatmış kendini. Bu zaman zarfında bir şekilde eline geçmiş olan ne herhangi bir açıklama, ne bir ispat bulunduran bir formül kitapçığını okumuş durmuş. 20 yaşına geldiğinde annesi onu evlend
irmeye karar vermiş. Artık evli bir adam olduğunda evine ekmek getirmek için iş aramak zorunda kalmış. Pek dikkat, özen gerektirmeyen bir işe girmiş, boş vakitlerinde formüller yazıp çizmeye devam etmiş. Bunları ilk kez 21 yaşında İngiltere'ye zamanın ünlü matematikçilerine göndermiş. Birkaç cevapsız mektuptan sonra Godfrey Hardy'den cevap gelmiş. Hardy ve Littlewood ile birlikte Ramanujan'in gönderdiği bazı formüllerin ispatlandığını, ama diğerlerinin ispatlanamayacak kadar zor olduklarını farketmiş ve kendisini İngiltere'ye davet etmiş. İlk başlarda yine dinsel sebeplerden ötürü ailesinin karşı çıkmasına rağmen (Brahmanların su üstünden geçme yasağı, yurtdışında uygulayamayacağı ritüel yemek talimatı vs.) onları ikna etmesini başarır ve 1913 yılında İngiltere'ye gider. Hardy'nin yardımlarıyla Trinity College'de eğitimini en iyi şekilde tamamlar, birçok formül altına imzasını atar. Ramanujan bulduğu formüllere gece rüyasında kanlı harflerle duvara yazılı şekilde gördüğünü söyler, Hardy'ye bu formüllere ispatlamak ya da ispatlamaya çalışmak kalır. Genç yaşında yakalandığı verem hastalığı sebebiyle 18 ayını bir sanatoryumda geçirmek zorunda kalır. Çıktıktan sonra kendini hem hastalığından ötürü, hem yalnızlıktan, memleket hasretinden, hem alışamadığı hava koşullarından, yemeklerden ötürü olsa gerek kendini o kadar kötü hisseder ki bir Londra metronun önüne atlayarak intihara teşebbüs eder, kurtarılır. Tekrar hastaneye kaldırılır. Burada efsanevi 1729 hikâyesi yaşanır. Bu numara Hardy'nin kendisini ziyarete gelirken bindiği taksinin numarasıdır ve Ramanujan taksinin numarasına bakıp, 'çok ilginç' demiş. Büyük matematikçi Hardy, Ramanujan'ın neden söz ettiğini anlamamış ve ne demek diye çıkışmış. Aklını rakamlardan başka şeylerle meşgul etmeyen Ramanujan, 1729'un iki farklı biçimde iki sayının küplerinin toplamı olan en küçük sayı olduğu söylemiş: Ramanujan evine dönmek için I. Dünya Savaşının bitmesini beklemek zorunda kalır ve evine döndükten 1 yıl sonra vefat eder. Ölmeden önce bir eşitliği bulmuş ama ispatlamaya ömrü yetmemiş ve matematikçiler arasında şöyle bir inanç vardır. ""Ramanujan söylediyse doğrudur"" 1976 yılında hayatının son yılında yazdıgı kayıp bir defter bulundu bu defterin keşfi beethovenın 10. senfonisinin keşfiyle kıyaslanmaktadır. 1 asır sonra bu formüller kara deliklerin davranışlarını anlamak için kullanılıyor. 2015 yılı yapımlı yönetmenliğini Matthew Brown'ın yaptığı Sonsuzluk Teorisi filmi Ramanujan'ın hayatını anlatmaktadır. Harita Harita, yeryüzünün tümünün ya da bir parçasının belirli oranlarda küçültülüp bir düzlem üzerinde gösterimidir. Yeryüzü düzleme açılamayan kapalı bir şekil olduğundan küçültme ile birlikte harita projeksiyonları kullanılarak düzleme izdüşüm işlemi de yapılır. Haritanın temel işlevi, bölgenin topografyası ya da ilişkili diğer konularda, jeolojisi, jeomorfolojisi, iklimi, trafiği, yeraltı kaynakları, değişik bakış açılarından ekonomisi vb. hakkında bilgi vermektir. Başlarda haritacılık yalnız savaşlar sayesinde var olmuş, daha sonraları ilmi meselelerde ve siyasi meselelerde söz sahibi konuma gelmiştir. Haritacılık anlayışında en doğru hesapları yapabilen denizciler olduğundan dolayı Portekizler haritacılık tarihinde önemli bir yer tutar. Yine aynı biçimde ünlü gök bilimci Ptolemaios (Batlamyus) tarihi geçmişinde haritacılığa ismini altın harflerle kazımıştır. Bu haliyle harita, insandan (haritayı üreten kartograf) insana (harita kullanıcısı) yer referanslı bilgi aktaran, genel olarak basılı bir iletişim aracıdır. Haritalar, basılı haritalar ve sayısal haritalar olmak üzere iki gruba ayrılabilir. Sayısal harita (vektör harita, raster harita, matris harita) niteliğindeki coğrafi veriler, Ulusal Coğrafi Veri Altyapısı'nın temel altlık verilerini oluşturur. Anadolu Medeniyetleri Müzesinde yer alan ve MÖ 6200 yıllarına tarihlenen Çatalhöyük kent planını gösteren harita, dünyanın bilinen en eski haritasıdır. Pafta indeksi, haritanın, haritası olduğu bölgenin kullanıcı tarafından konumunun algılanabilmesi için genel bir harita üzerinde bir çerçeve ile, bazen diğer harita paftaları ile komşuluklarını da göstererek haritanın kapsadığı alan ve nerenin haritası olduğu hakkında bilgi veren bir küçük haritadır. Uzunluk ölçeği, çizgisel ölçek olarak da tanımlanır. Harita üzerinde temsil ettiği mesafenin arazide gerçekte hangi uzunluğa karşılık geldiğini gösterir. Çizgisel ölçek üzerindeki rakamların hangi ölçü biriminde olduğu (km, m, mil vb). Ülkemizdeki haritalarda çizgisel ölçek birimi genelde m ve km biriminde verilir. Bazı ülkelerde mil kullanılmaktadır. Bu tür haritalarda genelde iki birim için iki ayrı ölçek çizgisi kullanılarak farklı birimlerle çalışmaya alışmış olan kullanıcıları için kolaylık sağlanır. Eğim ölçeği ise yükseklik gösterimlerinin ölçeğini ifade eder, ancak çoğu topografik haritada kullanılmamaktadır. Harita çerçevesi üzerinde haritanın bulunan koordinat bilgileri, koordinat ağı ile kesiştiği yerde rakam olarak yazılmıştır. Büyük ölçekli haritalarda sadece çizgisel dakika, küçük ölçekli haritalarda çizgisel derece ve 30 dakika aralığında verilir. Koordinat bilgileri özellikle günümüzde GPS ve haritayı birlikte kullanan ya da haritadan koordinat okuması yapan kullanıcılar için çok önemlidir. Bunun için koordinat çizgileri arasında kalan noktaların hassas koordinat hesabının yapılabilmesi için aşağıdaki cetvel kullanılır. Topografik haritaların üzerindeki koordinat ağı (grid) daima kuzeyi gösterir. Koordinat ağının yönü grid kuzeyi olarak adlandırılır ve coğrafi kuzeyden bir miktar sapar. Coğrafi kuzey gerçek kuzey olarak da adlandırılır. Haritayı araziyle çakıştırmak için kullanılan pusula ise magnetik kuzeyi gösterir. Magnetik kuzey kutbu ile coğrafi kuzey kutbu arasında büyük bir mesafe vardır ve bu fark haritalarda göz ardı edilirse hatalara sebep olur. Magnetik kuzey her yıl belli bir miktar hareket etmektedir. Aşağıdaki şekilde 1600 – 2000 yılları arasında magnetik kuzeyin yer değiştirme miktarı görülmektedir. Haritalar yapıldıkları anda güncelliklerini yitirdikleri ve magnetik kuzey de her yıl belli bir miktarda yer değiştirdiği için, magnetik kuzey, grid kuzeyi ve coğrafi kuzey arasındaki farklar mutlaka harita kenar bilgileri içinde belirtilir. Yıllık deklinasyon (sapma) farkı da kullanıcının haritanın üretim yılı ile haritanın kullanıldığı anda içinde bulunulan yıl arasındaki fark oranında eklenerek ya da çıkarılarak güncel deklinasyonun elde etmesine olanak verir. Genelde ulusal harita çalışmalarında kullanılırlar. Mühendislik çalışmalarında altlık olarak hazırlanan özel amaçlı haritalarda bu tür özel bilgiler hesap hassasiyeti açısından önemlidir. Nirengi / Nivelman çıkış noktaları, fotogrametrik belgeleme yöntemleri, hava fotoğraflarına ait bilgiler, hata aralığı diğer kartografik kaynaklar vb. bu bilgiler arasında sayılabilir. Datum, herhangi bir noktanın yatay ve dikey konumunu tanımlamak için referans alınan başlangıç yüzeyidir. Datum, Yer’in şeklini ve boyutunu tanımlayan bir referans sistemidir.Yatay datum: Koordinatlar için referans alınan başlangıç yüzeyi Dikey datum: Yükseklikler için referans alınan başlangıç yüzeyi Bir datum; elipsoidi, enlem-boylam oryantasyonu ve fiziksel bir orijin ile tanımlanır. Örn: Lambert Kesen Konik Datum: WGS 84 Haritalardaki bozulmanın etkisini azaltmak için çeşitli çizim yüzeyleri geliştirilmiştir.Bu çizim yüzeylerine projeksiyon denir. Bazı projeksiyonlar açılardaki bozulmaları önlemeyi amaçlarken, bazı projeksiyonlar uzunluklardaki bozulmaları önlemeyi amaçlar.Bu yöntemlerden bir kaçı şöyledir: Haritalar içerisinde aranan bir bilgiye kullanıcının kolay ulaşmasını sağlayan konumları harfler ve rakamlara karşılık gelen (Nazar Tepe D 4 gibi) karelerden oluşan bir sistemdir. Bu sistem bir liste ile birlikte kullanılır. Haritanın yanında, arkasında ya da birlikte kullanıldığı bir kitapçık içerisinde özel noktaların bir listesi harita içerisinde bu sistem yardımı ile bulunur. Özellikle turistik amaçlı hazırlanmış olan haritalarda yaygın olarak kullanılırlar. Bu ağ bazen harita koordinat ağı dışında ikinci bir ağ olarak çizilebilirken, koordinat ağı da aralara numara ve harfler verilerek bu amaçla kullanılmaktadır. Haritalar içerisinde ayrıca kullanıcı için faydalı olabilecek olan bilgiler de verilir. Özellikle turistik cep haritalarında harita dışında kalan veya haritanın arka sayfasında rehber bilgiler verilir. Bazı ülkeler tarafından hazırlanmış olan askeri amaçlı haritalarda da aynı amaçla harita etrafında kullanıcıya ayrıntılı bilgiler verildiği bilinmektedir. Standart Şablon Kütüphanesi İlk olarak HP tarafından geliştirilmeye başlanan, daha sonra C++ standardına dahil edilen generic programlama modeliyle geliştirilmiş kütüphanedir. Daha çok STL şeklinde kısa ismiyle anılır. STL, nesne yönelimli bir kütüphane değildir. Generic bir kütüphanedir. Bu özelliğiyle, genel amaçlı algoritmalar (sort, find, vs.) çok çeşitli container yapılarında kullanılabilirler. C++ standardı, STL içindeki yapıların performans arayüzlerini ve performans kriterlerini belirler. Örneğin, vector sınıfından bir elemanın çağrılma işlemi sabit süre almalıdır. (Big-Oh gösterimiyle, O(1) olmalıdır.) Büyük O gösterimi Büyük O (Big-Oh) gösterimi matematiksel bir gösterim olup işlevlerin (fonksiyonların) asimptotik davranışlarını tarif etmek için kullanılır. Daha açık şekilde anlatmak gerekirse, bir işlevin büyümesinin asimptotik üst sınırını daha basit başka bir işlev cinsinden tanımlanması demektir. İki temel uygulama alanı vardır: matematik alanında genellikle kırpılmış bir sonsuz serinin kalan terimini karakterize etmek için kullanılır; bilgisayar bilimlerinde ise algoritmaların bilgi işlemsel karmaşıklığının çözümlemesi için kullanılır. Bu gösterim ilk olarak Alman sayılar kuramcısı Paul Bachmann tarafından 1892 yılında yazdığı "Analytische Zahlentheorie" kitabında kullanılmıştır. Gösterim bir başka Alman matematikçi olan Edmund Landau tarafından yaygın kullanıma sokulmuştur, bundan ötürü
bazen Landau sembolü olarak da anılır. Büyük O, İngiliz dilindeki "order of" yani bir şeyin derecesi anlamına gelen söz öbeğini hatırlatmak amacı ile kullanılıyordu ve ilk olarak büyük omicron harfi idi; günümüzde büyük O kullanılmakta ve 0 sayısı hiç kullanılmamaktadır. Bu gösterimin biçimsel olarak yakın ama temelde farklı iki kullanımı vardır: sonsuz asimptotikler ve infinitesimal asimptotikler. Bu ayrım sadece uygulamadadır ancak "büyük O"nun biçimsel tanımı her iki durumda aynı olup işlev argümanının limitleri değişmektedir. Büyük O gösterimi algoritma başarım çözümlemesinde faydalıdır. Söz gelimi "n" boyundaki bir problemi çözmek için gereken zaman (adım sayısı) "T"("n") = 4"n"² - 2"n" + 2 olarak bulunabilir. "n" büyüdükçe "n"² terimi o kadar hızlı büyüyecektir ki diğer terimlerin büyüme hızı buna kıyasla ihmal edilebilecek kadar düşük kalacaktır; örneğin "n" = 500 için 4"n"² terimi 2"n" teriminin 1000 katı büyüklüğünde olacaktır ve dolayısıyla bu ikinci terimin değeri tüm ifadenin değerini belirlemede çoğu amaç bakımından ihmal edilebilir bir etkiye sahip olacaktır. Buna ek olarak, aynı ifadeyi n³ veya 2 terimleri içeren bir ifade ile kıyaslayacak olursak katsayılar da anlamlarını yitirecektir. "T"("n") = 1.000.000"n"² ve "U"("n") = "n"³ olsa bile ikinci ifade, "n" 1.000.000'u geçtikçe birinci ifadeye kıyasla daima daha büyük olacaktır ("T"(1.000.000) = 1.000.000³ = "U"(1.000.000)). O halde Büyük O gösterimi işin özünü sade biçimde sunmaktadır: şu şekilde yazabilir ve algoritmanın "n dereceden" zaman karmaşıklığına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Büyük O aynı zamanda bir matematiksel işlev için geliştirilen yaklaşık işlevin hata terimini tarif etmek için de kullanılabilir. Örneğin, :formula_2 ifadesi hatanın (yani formula_3 farkının) mutlak değer bakımından, sıfıra yeterince yakın x değerleri için bir sabit çarpı "x" değerinden daha küçük olduğunu belirtir. "f"("x") ve "g"("x") gerçel sayılar kümesinin bir alt kümesi üzerinde tanımlanmış iki işlev olsun. Bu durumda deriz ki yalnız ve yalnız Aynı gösterim "f" işlevinin bir "a" gerçel sayısı civarındaki davranışını tarif etmek için de kullanılabilir: Deriz ki yalnız ve yalnız Eğer "g"("x") "a" sayısına yeterince yakın "x" değerleri için sıfırdan farklı ise yukarıdaki iki tanım limit superior kullanılarak birleştirilebilir: yalnız ve yalnız Matematikte hem ∞ hem de "a" civarındaki asimptotikler kullanılır. bilgi işlemsel karmaşıklık kuramında ise sadece ∞a giden asimptotikler kullanılır. Ayrıca sadece pozitif değerli işlevler ele alındığından mutlak değer de kullanılmadan yazılabilir. Şu çokterimlilere bakalım: "f"("x"), O("g"("x")) ya da O("x") derecesindedir diyebiliriz. Tanıma göre, tüm "x">1 değerleri için ve "C" bir sabit iken, |"f(x)"| ≤ "C" |"g(x)"| ifadesi geçerlidir. İspat: Yukarıda bahsi geçen ""f"("x") O("g"("x"))dir" ifadesi genellikle "f"("x") = O("g"("x")) şeklinde yazılır. Bu, gösterimin bir nebze kötüye kullanılması demektir. Elbette kastettiğimiz iki işlevin birbirine eşit olmaları değildir. O("g"("x")) olma hali simetrik değildir: Bu yüzden bazı yazarlar küme gösterimini tercih ederler ve "f" formula_16 O("g") yazarlar, bunu yaparken de O("g")yi "g" işlevinin altında kalan tüm işlevlerin kümesi olarak düşünürler. Ayrıca, aşağıdaki gibi bir "eşitlik" ""f"("x") ile "h"("x")nin farkı O("g"("x"))dir" olarak anlaşılmalıdır. Aşağıda algoritma çözümlemesinde sıkça karşılaşılan işlev derecelerini görebilirsiniz. Tüm bunlar "n" sonsuza giderken durumunda belirtilmiştir. Daha yavaş büyüyen işlevler önce listelenmiştir. "c" keyfi bir sabit değerdir. Pek sık rastlanmasa da, Büyük O gösterimi ile kullanılan çok daha hızlı büyüyen işlevler mevcuttur, mesela A("n","n") olarak temsil edilen Ackermann işlevinin tek değerli hâli. Bunun tam tersi çok yavaş büyüyen işlevler da vardır, ör. Ackermann işlevinin ters işlevi olan ve genellikle α("n") ile gösterilen işlev. Her ne kadar bu işlevler sınırsız olsa da pratik amaçlar için sabit çarpanlar olarak kabul edilirler. Eğer bir "f"("n") işlevi diğer işlevlerin sonlu toplamı olarak yazılabiliyorsa o zaman bunların içinden en hızlı büyüyeni "f"("n") işlevinin derecesini belirler. Örneğin Özel olarak eğer bir işlev "n" terimine bağlı birçokterimli tarafından üstten sınırlandırılabiliyorsa o zaman "n" değeri "sonsuz"a gittikçe çokterimlinin "düşük dereceli" terimleri ihmal edilebilir. O("n") ve O("c") çok farklıdır. İkincisi çok çok daha hızlı büyür ve "c" sabitinin değeri, bu değer 1 sayısından büyük olduğu sürece, bu durumu değiştirmez. "n"'nin herhangi bir kuvvetinden daha hızlı büyüyen bir işleve "yüksek çokterimli" (superpolynomial) denir. "c" biçimindeki herhangi bir üssel işlevden daha yavaş büyüyen işleve ise "altüssel" denir. Bir algoritmanın zaman karmaşıklığı hem yüksek çokterimli hem de altüssel olabilir, bu tür algoritmalara örnek olarak bilinen en hızlı çarpanlara ayırma algoritmaları verilebilir. O(log "n") tam olarak O(log("n")) ile aynıdır. Logaritmalar arasındaki fark sadece sabit değerden kaynaklanan farktır (çünkü log("n")="c" log "n") ve bundan ötürü büyük O gösteriminde ihmal edilir. Benzer şekilde farklı tabanlara göre yazılmış logaritmalar da denk kabul edilir. Diğer faydalı özellikler aşağıda belirtilmiştir. Büyük O işlevleri kıyaslamak için en sık kullanılan asimptotik gösterimdir ancak genellikle Θ yerine geçen resmi olmayan bir gösterim şeklidir (Theta, bk. aşağısı). Burada konuyla ilgili bazı gösterimleri "büyük O" cinsinden tanımlayacağız: "f"("n") = o("g"("n")) ilişkisi ""f"("n") "g"("n")nin küçük o'sudur" olarak okunur. Sezgisel olarak bunun anlamı şu demektir: "g"("n"), "f"("n") işlevinden çok daha hızlı büyür. Biçimsel olarak söylemek gerekirse bu ifadenin anlamı şudur: "f"("n")/"g"("n") ifadesinin limiti sıfırdır. Büyük O gösterimi bir yana, Θ ve Ω sembolleri ile yapılan gösterim de bilgisayar bilimlerinde çok sık kullanılır. "Küçük o" daha ziyade matematikte kullanılır ve bilgisayar bilimlerinde kullanımı daha nadirdir. Küçük ω nadiren kullanılır. Genelgeçer kullanımda O Θ kullanılması gereken yerlerde kullanılır, söz gelimi keskin bir sınır kastetildiğinde. Örneğin birisi ""Yığın sıralaması" ortalama durumda O("n" log "n")dir" diyebilir oysa asıl kastedilen "Yığın sıralaması ortalama durumda Θ("n" log "n")dir". Her iki ifade de doğru olmakla birlikte ikincisi daha güçlü bir iddiadır. Bilgisayar bilimlerinde kullanılan bir başka sembol ise Õdir ("Yumuşak-O" olarak okunur). "f"("n") = Õ("g"("n")) şeklindeki gösterim "f"("n") = O("g"("n") log"g"("n")) (bazı "k" değerleri için) için kısa yoldur. Temelde logaritmik çarpanları ihmal eden büyük O gösteriminden başka bir şey değildir. Bu gösterim daha çok algoritma başarımında "küçük kusurlar"ı belirlemeye yönelik başarım kestirimlerinde kullanılır (zira log"n", herhangi bir "k" sabiti için, daima o(n)'dir). Aşağıdaki özellikleri bilmek faydalı olabilir: Büyük O (ve küçük o ve Ω...) birden çok değişken için de kullanılabilir. Örneğin, ifadesine göre öyle "C" ve "N" sabitleri vardır ki Çift anlamlılığı engellemek için hangi değişkenin esas kabul edildiği daima belirtilmelidir çünkü ifadesi, ifadesinden çok farklıdır. Olimpos, Kumluca Olimpos, Antalya'ya 85,7 km. uzaklıkta, Caretta Caretta kaplumbağalarının yavrulama alanı olduğundan sit alanı olarak korunan, genellikle üniversite öğrencileri ve sırt çantalı turistlerin tercih ettiği bir tatil mahallesidir. Ağaç evleri, çadır mekanı olarak kullanılabilecek açık alanları, Likya Yolu üzerinde bulunması önemli özellikleridir. Olimpos Beydağları Millî Parkı sınırları içinde yer alır. Portakal ağaçları ile çevrelenmiş bungalov evlerinde konaklama yapılabildiği gibi son zamanlarda değişik tarzlarda birçok işletme açılmıştır. Efes Efes (Eski Yunanca: Ἔφεσος "Ephesos"), Anadolu'nun batı kıyısında, bugünkü İzmir ilinin Selçuk ilçesi sınırları içerisinde bulunan, daha sonra önemli bir Roma kenti olan antik bir Yunan kentiydi. Klasik Yunan döneminde İyonya'nın on iki şehrinden biriydi. Kuruluşu Cilalı Taş Devri MÖ 6000 yıllarına dayanır. 1994'te UNESCO tarafından Dünya Mirası Geçici Listesi'ne dahil edilen Efes, 2015'te ise Dünya Mirası olarak tescil edildi. 1996 yılı içinde, Selçuk, Aydın ve Efes yol üçgeninin yaklaşık 100 m kadar güney batısında, mandalina bahçeleri arasında Derbent Çayı'nın kıyısında Çukuriçi Höyük saptanmıştır. Arkeolog Adil Evren başkanlığında yapılan araştırma ve kazılar sonucu, bu höyükte taş ve bronz baltalar, iğneler, açkılı seramik parçaları, ağırşaklar, obsidien (volkanik cam) ve sileks (çakmak taşı), deniz kabukluları, öğütme ve perdah aletleri bulunmuştur. Yapılan değerlendirmeler ışığında, Çukuriçi Höyük'te, Neolitik Dönemden Erken Bronz Çağına kadar bir yerleşimin ve yaşamın olduğu saptanmıştır. Aynı tür malzemeler, yine Selçuk, Kuşadası yolunun yaklaşık 8. km'de Arvalya Deresi'nin bitişiğinde Gül Hanım tarlasında Arvalya Höyük saptanmıştır. Çukuriçi ve Arvalya (Gül Hanım) höyüklerinde saptanan eserler ile, Efes'in yakın çevresinin tarihi böylece Neolitik Dönem'e kadar ulaşmaktadır. MÖ 1050 yıllarında Yunanistan'dan gelen göçmenlerin de yaşamaya başladığı liman kenti Efes, MÖ 560 yılında Artemis Tapınağı çevresine taşınmıştır. Bugün gezilen Efes ise Büyük İskender'in generallerinden Lisimahos tarafından MÖ 300 yıllarında kurulmuştur. Şehir Roma'dan özerk bir şekilde Apameia Kibotos şehri ile ortak para bastırmıştır. Bu şehirler klasik dönemdeki Küçük Asya'da çok parlak yarı özerk davranmaya başlamışlardı. Lisimahos, kenti Miletli Hippodamos'un bulduğu "Izgara Plan"a göre yeniden kurar. Bu plana göre, kentteki bütün cadde ve sokaklar birbirini dik olarak keser. Hellenistik ve Roma çağlarında en görkemli dönemlerini yaşayan Efes, Roma İmparatoru Augustus zamanında, Asya Eyaleti'nin başkenti olmuş ve nüfusu o dönem (MÖ 1.-2. yüzyıl) 200.000 kişiyi aşmıştır. Bu dönemde her yer mermerden yapılmış anıtsal yapılarla donatılır. 4. yüzyılda limanın dolmasıyla Efes'te ticaret geriler. İmparator Hadrian limanı birkaç kez
temizletir. Liman kuzeyden gelen Marnas Çayı ve Küçük Menderes nehrinin getirdiği alüvyonlarla dolar. Efes denizden uzaklaşır. 7. yüzyılda Araplar bu kıyılara saldırır. Bizans döneminde tekrar yer değiştiren ve ilk kez kurulduğu Selçuk'taki Ayasuluk Tepesi'ne gelen Efes, 1330 yılında Türkler tarafından alınır. Aydınoğullarının merkezi olan Ayasuluk, 16. yüzyıldan itibaren giderek küçülmeye başlamıştır. Günümüzde ise bölgede Selçuk ilçesi bulunmaktadır. Efes ören yerinde, Hadrianus Tapınağı girişindeki frizde Efes'in 3 bin yıllık kuruluş efsanesi şu cümlelerle yer alır: "Atina kralı Kodros'un cesur oğlu Androklos, Ege'nin karşı yakasını keşfetmek ister. Önce, Delfi kentindeki Apollon Tapınağı'nın kahinlerine danışır. Kahinler ona, balık ve domuzun işaret ettiği yerde bir kent kuracağını söyler. Androklos bu sözlerin anlamını düşünürken Ege'nin lacivert sularına yelken açar... Kaystros (Küçük Menderes) Nehri'nin ağzındaki körfeze geldiklerinde karaya çıkmaya karar verirler. Ateş yakarak tuttukları balıkları pişirirlerken çalıların arasından çıkan bir yabandomuzu, balığı kaparak kaçar. İşte kehanet gerçekleşmiştir. Burada bir kent kurmaya karar verirler..." Doğu ile Batı arasında başlıca kapı durumunda olan Efes önemli bir liman kenti idi. Bu konumu Efes'in çağının en önemli politik ve ticaret merkezi olarak gelişmesini ve Roma Devrinde Asia eyaletinin başkenti olmasını sağlamıştır. Efes, antik çağdaki önemini yalnızca buna borçlu değildir. Anadolu'nun eski anatanrıça (Kybele) geleneğine dayalı Artemis kültürünün en büyük tapınağı da Efes'te yer alır. MÖ 6. yüzyılda bilim, sanat ve kültürde Milet ile birlikte en ön sırada yer alan Efes, bilge Herakleitos, rüya tabircisi Artemidoros, şair Callinos ve Hipponaks, gramer bilgini Zenodotos, hekim Soranos ve Rufus gibi ünlü kişileri yetiştirmiştir. Efes, tarihi boyunca birçok kez yer değiştirdiğinden kalıntıları yaklaşık 8 kilometrelik geniş bir alana yayılır. Ayasuluk Tepesi, Artemision, Efes ve Selçuk olarak dört ana bölgedeki harabeler yılda ortalama 1,5 milyon turist tarafından ziyaret edilmektedir. Tümüyle mermerden yapılmış ilk kent olan Efes'teki başlıca yapılar ve eserler aşağıda açıklanmıştır: Dünyanın yedi harikasından biri olan Artemis Tapınağı, antik dünyanın mermerden inşa edilmiş ilk tapınağı olup temelleri MÖ 7. yüzyıla kadar gitmektedir. Tanrıça Artemis'e ithafen Lidya kralı Croesus tarafından yaptırılan yapı, Yunan mimar Chersiphron tarafından tasarlanmış ve dönemin en büyük heykeltıraşları Pheidias, Polycleitus, Kresilas ve Phradmon tarafından yapılmış olan bronz heykellerle süslenmişti. Büyüklüğü 130 x 68 metre ve ön cephesi diğer Artemis (Ana Tanrıça) tapınakları gibi batıya dönüktü. Tapınak hem bir pazaryeri, hem de bir dini müessese olarak kullanılıyordu. Artemis Tapınağı MÖ 21 Temmuz 356'da adını ölümsüzleştirmek isteyen Herostratus adlı bir Yunan tarafından yakıldı. Aynı gece Büyük İskender doğmuştur. Büyük İskender Anadolu’yu fethettiğinde Artemis Tapınağı’nın yeniden yapılması için yardım teklif etmiş fakat reddedilmiştir. Tapınaktan günümüze sadece birkaç mermer blok kalmıştır. Artemis Tapınağı ile ilgili kazı çalışmaları 1863 yılında British Museum'un katkılarıyla arkeolog John Turtle Wood tarafından başlatılmış ve 1869 yılında 6 metre derinlikte, Artemis Tapınağı'nın temellerine ulaşılmıştır. Roma dönemi yapılarının en güzellerinden birisi olan yapı hem kütüphane, hem de mezar anıtı görevini üstlenmiştir. 106 yılında Efes valisi olan Celsius ölünce, oğlu kütüphaneyi babasının adına mezar anıtı olarak yaptırmıştır. Celsius'un lahdi kütüphanenin batı duvarı altındadır. Cephesi 1970-1980 yılları arasında restore edilmiştir. Kütüphanede kitap ruloları, duvarlardaki nişlerde saklanıyordu. Bülbüldağı'nda İsa'nın annesi Meryem'in son yıllarını Yuhanna ile birlikte geçirdiğine inanılan kilisedir.Hristiyanlar için hac yeridir ve bazı papalar tarafınan da ziyaret edilmiştir. Meryem'in burada ölü mezarının da Bülbüldağı'nda olduğu düşünülmesine karşın Kitab-ı Mukaddes'de anlatıldığı gibi Meryem'in mezarı dönemin selefkosunda bugünün Silifke'sinde olduğu inanılmaktadır. Bizans döneminde mezar kilisesi haline getirilmiş olan bu yer, Geç Roma imparatorlarından Decius zamanında putperestlerin zulmünden kaçan yedi Hristiyan gencin Panayır Dağı eteklerinde sığındıkları rivayet edilen mağara olduğuna inanılır. Dünya üzerinde ilgili mağaranın kendi sınırları içinde olduğunu iddia eden 33 kent olmasına karşın Hristiyan kaynaklarının çoğuna göre kent hristiyanlarca kutsal sayılan Efes'tir. Türkiye'de Yedi Uyurlar mağarası olarak en çok bilinen ve ziyaret edilen mağara ise dönemin önemli bir merkezi ve St. Paul'ün doğum yeri olan Tarsus'takidir. Eski ismi Arap kaynaklarında "Efsus" şeklinde geçen Afşin de bilim adamlarından oluşan bir heyete hazırlattığı rapor ve yerel mahkemede açtıkları keşif davası ile iddiasını arttırmıştır. Türkiye'deki diğer Ashab-ı Kehf ise Lice'dedir. Efes'teki bu mağaranın üstüne bir kilise yapılmış hali 1927-1928 yılları arasındaki bir kazıda ortaya çıkarılmış, kazı sonucunda 5 ve 6. yüzyıla ait olan mezarlar da bulunmuştur. Yedi Uyurlar'a ithaf edilmiş yazıtlar hem mezarlarda hem de kilise duvarlarında bulunmaktadır. 1374-75 yılında Aydınoğulları'ndan İsa Bey tarafından Ayasuluk Tepesi'ne Mimar Şamlı Dımışklıoğlu Ali'ye inşa ettirilmiştir. Artemis Tapınağı ile Saint Jean Kilisesi arasında yer almaktadır. Anadolu cami mimarisinin ilk örneklerini sergiliyen camide zengin süslemeler ve çiniler vardır. 19. yüzyılda kervansaray olarak da kullanılmıştır Hadrian Tapınağı: İmparator Hadrianus adına, anıt tapınak olarak inşa ettirilmiştir. Korinth düzenlidir ve frizlerinde Efes'in kuruluş efsanesi işlenmiştir. 20 milyon TL ve 20 YTL banknotlarının arka yüzünde Celsus Kütüphanesi ile birlikte bu tapınağın resmi kullanılmıştır. Domitian Tapınağı: Şehirdeki en büyük yapılardan biri olduğu düşünülen İmparator Domitianus adına yapılmış olan tapınak Traianus Çeşmesi'nin karşısında yer almaktadır. Günümüze yalnızca temelleri ulaşmış olan tapınağın yanlarında sütunların bulundu­ğu belirlenmiştir. Domitianus'un heykelinden kalanlar ise baş ve bir kol kısımlarıdır. Serapis Tapınağı:: Efes'in en ilginç yapılarından biri olan Serapis Tapınağı, Celsus Kütüphanesi'nin hemen arkasındadır. Hristiyanlık döneminde kiliseye dönüştürülen tapınağın Mısırlılarca yapıldı­ğı düşünülmektedir. Türkiye'deki "Serapis Tapınağı" olarak Hrsitiyanlık'taki Yedi Kilise arasında olması sebebi ile Bergama'daki diğer tapınak daha çok tanınmakadır. Meryem Kilisesi: 431 Konsül Toplantısı'nın yapıldığı yer olan Meryem Kilisesi (Konsül Kilisesi), Meryem adına inşa edilmiş ilk kilisedir. Liman Hamamı'nın kuzeyinde yer almaktadır. Hristiyanlık dinindeki ilk Yedi Kilise arasındadır. St. Jean Bazilikası: Bizans İmparatoru Büyük Iustinianus tarafından yaptırılan ve o dönemin en büyük yapılarından bir olan 6 kubbeli bazilikanın merkezi kısmında, altta, İsa'nın en sevdiği havarisi St. Jean (Yuhanna)'nın mezarının bulunduğu iddia edilmektedir ancak henüz herhangi bir bulguya rastlanamamıştır. Burada St. Jean adına dikilmiş anıt da bulunmaktadır. Hıristiyanlar için çok önemli kabul edilen bu kilise Ayasuluk Kalesi'nde yer almaktadır ve kuzeyinde hazine binası ve vaftizhane vardır. Yukarı Agora ve Bazilika: İmparator Augustus tarafından inşa ettirilmiş, resmi toplantıların ve borsa işlemlerinin yapıldığı yerdir. Odeion'un önündedir. Oktagon: Kleopatra'nın kız kardeşine ait anıtsal bir mezardır. Odeon: Efes'in iki meclisli bir yönetimi vardı. Bunlardan biri olan Danışma Meclisi toplantıları zamanında üzeri kapalı olan bu yapıda yapılmış ve konserler verilmiştir. 1.400 kişilik kapasiteye sahiptir. Bu nedenle yapı "Bouleterion" olarak da adlandırılır. Prytaneion (Belediye Sarayı): Prytan kentin belediye başkanı gibi görev yapardı. En büyük görevi kalın sütunları bulunan bu yapının içindeki kentin ölümsüzlüğünü simgeleyen kent ateşinin sönmemesini sağlamaktı. Prytan, Kent Tanrıçası Hestia adına bu görevi üstlenmişti. Salonun çevresinde tanrı ve imparator heykelleri sıralanmıştı. Efes müzesindeki Artemis heykelleri burada bulunmuş ve daha sonra müzeye getirilmiştir. Yanındaki yapılar kentin resmi misafirlerine ayrılmıştı. Mermer Cadde: Kütüphane meydanından tiyatroya kadar uzanan caddedir. Domitianus Meydanı:Domitianus Tapığınağı'nın kuzeyinde yer alan meydanın doğusunda Pollio Çeşmesi ve hastane olduğu düşünülen bir yapı, kuzeyinde cadde üzerinde de Memmius Anıtı yer alır. Magnesia Kapısı (Üst Kapı) ve Doğu Gymnasiumu: Efes'in iki girişi vardır. Bunlardan biri kentin çevresindeki sur duvarlarının doğu kapısı olan, Meryemana Evi Yolu üzerindeki Magnesia Kapısı'dır. Doğu Gymnasiumu, Panayır Dağı eteğindeki Magnesia Kapısı'nın hemen yanındadır. Gymnasion, Roma Çağı'nın okuludur. Herakles Kapısı: Roma Çağı sonlarında yaptırılmış olan bu kapı Kuretler Caddesi'ni yaya yolu haline getirmiştir. Ön cephesindeki Kuvvet Tanrısı Herakles kabartmaları dolayısıyla bu ismi almıştır. Mazeus Mitridatis (Agora Güney) Kapısı: Kütüphaneden önce, İmparator Augustus zamanında inşa edilmiştir. Kapıdan Ticaret Agorası'na (Aşağı Agora) geçilir. Anıtsal Çeşme: Odeion'un önündeki meydan kentin "Devlet Agorası" (Yukarı Agora)'dır. Tam ortasında Mısır tanrıları tapınağı (İsis) bulunuyordu. MÖ 80 yıllarında Laecanus Bassus tarafından yaptırılan Anıtsal Çeşme, Devlet Agorası'nın güneybatı köşesinde yer alır. Buradan Domitian Meydanı'na ve bu meydan etrafında kümelenmiş bulunan Pollio Çeşmesi, Domitian Tapınağı, Memmius Anıtı ve Herakles Kapısı gibi yapılara ulaşılır. Traianus Çeşmesi: Cadde üzerindeki iki katlı anıtlardan biridir. Ortada duran İmparator Traianus'un heykelinin ayağı altında görülen küre dünyayı simgeler. Heroon: Efes'in efsanevi kurucusu Androklos adına yaptırılmış bir çeşme yapısıdır. Ön kısmı Bizans döneminde değiştirilmiştir. Yamaç Evler: Teraslar üzerine inşa edilmiş olan çok katlı evlerde kentin zenginleri oturuyordu. Peristilli ev tipinin en güzelleri olan bu evler modern evlerin
konforunda idi. Duvarlar mermer kaplama ve fresklerle, taban ise mozaiklerle kaplıdır. Evlerin hepsinde kalorifer sistemi ve hamam bulunmaktadır. Büyük Tiyatro: Mermer Cadde'nin sonunda bulunan yapı, 24.000 kişilik kapasiteyle antik dünyanın en büyük açık hava tiyatrosudur. Çok süslü ve üç katlı sahne binası tamamen yıkılmıştır. Oturma basamakları üç bölümlüdür. Tiyatro, St. Paul'ün vaazlarına mekân olmuştur. Saray Yapısı, Stadyum Caddesi, Stadyum ve Gymnasium: Bizans sarayı ve caddenin bir bölümü restore edilmiştir. At nalı biçimindeki Stadyum, antik devirde sportif oyunların ve yarışmaların yapıldığı yerdir. Geç Roma döneminde gladyatör oyunları da yapılmıştır. Stadyumun yanındaki Vedius Gymnasiumu ise hamam-okul kompleksidir. Vedius Gymnasiumu kentin kuzey ucunda, Bizans dönemi surlarının hemen yanında yer almaktadır. Tiyatro Gymnasiumu: Hem okul, hem de hamam işlevine sahip büyük yapının avlu kısmı açıktadır. Burada tiyatroya ait mermer parçalar restorasyon amacıyla sıralanmıştır. Agora: 110 x 110 metre boyutlarında ortası açık, çevresi portikler ve dükkânlarla çevrili bir alandır. Agora, kentin ticari ve kültürel merkeziydi. Agora Mermer Cadde'nin başlangıç noktasıdır. Hamam ve Umumi Tuvalet: Romalıların en önemli sosyal yapılarındandır. Soğuk, ılık ve sıcak kısımlar vardır. Bizans döneminde tamir görmüştür. Ortasında havuz olan umumi tuvalet yapısı, aynı zamanda toplanma yeri olarak da kullanılmıştır. Liman Caddesi: Büyük Tiyatro'dan, bugün tamamen dolmuş olan Antik Liman'a uzanan, iki yanı sütunlu ve mermer döşeli Liman Caddesi (Arcadiane Caddesi), Efes'in en uzun caddesidir. 600 metre uzunluktaki cadde üzerine kentin Hristiyanlık döneminde anıtlar yapılmıştır. Her birinde havarilerden birinin heykeli olan dört sütunlu Dört Havari Anıtı, caddenin hemen hemen ortasındadır. Liman Gymnasiumu ve Liman Hamamı: Liman Caddesi'nin sonundaki büyük yapılar grubudur. Bir bölümü kazılmıştır. Yuhanna Kalesi:: Kale içinde cam ve su sarnıçları vardır. Efes civarındaki en yüksek noktadır. Ayrıca bu kilisenin bulunduğu tepe, Efes Antik Kenti'nin ilk yerleşim bölgesidir. İlhan Selçuk İlhan Selçuk, (d. 11 Mart 1925, Aydın – ö. 21 Haziran 2010, İstanbul) Türk gazeteci ve yazar. Düzenli gazetecilik kariyerine 1961'de "Akşam"'da başladı; aynı yıl "Tanin"'e oradan "Vatan"'a geçti; ertesi yıl Nadir Nadi'nin çağrısı üzerine "Cumhuriyet" gazetesinde yazmaya başladı. 1991 yılından vefatına kadar "Cumhuriyet"'in başyazarlığını yaptı. İlhan Selçuk, 12 Mart Muhtırası'ndan sonra "9 Mart Cuntası" içerisinde yer almak savıyla tutuklandı ve Ziverbey Köşkü'nde işkence gördü. 21 Mart 2008 tarihinde saat sabah 04:30 sıralarında Ergenekon operasyonu kapsamında gözaltına alındı ve iki gün sorgulandıktan sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. 21 Haziran 2010 tarihinde ölen yazar, Hacıbektaş ilçesindeki "Yıldızlar Mezarlığı"na defnedildi. Karikatürist Turhan Selçuk'un ve Mengü Ertel'in eşi Ülfet Ertel'in kardeşidir. İlhan Selçuk, 1950'de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Bir süre serbest avukat olarak çalıştıktan sonra, önce yayıncılığa sonra da gazeteciliğe yöneldi. Kardeşi Turhan Selçuk'la birlikte "41 Buçuk" (1952) ve "Dolmuş" (1956), Aziz Nesin ve Turhan Selçuk'la birlikte "Karikatür" (1958) adlı mizah dergilerini çıkardı. "Karikatür" dergisi, sonradan Semih Balcıoğlu'nun "Taş" adlı mizah dergisiyle birleşerek "Taş-Karikatür" adını aldı. İlk yazıları 1952 yılında "41 Buçuk" dergisinde çıkan Selçuk, 1961'den itibaren gazeteciliğe başlayarak "Yeni İstanbul", "Akşam", "Tanin" ve "Vatan" gazetelerinde fıkra yazarlığı yaptı. 1963'te girdiği "Cumhuriyet"'teki "Pencere" adlı köşesindeki yazılarını vefatına kadar sürdürdü. İlhan Selçuk 12 Mart Muhtırası'ndan sonra, 9 Mart 1971 darbe teşebbüsüne katılan Millî Demokratik Devrimcilerden olduğu gerekçesiyle gözaltına alındı. 12 Mart 1971 muhtırasına giden süreçte Doğan Avcıoğlu'nun çıkardığı "Devrim" gazetesi etrafında toplanan ve içlerinde 27 Mayıs Darbesini yapan Millî Birlik Komitesi'nin gerçek lideri Emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu'nun da bulunduğu öne sürülen "Millî Demokratik Devrimciler", o dönemin siyasi partilerinin demokrasi anlayışının bir oyalamaca olduğunu ileri sürerek "ulusçu-devrimci yöntem" olarak ifade edilen ilkeler doğrultusunda parlamento dışı muhalefeti savunuyorlardı."Devrim" gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Hasan Cemal, çok sonraları anılarını anlattığı "Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim" adlı kitabında o zamanki maksatlarının "ulusalcı" subayları ikna ederek onlarla birlikte 1917'de Rusya'da yapılmış olan Bolşevik Devrimi gibi askeri darbeye benzeyen bir "Millî Demokratik Devrim" yapmak olduğunu yazdı. 1971’de Oktay Kurtböke ile beraber sıkıyönetim mahkemesinde yargılandı. Selçuk, 12 Mart döneminde "Ziverbey Köşkü"nde yaşadığı sorgulama günleri üzerine açıklamalar yapmayı düşünmediğini belirtse de 1987 yılında burada yaşadıklarından yola çıkarak "Köşk"ün adını taşıyan bir kitap yazdı. Kitapla birlikte Ziverbey Köşkü’nün işkence iddiaları ilk defa anlatılmış oldu. Selçuk, Köşk’teki işkence iddiasını ifadesinin içine akrostiş yöntemiyle gizlice yerleştirmişti, yazdığı her cümlenin sondan ikinci kelimesinin baş harfi yukarıdan aşağı sıralandığında "işkence altındayım" cümlesi çıkıyordu . Yazar, Ziverbey Köşkündeki "ilişki ağı" konusundaki bir soruyu şöyle yanıtlamıştır: ""Erenköy Köşkü Cevdet Sunay-Memduh Tağmaç-Faik Türün cuntasının işkence merkeziydi. 12 Mart yapısı içinde özel bir yeri vardı. Çünkü 1. Ordu'nun bulunduğu İstanbul bölgesinde Faik Türün, kendi yetkilerini kullanarak özel operasyonlar yaptırabiliyordu. Basın da İstanbul'da olduğuna göre, burada yaşandı birçok şey. İnsanlar tutuklanmaya, gözaltına alınmaya, kovuşturulmaya başlandı, davalar birbirini izledi. Bu karmaşa içinde aydınlık olan şudur: 12 Mart döneminde Erenköy'de, Ziverbey'de Zihni Paşa Köşkü diye anılan (ya da Ziverbey Köşkü) yerde Faik Türün ve (1991 yılında bir Dev-Sol militanı tarafından öldürülecek olan) Memduh Ünlütürk buyruğunda bir işkence merkezi kurulmuştur. Bu işkence merkezinde de birçok aydın tezgâhtan geçirilmiştir."" Selçuk, kitapta yaşadığı işkenceyi şöyle anlatıyordu: "“Gözlerim bağlı olduğundan hiçbir şey görmüyordum. Birileri beni yere yatırmışlar, çoraplarımı çıkarmışlardı. Ayak bileklerime bir alet geçirilmişti. Bir manivelanın ya da vidanın sıkıştırıldığını duyumsuyordum. Öyle bir an geldi ki, bacaklarımı kıpırdatamaz oldum. Bir yağ mı sıvı mı sürüyorlardı tabanlarıma sonra sopa inip kalkmaya başladı. Kendimi acıya katlanabilir sanırdım (...) ancak falakanın verdiği acı hiçbir acıyla kıyaslanamaz (...) Taa kemiklerine işleyen bir acı duyuyor insan. Başlangıçta bağırmamak için kendimi tutuyor, dişlerimi sıkıyordum. Ama sonra kendimi bıraktım; çünkü ne kadar çabalarsan çabala sesine gem vuramıyorsun. Önce hırıltı başlıyor, ardından feryada dönüşüyor, hayvanlaşıyorsun. Olayın bir de ruhsal yanı var ki, bedensel acının üstüne biniyor. Kendini aşağılanmış olarak görüyorsun..."" 1991 yılında, Nadir Nadi'nin ölümünden sonra "Cumhuriyet"'in yayın politikası nedeniyle başlayan tartışmalar sonucunda bir grup yazar ve çalışanla beraber gazeteden ayrıldı. Ancak Nisan 1992'de yeni bir yayın kurulu oluşturulmasıyla gazeteye döndü ve vefatına kadar sürdüreceği başyazarlık görevine başladı. Türkiye İnsan Hakları Kurumu Vakfı (TİHAK) kurucu üyesidir. 1997 Sertel Demokrasi Ödülü'ne layık görülmüştür. İlhan Selçuk, 21 Mart 2008 günü saat sabah 04:30'da Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alındı. Selçuk'la birlikte gözaltına alınanlar arasında İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, eski İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu, Ulusal Kanal Genel Yayın Yönetmeni Ferit İlsever, Aydınlık Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Serhan Bolluk ve gazeteci Adnan Akfırat da bulunmaktaydı. İlhan Selçuk, 22 Mart'ı 23 Mart 2008'e bağlayan gece, saat 01:30'da serbest bırakılmıştır. 14 Ağustos 2009 günü, rahatsızlanarak Vehbi Koç Amerikan Hastanesi Yoğun Bakım ünitesinde tedavi altına alınmış ve beyin damar tıkanıklığına bağlı olarak kısmi felç geçirdiği saptanmıştır. 10 gün yoğun bakım ünitesinde tedavi gören Selçuk, 24 Ağustos 2009 günü yoğun bakımdan çıkmıştır. 21 Haziran 2010 günü çoklu organ yetmezliği nedeniyle İstanbul'da hayatını kaybetti. Vasiyeti üzerine Nevşehir'in Hacıbektaş İlçesi'nde ağabeyi Turhan Selçuk’un yanı başında toprağa verildi. Memeliler Memeliler (), hayvanlar aleminin insanların da dahil olduğu, dişilerinde bulunan meme bezleri ve hem dişi hem erkek bireylerinde bulunan ter bezleri, kıl, işitmede kullanılan üç orta kulak kemiği ve beyinde yer alan neokorteks bölgesi ile ayrılan bir omurgalı hayvan sınıfıdır. Dünya üzerinde yaklaşık 4500 memeli türü bulunur. Bunların 200 kadarı Avrupa’da görülebilir, Türkiye ise tek başına yaklaşık 170 memeli türü barındırmaktadır. Çift ve karmaşık dolaşım sistemine sahip, sabit vücut sıcaklıklı hayvanlardır. Vücutları genellikle kıllarla örtülüdür. Genç bireyler anne sütü ile beslenirler. Genellikle bacak şeklinde oluşmuş dört üyeleri vardır. Solunumda diyafram kullanırlar. Alt çeneleri bir çift kemikten oluşmuştur; orta kulaktaki kemikler üç parçalı olup kulak zarı ve iç kulakla bağıntılıdır. Hemen hepsinde yedi boyun omuru vardır. Memeliler, sıcak kanlı yaratıklardır. Yani vücut sıcaklıkları genel olarak çevre koşullarından bağımsızdır. Bu ısı yalıtkanlığını sağlamak için ise toplam ürettikleri enerjinin % 80'ini harcarlar. Vücutları tüylerle kaplıdır ki, bu doku bazı türlerde dikenli bir hal alabilir (örneğin kirpi) ya da azalıp neredeyse pürüzsüz hale gelebilir; insan, yunus ve balinalarda olduğu gibi. Theria alt sınıfı doğurarak çoğalırken Prototheria alt sınıfı yumurtlayarak çoğalır. Yavru memeliler, genel olarak belirli bir gelişim evresini tamamlayıncaya kadar annelerinin karnında taşınır. Doğum sırasında yavrunun gelişmişliği memeli türüne göre değişkenlik gösterir. Kör (ve genelde çıplak) doğan ve bazen yıllarca annesi tarafından yetiştirilen memeli türleri olduğ
u gibi, doğumun ardından kısa süre içinde koşmaya ya da yüzmeye başlayan memeli türleri de vardır. Ancak genel olarak memelilerde, yavruların belirli bir süre anne tarafından bakımı zorunludur. Dişi memeli, yavrusunu bebeğin gelişimi için gerekli bileşenleri içeren zengin içerikli sütü ile besler. Memelilerin vücut büyüklükleri değişkendir. En küçük memeli, bir böcekçil olan Yabanarısı yarasası ("Craseonycteris thonglongyai" - ortalama 3 cm, 1 gr); en büyük memeli ise Mavi balina'dır ("Balaenoptera musculus" - ortalama 35 m, 120 ton). Memeli vücudu, sıcak veya soğuk iklim koşulları ile mücadele için de farklı özelliklere sahiptir. Karasal memeliler için kalın bir kış kürkü, deniz memelileri için deri altında kalın bir yağ tabakası veya yağlanmış bir kürk bu mücadelenin silahlarıdır. Bazı memeliler de kış uykusuna yatarak, bu dönemi enerjiden tasarruf ederek geçirir. Yiyeceğin bol olduğu dönemde vücudunda depoladığı fazladan kalorileri, yiyeceğin kıt olduğu bu dönemde ‘uyku’ durumunda iken yakar. (Sincaplar, ayılar ve porsuklarda olduğu gibi.) Bu durum gerçek bir kış uykusu halini de alabilir (yediuyurlar ya da yarasalarda olduğu gibi) yani bu süre içinde canlılar, yaşamsal faaliyetlerini ve vücut sıcaklıklarını minimuma indirirler. Bazı memeli türleri insanlar tarafından evcilleştirilmiştir ve yabani türleri ortadan kalkmış ya da çok az kalmıştır. (İnek, at, koyun gibi.) "Memelilerin familya seviyesine kadar sınıflandırılması için buraya bakınız": Memelilerin sınıflandırılması Gümrük Gümrük, eşya ve malların ülke sınırlarından giriş ve çıkışlarında denetimlerinin yapıldığı ve vergilerin ödendiği kamu kurumudur. "Lehçe-i Osmaniye" adlı kitapta Gümrük kelimesi, Rumca'dan alınmış ve "emtiaya ilişkin rüsumun idare mahallinin ismidir" diye tanımlanmış ise de "Gümrük" kelimesinin Rumca'dan alınma olmayıp, Latince'de ticaret manasına gelen "Commercium" kelimesinden alınmış olduğu anlaşılmaktadır. Zira, gümrük resminin ticaret eşyasından alınan bir vergi olduğu gözönüne alındığında, kelimenin manaya uygunluğu ortaya çıktığından, bu adlandırmanın esasen daha uygun bulunduğu açıktır. Fransızlar "Gümrük"e "Douane" derler. İtalyanca "Dogana" kelimesinden alınmıştır ki, Venedik ve Cenova Cumhuriyetinin Birinci Hakimi'nin unvanı olan "Doge" adına, hazineye gelir temin etmek için, Venedik'te uygulamaya konulan verginin ismi olmuştur. Gümrük ve gümrük vergisi, muhtemelen tarihte birbirinden ayrı yaşayan toplumlar, şehir devletleri, devletler, imparatorluklar var olduğu sürece var idi. Gümrük, devletlerin egemenlik alanlarının bir ifade biçimi ve hazinelerinin önemli bir gelir kaynağı olmuştur. Ülkeler, topraklarına giren kişiler, ticari mallar ve her tür maddeleri ülkenin güvenliği, ekonomisi, hükümranlık, halkın sağlığı gibi faktörleri korumak ve vergi sağlamak amaçlarıyla sınırlarda denetlemeye tabi tutmuşlardır. Bugün de gümrük vergileri, devletin maliye kapsamında topladığı vergilerden sonra (belki başabaş) en büyük gelir kaynağı olabilmektedir. Türkiye'nin 2004 yılında Gümrüklerde Tahsil Edilen Vergileri toplamı (T.C.Başbakanlık Gümrük Müsteşarlığı'nca yayınlanan rakamlar ) 16.724.135.141.527.000 TL. gibi büyük bir rakamdır (Yani 16,7 Katrilyon ETL = ~16,7 Milyar YTL). Bu toplamın %90'dan fazlasını 'Gümrük Vergisi' ve 'Katma Değer Vergisi' oluşturmaktadır. Diğer vergiler Özel Tüketim Vergisi (ÖTV), Motorlu Taşıtlar Vergisi ve birçok başka vergi ve kesintilerdir. Türkiye'nin gümrük konularında esas olan hukuk kaynağı kanun 27 Ekim 1999 tarihinde TBMM'nde kabul edilen 4458 sayılı GÜMRÜK KANUNU'dur. 18/6/2009 tarih ve 5911 sayılı Kanun ile değişikliğe uğramıştır. Bundan önce geçerli olan 1615 sayılı Gümrük Kanunu idi. Ancak Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üye olma çabası yolunda ilk olarak 1995'te AB ile Gümrük Birliği'ne geçmesinden sonra Kanunun metni AB'nin bu alandaki kanunu olan "Gümrük Kodu" ile paralellik sağlanmaya çalışılarak değiştirildi ve 4458 sayılı Gümrük Kanunu oldu. Kanunun ilk iki maddesi şöyledir: Bu Kanunda geçen Türkiye Gümrük Bölgesi ve Gümrük Bölgesi kavramları Türkiye Cumhuriyeti Gümrük Bölgesini ifade eder." III. Mustafa III. Mustafa (Divan Edebiyatı'ndaki adıyla Cihangir; 28 Ocak 1717 – 21 Ocak 1774), 26. Osmanlı padişahı ve 105. İslam halifesi. Babası Sultan III. Ahmed, annesi Emine Mihrişah Kadın'dır. Babasının 1730'da padişahlıktan çekilmesinden sonra yirmi yedi yıl kafes hayatı yaşamıştır. Amcasının oğlu III. Osman'ın ölümü üzerine 1757'de tahta geçmiştir. Başa geçtikten sonra sadrazam Koca Ragıp Paşa'yı görevde bıraktı. Malî durumu düzeltmek için sarayın giderlerini azalttı ve yolsuzlukların üzerine gitti ancak başarılı olamadı. Orduda topçu sınıfını düzeltmek için Baron de Tott'a "Sürat topçuları" adında askerî bir birlik kurdurdu. Rusların 1770'te Çeşme'de Osmanlı donanmasını yakmaları üzerine yeni bir donanma hazırlanmasına çalıştı. Bu donanmanın subaylarını yetiştirmek üzere 1773 yılında Mühendishane-i Bahr-i Hümayun'u kurdurdu. Laleli Camii'ni yaptırdı. Ayrıca depremde yıkılan Fatih Camii'ni yeniden yaptırdı. Saltanatının son dönemine 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı hâkim oldu. III. Mustafa ordusunun zayıflığını bilmekle beraber II. Katerina döneminde Rusya'nın Lehistan'a yaptığı müdahaleler yüzünden Rusya'ya karşı savaş ilan etti. Savaş sırasında Baltık Denizi'nden yola çıkan Rus Donanması Çeşme'de Osmanlı donanmasını yaktı. III. Mustafa savaşı bitirmek için girişimlerde bulundu ancak başarılı olamadı. Savaş sürerken öldü. Laleli'de kendi yaptırdığı Laleli Külliyesi içindeki III. Mustafa Türbesi'nde yatmaktadır. Turgut Reis Turgut Reis (d. 1485 - ö. 23 Haziran 1565), Osmanlı İmparatorluğu donanmasında amirallik yapmış, Trablusgarp fatihi olarak anılan Türk denizcisidir. Beylerbeyi olarak görev yapmış, ayrıca Trablus Beyi olmuştur. Anadolu’da Bodrum yakınlarında bugün Turgutreis olarak bilinen Karatoprak köyü’nde dünyaya geldi. Dönemin kaynaklarına göre Turgut Reis'in babasının adı Veli'dir. 12 yaşında bölgedeki Osmanlı askerleri tarafından mızrak ve ok kullanmaktaki kabiliyetinden dolayı dikkat çekince orduya alınır. Ordu bünyesinde başarılı bir denizci ve topçu haline gelir. Bağlı bulunduğu birlik 1517 yılında Memlûk Sultanlığı seferine katılır. Kahire’de bulunduğu sırada Sinan Paşa komutasındaki donanmaya katılır. Deniz topçuluğundaki başarılarıyla dikkat çekmeyi başarır. Zamanla denizcilikte de gelişme gösterince bir guletin komutasını alır. Çok sayıda başarılı seferden sonra artık bir hafif kadırganın sahibi ve kaptanı olur. Bu dönemde Doğu Akdeniz bölgesinde özellikle Venedik Cumhuriyetinin topraklarına ve ticari hatlarına saldırılar düzenler. 1520 yılında Barbaros Hayreddin Paşa donanmasına katılır. Turgut Reis Barbaros Hayreddin Paşa ile dostluğunu ilerletirken rütbesi de yükselecektir. 1526 yılında Sicilya’daki Capo Passero kalesini ele geçirir. 1526-1533 yılları arasında Sicilya Krallığı ile Napoli Krallığı korsanlık yapar. Bu dönemde Barbaros Hayreddin Paşa ile birlikte Adriyatik kıyılarını yağmalayacak, Girit’teki Kandiye’yi ele geçirecektir. Preveze Deniz Muharebesi sırasında Osmanlı donanmasının merkezinde 30 kadırgaya komuta eden Turgut Reis, Giambattista Dovizi komutasındaki Papalık Devleti kalyonunu ele geçirerek Dovizi ve mürettebatını esir edecektir. Bu dönemde Venedik gemileri ve topraklarına saldırılarını artırır. 1539 yılında Sinan Paşa, Kanuni Sultan Süleyman tarafından Kızıldeniz’deki donanmanın komutasına atanınca onun yerine Cerbe valisi olarak atanır. Bu dönemde Sicilya, İspanya ve İtalya kıyılarında çeşitli kentlere saldıracak, Gozo, Palasca ve Capraia’yı yağmalayacaktır. Korsika’nın batı sahillerinde gemilerinin bakımını yapmak için mola verdiği sırada Cenevizli komutanlar Giannettino Doria, Giorgio Doria ve Gentile Virginio Orsini tarafından esir edilir. Dört yıl boyunca Ceneviz gemilerinde forsa olarak çalışmak zorunda kalır. Barbaros Hayreddin Paşa tarafından Cenevo’ya yapılan fidye teklifleri reddedilir. 1544 yılında Toulon’da kışlayan Barbaros dönüş yolunda Cenova açıklarına güçlü bir donanmayla gelerek Turgut Reis’in serbest bırakılması için pazarlık yürütür. Bizzat Andrea Doria ile görüşen Barbaros 3500 düka altın karşılığında Turgut Reis’in serbest kalmasını sağlar. Özgürlüğüne kavuşan Turgut Reis, Korsika ve Sicilya bölgesindeki Cenova hakimiyetine karşı saldırılara başlar. Malta’daki Malta Şövalyeleri de bu saldırılardan payını alır. Barbaros’un 1546 yılındaki ölümünden sonra Turgut Reis, Akdeniz’deki Osmanlı donanmasının başına geçer. 1547 yılı Temmuz ayında 23 parça kadırga ile Malta’ya saldırır. Buradan sonra Sicilya ve Korsika üzerine seferler düzenler. 1548 yılında Cezayir Beylerbeyi ilan edilir. 1548 yılında çıktığı İtalya seferi sırasında Napoli’ye saldırır. Bu dönemde Malta’nın kontrolünde olan Trablus’un savunmasının güçlendirilmesi için toplanmış olan 70.000 düka altına el koyar. 1550 yılında Tunus kıyılarını ele geçirir. Sardinya ve İspanya kıyılarına saldırır. 1551 yılında İstanbul’a giderek padişahın huzuruna çıkan Turgut Reis emrine verilen 112 parça kadırga ve 12 bin yeniçeri ile Adriyatik Denizindeki Venedik topraklarına saldırır. Aynı yıl Malta’ya çıkarak Birgu ve Senglea kalelerini muhasara altına alsa da bir süre sonra iyi korunun kaleleri alamayacağını anlayarak geri çekilir. 1551 yılı Ağustos ayında Libya’daki Trablus’a saldıracak ve 1530 yılından beri Malta Şövalyelerinin denetimindeki şehri ele geçirecektir. Başarılarının ardından Kanuni tarafından bölgeye Sancak Beyi atanır. 1552 yılında Kanuni, II. Henry ile yapmış olduğu ittifak kapsamnıda İtalya’ya gönderilen Osmanlı donanmasının başına Turgut Reis’i getirir. Sinan Paşa komutasındaki diğer donanmayla buluşur. Papalık Devleti ile Napoli Krallığı denetimindeki topraklara saldıran Osmanlı donanmaları kıyıdaki kentleri yağmalar. Bunun üzerine harekete geçen Cenova donanmasının başındaki Andrea Doria 5 Ağustos 1552 tarihindeki Ponza Deniz Muharebesi'nde yenilir. Bu zaferin ardından Turgut Reis, Akdeniz Beylerbeyi görevine getirilir. Bu dönemde İ
talya, Korsika ve Sicilya kıyıları yağmalanacak, Osmanlıların müttefiki olan Fransa için bazı topraklar ele geçirilecektir. 1554 yılında İstanbul’a gelir, sonrasında Sakız Adasında kış mevsimini geçirir. Buradan Adriyatik kıyılarına geçerek Ragusa Cumhuriyeti topraklarına saldırır. 1556 yılında Trablus Paşası ilan edilir. Burada şehrin savunmalarını güçlendirecektir. 1558 yılında Piyale Paşa komutasındaki donanmayla birleşerek Cerbe Adasını ele geçirir. Daha sonra Minorka’ya saldırırlar. 1559 yılında Cezayir’e yapılan bir İspanyol saldırısını püskürtürken, Trablus’ta çıkan yerli ayaklanmasını bastırır. Bu dönemde Trablus’u ele geçirmeye çalışan İspanyol İmparatorluğu kralı II. Felipe’nin girişimleri Cerbe Deniz Muharebesindeki yenilgiyle son bulur. 1563 yılında Granada açıklarında karaya çıkar, sonra Malaga’ya devam eder. Kanuni, 1565 yılında Malta Kuşatması için Turgut Reis’e Piyale Paşa birliklerine katılma çağrısı yapınca yaklaşık 1600 askeriyle sefere katılır. Mayıs ayında adaya çıkar. St. Elmo Kalesi kuşatması sırasında diğer kalelerden açılan top ateşi sonucu ağır yaralanır, bir hafta sonra da 23 Haziran 1565 günü hayatını kaybeder. Kuşatma başarısızlıkla sonuçlandıktan sonra naaşı Kılıç Ali Paşa tarafından Trablus’a götürülür ve orada toprağa verilir. Cumhuriyet döneminde, Doğduğu Karabağ köyünün bağlı olduğu beldeye Turgutreis adı verilmiştir. Bugün, beldenin kıyısında adını taşıyan bir gezi parkı ve bu parkın içinde Turgut Reisi bir kadırganın burnunda, kılıcıyla ufku gösterir vaziyette tasvir eden bir anıt vardır. Dragut, Güney Avrupalıların Turgut Reis'e taktığı lakaptır. Turgut Reis'in, Akdeniz'in Hristiyan topraklarına yaptığı seferleriyle yarattığı etki, Dragon (Ejderha) ve Turgut arasındaki ses benzerliğinden yararlanarak "Dragut" kelimesinin doğmasına yol açmıştır. Batılı kaynaklar, kendisini hala "Dragut Rais" olarak anmaktadır. Oruç Reis Oruç Reis (1470 veya 1474, Midilli Adası - 1518, Tilimsan), Osmanlı denizci. Barbaros Hayreddin Paşa'nın ağabeyidir. Osmanlı'ya katılmadan önce Cezayir'i ele geçirip egemen olmuştur. Muhtemelen 1470'te (bazı kaynaklara göre 1474'te) Osmanlı yerleşkesi olan şu anki Midilli’nin Bonova Köyü'nde doğdu. Babası, Vardari Yâkub Ağa, 1462’de Midilli’nin fethine katılmış ve Bonova köyü kendisine tımar olarak verilmişti. Burada yerleşip evlenen Yâkub Ağa'nın İshak, Oruç, Hızır ve İlyas adını verdiği dört oğlu oldu. İyi bir öğrenim gören kardeşler, devrin denizci milletlerinin lisanları olan İtalyanca, İspanyolca, Fransızca ve Rumca'yı öğrenerek yetiştiler. Gençliğinde gemiciliği ve deniz ticaretini çok iyi öğrenen Oruç Reis, cesareti, zekası ve girişimciliği ile kısa zamanda gemi sahibi oldu. Suriye, Mısır, İskenderiye ve Trablusşam’a mal taşıyarak, oradan aldıklarını Anadolu’ya getiriyordu. Oruç ve İlyas Reisler, bir seferinde Midilli’den Trablusşam’a giderken, Rodos Şövalyeleri'nin büyük savaş gemileriyle karşılaştılar. Çarpışmada İlyas Reis hayatını kaybetti, Oruç Reis esir oldu. Uzun uğraşılardan sonra, buradan kurtuldu. Muhtemelen üç sene esir kalan Oruç Reis, esaretten kurtulduktan sonra, bir süre Memlük Devleti hizmetinde amirallik yaptı. Ünlü sözü olan "yaşama hakkın mücadele gücün kadardır" dedi. En kötü fırtınada veya hapiste dahi mücadele edip hiç umudunu kaybetmedi. Memlük emrinde uzun zaman kalmayıp, Şehzade Korkut’un verdiği on sekiz büyük savaş gemisine komutan oldu. Bunlarla, Rodos kıyılarında basılmadık yer bırakmayan Oruç Reis, ânî bir baskın sonucunda gemilerini kaybetti. Leventleriyle birlikte bu baskından kurtulduktan sonra, Şehzâde Korkut’a tekrar başvurdu. Kendisine, biri yirmi dört oturak, ikincisi yirmi iki oturak iki savaş gemisi verildi. Şehzâde Korkut’un elini öpüp, hayır duâsını aldıktan sonra Akdeniz’e açıldı. Seferlerinde pek çok ganîmet, ticaret malı ve esir aldı. On senedir uğramadığı Midilli’ye gelerek kardeşlerine, akrabalarına, fakir ve muhtaçlara, yetimlere pek çok mal dağıttı. Türk denizcilik târihinde önemli bir yeri olan Cerbe Adası, Oruç Reis tarafından 1513 yazında fethedildi. Burayı kendisine üs edinip, Doğu ve Batı Akdeniz’de pek çok gemi zaptetti. Papa’ya ait, o zamanın dev savaş gemilerini, ince tekneleriyle ele geçirmesi, şöhretini Avrupa ve dünyaya ulaştırdı. O tarihe kadar, bir çektirinin, bir baştardayı ele geçirmesi işitilmemişti. Gemi elde edilince kendisi dahil bütün leventlerine İtalyan elbiselerini giydirdi. Oruç Reisin, arkadan gelen ikinci savaş gemisini ele geçirmesi, pek kolay oldu. Zîrâ ateş başlayıncaya kadar, İtalyanlar, bu gemiyi kendi gemileri zannetmişlerdi. İtalyanlar bu başarıları ve tanınmasının ardından kızıl sakalından ötürü kendisine "Barbarossa" lakabını vermişlerdir. Oruç Reis'in ardından kardeşi Hızır da ağabeyine hürmeten aynı lakabla anıldı. Cezayir’de bir devlet kurmaya karar veren Oruç Reis, kısa zamanda bu toprakları ele geçirdi. İspanya Kralı Şarlken, Cezayir’e donanma gönderdiyse de, Oruç Reis’i elde ettiği yerlerden çıkaramadı. Becâye kuşatması sırasında Oruç Reis, sol kolundan ağır yaralandı ve hekimlerin tavsiyesiyle bu kolu dirsekten kesildi. Tek kolla mücadelede de şevk ve azminden hiçbir şey kaybetmeyen Oruç Reis, iyileşince derhal denize açıldı ve pek çok gemi ele geçirdi. Çok güç durumda olan Emevilere yardım ederek, onların binlercesini Kuzey Afrika’ya taşıdı. Bu hareketleri saygısını arttırdı. Kardeşleriyle Kuzey Afrika’yı İstilacılara karşı savunmakla kalmayıp, Emevileri iskan ediyor, yiyecek ve diğer ihtiyaçlarını temin ediyordu. Elindeki leventler, akıncılar ve serdengeçtilerle, devrin en büyük denizci devleti olan İspanyollarla bitmek tükenmek bilmeyen mücadelelerine devâm ediyordu. İspanya kralı o dönemde, Avrupa’nın pek çok ülkesini elinde bulundurduğu gibi, Amerika’da da sömürgelere sahipti. Cezayir’in doğusunda, İspanya’nın hakimiyeti altında bulunan Tlemsan’ı elde eden Oruç Reis, İspanyollardan yardım alan Tlemsan emirine karşı, elde ettiği yerleri savundu. Topraklarını yedi ay boyunca müdâfaa etti. Yerli halkın ihanet etmesi üzerine, Cezayir’e dönmek için düşman kuşatmasını yarıp dışarı çıkmaya çalıştı. Düşmanı yararak bir kısım leventleriyle birlikte ırmağı geçti. Ancak, yirmi kadar levendi, düşman tarafında kalmıştı. Oruç Reis, kurtulma ümîdi olmadığını bile bile, leventlerini yalnız bırakmamak için tekrar düşmanları arasına daldı. Nehri geçmeye çalışırken leventlerinin çoğu hayatını kaybetti. Tek kollu Oruç Reis, yanındaki son levendin de öldüğünü gördükten sonra, aldığı mızrak yarası sonucu öldü. Oruç Reis'in ölümünü İspanya Kralı'na ispatlamak isteyen İspanyollar cesedin başını keserek almışlar ve bal dolu bir torba içerisine koyarak İspanya'ya götürmüşlerdir. Bunu yapmalarının nedeni, birçok kereler Oruç Reis'le çatışmaya giren İspanyolların, onu öldürdüklerini İspanyol Kralı'na bildirmelerine rağmen bunların hiçbirinin doğru çıkmamasıdır. Oruç Reis'in başı kesik bedenini alan leventler onu Cezayir'e getirdiler ve Cezayir'in ulusal evliyalarından olan Sidi Abdurrahman'ın Kasbah'da bulunan Sidi Abdurrahman Camii yanındaki türbesine gömdüler. Bugün Oruç Reis ve Sidi Abdurrahman'ın birlikte yattıkları Cezayir Kasbah'daki bu türbe, Arapça öğrenen çocuklar için mahalle okulu olarak kullanılmaktadır. Oruç Reis'in 1518’de hayatını kaybettiğinde, kırk sekiz yaşında olduğu tahmin edilmektedir. Sınır boylarında akıncıların yaptıkları, yıldırma ve fethe hazırlama faaliyetlerini denizde gerçekleştiren cesaret ve kahramanlık timsâli deniz kurtlarından biri olan Oruç Reis, katıldığı muharebede can ve mal endişesi duymazdı. Elde ettiği ganimetleri fakir ve kimsesizlere, leventlerine dağıtır, varını yoğunu cihâd ve gazâ için sarfederdi. Cömert, âlicenap, yardımsever, merhametli olan Oruç Reis, ciddî ve sertti. Bütün leventleri tarafından, bir baba gibi sevilirdi. Çok iyi bir muhârip, tehlikeli zamanlarda en iyi çareleri bulmakta zorluk çekmeyen bir komutandı. Türk Deniz Kuvvetlerinde Oruç Reis onuruna bazı deniz araçlarına ismi verilmiştir. Zhang Yimou Zhang Yimou (d. 14 Kasım 1951, Şensi), Çinli film yönetmenidir. Kültür Devrimi sırasında çiftçi, çoban ve dokuma işçisi olarak çalıştı. Ödüller kazandığı fotografçılık uğraşısının ardından 1978 yılında yeniden açılan Pekin Film Akademisine başladı. 1978 - 1982 yılları arasında sinema eğitimi gördükten sonra Zhang Junzhau tarafından yönetilen The One and The Eight, Chen Kaige tarafından yönetilen Yellow Earth ve The Pig Parade, Wu Tianming tarafından yönetilen The Old Well filmlerinin görüntü yönetmeni olarak çalıştı. İlk yönetmenlik çalışması 1988 yapımı Red Sorghum / Kızıl Mısır Tarlalarıdır. Bütün Filmleriyle uluslararası film festivallerinde ödüller kazanmıştır. Zaman zaman Çin resmi kaynaklarında yer almayan ticari ve düşük kaliteli filmler de çevirmiş olduğu bilinmektedir. Beşinci Kuşak olarak adlandırılan bir grubun temsilcisi olan yönetmen, ayrıca Pekin 2008 Olimpiyatları'nın açılış ve kapanış törenlerinin de tasarımcısıdır. Kızıl Darı Tarlaları Kızıl Darı Tarlaları (orijinal adı: Red Sorghum), yönetmenliğini Yimou Zhang'ın yaptığı bir filmdir. Mo Yan'ın aynı adlı romanından sinemaya uyarlanmıştır. 1920'li yıllarda Kuzeybatı Çin kırsalının sakin yaşamını hareketlendiren en önemli etken düğünler, hasat bayramları ve eşkiyalardır. Görünmeyen bir anlatıcı büyükanne ve büyükbabasının yaşamından kesitler anlatmaya başlar. Henüz on sekizinde iken bir şarap fabrikası sahibine satılan büyükanneyi düğün töreni için yeni evine götüren kortej bir haydutun saldırısına uğrar. Büyükanne bir kızıl mısır tarlasında haydutla baş başa kalınca, öykü şehvet düşkünlüğü ile biçimlenmiş bir dünyada yol almaya başlar. Şarap fabrikasının sahibi ortadan kaybolunca, büyükanne mutlu bir tecavüze uğradığı haydutla evlenir. Üretilen her şarap fıçısı onların mutluluklarını besler. Mutlu günler 1937 Japon istilasıyla sona erer. Fabrika işçileri Japonlarla savaşmaya karar verirler. Çatışmadan geriye, arkalarında kirli, bulanık bir güneşin asılı kalmış gibi durduğu büyükbaba ve baba kalır. Öykünün düğüm noktalarını
