article
stringlengths 7.34k
10k
|
---|
boşalır. Sırasıyla Sivas, Kayseri, Nevşehir, Kırşehir, Kırıkkale, Ankara, Aksaray, Çankırı, Çorum ve Samsun illerinden geçerken çok sayıda dere ve çayın sularını toplayarak Bafra Burnu'ndan Karadeniz'e ulaşır.
Kızılırmak; kuzeydoğusundan Yeşilırmak havzası, doğudan Fırat havzası, güneydoğudan Seyhan, güneybatı ve güneyden Konya kapalı havzası, batıdan Sakarya Nehri havzası, kuzeybatıdan Yenice Batı Karadeniz akarsuları havzaları ile komşudur. Türkiye toplam alanının 1/10'nunu drene eder. Yukarı havzasında jipsli arazilerden geçen ırmağın suları acılaşır.
Havzada bazı alanlarda vadi genişleyerek ovaya dönüşür. Yukarı havzada; Hafik, Zara, Sivas ovaları, aşağı havzada; Kargı, Osmancık, Tosya ve en büyüğü Bafra Ovasıdır.
Yağmur ve kar sularıyla beslenen nehrin rejimi düzensizdir. Temmuz ve Şubat arasında düşük su düzeyinde akan nehir, Mart ayında hızla kabarmaya başlar ve Nisan ayında en yüksek su düzeyine ulaşır. Ortalama debisi 184 m³/sn olan nehrin 20 yıllık gözlem süresince en az 18,4 m³/sn'ye ve en çok 1.673 m³/sn'ye ulaştığı tespit edilmiştir. Havzaya kış yağışları kar şeklinde düşer, erime gerçekleşmediğinden akarsuya katılmaz. Sıcaklık düşük olduğundan buharlaşma azdır. İlkbaharda yağış artar, dağlardaki karlar erir, debi artar. Yazın orta ve yukarı havzada yağış yetersizdir, buharlaşma şiddetlidir. Bu mevsimde debi minimum seviyeye iner.
Kızılırmak'ın aşağı havzasında Türkiye'de Karadeniz iklimi, orta ve yukarı havzasında karasal iklim etkilidir. En fazla yağışı aşağı havza Bafra Ovası alır. Orta kesimlerde yağış azalır. Yukarı kesimlerde bir miktar artsa da Karadeniz sahilleri kadar değildir. Yukarı Kızılırmak Havzasında bazı birimlerin yıllık ortalama yağışları şöyledir. Zara:579 mm, Hafik:419 mm, Sivas:414 mm, Yıldızeli:325 mm, Gemerek: 396 mm, Felahiye:429 mm. Bu bölümde yağış maksimumu Mayıs, yağış minimumu Ağustos ayında görülür.
Orta Kızılırmak Havzasında yazlar sıcak, kışlar soğuk karasal iklim etkindir. Avonos:328 mm, Mucur:409 mm, Kırşehir:378 mm, Kaman:455 mm, Keskin: 392, Kırıkkale:355 mm. Delice Çayı havzası Orta Karadeniz bölümünde yer alır, yağış ortalaması 315 mm'dir. Yozgat:555 mm, Sorgun:419, Çiçekdağı:325 mm, Sungurlu:407 mm, Boğazkale:491 mm yağış yağış alır.
Aşağı Kızılırmak Havzasında yıllık ortalama yağış 696 mm ile 362 mm arasındadır. Çankırı:397 mm, Kızlırmak:362 mm, İskilip:661 mm, Laçin:432, Osmancık: 416 mm, Hacıhamza:421 mm, Kargı:335 mm, Durağan:474, Vezirköprü: 518 mm yağış alır. Devrez Çayı havzasında karasal iklim hakimdi, yağış miktarı 379–463 mm arasındadır. Gökırmak havzasında Karadeniz iklimi etkileri hissedilir, yağış miktarı artar. Yerleşim birimlerinde yağış miktarı 388–559 mm arasındadır. Bafra'nın yağış miktarı 755 mm'dir.
Nehir üzerine 8 baraj yapılmıştır. Bunlar Kayseri ilinde Sarıoğlan,Yemliha kasabasında kurulmuş olan Yamula Barajı, Ankara yakınlarındaki Kesikköprü, Hirfanlı ve Kapulukaya barajları ile nehrin Bafra Ovası’na kurulmuş Altınkaya ve Derbent barajlarıdır. Nehir üzerine son olarak Obruk Barajı yapılarak 2007 yılı içerisinde su tutumuna başlanılmıştır.
İrili ufaklı birçok gölün bulunduğu Kızılırmak Deltası, Türkiye'nin Karadeniz kıyısında özelliğini büyük ölçüde koruyabilmiş en önemli sulak alanlarından biridir. 321 kuş türünün bulunduğu delta bitkiler bakımından da öneme sahiptir. Deltanın doğu tarafında Türkiye'nin nadir su basar ormanlarından Geleriç Ormanı bulunur.
Akaçlama alanı üzerinde yaşam verdiği ilçe ve merkez ilçe sayısı 21 ilde 45 tanedir. En çok sayıda kentin kurulmasına neden olduğu bölgesi Çorum İl sınırları içerisinde kalan kısmı olup burada 10 adet kentin varlık bulmasını sağlamıştır. 45 adet kentin yalnızca 24 tanesi Sivas, Kırıkkale ve Çorum illerindedir.
Sıralama alan çığırında yer alan ilçe ve merkez ilçe belediyeleri (11 ilde 45 adet); sıralama çoktan aza doğru yapılmıştır:
Bu kentlerin bazıları zaman içinde yapılan baraj göletleri nedeniyle Kızılırmak ile sınır olmuşlardır; Sarıyahşi, Bahşılı gibi.
Aşağı Kızılırmak ıralaması üzerinde sayılan alanlarda:
"1- Güvercinlik Göleti 2- Cevizlik Göleti 3- Gamlık Deresi 4- Dereköy Göleti 5- İstavloz Çayı 6- Uluçay (Vezirköprü) 7- Narlı Göleti 8- Altınkaya Baraj Gölü 9- Eser Çayı 10- Ağacalan Çayı 11- Derbent Baraj Gölü 12- İlyaslı Çayı 13- Cemal Deresi 14- Kaynatma Deresi 15- Kızılırmak";
olmak üzere Haziran 2003 ila Eylül 2005 tarihleri arasında Prof. Dr. Nazmi Polat ve arkadaşları; Selma Uğurlu, Şevket Kandemir tarafından yapılan bilimsel çalışmalarda; 10 familyaya ait (Anguillidae, Atherinidae, Balitoridae, Cyprinidae, Gobiidae, Percidae, Poecilidae, Salmonidae, Siluridae, Syngnathidae) 22 tür ve 3 alttür teşhis edilmiştir.
Adını suyunun renginden alan, antik çağda ise tuzlu akarsu anlamına gelen Halys adıyla anılan Kızılırmak, Anadolu'da kurulmuş medeniyetlere hep ev sahipliği yapmış. Bugün Kızılırmak Vadisi'nde tarihin her dönemine ait izler bulmak mümkün; kaya mezarları ve yerleşimleri, farklı medeniyetlere ait kaleler, köprüler ve daha pek çok iz.
Hititler Marassantiya Nehri adını vermişlerdi. Hititlerin ana toprakları olan Hatti'nin batı sınırlarını şekillendiriyordu. Klasik eski zamanlarda Ön Asya ve Asya' nın geri kalanı arasında bir sınır oluştururdu. M.Ö. 28 Mayıs 585 yılında Medler ile Lidyalılar arasında yapılan "Battle of Hallys" Kızılırmak Savaşı burada olmuştur. Önceleri Lidya'lılar ve Pers'ler arasında bir sınırdı. Lidya'lı "Croesus" sınırı geçip Pers'lere (Pers Kralı Cyrus II) hücum etti ve bu savaşta (M.Ö.547) yenildi. Böylece Pers'ler sınırlarını Ege Denizi'ne kadar genişletti.
Kızılırmak Nehri Üzerindeki Barajlar
Half-Life
Half-Life, 1998 yılında Sierra Studios tarafından yayımlanan ve Valve tarafında üretilen birinci şahıs nişancı bilim-kurgu video oyunudur. Oyun, serinin ilk oyunu olmakla beraber aynı zamanda Valve'nin ürettiği ilk oyundur. Oyuncu, bir ışınlanma deneyinin ters gitmesi sonucu Xen olarak bilinen başka bir boyuttan Black Mesa Araştırma Tesisine ışınlanan uzaylılardan savaşarak ve bulmacaları çözerek tesisden kaçmaya çalışan Dr. Gordon Freeman rolünü üstleniyor. Zamanın diğer oyunlarına göre Half-Life'da ara sahneler yoktur. Oyuncu her zaman Freeman'nı kontrol ediyor. Her zaman onun gözünden görüyor. Valve'nin kurucularından olan Gabe Newell "ekip olarak oyunun sadece ateş etmeye meyilli bir oyundan çok daha fazla olmasını istedik." demiştir. Oyunun grafik motoru, GoldSrc, aslında Quake grafik motorunun modifikasyonalara uğramış halidir. Half-Life, grafiğiyle, gerçekçi oynanışıyla ve doğallığıyla küresel olarak beğenilmiştir. Oyun, 50'den fazla ödüle sahip olmakla birlikte gelmiş geçmiş en iyi oyunlardan biri olarak görülüyor. Oyun, kendisinden sonra çıkan oyunlarada ilham kanağı olmuştur. Half-Life Aralık 2008'de toplam 9.3 milyon kopya satmıştır. 2001'de PlayStation 2, 2013'de OS X ve Linux'a çıkmıştır. 2004'te ise serinin 2.oyunu olan Half-Life 2 piyasaya çıkmıştır.
Oyunda ilerliyebilmek için oyuncunun oyunun verdiği görevleri yerine getirmesi ve bulmacaları çözmesi gerekiyor. Half-Life'ı zamanın diğer oyunlarından farklı kılan önemli bir detay ise oyunda ara sahnelerin kullanılmamasıdır. Zamanın diğer oyunlarında genelde görev ile alakalı veya hikâye ile alakalı bir noktaya gelindğinde oyunda ara sahne görülürdü. Ama Half-Life'da bu yok. Oyun asla kesilmiyor, asla durmuyor. Sadece bazı noktalarda kısa sahneler oluyor. Buna örnek olarak Freeman'ın tesisden kaçarken askeri birliklerin tuzağına düşüyor ve bayılıyor. Aynı şekilde, oyunda bir seviye sistemi yoktur. Daha çok bölüm sistemi kullanılmıştır. Yani yeni bir yere geldiğinizde oyun yükleme ekranına girmiyor ve bu sayede oyundan kopmamış oluyorsunuz. Oyunda genel olarak bulmacalarada yer veriliyor. Bu bulmacalar ya bir kapıyı açmak için ya da bir yerden bir yere gidebilmek için çevreyi kullanmak oluyor. Bazı bölüm sonu canavarlarınıda çevreyi kullanarak öldürmek gerekiyor. Oyunun çoğunda oyuncu yalnız başına ilerliyor. Ama bazı yerlerde oyunun yan karakterleride yanında gelebiliyor. Genellikle bilim adamları ya da güvenlik görevlileri oluyor bu karakterler. Oyundaki düşmanlarımız genel olarak uzaylılar (Headcrabs, Bullsquids, Headcrab Zombies, Vortigaunts vb.) var ama bizi öldürmeye çalışanların arasında askeri Birlikler (Hazardous Environment Combat Unit) ve Özel Operasyon Birlikleride (Black Ops Assassins) vardır. Askeri birliklerin ve özel operasyon birliklerinin amacı olayı örtbas edebilmek için hayatta kalan ne kadar canlı organizma varsa yok etmektir. Buna kendi askerleride dahil.
Oyunun büyük bir bölümü New Mexico'nun çölünde, bölgeden kendini ayıran Black Mesa Araştırma Tesisinde geçiyor. Oyunun anakarakteri M.İ.T.'den Doktorası olan Teorik Fizikçi Gordon Freeman. Freeman aynı zamanda Black Mesa'da yaşanan korkunç kazadan hayatta kalanlardan biridir. Bu kazanın diğer bir adı Black Mesa Olayıdır. Aynı zamanda oyunun bir diğer dikkat çeken karakteri oyunun bazı yerlerinde bir anda gözüken ve kaybolan G-Man'dir.
İşine geç kalan Dr. Gordon Freeman saat 8:47'de Black Mesa Araştıma Tesisine ulaşır. Kendisinin çalıştığı bölüm olan Anormal Materyaller Laboratuvarına Black Mesa'nın gelişmiş tren sistemini kullanarak varır ve güvenlik görevlisi tarafından çok önemli bir deneyin yapılacağının bilgisini alır. Bu yüzden Freeman iş yerindeki Tehlike Madde Kıyafetini (H.E.V.) giyerek teysisin alt bölümlerine iner ve Anti Kütle Odası'na ulaşır. Bu yer deneyin yapılacağı yerdir. Yapılacak deneyde kullanılacak örnek laboratuvarın şu zamana dek gördüğü en özel ve en değişken örnektir. Freeman'ın görevi bu örneği analiz etmek için Anti Kütle Spektrometresi'ne yerleştirmektir. Freeman örneği yerleştirdiği anda spektrometre patlar ve Dünya ile Xen arasında bir portal açılır. Patlama sonucu Freeman kısa süreliğine Xen ışınlanır ve tekrar Dünya'ya döner. Freeman uyandığında patlamada yıkılan Anti Kütle Odasında olduğunu fark eder, bilim adamlarının ve güvenlik görevlilerini cesetlerini bulur. Freeman hayatta kalanları bulduğunda tesisdeki bütün iletişim yollarının kesildiğini öğreni |
r. Bu yüzden Freeman'ın görevi tesisin yüzeyine çıkarak yardım istemektir. Hayatta kalanlar kaza bölgesine gelen askeri birliklerin onları teysisden kurtacaklarını düşünürler ve umulanırlar ama kısa süre sonra oğrenirlerki askerler kimseyi kurtarmaya gelmemiştir. Aksine hayatta kalan ne kadar görgü tanığı var ise ortadan kaldırmaya gelmişlerdir. Freeman yüzeye çıkmadan önce Lambda Komplekside bulunan bir ekibin bu durumu düzeltebilceklerini öğrenir. Bu yüzden Freeman onlara yardım edebilmek için Lambda Kompleksine doğru gitmeye başlar. Bu yolculuk sırasında Gordon birçok engelle karşılaşır. Bunlardan biri 3 kollu bir yaratığı yok etmek için Roket Motoru Deneme Tesisinde bulunan roketlerden birini yeniden aktive ederek yaratığı öldürmesi gerekir. Freeman yaratığı öldürerek yoluna devam eder. Ama rahatlığı kısa sürecektir çünkü Freeman askeri birliklerin tuzağına düşer ve bir çöp öğütme makinesinin içine atılır. Ama Gordon kaçmayı başarır. Bu sırada yolculuğu tesisin eskiden kullanılan kısımlarında geçer ve kazadan uzun zaman önce Xen'den toplanmış örnekler bulur. Freeman yüzeye ulaştığında etrafın savaş alınına dönmüş olduğunu görür. Askerlere yardıma gelen destek birimlerine rağmen uzaylılar tarafından yenilgiye uğrarlar. Freeman düşen kayalar ve yıkılan bina parçalarına rağmen güveli bir şekilde yeraltına ulaşır. Askerler, Black Mesa'ya hava saldırısına başladıkları sırada Freeman yeraltı su kanallarından Lambda Kompleksine ulaşır. Ve Freeman burada öğrenirki kazadan önce toplanan örnekler, kazadan önce Lambda Kompleksinde yapılan bir portaldan Xen'e geçerek alınmıştır. Freeman kompleksde bulunan ekiple tanıştıktan sonra ekip Freeman'a uzaya fırlattığı uydunun portalı kapatma konusunda başarısız olduğunu söyler. Bunun sebebinin ise portal öteki taraftan, yani Xen'den, bir gücün portalı açık tutuğunu söyler ekip. Bu yüzden bilim adamları kendi portallarını aktive ederler ve Gordon'ı Xen'e yollarlar. Gordon Xen'e gittiğinde kendisinden çok daha önce giden Black Mesa personellerinin cesetlerini bulur. Gordon yoluna devam ederken Gonarch (Headcrabs'ların büyüğü) ile savaşır. Gonarch'ı öldüren Freeman uzaylıların asker yaratıkları bir kampa ulaşır. Freeman yoluna çıkan bütün uzaylılarla savaştıktan sonra büyük portalı bulur ve girer. Portaldan içeri giren Freeman Nihilanth ile karşılaşır. Nihilanth'ın zayıf noktasını bulan Freeman son bir darbe ile Nihilanth'ı öldürür. Freeman Nihilanth'ı öldürdükten sonra bayılır ve gözlerini G-Man'in önünde açar. G-Man Freeman'a yolculuğu boyunca onu izlediğini söyler. Freeman'ı Xen'de başarılı olduğu için tebrik eder. G-Man, işverenlerinin kendisinin potansiyelinin olduğunu düşündüklerini açıklar ve ona bir iş teklifi sunar. Freeman teklifi kabul eder ve süresi olmayan bir sonsuz bir uykuya yatırılır.
Piyasaya çıkarıldığı dönemde olumlu eleştiriler alan oyun, 1998-1999 arasında 50'nin üzerinde ödül almıştır.
2008'de 9,3 milyon kopya satan Half-Life tüm zamanların en çok satan (bilgisayar oyunu olarak) 1. FPS oyunudur. Ayrıca Blue Shift ve Opposing Force ile devam oyunu olan Half-Life 2, Episode One ve Two ile birlikte toplam 30 milyonun üzerinde satmıştır ve satmaya devam etmektedir.
Yapım aşaması sırasında kurgu Doom ve Quake gibi oyunların yanı sıra Stephen King'in Sis isimli romanı ve çeşitli kaynaklardan esinlenerek hazırlanmasına karşın daha sonra işe alınan Marc Laidlaw tarafından geliştirilerek, yazılmıştır.
FPS
FPS, şu anlamlara gelebilir:
Valve Corporation
Valve Corporation (Eskiden Valve Software); Bellevue, Washington merkezli, Ağustos 1996'da eski Microsoft çalışanları Gabe Newell ve Mike Harrington tarafından kurulan video oyunu geliştiricisi ve video oyunu yayımcısı şirket. Özellikle 1998 yılında geliştirdikleri birinci şahıs nişancı türündeki bilim kurgu-aksiyon oyunu "Half-Life" ile birçok video oyunu eleştirmeninden beğeniler almıştır. Geliştirdikleri bir diğer birinci şahıs nişancı türündeki aksiyon oyunu "Counter-Strike", dünya çapında en fazla kullanıcıya sahip birinci şahıs nişancı oyunu olarak bir fenomene dönüşmüştür.
Kasım 1998 senesinde, piyasaya çıkardıkları Half-Life isimli yapımın başarısı ile uluslararası bir ün kazanmışlardır. Daha sonradan gelen devam oyunları dışında, diğer alanlarda da birçok girişimde bulunmuşlardır.
İnternet üzerinden çeşitli yapımların dağıtılmasını sağlayan Steam yazılımının yanı sıra Source (Grafik) Motorunun tasarlanması gibi önemli işlerde bulunmuşlardır.
Günümüzde birçok oyun yapımcı ve dağıtıcı kuruluş, Steam yazılımından yararlanmaktadır. Oyun geliştiriciler ise Source Motorunun kendi yapımlarında kullanmak amacı ile satın almıştır.
Valve, kısa zamanda gerçekleştirdikleri işler, iş birlikleri ile oyun tasarım işinin önemli bir parçası olmuş ve birçok seven kazanmıştır. Ayrıca kurum, eklenti tasarlama, internet oyunculuğu, bölüm olarak oyun dağıtımı gibi düşüncülere destek vermiştir.
Valve Corporation, 1996 yılında eski Microsoft çalışanları Gabe Newell ve Mike Harrington tarafından kurulmuştur. Valve, Half-Life, Counter-Strike, Portal, Day of Defeat, Team Fortress, Left 4 Dead ve Dota 2 oyunlarını geliştirmiştir ve bu oyunlar eleştirmenler tarafından iyi bir şekilde karşılanmıştır. Valve’in diğer geliştirdiği yapımlar ise Source Engine (oyunları bu grafik motoru üzerine kuruludur), Steam oyun platformu (çeşitli yapımların dağıtımını sağlar) ve bu platform da Steam Machine’e yol açmıştır.
Valve’in ünlü bir oyun şirketi olmasının başlıca bir sebebi Half-Life isimli oyunu çıkarmasıdır. Half-Life, eski adıyla Valve Software tarafından gelişitirlen ve Sierra Studios tarafından 1998 yılında Windows işletim sistemi üzerinde dağıtılmaya başlanan bir aksiyon oyunudur. Oyunun konusu, kuramsal fizikçi Dr. Gordon Freeman’in yaptığı bir deneyin yanlış gitmesi ardından içinde bulunduğu Black Mesa’dan kaçışıdır. Bu oyun yayınlandıktan hemen sonra iyi bir sunuma ve sürükleyici bir oynanışa sahip olması gerekçesiyle eleştirmenler ve oyuncular tarafından sınırsız övgüler almış ve 1998-1999 yılları arasında 50’nin üzerinde “Yılın Bilgisayar Oyunu” ödülünü almıştır. Günümüze kadar 15 milyon kopya satan Half-Life, tüm zamanların en çok satan birinci-şahış (FPS) oyunu olmuştur.
Half-Life’in başarısından sonra, Valve takımı oyun modifiyeleri ve Half-Life’in ve diğer oyunların yeni versiyonları üzerinde çalışmıştır. Şu anki Bütün Valve oyunları Source grafik motoru üzerine kurulmuştur. Bu şirket, altı adet oyun dizisi geliştirmiştr: Half-Life, Team Fortress, Portal, Counter-Strike ve Day of Defeat. Valve bu geleneğin üzerine dallanmıştır ve Warcraft III oyununun modifiyesi olarak “Dota 2” yi geliştirmiştir. Bu oyunların hepsi 3. parti oyun şirketleri tarafından modifiye olarak yaratılmış ve Valve tarafından satın alınıp tamamen geliştirilmiştir.
Valve, kapsam ve ticari değer olarak büyümüştür. 10 Ocak 2008’de, Turtle Rock Studios’u satın aldı. 8 Nisan 2010’da, “The Escapist” Magazinin en iyi oyun geliştiricisi ödülünü aldı. 2012 yılında ise, “Star Filled Studios”’u satın aldı.
Valve’in iç ağına, hackerlar tarafından 3 kez sızılmıştır. İlk olarak 2003 yılında, daha yayınlanmamış olan Half-Life 2’nin gizli bilgileri internete yüklenmiştir. İkinci olarak, Valve’in sahibi Gabe Newell’in e´posta hesabi ele geçirilmiş ve Valve’in sistemlerine virüs yüklenmiştir. 3. Olarak, 2011 yılında da başka bir hacker halen yayınlanmamış “Call of Duty: Modern Warfare 3”’ün beta kodlarını ele geçirmiştir. Bu 3 büyük saldırıya rağmen Valve şirketine büyük zarar gelmemiştir.
Valve’in günümüze kadar geliştirmeye başladığı fakat bitirmediği birkaç oyun vardır. Bunlardan ikisi “Prospero” ve “Stars of Blood” dır. 2009 yılında ise Arkane Studios ile işbirliği yapan Valve, “The Crossing” isimli FPS oyunu üzerinde çalışmıştır. Fakat bu oyunun 2009 yılında yapımı durdurulmuştur.
Valve’in ünlü olmasının en büyük ikinci sebebi ise Steam Oyun Platformudur. Steam, 2002 yılında çıktı ve amacı oyunların dağıtılması ve çevrimiçi oyunlarda popüler olan yamalama işlemini kolaylaştırması amaçlanmıştır. Temmuz 2014’ten itibaren Steam’de 75 milyon aktif hesap ve 3,400'den fazla bilgisayar oyunu vardır.
Derinkuyu
Derinkuyu, Nevşehir ilinin bir ilçesidir.
Tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber, ilçenin eski bir yerleşim birimi olduğu, tarihinin M.Ö 3000 yıllarına kadar ulaştığı sanılmaktadır. İlçenin eski adı Malakopi'dir. Derinkuyu'nun ilk yerlileri Asur kolonilerine kadar uzanır. İz bırakanlar (dışarıda toprak altında) Romalılar, İlçe içerisinde ise Bizanslılar'dır. Tarih boyunca bu toplum dışarıdan gelenlerle kaynaşmış, ad ve din değiştirerek Kapadokya adını almıştır.
Türkler 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi'nden sonra gelmeye başlamışlar, ilçenin doğusundaki Çekme, Kızılören, Şemşili, Bölören, Topaleyüp ve Melizlik yaylalarına yerleşerek hayvancılıkla geçimlerini sağlamaya çalışmışlardır. 1830'lu yıllarda Derinkuyu'da yerüstünde konut olmadığı yaşlılarca söylenmektedir. Bugünkü adı olan Derinkuyu halkın içme suyunu 60-70 metre derinliğindeki kuyulardan temin etmesinden dolayı verilmiştir. Kapadokya'nın 36 yeraltı şehrinin en büyük yeraltı şehri olan Derinkuyu yeraltı şehri 1967 yılında turizme açılmış olup, 8 katlıdır. Yeraltında yakın zamana kadar faal olan dünyanın en eski akıl hastanesi mevcuttur.
Nevşehir ilinin güneyinde yer alan Derinkuyu ilçesinin güneyinde Niğde; doğusunda Kayseri, Yeşilhisar; kuzeydoğusunda Ürgüp; kuzeybatısında Acıgöl; kuzeyinde Nevşehir; batısında Aksaray ili bulunmaktadır.
Niğde-Nevşehir karayolu üzerinde bulunan İlçe Nevşehir'e 30 km, Niğde'ye 50 km, Kayseri'ye 110 km, Aksaray'a 80 km uzaklıkta ve bu illerin tümüne ilçenin direkt karayolu bağlantısı bulunmaktadır.
İlçenin yüzölçümü 445 km², rakımı 1.300 metredir.
İlçe; Erciyes, Hasan Dağı ve Melendiz Dağları arasında volkanik çanak şeklinde bulunan Misli ovasının içinde yer alır. Toprak kumlu olup, volkanik faaliyetlerin sona ermesi, yağmur ve rüzgar ile erozyon etkisi oldukça kuvvetlidir. Arazi genellikle düz olup, ormanlık alan bulunmamaktadır.
Akarsu ve göl |
ü olmayan ilçede geniş yeraltı su kaynakları mevcuttur.
Bitki örtüsü, ilkbahar yağışları ile yeşeren yaz ortalarında kuruyan, cılız otlardan oluşan bozkırdır (step).
Türkiye'nin en ilginç koruluk ve sanatsal parklariından biri ve belki de birincisi olan atamulu parkı da buradadır. Devasa bir ata heykeli bulunmaktadır. Turizm gelişmektedir, tarım en önemli geçim kaynağıdır.Patates tarımı ve ekmeği ile çilek fidesi yaygındır
Mario
Mario, kardeşi Luigi ile tesisatçıdır. Prenses Peach'i kaçırmaya çalışan kablumbağa benzeri bir karakter olan Bowser'ı durdurmaya çalışmaktadır. Mario'nun Donkey Kong ve Wario da dahil olmak üzere birçok düşmanı bulunmaktadır. 1995 yılından beri karakteri Charles Martinet seslendirmektedir.
Nintendo'nun maskotu olarak Mario'nun dünyanın en ünlü video oyunu karakteri olduğu söylenebilir. 210 milyondan fazla satış rakamına sahip olan Mario, en çok satan video oyunudur. Super Mario serisi dışında Mario Kart yarış serisi, Mario Tennis ve Mario Golf spor serisi, Paper Mario, ile birlikte öğretici oyun serisi olan Mario is Missing! ve Mario's Time Machine oyun serilerinde de rol almıştır.
Kapadokya'daki yeraltı şehirleri
Yeraltı şehri, Kapadokya bölgesinin en ilginç kültürel zenginliklerinden biri olan çeşitli büyüklükteki yeraltı yerleşimleri 150-200 civarındadır. Ancak 25.000 km² bir alanı kaplayan Kapadokya bölgesinin bütün kasaba ve köylerinde büyüklü ve küçüklü kaya yerleşimi bulunduğundan bu sayı daha da artabilir. Bu kaya yerleşimlerinin büyük bir kısmı yumuşak volkanik tüfün aşağıya doğru derinlemesine oyulmasıyla inşa edilmişlerdir. Oyma esnasında oluşan alet izlerinden yapım teknikleri hakkında henüz yeterli bir bilgiye sahip değiliz.
Yeraltı şehirleri kavramı oldukça yaygın olarak kullanıldığından ve bazılarının 30.000 kişiyi barındırabilecek büyüklükte olmasından dolayı bir kısmını 'Yeraltı Şehri' olarak daha küçüklerini ise 'Yeraltı Köyü' olarak adlandırmak mümkündür.
Kapadokya Bölgesi, geçmişte sık sık çeşitli saldırılara maruz kaldığından, bu şehirlerin yapılış amacı, daha çok tehlike anında halkın geçici olarak sığınmasını sağlamaktır.
Yeraltı şehirleri aynı zamanda yörede bulunan hemen hemen her evle gizli geçitlerle bağlantılıdır. Yörede yaşamış olan insanlar kendilerini daha fazla emniyete almak için yaşadıkları kayadan evleri çeşitli yerlerine geçilmesi zor odalar, tuzaklar hazırlamış, ihtiyaç karşısında kayaların dibine doğru yeni odalar açmışlardır. Böylece koridorlar ve galeriler çoğalarak yeraltı şehirlerini meydana getirmiştir.
Kapadokya Bölgesi'nde Prehistorik Döneme ait yerleşimler bulunmasına karşın bunların yeraltı şehirleri ile ilişkili henüz tam olarak saptanamamıştır. Ancak Prehistorik Dönem insanlarının hiç olmazsa birkaç odadan ibaret yapay kaya sığınaklarında barınmış olmaları gerekmektedir.
Orta ve Geç Tunç Çağı'na ait kaya kabartmalarının ve yazılı anıtların bölgede sıkça bulunması, ayrıca Hitit şehirlerindeki savunma sisteminde "Potern" adı verilen yeraltı geçitlerine sıkça rastlanması ve ustaca yapılması nedeniyle yeraltı şehirlerinin yapımında ya da genişletilmesinde Hititlerin de katkısı olduğu kanısı güçlenmektedir.
Hitit şehirlerinde bulunan gizli tüneller genellikle şehre yapılacak saldırılarda düşmanı pusuya düşürmek ve onları arkadan çevirmek için kullanılırdı. Bu yerleşim yerlerinin bir kısmını Hititler oymuşsa askeri amaçlı olarak oymuşlardır. Bundan dolayı herhangi bir arkeolojik buluntu ele geçmemesi normaldir. Ayrıca Hititlerden sonra gelen kavimlerin de bu izleri yok etmesi söz konusudur.
Kapadokya Bölgesi'nde kuvvetli bir Hitit yerleşimi olmamasına karşın bölgedeki tüm antik yerleşimlerde Hititlerin kalıntılarına rastlamak mümkündür. Bölgede yaşayan Hititlerin yerleşim amacıyla yumuşak tüfü oyup yaşamaması için hiçbir neden yoktur.
Ayrıca Topada (Ağıllı) ve Sivasa yazılı anıtlarının hemen yanında yeraltı şehirlerinin bulunması bu görüşü desteklemektedir. Özellikle Nevşehir civarında Roma Dönemi'ne ait kaya mezarları da yeraltı yerleşiminin hemen yakınında olup onlar gibi geniş alanlara yayılmıştır. Hatta kaya mezar odalarında yer alan nişli klineler yeraltı şehirlerinde de bulunmaktadır. Bu, Roma Dönemi halkının da yeraltı şehirlerinin yapımında bir rolü olduğunu göstermektedir. Yeraltı şehirlerine ait bütün bulgular M.S. 5-10. yüzyıllar arasına yani Bizans Dönemi'ne aittir. Genellikle dini ve sığınma amaçlı olarak kullanılan yeraltı şehirlerinin sayısı bu dönemde artmıştır. Bizans Dönemi'nde 7. yüzyılda başlayan Arap-Sasani akınları karşısında Kapadokya'da yaşayan Hıristiyan topluluklar sürgü taşlarını kapatarak kendilerini savunuyorlardı. Düşman ise içerde kendini pek çok tehlike ile karşı karşıya kalacağını bildiğinden daha çok su kuyularını zehirleyerek yerli halkı dışarı çıkartmak için çalışıyordu.
Selçukluların da bu yeraltı şehirlerinden yararlandıkları ve askeri amaçlı kullandıkları sanılmaktadır. Çünkü Kapadokya Bölgesindeki Selçuklu Kervansarayları bu yeraltı şehirlerinin 5–10 km uzağında bulunmaktadır. Örneğin Dolayhan Kervansarayı - Tilköy yeraltı şehri, Sarıhan Kervansarayı - Özkonak yeraltı şehri, Ağzıkarahan Kervansarayı - Pınarbaşı (Geyral) yeraltı şehri.
Yeraltı şehirleri hakkında en eski yazılı kaynak Xenophon'un 'Anabasis' adlı kitabıdır. Xenophon, Anadolu'da ve Kafkaslarda yaşayan insanların evlerini yerin altına oydukları ve evlerin birbirlerine dehlizlerle bağlı olduğundan bahsetmektedir. Xenophon M.Ö. 4. yüzyılda yaşadığına göre yeraltı yerleşimlerini en kesin bir şekilde bu döneme tarihlemek mümkündür.
Bölgedeki en eski ciddi çalışmayı 1960-1970 yılları arasında yapan Alman Martin Urban ise yeraltı yerleşimlerini M.Ö. 7.-8. yüzyıllara tarihlemektedir.
Sonuçta, elimizdeki mevcut bilgiler ışığında yeraltı yerleşimlerini bölgedeki ilk medeniyetlerle aynı zamana yani Prehistorik Döneme tarihlemek pek yanlış olmayacaktır. Çünkü taş endüstrisini oldukça iyi bilen Prehistorik Dönem insanlarının basit aletlerle yumuşak tüfü oyması zor değildir. Bu dönemde birkaç odadan ibaret olan, Kapadokya'ya gelen değişik topluluklar tarafından devamlı olarak genişletilen yeraltı yerleşimleri, bir önceki kültürün tüm arkeolojik izleri yok edilerek bugünkü halini almıştır. Ancak unutmamak gerekir ki yeraltı şehirlerinin en yaygın kullanımı Bizans Döneminde olmuştur.
Glokom
Glokom, göziçi sıvısının iyi boşalmaması yüzünden göz tansiyonunun artması.
Halk arasında "göz tansiyonu" ve "karasu" adlarıyla bilinen glokom, milyonlarca insanı etkileyen yaygın bir
göz hastalığıdır.
Tedavi edilmezse görme kaybına neden olabilir. Glokomda, göz içindeki sıvı basıncı, görme yeteneği için gerekli olan göz sinirine zarar verecek düzeyde yüksektir. Glokom tüm dünyada en sık kalıcı görme kaybı nedenidir. Kırk yaşın üzerinde yaklaşık olarak her 40 kişiden 1'inde görülür ve hastalığın ortaya çıktığı 20 kişiden 1'inde her iki gözde kalıcı görme kaybına, yani total körlüğe neden olur. Bu hastalık iki türlü gerçekleşir: kalıcı glokom ve süreksiz glokom. Kalıcı glokom ömür boyu devam eder ama süreksiz glokom yorgun anlarda belirmeye başlar.
Normalde göz içi oluşumların beslenmesi için göz içerisinde sürekli olarak bir sıvı mevcuttur. Bu göz içi sıvı, aynı zamanda sürekli olarak bazı kanallarla göz dışına atılır. Glokom, göziçi sıvısını dışarı boşaltan bu kanallarda yapısal olarak tıkanıklık oluşması veya sonradan bazı hastalıklar nedeniyle ortaya çıkar. Göziçi sıvısının yeterli boşalamamasına bağlı olarak göz içinde basınç yükselir ve yükselen göziçi basıncı da görmeyi sağlayan göz siniri hücrelerinin beslenmesini engeller. Göz siniri hücreleri yükselen göziçi basıncı nedeniyle hasar görerek yavaş yavaş öldükçe çevreden merkeze doğru görme kaybı ortaya çıkar. Hücrelerin tümü öldüğü zaman kalıcı total görme kaybı oluşur.
Glokom dünyada milyonlarca kişide görülen ve her insanda ortaya çıkabilecek bir hastalıktır.
Bununla birlikte bazı faktörler hastalığın ortaya çıkma riskini arttırabilir. Toplumda 40 yaş
üzerinde %2, 60 yaş üzerinde %10 oranında görülür. Glokom herkeste ve her yaşta görülebilir. Ancak 40 yaşın üzerinde olanlar, ailesinde glokom bulunan kişiler, şeker hastalığı, hipertansiyonu, yüksek miyopisi ve damar hastalığı bulunanlar glokomun daha sık görüldüğü grupta yer alırlar. Özellikle glokom hastalığının ailesel geçişinin önemli olduğu ve ailesinde göz tansiyonu bulunan kişilerin bu hastalığın görülmesi açısından normale göre 8 kat daha fazla risk altında olduğu göz önünde tutulmalıdır.
- İlerleyen yaş, ailede glokom geçmişi (genetik yatkınlık)
- Sigara, şeker hastalığı, migren
- Miyopi, yüksek düşük kan basıncı.
- Uzun süreli kortizon tedavisi,
- Göz yaralanmaları.
Bu özelliklere sahip kişilerin glokom yönünden göz muayenelerini yaptırmaları uygun olur.
Hastalık herhangi bir belirti vermediğinden ve oluşan görme kaybı geri döndürülemediğinden glokomda erken tanı çok önemlidir. Hastalık ne kadar erken tespit edilirse, görme kaybı da o derece az olacaktır. Glokom tanısında konunun uzmanı göz hekimi tarafından yapılan detaylı bir göz muayenesi çok önemlidir. Bu muayenede görme keskinliğinin belirlenmesinin ve rutin göz kontrollerinin yanı sıra göziçi basıncının yani göz tansiyonunun ölçümü, göziçi sıvısının dışa boşaldığı kanalların yeraldığı bölgenin kontrolü ve göz sinirinin durumunun değerlendirilmesi yapılır. Gerektiği takdirde bilgisayarlı görme alanı ve göz siniri analiz yöntemleri tanıda önemli rol oynar. Göz tansiyonu 21 mmhg'ya kadar normal kabul edilir ve bunun üzerindeki değerler yüksek göz tansiyonu olarak değerlendirilir. Buna karşın göz tansiyonu tek kriter değildir ve göz tansiyonu normal ölçülen ve göz siniri hassas olan kişilerde de glokom hastalığı görülebilir. Göz tansiyonunun normalden yüksek olduğu veya normal olduğu halde göz sinirinin hasar gördüğünden şüphelenilen olgularda bilgisayarlı görme alanı ve göz siniri analiz tetkikleri göz sinirinin hasarının varlığının ve derecesinin belirlenmesinde, zaman içindeki değişimin saptanmasında önemlidir.
Glokom hastalığının tanısı konulduktan sonra bu |
gün için tedavide amaç göz tansiyonunu düşürerek göz sinirinin hasarını durdurmak ve görme kaybının ilerlemesini engellemektir. Bu amaçla uygulanabilecek yöntemler ilaç tedavisi, laser tedavisi ve cerrahi tedavi olarak üçe ayrılabilir. Bugün için genelde tanı sonrası ilk seçilen yöntemin ilaç tedavisi olmasına, ilaç tedavisine yeterli derecede yanıt vermeyen hastalarda laser tedavisinin ya da cerrahi tedavi yöntemlerinin uygulanmasına karşın, özellikle geç dönemde tanı konulan ya da sürekli ilaç kullanımının uygun olmadığı olgularda doğrudan laser girişimleri ya da cerrahi yöntemler de kullanılabilir. Glokomda ilaç tedavisinde son yıllarda önemli gelişmeler sağlanmış, etkili yeni ilaçlar tedavinin başarısını büyük ölçüde artırmıştır. İlaç tedavisinde önemli olan hastanın ilaçları sürekli olarak düzenli kullanmasıdır. İlaç kullandırılmayan veya ilaç tedavisine yanıt vermeyen olgularda kullanılan cerrahi yöntemler de son yıllarda giderek artan oranda başarılı olmakta, sürekli ilaç kullanım zorunluluğunu da ortadan kaldırarak etkili tedavi sağlayabilmektedir.
Glokom hastalığına karşı geliştirilen yeni bir ilacın “yan etki” olarak kirpikleri uzattığı saptandı. Miami Üniversitesi’nde yapılan bir deneyde de söz konusu ilaç bir jelle karıştırıldı. Araştırmaya katılanlardan bir gruba ilacın etken maddesinin bulunduğu jel verilirken, diğer gruba bu maddenin bulunmadığı bir jel verildi. Deneklerden jeli her iki göze de düzenli olarak uygulamaları istendi.
İlacın bulunduğu jeli tatbik edenlerin kirpikleri 6 haftada 2 milimetre uzadı. Bu kişilerin kirpiklerinin, içinde ilacın bulunmadığı jel sürenlerinkinden iki kat hızlı uzadığı tespit edildi. Ancak ilacın kirpikleri nasıl uzattığı henüz bilinmiyor.
Ortahisar, Nevşehir
Ortahisar, Nevşehir-Ürgüp karayolu üzerinde, Ürgüp'e 5 kilometre uzaklıkta bulunan, Nevşehir'in bir kasabasıdır.
En belirgin yapısı Etiler zamanında oyulmuş, 1200 m rakımlı 86 m yükseklikteki Ortahisar Kalesi'dir. Kale hem stratejik hem de yerleşim amacıyla kullanılmıştır. Kalenin eteklerinde Kapadokya'nın karakteristik sivil mimari örnekleri bulunmaktadır. Ayrıca hemen hemen tüm vadilerin yamaçlarına oyulan kaya depolarında yörede yetişen patates ve elma, Akdeniz Bölgesi'nden getirilen portakal ve limon saklanmaktadır.
Ürgüp'ün 5 km batısında ve Nevşehir yolu yakınındadır. 1916 yılında kasaba olmuştur. Doğal güzellikleri ve tarihsel özellikleriyle ilgi çekici bir kasabadır. Kavak, İbrahim Paşa ve Ortahisar'ın içinde yeraldığı vadi Damsa çayı vadisine ulaşır. Bu vadinin Damsa çayı yakınları Üzengi deresi adını alır. Doğal özellikleri içme suyu, maden suları olan bir yerdir. Ortahisarın ortasında dev bir peri bacası olan bir kale vardır. Bu kaleye yabancılar şato da derler. İçi oyuktur. Oda ve salonlar vardır. Tepesine çıkmak zor ise de oradan görülen çevre güzelliği yorgunlukları gideridir. Ayrıca kasabanın çevresinde de pek çok kilise vardır. Talaş deresi bu bakımdan çok ilgi çeker. Orta hisarda evler kaleye doğru basmak basamak yükselir. Son yıllarda Nevşehir yoluna doğru düzlükte yeni doğal karakteristik yapıya uygun renkli kesme taşan evler yapmışlardır. Bölgedeki kayalar sit alanı olarak belirlenmiştir. Atik ve Cedit adlarında iki mahalleden oluşur. Doğal güzellikleri eski tarihsel yapıları ilginç narenciye ambarları göreme kaya kiliselerine yakın oluşu turislerin rağbet göstermelerini sağlar. Ortahisar vadilerinde son derece ilginç manastır ve kiliseler bulunmaktadır. Bunlar Sarıca Kilise, Cambazlı Kilise, Tavşanlı Kilise, Balkan Deresi Kiliseleri, Hallaç Dere Manastırı'dır.
Ortahisar halkı geçimini bağcılıktan sağlar. Ayrıca büyük baş hayvancılıkta yapılır. Ortahisar Kalesi hem stratejik hem de yerleşim amacıyla kullanılmıştır. Kalenin eteklerinde Kapadokya'nın karakteristik sivil mimari örnekleri bulunmaktadır. Ayrıca hemen hemen tüm vadilerin yamaçlarına oyulan soğuk hava depolarında yörede yetişen patates ve elma, Akdeniz Bölgesi'nden getirilen portakal ve limon saklanmaktadır.
Ayrıca 2004 yılında tüm Kapadokya'nın yaşantısının anlatıldığı Kapadokya'nın ilk ve Tek Etnografya Müzesi Ortahisar'da açılmıştır.
Tüketerek tanıtlama
Tüketerek tanıtlama veya kaba kuvvet yöntemi ya da durum çözümlemesi olarak bilinen yöntem, tanıtlanacak önermenin sonlu sayıda duruma bölünerek her durumun ayrı ayrı tanıtlandığı bir matematiksel tanıt yoludur. Tüketerek tanıtlama iki aşamada gerçekleştirilir:
Bunun aksine Eski Yunan bilginlerinden Eudoxus of Cnidus'un tüketme yöntemi (tanıtlama) yöntemi matematiksel limitleri geometrik ve esas olarak özenli bir şekilde hesaplama yöntemiydi.
Her küp sayısı 9'un katı ya da 9'un katının 1 eksiği ya da 1 fazlasıdır.
"Tanıt"
Her küp sayısı bir tam sayısının küpüdür. Bu tam sayı ya 3'ün katıdır ya da 3'ün katının 1 eksiği ya da bir fazlasıdır. Bu nedenle aşağıdaki üç durum tüm durumları kapsar:
[Tanıtı tamamlamak için, 2 ve 3 durumlarındaki önermeler basit cebir kullanılarak tanıtlanabilir.]
Tüketerek tanıtlama yönteminde, izin verilen durum sayısı için bir üst sınır yoktur. Bazı hallerde yalnızca iki ya da üç durum bulunur. Diğer hallerde ise birkaç düzine durum olabilir. Örneğin, satrançta bir oyun sonu problemini çözmek bazen bir düzine ya da daha fazla hamle dizisinin incelenmesini gerektirebilir. Bazı durumlarda ise yüzlerce hamle (durum) incelenmek zorundadır.
Dört Renk Teoreminin ilk tanıtı 1.936 durumu olan bir tüketerek tanıtlama tanıtıydı. Verilen tanıt tartışma konusu olmuştu çünkü durumların çoğu matematikçi eliyle değil de bir bilgisayar programı tarafından denetlenmişti. Dört renk teoreminin günümüzde bilinen en kısa tanıtı dahi 600'ü aşkın duruma sahiptir.
Matematikçiler çok sayıda durumu olan tanıtlamalardan kaçınmayı yeğlerler; çünkü bu tanıtlar zarafetten yoksun görünürler, teoremin yalnızca şans eseri doğru olduğu ve temelinde bir ilke ya da bağlantının bulunmadığı izlenimini bırakırlar. Bununla birlikte, tüketerek tanıtlama dışında hiçbir yöntemle tanıtı bulunamayan teoremler mevcuttur. Dört renk teoremine ek olarak, tüketerek tanıtlamanın yapıldığı büyük tanıtlar için şu örnekler verilebilir:
Tüketme yöntemi
Tüketme yöntemi, geleneksel şekiller yoluyla kolaylıkla tanımlanamayan bir şekilin alanını ya da hacmini bulma yoludur.
Eudoxus'a atfedilen bu yöntem, bilinen şekillerin birleştirilmesiyle bir alanın ya da hacmin makul bir tahmini değerinin elde edilmesine dayanır. Şekillerin sayısı ve küçüklüğü arttırılarak bu tahmini değer iyileştirilebilir.
Arşimet bu yöntemi kullanarak, bir 96-gen yardımıyla Pi sayısı için bilinen yaklaşık 22/7 değerini bulmuştur.
Sonsuz sayıda böylesi şekil kullanılarak alanın ya da hacmin kesin büyüklüğünü bulmak kalkülüsün görevidir ve dolayısıyla bu yöntemi gereksiz kılmaktadır.
Oluşturarak tanıtlama
Matematikte oluşturarak tanıtlama istenen özelliğe sahip somut bir örnek oluşturularak ya da böyle bir nesneyi oluşturma yöntemi verilerek, istenen özellikte bir matematiksel nesnenin var olduğunun tanıtlandığı bir yöntemdir. Bu yöntem, belirli özelliklere sahip olan matematiksel bir nesnenin var olduğunu tanıtlayan fakat bu nesnenin bir örneğini oluşturmak için yol göstermeyen oluşturmacı olmayan tanıtlama yöntemine karşıttır.
Oluşturmacılık, matematikte oluşturmacı tanıtlar dışındaki tüm tanıtları reddeden bir felsefedir.
Oluşturmacı bir tanıt ile oluşturmacı olmayan bir tanıt arasındaki karşıtlık, cebirsel sayılar olmayan aşkın sayılar (transandantal sayılar) ya da kompleks sayılar kavramlarıyla gösterilebilir. Hardy & Wright (1979) eserlerinde yazdığı gibi:-
"Aşkın sayılar gibi bir kavramın olabileceği ilk bakışta gözükmez ... Üç farklı sorunu ayırt etmemiz gerekir. İlki, aşkın sayıların var olduğunu tanıtlamak (herhangi bir somut örnek verme zorunluluğunu hissetmeden). İkincisi, özellikle tasarlanmış bir yöntemle somut bir aşkın sayı örneği vermek. Üçüncüsü ise -ki bu en zor sorundur-, verilen herhangi bir sayının ... aşkın olduğunu tanıtlamak."
Aşkın sayıların var olduğunu tanıtlamak aşağıdaki argümanla tanıtlanabilir. Cebirsel sayıların kümesi sayılabilir bir kümedir. Buna karşın reel sayıların kümesi sayılamaz bir kümedir. Dolayısıyla cebirsel sayı olmayan bazı reeel sayılar olmak zorundadır. Bu sayılar, tanım itibarıyla aşkın sayılardır. Bu tanıt, oluşturmacı olmayan bir tanıttır.
Aşkın sayıların olşturmacı bir tanıtı için, bu sayıları oluşturma yöntemine sahip olmalıyız. Bu işlem, var olduklarını tanıtlamaktan daha zordur. Matematiksel sabitelerden "e" ve π aşkın sayılar için göze çarpan ilk adaylardır fakat bunların "gerçekten" aşkın olduğunu tanıtlamak çok zor bir görevdir. Aşkın oldukları tanıtlanabilen ilk sayılar Joseph Liouville tarafından betimlenmiştir ve kendisi, Liouville sayıları adı verilen sonsuz bir aşkın sayı sınıfını oluşturma yöntemini bulmuştur.
Reductio ad absurdum
Reductio ad absurdum, olmayana ergi ya da Osmanlıca "abese irca", Latince "saçma olana indirgeme" anlamına gelir ve bir iddiayı doğru kabul ederek saçma bir sonuca varıp iddianın yanlış olduğu sonucuna ulaşıldığı bir mantık yöntemidir. Bu yöntemde, yanlış olamayacak bir önermeyi zorunlu olarak doğru olduğunu kabul eden üçüncü olanağın dışlanması kanunu kullanılır. Aristo'nun sıkça uyguladığı bir yöntemdir..
Matematiksel tanıt
Mantık tarihi
Mantık tarihi, mantığın tarihteki çeşitli kültürler ve geleneklerde ortaya çıktığı biçimlerini karşılaştırmalı olarak inceler.
Birçok kültür, ayrıntılı uslamlama sistemleri uygulamasına karşın, uslamlamanın doğrudan çözümlenmesi uğraşısı olarak mantık, başlangıçta yalnızca üç gelenekte geliştirilmiştir: Çin, Hindistan ve Yunanistan. Kesin tarihler bilinmemekle birlikte - özelikle Hindistan için -, mantığın her üç toplumda MÖ 4. yüzyılda ortaya çıkmış olma ihtimali var. Mondern mantığın biçimsel olarak gelişkin ele alınışı Yunan geleneğinden gelmektedir. Aristo mantığının ve yorumlarının İslam felsefecileri üzerinden Orta Çağ Avrupası mantıkçıklarına ulaşmasıyla gelişmiştir.
Hiper metin
Hiper metin (İng. hypertext), bilgisayar ekranı ya da diğe |
r elektronik cihazlarda gösterilen ve sadece yazıdan ibaret olmayan gelişmiş özelliklere sahip belgelerdir. Hipermetinler diğer metin ve kaynaklara hiperbağlantılar ile referans gösterebillir, standart metinlerden (İng. "text") farklı olarak imaj, fotoğraf, video, tablo, matematik formülleri v.s. içerik sunabilirler. Hiper metin, World Wide Web'in temel konseptlerinden olup günümüz Web sitelerinin çok büyük çoğunluğu Hiper Metin İşaretleme Dili (HTML) kullanmaktadır.
Hiper kelimesinin kökeni Yunancadaki "ὑπερ-" kelimesine dayanmakta olup "ötesinde" ya da "üzerinde" gibi bir anlamı vardır. Hiper metinin standart metinin ötesinde özelliklere sahip olduğunu ifade eder.
Ursula K. Le Guin
Ursula Kroeber Le Guin (21 Ekim 1929 - 22 Ocak 2018), Amerikalı yazardır. Bilim kurgu ve fantezi edebiyatının en önemli yazarlarından kabul edilen Le Guin, bu alanlardaki eserlerinin yanı sıra şiir, tiyatro, çocuk ve genç edebiyatı alanlarında da yazar ve çevirmen olarak katkıda bulunmuştur. İlk romanı 1966 yılında yayımlanan Le Guin'in eserlerinde ağırlıklı olarak Jung'un, taoizimin, varoluşçuluğun ve Yunan mitolojisinin etkileri görülmektedir. Yazar, başta Hugo ve Nebula olmak üzere pek çok ödül almıştır.
Ursula Kroeber, ABD'nin Kaliforniya eyaletinde 1929 yılında dünyaya geldi. Antropolog bir babayla (Alfred Kroeber) psikolog ve yazar bir annenin (Theodora Kroeber) kızıdır. İsmini doğum tarihi olan Azize Ursula Günü'nden aldı. Ebeveynleri tarafından üç erkek kardeşi ile beraber kültürel çeşitlilik fikrinin hakim olduğu bir ev ortamında yetiştirildi. Massachusetts-Radcliffe College’da lisans eğitimini tamamladıktan sonra Columbia Üniversitesi'ni bitirdi ve yüksek lisansını “"Fransa ve İtalya’da Orta Çağ ve Rönesans Dönemi Edebiyatı"” üzerine yaptı. 1951’de tarihçi Charles A. Le Guin ile evlendi. Üç çocuk ve dört torun sahibi olan Le Guin, yaşamının son dönemini ABD’nin Oregon eyaletinde geçirdi. 22 Ocak 2018 tarihinde vefat etti.
Bilimkurgu türünde yazmaya 1960'lı yıllarda başladı. İlk öyküsü 1962’de yayınlandı. Pek çok üniversitede ders verdi, çeviri, derleme ve makaleleri yayınlandı. Le Guin, 1969'da yazmış olduğu "Karanlığın Sol Eli" adlı romanıyla bilim kurgu dünyasının iki büyük ödülü olan Hugo ve Nebula ödüllerini aldıktan sonra ün kazanmıştır. Ayrıca, 1974'te yazmış olduğu ütopik bilimkurgu romanı Mülksüzler ile 1975'de yine Hugo ve Nebula ödüllerini almıştır. Bilimkurgu ve fantastik kurgunun yanı sıra şiir ve çocuk kitapları da bulunmaktadır.
LeGuin, teknolojik gelişmelerin değil, politika, toplumbilim ve psikolojinin öne çıktığı ve alternatif toplum biçimlerinin sorgulandığı bilimkurgu yaklaşımının en önemli temsilcilerindendir.
Eserleri arasında özellikle Yerdeniz Üçlemesi ya da sonradan eklenen dördüncü ve beşinci kitapla Yerdeniz Beşlemesi çok ciddi hayran kitlesine ulaşmıştır. Bu serinin 3. romanı olan "En Uzak Sahil" (The Farthest Shore) kitabıyla 1973 yılında Çocuk Kitapları için verilen ABD milli ödülünü (National Book Award) kazamıştır. 1990 yılında yeniden Nebula ödülünü Tehanu ile kazanmıştır.
Temel feminist teoriye oldukça hakim olan Le Guin yazılarında teorisini gizlice vererek erkek okuru rahatsız etmez ve teoriyi okuyucuya gizlice zerk eder. Anarşist eğilimli ya da anaerkil toplumlar yaratmaktan çekinmez. Zaten hayatı boyunca asice hareket etmiştir. Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar adlı kitabındaki bir yazısında zamanında Playboy dergisinde bile yazdığını söylemiştir. Pek çok okuru için bilge bir kadın tiplemesi olan Le Guin, Ged (Çevik Atmaca) karakteri ile de pek çok okurun kişiliğine etki etmiştir. Yüzüklerin Efendisindeki ayrıcalıklı bir yaratıma sahip olan Gandalf'ın aksine Le Guin'in baş kahramanı Ged Gontlu bir keçi çobanı olarak başlayıp Roke adası büyücülerinin en büyüklerinden olmuştur. Yeraltı tanrılarının başrahibesi Tenar ise sıradan bir kadın olmayı tercih ederek kendini bulmuştur. Le Guin'in her kahramanı, her romanı bir süreç, bir değişim anlatır. Bilgeliği ve büyümeyi değişmekten korkmamakta bulur.
Le Guin'in karakterleri basmakalıp kahramanlardan uzaktır. Genç mükemmel kadın ve erkekler yaratmayan yazarın kahramanları genellikle yaşlı adamlar veya koca karılar, cılız, sakat veya tecavüze uğramış ve intikam peşinde koşamayacak kadar çaresiz çocuklardan oluşmuştur. Bu haliyle Le Guin romanları çaresizliği, yaşama cesaretini vurgulayan mütevazi görünümlü gizli bir romantizm barındırmaktadır. Oldukça sık kölelikten bahseder. Öncelikle köleliği tüm şatafatlı sembollerinden arındırır. Köleleri, bir kölenin yalın ve itirazsız, itaatkar dünyasında herhangi bir şeyi sorgulama yeteneğinden yoksun insanlardır. İsyandan bahseder, ama yanlışlıkla köle sıfatı taşıyan soylu kurtarıcılardan yoksundur hikâyeleri. Kadınlık ve erkeklik, çocukluk ve erişkinlik, kölelik ve sahiplik gibi zıtlıklara vurgu yapmıştır. Le Guin yalın ama şiddet dolu bir evreni yansıtır. Şiddeti adlandırmaktan çekinmemiştir. Özgürlük ve cesaret dolu bir dili vardır.
Yerdeniz Dizisi
Batı Sahili Yıllıkları
Zeynep Hatun
Zeynep Hatun, Divan edebiyatının bilinen ilk kadın şairi. Mihrî Hatun ile aynı dönemde yaşamıştır.
15. yüzyıl Amasya'da yaşamış bir kadı kızı ve bir kadı eşidir. Çağdaşı olan Mihri Hatun ile aralarında latifeler ve karşılıklı şiir söyleşmeleri vardır.
Divanı, Sultan Mehmet adına düzenlenmiştir.
Zeynep Hatun, şiirlerinde kadınların yadırgayacağı çeşitli düşünceler barındırır; Kadının isteklerini açgözlülük olarak nitelendirir ve döneminin kadınının aşağılık konumundan sıyrılma isteğini sık sık dile getirir. Zeynep Hatun, bir şair olarak kabul görebilmek için, arzularının “"merdane"” (erkeğe yakışan, mertçe) olmasını ister. Tıpkı alçakgönüllü bir erkek gibi, bilge olmak isteğini vurgular. Yumuşaklık, sevecenlik gibi kadına özgü bazı değerleri, zayıflık ve ruhsal eksiklik diye nitelendirir.
Aşık Çelebi, “Mesairus Şuara” adlı kitapta, Zeynep Hatun’un yaşamının son döneminde şiiri bıraktığını, inzivaya çekildiğini anlatır.
Gazel
Keşfet nikabını yeri göğü münevver et
Bu âlem anasırı firdevs-i enver et
Depret lebini cüşe getir hacz-i kevseri
Anber saçını çöz bu cinanı muattar et
Hattın berat verdi saba yeline dedi
Tez er Hatay'a Çin'i tamam et müseehhar et
Yâra yolunda âşk ile derdinden ölenin
Kim der sana ki hecr ile cânın mükedder et
Zeynep çü dost zülfü gibi tarümarsın
Divane olma şiirini divan ü defter et
Zeyneb ko meyli zinet-i dunyaya zen gibi
Merdane var Sade-dil ol terk-i ziver it
Mihrî Hatun
Mihrî Hatun (d. 1460/1461, Amasya – 1506, Amasya), Zeynep Hatun'la birlikte adı bilinen ilk Türk kadın şairlerindendir.
1460 ya da 1461'de Amasya'da doğdu ve 1506'da yine burada öldü. Asıl adı Mihrünnisa ya da Fahrünnisa'dır. "Mihrî" mahlasını kendisi de bir şair olan babası Mehmet Çelebi bin Yahya'dan (Belâyî) aldı. Hiç evlenmedi.
15.yy. da yaşamış olan Mihri Hatun, kendisi de "Belayi" mahlasıyla şiir yazan bir Osmanlı kadısının kızıdır. Kültür düzeyi yüksek bir ailede yetişen Mihri Hatun yaşadığı dönemde saygı duyulan edilen bir şair olmayı başarmıştır.
Sultan II. Bayezid ve oğlu Şehzade Ahmed’in Amasya Valiliği sırasında kentte toplanan bilgin ve sanatkarların meclislerine katıldı.
Güzelliğiyle bölgede ün salan Mihrî Hatun, sade bir dille yazdığı kaside ve gazelleriyle tanınır. Diğer divan şairi kadınlardan aşkı çekinmeden kullanmasıyla ayrılır. Şairi Necati Bey’i kendisine örnek aldığı, şiirlerini Necati Bey'e gönderip fikrini öğrenmeye çalıştığı iddiaları da vardır. Söylentilere göre Necati Bey ile aralarında duygusal yakınlaşma vardı. Ayrıca şiirlerinde, Müeyyedzâde Abdurrahman Çelebi ve Sinan Paşazâde İskender Çelebi’ye duyduğu aşka dair ipuçlarına da rastlanır.
Divanı, 1967'de Moskova'da basıldı. Türkiye'de 2007'de basıldı ("Mihri Divanı", Mehmet Aslan, Amasya Valiliği Kültür Yayınları).
Gazel
Ben umardım ki seni yâr-ı vefâ-dâr olasın
Ne bileydim ki seni böyle cefâ-kâr olasın
Hele sen kaaide-î cevrde eksik komadın
Dostluk hakkı ise ancağ ola var olasın
Reh-i âşkında neler çektüğüm ey dost benim
Bilesin bir gün ola aşka giriftâr olasın
Sözüme uymadın ey asılası dil dilerim
Ser-i zülfüne anın âhiri ber-dâr olasın
Sen ki cân gül-şeninin bi gül-i nev-restesisin
Ne revâdır bu ki her hâr ü hasa yâr olasın
Beni âzâde iken aşka giriftâr itdin
Göreyim sen de benim gibi giriftâr olasın
Bed-duâ etmezem ammâ ki Huda’dan dilerim
Bir senin gibi cefâ-kâra hevâ-dâr olasın
Şimdi bir hâldeyüz kim ilenen düşmanına
Der ki Mihrî gibi sen dahi siyeh-kâr olasın
Akrostiş
"Akrostiş ya da ilkleme"', bir şiirde dizelerin ilk harflerinin yukarıdan aşağıya doğru sıralandığında anlamlı bir sözcük meydana getirmesidir.
Divan edebiyatında akrostişe muvaşşah ya da istihrac denir.
Eski Yunan ve Latin dillerinde "akro-" ön eki "uç taraf" veya "sivri taraf" anlamına gelir. Ör. "akromegali" uçların(ellerin ve burun ucunun) irileştiği hastalık anlamındadır. "akrostiş" de "uç taraftaki dize" anlamındadır.
Örnek:
Elimde Değil Yapamıyorum
Gelip söyleyebilsem yanına
Ölümüne sevdiğimi seni aslında
Kızar mıydın acaba bana
Çabaladım her gün unutmaya
Elimde değil yapamıyorum
Gerçekleşmeyecek bir şey olsa da
Özrümü kabul etmek bir yana
Kaybettim seni biliyorum ama
Çabalıyorum senin için hala
Elimde değil yapamıyorum
Geri gidebilsem keşke zamanda
Özlemin kalbimde ölümcül yara
Kalbine girmek mümkün olsa
Çıkabilecek cesaret olsa karşına
Elimde değil yapamıyorum
Aks-i müfred
Aks-i müfred, bir sözcükteki harflerin sondan başa doğru alınması halinde yine anlamlı bir sözcüğün meydana gelmesini ifade eden edebiyat terimidir.
Biladiye
Biladiye, beldeleri konu edinen edebi eserlerdir. Sanatçılar gördükleri, gezdikleri, sevdikleri ya da görmek istedikleri beldeleri nazım ya da nesir şeklinde anlatır.
Divan edebiyatında Ferdi, Derviş Ömer Efendi gibi şairlerin biladiyeleri vardır.
Gülseren Engin
Gülseren Engin (1946-...) Türk yazar, Ressam
1946 da İstanbul’da doğdu. Çocukluğu ve gençlik yılları Ankara’da geçti. 1971 de hekim oldu. Ülkenin pek çok yöresinde ve Almanya’da çalıştı. İlk |
şiiri 1963’de Gözgü Dergisi’nde, ilk öyküsü 1965’de Ankara Sanat adlı dergide yayımlandı. Şiir, öykü, roman, deneme, makale, gezi yazıları, tiyatro oyunları, senaryolar yazdı/yazıyor. Halen pek çok dergi ve gazetede yazılar ve eleştiriler yazmakta.
Ayrıca resim yapan sanatçı pek çok karma ve kişisel resim sergisine katılmıştır.
Öyküler, Masal ve Gezi Yazıları
Senaryolar
Hacıbektaş
Hacıbektaş, Nevşehir iline bağlı bir ilçedir. Kapadokya'nın önemli merkezlerinden biridir. Doğuda Avanos, batıda Mucur, güneyde Gülşehir, kuzeyde Kozaklı ilçeleriyle çevrilidir.
13. yüzyılda Türk düşünürü Hacı Bektaş-i Veli'nin Horasan'ın Nişabur kentinden Anadolu'ya gelmesi ve Suluca Karahöyük'e yerleşmesinden sonra yedi hanelik Hacım Köyü'nün çehresi değişti. Hacı Bektaş-i Velî, burada bir ilim yuvası kurarak düşüncelerini yaymış; ölümünden sonra da köyün ismi, adına ve anısına izafeten Hacıbektaş olarak değiştirilmiştir.
Hacıbektaş, 1541 yılında Niğde'ye bağlı bir nahiye merkezi haline gelmiş, 1854 yılında belediye teşkilatı kurularak kasaba olmuştur. Daha sonra 01.01.1948 tarihinde, Kırşehir iline bağlı ilçe haline geldi. Nevşehir'in, 24.07.1954 tarihinde il olması ile Hacıbektaş ilçesi Nevşehir'e bağlandı. İlçenin bugün hâlâ ayakta kalan tarihi yapılarından Hacı Bektaş-ı Veli Türbesi, Kadıncık Ana Evi, Bektaş Efendi Türbesi, Vakıflar Genel Müdürlüğü mülkiyetinde olup Kültür Bakanlığı Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nce müze olarak kullanılmaktadır. Karahöyük kazılarından çıkan eski çağlara ait eserler Arkeoloji ve Etnografya Müzesi'nde sergilenmektedir.
İlçede "Kadınlarınızı okutunuz", "İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır", "Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu" diyen Hacı Bektaş Veli'den kaynaklanan eğitime düşkünlük ve kültürel yapıda gelişmişlik ilk anda göze çarpmaktadır. Atatürk'ün doğumunun 100. yılı nedeni ile başlatılan okuma yazma seferberliği sonunda, okur yazar oranı %100'e ulaştı. İlçe Merkezine çok amaçlı olarak yapılan Hacı Bektaş Veli Kültür Merkezi bu alanda büyük bir açığı kapattı.
İlçe merkezinde Hacı Bektaş-ı Veli Türbesi ile Arkeoloji ve Etnografya Müzesi mevcut olup yerli ve yabancı turistlerce ziyaret edilmektedir.
Bigadiç
Bigadiç, Türkiye'nin Balıkesir ilinin güneydoğusunda kalan bir ilçesidir. Türkiye'nin ve dünyanın en önemli Bor mineralleri madenlerine sahiptir. Muhteviyatında Selenyum ve Kükürt bulunan kaplıcalarıyla da one çıkan ilçe, tarih boyunca çeşitli uygarlıklara ev sahipliği yapmıştır.
Bigadiç'in bilinen en eski adı, "Şans Tanrıçasının İkizi" anlamına gelen Didi-Moti-He'dir. Ayrıca, Bigadiç gibi isimlerin ise "Suyu bol olan yer", "Kuyusu bol olan yer", "Sulak yer", "Sulu ova, sulu yer" anlamına geldiği bilinmektedir. Bunun yanı sıra, değişik efsanelere göre Bigadiç adının Romalı bir generalden veya Bergama Kralı'nın oğlunun adından geldiği rivayet edilmektedir.
Diğer bir bakış açısına göre ise, Bigadiç'te çok boğa yetiştirilmesi nedeniyle "Boğadıç" denildiği ileri sürülmektedir. Halk arasında da çok yaygın olan bu söyleniş tarzının Bigadiç'te dericiliğin çok gelişmesi ile de izahı yapılmak istenmektedir.
Buna ek olarak, Bigadiç tarihi gelişimi içerisinde Akhyrous, Bigadia, Bigados, Bugadıç ve nihayet Bigadiç isimlerini almıştır.
İlçenin nüfusu 2000 genel nüfus sayımına göre 49957'dir. Bunun 14550'si ilçe merkezinde, 35407'i ise kasaba ve köylerde yaşamaktadır.
Bigadiç, Marmara Bölgesi, Güneydoğu Marmara alt bölgesi içinde Balıkesir İline bağlıdır. Şehir eski Balıkesir-İzmir yolu üzerinde Balıkesir'e 38 km mesafeye kurulmuştur. Balıkesir ilinin Güneydoğusunda yer alan Bigadiç kuzeyi Kepsut, güneyi Sındırgı, batısı Merkez, doğusu Dursunbey ile çevrilmiştir. Denizden yüksekliği 180 m'dir. İlçe merkezi 39-21 kuzey enlemi ile 28-08 doğu boylamı arasında yer almaktadır.
Bigadiç, Simav Çayı'nın geçtiği Bigadiç Ovası'nın doğu kenarında ve oldukça dik meyilli sırtların batıya bakan eteklerinde kurulmuştur. İlçe arazisi, Simav Çayı'nın açtığı derin ve yer yer genişleyerek küçük ovacık halini almış vadi ile bu vadinin doğusunda bulunan Alaçam Dağları'nın batıya bakan yamaçlarından ibarettir.
İlçe, Marmara ile Ege Bölgesi geçit iklimi şartlarının etkisi altındadır. Bigadiç'in iklimini, ilçenin konumu nedeniyle Marmara Bölgesi iklimi içinde incelemek gerekirse de belde ikliminde görülen bazı farklılıkları açıklamakta fayda vardır. Bigadiç, Marmara Bölgesi'nin Güney Marmara bölümünde yer aldığı için karasal iklim karakterleri göstermektedir. Burada hüküm süren iklim, civar bölgelere göre daha az şiddetlidir. Yağış bakımından Akdeniz, sıcaklık bakımından karasal iklim özellikleri taşır.
Umumiyetle yazları sıcak ve kurak, sonbahar devresi uzun ve ılık, kış devresi zaman zaman kar yağışlı, bazen kurak, ilkbahar kısa ve yağışlı geçmektedir. Yılın en düşük sıcaklığı -7, en yüksek sıcaklığı +38 derece, yıllık ortalama sıcaklık ise +14.8 derecedir. Rüzgar ise genellikle kuzey ve kuzey-doğudan çok hızlı (8 şiddetinde) esmektedir.
Bigadiç ilçesi orman yönünden zengindir. Toplam arazidin %61'ini kapsayan orman alanlarında iğne yapraklılar en büyük paya sahiptir. Merkez ve çevresindeki orman varlığı çok olmamakla birlikte, ilçenin güneydoğu bölümleri ve özellikle Ulus Dağı bahsi geçen çam ormanları ile kaplıdır. Ormanlar koru ve baltalıktan oluşmuştur. İlçede orman ürünlerine dayalı kereste, mobilya ve doğrama sektörü gelişmiş düzeyde olup ilçe ekonomisinde önemli bir paya sahiptir.
Bigadiç ve çevresinde tarih öncesi dönemlere ışık tutan en dikkat çekici yerleşim Babaköy civarındadır. Bahsi geçen yerleşimin 20.yy başlarında Fransız mühendis Paul Gaudin tarafından keşfedilen Kırkağaç-Gelenbe yakınındaki Yortan Mezar Kültürü'nün bir uzantısı olduğu kabul edilmektedir.
MÖ 4000-2150 arasında varolan Yortan Kültürü kendine özgü nitelikleri olan bir kültürdür. Mezar armağanları bakımından da Thermi, Troya ve Beyce Sultan Keramik ve diğer buluntularla karşılaştırılabilir. Bu bakımdan Yortan Kültürü'nün çevre kültürler ile ilişki içerisinde olduğu söylenebilir.
Bigadiç, eski çağlarda Misya olarak anılan bölgedeki önemli şehirlerden biri olduğu bilinmektedir. Lidyalılar "Kayın Ağacı" anlamına gelen Misya, Anadolu'nun kuzey-batısında yer alıp, kuzeyden Marmara Denizi (Peropontit), batıdan Çanakkale Boğazı (Hellespon) ve Ege Denizi, güneyden Lidya ve doğudan Rindakoz (Adernaz) Çayı ile çevrilidir.
Misyalılar, MÖ 1200 yılında gerçekleşen Truva Savaşı esnasında Truva'lıların yanında Akhalar'a karşı savaşmışlar ve savaş sonunda Truva hakimiyetinin yıkılması üzerine Lidya egemenliğine girmişlerdir. MÖ 546 yılında Persler ile yaptığı savaşı kaybeden Lidyalılar devleti yıkılmış ve Bigadiç'in içinde bulunduğu Misya ve diğer batı Anadolu şehirleri MÖ 334 yılına kadar Pers İmparatorluğu hakimiyetine girmiştir.
MÖ 334 yılında Granikos (Biga Çayı) kenarında Pers kralı Darius III'ü yenilgiye uğratan Büyük İskender, MÖ 333'te İssus ve MÖ 331'de Gaugamela (Erbil) ovasında Pers ordularını iki defa daha yenerek Anadolu'yu tamamen ele geçirmiştir.
Böylece Büyük İskender'in İran seferi hattı dışında kalarak Persler ve Makedonyalılar arasındaki savaşa sahne olmaktan kurtulan Misya Bölgesi ve Bigadiç, Büyük İskender'in egemenliğine girmiş oldu.
Büyük İskender'in ölümünden sonra sırasıyla Antigonos, Lysimachos ve Selevkos hakimiyetine giren Misyalılar, Selevkosların zayıflaması ve Romalılar ile .Ö 188'de yapılan Apameia (Dinar) Barışı sonrasında Bergama Krallığı'nın bir parçası haline gelir.
Roma, önce himaye, sonra da fetih siyasetinin başlangıcı olarak batı Anadolu'daki krallıkları Selevkoslara karşı korumuştur. Bergama kralı Attalos III'ün MÖ 133'deki ölümü sonrasında vasiyetnamesi gereği krallığı Romalılar'ın eline geçti. Roma egemenliğine karşı ayaklanan Misyalılar başarılı olamayınca MÖ 129 yılında Bergama Krallığı resmen sona erdi.
395'te imparator Büyük Theodosius tarafından Doğu ve Batı Roma olarak ikiye bölünen Roma İmparatorluğu'nda, Misya'nın büyük bir kısmı Doğu Roma (Bizans)'ın Opsekium eyaleti'ne bağlanmıştır.
1071 yılındaki Malazgirt Meydan Muharebesi ile başlayan Anadolu'daki Türk hakimiyeti, Alparslan'ın ölümü ile tahta çıkan oğlu Melikşah'ın emriyle yapılan fetihlerle devam etti. Bizans'ın içinde bulunduğu karmaşadan faydalanan Melikşah'ın komutanlarından Kutalmışoğlu Süleyman Şah, devletin sınırlarını Misya dahil olmak üzere Marmara, Karadeniz ve Akdeniz yönlerine doğru genişletti.
1097 yılında Anadolu Selçukluları ve Haçlı Ordusu arasında gerçekleşen Dorileon Savaşı sonucunda Selçuklular'ın İç Anadolu'ya çekilmesi ile Misya bölgesi yeniden Bizans hakimiyetine girdi. 1113 yılında yapılan akınlarla Apollonia (Gölyazı) yeniden Türk hakimiyetine girdi. Ardından Türk birlikleri Adramitium (Edremit) ve Poimanon (Manyas)'a kadar ilerlediler.
III. Haçlı Seferi'nde kara ordusuna komuda eden Almanya Kralı Friedrich Barbarossa, ilkçağdan beri kullanılan Balıkesir-Bigadiç-Sındırgı-Akhisar yolunu izlemiştir.
1243 yılındaki Kösedağ Savaşı ile Moğol İstilası altında kalan Anadolu'da Beylikler Dönemi başlamış, Danişmend ailesine mensup olan uç beylerinden Kalem Bey ile oğlu Karesi Bey, 13.yy sonlarında Misya'ya girdiler. Bigadiç'in Karesi Bey ya da Oğul Paşa tarafından 1300 başlarında fethedildiği düşünülmektedir.
Orhan Gazi döneminde, Karesi Beyliği'nin Osmanlı Devleti'ne bağlanması ile Bigadiç'te Osmanlı hakimiyeti başlamıştır. 1890 yılında yayınlanan Hüdavendigar Vilayeti salnamesinde Bigadiç hakkında şu bilgilere rastlanmıştır:
"“Bigadiç kazası Karesi sancağı merbudatından olup, şimalen ve şarkan Balıkesri kazası, Garben Kütahya Sancağı ve cenuben Sındırgı kazası ile mahdudtur. Kaza-i mezküre merbud nevahi olmayıp ancak 52 karyeyi (köy) şamildir. Kazanın nüfusu umumisi 12805 raddesindedir. Dahili kazada 2579 hane bulunur”"
1877-78 Osmanlı Rus Savaşı (93 Harbi) sonrasında Bigadiç, Rumeli'den kaçan pek çok göçmen aileye ev sahipliği yapmıştır. Bu göçmen aileler deve yatağı (bugünkü Fethibey mahallesi) yerleştirilmişlerdir. Sonraki dönemde, özellikle Balkan Savaşları sonrasında |
Bigadiç göç almaya devam etmiştir.
Yunan ordularının 15 Mayıs 1919'da İzmir ile başlayan ve kısa zamanda tüm batı Anadolu'ya yayılan işgaline karşı, 16 Mayıs 1919'da Balıkesir'de Redd-i İlhak kararı alınmasına müteakip Balıkesir Kongreleri düzenlenmiş, 28 Haziran 1919-10 Mart 1920 arasında düzenlenen bu kongrelere Bigadiç'ten de temsilciler katılmıştır. 9. Kafkas fırkası'ndan dönen Mümtaz Bey önderliğinde Bigadiç Kuva-yi Milliye teşkilatı kurulmuştur.
Akhisar-Soma muharebelerinde başarısız olan Türk kuvvetlerinin Balıkesir-Susurluk hattı üzerinden Bursa'ya çekilmesi ile 30 Haziran 1920'de Yunan kuvvetleri Bigadiç'i işgal etmişlerdir.
26 Ağustos 1922'de başlayan Büyük Taarruz'un akabinde Türk ordusu 4 Eylül 1922'de Bigadiç'e girmiştir.
İşgal döneminde Bigadiç'te eski Nahiye Müdürü Mümtaz Bey tarafından Kuva-i Milliye teşkilatı kurulmuş ve düşmana karşı direniş gösterilmiştir.
Simav Çayı üzerine kurulan Yörücekler Regülatörü ile sulama kanaletlerinin kılcal damarlar gibi sarıp sarmaladığı Bigadiç Ovası, yüksek tarım kabiliyetine sahiptir. Pamuk, tütün, buğday, mısır, susam, nohut, bakliyat, domates, şeker pancarı, ay çiçeği ve her türlü sebzenin yetiştiği yerdir Bigadiç. Sadece İlçe halkına değil civar ilçelere, Balıkesir'e, İstanbul haline tonlarca sebze gönderilir. Bilhassa dağ köylerinde yetiştirilen poyraz fasulyesi, ceviz, kiraz, elma, kestane, kızılcık, incir, armut, nar, dut ve bademin tadına doyum olmaz. Bu ürünler köy köy ayrışır, lezzetlenir. Alabarda köyü nar, Çayüstü (Kılle) köyü ceviz ağaçları ile yüklüdür. Kestane deyince Alan Köyü akla gelir. İncir Babaköyü çağrıştırır. Aşağıçamlı Köyü ise kirazı ile meşhurdur.
Et, süt ve yumurta istihsaline dayalı hayvancılık çok gelişmiştir. Bilhassa köylerinde 30.000 Büyükbaş hayvanın beslendiği Bigadiç; Yumurta tavukçuluğu ve etlik tavukçuluğun yapıldığı yüzlerce tavukhanesi ile yüksek bir et, süt, yumurta üretimi bölgesidir. Bundan 20 yıl önce Türkiye'nin yumurta borsası Bigadiç merkezli idi. Bigadiç, şu yıllarda etlik tavuk üretimine yönelmektedir. İstanbul'un % 45 et ihtiyacını karşılar.
1990'lı yıllarda sanayileşme ivmesini yakalayan Bigadiç'te; 3 adet un fabrikası, mobilya imalathaneleri ve 2 adet yem fabrikası mevcuttur.
Termal tatil köyü inşaat çalışmaları bitirilmiş olup yerli ve yabancı turizme hizmet vermektedir. Hisarköy termal kaplıcaları tarihi çok eskiye dayanmakla bölgede arkeolojik araştırmalar yapılmadığından tarih yok olmakla karşı karşıya gelmiştir. Bigadiç yapılan çalışmalarla jeotermal su ile ısıtılmaktadır. Simav çayı boyunda yapılmakta olan devremülkler yerli ve yabancı turizme termal devremülk oluşundan büyük hizmet vermek amacıyla inşa edilmiştir
Bigadiç, yüzyıllardır devam ede gelen güzel adetlerini, geleneklerini çağın şartlarıyla da bezeyerek ama dejenere etmeden günümüze taşımasını bilmiştir.
Hemen her köy, yılın bir gününde hayır yapar. Hayvanlar kesilir, evlerden toplanan malzemeyle çorba kaynatılır. Pilav, helva pişirilir. Kuran okunup dualar yapılır. Civar köyler, ilçeler bu ziyafete davetlidir. Misafirler ağaç gölgesinde, yörük kilimlerinde ağırlanır. Ziyafetten sonra, uzun yıllar görmediğiniz eş dostla görüşürsünüz. O güne kadar görmediğiniz insanlarla tanışır, "Niye daha önceleri tanışmadık" diye hayıflanırsınız. Köylü, şehirli, zengin, fakir, alevi, sünni herkes o hayırda birdir, eşittir.
Davullu, zurnalı, kınalı, sepili düğünler bir başka alemdir.
Bir aşireti dünya devleti yapan dayanışmanın, cömertliğin, kardeşliğin dayanılmaz lezzetini tadarsınız o düğünlerde. Hele o mevlitten sonra yediğiniz, evde yapılmış ekmeğin üzerinde et suyu, sos ve tiftilmiş dana etinden mürekkep, "kapamanın" tadına doyum olmaz.
Davul zurna eşliğinde, Kızılçukur efesinin toprağa diz vuruşuyla göğüs kafesinizin şiştiğini hissedersiniz.
Yağcıbedir Halıları Yörük aşiretinin örf, adetleri ve geçmişlerini yansıtan bir sanat eseridir.Yağcıbedir halıları İlçe ve merkezi köylerde yaygın olarak dokunmaktadır. Yağcıbedir Halıları çok ince yün ipliklerden dokunur. Atkısı ve çözgüsünde yün ipliği kullanılır. Dm²'sinde 1400-1600 düğüm bulunur. 1 cm'sinde 30-35 ilme bulunur. İlme düğümleri Türk Düğümü (Gördes) çok sağlam atıldığından halıların ömrü çok uzundur. Bu gün Sındırgı yöresinde 10.000- 10.500 civarında tezgâhta yılda 300.000 adet çeşitli ebatlarda Yağcıbedir Halısı dokunmaktadır.
Yağcıbedir Halılarının ipi kök boya larla boyanır, boyaları solmaz. Yağcıbedir Halılarında 4 ana renk hakimdir. Lacivert (gök), Kırmızı (Al), Koyu Kırmızı (Nariç), Beyaz (Ak) dır. Yağcıbedir halıları kullandıkça renkler daha güzelleşir ve değer kazanır. Halıların 150-200 yıl ömrü bulunmaktadır. Otantik özelliğe sahiptir. Yağcıbedir Yörük Halkı yaşantısını dokuduğu halısına yansıtmıştır. Halıdaki her motifin bir anlamı bulunmaktadır. Sevinç ve üzüntülerini motif dokuduğu halıya işlemiştir.
Harem
Harem (), kelime anlamıyla korunan, mukaddes ve muhterem yer anlamına gelir. Ev, konak ve saraylarda genellikle iç avluya bakacak bir şekilde planlanan, hane kadınlarının yabancı erkeklerle karşılaşmadan günlük hayatlarını sürdürdükleri kısımdır. Burada yaşayan kadınlara da harem deniyor olması, bazı yorumlara göre İslamiyet'in hicap anlayışının bu bölümlere, hane kadınlarıyla belirli bir kan bağı dışında kalan erkeklerin (nâmahrem) girişini yasaklamasından kaynaklanır.
Hakem
Hakem bir karşılaşmayı, bir oyunu, belli bir kurallar bütününe uygun olarak, gerektiğinde kuralları da yorumlayarak yöneten kişi. Anlaşmazlık durumunda onun sözü geçerlidir.
Futbol maçları, oyun kurallarının uygulanması konusunda tam yetki sahibi olarak görevlendirilen bir hakem tarafından yönetilir (5. Kural). Maç hakemine 2 yardımcı hakem asistanlık eder. Bunun yanında dördüncü hakem de hakeme zaman zaman yardımcı olmaktadır.
Domates
Domates ("Solanum lycopersicum"), patlıcangiller (Solanaceae) ailesinden, anavatanı Güney ve Orta Amerika olan, meyvesi yenebilen otsu bitki türü.
10 veya 15 cm boya sahip olan domates bitkisinin hafif odunsu bir gövdesi vardır. 10–25 cm uzunluğunda olan yapraklarının üzerinde 5-9 yaprakçık bulunur. Yaprakları tüylüdür. 1–2 cm uzunluğunda ve genellikle sarı olan domates çiçekleri bir sap üzerinde 3-12 adettir. Genellikle kırmızı, yenilebilen meyvesi yabani bitkilerde 1–2 cm çapında iken, kültür bitkilerinde daha büyüktür. Çoğu vitamin bu meyvede bulunur ve kanseri önleyici yapısı vardır. Bu vitamin ve önleyici mineraller domatesin kabuğunda bulunur.
ABD'de 1893 yılında mahkeme sebzelerle birlikte saklanıp yenildiğinden onu sebze diye sınıflandırmıştır fakat gerçekte meyvedir. Domatesin ilginç bir tarihi vardır. Bolivya ve Peru'da yabani sarı renkli bir domates türü bulunmuş ve sonra Meksika'da yetiştirilip, Kristof Kolomb'un Amerika'yı keşfinden sonra Avrupa'ya gemilerle gönderilmiştir. İtalyanlar sarı renginden ötürü onu altın elma olarak adlandırdı, ama çok geçmeden kırmızı türleri ortaya çıktı. Domates ABD'de ilk defa Thomas Jefferson tarafından yetiştirildi. Ama pek çok insan zehirli olduğuna inanarak yemeyi reddetti, ta ki 1900'e kadar. Uzun zaman önce, pek çok Avrupalı için aşk elmasıydı, çünkü insanları romantik yaptığına inanılıyordu. Domates adı İspanyolca "tomate"den, gelmektedir, bu isim de Nahuatl dilinde "tomatotl"dan alınmıştır.
2012 yılı verilerine göre dünyada 57,2 milyon ha alanda, 162 milyon ton domates üretilmiştir. En büyük üretimi yapan ülkeler; 50 milyon ton Çin, 17,5 milyon ton Hindistan, 13,2 milyon ton ABD, 11,3 milyon ton Türkiye. Çin tek başına dünya üretiminin 1/3'ünü üretirken, Türkiye'nin payı %7'dir.
Seçici serotonin geri alım inhibitörü
Seçici serotonin geri alım inhibitörü (kısaca SSGİ veya SSRI, kökeni İngilizce "Selective Serotonine Reuptake Inhibitor"), antidepresan ilaçların bir grubu. Bu gruba dahil etken maddeler: Sertralin, Sitalopram, Fluoksetin, Paroksetin, Fluvoksamin, Escitalopram vs.
SSGİ'ler, endojen de olmak üzere birçok depresyon türünde, tekrar eden depresyonların uzun dönem profilaksisinde, obsesif-kompülsif bozukluklarda, panik atakta, sosyal fobilerde ve bulimia nervosa hastalığında kullanılır. MAO inhibitörleri ve triptofan içeren ilaçlarla birlikte kullanımından kaçınılır. Gebelikte güvenlik kategorileri C'dir. Getireceği yararlar ve riskler gözönünde bulundurularak hekimin kararı, hastanın ve/veya yakınlarının onayı ile verilmelidir.
Trisiklik antidepresanlardan sedatif (yatıştırıcı) etkilerinin göreceli az olmasıyla ayrılırlar. Temel etki serotonin hormonunun seçici geri alımına bağlıdır. Noradrenalin ve dopamin düzeylerinde önemli degişikliğe neden olmadıkları düşünülmektedir.
Farsça
Farsça (Farsça: فارسی ; "Farsî" veya زبان فارسی ; "Zebân-ı Fârisi") İran, Afganistan, Tacikistan, Özbekistan ve Basra Körfezi ülkelerinde konuşulan Hint-Avrupa dil ailesine mensup dildir. Hint-Avrupa dil ailesinin bir kolu olan Hint-İran dillerinin İran öbeğine bağlıdır. Antik Pers halkının konuştuğu dilden türemiştir.
Farsça ve lehçeleri İran, Afganistan ve Tacikistan'da resmî dil statüsündedir. CIA World Factbook'a göre İran, Afganistan, Tacikistan ve Özbekistan'da yaklaşık 100 milyon kişinin anadili Farsça'dır. Hindistan ve Pakistan başta olmak üzere diğer ülkelerde de bir o kadar daha kişinin bu dili konuştuğu tahmin edilmektedir. 2006 yılında UNESCO'ya Farsçayı da "Uluslararası Ana Dil" statüsündeki dillerden biri olarak seçmesi önerildi.
Farsça, yüzyıllar boyunca Orta Asya,Güney Asya ve Orta Doğu'da prestijli bir kültür dili olmuştur ve komşu ülkelerin dillerini, özellikle de Orta Asya, Kafkasya ve Anadolu'daki Türk dilleri'ni etkilemiştir. Arapça ve Mezopotamya dilleri üzerindeki etkisi ise daha azdır.
Farsça, İslam Dünyası'nın ikinci kültür dilidir. İslam klasiklerinin özellikle tasavvufla ilgili olanları bu dilde yazılmıştır. Şiirsel ve melodik ağırlığı olan bir dildir.
İngiliz sömürgeciliğinden beş yüz yıl önce Hindistan ve civarında ikinci dil olarak yaygın bir şekilde kullanılmaktaydı. Güney Asya'da kültür ve edebiyat dili kabul edilmişti. Moğol İmparatorluğu zamanında ise resmî di |
l oldu. Farsça'nın bölgedeki tarihsel etkilerinin kanıtı Hindustani, Keşmirce, Punjabi, Sindhi, Gujarati, Bengali ve hatta Telugu dilleri üzerindeki süregelen etkisinden ve bölgede İran edebiyatının hâlâ sevilmesinden anlaşılabilir. Özellikle Urduca, Farsça'nın Arapça, Türkçe ve Güney Asya'nın bölgesel dillerinin kombinasyonudur. Hindistan Moğol İmparatorluğu'nun müslüman bölgelerinde yoğun bir şekilde kullanılmıştır.
Farsça, MÖ 550-330 yılları arasında İran'da hüküm süren Parsa halkının konuştuğu dilden gelmektedir. Osmanlı'da Fârisî, Farsî, Parsça, Parsî olarak adlandırılmıştır. Pers İmparatorluğunun resmî dili olduğu dönemde imparatorluk sınırları içerisinde çok geniş bir bölgede konuşulmaktaydı. 18. yüzyılda İngilizler yasaklayana kadar Hindistan'daki mahkemelerde resmî dildi. Delhi'deki Kızıl Kale'nin duvarlarında şu cümle yer alır:
"Agar ferdôs dar cahân ast hamîn ast o hamîn ast o hamîn ast"
Arapça'da "p" harfi olmadığından Farsî şeklinde telaffuz edilmeye başlanmıştır. Farsça büyük değişime uğrayarak günümüzdeki halini almasına rağmen şu şekilde kategorize edilebilir:
Farsça İran bölgesinde doğmuştur. İran'ın İslamlaşması sonucunda Arapça'dan, Türkler'le olan siyasi ilişkiler ve bölgedeki Türk hakimiyeti sonucunda da Türkçeden etkilenmiştir. Farsça, Hint-Avrupa Dil Ailesinin Asya kolunda yer alır ve diğer Hint-Avrupa Dilleri ile önemli ölçüde benzerlik gösterir. Dil bilgisi ve dil yapıları başlıca sebepleridir. Dillerinin yarı çekimli bir dil olması ve Proto-Hint Avrupa dilinden gelmiş olması buna bir nedendir. Farsça, Hint-Avrupa dil ailesinde yer almasına rağmen Farsça'da sözcük bükümlemeleri yalnızca eylemlerdeki geniş zaman ve emir kiplerinde görülür (bu durumlar İlk Çağ dönemi Farsçasından kalmadır); yani Arapça, İngilizce ve Almanca'da sık görülen sözcük bükümlemeleri Farsça'da ender olarak görülür. Farsça'da geniş zaman ve emir kipi dışındaki zaman çekimlemelerin hepsi ekler yoluyla yapılır. Ayrıca Farsça'da sözcük türetimi sırasında da eklerden yararlanır; ancak Farsça'da ekler sözcüğün başına, ortasına ve sonuna konur. Farsça, gramer yapısı açısından eklemeli bir dildir. Ayrıca Farsça, Hint-Avrupa Dilleri'ne ait olup eklemeli dillerin özelliğini gösteren dillerden birisidir. Ayrıca Farsça'da Almanca, Fransızca ve İngilizce gibi Avrupa dillerinin gramerinde görülen sözcük cinsiyetlerine de rastlanmaz.(ancak Eski Farsça'da var).
Eski Farsça'ya ait en eski kayıtlar MÖ 1000'li yıllara kadar dayanır. Bilinen Eski Farsça bugünkü İran Platosu'nun güneybatısındaki topraklardan (bugünkü Fars Eyaleti) gelişmiştir. Eski Farsça'ya dair bilinen en eski örnek ise MÖ 500'lerde Ahameniş İmparatorluğu döneminde yazılmış olan Behistun Yazıtları'dır. Eski Farsça, önceleri çivi yazısıyla yazılmış daha sonra da Pehlevi Alfabesi ile yazılmaya başlanmıştır. Antik İran'da konuşulmuş ve Ahameniş İmparatorluğu'nun resmi dillerinden biri olmuştur. Bugün sadece taş üzerine oyulmuş örnekleri kalmıştır.
Sasaniler döneminde konuşulan ve "Pehlevice" olarak da bilinen Farsça'dır. Zerdüştlükle ilgili birçok yazılı belge bu dildedir. Bundahish, Arda Virafname, Mainu Khared, Pandnameh Adorbad Mehresfand bu belgelerden bazılarıdır.
Klasik Farsça'nın kökeni çok belirgin değildir. Kelime kökleri ülkenin değişik kesimlerinde konuşulan dillerden alıntıdır; ama kelimelerin çoğunluğunun kökü "Eski Farsça", "Pahlavi" ve Avesta'dandır. Klasik yazımlarda ve şiirlerde kendini gösterir.
İran edebiyatının en büyük şairlerinden biri olarak kabul edilen Firdevsi bu dili Arap istilacılardan korumak için 30 yıl acı çektiğini ve neredeyse dilin kaybolma noktasında olduğunu şöyle belirtir ;
Daha sonraları Moğollar, İran'ı işgal ettiği zaman, Fars kültürünü, dilini ve edebiyatını geniş bir alana yaydılar. Hindistan'da mahkeme dilini Farsça yaptılar.
Avrupa dillerinden gelen kelimeler Farsça'da tam karşılığı olmadığı için bir durumu ya da ürünü betimlemek için aynen alınmıştır. Teknik olmayan bazı kelimeler de, örneğin; mersi (teşekkür) dile yerleşmiştir.
Standard Farsça'nın üç çağdaş varyasyonu vardır:
Ayrıca İran, Afganistan ve Tacikistan'da standart Farsça'dan biraz farklı olan yerel lehçeler de vardır. Lari (Îran), Hazaragi (Afganistan) ve Darwazi (Afghanistan ve Tacikistan) bunlardan bazılarıdır.
The Ethnologue, konuşulduğu yerlere göre şu sınıflandırmayı önermektedir:
Çağdaş İran'da veya sınıra yakın bazı yerlerde etnik grupların konuştuğu bağlantılı diller şunlardır:
Tacikler'in konuştuğu Farsça, Sovyet döneminde ayrı bir edebiyat dili haline gelmiş olup geneliyle Farsçanın bir lehçesi olmasına karşın ayrı bir dil sayılır. İran'da ve Afganistan'da Arap kökenli Fars alfabesi kullanılırken Tacikistan'da Kiril alfabesi kökenli Tacik alfabesi kullanılır.
Üç lehçe karşılaştırılacak olursa birbirinden çok farklı olmadığı görülür. Afganistan Farsçası'nda kelimeler farklı söylense de İran Farsçası'nda yazıldıkları gibi yazılırlar. Tacik Farsçası'nda ise telaffuzdaki farklar yazıya da yansır.
Farsça İslamiyet'ten önce Pehlevi Alfabesi ile yazılmıştır. Bugün ise İran ve Afganistan'da Arap alfabesi asıllı Fars alfabesi ile, Tacikistan'da ise Kiril Alfabesi ile yazılmaktadır. 1967 yılında Farsça'nın Birleşmiş Milletler'in resmi esaslarına dayanan Latin Alfabesi ile yazılması İran tarafından kabul edildi. Ancak İslam devrimi ile beraber 2000 yılında bu sistemin sadece yer isimleri için kullanılacağı açıklandı.
Farsça Îrânî diller grubundaki diğer dillerle doğal olarak benzerlik gösterir:
Modem
Modem, tanım olarak "Modülator" ve "Demodülator" kelimelerinin birleşiminden üretilmiştir. Çevirge ya da Modem, bilgisayarların genel ağa bağlantısını sağlayan ve bir bilgisayarı uzak yerlerdeki bilgisayar(lara) bağlayan aygıttır. Modem, verileri ses sinyallerine ses sinyallerini verilere dönüştürerek verileri taşır. Geniş ağ kurmak için mutlaka bulunması gereken ağ elemanıdır.
Modemlere en bilinen örnek, ses bant modem (voice band modem)dir. Bu modem kişisel bir bilgisayardaki dijital veriyi telefon kanalının ses frekansı aralığında elektiriksel sinyallere dönüştürür. Bu sinyaller telefon hatları üzerinden taşınır ve bir başka alıcı modemde tekrar dijital veriye dönüştürülür.
Modemler genellikle birim zamanda gönderebildikleri veri (data) miktarı ile sınıflandırılırlar ve bu miktar genelde bit bölü saniye (bit/s) olarak ölçülür. Aynı zamanda modemler baud ile ölçülen simge hızlarına (symbol rate) göre de sınıflandırılabilirler.
Çevirgeler veri iletimi için yapılmış olmalarına karşın artık standart olarak belgegeçer iletişim özelliklerini de kendilerinde barındırmaktadırlar. Başka bir belgegeçer aygıtına gereksinim duymamaları yaygınlaşmalarını sağlamıştır. Bilgisayar ortamında yazılmış belgeler veya çizimler kolayca yazılımlar aracılığıyla istenen kişi veya kişilere belgegeçilebilir. Dış ortamlardan da bir yazı ve çizimler alınabilir. Dışarıdan gelen belgeler eğer istenirse doğrudan yazıcıya yönlendirilir ve baskı yapılabilir.
"CLASS L": Modemler standart Hayes-tipi AT yazılım komutlarıyla işleyişlerini yürütürler ve gelen
belgeleri otomatik olarak alamazlar.
"CLASS 2": Modemler donanım olarak faks kabiliyetine sahiptirler ve gelen sinyalin faks veya veri olduğunu kendileri tanırlar.
Belgegeçer modemler hızlarına ve teknolojik çeşitlerine göre 4 topluluğa ayrılırlar;
günde bir saatten fazla oynannmaz
"Senkron": Veri gönderimi yapılırken, belirli zaman dilimine bağlı olarak veri paketlerinin başına veya sonuna veri bit'leri eklenmez.
"Asenkron": İletişim süreci. İletilem verihin boyutuına göre değişebilmektedir Karakterlerin transfer ediliş süreçleri değişken olduğundan dolanyı gönderici modem alıcı modeme karakterlerin başlangıç ve bitişini bildiren veri bitleri gönderir. Bu iletişime asenkron denir.
"Duplex": Modemlerde bulunan bu özellik her iki yöne veri iletebilirler anlamına gelir.
"Half Duplex": Veri iletişimi esnasında bir modem gönderir diğer modem alır. Aynı anda veri iletişimi
yapılmaz.
"Full Duplex": Modemler veri iletimini her iki yöne aynı anda yapabileceği anlamına gelir.
"Flash ROM": Software ile güncellenebilen ROM lardır.
"ISDN": (lmtegrated Services Digital NetvYork) Sayısal bir hat türüdür. Modem gerektirmez çünkü modülasyon işlemine savısal hatta gerek kalmaz. Modem yerine bir ISDN adaptörü kullanılır. ISDN hattında 3 kanal bulunur. 2 Ad B ve l Ad D B kanalı 64000 bps D kanalı ise 16000 bps veri iletebilir. D kanalı genelde kontrol içim kullanılır.
"Hayes ESP (Enhnamced Serial Port)": 16550 UART'ın sağlayacağı hız az gelirse bu kart kullanılır. Bu kart CPU üzerindeki tüm iletişim yükünü alacağından sistem daha yüksek performansa sahip oluyor.
"ASCII Transfer": Sadece text dosyaları için kullanılan veri aktarma metodu.
"X Modem": 128 byte paket kullanan hata kodu içeren sıkıştırilmış veri aktarım metodu. Metodun mikrodenetleyicilerde kullanmı için örnek bir uygulama XModemTur.pdf belgesinde yer alıyor.
"Y Modem": 1024 byte paketler kullanıyor. Xmodem-l K da denilir.
"Y Modem-g": Hata düzeltmeli modemler içim tasarlanımnıştır.
"Z Modem": Daha büyük paket boyları ve kesilme durumunda kalınan yerden devam etmeyi destekleyen veri aktarım metodu.
"Kermit": Kolombia Üniversitesi'nde geliştirilen aktarım metodu değişik tipte bilgisayarlar arasında iletişimde kullanılır.
"Sealink": X Modem versiyonu aktarım gecikmelerini engellemek için paket anahtarlamalı ağlarda kullanılır.
"ASVD": (Analog Simultaneous Voice and Data) Aynı anda hem veri iıetişimi hem de karşı tarafla konuşma yapılabilir.
"MNP": (Mikrokom NetVYorkimg Protokol) Mikrofon firması tarafında geliştirilmiş hata kontrol protokolü Harici modemler Harici güç ünitesinden beslenirler.
Bilgisayarın seri çıkışından kablo ile bağlı olup sistemin veri yoluna ekstra yük getirmezler.
Herhangi kilitlenme esnasında kolayca reset edilebilirler.
Portatif oldukları için birden fazla terminale kolayca taşınabilirler.
Ön gösterge panelinden (LED veya LCD ekran) yaptığı işlemler takip edilebilir.
Herhangi bir sistem çakışmasına yol açmazlar.
Yazılım vey |
a donanım tarafından kontrol edilebilir.
Bilgisayarın ana veri yoluna direkt monte edilebildiklerinden daha aktif görev yaparlar. Cihazın Seri Portlarını meşgul etmeyip yazılımsal COM Port üzerinde de çalışabilirler. Sabit seri port kullanmadığı için üzerindeki Jumper' lar ile ayarlanması gerekmektedir (PnP ler hariç). Gücünü cihazın güç kaynağından dahili olarak temin eder. Ses ayarları yazılım kontrollüdür..
Bilgisayara dışarıdan kabloyla bağlanan modemlerdir. Harici modemlerin üzerlerinde, telefon hattının ve modemin bilgisayarla bağlantısını sağlayan kablonun (Ethernet veya USB kablosu) takılacağı giriş-çıkış birimleri ile modemin güç besleme girişi bulunur. Bu modemler genellikle birer kutu görünümü şeklindedirler. Harici modemlerin ön yüzlerinde, kullanıcılara modemin o anki durumuyla ilgili bilgi vermek amacıyla ışıklar bulunur.
Aşağıda, harici modemlerin ön yüzünde görebileceğiniz ışıkların üzerindeki kısaltmalar ve bu kısaltmaların anlamları yer almaktadır.
"HS": (High Speed) Yüksek hız Modem 2400bps'ten daha hızlı bağlandığında yanar.
"AA": (Auto Answer) Otomatik cevaplama Otomatik cevaplamada bırakıldığında yanar.
"CD": (Carrier Detect) Bağlantı kuruldu Karşı modemle bağlantı kurulduğunda yanar.
"OH": (Off Hook) Hatta Modem telefon hattı alğında yanar.
"SD": (Send Data) Veri gönderiyor Modem veri göndermeye başladığında yanar.
"RD": (Receive Data) Veri alıyor Modem veri almaya başladığında yanar.
"TR": (Terminal Ready) Modem hazır Modem programında terminal ekranına geçildiğinde yanar.
"MR": (Modem Ready) Modem açık Modem açıldığında yanar.
PCMCIA ürünler portatif bilgisayarlar için özel dizayn edilmiş bir standarttır. Boyutu kredi kartı boyutlarında olup. Cihazların üzerindeki özel yuvalara monte edilmek üzere dizayn edilmişlerdir. Yeni üretilen PCMCIA modemlerin %80'i Windows 95 ortamında PnP özelliğini de desteklemektedir.
Ses modemleri telefon hatları üzerinden ses oynatma ve kaydetme kapasitesine sahip düz modemlerdir. Telefon uygulamaları için kullanılır. Bu tür modemler özel değiş-tokuş(takas) şube sistemleri için yabancı takas ofislerinde kullanılabilir.
TDM kelimesi Time Division Multiplexing kelimelerinin baş harflerinin yan yana gelmesi ile yazılır. Birden fazla dijital sinyalin tek bir kanal içersinden gönderilmesi işlemi olarak düşünülebilir. Örnek olarak bant genişliği 2048 Kbps olan fiziksel bir veri kanalı, 64 Kbps olan 32 adet zaman dilimlerine bölünebilir. Her bir 64 Kbps olan data kanalından da farklı veri veya ses taşınabilir. Fakat normalde fiziksel olarak sadece 1 adet veri iletim kanalınız mevcuttur. TDM teknolojisi SDH, SONET, PDH gibi yapılarda kullanılır. TDM devrelerinde veri iletimi senkrondur. Telekom santrallerinde PRI hatlar TDM teknolojisini destekleyen modemler ile taşınır, bu modemlerin kullanıcı arayüzü TDM teknolojisini kullanan G.703/G.704 standartlarını destekleyen E1 olarak da adlandırılan portlardır. Bu modemler uzak lokasyona data transmisyon işlemini simetrik DSL olan HDSL ya da SHDSL teknolojileri ile yapar.
Çarşamba, Samsun
Çarşamba, Karadeniz Bölgesi Orta Karadeniz bölümünde Samsun ilinin nüfusu bakımından 3. büyük ilçesidir. Samsun ilinin doğusunda yer alır. Batıda Tekkeköy, doğuda Terme, Güneyde Salıpazarı ve Ayvacık ilçeleriyle çevrilidir. İlçe merkezi Samsun'a 36 km uzaklıktadır. Yeşilırmak'ın Çarşamba Ovası'na çıktığı yer yakınında, ırmağın iki yakasında kurulmuş olan ilçe merkezinin adıdır.
Bazı özellikleri:
Çarşamba yöresi, MÖ 4000'lerden itibaren bir yerleşim merkezidir ve Hitit-Frig egemenlikleri altında kalmıştır. Grek kaynaklarına göre Bafra ve Terme ile birlikte, Çarşamba ovasında da MÖ Vlll. yüzyılda Amazonlar (kadın savaşçılar) yaşamıştır.
MÖ 670 yılında Amisos (Samsun) ticaret kolonisi kuran Miletoslu denizciler Yeşilırmak kıyılarına kadar uzanarak buralara sömürge kurdular. Bu sömürgelerden birisi olan Yeşilırmak'a “Iris” Çarsamba' nın güneyinde kurşunlu oymağı ile Ordu mahallesinden oluşan sömürgelerine ‘Miskire' dediler.
MÖ Vl. yüzyılda Persler'in egemenliğine girer.
MÖ 63 yılında Roma İmparatorluğu'na bağlandı. Roma İmparatorluğu'nun MS 39 yılında ikiye ayrılmasından sonra Bizanslıların (Doğu Roma) egemenliğinde kalmıştır. Bu durum 1200'lere kadar devam etti.
Selçuklu Sultanı ll. Kılıçarslan Ülkesini 1185 yılında 11 oğlu arasında taksim ettiğinde yöre Rüknettin Süleyman Şah'ın payına düştü.
Anadolu Selçuklu Devleti'nin dağılmasından sonra Samsun yöresinde "Canik Beyleri" adıyla yeni idari beylikler oluştu. Bunlar beş tanedir ve biri de Çarşamba havalisinde hüküm süren Taceddinoğulları'dır. Çarşamba Canik Beylerinin merkezi durumundaydı. Bu Beyliklerin en kuvvetlisi olan Taceddinoğulları ilçenin bugünkü batı yakasında bulunan Sarıcalı mahallesinde oturur ve hükmederlerdi.
1071 Malazgirt Meydan Savaşı'ndan Sonra Anadolu'ya göç eden Porsukoğulları Çarşamba'ya gelip yerleşmiş ve daha sonra bulundukları yere "Porsuk mahallesi" adı vermişlerdir.
Eskiden şimdiki ilçenin yerinde Sarıcalı mahallesi ile Kuşdoğanlı köyleri bulunurdu.
Burada 1370 yılında büyük bir panayır kurulmuştur. Bu panayır, çarşamba günleri kurulduğu için “Çarsamba Pazarı” denmiştir (Çarsamba ismi buradan gelmiştir). Sarıcalı ve Kuşdoğanlı'nın ilk yerleri Çepnioğulları idi. Sonradan buraya Horasan'dan Türk aileleri yerleştirilmiştir.
1428 yılında Osmanlı İmparatorluğu'na katılan Çarşamba, Yörgüç Paşa, Hoca Ali Paşa ve Hazinedaroğulları tarafından yönetilmiştir.
Çarşamba'da 1700'lü yıllarda Yeşilırmağın batı yakasında Hıristiyan mahallesi de oluşmuştur. Samsun ve çevresi 1847‘deki yönetsel bölünmede Sivas eyaletinden alınarak Trabzon eyaletine verildi. 1847‘de Trabzon eyaletinin Canik livasından başka merkez livası, Batum livası Gönye, Karahisar-ı şarki olmak üzere 4 livası daha vardı.
1870 tarihli Trabzon vilayet salnamesinde Çarşamba kaza olup 119 mahallesi 9200 hanesi ve 32153 erkek nüfusu vardı. Bu nüfusu ile Çarşamba Trabzon vilayetine bağlı Canik sancağının en büyük kazasıdır. Terme, Çarşamba'ya bağlı bir nahiyedir.
1870 Trabzon Vilayet Salnamesi'ne göre Çarşamba içesinde ilçe yönetimi üç meclis tarafından yürütülüyordu bunlar;
Meclis-i idare (idare meclisi) olup başkanı, kaymakam
Meclis-i deavi (davalar meclisi) başkanı, başkadı
Meclis-i daire-i belediye (belediye idare meclisi) başkanı, belediye reisidir.
Bu idari yapılanma cumhuriyet dönemine kadar sürmüştür.
1882 Trabzon Vilayet Salnamesine göre Çarşamba Kazasının taşınmaz malları:
Hükümet Konağı, 151 cami ve mescit, 1 türbe, 2 tekke, 21 çeşme, 3 hamam, 4 han, 417 dükkân, 251 değirmen, 1812 fırın, 4 fabrika, 2 köprü, 38 kilise, 13 medrese, 147 Müslüman mektebi, 3 Hristiyan mektebi, 62 Müslüman mezarlığı ve 16 Hristiyan mezarlığı idi.
1892'deki yönetsel bölümde Canik sancağı, Trabzon vilayetine bağlıydı. Bu dönemde Trabzon vilayetini; Merkez sancağı, Canik, Lazistan ve Gümüşhane sancakları oluşturuyordu.
Canik sancağının toplam 6 kazası sırası ile şunlardı :Merkez, Bafra, Ünye, Fatsa, Terme ve Çarşamba. Ladik, Köprü ve Havza bu dönemde Sivas vilayeti sınırları içerisinde idi. Canik sancağı,1896 ve 1903'teki yönetsel bölünmelerde de 1892'deki konumunu korudu.
Canik sancağı, II. Meşrutiyetten sonra Trabzon vilayetinden ayrılarak bağımsız sancak durumuna getirildi. Canik bağımsız sancağının bu dönemde; Merkez (Samsun), Ünye, Bafra, Terme, Çarşamba ve Fatsa olmak üzere toplam 6 kazası vardı. Ladik ile Köprü kazaları ise yine Sivas vilayetine bağlıydı. Canik bağımsız sancağının yönetsel konumu 1918'de de değişmedi.
l. dünya savaşından sonra 1920 yılında Ankara hükümeti tarafından görevlendirilen Osman Ağa, türeyen Rumların ve Ermenilerin dağlarda teşkil ettiği çeteleri imha etmiş bölgede emniyet ve asayişi kısmen sağlamış, bundan sonra da Çarşamba'ya yerleşim için göçler başlamıştır.
Çarşamba ilçesi, Trabzon iline bağlı Canik (Samsun) sancağının ilçesi olarak kurulmuş, Samsun bağımsız il olunca Samsun iline bağlı ilçe olarak yönetilmiştir.
Çarşamba ilçesinde Doğu Karadeniz ve Orta Karadeniz Ağızlarının yanı sıra İstanbul Türkçeside kullanılır.
Göğceli Camii- Çay mahallesi Göğceli mezarlığı.
Değirmenbaşı Camii- Kirazlık çay mahallesi Değirmenbaşı caddesi.
Rıdvan Bey Camii- Orta mahalle.
Yeni (Keten ) Camii-Orta mahalle.
Abdullah Paşa Camii-Sarıcalı mahallesi.
Karagöz(Ahşap) Camii-A.Donurlu.
Zeyfelli (Mezarlık-Ahşap) Camii- YUKARİ KAVACİK (ESKİ ADİ YUKARİ ZEYFELLİ)
Turgutlu (Çivisiz- Ahşap) Camii-Turgutlu.
Şeyh Habil (Çivisiz-Ahşap) Camii-Yaycılar
Helvacalı Köyü Merkez Camii - Kavakdibi
Kuşhane Köyü Camii - Kuşhane Köyü
Ordu Köyü Camii - Ordu Köyü
Abdal Tekkesi-Gülörenmahallesi
Yeşil Tekke- Dikbıyık A.Güzpınar mahallesi.
Çıban Tekkesi- Dikbıyık A.Güzpınar mahallesi.
Semail Tekkesi- Ahubaba.
Yeşil Tekke -Beyyenice.
Ülfi Tekkesi-Karaağaç.
Sarlık Tekkesi-Sefalı.
Yel Tekkesi-Yenikaracali(ağrı ve sizi, yel girmesi hastalığına şifa bulmak amacı ile ziyaret edildiği söylenmektedir.
Gazi Hasan Bey Türbesi- Orduköy mahallesi(İki kardeşi ile birlikte Orta Asya' dan savaşa geldiği, burada şehit düstüğü ve savaşta kullandığı kılıcın türbesinde bulunduğu söylenmektedir.)
Sarıtekke-Denizler(daşlık) mh.Esenli
Mollali Hacıissin-Karamanlı
Eski kent-Kilise kalıntıları-Gülören mahallesi(5 dönüm alana yayılmış kalıntıların Bizans dönemine ait olduğu söylenmektedir).
Sivritepe' de tarihi yer altı çarşısı - Karakaya.
Göller mevkii toprak altında eski kent kalıntıları - Kürtün
Ordu kalesi - Orduköy
Su Değirmeni-Gülörenmahallesi
Su Değirmeni- Konukluk.
Su Değirmeni- Porsuk.
Su Değirmeni-Kirazlıkçay mahallesi.
Su Değirmeni - Yeşildere Mahallesi (Köyü)
Çınar Ağacı - Bafracalı Köyü
Çınar Ağacı- Çay mahallesi canlı sokak.
Çınar Agacı- Çay mahallesi göğceli mezarlığı.
Çınar Ağacı- Kirazlıkçay mahallesi değirmenbaşı caddesi (Değirmenbaşındaki meşhur değirmenin su oluklari üzerindeki bu çınarın altında Arap Dede' nin mezarı bulunduğuna inanılmaktadır .)
Çınar Ağacı- Kızılot.
3 adet dişbudak ağacı- Kızılot.
Mağara- Kestane pınar.
Mağara- Ulupınar.
kızıl nehir
Göğceli Mezarlığı |
içinde yer alan cami Anadolu ahşap mimarisinin örneklerinden birisidir. 1206 yılında yapılan caminin giriş revakları 1335 yılında onarım geçirmiştir.
Göğceli camii tek bir tane çivi kullanılmadan inşa edlmiştir. Bu yüzden halkı arasında çivisiz camii olarak da anılır.
Mavi akım (Botaş) doğalgaz hattının Rusya'dan karaya çıktığı yer Çarşamba nın Demirli mahallesi ne bağlı Durusu Mevkiidir. İlçemiz 2005 yılının sonunda o zamanınRusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve İtalya Devlet Başkanı Silvio Berlusconi tarafından da ziyaret edilmiştir.
Yeşilırmak üzerinde kurulu bulunan 2 tane baraj vardır.
Bunlar;
1 adet sulama barajı ile 1 adet HES yapımı devam etmektedir.
Abdal Deresi üzerinde de Gökçe Çakmak Barajı vardır.
Atatürk, Harf Devrimi nedeni ile 16.09.1924 tarihinde Samsun'a gelişlerinde Çarşamba' ya uğradı. Bu esnada da 20.09.1924 tarihinde Samsun – Çarşamba demiryolunun temelini attı. 24.11.1930 tarihinde Çarşamba' ya ikinci kez, gelen Atatürk, Türkocağında gençlerle bir sohbet toplantısı yapmıştır. Ayrılırken Çarşamba Türkocağı defterine ”Çarşamba Türkocağında tanıştığım gençlik, iftihara layıktır." düşüncelerini yazmıştır.
YAĞLAŞ (DOĞU KARADENİZDE KUYMAK DENİR)
Sanat
Sanat, en genel anlamıyla yaratıcılığın ve hayal gücünün ifadesi olarak anlaşılır. Tarih boyunca neyin sanat olarak adlandırılacağına dair fikirler sürekli değişmiş, bu geniş anlama zaman içinde değişik kısıtlamalar getirilip yeni tanımlar yaratılmıştır. Bugün sanat terimi birçok kişi tarafından çok basit ve net gözüken bir kavram gibi kullanılabildiği gibi akademik çevrelerde sanatın ne şekilde tanımlanabileceği, hatta tanımlanabilir olup olmadığı bile hararetli bir tartışma konusudur.
Sanat sözcüğü genelde görsel sanatlar anlamında kullanılır. Sözcüğün bugünkü kullanımı, batı kültürünün etkisiyle, İngilizcedeki 'art' sözcüğüne yakın olsa da halk arasında biraz daha geniş anlamda kullanılır. Gerek İngilizce'deki 'art' ('artificial' = yapay), gerek Almanca'daki 'Kunst' ('künstlich' = yapay) gerekse Türkçe'deki Arapça kökenli 'sanat' ('suni' = yapay) sözcükleri içlerinde yapaylığa dair bir anlam barındırır. Sanat, bu geniş anlamından Rönesans zamanında sıyrılmaya başlamış , ancak yakın zamana kadar zanaat ve sanat sözcükleri dönüşümlü olarak kullanılmaya devam etmiştir. Buna ek olarak Sanayi Devrimi sonrasında tasarım ve sanat arasında da bir ayrım doğmuş , 1950 ve 1960'larda popüler kültür ve sanat arasında tartışma kaldıran bir üçüncü çizgi çekilmiştir.
Clive Bell, 1914 yılında Cezanne'dan etkilenerek yazdığı "Sanat" ('Art') isimli kitabında sanatın "başat biçim" ('significant form') olduğunu savunmuştur. Bell'e göre her biçim bu klasmana girmez, çünkü önemli olan çizgi, şekil ve renk ilişkilerinin kendi aralarındaki kombinasyonudur. Bu görüş temsilin sanatsal beğeniye etki etmediğini söyler. Sanatı tamamen estetikle bağlantılı olarak tanımlayan bu görüş, 20. yüzyılda Marcel Duchamp, Andy Warhol, Joseph Beuys gibi bildiğimiz anlamda estetik nesneler üretmeyen, görünümden çok kavramlara önem veren sanatçıların eserlerini kapsamadığından, bugün zamanında olduğu kadar etkili değildir.
R.G. Collingwood, 1938'da basılan "Sanatın İlkeleri" ('The Principles of Art') isimli kitabında sanatın temel olarak duyguların yaratıcı ifadesi veya dışavurumu olduğunu söylemiştir. Bunun yanında sanat ve zanaat arasında bir ayrım yapmıştır. Buna göre zanaat, malzemenin bir plan doğrultusunda daha önceden tasarlanmış bir son ürüne dönüştürülmesi iken sanatsal aktiviteler, araçlar ve amaçlar arasında, planlama ve uygulama arasında ayrım yapmayı gerektirmez. Bunun yanında bu görüşe göre, sanat herhangi bir duygunun da dışavurumu değildir. Bu duygu, ifade edildiği ana kadar açıklık kazanmamış olup, ifade edilişi onun keşfedilmesine neden olacak bir duygu olmalıdır. Bu aynı zamanda izleyiciyi de araştırmanın içine alır. Bu teori de sanat olarak kabul edilmeyen bazı aktiviteleri (örneğin bir psikoterapi seanslarını) sanattan ayırt edemediği gibi, sanat olarak kabul edilen bazı eserleri (örneğin Rönesans Döneminde, sanatçının duygularını açığa çıkarmak değil, dinsel duygular uyandırmak amacıyla yapılan resimler) kapsamadığı için, yerini değişik kuram aramalarına bırakmış, hatta tüm bu tanımlama çabalarının başarısız olması sanatın tanımının yapılmaya çalışılmasının ne kadar doğru olduğu tartışmalarını başlatmıştır.
Morris Weitz'ın 1956'da, Wittgenstein'ın görüşlerinden ve şeylerin özünü bulmaya karşı direncinden yola çıkarak ortaya attığı görüştür. Weitz'a göre Fry ve Bell, Tolstoy, Croce, Collingwood gibi kuramcılar, yaptıkları tanımlarda kendi kişisel sanat görüşlerini ifade etmekten öteye gidememişlerdir. Neo-Wittgenstein'cı görüşü özetlemek gerekirse, sanat açık bir kavramdır ve tanımlanamaz. Ancak bu, Weitz'a göre felsefi açıdan bir sorun yaratmamalıdır, çünkü aile benzerliği yöntemi kullanılarak neyin sanat olup olamayacağı konusunda hükümler getirmek olasıdır.
Kurumsal sanat kuramı, Neo-Wittgenstein'cı görüşünü reddederek sanatın tanımlanabileceğini ileri sürer.Bu fikir George Dickie tarafından ilk olarak 1974'te geliştirilmiştir.
Dickie'nin ilk tanımı, Arthur Danto'nun da sanat dünyası fikirlerinden etkilenerek aşağıdaki şekilde oluşturulmuştur:
Sanat eseri: Bilinçli olarak insan elinden veya fikrinden çıkmadır. Belli bir sosyal kurum (sanat dünyası) adına hareket eden kişi veya kişiler tarafından, bazı kısımları hakkında fikir birliğine varılmış olunmalı, beğeni kazanmaya aday olmalıdır.
Filozof Richard Wollheim sanatın estetik değerlendirilmesi için üç yaklaşım önerir:
Çizim, çok çeşitli araçlar ve tekniklerden herhangi birini kullanarak bir görüntü oluşturma aracıdır. Genellikle, bir aletten basınç uygulayarak veya bir aleti bir yüzey üzerinde hareket ettirerek yüzey üzerinde iz bırakmayı kapsamaktadır.Bu sanatta kullanılan ortak araç-gereçler arasında grafit kalemler, kalem, mürekkep, mürekkepli fırçalar, balmumu renkli kalemler, kalem boyaları, karakalemler, pasteller ve işaretçiler bulunmaktadır.Bunların etkileyiciliğini taklit edebilen dijital araçlar da kullanılmaktadır.
Çizimde kullanılan temel teknikler çizgi çizme, tarama, çapraz tarama, rastgele tarama, karalama, harmanlama ve karıştırma yöntemleridir. Çizimde mükemmellik gösteren bir sanatçı, taslak hazırlayan, taslak röportajcısı veya taslak görevlisi olarak anılır.
Çizim ayrıca illüstrasyonlar, çizgi romanlar ve animasyonlar oluşturmak için kullanılabilir.
Resim; herhangi bir yüzeyin üzerine hemen hemen her tür boya malzemesinin kullanılarak çizgi ve renklerin tuval, ahşap panel veya duvar gibi bir yüzeye işlendiği anlatım tekniğidir. Bununla birlikte, sanatsal anlamda kullanıldığında, pratisyenin ifade ve kavramsal niyetini ortaya koymak için çizim, kompozisyon ve diğer estetik kaygılarla birlikte bu aktivitenin kullanılması anlamına gelir. Resim ayrıca ruhsal motif ve düşünceleri ifade etmek için de kullanılır; bu resim türündeki eserler seramik üzerinde mitolojik figürleri gösteren resimlerden insan vücudu çizimlerine kadar uzanmaktadır.
Müziğin temeli ses olduğu gibi, renk de resmin özüdür. Renk öznel kabul edilebilir, ancak gözlemlenebilir psikolojik etkileri vardır.Ancak bunlar bir kültürden diğerine farklılık gösterebilir. Siyah, Avrupa'da yas tutmayı temsil etmektedir, ancak başka yerlerde bu temsil beyaz renk ile de olabilir.Goethe, Kandinsky ve Newton da dahil olmak üzere bazı ressamlar, teorisyenler, yazarlar ve bilim adamları kendi renk teorilerini yazdılar. Dahası, insanlar renkleri ifade edebilmek için dili kullandığında aslında yapılan sadece rengin eşdeğeri için bir soyutlamadır. Örneğin "kırmızı" kelimesi, yelpazenin saf kırmızı üzerindeki geniş bir çeşitlilik yelpazesini kapsayabilir. Pantone sistemi, bu amaçla baskı ve tasarım endüstrisinde yaygın olarak kullanılmasına rağmen, müzikte farklı notalarda anlaşmaya varılan standart biçimde farklı renklerin standartlaştırılmış bir kaydı bulunmamaktadır.
Modern sanatçılar, resim uygulamalarını, örneğin kolajı da içine alacak şekilde genişlettiler. Bu akım kübizm ile başlamıştır ve aslında bu akım klasik manada resim çalışması değildir.Bazı modern ressamların dokuları kum, çimento, saman veya ahşap gibi farklı malzemeleri içerir. Bunlara örnek olarak Jean Dubuffet veya Anselm Kiefer'in eserleri verilebilir.
Modern ve çağdaş sanat, kendini niteleyen kavramın lehine bir şekilde klasik sanat değerlerinden uzaklaşmıştır.Bazı çevrelerin köklü bir sanat formu olan resmin öldüğünü söylemesine karşın sanatçıların çoğu yeni resim ürünleri ortaya koymaya devam etmektedirler.
Seramik sanatı, seramik malzemelerden -kil dahil- yapılmış olup, seramik, fayans, çömlek, heykel ve züccaciye gibi formları alabilir. Bazı seramik ürünler güzel sanatlar olarak kabul edilirken, bazıları dekoratif, endüstriyel veya uygulamalı sanat nesneleri olarak kabul edilir. Seramik, arkeolojide artefaktlar olarak da düşünülebilir. Seramik sanatı bir kişi veya bir grup insan tarafından yapılabilir. Çanak-çömlek veya seramik fabrikasında, bir grup insan çanak çömlekleri tasarlar, üretir ve süsler. Çanak çömlek ürünlerine bazen "sanat seramiği" denilir.Modern seramik mühendisliği'nde; "seramet" kavramı cisimlerin inorganik, metalik olmayan malzemelerden ısı hareketi ile üretildiği sanat ve bilim olarak tanımlanmaktadır.
Sanat formu olarak bir fotoğraf; fotoğrafçının yaratıcı vizyonuna uygun olarak yaratılmış fotoğrafları ifade eder. Sanatsal anlamda fotoğrafçılık, günlük haberler için görsellik sağlayan fotomuhabirliğinin aksine devam etmektedir.Ticari fotoğrafçılığın ise başlıca odak noktası ürün veya hizmetleri tanıtmaktır.
Mimarlık, bina ve yapıları tasarlayan sanat ve bilim dalıdır.Mimarlık sözcüğü, Yunanca (αρχι-arkhi) "şefi,yapımcısı" ve (τεκτων-tekton) "marangoz" kelimelerinden türetilerek, günümüzde "architecture/mimarlık" biçimini almıştır.Antik Yunan'da mimari alanında çalışan kimseler "eser yönetmeni" gibi isimlerle anılmaktaydı.
Daha geniş bir tanımlamayla; şehir planlamasının ya da kentsel tasarımın,mobilya tasarımının ve peyzaj |
mimarisinin makro seviyesinden mikro seviyeye kadar yapısal çevrenin tasarımını kapsamaktadır. Mimari tasarımda genellikle yapımcı tasarlayacağı yapının fizibilitesini ve maliyetini, hem de kullanıcı için işlevsellik ve estetiği ele almalıdır.
Modern kullanımda, mimari, karmaşık bir nesnenin veya sistemin zımni veya belirgin bir planını oluşturma veya bunları çıkarmanın sanat ve disiplinidir. Bu terim, müzik ve matematik gibi soyut şeylerin veya jeolojik oluşumlar ve biyolojik hücrelerin yapısı gibi doğal şeylerin görünür mimarisi gibi konuları tanımlamak için kullanılır.Bunun yanı sıra zımni mimari veya yazılım gibi insan yapımı şeylerin açıkça planlanmış mimarilerini belirtmek için de kullanılabilir. Bilgisayar, işletme ve veritabanı mimarileri günümüzde kullanılan ve şehircilik yapılarının dışında kalan bazı mimarlık uygulamalarıdır.Bütün uygulamalarda, bir mimari eser, insan perspektifinden yola çıkılarak yapı bileşenleri veya sistem arasındaki ilişkileri koruyan bir unsur yaratır veya bileşenlere yönelik öznel bir haritalama olarak ortaya çıkar.Özetle, mimarlar bir sistemi oluşturan elemanları veya bileşenleri soyut bir perspektif ile inceleyip tasarımlar yapabilmektedirler.
Planlı mimari, hoş ve estetik yapılar elde etmek için alan, hacim, doku, ışık, gölge veya soyut öğelerin analiz edilmesi ve bu bağlamda tasarım geliştirilmesi demektir.Bu yönleriyle mimari; yapıların işlevsellik, fizibilite ve hesaplamalarına daha çok odaklanan uygulamalı bilim veya mühendislikten ayrılmaktadır.
Bina mimarisi alanında ise bir mimardan talep edilen beceriler, hastane veya stadyum gibi karmaşık yapıların yanı sıra, konutların planlanması gibi nispeten daha basit alanları kapsamaktadır.Çoğu mimari eser, kültürel ve politik semboller ve / veya eser olarak da görülebilir. Mimarın modern toplumda rolü, alanına göre değişmekle birlikte, insanların yaşadığı çevrede memnuniyeti ve estetiği karşılamak üzere inşa edilmiş yapıları başarmak ve bu amaç için tasarım ve uygulama geliştirmektir.
Heykel, görsel sanatların üç boyutlu olarak çalışılan dalıdır.Bu sanat dalı, plastik sanatlardan birisi olarak kabul edilir.Heykelcilik, oyma yöntemiyle yani malzemeyi kaldırma yoluyla, taş, metal, seramik, ahşap ve diğer malzemeler üzerinde modelleme yapma sanatıdır.Heykeller malzeme ilavesi olarak kil kullanılan dayanıklı eserlerdir.Fakat modern çağdan beri heykelcilik sürecindeki değişimler neredeyse tamamlanmıştır.Bu değişimler sayesinde malzeme ve süreç özgürlüğü meydana gelmiştir.Oyma, kaynak veya modelleme ile bir araya getirme, kalıplama veya dökme gibi yöntemlerle çok çeşitli malzemeler işlenebilmektedir.
Yapıldıkları tarihler bundan 40.000 yıl öncesine giden heykeller, mağara ve kaya resimleri bulunduysa da bu eserlerin anlamı, içinde geliştirildikleri kültür hakkında az bilgimiz olması sebebiyle tam olarak bilinmemektedir. Bilinen en eski sanat nesnesinin - üzerleri delinmiş bir salyangoz kabuğu dizisi - 75.000 yıl önceye dayanırsa da 100.000 yıl yaşında, muhtemelen boya saklamak için yapılmış kaplar da bulunmuştur.
Eski Mısır, Mezopotamya, İran, Hindistan, Eski Yunan, Roma, İnka, Maya, Olmek medeniyetlerinden günümüze birçok sanat eseri miras kalmıştır. Eski Yunan sanatı insan fiziğinin ideal oranlarda temsiline yoğunlaşmış, sonrasında Bizans ve Ortaçağ Avrupası'nda İncil ve dini motifler ağırlık kazanmış, bunları yücelten tarzlar geliştirilmiştir. Rönesans, fiziksel dünyanın resmedilmesi ve perspektifin sistematik olarak uygulanıp resimde üç boyut algısının oluşması yönünde teknikler geliştirmiştir.
Doğuda, İslam Sanatı'ında ikonografinin yasak olması nedeniyle geometrik şekiller, hat sanatı ve mimariye yoğunlaşılmıştır. Uzak Doğu'da da bu dönemlerde din, sanatsal üretime yön vermiştir. Hindistan ve Tibet renkli heykeller ve dans ön plana çıkarken dinsel resimler de bu pratiklerden beslenmiştir. Çin'de de kuyumculuk, bronz işçiliği, çömlekçilik, şiir, kaligrafi, müzik, resim, tiyatro gelişmiş, sanatsal eğilimler baştaki sülaleye göre değişiklik göstermiştir.
Batı'da 18. yüzyılda Aydınlanma ile birlikte rasyonel, saat gibi işleyen evren anlayışı gelişmiş, bu da Blake'in Newton'u kutsal bir geometrici gibi portrelemesi veya David'in propagandacı resimlerine yansımıştır. Daha sonra bu da yerini tepki olarak duygu ve birey olmayı ön plana çıkaran, akademik sanat, Sembolizm, İzlenimcilik, Fauvizm gibi 19. yüzyıl sanatsal akımlarına bırakmıştır.
20. yüzyıl sanat tarihi bitip tükenmeyen sanatsal arayışların yüzyılı olmuştur. Bu yüzden İzlenimcilik, Dışavurumculuk, Fovizm, Kübizm, Dadaizm, Gerçeküstücülük gibi akımların parametreleri, icat edildikleri yıllardan çok öteye gidemediyse de sonra gelen akımları etkiledi. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Modernizm kültüre hakim olmuş ve Theodor W. Adorno'nun 1970 yılında yayımlanan Estetik Teorisi kitabının açılış cümlesinde yazdığı gibi, "artık sorgulamadan kabul edilen şey, sanat hakkında hiçbir şeyin, ne sanatın kendisinin, ne sanatın dünya ile olan ilişkisinin, ne de sanatın varolma hakkının, sorgulamadan kabul edilemeyeceği." Relativizm kaçınılmaz bir gerçeklik olarak kabul edilmiş, bu da çağdaş sanat ve postmodern eleştiri dönemini başlatmıştı.
Cüneyt Arkın
Cüneyt Arkın gerçek adıyla Fahrettin Cüreklibatır, (d. 8 Eylül 1937, Karaçay, Odunpazarı, Eskişehir), Türk sinema oyuncusu. Sinemada canlandırdığı "Malkoçoğlu" karakteri kendisine lakap olarak atfedilmiştir.
Eskişehir'in merkezine bağlı Karaçay köyünde doğdu. Babası Kurtuluş Savaşı'na katılmış Hacı Yakup Cüreklibatur'dur. Aslen Nogay'dır. Lise öğrenimini Eskişehir Atatürk Lisesi'nde gördü, 1961 yılında İstanbul Tıp Fakültesinden mezun oldu.
Memleketi Eskişehir'de, yedek subay olarak askerliğini yaparken, Göksel Arsoy'un başrol oynadığı "Şafak Bekçileri" (1963) filminin çekimleri sırasında yönetmen Halit Refiğ'in dikkatini çekti. Askerliğini bitirdikten sonra Adana ve civarında doktorluk yaptı. 1963 yılında "Artist" dergisinin yarışmasında birinci oldu. Bir süre iş arayan Cüneyt Arkın, 1963'te Halit Refiğ'in teklifiyle sinema oyunculuğuna başladı ve 2 yıl içinde en az 30 film çevirdi.
1964 yılında oynadığı "Gurbet Kuşları" filminin finalindeki kavga sahnesi, Arkın'ın kariyerinde bir kırılma noktası oldu. Bir süre daha duygusal-romantik jön karakterlerini canlandırdıktan sonra yine Halit Refiğ'in önerisiyle aksiyon filmlerine yöneldi. Bu dönemde İstanbul'a gelen Medrano Sirki'nde altı ay süreyle akrobasi eğitimi aldı. Burada öğrendiklerini "Malkoçoğlu" ve "Battalgazi" serilerinde beyaz perdeye aktararak, Türk sinemasına daha önce hiç örneği olmayan bir tarz getirdi. Kısa sürede avantür filmlerin en aranan oyuncusu haline geldi. Romantik jön filmlerle başladığı sinema yaşantısını hareketli filmlerle sürdürse de hemen her karakter role de can verdi. Kariyeri boyunca westernden komediye, macera filmlerinden toplumsal filmlere değişik türlerde filmler çekti. Özellikle "Maden" (1978) ve "Vatandaş Rıza" (1979) filmleri, Cüneyt Arkın'ın kariyerinde özel bir yer kaplar.
12 Mart dönemi sırasında, 4. Altın Koza Film Festivali'nde (1972) jürinin ilk oylamasında Yılmaz Güney'i "Baba" filmindeki rolüyle en iyi erkek oyuncu seçilmesine rağmen daha sonra siyasi baskılarla Yılmaz Güney'in yerine, ilk oylamada "Yaralı Kurt" filmindeki performansıyla ikinci olan Cüneyt Arkın'ı en iyi erkek oyuncu seçti. Bu karara tepki gösteren Arkın ödülü reddetti.
Cüneyt Arkın sinemasına ayrı bir renk getiren, yönetmenliğini Çetin İnanç'ın yaptığı 1982 tarihli "Dünyayı Kurtaran Adam" zamanla bir kült film haline geldi. 1980'li yıllarda "Ölüm Savaşçısı", "Kavga", "Sürgündeki Adam" ve "İki Başlı Dev" gibi aksiyon filmlerinden sonra, 1990'lı yıllarda da polisiye dizilere yöneldi.
Cüneyt Arkın, at binmede ve karatede uzman sporcu unvanına sahiptir. Oyunculuğun yanı sıra televizyon izlenceleri sunmuş ve kısa bir süre gazetelerde sağlıkla ilgili köşe yazarlığı da yapmıştır. 2009 yılında omurgasındaki sinir sıkışmasından dolayı yaklaşık üç ay hastanede tedavi gördü.
Cüneyt Arkın ilk evliliğini 1964 yılında kendisi gibi doktor olan Güler Mocan ile yaptı. 1966 yılında kızları Filiz doğdu. 1968 yılında boşandıktan bir yıl sonra Betül (Işıl) Cüreklibatur ile evlenen Cüneyt Arkın'ın,bu evlilikten de Kaan ve Murat adlarında iki çocuğu vardır. Kızı bir şirkette genel müdürlük yapan Arkın'ın oğullarından Murat da dizilerde oyunculuk yapmaktadır. Bir dönem alkolizm tedavisi görmüş olan Arkın, alkol, uyuşturucu ve gençliğin sorunları konulu sayısız konferans vermiş, bunlarla ilgili teşekkür beratları ve onur ödülleri almıştır.
Türk milliyetçisi kimliğiyle bilinen Cüneyt Arkın 2002 Genel Seçimlerinde Anavatan Partisi'nden Eskişehir milletvekili adayı olması için Mesut Yılmaz tarafından teklif götürüldü. Sonraki yıllarda ise İşçi Partisi adına düzenlenen ve bir grup bilim adamı, aydın ve sanatçının katıldığı "İşçi Partisi Hükümeti’nde Göreve Hazırız" kampanyasına katılarak, yeniden siyaset sahnesinde adını duyurdu.
|-
! colspan="3" style="background: #DAA520;" | Altın Portakal
Paspartu
Paspartu (Fransızca: "passe-partout:" her şeyde geçer), bir fotoğraf veya benzer bir çalışmanın etrafında fon kağıdı ile oluşturulan, çerçeve ile orijinal eser arasındaki ön çerçevedir.
Darayak
Darayak, aşık edebiyatında kafiye olma olasılığı düşük sözcükleri belirtmek için kullanılan terimdir. Darkapı olarak da adlandırılır.
Âşığın karşılaşma ya da atışma sırasında en azından dört ayak kafiye bulması gerekir. Diğer âşık da aynı ayakta dört sözcük söylemek zorundadır. Darayak bu durumda işe yarar.
Lipstick lezbiyen
Lipstick lezbiyen Türkçeye "rujlu lezbiyen" olarak çevrilebilecek, cinsel kimlikle ilgili bir terimidir. Tüm dünyada "lipstick lesbian" olarak kullanılan bu terim, Türkçede "lipstick" veya "lipstick lezbiyen" şeklinde kullanılmakta olup terim, lezbiyen bir kadının bakımlı olduğunu ifade eder. İlişkide illaki kadın rolü üstlenecek diye bir kaygısı olmayan ama ağırlıklı olarak kadınsı özellikler taşıyan lezbiyenlerdir.
Lipstick lezbiyen, yalnızca kişinin |
dışarıya yansıttığı görüntü ile ilgilidir. Kişinin eşcinsel ilişki içerisinde üstlendiği cinsiyet rolünü (veya herhangi bir rol üstlenip üstlenmediğini) ortaya koymaz.
Çin
Çin, resmî adı ile Çin Halk Cumhuriyeti (kısaca: ÇHC; Çince: , Hanyu Pinyin: "Zhōnghuá Rénmín Gònghéguó"), Doğu Asya'da üniter egemen devlet. Çin Komünist Partisi tarafından tek parti rejimiyle yönetilmektedir. Yaklaşık 1,404 milyar insanlık nüfusuyla Dünya'nın en büyük nüfusuna sahip ülkedir. 9,6 milyon kilometre karelik bir alan kapsayıp; toprak alanı açısından Dünya'nın en büyük ikinci ülkesi, toplam alan açısından ise en büyük üçüncü veya dördüncü ülkedir. Çin'in; 22 eyalet, beş özerk bölge, dört doğrudan yönetilen şehir ve Hong Kong ile Makao Özel İdari Bölgeler'i üzerinde hükmünü sürdürmenin yanı sıra Tayvan üzerinde egemenlik talebinde bulunmaktadır.
Çin; Kuzey Çin Ovası'ndaki Sarı Nehir'in verimli nehir havzasında Dünya'nın ilk uygarlıklarından biri olarak ortaya çıktı. Çin'deki siyasi sistem, yarı efsanevi Xia Hanedanı ile başlayıp binlerce sene boyunca ırsî monarşi veya hanedanlıklara dayalıydı. İlk hanedanlıklardan beri Çin, defalarca genişlemiş, bölünmüş ve yeniden birleşmiştir. 1912 yılında Çin Cumhuriyeti (ÇC), en son hanedanlığın yerine Çin'in yönetimini üstledi ve 1949 yılında Çin İç Savaşı kapsamında Halk Kurtuluş Ordusu tarafından yenilene kadar Anakara Çin'i yönetti. 21 Eylül 1949 tarihinde Komünist Parti, Pekin'de Çin Halk Cumhuriyeti devletini kurdu; ÇC hükümeti ise Tayvan'a çekilip Taipei şehrini "de facto" başkenti olarak yaptı. Hem ÇC hem de ÇHC, tüm Çin'in tek meşru hükümeti olduğunu savunmaktadır, ancak ÇHC Dünya çapında daha çok tanınmakta ve çok daha fazla toprak ve insan üzerinde yönetimini sürdürmektedir.
1978 yılında ekonomik reformların uygulanmasından beri Çin ekonomisi, Dünya'nın en hızlı büyüyen ekonomilerinden biri olmuştur. 2016 yılı itibarıyla nominal GSYİH açısından Dünya'nın en büyük ikinci ekonomisi, satın alma gücü paritesi (SAGP) açısından ise Dünya'nın en büyük ekonomisidir. Çin üstelik Dünya'nın en büyük mal ihracatçısı ve en büyük ikinci mal ithalatçısıdır. Çin, tanınmış bir nükleer silahlı devlettir; ayrıca Dünya'nın en büyük aktif asker sayısı ve en büyük ikinci savunma bütçesine sahiptir. ÇHC Birleşmiş Milletler üyesidir ve 1971 yılında ÇC'nin BM Güvenlik Konseyi'nde daimi üye olarak yerini aldı. Çin ayrıca DTÖ, APEC, BRICS, Şanghay İşbirliği Örgütü (SCO), BCIM, G20 ve birçok diğer resmi ve gayrıresmi çokyönlü örgütün üyesidir. Çin, özellikle Asya'da önemli bir bölgesel güçtür; üstelik son yıllarda Dünya çapında giderek daha büyük bir rol oynamasıyla potansiyel süper güç olarak da nitelendirilmiştir.
Sevan Nişanyan Etimolojik Sözlüğü'ne göre Türkçedeki "Çin" ismi, Farsça "Çīn" (چین) isminden Türkçeye girmiştir; bunun kökeni ise Soğdcada aynı anlama gelen "çīn" kelimesindendir. Bazı diğer kaynaklar ise Farsça kelimenin kökeninin Sanskrit "Cīna" (चीन) kelimesine kadar dayandığını ileri sürmektedir. Sanskrit "Cīna" kelimesinin Çin'e atfen kullanımı MS 150 yılına dayanır. Hint yazarların MÖ 1. yüzyıldan önce Çin'in varoluşundan hiç haberdar olmama olasılığına rağmen "Cīna" kelimesi, "Mahabharata" ve "Manusmriti" metinlerinde de mevcuttur. 1655 yılında Martino Martini, Çin isminin Qin ("Çin") Hanedanı (MÖ 221-206)'nın isminden türetildiğini ileri sürdü. Bu öneri, birçok araştırmacıdan kabul görmüştür, ancak birçok alternatif fikir de mevcuttur.
Çağdaş devletin resmi ismi "Çin Halk Cumhuriyeti" (). Daha sık kullanılan kısa ismi ise "Çin" "Zhōngguó" (中国); bu, "zhōng" ("orta" veya "merkez") ve "guó" ("devlet", "ulus-devlet") sözcüklerinden oluşur. Çince "Zhōngguó" terimi, Zhou Hanedanı altında kendi krallık demesnesine atfen kullanılan bir terim olarak gelişti. Sonradan Doğu Zhou dönemi sırasında Luoyi (günümüz Luoyang) civarındaki alanını, sonradan da Çin Merkez Ovası'nı, sonradan da Çing Hanedanı yönetimi altındaki devleti tanımlamak için kullanıldı. Huaxia kabilelerini "barbar" olarak algılanan halklardan ayırt etmek için sık kullanılan kültürel bir kavram olarak işlev gösterdi, ve Çin hakkındaki yabancı dil kaynaklarındaki eş anlamlı "Orta Krallık" teriminin kökenidir. "Zhōnghuá" (中华) terimi ise, "Çin uygarlığının toprakları" imasını taşıyan daha edebi veya kapsayıcı bir isim. Wei ile Jin hanedanları sırasında "Huaxia'nın merkez devleti" ifadesinin kısaltması olarak ortaya çıktı. Çin HC'nin kuruluşu öncesinde 15 Haziran 1949 tarihinde düzenlenen ilk Çin Halk Siyasi Danışma Konferansı'nda ülkenin önerilen ismi "Çin Demokratik Halk Cumhuriyeti" () idi. 1950'lerde ve 1960'larda Kuomintang'ın Çin İç Savaşı'nı kaybetmesinin ardından, "Milliyetçi Çin" veya "Özgür Çin"den farklı olarak "Komünist Çin" veya "Kızıl Çin" olarak da nitelendirilirdi.
Arkeolojik kanıtlar; erken hominitlerin 2,24 milyon ile 250.000 sene önce arasında Çin'de yaşadıklarını gösterir. Ateş kullanmasını öğrenmiş bir "Homo erectus" olan Pekin Adamı'nın hominit fosilleri, Pekin'e yakın Zhoukoudian mağarasında bulundu; fosiller, 680.000 ile 780.000 sene önce arasına tarihlendirilmiştir. 125.000-80.000 sene öncesine tarihlendirilen bır "Homo sapiens"in fosilleşmiş dişleri, Hunan-Dao İlçesi'ndeki Fuyan Mağarası'nda bulundu. Çin proto-yazısı; MÖ 7000 civarında Jiahu'da, MÖ 6000 civarında Damaidi'de, MÖ 5800-5400'de Dadiwan'da ve 5. binyılda Banpo'da vardı. Bazı araştırmacılar, MÖ 7. binyıla dayanan Jiahu sembollerinin en erken Çin yazı sistemini oluşturduğunu ileri sürmektedir.
Çin geleneğine göre ilk hanedanlık, MÖ 2100 civarında ortaya çıkmış Xia Hanedanı idi. 1959 yılında yapılan bilimsel kazılar kapsamında Hunan-Erlitou'da Tunç Çağı sitelerinin bulunmasına kadar bu hanedanlığın tarihçiler tarafından mitolojik olduğu varsayılırdı. Bu sitelerin Xia Hanedanı'na veya aynı dönemden diğer bir kültüre ait olup olmadığı hala kesinleştirilmemiştir. Bunun ardındaki Shang Hanedanı, kendi çağına ait kayıtlarla varoluşu kanıtlanmış en erken hanedanlıktır. Shanglar; MÖ 17. ile 11. yüzyılları arasında doğu Çin'deki Sarı Nehir'in ovası üzerinde kendi egemenliğini sürdürdü. MÖ 1500'e kadar dayanan ve Shanglara ait fal yazıtları, yazılı Çincenin şu ana kadar bulunmuş en eski türünü oluşturur ve çağdaş Çince karakterlerin doğrudan atasıdır.
Shang Hanedanı, MÖ 11. ile 5. yüzyılları arasında kendi egemenliğini sürdüren Zhou Hanedanı tarafından fethedildi, ancak bu dönem boyunca merkezi otorite, feodal savaş ağaları tarafından yavaş yavaş aşındırıldı. Sonunda zayıf hale getirilen Zhou devletinden birçok bağımsız devlet ortaya çıktı; bunlar, 300 senelik İlkbahar ve Sonbahar Dönemi boyunca sürekli birbirine karşı savaşta bulundular ve sadece ara sıra Zhou kralına hürmet gösterirlerdi. MÖ 5.-3. yüzyılları arasındaki Savaşan Devletler Çağı'nda günümüz Çin olarak bilinen topraklarda her biri kendi kralına, bakanlığına ve askeriyesine sahip yedi farklı güçlü egemen devlet mevcuttu.
Savaşan Devletler Çağı, Qin devletinin diğer altı krallığı fethedip ilk birleşik Çin devletini kurmasıyla MÖ 221 yılında sona erdi. Kral Çin Şi Huang, kendisini Çin Hanedanı'nın "İlk İmparator"u ("Qín Shǐhuáng" ya da "Shǐ Huángdì") olarak ilan etti. Başta Çince karakterlerin, ölçü birimlerinin, yol genişliğinin (araba aksı uzunluğu kadar) ve para biriminin zorla standartlaştırılması olmak üzere Qin devletine ait legalist reformlar tüm Çin çapında uygulandı. Hanedan ayrıca Guangksi, Guangdong ve Vietnam'daki Yue kabilelerini fethetti. Çin Hanedanı sadece 15 yıl sürdü; İlk İmparator'un sert, otoriter politikalarının yaygın isyanlara yol vermesi nedeniyle onun ölümünden kısa süre sonra Hanedan düştü.