oluşturan olaylar daima kızıl mısır tarlalarında geçer. Yimou, Kızıl Mısır Tarlaları ile her anlamda, yerli ve yabancı sinema dünyasında, tecimsel alanda, eleştirel ve sanatsal platformda tam bir patlama yaratır. Film, 1988 Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülünü kazanarak Çin sinema tarihinde bir ilki gerçekleştirir. Hint-Avrupa dil ailesi Hint-Avrupa dil ailesi, dünyanın en büyük dil ailesidir. Yüzlerce dil ve lehçe içerir. Dünyada 2,5 milyarı aşkın kişinin anadili Hint-Avrupa Dil Ailesi'ne ait bir dildir. Avrupa'nın en büyük dilleri, Güney ve Batı Asya dilleri, Kuzey ve Güney Amerika ve Okyanusya'da en çok konuşulan diller Hint-Avrupa dilleridir. Dil bilimciler, Hint-Avrupa dillerinin Ana Hint-Avrupa dili denilen bir dilden geldiğini öne sürmektedirler. Bu dil aslında Avrasya’da bir yerlerde konuşulur ancak şimdi yeryüzünün her yerinde konuşulmaktadır. Günümüzde dünyada en çok konuşulan 20 dilden 12'si Hint-Avrupa dil grubuna aittir. Bunlar İngilizce, İspanyolca, Hintçe, Portekizce, Bengalce, Rusça, Almanca, Fransızca, Marati, İtalyanca, Pencapça ve Urduca'dır. Thomas Young 1813'te dil ailesinin Batı Avrupa'dan Kuzeydoğu Hindistan'a uzanan coğrafi büyüklüğü nedeniyle "Hint-Avrupa" terimini Hint + Avrupa'dan türetmiştir. Arnavutluk'ta ve Kosova'da konuşulur. Hint-Avrupa dillerinin en eski ve en erken soyu tükenmiş koludur. Litvanca, Letonca İngilizce dünyada 410 milyon kişi tarafından anadili olarak konuşulur ve 53 ülkede resmi dildir. Almanca (95 milyon kişi anadili olarak konuşulur), Felemenkçe (23 milyon kişi), Yidiş (3 milyon kişi), Afrikaans (16 milyon kişi) İskandinav diller olarak da bilinen bu diller toplam 22 milyon kişi tarafından konuşulur. İskandinav dilleri İsveççe, Danca, Norveççe, İzlandaca'dır. Ermenistan'da ve Rusya, ABD ve Fransa başta olmak üzere dünyada yaşayan Ermeni azınlıklar tarafından (yaklaşik 5 milyon kişi) konuşulur. İran ve çevresinde 90 milyondan fazla kişi tarafından konuşulur. Bu grup doğu ve batı İrani diller olmak üzere iki alt gruba ayrılır. Hintçe (333 milyon kişi), Urduca (104 milyon kişi), Sanskritçe, Pali dili, Romanca, Bengali, Pencapça, Nepali. Dünyada 600 milyon kişi tarafından konuşulur. Başlıca roman dilleri Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Portekizce, Rumence, Katalanca, Oksitanca, Korsikaca ve Arpitanca'dır Latince, Umbriyaca (), Oskan (), Faliskan (). Dünyada 1,5 milyon kişi tarafından konuşulur. Başlıca Kelt dilleri Bretonca, Galce, İrlandaca, İskoç dili, Kernevekçe, Manksça Dünyada 250 milyon kişi tarafından konuşulur. Rusça, Ukraynaca, Belarusça Çekçe, Slovakça, Lehçe Bulgarca, Makedonca, Slovence, Sırpça, Hırvatça, Boşnakça Yunanistan çevresinde 15 milyon kişi tarafından konuşulur. Ju Dou Ju Dou, yönetmenliğini Yimou Zhang'ın yaptığı, Çin yapımı bir filmdir. Varlığını bırakabileceği bir oğul sahibi olmak isteyen zengin ve yaşlı bir adam tarafından satın alınan genç bir kadının, Ju Dou’nun öyküsü. İktidarsızlığı nedeniyle genç kadını hamile bırakamayan yaşlı adam, hırsını genç kadını önceleri aşağılayarak, daha sonraları da döverek çıkarmaya kalkınca, genç kadın yaşlı adamın yeğeninin ilgisine ve ardından da aşkına sığınır. Filmde Gong Li ve Li Baotian’ın canlandırdığı karakterler arasındaki ilk dostluk bağı, Baotian’ın Li’yi gizlice gözetlediğini sandığı sahnede, Li’nin üstünü çıkartarak hem gözetleyeni hem de seyirciyi bir seks gösterisi yapacağı yanılgısına sürüklediği, ancak bu arzulanan süssüz striptizin yerine vücudundaki ezik ve çürükleri gösterdiği sahnede kurulur. Yaşlı adamın evde olmadığı ve yemek yedikleri bir sırada, Li arzusunu açık açık belli eder ve Baotian’a bir erkek olduğunu hatırlatarak, “Bu vücut senin” der, sevişirler. Bu, etik yargılamanın da başladığı sahne olması açısından anahtar özelliği taşır. Ju Dou’nun hamile kalmasıyla sorunların sonunun bir türlü gelmeyeceği günler başlar. Bebeğin doğumu ölümcül çatışmaların başlamasına neden olur ve bir süre sonra yaşlı adam gizemli bir biçimde ölür. Her şey düzene girmiş gibi gözükürken, beklenenin aksine film mutlu sonla bitmez. Çin kültürünün dul bir kadının yeniden evlenmesine izin vermeyen tutucu gelenekleri pusuda bekler. Aradan yıllar geçecek, Ju Dou’nun oğlu, annesinin sadakatsizliğine ilişkin dedikoduların etkisinde kalarak, annesinin sevgilisini, yani gerçek babasını öldürecektir. Çin sinemasına erotizm ve cinsel duyarlılığı taşıyan çağdaş filmlerin başında Ju Dou gelir. Kırmızı Fenerler Kırmızı Fenerler (özgün adı: Raise the Red Lantern), yönetmenliğini Yimou Zhang'ın yaptığı bir filmdir. Zhang Yimou, Chen Kaige ile birlikte Yeni Çin Sinemasının son dönemdeki en büyük çıkışı sağlayan iki yönetmeninden biridir. Film, 1991 yılında Vallodolid FF’nde en iyi görüntü ve Venedik Film Festivali’nde Gümüş Aslan ödüllerini kazanmıştır. Aynı zamanda da Oscar'a aday gösterilmiş ancak kazanamamıştır. Kapı aralıklarının giriş ve iç içe geçen avluların da yön bulma alanı olarak değerlendirildiği, insan ilişkilerinin de bu son derece kontrollü trafiğe uygun olarak gelişmek zorunda bırakıldığı simetrik bir labirent alır ve karakterlerin bakış açıları bu labirent içinde birbirine karışır. Kırmızı Fenerler’de, Gong Li’yi önceki filmlerine kıyasla çok daha merkeze kaydırır Yimou ve seyircisini Li’nin dünyasından uzak duramaz hale getirir. Onun filmin dramatik atmosferinin gelgitlerini belirleyen yüz ifadesinden kaçamazsınız. Kaprisli bir soylunun dördüncü eşi olmak zorunda kalan genç bir kadının öyküsü üstüne kurulu olan film, Li’nin yakın plan yüzüyle açılır ve öykünün genç kadını kendisini ve içinde bulunduğu durumu ağlamaklı ve acıklı bir görünümle kameraya anlatır. Filmin isminde belirtilen kırmızı renginin sossyalizmi, içeriğinin ise Çin toplumsal eleştirisi olarak algılanması sebebi ile ülkesinde gösterime girmesi yasaklanmıştır. GPS GPS ("Global Positioning System"; Küresel Konumlama Sistemi), Dünya üzerinde herhangi engelsiz bir görüş hattında, dört veya daha fazla uydusu ile her türlü hava koşulunda yer ve zaman bilgileri sağlayan uzay tabanlı uydu navigasyon sistemidir. Düzenli olarak kodlanmış bilgi yollayan bir uydu ağıdır ve uydularla arasındaki mesafeyi ölçerek Dünya üzerindeki kesin yeri tespit etmeyi mümkün kılar. Küresel ölçekte çalışır bu tür sistemlerin öncülüdür. Bu sistem, Amerika Birleşik Devletleri Savunma Bakanlığı'na ait, yörüngelerinde sürekli olarak ilerleyen uydulardan oluşur. Savunma Bakanlığı tarafından desteklenen sistem, bir GPS alıcısı ile kullanılacak şekilde herkes tarafından erişilebilirdir. Uydular bir tür radyo sinyali yayarlar ve yeryüzündeki GPS alıcıları bu sinyalleri alıp yorumlayarak konum belirlenmesini gerçekleştirir. GPS projesi, öncelindeki navigasyon sistemlerinin kısıtlı işlevselliklerini aşabilmek amacıyla 1960'lardan gelen bir dizi gizli mühendislik çalışması da dahil olmak üzere ilk denemelerde ortaya çıkan birkaç görüşün de bütünleştirilmesi ile, 1973 yılında geliştirilmişti. GPS, ABD Savunma Bakanlığı (DoD) tarafından esas olarak 24 uydu ile çalışacak şekilde tasarlanıp yapılmış ve devreye alınmıştı. 1994 yılında tam olarak işler hale gelmiştir. Sistem, Bradford Parkinson, Roger L. Easton ve Ivan A. Getting'in icatları ile güçlendirildi. GPS sistemi, var olan sistem üzerinde teknoloji ilerlemeleriyle ve yeni taleplerle artık yenileştirilme ve Yeni Nesil Operasyonel Kontrol Sistemi (OCX) destekli, gelişmiş GPS III uydularının hayata geçirilmesi çabalarına yol açmıştır. Beyaz Saray ve Başkan Yardımcısı Al Gore 1998 yılında duyurular ile bu değişimi başlattı. 2000 yılından beri, GPS III yenileştirilmeleriyle ilgili kararlarda ABD Kongresi yetkilidir. Ek olarak diğer sistemlerin kullanımında GPS geliştirilme aşamasındadır. Rus navigasyon sistemi GLONASS, GPS ile birlikte çağıldaşı olarak geliştirilmektedir; ama O, 2000'li yılların ortalarına kadar dünyayı tam olarak kapsamadan çalışmıştır. GPS'in yanı sıra AB tarafından geliştirilen Galileo, Çin tarafından geliştirilen Compass ve Hindistan tarafından geliştirilen IRNSS adlı konumlandırma sistemleri de vardır. GPS sistemi ilk askeri gereksinimler için tasarlanmıştı. Tasarımı kısmen 1940'lı yılların başlarında geliştirilen, İkinci Dünya Savaşı sırasında kullanılan ve daha sonra da uzun süre kullanılmış o dönem için bir çözüm olan LORAN (LORAN - "Long Range Navigation") ve Decca Gezgini gibi benzer yer tabanlı radyo-seyir sistemlerine dayanmaktadır. GPS'in ilk kullanımı İkinci Dünya Savaşı'nın hemen sonrasına dayanır. Sistem, sinyal alıcıları ile yön bulmakta, askeri planlarda ve konum hesaplamalarında ve güdümlü roketlerin kontrolünde kullanılmak üzere tasarlanmıştı. GPS sistemi, ancak 1980'lerde sivil kullanıma açılmıştır. 1956 yılında, Alman-Amerikan fizikçi Friedwardt Winterberg yapay uydular içinde yörüngeye yerleştirilen hassas atom saatleri kullanılarak genel görelilik denemesi (güçlü bir yerçekimi alanındaki yavaşlayan süre için) önerdi. Genel görelilik kullanılmaksızın, yörüngede günde 38 mikrosaniye daha hızlı bir şekilde süre düzeltmesi çalıştırmak için GPS brüt arızalanmasına yol açardı. Sovyetler Birliği 1957 yılında ilk insan yapımı peyk olan Sputnik'i fırlattı; bu, GPS için ilave bir esin kaynağı oldu. İki Amerikan fizikçi, William Guier ve George Weiffenbach, Johns Hopkins'in Uygulamalı Fizik Laboratuvarı'nda (APL), Sputnik'in radyo sinyali iletimlerinin izlenmesine karar verdi. Doppler etkisi nedeniyle peykin, yörünge boyunca nerede olunduğunun bilgisini içindeki saatleri ile kesin olarak verebileceğini fark etti. APL Müdürü onlara gereken yoğun hesaplamaları yapmak için kendi UNIVAC bilgisayarına verileri giriş iznini verdi. Bir sonraki bahar, Frank McClure, APL müdür yardımcısı, Guier ve Weiffenbach'a, verilen ters problemi araştırmak için bu uydunun kullanıcının yerini saptamasını sordu. Bu, (denizaltıdan-fırlatılan Polaris füzesini geliştiren Donanma'nın, denizaltı konumunu bilebilmesi için gerekliydi.) onların ve APL'nin Transit sistemini geliştirmesine yol açtı. 1959 yılında, ARPA'da (adı 1972 yılında DARPA olarak deği
ştirildi) Transit sisteminin geliştiriminde rol aldı. Amerika Birleşik Devletleri Deniz Kuvvetleri tarafından kullanılan ilk uydu navigasyon sistemi, Transit, 1960 yılında başarıyla test edildi. Yaklaşık saatte bir seyir düzeltmesi sağlayabilir bir uydu takımında ("satellite constellation") beş uydu kullanıldı. 1967 yılında, ABD Deniz Kuvvetleri, GPS sisteminde gerekli bir teknoloji olarak uzay şartlarında, yüksek doğruluklu saat ölçümü için Timation uydusunu geliştirerek yeteneğini kanıtladı. 1970'lerde, yer tabanlı Omega Navigasyon Sistemi, faz karşılaştırmasına dayanarak istasyon çiftlerinden sinyalin aktarımı ile dünya çapında ilk telsiz konumlandırma sistemi olmuştur. Bu sistemlerin sınırlandırılmaları daha fazla doğruluk ile daha evrensel bir navigasyon çözümüne ihtiyacı sürdürdü. Geliştirilme eylemlerinin hemen hemen hiçbiri uydu takımının milyarlarca dolara mal olacak araştırmalarda, askeri ve sivil işkollarındaki doğru konumlandırma için kapsamlı ihtiyaçların temininde bir gerekçe olarak görülmedi. ABD Kongresi'nin bu harcamaları, Soğuk Savaşın silahlanma yarışı sırasında, ABD'nin varlığına nükleer bir tehdit görünümü gibi haklı bir ihtiyaca yönelik olarak yaptığı düşüncesini oluşturdu. Bu nedenle caydırıcı etkisi görülerek gizlice GPS finanse edildi. Ayrıca bu, o dönemdeki aşırı dereceli gizlilik nedeniylede dir. Nükleer üçlüsü, ABD Hava Kuvvetleri'nin stratejik bombardıman uçakları ile birlikte kıtalararası balistik füzeler (ICBM) ve ABD Donanması'na ait denizaltıdan fırlatılan balistik füzelerden (SLBM) oluşuyordu. Nükleer caydırıcılık duruşu için hayati önem arz eden, SLBM fırlatma konumunun doğru belirlenmesi bir kuvvet çarpanı olmuştur. ABD'nin balistik füze taşıyan denizaltı konumlarının hassas biçimde hesaplanması için yüksek doğruluklu konum belirleme gereksinimi doğdu. Nükleer üçlüden ikisi için ABD Hava Kuvvetleri'nin, aynı zamanda daha doğru ve güvenilir bir navigasyon sistemine gereksinimi vardı. Paralelinde Deniz ve Hava Kuvvetleri'nde, temelde aynı tür sorunların çözümü için ne yapılabileceği ile ilgili, kendi teknolojileri geliştirilmekte idi. ICBM'lerin beka kabiliyetlerini arttırmak için, taşınabilir fırlatma platformları kullanmak gibi (Rus SS-24 ve SS-25 sistemlerindeki gibi) öneriler vardı ve bu yüzden SLBM durumundaki gibi benzer fırlatma konumunu düzeltme ihtiyaçları oluştu. 1960 yılında, Hava Kuvvetleri aslında 3 boyutlu konum hesaplamaya imkan veren bir LORAN olan MOSAIC (MObile System for Accurate ICBM Control) adlı bir radyo-navigasyon sistemi önerdi. Takiben Proje-57 üzerinde çalışmalar başladı; 1963 yılında bu sistem denendi ve bu çalışmadan sonra GPS kavramı doğdu. Devamında aynı yıl GPS'te şimdi gördüğünüz özelliklerin birçoğunun ilk tasarılarını barındıran Proje 621B çalışmalarına yönelindi; hem ICBM'ler hem de Hava Kuvvetleri bombardıman uçaklarına gereken hassas konum hesaplamaları için çözümler üretilmeye başlandı. Deniz Kuvvetleri Transit sisteminin güncellemeleri Hava Kuvvetleri operasyonlarının yüksek hızları için çok yavaş kalmaktaydı. Deniz Araştırma Laboratuvarı'nın kendi sisteminin geliştirmeleri devam ederken, ilk kez 1967 yılında ve üçüncüsü 1974 yılında fırlatılmak üzere, içinde atom saati bulunan uzaydaki ilk araç olan Timation (Time Navigation) uydusu yörüngeye oturtuldu. GPS, ABD ordusunun bir diğer önemli, farklı bir dalı haline geliyordu. 1964 yılında, ABD ordusunun, jeodezi ölçümlerinde kullanılacak SECOR (Sequential Collation of Range) jeodezi yer uydusu yörüngede ilk turuna çıktı. Henüz belirlenmeyen bir konumunda iken karada üslenen dördüncü bir istasyondan, tam olarak konumu düzeltmek için daha sonra bu sinyalleri kullanabilirdi. Son SECOR uydusu ("SECOR 13") 1969 yılında fırlatıldı. Onyıllar sonra ilk yıllarında GPS, sivil yer araştırması için yeni teknolojilerinden sürekli olarak yararlanılabilen ilk sahalardan biri haline geldi. Çünkü sivil yer araştırması bilirkişilerine ("surveyors") yarayan GPS uydu takımıdan gelen daha eksiksiz sinyaller, yıllar önce operasyonel ilan edilmişti. GPS sisteminin, yer tabanlı vericileri yörüngeye taşınan, SECOR sisteminin evrim geçirmiş bir türü olduğu düşünülebilir. 1960'larda, paralelindeki gelişmelerle; Transit, Timation, 621B kodlu proje ve SECOR gibi bir dizi çoklu hizmet programından en iyi teknolojileri sentezleyerek üstün bir sistem geliştirilebileceği anlaşıldı. 1973 yılında hafta sonu, İşçi Bayramı boyunca, Pentagon'daki yaklaşık 12 askeri yetkili tarafından Savunma Navigasyon Uydu Sistemi (DNSS) konusunu işleyen bir dizi toplantı kararı alındı. Bu toplantıda, "GPS sisteminin oluşturulması yolunda gerçek bir sentez" yapılmıştır. Daha sonra O yıl, DNSS programı, "Navstar" veya "Navigation System Using Timing and Ranging" ("Zamanlama Kullanımı ve Menzilleme Navigasyon Sistemi") adını almıştır. Navstar ile ilişkili olan özgün uyduların adı (önceki Transit ve Timation adlandırmaları gibi), Navstar uydu takımını tanımlamak için daha kapsamlı bir tam ad olarak "Navstar-GPS" şeklinde ve daha sonra da sadece kısaltılmış biçimde "GPS" olarak söylenegelmiştir. Kore Hava Yolları'na ait 007 uçuş numararalı, 269 kişi taşıyan bir Boeing 747, Sovyetler Birliği'nin yasak hava sahası içine sapması sonrasında Sahalin ve Moneron Adaları dolaylarında 1983 yılında düşürülmüştü. ABD Başkanı Reagan, yeterli derecede geliştirilmiş olan, GPS sisteminin sivilde, serbest bir şekilde kullanılabilir olması için bir yönerge yayınlattı. İlk uydu 1989 yılında fırlatıldı ve 24. uydu 1994 yılında fırlatıldı. Roger L. Easton GPS birincil mucidi olarak yaygın bir şekilde yansıtılır. Başlangıçta en yüksek kalitede sinyal, askeri kullanım için ayrılmıştı ve sivil kullanıma hazır olacak olan sinyal bilerek bozulmuş oldu ("Selective Availability"). Bu, seçici durumun kapatılabilir olması için 100 metreden (330 ft) 20 metreye (66 ft) sivil GPS sinyallerinin hassas iyileştirilmesi, Başkan Bill Clinton'ın siparişi ile 1 Mayıs 2000'de gece yarısı değişti. 2000 yılında seçici durumu kapatmak için 1996 yılında imzalanan talimat ABD Savunma Bakanı William Perry tarafından önerilmişti; çünkü diferansiyel GPS hizmetlerinin yaygın büyümesi için sivil doğruluğunu geliştirmek ve ABD askeri kazanımlarını ortadan kaldırmak gerekmekteydi. Dahası ABD ordusunun etkin bölgesel düzeyde muhtemel düşmanları için GPS hizmetini kullanımı bırakmayı destekleyebilecek teknolojileri gelişiyordu. 2000'li yıllarda ABD, GPS hizmetinde sivil kullanım için yeni sinyaller ve tüm kullanıcılar için artan doğruluk ve bütünlük de dahil olmak üzere, mevcut GPS donanımları ile tamamının uyumluluğunu korurken, çeşitli iyileştirmeleri uygulamaya geçirmiştir. Sistemin yenileştirmeleri şimdi, artan askeri, sivil ve ticari ihtiyaçları karşılamak, dolayısıyla yeni yetenekleri ile Küresel Konumlama Sistemini yükseltmek için devam eden bir girişim haline gelmiştir. Program GPS Blok III ve Yeni Nesil Operasyonel Kontrol Sistemi (OCX) dahil olmak üzere uydu satın almalar gibi bir dizi girişim şekliyle uygulanmaktadır. ABD Hükümeti GPS sisteminin verimini ve doğruluğunu arttırmak için uzay ve yer bölümlerini geliştirmeye devam etmektedir. GPS, ABD Hükümeti'nin sahip olduğu ve işlettiği ulusal bir kaynaktır. Savunma Bakanlığı (DoD) GPS resmi temsilcisi olmaktadır. Kurumlararası GPS İcra Kurulu ("IGEB - Interagency GPS Executive Board") 1996 ile 2004 yılları arası GPS politikalarını yönetti. Daha sonra 2004 yılında bu Uzay-Tabanlı Konumlandırma, Seyir ve Zamanlama Ulusal Yürütme Kurulu ("Navigation and Timing Executive Committee"), GPS ve ilişkin sistemler ile ilgili konularda federal daireler ve kurumlara danışmanlık hizmeti vermek ve onları yönlendirmek için yönerge ile kurulmuştur. İcra kuruluna savunma ve ulaşım vekil sekreterleri ortaklaşa başkanlık etmektedir. Üyeleri eşdeğer düzeyde, devlet ve ticaret bakanlıklarından yetkililer ve ülke güvenliği kadrolarının ortak şefleri ve NASA'dan dır. İcra kurulunun bileşenleri, yürütme ofisinin gözlemcileri ve irtibatlı olarak katılan FCC (Federal İletişim Kurulu) başkanıdır. Savunma Bakanlığı (DoD), "Standart Konumlama Servisi"ni korumak için yasa gereği (federal radyoseyrüsefer planı ve standart konumlama hizmeti sinyal şartnamesinde tanımlandığı gibi) var olacaktır. GPS sisteminin dünya çapında sürekli geçerli halde olması; "ve" onu haksız yere bozan ya da sekteye uğratıcı sivil bir kullanım olmadan, onun güçlendirilmesine dair düşmanca kullanımları ortadan kaldırmak için önlemler geliştirecektir. Bir GPS alıcısı Dünyanın yükseklerinden GPS uyduları tarafından gönderilen hassas zamanlama sinyalleri ile konumunu hesaplar. Her uydu sürekli GPS sinyali iletileri iletir ve: Alıcı her mesajın geçiş süresini belirlemek için aldığı iletileri kullanır ve ışık hızını kullanarak her uyduya olan mesafeyi hesaplar. Bu uzaklıkları ve uydusunun konumlarını her bir kürede tanımlar. Bu uzaklıklar ve uydusunun konumları konumlama denklemleri kullanılarak alıcının konumunu hesaplamak için kullanılır. Bu konum sonra belki hareketli bir harita ekranında veya enlem ve boylam ile gösterilir; yükseklik verisi ya da yükseklik bilgisi jeoidin (örneğin EGM96) yukarıdaki yüksekliğine göre dâhil edilebilir. Temel GPS ölçümleri sadece bir konumun ne hız ne de yönünü verir. Ancak, çoğu GPS cihazıyla otomatik olarak iki veya daha fazla konumun ölçümleriyle konumun hızını ve hareket yönünü elde edebilirsiniz. Bu ilkenin sakıncası, hız veya yön değişikliğinin yalnızca bir gecikmeyle hesaplanarak elde edilebilmesidir, ve elde edilen yön uzaklığı ise iki konumun ölçümleri arasında seyahat ederken hatalı olmasıdır, altında veya yakınındaki konumun ölçümü rastgele hataya düşer. GPS cihazıyla doğru hızını hesaplamak için sinyallerin doppler kayması ölçümlerini kullanabilirsiniz. Daha gelişmiş konumlandırma dizgeleri GPS'i tamamlayacak bir pusula ya da ataletsel konumlandırma sistemi gibi ek algılayıcılarda kullanır. Temel bir GPS sinyal alımı işleminde, dört veya daha fazla uydu doğru bir sonuç elde etmek için görünür olmalıdır. Gezinme denklemlerin çözümü böy
lece daha doğru ve muhtemelen elverişsiz alıcı esaslı saat için ihtiyacı ortadan kaldırarak, alıcının yerleşik saat ve gerçek zaman günü tarafından tutulan saat arasındaki farkı ile birlikte alıcının konumu belirtir. Bu zaman aktarımı trafik sinyal zamanlaması, ve cep telefonu baz istasyonları senkronizasyonu gibi GPS uygulamaları için bu ucuz ve son derece hassas zamanlamadan yararlanabilir. Dört uydu normal çalışması için gerekli olmakla birlikte, daha azıda özel durumlarda geçerli olabilir. Bir değişkeni zaten biliniyorsa, bir alıcı ile sadece üç uydu kullanılarak konum belirlenebilir. Örneğin, bir gemi veya uçak yüksekliği bilinenlerden olabilir. Bazı GPS alıcıları bilinen son rakımın yeniden kullanılması gibi ilâve ipuçları ya da parekete hesabı, ataletsel konumlama, veya dâhili olarak ilâve ipuçları ya da varsayımlarını kullanabilir. Geçerli GPS üç ana parçadan oluşur. Bunlar, uzay bölümü (SS - space segment), kontrol bölümü (CS - control segment) ve bir kullanıcı bölümüdür (US - user segment). ABD Hava Kuvvetleri, uzay ve kontrol bölümlerini çalıştırır, geliştirir ve korur. GPS uyduları uzayda gönderilen sinyallerin yayını gerçekleştirir ve her GPS alıcısı kendi üç boyutlu konumunu (enlem, boylam ve yükseklik) ve anlık zamanı hesaplamak için bu sinyalleri kullanır. Uzay bölümü orta Dünya yörüngesinde 24 ile 32 uydudan oluşan ve aynı zamanda yörüngeye bunları başlatmak için gerekli arttırıcı yükü ile adaptörleri içerir. Kontrol bölümü bir ana yönleme istasyonu, başka bir ana yönleme istasyonuna ve adanmış ve ortak zemin antenleri ve görüntüleme istasyonlarının bir dizisinden oluşur. Kullanıcı kesimi ise Standart Konumlama Hizmeti sivil, ticari ve bilimsel kullanıcılar (GPS cihazlarına bakınız) ABD'nin yüz binlerce güvenli GPS Hassas Konumlandırma Hizmetini alan müttefik askeri kullanıcıları ve sivil milyonlarca kullanıcısından oluşur. Uzay bölümü, en az 24 uydudan (18 aktif 6 yedek) oluşur ve sistemin merkezidir. Uydular, "Yüksek Yörünge" adı verilen ve dünya yüzeyinin 20.000 km üzerindeki yörüngede bulunurlar. Bu kadar fazla yükseklikte bulunan uydular oldukça geniş bir görüş alanına sahiptirler ve dünya üzerindeki bir GPS alıcısının her zaman iki boyutlu belirleme için en az 3, üç boyutlu belirleme için en az 4 adet uyduyu görebileceği şekilde yerleştirilmişlerdir. Uydular saatte 7.000 mil hızla hareket ederler ve 12 saatte, dünya çevresinde bir tur atarlar. Güneş enerjisi ile çalışırlar ve en az 10 yıl kullanılmak üzere tasarlanmışlardır. Ayrıca güneş enerjisi kesintilerine karşı (güneş tutulması vs.) yedek bataryaları ve yörünge düzeltmeleri için de küçük ateşleyici roketleri vardır. GPS projesi ilk uydunun 1978'de ateşlenmesiyle başlamıştır. 24 uyduluk ağ 1994'de tamamlanmıştır. Projenin devamlılığı ve geliştirilmesi ile ilgili bütçe ABD Savunma Bakanlığı'na aittir. Uyduların her biri, iki değişik frekansta ve düşük güçlü radyo sinyalleri yayınlamaktadır. (L1, L2) Sivil GPS alıcıları L1 (UHF bandında 1575,42 MHz) ve L2 (1227,60 Mhz) frekanslarını dinlemektedirler. Birden fazla sinyalin kullanılması hem iyonesferden dolayı gerçekleşen kırılmayı engellemek hem de sinyal bozma durumlarına karşı güvenlik olarak uygulanmaktadır. ABD Savunma bölümü alıcıları Military (M-code) (5.115 MHz.) frekansını dinlemektedirler. Bu sinyaller "Görüş Hattında" "Line of Sight" ilerler. Yani bulutlardan, camdan ve plastikten geçebilir ancak duvar ve dağ gibi katı cisimlerden geçemez. GPS sinyalleri binalardan yansıdığı için şehir içlerinde araziye oranla hassasiyeti azalır. Yeraltına kazılan tünellerde ise sinyal elde edilemez. Hatalı sinyallerin elde edilebileceği ya da hiç sinyal elde edilemeyen bölgelerde kullanılmak üzere geliştirilen Diferansiyel GPS'ler tarafından bu hatalar en aza indirilerek daha hassas bir yer ölçümü yapılabilir. Daha rahat anlaşılması için, bildiğimiz radyo istasyonu sinyalleri ile L1 frekansını kıyaslamak istersek; FM radyo istasyonları 88 ile 108 Mhz arasında yayın yaparlar, L1 ise 1575,42 Mhz'i kullanır. Ayrıca GPS'in uydu sinyalleri çok düşük güçtedirler. FM radyo sinyalleri 100.000 watt gücünde iken L1 sinyali 20-50 watt arasındadır. Bu yüzden GPS uydularından temiz sinyal alabilmek için açık bir görüş alanı gereklidir. GPS uyduları tarafından gönderilen elektromanyetik dalgalar atmosferden geçerken bükülmeye uğrarlar. L1 ve L2 bantları farklı dalga boylarına sahip olduğundan farklı oranda bükülmeye uğradığından aradaki farklılık hesaplanarak atmosferik bozulma engellenerek çok daha hassas bir yer bilgisi hesaplanabilir. Sadece L1 bandı kullanılarak (diferansiyel GPS ile dahi) 98 m. hassasiyet elde edilebilirken, L1 ve L2 bantlarının ortak kullanımı ile 1 m.'nin altında hassasiyete ulaşmak mümkün olmaktadır. Her uydu yerdeki alıcının sinyalleri tanımlamasını sağlayan iki adet özel "pseudo-random" (şifrelenmiş rastgele kod) kodu yayınlar. Bunlar Korumalı (Protected P code) kod ve "Coarse/Acquisition" (C/A code) kodudur. P kodu karıştırılarak sivil izinsiz kullanımı engellenir, bu olaya Anti-Spoofing adı verilir. P koduna verilen başka bir isimde "P (Y)" ya da sadece "Y" kodudur. Bu sinyallerin ana amacı yerdeki alıcının, sinyalin geliş süresini ölçerek, uyduya olan mesafesini hesaplamayı mümkün kılmasıdır. Uyduya olan mesafe, sinyalin geliş süresi ile hızının çarpımına eşittir. Sinyallerin kabul edilen hızı ışık hızı dır. Gelen bu sinyal, uydunun yörünge bilgileri ve saat bilgisi, genel sistem durum bilgisi ve iyonosferik gecikme bilgisini içerir. Uydu sinyalleri çok güvenilir atom saatleri kullanılarak zamanlanır. Adından da anlaşılacağı gibi, Kontrol Bölümü, GPS uydularını sürekli izleyerek, doğru yörünge ve zaman bilgilerini sağlar. Dünya üzerinde 5 adet kontrol istasyonu bulunmaktadır (Hawaii, Kwajalein, Colorado Springs (ana merkez), Ascension adası ve Diego Garcia). Bunlardan dördü insansız, biri insanlı ana kontrol merkezidir. İnsansız kontrol merkezleri, topladıkları bilgileri ana merkeze yollarlar. Ana merkezde bu bilgiler değerlendirilerek gerekli düzeltmeler uydulara bildirilir. Kullanıcı bölümü yerdeki alıcılardır. Çeşitli amaçlarla GPS kullanarak yerini belirlemek isteyen herhangi bir kişi, sistemin kullanıcı bölümüne dahil olur. Bu bölüm kullanıcılara sunulan uygulamaya ait donanım ve hesaplama tekniklerinin geniş bir aralığını tanımlar. Gerek askeri gerekse sivil kullanıcılar için teknolojinin gelişmesi ile beraber büyük bir ilerleme göstermiştir. Genel olarak her türlü amaç için farklı duyarlıkları olan uygun donanımlı GPS alıcıları (receiver) bu bölümü oluşturur. Bir GPS alıcısı; algılayıcı (sensor), kontrol ünitesi, alıcı anteni ve güç kaynağından oluşur. Ölçü sırasında elde edilir. Jeodezik amaçla GPS ölçülerinde kullanılan iki çeşit alıcı vardır. Aslında askeri bir proje iken, GPS'nin, önemli askeri ve sivil uygulamaları vardır, yani bir çift kullanımlı teknoloji olarak kabul edilir. GPS ticaret, bilimsel kullanım, izleme ve gözetim için yaygın olarak dağıtılan ve kullanışlı olan bir araç haline gelmiştir. GPS doğru bir zaman kesinliğinde iyi eşitlenmede el-dışı anahtarlama vererek bankacılık, cep telefonu işlemleri ve enerji ağları hatta kontrolü gibi günlük etkinlikleri kolaylaştırır. Mutlak konum, bağıl hareket ve zaman aktarımı için: birçok sivil uygulamanın birini veya GPS üç temel bileşenini daha kullanır. Ayrıca gezegen bulunmasında kullanılırken, örneğin, gözlemevleri uzmanları küçük teleskoplar kullanırken amatör astronomide yardımcı olarak GPS kullanmaktadır. ABD Hükümeti, bazı sivil alıcıları ihracatını kontrol eder. Örneğin insansız hava araçları gibi bir kullanım için değiştirilmiş (18 kilometre (11 mil) yükseklikte ve 515 saniye (1,001 kn) ortalama metre) veya tasarlanan yukarıdaki işleyen yeteneğine sahip tüm GPS alıcıları, balistik veya seyir füze sistemleri Dışişleri Bakanlığı ihracat lisanslarına bağlı olduğu için mühimmat (silah) olarak sınıflandırılır. Bir kural olarak yalnızca L1 frekansı ve C / A (Kaba/Edinim) kodu almak tamamen sivil birimler için geçerlidir. Bu sınırların üzerinde devre dışı bırakma işlemi cephane olarak sınıflandırmadan dolayı alıcıyı muaf tutar. Satıcı yorumlanması farklıdır. Bu kural hedef yükseklikte ve hızda çalışması anlamına gelir ancak bazı alıcılar çalışmaya devam eder. Bu düzenli olarak 30 kilometreye ulaşması, bazı amatör radyo balon duyurularıyla beraber sorunlara sebep olmuştur. Bu sınırlar, yalnızca ABD ihraç birimlerine uygulamaktadır, açıkça ITAR-özgür olarak satılan diğer ülkeler tarafından sağlanan GPS birimleri de dahil olmak üzere çeşitli bileşenlerin, büyüyen bir ticareti vardır. GPS seyir füzelerinde (kıtalar arası füzelerde) ve hassas güdümlü füzelerde kullanılmaktadır. Balistik füzelere de de fırlatma pozisyonunun daha doğru olarak hesaplanması için kullanılmaktadır. Ayrıca Amerikan Nükleer Patlama Gözlemleme Sisteminin büyük bir parçası olarak GPS uyduları nükleer patlama dedektörleri içerir. Türk Silahlı Kuvvetleri de izlediği savunma politikasına paralel olarak birçok alanda GPS uygulamalarından yararlanmaktadır. Örnek olarak komando birlikleri intikal, travers, arazide yön bulma gibi birçok alanda GPS kullanmaktadır. GPS uyduları tarafından iletilen seyir sinyalleri, içsel saatlerin durumu, ağ sağlığı ve uydu pozisyonları da dahil olmak üzere çeşitli bilgileri kodlamaktadır. Bu sinyaller, ağdaki tüm uydular için ortak olan iki ayrı taşıyıcı frekans üzerinden aktarılır. İki farklı kodlama kullanılır: düşük çözünürlüklü navigasyon sağlayan bir kamu kodlaması ve ABD ordusu tarafından kullanılan bir şifreli kodlama. Her bir GPS uydusu sürekli olarak saniyede 50 bitlik (bit hızı bakınız) bir oranda, L1, C / A ve L2, S / Y frekanslarında bir seyir mesajını yayınlar. Her tamamlama mesajını tamamlamak için 750 saniye (12 1/2 dakika) sürer. İleti yapısı, 1500-bit uzunluğundaki çerçevenin temel biçiminde, her alt çerçeve, 300 bit uzunluğunda (6 saniye) olmak üzere beş alt çerçeveden oluşur. Tam bir veri iletisi 25 tam çerçevenin iletimini gerektirdiğinden, böylece alt çerçeveler 4 ve
5, 25 kez alt komütasyonlu olur. Her alt çerçeve, her biri 30 bit uzunluğunda on kelimeden oluşur. Bu nedenle, bir alt-kat olarak 300 bitlik bir çerçeve içinde 5 alt-çerçeve, bir mesajı 25 kare, her bir mesajı 37500 bit uzunluğundadır. 50 bit / saniyelik bir iletim oranında bütün almanak mesajını (GPS) iletmek 750 saniye sürer. Her 30 saniyelik çerçeve dakikasında veya her uydunun üzerinde atom saati ile gösterilen şekilde yarım dakika üzerinde tam olarak başlar. Her çerçevenin ilk alt çerçevesi hafta numarasını ve hafta içinde zamanın, yanı sıra uydu sağlığı ile ilgili verileri kodlar. Uydu için hassas yörünge - ikinci ve üçüncü alt çerçeveler ephemerisi içerirler. Dördüncü ve beşinci alt çerçeveler kaba yörünge ve Almanak bileşenini yani uydu ağı özetini ve hata düzeltimini içerirler. Bu durumda, alıcı, 18-30 saniye boyunca çözüm içinde her bir uydudan gelen mesajı demodüle ederek gereken bu iletilen mesajını doğru olan bir uydu konumunu elde etmek için kullanır. Tüm iletilen almanakları toplamak amacıyla alıcının 732-750 saniye veya 12 1/2 dakika mesajı demodüle etmesi gerekmektedir. Tüm uydular aynı frekanslarda yayın yaparlar. Sinyaller bireysel uydulardan gelen mesajları, her uydunun (alıcı farkında olması gerektiğini) benzersiz kodlamalara dayalı birbirinden ayırt edilmesi için kod bölmeli çoklu erişim (CDMA) kullanılarak kodlanmıştır. CDMA kodlamalarının iki farklı türleri kullanılır: genel kamu tarafından erişilebilir olan, kaba / edinim (C / A) kodu, ve sadece ABD askeriyesince erişebilir hassas (P (E)) kodu. Efemeris her 2 saatte bir güncellenir ve nominal olmayan koşullarda güncellemeleri her 6 saatte bir veya daha uzun süre için hükümleri ile, genel olarak 4 saat için geçerlidir. Almanak genellikle her 24 saatte bir güncellenmektedir. Birkaç hafta için ek veriler veri yükleme gecikme iletim güncellemeleri halinde yüklenir. 1,57542 GHz (L1 sinyali) ve 1,2276 GHz (L2 sinyali) aynı iki frekansta tüm uydular yayın yapar. Uydu ağı, düşük bit hızı mesaj verilerinin her bir uydu için farklı bir yüksek oranlı sözde rastgele (PRN) dizisi ile kodlanan bir CDMA yayılma spektrumlu tekniğini kullanır. Her uydu gerçek ileti verilerini yeniden alıcı için PRN kodlarının farkında olmalıdır. P kodu, ABD askeri kullanımı için, saniyede 10.230.000 çip ile iletilir ise C / A kodu, sivil kullanım için, saniyede 1.023.000 çip veriyle iletilir. Uydudan asıl dahili referans göreli etkilerini telafi etmek üzere 10,22999999543 MHz yeryüzündeki bu gözlemciler yörüngede vericiler açısından farklı bir zaman referansı algılarlar. L2 taşıyıcısı sadece P kodu tarafından modüle edilir ise, L1 taşıyıcısı, C / A ve P kodları ile modüle edilir. Qiu Ju’nun Öyküsü Qiu Ju'nun Öyküsü (), 1992 Çin komedi-dram filmi. Film Zhang Yimou tarafından yönetildi ve filmlerinin çoğunda olduğu gibi Gong Li başroldedir. Senaryo, Chen Yuanbin'in novellası "Wan Ailesinin Davası"'nın bir uyarlamasıdır. Eşi ile köyün reisi arasında geçimsizlik nedeniyle doğan kavga sonrasında, kırılan gururunu onarmak için mahkemeye başvurarak eşinin haklılığını kanıtlamayı kendine uğraş edinen bir kadının öyküsü aracılığıyla Çin insanının sadeliği ve direngenliği bir arada bulunduran karakteri yansıtılmaya çalışılır. Qiu Ju’nun Öyküsü, bölge insanının yaşamından kesitlere yer vermesi, yerel dialekt, vücut dili ve giysilerin kullanımı ve kameranın günlük gerçeğin doğal akışını yakalamasıyla realist estetiğin en iyi örneklerinden biridir. Zamanın başıboş anları, kendi halindeki kalabalığın gürültüsü ve ağaçların, sokakların ve evlerin varlığı Yimou sinemasında kimlik kazanır ve bir başkalaşımın altını çizer. Gizlenmiş bir kameranın işin içine girmesiyle serbest bir bakış açısı yakalanır. Gong Li’yi sürekli göz önünde bulundurmasıyla tanınan Yimou’nun kamerası bu kez onu tanımaya, bilinmedik yönlerini keşfetmeye çalışan soğuk, uzak bir kameradır. Yönetmen elden geldiğince kurgudan uzak durmak için uzun kaydırmalara yönelir. Dili ve stili açısından önceki Yimou filmlerinden farklıdır. Ancak yine de yönetmenin genel yaratı konsepti içinde yer alır. Önceki filmlerinde daha soyut ve daha sembolik bir anlatı dili vardır ve dramatik tansiyon daha güçlüdür. Dönemleri günümüzden oldukça uzaktır. Film öyküsüyle günümüz yaşamını birbirine bağlayacak ortak noktalar açısından zayıftırlar. “Qiu Ju’nun Öyküsü temel olarak sade, anlaşılır ve dürüst. Batılılar bunu çok basitçe anlayıp, filme genel olarak bir insan ilişkileri ve toplumsal olaylar öyküsü olarak baktılar. Çinliler ise filmi çağdaş Çin sineması içinde değerlendirdiler.” Yimou’nun Batı’nın filmine olan bakışına yönelttiği bu eleştiri, 1992 Venedik Film Festivali'nde Altın Aslan ödülünü kazanmasını engellemedi. “Çağdaş Çin sinemasının iki problemi vardır: Gerçeklikten uzaktırlar, yaşamın içinden kopup gelmezler, gündelik ve törel gerçeklikten uzaktırlar. İkinci problem, akılcılıktan uzaklaşma durumunu doğuran gösterişe yenik düşülmesidir. Qiu Ju’nun Öyküsü ile bir filmin nasıl olması gerektiği konusunda tutarlı bir uzlaşma yaratmaya çalıştık.” Artık dünyanın hangi noktasında olursanız olun, Uzakdoğu’ya baktığınızda başını Yimou’nun çektiği gözlenen bir patlamaya tanık olduğunuz yeni bir dönem başlamıştır. Yaşamak (film, 1994) Yaşamak, 1994 Cannes Film Festivali'nde Jüri Büyük Ödülü'nü kazanırken, filmin oyuncusu You Ge da en iyi aktör ödülüyle onurlandırılır. Yimou filmini yaşamın gerçek problemleri üstüne kurar. Yaşamak, Kültür Devrimi sırasındaki köklü değişimlere sıradan birey ve ailelerin nasıl tepki verdiğini gösterir. 1940’lı yıllarda geçen öykü bir çiftin yaşamından bir kesit sunar. Zengin bir ailenin büyük oğlu, saplanıp kaldığı kumar tutkusunun bir sonucu olarak evlerini kaptırır. Yaşanılan büyük iç savaşta oradan oraya sürüklenir. Savaşın bitiminde evlerini kaptırdığı toprak ağasının asılışına tanık olur. Bir burjuva eğlencesi olarak gösterilip yasaklanıncaya kadar, yaşamını kukla oynatıcısı olarak kazanır. Yönetmen bireysel bir trajediyi sosyal bir dramın parçası olarak verir ancak trajik olanı değil dramatik olanı vermeyi amaçlar. Yaşamanın güçlükler karşısında umut beslemek olduğu mesajı belirgindir. “Amacım sıradan bir Çin ailesinin yaşamını yansıtmaktı. Bu insanların yaşamlarında çok boyutlu planları yok, elinde olanlarla yetinmeyi biliyorlar. Birçok insan filmdeki karakterlerle kendi yaşamları arasında paralellikler kurdu.” http://www.dergi.org Şangay Üçlüsü Şangay Üçlüsü (), Zhang Yimou'nun yönettiği ve Gong Li'nin başrol oynadığı 1995 Çin filmi. Film, 1930lar Şangay'ının suç dünyasında, yedi gün içinde geçmektedir. 1930’lu yılların Şangay kentini kontrolünde tutan, komünist karşıtı eylemlere destek veren, parayı afyon ve kadın ticaretinden sağlayan bir mafya babası, Tang. Elindeki en değerli parça, meraklısının Gong Li tarafından oynandığını hemen anlayacağı ve kentin en güzel şarkıcı fahişesi olan Jewels’dır. Japonların Çin yönetimi üzerindeki etkisi ve yeraltı piyasasındaki gelişmeler sonucunda, tüm dengeler İki Numara adıyla bilinen mafya babasının istediği biçimde değişir. Jewels gizlice İki Numara’nın metresi olur ve birlikte Tang’a ölümcül bir tuzak kurmaya karar verirler. Ancak başaramazlar ve Jewels Tang tarafından sürgüne gönderilir. Öldürüleceğini düşünen Jewels kurtuluşun yolunun çekici kadınlığından geçtiğini düşünür. Haklı çıkar ve finali kendi kurallarıyla oynamaya karara verir. Öyküden de anlaşılacağı gibi sertlik ve şiddet üzerine kurulu bir mafya filmi değildir Şangay Üçlüsü. Yasadışı güçlerin kontrol ettiği bir toplumda kendine yaşam alanı bulmaya çalışan ve gösterişli yaşamını kısıtlanan özgürlüğüne borçlu bir kadının yaşamından bir kesittir sunulan. Yimou ilk kez karaktere öznel bir bakış açısı kullanmakta ve öyküsünü zamanın yontusunda netliğini ve doğaldır ki saf gerçekliğini yitiren bir belleğin bakış açısından aktarmaktadır. Yimou’nun Çin’in egzotik dünyasını yansıtma konusunda duyarlı biri olduğu bilinir. Bu, orada yaşamak, orada üretmek ve orada varolmak isteğinin somut bir kanıtıdır. Belki de çok da bilinçli ve kontrol altında gerçekleştirilen bir eylem değildir bu ve öykülerin içine denetimsizce sızıverir. Ancak dengede durması gereken bu duyarlılık Shanghai Üçlüsü’nde olduğu gibi fazlaca ön plana çıktığı için rahatsızlık uyandırabilir. Lumiere ve Ortakları Lumière ve Ortakları "(Lumière et compagnie)", aralarında Yimou Zhang, Theo Angelopoulos, Abbas Kiarostami, David Lynch, Michael Haneke, Arthur Penn, Constantin Costa-Gavras, Peter Greenaway ve Merchant-Ivory'nin de bulunduğu 40 çağdaş yönetmenin çektiği bir kısa film derlemesidir. Bu sinemacıların hepsi, Lumière kardeşlerin elden geçirilmiş bir kamerasını kullanarak kendi "Lumière" filmlerini çektiler. Bu kısa filmler her ne kadar tamamen farklı mekanlar, yaklaşımlar ve üsluplar sunsa da, hepsi de bir Lumière filminden bir noktaya değiniyor. Bu "Lumière" tarzı sekansların aralarında ise yönetmen Sarah Moon'un çektiği, sinemanın ataları ile bugünkü kâşiflerini etkili bir şekilde bir araya getiren parçalar bulunuyor. Leylâ ile Mecnun Leylâ ile Mecnun, bir Arap efsanesine dayanan klasik bir aşk hikâyesidir Nizami (Azerice: Nizami Gəncəvi Nizāmī Gencevī) başta olmak üzere birçok kişi tarafından işlenmiş olan konuyu Fuzûlî, 1535 yılında mesnevî türünde kaleme almıştır. Mesnevî tarzına ve Türk diline yenilik getirmiştir. Bu hikâyenin konusu kısaca şöyledir: Leylâ ve Kays (Mecnun’un asıl adı) medrese yıllarında birbirlerine âşık olmuşlardır. Kısa zamanda her yere yayılan bu aşkı duyan annesi Leylâ’yı okuldan alır ve Kays’la görüşmesini yasaklar. Ayrılık ıstırabıyla mahvolan Kays halk arasında Arapçada "deli" anlamına gelen "Mecnun" diye anılmaya başlar. Bu sevda yüzünden çöllere düşen Mecnun’a birçok kişi Leylâ’yı unutmasını söyler; ancak onun için kainat artık Leylâ’dan ibarettir ve hiçbir şekilde bu aşktan vazgeçmez. Hatta dedesi onu bu dertten kurtulmak üzere Allah’a yakarması için Kabe’ye götürür; ama o tam tersine derdinin artması için dua eder. Hem Leylâ’nın hem Mecnun’un haller
i gittikçe perişanlaşmaktadır. Başkasıyla nikahlandırılan Leylâ, kocasından kendisini uzak tutmak için bir hikâye uydurur ve bir süre sonra adam ölür. Bu sırada Mecnun çöldedir ve aşkın bin bir türlü cefasıyla yoğrulmaktadır. Dünyayla bütün bağlantısı kesilir ve sadece ruhuyla yaşar hale gelir. Leylâ’nın vücudu da dahil olmak üzere bütün maddi varlıklarla ilişkisi bitmiştir. Bir gün Leylâ çölde onu bulur ama Mecnun onu tanımaz ve “Leylâ benim içimdedir, sen kimsin?” der. Leylâ, Mecnun’un ulaştığı mertebeyi anlar ve evine geri döner ve üzerinden fazla zaman geçmeden Leylâ hayata gözlerini yumar. Mecnun, onun mezarına uzanır ve canından can gitmiş gibi hıçkıra hıçkıra ağlar. Yaradana feryat figan dualar ederek canını almasını, kendisini Leylâ’sına kavuşturmasını ister. Duası kabul olur, göklerin gürlemesiyle birlikte Leylâ’sına kavuşur âşıklar âşığı Mecnun. Bu hikâyenin sonunda, seven ve sevilen bir olmuşlardır. Âşık kendini madde dünyasından tamamen soyutlamayı başarmış ve sevdiğine ulaşmıştır. Bu noktadan sonra seven ve sevilen diye iki farklı kişiden bahsetmekte yanlıştır; ruhlar ilahi visale (ilahi kavuşmaya) ulaşmışlardır. Bu yüzden artık Mecnun sevdiğini kendinden dışarıda aramamaktadır, bu dünyayı onun yeri kabul etmemektedir. Bu mesnevide Fuzûlî, dünyevi aşkı bir basamak olarak kullanıp onun üstünden maddeden ayrılıp tamamen ruha ait olan ilahi aşkı anlatır. Edebiyatta 10. yüzyılda çok yaygın bir hale gelmiş, Mecnun’a ait olduğu söylenen şiirlerin arasına nesirler de eklenerek hikâye haline getirilmiştir. Bu konu daha sonra Fars ve Türk edebiyatlarında da şiir olarak işlenmiştir. Bunların arasında Azeri asıllı olup Farsça şiirleri ile (özellikle "Beş Mücevher (پنج گنج Panj Ganj)" adlı hamsesi ve bunun içinde bulunan 1181'de hazırlanmış Farsça "Laylā o Majunūn" mesnevisi ile) ün kazanmış olan Nizami Gencevi (1141-1209), Herat'ta yaşamış ve Farsça yazdığı hamsesinde bulunan "Leylâ ve Mecnun" mesnevisi ile ünlü olmuş Hatifi (1454-1521), Azerbaycan edebiyatı ve Türkçe divan şiirinin başta gelen şairlerinden olduğu kabul edilen Fuzûlî (1483-1556) tarafından 1535’te yazılan "Leylâ vu Mecnûn" adlı mesnevisi sayılabilir. Fuzûli, "Leylâ ile Mecnûn Mesnevisi"’ni istek üzerine yazmıştır. Kanuni Sultan Süleyman Bağdat şehrini ele ge­çirdikten sonra burada toplanan bilim ve sanat adamları, Fuzûli’den, bu türde bir eser yazmalarını istemişler, bunu bir çeşit sınanma sayan Fuzûli de 1535 yılında eserini tamamlayıp Bağdat valisi Süleymani Paşa’ya sunmuştur. Efsane ile ilgili Fuzûlî’nin yazdığından farklı şekilde hikayeler de bulunmaktadır. Emir Hüsrev-i Dehlevi’nin hamsesindeki Leylâ ile Mecnun’da Mecnun bir Hint prensi, Leylâ ise Nevfel'in kızıdır. Diğer versiyonlarda daha başka yakıştırma tanımlar vardır. Cami, Heft Evreng’inde bu konuya ayırdığı 6. kitabında, Agani’deki kurguya bağlı kalmakla birlikte öykünün sonunu değiştirmiştir. Mecnun'u kucağında bir ceylanla çölde ölü bulan bir bedevinin haber vermesi üzerine Leylâ, sevgilisinin mezarına giderek orada ölür. Başka şairler de kerametler, olağanüstü ögeler, canlandırmalar, cinayetler ekleyerek öyküye yenilikler katmışlardır. Ankara (anlam ayrımı) Ankara, sözcüğü ile şunlardan biri kastedilmiş olabilir: Çoruh Nehri Çoruh Nehri (, "ç'orokhi", , "Akampsis" Ermenice:"Ճորոխ", "Çorok"), Türkiye ve Gürcistan'dan geçer. Artvin ilinin en büyük akarsuyudur. Bu illerdeki hemen hemen bütün çay ve dereler Çoruh’un kollarını oluştururlar. Kaynağını Mescid Dağı'nın (3.255 m) batı yüzünden alır. Önce batı doğrultusunda akıp Bayburt ve İspir'den geçtikten sonra bir yay çizerek Yusufeli'nin Yokuşlu Köyü önünde Artvin il sınırlarına girer. Yusufeli, Artvin ve Borçka’nın içerisinden geçtikten sonra Borçka'nın Muratlı kasabasından geçerek burada il ve ülke sınırlarını terk eder ve Batum'da Karadeniz'e dökülür. Nehir Türkiye arazisinin %2,53'üne karşılık gelen 19.748 km³ havzaya sahiptir. Havza içinde ; Artvin, Gümüşhane, Erzurum, Kars, Erzincan illerinin toprakları bulunur. Toplam uzunluğu 431 km olan Çoruh'un 410 km'si Türkiye'de, 21 km'si Gürcistan'da bulunur. Çoruh’un debisi Mayıs ayında (569/529 m³/sn.) zirveye çıkar. Yıl boyunca en düşük debisi ise 53.09 m³/sn.’dir. Yıllık ortalama debi 192 m³/sn, yıllık ortalama su taşıma kapasitesi 6,3 milyar m³'tür. Çoruh 1420 metrelik enerji üretilebilir düşü ile yüksek hidroelektrik potansiyeli barındırır. Nehir, yılda 5,8 milyon m³ tortulu (rusubat) Karadeniz'e taşımaktadır. Eğim %5’tir. Çoruh Nehri'nde başta sazan ve kefal olmak üzere birkaç balık türü bulunur. Nehrin Yusufeli sınırları içerisinde seyreden 100 kilometrelik kısmı rafting ve kano gibi su sporları için en uygun ve en zorlu parkurları meydana getirmiştir. Çoruh Nehri'nin Artvin il sınırları içerisindeki uzunluğu 150 km olup 100 km'si Yusufeli sınırları içerisinde seyreder. DSİ'nin Çoruh üzerinde gerçekleştireceği 10 proje ile Türkiye'de üretilen elektriğin %8'si, hidroelektriğin %34'u Çoruh havzasında üretilecektir. Hidroelektrik özel sektöre açıldıktan sonra; Çoruh ana kolda 10, Berta kolunda 2, Oltu kolunda 2, Barhal kolunda 1, Bardız kolunda 1 olmak üzere, toplam 16 baraj yapılması planlanmıştır. Ayrıca 157 adet nehir tipi hidroelektrik santrali planlanmaktadır. Hali hazırda Çoruh Nehri üzerindeki barajlar ile üretilen elektrik, Türkiye elektrik tüketiminin %1,38'ini karşılanmaktadır. Tavşanımsılar Tavşanımsılar (), memeliler (Mammalia) sınıfından Pika ve tavşanları kapsayan takım. Büyük gözleri ve çok büyük kulakları ile hayvanlar aleminde beslenme piramidinin altında yer alan tipik bir av hayvanı özelliği taşırlar. Dünyada 2 familya bağlı, 67 tür tavşanımısı memeli vardır. Türkiye’de tek bir familyaya bağlı, 2 tür tavşanımsı yaşar. Bir yaban tavşanı, yaklaşan bir tehlike gördüğü zaman yere yapışık ve kulakları tamamen inik durumda farkedilmemeye çalışarak bekler. Kamufle özelliği de bu sırada çok işine yarar. Tehlike devam eder ve düşman 3 metreye kadar yaklaşırsa tavşan birden ani bir biçimde zıplayarak bütün hızıyla koşmaya başlar. Koşarken hızı kısa mesafelerde saatte 65-85 km.’ye ulaşır ve düşmanını şaşırtmak için sürekli zikzaklar çizer. Bir sıçrayışta 3 metre atlayabilir. Bir ada tavşanı kolonisi içinde hiyerarşiyi belirlemek üzere yapılan kavgalar çok ciddi hasarlar oluşturmaz. Ancak bir koloninin yaşam alanını savunmak için diğer bir koloni ile yaptığı kavgalar ciddi yaralanmalarla sonuçlanabilir. Erkek tavşanlar, ayaklarını yere vurarak, gözdağı verirler. Koloninin sınırları, dallara, taşlara vb. sürtünerek, yanaklarındaki bezlerden salgılanan koku ile işaretlenir. Ayrıca yumuşak tüyleri, şirin ve sakin mizacı ile çok sevilen bir hayvandır. Hatta dışkıları çok temiz olduğundan "tavşan boku" deyimi ne yararı ne zararı olan şeylere söylenir. Bayağı tavşan Bayağı tavşan ("Lepus europaeus"), tavşangiller (Leporidae) familyasından boyu 70 cm'ye varabilen ve kısa mesafede çok hızlı koşabilen bir tavşan türü. Ağırlığı 2–7 kg. arasında değişir. 10 cm. kadar bir kuyruğu olur. Türkiye’deki bayağı tavşanlar, Avrupa’dakilerden biraz daha küçüktür. Kulakları çoğu kez arka ayakları kadar, bazen daha uzundur. Kulaklarını etrafa çevirebilirler. Yılda iki kez kıl değiştirirler. Yazın kahverengi ya da kahverengimsi gri, kışın daha açık ya da beyaz olurlar. Ortalama ömürleri 10-12 yıl kadardır. Otluk, ormanlık ve açık arazilik yerlerde, bataklık çevrelerinde ve 1500 m.’ye kadar dağlarda yaşarlar. Küçük toprak oyukları ve çalıların altına yerleşirler. Orta ve (İber Yarımadası hariç) Güney Avrupa’dan, Çin’e kadar görülebilen bayağı tavşan, Türkiye’nin her bölgesinde boldur. Ancak kısa aralıklarla (ve gözleri açık olarak) uyurlar. Genelde yalnız yaşamakla birlikte hem cinslerine karşı hoşgörülü davranırlar. Sürekli kullandıkları patikaları yanak ve anal bölgelerindeki salgı bezlerini kullanarak işaretlerler. Yazın yeşil bitkiler, mantarlar, meyveler, kışın ağaç kabukları ve kuru bitkileri yerler. Genellikle bitki kökleri ve bitki yumruları ile beslenirler. Ayrıca karpuz kavun gibi meyveleri ve köklerini çok severler. Ve de taze ot ve bitkilerle beslenirler. Hamilelik süreleri 40 gündür. Yılda en az 2-3 en fazla 5-6 defa doğururlar. İlk doğruşların da 1 ayda doğranlarda vardır. Yavru doğduktan sonra ilk 1 hafta insan eliyle ellenirse annesi kıskanır ve öldürür 1 haftayı tamamlayan yavrular ele alına bilir. Tavşanlar genellikle ot yer ama ağaç yaprakları ağaç kabuğu da yerler. Ayrıca yerlerinin sıcak olması, temiz olması, yaşadıkları alanın büyük olması, yiyeceğin bol olması gibi etmenler sağlıklarında ve doğurğanlıklarında etkili olur. Yavru sayıları doğum yıllarına paralel artış gösterir. Yavrular gözleri kapalı ve tüysüz doğarlar. 4.günde tüylenmeye başlarlar. 1.haftası doldurduğunda gözleri açılmaya başlar ve gözlerinin tamamen açılması 12.gününü bulur. Yuvadan dışarıya çıkmaya 3.haftadan sonra başlarlar. Anne yavrularını göz önünde emzirmemeye dikkat eder. Doğumdan önce birkez daha çiftleşen dişilerde, üst üste gebelik görülür. Erkekler, dişiler için kavga ederler. Yaban tavşanları, postları ve etleri için avlanırlar. Türkiye’de avı sezonluk olarak serbesttir. Kırmızı listede soyları tehlikede olmayan hayvanlar statüsündedir. Özellikle son yıllarda kaçak avcılık ve zirai ilaçlar (yani bilinçsiz ilaçlama sebebiyle sayıları giderek azalmaktadır. Ayrıca geçmiş yıllarda ükemizin her bölgesinde doğal olarak görülmekteyken şimdi kısmen bazı bölgelerde nesli tükenmiştir. Avrupa ada tavşanı Avrupa ada tavşanı ("Oryctolagus cuniculus"), Eski Dünya ada tavşanı olarak da bilinir, tavşangiller (Leporidae) familyasından bir tavşan türü. Evcilleştirilmiş tavşanların atası olan Avrupa ada tavşanı, Türkiye’de ve dünyada en sık görülen tavşan türüdür. Boy 35–45 cm, ağırlığı 1-2,5 kg arasındadır. Yabani tavşana göre daha küçük olan kulaklarının ucunda benekler vardır. Arka ayaklar daha büyük ve güçlüdür. İlk olarak Güney Fransa, İber Yarımadası ve bir olasılıkla Kuzeybatı Afrika'da yaygın olan bu tür, besin kaynağı ve eğlenmek için avlanmak
amacıyla diğer bölgelere insanlar tarafından yerleştirilmiştir. Üç metre derinlikte, 45 m uzunlukta, 15 cm çapında oyuklar kazarlar. Bu denizlerde, yuva olarak kullandıkları bölgeler, 30–60 cm yükseklikte ve otla döşelidirdir. Ana girişin ağzında toprak yığılıdır. Akşam ve sabah karanlığında aktiftirler. Koloni halinde yaşarlar. Koloni içinde dominant hiyerarşi vardır. Kısmen göç ederler. 9 yıl kadar yaşarlar. Ot ve diğer bitkilerle beslenir. Bunları bulamadıklarında ise kabuk ve filizleri kemirirler. Tarlalardaki ürünleri de yerler. Sıcak mevsimlerde çoğalılar. Gebelik 28-33 gündür. Yavrular, 1 aylıkken sütten kesilirler ve anneden ayrılıp koloniye katılırlar. Bundan sonra anne, yeniden bir yuva kazar ve yeni yavrularını burada büyütür. Ada tavşanları postları ve etleri için avlanırlar. Türkiye'de avı serbesttir. Kırmızı listede soyları tehlikede olmayan hayvanların yer aldığı statüsündedir. Evcil türleri denek olarak kullanılır. Kirpi Kirpi ("Erinaceus"), kirpigiller (Erinaceidae) familyasından gececil, böcekçil bir memeli cinsi. Yaklaşık 30 cm boyundadır. Ağırlığı cinsiyete, yaşa ve yaşadığı koşullara bağlı olarak 500-1200 gr. arasında değişir. Gövdesinin üzeri 2-2,5 cm uzunluğundaki kırçıl dikenlerle örtülüdür. Kızdırıldığı zaman vücudu yuvarlak hale gelir ve böylece bir diken topuna dönüşür. Çalılıklı ormanlardan, büyük park ve bahçelere kadar pek çok yerde yaşayabilir. Nemli yerleri sever. Toprak içine açtığı tünellerde ve kaya kovuklarında barınır. Avrupa ve Asya'da görülür. Türkiye’nin hemen her yerinde rastlanır. Yalnız geceleri etkindir. Çevre sıcaklığının 4 °C’nin altına düştüğü zaman kış uykusuna yatar. Hamilelikleri 5-6 hafta sürer. Her doğumda 3-8 yavru doğurur. Ortalama ömrü 18 yıldır. Çoğunlukla böcek, sümüklüböcek, kurbağa, solucan, nadiren küçük fare ve yılan yavrularını yer. İnsanların dayanabildiği tetanus zehiri miktarının 7 bin katına dayanıklı oldukları saptanmıştır. Çok zehirli bazı böcek ve yılanları kolaylıkla avlayıp yer. Ancak engerek zehiri gibi bazı zehirlere karşı da dayanıksızdır. Öncelikle, kirpiler doğal hayattan koparılıp esir edilmemelidir. Olağanüstü bir durum olmadığı sürece, şirin diye kirpi yavrularına bakmak için eve götürmek, doğal hayata zarar verir. Kirpilerin Türkiye'de koruma altındaki türlerden olduğu unutulmamalıdır. Erişkin kirpiler kedi mamalarını severek yer. İnek sütü verilmemelidir. Yüksek miktarda laktoz içerdiğinden kirpiler için öldürücüdür, çünkü kirpiler laktozu sindiremez. Bu durum barsaklarda ishale sebebiyet verir, ishale bağlı su kaybı ve beslenme yetersizliğinden ölür. Yetim kalan yavruların beslenmesi gerektiğinde yabani hayvan konusunda tecrübeli veteriner hekimlere danışılmalıdır. Dişleri çıkan yavruya konserve veya ıslatılmış kuru kedi-köpek maması verilebilir. Kirpi etinin egzama hastalığına iyi geldiği, halk arasında yaygın fakat yanlış bir inançtır. Bunun Hayat-ül hayvan gibi kitaplarda da verilmesi, kirpinin yasak olduğu halde avlanılmasını tetiklemektedir. Kirpi Hanefi ve Hanbeliler'de mekruh, Şafii ve Malikiler'de helâl sayılmıştır. Türkiye'de 2 türe ait 3 alt tür bulunur: "E. europaeus" türü Türkiye'de bulunmaz. Bu ad altında literatürde geçenlerin Trakya hariç hepsi E. concolor türündendir. Türkiye’de avlanması yasaktır. Kırmızı listede "NT" kategorisindedir. Kirpiler, Türkiye’nin koruma altındaki türlerinden biridir; Resmi Gazete’de yayınlanan “Çevre ve Orman Bakanlığı’nca Koruma Altına Alınan Yaban Hayvanları” (EK LİSTE 1) listesinde belirtilmiştir. Ayrıca kirpilerin doğal ortamından uzaklaştırılması, satılması, evlerde pet hayvanı olarak bakılması yasaktır. Konuyla ilgili ihbarlarla Doğa Koruma ve Milli Parklar İl Müdürlükleri ilgilenmektedir. Böcekçiller Böcekçiller (; eskimiş adı: ), böcekler ve diğer küçük hayvanlarla beslenen memeli takımı. Bazıları toprak altında eşerek, bazıları sularda yüzerek, bazıları da ağaçlara tırmanarak yaşar. Başlarının ön kısımları sivridir. Tabanlarına basarak yürürler. Çoğu gececidir. Koklama ve işitme duyuları oldukça iyi gelişmiştir. Gözler ise küçülmüş ve önemli ölçüde körelmiştir. Burun, ağız ve göz çevresinde, hareketli dokunma kılları bulunur. Çok kısa kıllı olan köstebekler de dikenli olan kirpiler ve sivri burunlu fareler de bu takıma girerler. Dünyada 7-8 aileye bağlı, 373-390 tür böcekçil vardır. (Sayı sınıflandırma sistemlerine göre değişiklik gösterir. Bilim insanları arasında da görüş birliği yoktur.) Türkiye'de 3 familyaya bağlı, 17 tür böcekçil bulunmaktadır. Uzun kulaklı çöl kirpisi Uzun kulaklı çöl kirpisi ("Hemiechinus auritus"), Uzun kulaklı kirpi olarak da bilinir, kirpigiller (Erinaceidae) familyasından böcekçil bir memeli türü. Kulakları diğer kirpilere göre daha uzundur. Boyu 15–30 cm, ağırlığı 280 gr.a kadar çıkar, dikenleri 2 cm kadardır. Dikenleri kahverengi ve beyaz bantlı, sırtı kızılımsı, karına doğru, beyaz bir benek bulunur. Çölümsü, kuru steplerde yaşarlar. Açlığa ve susuzluğa 10 haftaya kadar dayanırlar. kulakları, büyük olasılıkla sıcak step ortamına uyum sağlamak üzere büyümüştür. Uzun kulaklarının ısı yitirilmesini sağladığı ve çölümsü ortamlarda hayvana avantaj sağladığı sanılmaktadır. Ukrayna’dan, Moğolistan, Pakistan ve Libya’ya kadar rastlanır. Türkiye’de Suriye sınırına yakın bölgelerde ve Iğdır’da bulunur. 150cm. derinliğinde yuvalar açarlar. Gececildirler. Bazı yörelerde yaz ve kış uykusuna yatar. 6 yıl kadar yaşarlar . Böcek ve diğer omurgasız hayvanlar, meyve ve tohum yerler. Türkiye’de avlanmaları yasaktır. Kırmızı listede "R" kategorisinde yer alırlar. Yani nâdir bulunan, küçük popülasyonlar halinde yaşarlar. Türleri tehlikeye girme riski altında sayılır. Uzunkulaklı kirpi, diğer böcekçiller gibi tarımsal zararlıları yiyerek yaşadığı için insanlara yararlı sayılan bir canlıdır. Ancak endüstriyel tarım ilaçları nedeniyle çok sayıda kirpi zehirlenmektedir. Ayrıca sıcağı seven kirpilerin pek çoğu her yıl asfaltın sıcağından yayılan çekime kapılarak otoyollara çıkar ve kazalarda hayatlarını kaybederler. Sayılarının azalmasının önemli nedenlerinden biri de budur. Senede 2-3 kez yavrular ve her defasında 5-6 yavru doğururlar. Sivri faregiller Sivri faregiller (Soricidae), böcekçiller (Insectivora) takımına bağlı, fare benzeri hayvanları kapsayan bir familyadır. En çok türleri olan memeli familyasıdır. Bu familyanın en çok bilinen üyesi sivri faredir. Genellikle en küçük boyutlu memeli türleini kapsar. İyi gelişmiş koku bezleri, üreme döneminde karşı cinsi çekmek için veya yaşama alanını işaretlemek için kullanılır. Birçok yarasada olduğu gibi yönlerini çok yüksek frekanslı sesler çıkarmak ve bunların yansımalarını dinlemek suretiyle bulurlar. Avrasya sivri faresi Avrasya sivri faresi ("Sorex minutus"), Soricidae familyasından burnu kirpi gibi uzun bir böcekçil memeli türü. Türkçede "fare" olarak adlandırılmalarına ve genel görünüm olarak benzemelerine karşın, farelerden ayrı bir takımda yer alırlar. Boyları 4–7 cm, vücut ağırlığı 3- 7 gr. kadardır. Üst tarafı açık gri-kahverengiden (yazın), siyah kahverengine kadar değişir, karın kısımları açık renktedir. Tüm sivriburunlu fareler gibi dişlerinin ucu koyu kırmızıdır. Çoğunlukla ot ve çalılıklar arasında yaşar. Tüm Avrupa’dan, Sibirya ve Orta Asya’ya kadar yayılırlar. Türkiye’nin kuzey kesimlerinde; Marmara ve Karadeniz bölgelerinde bulunur. Gece ve gündüz aktiftirler. Sürekli yemek aramak zorunda olduklarından kısa uyku araları dışında dolaşırlar. İki saatte bir avlanmaya ya da yemek arayışına çıkarlar. Yalnız yaşar. Böcekler, örümcekler ve salyangozlarla beslenirler. Kış uykusuna yatmadıkları için, kışın da kar altında bile yemek aramaya devam ederler. Yılda 1-2 defa yavrular ve 4-7 yavru doğururlar. Ortalama ömürleri 1-2 yıldır. Nesli Tehlike Altındaki Türlerin Ticaretine İlişkin Sözleşme Convention on the International Trade in Endangered Species of Wild Flora and Fauna (CITES), "Nesli Tehlike Altında Olan Yabani Hayvan ve Bitki Türlerinin Uluslararası Ticaretine İlişkin Sözleşme" (İngilizce CITES), Türkiye'de 20 Haziran 1996 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak 22 Aralık 1996’da yürürlüğe girdi. CITES, nesli tehlike altında olan yaban hayatının uluslararası ticaretini kontrol edebilmek için, bu tür alışverişlerde hükümetlerin iznini şart koşan, dünya çapında bir sistem geliştirmiştir. Sözleşme I, II ve III EK listelere sahip olup bu EK listelerde yer alan türlerin ticaretini belirli esaslara bağlar. Buna göre, Mısır meyve yarasası Mısır meyve yarasası ya da Afrika meyve yarasası ("Rousettus aegyptiacus"), Afrika, Asya ve Türkiye’nin güneyinde Akdeniz Bölgesinde yaşayan, iri bir yarasa türü. Boyu 15 cm'yi, kanat açıklığı 60 cm'yi bulur. Ağırlığı 45-75 g arasındadır. Yüzü bir köpeğinkini andırır. Türkiye’deki diğer yarasalardan farklı olarak; kanatta 2. parmak da başparmak gibi tırnaklıdır. Büyük koloniler halinde (bazen 2000 üyeli) mağaralarda yerleşirler. Kullanılmayan binaları da yuva olarak kullanabilirler. Çok karanlıkta görev yapmayan gözlerin yerini, yankı ile yön bulma (ekolokasyon) yöntemi alır. Dilleriyle oluşturdukları ultrasonik seslerle çevreye uyum sağlarlar. Gebelikleri 4 ay sürer. Yavrular 6 ay kadar annelerince bakılır. Çoğunlukla her doğumda tek yavru, nadiren de ikiz doğururlar. 20 yıl kadar yaşayabilirler. Trabzon hurması, elma, erik, üzüm, kayısı, muz, mandalina, portakal gibi olgunlaşmış sulu meyveler ve nektarla beslenirler. Polen ve diğer bitkisel materyalle de beslendikleri görülmüştür. Bitki üremesine böylece katkı sağlarlar. Kıbrıs ve Türkiye’den, Arabistan Yarımadası ve doğuda Pakistan’a; güneyde ise Kuzeybatı Afrika ve Sahra Çölü gibi kurak bölgeleri dışında Güney Afrika’ya kadar kıtanın büyük kısmında yayılırlar. Türkiye’de ise Akdeniz Bölgesi’nin (Adana, Antalya, Hatay, Mersin ve Osmaniye) sahil ve alçak rakımlı kesimlerinde görülür. Afrika meyve yarasası, Kırmızı listede ‘’LC’’ (düşük önemde) kategorisindedir. Türkiye'de ‘’EN’’ (tehlike altında) kategorisine alınması düşünülüyor. Tarım ilaçları, bu yara
sa türünün maruz kaldığı en büyük potansiyel tehlikedir. Yarasa Yarasa (), uçma yeteneğine sahip memeliler takımı. Yarasanın 200 cins ve 17 familya içinde 900 – 1000 türü vardır. Kanatları açık durumdaki boyları 5 cm'den 150 cm'ye kadar değişebilir. Dünyanın her bölgesinde yaşarlar, ancak tropikal bölgelerde sayıları daha fazladır. Yarasalar çok miktarda böcek tükettikleri için, dünyanın dengesi açısından büyük önem taşırlar. Yarasanın vücudu fareye benzer ve genellikle ince bir kürkle kaplıdır. Yarasaların kulakları çoğunlukla çok büyük ve kıvrımlıdır. Burun ve kulaktaki bu çıkıntılar, duyu organı görevi görür, ses titreşimlerini almaya ve iletmeye yarar. Bazı yarasalar yalnız yaşar, mağaralarda, yarıklarda, içi oyuk ağaçlarda veya tavan aralarında. Diğer türler ise sürüler halinde yaşar. Kuzey bölgelerdeki yarasalar kışın göç ederler veya kış uykusuna yatarlar. Yarasalar baş aşağı tutunarak uyurlar. Geceleri aktif olan yarasaların koklama ve tat alma duyuları çok iyi gelişmiştir. Meyveyle beslenenler dışında, yarasaların görme duyuları iyi gelişmemiştir. Çıkardıkları çok yüksek frekanslı ses dalgalarının, etraflarındaki cisimlere çarpıp geri dönmesi yardımıyla yönlerini bulurlar. Bu sesler, çoğunlukla insanlar tarafından duyulmaz. Birçok yarasa türünde, erkek ve dişi çiftleşme mevsimi dışında bir araya gelmez. Dişi çoğunlukla her yıl yaz aylarında bir tane yavru doğurur. Yeni doğan yavru birkaç gün anne tarafından taşınır, anne yavrunun yanında olmadığı zamanlarda ise yavru, tünekte bırakılır. Yavrular birkaç hafta içinde uçmaya başlar. Yarasaların yaşam süresi yaklaşık 20 yıldır. Dünyada 18 familyaya bağlı, 986 tür yarasa varken Türkiye’de 4 familyaya bağlı, 30 tür yarasa bulunmaktadır. Büyük nalburunlu yarasa Büyük nalburunlu yarasa ("Rhinolophus ferrumequinum"), burnu atnalı şeklinde olan, Türkiye’de de yaşayan böcek yiyen bir yarasa türü. Boyu 6 cm, kanat açıklığı 35 cm'yi bulur. Ağırlığı 16-28 g arasındadır. Sırt kısımları gri-kırmızımsı kahverengi, karın kısımları krem-sarı olur. Ormanlarda, ağaçlık ve çalılık yerlerde yaşarlar. Mağara, tünel ya da bodrum gibi yerlerde kış uykusuna yatarlar. Bunun dışında gündüzleri ağaç kovuklarında asılarak dinlenirler. Orta ve Güney Avrupa, Kuzey Afrika, Asya’da (Japonya’ya kadar) görülürler. Türkiye’nin her yerinde; Trakya, Akdeniz kıyı şeridi ve Kars’ta daha sık olarak bulunur. Alçaktan (0.5–5 m) ve kelebek gibi uçarlar. Bu uçuşlarına akşamın geç saatlarinde başlar ve bütün gece uçarak avlanırlar. Sesten hoşlanırlar. Çıkardıkları çok alçak frekanslı seslerle, avlarının uzaklığını ve büyüklüğünü saptayabilirler. Bu sesler insanlar tarafından ancak özel dedektörlerce algılanabilir. Yazın çok gürültücü olurlar. Kısa mesafelerde göç ederler. 20 yıl kadar yaşarlar. Daha çok büyük uçan böcekleri, özellikle de pervane böceklerini yerler. Kırmızı listede yakın tehdit altında (NT) kategorisindedir. Ayrıca Hindistan'da yaşayan türlerine Hindistan nalburunlu yarasa denir. Küçük nalburunlu yarasa Küçük nalburunlu yarasa ("Rhinolophus hipposideros"), Türkiye’de de sıkça rastlanan bir böcek yarasası türü. Nal şeklinde burnu vardır. Boyu ortalama 4 cm, kanat açıklığı 20 cm. ağırlık 3-10 gr. arasındadır. Sırt kısımları gri-kahverengi, karın kısımları daha açık. Orta ve Güney Avrupa, Doğu Afrika, Güneydoğu Asya ve Türkiye’nin her yerinde görülürler. Ağaç bulunan açık alanlar, parklarda yaşarlar. Şehir içinde de dolaşır. Kış barınakları mağara ve kovukların yanı sıra bodrumlar, harabeler, yaz barınakları ise daha çok büyük kır evlerinin çatı altlarıdır. Kış için 11 °C’ye kadar olan ve nemli yerleri tercih ederler. Yaz barınaklarında çok sayıda birey birbirlerine belirli bir uzaklıkta dururlar. Kış barınaklarında ise (kış uykusu sırasında) az sayıda birey bir arada bulunur. Alçaktan (2–5 m) ve yavaş, kelebekler gibi uçarlar. Hava iyice karardıktan sonra ortaya çıkarlar, şafağa kadar aktiftirler. Genelde bir alan belirleyip, o alan içinde aynı rotayı izleyerek defalarca dolaşırlar ve avlarını (küçük böcekler) toplarlar. Ortalama ömrü 4-5 yılı aşmaz. Yavrularını 6-8 hafta emzirirler. Yellenme Tıp dilinde flatulans-pirt/heyecanlanmak/osuruk/kokutmak (Latince: "salık vermek-ince kesmek"), argoda osuruk, vücuttaki toksinleri atmanın bir yoludur. Türkçede gaz çıkarmak olarak da adlandırıldığı olur. Mide ve bağırsaklarda biriken aşırı miktardaki gazın baskı yapması sonucunda oluşur. Karındaki bu basıncın yellenme ile bertaraf edilmesi kişinin basınçtan duyduğu rahatsızlığı ortadan kaldırır. Yellenme ana olarak beş çeşit gazdan oluşur; Bunlardan metan patlayıcıdır. Yandığı takdirde mavi renkli, güçlü bir alevi olur. Kokunun nedeni karbon (C) ve sülfürdür (S). Ağzımızı her açışımızda içeri hava girer ve döngü başlar. İçeri giren hava dışarı çıkmak zorundadır. Bu durumda hava, sekiz metrelik bir sindirim tünelinden geçtikten sonra dışarı çıkabilir. Hava, önce midemize girer. Bu sırada hala sadece oksijen ve nitrojenden oluşan havanın bir kısım oksijeni burada emilir, geri kalan mideden bağırsağa geçer. Fermantasyon sonucu ortaya çıkan karbondioksit de birleşime katılır. Yellenmeye gürültülü,yüksek ve sulu sesi ile kokusunu verebilmek için bağırsaklarda protein ve karbonhidrat olması gerekir. Sindirim sırasında bakteriler fermente olup kalan besinlere saldırır. Bu sırada diğer gazlar üretilir. Lahana gibi selüloz açısından zengin besinler, fasulye, bezelye, nohut, mantar, yeşil mercimek gibi bazı yiyecekler gaz üretimini destekler. Exeter Üniversitesi araştırmacılarına göre flatulans kokusu, eğer düşük dozda ise mitokondrileri korumakta, dolayısıyla inme, kalp krizi, demans gibi birçok hastalıklı duruma iyi gelmektedir. Yüksek dozlarda ise zehirli olmaktadır. Hava Hava; Dünya'yı çevreleyen, çoğunluğu azot ve oksijenden müteşekkil, renksiz ve kokusuz gaz kütlesi. Hava tüm canlılar için hayati öneme sahiptir. Hayvanlar, bitkiler ve insanlar havasız bir ortamda yaşayamazlar. Yerküreyi saran gaz kütlesine atmosfer adı verilmektedir. Atmosferdeki hava tabakasının kalınlığı 150 km'dir. Atmosferin diğer adı da hava küredir. Bunun sadece 12 km'si canlıların yaşamasına elverişlidir. Yeryüzünden uzaklaştıkça hava tabakasının yoğunluğu azalır. Atmosfer, yerkürenin etrafında adeta düzenleyici ve koruyucu bir örtü şeklindedir. Havada bulunan gazlar üç grupta toplanır: Kuru havayı oluşturan temel gazlar şunlardır: Kemiriciler Kemiriciler (), uyum bakımından çok başarılı olan bir memeli takımıdır. Alt ve üst çenelerinde ikişer tane sürekli büyüme eğiliminde olan kesici dişler bulunur. Köpekdişleri yoktur. Gözler başın her iki yanında toplandığından hem önlerini hem arkalarını aynı derecede görebilirler. Çok iyi koşar, tırmanır, sıçrar ve yüzerler. Yılda birkaç kere ve her batında 1-18 yavru doğurabilirler. Türkiye’de 11 familyaya bağlı, 75 tür kemirici bulunur. Kunduzgiller Kunduzgiller (), takımına bağlı bir familya. Kuyrukları geniş ve üstten basıktır. Gözler ve kulaklar küçük, bacaklar kısadır. Uzun süre su altında kalabilirler. Etçiller Etçiller ya da Yırtıcı memeliler (), memeliler sınıfına ait bir takım. Latince "Carnivora": "caro, carnis" (et) ve "vorare" (yutmak); yani "Et yutanlar" anlamına gelir. Ama aslında etçil beslenme takımın bütün üyeleri için en önemli beslenme değildir. Etçiller takımı iki alt takıma ayrılır: köpeğimsiler ve kedimsiler. Eski sınıflandırmalara göre karasal- ve sucul yırtıcılar iki ayrı takıma konulurdu. Günümüzün biliminde bu iki takım birleştirilmiş ve sucul yırtıcılar etçillerin köpeğimsi alt takımı içerisinde yer almıştır. Bu takımın bilimsel adı "Carnivora" diğer bir bilimsel terim olan "Karnivor" (etobur)'a benzemektedir. Bu iki ayrı adın anlamları karıştırılmaması gerekir. Etobur (Karnivor) bütün canlıların et ile beslenenleri için kullanılır, ama Carnivora sadece memeliler sınıfının belli bir takımıdır. Etçiller takımının üyeleri çok çeşitlidir ve örneğin kuyruksüren ile mors gibi birbirlerine hiç benzemeyen türleri kapsar. Suda yaşayan fokgiller ve diğer sucul memeliler, karada yaşayan bütün büyük etçil memeliler ve birsürü orta ve küçük boyda yırtıcı memeliler bu takıma aitdir. Takımdaki çeşitlilik kaba ve çevik yapılı ayılardan, zarif yapılı kedilere kadar uzanır. Ölçülerin arasındaki en büyük fark, takımın en küçük üyesi olan ve sadece 35-70 gram ağırlığa varan fare gelinciği'nden ağırlığı 4 tona kadar varabilen ve en büyük memelilerden birisi olan deniz fili'nin arasındadır. En modern sınıflandırmalarda etçiller ilk başta kedimsiler ve köpeğimsiler olarak iki alt takıma ayrılarak şu şekilde sınıflandırılırlar:iliç Etçiller (Carnivora) Yüzgeçayaklılar Yüzgeçayaklılar (Pinnipedia), etçiller (Carnivora) takımının köpeğimsiler alt takımına ait, üyelerinin ayakları yüzgeç şeklinde evrimleşerek suda yaşama adapte olmuş deniz memelileridir. Yaşayan tek üyesi mors olan Odobenidae, deniz aslanlarından oluşan Otariidae ve gerçek foklardan oluşan Phocidae familyalarını barındırır. Yüzgeçayaklıların yaşayan 33 türü bulunur ve fosillerden 50'den fazla türü tanımlanmıştır. Yüzgeçayaklıların iki ayrı atadan evrimleştiği düşünülmüş olsa da moleküler kanıtlar yüzgeçayaklıların monofiletik olduğunu yani tek bir atadan evrimleştiğini gösterir. En yakın yaşayan akrabaları ayıgiller, sansargiller, rakungiller, kokarcagiller ve kızıl pandalardır. En yakın akrabaları ile yaklaşık 50 milyon yıl önce ayrılarak evrimleşmişlerdir. Yüzgeçayaklıların boyutları boyu 1 m. ile ağırlığı 45 kg. olan Baykal foku ile aynı zamanda etçiller takımının en iri üyesi olan 5 m. boyunda ve 3200 kg. ağırlığındaki Güney deniz fili arasında değişir. Bazı türlerinde eşeysel dimorfizm görülür. İnce uzun ve yüzmeyi kolaylaştıran gövdeleri ile birlikte el ve ayakları yüzgeç şekline dönüşmüştür. Su içinde yunuslar kadar hızlı hareket edemeseler de daha esnek ve çeviktirler. Deniz aslanları ön yüzgeçlerini kullanarak kendilerini su içinde ileri iterek hareket ederken mors ve foklar arka yüzgeçlerini kullanırlar. Deniz aslanları ve morsla