Xianyang'daki imparatorluk kütüphanesinin yakıldığı yaygın bir iç savaş sonrasında Han Hanedanı, tüm Çin'i yöneten güç olarak ortaya çıktı. MÖ 206 ile MS 220 yılları arasında Çin'i yöneterek, kendi nüfusu arasında günümüzde yine Han Çinlisi etnik grubunun adlandırılmasıyla hatırlattırılan kültürel bir kimlik oluşturdu. Hanlar; Orta Asya, Moğolistan, Güney Kore ve Yünnan'e kadar ulaşan askeri kampanyalarla ve Nanyue'den Guangdong ile kuzey Vietnam'ın geri kazanılmasıyla imparatorluğun topraklarını büyük oranda genişletti. Hanların Orta Asya ile Soğdiana'daki müdahaleleri, İpek Yolu'nun kara yolunun kurulmasına yardımcı oldu (bu, önceden Hindistan'a gitmek için Himalaya Dağları'ndan geçen yolunun yerini aldı). Han Hanedanı zamanla giderek Antik Dünya'nın en büyük ekonomisi oldu. Hanların ilk baştaki desentralizasyonu ve Konfüçyüsçülüğün lehine Qin legalist felsefesinin uygulanmasına resmi olarak son verilmesine rağmen, Qin'in legalist kuruluşları ve politikaları Han hükümeti ve bunun ardılları tarafından kullanılmaya devam etti.
Han Hanedanı'nın sonunun ardından Üç İmparatorluk olarak bilinen, çekişmelerle dolu bir dönem başladı. Bu dönemin merkezindeki şahıslar, Çin edebiyatının Dört Büyük Klasik Romanı'nın birinde ölümsüzleştirildi. Dönemin sonunda Wei, Jin Hanedanı tarafından hemen devrildi. Jin ise gelişimsel olarak engelli bir imparatorun tahta çıkmasıyla halk savaşı sırasında çöktü. Sonradan Beş Barbar, Çin'in kuzeyini ele geçirip bu toprakları 16 Krallık idaresi altında yönetti. Siyenpiler, bu krallıkları Kuzey Vey olarak birleştirdi. Bunun imparatoru Xiaowen, kendi öncelinin uyguladığı aparthayd politikalarını geri çevirdi ve kendi vatandaşları üzerine köklü bir Çinleştirme uygulayarak, bunları büyük oranda Çin kültürüne entegre ettirdi. Güneyde General Liu Yu, Liu Song'un lehine Jin'in geri çekilmesini sağladı. Bu devletlerin çeşitli ardılları sonradan Güney Kuzey Hanedanları olarak bilindi. Bu her iki alan, 581 yılında Sui Hanedanı tarafından en sonunda yeniden birleştirildi. Suiler, Han'ın Çin üzerindeki egemenliğini geri getirmenin yanı sıra Çin'in tarımını ve ekonomisini düzenledi, Büyük Çin Kanalı'nı inşa ettirdi ve Budizme mensup oldu. Buna rağmen Sui Hanedanı, hem kamu işlerin mecburi görev olarak yapılmasının hem de Kore'ye karşı savaş kaybetmenin patlak verdiği yaygın huzursuzuklar nedeniyle hızlı şekilde çöktü.
Sonraki Tang ile Song hanedanlıkları altında Çin |
; ekonomisi, teknolojisi ve kültüründe bir altın çağa girdi. Tang İmparatorluğu, Batı Bölgeleri ve İpek Yolu üzerindeki kontrolü geri kazandı ve başkenti Çangan'ı kozmopolit bir merkez haline getirdi. Bunlara rağmen, 8. yüzyılda yer alan An Luşan İsyanı nedeniyle büyük oranda harap edildi ve güçsüz hale getirildi. 907 yılında yerel askeri valiler kontrol edilemez hale gelince Tang tümüyle çöktü. Song Hanedanı, 960 yılında Çin'deki ayrılıkçı duruma son vermesiyle Song ile Kidan Liao arasında bir güç dengesine yol verdi. Song, kâğıt para dağıtan Dünya tarihindeki ilk hükümet ve kalıcı bir donanma kuran ilk Çin devletiydi; donanmanın kuruluşu, gelişmiş gemi inşa endüstrisi ve deniz ticaretiyle sağlandı. 10. ile 11. yüzyılları arasında, çoğunlukla merkez ve güney Çin'de pirinç ekiminin yaygınlaşması ve bol miktarda gıda fazlasının üretimi sayesinde Çin'in nüfusu 100 milyona ulaşarak iki katında büyüdü. Tang Hanedanı'nda Budizmin çoğalmasına tepki olarak Song Hanedanı ayrıca Konfüçyüsçülüğün yeniden canlandırılmasına şahit oldu; peyzaj sanatı ve porselenin yeni olgunluk ve karmaşıklık seviyelerine ulaşmasıyla sanat ve felsefede de önemli gelişmeler yer aldı. Ancak Song ordusunun askeri zayıflığı, Curçen Kin Hanedanı tarafından gözlemlendi. 1127 yılında İmparator Huizong ve başkent Bianjing, Kin-Song Savaşları sırasında ele geçirildi. Geri kalan Songlar güney Çin'e çekildi.
13. yüzyılda Çin, Moğollar tarafından fethedildi. 1271 yılında Moğolların lideri Kubilay Han, Yuan Hanedanı'nı kurdu; Yuanlar, 1279 yılında Song Hanedanı'nın son kalıntılarını fethetti. Moğollar tarafından ele geçirilmesinden önce Song Çini'in nüfusu 120 milyon vatandaştan oluştu; 1300 yılındaki nüfus sayımına göre ise bu sayı 60 milyona düştü. Zhu Yuanzhang isimli bir köylü, 1368 yılında Yuan Hanedanı'nı devirdi, sonra Ming Hanedanı'nı kurup kendini Hongwu İmparatoru olarak atadı. Ming Hanedanı altında Çin, yine bir altın çağı yaşadı; Dünya'nın en güçlü donanmalarından birini ve zengin ve müreffeh bir ekonomi kurdu; üstelik sanat ve kültür aleminde büyük gelişimler yer aldı. Bu dönem sırasında Zheng He, dünyanın çeşitli yerlerinde, Afrika'ya kadar ulaşan hazine seferleri yürüttü.
Ming Hanedanı'nın ilk yıllarında Çin'in başkenti Nankin'den Pekin'e alındı. Kapitalizmin ilk tomurcuklarının dikilmesiyle Wang Yangming gibi filozoflar, bireycilik ve dört mesleğin eşitliği gibi kavramlarla Neokonfüçyüsçülüğü eleştirel şekilde daha fazla geliştirdi. Alim-memur tabakası, vergi boykotu hareketleri kapsamında sanayi ve ticaretten destekleyici bir kuvvet oluşturdu; bu dönem boyunca yer alan kıtlıkların yanı sıra hem Japonya'nın Kore'ye ele geçirmesi (1592-98) hem de Mançu işgallerine karşı savunma zorunluluğuyla beraber bunlar, tükenmiş bir hazineye yol verdi.
1644 yılında Pekin, Li Zicheng önderliğindeki köylü isyancı güçlerden oluşan bir koalisyon tarafından fethedildi. Şehrin düşüşüyle Chongzhen İmparatoru intihar etti. O dönemde Ming Hanedanı generali Wu Sangui ile ittifakta bulunan Mançu Çing Hanedanı, Li'nin kurduğu kısa ömürlü Shun Hanedanı'nı devirdi, sonra da Çing Hanedanı'nın yeni başkenti olarak atanan Pekin şehri üzerindeki kontrolü ele geçirdi.
1644 yılından 1912 yılına kadar süren Çing Hanedanı, Çin'in en son imparatorluk hanedanlığıydı. Ming'in fethi (1618–1683) 25 milyon insanın hayatına mal oldu, Çin ekonomisi de büyük ölçüde küçüldü. Güney Ming'in sonunun ardından Çungar Hanlığı'nın fethiyle Moğolistan, Tibet ve Şincan da imparatorluğun topraklarına eklendi. Çing karşıtlığına karşı sıkı önlem olarak tarıma değer veren ve ticareti kısıtlayan bir politikanın uygulanmasıyla merkezi otokrasi güçlendirildi; ayrıca ""Haijin"" ("deniz yasağı") ve Edebi Engizisyon'la temsil edilen ideolojik kontrollar da uygulandı; bunlar, sosyal ve teknolojik durgunluğa neden oldu. 19. yüzyılın ortasında Çing Hanedanı, Britanya ve Fransa ile girilen Afyon Savaşları'nda Batı emperyalizmine maruz kaldı. Çin, Eşitsiz Antlaşmaların ilki olan 1842 Nanking Antlaşması çerçevesinde tazminat ödemeye, antlaşma limanlarını açmaya, yabancı uyruklu bireylere dış dokunulmazlık vermeye ve Hong Kong'u Britanya'ya devretmeye zorunda kaldı. Birinci Çin-Japon Savaşı (1894–95) ise Çing Çini'nin Kore Yarımadası üzerindeki etkisini kaybetmesiyle ve Tayvan'ın Japonya'ya devredilmesiyle sonuçlandı.
Özellikle 1850'lerda ve 1860'larda güney Çin'i harap eden başarısız Taiping Ayaklanması'yla ve kuzeybatıdaki Dungan İsyanı (1862–77)'yla Çing Hanedanı, on milyonlarca insanın öldüğü iç huzursuzluklar yaşamayı başladı. 1860'lardaki Kendini Güçlendirme Hareketi, ilk başta başarılı olsa da, 1880'ler ve 1890'larda bir dizi askeri yenilgiden dolayı birçok aksiliğe uğradı.
19. yüzyılda büyük Çin diasporası başladı. Dış göçünün oluşturduğu nüfus kayıplarına ek olarak çeşitli çatışmalar ve afetlerden dolayı Çin nüfusu büyük oranda düştü; ör. 9 ile 13 milyon arasında kişinin öldüğü 1876–79 Kuzey Çin Kıtlığı. 1898 yılında Guangxu İmparatoru, modern bir meşrutî monarşinin kurulması yönünde bir reform planı tasarladı; bu planlar ancak İmparatoriçe Cixi tarafından engellendi. 1899–1901'deki tâlihsiz yabancı karşıtı Boxer Ayaklanması, Hanedan'ı daha fazla zayıflaştırdı. Cixi'nin bir reform programına destek vermesine rağmen 1911–1912 Xinhai Devrimi, Çing Hanedanı'nın sonunu getirdi ve Çin Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla sonuçlandı.
1 Ocak 1912 tarihine Çin Cumhuriyeti kuruldu, Kuomintang (KMT veya Milliyetçi Parti)'dan Sun Yat-sen de geçici devlet başkanı olarak atandı. Ancak başkanlık sonradan eski Çing Generali Yuan Shikai'ye verildi ve bu 1915 yılında kendisini Çin'in İmparatoru olarak ilan etti. Toplum tarafından yaygın kınama görmenin yanı sıra kendi Beiyang Ordusu'ndan karşıtlıkla karşı karşıya gelince görevden çekilip cumhuriyeti yeniden kurmaya zorunda kaldı.
Yuan Shikai'nın 1916 yılındaki ölümünün ardından Çin, politik olarak parçalanmıştı. Pekin'deki hükümeti uluslararası olarak tanınsa da neredeyse güçsüzdü, zira kendi topraklarının çoğu bölgesel savaş ağalarının kontrolü altındaydı. 1920'lerin sonlarında Kuomintang, o zamanlar Çin Cumhuriyeti Harp Akademisi müdürü olan Çan Kay-şek önderliği altında "Kuzey Seferi" olarak bilinen bir dizi askeri ve politik manevra vasıtasıyla ülkeyi kendi kontrolü altında birleştirmeyi başardı. Kuomintang, ülkenin başkentini Nankin yaptı; ayrıca Sun Yat-sen'in Çin'i modern, demokratik bir devlete dönüştürmeye yönelik San-min programında özetlenen orta düzey siyasi kalkınma aşaması olarak "siyasi vesayet"i uyguladı. Çin'deki siyasi bölünmeler; 1927 yılından beri Kuomintang'ın ile Komünist Halk Kurtuluş Ordusu (HKO)'yla bulunduğu Çin İç Savaşı'nda Çan Kay-şek'in mücadelelerini zorlaştırdı. Kuomintang, özellikle HKO'nun Uzun Yürüyüş sırasında geri çekilmesiyle İç Savaş'ı ilk başta başarılı şekilde devam etti, ancak Japonya'nın işlediği saldırılardan ve 1936 Xi'an Olayı'ndan dolayı Çan Kay-şek, Japon İmparatorluğu'yla yüzleşmeye zorunda kaldı.
II. Dünya Savaşı'nın savaş alanlarından birini oluşturan İkinci Çin-Japon Savaşı (1937-1945) kapsamında Kuomintang, HKO ile tedirgin bir ittifaka girmeye mecbur kaldı. Japon güçleri, sivillere karşı çok sayıda savaş zulmü işledi ve 20 milyona kadar Çinli sivil öldü. Kaldı ki Nankin şehrinde Japon işgalı sırasında 200.000 Çinlinin katledildiği tahmin edilmektedir. Savaş boyunca Çin; Britanya, ABD ve Sovyetler Birliği'yle beraber ortak vesayette ("güçlülerin vesayeti") bulundu ve bunlar, Birleşmiş Milletler Beyannamesi'nde "Dört Büyük" unvanıyla tanındılar. Çin, üç diğer büyük güçle beraber II. Dünya Savaşı'ndaki Müttefik Devletler'in biriydi ve Savaş'ın ana galiplerinden biri olarak sayılır. 1945 yılında Japonya'nin teslim oluşunun ardından Pescadores Adaları dahil olmak üzere Tayvan, Çin yönetimine geri devredildi. Çin, savaşın bir fatihi olarak çıksa da savaşın sonunda savaştan tahrip olmuş ve maddi olarak boşaltılmış durumdaydı. Kuomintang ile Komünistlerin arasında devam eden karşılıklı güvensizlik, iç savaşın yeniden başlamasına yol verdi. 1947 yılında anayasal yönetim kuruldu, ancak devam eden huzursuzluklar nedeniyle Çin Cumhuriyeti Anayasası'nın birçok kanuni hükmü anakara Çin'de hiçbir zaman yürürlüğe girmedi.
Çin İç Savaşı kapsamındaki esas çatışmalar 1949 yılında sona erdi; Çin Komünist Partisi, Anakara Çin'in çoğu üzerindeki egemenliği kazanırken Kuomintang'ın Anakara'dan geri çekilmesiyle bir tek Tayvan, Hainan ve bunların etrafındaki adalar, Çin Cumhuriyeti'nin yönetimi altında kaldı. 21 Eylül 1949 tarihinde Komünist Parti Başkanı Mao Zedong, Çin Halk Cumhuriyeti'nin kuruluşunu ilan etti. Bunun ardından 1 Ekim'de Tiananmen Meydanı'nda kitlesel bir kutlama yer aldı; 1 Ekim böylece yeni ülkenin ilk Milli Günü olarak yapıldı. 1950 yılında Halk Kurtuluş Ordusu, Hainan'ı Çin Cumhuriyeti'nden ele geçirmeyi ve Tibet'i kendi topraklarına dahil etmeyi başardı. Buna rağmen, 1950'ler boyunca geride kalmiş Kuomintang kuvvetleri Batı Çin'de isyan yürüttü. ABD kaynaklarında Çin HC'nin kuruluşu, o dönemdeki ABD devlet politika belgelerinde yansıtıldığı gibi sıkça "Çin'in kaybı" (İngilizce: "the loss of China") olarak nitelendirilir; Chomsky gibi düşünürler, bunun McCarthyciliğin başlangıcı olduğunu ileri sürer.
Rejim, 1 ile 2 milyon arasında özel mülk sahibinin idam edilmesine sebep olan toprak reformuyla köylü sınıfın arasındaki popülerliğini pekiştirdi. Onun liderliği altında Çin, bağımsız bir sanayi sistemi ve kendi nükleer silahlarını geliştirdi. Çin nüfusu 550 milyondan 900 milyondan fazlaya yükselerek neredeyse iki katında arttı. Buna rağmen, büyük ölçekli ekonomik ve sosyal reform projesi olarak öngörülen Büyük İleri Atılım, 1958 ile 1961 yılları arasında çoğunun sebebi açlıktan ölme olan 45 milyon civarında insan hayatı kaybıyla sonuçlandı. 1966 yılında Mao, ittifaklarıyla beraber 1976 yılındaki kendi ölümüne kadar süren on yıllık siyasi suçlama ve toplumsal karışıklığa patlak veren Kültür Devrimi'ni başlattı. Ekim 1971'de Çin HC, Çin Cumhuriyeti'nin Birleşmiş Milletler'deki yerini aldı; üstelik Çin Cumhuriyeti'ni |
n Güvenlik Konseyi'ndeki yerini alıp daimi Güvenlik Konseyi üyesi oldu.
Mao'nun ölümünden kısa süre sonra Dörtlü Çete tutuklanıp Kültür Devrimi'nin aşırılıklarından sorumlu tutuldu. 1978 yılında Deng Şiaoping iktidara geldi ve köklü ekonomik reformlar başlattı. Komünist Parti, vatandaşların kişisel hayatları üzerindeki hükümet kontrolünü gevşedi; komünler ise özel arazi kiralamanın lehine kademeli olarak yürürlükten kaldırıldı. Bu, Çin'in planlı ekonomiden pazarı giderek açılan bir ortama doğru geçişini işaretledi. Çin, şu anki anayasasını 4 Aralık 1982 tarihinde kabul etti. 1989 yılında Tiananmen Meydanı'nda düzenlenen öğrenci protestolarına karşı uygulanan şiddetli müdahaleler, Dünya'nın çeşitli ülkelerinden Çin hükümetine yönelik kınama ve yaptırımlara yol verdi.
1990'larda Jiang Zemin, Li Peng ve Zhu Rongji ülkeye önderlik etti. Onların yönetimi altında Çin'in ekonomik performansı, tahminen 150 milyon köylünün yoksulluktan çıkarılmasını ve %11,2 oranında yıllık ortalama gayri safi yurtiçi hasıla artışının sürdürülmesini sağladı. Ülke 2001 yılında resmen Dünya Ticaret Örgütü üyesi oldu ve 2000'lerde Hu Cintao ile Vın Ciabao önderliği altında yüksek ekonomik büyüme oranını devam ettirmeyi başardı. Bu hızlı büyüme ancak ülkenin doğal kaynaklarını ve çevresini de ciddi şekilde etkiledi ve büyük oranda sosyal deplasmana neden oldu. 2000'lerin sonlarında ekonomik krize rağmen yaşam standartları hızlı şekilde artmaya devam etti, fakat merkezi politik denetim sıkı kaldı.
2012 için planlanan on yıllık Komünist Parti liderliği değişimi hazırlıkları, hizipler arası anlaşmazlıklar ve siyasi skandallarla işaretlendi. Çin'in Kasım 2012'deki 18. Çin Komünist Partisi Ulusal Kongresi sırasında Şi Cinping, Hu Cintao'nun yerine Çin Komünist Partisi Genel Sekreteri olarak atandı. Şi'nin altında Çin hükümeti, yapısal istikrarsızlıklara ve yavaşlayan büyümeye maruz kalan ekonomiyi reform etmeye yönelik büyük ölçekli girişimlerde bulunmaya başladı. Şi-Li Yönetimi üstelik tek çocuk politikasına ve cezaevi sistemine ilişkin köklü reformlar ilan etti.
Çin, kurak kuzeydeki Gobi ve Taklamakan çölleri ile nemli güneydeki subtropikal ormanlar arasında değişiklik gösteren geniş ve çeşitlilik dolu bir yeryüzüne sahiptir. Himalaya, Karakurum, Pamir ve Tanrı dağ sıraları Çin'i, Güney ve Orta Asya'nın birçok yerinden ayırır. Dünya'daki en büyük üçüncü ve altıncı nehirleri olan Yangtze (3.) ve Sarı (6.) nehirleri; Tibet Platosu'ndan yoğun nüfuslu doğu kıyısına kadar akar. Çin'in Büyük Okyanus ile kuyu şeridi 14.500 kilometre uzunluktadır ve Bohai, Sarı, Doğu Çin ve Güney Çin denizleri tarafından çevrelenir. Cilalı Taş Devri'nden beri Doğu ile Batı arası iletişim arteri olarak işlev göstermiş ve İpek Yolu'na ait kara yolunun temelini oluşturan Avrasya Bozkırı, Çin'i Kazakistan sınırına bağlayan toprağı oluşturur.
Çin Halk Cumhuriyeti, kara alanı açısından Rusya'dan sonra Dünya'nın en büyük ikinci ülkesi; toplam alan açısından ise "toplam alan"ın tanımına göre ya Rusya ile Kanada'dan sonra en büyük üçüncü ya da bunlarla Amerika Birleşik Devletleri'nden sonra en büyük dördüncü ülkesidir. Çin'in toplam alanı genellikle 9.600.000 km civarı olarak verilir. Spesifik yüzölçümü sayıları ise 9.572.900 km ("Encyclopædia Britannica"), 9.596.961 km (BM Yıllık Demografik Raporu) ile 9.596.961 km ("CIA World Factbook") arasında farklılık gösterir.
Çin'in kara sınırı; 22.117 km uzunluğuyla Yalu Nehri ağzından Tonkin Körfezi'ne kadar uzanıp, Dünya'nın en uzun toplam kara sınırını oluşturur. Çin; 14 farklı ülkeyle sınır paylaşıp aynı sayıda ülkeyle sınır paylaşan Rusya haricinde Dünya çapında en çok sayıda yabancı ülkeyle sınır paylaşan ülkedir. Çin, Doğu Asya'nın büyük kısmını kapsayıp şu ülkelerle sınır paylaşır: Güneydoğu Asya'da Vietnam, Laos ve Myanmar (Birmanya); Güney Asya'da Hindistan, Bhutan, Nepal, Afganistan ve Pakistan; Orta Asya'da Tacikistan, Kırgızistan ve Kazakistan; İç ve Kuzeydoğu Asya'da Rusya, Moğolistan ve Kuzey Kore. Çin üstelik Güney Kore, Japonya, Vietnam ve Filipinler ile deniz sınırı paylaşmaktadır.
Çin'in toprakları 18° ile 54° N enlemleri ve 73° ile 135° E boylamları arasında bulunur. Çin'in çeşitli yeryüzleri büyük oranda farklılık göstermektedir. Doğudaki Sarıdeniz ve Doğu Çin Denizi kıyılarında geniş ve yoğun nüfuslu alüvyonlu ovalar; kuzeydeki İç Moğolistan platosunun kenarlarında ise büyük alanlar kapsayan çayırlar mevcuttur. Güney Çin'de tepeler ve alçak dağ sıraları hakim, merkez-doğuda ise Çin'in iki büyük nehrini oluşturan Sarı Nehir ile Yangtze Nehri'ne ait deltalar bulunur. Xi, Mekong, Brahmaputra ve Amur; Çin'in içinden geçen diğer önemli nehirlerin arasındadır. Batıda başta Himalaya Dağları olmak üzere büyük dağ sıraları mevcuttur. Taklamakan ve Gobi gibi kuzeydeki daha kurak yeryüzü şekillerinin arasında yüksek yaylalar bulunmaktadır. Dünya'nın en yüksek noktası olan Everest Dağı (8.848m), Çin-Nepal sınırındadır. Çin'in en alçak noktası ve Dünya'nın en alçak üçüncü noktası ise Turfan Havzası'ndaki Ayding Gölü'nün tamamen kurumuş göl yatağıdır (-154m).
Çin'in iklimi esasen kuru sezonlardan ve nemli musonlardan oluşur; bu, kış ve yaz arasında belirgin sıcaklık farklılıklarına yol açar. Kışın yüksek enlemli alanlardan esen kuzey rüzgarları soğuk ve kuru; yazın daha alçak enlemlerdeki kıyısal alanlardan esen güney rüzgarları ise ılık ve nemli. Ülkenin oldukça karmaşık topoğrafyası nedeniyle Çin'deki iklim bölgeden bölgeye farklılık göstermektedir.
Başta Gobi Çölü olmak üzere çöllerin giderek daha fazla yaygınlaşması, Çin'deki başlıca çevre sorunlarından birini teşkil etmektedir. 1970'lerden beri dikilen bariyer ağaç hatlarının kum fırtanalarının sayısını düşürmüş olmasına rağmen, uzun süreli kuraklıklar ve zararlı tarım uygulamaları, kuzey Çin'in her ilkbahar toz fırtınalarına maruz kalmasına sebep olmuştur. Bu fırtınalar; Kore ve Japonya dahil olmak üzere Doğu Asya'nın diğer bölgelerine de yayılır. 2007'de Çin'in çevre gözlemcisi olan Çevre Koruma Bakanlığı, Çin'in her sene 4.000 km'lik bir alanı çölleşmeye kaybettiğini belirtti. Su kalitesi, erozyon ve kirlilik kontrolü, Çin'in diğer ülkelerle bulunduğu ilişkiler kapsamında önemli sorunlar oluşturmuştur. Himalaya Dağları'ndaki buzulların erimesi, yüz milyonlarca insan için su sıkıntılarına yol verebilir.
Çin; hem Palearktik hem de İndomalaya ekozonlarında bulunup, biyoçeşitlilik açısından dünyanın en zengin ülkelerinden biridir. Bir ölçüme göre, Çin'de 34.687'den fazla hayvan ve vasküler bitki türü bulunmaktadır; böylece biyoçeşitlilik açısından Brezilya ve Kolombiya'dan sonra Dünya'nın en zengin üçüncü ülkesidir. Ülke, 11 Haziran 1992 tarihinde Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi'ni imzaladı, sonra 5 Ocak 1993 tarihinde sözleşmeye taraf oldu. Daha sonra, 21 Eylül 2010'da sözleşmenin aldığı bir değişiklikle Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Stratejisi ve Eylem Planı'nı hazırladı.
Çin; en az 551 memeli türüne (Dünya'daki en yüksek üçüncü sayısı), 1.221 kuş türüne (sekizinci), 424 sürüngen türüne (yedinci) ve 333 iki yaşamlı türüne (yedinci) ev sahipliği yapmaktadır. Dünya'daki tropik bölgelerin haricinde Çin, her kategoride en fazla biyolojik çeşitlilik gösteren ülkedir. Çin'deki yaban hayatı, kendi yaşam alanını Dünya'nın en büyük "homo sapiens" nüfusuyla paylaşmakta ve bunlardan büyük oranda basınç görmektedir. Ağırlıklı olarak yaşam alanı tahripatı, çevre kirliliği ve yiyecek, kürk veya geleneksel Çin tıbbı malzemeleri için kaçak avcılığı gibi insan aktiviteleri nedeniyle Çin'de en az 840 hayvan türü tehdit altında, savunmasız veya yerel olarak yok olma tehlikesi altındadır. Nesli tükenmek üzere olan yaban hayatı yasayla korunmaktadır, ve 2005 itibarıyla 149,95 milyon hektarlık bir toplam alan veya Çin'in toplam kara alanının %15'ini kapsayan 2.349 doğa rezervi bulunmaktadır.
Çin'de 32.000'den fazla vasküler bitki türü mevcut ve çeşitli orman türlerine ev sahipliği yapılmaktadır. Soğuk, iğne yapraklı ormanlar, ülkenin kuzeyinde egemen olup, sığın ve Asya kara ayısı gibi hayvan türlerini desteklemenin yanı sıra 120'den fazla kuş türünü desteklemektedir. Nemli iğne yaprakları ormanların kerpeteni, bambu çalılıklarını içerebilir. Ardıç ve porsuğun mevcut olduğu daha yüksek rakımlı alanlarda ise bambunun yerine ormangülü bulunabilir. Merkez ve güney Çin'de egemen olan subtropikal ormanlar, 146.000'e kadar flora türünü desteklemektedir. Tropikal ve mevsimsel yağmur ormanlarının Yünnan ve Hainan Adası'na sınırlı olmakla birlikte Çin'deki tüm hayvan ve bitki türlerinin dörtte birini barındırırlar. Çin'de 10.000'den fazla mantar türü kaydedilmiştir; bunların neredeyse 6.000'i yüksek mantarlardır.
Son onyıllarda Çin, ciddi oranda çevre bozukluğu ve kirliliğine maruz kalmıştır. 1979 Çevresel Koruma Kanunu çerçevesindeki düzenlemeler sıkı olsa da, bunlar oldukça zayıf şekilde uygulanmaktadır, zira ekonomik büyümenin lehine bunlar sürekli yerel topluluklar ve hükümet memurları tarafından gözardı edilmektedir. Kentsel hava kirliliği, ülke çapında ciddi bir sağlık sorunu teşkil etmektedir; Dünya Bankası tahminlerine göre Dünya'nın en kirli 20 şehrin 16'sı Çin'de bulunmaktadır. Çin, Dünya'nın en büyük karbon dioksit salınımcısıdır. Ülkede ayrıca büyük su kirliliği sorunları mevcuttur: 2011'in sonuna doğru Çin'deki nehirlerin %40'ı endüstriyel ve tarımsal atıklar tarafından kirlenmiş durumdaydı. 2014'te Çin'deki kişi başına göre iç tatlısu kaynakları 2.062 m'e azalmıştı; üstelik Dünya genelindeki sayı 5.920 m iken Kuzey Çin Ovası'ndaki sayı 500 m'ten azdı.
Bunlara rağmen Çin, Dünya çapında yenilenebilir enerji ve bunun ticarileştirilmesindeki en önde gelen yatırımcıdır; sadece 2011 yılı içerisinde yenilenebilir enerjiye 52 milyon Amerikan doları değerinde yatırım yapıldı. Yenilenebilir enerji teknolojilerinin önemli bir üreticisidir ve yerel ölçekli yenilenebilir enerji projelerine büyük yaptırımlar yapmaktadır. 2015'te Çin'deki enerjinin %24'ü yenilenebilir kaynaklardandı. Bu kaynakların arasındaki en yaygını hidroelektrik güç: 197 GW'lık toplam yüklenmiş kapasiteyle Çin, Dünya |
'nın en büyük hidroelektrik güç üreticisidir. Çin ayrıca Dünya'nın en büyük yüklenmiş fotovoltaik güneş enerjisi sistemine ve rüzgar enerjisi sistemine sahiptir. 2011'de Çin hükümeti, on yıllık bir süre zarfında su altyapısına ve desalinasyon projelerine dört trilyon yuan (619 milyar ABD$) değerinde yatırım yapma ve 2020'ye kadar bir taşkın önleme ve kuraklık önleme sistemin inşaatını tamamlamama planlarını açıkladı. 2013'te Çin, özellikle ülkenin kuzeyinde 277 milyar ABD$ değerinde bir hava kirliliği azaltma girişimi başlattı.
Çin anayasasına göre Çin Halk Cumhuriyeti; "işçi sınıfının önderliği altında ve işçiler ile köylüler arasındaki ittifaka dayalı halkın demokratik diktatörlüğü altında bir sosyalist devlettir;" devlet organları ise "demokratik merkeziyetçiliğin prensiplerini uygular." Çin HC, komünizmi açık şekilde destekleyen, Dünya'nın kalan tek sosyalist devletlerinden biridir. Başta İnternet'e özgür erişim, basın özgürlüğü, toplanma özgürlüğü, çocuk sahibi olma hakkı, sosyal örgütlerin serbest oluşumu ve din özgürlüğü olmak üzere birçok alanda ağır kısıtlamaların mevcut olmasıyla beraber Çin hükümeti, kimi zaman komünist ve sosyalist, kimi zaman da otoriter ve korporatist olarak nitelendirilmiştir. Mevcut siyasi, ideolojik ve ekonomik sistemleri; Çin'in liderleri tarafından "halkın demokratik diktatörlüğü", "Çin değerleri ile sosyalizm" (yani Marksizm'in Çin şartlarına uyarlanması) ve "sosyalist piyasa ekonomisi" olarak tanımlanmıştır.
Çin anayasası; ülkenin "Çin Komünist Partisi [ÇKP] liderliği altında" yönetildiğini belirtir. Çin, "de facto" olarak tek partili rejim olduğu için Genel Sekreter (parti lideri), devlet ve hükümet üzerindeki nihai güce sahip olup üstün lider olarak işlev göstermektedir. Seçim sistemi piramit şeklindedir. Yerel Halk Kongreleri doğrudan seçilir; Halk Kongreleri'nin Ulusal Halk Kongresi (UHK)'ne kadar daha yüksek seviyeleri ise, hemen alttaki seviyedeki Halk Kongresi üyeleri tarafından dolaylı olarak seçilir. Mevcut siyasi sistem ademi merkezlidir ve eyalet ve eyalet-altı seviyelerindeki liderler büyük oranda özerkliğe sahiptir. Sekiz diğer siyasi partinin UHK'da ve Çin Halk Siyasi Danışma Konferansı (ÇHSDK)'nda temsilcileri vardır. Çin, Leninist "demokratik merkeziyetçilik" prensibini desteklemektedir, ancak Ulusal Halk Kongreleri sözde bir "süper noter" organı olmakla eleştirilmiştir.
Çin Devlet Başkanı, devletin itibarı başı olup Ulusal Halk Kongresi uyarınca törensel figüran olarak görev yapar. Çin Başbakanı, hükûmet başkanı olup dört başbakan yardımcısından ve hem bakanlıkların hem de komisyonların başkanlarından oluşan Devlet Konseyi'ne başkanlık etmektedir. Şu anki devlet başkanı; aynı zamanda Çin Komünist Partisi Genel Sekreteri ve Merkezi Askeri Komisyonu Başkanı olarak görev yapan Şi Cinping'dir; Şi böylece Çin'in üstün lideridir. Şu anki başbakan ise; aynı zamanda Çin'in "de facto" üst düzey karar verme organını oluşturan Çin Komünist Partisi Politbüro Yürütme Komitesi'nin üst düzey bir üyesi olan Li Keçiang'dır.
Köy ve kasaba seviyesinde açık, çekişmeli seçimlerin düzenlenmesiyle siyasi liberalleşmeye doğru bazı adımlar atılmıştır. Parti ancak fiilen hükümet görevlendirmeleri üzerindeki yetkiye sahiptir: etkili bir muhalefet varolmaksızın ÇKP çoğunlukla varsayılan olarak kazanır. Zenginler ile fakirler arasında büyüyen uçurum ve hükümet yolsuzluğu, Çin'deki ana siyasi kaygıların arasındadır. Buna rağmen, hükümet ve hükümetin devlet yönetimi için kamu destek seviyesi yüksektir; 2011'de yapılan bir ankete göre Çin vatandaşlarının %80-95'i, merkezi hükümetle memnun olduklarını ifade ettiler.
Çin Halk Cumhuriyeti, 22 eyalete; her biri bir azınlık grubuna atanmış beş özerk bölgeye; dört doğrudan yönetilen şehire; ve büyük oranda siyasi özerkliğe sahip iki Özel İdari Bölge (ÖİB)'ye bölünür. Hong Kong ile Makao ÖİB'leri haricinde tüm bu bölümler, kolektif olarak "Anakara Çin" olarak bilinir. Anakara Çin'in idari bölümleri, altı farklı bölgeye gruplanabilir: Kuzey Çin, Kuzeydoğu Çin, Doğu Çin, Güney Merkez Çin, Güneybatı Çin ve Kuzeybatı Çin.
Çin, Tayvan'ı 23. eyaleti olarak varsaymaktadır; Tayvan ancak Çin HC'nin toprak taleplerini reddeden Çin Cumhuriyeti'nin yönetimi altındadır. Tüm Çin HC toprakları üzerinde talepte bulunan Çin Cumhuriyeti, Çin HC'ndeki idari bölünmelerinin hiç birini tanımamaktadır.
ÇHC'nin 175 ülkeyle diplomatik ilişkisi var ve 162 ülkede elçilik işletmektedir. Ülkenin meşruiyeti, Çin Cumhuriyeti ve bazı diğer ülkeler tarafından reddedilmektedir; böylece sınırlı şekilde tanınan devletlerin arasındaki en büyüğü ve en yüksek nüfusa sahip olanıdır. 1971'de ÇHC, Çin'in tek temsilci devleti olarak hem Birleşmiş Milletler'de hem de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin beş daimi üyesinin biri olarak Çin Cumhuriyeti'nin yerini aldı. Çin ayrıca Bağlantısızlar Hareketi'nin eski üyesi ve lideriydi, ve kendini hala gelişmekte olan ülkelerin bir temsilcisi olduğunu varsaymaktadır. Çin; Brezilya, Rusya, Hindistan ve Güney Afrika ile beraber yükselen büyük ekonomilerin grubu BRICS'in bir üyesidir ve Nisan 2011'de Hainan-Sanya'da grubun üçüncü resmi zirvesine ev sahipliği yaptı.
Tek Çin politikasının kendi yorumlamasına göre Pekin, diğer ülkelerle diplomatik ilişki kurmanın ön koşulu olarak o ülkenin ÇHC'nin Tayvan üzerindeki toprak talebini tanımasını ve Çin Cumhuriyeti hükümetiyle resmi bağlarını kesmesini beklemektedir. Özellikle silah satışı konusunda yabancı ülkeler Tayvan'a yönelik diplomatik jestte bulununca Çinli memurlar birçok zaman buna karşı itiraz etmiştir.
Araştırmacılara göre Çin'in mevcut dış politikasının birçok unsuru, Başbakan Zhou Enlai'nin geliştirdiği Barışçıl Birlikte Varolmanın Beş İlkesi'ne dayanmaktadır; ayrıca ideolojik farklılıklara rağmen devletler arası ilişkilerin sürdürülmesini savunan "tekdüzeliksiz uyum" kavramıyla şekillendirilir. Bu politika; Çin'in Zimbabve, Kuzey Kore ve İran gibi Batı devletlerinin tehlikeli ya da baskılayıcı olarak algıladığı devletleri desteklemesine yol vermiş olabilir. Çin'in Rusya ile yakın ekonomik ve askeri ilişkileri var, ve her iki ülke BM Güvenlik Konseyi'nde sıklıkla birbiriyle aynı şekilde oy vermektedir.
Son on yıllarda Çin, kendi Asya-Pasifik komşularıyla serbest ticaret bölgeleri ve güvenlik paktlarının kurulması yönünde çağrılarda bulunmasında giderek daha büyük bir rol oynamıştır. Çin, 11 Aralık 2001 tarihinde Dünya Ticaret Örgütü üyesi oldu. 2004'te, bölgesel güvenlik sorunlarına ilişkin bir forum olarak yepyeni Doğu Asya Zirvesi (DAZ) çerçevesinin kuruluşunu önerdi. ASEAN Artı Üç, Hindistan, Avustralya ve Yeni Zelanda'nın dahil olduğu DAZ, açılış zirvesini 2005'te düzenledi. Çin ayrıca Rusya ve Orta Asya cumhuriyetleriyle beraber Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ)'nün kurucu üyelerinden biridir.
2000 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kongresi; Çin ile "kalıcı normal ticari ilişkiler" ("permanent normal trade relations")in kurulmasını kabul edip, Çin ihracatının çoğu diğer ülkelerden gelen mallarla aynı düşük tariflerle ülkeye girmesine izin verdi. Çin'in en önemli ihracat pazarı olan ABD ile büyük oranda ticaret fazlası vardır. 2010'ların başlarında Amerikalı siyasetçiler, Çin yuanı değerinin oldukça düşük olması nedeniyle Çin'in haksız ticaret avantajına sahip olduğunu savundular. Son on yıllarda Çin, ticaret ve ikili işbirliği yönünde Afrika ülkeleriyle ilgilenme politikasını izlemektedir; 2012'de Çin-Afrika ticaretinin toplam değeri 160 milyar ABD$'ndan fazlaydı. Çin üstelik büyük Güney Amerika ekonomileriyle de ilişkilerini güçlendirmiştir; Brezilya'nın en büyük ticaret ortağı olmanın yanı sıra Arjantin ile stratejik bağlar kurmuştur.
ÇHC; ikinci Çin İç Savaşı sonrasındaki kuruluşundan beri günümüz yaygın olarak Tayvan olarak bilinen ayrı siyasi varlık olan Çin Cumhuriyeti yönetimi altındaki toprakların ÇHC'ne ait olduğunu savunup bu topraklar üzerinde toprak talebinde bulunmaktadır. Tayvan Adası'nı Tayvan Eyaleti'ne; Kinmen ile Matsu'nun Fujian Eyaleti'ne; ve Güney Çin Denizi'nde Çin Cumhuriyeti yönetimi altındaki adaların Hainan ve Guangdong eyaletlerine ait olduğunu varsaymaktadır. Tek Çin politikasının ÇHC'nin en önemli diplomatik ilkelerin arasında olmasıyla beraber Çin-Tayvan ilişkilerinin karmaşıklığı nedeniyle bu toprak talepleri oldukça tartışmalıdır.
Çin'in Tayvan haricinde diğer toprak anlaşmazlıkları da mevcuttur. 1990'lardan beri Çin, Hindistan ile bulunduğu sınır anlaşmazlığı ve Bhutan ile sınırının kesinleşmemesi dahil olmak üzere çeşitli sınır anlaşmazlıklarını çözmek için müzakerelerde bulunmuştur. Çin'in ayrıca Senkaku Adaları ve Scarborough Kum Bankı gibi Doğu ve Güney Çin Denizi'ndeki çeşitli küçük adaların hangi ülkeye ait olduğu konusunda çok uluslu anlaşmazlıkları vardır. 21 Mayıs 2014 tarihinde Şi Cinping; Şanghay'da düzenlenen bir konferansta verdiği bir konuşmada Çin'in toprak anlaşmazlıklarını barışçıl şekilde çözmeyi taahhüt etti: "Çin, toprak egemenliği ve deniz hakları ve menfaatleri üzerinde diğer ülkelerle bulunduğu anlaşmazlıklarının barışçıl çözümünün arayışına kararlıdır."
Çin, düzenli olarak potansiyel yeni süper güç olarak nitelendirilir; Çin'in hızlı ekonomik ilerlemesi, büyüyen askeri gücü, çok büyük nüfusu ve uluslararası alandaki büyüyen etkisi, bazı yorumcular tarafından Çin'in 21. yüzyılda önemli bir rol oynayacağı yönünde işaretler olarak algılanmaktadır. Ancak diğer yorumcular ise, yüzyılın geçişiyle Çin'in büyümesinin ekonomik balonlar ya da demografik dengesizlikler nedeniyle yavaşlayabileceği ya da tamamen durabileceği yönünde uyarılarda bulunmaktadır. Üstelik bazı yazarlar, "süper güç" teriminin tanımını sorgulayıp, Çin'in sırf büyük ekonomiye sahip olmasının süper güç olmak için yeterli olmadığını savunur ve Çin'in ABD'nin sahip olduğu seviyede askeri güce veya kültürel etkiye sahip olmadığını ileri sürerler.
Çin demokrasi hareketi, sosyal aktivistler ve Çin Komünist Partisi'nin bazı üyeleri; hem sosyal hem de siyasi reformların yapılması gerektiğini dile getirmiştir. 1970'lerden beri Çin'deki ekonomik ve sosyal kontro |
ller büyük oranda gevşetilse de siyasi özgürlük yine sıkı şekilde kısıtlanmaktadır. Çin Halk Cumhuriyeti Anayasası'na göre vatandaşların "temel hakları"; ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, adil yargılanma hakkı, din özgürlüğü, genel oy hakkı ve mülkiyet hakkı içermektedir. Bu hükümler ancak pratikte devlet tarafından cezai kovuşturmaya karşı fazla koruma sağlamaz. Hükümet politikalarına ve iktidardaki Komünist Parti'ye yönelik bazı eleştirilerin hoşgörülmesine rağmen, özellikle İnternet'te siyasi içerikli yorumların ve bilgilerin sansürü, toplu eylemlerin yer almasını önlemek için düzenli olarak kullanılan bir yöntem. Sınır Tanımayan Gazeteciler'in 2005'te yayımladığı Yıllık Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi'nde Çin, 167 devletin arasında 159. sırada yer aldı; bu, Çin'de çok düşük seviyede basın özgürlüğünün mevcut olduğunu gösterir. 2014'te Çin, 180 ülkelerin arasında 175. sırada yer aldı.
Köylerden şehirlere göç edenler, devlet yardımlarına erişimi kontrol eden "hukou" ev kayıt sistemi nedeniyle kendilerine ikinci sınıf vatandaş muamelesi edildiğini görürler. Mülkiyet hakları genellikle kötü korunmaktadır; vergi sistemi ise yoksul vatandaşları orantısız bir şekilde etkiler. Buna rağmen, 2000'lerden beri kırsal alanlarda uygulanan birçok vergi uygulaması ya azaltılmış ya da tamamen kaldırılmış ve köylerde yaşayanlara ek sosyal hizmetler sunulmuştur.
Birçok yabancı hükümet, yabancı basın ajansı ve sivil toplum kuruluşu; yargısız gözaltına alınma, zorla kürtaj, zorla itiraf, işkence, temel hakların kısıtlanması ve idam cezasının aşırı kullanımı gibi yaygın sivil hak ihlallerinin yer aldığını ileri sürüp, Çin'deki insan hakları durumunu düzenli olarak eleştirmektedir. Hükümet, "toplumsal istikrar"a karşı olası tehdit olarak algıladığı popüler protesto ve gösterileri bastırmıştır, ör. 1989 Tiananmen Meydanı protestoları.
Falun Gong, 1992 yılında ilk kez kamuya öğretildi. Falun Gong uygulayıcıları sayısının 70 milyona ulaştığı 1999 yılında, Falun Gong'a zulüm başladı; bu, toplu tutuklamalarla, hukukdışı gözaltına alınmalarla, ve gözaltında işkence ve ölümlerin yer aldığını ileri süren raporlarla sonuçlanmıştır. Çin devleti; şiddetli polis darbeleri ve din baskısı dahil olmak üzere Tibet ve Şincan'da büyük ölçekli baskıyla ve insan hakları ihlalleriyle düzenli olarak suçlanmaktadır.
Çin hükümeti, geçim ve ekonomik kalkınma haklarının diğer insan hakları türleri için ön şart olduğunu ve insan hakları kavramının bir ülkenin mevcut ekonomik gelişme seviyesini dikkate alması gerektiğini savunarak yabancı eleştirilere yanıt verir. 1970'lerden beri yaşam standardının, okuryazarlık oranının ve beklenen ortalama yaşam süresinin yükseldiğini, işyeri güvenliğinin ilerlediğini, ve Yangtze Nehri'nin sürekli oluşturduğu seller gibi doğal afetlerle mücadale teşebbüslerinde bulunduğunu vurgular. Demokrasiye dair yaygın muhafazakar görüşlere rağmen bazı Çinli siyasetçiler, demokratikleşmeyi desteklediğini bildirmişlerdir. Bazı köklü reform çabaları yürütülmüştür, ör. Kasım 2013'te hükümet, tek çocuk politikasının gevşetilmesi ve çok eleştiriye uğramış emek yoluyla yeniden eğitim programının kaldırılması yönünde planların gerçekleşeceğini ilan etti, ancak insan hakları grupları, bu ikinci konuda şu ana kadar yürütülen reformların çoğunlukla yüzeysel olduğunu savunmuştur. 2000'ler ve 2010'ların başı boyunca Çin hükümeti, sosyal sorunlara pratik ve etkili çözümler sunan sivil toplum kuruluşlara giderek daha fazla hoşgörülü davrandı, ancak bu tür "üçüncü sektör" faaliyetler yine sıkı düzenlemelere tabidir.
Merkezi Askeri Komisyonu komutasındaki Halk Kurtuluş Ordusu (HKO), 2,3 milyon aktif birlikle Dünya'daki en büyük askeri kuvvete sahiptir. HKO; Kara Kuvvetleri (HKOKK), Deniz Kuvvetleri (HKODK), Hava Kuvvetleri (HKOHK) ve Roket Kuvvetleri (HKORK)'nden oluşur. Çin hükümet verilerine göre Çin'in 2014 yılındaki askeri bütçesi toplam 132 milyar ABD$ değerinde olup, Dünya'nın en büyük ikinci askeri bütçesini teşkil eder, ancak gayri safi yurtiçi hasıla yüzdesi olarak Çin'in askeri harcamaları Dünya ortalamasının altındadır. Buna rağmen, Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü ve ABD Savunma Bakanı Ofisi dahil olmak üzere birçok otorite, Çin'in gerçek askeri harcamalarını yayımlamadığını savunup gerçek sayının resmi bütçe rakamlarından çok daha yüksek olduğunu iddia etmektedir.
Çin, tanınmış bir nükleer silah devleti olup hem büyük bölgesel askeri güç hem de potansiyel askeri süper güç olarak sayılır. ABD Savunma Bakanlığı'nın 2013'te yayımladığı bir rapora göre Çin, 50 ile 75 arasında KABF ve çok sayıda KMBF barındırmaktadır. Ancak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin dört diğer üyesinden ziyade Çin'in askeri güç projeksiyonu yetenekleri oldukça kısıtlıdır. Bu durumu dengelemek için Çin, 2000'lerin başından beri birçok güç projeksiyonu varlığı geliştirmiştir: Çin'in ilk uçak gemisi 2012 yılında hizmete girdi, üstelik nükleer güçle çalışan saldırı ve balistik füze denizaltılarının dahil olduğu büyük bir denizaltı filosuna sahiptir. Çin ayrıca kritik deniz şeritleri boyunca bir dış askeri ilişkiler ağını kurmuştur.
Çin, son on yıllarda kendi hava kuvvetlerini modernleştirmekte büyük ilerlemeler etmiştir; Sukhoi Su-30 gibi Rus avcı uçakları satın almanın yanı sıra başta Chengdu J-10 ile J-20 ve Shenyang J-11, J-15, J-16 ve J-31 olmak üzere kendi modern avcılarını da üretmiştir. Çin ayrıca kendine özgü hayalet uçakların ve çok sayıda insansız hava aracının gelişiminde etkindir. Hava ve deniz inkarı silahlarında gelişimler, hem Japonya hem de Vaşington'ın bakış açısına göre bölgesel tehditleri arttırmıştır. Çin, yaşlanan Sovyet envanterini modern Type 99 tankının çeşitli türevleri ile değiştirerek ve ağ merkezli harp yeteneklerini geliştirmek için C3I ve C4I sistemlerini yükselterek yerli kuvvetlerini yenilemiştir. Buna ek olarak Çin, uydu karşıtı füzeler, seyir füzeleri ve denizaltıdan başlatılan nükleer KABF'ler dahil olmak üzere çok sayıda gelişmiş füze sistemini geliştirmiş veya elde etmiştir. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü verilerine göre Çin, 2010-14 yılları arasında Dünya'nın en büyük üçüncü büyük silah ihracatçısı oldu; bu, 2005-2009 yılları arasındaki dönemden yüzde 143 oranında bir artış teşkil etmektedir.
Çin, son iki bin yılın çoğu boyunca, refah ve gerileme döngüleri geçirmiş olmakla birlikte Dünya'nın en büyük ekonomisine sahipti. Uluslararası Para Fonu (IMF)'na göre 2014 yılı itibarıyla Çin, nominal GSYİH açısından 10,380 trilyon ABD$ değerinde nominal GSYİH ile Dünya'nın en büyük ikinci ekonomisine sahiptir. Satın alma gücü paritesi (SAGP) GSYİH'sı açısından ise Çin ekonomisi, 2014 yılında 17,617 trilyon ABD$ değerinde SAGP GSYİH'sı ile Dünya'nın en büyüğüdür. 2013 yılında kişi başına SAGP GSYİH'sı 12.880 ABD$ idi; kişi başına nominal GSYİH'sı ise 7.589 ABD$. Her iki durumda Çin, küresel kişi başına GSYİH sıralamalarında IMF listesindeki 183 ülke arasında yaklaşık 80 ülkeden daha düşük bir sıradadır.
1949 yılındaki kuruluşundan 1978'in sonuna kadar Çin Halk Cumhuriyeti, Sovyetler Birliği tarzında merkezi bir planlı ekonomi idi. 1976 yılında Mao'nun ölümünün ve Kültür Devrimi'nin sonunun ardından Deng Şiaoping ile yeni Çin liderliği, ekonomiyi reform etmeye ve tek partili yönetim altında daha piyasa odaklı bir karma ekonomiye doğru geçmeye başladı. Tarımsal kolektifleştirme kaldırıldı ve tarım arazileri özelleştirildi; dış ticaretin ise yeni, önemli bir odak noktası olması, Özel Ekonomik Bölgeler'in kuruluşuna yol verdi. Verimsiz devlet şirketleri yeniden yapılandırıldı; kârsız olanlar ise çok sayıda iş kaybı sonucuyla tümüyle kapatıldı. Günümüz Çin, esas olarak özel mülk sahipliğine dayalı bir pazar ekonomisi olarak nitelendirilir ve devlet kapitalizminin en önde gelen örneklerinden biridir. Enerji üretimi ve ağır sanayi gibi stratejik "sütun" sektörlerin üzerinde devlet yine hakim, ancak 2008 yılı itibarıyla yaklaşık 30 milyon özel işletmenin kaydedilmesiyle özel girişimlerde muazzam bir artış yer almıştır.
1978 yılında ekonomik liberalleşmenin başlamasından beri Çin, büyük ölçüde yatırım ve ihracat yönlü büyümeye dayanarak, Dünya'nın en hızlı büyüyen ekonomilerin arasında olmuştur. IMF'ye göre Çin'in 2001 ile 2010 yılları arasındaki yıllık ortalama GSYİH büyüme oranı %10,5. 2007 ile 2011 yılları arasında Çin'in ekonomik büyüme oranı, tüm G7 üye devletlerinin toplam büyüme oranlarıyla eşitti. Citigroup'un Şubat 2011'de hazırladığı Küresel Büyüme Jeneratörleri Endeksi'ne göre Çin, çok yüksek bir büyüme değerlendirmesine sahiptir. Yüksek verimliliği, düşük işçilik maliyetleri ve oldukça iyi altyapısı, hepsi Çin'in imalat sektöründe küresel lider olmasını sağlamıştır. Buna rağmen, Çin aynı zamanda enerji tüketimi açısından hem enerji yoğunluğu hem de enerji verimsizliği gösteren bir ekonomidir; 2010 yılında Çin, Dünya'nın en büyük enerji tüketicisi oldu, kendi enerji ihtiyaçlarının %70'ini kömür yakarak karşılar ve Eylül 2013'te ABD'nin önünden geçerek Dünya'nın en büyük petrol ithalatçısı oldu. 2010'ların başlarında Çin'in ekonomik büyüme oranı; yerli kredi sorunları, Çin ihracatına yönelik uluslararası talebin zayıflaması ve küresel ekonominin kırılganlığı nedeniyle yavaşlamaya başladı.
Çevrimiçi alemde Çin'in e-ticaret endüstrisi, Avrupa Birliği ve ABD'dekilerden daha yavaş şekilde büyüdü, ancak 2009'dan beri bu konuda önemli adımlar atılmıştır. Credit Suisse'e göre, Çin'deki çevrimiçi işlemlerin toplam değeri, 2008 yılında önemsiz bir boyuttan 2012 yılında yaklaşık 4 trilyon RMB (660 milyar ABD$)'ye çıktı. Çin'deki çevrimiçi ödeme pazarındaki egemen firmalar Alipay, Tenpay ve China UnionPay.
Çin, Dünya Ticaret Örgütü üyesi olup, 2012 itibarıyla 3,87 trilyon ABD$ değerinde toplam uluslararası ticaret değerine sahip olmasıyla Dünya'nın en büyük ticaret gücüdür. 2010 yılının sonunda yabancı döviz rezervleri 2,85 trilyon ABD$'na ulaştı; bu önceki seneden %18,7 oranında bir artış teşkil eder, böylece açık arayla Dünya'nın en büyük rezervlerine sahiptir. 2012'de 253 milyar ABD$ değerind |
e içe doğrudan yabancı yatırım (DYY) alarak Dünya'nın en büyük içe DYY alıcısıydı. 2014 yılında Çin, 64 milyar ABD$ değerinde döviz havaleleri kazanarak Dünya'nın en büyük ikinci havale alıcısıydı. Çin, yurtdışında da yatırımlarda bulunmaktadır; birçok büyük yabancı firmanın Çinli şirketler tarafından devralınmasının yanı sıra 2012 yılında Çin'in toplam dışa DYY'ı 62,4 milyar ABD$ değerinde idi. 2009 yılında Çin, 1,6 trilyon ABD$ değerinde ABD menkul kıymetlerine sahipti, üstelik 1,16 trilyon ABD$'ndan fazla ABD hazine tahvillerine sahip olup ABD ulusal borcunun en büyük sahibiydi. Çin'in düşük değerli döviz kuru, diğer büyük ekonomilerle sürtüşmelere neden olmuştur, ayrıca büyük miktarda sahte ürün imalatı konusunda çok eleştirilmiştir. McKinsey danışmanlık firmasına göre, Çin'deki toplam ödenmemiş borç, 2007 yılında 7,4 trilyon ABD$'ndan 2014 yılında 28,2 trilyon ABD$'na çıktı; bu, Çin'in GSYİH'sının %228'ini yapar. 2017 yılında Uluslararası Finans Enstitüsü, Çin'deki borçların GSYİH'nın %304'ine çıktığını ileri sürdü.
Çin, 2009 yılındaki Küresel Rekabet Endeksi'nde 29. sırada yer aldı; ancak 2011 Ekonomik Özgürlük Endeksi'nde 179 ülkenin arasında sadece 136. sıradadır. "Fortune" dergisinin 2014'te yayımladığı Global 500 büyük firmalar listesinde 95 tane Çin şirketi yer alır; bu Çin şirketlerinin toplam bileşik geliri 5,8 trilyon ABD$. Aynı sene içerisinde "Forbes", Dünya'daki en büyük on halka açık şirketinin beş tanesinin Çinli olduğunu bildirdi; bunların arasında toplam aktiflerine göre Dünya'nın en büyük bankası olan Çin Endüstri ve Ticaret Bankası yer almaktadır.
"Orta sınıf" kapsamına, yıllık geliri 10.000 ABD$ ile 60.000 ABD$ arasında olan bireyler girerse Çin'deki orta sınıf nüfusu, 2012 yılında 300 milyondan fazlaya çıkmıştı. Hurun Raporu'na göre, Çin'deki ABD doları milyarderlerin sayısı, 2009 yılında 130'dan 2012 yılında 251'e çıktı; Çin böylece Dünya'nın en büyük ikinci milyarder sayısına sahiptir. Çin'deki yerel perakende pazarının değeri, 2012 yılında 20 trilyon yuan (3,2 trilyon ABD$)dan fazla idi, 2013 itibarıyla da her sene %12 oranında büyümektedir; ülkedeki lüks eşya pazarı ise büyük oranda gelişmiş ve küresel payının %27,5'ini oluşturur. Ancak son senelerde Çin'deki hızlı ekonomik büyüme, ağır tüketici enflasyonunun oluşmasına katkıda bulunmuş, bu nedenle de daha fazla hükümet düzenlemesine yol vermiştir. Çin'de büyük oranda gelir eşitsizliği mevcuttur; bu özellikle son on yıllarda artmıştır. 2012 yılında Çin'in resmi Gini katsayısı 0,474. Güneybatı Finans ve Ekonomi Üniversitesi'nin yaptığı bir çalışmaya göre, Çin'in Gini katsayısı 2012 yılında aslında 0,61'e ulaşmıştı; Çinlilerin en zengin %1'i ise Çin'deki zenginliğin %25'ten fazlasına sahipti.
2008 küresel finans krizi sonrasında Çin, ABD dolarına bağımlılığını ve uluslararası para sisteminin zayıflığını fark etti. 2009 yılında dim sum tahvil pazarının kurulmasıyla ve denizaşırı RMB likidite havuzlarının kuruluşunu sağlayan Sınır Ötesi Ticaret RMB Uzlaşma Pilot Projesi'nin genişletilmesiyle RMB'nin uluslararasılaşma süreci hızlandırıldı. Kasım 2010'da Rusya, Çin ile ikili ticaretinde Çin renminbisi'ni kullanmaya başladı. Bunun sonrasında Japonya, Avustralya, Singapur, Birleşik Krallık ve Kanada'yla ikili ticarette de Renminbi kullanılmaya başladı. 2013'te Renminbi, hızlı uluslararasılaşmasından dolayı Dünya'nın en çok işlem gören sekizinci para birimi oldu.
Bir zamanlar Çin, Ming Hanedanı dönemine kadar bilim ve teknoloji dallarında Dünya lideriydi. Kâğıt, matbaacılık, pusula ve barut ("Dört Büyük Buluş") gibi antik Çin keşifleri ve icatları, ilk önce Asya'ya, sonra da Avrupa'ya yayıldı. Negatif sayı kullanan ilk matematikçiler Çinliydi. Ancak 17. yüzyıla gelince Batı Dünyası, bilimsel ve teknolojik gelişme açısından Çin'i aşmıştı. Bu Büyük Iraksama'nın sebepleri halen tartışılmaktadır.
Batı ulusları tarafından 19. yüzyılda tekrarlanan askeri yenilgilerin ardından Çinli reformcular, Kendini Güçlendirme Hareketi kapsamında modern bilimi ve teknolojiyi terfi etmeye başladı. 1949 yılında Komünistler iktidara geldikten sonra; bilimsel araştırmanın merkezi planlamanın bir parçası olduğu Sovyetler Birliği modeline dayanarak bilim ve teknolojiyi düzenleme teşebbüsleri edildi. Mao'nun 1976 yılındaki ölümünden sonra bilim ve teknoloji, Dört Modernizasyon'un biri olarak saptandı, Sovyet etkisi altındaki akademik sistem ise zamanla giderek reform edildi.
Kültür Devrimi'nin sonundan beri Çin, bilimsel araştırmalarda büyük yatırımlarda bulunmuştur; 2012 yılında bilimsel araştırma ve geliştirmeye 163 milyar ABD$ değerinde yatırım yaptı. Bilim ve teknoloji, Çin'in ekonomik ve siyasi hedeflerinin ulaşılmasında hayati önem taşıyor, ve bazen "tekno-milliyetçilik" (techno-nationalism) olarak nitelendirilen seviyede ulusal gurur kaynağı oluşturur. Buna rağmen, Çin'in temel ve uygulamalı bilimsel araştırmaya yatırımı, ABD ve Japonya gibi önde gelen teknolojik güçlerin gerisindedir. Çin doğumlu bilimciler, Nobel Fizik Ödülü'nü dört kere, Nobel Kimya Ödülü'nü bir kere ve Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü'nü bir kere kazanmıştır, ancak bu bilimcilerin çoğu, Nobel Ödülü'nü kazandıran araştırmalarını Batı devletlerinde yürüttüler.
Çin, eğitim sistemini bilim, matematik ve mühendislik üzerine yoğunlaştırarak geliştiriyor; 2009 yılında Çin'de 10.000'den fazla doktora öğrencisi mühendisi ve 500.000'e kadar BSc öğrencisini mezun ettirdi; bu, Dünya'nın tüm diğer ülkelerinden daha yüksektir. Çin üstelik bilimsel makalelerin Dünya'daki en büyük ikinci yayımlayıcısı; sırf 2010 yılı içerisinde önde gelen uluslararası bilimsel dergilerinde 5.200 makalenin yayımlanması dahil olmak üzere yaklaşık 121.500 bilimsel makale yayımladı. Huawei ve Lenovo gibi Çinli teknoloji şirketleri, telekomünikasyon ve kişisel bilgisayar dallarında Dünya liderleri oldular; Çin'de geliştirilen süper bilgisayarlar da sürekli Dünya'nın en güçlü bilgisayarlarının arasında sıralandırılır. Çin ayrıca sanayi robotların kullanımını geliştirmektedir; 2008 ile 2011 yılları arasında Çin fabrikalarında çok amaçlı robotların kurulması yüzde 136 oranında arttı.
Çin, Dünya’nın en etkin uzay programlarından birine sahip, ve bu ulusal gururun büyük bir kaynağıdır. 1970 yılında Çin, "Dong Fang Hong I" isimli ilk uydusunu fırlattı; böylece bağımsız olarak kendi uydusunu fırlatan beşinci ülke oldu. 2003 yılında Yang Liwei’nin bindiği Shenzhou 5 uzay uçuşuyla Çin, bağımsız olarak insanları uzaya gönderen üçüncü ülke oldu; 2015 itibarıyla iki kadın dahil olmak üzere on Çin uyruklu birey uzay seferi tamamlamıştır. 2020’lerin başlarına kadar büyük insanlı uzay istasyonu kurma projesinin ilk aşamasını olarak 2011 yılında Çin'in ilk uzay istasyonu modülü Tiangong-1 lanse edildi. 2013 yılında Çin, Chang’e 3 iniş aracını ve Yutu keşif aracını ay yüzeyinin üzerine başarıyla indirdi; Çin, 2017 yılına kadar aydan zemin numunelerini toplamayı planlamaktadır.
Çin halihazırda Dünya'daki tüm ülkelerin arasında en fazla cep telefonu kullanıcısını barındırmaktadır; Şubat 2012 itibarıyla Çin'de 1 milyardan fazla cep telefonu kullanıcısı vardır. Dünya'daki en yüksek İnternet ve geniş bant kullanıcı sayılarına da sahiptir; 2016 itibarıyla Çin'de 688 milyon İnternet kullanıcısı, yani ülke nüfusunun yarısı, vardır. Ulusal ortalama geniş bant bağlantısı hızı 9,46 Mbit/saniye, yani İnternet hızı açısından Çin, Dünya'da 91. sıradadır. Temmuz 2013 itibarıyla Çin, Dünya'daki İnternet bağlantılı araçlarının %24'ünü barındırmaktadır. 2011 yılından beri Çin, en fazla kurulu telekomünikasyon bant genişliğine sahip ülkedir. Çin, kurulu telekomünikasyon bant genişliği açısından tarihsel lider olan ABD'ye kıyasla iki kat fazla ulusal bant genişliği potansiyeline ev sahipliği yapıyor (küresel toplam açısından Çin: 29%, ABD: %13).
Dünya'nın en büyük iki genişbant sağlayıcıları olan China Telecom ile China Unicom, Dünya'daki tüm geniş bant aboneliklerinin %20'sini oluşturur. China Telecom tek başına 50 milyondan fazla geniş bant abonecisine hizmet etmektedir, China Unicom ise 40 milyondan fazla. Başta Huawei ile ZTE olmak üzere birçok Çin telekomünikasyon şirketi, Çin askeriyesi adına casusluk etmekle suçlanmıştır.
Çin, "Beidou" adı altında kendi küresel uydu seyrüsefer sistemini geliştirmektedir; bu sistem, 2012 yılında Asya çapında ticari seyrüsefer hizmetleri sunmaya başladı, 2020 yılına kadar küresel kapsamı olma planları mevcuttur.
1990'larından sonlarından beri Çin'in ulusal yol ağı, ulusal karayolları ve otoyollarından oluşan bir ağın kuruluşuyla büyük oranda genişletilmiştir. 2011 yılında Çin'deki karayollar, toplam 85.000 km bir uzunluktaydı, böylece Dünya'nın en uzun karayolu sistemi oldu. 1991 yılında ülkeyi kuzeyine ve güneyine bölen Yangtze Nehri'nin ana bandının üstünden geçen sadece altı tane köprü mevcuttu, fakat Ekim 2014'te bu tür köprü ve tünellerin sayısı 81'e çıkmıştı.
Çin, hem otomobil satışı hem de üretimi açısından Amerika Birleşik Devletleri'ni aşmış olup Dünya'nın en büyük otomobil pazarını oluşturur. 2009 yılındaki otomobil satışları 13,6 milyonu aştı; bu sayının 2020 yılında 40 milyona kadar ulaşması beklenmektedir. Trafik kazalarında büyük bir artış, Çin'deki yol ağının hızlı büyümesinin bir yan etkisidir; trafik kanunlarının yetersizce uygulanması, bunun olası bir sebebi olarak ileri sürülmüştür - 2011 yılı içerisinde aşağı yukarı 62.000 Çinli trafik kazalarında öldü. Otomobillerin artan yaygınlığına rağmen bisikletler kentsel alanlarda yine yaygın bir ulaşım modudur; 2012 itibarıyla Çin'de yaklaşık 470 milyon bisiklet vardır.
Çin'deki demiryollar, devlete aittir. Dünya'daki demiryolu raylarının sadece %6'sını oluşturmasına rağmen, bu rayların üzerinden Dünya'daki demiryolu trafik hacminin dörtte biri geçmektedir, böylece Dünya'nın en işlek demiryolu sistemlerinden biridir. 2013 yılı itibarıyla Çin'deki demiryolları toplam 103.144 km uzunluktaydı, yani Dünya'nın en uzun üçüncü demiryoludur. Demiryolu ağı, Makao haricinde Çin Halk Cumhuriyeti yönetimi altındaki tüm eyaletler ve bölgelerin içinden geçer. Özel |
likle Dünya'nın en büyük yıllık insan göçünün yer aldığı Çin Yeni Yılı tatili boyunca demiryolu sistemi ekstrem oranda talebin oluşturduğu insan yoğunluğuna uğramaktadır. 2013 yılında Çin demiryolları 2,106 milyar yolcu seferi tamamlayarak 1.059,56 yolcu kilometresi üretti, 3,967 milyar ton kargo yükü de taşıyarak 2.917,4 milyar kargo ton kilometresi üretti.
2000'lerin başlarında Çin'deki hızlı tren sisteminin inşaatına başlandı. Günümüzde 19.000 kilometre uzunlukta ray içermektedir, yani Dünya'daki tüm diğer ülkelerdeki hızlı tren rayların uzunlukları hepsi bir arada sayılsa bile Çin'deki raylar yine bundan daha uzundur, böylece Dünya'daki en uzun hızlı tren ağına sahiptir. Ayrıca senede 1,1 milyar yolculuğunun seferlerini tamamlayarak aynı zamanda Dünya'nın en işlek hızlı tren sistemidir. Dünya'daki en uzun hızlı tren ray hattı olan Pekin-Guanco-Shenzhen Yüksek Hızlı Demiryolu ve Dünya'nın en uzun köprülerinden üçünün üstünden geçen Pekin-Şanghay Yüksek Hızlı Demiryolu, hızlı tren ağının kapsamına girmektedir. Hızlı tren ray ağı uzunluğunun 2020 yılına kadar yaklaşık 16.000 km'ye ulaşması beklenmektedir. Saatte 431 km hızına ulaşan Şanghay Maglev Treni, Dünya'nın en hızlı ticari tren servisidir.
2000 yılından beri Çin'in şehirlerinde zamanla giderek daha fazla metro ağı kurulmaktadır. Ocak 2016 itibarıyla Çin'in 26 şehrinde faal durumda olan metro sistemleri mevcuttur, 39 diğer şehirde ise metro sistemlerinin kurulması yönünde planlar kabul edilmiştir; bunların birçoğunun 2020 yılında hizmete hazır olması planlanmaktadır. Şanghay Metrosu, Pekin Metrosu, Guangzhou Metrosu, Hong Kong MTR'ı ve Shenzhen Metrosu; hepsi Dünya'nın en uzun ve en işlek metro sistemlerinin arasındadır.
2012 yılında Çin'de 182 ticari havalimanı mevcuttu. 2015 yılına kadar 82 yeni havalimanının açılmasının planlanmasıyla, 2013 yılında tüm Dünya çapındaki inşaat halinde olan havalimanlarının üçte ikiden fazlası Çin'deydi; üstelik Boeing şirketi, Çin'deki aktif ticari uçak filosunun 2011 yılında 1.910'dan 2031 yılında 5.980'e büyümesini beklemektedir. Çin'de sivil havacılığın büyümesiyle Çin'in en büyük havalimanları, Dünya'nın en işlek havalimanlarının arasına da girmiştir. 2013 yılında Pekin Başkent Uluslararası Havalimanı, yolcu trafiği açısından Dünya'nın en işlek ikinci havalimanıydı (2002 yılında 26. sıradaydı). 2010 yılından beri Hong Kong Uluslararası Havalimanı ile Şanghay Pudong Uluslararası Havalimanı, hava kargo trafiği açısından birinci ve üçüncü sıradalar.
Çin hava sahasının yaklaşık %80'i askeri kullanım için kısıtlanmış durumda, ve Asya'da uçuş ertelemeleri açısından en kötü performans gösteren 10 havayolu şirketinin sekiz tanesi Çin havayolu şirketleridir. Çin'de 2.000'den fazla nehir ve deniz limanı mevcuttur; bunların 130 tanesi yabancı nakliyeye açıktır. 2012 yılında Şanghay, Hong Kong, Shenzhen, Ningbo-Zhoushan, Guangzhou, Qingdao, Tientsin ve Dalian limanları; hem konteyner trafiği hem de kargo tonajı açısından Dünya'nın en işlek limanlarının arasındadır.
Çin'deki su temini ve temizliği altyapısı; hızlı kentleşmenin yanı sıra su kıtlıkları ve kirliliği gibi zorluklarla yüzleşmektedir. 2015 yılında Dünya Sağlık Örgütü ve UNICEF'e bağlı Su Temini ve Sanitasyonu Ortak İzleme Programı'nın sunduğu verilere göre, Çin'deki kırsal nüfusunun %36'sının hala gelişmiş sanitasyona erişimi yoktu. Haziran 2010'da Çin'de 1.519 su arıtma tesisi mevcuttu ve her hafta 18 yeni tesis açılıyordu. Henüz devam eden Güney-Kuzey Su Transferi Projesi, ülkenin kuzeyindeki su sıkıntılarını azaltmayı amaçlamaktadır.
2010 ulusal nüfus sayımı, Çin Halk Cumhuriyeti nüfusunu yaklaşık 1.370.536.875 kişi olarak kaydetti. Nüfusun yaklaşık %16,60'ı 14 yaşında veya daha küçüktü, %70,14'ü 15 ile 59 yaşları arasındaydı, %13,26'sı ise 60 yaşında veya daha yaşlıydı. 2013 yılı nüfus büyüme oranı %0,46 olarak tahmin edildi.
Batı standartlarına göre orta gelirli bir ülke olmasına rağmen, Çin'in hızlı büyümesi, 1978 yılından beri yüz milyonlarca insanı yoksulluktan kurtarmıştır. Günümüzde Çin nüfusunun yaklaşık %10'u, günde 1 ABD$'lık yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır; bu, aynı yoksulluk sınırının altında yaşayanların nüfusun %64'ünü oluşturduğu 1978 yılından büyük bir azalmadır. 2014 yılında Çin'deki kentsel işsizlik oranı yaklaşık %4,1 idi.
1,4 milyar kişilik nüfusuyla ve doğal kaynakların azalmasıyla Çin hükümetinin nüfus büyüme oranı konusunda büyük kaygıları mevcut; bu nedenle 1979 yılından beri karışık sonuçlarla "tek çocuk politikası" olarak bilinen sıkı bir aile planlama politikasını uygulamıştır. 2013 yılı öncesinde bu politika, etnik azınlıklar ve kırsal alanlarda yaşayanlar haricinde tüm aileleri sadece bir çocuk doğurmayı kısıtlamaya çabaladı. Aralık 2013'te ebeveyn üyelerinin bir tanesi kendi ailesinin tek çocuğu olarak büyüdüğü durumda ailelerin iki çocuğa sahip olmasını izin verilmesiyle bu politika büyük oranda gevşetildi. 2016 yılında tek çocuk politikası, iki çocuk politikası olarak değiştirildi. 2010 nüfus sayımı verileri, toplam doğurganlık oranının 1,4 değerinde olduğunu göstermektedir.
Geleneksel olarak erkek çocuklarının tercih edilmesiyle beraber bu politikanın doğumda cinsiyet oranındaki dengesizliğe katkıda bulunduğu ileri sürülmüştür. 2010 nüfus sayımına göre doğumda cinsiyet oranı, her 100 kız çocuk başına 118,06 erkek çocuk idi. Bu, Dünya genelindeki her 100 kız çocuk başına 105 erkek çocuk oranından çok daha yüksektir. 2010 nüfus sayımına göre erkekler, toplam nüfusunun %51,27'sini oluşturmaktadır. Ancak günümüz Çin'in cinsiyet oranı 1953 yılında nüfusun %51,82'sinin erkeklerden oluştuğu dönemden daha dengelidir.
Çin, resmi olarak 56 farklı etnik grubu tanımaktadır; bunların en büyüğü, toplam nüfusunun %91,51'ini teşkil eden Han Çinlileridir. Dünya'nın en büyük tek etnik grubunu oluşturan Han Çinlileri; Şincan ve Tibet özerk bölgeleri haricinde Çin'in tüm idari bölümlerindeki en yüksek nüfuslu etnik grubunu teşkil ederler. 2010 nüfus sayımına göre Çin nüfusunun %8,49'u etnik azınlıklardan oluşur. 2000 nüfus sayımı ile karşılaştırıldığında Han nüfusu 66.537.177 kişi veya %5,74 oranında, tüm 55 etnik azınlığın toplam nüfusu ise 7.362.627 kişi veya %6,92 oranında arttı. 2010 nüfus sayımı, Çin'de yaşayan yabancı vatandaşların sayısını 593.832 olarak kaydetti. En büyük yabancı vatandaş grupları Güney Kore (120.750), Amerika Birleşik Devletleri (71.493) ve Japonya (66.159) vatandaşları idi.
Çin'de 292'ye kadar yaşayan dil konuşulmaktadır. En fazla konuşulan diller, Çin-Tibet dil ailesine ait Sinitik dillerdir. Bu dalın kapsamına, nüfusun %70'i tarafından konuşulan Mandarin'in yanı sıra Çincenin diğer çeşitleri de girer: Yue (Kantonca ve Taishanca dahil olmak üzere), Wu (Şanghayca ve Suzhouca dahil olmak üzere), Min (Fuzhouca, Hokkien ve Teochew dahil olmak üzere), Xiang, Gan ve Hakka. Tibetçe, Çiangca, Naşice ve Nuosu dili gibi Tibet-Birman dalına giren diller, Tibet ve Yünnan-Guizhou platolarında konuşulur. Tay-Kaday dilleri olan Zhuangca, Tayca, Kamca ve Şuyca; Hmong-Mien dilleri olan Miao ve Yao dilleri; ve Avustroasya dili olan Vaca; güneybatı Çin'de konuşulan diğer azınlık dilleridir. Kuzeybatı ile kuzeydoğu Çin genelinde yaşayan etnik azınlıklar Altay dilleri konuşur; Mançuca ve Moğolcanın yanı sıra başta Uygurca, Kazakça, Kırgızca, Salarca ve Batı Yugurca olmak üzere çeşitli Türk dilleri de konuşulur. Korece, Kuzey Kore sınırı civarında yaşayan yerliler tarafından anadil olarak konuşulur. Batı Şincan'daki Tacikler, Hint-Avrupa dili olan Sarıkolca dilini konuşur. Anakara'da yaşayan nüfus dahil olmak üzere Tayvan aborjinleri, Avustronezya dilleri konuşur.
Mandarin'in Pekin lehçesine dayanan Standart Çince, Çin'in resmî ulusal dilidir ve birbirinden farklı anadili konuşan halklar arasındaki iletişimde bir lingua franca olarak işlev gösterir.
Çin yazı karakterleri, binlerce yıldır Sinitik dillerinin yazı sistemi olarak kullanılır. Karşılıklı anlaşılabilirlik göstermeyen Çin dillerini konuşanların yazılı olarak birbiriyle iletişimde bulunmasını sağlar. Hong Kong ve Makao'da geleneksel Çin yazı karakterleri halen kullanılırken, Anakara Çin'de ise 1956 yılında hükümet, basitleştirilmiş karakterlerin kullanımını resmen uyguladı. Tibetçe, bir Hint yazı sistemine dayanan bir alfabe kullanır. Uygurca, en yaygın haliyle Fars alfabesine dayanan Uygur Arap Yazısı'yla yazılır. Çin'de kullanılan Moğol yazı sistemi ve Mançu yazısı, ikisi de Eski Uygur alfabesinden türemiştir. Zhuangca ise hem resmi bir Latin alfabe yazısı hem de geleneksel bir Çin karakter yazısıyla yazılır.
Çin, son on yıllarda büyük oranda kentleşmiştir. Kentsel alanlarda yaşayan nüfusun oranı, 1980 yılında %20'den 2014 yılında %50'den fazlaya çıktı. Çin'in kentsel nüfusunun 2030 yılında bir milyara, yani Dünya nüfusunun sekizde birine, çıkması beklenmektedir. 2012 itibarıyla başta iş bulmak için köyden kente göç edenler olmak üzere Çin'de 262 milyondan fazla göçmen işçi mevcuttur.
Çin'de nüfusu bir milyon kişiden fazla olan 160 kent vardır; bunların arasında yedi tane megakent (nüfusu 10 milyondan fazla olan kentler) yer almaktadır: Çongçing, Şanghay, Pekin, Guangzhou, Tientsin, Shenzhen ve Vuhan. 2025 yılında Çin'de nüfusu bir milyon kişiden fazla olan 221 kentin var olacağı tahmin edilmektedir. Aşağıdaki tablodaki veriler 2010 nüfus sayımındandır ve sadece kentin idari sınırları içerisindeki kentsel nüfusun tahminlerini teşkil ederler; banliyö ve köy nüfuslarının dahil olduğu toplam belediye nüfuslarının sayıldığı durumda farklı bir sıralama mevcuttur. Göçmen işçilerin sabit olarak kentsel alanlarda kalmaması, özellikle bu alanlarda nüfus sayımlarının yürütülmesinde zorluklar oluşturur; aşağıdaki veriler sadece uzun süreli olarak bu yerleşimlerde ikamet edenleri içerir.
1986 yılından beri Çin'deki zorunlu eğitim, toplam dokuz sene süren ilkokul () ve ortaokul () eğitiminden ibaret. 2010 yılında öğrencilerin %82,5'i, üç senelik lise () eğitimine devam etti. Çin'in "Gaokao" () olarak bilinen ulusal üniversite giriş sınavı, çoğu yükseköğretim kuruluşuna girme |
nin ön koşuludur. 2010 yılı itibarıyla lise mezunlarının %27'si yükseköğretim kuruluşu öğrencisi olarak kayıtlıdır. Hem orta hem de yüksek öğretim seviyelerinde mesleki eğitim mevcuttur.
Şubat 2006'da Çin hükümeti, ders kitapları ve öğretim ücretleri dahil olmak üzere tamamen ücretsiz dokuz senelik eğitim sağlamayı taahhüt etti. Yıllık eğitim yatırımı, 2003 yılında 50 milyar ABD$'ndan 2011 yılında 250 milyardan fazla ABD$'na çıktı. Ancak eğitim harcamaları konusunda yine eşitsizlikler mevcuttur. 2010 yılında Pekin'de her ortaokul veya lise öğrencisi başına yıllık eğitim harcaması toplam ¥20,023 değerindeydi; Çin'in en fakir eyaletlerinden biri olan Guizhou eyaletinde ise sadece ¥3,204. Çin'deki ücretsiz zorunlu eğitim, 6 ile 15 yaşları arasında ilkokul ve ortaokul eğitiminden oluşur. 2011 yılında Çinlilerin %81,4'ü orta öğretimi görmüştür. 2007 yılı itibarıyla Çin'de 396.567 ilkokul, 94.116 orta öğretim kuruluşu ve 2.236 yükseköğretim kuruluşu vardır.
2010 yılı itibarıyla 15 yaşı üzerindeki nüfusun %94'ü okuryazar. 1949 yılında nüfusun sadece %20'si okumayı biliyordu; otuz sene sonra bu %65,5'e çıktı. 2009 yılında; Dünya çapında 15 yaşındaki okul öğrencilerinin akademik performansını değerlendiren Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PISA) kapsamında düzenlenen testlerde Şanghaylı öğrenciler matematik, fen ve okur yazarlık dallarında Dünya'nın en iyi sonuçlarını kazandı. Bu yüksek sonuçlara rağmen Çin eğitim sistemi, alışılmış ezbere odaklanması ve kırsal ile kentsel alanların arasındaki kalite farkı nedeniyle hem yurtiçi hem de yurtdışı gözlemcileri tarafından eleştirilmiştir.
Ulusal Sağlık ve Aile Planlaması Komisyonu, yerel komisyonlardaki muadilleriyle birlikte Çin nüfusunun sağlık ihtiyaçlarını denetler. 1950'lerin başından beri Çin sağlık politikası, halk sağlığı ve koruyucu tıp üzerindeki vurgusuyla şekillendirilmiştir. O dönemde Çin Komünist Partisi, sanitasyonu ve hijyeni iyileştirmenin yanı sıra birçok hastalığın tedavi edilmesini ve önlenmesini amaçlayan "Vatansever Sağlık Kampanyası"nı başlattı. Çin'de kolera, tifo ve kızıl gibi hastalıklar eskiden yaygındı, ancak bu kampanya kapsamında neredeyse ortadan kaldırıldılar. Deng Şiaoping'in 1978 yılında ekonomik reformlar uygulamaya başlamasıyla Çin kamuoyunun sağlığı daha iyi beslenme nedeniyle hızlı şekilde iyileşti, ancak Halk Komünleri'nin kaldırılmasıyla kırsal bölgelerdeki ücretsiz kamu sağlık hizmetlerinin birçoğu da kaldırıldı. Çin'deki sağlık sistemi büyük oranda özelleştirildi ve sağlık hizmetlerinin kalitesi arttı. 2009 yılında hükümet, 124 milyar ABD$ değerinde üç senelik büyük ölçekli sağlık hizmeti temini girişimi başlattı. Bu kampanyanın sonucu olarak, 2011 yılında Çin nüfusunun %95'i, temel sağlık sigortasının kapsamındaydı. 2011'de Çin'in dünyanın en büyük üçüncü ilaç tedarikçisi olduğu tahmin edilmektedir, ancak Çin nüfusu, sahte ilaçların geliştirilmesinden ve dağıtımından zarar da görmüştür.
2012 yılı itibarıyla Çin'deki ortalama beklenen yaşam süresi 75 yıldır, bebek ölüm oranı ise her bin bebek başına 12 ölüm. Bunların ikisi de 1950'lerden beri büyük oranda iyileşmiştir. Malnütrisyondan oluşan bodur büyüme, 1990 yılında %33,1'den 2010 yılında %9,9'a azaldı. Sağlıkta büyük ilerlemelere ve gelişmiş tıbbi tesislerinin kurulmasına rağmen, Çin'de yine birçok artan halk sağlığı sorunu mevcuttur, ör. yaygın hava kirliliğinden oluşan solunum yolu hastalıkları, yüzmilyonlarca insanın sigara içmesi, ve kentlerde yaşayan genç insanlardaki obezite artışı. Çin'in büyük nüfusu ve yoğun nüfuslu şehirleri, son senelerde ciddi hastalık salgınlarına yol vermiştir, ör. 2003 SARS salgını, ancak o dönemden beri bu çoğunlukla kontrol altına alınmıştır. 2010 yılında hava kirliliği, 1,2 milyon insanın erken ölümüne sebep oldu.
Çin Anayasası, din özgürlüğünü garanti etmektedir, ancak resmi olarak onaylanmamış dini kuruluşlar devlet baskılarına tabi olabilir. Çin Halk Cumhuriyeti hükümeti resmi olarak ateisttir. Devlet Dini İşler Yönetimi, ülke içerisindeki dini işler ve meseleleri denetlemek için sorumludur.
Çin medeniyeti, binlerce yıldır çeşitli dini hareketlerden etkilenmiştir. Konfüçyüsçülük, Taoizm ve Budizm (Çin Budizmi)'den oluşan "üç öğreti", tarihi olarak Çin kültürünün şekillendirilesinde önemli bir rol oynamıştır. Üç öğretiden unsurlar içeren Çin halk dininin merkezinde "shen" (神)e sadaka sözünün verilmesi yer almaktadır; bu karakter, "üretim enerjileri"ni simgeleştirir; bunlar doğal çevreden ilahlar, insan gruplarının atalarının ilkeleri, nezaket kavramları veya kültür kahramanları olabilir, ve bunların birçoğu Çin mitolojisi ve tarihinde rol oynamıştır. Mazu (denizlerin tanrıçası), Huangdi (Çin ırkının iki kutsal patriğin birisi), Guandi (savaş ve ticaret tanrısı), Caishen (refah ve zenginlik tanrısı) ve Pangu, en popüler halk kültlerinin arasındadır. Çin, Dünya'nın en yüksek dini heykellerin birçoğuna ev sahipliği yapmaktadır; bunların en yükseği Henan'daki Buda İlkbahar Tapınağı'dır.
"Din" kavramının farklı tanımları ve Çin dini geleneklerinin örgütsüz doğası nedeniyle Çin'de dini eğilimlere ilişkin net veriler toplamak zordur. Uzmanlara göre, Çin'de üç öğreti dinleri, Budizm, Taoizm ve yerel halk din uygulamaları arasında net sınırlar yoktur. Gallup International'ın yürüttüğü bir anket kapsamında Çinlilerin %61'i kendilerini "ikna olmuş ateist" olarak tanımladı. 2014 yılında yürütülen bir çalışmada katılımcıların %74'ü ya dinsiz ya da Çin halk inançlarını izler, %16'sı Budist, %2'si Hıristiyan ve %1'i Müslüman. Han halkının yerel dini uygulamalarına ek olarak, Çin'deki etnik azınlıklar da kendilerine özgü geleneksel halk dinlerini izlerler. Çeşitli yerli kökenli mezhepler, nüfusun %2'si-3'ünü kapsar; Konfüçyüsçülük ise dini kimlik olarak entelektüellerin arasında yaygındır. Belirli etnik gruplarla bağdaşlaştırılmış büyük dinlerin arasında Tibet Budizmi'nin yanı sıra Huiler, Uygurlar, Kazaklar ve Kırgızların mensup olduğu İslam dini yer almaktadır.
Antik zamanlardan beri Çin kültürü, büyük ölçüde Konfüçyüsçülüğün ve muhafazakar felsefelerin etkisi altında olmuştur. Ülkedeki hanedanlık döneminin büyük kısmı boyunca, kökenleri Han Hanedanı'na dayanan prestijli imparatorluk sınavlarında yüksek performans göstermekle toplumsal ilerleme olanakları sunuldu. Sınavların edebi vurgusu, Çin'de kültürel zariflik hakkındaki genel algıları etkiledi, ör. kaligrafi, şiir ve resim boyama gibi sanat formlarının dans veya dramdan daha yüksek olduğu inancıyla. Çin kültüründe uzun zamandır derin bir tarih anlayışı ve büyük ölçüde içe dönük bir ulusal perspektif vurgulanmaktadır. Sınavlar ve liyakat kültürü, günümüz Çin'de yine büyük önem taşımaktadır.
Çin Halk Cumhuriyeti'nin ilk liderlerinin geleneksel imparatorluk düzeninde doğmalarına rağmen, 4 Mayıs Hareketi ve reformist ideallerin etkisi altında idiler. Kırsal arazi mülkiyeti, cinsiyetçilik ve Konfüçyüsçü eğitim sistemi gibi Çin kültürünün bazı geleneksel yönlerini değiştirmeyi çalışmakla beraber, aile yapısı ve devlete itaat kültürü gibi diğer yönlerini muhafaza ettiler. Bazı gözlemciler, ÇHC'nin 1949 yılındaki kuruluşundan sonraki dönemi geleneksel Çin hanedanlık tarihinin devamı olarak algılamaktadır; ancak diğerleri ise, özellikle 1960'lardaki Kültür Devrimi siyasi hareketi kapsamında geleneksel kültürünün birçok unsurunun "gerici ve zararlı" veya "feodalizmin kalıntıları" olarak ilan edilip yıkılmasıyla, Komünist Parti iktidarının Çin kültürünün temellerine zarar verdiğini ileri sürmektedir. Başta Konfüçyüsçülük, sanat, edebiyat ve performans sanatları (ör. Pekin operası) olmak üzere, geleneksel Çin kültürü ve ahlakının birçok unsuru, dönemdeki hükümet politikalarına ve propagandasına uymak için değiştirildi. Yabancı medyalara erişim halen sıkı ölçüde kısıtlanmaktadır.
Günümüz Çin hükümeti, geleneksel Çin kültürünün birçok unsurunun Çin toplumunun ayrılmaz parçası olarak kabul etmiş durumdadır. Çin milliyetçiliğinin artışıyla ve Kültür Devrimi'nin sona ermesiyle geleneksel Çin sanatı, edebiyatı, müziği, filmi, modası ve mimarisinde büyük bir rönesans yer almaktadır; özellikle halk ve varyete sanatları, hem yurtiçinden hem de yurtdışından büyük ilgi çekmiştir. 2010 yılında 55,7 milyon yurtdışı seyahatçinin Çin'e gelmesiyle Çin, günümüzde Dünya'nın en çok ziyaret edilen üçüncü ülkesidir. Ülkenin yerli turizm hacmi de oldukça büyüktür: sırf 2010 Ekim ayı içerisinde 740 milyon Çinlinin yurt içinde seyahat ettiği tahmin edilmektedir.
Çin edebiyatı, Zhou Hanedanı edebiyatına dayanır. Çin klasik metinlerinde geniş bir düşünce çeşidi sunulur; takvim, askeriye, astroloji, herboloji, coğrafya ve birçok diğer konuya da değinir. Hanedanlık çağındaki devlet destekli müfredatta öğretilen Konfüçyüsçü Dört Kitap ve Beş Klasik metinleri kapsamındaki "Yi Çing" ve "Shujing", erken Çin edebiyatındaki en önemli metinlerin arasındadır. "Şiir Klasiği"ne kadar dayanan klasik Çin şiiri, Tang Hanedanı döneminde kendi parlaklığın zirvesine ulaştı. Li Bai'nın romantizmi ve Du Fu'nun gerçekçiliği ile şiirsel çevrelerin çatal yolları açıldı. Çin tarihyazımı ise "Shiji" ile başladı; Çin'deki tarihyazımı geleneğinin genel kapsamı Yirmi Dört Tarih olarak nitelendirilir ve bu, Çin kurgularının yanı sıra Çin mitolojisinin ile folklorunun temelini oluşturdu. Ming Hanedanı döneminde vatandaş sınıfının filizlenmesiyle Çin klasik kurgusu; "Su Kenarı", "Üç Krallığın Hikâyesi", "Batı'ya Yolculuk" ve "Kızıl Köşkün Rüyası" metinlerinin dahil olduğu Dört Büyük Klasik Roman ile örneklendiği gibi tarih, şehir ve tanrılar ve şeytanlar kurgularının artışıyla yükseldi. Jin Yong ile Liang Yusheng'ın yazdığı wuxia kurgularıyla beraber Doğu Asya kültürel alanında kalıcı bir popüler kültür kaynağı olarak işlev göstermeye devam etmektedir.
Çing Hanedanı sonrasındaki Yeni Kültür Hareketi kapsamında Çin edebiyatında; metinlerin sıradan vatandaşlarının erişebildiği şekilde günlük konuşma diliyle yazılmasıyla yeni bir çağ başladı. Hu Shih ile Lu Sin, modern Çin edebiyatının öncüleri idi. Kültür Devrimi sonrasında ise karanlık şiir, yara |
izi edebiyatı, genç yetişkin kurgusu ve (büyülü gerçekçilikten etkilenen) xungen edebiyatı gibi çeşitli edebiyat türleri ortaya çıktı. Xungen edebiyatı yazarı olan Mo Yan, 2012 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görüldü.
Çin mutfağı, binlerce senelik tarihi ve muazzam coğrafi kapsamıyla büyük oranda çeşitlilik gösteren bir mutfaktır. Çin mutfağındaki en nüfuzlu yöreler "Sekiz Büyük Mutfak" olarak bilinir; bunlar Siçuan, Kanton, Jiangsu, Şantung, Fujian, Hunan, Anhui ve Zhejiang mutfaklarıdır. Bunlardan her biri, gerektirdiği şekil verme, ısıtma ve renk ve lezzet verme becerilerinden dolayı bu kategoriye seçilmiştir. Çin mutfağı, pişirme yöntemlerinin ve kullanılan malzemelerinin genişliğiyle de bilinir. Ayrıca geleneksel Çin tıbbı kapsamında vurgulanan gıda terapisiyle de bilinir. Genel olarak Çin'in temel gıdaları, güneyde pirinç, kuzeyde ise buğday esaslı ekmekler ve eriştelerdir. Modernite öncesinde halkın geneli büyük oranda tahıl ve basit sebzelerle beslenirdi; et ise özel günlere ayrılırdı. Tofu ve soya sütü gibi fasulye esaslı ürünler günümüzde yine popüler protein kaynaklarıdır. Ülkedeki toplam et tüketiminin dörtte üçünü oluşturmasıyla domuz eti, Çin'de en fazla tüketilen hayvan etidir. Bununla birlikte, bir Budist mutfağı ve bir İslam mutfağı da mevcuttur. Güneyin denize yakınlığından ve daha ılıman ikliminden dolayı güney mutfaklarında birçok farklı deniz mahsülü ve sebze kullanılır; daha çok buğday esaslı yemeklerle beslenen kurak kuzeydeki mutfaklardan birçok açıdan farklıdır. Çin diasporasına ait topluluklara ev sahipliği yapan uluslarda Hong Kong mutfağı veya Amerikalı Çinli mutfağı gibi Çin mutfağının soyundan gelen birçok farklı mutfak ortaya çıkmıştır.
Çin, Dünya çapında birincil bir spor hedefi haline gelmiştir. Çin, 2008 Yaz Olimpiyatları ve 2015 Dünya Atletizm Şampiyonası'nı düzenlemiş olmanın yanı sıra önümüzdeki 2019 FIBA Dünya Basketbol Şampiyonası'na ve 2022 Kış Olimpiyatları'na ev sahipliği yapma hakkını kazanmıştır; böylece özellikle 21. yüzyılda birçok küresel spor turnuvasının yer aldığı bir ülke olmuştur.
Çin, Dünya'nın en eski spor kültürlerinden birine sahiptir. Batı Zhou Hanedanı döneminde okçuluk (shèjiàn)'un uygulandığına dair kanıtlar mevcuttur. Kılıç oyunlarının ve futbol ile gevşekçe ilgisi olan cuju sporunun uygulanması, Çin'in ilk hanedanlıklarına kadar tarihlendirilir.
Çin kültüründe fiziksel uygunluk çokça vurgulanmaktadır; çigong ve taiciçüen gibi sabah egzersizleri yaygın olarak uygulanır, üstelik ülke çapında ticari fitness salonlarının ve spor kulüplerinin popülerliği gittikçe artmaktadır. Basketbol halihazırda Çin'deki en popüler seyirci sporudur. Çin Basketbol Birliği ile Amerikan NBA, Çin halkının büyük kısmı tarafından takip edilir, ve Yao Ming ile Yi Jianlian gibi Çinli basketbolculara büyük saygı gösterilir. Günümüzde "Chinese Super League" ismiyle bilinen Çin profesyonel futbol ligi 1994 yılında kuruldu ve Asya'nın en büyük futbol pazarını oluşturur. Dövüş sanatları, masa tenisi, badminton, yüzme ve snooker da ülkedeki diğer popüler sporların arasındadır. Go (Çincede "wéiqí" olarak bilinir), xiangqi, mahjong, ve son zamanlarda satranç gibi masa oyunları da profesyonel düzeyde oynanır. Buna ek olarak, 2012 yılında Çin'de 470 milyon bisikletin bulunmasıyla ülke yüksek sayıda bisiklet kullanıcısına ev sahipliği yapmaktadır. Dragon tekne yarışı, Moğol güreşi ve at yarışı gibi birçok diğer geleneksel sporun popülerliği de vardır.
Çin, 1932 yılından beri Olimpiyat Oyunları'na katılmıştır, ancak ÇHC ismi altında sadece 1952 yılından beri katılmıştır. Çin, Pekin'de 2008 Yaz Olimpiyatları'na ev sahipliği yaptı, ve o sene kendi sporcularının 51 altın madalya kazanmasıyla o sene Olimpiyatlar'a katılan tüm ülkelerin arasında en fazla altın madalya kazanan ülke oldu. Çin üstelik 2012 Yaz Paralimpik Oyunları'nda 95 altın madalya dahil olmak üzere toplam 231 madalya kazanarak bu oyunlara katılan tüm ülkelerin arasında en fazla madalya kazanan ülke oldu. 2011 yılında Guangdong-Shenzhen kenti, 2011 Dünya Üniversite Yaz Oyunları'na ev sahipliği yaptı. Çin ayrıca Tientsin şehrinde 2013 Doğu Asya Oyunları'na ve Nankin'de 2014 Yaz Gençlik Olimpiyatları'na ev sahipliği yaptı.
Geleneksel Çin tıbbının kökenleri 2.500 yıl öncesine kadar dayanır. Tıp uygulamasında iç uyum oluşturulması yönünde yin ile yangın dengelemesine odaklanır. Farklı Çin tıbbı çeşitleri mevcuttur ve kullanılan yöntemler, yerel kültür ve inançlar tarafından etkilenebilir.
Çin hükümeti de geleneksel Çin tıbbının önemini ve bunun mirasının korunması gerektiğini tanımaktadır. Dingkun Dan, GuilingJi, and Angong Niuhuang Wan; hepsi Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Konseyi tarafından Çin'in resmi "Somut Olmayan Kültürel Mirasları" olarak ilan edildi. Hem GuangYuYuan hem de Tong Ren Tang, Çin Halk Cumhuriyeti Ticaret Bakanlığı tarafından eski ve ünlü Çin markalarının arasında olduğu "Zhonghua Laozihao" sertifikalı markalar olarak tanındılar.
Genel bakış
Belgeler
Hükümet
Çalışmalar
Gezi
Haritalar
Chapstick lezbiyen
Makyaj yapmayan ve/veya kadın güzellik ve stilinin sterotiplerini uygulamayan, hatta bu sterotipleri reddeden lezbiyenleri tanımlamak için kullanılan bir terimdir.
Chapstick, İngilizcede "dudak koruyucusu" anlamına gelir. Chapstick lezbiyen lipstick lezbiyenin (rujlu lezbiyen) tersidir. İngilizcesi "chapstick lesbian" olan terim, Türkçeye "chapstick" ve "chapstick lezbiyen" olarak geçmiştir.
Chapstick lezbiyen tanımlaması, Ellen DeGeneres'in "Ellen" isimli televizyon şovunun 1997 yılında yayınlanan bir bölümünde de kullanıldı ve bunu takiben kullanımı yaygınlık kazandı. Bahse konu şovda Ellen DeGeneres'in canlandırdığı karaktere ailesi "dipstick lezbiyen"in anlamını sorar. Ellen, kelimenin doğrusunun "lipstick lezbiyen" olduğunu söyler ve kendisini "chapstick lezbiyen" olarak tanımlar.
Lezbiyen terminolojide kullanılan "butch" kelimesinin karşılığı olarak da bu terimin kullanıldığı görülmüş olmakla birlikte, bu anlamıyla yaygınlık kazanmamıştır.
Çin (bölge)
Çin (Geleneksel Çin yazısı: 中國; Basitleştirilmiş Çince: ; Hanyu Pinyin: "Zhōngguó"; Tongyong Pinyin: Jhongguó; Wade-Giles (Mandarin): Chung¹kuo²), ortak kültüre sahip bir bölge. Çin, binlerce yıllık tarihi ile dünyanın en eski medeniyet noktalarından biri ve uygarlığın beşiği olarak kabul edilmektedir. Çin tarihi yazılı kaynaklara göre 3500 yıldan fazla geriye uzanmaktadır. Yazılı Çin tarihi ise MÖ 1500'lerde Shang Hanedanı döneminden başlamaktadır.
Çin, aynı zamanda dünyanın en eski "süreklilik arz eden" medeniyet noktalarındandır. Bölgede hakim dil olan Çince dünyanın en eski "sürekli kullanılan" yazılı dillerindendir. İnsanlık tarihinin en önemli buluşlarından kâğıt, pusula, barut ve matbaa Antik Çin medeniyetine aittir.
Çin İç Savaşı'nın ardından "Çin" ismini kullanan iki devletin ortaya çıkması ile sonuçlanmıştır: Çin ve Çin Cumhuriyeti.
Çin İmparatorluğu, birçok hanedanlıktan oluşmuş ve uzun sürmüş bir imparatorluktur.
Çin (ÇHC), çoğunlukla sadece Çin olarak anılır ve Çin Komünist Partisi tarafından tek parti rejimiyle yönetilmektedir. Başkenti Pekin'dir. Doğu Asya'daki anakara Çin topraklarını, Hong Kong ve Makao'yu kapsar. Dünyanın en kalabalık ülkesi ve en büyük ekonomilerinden biridir.
Çin Cumhuriyeti, çoğunlukla sadece Tayvan olarak anılır ve tüm Çin'de hak iddia etmesine rağmen sadece Tayvan Adası ile çevreleyen adacıkları kontrol eder. 23 ülke tarafından tanınmaktadır. Başkenti Taipei'dir.
Sid Vicious
Sid Vicious, gerçek ismiyle John Simon Ritchie (10 Mayıs 1957, Londra - 2 Şubat 1979, New York), Britanyalı bir müzisyendir. Sex Pistols grubunun bir dönem basgitaristliğini yapmıştır, Punk kültürünün en önemli ikonlarından biridir. 21 yaşında girdiği eroin koması sonucu New York'taki Greenwich Village otelinde hayatını kaybetmiştir.
John Simon Ritchie 1957 yılında Londra'da doğdu. Babasi John Ritchie ve annesi Ann Randall o küçük yaştayken ayrıldılar. Ayrılığın ardından Ann oğluna tek başına bakmak zorunda kaldı. Arkadaşlarının yanına yerleşmek için Londra'yi terk etti ve İbiza adasına yerleşti. Burada uyuşturucu satarak geçimini sağlamaya başladı. 1965'de Londra'ya döndüğünde John 8 yaşındaydı. Bir süre sonra Ann oğlunu sokağa terk etti. Ergenlik çağına geldiğinde John saldırgan ve önceden kestirilmez karakterli bir çocuk olarak tanınıyordu. Bir The Ramones fanatiği olmadan önce David Bowie ve T-Rex gibi müzisyenleri dinledi. "The Johns" adında bir çeteye üye oldu. Bu dönemde arkadaşı Johnny Rotten ona saldırgan karakterinden ötürü "Sid Vicious" adını taktı. Johnny 1976 yılında solistliğini üstleneceği Sex Pistols grubunu kurdu, Sid henüz 19 yaşındaydı.
Sex Pistols'un kışkırtıcı stili onun ilk zamanlarında fazla sevilmemesine neden oldu. Bu durum grupta basgitar çalan Glen Matlock'un ayrılmasına neden oldu (kendi deyişiyle "çok fazla" Beatles dinliyordu). Bu olayın ardından Johnny boşalan yeri Sid ile doldurmayı düşündü. Sid, Sex Pistols'da yedek baterist olarak görev yapmıştı fakat daha önce hiç basgitar çalmamıştı. Mart 1977'de basgitar çalmayı öğrenmeye başladı. Bu dönemden sonra Sex Pistols daha kaotik ve cürretkar bir havaya büründü. Fanatikleri kendilerini "Punk" olarak adlandırmaya başladılar. Sid, grubun kışkırtıcı karakterini en üst noktaya taşıdı. Konserlerinde üzerinde gamalı haç bulunan tişörtler giydi. Slogan olarak seçtikleri "No Future" (Gelecek yok), artık kaybedecek hiçbir şeyi kalmayan bir nesle gönderme yapıyordu. Şiddet ve uyuşturucu kullanımı Sex Pistols'un konserlerinde sıkça görülüyordu (Pogo kültüru bu şekilde doğdu). Johnny Rotten'ın Linda adli bir arkadaşına yaptığı ziyaret esnasında Sid Vicious, Nancy Spungen ile tanıştı. Bu olay ikilinin ölümlerine dek uzanacak ilişkilerinin temellerini atmış oldu.
10 Ekim 1978 Sid'in hayatı için bir dönüm noktası oldu. Nancy Spungen'in bıçaklanmış cesedi kaldıkları otel odasında (Chelsea Hotel) bulundu. 100 numaralı odada Sid yakalandı, 2. dereceden cinayetle suçlandı ve hemen ardından kefaletle serbest bırakıldı. Soruşturmanın ardından polis, ci |
nayetin uyuşturucu satıcıları arasındaki bir antlaşmazlık sonucu işlendiğine karar verdi. Duruşma zamanını beklerken Sid'in firar ettiği haberi geldi ve 2 Şubat 1979'da cesedi bir otel odasında bulundu. Yüksek dozda eroinden ölen Sid, 21 yaşındaydı.
Nancy bir otel odasında uyusturucu satıcısı tarafından bıçaklanarak öldrülmüştür.Bunun nedeni uyuşturcu satıcısının parayı almasına rağmen tartışma çıkarmasıdır.Nancy'i otel odasında Sid bulmuştur ve bunun üzerine şoka girmiştir.
Siyasal Bilgiler Fakültesi
Siyasal Bilgiler fakültesi
Türkiye'de bu Siyasal Bilgiler fakültesi adını taşıyan iki fakülte vardır:
Şenes Erzik
Şenes Erzik, (d. 18 Eylül 1942, Giresun), UEFA 1. Asbaşkanlığı ve FIFA İcra komitesi üyeliği yapan uluslararası Türk spor adamıdır. Liseyi Robert Kolej (1956-1961), Üniversiteyi Robert Koleji “İş İdaresi ve İktisat Yüksek Okulu (bugünkü adıyla Boğaziçi Üniversitesi)/ 1961-1964, Yüksek lisansını Boğaziçi Üniversitesi'nde - Pazarlama alanında (1965-1966) tamamladı. Evli ve bir çocuk babasıdır.
Sırasıyla, Sınaî Yatırım ve Kredi Bankası, Roche, Sandoz Türkiye, Pimaş-
Enka, gibi ülkenin önde gelen kurumlarında aktif profesyonel yöneticilik yapmış ve Birleşmiş Milletler'in FAO / UNICEF Projelerinin liderliği ile Kore Cumhuriyeti Sandoz Murahhas Üyeliği görevlerinde bulundu.
1977'den itibaren sırasıyla, Dış İlişkiler Komitesi, Yönetim Kurulu üyeliği, Başkan Vekilliği ile 24 Mart 1989 – Haziran 1997 yılları arasında Türkiye Futbol Federasyonu Başkanlığı görevini yürüttü. 1989-1992 yılları arasında son atanan, 1992-1997 yılları arasında da ilk seçilen Başkan olarak görev yaptı. 1996 yılında TFF Genel Kurulu tarafından seçilen Türkiye Futbol Federasyonun ilk ve tek Onursal Başkanıdır.
1982-1990 yılları arasında UEFA Gençler Komitesi Üyeliği yaptıktan sonra, 1990 yılında Malta’da yapılan seçimlerde UEFA İcra Kurulu üyeliğine seçildi. 1994 yılından bu yana UEFA Başkan Yardımcısı, 2000 yılından itibaren de UEFA 1. Başkan Yardımcısı olarak UEFA Yürütme Komitesi'nde görev yapmaktadır. Halen UEFA Ulusal Futbol Federasyonları Komitesi Başkanı, UEFA Strateji Konseyi Başkan Vekili ve UEFA Hakem Komitesi Başkan Vekili olarak görev yapmaktadır.
22 Mart 2011 tarihinde yapılan Genel Kurul'da halen mevcut olan görevine 6. kez seçilerek UEFA tarihinde bir rekor kırdı. Bu görevler sırasında “Kulüp Müsabakaları Organizasyon Komitesi”, “Kulüp Lisans Sistemi Komitesi”, “Fair Play ve Sosyal Sorumluluk Komitesi” gibi çeşitli komitelerin başkanlığını yapmış ve yapmaya devam etmektedir.
1996 yılından beri FIFA İcra Kurulu Üyesi olarak görev yapmaktadır. 2013 Mayıs ayında Londra’da yapılan UEFA Genel Kurulu'nda, FIFA İcra Kurulu üyeliğine 5. Kez seçildi. “FIFA Olimpiyat Komitesi” üyeliği ve “Hakem Komitesi” Başkanlığı (1998-2002) yaptı. Halen, “FIFA Dünya Kupası Organizasyon Komitesi” Üyeliği, “Fair Play & Sosyal Sorumluluk Komitesi” Başkan yardımcılığı ve FIFA “Stadyum ve Güvenlik Komitesi” Başkanlığı görevlerini yürütmektedir.
Profesyonel yaşamı süresince “Olimpiyat Meşalesi Ödülü”, 1996, 1999 ve 2000 yıllarında Milliyet Gazetesi “Yılın Spor Adamı Ödülü”, ayrıca 2000 yılında yine Milliyet Gazetesi tarafından sadece 3 yıl ödül kazananlara verilen 46. Yıl “Özel Ödülü”, Avrupa Fair Play Ödülü” gibi birçok ödüle layık görüldü. İstanbul Üniversitesi ve Azerbaycan Devlet Spor Akademisi tarafından verilen Fahri Doktora unvanlarına da sahiptir.
Birleşmiş Milletler
Birleşmiş Milletler (BM), 24 Ekim 1945'te kurulmuş; dünya barışını, güvenliğini korumak ve uluslar arasında ekonomik, toplumsal ve kültürel bir iş birliği oluşturmak için kurulan uluslararası bir örgüttür. Birleşmiş Milletler kendini "adalet ve güvenliği, ekonomik kalkınma ve sosyal eşitliği uluslararasında tüm ülkelere sağlamayı amaç edinmiş küresel bir kuruluş" olarak tanımlamaktadır. Uluslararası İlişkilerde, kuvvet kullanılmasını ilk olarak evrensel düzeyde yasaklayan ilk antlaşma Birleşmiş Milletler Antlaşması'dır.
Örgütün, kurulduğu yıllarda 51 olan üye sayısı şu an itibarıyla üyeliği kaldırılan Vatikan ve değiştirilen Çin son katılan üye Güney Sudan dahil 193'e ulaşmıştır. Örgütün yönetimi New York'ta bulunan genel merkezinden yürütülür ve üye ülkelerle her yıl düzenli olarak yapılan toplantılar yine bu genel merkezde gerçekleştirilir.
Örgüt yapısal olarak idari bölümlere ayrılmıştır; Genel Kurul, Güvenlik Konseyi, Ekonomik ve Sosyal Konsey, Yönetim Konseyi, Genel Sekreterlik ve Uluslararası Adalet Divanı. Örgütün en göz önündeki mercii Genel Sekreterdir.
Birleşmiş Milletler fikri ilk olarak, II. Dünya Savaşı'nın bitiminde savaşın galibi ülkeler tarafından, ülkeler arasındaki anlaşmazlığı ortadan kaldırarak ileride meydana gelebilecek ve kendi güvenliklerini tehdit edebilecek bir savaşın önüne geçebilmek amacıyla ortaya atılmıştır. Örgüt yapısının halen bu amacı koruduğunu BM Güvenlik Konseyi'nin varlığı ve çalışmalarıyla ortaya koymuştur. Güvenlik Konseyi on beş ülkeden oluşmakta olup, bu üyelerden beşi daimi üye statüsündedir ve mutlak veto yetkisine sahiptir. Bu ülkeler ABD, Rusya, Çin, Birleşik Krallık ve Fransa'dır. Güvenlik Konseyinin karar alabilmesi için 9/15 oranı gerekli olup, daimi üyelerden herhangi birisinin aksi yönde oy kullanmaması gereklidir. BM içtihatlarına göre Güvenlik Konseyi karar alırken veto yetkisine sahip üyelerden biri veya birkaçının oylamaya katılmaması bu üyelerin kararı veto ettiği anlamına gelmemektedir. Ayrıca daimi üyelerin çekimser kalmaları da aynı sonucu vermektedir.
Birleşmiş Milletler ("United Nations") tabiri ilk olarak Franklin D. Roosevelt tarafından II. Dünya Savaşı sırasında müttefik ülkeler için kullanılmıştır.
İlk resmî kullanımı ise 1 Ocak 1942 yılında Birleşmiş Milletler'in beyannamesinde ve Atlantik Bildirisi'ndedir. Bu tarihten sonra müttefik devletleri kendilerini "United Nations Fighting Forces" olarak adlandırmışlardır. Birleşmiş Milletler fikri 1943 yılında Moskova, Tahran ve Kahire'de müttefiklerin toplantıları sırasında çıkmış olup Fransa, Çin, Birleşik Krallık, ABD, SSCB'nin temsilciliğiyle oluşmuştur.
25 Nisan 1945'de 50 ülkenin temsilcileri, San Francisco Konferansı'nda bir araya gelerek 111 maddeden oluşan Antlaşma'ya son şeklini verdiler. Antlaşma, 25 Haziran 1945'te oybirliği ile kabul edildi ve ertesi gün imzalandı. 24 Ekim 1945'de Güvenlik Konseyi'nin beş daimi üyesinin yanı sıra imza sahibi öteki devletlerin çoğunluğunun da onaylamasıyla Antlaşma yürürlüğe girdi ve Birleşmiş Milletler kuruldu.
Genel Kurul, üye devletlerden oluşur. Her üyenin Genel Kuruldaki temsilcileri 5 kişiden çok olamaz. Genel Kurul'un görevleri şunlardır:
Siyasal alanda bir yürütme organıdır. Konseyin 5 daimi üyesi olan ABD, Çin, İngiltere, Fransa ve Rusya'nın veto hakkı bulunmaktadır. 10 geçici üye ise iki yıllık bir süreç için seçilirler. Geçici üyelik 1 Ocak'ta başlar ve takip eden yılın 31 Aralığında sona erer. Seçimlerinde coğrafi denge esas alınır. 15 üyesi olan Konsey'in görevleri şunlardır:
Güvenlik Konseyinin karar alabilmesi için 9/15 oranı gerekli olup daimi üyelerden birisi aksi yönde oy kullanmaması gereklidir. BM içtihatlarına göre Güvenlik Konseyi karar alırken veto yetkisine sahip üyelerden biri veya birkaçının oylamaya katılmaması bu üyelerin kararı veto ettiği anlamına gelmemektedir. Ayrıca daimi üyelerin çekimser kalmaları da aynı sonucu vermektedir.
Genel Kurulca seçilen 54 üyeden oluşur. Üyelikleri sona erenler yeniden seçilebilirler. Başlıca görevleri şunlardır:
54 üyeden oluşan bu konsey, BM’in ekonomik ve sosyal sorunlarla mücadele edebilmesi amacıyla kurulan bir organdır. Ekonomik ve sosyal konsey herkesin insan haklarına ve temel özgürlüklere etkin bir şekilde saygı göstermesini sağlamak üzere tavsiyelerde bulunabilir. Yetkisine giren konulara ilişkin olarak, genel kurula sunulmak üzere antlaşma tasarıları hazırlayabilir. Ekonomik ve sosyal konsey görevini daha etkin yapabilmek amacıyla kendi gözetimi altında çalışacak komisyon ve komiteler kurmuştur. Bunlar;
UNİCEF Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu
Uluslararası Adalet Divanı, Birleşmiş Milletler'in yargı organıdır. Ülkeler, istedikleri davayı Adalet Divanı'na götürürler. Divan 15 yargıçtan oluşur. Yargıçlar, Genel Kurul ve Güvenlik Konseyi'nce seçilirler. Görev süreleri dokuz yıldır. Divanda bir devletten iki yargıç bulunamaz. Uluslararası Adalet Divanı, Hollanda'nın bir kenti olan Lahey'dedir.
Arapça, Çince, Fransızca, İngilizce, İspanyolca ve Rusça örgütün resmî dilleridir.
Genel Sekreterlik, Birleşmiş Milletler'in öbür organlarının çalışmaları için gerekli ortam ve koşulları sağlar. Ortaya konan program ve politikaları uygular. Uluslararası barış ve güvenliği bozucu olaylar konusunda raporlar hazırlayıp Güvenlik Konseyi'ne sunar. Genel Sekreterliği 1 Ocak 2017 tarihinden beri Portekizli António Guterres yapmaktadır. Milletler arası adalet divanı hariç diğer organlar tarafından verilen görevleri yapar.
Aydınspor
Aydınspor 1966'da Aydın'da kurulan futbol kulübü. Renkleri siyah-beyaz. Halen Amatör Ligde mücadele etmektedir. Aydınspor 1923 ile farklı takımlardır, birbirleriyle karıştırılmamalıdırlar.
4 Mart 1966 tarihinde Akınspor, Esnafspor ve Hilalspor'un kendilerini feshederek Aydınspor adı altında birleşmeleriyle kuruldu. 12 Haziran 1966 tarihinde 4 kulübün birleşmesinden dolayı Aydınspor'un simgesi 4 yapraklı yonca olarak belirlendi. Logosundaki 4 yapraklı yonca; Aydın'daki 3 kulübün kendini feshederek Aydınspor'a katılmalarını, siyah renk zeytini, beyaz renk ise pamuğu ifade etmekteydi.
1966-1984 yılları arası TFF 2. Futbol Liginde ( Şu anki 1. Lig) mücadele etmiştir. 1983-1984 seonu sonunda amatör lige düşecekken, 1984-1985 sezonu başında yeniden kurulmuş olan 3. Lig'e düştü. 1984-1985 sezonunda 3. Lig'de grubunda şampiyon olarak 2. Lig'e yükseldi.
1989-1990 sezonu sonunda 1. Lig'de Şampiyon olarak Süper Lig'e yükseldi. Süper Lig serüvenine tarihi Fenerbahçe zaferiyle başlayan Aydınspor ise 3 sezon bu ligde mücadele verdikten sonra, ekonomik sıkıntılar yüzünden çöküş sürecine gird |
i.
1992-1993 sezonunda ligi 15. sırada bitirerek 2. lige düşen Aydınspor, 1993-94 sezonunda Yükselme Grubuna kalsa da Birinci Lig'e dönmeyi başaramayan Aydınspor, 1994-95'te Ekstra Play-Off maçlarına kalıp önce Orduspor, sonra Çanakkale Dardanelspor'u yendi. Fakat finalde Eskişehirspor'a 2-1 kaybedince 1. lige dönme şansından uzak kaldı. 2000-2001'de Yükselme Grubunda oynayan ve 2001'de 2. Lig A Kategorisine (bugün 1. lig) kabul edilen kulüp, 2001-2002 averajla ligi 20. yani son sırada bitirerek 2. lig B kategorisine (bugün 2. lig) düştü. Zamanla mali krize giren kulüp, 2005-2006'da 2. lig 2. klasman grubunu 7. bitirerek 3. lig'e düştü. Aydınspor, bir futbolcusunun transfer ücretini zamanında ödemediği için lige 2008-2009 sezonuna eksi 3 puanla başladı ve sezon sonunda bu ligden de düşerek Süper Amatör Küme'de mücadele etmeye 1992-1993 sezonu sonunda ise, 2. Lig'e düştü. 2000-2001 sezonu sonunda 2. Lig'de grubunda şampiyon olan Aydınspor, bu defa 2001-2002 sezonu için kurulmuş olan 2. Lig A Kategorisi'ne yükseldi. Ancak aynı sezon sonunda 2. Lig B Kategorisi'ne düştü. 4 sezon oynadığı bu ligden de 2005-2006 sezonu sonunda düştü. 2007-2008 sezonu sonunda 3. Lig'den UEFA kararıyla puanı silinerek düşmesi kesinleşmesine rağmen, TFF cezayı bir sonraki seneye erteleyince 3. Lig'de kalan Aydınspor'un 3 puanı silinmeyince yerine Kütahyaspor küme düştü.
2008-2009 sezonu sonunda ise, 3. Lig'den Aydın Süper Amatör Ligi'ne düştü. 2010-11 sezonunda mali sıkıntılar nedeniyle Aydın Süper Amatör Lig'den çekildi ve ancak 2013-14 sezonunda Aydın 2. Amatör 5. Grupta sahalara döndü. Bütün maçlarını kazanıp 1. Amatör Lig'e yükseldi. 2014-2015 sezonu ise Aydın 1. Amatör Ligi 4. Grupta mücadele etmiş ve grubu Süper Amatör'e yükselen şampiyon Karpuzlu Belediyespor ve ligi 2. bitiren Tuğlaspor'un ardından 3. bitirmiştir. Aydınspor 2015-16 sezonunda 1. Amatör 3. Grupta şampiyon oldu ve Süper Amatör Lige yükseldi.
2010-2011 sezonunda Aydın Belediyespor'un adı Aydınspor 1923 yapılarak Aydınspor adı profesyonel liglerde kullanılmaya devam edildi.
1990-1993
1966-1984, 1985-1990, 1993-2002
2002-2006
1984-1985, 2006-2009
2009-
Şampiyonluk (1) : 1989-1990
Şampiyonluk (1) : 1984-1985
Çeyrek Final (2) : 1990-1991, 1991-1992
*Kademe-Klasman grubu olan sezonlar birleştirilerek yazılmıştır.
*Play Off maç sonuçları da dahildir sezona
Aydınbey
Aydınbey (Bulgarca: "Къпиново (Kıpinovo)"), Bulgaristan'ın kuzeydoğusundaki Dobruca bölgesinde, Dobriç ili'nin General Toşevo ilçesine bağlı bir Kırım Tatar köyüdür.
Aydınbey, Dobruca Ovası üzerinde, çevresi düzlük, güneye doğru hafif eğimli bir arazi üzerinde kurulmuştur. Köy Kasımköy'ün (General Toşevo) 7 kilometre batısındadır. Köyün birkaç yüz metre batı tarafında Melekler adlı köy bulunmaktadır. Resmi olarak bu iki köy bir köy olarak sayılmaktadır.
Köyün nüfusunu Kırım Savaşı'ndan sonra Kırım'dan göç eden aileler oluşturmaktadır.
Köyün ekonomisi tarım ve hayvancılık üzerine kurulmuştur. Dobruca'nın toprakları koyu renkte ve bereketlidir.
Köyün güneyinde orman bulunmaktadır.
Animals
Animals, aşağıdaki anlamlara gelebilir:
XML
Extensible Markup Language (Genişletilebilir İşaretleme Dili, kısaca XML), hem insanlar hem bilgi işlem sistemleri tarafından kolayca okunabilecek dokümanlar oluşturmaya yarayan bir işaretleme dilidir. W3C tarafından tanımlanmış bir standarttır. Bu özelliği ile veri saklamanın yanında farklı sistemler arasında veri alışverişi yapmaya yarayan bir ara format görevi de görür. SGML'in basitleştirilmiş bir alt kümesidir.
XML'in tasarımcısı, HTML'i de tasarlamış olan Tim Berners Lee'dir. Dilin düzenlenmesi de W3C'nin sorumluluğundadır. Karmaşık kod yazımı şeklinde görünen dizin, aslında bir grafiktir.
Günümüzde birçok yazılım, diğer yazılımlarla veri alışverişini XML formatı üzerinden yapmaktadır. Ayrıca XML'i esas format olarak kullanan uygulamalara rastlamak mümkündür. Rastgele veri erişimine uygun olmadığından veri tabanı amaçlı kullanılmamaktadır.
Microsoft'un geliştirdiği .NET teknolojisinde kullanılan DataSet nesneleri XML formatındadır. Ayrıca XML, ofis uygulamalarının alt yapısı haline getirilmiştir.
İçeriğin, doküman yapısının ve şeklin birbirinden ayrı ele alınması XML'i İçerik yönetim sistemlerinin ideal formatı haline getirmiştir.
Olay tabanlı, sözcüksel işleme. Dosyada içerisindeki her düğüm bir geri-besleme("callback") fonksiyonu aracılığı ile istemci koda yansıtılır. Bu yapısı nedeniyle oldukça hızlı ve etkilidir, ancak XML dosyasından rastgele düğüm ulaşımı oldukça zordur; Hedef düğüme ulaşmak için, her defasında dosyayı en başından işlemek zorundasınız.
Bu teknik tamamen arayüz yönelimlidir. Her düğüm ve parçalarına arayüz aracılığıyla ulaşılır. Rastgele ulaşımda etkili olmasına rağmen, büyük boyutlu dosyalar söz konusu olduğunda oldukça hantaldır ve hafıza tüketiminde fazla talepkârdır.
XML dokumanları ağaç veri yapısında olurlar. Bağımsız imler yapıyı oluştururken, içerik ya imin özelliği olarak ya da iki im arasında gösterilir (bkz. örnek). Yapıyla ilgili ayrıntılar DTD (Document Type Definition) ya da XML Schema adı verilen harici dokümanlar ile tanımlanır. Aşağıdaki örnek bir XML dokümanında verinin nasıl belirtildiğini göstermektedir.
Yaşar Turna
Yaşar Turna (1931; Arhavi, Artvin - 1990), Laz kemençeci. İlk ve ortaöğrenimini Arhavi'de tamamladı. Rizeli bir kemençeciye olan hayranlığı sonunda kemençeye merak saldı. Kemençe çalmaya çok küçük yaşta başlamasına rağmen kısa sürede ustalaştı. Kendi kendine bir kemençe yapıp çalmaya başlayan Yaşar Turna, 18 yaşına geldiğinde artık bir kemençe ustasıydı. “Kemençeci Yaşar” namıyla ünlendi ve bu namı onun asıl adını geride bıraktı. 1970'li yıllardan itibaren “Kemençeci Yaşar” ve “Arkaburi Yaşari (Arhavili Yaşar)” namlarıyla tanındı. Arhavi’de kurduğu Folklor Derneği bünyesinde gençleri halk oyunları konusunda yetiştirdi. Çeşitli halk oyunları ekiplerine Laz horonlarını çalıştırdı. Söylediği geleneksel Laz ezgileri Doğu Karadeniz bölgesinde popüler hale geldi. Türkiye’de “ilk Lazca plağı” çıkartarak (1968) Laz müziğinin tanınmasına büyük katkı sağladı. Derlediği Lazca türküleri, kendisine özgü tavrı ile yorumlayarak o ezgilerin bugüne kadar gelmesini sağladı. Türkiye ve dünyada çok sayıda festivalde horon ekiplerine kemençesi ile eşlik etti. Kemençeci Yaşar, aynı zamanda kemençe yapım ustası idi. Yapım tekniğinde kemençenin klavye kısmını uzun tutarak yaygın olanın aksine melodik yapısını genişletti ve horonun yanı sıra şarkı ve türkülere de eşlik edebilir hale getirdi. 1970'li yılların ortalarından itibaren dönemin Karadeniz müziği yaptığını iddia eden kişilere çok sayıda beste ve Laz müziği derlemelerini verdi. Ancak kayıtlarda hiçbir şekilde Yaşar Turna adı geçmedi. Yaptığı kemençelerle Amerikalı kimi sanatçıların ilgisini çekerek birçok sipariş aldı ve bu sayede kemençenin dünya çapında tanınmasına katkıda bulundu. Birçok ödül, onur belgesi, plaket sahibi olan Kemençeci Yaşar 12 Ekim 1990 tarihinde Arhavi’de öldü. Evli ve beş çocuk babası idi.
Erol Koyuncu
Erol Koyuncu, (doğum Hopa, Artvin - 1966) Milli Güreşçi.
Kâmil Türköz, Muharrem Atik ve Rus Sapunov gibi ünlü güreşçilerin antrenörlüğünde güreş çalıştı ve güreş eğitimi aldı. Avrupa dünya çapında birçok başarı ve şampiyonluklar kazandı.
Tek kol, çırpma, bele girme, kontra teknikler kendisine has, iyi uyguladığı güreş teknikleridir. Rize Çaykur Spor Kulübünde güreş çalışmalarına devam etmektedir.
Halide Nusret Zorlutuna
Halide Nusret Zorlutuna (1901, İstanbul - 10 Haziran 1984, İstanbul), Türk şair, yazar, öğretmen.
"Kadın yazarların annesi" olarak anılır. Hece ölçüsünde hamasi şiirleri ve konuşulan Türkçe ile yazılmış romanları vardır. Romancı Emine Işınsu'nun annesi, Pınar Kür'ün teyzesidir.
1901 yılında İstanbul'da doğdu. Babası Erzurumlu Zorluoğullarından gazeteci Mehmet Selim, daha sonraki adı ile Avnullah Kâzımî Beydir. Ünlü gazeteci Süleyman Tevfik Özzorluoğlu ise amcasıdır. Halide Nusret'in babası Avnullah Kazimi Bey, 1908 yılında "Fedekeran-i Millet Cemiyeti" adlı bir siyasi parti kurup muhalefete başladığı için İttihat ve Terakki Partisi yönetimi tarafından yıllarca sürgün ve zindan hayatı yaşamak zorunda bırakılmıştı; bu nedenle Halide Nusret çocukluğunda babasını çok az görebildi. Avnullah Bey bir süre siyasetten çekilmeyi kabul edip Kerkük'te mutasarrıf olarak görevlendirildiğinde ailecek Kerkük'e gittiler. Halide Nusret, bu dönemde özel hocalardan ders alarak Arap ve İran dillerindeki bilgisini geliştirdi. Kerkük'teki çocukluk yıllarını Bir Devrin Romanı adlı anı kitabında aktardı.
Aile, I. Dünya Savaşı'nın başladığı sırada İstanbul'a dönünce Halide Hanım Erenköy Kız Lisesi'ne devam etti. Bu okulda orta tahsilini yapmakta iken babasını kaybetti. Babasının ölümü üzerine yazdığı "Ağlayan Kahkahalar" adlı yazısı 1917 yılında Talebe Defteri adlı derginin yarışmasında birinci olup yayımlanınca edebiyat dünyasına adım atmış oldu.
Lise öğrenimini tamamladıktan sonra bir süre İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde eğitim gördü. Ekonomik koşullar nedeniyle çalışmak zorunluluğu doğunca Darülmuallimat sınavlarına girdi ve öğretmen olma hakkını elde etti. Öğretmenlik mesleğini çok sevdi ve kendisinin öğretmen olmak için yaratıldığı inancını her zaman ifade etti. İstanbul'da öğretmenlik yaparken bir yandan İstanbul Darülfünun'da Tarih Bölümü'ne devam etti, özel olarak İngilizce öğrendi.
Halide Hanım, 1924'te Edirne Muallim Mektebi'nde başladığı öğretmenlik görevini sırasıyla Kırklareli, Kars, Ardahan, Urfa, Karaman,İstanbul ve Ankara gibi yurdun çeşitli yerlerindeki liselerde yıllarca sürdürdü. 1926 yılında Osman Hilmi Efendi'nin en küçük kızı ile evli olan Salih Zorlutuna'nın ağabeyi süvari yarbayı Aziz Vecihi Zorlutuna ile evlendi. Evlilik hayatı, eşinin 45 yıl sonraki vefatına kadar sürdü. 1930'da oğlu Ergün, 1938'de kızı Emine dünyaya geldi. Çok severek yaptığı öğretmenlik görevinden 1957'de Ankara Kız Teknik Öğretmen Okulu'nda çalışmaktayken kendi isteğiyle emekliye ayrıld |
ı. Öğretmenlikle ilgili anılarını "Benim Küçük Dostlarım" adlı kitabında topladı.
Halide Nusret, "Küller" adlı ilk romanını 19 yaşında iken kaleme almıştı. "Milli Mecmua", "Türk Kadını", "Kadınlar Dünyası", "Aydabir", "Salon Mecmuası", "Çınaraltı", "Çağrı", "Hilâl", "Defne", "Hisar", "Ayşe", "Töre", "Türk Edebiyatı" dergilerinde ve "Vakit", "Zafer", "Kudret," "Haber", "Yeni İstanbul", "Sabah", "Hürriyet" gazetelerinde yazılar yayımladı. 1923'te yayımladığı "Hanım Mektupları" adlı eseri ile edebiyat dünyasında ilgi uyandırdı.
Şiir yazmaya mütareke yıllarında başladı. Kurtuluş Savaşı'nın etkisi ve heyacanıyla millî edebiyat akımına katıldı. Millî duygularla kaleme aldığı “Git Bahar" adlı şiiri tanınmasını sağladı. Millî edebiyat akımı içinde değerlendirilen şiirlerinde hececi anlayışa bağlı kaldı. Ünlü şair Yahya Kemal'in şiirlerini ezberlediği ender şairlerden birisi olarak bilinir.
Halide Nusret'in sahnelenmemiş ancak basılmış piyesleri de vardır. Bazılarının adları şunlardır: "Hatırsaymaz Kaymakam", "Peçe ve Kafes", "Rüzgârdaki Yaprak", "Suçlu Kim?", "Asıl Aşk", "Ali Ustanın Torunları", "Gecekondu Gülleri".
Halide Nusret, genç yaşlarından itibaren sosyal kuruluşlarda ve hayır cemiyetlerinde çalıştı. Türk Kadınlar Birliği, Türk Ocakları, Halkevleri, Muallimler Birliği, Yardım Sevenler Derneği, , Söroptomistler, Çocuk Haklarını Müdafaa Cemiyeti ve Çocuk Esirgeme Kurumu(Himaye-i Etfal Cemiyeti) yönetim kurullarında uzun yıllar hizmet verdi. 1959'da Türk Anneler Derneği'ni kuruluşuna öncülük etti. Türk Dil Kurumu'nun da kurucu üyelerindendi.
1975 yılı Birleşmiş Milletler tarafından “kadın yılı” olarak ilan edildiğinde “Kadının Sosyal Hayatını İnceleme ve Araştırma Derneği” tarafından düzenlenen sergi ve toplantıda Halide Nusret’e “Ümmü'l-Muharrirat” (kadın yazarların annesi) unvanı verildi. 1983 yılında ise Basın Yayın Genel Müdürlüğü ile Türk Basın Birliği tarafından “Basın Mesleği’nde 50 Yıl Şerefli Hizmet” belgesiyle plaket verildi.
Halide Nusret Zorlutuna, 10 Haziran 1984 günü İstanbul'da hayatını kaybetti.
Stefanos Yerasimos
Stefanos Yerasimos (1942, İstanbul - 20 Temmuz 2005, Paris), Rum asıllı Türk ve Fransız tarihçi.
İstanbul'da 1942 yılında doğan Yerasimos, 1966 yılında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nin Yüksek Mimarlık Bölümü'nden mezun oldu. “Paris Institut d'Urbanisme de l'Universite”den şehircilik diploması alan Yerasimos, 1973 yılında Sorbonne Üniversitesi'nde ”Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye” konulu doktora tezi verdi. Yerasimos, 1986 yılında ise “Osmanlı İmparatorluğu'nda Gezginler” konulu ikinci bir doktora tezi yazdı. Paris Üniversitesi'nin Şehircilik Bölümü'ne 1972 yılında öğretim görevlisi olarak giren Yerasimos, 1989 yılında aynı üniversiteden profesör unvanı aldı. Fransa'da Yves Lacoste'un davetiyle jeopolitik ve coğrafya üzerine yayın yapan Herodote dergisinin yayın kuruluna katıldı. Türkiye'de 1994-1999 yılları arasında İstanbul'daki Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü'nün yöneticiliğini yaptığı gibi Tarih Vakfı'nın kuruluş ve gelişim aşamasına da katkıda bulunmuştur.
Coğrafyacı Yves Lacoste'a göre, Yerasimos kişiliğinde, jeopolitik alanında karşılıklı ya da çok taraflı anlaşmazlıkların neden olduğu güncel trajik sorunları açıklarken ciddi ve ihtiyatlı bir tutuma sahipti ve bunun nedeni Yerasimos'un kendi deyimiyle "imparatorluklar başkenti İstanbul"'un Rum ailelerinden birinden gelmiş olmakla kazandığı dünya görüşü ve kimlikti.
Stefanos Yerasimos, yakalandığı kanser hastalığına 20 Temmuz 2005'de Paris'te yenik düştü. Ayrılışının ardından Türkiye'de halen çeşitli yayın ve etkinliklerle anılmaktadır.
Orhan Siller Tarih Vakfı'nın kuruluş ve gelişme aşamasında Yerasimos'un katkılarına dair anılarını Toplumsal Tarih'in Aralık 2015'teki yayında bir yazı ile paylaşmıştır.""(Tarih vakfı) Yönetim Kurulu toplantılarına genellikle elinde bir gazete ile gelir, bize toplantı ayrıntılarına aldırmıyormuş izlenimi vererek - bu nedenle benim zaman zaman serzenişte bulunmama neden olarak- ara ara gazetesine göz atar, yine de arada yaptığı müdahelelerle toplantıyı en dikkatle izleyen, somut çözümler öneren kişilerden biri olduğunu ortaya koyardı. En zor zamanlarda en güler yüzlü ve iyimser, çevresine moral veren, buna karşı en sevinçli dönemlerimizde alabildiğine eleştirel ve ayrıntıcı idi. İlk bakışta asosyal ve asık suratlı bir kişi izlenmini verir, ancak ilkeliliği, tevazu içindeki davranışları, istikrarlılığı ve özverisi ile bu izlenimi hemen silerdi.""(...)""(Tarih vakfının) Bu ilk döneminde, gerek Habitat Zirvesi ya da Cumhuriyet’in 75. Yılı kapsamındaki büyük ölçekli çalışmalarda olsun, gerekse daha küçük çaplı, ders kitaplarında insan hakları, STK sempozyumları, arşivciliğin geliştirilmesi, yerel ve sözlü tarihçilik, kültürel mirasın korunması alanlarındaki girişimlerde olsun, Vakıf yönetiminde, üç unsuru, örgütçülüğü, kararlılığı ve diplomatik ustalığı birleştiren bir yönetim kapasitesine gereksinim duyuluyordu. Bir yandan hümanist, evrenselci tarihçilik anlayışının en üst akademik kaliteyi koruyarak somut ürünlere dönüştürülmesine ihtiyaç vardı. Öte yandan, tarih eğitiminin iyileştirilmesi, GAP bölgesinde kültürel mirasın korunması, taş plakların yeniden hatırlanması, daha sonra bir moda haline gelecek “İstanbul’da Müziğin Renkleri”nin Aya İrini’de bir konserle sunulması… gibi onlarca alanda, geniş kitlelerin tarih kavrayışına katkıda bulunulması gerekiyordu. Üstelik, bütün bunların, 1990’ların dost olmaktan uzak bir politik ve kültürel atmosferinde ve Tarih Vakfı’nın - hayli geniş bir mesleki ve politik yelpazeye sahip, bu dönemde bile sayıları 400-500’ü bulan- mütevellilerinin ana kitlesinden kopmadan, ancak onların ortalamasının önyargı, endişe ve korkularına teslim olmadan yapılması gerekiyordu. ""Keskin, belli bir tarihçilik anlayışını izole edecek tutumlardan kaçınılması, cesaret ve kararlılıkla bilim özgürlüğünün ve demokrasinin sınırlarının zorlanması, düzenle bütünleşmeden bazı kurumlarıyla işbirliği yapılması zorunlu idi. Stefan 5 yıl boyunca bu soğukkanlı, yorucu çabanın mimarlarından biri oldu. Böyle bir rolü oynarken, usta bir bilim insanı olmanın ötesinde, soğukkanlı, kararlı bir örgütçü ve iletişimci sıfatıyla gündeme gelen birçok soruna çözümler bulunmasına yardımcı bir kişi oldu. O, bireysel entelektüel çalışmaların ağırlık taşıdığı meslek dallarında -bu arada tarihçiler arasında- hayli yaygın olan kendini beğenmişlikten tümüyle uzak, ama kendine ve arkadaşlarına güvenerek, saman alevleri peşinde olmayan bir süreklilik aranışı ve dayanışmayla, ortak bir çabayı tevazu ile omuzlayarak, görevini yürüttü.""
Stefanos Yerasimos'un çok sayıda Fransızca ve Türkçe araştırma ve makaleleri bulunmaktadır.
Türkçe
Bilgisayar kasası
Bilgisayar kasası, içine yerleştirilecek olan bilgisayar bileşenlerini dışarıdan gelebilecek fiziksel darbelere karşı korur, elektriksel olarak yalıtır, sahip olduğu fanlarla içerideki sıcak havayı dışarı atar. İçinde 1 tane anakart takma tepsisi, güç kaynağı yuvası, sabit disk ve CD-ROM sürücü gibi aygıtların yerleştirilebildiği 5,25 ve 3,5 inçlik yuvalar, arka tarafında soket boşlukları vardır.
1 tane yeniden başlatma, 1 açma düğmesi ve 1 tane de kilit düğmesine sahip olabilir. Yatay ve dikey yerleştirilebilenleri, alüminyum veya çelikten yapılanları, birkaç farklı boyda olanları vardır.Bilgisayar kasası bilgisayarın aynı zamanda sistem birimidir.
Stephen Appiah
Stephen Appiah (d. 24 Aralık 1980; Akra), Ganalı eski futbolcudur.
Futbola Gana takımlarından "Hearts of Oak" kulübünde başlamıştır. Daha sonra Fatih Terim tarafından Galatasaray'ın alt yapısına transfer olmuştur. Tamer Güney'in verdiği rapor sonucu gönderilmiştir. 1999 yılında İtalya'nın Udinese takımına transfer olmuştur. 3 sezon oynadıktan sonra 2000-2001 sezonunda Parma'ya geçmiştir. 2 sezon ardından 1 yıllığına Brescia'ya kiralanmıştır. 1 yıl oynayıp sezon başında ise İtalyan kulübü Juventus'a transfer olmuştur. 2 sezon Juventus'ta oynadıktan sonra Appiah takımdan ayrılmış ve 2005-2006 sezonunda Fenerbahçe'ye 8 Milyon Euro bonservis bedeli karşılığında transfer olmuştur. 1 yılı opsiyonlu 5 yıllık şözleşme imzalamıştır.
Gana millî takımının kaptanlığını yapmıştır. 2006 FIFA Dünya Kupası'nda takımının 2. tura çıkmasında başrolü oynamıştır.
Fenerbahçe'nin "100. yılında" şampiyon olduğu kadrodaki en önemli oyuncularından biri olmuştur. Damarlarındaki sorun nedeniyle 2006-2007 sezonunun bitişiyle ameliyat olmuş uzun bir süre sahalardan uzak kalmıştır. 2007-2008 sezonun ortalarına doğru sahalara geri dönmüş ancak çok geçmeden tekrar sakatlanmıştır. Sakat olduğu dönemlerde yönetimin ilgisizliğinden şikayet eden Appiah, tedavi sürecinde kulüp doktorlarının yanlış teşhis koyduğunu ve bu sebeple sakatlığı atlatamadığını ifade etmiştir. Fenerbahçe Appiah'ı İstanbul'da tedavi edebilmek için ikna etmeye çalışmış ancak Appiah Türkiye'ye geri dönmek istemediğini belirtince Fenerbahçe FIFA'ya başvurmuştur. Fenerbahçe'nin başvurusu ile yabancı kontenjanında yer açabilmek için 15 Ocak 2008 tarihinde lisansı dondurulmuştur. FIFA 2008 yılının Haziran ayında kararını açıklamış ve Appiah'ın Fenerbahçe'yle olan sözleşmesini feshetmiştir. Ocak 2009'da FIFA İhtilaf Çözüm Komitesi Appiah'ın Fenerbahçe'ye 2.2 Milyon Euro tazminat bedeli ödemesine karar vermiştir.
Appiah 2009-2010 sezonunun ortalarına doğru Bologna ile anlaşmıştır. 2010-2011 sezonunda Serie A ekiplerinden Cesena formasını giydikten sonra İtalyan kulübü ile sözleşmesi sona eren Stephen Appiah, Sırbistan'ın Sırbistan Süper Ligi 2010-11 sezonu 3.'sü Vojvodina takımına 3 yıllık imza attı.
1 Ağustos 2014'te futbol hayatını noktalamaya karar vermiştir.
1996 yılından beri millî takım formasını giymektedir. 2006 yılında ilk defa katıldığı Dünya Kupası'nda Gana'nın kaptanı ve 10 numarası olarak kadroda yer almıştır. Gana ilk iki maçında İtalya'ya 2-0 yenilmiş Çek Cumhuriyeti'ni aynı skorla mağlup etmiştir. Gana'nın gruptan çıkabilmesi için, E Grubu'ndaki son maçında mutlaka 3 puan alması, yani Amerika'yı yenmesi gerekmektedir. |
22. dakikada Draman'ın golüyle öne geçen Gana, Amerika'lı Dempsey'in 43. dakikadaki golüne engel olamamıştır. 45+2'de penaltı kazanan Gana, Appiah'ın kullandığı penaltıyla maçı 2-1 kazanmış ve gruplarda İtalya'nın ardından 2. olarak çıkmış ancak Son 16'da turnuvanın favorilerinden Brezilya'ya 3-0 yenilerek elenmiştir. 2010 Dünya Kupasına çağrılmasıyla birlikte takımda ağabey görevi de yapmıştır. 24 Ağustos 2010 Salı günü, millî takımı bıraktığını açıklamıştır.
Disket sürücü
Bilgisayarlarda kullanılan (manyetik veri depolama ortamları) disketler üzerinden okuma/yazma işlemi yapan aygıttır. İngilizce adı "Floppy Disk Drive" 'dır. Gelişen teknolojiyle birlikte kapasite ve hız olarak antika durumundadır. Fakat yine de en yeni bilgisayarlarda bile bulunur, çünkü bir bilgisayardan diğerine anlık dosya aktarımı veya az yer kaplayan dokümanların yedeğini alma, veya Sistem Açılış/Kurtarma Disketi olarak kullanıldığında hala işe yararlıdır
Oyun çubuğu
Joystick, oyun çubuğu, Kontrol Kolu, Yönetim Kolu veya İdare Çubuğu esasen kontrol çubuğu anlamında, video oyunlarında kontrol sistemini oluşturan, oyunu oynatan ve modeline göre giriş, çıkış ve algılama fonksiyonu olan kontrol aracıdır.
Son nesil joysticklere en iyi örnek Japonya'da 14 Temmuz 2008'de çıkan Nintendo'nun Wii Motion Plus'ını örnek gösterebiliriz. Çıkış haftasında 65.000 kadar satışı olmuştur. Bu yeni nesil joystick daha karışık hareketleri yakalamayı mümkün kılmaktadır. Cihaz sadece kendi işlevselliklerinin kullanabileceği özel olarak geliştirilmiş oyunlarda (örneğin Guitar Hero) elverişlidir.
Nicolas Anelka
Nicolas Sebastien Anelka (d. 14 Mart 1979) Fransız futbolcudur.
Altyapı eğitimini Clairefontaine futbol akademisinde aldıktan sonraki profesyonel futbolculuk kariyerine PSG'de başlamıştır. Çok geçmeden yeteneği Arsène Wenger tarafından fark edilip henüz 18 yaşında iken Arsenal'e transfer olmuştur. İlk başlarda forma şansı bulamasa da bir süre sonra 11`de sahaya çıkmaya başlayan Anelka Arsenal'ın o sene hem lig hem de federasyon kupasını kazanmasına katkıda bulunmuştur. 1998-1999 sezonunda başarısını sürdüren Anelka, yılın en iyi genç futbolcusu ödülünü almıştır. Arsenal'da oynadığı 2 sezonda 23 gol atarak dünya devlerinin dikkatini çekmiştir. 1999 yılına gelindiğinde Anelka, Arsenal ile sorunlar yaşamaya başlamış kısa bir süre sonra 22.3 milyon sterlin gibi bir rakama Real Madrid'e transfer olmuştur.
Real Madrid'de 20 yaşında gitmiş, takımının UEFA Şampiyonlar Ligi kupasını kazanmasına yardımcı olmuş ancak takım arkadaşlarıyla ve basınla olan sorunları yüzünden bir sene sonra, PSG'ye 20 milyon sterline transfer olmuştur.
Anelka klasiği haline gelen uyumsuzluk ve mutsuzluk burada da kendini göstermiştir. PSG'den ayrılmak istemesi sonucu 2002`de Liverpool FC takımında kiralık oynamaya başlamış ama takımdaki yerinin tam olarak garantilenememesi ve Liverpool ile mukavelede anlaşma sağlanamaması yüzünden 13 milyon sterline Manchester City'ye transfer olmuştur.
Ayrıca Anelka, Fransa ile birlikte 2000 Avrupa Kupası şampiyonluğu yaşamış ve final maçında ilk 11'deki yerini almıştır. İlk 11'in vazgeçilmezi olan Anelka, zamanın Fransa millî futbol takımı hocası Jacques Santini ile sorunlar yaşamış ve uzun bir süre millî takım formasını giyememiştir.
Anelka, 2003-2004 sezonu Manchester City'nin en golcü oyuncusu olmuş fakat Manchester City'nin büyük hedeflerinin olmaması ve özellikle o sezon sonunda ligi 16. sırada bitirmesi, ertesi sezon ortası da orta sıralarda seyretmesi Anelka`nın takımdan ayrılma sürecini hızlandırmıştır.
27 Ocak 2005 tarihinde Fenerbahçe'ye transfer olmuştur. 31 Ocak'ta resmi sözleşmeye imza atmıştır. Türkiye'ye gelen en kariyerli futbolculardan biri olan Anelka, 2005-2006 sezonuyla birlikte kendini tam anlamıyla göstermeye başlamış ve yeniden millî takıma kadar yükselmiştir. Ancak, geçmiş dönemde yaşadığı sorunların bir benzerini Fenerbahçe'de de yaşayarak 2006-2007 sezonunda 14 milyon Euro karşılığında Bolton'a transfer olmuştur.
2007-2008 sezonu devre arası transfer döneminde 21 Milyon Euro karşılığında Chelsea ile 4,5 yıllık sözleşme imzalamıştır. 2008-2009 sezonunda Premier League'de kaydettiği 19 golle gol kralı olmuştur. 2010 FIFA Dünya Kupası'nda Fransa-Meksika maçının devre arasında teknik direktör Raymond Domenech'e küfür ettiği üzere çıkan söylentiler sonucu millî takım kampından gönderilmiştir. Bu davranışı disiplinsizlik olarak değerlendiren Fransa Futbol Federasyonu, Anelka'ya 18 maçlık ceza vermiştir. Bunun ardından Chelsea, Anelka'ya konuşma yasağı getirmiştir. Sözleşmesi, 2012'ye kadar uzatılmıştır.
1 Ocak 2012 tarihinde Çin Süper Ligi ekibi Shanghai Shenhua'yla sözleşme imzalamıştır. Anelka, burada 22 maça çıkarak 3 gol ve 7 asist yapmıştır
27 Ocak 2013 tarihide İtalya Serie A ekibi Juventus FC'ye 5 aylığına kiralanmıştır. Juventus'da sadece 2 maç görev almış ve kontratının bitişiyle ayrılmış ve West Bromwich Albion ile anlaşma sağlamıştır.
Nicolas Anelka West Bromwich ile 1 yıllık sözleşme imzalamıştır. Burada 1 ay top koşturduktan sonra 22 Ağustos 2013 günü futbol hayatını sonlandırma kararı almıştır. Bir açıklamasında ise, "Menajerim öldü sahalar artık bana göre değil" demiştir.
Kısa bir aranın ardından futbola yeniden dönen Anelka, Eylül 2014'te Hindistan Süper Ligi ekibi Mumbai City FC takımına transfer oldu. Burada bir sezon forma giymesinin ardından futbol kariyerine kesin olarak nokta koydu.