r arka yüzgeçlerini gövdelerinin altına çekerek karada yürümek için kullanırlar. Buna karşın fokların karada hareket etmesi daha zahmetlidir. Deniz aslanlarının kulakları dışarıdan görülebilirken fok ve morsların dış kulakları yoktur. Yüzgeçayaklıların duyuları oldukça gelişmiştir; görme ve işitme duyuları hem hava hem de su için uyum sağlamıştır. Yüzlerindeki kıllarda ileri derecede gelişmiş dokunsal duyu sistemi bulunur. Bazı türler oldukça derine dalabilmektedir. Derilerinin altında soğuk suda kendilerini sıcak tutacak bir yağ tabakası vardır ve mors dışında tüm türleri kürk ile kaplıdır. Her ne kadar yüzgeçayaklılar dünya üzerine yayılmışlarsa da türlerin çoğu Kuzey ve Güney Yarımkürenin soğuk sularını tercih eder. Yaşamlarının çoğunu su içinde geçirirler karaya yalnızca çiftleşmek, doğum yapmak ve köpekbalıkları ile katil balinalar gibi avcılardan kaçmak için çıkarlar. Çoğunluğu balık ve deniz omurgasızları ile beslenir ancak pars foku gibi çok az türü penguenler ve diğer foklar gibi büzük omurgalılarla da beslenirler. Morslar dipte yaşayan yumuşakçalarla beslenme konusunda uzmanlaşmıştır. Erkek yüzgeçayaklılar tipik olarak birden fazla dişi ile çiftleşir ancak bu durum türden türe farklılık gösterir. Karada çiftleşen türler genellikle buzda ya da suda çiftleşen türlere göre daha fazla sayıda eş ile çiftleşirler. Erkek yüzgeçayaklıların üreme başarısı üzerine olan stratejileri dişileri savunma, dişilerin tercih ettiği bölgeyi savunma, ritüel kur davranışları ya da toplu hâlde kur davranışı gibi çeşitlilik gösterir. Yavrular genellikle ilkbahar ve yaz aylarında doğar ve yavruları büyütme sorumluluğu tamamen dişilere aittir. Bazı türlerin dişileri anne olduklarında görece kısa bir süre için yemek yemeden yavrularını büyütürlerken diğerleri yavrularına bakarken denizde besin aramak için yanlarından ayrılırlar. Morsların yavrularını denizde büyüttükleri bilinmektedir. Yüzgeçayaklılar iletişim oldukça çeşitli sesler çıkarırlar, bunların arasında Kaliforniya deniz aslanının köpek havlamasına benzer sesi, morsların gong sesine benzer çağrıları ve Weddell foklarının karmaşık şarkıları sayılabilir. Yüzgeçayaklıların eti, yağı ve kürkü geleneksel olarak Arktika'da yaşayan yerli halklar tarafından kullanılmıştır. Dünya üzerinde farklı kültürlerde fok tasvirlerine rastlanır. Yaygın olarak esâret altında tutulurlar ve hatta bazıları çeşitli oyunlar yapmaları için eğitilirler. Bir zamanlar ticari olarak ürünlerinden faydalanmak için acımasızca avlanan bu hayvanlar artık uluslararası yasalarla korunmaktadırlar. Japon deniz aslanı ile Karayip keşiş fokunun soyu geçen yüzyılda tükenmiş, Akdeniz foku ile Hawaii foku da Dünya Doğa ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği tarafından kritik tehlikedeki türler listesine alınmıştır. Avlanmanın yanı sıra yüzgeçayaklıların karşılaştıkları tehditler arasında balıkçı ağlarına takılma, deniz kirliliği ve yerli halklarla yaşanan çatışmalar sayılabilir. Alman doğa bilimci Johann Karl Wilhelm Illiger yüzgeçayaklıları ayrı bir taksonomik birim olarak tanımlayan ilk biliminsanıdır ve 1811 yılında Pinnipedia adını hem bir familyaya hem de bir takıma vermiştir. ABD'li zoolog Joel Asaph Allen dünya üzerinde bilinen yüzgeçayaklıların sınıflandırmasını 1880 tarihli monografisinde gözden geçirmiştir. Bu eserinde isimlerin tarihçesini belirtmiş, familya ve cinslerin ayırtedilebilmesi için gereken özellikleri vermiş, Kuzey Amerika'da yaşayan türleri tanımlamış ve dünyanın diğer bölgelerinde yaşayan türler hakkında özet bilgiler sağlamıştır. 1989 yılında Annalisa Berta ve çalışma arkadaşları sınıflandırılmamış klâd Pinnipedimorpha'nın fosil cins "Enaliarctos" ile modern yüzgeçayaklıların kardeş grup olarak içermesini önermişlerdir. Yüzgeçayaklılar Etçiller takımında ve Köpeğimsiler alt takımında yer alırlar. Günümüzde yaşayan üç familyadan Otariidae ve Odobenidae, Otarioidea üst familyasında yer alırken Phocidae familyası ise Phocoidea üst familyasında sınıflandırılır. Otariidae familyasının üyelerinin dış kulaklarının varlığı diğer yüzgeçayaklılardan ayırıcı bir özeliktir. Bu hayvanlar su içinde gelişmiş ön üyelerini kullanarak ilerlerler. Ayrıca arka üyelerini öne doğru kıvırarak karada görece daha rahat hareket edebilirler. Alın kemiklerinin ön ucu burun kemiklerinin arasından geçerek aşağı uzanır ve supraorbital foramen geniş ve düzdür. Fossa supraspinata ikincil bir tepecik ile ikiye ayrılmıştır ve bronşlar önden ayrılır. Otariidae familyasında yedi cins ve birinin soyu tükenmiş olan on altı türü sınıflandırılmaktadır. Göz çukurları büyük, vücutları silindirik şekildedir. El ve ayak parmakları arasındaki yüzme derisi palet şeklini alır. Vücudun arka kısmının hareketi ile kıpırdarlar. Derinin altında kalın bir yağ tabakası vardır. Yüzde dokunma kılları vardır. Dış kulakları körelmiş ya da tümüyle yok olmuştur. Burun delikleri yüzerken kapanır. Bazı üyelerde köpekdişleri, fildişi gibi uzamıştır. Diğer deniz memelilerinden farklı olarak postlarını değiştirmek ve üremek için karaya çıkarlar. Fok balıklarının kürk değişimi için karaya çıkış dönemleri, kimi primitif kabilelerce mit konusu olmaktadır. Faroe Adalarında, fok balıklarının post değişimi yaptıkları süreçte metamorfoza uğrayıp, insanlar gibi içki içip, eğlendiklerine; değişimin ertesi günü yeniden kıyıya indiklerine inanılır. Ormancılık Ormancılık, ormanların ve ormanla ilişkili doğal kaynakların idaresi ağaçlandırma faaliyetleri ve bu faaliyetlerin yapılabilmesi için gerekli olan altyapı hizmetlerinin gerçekleştirildiği bir bilim dalı ve yönetim sanatıdır. Ormancılığın ana hedefi doğal kaynaklar ve hizmetlerin sürdürülebilirliğini sağlayacak sistemlerin oluşturulması ve geliştirilmesidir. Ormancılığın ana sorunsalı, toplumun ormanlardan karşılanan ihtiyaçlarının teminini sağlarken aynı zamanda orman kaynağının ve ormandan etkilenen diğer doğal kaynakların sağlıklı bir şekilde devamının sağlanabilmesidir. Ormancılığın en fazla etkileşim içinde olduğu bilim dalı, yeni orman tesis etme, mevcut ormanların bakımı ve toplum ihtiyaçlarına göre şekillendirilmesi bilim ve yönetim sanatı olan silvikültür bilimidir. Modern ormancılığın ilgi alanı olarak; ahşap sanayi için odun hammaddesi üretimi, kimya,gıda ve ilaç sanayi için sığla yağı, defne yaprağı, ıhlamur, keçiboynuzu, mantar vb. tali ürünler üretimi, yaban hayatı, kaliteli içme suyu temini, doğal peyzajın korunması, rekreasyon, biyolojik çeşitlilik yönetimi, havza amenajmanı, erozyon kontrolü ve atmosferik karbondioksitin depolanması gibi konular sayılabilir. Zağanos Zağanos Paşa Zağanos Mehmed Paşa (ö. 1462, Balıkesir), II. Mehmed saltanatında 1453-1456 yılları arasında sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır. İstanbul'un Fethi'nden sonra sadrazamlığa getirilen ilk kişidir. Rum devşirmesi olduğu bildirilmektedir. Denizcilikte gözetleme için zağanos (keskin görüşlü, yırtıcı bir kuş) kullandığı için zağanos lakabıyla anılmıştır. Eğitimini Edirne Enderun'da yapmıştır. Eğitiminden sonra umera sınıfına dahi olmuştur. II. Murad, oğlu ve veliahti olan Şehzade Mehmed'i Manisa sancakbeyi için gönderince önce Nişancı Mehmet Bey onun lalası olarak görevlendirilmiş ve çok geçmeden Zağanos Paşa'ya lalalık görevi verilmiştir ve Aralık 1449'da Saruca Kasım Paşa lalalık görevine atanmasına kadar bu görevi sürdürmüştür. 1443'de Şehzade Mehmed Edirne'ye çağrıldığı zaman Zağanos Paşa'ya vezirlik görevi verilmiştir. 1444'te ikinci zevce olarak II. Murad'in kızı ve Şehzade Mehmed'in ablası Fatma Sultan ile nikahlanmış ve "Damat" olarak anılmaya başlanmıştır. 1446'da vezirlikten azledilip Gelibolu sancakbeyi ve donanma komutanı olmuştur. Bir iddiaya göre, Sultan II. Murat tarafından sürgün edilmiştir, 1444-1452 yılları arasında Balıkesir'de sürgün hayatı yaşamıştır. 1451'de babası olan II. Murat ölünce II. Mehmed'in ikinci defa padişahlığa çıkması üzerine Edirne'ye dönmüş ve ikinci vezir tayin edilmiştir. İstanbul'un fethi sürecinde önemli görevler yüklenmiştir. İstanbul'un fethi öncesinde Rumeli Hisarı'nı yaptırmış, İstanbul Kuşatması'nın en ateşli savunucularından olmuştur.Rumeli Hisarındaki 3 kulenin biri Halil Paşa, biri Sarıca Paşa, diğer güneydekine ise Zağanos Paşa adı verilerek Rumeli Hisarının yapımı sonrası diğer 2 paşa ile birlikte padişahça onurlandırılmıştır. Dehası ile Osmanlı donanmasının kara yolu ile Kasımpaşa’ya indirilmesini sağlamıştır. Bununla birlikte Ulubatlı Hasan'ın kendi komuta ettiği birlikte bulunduğu ve askerlerinin emri altındaki tünelci ve istihkamcılarının büyük yararlılıklar gösterdiği bilinmektedir. İstanbul'un fethi'nden sonra azledilerek idam edilen Çandarlı Halil Paşa'nın yerine vezir-i azamlığa getirilmiştir. Ancak 1456 yılında Fatih Sultan Mehmet ile birlikte sefere çıkan Zağanos Paşa ve Osmanlı ordusu, Belgrad Kuşatması'nda Sırbistan'ın her yanını fethetmesine karşın şehri alamayıp; şehri savunan János Hunyadi komutasındaki Macar ordusu ve Haçlı birliklerine yenilmiş ve ağır kayıplar neticesi kuşatmayı kaldırmak zorunda kalmıştır. Bu başarısızlığın en büyük sorumlusu olarak Zağanos Paşa gösterilmiş ve Vezir-i Azamlıktan alınmıştır. Kızı sultanın hareminden dışlanmış ve her ikisi de Balıkesir'e sürgün gönderilmiştir. Balıkesir'e yerleşen Zağanos Paşa, vakıflar kurmuş cami, medrese, hamam yaptırmış ve şehrin çehresini değiştirmiştir. Bundan sonraki hayat hikâyesi ise tam net değildir. Bir anlatıma göre; 1459'da ise Balıkesir'den geri çağrılmıştır. 1463'te gelişmeye başlayan Osmanlı Donanması'nın başına Kaptan-ı Derya olarak getirilmiştir. 1466 yılında ise Teselya ve Makedonya'ya vali olarak atanmıştır. Hakkındaki bir başka iddiaya göre ise; 1461 yılında Trabzon'un fethine katılmıştır. Trabzon'un fethi esnasında Prenses Anna ile evlenmiştir. 1467-1469 yılları arasında ise Trabzon'da sancak beyliği yapmıştır. Diğer bir iddia ise 1461'de Trabzon'un fethi sonrası 1462 yılında Balıkesir'de vefat ettiği yönündedir. İstanbul'un fethinde, gemilerin karadan yürütülmesini sağlayan Türkmen tahta işçilerinin de Balıkesir'e yerleşmesine önayak olmuş ve Tah
tacılar adı verilen Türkmen Kültürü'nün oluşmasında pay sahibi olmuştur. Vakfının faaliyetleri Cumhuriyet Dönemi'ne kadar sürmüş, bu dönemde vakfın mütevellisi olan (torunlarından) Aslıer Ailesi tarafından, sahiplik ve imtiyaz hakları Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne devredilmiştir. Yaygın olarak bilinen kanı; "os" sözcüğünün Rumca"da "bey" anlamına geldiği, Rumeli Beylerbeyi iken yöre halkı tarafından "şahan-zahan (şahin)" kelimeleri ile birleştirilip "Zağanos" olarak okunduğudur (atalarından Evrenos Bey gibi). Halil Ethem'e göre Zağanos sözcüğü bir çeşit şahin anlamında olup, Farsça zağan sözcüğünden Osmanlıca’ya geçmiştir. Mahmut Goloğlu ise Trabzon Rumcası’nda "martı" anlamına gelen zinos sözcüğüne bağlayıp, kaynak göstermeden sözcüğün eski Türkçe olduğunu iddia etmiştir. Modern Türkçe sözlükte zağanos “bir cins doğan” olarak geçmekle birlikte, hangi dilden ödünç alındığı belirtilmemektedir. Farsça şahin sözcüğünün Rum ağzında bozulduktan sonra Türkçeye geçmiş formu olmalıdır. Zağanos sözcüğünün Trabzon’da yengeç anlamında kullanılan zağana sözcüğü ile alakalı olabileceği akla gelebilir ki bu sözcük aynı zamanda yörede aksak yürüyen kişilere takılan bir lakaptır ama Paşa’nın adı Trabzon’un fethinden öncesine dayanıyorsa bu önerme geçersizdir. Ayrıca Hun İmparatorunun büyük oğlunun da adıdır. Zağanos Mehmet Paşa Balıkesir'de kendi ismini taşıyan Zağanos Paşa Camii'ni yaptırmıştır ve eşi Fatma Sultan ve kendisi bu caminin avlusunda bulunan türbede gömülüdür. Bundan başka yine Balıkesir'de camiye ek imaret, medrese yaptırmıştır. Bursa'da camii, mektep ve köprü; Edirne'de mescit ve Tokat'ta kütüphane yaptırmıştır. ISBN 975-6121-00-9. Hava durumu Hava durumu ya da kısaca hava, yaşam ve insan aktiviteleri üzerindeki etkisini de göz önüne almak koşuluyla atmosferin belirli bir anda, belirli bir bölgedeki hali. Bazen çoğul olarak "havalar" şeklinde kullanılır. Hava durumu kavramı ile genellikle uzun dönemde gerçekleşen yani iklimsel değişimler değil, atmosferdeki kısa dönemde gerçekleşen değişimler kastedilir. Gökyüzünün görüş, bulutluluk, nem, yağış, sıcaklık ve rüzgâr durumu gibi çeşitli özelliklerini ifade eder. Belirli bir bölgedeki mevcut hava durumu hava raporu, gelecekte beklenen durumlar ise hava tahmini şeklinde, ilgili meteoroloji otoriteleri tarafından yayımlanır. Zilkale Zilkale, Çamlıhemşin, Rize ilçesinin 12 km güneyinde, Fırtına Vadisi'ndeki bir geçide hakim, yüksekçe bir tepe üzerinde (dere yatağından 100 m, denizden 750 metre yükseklikte) konumlanmış (40° 55' N, 40° 57' E), 8 burç ve bir gözetleme kulesinden oluşan, savunma hendeği durumundaki Zil deresine merdivenle inilen bir kale olup, kesin yapım tarihi bilinmemektedir. Ahşap olan iç konstrüksiyon çürüyüp yok olmuş olmalıdır. Bryer’a göre kuzey duvarına bitişik dörtgen apsidli oda bir şapeldir. Zil Kale, Varoş Kale, Pazar Kalesi ilk bakışta aynı elden çıkmış ve aynı amaçla yapılmış izlenimi vermektedirler. Bryer, Trabzon İmparatorluğu döneminde ya bizzat Komnenoslar ya da İmparatorluğa bağlı yerli Lordlar (mesela Zil Kale için Hemşin Lord’u Arhakel) tarafından yapıldıklarını tahmin etmektedir. Bıjışkyan (1871) “"Kayalığın üzerinde bulunan ve Zilkale denilen eski bir kalenin içinde insana şaşkınlık veren kemerli binalar ve büyük bir kule vardır. Kalenin alt ucu, tepelerin üzerinde başka kalelere ve eski bir kilise kalıntıları bulunan Fırtına Deresi’ne kadar uzanır"” diyerek gözlemlerini anlatırken, yazık ki kale tarihi hakkında bilgi vermemektedir. Osmanlı’nın bölgeyi fethinden sonra da Kale-i Zir adıyla askeri amaçlarla kullanılmış, 1979 yılında kalede bulunan 26 cm uzunluk ve 4-4 ½ cm çapında pirinç döküm iki el topu Trabzon Müzesi’ne getirilerek 440 (79-1-1) ve 441 (79-1-2) no.lar ile envantere kayıt edilmiştir. Aşağı Kale < Kale-i Zir (Farsça), Zir Kale Eski Dünya kunduzu Eski Dünya kunduzu ("Castor fiber"), Avrupa kunduzu olarak da bilinir, kunduzgiller (Castoridae) familyasından vücudu yüzmeye uyum sağlamış, su civarında yaşayan bir kemirici türü. Kunduz, Avrupa’nın en büyük kemirgenidir, arka ayak parmaklarının arasında palet gibi bir yüzme derisi gelişmiştir. Postları gri renkli, sık ve yumuşak kıllar ile daha uzun yapılı kahverengi, oldukça sert kıllardan oluşmuştur. Kulakları ve gözleri küçüktür. Gözlerinde üçüncü bir perde vardır. Kulakları ve burunlarında da su kaçmasını önleyen kapaklar vardır. Kesicidişleri portakal renginde olabilir ve 12 cm.’ye varabilir. Boyları 75–100 cm., dümen görevi yapmak üzere yassılaşmış kuyrukları 30–40 cm. kadar olur, ağırlıkları 13–30 kg. arasında değişir. Daha çok kayın, kavak ve kızılağaç gibi yumuşak oduna sahip ağaçların bulunduğu suların civarında yaşar, suyun sakin ve yavaş aktığı yerleri tercih ederler. Eskiden Avrupa’nın tamamından Orta Asya’ya kadar yaygın iken bugün Avrupa’da bölge bölge kalmıştır. Türkiye’de soyu tükenmiş olabilir. Geçmişte Fırat, Yukarı Kızılırmak, Ceyhan ve Kahramanmaraş yakınında Körsulu Çayı dolaylarında yakalanmış ya da görülmüşlerdi Kunduzların yuvaları ortada tünellerle ulaşılan bir yaşama odasının bulunduğu bir galeri şeklindedir ve yerden 1.5 metre kadar yüksekliğe ulaşır. Dal ve çamurlarla inşa edilen bu yuvalar bir insanın ağırlığını taşıyabilecek kadar sağlamdır. Birçok galeri aracılığıyla yuvaların su yüzeyinin altıyla bağlantısı sağlanmıştır ve bir havalandırma bacası da yukarıya açılır. Genellikle gece işlektirler, çok ürkektirler. Tehlike sırasında kuyruklarını suya vururlar. Nadiren homurtu, tıslama, çığlık gibi sesler çıkarırlar. Derelere, 30–60 cm. yüksekliğinde yuvalarını korumaya yönelik bentler yaparlar. Güçlü dişleriyle bir ağacı kemirmek suretiyle devirirler. 8 cm. çapındaki bir ağacı yere (su yüzeyine) yıkmaları en fazla 5 dakika sürer. Daha büyük ağaçlar için, günler, haftalar boyunca ve birkaç birey birlikte çalışırlar. 80 cm. çapında bir ağacı dahi devirebilirler. Baraj yapmaktaki amaçları insanlarınkinden pek de farklı değildir. Su düzeyini ve akışını düzenlemeye çalışırlar. Erkek ve dişi bir yaşama alanı belirleyerek birlikte yaşar. Kış uykusu yoktur. Kışı dinlenme odalarında geçirirler. Kemirmeye uygun dalları suyun dibine taşırlar. Burada görece soğukta saklanan dallar tazeliğini koruyarak kışlık gereksinimlerini karşılar. Bazen buzları delerek besin aradıkları da olur. Ağızlarında boğazlarına su kaçmasını engelleyen bir deri tabakasını (salgılanan bir maddeyle) mühürlemek suretiyle sualtında da su yutmaksızın kemirebilirler. Sadece bitkilerle beslenirler. Otlar, yapraklar, yumuşak ve ince dallar, ağaç kabuklarını tercih ederler. Ortalama 35-50 yıl yaşarlar. Gebelik 15 hafta sürer. Bu süre sonunda 1-5 yavru, gözleri açık ve kürklü olarak doğarlar. Birkaç günlükken yüzmeyi ve dalmayı becerirler. 2 ay kadar emzirilen yavrular, 2-3, bazen 4 yaşına kadar anne ve babasıyla yaşar. Daha sonra aile kurmak üzere yuvadan ayrılırlar. Kırmızı listede R/Ex statüsündedir. Eskiden yaşadıkları pek çok bölgede soyları tükenmiş, yaşadıkları yerlerde de birbirinden kopuk populasyonlar halinde varlıklarını sürdürmektedirler. Avlanma (kürkleri için), çevre bozulması gibi etkenlerin tehdidi altındadırlar. Vartavar Vartavar, Rize'nin Çamlıhemşin ve Hemşin ilçelerinin yüksek kesimlerinde yaşayan bir halk olan Hemşinliler tarafından Temmuz ve Ağustos ayları içerisinde köyden köye değişen tarihlerde, dinlenmek ve eğlenmek amacıyla yapılan ve Trabzon'da yayılan derneklerden farklı olarak, herkesin değil de daha çok genç kız ve erkeklerin horon edip diğerlerinin seyrettiği yayla şenliğinin adıdır. Anadolu'nun Hıristiyanlaşmasından önceki pagan inançlarından birisi olan, hasat zamanı kutlamalarının dini motiflerle zenginleştirilmiş bir versiyonu olarak varlığını yakın zamanlara kadar sürdürmüş ve İslamlaşmadan sonra’da bir eğlence ve genç kız ve erkeklerin, gelecekteki eşlerini bulmaları ve tanımaları amacına hizmet eden şarkılı,horonlu bir şenlik olarak günümüze dek gelmiş olmalıdır. Ermeni inancında Nuh Tufanı’ndan sonra, Nuh Peygamber gemiden inerken son bir kez yağmur yağar ve hayat yeniden başlar. Hristiyanlıkla birlikte bu şenlik İsa Peygamberin suret değişmesi (Ermenice Baydzara-gerbutyun Diarn, 22 Temmuz) yortusuyla birleştirilmiştir. İncil'e göre İsa Mesih'in üç havarisiyle çıktığı dağda, yüzü güneş gibi parlar, etrafında Musa ve İlyas peygamberler belirir ve Tanrı ‘sevgili oğlum budur’ der. Ermeniler bugünü etrafı güllerle süsleyerek ve birbirlerini su ile ıslatarak kutlarlar. Hemşinliler dışında bazı Müslüman Kürt topluluklarda kuzuların sütten kesilme zamanını (7 Ağustos) Vartivor adı altında kutlamaktadırlar. Ermenice varth "gül" + + var “ışık saçan" Bulut Bulut, serbest bir hava kütlesinde toplanmış, gözle görülebilir su damlacıkları, buz kristalleri veya her ikisinin karışımından oluşan yapı. Bulutlar yer seviyesinden yüksekte bulunur. Yer seviyesinde oluşan sığ bulut katmanları ise "sis" olarak adlandırılır. Atmosferde yoğunlaşan su buharı küçük su damlacıklarını ve genellikle 0,01 mm çapındaki buz kristallerini meydana getirir. Milyarlarca damlacık ve kristal bir arada bulut denilen yapıyı oluşturur. Bulutlar tüm görünür dalga boyutlarını yansıtır. Genellikle beyazdır ancak gri veya siyah olarak da görünebilirler. Gri ya da siyah görünmelerinin sebebi, kalınlıkları nedeniyle güneş ışığının geçmesine izin vermemeleridir. Bulutlar görünüşlerine göre adlandırılırken başlıca dört Latince kökenli kelime ve bunlardan türetilmiş ekler kullanılır: Bunlar haricinde kullanılan bir diğer önek olan alto- Latince "altus" "yüksek" sözcüğünden gelmesine rağmen adında alto bulunan bulutlar genellikle orta seviye bulutlarıdır. Bulutlar deniz seviyesinden yüksekliklerine göre "yüksek", "orta" ve "alçak derece bulutları" olmak üzere 3 ana gruba ayrılırlar. Yaygın sınıflandırma şöyledir: Başlıca on adet bulut tipi vardır: sirrüs, sirrokümülüs, sirrostratüs, altokümülüs, altostratüs, nimbostratüs, stratokümülüs, stratüs, kümülüs ve kümülonimbüs. Bulutlar fiziksel özelliklere göre sınıflandırılırlar. Bulut adları gene
llikle Latince kökenlidir. Bulut isimlerini şöyle sıralayabiliriz; Stratüs, Kümülüs, Staratokümülüs, Kümülonimbüs, Altastratüs, Nimbastratüs, Altokümülüs, Sirrostratüs, Altokümülüs, Sirrus. Stratüs: Bulutlardan en alçakta bulunan tür stratüstür. Genellikle geniş bir alana yayılan stratüsler gri tonlarda olur. Bu bulutlara deniz kıyılarında ve dağ eteklerinde sık rastlayabilirsiniz. Çiselemeye neden olan stratüsler, atmosferin yere yakın bir katmanının soğumasıyla oluşur. Kümülüs: Kümülüste alçakta bulunan bir bulut türüdür. Kümülüsler çok soğuk havalarda buz kristalleri bulundurabilir. Bu yoğun bulutların beyaz renkli üst kısmı karnabahara benzetilir. Alt kısımları daha koyu renkli olabilir. Küme, kubbe ya da kule benzeri şekiller alarak büyür ve yağışlara neden olurlar. Atmosferin yere yakın katmanlarında havanın soğumasıyla oluşurlar. Stratokümülüs: Gri tonlarda ya da beyaz, katmanlı ve yuvarlak kütlelerden oluşan bu bulutlar genellikle yağışa neden olmazlar. Kümülüsler yayılıp bu bulutları oluşturabilir. Kümülonimbüs: Bu bulut da alçak bulut cinslerinden. Koyu renkli ve büyük olmaları bu bulutların en belirgin iki özelliği. Biçimi sürekli değişen bu bulutlar, yukarı doğru büyüdüğü için alçak bulut seviyesinden yüksek bulut seviyesine kadar uzanır. Kümülüslerin yukarı doğru genişlemesiyle oluşabilir ve sağanak yağışlara neden olabilir. Altostratüs: Orta yükseklikteki bulut cinslerinden biridir. Bu bulutlar gökyüzünün büyük bir bölümünü kaplar ve gri ya da mavi tonda olur. Tabakalar hâlindeki, çizgili yapıdaki altostratüsler hafif bir yağmura ya da kara neden olur. Geniş bir alana yayılmış hava katmanının yavaş yavaş yükselmesiyle veya nimbostratüslerin incelmesiyle oluşurlar. Nimbostratüs: Orta yükseklikteki bulut cinslerindendir. Bu gri bulutlar Güneş'i örtüp kaplamasıyla bilinir. Bu bulut türü de yukarıya doğru büyür ve alçak bulut seviyesinden yüksek bulut seviyesine kadar uzanır. Sürekli yağan yağmura ya da kara neden olmasıyla öne çıkar. Altostratüslerin kalınlaşmasıyla oluşur. Altokümülüs: Bir diğer orta yükseklikteki bulut türü ise altokümülüstür. Bu bulutlar gri tonlarında ya da beyaz olur. Katmanlı, parçalı bir görünümüne sahip olan altokümülüsler sıcak havalarda bir fırtınaya işaret edebilir. Geniş bir hava kütlesinin yükselerek soğumasıyla oluşabilirler. Sirrostratüs: Yüksek bulut cinslerinden bu bulut saydam, ince bir tabakada gibi görünür. Bu bulutlar gökyüzünde her yeri kaplayabilir. Güneş ya da Ay etrafında hale oluşturabilir. Sirrokümülüs: Bu bulut da yüksek bulutlardan biri. Altokümülüs bulutuyla karıştırılabilen bu bulut tamamen beyaz olmasıyla ondan ayrılır. İnce ve parçalı olan bu bulutlar açık havanın habercisidir. Altokümülüs parçalarının küçülüp yükselmesiyle oluşabilirler. Sirrus: En yüksekte bulunan bulut cinslerinden biridir. İnce, lifli ya da parçalı bir görünümüne sahip olan bu bulutlar beyaz olur. Açık havada görülür. Sirrostratüslerin değişime uğramasıyla oluşurlar. Yağmur Nasıl Yağar? Gökyüzünde yükseklere çıkıldıkça hava soğuduğundan havadaki su buharı yoğunlaşır ve küçük damlacıkları oluşturur. Damlacıklar bir araya gelerek bulutları oluşturur. Bulutların içindeki küçük damlacıklar bir araya geldikçe büyür ve yağmur damlalarını oluştururlar. Damlalar büyüyüp ağırlaştıkça yer çekiminin etkisiyle artık bulutta duramaz ve yağmur olarak yağar. Sakin Ol (film) Yimou’nun Gong Li’siz ilk filmi ve orijinal adının tam çevirisi: “Söyleyecek bir şeyin varsa güzelce söyle.” Aşık olduğu kadının iş arkadaşları tarafından hırpalanmasına tanık olan bir adamın yaşamı üstüne kurulu çağdaş bir komedi olan film, Pekin’i yaşamak ve yaşatmak için kentin o eşine az rastlanır çekicilikteki atmosferine gerçekçi ve zevk aşılayan bir şekilde yaklaşmaktadır. Öykü, anlaşılmak konusunda zorluk çıkarmamasının yanında, büyüleyici atmosferi, karmaşık duruşu ile izleyicinin bilincini açık tutmaya zorlar. Evler, dekorlar, lokantalar ve duvar resimleri yöresel ve otantik olanın çekiciliğini yansıtır. Konuşmalar ve değişen durumlarla yeni boyutlara uzanan öykü, bu akış süreci içinde ilginçliğini yitirmez. Filmin önceki Yimou filmleriyle olan en önemli farkları sınır tanımayan kamera devinimleri ve serbest bırakılmış, doğaçlama izlenimi uyandıran oyuncu yönetimidir. Ve Yimou’nun sıradan karakterleri sıradışı durumlarla sosyal ve karakteristik değişimlere uğratma anlayışı, özellikle entelektüel izleyiciyi büyüleyen bir başkalaştırma eylemi olarak Sakin Ol’da da güçlü bir biçimde kullanılır. Anadolu gelengisi Anadolu gelengisi ("Spermophilus xanthophrymnus"), Anadolu yer sincabı ya da Anadolu tarla sincabı olarak da bilinir, sincapgiller (Sciuridae) familyasından Kafkaslar'dan İsrail'e kadar yayılım gösteren, ismini en çok bulunduğu Anadolu'dan alan gelengi cinsinden kemirgen türü. Boyu 13–30 cm, kuyruğu ise 10 cm civarındadır. Ağırlığı cinse, yaşa ve yaşadığı ortama göre 85-300 g arasında değişir. Vücudun üst kısmı kahverengi sarı, altı sarımsı gridir. Bir zamanlar vebanın yayılmasına neden olarak görülen gelengiler, topluca yok edilmeye çalışılmıştır. Ancak bu kampanyalar, onların daha da çoğalmasından başka bir işe yaramamıştır. Bozulmamış, az eğimli düzlükler, step ve çayırlarda yaşarlar. Türk hamsteri Türk hamsteri ("Mesocricetus brandti"), Avurtlak olarak da bilinir, Cricetidae familyasından bir kemirici türü. Boyları 450–540 mm., kuyrukları 60 mm. kadar olur, ağırlıkları ise 240-450 gr. arasında değişir. Kulakları büyük, kuyrukları oldukça küçüktür. Burun kısmı küt, ayakları kıllıdır. Dudakların dibine açılan ve arkaya doğru omuza kadar uzanabilen yanak keseleri vardır. Bu keseler besinle dolu iken kafa sekiz misli büyük görünür. Baş ve sırt kısımları sarımsı, karın, boyun ve yanaklar kırmızımsı. Göğüste ve omuz kısmında siyahlıklar vardır. Bozkır ve kurak arazilerde, yüksek yaylalardaki yumuşak topraklarda yaşarlar. Kafkasya, Kuzey Irak, Kuzeybatı İran, Suriye, Filistin’de görülür. Türkiye’nin iç kesimlerinde rastlanır. Toprağın hemen altına galeriler açarak yuva yaparlar. Kış uykusuna yatarlar. Bir ay kadar süren kış uykusunu zaman zaman keserek beslenir. Bu süre içinde yetecek kadar besini yuvasında depolar. Kavgacıdırlar. Tahıl daneleri, tohumlar ve bitki yumruları ile beslenirler. Buldukları zaman böcek ve solucanları da yerler. Senede 3 defa 13’e kadar yavru doğurabilirler. Yavru sayısı genellikle 9’dur. Yavrular kör ve çıplak olarak doğar; ilk birkaç gün ağız keselerinin içine alınabilir. 2-3 ayda erginleşirler. 12-13 yıl yaşarlar. Bol bulunurlar ve kolayca üredikleri için tehlikede sayılmazlar. 1960’lı yıllarda Orta Anadolu’dan yakalanan hayvanlar üretilerek denek olarak kullanılmaktadır. Algı Algı, psikoloji ve bilişsel bilimlerde duyusal bilginin alınması, yorumlanması, seçilmesi ve düzenlenmesi anlamına gelir. Algı, duyu organlarının fiziksel uyarılmasıyla oluşan sinir sistemindeki sinyallerden oluşur. Örneğin, görme gözün retinasına düşen ışıkla, işitme kulağa gelen ses ile oluşur. Algı bu sinyallerin sadece pasif bir şekilde alınması değildir. Öğrenme, dikkat, hafıza ve beklenti ile şekillenebilir. Algı, bu "yukarıdan aşağıya etkileri" kapsadığı gibi duyusal girdinin "aşağıdan yukarıya" işlenmesini de içerir. "Aşağıdan yukarıya işlemler", basitçe, düşük seviye bilgi kullanılarak daha yüksek seviyede bilginin (örneğin şekiller ile nesne tanımada) oluşturulmasıdır. Yukarıdan aşağıya işlemler ile kastedilen, kişinin kavram ve beklentilerinin algıyı etkilemesidir. Algılama, sinir sisteminin kompleks işlemlerine dayanır, ancak bilinçsel farkındalığın dışında gerçekleştiği için çoğu zaman kişilere zahmetsizce gerçekleşir gibi gelir. Deneysel psikolojinin, 19. yüzyılın sonlarına doğru yükselişinden beri psikolojinin algı anlayışı çeşitli teknikleri birleştirerek ilerledi. Psikofizik, fiziksel nitelikleri değişen girdinin algı üzerine etkisini ölçerken, Duyusal nörobilim algının arka planındaki beyin mekanizmalarını inceler. Algı sistemleri (işledikleri bilgi açısından) hesaplamalı olarak da incelenebilir. Felsefe, algı ile ilgili olarak; ses, koku gibi duyusal niteliklerin ne dereceye kadar algılayanın zihni yerine nesnel gerçeklikte var olduklarını inceler. Duyular geleneksel olarak pasif alıcılar olarak düşünülmesine rağmen, yanılsama ve illüzyon üzerine çalışmalar beynin algısal sistemlerinin aktif ve bilinç düzeyine çıkmadan girdilerinden duyu oluşturmaya çalıştıklarını gösterdi. Algının ne derece aktif bir hipotez test sürecinde kullanılabilir olduğu veya gerçekçi duyusal bilginin elde edilebilmesinin bu süreci gereksiz kılıp kılmayacağı tartışma konusudur. Beynin algısal sistemleri, insanların çevrelerindeki dünyayı, duyusal bilgileri eksik ya da değişken olsa bile, kararlı görmesini sağlıyor. İnsan ve hayvan beyinleri farklı bölgeleri farklı duyu bilgilerini işleyecek şekilde kısımlı bir yapıya sahiptir. Bu kısımlardan bazıları duyusal harita şeklini alır. Bu farklı kısımlar birbirleriyle bağlantılıdır ve birbirlerinden etkilenir. Örneğin, tatma duyusu kokudan güçlü bir şekilde etkilenir. Algı çalışmasının yöntemleri, David Hume, John Locke, George Berkeley'de veya tüm bilim ve bilginin temeli olarak Maurice Merleau-Ponty'nin algıyı kabullenmesi gibi deneysel epistemoloji ve mantık felsefesi çerçevesindeki psikolojik yaklaşımlar içerisinde gerekli biyolojik yaklaşımlardan psikolojik yaklaşımlara kadar farklılık gösterir. Kolaylıkla duyum ile karıştırılabilmektedir. Ayrımı belirleyen temel etken duyumda bir yorumlama, anlama söz konusu 'olmamasıdır'. Örnek: Yolun karşısından gelen arkadaşımız bize doğru yürümektedir ve açıkça bize doğru yürürken bize doğru bakmaktadır. Ancak yanımızdan hiç oralı olmayıp geçer giderse problem duyum algı farkına işaret ediyor olabilir. Yani bizim görüntümüz onun gözüne, retinasına yansımıştır. Biyolojik yapısı içerisinde göz bu görüntüyü beyne ulaştırmıştır. Fakat beyin burada yapması gereken duyusal bilginin alınmasından sonra, seçilme, düzenleme ve yorumlama aşamalarını gerçekleştirmemiştir. Bu halk ara
sındaki tabirle bakmak ve görmek arasındaki fark gibi de düşünülebilir. Psikolog Jerome Bruner bir algı modeli geliştirmiştir. Bruner'e göre insanlar kanaat oluşturmak için aşağıdaki süreçlerden geçerler: Alan Saks ve Gary Johns'a göre, algının 3 bileşeni vardır. Psikolojinin konusu olan insan ve hayvanda algı, duyulara bağlıdır. Klasik beş duyu; görme, duyma, koku alma, tat alma ve dokunmadır. Bunların dışında; beden bilinci, denge, sıcaklık ve acı gibi duyular da vardır. VEYA kapısı Girilen iki ya da daha çok değerin toplanmasına yarayan kapıdır. Bu sistemde bir yahut daha çok giriş ve bir çıkış kapısı bulunur. Buna veya kapısı (OR gate) denir. Ayrılma mantık bağlacının dijital sistemlerdeki karşılığıdır. VEYA Kapısı, herhangi bir girişi 1 olduğunda 1 cevabi verir, ancak tüm girişleri 0 ise 0 verir. VEYA Kapısının doğruluk tablosu: Burada A ve B değerlerinin toplamının verdiği Y çıkışını görüyoruz. Vedeğil kapısı Girilen iki ya da daha çok değerin çarpılmasını sağlayan ve sonucun tersini alan kapıdır.Buna ve değil kapısı veya TVE (Ters Ve) kapısı denir. İngilizce kısaltması ise NAND 'dır. VE Değil Kapısı, sadece tüm girişleri 1 ise 0 verir, diğer tüm hallerde 1 verir. VE Değil Kapısının doğruluk tablosu: Burada A ve B değerlerinin çarpımının değilini verdiği Y çıkışını görüyoruz. D flip-flop D flip-flop, 1 bitlik hafıza. Tetikleme darbesi ile tutuğu değeri bırakır ve yeni gelen değeri tutmaya başlar. D tipi Flip Flop’lar, giriş verisinin saat darbesiyle kabul edilmesi açısından farklılık gösterirler. Bu farklılık Flip Flop’un tetiklenme yapısından kaynaklanır. Kenar (edge) tetiklemeli Flip Flop’lar, D girişindeki lojik değeri saat darbesinin bir lojik değerden diğerine geçişinde çıkışa yani Q'ya iletirler. D Flip Flop’un bu özelliği blok gösteriminde (pozitif kenar tetiklemeli) clock girişindeki “ > “işareti ile belli edilir. Eğer Flip Flop 0’dan 1’e geçişte clock alıyorsa, D girişindeki bilgiyi çıkışa iletiyorsa pozitif kenar tetiklemeli, 1’den 0’a geçişte tetik alıyorsa negatif kenar tetiklemelidir. JK flip-flop 1 bitlik hafızadır. Tetikleme darbesi ile tutuğu değeri bırakır ve yeni gelen değeri tutmaya başlar. JK Flip Flopunun Durum Tablosu: JK Flip Flopunun tetikleme hareketi 0 ise: Flip Flopta bir değişiklik olmaz. Ancak tetiklemeden 1 gelir ise sistem o anki değerini değişimini J ve K girişlerinden gelen değerlere göre değiştirecektir. JK flip flop'u hemen hemen SR flip-flop'u ile aynı tepkileri verir. Bu flip-flop'u SR flip-flop' undan ayıran tek fark J ve K uclarına 1 geldiğinde tanımsız olmamasıdır. Bu flip-flop'ta JK uclarına 1 geldiğinde flip-flop bir önceki aldığı değerin tersi bir değer alır. Flip Flopta 1 yüklü yani Q(n)=1 Sistem c=1 olacak şekilde tetiklendi. Eğer J ve K bacaklarından 0 1 gelir ise bu durumda sistem durum tablosundan da görülebileceği gibi silme durumuna geçer. Yani Q(n) değeri 0 olur. Bunu da Q(n+1)=0 şeklinde gösteririz. Sayıcılar Çok çeşitli toplayıcılar vardır.İşlevi sistemimizde ne kadar işlem yapıldığını görmek için kullanabilirsiniz,sistemin ne kadar işleyeceğini belirliyebilmesidir.Kontrol devrelerinde değerleri yer alır.Her aldıklar tetiklemeye karşın tuttukları sayıyı bir artırırlar ya da azaltırlar. Örneğin 4 bitlik paralel çıktılı bir sayaca bakalım. 0 dan başlayıp 16 kadar sayar.4 bacağı değer basamaklarına göre(en değerli D,en değersiz A) olacak şekilde yerleştiririz ve aldığımız her CLKA' tetiğinde sayaç değeri bir artırılır. Bunu displaylar sayesinde görüntüleyebiliriz. Anayasa Anayasa, ülke üzerindeki egemenlik haklarının kullanım yetkisinin içeriğinde belirtildiği şekliyle devlete verildiğini belirleyen toplumsal sözleşmelerdir. Hans Kelsen'in Normlar Hiyerarşisi'ne göre diğer bütün hukuki kurallardan ve yapılardan üstündür ve hiçbir kanun ve yapı anayasaya aykırı olamaz. Anayasa, bir devletin yönetim biçimini belirtir. Toplumların ülke üzerindeki egemenlik haklarının, bireylerin temel haklarının hangi koşullar altında devlet tarafından kullanılabileceğini belirleyen temel kanunlardır. Devletin temel kurumlarının nasıl işleyeceğini belirler. Genel olarak genel hükümler, temel hak ve özgürlükler, bireylerin topluma karşı görev ve sorumlulukları ile yasama, yürütme, yargı gibi anayasal devlet organlarını tanımlayan bölümlere sahiptir. Fransızca “constitution” (konstitüsyon) sözcüğünün karşılığı olarak günümüz Türkçesinde “anayasa” kelimesi kullanılır. Türkçede bu sözcüğe karşılık, Osmanlı döneminde “kanun-u esasi”, Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında “teşkilat-ı esasiye kanunu” kullanılmıştır. Anayasa hukukunda yeni anayasa yapma ve değiştirme iktidarına "“kurucu iktidar”" (aslî kurucu iktidar) denir. Aslî kurucu iktidar tarafından yapılmış mevcut anayasanın çizdiği hukukî kurallar çerçevesinde, oluşumunun ve çalışma sınırlarının belirlendiği mevcut anayasada değişiklik yapma iktidarına sahip devlet organına "“kurulan iktidar”" denir. Aslî kurucu iktidarın sürekli oluşturulması yani bütün hukukî yapının temelini oluşturan anayasanın öngördüğü usûller dışında sıkça değiştirilmesi, kronik devrime ve anayasal düzende anarşiye yol açar. Kurucu iktidar hukuk dışı bir iktidardır. Bir başka deyişle, “hukuk boşluğu” ortamında yani kendisini bağlayan hukukî kuralların olmadığı ortamda oluşmuş iktidardır. Hukuk boşluğu iki şekilde oluşabilir. “Baştan itibaren” süregelen hukuk boşluğu veya “sonradan” ortaya çıkan hukuk boşluğu. Baştan itibaren hukuk boşluğu olan ortamda aslî kurucu iktidarı bağlayan hukukî bir durum söz konusu değildir yani yeni yaptığı anayasadan önce gelen bir anayasa yoktur. Bu durumda aslî kurucu iktidar yeni bir anayasa yapmak için eski anayasayı yıkmadan mevcut olan hukuk boşluğundan yararlanmıştır. Bu tür hukuk boşlukları yeni bir devletin kurulduğu durumlarda ortaya çıkar. Bunlar, sömürgelerin bağımsızlığa kavuşması, bağımsız devletlerin birleşmesi, bir devletin birden çok bağımsız devlete ayrılması olarak sıralanabilir. Aslî kurucu iktidar tarafından bu şekilde oluşturulan anayasa yeni bir devletin ilk anayasasıdır. Sonradan yaratılmış hukuk boşluğu, mevcut anayasanın ortadan kaldırılması ile oluşturulur. Bu tür hukuk boşlukları ise, devrim, hükûmet darbesi, iç savaş gibi durumlardan sonra ortaya çıkar. Bu gibi durumlardan sonra ortaya çıkan asli kurucu iktidar, mevcut siyasal rejimi yıkıp “anayasayı ilga” ederek (yürürlükten kaldırarak) kendisini bağlayan hukuk kurallarını yıkarak oluşturduğu hukuk boşluğunu yeni bir anayasa yaparak doldurur. Bu hallerde genelde siyasal rejim değişir. Kurulan iktidar hukukî nitelikte bir iktidardır. Yetkinin kim tarafından ve hangi sınırlar çerçevesinde kullanılacağını tespit eden hukuk kuralları aslî kurucu iktidarın yaptığı anayasa tarafından konulmuştur. Tali kurucu iktidarın anayasayı değiştirme yöntemleri yine anayasaların kendisi tarafından belirlenmektedir. Tali kurucu iktidar bu nedenle sınırlı bir iktidardır. Cumhuriyet ve demokrasi ile yönetilen ülkelerde tali kurucu iktidar, “halk” değil, anayasanın koyduğu usûllere göre vatandaşlar arasında “seçmen” kabul edilenlerin “geçerli oy”ları ve bazı ülkelerde de seçim barajı dolayısıyla sınırlı bir temsilîyet durumu ile ortaya çıkartıldıkları için kurucu iktidar gibi davranarak mevcut anayasayı yürürlükten kaldırıp yerine yeni bir anayasa yapamaz. Devletin başlıca kurulu organları yasama, yürütme, yargıdır. Bazı ülkelerde yazılı, bazılarında ise yazısız genel kabul görmüş uygulamalar şeklindedir. Türkiye'nin de aralarında bulunduğu çoğu ülkede anayasa, yazılı ve bütünsel bir belgedir. Bu tip ülkeler "biçimsel" anlamda anayasaya sahiplerdir. Oysa Birleşik Krallık'ta yazılı bir anayasa yoktur. Buna ise "teamüli anayasa" denmektedir. Bu ülkede temel kurumların işleyişi yüzlerce yıllık geleneklere, yasalara ve belgelere göre düzenlenir. "Anayasalı devlet" ve "anayasal devlet" ayrımına gitmek gereklidir. Bu ayrımda ise şekli anlamda bir anayasası olan devlet bu belgede modern anayasanın gereklerini yerine getirmiyorsa yani devletin temel kurumlarının nasıl işleyeceği muğlak ve daha da önemlisi kişi temel hak ve özgürlükleri tam anlamıyla güvence altında değilse devlet anayasal bir devlet sayılmamakta sadece anayasa sahibi bir devlet anlamına gelen "anayasalı devlet" sıfatını almaktadır. Buna karşın ister teamüli ister şekli anayasa sahibi olsun eğer bir devlet temel hak ve özgürlükleri güvence altına almış ise bu devlet anayasal sayılmaktadır. Son ayrım ise "çerçeve anayasa" ile "düzenleyici anayasa" ayrımıdır. Eğer anayasa normlarında devletin temel yapılanması hakkında ayrıntılı bilgilere giriliyor ve düzenlemeler yapılıyorsa bu düzenleyici anayasadır. Anayasa normları sadece devletin temel yapılanmasını çiziyor ve düzenlemeyi kanunlara bırakıyorsa bu ise çerçeve anayasadır. Yetkili organ tarafından yapılmış ve bir anayasada yer alması gereken kuralları içeren temel belgedir. Yazılı olmayan, sürekli uygulama sonucu ortaya çıkan anayasadır. (Örn: İngiltere) Bir devletin geleneksel anayasasının olması, anayasa alanında ortaya çıkan hiç yazılı belge olmadığı anlamına gelmez. Bir görüşe göre töreler de bu kapsama girer. Maddelerinin değiştirilme usullerinin herhangi bir kanunun değiştirilme usulünden farklı olmadığı anayasalardır. Bu anayasalar için özel, değiştirilmesi zor yöntemler benimsenmiştir. Bir anayasanın 'sert' olduğunu gösteren özellikler: Kısa ve öz hükümlerden oluşur. Soyut mahiyettedir. Genel bir çerçeve çizer ve içinin doldurulmasını yasama organına bırakır. Bu anayasayı kabul eden ülkelerde demokrasi köklüdür. Örneğin; 1787 Amerikan Anayasası çerçeve bir anayasadır. Toplam 7 temel madde ve bunlara ek olarak sonradan çıkarılmış 27 ek maddeden (Amendment) oluşmaktadır. Uzun ve ayrıntılı kurallardan oluşan, kesin hükümlerin belirlendiği anayasadır. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin resmi bayramlarından biridir. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı Mustafa Kema
l Atatürk tarafından dünya çocuklarına armağan edilmiştir. Bu bayram, TBMM'nin açılışının birinci yılında kutlanmaya başlanan "23 Nisan Millî Bayramı" ve 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasıyla, önce 1 Kasım olarak kabul edilen, sonra 1935'te 23 Nisan Millî Bayramı'yla birleştirilen "Hâkimiyet-i Milliye Bayramı" ile Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin 1927'de ilan ettiği ve ilki Atatürk'ün himayesinde düzenlenen "23 Nisan Çocuk Bayramı"nın kendiliğinden birleşmesiyle oluştu. 1980 darbesi döneminde Millî Güvenlik Konseyi, bu bayrama resmî olarak "23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" adını verdi. Hakimiyet-i Milliye Bayramı (önceleri 1 Kasım, sonra 23 Nisan), saltanatın kaldırılışının ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu gerçekleştiren TBMM'nin açılışının egemenliği padişahtan alıp halka vermesini kutlamak amacını taşırken, Çocuk Bayramı savaş sırasında yetim ve öksüz kalan yoksul çocukların bir bahar şenliği ortamında sevindirmek amacını taşımaktaydı. Türkiye Radyo Televizyon Kurumu, UNESCO'nun 1979'u Çocuk Yılı olarak duyurmasının ardından, TRT Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği'ni başlatarak, bayramı uluslararası düzeye taşımıştır. Günümüzde bayrama birçok ülkeden çocuklar katılmakta, çeşitli gösteriler hazırlanmakta, okullarda törenler ve çeşitli etkinlikler düzenlenmektedir. Ayrıca 1933'te Atatürk'le başlayan çocukları makama kabul etme geleneği günümüzde çocukların kısa süreliğine devlet kurumlarının başındaki memurların yerine geçmesi şeklinde devam etmektedir. 23 Nisan'ın Türkiye'de ulusal bayram olarak kabul edilmesinin nedeni, 1920'de o gün Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmış olmasıdır. Milletvekillerinin belirlenişi ve Ankara'ya gelişi çok kısa bir zamanda gerçekleşmiştir. Milletvekili seçimleri Atatürk'ün Ankara'da bir meclisin toplanacağını ve neden toplanması gerektiğini açıklayan 19 Mart 1920 tarihli bildirisiyle başlamış, yine Atatürk'ün 21 Nisan'daki genelgesiyle de meclisin açılacağı tarih duyurulmuş ve milletvekillerinin Ankara'ya gelmesi istenmiştir. 23 Nisan 1920'de Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi açılmıştır. O günkü ilk toplantıya daha önce belirlenen 337 milletvekilinden sadece 115'i katılabilmiştir. TBMM'nin açılışından 2000'li yıllara kadar Türkiye Cumhuriyeti'ne ait bu ulusal bayram konusunda eksik bilgilenme ve yanlış tarihlendirmeye çokça rastlanmıştır. Hatta bazı tarihçilerce böyle bir günün tarihinin genişçe araştırılmamış olması büyük bir eksiklikti. Yrd. Doç. Dr. Veysi Akın 1997'de yayımlanan bir makalesiyle bu eksikliği gidermeye çalışmıştır. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nın ortaya çıkışında 3 ayrı bayramın payı vardır. Çocuk Bayramı tamamen ayrı bir kavram olarak gelişirken, Ulusal Egemenlik ve 23 Nisan Bayramları baştan ayrı bayramlarken, birleşmişler; en son da onlara Çocuk Bayramı katılmıştır. "23 Nisan", 1921'de çıkarılan "23 Nisan'ın Milli Bayram Addine Dair Kanun" ile, Türkiye'nin ilk ulusal bayramı olmuştur. İlk kez ortaya çıkan bu bayramda ne ulusal egemenlikten ne de çocuklardan söz edilmekteydi. Zaten daha o yıllarda Osmanlı saltanatı hala kanunen hüküm sürmekteydi. 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasıyla 1 Kasım, Hakimiyet-i Milliye Bayramı (Ulusal Egemenlik Bayramı) olarak kabul edilmiştir. Daha sonraki yıllarda, TBMM'nin açılış tarihi olan 23 Nisan "Milli Hakimiyet Bayramı" olarak kutlamış ve bu durum 1 Kasım'ın uzun vadede bayram olarak unutulmasına neden olmuştur. 1935'te bayramlar ve tatil günleriyle ilgili kanun değiştirilmiş ve "23 Nisan Millî Bayramı"nın adı "Millî Hakimiyet Bayramı" haline getirilmiş, böylece 1 Kasım Hakimiyet-i Millîye Bayramı ile 23 Nisan Millî Bayramı birleştirilmiştir. 23 Nisan'ın Çocuk Bayramı oluşu yine TBMM'nin açılışıyla ilişkili olmasına rağmen, tamamen ayrı bir bayram olarak gelişmiş ve 1981 yılına kadar da öyle devam etmiştir. Bu Bayram 23 Nisan 1927'de Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin (günümüz Çocuk Esirgeme Kurumu'nun) o günü "Çocuk Bayramı" olarak duyurmasıyla başlamış kabul edilir. Aslında Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin 23 Nisan'la ilgili çalışmaları daha önceki yıllarda vardır ve hatta çocuklardan da söz edilmiştir. Kurum, 23 Nisan 1923'te millî bayram için pullar bastırmış ve satmıştır. 23 Nisan 1924'te Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde "Bu gün Yavruların Rozet Bayramıdır" ibaresi yer almış, 23 Nisan 1926'da da yine aynı gazetede "23 Nisan Türklerin Çocuk Günüdür" başlıklı bir yazı kaleme alınmış ve bu yazıda cemiyetin bu günü çocuk günü yapmaya çalışarak doğru yolda olduğu ve para kazanan herkesin bu gün cemiyete çocuklar için bağışta bulunması gerektiği vurgulanmıştır. Nihayet 23 Nisan 1927'de Himaye-i Etfal Cemiyeti o günü "Çocuk Bayramı" olarak şöyle duyurmuştur: Bu tarihten itibaren bu üç kavram, aynı gün üzerinde birleşecek ve çocuk bayramı olma konusunda bir kanunla belirlenmişlik olmaksızın kutlanmaya başlanacaktır. Cemiyeti buna iten neden ise cemiyetin yetim çocukları için gelir kaydetme anlayışıdır. Böylece çocuk bayramı ortaya çıkmıştır. Çocuk bayramı adı daha resmiyet kazanmamış olsa da, bundan sonra 23 Nisan "Millî Hâkimiyet Bayramı"nın yanı sıra "Çocuk Bayramı" olarak da kutlanacaktı. 1927'de ilk kez kez kutlanan çocuk bayramı, başta kaynak oluşturma olmak üzere, çocuklara neşeli bir gün geçirtmeyi hedeflerinde bulunduruyordu. 23 Nisan 1927'deki ilk bayram Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurucusu ve dönemin cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa himayesinde gerçekleştirilmiş, etkinlikler için Atatürk arabalarından birini çocuklara tahsis etmiş ve Cumhurbaşkanlığı Bandosu'nun konser vermesini sağlamıştır. O yıl cemiyetin Ankara'daki binalarından birine "Çocuk Sarayı" adı verilmiş ve burada düzenlenen çocuk balosuna İsmet (İnönü) Bey'in çocukları da katılmıştır. 1929'da çocuklara ilgi daha da artmış ve o yıl ve daha sonraki yıllarda 23-30 Nisan haftası "çocuk haftası" olarak kutlanmıştır. Daha sonraları, 70'li yıllara kadar ulusal boyutta ünlenerek ve katılımı artırarak ilerleyen 23 Nisan Çocuk Bayramı kutlamalarına 1975'te Türkiye Radyo Televizyon Kurumu da katılmış ve bir hafta çocuk programları yayımlamıştır. 1978'de Meclis Başkanlığı'nın izniyle meclisteki törenlere çocukların da katılması sağlandı. 1979'da bu uygulama Ankara ilkokullarından gelen çocuklarla düzenli olarak başlatıldı, 1980'de de bütün illerden gelen çocuklarla "Çocuk Parlamentosu" oluşturuldu. 1979 yılının UNESCO tarafından Dünya Çocuk Yılı olarak duyurulması üzerine, TRT tarafından dünyanın bütün çocuklarını kucaklamayı amaçlayan bir proje hazırlandı ve 1979 yılından itibaren TRT Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği adıyla uygulamaya kondu. Bayramın en son şeklini alışı ise 1981'de gerçekleşmiştir. Darbe döneminde Millî Güvenlik Konseyi bayramlar ve tatillerle ilgili kanunda yaptığı değişiklikle o güne kadar kanunen adı konmamış bir şekilde kutlanan bayrama "Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" adını vermiştir. 23 Nisan, Türkiye Cumhuriyeti'nde 23 Nisan 1921'de resmî bayram olarak kabul edilmesinden bu yana, değişik adlarla da olsa resmî törenlerle kutlanmıştır. En yalın haliyle bu törenlerde İstiklâl Marşı okunur ve saygı duruşunda bulunulur. Yeni uygulamaya konulan yönetmeliğe göre, önceki yıllarda uygulanan koltuk devri uygulamasına son verildi. Ulusal ve Resmi Bayramlarda Yapılacak Törenler Yönetmeliği'nde yapılan değişiklikle, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda çocuklara koltuk devretme uygulaması kaldırıldı. 23 Nisan'ın Çocuk Bayramı olarak kutlanışı 23 Nisan 1927'de Atatürk'ün himayesinde başlamış, Cumhurbaşkanlığı Bandosu çocuklar için konser vermiş ve Ankara'da çocuk balosu düzenlenmiştir. 1928'de Dr. Fuat (Umay) Bey'in teklifiyle daha geniş içerikli bir program hazırlanmış, ilanlar verilmiş, halk davet edilmiş, çocuk alayları oluşturulmuş, yarışmalar ve geziler düzenlenmiştir. 1929'daki 23 Nisan'dan önce HEC 23-30 Nisan haftasını çocuk haftası olarak duyurmuş, etkinlikler çoğaltılarak bir haftaya yayılmıştır. Asıl bayram yine 23 Nisan'da kutlanmış, çocuk balosu yine Atatürk tarafından himaye edilmiştir. Yine de HEC ve Türk Ocağı'nın bütün çabalarına rağmen ülke çapına yayılmada sorunlar yaşanmıştır. Birkaç yıl böyle gitmesi üzerine, Kırklareli milletvekili Dr. Fuat Umay'ın teklifiyle 20-30 Nisan arasında tüm telgraf ve mektuplara Himaye-i Etfal Şefkat Pulu yapıştırılması mecliste onaylandı. Yasa, 14 Nisan 1932'de yürürlüğe girdi. 1933 23 Nisan'ında Atatürk yeni bir gelenek başlattı. O sabah çocukları makamında kabul etti ve onlarla sohbet etti. Aynı yıl stadyumlarda beden hareketi gösterileri yapılmaya başlandı. O bayram, Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip Bey'in kaleme aldığı Andımız çocuklar tarafından ilk kez okundu. 1933'te artık Çocuk Bayramı devlete de mal olmuştu. Yine de 1935'teki yasa değişikliğinde çocuk bayramında hiç söz edilmedi. Yalnız resmî ismi konmamış olsa da, Milli Hâkimiyet Bayramı'nın yanında "23 Nisan Çocuk Bayramı", devlet ve toplum örgütlerinin ortaklaşa hazırladığı programlarla kutlanmaya devam edildi. 1970'lerde artık 23 Nisan Çocuk Bayramı tüm ulustan katılım alan bir bayram halini almıştı. 1975'ten itibaren TRT de programlarıyla destek vermiş, 1979'da resmî Millî Hakimiyet Bayramı törenlerine çocukların da katılmasına karar verilmiş, 1980'de de "Çocuk Parlamentosu" oluşturulmuştur. Böylece 23 Nisan Çocuk Bayramı, Millî Hakimiyet Bayramı'yla tamamen aynı etkinliklerde kutlanmış oluyordu. Nitekim 1981'de birleştirilecekti. Günümüzde 23 Nisan günlerinde bayram Türkiye Cumhuriyeti devleti erkanının başta Anıtkabir olmak üzere çeşitli Atatürk anıtlarında yaptıkları resmî törenlerle başlamakta, stadyumlarda ilköğretim öğrencilerinin hazırladığı gösterilerin sergilenmesi ve resmî geçit töreniyle devam etmektedir. Akşamları da büyük şehirlerde fener alayı düzenlenir. Resmî törenlerden sonra bayram yeri olarak nitelendirilen çayırlarda güreşler, koşular ve başka çeşit yarışmalar düzenlenir. Çeşitli sivil toplum örgütleri veya kuruluşlar tarafından düzenlenen etkinlikler yer alır. Önceden belirlenmiş öğrenciler kısa bir süreliğine kurumlardaki devlet memurlarının makamlarına
oturur, onlarla orada sohbet edilir. Ayrıca 23 Nisan günü Türkiye'de resmî tatil günüdür. İlköğretim öğrencilerine 24 Nisan günü de tatildir. 1979 yılında düzenlenmeye başlayan TRT Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği, 23 Nisan'ı tüm dünya çocuklarının kutladığı bir bayram haline getirmeyi amaçlayan bir şenliktir. İlkine yalnızca SSCB, Irak, İtalya, Romanya ve Bulgaristan'ın katıldığı şenlik, günümüzde yaklaşık 50 ülkenin çocuklarının katılımıyla düzenlenmektedir. 1979'dan 2000'e kadar Türkiye'nin başkenti Ankara'da düzenlenmiş, ondan sonra Türkiye'deki başka kentlerde de gerçekleştirilmiştir. Cascading Style Sheets Cascading Style Sheets (Basamaklı Stil Şablonları ya da Basamaklı Biçim Sayfaları, bilinen kısa adıyla CSS), HTML'e ek olarak metin ve format biçimlendirme alanında fazladan olanaklar sunan bir Web teknolojisidir. İnternet sayfaları için genelgeçer şablonlar hazırlama olanağı verdiği gibi, bağımsız olarak harflerin stilini, yani renk, yazı tipi, büyüklük gibi özelliklerini değiştirmek için de kullanılabilir. Bu tekniğin en önemli özelliği kullanımındaki esnekliktir. Bir Web sayfası içerisinde birbiriyle uyumlu birkaç renk ve birkaç yazı tip kullanılır ve bunları her sayfada ayrı ayrı tekrar belirtmek yerine CSS yardımıyla bir sefer tanımlayıp bütün Web sayfalarında ortak olarak kullanılabilir. Böylece sayfaların hafızadaki boyutu epey küçüldüğü gibi güncelleme yapmak da kolaylaşır. CSS kodları, HTML kodlarının içine yazılabildiği gibi harici bir CSS dosyası oluşturularak da işlem yaptırılabilir. Türüne göre codice_1 veya codice_2 bölümlerinde yer alabilirler. Ayrıca "" koduyla CSS dosyası çalışma sayfasına eklenebilir. Onları ayrı dosyada veya dosyalarda saklamak, onları değişik HTML sayfalarınca kullanılmasını sağlar, aynı sayfanın değişik aygıtlara göre formatlandırılmasını kolaylaştırır, sunumla yapıyı ayırarak değişiklik yapılmasını ekonomikleştirir. width:250px; .WikipediaLogo{ CSS kodlarının, HTML dosyasına eklenmesi temelde üç farklı şekilde yapılabilir. Ucuz Roman Ucuz Roman (İngilizce: "Pulp Fiction"), Quentin Tarantino yönetmenliğindeki Roger Avary ile birlikte yazılmış, 1994 yapımı, kült kabul edilen bir filmdir. Ucuz Roman, En İyi Film dahil 7 dalda Oscar'a aday gösterilmiş ve En İyi Orijinal Senaryo Oscarı'nı almıştır. Aynı zamanda 1994 Cannes Film Festivali'nde en iyi film ödülü olan Altın Palmiye Ödülü'nün sahibidir. IMDB tüm zamanların en iyi filmleri sıralamasında 1,2 milyon oylama sonucu 8.9 puanla 7. sıradadır. Ringo (Tim Roth) ve Yolanda (Amanda Plummer) birbirlerine deliler gibi aşık bir soyguncu çifttir ve işlerine biraz heyecan katmak için farklı bir plan yaparlar. Jules (Samuel L. Jackson) ve Vincent (John Travolta) iki profesyonel tetikçidir ve patronları Marsellus Wallace'ı (Ving Rhames) dolandırmaya çalışan birkaç sahtekar genci "temizlemeye" giderler. Patron Marsellus ise boksör Butch ile (Bruce Willis) bir şike anlaşması yapar. Fakat cesur ve gururlu Butch final maçında yenilmeyi kendine yediremez ve anlaşmayı bozup kaçmayı planlar. Ayrıca Vincent patronunun karısı Mia ile (Uma Thurman) patronunun ricası üzerine bir gece vakit geçirecektir. Tek yapması gereken Marsellus Florida'dayken Mia'yı dışarı çıkarıp eğlendirmektir. Ancak kimsenin işleri yolunda gitmez ve ummadıkları şeylerle yüzleşmek zorunda kalırlar. Quentin Tarantino Quentin Jerome Tarantino (d. 27 Mart 1963), ABD'li film yönetmeni, oyuncu ve iki Oscar ödüllü senarist. 1990'ların başında doğrusal olmayan öykü akışını, diyalogları ve kanlı şiddet sahnelerini cesurca kullanmasıyla kısa sürede ünlenen Tarantino, bilinen Amerikan film klişelerine yeni bir soluk getirmiştir. Tarantino Knoxville, Tennessee'de doğdu. Babası İtalyan asıllı oyuncu ve müzisyen Tony Tarantino, annesi de yarı İrlandalı yarı Cherokee kızılderilisi olan Connie McHugh'tır. Quentin'in doğumundan kısa süre sonra annesi, müzisyen Curt Zastoupil ile evlenmiştir. Daha sonraları Quentin üvey babasıyla çok güçlü bağlar kurmuştur. 1968 yılında San Gabriel Valley bölgesinde anaokuluna başladı. 1971 yılında aile Los Angeles'in South Bay bölgesindeki El Segundo'ya taşındı. Tarantino buradaki Hawthorne Hıristiyan Okulu'na devam etti. On altı yaşında Harbor City, Kaliforniya'daki Narbonne Lisesi'nden ayrılarak oyunculuk öğrenmek için James Best tiyatro grubuna katıldı. 22 yaşında ilk senaryosu olan "Captain Peachfuzz and the Anchovy Bandit"i yazdı. 1984 yılında Manhattan Beach'teki tanınmış Video Archives adlı video kaset dükkânında kasiyer olarak çalışmaya başladı. Burada çalışırken tanıştığı Roger Avary ile daha sonraları birlikte çalışacaktı. Oyunculuk üzerine Beverly Hills'teki Allen Garfield'in "Actor's Shelter"'ında çalışmaya devam etse de daha çok senaristliğe yoğunlaştı. 1993'de gösterime giren "Çılgın Romantik"in satışıyla dikkatleri üzerine topladı. Bir Hollywood partisinde tanıştığı Lawrence Bender Tarantino'yu bir film yazması konusunda cesaretlendirdi. Sonuç olarak ortaya son akımları takip eden, oldukça nükteli, kana bulanmış bir soygun filmi olan Rezervuar Köpekleri ("Reservoir Dogs") (1992) çıktı. Bu film Tarantino'nun sonraki filmlerinin tarzının da öncüsü olacaktı. Senaryoyu okuyan yönetmen Monte Hellman "Live Entertainment"'ın filme para yatırmasını sağladığı gibi Tarantino'nun yönetmenliğine de yardımcı oldu. Lawrence Bender ile aynı kursa giden eşinden projeyi öğrenen Harvey Keitel de senaryoyu okuduktan sonra hem filmde rol aldı hem de yapımcılığı üstlendi. "Rezervuar Köpekleri"'nin başarısından sonra Hollywood yapımcıları Tarantino'ya "Hız Tuzağı" ve "Siyah Giyen Adamlar" gibi filmlerin de dahil olduğu bir dizi proje sundu. Tarantino ise Ucuz Roman "(Pulp Fiction)" senaryosu üzerinde çalışmak için Amsterdam'a gitti. Film 1994 Cannes Film Festivalinde Altın Palmiye ödülünü kazandı. Steven Soderbergh'in Altın Palmiye ödüllü "Seks, video ve yalanlar" ve Michael Moore'un "Roger and Me" filmleriyle birlikte bağımsız sinema endüstrisine yeni bir soluk getiren bu film, bağımsız filmlerin de gişe başarısı kazanabileceğini gösterdi. "Ucuz Roman", karmaşık kurguya sahip ve benzer şekilde acımasız nüktesi olan bir filmdi. Oyuncularının başarılarıyla da ilgi çeken film John Travolta'nın kariyerini de canlandırmıştır. "Ucuz Roman" Tarantino ve Avary'ye En iyi özgün senaryo Oscar'ını da kazandırmış ve en iyi film Oscar'ına aday olmuştur. "Ucuz Roman" 'dan sonra, Allison Anders, Alexandre Rockwell ve Robert Rodriguez ile ortaklaşa yapılan "Dört Oda "(Four Rooms)"" 'un dördüncü öyküsünü ve Alfred Hitchcock Presents 'te Steve McQueen'in rol aldığı öykünün yeniden çekimi olan "The Man from Hollywood" 'u yönetti. Sonraki filmi, akıl hocası Elmore Leonard'ın "Rum Punch" adlı romanından uyarladığı "Jackie Brown" 'dır. "Siyah sömürü sineması (Blaxploitation)" sinema tarzına atıfta bulunan bu filmde, 1970'lerde bu tarz filmlerin yıldızlarından olan Pam Grier de rol almıştır. Tarantino 1998'de Broadway sahneleriyle ilgilenmeye başlamış ve tekrar sahnelenen "Wait Until Dark" 'da rol almıştır. Daha sonra "Inglorious Bastards" adlı bir savaş filmi yapmayı planladı ancak bu projeyi "Kill Bill" filmini yazıp yönetmek için erteledi. "Kill Bill" ve adıyla iki ayrı film olarak gösterime girmiştir. Bu film "Wuxia" (Çin dövüş sanatları filmi), Japon sineması, Spaghetti Westernler ve İtalyan korku filmi ya da giallo tarzının geleneksel tarzlarını harmanlayan tarzda bir "intikam filmi"dir. Filmin üzerine kurulduğu ana karakter, "Pulp Fiction" çekilirken Uma Thurman ve Tarantino tarafından kurgulanan "Gelin"dir (The Bride.) 2004 yılında Tarantino Cannes Film Festivali'nde jüri başkanlığını üstlendi. "Kill Bill" yarışma adayları arasında değildi; ancak final gecesinde üç saati aşkın orijinal sürümüyle gösterildi. Altın Palmiye ödülü Tarantino'nun "Oldboy" üzerindeki ısrarına karşın Michael Moore'un "Fahrenheit 9/11" adlı filmine verildi. 2005 yılındaki neo-noir film Günah Şehri'nde Clive Owen ve Benicio Del Toro arasındaki arabalı sahneyi yönetmesi nedeniyle "Özel Konuk Yönetmen" olarak onurlandırıldı. 24 Şubat 2005'te "" dizisinin sezon finalini yöneteceği açıklandı. 19 Mayıs'ta yayınlanan iki saatlik "Grave Danger" isimli bölüm reyting rekorları kırdı. Jimmy Kimmel Live'ın bir bölümünü de yönetti. Tarantino Alias adlı TV dizisinin birinci ve üçüncü sezonlarında da rol almıştır. 2005 yılında Robert Rodriguez ile ortak yöneteceğini açıkladığı "Grindhouse" film projesi üzerine çalıştığını duyurdu. Bundan sonra da büyük ihtimalle bir İtalyan II. Dünya Savaşı filmi olan "Inglorious Bastards" 'ın yeniden çekimine başlayacağını ancak önce senaryo üzerinde çalışması gerektiğinden 2006 yılında gösterime girmesinin pek olası olmadığını duyurdu. Jimi Hendrix'in bir biyografisini yönetmek için anlaşma yaptığı da söylenmektedir. Şu anda yapımcılık yaptığı yapımlar arasında, bir korku filmi olan "Hostel" ("Ucuz Roman" filmine birçok atıfta bulunmaktadır), Elmore Leonard'ın "Killshot" 'ının bir uyarlaması (Tarantino bir zamanlar bunun senaryosunu da yazmıştı) ve "Kill Bill" 'in oyuncularından Larry Bishop 'ın yazıp yönettiği "Hell Ride" bulunmakta. Tarantino, 2005 yılındaki " Empire Awards" 'ta "Icon Of The Decade" ödülünü kazandı. Tarantino'nun filmleri, diyalogları, parçalanmış kronolojik akışı ve pop kültür takıntılarıyla ünlüdür. Sıklıkla şiddet sahneleri içerir ve "Rezervuar Köpekleri", "Ucuz Roman" ile "Kill Bill" gibi ana filmlerinde bol bol etrafa sıçrayan ve oluk oluk akan kan görüntüleri bulunur. Yine de insanları etkileyen bu sahnelerin yarattığı gerilim ve rahatsızlık değil, şiddetin günlük hayat içinde yer alması ve şiddet üzerine yapılan kara mizahtır. Tarantino, filmlerinde reklam yapmamak için ürün koymamasıyla da tanınır. Bu nedenle bir ürünün kullanılmasının gerekli olduğu durumlarda ya hayalî markalar yaratmış ya da artık kullanımdan kalkmış markaları kullanmıştır. "Ucuz Roman" 'da kullanılan Red Apple sigaraları ve Big Kahuna Burgers gibi hayalî markalar "Dört Oda", "Gün Batımından Şafağa", "Kill Bil