Anelka, Barbara Tausia adlı Belçikalı bir koreograf ile evlidir. Birlikte 2010 doğumlu ve 2008 doğumlu iki oğlu bulunmaktadır. 2002 yılı yapımı film olan Le Boulet'de Nicolas isimli bir futbolcu olarak rol almıştır. Anelka, futboldan emekli olduktan sonra film endüstrisinde çalışmak istediğini belirtmiştir.
Nicolas Anelka bazı çocukluk arkadaşları ile din konusunu tartıştıktan sonra, 2004 yılında, Birleşik Arap Emirlikleri'nde İslam dinini kabul ederek "Abdul-Selam Bilal" olarak Müslüman ismini almıştır. Başlangıçta, Anelka BAE'nde oynamak için Avrupa'da futbol oynamayı bırakmayı kabul ederek: "Ben burada kalmak ve BAE'nde bir kulüp'de oynamak için hazırım ve İngiltere ya da Fransa'ya dönmek için istekli değilim" ifadesini kullanmıştır Ancak, bu isteği o dönem gerçekleşmemiş ve onun yerine Türkiye'ye taşınmıştır.
Paul Graham
Paul Graham (d. 13 Kasım 1964, Weymouth), İngiliz programcı, deneme yazarı ve risk sermayesi yatırımcısı. Özellikle Lisp üzerine çalışmalarıyla tanınan ve denemeler yazan Graham, teknoloji şirketleri kurmuş bir girişimci ve aynı zamanda teknoloji şirketlerine yatırım yapan risk sermayesi yatırımcısıdır.
ON Lisp, Hackers and Painters ve ANSI Common Lisp gibi programcılığa dair kitapların yazarıdır.
İnşaat mühendisliği
İnşaat mühendisliği, ve tekniği en iyi şekilde bir araya getiren, yapıların plan, proje, yapım ve denetlenmesiyle uğraşan temel mühendislik dalıdır. İnşaat mühendisleri her türlü bina, baraj, havaalanı, köprü, yol, su kemerleri, liman, kanalizasyon, su şebekesi, tünel, demiryolu, hızlı tren projeleri, metro vb. hizmet ve endüstri yapılarının planlanması, projelendirilmesi, yapımı ve denetimi konuları ile ilgili eğitim ve araştırma yapar. Mühendisliğin anası olarak da kabul edilen inşaat mühendisliği askerî mühendislikten sonra gelen en eski temel mühendislik dalıdır ve İngilizce kelime anlamı "civil engineering" ilk olarak 18.yy. da askerî olmayan mühendislik çalışmalarını askerî mühendislikten ayırabilmek için kullanılmıştır. İnşaat mühendisliği kurucu mühendislik alanlarının başında gelir. İnşaat mühendisliği geniş bir alanı kapsadığından çeşitli dallarda uzmanlaşma gereği duyulmaktadır. Bu alanların başlıcaları, çevre mühendisliği, geoteknik, belediye ya da kentsel mühendislik, kıyı mühendisliği, ölçme bilgisi, yapı mühendisliği, temel mühendisliği, su mühendisliği, malzeme bilimi, ulaştırma mühendisliği vb. konulardır.
"Ayrıca bakınız": Yapısal mühendislik tarihi
İnşaat mühendisliği, insan varlığının başlangıcından beri hayatın bir unsuru olmuştur. İnşaat mühendislik biliminin ilk örnekleri, M. 4000 ve MÖ 2000 yılları arasında Antik Mısır ve Mezopotamya (Eski Irak) bölgelerinde, insanların göçebe hayatı terk ederek, barınak yapımı ihtiyacı doğduğu sıralarda başlamış olabilir. Bu süre zarfında, tekerlek ve yelken gelişimiyle birlikte ulaşım, önemi gitgide artan bir ihtiyaç haline gelmiştir.
Modern zamanlara kadar inşaat mühendisliği ve mimarlık arasında net bir ayrım yoktu. Dönemin inşaat mühendisleri ve mimarları için genellikle aynı kişiye atıfta bulunularak birbirinin yerlerine kullanıldı. Mısır'daki piramitlerin yapımı (yaklaşık M. Ö.2700-2500) büyük yapı inşaatlarının ilk örneklerindendir. Diğer antik tarihi inşaat mühendisliği yapıları Antik Yunanistan'da yapılan Athena tapınağı Parthenon (MÖ 447-438), Roma mühendisleri tarafından yapılan Appian Yolu (MÖ 312), Çin İmparatoru Shih Huang Ti'nin emriyle General Meng t'ien tarafından yapılan Çin Seddi (MÖ 220) ve Sri Lanka'nın Anuradhapura şehrinde bulunan Jetavanaramaya buda anıtı (3. yy) olarak sayılır.
İnşaat mühendislik biliminin dünya üzerinde öncü okulu olarak Fransa'da Köprü ve Otoyol Kolordu'sundan ayrılarak 1747 yılında büyüyüp Köprü ve Karayolları Ulusal Okulu ismini alan okulu örnek verebiliriz. Bu okulun öğretmenleri hidrolik, makine mekaniği ve malzeme biliminde ana standartlar haline gelen kitaplar yayınladılar. İhtiyaçtan dolayı tasarım, hesaplama, amprik formüller gibi kavramları kendi kendini yetiştirerek kullanan sivil halkın içerisinden asker olmasalar da mühendislik yapan kişiler oluştu. İngiltere'de James Brindley bir değirmenci olarak başladı ve yüzyılın önde gelen kanal üreticisi haline geldi, John Rennie değirmenci çırağı iken Yeni Londra Köprüsünü inşa etti. Bir taş ustası olan Thomas Telford, İngiltere'nin önde gelen karayolu üreticisi oldu.
İnşaat mühendisliği terimi ise dünyada ilk olarak "civil engineering" şeklinde 18. yüzyılda, askerî mühendislik eylemlerinden farklı olarak sivil halkın mühendislik hareketlerini betimleyebilmek için kullanıldı. Eddystone Fenerin |
i inşa eden John Smeaton, kendi kendine inşaat mühendisi diyen ilk kişi olarak tarihe geçti. 1771 yılında Smeaton ve birkaç arkadaşı, mesleğin önde gelenlerinin akşam yemeklerinde buluşarak bir araya geldiği, "İnşaat Mühendisleri Smeatonian Derneğini" kurdular. Bazı teknik buluşmalar oluştuysa da bu grup küçük bir sosyal grup olmaktan öteye gidemedi.
1818 yılında inşaat mühendisleri kurumu Londra'da kuruldu ve 1820 yılında ünlü mühendis Thomas Telford ilk başkanı oldu. Kurum 1828 yılında, inşaat mühendisliğinin resmen bir meslek olarak tanınması ile kraliyet imtiyaz namesini kazandı. İnşaat mühendisliği ise aşağıdaki şekilde tanımlandı;
"(İnşaat mühendisliği) hem iç hem dış ticaret için; dahili etkileşim ve alışveriş için yol, köprü, kanal, ırmak taşıması ve iskelelerin inşasının uygulamasında; liman, rıhtım, dalgakıran, deniz fenerlerinin inşasında; ticaret amacıyla yapay güç ile dolaşım sanatında; ve makinelerin uygulama ve inşasında; ve şehir ve kasabaların drenajında (boşaltımında); ülkelerde üretim ve ulaşımın araçları olarak, doğanın büyük güç kaynaklarını insanın kullanımı ve faydasına yönlendirme sanatıdır."
ABD'de inşaat mühendislik eğitimi veren ilk özel üniversite Yüzbaşı Alden Partridge tarafından 1819 yılında kurulan Norwich Üniversitesi oldu.. Amerika'da inşaat mühendisliğinde ilk derecelendirilen mühendis 1835 yılında Rensselaer Polytechnic Enstitüsü tarafından ödüllendirildi. Ödül alan ilk kadın mühendis ise 1905 yılında Cornell Üniversitesi tarafından ödüllendirilen Nora Stanton Blatch oldu.
İnşaat mühendisliği, fiziksel ve bilimsel ilkelerin uygulamasıdır ve (inşaat mühendisliğinin) geçmişi, karmaşık bir şekilde, tarih boyunca devam eden fiziksel ve matematiksel yaklaşımın gelişimiyle ilintilidir. İnşaat mühendisliği, birkaç ayrı uzmanlaşmış alt bilimler de dahil olmak üzere oldukça geniş çaplı bir meslek olduğu için, tarihi, malzeme bilimi, coğrafya, jeoloji, toprak, hidroloji, çevre, mekanik ve diğer birçok alanlardaki bilgi birikimiyle bağlantılıdır.
Eski ve orta çağ tarihi boyunca, en önemli mimari tasarım ve yapılar, zamanla yükselerek baş mimar haline gelen, taş ustaları ve marangozlar gibi zanaatkârlar tarafından yapılmıştır. Tecrübeler saklanır hale gelmiş ve nadiren kendi yerine geçecek çıraklara aktarılmıştır. Hali hazırdaki yapılar, yollar ve alt yapı uygulamaları tekrar edilerek katlanarak artan bir şekle gelmiştir.
Tarihte incelendiğinde İnşaat mühendisliğinin fizik, matematik vb. konulara ait kavramların uygulaması olduğu görülmektedir. Bu yüzden geçmişi de matematik ve fizik ile birlikte değerlendirilir. Fiziksel ve matematiksel problemlere, inşaat mühendisliği için uygulanabilir olan bilimsel yaklaşımın ilk örneklerinden biri, MÖ 3. yüzyılda Arşimetin yüzdürme anlayışımızın temelini oluşturan Arşimet Prensibi, ve Arşimet Vidası gibi pratik çözüm eserleridir. Bir hint matematikçisi olan Brahmagupta ise M.S. 7. yüzyılda kazı hesaplamaları için Hindu-Arap rakamları dayalı aritmatiği kullanmıştır.
İnşaat mühendisleri, inşaat mühendisliği için önemli olan tipik bir akademik dereceye sahiptirler. Böyle bir derece için alınan eğitimin uzunluğu genellikle 3-5 yıldır. Bazı üniversitelerde Fen Bilimleri Lisansı olarak tayin edilirken, genellikle tamamlanan derece, Mühendislik Lisansı olarak geçmektedir. Verilen bu derece, fizik, matematik, proje yönetimi, tasarım ve inşaat mühendisliği spesifik konularını kapsayan üniteleri içerir. Başlangıçta bu tür konular inşaat mühendisliği alt mühendisliklerinin, hepsi değilse de, birçoğunu kapsamaktadır. Lisans eğitiminin sonlarına doğru ise, öğrenciler bir veya daha fazla alt mühendisliklerde uzmanlaşma seçerler. Lisans derecesi (ing: BEng/BSc) almış öğrenciler mühendislik hizmetleri verebilmek için resmen tanınmış olsa da, bazı üniversitelerde öğrencilerin kendi ilgilendikleri belli bir alanda uzmanlaşmaları için lisansüstü mühendislik eğitimi sunulur.
Çoğu ülkede, mühendislik dalında lisans derecesi, meslekte uzman olma yolunda ilk adımı oluşturur ve lisans programı daha önce uzmanlaşmış başka bir kuruluş tarafından onaylanmak zorundadır. Sertifikalı bir lisans programı tamamladıktan sonra mühendis sertifikası verilmeden önce iş tecrübesi ve sınav koşulları gibi gereksinimlerin karşılanması gerekir. Lisans sertifikası verildikten sonra ise Amerika, Kanada ve Güney Afrika'da "Uzman Mühendis", birçok Milletler Topluluğunda "İmtiyazlı Mühendis", Avustralya ve Yeni Zelanda'da "İmtiyazlı Uzman Mühendis", birçok Avrupa Birliği Üyesi Ülkelerinde "Avrupa Mühendisi" unvanlarını alır. Mühendislerin uluslararası sınırlar arasında uygulamaya olanak sağlayacak şekilde birçok topluluğun ilgili meslek kuruluşları arasında uluslararası mühendislik anlaşmaları bulunmaktadır ve mühendislik sertifikaları geçerli sayılır.
Değişik ülkeler tarafından verilen değişik sertifikaların avantajları yine mühendislik sertifikasının verildiği ülkeye göre farklılık gösterebilir. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada'da sadece lisanslı bir mühendis, imza ve mühür yetkisine sahiptir, kamuya onaylanması için mühendislik plan ve çizimleri sunabilir ve yine kamu veya özel sektörün faydalanması için mühendislik hizmetleri verebilir. Bu gereksinim Quebec Mühendisleri Yasası gibi devlet ve il mevzuatı tarafından düzenlenir. Diğer ülkelerde ise, böyle bir mevzuat yoktur. Mesela Avustralya'da, mühendislerin lisansı Queensland eyaleti ile sınırlıdır. Hemen hemen tüm ülkelerde mühendislerin bağlı olduğu ve üyelerini risk ve etik dışı davranıştan koruyan sivil toplum kuruluşları bulunmaktadır. Bu sayede, bu kuruluşlar meslek için etik standartların sağlanmasında önemli bir rol oynar. Mühendislik hizmetleri bu sivil kuruluşların çıkartmış olduğu yönetmelikler gibi birçok devlet kanunu ve çevre hukukuna uymak zorundadır. Aşırı ihmaller karşısında bu kanunların nazarında cezai yaptırımlar söz konusu olabilir.
İnşaat mühendisleri için tipik bir kariyer yolu mevcut değildir. İnşaat mühendisi olmaya hak kazanmış birçok kişi düşük sorumluluk gerektiren işlerle başlarlar ve yetkilerini kanıtladıkça, daha yüksek sorumluluk düzeyi isteyen iş ve görevler için güven kazanırlar. Ancak inşaat mühendisliği mesleğinin her bir dalı değişik kariyer yolları izlemeyi gerektirmektedir. Bazı alan ve firmalarda giriş derecesindeki mühendisler üst düzey tasarım mühendislerinin "gözleri ve kulakları" olmak üzere inşaat izleme bölümünden işe başlarken, bazı alan ve firmalarda ise rutin analiz tasarım ve yorum konularında işe başlayabilirler. Deneyimli mühendisler ise genellikle kompleks analiz işleri, daha karmaşık tasarım projelerinin yönetimi, diğer mühendislerin yönetimi ya da özel danışmanlığı kapsayacak şekilde adlî mühendislik dallarındaki gibi daha karmaşık ve sorumluluk gerektiren iş ve görevlerde hizmet verirler.
Genel olarak, İnşaat Mühendisliği; büyüyen dünya ile birlikte, insan yapısı değişmez projelerin genel arayüzü ile ilgilenir. Genelde inşaat mühendisleri kendilerine verilen sınırlar içerisinde sabit projeler hazırlamak ve toplum, sınıflandırma, drenaj, kaldırım, su temini, kanalizasyon hizmetleri, iletişim kaynağı, elektrik ve arazi bölünmelerinde hizmet etmek için bilirkişi ve uzmanlaşmış inşaat mühendisleri ile yakın bir şekilde çalışır. Genel olarak mühendisler zamanlarının çoğunu proje sahalarını dolaşarak, toplumsal fikir birliklerini geliştirerek ve inşa planları hazırlayarak geçirirler. İnşaat mühendisliği alan mühendisliği olarak da düşünülebilir çünkü inşaat mühendisliğinin kolları genelde bir alanın kullanımının birisinden bir diğerine değişimi üzerinde çalışır. İnşaat mühendisleri, her boyut ve seviyede olan ticari, sanayi, konutsal ve toplumsal çalışma projelerin yapımında, geoteknik mühendisliği, yapısal mühendislik, çevre mühendisliği, ulaşım mühendisliğinin her türlü prensip ve kurallarını kabullenmiştir.
İnşaat mühendisliğinin en geniş alt bilim dallarından biri de çevre mühendisliğidir. Birçok üniversitede "Civil and Environmental Engineering" olarak beraber okutulmaktadır. Çevre mühendisliği, Türkiye'de gerek alanının genişliği, gerek konuda uzman mühendis ihtiyacı doğrultusunda, inşaat mühendisliği bünyesinden ayrılarak ayrı bir bölüm olarak okutulmaktadır. Hidrolik mühendisliği ve kimya mühendisliğinin yanı sıra makine mühendisliği prensiplerinin de yeni yeni katılmaya çalışıldığı, su ve atıksu teknolojileri, hava kirliliği kontrolü, ses kontrolü ( gürültü ), katı atık geri dönüşüm teknolojileri ve yakma sistemleri, ayrıca yakıt pilleri ile atıksudan elektrik akımı üretmek, sulandırılmış atıksu çamuru ile biyogaz üretilerek elektrik üretimi gibi enerji konularıyla da ilgilenmektedir.
İnşaat mühendisliği alt bilim dallarından biri de geoteknik mühendisliğidir. Geoteknik mühendisliği yapıların yer altında kalan kısımlarını inceler, zemin etüdü yapar, yapıların temellerinin sağlam zemine oturmasını sağlar.Bütün yapıların (binalar, köprüler, istinat duvarları, tüneller, karayolları, demir yolları, limanlar, barajlar vb.) ekonomik olarak zemin üstüne veya içine yerleştirilmesiyle ilgilenir.
İnşaat mühendisliğine en önemli yardımcı dallardan birisi malzeme bilimi ve mühendisliğidir. Beton ve asfalt karışımı gibi Seramik, alüminyum ve çelik gibi Metal, polimetilmetakrilat (PMMA) ve karbonfiber gibi Polimer ve ayrıca Kompozit malzemelerin çalışıldığı disiplinlerarası bir bilim dalıdır. Malzeme mühendisliği aynı zamanda boya ve kaplama gibi koruma ve önleme işleriyle de ilgilenir. Alaşımlama (daha güçlü bir metal üretmek için metal iki tip metali birleştirme işlemi), malzeme mühendisliğin bir başka araştırma alanıdır. Son yıllarda özellikle medyanın odağı haline gelen nanoteknoloji ve nanobilim sayesinde malzeme bilimi bütün üniversitelerde ön plana çıkmaya başlamıştır. Adli Mühendislik ve Başarısızlık Analizi gibi konularda malzeme bilimi çok önemli bir faktördür. Malzeme mühendisliği ayrıca yapılarda kullanılacak olan malzemelerin mekanik ve dinamik özelliklerini de inceler. Avantaj ve dezavantajlarını ekonomiklik koşulunu da göz önüne alarak belirler. Malzeme |
lerin dayanım ve dayanıklılık incelemelerini ve yeni malzeme araştırmalarını yapar. Yapıda kullanılan malzemelerin birbiri ile olan etkileşimlerini inceler.
Kıyı mühendisliği kıyı alanları yönetimi ile ilgilidir. Bazı durumlarda deniz savunma ve kıyı koruma terimleri sırasıyla, sel ve erozyona karşı savunma anlamında kullanılır. Kıyı savunma terimi daha geleneksel bir terim olmasına karşın günümüzde toprağın genişleyebilmesi açısından kontrollü toprak kaymasına izin verilerek konu genişletilmiş ve kıyı yönetimi terimi daha popüler bir hal almıştır.
Yapı mühendisliği, ulaşım ve alan geliştirme konularında, hidrolik, çevresel, yapısal ve jeoteknik olarak tasarım, planlama ve yürütme konularını ele almaktadır. Yapı firmaları inşaat mühendislik dallarının diğer konularındaki firmalardan daha fazla ekonomik risk alma eğilimine girmesi ile birlikte birçok yapısal mühendis de, sözleşme hazırlama ve gözden geçirme, lojistik operasyonların değerlendirilmesi, gerekli malzeme fiyatlarının yakından incelenmesi gibi işlerde rol almaya başlamışlardır. Bu sayede yapısal mühendislik dalı diğer bilimlerle daha ilişkili bir hal almaya başlamıştır.
Yapı mühendisliğinin asıl amacı, insanlığın faydasına olacak yapıların belirli bir seviyesinde, yeterli bir rijitliğe sahip bir şekilde ve en ekonomik olarak boyutlandırmak ve bu yapıların işlemesini sağlamaktır. Yapı mühendisliğinin ilgi alanları yapıların statik modellemesini yapmak, statik analizini çıkarmaktır. Burada amaç oluşan kuvvet ve gerilmelerin en doğru şekilde hesaplanmasıdır.
Deprem mühendisliği değişik yapıların tehlikeli depremlere dayanma kabiliyetlerini ve yapılarındaki zayıf noktaları inceleyen bir mühendislik çeşididir. Jeofizik bilimiyle paralel çalışmalar yürütür. Yapı mühendisliğinin bir alt koludur ve kendi alanında yapı mühendisliğinden daha kapsamlı incelemeler yapar. Deprem mühendisliğinin ana hedefleri;
Hiçbir yapı sabit değildir ve depremde hareket edecek biçimde tasarlanırlar.Depreme karşı dayanımlı yapılar üretebilmek adına birçok ülkede özel yönetmelikler hazırlanmış ve yapıların inşaatlarında kontrol referansı olarak kullanılmaktadır.
Ulaştırma (trafik) mühendisi, insan ve taşınacak malların ulaşımında, ulaşım yollarının güvenli dizaynını tasarlar. Trafik mühendisi; yolların, otobanların, tren yollarının, kavşakların projelendirmesini uygun standartlara göre yapar.
imalat aşmasında proje müdürü, şantiye şefi, arazi mühendisi pozisyonun da yolun projeye uygun bir şekilde imal edilmesini sağlar.
TC Karayolları, TCDD, TC. Köyhizmetleri gibi kamu kuruluşlarında görev alarak, işin hem imalatını hem de kontrolünü üstlenirler.
Su (hidrolik) mühendisi, su yollarının ve su yapılarının inşaatı ile ilgilenir. Savakların, barajların, su borularının, kanalların, galerilerin statik ve dinamik analizlerini yapar. Liman yapılarının dalga analizleri ve dalga kıran tasarımlarını yapar. Git gide azalan su miktarı ile bu bölüme verilen önem artmaktadır.
Ulaştırma, hidrolik ve geoteknik mühendisliği hesaplarının başlangıcını teşkil eder. Bir yol, kavşak veya üst geçit projelerine yıllık geçen araç sayısı gibi bilgilere ihtiyaç duyulur. Ulaştırma amaçlı yapılarda sanat (su kanalları, hendekler vb.) yapılarında yani hidrolik mühendisliğine giren kısımlarda da trafik ve nüfus bilgilerine ihtiyaç duyulur. Bir bakıma planlama mühendisliği ile beraber çalışmaktadır. Trafik bilgisi bölgenin nüfus (DEMOGRAFİ) gelişmesi ile yakından alakalıdır.
Tunguska Olayı
Tunguska olayı, 30 Haziran 1908 günü sabah saat yaklaşık 7:45 sularında Sibirya'nın orta kesimlerindeki Podkamennaya Tunguska Irmağı yakınlarında oluşan büyük gök patlamasının adıdır.
Patlama 10-15 megatonluk bir dinamit kütlesinin patlamasına eşdeğerdi. Kesin olmayan verilere göre patlamanın nedeninin, bir kuyruklu yıldız parçasının ya da asteroit'in havada patlaması olduğu sanılmaktadır. Cismin atmosfere yaklaşık 100.000 km/sa hızla girdiği ve ağırlığının 100.000 ile 1.000.000 ton arasında olduğu varsayılmaktadır.
Patlama bölgesi ilk olarak Rus bilim adamı Leonid Alekseyeviç Kulik tarafından 1927-1930 yılları arasında incelendi. Olayı uzaktan gözleyenler önce bir ateş topu gördüklerini ve ardından yer sarsıntısıyla birlikte, güçlü sıcak rüzgarların oluştuğunu söylediler. Avrupa'daki sismograflar, patlamanın neden olduğu sismik dalgaları saptadılar. Patlamanın alevleri yaklaşık 800 km uzaktan görülmüştü. Cisim atmosferde buharlaştığından çevreye çeşitli gazlar yayılmış ve olaydan belli bir süre sonra bile Sibirya ve Avrupa'da geceleri gökyüzünün parlak bir renk almasına neden olmuştur.
Şükrü Kanatlı
Şükrü Kanatlı (1893 - 15 Ocak 1954), Türk asker.
1912 yılında Piyade Teğmen rütbesi ile Harp Okulu'nu bitirdi. 11. Tümen 31. Alay 4. Bölük Takım Komutanlığı'na atandı. Bu görevde iken 22 Şubat 1912 tarihinde esir düştü. 12 Ekim 1913 tarihine kadar Korfu Adası'nda esir kaldı. Esaret dönüşü Takım Komutanlığı, Yaverlik ve Bölük Komutanlığı yaptı. 1924 yılında girdiği Harp Akademisi'ni, 1926 yılında bitirerek kurmay oldu. 1939 yılında Hatay Sorunu'nun çözülmesiyle birlikte komutası altındaki birliklerle Hatay'a girdi. 1941 yılına kadar çeşitli karargâh ve birliklerde görev yaptı. 1941 yılında Tuğgeneral, 1943’te Tümgeneral, 1946’da Korgeneral ve 1950’de Orgeneral rütbesine terfi etti. Tuğgeneral rütbesi ile 39. Tümen Komutan Vekilliği ve 3. Ordu Kurmay Başkan Vekilliği, Tümgeneral rütbesi ile 3. Ordu Kurmay Başkanlığı, 51. Tümen Komutanlığı ve Şark Hudut Komutanlığı, 3. Ordu Kurmay Başkanlığı, Korgeneral rütbesi ile 8. Kolordu Komutanlığı, 23 Ekim 1947 – 28 Mart 1949 tarihleri arasında Jandarma Genel Komutanlığı, Genelkurmay Harekât Yarbaşkanlığı ve Personel Başkanlığı, 15. Kolordu Komutanlığı görevlerinde bulundu. Orgeneral rütbesinde 1. Ordu Komutanı iken 28 Aralık 1951 tarihinde Kara Kuvvetleri Komutanlığına atandı.
İki çocuğu olan Kanatlı, Arnavutluk Harekâtı, Balkan, I. Dünya ve Kurtuluş Savaşları ile Hatay’ın Kurtarılması Harekâtına katıldı. Kara Kuvvetleri Komutanı iken, 15 Ocak 1954 tarihinde vefat etti. İstanbul Zincirlikuyu mezarlığında toprağa verildi. Ağrı'da konuşlu bulunan 12. Mekanize Piyade Tugay Komutanlığı bünyesindeki bir kışlaya ve 39. Mekanize Piyade Tugay Komutanlığındaki bir kışlaya da ismi verildi.
Deniz Baykal
Deniz Baykal (d. 20 Temmuz 1938, Antalya), Türk avukat, siyasetçi ve Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) eski genel başkanı. 1995–1996 yılları arasında Başbakan yardımcılığı görevini yürütmüştür. Birçok hükûmette yer alan Baykal, 1992–Şubat 1995, Eylül 1995–1999 ve 2000–2010 yılları arasında Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)'nin genel başkanlığını yapmıştır. 2002–2010 yılları arasında Ana muhalefet partisi lideri olmuştur.
İlk defa 1973 Türkiye genel seçimleri'nde meclise giren Baykal, 37. Türkiye Hükûmeti'nde Maliye Bakanı ve Bülent Ecevit'in kuruduğu 42. Türkiye Hükûmeti'nde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı olarak yer almıştır. 12 Eylül Darbesi'den sonra Cumhuriyet Halk Partisi kapatılınca 1987 yılında Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP)'den milletvekili olarak seçilmeden önce bir süre gözetim altında tutulmuştur.
1992 yılında tekrar kurulan CHP'nin genel başkanı seçilmiştir. Baykal'ın genel başkanlığını yaptığı CHP, Tansu Çiller'in genel başkanlığını yaptığı Doğru Yol Partisi ile 1995 Türkiye genel seçimleri'nde yarışmıştır ve koalisyon hükûmeti kurmuştur. 1995–1996 yılları arasında Başbakan yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olarak görev yapmıştır. 1999 Türkiye genel seçimleri'nde partisi CHP %10'luk seçim barajını geçemeyince istifa etmiştir. Eyül 2000 tarihinde tekrar CHP genel başkanı seçilmiştir ve 2002 Türkiye genel seçimleri'nde partisi ana muhalefet olmuştur. 2010 yılında kendisi ve başka bir CHP milletvekili içinde bulunduğu iddia edilen gizli kamera görüntülerine meydan okumak için genel başkanlık görevinden istifa etmiştir.
Baykal, meclisin en yaşlı üyesi sıfatıyla 2015 Türkiye genel seçimleri'nden sonra bir süre Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanı olarak görev yapmıştır. Haziran-Temmuz 2015 TBMM Başkanlığı seçimi'nde CHP meclis başkanı adayı olmuştur fakat Adalet ve Kalkınma Partisi meclis başkanı adayı İsmet Yılmaz'a yenilmiştir. Ahmet Davutoğlu'ndan Baykal'a Seçim hükûmeti bakanlığı teklif edilmiştir fakat Baykal bu teklifi bir mektupla reddetmiştir. Kasım 2015 Türkiye genel seçimleri'nden sonra meclisteki en yaşlı milletvekili olduğu için 17 Kasım 2015'te bir süre TBMM Meclis başkanı olarak görev yapmıştır. TBMM Meclis başkanlığı görevine Baykal yerine 22 Kasım 2015 tarihinde Meclis başkanı olarak seçilen AK Parti milletvekili İsmail Kahraman geçmiştir.
Deniz Baykal 20 Temmuz 1938 tarihinde Antalya'da doğdu. Babası Hüseyin Hilmi Bey, annesi ise Feride Hanım'dır. 1952 yılında Antalya Atatürk Ortaokulundan, 1955 yılında Antalya Lisesi'nden mezun oldu. 1959 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne 1960 yılında asistan olarak girdi. 1963'te doktora çalışmalarını tamamladıktan sonra iki yıl Rockefeller Foundation bursu ile ABD'de kaldı ve Columbia Üniversitesi ile Berkeley Üniversitesi'nde çalışmalarını sürdürdü.
Siyasetle 1960'lı yıllara doğru Demokrat Parti iktidarına karşı gelişen öğrenci hareketlerine katılmakla tanışan Baykal, CHP'nin 1965 genel seçimlerindeki yenilgisini analiz ettiği ve daha sonra doçentlik tezine dayanak olacak olan raporla CHP yönetiminin dikkatini çekti. Doçent olduğu yıl olan 1968'de CHP'ye girerek siyasal yaşama atıldı. 14 Ekim 1973'te yapılan genel seçimlerde 185 milletvekili kazanarak birinci olan Cumhuriyet Halk Partisi'nden Antalya milletvekili seçildi.
Seçimlerden sonra 1974'te Bülent Ecevit başbakanlığında kurulan CHP-MSP koalisyon hükümetinden Maliye Bakanı oldu. 1978'de kurulan 3. Ecevit hükümetinde ise Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı yaptı. Deniz Baykal bu dönemde CHP parti meclisi ve merkez yürütme kurulu, genel sekreter yardımcılığı görevlerinde bulundu. 1979 Ekim ara seçimlerinden sonra toplanan olağanüstü CHP kurultayında parti yönetimini ağır bir şekilde e |
leştirdi. 12 Eylül 1980 askeri müdahalesinden sonra bir süre Ankara'da Ordu Dil Okulu'nda gözetim altında tutuldu.
1982 Anayasası'nın 5 yıl süreyle siyasi yasağı getirdiği politikacılar arasında yer aldı. 1983 yılında siyasal partilerin kurulmasına izin verilmesinden sonra "yasaklı olmalarına rağmen faaliyetlerini sürdürdüğü" gerekçesiyle bir grup önde gelen CHP'li ve AP'li politikacıyla birlikte Çanakkale Zincirbozan Askeri Tesisleri'nde 2. kez gözetim altına alındı.
Siyasi yasaklı olmasına karşın 1984 yılında Sosyal Demokrasi Partisi'ne (SODEP) girdi; bu partinin Sosyaldemokrat Halkçı Parti'yle (SHP) birleşmesiyle SHP'li oldu. Eylül 1987'deki genel seçimlerde SHP'den Antalya milletvekili seçildi. SHP'de önce grup başkanvekilliği ardında da genel sekreterlik görevlerinde bulunan Baykal, Haziran 1988'de göreve başladığı genel sekreterlikten 10 Eylül 1990'da istifa etti. Bu dönemde demokratikleşme çabalarına ilişkin bir rapor hazırlattı (Temmuz 1990). SHP'de bu dönemden başlayarak olağan ve olağanüstü kurultaylarda Genel Başkan Erdal İnönü'nün üç defa karşısına çıktı ancak başarılı olmadı. Genel Sekreterlikten istifasından sonra SHP parti içi muhalefetinin önderi oldu.
Deniz Baykal, Antalya milletvekili olarak Türkiye Avrupa Birliği Karma Parlamentolararası Komitesi eşbaşkanlığını yürüttü. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi üyeliğine seçildi. TBMM Dışişleri Komisyon üyeliğinde bulundu. Temmuz 1992'de kapatılan siyasi partilerin açılmasına izin veren yasanın sağladığı imkânla 9 Eylül 1992 tarihinde toplanan CHP Kurultayında Genel Başkanlığa seçildi. 54 yaşında genel başkan oldu.
1994 yerel seçimlerine üç parça halinde (SHP, DSP, CHP) katılan sol partiler birleşme arayışlarına başladılar. DSP baştan olumsuz yanıt verdi. SHP bu karara olumlu yaklaştı. SHP ve CHP 18 Şubat 1995'te toplanan kurultayda birleşti. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal bu kurultayda genel başkanlığa aday olmadı. 9 Eylül 1995 tarihinde birleşmeden sonra yapılan CHP Olağan Kurultayında genel başkanlığa seçildi. 30 Ekim 1995 tarihinde kurulan DYP-CHP koalisyon hükümetinde Başbakan Yardımcılığı ve Dışişleri Bakanlığı görevlerini üslendi. Deniz Baykal, bir tek şartla kerhen bu koalisyonu kurdu, o da hemen erken seçim olması idi. Türkiye 24 Aralık 1995'te erken seçimlere gitti.
24 Aralık 1995 milletvekili genel seçimlerinde yeniden Antalya milletvekili oldu. Seçimleri takiben 53. Hükümetin (ANAP-DYP koalisyonu) kurulmasıyla Dışişleri Bakanlığı ve Başbakan Yardımcılığı görevlerinden ayrıldı. 23 Mayıs 1998 tarihinde yapılan Cumhuriyet Halk Partisi 27.Olağan Kurultayında genel başkanlığa 3. kez seçildi. 18 Nisan 1999 seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi ve Deniz Baykal ilk kez seçim sonuçlarıyla parlamento dışında kaldılar. 22 Nisan 1999 tarihinde alınan seçim sonuçları nedeniyle istifa eden Baykal, 30 Eylül 2000 tarihinde Ankara'da toplanan Cumhuriyet Halk Partisi 11. Olağanüstü Kurultayında yeniden seçilerek üçüncü kez CHP Genel Başkanı oldu.
3 Kasım 2002 Türkiye genel seçimlerinde CHP %19,4 oyla 177 milletvekili kazanarak TBMM'ye girdi. Deniz Baykal Antalya milletvekili seçilmişti. Baykal, 22.Dönem TBMM'de Ana muhalefet partisi genel başkanı olarak görev yaptı. 2003 Ekim ayında 30.Kurultayda tekrar genel başkanlığa seçildi. 2004 Temmuz ayında muhaliflerden Mustafa Sarıgül'e karşı olağanüstü kurultayda güvenoyu aldı.
29 Ocak 2005'te yapılan CHP Olağanüstü Kurultayı'nda, rakibi Mustafa Sarıgül'ü yenerek genel başkanlık görevine devam etti. 19-20 Kasım'da toplanan 31. Olağan Kurultayda 1158 oyun tamamını alarak tekrar genel başkanlığa seçildi. 2007 seçimlerinden önce CHP'nin de içinde bulunduğu sol ittifakı, 22 Temmuz 2007'de yapılan Genel Seçimleri'nde %20,8 oy aldı. Deniz Baykal 26 Nisan 2008'de yapılan CHP 32. Olağan Kurultayı'nda 1231 delegeden 1021'inin oyunu alarak tekrar genel başkan seçildi. 10 Mayıs 2010 tarihinde, İnternet yoluyla gündeme gelen, kendisi ve Nesrin Baytok içinde bulunduğu iddia edilen gizli kamera görüntülerine meydan okumak için genel başkanlık görevinden istifa ettiğini açıkladı.
Baykal, 2011 ve Haziran 2015 genel seçimlerinde CHP'den Antalya milletvekili seçildi. 2015 genel seçimlerinden sonra meclisin en yaşlı üyesi sıfatıyla 23 Haziran 2015 günü 25. Dönemin ilk oturumunu açtı ve yeni TBMM Başkanı İsmet Yılmaz seçilene kadar Meclis Başkanlığına vekalet etti. 24 Haziran 2015 tarihinde Cumhuriyet Halk Partisi tarafından 30 Haziran 2015'te yapılan TBMM başkanlık seçimleri için TBMM başkan adayı olarak gösterildi. Seçimde 1. turda 125, 2. turda 128, 3. turda 129 ve 4. turda 182 oy alarak seçimi kaybetti. Son turdaki rakibi İsmet Yılmaz 258 oy ile 1. olup 26. TBMM Başkanı oldu.
1 Kasım 2015 tarihinde yapılan erken seçimlerde CHP'den Antalya milletvekili seçildi. Yine bu seçimlerden sonra meclisin en yaşlı üyesi sıfatıyla yeni başkan seçilene kadar oturumları yönetti.
1961 yılında Olcay Baykal'la yaptığı evlilikten biri kız (Aslı Baykal), biri erkek (Ataç Baykal) iki çocuk ve üç torun sahibidir.
Kofi Annan
Kofi Atta Annan (d. 8 Nisan 1938) yedinci Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri.
8 Nisan 1938'de Gana'nın Kumasi şehrinde doğdu. Henry Reginald ve Victoria Annan'ın çocukları olarak, kardeşi Efua Atta ile beraber ikiz olarak dünyaya geldiler. Babası Lever Brothers'da ihracatçılık yapıyordu, ve ailesinin durumu Gana'ya göre çok iyiydi. Bu durumları Kofi'yi 1870'lerde kurulan Mfantsipim yatılı okuluna gönderilmesine yardımcı oldu.
Üniversite eğitimini Gana, ABD, ve İsviçre'de yaptıktan sonra BM'de çalışmaya başladı. Bütün iş hayatı boyunca, Birleşmiş Milletler'in değişik branşlarında çalıştı. Genel Sekreter seçilmeden önce, Genel Sekreter Müsteşarlığı yapmaktaydı. 13 Aralık 1996'da Boutros Boutros-Ghali'den sonra Birleşmiş Milletler'in yedinci Genel Sekreteri olarak seçildi. 2001 yılında Nobel Barış Ödülü'nü kazandı.
10 yıllık bir hizmetten sonra Annan 1 Ocak 2007'de görevini Güney Koreli Ban Ki-moon'a devretti.
İsveçli Nane Maria Annan ile evli olan Annan'in bir önceki evliliğinden üç çocuğu bulunmaktadır. Annan İngilizce, Fransızca, Fante ve bazı Afrika dillerini konuşabilmektedir.
Kofi Annan'ın Birleşmiş Milletler'deki liderlik döneminde aldığı çeşitli kararlar ve takındığı tutumlar şiddetle eleştirilmesine neden olmuştur:
Rauf Denktaş
Rauf Raif Denktaş (27 Ocak 1924, Baf - 13 Ocak 2012, Lefkoşa), Kıbrıs Türkü siyasetçi ve yazar. Denktaş, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanıydı.
1,5 yaşındayken annesini kaybetti. Babası hakim Raif Bey'dir. Anneannesi ve babaannesi tarafından büyütülen 1930 yılında eğitim için İstanbul'a gönderildi. Arnavutköy'de ilkokuldan liseye kadar eğitim veren Fevzi Ati Lisesi'nde yatılı okumaya başladı. Ortaokuldan sonra Kıbrıs'a döndü ve 1941 yılında Lefkoşa İngiliz Okulu'ndan mezun oldu. Mezun olmasının ardından Fazıl Küçük'ün "Halkın Sesi" gazetesinde yazılar yazmaya başladı. Daha sonra bir süre Mağusa'da tercümanlık, mahkemelerde memurluk ve İngiliz Okulu'nda öğretmenlik yaptı. 1944 yılında hukuk eğitimi için Lincoln's Inn'de okumak üzere Birleşik Krallık'a gitti. 1947 yılında adaya döndü ve avukatlığa başladı. Sonraları savcılığa geçti ve 1956 yılında başsavcılığa yükseldi.
27 Kasım 1948 tarihinde Kıbrıs Türklerinin düzenlediği ilk mitingde Fazıl Küçük ile beraber hatiplik yaptı. Halka ilk hitabını bu vesileyle ve 24 yaşındayken yaptı. Türk cemaatinin iki önemli ismi Faiz Kaymak ve Fazıl Küçük arasında ara bulucu rolünü üstlenip, toplumun çıkarlarının takipçisi oldu. Faiz Kaymak'ın teklifi ve Fazıl Küçük'ün tasvibiyle Kıbrıs Türk Kurumlar Federasyonu Kongresi'nde başkanlığa seçildi. Savcılık görevinden emeklilik hakkını kazanmasına altı ay kala, Birleşik Krallık yönetimini zorlukla ikna ederek istifa etti ve cemaat sorunlarıyla uğraşmaya başladı. 1949 yılı yaz aylarında avukatlık yapmaya başladı. Yine aynı yıl Aydın Hanım'la evlendi. 1955 yılında terörist bir hüviyete bürünen Enosisle mücadelede ve EOKA karşısında Kıbrıs Türklerinin direnişine yön verdi. 1958 yılında hükumetteki görevinden istifa etti. Arkadaşlarıyla 1 Ağustos 1958 tarihinde Türk Mukavemet Teşkilatı'nı (TMT) kurdu.
1958 yılında Rum tedhişçiler, Türk köylerine saldırınca, Türkler de bu olayları protesto etti. Zürih-Londra antlaşmaları öncesinde Fazıl Küçük ile birlikte Ankara'ya Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile görüşmeye gitti. Bu görüşmede adaya Türk askerinin gönderilmesi teklifini dile getirdi. 1959 Zürih ve Londra Antlaşmaları ile, 1960 Antlaşmaları ve Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası'nın hazırlanmasında çaba gösterdi. Aynı yıl Türk Cemaat Meclisi üyeliği ve Türk Cemaati İcra Komitesi Başkanlığı'na seçildi. 16 Ağustos 1960 tarihinde 650 kişilik Türk Alayı Magosa Limanı'na ayak bastı. 1963 olaylarından sonra temaslarda bulunmak üzere Ankara'ya gitti. Temaslarını tamamlayarak bir sandalla Kıbrıs'a geçti ve Türk direnişini örgütlemeye başladı.
1964 Londra Konferansı'ndan sonra Makarios tarafından istenmeyen adam ilan edildi. Kıbrıs'a girmesi yasaklandı. Gizlice Erenköy'e çıkarak savaşa katıldı. 1967 yılında adaya gizlice girerken tutuklandı. Yoğun girişimler sonucu Türkiye'ye iade edildi. 1968 yılında adaya giriş yasağı kaldırılınca Kıbrıs'a döndü.
1970 seçimlerinde Türk Cemaat Meclisi Başkanlığı'na seçildi. 18 Şubat 1973 tarihinde Fazıl Küçük görevinden ayrılması üzerine Kıbrıs Cumhurbaşkanı Yardımcısı seçildi. Bu görevinden 28 Şubat 1973 tarihinde istifa etti ve aynı gün Kıbrıs Türk Yönetimi Başkanı seçildi. Kıbrıs Harekâtı'nın ardından 13 Şubat 1975 tarihinde Kıbrıs Türk Federe Devleti'nin ilanından sonra devlet ve meclis başkanı görevlerini de yürüttü ve anayasa uyarınca 1976 yılında yapılan ilk genel seçimlerde devlet başkanlığına seçildi. 1981 yılında ikinci kez devlet başkanı oldu. 15 Kasım 1983 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ilanından sonra tekrar cumhurbaşkanlığına seçildi. 22 Nisan 1990 tarihinde yapılan erken seçimde ikinci kez cumhurbaşkanı seçildi. 1995'teki seçimlerde de cumhurbaşkanı seçildi. 2000 yılındaki seçimlerde %43.67 oranında oy aldı ve |
seçim ikinci tura kaldı; ama ikinci tura kalan diğer aday olan Derviş Eroğlu'nun çekilmesi üzerine seçimden galip olarak çıktı. 2004 yılında BM genel sekreteri Kofi Annan'ın Kıbrıs Sorunu'nun çözümü için hazırladığı Annan Planı'na karşı çıktı, buna rağmen plan Kıbrıslı Türkler tarafından kabul edilse de Kıbrıslı Rumların reddetmesi üzerine hayata geçmedi. 17 Nisan 2005 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olmadı ve 24 Nisan 2005 tarihinde görevi yeni seçilen cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat'a devretti.
Politika hayatı yanı sıra, aynı zamanda yazar kimliğiyle de önemli bir şahsiyet olan Rauf Denktaş, 1985 yılının son aylarından bugüne, Yeni Asya Yayınları arasında çıkan kitapları bulunuyor. Ayrıca Denktaş, çok meraklı bir fotoğrafçı özelliği ile de bilinmekte, fotoğraf makinesini elinden bırakmamaktaydı. Rauf Denktaş, Halkın Sesi gazetesinde yazılar yazmakta ve ART isimli televizyon kanalında Pazartesi günleri "Denktaş'ın Gündemi" adlı, görüşlerini anlattığı programı sunmaktaydı.
Ayrıca Kurtlar Vadisi dizisinde kendisini canlandırarak konuk oyuncu olarak yer almıştır.
8 Ocak gecesi organ yetmezliği teşhisi ile Yakın Doğu Üniversitesi Hastanesi'ne kaldırılan Rauf Denktaş, tedavi gördüğü hastanede 13 Ocak 2012 tarihinde 88 yaşında vefat etti. Vefatının ardından Türkiye ve KKTC'de ulusal yas ilan edildi. 17 Ocak 2012 günü, yapılan devlet töreniyle Lefkoşa'daki Cumhuriyet Parkı'nda defnedildi.
Süper Lig
Süper Lig, Türkiye'deki en üst seviye futbol ligi. Bir sezonda 18 takımın mücadele ettiği ligde, her takımın diğerleriyle ikişer maç yaptığı çift devreli lig usulü uygulanmaktadır. En üst sırada yer alan takım şampiyon olurken son üç sıradaki takım 1. Lig'e düşmekte, 1. Lig'deki üç takım ise ertesi sezon mücadele etmek üzere Süper Lig'e yükselmektedir. Ağustos ve mayıs ayları da dahil olmak üzere dokuz ay süren bir organizasyon olan Süper Lig, 34 hafta ve 306 maçtan oluşur. 2015-16 sezonu bitimiyle birlikte lig, UEFA ülkeler sıralamasında 11. sırada yer almakta ve UEFA Şampiyonlar Ligi'ne 2, UEFA Avrupa Ligi'ne 3 takım yollamaktadır. Türkiye Kupası şampiyonu olup ilk 4'e giremeyen bir takım da UEFA Avrupa Ligi'ne katılabilir.
İstanbul, Ankara ve İzmir bölgesel liglerinden toplam 16 takımın katılımıyla 1959 yılında Millî Lig adıyla ilk sezonu düzenlenen lig, o sezon iki gruba bölünmüş ve bu grupların birincileri arasında yapılan iki maç sonunda şampiyonunu bulmuştu. 1962-63 sezonunda Türkiye 1. Futbol Ligi, 2001-02 sezonu başında Süper Lig adı kullanılmaya başlanırken bu dönemden sonra farklı sponsorların desteği sebebiyle lig adının başına sponsor adı eklenerek kullanıldı. Zaman içinde katılımcı sayısı ve format bakımından çeşitli değişikliklere uğradı.
Şimdiye dek 70 takımın mücadele ettiği Süper Lig'de beş takım; Galatasaray (21) Fenerbahçe (19), Beşiktaş (15), Trabzonspor (6) ve Bursaspor (1) şampiyonluk unvanı alabilmiştir. Ligin tamamlanan son sezonu olan 2017-18 sezonunda şampiyonluğa ulaşan takım olan Galatasaray, aynı zamanda 21 şampiyonlukla lig tarihinde en çok şampiyon olan takımdır.
Çeşitli şehirlerden takımların yer aldığı Türkiye'deki ilk ulusal futbol turnuvası 1924'ten 1951'e kadar Türkiye Futbol Şampiyonası adıyla düzenlendi. 1937 ile 1950 yılları arasında düzenlenen Millî Küme'ye; İstanbul, Ankara ve İzmir futbol liglerinde üst sıralarda yer alan takımlar katılmaktaydı. 1951 yılında ülkede profesyonel futbolun kabul edilmesiyle birlikte önce 1952'de İstanbul'da, 1955'te ise Ankara ve İzmir'de profesyonel ligler kuruldu. 1955-56 sezonuyla birlikte başlayan Şampiyon Kulüpler Kupası'nın 1956-57 ve 1957-58 sezonlarına Türkiye'den katılacak takımı belirlemek için, üç bölgesel profesyonel ligdeki takımların mücadele ettiği Federasyon Kupası organize edildi. İki sezon süren bu organizasyonun her iki sezonunda da şampiyon olan takım Beşiktaş'tı.
Türkiye Futbol Federasyonu başkanlığına Orhan Şeref Apak'ın gelmesi sonrasında, ulusal bir lig kurulması için çalışmalara başlandı. Önceleri 1960 yılında başlaması planlanan Millî Lig'in, federasyon tarafından Nisan 1958'de alınan kararla 1959 yılında başlaması ve Federasyon Kupası'nın yerini alması belirlendi. 1958-59 sezonunda profesyonel bölgesel liglerin son kez düzenlenmesinin ardından İstanbul Profesyonel Ligi'ni ilk 8 sırada tamamlayan Fenerbahçe, Galatasaray, Karagümrük (günümüzdeki adı Fatih Karagümrük), İstanbulspor, Beşiktaş, Beykoz (günümüzdeki adı Beykoz 1908 SK), Adalet (günümüzdeki adı Alibeyköyspor) ve Vefa, Ankara Profesyonel Ligi'ni ilk 4 sırada tamamlayan Ankara Demirspor, Ankaragücü, Gençlerbirliği ve Hacettepe (günümüzdeki adı Keçiörengücü) ile İzmir Profesyonel Ligi'ni ilk 4 sırada tamamlayan Karşıyaka, Altay, İzmirspor ve Göztepe'nin katılımıyla Millî Lig'in ilk sezonu 1959'da gerçekleştirildi. 16 takımın mücadele ettiği sezonda takımlar, beyaz ve kırmızı olarak adlandırılan iki gruba ayrıldı ve gruplardaki her takım deplasmanlı olarak birbiriyle karşılaştı. Beyaz grubun lideri Fenerbahçe ile kırmızı grubun lideri Galatasaray'ın karşılaştığı iki ayaklı final sonrasında ligin ilk şampiyonu Fenerbahçe oldu.
1959-60 sezonu öncesinde ligdeki takım sayısının 20'ye çıkarılması kararlaştırıldı. Bu bağlamda İstanbul, Ankara ve İzmir'de gerçekleştirilen eleme grupları sonrasında oluşturulan 6 takımlık Federasyon Kupası'nın final grubunda ilk dört sırayı alan Kasımpaşa, Şeker Hilâl (günümüzdeki adı Turanspor), Feriköy ve Altınordu, 1959-60 sezonunda ligde oynamaya hak kazandı. Önceki sezonun aksine çift devreli lig usulüyle düzenlenen sezonu şampiyon olarak tamamlayan Beşiktaş, lig tarihindeki ilk şampiyonluğunu elde etti. Ligin son üç sırasındaki Adalet, Hacettepe ve Altınordu; İstanbul, Ankara ve İzmir liglerini ilk sırada tamamlayan Eyüp, PTT (günümüzdeki adı Türk Telekom) ve İzmir Demirspor ile Adana Demirspor'un oluşturduğu yedi takım arasında, sonraki sezon Millî Lig'de yer alacak takımları belirlemek amacıyla tek devreli baraj maçları yapıldı. Baraj maçları sonunda ilk üç sırayı alan Altınordu, Adana Demirspor ve PTT; ertesi sezon Millî Lig'de oynamaya hak kazandı. 1960-61 sezonunda ilk kez üç il dışındaki bir takım, Adana'nın Adana Demirspor takımı ligde mücadele etti. Fenerbahçe'nin şampiyonluğuna sahne olan sezonun sona ermesinin ardından, önceki sezonla benzer formata sahip baraj maçları gerçekleştirildi. Son üç sıradaki Altay, Altınordu ve Adana Demirspor ile üç bölgesel lig birincileri Yeşildirek, Toprakspor ve Kültürspor'un katıldığı baraj maçları sonucunda Altay ile Altınordu ligde kalırken Yeşildirek, Millî Lig'e yükseldi. Galatasaray'ın ilk şampiyonluğunu kazandığı 1961-62 sezonu sonundaki baraj maçlarında son üç sıradaki Vefa, Ankara Demirspor ve Şeker Hilâl ile bölgesel lig birincileri Beyoğlu, Hacettepe ve İzmir Demirspor yer aldı. Önceleri bu terfî maçları sonucunda gelecek sezon için bir takımın ligde mücadele etmeye hak kazanması planlanmışken daha sonra alınan kararla baraj maçlarını ilk beş sırada tamamlayan takımlar lige alınarak 1962-63 sezonu için ligdeki takım sayısı 22'ye çıkarıldı. "Kırmızı" ve "Beyaz" adlı gruplara ayrılan takımlar, çift devreli lig usulüne göre mücadele etti. Grupları ilk altı sırada tamamlayan takımlar Şampiyonluk Grubu'nda, 7. ile 9. arasında tamamlayan takımlar ise ligdeki sıralarını ortaya koyma amaçlı Klasman Grubu'nda mücadele ederken normal sezonu son iki sırada (10 ve 11.) tamamlayan dört takım ligden düştü. Şampiyonluk grubunu ilk sırada tamamlayarak üst üste ikinci şampiyonluğunu elde eden Galatasaray; kaydettiği 105 golle lig tarihinde "bir sezonda en çok gol atan takım" unvanının da sahibi oldu.
1963-64 sezonuyla birlikte 2. Lig kurulurken Millî Lig ise 1. Lig olarak anılmaya başlandı. Önceki sezondan yükselen takım olmaması sebebiyle, önceki sezon ligden düşen takımlarla birlikte ligde mücadele eden takım sayısı 18'e düştü. Önceki sezonun aksine tüm takımların bir arada yer aldığı sezonu Fenerbahçe şampiyon olarak tamamladı. Son üç sıradaki takım, ligden düşse de Türkiye Futbol Federasyonu tarafından son haftadaki Kasımpaşa karşılaşmasında şike yaptığına karar verilen Karşıyaka'nın iki puanı silindi ve Beykoz yerine ligden düşürüldü. 2. Lig'i şampiyon olarak tamamlayan Şekerspor'un da 1. Lig'de oynamaya hak kazanmasıyla birlikte 1964-65 sezonu 16 takımın mücadelesine sahne oldu. Fenerbahçe'nin şampiyonluğuyla sonuçlanan sezonu son sırada tamamlayan Altınordu, ligden düşerken 2. Lig şampiyonu Vefa, tekrar 1. Lig'e döndü. Beşiktaş'ın şampiyon olarak tamamladığı 1965-66 sezonunda ligin son iki sırasındaki takımlar küme düşerken Gençlerbirliği ligi üçüncü sırada tamamlamış ve ilk defa şampiyonluk yaşayan üç takım dışındaki bir takım, ilk üç sırada kendisine yer bulmuştu. 1963-64 sezonunda şike yaptığı gerekçesiyle ligden düşürülen Karşıyaka'nın, Danıştay kararı sonrasında 1. Lig'e alınması sonrasında 1966-67 sezonu 17 takımın katılımıyla gerçekleşti. Öte yandan 2. Lig şampiyonu Eskişehirspor ilk kez 1. Lig'de oynamaya hak kazanmıştı. Beşiktaş'ın şampiyonluğuyla geçen 1966-67 sezonunu son üç sırada tamamlayan takımlar, ligden düşerken 2. Lig'deki gruplarını lider olarak tamamlayan Bursaspor ile Mersin İdman Yurdu; ilk defa 1. Lig'de oynamaya hak kazandı. Takip eden 1967-68 sezonunda, üç il dışındaki illerden ilk defa birden fazla katılımcı sağlandı. Öte yandan bir önceki sezon Beykoz ile oynadığı ve 1-0 galip devam ettiği maçın, çıkan olaylar sebebiyle ertelenen ve daha sonradan tekrar oynanarak 1-1 sona eren maçın, kendisi lehine sonuçlanması gerektiği konusunda Danıştay'a yaptığı başvurusu kabul edilen Şekerspor da lige katılım hakkı kazanmıştı. Son katılımla birlikte 17 takıma ulaşan sezon, Fenerbahçe'nin şampiyonluğuyla sona ererken bir sonraki sezon 16 takımın kalması için son üç sıradaki takım ligden düşürülürken 2. Lig'deki gruplarını lider bitiren iki takım, 1. Lig'e yükseldi. 1968-69 sezonunda ligi Galatasaray şampiyon olarak tamamlarken ligi ikinci sırada tamamlayan Eskişehirspor; bu sıraya kadar yükselen ilk Anadolu takımı oldu. Fenerbahçe'nin şampiyon ol |
duğu ve Samsunspor'un ilk kez 1. Lig'de mücadele ettiği 1969-70 sezonunda ikinci ve üçüncü sırayı Eskişehirspor ve Altay'ın almasıyla ilk üçte ilk defa iki Anadolu takımı birden yer almıştı.
1960'ların sonunda 1. Lig'e yükselmeye başlayan Anadolu kulüpleri, 1970'lerde de bu yükselişleri devam ettirdi. 1970-71 sezonunda Boluspor, 1971-72 sezonunda Adanaspor ve Giresunspor, 1973-74 sezonunda Kayserispor (günümüzdeki adı Kayseri Erciyesspor), 1974-75 sezonunda Trabzonspor ve Zonguldakspor (günümüzdeki adı Fenerspor), 1975-76 sezonunda Orduspor ve Balıkesirspor, 1977-78 sezonunda Diyarbakırspor, 1978-79 sezonunda Kırıkkalespor, 1979-80 sezonunda Gaziantepspor ve Rizespor (günümüzdeki adı Çaykur Rizespor), 1980-81 sezonunda Kocaelispor, 1981-82 sezonunda Sakaryaspor, 1982-83 sezonunda Sarıyer ve Antalyaspor, 1983-84 sezonunda Denizlispor, 1984-85 sezonunda Malatyaspor, 1988-89 sezonunda Konyaspor ve Kahramanmaraşspor, 1989-90 sezonunda ise Zeytinburnuspor ilk defa 1. Lig'de mücadele etmişti. 1970-71, 1971-72 ve 1972-73 sezonlarında üst üste üç şampiyonluk yaşayan Galatasaray, ligde üst üste üç şampiyonluk serisi yakalayan ilk takım oldu. Fenerbahçe'nin lider tamamladığı 1973-74 ve 1974-75 sezonlarının ardından gelen 1975-76 sezonunda ilk kez üç İstanbul takımı dışındaki bir takım, bir önceki sezon lige yükselmiş olan Trabzonspor şampiyonluğa ulaştı. Trabzonspor bu unvanını 1976-77 sezonunda da sürdürürken 1977-78 sezonu Fenerbahçe'nin şampiyonluğuyla tamamlanmıştı. Sonraki üç sezon ise Trabzonspor'un üst üste üç şampiyonluğuyla geçildi.
1980-81 sezonunun devam ettiği sırada, Türkiye Kupası'nda şampiyonluğa ulaşan takımın 1. Lig'e katılma hakkı veren bir kanun yürürlüğe girmişti. O sezon Türkiye Kupası şampiyonluğu yaşayan 2. Lig takımlarından Ankaragücü, ligdeki pozisyonundan ötürü 1. Lig'e katılamasa da ilgili kanun gereğince ertesi sezon için 1. Lig'de mücadele etmeye hak kazanmış ve bu sebepten ötürü sezon 17 takımın mücadelesine sahne olmuştu. Beşiktaş'ın şampiyonluk yaşadığı 1981-82 sezonu öncesinde alınan karar doğrultusunda ertesi sezon ligdeki takım sayısı 18'e çıkarıldı. Bu sayıyı yakalamak için ligin son üç sırasındaki takım düşerken 2. Lig'den dört takım yükseldi. 1982-83 sezonunda Fenerbahçe, lig tarihindeki 10. şampiyonluğuna ulaştı ve 10 şampiyonluk elde eden ilk takım oldu. 1983-84 sezonunda Trabzonspor şampiyon olurken 1984-85 sezonunda Beşiktaş ile aynı puana sahip olan Fenerbahçe, gol averajı farkıyla elde edilen ilk lig şampiyonluğunu yaşadı. Aynı sezon, Denizlispor'un Orduspor maçında cezalı futbolcu oynattığı gerekçe gösterilerek bu maç Orduspor'un hükmen galibiyetiyle tescil edilmişti. Ancak bu maça yaptığı itirazın Danıştay tarafından kabul edilmesi üzerine Denizlispor ligden düşürülmedi ve Beşiktaş'ın averaj farkıyla Galatasaray'ı geride bırakarak şampiyon olduğu 1985-86 sezonu 19 takımın katılımıyla gerçekleştirildi. Sezon başında son dört sıradaki takımın küme düşürülmesi ve 2. Lig'deki üç grup birincilerinin 1. Lig'e yükselmesi planlansa da; ligi 16. sırada bitiren Bursaspor, Federasyon Kupası şampiyonluğunu kazanması sayesinde ligden düşürülmedi ve Galatasaray'ın şampiyon olduğu 1986-87 sezonunda da lig 19 takımda kaldı.
1986-87 sezonu sonunda ligin son dört sırasındaki takımın ligden düşürülmesi ve 2. Lig'den üç takımın lige dahil olmasıyla birlikte ertesi sezon mücadele edecek takım sayısı 18'e düştü. Ligin başlamasının ardından Kocaelispor'un, önceki sezon oynanan Zonguldakspor-Boluspor maçında şike yapıldığı iddiasıyla mahkemeye başvurması sonrasında alınan karar doğrultusunda lige bir süre ara verildi. Sezona 2. Lig'de başlayan Kocaelispor, mahkeme tarafından verilen kararla, ligin ikinci haftasında 1. Lig'e alındı. Aynı maçla ilgili olarak daha sonradan Bursaspor'un yaptığı başvuru da takım lehine sonuçlandı ve sezona 2. Lig'de başlayan Bursaspor da 1. Lig'de kaldı. 1987-88 sezonu öncesinde federasyon tarafından alınan kararla üç puanlı sisteme geçilerek önceki sezonların aksine galip gelen takıma iki yerine üç puan verilmesi kararlaştırıldı. 20 takımın katılımıyla gerçekleştirilen 1987-88 sezonu atılan 1032 golle lig tarihinin en gollü sezonu olurken şampiyonluğu Galatasaray kazandı. Sezon sonunda son dört sıradaki takım 2. Lig'e, 2. Lig'deki gruplarını lider tamamlayan üç takımın ise 1. Lig'e yükselmesi sebebiyle 1988-89 sezonunda 19 takım mücadele etti. 20 Ocak 1989 günü Malatyaspor deplasmanına giden Samsunspor otobüsü kaza yaparken kaza sonucunda takımın üç oyuncusu ile teknik direktörü öldü, iki futbolcusu ise kaza sebebiyle kariyerini sonlandırmak durumunda kaldı. Kazanın ardından lige devam edemeyen ve kalan maçlarından hükmen 3-0 mağlup ayrılan takım, ligi son sırada tamamlasa da federasyon tarafından sağlanan özel statü ile ligde kaldı. Samsunspor'un önünde, ligi son üç sırada tamamlayan takımların ligden düşmesi ve 2. Lig'den de üç takımın lige yükselmesi sonucunda 1989-90 sezonunda 19 takımın katılımıyla gerçekleştirilmesi planlansa da; 1. Lig'e yükselme hakkı kazanan Bursaspor'ın B takımı, bir kulübün iki farklı takımının aynı ligde yer alamaması sebebiyle lige alınmadı ve sezon 18 takımın mücadelesine sahne oldu.
1989-90 sezonunu Beşiktaş şampiyon olarak tamamlarken sezon sonunda ligin son beş sırasındaki takım 2. Lig'e düşürüldü ve 2. Lig'den üç takım 1. Lig'e yükseltildi. Bu değişiklikle birlikte 1990-91 sezonunda takım sayısı 16'ya indirilmişti. Bakırköyspor ve Aydınspor'un 1. Lig'de ilk kez mücadele ettiği 1990-91 sezonunu yenilgisiz tamamlayan Beşiktaş, üst üste üçüncü şampiyonluğuna ulaştı. 1992'de Türkiye Futbol Federasyonunun özerkleşmesi sonrasında yapılan sponsorluk anlaşmaları ve 1996'da uygulamaya konan havuz sistemiyle birlikte 1. Lig takımlarının naklen yayınları gelire çevrilmesiyle bütçeleri arttı. 1992-93 sezonunda ligi Beşiktaş ile aynı puanda tamamlamasına rağmen averaj farkıyla şampiyon olan Galatasaray, 1993-94 sezonunda da bu unvanını sürdürdü. Diğer taraftan 1993-94 sezonunda Kardemir Karabükspor ilk kez 1. Lig'de yer almıştı. Aynı sezon üç takımın ligden düşüp 2. Lig'den beş takımın yükselmesiyle 1994-95 sezonunda takım sayısı 18'e çıkarıldı.
Petrol Ofisi ile Vanspor'un ilk defa 1. Lig'de mücadele ettiği 1994-95 sezonunu Beşiktaş, iki sezonluk aranın ardından şampiyon olarak tamamladı. Takip eden sezonda Fenerbahçe, 1990'lardaki tek şampiyonluğunu elde etti. 1996-97 sezonunda Çanakkale Dardanelspor, 1998-99 sezonunda ise Erzurumspor ilk 1. Lig deneyimini yaşadı. 1996-97 sezonundan 1999-00 sezonuna kadarki dört sezonluk süreçte Galatasaray, üst üste dört şampiyonluk yaşayarak lig tarihinin en uzun şampiyonluk serisini yakaladı. Öte yandan 1999-00 sezonu öncesinde Telsim ile Türkiye Futbol Federasyonu arasında imzalanan anlaşma neticesinde ligin adı Telsim Türkiye 1. Ligi olsa da, lige sponsor adı verilmesi kanunlara aykırı bulunarak sezon başlamadan önce sponsorsuz isme dönülmüştü. 2000-01 sezonu öncesinde getirilen uygulamayla takımlara, lig tarihinde yaşadığı her beş şampiyonluk için formalarındaki logosunun üstünde bir yıldız taşıma hakkı verildi. Yimpaş Yozgatspor ile Siirtspor'un ilk kez 1. Lig'de yer aldığı 2000-01 sezonunda Fenerbahçe şampiyonluğa ulaştı. 2001-02 sezonunda ligin adı Süper Lig olarak değiştirilirken Galatasaray şampiyon olan takım oldu.
2002-03 sezonunda Beşiktaş şampiyon olurken Akçaabat Sebatspor'un ilk kez Süper Lig'de mücadele ettiği 2003-04 sezonu ile Erciyesspor (günümüzdeki adı Kayserispor) ve Büyükşehir Belediye Ankaraspor'un (daha sonraki adı Ankaraspor, günümüzdeki adı Osmanlıspor) ilk katılımını gerçekleştirdiği 2004-05 sezonunda Fenerbahçe üst üste iki şampiyonluk yaşadı. Öte yandan 2004-05 sezonunda 1. Lig'de mücadele eden Erciyesspor, tarihinde ilk kez Süper Lig'e yükselme hakkı kazanmıştı. Aynı sezon 1. Lig'de mücadele eden Kayserispor'un Süper Lig'e yükselememesinin ardından iki kulübün karşılıklı olarak isim ve logo değişikliğine gitmesi sonucunda Kayserispor adını alan Erciyesspor, böylece ilk Süper Lig deneyimini yaşadı. Sivasspor ve Manisaspor'un Süper Lig'de ilk kez yer aldığı 2005-06 sezonunun son haftasına Fenerbahçe, ikili averaj avantajıyla kendisiyle aynı puana sahip Galatasaray'ın önünde lider olarak girdi. Fenerbahçe'nin son haftadaki Denizlispor deplasmanında rakibiyle berabere kalması ve Galatasaray'ın evinde Kayserispor'u yenmesi sebebiyle Galatasaray sezon sonunda şampiyonluğa ulaşan taraf oldu. Sonraki iki sezon sırasıyla Fenerbahçe ve Galatasaray'ın şampiyonluklarıyla sona ererken 2007-08 sezonunda Gençlerbirliği OFTAŞ (günümüzdeki adı Hacettepe) ve İstanbul Büyükşehir Belediyespor (günümüzdeki adı İstanbul Başakşehir) ilk kez Süper Lig deneyimi yaşamıştı. Beşiktaş'ın kazandığı 2008-09 sezonunu takip eden 2009-10 sezonunda Ankaraspor, Ankaragücü ile arasında ilişkinin "kamuoyunun ligin dürüstlüğüne ilişkin algısını zedeleyecek nitelikte olması" nedeniyle küme düşürüldü ve tüm maçlarından hükmen 3-0'lık mağlubiyetle ayrılmış olarak kabul edildi. Sezonun son haftasına lider giren Fenerbahçe, son maçta Trabzonspor ile berabere kalarak puan kaybı yaşadı. Eş zamanlı olarak oynanan maçta Beşiktaş'ı yenen ikinci sıradaki Bursaspor, bu galibiyetle birlikte birinci sıraya yükseldi ve lig tarihinde şampiyonluk yaşayan beşinci takım oldu.
Bucaspor'un ilk Süper Lig deneyimini yaşadığı 2010-11 sezonunda ligi Trabzonspor ile eşit puanda tamamlayan Fenerbahçe, ikili averajda rakibine üstünlük sağladığından ligi şampiyon olarak tamamladı. Sezonun sona ermesinin ardından Temmuz 2011'de, bu sezon ile ilgili ligdeki bazı maçlarda şike yapıldığı gerekçesiyle dava açılmıştı. Bir sonraki sezon ligde "Süper Final" adı verilen play off sistemi uygulandı ve normal sezonu ilk dört sırada tamamlayan takımın kazandığı puanlar ikiye bölünerek çift devreli lig usulüne göre karşılaştıkları yeni bir grup oluşturdu. Yapılan karşılaşmalar sonunda Galatasaray sezonu şampiyon olarak tamamladı. Akhisar Belediyespor'un ilk kez Süper Lig'de yer aldığı 2012-13 sezonunda play off sistemi kaldırılarak eski düzene dönüldü. G |
alatasaray'ın üst üste ikinci şampiyonluğunu kazandığı sezonun ardından oynanan 2013-14 sezonunda şampiyonluğu elde eden takım Fenerbahçe oldu. Ligin son sezonu olan 2014-15 sezonunda 20. şampiyonluğuna ulaşan Galatasaray, armasının üstünde dördüncü yıldız taşıma hakkını alan ilk takım oldu. 2015-16 sezonu sonunda ligin 33. haftasında Osmanlıspor'u mağlup eden Beşiktaş, ligin bitimine bir hafta kala şampiyonluğunu ilan etti. 2016-17 sezonu başında Alanyaspor, tarihinde ilk kez Süper Lig'de mücadele etmeye hak kazandı. Sezon sonunda Beşiktaş, lig tarihindeki 15. şampiyonluğuna ulaştı ve armasının üzerinde üçüncü yıldızı taşımaya hak kazandı.
2017-18 sezonunda Yeni Malatyaspor, tarihinde ilk kez Süper Lig'de mücadele etti. Sezon, son haftaya kadar Galatasaray, Fenerbahçe ve İstanbul Başakşehir arasındaki şampiyonluk yarışına sahne oldu. Son haftaya lider giren Galatasaray, oynanan maçlar sonunda şampiyonluğunu elde etti. 2018-19 sezonunda Büyükşehir Belediye Erzurumspor, tarihinde ilk kez Süper Lig'de yer almaya hak kazandı.
18 takımdan oluşan Süper Lig'deki bir sezon ağustos ayında başlar ve mayıs ayında sona erer. Takımların her biri, sezon boyunca her bir rakibiyle ikişer kez karşılaşır. Bu maçların bir tanesini kendi sahasında, diğerini ise rakibinin sahasında oynar. Böylelikle bir sezon sonunda her bir takım 34 maç yaparken toplamda 306 maç gerçekleştirilir. Bir tarafın galibiyetiyle sona eren maçlarda kazanan takım üç puan alırken kaybeden takıma puan verilmez. Eğer maç beraberlikle sonuçlanmışsa iki takım da birer puan kazanır. Sezon sonunda takımlar aldıkları bu puanlara göre sıralanırlar. Puan eşitliği durumunda önce eşitliğin yaşandığı takımlar arasında oynanan maçlarda elde edilen puan üstünlüğüne bakılır. Eşitliğin devam etmesi hâlinde sırasıyla aralarında yapılan maçlardaki gol üstünlüğü, ligde elde ettikleri genel averaj, ligde attıkları gol sayısı ve hükmen mağlubiyet sayısı göz önünde bulundurulur. Tüm bu şartlara rağmen eşitlik bozulmuyorsa, ilgili takımlar arasında tek maçlı eleme usulüyle yapılacak bir müsabaka neticesinde kazanan takım üstün sayılarak nihai sonuç alınır. Maçlar sonunda ilk sırayı alan takım lig şampiyonu olur. Ligi son 3 sırada bitiren takım ertesi sezon mücadele etmek üzere 1. Lig'e düşerken 1. Lig'deki son sezonda mücadele eden 3 takım Süper Lig'e katılır.
Ligdeki maçlar Türkiye Futbol Federasyonunun belirlediği saatlerde başlar. Süper Lig müsabakaları bir orta, iki yardımcı, bir dördüncü ve iki kale arkasında bulunan ek yardımcı hakemlerle birlikte toplam altı hakem tarafından yönetilir. Her maç öncesi İstiklâl Marşı söylenir ve marşın okunmasının ardından -varsa- saygı duruşu yapılır.
2015-16 sezonundan itibaren kulüplerin istediği sayıda futbolcuyla profesyonel sözleşme imzalayabileceği ve tescil ettirebileceği, ancak en fazla 28 kişinin yer alabileceği A takım kadrosunda yer alacak en az 14 oyuncunun Türkiye millî futbol takımında oynama uygunluğuna sahip olması gerekecektir. 28 kişilik kadronun en fazla üç oyuncusunun kaleci olması ve bu kalecilerin en az birinin Türkiye millî futbol takımında oynama uygunluğuna sahip olması zorunlu olacaktır. Bu 14 futbolcudan en az 2'sinin 15. doğum gününe denk gelen sezon ile 21. doğum gününe denk gelen sezonlarda kesintili veya kesintisiz, en az 3 sezon veya 36 ay kendi kulübünde tescilli olması gerekecektir. 21 yaş altı takımında yerli statüsünde oynayan futbolcular ise sezon başında 28 kişilik kadroda olmasına gerek kalmadan A takımın maç kadrosuna alınabilecektir. Takımların 18 kişilik maç kadrosunda ise teki kaleci olmak kaydıyla Türkiye millî futbol takımında oynamaya uygun en az 7 futbolcu yer alacak ve takımlar yerli kaleciyi kadroya almadığı takdirde sahaya 17 kişilik kadroyla çıkacaktır. 2015-16 sezonuyla birlikte uygulanacak teşvik sistemiyle birlikte ise kadroda bulundurulma zorunluluğu olmayan her Türkiye millî futbol takımında oynama uygunluğuna sahip futbolcu için takımlara belli miktarlarda para ödenecektir.
Sezon sonunda ligde belli sıraları alan takımlar, UEFA'nın organize ettiği UEFA Şampiyonlar Ligi veya UEFA Avrupa Ligi organizasyonlarından birine katılır. UEFA kurallarına göre, bir ülkenin belli bir sezonda kaç takım göndereceği ve bu takımların hangi aşamalardan kupa mücadelesine başlayacağı, o ülkenin bir önceki sezonda topladığı UEFA ülke puanlarına göre hesaplanmaktadır.
Türkiye, UEFA organizasyonlarına ilk defa 1956-57 sezonunda, lig kurulmadan önce takım gönderdi. Ligin kurulmasının ardından şampiyon olan takımlar Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası'na (günümüzdeki adı UEFA Şampiyonlar Ligi) katılmaktaydı. 1962-63 sezonunda, uluslararası bir ticaret fuarına ev sahipliği yapan takımların katılıma açık olan Fuar Şehirleri Kupası'na Türkiye'den ilk katılım gerçekleşti. 1970-71 sezonuna kadar gerçekleştirilen organizasyona, ligde en iyi dereceyi elde eden fuar şehri takımı katılmaktaydı. 1971-72 sezonunda ilk kez düzenlenen UEFA Kupası'na (günümüzdeki adı UEFA Avrupa Ligi) aynı sezon ligden ilk katılım gerçekleşti. Türkiye Kupası şampiyonu veya ikincisi olarak UEFA Kupa Galipleri Kupası'na katılmayan hak kazanan takım aynı zamanda UEFA Kupası'na katılmaya da hak kazanmışsa, önceliği UEFA Kupa Galipleri Kupası almaktaydı. Trabzonspor, bir önceki sezon mücadele ettiği Şampiyon Kulüpler Kupası'nda oynadığı bir maç sırasında sahada çıkan olaylar sebebiyle Avrupa kupalarından üç yıl men edildiğinden (daha sonra bu karar bir yıla indirildi) 1978-79 sezonunda katılmaya hak kazandığı Şampiyon Kulüpler Kupası'na katılamadı ve Avrupa kupalarından men edilen ilk Türk takımı oldu.
1995-96 sezonunda kontrolü UEFA'ya geçen UEFA Intertoto Kupası'na aynı sezon ilk kez takım gönderildi. 1997-98 sezonunda ilk kez UEFA Şampiyonlar Ligi'ne iki takım gönderildi. Kupa Galipleri Kupası'nın 1998-99 sezonuyla birlikte kaldırılması sonrasında, Türkiye Kupası şampiyonu ligdeki pozisyonundan bağımsız olarak UEFA Kupası'na katılım hakkı kazanmaya başladı. Türkiye Kupası şampiyonu ligdeki pozisyonu gereğince UEFA Şampiyonlar Ligi veya UEFA Kupası'na katılma hakkı kazanmışsa, kupa finalisti UEFA Kupası'na gidiyor; finalist de ligdeki pozisyonu gereğince bu organizasyonlara katılma şansı elde etmişse, Avrupa kupalarına katılma hakkı alamayıp da ligi en üst sırada tamamlayan takım UEFA Kupası'na gönderiliyordu. 2002-03 sezonunda ilk kez UEFA Kupası'na dört takım birden gönderildi. 2011-12 sezonunda UEFA Şampiyonlar Ligi'nde mücadele etmeye hak kazanan Fenerbahçe, 2010-11 sezonundaki şike soruşturması sebebiyle Türkiye Futbol Federasyonu tarafından Avrupa kupalarına gönderilmedi. 2013-14 sezonunda, aynı şike soruşturması sebebiyle UEFA tarafından alınan karar doğrultusunda Fenerbahçe iki, Beşiktaş ise bir sezon boyunca Avrupa kupalarından men edildi. Bu sebepten ötürü Fenerbahçe, Avrupa kupalarına katılmaya hak kazandığı 2013-14 ve 2014-15 sezonlarında, Beşiktaş ise katılmaya hak kazandığı 2013-14 sezonunda Avrupa kupalarından men edildi.
Ligin 2017-18 sezonu sonundaki UEFA'daki konumu şu şekildedir:
Ligi şampiyon olarak tamamlayan takıma, Türkiye Futbol Federasyonu tarafından tasarlanan bir şampiyonluk kupası verilir. Şampiyon olan takımın futbolcuları, teknik heyeti ve yöneticilerine ise bu başarılarını simgeleyen toplam 75 adet madalya takdim edilmektedir.
Süper Lig'in isim sponsorluğuna dair ilk girişim 1999-00 sezonu öncesinde Telsim ile Türkiye Futbol Federasyonu arasında imzalanan anlaşma neticesinde gerçekleştirildi ve ligin adı Telsim Türkiye 1. Ligi oldu. Ancak lige sponsor adı verilmesi kanunlara aykırı bulunarak sezon başlamadan önce sponsorsuz isme dönüldü. Turkcell, ligin isim hakkının satışını elinde bulunduran ligin yayıncı kuruluşu Digiturk ile 2005 yılında yaptığı anlaşmayla ligin isim sponsoru oldu ve lig Turkcell Süper Lig olarak anılmaya başlandı. 2010-11 sezonuna kadar yapılan anlaşma için Turkcell, sezon başına Digiturk'e 10 milyon dolar ödemekteydi. Öte yandan bu dönemde lig için ilk kez bir logo kullanılmıştı. 2010-11 sezonu öncesinde lig adı için yeni bir ihale isteyen Digiturk ile Turkcell arasındaki anlaşma iptal edilerek isim hakları 125 milyon dolar karşılığında beş sezonluğuna Spor Toto'ya verildi. Aralık 2015'te bu sözleşme, 1+1 yıllığına uzatıldı. 2016-17 sezonu için de sözleşme devam ettirildi.
Lige sponsor olan firmalar ve bu dönemlerde kullandığı isimler şu şekildedir:
Lig adı için sponsor olan Turkcell ile federasyon arasında yapılan anlaşma sonrasında 2008-09 ve 2009-10 sezonlarında Turkcell Fair Play Ligi adlı uygulama gerçekleştirildi. Uygulamaya göre her takım; aldığı sarı kart, kırmızı kart, saha kapatma, seyircisiz oynama ve hak mahrumiyeti cezaları karşılığında belirli ceza puanları aldı. Sezon sonunda en az puan toplayarak en üst sıraya yerleşen üç takım sırasıyla 500 bin dolar, 300 bin dolar ve 200 bin dolar ile ödüllendirilirdi. 2008-09 sezonunda ilk üç sırayı sırasıyla Gaziantepspor, Trabzonspor ve Denizlispor alırken 2009-10 sezonunda ilk üç sırada Bursaspor, Gençlerbirliği ve Gaziantepspor yer aldı.
Daha önceleri ligde oynanan maçlarda ev sahibi takımların belirlediği toplar kullanılmaktaydı. 2005 Mayıs'ında Nike ile Türkiye Futbol Federasyonu arasında imzalanan anlaşma sonrasında ligde kullanılan toplar Nike tarafından sağlanmaya başladı. 2005-06 sezonunda Total 90 Aerow ile karlı havalar için tasarlanan Total 90 Aerow Hi-Vis, 2006-07 ve 2007-08 sezonlarında Total 90 Aerow II, 2008-09 Total 90 Omni (2009-10 sezonunda, kış maçları için tasarlanan Total 90 Omni Hi-Vis de kullanıldı), 2010-11 sezonunda Total 90 Tracer PL, 2011-12 sezonunda Total 90 Seitiro, 2012-13 sezonunda Maxim, 2013-14 sezonunda Incyte, 2014-15 sezonunda Incyte II kullanılırken; 2015-16 sezonu itibarıyla Ordem 3 kullanılmaktadır.
Lig tarihinde canlı olarak yayınlanan ilk maç, 3 Ekim 1971 tarihinde İzmir'deki Alsancak Stadyumu'nda oynanan ve dönem itibarıyla ülkedeki tek televizyon kanalı olan TRT'de yayınlanan Karşıyaka-İstanbulspor maçıydı. Daha sonraki dönemlerde de her maç için ayrı ayrı kulüplerle yapılan anl |
aşmalar sonucunda bazı maçlar TRT tarafından canlı olarak yayınlanmaktaydı. 1990 yılında Almanya üzerinden Türkiye'ye yayın yapmaya başlayan Star 1 kanalı, 1. Lig'de yer alan 14 kulüp ile 27 Şubat 1990 tarihinde yaptığı anlaşmayla bu takımların 1990-91 sezonundan itibaren lig, kupa ve Avrupa kupası maçlarını canlı ve banttan yayınlama hakkına üç sezonluğuna sahip oldu. Yapılan bu anlaşmayla her bir kulübe yıllık telif hakkı olarak 85.000 dolar, yayınlanan her maç içinse dört büyük kulübe 80.000 dolar, kalan kulüplere ise 62.500 dolar verilmesi kararlaştırıldı. Gençlik ve Spor Müdürlüğü ile yapılan görüşme sonrasında Star 1 yayın ekibinin maçlar sırasında stadyuma girmesi için izin alındı ve maç başına ilgili kuruma %8'lik pay verilmesi konusunda anlaşıldı. Ancak bir süre sonra TRT, ligde mücadele eden dört büyükler dışındaki 12 kulüple maç yayını konusunda kesin anlaşmaya vardı. Yaşanan bu gelişmeler sonrasında 1990-91 ve 1991-92 sezonlarında Star 1'de yalnızca dört büyüklerin yer aldığı maçlar, TRT'de ise diğer kulüplerin bazı maçları ile dört büyüklerin oynadığı bazı maçlar yayınlandı.
1992-93 sezonu öncesinde farklı kulüpler, iç sahalarındaki maçları yayınlamak için farklı kanallarla anlaştı. Show TV, 15 milyar lira karşılığında üç yıllığına Galatasaray ve Fenerbahçe ile, İnterStar ise maç başına 85.000 dolar karşılığında beş yıllığına Beşiktaş ve 12 milyar lira karşılığında üç yıllığına Trabzonspor ile anlaştı. İnterStar, daha sonradan federasyon ile yaptığı üç yıllık anlaşmayla kalan 12 kulübün oynadığı maçların yayınlanma hakkını da satın aldı. Anlaşmaya göre İnterStar, ilk üç yıl için sırasıyla 1 milyar 800 milyon lira, 300 bin dolar ve 325 bin dolar ödeyecekti. 1993-94 sezonu öncesinde Fenerbahçe ile Show TV arasındaki anlaşma 1995 yılına kadar uzatılırken Galatasaray Show TV ile 3 milyon 900 bin dolar karşılığında bir yıllık anlaşma yaptı. Yayın hakları konusunda Beşiktaş Show TV ile; Trabzonspor, Bursaspor ve Kocaelispor atv ile, Ankaragücü ve Karşıyaka ise Kanal 6 ile anlaştı. 1994-95 sezonunda lig maçları atv ve Cine5'te, 1995-96 sezonunda ise atv, Kanal D ve Cine5 yayınlanmaktaydı.
1996-97 sezonu öncesinde, ligdeki maçların yayın hakları için yapılan ihaleden elde edilen gelirin ligdeki kulüplerin belli oranlarda paylaştırılmasını öngören havuz sistemi devreye girdi. Yayın hakları konusunda yapılan ihaleye katılan tek kanal olan Cine5; 1996-97 sezonu için 40, 1997-98 sezonu için 45, 1998-99 sezonu için ise 55 milyon dolarlık teklif vererek ligdeki tüm takımların oynadığı maçların yayın hakkına üç sezon boyunca sahip oldu. Bu gelişme sonrasında lig maçları şifreli olarak yayınlanmaya başladı. 1999-00 sezonu öncesinde yapılan ihalede 120 milyon 500 bin dolarlık teklifle yayın hakları, iki sezon boyunca Teleon'a geçti. Kanalın ödemeye dair sorumluluklarını yerine getirememesi gerekçesiyle 2000-01 sezonunun devre arasında kanalın yayın sözleşmesi federasyon tarafından feshedildi. Devre arasında yapılan ihaleyi yıllık 165 milyon dolarlık teklifiyle kazanan Atlas Yayıncılık ve Dijital Platform AŞ, 3,5 sezon boyunca lig maçlarını yayınlama hakkını elde etti. İhale sonrasında maçlar Digiturk platformundaki Lig TV'de yayınlanmaya başladı. 2004-05 sezonu öncesindeki ihaleyi yıllık 135 trilyon 950 milyar lira vererek dört sezonluğuna alan Lig TV, daha sonradan yapılan eklemeler sonucunda yayın hakkını 2009-10 sezonu sonuna kadar uzattı. Öte yandan 2004-05 sezonunda TRT ile Digiturk arasında yapılan anlaşmayla söz konusu sezon boyunca üç büyüklerin maçları dışında haftada bir maçın TRT tarafından canlı olarak Digiturk'ün canlı olarak yayınladığı maçların ise bitiminden 48 saat sonra tekrarının yayınlanmasına izin verildi.
2010 Ocak'ında yayın hakları konusunda A, B ve C olmak üzere üç farklı sınıf için ihale yapıldı. A paketi ligin isim hakkını pazarlama, haftada en az dört lig maçı canlı olarak yayınlama, tüm maçların çekimini yapma ve bu yayınları uluslararası kuruluşlara pazarlama; B paketi lig maçlarının geniş özeti ile üç dakikalık haber amaçlı görüntülerini başka kuruluşlara satma; C paketi ise gol görüntülerinin cep telefonlarından izlenmesini içeren mobil yayın hakkını kapsamaktaydı. A paketini 321 milyon dolarla Digiturk, B paketini 40 milyon 210 bin dolarla TRT, C paketini ise 13 milyon 500 bin dolarla Türk Telekom aldı. Bu sonuçla ligdeki maçların yayın hakkı 2013-14 sezonu sonuna kadar Digiturk'te oldu. İhale sonrasında yapılan sözleşmedeki uzatma hakkını da kullanan kurum, 2014-15 sezonunda da lig maçlarını yayınladı.
2015-16 ve 2016-17 sezonlarının yayın hakkı, herhangi bir ihale açılmadan Türkiye Futbol Federasyonu ile yapılan anlaşma sonrasında Digiturk'te kaldı. Rekabet Kurumu ayrıca, Digiturk ile anlaşma yapmaları halinde diğer dijital platformlardan da lig maçlarının izlenebileceği yönünde karar verdi.
4 Haziran 2015 tarihinde Türkiye Futbol Federasyonu ile Kulüpler Birliği Vakfı arasında imzalanan anlaşma ile Süper Lig AŞ'nin kurulmasının resmi imzası atılmış oldu. Bu anlaşma uyarınca 2017 yılında yayın ihalesi kanunda yapılacak değişiklikten sonra Kulüpler Birliği Vakfı tarafından gerçekleştirilecektir. Eylül 2015'te TRT ile Turkuvaz Medya Grubu arasında maç özetlerinin, TRT'de yayınlanmasından 15 dakika sonra a Haber ve a Spor'da yayınlanması konusunda anlaşma sağlandı. Ekim 2016'da, 2016-17 sezonu için ligin özet görüntülerinin yayın haklarını TRT satın aldı. Yine aynı ay içerisinde TRT ile NTV arasında yapılan anlaşmayla birlikte maç özetleri NTV ve NTV Spor'da da yayınlanmaya başladı. 21 Kasım 2016'da, 2017-18 sezonundan itibaren beş sezon boyunca Süper Lig ve 1. Lig yayın haklarının devri için ihale gerçekleştirildi. İhale sonucunda Digitürk; Süper Lig maçlarının tamamının canlı yayınlama, bu yayınları uluslararası kuruluşlara pazarlama, görüntülerin mobil yayın haklarına, verdiği $500 milyon+KDV'lik teklifiyle sahip oldu.
Ligdeki maçların canlı anlatımı TRT radyoları tarafından gerçekleştirilirken Star 1, 1990-91 sezonu başında ligdeki 11 kulüple yaptığı anlaşmayla takım maçlarının televizyon yayını haklarının yanında radyo yayını haklarını da almıştı. Bu dönemden sonra lig maçları farklı radyolar tarafından, ihale yapılmaksızın yayınlandı. İlk kez 2007-08 sezonu öncesinde yapılan radyolarda canlı maç yayını ihalesini, 3,5 milyon dolarlık teklifle Alem FM-Lig Radyo ortaklığı kazandı. 2009-10 sezonu başındaki ihaleyi 2,5 milyon dolarlık teklifle kazanan TRT, 2011-12 sezonu sonuna kadar ligdeki maçların radyo yayın hakkına sahip oldu. Öte yandan yayın hakkını elinde bulunduran TRT, üç sezon boyunca bazı maçların yayınını NTV Radyo'ya vermişti. 2012-13 sezonunda açılan ihaleye teklif gelmemesi sebebiyle ilk 9 hafta boyunca radyodan maç yayını yapılmazken daha sonradan federasyon ile TRT arasında yapılan anlaşma sonrasında TRT Radyo 1 üzerinden maç yayınlarına başlandı.
Süper Lig'in 2018-19 sezonunda mücadele eden 18 takım şu şekildedir:
Ligin kuruluşundan bu yana 70 takımın mücadele ettiği ligin ilk sezonunda yer alan 16 takımdan beş tanesi; Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray, Ankaragücü ve Göztepe günümüzde de Süper Lig'de mücadele etmektedir. Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray, ligin kuruluşundan bu yana hiç küme düşmedi ve 60 sezonun tamamında ligde yer aldı. 1974-75 sezonunda yükselen Trabzonspor, 2012-13 sezonunda yükselen Akhisar Belediyespor, 2016-17 sezonunda yükselen Alanyaspor, 2017-18 sezonunda yükselen Yeni Malatyaspor ve 2018-19 sezonunda yükselen Büyükşehir Belediye Erzurumspor da lige yükselmesi sonrasında sürekli olarak ligdeki varlığını sürdürdü.
Lig tarihinde Galatasaray 21 şampiyonlukla bu alanda lider konumundayken, bu takımı sırasıyla 19 şampiyonlukla Fenerbahçe, 15 şampiyonlukla Beşiktaş, 6 şampiyonlukla Trabzonspor ve 1 şampiyonlukla Bursaspor takip etmektedir.
2000-01 sezonundan itibaren takımlara lig tarihinde yaşadığı her beş şampiyonluk için formalarındaki amblemlerinin üstünde birer yıldız taşıma hakkı verildi. Türkiye Futbol Federasyonu Tahkim Kurulu'nun 09.05.2002 tarih, 2002/52E ve 2002/68K sayılı kararı gereğince, 1956-57 ve 1957-58 sezonlarında Federasyon Kupası'nı kazanan Beşiktaş'ın lig şampiyonu olduğuna ve bu şampiyonlukların yıldız kriterine dahil edileceğine karar verildi Bu karar sebebiyle ligde elde edilen şampiyonluk sayısı, lig sezonu sayısından iki fazladır. 2001-02 sezonunda Galatasaray, 2003-04 sezonunda ise Fenerbahçe üçüncü yıldızı taşımaya hak kazandı. 2014-15 sezonunda lig tarihindeki 20. şampiyonluğuna ulaşan Galatasaray, dördüncü yıldızı taşımaya hak kazanan ilk takım oldu. 2016-17 sezonunda ise şampiyon olan Beşiktaş da üçüncü yıldızı elde etti.
Kariyeri boyunca ligde 503 maça çıkan Oğuz Çetin, bu alandaki liderliğini korumaktadır. 494 lig maçına çıkan Rıza Çalımbay ise bu maçların tamamına Beşiktaş formasıyla çıktığından dolayı ligde tek bir kulüple en çok maça çıkan oyuncu konumundadır.
Lig tarihinin en golcü oyuncusu, kariyeri boyunca Süper Lig'de oynadığı maçlarda 249 gol kaydeden Hakan Şükür'dür. 33 oyuncu 100 gol, 5 oyuncu ise 200 gol barajını geçmeyi başarmıştır.
Lig tarihinde 17 farklı kulüpte forma giyen 41 farklı oyuncu gol krallığı yaşamıştır. Altı sezonda gol kralı olan Metin Oktay bu alanda birinci sıradayken, 15'er gol kralı çıkaran Fenerbahçe ve Galatasaray ise takımlar bazında lider konumdadır. 1987-88 sezonunda attığı 39 golle gol kralı olan Tanju Çolak, lig tarihinde bir sezonda en fazla gol atan oyuncu konumundadır. 1962-63 sezonunu gol kralı olarak tamamlayan Metin Oktay ise o sezon maç başına 1,46'lık gol ortalaması yakalayarak bu kulvardaki liderliğini korumaktadır.
Ligin ilk yıllarında yabancı oyuncularla ilgili herhangi bir kısıtlama bulunmamakla birlikte ligdeki ilk yabancı transferi 1962-63 sezonu sonlarında Fenerbahçe'nin Asim Ferhatović'i transfer etmesiyle gerçekleşti. Birkaç sezon boyunca ligde hiç yabancı oyuncu yer almazken 1966-67 sezonuyla birlikte çeşitli kulüpler yabancı oyuncuları kadrosuna katmaya başladı. Türkiye Futbol Federasyonu tarafından ligdeki yabancı oyunculara dair ilk kıs |
ıtlama 1971-72 sezonu öncesinde getirildi ve Türkiye'ye transfer olan yabancı oyuncuların 25 yaşını geçmemiş olması şartı konuldu. Eğer futbolcu son yılda millî takım formasını giymiş ise bu yaş sınırı dikkate alınmayacaktı. 1975-76 sezonu öncesinde yurt dışından yabancı futbolcu transferi yasaklanması sebebiyle 1976-77 sezonu sonuna kadar yurt dışından herhangi bir oyuncu ülkeye gelmedi. 1977-78 sezonuyla birlikte bu yasak kaldırıldı ve kulüplerin kadrolarında en fazla iki yabancı oyuncu olması kararlaştırıldı. Bu futbolcularda millî takımda oynama veya Şampiyon Kulüpler Kupası, Kupa Galipleri Kupası ve UEFA Kupası'na katılan kulüplerde son bir yıl içinde en az üç defa yer alma şartı aranmaktaydı. Dövize ihtiyaç duyulması ve döviz kaybının önüne geçilmesi gerekçesiyle 1979-80 sezonunda yurt dışından yabancı oyuncu transferi bir kez daha yasaklandı. 1980-81 sezonunda da aynı gerekçeyle devam eden yasak, aynı sezonun ortasında kaldırıldı. Kulüplerin transfer edeceği yabancı oyuncu sayısı ikide kaldı. Bu oyunculardan 29 yaşına girmemiş olanlar için son iki yıl içinde en az üç millî maça çıkma şartı getirilirken 25 yaşının altındakiler için herhangi bir şart konulmadı.
1986-87 sezonu öncesinde federasyon tarafından alınan kararla, ligdeki takımların kadrosunda bulundurduğu yabancı oyuncu sayısı bire düşürüldü. Transfer edilecek oyuncuların ise 26 yaşından büyük olmaması kararlaştırılırken önceki sezon takım kadrosunda iki yabancı oyuncuya sahip takımların ise, yalnızca bu oyuncuları kadrosunda tutmak kaydıyla iki yabancı oyuncuya yer vermesine izin verilmişti. Fakat bu karar, Merkez Danışma Kurulundan geçmemesi sebebiyle uygulamaya konulamadı ve iki yabancılı sisteme dönüldü. 1988-89 sezonu öncesinde takımlarda üç yabancı futbolcu bulundurulması; ancak maç kadrolarında en fazla iki yabancı oyuncunun yer alması kararlaştırıldı. 1989-90 sezonu öncesinde ise takımdaki üçüncü futbolcunun da kadroda yer alabilmesi yönünde değişiklik yapıldı.
1996-97 sezonuna girilirken federasyon, takımların bulundurabileceği yabancı sayısında artış sağladı. Değişiklikle birlikte takımlara dört yabancı hakkı tanınırken bunların üçü maç kadrosunda olabilecekti. Takımlara ayrıca, sonradan Türk vatandaşlığına geçen iki oyuncuyu da Türk statüsünde oynatabilme hakkı da korundu. Ertesi sezon, takımda bulunan dört yabancı oyuncunun da maç kadrosunda yer alabilmesinin önü açıldı. 1998-99 sezonunun devre arasında, ligin ikinci yarısından itibaren takımların kadrolarında beş yabancı oyuncu bulundurabilmesi kararı alınsa da bu karar, transfer dönemi devam ederken Tahkim Kurulu tarafından durduruldu. Aradaki bu dönem içerisinde beşinci yabancı oyuncusunu transfer etmiş olan Altay, Bursaspor ve Gençlerbirliği'ne istisna tanınarak bu oyuncuları oynatabilme hakkı verildi. 1999-00 sezonu öncesinde ise kadrolarda bulunabilecek yabancı futbolcu sayısı beşe çıkarılırken aynı kulübün Ümitler Ligi'nde mücadele eden altyapı takımına da ikisi yaş sınırlı ikisi ise yaş sınırsız olmak üzere dört yabancı olabilme hakkı tanıdı. 2001-02 sezonuyla birlikte Ümitler Ligi'ndeki yabancı oyuncu varlığı kaldırılırken ligdeki takımların kadrolarında bulunabilecek yabancı oyuncu sayısı altıya yükseltildi. Herhangi bir lig maçında bu oyuncuların beş tanesi maç kadrosunda yer alabilmekteydi. 2002-03 sezonunda toplam yabancı sayısı sekize yükseltildi; ancak bu oyuncuların altı tanesi maç kadrosunda yer alabilirken beş tanesi aynı anda sahada bulunabilecekti. 2004-05 sezonunda toplam yabancı sayısı altıya düşürüldü ve maç kadrolarıyla ilgili kısıtlamalar kaldırıldı.
Üç sezon boyunca korunan yabancı oyuncu kuralı 2007-08 sezonunda değiştirildi ve takımların buldurabileceği yabancı oyuncu sayısı yediye yükseltildi. Bu oyuncuların tamamı maç kadrosunda bulunabilirken aynı anda altı tanesi sahada yer alabilecekti. Sezonun ikinci yarısında yedek kulübesinde yer alabilecek yabancı oyuncu sayısı ikiye yükseltilerek toplam sayı sekiz olarak belirlendi. 2010-11 sezonunda maç kadrosundaki yabancı oyuncu sistemi korunurken kulüplere iki yabancı oyuncuyla daha sözleşme imzalama hakkı tanınarak kadrolarda bulunabilecek toplam yabancı sayısı ona ulaştı. 2011-12 sezonunda alınan kararla maç kadrosundaki yabancı oyuncu sistemi bir kez daha korunurken takımlarda bulunabilecek toplam yabancı sayısı sınırlandırılmadı. 2013-14 sezonu öncesinde yabancı sayısı bir kez daha kısıtlanarak takımların, altısı maç kadrosunda olmak üzere toplam sekiz yabancı oyuncuya sahip olması yönünde karar çıktı. Aynı dönemde alınan kararla birlikte, 2014-15 sezonu için de toplam yabancı oyuncu sayısı korunsa da maç kadrosunda en fazla beş yabancı olabilmesi sağlanmıştı.
5 Ocak 2015 tarihinde alınan kararla 2015-16 sezonundan itibaren kulüplere, 28 kişilik takım kadrolarında 14, 18 kişilik maç kadrolarında ise 11 yabancı oyuncu bulundurabileceğini açıklandı.
Lig tarihinde günümüze kadar 33 farklı teknik direktör şampiyonluk yaşamıştır. Tamamı Galatasaray ile olmak üzere 7 şampiyonluk yaşayan Fatih Terim bu alanda bireysel olarak lider konumdadır. Fatih Terim aynı zamanda dört sezon üst üste şampiyonluk yaşayarak bu alanda tek isim olurken üç farklı takımla şampiyonluk yaşayan Mustafa Denizli de ikiden fazla takımla şampiyon olan tek teknik direktördür.
Lig tarihinde en çok maça çıkan teknik direktör 580 maçla Samet Aybaba olurken çalıştırdığı takımlarla toplamda 290 galibiyet elde eden Şenol Güneş bu alanda lider konumundadır. Yılmaz Vural ise 25 farklı sezonda 22 farklı takımı çalıştırarak lig tarihinde en çok takım çalıştıran ve en çok sezonda görev alan teknik direktördür.
Günümüzde, Süper Lig'de mücadele eden takımlarda görev yapan teknik direktörler şu şekildedir:
Erol Taş
Erol Taş (28 Şubat 1926, Erzurum - 8 Kasım 1998, İstanbul) Türk sinema oyuncusu. Özellikle canlandırdığı "kötü adam" rolleriyle ün yapmıştır.
Henüz iki yaşında iken, babası Hamza Bey'in ölümü üzerine annesi Nefise Hanım ile birlikte İstanbul'a taşındı. Okul çağında olmasına rağmen ailesine yardım etmek için okuldan ayrıldı ve çeşitli mesleklerde çalıştı. Bunların arasında hamallık, tezgâhtarlık sayılabilir. O dönem aynı zamanda boksörlük de yapan Taş, 1947 yılında İstanbul ve Türkiye ikinciliğini kazandı. Yine o yıl askere gitti ve üç yıl askerlik görevini yaptı. Askerden dönünce Cankurtaran’da bir iplik fabrikasında çalışmaya başladı.
Erol Taş’ın sinemaya tesadüf sonucu girişi de o sıralarda oldu. Sinemaya tesadüfi girişini şöyle anlatır sanatçı: ""Lütfi Akad o bölgede bir film çekiyordu. Biz de işten kaytarıp çekimleri izliyorduk arkadaşlarla. Günlerce süren çekimlerden birinde mahallede oturan birkaç serseri, film ekibine musallat olup onları rahatsız etmeye başladı. Film ekibini korumak için birkaç arkadaşımla birlikte, serserilerle kavgaya giriştik ve Lütfi Bey'in yanında onlara bir güzel dayak çektik. Serseriler toz oldu tabi. Lütfi Akad daha sonra haber göndermiş bana, 'Bir kavga sahnesi var, gelsin oynasın' diye. Böylece sinema hayatım başladı. Filmdeki rolümü diğer yönetmenler de beğendi ve ardı ardına teklifler gelmeye başladı.""
Sinemaya ilk 1957 yılında Mümtaz Alpaslan’ın çektiği “Acı Günler” filmiyle girdi. Başlangıçta filmlerde figüranlık ve küçük roller ile görüldü fakat kısa zamanda yıldızı parladı. Bir yıl sonra Dokuz Dağın Efesi (1958 - Metin Erksan) filmde bir çobanı canlandırdı. Bu filmi takip eden yıllarda ise, Dikenli Yollar (1958 - Nişan Hançer), Peçeli Efe (1959 - Faruk Kenç), Şoför Nebahat (1960 - Metin Erksan), Köyde Bir Kız Sevdim (1960 - Türker İnanoğlu), Dişi Kurt (1960 - Ömer Lütfi Akad) ve Gecelerin Ötesi (1960 - Metin Erksan) gibi pek çok filmde değişik karakterleri canlandırdı.
Taş'ın oynadığı filmlerdeki rollerden bazı örnekler vermek gerekirse: Hayat Kavgası'nda (1964 - Tunç Başaran) dediği dedik bir baba, Devlerin Kavgası'nda (1965 - Kemal Kan) kötü kardeş, Seveceksen Yiğit Sev'de (1965 - Hüsnü Cantürk) çiftlik sahibi, Sırtımdaki Bıçak'da (1965 - Natuk Baytan) karısı ve sevgilisi tarafından öldürülen bir koca, Son Darbe (1965 - Hicri Akbaşlı) ve Cevriyem'de (1978 - Memduh Ün) bir komiser, Aslanların Dönüşü ve Yedi Dağın Aslanı'nda (1966 - Yılmaz Atadeniz) bir cengâver, İnce Cumali (1967 - Yılmaz Duru), Tutku (1974 - Hüsnü Cantürk), Toprağın Teri (1981 - Natuk Baytan) ve İsyan'da (1979 - Orhan Aksoy) kötü ağa, Maskeli Beşler ve Maskeli Beşlerin Dönüşü'nde (1968 - Yılmaz Atadeniz) bir Meksikalı, Aslan Bey'de (1968 - Yavuz Yalınkılıç) eski bir Rus Generali, Gelin Kız'da (1970 - Orhan Elmas) oba beyi, Kanıma Kan İsterim'de (1970 - Çetin İnanç) idamlık katil, Öksüzler'de (1973 - Ertem Göreç) dilendirici, Belalılar'da (1974 - Melih Gülgen) çetebaşı, Tatlı Nigar'da (1978 - Orhan Aksoy) zengin bir kasabalı, Çayda Çıra'da (1982 - Yücel Uçanoğlu) zengin bir ağa, Alınyazısı'nda ise (1986 - Orhan Elmas) eski bir külhan beyi olarak çıktı karşımıza. Gerek teknik ve konu, gerekse de sinema dili açısından vasat diyebileceğimiz bu ve benzeri filmlerde Taş, dönem dönem çeşitli roller aldı. Ancak sinemada onu adından sıkça söz ettiren filimler Susuz Yaz, Duvarların Ötesi ve Gecelerin Ötesi oldu.
Erol Taş'ı 1969 yılı itibarıyla Çetin İnanç, 1971'den sonra ise Yılmaz Atadeniz'li serüven filmlerinde sıkça görmekteyiz. Yılmayan Şeytan filminde (1968 - Yılmaz Atadeniz) Dr. Şeytan'ı oynar. Dr. Şeytan (Erol Taş), "Tanyant" madenini kullanarak bir robot icat eder. Amacı ürettiği robotlarla dünyayı ele geçirmektir. Ancak filmin sonunda kısa devre yapan robotu tarafından öldürülür. Çeko'nun (1970 - Çetin İnanç) konusu ise 1875 yılında Meksika'da geçmektedir. Ramon isimli eşkıya (Erol Taş), köylülere türlü işkenceler yapmakta ve cinayetler işlemektedir. Bir başka Yılmaz Atadeniz filmi olan Maskeli Beşler ve Maskeli Beşler'in Dönüşü'nde (1968) ise (Erol Taş) yine Ramon ismi ile ancak bu kez Meksikalı bir general rolündedir. Kızıl Maske'de (1968 - Tolgay Ziyal) müze müdürü, Küçük Kovboy'da (1973 - Guido Zurli) çiftlik kahyası, Hakanların Savaşı'nda ise (1968 - Mehmet Arslan) Kubilay Han rollünü oynamaktadır.
Ömer Lütfi |
Akad tarafından 1966'da çekilen Hudutların Kanunu'nun konusu Güneydoğuda bir sınır kasabasında geçmektedir. Toprak verimsizdir ve tek geçim yolu kaçakçılıktır. Kaçakçı olmamak için direnen Yılmaz Güney'in aksine Erol Taş yani Ali Cello çoktan çareyi bu işte bulmuştur bile. Sınırdan kaçak davar geçirmektedir ancak sonunda başlattığı oyuna yenik düşer ve bir çatışmada vurularak ölür. Hudutların sert ve acımasız kanuna karşı Ali Cello'nun kötülüğü bile dayanamamıştır. Taş bu filmde de çoğunluk kötü adam rollerinden birisini alışılagelmiş bir oyun tarzı ile oynamaktadır.
1968'de Nuri Ergün tarafından çekilen “Dertli Pınar” ise Taş'ın ağa tiplemeleri için örnek gösterilebilir. Mahmutoğlu Hilmi Ağa (Erol Taş) köylünün toprağını çeşitli dalaverelerle hatta silah zoru ile elinden almakta ve etrafındaki herkese hükmetmektedir. Daha fazla toprağa sahip olma tutkusu saplantı halini almıştır. Bunun için yapamayacağı şey yoktur. Ancak her şey planladığı gibi gitmez, bütün çabasına rağmen sonunda yenildiğini anlar ve suçunu itiraf eder. Oyun düzeyinin vasat olduğu bu filmde Taş abartılı olduğu kadar da kontrolsüz bir oyun sergilemektedir.
1960 yılı yapımı “Gecelerin Ötesi”, oyunculuk kariyeri için önemli bir fırsat oldu sanatçı için. Henüz sinemaya yeni yeni ısınmaya başlayan Taş, bu filmle Metin Erksan'la tekrar çalışma fırsatı buldu. Ekrem (Erol Taş), bu filmde aynı çevreden gelen, farklı endişe ve tutkularını ortak bir eylemde birleştiren altı kahramandan birisidir. Uzun yıllar bir tekstil fabrikasında işçi olarak çalışmış geriye dönüp baktığında fazla bir yol alamadığını görmüştür. Bu ezik yaşantısından doğan bunalımı, isyanı onu diğer beş arkadaşı ile birlikte soygun fikrinde harekete geçirmiştir. Fakat sistemin hazırladığı son bu filmde de değişmemektedir.
Erol Taş'ın yer aldığı bir başka önemli yapım ise, Necati Cumalı'nın romanından 1963'de Metin Erksan tarafından filme alınan “Susuz Yaz” oldu. Bu filmde Hülya Koçyiğit ve Ulvi Doğan ile bir üçleme çizen Taş, Osman karakterini canlandırdı. Osman'ın kötülüğü son derece yalındır ve ben merkezîyetçi bir yapı hakimdir. Yıllar önce eşini kaybetmiştir ve hapisteki kardeşinin (Ulvi Doğan) karısına (Hülya Koçyiğit) sahip olmak istemektedir. Etrafındaki herkesten bir nevi intikam almaya başlar ve önce köyün suyunu keser. Suyu alınan köylü ürünsüz kalır, toprağı çoraklaşır. Nasıl susuz kalan toprak halkına ihanet ederse, yıllar önce eşini kaybeden Osman'da bastıramadığı cinselliğine zalimce isyan eder. Tutkusuna yenik düşen Osman'ın bu özelliği doğasındaki ilkelliği ile birleştiğinde doyumsuzluğu tümden ele verir kendini. Osman'ın kötülüğünün temelinde yatan bir diğer önemli nokta ise tarladaki korkuluk ile paylaştığı yalnızlığıdır. Yalnızlığını sadece tutkularıyla bastırabilir. Tutkuları ise onun ölümüne giden yolun hazırlayıcısıdır.
Tarihsel bir süreç içinde değerlendirildiğinde Erol Taş, bir başka önemli rolünü 1964'de Orhan Elmas'ın yönettiği “Duvarların Ötesi” filminde oynadı. Filmde müebbet hapse mahkûm edilen Babaç (Erol Taş), kendisi gibi müebbet yiyen ya da idamlık altı arkadaşı ile hapisten kaçar. Amaçları özgür olabilmek, koğuşun dışında rahat bir nefes alabilmektir. Ancak "duvarların ötesi"nde kendilerine seçtikleri sığınak da hapishaneden daha farklı değildir onlar için. Aslında nereye kaçarlarsa kaçsınlar her yer bir hapishanedir onlara. Çünkü sistem tarafından suçlanmış toplum tarafından da dışlanmaktadırlar. Gerçek suçlu kimdir? Babaç ve arkadaşlarının mı yoksa sistemin yanlış dönen çarkı mı?
Sinemada kötü adam rolleri ile bilinen sanatçı, bu tiplerin dışına çıktığı filmlerde, aslında her tür karakteri rahatlıkla oynayabileceğini de ispatlamıştır. Zaman zaman da olsa oynadığı iyi tiplerle seyirciyi şaşırtmıştır. Bir başka Akad filmi olan “Ana”da Taş, bu kez kötülükten kaçmaktadır. 1967'de çekilen ve Türkân Şoray'la başrolü paylaştığı Ana filmi onun az rastlanan iyi adam tiplemeleri için gösterilecek ilginç bir örnektir. Yaptığı balık ağları ile geçimini sağlayan Şevket (Erol Taş), kan davası yüzünden ailesi ile birlikte köy köy dolaşmaktadır. Sinemanın kötü adamı olarak bilinen Taş, filmdeki Şevket tiplemesinde tamamen farklı bir karakter çizmektedir. Kanlısı rolündeki Kadir Savun'la sanki rolleri değişmiş gibidirler. Bu seyirci içinde çok alışılagemiş bir durum değildir. Yıllar süren takibin sonunda Şevket kanlısı Musa (Kadir Savun) tarafından vurularak öldürülür.
Bir başka örnek ise, 1992 yılında çekilen, Mehmet Tanrısever'in yönettiği “Sürgün” filmidir. Erol Taş, sinemada rol bulduğu bu son filminde, kurtuluş savaşını görmüş yaşamış eski bir çavuşu oynamaktadır. Üniformasını üzerinden hiç çıkarmayan Süleyman Çavuş, göğsünde taşıdığı istiklal madalyası ile de büyük gurur duymaktadır. Çatak köyüne gelen öğretmenin (Bulut Aras) yeniliklerine sıcak bakar, ona yardımcı olur. Hatta köyün muhtarına karşı onu savunur. Öğretmenin köyden sürgün edilmesini engellemek için köy halkıyla birlikte Kaymakamlığa gitse de bu işe yaramaz. Bunun üzerine çavuş gururla taşıdığı istiklal madalyasını çıkarır ve köyden ayrılan öğretmene verir.
Yaklaşık 600 filmde irili ufaklı çeşitli roller alan Erol Taş, oynadığı filmlerin altısında ise başrol oyuncusu olarak karşımıza çıkıyor: Mapushane Çeşmesi (1964-Suphi Kaner), Kanlı Kale (1965-Yavuz Yalınkılıç), Efenin İntikamı (1967-Yavuz Yalınkılıç), Eşkiya Kanı/Hakimo (1968-Yavuz Figenli), Konuşan Gözler (1965-Hicri Akbaşlı), Katırcı Yani Efenin Definesi (1967-Yavuz Yalınkılıç).
İlk eşi Hafize Taş'tan Metin Tanju ve Güler-Gönül adında ikiz çocukları olan Erol Taş, eşinin 1965 yılında vefatından sonra Konya'nın ünlü yün tüccarlarından Süleyman Erşan'ın kızı ve aynı zamanda teyzesinin çocuğu olan Elmas Erşan ile evlenir,bu evliliğinden 1968 yılında Müjgan adında bir kızı olan Erol Taş 8 Kasım 1998 tarihinde geçirdiği bir kalp krizi sonucu vefat etti.
Tuncay Şanlı
Tuncay Şanlı (d. 16 Ocak 1982, Sakarya), Orta saha'nın solu ve Forvet mevkiilerinde oynamış Türk futbolcu ve teknik direktör. Futbolculuk kariyerini sonlandırmış, en son Sakaryaspor'un teknik direktörlüğünü yapmıştır.
Futbol hayatına Sakarya'daki Sakaryatekspor kulübünde başlayıp Sakaryaspor'a transfer olmuştur. Orta saha veya forvet mevkiinde başlamıştır.
2002-03 sezonunda Sakaryaspor’dan Fenerbahçe'ye transfer olmuştur. Fenerbahçe’deki ilk resmi maçı, 11 Eylül 2002′de Gaziantepspor-Fenerbahçe karşılaşmasıdır ve aynı sezon içerisinde 6 kasım 2002'de Galatasaray ile oynanan 6-0'lık karşılaşmada ilk golü kaydederek Fenerbahçeli taraftarların gönlünde ayrı bir yer edinmiştir. 2004-2005 sezonunda Şampiyonlar Ligi'nde Manchester United maçında 3 gol atarak avrupa kupalarında bir maçta en çok gol atan Türk futbolcu unvanını elde etmiştir. Fenerbahçe'nin 100. yılındaki şampiyonluğunda Alex de Souza ile katkısı çok büyük olmuştur ve bu sezonun sonunda bedelsiz olarak Middlesbrough FC takımına transfer olmuştur.
Fenerbahçe ile sözleşmesi sona eren millî futbolcu Tuncay Şanlı, 2007 yılında İngiltere'nin Middlesbrough takımıyla anlaştı ve 4 yıllık sözleşmeye imza attı. Bu takımda 70 maçta 17 gol kaydetti.
2009 yılında Middlesbrough ikinci lige düşmesi sonucu Stoke City takımına transfer oldu. Teknik direktör Tony Pulis ile yaşadığı sorunlardan dolayı Stoke City'de mutlu olmadığını belirten Tuncay, Almanya'nın VfL Wolfsburg takımıyla anlaştı.
31 Ocak 2011'de Almanya'nın Wolfsburg takımı ile 3.5 yıllık sözleşme imzaladı. Wolfsburg takımında 6 numaralı formayı taşıdı. Felix Magath'ın kadroda düşünmediği Tuncay, pek forma şansı bulmayarak takımdan ayrıldı.
Şanlı 12 Ağustos 2011'de yaptığı anlaşmayla İngiltere'ye döndü; bir yıllığına kiralık olarak, Premier League ekiplerinden Bolton'a imza attı.
Bu takımdaki ilk lig maçına 27 Ağustos 2011 tarihinde oynanan Liverpool maçının 57. dakikasında Chris Eagles'ın yerine oyuna girerek çıkmıştır.
Tuncay Şanlı, 2012-13 sezonunda Süper Lig ekiplerinden Bursaspor ile 3 yıllık anlaşmaya imza atmıştır. Kendisi için önemli olan forma numaraları giyildiğinden, 4 numaralı formayı seçmiştir ancak daha sonra tekrar "17" numaralı formanın boşalmasıyla o numaraya geçmiştir. Bursaspor formasıyla ilk maçına 15 Eylül 2012'de Süper Lig'in 4. haftasında Kardemir Karabükspor karşısında 61. dakikada çıktı ve sol kanat'ta forma giydi. Bu maçla birlikte Ertuğrul Sağlam'ın vazgeçilmezi olan Tuncay, ilk golünü ise 9 Şubat 2013'te Kardemir Karabükspor'a attı. İlk sezonunda 27 lig maçına çıkan Tuncay 1 gol attı. Kupada ise 4 maça çıktı. Sonraki sezon ise ligin ilk yarısında Christoph Daum'un da değişilmezi olan Tuncay, UEFA Avrupa Ligi'nde iki Türkiye Kupası'nda 2 ve Süper Lig'de ise 12 maça çıktı ve 1 gol attı. Katar 'dan ve Elazığspor ve Balıkesirspor'dan devre arasında teklif alan oyuncu kulübünde kaldı ve en son olarak 2 Şubat 2014 günü Galatasaray maçının kadrosunda olan Tuncay ile kulüp arasındaki sözleşme 5 Şubat 2014 tarihinde feshedildi.
2014-15 sezonu başında Katar'ın Umm-Salal takımına bonservis bedelsiz olarak transfer olmuştur. 26 maçta 11 gol atmıştır.
Tuncay Şanlı 600.000€ karşılığında Hindistan Süper Ligi takımlarından Pune City takımına transfer olmuştur. 5 Ekim 2015 tarihinde Pune ile çıktığı ilk maçta 2 gol atarak maçın adamı oldu.
1 Ocak 2016 da futbolu bırakmıştır. 26 Ekim 2016 tarihinde Sakaryaspor teknik direktörlüğüne getirilmiştir. Ligde alınan kötü sonuçların ardından 7 Şubat 2017'de sözleşmesi karşılıklı olarak feshedilmiştir.
2 kez Türkiye U-17 millî takım formasını giymiştir.
11 kez Türkiye U-18 millî takım formasını giyen Şanlı, bu maçlarda 6 gol atmayı başarmıştır.
6 kez Türkiye U-20 millî takım formasını giymiş toplam 3 gol kaydetmiştir.
14 kez Türkiye U-21 ümit millî olmuş, 9 kez de rakip fileleri havalandırmıştır.
19 Kasım 2002 tarihinde İtalya ümit millî futbol takımı ile deplasmanda oynanan ve 3-0 kazanılan maçta 2 gol atıp, hemen bir gün sonra 20 Kasım 2002'de yine deplasmanda İtalya ile yapılan maçta A millî takım formasını, Teknik Direktör Şenol Güneş'in isteğiyle son üç dakikada giyerek ilk A millî maçını oyna |
mış ve bir gün arayla önce ümit millî sonra A millî takımı forması giyen ikinci futbolcu olmuştur.
2008 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda oynanan ve Türkiye'nin Çek Cumhuriyeti'ni 2-0'dan 3-2 yendiği karşılaşmanın 90. dakikasında Jan Koller'e yaptığı hareketten dolayı kırmızı kart gören Volkan Demirel'in yerine kaleye, 3 oyuncu değişiklik hakkının dolmuş olması üzerine, geçen Tuncay, takımın maçı kazanmasına katkı sağladı. Aynı karşılaşmanın sonunda dönemin Teknik Direktörü Fatih Terim basın mensuplarına "Tuncay'ı nereye koysam oynuyor. Bir tek kalede oynayamaz diyordum, onu da yaptı." demiştir.
Şenol Güneş
Şenol Güneş (d. 1 Haziran 1952), Türk teknik direktör, kaleci mevkinde forma giymiş eski millî futbolcudur. 2015 yılından beri Süper Lig ekiplerinden Beşiktaş'ın teknik direktörüdür.
Futbolculuğa Akçaabat Sebatspor'da başladıktan sonra, yaklaşık 15 yıl Trabzonspor'da kalecilik yaptı. 1974 yılında 2. Lig şampiyonu olarak Trabzonspor'u ilk kez 1. Lig'e çıkaran takımda yer aldı. Trabzonspor'da 1975-1984 arasında altı şampiyonluk yaşadı. 1978-79 sezonunda 1110 dakika gol yemeyen Şenol Güneş, Türkiye rekoru kırdı, dünyada ise 17. oldu. 1987'de futbolu bıraktı.
Şenol Güneş, 1988 yılından beri teknik direktörlük yapmaktadır. Dört farklı dönem Trabzonspor'u yöneten Güneş, dört kez Türkiye ikinciliği yaşadı. 2011-12 sezonunda Trabzonspor'un tarihindeki ilk UEFA Şampiyonlar Ligi grup maçlarında takımın başındaki isimdi. Güneş, ayrıca yurtdışında teknik direktörlük yapan ender Türk teknik direktörlerden biri oldu. 2007-09 arasında Güney Kore ekibi FC Seoul'u yöneten teknik direktör, burada da bir lig ikinciliği yaşadı.
2015'te Beşiktaş JK teknik direktörlüğüne geçen Güneş, ilk sezonunda kariyerinde ilk kez Süper Lig şampiyonluğu yaşadı. UEFA Avrupa Ligi'nde çeyrek final gördüğü 2015-16 sezonunda da şampiyonluk yaşayan Güneş, Beşiktaş'ı üst üste şampiyon yapan ilk Türk teknik adam oldu.
2000-2004 yılları arasında Türkiye millî futbol takımını yönetti. 2002 yılında Türkiye'yi 1954'ten sonra ilk kez FIFA Dünya Kupası'na götürdü. 2002 FIFA Dünya Kupası'nde bronz madalya kazandırarak Türkiye'ye tarihindeki en büyük başarıyı yaşattı. 2003 Konfederasyonlar Kupası'nda da aynı başarıyı tekrarladı.
Mahalle aralarında limon kabuğu çöpleriyle futbol oynamaya başladı. Basketbola merakı vardı. Ve basketbol takımlarını o kurardı.
Ama Trabzon'da en büyük tutku futbol olduğu için basketbol oynayacak adam bulamazdı. Trabzonspor'un ilk kurulduğu yıllara denk gelen bu dönemde, Şenol Güneş Vefaspor'u tuttu. Çünkü kendi oynadığı mahalle takımının renkleriyle bu takımın renkleri aynıydı. Amatör maçlarda kaleye geçerdi ama mahalle maçlarında santrafor olarak önde oynardı.İlk yıllarında kaleci olmaktan hoşnut değildi. Ama bir süre sonra kalecilik görevi onun üzerine kaldı. Şenol Güneş futbol kariyerine Erdoğdu Gençlik'te başladı. 17 yaşındayken Trabzonspor'un amatör takımına geçtikten sonra, buradan da Sebat Gençlik’e transfer olarak profesyonel futbolculuğa ilk adımını atıp,burada ilk büyük çıkışını yaptı. Bu süreler içinde öğrenimine devam etti. 1972 yılında Trabzonspor'a geri transfer oldu.20 yaşındaydı ve bir yandan da Eğitim Enstitüsüne devam etti. Öğle aralarında Turgay Semercioğlu ile yemek yemeyerek ya da hemen yiyerek öğle aralarında koşu antrenmanları yapardı. Gençlik yıllarında radyolarda büyük futbolcuları dinlerken hayalleri şekillendi. Kendi sözleriyle "...Bende onlar gibi ve daha iyisi olmak isterdim. Örneğin bir kaleci top kurtarmışsa, gol yemişse. Hiç gol yemeyen bir kaleci olma hayalim vardı".Kaleciliği sevmediniz mi soruna cevaben şöyle der; "severek oynamadım ama oynarken gereğini yaptım.Yani başlangıcım severek, isteyerek, planlanmış bir şey değildi. Ama oynadığım zaman işimin gereğini çok iyi profesyonel olarak yaptım."
1972-73 sezonuna kaleci İlhan İkican'ın yedeği olarak başladı. 23 Eylül 1972'de İstanbulspor ile oynanan maçta 22. dakikada İkican'ın yerine oyuna dahil olarak ilk kez Trabzonspor forması giydi. 4 Mart 1973'te Bandırmaspor ile oynanan maçta ilk kez 11'de sahaya çıktı ve 90 dakika forma giydi. Maçı gol yemeden tamamladı. İlk sezonunda 10 maçta forma giyen kaleci, bunların yedisinde gol yememe başarısı gösterdi. Trabzonspor, birinci Kayserispor'un averajla gerisine düşüp, 1. Lig'e çıkamadı. Bir sonraki sezon ise 18 maçta forma giydi ve Trabzonspor'un grup birincisi olarak 1. Lig'e çıkmasına büyük katkıda bulundu. Güneş, 18 maçta sadece dört gol yedi. Türkiye Kupası'nda da çeyrek finale çıkma başarısı gösterdiler ancak Fenerbahçe'ye elendiler.
8 Eylül 1974'te Fenerbahçe ile oynanan maçta 90 dakika kaleyi koruyarak ilk Süper Lig maçına çıktı. İlk sezonunda 26 maça çıktı. Trabzonspor, ligi dokuzuncu bitirirken yediği 17 golle ligin en az gol yiyen takımı oldu. Türkiye Kupası'nı finalde Beşiktaş'a, Başbakanlık Kupası'nı ise Galatasaray'a kaybetti.
1975-76 sezonunda bir önceki sezon olduğu gibi takımının birinci kaleciliğini sürdürdü. Çok başarılı bir performans gösteren Trabzonspor, sezonu birinci olarak bitirerek İstanbul dışından çıkan ilk Türkiye şampiyonu oldu. Ligde en az gol yiyen takım Trabzonspor olurken, Güneş de oynadığı 24 maçta sadece 10 gol yiyerek çok iyi bir performans gösterdi. Güneş, ayrıca Türkiye Kupası, Başbakanlık Kupası ve Cumhurbaşkanlığı Kupası finallerinin hepsinde takımının kalesini korudu ve penaltılarla kaybedilen Türkiye Kupası dışındakileri kazandılar.
1976-77 sezonunda Güneş, ilk kez Avrupa sahnesine çıktı ve UEFA Şampiyon Kulüpler Kupası 1. turunda İzlanda ekibi ÍB Akraness karşısında takımının kalesini korudu. Rakibini eleyen Trabzonspor, 2. turda İngiltere şampiyonu Liverpool FC ile karşılaştılar. 20 Ekim 1976'da Trabzon'da oynanan maçta Güneş, Liverpool karşısında da kalesini gole kapadı ve Trabzonspor maçı 1-0 kazandı. Deplasmanda ise 3-0 galip gelen Liverpool, o sene kupayı kazanan takım oldu. Türkiye'de de muhteşem performansına devam eden takım, üç büyük kupanın da sahibi oldu. Ligin yine en az gol yiyen takımı Trabzonspor'un kalecisi Güneş, 28 maçta 10 gol yiyerek kişisel rekorunu bir kez daha kırdı.
1977-78 sezonunda Trabzonspor, son haftalara kadar Fenerbahçe ile çekişti ancak ligi ikinci olarak tamamladılar. Güneş ise Trabzonspor'un bir kez daha en az gol yiyen takım olmasını sağlayan en önemli etkenlerden oldu. Lig dışındaki bütün kupaların ise sahibi oldular. 1978-79 sezonunda ise Trabzonspor üçüncü şampiyonluğunu yaşadı. Güneş ise hem maç sayısı hem yediği gol sayısı bakımından kişisel rekorunu kırdı. 30 maçın hepsinde 90 dakika forma giyen futbolcu, kalesinde ise sadece 7 gol gördü. Bu sırada Türk spor tarihinde birinci ligde 1112 dakika süreyle kalesinde gol görmeyerek en uzun süre gol yememe rekorunu kendi adına yazdırdı. 17 Eylül 1978'de Fenerbahçe'den 80. dakikada gol yedikten sonra 18 Şubat 1979'da Adana Demirspor maçının 20. dakikasına kadar gol yemedi. Takım, Cumhurbaşkanlığı Kupası'nı da o sezon müzesine götürdü. Trabzonspor, 1980 ve 1981 yıllarında da şampiyon olarak üst üstüne üç şampiyonluk elde etti.
1981-82 sezonu Trabzonspor'un uzun bir aradan sonra kupasız geçirdiği ilk sezon oldu. Güneş, 31 maçta sadece 8 gol yiyerek yine çok başarılı bir performans gösterdi. 1983-84 sezonunda Trabzonspor ve Güneş, altıncı şampiyonluklarına erişti. 14 Eylül 1983'te İtalya şampiyonu Inter'e kalesini kapattığı ve Trabzonspor'un 1-0 galibiyeti ile biten maç Güneş'in futbolculuk kariyerinin unutulmazları arasına girdi.
1984-85 sezonunda Dnipro karşısında son kez Avrupa maçlarına çıktı. Türkiye Kupası'nı Galatasaray'a kaptırırlarken, Güneş cezalı olduğu için Trabzonspor'un yenildiği ilk maçta forma giyemedi. Sezonun tesellisi Başbakanlık Kupası oldu. Bu kupa Şenol Güneş'in futbolculuk kariyerinin son kupası oldu. 1986-87 sezonu Güneş'in son sezonuydu. Trabzonspor ligi dördüncü bitirirken bir kez daha ligin en az gol yiyen takımı oldu. 16 Mayıs 1987'de Antalyaspor'u 1-0 yendikleri maçta Güneş son kez Trabzonspor forması giydi.
1986-87 sezonu sonunda Güneş, futbolu bırakma kararı aldı. Güneş'in jübilesi için iki maç düzenlendi. Önce 1 Ağustos 1987'de Fenerbahçe Stadı'nda Trabzonspor ile Beşiktaş arasında oynanan bir maç oynandı. Bu maçı Beşiktaş 4-1 kazandı. 9 Ağustos 1987'de ise bu sefer Hüseyin Avni Aker Stadı'nda taraftarının karşısına son kez çıktı ve beşinci dakikada oyundan alındı. Trabzonspor, bu maçta Samsunspor'u 2-0 yendi.
Türk millî takımının formasını ilk kez 31 Ekim 1976 tarihinde Malta'ya karşı giyen Güneş, toplam 31 kez (beşini kaptan olarak) forma giydi. FIFA Dünya Kupası ve Avrupa Şampiyonası elemelerinde forma şansı bulsa da hiçbir önemli turnuvaya katılamadılar. 25 Mart 1987'de Türkiye'nin Doğu Almanya'yı 3-1 yendiği maç de Güneş'in millî formayı giydiği son maç oldu.
İki dil bilen Şenol Güneş, futbol hayatındaki başarısını teknik direktörlük kariyerinde de sürdürmüştür. Özellikle Trabzonspor'un başında bulunduğu yıllar içerisinde lig sıralamasında uzun yıllardan sonra Trabzonsporu ikincilikle tanıştırmıştır. A millî takımın başında bulunduğu yıllar içerisinde büyük başarılar kazanan Şenol Güneş, 2002 FIFA Dünya Kupası üçüncülüğüyle Türk millî takımının aldığı en büyük başarıya imza atmıştır. Bu başarıyla UEFA tarafından 2002 senesinin en iyi teknik direktörü seçildi.
1985-86 sezonu sürerken Trabzonspor teknik direktörü Jürgen Sundermann, Denizlispor mağlubiyetinden sonra izinsiz olarak kafileyi terk edince görevine son verildi. 11 Mart 1986'da ise takımı bir sonraki maça Trabzonspor'da kalecilik yapan Şenol Güneş'in çalıştıracağı açıklandı. 16 Mart 1986'da Kayserispor ile oynanan maçı Trabzonspor, 4-2 kazandı. Bir gün sonra ise Trabzonspor'un başına efsane hocası Ahmet Suat Özyazıcı geçti, Güneş de kaleciliğe devam etti.
Ocak 1988'de Şenol Güneş, Trabzonspor teknik direktörü Metin Türel'in yardımcılığına getirilerek antrenörlük hayatına başladı. Eylül 1988'de Alman teknik adam Werner Biskup'un istifasından sonra Şenol Güneş, Trabzonspor'un başına geçerek teknik direktörlük kariyerine adımını attı. 18 Eylül 1988'de çıktığı il |
k maçında Boluspor'u 3-0 mağlup etti. Trabzonspor, o sezon ligi beşinci sırada tamamladı. Bir sonraki sezona da Güneş ile devam etme kararı verildi. Ancak takımın Hollanda kampında Güneş ile Trabzonspor'un yeni transferi Belçikalı kaleci Jean-Marie Pfaff arasında çıkan anlaşma çözümlenemeyince, Güneş ve yardımcısı Sadi Tekelioğlu 17 Ağustos 1989'da görevlerinden istifa ettiler. Trabzonspor ise yola bir başka Belçikalı Urbain Braems ile devam etme kararı aldı.
Güneş, 1989-1990 sezonunun yedinci haftasında Boluspor'u çalıştırmaya başladı. 29 Ekim 1989'da çıktığı ilk maçında Sakaryaspor'u 3-2 yenerek takımına sezonun ilk galibiyetini kazandırdı ve daha sonrasında yedi maç üst üste yenilmedi. Galatasaray ve Fenerbahçe'yi birer kez mağlup ettiği sezonda takımını ligde tutmayı başardı. Sezon sonunda yönetimle anlaşamayarak takımdan ayrılsa da Boluspor'un aldığı kötü sonuçlar nedeniyle 1990-1991 sezonunun sekizinci haftası itibarıyla takımın tekrar başına geçti. Güneş, 1991-1992 sezonu sonuna kadar Boluspor'u çalıştırmaya devam etti. Ancak o sezonun sonunda Boluspor'un küme düşünce, Şenol Güneş takımdan ayrıldı.
1992-1993 sezonunun onuncu haftasında 2. Lig'de mücadele eden İstanbulspor'un başına geçti. Takımı bir üst lige çıkarmayı başaramayınca sezon sonunda görevinden ayrıldı.
1993-1994 sezonuna iyi başlayamayan Trabzonspor, dördüncü haftanın sonunda Georges Leekens'i gönderip, Güneş'i tekrar takımın başına getirdi. İyi bir sezon geçiren Güneş, Trabzonspor'la ligi üçüncü olarak bitirirlerken, Türkiye Kupası'nda ise yarı finale çıktı. Sezon sonunda Fenerbahçe ile Başbakanlık Kupası finaline çıkıp, rakibini 4-3 yenerek Trabzonspor'da ilk kupasını kazandı. Bir sonraki sezonda da Güneş başarılı performasını sürdürdü. UEFA Kupası'nda Dinamo Bükreş ve Aston Villa'yı eleyip üçüncü tura çıktılar ancak Lazio'ya iki maçta da 2-1 yenilerek elendiler. Ligde ise son haftalara kadar Beşiktaş ile şampiyonluk mücadelesi verdiler. Ligin son 12 maçında mağlubiyet görmeseler de ligin 32. haftasında Galatasaray ile 2-2 berabere kalan Trabzonspor, şampiyonluğu kaybetti ve ligi ikinci olarak bitirdiler. Türkiye Kupası'nda ise finale çıkan takım Galatasaray'ı 3-2 ve 1-0 yenerek kupayı müzelerine götürdü. Sezon sonunda Beşiktaş ile Cumhurbaşkanlığı Kupası finaline çıkan Trabzonspor, bu maçı 2-0 kazanarak kupayı kazandı. Böylece Güneş, Trabzonspor'daki ikinci sezonunun sonunda Türkiye'de kazanabilecek dört resmi kupanın üçünü kazanmış oldu.
1995-96 sezonunda da Güneşli Trabzonspor ligde şampiyonluk mücadelesi verdi. Takım, sezonun ilk 14 haftasında sadece iki beraberlik aldı. Bu seri Fenerbahçe karşısında alınan 3-1'lik yenilgi ile bozulsa da, takım ligin ilk yarısını sadece bir yenilgi ile, Fenerbahçe'nin 2 puan önünde bitirdi. 22. hafta Beşiktaş yenilgisi ile ikinci duruma düşen Trabzonspor, dört hafta sonra liderliği averajla geri aldı. Ligin 32. haftasına girilirken Trabzonspor, ikinci Fenerbahçe'nin bir puan önündeydi ve rakibini kendi sahasında ağırlıyordu. Maçın ilk yarısını 1-0 önde bitiren Trabzonspor, ikinci yarıda yediği iki golle maçı 2-1 kaybetti. Son iki hafta rakibinin puan kaybetmesini bekleyen Trabzonspor, Fenerbahçe'nin iki maçını da kazanmasıyla şampiyonluk özlemine son veremedi ve ligi ikinci bitirdi. Beklentilerin yükseldiği sonraki sezonun 20. haftasında alınan Beşiktaş mağlubiyeti ve takımın dördüncü sıraya düşmesi nedeniyle Trabzonspor'dan ayrıldı.
1997-1998 sezonu başında Antalyaspor'un başına geçti. Sezonun ilk 14 haftasını deplasmanda geçiren takım küme düşmeme mücadelesi veriyordu. Ancak takımın kendi sahasına dönmesiyle sonuçlar nispeten düzeldi ve takım ligi 12. bitirdi. Ancak sezon sonunda yönetim ile anlaşamayan Güneş göreve devam etmedi.
Eylül 1998'de Güneş, ilk dört hafta galibiyet yüzü göremeyen Sakaryaspor'un başına geçti. Ancak o da çıktığı ilk dört maçta galibiyet alamadı. 10 maçta sonunda Sakaryaspor sadece 2 galibiyet alınca, Güneş 16. sıradaki Sakaryaspor'dan istifa etti. Sakaryaspor, sezon sonunda küme düştü. Öte yandan Türkiye Kupası'naki üç maçını da kazanan takımı çeyrek finale çıkarmıştı.
16 Ağustos 2000 tarihinde Türkiye millî futbol takımının başına getirildi. İlk maçı, 16 Ağustos 2000'de Bosna Hersek ile oynanan ve 2-0 kaybedilen hazırlık maçıydı. Eylül ayında 2002 FIFA Dünya Kupası elemeleri başladı. Güneşli millî takım, 10 maçta sadece son dakikalarda yediği gollerle grup birincisi İsveç'e yenildi. Grup ikincisi olarak play-off'lara kalan Türkiye, Avusturya'yı 1-0 ve 5-0'lık galibiyetlerle geçerek, 48 yıl aradan sonra ilk kez bir FIFA Dünya Kupası'na katılmaya hak kazandı. Japonya ve Güney Kore'de düzenlenen turnuvada sadece dünya şampiyonu olan Brezilya'ya iki kez yenilen Türkiye, tarihinin en iyi derecesi olan dünya üçüncülüğünü kazandı. Güneş, UEFA’nın resmî internet sitesinde düzenlenen ankette 2002 yılının en iyi teknik adamı seçildi. 2003'ün Haziran ayında Fransa’da yapılan 2003 FIFA Konfederasyonlar Kupası’nda da Türkiye'yi üçüncülüğe taşıdı. Türkiye, 2004 Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerinde de sadece bir kez (grubunun birincisi olan İngiltere'ye) yenilerek, İngiltere'nin bir puan arkasında grup ikincisi oldu. Play-off'larda pek şans verilmeyen Letonya ile eşleşen Türkiye, sürpriz bir şekilde rakibine elendi. Güneş, bu mağlubiyetin ardından 6 Mart 2004'te görevinden ayrıldı. Güneş, millî takım performansı ile UEFA Yılın Takımına teknik direktör olarak seçilen ilk Türk ve dünya klasmanında millî takımı en yüksek sıralamasına (7. sıra) ulaştıran isim olarak Türk futbol tarihine geçti.
Trabzonspor, 2005'in Ocak ayında Şenol Güneş'i üç buçuk yıllık bir anlaşmayla teknik direktörlüğe geri getirdi. Lider Fenerbahçe'nin 6 puan gerisinde olan takıma beş hafta üst üste galibiyet kazandırdı ve takımını ikinciliğe yükseltti. Takımını son haftalara kadar şampiyonluk yarışında tutan Güneş'in Trabzonspor'u ligi şampiyon Fenerbahçe'nin üç puan gerisinde ikinci olarak bitirdi. Trabzonspor, ayrıca Türkiye Kupası'nda yarı finale çıktı ancak Galatasaray'a penaltılarla kaybettiler.
2005-06 sezonuna UEFA Şampiyonlar Ligi ön elemesinde Anorthosis'e elenerek start verdiler. Bu çalkantı sezonun devamında da devam etti. Sadece yedinci hafta sonunda üst üste alınan iki mağlubiyetten sonra Güneş, görevinden istifa etti.
Güney Kore'deki FIFA Dünya Kupası performansı ile tanınan Güneş, 8 Aralık 2006'da bu ülke takımlarından FC Seoul'da kariyerine devam etti. 2007 sezonuna üç galibiyet ile başlayarak dikkat çeken takım, 26 maçta sadece 5 maç kaybetse de 13 beraberlik alması ile normal sezonu averaj ile yedinci bitirip, play-off'ları az farkla kaçırdı. Lig Kupası'nda finale çıkan takım Ulsan Hyundai FC'ye 2-1 kaybederek kupayı kazanamadı.
Bir sonraki sezon ise Güneş, FC Seoul'ü 2. yaparak play-off'lara çıkardı. Takım normal sezonda sadece iki kez yenilse de yine fazla beraberlik sayısı yüzünden birinci Suwon Samsung Bluewings'ten üç eksik averajda kalarak ikinci olmuştu. Finale çıkan FC Seoul, Suwon Samsung ile ilk maçta berabere kalsa da rövanş maçını deplasmanda 2-1 kaybederek sezonu da ikinci olarak bitirdi. Ancak takım 2009 AFC Şampiyonlar Ligi'ne katılma hakkı kazandı.
2009 sezonunda Seoul averaj ile ikinciliği kaçırsa da bir kez daha play-off'lara kalmayı başardı. Ancak ilk turda Chunnam Dragons'a penaltılarla elendiler. Yeni formatında ilk kez mücadele ettikleri Şampiyonlar Ligi'nde ise çeyrek finale kadar çıkan takım Katar ekibi Umm Salal'a elendiler. Sezon sonunda Güneş, Türkiye'ye dönmeye karar verdi. Birden fazla final oynayarak ve kıtanın en iyi turnuvasında mücadele ederek iyi bir performans gösteren Güneş, Kore kariyerini kupasız kapamak zorunda kaldı.
Trabzonspor yönetimi, Hugo Broos'tan boşalan teknik direktörlük koltuğu için Şenol Güneş'le görüşmelere başlamış, prensipte anlaşma sağladı. 1 Aralık 2009'da Trabzon'a gelip tekrar imza atrı. Yarım sezonun sonunda gruplardan aldığı Trabzonspor'u Türkiye Kupası finaline çıkardı. 5 Mayıs 2010'da Fenerbahçe'yi 3-1 yenen Trabzonspor, kupayı müzesine götürdü. Ligde ise takımı sekizinci sıradan beşinci sıraya çıkararak takımına Avrupa Ligi bileti kazandırdı.
2010-11 sezonuna Bursaspor'u 3-0 yenip Süper Kupa'yı müzelerine götürerek başladılar. Lige de Ankaragücü ve Fenerbahçe galibiyetleri ile başladılar. UEFA Avrupa Ligi'nde de güçlü rakipleri Liverpool ile mücadele verdiler. İlk maçı İngiltere'de 0-1 kaybeden takım, Trabzon'da maçı dördüncü dakikadan itibaren 1-0 götürseler de 83. ve 88. dakikada yedikleri goller nedeniyle 1-2 kaybedip elendiler. Trabzonspor, ligin ilk yarısını Bursaspor'un 5, Fenerbahçe'nin ise 9 puan önünde lider bitirdi. Ancak ikinci yarının ilk üç maçında sadece iki puan alan takım, hem puan farkını koruyamadı hem de ikili averajı rakipleri Fenerbahçe'ye kaptırdılar. Geri kalan 14 maçta 12 galibiyet 2 beraberlik alsalar da Fenerbahçe aynı periyotta 13 galibiyet 1 beraberlik aldı ve puanları eşitledi. Trabzonspor, sezonu 82 puanla tamamlasa da ikili averaj nedeniyle sezonu ikinci bitirdi.
2011-12 sezonuna iyi bir başlangıç yapamadılar ve ilk üç hafta sadece iki puan aldılar. Bu dönemde UEFA Şampiyonlar Ligi ön elemesinde Benfica'ya elendiler. UEFA Avrupa Ligi için Athletic Bilbao ile mücadele ederken ikinci maç oynanamadan 2011 Türk futbolu şike davası nedeniyle Fenerbahçe'nin adı UEFA'ya bildirilmeyince otomatikman UEFA Şampiyonlar Ligi gruplarına kaldılar. Güneş'li Trabzonspor, FC Internazionale Milano'yu Milano'da 1-0 yenerek tarihindeki ilk Şampiyonlar Ligi macerasına etkileyici bir başlangıç yaptı. 7 puan toplayan takım üçüncü olarak Avrupa Ligi'ne devam etme hakkı kazandı ancak PSV'ye iki maçta da yenilerek elendiler. Normal ligi üçüncü bitiren Trabzonspor, sadece o sezon uygulanan Süper Final'e kaldı ve burada da üçüncülüğünü korudu.
2012-2013 sezonu başında en önemli silahı Burak Yılmaz'ı Galatasaray'a kaptıran Trabzonspor, lige iyi bir başlangıç yapamazken Avrupa'da da Videoton FC'ye penaltılarla sürpriz bir biçimde elendi. Ligde de 14. ve 19. haftalarda beş maç üst üste galibiyet yüzü görmeyip yarıştan kopt |
ular. Şenol Güneş, Süper Lig'in 19. haftanın sonunda Elazığspor karşısında alınan mağlubiyetin ardından 27 Ocak 2013'te istifa etti.
29 Mayıs 2014 tarihinde Bursaspor ile 1 yıllık sözleşme imzaladı ve 2014-2015 sezonu için Bursaspor'un başında göreve başladı. Sezona UEFA Avrupa Ligi ön elemelerinde Chikhura Sachkhere 'ye pemnaltılarla elenerek kötü bir başlangıç yaptılar. Ligdeki 34 maçta 16 galibiyet alarak ligi altıncı bitirdiler. Güneş'in Bursaspor'u 69 gol atarak ligin en golcü takımıydı. Bursaspor, yarı finalde Fenerbahçe'yi eleyerek Türkiye Kupası finaline çıktı. Ancak finalde Galatasaray'a 3-2 mağlup oldular. Bir yıllık görev süresinin dolması ile birlikte sözleşme yenilemeyen Şenol Hoca, Türkiye Kupası maçı ertesi gün, kulübe ve taraftarlara veda ederek Bursa'dan ayrıldı.
11 Haziran 2015 tarihinde Beşiktaş ile 2+1 yıllık sözleşme imzalayarak Beşiktaş'ın teknik direktörü oldu. 16 Ağustos 2015'te Mersin İdman Yurdu'nu 5-2 yenerek Beşiktaş ile iyi bir başlangıç yaptı. 11 Nisan 2016'da Beşiktaş'ın Vodafone Arena'da çıktığı ilk maçta takımı yöneterek adını tarihe yazdırdı. O maçta eski takımı Bursaspor'u 3-2 yendileri. Beşiktaş, 33. hafta kendi evinde Osmanlıspor'u 3-1 mağlup ederek şampiyonluğunu ilan etti. Böylece Güneş, başarılı kariyerine Türkiye Lig Şampiyonluğu'nu eklemiş oldu. O sezon Türkiye Kupası'nda çeyrek final oynadılar, UEFA Avrupa Ligi'nde ise son maçta gruplardan çıkamadılar.
Şenol Güneş Yönetimindeki Beşiktaş, UEFA Şampiyonlar Ligi kura çekimi sonucunda B grubunda SL Benfica, SSC Napoli ve FK Dinamo Kyiv ile eşleşti. Şampiyonlar Ligi ilk maçında, Benfica ile 13 Eylül 2016 tarihinde Estádio Da Luz stadyumunda karşılaştı. Beşiktaş ile SL Benfica 1-1 berabere kaldı. 29 Eylül 2016 tarihinde, FK Dinamo Kyiv ile Vodafone Arena stadyumunda karşılaştı.Beşiktaş JK ile FK Dinamo Kyiv 1-1 berabere kaldı. Vodafone Arena'daki ilk UEFA Şampiyonlar Ligi maçına çıkan teknik direktör olan Şenol Güneş tarihe geçti. UEFA Şampiyonlar Ligi 3.maçında, 20 Ekim 2016 tarihinde, Napoli ile San Paolo stadyumunda karşılaştı. Beşiktaş JK, SSC Napoli'yi deplasmanda 3-2 mağlup etti. Beşiktaş, SSC Napoli takımının, 18 maçlık yenilmezlik unvanına son verdi. 1 Kasım 2016 tarihinde, SSC Napoli ile rövanş maçında İstanbulda, Vodafone Arena stadyumunda karşılaştı.Beşiktaş ile SSC Napoli 1-1 berabere kaldı. UEFA Şampiyonlar Ligi 5.maçında, 23 Kasım 2016 tarihinde, SL Benfica ile Vodafone Arena stadyumunda karşılaştı. Beşiktaş ile SL Benfica 3-3 berabere kaldı. Beşiktaş, Türk ekipleri arasında Şampiyonlar Ligi gruplarında ilk 5 maçta mağlubiyet yaşamayan ilk takım oldu. Beşiktaş - Benfica maçı %46 oy ile haftanın maçı seçildi.Beşiktaş 6 Aralık 2016 tarihinde, FK Dinamo Kyiv ile Kiev Olimpiyat stadyumunda karşılaştı. Beşiktaş'ın galibiyette grup lideri olarak tur atlaması mümkündü. Beşiktaş JK, FK Dinamo Kyiv takımına 6-0 mağlup oldu.UEFA Şampiyonlar Liginden 7 puan ile grup 3.sü olarak elendi. UEFA Avrupa Ligine, seri başı olarak gitmeye hak kazandı.
UEFA Şampiyonlar Liginde basın toplantısında, Teknik Direktör Şenol Güneş, hakem yönetimlerine dikkat çekti. B Grubu 1.maçı Benfica ile oynanan maçta Talisca'ya yapılan müdahele penaltıydı, hakem Milorad Mazic penaltıyı vermedi. B Grubu 2.maçı Dinamo Kiev , kaleci rudko, Beşiktaşlı Taliscaya kontrolsüz şekilde son adam olarak indirdi. Penaltı ve kırmızı kart olan pozisyon, korner olarak değerlendirildi. Talisca pozisyonda sakatlanarak 1 hafta sahalardan uzak kaldı. B grubu 3.maçında Napoli takımından Mertens kendini yere atarak, hakem Sergey Karasev'den 2 tane penaltı kazandı.B grubu 4.maçında Beşiktaş 1-0 öndeyken, Napoli'de mertens elle oynadı. Hakem Mark Clattenburg devam ettirdi.Devamında Marek Hamsik golü attı.B grubu 5.maçı Benfica ile oynandı. Vincent Aboubakar'ın attığı net gol, ofsayt gerekçesiyle iptal edildi. Elle oynama varken hakem Damir Skomina devam ettirdi.Beşiktaş golü yedi. B Grubu 6.maçı Dinamo Kiev ile oynandı.Hakem Croig Thomson Maçın başında penaltı olmayan bir pozisyonda, penaltı ve Andreas Beck’e kırmızı kart gösterdi. Yan hakem, Kevin Clancy'den yardım alarak verdiği karar sonrasında aynı yan hakem, ofsayttan gol kararı verdi. Maçı Beşiktaş kazanmaması için ne gerekiyorsa yaptı.
2017-18 sezonu başında TFF başkanı Yıldırım Demirören, 2018 FIFA Dünya Kupası elemelerinin son dört maçında millî takımı yönetmesi için Şenol Güneş ile görüştü. Ancak daha sonra Beşiktaş kulübü resmi sitesinden yaptığı açıklama ile Güneş'in takımın başında kalacağını açıkladı. Güneş, yeni sezona bir kez daha Türkiye Süper Kupa finali ile başladı. 13 Eylül 2017'de FC Porto ile oynanan maçta Beşiktaş ile ikinci Şampiyonlar Ligi macerasına başladı. Şenol Güneş Beşiktaş'ın başında 25 Avrupa maçına çıktı ve Güneş, daha önceden Mircea Lucescu'ya ait olan Beşiktaş'ı Avrupa kupalarında en fazla yöneten teknik direktör unvanına sahip oldu. Şenol Güneş Beşiktaşı bu sezonki Şampiyonlar Ligi performansı takım tarihinin en iyi performansı oldu. Şenol Güneş'li Beşiktaş, beşinci maçlar sonunda mağlubiyet yüzü görmeden grubunu birinci bitiren ilk Türk takımı oldu ve son 16'ya yükseldi. Şampiyonlar Ligi grup aşamasında 6 maç sonunda 11 gol atarak, 5 gol yiyerek, 4 galibiyetle ve 2 beraberlik aldı.
119
Gök ölçümü
Gök ölçümü (astrometri), yıldızların ve diğer gökyüzü cisimlerinin konumlarının ve hareketlerinin yüksek hassasiyetle hesaplanmasını içine alan bir gök bilimi dalıdır. Astrometrik ölçümlerden elde edilen bilgiler kinematik, Güneş Sistemi’nin fiziksel kökeni ve galaksimiz Samanyolu ile ilgili bilgiler sunar.
Astrometrinin tarihi yıldız kataloglarının tarihine dayanır. Yıldız katalogları, gökyüzündeki nesneler için referans noktaları verir, böylece astronomlar cisimlerin konumlarındaki değişimi takip edebilirler. Bu, M.Ö. 190 yıllarında yaşamış olan Hipparkos’un zamanına kadar geriye gider. Hipparkos, öncülerinden Timocharis ve Dünya’nın devinmesini keşfeden Aristillus’un yıldız kataloglarını kullandı. Aynı zamanda bugün kullandığımız kadir ölçeğini de geliştirmiş oldu. Hipparkos, konumlarıyla birlikte en az 850 yıldızı bir katalogda topladı. Hipparkos'un varisi Batlamyus, "Almagest" adlı eserinde 1.022 yıldızın yerini, koordinatını ve kadrini vererek kataloglamıştı.
10. yüzyılda Abdurrahman es-Sufî, yıldızlar üzerinde gözlemler yaparak konumlarını kadirlerini ve renklerini belirtti. Ayrıca "Sabit Yıldızlar Kitabı" adlı kitabında bütün takımyıldızlar için de çizimler yaptı. İbn-i Yunus, yaklaşık 1,4 metre çapında büyük bir usturlab kullanarak Güneş’in konumu için yıllar boyunca 10.000’den fazla kayıt yaptı. Onun tutulmalardaki gözlemleri, Simon Newcomb'un Ay’ın hareketleri hakkında araştırmalar yaptığı zamana kadar yüzyıllarca kullanıldı. Araştırmaları "Ekliptik Eğimi" ve "Jüpiter Satürn Eşitsizlikleri"’nde Pierre-Simon Laplace’a ilham kaynağı oldu. 15. yüzyılda Timur'un astronomu Uluğ Bey, "Zij-i Sultan-i" adlı eserini derleyip burada 1.019 yıldızı katalogladı. Hipparkos ve Batlamyus’un önceki katalogları gibi Uluğ Bey'in kataloğu da yaklaşık olarak 20 açısal dakika doğrulukla tahmin edilerek hazırlanmıştır.
16. yüzyılda Tycho Brahe mural aleti (İng.: ) gibi gelişmiş aletler kullanarak yıldızların konumlarını eskiye göre çok daha yüksek hassasiyetle, 15-35 açısal dakika doğrulukla tespit etti. Takiyüddin, İstanbul’daki Takiyüddin’in Rasathanesi’nde yıldızların sağ açıklığını kendi icadı olan “gözlem saati”ni kullanarak ölçtü. Teleskoplar yaygınlaştıkça gök cisimlerinin gökyüzündeki konumlarını bulmaya yarayan ayarlama daireleri kullanılarak ölçümler hızlandı.
James Bradley, 1729 yılında ilk defa yıldızlar arası ölçekteki ıraklık açısını hesaplamayı deneyen kişidir. Gökyüzündeki yıldız gibi cisimlerin hareketi teleskobu için çok belirsizdi. O da Dünya’nın ekseninin nutasyonunu ve sapmayı keşfetti (İng.: ). 3.222 yıldızın kataloglandığı çalışması, modern astronominin babası sayılan Friedrich Bessel tarafından 1807 yılında tekrar hassaslaştırıldı. Yıldızlar arası ölçekteki ıraklık açısını ilk defa, bir çift yıldız olan 61 Cygni için 0,3 açısal dakika doğrulukla ölçtü.
Ölçmesi çok zor olduğu için 19. yüzyılın sonuna kadar sadece 60 tane yıldızlar arası ölçekteki cismin ıraklık açısı ölçülebildi. Ölçümler genellikle teleskoplarda kullanılan ve gök ölçümü için özelleştirilmiş filar mikrometre ile yapılmıştır. 20. yüzylın başlarında, astronomik fotografik levhalarda astrograf kullanılması, süreci hızlandırdı. 1960’lı yıllardaki otomatik levha ve makine ölçümleri gibi üstün ve karmaşık teknoloji yıldız kataloglarının çok daha etkili ve hızlı bir şekilde tamamlanmasına izin vermiştir. 1980’lerde CCD kameraların fotografik levhaların yerine geçmesiyle optik belirsizlik açısal saniyenin milyarda birine kadar azaltılabildi. Bu teknoloji, gök ölçümünü pahalı olmaktan çıkardı ve böylece bu alan, amatör dünyaya da kapılarını açmış oldu.
1989 yılında Avrupa Uzay Ajansı’nın (ESA) Hipparkos uydusu sayesinde gök ölçümü Dünya yörüngesine taşındı. Böylece atmosferin optik saptırmalarından ve Dünya’nın mekanik kuvvetlerinden daha az etkilenen bir platform meydana geldi. 1989 ve 1993 yılları arasında çalışan Hipparkos, yeryüzündeki diğer optik teleskoplara göre çok daha yüksek hassasiyetle gökyüzünde büyük ve küçük açılarda ölçümler yaptı. Dört yıl boyunca 118.218 yıldızın konumlarını, ıraklık açılarını, konumlarındaki açısal değişimleri (İng.: ) eşi görülmemiş hassasiyetle belirledi. Yeni "Tycho kataloğu", 1.058.332 yıldızı 20-30 açısal dakika doğrulukla yenilenmiş oldu. Aynı zamanda 23.882 çift yıldız ve 11.597 değişen yıldız Hipparkos görevi boyunca analiz edilip kataloglandı.
Bugün en sık kullanılan katalog USNO-B1.0’dir. Bütün gökyüzünde 1.000.000.000'dan fazla gökyüzü cisminin konumu, konumlarındaki açısal değişimleri, kadirleri ve diğer karakteristik özelliklerini içerir. Geçtiğimiz 50 yıl boyunca 7.435 Schmidt kamera levhası, çeşitli gökyüzü incelemesini tamamlamak ve USNO-B1.0 için 0,2 açısal dakika doğrulukla veri oluşturmak için kullanıldı.
Astronomlara gözlemlerini kaydetmek iç |
in çalıştıkları gözlemci çerçevesinde temel bir işlevi olmasının dışında gök mekaniği, bir astrofizik dalı olan yıldız dinamiği (İng.: ) ve galaktik astronomi alanlarının da temelidir. Gözlemsel astronomide gök ölçümü teknikleri, kendilerine özgü hareketleriyle gök cisimlerini belirlemeye yarar. Aynı zamanda zaman belirleyici bir alettirler. UTC, temelde kesin gözlemlere dayanarak Dünya’nın dönüşüyle senkronize edilen bir atom saatidir. Gök ölçümü, kozmik merdiven mesafesinde önemli bir adımdır, çünkü Samanyolu içerisindeki yıldızların ıraklık açılarını saptamamızı sağlar.
Gök ölçümü, aynı zamanda ötegezegen algılama iddialarını desteklemek için kullanılır. Sistemin kütle merkezi etrafındaki etkileşimli yörüngeye bağlı olarak gezegenin sebep olduğu ve yıldızın gökyüzündeki görünen konum değişimini ölçer. 2009 yılına kadar yer tabanlı gök ölçümü ile ötegezegenlerden hiç biri tespit edilememişken daha sonraki çalışmalarla ötegezegenler doğrulanmıştır. Dünya’nın atmosferi gibi bozucu etkilerden etkilenmeyecek olması dolayısıyla gök ölçümü çalışmalarının uzaya taşınmasıyla daha kesin sonuçların elde edilmesi umuluyor. NASA'nın planlanmış, ancak sonradan iptal edilmiş olan Uzay İnterferometri Misyonu (İng.: ) gök ölçümü tekniklerini kullanarak 200 veya daha fazla yer benzeri gezegeni ortaya çıkarmayı amaçlıyordu. Avrupa Uzay Ajansı’nın 2013’te gönderdiği Gaia adlı uzay aracı, gök ölçümü tekniklerini yıldızlar arası ortamda uyguluyor.
Astrometrik ölçümler, astrofizikçiler tarafından gök mekaniğini belirli modellerde sınırlamak için kullanılıyor. Pulsarların hızlarını ölçerek süpernova patlamalarının asimetrisine bir limit koymak mümkündür. Aynı zamanda gök ölçümü sonuçları, galaksideki karanlık maddenin dağılımını belirlemede kullanılıyor.
Astronomlar, gök ölçümü tekniklerini Dünya’ya yakın cisimleri izlemek için kullanıyorlar. Gök ölçümü, birçok Güneş Sistemi cisminin tespitinde rekor kırılmasının nedenidir. Astronomlar, bu cisimleri astrometri kullanarak bulmak için bütün gökyüzünü tarayan teleskoplar ve çeşitli aralıklarda fotoğraf çekmesi için büyük alan kameraları kullanıyor. Astronomlar, bu fotoğrafları işleyerek arka plandaki sabit görünen yıldızlara göre Güneş Sistemi cisimlerinin hareketlerini belirleyebiliyorlar. İlk olarak seçilen birim zamana göre gözlem yapılıyor. Astronomlar, bu süre boyunca Dünya’nın hareketinden kaynaklanan ıraklık açısını ve cismin hesaplanan Güneş merkezine olan mesafesini karşılaştırıyor. Bu mesafe ve diğer fotoğraflar kullanılarak cismin yörünge ögeleri de dahil birçok bilgi elde edilebilir.
50000 Quaoar ve 90377 Sedna, Michael E. Brown tarafından bu yöntemlerle keşfedilen iki Güneş Sistemi cismidir. Diğerleri, Palomar Gözlemevi'nin Samuel Oschin teleskobu ve yine Palomar'ın büyük alan CCD kamerası kullanılarak Caltech’te keşfedilmiştir. Astronomların gökyüzündeki cisimlerin konumlarını ve hareketlerini takip etme yeteneği, kendi Güneş Sistemi’mizin Evren’imizdeki diğer bütün cisimlerle birlikte geçmişini, şimdiki hâlini ve geleceğini anlamak için çok önemlidir.
Gök ölçümünün temel taşı hata düzeltmedir. Atmosfer koşulları, kullanılan aletlerin kusursuz olmaması, gözlemciden kaynaklanan hatalar gibi birçok faktör, gök cisimlerinin konumlarını belirlerken çok sayıda hata üretir. Bu hatalar, gözlem aletlerinin geliştirilmesi ve alınan verilerin düzenlenmesi gibi çok sayıda teknikle azaltılabilir. Sonuçlar, daha sonra istatistiksel yöntemler kullanılarak analiz edilebilir.
Fıkıh
Fıkıh (Arapça: فقه), anlayış, anlayış tarzı veya derinliği anlamına gelen kelime, terim olarak İslami kanunların teorik ve pratik uygulama (fetva) çalışmalarına verilen ismi ifade etmektedir.
Müslümanlar Allah tarafından indirildiğine ve Kur'an ve sünnette ortaya konulduğuna inandıkları şeriatı ulema tarafından kendilerine iletilen sorunlara getirmeye çalıştıkları cevaplar (Fetva) ve yapılan yorum çabaları (İctihad) genişletmişler, bu amaçla kaynakları, kural ve prensipleri tespit etmeye çalışmışlardır.
Fıkıhla ilgilenen kişiye "fâkih" denir.
Fıkıh, Arapça kökenli bir sözcüktür. "Bir şeyin özünü ve inceliklerini kavramak" anlamındadır. Kur'an'da da bir bilimden çok "ince anlayış, keskin idrak ve konuşanın amacını anlamak" anlamlarında kullanılmıştır. "Fakih" ise "bir şeyi iyi bilen, iyi anlayan kimse" demektir. Çoğulu "fukaha"dır. Fakih kelimesinin İslam ilimlerindeki terim anlamı ise tarih içerisinde fıkıh kelimesinin değişen manası ile paralel olarak değişikliğe uğramıştır.
Fıkıhcılar insan davranışlarını kategorize ederek onlara Farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, mekruh, haram gibi etiketler vermişlerdir. Fıkıhta fetva dilinde sık kullanılan diğer terimler ise Zeyd (x kişisi), yecüzü (caizdir, uygundur, la yecüzü (caiz değildir, uygun değildir) gibi deyimlerdir.
İslamda Muhammed sonrasında dini kuralların belirlenmesi ve şekillendirilmesi amacıyla yola çıkan ulemanın, günün şartları ve getirdiği yeni problemler karşısında Şeriat hükümlerinin ortaya çıkartılması veya bu konularda hüküm konulmamış ise yeni hükümlerin, konulmuş olan eski hükümlere kıyasla konulabilmesi gibi, ictihad (hüküm tesis etme) ve kurallar koyma çalışmaları yapılmıştır.
Tesis edilen hükümlerin delilleri ile birlikte bilinebilmesi ve aynı delillere dönük eleştiri ve yeni yorumlar yapılabilmesi, farklı anlayışların ve fıkıh mezheplerinin oluşumuna yol açmıştır. Müslümanlar arasında Şeriat'ın aksine fıkıh kutsallık içermez ve farklı ve birbirini kıyasıya eleştiren mezhepler (İslam dini fıkıh mezhepleri) değişik coğrafya ve topluluklar arasında yaygınlaşır.
Fıkhın çalışma alanı ibadet, muamelat ve cezaları hukuku gibi şeriatın tekabül ettiği alanları kapsamakla birlikte günümüzde laik eğilimlerin artması ile özellikle ibadetlerle ilgili bir alan görünümü oluşturulmuştur.
Fıkıh usulü İslami kural ve kanunların teorik çalışmalar kısmını oluşturur. Bu kapsamda bir konu ile ilgili kaynakların neler olduğu veya olabileceği ile ilgili görüşlerin ortaya konması, değerlendirilmesi, ayet ve hadislerin konu ile ilgili açık bir hüküm ifade edip etmediğinin tartışılması, ayet ve hadislerin bağlam, kapsam, istisna, mutlakiyet vb. açılarından değerlendirilmesi, birbiri ile çelişen kaynakların uyumlulaştırılması veya hangisinin tercih edileceği gibi konularla ilgilenir.
Fıkhın 4 asli kaynağı vardır: Kur'an, Hadis, İcma, Kıyas. Bunların dışında fer'i denilen kaynakları vardır ki onlardan bazıları şunlardır: istihsân, istislah, İstishâb, örf, Şeriatü men kablena, Mesalih-i mürsele Seddi zerai. Osmanlı imparatorluğu'nda uygulandıktan ve bu imparatorluk dağıldıktan sonra oluşan İslam dinine mensup ülkelerde uygulanmaktadır.
Ancak uygulamada İslam dünyasında özellikle ibadetler konusunda duruma özel birçok ifade genelleştirilerek yaygınlık ve devamlılık kazanmıştır. Bu durumun Kurban ibadeti ve hicap uygulaması gibi örnekleri bulunmaktadır. Bir başka örnek ise fıkıh tanımlarına göre açık ve tartışmasız olması gereken farz ve haram gibi kavramların içeriğinin mezheplere göre farklılıklar göstermesidir.
İslamiyetin ilk devirlerinde islam dini ile ilgili bütün çalışma ve tartışmalar fıkıh disiplini altında yapılmaktaydı. Daha sonra fıkıh, Hicri 1. asırda (Miladi 7.- 8. yüzyıllar) sadece ameli yani eylemsel konulara has kılınan, "İslam hukuku" olarak ayrı bir ilim haline geldi. Fıkhın metodolojisi anlamına gelen "Fıkıh Usûlü" müctehidin (yani dinde hüküm verebilecek şahsın) şer'î hükümleri tafsili (açıklayıcı) delillerinden çıkarmasına yarayan kurallar bütünüdür. Fıkıh usûlü açısından elimize ulaşan ilk eser hicri 2. yüzyılda İmam Şafii'nin "Er-Risale fil-Usul" adlı eseridir.
Osman Zeki Üngör
Osman Zeki Üngör (d. 1880, İstanbul - ö. 28 Şubat 1958, İstanbul), besteci, orkestra şefi, keman virtüözu.
Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal marşının bestecisi olarak tanınmış bir sanatçıdır. Osmanlı sarayında ilk Türk kemancısı olarak yetiştirilmiş olan müzisyen; birçok klasik batı müziği bestecisinin keman konçertolarını Türkiye'de çalan ilk Türk kemancıdır.
Bugünkü Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın temelini oluşturan Osmanlı saray orkestrasını yönetmiş; orkestranın ilk defa İstanbul’da halka açık konserler vermesini ve cumhuriyetin ilanından sonra yeni başkent Ankara'daki ilk senfonik konserlerin gerçekleşmesini sağlamıştır.
Cumhuriyetin ilk önemli öğrenim kurumlarından Musiki Muallim Mektebi’nin kuruluşunda büyük emeği geçmiş bir eğitimcidir.
Besteci Ekrem Zeki Ün'ün babasıdır.
1880 yılında Üsküdar'da dünyaya geldi . Dedesi, Osmanlı Devleti'nin saray orkestrası olan Mızıka-yı Hümayun bünyesinde ""Fasl'ı Cedid""'i (batı enstrümanlarını da içeren fasıl topluluğu) tertip eden Santuri Hilmi Bey; babası Şekerci Hacı Bekir ailesinden Hüseyin Bey'dir.
Beşiktaş Askeri Rüştiyesi'ndeki askeri eğitimin ardından 1891'de Osmanlı saray bandosu olan Mızıka-yı Hümayun'a girerek müzik öğrenimi gördü. Yeteneğiyle II. Abdülhamid'in dikkatini çekince konser kemancısı olarak yetiştirildi. Kemancı Vondra Bey'den keman, Aranda Paşa'dan da müzik nazariyatı dersleri aldı.
Mızıka-yı Hümayun bünyesinde Saffet Bey tarafından kurulmuş olan "Makam-ı Hilâfet Filarmoni Muzikası"'nda başkemancı olarak atandı. Yalnızca askeri marşlar çalan mızıkanın, bir senfoni orkestrasına dönüşmesi için emek verdi. Birçok ünlü bestecilerin keman konçertolarını Türkiye'de çalan ilk Türk kemancı oldu. Sultan Abdülhamit’e sık sık konserler verdi. Konserlerinin çok beğenilmesi nedeniyle ödüllendirilip rütbesi genç yaşta binbaşılığa kadar yükseltildi.
1908'de, Meşturiyetin ilanı’ndan sonra rütbesi mülazimliğe (teğmenlik) indirildi; Saffet Bey’in yönetimindeki orkestrada başkemancılığa devam etti. Bir süre Mızıka-yı Hümayun'da yaylı sazlar bölümünde öğretmenlik de yaptı. Ek olarak Darülmuallimin'nde (İstanbul Erkek Muallim Mektebi) dersler verdi.
I. Dünya Savaşı sırasında Mızıka-ı Hümayun ile Avrupa şehirlerinde konserler verdi. 17 Aralık 1917- 31 Ocak 1918 tarihleri arasında gerçekleşen ve Viyana, Berlin, Dresden, Münih, Peşte, Sofya’yı kapsayan bu turne, bir Türk orkestrasını |
n çıktığı ilk Avrupa turnesi idi.
Saffet Bey’in istifası üzerine 1917’de saray orkestrasının şefliğine atanan Osman Zeki Bey, Avrupa turnesi dönüşünde orkestrayı bağımsız bir kadroya kavuşturdu ve ilk defa saray dışında halka yönelik konserler verdi. Orkestra, haftalık halk konserlerini Tepebaşı'ndaki "Union Française Salonu"'nda vermekteydi.
Besteci asıl ününü Mehmet Âkif Ersoy'un İstiklâl Marşını besteleyerek elde etti. Osman Zeki Bey, 1921 yılında Mehmet Akif’in şiirinin ulusal marş güftesi olarak seçilmesinden sonra 1922’de Maarif Bakanlığı tarafından düzenlenen beste yarışmasına davet edilen 24 besteciden birisiydi. Kimi anekdotlara göre İstiklâl Marşı’nı, İzmir’in Yunan işgalinden kurtuluşundan sonra bestelemişti . Yarışma seçici kurulu tarafından Osman Zeki Bey'in eseri beşinci seçilirken ; Ali Rıfat Bey’in alaturka usuldeki bestesi birinci seçildi. Ancak 1930 yılında Maarif Bakanlığı'nın resmi kurumlara gönderdiği bir genelge ile uygulamada değişiklik yapıldı ve o güne kadar Ali Rıfat Bey'in bestesi ile seslendirilen güfte; Osman Zeki Bey’in batı tarzı bestesi ile seslendirilmeye başladı; devletin resmi marşı haline geldi.
Osman Zeki Bey, Cumhuriyet'in ilanı'ndan sonra orkestrası ile Ankara’ya gidip 11 Mart 1924 günü şehrin tarihindeki ilk senfonik konseri verdi. Orkestra, Ankara’daki ikinci konserinden sonra “"Riyaseticumhur Musiki Heyeti"” adı altında cumhurbaşkanlığına bağlandı. Osman Zeki Bey, sonradan Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’na dönüşen topluluğun orkestra şefliğini yaptı.
Osman Zeki Bey, ülkenin müzik öğretmeni ihtiyacını karşılamak için Musiki Muallim Mektebi'nin kurulmasında önemli rol oynadı. Bu kurum, Ankara Konservatuarı’nın temelini oluşturmuştur. Kendisi, okulun ilk öğretim üyesi ve ilk müdürü idi. Okul müdürlüğünü 1924-1934 seneleri arasında 10 yıl boyunca sürdürdü.
7 Haziran-5 Eylül 1926'da "Karadeniz" adlı gemide düzenlenen Yerli Malı Sergisi nedeniyle dört ay boyunca Güney ve Kuzey Avrupa limanlarını dolaştı ve Cumhurbaşkanlğı Senfoni Orkestrası ile konserler verdi. Bu, Cumhuriyet döneminde bir Türk orkestranın çıktığı ilk yurtdışı turne idi.
1934 senesinde sağlık nedeniyle emekliliğe ayrılan Üngör; emeklilik günlerinde İstanbul’da yaşadı Soyadı Kanunu çıktığında “"Üngör"” soyadını aldı (oğlu Ekrem Zeki Bey, “"Ün"” soyadını almıştır)
1958'de İstanbul'da Moda'daki evinde hayatını kaybetti. Cenaze töreninde askeri bir bando tarafından İstiklâl Marşı çalındı. Mehmet Akif Ersoy’dan sonra cenazesinde İstiklal Marşı çalınan ikinci kişidir. Cenazesi, Karacaahmet mezarlığı’na defnedilmiştir.
Hüseyin Peyda
Hüseyin Peyda, (27 Ocak 1919, Şanlıurfa - 30 Temmuz 1990, İstanbul) Türk oyuncu.
Yeşilçam'ın en önemli oyuncularından biridir. En önemli özelliği olarak görülen oldukça açık renkli gözleri ile tanınan Peyda, filmlerinin çoğunda kötü adam karakterlerini canlandırdı. Birçok filmde Cüneyt Arkın ile beraber oynadı. Film çevrelerinde, oynadığı filmlerden elde ettiği kazancını kendi yönettiği filmlere yatıran gerçek bir sinema sevdalısı olarak tanındı. Zamanında ticaret ile uğraşmış, bir ara Türkyolu isimli bir dergi çıkartmış daha sonra da bir film şirketi kurmuştur. Hüseyin Kazasfil adı ile senaryolar yazıp Hüseyin Örmen adı ile filmler çekmiştir.
30 Temmuz 1990'da 70 yaşındayken Akciğer Kanseri tedavisi gördüğü Haydarpaşa Numune Hastanesi'nde hayatını kaybetti. Zincirlikuyu Mezarlığı'nda yatmaktadır.
Alp Arslan
Alp Arslan veya unvanlarıyla Adudüddevle Ebu Şüca Muhammed Alp Arslan bin Davud, (Farsça: آدودوددوله ابو شوجا موهاممد آلپ آرسلان بين داود چاغر), (d. 20 Ocak 1029 - ö. 24 Kasım 1072), Büyük Selçuklu Devleti'nin ikinci sultanı olan Türk hükümdar. Alp Arslan, Türklerin Orta Asya'dan Anadolu'ya gelişlerini ve mücadelesini yöneten askeri komutan ve hükümdardır. Gerçek adı "Muhammed" olup, daha çok unvanı olan "Alp Arslan" adıyla tanınmaktadır.
Büyük Selçuklu Devleti'nin kurucularından Horasan Valisi Çağrı Beyin oğlu ve Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey´in yeğeni olan Alp Arslan, bu devletin kuruluş dönemindeki güç koşullarda yetişti. Doğum tarihini çeşitli kaynaklar 1029 ve 1032 yılları arasında gösterir. Tarih yazarlarının çok yiğit bir savaşçı olarak tanımladıkları hükümdar çok küçük yaşta ata binip ok atmayı öğrendi. İlk gençlik yıllarında arkadaşlarından oluşan kendi birliğiyle katıldığı Dandanakan vb. savaşlardaki başarısıyla dikkati çekti ve babasının ölümünden sonra Horasan valiliğini üstlendi.
Tuğrul Bey 1063'de ölünce Selçuklu ülkesinde taht kavgaları başladı. Oğlu olmayan Tuğrul Bey, vasiyetinde Çağrı Bey'in oğullarından Süleyman'ın tahta geçmesini vasiyet etmişti. Selçuklu veziri Amid ül-Mülk bu vasiyeti yerine getirdi ve Rey kentinde Süleyman'ı sultan olarak tahta çıkardı. Ancak Çağrı Bey'in öteki oğlu Alp Arslan ve Arslan Yabgunun oğlu Kutalmış ile bazı emir ve şehzadeler Süleyman'ın sultanlığını tanımadılar. Kazvin şehrinde Alp Arslan adına hutbe okundu. Kutalmış'ın Rey önüne gelerek şehri kuşatması üzerine, vezir Amid-ül Mülk, Alp Arslan'dan yardım istediği gibi, hutbeyi de onun adına okuttu. Kutalmış ise, Alp Arslan ile yaptığı Dameğan yakınlarındaki savaşta hayatını kaybetti. Alp Arslan Rey şehrinde Selçuklu Devleti tahtına çıktı. Daha sonra Amid ül-Mülk'ü azlederek, yerine Nizamülmülk'ü tayin etti.
İlk seferini Gürcistan ve Doğu Anadolu'ya yaptı. Bu seferde oğlu Melikşah ve veziri Nizamülmülk de bulunuyordu. Bizans'ın elinde bulunan Kars ve Ani bölgesine kadar ilerleyerek buraları ele geçirdi. Bu fethi neticesinde Abbasi Halifesi Kaim bi-Emrillah, Sultan'a "Ebu'-Feth" (Fetihlerin babası) lakabını vermiştir (1064).
1065 yılı sonlarında Üst-yurd ve Mangışlak taraflarına bir sefer düzenledi. Bölgedeki Kıpçaklarla Türkmenleri idaresi altına aldı. Dedesi Selçuk Bey'in Cend kentindeki mezarını ziyaret edip, Merv kentine döndü Mayıs 1066. 1067 yılında Kirman meliki olan kardeşi Kavurd'un isyanı sebebiyle Kirman üzerine yürüdü. Melik Kavurd öncü kuvvetleri mağlup olduğu zaman,kalesine çekildi ve bir elçi göndererek affedilmesini istedi. Sultan bu isteği kabul ederek. Hatasına rağmen Kavurd'u affetmiştir ve Kirman Meliki olarak kalmasına izin vermiştir. 1068 yılında tekrar isyan eden Kavurd'un üzerine sefer düzenlese de ordudaki askerler arasında Kavurd yandaşlarının olabileceği sezgisiyle geri çekilmiştir.
Anadolu'da ise Tuğrul Bey tarafından yöneltilen Türkmen akınları devam etmekteydi.
Emir Afşin 1067 yılında Kayseri'yi ele geçirdi ve yağmaladı. Bunun üzerine Bizans İmparatoru IV. Romanos Diogenes Türkleri Anadolu'dan çıkartmak için 1068 yılında sefer çıktı ve Halep'e kadar ilerledi. Ancak bu hareket Türklerin akınlarının ilerlemesinde engel olmadı, hatta Amorium kenti ele geçirildi. İmparator Romanos ikinci bir sefere çıktı ve bu sefer Fırat nehri kenarına kadar ilerledi. Selçuklu akıncıları başka kollardan akınlara devam ederek Malatya'ya hücum ettiler ve Konya'yı tahrip ettiler.
Sultan Alp Arslan 1067 yılında ikinci defa Gürcistan seferine çıkmak zorunda kaldı. Gürcü kralı IV. Bagrat; Alanlar ile birleşerek müslüman devleti olan Şeddadiler arazisine girmiş Erran'ı istila ve yağma edip,Gence'ye kadar ilerlemişlerdi. Sultan Alp Arslan 1067 yılında Erran'a geldi Şeddâdî emiri Fazl ile Şîrvân emiri Ebu'l-Esvâr itaatlerini bildirdikten sonra Gürcistan'a girdi, Şekki bölgesini aldı. IV. Bagrat ise,Selçuklular ile savaşa cesaret edemeyerek kaçtı. Sultan, Gürcistan'ın her tarafına akıncılar gönderip Tiflis'i ele geçirdi. Sonuç olarak Bagrat aman dileyerek Alp Arslan'a tâbi oldu.
Mekke Şerifi Muhammed b. Ebî Hâşim 1070 yılında Alp Arslan'ın huzuruna gelerek, Mekke'de hutbenin Abbasi Halifesi ve Selçuklu Sultanı adına okunduğunu bildirdi.
Sultan Alp Arslan, Fatımi devleti veziri Nâsır ed-Devle b. Hamdân'dan aldığı bir davet üzerine adı geçen devleti ortadan kaldırmak ve Mısır'ı ele geçirmek maksadıyla bir sefer düzenledi ve önce Bizans topraklarına girdi. Sultan ilk olarak Malazgirt ve Erciş'i ele geçirdi, Diyarbakır bölgesinde Süveyda (Siverek) ve Tulhum başta olmak üzere birçok kaleleri ele geçirdi. Daha sonra 1071 yılında Bizans hakimiyetindeki Urfa'yı kuşattıysa da başarılı olamadı. Urfa'dan Haleb'e hareket eden Sultan burayı kuşatarak Mirdasoğullarından Mahmûd tarafından şehrin anahtarlarını teslim aldı ve onu affederek makamını bağışladı. Şam'a yönelen Sultan; Bizans imparatoru IV. Romanos Diogenes'un büyük bir ordu toplayarak Müslüman topraklarına sefere çıktığını haber aldı ve süratle geri döndü. İki ordu Malazgirt ovasında karşılaştı. Sultan Alp Arslan komutasındaki Selçuklu ordusu kendinden sayıca üstün olan Bizans ordusunu Hilal taktiğiyle mağlup etti ve Bizans imparatoru IV. Romanos Diogenes'i esir aldı.
Sultan Alp Arslan batıda olduğu kadar doğuda da topraklarını genişletmeye çalışmıştı. Nitekim o zaman anlaşmazlığa düştüğü Karahanlılar üzerine bir sefer düzenledi ve Ceyhun nehri'ni geçti. Ancak onun ölümü ile bu sefer yarıda kaldı. Yusuf El Harezmi adlı bir kale kumandanı Sultan'ı hançerleyerek ölümüne sebep oldu.
1068'te Bizans İmparatorluğu'na karşı savaş ilan ettikten sonra kazandıkları savaşlar Türkler'i Orta Doğu'ya doğru geri çevirmiş; bu başarılar Bizanslılar'ı, Türkler'i çıkarmak için Malazgirt'e kadar getirmiştir. Alp Arslan 1071 yılında, Türk tarihinin en önemli zaferlerinden biri olan Malazgirt Meydan Muharebesi'ni kazanmıştır.
Bu dönemde Bizans bir nevi fetret devri yaşamıştır. Alp Arslan, Bizans İmparatoru Romen Diyojen'in canını bağışlamış, onu sadece yıllık vergiye bağlayıp bir süre esir tutmuştur. Fidyesi ödenen Romen Diyojen ülkesine döndüğünde, tahtından indirilmiş ve VII. Mikhail'in yeni bir Bizans imparatoru olarak tahta çıkmış olduğunu görmüştür. Tahtını geri almak için yaptığı savaşlarda mağlup düşmüş; kaçtığı Kilikya'da bir küçük kalede yakalanarak gözlerine mil çekilmiş; İstanbul'a getirilmiş ve Proti adasında (Kınalıada'da) sürgün edilmiştir. Gözlerinin kör edilmesinden dolayı oluşan yaranın enfeksiyonu sonucu ölmüştür. Bu nedenle Malazgirt Savaşı sonunda esir düşen Romen Diyojen'in imzaladığı vergi ödeme va |
adi geçersiz kalmıştır.
Sultan Alp Arslan, Karahanlılar arasındaki iç mücadele ve Selçuklu topraklarına yaptıkları tecavüzleri önlemek üzere 1072 yılının Eylül ayı sonlarında 200.000 kişilik büyük bir orduyla Türkistan bölgesine sefere çıktı. Seferde bir süre kuşatma altında tuttuğu Barzam kalesini teslim aldı. Huzuruna çıkan kale kumandanı Yusuf Hârizmi tarafından, çizmesine sakladığı küçük bir hançerle ağır şekilde yaralanan Alp Arslan dört gün sonra da hayatını kaybetti .
Türkmen takviminde 2002 yılından Temmuz 2008'e kadar Ağustos ayı "Alp Arslan" olarak adlandırılmıştır.
2005 yılından bu yana Yusuf Halaçoğlu başkanlığında yapılan kazı ve çalışmalarda mezarının Merv şehrinde olduğu tespit edilmiştir
Mide
Mide; kaslardan oluşan, genişleyebilen bir sindirim sistemi organıdır. Yemek borusu ile ince bağırsak arasında bulunur. Omurgalılar, derisidikenliler, haşaratlar ve yumuşakçalarda bulunur. Sindirimin ikinci fazında (çiğnemeyi takiben) görev yapar. Yiyeceklerin geçici olarak büyük miktarda depolandığı organdır. Rahatlıkla 1.5 litre sıvıyı içinde tutabildiği gibi, maksimum 4 litre sıvı tutma kapasitesi vardır.
Midenin kardia, fundus, korpus (gövde) ve pilor olmak üzere dört bölümü vardır. Kardia yemek borusunun mideye açıldığı bölgenin ismidir; başlangıcını epitel tabakanın çok katlı yassıdan prizmatiğe döndüğü nokta oluşturur. Midenin çok küçük bir kısmı olup altıncı kostal kıkırdak seviyesinde yer alır. Fundus kardianın üstündeki kısımıdır, diyaframın sol kubbesine komşuluk eder. Genişlemeye müsaittir ve gaz, sıvı veya yemek tarafından genişletilebilir. His açısı (incisura cardialis) fundusla yemek borusu arasında bulunur. Korpus fundusla pilor arasında yer alan, organın en büyük bölümüdür. Sağ sınırına küçük kürvatür, sol sınırına büyük kürvatür adı verilir. Pilor ise antrum ve pilor kanalı olmak üzere iki kısma ayrılır. Antrumu korpustan ayıran, küçük kürvatürde incisura angularis adı verilen nokta, büyük kürvatürdeyse pilorla yemek borusu arasındaki mesafenin dörtte birine tekabül eden noktadır. Antrum pilorun daha geniş bölümü olup, antrumdan geçen sıvı pilor kanalına aktarılmaktadır. Bunun sonundaki pilorda, kalın bir sirküler kas tabakası oniki parmak bağırsağına geçişi kontrol eder. Bu kas normalde tonik olarak kasılır. Midedeki basınç pilorun direncini aşınca mideden boşalma meydana gelir; bu durum peristalsis tarafından gerçekleştirilebilir.
Midenin kas tabakası 3 kısımdan oluşmaktadır; bunun yanı sıra kas lifleri uzunlamasına, sirküler, ve oblik seyirli olarak yerleşmiştir, bu diziliş midede peristaltik hareketlerin oluşmasında rol alır.
Mide, içine giren yiyeceklerin kimyasal ve fiziksel olarak parçalandığı bir yerdir. Mide içini örten ve mukoza denilen örtü dokudan sindirim sıvıları salgılanır. Midenin iç yüzeyinde yer alan epitel hücrelerin salgıladığı mukus, bikarbonat bakımından zengindir. Bu özelliğiyle midenin iç yüzeyinin aşınmasını ve mide özsuyundaki asidin bu dokulara zarar vermesini engeller. Mide içinde yiyecek varsa, her 20 saniyede bir dalgalar meydana getirerek sıvı ile katıyı birbirine karıştırır (kimus). Sonuçta krem kıvamında yarı sıvı bir materyel meydana gelir. Meydana gelen karışım ince bağırsaklar tarafından emilecek seviyeye geldiyse, azar azar miktarlarda, pilor kanalını geçerek 12 parmak bağırsağına ("Duodenum") geçer. Sıvıların mideyi terk etmesi katılardan daha hızlıdır ve mideyi boşaltması yaklaşık 20 dakikayı alır. Katı-sıvı karışımı materyelin mideyi terk etmesi ise yaklaşık 1.5 saati bulmaktadır.
Mide salgı yapan bir organdır. İç duvarlarında bulunan hücre ve bezler mukusun yanında birçok önemli salgılar üretir: sindirim enzimleri, hormonlar, hidroklorik asit, intrinsik faktör (B12 vitamininin ince bağırsak son kısmından emilmesi için bu faktörün varlığı şarttır).
Cuma
Cuma, Perşembe (Pençşenbe) ile Cumartesi (Cumaertesi) arasında kalan, haftanın beşinci günüdür. Kelime, Kur'an yoluyla Arapçaya, oradan da Türkçeye gelmiştir. Bu günün Türkçe adı, Altıncı Gün, Eski Türkçe Altınç tır.
"Cuma" sözcüğünün kökünün Arapça olduğu varsayımına göre Kur'an bu günü haftalık toplantı günü sayması ile de uyuşarak "جمع CM'A" "toplanmak" kökünden gelir. Kur'an'dan önce bu gün için Araplar "arûbe, yevmü'l-arûbe يوم ال عروبة " ya da altıncı gün anlamında "yevmü's-sâdis يوم ال سادس" derlerdi.
Anesteziyoloji
Anestezi bilimi ya da Anesteziyoloji (Fransızca: "anesthésiologie"), herhangi bir cerrahi girişim öncesinde, esnasında ve sonrasında, hastanın güvenliğini gözeten; ağrı duyusunun giderilmesi dahil olmak üzere tüm bakımına yoğunlaşan tıp ile alakalı bir bilim dalıdır.
Türk halk edebiyatı
Türklerin Anadolu'ya geldikten sonra edebiyatları beş gruba ayrılmıştır. Arapça ve Farsça'yı çok iyi bilen aydınların oluşturduğu ""Yüksek Zümre Edebiyatı"" ve İslam öncesinden gelen sözlü bir" "Halk Edebiyatı"". Anadolu'ya göç eden Türkler arasında aynı ayrım devam etti. Medrese eğitimi gören aydın kesim Arap ve Fars edebiyatlarının tesirini devam ettirirken, halk yine saz şairleri aracılığıyla halk edebiyatını devam ettirdi. Dolayısı ile Anadolu Türk Edebiyatı iki grupta incelenmektedir. Bu gruplardan biri Halk Edebiyatı'dır.
Oğuz Türkleri Anadolu'ya dilleriyle, gelenekleriyle, geleneksel halk edebiyatlarıyla gelmişlerdir. " Ozan" dedikleri saz şairleri, Anadolu'nun gittikçe Türkleşen bölgelerinde, gezici şair olarak sazlarıyla şiirler söylüyorlardı.
Söyleyeni belli olmayan veya zamanla topluma mal olan, halkın ortak malı sayılan ürünlerden oluşur. Sözlü edebiyat geleneğinin devamıdır. Bu dönemdeki şiirler halkın konuştuğu dil ve dörtlükler halinde yazılmıştır. Şiirlerde tıpkı İslamiyet öncesi Türk edebiyatında olduğu gibi hece ölçüsü kullanılmıştır. Verilen eserlerde yabancı dil ve sözcük sayısı azdır. Bu dönem ürünlerinde genellikle aşk, doğa, sevgi, hasret, yiğitlik ve kahramanlık gibi konular işlenmiştir.
Anonim halk edebiyatı düzyazı türleri: Atasözü, Deyim, Tekerleme, Bilmece, Fıkra, Halk hikâyesi (Ayrıca: Meddah, Orta oyunu ve Karagöz ve Hacivat da bu ayrıma girmektedir.)
Anonim halk edebiyatı şiir biçimleri: Mâni, Ninni, Türkü, Ağıt
15. yüzyıldan sonra gelişen ve günümüze kadar gelen halk edebiyatı ayrımıdır. Aşık adı verilen halk şairleri tarafından ortaya konan şiirlerden oluşmaktadır. Bu sözlü ürünler cönk adı verilen el yazması kitaplarda toplanmıştır. Halk şairleri genellikle okur yazar değillerdir ve şiirlerini saz eşliğinde çalıp söylemektedirler. Şiirlerini kâğıt kalem kullanarak yazan aşıklara ise kalem şairi denmiştir. Kalem şairleri ise okuma yazma bilen, eğitim almış kişilerdir ve bazıları Divan şiirinden etkilenmiştir. Bu dönemin aşıkları köylerde, kasabalarda veya şehirlerde yetişmiştir. Aşıklar saz şairliği yapmayı başka bir aşığın (daha tecrübeli aşıkların) yanında öğrenirler ve ustalarından birer mahlas alarak çeşitli yerlerde şiirlerini saz eşliğinde söylerler. Aşık halk edebiyatı doğrultusunda eser veren şairler şiirlerin son dörtlüğünde mahlaslarını kullanmayı tercih etmişlerdir. Aşık edebiyatı şairlerinin bazıları Divan şiirinden etkilenirken bazıları ise hiç etkilenmeyerek klasik halk edebiyatını bağlı kalmıştır. Bu dönemde hece ile aruzu beraber kullanan şairler de olmuştur. Şiir birimi olarak ise anonim halk edebiyatından farklı olarak dörtlüğün yanı sıra beyit de kullanılmıştır. Şiirlerde kullanılan sade dil 18 ve 19. yüzyıllardan sonra zayıflamıştır. Bu dönem ürünlerinde genellikle aşk, doğa, sevgi, hasret, ayrılık, gurbet, kıskançlık gibi konular işlenmiştir.
Aşık edebiyatı şiir biçimleri: Koşma (Koşma türleri: Güzelleme, Taşlaşma, Koçaklama ve Ağıt), Semai, Varsağı, Destan
Aşık edebiyatı başlıca temsilcileri: Karacaoğlan, Köroğlu, Kayıkçı Kul Mustafa, Âşık Ömer, Gevheri, Dadaloğlu, Dertli, Bayburtlu Zihni, Âşık Seyrani, Erzurumlu Emrah
Dini ve tasavvufi düşünce yapısı ile bu düşünce yapısının gerektirdiği yaşantıyı yaymak için ortaya çıkmış edebiyattır. Bu edebiyatın temeli Allah sevgisi ve Vahdetivücut düşüncesidir. Bu dönemdeki tekke şairlerinin çoğu tarikatlara bağlı olan dergahlarda ve diğer medreselerde yetişmiş kişilerdir. Bu kişiler höşgörüyü, ilahi aşkı ve sevgiyi benimsemiş kişilerdir. Şairler bağlı bulundukları tarikatın inançlarını ve yaşayış biçimlerini yayma gayesi gütmüş ve onun için edebiyatı bir araç olarak görmüşlerdi. Şairler hem divan hem de halk şiirine ait biçimleri kullanmışlardır ve genellikle halkın anlayabileceği yalın bir dili kullanmışlardır.
Tekke ve tasavvuf edebiyatı nazım birimleri: İlahi, Nefes, Nutuk, Devriye, Şathiye
Tekke ve tasavvuf edebiyatı başlıca temsilcileri: Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Veli,Eşrefoğlu Abdullah Rûmî, Kaygusuz Abdal, Pir Sultan Abdal, Niyâzî-i Mısrî, Erzurumlu İbrahim Hakkı
Türk halk edebiyatı'nın düzyazı alanındaki öyküleri, Türk, Arap ve İran-Hint kaynaklı olmak üzere 3 grupta toplanır. Türk kaynaklı öyküler arasında Dede Korkut, Köroğlu, Danişmendname gibi serüven-kahramanlık öyküleri, Kerem ile Aslı, Âşık Garip, Karacaoğlan ile İsmigan Sultan, Emrah ile Selvihan Furkan ile Gülçin gibi âşıkların yaşam öyküleri çevresinde gelişen öyküler yer alır. Doğu Anadolu’da kaside adı verilen küçük öyküler, Güney Anadolu’da bozlaklar, meddah öyküleri v.b.
Bu yüzyılda ele geçen eserler daha çok fetih ve savaşlara aittir. Bunların en önemlileri İslami Türk destanlarıdır. " Battal Gazi Destanı, Danişmentname" bunlardan en ünlüleridir. Dönemin en ünlü kişisi Nasreddin Hoca'dır. O, zekasıyla, keskin görüşleri ve zeki söyleyişleriyle, nükteleriyle dünyaca tanınmış biridir. 13. yüzyılda yaşadığı halde halka mal olarak kendinden sonra gelen Timurlenk ile karşılaştırılmıştır. Bu asrın en önemli şairi Yunus Emre'dir.
Bu yüzyılın en önemli eseri "Kitab-ı Dede Korkut" 'tur.Bu kitapta hikâyeler Oğuz Türkleri arasında yaşanmış ve yayılmıştır. Kitapta Oğuz Türkleri'nin Gürcüleri, Rumlar, Ermeniler ve diğer Türk boylarıyla yaptıkları barışlar anlatılır. Hikâyelerde nazım, nesir iç içedir. Dili destansı bir dildir. Bazı yönleriyle destana benzer. Bu yüzden destandan h |
alk hikâyeciliğine geçiş ürünü olarak görülür.
Bu asırdaki en ünlü şair, Yunus tarzı söyleyişleriyle ün kazanan tekke şairi Kaygusuz Abdal'dır.
Bu yüzyılın tanınmış ismi Hacı Bayram Veli'dir. Ankara'da doğan Hacı Bayram Veli, çok güçlü bir medrese tahsili yapmıştır ve Bayramilik tarikatının kurucusudur. Aruzla da yazmakla birlikte daha çok hece ölçüsünü kullanmış ve dini şiirler yazmıştır. İlahileri tekkelerde, zaviyelerde dillerden dillere dolaşmıştır.
Bu yüzyılda sadece Tekke edebiyatının değil, din dışı konularda söylenen şiirlerin de metinleri ele geçmiştir. Ellerinde sazlarla diyar diyar dolaşan, nerede bir güzel görülürse ona aşık olan ve şiirler söyleyen şairler, ordularda, kışlalarda, hudut boylarında boy gösteren aşıklar eski halk geleneğini sürdürmüşler ve" "Aşık Edebiyatı" "denen edebiyatı yaşatmışlardır. Bunların en tanınmışı, yüzyılın sonlarında şöhret kazanan Köroğlu'dur. Ayrıca Kul Mehmet, Hayali, Bahşi adlı aşıklar da dönemin önemli şairleridir. Tekke Edebiyatının bu dönemdeki temsilcisi Pir Sultan Abdal'dır. Pir Sultan Abdal tekke şairleri arasında şiirlerini sazla söyleyen ender kişilerdendir. Daha çok nefesleriyle tanınır.
Bu dönem Türk edebiyatının altın çağıdır. Hem Aşık edebiyatı hem Tekke edebiyatı hem de Anonim Halk edebiyatı ürünlerden birçoğu ele geçmiştir. Tekke edebiyatının önde gelen şairleri Aziz Mahmut Hüdai ve Niyazi Mısri 'dir. Her iki şair de derin ilim sahibidirler.
Bu asırda Aşık edebiyatında büyük gelişmeler olmuş, Divan şairlerine bile ilham verecek lirik şiirler söylenmiştir. Ayrıca aruzla şiir söyleyen saz şairleri, kendilerini Divan şairleri kadar başarılı saymışlardır. Bunların arasında Yeniçeri ordusunda bulunan ve Evliya Çelebi'nin de dikkatini çeken Kâtibi, denizci olan Kayıkçı Kul Mustafa ünlüdür.
Ancak günümüzde bile çok sevilen, şiirlerin çoğu halk türküsü haline gelen aşık Karacaoğlan'dır. Şiirlerinin tümünü hece ölçüsüyle söyleyen, halk anlayışını, yaşayışını şiirlerine en iyi şekilde yansıtan Karacaoğlan tabiat ve sevgili teması ile yazdığı koşmalarıyla tanınır.
Dönemin diğer büyük saz şairi Aşık Ömer'dir. Halk şairleri arasında en kültürlü, en yaratıcı olarak tanınır.
Bu yüzyılda halk edebiyatı şairleri, divan şairleriyle boy ölçüşme, aruzla şiir söyleme bu devirde biraz daha yaygınlaşmıştır. Tekke edebiyatı bu dönemde bir duraklama içindedir. Dönemin en büyük tekke şairi, aynı zamanda büyük bir alim olan Erzurumlu İbrahim Hakkı'dır. "İlahiname" adlı divanında genellikle tasavvufi kasideler, gazeller, ilahiler bulunur. Ayrıca şairin "Marifetname" adında nesir eseri de vardır.
Halk şiir geleneği bu asırda klasik söyleyişini sürdürmüştür. Özellikle Âşık edebiyatının çok yetenekli saz şairleri görülür. Bunlardan biri de Bayburtlu Zihni'dir. Hem Divan hem de âşık tarzı şiirleriyle tanınmıştır. Çok iyi medrese eğitimi görmüştür. Bu nedenle divan tarzında yazdığı şiirler, Divan şairlerini aratmaz. Ayrıca halk tarzında söylediği şiirlerde tam bir âşık söyleyişi vardır.
Dönemin diğer tanınmış şahsiyeti Erzurumlu Emrah'tır. Divan tarzı şiirleri pek başarılı değildir. Asıl lirik şiirleri, koşma tarzında söyledikleridir.
Pine
Pine, UNIX sistemler için geliştirilmiş olan bir elektronik posta programıdır.
Duygu
Duygu, bireyin ruh halinde biyokimyasal (içsel) ve çevresel tesirlerle etkileşiminden doğan kompleks psikofizyolojik bir değişimdir. Kişiye özgü sağlık duyusunu belirleyen temel faktör olup, insanın günlük yaşamında merkezi bir rol oynar. Bu yüzden pek çok bilim dalı ve sanat biçimi tarafından araştırılmıştır. Duyguların sayısı ve sınıflandırılması konusu tartışmalıdır.
Etnograflar, her dilde aynı olmayan kültürlere özgü duyguları tanımlamışlar ve bunlar kültüre özgü duygu kavramları olarak adlandırılmıştır. Duygular her dilde ve kültürde farklı ifade edilmektedir. Taşıdığı değer farklılaşmakta, ifade sayısı azalmakta ya da artmaktadır. Bazı dillerde sadece basit ayrımlar varken bazı dillerde duygu ifade ayrımları binlerle ifade edilmektedir. Duygusal ifade ayrımlarına hakim olan kişilerin topluluk psikolojisinde etkinlikleri artmakta, anlaşılabilme yetilerindeki gelişimlerle daha hızlı ilerleme kaydedebilmekte ve buna bağlı olarak duygusal ayrımların eğitsel entegrasyonu yoğun olan ülkelerde ilerleme daha hızlı olmakta. Duygu ayrımında rekor kırabilecek diller Farsça, Arapça, Çince gibi diller olmasına karşın bu dillerin konuşulduğu ülkelerin eğitsel yoğunlukları az olduğu için başarılı olma oranları çok düşük olan ülkelerdir.
Kişisel gelişimde önemli rol oynayan duygu dağarcığını geliştirmek için her dilde kullanılan farklı hislerin ifadesi, derecelendirmeler arasındaki doyum farklarının ve hatta karışımlarının bilinmesi için bu ifadeler ayrımlarıyla incelenmelidir. Duygu ve doyum hallerinde bulunan kişilere takılan sıfatlar konusu da incelenerek duygu konusu kişilikte gelişir.
Hormon
Hormon, Yunanca kökenden gelmektedir; ὁρμῶν yani uyarmak, canlandırmak anlamındadır. İç salgı bezlerinden kana geçen ve organların işlemesini düzenleyen adrenalin, insülin, tiroksin vb. fizyolojik etkisi olan maddelerin genel adı olarak tanımlanmaktadır. Hormonlar; klasik anlamda endokrin organlar diye bilinen hipofiz, böbrek üstü bezleri, tiroit, paratiroit, gonatlar gibi kanalsız iç salgı bezlerinde sentez edilen ve kanla taşınarak gittikleri belli hedef doku hücrelerinde etki gösteren organik bileşiklerdir. Fakat klasik hormon tanımına uymayan, ama hormon etkisi gösteren bileşikler de vardır. Hipotalamik düzenleyici hormonlar, antidiüretik hormon, oksitosin, prostaglandinler, gastrin, sekretin, somatostatin, anjiotensin örnek verilebilir.
Hormonların kimyasal yapıları heterojendir. Kimyasal yapılarına göre dörde ayrılırlar; peptid veya protein yapısındaki hormonlar, amino asit türevi hormonlar, steroid hormonlar, eikozanoidler.
Hormonların, biyolojik etkinlikleri için düşük konsantrasyonları yeterlidir; serumda nmol, pmol düzeylerinde bulunurlar; serum düzeyleri ancak çok hassas metotlarla ölçülebilir. Serum hormon düzeyini ölçmek için sık kullanılan bir metod RIA’dir. Hormonların hepsi uyarıcı değildir; bazıları inhibitör etkilidir. Örneğin somatostatin, diğer bazı hormonların sekresyonunu azaltır; adrenalin, bazen stimulatör bazen inhibitör etkilidir. Hormonların sekresyon hızı sabit değildir; hormona duyulan gereksinim ve hormonun inaktivasyon hızı ile düzenlenir.
Hormonların bazıları depolanma özelliği gösterir. Katekolaminler (adrenalin ve noradrenalin), adrenal medülla ve sinir uçlarında hormon-kromogranin a-ATP kompleksi şeklinde depolanırlar; tiroit hormonları, tiroit bezinde depolanırlar. Steroid hormonlar depolanma özelliği göstermezler. Hormonlar, dolaşımda serbest veya transport proteinlere bağlı olarak bulunurlar; peptit yapıda hormonlar ve katekolaminler serbest formdadırlar, steroidler ve tiroit hormonları transport proteinlere bağlı olarak taşınırlar. Hormonun sadece serbest formu biyolojik olayları regüle edebilir. Hormonların bazı etkileri, büyüme faktörleri, histamin, serotonin gibi bazı biyolojik aktif maddeler tarafından gösterilebilir ki endokrin organlardan salgılanmayan fakat hormon etkisi gösteren böyle maddeler doku hormonları olarak adlandırılırlar.
Hormonların başlattıkları yanıt uzun sürelidir; hormon ortadan kaybolduktan sonra da devam eder.
Hedef dokuların hormona fizyolojik yanıtı, yaş ve genetik yapıya bağlıdır.
Hipotalamik düzenleyici hormonlar, hipotalamusta sentez edilirler, hipofizer portal sistem vasıtasıyla taşınırlar ve kısa mesafedeki hipofizin sekretuvar hücrelerini etkilerler. Antidiüretik hormon (ADH) ve oksitosin; hipotalamusta sentez edilirler, nöronlarla hipofize taşınırlar ve gerektiğinde salgılanmak üzere burada depolanırlar. Prostaglandinler; hemen hemen tüm dokularda sentezlenirler, yakında ve uzakta etkili olurlar. Gastrin, sekretin, somatostatin gibi bazı hormonlar gastrointestinal sistemin spesial hücrelerinde sentezlenirler, lokal diffüzyonla parakrin etki gösterirler. Anjiotensin, karaciğer kökenli prekürsörden spesifik enzimatik etki ile oluşur.
Hormonlar; metabolizmanın, su ve elektrolit alışverişinin, büyümenin, seksüel gelişimin ve seksüel fonksiyonların regülatörleri olarak hayati öneme sahiptirler. Hormonların yokluk, azlık ve fazlalıkları çeşitli hastalık belirtilerine yol açar; bazılarının yokluğu ölüme neden olur. Bu nedenle hekimlikte bir endokrin organın hipofonksiyonunu veya bir hormonun eksikliğini zamanında saptayarak eksik hormonu yerine koymak önemlidir.
Bir endokrin organın hiperfonksiyonu da hastalık belirtilerine neden olabilir. Hormon üretiminde patoloji, kandaki hormon miktarının veya karakteristik hormon yıkılım ürünlerinin kantitatif tayini ile saptanabilir. Ayrıca kan plazmasındaki inorganik veya organik maddelerin normal konsantrasyonlarında değişiklik de ilgili maddenin metabolizması üzerine etkili hormonun etkisindeki patolojileri tanımaya yardımcı olur.
Bir hormonun azlığında veya yokluğunda, buna karşı gelen hayvansal organdan saf halde hazırlanan hormonun verilmesi suretiyle tedavi mümkündür. Bu durumda genellikle hayat boyunca süren devamlı tedavi yapılması gerekir. Hormon tedavisinde, protein yapısındaki hormonların parenteral yani enjeksiyon gibi sindirim yolu dışı bir yoldan verilmesi zorunluluğu vardır; çünkü, protein yapısındaki hormonların ağız yoluyla alınması halinde, sindirim kanalında parçalanmaları ve emilmemeleri söz konusudur.
Evcil hayvanlarda verim kabiliyetinin ve büyüme hızının önemli ölçüde artması, endokrin sistem aktivitesinin yüksekliği ile paralel seyreder.
Hormonların salgılandıkları yerler aynı olabilir.
Hormonların kimyasal yapıları heterojendir. Dörde ayrılırlar.
Hormon salgılanmasının düzenlenmesi, feedback düzenlenme ve sinir sistemi ile olur. Hormon salgılanmasının sinir sistemi ile düzenlenmesi pek çok hormon için geçerlidir.
Hormon salgılanmasının feedback düzenlenmesi, kandaki kimyasal maddelerle ve tropik hormonlar ile olabilir. Hormon salgılanmasının kandaki kimyasal maddelerle feedback düzenlenmesinin iki güzel örneği, |
parathormon salgılanmasının plazma Ca düzeyi ile düzenlenmesi ve insülin salgılanmasının plazma glukoz düzeyi ile düzenlenmesidir.
Plazma Ca düzeyinin düşmesi durumunda paratiroit bezleri bunu algılar ve uyarılarak parathormon salgılamayı artırırlar; sonuçta plazma Ca düzeyi normal değere yükseltilmeye çalışılır. Plazma Ca düzeyinin düşmesi paratiroit bezlerinin uyarılmasına ve parathormon salgılanmasının artışına neden olur. Plazma Ca düzeyinin yükselmesi de parathormon salgılanışını baskılar.
Plazma glukoz düzeyinin yükselmesi durumunda pankreasın Langerhans adacıklarının β hücreleri bunu algılar ve uyarılarak insülin salgılamayı artırırlar; sonuçta plazma glukoz düzeyi normal değere düşürülmeye çalışılır. Plazma glukoz düzeyinin düşmesiyle insülin salgılanması azalır ve bu defa pankreasın α-hücreleri uyarılarak glukagon salgılanışı artar.
Hormon salgılanmasının tropik hormonlar ile feedback düzenlenmesinin örnekleri, tiroit, sürrenal korteks ve gonat hormonlarının sentez ve salgılanışıdır. Bu hormonların plazmada azalışı, ilgili tropik hormonun salgılanmasını uyarır ve sonuçta hormonun kendisinin düzeyi de plazmada artar. Bu hormonların plazmada artışları ilgili tropik hormonun salgılanmasını baskılar ve sonuçta hormonun kendisinin düzeyi de plazmada azalır.
Sinyal molekülleri (hormonlar) endokrin organ hücrelerince sentezlenirler. Sentezlendikleri yerin uzağında başka bir mikroçevredeki hedef hücrelere etki ederler.
Hayvanlardaki hormonal düzenleme gelişmiş bir endokrin sistem tarafından yapılır. Endokrin sistemin temel yapıları iç salgı bezleridir. İç salgı bezleri (Endokrin bezleri) salgıladıkları hormonları doğrudan kana veren kanalsız bezlerdir. Birbirinden ayrı ve özelleşmiş endokrin bezler sadece kan dolaşım sistemine sahip hayvanlarda bulunur.
Sölenterlerde ve halkalı solucanlarda hormon, yalnızca salgı yapan sinir hücreleri tarafından üretilir. Eklembacaklılar ve yumuşakçalar gibi omurgasızlarda özel endokrin organlar bulunur. Vücudumuzun düzenleyicileri: oksijen, vitamin, mineral, tuzlar, enzim ve hormonlardır. Bunlardan son ikisi vücutça sentezlenir. Hormonlar, organik yapılı olmakla beraber protein ve yağlar gibi belli bir gruba girmezler. Hormonlar kanda çok az miktarda bulunur ve vücudun herhangi bir bölümüne taşındığında hormon mesajlarını alabilen reseptörleri taşıyan belli hücre ve dokuları faaliyete geçirir. Yani her hormonun etkilediği hücre, doku ve organ farklıdır. Örneğin: FUH (folikul uyarıcı hormon) yumurtalıktaki folikülü etkilerken (TUH) tiroid uyarıcı hormon tiroid bezini uyarır. Bunun yanı sıra bazı hormonlarda birden fazla dokular üzerinde etkilidir. Östrojen hormonu hem uterusu hem de meme bezlerini uyarır. Hormonların çoğu iç salgı bezleri ya da bazı sinir hücreleri tarafından salgılanmakla beraber, bazı bez olmayan dokulardan salgılanan hormonlar vardır. Mideden salgılanan gastrin, 12 parmak bağırsağından salgılanan sekretin gibi. Bir iç salgı bezinin çıkarılması o bezin hormon salgısının azalması ya da hormon salgısının aşırı derecede artması organizmanın işleyişinde büyük aksaklıklar meydana getirebilir.
Hormonların sentezlenmesi ve parçalanması enzimlerin yardımıyla olur. Hormonlar kana geçtikten ve belli konsantrasyona ulaştıktan sonra ilgili hücre, doku ve organ işleyişinde düzenleyici görevini yapar. Hormonların salgılanması sinir sistemi tarafından kontrol edilebileceği gibi, çoğunlukla hormonlarda sinir sistemini etkiler. Böylece sinir sistemi ve endokrin sistem birbirine bağımlı ve etkileyerek çalışır. Ancak, sinir sistemi bir organda kısa zamanda düzenleyici etkisini gösterebildiği halde, hormonların düzenleyici etkisi çok daha yavaştır. Hormonların etkileri dört grupta incelenebilir: Vücudun büyümesini düzenlerler. Üremeyi düzenlerler. İkincil eş eysel karakterlerin gelişmesine yardımcı olurlar. Vücudun iç dengesinin düzenlenmesinde görev yaparlar. Sinir sistemiyle beraber organ ve sistemlerin koordinasyonunu ve organizmanın bütünlüğünü sağlar.
Organizmanın herhangi özel bir faaliyeti bir hormonla düzenlenebildiği gibi birden fazla hormonla da düzenlenebilir. Kan şekerinin düzenlenmesi gibi. Örneğin, kandaki şeker miktarının düzenlenmesinde pankreastan salgılanan insülin ve glukagon hormonlarıyla, böbrek üstü bezi tarafından salgılanan adrenalin hormonu etkilidirler. Kanda glikoz yükselince pankreastan insülin salgılanır. İnsülinin etkisi ile glikozun karaciğer ve diğer vücut hücreleri tarafından alınışı hızlanır, kandaki glikoz normal seviyeye düşer. Emilen glikoz karaciğer ve vücut hücrelerinde glikojen halinde depolanır. Kandaki glikoz miktarı normalin altına düşerse adrenalin hormonu hücrelerde depo edilmiş glikojenin glikoza dönüşmesini sağlar. Pankreastan salgılanan glukagon hormonu glikozun kana geçişini artırır. Böylece kandaki şeker miktarı normal seviyeye ulaşır.
Oksitosin, primer olarak beyinde nöromodülatör görevi olan bir memeli hormonudur. Beyinde hipotalamusta sentez edilir ve arka hipofizden salınır. Oksitosin en fazla üremedeki rolü ile bilinir. Özellikle doğum esnasındaki ve doğum sonrasındaki rolü önemlidir. Doğum esnasında serviks ve uterusun gerilmesi ile çok miktarlarda salınır, rahim kaslarının kasılmasını uyarır ve doğumu kolaylaştırır. Doğumdan sonra ise meme başı uyarısı ile sütün salınımını sağlayarak emzirmeye yardımcı olur.
Son zamanlardaki çalışmalar oksitosin hormonunun davranışlar üzerine etkisini de ortaya koymaktadır. Örneğin; orgazm, sosyal tanıma, eşler arasındaki bağ, anksiyete ve anne davranışları bu davranışlar arasında sayılabilir. Bu nedenle bu hormona bazen "aşk hormonu" da denmektedir. Oksitosin salgılanmasındaki yetersizlik sosyopati, psikopati, narsisizm ve genel manipülasyon eğilimi ile ilişkili bulunmuştur.
Oksitosin Yunanca ὼκυτοκίνη, "ōkytokínē", “hızlı doğum” kelimesinden gelmektedir. Britanyalı farmakolog Sir Henry Hallett Dale 1906 yılında bu hormonun uterus kasılmalarındaki etkilerini keşfinden sonra bu ismi kullanmıştır. Süt atılımındaki etkileri Ott ve Scott tarafından 1910 yılında, ve Schafer ve Mackenzie tarafından 1911 yılında tanımlanmıştır. Hormonun 9 aminoasitlik dizilimi Vincent du Vigneaud ve ark. ve Tuppy tarafından 1953'de tanımlanmıştır. Kimyasal sentezi Vigneaud ve arkadaşları tarafından 1953'de yapılmıştır.
Tiroksin veya T ; tiroid bezi tarafından salgılanan, tirozin aminoasitlerinden üretilen, iyot atomları içeren bir hormondur.
T, iki adet tirozin aminoasitine toplam 4 tane iyot atomunun bağlanmasıyla oluşur. Bazal metabolizma hızını arttırır, protein sentezine etki eder ve vücudun katekolaminlere (adrenalin vs.) olan duyarlılığını arttırır. Bazal metabolizma hızının artması, hücre reaksiyonlarının hızlanması, böylece daha hızlı ve yüksek oranda enerji açığa çıkması nedeniyle vücut ısısı yükselir. Soğuk iklimli bölgelerde yaşayan insan topluluklarının daha sıcak iklimde yaşayanlara oranla daha fazla T salgıladığı bilinmektedir.
Büyüme hormonu, Growth hormon (GH) veya Somatotropin; ön hipofizden salgılanan, peptit yapılı, insanlarda ve hayvanlarda büyüme, hücre üretimi ve yenilenmesini uyaran hormondur. Ön hipofizin somatotropik (asidofilik) hücrelerinde 191 aminoasitlik tek bir polipeptit zincir şeklinde üretilmektedir. GH sentez ve salınımı, hipotalamustan salgılanan büyüme hormonu salgılatıcı hormon (GHRH) tarafından kontrol altında tutulmaktadır.
Somatostatin, GH salınımını azaltır. Bunun yanında insülin, glukagon, TSH, FSH, ACTH gibi hormonlar da salınımını baskılamaktadır. GH, glikoz ve serbest yağ asitlerinin konsantrasyonunu artıran bir stres hormonudur. Egzersiz, stres ve uykunun derin döneminde artış gösterir. GH dokuları doğrudan etkilemez. Etkilerini somatomedin denilen peptitler aracılığı ile gösterir. GH kıkırdak yapımını arttırmakta ve uzun kemiklerde büyümeyi sağlamaktadır. Bu yüzden çocukluk döneminde büyük önem arz etmektedir. Eksikliği büyümede yetersizliğe yol açar ve değişik tipte cücelikler görülür. Büyüme hormonu aşırı salınımı (genellikle hipofiz tümörüne bağlı) uzun kemik uçlarındaki epifiz plaklarının kapanmasından önce orantılı olarak aşırı büyümeye (gigantizm), epifiz plaklarının kapanmasından sonra ise akromegali hastalığına neden olur. Günümüzde GH, rekombinant DNA teknolojisi ile üretilebilmekte ve tedavide kullanılabilmektedir.
İnsülin, moleküler ağırlığı 5,8 kilodalton (kDa) olan, polipeptit yapılı ve vücuttaki karbonhidrat özüştürmesinin düzenlenmesinde glukagon ile birlikte rol alan bir hormondur. Kan şekerini düşürücü etki yapar. Pankreasin hormonal salgı birimleri olan Langerhans adacıklarından salgılanan insülinin adı da Latince'de "ada" anlamına gelen ""insula"" sözcüğünden türetilmiştir.
İnsülinin, karbonhidrat özüştürmesinin birincil dengeleyicisi olmanın yanında, karbonhidrat metabolizması ile ilişki içinde bulunan yağ ve protein metabolizmaları üzerinde de önemi vardır ve kandaki insülin derişimi değişikliklerinin tüm bedende yaygın etkileri bulunur. Bu hormonun tam yokluğu, şeker hastalığının yüksek şekerine; görece azlığı ya da insüline karşı direnç ya da her ikisinin birlikte olması ise düşük şekere yol açar. Bu doğrultuda, endüstriyel olarak üretilmiş olan insülin, tip-1 şeker hastalığında ve başka ilaçların yetersiz kaldığı tip-2 şeker hastalığı vakalarında ilaç olarak kullanılır.
İnsülinin yapısı hayvanlar arasında görece küçük farklara bağlı bir çeşitlilik gösterir ve insan insülinine en benzer yapıdaki insülin, arada tek bir aminoasit biriminin farklı oluşuyla, domuz insülinidir. İnsülinin karbonhidrat metabolizması üzerindeki düzenleyici işlevinin etkinliği de insandan insana değişkenlik gösterebilmektedir.
Glukagon, pankreasın α-hücreleri tarafından sentez edilen bir polipeptit hormondur. Glukagon molekülü, 29 amino asitten kurulmuştur. Glukagon, bağırsak hormonları olan sekretin, vazoaktif intestinal polipeptit ve gastrik inhibitör polipeptit ile yapısal benzerlik gösterir. Glukogonun son zamanlarda memeli beyninde de bulunması, bir nörotransmitter olarak işlev görüyor olabileceğini düşündürmektedir.
Pankreastan glukagonun |
salıverilişi, açlık, insülin veya sülfanilüreler tarafından oluşturulan düşük kan glukoz düzeyi durumunda artar. Özellikle arjinin olmak üzere amino asitlerin büyük kısmı da pankreastan hızlı bir glukagon salıverilişine neden olurlar. Yüksek karbonhidratlı karışık beslenme sırasında insülin daha fazla olmak üzere hem insülin hem glukagon salıverilir; yüksek proteinli bir beslenme sırasında glukagon salıverilişi daha fazladır. Karbonhidrat metabolizmasının düzenlenmesinde glukagon ile insülinin salıverilişleri arasındaki denge önemlidir. Akut streste epinefrin, β-stimülasyonla glukagon salıverilişine neden olur ve α-stimülasyonla insülin salıverilişini inhibe eder.
Adrenalin (Epinefrin), böbreküstü bezlerinin iç kısımları tarafından öz bölgede salgılanan bir hormondur.
Doğada bu hormonun görevi, organizmayı acil harekete hazırlamaktır. Etkisini, nabzın atışı, kanın iç organlar ve deriden kaslara sevk edilmesi, karaciğerdeki glikojenin glikoza değişmesi ve böylelikle, acil bir enerji kaynağı sağlanması şeklinde gösterir. Heyecan ve korku durumunda adrenalin salgılanması artar. Kan damarlarını genişletir. Acı hissini azaltır. Göz bebeklerinin büyümesiyle göze alınan ışık artar, daha net ve hızlı görüş sağlanır.
Adrenalinin salgılanması sırasında iskelet kaslarına ait atardamarlarda genişleme, düz kas ve sindirim sistemine ait atardamarlarda daralma meydana getirir. Koroner arterler genişler, kan basıncı yükselir, kalp atış hızı artar, göz bebekleri (pupilla) büyür, kan şekeri (glisemi) yükselir.
Testosteron androjen grubundan bir steroid hormondur. Memelilerde testosteron birincil olarak, erkeklerde testisler, dişilerde yumurtalıklarda üretilir. Çok az bir oranda da böbreküstü bezlerinden salgılanır. Erkek cinsiyet hormonudur.
Sağlık, enerji, libido, bağışıklık sistemi ile ve kemik erimesi ile yakından ilgilidir. İnsanlarda yetişkin bir erkeğin kanındaki derişimi yetişkin bir kadındakinin 40-60 katı kadar olabilir. Ancak kadınlar davranışsal açıdan (anatomik ya da biyolojik açı yerine) bu hormona karşı çok daha fazla hassasiyet gösterir.
Erkeklerde saçların dökülmesine neden olabildiği gibi saç dökülmesi, sadece testosterona bağlı bir olgu değildir.
Kadınlarda eritrosit sayısının erkeklere göre daha düşük olmasının nedenlerinden biri de kadınlardaki testosteron seviyesinin erkeklere göre daha düşük seviyede olmasıdır.
Östrojen, kadınların adet döngüsünde ve diğer memeli hayvanların dişilerinde estrus döngüsünde önemli rol oynayan bir grup steroid hormondur.
Östrojenler hem erkek hem kadınlarda bulunmakla beraber, üreme yaşında kadınlarda seviyeleri çok daha yüksektir. Bu hormonlar kadınlarda göğüs gibi ikincil cinsiyet özelliklerinin gelişimini sağlarlar ve adet döngüsüyle ilişkili olan endometrium kalınlaşması ve diğer süreçleri düzenlerler. Folikül uyarıcı hormon ("follicle stimulating hormone", FSH) ve lüteinizan hormon (LH), yumurtalayan kadınlarda östrojen üretimini düzenlerler. Kan dolaşımında bulunan östrojen, FSH ve LH'nin seviyelerinin azalmasına neden olduğu için bazı oral kontraseptiflerde östrojenler bulunur.
Kadınlarda bulunan üç ana östrojen, östradiol, östriol ve östron'dur. Menarş ile menopoz arasında başlıca östrojen östradioldür. Vücutta bunlar enzim reaksiyonları sonucu androjenlerden sentezlenir. Östradiol testosterondan, östron da androstenediondan sentezlenir. Östron östradioldan daha zayıf etkilidir ve menopoz sonrası kadınlarda östradioldan çok östron bulunur.
Östrojen hormonu kadınların yüksek acıya dayanmasını sağlar. Östrojen hormonu saldırganlaştırır, saçların çıkmasını sağlar.
Bitkilerde hormon denilen düzenleyiciler üretilmektedir.
Tevhit (edebiyat)
İslâmiyet'in kabulüyle birlikte önce Arap ve Fars edebiyatında daha sonra da Türk edebiyatında sıklıkla işlenen bir nazım türdür. Tevhid'de Allah'ın büyüklüğü, isimleri, sıfatları, kuvvet ve kudretinin sonsuzluğu, zatının tasvir ve hayal edilebilen şeylerden soyutlanması, hiçbir şeyin O'na eş ve benzer olmayışı, kâinatta O'ndan başka müessir bulunmaması, bütün kudret ve ilimlerin O'na ait oluşu sanatlı bir üslupla anlatılır.
Manzum tevhidler çoğunlukla divan edebiyatı nazım biçimleri olan gazel, kaside ve mesnevi biçimlerinde ve aruz ölçüsü ile kaleme alınır. Ancak halk edebiyatında hece ölçüsüyle de tevhid yazılmıştır. Şairler, manzum tevhidlerde insanı hayretlere düşüren tabiat olayları başta olmak üzere çok çeşitli ve zengin bir malzemeden faydalanarak tevhid inancını şairane hayaller, ârifane duygu ve düşüncelerle anlatmışlardır. Bu tür manzumelerde bütün peygamberlerin tevhid mücadelelerine yer verilir. Hızır, tevhid sırlarının kavranmasında önemli bir isim olarak ayrıca öne çıkar. Türk edebiyatında manzum tevhidler on birinci yüzyılda Karahanlı edebiyatından yirminci yüzyılda Necip Fazıl'a kadar gelişip çeşitlenerek gelmiştir.
Mensur tevhidler genellikle ağır ve tumturaklı bir dille yazılmıştır. Mensur tevhid yazarları düşüncelerini Arapça sözler yanında Farsça zincirleme tamlamalarla uzun cümleler halinde anlatmıştır.
Tevhidlerin divanların başında yer alması bir gelenektir; bu durum, Klasik Türk Edebiyatının ilk mesnevisi sayılan Kutadgu Bilig'den beri vardır. Türk divan şairi Fuzûlî'nin Türkçe Dîvânı'nın başında
yazdığı tevhid, bu türün en güzel örneklerinden kabul edilir.
Klasik edebiyatta Sinan Paşa, Fuzulî, Şeyhi, Nâbi ve Niyâzî-i Mısrî bu türün en güzel örneklerini vermiş, Tevhid geleneği 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam etmiştir. Tanzimat'tan sonra Avrupa bilhassa Fransız şiirinin tesirinde kalan yeni edebiyatçılar da bu tarz şiirlere ilgi göstermişlerdir. 19. yüzyılda Divan şiiri geleneğini devam ettiren Yenişehirli Avni ve Hersekli Arif Hikmet'in yanı sıra Ziya Paşa, Abdulhalim Memduh, Muallim Naci, Recaizade Mahmut Ekrem, Menemenlizâde Mehmet Tahir, Tevfik Fikret, Cenab Şahabeddin, Abdullah Cevdet, Tokadîzâde Şekip ve Adanalı Hakkı tevhid kaleme almıştır. Milli Edebiyat ve Cumhuriyet
dönemlerinde Mehmet Akif Ersoy, Ali Ekrem Bolayır, Halil Nihat Boztepe, Enis Behiç Koryürek ve Orhan Seyfi Orhon
tevhid tarzında şiirler yazmışlardır. Tevhidlerin ortak özellikleri belirgin olmasına rağmen şairlerin birikim ve meşreplerine göre bu şiirlerin renklilik ve çeşitlilik göstermiştir.
Türkü
Türkü, Türkiye'nin sözlü geleneğinde, bir ezgi ile söylenen halk şiirlerinin her çeşidine verilen ad. Türkü sözcüğü, Türk adının sonuna, ilgi eki olan "î" ekinin getirilmesiyle ortaya çıkmıştır. "Türkî", Türk'le ilgili, Türk'e özgü anlamında kullanılır.
Türkü, kendine özgü ve belirli bir ezgi ile söylenen, hece ölçüsüyle yazılan ve zamanla anonimleşen bir nazım biçimidir. Türküler ana dörtlüklerle, onu izleyen nakaratlardan oluşur. Türkülerdeki dörtlüklere (üçlük veya ikilik de olabilir) "bent" adı verilir. Nakaratlar ise halk dilinde "bağlama" ve "kavuştak" olarak adlandırılır. Kavuştaklar her ezgiden sonra tekrar edilen ikilik (ya da daha çok) dizelerdir.
Türkünün belirli bir şekli yoktur. Bir koşma, bir semai, bir destan ya da herhangi bir halk şiiri türkü ezgisiyle söylendiğinde türkü olur. Bu yüzden türkü tipinin en belirgin özelliği melodisidir. Türküler hece ölçüsünün her kalıbıyla söylenir. Yani hece sayısı itibarıyla bir sınırlama olmaz.
Türkülerin büyük çoğunluğu anonimdir ya da ağızdan ağza söylenirken söyleyeni kaybolmuştur. Türküler bu şekilde halkın malı olurlar ve halkın her kesimine hitap eden sanatçılar tarafından albümlerde, konserlerde ve canlı performanslarda kullanılan yaygın bir müzik türüdür. Türküler çoğu kez, bir doğa olayı ya da bir kahramanlık karşısında doğar ve yayılırlar. Türküler, doğdukları bölgenin özelliklerini koruyamazlar. Taşındıkları bölgelerde kişilerin, yer adlarının, hatta konuların bile değiştiği görüldüğü için, nerede doğduklarını saptamak güçleşir.
Mahmut Ragıp Gazimihal, ezgilere göre usulsüz ve usullü türküler olarak iki ayrım yapar. Usulsüz olanlar; divan, bozlak, koşma, hoyrat ve Çukurova'yı içine alan uzun havalardır. Usullü olan türküler grubunda ise genellikle oyun havaları yer alır ki bunlara Konya'da oturak havası, Şanlıurfa'da kırık hava adı verilmektedir.
Türklerde işlenen konulara göre de sınıflama yapan yazarlar vardır. Konularına göre türküler:
Dosya aktarım iletişim kuralı
Dosya aktarım iletişim kuralı, (İngilizce: File Transfer Protocol; FTP), bir veri yığınının - ASCII, EBCDIC, ve binary- bir uç aygıttan diğerine iletimi için kullanılmaktadır.
Bir dosyayı FTP kullanarak başka bir TCP/IP ağı üzerindeki kullanıcıya yollamak için o ağdaki bilgisayarda geçerli bir kullanıcı ismi ve şifresi gerekmektedir. Birçok FTP sunucusu, kullanıcı ismi ve parola olmadan erişim için "anonim FTP" (anonymous FTP) desteği verir, bu kullanım için kullanıcı adı olarak "anonymous" parola olarak ise bir e-mail adresi girilmesi gerekmektedir (Internet Explorer, e-mail olarak "IEuser@" girer).
FTP, dosya transferi ve komut transferi için değişik portlar kullanır. Varsayılan konfigürasyonda, komut transferi (yani sisteme giriş, klasör değiştirme, dosya adı değiştirme veya "dosya yolluyorum" komutları) için kullanılan port numarası 21'dir. Dosyalar indirilir veya gönderilirken ise o an boş olan bir port numarası kullanılır.
Dosya aktarım iletişim kuralı için orijinal tanımlama Abhay Bushan tarafından yazılmış ve 16 Nisan 1971'de RFC 114 olarak yayınlanmıştır. Daha sonra Haziran 1980'de RFC 765'e ve Ekim 1985'te RFC 959 olan bugünkü haline getirilmiştir. Teklif edilen son standartlar RFC 959'u geliştirmiştir, örneğin RFC 2228 (Haziran 1997) güvenlik geliştirmelerini önerir ve RFC 2428 (Eylül 1998) IPv6 için destek sağlar, yeni bir çeşit pasif mod tanımlar.
Ağ açısından bakıldığı zaman FTP' ni iki türü vardır. Bu FTP çeşitlerinden hangisinin kullanılacağını istemci tarafı belirler.
İstemci, sunucunun 21 numaralı portundan kontrol bağlantısı kurarak FTP sunucusuna bağlanır. Bu durumda istemci komut satırına düşer ve ls ve get komutlarını buradan gönderir. Tüm veri aktarım bağlantısı sunucu üzerinden 20 numaralı porttan gerçekleştirilir.
İstemci ls komutunu çalıştırdığın |
da geri dönen cevap sunucunun 20 numaralı portundan değil, 21 numaralı portundan gerçekleşir. Daha sonra sunucu kaynak portunu 20 yapacak şekilde değiştirir ve dosya aktarımına devam eder.
Pasif FTP, değişik sebeplerden dolayı sistemde meydana gelen ftp problemlerine sunucu tarafında çözüm bulmak amacıyla çıkarılmış ftp çeşitidir.
İstemci, 21 numaralı porttan önce kontrol bağlantısı kurarak FTP sunucusuna bağlanır. Aktif bağlantıdaki gibi istemci ne zaman veri aktarımı gerçekleştirmeye başlarsa istemciden yeni bir port açılır. İstemci, sunucuya PASV komutu gönderir. Bu komut sonucunda sunucuda da yeni bir port açılır.
Böylece veri aktarımı istemcinin en son açtığı port ile sunucunun en son açtığı port arasında gerçekleşir.
Bu yöntem genelde bağlantı filtreleme ve güvenlik duvarı gibi problemleri ortadan kaldırmaya yönelik geliştirilmiştir.
FTP, güvenli bir protokol olarak dizayn edilmemişti -özellikle günümüz standartlarında- ve güvenlik açısından birçok zayıflığı vardı. Mayıs 1999'da RFC 2577'nin yazarları güvenlik zaaflarını listeledi. Bunlar;
Bounce saldırısı
,Spoof saldırısı
,Kaba kuvvet saldırı
,Kullanıcı adı korunumu
,Port hırsızlığı
Ressamlar listesi (alfabetik)
"Ressamların soyadlarına göre alfabetik listesi için bakınız:Ressamlar Listesi (soyadlara göre alfabetik)"
Aşağıda ilk adlarına göre göre alfabetik olarak ressamların listesi yer almaktadır. Listeye ek yaparak Vikipedi`nin gelişimine katkıda bulunabilirsiniz.
Turgutlu
Turgutlu (eski adı: Kasaba Osmanlıca: قصبه) Türkiye'nin Ege Bölgesi'nde bulunan Manisa ilinin ilçelerinden biridir. Turgutlu; doğusunda Ahmetli, batısında Manisa, Kemalpaşa, kuzeyinde Saruhanlı, güneyinde Ödemiş ve Bayındır ilçeleri ile çevrilidir. Ege Denizi'nin 55 km doğusunda olup, denizden yüksekliği 78 metredir. Yüzölçümü 530 km'dir.
Turgutlu, Sultan II. Murat döneminde Dalbahçe Köyü çevresine yerleşen Turgud Aşireti tarafından kurulmuş ve zamanla ovaya inerek bugünkü yerini almıştır. Yunanların, İzmir'i işgalinden 10 gün sonra da Turgutlu'yu işgal edilmiştir. Bu tarihten, 7 Eylül 1922 yılına kadar ilçe işgal altında kalmıştır. Kurtuluş savaşı sonrası Yunan askeri ilçeden çekilirken Bozkurt ve Küllük mahalleleri hariç tüm mahallelerini yakmıştır.
ilçe, Akdeniz ikliminin etkisi altındadır. Yazlar sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlı geçmektedir. Kar yağışı ve don olayları nadiren görülmektedir.
İlçenin en önemli turistik tesisi Urganlı Kaplıcaları'dır. Urganlı Kaplıcaları, suları karbondioksitli ve bikarbonatlıdır. Sıcaklığı 50 ile 78 santigrat derece arasında değişmektedir. Karaca Ali Kanyonu, Küp yar ve Ovacık Yaylası ilçenin diğer turistlik bölgeleridir. İlçe yakınındaki Bozdağlar da, doğa yürüyüşleri için tercih edilen yerlerdendir.
Üniversite Eğitimi:
Ortaöğretim Eğitimi
Turgutlu'nun Manisa'ya uzaklığı 30 km, İzmir'e uzaklığı ise 50 km'dir. İlçe merkezinin güneyinden E–23 (İzmir-Ankara) karayolu, kuzeyinden ise İzmir-Uşak-Afyon demiryolu geçmektedir. Demiryolunun İzmir'den Turgutlu'ya kadar olan 32 km'lik ilk kısmı 1863–1865 tarihleri arasında yapılmış, 1866’da işletmeye açılmıştır. 1873–1875 yılları arasında da 76 km daha yapılarak Alaşehir'e kadar uzatılmıştır. E–93 karayolu 2 geliş–2 gidiş olarak bölünmüş yoldur. Bütün köylerin yolu mevcut olup köy yollarının tamamı asfalt kaplamadır. Yollar her mevsim ulaşıma açıktır.
İlçenin en önemli geçim kaynakları tarım ve sanayidir. Gediz Havzası'nda kurulu olan Turgutlu'da, çekirdeksiz üzüm, pamuk, tütün, domates, buğday, kiraz, şeftali, erik ve zeytin ziraatı yapılan başlıca ürünlerdir. Pamuk üretimi son dönemde yerini mısır üretimine bırakmıştır. Kapari, kekik gibi alternatif bitkilerin ekimi de son dönemde ziraati yapılan tarımsal faaliyet arasına girmiştir. Arpa üretimi, hayvanların yeşil ot ihtiyacını karşılamak için yapılmaktadır. İlçede konserve fabrikalarının etkisi ile domates, biber ve hıyar ekimi son dönemde artış göstermiştir. İlçedeki hayvancılık son zamanlarda gelişmeye başlamıştır. Hayvancılığın gelişmesine bağlı olarak silajlık mısır, fiğ, tritikale gibi bitkilerin ekimi de artmaktadır.
İlçenin profesyonel futbol takımı Turgutluspor 1984 yılında Toprakspor ve Tukaşspor'un birleşmesiyle kurulmuştur. Takım, Bölgesel Amatör Lig'de mücadele etmektedir.Turgutlu'da çeşitli amatör küme takımlarının yanı sıra Turgutlu Belediyesi'nin bünyesinde kurulu belediyespor bulunmaktadır. Çeşitli branşlarda spor faaliyetlerinin bulunduğu Turgutlu Belediyespor'da başta voleybol, basketbol ve hentbol takımları da bulunmaktadır. Ayrıca Seramiksan SK bayan voleybol takımı, Sultanlar Liginde mücadele etmektedir.
Türk Kanunu Medenisi
Türk Kanunu Medenisi, Türkiye'de 17 Şubat 1926'da İsviçre Medeni Kanunu örnek alınarak TBMM'de kabul edilen ve 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe konulan 743 sayılı kanundur. 1 Ocak 2002 kabul tarihli Türk Medeni Kanunu'nun yürürlüğe girmesiyle yürürlükten kalkmıştır.
Medeni hukuk, şahıslar arasındaki ilişkileri düzenleyen, şahısların doğumdan (tüzel kişilerde kuruluşundan) ölümüne (tüzel kişilerde sona ermesine) ilişkilerini düzenleyen özel hukuk dalıdır. Kişiler hukuku, aile hukuku, eşya hukuku, miras hukuku medeni hukuk kapsamında yer alır ve medeni kanunla düzenlenirler. Borçlar hukuku ve ticaret hukuku da aslında medeni hukukun uzantısıdır. Medeni hukuk salt bir hukuk dalı olmaktan öte hukukun özüdür.
Türkiye'de Medeni Kanun, İsviçre Medeni Kanunundan iktibas edilmiştir. Kazuistik metoda sahip Prusya Kanunu ile devrimci bir felsefeye sahip katı Fransız Kanunu arasında kalarak ortalama bir yol izlemiştir. Kanuna öncelik tanımakla birlikte hakime takdir hakkı da tanımaktadır. 1 Ocak 2002 tarihinde tümüyle yenilenmiş Türk Medeni Kanununun yürürlüğe girmesiyle yürürlüğü son buldu.
İskenderun
İskenderun (Yunanca: Αλεξανδρέττα, "Aleksandretta", Türkçe karşılığı ""Küçük İskenderiye""; Arapça: لواء اسكندرون, "Lue İskenderun", anlamı ""İskenderun Tugayı""), Hatay'ın on beş metropoliten ilçesinden biridir.
MÖ 333 yılında, Büyük İskender’in İssos yakınlarında kazandığı zaferden sonra "Alexandreia" adıyla kurulmuştur. Bu kent kurulmadan önceleri ise burada Myriandos adında bir Fenike şehri bulunmaktaydı. Makedonya Kralı Büyük İskender'in, Pers Şeyhi III. Darius’a karşı İsos Vadisi'nde üstünlük sağlamasıyla temeli atılan bu şehir, sahip olduğu coğrafi önemin etkisiyle tarihinde birçok defa işgale uğramıştır.
Selevkoslar’dan Romalılara, ardından 395 yılında Doğu Roma'ya katılmış ve 7. yüzyıl ortalarında İslam Devleti'nden 1516 yılında Memlük İmparatorluğu’na geçmiş, 1517’de Yavuz Sultan Selim'in Mısır Seferi sırasında yapılan Mercidabık Savaşı'yla da Osmanlı İmparatorluğu'na katılan İskenderun'a, I. Dünya Savaşında Birleşik Krallık ve ardından Fransa egemen olmuştur. 1938 yılına kadar Fransız himayesinde Suriye'nin bir sancağı olarak kalmıştır. 5 Temmuz 1939'da Türk Ordusu'nun İskenderun'a girmesiyle, kurtuluş hareketinin temelleri atılmıştır.
İskenderun, Türkiye'ye katıldığı zamandan 1974 yılına kadar olan dönemde oldukça küçük bir kasabaydı. 1974 yılında üretime geçen Türkiye'nin üçüncü Demir-Çelik Fabrikası, kent yaşamına büyük canlılık getirmiştir. Ayrıca, süperfosfat fabrikası, bitkisel yağ, yem, un, konserve, salça, çırçır, dokuma, çeltik, oto ve makine yedek parçaları vb. endüstri dalları vardır. Boru hattı ile Batman'dan gelen petrol, İskenderun Limanı'ndan deniz yoluyla Mersin'e gönderilir. Limanda Demir-Çelik ve Süperfosfat fabrikalarının iskeleleriyle NATO'ya bağlı bir iskele ve demiryolu istasyonu bulunur. Türkiye'nin dördüncü büyük limanı olan İskenderun Limanı'nın yıllık yük kapasitesi 8.7 milyon tondur.
İlçe çevresinde doğal plajlar ve yaylalarla çeşitli mesire yerleri vardır. İlçe merkezi, planlı bir biçimde çağdaş şehircilik anlayışına uygun olarak gelişmektedir. İlçenin ana caddeleri denize dik iner. Deniz kıyısındaki alan, Atatürk heykeli ve çevresiyle kıyıya paralel uzanan Atatürk Bulvarı, eğlence ve spor tesisleriyle yeniden düzenlenerek 1985'te hizmete açılmıştır.
Bugün, İskenderun Türkiye'nin önde gelen en büyük ilçelerinden biri olup, özellikle sanayi, deniz ticareti ve turizm alanında hızla gelişen bir şehirdir.
MÖ 1500'lü yıllarda Fenikeliler, "Myriandrus" kentini bu bölgede kurmuşlardır. "Myriandrus" adı, Mura-Wanda; "Muralı, Mura'ya" (Yüce Ana'ya) tapan halk demektir. Herodot'un bir yazısında ""...güneyden alırsak aynı kıyı çemberi, Fenike'de Myriandrus Körfezi'nden Tripion Burnu'na kadar. Bu deniz kıyısı boyunca otuz insan soyu oturur..."" geçmektedir. Bu bölgeyle ilgili Ksenophon, (MÖ 401-400) Anabasis'te, ""...Kyros oradan Suriye içinde beş fersenk kadar ilerleyip Fenikeliler'in oturduğu kıyı şehri Myriandrus'a vardı. Burası birçok ticaret gemisinin demir atıp beklediği bir ticaret limanıydı..."" demektedir. Strabon ise ""...Küçük bir kasaba olan İsos'a ve Pinaros Irmağı'na gelinir. Büyük İskender ile Darius arasındaki mücadele burada olmuştur. Ve koy İsos Körfezi olarak adlandırılır. Bu körfezde Rhosos, Nicholopolis, Myriandrus, Nepsuestia ve Pylai gibi Kilikya ile Suriye arasında sınır olduğu söylenen kentler bulunur..."" demektedir.
MÖ 333 yılında Büyük İskender ile III. Darius ile yapılan savaşın ardından bölge Makedon hakimiyetine girmiştir. Bu tarihten sonra "Myriandrus" adı değiştirilerek, kente "Alexandreia" adı verilmiştir. "Alexandreia", Hellen diline göre Alexandros (İskender) Yurdu anlamına gelmektedir. Büyük İskender'in Mısır'da kurduğu kente de bu isim verilmiştir. İkisini birbirinden ayırmak için, Kilikya bölgesindeki bu kente "Alexandreia Minor" (Küçük İskenderiye), Haçlılar döneminde de "Alexandretta" denilmiştir.
Şehrin batı bölümünü Akdeniz çevreler, doğusu ise Nur Dağları'na dayamış bir haldedir. İskenderun Körfezi'nin güneybatıdan gelip kuzeye devam ettiği ovada yerleşmiştir. Nur Dağları'nın eteklerinde, genişliği 5 km’yi bulan alan üzerinde kurulmuş olan İskenderun'un yüzölçümü 247 km'dir. 37 derece kuzey enlemi ile 36-37 derece doğu meridyenleri üzerinde yer almaktadır.
Kara, deniz ve hava ulaşımına elverişli |
bir kenttir. Yörenin kuraklığı şehrin bu kıvrımlara paralel olarak serilişi, ayrı bir özellik kazandırır. İlçe topraklarının kuzeyinde Payas, doğusunda Amanos dağları, güneydoğusunda Belen, güneyinde Arsuz ve batısında Akdeniz bulunur.. İskenderun Körfezi ise Akdeniz'in Hatay ve Adana illeri arasına sokulmuş olan en doğu noktasıdır. Kara ve deniz ulaşımında hizmetlerin oldukça gelişmiş olduğu bölgede ticaret büyük öneme sahiptir. Adını aldığı İskenderun ilçesinde bulunan liman, Türkiye'nin Akdeniz kıyısında bulunan en büyük ikinci limanıdır. Geçmişte Orta Doğu'da yaşanmış olan bunalımlardan dolayı Beyrut'un eski önemini yitirmesi körfez ve çevresine değer kazandırmıştır. İskenderun Körfezi, Hatay'ın batısını Güvercinkaya'dan başlayarak Yeşilkent'e dek kuşatır. Körfez ilde yaklaşık 152 km'lik bir kıyı oluşturur. Akdeniz'in bu kesimlerinde tuzluluk oranı, binde 38-39, ortalama sıcaklık ise 22,2 °C'dir. Yöredeki doğal plajlar, ülke turizmi açısından son derece önemlidir.
İskenderun, limanı ve sahip olduğu sanayisi ile Türkiye çapında büyük önem taşır. İskenderun'un nüfusu 1950-1980 yılları arasında %274 oranında artmıştır. Böylece ilde en fazla nüfusu barındıran İskenderun aynı zamanda nüfusu en hızlı büyüyen ilçe de olmuştur. Nüfus yoğunluğu ve endüstrisi açısından Hatay’ın ve özellikle Türkiye’nin en büyük ilçelerinden biridir. Türkiye İstatistik Kurumu'nun güncel adrese dayalı nüfus kayıt sistemi verilerine göre şehirdeki toplam nüfus yaklaşık 244.970 olarak tespit edilmiştir. Yapılan son nüfus sayımına göre ilçede 121.136 kadın ve 123.834 erkek yaşamaktadır. Nüfus miktarı alınan göçlerle hızla artmaktadır. 1974 yılında Demir ve Çelik Fabrikası'nın üretime geçmesiyle İskenderun, yoğun göç almıştır. Bu göçlerin temel sebebi, sanayi alanındaki iş imkânlarıdır.
İskenderun'da Akdeniz iklimi görülür. Yaz sıcaklığı güneş ışınlarının düşme açısına; kuraklık ise alçalıcı hava hareketlerine bağlıdır. En sıcak ay ortalaması 32-34 °C, en soğuk ay ortalaması 10-12 °C dir. Yıllık sıcaklık ortalaması 18 °C dir. Kar yağışı ve don olayı çok ender görülür. Yılda ortalama kar yağan gün sayısı 0,1, dolulu gün sayısı ise 1,8'dir. Açık gün sayısı 88,3, bulutlu gün sayısı 225,8'dir. Yılda 51,2 gün ise kapalı geçmektedir. En fazla yağış kışın, en az yağış yazın düşer. Kışın görülen yağışlar cephesel kökenlidir. Cephesel yağışlar en fazla bu ikimde görülür. Yıllık yağış miktarı yükseltiye göre değişir. Ortalama 600-1000 mm arasındadır. Yağış rejimi düzensizdir.
İskenderun'un doğal bitki örtüsünü makiler ve ormanlar oluşturur. Maki türleri, 4-5 metre boyunda, sert ve tüylü yapraklı bitkilerdir. Bunlar, 800 metre yükselti kuşağına dek yayılır. Mersin, defne, kekik ve lavanta yörede en çok rastlanan maki türleridir.
Nur Dağları'nın denize bakan yamaçlarında, makilik alanlardan sonra, 800 metreden 1200 metreye dek, ardıç gibi ibreli ağaçlarla, meşe, kayın, kızılcık, kavak, çınar ve tespih gibi yapraklı ağaçlardan oluşan ormanlar bulunur. 1200 metrenin üzerinde, ibreli ağaçlardan kızılçam, karaçam, sedir ve yer yer ardıçlardan oluşan geniş orman alanları vardır.
İskenderun topraklarının ana çatısını Nur Dağları oluşturur. Bu dağ sırası ile körfez arasında İskenderun düzlüğü uzanır. Bu arazinin jeolojik yapısını peridotit, serpantin, gabro gibi yeşil kütleler oluşturur.
Bölgedeki tek ve en önemli dağ sırası, Torosların güney kolunu oluşturan Nur Dağları'dır. Bu dağlar Gavur ya da Nur Dağları olarak da bilinir. Toros Dağları sisteminin en güneyindeki bölümünü oluşturan dağlardır.
Kuzeyden güneye doğru uzanarak Asi Nehri'nin Akdeniz'e döküldüğü Samandağ deltasında sona erer. Bittiği noktanın karşısında kıyıda ve Suriye sınırındaki Keldağ vardır. Sıradağların büyük bir kısmı Hatay'da olup Amik Ovası ile Akdeniz'i birbirinden ayırır. Sıradağların en yüksek noktası Hatay'ın Hassa ilçesindeki Mığır Tepesi'dir. Bu noktada yükseklik 2262 m'dir.
İskenderun'da yer alan 53 bin ton toplam rezervli krom yataklarında üretim yapılmaktadır. Demir boksitin toplam rezervinin 264 bin tonluk bölümü İskenderun'da toplanmıştır.
Hatay'da yer alan madenlerden biri de demirdir. 1 milyon 604 bin 400 ton toplam rezervli demir yatakları, Dörtyol, İskenderun, Kırıkhan ve Yayladağı ilçelerindedir. Demirin İskenderun'daki toplam rezervi 254 bin 400 tondur.
İlin asbest varlığının tümü Arsuz ilçesindedir. Asbestin toplam rezervi 3 milyon 523 bin 300 tondur.
Hatay'daki mermer damarlarının rezervi bilinmemektedir. İskenderun'daki mermerler siyah renkli, ince beyaz kalsit damarlıdır.
İlin diğer madenleri arasında, İskenderun'daki 50 milyon ton toplam, 100 milyon ton jeolojik rezervli çimento hammaddesidir.
Kent; sırasıyla Selevkosların, Romalıların, Bizanslıların, Arapların ve Osmanlıların egemenliğine girmiştir.
Şehrin kuruluşu tarih öncesi devirlere dayanmaktadır. Karaağaç yöresinde Telliköy adını taşıyan höyükte Arkeolog Mc. Evan'ın bulduğu bazı çanak çömlek parçaları buranın antik çağ öncesi yerleşime açıldığını göstermektedir. MÖ 2000'li yıllarda burada Hititler'e bağlı Kadu Beyliği'nin kurulduğu bilinmektedir (Kadu, Hititçe körfez anlamına gelmektedir.). MÖ 1200'lü yıllardan önce Fenikeliler burada "Myriandrus" adıyla bir koloni kurdular. Burası MÖ 1200'den sonra merkezi Reyhanlı olan Hattini krallığına bağlandı. MÖ 7. yüzyılda Hurriler'in eline geçen İskenderun ve çevresi MÖ 6. yüzyılda Perslerin eline geçmiştir.
İskenderun gerçek anlamıyla; Perslerin bölgede hakimiyetini yitirmesiyle, MÖ 333 yılında, Asya seferine çıkmış olan Makedonya Kralı Büyük İskender’in, Pers İmparatoru III. Darius’u İsos Vadisi'nde yenilgiye uğratmasıyla kurulmuştur. Bu kenti İskender'in adının verildiği diğer kentlerden ayırmak için buraya, "Küçük İskenderiye" anlamına gelen Alexandretta denilmiştir.
Roma hakimiyeti başladıktan sonra, İranlıların istilasına uğrayan kalesi tahrip edilip, yeniden inşa edilen şehrin adı Peutinger tabularında bu bölgede cüzzam hastalığı yayılmış olduğu söylentileriyle "Alexandreia Scabiasa" olarak gösterilmektedir. Yine düzeltme amacıyla 4. yüzyıldan itibaren "Küçük İskenderiye" de denilmiştir. Kalesi muhtemelen Abbasi halifesi tarafından yeniden inşa ettirildi. İslam kaynaklarında ismi İskenderiye-İskenderuna olarak geçen şehir Doğu Roma-İslam rekabeti sırasında defalarca el değiştirmiş Büyük Selçuklu Devletine sonra Eyyubiler'e geçmiş, Birinci Haçlı seferi sırasında Tancrede tarafından zapt edilmiştir (1097). Antakya Dukalığı'nın Mısır Memlük Devleti tarafından ortadan kaldırılması üzerine 14. ve 15. yüzyılda bu bölge Memlükler'in Halep Valiliği ve bazen de Dulkadiroğulları Beyliği'nin nüfus sahasında kalmıştır.
Osmanlı yönetiminde daha sakin bir hayat sürdüren İskenderun ve çevresi 1607 yılında Sadrazam Kuyucu Murat Paşa ile Celali Canbolatoğlu arasında Oruç ovasında meydana gelen savaş dolayısıyla hareketli olaylara şahit olmuştur. 17. yüzyılın başlarında ise Halep valisi Nasuh Paşa, bugünkü varyant yolu güzün deresi kanalının kesiştiği noktada hâlâ bazı duvar kalıntılarının görüldüğü kalenin inşaatını başlatmıştır. Aynı zamanda, İskenderun, Osmanlı İmparatorluğu zamanında ticari ve stratejik özelliğini giderek arttıran bir yoğunlukla sürdürdü. Özellikle Doğu Akdeniz ticaretinde önemli bir liman vazifesi gören şehir, Orta Doğu ile olan ithalat ve ihracatta yerini almıştır. Bu liman özellikle 19. yüzyıldan itibaren bazı Avrupalı devletlerin ilgi odağı haline gelmiş, Orta Doğu'da yerleşme planlarında önemli bir yer tutarak rekabet unsuru haline gelmiştir. 1832 yılında Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa'nın kumandasındaki Mısır ordusu, Ağa Hüseyin Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunu Belen geçidinde ağır bir yenilgiye uğratınca İskenderun kısa bir süre için Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın yönetimine girmiştir. 1839'da Tanzimat ile birlikte yapılan idari düzenlemeyle İskenderun, Payas ve Belen ile birlikte Osmanlı Devleti'nin Adana Eyaleti'ne bağlanmıştır. 1872 depremi İskenderun'da çok hasara neden olmuştur.
1881 yılında Maliye Müfettişi Mesut Bey İskenderun hakkında detaylı bir bayındırlık raporu hazırlayarak maliye nezaretine sunmuştur. Bu rapor üzerine demiryolunun İskenderun'a bağlanması kararlaştırılmış, liman genişletilmiş ve İskenderun Halep şosesinin yapımı hazırlanmıştır. 19. yüzyılın sonlarında Osmanlı topraklarında ilk petrol İskenderun'un Çengen Köyü'nde bulunmuş, bölgede sondajlarda bazı sonuçlar alınmışsa da açılan kuyulardan verim sağlanamamış ve çalışmalar durdurulmuştur. 1912 yılında Bağdat demiryolunun tali bir hattı olarak Toprakkale-İskenderun demiryolu işletmeye açılmış ve şehrin Anadolu ile olan ulaşımı yoğunluk kazanmıştır. Bu dönemde İskenderun 4 mahalleden oluşan, 1 bucağı ve 24 mahallesi olan bir kazadır.
Türkiye Hükümeti'nin, varlığını Ankara Antlaşması'yla birlikte kabul ettiği Suriye'deki Fransız mandası, aslında, 1919 Milletler Cemiyeti kararlarıyla başlatılmıştı. Fransızca bir sözcük olan "mandat", Milletler Cemiyeti'nin bazı büyük devletlere verdiği, başka ülke ve devletler üzerindeki "vesayet görevi"ni tanımlıyordu. Milletler Cemiyeti A,B ve C olmak üzere ayrı manda tipi öngörmüştü ve Osmanlı İmparatorluğu'ndan kopan Arap toprakları A tipi manda içinde yer alıyordu. Mandater devlete verilen görev, "siyasal bakımdan yeterince olgunlaşmadığı" kabul edilen halkları "bağımsızlığa hazırlamak"tı. Fransa'nın, İskenderun Sancağı'nı da kapsayan Suriye üzerindeki nüfusu da bu biçimde dile getiriliyordu.
1920'de başlayan Fransız manda yönetimi, Fransız yüksek komiserleri eliyle yürütüldü. İskenderun Sancağı, Ankara Antlaşması'nın imzalandığı dönemde Halep Hükümeti'ne bağlıydı. 1922'de Suriye Devletleri Federasyonu kurulunca, bu kez, bu federasyonun Halep Devleti içinde yer aldı. Sancakta yönetsel yetkiler mutasarrıflarca kullanılıyor, yönetimde, yüksek komiserler kurulunun görevlendirdiği Fransız delegesi de söz sahibi bulunuyordu. Bu delege, mutasarrıfın yönetimini mandater devletin temsilcisi olarak denetliyordu. Halep Devleti'nce atanan İskenderun Sancağı mutasarrıfının kaza kaymakamlarını, nahi |
ye müdürlerini atamak, yasa ve yönetmelikleri uygulatmak, vergi toplamak, sancak bütçesini hazırlamak gibi yetkileri vardı.
Görünüşteki bu özerk yapıya karşın, Fransa, Ankara Antlaşması'nda yer alan hükümleri yerine getirmekten sürekli olarak kaçındı. Örneğin, sancak mutasarrıfı, Fransız delegesinin onayını alması gerektiğinden, yetkilerini bir türlü kullanamıyordu. Fransızların müdahalesiyle, mutasarrıflar sürekli olarak Araplar arasından atanıyor, öbür yüksek düzeydeki görevlere de Hıristiyanlar getiriliyordu. Ankara Antlaşması sonrasında Güney Anadolu'dan İskenderun'a giden Ermeni taburları, her fırsatta bölgenin Müslüman halkına gözdağı veriyor, özellikle Sunni Türkleri sindirmeye çalışıyorlardı. Fransız Yüksek Komiserliği'nin, Türk kökenli yerli halkın etkinliğini hiçe indirmek için giriştiği uygulamalardan biri de, Suriye Millet Meclisi'nde yer alacak İskenderun Sancağı temsilcilerinin dinsel esaslara göre belirlenmesi ilkesini getirmesiydi. Bu yüzden, yerli halk, mecliste etnik yapısına göre temsil edilme olanağı bulamıyordu. Aynı tutum, eğitim konusunda da sürüyor, her gün yeni yeni Hristiyan okulları açılıyor, Türk okullarına bile Türk öğretmen verilmiyordu.
Yerli halk arasında açıkça ayrım gözeten uygulamaların en çarpıcıları ise ekonomik yatırımlar ve sağlık alanındaydı. Manda döneminde Toprakkale demiryolunun iyileştirilmesi, İskenderun, Antakya ve Kırıkhan'daki elektrifikasyon çalışmaları, İskenderun Limanı'nın yeterli bir duruma getirilmesi gibi bazı girişimlere karşın, yalnızca Türk nüfusun yaşadığı Amik Ovası ve Amik Gölü çevresine hiçbir yatırım yapılmamıştı. Sağlık alanında da, sancak sınırları içinde hayli yaygın olan sıtmaya karşı çeşitli önlemler alınırken, Amik Ovası bu tür önlemlerin dışında bırakılmıştı.
Türkiye'nin İskenderun Sancağı üzerinde hak isteğini önlemek için uygulanan bu ayrımcı siyaset, çok geçmeden, yöredeki huzursuzluğun başlıca kaynağı oldu.
Fransa'nın Türklere karşı kimi zaman Hristiyan azınlıkları, kimi zaman da Müslüman Arapları kullanarak yürüttüğü baskı siyaseti, kısa sürede, mandacıların da hesaba katmadıkları olumsuz sonuçlar yarattı. Sancak sınırları içinde sürekli bir huzursuzluk ortamı doğdu; iç çatışmalar, kimi zaman Fransızlara da yönelen saldırılar aldı yürüdü. Bu gelişmeler üzerine, Fransız Yüksek Komiserliği yatıştırıcı bir siyaset izlemeyi, gelecekteki çıkarları açısından daha uygun buldu. Bu amaçla, Selamet-i Belde adı altında ve Türk, Arap, Rum ve Ermeni gençlerini bünyesinde barındıran bir örgüt kurulması düşüncesi ortaya atıldı. Ancak, bir süre sonra bu örgüt de merkezi yönetimin denetiminden çıktı ve "Anavatanla Birleşme" siyasetinin bir aracı olarak kullanılmaya başlandı. Bunun üzerine, Fransızlar, daha fazla gelişmesine olanak vermeden örgütü kapattılar.
Selamet-i Belde örgütünün kapatılmasını, İskenderun Sancağı'ndaki Türk eşrafın önayak olmasıyla, "Antakya-İskenderun Yurdu" derneğinin kuruluşu izledi. Ancak, çalışmaların kesintiye uğramasını önlemek ve olası baskılardan korunmak amacıyla, örgüt merkezi olarak Adana seçildi. Başkanlığa Tayfur Sökmen getirildi ve dernek, Türkiye ile birleşme doğrultusunda propaganda yapmak için Altınözü gazetesini yayınlamaya başladı. Bir süre sonra Antakya Halk Fırkası adı altında bir de parti kurulduysa da, bunun ömrü Antakya-İskenderun Yurdu örgütüne oranla kısa oldu. Antakya-İskenderun Yurdu yöneticileri her fırsatta Milletler Cemiyeti'ne başvurarak, İskenderun sorununun, Türkiye ile birleşmekten başka bir çözümü olmadığı görüşünü savunuyor, huzursuzlukların ancak böyle bir çözümle giderilebileceğini belirtiyorlardı.
Yöredeki huzursuzlukların giderek büyümesi ve Antakya-İskenderun Yurdu Cemiyeti yöneticilerinin sürdürdüğü propagandaların Milletler Cemiyeti'nde yankı bulmaya başlaması üzerine, Fransız Yüksek Komiseri De Jouvenel, 1926'da bir kararname yayınlayarak, İskenderun Sancağı sınırları içinde, merkezi İskenderun olan bir hükumet kurulacağını ve bu hükumetin doğrudan doğruya Beyrut'taki yüksek komiserliğe bağlı olacağını duyurdu. Bu hükumetin kendi anayasası, millet meclisi ve seçilmiş bir hükumet başkanı olacaktı. Ayrıca, Şam'daki Suriye Millet Meclisi'ne gönderilen milletvekili sayısı altıdan dokuza çıkarılacaktı.
Bu önerinin, Fransa'nın bir süredir uyguladığı yatıştırma siyasetinin bir parçası olduğu, kısa süre sonra ortaya çıktı: Seçimler yapıldı. Arapların çoğunlukta olduğu millet meclisi oluşturuldu ve anayasa yapılarak, Fransız mandası altında "Bağımsız İskenderun Hükumeti"nin kurulduğu ilan edildi. Hükumet başkanlığına da İskenderun'daki Fransız Delegesi H. Durieux getiridi. Ancak bu gelişme bile, Şam'da büyük tepkiyle karşılandı. Bunun üzerine kurulduğu ilan edilen hükumetin adı iki gün sonra değiştirilerek Kuzey Suriye Hükumeti oldu. Dört gün sonra da, milletvekillerinin büyük çoğunluğu Şam Hükumeti'ne bağlanma kararı aldı.
Suriye'deki Fransız manda yönetiminin 1936'da sona ermesi ve Fransa'nın 9 Eylül 1936 Antlaşması'yla Suriye'nin egemenliğini tanımasından sonra İskenderun Sancağı'nın geleceğine ilişkin sorunlar yeniden Türkiye'nin gündemine girdi. Aslında, bu sorun Ankara Antlaşması'nın hemen sonrasında da vardı. Nitekim, Mustafa Kemal, 1923'te İskenderun Türkleri temsilcileriyle yaptığı bir görüşmede, sorunun şu ya da bu biçimde, ama kesinlikle Türklerin çıkarları doğrultusunda çözüleceğini belirtmişti. Ancak Suriye'nin, Fransa ile yaptığı antlaşmaya dayanarak sancağı resmen topraklarına katmaya kalkışması, konuyu yeniden alevlendirdi. Antlaşma metni açıklandıktan sonra, Türkiye Fransa'daki Leon Blum Hükumeti'ne bir nota vererek, Fransa-Suriye Antlaşması'nın İskenderun Sancağı'na ilişkin hükümlerini tanımayacağını bildirdi. Atatürk de, aynı günlerde, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılışı dolayısıyla yaptığı konuşmada, "Fransa ile Türkiye arasında yıllardır sürüp giden davanın sonuçlanması zamanının geldiğini" belirtti. Suriye Hükümeti ise, 1925'te imzalanan ve "İskenderun Sancağı'nın özerklik statüsünün, Suriye'deki hiçbir siyasal gelişmeden etkilenmeyeceği" hükmünü içeren Dostluk Antlaşması'nı çiğnemekle suçlanıyordu. Nitekim, Haşim el-Attasi başkanlığındaki Suriye Hükumeti'ne verilen notada, antlaşma hükümlerinin yerine getirilmemesi durumunda, ortaya çıkabilecek olumsuz gelişmelerden Türkiye'nin sorumlu tutulamayacağı bildirilmişti.
İskenderun Sancağı'na ilişkin sorunların böyle duyarlı bir noktaya varması üzerine, Atatürk, konuyu ele almış, Antakya-İskenderun Yurdu Cemiyeti yöneticileriyle görüşmeler yapmaya başlamıştı. İskenderun-Antakya yöresinin adının Hatay olarak değiştirilmesi de yine bu görüşmelerden birinde ve Atatürk'ün buyruğu üzerine oldu. Cemiyet Başkanı Tayfur Sökmen'le yaptığı konuşmada örgütün adının değiştirilmesini de isteyen Atatürk, Antakya-İskenderun Yurdu Cemiyeti'nin bundan böyle Hatay Egemenlik Cemiyeti olarak anılacağını belirtti. Cemiyet merkezinin İstanbul'da olmasını, ancak asıl ağırlığın, Hatay'a geçiş yolu üzerinde bulunması nedeniyle Dörtyol'da yoğunlaştırılmasını öneren Atatürk, Hassa, Kilis ve Mersin'de de şube açılmasını istedi. Yine Atatürk'ün buyruğuyla, Hatay Egemenlik Cemiyeti Genel Başkanlığı'na İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Genel Sekreterliği'ne de Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmen Süer getirildi. Örgütün Dörtyol Şubesi Başkanlığını önce Abdurrahman Melek, daha sonra da Tayfur Sökmen üstlendiler.
Ankara Hükümeti'nin Fransa ve Suriye'ye yönelttiği protesto ve girişimler sürerken, Suriye Hükumeti, 14-15 Kasım 1936'da genel seçimlerin yapılmasını karşılaştırdı. Ancak, Hatay Egemenlik Cemiyeti, Suriye'nin egemenliğini yasallaştıracağı gerekçesiyle seçimlerin yapılmasına kesin olarak karşı çıktı. Hatay'da kurulan halkevi ve spor kulübü, genel seçimlerin boykot edilmesini sağlamak amacıyla yoğun bir propaganda başlattı. Kısa bir süreye sığdırılan bu propaganda olumlu bir sonuç verdi ve İskenderun yöresinde seçimleri katılma oranı çok düşük oldu. Bundan sonra, sancağa tam bir kargaşa egemen oldu. Sancaktaki Türkler Suriye Hükumeti'ne bağlı resmi görevlilerle ve henüz Suriye'de bulunan Fransız askerleriyle sık sık çatışmaya başladılar. Fransız Yüksek Komiserliği ise buna, baskıları arttırarak, Türklerin çıkardığı Yenigün gazetesini kapatarak ve yoğun tutuklamalara girişerek yanıt verdi.
Hatay Sorunu'nun devletlerarası ikili görüşmeler yoluyla bir çözüme ulaştırılamaması, giderek daha da olumsuz noktalara yönelmesi üzerine, konu Milletler Cemiyeti gündemine getirildi. Uzun görüşmelerden sonra yöreye, bir Norveçli, bir Hollandalı ve bir İsviçreliden oluşan bir inceleme kurulu gönderilmesi kararlaştırıldı. Kurul, incelemelerinin yanı sıra, yöre halkının eğilimini belirleyecek bir halk oylamasının hazırlığını yapacaktı.
Hatay'ın geleceğini belirleyecek olan halk oylaması Mayıs 1937'de başladı. Ancak, sandık başındaki Milletler Cemiyeti gözlemcilerinin açıkça yan tutması üzerine, Türkiye, bu olayı Milletler Cemiyeti'ne yansıttı ve oylamanın durdurulmasını istedi. Milletler Cemiyeti gözlemcileri de oylamayı yarıda bırakarak Cenevre'ye döndüler. Ancak, bu sırada Fransa Hükümeti'nin tutumunda, uluslararası koşullara da bağlı olarak, önemli bir değişiklik görülüyordu. Bu değişiklik bir süre sonra, sorunun çözümü yönünde çok önemli bir etki yaratacaktı.
Hatay Sorunu'nun Fransa ve Türkiye arasında görüşülmeye başlandığı dönemde, uluslararası plandaki en önemli sorun, Hitler Almanyası'nın Avrupa üzerinde artan tehdidiydi. Silahlanmayla etkisini arttıran bu tehdit, Avrupa'nın diğer ülkelerini birleşmeye ve Nazi yayılmasına karşı önlem almaya zorluyordu. Türkiye'nin Balkanlar ve Orta Doğu'daki konumu ise, bu bölgenin savunulmasında yaşamsal bir önem taşıyordu. Gerek Fransa, gerek görüşmelere arabulucu olarak katılan Birleşik Krallık, bu uluslararası koşullarda, Türkiye ile gerginlik ilişkileri içinde bulunmanın kendilerine hiçbir yarar sağlamayacağını, tersine Avrupa'nın güneydoğu kanadının savunmasız kalmasına yol açabileceğini görerek tutumlarını adım adım yumuşatmışlardı. Dış politikadaki bu gelişmeleri Türkiye Hükümeti de değerlendiriyor ve uzlaşma eğil |
imi gösteren Fransa'yı kesin ödünler vermeye zorluyordu. Gerçekten de, 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi'yle Çanakkale ve İstanbul boğazlarında denetim hakkını elde etmesi, öte yandan, bağımsızlık yönünde adım atan Ortadoğu'nun Müslüman devletleri üzerindeki küçümsenemeyecek manevi etkisi, Türkiye'yi Güney Avrupa'nın savunulması açısından vazgeçilmez kılıyordu.
Değişen koşullar, 1937'de Fransa-Türkiye görüşmelerini giderek olumlu bir temele oturttu.
Fransa'nın Suriye'ye bağımsızlık tanıması için yapılan çalışmalar üzerine Türk Hükümeti'nin müdahalesi ile bağımsız Hatay devleti kurulmuş aynı gün Hatay Meclisi yasama çalışmalarına başlamıştır. Bir yıl sonra bu meclis Hatay'ın Türkiye'ye katılması kararını alınca 5 Temmuz 1938 Günü Türk Ordusu'nun Hatay'a girmesiyle İskenderun, Türkiye sınırlarına dahil olmuştur.
Şehrin ekonomisinin temelini sanayi oluşturur. Bunun yanında alt yapısız turizm ve tarım, endüstri kadar olmasa da ekonomiye katkı sağlar.
İskenderun'da çok sayıda fabrika ve endüstri kuruluşu vardır. Ayrıca bir tane Organize Sanayi Bölgesi tam kapasite hizmet vermektedir. Organize Sanayi Bölgesi'nin dolmasıyla birlikte ikinci Organize Sanayi Bölgesi inşaatı için çalışmalar başlamıştır.
İskenderun Demir ve Çelik Fabrikası
İskenderun Demir ve Çelik A.Ş, (kısaca: İSDEMİR) Türkiye’nin güneyinde İskenderun Körfezi'nde bulunan en büyük demir-çelik işletmesidir. Tesisler İskenderun'un 17 km. kuzeyinde Payas ve Yakacık yöresinde, sosyal tesisleri ile birlikte toplam 16.757.238 m alan üzerine kurulmuştur. İSDEMİR; Türkiye’nin kuruluş tarihi itibarı ile üçüncü, uzun mamul üretimi açısından ise en büyük entegre tesisidir.
Kuruluş çalışmalarına 1966 yılında başlanan İSDEMİR, 25 Mart 1967 tarihinde Sovyetler Birliği ile yapılan Teknik ve Ekonomik İşbirliği anlaşması kapsamında Tiajpromexprot firmasına projeler yaptırılmış, aynı firma ile 10 Ekim 1969 tarihinde fabrika kuruluş anlaşması gerçekleştirilmiştir. 1,1 milyon ton/yıl blum kapasitesinde kurulması planlanan tesisin temeli 3 Ekim 1970 tarihinde atılmıştır. İnşaat ve montaj faaliyetlerinin tamamlanmasını müteakiben üretim üniteleri 1975 yılından itibaren kademeli olarak işletmeye alınmıştır. Özelleştirme İdaresi tarafından 31 Ocak 2002 tarihinde düzenlenen ihaleyi OYAK kazanarak İSDEMİR'i satın almıştır. 2006 yılı itibarıyla de İSDEMİR hisselerinin % 95.07'si ERDEMİR'e kalan % 4.93'ü ise diğer sahiplere aittir.
İskenderun Limanı
Akdeniz'in kuzeydoğusunda önemli bir stratejik noktada entegre olmuş; Orta Doğu'nun yanı sıra Güney ve Güneydoğu Anadolu bölgelerine de hizmet vermektedir. Genel olarak aktarma liman özelliğine sahiptir. Hinterlandının güçlü olması potansiyelini arttıran temel etkenlerdendir. 1400 m. mendireğe sahiptir. Liman girişinde derinlik 12 m.'dir. Kuzey ve güney rüzgarlarından korunaklı bir yapıya sahiptir.
90 ton kapasiteli bir yüzer vinç, bir kılavuz botu, 4 römorkör, 2 palamar ve bir servis botu hizmet vermektedir. 60.000 ton kapasiteli TMO'ya ait bir beton siloya sahiptir.
Limanın yükleme hızı saatte 350 ton, boşaltma hızı ise saatte 250 ton'dur.
Portakal ve zeytin tarım ürünlerinde ilk sırayı alır. Limon, mandalina gibi Turunçgillerin dışında buğday, arpa, yulaf, mercimek, nohut, pamuk, yerfıstığı, üzüm ve çeşitli sebzeler yetiştirilir. Yaylalarda geleneksel hayvan yetiştiriciliği sürdürülür.
1957'de kurulan bölge müdürlüğünün merkezi İskenderun'dur. Etkinlik alanı Hatay'ın Reyhanlı ilçesinden Şırnak'ın Silopi ilçesine dek uzanır. Bu sınırlar içinde Antakya, Yayladağı, Reyhanlı, Gaziantep, İslahiye, Kilis, Oğuzeli, Şanlıurfa, Akçakale, Viranşehir, Mardin, Nusaybin, Kızıltepe, Cizre ve Silopi olmak üzere 15 tarımsal karantina kapısı vardır.
Müdürlüğün görevleri, ülkeden dışarı çıkarılan tarımsal ürünlerin denetimini yapmak ve alıcı ülkelerin tarımsal karantina tüzüklerine uygun biçimde hastalık ve zararlılardan arınmış olmalarını sağlamak, aynı biçimde yurda getirilen tarımsal ürünleri de denetleyerek ülkede bulunmayan hastalık ve zararlıların yurda girmesini önlemektir.
İskenderun'da 1948 yılında çalışmalarına başlamış olan bir devlet kuruluşudur. Temel amacı Mersin, Adana, Hatay illerini kapsayan Çukurova bölgesinde turunçgil tarımını geliştirmektir. Bu amaçla, her yıl 20-25 bin aşılı turunçgil fidanının halka dağıtımını sağlayarak, bahçe kurmak isteyenlere yardımcı olan kuruluşun 300 dekarlık bir alanı vardır. Bu alanın 168 dekarında damızlık fidan üretimi yapılmaktadır.
1970-1975 yılları arasında kentin göç alması ve aynı yıllarda Orta Doğu Savaşlarının etkin olması İskenderun'da kentleşmenin hızlanmasını sağlamıştır. Bu durum bölgenin kültürel özelliklerini etkilemiştir.
1970'li yıllarda terzilik, giyim evi gibi işyerleri artış göstermiştir. Eski dönemlerdeki geleneksel kadın kıyafeti zıbın, mavi yünlü ya da pamuklu kumaştan beli büzgülü entari, üzerine yelek, bel bölgesine kuşak, ince yün çorap, yemeni, çarık, baş için ak şal ve kefiyedir. Takı günümüzde olduğu gibi o dönemlerde de yaygındı. Altın küpe, bilezik, yüzük, sırma denilen altın diziler en çok kullanılan ziynet eşyalarıdır. Eski dönemlerdeki geleneksel erkek kıyafeti paçaları işlemeli şalvar, bel bölgesine enli kuşak, gömlek, aba denilen yelek, baş için takke denilen el örgüsü bir başlık, yün çorap ve yemenidir.
İskenderun'da yetiştirilen tarım ürünlerinin çeşitli olması bölgenin mutfağına yansımıştır. Beslenme büyük ölçüde buğday ve buğday ürünlerine dayanır. Üretimi yaygın olan sebze ve meyve tüketimi fazladır. Bölgede patlıcan, biber, kabak, bamya gibi sebzeler genelde kurutularak kışa saklanır. Nar ekşisi, biber, domates, şalgam turşusu en çok kullanılan katıklardır. Künefe, cezerye, güllaç, lokma ve halka tatlısı yaygın tüketilen tatlı türlerindendir. Turunç, ceviz reçeli ve kabak tatlısı ünlüdür. Genellikle ramazan bayramında kömbe adı verilen pastalar yapılır. Köylerde tandırda biberli ekmek pişirilmesi yaygındır. Sürk denilen çökelek salatası genelde kahvaltılarda çok tüketilir. Çiğ köfte, içli köfte, Belen tavası bölgede en çok tercih edilen et yemekleridir. Kış kabağından yapılan kabak boranisi bölgeye has yemeklerdendir. Yine, tuzlu yoğurt ve taze bakladan yapılan etli yemeğin adı bakla boranisidir. Pazı sapından yapılan zeytinyağlı, biberli ya da yoğurtlu yemeğe zılk denir.
Bölgede evlilik törenleri daha çok modern biçimde gerçekleştirilir. Geleneksel olarak düğünden bir gün önce kına gecesi yapılır. Bu geceye yalnızca kadınlar katılır. Önce gelinin arkadaşlarına, sonra annesine ve daha sonra geline kına yakılır. Gelin ortaya oturur, yedi kız oyunlar oynayarak kına tepsisini getirir. Gelinin çevresinde toplanarak, avucuna para ve kına koyarlar. Ertesi günde düğün yapılır.
Sanayileşmeden önce bölgede el sanatları yaygındı. Ağaç işçiliği en köklü sanatlardandır. Günümüzde el sanatları ve işlemecilik bölgede yok denilecek kadar azdır.
Çok uzun bir süre boyunca bir arada yaşamayı öğrenmiş etnik kökenleri, dinleri farklı birçok topluluğa ev sahipliği yapan Hatay, UNESCO tarafından barış kenti seçilmiştir. Çok kültürlü yapısını tarih boyunca korumuş olan bölgede aynı ulusa mensup birden fazla dini cemaat bulunmaktadır. Sünni Türkler ve Nusayriler'in yanında, az da olsa Sünni Araplar, Hristiyan Süryani Ortodoks ve Hristiyan Protestanlar, Maruniler ve Rum-Ortodoks etnik Süryaniler, Museviler, Ermeniler ve diğer küçük topluluklar, bu çok kültürlü yapının dinamiklerini oluştururlar.
Bölgede halk müziği ve geleneksel oyunlar, bölgeye göç eden insanlardan ve çevre illerden etkilenerek gelişmiştir. Uzun havalar, türküler ve halk oyunları Çukurova ve Gaziantep yörelerindekilere çok benzerdir. Halaylar en yaygın oynanan türdür.
Nur Dağları ile Akdeniz arasında pitoresk sahil bandında yer alan İskenderun; sahip olduğu körfezi, doğal yapısı, tarihi ve kültürel zenginlikleriyle turizm alanında önemli kentlerden biridir.
Yöredeki bilinen en eski yerleşim MÖ 1500'lerde Fenikeliler tarafından kurulmuş "Myriandos" liman kentidir. Bu yerleşime ait günümüze kadar ulaşan herhangi bir yapı bulunmamaktadır. Antik kente ait yapıların birçoğu 1822 yılında meydana gelen depremde yıkılmıştır. MÖ 333 yılında Makedonya Kralı Büyük İskender'in Pers Kralı III. Darius ile yaptığı savaşta üstünlük elde etmesiyle bugünkü İskenderun'un bulunduğu bölgede "Alexandreia" kentini kurdu. Kent Roma, Sasani, Arap, Bizans, Selçuklu, Haçlı, Memlük ve Osmanlı gibi devletlerin hakimiyeti altına girmiştir.
İskenderun yöresindeki tarihi kalıntılar; "Şalan Kalesi", "Bakras Kalesi", "Yunus Sütunu" (Sarıseki), "Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi", "Payas Kalesi", "Cin Kulesi", "İsos Harabeleri", "İn ve Hamam", "Mancınık Kilisesi" 'dir.
Bölgedeki gezi ve mesire alanları; "Soğukoluk (Güzelyayla)", "Gülcihan", "Delibekirli"; "Çataloluk", "Nergizlik", "Alan", "Atik" ve "Sarımazı Yaylaları"'dır.
5 - 9 Temmuz Uluslararası İskenderun Turizm ve Kültür Festivali
Her yıl düzenlenen ve İskenderun'un düşman işgalinden kurtuluşunun ve Hatay’a Türk askerlerinin İskenderun üzerinden girişinin kutlamaları olan ve İskenderun Belediyesi Festival Komitesi tarafından düzenlenen bir etkinlikler bütünüdür.
İskenderun'da 2011 yılının ilk çeyreğinde edinilen bilgilere göre 7 anaokulu, 94 ilköğretim okulu, 26 lise, 20 dershane, 11 rehabilitasyon merkezi, 10 motorlu taşıt sürücü kursu, 7 muhtelif kurs, 4 özel okul, 2 etüt merkezi, Öğretmen Evi Akşam Sanat Okulu, Rehberlik ve Araştırma Merkezi, Halk Eğitim Merkezi, Mesleki Eğitim Merkezi, Uluçınar Gençlik ve İzcilik Eğitim Tesisi ve İş Okulu olmak üzere toplam 187 eğitim birimi bulunmaktadır.
Bir zamanlar Mustafa Kemal Üniversitesi'nin merkezinin bulunduğu İskenderun'dan, "bir ilçede üniversite olamaz" gerekçesiyle bütün fakülteler tek tek Antakya'ya taşındı. Günümüzde, şehir merkezine yaklaşık 3 km uzaklıkta bulunan havaalanı arazisinde Mustafa Kemal Üniversitesi İskenderun Kampüsü bulunmaktadır. Kampüs içerisinde Mühendislik Fakültesi yer almaktadır. Kampüs dışında, şehirde, MKÜ çatısında İskenderun Meslek Yüksekokulu, Konservatuvar, Sivil Havacılık Yüksekokulu, Turizm |
İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksekokulu, Su Ürünleri Fakültesi eğitim vermektedir.
Mustafa Kemal Üniversitesi'nin bir kampüsü olan havaalanındaki okullar, 2015-2016 Eğitim-Öğretim yılı itibarıyla ayrı bir fakülte olmuştur. Kampüs, merkezi Antakya olan Mustafa Kemal Üniversitesi'nden arınarak İskenderun Teknik Üniversitesi olarak değişim yaşamıştır. İskenderun Teknik Üniversitesi, kısa adıyla İSTE, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 31.3.2015 tarihinde çıkardığı 6640 sayılı bir yasayla Hatay'ın İskenderun ilçesinde kurulmuş teknik üniversitedir. "İskenderun Teknik Üniversitesi"ni oluşturan fakültelerin çoğu Mustafa Kemal Üniversitesi'nden ayrılarak yeni üniversiteye bağlanmıştır. Teknoversite olarak kendine bir ad kazanmıştır.
İlçe merkezinde ilki 1923, ikincisi 1968 yılında hizmete giren; toplam 73 poliklinik, 11 ameliyathane ve 570 yatak kapasitesine sahip 2 adet devlet hastanesi bulunmaktadır ve 1990 yılında açılan; 6 poliklinik, 3 ameliyathane ve 125 yatak kapasitesine sahip 1 adet doğum ve çocuk hastanesi hizmet vermektedir. Ayrıca 4 tıp merkezi, 1 kardiyoloji merkezi, 1 nöroloji merkezi ve 2 özel hastane olmak üzere 8 özel sağlık kuruluşu; 10'u merkezde 19'u bağlı belde ve köylerde olmak üzere toplam 29 tane sağlık ocağı, Hatay'ın en büyük Verem Savaş Dispanseri, 1 Ana-Çocuk Sağlık ve Aile Planlaması Merkezi, 1 Halk Sağlığı Laboratuvarı bulunmaktadır.
Kente en yakın havaalanı, 2007 yılında hizmete giren, 30 km. uzaklıktaki Hatay Havaalanı'dır. Buradan İstanbul, Ankara ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile Almanya'ya uçak seferleri vardır. Ayrıca yurtdışı ve İstanbul, Ankara dışındaki diğer kentlere ulaşım için 150 km. uzaklıktaki Adana Şakirpaşa Havaalanı kullanılabilinmektedir. Geçmiş dönemlerde oldukça işlek olan İskenderun Havaalanı, günümüzde kullanılmamaktadır. Bu arazide Mustafa Kemal Üniversitesi İskenderun Kampüsü bulunmaktadır.
İskenderun'un ana karayolu bağlantısı Mersin-Adana-İskenderun TEM otoyoludur. Adana-İskenderun-Hatay devlet yolu ise ikinci karayolu bağlantısıdır. Toprakkale'den ayrılan bu yol Dörtyol'dan geçerek İskenderun'a ulaşır ve oradan Belen Geçidi'yle Amik Ovası'na bağlanır.
Şehir, Türkiye'deki demiryollarının en güney noktasıdır. TCDD Adana 6. Bölge içerisinde yer alır. Ayrıca TCDD İskenderun Liman İşletmesi deniz ulaşımında etkilidir.
Kent içi ulaşım belediye otobüsleriyle sağlanmaktadır. Belediye otobüsleriyle şehrin hemen hemen her yerine, bağlı beldelere ve köylere ulaşılabilir.
1967'de kurulmuştur. Renkleri Turuncu-Mavidir.
Maçlarını uzun yıllar boyunca İskenderun 5 Temmuz Stadı'nda oynamıştır.
Kulüp, 2. ligden 1. lige çıkma mücadelesini 1990'lı yıllara kadar devam ettirse de 1. Körfez Savaşı'nın ardından ekonomisi zayıflayan kentin İskenderunspor'a desteği kademeli olarak azaldı ve takım önce 3. lige daha sonra da amatör kümeye düştü.
2007 yılı itibarıyla amatör liglerde mücadele etmektedir.
İskenderun'da kurulan futbol takımı.Maçlarını İskenderun 5 Temmuz Stadı'nda oynamaktadır. Kulübün renkleri Turuncu-Mavidir.Takım 2015-2016 sezonunda 3. Lig'de mücadele edecektir.
İskenderunspor'un amatör kümeye düşmesinini ardından 2009 yılında kurulan futbol takımı. Maçlarını İskenderun 5 Temmuz Stadı'nda oynamaktadır. Kulübün renkleri turuncu-mavidir. Takım Hatay Süper Amatör Ligi'nde mücadele etmektedir.
İskenderun'un bir takımıdır. 1926 yılında kurulmuştur. 2006-2007 sezonunda Türkiye 3. Ligi 1. Grupta oynamıştır. 24 Eylül 2007 tarhinde aldığı kararla ismini İskenderun Belediyespor olarak değiştirdi.
İskenderun Belediye Spor Kulübünün ayrıca Tekerlekli Sandalye Basketbol Süper Lig'de mücadele eden tekerlekli sandalye basketbolu takımı vardır. 2007-08 Tekerlekli Sandalye Basketbol Süper Lig sezonunu yedinci olarak bitirmiştir.
2003 yılında kurulan bu sosyal grup özellikle dalgıçlık alanında adını duyurmuş bireyler yetiştirmeyi amaçlamaktadır. Ayrıca kulüp, düzenlenen birçok sualtı aktivitesi ve yarışmalara katılmaktadır.
İskenderun'da belediye teşkilatı ilk kez 1939 yılında Hatay'ın Türkiye'ye katılımıyla birlikte kurulmuştur.
2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı yasayla büyükşehir yasasıyla, İskenderun ilçesi'nin idari sınırları İskenderun Belediyesi'ne bağlanmış ve belde belediyeleri kapatılmıştır. İskenderun 45 mahalleden oluşmaktadır.
İskenderun'da aşağıdaki ülkelerin fahri ve fahri muavin konsoloslukları bulunmaktadır.
Eski Taş Çağı
Kaba Taş Devri, Yontma Taş Devri veya bilimsel adıyla Paleolitik Çağ olarak tanımlanan "Eski Taş Çağı" günümüzden yaklaşık 2 milyon yıl önce başlamış ve 10.000 yıl önce son bulmuştur. Ancak verilen bu tarihlerin dünya geneli içinde geçerli olduğunu ve yerel olarak değişmeye açık bulunduğunu da belirtmek gerekir. İnsanlık tarihinin %99'u gibi çok büyük bir bölümünü kapsayan bu çağ, aynı zamanda ilk insan atalarının ortaya çıkışı ve ilk aletlerin üretimi yoluyla insanın kavrama yeteneği ve temsil etmesiyle de söz konusu tarihin gelişimi içinde çok önemli bir yer tutmaktadır.
Doğanın sınırlayıcı ve belirleyici baskısı altında yaşayan Paleolitik Çağ insanları ekonomik açıdan, avcı ve toplayıcı toplulukları temsil ederler. Besin üretmeyi bilmeyen bu insanlar, yalnızca yaşadıkları ortamda bulunan yabani sebze, meyve ve kökler ile avlandıkları hayvanları yiyerek beslenmişlerdir. İklim ve çevre koşullarının değişkenliği nedeniyle, yeni besin kaynakları aramak ve av hayvanlarını izleyerek, küçük gruplar halinde konar-göçer tarzda yaşamışlardır. Kaya sığınaklarının bulunduğu yerlerde mağara ve kayaaltı sığınaklarında barınmışlar, kaya sığınaklarının bulunmadığı yerlerde ise açık havada kurdukları sığınaklarda yaşamışlardır.
Paleolitik Çağ, karakteristik çizgileri ve kültürleriyle Alt, Orta ve Üst olmak üzere 3 evreye ayrılır. Alt Paleolitik devrin insanları, beyin kapasiteleriyle orantılı olarak kendilerini vahşi hayvanlardan korumak, beslenmek, avlanmak için ve zaman zaman da kendi aralarındaki mücadelelerde kullanmak üzere birtakım basit taş aletler yapmaya başlamışlardır. Genellikle doğanın kendilerine sunduğu taşları, ya daha sert olan başka taşlarla yontarak işlemişler ya da doğal halde çevrelerinde bulunan ve çok az bir rötuşla alet haline gelebilen parçaları kullanmışlardır. Alt Paleolitik süresince oldukça ılımlı geçen iklim Orta Paleolitik'de kurumaya, sertleşmeye ve giderek bol kar yağışıyla belirgin yeni bir buzullaşmaya dönmesi, insanın yaşayışı ve teknolojisinde bir dizi değişiklikler meydana getirmiştir. Bu teknolojik değişikliğin en belirgin yanı, yonga endüstrisinde kendini gösterir. Alt Paleolitik'in kaba taş alet (2 yüzeyli) ve yongalarının yerini oldukça düzenli bir şekilde yontulmuş ve kenarlarda yapılan düzeltilerle (rötuş) ve uç kazıyıcı haline sokulmuş işlenik yonga aletler alır. Bu dönemin insanları olan "Homo neanderthalensis"'lerin, eldeki kısıtlı alet teknolojisi ile mamut, gergedan, geyik gibi büyük hayvanları avlayabilmeleri bu insanların avcılıkta ne kadar ustalaştıklarını ve hayvanları avlayabilmek için birtakım av teknik ve yöntemlerini geliştirdiklerinin bir kanıtıdır.
Ayrıca bu evrede, inançlarla ilgili birtakım belirtilerin ortaya çıktığı görülüyor. Örneğin tek ya da çift çukurlar şeklindeki mezarlar ve bunların yanındaki - belki de besin depoları olarak yorumlanabilecek - eklentiler, Neanderthal'lerin ölü gömme eylemleri hakkında bilgi veren izlerdir. İklimin tekrar hissedilir derecede soğuduğu ve kuru hale geldiği Üst Paleolitik Çağ'da, Homo Neanderthal'lerin yerini modern insanın atası sayılan "Homo sapiens"'ler alır. "Homo sapiens"ler becerili ve aktüel insana daha yakın olan insanlardır. Üst Paleolitik'te yontma teknolojisindeki gelişme dikkat çekecek bir düzeyde olup, taş işçiliği en büyük gelişmesine ulaşmıştır. Alt Paleolitik'te kısmen de olsa Orta Paleolitik'de görülen klasik 2 yüzeylilerin (el baltası) yerini çakmak taşı yonga ve dilgilerin üzerine yapılmış, çeşitli tipteki aletler almıştır. Ön kazıyıcılar taş delgiler, taş kalemler, yaprak biçimli uçlar, mekik aletler bunlardan bazılarıdır. Üst Paleolitik'in son evrelerinde ise sırtı devrik dilgiciklerin ortaya çıktığı görülüyor. Taş aletlerin yanı sıra kemik ve boynuzdan yapılmış aletlerde de büyük bir artış gözlenmektedir. Esasen bu evrede taş aletler, büyük bir çoğunlukla kemik aletleri şekillendirmek için yapılmışlardır. Bu ise Üst Paleolitik'te artık alet yapan aletlerin üretildiğini göstermektedir.
Üst Paleolitik Çağ'ın önemli gelişmelerinden biri de insanların entelektüel hayatlarıyla ilgili birtakım sanat eserlerini yapmaya başlamalarıdır. Mağara duvarlarına ve çeşitli objeler üzerine yapılan boyalı resim,gravür, alçak kabartmalar ile heykelcikler, Paleolitik sanatın, sanat tarihi içinde oynadığı rolü ortaya koyar. Üst Paleolitik'te süslenme merakı da açıkça görülür. Balık kemiği, kavkı, çeşitli hayvan kemiği, diş ve kabuklarından yapılan süs eşyalarının Üst Paleolitik'te insanlar tarafından kullanıldığı bilinmektedir. Ayrıca bu devirde artık insanlar ölülerini sistemli bir biçimde gömmeye başlamışlardır. Anadolu Paleolitik'ine günümüze değin yapılan kazı ve yüzey araştırmalarının ışığında bakıldığında, yeterince araştırılmamış olmasına karşın, Alt, Orta, Üst Paleolitik dönemlere ait taş ve kemik endüstri, fauna, flora ve insan kalıntıları ile sanat yapıtlarının ele geçmiş olması, Anadolu'nun ne denli yoğun bir biçimde iskan edildiğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bugünkü bilgilerin ışığında, Anadolu Paleolitik Çağ'ın tüm evrelerini, stratigrafik süreklilik içinde veren tek mağara Karain'dir. Antalya'nın 30 km kuzeybatısında yer alan bu merkez; Alt, Orta ve Üst Paleolitik evrelere ilişkin çeşitli "oturma tabanları" vermektedir. Sözü edilen evrelere ait çok sayıda yontma taş ve kemik aletin yanı sıra, taşınabilir sanat eserleri, Homo Neanderthal ve "Homo sapiens"'lere ait diş ve kemik kalıntıları, yine çok sayıda yanmış ve yanmamış kemik kalıntıları da vermiştir.
Karain Mağarası, buluntularıyla, yalnız Anadolu'da değil, aynı zamanda Yakın Doğu Paleolitiği için de büyük önem taşımaktadır. Anadolu Paleolitik'indeki en büyük boş |
luk, salt yaşlandırmanın henüz yapılamamış olmasından kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte, son yıllarda Aşağı Fırat Havzasında yapılmış olan kazı ve sistemli yüzey araştırmaları ile Karain ve Yarımburgaz mağaralarında yeniden başlatılan kazılarda elde edilen buluntular üzerinde sürdürülmekte olan incelemeler, Anadolu Paleolitik'inin henüz çözümlenmemiş olan stratigrafik ve kronolojik sorunlarına çözüm aramaya yöneltilmiş bulunmaktadır. Yontma Taş Çağı eserlerinin en güzel örnekleri Güney Anadolu sahillerinde, Antalya civarında yer alan Karain Mağarası buluntularıdır. Burada yaklaşık 10,5 metre kalınlığındaki dolgu malzemesi içinde Yontma Taş Çağı'nın bütün evrelerine ait kültür tabakaları ortaya çıkarılmıştır. Bu tabakalar içerisinde çeşitli taşlardan yapılmış aletler arasında el baltaları, kazıyıcılar, uçlar ele geçirilmiştir. Kemikten yapılmış aletlerden cımbızlar, iğneler, süs eşyası gibi kalıntılar da bulunan eserler arasındadır. İstanbul'un 22 km batısında yer alan Yarımburgaz mağaralarında elde edilen veriler ise, burada büyük bir olasılıkla "Homo erectus"ların yaşamış olduğunu ve burasını bir barınak olarak kullandıklarını kanıtlamaktadır. Elde edilen Alt Paleolitik Çağ taş endüstrisi çakmaktaşı, kuartz ve kuartzitten oluşur; yonga türü aletler belirgin bir şekilde egemendir. Geriye kalan az sayıdaki çekirdek aletleri ile satır, kıyıcı satır örnekleri oluşturur.
Ani Hatun
Ani Hatun (?-1710), Türk şair ve hattat.
Doğum tarihi bilinmemektedir. Asıl ismi Fatma'dır. Amasyalı Mihrî Hatun tarafından yetiştirilmiştir.
Kültürlü bir ailenin kızı olarak İstanbul’da doğdu. Akıllı, bilgili ve eğitimli olan Ani Hatun, "Hace-i Zenan (Kadınların Hocası)" lakabıyla anılmıştır. Arapça öğrendi, Doğu ve Batı edebiyatlarıyla ilgili çalışmalar yaptı. Bir divanı olduğu sanılıyor fakat bu divan bulunamamıştır. Usta bir hattat olarak da ün yapmıştır. Bazı araştırmacılar Ani Hatun'un hattatlığının şairliğinden bile üstün olduğunu belirtirler. Yenişehir-Fener'de yaşamını yitirmiştir.
Haldun Taner
Haldun Taner, (d. 16 Mart 1915, İstanbul - ö. 7 Mayıs 1986, İstanbul), Türk öykü, tiyatro ve kabare yazarı, öğretim üyesi ve gazeteci. Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının önde gelen yazarlarından biridir. Türkiye'de epik tiyatro türü ve kabare tiyatrosunun öncüsüdür.
Ailesinin kökenleri Gürcü asıllı "Tavdgiridze"lere dayanır. 1915 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Babası Ahmed Selahaddin, Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı üyesi ve İstanbul’un işgali sonrası mütareke yıllarında yazıları, dersleri ve nutuklarıyla ülkenin bağımsızlığını savunmuş bir aydındır. Beş yaşında iken babasını kaybetti. Annesiyle birlikte büyükbabasının konağında yaşadı.