l" ve hatta "Romy and Michele's High School Reunion" gibi çeşitli filmlerde de kullanıldı. Yönetmen aynı zamanda kahvaltılık mısır gevreğine olan düşkünlüğüyle de tanınır ve birçok filminde bunların kullanıldığı sahneler vardır. "Rezervuar Köpekleri" ve "Ucuz Roman" 'da Fruit Brute ve "Kill Bill"'de Kaboom gibi hayalî markalar kullanmıştır. 2002 yılı "Sight and Sound" Yönetmenler anketinde Tarantino tüm zamanların en iyi 12 filmini şöyle belirtti: Tarantino, "Rezervuar Köpekleri" ve "Ucuz Roman" 'da ""nigger"" (zenci) sözcüğü gibi ırkçı hitapları kullanması nedeniyle özellikle Amerikalı siyahi yönetmen Spike Lee ve birçok kişi tarafından eleştirilmiştir. "Variety" dergisinin yaptığı bir söyleşide Lee şöyle söylemiştir: "Ben bu sözcüğe karşı değilim... ve kullanırım da ama bu sözcük Quentin'in aklını çelmiş. Ne istiyor ki? Kendisinin fahri siyah ilan edilmesini mi?" Çok sık örnek gösterilen "Ucuz Roman" 'daki sahne şöyledir: Tarantino tarafından canlandırılan Jimmie Dimmick karakteri Samuel L. Jackson'un canlandırdığı Jules Winnfield karakterini, evini "ölü zenci ardiyesi" olarak kullandığı için azarlar ve zenci kelimesinin içinde çokça geçtiği bir ağız kalabalığına başlar. Lee, "Bamboozled" filminde bu konuya doğrudan atıfta bulunur ve filmdeki Thomas Dunwitty karakterine şöyle söyletir: "Lütfen benim Z ile başlayan o sözcüğü kullanmamdan rahatsız olmayın. Benim karım siyahi ve üç melez çocuğum var, dolayısıyla bu sözcüğü kullanma hakkını kendimde görüyorum. Spike'ın ne dediği umurumda bile değil, Tarantino haklı. Zenci sadece bir sözcük." Tarantino, siyah izleyici kitlesinin, "Siyah sömürü sineması"ndan (Blaxploitation) etkilenen filmlerinden hoşnut olduğunu ifade ederek eleştirilerin bir bölümünden kurtulmaya çalışmıştır. Hakikaten de "Jackie Brown" esas olarak siyahi izleyici için yapılmış bir filmdir. Tarantino başka filmlerin fikirlerini, sahnelerini ve diyaloglarını ödünç almakla da eleştirilmiştir. Örneğin "Rezervuar Köpekleri" 'nin genel olay örgüsü Ringo Lam'ın "City on Fire" filminden seçilip alınmış gibidir. Stanley Kubrick'in "The Killing" filmi, parçalanmış öykü anlatımını doğrudan etkilemiştir ve renk kod adlı suçlular fikri "The Taking of Pelham One Two Three" filminden alınmıştır. "Rezervuar Köpekleri" 'ndeki ünlü kulak kesme sahnesi Sergio Corbucci'nin 1966 Spagetti Western klasiği Django'da öldürülmeden önce kulağı kesilip yedirilen adamın sahnesiyle benzerlik gösterir. Ayrıca, "The Good, The Bad & The Ugly filminin final sahnesi" ile "Rezervuar Köpekleri"nin final sahnelerinde ki düello benzeri silahlaşmalar birbilerine çok benzemektedir. "The Killers" 'ın Don Siegel versiyonu "Ucuz Roman" 'ı etkilemiştir ve adrenaline enjeksiyon sahnesi Martin Scorsese'nin belgeseli "" 'te anlatılan bir öyküyle bağlantılıdır. ""Evlere pense ve pürmüzle çalışmaya gitmek"" ifadesi Don Siegel'ın 1971 yapımı "Charley Varrick" filmindeki ""Onlar nasıl insanlar anlıyor musun, seni çırılçıplak soyup üzerinde pense ve pürmüzle çalışırlar"" cümlesinden bir alıntıdır. "Ucuz Roman" 'da Samuel Jackson tarafından yanlış olarak nakledilen İncil'den yapılan alıntı, "Karate Kiba" (1970'lerin Japon aksiyon filmi, başrolünde Sonny Chiba'nın olduğu film "The Bodyguard" olarak da bilinir) filminde de bulunur. Gün Batımından Şafağa (From Dusk Till Dawn)" (1996) Rezervuar Köpekleri Rezervuar Köpekleri ya da orijinal adıyla Reservoir Dogs Amerikalı yönetmen Quentin Tarantino'nun ilk filmi. Tarantino'nun senaryosunuda kendisinin yazdığı film, sinemaya alışılmadık bir tarz getirdi. Bol kanlı şiddet sahneleri, neredeyse hiçbir şey ifade etmeyen diyaloglar, karmaşık anlatım tarzı ile yönetmenin, diğer filmlerinin öncüsü diyebiliriz. Ünlü aktör Harvey Keitel, bu filmde hem oyuncu hem de yapımcı olarak yer alır. Rezervuar Köpekleri ABD'de 2,832,029 $ hasılata ulaşmıştır. Joe Cabot (Lawrence Tierney), büyük bir elmas mağazasını soymak için, oğlunun da dahil olduğu bir ekip hazırlar. Renk isimlerini kod isim olarak kullanan ekibin adı, "rezervuar köpekleri". İşinin ehli gibi gözüken ekipte, Joe'nun oğlu da vardır. Soygunun planları yapılır. En ince detayları bile gözden geçirilmiştir. Ama soygun planlandığı gibi işlemez. Mağazaya gelindiğinde tuzağa düşerler. Ekibin içinde polis olduğunun farkına varırlar. 'Kim, kime silahını çekeceğini', 'kimden şüpeleneceğini, bilemez durumdadır. Silahlar çekilir. Etraf bi anda kan gölüne döner. Soyguncuların bir kısmı bir depoya sığınır. Depo içerisindede bir hesaplaşma vardır. Reservoir dogs, filmi ile sinema yeni bir yönetmenle tanıştı. Hem filmin, hem de yönetmenin tanınmasında elbette, ünlü oyuncular Harvey Keitel, Michael Madsen, Steve Buscemi'nin, kadroda yer almasının etkisi yadsınamaz. Hatta Harvey Keitel'ın yapımcılığını üstlenmesinin yanı sıra, sinemada daha çok yeni olan Tarantino'nun, bir nevi yardımcısıydı.Şiddet, öfke, ilginç diyaloglar, ilginç bir anlatım tarzıyla sunulmuştu izleyiciye.Film dolayısıyla çok konuşuldu. Yönetmenin, daha sonra yaptığı işlerle birlikte, eleştiriler yavaş yavaş yerini övgü dolu sözlere bıraktı. Filmin oyunu PC, Xbox, ve PlayStation 2 için 2006 yılında piyasaya sürülmüştür. Ayrıca oyunda Michael Madsen dışında diğer oyuncuların yüzleri kullanılmamıştır. Oyun çoğu oyun siteleri tarafından başarısız olarak değerlendirildi. Oyundaki şiddet ve ağır dil nedeniyle Avustralya ve Yeni Zelanda'da yasaklandı. Varto Varto (Zazaca: Gimgim), Muş iline bağlı bir ilçedir. Varto bölgesi tarihte sırasıyla Medler, Pers, Part, Roma ve Bizans egemenliği altında kalmıştır. 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi ile Selçukluların, daha sonra Akkoyunlular ve Karakoyunlular'ın hakimiyeti altında kalmıştır. 1514 yılında Çaldıran Savaşı'yla Osmanlı idaresine geçmiştir. 1923'te Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla, TBMM onayı ile Varto ismini alarak ilçe oldu. Varto, Gimgim adıyla da bilinir. Varto ilçesi, Muş il alanının kuzeybatısında yer alır. Kuzeyde Erzurum ve batıda Bingöl illeriyle, doğuda Bulanık, güneyde ise Merkez ilçeyle çevrilidir. Yüzölçümü 1418 km²'dir. Muş'un yüzölçümü olarak alanının %17,3'nü kaplar. Genellikle dağlarla kaplı olan ilçe alanı, Muş il alanının en yüksek bölümünden de yer alır. İlçenin kuzeyini Bingöl Dağları'nın uzantıları engebelendirir. Rakım, Bingöl Dağları'na doğru, ilçenin kuzey sınırında 3000 m'yi, Akdoğan ve Şerafettin Dağları'nın uzantılarında ise 2300 m'yi aşar. İlçe alanı, Murat Nehri ile, Bingöl Çayı ve bu iki akarsuyun kollarınca derin bir biçimde parçalanmıştır. Murat Irmağı, ilçe alanına doğudan girer. Doğu - batı doğrultusunda, Merkez ilçeyle doğal bir sinir oluştururcasına akar. Kayalıdere Köyü'nün batısında Bingöl Suyu'nu alır ve bir dirsekle güneye yönelerek ilçe alanını terkeder. Akdoğan (Hamurpet) Gölü ilçenin doğusundadır. Bu gölün hemen güneyinde ise Küçük Hamurpert Gölü yer alır. Varto ilçe merkezi ve birçok köy, deprem fay hattı üzerindedir. Varto, ilki 1946, ikincisi ise 1966'da olmak üzere iki büyük deprem yaşamıştır. (1966'daki depremde 2.118 kişi hayatını kaybetmiştir. Bu depremde Varto merkezi tamamiyle yıkılmıştır.) Varto'nun 1985 nüfus sayımındaki nüfusu 44.116'ydi. Muş'un yüzölçüm bakımından olduğu gibi nüfusça da dördüncü büyük ilçesidir. 1966'da yaşanan depremde Varto, ölümler sebebiyle uğradığı nüfus kaybına ek olarak, ilçe merkezi ve köylerindeki binaların büyük bölümü yıkıldığından göçten ötürü de nüfus kaybına uğramıştır. Varto ilçesinin 2'si bucak merkezi vardir. Bucak merkezi köyler, Caylar ve Omcali (Karaköy)'dir. Varto'da halkın en önemli geçim kaynağı, Muş genelinde olduğu gibi tarımdır. Başlıca tarım ürünleri buğday olmak üzere tahıldır. Elma ve armut üretimi önemlidir. Varto, bitkisel üretimden çok hayvancılık bakımından gelişmiştir. Koyun ve kıl keçisi varlığı bakımından Muş'un Merkez ilçeden sonra ikinci önemli ilçesidir. Verilere göre 1900lü yillarin ilk depremi 24 Nisan 1903 tarihinde Malazgirt'te 6,7 şiddetinde olmuş ve 2.626 kişi ölmüştür. Buna mütakiben 31 Mayıs 1946 Varto Hınıs'ta 5,7 şiddetinde olan depremde 839 kişi ölmüştür. En etkili ve birçok seyin altüst olmasına, göçe ve ailelerin dağılmasına, konut - sağlık - okul - yol sorunun halen çözülmemesi gibi yaşamın yeniden idame edilmesinin hayli zorlasmasına neden olan deprem, 19 Ağustos 1966 yılında olmuş şiddeti tam olarak bilinmiyor ve 2.394 kişi ölmüştür. Varto'da zaman zaman irili ufaklı deprem sarsıntıları olmaktadır. Geçmişinde pek çok deprem geçirmiş olmasina karşın, en canlı hatırlanan depremler 1946 ve 1966 depremleridir. Özellikle de bu depremler hakkinda daha fazla bilgi bulunmaktadir. Bu büyük depremlerin acılarını taşıyan Varto, özellikle 1966 sonrasında hızla kendi kabuğunu kırmış, yaşadığı göçlerle kaybettiği nüfusa rağmen, sosyal gelişiminden ödün vermemeye çalışmıştır. İlçe Nüfusunu çoğunlukla Zazalar ve Kürtler oluşturmaktadır. Varto, çevresinde bulunan birçok il ve ilçeye göre kültürel ve sosyal anlamda gözle görülür ilerlemeler kaydetmiştir. Bunda eğitime verilen önemin büyük payı bulunmaktadır. Yapılan araştırma sonuçlarına göre Varto eğitim seviyesiyle Türkiye'de ilk 99 yer almaktadır. Okur yazar oranı ile, kız çocukların okutulması oranı ile Varto, Muş'un en çağdaş ve eğitimli ilçesidir. Geçmişten beri sözlü masallar, yaşanmış meselelerin ortak bir mekanda paylaşılmasına dayanan komşuluk ilişkileri sosyal yaşamı hep zengin kılmıştır. Varto özellikle folklorik ögelerin de gelişkinliğiyle tanınmıştır. En meşhur oyunlarından biri olan çepki bugün artık ülke sınırlarının dışında da bilinen ve sevilerek oynanılan, sola doğru çekilen bir halay türüdür. 2003 yılından bu yana Bingöl Dağları üzerinde bulunan Koğ tepesi halk şenlikleri düzenlenmektedir. Bu şenliklerin genel amacı ilçenin tarihi, turistik ve coğrafik yönleriyle tanıtılabilmesi olarak özetlenebilir. İlçede, çok büyük miktarlarda olmamak üzere Avrupa Birliği destekli, tarımsal geliştirme program ve faaliyetleri de yürütülmektedir. Son birkaç yıldır Köydes kapsamında köylere çeşitli hizmetler gelmekle birlikte, ilçe ve köy halkında kend
i sorunlarına kendi çözümünü yaratma bilinci her geçen gün daha da gelişmektedir. Nitekim hayata geçen projelerdeki maddi ve manevi anlamda yerel halkın desteği azımsanmayacak düzeydedir. Ernest Rutherford Ernest Rutherford (30 Ağustos 1871 - 19 Ekim 1937), Yeni Zelandalı-İngiliz deneysel fizikçi. 1908 yılı Nobel Kimya Ödülü sahibi. Yeni Zelanda'ya göç etmiş İskoçya'lı bir ailenin 12 çocuğundan dördüncüsüydü. Babası tekerlek yapımcısıydı. Liseyi burslu olarak okudu. Yine burslu olarak devam ettiği Christchurch'teki Canterbury College'tan 1892'de lisans, ertesi yılda üstün başarıyla yüksek lisans derecelerini aldı. Bir yıl daha okulda kalarak demirin yüksek frekanslı manyetik alanlardaki mıknatıslanma özellikleri üzerinde araştırmalar yaptı. Hertz'in yalnızca birkaç yıl önce bulmuş olduğu elektromanyetik dalgaları sezebilen bir dedektör yapmayı başardı. 1895' te İngiltere'ye giden Rutherford, Cambridge Universitesi'ndeki Cavendish Laboratuvarı'nda J.J. Thomson'ın yanında çalışmaya başladı. Burada elektromanyetizma üzerindeki deneylerini sürdürdü ve Hertz dalgalarını 3 km uzaklıktan gönderip almayı başardı. Aralık 1895'te Wilhelm Conrad Röntgen'in X Işını'nı bulduğunu açıklamasının ardından, J.J. Thomson ve Rutherford bu konuda çalışmaya başladılar ve X Işını'nın gazlar içinden geçerken çok sayıda artı ve eksi elektrik yüklü parçacık ortaya çıkmasına, yani iyonlaşmaya yol açtığını, bu parçacıkları yeniden birleştirerek nötr atomlar oluşturduğunu buldular. Rutherford ayrıca bu iyonların hızını ve birbirleriyle birleşerek yeniden gaz molekülleri oluşturma süresini belirlemeye yönelik bir yöntem geliştirdi. İyonlaşma gücü yüksek olan ama kolaylıkla soğurulabilen ışın türünü alfa ışınları, daha az iyonlaşmaya yol açan, ama girim gücü daha yüksek olan ışınları da beta ışınları olarak adlandırdı. 19. yüzyılın sonuna gelinirken pek çok bilim adamı artık fizikte gerçekleştirilecek bir yenilik kalmadığı kanısındaydı. Ama Rutherford üç yıl gibi kısa bir süre içinde tümüyle yeni bir fizik dalı ortaya çıkardı: Radyoaktiflik. Radyoaktifliğin "bir elementin atomlarının başka bir elementin atomlarına kendiliğinden dönüşme süreci" olduğu sonucuna vardı. Maddenin değişmezliği kavramına sıkı sıkıya bağlı birçok bilim adamı bu görüşe karşı çıkacak, ama Rutherford'un görüşlerinin doğruluğu kısa sürede anlaşılacaktı. Bu büyük başarı üzerine Rutherford 1903'te Royal Society üyeliğine seçildi. Ertesi yıl aynı kurumun üstün başarılı bilim adamlarına verdiği özel bir ödül olan "Rumford Madalyası" ile ödüllendirildi. Alfa ışınlarının elektrik ve magnetik alanlarda sapmaya uğradığını 1903'te belirleyen Rutherford, sapmanın yönünü inceleyerek, bu ışınların artı elektrik yüklü parçacıklardan oluştuğu sonucuna vardı. Ayrıca bu parçacıkların hızını ve elektrik yükü/kütle oranını ölçmeyi başardı. Rutherford'un 1911'de geliştirdiği "Atom Modeli" onun bilime en büyük katkısıdır. Alfa parçacıklarının ince metal levhalardan geçişini inceleyen Rutherford, alfa parçacığı artı yüklü olduğundan, levhadan geçişi sırasında metal atomlarındaki artı yüklerin banal etkisiyle sapmaya uğrayacağını, ama parçacığın kütlesi çok büyük olduğu için, bu sapmaların çok küçük olacağını düşünüyordu. Yapılan deneylerde alfa parçacıklarının gerçekten de genel olarak çok küçük sapmalar gösterdiği(%90 oranında), ama arada büyük açılarla sapan parçacıklarında bulunduğu, hatta bazen bir parçacığın hareket yönünü değiştirip geriye döndüğü gözlendi. Böylesine büyük kütleli alfa parçacığını bu kadar saptırabilmesi için atomdaki bütün artı yüklerin ve kütlenin çok küçük bir hacme yoğunlaşmış olması gerekiyordu.Buna dayanarak atomun boşluklu bir yapıdan oluştuğunu keşfetti.Rutherford'un bu görüşten yola çıkarak oluşturduğu model Rutherford Atom Modeli ya da Çekirdekli Atom Modeli olarak adlandırılır. 1908'de Nobel Kimya Ödülü' nü alan, 1914'te kendisine Baron unvanı verilen Rutherford, 1922'de Royal Society'nin en büyük ödülü olan "Copley Madalyası"' ile ödüllendirilmiştir. 1925'te ise bu kurumun başkanlığına seçilmiştir. Davul Davul, bilinen en eski vurmalı çalgılardan biridir. Ahşap, maden ya da pişmiş topraktan silindirik bir gövdeye gerilen deriden oluşur. El ya da sopayla çalınır. Biçimi değişse de dünyanın her yerinde ve her toplumda kullanılan bir çalgıdır. Türkçede davulun diğer adları; köbürge, küvgür, tuğ, tavul, tabıl (veya babl)dır. Davul çalanlara davulcu, tabilzen, tabbal gibi adlar verilirdi. 8. yüzyılda "köbürge", daha sonraları "tuğ" ve 11. yüzyılda "küvrüğ" adını almıştır. Bandolarda kullanılan ve baget ile çalınan küçük davullara ise "trampet" denir. Davul, en yaygın vurmalı çalgılardan biridir ve dünyadaki hemen bütün halkların kültürlerinde yeri vardır. Yazılı tarihten çok önce Eski Mısırlıların, Asurluların ve Uzakdoğuluların davulu kullandıkları bilinmektedir. Bilinen en eski daalahelanı versinvulun neolitik çağda yapılmış olmasına karşın, insanın ritim duygusunun çok daha önce gelişmiş olduğu sanılmaktadır. Amerika Yerlileri dinsel törenlerinde dans ederken, tempo tutmak için davul çalarlardı. Afrika'nın Siyah halkı, hem dans ederken hem de şifreli vuruşlarla kabileden kabileye haber yollarken davulu kullanırdı. Afrika’da bu amaçla hâlâ davul kullanılmaktadır. Türk vurmalı çalgılarının sembolü olarak kabul edilmektedir. Davul tarihimizde çok değişik amaçlarla kullanılmıştır. Türkiye’nin her yerinde değişik cins ve boylarda davul bulunmaktadır. Kasnak, ip ve deri olmak üzere üç bölümden oluşmaktadır. Tokmak ana ritmi, çubuk ise detayları çalmaktadır. Genellikle küçük davul, orta davul, büyük davul ve koltuk davulu gibi mahalli boyları ve adları bulunmaktadır. Türklerde kullanılan en eski çalgıdır. Sesinin gür oluşu ve etkisi nedeni ile bir haber aracı olarak da kullanılmıştır. Davul, en basit çalgılardan biridir ve iki temel parçadan oluşur. Bunlardan biri boru ya da silindiri andıran kasnaktır. Kasnak tahta ya da metal olabilir. İkincisi bu kasnak gövdenin bir ya da iki yüzüne gerilerek geçirilen ince dana derisi ya da benzeri esnek bir malzemedir. Gerilen bu malzemeye "davul derisi" denir. Davul, derisine elle ya da sopayla vurularak çalınır. Bu sopaya "davul tokmağı" da denir. Eskiden davul basit biçimde yapılırdı ve genellikle ritim tutmak için çalınırdı. Ama belirli nota ya da tonlarda ses çıkarabilen davul çeşitleri de vardır. Modern orkestralarda kullanılan timbal ya da timpani bu türdendir. Bu çalgılar, akort edilerek yüksek ya da yumuşak tonlarda çalınabilir. Orkestralarda davulcular büyük bir rol oynarlar. İkinci bir şef olarak orkestrada tempoyu ve ritmin düzenini sağlamakla görevlidirler. Bunun yanı sıra timpaniler ya da diğer perküsyon çalgıları çalınan melodileri dinamik veya gösterişli hale getirip süsleyebilirler. Vurmalı çalgıların da notaları vardır. Notalar genelde do anahtarı üzerinde yazılır ve timpani dışında tek notada vuruşlar belirtilebilir. Çünkü enstrümanlarda belirli notaları tutturmak çok zordur. Timpanide ise davulların boyutlarına göre notalar incelip kalınlaşabilir. Örneğin bir orkestrada 4 timpani varsa (23", 26",29" ve 32" lik) 4 farklı notayla bir eserde belirtilebilir. Tabi bu eserleri çalmadan önce çalgının akort edilmesi gereklidir. Anadolu’da yörelere göre değişkenlik gösteren davullar kasnak çaplarına göre küçük (60 cm), orta (70 cm) ve büyük (80-90 cm) olarak üç boya ayrılabilirler. Batı Anadolu'da 40 cm çapında olanlarına da rastlanmaktadır. Davul, germe çemberine geçirilmiş deri (Karadeniz Rumcası derma) ve bunların bağlandığı kasnak (Karadeniz Rumcası soma) denilen ağaç bölüm olmak üzere iki ana kısımdan oluşup, germe çemberine geçirilmiş deriler, istenilen tonu elde edebilmek için gereken miktarda gerdirilir. Germe çemberine ıslak olarak geçirilen dana/koyun/keçi derisi davul kasnağına yerleştirildikten sonra, çeşitli formlarda zig zag olarak bağlanmış sicimler yardımıyla her iki (alt ve üst) germe çemberi bağlanılır ve deri kurutulduktan sonra istenilen gerginlik (ton) elde edilene kadar sıkılır. Davul sözcüğünün kökeni tartışılmışsa da konu üzerinde fikir birliği oluşmamıştır. Mahmut Ragıp Gazimihal (1952), Divanü Lügat-it Türk’te (MS 1072-1074) geçen tovul/tovil “şahin av yapınca çalınan davul” kelimesinden hareketle orijinin Türkçe olduğunu ileri sürmüş (Gazimihal, 1952: 163), Curt Sachs (1919) Hint Avrupa dillerinde davul sözcüğünün karşılığı olarak kullanılan kelimeleri, Arapça tabl “davul” ile karşılaştırmış, 1968 yılında Sir Harold Bailey kelimenin Akatça tabalu/tapalu sözcüğüne bağlamıştır. Parth yazılarında taβil/taβel (MS 3. yüzyıl) ve taβάla/taβila (MS 5. yüzyıl) savaş davulu anlamında kullanılmıştır. Aynı dönem Ermenicesinde tauił/tauoł kayıtlı olup, Partçadan ödünç alınmış olabilir FMI 66, Kaşgari’nin Divan’ında rastlanılan tovil/tovul formları da Part mirası olmalıdır Karadeniz Rumcası'na taulin (ταούλιν Giresun, Tirebolu), tavuli (İnebolu), taul (Ordu, Santa), tavul (Gümüşhane), tağul (Ordu, Gümüşhane) formlarında girmiştir eski vurmalı çalgılarından biri davuldur. Davul, Türklerin eski dinleri olan Şamanlık'ta dinsel törenler sırasında çalınırdı. Şaman din adamları kötü ruhları davul çalarak kovarlardı. Türkler Müslüman olduktan sonra davul eski işlevini yitirdi. Tuğ ve sancakla birlikte devletin egemenlik simgesi oldu. Türklerde davul Osmanlı döneminde hem mehterhane adı verilen bandoda, hem de halk müziğinde kullanıldı. Askeri müzikte kullanılan davullar büyük çaplı ve tek yüzü deri kaplıyd biraz daha küçüğü atın iki yanına bağlanarak da çalınırdı. Davulun, müzikte kullanılmasından başka, haber aracı olarak çeşitli işlerde kullandığı zamanlar olmuştur. Yalnız başına ilan ve haber verme işlerinde, bekar odalarında, hanlarda, şehirlerde, akşam kapilar kapanırken, yangın haberinde, fetih haberinde, savaşta dağılmış askeri bir araya toplamakta, divan kuruluna haber vermek işlerinde, askeri saf düzeni alınmasını işaret etmekte ve kale kuşatmalarında düşman tağımlarının yerini bulmakta kullanılmış olduğu bilinmektedir. Bir kale fethedildiği zaman çalınan davula ver
ilen isimdir. Fetihler, fatihleri olan hükümdarlar tarafından fetihname veya beşaretname denilen mektuplarla komşu hükümetlere ve yurt içindeki şehirlere bildirilirdi. Fetih haberi alan şehirlerde, kalelerde fetih şenlikleri yapılırdı. Tabmı beşaret denilen davul çalınması da bu anlamdadır. Mısır seferinde Tumanbay ele geçirildiği zaman Yavuz Sultan Selimin huzuruna “tabl-ı beşaret” gümbürtüleri ve top gürültüleri arasında törenle çıkarılmıştı. Savaşta gece bastırınca askerin dağılarak birbirinden ayrı düşmemesi için çalınan bir ritimdir. Asayiş davulu çalındıktan sonra çarpışmaya son verilir, herkes olduğu yerde kalır ve etrafa karakollar kurularak sabah olması beklenirdi. Savaşın başladığı anı belirlemek için çalınan davul tarafından yapılan bir çalış biçimidir. Bazen köşün (kös, tek derili olup madeni büyük bir kase üzerine gerilen deve ve benzeri hayvan derileriyle kaplı, iri bir çift tokmağı olan büyük duvallara denir.) katılmasıyla da çalındığı olurdu. Saf vuruşu çalındığında asker, bir çeşit savaş düzeni olan saf oluşturur ve bu şekilde savaşa girilirdi. Bundan böyle, 16. yüzyılın sonlarına kadar savaşlarda saf oluşturularak davulların ve köslerin saf usulü vurması devam etmiştir. 1402'de ankara Savaşında Sultan Yıldırım Beyazıt, Timura karşı savaşa başlarken saf çalınıyordu: “Sultan Beyazıt sancakları çözdürdü. Kösler çalındı, saf–ber–saf bağlandı”. Fatih Sultan Mehmet, Kara Buğdan kazasında, “Padişah buyurdu: Hey gaziler ne durursunuz, qayret-i islamdır. Ve illa saf saf olup alaylar bağlansın” dedi. Biten savaştan sonra divan toplantısını haber vermek için çalınan davullara tabl-ı cenk-i harbi denir. 1456'da Varnada, baskıncı Kazaklar yenilgiye uğradıktan sonra cenk-i harbi davulları ile divan kurulmuştu. “Bade Paşanın seraperdesi gelüp cümle orduyu islam tınab tınabe çataçet kurulup, cenk-i harbi tabılları döğdürüp divan-ı padişahi oldukta” ifadeleri kayıtta mevcuttur. 17. yüzyılda kervansaraylarda, hanlarda ve bekar odalarında ve şehir kapılarında, yatsıdan sonra kapılar kapanacağından kimsenin içeri alınmaması veya dişarı çıkarılmaması veya dişarı çıkarılmaması için verilen işaret üzerine çalınan davullardır. Bu yüzyılda Malatyada bekar odalarında, Rumelide sınır kalelerinde, Tatvanda davul çalınıp kapılar örtülürdü. Tatvanda eskiden Süleyman Han (Kanuni zamanında) “Zal paşa burada müfid ve muhtasar bir kala bina ettürüp derbend çalınır olmuştu”. Ordugahı koruyan karakol erlerinin ve kalelerde nöbet bekleyen erlerin uyumaması için çalınan davullardır. Bu davullar çalarken yektir Allahdiye bağırırlardı. Mahmut Şevket Paşa da bunu şöyle bildiriyor: “Orduğah ve kalada asker hal-i teyakkuz ve intibah üzere bulundurmak için davul çalınır idi. Tablzen davul çaldıkları vakit ara sıra yektir Allahdeyü bağırırlar ve davulu ol vezinde çalarlar idi” demektedir. Kale kuşatmalarında düşmanın, kale duvarlarını yıkmak için lağım kazıp kazmadığını anlamaya yarayan hassas davullara denir. Bunlar, yere dikili iki ağac üzerine oturtulur ve üstüne çomağı bağlanır. Tokmak titrerse düşmanın kazma faaliyetinde bulunduğu anlaşılır ve derhal karşı önlem alınırdı. Türkler bu yönetimi Kanuni Sultan Süleymanın Rodos kuşatması sırasında bulmuşlar ve uygulamışlardır. 17. yüzyılda da davul içine darı ve büğday koymak suretiyle düşman lağımları araştırılmıştır. 1657'de Kazakların Özü kalesini kuşattıklarında, kalede bulunan Evliya Çelebi “Lakin onların lağım hilelerinden havf edüb kalanın içinde, divanlarında lağım yerleri arayup, kala divanları üzerine davullar koyup, davulların içine darı ve buğday döküp lağım hilesi gözetirdik. Küffar kala temelinü kazıp lağım ederse, davullar üzere darılar lağımcıların külüngü darbesinden sıçraşırlar, hamdullah öyle bir lağım hilesi duyulmadı” diyor. Tarihin ilk çağlarından beri Asyada Hunlar, Mezarotamyada Sümerliler tarafından kullanıldığı anlaşılan davulları, Romalılar çarpıştıkları Hun ve Avarlarda görmüşlerdi. Avrupaya geçerek tanıtılıp yerleşmesini sağlayan ise 16. yüzyılda Osmanlı Türkleri olmuştur. Türk ordu mızıkasının baş sazı olan davul Avrupa'da “Turkische trommel” ve “tambour des Turcs” diye anılmaya başlamıştı. Osmanlı mehterhanesinden örnek alınarak Avrupada kurulan takımlardan, sanat musikisine de geçmişti. Bestesi Gluck, Mekke hacıları Operasında 1764 yıllarında davula yer vererek eserin içinde zille birlikte icra ettirmişti. Yakin Doğu memleketlerinde de daul, Türklerden kalmalığını ismi ile birlikte sakladı: 1809da davula Mısırda “tabl Tourky” (tabl-ı Türki) libyada "toultanen Dourgnı (tabl-ı sultan-i Türki)" deniyordu. 1778'den 1854'e kadar geçen sürede, Villoteau, Mozin, Boistse ve başkanları tarafından davulların Türkmen kökenli olduğu iyice belirtilmiştir. Spontini La Vesatane (1807) ve Fernan da Cortes (1809) operalarında kullanıldıktan sonra davula orkestrada da yer verildi. Bethoven, savaş senfonisinde (1813) davula top gürültülerini canlandırtdı. Berlioz, Faustdakı Macar Marşında, Rossini ile Vagner de operlarında davul kullandılar. Elektronik devre elemanları Elektrik devresi ve Elektronik devre elemanları Elektrik devresi : Direnç,kondansatör,iletim hatları,güç kaynağı gibi çeşitli devre elemanlarının bir araya gelerek oluşturduğu devrelere verilen isimdir. Ampermetre: Bir elektrik devresinden geçen elektrik akımının şiddetini ölçen alettir. Devreye seri bağlanır Voltmetre: Devrenin herhangi iki noktası arasındaki potansiyel farkını (gerilimi) ölçmek için kullanılan araç. Voltmetre, potansiyel farkı ölçülecek iki nokta arasına paralel bağlanır. Multimetre: Akım,voltaj(gerilim) ve direnç değerlerini ölçmeyi sağlayan alete denir. Üreteç: Elektrikli devrede kullanılan pil,akümülatör,batarya ,güç kaynağı gibi elektrik kaynaklarına denir. Direnç: Direnç, elektrik akımının akışına direnç gösteren, bu esnada Ohm kanununa göre uçları arasında gerilim düşümüne sebep olan devre elemanıdır. Anahtar: Devreden geçen akımın kesilmesini veya açılmasını sağlayan devre elemanıdır. Batarya: Devreye birden fazla üreteç bağlanmasına batarya denir. Bağlantı Kablosu: Devredeki elemanlar arasındaki bağlantıyı sağlayan, iletken madenlerden (Bakır, demir, gümüş, altın vb.) yapılan tele denir. Kondansatör Kondansatör (bugünkü İngilizcede "capacitor", "kapasitör"), elektronların kutuplanıp elektriksel yükü elektrik alanın içerisinde depolayabilme özelliklerinden faydalanılarak bir yalıtkan malzemenin iki metal tabaka arasına yerleştirilmesiyle oluşturulan temel elektrik ve elektronik devre elemanı. Piyasada kapasite, kapasitör, sığaç gibi isimlerle anılan kondansatörler, 18. yüzyılda icat edilip geliştirilmeye başlanmış ve günümüzde teknolojinin ilerlemesinde büyük önemi olan elektrik-elektronik dallarının en vazgeçilmez unsurlarından biri olmuştur. Elektrik yükü depolama, reaktif güç kontrolü, bilgi kaybı engelleme, AC/DC arasında dönüşüm yapmada kullanılır ve tüm entegre elektronik devrelerin vazgeçilmez elemanıdır. Kondansatörlerin karakteristikleri olarak; sayılabilir. Bu kriterler göz önünde bulundurulduktan sonra gereksinime uygun olan kondansatör tercih edilir. Kondansatörlerin fiziksel büyüklükleri, çalışma gerilimleri ve depolayabilecekleri yük miktarına bağlıdır. Tasarım açısından ise çeşitlilik boldur, hemen hemen her boyut ve şekilde kondansatör temin edilebilir. Elektrik konusunun gelişmesi 18. yüzyılda statik (durgun) elektriğin incelenmesiyle başlamıştır. Statik elektriğin bir ip boyunca iletilebilmesi, elektrik yükünün temasla paylaşılabilmesi ve depolanabilmesi özellikleri araştırmacı bilim adamları tarafından keşfedilmeye başlanmıştı. 1745 yılında Ewald Georg von Kleist elektriği küçük metal bir şişede depolamayı başarmıştı. Ancak kondansatörün asıl gelişmesi, Leiden'de elektrik üzerinde deneyler yapan Pieter van Musschenbroek'in çalışmaları sonucu gerçekleşmişti. Musschenbroek bir rastlantı sonucu Kleist'in çalışmalarını doğrular nitelikte sonuçlara erişti. Musschenbroek içi ve dışı metalle kaplı cam bir şişe tasarladı. Şişenin bir kısmı suyla doldurulmuş ve ağzı hava - sıvı geçirmeyecek şekilde mantarla tıkanmıştı. Mantarın ortasından geçen iletken, bir ucu şişenin dışında bir ucu suyun içinde olacak şekilde yerleştirilmişti. İletkene statik elektrik üretici temas ettiğinde Leiden şişesi yük depolamakta, elektriği ileten başka bir malzeme temas ettiğinde boşalmaktaydı. Bu şişeler aynı zamanda ilk kondansatörlerdi. Bu nedenle, şu anda Farad olan kapasite birimi ilk zamanlarda "jar (şişe)" olarak kabul edilmişti. Bu birim bugün 1 nF kapasiteye tekabül eder. Denemeler sonucunda metal kaplamalar arasındaki cam inceldikçe yayılan kıvılcımın büyüdüğü gözlendi. Leyden şişesinde depolanan yük büyük değerler alabiliyordu ve birbirine tellerle bağlanmış şişelerden boşalan elektriğin hayvanları öldürebileceği gözlenmişti. Bu ilginç alet Ewald Jürgen Georg von Kleist'ın keşfi, Pieter van Musschenbroek'in geliştirmesiyle ortaya çıkmıştır. Amerikalı devlet adamı ve bilimci Benjamin Franklin, cam yalıtkanın Leyden şişesinden farklı olarak oval değil düzlemsel olmasının aynı işlevi gördüğünü bulmuş, Franklin'in düzlemsel cam yalıtkanlı kondansatörüne "Franklin Düzlemleri" adı verilmiştir. Ardından Alessandro Volta ve Nikola Tesla gibi birçok bilim adamı tarafından incelenen kondansatör geliştirilerek günümüzdeki şeklini almıştır. Kondansatörler ismini, İtalyanca "condensatore" kelimesinden alır. Kapasite birimi ise "jar"'dan sonra, İngiliz bilim adamı Michael Faraday'ın isminden hareketle Farad seçilmiştir. Kondansatörlerde temel olarak iki değişken, tüketici için seçme olanağı sunar ve kondansatörler arasındaki farkları oluşturur. Bunlar, kondansatörün çalışma - dayanma gerilim değeri ve depolayabileceği yük miktarıdır ve bunlar her kondansatörün üzerinde belirtilmiş olmak zorundadır. Bazı kondansatörlerin üzerinde çalışma değeri doğrudan yazılı iken bazılarında rakamlar ve renkler kullanılır. Direkt değerleri yazılı olanlar kolay okunmasına karşın, rakam ve renk kodlu olanların okunması belli standartlara bağlıdır. "Rakam kodlarının standartları bi
r liste şeklinde verilebilir." 10000 pF = 10 nF olarak bulunur. mikroFarad (µF) olarak verir. Resimde ortadaki kondansatörde görülen 0.1 yazısı kapasitenin 0,1 µF olduğunu gösterir. 0,01 & 0,1 çarpanlarını belirtir. Rakam kodlarından başka, bazı kondansatör çeşitlerinde de renk kodları kullanılır. Özellikle seramik, tantalum ve polyester kondansatörlerde renk kodları yaygındır. Aşağıdaki liste renk kodlarının anlamlarını sıralarken, yandaki resimlerde de çeşitli örnekler görülebilir. Harf kodları kondansatörler üzerindeki toleransı veya sıcaklık katsayısını belirtmek için kullanılır. Tolerans değeri için rakam kodunun yanına bir büyük harf yerleştirilir. Bu harfin anlamı rakam kodları bölümünde yazmaktadır. Sıcaklık katsayısını belirtmek için ise harflerden oluşan bir dizi kullanılır. Yalıtkan malzemelerin çoğunda sıcaklıkla kapasite değişmemesine rağmen bazı malzemelerde değişim olur. "Sıcaklık katsayısı", bir malzemenin sıcaklıkla kapasite değişimini belirten katsayıdır. İngilizcesi "temperature coefficient (tempco)" olan bu katsayının birimi formula_1'dir. Uygulamada ise formula_2 ifadesiyle karşılaşılır. ppm sözcüğü milyonda bir katsayısının İngilizce baş harflerinden oluşturulmuştur. Bazı yalıtkan malzemelerin sıcaklıkla kapasite değişimi eğrisi düz kabul edilebilecek şekildedir. Ancak seramik yalıtkanın kapasitesi sıcaklık değişimine çok duyarlıdır ve büyük değişimler gösterir, öyle ki seramik kondansatörlerin üstünde belirtilen değerler sadece oda sıcaklığında (25 °C ~ 77 °F) geçerlidir. Sıcaklık katsayısı kondansatörlerin üzerinde bir harf dizisi kodla belirtilir ve aşağıdaki liste bu harflerin anlamını belirtir. Yandaki resimde bazı sıcaklık katsayısı kodlarının anlamları ve okunuş şekilleri verilmiştir. Kondansatörleri sınıflandırmada en çok kullanılan yöntem yalıtkan maddesine göre sınıflandırmadır. Malzemelerin bağıl yalıtkanlık katsayısı ve delinme gerilimleri yalıtkanlar arasındaki farklılıkları oluşturur ve bunlar kondansatörlerin özelliklerini belirleyip uygulama alanlarındaki çeşitliliği genişletir. Yandaki resimde farklı kondansatörlerin sahip olduğu farklı kapasite ve çalışma gerilim değeri aralıkları görülmektedir. Aşağıdaki listede ise yalıtkanları farklı olan kondansatörlerin birbirine göre farkları sıralanır. Kimi kondansatörlerin kapasiteleri değiştirilemez ve sabit kapasiteli olarak üretilirken, kimi kondansatörlerin kapasite değerleri üzerinde oynama, değişikliğe gitme imkânı vardır. Sabit kondansatörlerin üretim aşamasında belli olan kapasiteleri sonradan kullanıcı eliyle değiştirilemediğinden devreye ince ayar yapma imkânı yoktur. Kullanıcı önceden ihtiyacı olan çalışma değerlerini belirler, ardından ona göre uygun bir kondansatör temin eder. Sabit kondansatör olarak üstteki beş örnek sayılabilir. Bu kondansatör çeşitlerinin daha ayrıntılı anlatımları "yalıtkanlarına göre kondansatörler" bölümünde bulunabilir. Devrede gösteriliş şekilleri ise yandadır. Kapasiteleri çeşitli yöntemlerle değiştirilebilen kondansatörlere ayarlanabilir kondansatör adı verilir. Bu halleriyle ince ayar yapmaya imkân tanırlar. Yandaki resim, devre üzerinde ayarlanabilir kondansatörlerin alabileceği simgelerdir. Üç çeşit ayarlanabilir kondansatörden bahsedilebilir. Varyabl kondansatör Birçok plakanın birbiri içine geçecek şekilde bağlanmasıyla elde edilen varyabl kondansatörler, iki parçadan oluşur: Sabit parça stator ve hareketli parça rotor. Rotora bağlı olan mil sayesinde plakalar birbiri içine doğru hareket eder veya uzaklaşır. Bu şekilde plakalar arası yüzey alanı kontrol edilir ve kapasite değerinde değişim olur. Varyabl kondansatörler, çok büyük kapasite değerlerine ulaşamasalar da yüksek gerilim ve yüksek frekans değerlerinde çalışabilme olanağı sunarlar. Trimer kondansatör Trimerler, varyabl kondansatörlerden farklı olarak plakaların birbirine yaklaştırılması yöntemiyle kapasite değişimi sağlar. Küçük güç ve küçük boyutlu olup tornavida ile kontrol edilen trimerlerin kullanım alanı genel olarak telekomünikasyon devreleridir. Varaktör Diyot kullanılarak oluşturulmuş bir kondansatör çeşididir. Gerilim kontrollüdürler, uygulanan gerilim değeri büyüdükçe kapasite değerleri düşer. Yüksek frekansta çalışabilip telekomünikasyon alanında frekans kontrolünde kullanılırlar. Kondansatörler üretim aşamasında kutupları belirlenmiş olarak da tasarlanabilir. Bu duruma göre kondansatörler iki gruba ayrılır. Üretim aşamasında kutuplanmamış ve devreye bağlanma yönü önem taşımayan kondansatörlerdir. Seramik ve mika yalıtkanlı kondansatörlerlerin dahil olduğu bu grup, birkaç pikoFarad'dan mikroFarad değerlerine kadar bir yelpazede değer alır. Üretilirken kutuplu olarak tasarlanan bu kondansatörün bir formula_3 ve bir formula_4 ucu vardır. Bu uçların devreye düzgün şekilde bağlanması gerekir. Aksi halde ciddi hasarlar oluşur çünkü ters bağlama halinde bu kondansatörler patlar. Kutuplu kondansatörler grubuna yalıtkanlarına göre kondansatörler bölümünde de anlatılan alüminyum elektrolitik ve tantalum kondansatörler girer. Bu kondansatörlerin kapasiteleri birkaç pikoFarad'dan başlar Farad ve üzerine kadar uzanan geniş bir yelpazede değer alır. Elektrik, elektron hareketlerinin incelendiği, en küçük yapıtaşı elektron olan bir bilimken,hidrolik sıvıların mekanik özelliklerini inceleyen bir mühendislik ve bilim dalıdır. Elektrik ile hidrolik arasındaki benzetim yöntemi hesaplama ve elektriğin gözde canlanması açısından oldukça faydalıdır. Kondansatör analizi için gereken elektriksel birimlerin hidrolikteki karşılıkları aşağıdaki tabloda verilmiştir. Kondansatör, elektrik yükünü depolayan bir eleman olma özelliğiyle hidrolik bilimindeki sıvı tanklarına eşdeğerdir. Her yalıtkan malzemenin farklı yük depolama kapasitesi ve farklı bozulma gerilimi olduğu gibi, her sıvı tankının da bir basınç dayanımı ve sıvı miktarı kapasitesi vardır. Kondansatörlerde yalıtkan malzeme ne kadar önemliyse, sıvı tanklarında da sıvı ve tank çeşidi o kadar önemlidir. Kondansatör kapasitesi, "uygulanan gerilim başına depolanan yük miktarı" olarak tanımlanır. Sıvı tankı kapasitesi ise "tanka uygulanan basınç başına depolanan sıvı miktarı"dır. Kondansatör uçları arasındaki gerilim farkı, sıvı tankına bağlı iki borudan geçen sıvıların basınç farkı olarak temsil edilir. Yandaki resimde kondansatörün formula_3 ucu "25 Volt", formula_4 ucu ise "10 Volt"tur ve "15 Volt" fark, kondansatöre uygulanan gerilim farkıdır. Yine aynı resimde sıvı tankına sıvı basan pompanın basıncı "5 N/m²", sıvıyı çeken pompanın basıncı ise "3 N/m²"'dir, aradaki basınç farkı ise tankın uçları arasındaki basınç farkıdır. Kondansatör uçları arasındaki gerilim farkının plakalar arasında yük biriktirmesi gibi, tankın uçları arasındaki basınç farkı da tankta sıvı biriktirir. Tankın deforme olmaması için dış maddesinin, uçlar arasındaki basınç farkına dayanabilecek sağlamlıkta olması gerekir. Kondansatörlerin çalışma gerilimlerinin üzerindeki gerilimlerde deforme olmaları gibi, sıvı tankları da fazla basınçta patlarlar. Hidrolikte DC kaynak, içinden geçen sıvının basıncının, hızının ve yönünün hiç değişmediği sıvı pompasına benzetilebilir. Basınç farkı, bir tanka giren sıvı basıncıyla çıkan sıvı basıncı arasındaki farktır. Uçları arasında "P" sıvı basıncı olan bir tankın çıkış borusu kapalı farzedilip giriş borusundaki sıvı basıncı "P" olarak verilmesi benzetimi ve gerçekleşecek olaylar yandaki animasyonda gösterildiği gibidir. Uçları arasında sıvı basınç farkı olan tankın içinde sıvı birikmesi başlar. İlk anda tank boş olduğundan, pompadan gelen sıvı basıncının önünde bir engel yoktur ve sıvı akış hızı en büyük halindedir. Tank dolmaya başladıkça biriken sıvı, ağırlığı dolayısıyla pompaya ters yönde ve zamanla artan bir basınç uygular, net basınç pompa sıvı basıncı ile tankta biriken sıvı basıncı arasındaki fark olduğundan basınç farkı zamanla azalır. Basınç farkının azalması, tanka sıvı giriş hızının azalması anlamı da taşıdığından tankın sıvıyla dolma hızı gittikçe yavaşlar. 1. Tank dolu ve pompa basıncı sıvı basıncından büyüktür... 2. Tank dolu, pompa basıncı ile sıvı basıncı eşit, ancak sıvı miktarı az... 3. Pompa basıncı ile sıvı basıncı eşit, ancak sıvı tankı tamamen dolmadı... Hidrolikte AC kaynak, sıvı akış yönü, hızı ve basıncı belli bir frekansa göre değişen pompa olarak düşünülebilir. Kondansatör eşdeğeri olan sıvı tankına bağlanmış bir pompadan, periyodun bir yarısında tanka sıvı verildiği diğer yarısında tanktan sıvı çekildiği, basınç değişiminin de sinüsoidal şekilde olduğu benzetimi ile AC kaynağa bağlanmış bir kondansatör gözde daha kolay canlanır. Sıvı akış yönünün değiştiği sistemlerde sıvı tankı sürekli dolup boşalma hareketi yapar, sıvı akışı durmaz ancak sıvı akışına karşı bir direnç oluşur. Bu direncin bağlı olduğu büyüklükler şöyle sıralanabilir. Üstteki formülasyon bir sıvı tankının basıncı sinüsoidal şekilde değişen pompadan sıvı girişine gösterdiği direncin nelere bağlı olduğunu ifade eder. Hidrolikteki eşdeğerleriyle yer değiştirdiğinde ise kondansatörün AC kaynakta elektron ve akım akışına gösterdiği direnç elde edilir. Formülasyonlar arasındaki tek fark olan formula_7 çarpanı, kondansatörün AC direnci ifadesinde açısal frekansın kullanılmasından kaynaklanır. Kapasite değeri ve çalışma frekansının artması kondansatör direncinin düşmesine neden olur. Sıvı pompası basıncının sinüsoidal şekilde olması, bir periyotun yarısında tanka sıvı gönderip diğer yarısında sıvı çektiği anlamına gelir. Sıvı gönderme sürecinin sonlarına doğru sinüsoidal grafikten kaynaklanan nedenle, sıvı tanka doğru itilmesine karşın pompa basıncı oldukça düşer ve sıfıra yaklaşır. Ancak tankta birikmiş sıvının basıncı pompa basıncından büyük hale gelir ve basınç farkı "pompa sıvıyı tanka doğru itmesine karşın negatif çıkar". Yani, pompa basıncı tanka doğrudur ancak sıvı akışı tanktan dışarıya doğru gerçekleşir, dolayısıyla "sıvı akışı faz olarak pompa basıncından ileridedir." Kondansatör benzetiminde eşdeğer büyüklükler kullanılırsa "akım fazörü gerilim fa
zöründen ileridedir" denilir. Kondansatörler, elektrik yükünü yalıtkan malzemesinin içerisinde elektrik alanı olarak depolar. "Kapasite formula_8", bir kondansatörün yük depolayabilme yeteneği olarak tanımlanır ve birimi (Michael Faraday'ın anısına) "Farad"' olarak belirlenmiştir. Uluslararası MKS birim sisteminde formula_9, uçları arasına formula_10 gerilim uygulandığında formula_11 elektron depolayabilen kondansatörün kapasitesine eşittir. Matematiksel formdaki ifadesi ise aşağıdadır. Kondansatör - sıvı tankı benzetiminde elektronun karşılığının sıvı damlası olduğu göz önüne alınırsa formula_9 kapasitenin çok büyük bir değer olduğu anlaşılır. Bundan dolayı uygulamada formula_14 biriminin alt katları daha yaygındır. Kapasite değeri metal tabakaların alanına ve yalıtkan malzemenin dielektrik katsayısına doğru orantılı, metaller arası uzaklığa ters orantılı bağlıdır. Sıvı tankı benzetiminde de belirtildiği üzere kapasite, bir kondansatörün bir kaynağı ne kadar besleyebileceğinin de ölçütüdür, kapasite değeri arttıkça kondansatörün yükü besleyebileceği süre de artar. Kondansatörün uçları arasına bir gerilim farkı uygulandığı zaman, devreden akım geçer. Eğer kondansatörün uçları arasında gerilim değişikliği olmazsa bir süre sonra kondansatör dolar ve akım geçirmemeye başlar. Gerilimde bırakılıp dolmuş ve akım geçirmeyen bir kondansatörün uçları arasındaki gerilim değiştirildiği anda ise devreden yeniden akım geçmeye başlar. Yani kondansatör akımı, uçları arasına uygulanan gerilimin değişimine bağlıdır. Bu durum aşağıdaki gibi gösterilir. Bu ifadenin pratik olarak anlamları şöyle sıralanabilir: Aşağıdaki ifade ise bize kondansatör geriliminin, akım cinsinden değerini söyler. Akımın integrali, kondansatörde depolanan elektrik yükünü verdiğinden, kapasiteye oranı bize uçlar arasındaki gerilimi verir. Bir devre elemanının ifadesi, eğer sinüsoidal bir kaynağa bağlanırsa frekans domeninde yazılabilir. Bu hesaplamalarda, özellikle de türev ifadesinin yok edilmesinde çok kolaylık sağlayacaktır. Bunun için ise fazör yöntemini kullanacağız. Gerilim ve akım fazörleri aşağıdaki gibidir ve büyük harflerle belirtilirler. Kondansatörlerin seri bağlanmasında öncelikle uçların doğru bağlanıp bağlanmamış olması sonrasında da kondansatörlerin yüklü olup olmaması göz önüne alınır. Her bir kondansatörün formula_4 ucu sonraki kondansatörün formula_3 ucuna bağlandığında seri bağlama sağlanmış olur. Yandaki resimde düzgün olarak seri bağlanmış 3 adet kondansatör bulunmaktadır. Kondansatörler seri bağlandığı zaman, kaynak akımı her bir kondansatörden geçen akıma eşit olur, kaynak gerilimi ise her bir kondansatörün gerilimlerinin toplamı olur. Paralel bağlı elemanların formula_3 uçları aynı noktaya, yine formula_4 uçları da aynı noktaya bağlanır. Kondansatörlerin paralel bağlanmış şekli yandadır. Paralel bağlamada her bir kondansatörün gerilimi kaynak gerilimine eşittir, kaynak akımı ise her bir kondansatöre giden akımların toplamıdır. Kondansatörün uçları arasına gerilim uygulandığı anda plakalar arasındaki yalıtkan malzemenin elektronları kutuplanırlar. Elektronlar formula_3 tarafa doğru yönlenmeye çalışırken, formula_4 uç elektronları kendinden uzaklaştırır ve yalıtkan malzemenin kutuplanması böylece sağlanmış olur. Kutuplaşmanın ve gerilim farkının olduğu bir bölgede elektrik alanın varlığından bahsedebilir. Kondansatörde depolanan enerji, pil tarafından yapılan iş yoluyla bulunabilir. Bir formula_41 yükünün formula_42 noktasından formula_43 noktasına taşınmasıyla birlikte, kondansatörün kapasitesi formula_8'ye göre bir formula_45 gerilimi oluşur. Aşağıdaki ifade oldukça küçük bir formula_47 yükünün formula_42 noktasından formula_43 noktasına taşınması sırasında yapılan çok küçük işi gösterir. Aşağıdaki formül ise yük miktarını formula_19 'dan formula_52'ya entegre ederek, kapasitesi formula_8 olan bir kondansatörde formula_45 geriliminde formula_52 kadar yükü depolamak için gereken enerji miktarını verir. Sinüsoidal bir kaynakta anlık güç ifadesi aşağıdaki gibi bulunmuştur. Formülasyonda simge kalabalığı olmaması açısından faz farkı formula_57 olarak tanımlanmıştır. Kapasitif yük, empedansının sanal kısmında kapasitif reaktansın etkisinin baskın olduğu yüktür. Kapasitif yüklerde sanal kısım formula_4 değer alır. Faz diyagramı çizildiğinde de kapasitif reaktansın etkisi sebebiyle sanal kısım aşağı doğru yönlenmiştir. Bunun nedeni, kapasitif yüklerde akım fazörünün gerilim fazörüne göre önden gitmesidir. Dolayısıyla faz farkı olarak tanımlanan formula_60 ifadesi negatif değer alır. Anlık gücün genel ifadesi her türlü yük için geçerlidir. Kapasitif yüklerde faz farkı negatif olduğundan bu durum ele alınabilir, yerine koyulursa üstteki anlık güç ifadesi az da olsa değişikliğe uğrar. Faz farkının işareti hesaba katılınca, formula_62 ve formula_63 trigonometrik eşitliklerinden anlık güç aşağıdaki hali alır. Genel anlık güç ifadesinden farklı olarak kapasitif yüklü bir devrede güç ifadesinde, reaktif gücün işareti formula_3 olur. Reaktif gücün pozitif olmasının anlamı şudur: "Kapasitif bir yükte reaktif güç pozitif çıkar, kondansatör bu sebeple bir reaktif güç depolama elemanı olarak görülebilir. İlerleyen zamanla birlikte kondansatör, reaktif gücü kendinde toplamaktadır. Kapasitif yükler saf kapasitif yüklerden farklı olarak bir direnç (resistans) kısmı da bulundurduklarından devrede aktif güç harcaması da yaparlar. Bu aktif güç tamamen dirençler üzerinde harcanır, kondansatörde depolanan ise tamamen reaktif güçtür." Saf kapasitif yükte, kapasitif yükten farklı olarak resistif kısım bulunmaz. En basitinden bu, üzerine kondansatör haricinde hiçbir devre elemanı bağlı olmayan bir devre olarak düşünebilir. Dolayısıyla bulanacak anlık güç, bir kondansatörün sinüsoidal devreye bağlandığında depolayabileceği reaktif güce eşit olur. Saf kapasitif yüklerde akım fazörü gerilim fazörüne göre formula_67 kadar önde ilerler. Yani faz farkı ifadesi formula_68 değerini alır. Bu değer, anlık güç ifadesinin içinde bulunan faz farkı kısmına yerleştirip aşağıdaki formülasyona ulaşılır. Saf kapasitif yükte anlık güç ifadesi oldukça basitleşir ve formülde sadece reaktif güç kısmı kalır. Bu formülasyonun anlattığı şudur: "Saf kapasitif bir yükte reaktif güç pozitif çıkar ve kondansatör bir reaktif güç depolayıcısı olarak çalışır. Devrede direnç bulunmadığından aktif güç harcanması olmaz ve anlık güç tamamen reaktif güçten oluşur. Yani reaktif güç alabileceği en büyük değerini alır ve kondansatör bu gücü depolama yönünde çalışır." Kondansatörler akü olarak da kullanılmaktadırlar, çünkü gerilimi formula_72 yavaş şekilde azalabilecek şekilde devrelere takılabilirler. Kaydedilen elektriksel yük elektrik akımı olarak boşalır. Dolayısıyla: formula_73 formula_74 ve de formula_75 ile formula_76 Yani: formula_77 Bu diferansiyel denklemin çözümü formula_78 dir. Böylece gerilim dirençle oynanarak yavaş veya hızlı şekilde boşaltılabilir. Kondansatör bir DC kaynağına (örneğin pil) bağlandığında elektron bazında gerçekleşen olaylar şöyledir; Kondansatörün uçları arasında oluşan bu elektron sayıları farkı, uçlar arasında gerilim farkına yol açar. Bu gerilim farkı, kondansatör uçlarına bağlanan DC kaynağın veya pilin gerilimine eşittir. Kondansatör DC kaynağa bağlandığı zaman kapasitesini doldurana dek devreden bir akım geçer. Bu akımın analizi, DC gerilime bağlanmış kondansatör ve lambadan oluşan bir devre üzerinden yapılabilir. İçinde yük barındırmayan bir kondansatörün başlangıç anı gerilimi formula_79 olur. Bu kondansatörün ucuna formula_80 doğru gerilimi uygulandığı zaman devrede oluşan gerilim farkı aşağıdaki gibi ifade edilir. Bu gerilim farkının önündeki dirençler ise kondansatörün iç direnci ile lambanın direncidir. Lamba direncine formula_82, kondansatör iç direncine de formula_83 adı verilir. Devre tamamlandığı ilk anda elektronlar akmaya başlar ve hızlıca kondansatörün kutuplanmasını sağlarlar. Bağlanmanın gerçekleştirildiği ilk an olan formula_84 anında elektronlar harekete geçerler, bu öyle kısa bir an sayılır ki kondansatörde o ana kadar hiç yük birikmez. Yani gerilim farkı hâlâ DC kaynağın gerilimine eşittir. Bu anda akımın değeri aşağıdaki gibi elde edilir. DC gerilime bağlı bir kondansatör ve lamba devresinin üzerinden geçen akımın alabileceği en yüksek değer budur. Çünkü zaman ilerledikçe kondansatör dolmaya başlar ve kutuplandıkça DC kaynağa ters bir DC kaynak gibi davranır. Zamanın sonsuza doğru gittiği varsayılırsa, kondansatör kaynağın değerinde ve kaynağa ters bağlı bir DC kaynak haline gelir. Yeterli zaman geçtikten sonra formula_86 haline gelir ve devrede oluşan gerilim farkı formula_87 olur. Açıktır ki, gerilim farkının oluşmadığı bir devreden akım geçmez. Kondansatör başlangıç anında boştur ve yük biriktirmeye başlar, devreden akım geçer; dolduktan sonra ise bir pil gibi davranır ve devreyi tıkar, akım akmasını engeller. Bu iki zaman aralığında ise akım değişimi şöyle incelenir. İlk anda formula_79 olan kondansatör gerilimi, hızlıca kutuplaşmanın sağlanmasıyla birlikte, ulaşacağı değer olan formula_86 gerilimine doğru artış gösterir. Elektronların hareketi olduğu sürece kondansatörün gerilimi artar, devrenin net gerilim farkı zaman ilerledikçe düşer. Buna bağlı olarak da akım değeri formula_90 başlangıç değerinden sürekli bir azalma gösterir. Nitekim zaman yeteri kadar ilerledikten sonra da akım formula_91 olur. Akımdaki bu düşüşün grafiği çıkarıldığı zaman azalmanın doğal logaritmik bir şekilde gerçekleştiği görülmektedir. Kutuplanması sağlanmış bir kondansatör devreden sökülüp kullanılabilir. Bu anda artık kondansatörün başlangıç gerilimi formula_92 olarak hesaplamaya katılır. DC kaynak, bir adet lamba ve kondansatör devresinin pratik hayattaki incelemesi yandaki animasyonda görülür. Kondansatör ilk anda yüksüzdür, bir DC kaynağı olan pile bağlanırsa yük depolar, bu arada üzerinden zamanla doğal logaritmik azalan bir akım geçer. Tam dolu haldeki kondansatör bir anahtar yardımıyla pilden ayrılır ve lambaya bağl
anır. Kondansatör bu haliyle bir DC kaynak gibi davranır ve lambaya bağlandığının ilk anında akım en yüksek değerinden akmaya başlar. Yani lamba en parlak halindedir. Lamba yanmaya devam ettikçe kondansatörün depoladığı yük düşer ve lamba parlaklığı azalır. Depolanan yük tükendiğinde ise lamba tamamen söner. Lambanın yanma süresinin artırılması için, daha yüksek kapasiteli bir kondansatöre ihtiyaç olur. Örneğin 5 V ile çalışan bir lambanın saniyede kullanacağı elektrik yükünün değeri 1 nanoFarad kabul edilirse, bu lambanın ucuna 5 V çalışma gerilimine sahip 10 nanoFarad 'lık yükü depolamış bir kondansatör bağlandığında, lambamız 10 saniye boyunca yanar. Bu süreyi artırmak için kondansatörün kapasitesi artırılır, ancak kondansatörün boyutları ve maliyeti de artar. DC kaynak, kondansatör ve lamba eğer seri olarak bağlanırsa, empedans değerine göre devreden bir akım akmaya başlar, bu akımın alabileceği en yüksek değerdir. Çünkü henüz kondansatör kutuplanmaz ve gerilim biriktirmez. DC kaynağa bağlı bir kondansatörün karakteristiğine göre kutuplanmaya başlayan kondansatör, ters bağlı bir DC kaynak gibi davranır ve lambanın uçları arasındaki net gerilimin düşmesine neden olur. Lambanın parlaklığı doğal logaritmik olarak azalır. Kondansatör kutuplanmasını tamamladığında ise, devrenin net gerilimi sıfır olur ve lamba tamamen söner. Kondansatörün çalışma gerilimine uygun değerde bir DC gerilime tabi tutulmasına dikkat edilmelidir. Anma gerilimdeğerinin çok üstünde bir gerilime tabi tutulan plakalar arasındaki yalıtkan malzeme deforme olur ve üzerinden akım kaçırmaya başlar. Bu kaçak akımı çok büyürse kondansatörün kapasitesine göre büyüklüğü değişen bir patlama gerçekleşir. Çünkü gerilim farkının önünde olan kondansatör direnci oldukça küçüktür, bu da akımın büyümesine neden olur. Kondansatörün DC akıma göre davranışı, AC akımda değişiklik gösterir. AC akım, gerilim ve akım yönünün belli bir frekansa göre yön değiştirdiği elektrik enerjisidir. Gerilimin yönü ve genliği sürekli değiştiğinden kondansatörde depolanan elektrik yükü ve uçları arasındaki gerilim de sürekli değişim içindedir. Kondansatör dolup boşalma hareketini frekans sıklığında gerçekleştirir. Kondansatör bağlı bulunan bir AC devrede, akım bir süre sonra kesilmez. Sonuç olarak: "AC devredeki kondansatör, akım akışına karşı bir engel oluşturmaz, ancak bir direnç gösterir" denilebilir. Kondansatörün gösterdiği bu dirence Kapasitif Reaktans denir. Kapasitif reaktans, formula_93 ile gösterilir, birimi dirençle aynı olup Ohm'dur. Bu ifadeden hareketle kondansatörün formula_93 kapasitif reaktansının; formula_8 kapasitesi ve formula_96 frekansı ile ters orantılı olduğu söylenebilir. Kondansatörün kapasitesi ve çalışma frekansı arttıkça kapasitif reaktansı, diğer bir deyimle direnci azalır. Kondansatörün AC akıma karşı gösterdiği bu direnç, resistif (omik - saf direnç) dirençten farklıdır. Saf dirençte gerilim farkı ile akım arasında direnç değeri kadar bir oran olmasına rağmen, kondansatör ve endüktans gibi değişken ifadelere sahip elemanların dahil olduğu bir devrede bu oran değişir. Kondansatör AC akımda dirence dolaylı yönden etki etmektedir. Açıklamak için empedans kavramını tanımlanır. Empedans yukarıdaki gibi tanımlanırken formula_98 saf direnç eşdeğerini, formula_99reaktansın eşdeğerini belirtir. Kondansatörün ve kapasitif bir sistemin reaktansı formula_93'dir. Dolayısıyla empedansın sanal kısmı frekans domeni ifadesine göre aşağıdaki gibi olur. Bir direnç ve bir kondansatörün bağlı olduğu devre göz önüne alındığında empedans, aşağıdaki gibi olur. Empedansın sanal kısmında formula_3 işaret formula_4'ye dönüştü. Bu da yandaki empedans diyagramında olduğu gibi kapasitif reaktansın ters yönde dönmesine neden olur. Dolayısıyla, kondansatör empedansının faz açısı negatif yönde çıkar. Aşağıdaki grafikten de kapasitif bir yükün empedansının fazör diyagramı görülür. Bu ifadeden anlaşılan, gerilimin faz değerinin, akımla empedansın faz değerlerinin toplamı olduğudur. Kapasitif devrede empedansın faz değeri negatif olduğundan aşağıdaki eşitlikler çıkartılır. Son ifade akımın faz açısının gerilimin faz açısından büyük olduğunu ifade etmektedir. Yani akım fazörü, gerilim fazörüne göre önde ilerler. "Kapasitif devrelerde akım gerilimden ileridedir ve empedansın sanal kısmı negatif değer alır." AC devrelerinde reaktif güç devreye girer ve hesabı için faz farkına ihtiyaç vardır. Kondansatör plakaları arasında depoladığı elektrik enerjisini kaynak kesildikten sonra devreye verdiğinden faz kayması oluşturur. Kapasitif devrelerde empedansın sanal kısmı negatif formula_108 değer alır, bu da empedansın faz değerinin negatif formula_108 olması anlamına gelir. Akım - Gerilim - Empedans arasındaki ilişki kullanılır; Bu ifadeler, gerilimin faz açısının, akımla empedansın faz açılarının toplamına eşit olduğunu belirtir. Kapasitif devrede empedansın faz değeri negatif olduğundan, aşağıdaki eşitlikler çıkarılır. Grafikte akım ile gerilim grafiklerinin ekseni kestiği noktalar görülüyor ve akım grafiği x eksenini daha önce keser. "Yani akım faz olarak gerilimden daha ileridir. Bu da tanıma göre kapasitif yüklerde faz farkı açısının negatif olduğunu ifade eder." Faz farkı gözlem yoluyla da anlaşılabilir; kondansatör, üzerine gerilim uygulandığı anda dolmaya başlar, frekans değerine göre üzerinden akım geçirme düzeyi artar. Kapasitif bir devreye herhangi bir anda bakıldığında, bazı anlarda gerilim formula_19 olmasına rağmen akımın hâlâ akmaya devam ettiği görülür. Çünkü kaynak kesildiğinde bile, kondansatör depoladığı yüklerle devreden bir süre akım geçmesini sağlar. Bunlar faz farkının varlığına işarettir. Reaktif güç elektriksel güçte görünür gcün bir bileşeni olup iş yapabilme ve işe dönüştürülebilme özelliği yoktur. Bu güç, kondansatörlerde plakalar arasında elektriksel alan olarak saklanır. Kaynak kapandığında ise devreye geri verilir. Anlık gücün yukarıda bulunan tanımında içinde formula_117 faktörünün bulunduğu kısım bize reaktif güç değerini verir. Reaktif gücün frekansı da normal frekanstan farklıdır, iki katına çıkar. Güç ifadesi, elemandan geçen akımla elemanın uçları arasındaki gerilimin çarpımından oluşur. Empedans kavramının verdiği bilgiler eşiğinde aşağıdaki eşitlikler sağlanır. Akım fazörünün üstündeki yıldız formula_120, fazörün transpozesinin alındığını, daha basit anlamıyla genliğinin sabit kalması şartıyla faz açısının terse dönüp formula_4 işaret almasını anlatır. Ayrıca fazörlerin altında bulunan formula_122 ifadesi de fazörlerin efektif yani etkin değerlerinin alındığını gösterir. Sinüsoidal bir dalgada efektif değer, genliğin 2'nin kareköküne bölünmüş halidir. Matematiksel olarak aşağıdaki ifadeler kullanılabilir. Kondansatör her ne kadar direnç gibi pasif, yani kontrolsüz elemanlardan da olsa dirence göre farklılıklar taşır. Matematiksel ifadesi direnç gibi doğru orantılı değildir, türev ifadesi içerir. Kondansatör akımının akması, zaman domeni ifadesinden anlaşıldığı gibi, kondansatörün uçları arasındaki gerilimin değişmesine bağlıdır. Alternatif akımda kaynak gerilimi sürekli değişir, kondansatöre uygulanan gerilim değeri de değişime uğrar. Bu da kondansatörden sürekli akım geçmesini sağlar. Kondansatör AC akımın geçmesini engellemez. Direnç elemanı gibi olmasa da akıma karşı bir tepki gösterir, direnç uygular. Omik dirençten farklı olarak akımın hem değerini düşürür, hem de fazının gerilime göre kaymasına neden olur. Kondansatörün AC gerilime karşı koyma eşdeğerine "kapasitif reaktans" adı verilir. Kapasitif reaktans, kaynak frekansı ve kondansatör kapasitesine bağlıdır. Frekans ve kapasite yükseldikçe reaktans düşer. Reaktansın düşmesi; Empedans diyagramı incelendiğinde görülür ki, kapasitif yüklerde empedansın sanal kısmı negatif, direncin yönü sürekli pozitif yönde olur. Reaktans negatif yönde olduğundan bu iki fazörün bileşiminin açı değeri negatif çıkar. Empedansın açısı kapasitif yüklerde negatif değer alır ve dolayısıyla akım fazörü gerilim fazörünün önünden ilerler. Kondansatör, çalışmaya başladığında sürekli olarak dolup boşalma hareketi yapar, belli bir yerde kaynak akımı kesilirse kondansatör depolamış olduğu yükleri devreye verir ve kısa süre de olsa akım geçmesini sağlar. Yani akım fazörü gerilim fazöründen ilerdedir denir. Kondansatör reaktif güç depolayan bir elemandır. Reaktif güç işe dönüştürülmemesine rağmen motorlar endüktif ve bobin yapısında olduğundan çalışmaya başlamaları için bir manyetik alana ve reaktif güce ihtiyaç duyarlar, endüktif devrelerin çalışması için gereken reaktif güç de kondansatörlerden karşılanır. Ancak şebeke durumundan bakarsak reaktif gücün ihtiyaçtan fazla bulunmasının istenmeyen bir durum olduğu unutulmamalıdır. Bunun için kompanzasyon yapılır ve reaktif gücün düşürülmesi yoluna gidilir. Kondansatörün matematiksel ifadeleri ve pratik anlamda bu ifadelerin ne anlamlara geldiği bilgilerinin ışığında, kondansatörler çeşitli amaçlarla birçok kullanım alanı bulur. Bu kullanım alanlarını belirleyen özellikler; Aşağıdaki liste hangi uygulamanın ne kadar kapasiteli kondansatörlerle gerçekleştirildiği ve bu kondansatörlerin ne gibi özelliklere sahip olması gerektiği hakkında bilgi sunar. Kondansatöre bir DC kaynak bağlandığı zaman, kısa sürede yükü depolar ve dolar. Bu şekilde devreden ayrılan bir kondansatör yüklüdür ve plakaları arasında bir gerilim değeri okunur. Bu şekliyle kondansatörler bir pile benzetilebilir. İçindeki yükü ise kendisine bağlanan direnç değerine göre belli bir sürede boşaltan kondansatörler, devreye bağlandığı zaman kısa süre içinde yüklerini tüketirler, çünkü içlerindeki yük pile göre hem azdır hem de yeni yük üretimi yapamaz. Kondansatöre kısa devre yapıldığında bu yükün kıvılcım çıkartacak derecede hızlı aktığı görülür. Hem enerjiyi depolama hem de yükü aniden devreye sokma özelliklerinden dolayı, kaynağın devre dışı kalacağı durumlarda ve ani yük akışına ihtiyaç olan alanlarda kondansatörler kullanılabilir. Fotoğraf makinesi flaşlarının çalışması için enerji depolayan
araçlar kondansatörlerdir. Flaşa bağlanmış olan kondansatör önce pil tarafından doldurulur ardından çekim anında devreye sokulur ve depolanmış yüksek enerji bir anda boşaltılır, böylece anlık olarak yüksek aydınlık elde edilmiş olur. Flaşın biriktirdiği yüksek enerjiyi bir anda harcaması kondansatör sayesinde olmaktadır. Kondansatörün aniden boşalması flaş ışığının parlak olmasını sağlar. Kondansatörler, elektronik alet herhangi bir sebeple kaynaktan ayrılırsa aletin bir süre daha işlev görmesini de sağlar. Buna örnek olarak hoparlörler verilebilir. Hoparlörlerin besleme devresinde bulunan kondansatörler kaynak gerilimi kesildiği zaman birkaç saniyeliğine de olsa höparlörün çalışmasını ve ses kaybı olmamasını sağlarlar. Hoparlörün çalıştığı süre boyunca depolanan kondansatör, kaynağın kesintiye uğramasının ardından depoladığı yükü hoparlöre verir ve böylece ses bir süreliğine kesilmez. Fişten çekilen hoparlörden hâlâ ses gelmesinin nedeni budur. Bu kullanım şekli daha da genişletilebilir, farklı farklı kullanım alanları bulunabilir. Kondansatör, kendisini besleyen kaynak tükendiği zaman hafızasındaki bilgiyi kaybeden elektronik aletler için geçici de olsa çözüm oluşturur. Dijital kol saatleri, bazı bilgisayar parçaları, cep telefonları bu tür aletlere örnek olarak verilebilir. Dijital saatler ve cep telefonlarında bulunan kondansatör, pil tükendiği zaman devreye girer ve özellikle saat ve bazı önemli bilgilerin kaybolmaması için yüklerini harcarlar. Kondansatör belli bir süre sonra yeniden depolanmadığından boşalacaktır ve bulunan çözüm geçici olacaktır. Bazı cep telefonlarının pillerinin birkaç saniyeliğine çıkarılıp geri takıldığında açılışta saati hatırlaması, daha uzun süreli pilsiz bırakmada ise açılışta saati yeniden sormasının sebebi de budur. Çünkü kondansatör o hafızayı sadece birkaç saniyeliğine tutacak şekilde tasarlanmıştır. Kondansatör ani yük boşalmaları yapabildiğinden laboratuvar ortamında deney ve yapay yıldırım oluşturma amacıyla da kullanılır. Bir yapay yıldırımda aktarılan yük miktarı ve oluşan gerilim o kadar büyüktür ki, bu yükü depolamak için metrelerce uzunlukta büyük kondansatör blokları ve bu kondansatörleri doldurmak için dakikalar gerekmektedir. Depolanan enerji bir anda kısa devre edilir ve bir noktaya hedeflendirilir, böylece yapay bir yıldırım oluşturulabilir. Anlık güç ifadesinde de anlatıldığı üzere kondansatörler aktif güç harcamazlar ve reaktif güç depolayıcı olarak çalışırlar. Endüktif devreler ise çalışmalarının başlangıcı için reaktif güce ihtiyaç duyarlar ve çalışırken reaktif güç oluştururlar. Kondansatörler reaktif güç depolarken endüktanslar da çalışmak için reaktif güç harcıyorlar. Bu harcayacakları güç de kondansatörler tarafından sağlanabilir. Ayrıca endüktif devrelerin faz kayması akımın geri kalması yönündeyken, kapasitif devrelerin faz kayması akımın önde gitmesi yönündedir. Bu da faz açısının ayarlanması için bize olanak sunar. Elektrik makineleri veya daha bilinen adıyla motorlar büyük bobin sarımlarından oluştuğundan endüktif devrelere sahiptirler. Endüktif devrelerin anlık güçlerinin ifadeleri çıkarıldığında görülecektir ki endüktanslar harekete geçmeleri için reaktif güç harcayıp çevrelerinde manyetik alan oluştururlar. Bu reaktif güç şebekeden de çekilebilir. Ancak birçok fabrikanın, birçok motorun ve endüktif devrenin bulunduğu bir bölgede çekilen reaktif güç verimin oldukça aşağı düşmesine neden olacaktır. Bunun için motorların devrelerine reaktif güç yüklü kondansatörler bağlanır ve motora yol verilmesi yani motorun harekete geçirilebilmesi için gereken reaktif güç bu kondansatörlerden sağlanır. Bu kondansatörler elektronik devrelerde kullanılan kondansatörlere göre fiziksel olarak oldukça büyüktür. Çünkü motorlar 220 veya 380 Volt ile çalışırlar ve fazla miktarda reaktif güce ihtiyaçları vardır, bunu depolayacak kondansatörler de tabii ki büyük olacaktır. Reaktif güç ile aktif gücün bileşiminden oluşan görünür güçte, aktif gücün maksimum hale getirilip, güç faktörünün düzeltilmesi ve verimin en büyük halini alması işlemine "kompanzasyon" denir. Uygulamada fabrikalar, elektrik makineleri, iş makineleri ve motorlar endüktif çalıştıklarından bağlandıkları şebekeye reaktif güç verirler. Verilen reaktif güç aktif gücün dolayısıyla verimin oldukça düşmesine neden olur. İki eş sistemin kompanze edilmiş ve edilmemiş halleri karşılaştırıldığında çekilen akımın değişmediği, ancak aktif gücün arttığı görülür. İşte verimin artması ve şebekenin reaktif güçten kötü etkilenmemesi için endüktif sistemin girişine bir "kompanzasyon kondansatörü" bağlanır ve devrede üretilen reaktif güç şebekeye verilmeden kondansatörlerde depolanır. Motor devreye girerken de bu kondansatörler depoladıkları reaktif gücü motorlara geri verirler. Dolayısıyla şebeke sistemi saf resistif bir sisteme yakın olarak görür ve şebekeyle sistem arasında reaktif güç alışverişi olmaz. Havai nakil kablolarının her biri farklı bir fazı taşır, her bir kablonun sahip olduğu gerilim değeri anlık olarak değişmektedir ve kablolar arasında gerilim farkları oluşur. Kablolar kondansatör plakaları, aralarındaki mesafe yalıtkan kalınlığı ve aradaki yalıtkan da hava olarak hayal edilirse, havai nakil hatlarının oldukça büyük ve uzun bir kondansatör olduğu varsayalabilir. Her ne kadar kablolar arası mesafenin çok açık olması kapasite değerinde düşmeye yol açsa da bu kabloların kilometrelerce ilerlerdiği düşünüldüğünde, toplamdaki kapasite değeri hattın varış noktasında çıkış noktasına göre faz farkının oluşmasına neden olacaktır. "Yani havai nakil hatlarının da bir kapasitesi vardır ve hesaba katılır." Havai hatların kapasite değerleri kablonun cinsine, kablo aralığına göre değişir. Havai hatlar çekilirken kullanılacak kablonun "kilometre başına kapasite (F/km)" değeri kataloğundan okunur. Buna göre hesaplama yapılır. Kondansatörler içlerinde biriktirdikleri enerjiyi yüke boşaltmak suretiyle doğrultucu devrelerinde de kullanılabilirler. En basit doğrultuculardan olan yarım dalga doğrultucuda yüke ulaşan gerilimin grafiği alttaki resimde görülür. Ancak DC gerilimle çalışan bir alet için elde edilen bu gerilim grafiği uygun değildir. Çünkü aletin istediği, bir pilden elde edilebilecek kadar düz ve pürüzsüz bir gerilimdir. Yandaki şemada yarım dalga doğrultucuya bağlı bir yüke paralel kondansatör bağlanması örneği görülür. Gerilim artarken yük depolayan kondansatör, gerilimin düşmeye başlayınca, yani ifadesinde bulunan gerilimin türevi negatif değer alınca içindeki elektrik yükünü, yüke iletmeye başlar. Bu noktadan itibaren AC gerilim azalırken, kondansatör bir kaynak gibi davranır ve içindeki yükü önündeki empedans değerine göre boşaltır. Yüke iletilen gerilimin grafiği yandaki resimde üstteki gerilim grafiği haline gelir. İlk duruma göre bu grafik DC gerilime daha yakındır. Bu da DC gerilimle çalışan bir aletin düzgün şekilde çalışması için daha uygundur. Kararlılığa ulaşmış bir kondansatörlü doğrultma devresi göz önüne alındığında, üstteki grafikte gerilimin bir maksimum ve bir minimum değerleri olduğunu görürüz. Bu iki değer arasındaki fark "dalgacık (ripple)" olarak adlandırılır. Bu dalgacıkların genliği ne kadar düşük olursa o kadar doğru gerilim değerini yakalanmış olur. Doğrultucuda kullanılan kondansatörlerin kapasite değerleri de elde edilen gerilim grafiğini etkiler. Kapasiteleri farklı 3 kondansatör formula_127 aynı doğrultucu devresine bağlandığında grafikte olduğu gibi kapasite değeri arttıkça yük geriliminin DC gerilime yaklaştığı görülür. Bunun nedeni ise kondansatörün kapasitesinin arttıkça depoladığı yük miktarının artması ve bu elektrik yükünün daha uzun süre yükü beslemesidir. "Yani kısaca," doğrultucu kondansatörlerinin kapasite değerleri arttıkça, DC gerilime yaklaşım sağlanır ve dalgacık genliği düşer. RC filtreler bir direnç ve bir kondansatörün bağlanmasıyla oluşturulur. Bu filtrelerin görevleri adlarında belirtilir. Görevleri belli frekansların geçmesini belli frekansların ise söndürülmesini sağlamaktır. Aynı şekilde bu devrelerin matematiksel analizi yapıldığında bir matematiksel operatörün ifadesi elde edilir. Yani RC devreleri frekans geçirme görevlerinin yanında matematiksel işlev operatör elde edilmesi için de kullanılan devrelerdir. Bu RC devresinin görevi isminden de belli olduğu üzere alçak frekansları geçirmektir. Yandaki devre şemasında da görüldüğü gibi bir direnç ile bir kondansatör birbirine seri halde bağlanıp, AC kaynak altında kondansatörün uçları arasındaki gerilim değeri okunur ve toplam gerilim ile çıkış gerilimi arasında frekans analizi yapılırsa bu sistemin belli bir frekans değerinden düşük frekansları aynen geçireceği, bu frekans değerinin üzerindeki frekansları ise hızlı bir şekilde söndüreceği görülür. Ayrıca aynı sistemin gerilim analizi zaman domenine göre yapıldığında görülecektir ki kondansatörün uçları arasındaki gerilim, giriş geriliminin integrali alınmış ve bir sabitle çarpılmış haline eşittir. Dolayısıyla bu devre aynı zamanda "integral alıcı devre" olarak da anılır. İntegral ifadesinin önündeki sabit de bağlanan elemanların direnç ve kapasite değerlerine bağlıdır. Yine aynı şekilde bu RC filtresinin görevi de isminden bellidir. Yanda şeması gösterilen devreden de anlaşıldığı gibi bir direnç ve bir kondansatör seri bağlanır ancak bu sefer direncin uçları arasındaki gerilim değeri okunur. Ardından yapılan frekans analizinde görülür ki bu devre bir frekans değerinden düşükte kalan frekansları geçirmeyip söndürmekte, o frekans değerinden yüksek frekansları ise aynen geçirmektedir. Gerilim analizi zaman domeninde yapıldığı zaman ise direncin uçları arasındaki gerilimin giriş gerilimin türevi alınmış ve bir sabitle çarpılmış haline eşit olduğu görülür. Bu sabit yine direnç ve kapasite değerlerine bağlıdır. Bu sebeple bu devreye "türev alıcı devre" adı da verilebilir. Yalıtkan bir malzemenin içinde depolayabileceği yük miktarı o malzemenin bir karakteristiğidir, yani farklı malzemelerin aynı koşullarda depolayabilecekleri yük miktarı da farklı o
lur. Bir malzemenin üzerinde yük depolayabilme yeteneği yalıtkanlık (dielektrik) sabiti formula_128 adı verilen katsayı ile ölçülür ve bu katsayı her malzemede farklı değer alır. Hesaplama kolaylığı açısından her malzemenin dielektrik katsayısı, boşluğun dielektrik katsayısına göre oranlanır ve ortaya çıkan yeni katsayıya bağıl dielektrik (yalıtkanlık) sabiti adı verilir, kısaca "vakumun yalıtkanlığı temel alınarak diğer malzemelerin yalıtkanlığı buna göre kıyaslanır." Bir yalıtkan malzeme bağıl dielektrik sabiti oranında, vakuma göre daha fazla yük depolar. Alttaki kutuda vakumun dielektrik sabiti verilmiştir. Yalıtkan malzemelerin karakteristikleri arasında gerilime dayanıklılık da sayılmalıdır. Bir malzemenin yalıtkanlığını yitirip deforme olduğu gerilim değerine bozulma - delinme gerilimi adı verilir ve yalıtkanlar için önemli bir göstergedir. Kondansatörlere delinme gerilimlerinden büyük bir gerilim kesinlikle uygulanmamalıdır, çünkü bu şekilde kondansatör iletken haline gelir ve işlevsiz kalır. Çeşitli fiziksel yapılarda kondansatörler temin edilebilir. Elektronik ve metalürji bilimlerinin gelişmesi, oldukça küçük ve farklı yapılarda kondansatör üretimini mümkün kılmıştır. Örneğin entegre devrelerin üzerinde mercimek ve pil şeklinde görülebilirler. Farklı yapıdaki kondansatörlerin kapasite değerleri belli başlı formülasyonlara göre hesap edilir. İki düz metal tabakadan üretilen kondansatör ile silindir veya daire şeklinde olan kondansatörün kapasiteleri farklı şekilde hesap edilir. Her ne kadar düzlemsel kondansatörün hesabı kolay olsa da 3 boyutluluk, silindiriklik ve küresellik devreye girdiğinde formulasyonlar oldukça karışık hale gelir. Uygulamada oldukça fazla karşılaşılan bir kondansatör tipidir. Düzlemsel iki metal tabaka arasında belli bir dielektrik katsayısına sahip olan bir yalıtkanın yerleştirilmesiyle elde edilir. Düzlemsel koordinatlarda gerilim değişimi bir boyutta gerçekleşir. Değişimin sadece x ekseninde olduğu yandaki şekilden görülür. İki kalın çizgi metal tabakaları belirtirken, aradaki formula_42 kadar uzaklık içerisine yalıtkan bir malzeme yerleştirilir. Metal tabakaların alanları formula_130 olup, birinin gerilimi formula_19 iken diğer tabakaya formula_132 gerilimi uygulandığında elektrik alanı formula_133, yüksek gerilimden düşük gerilime doğru olur. Tabaka üzerinde herhangi bir noktada gerilim yani formula_134 ve formula_135 ekseni üzerinde gerilim değişmez. Yalıtkan malzeme gerilime karşı bir direnç gösterir ve bu sebeple gerilim düşümü formula_136 ekseni üzerinde olur, bir tabakadan diğerine geçerken gerilim formula_132 değerinden formula_19 değerine düşer. Kondansatörün gerilim uygulanmayan plakasının formula_139, gerilim uygulanan plakasının formula_140 konumlarında bulunduğu göz önüne alınır ve hesaplamalar sonucunda düzlemsel kondansatörün kapasite değerinin nelere bağlı olduğu bulunur. Bu ifadeye göre düzlemsel kondansatörlerde kapasiteyi değiştiren etmenler, aradaki malzemenin dielektrik katsayısı, malzemenin kalınlığı ve metal plakaların yüzey alanıdır. Yüzey alanı, dielektrik katsayısı arttıkça ve aradaki mesafe azaldıkça kapasite artar. Küresel kondansatörler iki metal kürenin iç içe konulup aralarına bir yalıtkanın yerleştirilmesiyle oluşturulur. Gündelik hayatta fazla kullanım alanı yoktur, genellikle yüksek gerilim tekniğinde benzetim yapmak için kullanılır ve kolaylık sağlar. Farklı çeşitleri mevcuttur, kürelerin merkezleri birbirindek ayrık, küreler birbiriyle ilişkisiz olabilir. Ancak hesaplamada kolaylık olması açısından eşmerkezli küresel kondansatörler kullanılacaktır. İç küre yarıçapının formula_141, dış küre yarıçapının formula_142 olduğu kabul edilir. Kondansatör formula_135 ekseninde ise yine formula_141 ve formula_142 uzaklıkları arasında yer alır. İç küreye gerilim uygulanıp, dış küreye gerilim uygulanmadığında, sistem belli bir değerde yük depolama özelliğine sahip olur. Eşmerkezli küresel kondansatörlerde kapasite değerinin ifadesi aşağıdaki gibi yazılabilir. Bu ifadede kesin olan tek şey, aradaki malzemenin dielektrik katsayısının kapasite değerini doğru orantılı etkilediğidir. formula_141 ve formula_142 yarıçapları ise alacakları değerlere göre kapasite değerini etkilerler, bu oran tasarım açısından çeşitlilik olanağı sunar. Silindirsel kondansatörler iki metal silindir tabakanın birbirinin içine yerleştirilmesi ve aralarına yalıtkan bir malzemenin koyulmasıyla tasarlanır. Bu tip kondansatörlerin günlük hayatta kullanımı çoktur. Kablolar, yüksek gerilim havai hatları veya geçit izolatörleri bu kullanım alanlarına örnek olarak verilebilir. Benzetim açısından da kolaylık sağlayan silindirsel kondansatörlerin incelenmesinde eşeksenli olanları kullanılır. İç silindir yarıçapı formula_141, dış silindir yarıçapı formula_142 iken, silindir uzunlukları formula_150 olarak alınır. Gerilim iç silindire uygulanır, dış silindir ise gerilimsiz bırakılır. Bu durumda sistem yalıtkan malzeme üzerinde yük depolar. Kapasite değeri ise aşağıdaki gibi bulunur. Eşeksenli silindirsel kondansatörlerde kapasite değeri, yalıtkan malzemenin dielektrik sabitinden ve silindir uzunluğundan doğru orantılı olarak etkilenir, bu ikisinin artması kapasiteyi artırmaktadır. Doğal logaritmik ifadenin içerisinde gelen yarıçaplar oranı formula_151 ise ters orantılı bir etki yapar. Yarıçaplar arasındaki oranda oynama yapılarak çeşitli değerlerde silindirsel kondanstörler elde edilebilir. Kondansatörlerde elektrotların birbirlerine göre konumları düzlemsel, küresel ve silindirsel olmaları hakkında bilgi verir, farklı fiziksel yapılar farklı ihtiyaçlar için geliştirilmiştir ve seçenekleri artırıp uygulama çeşitliliğine uyum sağlarlar. Kondansatör imalatında asıl önemli olan, kullanıcıların isteklerini karşılayacak şekilde, farklı uygulamalar için farklı ürünler imal etmek, bunları imal ederken de kapasite değeri ve çalışma gerilimi üzerinde ayarlamasında farklı yalıtkan malzemelerin farklı yalıtkanlık özelliklerinden faydalanılır. Kapasite değeri, yalıtkan malzemenin incelmesi (elektrotların birbirine yaklaşması) ve elektrot alanının artmasıyla artar fakat yalıtkanların incelmesi malzeme açısından üretimde zorluk yarattığı gibi çalışma geriliminin azalmasına yol açtığından çok da avantajlı değildir. Ayrıca elektrot alanının artması da kondansatör büyüklüğünün artmasına neden olacağından bir yerden sonra kullanışsızlığı peşinden getirmektedir. Dolayısıyla imalat ve tasarım aşamasında bir optimizasyona gidilmelidir. İstenen kapasite ve çalışma değerlerinin en küçük ve kullanışlı boyuta nasıl getirilebileceği tasarlanmalıdır. Bu tasarlama çalışmaları farklı yalıtkanların kullanıldığı farklı kondansatörlerde yalıtkanların özellikleri göz önüne alınarak yapılır. Kondansatörlerde alüminyum, gümüş veya kurşun elektrotlar kullanılır ancak alüminyum elektrot kullanımı en yaygın olanıdır. Yalıtkan farklılıkları ise kondansatörler arasındaki temel farkı oluşturur. Yalıtkan ile alüminyum film iletkenlerinin oluşturduğu kondansatöler ise bir kabın içerisine yerleştirilir ve enerjili kısım yalıtılmış olur. Kondansatörlerde küçük boyutta istenen kapasite değerini elde etmenin yollarından biri elektrot alanında artırım yapmaktır, ancak elektrotlar düzlemsel olarak kullanıldığında alan arttıkça kondansatör boyutu de artmaktadır. Kondansatörlerde sargı yöntemi, elektrot alanında artma elde ederken boyutlardaki artmanın daha kabul edilebilir seviyede kalması için uygulanan bir yöntemdir. Sargı yöntemi düzlemsel kondansatörlerin küçük boyuta sığdırılması amacını taşıyan bir yöntemdir. Uygulanması için (yandaki resimden takip edilebilir) boy olarak makul ancak en olarak uzun elektrot ve yalıtkan malzeme seçilir. Elektrot ve yalıtkan malzemelerin kolayca bükülebilir olması sargı yöntemi için şarttır. Dıştan içe doğru sırayla "yalıtkan - elektrot - yalıtkan - elektrot" dizilimi sağlanacak şekilde malzemeler üst üste yerleştirilir. Ardından bir rulonun etrafına, oluşturulan bu kondansatör sarılmaya başlanır. Tamamen sargı haline gelmiş kondansatör yalıtkan bir kabın içerisine yerleştirilerek dış ortamdan yalıtılır. "Görünüş olarak silindirsel kondansatöre benzese de temelde tasarlanan düzlemsel bir kondansatörün sarılmış halidir." Yandaki resimde görülen kondansatör, içteki alüminyum elektrot yani anota artı (pozitif) kutup bağlandığında çalışmaya başlayacaktır. Kondansatörün kullanım alanına göre terminallerinin yani uçlarının yerleri tasarlanmalıdır. Radyal bir kondansatörde uçlar aynı kenardan aynı yöne doğru çıkarlar. Aksiyal kondansatörlerde ise bir uç tavandayken diğer uç taban kısmında olur ve ters yönlere doğru çıkarlar. Sargı işlemi gerçekleştirilmeden önce düzlemsel elektrotların aynı yöne bakan kenarlardan uzatılan uçlar radyal kondansatör, ters yöne bakan kenarlardan çıkarılan uçlar ise aksiyal kondansatör elde edilmesini sağlar. Sargı yöntemiyle, düzlemsel kondansatör halinde bırakılsa kullanışsız olacak derecede büyük boyutlara ulaşabilecek kondansatör, çok küçük bir boyutta aynı işlevi görmüş olur. Kağıtlı (yağ emdirilmiş), alüminyum film gibi çeşitli kondansatörler bu şekilde elde edilirler. Kondansatörlerde kullanılan yalıtkan malzemenin bükülmez olması durumunda sargı yöntemi gerçekleştirilemez. Elektrot alanının artırılması birçok elektrotun birbiri içine geçirilip, elektrotlar arasına esnek olmayan yalıtkan malzemeden yerleştirilmesiyle çok katlı elektrot yöntemi uygulanmış olur. Birçok elektrot - yandaki resimden de takip edilebildiği gibi - ardışık olarak (bir tarak gibi) birbirlerinin içine geçirildiğinde, toplam elektrot sayısının bir eksiği kadar kondansatör paralel bağlanmış olarak elde edilir. Kondansatörün iki elektrot arasındaki mesafesi formula_42, malzemenin yalıtkanlık katsayısı formula_153, elektrotların birbirine bakan alanları formula_130 ve toplam elektrot sayısı formula_155 olduğu düşünülürse çok katlı elektrota sahip bir kondansatörün kapasite değeri aşağıdaki gibi bulunur. Mika ve seramik, esnek olmayan ancak elektriği iyi yalıtan ve kolayca inceltilebili
r malzemeler olduklarından, seramik ve eski tip mikalı kondansatörler bu yöntemle imal edilirler. Kondansatörler enerji depolayan elemanlardır ve içlerindeki elektriksel yükü uzunca bir süre saklayabilirler. Güç girişi kesilmiş bir devrede bulunan kondansatör bile depo ettiği yükü boşaltarak devrenin diğer elemanlarının zarar görmesine yol açabilir. Devreden ayrılmasına rağmen uçları arasına herhangi bir yük bağlanmayan kondansatör depoladığı yükü uçları kısa devre edildiği an hızla boşaltır ve bazen öldürücü olabilen şoklara, elektrik yanıklarına neden olabilir. Örneğin görünüşte zararsız olan ve 1.5 Volt ile çalışan fotoğraf flaşları içlerinde 300 Volt'a kadar yük depolayabilen kondansatörlere sahiptirler, bu kondansatörlerde depolanan enerji bir insanı kolayca çarpabilir ve şoklara yol açabilir. Yüksek kapasite değerine sahip veya yüksek gerilimde çalışan kondansatörlerle çalışılırken dikkatle davranılır, kondansatörün tamamen boşaldığından emin olduktan sonra temas etmek sağlık açısından faydalıdır. Kondansatörler devreden söküldükleri anda yük depolamış halde bulunurlar, bu sebeple içlerindeki elektriksel yükünü boşaltmak için "sönümlendirici direnç" adı verilen, değeri akımı zararsız hale getirecek kadar yüksek ancak çok uzun olmayan bir sürede kondansatörü boşaltacak kadar da düşük olan bir direnç, kondansatörün uçları arasına temas ettirilir ve tam boşalmanın sağlandığından emin oluncaya kadar beklenir. Yüksek gerilim kondansatörleri istiflenirken uçları arasına bir yalıtkanla kesinlikle kısa devre yapılır, çünkü bu tip kondansatörler cidden büyük zararlara yol açabilecek yükleri içlerinde depolayabilirler. Eski yağ emdirilmiş büyük kondansatörler poliklorlanmış bifenil (PCB) içerirler. PCB bileşikleri artıkları topraktan yeraltı sularına karışabilmektedir. PCB'ler içme suyuyla çok az bir miktarda tüketilse bile kanserojen etki göstermektedir. PCBlerin insan vücuduna karışması aşağıdki yollarla olabilmektedir; Bu nedenlerden dolayı eski büyük tip yağ emdirilmiş kondansatörler için çeşitli önlemler alınmalı, akıntı yapmış kondansatörler kesinlikle güvenli bir şekilde yok edilmelidirler. Bu sağlık risklerinden dolayı artık PCB içeren kondansatörler üretilmemekte ve kullanımda olanlar tedavülden kaldırılmaktadır. İnsanlığın iki metal tabaka arasına bir yalıtkan malzeme yerleştirmek suretiyle icat ettiği kondansatörler, büyük bir sanayi alanı oluşturmuş ve günümüzde milyonlarca doların döndüğü bir pazar haline gelmiştir. Öyle ki farklı uygulamalar için farklı büyük alt kollara ayrılmış, pazar içinde birçok pazar oluşturmuştur. Kondansatör sanayisi, diğer teknolojik gelişmelerden fazla etkilenmemiş, yapımında kullanılan malzemelerin çeşitliliğinden ziyade yapı ve fiziksel boyutunda gelişmeler görülmüştür. Alüminyum hâlâ elektrotlarda kullanılan yegane malzemedir. Yağ emdirilmiş kâğıtların yalıtkan malzeme olmaktan çıkması ise 1960'lı yıllara rastlar. Plastik filmlerin yalıtkan olarak kullanılmasıyla beraber kondansatör teknolojisinde en büyük ilerleme kaydedilmiş, kâğıtlı kondansatörler tedavülden kalkmaya başlamış ve kuru yalıtkanlı kondansatörler ortaya çıkmıştır. Yine bu ilerlemeyle birlikte kondansatör imalatında devrim niteliğinde gelişmeler olmuş, çok küçük boyutlu ve ucuz kondansatörlerin üretimi mümkün olmuştur. Modern kondansatör sanayisindeki büyüme, II. Dünya Savaşı'nda elektronik bilimindeki gelişmelerle tetiklenmiştir. Barışın sağlanmasının ve elektronik bilimine yeni alt dalların eklenmesinin ardından dünya genelinde kondansatör ihtiyacı inanılmaz bir şekilde artış göstermiştir. Ancak yandaki grafikte de görüldüğü gibi, üreticiler açısından şanssız bir durum olarak, kondansatör sanayisi dünya ticaretindeki ihtiyaç artış ve azalmalarından oldukça fazla etkilenmiştir, bu da tüketicilerin kondansatör ihtiyacında büyük değişikliklere yol açmıştır. Bu sebeple de kondansatör üreticileri öngörü yapmakta zorlanmış ve ağzı sıkılığı tercih etmiştir. Kondansatör pazarında 2000 yılında rekor kırılmasının ardından 2001 - 2002 yıllarında piyasa düşüşe geçmişti ve piyasanın yeniden hayat belirtisi göstermesi için 2003 yılının ikinci yarısına kadar beklenmesi gerekiyordu. Bu canlanış 2004'ün ilk yarısında gelen yüksek talep ve sabit fiyat sayesinde ivme kazandı. Ancak bazı ekonomik sebepler yüzünden 2005 yılında başlayan düşüş 2006 yılına kadar devam etti. Günümüzdeki ekonomi çevrelerindeki beklentiler kondansatör piyasasının 2009 yılına kadar büyük bir büyüme içerisine gireceği yönündedir. 2000 yılının sonunda haberleşme ve telekom teknolojileri piyasasında meydana gelen çöküşün ardından kondansatör sanayisi yeni bir yapılanmanın içine girdi ve farklı alanlarda mücadele etmek zorunda kaldı. Günümüzde kondansatör piyasası fiyatlandırma, malzeme fiyatlandırması ve ulaşılabilirlik, kondansatör teknolojileri arasındaki yarış, kapasite değerleri, Çin ve Tayvan gibi ucuz üretim yapan ülkeler hakkında acil önlemler, üretimin yıllar geçtikçe bu ülkelere kayması, kondansatörlerden kurşun gibi zararlı malzemelerin temizlenmesi ve daha zararsız malzemelerin kullanılması gibi alanlarda mücadele vermektedir. Pasif elektronik elemanlar piyasasında Avrupa'da birinci, dünya genelinde ikinci büyük firma olan EPCOS'un kondansatör piyasası ile ilgili verileri kullanılarak piyasanın bugünü ve geleceği daha iyi takip edilebilir. Merkezi Almanya'da bulunan firma kondansatörler, seramik elemanlar (seramik kondansatörler dahil), ferrit ve endüktanslar gibi alanlarda söz sahibidir. EPCOS kondansatör fabrikası alüminyum, tantalum, film, güç kondansatörü ve ultrakondansatör üretimi yapmaktadır. Firmanın kondansatör satışlarında 2004 yılında bir önceki yılın aynı dönemine göre % 1.1 artış gözlenmiştir ve satış 350 milyon €'dan 354 milyon €'ya çıkmıştır. Yılın son çeyreğinde ise yine geçen yılın son çeyreğine göre % 7'lik bir satış artışı görülmüş ve satış 83 milyon € olmuştur. Bu artışı otomotiv ve endüstriyel elektronik alanında ortaya çıkan alüminyum kondansatör ihtiyacı sağlamıştır. Tüketicilerin film kondansatör ihtiyacındaki artış yine satışı artırmıştır ancak tantalum kondansatörlerin bu artışta payı yok denebilecek düzeydedir. Aşağıdaki iki liste EPCOS firmasının 2003 yılında yaptığı kondansatör satışlarının hangi endüstriye yüzde olarak ne kadar yapıldığını ve kondansatör çeşitlerinin toplam satış içerisindeki payını göstermektedir. Diyot Diyot, yalnızca bir yönde akım geçiren devre elemanıdır. Bir yöndeki dirençleri ihmal edilebilecek kadar küçük, öbür yöndeki dirençleri ise çok büyük olan elemanlardır. Direncin küçük olduğu yöne "doğru yön" veya "iletim yönü", büyük olduğu yöne "ters yön" veya "tıkama yönü" denir. Diyot sembolü akım geçiş yönünü gösteren bir ok şeklindedir. Ayrıca, diyodun uçları pozitif (+) ve negatif (-) işaretleri ile de belirlenir. "+" uca anot, "-" uca katot denir. Diyodun anoduna, gerilim kaynağının pozitif (+) kutbu, katoduna kaynağın negatif (-) kutbu gelecek şekilde gerilim uygulandığında diyot iletime geçer. Diyotlar başlıca üç ana gruba ayrılır: Lamba diyotlar en yaygın biçimde redresör ve detektör olarak kullanılmıştır. Sıcak katotlu lamba, civa buharlı ve tungar lambalar bu gruptandır. Isınan katotdan fırlayan elektronlar atom tarafından çekilmekte ve devreden tek yönlü bir akım akışı sağlanmaktadır. Eskiden kalanların dışında bu tür diyotlar artık kullanılmamaktadır. Bakır oksit (CuO) ve selenyumlu diyotlar bu gruba girmektedirler. Bakır oksitli diyotlar ölçü aletleri ve telekomünikasyon devreleri gibi küçük gerilim ve küçük güçle çalışan devrelerde, selenyum diyotlar ise birkaç kilowatt 'a kadar çıkan güçlü devrelerde kullanılırlar. Yarı iletken diyotları, p-tipi ve n-tipi germanyum veya silisyum yarı iletken kristallerinin bazı işlemler uygulanarak bir araya getirilmesiyle elde edilen diyotlardır. Hem elektrikte hem de elektronikte kullanılmaktadır. tipik bir örnek olarak kuvvetli akımda kullanılan bir silikon diyot verilmiştir. p-tipinde delikler çoğunluk taşıyıcısı, elektronlar azınlık taşıyıcısıdır. Tersi olarak da, n-tipinde serbest elektronlar çoğunluk taşıyıcı, delikler azınlık taşıyıcısıdır. Nokta temaslı diyot elektronik alanında ilk kullanılan diyottur. 1900-1940 tarihleri arasında özellikle radyo alanında kullanılan galenli ve pritli detektörler kristal diyotların ilk örnekleridir. Galen veya prit kristali üzerinde gezdirilen ince fosfor-bronz tel ile değişik istasyonlar bulunabiliyordu. Günlük hayatta bunlara, kristal detektör veya diğer adıyla kristal diyot denmiştir. Nokta temaslı germanyum veya silikon diyotlar geliştirilmiştir. Germanyum veya silisyum nokta temaslı diyodun esası; 0,5 mm çapında ve 0,2 mm kalınlığındaki n-tipi kristal parçacığı ile "fosfor-bronz" veya "berilyum bakır" bir telin temasını sağlamaktan ibarettir. Bu tür diyotta, n-tipi kristale noktasal olarak büyük bir pozitif gerilim uygulanır. Pozitif gerilim temas noktasındaki bir kısım kovalan bağı kırarak elektronları alır. Böylece, çok küçük çapta bir p-tipi kristal ve dolayısıyla da PN diyot oluşur. Bu oluşum şekil 3.12 (b) 'de gösterilmiştir. Bugün nokta temaslı diyotların yerini her ne kadar jonksiyon diyotlar almış ise de, yine de elektrotları arasındaki kapasitenin çok küçük olması nedeniyle yüksek frekanslı devrelerde kullanılma alanları bulunmaktadır. Ters yön dayanma gerilimleri düşük olup dikkatli kullanılması gerekir. Böyle bir diyodun elektrotlar arası kapasitesi 1 pF 'ın altına kadar düşmektedir. Dolayısıyla yüksek frekanslar için diğer diyotlara göre daha uygun olmaktadır. Nokta temaslı silikon diyotlar en çok mikro dalga karıştırıcısında, televizyon, video dedeksiyonunda, germanyum diyotlar ise radyofrekans ölçü aletlerinde (voltmetre, dalgametre, rediktör vs...) kullanılır. Voltajın sabitlenmesine yarayan bir diyottur. Devreye ters polarize edilir. Mesela 5,6 V değerinde bir zenerin uçlarında (ters polarizasyon) 10 V'luk gerilim oluşursa 4,4 Voltu üzerinden geçirir. Uçlarından 5,6 V alınabilir. Tünel diyotlar, özellikle mikro dalga alanında yükselteç ve osilat
ör olarak yararlanılmak üzere üretilmektedir. Tünel diyoda, esaslarını 1958 'de ilk ortaya koyan Japon Dr. Lee Esaki'nin adından esinlenerek "Esaki Diyodu" dan denmektedir. P-N birleşme yüzeyi çok ince olup, küçük gerilim uygulamalarında bile çok hızlı ve yoğun bir elektron geçişi sağlanmaktadır. Bu nedenledir ki Tünel Diyot, 10.000 MHz 'e kadarki çok yüksek frekans devrelerinde en çok yükselteç ve osilatör elemanı olarak kullanılır. Tünel diyoda uygulanan gerilim Vt1 değerine gelinceye kadar gerilim büyüdükçe akım da artıyor. Gerilim büyümeye devam edince, akım A noktasındaki It değerinden düşmeye başlıyor. Gerilim büyümeye devam ettikçe, akım B noktasında bir müddet IV değerinde sabit kalıp sonra C noktasına doğru artıyor. C noktası gerilimi Vt2, akımı yine It 'dir. Bu akıma "Tepe değeri akımı" denilmektedir. Gerilimi, Vt2 değerinden daha fazla arttırmamak gerekir. Aksi halde geçen akım, It tepe değeri akımını aşacağından diyot bozulacaktır. I = f(V) eğrisinin A-B noktaları arasındaki eğimi negatif olup, -1/R ile ifade edilmekte ve diyodun bu bölgedeki direnci de negatif direnç olmaktadır. Tünel diyot A-B bölgesinde çalıştırılarak negatif direnç özelliğinden yararlanılır. Tünel diyodun üstünlükleri: Tünel diyodun dezavantajları: Yükselteç olarak: Tünel diyot, negatif direnci nedeniyle, uygun bir bağlantı devresinde kaynaktan çekilen akımı arttırmakta, dolayısıyla bu akımın harcandığı devredeki gücün yükselmesini sağlamaktadır. Osilatör olarak: Tünel diyotlardan MHz (10 Hz) mertebesinde osilatör olarak yararlanılabilmektedir. Bir tünel diyot ile osilasyon sağlayabilmek için negatif direncinin diğer rezonans elemanlarının pozitif direncinden daha büyük olması gerekir. Tünel diyoda seri bir rezonans devresi bağlanabilecektir. Tünel diyodun negatif direnci - R=80 Ohm olsun. Rezonans devresinin direnci 80 Ohm 'dan küçük ise tünel diyot bu devrenin dengesini bozacağından osilasyon doğacaktır. Anahtar Olarak: Tünel diyodun önemli fonksiyonlarından biri de elektronik beyinlerde multivibratörlerde, gecikmeli osilatörlerde, flip-flop devrelerinde ve benzeri elektronik sistemlerde anahtar görevi yapar Işık yayan diyotlar, doğru yönde gerilim uygulandığı zaman ışıyan, diğer bir deyimle elektriksel enerjiyi ışık enerjisi haline dönüştüren özel katkı maddeli PN diyotlardır. Bu diyotlara, aşağıda yazılmış olduğu gibi, İngilizce adındaki kelimelerin ilk harfleri bir araya getirilerek LED (Light Emitting Diode; Işık yayan diyot) veya SSL (Solid State Lamps; Katı hal lambası) denir. Özellikleri Bir LED 'in üretimi sırasında kullanılan değişik katkı maddesine göre verdiği ışığın rengi değişmektedir. Katkı maddesinin cinsine göre şu ışıklar oluşur: Diyot kristali, iki parçalı yapıldığında uygulanacak gerilimin büyüklüğüne göre kırmızı, yeşil veya sarı renklerden birini vermektedir. Işık yayan diyot ısındıkça, ışık yayma özelliği azalmaktadır. Bu hal etkinlik eğrisi olarak gösterilmiştir. Bazı hallerde fazla ısınmayı önlemek için bir soğutucu üzerine monte edilir. Ayrıca LED'in aşırı ısınmasına yol açmamak için kataloğunda belirtilen akımı aşmamak gerekir. Bunun için gösterilmiş olduğu gibi devresine seri olarak bir R direnci konur. Bu direncin büyüklüğü LED'in dayanma gerilimi ile besleme kaynağı gerilimine göre hesaplanır. Kirchoff kanununa göre: 9=I*R+2 'dir. I=0,05 A olup R=9-2/0,05 = 7/0,05 = 140 Ohm olarak bulunur. 140 Ohm'luk standart direnç olmadığından en yakın standart üst direnci olan 150 Ohm'luk direnç kullanılır. Mikrodalga frekansları; uzay haberleşmesi, kıtalar arası televizyon yayını, radar, tıp, endüstri gibi çok geniş kullanım alanları vardır. Giga Hertz (GHz) mertebesindeki frekanslardır. Mikro dalga diyotlarının ortak özelliği; Çok yüksek frekanslarda dahi, yani devre akımının çok hızlı yön değiştirmesi durumunda da bir yönde küçük direnç gösterecek hıza sahip olmasıdır. Mikrodalga bölgelerinde kullanılabilen başlıca diyotlar şunlardır: Gunn (Gan) diyotları Impatt (Avalanş) diyotları Baritt (Schottky)(Şotki) diyotları Ani toparlanmalı diyotlar P-I-N diyotları. İlk defa 1963 'te J.B. Gunn tarafından yapıldığı için bu ad verilmiştir. Gunn diyodu bir osilatör elemanı olarak kullanılmaktadır. Yapısı, n-tipi Galliyum arsenid (GaAs) veya İndiyum fosfat (InP) 'den yapılacak ince çubukların kısa kısa kesilmesiyle elde edilir. Gunn diyoda gerilim uygulandığında, gerilimin belirli bir değerinden sonra diyot belirli bir zaman için akım geçirip belirli bir zamanda kesimde kalmaktadır. Böylece bir osilasyon oluşmaktadır. Örnek: 10 µm boyundaki bir gunn diyodunun osilasyon periyodu yaklaşık 0,1 nanosaniye tutar. Yani osilasyon frekansı 10 GHz 'dir. Impatt veya avalanş (çığ) diyotlar, gunn diyotlara göre daha güçlüdürler ve çalışma gerilimi daha büyüktür. Mikrodalga sistemlerinin osilatör ve güç katlarında yararlanılır. 1958 'de Read (Rid) tarafından geliştirilmiştir.Bu nedenle Read diyodu da denir. P+ - N - I - N+ veya N+ - P - I - P+ yapıya sahiptir. Ters polarmalı olarak çalışır. Yapımında ana elemanlar olarak Slikon ve Galliyum arsenid (GaAs) kullanılır. Diyot içerisindeki P+ ve N+ tipi kristaller, içerisindeki katkı maddeleri normal haldekinden çok daha fazla olan P ve N kristalleridir. "I" tabakası ise iyonlaşmanın olmadığı bir bölgedir. Taşıyıcılar buradan sürüklenerek geçer ve etrafına enerji Baritt diyotlar da nokta temaslı diyotlar gibi metal ve yarı iletken kristalinin birleştirilmesi ile elde edilmektedir. Ancak bunlar jonksiyon diyot tipindedir. Değme düzeyi (jonksiyon) direnci çok küçük olduğundan doğru yön beslemesinde 0,25 Volt'ta dahi kolaylıkla ve hızla iletim sağlamaktadır. Ters yöne doğru akan azınlık taşıyıcıları çok az olduğundan ters yön akımı küçüktür. Bu nedenle de gürültü seviyeleri düşük ve verimleri yüksektir. Farklı iki ayrı gruptaki elemandan oluşması nedeniyle baritt diyotların dirençleri (lineer) değildir. Dirençlerin düzgün olmaması nedeniyle daha çok mikrodalga alıcılarında karıştırıcı olarak kullanılır. Ayrıca, modülatör, demodülatör, detektör olarak da yararlanılır. Ani toparlanmalı (Step-Recovery) diyotlar varaktör diyotların daha da geliştirilmişlerdir. Varaktör diyotlar ile frekansların iki ve üç kat büyütülmeleri mümkün olabildiği halde, ani toparlanmalı diyotlar ile 4 ve daha fazla katları elde edilebilmektedir. P-I-N diyotları P+-I-N+ yapıya sahip diyotlardır. P+ ve N+ bölgelerinin katkı maddesi oranları yüksek ve I bölgesi büyük dirençlidir. Alçak frekanslarda diyot bir P-N doğrultucu gibi çalışır. Frekans yükseldikçe I bölgesi de etkinliğini gösterir. Yüksek frekanslarda I bölgesinin doğru yöndeki direnci küçük ters yöndeki direnci ise büyüktür. Diyodun direnci uygulama yerine göre iki limit arasında sürekli olarak veya kademeli olarak değiştirilebilmektedir. P-I-N diyotlar değişken dirençli eleman olarak, mikrodalga devrelerinde, zayıflatıcı, faz kaydırıcı, modülatör, anahtar, limitör gibi çeşitli amaçlar için kullanılmaktadır. 2W 'ın üzerindeki diyotlar Büyük Güçlü Diyotlar olarak tanımlanır. Bu tür diyotlar, büyük değerli Doğru akıma (DA, DC ya da sürekli akım) ihtiyaç duyulan galvano-plasti, ark kaynakları gibi devrelere ait doğrultucular da kullanılmaktadır. Akışbilim Reoloji, cisimlerin yük, şekil değiştirme ve zaman faktörleri altındaki davranışlarını inceleyen özel bir bilim dalı. Taş örneklerinin laboratuvardaki, kayanın doğadaki mekanik davranışlarının, elastik, plastik ve viskoz bileşenler içerdiği, deneyler, gözlem ve ölçmelerle saptandığına göre, bunların matematik modellerinin yapılabilmesi için, belirtilen sistemlerin paralel veya ardışık bağlanmalarıyla oluşturulan düzenler kullanılmaktadır. Mohs sertlik skalası Mohs sertlik skalası (Mohs sertlik cetveli), Minerallerin sertliği Avusturyalı mineralog Friedrich Mohs tarafından 1812 de ortaya konulan ve Mohs sertlik dizisi adı verilen bir ölçek yardımıyla nisbi olarak ölçülür. Mohs sertlik skalasına göre bir mineralin sertliğini bulmak için, sertliği bilinen mineral veya minerallerle, sertliği saptanacak olan mineral birbirine sürtülür ve sertliği bilinmeyen mineralin hangi minerali çizdiği ve hangisiyle çizildiği belirlenir. Sonuçta bu işleme göre mineralin sertliği bulunmuş olur. Örneğin, Apatit'i çizip kuvars ile çizilen bir mineralin Mohs skalasına göre sertliği 6 dır. Diğer bir yöntem Mohs skalasında bilinen değerleri olan bir seri madde ile çizme deneyi şekilindedir. Örneğin bir madde flüoriti ile çizilmez apatit'le çizilirse ama , Mohs sertlik derecesi 4 ile 5 arasındadır. Kırılgan olan mineraller diğer minerallere sürtülünce kırılıp, ufalandıkları için oldukları sertlik derecesinden daha düşük değerlerde gibi görünebilirler. Çok yumuşak (sertliği az olan) mineraller sürtülme esnasında tozlarını sert mineral üzerinde bırakabileceğinden, sanki sert minerali çizmiş gibi bir görüntü verebilmektedir. Sertliğe ilk kez bilimsel yaklaşımda bulunan Mohs'un ardından 19. yüzyılın sonlarına doğru Rockwell kullanımı çok daha kolay ve ucuz bir sistem geliştirmiştir. Günümüzde halen daha geniş alanlarda kullanılan bu sisteme ek olarak Brinell ve Vickers sertlik ölçme testleri de vardır. Minerallerin çizilmeye karşı gösterdikleri direnç "sertlik" olarak bilinmektedir. Dolayısıyla sertlik mineralin "çizilebilirlik özelliği" olarak da adlandırılabilir. Minerallerin sertliği doğrudan kristal yapıları ve atomlar arasındaki bağ kuvvetleri ile ilintilidir. Bağ kuvvetleri arttıkça minerallerin sertliği de artmaktadır. Sertlik bağıl bir kavram olup, sertlik derecesinin saptanması sertliği bilinen bir mineral veya çakı, iğne vb malzemelerle deneme yoluyla yapılır. Bunun için en yaygın olarak kullanılan skala (çizelge) Mohs'un geliştirdiği çizelgedir. Mohs sertlik dizisinde 10 mineralin sertliği en yumuşak olandan en sert olana doğru sıralanmıştır. Bu çizelgeye göre en yumuşak olandan sert olana doğru yapılan sıralama şöyledir; Mineralin sertliği diğer bir mineralin çizmesi ile tanınır. Mohs sertlik skalası saf bir sırasal bir ölçek örneğidir; yani Mohs sertlik numarası s
adece bir sıralama sayısı olup her bir sertlik derecesi arasındaki oranlar eşit değildir. Örneğin Mohs sertlik derecesi (9) olan korendon, Mohs sertlik derecesi (8) olan topaz'dan mutlak olarak 32 defa daha serttir; diğer taraftan Mohs sertlik derecesi (10) olan elmas, (9) Mohs dereceli korendon'dan mutlak olarak 4 misli serttir. Yukaridaki tablo sklerometre ile ölçülen mutlak sertlik değerlerini de vermektedir. Kristalografi Kristalografi mineralojinin bir dalı olup, minerallerin şekillerini ve iç yapılarını inceler. X ışınları ile yapılan yapi incelemelerinde, atom veya moleküllerin, üç boyutlu olarak dizilimleri incelenir. Mineral kristallerinde fizikokimyasal olarak, atom ve moleküller belirli bir düzen içinde bulunurlar. Amorf (şekilsiz) kristallerde veya minerallerde, atom veya moleküller gelişigüzel bir dizilme gösterirler. Mineraller oluşum esnasında katılaşırken uygun şartlar altında düzenli ve düzgün yüzeyleri olan geometrik şekiller gösterirler. "Kristal" terimi ile düzgün dış yüzeylere sahip olsun veya olmasın düzenli iç yapı gösteren katılar anlaşılmaktadır. Dış yüzeyler değişse bile iç yapı ve temel özellikler değişmez ve özellikle fiziksel karakterler iç yapının fonksiyonu olarak dışa yansır. Kristallografi fizik, kimya, metalurji ve seramik ile ilgili pek çok problemin çözümünde önemli rol oynar. Gösterge (elektronik) Herhangi bir ortamda bulunan değerlerin ne olduğunu anlamak için kullanılabilecek araçlardandır. Kullandığımız değerlerin nasıl işlediğini göstergeler sayesinde görebiliriz. Göstergenin yapısında 7 adet LED bulunur. Bunlar bir düzene konmuştur.Anot ve katot sisteminde bir kod çözücü gibi davranarak bacaklarına gelen değerleri işler ve bize istediğimiz değeri verir. Yapısındaki LED'ler sırası ile a, b, c, d, e, f ve g'dir. Bunlardan bildiğimizi 10 tabanındaki değerleri elde edebiliriz. Örneğin: Displaye 0-16 kadar sayımını şu şekilde gerçekleştirir. 0 -> 0 1 -> 1 2 -> 2 3 -> 3 4 -> 4 5 -> 5 6 -> 6 7 -> 7 8 -> 8 9 -> 9 10 -> A 11 -> B 12 -> C 13 -> D 14 -> E 15 -> F Yani çıkışımız 14 değerini göstermeyecek, E değerini gösterecek. Biz bunu 14 olduğunu durum tablosundan anlayacağız. Örneğin: Göstergede 2 değerini görmek istiyoruz. A B C D 0 0 1 0 Bu sıraya göre 4 bitlik displayin bacaklarına bağlanırlar. Bu durumda da göstergedeki değer iki olacak ve gösterge şu şekilde gösterilecek. LED'lerin seçimini göstergenin içindeki kod çözücü sağlar. Karbon Karbon, doğada yaygın bulunan ametal kimyasal element. Evrende bolluk bakımından altıncı sırada yer alan karbon, kızgın yıldızlarda hidrojenin termonükleer yanmasında temel rol oynar. Dünyada hem doğal halde, hem de başka elementlerle bileşik halinde bulunan karbon, ağırlık olarak yerkabuğunun yaklaşık % 0,2'sini oluşturur. En arı (katışıksız) biçimleri elmas ve grafittir; daha düşük arılık derecelerinde madenkömürünün, kokkömürünün ve odunkömürünün bileşeni olarak bulunur. Atmosferin yaklaşık % 0,05'ini oluşturan ve bütün doğal sularda erimiş olarak bulunan karbon dioksit, kireç taşı ve mermer gibi karbonat mineralleri, kömürün, petrolün ve doğal gazın başlıca yapıtaşları olan hidrokarbonlar, en bol bulunan bileşikleridir. Karbon, bilinen elementlerin en çok yönlü olanıdır. Bileşiklerin %94'ü (4 milyondan çoğu) karbon içerir. Yaşamın dayandığı temel işlevleri yerine getirmek için yeterli çeşitlilikte ve karmaşıklıkta düzenlemeler oluşturarak başka elementlerle birleşme yeteneği, yalnızca karbonda vardır. Belirli karbon bileşikleri, canlılardaki maddenin yaklaşık %18'ini oluşturur (geri kalanı çoğunlukla sudur). Bu bileşikler, canlı hücrelerin planı olarak, hücre yapımında kullanılan yapıtaşları olarak işlev görürler. Yakıt işlevi gören başka karbon bileşikleri de, yeşil bitkilerde ışıl birleşimle sürekli olarak yenilenir. Organizma öldüğü zaman, çevreyle karbon alışverişi durur ve geriye kalan radyoaktif karbon-14 izotopu miktarı, biyolojik kökenli maddelerin yaşını belirlemekte kullanılabilir. Kalkınmış ülkelerin ekonomilerinin büyük bir bölümü, karbon içeren yakıtların, plastiklerin, kimyasal maddelerin, dokumaların ve ilaçların işlenmesine ve üretimine dayanır. Karbon temelli sentetik bileşiklerin üretilmesi ve kullanılması, birçok ülkede yaşama düzeyini derinlemesine etkilemiştir. Simgesi C, atom numarası 6, atom ağırlığı 12,011 olan karbon, periyodik tablonun IVA grubunda silisyum, germanyum, kalay ve kurşun elementleriyle birlikte yer alır. Bu elementlerin en hafifi ve en az metalik olanıdır. Periyodik çizelgedeki başka birçok grubun tersine, IVA grubu elementleri, kimyasal bakımdan birbirinden çok farklıdır; grubu temsil edici davranışı en fazla gösteren de karbondur. Karbonun en bol bulunan izotopu, doğal karbonun % 98,89'unu oluşturan karbon-12'dir. Tam olarak 12 dalton (atom kütlesi birimi) değerinde olan bu izotop, atom ağırlığı konusunda uluslararası standart olarak kullanılır. Doğal karbonun % 1,11'ini oluşturan kar-bon-13, ikinci kararlı izotoptur. Karbonun beş radyoaktif izotopu bilinmektedir; bunlardan karbon-14 (yarılanma süresi 5 730 yıl) en kararlı ve en yararlı olanıdır. Bağlar. Serbest karbon atomunun 1s kabuğunda iki elektron, 2s ve 2p kabuklarındaysa bağ oluşturmaya hazır dört değerlik elektronu bulunur. Metallerden ve ametallerin birçoğundan farklı olarak, karbonda bağ oluşumu genellikle iyonik değil, kovalent (ortaklaşa) niteliktedir. Bunun nedenlerinden biri, karbonun atom sayısının küçük olması, bu nedenle de, atom çekirdeğine yakın olan değerlik elektronlarını çok sıkı tutmasıdır. Ayrıca, bir karbon atomunun kararlı bir iyon haline gelmesi için dört elektron alması ya da yitirmesi gerekir: Bu da oldukça büyük enerji isteyen bir olaydır. Ortaklaşa bağlanmada, her karbon atomu, değerlik elektronlarını karşılıklı olarak başka atomlarla paylaşır. Karbon bileşiklerinin çoğunda, bitişik bir atom, 1 -3 arasında elektron verir; buna karşılık karbon da eşit sayıda elektron katkısı yapar ve tek, çift ya da üçlü bağ oluşur. Odun kömürü hafif, gözenekli siyah ya da koyu gri renkli bir maddedir; odunun havasız ortamda yakılmasıyla elde edilir. (Karbonun bir başka allotropu olan odun kömürüne ilişkin ayrıntılı bilgi kömür maddesinde verilmiştir.) Odunkömürünün katışıklı bir türü de, yalnızca yüzde 10 oranında karbon içeren kemik kömürüdür. Kemik kömürü, hayvan kemiklerinin iyice kırılıp havasız ortamda yakılmasıyla elde edilir. Kemik kömürü herhangi bir sıvı ile ısıtıldığında, sıvını rengini yok eder, bu nedenle sanayide renk giderici olarak kullanılır. Örneğin, şeker bu yolla arıtılır. Çay kemik kömürü ile kaynatıldığında tamamen renksiz hale gelir. Karbon karası ise gazyağı, terebentin, benzen ya da mum gibi maddelerin havasız az ortamlarda yandıklarında çıkardıkları istir. Karbon karası katışıksız, yumuşak, siyah renkli bir tozdur; yağla karıştırılarak matbaa mürekkebi, boya ve ayakkabı cilasında kullanılır. Ayrıca otomobil ve bisiklet lastiklerinin yapımında, aşınmaya karşı daha dayanıklı kılmak amacıyla karbon karasından yararlanılır. Kokkömürü, kömürün havasız ortamda, yüksek sıcaklıklarda yakılmasıyla elde edilir. Kokkömüründeki karbon oranı yaklaşık yüzde 90'dır. Karbon gerek kömür, antrasit ve kokkömürü olarak, gerek bileşik halde bulunduğu ağaç ve petrol olarak çok önemli bir yakıttır. Karbon ve oksijen bileşikleri birbirleriyle çok kolay birleşir. Çinko, demir, kalay ya da kurşun oksitler gibi metal oksitleri karbon ile birlikte ısıtıldığında, karbon metal oksitteki oksijenle birleşir ve geriye katışıksız metal kalır. Bu indirgenme tepkimesinden sanayide yararlanılır. "Ana madde" Karbon Allotropları Aynı maddenin değişik kristal biçimlerine allotrop denir; allotrop sözcüğü "değişik biçim" anlamında Yunanca iki sözcükten gelir. Elmas ve grafit, karbonun allotroplarıdır. Elmasta her karbon atomu, dört başka karbon atomuna bağlanarak üç boyutlu katı bir yapı oluşturur; grafitte ise karbon atomları, üst üste yığılmış geniş, yassı levhalar oluşturacak biçimde, iki boyutlu düzlemde birbirlerine bağlanmıştır. Bu levhalar birbirlerinin üzerinden kolayca kayar; grafitin iyi bir yağlayıcı olma özelliği de bundan kaynaklanır. Grafitin kâğıt üzerinde iz bırakmasının nedeni de, bu ince atom levhalarının grafitten ayrılarak kağıdın üzerinde birikmesidir. Elmas ve grafit dışında karbonun ayrıca altıgen elmas gibi doğal, camsı karbon, fullerenler kümelenmiş elmas nanoçubukları, karbon nanoköpüğü, doğrusal asetilenik karbon (LAC) gibi yapay allotropları da vardır. Karbonun belirgin, kendilerine özgü bir yapısı ya da biçimi olmayan allotropuna amorf karbon denir. Kömür bu biçimdedir. "Ana madde" Elmas Arı elmas, bilinen en sert doğal maddedir. Renksiz ve saydam olmasına karşın, başka minerallerle arılığı bozulduğu zaman, pastel renklerden mat siyaha kadar uzanan çeşitli renklerde bulunabilir. Elmas, kimyasal bakımdan eylemsizdir; ama yüksek sıcaklıklarda havada yanması sağlanabilir. Bilinen ısıyı ileten en iyi malzemedir ve elektrik yalıtkanıdır. 1955'e kadar, yanardağ kökenli doğal yataklar tek elmas kaynağıyken, o tarihten bu yana aletlerde ve pikap iğnelerinde kullanılan elmaslar, grafitin yüksek basınçlara ve sıcaklıklara uğratılmasıyla yapay olarak üretilmektedir (mücevher niteliğinde elmaslar bu yolla elde edilemez). Elmasın özellikleri, bütünüyle birbirine kenetlenmiş dörtyüzlü karbon atomlarının oluşturduğu kristal yapısından kaynaklanır; bu atomların her biri, en yakın dört komşusuna ortaklaşa bağlanmıştır. Karbon-karbon bağının olağanüstü dayanıklılığı ve ortaklaşa bağlarla kenetlenmiş yapısı, elmasın sert ve eylemsiz olmasını sağlayan nedenlerdir. "Ana madde" Grafit Grafit, karbonun yaygın bir allotropudur. Yumuşak, yağlı, kâğıtta iz bırakan, siyah renkli bir katı maddedir. Grafitte her bir karbon atomu aynı düzlemde bulunan diğer üç atoma altıgen halkalar oluşturacak şekilde bağlanır. Oluşan ağ iki boyutludur ve bu şekilde meydana gelen tabakalar birbirine zayıf Van der Waals kuvveti ile bağlanır. Bu yüzden, tabakala birbirlerinin üzerinde kolayca kayar. Grafit, ya
ğ haline getirilip makinelerde, çalışan parçaların birbirine sürtünürken aşınmasını azaltmak ya da engellemek amacıyla yağlayıcı olarak kullanılır. Kurşun kalemlerin içindeki uç da, içine kil katılarak biraz sertleştirilmiş grafittir. Grafitin elde edildiği başlıca yerler Sri Lanka, Sibirya, Kuzey Amerika ve Meksika'dır. Grafit, kok kömürünün çok yüksek sıcaklıklarda işlenmesiyle yapay olarak da üretilebilir. Grafit çok yüksek sıcaklıklara dayanabilir, ayrıca çok iyi bir elektrik iletkenidir. Bu nedenle, çamaşır makinesi ve elektrikli süpürge gibi aygıtlardaki elektrik motorlarının fırçaları grafitten yapılır. Son dönemlerde, uzay kapsüllerinin ısı kalkanlarının yapımında da grafitten yararlanılmaya başlanmıştır. "Ana madde" Fullerenler Karbonun yapay allotropları olan Fullerenler, grafit benzeri yapılara sahiptir fakat grafit gibi saf altıgen değil, aynı zamanda beşgen ve hatta bazen yedigen kristaller de içerir. Bu yapı, altıgen kristallerden oluşan ana düzlemin kıvrılarak küreler, elipsoidler ve silindirler oluşturmasına yol açar. Fullerenlerin yapıları ve özellikleri nanomalzemeler alanında dev bir araştırma konusudur. "Fullerene" adı, bazı fullerenlerin benzediği jeodezik kubbeler tasarlayan Amerikalı mimar Richard Buckminster Fuller'e ithafen verilmiştir. Buckyball denen yapılar, üçgen karbon yapılarının küresel biçimlerde kapanmasından oluşan oldukça büyük moleküllerdir. En çok bilinen en basit buckyball molekülü, futbol topu benzeri yapısıyla C buckminsterfullerenedir. Karbon nanotüpler boş silindir şeklinde bir yapıya sahiptir. Nanotomurcuklar ise, buckyball yapıların nanotüplerin dış duvarına kovalent bağla bağlanmasından oluşan nanotüp/buckyball melez yapısında malzemelerdir. Doğada en bol bulunan karbon bileşikleri, karbon dioksit, tebeşir, kömür, aminoasit (kalsiyum karbonat) gibi metal karbonatları ve karbonun hidrojenle birleşerek oluşturduğu hidrokarbonlardır. "Ana madde" Hidrokarbonlar En basit hidrokarbon, "bataklık gazı" da denilen metan gazıdır; bu maddenin temel yapısı, ortadaki bir karbon atomunu çevreleyen dört hidrojen atomundan oluşur. Sibirya'da ya da Kuzey Denizi'nde yeraltından çıkarılan doğal gazın başlıca bileşiği metan gazıdır. Metanın kimyasal formülü CH biçimindedir. Eğer dört karbon atomu birbirine bağlanırsa bütan gazı oluşur. Bütanın kimyasal formülü de CH'dur. Mutfaklarda kullanılan tüp gaz, bütan gazıdır. Metandaki hidrojen atomlarının yerine klor atomları geçirilirse, bir zamanlar önemli bir anestezik olan kloroform bileşikleri ve değerli bir kimyasal çözücü olan karbon tetraklorür oluşur. Metan molekülüne bir oksijen atomu bağlanırsa, ortaya bir tür alkol çıkar. Karbon ile oksijenin oluşturduğu iki basit bileşik vardır: Karbon dioksit (CO) ve karbon monoksit (CO). Her ikisi de gaz halindedir; ilki havada bulunur ikincisi ise çok zehirlidir. Dünyanın pek çok yerindeki petrol yataklarından çıkarılan ham petrol, rafineriler de işlenerek, değişik uzunluktaki karbon zincirinden oluşan maddeler elde edilir; bu maddelere petrol türevleri denir. Ağır, kalın ya da ince bütün yağlar hidrokarbondur. Karbon atomlarının hidrojenle doyurulmamış, yani tümüyle doldurulmamış olduğu hidrokarbon dizileri de vardır. bu dizilerin birinde karbon atomları birbirine çift bağ ile bağlanmıştır; bu tür hidrokarbonların en basit örneği etilen'dir. Üç bağlı karbon atomlarını içeren doymamış hidrokarbonlar dizisinin ilk üyesi de asetilen gazıdır. Kömürün damıtılmasıyla elde edilen kalın, siyah renkli bir sıvı olan kömür katranından da önemli bir hidrokarbon dizisi oluşturulur. Bu dizinin ilk ve en basit üyesi benzen'dir. Benzen, bir halka biçiminde birbirine bağlanmış altı karbon atomu içerir. Bu dizide bulunan pek çok hidrokarbon, bitkilerden salınanlara benzeyen kokular yaydıklarından aromatik hidrokarbonlar olarak adlandırılırlar. Parfümler, en aza bir benzen halkası içerir. Güvelere karşı kullanılan naftalin, birbiriyle birleşmiş iki halkadan oluşur. Oktay Akbal Oktay Akbal (d. 20 Nisan 1923, İstanbul, ö. 28 Ağustos 2015, Muğla) Türk gazeteci, yazar. Uzun süre "Cumhuriyet" gazetesinde "Evet/Hayır" adlı köşenin yazarlığını yaptı. 20 Nisan 1923 tarihinde İstanbul'da doğdu. Avukat Salih Şehabettin Bey'in oğlu, ilk gerçekçi Türk romancılardan Ebubekir Hâzım Tepeyran'ın ana tarafından torunudur. Kumkapı'daki Saint Benoit Fransız Lisesi'nde başladığı ortaöğrenimini, 1942 yılında İstiklal Lisesi'nde bitirdi. Bir süre İstanbul Üniversitesi Hukuk (1944) ve Edebiyat (1946) fakültelerine devam etti, ancak yüksek öğrenimini yarıda bırakarak kendini yazarlığa verdi. 1943 ve 1944 yıllarında Servet-i Fünun "Uyanış" dergisinde sekreterlik, 1947 ve 1951 yılları arasında Millî Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu'nda memurluk yaptı. Fakat yaşamını asıl anlamda gazetecilik yaparak kazanmıştır. 1939 ve 1940 yıllarında "Yeni Sabah" ve "İkdam" gazetelerinde çevirileri ve öyküleri yayımlanmıştır. 1944 ve 1946 yılları arasında "Vakit" gazetesinde eleştiriler ve tanıtma yazıları yazmıştır. "Büyük Doğu" dergisinde her hafta "Dünya Fikir Sanat Hareketleri" sütununu yazmış, 1951 ve 1956 yılları arasında "Vatan" gazetesinde, düzeltmen, sekreter ve yazı işleri müdürü olarak çalışmıştır. 1956'da köşe yazarlığına başlamıştır. 1985 yılından itibaren "Hürriyet" gazetesi için köşe yazarlığı yapan Akbal, daha sonra "Milliyet" gazetesinde çalışmıştır. Ölümüne dek "Cumhuriyet" gazetesinde köşe yazarlığına devam etmiştir. Öykü yazmaya ilkokul yıllarında başladı. Çeşitli çocuk dergilerinde öyküleri yayımlandı. 1939'da, henüz lise öğrencisiyken yazdığı bir öykünün "İkdam" gazetesinde yayımlanmasıyla edebiyat dünyasına girdi. "İkdam" ve "Yeni Sabah" gazetelerinde hemen her gün bir öyküsü; "Bin Bir Roman", "Çocuk Haftası", "Yıldız" gibi gazete ve dergilerde yazıları, öyküleri ve çevirileri yayımlandı. Akbal'ın asıl anlamda öyküye yönelmesi Sait Faik'in "Semaver" adlı kitabını okumasından sonra başlamıştır. Servet-i Fünun "Uyanış" dergisinde çalıştığı sıralarda başlayan eski yeni tartışmalarının ve yeni edebiyatın içinde yer alan Akbal'ın sanatında böylece asıl edebiyatçı dönemi açılmıştır. Kendi yaşam deneyimlerinden, çocukluk anılarından yola çıkan, küçük kent insanını da göz ardı etmeyen duygulu öyküler yazmaya başlamıştır. Bunlar toplumsal olaylarla ilgili gözlemlere değil, anılara ya da düşlere dayalı, içe dönük hikâyelerdir. Akbal hikâyeleri, Behçet Necatigil'in deyişiyle ""Konulu hikâyeler değil de, belli konular çevresinde oluşan anılar toplamıdır"". Yazın çevrelerinde geniş ve olumlu yankı yapan "Önce Ekmekler Bozuldu" adlı ilk kitabını 1946'da çıkarmıştır. Onu, 1949'da "Aşksız İnsanlar" izlemiştir. "Garipler Sokağı" ve "Bizans Definesi" adlı kitapları Rusçaya; "Dondurmalı Sinema" Sırpçaya çevrildi. "Suçumuz İnsan Olmak" adlı kitabı Erdoğan Tokatlı yönetiminde 1986 yılında filme çekildi. Yazar 28 Ağustos 2015 günü hayatını kaybetti. Günlük Server Tanilli Prof. Dr. Server Tanilli (d. 1931 - ö. 29 Kasım 2011) Türk yazar, anayasa hukuku profesörü. 1980'den önce Türkiye'de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde ve Devlet tatbiki Güzelsanatlar Yüksekokulu'nda "Uygarlık tarihi" dersi veriyordu. 7 Nisan 1978 günü terör ortamında silahlı saldırıya uğrayıp, belden aşağısı tutmaz oldu. Fransa'ya gidip uzun yıllar Strazburg Üniversitesi'nde çalıştı. 2000 yılında yurda dönüş yaptı ve Cumhuriyet Gazetesi'nde köşe yazıları yayınlandı. 1980 sonrasında düşün ortamını ve özellikle de gençliği etkilemiş olan "Uygarlık Tarihi (1973)", "Devlet ve Demokrasi: Anayasa Hukukuna Giriş" kitaplarını yazdı. "Uygarlık Tarihi" üniversitelerde ders kitabı olarak okutuldu. 2011 yılında Prof. Dr. Server Tanilli evinde yaşamını yitirdi. Karacaahmet Mezarlığı 'na defnedildi. Kobe Bryant Kobe Bean Bryant (d. 23 Ağustos 1978), lakabı Black Mamba, NBA takımlarından Los Angeles Lakers'ın formasını giymiş Amerikalı emekli profesyonel basketbolcudur. 1.98 boyunda bulunan Bryant Şutör gard ve Oyun kurucu pozisyonunda görev almaktadır. NBA tarihinin en önemli basketbolcularından birisi olarak gösterilmektedir. Bryant liseden mezun olduktan sonra üniversiteye gitmeden direkt NBA'ye Lakers'a adımını atmış ve tüm kariyerini bu kulüpte sürdürmüştür. Lise yıllarında Wilt Chamberlain'in 4 yıllık toplam sayı rekorunu kıran Kobe 1996 NBA Seçmeleri'nde Charlotte Hornets tarafından 13. sıradan draft edilse de sonra Lakers'a takas edilmiştir. 24 yaşındayken 3 NBA şampiyonluğu bulunan Kobe; Shaquille O'Neal ile kazandığı 3 şampiyonluktan tam 7 yıl sonra 2008-2009 sezonunda 4. şampiyonluğuna ulaştı ve kariyerinde birçok başarılar olmasına rağmen daha önce elde edemediği NBA finalleri en değerli oyuncusu da seçilmiş oldu. Ayrıca, Kobe 2009-10 sezonunu şampiyon olarak tamamlayarak kariyerinin 5. yüzüğünü elde etti ve üst üste 2. kez finallerin en değerli oyuncusu oldu. Bryant 34 yaş 100 gün iken NBA tarihinde 30.000 sayı barajını aşmayı başaran en genç oyuncu olmuştur. NBA tarihinde bir maçta 100 sayı atan Philadelphia 76ers'in efsane pivotu Wilt Chamberlain'den sonra 2005-2006 normal sezonunda Toronto Raptors'a karşı attığı 81 sayı ile bu alanda 2.sıradadır. NBA'deki başarılarına 2007-2008 normal sezonda NBA En Değerli Oyuncu Ödülünü de kattı. Çin de düzenlenen 2008 Pekin Olimpiyatları'nda Amerika Birleşik Devletleri millî basketbol takımı ile şampiyon olarak altın madalya sahibi oldu. Ayrıca 2012 Londra Olimpiyatları'nda da millî takımıyla altın madalya elde etmiştir. Kobe Bryant 2002, 2007, 2009, 2011 yılları NBA All Star organizasyonunda dört defa en değerli oyuncu seçildi. Memphis Grizzlies takımına attığı 44 sayı attığı maçta Los Angeles Lakers takımının tarihinde en fazla sayı atan oyuncusu oldu. Los Angeles'ta düzenlenen 2011 NBA All-Star Maçı'nın en değerli oyuncusu seçilerek, 4 kez MVP olan Bob Pettit ile bunu başaran tek oyuncu olmuştur. Kobe Bryant NBA All Star organizasyonunda 1998-2013 yılları arasında üst üste 15 kez seçilerek bu alanda rekor kırmıştır. Ayrıca 15 kez 11'i ilk takım olmak üzere NBA Yılın En İyi Beşi 15 kez All-Star 11
kezde NBA En İyi Savunma Takımı'na seçilmiştir. 2007-08 sezonunda kariyerinin tek normal sezonun MVP ödülünü kazanmıştır. 12 Nisan 2013 tarihinde Golden State Warriors'la oynanan playoff maçında aşil tendonunun yırtılması sonucu uzun bir sakatlık süreci geçirmiştir. 8 Aralık 2013'te sakatlığı sonrası ilk NBA maçına çıkmıştır. 13 Nisan 2016'da son maçına çıktıktan sonra emekli oldu. Kobe Bean Bryant, 23 Ağustos 1978'de Philadelphia, Pennsylvania'da eski Philadelphia 76ers oyuncusu olan Joe ‘Jellybean' Bryant ve Pam Bryant'ın en küçük ve tek erkek çocuğu olarak (iki kız kardeşinin isimleri Shaya ve Sharia'dır) dünyaya geldi. Anne tarafından eski Nba oyuncusu John "Chubby" Cox'un yeğenidir. Ailesi ismini, Japonya'nın Kobe şehrinde bir restoran menüsünde gördükleri meşhur biftekten etkilenerek koydu. Bryant 6 yaşındayken, babasının İtalya'daki bir takımda oynamaya başlaması üzerine, oraya yerleştiler. Akıcı bir şekilde İtalyanca ve İspanyolca konuşmayı öğrenmişti. Daha 3 yaşındayken Basketbol oynamaya başladı. Buradayken AC Milan takımına ilgi duyan ve futbol oynamaya başlayan Bryant ve ailesi, 1991'de Philadelphia'ya geri döndüler. Bir keresinde ‘İtalya'da kalsaydım, futbol a devam edip profesyonel olurdum' açıklamasını yapan 1.98 m boyundaki Bryant, Philadelphia'daki Lower Merion Lisesi'nde basketbolda müthiş bir başarı yakaladı ve ulusal boyutta ün kazandı. Kobe Bryant, 17 yaşındayken girdiği SAT sınavından 1080 aldı ve iyi bir koleje girmesine olanak varken, seçimini ABD Profesyonel Basketbol Ligi (NBA) dan yana kullandı. Bryant, 1996 NBA draftlarında Charlotte Hornets tarafından 13. sırada seçildi. Oyuncu seçimleri öncesinde yapılan hazırlık çalışmalarında, Bryant'ın potansiyelini fark eden ve ‘Bryant'ın çalışması bugüne kadar gördüklerim arasında en iyilerden biriydi' diyen Lakers genel menajeri Jerry West, Vlade Divac ile Bryant'ı takas etti. Kobe, 18 yıl, 2 ay ve 11 gün ile NBA ligi tarihinde en küçük yaşta forma giyen oyuncu oldu. (Daha sonra o yıllarda Portland forması giyen Boston Celtics oyuncusu Jermaine O'Neal bu rekoru daha aşağılara çekti). Ligdeki ilk maçında sadece 6 dakika oynayan ve 1 şut girişiminde bulunan Kobe; 1 ribaund, 1 top kaybı ve 1 faul ile tamamladı. Ligdeki ilk sayısını bir sonraki maçta New York Knicks'a karşı faul atışından bulan Kobe, ligdeki 4. maçında Toronto Raptors karşısında bu sefer 17 dakika sahada kaldı ve kariyerinde ilk çift haneli rakama ulaşarak maçı 10 sayı ile tamamladı. 28 Ocak'ta Dallas Mavericks maçında (12 sayı üretti) sahaya ilk 5'te çıkan Kobe, 18 yıl, 5 ay ve 5 gün ile NBA tarihinin en küçük yaşta ilk 5'te sahaya çıkan oyuncusu oldu. İlk sezonunda 25 maçta 10 sayı, 4 maçta 20 sayı barajını geçerken, 8 Nisan'da Golden State Warriors karşısında 25 dakikada 8/7 ikilik, 3/2 üçlük ve 7/4 faul atışı ile 24 sayı üreterek kariyerinin en yüksek skoruna ulaştı. Ama asıl başarısını çaylaklar All-Star maçında doğu takımına attığı 31 sayı ile yakaladı. Aynı organizasyonda Slam Dunk şampiyonluğuna ulaşan en genç oyuncuda oldu. İlk sezonunu 71 maçta (6 kere ilk 5'te çıktı) 15.5 dakika oyunda kalarak 7.6 sayı ortalaması ile tamamlayan Kobe, ligin en iyi ikinci çaylak 5'ine de seçilmeyi başardı. İlk playoff maçına Portland Trail Blazers karşısında çıkan Kobe, bu ilk maçında sadece 2 sayı üretebildi. Serinin 3. karşılaşmasında 27 dakikada 22 sayı atarken 4 maçlık seriyi 7.5 sayı ortalaması ile tamamladı. Fakat 2. turda işler hiç iyi gitmedi. Oysa 3. maçta 19 dakikada 19 sayı üretmiş ve Lakers'ın serideki ilk galibiyeti almasını sağlayan oyunculardan olmuştu. Ama 5. maçta normal sürenin bitimine 11 saniye kala skor 87-87 berabere iken son şutu kaçıran Kobe, uzatmada da 2 kritik şut kaçırarak Lakers'ın maçı ve seriyi kaybetmesine yol açmıştı Kobe, 1997 yazını ağırlık ve şut idmanları ile geçirdi. Ayrıca birkaç kilo aldı. 2. sezonun başında 17 Aralıkta Michael Jordan'lı Chicago Bulls karşısında kariyerinin en başarılı oyunlarından birini çıkardı ve 33 sayı üretti. New York'taki All-Star maçında Batı takımında 19 yaşında ilk 5'te başlayarak en küçük yaşta ilk 5'te başlayan oyuncu oldu. Bununla da kalmayarak 18 sayı ve 6 ribaund ile takımının en yüksek rakamlarına ulaştı. İlk sezonundaki 15.5 olan oyunda kalma süresini, 2. sezonunda 26 dakikaya çıkaran Kobe, sayı ortalamasını da 15.4'e yükseltti. Artık 19 yaşındaki Kobe'yi tüm dünya tanıyordu. 3. sezonunda Lakers'ın ilk 5'ine yerleşen Kobe, lokavt nedeni ile sadece 50 maç olarak gerçekleştirilen normal sezona fırtına gibi girdi. İlk 5 maçta üst üste double-double yaptı ve 21.0 sayı, 10.4 ribaund, 2.8 asist ortalamalarını tutturdu. Normal sezonda 50 maçın 11'inde takımının en skorer oyuncusu olan Kobe, 19.9 ortalama ile lig genelinde sayı krallığında 15. sırayı aldı. 21 Mart'taki Orlando Magic maçında 33'ü ikinci yarıda olmak üzere 38 sayı ile kariyerinin en yüksek skoruna ulaştı. Evet Kobe, 3. NBA sezonunda ligin en iyi 3. beşine seçiliyordu. Fakat takım içinde bazı huzursuzluklarda adı geçmeye başlamıştı. Playoff'larda ilk tur ilk maçında Houston Rockets karşısında son 5.3 saniye kala 2 kritik faul atışında başarılı olarak 101-100'lük galibiyeti getirdi. 4. ve son maçta da 24 sayı ile sahanın en skorer oyuncusu oldu. Seride Lakers 3-1 üstünlük sağlarken Kobe, 18.3 sayı, 7.3 ribaund, 5.8 asist ortalamalarını tutturdu. Fakat 2. turda San Antonio Spurs karşısında 21.3 sayı ortalaması 4-0'lık hezimet karşısında unutuldu. 2000 sezonunun başı ile Kobe, maçlarda gerektiği kadar top alamadığından ve tüm topları Shaq'ın harcadığından yakınmaya başladı. Aslında bunu 2001 sezonunda yapacağı gibi basının karşısında dobra dobra söylemiyordu ama birçok konuşmasında bu konuya da üstü kapalı değiniyordu. Daha fazla top kullanabileceği daha fazla sorumluluk alabileceği bir takımda oynamak istediğine dair ilk sözleri de bu dönemde ortaya çıktı. Kobe, ligdeki bu 4. sezonunda savunması ile de kendini gösterdi. Sezonun en iyi savunma beşine seçilirken, ligin en iyi 2. beşinin de elemanı oluyordu. 10-16 Nisan tarihleri arasında 29.7 sayı, 7.0 asist, 6.0 ribaund ortalamaları ile haftanın oyuncusu seçilen Kobe, 12 Mart'ta da Sacramento karşısında 40 sayı ile kariyer rekorunu kırdı. Fakat tüm bu başarıların yanında sağ elinden sakatlanan genç oyuncu 16 maç kaçırdı. Sezonu 22.5 sayı (lig 12.si), 6.3 ribaund ve 4.8 asist ortalamaları ile tamamlayan Kobe, playoff'larda da çok başarılı maçlar çıkardı. İlk turda Sacramento Kings karşısında 2. ve 4. maçlarda 32, 3. maçta 35 sayı attı. Batı finalinde Portland Trail Blazers karşısında 5. maçta 33 sayı üretirken 6. maçta 25 sayı, 11 ribaund, 7 asist, 4 blok ile tüm bu kategorilerde sahanın en iyisi olarak Lakers'ı 9 yıl sonra NBA Finaline taşıdı. Final serisinde rakip Indiana Pacers tı. ve ilk maçta 104-87'lik farklı skorda Kobe'nin 14 sayılık bir katkısı oldu. Ama 2. maçın 9. dakikasında sakatlandı ve bir daha oyuna dönemedi. 3. maçta da yer alamayan Kobe, deplasmandaki 4. maçta 8'i uzatma bölümünde 28 sayı üretirken, 36 sayı, 21 ribaund ile oynayan O'Neal ile birlikte bu kritik maçın kazanılmasında (120-118) başroldeydi. Fakat 4. maçta uzatma bölümünde bulduğu 8 sayıyı, 5. maçta 20/4 şut yüzdesi ile tüm maç boyunca atabilince seri 6. maça uzadı. 6. maçın son periyoduna Lakers 85-79 geride girdi. 4'ü son 13 saniyede olmak üzere bu son periyotta 8 sayı üreten Kobe maçı da 26 sayı, 10 ribaund ve 4 asist ile tamamlayarak kariyerindeki ilk NBA şampiyonluğuna 22 yaşında ulaştı. 2001 sezonu ile Kobe ile Shaq arasındaki gerginlik giderek arttı. Kobe, basına Shaq ile maç içinde top bölüşmekten bıktığını maç boyunca topların ona indirilmesinden sıkıldığını söylüyordu. Shaq da daha fazla sessiz kalamadı ve Kobe'nin elinde olsa maç boyunca tüm topları kullanacağını, onun maçı kazanmak gibi bir düşüncesi olmadığını tek amacının sayı ortalamasını yükselterek herkesten üstün olduğunu göstermeye çalışan, egosu altında ezilen ve sevilmeyen zengin bir züppe olduğunu söyledi. Tüm bu atışmalar sezon boyunca devam etti. Ama bu tartışmaların yanında, aralıkta 16 maçta 32.3 sayı ortalaması ile ayın oyuncusu seçildi. Sezon boyunca 24 defa 30, 6 defa 40 sayı barajını geçti. 2 kere triple-double, 8 kere double-double gerçekleştirdi. 6 Aralık'ta Golden State Warriors maçında 51 sayı ile kariyer rekorunu kırdı. 8-18 Kasım tarihleri arasında oynanan 5 maç art arda 30 sayı barajını geçerken, 68 maçta 28.5 ortalama ile sayı krallığında lig genelinde 4. sırayı aldı. Sol eli ve sağ ayak bileği sakatlıkları sebebi ile 14 maçta oynamazken, 20 Aralık'taki Los Angeles Clippers maçında 2 teknik faulden dolayı ilk defa oyundan atıldı. Play-off'larda fırtına gibi esen Lakers takımı NBA Finaline kadar Portland Trail Blazers , Sacramento Kings ve San Antonio Spurs serilerini yenilgisiz geçti. Kobe özellikle Batı Finalinde San Antonio Spurs karşısında çok başarılı maçlar çıkardı. İlk maçta 35/19 şut yüzdesi ile 45 sayı atarak kariyer Playoff rekorunu kırarken, seriyi de 4 maçta 33.3 sayı, 7.0 ribaund ve 7.0 asist ortalamaları ile tamamladı. NBA Finalinde yeni rakip Philadelphia 76ers dı.Ve herkes Lakers'dan yenilgisiz bir süpürme daha bekliyordu. 11 playoff maçını art arda kazanarak bir NBA rekorunu egale eden Lakers bir galibiyet daha aldığı takdirde rekoru geliştirecekti. Ama San Antonio serisinin yıldızı Kobe uzatmaya giden ilk maçta kendi seyircisinin önünde 52 dakika oyunda kalıp, 22/7 şut yüzdesi ile sadece 15 sayı üretebilirken, 6 da top kaybı yapınca Shaq'ın 44 sayı, 20 ribaund'luk performansına rağmen gülen taraf 107-101'lik skorla Sixers oldu. Ligin bir başka genç süper yıldızı Iverson ilk raundu kazanan taraf olmuştu. Bu şok yenilginin ardından 2. maçta 31, 3. maçta 32 sayı ile oynayan Kobe seride durumu 2-1'e getirdi. 4. maçta düşük şut yüzdesine rağmen 19 sayı, 10 ribaund ve 9 asistlik performansının ardından, 5. maçta 26 sayı, 12 ribaund ve 6 asist ile oynayarak ilk maçtaki düşük performansını unutturuyor ve art arda 2. defa şampiyonluk kupasını kaldırıyordu. Ama seride yine MVP ödülünü alan Shaq olmuştu. Ölü sezonda herkes S