Vatana hizmeti geçenlerin ve şehit olanların çocuklarına tanınan haktan yararlanarak parasız yatılı olarak girdiği Galatasaray Sultanisi'ndeki orta öğrenimini 1935 yılında tamamladı. Mezuniyetinden sonra devlet tarafından Heidelberg Üniversitesi'nde öğrenim görmek üzere Almanya’ya gönderildi. Siyasal Bilgiler alanındaki öğrenimini, geçirdiği ağır tüberküloz nedeniyle 1938’de yarıda bıraktı ve yurda döndü. 1938-1942 yılları arasında Erenköy Sanatoryumunda tedavi gördü.
Yüksek öğrenimini 1950’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Filolojisi Bölümü’nde tamamladı. 1950-54 yıllarında Üniversitenin Sanat Tarihi Kürsüsü'nde asistanlık yaptı.
Edebiyat yaşamına gençlik yıllarında yazdığı skeçlerle başladı. ""Töhmet"" adlı ilk öyküsü "Yedigün" dergisinde ""Haldun Yağcıoğlu"" takma ismiyle 1946'da yayınlandı. "New York Herald Tribune" gazetesi'nin 1953'te İstanbul'da düzenlediği öykü yarışmasında ""Şişhaneye Yağmur Yağıyordu"" öyküsüyle birinci oldu. 1956'da "Varlık" dergisi’nin araştırmasında yılın en beğenilen öykücüsü seçildi.
Asistanlığı sırasında yazdığı “"Günün Adamı"” oyunu, İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sahnelenmeden yasaklandı. Asistanlığı bırakıp Viyana’ya tiyatro bilimi eğitimi için gitti. 1955-1957’de Max Reinhardt Tiyatro Akademisi’nde öğrenim gördü. Viyana’daki bazı tiyatrolarda reji asistanı olarak çalıştı. 1957'de tekrar Türkiye’ye döndü. İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü'nde edebiyat ve sanat tarihi, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi ile İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde tiyatro tarihi okuttu. Bir yandan da Tercüman Gazetesi’nde (1952-1960) köşe yazıları yazmayı ve oyun yazarlığını sürdürdü.
1950’lerde oyun yazmaya başlamış olan ve tiyatrodaki ilk eserlerinde dramatik türün başarılı örneklerini veren Haldun Taner, ardından epik tiyatro denemelerine girişmişti. Türk Tiyatrosu’ndaki ilk epik tiyatro örneği olan "Keşanlı Ali Destanı" adlı oyunu ile dünya çapında tanındı. Bu oyun yurtdışında Almanya, İngiltere, Çekoslovakya, eski Yugoslavya'nın çeşitli kentlerinde oynandı. Atıf Yılmaz tarafından sinemaya aktarıldı (1964). Daha sonraki dönemlerde konularını güncel olaylardan alan siyasal-sosyal taşlamaların ağır bastığı oyunlar yazdı. Epik tiyatro ve kabarenin alanında verdiği yapıtlar çağdaş Türk tiyatrosunun klasikleri oldu. Eşsiz bir arı Türkçe kullanan Haldun Taner, Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının ve tiyatrosunun önde gelen yazarları arasına girdi.
Devekuşu Kabare'yi (1967), Bizim Tiyatro'yu, Tef Kabare Tiyatrosu'nu kurdu. "Küçük Dergi"'yi çıkardı. Fıkra yazarlığını 1973’ten itibaren "Milliyet"’te sürdürdü. Öyküleri ve yazıları "Yedigün", "Ülkü", "Yücel", "Varlık", "Küçük Dergi", "Yeni İnsan" dergilerinde de yayınlandı.
Filme de alınan ""Kaçak"" (1955) ile ""Dağlar Delisi Ferhat"" (Lütfi Akad ve Orhan Kemal'le birlikte, 1957) adlı senaryoları sırasıyla Türk Film Dostları Derneği'nin senaryo ödülünü ve Basın-Yayın Senaryo Armağanı'nı kazandı. “"Sancho'nun Sabah Yürüyüşü"” (1969) ile Bordighera Uluslararası Mizah Festivali Öykü Ödülü'nü, tiyatro dalında da “"Sersem Kocanın Kurnaz Karısı"” (1971) oyunuyla 1972 Türk Dil Kurumu Tiyatro Ödülü'nü kazandı. Sedat Simavi Vakfı 1983 Edebiyat Ödülü'nü Pertev Naili Boratav'la paylaştı.
Milliyet Gazetesinde ""Deve Kuşuna Mektuplar"" başlığı altında haftalık köşe yazıları yazan Taner, güncel olayları değerlendirdiği bu yazılarda yaşadığı dönemin bir çeşit edebi belgeselini sundu.
Yazarlığının yanı sıra İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsünde ve Edebiyat Fakültesinde, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde edebiyat, sanat tarihi ve tiyatro dersleri veren Haldun Taner, Milliyet Gazetesi yazarlığı yaparken 7 Mayıs 1986’da İstanbul’da yaşamını yitirdi.
Adı, İstanbul Şehir Tiyatroları’nın Kadıköy’deki sahnesine verilmiştir. Bilgi Yayınevi, bütün eserlerini dizi halinde basmıştır. "Milliyet" gazetesi, Haldun Taner anısına 1987’den beri her yıl Haldun Taner Öykü Ödüllerini düzenlemektedir.
2015 yılının Mart ayında 100. doğum günü nedeniyle Caddebostan Kültür Merkezi'nde sergi açılmıştır. Sergide Ara Güler, Yıldız Moran gibi fotoğrafçıların eserleri ile birlikte Haldun Taner'e ait şapka, eldiven, kravat, kol düğmeleri, saat gibi kişisel eşyaları yanı sıra, diplomaları, ödülleri ve kitaplarının değişik baskıları da yer almaktadır.
Radyokarbon tarihleme yöntemi
Arkeolojik kazılarda ele geçen buluntuların bir kısmı, içinde karbon elementi bulunan çeşitli organik buluntulardır. Karbon içeren organik buluntularda eser olarak bulunan radyoaktif C (radyokarbon) izotopunun yoğunluğu ya da radyoaktivitesi ölçülerek söz konusu buluntular ve bu buluntuların ele geçtiği tabakalar ve kontekstler tarihlenebilir. Radyokarbon tarihleme yöntemi, bulunduğu 1950 yılından günümüze, yaklaşık son 50 bin yılda yeryüzünde meydana gelen arkeolojik, paleobotanik ve yerbilimsel olayların mutlak tarihlenmesi için kullanılan ana yöntem durumuna gelmiştir. Arkeolojik kazılarda ele geçen ve karbon içeren her organik buluntu radyokarbon yöntemiyle tarihlenebilir. Tarihlenmek üzere toplanan buluntulara "örnek" adı verilir. Tarihlenecek örnekler olarak ağaç parçaları, odun kömürü, kurumuş bitkiler, tahıl taneleri, dokuma parçaları, deri, hayvan kabukları, kemik, yemek artıkları sayılabilir.
Uzaydan atmosferin üst tabakalarına gelen kozmik ışınların her yönden eşit miktarda geldiği gözlenir. Bu nedenle C izotopunun oluşma hızı ile canlılardaki yoğunluğunun eski zamanlardan günümüze aynı olması beklenir ve böyle olduğu varsayılır. Fakat C hemen parçalanmaya başlar ve atmosferde bir denge derişimine erişir: 1 g karbon için 1 dakikada 15.3 parçalanmadır. C karbondioksidin yapısına girer ve fotosentez ile bitkilerin ve dolayısıyla hayvanların yapısına girer. Bitki ve hayvanlar canlıyken yapılarında C denge derişiminde bulunur. Fakat öldükten sonra dışarıdan karbon alınması duracağından zamanla C miktarı azalır. 5730 yıl geçtiğinde ise yarı yarıya azalmış olur.
Bu tarihleme yöntemi için, atmosferdeki C yoğunluğu eski zamanlardan günümüze değişmediği varsayılır. Temel varsayımı doğrulamak üzere "ağaç halkaları sayımı" (dendrokronoloji) yöntemiyle gerçek halka yaşları belirlenen yüzlerce örneğin radyokarbon yaşları da bulunarak karşılıştırılmıştır. Gerçek yaş deyimi yerine aynı zamanda "takvim yaşı" deyimi de kullanılır. Bu karşılaştırmalar temel varsayımın doğru olmadığını, yeryüzündeki C yoğunluğunun eski yıllarda önemli miktarlarda değiştiğini, bazı zamanlarda arttığını bazı zamanlarda ise azaldığını göstermiştir. Özellikle 20. yüzyılda yapılan nükleer denemeler hakkında yapılan gözlemler, karbon izotopları konusundaki ölçümlerin yanıltıcı olabileceğini göstermektedir. Nükleer denemeler sonucunda, izotop miktarında ciddi artışlar gözlenmiştir. Bu fark, kozmik ışınlardaki doğal değişim sonucunda da oluşmaktadır. Sonuçta radyokarbon tarihleme yöntemiyle elde edilen verilere dikkatli yaklaşmak ve sonuçların belirli bir hata payına sahip olduğunu unutmamak gereklidir.
Türkiye'de radyokarbon ile tarihleme yöntemi için Ulusal bir laboratuvar kurulmaktadır. Kömürleşmiş bitkiler, ağaçlar, kemik ve diğer örneklerden, radyokarbon tarihleme yapılacak laboratuvar tam teşekküllü olacaktır. TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi'nde 2015 yılı Sonbaharında denemelere başlanması planlanan tesisin 2016 yılı içinde T |
ürkiye ile birlikte Ortadoğu, Balkanlar'a hizmet verebilecektir.
Dr.Turhan Doğan yöneticiliğinde yürütülen proje ile hayata geçecek tesiste A.B.D., Japonya ve İsviçre'den getirlen en modern sistemler ile Türkiye'nin ve Bölgenin ilk tesisi olarak faliyete geçecektir.
Radyokarbon (Karbon 14) ile tarihlemenin yapılacağı tesise Arkeoloji, Yer Bilimleri, Çevre Bilimleri ve Nükleer örnekler kabul edilecektir.
Turgutlu (anlam ayrımı)
Tunç Çağı
Tunç Çağı veya Bronz Çağı, Antik Avrupa, Asya ve Orta Doğu halklarının hammadde ve alet kültürlerindeki üçüncü evre. Bölgeden bölgeye fark etmekle birlikte yaklaşık olarak MÖ 3000 - MÖ 1000 yılları arasında gerçekleşmiştir. Kalay ve bakırın karışımından oluşan tunç Anadolu'da Kalkolitik sonunda görülür. Ancak tunç madeninin alet ve kap yapılmasında kullanılması MÖ 3. binyıl başlarına rastlar.
Mezopotamya'da ve Mısır'da tunçtan eserlerin yapılmaya başlandığı sıralarda (MÖ 4. binyıl sonu) yazı keşfedilmiş bulunduğundan bu ülkeler için Tunç Çağı deyimi yerine yazılı belgelerden elde edilen kronoloji ve sınıflandırmalar kullanılır. Buna karşılık yazıyı henüz kullanmayan Anadolu, Hellas (Yunanistan), Balkanlar ve Avrupa gibi bölgeler için Tunç Çağı deyimi geçerlidir. Tunç Çağı Anadolu'da MÖ 3000, Girit'te, Ege'de ve Hellas'ta MÖ 2500 - MÖ 2000, Avrupa'da ise MÖ 2000 yıllarında başlar.
Anadolu'da Tunç Çağı üç evre gösterir:
Tunç Çagı üç bölümü ayrılır:
Mısır (anlam ayrımı)
Mısır, aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Erken Tunç Çağı
Anadolu ve Trakya'da yaklaşık MÖ 3000-2000 yılları arasına tarihlendirilen Erken Tunç Çağı (İlk Tunç Çağı), genel karakteri ile üzerinde tapınak ve idari binaların da bulunduğu organize, tahkimli, bağımsız şehir devletlerinden oluşan bir dönemi kapsar. Sosyal, dinsel ve teknolojik değişime tanıklık eder.
Bu yeni dönem, önceki çağların tarım hayvancılık, dokumacılık, çömlekçilik gibi buluşlarına, daha güçlü silahların üretilmesine, daha ince süs eşyalarının yapılmasına olanak veren bakır ve kalay alaşımı olan tuncun keşfini eklemiştir. Bakırın kalay ile karıştırılarak tuncun elde edilmesi dönemin madenciliği açısından önemli bir gelişmedir.
Besin üretimi alanında olduğu gibi, metal işleme alanında da teknolojik gelişmeler her bölgede eş zamanlı olarak yaşanmamıştır.
Bu dönemde altın ve gümüş gibi değerli madenlerden yapılmış gömü hediyeleri içeren mezarlıklar toplumsal değişikliğin kanıtıdır.
Bu dönemde ayrıca ticaret gelişmiş, Ege, Orta Doğu ve Balkanlar'ı kapsayan geniş bir ticaret ağı kurulmuştur. Tunç Çağına Anadolu'da MÖ 3000, Girit, Ege Adaları ve Yunanistan'da MÖ 2500, Avrupa'da ise MÖ 2000 yıllarında ulaşılabilmiştir.
Anadolu'da MÖ 3000-1200 yılları arasında ele alınan Tunç Çağı kazılarında bulunan çanak çömleğin yapısına, üretimde ve mimaride kullanlan teknolojinin düzeyine göre Erken, Orta ve Geç Tunç olmak üzere üç evrede incelenir.
Erken Tunç I, II, III olarak incelenen bu evrenin ilk döneminde daha çok, Kalkolitik dönemin tarıma dayalı köy kültürü sürdürülmektedir. Bronz alet kullanımı çok yaygın değildir. Mezopotamya ve Mısır'da MÖ 4. binin sonlarından itibaren yazının kullanılmasına rağmen Anadolu henüz bu aşamaya ulaşamamıştır. Çömlekçi çarkı da henüz kullanıma girmemiş olmasına rağmen daha gelişmiş koyu renkli ve iyi açkılı seramikler yapılmıştır. Yapılar yine taş temeller üzerine kerpiçten megaron planlı olarak inşa edilmiş olup, bazı yerleşim alanlarının etrafı bir surla çevrilmeye başlanmıştır.
Ölüler artık yerleşim alanı dışına, ölü armağanlarıyla birlikte ve bacaklar karına çekik (hoker) durumda gömülmektedir (Extramural). Çağın inanışlarındaki bir başka özellik de daha çok Batı Anadolu'da rastlanan keman biçimli mermer idollerdir. Anatanrıça'yı temsil eden bu idoller eski dönemin gerçekçi figürinlerinin aksine tümüyle soyutlaşmışlardır.
Bu dönemin en önemli teknolojik buluşu kağnı biçimindeki dört tekerlekli arabadır. Bu evrede Anadolu'da yapılan arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan en önemli yerleşim yerleri Troia I, Demircihöyük, Semahöyük, Beycesultan, Tarsus, Alişar, Alacahöyük, Karaoğlan, İkiztepe, Kültepe ve Norşuntepe olarak sayılabilir.
Erken Tunç II, Orta Anadolu'da güçlü beyliklerin ortaya çıktığı bir dönemdir. Batı Anadolu'daki Troia II'nin yanı sıra Kızılırmak batısında, Ankara yakınlarnda Karaoğlan, Ahlatlıbel, Etiyokuşu, Polatlı, Kızılırmak doğusunda ise Alişar ve Alacahöyük bu dönemin en önemli yerleşimleri olmuştur.
Bunlar içinde Alacahöyük'ün özel bir yeri vardır. Dönemin sonlarında zengin ve etkin bir beyliğin merkezi gibi görünen Alacahöyük'ün en önemli özelliği Kral Mezarları olarak adlandırılan 13 gömüdür. Yerleşme alanı yamaçlarında bulunan bu mezarlıktaki gömülerin dönemin derebeyleri ve eşlerine ait olduğu düşünülmektedir. Gömülerin kimileri 3–8 m uzunluğunda, 2–5 m genişliğinde ve 1 m kadar derinliğinde dikdörtgen planlı çukurlara yapılmıştır. Çevresi ağaç ve taşlarla sınırlandırılan mezar çukurlarına, ayakları karına çekik durumdaki ceset, zengin armağanlarla birlikte yerleştirilmiş, sonra üzeri ağaç, çamur ve toprakla örtülmüştür. Gömü işlemi bitirildikten sonra mezar üzerinde bir ölü yemeği yenmiş; yemekten geri kalan öküz kafaları ve bacak kemikleri de sıralar halinde bırakılmıştır. Bu mezar armağanları Troia hazineleriyle çağdaş olup benzer nitelikte altın, gümüş, elektrum, tunç ve demirdendir. Bu mezar hediyelerinin en ilginçlerini hatalı olarak "Hitit Güneş Kursları" diye adlandırılan geyik ve boğa motifli, son derece karmaşık ve gelişmiş dökme ve dövme teknikleriyle yapılmış tunç diskler oluşturmaktadır.
Buradan anlaşılmaktadır ki Erken Tunç II döneminde, biri Troia yöresinde, diğeriyse Orta Anadolu ve Karadeniz bölgeleri arasında yer alan iki yerel madencilik okulu bulunmaktadır. Diğer bir önemli gelişme ise Anadolu'da ilk kez bu dönemde görülen çömlekçi çarkının Troia'da kullanımıdır. Çömlekçi çarkının Troia'ya Mezopotamya'dan deniz yoluyla geldiği düşünülmektedir.
Erken Tunç II döneminin sonlarında Batı ve Güney Anadolu'da büyük yangın izlerine rastlanmıştır. Birçok yerleşimin ıssızlaşması bu ortak felaketle ilgili görülmektedir. Ayrıca bu felaketlerden sonra ortaya çıkan yerleşme yerlerinin sayısında meydana gelen 1/4 oranındaki azalma ve yakılıp yıkılan iskan yerlerinin tekrar iskan edilmemesi bu felaketlere birtakım göçebe toplulukların yol açtığını göstermektedir. Aynı dönemde Trakya ve Balkanlar'da meydana gelen ıssızlaşma bu toplulukların Balkanlar üzerinden gelen Hint-Avrupa kökenli Luviler'in olabileceklerini göstermektedir.
MÖ 2300 yıllarında ortaya çıkan bu felaketten sonra Erken Tunç III evresine gelinir. Yerleşim yerleri önceki dönemin özelliklerini küçük farklarla sürdürmelerine rağmen çoğu küçük birer köy niteliğindedir. Bu dönemde felaketlerden fazla etkilenmeyen Doğu Anadolu'daki Norşuntepe, Korucutepe, Tepecik, Arslantepe gibi nispeten büyük merkezlere İmikuşağı, Köşkerbaba, Pulur, Değirmentepe gibi yeni yerleşimler eklenmiştir.
Dikkat çekici bir gelişme görülmeksizin 500-600 yıl kadar yaşayan bu köysel yerleşimler MÖ 1700 yıllarında son bulmuştur.
Mad Madame
Mad Madame, Duman'ın eski hali. Sadece bu grupta Yakup Trana ve Tercan Şener çalışmaktadır, ama daha sonra grup Duman ismini aldığında Batuhan Mutlugil ve Cengiz Baysal Duman'a katılmıştır.
Dijital sanat
Dijital sanat veya sayısal sanat, genel anlamda üretilişinde bilgisayarın rol aldığı, fiziksel olmayan nesnelerin üretilmesiyle gerçekleşen sanat biçimine denir. Bu süreçte bilgisayar geleneksel anlamda bir yardımcı araçtan, vazgeçilmez bir ortak yaratıcı konumuna kadar uzanan tayfın herhangi bir yerinde bulunabillir. Sürecinde bilgisayarın sadece alışılageldik kullanımının rol aldığı işler genelde bu sınıflandırmaya alınmazlar. 1990'lardaki dijital devrim sonrası sayıları artan dijital ressamlar ve baskıcılar sanat çevreleri ve müzeleri tarafından fazla kabul görmeseler de internet sanatı ve yazılım sanatı gibi dallar sanat müzelerine girmiştir. Yeni medya sanatı da denmektedir.
Dijital tekniklerin sağladığı imkânların çeşitliliği, sanatçılara bunları araç, ortam veya konu olarak kullanabilme seçimi yaratmıştır. Dijital sanata temelde bu seçimler doğrultusunda bakabiliriz:
Üretimin bütünü veya bir kademesinde dijital teknolojiler kullanımı.
Üretilmesinden sunumuna kadar dijital teknolojileri kullanıp olanaklarının irdelenmesi:
En etkili şekilde dijital teknolojiler tarafından ifade edilebileceği düşünülen konuların kullanılması:
Dijital sanat eseri, dijital olarak kaydedilmiş bir resim verisi, bir hiper-metin (hypertext), bir veritabanı veya bir program olabilir. Geleneksel sanat eserinin aksine, insan tarafından algılanan biçimiyle sanat objesi aynı şey değildir. Temel biçim, teknik bir ortam yoluyla insan tarafından görülür/duyulur/hissedilir hale getirilir. Bu "yeniden sunum"un biçimi sanat eseriyle değil, onu insana ileten teknik ortamla bağlantılıdır. Bu bakımdan dijital sanat ile gösteri sanatları arasında bir benzerlik vardır; bir tiyatro oyunu için yazılan senaryo ile salonda oynanan oyun arasındaki farklılığa benzer bir durum örnek olarak gösterilebilir.
Genel cerrahi
Genel cerrahi, vücutta sistemik ve yerel sorunların cerrahi yöntemlerle tedavisi yanında, genel prensipler (yara iyileşmesi, yaralanmaya metabolik ve endokrin cevap gibi) konuları içeren ve gelişimleri açısından pek çok cerrahi ve temel tıp dalları etkilemiş bir teknik disiplindir. Genel olarak yemek borusu, mide, ince bağırsak, kolon, karaciğer, pankreas, safra kesesi ve safra yolları dahil olmak üzere karın içeriğine odaklanan bir cerrahi uzmanlık branşıdır. Bunun yanında tiroid, periferik damarlar, meme, travma, yumuşak doku, deri ve fıtıklar üzerine de çalışılır.
Genel cerrahlar aşağıdaki disiplinlerden biri veya daha fazlasına yönebilir ya da yan dal uzmanlığı yapabilir:
2000'li yıllardan itibaren laparoskopiyle beraber gelişen minimal invaziv cerrahinin önemi artmaktadır. Son yıllarda robotik cerrahi'deki gelişmeler (aynı zamanda robot yardımlı cerrahi olarak da bilinir) hız kazansa |
da bu alanda yeterli veri bulunmamaktadır.
Türkiye'de genel cerrahi uzmanlığı, 6 yıl süren Tıp Fakültesi eğitiminin ardından alınan 5 senelik uzmanlık eğitimiyle toplam 11 yıldır.
Çağdaş sanat
Modern sanatın aksine üretim yöntemlerine ve akımlara göre incelenmesi güç; çevre ve toplum bilincinin ağır bastığı; ağırlıklı olarak feminizm, küreselleşme, çevre, biyomühendislik, teknoloji-insan ilişkisi, AIDS ve çok kültürlülük gibi konularla ilgilenen; 1960'lı veya 1970'li yıllardan (başka bir deyişle modern sanatın veya Modernist dönemin bittiği kabul edilen zamandan sonra) günümüze kadar süregelen ve bir akım veya üslup benzeri birleştirici özellikleri olmadığından genel bir deyişle 'çağdaş' olarak adlandırılan sanat biçimleri.
Günümüzde tarihteki tüm sanat akımlarında çalışan sanatçılar olduğu gibi modern sanat akımlarına bağlı sanatçılar da vardır; bunlar genellikle çağdaş sanatçı olarak nitelendirilmezler. Bazen Modernizm sonrası sanat için "postmodern sanat" dense de Postmodernizm tarihsel bir dönemle ve estetik bir yaklaşımla ilgili olduğundan çağdaş olarak nitelendirilen tüm eserleri kapsamaz. Başka bir deyişle sanat için "çağdaş", modernizmden sonra gelen ve şu an için postmodernizmi de içinde barındırıp bununla sınırlı kalmayan bir terimdir.
Türkçedeki "çağdaş sanat" kavramı, İngilizcedeki "contemporary art" kavramına karşılık olarak önerilmiştir. Ancak, "contemporary art"a karşılık olarak bir kavram daha kullanılmaktadır Türkçede: "güncel sanat". Bu da bir kavram karmaşasına yol açmış durumdadır.
Modern sanat
Modern sanat, genellikle 1880'lerin izlenimcilerinden (empresyonistler) 1960-70'lere kadar devam ettiği kabul edilen sanat dönemi.
Sanatta modernizmin temelleri, ressamların dünyayı gördükleri gibi temsil etmeyi bırakmalarıyla atılmıştır. Temsil, temel sorun haline gelmiş; sanat kendi kendisini konu haline getirmeye başlamıştır. Sanat eleştirmeni Clement Greenberg de 1960'ta yazdığı ""Modernist resim"" adlı makalesinde modernizmin özünün, disiplinlerin kendilerine has yöntemlerini, disiplinin kendisini eleştirmek için kullanmak olduğunu; bundaki amacın da o disiplini geliştirmek ve önemini artırmak olduğunu söyler. Örneğin, ilk modernist filozof olarak kabul edilen Immanuel Kant, felsefeyi daha fazla bilgi edinmek için değil, bilginin nasıl mümkün olduğunu sorgulamak için kullanmıştır. Greenberg'e göre, Kant'ın sanattaki karşılığı, ilk Modernist ressam, Manet'dir. Manet ve empresyonistler, üzerine resim yaptıkları yüzeyde boya, tuval vb. malzemelerin özelliklerini ve geçtikleri süreçleri saklamamış, aksine öne çıkarmışlar; sonrasında Cezanne eserlerini tuvalin dikdörtgen şeklini gözönüne alarak tasarlamıştır. Böylece doğadaki görüntülerin taklidi yavaş yavaş bırakılmış, temsil ikinci plana atılmıştır. Modern resimde bu şekilde gelinen en son nokta, bir heykel akımı olarak başlayan Minimalizmin etkisiyle yapılan, insan elinin izlerini tümden kaldırarak dümdüz tek renge boyanan, böylelikle içerikten arındırılmaları amaçlanan tuvallerdir.
Modern sanat, özellikle geç dönemlerinde keskin çizgilere sahip olmamasına rağmen, çağdaş sanatla karşılaştırıldığında akımlara göre incelenmeye daha uygundur:
Üzeyir Hacıbeyov
Üzeyir Hacıbeyov, Üzeyir Bey Hacıbeyli, Üzeyir Abdul Hüseyin oğlu Hacıbeyov (Azerice: Üzeyir Hacıbəyov, Üzeyir bəy Hacıbəyli, Üzeyir Əbdülhüseyn oğlu Hacıbəyov), (d. 18 Eylül 1885 - ö. 23 Kasım 1948) Azeri Sovyet bestecisi.
Bilim adamı, yazar, tercüman, orkestra şefi olarak tanınan Üzeyir bey bütün doğu aleminde opera'nın ilk yaratıcısıdır. Büyük müzik alimi olan Üzeyir Hacıbeyli, Azerbaycan’da müzik biliminin esasını koymuştur. SSCB halk artisti (1938), Azerbaycan İlimler Akademisinin akademiki (1945), profesör (1940), Stalin mükafatları sahibi (1941, 1946), Azerbaycan Bestekarlar İttifakının başkanı (1938-1948), Azerbaycan Devlet Konservatuvarının rektörü (1928-1929; 1939-1948), Azerbaycan İlimler Akademisinin Güzel Sanatlar Enstitüsünün müdürü (1945-1948) olmuştur.
Şuşa kazasının Ağcabedi köyünde doğdu, küçük yaşlarında ailesi Şuşa şehrine göçtü ve ilk tahsilini burada Rus-Tatar (Azeri) okulunda aldı. İlk müzik eğitimini Azerbaycan halk müziğinin bilicisi olan dayısı A. Aliverdibeyov'dan aldı. 1899-1904 yıllarında Gori Öğretmen Lisesi'ne okurken keman ve teori dersleri aldı. Liseyi bitirdikten sonra kısa bir süre Hadrud köyünde (1904), daha sonra ise Bakü'ye göçerek burada öğretmenlik yaptı, gazete ve dergilerde makale ve karikatürleri yayımladı.
12 Ocak, 1908 yılında Bakü'de Hacı Zeynelabidin Tağıyev'in tiyatro binasında, sözlerini büyük şair Füzuli'nin aynı ad altında yazmış olduğu eserinden alınan ve doğuda ilk opera olan "Leyla ve Mecnun" operasını sahneledi.
Daha sonra "Şeyh Sinan" (1909), "Rüstem İle Zöhreb" (1910), "Şah Abbas ve Hurşid Banu" (1912), "Kerem ile Aslı" (1912), "Harun ve Leyla" (1915) adlı operalarını ve "Karı ile Koca" (1909, 1910'da sahnelendi), "O Olmazsa Bu Olsun / Meşhedi İbad" (1910, 1911'da sahnelendi) ve "Arşın Mal Alan" (1913) adlı müzikalleri besteledi.
1911 yılında müzik eğitimini önce Moskova daha sonra Sankt-Peterburg Konservatuvarı'nda sürdürdü.
1921'de Bakü'de Azeri oğrenciler için ilk müzik okulu olan Azerbaycan Devlet Türk Müzik Okulunu kurdu. Okul 1926 yılında Azerbaycan Devlet Konservatuvarına katıldı.
Eserlerinde, Azeri halk müziğini çağdaş bir şekilde yorumlayarak kullanan Hacıbeyov, aynı zamanda bir yazar ve şairdir. Eserlerinin metinlerini kendi yazmıştır. Hacıbeyov'un Azeri halk müziğinin esasları ile ilgili eserleri okullarda ders kitapları olarak okutulmaktadır. Hacıbeyov, 1937 yılında "Köroğlu" operasını besteledi. Bu eser "Arşın Mal Alan" müzikali ile birlikte SSCB döneminde "Devlet Mükafatı"na layık görüldü. Hacıbeyov, Azerbaycan Besteciler Kurumu Başkanlığı yaptı ve Sovyetler Birliği Yüksek Prezidium üyeliğine de getirildi.
Üzeyir Hacıbeyov Azerbaycan halk edebiyatını ve müziğini klasik batı müziği ile birleştirerek klasik müziğin halk arasında sevilmesini sağlamıştır.Bu şekilde batı kaynaklı klasik müziğin Azerbaycan kültüründe kendine özgü bir yeri olmuştur.
Besteci Hacıbeyov'un eserleri arasında, Azerbaycan Milli Marşı da bulunmaktadır. Besteci, 1948 yılında öldü.
Doğum günü 18 Eylül Azerbaycan'da Müzik Günüdür.
Türk müziği
Türk müziği, Türklerin Orta Asya'dan beri geliştirdikleri, bugünkü özellikleri Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar döneminde belirginleşen müzik tarzı. Musiki, Osmanlı döneminde halk ve üst kültür çevrelerinde birbiriyle ilişkili, fakat karakterleri farklı iki ana dal olarak gelişmiştir. Osmanlı'nın son dönemindeki modernleşme hareketleriyle Batı etkisi görülmeye başlanmış, bu etki Cumhuriyet döneminde daha da artmıştır.
Türklerin İslamiyet'i kabullerinden çok önce dinî törenleri yöneten şaman, kam ya da baksı, elinde belirli sesler çıkaran demir parçalarının bağlı bulunduğu bir değnekle topluluğu etkiliyordu. Bu törenlerde davulun da önemli bir yeri vardır.
Çin'in kütüphane, Hun Türkleri'nde, Uygur Türkleri'nde, Selçuklular'da ve Osmanlılar'da müziğe büyük yer ve önem veriliyordu. Ozanları ve kopuzcuları olmayan hiçbir Selçuklu ordusu yoktur. Yine Eski Türk Hakanlarının saraylarında ve ordugahlarında musiki takımları 9 kök denilen eserleri her gün çalardı.
Geleneksel Türk müziği, Osmanlı döneminde halk ve üst kültür çevresinde gelişen olmak üzere ikiye ayrılır. Geleneksel olarak Türk müziği çeşitli ortamlarda şöyle belirir:
Halk müziği ve "klasik" Türk müziği arasında çok önemli bir bağ vardır. Nitekim türkülerin pek çoğunda klasik musiki makamları kullanılmıştır. Aynı şekilde, türkü, köçekçe, oyun havası, sirto, vb. halk musikisi formları klasik Türk musikisinde kullanılmıştır. İsmail Dede Efendi, Şakir Ağa, Şevki Bey gibi büyük klasik musiki bestekarlarının hemen hepsinin halk musikisi formlarını kullandıkları gözlemlenir.
Türk Halk Müziği örnekleri genelde sözlü olmakla beraber, sözsüz dans müziklerini de içerir.
Halk türkülerinin ölçülü olanına kırık hava, ölçüsüz olanına uzun hava denir. Uzun havalar Anadolu'nun değişik bölgelerinde bozlak, türkmani, maya, hoyrat, divan, ağıt gibi adlarla anılır. Bunlar genellikle Karacaoğlan, Ruhsati, Sümmani ve daha birçok tanınmış halk ozanının deyişleri üzerine yakılmıştır.
Kırık havalar ise koşma, yiğitleme, güzelleme, taşlama, ninni ve daha başka adlar altında kümelenir. Bunlar da genellikle gurbet, ayrılık, sıla hasreti, ölüm, askere gidiş, yiğitlik, düğün, çocuk sevgisi, kız kaçırma gibi köye has toplumsal bir olayı konu alır, sadelik, içtenlik, duygululuk gibi özellikler gösterir,yerel renkler taşır. Türk Halk Müziği'nin melodi yapısı incelendiğinde bu melodilerin ses genişlikleri bakımından bir oktav (sekiz ses sınırı) tamamlayan dizi ve tonaliteyi kesin şekilde belirtmeyen ikili ile beşli aralıkları içinde yapılandırılmış olduğu görülür. Bununla birlikte dizi ve tonaliteyi belli eden sekizli ve daha geniş sınırlı melodiler de çoktur. Basit ve birleşik ölçülerden başka aksak ölçüleri içeren Türk Halk Müziği, ezgiler ve formlardan oluşur.
Osmanlılar yalnız musiki sanatına değil musiki ilmine de büyük önem verdiler. Türk müziğinin Arap, Acem, eski Yunan ve Bizans asıllı olduğunu ileri sürenler vardır. Ancak Klasik Türk müziği genel nitelikleri bakımından Türk asıllıdır. Osmanlı uygarlığı her alanda büyük bir sentez geliştirdiği gibi, Türk müziği potasında yerel pek çok renk bu müziğin parçası haline gelmiş ve bunun karşılığında da Osmanlı musikisi devletin kapsadığı topraklar ve ötesine büyük etkilerde bulunmuştur.
İstanbul'un alınmasından sonra Topkapı Sarayında kurulan Enderun Musiki Mektebi ve özel meşkhanelerde eğitime geçilmesiyle daha belirli olarak kurallaşan ve klasik bir müzik niteliği kazanan Klasik Türk müziği altı dönemde incelenir. Birinci dönem; hazırlayıcı dönemdir ve başlangıcından Meragalı Abdülkadir'e (1360-1435) kadar uzanan dönemdir. İlk klasik dönem, ikinci klasik dönem, yeni klasik dönem gibi dönemlerden günümüze gelir. Yeni klasik dönem oldukça önemlidir ve Dede Efendi'den Zekai Dede'ye (1825-18 |
97) kadar uzanan kapsayan dizi, makamlar, usuller ve şekiller'den oluşur.
Türkiye'de Cumhuriyet Döneminde girişilen devrim hareketleri sanat konularına da yöneldi. Daha çok Klasik Batı müziğine önem verilirken, 1924'de Ankara'da Musiki Muallim Mektebi kuruldu. Osmanlı sarayındaki müzik topluluğu başkente getirilerek Riyaseti Cumhur Filarmoni Orkestrası adıyla konserler vermesi sağlandı ve yetenekli gençlerin gelişmiş Avrupa ülkelerine gönderilip yetiştirilmesi hareketi başladı. İstanbul'da çalışmalarını sürdüren Darrültalimi Musiki adlı okul yeni bir yönetmelikle konservatuvar haline getirildi.
Çok sesli sanat müziğinde sesini Batı'da ilk duyuran Türk sanatçı Cemal Reşit Rey oldu. Öğrenimlerini devlet adına yurtdışında yapan Ulvi Cemal Erkin, Hasan Ferit Alnar, Ahmet Adnan Saygun, Necil Kazım Akses dönüşlerinde Ankara Musiki Muallim Mektebi'nin öğretmen kadrosuna katıldılar. Bu sanatçılar Türk Sanat Tarihinde Türk Beşleri olarak anıldılar. Eserlerinde genellikle batı müziği ilkeleri halk müziğinden gelen ögelerle birleştirilmiştir. Ahmet Adnan Saygun'un Özsoy adlı bir perdelik operası 1924'de Ankara Halkevi'nde sahnelendi. Aynı bestecinin ikinci eseri Taşbebek de 1934'de başarı ile oynandı. Opera ve bale temsillerini gerçekleştirmek amacı ile Ankara Devlet Konservatuvarı'na bağlı bir Tatbikat Sahnesi 1940 yılında çalışmalarına başladı. Yetenekli gençlerin seçimi ile eğitime geçildi. İzleyen yıllarda Ahmet Adnan Saygun' un Kerem, Nevit Kodallının Van Gogh ve Gılgamış, Sabahattin Kalender'in Nasrettin Hoca, Ferit Tüzün'ün Çeşmebaşı eserleri sergilendi. Ankara'dan sonra İstanbul ve İzmir'de kurulan devlet konservatuvarları eğitime başladı.
1940 yılından bu yana genç yetenekler için uygun bir ortamın doğuşu yurtdışında da ün ve ilgi derleyen yorumcuların yetişip gelişmesini sağladı. Soprano Leyla Gencer, bariton Orhan Günek bu hareketin öncüleri oldular. Onları bas yorumcusu olarak Ayhan Baran, soprano Ferhan Onat ve soprano Suna Korat izlediler. Enstrüman yorumcusu olarak piyanist Ergican Saydam, kemancı Ayla Erduran, Suna Kan, piyanist Ayşegül Sarıca, İdil Biret, Hülya Saydam ve Verda Erman yurt içinde olduğu kadar yurt dışında da büyük ilgi gördüler.
Türk pop folk müziği iki kısımda incelenir: Anadolu rock ve Anadolu pop. Türkülerin batı enstrümanları ile söylenmesi sonucu oluşmuş müzik türüdür. En önemli temsilcisi Modern Folk Üçlüsüdür. Selda Bağcan bu akımda önemli bir yer tutar. Kubat, Ayşegül, Orhan Hakalmaz ve Yavuz Bingöl bu akımda yer alan diğer günümüz sanatçılarıdır. Pop folk olarak adlandırılan Balkan ve Orta Doğu müziği etkili Arabesk müzikten tamamen ayrışmıştır.
Fransızcadan Türkçeye geçen "arabesk" sözcüğü "Arap tarzı" anlamına gelir. Arabesk, Arap müziği değil; Arap ezgilerinden ve usûllerinden esinlenen bir Türk müziği türüdür. Klasik Arap müziğinin Klasik Türk müziğinden geniş ölçüde ayrılması sebebiyle Arap müziği Türkiye'de benimsenmemiş, fakat sonra Türk sanat müziği ve Türk halk müziğine Arap ezgileri ve usûlleri eklenerek arabesk müzik doğmuştur. Ayrıca bu müzik tarzı, toplumun kırsal kesiminin konuştuğu dili iyi kullanmış, tasavvufa dayalı bir literatür de oluşturmuştur.
Türkçe sözlü rap müzik ya da Türkçe rap 1980'li yılların sonunda, 1990'lı yıllarda patlama yaşamış bir müzik türüdür.
Dîvân-ı Hümâyûn
Dîvân-ı Hümâyun, (Osmanlı Türkçesi: ديوان همايون), Osmanlı İmparatorluğu'nda 15. yüzyıl ortalarından 17. yüzyılın yarısına kadar en önemli yüksek karar organı. İmparatorluğun yıkılışına kadar varlığını korusa da 17. yüzyıldan sonra önemini kaybetmiş ve 19. yüzyılda II. Mahmud'un teşkilat reformuyla kabine sistemine geçilerek Divan-ı Hümayun sembolik hale gelmiştir. Sadrazam, kubbealtı vezirleri, Rumeli beylerbeyi, Rumeli ve Anadolu kazaskerleri, Rumeli ve Anadolu defterdarları, nişancı ve vezirlik rütbesine sahip olan yeniçeri ağası ve kaptan-ı derya'da divanın asli üyeleri arasında yer alırdı.
Başlangıçta bir devlet dairesi olan divan, İran devlet geleneğinin de etkisiyle sonradan kurul biçimine dönüşmüştür. Devleti işlerinin görüşüldüğü asıl divan, Divan-ı Humayun haricinde, toplanış yerine ve amacına göre farklı isimler almıştır. Bunlar: 1) "Ayak Divanı": Padişahın halkın huzuruna çıkar 2) "Galebe Divanı": Yabancı ülke elçileri kabul edilir. 3) "Sefer Divanı": Vezir-i Azam sefere çıkarken toplanır. 4) "At Divanı": Sefer sırasında at üzerinde yapılır. 5) "Ulufe Divanı": Yeniçeri maaşları için toplanır 6) İkindi Divanı: Sadrazam konağında Divan-ı Hümayun’da yarım kalan işleri tamamlamak içindir.
İslam tarihinde ilk divan, ikinci halife Ömer döneminde (634-644) bir devlet dairesi olarak kuruldu. Devlet gelirleri ve giderleriyle ilgili işler burada yürütülüyordu. Emeviler döneminde (661-750) divanların sayısı artırıldı. Devlet merkezi Şam'da, vergi işlerini yönetmekle görevli olan Divanü'l-Harac giderek ana divan durumuna geldi. Merkezde çeşitli devlet işlerini yürüten başka divanların yanında eyaletlerde de divanlar vardı. Divan geleneği Abbasiler döneminde de (750-1258) sürdü. Bu dönemde, vergi işleriyle Divanü'l-Harac, zekât işleriyle Divanü's-Sadaka, askeri işlerle Divanü'l-Ceyş, devlet görevlilerinin ücretleriyle Divanü'n-Nafaka, saray giderleriyle Divanü'l-Hazine, posta ve gizli haberalma işleriyle Divanü'l-Beridi ve mali denetimle Divanü'z-Zimem uğraşıyordu. Divanü's-Sır ise devletin önemli iç ve dış sorunlarıyla ilgili kararların alındığı bir üst kuruldu. Abbasilerde Divanü'l-Mezalim adlı bir kurul halkın çeşitli konulardaki yakınmalarını dinler ve bunları halifeye iletirdi. Halifeler divan toplantılarına katılmazlardı. Gerek duyduklarında, toplantının yapıldığı salona bakan yüksek bir yerde oturup görüşmeleri pencere arkasından izlerlerdi.
Daha sonra kurulan İslam devletleri büyük ölçüde Abbasi divan geleneğini sürdürdüler. Büyük Selçuklularda Divanı Âlâ devletin en yüksek yönetsel kuruluydu. Divan-ı Âlâ’nın altında resmi yazışmaları yürüten Divan-ı İnşa ve Divan-ı Tuğra adlı iki divan vardı. Mali kayıtları Divan-ı İşraf-ı Memalik tutar, mali denetimi de Divan-ı Nazar-ı Memalik yapardı. Askeri işleri Divan-ı Arz ya da Divan-ı Ceyş denilen kurul yürütürdü. Anadolu Selçukluları, Büyük Selçuklulardaki divan geleneğini bazı değişikliklerle korudular. Anadolu Beylikleri ile Akkoyunlular ve Karakoyunlularda da benzeri kurumlar vardır.
Osmanlı İmparatorluğu'nda, padişah sarayında toplanan ve şimdiki Bakanlar kurulu gibi memleketin önemli işlerini gören, bu arada müracaat dilekçelerini de kabul ederek bir çeşit yüksek mahkeme vazifesi de gören kurumdur. Dîvân-ı Hümâyûn , Topkapı Sarayındaki Kubbealtı dairesinde toplanırdı. Kuruluşu, Orhan Gazi dönemindedir. Devletin ilk zamanlarında devlet işleri ya doğrudan doğruya padişahlar tarafından ya da sadrazamlar tarafından görülürdü. İstanbul'un alınmasından sonra, devlet işlerinin çoğalması, böyle bir divanın kurulmasını gerekli kılmıştır.
Osmanlı Devletinin merkez teşkilâtının üç büyük temel unsurundan biri de, Dîvân-ı hümâyûn ve kalemleridir. Diğerleri Bâb-ı âsafî ve kalemleri ile Bâb-ı defterî ve kalemlerinden meydana gelmektedir. Dîvân-ı hümâyûnda, imparatorluğa ait siyasî, idarî, askerî, örfî, şer’î, adlî ve malî işler, şikâyet ve davalar görüşülüp, ilgililer tarafından tetkik edildikten sonra, bir karara bağlanırdı. Dîvân, hangi dil ve millete mensup olursa olsun, her sınıf halka, kadın erkek herkese açıktı. Devletin idarî, siyasî ve örfî işleri doğrudan doğruya; diğerleri, bir müracaat, bir itiraz veya bir lüzum üzerine tetkik edilirdi. Memleketin herhangi bir yerinde haksızlığa uğrayan, zulüm gören veya mahallî kadılarca haklarında yanlış hüküm verildiğini iddia edenler, vakıf mütevellîlerinin haksız muamelelerine uğrayanlar, idarî veya askerî âmirlerden şikâyeti olan herkes ve diğer davacılar Dîvân-ı hümâyûna bizzat başvururlardı. Bütün davalar burada tarafsızlıkla görülürdü. Ayrıca, harp ve sulh gibi kararlar dîvânca verildiği gibi, bütün mühim devlet işleri de burada müzakere edilir ve neticelendirilirdi. Dîvânda bitmeyen veya padişaha arza muhtaç olmayan gerek resmî ve gerek hususî işler, padişahın mutlak vekili olan veziriâzamın İkindi Dîvânı'nda müzâkere edilir ve karara bağlanırdı.
Dîvân-ı hümâyûn, mutad toplantılarından başka, kapıkulu askerlerine ulûfe dağıtımı için üç ayda bir fevkalâde olarak toplanırdı. Gelen yabancı elçiler de, bu vesile ile sadrazamla görüşürler ve daha sonra padişahın huzuruna çıkarlardı. Buna, Galebe Dîvânı denirdi. Padişahın, teb'asıyla ve bilhassa askerî sınıflarla aracısız olarak görüşmesi gayesiyle, tahtın, Bâbüssaâde denilen, sarayın üçüncü kapısı önünde kurulması suretiyle akdedilen olağanüstü toplantılara ise, Ayak Dîvânı denirdi. Ayak dîvânları, ekseriya ihtilal veya karışıklık zamanlarında olurdu. Hükümdar, burada halkla veya askerle doğrudan doğruya temas eder, dertlerini dinlerdi. Ayak Dîvânının, mühim ve acele işleri müzakeresi ve derhal bir karara varılması için, hükümdarın veya serdâr-ı ekremin başkanlığında, saray dışında ve mesela sefer zamanlarında ordunun bulunduğu yerde toplandığı da olurdu. Bu sırada müzakerelere, yalnız devlet adamları ve tecrübeli komutanlar katılırdı.
Fatih devrine kadar, dîvâna bizzat padişahlar başkanlık ederlerdi. Daha sonra padişah adına veziriâzamlar (Baş Sadrazamlar) başkanlık etmişlerdir. Padişah nerede bulunursa, dîvân orada toplanırdı. Yalnız veziriâzam seferde bulunurken, büyük dîvân onun başkanlığında toplanırdı. Fatih zamanında da dîvân her gün toplanmakta olup, haftada dört gün padişahın huzaruna arza girilirdi. Dîvân-ı hümâyûn toplantıları, 16. yüzyıldan sonra haftada dört güne inmiştir. Tarihçi Gelibolulu Mustafa Âli’nin yazdığına göre, Üçüncü Murad Han zamanına kadar, haftada dört gün dîvân toplanır ve bu dîvân toplantılarından sonra dört defâ da arza girilirken, dört defa arza girmek çok görüldüğünden, arz günleri, ikiye indirilmiştir.
Toplantı, Cumartesi, Pazar, Pazartesi ve Salı günleri yapılırdı. Bu dört günde, Dîvân-ı hümâyûn üyeleri, saraya gelip işlere bakarlardı. Pazar ve Salı günleri müzakerelerden sonra veziriâzam ile d |
iğer vezirler, kazaskerler ve defterdarlar, Arz Odası'nda padişahın huzuruna kabul olunarak, dîvân işleri hakkında her biri ayrı ayrı izahat verirdi. Dîvân heyetine, vezir rütbesinde olmadıkça, Yeniçeri Ağası katılamazdı. Vezir olmayan Yeniçeri Ağası, arz günlerinde dîvân üyelerinden önce arza girip, Yeniçeri Ocağına dair söyleyeceğini söyler, sonra maiyetiyle beraber, ağa kapısına girerdi. Dördüncü Mehmed’in padişahlığı ve Fazıl Ahmed Paşanın sadrazamlığı zamanında, evvelâ Avusturya(II. Viyana Kuşatması) ve sonra Leh seferleri dolayısıyla padişah Edirne’de bulunduğundan, dîvân müzakerelerini, yalnız arz günlerine inhisar ettirerek, haftada iki gün, yani Pazar ve Salı günleri toplanması kararlaştırılmıştı. Padişah, 1677’de İstanbul’a gelince, yine aynı surette haftada iki gün olarak devamı emredilmişti. Bu durumda devlet işleri, yavaş yavaş sadrazamların İkindi Dîvânı'na yükletilmiş oluyordu. İkinci Ahmed’in saltanatının son senelerinde, haftada iki gün toplanan dîvânın azlığı ve iş sahiplerinin mağduriyeti göz önüne alınarak, bu hükümdarın emriyle, dîvân toplantıları yine haftada dört gün olmuştu.
Dîvân toplantılarının, 18. yüzyıl başlarında, Üçüncü Ahmed Han zamanında, haftada ikiye ve sonra bire indiği görülmektedir. Daha sonraki devirlerde dîvân toplantıları, büsbütün terk edilerek işlerin halli sadrazam dîvânına bırakılıp, padişahların iradeleri alınmak için, hükümdara telhisçi gönderilmek suretiyle, Paşa Kapısı'nda görülür olmuş ve dîvân akdi üç ayda bir, kapıkulu ocaklarına maaş verme ve yabancı elçi kabulü şekline dönüşmüştür.
Dîvân-ı hümâyûnun Topkapı Sarayı'nda Kubbealtı denilen binasını, Kanuni Sultan Süleyman zamanında veziriâzam Damat İbrahim Paşa yaptırmıştır. Bundan evvel, sonradan Eski Dîvânhâne denilen başka bir dîvân toplantısı yeri bulunmaktaydı. [Dîvân-ı Hümâyûn binası, ikinci yer veya alay meydanı denilen orta kapı ile Bâbüssaâde arasındaki sahada sol kısımdadır. Kubbealtı veya Dîvân-ı hümâyûn binası, esas itibarıyla, üç kubbe altındadır. Bu üç kubbeden birisi, dîvân üyelerinin toplandığı müzakere salonudur. Burada, üyelerin oturacağı yerler bellidir. Bu salonda veziriâzam ile diğer vezirlerin oturdukları yerin üstünde, padişahların dîvân toplantılarını gizlice dinledikleri “Kasr-ı Adl” denilen kafes pencereli yer bulunmaktadır.
Dîvân-ı hümâyûn, 18. yüzyıldan sonra önemini kaybetmesine rağmen, büsbütün ortadan kaldırılmayarak, imparatorluğun sonuna kadar muhafaza edilmiştir.
Kubbealtı vezirleri: Veziriâzamdan sonra gelen diğer vezirler ikinci vezir, üçüncü vezir, dördüncü vezir vb. şekilde adlandırılırdı ve sayıları yediye kadar çıkabilirdi. Dîvân müzakerelerinde ve siyasî herhangi bir işin halinde de tecrübeli devlet adamları olan bu kubbe vezirlerinin fikirlerinden istifade edilirdi.
On yedinci yüzyılın başlarından itibaren defterdar, nişancı ve kaptan paşaların vezirlikleriyle beraber, vezirlerin adedi artmıştır. Hattâ bazı beylerbeyliklere tayin edilen kişilere de vezirlik rütbesi verilmiştir.
Defterdar: Fatih Kanunnâmesi’ne göre defterdar, padişahın malının vekilidir. Defterdarlık teşkilâtına “Bâb-ı Defterî” de denilir. Başdefterdardan sonra Anadolu malî işlerini görmek için Anadolu Defterdarı geliyordu. Yavuz Sultan Selim devrinde, buraların malî işlerini görmek üzere, Halep’te bir defterdarlık daha kuruldu. Fakat bu, devlet merkezinde değildi. On altıncı yüzyıl ortalarında, devlet merkezinde, Şıkk-ı Sânî adı ile bir defterdarlık daha kurulmuştur. Bu şekilde Başdefterdar, Anadolu Defterdarı ve Şıkk-ı Sânî isimlerinde üç defterdarlık olmuştur.
Dîvân-ı hümâyûn, sabah erkenden toplanır ve kuşluk zamanına ve bazen de öğleye kadar devam ederdi. Dîvân-ı hümâyûna gelecek olan devlet adamları, sabah namazını çoğu zaman Ayasofya Camii'nde kılar, Yeniçeri ocağı ile süvari bölük ağaları ve bir miktar yeniçeri, sarayın Bâb-ı Hümâyûn denilen ve Ayasofya Camii'ne bakan kapısı önünde iki sıra üzerine dizilirler, dîvân erkânı, namazdan sonra buradaki yerlerini alırlardı. Bu sırada duacı dua ettikten sonra Bâb-ı Hümâyûn kapıcıları, kapıları açarlardı. Dîvân-ı hümâyûnda, dîvân üyelerinden başka Reis-ül Küttab, çavuşbaşı, kapıcılar kethüdası, büyük ve küçük tezkireciler ve tercümanlar hizmet görürlerdi. Dîvânda nişancı, tuğra çekilmesi lâzım gelen ferman, berat, menşur gibi evraka tuğra çekerdi. Örfî işleri ise, veziriâzam kararlaştırırdı.
-Sadaret Kethüdalığı:1835 yılında, Umûr-ı Mülkiye Nezareti ve 1837 yılında Dahiliye Nezareti olmuştur. Şimdiki içişleri bakanlığıdır.
-Reis-ül Küttablık: Reis-ül Küttab makamı oluşturulmadan evvel, bu makama ait görevleri Nişancı yürütmekteydi. Fakat imparatorluğun dış ilişkilerin gelişmesiyle birlikte 17. yüzyılda Nişancı'nın vazifelerini üstlenir şekilde Reis-ül Küttab makamı oluşturuldu. 1836 yılında, Umur-ı Hâriciye Nezareti olmuştur. Bu makam günümüzdeki Dışişleri Bakanı'na denk düşen görevleri yürütmekteydi.
-Çavuşbaşılık: 1836 yılında, Deâvî Nezareti ve 1870 yılında Adliye Nezareti olmuştur.
-Yeniçeri Ağalığı: 1826 yılında Seraskerlik, 1908 yılında Harbiye Nezareti olmuştur.
Osmanlı devletinin askeri işlerinden sorumludur.Bugünkü genel kurmay başkanı hükmündedir.
-Kapdan-ı Deryâlık: 1878’den sonra, "Bahriye Nezareti" olmuştur.
Daha sonraları kabineye, "Şeyhülislâm" da dâhil edilmiştir.
Osmanlı devletinin her türlü deniz işlerine bakardı.Deniz yoluyla fethedilen yerlerin kayıtlarını tutardı.
Dîvân-ı hümâyûnda Reis-ül Küttablık ile onun maiyeti olan beylikçinin nezaretleri altında, Dîvân-ı hümâyûn kalemleri bulunmaktaydı.
Amedî Kalemi: Reis-ül Küttab'ın hususî kalemi olup, aynı zamanda, bütün dış işleriyle meşgul olur ve sadrazamlıkla sarayın irtibatını sağlardı. Padişahın kendisine sadrazam tarafından yazılacak tahrir, telhis ile yabancı devletlerle yapılacak antlaşmalara dair ahidnâme ve musâlahanâme (antlaşma, sözleşme, vb.) suretleri, sadrazam tarafından yabancı devletlere gönderilen mektup müsveddeleri ve protokoller, elçi, konsolos, tercüman ve yabancı tüccarlara ait yazışmalar, burada yazılır ve bu kalemde saklanırdı.
Beylikçi veya Dîvân Kalemi: Dîvânda müzakere olunup karara bağlanan işlerin, gereken yerlere havalesi ve dîvân sicillerinin tutulmasıyla vazifeliydi. Ferman ve beratlar burada yazılırdı. Beylikçi, yazı işlerinden dolayı Reis-ül Küttab'ın emri altında bulunurdu.
Tahvil Kalemi: Bu kaleme, Nişan Kalemi veya Kese Kalemi de denilmektedir. Vezir, beylerbeyi, sancakbeyi beratlarıyla, vilayet kadılarının beratları, zeamet ve tımarların kayıtları hep burada tutulurdu.
Rüûs Kalemi: Genellikle küçük berat olarak tarif edilir. Vezir, beylerbeyi, sancakbeyi ve vilayet kadısı derecesine çıkmış, ilmiye sınıfı hariç olmak üzere, bütün devlet memuriyetlerine intisab edenlerin (girenlerin) veya kendilerine evkaftan vazife verilenlerin muameleleriyle meşgul olur ve kayıtlarını tutardı. Tahvil ve Rüûs kalemleri, bugünkü özlük işlerinin görevini yaparlardı.
Teşrifâtçılık Kalemi: Dîvân-ı hümâyûndaki mühim vazifelerden biri de teşrifatçılık idi. Gerek sarayda ve Dîvân-ı hümâyûnda, gerekse sadrazam konağında yapılan merasimlerde, elindeki defter gereğince protokolü tatbik ederdi.Teşrifât, resmî günlerde devlet rical ve memurlarının bulunacakları sıra ve sınıflar demektir. Arapça teşrifin çoğuludur. Günümüzde protokol olarak kullanılmaktadır. Bu işi yapana, teşrifâtçı, teşrifâti veya teşrifâtî-i dîvân-ı hümâyûn denirdi.
Vak'anüvislik Kalemi: ismiyle resmî bir memuriyet ve kalemin kuruluşu, 18. yüzyıl başında ortaya çıkar. Bu kalem, devlet işlerine ait, verilen vesikaları tetkik ve kaydederdi. İlk meşhur vakanüvis tarihçi, Mustafa Nâimâ Efendidir.
Mühimme Odası Kalemi: 1797 tarihinde çıkan nizamnâmeyle, dîvân veya beylikçi kalemlerindeki Mühimme Nüvislerin (yazanların), bir yerde çalışmaları için Mühimme Odası veya Mühimme Kalemi kurulmuştur.
Dîvân-ı hümâyûn kalemlerinin şeflerine Hâcegân ve bir kalemin en kıdemli memuruna Halîfe denirdi.
Mühimme Defterleri: Dîvân-ı hümâyûnun muntazaman toplandığı zamanlarda her dîvân toplantısında görüşülen siyasî, içtimaî, malî, idarî ve örfî kararların kayıtlarını ihtiva eden defterlere “mühimme defterleri” denirdi. Dîvân toplantılarında zabıt tutma usulü olmayıp, görüşülen işin neticesi, yani karar sureti, dîvân kâtipleri tarafından kaleme alınırdı. Bu karar suretini daha sonra Reis-ül Küttab gözden geçirip tashih eder ve daha sonra icab eden yere yazılır ve en son olarak nişancı tarafından, hüküm veya fermanın tuğrası çekilirdi. Dîvân-ı hümâyûn işlerinin Bâbıâlî’ye nakli sırasında, mühimme defterleri de, oraya taşınmıştır. Elde mevcut mühimme defterleri, 16. yüzyıl ortalarından başlamaktadır.
"Mühimme defterleri de birkaç çeşittir." Biri normal dîvân görüşmelerine ait olan defterlerdir. Diğer bir mühimme defteri de "“Mektûm Mühimme Defteri"” olup, adından da anlaşılacağı üzere, gizli yazılan hüküm ve fermanları havidir (içerir). Bunlardan elde mevcut olanlar, 18. yüzyıldan başlamaktadır. Savaş zamanlarında lâzım olan defterler, sadrazam ve serdâr-ı ekremle (başkomutan) beraber sefere gönderildiğinden, seferdeki görüşmelere ait tutulan mühimme defterlerine "Ordu Mühimmesi”" denilmektedir. Sadrazamın seferde bulunması dolayısıyla, devlet merkezinde Rikab-ı Hümâyûn (Sadaret) Kaymakamının başkanlığı altında toplanan dîvân veya meclisteki görüşmelere ait tutulan defterlere, "“Rikab Mühimmesi”" ismi verilmiştir.
Ahkâm defterleri: Bazen bir eyalete ve bazen muhtelif eyaletlere ait olarak tutulmuşlardır. Bu defterlerde valilere, kadılara ve saireye hitaben yazılan hükümler bulunmaktadır. Aynı zamanda mühimme defterini tutan kişi de bu defteri tutan kişi aynıdır. İkisini de nişanci tutar ve defterdar arada kontrol eder.
Tahvil defterleri: Bu defterlerin pek çok çeşitleri vardır. Tahvil muameleleri, sadrazamın emrini müteakip en son olarak yapılırdı.
Rüûs defterleri: Rüûs, genellikle, küçük memuriyet, vazife veya mültezimlere o işin verildiğini gösteren tayin vesikası olarak, küçük berat şeklinde tarif edilmektedir. On altıncı yüzyıl rüûs defterlerinde, büyük memuriyetlere ait beratlar da bulunmaktadır. Rüûs deft |
erlerinin kadı, mukâtaât, rikab, vakıf, müderrislik ve zeamet rüûsu gibi çeşitleri bulunmaktadır.
Bu belli başlı defterlerin dışında, pek çok Dîvân-ı hümâyûn defteri de bulunmaktadır.
Ayrıca: divan-ı mezalim önemli ağır siyasi suçlara başkanlığını yaptığı bu mahkemeler yapmaktadır. ayrıca halktan gelen şikayetleri de bizzat hükündarların başkanlık mezalim divanı bakardı. Aslında devlet hazinesinin büyük yardımcısı denilebilir.
= Dış bağlantılar =
Divan (edebiyat)
Divan (دیوان) sözcüğü Farsça'dan Arapça, Türkçe, Urduca ve diğer İslam milletlerinin dillerine girmiş, oralardan da komşuları olan gayri müslim unsurlara ve batı dillerine yayılmıştır.Farsçadaki "yazan, yazmak" anlamındaki "dibir" kelimesinden gelen kelimenin edebîyatta iki anlamı vardır:
Bir tür antoloji olarak görülebilir. Zamanla divanlarda şiirler belli bir düzene göre sıralanmaya başladı. Bu elemeye "divan tertibi" bu tür divanlara da "mürettep divan" adı verilir. Tam bir divanda sırasıyla, kaside (tevhid, münacat, na't, medhiye), tarih, musammat, gazel bölümleri yer alır. En sonda da lugazlar, muammalar, müfredler, azadeler bulunur. Divanda gazeller kafiye ve rediflerinin son harfinin Arap alfabesindeki sırasına göre dizilir. Yani elif’ten başlayıp ye harfine kadar. Her harften en az bir şiir olması şarttır. Ama buna uymayan şairler de olmuştur.
Her divan belli bir nizama göre düzenlenir. Divan edebiyatında bu sıralama ortaktır ve çoğu zaman bunlara uyulur.Bazen şairler bu bölümlerin her birinde ayrı ayrı eser vermez. O zaman kitabı "divânçe" adıyla anılır.
Divan (müzik)
Divan, Klasik Türk müziğinde en az üçer kıtalık şiirlerden bestelenen şarkıları tanımlar. Bu kıtalar birbirlerinden ara nağmelerle ayrılır. Her kıtanın başında genellikle "ah", "yâr" gibi bir terennüm sözcüğü eklenir. Kıtalardan biri yer yer ritimsiz okunacak şekildedir. Bir diğer kıta da "doğaçlama" görüntüsü vermesi amacıyla tümüyle ritimsiz olarak bestelenir.
Örsan Öymen
Örsan Öymen (1938 - 22 Temmuz 1987), Türk gazeteci, televizyoncu.
1 Mayıs 1938'de Ankara'da doğan Öymen, 1950 ve 1960'lı yıllarda Tercüman, Dünya, Ulus, Öncü gazetelerinde çalıştı. Uzun yıllar Alman Radyo Televizyonu'nda (WDR) radyo programcılığı, muhabirlik ve yorumculuk yaptı. Gisela Öymen'le evlendi. Türkiye'ye 1969'da dönen Öymen, TRT'nin yapılanmasında önemli rol oynadı, Söz Meclisten Dışarı programını yaptı. Günaydın gazetesinde "06 Ankara" adlı köşesinde yazan Örsan Öymen, ağabeyi Altan Öymen ile ANKA Ajansı'na da destek verdi.
1973'te Milliyet'te özgün politik taşlamalarını "Politika Kazanı" başlığıyla yazmaya başlayan Öymen, 22 Temmuz 1987'de Bodrum'da geçirdiği kalp krizi sonucu 49 yaşında vefat etti. Hikmet Bila, "Örsan Öymen ve Politika Kazanı" (1999) adlı kitabında Öymen'i ve yazılarını anlatmaktadır.
Gazeteci ve CHP Eski Genel Başkanı Altan Öymen'in kardeşidir.
Biyomühendislik
Biyomühendislik, biyoloji, moleküler biyoloji, biyokimya, mikrobiyoloji, hücre metabolizması ile, temel mühendislik ve malzeme bilimlerindeki hızlı ilerlemeler sonucu gelişen biyolojik teknikler ve mühendislik ilkelerinin canlı sistemlere ve bu alanlarda karşılaşılan sorunlara uygulandığı bir bilim dalıdır.Biyomühendislik temel anlamda bir ana bilim dalı olarak da gorülebilir. Genel kapsamda alanı içine aşağıda verilen alt bilim dallarını alarak gelişir. Temel anlamda bir biyomühendis aşağıda zikredilen bilim dallarının tamamına hakim olacak şekilde eğitim alır.
Immobilize enzimlerin geliştirilmesi, zararlı atık/atıkların mikrobiyal parçalanması, mikrobiyal yolla petrol çıkartılması.
Yeni ve ekonomik biyoreaktörlerin tasarımı. Biyolojik olayların daha kolay anlaşılması için, matematik modelleme ve simulasyon. Biyoenstrümantasyon ve ölçek büyütme, sulu ve çözgen ortamda biyokataliz.
Membran ayırmı, süperkritik akışkanlarla ayrım, biyolojik materyalin ayırma ve saflaştırma yöntemlerinin optimizasyonu. Kromatografik ve ekstraktif biyoseparasyon işlemleri, adsorpsiyon, iki fazlı sıvı polimer sistemleri ve miseller kullanılarak ayırma.
Hücre dışı ortamın kontrolü ile protein üretiminin kontrolü, besin elementleri transportu, özel tipteki biyoreaktörlerin tasarımı, biyoreaktör çalıma koşullarının belirlenmesi,
Tanı ve terapide kullanılacak invasif ve non-invasif tekniklerin geliştirilmesi
Redoks enzimleri ile elektriksel iletişim kurma, biyosensörler, elektroenzimatik sentezler, fizyolojik olayların ölçüm ve analizi.
Biyoreoloji, kan dolaşımı ve hastalıklarının modellenmesi, hücreler ve dokularla olumlu etkileşim kurabilen sentetik biyomateryallerin geliştirilmesi.
Yapay organların ve implantların geliştirilmesi ve temel mühendislik ilkeleri yardımıyla vücut yapı fonksiyonlarının modellenmesi (Kardiyovasküler ve mukoskeletal sistemler).
Doku ve organ rejenerasyonu, polimer-hücre etkileşimleri. Permeabilite, presipitasyon, koagülasyon, mikrosirkülasyon ve transport gibi olayların moleküler düzeyde tanımlanması.
Biyolojik olarak parçalanabilir polimerler, biyokompatibilite ve toksikoloji, kontrollu salınım ile tedavi. Membran sistemlerinin biyomedikal uygulamaları (Diyaliz gibi).
Yaşam desteği sistemlerinin geliştirilmesi ve rehabilitasyonunun temel ilkeleri,
Yeni klonlama teknikleri, rekombinant ve non-rekombinant hücreler. Gen izolasyonu, aşı araştırmaları, plazmid kararlılığı, elektroporasyon.
Hayvan ve bitki hücrelerinin üretim/çoğalma kinetiği, metabolizmaları.
Hibridoma teknikleri, yeni proteinlerin üretimi, sentetik polimer-hücre sistemleri yardımıyla, yarı-yapay organlar (karaciğer, pankreas) geliştirilmesi,
Hibrid proteinler, protein beliriminin hızlandırılması. Protein üretiminde hücre içi olaylar, protein salınımı.
Enzimlerin Uygulama Alanları
Zamanında enzimler genelde endüstri, klinik, tıp ve eczacılık gibi alanlarda kullanılmaktadır. Enzimler ;bitkisel, hayvansal kaynaklardan ve mikro organizmalardan elde edilmektedir. Örneğin proteini parçalayan enzimlerden olan papain bitkisinden ; fisin.,incir bitkisinden; nişastayı parçalayan alfa-amilaz,çimlenmekte olan arpadan ;tripsin,büyük baş hayvanların pankreaslarından ;pepsin tavuk ve sığırların bazı sindirim lizozim,yumurta akından ;rennin veya proteaz enzimi ,süt emmekte olan buzağıların 4.midesinden endüstriyel ölçmekte üretilmektedir.
Enzim kaynağı olarak mikroorganizmalar; kolay çoğalabilmeleri , enzim oluşumunun kolay kontrol edilebilmesi gibi nedenlerden dolayı potansiyel kaynak olarak düşünülürler. Bitkilerden elde edilen proteazların yanında , bakterilerden de proteaz amilazlar ve glikoz-izomeraz gibi endüstriyel öneme sahip enzimler de elde edilmektedir. Ayrıca glikoz oksidiz ,katalaz, lipaz ,laktoz vb. daha birçok enzim küf mantarından elde edilmektedir.
Bugün tıp ,eczacılık, tarım, hayvancılık, çevre,gıda ,kâğıt,tekstil,deterjan vb. birçok alanda enzimler kullanılmaktadır. Son yıllarda biyoteknoloji alanında gelişmelerle elde edilen enzimlerin kullanımının en fazla olduğu alan gıda endüstrisidir.proteazlar ve amilazlar bu alanda en çok kullanılan enzimlerdir. Eczacılıkta da enzimler kullanılmaktadır. Bu alandaki en iyi örneği ,hazım kolaylaştırıcı bazı ilaçların bileşimindeki besinlerimizin temel bileşenlerinden olan proteini parçalayan proteaz ,nişastayı parçalayan selüloz ,yağları parçalayan lipaz ve laktozu parçalayan laktaz enzimlerdir. Enzimlerin eczacılıkta kullanıma bir diğer örnek de penisilin amidan enzimidir.
Yine enzim kullanımının en fazla olduğu alanlardan birisi de deterjan endüstrisidir. Deterjanlar kullanılacakları alana göre bileşimi değişen kompleks karışımlardır. Bazı deterjanlar alkali koşullarda aktivite gösteren alkali-protez (bazik) enzimlerini içerirler,bazı deterjanların yapımında da amilaz ve lipazlar kullanılmaktadır. Bu enzimlerin etkisi ile özellikle protein , yağ ve nişastanın tesiriyle oluşan kirlilik etkisi bir şekilde temizlenir. Deri işlemede ve deri endüstrisinde de enzimlerden yararlanılmaktadır. Bakteriyel protezler,deri dokusu dışındaki proteinlerin ve yağların temizlenmesinde bazı proteazlar
Deriden kılların ayrılmasında ve derinin yumuşatılmasında kullanılmaktadır. Ayrıca çeşitli selülozlu atıkların karbon kaynağı olarak kullanılmasında ,kalitesiz yağlardan daha kaliteli yağların elde edilmesinde enzimlerden yararlanılmaktadır.
Yapılan pek çok araştırma sonucunda,enzimlerin kullanım alanları giderek artmaktadır.Özellikle son yıllarda rekombinant-DNA teknolojisine paralel olarak ,yeni ve istenilen özellikteki enzim elde edilmesi mümkün olmaktadır;buna bağlı olarak da enzim kullanımı giderek yaygınlaşacaktır.
Farklı uygulama alanlarına ve uygulama sektörlerine yönelik yöntem ve proses geliştirme çalışmaları.
Biyomühendislik; mühendislik
Biyomühendislik eğitim planında öğrencilere; biyoloji boyutu ile, biyolojik sistemlerden yararlanan yeni biyoteknolojilerin geliştirilmesi ve bunların sanayideki kullanımları, mühendislik boyutu ile de mühendislik kavram ve yöntemlerinin aktarılması hedeflenmektedir.
Biyomühendislik eğitimi ile kazandırılan beceriler aşağıda belirtilen ürünlerin üretildiği ve hizmetlerin verildiği sektörlerde uygulama alanı bulmaktadır.
Bu nedenle, Biyomühendislik Bölümü lisans programını tamamlayacak kişilerin yapacakları veya yapabilecekleri işler arasında, genetik analizler, biyolojik, sitolojik toksisite testleri, biyolojik üretim süreçleri, reaktörler ve uygun ayırma / saflaştırma ekipmanı seçimi ve tasarımı, biyolojik malzeme testleri, geliştirilmesi ve üretimi, tanı kitleri üretimi sayılabilir.
Ayrıca bu yeni ve akademik kariyer olanaklarının yanı sıra gıda, tarım, sağlık ve ilaç sektöründen çevre sektörüne kadar çok geniş bir endüstriyel yelpazede, hastane ve kliniklerde, Refik Saydam Hıfzısıhha Enstitüsü ve TSE gibi yasal yükümlülükleri olan kuruluşlarda, genetik tanı ve tedavi merkezlerinde, aşı üretim tesislerinde ve hatta askeri kuruluşlar ile ithalat-ihracat şirketlerinde görev alabilmeleri mümkündür.
Albert Camus
Albert Camus (; (7 Kasım 1913 – 4 Ocak 1960), Fransız yazar ve filozof.
Varoluşçuluk ile ilgilenmiştir ve absürdizm akımın |
ın öncülerinden biri olarak tanınır; fakat Camus kendini herhangi bir akımın filozofu olarak görmediğinden, kendini bir "varoluşçu" ya da "absürdist" olarak tanımlamaz. 1957'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanarak, Rudyard Kipling'den sonra bu ödülü kazanan en genç yazar olmuştur. Ödülü aldıktan 3 yıl sonra bir trafik kazasında hayatını kaybetmiştir.
20. yüzyılın en güçlü Fransız yazarlarından biri olan Albert Camus, 1913'te Cezayir'in Mondovi kasabasında doğdu. Yoksul bir aileden gelen Camus'nün babası Alsaslı, annesi ise İspanyol'du. I. Dünya Savaşı sırasında, 1914'te babasını kaybetti. Annesi evlerde hizmetçilik yaparak oğlunu okutmaya çalıştı. Ancak Camus, daha bağımsız bir hayat sürebilmek için evinden ayrıldı. 1923'te liseye, ardından da Cezayir Üniversitesi'ne kabul edildi. Üniversite eğitimi sırasında sağlığı bozuldu ve 1930'da vereme yakalandı. Hastalığı yüzünden üniversite takımının kaleciliğini bırakmak zorunda kaldı. Bundan sonra çeşitli işlerde çalışmaya başlayan Camus, felsefe eğitimini ancak 1936'da tamamlayabildi.
1934'te Fransız Komünist Partisi'ne katıldı. Bu hareketinin kaynağı, Marksist-Leninist öğretisine (doktrinine) desteğinden ziyade, İspanya'da daha sonra iç savaşla sonuçlanacak politik duruma duyduğu kaygıydı. Ancak üç yıl sonra, Troçkist suçlamasıyla partiden atıldı. Camus 1934'te Simone Hie'yle evlendi. Simone bir morfin bağımlısıydı ve Camus'yle evlilikleri, Simone'nun sadakatsizliğine bağlı olarak son buldu. 1935'te "İşçinin Tiyatrosu"nu (Théâtre du Travail) kurdu fakat bu tiyatro 1939'da kapandı. Aynı yıl, verem hastası olduğundan Fransa ordusuna kabul edilmedi.
1940'ta piyanist ve matematikçi Francine Faure ile evlendi ve 5 Eylül 1945'te Catherine ve Jean adlarında ikiz çocukları oldu. Aynı yıl Paris-Soir dergisi için çalışmaya başladı. Daha henüz "Sahte Savaş" olarak adlandırılan II. Dünya Savaşı'nın ilk zamanlarında bir pasifist olarak kaldı. Ancak bu tutumu Paris'in Alman ordusu tarafından işgali ve 1941'de, komünist gazeteci Gabriel Péri'nin gözleri önünde idam edilmesiyle değişti ve onun da başkaldırmasına neden oldu. Paris-Soir ekibiyle Bordeaux'ya gitti ve aynı yıl ilk kitapları olan "Yabancı" ve "Sisifos Söylencesi"ni tamamladı. Camus, Bordeaux'yu 1942'de terkedip Cezayir'in Oran şehrine gitti ve ardından Paris'e döndü.
Camus II. Dünya Savaşı sırasında Naziler'e karşı oluşmuş Fransız Direnişi'ne katıldı ve bu direnişin bir parçası olarak "Combat" adında bir gazete yayımlamaya başladı. 1943'te gazetenin editörü oldu; fakat 1947'de "Combat" ticari bir gazete olunca buradan ayrıldı. Jean-Paul Sartre ile tanışması burada gerçekleşmiştir.
Savaştan sonra, Sartre ve Beauvoir gibi kişilerin buluştuğu Boulevard Saint-Germain'deki Café de Flore'u ziyaret etmeye başladı. Bu yıllarda, aynı zamanda Amerika'yı turlayarak Fransız varoluşçuluğu hakkında dersler verdi. Politik olarak sol görüşlere yatkın olmasına rağmen komünizme karşı çıkması, ona komünist partilerde arkadaş kazandırmadığı gibi Sartre'dan da uzaklaştırdı.
Camus, 1949'da vereminin tekrarlaması yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve "Başkaldıran İnsan"ı yayımladı. Bu kitap, Fransa'daki birçok sol görüşe sahip arkadaşı ve özellikle de Sartre tarafından hoş karşılanmadı ve Sartre'la bütünüyle yollarını ayırdı. Kitabının tatsız yorumlarla karşılanması Camus'yü kitap yazmaktan tiyatro oyunları çevirmeye itti.
Camus, 1950'lerde kendini insan haklarına adadı. 1952'de Birleşmiş Milletler, Francisco Franco diktatörlüğündeki İspanya'yı üye olarak kabul edince UNESCO'daki çalışmalarını durdurdu ve kurumdan ayrıldı. Ayaklanmalarda insandışı bir sertlik kullanan Sovyet metotlarını eleştirdi. Pasifistliğini koruyan Camus, İdam cezasına karşı savaşını sürdürdü.
Cezayir Bağımsızlık Savaşı 1954'te başladığında, Camus kendini ahlakî bir ikilem içinde buldu. Bunun nedeni, Cezayir doğumlu Fransızları tasvir ederken kullandığı sıfat olan "siyah ayak"tı. Ancak, sonunda, savaşta Fransa hükümetini savunuyordu. Kuzey Afrika'da başlayan isyanın, aslında Mısır önderliğindeki yeni-Arap emperyalizminin ve batıya saldıran Sovyetler Birliği'nin işleri olduğunu düşünüyordu. Cezayir'in özerk, hatta bir federasyon olmasını savunuyor; fakat bütünüyle bağımsızlığını desteklemiyordu. Öte yandan, Araplar'la "siyah ayak"ların beraber yaşayabileceğini düşünüyordu. Bu kriz sırasında ölüm cezasına çarptırılan Cezayirlilerin kurtulması için gizlice çalıştı.
Camus, 1955 ve 1956 yıllarında Fransız "L'Express" dergisinde yazdı. Bunların ardından 1957 yılında Camus Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı. Nobel ödülünü aldıktan sonra büsbütün genişleyen ünü, onu XX. yüzyıl dünya edebiyatının başköşesine yerleştirdi. Genel yaklaşım bu ödülün bir önceki yıl yayımlanan "Düşüş" için değil, idam cezasına karşı yazdığı "Réflexions Sur la Guillotine" makalesi için verildiğidir. Stockholm Üniversitesi'nde yaptığı bir konuşma esnasında Cezayir konusundaki hareketsizliğini savundu. Fakat daha sonra Cezayir'de yaşayan annesinin başına ne geleceği konusunda meraklandığını bildirdi. Çelişkili sayılan bu durum Fransız sol entelektüelleri tarafından tepkiyle karşılandı.
Camus, 4 Ocak 1960'ta, Sens yakınlarındaki küçük Villeblevin kasabasında "Le Grand Fossard" isimli bir yerde geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybetti. Daha sonra mantosunun cebinde bir tren bileti bulunmuştur. Büyük bir olasılıkla, Camus gideceği yere trenle gitmeyi planlamıştı; fakat arkadaşıyla birlikte arabayla dönmeyi tercih etti. İronik biçimde, Camus daha önce en absürt ölüm şeklinin ne olduğu sorulduğunda, araba kazasında ölmeyi bunlardan biri olarak nitelendirmişti. Kazanın gerçekleştiği Facel Vega marka otomobilin sürücüsü ve yayımcı dostu da Camus'yle birlikte hayatını kaybetti. Camus Lourmarin Mezarlığı, Lourmarin, Vaucluse, Provence-Alpes-Côte d'Azur'de gömülmüştür.
Camus'nün ölümünden sonra telif hakları Camus'nün çocukları olan, Catherine ve Jean Camus'ye devredildi. Ölümünden sonra 1970'te "Mutlu Ölüm", 1995'te de öldüğünde hala bitmemiş olan "İlk Adam" yayımlandı.
Camus'nün felsefeye en büyük katkısı, insanların ne berraklık ne de anlam sunan dünyada bunları aramalarının sonucu olarak oluşan "absürt" fikridir. Filozof bu felsefesini "Sisifos Soyleni"de açıklayıp "Yabancı" ve "Veba" gibi romanlarında da işlemiştir.
Genelde varoluşçulukla birlikte ele alınan "Absürdizm" (Saçma, uyumsuzluk felsefesi) ile birçok yazar ilgilenmiş ve bu felsefi düşünce akımını kendine göre yorumlamıştır, Camus "saçma"`nın kurucusu değildir fakat bu düşünce akımında önemli bir yer tutar.
Camus, makalelerinde okuyanı dualizmle tanıştırır. "Mutluluk ve keder", "yaşam ve ölüm", "karanlık ve aydınlık".. Hayatın çeşitli biçimlerde geçtiğini ve insanın ölümlü olduğu gerçeği de budur. Sisifos Söyleni`de bu dualizm bir çelişki halini alır: Bir yanda yaşayarak hayatlarımıza değer vermekte öte yandan eninde sonunda yok olacağımız gerçeğini de bilmekteyiz. Bu çelişkiyle yaşamak "Absürt"`ün ta kendisidir. Eğer hayatımızın anlamsız ve boşuna olduğunu biliyorsak, kendimizi öldürmeli miyiz? Bu trajik kısır döngü nasıl aşılabilir? Camus saçma kavramını burada kurar: "yaşamın beyhudeliğinin bilincinde olan insan." Fakat Camus intihardan yana değildir, yaşamın anlamsızlığının yok edilemeyeceğinin bilincindedir fakat bununla savaşmaktan kaçınmaz.
Bazı eleştirmenler Camus`yü kategorize etmeye çalışarak onun bir varoluşçu ya da absürdist olduğunu söyler. Eleştirmenlerin mi ya da Camus`nün kendi ifadesinin mi doğru olup olmadığı tartışılmakla birlikte, Camus etiketlenmeyi sevmediğini belirterek varoluşçu olduğu tanımına karşı çıkar:
""Hayır, ben bir varoluşçu değilim. Sartre ile isimlerimizin yan yana anılmasına hep şaştık. Sartre ve ben kitaplarımızı birbirimizle gerçekten tanışmadan önce yayımladık. Birbirimizi tanıdığımızda ise ne kadar farklı olduğumuzu anladık. Sartre bir varoluşçudur, benim yayımladığım tek fikir kitabı Sisifos Söylencesi`dir ve sözde varoluşçu filozoflara karşı doğrultulmuştur". Camus felsefesini en iyi anlatan sözlerinden biri de; 'hayat hiçbir şey değildir, itina ile yaşayınız.'dir. Hayatın bir anlam aramaya çalışmayacak kadar kısa olduğunu, nihayetinde bir anlamı olmadığı, anlamı olsa bile olmasının hiçbir şey değiştirmeyeceğidir. Bu yüzden insanın yapabileceği en iyi şey hayatını yaşamak olacaktır. Camus hayatın anlamsız olduğunu söylemiştir, fakat anlamsız bir şeyi anlamlı yaşamanın da bir sakıncası yoktur. Bu yüzden Camus'un felsefesi pesimist veya aşırı melankolik değildir.
Bir absürdist olup olmadığı hakkında da şunları söyler:
Camus`yle birlikte anılan ve sık sık gönderme yapılan konulardan biri de kaleciliğidir. Bir süre Cezayir Üniversitesi genç takım kaleciliği yapmıştır ve maç raporlarına göre tutkuyla oynayan cesur bir kalecidir. Bir seferinde arkadaşı Charles Poncet "tiyatroyu mu yoksa futbolu mu" tercih edeceğini sorduğunda, "Tereddütsüz futbol" cevabını vermiştir. . Tüberküloza yakalanınca futbolu bırakmak zorunda kalmıştır. 1950'li yıllarda bir spor dergisine futbol hakkında bir yazı yazması rica edilince şöyle demiştir:
Camus, dini ve politik insanların aklımızı karışık ahlaki sistemlerle karıştırmaya çalıştığını böylece aslında basit olan şeylerin olduğundan daha komplike göründüğünü söyler. İnsanlar, politikacılar ve filozofların alanı yerine futbolun basit ahlakına bakmakla daha iyi edebilir.
Talcott Parsons
Talcott Parsons (13 Aralık 1902 - 8 Mayıs 1979), Amerikalı sosyolog.
1902’de Colorado’da dünyaya gelen Talcott Parsons, 1924 yılında mezun olacağı Amherst Koleji’nde felsefe ve biyoloji okudu. 1925 yılında London School of Economics’e girdi ve burada Bronislaw Malinowski ile çalıştı. Bir yıl sonra Heidelberg Üniversitesi’nden kabul aldı ve bu dönemde, düşünsel seyrini önemli oranda etkileyecek olan Max Weber’in fikirleri ile tanıştı. Son dönem Alman düşüncesindeki kapitalizm analizleri üzerine yazdığı doktora tezi, 1927 yılında kabul edildi. Aynı yıl Harvard Üniversitesi’nde ekonomi dersi vermeye, 1931 yılından itibaren de sosyoloji dersleri okutmaya başladı. 1944’te sos |
yoloji profesörü oldu. 1946-56 yılları arasında Sosyal İlişkiler Bölümü başkanlığını yürüttü. 1949 yılında Amerikan Sosyoloji Derneği başkanlığı yaptı.
Emekli olduğu 1974 yılına kadar Harvard Üniversitesi’nde kaldı. Parsons, en temelde klinik psikoloji ve sosyal antropolojiyi sosyoloji ile birleştiren bir akademik yönelim ortaya koymuştur. Parsons, “eylem” konusuna duyduğu ilginin yanında esasında, geniş boyutlu sistemler ve toplumsal düzen, bütünleşme ve denge sorunları üzerinde durmuştur. "The Social System" en klasik olmuş eseridir.
Talcott Parsons, “On Building Social Systems Theory: A Personal History”, Deadalus. Cilt: 99, 1970, s. 826-881.
Memduh Şevket Esendal
Mustafa Memduh Şevket Esendal (29 Mart 1883, Çorlu - 16 Mayıs 1952, Ankara), Türk yazar, diplomat, siyasetçi.
Türk edebiyatının tanınmış bir öykü yazarı olan Esendal edebiyatçılığının yanı sıra Tahran, Bakü ve Kabil'de büyükelçilik, TBMM'de dört dönem milletvekilliği, 1941-1945 yılları arasında CHP Genel Sekreterliği yapmış olan diplomat ve siyasetçidir.
En çok bilinen eseri 1934 yılında yayımlanan Ayaşlı ile Kiracıları adlı romanıdır.
1883 yılında Çorlu’da dünyaya geldi. Babası Mehmet Şevket Bey, annesi Emine Şadiye Hanım’dır. Varlıklı bir çiftçi ailesinin 3 oğlundan ikincisi idi. Edirne Lisesi'nde eğitim görmüştür. Savaş ve göçler yüzünden çocukluğunda düzenli bir eğitim görme fırsatı olmadı; kendi kendisini yetiştirerek Arapça, Farsça, Fransızca öğrendi. Ailesi Balkan Savaşı ve Bulgar baskınları nedeniyle çiftliklerini bırakıp İstanbul’a göç etmişti; savaştan sonra tekrar Çorlu’ya dönüldüyse de I. Dünya Savaşı’nın başlaması ile ailesi ile tekrar İstanbul’a geldi. Tüm aile mal varlıklarını kaybettiği için geçim sıkıntısı çekerek büyüdü. 1907’de babasının ölümü üzerine ailesinin geçimini üstlendi ve memuriyete başladı.
1908’de dayısının kızı Ayşe Faide Hanım ile evlenen Memduh Şevket Bey’in bu evlilikten Mehmet (1912), Ahmet (1915), Emine (1923) adlı üç çocuğu dünyaya geldi.
1906’da İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne üye oldu. Fırka’ya girişi Kara Kemal önderliğinde oldu. Başlangıçta ücretli bir eleman olarak cemiyette yer alırken sonradan ittihatçılığı benimsedi. Cemiyet içinde oluşan “"mesleki temsilciler"” grubunda Kara Kemal ve Ali İhsan (İloğlu) ile birlikte yer aldı. Esnaf Odaları Mümessilliği, Anadolu Vilayetleri Müfettişliği gibi görevler üstlendi. Müfettişlik görevi sayesinde Anadolu’yu gezme, Anadolu insanını tanıma fırsatı buldu. I. Dünya Savaşı yıllarında İstanbul’daki beslenme sorunu ile ilgili olarak görevler aldı.
Teşkilat-ı Mahsusa adlı gizli birlik bünyesinde I. Dünya Savaşı’na katılmasına karar verilince İstanbul’dan ayrıldı; 1915’te Cemiyetin Ankara temsilcisi oldu.
İşgalci İngiliz kuvvetlerinin İstanbul’daki İttihat ve Terakki merkez binasını bastıkları 13 Kasım 1918 günü orada bulunan Memduh Şevket, kaçmayı başardı. İstanbul hükümeti tarafından kovuşturmaya uğrayıp takip edildiği için İstanbul’un değişik yerlerinde ve İtalya’da bir süre saklandı. 1920’de işgale karşı ulusal direnişin lideri Mustafa Kemal’in çağrısı üzerine Ankara’ya gitti.
1921’de Ankara’daki milli hükümetin ilk yurtdışı temsilciliğini açtığı Bakü’ye "orta elçi" olarak gönderildi. Görevi, öncelikle Kafkaslar'da ve Rusya içlerinde I. Dünya Savaşı'ndan kalma Türk esirlerinin Anadolu'ya getirilmesi ve silah, cephane nakliyatı idi. Bakü’deki Türk esirlerin yurda dönmeleri konusunda büyük emek sarf etti. Rusya’da seferberlik ilanından sonra Azerbaycan’daki Türk tebaanın Ruslar tarafından askere almasını önledi. Mayıs 1922’de Azerbaycan’da Arap alfabesinden Latin alfabesine dönme girişimi olduğunda bu süreci yakından takip etti ve konu hakkında Ankara’ya rapor yazdı.
1924 yılında Rusya’nın bağımsız Azerbaycan Devleti’ne son vermesi üzerine Bakü’deki Türk temsilciliği kapandı ve Memduh Şevket Bey yurda döndü.
1925 yılında yurda döndüğünde Mekteb-i Sultani ve Kabataş Lisesi‘nde coğrafya öğretmeni olarak atandı. O sene eski ittihatçı arkadaşları ile birlikte “"Meslek"" adlı bir haftalık siyasi gazete çıkardı. Amaç, “mesleki temsilcilik” düşüncesini Cumhuriyet dönemi Türkiyesi’ne taşımaktı. Memduh Şevket Bey’in ilk öyküleri Meslek gazetesinde yayınlandı. Aynı gazetede “"Miras"” adlı romanı tefrika edildi. Hayatı boyunca resim yapmayı da hep sürdürmüş olan Memduh Şevket Bey, bu gazetede resim ve karikatürler de yayımlamış ve bazı karikatürleri yüzünden kovuşturmaya uğramıştır. Yayın, iktidar tarafından hoş karşılanmamış ve kapatılmıştır.
Memduh Şevket Esendal, 1925 yılının sonunda yeniden yurtdışında elçilik ile görevlendirildi ve Tahran’a elçi atandı. İki devlet arasında istenmeyen olayların meydana geldiği gerekçesiyle (Ağrı isyanı sırasında Türk ordusunu İran topraklarına girmesi) 1930 yılında Tahran elçiliğinden istifa etti.
Tahran’dan döndükten sonra Mustafa Kemal’in emri ile CHP Merkez İdare Heyeti’ne alınan Memduh Şevket Bey, 1931-1933 yılları arasında Elâzığ milletvekili olarak TBMM’de yer aldı. 1932’de ilk Türk Dil Kurultayı’na Elazığ milletvekili olarak katıldı. Kabil büyükelçiliğine atanması nedeniyle 1933’te milletvekilliğinden istifa etti.
1933-1941 arasında Kabil büyükelçiliği görevlerinde bulundu. Komünist rejim baskısından kaçıp Afganistan’a sığınmış Türkmen çocukların Türkiye’ye gönderilip eğitim görmelerini sağladı. II. Dünya Savaşı’nda ülkenin Alman-İtalyan nüfuzuna girmesini engelleyip, Sadabat Paktı’nda yer almasını sağlamada rol aldı.. Daha önce Vakit gazetesinde tefrika ettiği “"Ayaşlı ile Kiracıları"” adlı romanını Kabil elçisi olduğu dönemde, 1934 yılında yayımladı. Bu, onun kitap olarak yayımlanan ilk romanıdır. Soyadı Kanunu çıktığında kendisine “Esendal” soyadını İsmet İnönü verdi. 1941’de kendi isteğiyle Kabil’deki görevinden ayrıldı.
Kabil’den yurda dönüşünde hayatını kaybeden Bilecik milletvekili Salih Bozok’un yerine meclise girdi. VI., VII., VIII. Dönem TBMM’de Bilecik milletvekili olarak yer aldı. Dördüncü Türk Dil Kurultayı’na Bilecik milletvekili sıfatı ile katıldı.
1942-1945 yılları arasında CHP Genel Sekreterliği görevini üstlendi. Partinin gençleşmesi için uğraştı ve “"35’ler Hareketi"”’nin gelişmesine destek oldu. Genel sekreterlik görevinden kendi isteğiyle ayrıldı.
1945’te CHP Genel Sekreterliği’ni bıraktı ve sadece edebiyatla ilgilendi, yapıtlarını derleyip kitaplaştırmakla uğraştı. Öyküleri, “Sanat ve Edebiyat”, “Seçilmiş Hikayeler”, “Ulus”, “Ülkü”, “Hisar”, “Pazar Postası”, “Türk Dili” gibi gazete ve dergilerde yayınlandı. Siyasetçi ve edebiyatçı kimliklerini ayrı tutmak için yazılarında ""M.Ş.E, Mustafa Memduh, Mustafa Yalınkat, M. Oğulcuk, İstemenoğlu"" gibi takma isimler kullandı. Yaşamının yalnızca dokuz yılında (1923-1926, 1946-1952) ciddi biçimde edebiyatla uğraşmasına rağmen Türk öykücülüğünün önemli bir ismi oldu. Durum hikâyeciliğinin Türk edebiyatındaki temsilcisidir. Yazdığı öykülerin sayısı 224'ü bulur. En çok bilinen eseri 1934 yılında yayımlanan Ayaşlı ile Kiracıları adlı romanıdır.
Birkaç gün önce beyin kanaması geçirmiş olan Esendal, 16 Mayıs 1952 gecesi Ankara’da hayatını kaybetti. Cenazesi, Ankara Cebeci Mezarlığı’na defnedildi.
Esendal’ın anılarını yazdığı ve ölümünden 30 yıl sonra yayımlanmasını istediği bilinmekle birlikte söz konusu hatıralar bulunamamıştır. Çocuklarına yazdığı mektuplar “"Oğullarıma Mektuplar"” (2003) ve “"Kızıma Mektuplar"” (2001) adı altında kitaplaştırılmıştır.
Türkçe hikâyeden söz edildiğinde ilk akla gelen isimlerden birisidir. Öykülerinde kadın sorunu, Kurtuluş Savaşı öncesi yaşanan çaresizlik, batı özentisi, sömürü düzeni, ağanın işçiyi, belediye memurunun esnafı sömürmesi, düzenin adamı olan insanları, çok evlilik sorununu işler.
Türk edebiyatında durum (Çehov tarzı) öykücülüğünün en önemli temsilcilerindendir. Öyle ki edebiyat çevresince "Yerli Çehov" olarak adlandırılmıştır. Öykülerinde derin insan sevgisini işlemiştir. Dili sade, temiz ve pürüzsüzdür.
Esendal'ın edebiyatımıza getirdiği en önemli yenilik, ele aldığı konuları büyük bir sadelikle işlemesidir. Bu konular, yine sıradan insanların yaşamları etrafında gezinir. Öykücülüğe başladığı ilk yıllarda, dilde sadeleşmenin öncüsü olan Ömer Seyfettin'in izinden giden Esendal, ustalık dönemine eriştiğinde, hem Ömer Seyfettin'den, hem de kendi çağdaşlarından daha sade ve düzgün bir dille yazmıştır. Uslübunda Çehov'un etkileri açıkça görülür. Hatta, bazı öyküleri, Çehov'dan yapılmış uyarlamalardır. Ancak bu etki, yazım tarzı, dildeki sadelik, kişilerin seçilişi ile sınırlı kalır. Esendal, Çehov'un karamsar bakışını tekrarlamaz. Kendi deyişiyle; insanlara yaşamak için ümit, kuvvet ve neşe veren yazılardan hoşlanır, insanları mutfak paçavrasına çeviren ve yeise düşüren yazılardan hoşlanmaz.
Hikâyeleri, 1983'ten itibaren 14 kitap halinde yeniden şu isimlerle basılmıştır:
Ömer Seyfettin
Ömer Seyfettin, (d. 11 Mart 1884; Gönen, Balıkesir - ö. 6 Mart 1920, İstanbul), Türk yazar, asker ve öğretmen.
Türk edebiyatının önde gelen hikâye yazarlarındandır. Türkiye kısa hikâyeciliğinin kurucu ismidir. Ayrıca edebiyatta Türkçülük akımının kurucularından olup, Türkçede sadeleşmenin savunucusudur.
11 Mart 1884 yılında Gönen, Balıkesir'de doğdu. Yüzbaşı Ömer Şevki Bey'le, Fatma Hanım'ın ikisi küçük yaşlarda ölen dört çocuğundan biridir. Öğrenimine Gönen'de bir mahalle mektebinde başladı. Ömer Şevki Bey'in görevinin nakli dolayısıyla Gönen'den ayrılan aile, İnebolu ve Ayancık'tan sonra İstanbul'a geldi.
Ömer Seyfettin, önce Mekteb-i Osmanî'ye, 1893 ders yılı başında Askerî Baytar Rüştiyesi'nin subay çocukları için açılmış özel sınıfına kaydedildi. Bu okulu 1896'da tamamlayarak Kuleli Askeri İdadisi'ne yazıldı. Daha sonra Edirne Askerî İdadîsi'ne naklolarak eğitimine, arkadaşı Enis Avni ile birlikte burada devam etti. İlk edebi çalışmaları olan şiirlerini Edirne’deki öğrenciliği sırasında yazdı.
1900'de İdadî'yi bitirerek İstanbul'a döndü ve Mekteb-i Harbiye-i Şahâne'ye başladı. İstanbul’da "Mecmua-i Edebiye" dergisinde şiirlerinin yayımlanmasıyla yayın dünyasına girdi. 1903 yılında Makedonya'da çıkan karışıklı |
k üzerine "Sınıf-ı müstacele" denilen bir hakla okulundan imtihansız mezun oldu.
Ömer Seyfettin, mezuniyetten sonra piyade asteğmeni rütbesiyle, merkezi Selanik'te bulunan Üçüncü Ordu'nun İzmir Redif Tümeni'ne bağlı Kuşadası Redif Taburu'na tayin edildi. 1906'da İzmir Jandarma Okulu'na öğretmen olarak atandı. Bu vesileyle İzmir'deki fikrî ve edebî faaliyetleri ve bunlar içerisinde yer alan gençlerle tanışma fırsatı buldu. Nitekim batı kültürünü tanıyan Baha Tevfik'ten Fransızca bilgisini artırmak için teşvik gördü; Necip Türkçü'den ise sade Türkçe ve millî bir dille yapılan millî edebiyat konusunda fikirler edindi.
Ömer Seyfettin Ocak 1909'da Selanik Üçüncü Ordu'da görevlendirildi. Manastır, Pirlepe, Köprülü, Cumâ-yı Bâlâ kasaba ve köylerinde görev yaptı. Razlık (günümüzde Bulgaristan'da) kasabasının Yakorit köyünde bölük komutanlığı yaptı. Balkan çetecilerinin Türk düşmanlığını dile getirdiği "Bomba", "Beyaz Lâle", "Tuhaf Bir Zulüm" adlı hikâyeleri bu görevleri sırasında edindiği izlenimler sonucu yazdı. Yazıları ve hikâyeleri İstanbul’da ve Selanik’te çıkan çeşitli dergilerde takma isimlerle yayımlandı. Ali Canip’e yazdığı meşhur mektubu da bu sırada Yakorit’te yayımlanmıştır. Ömer Seyfettin’in dil konusunda görüşlerini özetleyen bu mektup, Yeni Lisan hareketinin başlamasına vesile olmuştur.
1910 yılında Ziya Gökalp’in de arzu ve tavsiyesi ile tazminatını ödeyip askerlik görevinden ayrıldı. Hayatını yazar ve öğretmen olarak sürdürmek üzere Selanik’e yerleşti. Rumeli’nin tek Türk bilim ve edebiyat dergisi olarak Selanik'te çıkarılan "Hüsün ve Şiir" dergisinin ismi, Akil Koyuncu'nun istek ve ısrarı üzerine "Genç Kalemler"'e çevrildikten sonra 11 Nisan 1911'de Ömer Seyfettin'in "Yeni Lisan" isimli ilk başyazısı imzasız olarak yayınlandı.
"Genç Kalemler" yazı heyetini oluşturanlar, Balkan Savaşı'nın başlaması üzerine dağılmak zorunda kaldı. Ömer Seyfettin’in sivil hayatı bir yıl kadar sürmüştü. Yeniden Ordu'ya çağrılan yazar, Yanya Kuşatması'nda esir düştü.
Atina yakınlarındaki Nafliyon kasabasında geçen on aylık esareti sırasında sürekli okudu. "Mehdi", "Hürriyet Bayrakları" gibi hikâyelerini bu dönemde yazdı. Hikâyeleri "Türk Yurdu"'nda yayımlandı. Esareti süresince gerek okuyarak, gerekse yazarak, yazarlık hayatı için önemli olacak tecrübeler kazandı.
Ömer Seyfettin, 1913'te esareti bitince İstanbul'a döndü. 23 Ocak 1913'te Enver Paşa'nın organize ettiği Bâb-ı Âli Baskını'na katıldı. Daha sonra askerlikten ayrılarak, yazarlık ve öğretmenlikle hayatını kazanmaya başladı. "Türk Sözü" dergisinin başyazarlığına getirildi ve burada Türkçü düşüncenin sözcülüğünü yapan yazılar yazdı.
1914 yılında Kabataş Sultanisi'nde öğretmenlik görevine başladı ve bu görevini ölümüne kadar sürdürdü.
1915'te İttihat ve Terakki Fırkası ileri gelenlerinden Doktor Besim Ethem Bey'in kızı Calibe Hanım'la evlenmiştir. Bu evlilik Fahire Güner isimli bir kız çocuğuna rağmen, 1918'de bozulunca tekrar yalnızlığına döndü. Gerek bozulan evliliği gerekse I. Dünya Savaşı yenilgisini görmesi onu etkiledi. Anadolu’da uzun seyahatlere çıkarak bu olumsuz havadan kurtulmaya ve her hafta en az bir hikâye yazmaya çalıştı
1917'den ölüm tarihi olan 6 Mart 1920'ye kadar geçen zamanda, birçok olumsuz duruma rağmen verimli bir hikâyecilik döneminin içinde olmuştur. Bu dönemde 10 kitap dolduran yazar, 125 de hikâye yazdı. Hikâye ve makaleleri "Yeni Mecmua", "Şair", "Donanma", "Büyük Mecmua", "Yeni Dünya", "Diken" ve "Türk Kadını" gibi dergilerle "Vakit", "Zaman" ve "İfham" gazetelerinde yayınlandı. Bir yandan da öğretmenlik görevini sürdürdü.
Hastalığı 25 Şubat 1920'de artınca 4 Mart'ta hastaneye kaldırıldı. 6 Mart 1920'de hayatını kaybetti. Önceden teşhis edilememiş olmakla beraber, yapılan otopsi sonucunda hastalığının "şeker" olduğu anlaşılmıştır.
Naaşı önce Kadıköy Kuşdili Mahmut Baba Mezarlığı'na defnedilmiştir. Daha sonra buradan yol geçeceği veya araba garajı yapılacağı gerekçesiyle mezarı, 23 Ağustos 1939'da Zincirlikuyu Mezarlığı'na nakledilmiştir.
En yakın arkadaşı Ali Canip Yöntem, onun hayatını ve mizacını anlatan, en kuvvetli hikâyelerini içeren "Ömer Seyfettin ve Hayatı" adlı bir kitap yazdı ve bu kitap 1935 yılında yayımlandı. Kısa bir süre sonra da bütün hikâyeleri bir kitap serisi halinde basılmıştır ve bu hikâyeler günümüzde de okunmaktadır.
İlyada
İlyada (Yunanca: Ἰλιάς, Iliás), Homeros'un Troya Savaşı'nı anlatan destanıdır. Yunanca'da Odise ile birlikte en eski edebiyat olduğu düşünülen epik bir şiirdir. Eldeki veriler ışığında Homeros tarafından MÖ 7. ya da 8. yüzyılda yazıldığı düşünülmektedir.
Homeros, "İlyada"sında Troya Savaşı'nın tamamını anlatmamaktadır. 24 bölüm ve 16.000'den fazla dizeye sahip olan İlyada, Troya Savaşı'nın dokuzuncu yılında 51 günlük bir dönemi anlatmaktadır. Destan Akhilleus'un öfkesi ile açılır ve Hektor'un cenazesi ile sona erer. Destan söz konusu 51 günlük kısmı kapsamakla beraber, bu dönemin öncesi ve sonrasıyla, savaşın çeşitli merhaleleriyle ilgili birçok olaya atıfta bulunmaktadır. Sözlü gelenekten yazıya nasıl geçtiğini bilemediğimiz gibi, metinde geç dönemde yapılan değişikliklerin kesin amacını kestirmek de güçtür. Ama Homeros bir savaşın ""toprağı bereketli Troya""da geçtiğini söylemektedir.
Ozan, İlham Perileri'ne seslenip konusunu belirtir: Akhilleus'un öfkesi ve bu yüzden Akhalar arasında beliren veba salgını.
Akhaların Troya Ovası'ndaki gemi ordugâhındayızdır. Tanrı Apollon'un rahibi Khryses gelir, Agememnon'un tutsak olarak alıkoyduğu kızı Khryseis'i geri ister. Agememnon kızı vermediği için tanrı Apollon Akha ordusuna veba salar.
Dokuz gün dokuz gece ordu hastalıktan kırılır. Bilici Kalkhas kızı geri vermeyi buyurur. Agememnon kızı vermeye razı olur, ama onun yerine Akhilleus'un tutsağı Briseis'i alacaktır. Akhilleus'la Agememnon bu yüzden kavgaya tutuşurlar. Agememnon Briseis'i alır, ama Akhilleus da barakasına çekilir: Savaşa artık katılmayacaktır. Anası deniz tanrıçası Thetis'ten öcünü almasını ister. Thetis, Olimpos'a çıkıp Zeus'a yalvarır: Akhilleus savaştan uzak durdukça Akhalar zaferi kazanamasınlar. Zeus söz verir, Akhalar'dan yana olan karısı tanrıça Hera ile kavga ederler. Hephaistos onları yatıştırır.
Zeus, Agememnon'a yalancı bir düş gönderir: Troya'yı alabileceğini bildirir. Agememnon Akhalar'ı toplantıya çağırır, onları denemek ister: Herkesin dokuz yıllık savaştan bıktığını, yurtlarına dönmek istediklerini anlar. Thetis olayı. Ordu savaş düzenine girer. Ozan bir daha Musa'ya seslenir ve Akha ordularının, komutanlarının ve şehirlerinin adlarını, gemilerinin sayısıyla saymaya koyulur. Aynı sayım Troyalılar için de yapılır. Troya ordusu da safa dizilir.
İki ordu karşı karşıyadır: Paris, Menelaos'la teke tek savaşa girişmeyi teklif eder. Savaşı kazanan Helenayı alacaktır. Teklif kabul edilir, Priamos'u çağırmaya giderler.
Sahne değişir: Priamos'la ihtiyarlar heyeti surların üstünde dizilip tek tek savaşı gözetlerler. Helena gelir, onlara Akha yiğitlerini tanıtır. Teke tek savaş başlar, Menelaos Paris'i alt etmek üzereyken tanrıça Afrodit araya girip Paris'i kaçırır, Helenayı da kocasının yanına götürür. Helena'nın Afrodit'e, sonra da kocasına çıkışması.
Varlık Yayınları tarafından Ahmet Cevdet Emre çevirisiyle 1957 yılında 355 sayfa olarak basıldı. Daha sonra Türk Kültür Yayınları tarafından 1958 yılında 376 sayfa olarak basıldı. Daha sonra İş Bankası Kültür Yayınları tarafından 1958 ve 1962 yıllarında basılan İlyada; Azra Erhat ve A. Kadir'in çevirisiyle Sander Yayınları tarafından 1967'de; Can Yayınları tarafından 1984'te basılmıştır. 1984'te Can Yayınlarından çıkan bu basım 5. basım olup 6. basım 1992'de, 7. basım 1993'te yapılmıştır. 1993 yılı 7. baskısı; Can Yayınlarında dizilmiş, Özal Basımevinde basılmıştır.
Bor (anlam ayrımı)
Bor şu anlamlara gelebilir:
Ümit Özat
Ümit Özat (d. 30 Ekim 1976, Ankara), defans mevkiinde görev alan eski Türk millî futbolcu ve teknik direktör. Süper Lig takımlarından Gençlerbirliği'nin teknik direktörlüğünü yapmaktadır.
Ümit Özat, Gençlerbirliği'nde 1995-2000 yılları arasında toplam 166 resmi maçta 14.399 dakika forma giydi. 14 gol attı. Gençlerbirliği forması altında 4 Avrupa Kupası maçında 360 dakika oynadı.
2001-2002 sezonunda Gençlerbirliği'nde ilk önce Bursaspor'a oradan da Fenerbahçe takımına transfer edildi.
Libero mevkiinde görev alan Ümit Özat, Christoph Daum'un Fenerbahçe teknik direktörlüğü sırasında oyun kurucu, ön libero ve en son olarak da sol bek mevkiinde görev verilmiştir. Fenerbahçe'de Roberto Carlos'dan önce sol bek olarak görev yapmıştır. 18 Mart 2003 tarihinde Fenerbahçe takım kaptanlığına getirildi.
Fenerbahçe'deki ilk resmi maçı, 8 Ağustos 2001'de Rangers ile oynanan UEFA Şampiyonlar Ligi 3. Ön Eleme Turu 1. maçıdır ve bu maçta 8 dakika görev yapmıştır.
25 Mayıs 2007 tarihinde Daum'un çalıştırdığı Bundesliga takımlarından Köln takımına transfer oldu. 2007-2008 sezonunda Köln takımında takım kaptanı oldu.
29 Ağustos 2008 tarihinde oynanan Karlsruhe maçında dili boğazına kaçtı ve sahada yere yığıldı. Alman doktorların başarılı müdahaleleriyle hayata döndü. Futbol hayatına devam edebileceği açıklandı. 11 Kasım 2008 tarihinde saat 5:00 sularında kalp ritmi bozukluğu şüphesiyle tekrar hastaneye kaldırıldı.
14 Mart 2009'da aldığı kararla sağlık sorunları nedeniyle futbolu bıraktığını açıkladı. Fenerbahçe'de yardımcı antrenörluk yapmak için aday olmuştu.
53 kez millî takımlara çağrılan Ümit Özat, 12 kez Türkiye U-21, 41 kez de Türkiye formayı giymiş ve bu maçlarda 2 gol atmıştır.
Türkiye 21 yaş altı millî futbol takımı ile 1997 yılında oynanan Akdeniz Oyunları katıldı ve final müsabakasında İtalya Olimpik millî futbol takımına yenilerek ikincilik kazanan kadroda bulundu.
2014-15 sezonu başında PTT 1. Lig ekiplerinden Elazığspor ile 1 yıllık anlaşma sağladı. Ümit Özat 8 Mart 2015 tarihinde Elazığspor teknik direktörlüğü görevinden istifa etti. Fakat daha sonradan yönetim istifasını kabul etmemiş ve görevine devam etmesi kararı verilmiştir. Özat, 18 Nisan 2015'te Denizlispor maçı so |
nrası Elazığspor teknik direktörlüğünden istifa etmiştir.
22 Haziran 2015 tarihinde PTT 1. Lig takımlarından Boluspor ile anlaştı. Boluspor'daki teknik direktörlük kariyeri fazla sürmeyen Ümit Özat'ın 14 Temmuzda Boluspor ile sözleşmesi karşılıklı olarak feshedildi.
19 Temmuz 2015 tarihinde Ümit Özat, PTT 1. Lig takımlarından Samsunspor ile anlaştı.
17 Ocak 2016 tarihinde Süper Lig takımlarından Mersin İdman Yurdu ile anlaştı.
8 Kasım 2016 itibarıyla Gençlerbirliği'nin teknik direktörü oldu. 2017-2018 sezonu başında 3 maçta sadece bir beraberlik alan Özat, takımdan gönderildi. Ancak 12. haftanın sonunda tekrar takımın başına getirildi.
Ödemeler dengesi
Ödemeler dengesi, en geniş anlamıyla, bir ekonomide
diğer ekonomilerde yerleşik kişiler ile belli bir dönem içinde yapmış oldukları tüm mal ve hizmet ticareti ile bu ekonominin diğer ekonomilerle olan alacak ve yükümlülüklerinin, mülkiyet değişimi anında, çift kayıt prensibi esasına dayalı olarak kaydedildiği istatistiki bir tablodur. Bu tablo sayesinde, ülkenin toplam dış borç ve varlıklarındaki değişmeler gözlenerek, diğer ülkelerle olan ekonomik ilişkiler görülür.
Cari İşlemler + Sermaye Hesabı + Resmi Rezervler Hesabı + Net Hata ve Noksanlar = 0
Ayrıca tarihsel ödemeler dengesi bilgilerini aşağıdaki linkten indirebilirsiniz:
Çalgı
Çalgı veya müzik aleti veya enstrüman, müzik yapmak için kullanılan aletlere verilen genel isimdir. Prensip olarak, ses çıkaran her nesne çalgı olabilir; ancak bir nesneyi çalgı yapan şey, müzik yapmak amacıyla kullanılmasıdır. Çalgıların tarihi, insan kültürünün başlarına kadar uzanır. İlk çalgıların ritüellerde kullanıldığı düşünülmektedir: Örneğin avın başarıyla tamamlandığını belirtmek üzere trompet, dini törenlerde davul kullanılmıştır. Zaman içinde eğlenceli amaçlı müzikler üretilmeye ve melodiler icra edilmeye başlanmıştır. Kullanım alanları arttıkça çalgılar da gelişmiştir.
Çalgıların türleri, tarihi, yapım biçimleri gibi konuları inceleyen bilim dalına da "Organoloji" denir.
Çalgı yapımı, bazı bilim alanlarını yakından ilgilendiren bir teknolojidir. Akustik bilimi ve sanat tarihi bu yan dallar arasındadır. Çalgıların kullanımları ve tarih içinden gelerek aldıkları yeni biçimler, sosyolojik araştırmaların kapsamındadır. Arkeolojik araştırmalar ise çalgıların 5000 yıl önce kullanıldığını göstermektedir. Çalgı biliminin temeli 20. yüzyıl başlarında atılmıştır. Çalgılarda bulunan parçaların adlandırılarak uluslararası birer terim haline gelmesi de bu yakın döneme rastlar. Müzik yazarı ve çalgı yapımcısı "Victor-Charles Mahillon", çalgı bilim alanında önderlik eden bir uzmandır. Doğal olarak bu alanda derinleşebilmek için, akustikçilerin ve müzikologların katkılarına ihtiyaç duyulmuştur. Çalgıların bilimsel olarak sınıflandırılmasını ve adlandırılmasını 16. yüzyılda "Sebastian Virdung" ve "Martin Agricola" ile 17. yüzyılda "Michael Praetorius" ve "Rahip Marin Mersenne"nin (1588 - 1648) gerçekleştirdikleri söylenebilir.
Çalgılar çalınış şekillerine göre şu şekilde gruplandırılırlar:
Hürriyet Daily News
Hürriyet Daily News Türkiye'nin ilk İngilizce gazetesi. 15 Mart 1961'de yayın hayatına başlayan gazete, 2000 yılında Doğan Yayın Holding bünyesine katılmıştır. Gazetenin merkez bürosu İstanbul'dadır. Gazetenin okuyucu kitlesinin %60'ını vatandaş olmayanı, %40'ını Türk vatandaşı okuyucular oluşturmaktadır. 3 Kasım 2008 tarihinden itibaren "Turkish Daily News" olan ismini "Hürriyet Daily News" olarak değiştirerek yeni tasarım ve yeni isimle okuyucularının karşısına çıkmaya başlamıştır.
Güncel baş editör Murat Yetkin olarak bilinmektedir.
Nicolas Kiefer
Nicolas Kiefer, (d. 5 Temmuz 1977), Alman tenis oyuncusu.
James Joyce
James Augustine Aloysius Joyce (2 Şubat 1882 - 13 Ocak 1941) İrlandalı yazar. Getirdiği anlatım yenilikleri ile 20. yüzyıl edebiyatını derinden etkilemiştir.
James Joyce, 1882 yılında Dublin’de doğdu. Cizvit okullarında eğitim gördü; Dublin'deki University College'de felsefe ve modern diller okudu. 1900’de, henüz üniversite öğrencisiyken Ibsen’in bir oyunu üzerine kaleme aldığı uzunca yazı Fortnightly Review dergisinde yayımlandı.
O sıralar, daha sonra Chamber Music (Oda Müziği) adlı kitapta toplanacak olan lirik şiirlerini yazmaya başladı. 1902’de Dublin’den ayrılıp Paris’e gitti; ama ertesi yıl ölüm döşeğindeki annesini ziyaret için tekrar İrlanda’ya döndü. 1904’ten sonra Nora Barnacle’la yaşamaya başladı. 1905’ten 1915’e kadar Trieste’de yaşadılar. 1906 yazında Roma'ya giden Joyce yaklaşık dokuz ay boyunca bir bankada çalıştı. Roma'dan sıkılınca 1907 kışında tekrar Trieste'ye döndü. Trieste’de Berlitz School’da İngilizce öğretmenliği yaptı. Dublinliler, 1914 yılında Birleşik Krallık'ta yayımlandı. Joyce, 1915’te tek oyunu olan Sürgünler’i yazdı. Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi adli otobiyografik romanı 1916 yılında yayımlandı. Aynı yıl Joyce ve ailesi Zürih’e taşındı.
Büyük bir yoksulluk içinde yaşadıkları Zürih’te en büyük eseri olan Ulysses üzerine çalıştı ve bu kitap Little Review adlı bir Amerikan dergisinde dizi halinde yayımlanmaya başladı. Dizileştirme 1918’de başladı, ancak kitap hakkında dava açılması nedeniyle 1920’de diziye ara verildi. Ulysses kitap olarak ilk kez 1922’de Paris’te basıldı. Dublin'de geçen 24 saati anlatan roman Homeros'un Odysseia'sı üzerine kuruludur. Pek çok yeni tekniğin kullanıldığı roman yayınlandığında büyük yankı uyandırmıştır.
Joyce ailesi iki büyük savaş arasında Paris’te kaldı. Bu dönemde son romanı olan Finnegans Wake üzerinde çalıştı. 1939’da, Finnegans Wake basıldı. 13 Ocak 1941’de James Joyce öldü. Portre’nin ilk taslağı Stephen Hero yazarın ölümünden sonra, 1944 yılında basıldı. İlk basımı birçok dizgi yanlışı içeren “Ulysses”in aslına uygun halde basılması 1984 yılında gerçekleşti. Ulysses'in Türkçe çevirisi Nevzat Erkmen tarafından gerçekleştirildi ve 1996 yılında basıldı.
Mesut Yılmaz
Ahmet Mesut Yılmaz (d. 6 Kasım 1947, İstanbul), Türk siyasetçi, eski başbakan ve eski Anavatan Partisi Genel Başkanı. 1991 ve 1999 yılları arasında toplam yaklaşık 2 yıl boyunca 3 kez başbakanlık ve çeşitli bakanlıklar yapmıştır. 1991–2002 yılları arasında ise Anavatan Partisi genel başkanlığı görevini üstlenmiştir.
1983 yılında kurulan ANAP'ın kurucu üyeleri arasında yer almıştır ve Genel Başkan yardımcılığı yapmıştır. İlk defa 1983 Türkiye genel seçimleri'nde ANAP Rize milletvekili olarak meclise girmiştir. 1986 ve 1990 yılları arasında Turgut Özal tarafından kurulan hükümetlerde Dışişleri Bakanı ve Kültür ve Turizm Bakanı olarak görevlendirilmiştir. ANAP Genel Başkanı Yıldırım Akbulut'un istifasının ardından 1991 yılında yapılan kongrede yeni genel başkan seçilerek başbakan olmuştur. 1995 Türkiye genel seçimleri'nin ardından kurulan koalisyon hükümetinde tekrar başbakan olarak görevlendirilmiştir. 1997–1999 yılları arasında da başbakan olarak görev yapmıştır. 2000–2002 yılları arasında DSP-MHP-ANAP oalisyonunda devlet bakanı ve başbakan yardımcısı olarak yer almıştır. Partisi 2002 Türkiye genel seçimleri'nde meclise giremeyince istifa etmiştir.2007 Türkiye genel seçimleri'nde Rize'den bağımsız milletvekili olarak meclise girmiştir. 15 Ocak 2009–2011 yılları arasında ANAPve Doğru Yol Partisi'nin birleşmesi sonucu kurulan Demokrat Parti'de siyasi yaşamına devam etmiştir. 2004 yılında Yüce Divan'da yargılanmıştır. Cumhuriyet tarihinde Yüce Divan'da yargılanan ilk başbakan olmuştur.
6 Kasım 1947 tarihinde İstanbul'da doğdu. Ortaöğretimine Avusturya Lisesi'nde başladı ve İstanbul Erkek Lisesi'nde bitirdi. 1971 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye ve İktisat Bölümü'nden mezun oldu. 1972-1974 yılları arasında Almanya'nın Köln Üniversitesi İktisadi ve Sosyal Bilimler Fakültesi'nde yüksek lisans çalışması yaptı. 1975-1983 yılları arasında kimya, tekstil ve ulaştırma sektörlerinde, çeşitli özel şirketlerde yönetici olarak görev aldı.
1983 yılının mayıs ayında kurulan Anavatan Partisi'nde kurucu üye ve Genel Başkan yardımcısı oldu. Aynı yıl Kasım ayında yapılan genel seçimde Rize milletvekili seçildi.
Birinci Turgut Özal hükümetinde Bilgilendirmeden Sorumlu Devlet Bakanlığı'na atandı ve hükümet sözcülüğü yaptı. 1986 yılında Kültür ve Turizm Bakanı oldu. Bu dönemde Türkiye-Federal Almanya ve Türkiye-Yugoslavya ekonomi karma komisyonlarının başkanlıklarını yürüttü. 1986 yılında ANAP içerisinde yaşanan Turgut Özal ile Bedrettin Dalan arasındaki ayrışmada Dalan tarafında olsa da Özal'ı karşısına almamıştır.
29 Kasım 1987 seçimlerinde yeniden Rize milletvekili seçildi. İkinci Özal hükümetinde Dışişleri Bakanlığı'na atandı. 1988 yılından sonra Avrupa Demokrasi Birliği genel başkan yardımcılığı yaptı. Yılmaz, Akbulut Hükümeti'nde de üstlendiği bu görevden 20 Şubat 1990'da istifa etti.
15 Haziran 1991 tarihinde yapılan Anavatan Partisi Büyük Kongresi'nde genel başkanlığa seçildi. Kurduğu hükümet 5 Temmuz 1991 günü TBMM Genel Kurulu'nda güvenoyu aldı. 20 Ekim 1991 günü yapılan genel seçimlerden sonra ana muhalefet partisi lideri olarak çalışmalarını sürdürdü.
24 Aralık 1995'te yapılan genel seçimler sonrası Anavatan Partisi ileDoğru Yol Partisi tarafından oluşturulan 53. hükümetin başbakanı olarak görev yaptı.
28 Şubat sürecinde mecliste muhalefet milletvekilleri azınlıkta olmasına rağmen, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından hükümeti kurmakla görevlendirildi ve Demirel'in eski partisi DYP'den kendine yakın milletvekillerini istifa ettirerek onları Demokrat Türkiye Partisi adı altında toplayıp ANAP-DSP-DTP koalisyonuna (ANASOL-D hükümeti, 55. hükümet) sokmasıyla 20 Haziran 1997'de üçüncü kez başbakan oldu. 25 Kasım 1998'de, Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) kendisi ve devlet bakanı Güneş Taner için verdiği gensoru önergelerinin TBMM'de kabul edilmesinden sonra istifa etti.
18 Nisan 1999 tarihinde yapılan genel seçimlerde partisinin büyük oy kaybına rağmen DSP-MHP-ANAP koalisyonunda yer alarak Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı oldu.
3 Kasım 2002 seçimlerinde partisinin %5 oy oranı ile barajın a |
ltında kalmasından sonra görevinden istifa etti. Rize'den milletvekili seçilecek oy oranına ulaşmasına rağmen lideri olduğu ANAP %10'luk barajın altında kaldığından milletvekili seçilememiştir.
25 Mayıs 2007'de Rize'den bağımsız milletvekilliği adaylığını açıkladı. 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan genel seçimlerde Rize'den bağımsız milletvekili olarak meclise girmeye hak kazandı. 2009 yılında Anavatan Partisi ile Doğru Yol Partisi'nin birleşmeleri sonucu kurulan Demokrat Parti'ye 31 Ekim 2009'da geçti. 15 Ocak 2011 tarihinde Namık Kemal Zeybek'in genel başkan seçilmesinin ardından Demokrat Parti'den 18 Ocak'ta istifa etti.
13 Temmuz 2004 tarihinde TBMM tarafından, Güneş Taner ile birlikte "Türkbank ihalesi sürecinde malın satımında ve değerinde fesat oluşturacak ilişki ve görüşmelere girdikleri ve bu eylemlerinin Türk Ceza Kanunu'nun 205. maddesine uyduğu iddiasıyla" hakkında Yüce Divan'a sevk kararı alındı. Yüce Divan sıfatıyla görev yapan Anayasa Mahkemesi, her iki kişinin suçlama kararlarının ayrı ayrı ele alınması gereği nedeniyle kararı iade etti. Karar 27 Ekim 2004'te tekrarlandı ve onaylandı. Böylece Yılmaz, Cumhuriyet tarihinde Yüce Divan'da yargılanan ilk başbakan olmuş oldu. Yüce Divan, 23 Haziran 2006 tarihinde davanın kesin hükme bağlanmasını 4616 sayılı Şartla Salıverilme Yasası uyarınca erteledi. Üç üyenin sanıkların beraatini istemesine karşın oy çokluğuyla verilen karar sonucunda, dava normal zaman aşımı süresine kadar muhafaza edildikten sonra düşecek.
Almanca ve İngilizce bilen Mesut Yılmaz, aslen Hemşinli olup Rize ilinin Çayeli ilçesinin Çataldere köyündendir. 1975 yılında Berna Hanım (d. 1953) ile tanışan ve 1976 yılında evlenen Mesut Yılmaz'ın bu evlilikten Yavuz (d.1979) ve Hasan (d.1987) adlarında iki çocuğu oldu.
Necmettin Erbakan
Necmettin Erbakan (d. 29 Ekim 1926, Sinop - ö. 27 Şubat 2011, Ankara), Türk siyasetçi, mühendis, akademisyen ve Türkiye başbakanı. Başbakanlık görevini 28 Haziran 1996 ile 30 Haziran 1997 tarihleri arasında sürdürmüştür. 28 Şubat sürecinden sonra istifa etmeye zorlanmıştır ve 5 yıl süreliğine siyaset yasağı getirilmiştir.
Sinop Kadı Vekili Mehmet Sabri ile Kamer Hanım'ın dört çocuklarının en büyüğü olarak dünyaya geldi. Anne tarafı Çerkez, baba tarafı ise, 19. yüzyılın sonlarında Adana'nın Kozan, Saimbeyli ve Tufanbeyli bölgelerinde hüküm sürmüş Kozanoğlu Beyliği'ne dayanır. İlk öğrenimine Kayseri'de başlamasına karşın babasının tayin olması dolayısıyla Trabzon'da tamamladı. 1937'de orta tahsile başladığı İstanbul Erkek Lisesi'ni 1943'te birincilikle bitirdi. Üniversiteye sınavsız giriş hak kazanmış olmasına rağmen sınava girmeyi tercih etti. Erbakan'ın öğrenime başladığı yıl olan 1943'te , öğretim süresi altı yıl olan Yüksek Mühendis Mektebi üniversiteye dönüştürülerek adı İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) olarak değiştirildi ve öğretim süresi beş yıla indirildi. Bu nedenle Erbakan kendisinden önce okula başlayan öğrencilerle birlikte tahsiline 2. sınıftan başladı. Teknik üniversitedeki dönem öğrencileri arasında Süleyman Demirel ve Turgut Özal da vardı. İstanbul Teknik Üniversitesi Makine Fakültesi'nden 1948 yılında mezun oldu. Aynı yıl "Motorlar Kürsüsü"nde asistan oldu (1948-1951). Bu süreçte öğretim üyesi olarak Prof. Dr. Selim Palavan'la beraber motor dersi verdi.
Üniversite tarafından 1951'de gönderildiği Almanya'da RWTH Aachen'de (Aachen Teknik Üniversitesi) doktorasını yaptı. Klockner Humboldt Deutz AG motor fabrikasına davet edildi. Alman ordusu için araştırma yapan DVL Araştırma Merkezi'nde Prof. Dr. Schmidt ile çalışmalar yaptı ve Alman üniversitelerinde doktorasını verdi.
1953'te doçentlik sınavını vermek üzere Türkiye'ye döndü. 1954'te, 27 yaşındayken İTÜ'de doçent oldu. Araştırmalar yapmak üzere altı aylığına tekrar Almanya'nın Deutz fabrikalarına gitti. Mayıs 1954-Ekim 1955 arasında askerlik yaptı. Tekrar üniversiteye döndü. 1956-1963 arasında 200 ortaklı ilk yerli motoru üretecek olan Gümüş Motor'u kurdu ve motor üretimini gerçekleştirdi. 1965'te profesör unvanını aldı. 1967'de Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Genel Sekreterliği'ne seçildi. Aynı yıl, TOBB'da sekreteri olarak görev yapan Nermin (Saatçioğlu) Erbakan'la (1943-2005) evlendi. Bu evliliğinden üç çocuğu (Zeynep (d. 1968), Elif (d. 1974) ve Fatih (d. 1978)) oldu.
Bu dönemde, büyük sanayici ve tüccarlara karşı Anadolu tüccar ve küçük sanayicilerini savunmasıyla dikkati çekti. 25 Mayıs 1969'da TOBB genel başkanlığına seçildi. Ama Adalet Partisi (AP) hükümetinin seçimleri iptal etmesiyle 8 Ağustos 1969'da başkanlıktan ayrılmak zorunda kaldı.
Necmettin Erbakan Millî Görüş şeklinde ifade ettiği siyasi-dini ideolojik anlayışın kurucusu olarak bilinir.
1969'da Adalet Partisi'nden (AP) milletvekili aday adaylığı Süleyman Demirel tarafından veto edildiği için Konya'dan bağımsız aday oldu ve iki milletvekili seçtirecek oy alarak milletvekili seçildi. 17 Ocak 1970'te 17 arkadaşıyla Millî Nizam Partisi'ni (MNP) kurdu. Ancak parti 12 Mart 1971 Askeri Müdahalesi'nden kısa süre sonra, "laikliğe aykırı çalışmalar yürüttüğü" iddiasıyla açılan dava sonunda 20 mayıs 1971'de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı; yöneticileri hakkında ise ceza davası açılmadı. Erbakan, MNP'nin kapatılmasından sonra İsviçre'ye gitti ve bir süre orada kaldı. 1973 genel seçimlerinden önce, Türkiye'ye döndü. Türkiye'ye dönüşüyle ilgili olarak Süleyman Demirel'in liderliğindeki Adalet Partisi'nin oylarını bölmek amacıyla Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur ile Orgeneral Turgut Sunalp tarafından ikna edilerek Türkiye'ye döndüğü iddia edildi. 11 Ekim 1972'de MNP kadrolarıyla Millî Selamet Partisi'ni (MSP) kurdu. 14 Ekim 1973 seçimlerinde Millî Selamet Partisi yüzde 12 oy oranıyla 48 milletvekilliği kazandı. Seçimlerden hemen sonra Bülent Ecevit'in liderliğindeki Cumhuriyet Halk Partisi'yle (CHP) ile MSP arasında kurulan koalisyon hükümetinde devlet bakanı ve başbakan yardımcısı oldu. Bu dönemde, Kıbrıs Harekâtı'nın yapılmasını savundu. Harekâttan sonra adanın tamamının ele geçirilmesi konusunda Ecevit ile görüş ayrılığına düştü. 17 Eylül 1974'de hükümet dağıldı.
Mart 1975'te Adalet Partisi, Millî Selamet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP) arasında kurulan I. Milliyetçi Cephe Hükümeti'inde devlet bakanı ve başbakan yardımcısı oldu. 1977 genel seçimlerinde Millî Selamet Partisi'nin milletvekili sayısı yarı yarıya düşerek 24'e geriledi. Temmuz 1977'de AP, MSP ve MHP koalisyonuyla kurulan II. Milliyetçi Cephe Hükümeti'nde yine devlet bakanı ve başbakan yardımcısı oldu. Adalet Partisi'nin Kasım 1979'da kurduğu azınlık hükümetini dışarıdan destekledi. 6 Eylül 1980'de partisinin Konya'da düzenlediği Kudüs Mitinginin 12 Eylül Darbesi'nin sebeplerinden birisi olduğu söylenmiştir.
12 Eylül'de bir süre İzmir Uzunada'da gözaltında tutuldu. 15 Ekim 1980'de 21 MSP yöneticisiyle birlikte 'MSP'yi illegal bir cemiyete dönüştürmek ve laikliğe aykırı davranmak' suçlamasıyla tutuklandı. 24 Temmuz 1981'de serbest bırakıldı. 1983'te hakkında verilen hüküm Askeri Yargıtay'ca bozulduktan sonra beraat etti.
1982 Anayasası gereğince 10 yıl siyaset yapma yasağı aldı. 6 Eylül 1987 halk oylamasıyla tekrar siyasete döndü. 11 Ekim 1987'de Refah Partisi genel başkanı seçildi. Refah Partisi'nin Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) ve Islahatçı Demokrasi Partisi'yle (IDP) ittifak kurduğu 1991 seçimlerinde Konya'dan milletvekili seçildi.
Millî Görüş Hareketi'nin tarihindeki en büyük başarıyı elde ettiği 1995 seçimlerinde Refah Partisi, aldığı yüzde 21,37 oy oranı ve kazandığı 158 milletvekili ile birinci parti oldu. Doğru Yol Partisi (DYP) ile Anavatan Partisi (ANAP) arasında kurulan kısa ömürlü koalisyon hükümetinin istifasından sonra DYP ile kurduğu REFAHYOL hükümetinde, 28 Haziran 1996'da başbakan olarak göreve başladı. Koalisyon hükümeti başbakanı olarak görevde olduğu 1996-1997 arası 1 yıllık dönemde Türkiye ekonomisi %7,5 oranında büyümüş ve Türkiye'nin GSMH'si Dünya toplamının binde 11,96'sınden binde 12,37'sine yükselmiştir. Yapılan reformlar arasında, kamu kuruluşları arasında havuz sisteminin kurulması ve gelişmekte olan halkın çoğunluğu Müslüman ülkelerden 8 tanesini biraya getiren D8 oluşumu gösterilebilir.
Laiklik ve Atatürkçülük tartışmaları sonucunda, "post-modern darbe" olarak adlandırılan 28 Şubat süreci ile Erbakan istifa etmeye zorlansa da bu teşebbüs ilk etapta başarıya ulaşamamıştır (Koalisyon 30 Haziran 1997'ye kadar devam etmiştir). 21 Mayıs 1997 tarihinde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, "yasadışı bazı eylemlerin odağı olmaya başladığı ve bazı üyelerinin laik rejimi hedef alan girişimleri" nedeniyle Refah partisi'nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi'ne dava açtı. Başsavcı Vural Savaş, dava ile ilgili yaptığı açıklamada partinin "laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiğini ve ülkeyi giderek bir iç savaş ortamına sürüklediğini" belirtti. Dava devam ederken Erbakan, başbakanlık görevini Tansu Çiller'e devretmek amacıyla 18 Haziran 1997'de Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e istifasını sundu. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ise yeni hükümeti kurma görevini, Doğru Yol Partisi genel başkanı Tansu Çiller'e değil, Mesut Yılmaz'a verdi. 55. Hükûmet (ANASOL-D) Mesut Yılmaz'ın liderliğinde Anavatan Partisi, Demokratik Sol Parti, Demokrat Türkiye Partisi koalisyonu ile kuruldu.
Açılan kapatma davası sonunda Anayasa Mahkemesi, 16 Ocak 1998'de Refah Partisi'nin kapatılmasına ve aralarında Erbakan'ın da olduğu 6 kişiye 5 yıl süreyle siyaset yasağı getirilmesine karar verdi. Refah Partisi'nin kapatılma kararından bir ay önce Millî Görüş çizgisindeki Fazilet Partisi kuruldu, partinin başına önce İsmail Alptekin, ardından da Recai Kutan getirildi. Bu dönemde tarafların aksi yöndeki demeçlerine karşın, Fazilet Partisi'nde Necmettin Erbakan'a yakın olan ve "ak saçlılar" ya da "gelenekçiler" olarak tanımlanan kanat ile Recep Tayyip Erdoğan'ın temsil ettiği kanat olan "yenilikçiler" arasındaki gerilim tırmanmaya başladı. Kanatlar arasındaki çekişmenin artık görünür hale geldiği |
14 Mayıs 2000'de yapılan FP 1. Kongresi'nde, yenilikçi kanadın adayı Abdullah Gül 521, Recai Kutan 633 oy aldı. Haziran 2001'de Anayasa Mahkemesi'nin Fazilet Partisi'nin kapatılmasına karar vermesinden sonra kurucusu olduğu Millî Görüş Hareketi bölündü. Erbakan'ın desteklediği Millî Görüş'çü (gelenekçi) kanat Recai Kutan başkanlığında Saadet Partisi'ni (SP) kurarken, "yenilikçiler" ise Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde Adalet ve Kalkınma Partisi'nde örgütlendiler.
Erbakan, "Kayıp Trilyon Davası" olarak bilinen -Refah Partisi'ne 1998 yılı için yapılan yaklaşık 1 trilyon TL'lik hazine yardımının harcanmış gibi gösterilerek devlete iade edilmemesi- davada, Ankara 9. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 6 Mart 2002'de "özel evrakta sahtecilik" suçundan 2 yıl 4 ay hapis cezasına mahkûm edildi. 2002 genel seçimlerinde Konya'dan bağımsız milletvekilliği adaylığı başvurusu Yüksek Seçim Kurulu (YSK) tarafından reddedildi. 5 yıllık siyasi yasağı Şubat 2003'te sona eren Erbakan, 11 Mayıs 2003'te Saadet Partisi Genel Başkanlığına seçildi. 3 Aralık 2003'te hakkındaki mahkûmiyet kararı Yargıtay tarafından onandı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, "Kayıp Trilyon Davası"nda mahkum olan ve mahkumiyet kararları kesinleşen Erbakan dahil 6 kişinin parti üyeliğinden çıkarılması ve parti organlarındaki görevlerine son verilmesini isteyince Erbakan, 30 Ocak 2004'te Saadet Partisi Genel Başkanlığından ve parti üyeliğinden ayrıldı.
Aldığı sağlık raporu doğrultusunda infazı ertelen Erbakan’ın "Kayıp Trilyon Davası" nedeniyle aldığı hapis cezası Türk Ceza Kanunu’nda (TCK) yapılan değişiklik uyarınca Nisan 2008'de ev hapsine çevrildi. Erbakan ev hapsini çekerken Adli Tıp Kurumunun ‘sürekli hastalık’ raporu doğrultusunda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından 19 Ağustos 2008’de affedildi.
17 Ekim 2010'da tekrar Saadet Partisi'nin tekrar genel başkanlığına seçildi. Sağlık durumu giderek kötüleştiği halde vefat ettiği güne dek kurmaylarıyla parti ve ülke meseleleri hakkında görüşmelerine devam etmiştir.
19 Ocak 2011'de ayağında nükseden damar iltihabı rahatsızlığı sebebiyle hastanede yoğun bakım altına alınarak bir süre tedavi görerek taburcu edilmesinin ardından, kısa süre sonra solunum ve kalp yetmezliği rahatsızlığı sebebiyle kaldırıldığı Ankara'daki Güven Hastanesi'nde yoğun bakım altında uygulanan tüm tedavilere rağmen solunum yetmezliğine bağlı, kalp ve çoklu organ yetmezliği sebebiyle 27 Şubat 2011 sabahı saat 8:50'de doktorlarının muayenesi esnasında koroner arter rahatsızlığı sonucu şuurunu yitirerek komaya girmiş, saatler aynı sabahın 11:40'ını gösterirken doktorların tüm müdahaleleri ile yaşamsal işlevlerinin desteklenmesine rağmen yaşamını yitirmiştir.Vasiyetine uygun olarak resmi devlet töreni tertip edilmemiş ve 1 Mart 2011 Salı günü önce Ankara'da Hacı Bayram Camii'nde sabah namazına müteakip cenaze namazı kılındıktan sonra, cenazesi İstanbul'a getirilerek öğlen namazını müteakip Fatih Camii'nde kılınan cenaze namazı sonrasında Zeytinburnu Merkezefendi Mezarlığı'na defnedilmiştir. Mezarına, sevenleri tarafından Türkiye'nin çeşitli bölgelerinden getirilen topraklarla birlikte Kudüs, KKTC ve Boşnak lider Aliya İzzetbegoviç'in mezarından getirilen topraklar serpilmiştir.
Cenaze merasimine Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan, Genel Başkanlar, Bakanlar, Milletvekilleri, Türk Silahlı Kuvvetleri Mensupları, Büyükelçiler, Belediye Başkanları, partililerin yanı sıra 60 ülkeden cemaat ve hareket liderleri ile temsilcileri katılmış, cenaze namazı iki milyonu aşkın kişi tarafından kılınarak, naaşı aile kabristanın da bulunduğu Merkezefendi Mezarlığı'na defnedilmiştir.
İstanbul'un Beykoz ilçesinde Necmettin Erbakan Kültür Merkezi bulunmaktadır. İstanbul'un Ümraniye ilçesinde Prof.Dr. Necmettin Erbakan Kültür Eğitim ve Sosyal Hizmet Merkezi bulunmaktadır. Tokat'ın Turhal ilçesinde Prof. Dr. Necmettin Erbakan Kültür Merkezi bulunmaktadır.
Ankara'nın Mamak ilçesinde Prof. Dr. Necmettin Erbakan Kültür ve Kongre Merkezi bulunmaktadır. Sivas'ın Merkez ilçesinde Prof.Dr Necmettin Erbakan Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi bulunmaktadır..
Konya'da Necmettin Erbakan Üniversitesi bulunmaktadır.
Selçuk Üniversitesi'nin bölünmesi ile Konya'daki ikinci devlet üniversitesi olarak öğretime devam etmektedir.
X86-64
x86-64 (AMD64, x64) AMD tarafından tasarlanan 64-bit'lik bir işlemci mimarisidir. x86-64, x86 mimarisinin bir üst kümesidir; yapısı itibarıyla de onu destekler. x86-64 komut seti AMD'nin Athlon 64, Athlon 64 FX, Athlon 64 X2, Turion 64, ve Opteron işlemcilerinde kullanılmaktadır. Daha sonra Intel tarafından Intel 64 (EM64T) olarak adlandırılıp işlemcilerinde kullanılmaya başlanmıştır. Intel'in "IA-64" olarak da bilinen "Itanium" mimarisiyle uyumsuzdur ve karıştırılmamalıdır,
Recep Peker
Mehmet Recep Peker (5 Şubat 1889, İstanbul - 1 Nisan 1950, İstanbul), Türk asker ve siyasetçi.
1931-1936 yılları arasında Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreterliği ve 7 Ağustos 1946 - 10 Eylül 1947 tarihleri arasında da başbakanlık yaptı.
Dağıstan'dan Anadolu'ya göç etmiş bir Lezgi olan Mustafa Bey'in oğludur.
Orta öğrenimini Kocamustafapaşa Askeri Rüştiyesi ve İdadisi'nde yaptıktan sonra 1907 yılında Mekteb-i Harbiye'yi bitirdi. 1911 ve 1912 yıllarında Yemen'de ve Trablusgarp Savaşı'nda ve 1912-1913 yıllarında da Balkan Savaşları'nda görev aldı.
I. Dünya Savaşı'nda Makedonya ve Kafkas Cephesi'nde görev aldı. 1919 yılında Erkân-ı Harbiye Mektebi'ni bitirdi. Şubat 1920 tarihinde Kurtuluş Savaşı'na katılmak üzere Anadolu'ya geçti. Binbaşı rütbesi ile 20. Kolordu'da görevlendirildi. 23 Nisan 1920 tarihinde açılan TBMM'nin Genel Sekreterliğine getirildi. 1923 yılında Kütahya Mebusu seçilerek TBMM'ye girdi. Bir süre Hakimiyet-i Milliye gazetesinin başyazarlığını yaptı.
1924 ve 1925 yılları arasında Dahiliye Vekili olarak görev yaptı. Ayrıca Mübadele, İmar ve İskân Bakanlığı'na vekalet etti. 3. ve 4. İsmet Paşa hükümetlerinde 1925-1927 yılları arasında Müdafaa-i Milliye Vekilliği ve 1928-1930 yılları arasında da Nafia Vekilliği yaptı. İtalya'daki Benito Mussolini ve Almanya'daki Adolf Hitler rejimlerine yakın bir siyaseti savundu. 1931 yılında Cumhuriyet Halk Fırkası Kâtib-i Umumiliği'ne atandı. 1933 yılında yeniden organize edilen İstanbul Üniversitesi'nde Atatürk tarafından İnkılap Tarihi dersleri vermekle görevlendirildi. 1931-1936 yılları arasında Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk ve Başbakan İsmet İnönü ile birlikte Tek Parti Rejiminin "güçlü adamı" olarak görüldü.
1936 yılında faşizmi incelemek üzere İtalya'ya gönderildi. Dönüşünde yazdığı ve Başvekil İsmet İnönü tarafından da onaylanarak imzalanan ve TBMM üzerinde bir "Faşist Konsey" kurulmasını öngören rapor, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından reddedildi ve kendisi "Başvekil hazretleri anlaşılan yorgunluktan, önüne gelen raporları okumadan imzalıyor" sözlerini söyledi. Başvekil ise bu tenkide "Koskoca memleket rakı sofrasından mı idare edilecek?" diye cevap verince ikilinin arasında gerginlik çıktı. Hemen ertesi gün CHP'nin "Katib-i Umumi"lik (Genel Sekreterlik) görevinden alındı.
20 Temmuz 1936 tarihinde İsviçre'nin Montreaux kasabasında imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi'nden sonra, Mustafa Kemal Atatürk'ün Türkiye'nin dış siyasette faşist ülkeler yerine, Birleşik Krallık ve askeri teknolojide ileri diğer demokratik ülkelerle birlikte hareket etmesi gerektiğine inanması, önce Recep Peker'in daha sonra da Başvekil İsmet İnönü'nün görevden alınmalarının asıl nedeni olarak gösterilir.
Ağustos 1946 tarihinde çok partili dönemin ilk hükümetini kurdu. Recep Peker'in, Halkevleri'nin yayın organı "Ülkü" dergisinde çıkan İnkılâp Tarihi ders notları, 1935 yılında "İnkılâp Tarihi Dersleri" adı ile kitap olarak yayımlandı. 1 Nisan 1950 tarihinde İstanbul'da öldü. Mezarı Edirnekapı Mezarlığı'ndadır.
Sinema sanatçısı Faruk Peker'in dedesidir.
Kadın
Kadın, dişi cinsinde olan insandır.
Türkçeye kadın kelimesi, Soğdca'daki "χwatēn" sözcüğünden önce katun olarak sonra ise ses değişimine uğrayarak kadın ve hatun olarak iki farklı şekilde girmiştir.
Biyolojik faktörler tek başına kişilerin kendilerini kadın olarak görmesini veya kadın olarak görülmelerini sağlayan belirleyiciler değildirler. Bazı kadınlar anormal hormonal veya genetik farklılıklara sahip olabilirler (kongenital adrenal hiperplasia, kısmen veya tamamen androjen yoğunluğu sendromu veya diğer koşullar sebebiyle) ve hayatlarının ilk aşamalarında tipik dişi fizyolojisine sahip olmayan veya en azından kısmen sahip olan kadınlar da bulunmaktadır.
Biyoloji terimleriyle dişi üreme organları üreme sistemi içinde yer almaktadır.
İnsanlık tarihinde kadınların yerinin araştırılması İngilizce kelime olan ve "History" kavramına analoji olarak "Herstory" diye kavramsallaştırılan araştırma alanı, tarihbilimin ve cinsiyet araştırmalarının bir alanıdır. Kadın tarihi araştırması feminist bir yaklaşımla olabilir; fakat zorunlu değildir.
Araştırma alanları, 1970’li yıllarda diğer kadın araştırma alanları gibi, güçlenen ikinci dalga kadın hareketlerinin bir sonucu olarak ilk defa ABD’de Women’s History adı altında ortaya çıkmıştır. Mary Ritter Beard gibi isimler öncü olarak görülmüştür. Tarihçiler kadınları, topluluk ama aynı zamanda geleneksel tarih yazımında hiç ön planda olmayan bireyler olarak saptamışlardır.
Kadın tarihi araştırmaları bir taraftan kadınların durumunu kültürel kalkınma sürecinde, farklı toplumlarda ya da cinsiyetlerin birbiri ile olan ilişkisi gibi belirli alanlarda kadının başarısını ele almaktadır. Konular ise; cadı olduğu sanılan kadınların takibi, tarihsel anaerkillik araştırmaları, (tıp, teknik, mimarlık gibi) bazı bilim alanlarındaki kadınların katkısının araştırılması, Ortaçağ’daki kadınlar, Yeniçağ öncesindeki Querelle des femmes ve kadın hareketlerinin tarihidir.
1980’li yıllardan itibaren kadın tarihinin durumu daha kapsamlı olarak cinsiyet tarihinin bir parçası olarak tartışılmıştır. Kadın tarihi, eleştirel erkek tarihinin ön koşulu olmuştur.
Kadın tarihinin araştırma sonuçları diğer tarih ara |
ştırmalarının alanları gibi bu zamana kadar okullarda verilen tarih derslerinde sınırlı bir şekilde yer almıştır
Kadın araştırmaları, kadınlar üzerine yapılan genel araştırmaları nitelemektedir ve cinsiyet araştırmalarının bir parçasıdır. Kadın araştırmalarına analog olarak cinsiyet araştırmalarında toplum içerisindeki erkeklerin hayatlarını inceleyen erkek araştırmaları ortaya çıkmıştır.
Kadın araştırmaları kadınların hayatlarıyla ilgilenirken, cinsiyet araştırmaları cinsiyetlerin (Gender) yapısını ve biyolojik cinsiyet olarak kadın olmayanları göz önüne alıp sorunsallaştırmaktadır. Bazen bu tanımlar eşanlamlı olarak kullanılmaktadır.
Kadın araştırmaları, disiplinler arasıdır ve antropoloji, toplumbilimi, tarih, tıp, estetik ve diğer bilim alanlarını kapsamakta ve onların sorularına kadın hareketleri, özgürleşme (emansipasyon) ve feminizm bakış açısıyla yeniden ortaya koymaktadır. Kadın araştırmaları hem akademik, hem akademik dışı düzlemde (örneğin vakıf ve derneklerde) irdelenmektedir. Konu olarak kadınların hayatlarındaki özellikleri ve örneğin kadın eğitimi gibi yaşam koşulları ön planda durmaktadır.
Kadın araştırmaları yöntemleri, ilgili bilim alanlarında özellikle toplum bilimi ve tarih biliminde kullanılmaktadır. Kadın araştırmalarına dayanan, sözde bilimsel ve sadece belirli bir çevre tarafından anlaşılabilen birçok yayın olduğundan bilimsel kadın araştırmaları sık sık bu tür yayınlarla karıştırılmakta ve bu da oldukça fazla öznellik ve bilimsel olmama suçlamasına yol açmaktadır.
Öncelikli eğilimi kadın tarihinin yeniden oluşturulmasıdır. Kadın araştırmaları, bilimde kadınların “unutuluşu”nu ve kadın bakış açısının yok sayılmasını eleştirmektedir. Kendiliğinden oluşan bu amaçlar, kadınlara ilişkin ve bir denge oluşana kadar kadın bakış açısının uygulanması ile bilimdeki boşlukların ortaya çıkarılması ve doldurulmasını kapsamaktadır. Bu durumda erkek odaklı tarih yazımının kadın odaklı olanlarla tamamlanması veya değiştirilmesi gerekmektedir. Böylece cinsiyet ideolojisi ve esas gerçeklik arasındaki ayrım ön planda durmaktadır.
Geniş bir bakış açısyla “büyük adamlar”ın “büyük kadın”larına ve bütün tabakadan kadın ve erkeklere baktığımızda temel kaynakların genişletilmesi bilimsel tartışmalardaki yazıt bilimsel, nümismatik, arkeolojik ve ikonografik kaynakları da kapsaması gerekmektedir.
Kocaeli (anlam ayrımı)
Hatay (anlam ayrımı)
Sakarya (anlam ayrımı)
Sakarya, Türkiye'nin Marmara Bölgesi'nin Çatalca-Kocaeli Bölümü'nde yer alan bir ildir. Ayrıca şu anlamlara da gelebilir:
Reenkarnasyon
Reenkarnasyon veya ruh göçü, ruhun sürekli olarak tekrar bedenlendiğine inanan spiritüalistlerin bu olaya verdiği addır. Reenkarnasyon kavramı Asya dinlerindeki tenasüh kavramından biraz farklı olmakla birlikte, benzerlik arz eder. Günümüzde ruh göçüne inanan insanların sayısı bir milyarı aşmaktadır. (Hindular, Jainistler, Vikanlar, Kaodaistler, Ekistler, deneysel Spiritüalistler vs.) Ayrıca Dürzîlik ve Nusayrîlik gibi Orta Doğu'da yayılmış bazı dinlerde de bu inanış mevcuttur.
Bilinen Batı tarihinde ilk kez Pisagor ve Platon gibi bazı eski Yunan bilgin ve filozofları tarafından dile getirilmiş olan ruh göçü kavramı, aslında çok eski çağlardan beri, eski Mısır, Kelt, Maya ve İnka uygarlıkları gibi birçok uygarlıkta bilinen ve kabul görmüş olan bir kavramdır. İskandinav mitolojisinde de ruh göçüne ilişkin öğeler bulunmaktadır. Platon ruh göçü fikrine özellikle ""le Phedon"", ""le Banquet"" ve ""Er’in Öyküsü"" eserlerinde değinmiştir. Antik çağın Yunanistan’ından sonra Gnostiklerce de kabul edilmiş ve Roma Uygarlığı’nda özellikle Mitraizm misterlerinde benimsenmiş bu kavrama Kabbala’da (gilgulim) ve belirgin ifadelerde bulunan sufilerin (Ferideddin Attar, Bahram Elahi) sayısı az olmakla birlikte Tasavvufta da rastlanır. Günümüzde de ruh göçü kavramını kabul eden birçok inanç sistemi, tarikat ve felsefi akım bulunmaktadır. Ruh göçü fikrini kabul etmiş eski ve yeni inanç sistemlerinin mensupları arasında, Hindular (Yoga, Vaishnavism, Shaivism), Katharlar (Cathares), Eseniler (Esseniens), Caynacılar (Jainistler), Sihistler, Umbanda'cılar (Makumba, Brezilya), Yezidiler, Nusayriler, Dürzîler, Anadolu Kızılbaşları ve birçok mezhep sayılabilir. Bu kavram Asya’nın Şamanist toplumlarının birçoğunda ve birçok Kızılderili kabilesinde de mevcuttur. Kimi zaman Budist yeniden doğum anlayışı da reenkarnasyon olarak nitelenmektedir.
Reenkarnasyon kavramına İskandinavya veya Viking mitolojisi de denilebilecek Nors (Norveç, Danimarka, İzlanda, İsveç) mitolojisinde, manzum olarak yazılmış Edda destanında rastlanır. Edda destanını kaleme alan, Helgi Hjörvarðsson ve üstadı valkür Sváfa’nın aşk hikâyelerinin Helgakviða Hjörvarðssonar’da anlatıldığını söyler. Onlar Helgi Hundingsbane ve valkür Sigrún olarak yeniden doğmuşlardı. Helgi and Sigrún’un aşk hikâyesi Völsunga destanının bir kısmına ve kahraman I. ve II. Helgakviða Hundingsbana’nın maceralarına konu teşkil eder. Onlar ikinci kez Helgi Haddingjaskati ve valkür Kára olarak doğmuşlardı. Fakat ne yazık ki, hikâyeleri olan Káruljóð, yalnızca Hrómundar saga Gripssonar (Hromund Gripsson) destanında ve muhtemelen değiştirilmiş bir biçimde bulunmaktadır.
Vikingler’de ruh göçü inanışının olağan (sıradan) bir inanış olması gerekir. Nitekim Edda Destanı’nın yorumcusu insanların ruh göçüne inanmaya alışkın olduklarını yazar.
Asya şamanizminde, bazı Kuzey Amerika ve Güney Amerika Kızılderililerinde ve kimi Afrika kabilelerinde ölüm olayı ile bedenini terk edenlerin yaşadığı öte-âleme ruhlar diyarı adı verilir. Kuzey Asya halkları, insanın birden fazla, üç ya da yedi “can”ı olduğuna inanırlar. Örneğin Yakut Türkleri, Çukçiler ve Yukagirler, insanın üç “can”ı olduğuna inanırlar. Ölüm olayında biri mezarda kalır, biri “ruhlar diyarı”na iner, üçüncüsü “Göğe” çıkar. İnsanın “ruhlar can”ı öte-âlemin eşiğini bekleyen eşik bekçisine rastlar; sonra kayıkla öte yakaya geçer. Gölgeler diyarı’nda ölü, yeryüzünde sürdüğü yaşamı sürer. Ölüler, bir süre sonra, yeryüzünde tekrar doğabilirler. Uygurlar, inandıkları sürekli olarak tekrar doğma olgusuna “sansar” adını verirler.
Kişinin ölüm olayı ile bedenini terk etmesinden sonra içine düşeceği teşevvüş Asya şamanizminin kimi tradisyonlarında günahkârların ölüm sonrasında ifritlerle karşılaşma veya “köprü”den geçme dönemi olarak belirtilir. Şamanların görevlerinden biri de ölen kimseye bu ifritlerden kurtulmada yardım etmektir. Şamanist geleneğe göre insanlar günahkâr olduklarından ilâhî yasalar gereği öldükten sonra bu ifritlerle karşılaşmak zorunda kalırlar; fakat Tanrı insana acıdığından şamanların insanlara bu konuda yardım etmesi için yeryüzünde şamanlık kurumunu kurmuştur.
Asya Şamanizmin'de ölümden sonraki yolculukta ölünün geçemediği takdirde azap çekmesinin söz konusu olduğu bir köprüyle karşılaşılır. Şaman bu köprüyü kolayca geçebildiği gibi, ölenlere de bu köprüyü geçmelerinde yardım edebilir. Orta Sibirya şamanizmine göre, şaman, birkaç ‘ırmağı’ ve bir “köprü”yü geçtikten sonra “gölgeler diyarı”nın uzandığı “büyük su”ya gelir. Altay Türkleri tradisyonunda şamanın gölgeler diyarını ziyaret edişinde bir dağa çıkış olgusu da bulunur. Bu diyarda ölüler aynen dünyadaki yaşamlarını sürmektedirler. Onlar orada yeryüzünde tekrar doğmaya hazırlanırlar.
Ruh göçü kavramına Amerika’nın birçok Kızılderili kabilesinde rastlanır. Inuit’lerde ruh göçü kutsal kabul edilen bir kavramdır. Kuzey Amerika kızılderililerinin birçok kabilesine göre, ölüm olayından sonra ruh ve gölge bedenden ayrılır. Ruh, “kurt”un hükmettiği âleme gider; yeryüzündekilerin ilişki kurabilecekleri onun “gölge”sidir. Ruh, “gölge”yle birleşince yeni bir varlık oluşturur ve yeryüzünde tekrar doğar. Güney Amerika kızılderililerinin çoğunun dillerinde, ruh, gölge ve imaj kavramları aynı sözcükle karşılanır.
Ruh göçünden bahseden en erken Taoist belgeler Han Sülalesi dönemine dayanır. Bu belgelerde “Lao Zi’nin Üç Hükümdar ve Beş İmparator Dönemi”nden itibaren farklı dönemlerde farklı kişiler olarak yaşadığı anlatılır. Taoizm’in kutsal kitaplarından Chuang Tzu’da (M.Ö.4.yy.) şöyle denir:
“"Doğum başlangıç değildir, ölüm de son değildir. Varoluş sınırsız, sonsuzdur; bir başlangıç noktası olmayan süreklilik sözkonusudur. Sınırı olmayan varoluş (varlık) uzaydır. Başlangıç noktası olmayan süreklilik zamandır. Doğum da vardır, ölüm de; biri dışarı doğru olan sonuçtur, diğeri içeriye doğru olan sonuçtur. Böylece, biçimini görmeksizin, 'İlâhî Olanın Kapısı'ndan bir içeri bir dışarı geçilir".” (Zhuang Zi, 23)
Ruh göçü inanışının Batı tarihindeki kökenleri bir yandan Kelt rahipleri Drüidler’e ve diğer pagan gruplara bir yandan Grek kültürüne dayanır. Grek uygarlığında ruh göçü inanışının adı «ruhların göçü» anlamına gelen «"metempsycose"» (Latince’de "metempsychosis") idi. Tarihçi Herodot’a göre Grek uygarlığındaki bu inanışın kökeni eski Mısır’dı. Hermes Trismegistus'a dayandırılan Hermetika’da reenkarnasyon doktrini merkezî konumdadır. Bu inanışın Grek uygarlığında M.Ö. 8. yy. ile M.Ö. 6. yy. arasında yeşerdiği sanılmaktadır. Kökeni tam olarak bilinmemekteyse de birçok araştırmacı Orfe ve Pisagor’la başladığı düşüncesindedir. Sokrat ve Platon da ruh göçüne inanmışlar ve Pisagor ile Platon reenkarnasyon doktrinini çevrelerine inisiyatik eğitimle açıklamışlardır. Birçok eski kaynak Pisagor’un önceki yaşamlarını hatırlayabildiğini doğrulamaktadır.
Orfecilik (Orfizm) ve Pisagorculuk ruh göçü doktrininin antik çağdaki temel taşlarını oluştururlar. Bu öğretinin daha sonra Pindar gibi şairleri ve Platon gibi filozofları etkilediği görülmektedir. Platon benimsediği reenkarnasyon ilkesinden "Phédon", "Ménon", «"Şölen"» ("Le Banquet") adlı eserlerinde ve özellikle «"Er’in Öyküsü"»'nde doğrudan veya dolaylı olarak söz etmiştir. Romanlaştırdığı Phédon adlı diyaloglarının son kısmında Platon, Sokrat’ın şu sözlerine yer verir:“"Yeniden yaşamak… Eminim ki gerçekten böyle bir şey var; bu, ölüden çıkan bir yaşam".”
Buna karşılık Sokrat’ın yaşamı hakkında bilgi veren diğer kaynak olan Xenoph |
on Sokrat’tan ruh göçüne inanan biri olarak söz etmez. Platon çalışmalarında reenkarnasyon hakkında ayrıntılı açıklamalarda bulunmuştur.
Orfe’den ve Pisagor’dan esinlenen akımlar Roma uygarlığında her zaman mevcut olmuşlardır. Roma uygarlığında ruh göçü kavramına inanlar özellikle maddi durumu iyi sınıflar, filozoflar ve sanatçılardan oluşuyordu. Virgilius ünlü “"Aeneide"” eserinde ruh göçüne birçok yerde göndermelerde bulunur (örneğin VI, 713)
Ruh göçü doktrini kıyamet inanışına sahip geleneksel Musevilikte bulunmamakla birlikte, popüler Musevi inanışlarında ruh göçü kavramına ilişkin bazı unsurların yer aldığı görülmektedir. Örneğin birçok Yahudi; Âdem’in önce Nuh, sonra İbrahim, sonra Musa olduğuna inanır.
Ayrıca vaktiyle inisiyatik bir örgütlenme içinde olmuş Esseniler adlı Yahudi topluluğunun ruh göçünü kabul ettiği bilinmektedir.
Öte yandan Yahudiler’in mistik ve ezoterik tradisyonu olan Kabala’da ruh göçü kavramının bulunduğu görülür. Ruh göçüne özellikle "Sha'ar Ha'Gilgulim"’de değinilmektedir. İbranice’de bu kavram ruhların devreleri anlamında kullanılan "Gilgulei Ha Neshamot" terimiyle ifade edilir. Eserde ruhların tekâmül için çeşitli enkarnasyonlardan (doğumlardan, yaşamlardan) geçmesi gerektiği kavramı işlenir.
19. yüzyıl’da doğmuş birçok akım ruh göçü inanışını benimsemiş durumdadır. Bunlar arasında spiritüalistler, okültizmden esinlenen teozofi, antropozofi gibi akımlar sayılabilir. Özellikle teozoflar ve New Age hıristiyanları geçmişteki birçok din ve inanışta ruh göçü kavramının yer almış olduğunu ileri sürerler. Onlara göre, ilk hıristiyanlar reenkarnasyona inanmaktaydı, fakat yanlış çeviriler ve ön yargılar bu inanışın yer aldığı metinlerin kaybolmasına veya tahrif edilmesine neden olmuştur. Nitekim II. İstanbul Konsilinde bu inanış politik nedenlerle sansürlenmiş ve «"heretik"» olarak ilan edilmiştir. Politik nedenler arasında, Doğu Roma İmparatorluğu ile Batı Roma İmparatorluğu arasındaki iktidar çatışması, ilk yüzyıllardaki farklı kiliseler ve patrikler arasındaki güç çatışması ve özellikle Hıristiyanlık öğretisinin henüz hararetli münakaşalar yaşadığı dönemdeki origencilik, monofizizm, nasturilik, ortodoksluk vs. farklı teolojik görüşler arasındaki çatışmalar sayılabilir.
İlk hıristiyanların ruh göçüne inandığını ileri süren teozoflar ve Batılı spiritüalistler İncil’lerdeki bazı pasajları da iddialarına örnek olarak gösterirler. «Kilise Babaları»'nın çoğu ruh göçü inanışını mahkûm etmişlerse de, bu inanışa ait birçok imalı söz halen kayıtlarda bulunmaktadır. Örneğin Kilise Babaları’nın en etkilisi sayılan Augustinus «"İtiraflar"»'ında şöyle der:
«"Söyle bana Tanrım, söyle bana çocukluğum daha önce yaşamış olduğum, önceki ölümümle ayrılmış olduğum bir neslin devamı mıdır? (…) Bu yaşamdan önce neredeydim ey Tanrım, başka bir bedende mi"?»
Augustinus Contra Academicos diyaloglarında ise şöyle der : ""Tüm felsefenin en saf ve en aydınlığı olan Platon’un mesajı sonunda hatanın gölgesini dağıttı ve şimdi özellikle Plotin’de parlıyor. Belki de üstadına benzeyen Plâtoncu Plotin onunla vaktiyle aynı dönemde yaşamıştır ve hatta belki de Platon Plotin olarak yeniden doğmuştur." »
Fakat Teozofların bu yaklaşımı teologlar tarafından, özellikle katolik teologlar tarafından şiddetle reddedilmiştir.
Ruh göçünü kabul eden Kilise Babaları’ndan, üçüncü yüzyılda ölen Origen’den kaynaklanan Origencilik de 553’deki II. İstanbul Konsili’nde «"anatema"» olarak ilan edildi.
Sonuç olarak, öyle görünüyor ki, hıristiyanlığın erken dönemindeki Sethianism ve Valentinus’un Gnostik Kilisesi gibi bazı hıristiyan mezhepleri reenkarnasyonu gerçekten ilke edinmişler ve bu yüzden Romalılar tarafından zulme uğramışlardır.
19. ve 20. yüzyıl’da Hıristiyanlık ile ruh göçünü bağdaştırmaya çalışan girişimler olmuştur. Bu konuda Geddes Macgregor’ın “"Hıristiyanlık ve Reenkarnasyon: Hıristiyan Düşüncede Yeniden Doğmaya Yeni Bir Bakış"” ("Reincarnation in Christianity: A New Vision of Rebirth in Christian Thought") adlı kitabı, Antropozofi’nin kurucusu Rudolf Steiner’in “"Hıristiyanlık ve Mistik Hakikat"” ("Christianity as Mystical Fact") adlı kitabı ve Tommaso Palamidessi’nin, önceki yaşam kayıtlarını edinebilmeye yardımcı bazı yöntemlerin önerildiği “"Önceki Yaşamların Hafızası ve Kendiliğinden Hatırlama Tekniği"” ("Memory of Past Lives and Its Technique") adlı kitabı belirtilebilir. Günümüzde reenkarnasyonu kabul eden birçok hıristiyan kurum ve mezhep bulunmaktadır. Bunlar arasından Christian Community, Liberal Catholic Church, Unity Church, Christian Spiritualist Movement, Rosicrucian Fellowship ve Lectorium Rosicrucianum örnek olarak gösterilebilir.
Ruh göçünü kabul eden akımlardan biri de Gnostisizm’dir. Gnostikler, özellikle Ürdün, Anadolu ve Mısır’da yaşamışlardır. Gnostik öğretiler çeşitli olmakla birlikte ortak hareket noktalarının şu ilkelerde toplandığı söylenebilir:
Gnostik bilgelerin hemen hemen hepsi, reenkarnasyonu kabul eder. Bu bağlamda gnostikler dünya yaşamının kendilerini kurtuluşa götürecek “gnosis”in elde edilmesine bir araç olarak görürler. Kurtulanlar ilahi âleme nüfuz eder, o âlemle birleşirler; kurtulamayanlar da kurtuluşa kadar bu dünyada yeniden doğarlar.
En önemli gnostik üstatlar arasında Simon Magus, Valentin, Basilide, Carpocrade, Saturnin, Marcion’un isimleri sayılabilir. M.S. I ve II.yy.’larda okutulan gnostisizmi Kilise hep sapkın bir yol olarak görmüş ve göstermiştir. Gnostisizm’den Orta Çağ’da etkilenen topluluklar arasında Katharlar ve Bogomiller sayılabilir. Bunların görüşlerini heretik kabul eden Kilise tarafından yok edilmişlerdir.
Katharizm ya da Katarcılık (-okunuşu "katar"-) Orta Çağ’da Fransa’nın Albi bölgesinde ortaya çıkan, 12. ve 13. yüzyıllarda Avrupa’nın batı kısmındaki ülkelerde etkili olan bir tarikattır. Din tarihçilerinden bazıları bu tarikatı Hıristiyan tarikatlar sınıfına sokmaya çalışmışsa da, Kilise’nin görüşlerine karşı çıkmış ve reenkarnasyonu kabul eden bir tarikattır.
“Kathar” adı, sözcük anlamıyla arınmış anlamına gelir. Albigeois olarak da adlandırılan Katharlar’ın (Cathares) temel görüşleri şöyle özetlenebilir:
Kilise ve krallık Katharlar’ı birkaç kez imha girişiminde bulunmuş ve bunu sonunda 13. yy.’da Haçlı orduları başarmıştır. 20.000 kişinin katledilmesi ve keşişlerin yakılmasından sonra, Kathar tradisyonu kısmen Trubadur’lar tarafından sürdürülmeye çalışılmışsa da, bunların yaymaya çalıştıkları öğreti de yine Engizisyon tarafından yasaklanmıştır.
Kıyamet kavramını kabul eden diğer tek tanrılı dinlerde olduğu gibi, İslam’da da genel olarak ruh göçü kavramı yoktur.
Birçok İslam bilgini, bu öğretiyi İslamiyet kapsamında görmez. İslâm'da tenasüh olmadığını savunanların argümanları şu âyetlerdir:
"Nihâyet onlardan birine ölüm gelip çattığında der ki, Rabbim beni geri gönder! Ta ki boşa geçirdiğim dünya hayatımda artık iyi ameller işleyeyim. Hayır! O, söylediği boş bir lâftan ibarettir. Onların arkalarında ise, yeniden diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır.”
"Görmediler mi ki, kendilerinden önce nice kuşakları helak etmişiz. Onlar artık kendilerine dönüp gelmiyorlar."
"Can boğaza dayandığı zaman, ki o zaman siz (ölmek üzere olana) bakar durursunuz. Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz. Eğer cezalandırılmayacak iseniz, onu geri çevirsenize; şayet iddianızda doğru iseniz. Fakat ölen kişiye gelince, eğer o (Allah'a) yakın kılınanlardan ise, Ona rahatlık, güzel rızık ve Naîm cenneti vardır. Eğer O, sağın adamlarından ise, "(ey sağcı), sana sağcılardan selam!" (denir) Ama yalanlayıcı sapıklardan ise; İşte ona da kaynar sudan bir ziyafet vardır. Ve cehenneme atılma vardır. Kesin gerçek budur işte.
"Hayır hayır, ne zaman ki can köprücük kemiklerine dayanır, "Tedavi edebilecek kimdir?" denilir. Can çekişen bunun o ayrılık anı olduğunu anlar. Bacak bacağa dolaşır.. İşte o gün sevk, ancak Rabbinedir.
Tenasühü savunan akımlar, özellikle Bâtınîler, Kuran'da tenâsühle (ruh göçüyla) ilişkili bazı bâtınî (üstü kapalı, sembolik) ifâdeler olduğuna inanırlar. Tenâsühün, İslâm'da var olduğunu savunanlar şu âyetleri delil olarak getirirler:
"Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, ölü idiniz sizleri diriltti. Sonra sizleri yine öldürecek, sonra yine diriltecek, sonra da döndürülüp ona götürüleceksiniz."
"Aranızda ölümü takdir eden biziz ve bizim önümüze geçilmez. Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir yaratılışta tekrar var edelim diye (böyle yapıyoruz)."
Mevlana Celaleddin Rumi'nin ve Yunus Emre'nin şu sözlerinde de reenkarnasyonun ima edildiği düşünülmektedir, ama bu düşünceler tasavvufu yeterince özümsememiş düşüncelerdir:
“Ben de cansız varlıkken öldüm, yetişip gelişen bitki oldum; bitkiyken öldüm, hayvan biçiminde tezahür ettim. Hayvanlıktan geçip öldüm, insan oldum; öyleyse ölmekten korkmak niye? Hiç daha kötüye dönüştüğüm, alçaldığım görüldü mü?"”(Mevlana Celaleddin Rumi)
"Ete kemiğe büründüm, Yunus olarak göründüm (…) Her dem yeni doğarız, bizden kim usanası"."(Yunus Emre)
Gnostisizm etkisi altındaki Dürzîlik ve Nusayrilik gibi bazı Şii mezheblerinde de ruh göçüne inanılmaktadır. Örneğin, Yaşar Nuri Öztürk'e göre reenkarnasyon hayatın en muhteşem gerçeklerinden biridir.
Kürt ezoterizminde reenkarnasyonu kabul eden metinler bulunmaktadır. Örneğin, İranlı sufi üstadı , "Kemâl Yolu" eserinde kişinin ruhsal tekâmül yolundaki kurtuluşa ermesi için yaklaşık 50.000 yıl boyunca çeşitli bedenlerde reenkarne olması gerektiğini ifade eder.
Ruh göçü Hinduizm’in temel inanışlarından biridir. Hint’in diğer geleneksel dini sayılan Jainizm’de de mevcuttur. Bu dinlerdeki ruh göçü kavramı Türkçede tenasüh olarak bilinir.
Reenkarnasyon ve tenasüh kavramları, aynı ilkeleri içerdikleri sanılarak birbirleriyle sık sık karıştırılmaktadır. Oysa bu iki kavram arasında çok temel farklılıklar bulunmaktadır.
Bu temel farklar şöyle açıklanır:
Kimi spiritüalistlere göre tenasüh inanışı, eski inisiyelerin ezoterik bilgilerine sahip olmayan Hint rahip sınıfının sembolleri yanlış yorumlamasından kaynaklanmıştır.
Rönesans sır |
asında kamunun ilgisini çeken ve yeni yeşeren bir konu da ruh göçü olmuştu. Yeniden doğma konusunda önde gelen figürlerden biri İtalya’nın baş filozofu ve şair Giordano Bruno (1548-1600) olmuştur. Fakat ruh göçü hakkındaki öğretimi yüzünden Engizisyon tarafından kazıkta yakılmaya mahkûm edilmiştir.
Ruh göçü kavramı Alman edebiyatının klasik dönemi sırasında çok ilgi çekmiştir. Örneğin Goethe (1749-1832) eserinde bu kavramı canlandırmış ve Lessing (1729-1781), Charles Bonnet ve Herder’den edindiği ruh göçü fikrini daha ciddi olarak ele almıştır. Hume (1711 -1776) ve Schopenhauer (1788 – 1860) da ruh göçü fikrinden saygıyla söz etmişlerdir.
Nobel ödüllü İrlandalı şair William Butler Yeats (1865-1939) okült tezinde yeni reenkarnasyon teorisini sunuyordu. Yeats’e göre, reenkarnasyon linear zaman taslağı içinde gerçekleşiyor olamazdı.
19.yy.sonlarına doğru Batı’da, gerek okültizme artan ilgi etkisiyle, gerekse Hint dinlerinin antropolog ve filozoflarca daha sistemli incelenmesiyle reenkarnasyona doğru büyük bir dönüş yaşanmıştır.
Birçok ezoterik grup reenkarnasyon kavramını öğretilerinin merkezine yerleştirdi. Bu yayılım meyvelerini iki güçlü ekolün kurulmasıyla verdi: Bunlardan biri Avrupa’da spiritizm adıyla ortaya çıkan, Allan Kardec tarafından kurulan deneysel ruhçuluk, diğeri Ukrayna doğumlu H.P. Blavatsky tarafından 1857’de kurulan Teozofi Cemiyeti’dir.
Ruh göçü ya da sürekli olarak tekrar doğmak kavramı ilk kez Fransız fizikçi ve yazar Allan Kardec (1804-1869) tarafından sistemli bir hale getirilmiş ve adına “tekrar ete girme” anlamında reenkarnasyon denilmiştir. Kardec, kurduğu “deneysel spiritüalizm”i "spiritizm" adıyla ilk kez 18 Nisan 1857’de yayımladığı “"Ruhların Kitabı"” adlı eserinde açıkladı. Ardından yazdığı diğer eserlerle konuyu ayrıntılı bir şekilde ele aldı.
Spiritizm'in ilkelerinden bazıları şunlardır:
Fransa ve İspanya Kiliseleri Kardec’in eserlerinin büyük ilgi görmesinden rahatsızlık duymuşlar ve karşı tavır almışlarsa da, Kardec’in açtığı yoldan giden izleyicilerinin sayısı hızla çoğalmıştır. Deneysel Spiritüalizm Latin Amerika ülkelerinde Kardesizm adını almıştır. Spiritüalistler reenkarnasyon ilkesini kabul etmese de tüm inanç sistemlerine saygı gösterilmesi gerektiğini düşünürler ve inanç ve fikirlerin farklı farklı olmasını doğal karşılarlar. Çünkü spiritüalistlere göre herkesin gelişim gereksinmeleri bir değildir, dolayısıyla herkesin yürüyeceği yollar farklıdır; zaten dünyadaki insanların hepsi aynı fikirde, aynı görüşte olsaydı ve hiçbir anlaşmazlık olmasaydı ne ruhsal gelişim olanağı olurdu, ne de yaşamın tadı kalırdı; herkes robotlardan farksız olurdu. Bu nedenle Neo-spiritüalistler kimseye "kendi yolunuzu bırakın, bizim yolumuza gelin" diye çağrıda bulunmaz.
Spiritizm’deki ya da diğer adıyla deneysel spiritüalizmdeki reenkarnasyon kavramı, yukarıda açıklandığı gibi, Hinduizmdeki “tenasüh” adı verilen kavramdan birçok bakımdan farklıdır.
Günümüzde bu reenkarnasyon geleneğinin devamı New Age denilen akımda bulunmaktadır. Günümüzde Yeni Çağ (New Age) oluşumlarının da ilgi gösterdiği reenkarnasyon kavramını kabul eden örgütlü topluluklardan başlıcaları spiritüalistler, teozoflar ve antropozoflar adlarıyla bilinirler. Ayrıca, ABD’nde de ruh göçü kavramları spiritüalizmdeki reenkarnasyon kavramına yakın olmakla birlikte, bu terimi kullanmayan ve kullanan çeşitli topluluklar ve dernekler bulunmaktadır.
Rudolf Steiner tarafından kurulan Antropozofi akımında reenkarnasyon kavramının önemli bir yeri vardır. Steiner ruhları, gelişim amacıyla yeni deneyimler edinmek üzere, her devirde farklı ırklarda, farklı uluslarda bedenlenen varlıklar olarak tanımlamıştır.
Zaafları, kudret ve yetenekleriyle ruhların kişisel yapıları bulundukları fiziksel bedenin genetik kalıtımının yansımasından ibaret değildir. Her ruh, gelişim gereksinimlerine göre, gelecek yaşamında bedenleneceği aileyi kendisi seçer. Kişinin karakteri, geçmiş yaşamlarıyla belirlenir.
Antropozofiye göre “şimdi” “geçmiş” ve “geleceğin” bir tür bileşkesi gibidir. Şimdiye kadar belirlenmiş, kaçınılmaz hale gelmiş mukadderatımız geçmişteki fiillerimizin bir sonucudur. Karşılaştığımız kimi olaylar, geçmişteki fiillerimizin sonucu olarak karşımıza çıkmakta, kimi olaylar da bizi geleceğe doğru biçimde hazırlamak üzere karşımıza çıkmaktadır (sınavlar vs.). Her ikisinde de insana özgür irade hakkı tanınmıştır; mukadderatımızı bizzat kendimiz yaratıyoruz. Antropozofinin mukadderata bu bakış açısı neo-spiritüalist bakış açısına çok yakındır. (Bkz. Mukadderat). Antropozofi geçmiş yaşamları ve insan varlığının en derin doğasını idrak edebilme yeteneğini geliştirmek üzere çeşitli spiritüel egzersizler geliştirmiştir. Ayrıca Steiner, Julianus’tan Karl Marx’a kadar tarihsel önemi olan birçok kişiyikarmik ilişkileri bakımından incelemiştir.
Batı teozofisinin kurucusu, daha doğrusu 1857’de Teozofi Cemiyeti’ni kurarak teozofiyi Batı'da kurumsallaştıran kişi Helena Petrovna Blavatsky'dir. Teozofi Cemiyeti'ne üye olan ünlü isimlerden bazıları Thomas Alva Edison, talyum elementini keşfeden William Crookes, sonradan Antropozofi'yi kuran Rudolf Steiner'dir. Batı teozofisi bir yandan okült tradisyon, diğer yandan Doğu (özellikle Hint) tradisyonları üzerine kurulmuş, ezoterik bilgilerden yararlanan felsefi bir sistemdir.
Teozofi kurumu üç ilkesini şöyle açıklar:
Reenkarnasyon modern teozofinin ana ilkelerinden biridir ve bir teozof yazara göre, “"modern sorunları çözmede üstat-anahtar’dır".”
Reenkarnasyonu kabul eden dini akımlardan biri de temeli ABD’li bilim kurgu yazarı L. Ron Hubbard tarafından 1952'de atılan Scientoloji’dir. “Geçmiş reenkarnasyonlar” anlamında kullanılan “geçmiş yaşamlar” ifadesi Scientoloji Kilisesi’nin ilke ve uygulamalarında anahtar rolündedir. ABD'de aralarında Xavier Deluc, John Travolta, Tom Cruise, Juliette Lewis, Catherine Bell, Isaac Hayes, Chick Corea ve Beck gibi ünlü isimlerin de bulunduğu, milyonlarca izleyicisi olan bu dini akımda, "kişisel manevi denetleme"nin amacı, kişinin yüksek bir spiritüel idrak haline ulaşarak "yaşam-sonrası" rahatsızlıklardan kurtulabilmesi ve "yaşam-sonrası hafıza"sını (serbest hafıza) tekrar edinebilmesidir.
Ünlü İngiliz biyolog Thomas Huxley reenkarnasyon fikrinin makul bir fikir olduğunu düşünmüş ve “"Evrim ve Etik"” ("Evolution and Ethics") ve “"Denemeler"” ("Essays") adlı kitaplarında bu fikri tartışmalı olarak ele almıştır.
ABD'de son zamanlarda, kimilerince 20. yüzyılın Galilesi sayılan Kanadalı-ABD'li psikiyatrist Ian Stevenson tarafından sürdürülen bilimsel araştırmaların sonuçlarının yayımlanmasıyla reenkarnasyona olan ilgi biraz daha popüler hale getirilmiştir.
Reenkarnasyonun varlığının lehindeki en ayrıntılı kişisel rapor dosyaları Virginia Üniversitesi’nden Prof. Ian Stevenson tarafından “"Yirmi Açık Reenkarnasyon Vakası"”" Twenty Cases Suggestive of Reincarnation, “Reenkarnasyon ve Biyoloji: Doğum İşaretlerinin ve Doğum Kusurlarının Etiyolojisine Bir Katkı, Cilt 1: Doğum İşaretleri"” ("Reincarnation and Biology: A Contribution to the Etiology of Birthmarks and Birth Defects Volume 1: Birthmarks") ve “"Reenkarnasyon ve Biyoloji: Doğum İşaretlerinin ve Doğum Kusurlarının Etiyolojisine Bir Katkı, Cilt 2: Doğum İşaretleri ve Diğer Anormallikler"” ("Reincarnation and Biology: A Contribution to the Etiology of Birthmarks and Birth Defects Volume 2: Birth Defects and Other Anomalies") adlı kitaplarda yayımlanmıştır. (İncelemelerinin bir kısmı Charlottesville Üniversitesi tarafından İngilizce olarak ,6 büyük cilt halinde yayımlanmıştır.)
Prof. Stevenson 40 yılını, geçmiş yaşamlarını hatırlıyor gibi görünen çocukları incelemeye hasretti. Yaklaşık 1000 çocuk üzerinde incelemelerde bulundu. (İncelediği vakaların sayısı 2002 yılında 2006’yı bulmuştur.) Prof. Stevenson her vakada çocukların raporlarını metotlu olarak belgeledi. Böylece, çocukların anlattıkları ile ölen kişilere ait olguların paralellik göstermekte olduğunu doğrulamayı başardı. Aynı zamanda söz konusu ölen kişilerde ölüm ve yaralanmaya yol açmış yara izlerinin söz konusu çocuklarda doğum işareti ve doğum kusuru olarak belirmiş olduğunu, otopsi fotoğrafları gibi tıbbi kayıtlarla doğruladı. Prof. Stevenson’un yardımcılarıyla bilimsel anlamda son derece titiz bir şekilde incelediği bu vakalarda, geçmiş yaşamlarını (reenkarnasyonlarını) hatırladıklarını söyleyen bütün çocukların iddiaları araştırılmış ve hepsi doğrulanmıştır. İncelemelerini genellikle reenkarnasyona inanılan ülkelerde sürdürmüş olan Stevenson, yayımlanan son kitabında ise Batı’da rastladığı 6 vakayı sunmuştur.
Stevenson tarafından belgelenmiş tipik bir vakada, Beyrut’taki bir çocuk 25 yaşında bir motor tamircisiyken plaj yolu üzerinde hız sınırını aşmış bir arabanın çarpmasıyla ölmüş olduğunu anlatmaktaydı. Çeşitli tanıklıklara göre, çocuk sürücünün adını, kazanın tam olduğu yeri, motor tamircisinin kızkardeşlerinin, anne ve babasının, kuzenlerinin ve birlikte ava gittiği arkadaşlarının adlarını veriyordu. Vaka doğrulandı, çocuk söz konusu motor tamircisinin ölümünden birkaçyıl sonra doğmuştu ve çocuğun ailesinin ölen adamla görünür hiçbir irtibatı yoktu.
Stevenson’un ilk incelemelerini daha ziyade, reenkarnasyona inancının yoğun olduğu ülkelerde yapmıştı. Bu bakımdan bir eleştiri aldığında, bu kez incelemelerini Batılı ülkelerde de yaptı ve Avrupa’da incelediği bu tür reenkarnasyon vakaları üzerine bir kitap yayımladı.
Daha başka birçok kişi reenkarnasyon fenomenini sorgulamış ve bunun makul bir fenomen olduğu sonucuna varmıştır. Bu kişiler arasında Peter Ramster, Dr. Brian Weiss, Dr. Walter Semkiw ve başkaları sayılabilir. Fakat bu kişilerin çalışmaları bilim çevreleri tarafından genellikle kuşkuyla karşılanmıştır. Dr. Karl Sagan gibi bazı kuşkucular, daha fazla reenkarnasyon araştırmasının yapılması gerektiği düşüncesindedirler.
* Vakaların ve verilerin ulaştığı miktarın çokluğundan, reenkarnasyon taraftarları için teorinin doğru olduğu kesin sayılır.
Eski uygarlıklarda ve çeşitli geleneklerde ruh göçünün simgelenmesinde şu sembol ve |
sembolizmlerin kullanıldıkları ileri sürülür: Kuyruğunu ısıran yılan, ağaca dolanmış yılan, kelebek, spiral, feniks, mumya üzerine konulan ankh, kemik, daire, bilgi ağacının ya da hakikat ağacının meyvesinin yenilmesi, yaşam çarkı (budizm), geyik (şamanizm), ırmağın karşı kıyısına geçen ak koyunun kara koyuna dönüşmesi (Gal), suyun bir vazodan ötekine aktarılması (eski Yunan). Fakat bu semboller tekanlamlı olmadıklarından, yalnızca ruh göçünü simgelemek üzere kullanılmadıkları, çokanlamlı bu sembollerin farklı bağlamlarda farklı anlamlarda kullanıldıkları belirtilir.
Batı’da, reenkarnasyonu konu alan veya reenkarnasyonla ilgili olan filmlerden bazıları şunlardır:
Reenkarnasyonla ilgili müzik parçaları ve albümlerden bazıları şunlardır:
Ergenekon Destanı
Ergenekon Efsanesi veya Ergenekon Destanı; kaynaklara göre Göktürklerin yeniden doğuşuna ilişkin hikâye.
14. yüzyılda Reşidüddin Hamedani'nin kaleme aldığı "Cami’üt-Tevarih" adlı eserinin "Mujallad-i Awwal" (Birinci Kitabı: Moğol tarihi) in "Bāb-i Awwal" (Birinci Bölüm: Türk ve Moğol kabilelerinin tarihi) inde Moğolların yaratılış destanı olarak anlatılan efsane, 17. yüzyılda Şiban'ın torunlarından ve Hiva Hanlığının hanı olan Ebu'l Gazi Bahadır'ın kaleme aldığı "Şecere-i Türkî" adlı eserde de Moğolların yaratılış destanı olarak anlatılır, bazı kaynaklara göre ise bir Türk destanıdır. Bahsi geçen iki tarihi kaynakta Nekuz (Nüküz) ve Qiyan (Kıyan) adlı kardeşler ile onların eşleri Tatarlar tarafından yenilince önce Ergene Kon (Farsça:"ارگنه قون"; "Ergene Qon") adı verilen dar ve sarp bir yere gitmiş, 400 yılda sülalesi çoğalıp oraya sığımaz olunca Ergenekon'dan çıkmıştır. Ergenekon'dan çıktıkları zaman yol göstericilerinin Börteçine olduğu düşünülmektedir.
Başka kaynakçalara göre ise Ergenekon bölgesinde yaşayan Göktürk milletine o bölgenin sahibi olan ülke tarafından baskı yapılmış.Ergenekonluların bulundukları bölgeden çıkmak imkansızmış. Çünkü etrafları dağlarla çevriliymiş. Ergenekonlular buradan çıkmak için büyük bir ateş yakıp bu dağları eritmiş ve kurtulmuşlardır.
Ancak Göktürklerin yaratılış destanıyla olan benzerlikleri gerekçe göstererek Türklere ait bir destan olduğunu iddia eden araştırmacılar da mevcuttur. Ayrıca Talât Sait Halman ise, bozkurt efsanesinin genişletilmiş bir versiyonudur; mitolojik bir varlık olan bozkurtun koruması sayesinde soylarının tükenmesi tehlikesinden kurtulan ve yine bozkurtun sayesinde geçit vermez dağlarla çevrili Ergenekon vadisinden çıkan bir Türk topluluğunun öyküsünü anlattığını iddia etmektedir. Diğer görüşlere göre ise Türkler ve Moğollar arasında benzer şekilde anlatılan efsaneler sözkonusudur. Efsane kimi zaman Nevruz ile de ilişkilendirilmiştir.
Türklerin Orta Asya'daki efsanevi anayurdu. Rus tarihçi Gumilev’in tarifine göre dik yamaç anlamını taşır.,
Ergenekon'un gerçekte nerede olduğu hakkında çeşitli savlar öne sürülmekle birlikte, bu konuda kesin bir bulgu yoktur. Eski eserlerde yer alan tasvirlere göre Ergenekon'un Altay dağlarındaki, Beluça dağında olduğundan bahsedilmektedir.
Önce sözlü olan efsane daha sonra çeşitli kaynaklarda bahsedilerek yazılı hale getirilmiştir. Tamamı hakkında fikir birliği olmadığı ve yazılı metinlerde kısa özet şeklinde olduğu için "Ergenekon Efsanesi" şeklinde de isimlendirilmektedir. Ergenekon Destanı olarak bilinen öykü, iki ana kısımdan oluşmaktadır:
İlk öykü üç ayrı Çin vakayinamesinde Türklerin türeyiş öyküsü olarak anlatılmıştır. İkinci öykünün özeti yine Çin kaynaklarında yer almıştır. Reşidüddin Hamedani'nin Cami’üt-Tevarih'i ve ikincisi ise Ebul Gazi Bahadır Han'ın "Şecere-i Türkî" isimli eserleri gibi XIII-XVII. yüzyıl arasında yazılmış çeşitli eserlerde, efsanede yer alan vadiye "Ergenekon" adı verilmiştir; ancak bu kaynaklarda efsanenin kahramanı Türkler değil, Moğollardır.
Orta Asya tarihi profesörü Devin DeWeese, bir mağara ya da vadideki tutsaklıktan kurtuluş motifinin Orta Asya halklarınca değişik biçimlerde anlatıldığına dikkat çeker ve Türkler ile Moğollar arasında benzer öykülerin anlatılmasının olağan olduğunu belirtir.
Daha sonraki bir tarihte bozkurdun himayesinde türeyiş teması ile vadiye yerleşme ve vadiden kaçma motifleri birleştirilmiş, "Ergenekon Destanı" başlığı altında bir Türk destanı olarak anılmaya başlanmıştır. Fuat Köprülü'ye göre, Cengiz Han'ın soyunda var olan Türk kökenli aile nedeniyle efsanede bahsedilen Moğollar aslında Oğuzlar'dır. Reşidüddin Hamedani ve Ebul Gazi Bahadır Han'ın hikâyelerindeki benzerliğin nedeni de budur.
MS VI. yüzyılın ikinci yarısı ve VII. yüzyıl başı arasındaki dönemde yazılmış Çin vakayinamelerinde, bir savaş sonucunda kavminin hayatta kalan tek üyesi olan çocuğun bir kurt tarafından büyütülerek ölümden kurtulması ve soyunu devam ettirmesi anlatılır. Çin kaynaklarına göre Göktürkler bu soydan gelmektedir. Bu öykü daha sonra Ergenekon destanı çerçevesinde anlatılmıştır. Yine VI. yüzyıla ait Çin kaynaklarında Türklerin tutsak kaldıkları bir mağaradan ya da dağlarla çevrili bir vadiden kurtuluşları öyküsü aktarılmaktadır. Ancak bu anlatılarda "Ergenekon" ismi yer almamaktadır.
"Ergenekon'dan Çıkış" öyküsü, XIII. yüzyıl sonunda İlhanlı saray görevlilerinden Reşidüddin Hamedani'nin Cami’üt-Tevarih'inde (cilt I, bölüm I) anlatılmıştır. Ancak bu metinde anlatılan öykünün kahramanı Göktürkler değil, Moğollardır. Bu metinde Ergenekon vadisinden çıkış öyküsü ağırlık taşır, "kurttan doğan çocuk" motifi yer almaz.
Sonraki dönemlerde, XV. ve XVI. yüzyıllarda Çağatay Türkçesi ve Farsça yazılmış eserlerde Ergenekon destanı bir Moğol efsanesi olarak yer almaktadır. XV.-XVI. yüzyıllarda Farsça yazılmış bir eser olan "Şeceretü'l-Etrak" (Türklerin Şeceresi), XVI. yüzyıl başında Türkçe yazılmış "Tevarih-i Güzide-i Nusretname", XVI. yüzyıl ortasında Türkçe yazılmış olan "Zübdetü'l-Athar" ve XVI. yüzyıl sonuna ait Farsça bir kitap olan "Abdullahname" gibi metinlerde Ergenekon efsanesi aktarılır. Türk Dili ve Edebiyatı profesörü İsa Özkan'ın aktardığına göre, XVII. yüzyılda Ebul Gazi Bahadır Han'ın "Şecere-i Türkî" adlı eserinde aynı öykü anlatılmıştır. Camiü't-Tevarih'ten yararlanılarak yazılan bu eserde de Moğolların konu edildiği görülmektedir.
"Meydan Larousse" adlı ansiklopediye göre, XIX. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan Rus şarkiyatçı Nikita Biçurin (İakinf / Hyacinth), sarp dağlarla çevrili vadiden çıkış öyküsünün bir benzerini "Ergenekon" adını vermeksizin Türklerin atalarının türeyiş öyküsü olarak anlatır ve bu anlatısını Çin kaynaklarına dayandırır.
Moğol ilinde Oğuz Han soyundan İl Han'ın hükümdarlığı sırasında Tatarların hükümdarı Sevinç Han,Moğol ülkesine savaş açtı. İl Han'ın idaresindeki orduyu Kırgızlar ve diğer boylardan da yardım alarak yendi. İl Han'ın ülkesindeki herkesi öldürdüler. Yalnız İl Han'ın küçük oğlu Kıyan, eşi Nüküz ve yeğeni ile kaçıp kurtulmayı başardılar. Düşmanın, onları bulamayacağı bir yere gitmeye karar verdiler.
Yabani koyunların yürüdüğü bir yolu izleyerek yüksek bir dağda dar bir geçite vardılar. Bu geçitten geçerek içinde akarsular, pınarlar, çeşitli bitkiler, çayırlar, meyve ağaçları, çeşitli avların bulunduğu bir yere gelince Tanrı'ya şükrettiler ve burada kalmaya karar verdiler. Bu yere "maden yeri" anlamında "Ergene Kon" adını verdiler. Kıyan ve Nüküz'ün oğulları çoğaldı. Dört yüzyıl sonra kendileri ve sürüleri o kadar çoğaldılar ki, Ergenekon'a sığamadılar. Atalarının buraya geldiği geçidin yeri unutulmuştu. Ergenekon'un çevresindeki dağlarda geçit aradılar. Bir demirci, dağın demir kısmı eritilirse yol açılabileceğini söyledi. Demirin bulunduğu yere bir sıra odun, bir sıra kömür dizdiler ve ateşi yaktılar.
Yetmiş yere koydukları yetmiş körükle hep birden körüklediler. Demir eridi, yüklü bir deve geçecek kadar yer açıldı. İl Han'ın soyundan gelen Türkler yeniden güçlenmiş olarak eski yurtlarına döndüler, atalarının intikamını aldılar. Ergenekon'dan çıktıkları gün olan 21 Mart'ta her yıl bayram yaptılar. Bu bayramda bir demir parçasını kızdırdılar, demir kıpkırmızı olunca önce Hakan, daha sonra beyler demiri örsün üstüne koyarak dövdüler. Bugün hem özgürlük hem de bahar bayramı olarak hala kutlanmaktadır.
"Şecere-i Türk" Ahmet Vefik Paşa tarafından Çağataycadan Osmanlı Türkçesine çevrilmiş, bu çeviri Ekim 1863'ten itibaren Tasvir-i Efkâr gazetesinde tefrika edilmiştir. Ergenekon efsanesine ilişkin bölüm gazetenin 8 Kasım 1863 tarihli 143. sayısında yayınlanmıştır.
I. Balkan Savaşı döneminde Ergenekon efsanesi milliyetçi yazarlar tarafından ilgi görmüştür. Ziya Gökalp'in Ergenekon temasını işleyen şiiri "Türk Duygusu" dergisinin 8 Mayıs 1913 tarihli sayısında "Türk An'anesi: Ergenekon" başlığıyla yayınlanmıştır; aynı şiir Ziya Gökalp'in 1914 tarihli "Kızılelma" kitabında "Ergenekon" başlığıyla yer almıştır. Ömer Seyfettin de "Halka Doğru" dergisinin 9 Nisan 1914 tarihli sayısında Ergenekon temalı bir şiir yayınlamıştır. Ömer Seyfettin'in bu şiiri büyük ölçüde Ziya Gökalp'in Ergenekon'undan izler taşır.
Rıza Nur, 1928 tarihinde İskenderiye'de yayımlanan "Oğuznâme" adlı epik eserinde Ergenekon temasını işlemiştir.
"Ergenekon destanı"nın bir Türk efsanesi olarak Kurtuluş Savaşı sırasında Yakup Kadri Karaosmanoğlu tarafından yazıldığını ve Osmanlı'da, Selçuklu'da en küçük izine rastlanmayan bir hikâye olduğu iddia edilmektedir. Ancak Orhan Çekiç, bu ifadelere; Yakup Kadri'nin yazdığı eserlerin Ergenekon'u değil Kurtuluş Savaşı'nı anlattığını ve Hive Hanı Ebu'l Gazi Bahadır Han'ın 17. yüzyılda yazdığı "Şecere Türkî" eserinde Ergenekon Destanı'ndan bahsettiğini söyleyerek yalanlamıştır.
İmalat yöntemleri
Talaşlı ve talaşsız imalat yöntemleri olmak üzere, genel olarak ikiye ayrılır. Talaşlı imalat yöntemleri, tornalama, frezeleme, matkapla delme, taşlama olarak genelleştirilebilir. Talaşsız imalat yöntemleri ise genel olarak, döküm, dövme, soğuk/sıcak çekme, ekstrüzyon ve sac metal işleme olarak ayrılabilir. Bunların dışında çok çeşitli (Otoinşa gibi) sıradışı imalat yöntemleri de vardır. Ayrıca günümüzde tüm bu tezgâhlar bilgisayar kontrollü (CNC) olarak k |
ullanılmaktadırlar. Bunların 1, 2, 3, 4, 5 eksenlileri bulunmakta ve 0.1 - 0.0001 mm hassasiyet aralığında işlem yapan çeşitleri kullanılmaktadır.
Mukavemet
Mukavemet, cisimlerin çeşitli dış etkiler ve bu dış etkilerin neden olduğu iç kuvvetler karşısında gösterecekleri davranış biçimini inceleyen bilim dalıdır. Mekanik biliminin bir alt kolu olan mukavemet bilimi rijit olmayan (şekil değiştirebilen) cisimlerin mekaniği olarak da tanımlanabilir. Rijit cisimler mekaniği, cisimlerin üzerlerine etkiyen dış tesirler ile şekillerini değiştirmediğini kabul ederken, rijit olmayan cisimler mekaniği şekil değiştirmeleri de gözönüne alır. Teori, yapının bir ya da iki boyutlu öğelerinin incelenip, sonra bunların gerilim düzeylerinin iki boyutlu ve üç boyutlu olarak varsayılıp üç boyuta genelleştirilmesi ve maddelerin elastik ve plastik davranışları hakkında daha tam bir teori geliştirilmesiyle başlamıştır. Maddelerin mekaniğinin önemli kurucu ve öncülerinden biri Stephen Timoshenko’dur.
Cisimlerin mukavemeti üzerine çalışma sıklıkla; kiriş, sütun, mil gibi yapısal öğelerdeki gerilim ve zorlamaları hesaplamak için çeşitli yöntemlerden yararlanır. Kullanılan modeller; uzunluk, genişlik, kalınlık makroskobik (geometrik) özellikleri yanında; akma dayanımı, maksimum mukavemet, Young Katsayısı, Poisson Oranı gibi özellikleri de dikkate alarak, bir yapının yüklenmeye verdiği tepkiyi ve bozulmaya karşı hassaslığını öngörmeye çalışır.
Mukavemet bilimi birçok mühendislik dalının temel konularındandır. Uygulamada; İnşaat, makine, maden, gemi inşaat, havacılık mühendisliği gibi alanlarda yaygın olarak kullanılır. Bir bina kolonunun, uçak kanadının, makine dişlisinin veya bir maden galerisinin maruz kalacakları tesirlere dayanabilecek şekilde tasarlanması mukavemet biliminin uygulamalarına örnek olarak verilebilir.
Mukavemet sözcüğü dilimize Arapçadan geçmiştir. Dayanma, karşı durma, karşı koyma, direnme, direniş, dayanırlık, direnç olarak Türkçeye çevirilebilir.. Bir bilim dalı olarak Türkiye'de önceleri ‘’Cisimlerin Mukavemeti’’ olarak adlandırılmış, sonraları ise sadece ‘’Mukavemet’’ olarak adlandırılması yaygın kabul görmüştür. Günümüzde mühendislik dallarında okutulan bu bilim dalı dersleri ‘’Mukavemet’’ olarak adlandırılmaktadır.
Madde biliminde, cismin mukavemeti, uygulanan yüke bozulmadan direnebilme yetisidir. Cisimlerin mukavemeti alanı, kuvvetlerle ve onların maddeler üzerinde yarattığı bozulmalarla ilgilenir. Bir mekanik öğeye yüklenen yük, kuvvetler birim temelinde ele alındığında, öğenin içinde gerilim kuvveti denen bir iç kuvvetin oluşmasına sebep olur. Cisimdeki gerilimler çeşitli şekillerde deformasyona sebep olur. Cisimdeki deformasyon, yine deformasyon birim temelinde ele alındığında, zorlanma olarak tanımlanır. Uygulanan yükler aksiyal (germe ya da sıkıştırma) ya da makaslama (shear) şeklinde olabilir. Bir mekanik öğenin yükleme kapasitesini bulmak için, o öğedeki gerilim ve zorlanmalar hesaplanmalıdır. Bu, öğenin geometrisinin, öğeye uygulanan yüklerin ve öğenin yapıldığı malzemenin özelliklerinin tam bilgisini gerektirir. Yükün ve öğenin geometrisinin tam bilgisiyle, öğenin herhangi bir noktasındaki gerilim düzeyi ve zorlanma düzeyi hesaplanabilir. Gerilim düzeyi ve zorlanma düzeyi bilindikten sonra, öğenin mukavemeti (yük taşıma kapasitesi), sertliği, deformasyonları, kararlılığı (orijinal halini koruma yetisi) hesaplanabilir. Hesaplanan gerilimler, öğenin akma dayanımı, maksimum mukavemet gibi mukavemet ölçüleriyle karşılaştırılabilir. Bunun sonucunda ortaya çıkan sapma, öğenin kullanım amacına bağlı sapma kriteriyle karşılaştırılabilir. Öğenin hesaplanan bükülme yüklemesi, uygulanan yükle karşılaştırılabilir. Öğenin hesaplanan sertliği ve kütle dağılımı, öğrenin dinamik tepkisini hesaplamakta kullanılabilir ve bu, kullanılacak akustik çevreyle karşılaştırılabilir.
Cismin mukavemeti, gerilim – zorlanma eğrisi (akma dayanımı) üzerindeki, ötesine gidildiğinde, uygulanan yük kaldırılsa bile oluşan deformasyonların geri döndürülemediği ve kalıcı bükülmeye uğradığı noktayı ifade eder. Maksimum mukavemet, gerilim – zorlanma eğrisi (stress – strain curve) nde, gerilimin parçalanma yarattığı noktayı ifade eder.
Eksenel olmayan gerilim,
şeklinde gösterilir.F (N), A(m²) alanı üzerine etkiyen kuvvettir.
Sıkıştırma gerilimi (ya da sıkıştırma) cismin uzunluğunu, uygulandığı yönde azaltan yükten kaynaklanan gerilim halidir. Sıkıştırmanın basit bir örneği, ters yönde itme kuvvetleri sonucunda oluşan aksiyal olmayan sıkışmadır. Cisimlerin sıkıştırma mukavemeti genelde gerilme kuvvetlerinden daha yüksektir. Yine de, sıkıştırmak üzere yüklenmiş yapılar, burulma gibi, öğenin geometrisine bağlı olan ilave bozulma şekillerine maruz kalırlar.
Çekme gerilimi, uygulanan yük yönünde maddeye uzatmaya çalışan, cismi çeken kuvvet halidir. Eşit kesit alanına sahip yapıların mukavemeti, kesit alanının şeklinden bağımsızdır.
Kayma gerilimi, cisim içinde paralel doğrultularda, ters yönde etkiyen kuvvet çiftleriyle oluşan gerilim türüdür. Kağıdı makasla kesmek bu gerilim türüne örnektir.
Akma mukavemeti, cisimde kalıcı deformasyon yaratan en düşük gerilimdir. Alüminyum alaşımları gibi bazı maddelerde, akma noktası tanımlamak zordur, bu yüzden 0.2% plastik zorlanma meydan getiren kuvvet olarak tanımlanır.
Sıkıştırma mukavemeti , cisimde bükülme ya da çatlak meydana getiren sıkıştırıcı gerilimin sınır değeridir.
Çekme mukavemeti cisimde bükülme ya da çatlak meydana getiren çekme geriliminin sınır değeridir. Çekme mukavemeti, gerçek mukavemet ya da görünen mukavemet şeklinde de isimlendirilir, ama görünen mukavemet daha yaygın kullanılır.
Yorulma mukavemeti: Cismin ya da bileşeninin periyodik yükleme altındaki mukavemetinin ölçüsüdür ve belirlemek genelde durağan mukavemete göre daha zordur. Gerilim aralığı olarak ifade edilir ( https://upload.wikimedia.org/math/7/d/e/7ded811c47fa2a75aa85726a0f57cc9c.png)
Çarpışma mukavemeti: Cismin aniden uygulanan yüke dayanabilme yetisinin enerji terimleriyle ifade edilen halidir. Çoğunlukla, çarpışma enerjisini ortaya koyan, Izod mukavemet testi’yle yad Charpy çarpışma testi’yle ifade edilir.
Deformasyon cisimde kuvvetlerin yarattığı gerilim sonucu oluşan geometrik değişimlerdir. Deformasyon cismin yerdeğiştirme alanıyla ifade edilir.
Zorlanma (ya da azaltılmış deformasyon): Cisim alanı doğrultusundaki deformasyon değişimini açıklayan matematiksel bir terimdir. Zorlanma, birim uzunluk başına deformasyondur.
Çökme uygulanan yük sonucu yer değiştiren yapısal elementin değerini açıklayan bir terimdir.
Elastiklik, bir cismin gerilim ortadan kalktıktan sonra önceki şekline dönebilme yetisidir. Çoğu cisimde, uygulanan gerilimle ilişkisi, ortaya çıkan zorlanmayla doğru orantılıdır (belli bir sınıra kadar) ve bu ilişkiyi gösteren grafik doğrusaldır.
Bu doğrunun eğimi Young katsayısı, ya da “elastiklik katsayısı” olarak bilinir. Elastiklik katsayısı, gerilim – zorlanma eğrisinin doğrusal – elastik bölgesindeki gerilim – zorlanma ilişkisini belirlemek için kullanılabilir.
Plastiklik, ya da plastik deformasyon elastik deformasyonun tersidir ve geri döndürülemez zorlanma olarak tanımlanır. Plastik deformasyon uygulanan gerilim ardından korunur. Doğrusal – elastik kategorideki çoğu maddede genellikle plastik deformasyon mümkündür. Seramik gibi kırılgan maddelerde plastik deformasyon gerçekleşmez ve bu maddeler görece düşük gerilimlerde parçalanırlar. Ama kurşun ya da polimer gibi esnek maddeler, parçalanma gerçekleşmeden çok önce plastik deformasyona uğrarlar.
Havuçla çiğnenmiş sakız arasındaki farkı göz önüne getirin. Havuç kırılmadan önce çok az esneyecektir. Çiğnenmiş sakız ise, parçalanmadan önce muazzam derecede deforme olacaktır.
Bir cismin mukavemeti mikroyapısına bağlıdır. Mühendislik işlemleri bu mikroyapıyı geliştirmeye yöneliktir. cismin mukavemetini arttıran güçlendirme mekanizması çeşitleri; işleme sertleşmesi (work hardening), çökeltme sertleştirmesi (precipitation hardening) ve tane sınırı güçlendirmesi (grain boundarry strengthing) dir ve nicel ve nitel olarak açıklanabilir. Güçlendirme mekanizmalarına, maddenin diğer başka özelliklerinin güçlendirme çabaları sonucunda dejenere olması tehlikesi eşlik eder.
Örneğin, tane sınırı güçledirmesinde, akma dayanımı azalan tane boyutuyla maksimum düzeye çıkmasına rağmen çok düşük tane boyutu maddeyi kırılgan yapar. Genel olarak, akma dayanımı maddenin mekanik mukavemeti için yeterli bir ölçüttür. Akma mukavemetinin, plastik deformasyonu bulmayı sağlayan bir parametre olması dolayısıyla, maddenin mikroyapısına ve arzu edilen sonuçlara göre cismin mukavemetinin nasıl arttırılacağı konusunda bilgi sahibi olunabilir. Mukavemet, bozulmaya neden olan sıkıştırıcı gerilim, kopma gerilimi ve kayma gerilimlerinin sınır değerleri cinsinden ifade edilebilir. Dinamik yüklemenin etkileri, özellikle de yorulma problemi, muhtemelen maddelerin mukavemetinin en önemli pratik konusudur. Yineleyen yüklenme çoğunlukla, sonunda bozulmaya yol açan çatlaklara sebep olur. Çatlaklar her zaman gerilme yığılması sırasında başlar, özellikle deliklerin çevresinde ve köşelerde.
Toyota
Toyota Motor Corporation, değişen alanlarda üretim yapan ve büyük bir model yelpazesine sahip olan, 2016 verilerine göre dünyanın en büyük otomotiv şirketidir. Yakın zamanda Ford'u geçerek dünyanın en büyük ikinci otomobil firması olan Toyota'nın 2007 yılında dünya üzerinde en çok otomobil üreten firma olan; ancak büyük bir ekonomik kriz içindeki General Motors'u tahtından edeceği düşünülmektedir. 2007 ilk çeyrek dünya satış rakamlarına göre General Motors'u geçmiş ve en çok satılan otomobil markası olmuştur. 2008 yılı itibarıyla dünyanın en büyük otomobil üreticisidir. 77 yıldır bu unvana sahip olan General Motors'tan bu unvanı ele geçirmeyi başarmıştır.
2014 yılı itibarıyla, 10 milyon 230 bin satış rakamıyla, dünyanın en büyük otomobil şirketi olmuştur.
2003 takvim yılında Toyota, Lexus, Daihatsu ve Hino modellerinin yıllık toplam satışları 6,78 milyon adede ulaşmıştır. Japonya'da |
12 fabrikası, 11 bağlı kuruluşu ve 26 ülkede 46 üretim tesisi 316.121 çalışanı ile Lexus ve Toyota marka araçlar üreten şirketin ürünleri, 140'tan fazla ülkede müşterilere ulaştırılmaktadır. Toyota'nın otomotiv işlerindeki gelirleri, toplam satışlarının %90'ını kapsamaktadır. 2007 yılı cirosu 239,4 Milyar $ (23,94 Trilyon Yen) dir. Toyota'nın telekomünikasyondan prefabrik evlere ve lüks yatlara kadar değişik alanlarda üretim yapan şirketleri de bulunmaktadır.
Küresel Toyota satışları yıllar içerisinde gelişim göstermektedir. 1937 yılındaki kuruluşundan beri Toyota'nın ürün yelpazesi, dünyanın ilk seri üretilen hibrit aracı "Prius" 'u ve pazara hazır ilk hidrojenli aracı "Toyota FCHV" 'yi kapsayacak kadar genişlemiştir.
Toyota'nın 1951 yılından beri aralıksız ürettiği "Toyota Land Cruiser" modeli sadece yüksek satış rakamlarına ulaşmakla kalmamış, arazi kabiliyeti ve kalitesi sayesinde sınıfında bir efsane haline gelmiştir. Ayrıca Corolla modeli, 1966 yılından günümüze, 42 Milyon'a yakın satış adediyle, dünyanın en çok satan modelidir.
Melek
Melek (Arapça: ملاك, İbranice: מלאך, Latince: Angelus, Yunanca: Άγγελος), dini bir terim. Melek, birçok dinde inanılan semavi yaratıklara verilen isimdir. Meleklerin görevleri Tanrı'ya hizmet etmektir. Meleklere inancın var olduğu her din ve inançta melek kavramına bakış farklıdır.
İnanç politeist toplumlardan tektanrılı dinlere kadar birçok inanç sisteminde yer almakta, ancak tanımlanan varlıkların isim ve özellikleri farklılıklar göstermektedir. Örneğin mikail (Mi-Ka-el) ismi yahudilikten de eski bir döneme tarihlenmektedir. Bazı melek isimleri putperestlik dönem 2. derece tanrılarının dönüşümleri olarak (Harut ve Marut, malik) görülmektedir.
Yahudiler babil sürgünü öncesinde hiçbir meleğin ismini bilmezlerdi. Ninova ve Babil sürgünü sırasında Pers ve Keldani etkisinde kalan Yahudiler Zerdüştlüğün iyi ruh ve kötü ruh inancını ve ruhların hiyerarşisini iyilik ve kötülük melekleri şeklinde ve meleklerin hiyerarşisi ile birlikte kendi inanç sistemleri içerisine sokmuşlardır.
Batı dillerinde kullanılan Angel Yunanca elçi anlamına gelen Angelos’tan alınmadır.
Semitik dillerde ve Türkçede kullanılan melek ise İbranice "m l k" kökünden gelir.
Melek, malik, mülk, malik’ül mülk, memlük gibi kelimelerin köken aldığı "m l k"’in İsraillilerin komşuları olan Amon’luların tanrısı Molek (molech, moloch)’in isminden türetildiği düşünülür. Bu ilişki cehennem bekçisi malik açısından düşünüldüğünde daha açıktır.
“Bana ait olan bu tapınağa iğrenç putlarını yerleştirerek onu kirlettiler.
Ben-Hinnom Vadisi’nde Molek’e sunu olarak oğullarını, kızlarını ateşte kurban etmek için Baal’ın tapınma yerlerini kurdular. Böyle iğrenç şeyler yaparak Yahuda’yı günaha sürüklemelerini ne buyurdum, ne de aklımdan geçirdim.” (Yeremya: 32:34-35)
Sami kökenli Melek isimlerinin sonunda yer alan El veya İl semitik bir tanrıdır.
Musevilik'de İbranice'si Mal'akh olan melek, Tanrı tarafından belirli bir görevi yerine getirmek amacıyla yaratılan, günahsız yaratıklardır.
Museviliğe göre meleklerin cinsiyeti olmaz ve yemek içmek gibi ihtiyaçları da yoktur ancak, görevleri icabı insan kılığına büründüklerinde bir cinsiyete sahip gibi görünebilirler ve bu durumdayken yiyip içebilirler.
Melekler doğrudan Tanrı'nın direktiflerine göre hareket ederler ve inisiyatif kullanamazlar. Musevilikte başlıca büyük melekler şunlardır.
Michael, Gabriel, Rafael, Uriel, yani Ölüm meleği (Azrail) olan Malah Hamavet.
Yahudi mezheplerinden Sadukiler melek ve cin inancını bu inancın Yahudiliğe Babil ve İran inançlarından geçtiği gerekçesiyle reddederler. Meleklerle ilgili bilgiler Yahudi apokrif ve rabbinik metinlerde geniş yer tutar.
Meleklere inanmak İslam dini akidesinin bir parçasıdır, yani iman esaslarındandır. Buna göre İslam dininde meleklerin varlığına ve İslam dininin melek görüşüne inanmayan kişi iman etmiş olmaz. Konuya Kur'an'da 2/285 ve 2/177'de değinilmiştir.
İslam dininde melekler, yemeyen, içmeyen, erkeklik ve dişiliği olmayan, uyumayan, günah işlemeyen, gözle görülmeyen, nurdan varlıklar olarak nitelenmiştir. Görevleri, mahlukatı Allah'ın ismiyle seyredip, Allah'ın kudret ve sanat eserlerini o türlerde görerek, Allah'ı bütün eksikliklerden tenzih ve tespih etmek, ve Allah'a ibadet etmektir. Ayrıca insanlar dışındaki mahlûkatın Allah'a karşı yaptıkları ibadeti Allah'a sunmakla yükümlüdürler. Bunun yanında hayvanların ve bitkilerin görevlerini onlara ilham etmek ve irade ile olan hareketlerine müdahale etmek, vaziyetlerini bir şekilde düzenlemek ile de vazifelidirler. İslam inancına göre meleklerin bu görevleri onların ibadetleridir. Mahlûkat üzerinde gerçek bir tasarrufları yoktur. Yaptıkları ancak Rablerine karşı dua etme konumunda kalarak, neticeyi Allah'ın yaratmasını istemeleridir. Bu İslâm'daki tevhîd inancının bir gereğidir. Tevhîd inancına göre evrende olan bütün her şey Allah tarafından yaratılır. İnsan, melek ve benzeri bütün mahlûkatın iradeleriyle istemeleri ise, vücuda getirilmek istenen şeyin yaratılmasını Allah'tan talep etmekten ibarettir.
İslam dinine göre meleklerin iradeleri vardır. Fakat insandan çok farklı olarak Allahın emrine karşı çıkmaya iradeleri yoktur; sadece emredileni cüzzi iradesiyle yerine getirir. Dolayısıyla günahsız varlıklardır. Aynı sebepten ötürü makamları sabittir.
İslam dininde, Kur'an'da veya hadislerde meleklerin sayıları ve çeşitleri tam olarak belirtilmemiştir. Yine de bazı melek çeşitleri ve görevleri gerek Kur'an'da, gerekse hadislerde belirtilmiştir. İslam dininde özellikle "dört büyük melek" olarak anılan dört baş melek vardır. Bunlar: Cebrâil, Mîkâîl, İsrâfil ve Ölüm meleği (Azrâîl)'dir.
Cebrâîl
Cebrâil veya hristiyanlarca kullanılan ismiyle Gabriel (Arapça: جبرائيل Cibrâ'îl veya جبريل Cibrîl, İbranice: 'גַּבְרִיאֵל') (Tanrı'nın cebr-i gücü) , İbrahimî dinlerde Tanrı'nın vahiylerini peygamberlere ulaştıran melektir.
İslam’a göre peygamberlere vahiy getirmek, Allah'ın emir ve yasaklarını bildirmekle vazîfeli melektir.
Cebrâil'in ismi Kur’ân'da ayrıca Cibrîl, Rûh-ul-Emîn ve Ruhu'l-Kudüs diye de zikredilmektedir. Cebrâil kelimesi lügatta "Allah'ın kulu" mânâsındadır. Cebrâil’e ayrıca Nâmûs-ı Ekber de denilmiştir.
Cebrâil, Muhammed'e Mekke yakınındaki Nur Dağı'nda ibâdet ve tefekkürle meşgul iken gelerek ilk vahyi getirmiştir: "Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı "alak"dan yarattı. Oku! Senin Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir." (Alâk 96/1-5 )
Cebrâil her şekle girebilirdi. Muhammed'e aslî şekliyle, biri Nur Dağı'ndaki Hira Mağarası'nda ve diğeri Miraç esnâsında Sidret-ül-müntehâda olmak üzere iki defâ görünmüştür. Cebrâil’in çoğunlukla ashâbdan Dıhye-i Kelbî sûretinde geldiği anlatılır. Cebrâil yirmi üç yıla yakın bir sürede Kur’ân âyetlerini peyderpey ve çeşitli şekil ve sûretlere girerek Muhammed'e ulaştırmıştır.
"De ki: Cebrail’e kim düşman olabilir? Kendinden öncekileri onaylayan, doğru yolu gösteren ve inananlar için müjdeci olan bu Kur’an’ı senin kalbine o, Allah’ın izni ile indirmiştir.” (Bakara 2/97).
“Onu güvenilir Ruh (Cebrail) indirmiştir. O Kur’ân, elbette âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.” (Şuara 26/193-194)
“Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur; yahut bir elçi gönderip izniyle ona tercih ettiğini vahyeder. O yücedir ve hakimdir.” (Şûrâ 42/51).
İsminin etimolojisinden de anlaşıldığı gibi İslam dininde Cebrail'in çok kuvvetli bir melek olduğuna inanılır. Cebrail'in görevi vahiy getirmektir, yani Allah'tan peygamberlere haber ve bilgi taşır. İslam’a göre bütün peygamberlere vahiy getiren Cebrail’dir. Kur'an'da Cebrail'in Allah yanında önemli bir yeri olduğu belirtilir.
Mikâil
Mikâil (Arapça: ميكائيل), İslam ve diğer semavi dinlerdeki dört büyük melekten biri. İbranice kelimesi "Mi", "ka" ve "El"'in birleşimidir. "Kim Tanrı gibidir?" anlamına gelir.
Evrendeki doğa olaylarından görevlidir. Ucuzluk, pahalılık, kıtlık, bolluk yapmak, refah ve huzur getirmek ve her maddeyi hareket ettirmekle de görevlidir.
Muhammed Cebrâil'e;
"Ey Cebrâil! Mikâil'in güldüğünü hiç görmedim, bunun sebebi nedir?" diye sorduğunda, Cebrâil;
"Cehennem ateşinin tutuşturulduğu günden bugüne dek Mikâil gülmemiştir" diye cevap verdi. "(Muînüddîn Hirevî)"
İsrafil
İsrâfil (إسرافيل), İslam inançlarına göre dört büyük melekten birisidir. İsrâfil'in görevi kıyamet günü Sûr'a üflemektir.
İsrâfil kıyamet gününde Allah'ın emri ile iki defa Sûr'a üfleyecektir. "Sûr'a üflenir ve Allah'ın dilediği kimseler dışında göklerdeki herkes ve yerdeki herkes ölür. Sonra ona bir daha üflenir, bir de bakarsın onlar kalkmış bekliyorlar."
İsrâfil'in birinci üflemesi ile yer ve gökteki bütün canlılar ölecek ve dünya hayatı sona erecektir. İkinci defa üflemesiyle de bütün canlılar dirilecek ve ahiret hayatı başlayacaktır. İsrâfil, Sûr'a üfüreceği için, Sûr Meleği de denilmiştir. Muhammed'e Sûr'un mahiyeti sorulunca şöyle demiştir: "Üfürülen bir boynuzdur." "İsrâfil Sûr'u tutmuş hazır bir şekilde kendisine ne zaman üfürmek için emredileceğini bekliyor."
İsrâfil'in sûr'a üfürmesini anlatan uzun bir hadis, tefsir kitaplarında konu ile ilgili ayetlerin açıklamasında kullanılmıştır. Hadisin bazı cümleleri sahih hadis kitaplarında konu ile ilgili bahislerde geçmekle beraber, bazı cümleleri ifade ve manâ bakımından münker kabul edilmiştir. Hadisin tek râvisi olan İsmail b. Râfi Medine'nin kıssacılarındandır. Kıssacılar kulaktan kulağa geçen hikâyeleri kolaylıkla ezberleme kabiliyetleri ile bilinirdi.
İslâm'da İsrâfil'e ve diğer meleklere atfedilen yüceliklerden dolayı Muhammed'in bazen onların ismi ile dua ettiği rivayet edilir: "Ey Allah'ım, Cebrâil, Mikâîl ve İsrâfil'in Rabbi, göklerin ve yerin yaratıcısı, gaybı ve şehâdet âlemini bilen. Sen kullarının arasındaki ihtilaflar hakkında hüküm sahibisin. Beni izninle ihtilaf edilen şeylerde hakka kavuştur. Sen dilediğini sırat-ı müstakim'e kavuşturursun.
Azrail
Azrail, İncil dışı bazı geleneksel kitaplarda, İbranilerde, İslam Teol |
ojisi ve sihizmde “ölüm meleği”nin adıdır. Azrail, Azrael, Izrail, Azrin, Izrael, Azriel, Ezraeil, Azraille, Azryel, Ozryel, veya Azraa-eel olarak değişik şekillerde telaffuz edilir.
İsmin Süryanice veya İbranice olduğunu söyleyenlere göre azer ve el veya îl kelimelerinden oluşan bir terkiptir ve Allah’ın kulu manasına gelir.
Aslının Arapça olduğunu söyleyenlere göre ise a-ze-ra ve el (îl)kelimelerinden oluşmuştur ve manası da güçlü kuvvetli, salabetli demektir.
Yahudi Angelojisinde birbirinden farklı canlıların ölümleriyle ilgili farklı ölüm melekleri bulunur: Cebrâil kralların, Kapziel gençlerin, Maşbir hayvanların, Maşhit çocukların, Af ve Hemah da insanların ve büyük hayvanların canlarını alır. Ölüm meleklerinden biri Şeytan ve Samael denir. Yahudilikte Mesih geldiği zaman, ölüm ortadan kalkacak ve Mesih ölüm meleğini yok edecektir.
Hıristiyan Angelojisinde Azrail'e “Şeytan Meleği”, “Bela Meleği” “Şeytanların Prensi”, “Yok edici melek “ isimleri verilir. İncil’de ölüm meleği geçen bölüm: “Kimileri gibi de söylenip durmayın. Söylenip duranları “ölüm meleği” öldürdü.”( Korintliler 10/10.)
İslam dininde Azrail kelimesi, Kuran-ı Kerim veya hadis-i şeriflerde geçmemektedir. Azrail olarak diğer dinlerde belirtilen melek için, Kuran-ı Kerim'de Ölüm Meleği denilmektedir. Ölüm Meleği, İslam dinindeki dört büyük melekten biridir. İnsanların canını almakla görevlidir. Ölüm Meleği, Kur’an ve sahih hadislerde, melekül-mevt (ölüm meleği) şeklinde de anılmıştır. (Secde Suresi: 11)
Allah'ın kendisine verdiği emirle canlıların ruhlarını almakla görevli olan ölüm meleği için Kur'an ve Hadislerde Melekü'l-Mevt (ölüm meleği) terimi kullanılmaktadır. "De ki; üzerinize memur edilen ölüm meleği, canınızı alır Sonra Rabbinize döndürülürsünüz" (es-Secde, 32/11)
Onun emrinde de bazı melekler vardır. Bu melekler de kendilerine Allah tarafından ulaştırılan emirleri yerine getirirler. "Nihayet birinize ölüm gelince elçilerimiz onun canını alırlar, onlar hiç geri kalmazlar" (el-En'âm, 6/61)
Kur'an'da, meleklerin kâfir olan bir kul ile mümin olan bir kulun canlarını alışları tasvir edilmektedir. Kâfirlerin can verişleri şöyle tarif edilmektedir: "Melekler, kâfirlerin canlarını alırken onları görseydin, onların yüzlerine ve arkalarına vuruyorlar: Haydi, yangın (Cehennem) azabını tadın diyorlardı " (el-Enfal, 8/50)
Nâşitat meleklerinin müminlerin canlarını da tatlılıkla alışları şöyle ifade edilmektedir: "Melekler iyi insanlar olarak canlarını aldıkları kimselere de: Selâm size, yaptıklarınıza karşılık Cennet'e girin' derler" (en-Nahl, 16/32)
Ölüm meleği Musa‘ya ruhunu alması için gönderilir. Musa, melekul mevt’e tokat atıp bir gözünü çıkarır.
Melekul mevt Rabbine dönerek: “Beni öyle bir kula gönderdin ki, ölümü istemiyor" der Allah O’na gözünü iade eder."
Ahiret
Âhiret veya Ahret (Arapça: ); Bazı dinlerde ölümden sonra gidileceğine inanılan sonsuz bir yaşam âlemi. Bu dinlerde bulunan Âhiret inancının ortak noktası iyilerin gideceği bir Cennet ve kötülerin gideceği bir Cehennem bulunmasıdır.
Mûsevîlik'te âhiret inancı, dînî kaynaklarının tamamında içerisinde yaşanılan çağa, coğrafyaya ve kültürel ortama göre yeni şekiller alarak ortaya çıkmıştır. Ancak öldükten sonra hayatın devam ettiği düşüncesi daima var olmuştur. Yaakov (Yakup) dönemiyle öldükten sonra insanların gittiği yere ‘Şeol’ denmektedir. Otantik bir İbranî kelime olan Şeol, Tanah’ta 66 kere geçmektedir ve ‘Ölüler Diyarı’ demektir. Yahudi mezheplerinden olan Rabinik Yahudiliğin Tanah’tan sonra en önemli kaynağı sayılan Mişna’da Âhiret için (Abot 4/22): “… Zîrâ unutma ki sen sana rağmen var edildin, sana rağmen yaşıyorsun, sana rağmen ölüyorsun ve yine mahkemeye çıkarılacak ve Kuddüs ve Aziz olan Kralların Kralı önünde hesap vereceksin.” Ölüm, insanların küllî dirilişi, bireysel olarak mahkeme önünde hesap verme ve adaletli hükmün sonuçlarını üzerine almak.
Hıristiyanlıkta genelde bir Âhiret hayatına inanç mevcuttur. İsa'nın çarmıhta inananların ölür ölmez göğe kabul edileceğine inanılır. Burada İsa'nın çarmıhta onunla beraber idam edilenlere verdiği "Sana doğrusunu söyleyeyim, sen bugün benimle birlikte Cennet'te olacaksınız" sözü esas alınır (Luka: 23/43). Burada kullanılan paradeisos kelimesi Adn bahçesi olarak anlaşılır. Ancak bâzı kiliselere göre Kitab-ı Mukaddes ve sair kaynaklar farklı yorumlanır. Mesela Yehova Şahitleri'ne göre Yunanca Bölüm'de (Eski Ahit) 12 kere geçen "Gehena" kelimesinin aslında cesetlerin yakıldığı yer demek olduğu esasından hareketle hak inançta olmayanların ebedî hayat için dirilmeyeceklerine inanırlar.
Yine başka kiliselere göre bu kaynak ve ifadeler farklı anlaşılmaktadır. Musevilikte Şeol olarak bilinen "Hades" veya "ölüler diyarı", günahlıların gittiği son ceza veya cehennem değil, geçici bir bekleme yeridir. Bir nezarethaneye benzetilen bu yerde bekleyenler, yargılamadan sonra (Esin. 20:11-15) gidecekleri ateş gölü cezasıdır.
İslâm dinine göre, Kıyamet'in kopması ve yeniden dirilme, Kur'an âyetleri ve İslâm Peygamberi'nin hadisleri gibi kaynaklarda ifâde edilir ve İslâm'a göre diğer peygamberler de kendi halklarına bu durumu anlatmışlardır. Âhiret'e inanmak İslâm'da imanın şartlarından biridir.
Kur'ân'da Âhiret Günü farklı isimler ile zikredilmiştir.
Kuran'da ahiret, müminler Allah'a kavuşacakları inancı nedeniyle "Kavuşma Günü" (Mü'min: 40/15), insanlar ve bütün mahlûkat o günde bir araya toplanacağı için "Toplanma Günü" (Teğabün: 64/9), Dünya hayatlarında Allah'a iman etmeyenler ve fâni hayata aldandıklarını anlayacaklar için "Aldanma Günü" (Teğabün: 64/9), herkes kabrinden çıkıp dirileceği için "Çıkış Günü" (Kâf: 50/34) ve Dünya'ya geri dönmek isteyenler için "Hasret Günü" (Meryem: 19/40) isimleriyle anılır.
Âhiret, son ve sonsuz hayat demektir. İslam dinine göre Âhiret, yedi hayatın yedinci ve sonuncusudur. Yedi hayat şunlardan ibarettir:
Âhiret hayatı Kıyâmet ile başlar. Yer ve göğün şekli değişir ve mahşer âlemi kurulur. Mahşerde herkes hesap verip Cennet ve Cehennem'e gidince sonsuz Âhiret âlemi başlar. Cehennem'dekilerin bir kısmı günahları miktarı ceza çekip Cennet'e giderler. Allah'a inanmayanlar ise Cehennem'de ebediyyen kalırlar. Cehennem, azap ve elem yurdu iken Cennet nimet, mutluluk ve rahatlık yurdudur.
Ölümden sonra dirilme ve yeni bir yaşama uyanma, Antik Mısır inancında temel figürlerden birisidir. Antik Mısır'da ölüler sonraki hayatlarında kullanacaklarına inanılarak özel eşyaları ile birlikte gömülürlerdi. Ölüler kitabı ölenlerin bir sonraki hayatta yaşamlarını kolaylaştırmak için uyulması gereken kuralları bir araya getirmektedir.
Hinduizm'de hayat, yeniden doğum döngüleriyle devam eder. Bu döngülerde mutlak adalet hakimdir: İnsan her kötülüğü bir sonraki hayatta çekerek öder. Bu döngülerde hayvandan nihayet insan olunca önce kastsız olarak Dünya'ya gelir, daha sonraki döngülerde eğer hayatta iyi bir insan idiyse daha üst kastlara geçer. En son basamak, İbrâhimî Dinler'deki Âhiret inancı yerine Nirvana'da tanrıyla bir olmaktır.
Aslında bir hayat felsefesi olan Budizm, sanki Hinduizmde bir reform hareketi gibi acılarla dolu yeniden doğuş silsilelerini bir çırpıda atlatarak bu hayatla doğrudan nirvanaya gitmenin, hayatın acılarına son vermenin yolunu çizer.
AI
AI aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Milliyet (gazete)
Milliyet, Demirören Holding'in sahibi Erdoğan Demirören'in sahibi olduğu günlük gazetedir.
Türkiye'nin en önemli günlük gazetelerinden biri olan Milliyet, önceleri Doğan Grubu bünyesinde yayınlanmaktayken 2011 yılı başlarında Karacan-Demirören ailelerinin sahibi olduğu DK Gazetecilik'e satılmıştır. Ali Karacan ve Ömer Karacan kardeşler ile Demirören ailesi arasındaki ortaklığın bozulması yüzünden bir süre kayyum tarafından yönetilen gazete son olarak Karacan ailesinin hisselerini devretmesi ile Demirören ailesinin mülkiyetine geçmiştir.
Milliyet’in internet sitesi milliyet.com.tr, Haziran 2011'de 8,8 milyon ziyaretçisiyle Avrupa’da en çok ziyaret edilen beşinci haber sitesi oldu.
Milliyet gazetesinin ilk sayısı 11 Şubat 1926 tarihinde Atatürk’ün izniyle Siirt milletvekili Mahmut Soydan tarafından yayınlanmaya başladı. 1 Aralık 1928 yılına kadar Arap harflariyle basılan gazete daha sonra günüzmüzde Latin harfleriyle yayınlamaktadır. 1935 yılında Ali Naci Karacan tarafından satın alarak Tan adıyla değiştirdi. Ancak Tan Olayı nedeniyle kapatılarak sonucu uzun sürmedi. 3 Mayıs 1950 yılında tekrar Milliyet adıyla dönerek yayınlanmaya başladı. Gazetenin yazarları arasında Refik Halid, Bedii Faik, İsmail Hami Danişmend, Ulunay bulunmuştur. Abdi İpekçi 1954'te yazı işleri müdürü olunca Milliyet gazetesi Türkiye'nin en etkili siyasi gazetelerinden biri haline geldi. Peyami Safa, Reşat Ekrem, Çetin Altan gibi yazarlar da Milliyet'te yazmaya başladı.
Milliyet kurulduğu ilk zamanlar Demokrat Parti'yi destekliyordu, daha sonra giderek sola kaydı. Tirajı 20 binlerden, 100 binlere çıktı. Batı tarzı gazetecilik, Abdi İpekçi'nin dengeli başyazıları, haftalık röportajları, Ali Gevgilili'nin entelektüel yazıları ve açık oturumları Milliyet'i Babıali'de saygın bir gazete durumuna getirdi. 1960'larda yazı kadrosunda Burhan Felek, Talat Halman, Refik Erduran, Bülent Ecevit, Kemal Bisalman, İsmail Cem, Metin Toker, Hasan Pulur, Sami Kohen, Ümit Deniz, Bedri Koraman, Mümtaz Soysal, Örsan Öymen, Yılmaz Çetiner yer aldı.
1970'lerde gazete sosyal demokrat bir çizgiye oturdu ve tirajı 200 binlere çıktı. CHP'ye yakın görünmesine rağmen başta AP olmak üzere sağa da yer verdi. 1970'lerin terör ortamında gazetenin başyazarı ve yönetmeni Abdi İpekçi siyasi amaçlı bir suikasta hedef oldu. 1 Şubat 1979'da, İstanbul Nişantaşı'nda bugün adını taşıyan caddede otomobilinin içinde silahlı bir saldırıya uğrayarak öldürüldü. Suikasttan sorumlu olduğu belirlenen Mehmet Ali Ağca 25 Haziran 1979'da yakalandı. Ancak 23 Kasım 1979'da tutuklu bulunduğu askeri cezaevinden kaçan Ağca 13 Mayıs 1981'da Papa II. Jean Paul'e karşı yaptığı suikast girişimiyle kendisini ve Milliyet gazetesini dünya gündemine soktu. Abdi İpekçi sui |
kastı Türkiye'yi 12 Eylül darbesi'ne götüren önemli şiddet eylemlerinden biri olarak anılmaktadır.
1980'li yıllarda Ercüment Karacan gazeteyi Aydın Doğan'a sattı. Milliyet, 12 Eylül askeri darbesinden sonra zor günler yaşadı. Başyazarlığı bir süre Ali Gevgilili yaptı, bir süre de Mehmet Barlas aynı görevi üstlendi. Çok sık genel yayın yönetmeni değiştiren Milliyet okuyucu kaybetti, çizgisi belirsizleşti. Ancak, promosyon savaşları döneminde, ansiklopedi ve karton oyuncaklarla tekrar tiraj ve gelir artışı sağladı. Eş zamanlı olarak yapılan halka arz ile Milliyet büyük bir gelir elde etti ve güçlenme olanağı buldu.
Milliyet, Sedat Ergin'in 2005 yılında genel yayın yönetmenliği görevini üstlenmesinden sonra soldaki siyasi çizgisini tekrar sabitleştirdi. İktidara 'muhalif' diye nitelenebilecek haberler yayımlamaya başladı. Sedat Ergin genç yazarları öne çıkardı ve Milliyet'i hem okur, hem de fikir olarak gençleştirme çabasına girdi.
Günümüzdeki Milliyet'in kadrosu Hasan Pulur, Hasan Cemal, Sami Kohen, Güneri Cıvaoğlu ve Çetin Altan gibi köşe yazarlarını içermektedir. Ekonomiyi sokaktaki adama anlatmayı hedefleyen yazılarıyla Güngör Uras, siyasî hiciv yazarı Melih Aşık, politika yazarı Fikret Bila, toplumsal gözlem ve eleştirileriyle Metin Münir, eğitim dünyasına ilişkin yazılarıyla Abbas Güçlü, Derya Sazak (ayrıca okur temsilcisi), Meral Tamer Milliyet'in yazarları arasındadır.
Meyhane baskısı adı verilen akşam baskısı, 1990'lı yıllarda kaldırılıncaya kadar gazetenin son sayfası spora ayrılıyordu. Bugünkü Milliyet spordaki öncülüğünü kaybetmiş olmakla birlikte genç futbol yazarlarına verdiği destek ile dikkat çekmektedir. Miliiyet gazetesi DPC tesislerinde, diğer Doğan Yayın Holding gazeteleriyle birlikte basılmaktadır. Her ayın son haftası Kitap Eki verir. Haftasonları iki-üç ek yayınlar.
Milliyet gazetesi Genel Yayın Yönetmenliğini 4,5 yıldır sürdüren Sedat Ergin, 1 Ekim 2009 tarihinden itibaren yerini Vatan gazetesi eski yayın yönetmeni Tayfun Devecioğlu'ya bırakmıştır.
Eylül 2012 istatistiklerine göre Milliyet gazetesinin internet haber sitesi Türkiye genelinde en çok ziyaret edilen siteler sıralamasında 5. sırada. Dünya genelinde ise 323. sırada.
Milliyet Gazetesi, Doğan Holding tarafından Nisan 2011'de Karacan ve Demirören gruplarının ortaklaşa oluşturdukları konsorsiyuma, Vatan Gazetesi ile birlikte 79 milyon dolar karşılığında satıldı. Sancılı bir sürecin ardından gazetenin sahipliği Demirören ailesine geçti. 1,5 yılda gazetede adeta yaprak dökümü yaşandı. Başta Yazı İşleri olmak üzere çok sayıda isim Milliyet ile yollarını ayırmak zorunda kaldı. Ayrılan isimler şöyle:
1- Tayfun Devecioğlu - Genel Yayın Yönetmeni
2- Emre Oral - Yayın Koordinatörü
3- Cem Dizdar - Yazı İşleri Müdürü
4- Ali Acar - Görsel Yönetmen
5- Ümit Aslanbay - Genel Yayın Danışmanı
6- Hakan Oktay - Haber Müdürü
7- Yasemin Saraç - Yazı İşleri - Editör
8 - Naki Özkan - Yazı İşleri - Editör
9 - İsmail Şahin - Yazı İşleri - Editör
10- İlke Gürsoy - Yazı İşleri Editör - Ek Yayınlar Koordinatörü
11- Murat Sabuncu - Ekonomi Müdürü
12- Nevin Donat - Ekonomi Muhabiri
13- Nuray Mert - Köşe Yazarı
Mart 2012'de Milliyet ve Vatan'dan sorumlu medya grup başkanlığına Akif Beki getirildi. Son olarak, Kanal 24'ün Genel Yayın Yönetmenliği görevini yürüten Beki, daha önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın basın danışmanlığını da yapmıştı. Ancak Beki ile Demirören ailesi anlaşamadı ve Beki görevi başlamadan bırakmak zorunda kaldı.
Ekim 2012'de Milliyet gazetesinin Genel Yayın Yönetmenliği görevine Derya Sazak getirildi.
Hasan Cemal'in 2013 yılında yazdığı yazılarından dolayı Milliyet gazetesindeki işine son verildi.
2013 temmuz ayının sonunda Genel Yayın Yönetmenliği görevine Fikret Bila getirildi. Derya Sazak'ın bu görevden alınmasının sebebi olarak Gezi Parkı olaylarına verdiği desteğin patron Demirören tarafından hoş karşılanmaması gösterildi.
2016 haziran ayının başında Fikret Bila 3 yıldır Genel Yayın Yönetmenliğini yürüttüğü ve 30 yıldır çalıştığı Milliyet gazetesinden istifa etti.
Milliyet Gazetesi'nin yayına başladığı 3 Mayıs 1950 ile 31 Aralık 2007 tarihleri arasındaki baskılarını içermektedir. Milliyet Gazete Arşivi sayesinde; tarih belirterek o tarihte yayınlanmış Milliyet Gazetesi sayfalarına ve sözcük belirterek belirttiğiniz sözcüklerin geçtiği tüm haberlere ulaşabilirsiniz. Bu özelliği ile Milliyet Gazete Arşivi Türkiye'de bir ilk olma özelliği göstermektedir.
Arşivi kullanabilmek için milliyet.com.tr üyeliği yeterlidir. Üyelikten ücret alınmamaktadır.
Sözcük araması ile sözcüğü içeren haber kupürlerine ve sayfalara; tarih ve sayfa numarası belirterek ise doğrudan
aranan gazete sayfalarına ulaşılabilir. Sitede bulunan "Yardım" bağlantısından, arşiv sisteminin kullanımı hakkında bilgi edinilebilir.
Arşiv kullanımı ücretsizdir. Okunan haber ve sayfa sayılarında günlük sınırlar uygulanmaktadır.
Pirelli
Pirelli, 1872 yılında Giovanni Battista Pirelli tarafından Milano'da, plastik üreticisi olarak kurulmuş,uluslararası arenada faaliyet gösteren lastik firmasıdır.
Lastik sektöründe Pirelli, ciro anlamında dünyanın 5. en büyük markasıdır. 2006 yılında Pirelli Lastikleri 3,94 milyar Euro satış elde ederek, bir önceki yıla göre %8,7 büyüme kaydetmiştir. Pirelli Lastikleri,lastiklerin dizayn, geliştirme, üretim ve pazarlama alanlarında faaliyet göstermesiyle, Uluslararası Pirelli Grubu'nun önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Pirelli Lastiklerinin faaliyet alanı, hafif ticari araç ve motosikletten (cironun %70'ini oluşturan tüketici pazarı), otobüs, kamyon, traktör, iş makinesi ve çelik kordun üretim ve pazarlamasına (cironun %30'unu oluşturan endüstriyel pazar) kadar uzanmaktadır.
1870 yılında Giovanni Battista Pirelli tarafından buharla çalışan bir makine, 5 memur ve 50 işçi ile Milano'da kurulan Pirelli, şu anda dünyanın 17 ülkesinde toplam 23 fabrikada lastik sektöründe faaliyet göstermektedir. Faaliyetine kauçuk alanında başlayan şirket, günümüzde de lastik ile beraber enerji ve komünikasyon alanlarında kullanılan kabloların üretimini de yapmaktadır.
İzmit-Kocaeli bölgesinde yaklaşık 50 yıllık bir geçmişe sahip olan Pirelli, 1970 yılında hizmete soktuğu Pirelli İlkokul'undan sonra 2007 yılında açtığı İzmit Köseköy Pirelli Anadolu Lisesi ile bölgenin kalkınmasına destek olmaktadır. 750 öğrenci kapasiteli lisede, 25 derslik, spor salonu ve laboratuvar bulunmaktadır.
2011 yılından iltibaren Formula 1'in tek lastik üreticisi olacak olan Pirelli Formula 1 lastiklerini Türkiye'de üretecektir.
Windows Vista
Windows Vista (Türkçe: "Manzara"), kişisel bilgisayarlar için geliştirilen Microsoft Windows işletim sistemleri ailesinin sürüm olarak altıncı üyesidir. 22 Temmuz 2005'te gerçek adı duyurulmadan önce Longhorn kod adıyla tanınıyordu. Windows Vista, 30 Ocak 2007'de dünya çapında piyasaya sürülmüştür. Microsoft, 24 Ocak 2007 tarihindeki tanıtımıyla Vista'nın resmî lansmanını yapan ilk Microsoft şubesi olmuştur.Windows Vista eski sürümle oranla birçok yeni özellik ve değişikliğe sahiptir.Bu değişim geliştirilmiş grafiksel kullanıcı arayüzü, görsel stil,yeniden tasarlanmış arama fonksiyonları, multimedya araçları, yeniden tasarlanmış ağ iletişimi,görüntü ve yazıcı gibi çeşitli fonksiyonları kapsamaktadır.
Windows Vista, kişisel bilgisayarlarda, dizüstü bilgisayarlarda ve Media Center PC'lerde kullanılan Microsoft Windows adlı grafiksel işletim sistemi serisinin sondan üçüncü ürünüdür.Vista'nın yerine 2009 yılında önce Blackomb,sonra Vienna kod ismli sürüm numarası 6.1(Vista'nın alt sürümü),yapı no 7600 olan Windows 7 gelmiştir. Vista, 22 Temmuz 2005'te yapılan resmi açıklamadan önce Longhorn kod adıyla tanınıyordu. 8 Kasım 2006'da Windows Vista'nın geliştirilmesi tamamlanmış sistem üreticilerine dağıtılmıştır. Kasım 2006 itibarıyla bazı sürümler toplu ruhsat müşterilerinin, MSDN ve TechNet abonelerinin erişimine açılmıştır. Microsoft son kullanıcılar için Vista'nın dünya çapında çıkış tarihini 30 Ocak 2007 olarak açıklamıştır. Windows XP'nin çıkışından sonradaki bu beş yılık ara, temel Windows sürümlerinin çıkışı arasındaki en uzun zaman aralığıdır. Windows Vista, ilk tasarımında Windows XP'nin üzerine temellendirilmiştir. Longhorn Alpha 5048 sürümüne kadar XP kod altyapısı kullanılmıştır. 2005 yılında Microsoft, Windows XP çekirdeğinin artık yaşlı ve eski olduğu, verim ve uyumluluk sorunları yarattığı gerekçesi ile Longhorn tasarısını sıfırlamış (iptal etmiş) ve Windows Server 2003 çekideği üzerine yeni bir Longhorn tasarısı başlatmıştır. Bu gün kullanılan Vista'nın temeli ile, Alpha 5048 sürümüne kadar olan Longhorn kod adlı işletim sistemi birbirinden çok farklıdır. İnternet ortamında bulunabilecek, Longhorn Concepts adlı video ile, ilk düşünülen XP tabanlı Vista'nın bugünkü Windows Vista ile aynı olmadığı görülebilir.
Microsoft'a göre Windows Vista, güncellenmiş grafiksel kullanıcı arabirimi ve Windows Aero adlı görsel tema başta olmak üzere, değiştirilmiş arama özellikleri, Windows DVD Maker gibi yeni çoklu ortam oluşturma araçları ve yeniden tasarlanmış ağ, ses, yazdırma ve görüntüleme alt sistemleri içermektedir. Vista ayrıca peer-to-peer teknolojisi sayesinde bir ev ağındaki makineler arasında iletişim düzeyini arttırarak bilgisayarlar ve aygıtlar arasında dosya ve sayısal ortam paylaşımını kolaylaştırmayı hedeflemektedir. Vista, geliştiriciler için geleneksel Windows API'ı kullanarak uygulamalar yazmayı kolaylaştırmayı hedefleyen .NET Çatısı'nın 3.0 sürümünü sunmaktadır.
Buna rağmen, Microsoft'un Vista için belirlediği birincil hedef, Windows işletim sisteminin güvenlik durumunu geliştirmek olmuştur. Windows XP'nin ve öncüllerinin en çok eleştirilen yanı güvenlik açıkları ve zararlı yazılımlara, "virüs"lere ve tampon bellek taşmalarına karşı zayıf oluşuydu.
Karşılama Merkezi - Windows XP turunun yerini almıştır.
Windows Vista'nın farklı kullanım amaçlarına yönelik olarak tasarlanmış 6 işletim sistemi sürümü mevcuttur.6 çeşit vista sürümü bulunur
Windows Vista Starter başlangıç düzeyindeki bilgisayar kull |
anıcıları için idealdir ve Windows Vista'nın en uygun fiyatlı sürümüdür. Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği, Avustralya ve Japonya gibi gelişmiş teknoloji pazarlarında, Windows Vista Starter kullanıma sunulmamıştır. Windows Vista Starter, özgün donatım üreticileri (OEM) ve 139 ülkedeki Microsoft OEM dağıtıcıları tarafından satılan düşük maliyetli bilgisayarlar üzerinde gönderilir.
Vista Home Basic, en temel Vista sürümüdür."Home Basic" gelişmiş multimedya ve eğlence özelliklerini aramayan kullanıcılar için güvenli bir bilgisayar deneyimi sunmaktadır.
Aero özelliği olmakla birlikte, saydamlık ve görev çubuğundaki sayfa önizlemesi yoktur. Bu özellik için işletim sisteminden on-line yükseltme yapılabilir. Windows Vista Home Basic sürümünün "yavaş çalışmadığı" Microsoft tarafından ispatlanmıştır.Aynı zamanda bazı yeni özellikleri de vardır.Mesela Purble Place denilen bir oyunu vardır.Windows Vista'nın en iyilerinden biridir."Windows Vista Basic Home, ekran sürücüleri için yeni Windows Display Driver Model (WDDM) gerektirmez ve Windows XP için benzer ekran kartı gereksinimleri vardır. Windows Vista seçimleri arasında Starter'dan sonra en çok tercih edilen modeldir.
Vista Home Premium, "Windows XP Home" ile karşılaştırılabilir. "Aero" arayüzüne, veri yedekleme yazılımına, "Windows DVD Maker" kayıt programına ve "Media Center" yazılımına sahiptir.
Vista Business, Home sürümlerinden farklı olarak daha iyi güvenlik işlevleri ve etki alanlarına bağlanma imkânı sunuyor. Vista Business, işyerleri için tavsiye edilen Windows Vista sürümüdür.
Vista Ultimate, "Home Premium" ve "Business" sürümlerini birleştiren en üst sürümdür. Ek olarak Bitlocker adı verilen veri şifreleme yazılımına sahiptir. Ve Windows Vista Ultimate müşterilerine özel ek yenilikler sağlanmaktadır.
Vista Business'in geliştirilmiş versiyonudur.
Windows Vista Enterprise, Microsoft işletim sisteminin önceki sürümleriyle olduğu kadar UNIX işletim sistemleriyle de uygulama uyumluluğunu artıran yerleşik araçlar içerir. Windows Vista Enterprise sürümü, dört sanal işletim sistemi oturumu çalıştırma lisansı içerir; böylece, Windows Vista Enterprise üzerindeki sanal bir ortamda önceki bir Windows işletim sisteminde eski bir uygulama çalıştırılabilir. Bu özellik, eski bir uygulamayı Windows Vista'ya kolayca geçiremediğinizde zaman ve maddi kaynak tasarrufu yapmanızı sağlar.
Ayrıca, Windows Vista Enterprise, UNIX uygulamalarının Windows Vista Enterprise tabanlı bir bilgisayarda değiştirilmeden çalışmasına olanak tanıyan Subsystem for UNIX-based Applications (SUA) özelliğini içerir. Günümüzde Windows tabanlı bir bilgisayarın yanı sıra bir de UNIX iş istasyonu kullanması gereken UNIX veritabanı yöneticileri veya sistem yöneticileri için, Windows Vista Enterprise her iki işlevin de Windows Vista tabanlı tek bir bilgisayarda bir araya getirilmesine olanak tanır.
Windows Vista Enterprise müşterileri uygulama uyumluluğu sorunlarını en aza indirmek için Yazılım Güvencesi için Masaüstü Bilgisayarları En İyi Duruma Getirme Paketi'ne abone olabilir. Bu hizmet, uygulama sanallaştırma amacıyla SoftGrid gibi araçlarla dağıtımı hızlandırarak uygulamalar arasında çakışmaları azaltabilir ve Varlık Envanter Hizmetleri ile birlikte, kuruluşunuz genelinde çalışan uygulamalar ile ilgili bilgileri daha hızlı bulmanıza yardımcı olur.
Windows Vista Enterprise sürümü yalnızca Microsoft Toplu Lisans müşterileri tarafından kullanılabilir, perakende olarak satılmamaktadır.
Microsoft'a göre Windows Vista'yı çalıştırabilecek bilgisayarlar "Vista Uyumlu (Vista Capable)" ve "Vista Premium Sürümüne Hazır (Vista Premium Ready)" olarak sınıflandırılmaktadır. "Vista Uyumlu" veya dengi bir bilgisayarın en az 800 MHz işlemci, 512 MB RAM ve DirectX 9 destekli bir ekran kartına sahip olması gerekir. Vista Uyumlu PC'ler Aero kullanıcı arabirimi de dahil olmak üzere gelişmiş Vista grafiklerini destekler. "Vista Premium Sürümüne Hazır" bir bilgisayar en az 1.0 GHz işlemci, 1 GB sistem belleği, yeni Windows Görüntü Sürücüsü Modeli'ni destekleyen ve en az 128 MB bellekli bir ekran kartı gerektirir ve Vista'nın üst düzey özelliklerini destekler.
Microsoft, bir bilgisayarın Vista'yı çalıştırabilme yeteneğini ölçen Windows Vista Yükseltme Danışmanı adlı bir yazılımı da Windows XP ve Windows Vista kullanıcılarına sunmaktadır.
Microsoft'un web sitesinde bazı Vista uyumlu donanımlar listelenmektedir. Belirttikleri "Vista Premium Sürümüne Hazır" dizüstü bilgisayarlarda Intel Core 2 Duo T5500 veya üzeri işlemci ve 1 GB bellek bulunmaktadır.
Microsoft'un aldığı bir kararla beyazla boyanmış bir Vista Capable yazısı Home Premium'a uygun gri boyalı ise Home Basic'e uygun olduğunu göstermektedir
Microsoft Vista Service Pack 1 (SP1), ilk olarak tüm Microsoft iş ortaklarına 4 Şubat 2008 tarihinde gönderildi. Ardından, 15 Şubat 2008 tarihinde ise, MSDN ve TechNet üyeleri için indirilmeye sunuldu. İlk son kullanıcı sürümü olan "Wave 0", 18 Mart 2008 tarihinde, Microsoft Download Center üzerinden 5 dilde (İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca ve Japonca) tek başına yükleme paketi olarak tüm kullanıcılara, Windows Update ve Download Center üzerinden yayınlandı. SP1, 14 Nisan 2008 tarihinde 31 dilde, bağımsız güncelleştirme olarak sunuldu. SP1 yüklemesi, Haziran 2008 başından itibaren, tüm dillerde otomatik güncelleştirme olarak yayımlandı ve güncelleştirme, yükleneceği Windows Vista sürümüne göre dosya boyutu değişmektedir. Windows Vista için Service Pack 1, 2007 yılında Windows Vista için yayınlanmış olan tüm güncelleştirmeleri içermektedir; ayrıca yeni güvenilirlik ve performans güncelleştirmeleri, yeni donanımlarla uyumluluk ve yazılım programlarıyla uyumluluk güncelleştirmeleri de içermektedir. Windows Vista SP1 bilgisayara yüklendiğinde, yeni bir özellik veya önemli bir değişiklik olmuyor. Windows Vista Enterprise ve Ultimate sürümlerinde yer alan Windows BitLocker yani sabit disk şifreleme özelliği, Service Pack 1 ile birlikte tüm sabit diski ve sürücüleri şifreleme olanağı sunuyor.
Windows Vista için Service Pack 2, Release to Manufacturing (RTM) aşamasına ulaştı. MSDN aboneleri için 19 Mayıs 2009 tarihinde yayınlandı, ardından 25 Mayıs 2009 tarihinde Microsoft Download Center sitesinde beş dilde (İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca ve Japonca) ve 26 Mayıs 2009 tarihinden itibaren Windows Update üzerinden indirilmeye sunuldu. Türkçenin de içinde bulunduğu 36 dilde yayımlanan "Wave 1" ise 22 Haziran 2009 tarihinden itibaren Microsoft internet sitesinde ve Windows Update üzerinden indirilmeye sununlmuştur.
Bir dizi güvenlik ve diğer düzeltmelere ek olarak, aşağıdaki yeni özellikler de eklenecektir, ayrıca Internet Explorer 8 dahil edilmedi:
Windows Vista Service Pack 2, şu an için DirectX 11'i içermiyor ancak Windows 7 çıktıktan sonra Windows Vista için yayınlanacaktır.
Windows Vista Platform Güncelleme, yaklaşık Ekim 2009 sonunda çıkacaktır ve Windows 7 ile birlikte gönderilen önemli yeni bileşenleri içerecektir, güncellenen kitaplıklar gibi. Windows Update üzerinde Önerilen bir yükleme olarak sıkışık olacaktır ve bu, Service Pack 2 gerektirir.
Platform güncelleme, hem Windows Vista ve hem de Windows 7 için uygulama geliştiriciler hedef sağlayacaktır. Aşağıdaki bişenleri oluşturacaktır:
Bazı güncelleştirmeler de ayrı sürümler için kullanılabilir olacak, hem Windows XP ve de Windows Vista:
Havza
Havza, bir nehir ya da göl havzası, nehrin kaynağı ve sonlandığı yer arasında kalan ve nehre su veren tüm alanı kapsamaktadır.
Bazı nehir havzaları, özellikle denize çıkışı olmayan iç bölgelerde, göllerde ve /veya iç deltalarda sona erer. Bu havzalar, kapalı havza olarak adlandırılır. Bu nedenle, nehir havzaları yönetsel ya da politik bölümler yerine doğal hidrolojik sınırlara dayanır ve su kaynakları ile eko-sistemlerin korunmasını ve sürdürülebilir kullanımını planlamak için en elverişli birimlerdir.
Türkiye'deki millî parklar listesi
Türkiye'de 2016 yılı Kasım ayı itibarıyla toplam 41 adet Millî Park bulunmaktadır. Dünya genelinde ise toplam 6.555 adet Millî Park bulunmaktadır.
Türkiye'deki millî parkların toplam yüz ölçümü ABD'deki Yellowstone Ulusal Parkı'nın yüz ölçümü hemen hemen aynıdır.
Aşağıdaki liste ilk kez, Millî Parkların ilan yıllarına göre düzenlenmiş ve güncellenmiştir. 20.12.2008.
D (programlama dili)
D programlama dili, C++ dilinden daha yüksek seviyede ve hedef alınan işletim sistemiyle donanımlara göre uygulama yazılmasını kolaylaştıran bir "sistem ve uygulama" dilidir.
D, C gibi sistem programlama dili olmasına karşın birçok üst düzey dilden (Python, Ruby, Lisp, Java, C#, vb.) özellikler almış olan kod okunabilirliği yüksek bir dildir. Üst düzey olanaklarına karşın C ve C++ kadar hızlı çalışan programlar üretir.
D'nin artık D1 diye anılan eski sürümünün desteği 31 Aralık 2012'de sona ermiştir. D2 olarak da adlandırılan D'nin tasarımı sona ermiş, bütün olanaklarının derleyiciler tarafından desteklenmesi beklenmektedir. Andrei Alexandrescu'nun "Neden D" adlı makalesinde D2'nin pek çok özelliği belirtilmektedir.
D dilini içeren editörler ve IDE'ler Eclipse, Microsoft Visual Studio, SlickEdit, emacs, vim, SciTE, Smultron, TextMate, Zeus ve Geany'dir.
D dili için Descent (ölü proje) ve DDT adlı iki Eclipse eklentisi mevcuttur, Visual Studio entegrasyonu VisualD eklentisi ile sağlanmaktadır.
Ek olarak, Poseidon, D-IDE ve Entice Designer gibi açık kaynak kodlu D IDE'leri mevcuttur.
Göreme Tarihî Millî Parkı
Göreme Tarihî Millî Parkı, İç Anadolu bölgesinde, Nevşehir ili sınırları içerisinde yer alan Millî park.
Millî Park Orta Anadolu'nun Hasan Dağı-Erciyes Dağı volkanik bölgesinde kalmaktadır.
Saha; platolar ovalar küçük dağ bitkileri, yüksek tepeler, alüvyonla dolmuş dere ve ırmak vadileri, drenaj havzaları ve erozyonlu dik yamaçlı vadilerde birbirinden ayrılan yüksek düzlüklerden oluşmuştur. Erciyes ve Hasan Dağının büyük volkanik konileri, kuzeyden Kızılırmak vadisinin bir kısmı, bazıları bazaltla kaplı aşınmış tüf yatakları araziye hakim öze |
lliktedir.
Alan; volkanik tüften oluşmuş ilgi çekici manzara yapısı içerisinde Bizans Kilise mimarisi ve dinsel sanat tarihinden önemli bir devri sergilemektedir. Bölgenin özelliklerinden burada yaşayanlar savaşların etkilerinden,merkezi idarenin otoritesinden uzak kalmayı başarabilmişlerdir.
Ana ulaşım yollarına uzaklığı ve engebeli bir alan olması, gizlenmek isteyen veya dini inzivaya çekilenler için uygun korunma yeri olmuştur. Manastır hayatı 3. yüzyıl sonları ile 4. yüzyıl başlarında başlamış ve hızla yayılmıştır. Manastırlar, kiliseler, şapeller, yemekhaneler ve keşiş hücreleri, depo ve şarap yapım yerleri bulunan mekanlar oyulmuş, duvar resimleri ile süslenmiştir.
Ayrıca saha içerisinde, Ürgüp, Avcılar, Üçhisar, Çavuşini, Yeni Zelve yerleşimleri, Göreme yöresinin geçmişteki kültürüne uygun tarım ve köy hayatını yansıtan tarihi ve doğal bütünlüğü sağlayan sahaları teşkil eder.
Yukarıda anlatılan; Göreme’nin eşsiz jeomorfolojik oluşumu, estetik manzara yapısının görsel değeri ile tarihi ve etnolojik yapısı Millî Parkın kaynak zenginliğinin ana başlıkları sayılabilir. UNESCO Dünya Miras Listesi’ne Alınma Tarihi: 1985
= Göreme Tarihî Millî Parkı =
Göreme Tarihi Millî Parkı gezilecek ve görülecek yerler
Volkanik tüften oluşmuş ilgi çekici manzara yapısını oluşturan 'peribacaları' aynı zamanda Bizans kilise mimarisi ve dinsel sanat tarihini sergilemesi açısından başta görülmesi gerekli yerlerdendir.
Ayrıca Ürgüp, Avcılar, Uçhisar, Çavuşini ve Yeni Zelve yerleşimleri, Göreme yöresinin geçmişteki kültürüne uygun tarım ve köy (kırsal) hayatını yansıtan yerleşimler olması nedeniyle ziyaretçilerin ilgisini çekecek niteliktedir.
"Mevcut hizmetler ve konaklama": Millî Parkın ziyaretçileri için en uygun dönemi 15 Mart-15 Kasım ayları arasındadır.
Millî Park içerisinde, hem doğal hem kültürel değerlerinin farklı bir yaklaşımla gezilebilmesi amacıyla tracking (yürüyüş) hatları belirlenmiştir.
Ziyaretçiler, Millî Park içerisinde ve yakınındaki yerleşimlerindeki çok sayıdaki otel ve pansiyonlarda konaklanabilir.
Volkanik tüften oluşmuş ilgi çekici manzara yapısı içerisinde Bizans Kilise mimarisi ve hiristyan tarihinden önemli bir devri sergilemektedir. Bölgenin özelliklerinden burada yaşayanlar savaşların etkilerinden, merkezi idarenin otoritesinden uzak kalmayı başarabilmişlerdir.
Ana ulaşım yollarına uzaklığı ve engebeli bir alan olması, gizlenmek isteyen veya dini inzivaya çekilenler için uygun korunma yeri olmuştur. Manastır hayatı 3. yüzyıl sonları ile 4. yüzyıl başlarında başlamış ve hızla yayılmıştır. Manastırlar, kiliseler, şapeller, yemekhaneler ve keşiş hücreleri, depo ve şarap yapım yerleri bulunan mekanlar oyulmuş, duvar resimleri ile süslenmiştir.
Ayrıca saha içerisinde, Ürgüp, Göreme, Uçhisar, Çavuşin, Zelve yerleşimleri, Göreme yöresinin geçmişteki kültürüne uygun tarım ve köy hayatını yansıtan tarihi ve doğal bütünlüğü sağlayan sahaları teşkil eder.
Yukarıda anlatılan; Göreme'nin eşsiz jeomorfolojik oluşumu, estetik manzara yapısının görsel değeri ile tarihi ve etnolojik yapısı Millî Parkın kaynak zenginliğinin ana başlıkları sayılabilir.
Millî Park alanında; batı ve güney yönünde Ankara-Adana karayolu, Niğde ya da Aksaray'dan Nevşehir'e ulaşan karayolu, doğu ve kuzeydoğudan Kayseri'den Avanos'a ya da Ürgüp'e gelen karayolu ile ulaşılır.
Göreme ve Kapodokya Millî Parkı, 6 Aralık 1985 tarihinden bu yana doğal ve kültürel varlık olarak Dünya Miras Listesi'nde yer almaktadır.
Katalonya başkanları listesi
Bu liste Katalonya başkanlarını içermektedir.
Namaz
Namaz ( "Salah"), İslam'ın şartlarından biri olarak kabul edilen bir ibadet. Kur'an'da günün belli vakitlerinde abdestle birlikte duaya kalkılması ifadesi bulunur. Kur'an’a göre namaz Allah'ı anarak teslimiyetin gösterildiği bir arınma biçimi ve İbrahim'e öğretilen bir ibadet şeklidir.
Geleneksel İslam'da ergenlik çağına girmiş kadın erkek her Müslümanın namaz kılması zorunludur. Hanbeli mezhebine göre namazı terk etmek küfür, diğer üç mezhebe göre ise günahkarlıktır. Bu sebeple Şeriat hukukunda yetişkinliğe ulaştığında namaz kılmayan kişi fasık kabul edilir, şahitliği kabul edilmez, dövülür veya hapsedilir.
Namazın İslama özgü ve islam ile başlayan bir ibadet şekli olduğu kanısı Müslümanlar arasında yaygındır. Ancak başta Kur'an ayetleri olmak üzere namazın müslümanlara özgü bir tapınma tarzı olmadığını gösteren kayıtlar günümüze kadar ulaşmıştır. Mekke döneminde ilk yazılan sureler olduğu rivayet edilen Alak ve Müddessir surelerinde namazdan bahsedilmesi bu görüşü desteklemektedir.
Hint toplumu ve İslam öncesi Ortadoğu toplumlarında, bu tapınmaların bir arınma ritüelini takip eden, günün belirli saatlerinde belirli bir yöne veya nesneye yönelerek yapılan dua merasimleri olduğu, bu merasimlere değişik vücut hareketlerinin eşlik ettiği bilinmektedir.
İslam namazının, bu tapınmalardan farklılaşması ve bugünkü yaygın kabul gören şekli alması üzerinde değişik görüşler bulunmaktadır. Sünni kesim bu ibadetin hicrete yakın Mekke döneminde, miraçta emredilmiş olduğuna inanır. Aleviler ise bu ve benzer hadislerin Emeviler döneminde yazıldığına ve çoğunluğunun uydurma olduğuna vurgu yaparlar.
Namaz; Diğer bazı dini kavramlarda olduğu gibi Sanskritçeden Farsçaya oradan da Türkçeye geçmiş bir sözcüktür ve İran'da ateşe tapanların "ateş önünde eğilmesi" için kullanılır. Namaskara selamlama ve bağlantı anlamına gelmektedir.
A. J. Wensinck, salât kelimesinin kökeninde bir Aramî tesirinin kendisini hissettirdiğini,
“Selūtã” kelimesinin bir mastar ismi olduğunu ve ‘katlamak’ manasına geldiğinin
açık olduğunu ifade etmiştir.
Namaz kılmak deyimi, Türkçede Kur’anda "ikametü's-salat" şeklinde terkip olarak kullanılan ifadenin yerine konmuştur. Salât dua etmek, ikametü's-salât ise "duanın yerine getirilmesi" anlamlarına gelir.
Sümerler'de namaz ibadeti beş vakit olarak tatbik ediliyordu.
Hinduizm'de tekrarlanan matra (dua, selamlama) sözcükleri eşliğinde günün belirli saatlerinde Güneşe dönük hareketler (yoga) yapılır. ()
Mecusilik'te abdeste benzeyen bir temizlik işleminden sonra günde beş vakit çeşitli dualar (gah) yapılarak ibadet ediliyordu.
İslam öncesi tapınmalardan Sabiiliğin bir yıldız tapınımı olduğunu kaydedilir. Güneş, Ay ve diğer gezegenlerin de yıldızlardan farkı yoktur ve Sabiilikte bu gezegenlere de kendi günlerinde ibadet yapılır. Musa İbni Meymun'a göre Sabiilerde Yıldızlar birer tanrı idi ve en büyük tanrı Güneş idi. Sonra Ay ve diğer gezegenler veya yıldızlar geliyordu. Sabiiler günlük tapınmalarını (Namaz) güneşin gökyüzündeki yerine göre planlarlardı ve öncesinde su ile temizlenme ritüelleri bulunmaktaydı. Bu tapınma Cedi burcuna yönelinerek yapılırdı.
Cahiliyye döneminde Zeyd b. Amr b. Nüfeyl ve Kus b. Saide gibi haniflerin namaz kıldığı bilinmektedir. Ebu Zer'in müslüman olmadan önce üç yıl boyunca yatsı ve sabah namazlarını kıldığı rivayet edilir.
Yahudilik'te de şaharit ("sabah namazı"), musaf ("öğle namazı"), minha ("ikindi namazı"), neilat şerarim ("akşam üstü") ve maarib ("gece namazı") olmak üzere namaz ibadeti beş vakittir.
Süryani Ortodoks Kilisesinde namaz, Hıristiyan dininin ilkelerine inanmış bir kimsenin Tanrı’ya taparken; O’na niyaz ve şükranlarını sunması, nimet ve rahmetlerini dilemesidir. İnanan kişinin
Tanrı’ya bir niyazı, yalvarması ve duasıdır.
Süryanilerde namaz günlük yedi vakittir. Sabah, öğle, akşam, gece yarısı namazları mecburi; kuşluk, yatsı, ikindi mecburi değildir. Sabah, öğle, ikindi kilisede topluca kılınır. Diğer namazlar kişisel olup, evde veya işyerinde kılınabilir. Kıble doğu’dur, namazlar Pazar ve bayram günleri dışında secdelidir. Namaz esnasında erkeklerin başı açık kadınların ise örtülü olması gerekmektedir.
Kur’anda Salât kelimesinin geçtiği günlük namaz vakitlerine ilişkin ayetler;
İsra 78. Ayetinde iki farklı anlama gelen iki ayrı okuma şekli bulunur. Sabah namazını ifade eden şekil "sabah'ın Karnı" ifadesidir. "Sabah Kuranı" ifadesi ise sünnilerce okuyuşta tercih edilen, manada tercih edilmeyen ifade olmuştur.
Kur'an’da ""işâ"" (akşam)'ın yatsı anlamında kullanıldığı bir ayet bulunur;
"Ey iman edenler, sağ ellerinizin malik olduğu ile sizden olup da henüz erginlik çağına ermemiş olanlar, üç vakitte izin istesinler: Sabah namazından önce, öğleyin üstünüzü çıkardığınız vakit ve akşam namazından sonra. Üçü sizin için mahremdir. Bunların dışında size de, onlara da bir sakınca yoktur; onlar yanınızda dolaşabilirler, birbirinizin yanında olabilirsiniz..."(Nur suresi 58.)
Kur'an'da namazın kılınış şeklini anlatan bir ayet bulunmaz, namaz ile alakalı olduğu düşünülen ifadelerde Allah'ın secde halinde,(4:102) eğilerek, (22:77) ve "ayaktayken" (3:113) anılması veya dua edilmesi anlatılır.
Hadislere göre "Namaz dinin direğidir."
Bazı Sünni fıkıh ekolleri ve hadisçiler tarafından Kur'andan sonra, İslamın en önemli yazılı kaynağı kabul edilen Sahih-i Buhari de geçen bir hadis'e göre Allah günde beş vakit namazla günahları siler.
İslam mezhepleri arasında namazla ilgili ön şartları, hazırlığı "(abdest)," vakitleri, miktarları, farz, vacip, sünnet gibi kavramlar ve bu kavramlara verilen anlamlarda farklılıklar görülür. Sünni müslümanlar ve Fâtımîler'in devamı niteliğinde olan İsmaili mezhebi'nin Mustâ‘lî’îyye kolu günlük 5 vakit ibadeti benimsemişlerdir.
Günlük 5 vaktin farz olduğu inancı Kur'an’ın açık emirlerine değil, bazı ayetlerin kapsamını genişleten yorumlar ve hadislere dayanan ve Sünni İslam toplumlarınca benimsenen bir uygulamadır. Namaz vakitleriyle ilgili ayetler birçok farklı anlayışın ve rivayetin etkisiyle yorumlanmış, bu ayetlerin hangi namazlarla ilgili olduğu konuları açıklığa kavuşturulmaya çalışılmıştır.
Geleneksel Sünni fıkıhçılara göre Müslümanlar'a günlük olarak beş vakit namaz farzdır. Ancak bu namazların ikişer rekatının farz, diğerlerinin sünnet veya farzla bitişik sünnet olduğu kabul edilir. Sünni İslamda yolculuk, korku gibi durumlarda öğle ve ikindi, akşam ve yatsı birleştirilerek günlük 3 vakit namaz kılınır. Ayrıca cuma ve cenaze namazlarının fa |
rz oluşundan bahsedilir. Cuma namazı yetişkin ve hür erkekler için gerekli görülürken cenaze namazında birkaç kişinin bu görevi yapması diğer inananlardan yükümlülüğü kaldırır.
Bazı din bilimciler, Şii Müslümanlar ve Kur’anist (hadislerin dini referans olmasını reddeden, yalnızca kuranı referans edinen) İslamcılar günlük 3 vakit namazı esas alırlar.
Kur'ancı müslümanlara göre namaz üç veya iki vakit olarak kılınır. Üç vakittir diyenlere göre bu üç vakit namaz'ın hangileri olduğu konusu da çok açık değildir. Örneğin bu üç vakte bir anlayışa göre öğle-ikindi, akşam-yatsı ve sabah olarak, bir başka uygulamada akşam, yatsı, ve sabah olarak rastlamak olasıdır.
Prof. Dr. Süleyman Ateş'e göre öğle ve ikindi namazları Kur'ana değil, peygamberin uygulamalarına dayalı ibadetlerdir. O'na göre Kur'anda geçen namazlar sabah, akşam ve gece "(Teheccüd)" namazından ibarettir.
Namaz şeklen kılınışı ve içerisinde okunan âyet ve duaları itibarıyla, günümüzün Sünnî, Şiî ve Haricîler'den arta kalan İbadiyye mezheplerinin %98'den fazlasında aynı biçimde icra edilmektedir. Dünya Müslüman nüfusunun %1'ini teşkil eden Bâtınî-İsmâ‘îl’îyye'den olan Nizârîler'de ise kılınış şekli ve yapılan dualar itibarıyla bazı değişiklikler oluşmuşsa da, Fatiha Suresi ile ardından Kur'an-ı Kerîm'in diğer âyetlerinin okunması hususunda temelde bir farklılık bulunmamaktadır. Bazı küçük tarikat ve cemaatlerin ana grubun dışında kalması olasıdır. Tarih boyunca "Ghulat-i Şîʿa" olarak adlandırılan "Keysân’îyye" ile ondan ortaya çıkmış olan Râvend’îyye, Rizâm’îyye, Muhammira gibi kolların ve Bahreyn Ahsâ'da bulunan "Ebû Saîdîler" olarak adlandırılan Karmatîler'in namaz ve oruç gibi ibadetlerle ilgileri yoktu.
Şiilik'te namaz üç vakitte toplanmış 5 namaz olarak icra edilir. Sabah 2, öğle ve ikindi 4'er, Akşam 3, yatsı 4 rekattan oluşur.
İsmâilîliğin Tâyyîb’îyye kolundan olan Alavî Buhra'da Namaz vakitleri İmâm Câʿfer es-Sâdık'ın uygulamaları esas alınmak suretiyle tespit edilmektedir. Bunların görüşüne göre, öğle namazının hemen ardından ikindi namazı vakti henüz girmemiş olsa dahi zaruret hasıl olması durumlarında kılınabilmektedir. Esasta ise ikindi namazının asıl vakti Pakistan ve Hindistan Hanefilerinin de uygulamakta oldukları gibi, Türkiye'deki ikindi namazı vaktinden 40-55 dakika daha sonra girmektedir. Öğle namazının vakti süresi ise ikindiye kadar uzamamakta olup ikindinin vaktinden 60-90 dakika daha evvel sona ermektedir. İkindi namazının müddeti ise zaruret hasıl olduğu hallerde öğleden hemen sonra başlayıp akşam vaktine kadar devam etmektedir.
İsmâilîler'in diğer bir kolu olan Nizâr’îyye fırkasının görüşüne göre ise, Nizarî Namazı günde "Üç" kez altışar rekat olarak ve oturarak "Cemâ’at-Hane" adı verilen yerlerde kılınmaktadır. Nizârîler'de namazın ne zaman ve nasıl kılınacağı "İmâm-ı Zaman" tarafından tespit edilmekte ve değiştirilebilmektedir. Şu andaki uygulamaları devrin imâm-ı zamanı olan IV. Ağa Han'ın dedesi III. Ağa Han tarafından tespit edilmiş olan şeklidir. Namazı oturarak icra etmelerinin gerekçesi olarak yaşlıların ayakta kılmalarında karşılaşılan güçlüklerden dolayı olduğu; Üç defa altışar rekat olarak icra etmelerinin gerekçesi olarak da günümüzün yoğun çalışma hayatına uyum sağlayabilmek maksatlı olduğu "İmâm-ı Zaman IV. Ağa Han" tarafından dile getirilmektedir.
Dürzîler'de ise dinî ibâdetler genellikle Perşembe geceleri "(Perşembe'nin akşamını Cuma'nın sabahına bağlayan gece)" ""Halvetu’l-Bayada"" ya da ""Meclis"" adı verilen, Muhammed bin İsmâ‘il ed-Derezî'nin "Tevhîd Dâvâsı" esnasında ilk defa inzivâya çekildiği varsayılan ve "Halvet-Hâne" olarak da adlandırılan Beyaz Evler'de icra edilir. İbadetleri aşırı bir gizlilik içerisinde icra edildiğinden ve başka mezheplerin mensuplarını içlerine kabul etmemelerinden dolayı da Muhammed Ebû Zehra'nın tâbiriyle ""Artık onların durumlarını en iyi Allah-u Teâlâ bilmektedir"."
Alevi İslam anlayışında ise namazın biçimsel yapısının, dînin değil arap kültür ve geleneğinin bir uzantısı kabul edilmesi sebebiyle günlük kişinin istek ve iradesine göre dua anlamında bir ibadet dışında şekilsel olarak namaza karşı çıkılır. Alevîlik'te namaz ibadetinin günlük 5 vakte çıkartılmasının Emeviler zamanında yazılan ve (miraç hadisi gibi) birçoğunun Alevîler tarafından hurafe ya da uydurma olduğuna inanılan hadislerle gerçekleştiği ifade edilmektedir.
Ehl-i sünnet'in Asarî-Hanbeli i'tikadından olan ve temelleri "Muhammed bin Abd ul-Vahhab" ile onun Yirminci yüzyıldaki en önemli takipçisi "Muhammad Nâsır ud-Dîn el-Albanî" tarafından atılan Vehhâbî-Selefilik'te namazın sünnetlerinin bidat sayılabileceği ihtimâli göz önünde bulundurulmak suretiyle bir günde sadece 17 rekât farz olan kısmı kılınır. Namaz vakitlerine karşı aşırı hassâsiyet gösteren Selefîler, namazlarını vaktin girmesiyle birlikte hiç zaman kaybetmeden icrâ ederler. Türkiye'deki namaz vakitleriyle karşılaştırıldığında, muhtemelen öğle namazı 5-6 dakika, ikindi 6-7 dakika, akşam namazı 7-8 dakika ve yatsı namazı da 10-15 dakika daha evvel kılınabilmektedir. Kısacası, Türkiye'de daha henüz ezanlar okunmaya başlamamışken bir Vehhâbî bahsi geçen namazların farzlarını tamamlamış olabiliyor. Ayrıca, sabah ve Cuma namazı haricindeki diğer namazların başına ya da sonuna herhangi bir sünnet namazının eklenmemesi de bidat olabileceği endişesinden olsa gerek, ayrıca üzerinde titizlikle durdukları hususlar arasında gelmektedir. Sağa sola selâm vermek suretiyle namazın sona ermesinin hemen ardın da fazladan bir dua ya da tesbihat yine bidatlar kapsamına gireceği endişesiyle yapılmamaktadır.
"Namazın şartları" olarak ifade edilen maddeler İslam bilginlerince yapılan yorumlar çerçevesinde oluşturulmuştur.
Bir kişinin namazla sorumlu tutulması için yetişkin, akıllı ve müslüman olması gerekir. Ayrıca namaz için birtakım hazırlıklar yapılır;
Farz: Fıkıhta bir dini emrin farz olarak tanımlanabilmesi için onun Kuranda açıkça ve hiçbir yoruma ihtimal vermeksizin emredilmiş olması gerektiği ifade edilir. Hadislere dayanan veya Kur'anda açık emir ifade etmeyen işari manalar ve yorumlar farz tanımı için yeterli olmamaktadır. Kur'ancıların aksine Sünni anlayış hadislerin de etkisi ile 5 vakit namazı farz saymıştır.
Hanefi mezhebine özgü bir kavram olarak vitir ve bayram namazları vacip namazlar olarak nitelenir. Hanefi fıkhında bir ibadetin farz olarak nitelendirilebilmesi için o ibadetin farklı anlamlara gelebilen işaret veya yorumlama tarzıyla çıkarılan anlamlar üzerinden değil, açıkça Kur’anda emredilmiş olması gerekmektedir. Kur’anda yer bulmuş olsa bile bu şartları taşımayan ibadetlere daha alt düzeyde bir gereklilik ifadesi olarak vacip (gerekli) denmiştir. Hanefilerde bayram ve vitr namazları vacip olarak nitelenir.
Kur'an'da geçmeyen fakat İslam tarihinde uygulama alanı bulan, değişik vakit veya durumlara özgü sünnet veya nafile namazlardır. Farz namazlardan önce veya sonra kılınan namazlar, ramazan geceleri kılınan teravih, kuşluk, gece, mescit ziyaretleri, hacet namazları vs. bu kapsamdadır. Ayrıca geleneksel olarak 4 rekat olarak kılınan Farz namazların iki rekat'ının farz, geri kalanının ise sünnet olduğu ifade edilir.
Sünni fıkıhçılara göre Güneş'e tapanların ibadet vakitlerinde namaz kılmak mekruhtur. Bu vakitlere "kerahat vakti" denir. Bu vakitler şunlardır:
Türkiyede yerleşik hanefi gelenekte günlük namaz miktarları;
Bütün mezheplerde namaza, ""Allah-u Ekber" (Allah Ulûdur)" diye tekbir getirilerek ayakta durmak suretiyle başlanır. Sünnîler'de kadınlar ellerini çaprazlama olarak göğüslerinin tam üzerine, erkekler ise göbeklerinin üzerine bağlarlar. Şiîler ise kollarını rahat pozisyonunda yanlara sarkıtırlar. Birinci rekata ilk olarak "Sübhaneke" duasının okunmasıyla başlanılır. Ardından da "Bismillah-ir-Rahmân-ir-Rahîm" diyerek Fatiha suresi ve en az bir ayet olmak üzere başka bir surenin ayetleri kısmen ya da tamamen okunur. Sonra öne eğilerek tesbihat yapılır. "Semia'llâhu limen hamideh " "Rabbena lekel hamd" diyerek ayak üstü doğrulunur ve 2 kere yere kapanma (secde) şeklinde tespihat yapılır ve dizlerin üzerinde oturulur. Bu eylemlerin toplamına rekat denilir. Bir namazda enaz iki rekat bulunması istenir.
Tesbihat "Sübhane Rabbiye'l Azim, Sübhane Rabbiye'l A'la" şeklinde yapılır ve namaza "esselamü aleyküm ve rahmetullah" şeklinde selam ile son verilir.
Birinci rekat böylece tamamlanır ve ikinci kez ayağa kalkılır.
İkinci kıyamda da aynı birincisinde olduğu gibi önce Fatiha Suresi olmak üzere arkasından Kur'an’dan birinci rekatta okunandan daha kısa olacak şekilde başka bir bütün sure ya da kolaya gelen bazı âyetler okunur. Sonra tekbir ile rüku edilir, tesbihat edilir. Tekbir ile kıyam edilip, tekbir ile secdeteyn'e gidilir, tesbihat edilir. İkinci rekatın ikinci secdesinden sonra ise oturur durumda iken "Et-Tehiyâtü" okunur. Burada eğer Namaz İki rekatlık ise bitirmeden evvel, önce "Allahümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin ve Alâ Ali Seyyidinâ..." şeklindeki dua okunur ve hemen akabinden de "Selâm" vermeden evvel Türkiye'deki öğretilere göre Kur'an-ı Kerîm'den "Rabbenâ Atina fid-Dünya haseneten ve kına azâben nâr bi-rahmetike yâ er-hamer Rahimîyn" şeklindeki kısa âyet okunur. Araplar'ın daha uzun ayetler okudukları da olur. Vahiy katipleri'nden olan Zeyd bin Sabit, işte bu noktada Muhammed'in Kur'an-ı Kerîm'den daha fazla ayetler de okumakta olduğunu nakletmektedir. Namazın "Üç" ya da "Dört" rekat olması halinde ise "Et-Tehiyâtü" okumasının ardından tekrar ayağa kalkarak diğer rekat(lar) tamamlanır. "İkinci" oturma pozisyonunda da aynen birincisinde olduğu gibi önce "Et-Tâhiyatü Lillahi ves-Salâvatü..." şeklinde okunan kısa duanın hemen ardından birinci oturuşta ertelenerek okunmamış olan ama selâm vermeden önce okunması gereken bahsi geçen kısımlar okunur. Teravih namazları ve Cuma namazının ilk sünneti ile eğer kılınacaksa İkindi ve Yatsı namazlarının ilk "Dört" rekatlık sünnetlerinde ise her oturuşta selam verip te sanki namaz sona erdirilecekmiş gibi sırası ile önce "Et-Tehiyâtü" arkasından da "Allahümme Salli Alâ Seyyi |
dinâ Muhammedin ve Alâ Ali Seyyidinâ..." şeklindeki dua ve "Rabbenâ Atina fid-Dünya haseneten ve kına azâben nâr bi-rahmetike yâ er-hamer Rahimîyn" şeklindeki kısa âyetlerin okunması gerekir. (Bu durumda üçüncü rekat için ayağa kalkıldığında Sübhaneke duasının Fatiha Suresi'nde evvel tekrar okunması gerekli olur.) Son oturma durumunda selam verilmeden evvel "Allahümmağfirli veli vâlideyye velil mü'minine yevme yekümü'l-hisâp" şeklindeki dua okunduktan sonra sağdaki ve soldaki Kirâmen Kâtibîn Melekleri'ne selam vererek namaz tamamlanmış olur.
Alevi islam inancı namazın şekli ve orijini konusunda bu değerlendirmeleri paylaşmaktadır.
Farz olduğuna inanılan ibadetler fıkıhta kaynağını Kur'an'ın açık nasslarından alan ibadetlerdir. Namazın günde 5 vakit kılınması ise miraç veya cibril hadisi gibi, fıkıhta ikincil derecede delil kabul edilen ve dini hüküm koymaya temel teşkil edemeyecek zayıf kaynaklar olarak değerlendirilen hadislerle meşru kılınması eleştiri konusudur.
Şeriat uygulamalarında şekli ve miktarı konusunda görüş birliği bulunmayan bir ibadet veya dua olan namazın terk edilmesinin ceza veya hak mahrumiyeti davalarına konu olması, insan hakları ihlali gibi diğer birçok sakıncası yanında "cezaların kanuniliği" ilkesine de aykırıdır.
Lukas Moodysson
Karl Frederik Lukas Moodysson (d. 17 Ocak 1969, Malmö) İsveçli senarist ve yönetmendir.
İskandinavya'nın genç yeteneği Lukas Moodysson , İskandinavya'nın en iyisi Ingmar Bergman'ın en sevdiği yeni yönetmen. Evli ve 3 çocuk babasıdır.
Ekosistem
Ekosistem, belirli bir kısımda bulunan canlılar ile bunları saran cansız çevrelerinin karşılıklı ilişkileri ile meydana gelen ve süreklilik arz eden ekolojik sistemlerdir. Ekosistem aynı zamanda bir besin ağı ile şekillenmektedir. Ekosistem, küresel ölçekte bir düzeni ifade etmekle beraber yerel ve korunaklı bir sistemin varlığına da atıfta bulunabilir.
Karşılıklı olarak madde alışverişi yapacak biçimde birbirlerine etki yapan organizmalarla (biyotik), bitki ve hayvanların birbirine eklemlendiği ve ayrıca kaya, toprak gibi fiziksel çevre faktörlerinin (abiyotik) bir arada bulunduğu herhangi bir doğa parçası bir ekosistemdir.
Ekosistem yaklaşımı, bireysel organizmalar ya da topluluklardan çok tüm alanın işlevlerinin nasıl olduğuyla ilgilenir. Bir alandaki organizmalar ve cansız çevreleriyle olan ilişkilerine bakar. Yerküre, tek başına bildiğimiz en büyük ekosistemi oluşturmaktadır, ancak bir taş parçasının altında , bir kavanozon, bir şişenin içinde de ekosistemler oluşabilir. . Ekosistemler, birbirlerinden ne kadar farklı olurlarsa olsunlar, içlerindeki canlılar arasındaki etkileşimler dengeli ve enerji sağlanmasında bir sorun olmadığı sürece kendi kendilerine yeterli birimlerdir ve bazı ortak ögelerden oluşurlar. Bu ortak ögeler, canlı ögeler (biyotik) ve cansız ögeler (abiyotik) ögelerdir. Yani bir ekosistem, temel olarak abiyotik yani cansız maddeler ve biyotik yani canlı (üreticiler, tüketiciler ve ayrıştırıcılardan) oluşur. (Ekosistemlerde yaşam, enerji akışı ve besin döngüleriyle sürer.) Ekosistemler, varlıklarını 3 temel işlevle sürdürürler. Bunlar enerji akımı, ekolojik döngüler(kimyasal madde döngüleri) ve populasyon denetimleridir. Bu üç işlev, ekosistemin ögelerinin birbirleriyle ilişkilerini düzenler ve sistemin bir bütün olarak sürmesini sağlar. Vurgulamak gerekir ki, bu üç işlev, ekosistemlerde tek tek değil, kesinlikle birlikte bulunurlar. Açık bir sistem olan ekosistemde, enerji ve besin giriş-çıkışı süreklidir. Sistem kuramı, ekolojik bakış açısının sosyolojik boyutunu ele almaktadır. Ayrıca sibernetik disiplini, canlılarda kontrol ve iletişim boyutuyla kaynağını yine ekosistemde bulmaktadır.
Doğan
Doğan, gündüz yırtıcı kuşları (Falconiformes) takımından Falconidae (doğangiller) familyasından "Falco" cinsini oluşturan yırtıcı kuş türlerinin ortak adı. Bazı türlerine kerkenez adı verilir.
Doğanlar yuvalarını genellikle,sarp kayalıkların kenarına nadir olarak da terk edilmiş yuvalara kurarlar. Her kuluçka döneminde dişi kuş, kabuğu kirli beyaz üstüne kızılımsı kahverengi benek ve lekelerle süslü dört ya da beş yumurta bırakır. Kuluçka süresi yaklaşık 28-35 gündür ve yumurtadan çıkan yavrular 35 gün kadar yuvada kalarak ana-babası tarafından beslenir.
Doğanlar, güçlü kanatlarıyla havayı yararak hızla ve düz bir çizgi boyunca uçarlar. Bazı türler, yerdeki avın üstüne atlamak için uygun zamanı kollarken, kanatlarını hızla çarparak havada daireler çizebilir.
Avların niteliği, boyutları ve avlanma yöntemi türlere göre değişir; kimisi kendi boyutlarındaki ya da daha küçük kuşları havada avlarken, bir bölümü de tavşan, fare, kertenkele ve böcek gibi hayvanlarla beslenir.
Doğangiller
Doğangiller (Falconidae), gündüz yırtıcı kuşları (Falconiformes) takımından yırtıcı kuş türlerini oluşturan kuş familyası.
Falco (müzisyen)
Johann (Hans) Hölzel, (19 Şubat 1957 - 6 Şubat 1999), Avusturyalı şarkıcı ve müzisyendir. Genellikle Falco ismiyle bilinir. Falco bugüne kadar 20 milyon albüm ve 15 milyon single satmıştır, bu başarısı onu Avusturya'nın en çok sattıran şarkıcısı olarak tarihe geçirmiştir. Falco, "Rock Me Amadeus", "Der Kommissar", "Vienna Calling", "Jeanny", "The Sound of Musik", "Coming Home (Jeanny Part 2)" gibi hitleriyle müzik piyasasında üst sıralara çıkmış, ününü bu zamanlarda yakalamıştır. Şarkıları genellikle Almanca ağırlıklıdır. 6 Şubat 1998 tarihinde bir otobüs kazası sonucu hayatını yitirmiştir.
6 Şubat 1998 tarihinde trajik bir şekilde, 41. doğum gününe günler kala Mitsubishi Pajero marka aracıyla Dominik Cumhuriyeti'nde bulunan Villa Montellano'ya sürerken bir otobüs ile çarpışarak, hayatını kaybetmiştir. Çarpıştığı otobüs sürücüsü, sağ kurtulmasının ardından 3 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Falco, Viyana / Avusturya'da yakılarak sonsuzluğa uğurlanmıştır.
Uluslararası Birimler Sistemi
Uluslararası Birim Sistemi ya da Uluslararası Ölçüm Sistemi (Fransızca: "Système international d'unités", kısaca SI), 1960'taki "Ağırlıklar ve Ölçümler" genel konferansında tanımlandı ve buna resmi bir statü verildi. Bu sistem bilimde ve teknolojide kullanmak üzere önerilmiştir. SI Birim Sistemi'nin genel kabulü, teknik iletişimi kolaylaştırmaya yöneliktir. MKS birim sistemiyle doğrudan ilgilidir.
Yazılı tarihle başlayan ölçme teknikleri içinde ilk uzunluk standardı, parmak kalınlığı, el genişliği, karış, ayak gibi orta boyuttaki bir insanın vücudundaki parça veya mesafelerden yola çıkılarak oluşturulmuştur. Örneğin, Nil üzerinde Chaldees'te MÖ 4000 yıllarında "Firavun'un Dirseği" yaygın bir standarttı ve 1 dirsek, 1/2 ayak, 2 karış, 6 el genişliği ya da 24 parmak kalınlığına eşit sayılıyordu. Bugünkü birimlerde, Firavun Dirseği 463,3 mm.'ye denk gelmektedir. MS 1101 yılında Kral I. Henry tarafından standart olması önerilen ve I. Henry'nin burnundan el baş parmağına kadar olan mesafe olarak tanımlanan yarda kısmen de olsa bugün hâlâ kullanılmaktadır.
Toplumlar arası ilişkilerin sıklaşması ile birlikte özellikle ağırlık ve uzunluk birimlerini karşılaştıracak, bu konuda birliği sağlayacak bir ölçme sistemine ihtiyaç duyulmuş ve bilimsel bir yaklaşım aranmaya başlanmıştır. 17.yüzyılın ortalarında Fransa'da uzunluk ve ağırlık birimleri konusundaki karmaşayı gidermek ve bu konuda birliği sağlamaya yönelik sistematik bir çalışma başlatılmıştır.
Zaman içinde gelişen teknoloji ile birlikte ortak bir birime ihtiyaç duyulması sonucu 1528 yılında, geçerli ölçme ve ağırlık sisteminin, dünyanın boyutlarından oluşturulması fikri Fransız Fizikçi Jean Fernel tarafından ortaya atılmıştır. 1581 yılında Galileo'nun sarkacı bulması, 1665 yılında Huygens'in sarkacı zamanı kaydetmek için kullanması ve 1671 yılında Picard'ın sarkacı uzunluk standardı olarak önermesi ölçü birliği ile ilgili olarak yapılan ilk bilimsel çalışmalardır. Referans uzunluk olarak da Paris ile Amiens arasındaki mesafenin, bu şehirden geçen meridyen boyunca ölçülmesi önerilmiştir. Daha sonraki yıllarda birçok değişik fikir öne sürülmüş ancak 1790'lı yıllarda tekrar dünyanın çevresinden uzunluk birimi türetilmeye karar verilmiştir.
Mart 1790'da Paris'te toplanan "Bilim Adamları Akademisi"'nin, Dunkirk-Barcelona üzerinden geçen meridyenin 1/40.000.000'ini yeni referans uzunluk olarak kabul etmesiyle uzunluk biriminin dünyanın özellikleri üzerinden türetilmesi gerekliliği tekrar gündeme gelmiştir. Birimin adı da Yunanca "Metron"dan alınan Metre olarak kabul edilmiştir. 1793 yılında yapımına karar verilen metre prototipi, 25x40,5 mm kesite sahip saf platin bir çubuktur. Bu yeni metre prototipi 22 Haziran 1799'da metrik sistemin uzunluk standardı olarak, Hollandalı Jan Hendrik van Swinden tarafından Fransız otoritelere ("Corps Legislatif") sunulmuştur. Standart, aynı yıl Fransız Ulusal Arşivi'ne kaldırılmış ve "Arşiv Metre" olarak adlandırılmıştır.
Fransa'da 1837 yılında kabul edilen "Ölçü ve Ağırlıklar Kanunu" ile uzunluk ölçüleri için metrenin tek geçerli birim olduğu açıklanmıştır. Bundan sonra geçen 30 sene içinde üretilen 25 tane metre prototipi bazı dünya ülkelerine dağıtılmıştır.
1869'da, 12 ülke tarafından metrik sistemin resmen kabul edilmesinin ardından, birkaç Fransız üye ve diğer ülkelerin temsilcilerinden oluşan CIM (Commission Internationale de Metre) olarak adlandırılan bir komisyon kurulmuştur. 1870 Ağustos'unda Paris'te toplanan CIM, metrenin yanı sıra kütle birimini de uluslararası standartlarda üretmeye karar vermiştir.
Ayrıca ondalık bir sistem olduğundan birimlerin ondalık katlarını, astkatlarını temsil eden standart önekler (prefıxes) ve öneklerin sembolleri de tanımlanmıştır.SI sisteminin en pratik özelliklerinden biri ondalık bir sistem oluşudur. Birimin büyüklüğü 10 sayısının pozitif veya negatif tam sayı kuvvetlerini temsil eden çeşitli önekler kullanılarak değiştirilebilmekte yani, yeni birimler üretilebilmektedir.
Kütle standartlarını oluşturmak için 17. yüzyıl ortalarında başlatılan çalışmalar 1793 yılında tamamlanmış ve referans ağırlık olarak +4 °C'deki a suyun ağırlığının kabul edilm |
esiyle, metrik sistemin temelini oluşturan ilk doğal ve evrensel ifade şekli ortaya çıkmıştır. 1799 yılında daha pratik bir kullanımını sağlamak amacı ile, ağırlık biriminin, platinden imal edilen bir referans kütle standardına aktarılması kararlaştırılmıştır. Bu yeni ağırlık referans standardı da Fransa Cumhuriyeti'nin arşivlerinde korunduğundan ismi "Arşiv Kilogram" olarak adlandırılmıştır.