haq ve Kobe ikilisinin arasındaki soğuk savaşın büyüyeceğini ve belki de bu 2 oyuncudan birinin takımdan ayrılacağını düşünüyordu. Ama böyle olmadı.İki oyuncu birbirlerini öven ve yücelten demeçler vermeye başladı. Buna en çok sevinen coach Jackson oldu. Çünkü yeni sezonda bu süper ikilinin çok iyi anlaşmaları Lakers'a yeni rekorlar getirebilirdi. Yaz boyunca Shaq, yeni sezonda Kobe'nin MVP ödülüne ulaşacağını umduğunu söylerken, Kobe'de Shaq'ın vazgeçilemez ve durdurulamaz bir oyuncu olduğunu söylüyordu. Ve hatta bir makinenin dişlileri gibi olduklarını ikisinin de görevlerinin farklı olduğunu ve kazanmak için ne gerekiyorsa onu yapacaklarını söylüyordu. Kobe Bryant, 2001-2002 sezonunda 80 maçta 25.2 sayı 5.5 ribande 5.5 asist ortalamalarıyla oynadı. Ve kariyerinin en yükseği olan yüzde 46.9 ile şut attı.Kariyerin de ilk defa en iyi ilk beşe seçildi. Ayrıca All-Star takımına ve All NBA Yılın Savunma takımına seçildi. Lakers 58 galibiyet alarak Pasifik Grubu'nu ikinci sırada bitirdi. İlk turda Portland Trail Blazers ı 3-0 la geçerken yarı finalde San Antonio Spurs u 4-1 ile geçti Batı Konferansı finalinde Sacramento Kings si çok zor geçen seride 4-3 kazanarak finale kaldı. Finalde New Jersey Nets'i süpürerek üst üste 3. şampiyonluğuna ulaşıyordu. Kobe finallerde 26.8 sayı ve yüzde 51.4 isabet oranıyla oynadı. Ve 24 yaşındayken 3.şampiyonluğuna ulaşmış oluyordu. Ama finallerin MVP'si yine Shaq oluyordu. Bryant, 2002-2003 sezonunun şubat ayında 40.6 sayı ve tüm sezonda maç başına 30 sayı ortalamayla oynadı. Ayrıca maç başına 6.9 ribaund, 5.9 asist ve 2.2 top çalmayla kariyer rekorlarını kırdı. Bryant All-NBA ve All Defansif birinci takımına seçildi. MVP oylamasında üçüncü sırada yer aldı. 50 galibiyet ve 32 yenilgiyle Pasifik Grubu'nu ikinci tamamladığı bu sezonun sonunda Lakers, Batı Konferansı yarı finallerinde, 6 maçla o yılın NBA şampiyonu olan San Antonio Spurs 'e elendi. 2003-2004 sezonunda Utah Jazz'ın efsanevi power forveti Karl Malone ve Seattle Supersonics'in süper oyun kurucusu Gary Payton ile anlaşarak kadrosunu güçlendiren Lakers, bu kadrosuyla şampiyonluğu kazanmayı umuyordu.Tecavüz skandalıyla zor günler geçiren Kobe Bryant, 65 maç oynadı.24.0 sayı 5.5 ribaund 5.1 asist ortalamalarıyla sezonu tamamladı. Lakers; 56 galibiyet 26 mağlubiyet ile Pasifik Grubu'nu birinci, Batı Konferansı'nı Minnesota Timberwolves'un ardından ikinci sırada tamamladı. Fakat NBA finaline kadar yükseldikleri bu seride, Bryant'ın 22.6 sayı ve 4.4 asist ortalaması Lakers'a yetmedi. Detroit Pistons seriyi 5 maçta bitirdi ve şampiyon oldu. Şampiyon olunamamasının takımı karıştırması sonucunda ise O'Neal ve koç Phil Jackson takımdan ayrıldılar.Phil Jackson takımdan ayrılıken yerine Houston Rockets ile özdeşleşen Rudy Tomjanovich geldi.Ve Shaquille O'Neal, Lamar Odom, Caron Butler, ve Brian Grant karşılığında Miami Heat'e takas edildi. Shaquille O'Neal'ın ayrılışından sonra 2004-2005 sezonunda takımın tek lideri haline gelen Bryant için, bu sezon çok önemliydi. Kendisine yöneltilen iddialar nedeniyle imajı bozulduğundan, kötü oynaması halinde eleştirilerin artacağının farkındaydı. Lakers'ın 2003-2004 sezonununda kritik edildiği The Last Season: A Team in Search of It's Soul adlı kitapta, Phil Jackson'ın Kobe hakkında ‘koçluk yapılamayan bir oyuncu' şeklinde bir açıklaması yer aldı.Jackson'ın takımdan ayrılmasından sonra yerine getirilen Rudy Tomjanovich 'in de sağlık problemleri yaşaması takımın asistan koç Frank Hamblen'e emanet edilmesine neden oldu. Kobe 27.6 sayı ortalamasıyla ligin 2. skorer oyuncusu oldu fakat buna rağmen Lakers ilk kez playofflara kalamadı.Kobe sadece All NBA defansif üçüncü takımına seçildi. 2005-2006 sezonu, Bryant'ın kariyeri için bir dönüm noktası oldu. Kobe ile yaşadığı geçmiş sorunlara rağmen koç Phil Jackson takıma geri döndü ve takım NBA playofflarına kalmayı başardı. Fakat playoffların ilk turunda Phoenix Suns 'a 7 maçlık seri sonunda elenmelerinin yanı sıra Kobe Bryant dizinden sakatlandı ve 2006 Fiba Dünya Basketbol Şampiyonası'na da katılamadı. 2005-2006 sezonunda 20 aralık taki Dallas Mavericks maçı'nda sadece 3 çeyrekte 62 sayı kaydetti. Maçın 4. çeyreğine girilirken skor Kobe: 62 - Dallas: 61 şeklindeydi. Şut süresinin 24 saniyeye indirilmesinden bu yana ilk defa böyle bir başarı geldi. Bryant, 22 ocakta oynanan Toronto Raptors karşısındaki 122-104'lük zaferle biten karşılaşmada ise 81 sayı atarak, Lakers tarihinin bir maçta 71 sayıyla, en çok sayı atan oyuncusu olan Elgin Baylor'un rekorunu geçti. Bunun yanı sıra NBA tarihine bir maçta 100 sayı atan Wilt Chamberlain'den sonra ikinci en fazla sayı atan oyuncu olarak geçti. Ocak ayında Kobe 4 maç üst üste 50 sayının üzerinde sayı atarak 1964'ten beri bunu gerçekleştiren tek oyuncu oldu. Aynı ocak ayında, ortalama 43.4 sayı ile oynayan Bryant, NBA tarihinin, bir ayda ulaşılan en yüksek sayı ortalamaları listesinde 8. oldu. Bu Chamberlain'den sonraki en yüksek ortalamadır.) Sezon boyunca, oynadığı maçların 27'sinde 40 sayıyı geçen ve bir sezonda toplamda kaydettiği 2832 sayıyla Lakers tarihine adını yazdıran Bryant, sezon sonunda 35.4 sayı ortalaması ile NBA liginin sayı kralı oldu. (Bu Michael Jordan'ın 1986-87 sezonunda yaptığı 37.1 sayılık ortalamadan sonra en iyi NBA ortalaması.) 2006'da NBA'in En Değerli Oyuncusu Ödülü (NBA Most Valuable Player Award) oylamasında 4. seçildi. Steve Nash 'in 1. seçildiği oylamada, Bryant 22 birincilik oyu aldı. (Bu 22 oy Bryant'ın kariyerindeki en yüksek birincilik oyu.) 27 yaşında, 16.000 sayıya ulaşan en genç oyuncu unvanını alan Bryant, 16 Ocak 2006'da oynanan Miami Heat - Los Angeles Lakers karşılaşması öncesinde O'Neal ile el sıkıştı ve aralarındaki soğukluğu giderdiler. Önce Adidas'la yüksek bir fiyata 4 yıllık bir reklam anlaşması imzalayan Bryant, daha sonra da Nike ile 45 milyon dolarlık bir anlaşma imzaladı ve Nike reklam filmlerinde oynadı. Nintendo 64 ve Playstation NBA Live oyunlarında yer alan Bryant, Chi Sah adlı Rap grubunun da üyesi.8 olan forma numarası, Adidas ABCD kamp numarası olan 143'ün 1+4+3=8 şeklinde toplanmasıyla oluşan Bryant, 2006-2007 sezonu öncesi TNT kanalına yaptığı açıklamada forma numarasını, kariyerinin ikinci yarısına başlarken daha önce lise forma numarası da olan 24 ile değiştireceğini açıkladı. 2007 yılında All-Star maçında 31 sayı 6 ribaund 6 asist ile oynayarak kariyerinin ikinci MVP ödülünü aldı. 16 Mart'ta Los Angeles'ta Portland Trail Blazers'a 65 sayı attı ve bu 11 yıllık kariyerinde ikinci en yüksek sayı performansıydı. Ve 7 maçlık yenilgi serisini bitiriyordu. Hemen ardından Minnesota Timberwolves'a karşı 50 sayı ile rekor kırdı. Arkasından Memphis Grizzlies'e attığı 60 sayı ile üst üste 3 maç 50 sayı barajını aşan Elgin Baylor ve Michael Jordan'ı da geride bıraktı. Ve bir sonraki New Orleans Hornets maçında da 50 sayı atarak NBA tarihin de 4 maçta üst üste 50 sayı barajını geçen ikinci oyuncu oldu. (Birinci sırada 1961-1962 sezonunda üst üste 7 kez 50 sayı barajını aşan Wilt Chamberlain rekoru elinde bulunduruyor.) Los Angeles Lakers normal sezonunu 42 galibiyet 40 mağlubiyet ile Pasifik Grubu'nu ikinci sırada ve Batı Konferansı'nı yedinci sırada tamamlayabildi.İlk turda geçen sene playoff ilk turun'da karşılaştıkları ve 4-3 kaybettikleri Phoenix Suns'tı.Ancak bu sefer geçen seneki gibi kıran kırana mücadele olmadı ve Suns seriyi 4-1 ile geçti. Kobe, bu serie 32.8 sayı 5.2 ribaund ve 4.4 asist ortalamalarıyla mücadele etti. 2007-2008 sezonu takas dönemi biterken kadrosuna Pau Gasol'u katan Lakers pota altında güçlenmişti.Ve Kobe sezon boyunca fırtına gibi esiyor ligi 28.3 sayı 6.3 ribaund 5.4 asist ve 1.8 top çalma ortalamalarıyla oynuyordu. Kobe 23 aralık 2007'de Madison Square Garden'da New York Knicks'le oynanan maçta 20.000 sayı barajını geçen en genç oyuncu oldu (29 yıl 122 gün). 6 mayıs 2008 de Yılın en değerli oyuncusu olduğu resmi olarak duyuruldu. Kariyerin de ilk defa MVP seçildi. Lakers tarihinde bu ödül daha önce Shaquille O'Neal Kareem Abdul-Jabbar ve Magic Johnson'a da verilmişti. Yaptığı açıklama da: "Bugün benim için güzel özel bir gün. Burada bulunmaktan ötürü son derece onur duyuyorum. Bu sadece bana değil aynı zamanda takımıma verilmiş bir ödül. Bunu ekip olarak hak ettik. Takım arkadaşlarıma ne kadar teşekkür etsem azdır." dedi. Aynı zamanda 3 kez üst üste All NBA 1.takmına seçildi.Ve 3 kez üst üste All defansif 1. takımına seçildi. Lakers Batı konferansını 57 galibiyet 25 mağlubiyet ile birinci sırada bitirdi. Denver Nuggets Play-off'lardaki ilk rakipleriydi.Birinci maçta 32 sayı üretirken 18 sayısını son 8 dakikada attı. Nuggets'ı 4-0 ile süpürürken yarı finaldeki rakibi Utah Jazz'ı 4-2 ile geçerek Batı konferansı finalin'de karşısına son şampiyon San Antonio Spurs çıktı. Lakers, Spurs'u 4-1'le eleyerek 6 yıl sonra ilk defa NBA finallerine kaldı. Ve Kobe, Shaquille O'Neal'sız ilk defa Nba finallerine çıkmış oldu.Final'de rakipleri Kevin Garnett ve Ray Allen gibi iki süper yıldızı kadrosuna katmış; Paul Pierce ile yeni bir "big three" oluşturan sezonu 66 galibiyet 16 mağlubiyet ile birinci sırada tamamlayan tüm zamanların en çok şampiyon olan takımı Boston Celtics'di. Boston seriye tümüyle hakim oldu ve 4-2 ile kazanarak 22 yıl sonra şampiyonluğa ulaşmış oluyordu. Kobe Play-offlar'da 30.1 sayı 5.7 ribaund 5.6 asist ortalamalarıyla oynadı.Finaller'de 25,6 sayı 4,6 ribaund 5.0 asist ortalamalarıyla oynadı. Böylece MVP olduğu sene finallerde kaybederek hayal kırıklığı yaşamış oldu. 2008-2009 sezonu açılmasıyla birlikte Lakers üst üste 7 maç kazandı. Kobe sezona 17-2 ile başlayarak Franchise rekoru kırmış oldu.Lakers Aralık ayı ortasını 21-3 ile geçirdi. Bryant sayesinde birkaç önemli maçları da kazanmıştı. Bunlardan en önemlisi Noel günü Boston'a karşı 92-83 kazandıkları maçtı. Diğeri Ocak 2009'da 105-88 kazandıkları sezonu mükemmel geçiren 66-16 ile kulüp rekoru kıran Cleveland Cavaliers'dı. Deplasmanda altıncı maçlarını kazanan Lakers batı konferansında birinci sırada bulunmaktaydı. Bryant tüm sezon boyunca ezici oyununu sür
dürdü. Ardından All-Star maçında iyi bir performans sergileyerek eski takım arkadaşı Shaquille O'neal ile MVP ödülünü paylaştı. Bu onun kariyerinde üçüncü All-Star MVP'liği ödülüydü. Kobe aralık ve ocak ayında Batı konferansının en iyi oyuncusu ve üç kez de haftanın oyuncusu seçildi. Ocak ayında Bryant 2 triple double yaparken bu onun kariyerin'de on altıncı triple-double'lıydı. Ve 2005'ten beri ilk defa 2 kez triple-double yapmış oldu. 2009'da All-Star maçında 27 sayı 4 asist 4 ribaund 4 top çalma istatistikleriyle oynadı. Batı takımı doğu takımını 27 sayı farkla 146-119 yendi. Kobe Bryant, 2008-2009 sezonunda başka bir rekora daha imza attı. Bryant 2 Şubat'ta Los Angeles Lakers'ın deplasmanda karşılaştığı ve 126-117 yendiği New York Knicks'e karşı 61 sayı atarak (%61 şut isabeti) tarihi Madison Square Garden salonunda bu rekorun daha önceki sahibi Bernard King'i geçmiş oldu. (King: 1984 yılında New Jersey Nets'e karşı 60 sayı atmıştı. Deplasman takımlarından 55 sayı ile en çok sayı atan Michael Jordan'dı.) Lakers 65 galibiyet 17 mağlubiyet ile Batı konferansını birinci sırada tamamladı. MVP ödülü sıralamasında Bryant ligde kariyerinin en mükemmel sezonunu geçiren Lebron James'in ardından ikinci sırada yer aldı.Kariyerinde 7. kez All NBA 1. takımı ve All Defansif 1.takımına seçilmiş oldu. Lakers Utah Jazz ile eşleşerek 19 Nisan 2009'da play-off'lara başladı. Seriyi 4-1'le geçti ve ikinci turda Houston Rockets ile karşılaştı. Rockets'ın dev pivotu Yao Ming'in sakatlanmasıyla herkes Lakers'ın turu rahat geçeceğini düşünürken Rockets seriyi son maça kadar taşımayı bildi ama son maçta Lakers kendi evinde kazanarak Batı konferansı finallerine kaldı. Karşısında 24 yıl sonra ilk defa konferans finaline yükselmiş sezonu çok iyi geçiren Denver Nuggets'dı. Lakers tecrübesiyle seriyi 4-2 ile kazarak geçen seneki gibi bu sezonda da finale yükselmişti. Böylece Kobe kariyerinde 6. kez NBA finali görmüş oluyordu. Finalde play-off'u çok iyi geçiren Orlando Magic'i 4-1'le eleyerek 7 yıl sonra şampiyonluğa ulaşıyordu. Kobe finallerin MVP'si olurken Shaquille O'Neal'sız ilk şampiyonluğuna erişti. Lakers, 2009-10 sezonu içinde 6 maçı Bryant'ın son saniye basketlerliyle kazandı. 4 Aralık 2009 günü Miami Heat maçının galibiyeti bunun başlangıcıydı. Sene içerisinde sık sık sağ el işaret parmağı sakatlıklarıyla uğraşan Kobe, bir hafta sonra Minnesota Timberwolves'a karşı oynanan maçta da son basketi atarak takımına maçı kazandırdı. Parmağındaki sorun nedeniyle ara sıra dinlendirilen KB24, bu kez de uzatmalarda Milwaukee Bucks'a karşı attığı basketle sahadan galibiyetle ayrıldı. Kobe, 31 yaş 151 gün itibarıyla 25.000. sayısına ulaşarak bunu başaran en genç oyuncu oldu.Daha önce bu rekor efsane pivot Wilt Chamberlain aitti. Olağanüstü oyununu Sacramento Kings'e attığı son saniye üçlüğüyle de sürdürdü. Ezeli rakipleri Boston Celtics'e karşı attığı basketle de takımına galibiyeti getiren Bryant, daha sonraki günlerde attığı basketlerle Los Angeles Lakers tarihinin en çok sayı atan oyuncusu efsane oyuncu Jerry West'i de geçmiş oldu. Sakatlıklarından sıkıntı çekmesine rağmen Memphis Grizzlies'i de atmış olduğu basketle yendi. İki hafta sonra bu yıkıcı performanstan darbe alan Toronto Raptors oldu. 2 Nisan 2010 günü Bryant, takımıyla 3 yıllığına 87 milyon dolarlık anlaşma imzaladı.Sezonun son beş maçında oynamayarak 2009-10 normal sezonunu noktaladı.Sezon içinde birçok sakatlık sebebiyle 9 maç kaçırdı.Buna rağmen Lakers Batı konferansını birinci sırada bitirmeyi bildi. Playofflarda saha avantajına sahip olan LA Lakers,ilk turda genç, atletik Oklahoma City Thunder'ı 6 maç sonunda elemeyi başardı.Yarı finalde Utah Jazz'ı 4-0 ile süpüren Lakers, ezeli rakipleri Phoenix Suns'la batı finalinde karşı karşıya geldi. Kobe, serinin ikinci maçında yapmış olduğu 13 asistle ile kendi playoff kariyer rekorunu kırdı ve aynı zamanda 1996 playofflarında 13 asist yapan Lakers oyuncusu Magic Johnson ile bu rekoru paylaştı.4-2 ile Suns'ı da geçerek NBA finallerine kalan Lakers, 2008 finalinde karşılaştığı Boston Celtics ile eşleşti. Baştan sona kadar sert ve çekişmeli geçen seriyi 4-3 ile Los Angeles Lakers kazandı. İlk defa Lakers 7 maç sonunda Celtics'i yenip şampiyon oldu. Bryant, geçen seneki gibi bu senenin de "finallerin en değerli oyuncusu" seçildi. Ve böylece Kobe Bryant kariyerindeki beşinci şampiyonluğa ulaşmış oldu. Kobe Bryant iki numara olarak tabir edilen şutör gard pozisyonunda oynamakta ve gerektiği zaman kısa forvet de oynayabilecek kapasiteye sahiptir 1999 yılından itibaren her yıl All NBA takımına seçilmiştir. 11 kez all-star kadrosuna yer almıştır. Çoğu zaman spor yazarları onu Michael Jordan'la karşılaştırmışlardır. Bryant'ın çok hızlı sayı üretebilme özelliği vardır. 25.1 sayı 4,6 asist 5,3 ribaund ve 1,5 top çalma kariyer istatistiklerine sahiptir. Onun en bilinen özelliği kendi şutunu yaratabilmesidir. Etkili bir dış skorerdir ve bir maçta on iki üçlük isabeti ile Donyell Marshall'la rekoru paylaşmaktadır. Kariyerinde %49.5 şut isabeti oranıyla oynamaktadır. Çok iyi top hakimiyeti, hızı ve atletik özellikleri sayesinde savunmacılardan kurtularak basket bulabilir. Ofansif özelliğinin yanında iyi de bir savunma oyuncusudur. Kasım 1999 'da albüm çalışmaları için gittiği binada (Kobe Bryant'ın bu albümü yayınlanmadı) 17 yaşındaki dansçı Vanessa Laine ile tanışan Bryant, Huntington Beach, Kaliforniya'daki Marina Lisesi'nde okuyan Laine ile 6 ay sonra Mayıs 2000'de nişanlandı. Yaklaşık bir yıl sonra 18 Nisan 2001'de Dana Point, Kaliforniya 'da evlenen çift düğünlerine sadece 12 konuk çağırdılar. Laine'in Afrika asıllı olmaması ve evlenmek için çok genç yaşta olmaları nedeniyle düğüne karşı çıkan ailesinin yanı sıra, takım arkadaşları da bu düğüne katılmadılar. Ailesi ile arasındaki sürtüşmeler, çiftin 19 Ocak 2003 'de Natalia Diamonte adını verdikleri bir kız çocuğu sahibi olmasıyla azaldı. Laine'in 2005 ilkbaharında bir çocuk düşürmesinin ardından çiftin, 1 Mayıs 2006'da ikinci kız çocukları Gianna Maria-Onore dünyaya geldi. Aynı zamanda eski takım arkadaşı Shaquille O'Neal'ın da Florida'da o gün Me'arah Sanaa adında bir kız çocuğu oldu. Kobe Bryant'ın 2007 yılının başlarında yaptığı bir röportajda hala akıcı bir şekilde İtalyanca konuşabildiği açığa kavuştu. Elektron dizilimi Elektron dizilimi, atom fiziği ve kuantum kimyasında, bir atom ya da molekülün (ya da diğer fiziksel yapıların) elektronlarının atomik ya da moleküler orbitallerdeki dağılımıdır. Örneğin Neon atomunun elektron dizilimi  1s 2s 2p olarak gösterilir. Elektron diziliminde elektronlar her biri bağımsız bir şekilde yörüngelerde hareket eden atom altı parçacıklar olarak tanımlanmışlardır. Matematiksel olarak bu dizilim Slater determinantı ya da durum fonksiyon dizilimi olarak belirtilir Kuantum mekaniğinin kurallarına göre tek elektronlu sistemlerde enerji bu elektronun konumuyla ilişkilidir. Belirli koşullar altında, elektronlar bir konumdan başka bir konuma hareket edebilir. Bu hareket foton formunda olan kuantumlanmış enerjinin ışıma ya da soğurma yapmasıyla gerçekleşebilir. Periyodik tablodaki elementlerin yapısını anlama süreci içerisinde, birbirinden farklı olan bu atomların elektron dizilimlerine dair bilgiler oldukça yararlıdır. Bu fikir ayrıca atomları bir arada tutan kimyasal bağları tasvir etmeye olanak sağlar. Yine bu fikir, lazerlerin ve yarı iletkenlerin kendine has özelliklerinin açıklanmasına imkan sunar. Elektron dizilimi ilk olarak Bohr atom modeline göre tasarlanmıştır. Elektronun kuantum mekaniksel gerçekliğini anlamadaki ilerlemelere rağmen, Bohr atom modelinin elektron kabuğu ve alt kabuklara dair belirttiği ifadeler hala geçerlidir.  Bir elektron kabuğu aynı baş kuantum sayısını (n) paylaşan kuantum durum dizisidir. Baş kuantum sayısı n ile gösterilir ve n burada orbital olarak ifade edilen harften önceki sayı olarak belirtilir. Elektron kabuğu elektronların dolanabildiği bir alandır. Bir atomun n’inci elektron kabuğu  2"n" kadar elektron yerleştirebilir. Örneğin ilk kabuğa 2 elektron, ikinci kabuğa 8 elektron ve üçüncü kabuğa 18 elektron yerleştirebilir. İzin verilen durum elektron spininden dolayı ikiye katlanmaktadır. Her bir atom orbitalinin spinleri zıt olmak üzere iki elektronun aynı kuantum sayılarına sahip olduğu görülmektedir, bunlardan biri +1/2 spinine sahipken (genellikle yukarıya doğru bir ok şeklinde gösterilir) diğeri -1/2 spinine sahiptir.( -1/2 spini de aşağı doğru ok şeklinde gösterilir.) Bir alt kabuk, kendisini kapsayan kabuk içerisinde, açısal momentum kuantum sayısı ile ifade edilen bir konum dizisidir. ℓ =  0, 1, 2, 3 değerleri sırasıyla s,p,d,f orbitalleri olarak gösterilir. Bir alt kabukta konumlandırılacak maksimum elektron sayısı 2(2ℓ + 1) formülü ile bulunabilir. Bu formül, s alt kabuğunda maksimum 2 elektron olabileceğini, p alt kabuğunda maksimum 6 elektron, d alt kabuğunda maksimum 10 elektron, f alt kabuğunda da maksimum 14 elektron bulunabileceğini göstermektedir. Bir kabuk veya alt kabukta ne kadar elektronun bulunabileceği kuantum mekaniği denklemlerinden çıkarılmaktadır. Özellikle Pauli dışlama ilkesinden dolayı, aynı atom içerisinde bütün kuantum sayıları aynı olan iki elektronun mümkün olamayacağı ifade edilmiştir.  Fizikçiler ve kimyacılar atom ve moleküllerin elektron dizilimlerini göstermek için standart gösterim tipini kullanırlar. Atomlar için bu gösterim, atom orbitalleri dizisi ile (örneğin Fosfor elementi için 1s, 2s, 2p, 3s, 3p) her bir orbitale ait elektron sayısı ile ifade edilir. Elektron sayısı orbitalin üst indisine yazılır. Örneğin hidrojen atomunun birinci kabuğundaki s orbitalinde yalnızca 1 elektron vardır, dolayısıyla hidrojen atomunun elektron dizilimi 1s1 gösterimi ile ifade edilir. Lityum atomunun 1s alt kabuğunda 2 elektron vardır, daha üst enerji seviyesi olan 2s alt kabuğunda ise 1 elektron vardır, böylelikle Lityum atomunun elektron dizilimi 1s 2s gösterimi (okunuşu ise “bir-s-iki, iki-s-bir ) ile ifade edilir.. Atom numarası 15 olan Fosfor elementinin elektron dizil
imi ise şöyledir: 1s 2s 2p 3s 3p. Çok fazla elektrona sahip olan atomlar için bu gösterim şekli çok uzun olabilir bundan dolayı kısaltılmış gösterimler kullanılır. Çünkü daha önce ifade edilmiş bütün alt kabuklar (son alt kabuklardan bazıları için söyleyebiliriz bunu ) asal gazlardan herhangi birinin elektron dizilimiyle aynıdır. Örneğin Fosfor elementi Neon elementinden ( Neon’un elektron dizilimi 1s 2s 2pşeklindedir) sadece üçüncü kabuğu olması bakımından farklılık taşır. Böylelikle, Neon elementinin elektron dizilimi çekip alınır ve Fosfor elementinin elektron dizilimi şöyle yazılır:  [Ne] 3s 3p. Bu düzenleme, elementlerin kimyasını en dış kabuktaki elektronlar belirlediği için oldukça yararlıdır. Verilmiş bir dizilim için, orbitalleri yazma sırası sabit değildir yalnızca dolu orbitaller fiziksel öneme sahiptir. Örneğin temel haldeki Titanyum elementinin elektron dizilimi  [Ar] 4s 3d ya da [Ar] 3d 4sşeklinde yazılabilir. İlk gösterim şekli nötr atomların dizilimine uygun olan Madelung ilkesine dayandırılarak yazılmıştır. 4s orbitali Ar, K, Ca, Sc, Ti elementlerinde 3d orbitalinden önce doldurulur. İkinci gösterim şeklinde, atomlar pozitif iyon haline gelebilmek için elektronları orbital enerjisinin tersiyle orantılı bir sıra içinde uzaklaştırırlar. Ti, Tı, Ti, Ti,Ti serisinde, 3d orbitali 4s orbitalinden önce doldurulur. Tek elektrona sahip orbitallerde üst indis olan 1’i yazmak zorunlu değildir. Orbitalleri tanımlayan s,p,d,f harflerini italik ya da eğik olarak yazmak oldukça yaygındır. Uluslararası Temel ve Uygulamalı Kimya Birliğinin orbital harflerinin normal yazı tipiyle yazılmasına dair önerilerine rağmen bu harflerin italik ya da eğik olarak yazılması yaygındır. Bu harflerin kökeni tayf çizgilerini kategorileştirme sisteminden gelmektedir. “sharp” ,” principal” “diffuse” ve “fundamental”. Bu sistem ince yapı gözlemlerine dayanmaktadır. Bunların güncel kullanımı açısal momentum kuantum sayısı olan l nin değerleri 0, 1, 2 ya da 3’ü belirtir. “f” harfinden sonra ise bu dizi alfabetik olarak “g”, “h” “i” … (l = 4, 5, 6) olarak devam eder. Nadiren ihtiyaç duyulsa da “i” harfinden sonra j’ye geçilir.  Moleküllerin elektron dizilimi de buna benzer bir yolla yazılır. Aradaki fark, atomik orbital yerine moleküler orbital kullanılmasıdır (alt kısımda görebilirsiniz). Elektronun enerjisi onun orbitaliyle ilgilidir. Elektron-elektron etkileşimi ihmal edilirse, bir dizilimin yaklaşık enerjisi her bir elektronun enerjilerinin toplamı alınarak belirlenebilir. En düşük elektronik enerji dizilimi temel hâl olarak adlandırılır. Diğer dizilimler ise uyarılmış hâli belirtir.  Örnek verilecek olursa, Sodyum atomunun temel hâldeki elektron dizilimi Aubau kuralı (alt kısımda görebilirsiniz) dikkate alınacak olursa 1s2s2p3s şeklindedir. İlk uyarılmış hâl, 3s orbitalindeki elektronu 3p orbitaline göndererek yapılır. Böylelikle 1s2s2pelektron dizilimi elde edilmiş olur. Atomların sahip oldukları elektron dizilimleri soğurma ve ışıma enerjisi ile değişebilir. Örneğin, Sodyum buharı lambasında, Sodyum atomları elektriksel boşalma vasıtasıyla 3p orbital seviyesine uyarılmışlardır. Daha sonra dalga boyu 589 nanometre olan sarı bir ışık yayarak temel hâline geri dönerler. Değerlik elektronları uyarmak için (sodyum atomundaki 3s orbitali gibi ) genellikle görülebilen ışınların ya da mor ötesi ışınların enerjisi gereklidir. Çekirdek elektronlarının da uyarılabilmesi mümkündür fakat bunun için x-ray fotonları gibi yüksek enerjiler gereklidir. 2p orbitalindeki elektronu 3s orbital seviyesine uyararak  1s2s2p3s elektron dizilimi böylelikle gerçekleşebilir. Bu yazının geri kalanı yalnızca temel hâl ile ilgili olacaktır ve bu temel hâl sıklıkla atom ya da molekülün elektron dizilimi olarak tanımlanacaktır.  Elementlerin özelliklerinde periyotluğun atomun elektronik yapısıyla açıklanabileceği fikri ilk olarak Niels Bohr (1923) tarafından önerilmiştir. Onun önerileri Bohr Atom Modeline dayandırılmıştır. Bohr atom modelinde elektron kabukları çekirdekten sabit bir uzaklıktaki yörüngeler olarak tanımlanmıştır. Bohr Atom Modelinin elektron dizilim gösterimi günümüz kimyasına oldukça yabancıdır. Örneğin Sülfür atomunun elektron dizilimi  1s 2s 2p 3s 3p (2.8.6) olarak değil; 2.4.4.6 olarak gösterilir İlerleyen yıllarda Edmund Clifton Stoner, Arnold Sommerfeld’in elektron kabuğuna dair üçüncü kuantum sayısı tanımlamasını birleştirdi ve Sülfür elementinin kabuk yapısının 2.8.6 olduğunu doğru bir şekilde tahmin etti. Ama Bohr’un atom modeli de Stoner’ın atom modeli de bir manyetik alandaki atomik spektrum değişimleri tanımlayamamıştır. Bohr bu eksikliğin gayet farkındaydı (diğer bilim adamları da) ve arkadaşı Wolfgang Pauili’ye kuantum teorisinin (bu sistem bugün “eski kuantum teorisi” olarak bilinir ) ihmal edilmemesi için yardım istedi. Pauli, Zeeman etkisinin yalnızca atomun en dış elektronlardan kaynaklanabileceğini fark etti ve Stoner’in kabuk yapısına dair teorisini yeniden değerlendirdi. Bu yeni değerlendirmede dördüncü kuantum sayısı ve Pauli dışlama ilkesi eklenerek alt kabukların doğru yapısı belirlendi (1925) : "Baş kuantum sayısı (n) ve diğer üç kuantum numarası (k [l], j [ml] ve m [ms]) aynı olan iki elektronun varlığı mümkün değildir."  1926 yılında yayımlanan Schrödinger denklemi, hidrojen atomunun anlaşılır hale gelmesinin sonucu olarak dört kuantum numarasından üçünü verdi. Bu sonuç günümüzde kullanılan kimya kitaplarında da belirtildiği gibi atomik orbitalin nasıl olduğuna dair bilgiler sağladı. Atom spektrumu incelemeleri, atomların elektron diziliminin deneysel olarak belirlenmesini sağladı. Ayrıca atomun orbitallerinin elektronlarla nasıl dolduğuna dair deneysel bir kural ( Madelung kuralı olarak bilinir (1936) ) verdi.  Aufbau (Almanca inşa etmek anlamında) ilkesi, Bohr’un elektron dizilimine dair orijinal fikrinin bir parçasıdır. Şöyle açıklanabilir : Bu ilke ilk 18 elementi gayet iyi açıklayabilmektedir. (atomların uyarılmamış halleri için) Fakat bu 18 elementten sonra ilerlenilen her adımda elementleri açıklayabilme yetisi giderek azalmaktadır. Aufbau ilkesinin modern formu Madelung kuralı tarafından belirlenen orbital enerjisi sıralamasını tanımlayabilmektedir. Bu kural ilk olarak 1929 yılında Charles Janet tarafından dile getirildi. 1936 yılında ise Erwin Madelung yeniden keşfetti. Daha sonra V.M Klechkowski tarafından teorik bir temele dayandırıldı.  Aşağıdaki dizilim orbitallerin doldurulma sırasını göstermektedir: Listede parantez içerisinde ifade edilmiş orbitaller ağır atomların (Ununoktiyum Z = 118) temel hallerinde bulunamazlar. Aufbau kuralı, değiştirilmiş haliyle atom çekirdeğindeki proton ve nötronlara uygulanabilir, çekirdek fiziği ve kimyasının kabuk modeli için. Periyodik tablonun şekli atomların elektron dizilimiyle son derece ilişkilidir. Örneğin, 2. grup elementlerinin hepsi [E] "n"s elektron dizilimine sahiptir. (E burada bir asal gazın elektron dizilimidir) Ayrıca bunlar aynı grupta oldukları için kimyasal özellikleri bakımından önemli ölçüde birbirine benzemektedirler. Daha genel olarak, periyodik tablodaki blok kavramının nedeni s,p,d,f alt kabuklarını doldurmak için gerekli elektron sayısıdır. ( 2,6,10,14…) En dış elektron kabuğuna genellikle “değerlik kabuğu” denilmektedir. Bu kabuk atomun kimyasal özelliğini belirlemektedir. Hatırlanmalı ki daha önceden, kimyasal özelliklerdeki benzerlikler elektron dizilimi düşüncesinden daha önemliydi.    Aufbau ilkesi, orbital enerjilerinin sabit bir sırada olduğu koşulları kapsamaktadır. Herhangi bir element ve farklı iki element arasındaki durumlarda bu ilke yalnızca yaklaşık olarak doğru sonuç verebilir. Atom orbitalleri iki elektronun nasıl yerleştirileceğine dair “sabit bir enerji kutusu” gibi varsayılan bir durumdur. Ama bir atom orbitalindeki elektronun enerjisi aynı zamanda atomun (iyon ya da molekül de olabilir) sahip olduğu diğer elektronların enerjisine de bağlıdır. Birden fazla elektrona sahip sistemler için bir elektronlu sistemin analizi yanlıştır.( Hartree-Fock gibi çeşitli matematiksel yaklaşımlar olmasına rağmen çözüm tam olarak hesaplanamaz). Aufbau ilkesi tahmine dayanmaktadır. Bir kabuk içerisinde s orbitalleri her zaman p orbitallerinden önce doldurulur. Tek bir elektrona sahip olan hidrojen atomu ve benzerlerinde, aynı kabuğun s ve p orbitalleri tamamıyla aynı enerjiye sahiptir. Dış elektromanyetik alan olmadığı zaman oldukça iyi yaklaşımlar verir. ( ama bir hidrojenin atomunun enerji seviyeleri gerçekte çekirdeğin manyetik alanı tarafından bölünür, bu durum Lamb kaymasının kuantum elektrodinamik etkisiyle açıklanabilir ) Aufbau ilkesinin uygulaması popüler bir paradoksa yol açar. Bu paradoks geçiş metallerinin basit kimyasıyla ilgilidir. Potasyum ve kalsiyum elementleri periyodik tabloda geçiş metallerinden önce gelir. Bu elementler sırasıyla  [Ar] 4s ve [Ar] 4s elektron dizilimlerine sahiptir. Yani 4s orbitali 3d orbitalinden önce doldurulmaktadır. Bu durum Madelung kuralıyla açıklanabilmektedir çünkü 4s orbitali n+l = 4 (n=4 l=0 ) değerine sahipken, 3d orbitali n+l=5 (n=3 l=2) değerine sahiptir. Kalsiyum elementinden sonra, geçiş metallerinin ilk serisindeki çoğu nötr atomun (Sc-Zn) 4s orbitalinde 2 elektron vardır fakat buna istisna bir durum söz konusudur. Krom ve bakır elementleri sırasıyla  [Ar] 3d 4s ve [Ar] 3d 4s elektron dizilimlerine sahiptir. Yani bir elektron yarı dolu ya da tam dolu alt kabuk olabilmesi için 4s orbitalinden 3d orbitaline geçmektedir. Bu durumda, elektronun kararlı bir dizilime sahip olabilmek için alt kabukları yarı dolu ya da tam dolu tercih ettiği görülür. Bu geçiş metallerini iyonlaştırmak için bir elektron uzaklaştırdığımızda paradoks ortaya çıkar. İyonlaşmak için uzaklaştırılan ilk elektron 3d orbitalinden gelmez. 3d orbitali daha yüksek enerjide olduğu için böyle bir tahmin yapılabilir fakat iyonlaşmak için uzaklaştırılan ilk elektron 4s orbitalinden gelir. 4s ve 3d orbitallerindeki bu elektron değiş-tokuşu geçiş metallerinin ilk serisindeki tüm atomlar için söylenebilir. Nötr atoml
arın (K, Ca, Sc, Ti, V, Cr… ) elektron dizilimi her zaman 1s ,2s, 2p, 3s, 3p, 4s, 3d sıralamasını takip eder. Fakat bir atomun peş peşe iyonlaşma aşamalarında (örneğin  Fe, Fe, Fe, Fe, Fe) 1s, 2s, 2p, 3s, 3p, 3d, 4s … sıralaması takip edilir.  Eğer atom orbitallerinin enerji sıralamasının sabit olduğu ve bunların çekirdek yükü tarafından ya da diğer orbitallerdeki elektronlar tarafından etkilenmediği varsayılırsa bu olay sadece paradoksal olarak değerlendirilir. Eğer böyle olsaydı, 3d orbitali 3p orbitaliyle aynı enerjide olurdu hidrojen atomunda olduğu gibi, fakat durum böyle değildir. Fe2+ iyonunun krom atomuyla aynı elektron dizilimine sahip olması için herhangi özel bir neden yoktur. Demir elementi çekirdeğinde krom atomundakinden 2 adet daha fazla proton vardır ve bu iki türün kimyası oldukça farklıdır.  3d4s elektron dizilimine sahip iyonlar kompleks geçiş metallerinde görülür. Metal 0 yükseltgenme seviyesine sahip olsa bile bu olay kristal alan teorisi ile basit bir şekilde tanımlanabilir. Örneğin krom hexa karbonil, çevresi altı adet karbon monoksit ligand ile çevrili krom atomu olarak belirtilebilir. Merkezi krom atomunun elektron dizilimi 3d6 nın altı elektronunun ligandlar arasındaki üç düşük enerjili d orbitallerini doldurduğu şekilde tanımlanabilir. Diğer iki d orbitali ise ligandların kristal alanlarından dolayı yüksek enerjidedir. Bileşik diyamanyetiktir, yani eşlenmemiş elektronu yoktur ve bu tablo deneysel gerçeklerle tutarlıdır. Fakat daha doğru bir yaklaşıma sahip olan moleküler orbital teoriye göre altı elektron tarafından doldurulan d orbitalleri, tek bir atomun d orbitalleriyle aynı özellikte değildir. Ağır atomlar arasında bazıları Madelung kuralına uymaz. Bundan dolayı bunlar hakkında “kararlı hale gelebilmek için yarı dolu alt kabuk” gibi basit bir açıklama yapmak çok ama çok zordur. Bu kurala uymayan çoğu istisnai durum Hartree-Fock hesaplamaları ile tahmin edilebilir. Bu metot orbital enerjisindeki diğer elektronların etkisini dikkate alan yaklaşık bir metottur. İç kabuk elektronları ışık hızına yakın hızlarda hareket ederken, özel göreliliğin atom orbitalinin enerjisindeki etkisi dikkate alınmalıdır, özellikle ağır atomlar için. Daha genel olarak bu relavistik etki, s orbitallerini diğer atom orbitallerine göre daha düşük enerjiye yöneltir. Aşağıdaki tablo elementlerin temel hal dizilimlerini orbitallerin dolumuna göre göstermektedir. Fakat bu tablo, elementlerin temel hallerini orbital enerjilerinin dizisi cinsinden göstermez. Örneğin, 4s orbitali geçiş metallerinde 3d orbitallerinden daha yüksek enerjiyi temsil eder. Ayrıca lantanitlerde 6s orbitali 4f ve 5d orbitallerinden daha yüksek enerjilidir.  Elektron dizilimi söz konusu molekül olduğunda daha karmaşıktır çünkü her molekül farklı orbital yapıya sahiptir. Atom orbitalindeki sınıflandırmadan farklı olarak molekül orbitalleri simetrilerine göre sınıflandırılır. Bundan dolayı dioksijen molekülünün elektron dizilimi, O, 1σ 1σ 2σ 2σ 3σ 1π 1π  şeklinde ya da 1σ 1σ 2σ 2σ 1π 3σ 1π. şeklinde yazılır.Buradaki 1π terimi π* orbitalindeki iki elektronu temsil etmektedir. Hund kuralından dolayı bu elektronlar temel halde paralel spinlere sahip olmalıdır. Bundan dolayı dioksijen bir manyetik momente sahiptir.( yani dioksijen paramanyetiktir). Dioksijenin paramanyetik özelliğinin açıklanabilmesi moleküler orbital teorinin en büyük başarısıydı. Çok atomlu moleküllerin elektron dizilimi herhangi bir fotonun emilimi ya da yayımı olmadan da değişebilir Katılarda elektron durumları çok sayıda olabilir. Ayrık olmayı durdururlar ve olası durumların devamlı dizilerine karışırlar Elektron diziliminin geniş ölçüde kullanıldığı alanlar organik ve inorganik kimyadır. Elektron dizilimi bazı basitleştirilmiş moleküler orbital teorilerin etkisinde kalarak değerlik elektron kavramını ortaya çıkardı. Değerlik elektronlar bir atomun kaç tane ve ne tipte bir kimyasal bileşik oluşturabileceğini belirleyen elektronlardır. Bu yaklaşım kimyanın hesaplamayla ilgili alanı için dikkate alındı. Bu alan kimyasal özelliklere dair nicel tahminler yapmaya başladı. Bu hesaplamalar uzun yıllardan beri “atomik orbitallerin doğrusal kombinasyonları” yaklaşımına dayandırılarak yapıldı. Hesaplamaların son adımı moleküler orbitallerin Aufbau kuralı ile uyumlu olup olmadığını kontrol etmektir.  Birden fazla elektrona sahip olan atomlar ve moleküller için elektron dizilimi hesaplanmak istendiğinde, elektronların hareketi de hesaba katılmalıdır. Bundan dolayı yapılmış bir hesaplama uzun süre kesin olamaz. Elektron diziliminin çok fazla olması, çoklu elektron sisteminin tanımlanmasını gerektirir. Ayrıca enerji tek bir dizilimle açıklanamaz. Fakat elektronik dalga fonksiyonu çok az sayıdaki elektron dizilimini açıklayabilmektedir. Bundan dolayı çoklu elektron dizilimleri için elektron dizilimi kavramı gerekli olmaya devam etmektedir. Elektron diziliminin uygulandığı temel alanlardan biri emisyon spektrumlarıdır. Bu gibi durumlarda elektron dizilimini bir ya da birden fazla terim sembolü ile göstermek gereklidir.  Alkali metal Alkali metaller (Arapça: "el–kali" = "bitki külünden") periyodik tablonun birinci grubunda (dikey sırasında) yer alan metallerdir. Fransiyum dışında hepsi, yumuşak yapıda ve parlak görünümdedir. Kolaylıkla eriyebilir ve uçucu hale geçebilirler. Bağıl atom kütleleri arttıkça, erime ve kaynama noktaları da düşüş gösterir. Diğer metallere kıyasla, özkütleleri de oldukça düşüktür. Hepsi de, tepkimelerde etkindir. En yüksek temel enerji düzeylerinde bir tek elektron taşırlar. Bu elektronu çok kolay kaybederek +1 yüklü iyonlar oluşturabildikleri için, kuvvetli indirgendirler. Isı ve elektriği çok iyi iletirler. Suyla etkileşimleri çok güçlüdür, suyla tepkime sonucunda hidrojen gazı açığa çıkarırlar. I A grubunda yer alan Li, Na, K, Rb, Cs ve Fr elementleri alkali metalleri oluştururlar. Sodyum ve potasyum doğada en çok bulunan alkali metaldir ve çeşitli bileşikleri halinde bulunur. Toprak alkali metal Alkalinler ya da Toprak Alkali Metaller: Periyodik tablonun baştan ikinci (2A) grubunda (dikey sırasında) yer alan elementlerdir. Sıklıkla beyaz renkli olup, yumuşak ve işlenebilir yapıdadırlar. Alkali metallerden daha az tepkimelere girmeye eğilimli karakterde olmalarının yanında, erime ve kaynama sıcaklıkları daha düşüktür. İyonlaşma enerjileri de alkali metallerden daha yüksektir. Toprak elementleri ismi, bu gruptaki elementlerin toprakta bulunan oksitlerinin, eski kimya bilimciler tarafından ayrı birer element olarak düşünülmesinden gelir. Bu grup 6 element içerir: Neptün ötesi cisim Neptün ötesi cisim (NÖC), Güneş Sistemi'nde bulunup ortalama yörüngesi Neptün'ün ortalama yörüngesinden daha büyük olan bütün gök cisimlerine verilen addır. Uzayın bu bölümünde kalan Kuiper kuşağı, Oort bulutu ve dağınık disk cisimleri bu kategoridendir. İlk keşfedilen Neptün-ötesi cisim 1930'da Plüton'du. Buna benzer ikinci "bağımsız" bir gök cismini keşfetmek için 60 yıldan fazla bir süre geçmiş, 1992'de (15760) 1992 QB gözlenmişti (1978'de Plüton'un ayı Charon keşfedilmişti). O zamandan 2008 sonuna kadar yüzeyi, boyutları ve yörüngeleriyle farkl 1075 Neptün-ötesi cisim bulunmuştur. Bilinen en büyük NÖC, 2005'te ilk kez gözlenen Eris'tir. İkinci büyük NÖC'se Plüton'dur. Diyagram, 70 AB'ye kadar uzakta olduğu bilinen Neptün-ötesi cisimlerin dağılımını gezegen yörüngeleri ve Centaurlar'la birlikte göstermektedir. Farklı sınıflar değişik renklerle kodlanmışlardır. Resonanstaki cisimler (yâni Neptün'le yörüngesel resonansta olanlar) kırmızıyla gösterilmiştir: (Neptün Troyanlar, Plütinolar ve bir miktar daha küçük gruplar). Kuiper kuşağı kavramı, klâsik cisimleri tekrar gruplandırmaktadır (kubevanolar mâvi, Plütinolar ve twotinolar kırmızı). Dağınık disk, diyagramın çok daha sağına kadar devam eder. Bilinen cisimlerin ortalama uzaklığı 500 AB (Sedna) ve aphelia'ları 1000 AB'den fazladır ((87269) 2000 OO). Daha detaylı bir liste, Neptün-ötesi cisimler listesindedir. En büyük Neptün-ötesi cisimler dışında görünür kadirleri gözönünde tutulduğunda (>20) araştırmalar, yalnız şu fiziksel özellikleri inceleyebilmektedir: Renkler ve tayfların araştırılmasıyla cisimlerin kökeni ve başka sınıf cisimlerle bağıntıları ortaya çıkarılabilir. Bu sınıflar centaurlar ve dev gezegenlerin Kuiper kuşağı'ndan geldikleri sanılan kimi uydularıdır (Triton, Phoebe). Fakat yorumlar, tayfların birden fazla yüzey bileşimi modeline uyması ve yüzeydeki parçacıkların boyutlarının tam bilinememesinden dolayı tipik olarak belirsiz olurlar. Daha açık bir ifâdeyle optik yüzeylerin bileşimi, yoğun ışınım, güneş rüzgârı ve mikro meteoritlerle değişmektedir. Bundan dolayı yüzeylerdeki görünen ince tabakalar, altlarında bulunan regolitten bambaşka olabilirler. Küçük NÖClerin yüzeylerinin tayflarında görülen düşük yoğunlukta tolin gibi (karbon içeren) organik maddelerle kaya ve buz karışımından oluştuğu düşünülmektedir. Diğer taraftan 2.600-3.300 kg/m³ arası yüksek yoğunluklu Haumea, buz içermeyen bir malzemeyle kaplı olabilir (Plüton'un yoğunluğu: 2.0 g/cm³). Kimi küçük NÖClerin birleşimleri kuyruklu yıldızlara benzeyebilir. Gerçekten de kimi Centaurlar Güneş'e yaklaştıklarında mevsimlik değişikliklere uğradıklarından yapılan sınıflamaların sınırları bulanıklaşır (bkz. 2060 Chiron ve 133P/Elst-Pizarro). Fakat Centaurlar ve NÖCler arası karşılaştırmanın sonucu hâlâ tartışma konusudur. Centaurlar gibi NÖClerin mâvi-griden çok kırmızıya kadar çok çeşitli renkleri olup Centaurlar'ın hilâfına açıkça iki grupta toplanırlar. Gruplardaki dağılımları da tekbiçimlidir.. Renk indeksleri mâvi (B), görünen ışık (V), yeşil-sarı ve kırmızı (R) filterlerden izlenen cisimlerin görünür kadirdeki farklılıklarının basit bir ölçütüdür. Diagram, bilinen renk indeksleri en büyük cisimler dışında hepsi için biraz kuvvetlendirilmiş renklerle resimlemektedir. Referans olarak Triton ve Phoebe, centaurlardan Pholus ve Mars gösterilmiştir (sarı etiketli sembollerin boyutları orantılı değildir). Renk ve yörünge kar
akteristikleri arası korelasyonlar araştırılmış ve değişik dinamik sınıfların değişik kökenleri olduğu kuramını doğrulamıştır. Klâsik cisimler, iki değişik renk sınıfında toplanmışa benzemektedirler: eğimleri ekliptiğe göre < 5° olup yalnızca kırmızı renkte olan ve "soğuk" olarak adlandırılan sınıfla "sıcak" olarak adlandırılan yüksek eğimli ve kırmızıdan mâviye kadar bütün renkleri gösteren diğer sınıf. Son zamanlarda yapılıp Deep Ecliptic Survey verilerine dayanan bir analiz, renklerde kendini gösteren ("core" ya da "çekirdek" olarak adlandırılan) küçük meyilli cisimlerle büyük meyilli olup "halo" denilen ikinci grup arası farklılığı onaylamaktadır. Çekirdek cisimlerin kırmızı rengiyle karışmamış (İng. unperturbed) yörüngeleri, bu cisimlerin kuşağı oluşturan asıl elemanların bir kalıntısı olabileceği izlenimini vermektedir.. Dağınık disk cisimler, renkçe sıcak klâsik cisimlere benzemekle muhtemel ortak bir köke işâret ederler. Karakteristik olarak büyük (parlak) cisimler tipik olarak eğimli yörüngelerde dönerlerken değişmez düzlem, çoğunlukla küçük ve sönük olan cisimleri toplamaktadır. Sedna dışında Eris, , , Charon ve Orcus gibi büyük NÖCler nötür renkleri varken (kızılötesi indeksi V-I < 0.2) nispeten daha sönük olan cisimler (50000 Quaoar, Ixion, 2002 AW ve Varuna) ve popülasyonun ortalaması kırmızımsıdır (V-I ve 0,3 ilâ 0,6 arası). Bu farklılık, en büyük cisim yüzeylerinin buzla kaplı olduğu ve böylece kırmızı ve daha koyu bölgeleri altında sakladığı görüşünü ortaya koyar. Diyagram, bağıl büyüklükleri göstererek en büyük NÖClerin aklılık ve renkleri resimlemektedir. Ayrıca bilinen uydular ve Haumea'nın (2003 EL) hızlı dolanımdan kaynaklanan ender şekli de görünmektedir. Makemake (2005 FY} etrâfındaki yay, aklığındaki belirsizliği göstermektedir. Eris'in boyu Michael Brown'un HUT'yla yaptığı ölçüme (2400 km) dayanır (nokta dağılım modeli). Etrâfındaki yay, Bertoldi'nin yaptığı ısıl ölçümü (3000 km) göstermektedir (kaynaklar için maddenin bağlı bölümüne bakınız). Cisimler, görünen kırmızı ve yakın kızılötesinde değişen yansıtıcılıkları olan çok çeşitli tayflar göstermektedirler. Rengi belli olmayan cisimleri, kırmızı ve kızılötesi açısından dengeli bir tayf gösterirler. Çok kırmızı cisimler, kızılötesinden ziyâde kırmızı renkte yansıtan dik bir eğim oluştururlar. Son zamanlarda teşebbüs edilen (Centaurlarla ortak) sınıflama, BB (mâvi, ortalama olarak B-V=0.70, V-R=0.39 örn. Orcus)'den RR'ye (çok kırmızı, B-V=1.08, V-R=0.71, örn. Sedna) kadar gitmektedir. Bu sınıflamada BR ve IR ara sınıflardır ve çoğunlukla kızılötesinde farklılık gösterirler (bands I, J ve H). Yüzeylerin tipik modellerinde su buzu, şekilsiz karbon, silikatlar ve yoğun ışımayla oluşmuş tolin adlı organik makro moleküller bulunmaktadır. Dört ana tolinle kırmızılaşma eğimiyle uyuşan bir açıklanma getirilmektedir: İki aşırı sınıfı oluşturan BB ve RR'nin resimlendirilmesi için aşağıdaki bileşim farz edilmiştir: NÖClerin çapını tespit zordur. Çok iyi yörüngesel bilgi alınmış olan büyük cisimler için (ismen Plüton ve Charon) çaplar, yıldız tutulmalarıyla kesin olarak ölçülebilir. Diğer NÖCler için çaplar termal ölçümlerle saptanır. Cismi aydınlatan ışığın şiddeti (Güneş'e olan uzaklıktan) bilinemediğinden ve (atmosfersiz bir cisim için genelde kötü olmayan) yüzeyinin büyük bölümünün termal dengede olduğu varsayımıyla büyük NÖClerin çapı tespit edilir. Bilinen bir aklılık için yüzey sıcaklığını ve ona karşılık olan ısı radyasyonu tahmin edilebilir. Bunun dışında cisim boyutları bilinirse hem görünen ışık miktârı, hem de yayımlanıp Dünya'ya gelen ısı radyasyonunun tahmîni yapılabilir. Basitleştirici bir değişken de Güneş'in neredeyse bütün ışınlarını görünen ışık ve ona yakın frekanslarda yayımlarken NÖClerin soğuk sıcaklıklarında ısı radyasonu tamâmen farklı dalga boylarında (uzak kızılötesi) yayımlanır. Bunun sonucu olarak iki bilinmeyen (aklık ve boyut) vardır. Bu bilinmeyenler iki bağımsız ölçümle (yansıtılan ışık ve yayımlanan kızılötesi ısı radyasyonuyla) tespit edilebilir. Mâlesef NÖCler Güneş'ten o kadar uzaktadırlardır ki hepsi çok soğuktur. Bundan dolayı 60 µm dalgaboyu cıvârında kara cisim radyasyonu verirler. Bu dalgaboyunu Dünya'dan izlemek imkânsızdır. Ancak uzaydan, örn. Spitzer Uzay Teleskobu'yla ölçülebilir. Yere bağlı rasatlarda astronomlar kara cisim radyasyonunun uzak kızılötesinde görünen ucunu gözleyebilirler. Bu uzak kızılötesi radyasyonu o denli zayıfdır ki termal metotla ancak en büyük KKC'lara uygulanabilir. (Küçük) Cisimlerin çoğunluğu için çap, bir aklık farzedilerek tahmin edilir. Fakat bulunan aklıklar 0,50 ilâ 0,05 arası olduğundan kadiri 1,0 olan bir cisimde belirsizlik 1200 – 3700 km arasıdır. Dünya Dünya; (Yerküre), Güneş Sistemi'nde Güneş'e en yakın üçüncü gezegendir. Güneş Sistemi'ndeki en yoğun ve beşinci büyük gezegendir. Şu an için üzerinde yaşam olduğu bilinen tek gezegendir. Katı ya da 'kaya' ağırlıklı yapısı nedeniyle üyesi bulunduğu yer benzeri gezegenler grubuna adını vermiştir. Bu gezegen grubunun kütle ve hacim açısından en büyük üyesidir. Büyüklükte, Güneş Sistemi'nin 8 gezegeni arasında gaz devlerinin büyük farkla arkasından gelerek, beşinci sıraya yerleşir. Tek doğal uydusu Ay'dır. Yeryüzü, Yerküre, Mavi Gezegen ya da Latince adıyla Terra olarak da anılır. Yapılan araştırmalar sonucu gezegeninin yaşı 4,467 milyar yıl olarak hesaplanmıştır. Geçen bu zaman dilimi, karmaşık bileşik yapılar ve içerdiği elementler göze alındığında, Güneş, Dünya ve diğer gezegenler dahil Güneş Sistemi'ndeki yapıları oluşturan moleküler bulutsunun kaynağı, ömrünü önceden tamamlamış bir genç tip yıldızın dağılmış artıklarının ve yıldızlar arası maddenin bir merkez etrafında dönerek gittikçe yoğunlaşmasıyla oluşmuştur. Merkezde yoğunlaşan hidrojen ve helyum molekülleri yeni bir G2 türü yıldızı, yani Güneş'i oluşturmaya başlamış, çevre disklerdeki yoğunluklu bölgelerde ise gezegenler oluşmaya başlamıştır. Dünya ise Güneş'e 3. sırada yakınlıkta bulunan karasal bir iç gezegendir. Oluşum diskleri süreci veya sonrasında bu karasal gezegenler, ağır göktaşı çarpışmalarına sahne olmuştur. Göktaşları yapısında bulunan donmuş buzlar, silikat ve metal yapılar, karaların ve okyanuslarının oluşmasını sağlamış, merkezde yoğunlaşan ağır demir ve nikel elementleri ise gezegenimizin çekirdeğini oluşturmuştur. Ağır göktaşı bombardımanı, asteroid kuşağının Jüpiter'in güçlü çekim etkisi sonucu daha kararlı hale gelmesiyle gittikçe azalmıştır. Uygun koşullar oluştuğunda gelişmeye başlayan canlı hayat sonrasında özellikle bitkiler ve yaptıkları fotosentez ile atmosfer'imizin yapısal bileşimi önemli oranda değişmiş ve oksijen oranının yükselmesine neden olmuştur. Dünya'nın yaşı doğrudan doğruya kayaçların yaşıyla ölçülemez. Çünkü bilinen en yaşlı kayaçlar bile bugün artık yeryüzünde var olmayan daha yaşlı kayaçlardan oluşmuştur. Bugüne kadar saptanabilen en yaşlı kayaçlar Grönland'ın batısında bulunmuştur ve 4,1 milyar yaşındadır. Bugün Dünya'nın yaşını hesaplamak için elde edilen en iyi yöntem radyoaktif elementlerin yarılanmaları sonucu başka elementlere dönüşümleridir. Örneğin radyoaktif uranyum elementinin uranyum-238 ve uranyum-235 gibi iki ayrı tipte atomu (izotop) vardır. Bu atomların ikisi de çok yavaş bir süreçle kurşun atomlarına dönüşür. Öbür uranyum izotopundan biraz daha ağır olan uranyum-238'in dönüşümüyle daha hafif bir kurşun izotopu olan kurşun-206, uranyum-234'in dönüşümüyle de biraz daha ağır bir izotop olan kurşun-207 atomları oluşur. Uranyum-235'in kurşuna dönüşme hızı uranyum-238'in dönüşme hızından altı kat daha fazladır. Bu nedenler, incelenen bir kayaçtaki kurşun-206 ve kurşun-207 atomlarının oranı kayacın yaşına bağlı olarak değişir. En yaşlı olduğu düşünülen bir kurşun minerali ile bugün okyanuslarda oluşan kurşunun izotop yapısı arasındaki fark, ancak bu iki örneğin oluşumları arasında 4,55 milyar yıllık bir zaman dilimi olmasıyla açıklanır. Bu süre de Dünya'nın yaşı olarak kabul edilir. Dünya'nın üzerindeki topografik oluşumlar ve kendi ekseni etrafındaki eksantrik hareketi nedeniyle düzgün bir geometrisi yoktur. Geoibs bir biçimdedir, fakat ekvatordaki yarıçapı kutuplardaki yarıçapından fazladır. Bu kutuplarından basık, ekvatordan şişik özel küresel geometrik şekil geoit (Latince, Eski Yunanca "Geo" "dünya") yani ""Dünya şekli"" diye adlandırılır. Referans küremsinin ortalama çapı 12.742 km'dir (~40.000 km/π). Yer'in ekseni etrafında dönmesi ekvatorun dışarı doğru biraz fırlamasına neden olduğu için ekvatorun çapı, kutupları birleştiren çaptan 43 km daha uzundur. Ortalamadan en büyük sapmalar, Everest Dağı (denizden 8.848 m yüksekte) ve Mariana Çukuru dur (deniz seviyesinin 10.924 m altı). Dolayısıyla ideal bir elipsoide kıyasla Yer'in %0,17'lik toleransı vardır. Ekvatorun şişkinliği yüzünden Yer'in merkezinden en yüksek nokta aslında ekvatordadır. Dünyamız 5 farklı katmandan oluşur : Yerin içi, diğer gezegenler gibi, kimyasal olarak tabakalardan oluşur. Yerin silikattan oluşmuş bir kabuğu, yüksek viskoziteli bir mantosu, akışkan bir dış çekirdeği ve katı halde bir iç çekirdeği vardır. Yerin tabakaları aşağıda belirtilen derinliklerdedir: Dünya'nın dış kabuğu ile bu kabuğun üzerindeki atmosfer (hava) ve hidrosfer (okyanuslar ve denizler) katmanları doğrudan gözlemle incelenebilir. Oysa Dünya'nın iç bölümlerine ulaşarak yapısını doğrudan inceleme olanağı yoktur. Dünya'nın iç yapısına ilişkin bütün bilgiler depremlerin incelenmesinden ve Dünya'nın içinde var olduğu düşünülen maddeler üzerindeki deneylerden elde edilmiştir. Yanardağların varlığına ve yer kabuğunun yüzeyindeki ısı akışı ölçümlerine dayanarak Dünya'nın iç bölümlerinin çok sıcak olduğunu biliyoruz. Yer kabuğunun derinliklerine doğru indikçe kayaçların sıcaklığı her kilometrede 30 °C kadar yükselir. Böylece; kabuğun en alt katmanlarının çok daha üstünde yer alan kayaçlar kızıl kor haline dönüşür. Aslında Dünya'nın büyüklüğüne oranla yer kabuğu çok incedir. Eğer Dünya'yı bir futbol topu büyüklüğünde düşünürsek kabuğu da ancak to
pun üzerine yapıştırılmış bir posta pulu kalınlığındadır. Kabuğun altında kalan kayaçlar ise akkor sıcaklığına kadar ulaşır. Depremlerin nedeni, yer kabuğundaki bir kırıkla birbirinden ayrılan iki büyük kütlenin (levhanın) birdenbire harekete geçerek üst üste binmesi ya da uzaklaşması sonucunda yer kabuğunun şiddetle ileri geri sarsılmasıdır. Büyük bir depremde bazi titreşimler Dünya'nın öbür yüzündeki dairesel bir alanda "odaklanır". Buna karşılık bazı titreşimler çekirdeği aşıp öbür yana geçmez. Böylece Dünya'nın öbür yüzünde hiçbir titreşimin duyulmadığı halka biçiminde bir "gölge" belirir. Bu gölgenin boyutları ölçülerek çekirdeğin büyüklüğü hesaplanabilir. Ayrıca deprem titreşimlerinin yayılma hızı saptanarak içinden geçtikleri maddelerin yoğunluğu, dolayısıyla bileşimi belirlenebilir. Eritilmiş kayaçlarla yapılan laboratuvar deneyleri bu çalışmalara büyük ölçüde ışık tutar. Dünya'nın yüzeyi, kalınlığı 6 ile 70 km arasında değişen bir ""kabuk"" katmanıyla örtülüdür. Yerkabuğu denen bu katman daha ağır maddelerden oluşan ve 2.865 km derine inen çok kalın ""manto"" katmanının üzerine oturur. Mantonun bittiği yerde Dünya'nın merkezine kadar 3.473 km boyunca uzanan ""çekirdek"" başlar. Jeologlara göre, içteki manto katmanı çok büyük kabarma hareketleri sonucunda yerkabuğunu iterek birçok yerde yüzeye çıkmıştır. Ayrıca normal olarak yerkabuğunun yapısında bulunmayan bazı kayaçlar da yanardağı hareketleri nedeniyle Dünya'nın yüzeyine ulaşmıştır. Jeologlar bu verilere dayanarak mantonun üst kesimlerinin ""ültrabazik"" korkayaçlardan oluştuğunu ileri sürerler. Bir yanda "asit kayaç" olarak nitelenen granitin yer aldığı kayaç sınıflandırmasının öbür ucunda bulunan bu ültrabazik kayaçlar ağır demir ve magnezyum silikatlardan oluşur. Mantonun alt bölümlerinin de aynı yapıda, ama daha ağır ve yoğun olduğu sanılmaktadır. Çekirdeğin yapısındaki maddeler ise hem mantodakilerden daha ağır, hem de hiç değilse çekirdeğin dış bölümünde sıvı haldedir. Buna karşılık çekirdeğin içinin manto ve kabuk gibi katı olduğu sanılıyor. Yerçekirdeğinde olağanüstü bir basınç vardır. Bilinen elementlerin çoğu böylesine büyük bir basınç altında çok yoğunlaşmış olarak bulunabilir; ama jeologların genel kanısı, bazı demirli göktaşları (meteoritler) gibi çekirdeğin de metal halindeki nikel ve demirden oluştuğudur. Yer kabuğu mantoya oranla daha hafif maddelerden oluşmuştur ve bu iki katman arasındaki geçiş bölgesi neredeyse kesadamin bir sınır çizer. Bu geçiş bölgesi, böyle bir sınırın varlığını ilk kez saptayan Yugoslav bilim adamı Andrija Mohoroviçiç'in (1857-1936) adıyla "Mohoroviçiç süreksizliği" kısaca "M-süreksizliği" ya da "moho" olarak anılır. Bu sınırın varlığını gösteren en önemli kanıt yer kabuğundaki deprem titreşimlerinin süreksizlik bölgesinden geçip mantoya ulaştığında birdenbire hızlanmasıdır. Yer kabuğu okyanusların ve denizlerin altında uzandığı zaman "okyanus kabuğu"; kıtaları oluşturduğu zaman da "kıta kabuğu" olarak adlandırılır. Okyanus kabuğunun kalınlığı 6–8 km arasındadır. Oysa ortalama kalınlığı 40 kilometreyi bulan kıta kabuğu yüksek sıradağların altında 60-70 kilometreye ulaşır. Okyanus kabuğu üç katmandan oluşur. En alt katman, yerin derinlerindeki erimiş maddelerin (magmanın) katılaşmasıyla oluşan korkayaçlardır. Orta katman yanardağ lavlarından, üst katman ise temel olarak kum ve çamur gibi tortullardan oluşur. Okyanus kabuğu sürekli hareket halindedir. Bu nedenle kabukta okyanus sırtları boyunca çatlaklar oluşur ve bu çatlakların arasından yüzeye çıkan erişmiş maddelerin sertleşmesiyle okyanus kabuğuna yeni katmanlar eklenir. Bu yeni kabuk sertleştikten sonra yılda 1 ile 10 cm kadar ilerleyerek yavaş yavaş okyanus sırtından iki yana doğru yayılır. Böylece okyanus sırtları suyun altında yüksek sıradağlar oluşturur. Yerkabuğu çok sayıda eğri levhanın yan yana dizilmesiyle oluşan bir bütün olarak düşünebilir. Bu levhalar mantonun oldukça yumuşak üst katmanına oturduğu için sağa sola hareket edebilir. Okyanus sırtları, okyanus çukurları ve bazı uzun kırıklar yalnızca levhaların kenarlarında oluşur; bu kırıkların olduğu yerlerde de levhalar kayarak birbirinin üstüne binebilir. Levhalardan çoğunun üzerinde bu levhalarla birlikte hareket eden bir ya da birkaç kıta bulunur. Nitekim, bir zamanlar iki kıtaya ayıran okyanus kabuğunun çökmesiyle kıtalar bazı yerde birbirine iyice yaklaşmış, hatta üst üste binmiştir. Örneğin aralarındaki okyanus kabuğu çökmesi sonucunda Hindistan ile Asya kıtası çarpışmış ve iki karanın kenarları yükselerek Himalaya Dağları'nı oluşturmuştur. Büyük ve şiddetli depremlerin hemen hepsi bu levhaların kenarlarında, bir levhanın öbürünün altına girmesiyle olur. Aynı biçimde, en etkin yanardağlar da okyanus kabuğunun ya İzlanda'da olduğu gibi yükselerek sırta dönüştüğü ya da Andlar'da olduğu gibi çökerek kıtaların altına girdiği yerlerde bulunur. Okyanus tabanının yanlara doğru yayılarak genişlemesi çok çarpıcı bir biçimde kanıtlanmıştır. Bu kanıtlamanın en önemli dayanak noktası da Dünya'nın magnetik alanının yukarıda anlatıldığı gibi zaman zaman yön değiştirmesidir. Yerkabuğunun derinliklerindeki erimiş magma yüzeye çıkarak kristalleşirken bazı mineral parçacıkları mıknatıslanır. Böylece her biri Dünya'nın magnetik kutuplarını gösteren küçük birer mıknatısa dönüşür. Jeologlar yaşları bilinen lav katmanlarının, yapılarındaki mıknatıslanmış parçacıklar bazen kuzey, bazen güney magnetik kutbuna yönelecek biçiminde yan yana yerleştiğini saptamışlardır. Bunun nedeni, bir katmandaki mıknatıslanmış parçacıkların kuzey ve güney kutuplarının Dünya'nın magnetik kutuplarına uygun olarak dizilmesi, sonra magnetik kutuplar yön değiştirdiğinde üstteki yeni katmanda bulunan parçacıkların bir önceki katmandakilere ters yönde yerleşmesidir. Kısacası okyanus kabuğu magnetik bantlı dev bir kayıt aleti, yani bir teyp gibi Dünya'nın magnetik alanındaki bütün değişiklikleri bir bir kaydetmiştir. Levha hareket teorisi'ne (tektonik levha teorisi olarak da bilinir) göre Yer'in en dış kısmı iki tabakadan oluşur: kabuğu da kapsayan litosfer ve mantonun katılaşmış dış kısmı. Litosferin altında astenosfer bulunur, bu mantonun yüksek viskoziteli olan iç kısmıdır. Litosfer, astenosferin üzerinde, tektonik levhalara ayrılmış bir halde yüzmektedir. Bu plakalar belli temas noktalarında üç tür hareketten birini gösterirler: yaklaşma, uzaklaşma veya yan yana kayma. Bu temas noktalarında depremler, volkanik faaliyetler, dağ oluşumları ve okyanus dibi hendekler oluşur. Ana plakalar şunlardır: Önemli küçük plakalar arasında Hint plakası, Arap Levhası, Karaip plakası, Nazka plakası, Skotia plakası ve Anadolu Levhası sayılabilir. Kıtaları oluşturan güç, levha hareketlerinin motoru olan Yer'in iç enerji kaynağıysa, çok daha büyük bir dış enerji kaynağı, kıtaları aşındırarak yok etme sürecinde etkili olur: Güneş enerjisi. Atmosfer hareketlerini ve su döngüsünü sürdürmek için gerekli enerjiyi sağlayan güneş ışınları, su ve rüzgar aşındırması ile kıta yüzeylerinden koparılan minerallerin yine bu iki araç yardımıyla okyanus tabanlarına taşınarak çökmesine yardımcı olur. Bu mekanizma ile okyanus kabuğu üzerinde gittikçe kalınlaşarak biriken tortul kaya katmanı, dalma-batma mekanizması sırasında yerküre içlerine taşınarak yeniden erir. Aşınma mekanizması, suyun yerçekimi etkisi altındaki hareketlerini izler, yüksek dağların aşınarak alçalmasına, okyanus derinliklerinin dolarak yükselmesine yol açar, sonuçta yer yuvarlağının girinti ve çıkıntılarının törpülenerek çekim etkisi ile belirlenmiş ideal jeoit biçimine yaklaşması yönünde çalışır. Sürekli olarak hareket eden Dünya'nın iki çeşit hareketi vardır. Bu hareketlerden birisi kendi ekseni etrafında olur ve batıdan doğuya doğrudur. Bu dönmesini 23 saat, 56 dakika, 4.098903691 saniyede tamamlar. Dünya'nın kendi ekseni etrafındaki bu dönmesi ile birlikte olan ikinci hareketi güneş etrafındadır. Güneş etrafında Dünya, elips şeklinde çok geniş bir yörünge üzerindeki hareketini de 365 gün, 5 saat, 48 dakika, 9 saniye, 763.545,6 mikrosaniyede, yani bir yılda tamamlar. Dünya'nın kendi ekseni etrafındaki ve güneş etrafındaki bu iki hareketi, iki önemli olaya sebep verir. Kendi ekseni etrafında dönmesi ile gece ve gündüz, güneş çevresinde 23 derece 27 dakika eğiklikle dönmesi mevsimleri oluşturur ve mevsimlerin ardalanmasını sağlar. Dünya'nın yüzölçümü 509.200.000 km²dir. Bunun %70'i 360.600.000 km² ile denizleri; %30'u 148.600.000 km² ile karaları oluşturur. Kuzey kutup çevresinde karalarla çevrilmiş bir deniz, Güney Kutup çevresinde denizlerle kuşatılmış bir kara parçası vardır. Ay (anlam ayrımı) AY veya Ay veya ay : ay aşağıdaki anlamlara gelebilir: Ay aşağıdaki anlamlara gelebilir: AY aşağıdaki anlamlara gelebilir: Geçiş metalleri Geçiş metalleri veya bazı kimyacıların tabiri ile ağır metaller, sertlikleri, yüksek yoğunlukları, iyi ısı iletkenlikleri ve yüksek erime-kaynama sıcaklıklarıyla tanınırlar. Özellikle sertlikleri nedeniyle, saf halde ya da alaşım halinde yapı malzemesi olarak kullanılırlar. Geçiş elementlerinin hepsi, elektron dizilimlerinde, en dışta her zaman d-orbitalinde elektron taşırlar. Tepkimelere giren elektronlar da, d-orbitalindeki elektronlardır. Geçiş metalleri sıklıkla birden fazla yükseltgenme basamağına sahiptir. Çoğu, asit çözeltilerinde hidrojenle yer değiştirecek kadar elektropozitiftir. İyonları renkli olduğu için analizlerde kolay ayırt edilirler. Soy gaz Soy gazlar, çok benzer kimyasal yapılara sahip bir kimyasal element grubudur. Standart şartlar altında tamamı çok düşük kimyasal reaktifliğe sahip, kokusuz, renksiz tek atomlu gazlardır. Helyum (He), Neon (Ne), Argon (Ar), Kripton (Kr), Ksenon (Xe), ve radyoaktif Radon (Rn) doğal olarak bulunan altı soy gazdır. Periyodik tablonun ilk altı periyodu için, soy gazlar tümüyle periyodik tablonun 18. grubunda (8A) (daha önceden bilinen adıyla 0. grup) yer alır. Ancak bu rölativistik etkilerden dolayı yedinci periyot için geçerli değildir. 18. grubun bir sonraki üyesi ununoktiyum muhtem
elen bir soy gaz değildir. Bunun yerine 14. grup üyesi olan ununkuadyum soy gaz benzeri özellikler gösterir. Soy gazların niteliği en iyi atomik yapının modern teorileri ile açıklanır. Soy gazların en dış elektron kabuğu tamamen elektronlarla doludur, dolayısıyla kimyasal tepkime eğilimleri düşüktür. Bu sebeple sadece birkaç yüz tane soy gaz bileşiği elde edilebilmiştir. Her bir soy gazın erime ve kaynama noktaları birbirine çok yakındır (fark sadece 10 °C veya 18 °F mertebesindedir), bu nedenle bu gazlar küçük sıcaklık aralıklarında sıvı halde bulunurlar. Neon, argon, kripton ve ksenon gazların sıvılaştırılması ve ayrımsal damıtma yöntemleri kullanılarak havadan elde edilir. Helyum genellikle doğal gazdan ayrıştırılır ve radon da genellikle çözünmüş radyum bileşiklerinin radyoaktif bozunumundan izole edilerek elde edilir. Soy gazlar aydınlatma, kaynak ve uzay keşfi gibi endüstri alanlarında önemli bir kullanıma sahiptir. Bir helyum oksijen solunum gazı, derin su dalıcıları tarafından, 'nin üzerindeki derinliklerde, dalıcıları oksijen zehirlenmesi, yüksek basınçlı oksijenin ölümcül etkisi ve derinlik sarhoşluğu gibi tecrübelerden sakınmak amacıyla kullanılır. Hidrojenin yanıcılığından dolayı meydana gelen riskler belirgin olduğunda balonlarda ve zeplinlerde bu gazın yerini helyum aldı. Almanca sözcüğünün çevirisi olan "soy gaz" terimi ilk kez 1898'de Hugo Erdmann tarafından bu elementlerin son derece düşük kimyasal tepkimeye girme eğilimlerini belirtmek için kullanıldı. Bu isim, düşük kimyasal tepkime eğilimine sahip olmasının yanı sıra refah ve soylulukla ilişkilendirilen altın gibi metallerin dahil olduğu "soy metaller" adıyla benzerlik gösterir. Soy gazlar ayrıca inert gazlar (atıl, durgun ya da ölü gaz) olarak da anılır, ancak birçok soy gaz bileşiğinin tanınmasından sonra bu yakıştırma uygun bulunmamaktadır. "Nadir gazlar" bu elementler için kullanılmış olan bir başka terimdir, ancak bu da doğru olmayan bir isimdir, çünkü argon gazı Dünya atmosferinin dikkate değer bir kısmını (hacimde %0.94 ve kütlede %1.3) oluşturur. Pierre Janssen ve Joseph Norman Lockyer 18 Ağustos 1868'de Güneş'in renkyuvarına bakarken ilk kez bir soy gaz keşfettiler ve Yunanca Güneş anlamına gelen (' veya ') sözcüğünü alarak elemente helyum adını verdiler. Onlardan önce 1784'te İngiliz kimyager ve fizikçi Henry Cavendish, havanın azottan daha az reaktif küçük oranlarda bir madde içerdiğini keşfetti. Bir asır sonra, 1895'te, Lord Rayleigh, havadaki azot örneklerinin yoğunluğunun, kimyasal reaksiyonlar sonucunda oluşan azotun yoğunluğundan farklı olduğunu keşfetti. University College, London'da William Ramsay ile birlikte Lord Rayleigh havadan çıkarılan azotun başka bir gaz ile karışık olduğunu kuramsallaştırdı. Ardından yapılan deney sonucunda yeni bir element başarılı bir şekilde izole edildi ve elemente Yunanca (", "inaktif") sözcüğünden argon ismi verildi. Bu keşifle birlikte periyodik tabloda bütün bir sınıf gazın noksan olduğunu fark ettiler. Argon üzerindeki çalışmalarını sürdürürken Ramsay, bir taraftan da kleveyit mineralini ısıtırken helyumu ilk kez izole etmeyi başardı. 1902'de helyum ve argon elementleri için kanıtların kabul edilmesiyle Dmitri Mendeleev, bu gazları daha sonra periyodik tablo olacak olan element dizilimine 0. grupta yer alacak şekilde yerleştirdi. Ramsay bu gazlar üzerindeki çalışmalarına, sıvı havayı birçok bileşene ayırdığı ayrımsal damıtma yöntemini kullanarak devam etti. 1898'de kripton, neon ve ksenon elementlerini keşfetti ve onlara sırasıyla Yunancadaki (', "saklı"), (', "yeni") ve (", "yabancı") isimlerini verdi. Radon ilk kez Friedrich Ernst Dorn tarafından 1898'de tanımlandı, ve "radyum emanasyonu" şeklinde isimlendirildi, ancak özelliklerinin diğer soy gazlara benzediğinin bulunduğu 1904 yılına kadar soy gaz olarak kabul edilmedi. Rayleigh ve Ramsay 1904'te soy gaz keşiflerinden dolayı sırasıyla fizik ve kimya dallarında Nobel Ödülü kazandılar. Soy gazların keşfi atomun yapısının anlaşılması yönündeki gelişmelere yardım etti. 1895'te Fransız kimyager Henri Moissan en elektronegatif element olan flor ve bir soy gaz olan argon arasında kimyasal tepkime yaratmaya çalıştı, ancak başarısız oldu. Bilim insanları 20. yüzyılın sonlarına kadar argon bileşiği hazırlamakta başarısız oldu, ancak bu denemeler atomun yapısı ile ilgili yeni kuramların geliştirilmesine yardım etti. 1913'te Danimarkalı fizikçi Niels Bohr bu deneylerden öğrendikleriyle bir atomdaki elektronların, atomun çekirdeğini çevreleyen kabuklarda (yörüngelerde) dizildiğini ve helyumun dışındaki bütün soy gazların en dış elektron kabuğunun her zaman için sekiz elektron barındırdığını öne sürdü. 1916'da Gilbert N. Lewis "oktet kuralı"nı formüle etti. Buna göre atomlar en dış kabuklarındaki elektron sayısını sekize tamamlama eğilimindedir. Bu düzenlemeyle en dış kabukları tamamen dolu olan atomlar, daha fazla elektrona ihtiyaç duymayacakları için diğer elementlere karşı tepkisizleşirler. Neil Bartlett'in 1962'de ilk kimyasal soy gaz bileşiği ksenon heksafloroplatinatı keşfetti. Çok geçmeden diğer soy gazların da bileşikleri keşfedildi: 1962'de radon için radon diflorür ve 1963'te kripton için kripton diflorür () keşfedildi. 40 K (−233.2 °C; −387.7 °F) sıcaklık altında oluşturulan argonun ilk kararlı bileşiği argon florohidrür (HArF) 2000 yılında rapor edildi. Aralık 1998'de Dubna, Rusya'daki Ortak Nükleer Araştırma Enstitüsü (Joint Institute for Nuclear Research-JINR) çalışanı bilim insanları, geçici olarak Ununkuadyum (Uuq) ismi verilen 114. elementi üretebilmek için plütonyumu (Pu), kalsiyum (Ca) ile bombardıman etti. Başlangıç deneyleri bu elementin periyodik tablonun 14. grubunda yer almasına rağmen anormal soy gaz benzeri yapıya sahip olan ilk süper ağır element olabileceğini gösterdi. Ekim 2006'da Ortak Nükleer Araştırma Enstitüsü ve Lawrence Livermore Ulusal Laboratuvarı'ndaki bilim insanları kaliforniyumu (Cf) kalsiyum (Ca) ile bombardıman ederek 18. gruptaki yedinci element ununoktiyumu (Uuo) sentetik olarak elde etti. Soy gazlar zayıf atomlar arası kuvvete sahiptir, bu nedenle erime ve kaynama noktaları oldukça düşüktür. Normalde katı olan elementlerin çoğundan daha büyük atom kütlesine sahip olanlar da dahil olmak üzere soy gazların tamamı standart koşullar altında tek atomlu gazlardır. Helyum diğer elementlerle karşılaştırıldığında birçok eşsiz niteliğe sahiptir; elementin erime noktası bilinen diğer bütün maddelerden daha düşüktür; süperakışkanlık gösteren tek elementtir; standart şartlar altında soğutularak katılaştırılamayan tek elementtir (helyumu katılaştırmak için 25 atm (2,500 kPa; 370 psi), 0.95 K (−272.200 °C; −457.960 °F) sıcaklıkta uygulanmalıdır). Ksenona kadarki soy gazlar birden çok kararlı izotopa sahiptir. Radonun kararlı izotopu bulunmamaktadır; bu soy gazın en uzun ömürlü izotopu olan Rn'nin yarı ömrü 3.8 gündür ve helyum ve polonyuma, nihayetinde de kurşuna bozunur. Soy gaz atomlarının, diğer çoğu gruplardaki atomlarda olduğu gibi, elektron sayısındaki artışa bağlı olarak bir periyottan diğerine geçişte atom yarıçapı yükselir. Atomun büyüklüğü birkaç niteliğe bağlıdır. Örneğin iyonizasyon potansiyeli yarıçapla birlikte artar çünkü büyük soy gazların valans elektronları çekirdekten çok uzaktadırlar ve bu yüzden atom tarafından sıkıca tutulamazlar. Soy gazlar her bir periyottaki elementler içerisinde en büyük iyonizasyon potansiyeline sahiptirler. Bu durum onların elektron konfigürasyonlarının kararlılığını yansıtır ve soy gazların göreli düşük kimyasal tepkimeye girme eğilimleriyle bağlantılıdır. Yine de bazı ağır soy gazlar, diğer elementler ve moleküllerle karşılaştırılmalarına yetecek kadar küçük iyonizasyon potansiyeline sahiptir. Ksenonun iyonizasyon potansiyelinin oksijen molekülününki ile benzer olduğunu fark eden Bartlett, oksijenle çok güçlü bir şekilde tepkimeye girdiği bilinen bir oksitleyici ajan, platinyum heksaflorür kullanarak ksenonu oksitleme denemesinde bulundu. Soy gazlar kararlı anyonlar oluşturacak bir elektronu kabul edemezler; yani onlar negatif elektron ilgisine sahiptir. Soy gazların makroskobik fiziksel özelliklerinde atomlar arasındaki zayıf van der Waals kuvvetleri hakimdir. Kutuplanabilirlikteki artış ve iyonizasyon potansiyelindeki düşüşün sonucu olarak atomun boyutu ve çekici kuvvet artar. Bu sistematik grup eğilimiyle sonuçlanır: 18. gruptan aşağı gidilirken atom yarıçapıyla atomlararası kuvvetler artar ve sonuçta erime ve kaynama noktaları, buharlaşma entalpisi ve çözünürlük yükselir. Atom kütlesinin artamasıyla da yoğunluk artar. Soy gazlar standart koşullar altında, neredeyse ideal gazlardır, ancak bu gazların ideal gaz yasasından sapması moleküller arası etkileşimlerin araştırılmasında önemli ipuçları sağlar. Soy gazlar standart şartlar altında renksiz, kokusuz, tatsız ve yanmazdır. Bu elementler eskiden periyodik tablonun "0. grubu" olarak anlıyordu, çünkü soy gazların sıfır valansa sahip olduğuna ve atomlarının diğer elementler ile birleşip bileşik oluşturamayacağına inanılıyordu. Ancak sonra bazılarının bileşik oluşturabildiği bulunduğunda bu isimlendirme kullanımdan kalktı. 18. grubun en yeni üyesi ununoktiyumun (Uuo) özellikleri hakkında bilinenler çok kısıtlıdır. Diğer gruplar gibi bu ailenin üyeleri de elektron konfigürasyonlarında örnekler gösterir, özellikle en dış elektron kabuğu kimyasal davranıştaki eğilimin sonucudur: Soy gazlar tamamen dolu valans elektron kabuğuna sahiptir. Valans elektronları bir atomun en dış elektronlarıdır ve normal olarak kimyasal bağa iştirak eden yegane elektronlardır. Tamamen dolu valans elektron kabuğuna sahip atomlar son derece kararlıdır bu yüzden kimyasal bağ oluşturma eğilimi göstermezler ve elektron kaybetmeye ya da kazanmaya az meyillidirler. Ancak radon gibi ağır soy gazlarda, helyum gibi daha hafif soy gazlardakine oranla, elektromanyetik kuvvet elektronları sıkıca bir arada tutamaz, bu sayede ağır soy gazların en dış elektronlarının çıkarılması daha kolaydır. Dolu kabuğun sonucu olarak, soy gazlar elektron konfig
ürasyonu notasyonu ile birlikte "soy gaz notasyonu"nu oluşturabilirler. Bunu yapmak için söz konusu elementten önce gelen soy gaz önce yazılır ve sonrasında elektron konfigürasyonu bu noktadan ileriye doğru devam ettirilir. Örneğin karbonun elektron notasyonu 1s²2s²2p² şeklindedir ve soy gaz notasyonu da [He]2s²2p²'dir. Bu notasyon elementlerin tanımlanmasını kolaylaştırır ve bütün atomik yörüngelerin yazılmasından daha kısadır. Soy gazlar son derece düşük kimyasal reaktiflik gösterir; bundan dolayı sadece birkaç yüz tane soy gaz bileşiği oluşmuştur. Ksenon, kripton ve argon sadece küçük düzeylerde reaktiflik gösterirken, helyum ve neonun dahil olduğu kimyasal bağlarda yüksüz bileşik oluşmaz (yine de birkaç helyum bileşiğinin varlığına dair kuramsal kanıtlar mevcuttur). Soy gazların reaktiflik sıralaması Ne < He < Ar < Kr < Xe < Rn şeklindedir. 1933'te Linus Pauling, ağır soy gazların flor ve oksijen ile bileşik oluşturabileceğini tahmin etti. Pauling kripton heksaflorür () ve ksenon heksaflorür () bileşiklerinin varolduğunu ve 'nin kararsız bir bileşik olabileceğini öngördü ve ksenik asitin perxenate tuzları olşturabileceğini ortaya attı. Şimdilerde hem termodinamik olarak hem de kinetik olarak kararsız olduğu düşünülen dışındaki bu öngörülerin genel olarak doğru olduğu gösterildi. Ksenon bileşikleri soy gaz bileşiklerinin en kalabalık grubudur. Bu (ksenon diflorür (XeF), ksenon tetraflorür (XeF), ksenon heksaflorür (XeF), ksenon tetroksit (XeO4), ve sodyum perxenate (Na4XeO) gibi) bileşiklerin çoğunda oksidasyon seviyesi +2, +4, +6 veya +8 olan ve oksijen ve flor gibi son derece elektronegatif atomlarla bağ oluşturan ksenon atomu bulunur. Bu bileşiklerin bazıları kimyasal sentezde oksitleyici ajan olarak kullanılır: özellikle florinasyon ajanı olarak kullanılan XeF piyasada mevcuttur. 2007'ye kadar, organoksenon bileşikleri (bunlar karbona bağlıdır) ve azot, klor, altın, cıva, ksenonun kendisine bağlı olanları da içeren diğer elementlere nağlı halde yaklaşık beş yüz ksenon bileşiği belirlendi. Ksenonun bor, hidrojen, brom, iyot, berilyum, sülfür, titanyum, bakır ve gümüşe bağlandığı bileşikler de görülmüştür ancak sadece düşük sıcaklıklarda soy gaz matrislerinde veya süpersonik soy gaz jetlerinde. Teoride radon ksenondan daha reaktif olduğundan ksenonun yaptığından daha kolay kimyasal bağ oluşturması beklenir. Ancak radon izotoplarının yüksek radyoaktivitesi ve kısa ömrü sebebiyle radon pratikte sadece birkaç florür ve oksit oluşturabilir. Kripton ksenondan daha az reaktiftir, ancak +2 oksidasyon durumunda birkaç kriptonlu bileşik bildirilmiştir. Kripton diflorür en bilinen ve kolayca karakterize edilebilen bileşiktir. Kriptonun azot ve oksijen ile tek bağ oluşturduğu da bilinmektedir ancak bunlar sadece −60 °C (−76.0 °F) ve −90 °C (−130.0 °F) sıcaklıklarının altında kararlıdır. Kripton atomlarının diğer ametallerle (hidrojen, klor, karbon) ve bazı geçiş metalleriyle (bakır, gümüş, altın), kimyasal bağları gözlendi ancak sadece ya düşük sıcaklıklarda soy gaz matrikslerinde ya da süpersonik soy gaz jetlerinde gözlendi. Benzer koşullar 2000'de argon florohidrür (HArF) gibi argonun ilk birkaç bileşiğinin ve bazı geçiş metalleriyle oluşturduğu bağların elde edilmesinde kullanıldı. 2007 itibarı ile bilinen helyum ve neonun dahil olduğu kovalent bağlı herhangi bir kararlı nötral molekül bulunmamaktadır. Helyum da dahil olmak üzere soy gazlar kararlı moleküler iyonlar oluşturabilir. Bunun en basiti 1925'te keşfedilen helyum hidrit moleküler iyonudur (HeH). Evrendeki en bol iki elementin (hidrojen ve helyum) bileşiminden oluştuğu için bu iyonun, henüz saptanmamış olsa da, yıldızlararası ortamda doğal olarak bulunabileceğine inanılıyor. Bu iyonlara ek olarak soy gazların bilinen birçok nötr eksimeri bulunmaktadır. Bunlar sadece uyarılmış elektron durumunda kararlı olan ArF ve KrF gibi bileşiklerdir. Bu bileşiklerden bazıları eksimer lazerlerde kullanılır. Soy gazlar kovalent bağ oluşturdukları bileşiklere ek olarak non-kovalent bağla da bileşik oluşturabilirler. İlk kez 1949'da tanımlanan kafes bileşikleri, belli başlı organik ve inorganik maddelerin kristal kafeslerindeki boşluklarda (kavite) tuzaklanmış soy gazlar içerir. Bunların oluşumu için gerekli şart, ziyaretçinin (soy gaz) ev sahibi kristal kafesin boşluğuna yerleşebilmesi için uygun boyutta olmasıdır. Örneğin argon, kripton ve ksenon, hidrokuinon ile klatrat oluşturabilir ancak helyum ve neon çok küçük olduğundan veya tutulabilmesi için yeterince kutuplanabilir olmadığından, oluşturamaz. Neon, argon, kripton ve ksenon soy gazın buz içinde tuzaklandığı klatrat hidratlar da oluşturabilir. Soy gazlar, soy gaz atomunun fulleren molekülü içinde tuzaklandığı endohedral fulleren bileşikleri oluşturabilir. 1993'te 60 karbon atomu içeren bir küresel molekül yüksek basınç altında soy gazlara maruz bırakıldığında gibi koordinasyon bileşiklerinin (kompleks) oluşabileceği keşfedildi ("@" notasyonu He'nin içerdiğini ancak ona kovalent olarak bağlanmadığını belirtir). 2008 itibarı ile helyum, neon, argon, kripton ve ksenonlu endohedral kompleksler elde edildi. Bu bileşikler, soy gaz atomunun nükleer manyetik rezonansı vasıtasıyla fullerenlerin yapısı ve reaktivitesinin incelenmesinde kullanım bulmuştur. Ksenon diflorür () gibi soy gaz bileşikleri, oktet kuralını ihlal ettikleri için hipervalent olarak kabul edilirler. Bu bileşiklerdeki bağlanma bir 3-merkez-4-elektron bağ modeli kullanılarak açıklanabilir. İlk olarak 1951'de önerilen bu model üç doğrudaş (kolineer) atomun bağlanmasını göz önünde bulundurur. Örneğin 'deki bağlanma her atomun p-orbitalinden kaynaklanan üç moleküler orbital (MOs) ile tanımlanır. Bağlanma Xe'den gelen dolu bir p-orbitali ve her bir F atomundan gelen yarı dolu bir p-orbitalinden ileri gelir, bu da dolu bir bağ orbitali, dolu bir bağ yapmayan orbital ve bir bağönler orbital ile sonuçlanır. En yüksek dolu moleküler orbital (HOMO) iki uç atomda lokalize olmuştur. Soy gazların atom numaraları arttıkça, evrendeki bollukları azalır. Yaklaşık %24'lük kütle kesri ile helyum, hidrojenden sonra evrendeki en yaygın elementtir. Evrendeki helyumun büyük kısmı Büyük Patlama nükleosentezi sırasında oluşmuştur ancak yıldız nükleosentezindeki hidrojen füzyonu sebebiyle helyum miktarı durmadan artmaktadır. Dünya'daki bolluk farklı eğilimlere bağlıdır. Örneğin helyum, atmosferdeki yalnızca üçüncü en bol soy gazdır. Bunun sebebi, atmosferde hiç ilkel helyumun bulunmamasıdır: atomunun küçük kütleli olması nedeniyle helyum, Dünya'nın yerçekim alanında tutulamamıştır. Dünya'daki helyum, yerkabuğunda bulunan uranyum ve toryum gibi ağır elementlerin alfa bozunumundan gelir ve doğal gaz birikintilerinde toplanma eğilimindedir. Diğer taraftan argonun bolluğu, yine Dünya'nın kabuğunda bulunan potasyum-40'ın, Güneş Sistemi'nde göreli olarak seyrek bulunmasına rağmen Dünya'daki en bol argon izotopu olan argon-40'ı beta bozunum ile oluşturmasına bağlı olarak artar. Bu süreç, potasyum-argon tarihlendirmesi yönteminin temelidir. Beklenmedik bir şekilde ksenonun atmosferdeki bolluğu düşüktür. Kayıp ksenon problemi olarak anılan bu olay bir teoriye göre ksenonun yerkabuğunda bulunan minerallerce tuzaklanmasından kaynaklanmaktadır. Radon litosferde radyumun alfa buzunumu yapması sonucunda oluşur. Binaların temelindeki yarıklardan içeri sızabilen radon iyi havalandırılmayan alanlarda birikebilir. Yüksek radyoaktifliği dolayısı ile önemli bir sağlık tehdidi olan radon sadece ABD'de yılda yaklaşık 21,000 akciğer kanseri kaynaklı ölüme sebep olmaktadır. Neon, argon, kripton ve ksenon gazların sıvılaştırılması yöntemi kullanılarak havadan elde edilir. Böylece elementler sıvı hale getirilir ve ayrımsal damıtma yöntemi ile de karışım bileşenlere ayrılır. Helyum genellikle doğal gazdan ayrılarak üretilir ve radon radyum bileşiklerinin radyoaktif bozunumundan izole edilir. Soy gazların fiyatı doğal bulunuşlarından etkileşnmiştir. Argon en ucuzu iken ksenon en pahalı soy gazdır. Bir örnek oluşturması için sağdaki listede her bir gazın laboratuvar miktarı için ABD'deki 2004 fiyatları verilmiştir. Soy gazlar çok düşük erime ve kaynama noktasına sahiptir, bu yüzden de kriyojenik soğutucu olarak kullanışlıdırlar. Özellikle kaynama noktası 4.2 K (−268.95 °C; −452.11 °F) olan sıvı helyum, nükleer manyetik rezonans görüntüleme ve nükleer manyetik rezonansta ihtiyaç duyulan, süper iletkenli mıknatıslar için kullanılır. Sıvı neon, sıvı helyum kadar düşük sıcaklıklara ulaşamamasına rağmen kriyojenikte kullanılır çünkü sıvı helyumdan 40 kat ve sıvı hidrojenden üç kattan fazla soğutma kapasitesine sahiptir. Helyum, sıvılardaki özellikle de lipitlerdeki düşük çözünürlüğü sebebiyle solunum gazı bileşeni olarak azotun yerine kullanılır. Gazlar, aletli dalışta olduğu gibi basınç altında kan ve doku tarafından absorbe edilir ve derinlik sarhoşluğu (azot narkozu) olarak bilinen anestezik etkiye sebep olur. Düşük çözünürlüğü nedeniyle az miktarda helyum hücre zarlarından içeri alınır ve helyum "trimix" (helyum-oksijen-nitrojen) ve "heliox"ta (helyum-oksijen) olduğu gibi solunum gazı parçası olarak kullanılırsa gazın derindeki narkotik etkisinde düşme olur. Helyumun düşük çözünürlüğünun bunlardan başka bir getirisi de dekompresyon hastalığı olarak bilinen durumda ek avantajlar sağlamasıdır. Vücutta çözünmüş gazın küçük miktarda bulunması, yükselme sırasında basınçtaki düşüşle birlikte daha az gazın kabarcık şekline dönüşmesi anlamına gelir. Diğer bir soy gaz argonun ise aletli dalış için kuru elbisede şişirme gazı olarak kullanımının en iyi seçenek olduğu kabul edilir. 1937'deki "Hindenburg" faciasından sonra, helyum, yüzme özelliğindeki %8.6 düşüşe rağmen hafifliği ve tutuşmazlığı sebebiyle zeplin ve balonlarda kaldırma gazı olarak hidrojenin yerini aldı. Birçok uygulamada soy gazlar inert atmosfer (nötr veya yansız atmosfer) sağlamak amacıyla kullanılır. Argon azota hassas olan havaya hassas bileşiklerin sentezinde kullanılır. Katı argon ayrıca, reaksiyon ara ürünleri gibi çok kararsız
bileşiklerin araştırılmasında da kullanılır. Bu araştırmalarda bileşikler çok düşük sıcaklıklarda bir inert matrikste tuzaklanır. Helyum gaz kromatografisinde taşıyıcı ortam olarak, termometrelerde gaz dolgusu olarak ve kabarcık odası ve Geiger sayacı gibi radyasyon ölçmeye yarayan aletlerde kullanılır. Helyum ve argon genellikle ark kaynaklarında koruma oluşturması için kullanılır ve kaynak ve kesme esnasında ana metalin etrafını sarar. Ayrıca diğer metalurjik süreçlerde ve yarı iletken endüstrisindeki silisyum ve germanyum üretiminde koruyucu soy gaz olarak kullanılır. Soy gazlar düşük kimyasal reaksiyon ilgisi nedeniyle aydınlatmada sıkça kullanılır. Azot ile karıştırılan argon, akkor lambalar için gaz dolgusu olarak kullanılır. Daha yüksek renk sıcaklığına ve verimliliğe sahip kripton, yüksek performanslı lambalarda kullanılır çünkü o filamanın buharlaşma oranını argondan daha fazla düşürür. Halojen lambalarda, özellikle az miktarda iyot ve brom bileşikleri ile karıştırılan kripton kullanır. Soy gazlar gaz deşarj lambalarında kullanıldığında ayırdedici renklerde korlaşırlar. Ksenon genellikle ksenon ark lambalarında kullanılır. Bu lambalar neredeye sürekli spektrumları sayesinde gün ışığını andırır ve film projektörleri ve otomobil farları gibi uygulamalarda kullanılır. Soy gazlar, eksimer olarak bilinen kısa ömürlü, elektronik olarak uyarılmış molekkülleri temel alan eksimer lazerlerde kullanılır. Lazerler için kullanılan eksimerler Ar, Kr veya Xe gibi soy gaz dimerleri olabilir veya daha yaygını soy gazlar ArF, KrF, XeF veya XeCl gibi eksimerlerde bir halojenle birleşebilir. Bu lazerler kısa dalgaboyu sebebiyle (ArF için 193 nm ve KrF için 248 nm) yüksek hassasiyetli görüntülemeye fırsat veren morötesi ışık üretir. Bunlar, tümleşik devre imalatında ve lazer anjiyoplasti ve göz cerrahisi gibi lazer ameliyatlarında temel gereksinim olan mikrolitografi ve mikrofabrikasyon için kullanılır. Bazı soy gazlar tıpta doğrudan kullanıma sahiptir. Helyum bazen astım hastalarının solunumunu kolaylaştırmak için kullanılır. Ksenon, azot oksitten daha etkili olmasını sağlayan yağdaki yüksek çözünürlüğü ve daha hızlı geri dünüşüm sağlayan vücuttan çabucak çıkabilmesi sebebiyle, anestezik olarak kullanılır. Ksenon hiperpolarize edilmiş MRI yoluyla akciğerlerin tıbbi görüntülenmesinde kullanılır. Son derece radyoaktif olan ve sadece dakikalarla var olabilen radon radyoterapide kullanılır. Halojen Halojenler, periyodik tablonun 7A grubunda bulunan, tepkimeye eğilimli ametallerdir. Bu gruptaki elementlerin hepsinin elektronegatifliği yüksektir. Elektron alma eğilimi en yüksek olan elementlerdir. Doğada elementel olarak değil, mineraller halinde bulunurlar. Element halinde 2 atomlu moleküllerden oluşurlar. Oda koşullarında flor ve klor gaz, brom sıvı, iyotsa katı haldedir. Erime ve kaynama noktaları grupta aşağıdan yukarıya doğru azalır. Zehirli ve tehlikeli elementler olarak bilinirler.Halojenler metallerle reaksiyona girerek iyonik tuzları oluştururlar. Grup (periyodik tablo) Periyodik tabloda dikey sütunlara grup denir. Aynı grupta olan elementlerin kimyasal özellikleri benzerdir. Aşağı doğru dikeyce indikçe özellik yoğunlaşır ve belirginleşir. Bir "A" grubuna ait elementin son katmanında kaç elektron varsa grup sıralaması da odur. Örneğin, berilyum (Be) atomunun son katmanında 2 elektron vardır ve bu atom 2A grubunun elementi olur. Bir gruptaki elementlerde yukarıdan aşağıya doğru inildiğinde Atom yarıçapı artar, iyonlaşma enerjisi ve elektronegatiflik ise azalır. Periyodik tabloda 8 tane A 8 tane de B grubu vardır. A grubu elementlerine baş grup elementleri de denir. Bazı grupların özel adları şöyledir. B grubu elementlerinin tamamı metaldir. B grubu elementlerine geçiş metalleri de denir. B grubunun 2 ilginç özelliği vardır. 2A grubu ile 3A grubu arasında yer alır. 1B den başlamaz. 3B ile başlar. (2A dan sonra geldiğinden) 2B ile biter... (2B den sonra 3A gelir). 8B grubu yan yana 3 lü element gruplarından oluşur. 8B grubunda dikey benzerlikler yatay benzerliklerden daha önemlidir. Grupları numaralandırmanın üç yolu vardır. İlk kullanım Hindu-Arap Rakamları'nı kullanmak, diğer iki yöntem ise Roma rakamları'dır. Avrupa ve Amerika'da kullanılan sisteme göre periyodik tablo grupları: Lantanit Lantanitler, geçiş metallerinin bir alt serisini oluştururlar. 51 ile 71 atom numaraları arasındaki elementleri kapsar. 17 nadir toprak elementinin 15 tanesi lantanit grubundandır. Bu nedenle lantanitler nadir toprak elementleri olarak da isimlendirilmiştir. En önemli ortak özellikleri, elektron değişiminin yalnızca 4f orbitaline elektron katılımıyla gerçekleşmesidir. Özellikle +3 değerlikli hallerinde, birbirlerine çok benzeyen özellikler gösterirler. Kuvvetli elektropozitif olmaları nedeniyle, üretilmeleri zordur. Çoğunun iyon hallerinin karakteristik renkleri vardır. Beyşehir Beyşehir, Konya ilinin bir ilçesidir. Konya'nın beşinci büyük ilçesidir. Coğrafi konum; fert, toplum, ve devlet hayatını şekillendiren en etkili faktörlerden biridir. Beraberinde birçok avantaj veya dezavantajı da getirebilir. Beyşehir bu açıdan oldukça şanslı bir konuma sahiptir. İlçe, Batı Toroslar arasında yer alan, çukur alandadır. Bu çukurun büyük kesimini Beyşehir Gölü kaplar. Çukurluk gölün güneydoğusunda Beyşehir ovası devam eder. Toroslar, batıdan ve güneybatıdan yüksek sarp dikliklerle ovaya inerler. Beyşehir'deki düzlük alanlar bozkırlar halinde uzanır. Çevredeki dağlar ise, ormanlarla kaplıdır. Topraklar verimlidir. Akdeniz Bölgesi'nin Göller Yöresinde yer alan Beyşehir, önemli bir geçit noktasında da bulunmaktadır. En güney ucu baz alındığı zaman Akdenize olan uzaklığı 65 km civarındadır. Bir set misali araya giren Toroslar, yöreye Akdeniz'den ayırmıştır. Doğusunda Konya, kuzeyinde Doğanhisar, Hüyük ve Ilgın, kuzeydoğusundan Derbent, kuzeybatısından Şarkikaraağaç ve Eğirdir, doğusunda Meram, güneyinde Seydişehir ve Derebucak ilçeleri bulunur. İlkçağlar'da Beyşehir Gölünün de içinde olduğu bölge Pisidya adıyla anılırdı. Pisidya' da Karallia olarak bilinen bir şehir adıydı. Ramsay bu konuyu şöyle değerlendirir; "Biri gölün güneydoğusunda, Trogitis gölü'ne akan suyun ağzında, diğeri güneybatısında olmak üzere ihtimal iki şehir bulunuyordu. Bu ikincisinin Parlais olma ihtimali daha kuvvetli olduğu için birincisini Karallia olarak kabul etmeniz lazım geliyor. "Yine Ramsay'a göre Karallia Bizanslılar zamanında Skleros adını almıştır. Daha sonra harap olan Karallia, Viranşehir adını almıştır. Onüçüncü yüzyılın ilk yarısında, Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad devrinde, muhtemelen 1240'tan biraz önce çoğunluğunu Üçoklar 'ın oluşturduğu Türkmenler tarafından yeniden kurulmuştur. Eşrefoğulları'nın hakim olduğu dönemden itibaren Viranşehir'in adı Süleymanşehir olmuştur. Erbaba Höyüğü ile ilgili olarak yapılan değerlendirme şöyledir: Beyliğin merkezi olmasından dolayı geçen zamanla beraber beyin şehri olarak anılır. Bundan dolayıda Beyşehir adını alır. Beyşehir adının bir de efsanevi hikayesi vardır. Buna göre; "Beyşehir'in 10 km kuzeybatısında deniz düzeyinden 1130 m yüksekliğindeki doğal bir tepenin üstünde, günümüzden yaklaşık 7500 yıl öncesine tarihlenen Neolitik Çağ höyüğü R.Solecki'nin yörede yüzey araştırması yaparken bulduğu höyük, Jacques ve Luiesse Alpes Bordaz başkanlığındaki bir ekipçe kazılmaktadır. Yaklaşık 80 m çapındaki Erbaba'da dört kat saptanmıştır. En alttaki 4. kattan pek fazla bir şey çıkmamış en çok buluntu 3. katta ele geçmiştir." Trogitis'de bulunan Seydi Harun Veli şimdi kendi adıyla anılan camiyi yaptırmaktadır. Eşrefoğlu Mehmet Bey de ona malzeme yardımında bulunur. Sonrasında gelişen olaylar onları dost yapar. Eşrefoğlu, Trogitis'e Seydişehir adını verirken Seyyid Harun Veli de Süleymanşehir'e Beyşehir adını vermiştir. Beyşehir ve çevresinin tarihi M.Ö 7000'li yıllara kadar uzanmaktadır. Bölgede Eski ve Orta Taş devri'ne ait buluntuların varlığı söz konusudur. Ama daha çok Cilalı taş devri' ne ait buluntular yoğunlaşır. Yapılan araştırmalar Beyşehir'in daha o dönemde önemli bir yerleşim alanı olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştır. M.Ö 5680-M.Ö5300 arasına tarihlenen Erbaba Höyüğü kalıntıları bunun en somut göstergesidir.Kıstıfan Köyü yakınlarındaki höyükteki kazılarda Kanadalı bilim adamları Jacgues ve Louisse Alpes Bordaz çifti tarafından yapılmıştır.(1968-1975). Erbaba Höyüğü ile ilgili olarak yapılan değerlendirme şöyledir: "Beyşehir'in 10 km kuzeybatısında deniz düzeyinden 1130 m yüksekliğindeki doğal bir tepenin üstünde, günümüzden yaklaşık 7500 yıl öncesine tarihlenen Neolitik Çağ höyüğü R.Solecki'nin yörede yüzey araştırması yaparken bulduğu höyük, Jacques ve Luiesse Alpes Bordaz başkanlığındaki bir ekipçe kazılmaktadır.Yaklaşık 80 m çapındaki Erbaba'da dört kat saptanmıştır.En alttaki 4. kattan pek fazla bir şey çıkmamış en çok buluntu 3. katta ele geçmiştir." 1, 2 ve 3. katlardaki yapıların temellerinde büyük taş bloklar kullanılmıştır.Duvarlar ise, çamur harçla örülmüş kireçtaşı bloklarla yapılmıştır. Duvar kalınlığı 60 cm'den fazladır. 3. kattaki bazı duvarlar kırmızı renkli sıvayla kaplanmıştır.Birbiriyle yakın diziler halindeki dikdörtgen planlı evler kuzeydoğuya bakmakta, içeriye damdan girilmektedir. Evlerin batısında bölme duvarları vardır. Taban döşemeleri sıkıştırılmış topraktan yapılmıştır. 2010 itibarıyla yedincisi düzenlenen festivalin kapsamı, etkinlikleri ve etki alanı gün geçtikçe artmaktadır. Yurt çapında tanınmış sanatçıların konserleri, profesyonel ve halk bisiklet yarışları, at yarışları, Türkiye'nin en büyük ikinci gölü üzerinde yapılan göl etkinlikleri ile bir festivalin sahip olması gereken aktiviteleri içinde barındırırken, bölgeye ticari anlamda da göz ardı edilemeyecek bir hareketlilik getirmektedir. Ametal Ametal, ısıyı ve elektrik akımını hiç iletmez. Oda sıcaklığında katı, sıvı ve gaz halde bulunan ametaller vardır. Örneğin Oksijen, Azot, Hidrojen, Klor gibi elementler saf halde iken oda sıcaklığında gaz halinde bulunur. Brom sıvı bir ametaldir.
Karbon, Fosfor, Kükürt, İyot ise oda sıcaklığında katı halde bulunur. Ametallere şekil verilemez. Çünkü katı olanlar kırılgandır, dövülerek işlenemezler. Mattırlar,ışığı yansıtmazlar.Grafit/Fulleren/hariç elektriği ve ısıyı iletmezler. Erime, kaynama noktaları düşüktür. Kendi aralarında kovalent bileşikleri, metallerle de iyonik bileşikleri oluştururlar. Genellikle moleküler halde bulunur. Oksijenli bileşiklerinin sulu çözeltileri asit karakterlidir.Son enerji düzeyinde 5,6 ve 7 elektron bulunur. Metaller çözeltilerde katyonları (pozitif yüklü iyonları) oluştururken, ametaller anyon (negatif yüklü iyonları) oluşturma eğilimindedir. Metallerin aksine iyi iletken değillerdir ve elektronegatiflikleri çok yüksektir. Metaller ve ametaller arasında özellikler gösteren bazı yarı iletken elementler, "metaloidler" olarak da adlandırılır. Halojenler ve soygazlar da ametal doğadadır. Hidrojen metal ya da ametal olarak kabul edilmez. Diğer ametaller grubunda incelenir. Atom numarası Atom numarası: Bir atomda bulunan proton sayısı, elementi tanımlar ve atom numarası olarak adlandırılır. Atomda bulunan proton sayısı aynı zamanda, elementin kimyasal karakteri hakkında da bilgi verir. Periyodik tabloda sıklıkla karşılaşılan görünüm, yandaki gibidir. Burada, element simgesinin altında verilen "bağıl atom kütlesi", proton ve nötron sayısının toplamına eşittir. Element simgesinin üstünde verilen atom numarası da, proton sayısına eşit olduğuna göre, bu iki sayının farkı elementin nötron sayısını verir. Örnek: Kalsiyumun (Ca) nötron sayısı: Bağıl atom kütlesi - Atom numarası = 40 - 20 = 20'dir. Bu gösterim, periyodik tablonun dışında, örneğin herhangi bir anlatımda elementin adı geçerken de kullanılabilir. Bazı durumlarda, bu iki değerin yeri tam tersi şekilde (atom numarası altta, bağıl atom kütlesi üstte) de olabilir. Ek olarak, simgenin sağ tarafında, elementin + ya da - yükü de gösterilebilir. Z harfi ile gösterilir. Soyut dışavurumculuk Soyut dışavurumculuk "(soyut ekspresyonizm)", veya eleştirmen Clement Greenberg'in tabiriyle resimsel soyutlama, 1940'ların ortalarında New York'ta ortaya çıkan, ressamların gerçek nesnelerin temsiline yer vermeden kendilerini sadece renk ve şekillerle ifade ettikleri bir tür soyut sanattır. İlk Amerikan sanat akımı olarak kabul edilip, sanat dünyasının merkezinin Paris'ten New York'a kaymasında etkili olmuştur. Soyut dışavurumculuk iki grup olarak incelenir: Yerleştirme sanatı Yerleştirme ya da enstalasyon, geleneksel sanat eserlerinden farklı olarak, çevreden bağımsız bir sanat nesnesi içermeyip belirli bir mekân için yaratılan, mekânın niteliklerini kullanıp irdeleyen ve izleyici katılımının temel bir gereklilik olduğu sanat türü. Kapalı veya açık mekânlarda yapılabilir. Kökleri kavramsal sanat ve hatta 20. yüzyıl başındaki Marcel Duchamp'ın hazır-yapımları ve Kurt Schwitters'e kadar giden enstalasyon, diğer adıyla yerleştirme sanatı, çağdaş sanatta mimarlık ve performans dışında birçok başka görsel sanat disiplininden de destek alan melez (hibrid) bir tarzdır. Uygulanmasında sanat eserinin sergileme veya gösterim aşamalarını vurgulayan yerleştirme, 1970'lerde şekillenmiştir. 1960'ların ABD ve Avrupa'da asamblaj ('assemblage') ve çevre terimleri sanatçıların belli bir mekânda bir araya getirdikleri malzemeler için kullanılsa da yerleştirme tabiri sadece eserlerin sergilenme şekli, örneğin resimlerin duvara ne şekilde ve nasıl bir düzende asıldığını ifade etmek için kullanılıyordu. Zamanla galeri mekânının farkındalığı ile ve sanat eserinin mekândan bağımsız gözlenemeyeceği/tecrübe edilemeyeceği fikriyle yerleştirme şekli ve mekân ön plana çıkarılmaya başlanmıştır. 1960'larda 'bir çevre olarak sanat eseri' fikri, izleyicinin sadece bakmakla kalmayıp dünyada yaşadığı gibi sanat eserinin içinde 'yaşaması', hatta zaman zaman onun bir parçası olması beklentisini getirdi. Bu konudaki önemli kişilerden biri Robert Smithson'dır. Yer (daha büyük bir mekân içinde belirli bir yer) ve yer-olmayan (bu yerin galeride fotoğraf, harita, çeşitli malzeme ve dokümanlarla yeniden sunumu) arasında bir ayrım yapmıştır. Bu ayrım önemliydi. Çünkü Smithson ve Michael Heizer, Nancy Holt, James Turrel ve Walter de Maria gibi diğer arazi sanatçıları galeri dışında çalışmalarına rağmen işleri galeri sistemi tarafından sağlanan çerçeveye bağımlı kalmıştır. Smithson, yer ve yer-olmayan arasındaki on farkı aşağıdaki şekilde belirlemiştir: Günümüz enstalasyonlarında günlük ve doğal malzemelerin yanı sıra video, ses, performans, bilgisayarlar ve Internet gibi yeni mecralar da kullanılmaktadır. Önceleri radikal bir sanat yaratım biçimi olarak çıkan yerleştirme sanatı, 1980'lerden itibaren müzeler ve galeriler tarafından tamamen kabul görmüştür. 20. yüzyıl sonlarında baskın sanat türü olmuştur. Hâlâ da bu özelliğini korumaktadır. İstanbul İstanbul, Türkiye'de yer alan şehir ve ülkenin 81 ilinden biri. Ülkenin en kalabalık, ekonomik, tarihi ve sosyo-kültürel açıdan en önemli şehridir. Şehir, iktisadi büyüklük açısından dünyada 34., nüfus açısından belediye sınırları göz önüne alınarak yapılan sıralamaya göre Avrupa'da birinci, dünyada ise Lagos'tan sonra altıncı sırada yer almaktadır. İstanbul Türkiye'nin kuzeybatısında, Marmara kıyısı ve Boğaziçi boyunca, Haliç'i de çevreleyecek şekilde kurulmuştur. İstanbul kıtalararası bir şehir olup, Avrupa'daki bölümüne Avrupa Yakası veya Rumeli Yakası, Asya'daki bölümüne ise Anadolu Yakası veya Asya Yakası denir. Tarihte ilk olarak üç tarafı Marmara Denizi, Boğaziçi ve Haliç'in sardığı bir yarımada üzerinde kurulan İstanbul'un batıdaki sınırını İstanbul Surları oluşturmaktaydı. Gelişme ve büyüme sürecinde surların her seferinde daha batıya ilerletilerek inşa edilmesiyle 4 defa genişletilen şehrin 39 ilçesi vardır. Sınırları içerisinde ise büyükşehir belediyesi ile birlikte toplam 40 belediye bulunmaktadır. Dünyanın en eski şehirlerinden biri olan İstanbul, 330-395 yılları arasında Roma İmparatorluğu, 395-1204 ile 1261-1453 yılları arasında Bizans İmparatorluğu, 1204-1261 arasında Latin İmparatorluğu ve son olarak 1453-1922 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu'na başkentlik yaptı. Ayrıca İstanbul, Hilâfetin Osmanlı İmparatorluğu'na geçtiği 1517'den kaldırıldığı 1924'e kadar İslam'ın da merkezi oldu. Son yıllarda birbiri ardına ortaya çıkartılan arkeolojik bulgularla insanlık tarihine ilişkin önemli bilgiler elde edilmiştir. Yarımburgaz Mağarası'ndan çıkarılan taş aletlerle, ilkel insan izlerinin 400.000 yıl öncesine dayandığı ortaya çıkmıştır. Anadolu Yakası'nda yürütülen kazı çalışmaları ve bunlara bağlı araştırmalar, şehirde tarım ve hayvancılığa dayalı ilk yerleşik insan topluluğunun MÖ 5500'lere tarihlenen Fikirtepe Kültürü olduğunu göstermiştir. Bu arkeolojik bulgular yalnızca İstanbul'un değil, tüm Marmara Bölgesi'nin en eski insan izleridir. İstanbul sınırları içinde kent bazında ilk yerleşimler ise Anadolu Yakası'nda Kalkedon; Avrupa Yakası'nda Byzantion'dur. Cumhuriyet dönemi öncesinde egemenliği altında olduğu devletlere yüzlerce yıl başkentlik yapan İstanbul, 13 Ekim 1923 tarihinde başkentin Ankara'ya taşınmasıyla bu özelliğini yitirmiş; ancak ülkenin ticaret, sanayi, ulaşım, turizm, eğitim, kültür ve sanat merkezi olma özelliğini sürdüregelmiştir. Karadeniz ile Marmara Denizi'ni bağlayan ve Asya ile Avrupa'yı ayıran İstanbul Boğazı'na ev sahipliği yapması nedeniyle, İstanbul'un jeopolitik önemi oldukça yüksektir. Bugün tamamına yakını doldurulmuş olan ya da kaybolan doğal limanları vardır. Bu özellikleri yüzünden bölge toprakları üzerinde uzun süreli egemenlik anlaşmazlıkları ve savaşlar yaşanmıştır. Başlıca akarsular Riva, Kâğıthane ve Alibey dereleridir. İl toprakları az engebelidir ve en yüksek noktası Kartal ilçesindeki Aydos Tepesi'dir. İldeki başlıca doğal göller Büyükçekmece, Küçükçekmece ve Durusu gölleridir. İl ve yakın çevresinde, Karadeniz ile Akdeniz makro iklimleri arasında geçiş özellikleri görülür. Hava sıcaklıkları ve yağış ortalamaları düzensiz; bitki örtüsü dengesizdir. İstanbul'a çağlar boyunca değişik adlar verilmiştir. Bu kent adları, kent tarihinin farklı dönemleriyle ilişkilidir. Bu adlar tarihsel sırayla, "Byzantion", "Augusta Antonina", "Nova Roma", "Konstantinopolis", "Kostantiniyye", "İslambol" ve "İstanbul"dur. Bunun dışında tarihte Moğollar "Çakduryan", Polonlar "Kanatorya", Çekler "Aylana", Macarlar "Vizenduvar" olarak adlandırmışlardır. Tarih boyunca İstanbul kentine verilen onlarca ad içinde, Türkler tarafından yaygın biçimde benimseneni ve günümüzde kullanılanı İstanbul'dur. Bu adın ""eis tin polin"" () tamlamasından geldiği sanılmaktadır. Bu tamlama, o dönem Yunancasında "şehirde", "şehrin içinde", "şehiriçi" gibi anlamlara gelmekteydi. Ayrıca halk dilinde "n" ünsüzüne bitişen "p" sesi "b" sesine dönüşüyordu. Bu bağlamda "İstanbul" adının kökeni pek çok kaynakta bu tamlamayla ilişkilendirilmektedir. MS 2. yüzyıldan kalma Ermeni kaynaklarında da "Istanbol "ya da "Istınbol" biçiminde anılan şehir adının, Türkçeye bu şekilde giriş yapmış olması olasıdır. Halûk Tarcan araştırması ise İstanbul adının kökeninin Yunanca ya da Ermenice değil Türkçe olduğunu ve ""astan bolıq""tan geldiğini göstermektedir. "As", Ön-Türkçede "uzay", "Tanrı beldesi" gibi anlamlara gelmekteydi. "As" kökünden "As/qan" (Tanrı beldesinde "as"ılı) doğup zamanla "Astan" olmuş ve Hitit diline "İstan" olarak geçmiştir. ""Bolıq"" ise "kent" demektir ve bu kelimenin günümüzde Bolu, Gelibolu, Hayrabolu, İnebolu, Niğbolu, Safranbolu ve Tirebolu gibi yaşayan örnekleri vardır. Bu iki kelime, ""Astan-bolıq"" bize "cennetvarî kent" anlamını vermektedir. Osmanlı döneminde şehir merkezi için kullanılan adlar çeşitlilik gösterse de vilayet çapında adlandırma hemen hemen sabit kalmıştır. İstanbul kentine ev sahipliği yapan üst idari birimin, şehirle aynı adı taşıması Osmanlı İmparatorluğu döneminden kalma bir uygulamadır. Roma egemenliği altındayken şehrin topraklarının bulunduğu eyalet ise Avrupa Yakasında Trakya (, ); Anadolu Yakası'nda Bitinya
(, ) eyaletiydi. Plinius'un aktarımına göre şehri bilinen en eski adı "Ligos" () olmakla birlikte bu konuda detaylı bilgi yoktur. Sonraları şehir "Bizantion" (Yunanca: "Βυζάντιον") adını almıştır. MÖ 667'de Antik Yunanistan'daki Megara şehir devletinden gelen Dor asıllı Yunan yerleşimciler bugünkü İstanbul üzerinde bir koloni kurdu ve yeni koloniye kralları Byzas veya Byzantas’ın (Yunanca: Βύζας veya Βύζαντας) şerefine "Byzantion" adını verdiler. "Byzantium", orijinal adı "Byzantion" olan antik kentin adının 1. yüzyılda, kenti Romalılar ele geçirince, onlar tarafından Latinceleştirilmiş hâlidir. "Augusta Antonina", miladi 3. yüzyılın başında Roma İmparatoru Septimius Severus′un, oğlu Antonius (sonraki Roma İmparatoru Caracalla) şerefine kente verdiği kısa süreli addır. 330 yılında Roma İmparatoru I. Konstantin tarafından kent Roma İmparatorluğu'nun başkenti ilan edilince, kente Latince ""Yeni Roma"" anlamına gelen "Nova Roma" (Yunanca: "Νέα Ρώμη", "Nea Roma") adını koydu ve bu adı teşvik etmeye çalıştıysa da bu ad hiç benimsenmedi. Ancak 337 yılında İmparator I. Konstantin'in ölümüyle kentin adı, onun şerefine "Konstantin’in kenti" anlamına gelen "Konstantinopolis'e" (Yunanca: "Κωνσταντινούπολις", "Kōnstantinoúpolis", Latinceleştirilmiş:"Constantinopolis") çevrildi. "Konstantinopolis", Bizans İmparatorluğu boyunca kentin resmi adı olarak kaldı. Ama "Konstantinopolis", kentin yerlileri tarafından sadece Yunanca "kent" anlamına gelen ("Πόλις", "Polis") olarak anılırdı. 1453 yılında Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet önderliğinde Osmanlı İmparatorluğu tarafından fethinden sonra bile, "Konstantinopolis", Batı'da kullanılan en yaygın ad olarak kaldı. İstanbul adı, ancak 1928'de Latin harflerine geçilmesi sonrası Batı dillerinde Konstantinopolis'in yerini almaya başladı. "Kostantiniyye" (Arapça: ', ', Osmanlı Türkçesi: "", "Kostantiniyye"), "Konstantinopolis'in" Arapça şeklidir ve kentin İslam dünyasında bilinir hâle gelen ve en çok kullanılan adı oldu. Yunancada "Konstantin’in kenti" anlamına gelen "Konstantinopolis'in" aksine, "Kostantiniyye" Arapçada "Konstantin’in yeri" anlamına geliyor. 1453 yılında fetihten sonra, kent Osmanlı İmparatorluğu'nun dördüncü başkenti ilan edildi ve "Kostantiniyye" Osmanlı İmparatorluğu tarafından kentin resmî adı olarak kullanıldı ve 1923 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne kadar, çoğu zaman bu ad kullanımda kaldı. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu ve mahkemeleri, "Kostantiniyye'de" yayımlanan resmî belgelerin kaynağını belirtmek için, ""be-Makam-ı Darü's-Saltanat-ı Kostantiniyyetü'l-Mahrusâtü'l-Mahmiyye"" gibi başlıklar kullanılırdı. Evliya Çelebi'nin "Seyahatnâme" adlı eserinde de şehir için kullanılan adlardan birisi de "Kostantiniyye"dir. Ancak, bazı dönemlerde Osmanlı yetkilileri kent için diğer adlardan yanaydı. Hem kent için hem de Osmanlı hükûmetini tanımlamak ve diplomatik yazışmalar için özellikle bu yüceltici adlar eş anlamlı kullanılırdı ve teşvik edilirdi: Tarihte şehir için kullanılan adlar içinde İslambol, dar kullanım alanına sahip olsa da kayıtlarda görülen adlardandır. Evliya Çelebi'nin "Seyahatnâme"sinde "Kostantiniyye" adıyla beraber birçok cildinde söz konusu "İslambol" (اسلامبول) kelimesi de kullanılmıştır. Söz konusu seyahatnamede bu ad, diğer adlardan daha yoğun bir kullanıma sahiptir. Halk etimolojisi örneklerinden biridir. Etimolojik olarak "İstanbul" adının kökeni ( ve halk arasında bazen ) Ortaçağ (Bizans) Yunancasında "kent'e" veya "kent'de" anlamına gelen ([, ) kelimelerinin Türkçeleştirilmesiyle oluşmuştur. "İstanbul", Osmanlı döneminde resmi belgelere girdi ve sıkça kullanıldı. Ayrıca Osmanlı Ordusu'nda İstanbul'un merkez ordu komutanı için resmen "İstanbul ağası" ve İstanbul'un en yüksek sivil hakimi için resmen "İstanbul efendisi" sıfatları kullanılırdı. Konstantiniyye de dahil olmak üzere diğer adların da kullanılmasına devam edildi, ancak İstanbul () zamanla şehrin Türkçede en yaygın bilinen adı oldu ve diğer adlandırmalar kullanımdan kalktı. Fakat Batılılar tarafından "Konstantinopolis" adı kullanılmaya devam edildi. 1928'de Latin harflerine geçilmesi sonrası, kentin Türkçe adının Latin harfleriyle yazılmış hali "Istanbul" uluslararası kullanıma girdi. "İstanbul" kentin uluslararası adı ilan edildikten sonra ""Konstantinopolis"" adının mektuplarda veya diğer yazışmalarda ve uluslararası alanlarda kullanılması yasaklandı. Örneğin yurtdışından İstanbul'a gönderilen mektuplarda adres olarak ""Konstantinopolis"" (yanında "İstanbul" yazsa bile) yazıldıysa bu mektuplar geri gönderilmeye başlandı. Zaman içinde "Istanbul" adı ve bunun çeşitli benzer yazılışları çoğu dünya dilinde yerini aldı. İstanbul, yerleşim tarihi son yapılan Yenikapı'daki kazılarla bulunan liman doğrultusunda 8500 yıl, kentsel tarihi yaklaşık 3.000, başkentlik tarihi 1600 yıla kadar uzanan Avrupa ile Asya kıtalarının kesiştiği noktada bulunan bir dünya kentidir. Şehir çağlar boyunca farklı uygarlık ve kültürlere ev sahipliği yapmış, yüzyıllar boyu çeşitli din, dil ve ırktan insanların bir arada yaşadığı kozmopolit ve metropolit yapısını korumuş ve tarihsel süreçte eşsiz bir mozaik hâlini almıştır. Uzun zaman dilimleri boyunca her alanda merkez olmayı ve iktidarda kalmayı başaran dünyadaki ender yerleşim yerlerinden biri olan İstanbul geçmişten günümüze bir dünya başkentidir. İstanbul'un tarihi ana hatlarıyla beş büyük döneme ayrılabilir: İstanbul'un tarihi üç yüz bin yıl önceye kadar uzanmaktadır. Küçükçekmece Gölü kenarında bulunan Yarımburgaz Mağarasında yapılan kazılarda insan kültürüne ait ilk izlere rastlandı. Bu dönemde gölün çevresinde Neolitik ve Kalkolitik insanların yaşadığı sanılmaktadır. Çeşitli dönemlerde yapılan kazılarda, Dudullu yakınlarında Alt Paleolitik Çağ'a, Ağaçlı yakınlarında ise, Orta Paleolitik Çağ ile Üst Paleolitik Çağ'a özgü aletlere rastlandı. 2008 yılında İstanbul metrosu için yapılan Marmaray tüp geçidi kazıları sırasında Cilalı Taş Devri'nin sürdüğü MÖ 6500'lü yıllara ait kalıntılara rastlanan şehrin, Anadolu Yakası'ndaki Fikirtepe'de yapılan kazılarda ise Bakır Çağı'nın sürdüğü MÖ 5500–3500 yıllarına ait kalıntılar bulundu. Bunun yanında Kadıköy'de Fenikelilere ait kalıntılar bulundu. Traklar, kentin yakınlarına MÖ 13. yüzyıl ve 11. yüzyıllarda "Semistra" kentini kurdu. Kral Lygos zamanında Sarayburnu'na, bugünkü Topkapı Sarayı'nın bulunduğu yerde bir Akropolis kuruldu. MÖ 685'te Megara'dan gelen Yunanlar burada bir koloni kurdu, Kral Byzas'ın hükümsürdüğü MÖ 667 yılında ise Byzantion kuruldu. Kente Roma İmparatorluğu hakim olunca, kentin adı Septimius Severus tarafından kısa süreliğine oğlunun adı "Augusta Antonina" kondu, ardından İmparator I. Konstantin zamanında kent Roma İmparatorluğu'nun başkenti ilan edildi. Bu sırada Nova Roma olarak değiştirilen kentin adı benimsendi ve 337 yılında İmparator I. Konstantin'in ölümüyle Konstantinopolis'e çevrildi. Bu dönem 324 - 1453 yılları arasını kapsadı. I. Konstantinus şehri ele geçirip Roma İmparatorluğu'nun başkenti yaptıktan sonra, şehir ayrıca Roma'nın doğusunun yönetim merkezi oldu. Romalı nüfusu bu dönemde, Romalı soyluların göçü de dahil olmak üzere önemli boyutta arttı. Bu dönemde; yeni bir mimari yapıyla şehir oldukça genişledi. 100.000 kişilik bir hipodromun (Sultanahmet Meydanı) yanı sıra, limanlar ve su tesisleri yapıldı. Konstantinus'un döneminde şehre Nova Roma dese de; 11 Mayıs 330 da şehrin ismi Konstantinopolis oldu. Döneminde Dünya'nın en büyük katedrali olan Ayasofya'yı 360'ta kuran Konstantin; böylece Roma İmparatorluğu'nun dinini de Hristiyanlık olarak değiştirdi. Pagan Roma dinine inanan batı ile ilk kopuş da bu dönemde başladı. Her ne kadar; Bizans İmparatorluğu I. Theodosius'un ölümü ile başlasa da; Bizans İmparatorluğu Konstantinus Hristiyanlığı getirmesine duyduğu saygıdan kendisini hep bir Bizans İmparatoru olarak gördü; 1453'teki çöküşüne kadar da 10 İmparatorunun daha ismi Konstantinus oldu. Bu dönemde İstanbul'un rolü oldukça stratejikti; Avrupa ve Asya arasında bir kapı oldu. Bu vesile ile, ticaret, kültür ve diplomasinin yapıldığı bir merkezdi. Bu dönemde şehrin ismi "Poli" (şehir) de oldu. 476'da Batı Roma'nın yıkılması sonrasında da; Batı Roma İmparatorluğu'ndaki Romalıların büyük çoğunluğu buraya göç etti ve Bizans İmparatorluğu'nun da başkenti İstanbul oldu. 543'te nüfusun yarısının ölümüne sebebiyet veren veba salgınından sonra; şehir İmparator I. Justinianus döneminde yeniden inşa edildi. 700'lü yıllarda Sasaniler ve Avarların saldırısına uğrayan şehir; 800'lü yıllarda Bulgarlar ve Arapların, 900'lü yıllarda ise Ruslar ve Bulgarların saldırısına uğradı. Ancak; saldırılar arasında en yıkıcı olanı 1204 yılında oldu. Haçlılar tarafından; Dördüncü Haçlı Seferi'nde 1204 yılında ele geçirilen şehir yağmalandı; halkın büyük çoğunluğu şehirden kaçtı; yoksul ve enkaz içinde bir kente dönüştü. Bunun sebebi Batı Roma'da büyüyen Latinlerin; Katolik Hristiyanlık anlayışı ile Bizans'daki Ortodoks Hristiyanlık inanışı arasındaki farklılıklar ve uyumsuzluklardır. Bu dönem sonrasında, 1261 yılında Paleologos Hanedanından; VIII. Mihail şehri tekrar ele geçirmiş ve Latin'lerin dönemini sona erdirdi. Bu dönemden sonra giderek küçülen Bizans; Osmanlı İmparatorluğu tarafından 1391'den sonra kuşatılmaya başlandı; en sonunda 29 Mayıs 1453'te Osmanlı İmparatorluğu'nun himayesine geçti. İstanbul'un fethi, Dünya tarihinde Orta Çağ'ın sonunu simgelemektedir. Bu dönem 1453 - 1923 yılları arasını kapsadı. 29 Mayıs 1453'te; Osmanlı Padişahı II. Mehmed'in 53 gün süren kuşatması sonrasında; İstanbul Osmanlı'nın 4. ve son başkenti oldu. Osmanlı'nın ele geçirmesinden sonra; Topkapı Sarayı ve Kapalıçarşı'nın da kurulması ardından birçok okul ve hamam açıldı. Dünya'nın ve İmparatorluğun dört bir yanından insanların taşındığı şehirde Yahudilerin, Hristiyanların ve Müslümanların beraber yaşadığı kozmopolit bir toplum oluştu. Bizans döneminden kalan, eski binalar ve surlar onarıldı. Fetihten 50 yıl sonra; Dünya'nın en büyük şehirlerinden biri hâline gelen İstanbul'da "Küç
ük Kıyamet" olarak da adlandırılan; 14 Eylül 1509 İstanbul Depremi sonrasında (8 şiddetinde olduğu ileri sürülmektedir); 45 gün süren artçı sarsıntılarla binlerce bina yıkıldı ve birçok insan yaşamını kaybetti. 1510 yılında; Sultan II. Beyazıd; 80.000 kişinin çalışmasıyla şehri yeniden kurdu. Günümüzde de var olan eserlerin büyük çoğunluğu bu dönemden kaldı. Mimar Sinan'ın camileri ve diğer binaları kurduğu I. Süleyman döneminde; mimari ve sanat konularına önem verildi. Lale Devri döneminde; Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa 1718 yılından itibaren; itfaiye'yi kurdu, ilk matbaayı açtı ve fabrikalar kurdu. 3 Kasım 1839'da ilan edilen Tanzimat Fermanı sonrasında da batılaşma süreci hızlandığı dönemde birçok alanda yenilikler yaşandı. Haliç'in üzerine köprü; Karaköy'e tünel, demiryolları, kentin içindeki deniz taşımacılığı, belediye örgütlerinin, hastanelerin kurulmasıyla modern bir şehir hâlini alan İstanbul, 1894 yılında Üçyüzon Depremi ile birlikte tekrar büyük bir zarar gördü. I. Dünya Savaşı'nın sonlarında ise 13 Kasım 1918'de İtilaf Devletleri donanmasınca da işgal edildi. İstanbul'un 2500 yıllık başkentlik dönemi 29 Ekim 1923'te sona erdi. Osmanlı ve Bizans kayıtlarında, 1402'de Yıldırım Bayezid döneminde İstanbul’un alınması amacıyla yapılan kuşatma kaldırılırken, yapılan anlaşma gereği bir Türk (Müslüman) mahallesi kurulması şartına uygun olarak Göynük ve Taraklı’dan 760 hane Manav Sirkeci'ye yerleştirildi. Cumhuriyet sonrası 1923-1950 yılları arasında fiziksel atılımlar oldu. 1900'lerin başında 1 milyon olan nüfus, 1927'de 690.000'e düştü, 1935'te 740.000 ve 1945'te tekrar 900.000'e ulaştı. 1950'lerde Balkanlar'dan göç alan şehirde, bu dönemde şehirleşmede gecekondular ön plana çıkmaktadır. 1960'larda ise gecekonduların yanında, apartmanlaşma başladı. 1970'lerde ise hızlı nüfus artışı ile konut ve ulaşım sorunları önem kazandı. Bu dönemde otomobil sayısının artması ve sonucunda trafiğin artması Boğaziçi Köprüsü'nün yapılmasında etkili oldu ve ulaşımda önemli bir noktaya varıldı. İstanbul metropoliten alanı 1970-1975 yılları arasında merkezde 50 kilometre yarıçaplı iken 1980'de 60 kilometre yarıçapa ulaştı. 1990'ların nüfus artışı, nüfusun dış taraflara yayılması ile sonuçlandı ve sonucunda İETT'nin yetersiz gelmesi ile dolmuş ve minibüsler bu açığı kapatmaya çalıştılar. 70’li yıllarda eski hızı ile olmasa da imar faaliyetleri canlanan şehirde 1973 yılında Boğaziçi Köprüsü açıldı. İstanbul, 1984 yılında çıkarılan 2972 sayılı kanun ve 195 sayılı kanun hükmünde kararname sonucu Ankara ve İzmir ile birlikte büyükşehir unvanı kazandı. Aynı yıl çıkarılan 3030 sayılı kanun ile büyükşehir ve ilçe belediyeleri statüleri netleşti. 2004 yılında çıkarılan 5216 sayılı kanun ile büyükşehir belediyesinin sınırları il mülki sınırları oldu. Kent, çok kez el değiştirip, yıprandığından kentte, Roma İmparatorluğu Dönemine ait fazla yapı kalmadı.Kalanlar içinde en önemlileri: 330 yılında İmparator I. Konstantin onuruna kentin yedi tepesinden birine dikilen anıt. Sütun her biri 3 ton ağırlığında ve 3 metre çapında olan bileziklerle birbirine bağlanmış toplam 8 adet sütun ve bir kaidenin üst üste konulmasıyla oluşturuldu. Bu dönemden günümüze kalan bir başka yapı da Bozdoğan Kemeri'dir. Kentin su rezerv sisteminin inşası İmparator Hadrianus döneminde başladı. I. Konstantin zamanında kentin yeniden yapılanması ve büyümesiyle birlikte hızla artan nüfusun ihtiyacını karşılamak için sistemin daha da genişletilmesine gerek duyuldu. Kemer, suyunu Kâğıthane ile Marmara Denizi arasında kalan tepelerin yamaçlarından alan ve Trakya'nın tepelik bölgelerinden kente kadar uzanarak kentin su gereksinimini karşılayan geniş kemerler ve kanallar sisteminin son noktasında yer aldı. O zamanlar kente gelen bu su, toplam kapasitesi 1 milyon metreküpten fazla olan üç açık ve Yerebatan Sarnıcı gibi yüzden fazla yeraltı sarnıcında depolandı. Bugün Sultanahmet Meydanı olarak bilinen Hipodrom Meydanı ise Circus Maximus tarafından inşa edildi. Bizans İmparatorluğu, kentte bin yıl kadar hüküm sürdü ve burayı başkent olarak kullandı. Bu özelliğinden dolayı İstanbul'da çok sayıda Doğu Roma yapısı vardır. Bunların en önemlileri Eminönü'nde toplanmıştır. Bu yapılar içinde en önemlisi, kilise olarak açılan Ayasofya Müzesi'dir. Ayasofya Bizans İmparatoru I. Justinianus tarafından 532-537 yılları arasında inşa ettirilmiş bazilika planlı bir patrik katedrali olup, 1453 yılında İstanbul'un Türkler tarafından fethedilmesiyle II. Mehmed tarafından camiye dönüştürüldü ve günümüzde müze olarak hizmet verir. Ayasofya'dan sonra yapılan önemli yapılardan biri Fethiye Camii'di. Kilise olarak, 13. yüzyıl sonlarında Bizans'ın ileri gelenlerinden Mihail Glabas Tarkaniotes tarafından inşa ettirildi. İstanbul'un Fethi'nden sonra 1454 yılında patrikhane olarak kullanıldı, 1590 yılında İran savaşlarında Gürcistan ve Azerbaycan'ın fethedilmesiyle, fethin hatırası olarak camiye dönüştürüldü. Gene önemli yapılardan Kariye Müzesi, manastır olarak 534 yılında Bizans İmparatoru I. Justinianus döneminde Aziz Theodius tarafından yapıldı. 11. yüzyılda I. Aleksios'un kayınvalidesi Maria Doukaina tarafından yeniden inşa ettirildi. 1204-1261 yıllarındaki Latin İmparatorluğu döneminde harap olan manastır, Theodoros Metokhites tarafından 14. yüzyılda onarıldı. Dış narteks ve parekklesion bu dönemde yapıya eklendi. İmparatorluk devri boyunca sayısız eser yapılmıştır. Saray tipi 19. asırda Batı'dan gelerek girmiştir. Bir asır yaşayan ve son yarım asrını mimarbaşı olarak geçiren Sinan şu eserleri yapmıştır. 81 cami, 50 mescid, 55 medrese,19 türbe, 14 imaret, 3 hastahane, 7 su bendi (baraj), 8 köprü, 16 kervansaray, 33 saray, 32 hamam, 6 mahzen, 7 d'arulkurrâ. Bu 441 eser bütün imparatorluğa dağılmıştır. 1839 yılında Tanzimat Fermanı'nın ilanı ile Avrupalılaşma yolunda önemli adımlar atılmıştır. Osmanlı, 18. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa tarzını benimsemiş ve bunu mimariye ve sanata yansıtmıştır. Avrupa'da yaygınlaşan barok stili İstanbul'da da birçok eserin yapımında uygunlanmıştır. Barok ve rokoko tarzında yapılan Dolmabahçe Sarayı, Beylerbeyi Sarayı ve Ortaköy Camii dünyada bu tür için önemli bir yer teşkil eder. İstanbul 41° K, 29° D koordinatlarında yer alır. Batıda Çatalca Yarımadası, doğuda Kocaeli Yarımadası'ndan oluşur. Kuzeyde Karadeniz, güneyde Marmara Denizi ve ortada İstanbul Boğazı'ndan oluşan kent, kuzeybatıda Tekirdağ'a bağlı Saray, batıda Tekirdağ'a bağlı Çerkezköy, Çorlu, güneybatıda Tekirdağ'a bağlı Marmara Ereğlisi, kuzeydoğuda Kocaeli'ne bağlı Kandıra, doğuda Kocaeli'ne bağlı Körfez, güneydoğuda Kocaeli'ne bağlı Gebze ilçeleri ile komşudur. İstanbul'u oluşturan yarımadalardan Çatalca Avrupa, Kocaeli ise Asya anakaralarındadır. Kentin ortasındaki İstanbul Boğazı ise bu iki kıtayı birleştirir. Boğazdaki Fatih Sultan Mehmet , 15 Temmuz Şehitler ve Yavuz Sultan Selim Köprüleri kentin iki yakasını birbirine bağlar. İstanbul Boğazı boyunca ve Haliç'i çevreleyecek şekilde Türkiye'nin kuzeybatısında kurulmuştur. İstanbul'un kurulu olduğu Çatalca ve Kocaeli yarımadaları aşınmış birer platodur. Bu platoların ortasından kabaca kuzeydoğu-güneybatı doğrultusunda İstanbul Boğazı geçer. İstanbul Boğazı'nın oluşumu ile ilgili bilimsel olarak kesin kabul görmüş bir açıklama yoksa da, açıklamalar içinde en yaygın olanı; jeolojik açıdan İstanbul Boğazı'nın deniz suları ile dolmuş bir fay çöküntüsü olduğudur. Buna göre, MÖ 20.000 ilâ 18.000 yılları arasında, Buzul Çağı sonlanmış ve dünyanın büyük bölümünü kaplayan buz kütlelerinin erimeye başlamıştır. Binyıllarca süren bir erime sürecinin sonucunda, MÖ 8.000 ilâ 7.000'lerde Akdeniz'in suları ilk hâlinden yaklaşık 150 metre daha yukarı çıkmıştır. Deniz seviyesindeki bu büyük ölçekli artış nedeniyle Akdeniz'in suları Marmara'yı basmış; Marmara Denizi'nin suları da devam eden yükselmeler sonucunda Karadeniz ile birleşmiştir. Boğaz'ın derinliğinin kuzeyden güneye azalma göstermesi, geçmişte kuzeydeki bu yükseltilerin Marmara'nın sularına karşı bir set görevi gördüğü ve bunların deniz seviyesindeki yükselmeyle aşıldığı savını güçlendirmektedir. İstanbul genelinde kayda değer yükseltilere de rastlanmaz. Şehirdeki en yüksek üç nokta sırasıyla 537 metrelik Aydos Tepesi, 438 metrelik Kayış Dağı, 442 metrelik Alemdağ'dır. Şehrin topraklarının %74'ünü platolar, %9,5'ini ovalar, %16,1'ini ise alçak dağ ve tepeler kaplamaktadır. Şehrin en önemli gölleri olan Büyükçekmece, Küçükçekmece ve Durusu gölleri birer lagündür. İstanbul Boğazı'ndaki Haliç, Tarabya ve İstinye koyları ise şehirde ria tipi kıyının en iyi örnekleridir. İstanbul kıyıları son biçimini 10.000 yıl önce gerçekleşen su yükselimleriyle almıştır. Şehirde, Marmara Denizi ve Boğaz'da irili ufaklı 11 adanın yanı sıra, Karadeniz'de ufak kayalıklar ve Haliç'de Bahariye Adaları yer alır. İstanbul'un coğrafi özellikleri ve toprak koşulları orman oluşumlarına olanak verir niteliktedir. Ancak şehir içinde ormanların ve ormanlarda görülen ağaç türlerinin dağılımı düzensizdir. Karadeniz'e yakın kuzey kesimlerde ve tepelerin kuzeye bakan yamaçlarında humuslu toprakların varlığı nedeniyle buralarda nemcil ormanlar gelişmiştir. Güney bölgelerde ve güneye bakan yamaçlarda ise kuraklığa dayanıklı ormanlar görülür. İstanbul'un en önemli ormanları Belgrad Ormanı, Aydos Ormanı ve Kayışdağı Ormanı'dır. İstanbul'daki orman arazilerinin yüzölçümü 240.960 hektar ağaçlıklı; 294.299 hektar da açıklık olmak üzere toplam 535.259 hektardır. Genel olarak İstanbul'un her iki yakasında da görülen ağaç ve çalı türleri arasında adi gürgen, adi kızılağaç, adi fındık, doğu kayını, mor çiçekli ormangülü, akçaağaç, muşmula ve ıstranca meşesi sayılabilir. Doğal ormanların bozulduğu ya da tahrip edildiği bölgelerde psödomaki oluşumları gözlenir. Kuzeyde, Karadeniz yakınlarında görülen psödomakiler, bölgenin toprak yapısı ve iklim özellikleri nedeniyle olağandan çok daha boylu ve gürdür. Son yarım yüzyılda şehirdeki orman varlığı nüfus artışıyla paralel olarak gerilemiştir. Boğaz'a yapılan köprüler nedeniyle şehrin
öngörülen doğu-batı doğrultusundaki genişlemesi kuzeye kaymış; bu nedenle orman arazileri yeni yerleşim bölgeleri oluşturmak adına tahrip olmuştur. Yapılması planlanan üçüncü boğaz köprüsü çevreci gruplar tarafından şehirdeki orman varlığına zarar vereceği gerekçesiyle eleştirilmektedir. Kent büyüdükçe merkezden gitgide uzaklaşan ormanlardan geriye bugün kent koruları kalmıştır. Etrafı çevirilmek suretiyle koruma altına alınan bu yeşil alanların pek çoğu günümüzde kamuya ait olup halka açık rekreasyon alanı olarak hizmet vermektedir. Özellikle Boğaziçi sırtlarında yoğunlaşan kent koruları İstanbulluların en uğrak mekânlarındandır. Avrupa Yakası'nda Yıldız, Naile Sultan, Naciye Sultan, Prens Sabahattin, Emirgân ve Ayazağa koruları; Anadolu Yakası'nda Beykoz, Mihrabad, Küçükçamlıca ve Validebağ koruları İstanbul'da en bilinen korulardır. İstanbul'a, yakın yerde bulunan Kuzey Anadolu Fay Hattı, Kuzey Anadolu'dan başlayarak Marmara Denizi'ne kadar uzanır. İki tektonik plaka olan Avrasya ve Afrika birbirlerini iterler ve buda fayın hareket etmesine sebep olur. Bu fay hattı nedeniyle bölgede tarih boyunca çok şiddetli depremler meydana gelmiştir. 1509 yılında meydana gelen Büyük İstanbul Depremi bunun en büyük örneğidir. Bu deprem İstanbul'da, 100 caminin yıkılmasına ve 10 bin insanın hayatını kaybetmesine neden olmuştur. 1766 yılındaki depremde ise, Topkapı Sarayı, Ayasofya, Eyüp Sultan Camii ve Kapalıçarşı gibi yapılar büyük hasar aldı. 1999 Gölcük depreminde de 18 bin insan ölmüş ve birçok insanda evsiz kalmıştır. Sismolojistler, 2025 yılından önce 7 büyüklüğünde bir depreminde olabileceğini belirtmektedirler. İstanbul'un iklimi, Türkiye'de Karadeniz iklimi ile Akdeniz iklimi arasında geçiş özelliği gösteren bir iklimdir, dolayısıyla İstanbul'un iklimi ılımandır. İstanbul'un yazları sıcak ve nemli; kışları soğuk, yağışlı ve bazen karlıdır. Nem yüzünden, hava sıcak olduğundan daha sıcak; soğuk olduğundan daha soğuk hissedilebilir. Kış aylarındaki ortalama sıcaklık 2 °C ile 9 °C civarındadır ve genelde yağmur ve karla karışık yağmur görülür. Kar da yağar. Kış aylarında bir iki hafta kar yağabilir. Yaz aylarındaki ortalama sıcaklık 18 °C ile 28 °C civarındadır ve genelde yağmur ve sel görülür. En sıcak aylar Temmuz ve Ağustos aylarıdır ve ortalama sıcaklık 23 °C dir, en soğuk aylar da Ocak ve Şubat aylarıdır ve ortalama sıcaklık 5 °C'dir. İstanbul'da yılın ortalama sıcaklığı 13,7 derecedir. Toplam yıllık yağış 843,9 mm'dir ve tüm yıl boyunca görülür. Yağışların %38'i kış %18'i ilkbahar, %13'ü yaz, %31'i sonbahar mevsimindedir. Yaz en kuru mevsimdir, ama Akdeniz iklimlerinin aksine kurak mevsim yoktur. İstanbul 1994 yılına kadar susuzluk çekmiştir fakat alınan önlemlerle herhangi bir su sıkıntısı kalmamıştır. Bunlardan biri Melen projesidir. Şu ana kadar en yüksek hava sıcaklığı; 12 Temmuz 2000'de 40.5 °C olarak kaydedilmiştir. En düşük hava sıcaklığı ise; 9 Şubat 1929'da -16.1 °C olarak kaydedilmiştir. Şehir oldukça rüzgârlıdır; rüzgârın ortalama hızı saatte 17 km dir. İstanbul'un yüksek nüfusu ve ileri sanayi sektörü çevresel konularda pek çok sıkıntıyı da beraberinde getirmektedir. Hava, su ve toprak kirliliği gibi ana sorunların yanı sıra, çarpık kentleşme ve denetimsizlikten kaynaklanan görüntü ve gürültü kirliği gibi ikincil sorunlar da göze çarpmaktadır. İl genelinde bu sorunlarla birlikte hafriyat, atık yağ, kömür, kimyevî madde ve tıbbî atık denetimleri de İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı Çevre Koruma Müdürlüğü tarafından yürütülmektedir. İstanbul'da bugüne dek birkaç çevre faciası yaşanmıştır. 1966, 1979, 1982, 1994, 1999 ve 2004 yıllarında İstanbul Boğazı'nda gelen tanker kazalarında on binlerce ton akaryakıt Boğaz sularına karışmıştır. 1979 yılından bu yana İstanbul Boğazı'nda kaza ya da arıza sonucu sulara gömülen 28 geminin 11'i akaryakıt taşıyan tankerlerdir. Deniz tabanındaki bu batıkların kimilerinden hâlâ akaryakıt sızması olduğu ve bunların Boğaz suyuna karıştığı sanılmaktadır. İstanbul Teknik Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümü'nün yaptığı araştırmaya göre Boğaz'da insan sağlığı açısından denize girmeye elverişli nokta bulunmazken, Marmara Denizi ve Karadeniz kıyılarında halka açık plajlar bulunmaktadır. Cumhuriyet döneminin ilk elli yılında hızla fabrikalarla dolan Haliç kıyılarıysa yakın geçmişte büyük çabalarla temizlenmiş kent içine yaydığı kötü kokudan kurtarılmıştır. İstanbul'da hava kirliliği ise doğalgazın il genelinde yaygınlaştırılmasıyla büyük ölçüde azalma göstermekle birlikte hâlen büyük bir sorundur. İstanbul'da doğalgaz abonesi sayısı 2008 yılında 3.5 milyona yaklaşırken; bunun sonucu olarak 1997 yılında 88 mcg/m olan kükürdioksit miktarı, 2007-2008 yıllarında 13-14mcg/ma kadar düşmüştür. 2004 yılı verilerine göre çevreyi deniz, gürültü ve hava kategorilerinde, Türkiye'de çevreyi en fazla kirleten il İstanbul'dur. İstanbul, iklimsel ve coğrafi bakımından sahip olduğu özel konum sayesinde zengin bir doğal yaşam geliştirmiştir. İstanbul genelinde 2.500 bitki türü yaşadığı saptanmıştır. Bu sayı Türkiye genelinde rastlanan türlerin 1/4'ine denk gelmektedir. İstanbul'daki bitki türlerinin 200 kadarı çiçekli bitkiler sınıfına dâhil olup bunlardan yaklaşık 40'ı endemik türlerdir. İstanbul'un endemik bitki türleri doğal alanların kentleşmesi, ormansızlaştırma, yanlış ağaçlandırma, hava-su-toprak kirliliği, bilinçsizlik ve yasadışı alım-satım gibi nedenlerle büyük tehlike altındadır. İstanbul'da yetişen 270 bitki türü ise Türkiye'nin "Tehlike Altındaki Nadir ve Endemik Bitkiler Listesi" bünyesinde koruma altına alınmıştır. İstanbul'un tehlike altında olan ender endemik bitkileri arasında İstanbul çiğdemi, "(Crocus olivieri)" İstanbul kardeleni, "(Galanthus plicatus)" Çatalca peygamber çiçeği,"(Centaurea hermannii)" Kilyos peygamber çiçeği,"(Centaurea kilaea)" Pendik sarıotu "(Buplerum pendikum)" ve Boğaziçi keteni "(Linum tauricum)" sayılabilir. İstanbul'un ağaç ve çalı türleri arasında en yaygın görülenlerse adi gürgen, adi kızılağaç, adi fındık, doğu kayını, mor çiçekli ormangülü, akçaağaç, muşmula ve Istranca meşesidir. Çok zengin bir bitki topluluğuna sahip olan İstanbul yöresinde şimşir, meşe, çınar, kayın, gürgen, akçaağaç, kestane, çam, ladin ve servi gibi 2500 kadar bitki türü yetişir. Bu bitkilerden bir kısımı bu yöreye endemiktir. Genellikle ormanları oluşturan ağaçlar, İstanbul'un kuzeydoğusu, Alemdağ'ın kuzeyi ve Polenezköy çevresinde görülen kayın, kestane ve saplı meşedir. Bitki örtüsüne iklimin etkisinin yanında toprağında etkisi vardır. Kayın ağaç topluluğun bulunduğu alanları kireçsiz kahverengi orman toprakları kaplarken, meşe ve kestane topluluğunda bu topraklar kireçsizdir. Yaklaşık 2500 civarında doğal bitki türüne sahip olan İstanbul, bu özelliği ile İngiltere gibi Avrupa ülkelerini tek başına geride bırakabilir durumdadır. Bu aynı zamanda Türkiye'de doğal olarak yetişen on binden fazla bitkinin, yaklaşık 1/4’ünü İstanbul’da barınması demektir; ve bu bitkilerden bazıları endemiktir, yani tüm dünya üzerinde sadece İstanbul’da yaşamaktadır. İstanbul çiğdemi "(Crocus olivieri subsp. istanbulensis)" bu endemik bitkilere örnektir. İstanbul, sahip olduğu yeşil alanlar ve su havzaları nedeniyle önemli bir yaban hayvan nüfusu barındırmaktadır. Karadeniz ve Ege gibi iki zengin ekosistemi birbirine bağlayan İstanbul Boğazı, göçücü pelajik balıklar için en önemli rotalardan biridir. 70'li yıllara değin İstanbul'u çevreleyen denizlerde 76'ın üzerinde balık türüne rastlanırken, bugün bu sayı 20'li sayılara kadar gerilemiştir. Yakın tarihli kayıtlara bakıldığında İstanbul'da Boğaz, Adalar ve Anadolu Yakası kıyılarında foklara sıkça rastlandığı görülmektedir. Ancak bugün bu canlılar İstanbul direyinden bütünüyle silinmiş durumdadır. İstanbul açıklarında ve bazen Boğaz'da rastlanan tek deniz memelisi yunuslardır. Kuşlar için de önemli bir göç rotası üzerinde bulunan İstanbul'da, Büyükçekmece ve Küçükçekmece gölleri, çevreleri büyük oranda kentleşmiş olamasına karşın, hâlen kuşlar için önemli birer durak konumundadır. İstanbul'a uğrayan göçücü kuşlar arasında, leylek, alaca balıkçıl, ak pelikan, aynak, boz kaz, atmaca, delice doğan ve Mısır akbabası sayılabilir. İstanbul'un yerli kuşları içinde en yaygın olanlarsa güvercinler, martılar, kargalar, serçeler ve kanaryalardır. Bunun dışında İstanbul'un özellikle ormanlık kesimlerinde pek çok memeli türü de yaşar. Bunlar arasında yırtıcılara da rastlanır. Başlıca yırtıcılar: çakal, tilki, sansar, gelincik gibi etoburlardır. Diğer yabani hayvan türleri arasında porsuk, ağaç sansarı, kokarca, bayağı yaban domuzu, kirpi, kızıl sincap ve tavşan sayılabilir. Özellikle Ada tavşanı İstanbul'a özgü yabani hayvanlardandır. Belgrad Ormanı ve Çatalca'daki merkezlerdeyse geyik ve karacalar için koruma alanları oluşturulmuştur. Ayrıca kent içinde yaygın olarak başıboş sokak kedileri ve köpekleriyle karşılaşılabilir. İstanbul'da, kızıl geyik, karaca, alageyik, bayağı yaban domuzu, yaban kedisi, çakal ve tilki gibi bulunan memeli hayvanlar bulunabilir. Bununla beraber önemli bir kuş göç yolu üzerinde yer alan İstanbul'da her ilkbahar ve sonbaharda leylek, kartal, şahin ve atmaca gibi çeşitli kuş türleri gözlemlenebilir. İstanbul'da en yaygın bulunan kuşlar ise serçe, güvercin, kumru, karga ve artık kentin bir simgesi hâline gelen martıdır. İstanbul'da su kaynaklarının, şehirlerin kurulu olduğu kıyı kesimlerine uzaklığı, tarih boyunca yönetimler için sıkıntı olmuştur. İstanbul'da özellikle Avrupa Yakası'nda kurulan ilk kent olan Byzantion'da da, su kaynaklarının kente uzaklığı büyük sorundu. Bu nedenle kente içilebilir su sağlamak için çeşitli yollara başvurulurdu. Kentin suyu Osmanlı döneminde de başka kaynak bulunmadığı için dışarıdan getirilirdi. İstanbul kent merkezinde ve dışında sıkça karşılaşılan sarnıç ve su kemerleri kentin o dönemdeki su kültürünün en önemli göstergeleridir. Osmanlı döneminde bent adı verilen küçük barajlarla tatlı su göletleri oluşturulurken, günümüzde gelişen teknolojinin yardımıyla il genelinde büy