O yıllarda metre ve kilogramın yanı sıra farklı standartlar ve ölçü birimleri de kullanılmakta idi. Örneğin 1871 yılında orta Avrupa'da Württemberger inçi, Ren inçi ve Viyana inçi olmak üzere üç çeşit inç kullanılmaktaydı. Ülkeler arasında yapılan ürün alışverişlerinde farklı ölçü standartlarının kullanılması bir takım karışıklıklara yol açmıştır. Bu nedenle uluslararası ölçüm birliği için yapılan çalışmalar 1850-1880 arasında hızlanmıştır.
1872 yılında arşiv metreden türetilmiş, aşınma direnci yüksek %90 platin+ %10 iridyum alaşımından 20x20 mm'lik kesit alanına sahip metre ve 1879'da çapı ve yüksekliği 39 mm olan silindirik kilogram prototiplerinin imaline başlanmıştır. Uluslararası prototipin içlerinden seçildiği 30 benzer standart metre prototipi ve 40 adet kilogram prototipi üretilmiştir. Bütün bu kararların alınarak hayata geçirilmesini sağlaması açısından ölçme standartları konusunda evrensel birliği sağlamaya yönelik ilk çalışmalar, Fransız hükümetinin girişimi ile, aralarında Osmanlı İmparatorluğu'nun da bulunduğu 17 devlet temsilcisinin katılımıyla 20 Mayıs 1875'de Paris'de imzalanan Metre Konvansiyonu'na dayanmaktadır. (Metre Konvansiyonu'nun yapıldığı 20 Mayıs, "dünya metroloji günü" olarak kutlanmaktadır".) Dünyada bugün geçerli en eski uluslararası anlaşmalardan biri olan bu Konvansiyon ile aşağıda kısaca özetlenen üç temel yapı kurulmuştur.
Kore Savaşı
Kore Savaşı (Güney Kore'de 한국전쟁 Hanguk-jeonjaeng (Han-Guk Savaşı) veya 육이오 사변 Yugio sabyeon yani 25 Haziran Olayı, Kuzey Kore'de 조국해방전쟁 Chogukhaebang chŏnjaeng yani Vatan Kurtuluş Savaşı), 1950-1953 yılları arasında yapılan, Kuzey Kore ile Güney Kore arasındaki savaştır. Soğuk Savaş'ın ilk sıcak çatışması olmuştur. Savaş, ABD ve Müttefiklerinin, daha sonra da Çin'in müdahalesiyle uluslararası bir boyut kazanmıştır. Kore Savaşı sonunda Kore'nin bölünmüşlüğü korunmuş ve bugüne kadar gelen birçok sorun miras kalmıştır. Savaş 1953 yılında fiilen bitmesine rağmen, 2009'da Güney Kore ve Kuzey Kore arasında imzalanan ateşkes antlaşmasına kadar resmen devam etmiştir.
Savaş öncesinde Kore, kolera salgınlarına uğrayan, okuma-yazma oranı düşük ve endüstrileşmeyi kaçırmış bir ülkeydi. Son yüzyıl boyunca, Uzakdoğu güç oyunlarında satranç tahtasındaki bir piyon gibi oynanmıştı. Kendi güvenliğini arttırmak ve Çin üzerinde daha rahat nüfuz kurmak için 1905 yılında Japonya, Rus İmparatorluğu'nu yenerek Kore'ye sahip olmuştu.
Kore; 1945 yılında Japonya'nın teslimiyetinden sonra, ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki anlaşmazlığın yüzeye çıktığı ilk yerlerden birisi oldu. Bu iki süper güç Japonya'dan aldıkları Kore toprakları üzerinde yerli ama kendilerine bağımlı hükumetler kurduktan sonra 1948-1949 yıllarında askerlerini çektiler. Böylece Sovyet yanlısı Kuzey Kore ile Amerikan yanlısı Güney Kore kuruldu ve 38. enlem aralarında sınır oldu.
ABD Başkanı Truman'a göre bu harekat Sovyetler Birliği tarafından yönetilmekteydi ve geniş ölçekli bir Çin-Sovyet ortak saldırısının ilk adımıydı. Truman Japonya'daki Amerikan birlikleri komutanı 5-yıldızlı General (Mareşal) Douglas MacArthur'a Güney Kore'ye malzeme yardımı yapılması için emir verdi. Ayrıca Amerika, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ni derhal toplantıya çağırdı. Bir Amerikan tasarısı dokuz olumlu ve bir çekimser (Yugoslavya) oy ile kabul edildi. Çin'in BM'de temsil edilmemesini protesto etmekte olan Sovyetler Birliği, temsilcilerini konseyden çekmiş olduğu için kararı veto edemedi. Güvenlik Konseyi nin aldığı bu kararla Kuzey Kore'nin saldırgan olduğu belirtiliyor ve birliklerini 38. enlemin kuzeyine çekmesi isteniyordu.
Kuzey Kore'nin BM kararını dinlememesi ve askeri durumun Güney Kore açısından gittikçe kötüleşmesi, Amerika'nın Hava ve Deniz birliklerini harekete geçirmesine yol açtı. 8. Amerikan Filosu Tayvan Adası'na yollanarak Kore'nin düşmesi durumunda adanın savunulmasında güçlü olunması sağlandı. Aynı gün, yani 27 Haziran'da, BM Güvenlik Konseyi, üye devletleri Güney Kore'ye yardım etmeye çağıran karar tasarısını kabul etti (7'ye karşı 1 oyla; Yugoslavya karşı, Mısır ve Hindistan çekimser).
Birleşmiş Milletler'in Güney Kore'ye birlikler yollamasıyla (bu birliklerde kara kuvvetlerinin %50'si, hava kuvvetlerinin %93'ü ve deniz kuvvetlerinin %86'sı Amerikalıydı) Kuzey Kore yenilmeye ve geri çekilmeye başladı. Kuzey Kore'yi 38. paralelin kuzeyine iten BM kuvvetleri, eski sınırlarda durmadı ve iki Kore'yi birleştirme amacıyla Kuzey'i işgale başlayıp Çin sınırına kadar yaklaştı.
Bu durum savaşa daha önce ilgisiz olan Çin'in tepkisine yol açtı. O zamana kadar Çin, bütün ilgisini milliyetçi Çin Hükümeti'nin idaresinde olan Formoza (Tayvan) Adası'nın geri alınmasına vermişti. Ancak Amerikan müttefiki bir Kore kurulması Çin'i ciddi bir şekilde tehdit ediyordu. 38. enlemin geçilmesi durumunda savaşa gireceğini açıklayan Çin, BM birliklerinin durmaması sebebiyle aktif olarak Kuzey Kore'yi desteklemeye başladı.
24 Ekim 1950'de ABD Genelkurmay Başkanı Douglas MacArthur; "savaşı bitirecek bir hücuma" girişeceğini söylemesiyle, Çin Halk Gönüllü Ordusu (Çince: 中国人民志愿军) adında yüz binlerce Çinli "gönüllü", 25 Ekim 1950 tarihinde sınırdaki Yālù nehrini geçerek gizlice Kore'ye girdi ve birçok Amerikan/BM birliğini savaş dışı bıraktı. BM'nin zaferi, kısa süre içinde toplu geri çekilme halini almıştı. Bu süre zarfında ABD pek çok kez Çin Halk Cumhuriyeti'ne saldırarak Çin Komünist Partisi'nin iktidarını yıkmak istemişti. McArthur, bu amaçla atom silahlarının kullanılabileceğinden söz etmişti. Ama bu saldırganlık Çin ordusunun Çin Halk Gönüllü Ordusu sayesinde başarısızlıkla sonuçlandı.
Ocak 1951'de Başkan Truman, savaşı yürütebilmek için Amerikan Kongre'sinden özel yetkiler istedi. 50 milyar Dolarlık bir savaş bütçesi oluşturuldu. Amerikan ordusu kısa süre içinde mevcudunu %50 arttırdı ve bölgeye ek hava birlikleri yolladı.
Kore Savaşı artık Kuzey-Güney Kore Savaşı değil Çin-ABD Savaşı olmuştu.
Çin Halk Gönüllü Ordusu BM birliklerini 38. paralelin güneyine püskürterek Güneyi işgale başladı. Ancak, Birleşmiş Milletler ordularının karşı saldırısı sonucunda cephe 38. paralel boyunca sabitlendi. Bu arada Mareşal Douglas MacArthur'un, Başkan Truman'ın aksi yöndeki emirlerine riayet etmeyerek ordularını tekrar Çin sınırına kadar ilerletmek istemesi üzerine Truman tarafından derhal re'sen emekliye sevkedildi. Savaşın durağan bir nitelik alması ve iki tarafın da herhangi bir kazanç elde edememesi, tarafları barış görüşmeleri yapmaya itti. 1951 Nisan'ında başlayıp 159 oturum boyunca devam eden görüşmeler sonucunda ancak 1953 Temmuz'unda ateşkes antlaşması imzalandı.
Kore Savaşı sonucunda Kuzey Kore, Çin ile Batı Bloğu arasında tampon bölge haline geldi. Savaştan yine en çok Koreliler zararlı çıktı. Kore yakılıp yıkıldı;yaklaşık olarak 3 milyon insan öldü. Bunlardan yaklaşık 36.000'i Amerikan askerinden, 600.000'i Koreli askerlerden ve 500.000'i Çinli askerlerden oluşmaktadır.
Bu savaş Amerika Birleşik Devletleri'ne atom silahların gücüne güvenmemeyi öğretti. Amerika'nın atom üstünlüğüne karşın Çin'in ve Sovyetlerin Kuzey Kore'yi desteklemesi, Batı Bloğu'nu konvansiyonel savaş gücünü arttırmaya itti.
Türkiye, TBMM'nin onayını almaksızın Kore'ye asker gönderdi. Kore'ye asker gönderme fikri, halihazırdaki hükümetin (DP) politikası gereği, artan Sovyet Rusya tehdidine karşı NATO'ya üye olabilmek için bir fırsat olarak görüldü.
Tuğgeneral Tahsin Yazıcı komutasındaki 259 subay, 18 askeri memur, 4 sivil memur, 395 astsubay, 4414 erbaş ve er olmak üzere 5090 kişilik 1. Türk tugayı, 17 Eylül 1950'de İskenderun limanından hareket ederek 12 Ekim 1950'de öncü takım Pusan limanına ulaştı ve 17 Ekim'de ana birliği de Pusan'dan karaya çıktı. Aynı gün Pusan'dan hareket ederek 20 Ekim'de Taegu'ya vardı. Burada Amerikan teçhizatıyla donatılarak talimlere başladı. Türk Tugayı bir müddet cephe gerisindeki komünist gerillalarla mücadele ettikten sonra süratle kuzeye doğru ilerlemekte olan Birleşmiş Milletler ordularına iştirak etti. 10 Kasım'da Taegu'dan hareket ederek 21 Kasım'da Kunuri'ye vardı ve Amerikan 9. Kolordusu'nun sağ kanadına konuşlandırıldı.
24 Kasım 1950 sabahı kuzeye Çin sınırına doğru ilerleme emrini alan tugay Kunuri'den hareket ederek Kaechon, Sinnimni, Wawon boyunca Tokchon'a doğru yola çıktı. Ancak Çin Halk Gönüllü birlikleri cephenin arkasına sızmaya başladı. Durumu fark eden Amerika ve Güney Kore birlikleri ricat etmeye başladılar. Ancak Türk tugayına ricat emri geç ulaştı. 1. Taburun etrafı kuşatılıp süngülü çatışmaya girmek zorunda kaldı. Ricat harekâtını sağlamak için sonuna kadar direnen 3. Tabur 9. Bölük imha edildi. Geri kalan Türk birlikleri ise Chongchon nehri boyunca geri çekildi.
Modernizm
Kültürel bağlamda modernizm, 19. yüzyılda geleneksel anlamdaki edebi, sanatsal, sosyal organizasyon ve gündelik yaşamın geçerliliğini yitirdiği fikriyle ortaya çıkmıştır.
Sanat tarihi açısından özel bir adlandırma olan Modernist hareketin 19. yüzyıl ortasında Fransa'da ortaya çıktığı kabul edilir. Modernizm kabaca 1884-1914 yılları arasında hüküm sürmüştür. Temelde dayandığı fikir, geleneksel sanatlar, edebiyat, toplumsal kuruluşlar ve günlük yaşamın artık zamanını doldurduğu ve bu yüzden bunların bir kenara bırakılıp yeni bir kültür icat edilmesi gerektiğidir. Modernizm ticaretten felsefeye her şeyin sorgulanmasının gerekliliğini savunur. Böylelikle kültürün öğeleri yeni ve daha iyi olanla değiştirilebilir. Modernizme göre 20. yüzyılın ortaya çıkardığı yeni değişiklikler ve yenilikler kalıcıydı, aynı zamanda yeni oldukları için 'iyi' ve 'güzeldi' ve toplum dünya görüşünü bu öngörülere göre gözden geçirip uyarla |
malıydı.
Modernizm tanınmış gelenekleri kıran bir stil anlatmak için kullanılmıştır.Yeni bir çağında duyarlılığına daha yerinde formları yaratmayı amaçlamıştır. Bazıları 20. yüzyılda gözlemlenen modernizmi "modernizm" ve "postmodernizm" olmak üzere iki harekette incelerler. Fakat bazı görüşlere göre modernizm ve postmodernizm bir hareketin sadece iki farklı açısıdır.
Abdülhak Adnan Adıvar
Abdülhak Adnan Adıvar (1882, Gelibolu – 1 Temmuz 1955, İstanbul), Türk siyasetçi, yazar, tarihçi, akademisyen ve hekim.
Cumhuriyet tarihinin ilk bilim tarihçisi, 1. Meclis döneminin ilk sağlık bakanıdır. (Cumhuriyet döneminin ilk sağlık bakanı, Adnan Adıvar'dan sonra gelen Refik Saydam'dır). I. TBMM’de milletvekili olarak görev yapmış ve meclis ikinci başkanı olmuştur. Türkiye'nin ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kurucularındandır.
Romancı Halide Edip'in eşidir.
1881’de Gelibolu’da doğdu. Kadı Ahmet Bahaî Efendi ve Sabiha Hanımın oğludur. Okul hayatı İstanbul’da geçti. İlk öğrenimini Numune-i Terakki Mektebi'nde, lise öğrenimini Mülki İdadî'de tamamladı. Tıp öğrenimine de 1899 yılında İstanbul’da başladı. 1905 yılında Tıbbiye Mektebi'ni bitirdikten sonra Berlin Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde asistanlık yaptı, iç hastalıkları kürsüsünde uzmanlık diploması aldı.
II. Meşrutiyet’in ilanından sonra yurda döndü ve 1910’da Tıbbiye Mektebi'nde müderris muavini oldu. 1911 yılında Hilâl-i Ahmer Cemiyeti müfettişi ve doktor olarak Trablusgarp Savaşı’na katıldı. 2 yıl kadar Tıp Fakültesi müdürlüğü yaptı. I. Dünya Savaşı boyunca Sıhhiye Umum Müdürü olarak görev yaptı ayrıca tabip binbaşı rütbesiyle cephede yer aldı, Genel Karargâh Sağlık Müfettiş Yardımcısı olarak görev yaptı. Savaşın sonunda Tıp Fakültesi’ndeki görevine döndü .
1917 yılında o sırada Lübnan’da eğitimci olarak görevli bulunan yazar Halide Edip ile evlendi. Halide Hanım’ın babasına verdiği vekâlet ile nikâhları Bursa’da kıyıldı. Adnan Bey’in 1955’te ölümüne kadar süren bu evlilikten çiftin çocukları olmadı.
Abdülhak Adnan, Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra düşman işgallerine karşı İstanbul’da kurulan ilk gizli direniş örgütü olan Karakol Cemiyeti’nin kurucularından birisi oldu. Milliyetçi düşünceleri savunan Milli Türk Fırkası'nın da kurucuları arasında yer aldı. 1919’da yapılan Osmanlı Mebusan seçimlerine Milli Türk Fırkası’nın adayı olarak katıldı ve İstanbul mebusu oldu.
İngilizlerin, 16 Mart 1920’de İstanbul’u işgal ettikten sonra Meclisi Mebusan kapatılmıştı; haklarında idam kararı çıkardığı ve padişahın 24 Mayıs 1920’de idamlarını onayladığı ilk altı kişi arasında Mustafa Kemal ile birlikte Adnan Bey ve eşi Halide Hanım da vardı. Ancak Adnan Bey, eşi ile birlikte 19 Mart 1920 günü at sırtında İstanbul’u terk etmiş ve milli mücadeleye katılmak üzere 2 Nisan 1920 günü Ankara’ya varmıştı. Böylece, 23 Nisan 1920 günü TBMM’nin açılışında hazır bulundu.
Adnan Bey, Ankara'da Birinci Dönem Büyük Millet Meclisi katıldı; oluşturulan ilk TBMM hükümetinde Sıhhiye ve İçtimai Muavenet Vekili oldu. 2 Mart 1921'de meclis ikinci başkanı seçilince bakanlıktan ayrıldı. Dahiliye Vekili Refet Bey'in cepheye gittiği dönemlerde (28 Eylül 1920 Konya cephesi, 9 Kasım 1920 Güney cephesi) vekâleten dahiliye bakanlığı görevini yürüttü. Savaş yıllarında Çocuk Esirgeme Kurumu'nun kurucuları arasında yer aldı. Kurtuluş Savaşı'nın Türk ordusunun zaferiyle sonuçlanmasından sonra Hamid Bey'in yerine TBMM İstanbul Temsilcisi olarak atandı.
Adnan Adıvar, çeşitli görüş ayrılıkları sebebiyle 9 Kasım 1924'te Halk Fırkası’ndan ayrıldı, ikinci grup milletvekillerinin arasına dahil oldu. 17 Kasım’da çok partili hayata geçiş denemesi sırasında kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na katıldı. Partinin 1925 Haziran’ında kapatılmasından sonra bir süre bağımsız milletvekili olarak mecliste yer aldı. 30 Ocak 1926’da milletvekilliğinden çekildi ve Birleşik Krallık'a gitti. 14 yıl boyunca Birleşik Krallık ve Fransa’da yaşadı.
17 Haziran 1926’da Atatürk’e karşı planlanan İzmir’deki suikast girişiminin sorumlularından biri olarak gıyaben İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp beraat etti.
Adnan Adıvar, Paris Doğu Dilleri Okulunda sekiz yıl boyunca Türkçe hocası olarak görev yaptı. Yurtdışına yaşadığı dönemde Bertrand Russell'ın "The Problems of Philosophy" (Londra 1911) adlı eserini "Felsefe Meseleleri" adıyla Türkçeye tercüme ederek 1935 yılında İstanbul’da yayımladı. Bu çalışma ile İngilizlerin kullandığı felsefe diline aşina olmaya çalışmıştır
Yine yurtdışında bulunduğu sırada ""La Science chez les Turcs Ottomans"" (1939) isimli ünlü eserini yayınladı; Birleşik Krallık'ta, Encyclopedia Britanica'nın ""Türkiye'nin Yeni Zaman Tarihi"" bölümünü yazdı; 1939’da yurda döndü.
Yurda döndükten sonra Maarif Vekaleti tarafından "İslam Ansiklopedisi" yazı kurulu başkanlığına getirildi. İslam Ansiklopedisi’nin Yayın Kurulu Başkanı olarak Türk kültür hayatına büyük katkıda bulunmuş olan Adıvar’ın yazdığı ansiklopedi maddelerinden bazıları Ali Kuşçu, Ebu'l-Kâsım Zehrâvî, Fârâbî, Hârizmî, İbn Bâcce, İbn Haldûn ve Kınalızâde maddeleridir.
1944 yılında bilim tarihimiz açısından önemli bir başka eserini İstanbul'da yayımladı: "Tarih Boyunca İlim ve Din". Bu eserde din ve bilim ilişkilerini tarihi gelişimi içinde incelemiştir.
1946'daki VIII. dönem seçimlerinde bağımsız İstanbul milletvekili olarak tekrar meclise girdi. 1947’de kurucularından olduğu “"Doğu Araştırmaları Derneği"”’ne başkan seçildi. 1950 yılında meclisten ayrıldı ve ilim alanındaki çalışmalarına döndü.
1 Temmuz 1955 günü İstanbul’da hayatını kaybetti. Merkezefendi Mezarlığı'na gömüldü.
Adnan Adıvar, bilim tarihi alanında ilk çalışmanın yapıldığı çalışmaya katılmıştır. Bu çalışmada, Molla Lütfi ait "Sunak Taşının İki Katının Alınması Hakkında" isimli kısa bir risalesi elde mevcut olan üç nüshayı karşılaştırarak Fransızcaya çevrilmiştir. Çeviriyi Abdülhak Adnan Adıvar ile Henry Corbin gerçekleştirmiştir; çalışmayı Şerafettin Yaltkaya yürütmüştür.
İslami feminizm
İslami Feminizm, modern düşün hayatında yer bulmaya başlayan melez ideolojilerin bir örneği. İslami paradigma içinde dile getirilen feminist söylem ve uygulamalar bütününe verilen adlandırma. Modern İnsan Hakları bildirgelerinde tüm insanların eşit olduğu söylenirken, İslam dünyasında, gündelik yaşamda geleneksel inanışlar ve dini inanca dayalı, konjonktür ile uyuşmayan kadın-erkek ayrımı ve erkeklerin üstünlüğü söylemine karşı,kadınların eşitliği ve/veya üstünlüğünü savunan bir düşünce sistemiyle İslam düşüncesini harmanlamaya itmiştir.
İslam dünyasında büyüyen İslamcılık hareketi içinde gelişen İslamcı Feminizm, terim olarak İran'da yazar Afsaneh Najmabadeh ve Ziba Mir-Huseyini'nin eserlerinde ve Tahran kadın dergisi Zanan'da (1992 yılında kuruldu) ve Suudi Arabistanlı kadın yazar Mai Yamani tarafından 1996 yılında yayımladığı ""Feminism and Islam"" kitabında kullanılmıştır. Terim olarak ortaya çıkışı yakın tarihlere rastlasa da müslüman toplumlarında kadın haklarının müdafaasının yaklaşık yüz yılı aşan bir geçmişi vardır. Batılı ülkelerin müslüman toplumlara yönelik eleştirilerine cevap niteliği taşıyan ve ilkin ihyacı-reformist İslamcı erkek yazarların eserlerinde yer alan bu müdafaa biçimi kadınların İslam toplumlarında köleden farksız, ikinci sınıf insan muamelesi gördükleri suçlamalarını yok etmeye yönelikti. Kadını aile içerisinde ve yeni nesillerin yetiştirilmesinde birinci derecede önemli gören bu anlayış kadın ile erkeğin bir toplumda birbirlerinden farklı görevleri icra ederek karşılıklı bir tamamlayıcılık işlevi gördüklerini öne sürmekteydi. Ancak özellikle 90'lı yıllarda müslüman toplumlarını kadınlara verilen haklar itibarıyla değerlendirmeye alan yeni, eğitimli İslamcı kadın yazarlar kuşağı geçmişteki "tamamlayıcı" perspektifin yetersiz olduğu hatta müslüman toplumlardaki kadının ikincil işlevini hasır altı ettiğini iddia ederek kadın ile erkeğin toplumda tamamen eşit hak ve statüde olması gerektiğini, hatta bunun dinin ilkeleriyle de uyumlu bir şekilde savunulabileceğini ifade etmeye ve bu iddialarını İslam dini içindeki unsurları derinlemesine tahlil ederek göstermeye çalışmışlardır.
Kadının Müslüman bir toplumdaki statüsü bir inanç (ve de bir "sembol") konusu olduğundan İslamiyetin bütünü içinde uzanımları vardır. Bu sebeple müslüman ülkelerdeki politik ve kültürel tercihler doğrudan kadının "konumu" ile ilişkilendirilerek anlaşılmaya çalışılmakta ve tercihleri "modernite"den yana olanlar kadını "modernleştirme"ye veya "modernleşme"nin içinde İslamiyet için tehlike unsurlar barındıran bir tehdit olarak algılayanlar da bu çabayı geleneksel İslam yaşantısına bir tehdit olarak algılamaktadırlar. İslamcı feministler ise talepleriyle modernite içinde yer alırken kültürel aidiyetleri ve kullandıkları referansları itibarıyla kendilerini "İslamcı" olarak nitelendirmekte ve argümanlarını her iki gruptan farklı bir dil ile inşa etmek arayışına girmektedirler.
Mısırlı kadın araştırmacı Aziza M.Karam (Azîze M. Kerem), kendi ülkesindeki feminist düşünceyi üçlü olarak sınıflandırır; Seküler Feminizm, Müslüman Feminizm ve İslamcı Feminizm. Karam'a göre kadınların cinsiyeti nedeniyle toplumda daha az avantajlı bir konumda sahip olduğunu düşünen ve daha adil cinsiyet ilişkileri geliştirmeye çalışan herkes feministtir, farklılıklar ise feminizm içindeki akım ve türler olarak görülebilir.
İslamcı Feminist yazarlar genel olarak batılı feminist hemcinsleri gibi toplumsal cinsiyet ayırımlarının kökenini kadın ve erkek bedeninde yani "biyoloji"de değil toplumsal bir inşa olarak gördükleri "kültür"de aramaktadırlar. Modernist islamcı yazar Fazlurrahman'ın tarihselcilik denilen ve Kur'an'daki ayetleri o günün sosyo-ekonomik ve kültürel koşulları içerisinde "anlamlandırma" çabası ve bu yönde kullandığı metodoloji İslamcı feminist yazarlar tarafından Kur'an'daki kadına ilişkin ve kadınla ilgili ayetlerin "anlamı"nı araştırmakta kullanılmakta ve böylelikle Amina Vedud Muhsin'in söyleyişiyle bu yöntemle Kur'an'ın modern kadın için anlamlı gelebilecek bi |
r "okuması" yapılabilmektedir. Muhammed'in sözlerini içeren hadis külliyatına yönelik yaklaşımlarında da İslamcı feminist yazarlar, kadının modern toplumdaki statüsüyle uyuşmayacak ifadeleri içerdiklerini düşündükleri hadislerin geleneksel hadis usulü ve kritiğiyle değerlendirilmesinin yetersiz, eksik ve hatalı olacağını hatta dinin "ataerkil" söylemini kuvvetlendireceğini düşünmekte ve hadislerle ilgili modern, Foucaultçu bir özne-iktidar ilişkisine dayalı bir "okuma" yapmaktadırlar.
27-29 Ekim 2005 tarihlerinde Barselona'da 400'e yakın katılımcının bir araya geldiği Barselona Birinci Uluslararası İslamcı Feminizm Kongresi'nden çıkan sonuçların bazıları:
İslamcı Feministlerin iddialarına İslam dünyasından teşvik ve tasvipten şiddetli tenkitlere kadar değişen bir dizi tepkinin doğmasına yol açmıştır. İslamcı feministlerin iddialarının "gerçek" İslam'ın anlaşılması yönünde önemli bir katkı olarak görenler olduğu gibi bu harekete karşı duranlar ve eleştirenler de olmuştur. Bu eleştirilerin temel başlıklarını en genel hatlarıyla şu şekilde sıralayabiliriz:
- Feminizmin batı kaynaklı bir düşünce ve hareket olması dolayısıyla İslam toplumlarının gerçeğiyle ve İslamiyetin temel kaideleriyle uyuşmaması.
- Feminizmin farklı bir sosyal, kültürel ve sınıfsal çevrenin kadınlarının taleplerine yanıt vermek üzere ortaya çıkışı.
- Ortaçağ Hristiyanlığının kadına yönelik bakış açısı ve şiddetli uygulamalarının bir sonucu doğması oysa İslamiyetin kadına verdiği değer ve hakların bu tip bir hareketin İslam topraklarında yayılmasına imkân vermeyecek kadar çok oluşu.
- Batı Emperyalizminin müslümanlar arasındaki dayanışmayı yok etme amaçlarına hizmet ettiği
- İslamcı Feministlerin Kur'an ve Hadis perspektiflerinin ve kullandıkları hermenötik metodolojinin seküler bir dünyanın kendi Kutsal Metnini incelemekte kullandığı ve temelinde yine seküler bir perpesktifin olduğu pozitivist, rasyonalist, tarihselci yaklaşımları barındırdığı ve dolayısıyla İslamiliğinin tartışmalı oluşu
Görüldüğü gibi İslamcı feminizme yönelik siyasi, sosyal, kültürel ve teolojik bakış açılarından eleştiriler yöneltilmiştir.
Kasım Emin
Mısır Ulusal Hareketi ve Kahire Üniversitesi'nin kurucularından, Mısırlı yargıç Kasım Emin (1863 - 1908) aristokratik bir Osmanlı ailesinin ferdi olarak Mısır'da doğdu. Çoğu kimse tarafından ilk Arap feminist olarak kabul edilmektedir. Bir kızı vardır adı Fehime Hanım. Babası Türk, annesi Arap'tır.
Kasım Emin, aristokrat Mısır kadının ""kendi evinde mahpus ve bir köleden bile daha kötü"" durumda tutulduğunu öne sürmüştür. Emin, bu durumu İslami ilimler temelinde eleştirmiştir.
Emin, İslam ülkelerindeki kadın hareketinde önemli bir yere sahip olan eseri "Tahrir al-Mara"'yi (Kadınların Özgürleşmesi) cahil, tembel ve eğitime ihtiyacı olduğu düşünülen aristokratik Mısır kadınının koşullarını dile getirmek için kaleme aldı.
Kasım Emin'in "Abudiat al-Mara" (Kadınların Köleliği) adlı eserinden;
""Şüphesiz ki erkeklerin karılarını hapsetme kararı kadınların doğal hakları olan özgürlükle çelişki arzetmektedir"...
"Bir hizmetçinin görevleri haricinde kendini eğitmesi yasaklanan veya eğitim arzusu sınırlanmış kadın kesinlikle bir köledir çünkü doğal içgüdüleri ve Tanrı vergisi yetenekleri, ahlaki köleleştirmeye eşdeğer olarak ikincil plana atılmıştır. Tamamiyle -kolları, bacakları, bedeni- örtülü olduğundan zorunluluk haricinde yürüyemez, bineğe binemez, nefes alamaz, göremez olmak köle olmak hükmündedir"."
İbrahim Şinâsî
İbrahim Şinasi (d. 5 Ağustos 1826, İstanbul – ö. 13 Eylül 1871, İstanbul), Türk gazeteci, yayımcı, şair ve oyun yazarı.
Türk toplumunda Tanzimat’ın ilanı ile başlayan batılılaşma sürecinin ilk ve en önemli yazarlarındandır. Türk toplumunu batı tarzındaki şiirle tanıştıran ve tiyatro, makale gibi Batılı edebi türlerin ilk örneklerini veren Şinasi yenilikçi fikirleri ve edebiyat sahasındaki çalışmalarıyla kendi döneminin aydınlarını etkilemiş önemli bir isimdir.
Geniş halk kitlelerini eğitmek için gazeteyi bir araç olarak gören Şinasi, ilk Türkçe özel gazete olan Tercüman-ı Ahval'i Agâh Efendi ile birlikte çıkardıktan sonra matbaa kurup Tasvir-i Efkâr adlı gazeteyi çıkarmış; tefrika, abone gibi kavramları ülkenin gazetecilik yaşamına getirmiştir.Sanatçı tiyatroyu da eğitime katkı sağlamak üzere bir araç olarak değerlendirdi ve ilk Türkçe tiyatro olan Şair Evlenmesi'ni kaleme aldı.Ancak bu tiyatro sahnelenememiştir. Tasvir-i Efkâr Matbaası'nda kendi ekonomik sermayesiyle matbaacılık, yayımcılık yaptı; bastığı eserlerle kültür hayatına katkı sağladı. Hayatının son yıllarını Osmanlıca lügat hazırlamaya adamıştır.
İstanbul’un Cihangir semtinde dünyaya geldi. Doğum tarihi tam olarak bilinmez. Farklı kaynaklarda 1824, 1826 veya 1827 yıllarında doğduğuna ilişkin bilgi vardır. Bazı araştırmacılar doğum yılı bile belli olmayan Şinasi için 5 Ağustos 1826 tarihini verseler de belgeyle sabit olmadığından bu tarihin doğruluğu kesin olmaktan uzaktır. Bununla birlikte bugün sahip olunan belge niteliğindeki iki kaynağa göre doğum yılının 1826 olduğu tahmin edilmektedir.
Babası, topçu yüzbaşı "Mehmet Ağa", annesi ise "Esma Hanımdı. 1828'te babası Yüzbaşı Mehmet Bey'in Rusya ile yapılan savaşta Şumnu'da şehit düşmesiyle henüz iki yaşındayken yetim kaldı.
Çocukluğu yokluk içinde geçti. 1832'de Mahalle Mektebi'ne girdi. İlköğretimini Mahalle Sıbyan Mektebi'nde ve Feyziye Okulu'nda tamamladı.
Memuriyet hayatının on beş yaşından önce başladığı tahmin edilir. Annesi Tophane Müşirliği’nde binbaşı rütbesiyle görevli bir kişiyle evlenince üvey babası tarafından Tophane Müşiriyeti Mektubî Kalemi'ne kâtip adayı olarak girmesi sağlandı. Burada görevli memurlardan İbrahim Efendi'den Arapça ve Farsça öğrendi. Aynı kalemde görevli eski adı Chateauneuf olan Reşat Bey'den Fransızca dersi aldı. Bu görevindeki çalışkanlığı ve başarısı nedeniyle, önce memurluk sonra hulefalık derecesine yükseltildi.
Tophane Müşiriyeti’ne verdiği bir dilekçe üzerine 1849'da maliye alanında eğitim alması için devlet tarafından Paris'e gönderildi. Mustafa Reşid Paşa tarafından maliye eğitimine yönlendirildi. ancak edebiyat ve dil konularındaki çalışmalarını sürdürdü. Oryantalist De Sacy Ailesi ile dostluk kurdu. Ernest Renan'la tanıştı, Alphonse de Lamartine'in toplantılarını izledi. Oryantalist Pavet de Courteille'e çalışmalarında yardım etti. Ünlü dilbilimci Paul Emile Littré ile tanıştı. Durûb-ı Emsâl-i Osmâniyye (Osmanlı darb-ı meselleri-atasözleri) adlı eseri hazırladı (1863’te basılmıştır). Bu eserde Türkçe atasözlerini Farsça ve Arapça karşılıkları ile karşılaştırdı; varsa Fransızca benzerlerini ilave etti. 1851'de Société Asiatique'e üye seçildi. Buraya Kemal Efendi’den (Mart 1850) sonra üye olan ikinci Türk’tür.
1854'te Paris dönüşünde bir süre Tophane Kalemi'nde çalıştı. Daha sonra Meclis-i Maarif Üyeliği'ne atandı. Kimi kaynaklara göre Encümen-i Daniş'te de görev yapmıştır. Koruyucusu Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın görevinden ayrılması üzerine Meclis-i Maarif üyeliğinden çıkarıldı. Görevinden uzaklaştırılmasına sebep olarak memuriyete ve rütbesine yakışmayacak davranışlarda bulunması ve hatta sakalını tıraş etmesi gösterilmektedir.Reşit Paşa, 1857'de yeniden sadrazam olunca, Şinasi de eski görevine döndü. 1858’de Mustafa Reşit Paşa’nın ölümünden sonra Yusuf Kamil Paşa’nın koruyuculuğunu kazandı .
1858-1859 yılları içinde Şinâsi’nin Tiryal Sultan’ın sarayından Nâvekter Hanım’la evlendiği, ilk kitabı ""Tercüme-i Manzûme""’yi yayınladığı ve Kuleli Olayı diye bilinen Sultan Abdülmecid’e karşı düzenlenmiş bir suikast olayına adının karıştığı bilinmektedir.
1862’den itibaren çıkardığı Tasvir-i Efkâr adlı gazetesinde siyasî otoriteyi rahatsız edecek bazı hicivleri ve genellikle eleştirici tutumu yüzünden doğrudan Sultan Abdülaziz’in iradesiyle 4 Temmuz 1863’te Meclis-i Maârif’teki işine son verilerek memuriyetten ihraç edilmiştir.
1860'da Agah Efendi ile birlikte Tercüman-ı Ahvâl Gazetesi'ni çıkararak gazeteciliğe başladı. Bu gazete ile birlikte ilk özel Türk gazetesi yayın hayatına girmiş oldu. Şinasi’nin Türk edebiyatında batılı tarzda ilk tiyatro eseri olan Şair Evlenmesi adlı piyesi bu gazetede imzasız olarak yayımlandı. Kostaki Efendi’nin “"Heyet-i Sabıka -i Kostaniye"” adlı eserini de Rumcadan çevirerek gene tefrika tarzında bu gazetede yayımladı. “"Tefrika"”, “"abone"” gibi gazetecilik terimleri de ilk defa onun tarafından dile kazandırıldı.
Altı ay Tercüman-i Ahval’i Agâh Efendi ile çıkardıktan sonra ayrılıp kendi matbaasını ve gazetesini kurmak için tek başına çalışmaya başladı. Tasvir-i Efkâr adlı gazetesinin ilk sayısı 27 Haziran 1862’de yayımlandı. büzziya Mehmed Tevfik’e göre gazetenin ilk sayısı Sadrazam Keçecizade Fuad Paşa tarafından Abdülaziz’e sunulunca padişah gazeteyi çok beğenmiş, mükâfat olarak Şinâsi’ye 500 altın göndermiştir. Tasvir-i Efkârın kuruluşundan dört ay sonra Namık Kemal, ardından Ebuzziya Tevfik gazetede çalışmaya başladı.
Şinasi, 1863'te Meclis-i Maarif'teki görevine son verilmesinden sonra 30 Ocak 1865’e kadar Tasvîr-i Efkâr’ın başında kalmaya devam etti. Tasvîr-i Efkâr’da yayımladığı Cerîde-i Askeriyye hakkındaki yazısı üzerine Sadrazam Fuad Paşa kendisine bir mektup göndererek bu dergiyle ilgilenmesini istediyse de Şinasi’nin bu vazifeyi kabul veya reddettiğine dair bir kayıt bulunamamıştır.
Bu dönemde Ruzname-i Ceride-i Havadis gazetesinde bir dil meselesi ile ilgili olarak Şinasi’ye karşı yazılan imzasız yazılar önemli bir kalem savaşı başlattı. Başkalarının da katılımıyla büyüyen ve edebiyat tarihine “Mesele-i Mebhusetü Anha” olarak geçen bu tartışmada Ruznamedeki yazıların dil konusunda muhafazakâr bir tutumu olan Küçük Sait Paşa’ya ait olduğu bilinir. Tartışma, Şinâsi’nin tutumu ve eleştiri için ortaya koyduğu özlü kurallar bakımından önem taşır. Şinasi, Tasvir-i Efkar’ın tirajını, o güne kadar hiçbir gazeteye nasip olmamış bir şekilde yükseltip 20.000 üzerine çıkaran tartışmayı 4 ay sonra 27 Aralık 1864’te birden kesmiş ve bir süre sonra Paris’e kaçmıştır.
Şinasi, Tasvir-i Efkar gaze |
tesini kurduktan sonra Bahçekapı’da Tasvîr-i Efkâr Matbaası’nda matbaa, yayım ve editörlük işleriyle de ilgilenmiştir. Şinasi’den önce bu faaliyetler devlet eliyle resmî ve yabancı tebaa tarafından yarı resmî olarak sürdürülmekteydi. Şinasi, kendi ekonomik sermayesiyle bu faaliyetleri yürüten ilk kişi oldu.
Şair, kendi şiirlerinden yaptığı seçkiyi Müntahabat-ı Eş'ar adıyla 1862’de bu matbaada yayımladı . Şiirlerini “"Divan"” adı dışında bir adla, kendine ait bir matbaada basıp okuyucusuna sunması “"divân tertip etme geleneğini kırma ve yıkma yolunda somut bir adım"” olarak değerlendirilir.
Şinasi, gazetede tefrika halinde yayımlanan yazıları Tasvir-i Efkâr Matbaası’nda kitap olarak bastı. Bu eserlerin başında Ahmed Vefik Paşa’nın Ebülgazi Bahadır Han’dan tercüme ettiği "Uşal Şecere-i Türkî"’si ve "Hikmet-i Târîh"’i, Kâtib Çelebi’nin "Düstûrü’l-amel li-ıslâhi’l-halel" ve "Mîzânü’l-hak fî ihtiyâri’l-ehak" adlı kitapları, Behcet Molla’nın Bufon’dan yaptığı "Târîh-i Tabîî" tercümesi gelir.
1865’te Tasvir-i Efkar’ı Namık Kemal’e bırakıp Fransa’ya gitti. Şinasi’nin bu gidişinin arkasında 1 Ocak 1865’te yürürlüğe konacak olan Matbuat Nizamnâmesi’nin ağır şartlarının bulunduğu tahmin edilmektedir. Paris’te sözlük çalışmalarına yöneldi. Masrafları Mustafa Fazıl Paşa tarafından karşılandı, Jean Pietri vasıtasıyla Nâmık Kemal’le haberleşti. Ancak Namık Kemal ve diğer Yeni Osmanlılar Paris’e geldiklerinde onlardan uzak durarak çalışmalarına devam etti. Société Asiatique Üyeliği'nden ayrıldı.
1867’de Sultan Abdülaziz Paris’e gelince Padişaha refakat eden Fuad Paşa ile görüşüp İstanbul’a dönmesi konusunda söz veren Şinasi, padişahın maiyetiyle beraber Peşte’ye gitti. Padişahın ayrılmasının ardından orada bir süre daha kalıp Macar dil bilginleri ve şarkiyatçılarla görüştü. 24 Eylül 1867’de Köstence yoluyla İstanbul’a dönen Mustafa Fazıl Paşa’nın Peşte’den onu da alıp İstanbul’a getirdiği düşünülür. Sadece birkaç ay İstanbul’da kalan Şinâsi bu arada, Fuad Paşa’ya bir dilekçeyle başvurup İstanbul’a dönmesi yolunda yardım ricasında bulunan karısını bu davranışından dolayı boşadı.
Paris'e kısa bir süre sonra tekrar döndü. Burada kaldığı iki yıla yakın sürede, Fransa Millî Kütüphanesi’nde Osmanlı Lügati için çalıştı. Neredeyse hayatının tek amacı haline gelen bu eser “tı” harfine kadar hazırlanmıştır. Ancak bu çalışmaların günümüze kadar hiçbir parçası ele geçmemiştir.
Şinasi, 1869'da İstanbul'a dönüp bir matbaa açtı ve eserlerinin basımıyla uğraşmaya başladı. Önce Bâbıâli’deki matbaasına yerleşip dizgi işlerini kolaylaştırıcı bir sistem arayışına girdi, ilâveleriyle beraber 500-600 çeşidi bulan harf sayısını 112’ye indirdi ve bu yeni teknikle eserlerini bastı.
13 Eylül 1871'de beyin tümöründen vefat etti. Ayaspaşa Mezarlığı’na defnedildi. Mezarının yeri kaybolmuştur.
Şinasi’nin ölümünden sonra Ebüzziya Tevfik, “"Müntahabat-ı Tasvir-i Efkâr"” (1885–1886) adlı kitabı hazırladı.
Yine Ebuzziya Tevfik tarafından aynı isimle 1894 yılında çıkarılan başka bir kitapta ise Şinasi’nin Tasvir-i Efkâr’da çıkan bazı makaleleri bir araya toplanmıştır.
Fatîn Efendi’nin Hâtimetü’l-eş‘âr adlı tezkiresinin, Şinâsi tarafından yeni bir tertip ve ifadeyle hazırlanan baskısının ilk elli iki sayfasını (17-21 arası eksik) Ömer Faruk Akün formalar halinde ele geçirip 1961’de yayımlandı.
Ney
Ney (Farsça: نی; Arapça: ناي; Türkçe: ney; diğer: nai, nye, nay, gagri tuiduk, ya da karghy tuiduk), üflemeli çalgıdır. Kaşgarlı Mahmut, Divân-ı Lügati't-Türk adlı Türk kültür ve dilini anlatan eserinde, Sagu denilen, "Erler" için düzenlenen, ölüm, erdem ve acıları anlatan tören'lerde kullanıldığını aktarmıştır.
"Ney", yakın zamanlarda Farsça'ya geçmiş olup "nâ" veya "nay" (kamış) adını almıştır. Arap toplumunda da üflemeli çalgıların hemen tümü için kullanılan "mizmâr" sözcüğü ise, (nefes borusu, ses organı anlamında) ney için de kullanılmıştır. Türkçede ise hemen her zaman "ney" olarak anılmıştır. Kavimler Göçünden çok eski zamanlardan kalan, Runik Harfler'in aslının henüz anlaşıldığı; Proto Türk Yazıtları zamanından kaldığı düşünülen kültür'izleri gibi miras kalmış olan, çok az kültürel öğelerin devamı olarak ise, bugünkü Romanya’da "nayu" olarak adlandırılır..
Sümer toplumunda MÖ 5000 yıllarından itibaren kullanıldığı sanılan bu çalgıya ait elimizdeki en eski bulgu, MÖ 3000-2800 yıllarından kalan bugün Amerika'da Philadelphia Üniversitesi Müzesi'nde sergilenen neydir. Çalgının o dönemlerde de dinsel törenlerde kullanıldığı sanılmaktadır.
Günümüzde ney, Türk sazı olarak anılmaktadır ve tasavvuf müziğinin bir simgesi haline gelmiştir. Bir müzik aleti için kullanılan "çalmak" yerine, Ney için üflemek tabiri kullanılır. Burada üflemenin mecazi bir anlamı vardır. Kaynağını İslam'da Allah'ın insanı yaratırken ruhu üflemiş olmasından alır. Bu mecazdan etkilenilmesini sağlayan bir unsur da; flüt çalarken "Tü", yan flüt için "Fü" seslerinin ağızdan çıkması gibi ney üflenirken ağızdan "Hû" sesi çıkarılmasıdır. Hû, tasavvufta "O" demektir.
Kargı denilen bir çeşit budaklı kamıştan yapılır. Bu kamışın tür olarak Latince ismi arundo donax'tır. Türkiye'de güneydoğu, Akdeniz ve Ege bölgelerinde yetişir. Ayrıca Mısır (Nil nehri civarı), Suriye (Asi nehri civarı) ve Kuzey Kıbrıs'tan da neylik kamış toplanmaktadır. Akortlarına göre çeşitli boylarda olan ney, dokuz boğumdan meydana gelmiştir. Üzerinde altısı üstte biri altta olmak üzere 7 delik mevcuttur. Bu delikler, açkı ile delinerek elde edilir. Buselik (Natürel Si) perdesinin düzgün çalınabilmesi için alt tarafa bir delik daha açılabilmektedir.
Neye son yüzyıllarda eklenmiş üflemeyi kolaylaştırıcı önemli bir bölüm de başparedir. Başpareler manda boynuzundan, fil dişinden, şimşir gibi bazı sert ağaçlardan ve son zamanlarda yaygınlaşan delrin denilen bir cins sert plastikten yapılır. Alt kalite neylerin başparelerinde normal plastik, PVC gibi malzemeler de kullanılmakla birlikte bir profesyonel için sayılan dört malzeme önerilmektedir.
Manda boynuzu başparenin kalitesini belirleyen en önemli etmenler, boynuzun 25 yaşlarında yani doğal ömrünün sonlarında ölmüş bir mandadan alınmış olması, yapısında çatlak ve kırık olmayacak şekilde sıkı olması ve ölçülere uygun olarak özenle hazırlanıp doğru şekilde cilalanmış olmasıdır.
Bir neyin düzgün akortlu olabilmesi için 9 adet boğumdan oluşması ve bu boğumların her birinin birbirlerine eşit olması şarttır ki böyle bir kamışın sazlıkta bulunması çok enderdir. Bu sebeple ney yapımcıları perde deliklerini açarken kaydırma denilen bir yöntem kullanarak neyin akordunu istenilen frekanslarda ayarlamaktadırlar. İdeal ölçülerde bir neyin fiyatı çok yüksektir ve bulunması çok zordur.
Profesyonel kalitede bir neyde aranacak özellikler; kamışın sarı renkli ve sık lifli olması, çok kalın ya da ince olmaması, boğum genişliklerinin ve boylarının orantılı biçimde azalmasıdır. Neyin kalın veya ince olması, inebildiği en kalın sesi ve çıkabildiği en tiz sesleri etkilemektedir.
Mesnevi ilk 18 beytinde neyden bahseder, sonraki 6 cildinde de bunu açıklar. Burada ney sembolü altından bir dünya görüşü ve bir medeniyet anlatılır. Neyzen olmakla bu dünya görüşünü öğrenmeye de talip olmak da ilişkilendirilmektedir.
Başlıca 13 çeşit ney vardır. Kısadan uzuna doğru ana ahenk ve ara ahenk (mabeyn) ney çeşitleri aşağıdaki gibidir:
Not: Neylerin uzunlukları yaklaşık ölçülerdir. Kamış çapına ve hacmine bağlı olarak bu oranlar artı ya da eksi değişkenlik gösterirler.
Neylerin boyları uzadıkça ses elde edilmesi, kontrolü ve parmakların perdelere rahatça ulaşıp kıvrak hareket edebilmesi zorlaşmaktadır. Bu nedenle neye yeni başlayacak bir kişiye mansur veya kız neyi gibi orta-üst uzunlukta neyler tavsiye edilmektedir. Bu neylerde hakimiyet sağlayan kişi daha kısa neylerde kolayca başarılı olabilir. Şah ney günümüzde bazı usta neyzenler tarafından solo olarak kullanılmakta, Davud ney çok nadiren kullanılmakta, Davud-Bolahenk Mabeyni ile Bolahenk neyler ise hemen hiç kullanılmamaktadırlar. Klasik Osmanlı Musıkisi icracıları genellikle mansur, kız, yıldız ve sipürde ahenklerinde icra ettiklerinden bu ahenklerdeki neyler en çok kullanılanlardır.
Ney icra olanakları açısından zengin ve teknik yönden güç bir çalgıdır. Neyden sağlıklı bir ses çıkarılması bu çalgıya yeni başlayan birinin karşılaşacağı ilk engeldir. Kişisel seçime bağlı olarak sağ ya da sol üflemeyi seçtikten sonra neyzen adayının kendi dudak ve diş yapısına uygun dudak pozisyonunu ve üfleme açısını deneme yanılma yoluyla bulması ve bu pozisyonu pürüzsüz bir ses çıkartacak şekilde oturtması ilk aşamada kazanılması gereken bir beceridir. Bu sebeple neyden çıkarılması en kolay ses olan neva sesi yani bütün parmaklar açık iken çıkarılabilen en pes ses üzerine yoğunlaşılmalıdır.
Daha sonra perdeler gittikçe kapatılarak peste doğru nim hicaz, çargah, segah, kürdi, dügah ve rast sesleri sürekli üflemek suretiyle oturtulmalı, her durumda hatasız çıkartılabilir hale getirilmelidir. Bu aşamadan sonra neyzen adayı zor yolu seçerek dem sesler denilen ve acem aşiran perdesinden aşağıya doğru pestleşen perdelere yoğunlaşabilir ya da nevadan tiz perdeleri ekleyerek ses üflemeye devam edebilir.
Deliklerin belli ölçülerde kapatılması ve üfleme açısının içe veya dışarı çevrilmesi ile Türk Sanat Müziğindeki 9 komalık sistemdeki ara sesler icra edilebilmektedir.
Neyde eser icra edilmesi, aşılması kişinin yeteneğine göre ortalama iki, üç ya da dört yıl süren teknik zorlukların ortadan kalkmasından sonra anlam kazanır. Çünkü teknik zorlukları aşmamış bir neyzen adayının ses rengi, müzikalite, nüanslar ve ney tavrı gibi ileri aşama noktalarda başarı göstermesi beklenemez. Bu süreç geride kalana kadar bazı icrası kolay eserler etüd olarak çalışılabilir.
Ney keman gibi perdesiz bir çalgıdır; Yani nefes ve parmakların ince ayarlı hareketleriyle belli aradaki her frekansı üretebilir. Hangi frekansı çıkaracağını kulağıyla bilmeyenler zorlanacaktır. Öğrenilmesi bu yüzden güç bir çalgı olduğu için müzik konusunda yeteri kadar bilgi ve beceri birikimi olmayan bi |
rinin mutlaka bir eğitmen gözetiminde çalışması gerekir.
Neyde sesler dem ses denilen temel sesler ve bunların doğuşkanlarından elde edilir. Perde olarak da adlandırılan delikler nefesin çıkacağı noktaları belirtip neyin iç kısmındaki hava sütununun uzunluğunu tayin ederler. Üfleme şiddetine göre aynı perdeden doğuşkanlar sırasına göre pek çok ses elde edilir. En hafif üflemede önce sesin kendisi ya da temel ses, daha şiddetli üflendiğinde onun sekizlisi, sonra bir önceki sesin beşlisi ve son olarak aynı oktavın sekizlisi en çok kullanılan sesleri oluşturur. Bundan daha şiddeti üflendiğinde çıkan tüm sesler bir fisagor koması pes çıkacağı için dik düşünülerek üflenmelidir. Böylece kaba rasttan tiz nevaya kadar iki buçuk oktav olan ses sahası, üç oktava yakın bir noktaya kadar genişletilebilir. Tampere sisteminde icra edilirken perdelere yarım basma ya da dudak - başpare açısını değiştirme gibi yöntemler uygulanır.
Neye özgü süslemeler çarpma denilen parmak süslemeleri, triller, mordanlar ve kaydırma denilen glissando ve portamento hareketleridir. Bu kaydırmalar üflenilen seslere hakim olmayı ve ahenkli bir dudak - parmak uyumunu gerektirir. Örneğin neyde kesintili üflemeler dil ile tü-tü şeklinden çok dudak ile vav-vav şeklinde icra edilir.
Neyin sesi pek çok enstrumanda olduğu gibi çalındıkça güzelleşir. Ancak tınısal karakterdeki bu değişim neyde çok belirgindir. Üflendikçe neyin ses kutusu denilen ilk boğumundan başlayarak kamışın iç kısmı zamanla kararır. Yanma denilen bu olay neyzenin soluğundaki asidin kamış iç yüzeyine nüfuz ederek ince bir tabakayı hafifçe oksidasyona uğratmasından kaynaklanır. Bu durum çok yavaş bir süreç içinde gerçekleşir ve ney üflenmeye başlandıktan ortalama 6 ay sonra genellikle küçük bir leke olarak başlar. Bu süreç tamamlanana yani neyin tüm iç kısmı kararana kadar geçen zamanda neyden çıkan ses gittikçe farklılaşarak yanık ve doğuşkanlar yönünden zengin, etkileyici bir karakter kazanır.
Ney perdesiz yani ara sesleri de çıkartabilen bir çalgıdır. Dolayısıyla ne ile Klasik Osmanlı Müziği yanında Batı Müziği, Popüler Müzik, Caz Müziği, Halk Müziği gibi pek çok türün ses sistemleri de icra edilebilir. Neyde transpozisyon (göçürüm) farklı boylarda neylerin eserin ahengine (tonuna) göre seçilmesi yoluyla ya da neyzenin çok zor olan dudak transpozisyonunuda icra etmesiyle elde edilir. Neyin ortalama 2,5 oktav olan ses genişliği neyzenin ustalığına bağlı olarak 3 oktava kadar çıkabilmektedir.
Ney, doğal ve hassas bir malzeme olan kamıştan yapıldığı için bakımı ve korunması uzun ömürlülüğü ve verimliliği açısından çok önemlidir. Çalgı darbelerden, ani sıcaklık değişimlerinden, çok soğuk ve çok sıcak ortamlardan korunmalıdır. Ney üflenmeden önce ağız temizliğine dikkat edilmeli ve ağız içinde yemek artığı olmamalıdır. Neyin bir diğer düşmanı ise nemdir. Çok nemli ortamlardan korunması yanında ney üflendikten sonra mutlaka oda sıcaklığında açık ortamda bir süre tutulmalı ve nefesteki nemin kamış içinde yoğunlaşmasından ortaya çıkan suyu atması sağlanmalıdır. Buna dikkat edilmediğinde ve yemek yedikten hemen sonra üflendiğinde neyin içinde ortaya çıkan küf ve bakteri plağı gibi oluşumlar neyin sesinin kapanmasına yol açabilir. Ses kutusu içinde oluşan bu katmanlar pamuklu bir kulak temizleme çubuğuyla nazikçe temizlenebilir. Ancak bu yapılırken ses kutusunun hemen dibindeki darca deliğe müdahale edilmemelidir. Bu delik etrafında oluşan katmanların üfleme yoluyla kendiliğinden ortadan kalkması beklenmelidir.
Neyin bakımında önemli bir başka nokta da neyin yağlanmasıdır. Bu işlem için kullanılabilecek en iyi yağ çok ince ve tortu bırakmayan bir yağ olan susam yağıdır. Ancak çok pahalı bir yağ olması nedeniyle susam yağı temin edilemediğinde katkısız yemeklik fındık yağı veya tatlı badem yağı kullanılabilir. Yağlama işleminden önce neyin iç kısmında hiç nem olmamalıdır. Bu sebeple yağlanacağı gün neyin üflenmesi tavsiye edilmez. Yağlama metodu olarak en sık kullanılan yöntem neyin boyundan daha uzun ve çapından daha geniş ve alt kısmı kör tapayla kapatılarak yalıtılmış bir PVC borunun içine yağ konularak neyin başparesi çıkarılmış halde bu tankın içine ses kutusu alta gelecek şekilde batırılması yöntemidir. Burada yaklaşık 10 dakika tutulan ney, çıkartılarak fazla yağın bir süre akması beklenmeli, daha sonra gazete kâğıdı gibi bir örtünün üstüne yatırılarak dış kısmındaki fazla yağ silinmelidir. En son olarak ney en alt kısmından başaşağı duracak şekilde bir sicim yardımıyla sabit bir noktaya asılmalı ve altına süzülen yağı toplayacak bir kap konulmalıdır. Bu şekilde yaklaşık 7-8 saat tutulan neyin iç kısmındaki yağın emebileceği kadar kısmını emmesi ve kalan tüm fazla yağı atması sağlanır.
Neyin yağlanmasında yapılabilecek bir yöntem de, deliklerin kapatılması yoluyla olmaktadır. Bant yardımı ile deliklerin kapatılmasından sonra, yağın ney içine dökülmesi ve ney içinde baştan uca gezdirilmesi gerekir. Yağ neyin içinde gezdirildikten sonra kabına bir huni yardımıyla geri konulabilir ve bantlar çıkarıldıktan sonra ney sızdırılmak üzere bekletilir. Fakat bantların ney yüzeyini tahrip etmesinden kaçınmak gerekir.
Yağlama periyodları yeni bir neyde ilk 3 ay için haftada bir, ikinci üç ay için 15 günde bir, sonrası içinse ayda bir uygulanmalıdır. Yaşı bir yılı aşan neylerde genellikle 3 ayda bir yağlama yeterli olmaktadır. Çünkü bir yıldan sonra neyin iç kısmı büyük ölçüde kararmış olacak ve bu yanık tabaka aynı zamanda koruyucu bir katman oluşturacaktır ve iç kısmı kaplayan zar ortadan kalkacağı için ney yağı daha fazla oranda emebilecektir.
Başparelerin bakımında kullanılan malzeme önemlidir. Delrin başpareler hiç bakım gerektirmezler. Manda boynuzu ve ağaç başparelerin ise yağlanmaları malzemeyi ve titreşime duyarlılığı korumak açısından şarttır. Yağlanmayan manda boynuzu başpareler kırılgan hale gelir, boynuz kolatca tabakalara ayrışır ve ince kısımlarının hafif dokunuşlarda bile pul pul dökülmesi eğilimi başlar.
Ney sazının tasavvuf müziği dışında Türk Sanat müziğinde de kullanımı ve Sanat müziği bestekârlarının Tasavvuf Müziği de bestelemelerinin sonucunda ney ile üflenemeyen ara değer notalar için bir arayışa girilmiştir. Özellikle "Kutb-ün Nayi" Niyazi Sayın ile ney için olmayacak bir ses olan Hisar (Mi bemol) artık üflenebilir hale gelmiştir.
Cam ney tasavvufla cam sanatını bir araya getiren çalışmadır. Türkiye'de ilk kez 2006 yılında yapılmıştır.
Bugün hayatta olmayan tanınmış neyzenler:
Kutb-ün Nayi Osman Dede, Kutb-ün Nayi Aka Gündüz Kutbay, Sultan 3. Selim, Şeyh Yusuf Dede, Şeyh Mustafa Nakşi Dede, Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Mehmed Said Dede, Neyzen Yusuf Paşa, Neyzen Dede Sâlih Efendi, Neyzen Aziz Dede, Neyzen Tevfik (Kolaylı), Neyzen Emin Dede (Yazıcı), Rauf Yekta Bey, Hüseyin Fahreddin Dede, Ressam Halil Dikmen, Halil Can, Süleyman Erguner (dede), Emin Kılıç Kale, Hayri Tümer, Gavsî Baykara, Ulvi Erguner, Burhanettin Ökte, Ahmet Polatöz , Polat Kale, Fuat Türkelman, Doğan Ergin, Ârif Biçer, Sencer Derya, Ekrem Vural, Şemsettin Güvey ve Ahmet Yakupoğlu olarak sıralanabilir.
Bugün hayatta olan neyzenler:
Kutb-ün Nayi Niyazi Sayın, Sıtkı Emeklican, Selâmi Bertuğ, Fikret Bertuğ, Ömer Erdoğdular, Sadrettin Özçimi, Kudsi Erguner, Süleyman Erguner (torun), Ümit Gürelman, Ârif Erdebil, Mahmut Bilki, Uğur Onuk, Ali Sezâî Balakbabalar, Yavuz Akalın, Murat Sâlim Tokaç, Yusuf Kayya, İbrahim Benlioğlu, Bülent Özbek, Sâlih Bilgin, Aziz Şenol Filiz, Mustafa Güvenkaya, Yavuz Ballıoğlu, Hüseyin Kutsî Sezgin, Fahrettin Acar, Ahmet Şahin, Arif Şenyüz, Abdullah Güneş, Cevdet Yıldız, Ömer Bildik, İlhan Barutcu, Kâşif Demiröz, Zinnur Kanık, olarak sıralanabilir.
Pablo Picasso
Pablo Picasso, tam adı ile Pablo Diego José Francisco de Paula Juan Nepomuceno María de los Remedios Cipriano de la Santísima Trinidad Ruiz y Picasso (25 Ekim 1881 - 8 Nisan 1973), İspanyol ressam ve heykeltıraş. 20. yüzyıl sanatının en iyi bilinen isimlerindendir. Georges Braque ile birlikte kübizm akımının temelini atmıştır.
Picasso 25 Ekim 1881'de Malaga, İspanya'da doğdu. Babası bir ressam ve resim öğretmeniydi. Küçük yaşta resim yapmaya babası tarafından yönlendirildi. Resim yeteneği kısa sürede keşfedildi. 1895'te Güzel Sanatlar Okulu'na girdi. 1901 yılından itibaren anne soyadı olan Picasso'yu kullanmaya başladı. Eserleri İspanyol bir dergi olan Juventut'ta yayınlandı.
1900'de ilk kez Paris'e gitti. Dönemin yenilikçi sanatçılarının yaşadığı Montmartre semtinde bir süre para içinde yaşadı. Picasso yaklaşık 1901-04 arasındaki ilk dönem yapıtlarında sıradan insanların, sirk palyaçolarının, akrobatlarının resimlerini yaptı. Büyük kentlerdeki yaşam kadar, sirk yaşamı da ilgisini çekiyordu. Ne var ki, tablolarında bu yaşamın hüzünlü yanını yansıttı. Sanatçının bu dönemi 'Mavi Dönem' olarak tanımlanır.
Picasso, Georges Braque ile kübizmin temellerini atmış sayılmaktadır. 1907'den 1914'e kadar kübist olarak adlandırılan tarzda tablolar yapar. Kübist tabloların genel özelliği, geometri ve geometrik şekillerin kullanılmasıdır. Resmedilen nesneler geometrik formlar oluşturacak şekilde basitleştirilmiş yahut geometrik şekillere bölünmüştür. Kübizmin bir diğer özelliği de uzaydaki üç boyutlu bir cismi iki boyutlu yüzeye aktarma çabasıdır. Bu amaçla Picasso, şekilleri yanal yüzeylerine bölüştürüp her birini iki boyutlu yüzeyde göstermeye çalışır. Yine bu nedenden portrelerindeki insanların hem profili hem de önden görünüşü görülmektedir.
I. Dünya Savaşı sırasında Picasso, Jean Cocteau ile beraber Roma'da kalır. Burada sahne dekoratörü olarak çalışırken dansçı Olga Kokhlova'yla tanışır. Picasso ikinci eşi olan Olga Kokhlova ve oğlunun birçok portresini yapmıştır.
20'li yılların başında ressam klasisizme geri döner: Trois Femmes à la fontaine (1921, Modern Sanat Müzesi, Paris). Ayrıca mitolojiden de esinlenir: les Flûtes de Pan (1923, Picasso Müzesi, Paris).
Picasso tanınan en üretken sanatçıdır. Guiness Rekorlar Kitabı'na göre, toplam resim, 100,000 baskı, 34,000 kitap resmi ve 300 heykel ve birçok seramik |
ve çizim üretmiştir.
Bir genelevdeki beş hayat kadınını gösteren ve Kübizm akımının en önemli örneklerinden biri olarak görülen ünlü eseri "Avignonlu Kadınlar", Fransa'da 1907 yazında çizilmiştir
En tanınmış eseri Alman hava kuvvetlerinin Guernica kasabasını bombalamasını anlatan "Guernica" adlı eseridir. Resim 1937'de yapılmıştır. Bu resim şu anda Madrid'de Reina Sofía Müzesinde bulunmaktadır. Picasso, bir sergisi sırasında kendisine, "Bu resmi siz mi yaptınız" diye soran bir Alman generaline, "Hayır, siz yaptınız" cevabını vermiştir. Bu resim Picasso'nun savaşa ve Guernica'nın bombalanmasına karşı duyduğu güçlü nefreti anlatmaktadır. Resimdeki insan ve hayvan figürleri acı, hüzün ve savaşa karşı duyulan nefreti yansıtmaktadır.
Ayrıca 1911 yılında Leonardo Da Vinci'ye ait Mona Lisa eserini, bu eserin doğduğu şehir, Floransa'ya kaçırmakla suçlandı.
Alparslan
Alparslan şu anlamlara gelebilir:
Immortal
Ulus (anlam ayrımı)
Kangren
Kangren veya kompartıman sendromu, dokuların kendilerini besleyen atardamarların herhangi bir sebeple, tamamen yetersiz hale gelmesi sonucunda hayatiyetini kaybetmesi durumu.
Kangren, kuru ve yaş diye nitelendirilebilir.
"Kuru kangren de" simsiyah bir renk alan kangren bölgesi, kupkuru bir halde olup, bir mumyayı andırır. Bu tip kangren, atardamar tıkanması sonucu olur. kangrenli bölge, canlı bölgeden çok belirgin bir çizgi ile ayrılır. Buna demarkasyon hattı veya atılma çizgisi denir.
"Yaş kangren" beslenmesi aşırı derecede bozulmuş dokuların sıyrık yoluyla mikrop kapması veya kuru kangrenin enfeksiyona maruz kalması sonucunda meydana gelir. Yaş kangren, en çok şeker hastalığının yaptığı damar bozuklukları sonucu meydana gelen kangrenler de görülür. Çünkü şeker hastalığında enfeksiyonlara karşı bir eğilim vardır. Enfeksiyon süratle ilerlediğinden, kangrenli uzvun sağlamca görülen kısımları da şişer, kızarır ve bu kısımda su dolu kesecikler meydana gelir. Zararlı maddelerin kana geçmesi sonucu hastanın durumu hızla bozulur.
Kangren, hemen birçok organ ve dokuda görülebilir ve en çok kollar, bacaklar, apandisit, ve ince barsaklarda görülür. Nadiren safra kesesi, testisler ve erkek cinsel organında da ortaya çıkabilir.
Kangrenin bir çeşidi de, "gazlı kangre"ndir. Bol kas harabiyeti olan yaralara, oksijensiz yerlerde yaşayan bakterilerin girmesiyle meydana gelen ve zamanında müdahale edilmezse ölümle sonuçlanan bir durumdur. En çok, savaş yaralarında, kirli ve bakımsız yaralarda görülür. Çoğalan bakteriler gaz meydana getirirler. Bu bakteriler içinde en önemlisi "Clostridium perfringens"`tir. Dokular gazla gerildiği için ilk belirti olarak, hasta pansumanları veya sargı alçının sıkmasından şikayet eder. Daha sonra fasiaların (kaslar üzerini örten zarlar), altında toplanan fazla gerilmesi sonucu çok şiddetli ağrılar olur. Bir pensle derinin üzerine vurulunca davul sesi alınır. Durum daha da ilerleyince besleyici damarlar çok sıkıştığından deride mavimsi lekeler meydana gelir. Buna paralel olarak ağır bir septik (iltihabi) şok tablosu, ruhi bozukluklar ve akut böbrek yetmezliği ortaya çıkar.
Damar sertliği zemininde bir atardamarın iç yüzeyinde bir pıhtı oluşursa, o damarın beslediği organda gangren meydan gelir. Örneğin bacakta oluşursa; önce şiddetli ağrı, karıncalanma, solukluk veya morarma, bacağı hareket ettirememe, bacağın altındaki damarlarda nabzın alınamaması ve soğukluk ortaya çıkar. Daha sonra kuru ve yaş gangren gelişir.
Komşu dokulardaki dolaşımın durumuna, kangrenin sebebine ve yerine göre değişiklik gösterir. Örneğin; barsak düğümlenmeleri, sonucu ortaya çıkan kangrenler, akut apandisit acil cerrahi müdahale gerektirir. Uzuvlarda ortaya çıkan bir kuru kangren durumunda, kangrenli dokunun kendiliğinden düşmesi beklenebilir. Fakat yaş kangren durumunda, acilen uzvun çıkarılması gerekebilir. Şeker hastalığına bağlı kangrenleri önlemek için öncelikle şeker hastalığı kontrol altına alınmalıdır. Kısacası tedavi nedene yönelik olmalıdır.
Kartal, İstanbul
Kartal, İstanbul'un Anadolu yakasında, Marmara Denizi kıyısında, Kocaeli Yarımadası'nın güney batısında yer alan, 2008 sayımına göre 501,209 (TÜİK) ve mücavir alanıyla birlikle 48.000 m² yüzölçümü olan bir ilçedir. Kartal ilçesi, batıda Maltepe, kuzeyde Sancaktepe, kuzeydoğuda Sultanbeyli ve doğuda Pendik ilçeleriyle çevrilidir. İstanbul'un en yüksek yeri Aydos Dağı ve İstanbul'un Balkonu diye adlandırılan Yakacık Tepesi Kartal'dadır.
Kartal'a bağlı Aydos Tepesi'nin adı Bizans döneminde "Aetos" idi. Aetos Yunancada "Kartal" anlamına gelir ve semt günümüzdeki ismini buradan almıştır.
Kartal ilçesi, Kocaeli yarımadasının güneybatı kesiminde yer alır. Doğusunda Pendik, batısında Maltepe, kuzeyinde Sultanbeyli ve Sancaktepe ilçeleri, güneyinde ise Marmara Denizi ile çevrilidir. Kartal yirmi mahalleden oluşmakta olup, 2186 adet cadde ve sokağa sahiptir. Yüzölçümü Aydos Ormanı dahil 391,73 km² dir. Kartal'ın önemli akarsularından Paşaköy Deresi, Kavaklıdere ve Fındıklı Dere Ömerli Barajı'na dökülür.
Karadeniz'in yağışlı iklimi ile Akdeniz'in ılıman iklimi arasında kalan Kartal kışın Balkan Yarımadası'nın soğuk, Karadeniz'in yağışlı ve Akdeniz'in ılıman güneşli ikliminin etkisinde kalır. Bu nedenle kıştan ilkbahara, yazdan sonbahara geçiş çok defa fark edilmez. Kış aralık ayından Nisan ayına kadar sürer, ortalama 7 gün kar yağar, yaklaşık 25 gün de don olur. Yazları sıcak ve kurak olup ortalama sıcaklık 24 derecedir. Kış ortalama sıcaklığı ise 5-6 derece civarındadır. İlçede poyraz ve lodos hakim rüzgarlardır.
Kartal İlçesinin tarihi gelişimini 6.yüzyılın başlarından itibaren incelemek olanaklıdır. İlçenin Samandıra ve Yakacık gibi yerleşim birimlerinde yapılan kazılarda çıkan tarihi yapıtların Bizans dönemine ait oldukları anlaşılmıştır. 1080-1083 yıllarında bütün Anadolu'yu ele geçiren Selçuklu Sultanı Kutalmışoğlu Süleyman Şah tarafından Pendik, Kartal ve Maltepe'nin ele geçirilmesinden sonra bu hükümdarla zamanın Bizans İmparatoru arasında Dragos Çayı sınır olarak belirlenerek 1081 yılında bir antlaşma yapılmış ve Süleyman Şah bu sınırın dışına çıkmamayı taahhüt etmiştir. Bu çay bugünkü Maltepe'nin batısında Maltepe ile Kartal arasında sınırı teşkil eden ve Dragos tepesinin yanından geçerek denize dökülen küçük bir sudur. Anadolu'da Türklerle Bizanslıların ilk sınırı bu anlaşma ile oluşturulmuştur. Kartal, 1400 yıllarında Osmanlı İmparatorluğu topraklarına katılmıştır. 1755 yılında Adalar'a bağlı bir nihayi olan Kartal 1757'de Üsküdar'a bağlı bir nihayi olur. 1850'de İzmit Sancağı'na bağlı bir kaza olan Kartal, 1861'de Vilayet Nizamiyesi'yle tekrar Üsküdar'a bağlanır. 1870 yılında çıkarılan bir nizamnameyle Kartal bir kaymakamlık olarak teşkil edilir ve bir yıl sonra temelli olarak İstanbul şehremaneti sınırlarına katılır. 1871 Vilayet Nizamnamesi gereğince Kartal'da belediye kurulur ve ilçenin ilk belediye reisi Yasin Ağa olur. Kartal, 1888 yılında İstanbul şehremaneti sınırlarına katılır.
1928'e kadar, o zaman Üsküdar'a bağlı olan Kadıköy'ün Bostancı, İçerenköy, Suadiye, İnönü ve Kayışdağı mahallelerini ve bugünkü Adalar ilçesini kapsıyordu. 1947 yılında, endüstri bölgesi olarak ilan edilmesinin ardından, Kartal, İstanbul'un hızla büyüyen ilçelerinden biri haline gelmiştir. 1951'de Gebze'den Tuzla beldesini alan ilçe, 1973'te, Haydarpaşa-Gebze banliyö tren hattının açılması ile birlikte bu gelişme ivme kazanmıştır. 1987'ye kadar İstanbul'un büyük ilçelerinden olan ve o dönem batıda Kadıköy, kuzeybatıda Üsküdar and Beykoz, kuzeyde Şile ve doğuda Gebze ilçelerine komşu olan Kartal, 1987'de Pendik (1987'de Pendik'e bağlanan Tuzla 1992'de ayrı ilçe olmuş ve 1994'te Esenyalı ve Güzelyalı semtlerini Pendik'e verip bugünkü sınırlarına ulaşmıştır), 1992'de Maltepe (1994'te Ümraniye'ye geçen ve bugün Ataşehir'e bağlı Yeni Çamlıca mahallesini kapsıyordu) ve Sultanbeyli ilçelerinin ayrılmasıyla oldukça küçülmüş, 1998'de Maltepe'den ayrılan Ferhatpaşa mahallesinin Samandıra Beldesi'ne bağlanmasıyla yeniden Kadıköy ilçesine komşu olmuş ve az da olsa büyümüşse de bugünkü sınırlarına 2009'da Ümraniye'den ayrılıp Sancaktepe adıyla ilçe olan Sarıgazi'ye Paşaköy'le Ferhatpaşa mahallesinin küçük bir bölümüyle birlikte bağlanan Samadıra'nın ve Ataşehir'e bağlanan Ferhatpaşa mahallesinin büyük bölümünün ayrılmasıyla ulaşmıştır. 2010'lu yıllarda, İstanbul'un iki ana adalet sarayından biri olan Anadolu Adliyesi'nin Kartal'a inşa edilmesi, ilçenin önemini arttırmıştır.
Kartal ilçesinin sosyo-kültürel yapısı çeşitlilik gösterir. Bunda iç göçün ve buna bağlı olarak artan nüfusun etkisi büyüktür. Cumhuriyetin erken yıllarında endüstriyel bir bölge olarak tasarlanan ve gelişen Kartal, özellikle 80'lerden sonra, İstanbul'un merkezi yaşama alanlarından birine dönüştü. Buna bağlı olarak kültürel yaşam da hızla gelişti. Hasan Ali Yücel ve Kartal Bülent Ecevit Kültür Merkezleri Kartal'ın merkezinde faaliyet sürdürürken, merkez dışındaki yerleşim yerlerinde ikamet eden vatandaşların ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla Hürriyet, Uğur Mumcu, Soğanlık ve Yakacık mahallelerinde de kültür merkezleri inşa edilmiştir. 1950 ve 1970’ li yıllarda, Kartal’da üç kapalı salon sineması ve 14 tane de yazlık sinema vardı.
2010 yılında kurulan Süleyman Şah Üniversitesi ilçe sınırları içerisinde kurulmuş ilk yüksek öğrenim kurumudur. Aynı zamanda Marmara Üniversitesi Özcan Sabancı Sağlık Bilimleri Fakültesi ve Maltepe Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Kartal'dadır. Kartal ilçesi sağlık kurumları açısından İstanbul'un en zengin ilçelerinden birisidir. İlçede 4 adet devlet hastanesi, 3 adet özel hastane, 5 adet poliklinik, 9 adet tıp merkezi bulunmaktadır.
Kartal‟da ilk vapur iskelesi 1857 yılında inşa edilmiştir. İlçede ulaşım denizyolu, demiryolu ve otoyol ile sağlanmaktadır. Kartal, Kurtköy 'de bulunan Sabiha Gökçen Uluslararası Havalimanı'na 15 kilometre uzaklıktadır. 1950’lerden beri Kartal ve Yalova arasında çalışan Mudanya ve Çardak isimli arabalı vapurları 1980'lerde emekliye ayrılmıştır. Günümüzde Kartal'dan Adalar ilçesine mot |
or, Yalova iline de deniz otobüsü seferleri yapılmaktadır. Boğaziçi Köprüsü ve Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'ne giden otoban ve E5 karayolu da Kartal'dan geçer. Kadıköy-Kartal arası uzanan Bağdat Caddesi ve Tuzla ile Bostancı arası sahil yolu Kartal'daki diğer karayolu ulaşım seçenekleridir. Kartal'a Haydarpaşa-Gebze arasında çalışan banliyö ve Haydarpaşa-Adapazarı arasında çalışan Adapazarı Ekspresi'yle de ulaşılabilir. Temmuz 2012'de açılan Kadıköy-Kaynarca metrosunun bir durağı Kartal'dadır.
Yıldız Teknik Üniversitesi'nin Mayıs 2013 tarihinde yaptığı ankette, Bakırköy, Adalar ve Kadıköy'le birlikte halkın kendini en güvende hissettiği dört ilçeden biri olmuştur. Son yıllarda ilçede yapılan büyük ölçekli rezidanslar nedeniyle demografik yapısında ciddi bir değişim gerçekleşmiştir. Kartal’da ortalama oturma süresi 17,22 yıldır. 1987 yılında Pendik, 1992 yılında Maltepe ve Sultanbeyli ve 2009 yılında Samandıra beldesinin Kartal ilçesinden ayrılması nedeniyle Kartal ilçesinin nüfusunda azalma meydana gelmiştir. 2008 TÜİK istatistiklerine göre en yoğun nüfuslu mahallesi Hürriyet mahallesi, en az nüfus barındıran mahalle ise Yukarı mahallesidir.
1. periyot elementleri
2. periyot elementleri
Nobel Edebiyat Ödülü
Nobel Edebiyat ödülleri her yıl Alfred Nobel'in sözleri ile "bir idealist eğilimi en farklı şekilde ifade eden yazara" verilmektedir. İsveç Akademisi her yıl bu ödüle layık kişileri seçmektedir.
Alfred Nobel'in bu sözü aslında başta birçok tartışmaya neden olmuştur. İsveç dilinde 'idealisk' kelimesi 'idealistik' ve 'ideal' olarak çevrilmektedir. Bu da Lev Tolstoy ve Henrik İbsen gibi dünyaca tanınmış yazarların başlarda yazdıkları yeterince idealistik bulunmadığından ötürü bu ödülü alamamalarına yol açmıştır.
3. periyot elementleri
Periyodik tabloda, 3. periyotta yer alan elementlere verilen isimdir.
Bunlar;
4. periyot elementleri
5. periyot elementleri
6. periyot elementleri
7. periyot elementleri
7. periyot elementleri, periyodik tablonun yedinci sırasındaki (periyodundaki) elementlere verilen genel addır. 7. periyotta bulunan tüm elementler radyoaktiftir. Yerkabuğunda bulunan en ağır element olan uranyum bu periyottadır.
Koningsdag
Koningsdag (Türkçe: "Kral Günü"), Hollanda'da her yıl nisan ayının 27'sinde Willem-Alexander'ın doğum günü olarak kutlanan bir bayramdır. 2013 yılına dek Koninginnedag (Türkçe: "Kraliçe Günü") adıyla anılmış ve Prenses Juliana'nin doğum günü olarak her yıl nisan ayının 30'unda kutlanmıştır.
Okmeydanı
Okmeydanı, İstanbul'un Kağıthane ve Şişli ilçelerine bağlı bir semttir. Fatih Sultan Mehmet'in bu bölgede okçuluk müsabakaları için kurdurduğu ok meydanı ve okçuluk tekkesi nedeniyle bu ad verilmiştir. Yakın komşuluğundaki caddelerde uzun mesafelere atılan okların düştüğü yerleri belirlemek için dikilmiş menzil (nişan) taşları vardır. Okmeydanı semtinin tapuları Fatih Sultan Mehmet Vakfındadır. Bu nedenle zaman zaman Okmeydanı semtinin yıkılması söz konusu olmuştur. Vakıf zaman zaman yıkım için bölgeye gelmektedir. Ama yıkım şimdiye kadar gerçekleşmemiştir.
Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Şişli Kaptanpaşa Mahallesi'nde bulunmaktadır ancak adında geçen "Okmeydanı" kelimesinden ötürü, Hastane ve yakın çevresi de Okmeydanı diye bilinmektedir ancak resmi anlamda bir bağı yoktur. Türkiye'nin fiziki anlamda en iyi okullarından biri olan "Beyoğlu Dilnihat Özyeğin Anadolu Lisesi,İ.T.O Anadolu Ticaret Meslek Lisesi,geçtiğimiz yıllarda hizmete açılan Cevdet Şamikoğlu İlköğretimokulu" ve "Cavit Çağlar İlkokulu", "Hacı Bektaş-ı Veli cem evi alevi kültür merkezi',"Cemal Kamacı Spor Kompleksi", "Fuat Soylu İlk Ögretim Okulu","Tülin Manço İlköğretim Okulu","Hüseyin Avni Kurşun İlk öğretim Okulu","Osman Tevfik Yalman İlköğretim okulu", "Halil Rıfat Pasa Lisesi" gibi önemli yapıları barındırır. Özel Okmeydanı Hastanesi Özel Hastahaneleridir. Semtin Okmeydanı Fetih Spor isimli takımıda bulunmaktadır.Ayrıca 2008 yılında şampiyon olan Okmeydanı Mahmut Şevket Paşa Spor klübüde bulunmaktadır.
II.Abdülhamit döneminde yaşanan göç ve savaşlar nedeniyle, İstanbul’da kimsesiz, bakıma muhtaç kişilerin, çocuk ve yaşlıların barınması ve bakımı için Darülaceze müessesesi kurulmasına karar verilmiş, yer olarak da Okmeydanı seçilmiştir. Darülaceze, Okmeydanı’nda hala faaliyetine devam etmektedir.
1912 yılında İstanbul-Okmeydanı’nda Marconi tarafından bir Telsiz Verici İstasyonu kurulmuştur. Kurulan bu istasyonda 600-1000 metre dalga boyunda yayın yapabilen spark (şimşek) tipi vericiler kullanılmıştır. Günümüzde bu istasyon bulunmamaktadır. Bu istasyon nedeniyle, mevki olarak, günümüzdeki Mahmut Şevket Paşa Mahallesi ve Darülaceze civarı “Telsiz altı” olarak adlandırılırdı.
Okmeydanı da kentleşmeden nasibini almıştır. Okmeydanı'nda her ne kadar çok fazla gecekondu bulunsa da, Mecidiyeköy'e yakınlığı gökdelenlerin artışına sebep olmuştur. Memorial Hastanesi buradadır.
Ayrıca, Okmeydanı'nda da lüks siteler bulunmaktadır. Middle-Ist konutları burada bulunmaktadır. (Bu konutlar adını, yaptıran firma Ortadoğu İnşaat'tan alır.)
Okmeydanı ve çevresi 97.478 m² alanıyla 10 Ocak 1976 tarihli 8885 numaralı bir kararla tarihi sit alanı olarak belirlenmiştir.
İkinci Yeni
İkinci Yeni, Türk şiirinde 1950'li yıllarda ortaya çıkmış bir şiir hareketidir.
Garip akımının şiir anlayışına tepki olarak doğmuş ve büyük bir şair topluluğu tarafından benimsenmiştr. İkinci Yeni şairlerinin en belirgin özelliği okuyucunun hayal dünyasında farklı çağrışımlar meydana getirebilmek için şiirlerinde Türkçenin kuralları dışına çıkmalarıdır. Hareketin kuramcısı ve isim babası Muzaffer İlhan Erdost'tur. Edip Cansever, İlhan Berk, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Sezai Karakoç, Ece Ayhan ve Ülkü Tamer İkinci Yeni Şiir topluluğu şairlerindendir.
Hareketin bir bildirgesi yoktur. İlkeleri sonradan şiirler yayımlandıkça ve de şiir üzerine yazılar, makaleler yayımlandıkça belirmeye başlamıştır. İkinci Yeni, birçok edebiyat eleştirmeni tarafından "Çağdaş Türk Şiirinin en son ve en özgün atılımı" olarak kabul görülürken bazıları için de edebiyatta bir skandal olarak değerlendirilmiştir.
İkinci Yeni, Türk şiirinde Garipçiler ve 1940 toplumcu gerçekçi kuşağının etkilerinin yoğun olarak hissedildiği bir dönemde ortaya çıktı. İkinci Yeni'nin doğuşunda dünyadaki mevcut şiir anlayışının büyük etkisi oldu. İkinci Yeni temsilcileri Dadaizm ve Letrizm gibi akımların dünyadaki yansımalarından etkilendiler. Varoluşçuluk düşüncesinin, Fransız gerçeküstücülerinin, gizemci ya da biçimci şairlerin Türkiye'de iyice tanınmasına paralel olarak İkinci Yeni şiir anlayışı şekillendi.
1950'lerde, önceleri birbirinden habersiz bir şekilde ve genellikle Garip şiirine bir tepki olarak yazan Ece Ayhan, İlhan Berk, Turgut Uyar, Sezai Karakoç, Cemal Süreya, Edip Cansever gibi isimler 1956'dan itibaren şiir ve yazılarını Pazar Postası'nda yayımlamaya başladılar. Böylece bu şairlerin eserlerinde görülen şiirsel değişim belirginleşti ve bir hareket niteliği kazandı. Muzaffer Erdost, 19 Ağustos
1956'da Son Havadis gazetesinde yayımlanan "İkinci Yeni" başlıklı yazısında bu şairlerin bir hareket temsil ettiği belirtildi. "İkinci Yeni"
nitelemesi daha sonra benzer şekilde şiir yazan bu şair grubunun adı olarak kabul gördü. Bu şairlere daha sonra Ülkü Tamer, Tevfik Akdağ, Yılmaz Gruda, Kemal Özer, Özdemir İnce, Nihat Ziyalan, Alim Atay, Seyfettin Başçılar, Ercüment Uçar gibi başka isimler de eklendi.
İkinci Yenicilerin genel özelliklerini edebiyat eleştirmeni Asım Bezirci şu şekilde belirtmiştir:
""Gelenekten kopukluk, biçimcilik (formalizm), günlük konuşma dilinden uzaklık ve gramerde deformasyon (değiştirim), duyuları ve algıları karıştırma
(karıştırım), özgür çağrışım, soyutlama, anlamsızlık, imgeleme, akıl dışılık, kapalılık, okurdan uzaklık, halka sırt çevirme, çevreden ayrılma ve kaçış…""
İkinci Yeniciler içeriğin biçimi tayin edeceğini savunarak dilin bilinen mantığının dışına çıkmış; türetilmiş suni kelimeler, şaşırtıcı isim ve sıfat tamlamaları kullanmış; alışılmış deyimleri farklı kılmış; noktalama işaretlerini reddetmişlerdir. İkinci Yenicilerin dili, Garipçilerin orta sınıf insanların günlük konuşma diline dayalı şiir diline tepkilerini ifade eder. Bu şiir dilinin benimsenmesinde gerçeküstücülük anlayışının da etkisi vardır. Gerçeküstücülük, ahlaki baskıyı hiçe sayan, içinde kural geçen bütün anlayışları reddeden bir düşünce akımıdır ve bu düşünceyi benimseyen şair noktalama işaretlerini ve bilinen sözdizimini göz önüne almadan şiir yazacaktır.
Şiirde anlamı temel öge olarak değerlendirmemesi İkinci Yeni şiirinin bir diğer önemli özelliğidir. Hepsi şiiri biçem ve simgeci bir anlatımla birleştirmiş ; kimisi anlamı hiç önemsememiştir.
Şehirli insanın iç dünyasını şiirinin başlıca konusu haline getiren İkinci Yeni şairleri bu kadar soyut bir konuyu ele aldıkları için yeni bir kelime anlayışı getirdiler ve " yaşlı sevinç", "tren dolu kadınlar" gibi alışılmadık kelime grupları kullandılar.
Şiirlerinde hayal gücüne ve duyguya ağırlık veren İkinci Yeni şairleri; bireyin yalnızlığı, sıkıntıları, çevreye uyumsuzlukları gibi temaları sıklıkla işlediler. Söylemek istediklerini soyut bir dille anlatmaya çabaladılar. Amaçları verilmek istenilen duyguyu anlatmaktan ziyade hissettirmektir düşüncesini savundular. İkinci Yeni'nin doğuşunu sağlayan kitap Cemal Süreya'nın Üvercinka adlı şiir kitabı oldu.
İkinci Yeniciler, edebiyat çevresinde benimsendiği kadar eleştirilere de maruz kalmıştır. Sanat ve dil anlayışlarındaki alışılmışın dışındaki tutumları nedeniyle şiirlerine şiirlerine "Soyut Şiir", "Anlamsız Şiir", "Kapalı Şiir" gibi isimler verildi. Dönemin siyasi baskısından kaçmakla ve biçimcilik ile eleştirildiler. bireyci, toplumdan ve insandan uzak, içe kapalı bir şiir olduğu eleştirisi bu şiirle ilgili eleştirilerin başında gelir.
Metalurji
Metalurji veya diğer adıyla metal bilimi, metal ve alaşımların, cevher veya metal içeren ham maddelerden, kullanım sürecine uygun kalitede üretilmesini, saflaştırılmasını, al |
aşımlandırılmasını, şekillendirilmesini, korunmasını, ve "üretim - kullanım" ömrü içindeki çevresel kaygı ve sorumlulukları da dikkate alarak, insanların ihtiyaçlarına cevap verecek özellikte ve biçimde hazırlanmasını hedef alan bilim ve teknoloji dalı.
Metalurji, konusu itibarıyla, üretim metalurjisi (Ekstraktif metalürji ya da Kimyasal metalurji) ve fiziksel metalurji (Malzeme bilimi) olmak üzere iki ana dala ayrılabilmektedir. Üretim metalurjisi, gerek doğada mevcut cevherlerden, gerekse metal içeren ham maddelerden veya ikincil kaynaklardan (hurda, artıklar, baca tozları, vs.) fiziksel ve kimyasal yöntemlerle saf metallerin veya alaşımların üretimi konularını kapsar.
Öte yandan Malzeme Mühendisliği, metallerle birlikte seramikleri (porselen, fayans, tuğla, kiremit, cam, ateş tuğlası, refrakter malzemeler, özel sermetler, vb. malzemeleri), organik yapı malzemelerini (bilhassa polimerler gibi plastikleri, kauçuk maddesini), çimento, ahşap, fiber ve kompozit malzemeleri, elektrik-elektronik ve manyetik malzemelerini, dişçilik ve tıpta kullanılan malzemeleri, yakıt malzemelerini ve bunların özelliklerinin geliştirilmesini ve üretimini inceleyen bilim dalıdır.
James Chadwick
James Chadwick (d. 20 Ekim 1891; Cheshire - ö. 24 Temmuz 1974; Cambridge), İngiliz asıllı fizikçi.
20 Ekim 1891'de, Cheshire'de doğdu. Öğrenimini Rutherford'un öğrencisi olarak Manchester üniversitesinde yaptı. 1919'da çalışmaya başladığı Cambridge'de 1935'e kadar çalıştı. Değişik nükleer fizik problemlerini, özellikle çekirdeklerin yüklenmesini ve elementlerin, alfa ışınlarıyla, suni parçalanmasını incelemiş, 1923'te, Cavendish Laboratuvarı araştırmalar bölümü müdür yardımcısı, 1927'de Royal Society üyesi olmuştur.
1932'de nötronun yapısını keşfetti ve 1935'de Nobel Fizik Ödülünü kazandı. Ayrıca yine 1935'te Liverpool üniversitesi fizik kürsüsüne geçti. II. Dünya Savaşı'nda, Los Alamos'taki İngiliz atom araştırmalarını yönetti, 1948 yılında Cambridge'de bir kolejin müdürlüğüne getirildi. Döteryumun gama ışınlarıyla parçalanmasını sağlayarak nükleer fotoelektrik etkiyi buldu.
Atom çekirdeğindeki parçacıklardan nötronu keşfeden İngiliz fizikçi ve eğitimcidir (bak. Atom). Chadwick'in bu buluşu çekirdek bölünmesinin, atom enerjisinden yararlanmanın, atom ve hidrojen bombalarının yapımının yolunu açmıştır.
Chadwick İngiltere'de Manchester'de doğdu. Manchester ve Cambridge üniversitelerinde, sonra da Berlin'de, radyasyon ölçme aletini bulan Hans Geiger'in yanında eğitim gördü.
1923'te Cambridge'teki Cavendish Laboratuvarı'nda yardımcı araştırma yönetmeni olan Chadwick 1927'de, İngiltere'de bilim adamlarınca kurulmuş en eski derneklerden olan Kraliyet Derneği (Royal Society) üyeliğine kabul edildi. 1932'de nötronun varlığını kanıtladı ve bilimsel araştırma dalında Hughes Madalyası aldı. 1935'te Liverpool Üniversitesi'ne fizik profesörü olarak atandı. Aynı yıl fizik dalında Nobel Ödülü'nü kazanan Chadvvick'e 1945'te "sir" unvanı verildi. Chadwick, Ernest Rutherford ve Charles Ellist'le birlikte, ünlü Radiations from Radioactive Substances (1930; "Radyoaktif Maddelerin Işınımı") kitabını yazmıştır.
İyi bir ilk ve orta eğitimden sonra Manchester üniversitesi fizik bölümünden 20 yaşında mezun oldu. Verilen bir burstan yararlanarak ve Geiger ile çalışmak amacıyla Almanya’ya gitti. Almanya savaşa girince bir at ahırına kapatıldı. Fakat çeşitli Alman fizikçilerinin yardımlarıyla 1919 yılında İngiltere’ye dönüp araştırmalarına başladı. Rutherford ile birlikte çeşitli elementlerin alfa parçacıklarıyla bombardımanı üzerinde çalıştı.
Bu deneylerden elde ettiği verileri atomların çekirdekleri üzerindeki artı yükün hesabında kullandı. Aldığı sonuçlar Moseley’in geliştirdiği atom numaraları kuramına uyuyordu.
1920 yılında atomun iki parçacığı olduğu biliniyordu: J.J. Thomson’un bulduğu elektron ve Rutherford’un keşfettiği proton. Protonların tamamı çekirdekteydi. Ama çekirdek atom kütlesinin çoğunu oluşturacak sayıda proton içeriyorsa yükü büyük bir artı değerde oluyordu. Örneğin, helyumun dört protonluk bir kütlesi vardı fakat yükü iki proton karşılığı idi. O halde, çekirdekte geri kalan iki protonluk yükü giderecek birkaç elektron bulunmalıydı. Fakat elektronlar çok hafif parçacıklar olduklarından kütleyi etkileyemezlerdi. Hatta elektronlar, protonları bir arada tutan “çimento” gibi düşünülüyordu. Çünkü elektron olmadan aynı yükteki protonların bir arada duramayıp ayrılacakları sanılıyordu. Bu görüşe göre, helyum çekirdeğinde dört proton ve iki elektron bulunmalıydı ki kütlesi dört ve yükü net artı iki olsun.
Fakat fizikçilerin çoğu bu elektronlu çekirdekten rahatsız oluyor, yüksüz bir parçacığın varlığından şüpheleniyorlardı. Bu düşüncelerle Chadwick ve Rutherford gizemli parçacığı aramaya koyuldular fakat sonuç alamadılar. Güçlük, yüksüz parçacıkların hava moleküllerini iyonlaştırmamasıydı. Çünkü atomun parçacıklarının kolayca saptanması bu iyonlaştırma sayesinde mümkün oluyordu.
1930 ve 1932 yıllarında Bothe ve Joliot-Currie’lerin yaptıkları deneyler, berilyum gibi hafif elementlerin alfa parçacıklara tutulması sonucu ışınma tespit ettiler. Bu, parafinden protonlar yayılmasından anlaşılıyordu. Fakat hiç kimse bu olayı açıklayamadı.
Chadwick bu araştırmaları yeni deneyler yaparak sürdürdü. Ona göre akla yakın tek açıklama, alfa parçacıklarının berilyum atomu çekirdeğinden yüksüz parçacıkları çıkardığı ve bu yüksüz parçacıkların da (her biri bir proton kadar kütleli) parafinden protonları dışarı atmasıydı. Böylece, varlığından şüphelenilen yüksüz parçacık nötronu, bulmuş oldu.
Daha sonraki araştırmalar nükleer tepkimelerin başlamasında büyük rolü olduğunu gösterdi. Buluşunun bu önemi dolayısıyla Chadwick 1935 yılı Nobel fizik ödülünü aldı. O zamanlar uranyum fizyonunun da nötron sayesinde başladığı henüz bilinmiyordu. Üç yıl sonra Hahn ve Meitner bunu da bulup Chadwick’in buluşunun önemini bir daha gösterdiler.
Nötronun bulunmasıyla artık atom çekirdeğinde elektron bulunduğu görüşü geçersiz oldu. Fakat bu kez Heisen Berg, çekirdeğin proton ve nötrondan oluştuğunu ileri sürdü, yani helyum çekirdeği iki proton ve nötron içeriyor böylece kütlesi dört ve yükü de artı iki oluyordu. Belli bir elementin izotopları hep aynı sayıda proton içeriyor dolayısıyla çekirdek çevresindeki elektron sayıları da eşit oluyordu. Elementlerin kimyasal özelliklerinin elektronların sayı ve dizilişlerine bağlı olduğu anlaşıldı. İzotoplar ise aynı elementin değişik sayıda nötron içermesi sonucu oluşuyorlardı. Örneğin, iki cins klorin atomundan biri 17 proton ve 18 nötronla 35 kütleli ve diğeri de 17 proton ve 20 nötronla 37 kütlelidir. Onun için birine klorin 35 ve diğerine klorin 37 denilmektedir. Bütün bu buluş ve çalışmalarla 20 yıl kadar önce Soddy ve Asfon’un ortaya koydukları “izotoplar kuramı” bilimsel temele kavuşmuş oldu.
Çekirdeğin proton ve nötrondan oluştuğu sonucuna varılması biri dışında bütün kuşkuları gidermişti. Fakat hepsi artı yüklü parçacıkları bu kadar dar bir yerde tutan neydi? Bu soruyu cevaplandırmak için üç yıl sonra sonuçlanacak Yukawa’nın çalışmalarının sonuçlarını beklemek gerekiyordu.
İkinci Dünya Savaşı sırasında ve Meitner’in fizyon olayını açıklamasından hemen sonra fakat Amerika’nın el atmasından çok önce, Chadwick İngiltere’nin Atom Bombası Projesi’nin başına geçti ve önemli çalışmalar yaptı.
24 Temmuz 1974'te, Cambridge'te öldü.
Wolfgang Pauli
Wolfgang Pauli (25 Nisan 1900, Viyana - 15 Aralık 1958, Zürih), Avusturya asıllı Nobel Fizik Ödülü sahibi İsviçreli fizikçidir.
Münih'te okuduktan sonra 1921 yılında Göttingen'de ve Kopenhag'da asistanlık yaptı. 1928'de Zürih Federal Politeknik okulunda teorik fizik profesörlüğüne tayin edildi. 1940'tan itibaren Princeton'da ders verdi ve 1946 yılında Zürih'e döndü. Heisenberg ile birlikte manyetik alanların kuvanta teorisini kurdu ve Kopenhag okulunun en ileri, en ünlü temsilcilerinden biri oldu. "Pauli ilkesi" de denilen ünlü ihraç ilkesini ortaya attı. Sonradan bu ilke, birleşme değerinin yorumuna ve iki cismin aynı anda aynı uzay parçası içinde bulunamayacağı kavramına yol açtı. 1931 yılında Fermi ile nötrino'ların varlığını teorik olarak ispatladı. Bu hipotez çok daha sonraları deneysel yoldan ispatlanabildi. Pauli 1945 yılında Nobel Fizik Ödülüne layık görüldü.
1924'te ortaya atılan, aynı uzay hücresinde (mesela atomda) bulunan spin'li taneciklerin gösterdiği bağdaşmazlıklarla ilgili ilkedir. Bu ilkeye göre codice_1 herhangi bir tam sayı olmak üzere, spinleri codice_2 olan özdeş tanecikler aynı enerji seviyesinde bulunamaz. Elektronlar, protonlar, nötronlar Pauli ilkesine uyar. Bu ilkeden elektronların bir atomun değişik enerji seviyelerindeki dağılışları, enerji seviyeleri arasında mümkün olan geçişler ve taneciklerin uyduğu istatistik hakkında temel sonuçlar çıkarılır. Buna "Pauli dışlama prensibi" de denir.
Wilhelm Conrad Röntgen
Wilhelm Conrad Röntgen (d. 27 Mart 1845, Remscheid-Almanya – ö. 10 Şubat 1923, Münih), Alman asıllı, Nobel Fizik Ödülü sahibi fizikçi. Röntgen ışınlarını bulması ile tanınır.
Röntgen Almanya'nın Remscheid şehrinin Lennep ilçesinde doğdu. Çocukluğu ve ilköğretim yılları Hollanda'da ve İsviçre'de geçti. 1865 yılında girdiği Zürih Politeknik Üniversitesinde eğitimi gördü ve 1868 yılında makine mühendisi olarak mezun oldu. 1869 yılında Zürih Üniversitesi'nden doktorasını aldı. Mezuniyetinin ardından 1876'da Strazburg'da, 1879'da Giessen ve 1888'de Würzburg Julius-Maximilians-Üniversitesi'nde fizik profesörü olarak öğretim görevi yaptı. 1900'de Münih Üniversitesi Fizik kürsüsüne ve yeni Fizik Enstitüsünün yöneticiliğine getirildi.
Karısının ölümünden dört yıl sonra 1923 yılında, I. Dünya Savaşı'nın yarattığı yüksek enflasyon ekonomisi ortamında maddi sıkıntılar içinde Münih'te hayatını kaybetti.
Öğretim üyeliği görevinin yanı sıra araştırmalar da yapmaktaydı. 1885 yılında kutuplanmış bir geçirgen hareketinin, bir akımla aynı manyetik etkileri gösterdiğini açıkladı. 1890'lı yılların ortalarında çoğu araştırmacı gibi o da katot ışın tüp |
lerinde oluşan lüminesans olayını incelemekteydi. "Crookes tüpü" adı verilen içi boş bir cam tüpün içine yerleştirilen iki elektrotdan (anot ve katot) oluşan bir deney düzeneği ile çalışıyordu. Katottan kopan elektronlar anoda ulaşamadan cama çarparak, floresan adı verilen ışık parlamaları meydana getirmekteydi. 8 Kasım 1895 günü deneyi biraz değiştirip tüpü siyah bir karton ile kapladı ve ışık geçirgenliğini anlayabilmek için odayı karartıp deneyi tekrarladı. Deney tüpünden 2 metre uzaklıkta baryum platinocyanite sarılı olan kâğıtta bir parlama fark etti. Deneyi tekrarladı ve her defasında aynı olayı gözlemledi. Bunu mat yüzeyden geçebilen yeni bir ışın olarak tanımladı ve matematikte bilinmeyeni simgeleyen "X" harfini kullanarak "X ışını" ismini verdi. Daha sonraları bu ışınlar, "Röntgen ışınları" olarak anılmaya başlanmıştır.
Bu buluşundan sonra Röntgen farklı kalınlıktaki malzemelerin ışını farklı şiddette geçirdiğini gözlemledi. Bunu anlamak için fotoğrafsal bir malzeme kullanıyordu. Tarihteki ilk tıbbi X ışını radyografisini de (Röntgen filmi) yine bu deneyleri sırasında gerçekleştirdi ve 28 Aralık 1895 yılında bu önemli keşfini resmi olarak duyurdu. Ancak X ışınını bulduğu zaman deneylerinde elini kullandığı için aşırı dozda X ışınından parmaklarını kaybetti.
Olayın fiziksel açıklaması 1912 yılına kadar net olarak yapılamasa da, buluş fizik ve tıp alanında büyük heyecan ile karşılandı. Çoğu bilim adamı bu buluşu modern fiziğin başlangıcı saydı.
Nobel Ödülü
Nobel Ödülü, 27 Kasım 1895 tarihli ve 30 Aralık 1896 tarihinde Stockholm'de açıklanan vasiyetnamesiyle Alfred Nobel tarafından kurulan derneğin verdiği, insanlığa hizmet edenleri ödüllendirmek amacını taşıyan prestijli bir ödüldür. İlk Nobel Ödülleri 1901 tarihinde verilmeye başlanmıştır.
Nobel Ödülleri (, ), İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi, İsveç Akademisi, Karolinska Enstitüsü ve Norveç Nobel Komitesi tarafından kişiler veya kuruluşlara fizik, kimya, edebiyat, barış ve Fizyoloji veya Tıp alanlarındaki olağanüstü başarılarına verilmektedir. 1895 yılındaki Alfred Nobel'in vasiyeti doğrultusunda, 1896 yılından bu yana Nobel Vakfı tarafından idare edilmekte ve yürütülmektedir. Ekonomi dalında verilen bir başka ödül ise 1968 yılında Sveriges Riksbank ile Merkez bankasının İsveç ekonomisine yapmış olduğu katkılar nedeniyle verilmeye başlanmıştır.
Her ödül ayrı bir komite tarafından verilir; İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi fizik, kimya, ekonomi alanındaki ödülleri, Karolinska Enstitüsü Fizyoloji veya Tıp alanındaki ödülleri ve Norveç Nobel Komitesi edebiyat alanındaki ödülleri vermektedir. Norveç Parlamentosunca İsveç Akademisinden seçilen beş kişilik bir kurul ise barış alanındaki ödülleri verir. Ödül almayı hak eden kişi veya kurum bir madalya, bir diploma ve yıllar içinde değişen miktarda para ödülü almaktadır. 1901 yılında Nobel Ödülünü ilk alanlara 150,782 SEK verildi. Bu ödül Aralık 2007 yılındaki 7,731,004 SEK'e eşitti. 10 Aralık 2008 tarihinde Stockholm'de yapılan Nobel'in ölüm yıldönümü törenlerinde, ödülü kazananlara 10,000,000 SEK para ödülü verilmiştir.
2011 yılı itibarıyla, 20 kuruluş ve 69 ekonomi alanında ödül kazananlar da dahil olmak üzere toplam 826 kişi ve kuruluşa ödül verilmiştir. Dört Nobel ödülü sahibine, Nobel Ödülünü alması amacıyla kendi hükumetleri tarafından izin verilmedi. Almanya Adolf Hitler hükumeti, Richard Kuhn (kimya, 1938), Adolf Butenandt (kimya, 1939) ve Gerhard Domagk (Fizyololji veya Tıp, 1939)'ın ödüllerini almasına izin vermedi. Sovyetler Birliği'nin baskısı doğrultusunda Boris Pasternak (edebiyat, 1958) ödülü reddetti. Ayrıca Nobel Ödülü almaya hak kazanan Jean-Paul Sartre (edebiyat, 1964) ve Lê Ðức Thọ (Barış, 1973) ödüllerini almayı reddettiler. Bunlardan Sartre hayatı boyunca tüm resmi ödülleri reddetmiştir. Lê Ðức Thọ ise o yıllarda Vietnam'ın içinde bulunduğu durum nedeniyle ödülü almamıştır.
Uluslararası Kızıl Haç Komitesi bugüne kadar Nobel Barış Ödülünü altı defa almaya hak kazanmıştır. 826 Nobel ödülü kazanandan, 43'ü kadındır; Marie Curie 1903 yılında fizik alanında ilk Nobel Ödülünü kazanan kadın olmuştur. Curie ayrıca 1911 yılında Nobel kimya ödülünü almaya da hak kazanmıştır.
Nobel Ödülü dış nedenler, aday olmamasına bağlı olarak verilmediği yıllardaki para ödülleri, ödülü vermeye yetkili temsilciliklerin fonlarına iade edilmektedir. 1940 ve 1942 yılları arasında II. Dünya Savaşı nedeniyle Nobel Ödülleri verilememiştir.
Kaz
Kaz, iri ve beyaz veya boz tüylü, ayakları perdeli kuş türlerine verilen ad.
Erkek ve dişisi aynı büyüklüktedir. Genellikle kuğulardan küçük, ördekten büyüktür. Beslenme şekli kuğu ve ördeklerden farklıdır. Genellikle doğu anadolu bölgesinde bulunur.
Özellikle Kars bölgesinde yetiştirilir. Lezzeti ve onunla yapılan yemekler bölgede meşhurdur.Başlıca besinleri otlardır. Fakat böcek, yumuşakça ve küçük omurgalıları yiyen türleri de vardır. Hızlı bir yüzücü olmamasına rağmen suda rahatça yüzer, daldığında uzun zaman su altında kalabilir. Gagaları ile kanatlarını düşmanlarına karşı silah olarak kullanır. Kanatları uzun uçlara doğru sivrilen yumuşak sık tüylerle örtülüdür.
Erkek ve dişi birbirine benzese de erkekler genellikle dişilerden iridir. Boyun bölümleri bütün türlerde gövdeden kısadır. Başlıca besinleri olan otları koparmaya uyarlanmış gagaları başa bağlandığı yerde genişler ve bazen kambur oluşturur. Erkek ve dişi kazlar uçarken ya da tehlike karşısında, kornayı andırır bir sesle ötüşür, kızdıkları zaman boyun tüylerini kabartırlar. Kazlar yaşamları boyunca tek eşlidir.
Yuvalarını bataklığın sığ sularında veya bir tümseğin üzerinde yaparlar. Kuluçkaya yatan kazların yumurtalarından bir ay (30-34 gün) sonra sarı tüylü yavrular çıkar. Yavrular 3-4 ay içinde uçmaya başlarlar.
SRAM
Durağan Rastgele Erişimli Bellek (İngilizce: "Static Random Access Memory"), yarı-iletken bir bellek türüdür.
Durağan (“static”) kelimesi, sürekli tazelenmesi gereken devingen RAM’in (DRAM) aksine, belleğe güç verildiği sürece belleğin içeriğini koruduğunu belirtir (Bununla beraber, SRAM, salt okunur bellek ROM ve flaş bellek ile karıştırılmamalıdır).
Rastgele Erişim (“Random access”) hafızanın içerdiği konumlara, daha önce erişilmiş olan konumlara bakılmaksızın erişilebileceğini yani yazılıp okunabileceğini belirtir.
SRAM içindeki her bit; her biri, iki adet çapraz eşlenmiş tersleyici(inverter) oluşturan transistörlerden dört tanesi üzerine kurulmuştur. Bu hafıza hücresi(bit), genelde “1” ve “0” ifade etmek için kullanılan iki durağan duruma sahiptir. İki adet fazladan erişim (access) transistörü, okuma ve yazma işlemleri sırasında hafıza hücresine erişimi denetlemek üzere hizmet verirler. Bir hafıza hücresini (bit) saklamak için özellikle altı adet MOSFET
Bakışımlı (simetrik) devre yapısı bir hafıza konumdaki değerin DRAM’e göre çok daha hızlı okunmasına olanak tanır. SRAM’in daha hızlı olmasını sağlayan, DRAM’le arasındaki bir başka fark ise tüm adres bitlerini bir kerede alan özel çiplerdir. Buna karşılık DRAM’lerin sahip olduğu yarar iki yarım parça halinde çoklanmış adresler kullanmasıdır. İki parça halinde çoklanması demek aynı paket içerisindeki pinler üzerinde, boyutları ve maliyeti düşürmek üzere küçük değerli bitlerin yüksek değerli bitleri izlemesi demektir.
SRAM, synchronous (zamanuyumlu) DRAM anlamında olan SDRAM ile karıştırılmamalıdır. SDRAM tamamen SRAM’den farklıdır. Ayrıca pseudostatic (pseudo: yalancı static: durağan) RAM (PSRAM) denen, kendini SRAM’miş gibi maskeleyen DRAM’le karıştırılmamalıdır.
Random Access; son erişilen bellek yeri önemsenmeksizin, bellek içindeki yerlerin herhangi bir sırada yazılabilmesi veya okunabilmesi demektir.
Rastgele erişimli bellek içindeki her depo hücresi, her biri iki transistörden oluşan iki çapraz bağlı evirici ile gerçeklenebilir. Bu depo hücresi, 0 ve 1'i göstermek için kullanılan iki kararlı duruma sahiptir.
İki ek erişimsel transistör, okuma ve yazma işlemleri boyunca depo hücresinde erişimi kontrol etmeye yardımcı olur. Bu yüzden tek bir parça bellek depolamak için tipik olarak 6 tane MOSFET alır. Hücreye erişim, [BL] ve BL, iki line-bit‘e bağlanıp bağlanmaması gerekmediğini içe doğru kontrol eden M5 ve M6, iki erişim transistorünü kontrol eden (örnek WL) word-line tarafından sağlanır. Bunlar hem okuma hem de yazma işlermleri için bilgi transferinde kullanılırlar. İki line-bit’e katı bir biçimde sahip olması gerekli değilken hem işareti hem de ters sonucu, noise margins’i (gürültü tolerans payı) geliştirdiğinden, tipik olarak sağlanır.
Okuma erişimi boyunca, line-bit’ler RAM hücresi içinde tersleyiciler tarafından aktif olarak yüksek ve alçak olarak sürdürülür. Bu işlem, DRAM’lere nazaran SRAM hızını arttırır. Line-bit’ler depo kapasitecileriyle bağlanır ve şarj paylaşımı, line-bit’lerinin aşağı yukarı sallanmasına neden olur. SRAM’lerin simetrik yapısı, ayrıca daha kolay incelenebilen küçük voltaj oluşturan, farklı işaretlemelere izin verir. m yolu ve n data-line ile bir SRAM’ın boyutu, 2m words ya da 2m ×n bit’dir.
Bir SRAM, üç ayrı durumda incelenir: yedek(devre işlemiyorsa), okuma (bilgilerin istendiği), yazma(içeriği güncelliyorken). Bu 3 durumu şu şekilde gerçekleştirir:
Eğer word-line öne sürülmüyorsa, erişim transistorleri M5 ve M6 bit-line’lardan hücreye bağlanmaz. M1-M4 tarafından şekillenen 2 cross-couplet tersleyicilerin dış dünyayla bağlantısı kesildiğinde de, birbirlerini desteklemeye devam edeceklerdir.
Sanılır ki; bellek içeriği Q’da depolanan 1’dir. Okunan devre şarjetme öncesi her iki bit-line tarafından başlatılır. Değerler Q’da depolandığında, 2. adım gerçekleşir. [Q], BL ayrılarak bit-line’a transfer edilir. BL tarafında, M4 ve M6 transistörleri, bit-line’ı, VDD’ye çeker. Eğer bellek içeriği sıfır olursa, tam tersi yaşanır ve [BL], 1’e doğru çekilir.
SRAM’ın güç tüketimi ne sıklıkta erişildiğine bağlı olarak bir çeşitlilik gösterir; sıkça kullanıldığında ve bazı IC’ler full hızda birçok watt harcadığında, dinamik RAM kadar güce ihtiyacı olabilir. Diğer bir yandan RAM daha yav |
aş bir tempoda kullanılır (tıpkı mikro işlemcilerde yapılan uygulamalardaki gibi).
Statik RAM öncelikle;
Endüstriyel ve bilimin alt sistemlerinin bazı kategorileri, otomative elektronik ve benzer sistemler static RAM içerir. Bazı miktarlar (kilobyte ve daha az) oyuncaklarda da pratik olarak kullanılır. Birkaç megabyte, cep telefonları, dijital kameralar…vb karmaşık yapıdaki ürünlerde de kullanılabilir.
SRAM ayrıca kişisel bilgisyarlar, workstationlar, routerlar ve çevresel ekipmanlarda (iç CPU cache ve dış burst mode SRAM caches, hard disk tamponlar, router tamponlar..vb) Ayrıca LCD ekranlar ve yazıcılarda da gösterilen imgeyi tutan static RAM’ler kullanılır. Küçük SRAM tamponları CDROM’larda ve CDRW sürücülerinde bulunur. (genellikle 256k bytes veya daha fazlası, tek bir değer yerine blokları transfer eden track data kullanılır. Aynısını modem kablolarına ve bilgisayara bağlı benzer ekipmanlara uygular. CMOS-RAM olarak da adlandırılır. Fakat günümüzde daha sık EEPROM veya flaş bellek kullanımlarına uygulanır.)
Hobi olarak ilgilenenler sıklıkla SRAM’i tercih eder. Güncellemeye gerek olmadığından, kullanımı DRAM’lerden çok daha basittir. Ayrıca SRAM genellikle 3 konrole gerek duyar: Chip Enable (Ce), Write Enable(WE) and Output Enable(OE).
Nobel
Dendrokronoloji
Dendrokronoloji, Yunanca ağaç (δένδρον "déndron") ve zaman (χρόνος "chrónos") sözcük köklerinden oluşmakta ve ağaç halkaları ile tarihleme yapma yöntemi anlamına gelmektedir.
Dendrokronoloji astronom AE Douglass, Arizona Üniversitesi'nde Ağaç Halka Araştırma Laboratuvarı kurucusu olup 20. yüzyılın ilk yarısında geliştirilmiştir. Douglass güneş lekesi faaliyet döngülerini anlamak için güneş aktivite değişikliklerini daha sonra ağaç halkası büyüme modelleri (yani, güneş lekeleri → iklim → ağaç halkaları) tarafından kaydedilen yeryüzünde iklim modellerini kullanılarak oluşturulan bir sistemdir.
Ayrıca, ağaç halkalar veya halkaları olarak adlandırılan büyüme halkaları, bir ağacın gövdesinden geçen yatay bir kesitini gösterebilir. Büyüme halkaları vasküler kambiyum, yanal bir meristem olarak sınıflandırılır ve kabuğa yakın hücre tabakası ise yeni büyüme sonucu oluşur. Bu büyüme çapı, ikincil büyüme olarak bilinir. Yılın sezon boyunca büyüme hızındaki değişim sonucu halkaları görülür ve böylece bir halka genellikle ağacın hayatında bir yıl geçişi işaretler. Mevsimlerdeki farklılık oldukça belirgindir.
Bir büyüme, halkanın iç kısmında büyüme nispeten hızlı olduğundan erken büyüme mevsimi oluşur. (dolayısıyla ahşap daha az yoğun olan) ve "erken odun" veya "bahar ahşap" ya da "geç bahar ağaç" olarak bilinir. Dış kısmı "geç ahşap" (ve bazen ama bazen sonbaharda genellikle yaz aylarında üretilen "yaz ahşap", olarak adlandırılan olmuştur) ve yoğundur. [2] "Erken ahşap" kullanılır "ikinci terim olarak "ahşap bahar" tercih edilir, erken ahşap bazı Akdeniz türleri olduğu gibi, erken yaz (örneğin Kanada) veya sonbaharda oluşan iklimlerde yılın bu zamanı için uygun olmayabilir.
Ilıman bölgelerde birçok ağaç kabuğu her yıl bir büyüme halkası yapar. Bir ağacın hayatının tüm dönem için, bir yıl-by yıllık kayıt, ağaçın hangi iklim koşullarında büyüdüğü yansıtır. Yeterli nem ve geniş bir halka içinde uzun bir büyüme sezonu ile sonuçlanır. Bir kurak yıl, çok dar bir halkaya neden olabilir. Bu orta yaz kuraklık gibi yoksul ve elverişli koşullar hâkimdir.
Eksik yüzükler ise geliştirmek eğiliminde olacaktır ve aynı bölgeden meşe ve karaağaçlar da bir yaz yılı olarak bilinen yıl 1816 yılında meydana gelen meşe ağaçlarında bir kayıp halka yer alır. Örneğin [3] Ağaçlar da belirli bir süre için halka genişlik modelleri bulunur. Bu modellere göre ve aynı coğrafi bölgede ve benzer iklim koşulları altında büyüyen ağaçlar ile halka eşleştirilebilir. Zaman içinde kronoloji hem de tüm bölge için ve dünyanın alt-bölgeleri için olabilir. Böylece antik yapılardan ahşabın bilinen kronolojisi (çapraz partlar olarak adlandırılan bir teknik) ve tam belirlenen ahşap yaşına uygun olabilir. Bilgisayarda istatistik eşleştirme yapmak için boyunduruk edilene kadar çapraz partlar aslında görsel denetim tarafından yapılır.
Ağaç halkası büyümesi bireysel farklılıkları ortadan kaldırmak için dendrochronologists bir halka, tarih oluşturmak için birden fazla ağaç örneklerinin ağaç halkası genişlikleri düzeltilir ve ortalama alır. Bu işlem, çoğaltma olarak adlandırılır. Ancak olası bir başlangıç ve bitiş tarihleri bilinmemektedir. Bir ağaç halkası tarihine ise ‘kayan kronoloji’ denir. 11.000 'den fazla yıl öncesine uzanan tam demirlemiş çam kronolojisi Güney Almanya (Ana ve Ren nehirleri) ve Kuzey İrlanda'da yer alır. Ayrıca, bu iki karşılıklı tutarlılık ve meşe ağaçları ile dendrokronolojik dizileri kendi radyokarbon ve dendrokronolojik yaş karşılaştırılarak doğrulanmıştır. [6]
8500 yıl öncesine uzanan bir tam demirlemiş kronoloji Güneybatı ABD (Kaliforniya White Mountains) bulunan bristlecone çamı için vardır. 2004 yılında yeni bir kalibrasyon eğrisi INTCAL04 uluslararası (BP) bir ağaç kümesi dünya çapında veri ve deniz çökelleri üzerinde etkilidir. 26.000 geri kalibre tarihler için onaylanmıştır. Bunlar ağaç halkası kanıtlarına dayanır ve yeni kalibrasyon eğrileri (IntCal04) kısmı uzanır 12,410 takvim (cal) yıl BP Bu ve geri 14.700 cal yıl BP ötesinde, IntCal04 özellikle 405 yıl sabit bir rezervuar yaş için düzeltilmiştir. Venezuela Cariaco havzasından foraminiferlerin 14C tarihleri inşa edilmiştir.
Örnekleme
Ahşap karot numuneleri yıllık büyüme halkalarının genişliğini ölçmek ve belirli bir bölge içinde farklı siteler ve farklı tabakalarından örnek alarak, araştırmacıların bilimsel kaydının bir parçası haline gelerek kapsamlı bir tarihi dizi oluşturabilir. Örneğin, binalarda bulunan eski ahşap kaynak ağacının bir fikir vermesi için tarih olabilir, ahşap yaşına bir üst sınır belirleyerek, canlı ve büyür. Bazı ağaçların cinsi bu tür bir analiz için diğerlerine göre daha uygundur. Aynı şekilde, ağaçlar gibi kuraklık veya yarı kuraklık marjinal koşulların büyüdüğü alanlarda, Dendrokronolojinin teknikleri nemli yerlerde daha tutarlıdır. Bu araçlar kurak Güneybatı Amerikan yerlilerinin uçurum konutların ahşap arkeolojik dönemden kalma durumu önemli olmuştur.
Dendrokronolojinin yararı bir kez yaşayan malzeme mevcut örnekleri doğru bir kalibrasyon olarak kullanılmak üzere belirli bir yıla tarihli ve (BP, veya radyokarbon durdurma ile oluşan bir tarih aralığı tahmini ile, radyokarbon tekniğini kontrol yapan durumdur ve mevcut 1950-01-01 eşittir 'B'efore' P'resent,) ve takvim yılı. [10] bristlecone çam, son derece uzun ömürlü ve yavaş büyür, hala yaşayan, bu amaçla kullanılan ve ölü örnekler oluşturan binlerce yıl öncesine giderek ağaç halkası desenleri sağlar. Bazı bölgelerde 10.000 'den fazla yıllık kalma dizileri mevcuttur. [11]
Benzer mevsimsel desenleri de buz çekirdeklerinde ve varves (bir göl bir birikimin katmanları, nehir veya deniz yatağı) meydana gelir. Çekirdek birikimi desenli bir buz gibi göle karşı ve tortu inceliği ile donmuş bir-over göl için değişir. Bazı sütunlu kaktüsler de karbon ve dikenler oksijen (acanthochronology) izotoplarına benzer mevsimsel desenleri sergiler. Bu dendrokronolojik benzer bir şekilde uzandığı için kullanılır ve bu tür teknikler arkeologlar ve paleoclimatologists için kullanılabilir. Mevsimsel veri aralığını genişletmek için, dendrokronolojik bir kombinasyon halinde kullanılır. Benzer bir tekniği de balık otolit kemiklerde benzer büyüme halkalarının analizi yoluyla balık stoklarını analiz etmek için kullanılır.
Ahşap yapılardan yola çıkarak oluşturulan Avrupa kaynaklı kronolojiler, başlangıçta veba salgınının yaşandığı 14. yüzyıla denk gelen bina yapımı alanında görülen boşluğu doldurma konusunda güçlük yaşadı,[28] ancak tarih öncesi zamanlara kadar geriye giden kesintisiz kronolojiler de bulunmaktadır. Danimarka kaynaklı MÖ 352 yılına kadar geriye giden kronoloji buna bir örnektir. [13]
İklimi tahmin edilebilir bölgelerde, ağaçların farklı yıllarda farklı hava şartlarına yağmur, sıcaklık, toprak pH, bitki besleme, CO2 konsantrasyonu, vb. faktörlere bağlı olarak yıllık halkaları geliştirilir. Bu halkalardaki çeşitliliğe bakılarak geçmiş iklim değişikliklerinin anlaşılması için dendroklimatoloji bilimi kullanılır.
Bir ahşap örneğine bakılarak ağaç halkalarının büyüme değişiklikleri yıllara göre olduğu kadar, konuma göre de eşleşmeler sağlayabilir, çünkü bir kıta çapında iklim tekdüze değildir. Bu ahşap gemilerde kullanılan kerestenin geldiği yeri ve uzun mesafelerden taşınan resim yapmakta kullanılan paneller gibi daha küçük ahşap eşyanın malzemesini oluşturan ağacın kaynağını gösterebilir.
Ahşap binaların yapıldığı tarihler dendrokronoloji kullanılarak belirlenmiştir. Bir örnek Dedham, Massachusetts'teki Fairbanks Evidir. Kuzey Amerika'daki en eski ahşap ev olduğu bilinen evin 1640 dolaylarında inşa edildiği iddia edilmiş, alınan örnekler kerestenin 1.637-1638 yıllarında kesilen bir meşe ağacından geldiğini doğrulamıştır. Ek olarak alınan bir örnek üzerindeki inceleme ise 1641 tarihini göstermiş, böylece evin yapımına 1638 tarihinde başlandığı ve 1641 civarında bitirildiği anlaşılmıştır. O zamanlarda New England'da ahşap ev yapımında kullanılan tahtanın kurutma işlemi yapılmıyordu.
Türkiye'de radyokarbon ile tarihleme yöntemi için Ulusal bir laboratuvar kurulmaktadır. Bu laboratuvarda dendronoloji çalışmaları yapan araştırmacılara açık olacaktır. Radyokarbon tarihleme yöntemi ile laboratuvar tam teşekküllü olacaktır. TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi'nde 2015 yılı Sonbaharında denemelere başlanması planlanan tesisin 2016 yılı içinde Türkiye ile birlikte Orta Doğu, Balkanlar'a hizmet verebilecektir. Dr. Turhan Doğan yöneticiliğinde yürütülen proje ile hayata geçecek tesiste ABD, Japonya ve İsviçre'den getirlen en modern sistemler ile Türkiye'nin ve Bölgenin ilk tesisi olarak faaliyete geçecektir. Radyokarbon (Karbon 14) ile tarihlemenin yapılacağı tesise Arkeoloji, Yer Bilimleri, Çevre Bilimleri ve Nükleer örnekler ile birlikte dendrokronoloji örn |
ekleri de kabul edilecektir.
1- McGovern PJ, et al. (1995). Dendrochronology. "Science in Archaeology: A Review". AJA 99 (1): 79–142.
2- Capon, Brian (2005). Botany for Gardeners (2nd ed.). Portland, OR: Timber Publishing. pp. 66–67. ISBN 0-88192-655-8.
3- Lori Martinez (1996). "Useful Tree Species for Tree-Ring Dating". Retrieved 2008-11-08.
4- Friedrich M, Remmele S, Kromer B, Hofmann J, Spurk M, Kaiser KF, Orcel C, Küppers M (2004). "The 12,460-year Hohenheim oak and pine tree-ring chronology from central Europe — A unique annual record for radiocarbon calibration and paleoenvironment reconstructions". Radiocarbon 46 (3): 1111–22.
5- Pilcher JR, et al. (November 1984). "A 7,272-year tree-ring chronology for western Europe". Nature 312 (5990): 150–2. Bibcode:1984Natur.312..150P. doi:10.1038/312150a0.
6- Stuiver Minze, Kromer Bernd, Becker Bernd, Ferguson CW (1986). "Radiocarbon Age Calibration back to 13,300 Years BP and the 14C Age Matching of the German Oak and US Bristlecone Pine Chronologies" (PDF). Radiocarbon 28 (2B): 969–979.
7- Ferguson CW, Graybill DA (1983). "Dendrochronology of Bristlecone Pine: A Progress Report". Radiocarbon 25 (2): 287–8.
8- Reimer Paula J, Baillie Mike GL, Bard Edouard, Bayliss Alex, Beck J Warren, Bertrand Chanda JH, Blackwell Paul G, Buck Caitlin E, Burr George S, Cutler Kirsten B, Damon Paul E, Edwards R Lawrence, Fairbanks Richard G, Friedrich Michael, Guilderson Thomas P, Hogg Alan G, Hughen Konrad, Kromer Bernd, McCormac Gerry, Manning Sturt, Ramsey Christopher Bronk, Reimer Ron W, Remmele Sabine, Southon John R, Stuiver Minze, Talamo Sahra, Taylor FW, van der Plicht Johannes, Weyhenmeyer Constanze E (2004). "INTCAL04 Terrestrial Radiocarbon age calibration, 0–26 cal kyr BP" (PDF). Radiocarbon 46 (3): 1029–58.
9- Fairbanks, Richard. "Current Research: Radiocarbon Calibration". Columbia.
10- Renfrew Colin, Bahn Paul (2004). Archaeology: Theories, Methods and Practice (4th ed.). London: Thames & Hudson. pp. 144–5. ISBN 0-500-28441-5.
11- "Bibliography of Dendrochronology". Switzerland: ETH Forest Snow and Landscape Research. Retrieved 2010-08-08.
12- Baillie Mike (1997). A Slice Through Time. London: Batsford. p. 124. ISBN 978-0-7134-7654-5.
Marcel Proust
Valentin Louis Georges Eugène Marcel Proust (Fransızca okunuşu maʁsɛl pʁust) (10 Temmuz 1871 – 18 Kasım 1922), Fransız romancı, deneme yazarı ve eleştirmen. En tanınmış eseri 1913-1927 yılları arasında yayınlanmış, 20. yüzyılın en büyük eserlerinden biri olarak kabul edilen 7 ciltlik "À la recherche du temps perdu" (Türkçede, "Kayıp Zamanın İzinde")'dir.
Proust Paris'in güney yakasında, Auteuil'de, Frankfurt Anlaşması Fransa-Prusya Krallığı(Almanya) Savaşları'nı resmen sonlandırdıktan iki yıl sonra büyük amcasının evinde doğdu. Doğumu Paris yönetiminin baskılanması sonucu çıkan şiddet ortamında gerçekleşti ve çocukluğu Üçüncü Cumhuriyetçiler'in göreve geldiği sırada geçti. "Kayıp Zamanın İzinde" özellikle aristokrasinin çöküşü ve orta sınıfın yükselişi dönemine denk gelen Üçüncü Cumhuriyetçiler yönetimi altında gerçekleşen büyük toplumsal değişimleri konu alır.
Proust'un babası Achille Adrien Proust, Avrupa ve Asya'da koleranın nedenlerini ve yayılmasını araştırmakla görevli bir patolog ve epidemioloji uzmanıydı. Tıp ve hijyen konulu birçok makale ve kitabın yazarıydı. Proust'un annesi Jeanne Clémence Weil, Alsace'li zengin ve yüksek kültürlü bir Yahudi ailenin kızıydı. Eğitimli ve kültürlü bir kadın olan annesinin kaliteli espri anlayışı ve yetkin İngilizcesi yazmış olduğu mektuplardan bilinmektedir.
Dokuz yaşına geldiğinde Proust ilk ciddi astım nöbetini geçirdi. Bu yaştan sonra da her zaman hasta bir çocuk olarak kabul edildi. Çocukluğunun önemli bir bölümünü Illiers'de bir çiftlikte tatil yaparak geçirdi. Bu köy, Auteuil'deki amcasının eviyle birlikte "Kayıp Zamanın İzinde"'de sık sık geçen hayali Combray köyü için model oluşturuyordu.
1882'de, 11 yaşındayken Proust Lycée Condorcet lisesine yazıldı, ancak eğitimi hastalığı yüzünden yarıda kaldı. Buna rağmen edebiyat yeteneğiyle ön plana çıkmayı başardı ve son senesinde bir ödül aldı. Sınıf arkadaşları sayesinde yüksek burjuva sınıfının salonlarına girebildi, buralarda da Kayıp Zamanın İzinde için değerli kaynaklar elde edebildi..
Kötü sağlığına rağmen Proust bir yıl (1889–90) Fransız ordusunda askerlik yaptı. Bu bir yılını Orléans'da Coligny Caserne'de geçirdi. Romanının üçüncü bölümünü oluşturan Guermante'nin Yolu'nda bu deneyiminden uzun uzadıya bahsetmektedir. Genç bir delikanlı olarak Proust eğlenceye düşkündü ve yaşamı bir yazarın disiplinli yaşamından uzaktı. Bu dönemde, bir snob ve bir amatör olarak yarattığı ünü büyük romanının ilk bölümü olan Swann'ların Tarafı'nı yayınlatma konusunda büyük sıkıntılar yaşamasına neden oldu (1913).
Proust'un annesiyle yakın bir ilişkisi vardı. Babası ise sürekli bir kariyer edinmesi konusunda ona baskı yapıyordu. Babasının bu isteklerine karşılık vermek için 1896 yazında Bibliothèque Mazarine kütüphanesinde gönüllü bir işe girdi. Bir süre çabaladıktan sonra, yıllarca sürecek bir hastalık izni almayı başardı. Hiçbir zaman bir işte çalışmayan Proust, annesi ve babası ölünceye dek de aile evinde yaşamayı sürdürdü.
Bir eşcinsel olan Proust, eşcinsellik temasını eserlerinde açıkça ve uzun uzadıya işleyen ilk Avrupalı romancıydı.
1894'te Dreyfus olayı başladığında Marcel Proust, Dreyfus yanlıları arasında yer aldı. 1895'te felsefe lisansı diplomasını aldı. Bundan üç yıl sonra 1898'te Dreyfus olayı büyüdü. Aynı yıl Zola'nın "J'accuse" adlı açık mektubu L'Aurore gazetesinde yayımlandı.
1900-1905 döneminde aile çevresi ve genel olarak hayatı büyük değişimler geçirdi. Şubat 1903'de Proust'un ağabeyi Robert evlenip aile evini terk etti. Aynı yılın Kasım ayında babası öldü. Ama Proust en büyük darbeyi Eylül 1905'de annesi öldüğünde yedi. Annesi ölmeden önce ona kaydadeğer bir miras bıraktı. (2006 yılının kurlarıyla 6 milyon Amerikan dolarına yakın bir meblağ ve aylık 15.000 dolarlık sabit bir gelir.) Ancak bu dönemde kendi sağlığı da ciddi ölçüde zayıflamayı sürdürdü.
Proust son üç yılını büyük ölçüde yatak odasında geçirdi. Gündüzleri uyuyor, geceleri romanını tamamlamak için çalışıyordu. 1922 yılında zatürreye yakalanıp akciğer apsesinden öldü. Paris'te Père Lachaise Mezarlığına defnedildi. Proust yaşarken edebiyat dünyasının yarısı onu çok parlak bir yazar, diğer yarısı da okunamayacak kadar ağır buluyordu.
Proust çok erken yaşlarda yazma ve yayınlanma işiyle ilgilenmeye başladı. Daha okul yıllarında yazılarını yayınladığı "La Revue verte" ve "La Revue lilas" dergileriyle olan ilişkisinin yanı sıra 1890-91 yıllarında "Le Mensuel"jürnalında da toplumla ilgili yazılar yazdığı aylık bir sütunu vardı. 1892 "Le Banquet" (aynı zamanda Platon'un "Sempozyum" kitabının Fransızca adı), adında aylık bir edebiyat dergisi çıkarma girişimine katıldı. Bunu izleyen yıllarda bu derginin yanı sıra, daha prestijli "La Revue Blanche" dergisinde küçük yazıları yayınlandı.
1896 "Les Plaisirs et les Jours" adı altında bu küçük yazıların birçoğundan oluşan bir derleme yayınlandı. Kitabın önsözünü Anatole France yazdı, çizimleri de Mme. Lemaire tarafından yapıldı. Kitap öylesine şaşaalı bir şekilde hazırlanmıştı ki fiyatı normal bir kitabın iki katıydı.
O yıl Proust, ancak ölümüden sonra, 1954'de yayınlanacak "Jean Santeuil" adlı bir roman üzerinde çalışmaya başladı. Kayıp Zamanın İzinde'deki temaların birçoğunun ilk hallerine bu tamamlanmamış romanda rastalanabilmektedir. Örneğin hafıza muamması, üzerinde düşünmenin gerekliliği ve bunun gibi başka birçok bölüm. "Jean Santeuil" çalışmasında "Kayıp Zamanın İzinde"de bulunan birçok bölümün ilk hallerine de rastlamak mümkündür. Örneğin "Jean Santeuil"'de betimlenen ebeveynler "Kayıp Zamanın İzinde"ki ebeveynlere göre oldukça kabaca ve anahatlarda betimlenmiştir. "Les Plaisirs et les Jours" aldığı kötü eleştireler ve kurguyu ilerletme konusunda Proust'un karşılaştığı sorunlar, yazarın sonunda "Jean Santeuil"yi 1897'de ilerletmeyi bırakmasına, 1899'da çalışmayı büsbütün rafa kaldırmasına neden oldu.
1895'den başlayarak Proust uzun yıllar Carlyle, Emerson ve John Ruskin okuyarak geçirdi. Okumaları devam ederken Proust kendi edebiyat kuramlarını geliştirmeye ve sanatçının toplumdaki yeri hakkında kendi fikirlerini geliştirmeye başladı. Aynı zamanda "Kazanılan Zaman"'da Proust'un evrensel kahramanı Ruskin'in "Susam ve Zambak"'ını çevirdiğinden bahsediyor. Sanatçının sorumluluğu doğayla yüzleşmek, onu gözlemek, özünü kavramak, ardından da bunu bir sanat eserinde baştan anlatmak ya da dışavurmaktır. Ruskin'in bakışaçısında sanatsal üretim çok belirleyiciydi, Proust için ise Ruskin o kadar önemliydi ki, aralarında "Mimarininin Yedi Lambası," "Amienlerin İncil'i" ve "Praeterita" da dahil olmak üzere, birçok kitabını "ezbere bildiğini" söylemiştir
Proust daha sonra Ruskin'in iki çalışmasını Fransızca'ya çevirmeye başladı ama İngilizce bilgisindeki yetersizliği buna engel oldu. Bunun üstesinden gelebilmek için çeviri çalışmasını bir grup çalışmasına çevirdi ve kabataslak çeviriyi annesine yaptırdı, ardından kendisi yazıları gözden geçirdi, son olarak da bir arkadaşının İngiliz kuzeni (ve dönem dönem sevgilisi) Marie Nordlinger tarafından son kez gözden geçirdi. Bir editörü yöntemleri konusunda onu sorgulayınca, Proust "İngilizce bildiğimi iddia etmiyorum; Ruskin'i bildiğimi iddia ediyorum" diye yanıtlamıştı. "Amienlerin İncil'i" Proust'un geniş önsözüyle birlikte, 1904'de Fransızca'da yayınlandı Hem çeviri, hem önsöz iyi eleştiriler aldı; Henri Bergson Proust'un girişini "Ruskin'in psikolojisine iyi bir katkı" olarak değerlendirdi; çevirinin kendisini de aynı şekilde olumlu sözlerle karşıladı. Bu kitap yayınladığı sıralarda Proust Ruskin'in "Susam ve Zambaklar" eserini çevirmeye başlamıştı bile. Bu eser de 1906'da yayınlandı. Edebiyat tarihçilerine göre, Ruskin'in dışında Proust'u en çok etkileyen sanatçılardan bazıları Saint-Simon, Montaigne, Stendhal, Flaubert, George Eliot, Fyodor Dostoe |
vsky, ve Leo Tolstoy'dur.
1908 yılı Proust'un bir yazar olarak kariyeri açısından önemli bir yıldı. Yılın ilk yarısında, farklı dergilerde başka yazarların
pastişlerini yayınladı. Bu 'öykünme' çalışmaları, Proust'a kendi tarzını oturtma konusunda yardımcı olmuş olabilir. Buna ek olarak, aynı yılın ilkbaharı ve yazında Proust, daha sonra "Contre Saint-Beuve" adı altında toplanacak bir dizi yazı parçacığı üzerinde çalışmaya başladı. Proust çalışmasının neyle ilgili olduğunu bir arkadaşına yazdığı bir mektupta dile getirmiştir: "Şu anda üzerinde çalıştıklarım şunlardır: asilzadeler üzerine bir Paris romanı, Sainte-Beuve ve Flaubert üzerine bir deneme, kadınlar üzerine bir deneme, kulamparalık üzerine bir deneme (yayınlanması pek kolay olmayacak), mozaik cam üzerine bir çalışma, mezar taşları üzerine bir çalışma ve romancılık üzerine bir deneme."
Bu dönemde Proust, birbirinden kopuk bu parçalardan yavaş yavaş bir roman derlemeye başladı. Uyku tutmayan ve her gece çocukken annesinin onu sabahları almaya geldiği zamanları anımsayan bir başkahramanın, birinci ağızdan anlatıldığı bu çalışma, en sonunda da Sainte-Beuve üzerine eleştirel bir incelemeyle noktalanıyordu. Sainte-Beuve'ye göre biyografiler bir sanatçının çalışmalarını anlamak için en değerli belgelerdi; Proust bu görüşe karşı çıkıyordu. Bu romanın taslaklarında, daha sonra "Combray" ve "Swann" çalışmalarında karşımıza çıkacak metinler (özellikle 1. Kitap ve 7. Kitap'ın son bölümü) yer alıyordu. Kitabı için bir yayıncı bulma konusunda yaşadığı sıkıntılar nedeniyle Proust bir süre sonra temelde farklı ama içeriğinde benzer tema ve ögeler içeren başka bir projeye yönelmesine neden oldu. 1910'a gelindiğinde ise artık "À la recherche du temps perdu" üzerinde yoğun olarak çalışıyordu.
Kurgunun merkezinde, 4000 sayfa boyunca adı ancak bir ya da iki kere geçen Marcel adlı baş kahraman yer alıyor. Bir yazar olmak istiyor, ancak hayatının "belleğini" bulmakta güçlük çektiğinden bir türlü oturup yazamıyor. Yazarlık serüveni yedi cilt boyunca sürüyor. Bir noktada yazma işinden büsbütün vazgeçmeye karar veriyor. Eserin sonlarına doğru "belleğini" kazara buluyor ve yazmaya başlayabiliyor. Ancak bu da düşündüğü kadar hoş bir şey olmuyor. "Gerçek cennetler, unuttuklarımızdır" diyor.
Türkçede Proust'un Kayıp Zamanın İzinde çalışması ilk defa 1990'larda tam metin olarak yayınlanmaya başlamış ve daha önce Hemingway, Berberova, Juan Benet, Oscar Wilde ve Marguerita Duras'nın da çalışmalarını Türkçeye kazandırmış Roza Hakmen'in çevirisiyle Türk okurunun karşısına çıkmıştır.
Kitap İngilizce'ye C. K. Scott Moncrieff tarafından 1922 ve 1931 yılları arasında çevrildi ve ilk baskısında adı "Remembrance of Things Past" (Geçmişte Kalanların Hatırası) idi. Scott Moncrieff da Proust'la benzer bir kader paylaşarak kitabın ilk altı cildini çevirdi ve sonuncu tamamlanamadan öldü. Son cilt, başka çevirmenler tarafından, farklı zamanlarda parça parça çevrildi. Scott Moncrieff'in çevirisi daha sonra gözden geçirildiğinde romanın adı, bugün de kullanılan "In Search of Lost Time" oldu.
Online Metinler
Arif Damar
Arif Damar ( d. 23 Temmuz 1925, Gelibolu - ö. 20 Ekim 2010, Göztepe, İstanbul), Türk şair.
Çanakkale'nin Gelibolu ilçesi Karainebeyli köyünde 23 Temmuz 1925 günü doğdu. İlkokulu Çanakkale'de, ortaokulu İstanbul'daki Yenikapı Ortaokulu'nda bitirdi. İstanbul Erkek Lisesi'ndeki öğrenimini iki yıl sonra bıraktı.
Şiir yazmaya orta birinci sınıf öğrencisi iken başladı. İlk şiiri Edirne'de Akşam, 1940 yılında (şair henüz 15 yaşında iken) Yeni İnsanlık adlı dergide altında "Harika Çocuk" diye bir notla yayımlandı. Bu şiiri ilgi görmüş, yayımlanmasından sonra dönemin ünlü şairi Hasan İzzettin Dinamo kendisini görmeye Yenikapı Ortaokulu'na gelmişti.
1944yılında taşındığı Ankara'da 1950 yılına kadar yaşadı. 1945 yılına Ant Dergisi'nde yayımladığı şiirlerle adını duyurdu. 1944-1947 yılları arasında Atatürk Orman Çiftliği'nde memurluk yaptı. Askerliğini Kayseri ve Sivas'ta sürgün alayında yaptıktan sonra 1950'de İstanbul'a döndü, Mahmutpaşa'da işportacılık yaptı. 1951 Eylül'ünden 1952 Mart'ına kadar Türkiye Komünist Partisi öncülüğünde çıkan Yeryüzü adlı kültür dergisi'nin yönetiminde bulundu. 15 Kasım 1951’de yayımlanan "Dayanılmaz" adlı şiirinin ardından gizli örgüt üyesi olduğu suçlamasıyla 5 Aralık 1951’de tutuklandı. 2 yıl cezaevinde kaldı, delil yetersizliğinden beraat etti. Cezaevinden çıktıktan sonra çok çeşitli işlerde çalıştı.
Bir müddet Arif 'Barikat' takma ismiyle toplumsal gerçekçi anlayışta şiirler yazdı. Bu dönem şiirlerini 1956'da "Günden Güne" adlı kitabında topladı. Kitap basıldıktan 5 ay sonra toplatıldı ama beraat etti.
1958 yılında "İstanbul Bulutu" adlı kitabıyla Yeditepe Şiir Armağanı'nı Cemal Süreya ile birlikte aldı.
Sonraları İkinci Yeni şairlerinin yanında, imgeye ağırlık veren bir şair olarak göründü. 1969'da Suadiye'de Yeryüzü Kitabevi'ni kurdu ve yönetti. Yayınevinde yasak yayın bulundurduğu gerekçesiyle 1982'de üç ay hapis cezasına çarptırıldı, Bozcaada tutukevi'nde yattı. 1984 yılında kitabevini kapatıp kendini bütünüyle yazılarına verdi. "Arif Hüsnü", "Ece Ovalı" takma isinlerini de kullandı. En sevilen şiirlerinden biri "Hallaç" tır.
1985 yılında Melih Cevdet Anday ile ortak imza attığı "Yağmurlu Sokak" adlı romanı yayımladı. Bu kitabı iki yazar 1959'da yazmışlar ve Murat Tek takma adıyla Tercüman Gazetesi'nde tefrika edilmişti. En son Cumhuriyet Gazetesi'nde 'Ayın şairi' bölümünü hazırlıyordu.
Bir süre Nahit Fıratlı ile evli kalan Damar, bu evliliğin bitmesinin ardından Meriç Tülin ile evlenmiştir. İstanbul Moda'da yaşadı. Toplu şiirleri 2004 yılında Alkım Yayınevi'nden çıktı.
Arif Damar, 20 Ekim 2010 tarihinde saat 03.00'da, kaldırılmış olduğu Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde kalp yetmezliği sonucu yaşamını yitirdi. Kadıköy Moda camii'nde kılınan cenaze namazının ardından Çengelköy mezarlığı'nda toprağa verildi.
Gürol Tonbul
Gürol Tonbul, Tiyatro oyuncusu, yönetmeni ve eğitmeni.
Tiyatro eğitimini İzmir Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümü Oyunculuk dalında yaptı. Tiyatro Yüksek Lisansını tamamladı.
Milliyet Dost Çocuk Tiyatrosu'nda oyuncu olarak çalıştı. 1983 yılında Devlet Tiyatroları'nın açtığı sınavı kazanarak Adana Devlet Tiyatrosu'nda göreve başladı. Ankara Devlet Tiyatrosu'nda, İzmir Devlet Tiyatrosu'nda ve Diyarbakır Devlet Tiyatrosu'nda görev yaptı. Diyarbakır Devlet Tiyatrosu müdürü ve sanat yönetmeni olarak çalıştı.
Alman Nemo'nun mimik atölyesine, Oyuncu ve Yönetmen Chris Harris'in Commedia Dell Arte oyunculuk atölyesine ve Theatre Un De Ruhr Oyunculuk Atölyesi'ne katıldı.Yönetmen Malcolm Keith Kay'ın kurduğu ITC (Internatıonal Theatre Company) topluluğunda çalıştı.
1986 yılında tiyatro eğitmenlik görevine başladı. İzmir Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümü'nde, İzmir Konservatuvarı Şan Bölümü'nde, Dicle Üniversitesi Güzel sanatlar Fakültesi'nde,Isparta Güzel Sanatlar Fakültesi'nde ve çeşitli kurumlarda oyunculuk, mimik, rol, konuşma sanatı ve makyaj dersleri verdi.
2001-2004 yıllarında Şeker Sanat yazı kurulunda görev yaptı ve tiyatro üstüne yazılar yazdı. Aynı yıllarda Çeşitli sanat dergilerine de inceleme ve oyunculuk üstüne notlar kaleme aldı. İzmir Fuar etkinlikleri kapsamında Edebiyat Söyleşilerini gerçekleştirdi.
Yaratıcı Drama çalışmalarında bulundu. İletişim gruplarıyla birlikte drama çalışmaları yaptı. İzmir Devlet Senfoni Orkestrası ile birlikte "Çocuklarla Senfoni" projesini 2003-2004 yıllarında gerçekleştirdi ve senfoni orkestrasıyla birlikte turnelere çıktı. 23. Üniversite Oyunları'nda (Universiade 2005)eğitmen olarak görev aldı.
İzmir Sanat Kültür ve Eğitim Vakfı (İKSEV) ile etkinlikler gerçekleştirdi.
2002 yılından başlayarak TRT'de Arkası Yarın, Radyo Tiyatrosu, Çocuk Bahçesi ve Çocuk Saati (Beyaz Bisiklet) programlarını yönetti ve televizyon programları için belgesel drama senaryoları yazdı. 2005- 2008 yılları arasında Akademi Ege'de Sahne Sanatları Tiyatro Bölüm Başkanlığı yaptı. Çok sayıda oyunculuk ve çağdaş oyunculuk teknikleri üzerine atölyeler gerçekleştirdi.
2005-2009 yılları arasında Akşam Gazetesi Ege'de sanat ve tiyatro üzerine yazılar kaleme aldı.
Soyer Kültür Sanat Fabrikası'nda, tiyatro okulu mezunlarına yönelik Özgür Sahne'yi 2008 yılında kurdu. Özgür Sahne, genç oyuncuların,kendi projelerini yönettiği, yaşama geçirdiği bir sahne kimliğine büründü. Özgür Sahne'de 2 yıl içinde Takıntılar- Bir Delinin Hatıra Defteri- Elveda Saraybosna- Karagöz Delirdi ve Ben Ruhi Bey Nasılım oyunları sahnelendi. 2008 yılında Geleneksel Tiyatro Başarı Ödülleri'nde yönetmenlik dalında tiyatro başarı ödülünü aldı. Soyer Kültür Sanat Fabrikası'nda açılan tiyatro okulunun 2 yıl süreyle sorumluluğunu sürdürdü.