ük baraj gölleri oluşturulabilmektedir. Günümüzde İstanbul'da hizmet veren 9 adet baraj bulunmaktadır. Bunlar içinde en büyükleri, Ömerli, Terkos, Büyükçekmece, Darlık ve Sazlıdere barajlarıdır. İstanbul'da akarsu bazında kayda değer bir su kaynağı bulunmamaktadır. İstanbul'un akarsuları içinde başlıcaları Riva, Kâğıthane, Alibey, Göksu, Kurbağalı ve Ayamama dereleridir. İstanbul derelerinin büyük çoğunluğu sularını Küçükçekmece ve Büyükçekmece gölleriyle Haliç'e boşaltırlar. İstanbul derelerinin büyük bir bölümü ıslah edilerek yer altına alınmış olup, kimileri kanalizasyon aktarımında kullanılmaktadırlar. Beşiktaş, Ortaköy, Sarıyer, Bayrampaşa ve Mecidiyeköy (Büyükdere) dereleri yeraltına alınan İstanbul derelerindendir. Düzensiz ve kayıt dışı yapılaşmanın yanı sıra, dere yataklarının gereğinden fazla küçültülerek ıslah edilmesi nedeniyle İstanbul'da sık sık su taşkınları olmakta, can ve mal kaybı yaşanmaktadır. İstanbul'un toplam 39 ilçesi vardır. Bu ilçelerin 25'i Avrupa Yakası'nda, 14'ü ise Anadolu Yakası'ndadır. İstanbul'un ilçeleri üç ana bölgeye ayrılmaktadır: İstanbul'un tarihi semtlerinden batıya ve kuzeye gidildikçe büyük bir farklılaşma görülür. En yüksek gökdelenler ve ofis binaları Avrupa Yakası'da özellikle Levent, Mecidiyeköy ve Maslak'ta toplanırken, Anadolu Yakası'nda ise Kadıköy ilçesindeki Kozyatağı mahallesi dikkat çeker. 20. yüzyılda şehrin hızla büyümesi, doğudan batıya büyük bir göçün başlamasına neden olmuştur. Böylece şehirdeki gecekondulaşma büyük bir hız kazanmıştır. Kaçak olarak hazine veya özel arazilere yapılan bu binalar, kısa sürede ve düşük kalitede yapılır. Türkiye'nin en büyük şehirleri arasında bulunan Ankara ve İzmir'de bu yapılar yaygındır. Gecekondular, çarpık kentleşmeye büyük ölçüde neden olmaktadır. İstanbul'un, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde, 6 Mart 2008 tarihinde kabul edilen ve 22 Mart 2008 tarihli Resmî Gazete'de yayımlanan 5747 sayılı yasa uyarınca 39 ilçesi vardır. Bunlardan 25'i Avrupa Yakası'nda; 14'ü ise Anadolu Yakası'nda bulunur. İlçe belediyeleri bünyesinde toplam 782 mahalle, 152 köy vardır. Tüm ilçeler, 22 Temmuz 2004 tarihinde Resmî Gazete'de yayınlanan yasayla İstanbul Büyükşehir Belediyesi hizmet alanı içine dâhil edilmiştir. Yapılan düzenlemeyle il sınırları içindeki tüm belde belediyeleri de feshedilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nda İstanbul Vilayeti'nde idari bölünme oldukça karmaşık ve düzensizdi. Kimi önemli şehirler sınırları içinde olduğu eyalete değil, doğrudan başkent İstanbul'a bağlı olurlardı. İstanbul Vilayeti ise Kandıra, Adapazarı, İznik, Mudanya, Gemlik, Yalova, Orhaneli, Bandırma, Çorlu ve Kıyıköy gibi yerleri de kapsamaktaydı. Yüzyıllar boyunca bu sistemle yönetilen İstanbul'da merkezî yönetimin bölünmesi için ilk girişim 1839 yılında yayınlanan Gülhane Hatt-ı Hümayunu'ndan sonra oldu. Bu dönemde ilk kez Fransa idari bölünme sistemi örnek alınarak İstanbul'da reformlar yapıldı. Şehrin belediyeler bazında idari bölünmesi, imparatorluk yıkılana dek pek çok kez değişikliğe uğradı. Vilayet dönem dönem günümüzde ilçe belediyeleri olarak adlandırılabilecek "daire"lere ayrıldı. Bu dairelerin sayısı ve sınırları, ekonomik nedenlerle zaman zaman kapatılmak ya da yeni oluşturulmak suretiyle değişti. Cumhuriyet dönemindeyse, yapılan ilk düzenlemelerde Anadolu Yakası'nda Üsküdar adında yeni bir il oluşturularak, İstanbul günümüz Avrupa Yakası topraklarıyla sınırlandırıldı. Daha sonra Üsküdar ve kendisine bağlı birimler İstanbul'a katıldı. 1950'lere gelindiğinde İstanbul'un iki yakada toplam 16 ilçesi vardı. Bunlardan merkeze bağlı olarak yönetilenler: Eminönü, Fatih, Bakırköy, Beyoğlu, Beşiktaş, Sarıyer, Beykoz, Üsküdar, Kadıköy ve Adalar; il belediye sınırı dışında kalanlarsa Çatalca, Silivri, Şile, Kartal ve Yalova'ydı. Bu düzen, 1980 yılına dek fazla değişiklik göstermeden sürdü. Bu tarihten sonra 3030 sayılı yasayla İstanbul'da yeni ilçeler oluşturulmaya başlandı. 1990'a gelindiğinde İstanbul'un 25 ilçesi bulunuyordu. Yıllar içinde yeni ilçeler oluşturulmaya devam ederken, hızla gelişen ve İstanbul'la kara sınırı bulunmayan Yalova, merkeze uzaklığının sorun olması nedeniyle 1995 yılında Kocaeli ve Bursa illerinden de toprak alınarak ayrı bir il hâline getirildi. İstanbul'un ilçe sayısı 2008 yılında 32'ydi. Nüfusu 13 milyona yaklaşan İstanbul'da var olan ilçeleri bölerek yeni belediyeler oluşturma fikri yeniden ortaya atıldı. Bunun sonucunda, Büyükşehir Belediyesi sınırları içinde yeni ilçeler oluşturmak için hazırlanan 5747 sayılı yasayla, 2008 yılında İstanbul'un Anadolu Yakasında 3, Avrupa Yakası'ndaysa 5 olmak üzere toplam 8 yeni ilçe kurulurken, Eminönü ilçesi feshedilerek Fatih'e katıldı. İstanbul'da kurulan son ilçeler: Arnavutköy, Ataşehir, Başakşehir, Beylikdüzü, Çekmeköy, Esenyurt, Sancaktepe ve Sultangazi'dir. İstanbul'un şehir yapısı ve şekli sürekli değişmektedir. Yunan, Roma ve Bizans dönemleri boyunca Konstantinopolis'in tarihi yarımadasında, Galata'da (Pera, sonraki adıyla Beyoğlu), Chalcedon (Kadıköy) ve Hrisopolis'te (Üsküdar) önemli derecede yenilenme ve büyümeler yaşanmıştır. Antik zamanlarda şu anki İstanbul'un tüm ilçeleri birer bağımsız şehirdiler. Bugün İstanbul, eski Konstantinopolis'in metropol hâli olarak kabul edilebilir. Çünkü şehir o dönemlerden beri genişletilmekte ve yenilenmektedir. Son yıllarda inşa edilen çok yüksek yapılar, nüfusun hızlı büyümesi göz önüne alınarak yapılmışlardır. Şehrin hızla genişlemesinden dolayı konutlaşma, genellikle şehir dışına doğru ilerlemektedir. Şehrin sahip olduğu en yüksek çok katlı ofis ve konutlar, Avrupa Yakası'nda bulunan Levent, Mecidiyeköy ve Maslak semtlerinde toplanmıştır. Levent ve Etiler'de çok sayıda alışveriş merkezi toplanmıştır. Türkiye'nin en büyük şirket ve bankalarının önemli bir kısmı bu bölgede bulunmaktadır. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, özellikle Anadolu Yakası'nda denize yakın yazlık konutların ve lüks köşklerin yapımına hız verilmiştir. Kadıköy ilçesindeki Bağdat Caddesi genişliği ve uzunluğuyla birçok alışveriş merkezi ve restoranı barındırmaktadır. Bu gelişmelerde bölgenin gelişimine olumlu katkıda bulunmuştur. Yaka da, son yıllarda gerçekleşen nüfus büyümesinin en büyük faktörü Anadolu'dan gelen göçtür. Günümüzde, İstanbul halkının %66'sı Avrupa Yakası'nda yaşamaktadır. İstanbul'un 2004-2017 yılları arasındaki Belediye başkanı, Kadir Topbaş idi. Şehrin valisi ise Vasip Şahin'dir. İstanbul, partili sistem ile başa gelen başkanlar tarafından yönetilir. Bu yönetim şekli 3 Nisan 1930'da İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin kurulmasından beri devam etmektedir. Belediye şehrin tüm karar yetkisini elinde bulundurmaktadır. Şehrin yönetimi 3 ana organda toplanmıştır. 1. Belediye Başkanı (her 5 yılda bir seçilir.), 2. Büyükşehir Konseyi, 3. Büyükşehir yönetim kurulu. Bugünkü İstanbul Büyükşehir Belediye Binası Fatih ilçesinin Saraçhane adıyla bilinen bölgesinde bulunmaktadır. Bina, 17 Aralık 1953 yılında tamamlanmış, 26 Mayıs 1960 tarihinde belediye binası olarak hizmet vermeye başlamıştır. Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) hazırlamış olduğu 2013 yılı Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) sonuçlarına göre İstanbul'un (İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve bağlı belediyelerin sınırları içindeki nüfus) toplam nüfusu 14.160.467 kişidir. İstanbul'un 14'ü Anadolu Yakasında, 25'i Avrupa Yakasında olmak üzere toplam 39 ilçesi vardır. İstanbul'un 39 ilçesi nüfus sayısı bakımından 2017 yılı verilerine göre incelendiğinde en yüksek nüfusa sahip ilçesi Esenyurt (846.492), en az nüfusa sahip ilçesi de Adalar (14.907) olmuştur. İstanbul'da yaşayanların % 64,72'i (9.726.373) Avrupa Yakası; % 35,28'u da (5.302.858) Anadolu Yakası'nda ikamet eder. İstanbul Nüfuslarına göre en kalabalık şehirler listesi'nde dünyanın en kalabalık 5. şehiridir. İstanbul'da ikamet edenlerin yalnızca yüzde 15,38'inin nüfusu İstanbul'a kayıtlıdır. İkamet edenlerin nüfusa kayıtlı oldukları illlere göre yapılan sıralamada Sivas 736.542 (%5,20), Kastamonu 548.546 (%3,87), Ordu 499.782 (%3,52), Giresun 487.115 (%3,43), Tokat 455.817 (%3,21), Samsun 417.120 (%2,94), Trabzon 395.474 (%2.79), Malatya 392.435 (%2,77), Erzurum 382.519 (%2,70), Sinop 366.681 (%2,58) ve Erzincan 302.511 (%2,13) kişi ile en üst sıralardadır. İstanbul'un nüfusu tarih boyunca tahmini olarak (1927-2015 sayımlarının, 1927 öncesi tahmini rakamlarıdır) şöyledir: İstanbul İl Nüfusu: 15.029.231 (2017 sonu). İlin yüzölçümü 5.461 km'dir. İlde km'ye 2752 kişi düşmektedir. (Yoğunluğun en fazla olduğu ilçe: 42.424 kişi ile Güngören’dir) İlde yıllık nüfus artış oranı %1,52 olmuştur. 2017 yılında TÜİK verilerine göre 39 İlçe ve belediye, bu belediyelerde toplam 960 mahalle bulunmaktadır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Başakşehir (% 7,28)- Beşiktaş (-% 2,06) İstanbul dünyadaki çoğu metropol gibi birçok insan topluluğu tarafından şekillendirilmiştir. Şehirdeki en büyük mensubu bulunan din İslam'dır. Dini azınlıkları ise Yunan Ortodoks Kilisesi, Ermeni Apostolik Kilisesi ve Sefarad ve Aşkenaz Yahudiler oluşturmaktadır. 2000 yılı nüfus sayımına göre; 2.691 faal cami, 123 faal kilise, 26 faal sinagog mevcuttur. Ayrıca 109 Müslüman mezarlığı, 57'de gayrimüslim mezarlığı bulunmaktadır. Sayıları çok azalmadan önce, belirli ilçelerde bu dini azınlıklar yaşamaktaydı. Örneğin Kumkapı'da Ermeni nüfusu, Balat'da Yahudi nüfusu ve Fener'de ise Rum nüfusu vardı. Rum Ortodoks Patrikhanesi Fatih'in Fener semtinde bulunmaktadır. Bu patrikhane Hristiyanlık dininin önemli bir kesimini oluşturan Ortodoks mezhebinin merkezidir. Şehrin en büyük dini grubunu Müslümanlar oluşturmaktadır. Bunların yanı sıra, Müslümanların en kalabalık mezhep formunu Sünniler, bu mezhebi takibende Aleviler nüfusça fazladır. 2007 yılındaki sayıma göre şehirdeki toplam cami sayısı 2.994'tür. İstanbul, İslam Hilafeti'nin son merkezi olmuştur. 1517 yılında Yavuz Sultan Selim ile başlayan halifelik, 3 Mart 1924 yılında Abdülmecid ile sona ermiştir. 2 Eylül 1925 yılında da tekkeler kapatılmış, tarikat yasaklanmıştır. Böylelikle ülkede laik s
istem başlamış ve bu değişimden en çok etkilenen il İstanbul olmuştur. Halifeliğin kaldırılmasının hemen ardından Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu döneminde var olan en yüksek yetkiye sahip Şeyhülislamlar da yerini Diyanet İşleri Başkanına bırakmıştır. Şehir 4. yüzyıldan beri Rum Ortodoks Patrikhanesi'nin merkezi olmuş ve diğer Ortodoks kiliselerinde merkezi olarak hizmet vermeye devam etmektedir. Aynı zamanda şehir, Türk Ortodoks Patrikhanesi ve İstanbul Ermeni Patrikhanesi'ninde merkezidir. Eski yıllarda Bulgar Piskopsluğu ön planda iken bu zamanla yerini Ortodoks Kiliselerine bırakmıştır. İstanbul'da yaşayan özellikle Rumlar ve Ermeniler, Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşü sırasında Türkler ile zaman zaman çatışmalar yaşamış fakat Türkiye'nin kurulmasıyla düzen yeniden sağlanmıştır. Savaşlar nedeniyle de 1914 ve 1927 yılları arasında şehirde bulunan Hristiyan nüfusu hızlı bir düşüş yaşayarak 450.000'den, 240.000'e gerilemiştir. 1923 yılında yapılan Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesiden İstanbul'da yaşayan Yunan Ortodoks toplumu muaf tutulmuştur. Ancak II. Dünya Savaşı yılları bu azınlık için bir dizi vergiler getirilmiştir. ("bkz. Varlık Vergisi") 1955 yılında meydana gelen Rum azınlıklara yönelik tahrip ve yağma hareketi olan 6-7 Eylül Olayları'ı 11 Rum'un ölümüne ve 30 ile 300 kişinin yaralanmasına neden olmuştur. Bu olay sonucundada İstanbul'dan, Yunanistan'a hızlı bir şekilde göç artmıştır ve 12,000 Rum vatandaşlıktan çıkarılmıştır. İstanbul'un Osmanlılar tarafından ele geçirilmesi ile birlikte birçok kilise, camiye çevrilmiştir. Küçük Ayasofya Camii, Fenari İsa Camii, Arap Camii, Kocamustafapaşa Sümbül Efendi Camii gibi eski yapılarda İstanbul'un Osmanlı hakimiyetine geçmesinden sonra camiiye çevrilen kiliselerdendir. Bu camilerden en büyüğü ve en önemlisi Fatih'in Eminönü semtinde bulunan Ayasofya'dır. Ayasofya Atatürk'ün isteğiyle ibadete kapatılmış ve Bakanlar Kurulu'nun da onayıyla 24 Kasım 1934 tarih ve 7/1589 sayılı kararıyla müzeye çevrilmiştir. Sefarad Yahudileri 500 yılı aşkın süredir bu şehirde yaşamaktadırlar. İstanbul'daki Yahudiler'in bugünkü nüfusu 22,000 civarındadır. Aşkenaz Yahudileri, Sefarad Yahudileri'ne nispeten daha yeni ve çok daha küçük bir topluluktur. Yahudilerin ibadethaneleri sinagoglardır. Şehirde bulunan aktif sinagog sayısı ise 20'dir. Bu sinagogların içinde en büyük taşıyanı Beyoğlu ilçesinin Karaköy semtinde bulunan Neve Şalom Sinagogu'dur. 1951 yılında ibadete açılan sinagog en büyük cemaate de sahiptir. Sefarad Yahudiler'in dili olan Ladino dili (Yahudi İspanyolcası) 65 yaş üzeri kişiler tarafından konuşulur, 65 yaşın altındaki Yahudiler tarafından anlaşılsa bile artık konuşulamamaktadır. Bu yüzden Ladino ciddi bir yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. İstanbul, Türkiye'nin en büyük şehri ve siyasi olarak eski başkentidir. Kara ve deniz ticaret yollarının bir kavşağı olması ve stratejik konumu nedeniyle Türkiye'de ekonomik yaşamın merkezi olmuştur. Şehir aynı zamanda en büyük sanayi merkezidir. Türkiye'deki sanayi istihdamının %20'sini karşılamaktadır. Yaklaşık olarak %38'lik endüstriyel alana sahiptir. İstanbul ve çevre iller bu alanda; meyve, zeytinyağı, İpek, pamuk ve tütün gibi ürünler elde etmektedir. Ayrıca gıda sanayi, tekstil üretimi, petrol ürünleri, kauçuk, metal eşya, deri, kimya, ilaç, elektronik, cam, teknolojik ürünler, makine, otomotiv, ulaşım araçları, kâğıt ve kâğıt ürünleri ve alkollü içkiler, kentin önemli sanayi ürünleri arasında yer almaktadır. Forbes Dergisi'nin yaptığı araştırmaya göre 2008 yılı Mart itibarıyla 35 milyardere sahip şehir dünya sıralamasında dördüncü olmuştur. Brookings Institution ve JP Morgan'ın 2014 yılı baz alınarak oluşturulan ekonomide yükselen kentler sıralamasında İstanbul 300 şehir arasında İzmir'in ardından 3. sırayı aldı. İstanbul 2013'teki listede 52. sırada yer almaktaydı. Aynı listede Türkiye'den İstanbul ve İzmir dışında Bursa 4 ve Ankara 9. sırada yer almıştır. Yine bu rapora göre İstanbul'daki 2014 yılındaki işsizlik oranı %6,5 olarak gerçekleşmiştir. İstanbul'da ilk olarak 1866 yılında hizmete giren Dersaadet Tahvilat Borsası, 1986 yılı başlarında mevcut yapı değiştirilerek bugünkü İstanbul Menkul Kıymetler Borsası (İMKB) açılmıştır. 19. ve 20. yüzyıl başlarında Galata semtinde bulunan Bankalar Caddesi Osmanlı İmparatorluğu için finans merkezi olmuştur. Bu bölgede Osmanlı'nın merkez bankası olan Bank-ı Osmanî (1856 yılından sonra yeniden düzenlerek 1863 yılından itibaren Bank-ı Osmanî-i Şahane) ve Osmanlı Borsası bulunurdu. Bankalar Caddesi, 1990 yılına kadar finans ve ekonomi merkezi olmayı korumuş fakat yenileşme hareketi başlaması sonucu modern iş merkezleri Levent ve Maslak bölgeleri olmuştur. 1995 yılında İMKB, Sarıyer'in İstinye semtinde bulunan bugünkü binasına taşınmıştır. Günümüzde İstanbul, Türkiye'nin %55 üretimine ve %45'lik ticaret hacmine sahiptir. Ülkede Gayrisafi millî hasıla'nın %21.2'lik kısmını oluşturur. Toplam ihracattaki payı %45,2, ithalâttaki payı ise %52,2'dir. Ticaret, İstanbul'un gelirinde en büyük paya sahip olan sektördür. İlde bu sektörün gelişmesinde Boğaz köprülerinin, Asya ve Avrupa gibi merkezler arasında uzanan otoyolların büyük katkısı vardır. Aynı şekilde demiryoluyla da Asya ve Avrupa'ya bağlanması ve büyük limanları olması da bu konuda etkilidir. İstanbul ticaret sektörü ülke toplamının %27'sini oluşturur. Dışalım ve dışsatım konusunda da İstanbul, Türkiye çapında birinci sıradadır. Türkiye'de hizmet veren özel bankaların tümünün, ulusal çapta yayın yapan gazetelerin, televizyon kanallarının, ulaşım firmalarının ve yayınevlerinin ise tümüne yakınının genel merkezleri İstanbul'dadır. Nitekim, İstanbul ekonomisinde bankacılıkla birlikte ulaştırma-haberleşme sektörü %15'i aşan bir paya sahiptir. Türkiye'nin büyük sanayi kuruluşlarından pek çoğunun genel merkezi ve fabrikası İstanbul'da bulunmaktadır. İlde madeni eşya, makine, otomotiv, gemi yapımı, kimya, dokuma, konfeksiyon, hazır gıda, cam, porselen ve çimento sanayii gelişkindir. 2000'li yılların başında payı %30'a yakın olan sanayi, ticaretten sonra ildeki ikinci büyük sektördür. Cumhuriyet'in kurulmasıyla hızla sanayileşen İstanbul'da ilk fabrikalar Haliç kıyılarına kurulmuş; ancak şehirde yarattıkları kirlilik ve kargaşadan ötürü birer birer tasfiye edilerek şehrin dışında oluşturulan organize sanayi bölgelerine taşınmışlardır. Atatürk Oto Sanayi Sitesi ve İkitelli Organize Sanayi Bölgesi İstanbul'un en büyük sanayi bölgeleridir. Ancak yerleşim yerlerinin önlenemez genişlemeleri nedeniyle buralar da günümüzde yerleşim yerlerinin arasında kalmışlardır. İstanbul, tarih boyunca bir tarım merkezi olmamıştır. İstanbul üretiminde, tarım hep son sıralarda yer almış; il daima üretim merkezi olmaktan çok, tüketimle ön plana çıkmıştır. Buna karşın İstanbul, geçmişte ürettiği az miktarda tarımsal ürünle, kendi gereksiniminin bir bölümünü karşılayabiliyorken; günümüzde tarım alanlarının hızla kentleşmesi ve kırsalda yaşayan halkın daha yüksek yaşam standardı için merkeze yönelmesi nedeniyle, ilde tarımın payı en geri düzeylerine ulaşmıştır. Günümüzde İstanbul topraklarının %30'u tarıma elverişli olmasına karşın bu alanlar tam değerlendirilmemektedir. 390.150 dekarla, ekim alanlarının yarısından fazlası buğdaya ayrılmış durumdadır. Bunu 159.500 dekarla ayçiçeği izler. Üretimde sebze olarak 4.964 dekarla taze fasulye, meyve olarak 26.617 dekarla fındık birinci sıradadır. Tarımsal üretimde ön plana çıkan ilçeler arasında Çatalca, Silivri, Şile, Eyüp, Beykoz ve Kartal bulunmaktadır. İstanbul'da hayvancılık da yapılmaktadır. Genel olarak kentin günlük tüketimine yönelik yapılan bu üretim çiftlik, mandıra ve ağıllarda, sığır besiciliği, tavukçuluk ve balıkçılık üzerine yoğunlaşmıştır. Özellikle çevre illerdeki balıkçıların, İstanbul dışında avladıkları balıkları İstanbul'da piyasaya sürmeleri nedeniyle, balıkçılığın hayvancılık alanındaki payı olması gerekenden yüksek görünmektedir. Hayvancılık sektörüyle şehrin günlük süt ve yumurta gereksinimi bir miktar karşılanmaktadır. Ancak İstanbul bu hâliyle kendine yetemediği için, ürettiği miktarın çok daha fazlasını dış illerden satın almaktadır. İstanbul'da sınırlı miktarda arıcılık, ipekböcekçiliği de yapılmakta olup, geçmişte Ayazağa, Kemerburgaz, Hacımaşlı gibi yerlerde domuz çiftlikleri de bulunmaktaydı. İstanbul genelinde kayda değer maden oluşumları yoktur. Avrupa Yakası'nın kuzeydoğusunda yer alan Sarıyer ilçesine bağlı Maden mahallesinde altın, gümüş ve bakır damarları olduğu Bizans döneminden bu yana bilinmesine karşın, işletilmeye değmeyecek derecede küçüklerdir. Bu nedenle buralar maden yatağı olarak değerlendirilmezler. İlde metal cevheri olarak çıkartılan tek maden manganezdir. Manganez madenleri şehrin batısında Çatalca ve Silivri ilçelerinde bulunmaktadır. Şehrin batısında, kuzeyinde ve kuzeybatısında kömür ve linyit ocakları vardır. Jeolojik yapısının uygunluğu nedeniyle İstanbul'un pek çok yerinde taş ocakları bulunur. Bu ocaklar Karadeniz kıyılarından Adalar'a kadar hemen her yerde görülebilir. İstanbul'da geçmişte çıkarılan mermer, kalker, kuvarsit, perlit, kaolen, kil ve kum gibi kaynaklardan bazıları inşaat sektöründen gelen yüksek talep sonucunda bugün tükenmiş; ya da tükenme noktasına gelmiştir. Özellikle çıkartılan kuvarsit ve kaolen sayesinde İstanbul'da cam ve seramik sanayii gelişmiştir. İstanbul genelinde tüm orman alanları koruma altına alınmış olmakla birlikte sınırlı miktarda ormancılık faaliyeti yürütülmektedir. Geçmişte doğal oluşumlu ormanların büyük bir bölümünden kente yakacak odun sağlamak için yararlanılmışsa da, son yıllarda kentin dört bir yanına uzatılan doğalgaz ağıyla bu gereksinim azalma göstermiştir. İstanbul'daki bu baltalık ormanların bir bölümü günümüzde bozuk ormanlara dönüşmüştür. İstanbul'un tarihi, anıtlar ve yapıtların fazlalığı ve Boğaz'a sahip olması nedeniyle gözde turizm merkezlerinden biridir. Turistler arasında en büyük pay Almanlara aittir. Almanları Ruslar, Amerikalılar, İtalyanlar ve Fransı
zlar izler. 2011 yılında kente 8 milyon 58 bin turist gelmiştir. İstanbul'da her bütçeye uygun otel bulmak mümkündür. 5 yıldızlı zincir otellerden, butik aile işletmesi otellere kadar 1180'den fazla otel bulunmaktadır. Son yıllarda dünya çapında isim yapmış zincir oteller İstanbul'a yoğun ilgi göstermektedirler. Binlerce yıldır, değişik insan topluluklarına yurt olan İstanbul topraklarının hemen her yöresinde, tarihin çeşitli dönemlerinden kalma tarihî eserlerle karşılaşmak mümkündür. Envanterlerde kayıtlı binlerce tarihî eser arasında, kent duvarları, saraylar, kasırlar, camiler, kiliseler, sinagoglar, çeşmeler ve konaklar bulunur. 2009 yılı istatistiklerine göre İstanbul, Antalya'dan sonra en çok turist ağırlayan ildir. 2009 yılı içinde ile hava, kara ve deniz yoluyla giriş yapan turist sayısı 7,5 milyonun biraz üzerindedir. Bunlar içinde %13,1'lik payla Almanlar birinci, 6,7'lik payla Ruslar ikinci sırada bulunur. İstanbul'un ağırladığı ilk turist kafilesi, 1863 yılında Sergi-i Umumi-i Osmani'yi ziyaret için gelmişti. Daha sonra İstanbul'un demiryoluyla Avrupa'ya bağlanmasıyla turist sayısı daha da artmış, artan konaklama talebini karşılamak için İstanbul'un ilk oteli Pera Palas kurulmuştur. İstanbul'da 2009 verilerine göre işletme belgeli 371 konaklama ve 405 eğlence tesisi bulunmaktadır. İstanbul'da pek çok müze bulunmaktadır ve bunlar içinde özel müzeler de vardır. 2009 yılında yalnızca devlet müzelerini 6,179,556 kişi ziyaret etmiştir. Ziyaret edilen mekânlar arasında 2,932,429 kişi ile Topkapı Sarayı başı çekerken, onu 2,444,956 kişiyle Ayasofya Müzesi izlemiştir. İstanbul'un tarihsel merkezi konumundaki Fatih ilçesi (Tarihî yarımada), Haliç çevresi yerleşimleri Beyoğlu ve Eyüp; Boğaziçi'nde Beşiktaş ve Sarıyer; Anadolu Yakası'nda Kadıköy, Üsküdar ve Adalar ilçeleri İstanbul'un tarih turizmi açısından zengin merkezleri arasında yer almaktadır. Doğa turizmi içinse Beykoz, Şile, Adalar ve Sarıyer'de ilgi çekici adresler vardır. İstanbul'da yedisi devlet yirmi dördü vakıf olmak üzere otuz bir üniversite vardır. Özellikle kamuya ait öğretim kurumları ülkenin en saygın ve en donanımlı üniversitelerindendir. Ancak son yıllarda da özel üniversitelerin sayısında bir yükselme olmuştur. Türkiye'nin en eski 3 devlet üniversitesinden ikisi İstanbul'dadır. İstanbul Üniversitesi 1453 yılında kurulmuştur ve Türkiye'nin en eski üniversitesidir. İstanbul Teknik Üniversitesi (1773) ise dünyanın en eski üçüncü teknik üniversitesidir ve tamamen mühendislik bilimleri adanmıştır. İstanbul'da tanınmış diğer devlet üniversiteleri; Boğaziçi Üniversitesi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi ve Marmara Üniversitesi'dir. Ayrıca ülkenin en eski 5 vakıf üniversitesinden üçü bu kenttedir. Bunlar 1992 yılında kurulan Koç Üniversitesi ile 1994 yılında kurulan Sabancı Üniversitesi ve İstanbul Bilgi Üniversitesi'dir. İstanbul'da eğitim veren Üniversiteler : Hemen hemen İstanbul'daki tüm özel lise ve üniversitelerde İngilizce, Fransızca ve Almanca gibi ana yabancı dil veya ikincil yabancı dil eğitimi verilmektedir. Galatasaray Lisesi, 1481 yılında "Galata Sarayı Enderun-u Hümayunu" adıyla kurulmuştur. Daha sonraki adıyla "Galatasaray Mekteb-i Sultanisi" şehrin en eski lisesi olmakla birlikte, en eski ikinci eğitim veren kurumudur. Fransızca eğitim vermektedir. 1884 yılında kurulan İstanbul Lisesi daha çok bilinen adıyla İstanbul Erkek Lisesi, uluslararası alanda tanınmış en eski liselerden biridir. Almanca eğitim vermektedir. Kadıköy Anadolu Lisesi eski ve daha iyi bilinen adıyla "Kadıköy Maarif Koleji", genç cumhuriyete yön verecek üst düzey eğitimli siyasetçi, bilim adamı ve sanatçılar yetiştirmek amacıyla, Bakanlar Kurulu ve Meclis kararıyla 1955 yılında kurulmuştur. İngilizce eğitim vermektedir. Nişantaşı Anadolu Lisesi, 1905 yılında "English High School for Boys" adıyla özellikle İngiliz topluluğu mensuplarının çocuklarına sağlıklı bir eğitim vermek amacıyla kurulmuştur. 1979 yılında MEB'e bağlanmış ve şimdiki adını almıştır. Cağaloğlu Anadolu Lisesi, (eski adıyla İstanbul Kız Lisesi) 1850 yılında I.Abdülmecit'in annesi Bezmiâlem Valide Sultan'ın isteği üzerine kurulmuş, Osmanlı'nın ilk sivil lisesi unvanına sahiptir. İlk olarak Valide Mektebi ve ardından Darülmaarif isimlerini almış, 1911-1933 yılları arasında İnas İdadisi (Erkek Öğretmen Lisesi), 1933-1983 yılları arasında Türkiye'nin ilk kız lisesi İstanbul Kız Lisesi olarak hizmet vermiş, 1983 yılında ise bugünkü hâlini almıştır. Almanca eğitim vermektedir. Türkiye'de eğitim veren lise türlerinden biri olan Anadolu Liseleri grubuna giren Kabataş Erkek Lisesi, Haydarpaşa Lisesi, Vefa Lisesi ve Pertevniyal Lisesi Türkiye ve dünya çapında tanınmış liselerdendir. İstanbul'da çok sayıda yabancı azınlık bulunmasından dolayı 19. yüzyılda yabancı liselerde artış görülmüştür. Türkiye'nin kurulmasından sonra birçok yabancı okul Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı idaresine girmiştir. Fakat bazı liseler hâlen yabancı idaresi altındadır. Özel İtalyan Lisesi, İtalya hükûmeti tarafından yönetilmekte ve İtalyan devlet okulu olarak kabul edilmektedir. Ayrıca finansman ve öğretmen ihtiyacı Başkent Roma'dan sağlanmaktadır. 1863 yılında kurulan Robert Koleji ve diğer birçok okul bunların arasında sayılabilir. İstanbul da iki tane çok köklü askeri lise bulunmaktadır. Birisi Kuleli Askerî Lisesi olup Çengelköy de bulunmaktadır. İkincisi ise Deniz Lisesi olup Heybeliada da eğitimine devam etmektedir. Ayrıca Hava Harp Okulu ve Deniz Harp Okulu da İstanbul'da bulunmaktadır. Heybeliada da bulunan Deniz Lisesi aynı zamanda Türkiye'nin ilk mühendislik fakültesi olan Mühendishane-i Bahr-i Hümâyun olup 1773 tarihinde Osmanlı'da ilk defa mühendislik alanında açılan yüksek öğretim kurumudur. İstanbul, çoğu Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerine ait geniş koleksiyonları içeren çok sayıda kütüphaneye sahiptir. Tarihi belge koleksiyonları açısından en önemli kütüphaneler, Topkapı Sarayı Kütüphanesi, İstanbul Arkeoloji Müzeleri Kütüphanesi, Beyazıt Devlet Kütüphanesi, Süleymaniye Kütüphanesi, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi ve İBB'ye bağlı olarak hizmet veren Atatürk Kitaplığı'dır. İstanbul çok sayıda hastane, klinik ve laboratuvarla birlikte ülkenin tıbbi araştırma merkezidir. Bu tesislerin çoğu yüksek teknolojik ekipmanlara sahiptir. Gelişkin sağlık olanakları ve ülke dışına göre daha uygun fiyatları nedeniyle şehirde sağlık turizmi gelişmiştir. Öyle ki İngiltere ve Almanya gibi Batı Avrupa ülkeleri dar gelirli hastalarını yüksek teknolojik tıbbi tedavi ve operasyonlar için İstanbul'a göndermektedir. İstanbul özellikle lazer Oftalmoloji (Göz cerrahi) ve plastik cerrahi için küresel bir durak hâline gelmiştir. Kentte özellikle hava kirliliği sağlık için büyük bir sorun oluşturmaktadır. Özel araçların artması ve kamu ulaşımının yavaş ve yetersiz olması bu sorunu artırmaktadır. Bu sorunla ilgili olarak Ocak 2006'da yalnızca kurşunsuz benzin kullanımı planlanıyordu. İstanbul genelinde sağlık hizmetleri devlete bağlı ve özel sağlık kuruluşlarınca yürütülmektedir. İl genelinde, tüm ilçelere yayılmış 52 devlet hastanesi vardır. Semt poliklinikleri de buna eklenince bu sayı 111'e çıkmaktadır. Her ilçede, bir ya da birkaç sağlık ocağı da yer almaktadır. Toplam sağlık ocağı sayısı 2004'te 337 olarak belirlenmiştir. İldeki özel sağlık kuruluşlarının sayısı ise 138'dir. Devlete ait, askerî ve özel sağlık kuruluşlarında toplam yatak sayısı 18,375'dir. İldeki toplam eczane sayısı 3,852'dir. Kentin su ihtiyacını karşılamak için yapılan sistemler şehrin kuruluş dönemine kadar uzanmaktadır. İki en önemli su kemeri, Roma döneminde inşa edilmiş Mazul Kemeri ve Bozdoğan Kemeri (Valens Kemeri)'dir. Şehrin Kuruluş dönemlerinde su ihtiyacı, yeraltı kaynaklarından sağlanıyordu. İlk önemli su tesisleri Roma döneminde yapılmıştır. Roma İmparatorları'ndan Valens, Halkalı civarından Beyazıt'a kadar su getirtmiş ve bu su yolu için Mazul Kemer ile Bozdoğan Kemeri'ni inşa ettirmiştir. Ayrıca Valens zamanında Belgrad Ormanları'nda bir bent de yaptırılmıştır. Kâğıthane Deresi'nin suları ızgaralarda toplanarak şehrin su ihtiyacını karşılamak için kullanılmıştır. Toplananlar sular şehrin çeşitli sarnıçlarına toplanmıştır. Bu sarnıçların en büyük ve en önemlileri Binbirdirek Sarnıcı (Philoxenos) ve Yerebatan Sarnıcı'dır. Şehirde nüfusun giderek artması sonucu yine su sıkıntıları çekilmeye başlanmış, bunun üzerine Kanuni Sultan Süleyman bu sorunun çözülmesi için "Ser Mimaran-ı Cihan ve Mühendisan-ı Devran" diye ma'ruf Mimar Sinan'ı görevlendirdi. Böylece 1555 yılında Kırkçeşme Su Tesislerinin inşaasına başlanmış oldu. Daha sonraki yıllarda suya olan ihtiyacın ve halkında isteği sonucu, küçük ikmal şebekleriyle halkın kullanımına açık çeşmeler yapılmaya başlandı. Bugün, suları klorlama, Atık su arıtma, dezenfekte etme ve dağıtma gibi hizmetler İSKİ (İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi) tarafından yürütülmektedir. Ayrıca bazı özel kuruluşlarda temiz su dağıtımı yapmaktadır. İstanbul'da elektrik dağıtımı ve bakımı ise Türkiye Elektrik İletim A.Ş. tarafından yapılmaktadır. Kentin ilk elektrik üretim tesisi ise 1914 yılında kurulan ve 1983 yılına kadar hizmet veren Silahtarağa Elektrik Santrali'dir. Osmanlı İmparatorluğu'nda ilk Posta ve Telgraf Bakanlığı 23 Ekim 1840 yılında, Tanzimat Fermanı ile yaşanan gelişmelerin sonucu olarak kurulmuştur. İlk postane ofisi olan "Postahane-i Amire" Yeni Cami avlusu yakınlarındaydı. İlk Uluslararası ise 1876 yılında kurulmuş, 1901 yılında ise havale türü ve kargo gibi işlemlerin kabulüne başlanmıştır. 1847 yılında Samuel Morse tarafından telgrafın patenti alınmıştır. Samuel Morse'un bu yeni buluşu, eski Beylerbeyi Sarayı'nda (Beylerbeyi Sarayı 1861-1865 yıllarında aynı yere yenisi inşa edildi.) bizzat Padişah Abdülmecit tarafından test edilmiştir. Bu başarılı deneme sonrasında, İstanbul ve Edirne arasında ilk telgraf hattı kurulumu 9 Ağustos 1847 yılında başlamıştır. 1855 yılında Telgraf İdaresi kurulmuş, 23 Mayıs 1909 yılındada 50 hat kapasiteli ilk manuel tele
fon santrali "Büyük Postane" adıyla Sirkeci'de hizmet vermeye başlamıştır. İstanbul'un etrafını çeviren surlar tarihte 7. yüzyıldan başlayarak inşa edilmiş, yıkılmalar ve yeniden yapmalarla dört defa elden geçmiştir. Son yapımı 408'den sonradır. II. Theodosius (408-450) zamanında İstanbul surları Sarayburnu'ndan Haliç kıyısı boyunca Ayvansaray'a bu taraftan ve Marmara kıyısı boyunca Yedikule'ye, Yedikule'den Topkapı'ya, Topkapı'dan Ayvansaray'a uzanıyordu. Surların uzunluğu 22 km.'dir . Haliç surları 5.5 km., kara 6,5 km., Marmara Surları ise 9 km.'dir. Kara surları üç bölümden oluşur. Hendek, dış sur,iç sur. Hendekler bugün tarım alanı olmuştur. Sura bitişik ve 50 m. aralıklarla kara surları tarafında, birçoğu yıkılmış, çatlamış durumda 96 burç bulunmaktadır. Bu burçlar, boydan boya uzanan sur duvarlarından 10 metrelik çıkıntıda, çoğunlukla kare planlı ve 25 metre yüksekliğindedir. Dolmabahçe Sarayı, Karaköy'den Sarıyer'e uzanan sahil şeridinin Kabataş ile Beşiktaş arasında kalan bölümünde, Marmara Denizi'nden Boğaziçi'ne deniz yoluyla girişte sol sahilde, Üsküdar'ın karşısında yer alan saray. Denizden yer alınıp doldurulmasıyla ortaya çıkan alana yapıldığı için dolmabahçe adını almıştır. Yapımı için dış devletlerden borç alınmıştır. Dolmabahçe Sarayı'nın bugün bulunduğu alan, bundan dört yüzyıl öncesine kadar Osmanlı Kaptan-ı Derya'sının gemileri demirlediği, Boğaziçi'nin büyük bir koyu idi. Geleneksel denizcilik törenlerinin yapıldığı bu koy zamanla bir bataklık hâline geldi. 17. yüzyılda doldurulmaya başlanan koy, padişahların dinlenme ve eğlenceleri için düzenlenen bir "hasbahçe"ye dönüştürüldü. Bu bahçede çeşitli dönemlerde yapılan köşkler ve kasırlar topluluğu, uzun süre Beşiktaş Sahilsarayı adıyla anıldı. Haliç, (batılıların deyişi ile "Altın Boynuz") İstanbul'un bir koyudur. Haliç'in kelime anlamı, nehir ağızındaki koy demektir. Yunan efsanesine göre; Megaralılar, kralları Beyaz'ın annesi Keroessa için Altın Boynuz ismini vermişlerdir. Bizans döneminde kolonileşme de burada başlamıştır. Aynı zamanda Bizans İmparatorluğu'nun denizcilik merkeziydi.Sahil boyunca uzanan duvarlar,şehri bir deniz filosu atağından korumak için inşa edilmiştir. Haliç'in girişinde istenmeyen gemilerin girişini engellemek için, şehirden karşıya eski Galata kulesi'nin kuzeydoğu ucuna uzanan geniş bir zincir vardı. Bu kule Latin haçlılarınca 4.Haçlı seferinde 1204 yılında geniş bir şekilde tahrip edildi. Fakat Ceneviz'liler yanına yeni bir kule inşa ettiler. Bu kule meşhur Galata Kulesi 1348 Christea Turris (Tower of Christ:İsa'nın Kulesi) diye adlandırılır. Osmanlı döneminde Yoğun Bektaşi nüfusun yaşadığı bir bölge idi. Karaağaç tekkesi,Karyağdı Baba tekkesi, Giresunlu Tekkesi gibi birçok Bektaşi tekkesi bu bölgede idi. Beylerbeyi sarayı 1861-1865 yıllarında, eski ahşap bir sahil sarayının yerinde Sultan Abdülaziz tarafından Sarkis Balyan'a yaptırılmıştır. Yazlık bir saray olarak inşa edilen Beylerbeyi Sarayı, boğazı izleyebilecek bir yere yerleştirilmiştir. Saray, çok büyük olmamakla beraber, güzel işlemeleri ile göz kamaştırır. Sarayın mimarisi, Avrupa mimarisinden çok etkilenmiş olmakla beraber, Osmanlı'ya özgü süslemeler gayet rahat görülebilir. Sarayın içerisi rengarenk çinilerle süslenmiş olup içeride Avrupa'dan getirlen mobilyalar ve değerli eşyalar kullanılmıştır. Sarayın tavanlarında ve duvarlarında özellikle gemi resimleri dikkat çeker. Topkapı Sarayı, İstanbul'da yer alan ve dünyada günümüze gelebilmiş sarayların en eskisi ve genişidir. Konumu, Haliç’i, Boğaziçi’ni ve Marmara denizi gören, İstanbul’un ilk kuruluş yeri olan bilinen akropol tepesidir. Tarihi İstanbul üçgen yarımadasının en uç noktasında, 5 km'yi bulan surlarla çevrili, 700.000 m özel araziye sahip bir komplekstir. Bu özelliği ile saraydan çok küçük bir şehri andıran Topkapı Sarayı, 500 yılı aşkın bir süredir kullanılmıştır. Sonradan padişah, yeni yapılan Dolmabahçe Sarayı'na taşınınca saray, uzun bir süre bakımsız bırakıldı. Saray, Cumhuriyet Dönemi'nde yapılan restorasyon sayesinde eski görkemine geri kavuştu. Şu an bir müze olarak kullanılan sarayda padişaha ait eşyalar segilenir. Müze koleksiyonunun en değerli parçaları arasında Muhammed'in hırkası, dişi, ayak izi ve kılıcı sayılabilir. Bu nesneler, Yavuz Sultan Selim döneminde Kahire'den getirilmiştir. Başka bir değerli parça ise dünyaca meşhur Kaşıkçı Elması'dır. Topkapı Hançeri ise müzede sergilenen başka bir değerli eşyadır. Yıldız Sarayı ilk kez Sultan III. Selim'in annesi Mihrişah Sultan için yaptırılmış, özellikle Osmanlı padişahı II. Abdülhamit zamanında Osmanlı İmparatorluğunun ana sarayı olarak kullanılmış, günümüzde Beşiktaş İlçesi’nde yer alan bir saraydır. Dolmabahçe Sarayı gibi tek bir bina hâlinde değil, Marmara denizi sahilinden başlayarak kuzeybatıya doğru yükselip sırt çizgisine kadar tüm yamacı kaplayan bir bahçe ve koruluk içine yerleşmiş saraylar, köşkler, yönetim, koruma, servis yapıları ve parklar bütünüdür. İstanbul, Beşiktaş ilçesi, Çırağan Caddesi üzerinde bulunan tarihi saray. Haliç ve Boğaziçi’nin en güzel yerleri sultanlar ve önemli kişilere saray ve köşkleri için tahsis edilmişti. Zaman içinde bunların birçoğu yok olmuştur. Büyük bir saray olan Çırağan da 1910 yılında yanmıştı. Önceki bir ahşap sarayın yerinde 1871 yılında Sultan Abdülaziz tarafından Saray Mimarı Serkis Balyan’a yaptırılmıştı. Dört yılda 4 milyon altına mâl olan yapının ara bölme ve tavanı ahşap, duvarlarda mermer kaplıydı. Taş işçiliğinin üstün örnekleri sütunları zengin döşenmiş, mekânlar tamamlardı. Odalar nadide halılarla, mobilyalar altın yaldızlar ve sedef kalem işleri ile süslüydü. Boğaziçi’nin diğer sarayları gibi Çırağan da birçok önemli toplantıya mekân olmuştu. Renkli mermerle süslenmiş cepheleri, abidevi kapıları vardı ve arka sırtlardaki Yıldız Sarayına bir köprü ile bağlanmıştı. Cadde tarafı yüksek duvarlar ile çevriliydi. Yıllar boyu harabe hâlinde duran kalıntı büyük tamirler sonunda yeniden ihya olmuş, yanına ilave edilen eklentiler ile beş yıldızlı, güzel bir sahil oteline dönüştürülmüştür. Bahçesinde süs havuzu, bir iskele ve bir helikopter pisti bulunmaktadır. Günümüzde birçok sosyal aktiviteye ev sahipliği yapmaktadır. İstanbul Beyoğlu'nda Galata semtinde bulunan 528 yılında inşa edilmiş kuledir. Kuleden şehir panoramik bir şekilde izlenebilmektedir. Bizans imparatoru Anastasius tarafından inşa edilmiştir. Daha sonra 1204 yılında 4.Haçlı Seferleri ile büyük ölçüde tahrip olan kule 1348 yılında İsa Kulesi olarak Cenevizliler tarafından Galata Surlarına tekrar ek olarak yapılmıştır. Bugün çok canlı mekanlardan biri olan Galata Meydanı da kulenin yanındadır. Taksim semti ve meydanı adını, Osmanlı Devleti'nde zamanında sucuların; suyu, halka taksim ettikleri yer olduğundan verilmiştir. Meydan olmadan önce, eski evlerin sıralandığı dar bir bölge olan semt, meydan hâline getirilip genişletildikten sonra, zamanla bugünkü görünümünü almıştır. Meydanın ortasındaki Cumhuriyet Anıtı ve çevresi bugün tören yeri olarak kullanılıyor ve buluşma yeri işlevini üstleniyor. Meydan'ın başlangıcından Tünel'e kadar Nostaljik tramvay çalışır. Taksim Meydanı’nın simgesi hâline gelen Cumhuriyet Anıtı İtalyan heykeltıraş Pietro Canonica'ya yaptırılmış, 1928 yılında yerine yerleştirilmiştir. Anıtın yapımı 2,5 yıl sürmüş, anıt taş ve bronz kullanılarak yapılmıştır. Cumhuriyet dönemi anıtlarından ilk defa figüratif bir anlatımla Atatürk'ü ve yeni düzeni anlatan bir heykeldir. İstanbul'un en önemli meydanlarından biri. Bizans devrinde Hipodrom olarak bilinirdi. “Hipodrom” Yunanca "hippos" (at) ve "dromos" (yol) sözcüklerinin bileşiminden oluşan ve "atyolu" anlamına gelen bir kelimedir. Osmanlı döneminde buraya At Meydanıdenirdi. Günümüze çok az kalıntıları kalan Bizans devri önemli yapıları ve abideleri Hipodrom çevresinde inşa edilmişti. “Büyük Saray” diye bilinen İmparatorluk Sarayı Hipodromun yanından başlar, aşağılara, deniz kenarına kadar uzanırdı. Bu Saraydan günümüze bir büyük salonun yer mozaik panosu gelebilmiştir. Şehrin en önemli meydanı Agusteion ve burası ile cadde arasında Milerium zafer takı bulunurdu. Cadde Roma’ya kadar uzanan yolun başlangıcı idi ve ilk kilometre taşı da buradaydı. Meydanda bulunan sütunlardan ilki aynı zamanda aralarından en eskisidir. Üzerinde hiyeroglifler bulunan bu taş, firavun I. Tutmosis'in mezarından taşınmıştır. 2000 yıllık tarihi ile bu taş, aslında Bizans İmparatorluğu'ndan bile daha eskidir. İkinci sütun ise "Yılanlı Sütun" ya da "Burmalı Sütun" olarak adlandırlmaktadır. Bu sütun tunçtan yapılmış olup, birbirine sarılan üç yılan şeklinde yapılmıştır. Sütun Delfi'den getirlmiş olup, kente yılan gelmesini önlediği söylenir. Şu an sütundaki yılanları başları olmayıp, sadece birinin üst çenesi İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde sergilenmektedir. Eskiden tepesinde altın, gümüş ve bakırdan yapılma bir kazanın olduğu söylense de doğruluğu ıspatlanamamıştır. Üçüncü sütuna ise "Örmeli Sütun" denilir. Bu sütunun taşlarının her biri ayrı bir yerden olmak üzere Anadolu'nun çeşitli yerlerinden geldiği rıvayet edilir. Eskiden üzeri altın yaldızlı levhalarla kaplı iken o levhalar kentin yağmalanmasından sonra çalınmıştır. Bu sütunun içinde bir mıknatıs bulunduğu, kenti depremden koruyacağı ve kıyamete kadar dayanacağı rıvayet edilir. Osmanlı zamanında da Yeniçeri isyanları bu bölgede olur, kırk gün kırk gece süren şehzade sünnet düğünleri, şenlikler burada yapılırdı. Halide Edip'in İstanbul'un işgaline karşı konuşma yaptığı Sultanahmet mitingi de burada yapılmıştır. Meydanın orta yerinde Kayzer II. Wilhelm'in ziyaret hatırası olarak yapılmış olan Alman Çeşmesi bulunmaktadır. Tarihî yarımada içerisinde bulunan tarihi bir meydandır. İstanbul Üniversitesi ve tarihî Kapalıçarşı'ya ev sahipliği yapmaktadır.Beyazıt Camiini de içinde bulunduran meydan turistlerin uğrak noktasıdır. Bakırköy ilçesi İstanbul'un en kalabalık ilçelerinden birisidir. Bu ilçenin en popüler mekânlarından biri de Özgürlük Meydanı veya eski adıyla Cumhuriyet Meydanıdır. Caddebostan-Tuzla sahil yolu ya
pıldıktan sonra Kartal rıhtımında yapılan dolgudan sonra oluşturulan meydan. Sahildeki kafeteryalar, İDO iskelesi ve Kartal çarşısı arasında kalmış büyük meydan sürekli bir insan sirkülasyonu içerisindedir. Meydandan Prens Adaları manzarası da izlenebilmektedir. Meydan içerisinde 16 Türk Devleti anıtı da bulunmaktadır. Şehir Hatları vapur iskeleri, İDO deniz otobüsü iskeleleri, İETT Peronları ve sahildeki büfeler ile Kadıköy Çarşısı arasındaki büyük meydan her gün binlerce insanı ağırlamaktadır. Eşsiz Haydarpaşa manzarası da bu meydanda izlenebilirken, meydan içerisinde Tarihi Kadıköy Şehremaneti ve İ.Ü. Konservatuvarı da bulunmaktadır. Gülhane Parkı, İstanbul'un Fatih ilçesinde yer alan bir parktır. Park, eskiden Topkapı Sarayı'nın bir bahçesi idi. Padişahın Dolmabaçe Sarayı'na taşınması ile bahçedeki ağaçlar da saraya taşınmıştır. Bu yüzden bahçe, o zamanlar harap bir hâlde idi. 2003 yılında park olarak yeniden düzenlenen bahçe, yeniden eski hâlini alır. Ayrıca parkın Sarayburnu'na doğru olan tarafından, İstanbul'un belki de en güzel manzaralarından biri izlenebilir. Ayrıca parkın tam ortasında Gotlar Sütunu adı verilen bir sütun yer alır. İstanbul giderek kültürel açıdan daha önemli bir merkez hâline gelmektedir. Şehir, 2010 Avrupa Kültür Başkenti ilan edilmiştir Dünyaca ünlü pop starlar İstanbul stadyumlarını doldururken, opera, bale ve tiyatro gibi sanat dallarında eserler yıl boyu sahnelenir. Mevsimsel festival boyunca, dünyaca ünlü orkestralar, koral müzik grupları ve caz müziğinin efsane isimleri konser vermektedirler. 1982 yılından beri düzenlenmekte olan Uluslararası İstanbul Film Festivali, Avrupa'daki en önemli film festivallerinden birisidir. Güzel sanatlarla ilgili olarak 2 yılda İstanbul Bienali düzenlenmektedir. 2004 yılında açılan İstanbul Modern Sanat Müzesi sık sık Türk ve yabancı sanatçıların sergilerine ev sahipliği yapmaktadır. Ayrıca Pera Müzesi ve Sakıp Sabancı Müzesi'de dünyanın ünlü sanatçılarının sergilerini barındıran kentin önemli müzelerindendir. Haliç'in kıyısında kurulan Rahmi M. Koç Müzesi'nde genellikle sanayi, ulaşım, endüstri ve iletişim tarihine ait 1800 ve 1900'lü yılların araba, lokomotif, tekne, denizaltı ve uçakları sergilenmektedir. 1881 yılında kurulan İstanbul Arkeoloji Müzesi kendi türünde dünyanın en büyük müzelerinden biridir. Müzede Akdeniz Havzası, Balkanlar, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Orta Asya'ya ait 1 milyon arkeolojik parça bulunmaktadır. İstanbul Arkeoloji Müzesi'nin bünyesine ayrıca Çinili Köşk Müzesi de bulunur. Müzede Selçuklu ve Osmanlı devirlerinden kalma İznik çinisi ve seramik örnekleri sergilenmektedir. Sultanahmet Meydanı'nda bulunan Büyük Saray Mozaikleri Müzesi geç Roma İmparatorluğu dönemi ve erken Bizans İmparatorluğu dönemine ait Büyük Saray'ın taban mozikleri ve duvar süslerini barındırır. Bu müzeye oldukça yakın olan Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nde ise çeşitli İslam uygarlıklarına ait geniş bir koleksiyon bulunmaktadır. Türkiye'nin ilk özel müzesi olan Sadberk Hanım Müzesi'de eski Anadolu uygarlıklarından, Osmanlılara kadar uzanan geniş bir yelpazede birçok eser içerir. Beşiktaş ilçesinde yer alan Yıldız Sarayı, İstanbul Antika Fuarı'na ev sahipliği yaparak Doğu ve Batı'dan birçok antika eseri bir araya getirmiştir. Şişli'nin Mecidiyeköy semtinde bulunan Çok katlı Mecidiyeköy Antikacılar Çarşısı şehrin en büyük antikacılar çarşısıdır. 1455-1461 yılları arasında II. Mehmed tarafından yaptırılan Eminönü'ndeki Kapalıçarşı mücevher, halı, sanat eseri ve antika eşyalar satan sayısız dükkân vardır. Beyazıt Meydanı'ndaki tarihi ve nadir kitapların satıldığı Sahaflar Çarşısı, dünyanın en eski kitap çarşılarından birisidir. Sürekli olarak geç Roma, Bizans ve Osmanlı döneminden bu yana faaliyet göstermektedir. Canlı gösteriler ve konserler için ev sahipliği yapan bir numaralı tarihi mekânlar Aya İrini, Rumeli Hisarı, Yedikule Hisarı, Topkapı Sarayı avlusu ve Gülhane Parkı'dır. Önemli bir kültür öğelerinden biri de Türk Hamamı'dır. Osmanlı döneminde yapılan ve buna en iyi örnek olan Çemberlitaş Hamamı (1584), Fatih'in Çemberlitaş semtindedir. Geleneksel plajlar su kirliliği nedeniyle yavaş yavaş kaybolmaktadır. Ancak son zamanlarda şehirde eski plajlar yeniden açılmaktadır. Kentin yüzme için en çok tercih edilen yerleri, Bakırköy, Küçükçekmece, Sarıyer ve Boğaz'dır. Şehir dışında kalan Adalar, Silivri ve Tuzla'nın yanı sıra Karadeniz'e kıyısı bulunan Kilyos ve Şile de yüzmek ve dinlenmek için tercih edilmektedir. Prens Adaları, Marmara Denizi'ndeki bir grup adadan oluşmaktadır. Kartal ve Pendik ilçelerinin güneyinde kalan adalarda 19. ve 20. yüzyıl başlarından kalma birçok çam ve fıstık çamı vardır. Ayrıca bu dönemden kalma neoclassical and art nouveau tarzında Osmanlı yazlık konakları vardır. Adalarda başlıca balık ve deniz yemekleri yaygındır. İstanbul'a uzak mesafede bulunan Şile ilçesi yazlık ve dinlenme yeri olma özelliği ile bilinir. Şehir merkezine uzaklığı 50 kilometredir. Bozulmamış beyaz kum plajı bulunur. İstanbul'da çok sayıda tarihi çarşı vardır. Kapalıçarşı (1461), Mahmutpaşa Çarşısı (1462) ve Mısır Çarşısı bunlardan en önemlileridir. İlk modern alışveriş merkezi ise Bakırköy ilçesinde bulunan Galleria'dır. 20. yüzyılın son yıllarında daha ziyade "alışveriş merkezi" adı verilen modern çarşıların sayısı artmıştır. Bunların en önemlileri, Akmerkez 1993, Capitol Alışveriş Merkezi 1994, Profilo Alışveriş Merkezi 1998, Cevahir Alışveriş Merkezi 2002, Avrupa'nın ve Dünya'nın en iyi alışveriş merkezi ödülünü kazanan Metrocity (2003), Kanyon Alışveriş Merkezi (2006), İstinye Park (2008), Meydan Alışveriş Merkezi (Ümraniye - Merter - 2009). İstanbul, geleneksel Türk lokantaları ile birlikte, Avrupa ve Uzak Doğulu birçok restoran ve diğer mutfakları bünyesinde barındırmaktadır. Kentin en önemli meyhane ve barları şehrin en canlı yerlerinden biri olan Beyoğlu ilçesindeki İstiklal Caddesi'nde toplanmıştır. 1876 yılında açılan Çiçek Pasajı, pek çok tarihi meyhane, bar ve restoranı içerisinde bulundurmaktadır. 1870 yılındaki büyük Beyoğlu yangını sonucu yanarak yıkılan Naum Tiyatrosu'nun yerine Hristaki Zografos Efendi tarafından inşa ettirilmiştir. Rum Cleanthy Zanno'nun mimarlığında yeni bir tip çarşı binası olarak Cité de Péra adıyla açılmıştır. Diğer tarihi bar ve kahvehaneler Tünel Pasajı çevresindeki alanlarda ve Asmalımescit Sokağı yakınlarında ve yine Çiçek Pasajı'nın arka tarafına düşen Nevizade Sokağı'nda yoğunlukla bulunur. İstiklal Caddesi çevresindeki bazı tarih mahalleler farklı şekillerde yeniden restore edilmiştir. Galatasaray Lisesi yakınlarındaki Cezayir Sokağı'nda resmi olmayan adıyla bilinen La Rue Française de (Fransız Sokağı) frankofon barlar, kafeler ve canlı müzik dinletisi sunan restaronlar bulunmaktadır. İstanbul da tarihi balık lokantalarıda oldukça ünlüdür. En popüler balık lokantaları genellikle Boğaz'da ve şehrin güneyindeki Marmara Denizi kıyılarındadır. Ayrıca Marmara Denizi'ndeki en büyük Prens Adaları (Büyükada, Heybeliada, Burgazada ve Kınalıada) ve İstanbul Boğazı'nın kuzey girişinde bulunan Anadolu Kavağı'da tarihi balık restoranlarıyla ünlüdür. Şehirdeki pek çok gece kulübü, barlar, restoranlar ve tavernalar canlı müzik ile birlikte insanlara hizmet vermektedir. Gece kulüpleri, restoran ve barların sayısında artışla birlikte yaz aylarında artan sıcaklık insanları bu yerlere çekmektedir. Özellikle İstiklal Caddesi ve Nişantaşı çevrelerinde kafeler, restoranlar, barlar, kulüpler, sanat galerileri, tiyatro ve sinemalar yoğunlaşmıştır. "Babylon" ve Nu Pera Beyoğlu'daki yaz ve kış hizmet veren gece kulüplerindendir. En popüler açık hava gece kulüpleri İstanbul Boğazı kıyılarında bulunur. Ortaköy semtinde bulunan "Sortie", "Reina" ve "Anjelique" bunlardan bazılarıdır. Ortaköy semtinin bir diğer önemli mekânlarından Q Caz Bar ise canlı caz müziği ile insanlara şık bir ortam sunmaktadır. Maslak semtindeki İstanbul Arena ve Boğaziçi'ndeki Kuruçeşme Arena dünyanın dört bir köşesinden gelen ünlü şarkıcı ve orkestraların canlı konserlerine ev sahipliği yapmaktadır. Maslak semtindeki bir başka yerlerden birisi olan Parkorman, Music TV'nin 2002 yılındaki canlı konser ve partilerine ev sahipliği yapmıştır. İstanbul'da ulaşım kara, hava, deniz ve demiryolu gibi farklı şekillerde yapılmaktadır. Şehiriçi, şehirlerarası ve uluslararası taşımacılığın yapıldığı büyük merkezlere sahiptir. İlde havayolu ulaşımının yapıldığı iki sivil havalimanı vardır. Yurtiçi ve yurtdışı pek çok merkeze aktarma yapmaksızın uçmak mümkündür. İldeki havalimanlarından Atatürk Havalimanı, Avrupa Yakası'nda Bakırköy ilçesinde; Sabiha Gökçen Havalimanı ise Anadolu Yakası'nda Pendik ilçesinde yer alır. Atatürk Havalimanı ilde alanında ilk olup, hava ulaşımında en büyük paya sahiptir. Havalimanından günde ortalama 650-700 uçak havalanmaktadır. Kent merkezine metro hattı ve otoyollarla bağlıdır. Karayoluyla ulaşımı ise İstanbul'da özellikle şehirlerarası yolculukta büyük bir paya sahiptir. Türkiye'nin her iline ve ayrıca Gürcistan, Yunanistan, Bulgaristan gibi komşu ülkelere İstanbul'dan doğrudan seferler vardır. Anadolu Yakası'nda Harem Otogarı, Avrupa Yakası'ndaysa Büyük İstanbul Otogarı hizmet vermektedir. İstanbul Otogarı da metroyla kent merkezine bağlanmaktadır. Bunun dışında şehrin değişik bölgelerinde, kimi büyük seyahat firmalarının işletmesini yaptığı "cep otogarları" vardır. Demiryolu ise bu iki ulaşım yoluna oranla daha az tercih edilen bir başka hizmettir. İstanbul'dan Eskişehir, Ankara, Konya, Adana, Bitlis, Van gibi yurtiçi merkezlerle; Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Sırbistan, Macaristan, İran, Suriye ve Irak gibi dış merkezlere tren seferleri vardır. Yüksek Hızlı Tren projesinin yakın gelecekte İstanbul'a uzatılması öngörülmekedir. Demiryolu ilde ayrıca şehiriçi halk taşımacılığında da kullanılmaktadır. Deniz yoluyla ise ilde düzenli ulaşım yalnızca yurtiçinde gerçekleştirilir. İstanbul'dan Yalova'ya, Balıkesir'e ve Bursa'ya feribot ve araba vapuru seferleri vardır. İstanbul Limanı'na turistik amaçlarla gelen münferit ge
miler dışında yurtdışı varışlı gemi seferi yoktur. İstanbul'da şehiriçi ulaşım ise büyük bir sektördür. Otobüslerle ulaşım sağlayan İETT; şehirhatları vapurlarını ve deniztaksi işleten İDO; tramvay, metro, füniküler ve teleferik hatlarının sahibi İstanbul Ulaşım A.Ş.; banliyö hizmeti sağlayan TCDD; dolmuşlar, yolcu motorları ve ticari taksilerle İstanbul kompleks bir ulaşım ağına sahiptir. İstanbul'da şehiriçi raylı sistem uzunluğu 75.5 km olup, 51.5 kilometrelik raylı sistem inşaatı sürmektedir. İETT, 5.000 otobüslük filoyla, İDO, 89 gemiden oluşan filosuyla ile 33 hatta, 82 noktaya hizmet vermektedir. İlden O-1, O-2, O-3 ve O-4 otoyolları geçer. Otoyollar Boğaziçi ve Fatih Sultan Mehmet Köprüsü ile birbirlerine bağlanır. Köprüler şehiriçi ulaşımda da kilit noktalardır. Pik saatlerde köprülerde sık sık tıkanmalar oluşmaktadır. İstanbul'a bağlı köylerle ve Silivri, Çatalca, Şile gibi uzak ilçelere İETT'nin hatlarına ek olarak özel firmalar da ulaşım sağlamaktadır. Karayolu ile ulaşımda kullanılan Büyük İstanbul Otogarı, 1980'li yıllarda Topkapı'da bulunan İstanbul Trakya Otogarı'nın yetersiz gelmesi üzerine, 1987'de yapımına başlanmış, 1994 yılında hizmete girmiştir. Kente demiryolu ile ulaşım için kullanılan Haydarpaşa Garı, 1908'de İstanbul - Bağdat Demiryolu hattının başlangıç istasyonu olarak inşa edilmiştir. Gar, TCDD'nin ana istasyonudur. İstanbul'un Anadolu Yakası'nda Kadıköy'de bulunur. Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde bu istasyondan Bağdat Demiryolu yanında Hicaz Demiryolu seferleri de yapılmaya başlanmıştır. Şehrin Avrupa yakasında Eminönü'nde bulunan Sirkeci Garı Trakya ve Avrupa'ya demiryolu ulaşımının başlangıcıdır. Kente havayolu ile ulaşım için Atatürk Havalimanı ile Sabiha Gökçen Havalimanları mevcuttur. 3. Havalimanının inşaatına devam edilmekte, 2018'in şubat ayında açılması planlanmaktadır. Kentin Türkiye'deki önemli merkezlere uzaklığı şöyledir: Kayseri 770 Adana 939, Hatay 1171, Ankara 454, Antalya 724, Bursa 243, Edirne 227, Diyarbakır 1372, Gaziantep 1136, İzmir 565, Konya 663, Kayseri 770, Samsun 733, Trabzon 1067 km. İlde kent içi ulaşımda kullanılmak üzere İETT ve Ulaşım AŞ tarafıdan işletilen metro, tramvay, metrobüs otobüslerin yanında dolmuş ve İDO tarafından işletilen deniz otobüsleri ve feribotlar da kullanılmaktadır. İstanbul, 1876'da yapılan "Tünel" ile toplu taşımada metronun ilk kullanıldığı yerlerdendir. Yapımına 2004 yılında başlanan Marmaray 29 Ekim 2013 tarihinde hizmete açılmıştır. Kentte on üç adet raylı sistem hattı vardır ve bu hatların uzatılması ve yenilerinin yapılması projeleri vardır. Kentte ayrıca 1510 m uzunluğundaki Fatih Sultan Mehmet ve 1071 m uzunluğundaki Boğaziçi Köprüsü ile Avrupa Yakası ile Anadolu Yakası arasındaki ulaşım sağlanır. 3. Köprünün yapım çalışmaları 2016 itibarıyla sonuçlanmış ve halkın kullanımına açılmıştır. Metro İstanbul metrosu, Türkiye'nin ilk ve en büyük metro ağıdır. Sistem İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından işletilir. 1989 yılında açılan sistemde M1,M2,M3,M4 ve M6 olmak üzere beş metro hattı bulunmaktadır. Sitemin uzunluğu 95 km'dir. 4 hattın ve mevcut olan beş hattın inşaat ve uzatma çalışmaları da sürmektedir. İstanbul Teknik Üniversitesi Müzesi'nde, son senelerde eski kitaplar arasında bulunarak sergilenen, "Avant Projet d'un Metropoliain a Constantinople" (İstanbul'da bir metro ön projesi) L. Guerby Ing. imzasını taşıyor. Projenin eldeki mavi ozalit kopyası 1/5.000 ölçeğinde. Güzergah üzerindeki 24 istasyon "Topkapı" suriçi tramvay durağından başlayarak "Şişli" tramvay durağında son buluyor. İstasyonlarda peron uzunlukları 75 m; en uzun ara 975 m, en kısa ara 220 m olarak önerilen proje, 10 Ocak 1912 tarihini taşıyor. İstanbul Metrosu ile ilgili yapılan son proje IRTC kapsamında 1987'de gerçekleştirilen çalışmadır. Bu konsorsiyum İstanbul Metrosu ile birlikte "Boğaz demiryolu tüneli" projesini de birlikte hazırlamıştır. Bu etütte metro güzergahı 16.207 m olup istasyonları Topkapı - Şehremini - Cerrahpaşa - Yenikapı - Unkapanı - Şişhane - Taksim - Osmanbey - Şişli - Gayrettepe - Levent - 4.Levent olan bir hat önermiştir. Bu projenin "Yenikapı - Hacıosman arası açılmıştır." 2004 yılında temelleri atılan Marmaray Projesi 2013 yılının sonlarında tamamlanmıştır. Avrupa ve Asya yakasını İstanbul Boğazı'nın altından birleştirmiştir. Marmaray, Manş Denizi'ndeki Eurotunnel benzeri bir demiryoludur. Bununla beraber İstanbul metrosuna aktarma bağlantıları da vardır. Anadolu Yakası'nda ise 2005 yılında Kadıköy-Kaynarca Metrosu'nun temeli atılmıştır. Hat, Ağustos 2012 tarihinde Kadıköy-Kartal olarak hizmete girdi. 2016 yılında Kaynarca uzatması ile 19 istasyona erişmiştir. Hattın Sabiha Gökçen Havaalanı ile bağlantısının yapılması da gündemdedir. Ayrıca M5 Üsküdar-Çekmeköy metro projesinin de 2012 Mart ayı itibarıyla inşaatına başlandı. Projenin 2016 yılında bitirilmesi planlanmaktadır. İlk Türkçe gazete Takvim-i Vekayi, 1 Ağustos 1831 tarihinde Bâb-ı Âli semtinde basıldı. Bâb-ı Âli böylece medyanın en önemli merkezi hâline gelmiştir. İstanbul, Türkiye'nin medya başkenti olmakla birlikte çeşitli yerli ve yabancı basın kuruluşları arasında büyük bir rekabet vardır. Türkiye'nin önemli ulusal medya ve yayın kuruluşlarının merkezide çoğunlukla İstanbul'dadır. Aynı zamanda Ankara ve İzmir'de de yayın merkezleri vardır. İstanbul merkezli büyük gazete kuruluşları olan; "Posta", "Zaman", "Hürriyet", "Milliyet", "Sabah", "Radikal", "Cumhuriyet", "Türkiye", "Akşam", "Star", "BirGün", "Güneş", "Vatan", "Takvim", "Yeni Asır", "Yeni Şafak" ve Türkiye'nin ilk İngilizce gazetesi olan "Hürriyet Daily News" ile Today's Zaman bunların başlıcalarıdır. Ayrıca çok sayıda yerel - ulusal TV ve radyo istasyonları da İstanbul'da bulunmaktadır. Haber Türk, TNT, Samanyolu TV, TLC, CNN Türk, Ulusal Kanal, MTV Türkiye, FOX, TRT (Ana binasının biri de Ankara'dadır.) NTV, Kanal D, ATV, Show TV, Star TV, Cine5, Skytürk 360, TGRT Haber, Kanal 7, Flash TV ve diğer birçok sayıdaki TV kuruluşları bunların arasındadır. Şehirde yüzü geçkin FM radyo istasyonuda bulunmaktadır. Bizans ve Roma dönemlerinden beri birçok spor faaliyetine ev sahipliği yapan İstanbul; günümüzde futbol, basketbol, voleybol, hentbol ve çeşitli motor ve spor yarışlarına ev sahipliği yapar. Türkiye liglerinin üç büyüğü olarak adlandırılan Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray'ın antrenman ve maç sahaları da burada bulunmaktadır. Atatürk Olimpiyat Stadyumu, Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu, Türk Telekom Stadyumu ve Vodafone Park, UEFA'nın beş yıldızlı stadyumları arasındadır. Atatürk Olimpiyat Stadyumu, 2005 Şampiyonlar Ligi Finali'ne, Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu ise 2009 UEFA Kupası Finali'ne ev sahipliği yapmıştır. Dünyanın en büyük spor organizasyonlarından biri olan Formula 1 yarışlarına 2005 ila 2011 tarihleri arasına kadar ev sahipliği yapmıştır ve 2012 Grand Prix takviminden çıkarılmıştır. İstanbul Park Pisti, toplam 2 milyon 215 bin m'lik bir alanı kaplamaktadır. Türkiye'nin en önemli hipodromu olan Veliefendi Hipodromu kentteki önemli yarışlara ev sahipliği yapmaktadır. Stadyumlar:Atatürk Olimpiyat Stadyumu (76.092), Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu (50.509), Türk Telekom Stadyumu(52.652), Vodafone Park (41.903), Fatih Terim Stadı (17.319). Spor Salonları: Sinan Erdem Spor Salonu (16.500), Ülker Sports Arena (13.800), Burhan Felek Spor Salonu (7.500), Aslı Çakır Alptekin Atletizm Salonu (7.000), Volkswagen Spor Salonu (5.240) Diğer tesisler: Kurtköy Olimpik Kapalı Yüzme Havuzu (2.500), Ataköy Sutopu Olimpik Havuzu (1.250), Veliefendi Hipodromu (7.600), TED Tenis Kortu (2.000) İstanbul'un dört kıtadan 69 kardeş veya işbirliği protokolü anlaşması olan şehri vardır. Bu sayı 1993 yılından beri yaklaşık iki kat artmıştır. 7 (anlam ayrımı) 7 (yedi), aşağıdaki anlamlara gelebilir. 7 (sayı) 7, 6 ile 8 arasındaki tam ve asal sayıdır. 7, azotun element numarasıdır. 8 (sayı) 8, 7'den sonraki ve 9'dan önceki çift tam sayıdır. 9 (sayı) 9, bir sayı. Florun element numarasıdır. Türk ve Altay mitolojisinde, halk kültüründe, halk inancında ve şamanizminde kutlu rakamdır. Tokus, tuğız, tugıs, dokıs, toğuz, tokız olarak da söylenir. Türkler’de kutsal rakamdır. Dokuzun as ve üs katları da yine önemli rakamlardandır. Dokuz Tuğ, Dokuz Oğuz, Dokuz Boy, Dokuz Yer, Dokuz Gök gibi… Tuva Cumhuriyetinin başkenti olan Kızıl şehrinin yakınlarında Dokuz Bulak adı verilen bir su kaynağı vardır. Türklerde 9, 19, 90, 99, 900 şeklinde bir sıralama önem kazanır. Slav kökenli kültürel anlamda Türkleşmiş olan Boşnaklarda Bosna Irmağı’nın 99 kaynaktan beslendiği söylenir. Moğollarda güneyde 99, kuzeyde 77 tanrı vardır. Ayrıca 17 ve 19 diğer kutsal ve önemli sayılar olarak görülür. Kahramanlar üçlü yol kavşakları arasında kalırlar ve seçim yapmaya zorlanırlar. Yine Moğollarda göğün dokuz oğlu olduğu kabul edilir. Dokuz Arka; eski dönemlerde soyluluk gösterme ve belli etmesi açısından, bir kişinin babasından itibaren geriye doğru dokuz atasının sayılıp açıklanmasıdır. Moğollarda Arban Gurban adı verilen dokuz tıp tanrısı vardır. Nart destanlarında da zaman zaman bu rakama rastlanır. Örneğin Demirci Debet’in dokuz oğlu olduğu söylenir. Dünyayı yaratan Kara Han, dünyanın tam göbeğine (merkezine) dokuz dallı bir çam ağacı diker. Altay Türkleri denizin dibinde dokuz çatallı bir karataş bulunduğunu, Kalgançı Çağ (kıyamet vakti) gelince bu taşın dokuz yerinden ayrılacağın söylerler, bundan sonra demirden ve koyu sarı renkli atlara binmiş dokuz savaşçı gelecek yeryüzünü dağıtacaktır. Türk efsanelerinde Dokuzoğuzlar adlı boy adından anlaşılacağı üzere dokuz büyük kavimden oluşur. Altay ve Sibirya inançlarında şamanlar göğe çıkarlar ve göğün dokuz katını dolaştıktan sonra yere tekrar inerler. Ama ilk önce bir tören yapılır, dokuz kişinin tuttuğu beyaz bir keçe üzerine oturtulan kam (şaman) dokuz defa döndürülür. (Dok/Doğ) kökünden türemiştir. Bu kök, doğmak, doğa, dokumak, doymak anlamlarını içerir. Doksan sayısı da bu rakamdan türemiş bir sözcüktür. Kutlu a