Ocak 2011'de Devlet Tiyatrosu'ndan oyuncularla birlikte Tiyatro Reaksiyon'u kurdu. Tiyatro Reaksiyon- Mavi Sanat işbirliği ile Misafir 2011, Almanya'ya göçün 50. yılında sahnelendi.
İçinden Mavi Geçti programında (TRT Belgesel Kanal) sunuculuk yaptı. İzmir Yeni Asır Televizyon'unda kültür sanat programı olan Atölyede Buluşalım programında üç yıl yer aldı. 2011 yılından bu yana Yeni Asır Televizyonu'nda Güzel Sanat programını hazırlayıp sundu.Sanatçı, TRT radyolarında çok sayıda kültür sanat ve tiyatro programı hazırlayıp sundu.
Sanatçının "İyi ki Tiyatro Var" adlı deneme kitabı 2014 yılında yayımlandı. Tonbul, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümü'nde, Bahçeşehir Üniversitesi Yüksek Lisans Oyunculuk Bölümünde, Akademi 35,5'ta eğitmenlik görevine devam ediyor ve İzmir Devlet Tiyatrosu'nda oyunculuk, yönetmenlik yapıyor, Psikeart, Deniz Mecmuası ve Tiyatro Tiyatro Dergisi'ndeki yazılarını sürdürüyor.
Sanatçının Türkiye'deki cezaevleri için hazırladığı, yazdığı ve yönettiği Masallar İnsanlar Bir de Türküler/ Son Kuşlar oyunu çok sayıda cezaevinde sahnelendi.
Sanatçı, Tiyatro Büyü isimli Kukla Oyuncu performans topluluğunu oyuncu Soner Akçay ile birlikte kurdu. İlk oyunları Düşler oldu. İkinci oyun Umut Aranıyor 5. Taksav İzmir Uluslararası Tiyatro Fest |
ivali'nde prömiyer yaptı.
Spice Girls
Spice Girls, tüm zamanların en çok satan, üyelerinin tamamı kadınlardan oluşan müzik grubu. Birleşik Krallık'ta ortaya çıkmış ve kısa bir süre içinde tüm dünyada tanınan bir grup haline gelmiştir. 1996 - 1998 yılları arasında oldukça popüler olmuşlardır. Grup dünya çapında 55 milyon albüm, 20 milyon single satmış, 75 milyon dolar hasılat yapan bir sinema filmine imza atmış, MTV ve Brit Awards başta olmak üzere onlarca prestijli ödül kazanmış, sayısız reklam filmi çekmiştir. Her biri klasik olmuş pop şarkılarıyla bir döneme damgasını vurmuş Baharat Kızlar, 1998'de Geri Halliwell'in ayrılmasıyla sarsılmış, 2000 yılında da dağılmıştır. Ama 2007'de hayranlarına teşekkür ve veda etmek için orijinal kadrosuyla yeniden birleşmişlerdir.
28 Haziran 2007'de yaptıkları basın toplantısında, yeni bir dünya turnesi için bir araya geleceklerini açıklamışlar, 1 Ekim'de satışa sunulan Londra konser biletleri 38 saniyede tükenince, grup dünya turnesindeki konserlerin sayısını 47'ye yükseltmişlerdir. Kasım 2007'de Greatest Hits albümlerinin sonrasında çıkardıkları Headlines (Friendship Never Ends) singleının tüm gelirini kimsesiz çocuklar vakfına bağışlamışlardır. Grup 2012 Londra Olimpiyat Oyunları için tekrar bir araya gelerek hit şarkılarını seslendirmiştir.
Grubun ortaya çıkışı; 1994 yılında bir İngiliz gazetesine verilen bir ilan sonucu başvuran yüzlerce genç kız arasından seçilen Geri Halliwell, Melanie Brown, Emma Bunton, Victoria Adams ve Melanie Chisholm'un hizmet ettiği "ortak hedef" çerçevesinde alışılmışın dışında bir şekilde gerçekleşti.
21 Ocak 1976, Takma Adı: Baby Spice (Bebek Baharat)
Gruba en son katılan ve en genç üye Emma, özellikle çocukların favori Spice'ıydı. Çocukken aldığı eğitimi sayesindeki danstaki becerisi ve kadife sesiyle Spice Girls şarkılarına renk katan önemli bir eleman oldu. Grup dağıldıktan sonra "A Girl Like Me" (2001),"Free Me" (2004) ve "Life In Mono" (2006) adlı 3 solo albüm çıkardı,fakat aksine solo kariyeri gruptaki başarısı gibi ses getirmedi. Ağustos 2007'de nişanlısı Jade Jones'dan, Beau adında bir erkek çocuğu dünyaya getirdi.
6 Ağustos 1972, Takma Adı: Ginger Spice (Kızıl Baharat)
Baharat Kızlar'ın gerçek "baharat"ı Geri,kızlar arasındaki en büyük ve en tecrübeli üye. Kızıl-sarı saçları ve Madonna ve Wonder Woman karışımı ilginç kostümleriyle gruptaki en ilgi çeken Spice'dı. Seksi sesiyle söylediği her şarkıyı "baharatlayan" Geri, 31 Mayıs 1998'de Spice Girls'den ayrıldı. "Schizophonic" (1999), "Scream If You Wanna Go Faster" (2001), adlı 2 başarılı albüm çıkardı. 2005 te ise "Passion" adında 3. albümünü cıkardı ama bu albümde cok fazla başarı sağlayamadı. Mayıs 2006'da, Traffic filminin senaristi Sasha Gervasi'den Bluebell Madonna adlı bir kız çocuk dünyaya getirdi. 2007/2008 turnesi için Spice Girls'ün bir araya gelmesindeki en büyük etken olduğu söylenen Geri, ayrıca 2008'de "Ugenia Lavender" isimli çocuk kitapları serisi çıkarttı.Beklenenin çok üstünde ilgi gören Ugenia Lavender'ın beyazperdeye aktarılacağı söylentilerini,serinin resmi sitesinde yaptığı açıklamada Hollywood senaristlerinin Ugenia ile yakından ilgilendiklerini söyleyerek yanıtladı.
29 Mayıs 1975, Takma Adı: Scary Spice (Korkunç Baharat)
Grubun siyahi elemanı Mel B, baharatlar arasındaki en vahşi görünendi. Leopar desenli giysileri, kabarık saçları ve platform ayakkabılarıyla 1990'larda 1970'ler modasını geri getirmişti. En iyi dans eden Spice'tı. grup dağılmadan 1998 yılında Missy Elliot ile düet yaptığı "I want you back" isimli single ile Britanyada 1 numaraya oturmuştur. Spice Girls'den sonra "Hot" (2000) ve "L.A.State Of Mind" (2005) adlı 2 albüm çıkardı.Ancak bu albümlerde çok fazla ses getirmedi 1999'da Spice Girls dansçısı Jimmy Gulzar'dan Phoenix Chi, 2007'de ünlü oyuncu Eddie Murphy'den Angel Iris isminde iki kız çocuğu dünyaya getirdi.
Haziran 2007'de Stephen Belafonte ile dünya evine girdi.2008 Kainat Güzellik Yarışması'nda sunuculuk yapan Melanie, yıl sonunda merakla beklenen 3.albümünü 2008 sonunda piyasaya sürülmesi beklenirken hala sürülmemiştir.
12 Ocak 1974, Takma Adı: Sporty Spice (Sportif Baharat)
Kaslı ve enerjik Spice, Melanie C, başlarda en sessiz, sakin baharat kızdı. Hiç kuşkusuz kızlar arasında en iyi sese sahip olan da Mel C'nin ta kendisiydi. Grubun ara verdiği sırada yaptığı "Northern Star" (1999) albümünün başarısının ardından "Reason" (2002) ve "Beautiful Intentions" (2005) ve "This Time" (2007) adlı başarılı albümler çıkardı.Albümler Spice Girls gibi büyük sükse yapamasa da kendisi solo kariyerini en uzun süre devam ettiren, en iyi başarı sağlayan baharattır.
17 Nisan 1974, Takma Adı: Posh Spice (Havalı Baharat)
Spice Girl'lerin en şık ve havalısı Victoria, vokal kabiliyeti en az olan baharattı ama tüm Spice kızları gibi başarılı bir dansçıydı. 1997'de nişanlandığı David Beckham ile 1999'da evlendi ve çift günümüzün en ünlü çifti haline geldi. "Victoria Beckham" (2001) adını taşıyan bir solo albüm ve "This Groove/Let Your Head Go" adlı bir single çıkardı. "That Extra Half an Inch: Hair, Heels and Everything In Between" adlı bir kitap yazdı. Fakat o da solo kariyerinde istenilen başarıyı yakalayamayınca moda dünyasına yöneldi ve magazin basının vazgeçilmez ismi haline geldi. "Rock and Republic" moda markasını kurdu. Bir moda ikonu olarak kaldı. Brooklyn, Romeo ve Cruz adlı 3 çocuğu vardır.
Londra'da kendilerine tutulan bir evde yaşayıp, besteler yapmaya çalışan bu "şanslı" 5 genç kız, onlara sonsuz bir inançla bağlı olan menajerleri Simon Fuller'ın desteğiyle Virgin Records ile anlaşma imzaladı ve dans dersleri, şan dersleri, imaj derken, tam anlamıyla "bir gecede yıldız" oldular.
1996 yazında piyasaya sürüldüğü gibi patlayan "Wannabe" 45'liği,
birbirlerinden hem görünüş hem de tavır olarak farklı oldukları için
kendilerine taktıkları Spice Girls ismini Britanya listesinde 7 hafta
zirveye kazıdığında eleştirmenler tarafından pek ciddiye alınmamıştı.
Grubun bu beklenmedik başarısını hitap ettikleri kitlenin yaş ortalamasının
oldukça küçük olmasına bağlanmıştı, ta ki Kraliçe Elizabeth bile bir
Spice Girls hayranı olduğunu itiraf edene kadar. Baharat Kızlar'ın şöhreti
dalga dalga tüm dünyaya yayılırken, ilk çıktıklarında onlara eleştiriler
yağdıranlar susarak onların bir açığını yakalamayı beklediler. "Wannabe"
37 ülkede listebaşı oldu ve 1996'nın adeta marşı haline geldi.
Topluluğun zirve keyfi yaşayan "Say You'll Be There","2 Become 1" gibi
günümüzde pop klasiği olarak nitelendirilen çalışmaları içinde barındıran
ilk albümleri "Spice" 90'ların en çok 1 numarada kalan albümü unvanına
sahip, 25 milyon satmış bir çalışma olunca haliyle kimse "one hit wonder"
diyemedi bu kızlar için.
Esas bombanın, her Britanyalılar için "rüya" olan Amerikan müzik piyasası
üzerinde yarattığı, benzerine yalnızca The Beatles zamanında yaşanmış
başarılar zinciri olduğunu da unutmamak gerekir. "Wannabe"nin Billboard
Hot 100'e 11 numaradan girerek -ki bu tüm zamanların İngiliz debut single
rekoru- hemen listebaşına yerleşmesi ve aynı anda albümün patlaması
grubun çokça kez "Beatles'ın tahtının sahibi" olarak anılmasına neden oldu.
"Spice" albümünün Atlantik'in iki tarafında da 1 numara olması beraberinde
kızlara star unvanını da getirdi. Onlar Birleşik Krallık'ın müzik arenasındaki
gururlarıydılar.
İnsanlar bu 5 çılgın kız hakkında her şeyi merak ediyorlardı. Çok kısa bir
sürede kırılmadık rekor bırakmayan Spice Girls tv programlarının, gazete
ve dergilerin vazgeçilmez konu mankenleri oldu. Özel hayatları didik didik
edilen kızlar,dünyanın ünlü ve zengin erkekleriyle de anılıyorlardı. Dönemin
bir başka başarılı popçusu Kavana, grubun "sportif" kızı Mel C ile,r&b şarkıcısı
Jade "bebek" baharat Emma ile birlikte magazin gündemini süsledi. Geri ise
şüphesiz spicelar arasında en çapkın olanıydı. Grubun beyni olarak bilinen
ve üyeler arasında yaşça en büyük olan Geri giysileri, şovları ve aşklarıyla
kızlar arasında en çok dikkat çeken isimdi.
Attıkları her adım olay olan Spice Girls'ün 2.albümleri "Spice World" 97'nin en çok satan albümlerinden biri oldu. Çektikleri "Spice World: The Movie" adlı filmle Cannes film festivaline katıldılar. Ve gişe rekorları kırdılar.
Özellikle "Spice World" döneminde, albümün ve filmin adına yakışır bir şekilde
"pazarlama harikası"na dönüşen grubun yan sektörleri oluştu ve hayranların
büyük ilgisini çeken oyuncak bebekleri, t-shirtleri,çantaları, şekerleri, deodorantları vs. Spice Girls fenomeninin yansıdığı eşyalardan sadece birkaçı...
Bu sırada başlattıkları görkemli dünya turnesi, Spice Girls'ün dünyanın
dört bir yanındaki milyonlarca hayranına seslenmesini sağladı. 100'ün üzerinde
konser içeren turne, İstanbul'da başlamıştı.
Grup, öyle bir fenomen yarattı ki, Spice Girls'ün başarısını ağızlarının suları
akarak izleyen paragöz plak şirketi sahipleri, girl band formatında yeni kızları
müzik arenasına sürdü. Spice Girls için "fabrikasyon" tanımlamasını kullanan
All Saints kızları "Never Ever" 45'liğiyle listelerde kendini gösterirken,
manken fizikli Close II You, İrlanda'nın şirin köy kızları B*Witched, orijinallik
yoksunu No Angels,Girls Aloud ve Popsie gibi gruplar, Spice'ların takipçisi oldular. Tabii ki
hiçbir girl band, Spice Girls'ün tahtını ele geçiremedi.
Geri Halliwell, Mayıs ayında Spice Girls'den ayrıldı. Geri'nin ayrılması, her birinin tek başına anılmasına yol açtı. Victoria'nın David Beckham'la olan ilişkisi, Melanie B'nin hamileliği derken grup '98 sonunda bitirdiği Amerika turnesinin ardından müziğe ara verdi.
1999'dan beri Spice Girls elemanları solo çalışmalarıyla ayakta kaldı. Geri'nin "If Only" adlı
kitabı 500.000 satışla '99'un Avrupa genelinde en çok satan otobiyografisi oldu.
Spice Girls'ün müzik yaşamına da ışık tutan kitapta anlatılanlar grupla Geri'nin
arasını bir kez daha açmış oldu. Ayrıca Halliwell "Schizophonic" adını taşıyan solo
albümünü piyasaya sürdü. "Schizophonic", grubu terk ettiği günden beri dünyanın en çok konuşulan kadını olan Geri'nin yalnızca magazin yönüyle değil,şarkılarıyla da v |
arolabileceğini gösterdi.
Melanie C ise ilk solo albümünden çıkardığı "Never Be The Same Again" ve
"I Turn To You" hitleriyle listelerde kendine yer buldu.Victoria otobiyografisi "Learning To Fly" ile bestseller olurken, Emma "What Took You So Long",Mel B ise "I Want You Back" ile Britanya'da 1 numaraya yükseldi.
2000'de Halliwell dışındaki üyeler bir araya gelerek "Forever" adını verdikleri
3.albümlerini çıkardılar. Bu kez, önceki albümlerdeki pop soundunu, r&b'ye geçiş yaparak
yıkan Spice Girls, büyük bir risk almış oldu. "Holler/Let Love Lead The Way" double single'ı
1 numaraya oturdu. Albüm, 5.000.000 sattı."Dünyanın en büyük grubu" olarak tanımlayan Baharat Kızlar, aynı yıl, Brit Awards'ın kendilerine verdiği, efsanelere layık görülen "Hayat Boyu Başarı" ödülü, Spice Girls'ün müzikal sürecini tamamladığına işaret ediyordu.
Grup üyeleri Şubat 2001'de yollarını ayırsa da,hiçbir zaman dağıldıklarını resmi olarak açıklamadı.
Grup dağıldıktan 2 sene sonra Victoria Beckham ın grubu yeniden bir araya getireceğini iddia etse de yıllarca 5 Baharat Kız'ı birlikte görmek isteyen hayranların rüyaları,ancak 28 Haziran 2007'de gerçek oldu. Spice Girls'ün uzun süredir planlanan geri dönüşü için tek engel olarak gösterilen Mel C, en sonunda Emma, Geri, Victoria ve Mel B ile yeniden bir araya gelmeyi kabul etti. Londra 02 Venue'da basın toplantısı yapmak için 9 yıl sonra ilk kez bir araya gelen Geri Halliwell, Melanie Brown, Victoria Beckham, Melanie Chisholm ve Emma Bunton, Aralık 2007'de başlayacak yeni turneleri hakkında bilgi verdi. Los Angeles'tan Köln'e, Arjantin'den Cape Town'a 11 ülkeyi ve 6 kıtayı kapsayacak olan turne, Noel'de piyasaya sürülecek "The Greatest Hits" toplama albümü ve grubun perde arkasını anlatacak belgesel filmle desteklenecek. Aralarındaki kimyanın 10 yıl öncesinden farksız olduğu gözlenen Baharat Kızlar, 2005 yılında geri dönen Take That grubuyla kıyaslanmak istemediklerini, sadece hayranlarına teşekkür etmek için bir turne hazırladıklarını belirttiler. Geri dönüş turnesi için 1 günde 1 milyondan fazla insanın bilet başvurusunda bulundu. Tur biletleri 38 saniyede satılarak bitti. Böylece Spice Girls bir kez daha Guiness Rekorlar kitabına girdi.
Başlangıçta sadece 11 konser içereceğini açıkladıkları Return Of The Spice Girls turnesi,öyle büyük ilgi gördü ki kızlar çareyi konser sayısını 47'ye çıkarmakta buldu. ABD ve Birleşik Krallık konserlerini arttıran kızlar, Çin, Arjantin ve Cape Town konserlerini yoğun programları nedeniyle iptal etmek zorunda kaldılar.Turnenin bitmesiyle yeniden yollarını ayıran Spice Girls üyeleri,haklarında çıkan "kavgalılar,geçinemiyorlar" söylentilerine web sitelerinden yayınladıkları bu mesajla cevap verdi:
"Evet zaman doldu, yolun sonuna geldik. Hüzün ve sevinç bir arada. Ne kadar da mesafe kat ettik.
Tekrar bir araya gelmemizin böylesine muhteşem bir şey olabileceğini kim tahmin edebilirdi ki?
Bizim küçük hayalimiz nasıl da büyüdü, inanılmaz bir rüyaya dönüştü. Bu bizim hayallerimizin gerçek olmasının bir ispatı.
10 yıl sonra tekrar başladık ve eski sevenlerimize yenileride ekledik.
47 şov boyunca bizlere verdiğiniz ilham ve motivasyon için çok teşekkür ederiz."
http://entertainment.timesonline.co.uk/tol/arts_and_entertainment/stage/article6997164.ece
Canköy
Canköy (Kırım Tatarcası: "Canköy", Ukraynaca: Джанкой, Rusça: Джанкой). Ukrayna'ya bağlı Kırım Özerk Cumhuriyeti'nin kuzey kısmında bulunan Azak Denizi'ne kıyısı olan bir şehir.
Ayşe Hafsa Sultan
Hafsa Valide Sultan (Osmanlı Türkçesi: عایشه حفصه سلطان; d. 1479 - ö. 19 Mart 1534), Osmanlı Padişahı I. Selim'in 1494'te Trabzon'da evlendiği İkinci eşi, Kanuni Sultan Süleyman'ın annesi ve Valide Sultan.
Ayşe Hafsa Valide Sultan'ın kökenine ilişkin çeşitli kaynaklarda yer alan ve genel olarak iki farklı hipotez mevcuttur.
Osmanlı tarihçisi İsmail Hakkı Uzunçarşılı Kitabeler'de Hafsa Sultan'ın ismini ""Hafsa bint-i Abdü'l-Muin"" olarak vermektedir. Bu Hafsa Sultan'ın cariye kökenli olup Türk asıllı olmadığına bir dedlil kabul edilebilmektedir. Bir diğer tarihçi Necdet Sakaoğlu'na göre Kırım Hanı Mengli Giray'ın kızı olduğu iddiaları kanıtlanamamıştır. Valide Sultan'ın Osmanlı Padişahı I. Selim'in ilk eşi olan Kırım hanı Mengli Giray'ın kızı Âişe Hâtûn olabileceğine ilişkin de kaynaklar delil gösterebilmektedir.
Diğer taraftan da Ayşe Hafsa Sultan, kendisinden yüz yıl kadar önce yaşamış olan Aydınoğlu Beyliği'nin son beyi Aydınoğlu İsa Bey'in kızı ve Yıldırım Beyazıd'ın eşi olan "Hafsa Hatun" ile karıştırılmamalıdır. Edirne'nin Havsa kasabasının ismini Hafsa Hatun'un orada yaşamış olmasından dolayı ondan aldığı söylenir. Ama aslında adını yakınlardaki Has Köyünde büyük bir külliye yaptıran Fatih Sultan Mehmet'in sadrazamlarından Mahmud Paşa'ya izâfeten "Havass’ı Mahmud Paşa"dan (i.e. Mahmud Paşa Has'ları) almıştır.
14 yaşında babası ve Osmanlı padişahı Sultan Bayezid Han'ın ortak görüşü neticesinde Şehzade Selim ile evlendirildi. Kerç şehrinden yola çıkan kadırga ile Trabzon'a gelin olarak indi. Orhan, Musa ve Korkut isminde üç oğlu olan Hafsa Sultan'ın çocukları salgın hastalıklarda hayatını kaybetti. Sultan Selim'in şehzadelik döneminde Trabzon'da, oğlu Şehzade Süleyman'ın sancak beyliklerinde de Kefe ve Manisa'da bulundu. Yavuz Sultan Selim'in 1520 yılındaki ani ölümüyle oğlu Kanuni Sultan Süleyman tahta geçti.
Oğlunun tahta geçişiyle Hafsa Sultan da İstanbul'a geldi. Annesini çok seven, sayan ve hürmet eden Süleyman Han tarafında tarihte ilk defa kendisine Valide Sultan makamı uygun görüldü.
Hayatının sonuna kadar Hürrem Sultan'ın ilerleyişi önünde set kurmuş ve ve haremdeki dengeleri iyi tutmuştur. Bu yüzden denilebilir ki iyiliği ile etkili Valide Sultan yaşadığı sürece Hürrem Sultan'ın da yükselmesine bir imkan olmamaktadır.
Ayşe Hafsa Valide Sultan'ın günümüze ulaşan eşine ve oğluna gönderdiği birçok mektubu da vardır.
Oğlu üzerinde yoğun etkisi görülen Valide Sultan'ın baskın bir rol oynadığı bilinmektedir. Fakat bu etkisini hiçbir zaman kötüye kullanmamıştır. Gönderdiği birçok mektup ile siyasi olaylarla ilgili tavsiyelerde bulunan Hafsa Sultan, II. Bayezid'in annesi Gülbahar Hatun'dan sonra oğluna bu tür telkinlerde bulunan ilk padişah annesidir.
19 Mart 1534 tarihinde oğlunun saltanatı sırasında muhtemelen kalbe bağlı sorunlardan elli altı yaşlarında öldü. İstanbul'daki Yavuz Sultan Selim Camii'ndeki türbeye gömüldü. Yanında kızı Şah Sultan da medfundur.
Hafsa Valide Sultan'ın ölümüyle saraya sultan ya da soylulardan biri olarak gelin gelen Valide Sultan'ların da devri kapanmıştır. Kendisi bu durumun ilk ve son örneğidir.
Eşi Sultan Selim hayatta iken kendi birikimi ile Urla'da birçok dükkân alan Hafsa Sultan daha sonra bunların gelirleri ile camii yaptırmıştır. Manisa'da 1522 yılında tamamlanan bimaristanı ile ünlü külliyesi ise en bilinen eseri olarak bulunmaktadır. Marmaris'teki Osmanlı kervansarayı da, kitabesi 1545 tarihini taşımakla birlikte, Hafsa Sultan'ın ismi ile anılmaktadır .
2003 yapımlı Hürrem Sultan dizisinde Ayşe Hafsa "Valide Sultan"ı Deniz Türkali canlandırırken, Muhteşem Yüzyıl dizisinde ise Nebahat Çehre tarafından canlandırılmıştır.
Lee Ritenour
Lee Ritenour, 11 Ocak 1952, Los Angeles doğumlu Amerikalı caz müzisyenidir. Qwest grubunun eski üyelerindendir. 16 yaşında müziğe başlamıştır.
Vostok Gölü
Vostok Gölü, Antarktika'nın 140'tan fazla sayıdaki buzaltı gölünün en büyüğüdür. Rusya'nın Vostok İstasyonu'nun altındadır. Doğu Antarktik Buz Tabakası'nın() orta bölgelerinde bulunur. Buz tabakasının yüzeyinin rakımı 3488 metredir, göl ise buz yüzeyinin 4000 metre kadar derininde yer almaktadır ve bu da deniz seviyesinden 500 metre daha derinde olduğu anlamına gelmektedir. Bu tatlı su gölü 15,690 kilometrekarelik bir yüzölçümüne sahiptir ve 5,400 kilometreküplük bir hacme sahip olduğu tahmin edilmektedir. Andrey Kapitsa tarafından 1959-64 yılları arasında yapılan sismik araştırmalar sırasında kaşfedilmiştir. Üzerindeki buz son 400,000 yılın paleoklimatolojik kayıtlarını barındırsa da göl suyu 15 ila 25 milyon yıldır izole durumdadır.
5 Şubat 2012 tarihinde yirmi yıllık delme çalışmalarının ardından bir grup Rus bilim insanı 3,768 metrelik bir buz tabakasını delerek tarihteki en uzun buz çekirdeğini elde ettiğini ve göl yüzeyine ulaştığını öne sürmüştür. Grup, gölden ve tabanından örnekler toplaması için göle bir robot da indirmeyi planlamaktadır. Gölün sıvı tabakasında antik mikroorganizmaların bulunması beklenmektedir.
Frithjof Schuon
Rene Guenon ve Ananda Coomaraswamy ile birlikte tradisyonalizm akımının kurucusu metafizikçi, ressam, şair, yazar ve tasavvuf önderi. 50 yılı aşkın bir sürede yazdığı 20'nin üzerindeki kitapları kendi orijinal dili olan Fransızca'nın dışında pek çok dünya diline çevrilmiş, akademya içi ve dışı çevrelerde tartışılmış ve hâlâ tartışılan bir dini figürdür.
Basel'de Alman ebeveynden dünyaya gelen ve ilk eğitimini Almanca sonraki eğitimini Fransızca alan geleneksel metafiziğin önde gelen figürlerinden olan Frithjof Schuon (18 Haziran 1907 - 5 Mayıs 1998) metafizikçi, şair ve ressamdır. Paris'te İslamiyet ile ilgilenmiş Arapça öğrenmiş ve Cezayir ile Mısır'a gitmiştir. 1950 ve 60'lı yıllarda Amerikan Ova Yerlileri ile (Sioux ve Crow kabileleri) ile temasa geçmiş ve onların yaşam biçimleri ve sanat stilleri üzerine çalışmış ve Bloomington'da (1998) vefat etmiştir.
Schuon, Fransız metafizikçi René Guénon'un ilkelerini ortaya koyduğu tradisyonalist veya perennialist perspektifi izah edip farklı kültür ve coğrafyalardaki gelenekleri anlamakta söz konusu perspektifden yararlanmıştır. Buna göre Antik Yunan, Hindu, Yerli geleneklerinde ve monoteist Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet gibi dinlerde zahiri formların dışında bir batınî boyutla ilişkili olarak ifadelendirilen, kadim, evrensel bir bilme biçimi (ya da bilgelik) ve bu bilginin dayandığı bir ilkeler bütünü bulunmaktadır. İslam ve sûfi geleneği içinde bulunmasına rağmen bir metafizikçi olarak Schuon eserlerinde çeşitli din ve kültürlerdeki bu külli ilkeleri |
tespit etmeye ve mevcut farklılıkları ve arızilikleri yine bu külliler ışığında anlamaya çalışmaktadır. Schuon, İslam mistisizmi (Tasavvuf) ve diğer geleneklerde dile getirilen merkez ve çember sembolizmini çeşitli geleneksel din ve maneviyat biçimlerini anlamlandırmakta kullanmaktadır. Bu sembolizmin de işaret ettiği gibi merkezin biricikliğinin yanı sıra nihayetinde o merkeze ulaşan çemberin üzerinde bulunan farklı noktalar mesabesindeki gelenekler, günümüzün din ve gelenek karşıtlığı üzerine kurulu modern dünyasında geleneğin anlamına yeniden nüfuz etmek için modern aklı ifade eden rasyonel düşünme tarzıyla değil entelektüel (irfani) bir yaklaşımla yeniden ele alınıp yorumlanmalıdır. Ancak bu yorumlama veya günümüz felsefi diliyle söylersek okuma biçimi hiçbir şekilde modern düşünce düzleminde değil o geleneğin bir bütün olarak değerlendirileceği ve unsurlarından hiçbirini birbirinden koparmadan yapılmalı ve farklı gelenekler arasında herhangi bir senkretizm (birleştirmecilik) veya eklektizme (seçmecilik) yol açmamalıdır zira her bir din ve geleneğin olduğu haliyle var olması beşer düzeyini aşan bir İlahi iradeden kaynaklanmaktadır. Bu sebeple yeni maneviyat veya din biçimleri otantik din ve geleneklerden kaynakları ve hedefleri itibarıyla tamamen beşerilik taşıdığı için ayrılır.
Frithjof Schuon a göre " Gerçekten her şey daha önceden söylenmiştir, ama her şeyin her zaman herkesce anlaşılmış olması için daha pek çok şey gereklidir.Demek ki "yeni hakikatler" sunma gibi bir amaç söz konusu olamaz.Bununla birlikte çağımızda, hatta dinin asıllarından uzaklaşan her çağda, zorunlu olan şey, ruhun özünde ezeli bir yazıyla yazılı hakikatleri yeniden keşfetmeleri için, kimilerine yeni anahtarlar sağlamaktır.Bu anahtarlar eskilerinden daha değişik, daha çok düşünceyle ilgilidir, ama onlardan daha iyi değildir."(İslamı Anlamak,s.19)
Aynı bağlamda yazar "Formes et substance dans les religions" adlı eserinde şöyle demektedir: "Aslında her şey daha önceden söylenmiştir, hem de çok iyi bir şekilde; ama onları her zaman yeniden söylemek gerekmektedir.Onları söylerken de, her zaman ne yapılmışsa onu yapmak, yani düşünen egonun içinde değil, fakat insan aklının insanı aşan, aşkın cevherinde bulunan hakikatleri düşünce planında dile getirmek gerekmektedir.İnsan aklı bir bütündür.Dolayısıyla temel olarak mutlakı, sonra da mutlaka bağlı olarak nisbinin anlamını kavrayabilecek düzeydedir.Mutlakı kavramak demek nisbiyi de kavramak demektir; sonra da mutlakın içinde nisbinin köklerini, nisbinin içinde de mutlakın yansımalarını kavramak demektir.Bütün metafizik, bütün kozmoloji son tahlilde Evrensel ""Maya""ya özgü olan ve buna göre, bizzat aklın cevherine bağlı olan, mutlak ve nisbinin birbirinin tamamlayıcısı olma durumunu ortaya çıkarır."
Kadın düşmanlığı
Kadın düşmanlığı (mizojini), kadınlara karşı duyulan soğukluk, antipati veya abartılı düşmanlıktır. İngilizcedeki "misogyny" terimi Yunancadaki kadın (gyne) ve nefret etmek (misein) kelimelerinden türetilmiştir.
Kadın karşıtı cinsiyetçilik ile karşılaştırıldığında kadın düşmanlığı (misogyny), genelde erkeklerde görülen kadın karşıtlığı olduğu gibi bazı kadınlarda da buna ilişkin görüşler görülebilmektedir.
Feminist teoride kadın düşmanlığı, erkeklerin kadını ikinci plana attığı düşünülen ırkçılık veya Yahudi-karşıtlığına benzer politik bir ideoloji olarak değerlendirilir.
Ruhsal bir bozukluktan ileri gelebileceği gibi, sıklıkla bireyin çocukluktaki yaşantılarından, bunların özellikle anne ve babaya ilişkin olanlarından kaynaklanır. Gerek erkeklerde, gerekse kadınlarda görülebilir. Anne ve babanın Oedipus kompleksi dönemini yaşayan çocuklar karşısında takındıkları yanlış tutum, sergiledikleri yanlış davranış böyle bir duruma neden olabilir.
Kimi babaların kız evlatlarına karşı aşağılayıcı, küçümser davranışı, erkek evladın kız evlada üstün tutulması da böyle bir tutumu doğuran etkenler arasındadır. Kadın düşmanlığı bazen, tüm dişisel nesnelere düşman gözüyle bakacak kadar aşırı boyuta varabilir.
Örneğin çocuğun gözünü annenin iğdişle korkutması, kadınlara karşı böyle bir düşmanlığa neden olabilir. (Oedipus kompleksi'nin olumsuz yanı)
Erkek düşmanlığı
Erkek düşmanlığı erkeklerden nefret etme durumunu tanımlamakta kullanılan bir terimdir. Teorik bakımdan erkekler de erkek düşmanı olabilseler de, "erkek düşmanlığı" genellikle kadınlarla ilişkilendirilir.
Erkek düşmanlığı "erkeklerden korkmak" anlamına gelen Androfobi (İngilizce: "androphobia") ile karıştırılmamalıdır. Androfobi, erkek düşmanlığına varabilecek boyutlara ulaşabilme potansiyeli taşımakla birlikte sosyal fobiler içinde tanımlanan psikolojik bir hastalıktır.
Kadın düşmanlığından farklı olarak (kadınlara yönelik patolojik nefret) Erkek Düşmanlığı çok az tartışılmış veya araştırılmıştır. Bazı maskülistler erkek düşmanlığının son otuz yılda doruğa çıktığını ve sosyal bir patoloji halini aldığını öne sürmekte bazı feministler ise kadın düşmanlığının sosyal bir rahatsızlık olduğuna ancak erkek düşmanlığının mevcut olmadığına inanmaktadırlar. Bu görüş, kız çocuklarının öldürüldüğü toplumlar, kocası ölen kadının yakıldığı kültürler ya da güzellik standartlarının kadınları sakatlık ya da ölüme götürebildiği (Çin ayak bağlaması, 17. yüzyıl korsesi ya da modern toplumda anoreksi gibi) savaş dışında sistematik olarak erkeklerine işkence yapan toplumların olmaması antropolojik bulgusuna dayanarak savunulabilir.
Hem feminist hem de maskülist kamplardan bazı kimseler de toplumda yerleşmiş cinsiyet rolleri sonucunda doğmuş olan kadın-erkek eksenindeki tartışma ve kamplaşmalardan oluşan "cinsiyetler savaşı" olarak da nitelenen toplumsal olgununun kadın düşmanlığının da , erkek düşmanlığının da kaynağı olduğunu ileri sürmektedirler.
Warren Farrell
Warren Farrel (d. 1943) ABD'li yazar.
Master ve doktorasını UCLA ve New York Üniversitesinde yapan Farrel San Diego'da Kaliforniya Üniversitesi Tıp Fakültesi, Georgetown Üniversitesi, Rutgers, Brooklyn Koleji ve Amerika Üniversitesi'nde dersler vermektedir.
"The Myth of Male Power" adlı yayınıyla ilk maskülistlerden olan Farrel 1970'lerde National Organization for Women (NOW)un New York yönetim kurulunda hizmet veren bir feminizm şampiyonuydu. Birkaç yıl içinde organizasyon içinde erkeklere yönelik ayrımcılık ve erkek sorunlarına gösterilen kayıtsızlık sebebiyle hayalkırıklığına uğrayarak NOW'u bıraktı. "The Liberated Man" ve "Why Men Are the Way They Are" adlı ilk kitaplarında erkek sorunlarına feminizmin kadın sorunlarına yaklaşımına benzer şekilde yaklaştı.
Farrel'in cinsiyet sorunlarına öncü yaklaşımı maskülizmin köşetaşı olmuştur. İdeolojisi diğer çoğu maskülistlerin geleneksel cinsiyet rollerine yönelik indirgeyiciliğinin tersine cinsiyet eşitliğini ortaya koymaktadır. Ona göre "Kadın hareketi kadını cinsel rollerinden özgürleştirme konusunda harika bir iş çıkarmıştı fakat kimse aynısını erkekler için yapmadı"
Farrell 2003 Kaliforniya eyalet seçimlerinde vali adayı idi.
Bilimsel yöntem
Fen bilimlerinde, yeni bir bilgi edinmek için kullanılan yaklaşım tarzı, yöntemdir. Bilim insanları bu yöntemle, zaman içinde bilgilerin üst üste binmesiyle evrendeki olayların doğru ve güvenilir bir betimlemesini yapmayı amaç edinirler.
Bilimsel yöntem, en basit haliyle aşağıdaki şekilde özetlenebilir:
Tam tutarlılık sağlandığı zaman hipotez, gözlemlerin açıklanabilip yeni akıl yürütmelerin yapılabileceği bir kuram haline gelir. Böylelikle bir fenomen türünü açıklayan kolay anlaşılır ve tutarlı bir önermeler grubu oluşturulmuş olunur.
Bilim felsefesinin önemli isimlerinden Paul Feyerabend, bilimsel yöntemin genelleştirilmesi ve tek geçerli yöntem olarak mutlaklaştırılma girişimini eleştirmekte, bunun kuramsal-felsefi olarak temellendirilemez pozitivist bir tutum olduğunu öne sürmektedir."Yönteme Hayır" adlı ünlü kitabında bu şekilde mutlaklaştırılan bilimsel yöntem anlayışının yanlışlığını hem bilim tarihi içinden örneklerle göstermeye çalışmaktadır, hem de "gözlem", "deney", "önerme", "hipotez", "kuram" gibi terimlerin kendi eleştirisine uygun içerimlerini belirtmektedir. Feyerabend'in itirazı esas olarak bilimsel yöntemin tek ve mutlak bir yöntem olarak kabul edilmesi ve dayatılmasına yönelik olarak görünmektedir.
Kedi kuşu
Kedi kuşu, Ptilonorhynchidae, Mimidae ve Timaliidae familyasından bazı kuş türlerinin ortak adı.
Gri kedi kuşu
Gri kedi kuşu ("Dumetella carolinensis"), alaycı kuşugiller (Mimidae) familyasından 23 uzunluğunda tepesi kara, kuyrukaltı pas kızılı, öbür bölümleri boz olan bir kuş türü. İsmini kedi miyavlamasına benzer ötüşünden alır.
Ağaçlık bölgelerde, park ve bahçelerde yaşar, böcek ve meyvelerle beslenir.
Kanada'nın güneyinde, ABD'nin kuzey ve orta kesimlerinde ürer; Kuzey Amerika'nın güneyinde ve Orta Amerika'da kışlar.
Türkiye il plaka kodları
Türkiye il plaka kodları veya Türkiye taşıt plaka kodları, ilk iki hanesi 27 Eylül 1962 tarihinde yayımlanan Yönetmelik uyarınca il isimlerinin alfabetik olarak sıralanmasıyla meydana getirilmiş ve yeni tarz plakalar Kasım 1962'den itibaren taşıtlara takılmaya başlanmıştır.
Plaka gövdesi alüminyumdan yapılmıştır. Sol tarafta 4x10 cm mavi bar üzerine beyaz harflerle "TR" yazmaktadır. Motosiklet ve traktörler hariç diğer tüm araçlarda hem ön hem de arka taraflarda plaka bulunması zorunludur. Araç muayenesinden geçip karayollarına çıkabilen araçlar için verilen pul genelde buraya yapıştırılır.
Bu sıralamaya uzun yıllar uyulduysa da 1962 yılından sonra il statüsü verilen yerler nedeniyle alfabetik sıralama mantığı değişmiştir.
Buna göre 01'den 67'ye kadar olan plaka kodlarında iller alfabetik olarak sıralanırken 67 Zonguldak ili alfabetik olarak son ildir ancak 68'den 81'e kadar olan plaka kodları sonradan il statüsü verilen yerlere 67'den sonraki sayılar verilmiştir. 67 Zonguldak, 68 Aksaray gibi.
Ancak 01'den 67'ye kadar olan plakalarda dahi bu durum gelişen şartlar ve olaylara göre değişiklik göstermektedir.
Örn.: 31 Hatay (Antakya değil)
Örn.: 48 Muğla
Harf ve rakam gru |
pları şöyledir:
İl merkezi dışında tescil edilen araçların plaka harfleri, aracın bağlı bulunduğu vergi dairesini, dolayısıyla bir bakıma ilçeyi belirtir. Örneğin Ankara'da "06 Pxx 99" Polatlı, "06 Nxx 99" Nallıhan, "06 ET XXXX" ise Etimesgut'tandır. Edirne'de "22 Kx 999" Havsa, "22 Lx 999" Uzunköprü, "22 Fx 999" Keşan'dandır.
99 A 9999 (beyaz zemin üzerine kırmızı karakterler):
99 A 99999, 99 AA 999 veya 99 AAA 999 (mavi zemine beyaz karakterler) Polis araçlarının plakalarındaki rakam grubu, ekibin bağlı bulunduğu Büro veya Şube'yi gösterir.
99 B 9999 (beyaz zemine mavi karakterler):
99 CD 999: (beyaz üzerine yeşil)
99 CC 999: (yeşil üzerine beyaz)
99 G 9999 (sarı üzerine siyah)
99 GMR 999 (yeşil üzerine kırmızı)
99 MA 999 ile 99 MZ 999 arası:
99 SAA 999 ile 99 SZZ 999 arası:
34 TAA 99 ile 34 TKZ 99 arası
99 T 9999: .
Cumhurbaşkanı ve parlamento üyeleri farklı numaralandırma şekillerine sahiptirler
Cumhurbaşkanı araçta olduğu zaman "Cumhurbaşkanlığı Forsu" kullanılır. Cumhurbaşkanı'nın numarası yoktur. diğer araçlarda
CB 999 (kırmızı üstüne altın),
"TBMM simgesi" ve TBMM 999 (kırmızı üzeri altın),
9999 (kırmızı üzeri altın),
99 9999 (kırmızı üzeri altın), ilk iki sayı il kodlarına göredir. Örneğin; Ankara Valisi için 06 0001 plakası vardır. Ayrıca Valinin aracının flama direğine Cumhurbaşkanında da olduğu gibi Türk bayrağı açılır.
99 AA 999: (siyah üzeri beyaz), ilk iki sayı il kodlarına göre
Türk Silahlı Kuvvetleri demirbaşına kayıtlı araçların plaka numaraları bu sistemden farklıdır ve tamamen rakamlardan oluşur. Bu plakaların ilk rakamlarına göre;
Jandarma Genel Komutanlığı'na bağlı araçların plaka numarasındaki ikinci ve üçüncü rakamlar, bağlı bulunulan İl Komutanlığı'nı gösterir. Örneğin; plaka numarası "700" ile başlayan bir araç doğrudan Jandarma Genel Komutanlığı'na tahsis edilmişken, "706" ile başlayan bir araç ise Ankara İl Jandarma Komutanlığı'nın hizmetindedir. Örnekteki plaka numarası, Ankara İl Jandarma Komutanı'nın makam aracına aittir.
Askeri araçların plaka levhalarının üzerinde bulunan yıldızlar, araçta bir General veya Amiral bulunduğunu belirtir. Bu yıldızlar Generallerin apoletlerindeki gibidir. 1 yıldız; araçta bir Tuğgeneral veya Tuğamiral olduğuna, 4 yıldız; araçta bir Orgeneral veya Oramiral olduğuna işaret eder. Bir General veya Amiral, doğrudan bir birliğin komutanı değilse aracında flama bulunmaz. Genelkurmay Başkanı'nın aracında devlet protokol sırası olan 0004 rakamı ve plaka üzerinde dört yıldız ile aracın sol önünde Genelkurmay Başkanı flaması, sağ önünde Türk bayrağı bulunur. Kuvvet komutanlarının araçlarında da devlet protokol sırasına göre verilmiş plaka numaraları, plakaların üzerinde dörder adet yıldız ve araçların sol önlerinde komutanlık flamaları bulunur. Sahil Güvenlik Komutanlığı "tümen" düzeyinde ve Sahil Güvenlik Komutanı'nın rütbesi tümamiral olduğundan dolayı makam aracının plakası üzerinde iki yıldız bulunmaktadır.
Öklid
Öklid (Yunanca: ) MÖ 330 - 275 yılları arasında yaşamış İskenderiyeli bir matematikçidir.
Öklid gelmiş geçmiş matematikçilerin içinde adı geometri ile en çok özdeşleştirilen kişidir. Geometri dünyasında kapladığı bu seçkin yeri kendisinin büyük bir matematikçi olmasından çok, geometrinin başlangıcından kendi zamanına kadar bilinen ismi ile Öğeler adını taşıyan kitabında toplamıştır. Öklid derlemesinin tutarlı bir bütün olmasını sağlamak için, kanıt gerektirmeyen apaçık gerçekler olarak 5 aksiyom ortaya koyar. Diğer bütün önermeleri bu aksiyomlardan çıkarır.
Eğitimini Akademi'de tamamladıktan sonra İskenderiye’de büyük bir matematik okulu kuran Öklid, çağlar boyu matematikle ilgilenen hemen herkesin gözdesi olmuştur. Geometriyi ispat ve aksiyomlara dayalı bir dizge olarak işleyen 13 ciltlik kitabı “Elementler” bu alandaki ilk kapsamlı çalışmaydı. Kendinden önceki Tales, Pisagor, Platon, Aristoteles gibi matematikçi ve geometricilerin çalışmalarını temel alan Öklid’in bu yapıtı, iki bin yıl boyunca önemli bir başvuru kaynağı olarak kullanılmıştır. Düzlem geometrisi, aritmetik, sayılar kuramı, irrasyonel sayılar ve katı cisimler geometrisi Öklid’in kitabında ele aldığı başlıca konulardı. Öklid’in her önermeyi daha önceki önermelerden çıkarma yöntemi, kendisine atfedilen “geometrinin babası” sözünü de haklı kılar. Kitapta yer alan aksiyomlara, teoremlere ve ispatlara dayanan sentez yöntemlerinin Batı düşüncesi üzerindeki etkisinin Kitabı Mukaddes'ten sonra ikinci sırada yer aldığı söylenir. Russell, Öğeler'in bugüne kadar yazılmış en büyük kitap olduğunu ileri sürer. Einstein ise “Gençliğinde bu kitabın büyüsüne kapılmamış bir kimse, kuramsal bilimde önemli bir atılım yapabileceği hayaline kapılmasın” der.
Öklid geometrisi 19. yüzyılın başına kadar rakipsiz kaldı. Hatta 20. yüzyılın ortalarına kadar bile orta öğretimde geometri, Öklid'in öğelerine bağlı olarak okutuldu.
Öklid'in yaşamı konusunda hemen,hemen hiçbir şey bilinmiyor. Önceleri bir Yunan kenti olan Megara'da doğduğu sanıldıysa da, sonradan Megaralı Öklid'in, Öğeler'in yazarı İskenderiyeli Öklid'den yüzyıl kadar önce yaşamış olan bir felsefeci olduğu ortaya çıkmıştır.
Öklid üzerinde çalıştığı proje hakkında diyor ki: "bir doğru istenildiği kadar uzatabilir." ve "İki noktadan bir ve yalnız bir doğru geçer."
Öklit toplam 13 kitaptan oluşan Elementler'in ilk kitabında 10 tane aksiyomdan bahsetmektedir. Bunlardan 5'i ortak kanı şeklinde ifade edilmektedir 5'i de postulalar olarak nitelendirilmektedir. Bunlardan yola çıkarak Geometrinin diğer önermelerini ispat etmektedir.
Öklid'in postulaları:
Ortak kanılar:
Kızılkuyruk
Kızılkuyruk, sinekkapangiller (Muscicapidae) familyasından "Phoenicurus" cinsini oluşturan kuş türlerine verilen ad.
Bayağı kızılkuyruk
Bayağı kızılkuyruk ("Phoenicurus phoenicurus"), sinekkapangiller (Muscicapidae) familyasından 14 cm uzunluğundaki Palearktik bölgenin batısında yaygın olarak üreyen kızılkuyruk türü.
13-14,5 cm boyunda, oldukça yepelek, ürkek ve sakıngan bir kuştur; çoğu zaman dikelip kuyruğunu kıpırdatarak kuyruğundaki tipik kızıllığı ifşa eder. Erkeğin, alında ve kaşüstü bölgesinde beyaz şeritli, boğazına doğru inen siyah maskesi vardır; takke ve sırt düz kül rengine çalan boz, gerdanı turunca çalan kızıl olur; son baharda bu canlı renkler çoğu zaman devetüyü renginde zıhlarla belirsizleşir. Erkek kızılkuyruğun başka bir kuşla karıştırmak güçtür. Türkiye'nin doğusu, Kafkaslar ve Orta Doğu'da görülen "P. p. samamisicus" alt türünde sırt daha koyudur, oldukça değişken fakat çoğunlukla beyaz bir kanat şeridi olur, bu alt türün dişilerinde bile bu şeridi oluşturan ikinci uçma telekleri daha soluk renktedir.
Genç bülbüllere çok benzeyen jüvenil kızılkuyrukların kuyruk ortası daha koyu, boyları daha küçük olur. Kısmî gençlik ertesi karınsasına eylül başında girerler. Bundan sonra, ilk kışındaki erkek kızılkuyruklar erişkinlere oldukça benzerler, fakat maske henüz tamamlanmamıştır, parotik bölgede koyu külrengi bir leke olur; gerdan beyazlı-narıncılı çakır, kaşüstü bandı silik ve henüz alına dağılmamıştır. Uçma teleklerinin zıhlarla kontrastı, telekler daha açık kül rengi olduğundan erişkin erkeğe göre daha azdır. Kuyruk telekleri sivri uçlu olur. Üreme ertesi karınsasına eylül başında girerler.
Erişkin dişi kızılkuyrukların sırtı kahverengine çalan soluk boz, karnı belli bellirsiz turuncuya çalan nohudî beyaz olur. Kara kızılkuyruk dişisine çok benzerler, fakat daha açık renkte, boz tonları daha azdır; boğazı açıkça daha soluk, gerdan altı ve karın kirli beyazdır. Ender olarak, erkekte olduğu gibi gerdanda turunca çalan kızıl nüanslar olabilir. Dişi kızılkuyruk, bülbülün hem erkeği hem dişine genel itibarıyla oldukça benzemekle beraber, orta uçma teleklerinin koyu kahverengi olmasıyla kesin olarak ayırt edilir; boyu daha ufaktır. İlk kışındaki dişilerle erişkin dişilerin ayırt edilmesi oldukça güçtür; erkekte olduğu gibi, ilk kışındaki kuşun kuyruk teleklerinin sivri olmasına bakılır.
Ormanlarda, ağaçlıklarda, bahçelerde yaşayan bu tür ağaç kovuklarına ya da yarıklarına yuva yapar. Yuvaya dişi altı-yedi yumurta bırakır. Yazın Türkiye'nin her bölgesindeki ağaçlık kesimlerde, özellikle de dağlık yörelerde ürer.
Kara kızılkuyruk
Kara kızılkuyruk (Kara kızılkuyruk bülbülü) ("Phoenicurus ochruros"), sinekkapangiller (Muscicapidae) familyasından bir kızılkuyruk türü. Bu kuşun bir diğer adı (Kara kızılkuyruk bülbülü)dür.
14 cm uzunluğundadır. Erkek kırmızı kuyruğu ve beyaz kanat beneği dışında tümüyle siyah, dişi ise kırmızı kuyruğu dışında boz kahverengidir.
Kaya yarıklarına yapılan yuvaya dişi dört-altı yumurta bırakır.
Avrupa, Kuzey Afrika ve Asya'nın batı kesimlerinde yaşayan bu kuşlar daha çok kayalık bölgelerde, yamaçlarda, harabelerde ve kimi zaman da yerleşim birimlerinde bulunurlar. Kara kızılkuyruk Anadolu'nun dağlık, kayalık bölgelerinde yıl boyunca görülür.
Adi kızılağaç
Adi kızılağaç ("Alnus glutinosa"), huşgiller (Betulaceae) familyasından 20–30 m'ye ulaşabilen esmer kabuklu ve seyrek dallı bir türdür.
Uzunluğu 4–9 cm, genişliği 3–7 cm arasında değişen ters yumurta biçimli yaprakları ve morumsu kahverengi kedicikleri vardır.
Çarşamba (anlam ayrımı)
Çarşamba aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Çarşamba
Çarşamba, haftanın üçüncü günüdür. Salı'dan sonra; Perşembe'den önce gelir. Kelime, Farsça-Süryanice dördüncü gün anlamında kelimesinden gelir.
Eski Türkçede bu günün adı Törtünç'tür (Dördüncü).
Bulgaristan'daki Kırım Tatarları
Bulgaristan'daki Kırım Tatarları, Bulgaristan'da yaşayan Kırım Tatarı azınlığıdır. Yapılan nüfus sayımına göre 2001 yılında ülkede 1803 Kırım Tatarı yaşamaktaydı. Bu kişilerin çoğu, 1860'lı yıllarda ülkeye gelmiştir. Bazı kaynaklara göre 1860'larda Bulgaristan'a gelen Kırım Tatarı sayısı 110,000 idi. Daha sonra bu kişilerin bir kısmı Bulgaristan'dan göç etmiştir.
Bulgaristan'daki Kırım Tatarları'nın en çok yaşadığı bölgeler ise Varna, Tatar Pazarcık, Balçık ve Şumnu'dur.
Yerküre
Yerküre, Dünya gezegenidir ve genelde yapısı ile ilgili konul |
arda kullanılır. Yerbilim (jeoloji) çalışmaları ile yapısı anlaşılmaya çalışılan Yerküre’ye ait bilgilerin çoğu, sismik dalgaların incelenmesi sayesinde elde ediliyor. Depremler sonucu oluşan doğal oluşan veya bilim adamlarının oluşturduğu yapay sismik dalgaların, farklı yapılardaki katmanlarda farklı davrandıkları biliniyor. Yerküre içinde hareket eden bu dalgaların davranışlarının incelenmesi sonucunda Yerküre’nin iç yapısı anlaşılabiliyor.
Yerküre'nin merkezinde katı haldeki nikel ve demirden oluşan iç çekirdek bulunuyor. Bu çekirdeği çevreleyen dış çekirdek ise, içindeki kükürt ve oksijen nedeniyle erime noktası düştüğü için sıvı halde bulunan nikel ve demirden oluşuyor. 4.5 milyar yıldır soğumasına karşın hala çok sıcak olan çekirdek, Yerküre'nin manyetik alanının oluşmasındaki etken. Daha sonra gelen Alt Manto ve Üst Manto diye ikiye ayrılan Manto ise, kısmen ya da tümüyle eriyik durumdaki kayaçlardan oluşan magmayı içeriyor. Demir, magnezyum, silikon ve oksijence zengin mineralleri içeren Manto’dan sonra, bu katmanların en incesi olan ve okyanuslar ile kıtaları barındıran Yerkabuğu bulunuyor. Oksijen ve silikonca zengin Yerkabuğu’nda, okyanus tabanlarını oluşturan bazalt, en çok bulunan kayaç. Kıtalardan oluşan kabuk kısmı ise bazalt ile daha az yoğun olan granit, kumtaşı, kireç taşı gibi kayaçları barındırıyor.
Yer'in içi, diğer gezegenler gibi, kimyasal olarak tabakalardan oluşur. Yer'in silikattan oluşmuş bir kabuğu, yüksek viskoziteli bir mantosu, akışkan bir dış çekirdeği ve katı halde bir iç çekirdeği vardır.
Yer'in kütlesi ve hacmi günümüzde oldukça duyarlı olarak bilinmektedir. Buna dayanarak yoğunluğunun 5,51 g/cm olduğu hesaplanabilir. Yerkürenin derinliklerinde yüksek basıncın yol açtığı sıkışma hesaba katıldığında, bu değerin sıkışmamış halde 4 g/cm civarında bir yoğunluğa denk gelebileceği tahmin edilir. Sismik veriler, ses dalgalarının yerküre derinliklerinde iletilme hızlarına dayanarak, kürenin değişik noktalarındaki madde yoğunluklarının birbirine oranlarını belirlemeye yardımcı olmuştur. Bu bilgilerin birleştirilmesi sonucunda Yer'in iç yapısına ilişkin güvenilir bir model ortaya konabilmiştir. Yer katmanlarının hangi kimyasal bileşenlerden oluştuğu ve fiziksel özellikleri, doğrudan gözlemlere dayanmayan, ancak, sismik verilere dayanan yoğunluk ölçümleri, elementlerin evrende dağılım oranları, gök taşlarından elde edilen veriler, yer kabuğu ve nadiren manto kaynaklı örneklerin analizi, ve olası bileşiklerin fiziksel özelliklerine ait laboratuvar verilerinin bir bütün halinde göz önünde tutulması ile varılan yaklaşık bir tahmine göre belirlenebilmektedir.
Sismik dalgaların izlenmesi, yer yüzeyinden 2900 km derinlikte ani bir yoğunluk artışına işaret eder. Bu, 3470 km yarıçapında bir metal çekirdeğin varlığı ile açıklanmaktadır. Daha da derinde, 1250 km yarıçapında ve 'iç çekirdek' olarak adlandırılan daha yoğun bir tabaka bulunur. S dalgalarının çekirdek-manto sınırında kesintiye uğraması, en azından dış çekirdeğin, bu tür dalgaların ilerleyemeyeceği sıvı bir yapıya sahip olduğunu düşündürmektedir. Yer'in manyetik alanı da bu düşünceyi destekler özelliktedir. İç çekirdeğin ise katı yapıda olduğu sanılmaktadır. Modeller, iç çekirdeğin sıcaklığının 5100 °C, basıncının ise merkezde 4 milyon atmosfer civarında olduğu varsayımına dayanır. İç çekirdeğin büyük ölçüde demir ve nikelden oluştuğu, bu bileşenlerin, yüksek basıncın ergime sıcaklığını yükseltmesi nedeniyle katı halde bulunacağı ve yoğunluğun 13,6 g/cm³ civarında olacağı tahmin edilmektedir. Dış çekirdek ise, demir ve nikele ek olarak oksijen ve kükürt içerir. Bu ek bileşenler, bu katmanın yoğunluğunu düşürürken (en dışta 10 g/cm³, en içte 12,3 g/cm³) aynı zamanda metallerin ergime sıcaklığını düşürerek, iç çekirdeğe göre daha düşük basınç ve sıcaklık altında sıvı bir ortam yaratılmasına neden olurlar.
Manto, yerkabuğu ile çekirdek arasında kalan kısımdır. Yer kabuğunun en ince olduğu okyanus tabanlarında 5 km, en kalın olduğu büyük dağ sıralarının altında ise 70 km derinlikte başlar ve 2900 km. derinliğe kadar devam eder. Yer kürenin toplam hacminin %82'den fazlasını, kütlesinin ise %67'sini oluşturur. Çekirdekte bulunan demir, nikel, oksijen ve kükürte ek olarak magnezyum, alüminyum ve silisyum içerir, ve büyük kısmı, bu elementlerin çeşitli şekillerde kombinasyonlarından oluşmuş kayaç yapıda bileşiklerden oluşur. Yer kabuğundan farklı olarak bu minerallerin demir ve magnezyum içeriği, silisyum ve alüminyum içeriğine oranla çok daha fazladır. Manto katmanının yoğunluğu, yüzeyden derine doğru artarak 3,3 g/cm³'ten 6 g/cm³'e kadar değişir ve ortalama 4,5 g/cm³ kadardır. Sıcaklığı, çekirdek ile komşu alanlarda 4000 °C kadar yüksek, yer yüzeyine en yakın olduğu okyanus tabanlarında ise 100 °C kadar düşük olabilir. Ancak, manto tabakasının tüm derinliği boyunca genel olarak katı halde bulunduğu sanılmaktadır. Mantonun yer kabuğuna komşu çok ince bir kısmı dışında plastik özellikler gösteren bu katı, belli bir akışkanlık derecesi ile, yavaş bir konveksiyon hareketi gösterir, bu yolla yerkürenin derinliklerindeki sıcak materyel yavaşça yüzeye doğru çıkarak ısının yüzeye aktarılmasını sağlar. Yer kabuğunun hareketlerinin ve sonuçta levha tektoniği etkinliğinin sürdürülmesini sağlayan güç, bu akımlardan kaynaklanır. Mantonun akışkanlığı, beklenenin tersine, sıcaklıkların daha yüksek olduğu derin tabakalarda yüzeye göre daha azdır. Bunun nedeni derinlerdeki yüksek basınç altında mineral bileşikliklerin ergime sıcaklıklarının ortam sıcaklığına oranla çok yüksekte kalmasıdır. 700–2900 km derinlikler arasında kalan 'alt manto' bu durumdadır. 700 kilometrenin üzerinde kalan 'üst manto' ise, sismik dalgaları belirgin derecede yavaş iletmesinden anlaşıldığı gibi, daha akışkan yapıdadır ve bu nedenle "astenosfer" -zayıf küre, güçsüz küre- olarak adlandırılır. Bu bölgedeki 1000 - 1300 °C arasındaki sıcaklıklar, kayaç bileşiklerinin ergime sıcaklığına çok yakındır ve üst manto materyeli sıvı hale geçme sınırına çok daha yakın bulunur. Günümüzde, astenosfer tabakasının en fazla 400 km derine kadar indiği, 400–700 km arasının ise 'geçiş bölgesi' olarak adlandırılması gerektiği kanısı yaygınlaşmaktadır. Mantonun, kalınlığı okyanus tabanlarında birkaç kilometre ile kıta tabanlarında 70 kilometre arasında değişen en dış tabakası düşük sıcaklığı nedeniyle sert ve kırılgan bir katı yapısındadır ve yer kabuğu ile bütünleşmiş biçimde "litosfer"=taş küreyi oluşturur. Manto içerisinde yerel sıcaklığın o bölgedeki bileşenlerin ergime sıcaklığından daha yüksek olduğu sınırlı alanlar, magma olarak adlandırılan sıvı ortamı içerirler ve volkanik etkinliklerden sorumlu tutulurlar.
Yer kürenin en dış katmanıdır. Yer kürenin toplam hacminin % 2'den azını, kütlesinin ise yüzde 4'ünü oluşturur. Daha derin tabakalara oranla düşük yoğunlukta ve katı yapıdadır. Manto katmanının en dış bölümü ile birlikte taş küreyi oluşturarak, derindeki nispeten akışkan astenosfer tabakası üzerinde yüzercesine hareket eder. Yer kabuğunun okyanus tabanlarında kalan kısmı oldukça ince (5–10 km), kıtalardaki kısmı ise daha kalındır (30–70 km). Yer kabuğu yoğunluğunun okyanus tabanlarında daha yüksek (3,2 g/cm³, kıtalarda ise daha düşük (2,7 - 3 g/cm³) olduğu bilinmektedir. Bu farklılıklar nedeniyle, 'okyanus kabuğu' (okyanusal kabuk) ve 'kıta kabuğu' (kıtasal kabuk) şeklinde iki ayrı tanım yerleşmiştir.
Branta
Branta, ördekgiller (Anatidae) familyasından bir kuş cinsi.
Levha hareketleri
Levha hareketleri veya levha tektoniği olarak da bilinir, en geniş anlamıyla litosferin yapısını ve bu yapıyı doğuran evrimi araştıran jeoloji dalıdır.
Tektonik (Yunanca "tekton"'dan), yapısal jeoloji ile yakından ilgili fakat ondan farklı bir jeoloji disiplinidir. Yapısal jeoloji kayaçların geometrisi ile uğraşır, oysa tektonik, yeryuvarının büyük ölçekli yapıları ve bunları oluşturan kuvvetler ve hareketler üzerinde durur.
Birbirine yaklaşan levhalar bir süre sonra birbiriyle çarpışır. İki levhanın çarpışmasıyla oluşan yeryüzü şekli, levhaların türüne göre değişir. Depremlere ve yanardağların oluşumuna neden olur.Yanardağların çoğu da genellikle erimiş kayaların levhadaki çatlaklardan yararlanarak fışkırdığı levha sınırında yer alır.
Alman bilim adamı Alfred Wegener'in Kıta Kayması Teorisi'nin geliştirilmesi sonucu oluşmuştur. Başlangıçta tüm kıtaların "Pangea" adında tek bir kıta olduğu, sonradan parçalanarak zamanla günümüzdeki yerlerine ulaştığı görüşünü ortaya attı. Dünya'nın yüzeyi kesintisiz gibi görünüyorsa da gerçekte dev boyuttaki bir yap-boz gibi birbirine geçen parçalardan oluşmaktadır. Levha adı verilen bu parçalar, çok yavaş olarak sürekli biçimde birbirlerine göre hareket ederler. Bir levha, yalnızca okyanusal ya da kıtasal litosferden oluşabildiği gibi her iki litosfer türünü de içerebilir. Levhalar, levha sınırı ya da levha kenarı ile sonlanır. Depremlerin ve yanardağların çoğu bu bölgelerde görülür. Pangea verilen tek kıta parçasını çevreleyen denize Panthalassa denmekdir. Zaman içerisinde katmanlar hareket ettikçe Pangaea ikiye ayrıldı. Kuzeyde Laurasia ve güneyde Gondwanaland oluştu. Bu iki kıta Tetis (") denizi ile ikiye ayrıldı. Katmanların hareketi ile kıtalar iyice ayrılarak bugünkü hâlini aldı.
Yer yüzeyinin kabuğu, manto üzerinde, izostazi adı verilen, bir ağacın su üzerinde yüzmesi ile karşılaştırılabilecek bir denge halinde dururlar. Mantonun kaldırma gücü, su ve ağaç örneğinde olduğu gibi kabuğun manto içine 'batmış' olan hacmi ile orantılıdır. Bu nedenle yükseltilerin fazla olduğu kıta bölgelerinde, artan kütle ile koşut olarak kabuğun manto derinliklerine uzanan kısmı da daha fazla olmalıdır. Yüksek dağ sıralarının derinlere dalan 'kökleri' yer kabuğunun böyle alanlarda 70 km kadar kalın olmasına yol açar. Öte yandan, karaların yükselmesi, bağıl olarak daha hafif materyelden oluşmaları ile ilişkilidir. Böylece okyanusal kabuk daha ince olmasına karşın daha ağır materyelden oluşmuş ve astenosfer içine doğru kıtalara oranla daha fazla 'batmış' durumdadır. Bu, |
kıtaların manto içerisine doğru uzanan daha derin kökleri olmasına rağmen, ağırlık merkezlerinin okyanus tabanlarına oranla daha yüksekte yer alması ile sonuçlanır.
Yüzey şekillerinin jeolojik zaman boyutu içinde evrimi levha hareketleri çerçevesinde gerçekleşir. Yer kabuğu ve hemen altındaki manto katmanının birleşmesinden oluşan taş küre (litosfer), yavaş bir hareketle yer değiştiren 12 ayrı 'levha' halinde, değişken bir yap-boz tablosu oluşturur. Yarı akışkan astenosfer tabakası üzerinde yüzer durumda bulunan bu levhaların hareketi için gereken enerjiyi, astenosfer tabakasındaki konveksiyon akımları sağlar. Levhalar birbirleriyle sürekli temas halinde olduklarından, hareketlerinin yön ve şiddetini, yerin derinliklerinden gelen itici gücün özellikleri olduğu kadar levhaların birbiri ile olan ilişkileri de belirler. Böylece, kısa dönemde belirli bir düzen içinde süren levha hareketlerinin, zaman ölçeği büyütüldüğünde kaotik ve önceden belirlenemez bir biçimde gerçekleştiği gözlenir.
Levhaların hareketlerinde yer kabuğunun bütün bu özellikleri rol oynar. Levhalar ortalama olarak yılda birkaç santimetre ölçeğinde hareket ederler (Bu kayma en uç örnek olan Pasifik levhası için yılda 15 santimetreye ulaşmaktadır). Hareket halindeki levhaların birbirleri arasında üç tür ilişkisi olabilir.
Yeryüzünün alanı sabit olduğuna göre yaklaşma sınırlarında bir miktar levha yüzeyinin yok olması, uzaklaşma sınırlarında ise yeni levha yüzeyi yaratılması gerekmektedir. Bu nedenle birinci tür levha sınırlarına 'yıkıcı', ikinci tür sınırlara ise 'yapıcı' sınırlar adı verilir. Üçüncü tür, 'yanal doğrultulu' ya da 'dönüşüm' (") sınırlarıdır.
Yaklaşan levhaların ikisi de okyanussal levha ise biri diğerinin altına doğru kayar, bu durum 'dalma-batma' olarak adlandırılır. Bir okyanus levhası, bir kıta levhası ile karşılaştığında, daha ağır olduğu için onun altına doğru kayar, yine dalma-batma durumu gerçekleşir. Dalma-batma söz konusu olduğunda manto tabakasının sıcak derinliklerine inen taş küre dilimi ısınarak erir ve akışkan halde yükselir. Bu, yaklaşma sınırlarındaki yanardağ etkinliğinin ve dağ oluşumunun temelidir. İki kıtasal levhanın yaklaşması ise çarpışma ile sonuçlanır, her iki levha da manto içine batamayacak kadar hafif ve kalın olduğundan büyük bir deformasyonla yüksek dağ sıraları ve platolar ortaya çıkar (Himalaya dağları ve Tibet yaylası gibi).
Uzaklaşan levhalar ise yeni okyanus kabuğunun oluşmasına yol açarlar. Bu olay, iki levha arasında açılan boşluğa üst manto kaynaklı akışkan materyelin dolması ve soğuyarak katılaşması sonucunda gerçekleşir. Bu şekilde oluşan okyanus sırtları yer kabuğunun en genç bölgeleridir. Levhalar ayrıldıkça sırt ortadan büyümeye devam eder, sırtın her iki yanına doğru uzaklaşan genç litosfer soğudukça hacmi azalır, yoğunluğu artar ve hem küçülme hem de batma nedeniyle yükseltisi azalır. Okyanus tabanının okyanus sırtından en uzak kesimleri en yaşlı kısmıdır. Bu alanların eninde sonunda bir başka levha ile karşılaşarak batmaya başlaması kaçınılmaz olduğundan okyanusal kabuğun ömrü sınırlıdır ve bilinen en yaşlı okyanus kabuğu örnekleri 190 milyon yıl yaşındadır. Bu şekilde okyanus kabuğu sürekli yenilenirken, kıta kabuğu dalma-batma mekanizması ile ortadan kaldırılamadığından, yanardağ ve dağ oluşum etkinlikleri ile kıta kütlesine eklenen materyel zaman içinde giderek artar, milyarlarca yıllık süreç içerisinde kıtalar alan ve kalınlık açısından büyümeye devam ederler. Bazen bir kıta, ters yönde etki eden kuvvetlerin sonucunda ikiye ayrılabilir. Böyle bir durumda uzaklaşan parçaların arasını doldurmaya başlayan manto materyeli yine okyanus kabuğu niteliğinde bir yapı oluşturmaya başlar, bu alanın soğuyup alçalması sonucunda yeni bir okyanus doğmuş olur.
Kıtaların birbirlerine ve okyanus havzalarına göre girmiş olduğu büyük ölçekli yatay hareketlere denir. Günümüzdeki kıtaların, büyük taşküre (litosfer) levhalarının sürüklenerek yer değiştirmesi sonucunda ortaya çıktığına ilişkin ilk düşünceler daha 18.yüzyılın sonlarında ortaya atıldı. Güney Amerika'nın doğusundaki çıkıntının Afrika'nın batı kıyılarındaki girintiye tam oturduğuna dikkati çeken Alman doğa bilimci Alexander von Humboldt, 1800 yılında Atlas Okyanusunun iki yakasının çok önceleri bitişik olduğu tezini geliştirdi. Bundan 50 yıl kadar sonra Fransız bilim adamı Antonio Snider, Kuzey Amerika ve Avrupa'daki kömür yataklarında belirlenen benzer bitki fosillerinin Humboldt'un bu varsayımını doğruladığını, aksi halde bu benzerliği açıklamanın başka yolu olmadığını ileri sürdü.1908'de ABD'li Frank B. Taylor, Dünya'daki bazı sıradağların oluşumunu, kıtaların çarpışması düşüncesine dayalı olarak açıklamaya çalıştı.
Bilgisayar Destekli Haritalama Laboratuvarı'nın bir köşesinde alelâde bir kutu içerisinde 14 jeolojik harita var ve 1 kg ağırlığında. Bu kutu, Dünya coğrafyasının son 250 milyon yıllık serüvenini anlatıyor. Serüvenin kahramanı, halen çıkarılmakta olan petrole yataklık etmiş ve Tetis adı verilen tropikal bir okyanus. Levhaların kaymasıyla kapanan bu denizden günümüze ulaşan, birer iç deniz olan Akdeniz, Karadeniz ve Hazar Denizi'dir.
Proje, 1980'li yılların ortasında başladı. Pierre-Merie Curie Üniversitesi'nden Profesör Jean Decourt, Luc Emmanuel Ricou ve Bruno Vrielynck'in öncülüğünde bir grup jeolog, Yerküre tarihinin son 250 milyon yılı üzerine yapılmış Dünya'daki birçok noktalardaki (nokta) araştırma sonuçlarını bir araya getirerek büyük bir sentezi gerçekleştirmeye girişti. 124 araştırmacıyı bugüne kadar denenmemiş bir çalışmanın etrafında bir araya getiren projenin hedefi, Tetis'in fiziki coğrafyasını ortaya çıkarmaktır.
Yaklaşık 250 milyon yıl önce, karaların bütünü tek bir kıta şeklindedir: Pangea. Bu kıta, güneyde Gondwana (bugünkü Güney Amerika, Afrika, Madagaskar, Hindistan ve Avustralya), Kuzeyde Laurasia (bugünkü Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya)'dan oluşmaktadır. Yer yüzünün geri kalan kısmı ise uçsuz bucaksız dev bir okyanusla kaplıdır: Pantalasa. Pangea kıtasının doğusunda üçgen şeklinde dev bir körfez yer almaktadır. İşte bu okyanus'da Tetis Okyanusunu oluşturmaktadır.
Pyrrhula
Pyrrhula, ispinozgiller (Fringillidae) familyasından şakrak kuşlarını içeren kuş cinsi.
Yerkabuğu
Yer kabuğu, taş küre veya litosfer, Yerküre'nin en dış kısmında bulunan yapıdır.
Karalarda daha kalın (35–40 km), Tibet Platosunda ise 70 km, deniz ve okyanus tabanlarında ise daha ince (8–12 km) olan yer kabuğunun ortalama kalınlığı 33 km kadardır. Kimyasal bileşimi ve yoğunluğu birbirinden farklı iki kısımdan meydana gelir. Bunlardan biri granit bileşimindeki kayaçlardan oluşan granitik yer kabuğu; diğeri ise bazalt bileşimindeki kayaçlardan oluşan bazaltik yer kabuğudur.
Granitik yer kabuğunda silisyum ve alüminyum elementleri hakimdir. Bu nedenle daha hafiftir; yoğunluğu 2,7-2,8 g/cm arasında bulunur. Yer kabuğunun üst kısmını teşkil eder. Bazaltik yer kabuğunda ise silisyum ve magnezyumlu unsurlar hakimdir. Dolayısıyla granitik kabuktan daha ağırdır; yoğunluğu 3-3,5 g/cm arasında değişir. Granitik yer kabuğunun altında ve okyanus tabanlarında yer alır. Bu nedenle bazaltik yer kabuğuna "okyanussal kabuk" adı da verilir.
Bu iki kısım bütün kıtaların altında bulunmaktadır. Buna karşılık okyanusların altında durum farklıdır. Burada bazaltik kabuk birkaç kilometre kalınlıkta ince bir tabaka halinde uzanır. Buna karşılık granitik kabuk ya hiç yoktur (örneğin Büyük Okyanus) ya da çok incedir (Atlas ve Hint Okyanusları).
Kabuk ile manto arasındaki sınıra Mohorovicic Süreksizliği (Moho) denilir. Bu kesimde yoğunluğa bağlı olarak sismik P dalgalarının hızı litosferde 7,2 km/s iken, mantonun üst kısmında 8,1 km/s'ye çıkar.
Yerküre'nin iç ısı kaynağı ve mantonun konveksiyon hareketleri, yer kabuğunun günümüzdeki fiziksel özellikleri (kalınlık, bileşim, esneklik ve kırılganlık), atmosfer ve gezegenin su kütlesi uygun bir birleşim ve karşılıklı etkileşme ile, Yer'in Güneş Sistemi içinde benzerine rastlanmayan bir jeolojik etkinliğe sahip olmasını sağlar. Birlikte evrimleşme ile ortaya çıkmış ve yaşamın yeryüzünde varlığını sürdürebilmesi için vazgeçilmez olan bu sistem, gezegen tarihi boyunca belli sınırlar içinde sabit kalabilmiştir.
Manto
Manto, yerkabuğu ile çekirdek arasında yer alan sıcak ve plastik bir yer katıdır. Kalınlığı 2.860 kilometreye yakındır. Ultra bazik kayaç veya Ultramafik kayaçlardan oluşur. Ağır olup yoğunluğu 3,5–6 g/cm³ arasında bulunur. İki kısma ayrılır:
Litosferin altından 700 km derinliğe kadar uzanan kuşağa üst manto veya astenosfer denilir. Bu kuşağın yoğunluğu 3,3-4,3 g/cm³ arasında değişmekte olup bileşiminde ultrabazik ve ultramafik (olivinli veya piroksinli), yani fazla miktarda alkali madde ve mineral içeren magma veya ergimiş malzeme bulunur. Üst mantonun alt kısmında P dalga hızı yoğunluk artışından dolayı 10,7–11 km/s'yi bulur. Yer kabuğu parçaları veya plakalar, üst mantonun üzerinde yüzerler. Çünkü bu seviyelerde mantonun bir kısmı eriyebilir. Bunun için de belli bir sıcaklıkta mantonun bir miktar su içermesi yeterlidir. Bu durum gerçekleşince kısmen eriyen astenosfer, hemen hemen hiçbir direnç göstermeden biçim değiştirir.
700–2.900 km derinlikleri arasına uzanan kısımda ise alt manto başlar. Bu kuşakta demir ve magnezyum silikatları egemen durumdadır. Bundan dolayı alt mantonun alt kısmında yoğunluk 5,5'a kadar çıkmakta ve P dalga hızı ise 13,6 km/s'ye ulaşmaktadır.
Orta manto kısmı üst ve alt manto arasında bir geçiş zonu oluşturur. Manto, yerkürenin toplam hacminin %80'den fazlasını meydana getirir ve yer kabuğu hareketleri (deniz dibi yayılması, kıtaların kayması, epirojenez, orojenez, derin depremler) ile volkanizma için gerekli enerjiyle iç kuvvetlerin kaynağını teşkil eder.
Yer çekirdeği
Yer çekirdeği, Dünya'nın en iç kısmını oluşturur. En kalın yer katmanıdır (geosfer).
Mantodan Wiechert-Gutenberg süreksizliği ile ayrılır. 2.890 kilometre derinlikten Dünya'nın merkezine (6.370 km) kadar uzanır; yani 3.480 kilometre kalınlıktadır. Yoğunluğu dış sınırında 10 g/cm³, |
Dünya'nın merkezî kısmında ise 13 g/cm³ kadardır. Esas olarak demir ve nikelden oluştuğu sanılmaktadır. Çekirdek, eski literatürde "nife" terimiyle açıklanan kısma karşılık gelir. Deprem dalgalarının yayılışına bakılarak yapılan araştırmalar, çekirdeğin iki kısımdan meydana geldiğini göstermektedir:
Çekirdek, dış çekirdek ve iç çekirdek olmak üzere iki kısma ayrılır. Dış çekirdek, 2.890–5.000 kilometre arasında yer alır ve kalınlığı 2.110 km'dir. Burada yoğunluk 5,5'dan 10'a kadar çıkar ve P dalga hızı ise 13.6 km/s'den 8.1 km/s'ye düşer. Enine deprem dalgaları (S dalgaları) bu kısma sokulmadıklarından dış çekirdeğin sıvı olduğu sonucuna varılmıştır. İç çekirdek ise 5.000-6.370 kilometreler arasında, yani Dünya'mızın tam merkezinde yer alır ve katıdır. Kalınlığı 1.370 kilometredir. Dış ve iç çekirdek arasındaki yoğunluk 12,3, sıcaklık ise 'i bulur. Dış ve iç çekirdek arasındaki en önemli fark, dış çekirdekte demir/nikel karışımı magma ergimiş hâlde iken iç kısımda çok yüksek basınç etkisiyle kristal hâlinde olmasıdır. İç çekirdekte yoğunluk 13,6 g/cm³, sıcaklık ise 'dir. İç çekirdeğe yoğunluğunun çok fazla olması sebebiyle ağırküre anlamında barisfer de denilir.
Yukarıda da görüldüğü gibi yerkürenin yoğunluğu yeryüzünden mantoya doğru artmaktadır. Granitik yer kabuğunda 2,7–2.8 g/cm³ civarında olan yoğunluk, merkezde 13 g/cm³'ü bulmaktadır.
Yoğunluk artışı sürekli ve tedricî değildir; belirli derinliklerde ani yoğunluk artışları görülür. Bu derinliklerden biri "Mohorovicic kesintisi" veya kısaca "Moho kesintisi" olarak adlandıran ve yer kabuğu ile manto arasındaki sınıra tekabül eden derinliktir. Mantodan çekirdeğe geçişte de bu şekilde bir ani yoğunluk artışı görülür. Mantonun alt zonunda 6 g/cm³'e yakın olan yoğunluk, çekirdeğin üst sınırında birden 10 g/cm³'e çıkar. Ani yoğunluk artışının görüldüğü bu sınıra da "Wiechert-Gutenberg kesintisi" denir.
Yerkürenin merkezine doğru gidildikçe yoğunluk değerleri gibi sıcaklık ve basınç değerleri de artar. Ancak sıcaklığın ve basıncın birim mesafedeki artış değeri, yani gradyanları sabit değildir.
Uzanım
Uzanım, gökbilimde Güneş'in uydusu olan bir gök cisiminin Yer'den bakıldığında Güneş ile yaptığı açıdır.
İç gezegenler (Merkür ve Venüs) için 'doğu uzanımı', gezegenin batı ufkunda Güneş battıktan sonra görüldüğü durumlarda; 'batı uzanımı' ise, sabah Güneş doğmadan önce doğu ufkunda bulunduğu durumlarda söz konusudur. Her kavuşum döneminde gezegen iki kez Güneş ile en büyük açıyı yapacak konuma gelir. Bunlar 'en yüksek doğu uzanımı' ve 'en yüksek batı uzanımı' olarak adlandırılırlar.
Yörünge düğümleri
Bir yörüngenin, eğikliğini belirlemek için referans olarak alınan düzlemi kestiği iki noktaya yörünge düğümleri adı verilir. Bu iki düğüm içinden, yörüngeyi izleyen cismin referans düzlemini güneyden kuzeye doğru aştığı nokta 'çıkış düğümü' , 'çıkan düğüm' veya 'kuzey düğümü'; kuzeyden güneye doğru geçtiği nokta ise 'iniş düğümü' , 'inen düğüm' veya 'güney düğümü' olarak adlandırılır. Eğikliği sıfıra eşit olan bir yörüngenin düğümleri yoktur.
Gök mekaniği
Gök mekaniği, gök cisimlerinin hareketlerini inceleyen gökbilim dalı.
Gök cisimleri arasındaki kütleçekim etkileşimlerinin belirlediği ilişkilere, Kepler'in ampirik olarak kurduğu matematiksel model üzerine Newton tarafından geliştirilen ve hareketin temel yasaları adı verilen fizik kurallarının uygulanması temeline dayanır. 20. yüzyılda Einstein'ın görelilik kuramı ile bu kurallar yeniden gözden geçirilmiştir. Böylece, giderek daha duyarlı hale gelen ölçüm yöntemleri ile ortaya çıkan ve klasik gök mekaniği kuramının açıklamakta yetersiz kaldığı sapmalar aydınlatılabilmiştir.
Windows XP
Windows XP (kod adı:Neptune,Whistler) Microsoft'un kişisel bilgisayarlar ve sunucu sistemleri için ürettiği işletim sistemi ailesi Windows'un NT çekirdeği üzerinde yükselen altıncı ara sürümüdür. 25 Ekim 2001 tarihinde piyasaya sürülmüştür. XP adı "eXPerience" (Türkçe: "deneyim") kelimesinden gelir. Genişletilmiş resmi destek 8 Nisan 2014'te bitmiştir.
Windows XP, daha önceki Windows sürümlerinden farklı olarak tamamen 32 bitlik Windows NT ve Windows 2000 çekirdekleri (kernel) üzerine kuruldu. Bu çekirdek sistem 16 veya 32 bitlik uygulamaları çalıştırabiliyor, mavi ekran hatalarını azaltıp "CTRL+ALT+DEL" tuş kombinasyonunun kullanımını diğer sürümlere oranla azaltıyordu. Aynı zamanda 64 bitlik sürümü de mevcuttur.
Windows XP piyasaya sürülmeden önce korsana karşı çok güçlü önlemler alındı. Ürün etkinleştirme ile kullanıcıların yükledikleri ürünü en geç 30 gün içerisinde şirket ile iletişime geçip etkinleştirme kodunu sisteme tanıtmaları gereklidir.
2006 yılından itibaren, artan korsan Windows XP kullanımına engel olmak amacıyla Microsoft, "Windows Genuine Advantage" adlı bir yazılımı yürürlüğe sokmuştur. Buna karşın insanlar yine de korsan kullanmanın yollarını bulmuşlardır. Öte yandan korsan XP'lerin çoğunda antivirüslerce silinmeyen ve açığı Microsoft tarafından kapanmayan bir RPC açığı vardır ki bu da korsan Windows'ları tamamiyle dışarıdan müdahalelere açık hale getirir. (Internet bağlantısını sonlandırmak için Görev Yöneticisi'nden Network Service Adı altında çalışan Svchost.exe'leri sonlandırmaya çalıştığınızda 60 saniyelik bilgisayarı kapatma sayacı devreye girer).
Windows XP'nin önemli özelliklerinden biri ise geniş bir sürücü veritabanına sahip olmasıydı. Böylelikle kullanıcıların yeni aldıkları bir donanımı sadece bilgisayara takarak anında kullanabileceği iddia ediliyordu. Her ne kadar çoğu temel donanım (CD sürücü ve USB bellek gibi) için bu geçerli olsa da, zaman içerisinde genişleyen örnek yelpazesi içerisinde, özellikle sayısal kamera, yazıcı, usb modem, ve MP3 oynatıcıları için haricî sürücü kullanmak zorunluluk hâlini almıştır. Windows XP, ayrıca sürücülerini internetten (Windows Update'i kullanarak) kendi kendine indirme ve güncelleme kabiliyetine de sahiptir.
Windows XP, özellikle LCD ekranlarda metinlerin okunaklılığını arttırmak amacıyla Clear Type adı verilen bir özellik içermektedir.
Windows XP, internetten başka bir bilgisayarın yönetilmesine imkân veren Uzak Masaüstü adlı bir yazılım içeriyordu. Bu özellik Vistada Terminal Services adıyla bulunmaktadır.
XP'de bir kullanıcının oturumu açıkken bir diğerinin oturumuna geçiş yapılabilmektedir. Windows + L tuş kombinasyonuyla.
6. sürümü, Windows XP ile birlikte gelmektedir.
2002 yılında Windows XP'nin eksiklerini gidermek amacıyla bir "hizmet paketi" (Service Pack) yayınlandı ve USB 2.0 desteği ve yeni Windows Messenger sürümü gibi özellikler XP'ye eklenmiş oldu.
Virüsler, parazitler ve saldırganlara karşı daha iyi korunabilmesi için Windows XP'ye daha etkili güvenlik teknolojileri sağlamaktadır. 27 Ağustos 2004'te yayınlanan SP2, güçlü bir güvenlik alt yapısının yanında, Windows XP'nin güvenlik yapılandırması seçeneklerini de güçlendirmiştir ve güvenlik ile ilgili kararlar alan kullanıcılara yardımcı olmak üzere güvenlik ile ilgili daha ayrıntılı bilgiler sağlar.
Bulunan güvenlik açıklarının yamalanmasının yanı sıra; Windows Güvenlik Merkezi isimli bir uygulama da eklendi. Bu yazılımla, antivirüs yazılımı, güvenlik duvarı kullanımı ve otomatik güncelleştirmelerin etkin olup olmadığı kullanıcıya bildirilerek yazılımın güvenliği arttırılmaya çalışıldı. Ayrıca, işletim sisteminizin düzenli çalışması ve Service Pack 2 yüklenmeden önceki eksik veya bozuk dosyalarıda yeniden yükler ve düzeltir.
Üstelik,2004 yılında Wi-Fi kullanımının da yaygınlaşması üzerine Wi-Fi kablosuz internet özelliği de eklendi.
28 Nisan 2008'de 3. hizmet pakedi kullanıcılara sunuldu.
Microsoft, Windows XP'nin satışını 30 Haziran 2008 tarihinden itibaren durdurdu; fakat kısa bir süre için netbook'larda Windows XP yüklü geldi Windows XP Service Pack 2'e verilen destek, 13 Temmuz 2010 tarihinde bitti, 8 Nisan 2014 tarihinde Windows XP Service Pack 3'e verilen destek sona erdi.
Windows Whistler projesi 1999 yılında başlayan " Neptune " Windows NT tabanlı genel tüketici kullanımı için güncelleştirilmiş bir sürüm olarak geliştirilmeye başlanmıştı.Ancak, Ocak 2000'de proje iptal edildi ve Whistler projesine başlandı. Windows Whistler, Windows NT'nin güvenilirliği ve sağlamlığı üzerine kuruldu ve MS-DOS tabanlı sürümlerden daha geliştirildi. Microsoft Whistler'in arayüzünü geliştirdikçe Windows XP'ye benzemeye başladı. Microsoft daha sonra Whistler'e Windows Me'nin gelişmiş özelliklerini ekledi (Sistem geri yükleme, Yardım ve Destek,İnternet oyunları vb.)Microsoft MS-DOS tabanlı Windows'lara artık pazarda yer vermek istemediği için, Windows Me'nin yeniliklerini Whistler're aktardı.Bu özellikler Windows XP'de mevcuttur. Bu yüzden Windows XP Windows Me'nin NT tabanlı sürümüdür.Daha sonra Whistler tam geliştiğinde adı Windows XP'ye çevrildi ve 25 Ekim 2001'de Windows XP tanıtıldı.
Windows XP işletim sistemi 2001 yılında satışa sunulduğu andan itibaren oldukça iyi satış rakamları elde etti. Bu yüzden 3 adet büyük güncelleme yapılmıştır. Bunlara kısaca SP1, SP2 ve SP3 (SP: Service Pack) güncelleme paketleri denilir. Windows XP ilk çıktığı zamanlar yenilikçi ve yenilemez göründüyse de, zamanla sisteme yönelik tehditler artmıştır. Virüsler ve casus programlar bunların başını çeker. Son güncellemelere rağmen hala açıkları bulunmaktadır. Windows XP kullanan çoğu kullanıcı (özellikle bireysel-ev kullanıcıları) kurulum ve kullanıma başladıktan 8-12 ay sonra sistemin yavaşlaması sebebiyle format atılması gerektiğini eleştiriyor olsa da, bu eleştirinin sebebi aslen kullanıcı hatalarından kaynaklanmaktadır. Öyle ki, düzgün yapılandırılmış, gerekli güvenlik yazılımları yüklenmiş ve kullanım amacı belli olan Windows XP yüklü bir bilgisayar yıllarca formatlama ihtiyacı olmadan kullanılabilir.
Windows XP için pazarlanan eğlence ve müzik paketidir. 25 Ekim 2001 tarihinde Windows XP işletim sistemi ile birlikte piyasaya sunuldu. Windows XP deneyimini gelişmiş dijital medya araçları, oyunlar ve 3 boyutlu ekran koruyucuları gibi göze hitap eden masaüstü temaları ile zenginleştirmiş |
tir. 3 tane sürüm vardır.
Windows XP Professional ve Home Edition için çıkmıştır.
(Akvarum, Doğa, da Vinci ve Uzay, Robot Sirki, Sand Pendulum, Mercury Pool ve Plus! Resimlerim) Windows XP’ye yönelik geliştirilen Plus! ürününde çok sayıda 3 boyutlu ekran koruyucuları bulunuyor; bunlardan biri de kullanıcıların ekranlarına balık yemi atmalarını bile sağlayacak derecede gerçekçi olan akvaryum. Diğer ekran koruyucuları arasında, bir uzay yürüyüşü ve dijital fotoğraflardan elde edilen farklı ve yaratıcı 3 boyutlu görüntüler yer alıyor.
Plus!’ta yer alan yeni masaüstü temaları; Plus! Akvaryum, Plus! Uzay, Plus! Doğa ve Plus! da Vinci şeklinde sıralanabilir. Yeni ekran koruyucular, duvar kâğıtları, simge, ses, işaretçiler, Windows Media Player arayüzleri ve diğer araçlar Windows XP'ye çok farklı görünümler kazandırabilmektedir.
Kullanıcıların Windows XP’deki Windows Media Player’ı sesle kontrol edebilmelerini sağlayan ses tanıma teknolojisi sunar. Kullanıcılar, sesli veya görüntülü kayıtları “Media Player, play” diyerek başlatabiliyor, “Media Player, next” diyerek diğer kayıta geçebiliyor veya “Media Player, show visualization” seçeneğini kullanabiliyorlar. Plus! Voice Command ayrıca 35’in üzerinde ek komutu da destekliyor.
Kullanıcılar en sevdikleri sanatçı, albüm ve müzik türlerine göre kendi medya arşivlerinde özel şarkı listelerini oluşturabiliyorlar.
MP3 dosyalarını hızlı ve kolay bir şekilde Windows Media Audio’ya dönüştürüyor. Windows Media Audio, aynı kalitedeki sesi %50 oranında daha az yer kaplayarak sunuyor.
Windows XP’deki Windows Media Player ile birlikte çalışıyor. Renkli, kişiye özel CD kapakları oluşturmayı ve basmayı sağlıyor. Ayrıca sanatçı, parça ve albüm bilgilerini otomatik olarak bu kapağa yerleştiriyor.
Dijital sinyal işleme teknolojisini kullanarak birçok masaüstü PC hoparlörünün sesi kaliteli bir şekilde iletmesini, müzik ve video seslerinin de daha net ve canlı duyulmasını sağlıyor.
Xbox video oyun sisteminde yer alan “Oddworld: Munch’s Oddysee,” “Maxx’s Kingdom” ve “Undersea Wonders” yıldız karakterlerin görüntülerinden oluşuyor. Bu animasyon karakterleri Windows Media Player’daki müzik eşliğinde dans ediyor.
Dijital media resim ve video uygulamaları sunulmuştur. 7 Ocak 2003'te piyasaya sürülmüştür.
Plus Digital Media Edition bunları içerir :
Windows XP Media Center Edition 2005 bu özelliklerin hepsini içerir.
Microsoft Plus! for Windows XP ve Microsoft Plus! Digital Media Edition'un özelliklerinin hepsini içerir.
Windows XP Piyasaya çıktığı 2001 yılından şu ana kadar birçok kişi tarafından kullanılarak en çok kullanılan işletim sistemleri arasında yer almıştır hatta şu anda bile genişletilmiş desteğinin bitmesinin üzerinden 2 seneden fazla süre geçmesine rağmen Netmarketshare "nin Mart 2017 verilerine göre dünya genelinde % 7.44 gibi bir oranla en çok kullanılan işletim sistemleri arasında 3. sırada yer almıştır.
Bluetooth
Bluetooth, kablo bağlantısını ortadan kaldıran kısa mesafe radyo frekansı (RF) teknolojisinin adıdır. Bluetooth, 1994 yılında Ericsson firması tarafından cep telefonları ve diğer mobil cihazları kablosuz olarak birbirine bağlamak ve aralarında iletişim kurmak için geliştirilmiştir.
Bluetooth bilgisayar, çevre birimleri ve diğer cihazların birbirleri ile kablo bağlantısı olmadan görüş doğrultusu dışında bile olsalar haberleşmelerine olanak sağlar. Bluetooth teknolojisi 2.4 Ghz ISM frekans bandında çalışmakta olup, ses ve veri iletimi yapabilmektedir. 24 MBPS'ye kadar veri aktarabilen Bluetooth destekli cihazların etkin olduğu mesafe, yaklaşık 10 ila 100 metredir. IEEE nin belirlemiş olduğu IEEE 802.15.1 standardı içerisindedir.
Araba kullanırken rahat konusmanın yanında güvenli sürüş olanağı da sağlayan araç kitleriyle yolculuk yaparken konforlu bir şekilde iletişim kurulabiliyor.
Telefona hiç dokunmadan konuşma olanağı Bluetooth ürünlerinin en önemli özelliği. Telefondaki uyumluluk garantisi sayesinde, telefon değiştiğinde araç kitini de değiştirmek gerekmiyor.
Bluetooth araç kitleri aracın bir yerine zarar vermeden monte edilerek aracın müzik sistemine entegre oluyor veya montaj gerektirmeksizin aracın çakmak prizine takılarak hemen kullanılıp araçtan araca kolayca taşınabiliyor.
Bluetooth ve kızılötesi ile kablosuz aktarımın yanı sıra kablosuz ağ desteği de sunan avuç içi bilgisayarlar (PDA), aynı zamanda cep telefonu olarak da kullanılabiliyor. Bunun için satılan CF-Sim adaptörlerini kullanabileceğiniz gibi, kızılötesi ve Bluetooth üzerinden de cep telefonu ile iletişim kurabilirsiniz. Ayrıca bu şekilde GPRS bağlantısı da kurmanız mümkün. Eğer çalıştığınız bölgede kablosuz bir ağ varsa, PDA ile bu ağa girebilir ve bu ağdaki interneti paylaşabilirsiniz.
Bluetooth özelliği bulunan cihazların finansal çıkar sağlama amacıyla, kişisel gizli bilgileri ele geçirmeye yönelik tehditlere maruz kalabilirler. Phishing saldırıları da ciddi güvenlik riski taşıyor.
Mobil cihazları hedefleyen kötü amaçları kodların hem sayısında hem de ciddiyetinde artış olması bekleniyor. Özellikle Bluetooth özelliği bulunan cihazların açıklarını araştıran birçok grup bulunmakta.
Bluetooth kral I. Harald (Danimarka kralı)'ın ad ve soyadının ilk harflerinden esinlenilerek tasarlanmıştır. Sıkça kullanılan bu teknolojinin isminin tasarlama aşamasında kral Harald Blatand yaban mersini yemeyi çok seviyormuş ve bildiğiniz üzere yaban mersinin rengi mavi olur. Çok fazla yaban mersini yemekten bir tane dişinin kalıcı olarak mavi renkte olduğu söylenir. İngilizcede "blue", Türkçede "mavi" anlamına gelmekle birlikte, "tooth" da "diş" anlamına gelmektedir. birleştirdiğimiz zaman kelime "mavi diş" yani "bluetooth".adını Krala saygı adına verilmiştir.
Mac OS
Macintosh İşletim Sistemi, kısaca Mac OS, Apple firması tarafından piyasaya sürülen Apple'ın daha sonra "Mac OS" olarak isimlendireceği şeyin orijinal hali olan, tamamlayıcı ve isimsiz sistem yazılımı ilk olarak 1984 yılında orijinal Macintosh ile tanıtılmıştır. İlk evvel "System" ismi ile tanıtılan sistem Mac OS 7.6-dan (System 7-nin versiyonu) başlayarak "Mac OS" adı ile sunulmaya başladı.En son ana sürümü Mac OS 9'dur. Mac OS ailesinde System 1 (2, 3, 4 ve 5), System 6, System 7, Mac OS 8, Mac OS 9 vardır. Bundan sonra macOS (önceki ismi Mac OS X, OS X) işletim sistemi başlatıldı. Sonundaki X roma rakamındaki 10'u temsil eder. Mac OS, UNIX türevi açık kaynak kodlu bir işletim sistemidir. Yasal olarak sadece Apple marka bilgisayarlar ile uyumludur. Grafik açısından çok ayrıcalıklı olduğundan genellikle yayıncılık alanında ilgi görür. 2014 yılı itibarıyla OS X Yosemite adlı yeni bir sürümü çıkmıştır.
Mac OS'un önceki sürümleri sadece Motorola 68000 tabanlı Macintosh'lar ile uyumlu idi. Apple PowerPC donanımı ile bilgisayarlar ortaya koyduğunda, işletim sistemi de bu yapıyla desteklendi. Mac OS 8.1 68.000 sınıfı işlemci (68.040) üzerinde çalıştırabilir son versiyonudur. "Classic" Mac OS yerine geçmiş olan Mac OS X, 10.5 ("Leopar") sürümü üzerine hem PowerPC ve Intel işlemcileri ile uyumludur. 10.6 ("Kar Leoparı") ve üzeri versiyonları sadece Intel işlemcileri destekler.
Elektron
Elektron, veya sembollü negatif temel elektrik yükü olan atom altı bir parçacıktır. Elektronlar temel Lepton parçacık ailesinin ilk jenerasyonuna aittir ve genellikle temel parçacıklar olarak düşünülürler. Çünkü bileşenleri veya alt-yapıları yoktur. Proton’un yaklaşık olarak 1/1836’sı kadar kütlesi vardır. Elektronun kuantum mekaniği özelliklerinde fermiyon anlamına gelen ħ ünitesinde yarım tam sayı değerinde içsel bir açısal momentum vardır. Pauli’nin dışlama prensibine uygun olarak, fermiyon olduğu için iki elektron aynı kuantum durumunda bulunamaz. Bütün parçacıklar gibi, elektron da hem parçacık hem de dalga olma özelliği vardır ve böylelikle diğer parçacıklarla çarpışabilir ve ışık gibi kırılabilir. Elektronun dalga olarak özelliklerini gözlemlemek nötron ve proton gibi parçacıkların bu özelliğini gözlemlemekten daha kolaydır çünkü kütlesi azdır ve böylelikle tipik enerjiler için De Broglie dalga boyu daha yüksektir.
Elektrik, manyetizma, termal iletkenlik gibi birçok fizik fenomeninde elektron temel rol oynar ve yerçekimi, elektromanyetizma ve zayıf etkileşim’de de rol oynar. Elektron çevresindeki elektrik alanını yönetir. Bir elektronun gözlemciye bağlı hareketi manyetik alanı yönetir. Dışsal manyetik alan elektronu saptırır. Elektron ışır veya hızlandırılmışsa foton formunda enerjiyi emer. Özel teleskoplar dış uzaydaki elektron plazmasını saptayabilirken, laboratuvar aletleri elektro-manyetik alanı kullanan elektron plazması gibi da elektronları tek tek inceleme veya içerme yetisine sahiptir, elektronun elektronik, kaynak, katot ışın tüpü, elektron mikroskobu, ışınım terapisi, lazerler, gaz iyonizasyon detektörleri ve parçacık hızlandırıcısı gibi alanlarda kullanılır.
Kimya, nükleer fizik gibi alanlar elektronların ve diğer atom altı parçacıkların etkileşimiyle ilgilenir. Atomik çekirdekteki pozitif proton ve negatif elektron arasındaki Coulomb kuvveti etkileşimi atomları oluşturur. İyonizasyon ve parçacıkların özelliklerinde değişimler sistemin bağ enerjisini değiştirir. İki veya daha fazla atom arasında elektronların değiş-tokuşu veya paylaşımı kimyasal bağın temel sebebidir. İlk olarak 1838 yılında İngiliz doğa filozofu Richard Laming atomların kimyasal özelliklerini açıklamak için elektron yükünün bölünemez biz özelliğinin kavramını hipotezleştirdi. İrlandalı fizikçi George Johnstone Stoney 1891 yılında bu yüke elektron adını verdi ve J.J.Thomson ve İngiliz fizikçi takımıyla 1897 yılında onu parçacık olarak tanımladı. Beta parçacıklar olarak bilindikleri yıldızlardaki nükleosentez gibi elektronlar nükleer reaksiyonlara katılırlar. Yüksek enerji çarpışmasında ve radyoaktif izotopların beta çözünmesi yoluyla elektron üretilebilir, mesela kozmik ışın atmosfere girince. Elektronun karşıt parçacığı pozitron olarak adlandırılır; elektronla karşıt sembolün elektriksel ve diğer yüklerini taşıması dışında özdeştir. Bir elektron pozitronla ça |
rpıştığı zaman, iki parçacık da gamma ışını fotonu üreterek tamamen yok olurlar.
Antik Yunanlar kürk ile sürtülünce kehribarın küçük nesneleri çektiğini fark ettiler. Şimşekle birlikte bu fenomen insanlığın elektrikle kayıtlara geçmiş ilk deneyimidir. 1600de De Magnete eserinde, İngiliz bilim adamı William Gilbert sürtülünce küçük nesneleri çekme özelliğini anlatan Latince ‘electricus’ terimini türetti. ‘Electric’ ve ‘electricity’ kelimeleri Yunanca kehribar ἤλεκτρον(elektron) kelimesinden gelen Latince ‘electrum’ (aynı ismin bileşiminin kökeni de)kelimesinden türetilmiştir.
1700’lerin başında, Francis Hauksbee ve Fransız kimyası Charles Francois de Fay bağımsız olarak inandıkları iki tür sürtünmeli elektrik keşfettiler, biri sürtülen cam, diğeri sürtülen reçine. Buradan, Du Fay elektriğin sürtünme ile ayrılan ve birleştirildiğinde nötrlenen iki tür elektriksel akış, vitreous and resinous, içerdiğini teorileştirdi. Bir 10 yıl sonra, Benjamin Franklin elektriğin iki farklı iki tür akıştan gelmediğini, aynı akış fakat farklı basınlar altında olduğunu açıkladı. Onlara modern yüklerini verdi, sırayla pozitif ve negatif’in isimlendirilmesi. Franklin yükün taşıyıcısını pozitif olmak olarak düşündü, ama doğru olarak hangi durum yük taşıyıcısının fazlası ve hangi durum yük taşıyıcısının eksiği olduğunu belirleyemedi.
1838 ve 1852 arasında, İngiliz doğa filozofu Richard Laming atom’un elektrik yükü ünitelerine sahip atom-altı parçacıklar tarafından çevrelenmiş maddenin özünün birleşimi olduğu fikrini geliştirdi. 1846’dan başlayarak, Alman fizikçi William Weber elektriğin pozitif ve negatif yüklü akışın bir birleşimi olduğunu ve bunların etkileşiminin ters kare kanunu ile yönetildiğini teorileştirdi. 1872'de elektroliz fenomenine çalıştıktan sonra, İrlandalı fizikçi, George Johnstone Stoney elektriğin tek kesin özelliği, tek değerli iyonun yükü, olduğunu önerdi. Faraday’ın elektroliz kanunu aracılığıyla bu temel yük e ‘nin değerini tahmin edebildi. Ama Stoney bu yüklerin atomlara sabitlenmiş olduğuna ve ayrılamayacağına inanıyordu. 1881’de, Alman fizikçi Hermann von Helmholtz hem pozitif hem negatif yüklerin ‘elektriğin atomları gibi davranan’ temel parçalara ayrılabileceğini savundu.
1891’de Stoney electron terimini bu temel yükleri adlandırmak için kullandı, sonraları 1894’deki yazısında: “… electron adını önermeye teşebbüs ettiğim elektriğin bu en dikkat çekici, temel ünitesinin gerçek miktarının bir tahmini yapıldı”. Elektron kelimesi electr(ic) ve (i)on kelimelerinin bir birleşimidir. Şimdi atom-altı parçacıkları tanımlamak için kullanılan ‘–on’ ekli dolayısıyla elektron kelimesinden türetilmiştir.
Alman fizikçi Johann Wilhelm Hittorf seyreltilmiş gazlarda elektriksel iletkenlik üzerine çalıştı: 1869’da, gaz basıncındaki azalmayla boyu olarak büyüyen katottan çıkan bir ışıldama fark etti. 1876’da Alman fizikçi Eugen Goldstein bu ışıldamadaki ışınların gölge oluşturduğunu gösterdi ve bu ışınlara katot ışını unvanını verdi. 1870’ler boyunca, İngilizce kimyacı ve fizikçi Sir William Crookes içerisine vakumlamak için ilk katot tüpünü geliştirdi. Sonra, bu tüpten çıkan ışıldanımdaki ışınların enerji taşıdığını ve katottan anoda doğru hareket ettiğini gösterdi. Dahası, bir manyetik alan uygulayarak, ışınları saptırmayı başardı, böylece bu demetin negatif yükle yüklenmiş gibi hareket ettiğini göstermiş oldu. 1879’da, radyant madde olarak tanımladığı şeyle bu özelliklerin açıklanabileceğini söyledi. Maddenin 4 durumu olduğunu-negatif yükle yüklenmiş olan yüksek hızla katottan tasarlanmış moleküller dâhil- olduğunu söyledi.
Almanya doğumlu İngiliz fizikçi Arthut Schuster katot ışınlarına paralel iki metal levha yerleştirerek levhalar aranda bir elektriksel potansiyel uygulayarak Crookes’in deneyini geliştirdi. Alan ışınları pozitif yükle yüklenmiş levhaya doğru ışınları saptırdı ki bu ışınların negatif enerji taşıdığın kanıtı oldu. Akımın verilen seviyesi için sapma miktarını ölçerek 1890’da Schuster ışın bileşenlerinin yük-kütle oranını tahmin etmeyi başardı. Ama bu üretilen değer beklenenin bin katından fazlaydı, bu yüzden onun hesaplamasına pek itimat edilmedi.
1892’de Hendrik Lorentz bu parçacıkların (elektronların) kütlesinin onların elektriksel yükünün bir sonucu olabileceğini önerdi.
1896’da İngiliz fizikçi J.J. Thomson iş arkadaşları John.S. Townsen ve H.A. Wilson ile öncesinde inanıldığından ziyade katot ışınlarının dalga, atom veya molekülden özgün olduğunu belirten bir deney yaptılar. Thomson katot ışın parçacıklarının bilinen en hafif iyon olan hidrojeninkinin binde biri olan kütlesinin ve yükünün düzgün bir tahminini yaptı. Yükünün kütlesine oranının (e/m) katot materyalinden bağımsız olduğunu gösterdi. Devamında, radyoaktif materyaller, sıcak materyaller ve aydınlatılmış materyaller tarafından üretilen negatif yüklü parçacıklar evrenseldi. Elektron ismi tekrar İrlandalı fizikçi George F. Fitzgerald tarafından bu parçacıklar için önerildi ve evrensel olarak kabul edildi.
1896’da Fransız fizikçi Henri Becquerel, flüoresan minerallere çalışırken, onların hiçbir dışsal enerji kaynağına maruz kalmadan radyasyon yaydığını keşfetti. Bu radyoaktif materyaller onların parçacık yaydığını keşfeden Yeni Zelandalı bilim adamı Ernest Rutherford dâhil olmak üzere birçok bilim adamının ilgisini çekti. Bunları maddeye nüfus etme özelliklerine göre alfa ve beta olarak belirledi.1900’de Becquerel radyum tarafından yayılan beta ışınlarının elektriksel alanı saptırabileceğini ve kütle-yük oranının katot ışınlarındakinin aynısı olduğunu gösterdi. Bu kanıt elektronların atomların bileşenleri olduğu fikrini güçlendirdi.
Sonuçları 1911’de yayımlanan, ABD'li fizikçiler Rober Milikan ve Harvey Fletcher tarafından yapılan yağ damlası deneyince elektronların yükleri daha dikkatlice ölçüldü. Bu deneyde yüklü yağ damlacığının yerçekimi yüzünden düşmesini enlemek için elektriksel alan kullandı. Bu araçla %0,3’ten az bir hata payıyla, 1-150 kadar az iyonun elektriksel yükü ölçülebilir. Benzer deneyler de elektroliz tarafından yönetilen yüklü su damlacıkları bulutları kullanarak Thomson’ın ekibi tarafından daha önce yapılmıştı ve 1911’de Abram Ioffe tarafından metallerin yüklü mikro-parçacıklarını kullanan Milikan ile aynı sonuca bağımsız olarak ulaştı ve sonuçları 1913’te yayımladı. Ama yavaş buharlaşma oranı yüzünden, yağ damlacıkları su damlacıklarından daha kararlıdır ve bu yüzden duyarlı deneyler için uzun yıllardan beri daha uygundur.
Yirminci yüzyılın başlarında belli koşullar altında hızlı hareket eden yüklü parçacığın yolu boyunca aşırı doymuş su buharı yoğunluğuna neden olduğunu bulundu. 1911’de Charles Wilson bu prensibi bulut odacığını tasarlamak için kullandı ve böylelikle hızlı hareket eden elektronlar gibi, yüklü parçacıkların parçaları fotoğrafladı.
1914’e kadar, Ernest Rutherford, Henry Moseley, James Franck ve Gustav Hertz tarafından yapılan deneylerle, bir atomun yapısı düşük kütleli elektronla çevrili pozitif yüklerin yoğun bir çekirdeği olarak tanımlandı. 1913’de Danimarkalı fizikçi Niels Bohr, elektronların çekirdekle ilgili elektron yörüngelerinin açısal momentumlarıyla belirlenen enerjiyle beraber belli bir dereceye kadar enerji içeren durumlarda bulunduğunu kabul etti. Elektronlar belli sıklıklardaki protonların emisyon veya soğrulması ile bu durumlar ve yörüngeler arasında hareket edebilir. Bu nicemlenmiş yörüngeler aracılığıyla, hidrojen atomunun bu spektral çizgilerini açıkladı. Ama Bohr’un modeli bu spektral çizgilerin yoğunluğunu hesap etmekte yanıldı ve daha karmaşık atomların spektrumunu açıklamakta başaralı olamadı.
Atomların arasındaki kimyasal bağlar 1916 yılında iki atomun arasındaki kovalent bağın aralarında paylaştıkları atomlar çiftleri tarafından korunduğunu ileri süren Gilbert Newton Lewis tarafından açıklandı. Sonra 1927’de Walter Heitler ve Fritz Londan elektron çiftleri kurulumu ve kimyasal bağların kuantum mekaniği bağlamında tam açıklamasını verdi. 1919’da Amerikan kimyacı İrving Langmuirel Lewis’in statik atom modelini detaylı olarak inceledi ve elektronların ardışık konsentirik küresel kabuklara dağılmış olduğunu belirtti. Kabuklar dolayısıyla onun tarafından her biri bir çift elektron içeren bit miktar hücreye bölündü. Bu modelle Langmuir niteliksel olarak genellikle kendilerini periyodik kurallara göre tekrar eden periyodik tablodaki bütün elementlerin kimyasal özelliklerini açıklamayı başardı.
1924’de Avusturyalı fizikçi Wolfgang Pauli atomların kabul benzeri yapılarının her durum birden fazla elektron tarafından belirlenmedikçe her kuantum enerji durumunu tanımlayan 4 set parametreyle açıklanabileceğini gözlemledi. (Bu aynı kuantum enerji durumunu kaplayan birden fazla elektrona karşı yasaklama Paul’un dışlama ilkesi olarak biliniyor). İki farkı mümkün değere sahip 4. parametreyi açıklamak için kullanılan fiziksel mekanizma Hollandalı fizikçiler olan Samuel Goudsmit ve George Uhlenbeck tarafından sağlandı. 1925’te Goudsmit ve Uhlenbeck yörüngenin açısal momentumuna ek olan bir elektronun bir içsel açısal momentumu ve manyetik iki kutup hareketi olduğunu belirtti. İçsel açısal momentum dönme olarak bilinir ve yüksek çözünürlüklü spektrografla gözlemlenen spektral çizgilerin önceki gizemli bölünmesini açıkladı: bu fenomen ince yapı bölünmesi olarak bilinir.
Fransız fizikçi Louis de Broglie 1924 Recherches sur la théorie des quanta (Kuantum Teorisi üzerine Araştırma)’da bütün maddelerin ışık gibi bir de Broglie dalgasına sahip olduğunu hipotezleştirdi. Bu uygun koşullar altında elektronların ve diğer maddelerin ya dalga ya da parçacık özelliğini göstermesidir. Parçacığın parçacıksal özellikleri verilen anda onun eğik hareketi boyunca uzamda yerleştirildiği pozisyonu olduğu gösterilince ortaya çıkar. Dalga benzeri doğası, örneğin, ışık demeti paralel yarıklar boyunca geçince ve girişim modeli yaratınca gözlemlenir. 1927’de girişim efekti İngiliz fizikçi George Paget Thomson ince bir metal şerit kullanarak ve Amerikan fizikçiler Clinton Davisson ve Lester Germer nikel kristali kull |
anarak bir elektron demetinde bulundu.
De Broglie’nin elektronlar için dalga doğası tahmini Erwin Schrödinger’e atomdaki çekirdeğin etkisi altında hareket eden elektronlar için dalga eşitliğini öne sürmesine yol açtı. 1926’da bu eşitlik, Schödinger eşitliği, başarılı bir şekilde elektron dalgalarının nasıl yayıldığını tanımlamayı başardı. Zamanla elektronun yerini belirleyen çözümü sağlamak yerine, bu dalga eşitliği özellikle elektron dalga eşitliğinin zamanla değişmediği uzaya bağlı elektronun olduğu bir pozisyona yakın bir elektron bulma ihtimalini öngörmek için de kullanıldı. Bu yaklaşım ikinci bir kuantum mekaniği formulasyonuna izin verdi (ilki 1925’te Heisenberk tarafından yapıldı) ve Heisenberg’inki gibi Schrödinger’in eşitliğinin çözümleri 1913’te Bohr tarafından elde edilenlere eşit olan ve hidrojen spektrumunu ürettiği bilinen hidrojen atomundaki bir elektronun enerji durumunun türevini sağladı. İlk önce dönme ve çoklu elektronlar arasındaki ilişki düşünüldü, sonraları kuantum mekaniği hidrojenden daha yüksek atom numarası olan atomlardaki elektronların biçilmesini öngörmeyi mümkün kıldı.
1928’de Wolfgang Pauli’nin çalışmasını temel alarak, Paul Dirac görelilik teorisiyle uyumlu olan, kuantum mekaniğinin elektromanyetik alanının hamiltonian formulasyonuna göreli ve simetrik kavrayışları uygulayarak elektron-Dirac eşitliği modelini üretti. Göreli denklemindeki bazı problemleri çözmek için, 1930’da negatif enerjiye sahip Diraz denizi olarak adlandırılan sonsuz bir parçacık denizi olarak vakum modelini geliştirdi. Bu pozitronun(elektronun benzer karşı-maddesi) varlığını öngörmesine yardım etti. Bu parçacık 1932’de standart elektronlara negatron demeyi ve elektron kelimesini pozitif ve negatif yüklü varyantları tanımlamak için kullanmayı öneren Carl Anderson tarafından keşfedildi.
1947’de yüksek öğrenim öğrencisi Robert Retherford ile işbirliği içinde çalışan Willis Lamb hidrojen atomunun aynı enerjiye sahip olması gereken belli kuantum durumlarının birbirleriyle ilişkisinin değiştirildiğini buldu. Aynı zamanlarda, Polykarp Kusch, Henry M. Foley ile birlikte çalışarak elektronun manyetik momentini Dirac’ın teorisi tarafından öngörülenden biraz daha büyük olarak buldu. Aradaki fark daha sonları 1940’ların sonuna doğru Sin-Itiro Tomonaga, Julian Schwinger ve Richard Feynman tarafından geliştirilen kuantum elektrodinamiği teorisi tarafından açıklandı.
Yirminci yüzyılın ilk yarısında, parçacık hızlandırıcıların geliştirilmesiyle birlikte, fizikçiler atom-altı parçacıkların özelliklerini araştırmaya başladılar. İlk başarılı elektromanyetik indüksiyon kullanarak elektronları hızlandırma denemesi 1942’de Donald Kerst tarafından yapıldı. İlk betatronu 2,3 MeV enerjiye ulaştı, sonraki denemeler 300 MeV enerjiyi başardı. 1947’de senkrotron radyasyonu 70 MeV elektron senkrotron ile General Electric’te keşfedildi. Radyasyon elektronların manyetik alana doğru ışık hızına yakınlaşacak kadar hızlanmasıyla oluştu.
1.5 GeV enerji demetiyle, ilk yüksek enerji çarpıştırıcı 1968’te başlayan ADONE’du. Araç ekeltronları ve pozitronları ters yönlerde, çarpışma enerjilerini bir elektronlu durağan bir hedefe çaptığındakinin iki katına çıkararak, hızlandırdı. CERN’deki The Large Electron-Positron Collider (LEP) 1989'dan 2000'e kadar çalışır haldeydi ve 204 Gev enerjilik çarpışmayı başardı ve parçacık fiziğinin Standart Model’i için önemli ölçümler yaptı.
Tek elektron −269 °C (4 K)’la yaklaşık −258 °C (15 K) arasında krijonenik sıcaklığı olan çok küçük (L=20 nm, W=29 nm) CMOS transistoruna kapatılabilir. Elektron dalga özelliği yarı iletken bir kapta yayılır ve değerlik kuşağıyla çok az etkileşir, yani kütlesini etkili kütle tensörüyle değiştirerek tek parçacık biçiminde işlenebilir.
Parçacık fiziğinin standart modelinde elektronlar esas veya temel parçacıklar olduklarına inanılan lepton denen atom-altı parçacıcık grubuna dâhildirler. Elektronun kütlesi, yüklü herhangi bir leptondan(ya da elektrik yüklenmiş herhangi bir tür parçacıktan) daha küçüktür ve temel parçacıkların ilk jenerasyonuna aittir. İkinci ve üçüncü jenerasyonlar elektronlarla dönme ve etkileşimde aynı olan fakat daha ağır olan yüklü leptonları, muonları ve tauyu içerir. Leptonlar maddenin, kuarkların diğer bileşenlerinden güçlü bir etkileşimi olmaması bakımından farklıdırlar. Lepton grubunun bütün üyeleri fermiyondur, çünkü hepsi yarım tek-tamsayı döner, elektronun 1⁄2 dönmesi vardır.
Elektronun değişmez kütlesi yaklaşık olarak 9.109×10−31 kilogramdır veya 5.489×10−4 atomik kütle birimidir. Einstein’ın kütle enerji eşitliği prensibine göre bu kütle 0.511 MeV durgun enerjiye tekabül eder. Protonun kütlesinin elektronun kütlesine oranı yaklaşık 1836’dır. Astronomik ölçümler proton-elektron kütle oranının, standart modelde öngörüldüğü gibi, en azından evrenin yaşının yarısından beri aynı kaldığını göstermiştir.
Elektronlar −1.602×10−19 coulomb (atom-altı parçacıklar için kullanılan bir standart yük ünitesidir ve temel yük diye de adlandırılır.) kadar enerji yüklüdür. Bu temel yük 2.2×10−8 kadar bağıl standart belirsizliği vardır. Deneysel doğruluk limitleri içinde elektronun yükü protonun yüküyle aynıdır, fakat zıt işaret ile. Temel yük için e kullanılırken, elektron genellikle e- ile sembolize edilir, buradaki eksi işareti negatif yükü temsil eder. Pozitron e+ ile gösterilir, çünkü elektronla aynı özelliklere sahiptir fakat negatife yerine pozitif yüklüdür.
Elektron içsel açısal momentum ya da 1⁄2 oranında dönmeye sahiptir. Bu özellik (1⁄2 dönmesi olan parçacık) genellikle elektrona işaret eder. Herhangi bir akstaki dönmenin izdüşüm ölçümlerinin sonuçları sadece ±ħ⁄2 olabilirken, böyle parçacıklar için dönme büyüklüğü √3⁄2 ħ’dir. Dönmeye ek olarak elektron dönme aksı boyunca içsel bir manyetik momente sahiptir. Bu yaklaşık olarak fiziksel olarak 9.27400915(23)×10−24 joules per tesla’ya sabit olan bir Bohr magnetonuna eşittir. Dönmenin yönünün elektronun momentumuna göre belirlenmesi helicity (sarmallık) olarak bilinen temel parçacıkların bir özelliğini tanımlar.
Elektronun bilinen bir alt-yapısı yoktur ve noktasal yülü uzamsal olmayan noktasal parçacık olarak kabul edilir. Klasik fizikte bir nesnenin açıksal momentumu ve manyetik momenti onun fiziksel boyutlarına bağlıdır. Bundan dolayı, elektronun sahip olduğu boyutsuzluk özelliği paradoksal ve elektronun sonlu ve sıfırdan farklı yarıçapına işaret eden Peninng kapanındaki deneysel gözlemlerle ters düşüyor gibi gözükebilir. Paradoksal duruma mümkün bir açıklama ‘sanal parçacıklar’ adlı alt başlıkta Foldy-Wouthuysen dönüşümün hesaba katılarak verilmiştir. Elektronun radyanı meselesi modern teorik fiziğin zorlu bir problemidir. Elektronun sonlu bir yarıçapı hipotezinin kabulü, görelilik teorisinin önermeleriyle uyumsuzdur. Diğer yandan, nokta benzeri elektron (sıfır yarıçaplı) sonsuzluğa yönelen elektronun kendi enerjisi nedeniyle ciddi matematiksel zorlular ortaya çıkarıyor. Dmitri Ivanenko ve Arseny Sokolov bu problemleri ayrıntılarıyla incelediler.
Bir Penning kapanındaki tek elektronun gözlemi parçacığın yarıçapının üst limitinin 10−22 metre olduğunu gösterdi. Proton’un yarıçapından fazla, klasik elektron yarıçapı denilen çok daha fazla değeri olan 2.8179×10−15 m’lik bir fiziksel sabit var. Ama terminoloji kuantum mekaniğinin etkilerini göz ardı eden basit bir hesaplamadan geliyor, gerçekte, sözde klasik elektron yarıçapı elektronun doğru temek yapısıyla çok az ilgisi vardır.
Ağır parçacıkların içinde aniden yok olan temek parçacıklar var. Örneğin; muon; elektronun, neutrino’nun ve antineutrino’nun içinde 2.2×10−6 saniyede yok olur. Ama elektron teorik temelde sabit olarak düşünülür; elektron ağırlığı en az olan ağır parçacıktır, sıfırdan farklı elektrik yükü vardır, böylelikle onun yok olması yük değişimine zarar verir. Elektronun ortalama ömrü için deneysel alt sınırı %90 güvenilirlikle 4.6×1026 yıldır.Elektronlar çekirdeğin etrafında saniyede 1.000.000 tur atabilirler. Eğer insanlar böyle bir şey yapabilse ve dünya çekirdek olsa 42.857.100.000 km/sn hızına sahip olmalılardı.Buda ışık hızının yaklaşık 143.000 katıdır.
Tüm parçacıklar gibi, elektronlar da dalga gibi davranabilir. Buna dalga-parçacık ikiliği denir ve çift yarık deneyini kullanarak gösterilebilir.
Elektronun dalga benzeri doğası klasik parçacıklardaki gibi tek yarık yerine, paralel yarıklarından aynı anda geçmesine izin verir. Kuantum mekaniğinde, bir parçacığın dalga benzeri özelliği genellikle Yunan psi (ψ) harfiyle işaret edilen karmaşık değerli fonksiyonu, dalga fonksiyonu ile matematiksel olarak tanımlanabilir. Bu fonksiyonun mutlak değerinin karesi alındığında, bir parçacığın bir lokasyonun yakınında gözlemlenme (olasılık yoğunluğu) ihtimalini verir.
Elektronlar özdeş parçacıklardır çünkü içsel özelliklerine bakarak birbirlerinde ayrılamazlar. Kuantum mekaniğinde, bu etkileşen bir çift elektronun pozisyonlarını sistemin durumunda hiç gözlemlenebilir değişiklik olmadan değiştirebilmesi gerektiği anlamına gelir. Elektronlar dâhil, fermiyonların dalga fonksiyonları anti-simetriktir, bu şu anlama gelir: iki elektron yer değiştirdiğinde, sembol değişir; ψ(r1, r2) = −ψ(r2, r1), denklemde değişenler r1 ve r2 birinci ve ikinci elektronla ilgilidir. Sembol değişiminde mutlak değerleri değişmediğinden, bu eşit ihtimalleri gösterir. Proton gibi bozonlar simetrik dalga fonksiyonlarına sahiptir.
Anti-simetri durumunda, elektronların etkileşimi için dalga eşitliğinin çözümleri bir çiftin aynı yeri veya durumunu kapsaması sıfır ihtimalle sonuçlanır. Bu iki elektronun aynı kuantum durumunu kapsamasını engelleyen Pauili dışlama prensibinden sorumludur. Bu prensip elektronun birçok özelliğini açıklar. Örneğin, bağlı elektronların aynı yörüngede birbirleriyle çakışması yerine, bir atomda farklı yörüngelerde bulunmasına sebep olur.
Fizikçiler boş uzayın devamlı olarak peş peşe birbirlerini hızlıca yok eden elektron ve pozitron gibi sanal parçacık çiftleri yarattığına inanıyorlar. Enerji farklılıklarının birleşiminin yeni parçacıklar üretmesi g |
erekiyordu ve var oldukları süreç Heiseberg’in belirsizlik ilişkisinde açıkladığı keşfedilebilirlik eşiğine dâhildir; ΔE • Δt ≥ ħ. Aslında, sanal parçacık üretmesi gereken enerji, ΔE, bir sürreliğine, Δt, vakumdan ödünç alınmış olabilir, böylelikle onların ürünleri indirgenmiş Plank sabitinden daha fazla değildir, ħ ≈ 6.6×10−16 eV•s. Yani, sanal parçacık için Δt en çok 1.3×10−21 s’dir.
Bir elektron-pozitron çifti varken, elektronla çevrelenmiş, çevresindeki elektriksel alandan gelen coulomb kuvveti elektron bir geri tepme yaşarken orijinal elektronun çekimine kapılması için yaratılan pozitrona sebep olur. Bu vakum polarizasyonu denen şeye sebep olur. Aslında vakum üniteden çok elektrik geçirgenliği olan bir aracı gibi davranır. Öyleyse, bir elektrondaki etkin yük aslında gerçek değerinden düşüktür ve yük elektrondan uzaklığı artmasıyla düşer. Bu polarizasyon 1997’de Japon TRISTAN parçacık hızlandırıcısı kullanılarak deneysel olarak onaylandı. Sanal parçacıklar elektronun kütlesi için bir koruyucu etki oluştururlar.
Sanal parçacıklarla etkileşim elektronun içsel manyetik momentumundaki Bohr magnetonundan (anormal manyetik moment) küçük sapmayı(yaklaşık %0,1) da açıklıyor. Bu olağandışı kesin uyumun deneysel olarak belirlenmiş değerlerinin öngörülmüş farkı kuantum elektrodinamiğinin en büyük başarılarından biri olarak görülür.
Görünürdeki içsel açısal momentuma ve manyetik momente sahip olan noktasal parçacık elektronun paradoksu (‘Özellikler’ bölümünde bahsedilen)elektron tarafından yönetilen elektriksel alanda sanal protonların oluşuyla açıklanabilir. Bu protonlar elektronların gergin bir tarzda (zitterbewegung olarak bilinir) yer değiştirmesine sebep olur. Bu hareket elektronun hem dönmesini hem de manyetik momentumunu üretir. Atomlarda, bu sanal parça üretimi, spektal çizgilerde gözlenen Lamb değişimini de açıklar.
Bir elektron pozitif yüklü bir parçacığa çekici kuvvet uygulayan ve negatif yüklü bir parçacığa itici kuvvet uygulayan bir elektrik anını yönetir. Bu gücün büyüklüğü Coulomb’un ters kare kanunuyla belirlenir. Bir elektron hareket ediyorken, bir manyetik alan yönetir. Ampère-Maxwell kanunu gözlemciye göre elektron kütle hareketiyle ilgilidir. Endüksiyonun bu özelliği bir elektrik motorunu süren manyetik alanı sağlar. Rastgele hareket eden yüklü parçacığın elektromanyetik alanı parçacığın hızı ışığınkine yakın olduğunda bile geçerli olan Liénard–Wiechert potansiyelleri tarafından açıklanır.
Bir elektron manyetik alana doğru hareket ederken, elektron hızı ve manyetik alan tarafından tanımlanan düzleme dik şekilde hareket eden Lorentz kuvvetine tabiidir. Merkezcil kuvvet elektronun gyroradius denilen bir yarıçaptaki alana doğru sarmal bir yörünge takip etmesine neden olur. Bu eğimli hareketin ivmesi elektronun synchrotron radyasyonu formunda enerji ışımasını içerir. Enerji emisyonu Abraham-Lorentz-Dirac kuvveti olarak bilinen elektronu yavaşlatan bir sürtünme yaratır elektronun geri tepkisine neden olur. Bu kuvvet elektronun kendi üzerindeki alanının geri tepkimesine neden olur.
Protonlar kuantum elektromanyetiğinde parçacıklar arasındaki etkileşimi sağlar. Sabit bir hızda izole edilmiş elektron gerçek bir protonu emer veya salar. Böyle yapmak enerji ve momentum hareketine zarar verebilir. Bunun yerine, sanal protonlar yüklü parçacıklar arasındaki momentumu transferini yapar. Sanal protonların bu değişimi, örneğin, Coulomb kuvvetini yönetir. Enerji salınımı hareket eden bir elektron proton gibi yüklü bir parçacık tarafından saptırıldığında ortaya çıkar. Elektronun ivmesi Bremsstrahlung radyasyonunun salınımı ile sonuçlanır.
Bir proton (ışık) ve bir tek elektron (serbest) arasındaki inelastik bir çarpışmana Compton saçılımı denir. Bu çarpışma Compton çarpışması denilen bir miktarla protonun dalga boyunu değiştiren parçacıkların arasında enerji ve momentum değişimiyle sonuçlanır. Bu dalga boyu değişiminin maksimum büyüklüğü Compton dalga boyu olarak bilenen h/mec,’dir. Bir elektron için bu değer 2.43×10−12 m’dir. Işığın dalga boyu uzun olunca (örneğin, görülebilen ışığın dalga boyu 0.4–0.7 μm’dur.) dalga puanı önemsiz hala gelir. Serbest elektron ve ışık arasındaki bu ilişki Thomson saçılımı veya doğrusal Thomson saçılımı denir.
Elektron ve proton gibi iki yüklü parçacığın arasındaki elektromanyetik etkileşimin göreli uzunluğu ince yapı sabitinde verilmiştir. Bu değer iki enerjinin oranıyla belirlenmiş boyutsuzluk miktarıdır; bir Compton dalga boyunun ayrımlındaki çekimin elektrostatik enerjisini ve yükün geri kalan enerjisi. Yaklaşık olarak 1⁄137.’e eşit olan ≈ 7.297353×10−3, olarak verilmiştir.
Elektronlar ve pozitronlar çarpıştığında, iki ya da daha fazla gama ışını fotonu ortaya çıkararak birbirlerini yok edeler. Eğer elektron ve pozitron önemsiz derecede bir momentuma sahipse, yok etme 1.022 MeV toplamı kadar iki ya da üç gama ışını fotonuyla sonuçlanmadan önce bir pozitronium atomu oluşabilir. Diğer yandan, yüksek enerji fotonları çift üretimi denilen süreç tarafından bir elektrona ve bir pozitrona dönüşebilir, ama sadece bir çekirdek gibi, yakındaki bir yüklü parçacığın varlığında.
Elektro zayıf kuvvet teorisinde, elektronun dalga fonksiyonun sola dönen bileşeni elektron nötrüno ile birlikte zayıf izospin çifti üretir. Bu güçsüz etkileşim boyunca elektron nötrünoları elektronlar gibi davranırlar anlamına geliyor. Bu çiftin üyesi ya bir W salarak ya da bir W emerek yüklü akım etkileşimine uğrayabilir ve diğer üyelere dönüşebilir. Yük reaksiyon boyunca saklanır çünkü W bozonu dönüşüm boyunca net yükü sıfırlayarak, bir yük de taşır. Yüklü akım etkileşimi radyoaktif atomdaki beta erimesi fenomeninden sorumludur. Elektron ve elektron nütrünosu Z0 değişimi sayesinde nötr akım etkileşimine uğrar ve bu nütrino-elektronun elastik saçılımından sorumludur.
Çekici Coulomb kuvvetiyle, bir elektron bir atomun çekirdeğine bağlı olabilir. Çekirdeğe bağlı ya da daha fazla elektronun oluştuğu bir sisteme atom denir. Eğer atomdaki elektron sayısı çekirdeğin elektriksel yükünden farklıysa, böyle atomlara iyon denir. Bağlı elektronun dalga benzeri davranışları atomik yörünge denilen bir özellikle açıklanır. Her yörünge kendisine ait enerji, açısal momentum ve açısal momentumun izdüşümü gibi bir grup kuantum numarası vardır. Ve sadece bu yörüngelerin ayrık grupları çekirdeğin etrafında var olabilir. Pauli dışlama prensibine göre, her yörünge dönme kuantum sayısı farklı olan en fazla iki elektron tarafından doldurabilir.
Elektronlar iki orbital arasında potansiyel farkında uyuşan enerjili fotonların salma ve emmesiyle değişebilirler. Yörünge transferi için diğer metotlar elektron gibi parçacıkların çarpışması ve Auger etkisini içerir. Atomdan kaçmak için elektronun enerjisi onu atoma bağlayan bağ enerjisinin üstüne çıkarılmalıdır. Atomun iyonizasyon enerjisini aşan bir uyarıcı fotonun elektron tarafından emildiği fotoelektrik etkisiyle bu ortaya çıkabilir.
Elektronun yörüngesinin açısal momentumu kuantize olmuştur. Elektron yüklendiği için, açısal momentuma oranlı olan yörüngenin manyetik momentumunu üretir. Atomun net manyetik momentum çekirdeğin ve tüm elektronların dönme manyetik momentine ve vektör toplamına eşittir. Çekirdeğin manyetik momenti elektronunkine oranla önemsizdir. Aynı yörüngeyi kaplayan elektronların (çiftlenmiş elektron denir) manyetik momenti birbirini yok eder.
Atomlar arasındaki kimyasal bağ kuantum mekaniğinin kurallarıyla tanımlandığı gibi elektromanyetik etkileşimin sonucu olarak ortaya çıkar. En güçlü bağ moleküllerin yapımına izin vererek atomlar arasında elektron paylaşımı veya değişimiyle olur. Molekül içinde, elektronlar birkaç çekirdeğin etkisi altında hareket eder ve moleküler yörüngeler kaplarlar; tıpkı izole atomlarda atomik orbital kapladıkları gibi. Bu moleküler yapılardaki temel faktör elektron çiftlerinin var olmasıdır. Bunlar Pauli dışlama prensibine zarar vermeden aynı moleküler yörüngeyi kaplamalarına izin veren (atomlardaki gibi) zıt dönmesi olan elektronlardır. Farklı moleküler yörüngeler elektron yoğunluklarının farklı uzamsal dağılımlarına sahiptirler. Örneğin, bağlı çiftlerde (atomları bir araya bağlayan çiftlerde), elektronlar çekirdek arasında göreli küçük hacimlerde en fazla ihtimalle bulunurlar. Tam tersine, bağlı olmayan elektron çiftleri çekirdeğin etrafındaki büyük hacimlerde dağılmışlardır.
Eğer bir yapı çekirdeğinin pozitif yükünü dengelemek için gerekenden az ya da fazla elektrona sahipse, bu obje net bir elektrik yüküne sahiptir. Fazla elektron varsa, obje negatif yüklenmiş denir, eğer çekirdekteki protonun sayısından daha az elektronu var, obje pozitif yüklenmiş denir. Eğer elektronların ve protonların sayısı aynı iste yükleri birbirlerini sıfırlar ve obje elektriksel olarak nötr olur. Makroskobik yapılar triboelektrik etki ile sürtülerek elektrik yükü kazanabilirler,
Vakumda hareket eden bağımsız elektronlara serbest elektronlar denir. Metallerdeki elektronda da serbestlermiş gibi davranırlar. Gerçekte metallerdeki ve diğer katılardaki elektron olarak adlandırıla parçacıklara gerçek elektronlar gibi aynı elektriksel yüke, dönmeye ve manyetik momente sahip olan ama kütleleri farklı olabilen sözde elektron veya sözde parçacık denir. Metaldeki ve vakumdaki serbest elektronlar hareket edince, manyetik alanı kontrol eden elektriksel akım denilen yükün net bir akışını oluştururlar. Benzer olarak, bir akım değişen manyetik alan tarafından yaratılabilir. Bu etkileşim matematiksel olarak Maxwell eşitliğiyle tanımlanabilir.
Verilen bir sıcaklıkta, her materyal eğer bir elektrik potansiyeli uygulandıysa elektrik akımını belirleyen bir elektriksel iletkenliğe sahiptir. Teflon ve cam kötü kondüktörlerken, iyi kondüktörler arasında bakır ve altın gibi metaller vardır. Herhangi bir yalıtkan materyalde elektronlar kendi atomlarına bağlı olarak devam ederler ve materyal de bir yalıtkan gibi davranır. Çoğu yarı-kondüktör yalıtmanın ve iletmenin sınırları arasında olan bir iletkenlik seviyesine sahiptir. Diğer yandan metaller kısmen dolu elektronik kuşaklar elek |
tronik kuşak yapısına sahiptirler. Böyle kuşakların varlığı metallerdeki elektronların yöresizleşmiş elektronlarmış gibi davranmalarına izin verir. Bu elektronlar belli atomlarla ilişkilendirilmemişlerdir, böylelikle, elektronik alan uygulandığında, gaz (Fermi gaz denir) gibi materyale doğru hareket etmekte özgürlerdir.
Elektronlar ile atomlar arasındaki çarpışma yüzünden, kondüktördeki elektronların sürüklenme hızı yaklaşık saniyede milimetredir. Ama materyaldeki bir noktadaki akımın yükünün değiştiği hız materyalin diğer kısımlarındaki akımların da değişimine neden olur. Elektrik sinyalleri materyalin dielektrik sabitine bağımlı hızla dalga gibi yayıldığı için olur bu.
Yöresizleştirilmiş elektronlar atomların arasındaki termal enerjisi taşımak için özgür için metaller sıcaklığı da iyi iletirler. Ama elektriksel iletkenliğin aksine, metalin termal iletkenliği sıcaklıktan bağımsızdır. Bu matematiksel olarak termal iletkenliğin elektriksel iletkenliğe oranının sıcaklıkla orantılı olduğunu söyleyen Wiedemann-Franz kanunuyla açıklanmıştır. Metalik örgüdeki termal bozukluk elektriksel akıma bağımlı sıcaklık üreterek metalin elektriksel direncini artırır.
Kritik sıcaklık denilen noktanın altına kadar soğulunca, materyaller süper iletkenlik olarak bilenen süreçte elektrik akımına karşı olan tüm dirençlerini kaybettikleri faz değişimine uğrarlar. BCS teorisinde Bose-Einstein yoğunlaşması olarak bilinen kuantum durumuna giren elektron çiftleri tarafından bu davranış modellenir. Bu Cooper çiftleri foton denilen örgü titreşimleriyle yakındaki maddeyle hareketlerini çiftler ve böylelikle normalde elektriksel direnç yaratan atomların çarpışmasını önler.(Cooper çiftleri yaklaşık olarak100nm yarıçapa sahiptir böylelikle birbirleriyle çakışabilirler). Ama yüksek sıcaklık süper iletkenliğin işleme belirsiz devam eder.
Kendileri sözde parçacık olan mutlak sıfıra yakın bir sıcaklıkta tutulduklarında iletken katıların içindeki elektronlar üçe bölünmüş gibi davranırlar; diğer sözde parçacıklar: spinonlar, orbitonlar ve holonlar. İlki dönme ve manyetik momenti taşır, ikincisi yörüngelerin yerlerini taşır ve üçüncüsü elektriksel yükü taşır.
Einstein’ın özel görelilik teorisine göre, bir elektron ışık hızına yaklaştıkça gözlemcinin bakış açısına göre göreli kütlesi artar, böylelikle gözlemcinin referans çerçevesi içinde onu hızlandırmak gittikçe zorlaşır. Vakumdaki elektron ışık hızına (c) yaklaşabilir ama hiçbir zaman yetişemez. Göreli elektron (c’ye yakın bir hızda hareket eden elektron.) su gibi ışığın bölgedeki hızı c.’den az olduğu bir dielektric bir ortama sokulduğunda, elektron geçici olarak böyle bir ortamda ışıktan hızlı hareket eder. Ortamla etkileştiklerinde, Cherenkov ışıması denilen bir kısık ışık üretilirler.
Özel göreliliğin etkisi (v parçacığın hızı) olarak tanımlan Lorenz faktörü olarak bilinen bir özelliğe bağlıdır. v hızıyla hareket eden elektronun kinetik enerjisi (Ke);
M elektronun kütlesidir. Örneğin, Standford lineer hızlandırıcısı bir elektronu yaklaşık olarak 51 GeV’e kadar hızlandırabilir. Verilen hızda elektron dalga gibi davrandığı için, de Broglie dalga boyu karakterine sahiptir. Bu λe = h/p denkleminde verilmiştir. (h Planck sabiti, p momentum). Yukarıdaki 51 GeV elektron için, dalga boyu atomik çekirdeğin boyutundan küçük yapıları keşfetmeye yetecek kadar küçük olan 2.4×10−17 m’dir.
Büyük patlama teorisi evrenin evrimindeki ilk basamaklarını açıklayan en çok kabul göre teoridir. Büyük patlamanın ilk milisaniyesinde, sıcaklık 10 milyar Kelvin’in üzerindeydi ve fotonlar ortalama bir milyon elektrovolt’u üstünde enerjiye sahiptiler. Bu fotonlar elektron ve pozitron çiftleri kurmak için birbirleriyle etkileşime girmeye yeterek kadar enerjiliydi. Aynı şekilde, pozitron-elektron çiftleri birbirlerini yok ederek, enerjili fotonlar yaydı:
Elektronlar, protonlar ve fotonlar arasındaki denklik evrenin evrimini bu fazı boyunca devam etti. Ama 15 saniye geçtikten sonra, evrenin sıcaklığı elektron-pozitron kurulumunun ortaya çıkma eşiğinin altına düştü. Kalan elektronların ve pozitronların çoğu evreni kısaca tekrar ısıtan gama radyasyonu sağınımı yaparak birbirlerini yok ettiler.
Bu belirsiz kalan nedenlerden dolayı, leptogenesis süreci boyunca pozitrona karşı çok fazla sayıda elektron vardı. Bundan dolayı, milyarda bir elektron yok etme sürecinden çıkabildi. Bu çoğunluk protonların anti protonlara karşı çoğunluğuyla eşleşti. Kalan protonlar ve nötronlar nükleosentez olarak bilinen süreçte eser miktarda lityum ile hidrojen ve helyum atomu oluşturarak birbirleriyle reaksiyona katılmaya başladılar. Bu süreç 5 dakikada zirve yaptı. Bin saniyensin yarısı kadar bir yaşam süresi sonunda geriye kalan her nötron süreçteki elektron ve protonları serbest bırakarak negatif beta erimesine uğradı,
n → p + e− + νe
300000-400000 yıl kadar fazla elektronlar atomik çekirdeğe bağlanmak için fazla elektrik yüklüydüler. Nötr atomlar oluşunca ve genişleyen evren ışımak için transparan olunca, sonraki şey ise yeniden birleşme olarak bilinen bir süreç.
Büyük patlamadan yaklaşık bir milyon yıl sonra yıldızlar oluşmaya başladı. Yıldızın içinde yıldız nükleosentezi, atomik çekirdeğin füzyonuyla pozitron üretimiyle sonuçlanır. Bu anti-madde parçacıkları gama ışınları salarak elektronlarla yok edilir. Net sonuç elektronların sayısındaki istikrarlı azalma ve nötron sayısındaki eş yükselmedir. Ama Yıldız evrimi süreci radyoaktif izotopların senteziyle sonuçlanabilir. Seçilmiş izotoplar sonrasında çekirdekten bir anti-nütrüno ve elektron salınımı yaparak negatif beta erimesine uğrayabilir. Nikel-60(60Ni) oluşturmak için yok olan kobalt-60(60Co) izotopu buna bir örnektir.
Yaşam ömrünün sonunda, 20 güneş kütlesinden daha fazla kütleye sahip olan bir yıldız yerçekimsel çöküşe uğrayarak kara delik oluşturur. Klasik fiziğe göre, bu ağır yıldızsal objeler herhangi bir şeyi eski Schwarzschild yarıçapından kaçmaktan engelleyecek kadar güçlü olan bir yerçekimsel bir çekim kullanırlar. Ama kuantum mekaniği etkilerinin potansiyel olarak bu mesafeden Hawking radyasyonunun yayılımına izin verdiğine inanılır. Elektronların (ve pozitronların) yıldız kalıntılarının olay ufkunu yarattığı düşünülür.
Sanal parçacık çiftleri (bir elektron ve pozitron gibi) olay ufku civarında yaratıldığında rastgele uzamsal dağlatılan bu parçacıklar bir tanesinin dışarıda görünmesine izin verir; bu sürece kuantum tüneli denir. Kara deliğin yerçekimsel potansiyeli bu sanal parçacıkları gerçek parçacıklara dönüştüren enerjisi sağlayabilir. Değişimde, çiftin diğer üyesine kara delik tarafından net bir kütle enerjisiyle sonuçlanan negatif enerji verilir. Hawking radyasyon oranı sonunda patlayınca kadar kara deliğin buharlaşmasına sebep olarak kütlenin azalmasıyla artar.
Kozmik ışınlar yüksek enerjiyle uzayda hareket eden parçacıklardır. Enerji olaylar en yüksek 3.0×1020 eV olarak kaydedilmiştir. Bu parçacıklar dünyanın atmosferinde nükleonlarla çarpışınca, pionlar da dâhil olmak üzere bir parçacık sağanağı ortaya çıkar. Dünyanın yüzeyinden gözlemlenen kozmik radyasyonun yarısından fazlası muonları içerir. Muon denen parçacık bir pionun erimesiyle yüksek atmosferde üretilen bir leptondur.
π− → μ− + νμ
Bir muon, bir elektron veya pozitron oluşturmak üzere yok olabilir.
μ− → e− + νe + νμ
Elektronların uzaktan gözlemi ışıma yapan enerjilerinin saptanmasını gerektirir. Örneğin, bir corona yıldızı gibi yüksek enerjili çevrelerde, serbest elektron Bremsstrahlund ışıması yüzünden enerji saçan bir plazma üretir. Elektron gazı elektron yoğunluğundaki senkronize edilmiş değişimler tarafından sebep olunmuş dalgalar olan plazma osilasyonuna uğrar ve radyo teleskoplar kullanarak tespit edilebilen bir enerji yayılımı üretirler.
Fotonların sıklığı enerjisiyle oranlıdır. Bir atomun enerji seviyelerindeki bağlı elektronların geçişimleri oldukça, karakteristik sıklıklardaki protonları emer veya salar. Örneğin, atomlar geniş bir spektrumlu bir kaynak tarafından ışıma yapılırsa, ayrı soğurma çizgisi transfer edilen ışımanın spektrumunda görünür. Her element veya molekül hidrojenin spektral dizisi gibi spektral çizgilerinin karakteristik bir grubunu gösterir. Bu çizgilerin kuvvetinin ve genişliğinin Spectoriskopik ölçümleri maddenin fiziksel özelliklerinin ve kompozisyonunun belirlenmesine izin verir.
Laboratuvar koşullarında bireysel elektronlar arasındaki etkileşimler enerji, dönme ve yük gibi spesifik özelliklerin ölçümüne izin veren parçacık detektörü aracılığıyla yapılabilir. Paul ve Penning tuzaklarının gelişimi yüklü parçacıkların uzun süreler boyunca küçük bir alanda tutulmasına izin verdi. Bu parçacık özelliklerinin kesin ölçümlerini yapabilir. Örneğin, bir seferde 10 aylık bir süreçte tek bir elektronun tutmakta Penning tuzağı kullanıldı. Elektronun manyetik momenti 1980’deki diğer bütün fiziksel sabitlerden daha kesin olarak 11. basamağa kadar bir hassasiyetle ölçüldü.
Elektronun enerjisinin dağılımın ilk video görüntüsü İsveç’te Şubat 2008’de Lund üniversitesinde bir takım tarafından alındı. Bilim adamları attosaniye etki denilen elektronun hareketini ilk defa gözlemlemeye izin vermiş çok kısa ışık flaşı kullandı.
Katı materyallerdeki elektronların dağılımı angle-resolved photoemission spectroscopy (ARPES) tarafından görselleştirildi. Bu teknik fotoelektrik etkisini karşılıklı uzayı(orijinal yapıyı anlamak için kullanılan periyodik yapıların matematiksel bir gösterimi) ölçmek için kullanılıyor. ARPES elektronun materyaldeki yönü, hızı ve dağılımı belirlemek için kullanılır.
Elektron demeti kaynakta kullanılır. 0.1–1.3 mm kısa odak çapı boyunca enerji yoğunluklarına 107 W•cm−2‘ye kadar izin verirler ve genellikle dolgu maddesi gereksinmezler. Bu kaynak teknolojisi elektronların hedefe ulaşmadan önce gazla etkileşimini engellemek için vakumda yapılmalıdır. Kaynak için uygun olmayacak iletken maddeleri birleştirmek için kullanılır.
Elektron ışımlı basım (EBL) mikrometreden daha fazla çözünmelerde yarı iletkenleri aşındırma metodudur. Bu teknik yüksek maliyetli, yavaş çalış |
an, vakum için çalışması gereken, katıdaki elektronların dağılma eğilimi olan bir tekniktir. Son problem 10 nm’e kadar çözünülme limitlenir. Bu nedenle EBL özelleştirilmiş entegre devlerin küçük sayıda üretiminde kullanılır.
Elektron demeti süreci fiziksel özelliklerini değiştirmek veya medikal ve gıda ürünlerini temizlemek için metallere ışıma yaptırmak için kullanılır. Elektron demeti yoğun ışınımlanmada sıcaklığı artırmadan camları akışkanlaştırır veya sözde erime sağlar: örneğin, yoğun elektron ışıması aktivasyon enerjisinin aşamalı olarak düşmesine ve akma direnci düşmesine sebep olur.
Çizgisel parçacık hızlandırıcısı radyasyon terapisinde yüzeysel tümörleri tedavisi için elektronları yönetir. Elektron terapisi bazal hücreli karsinoma gibi deri lezyonlarını tedavi edebilir çünkü bir elektron demeti soğrulmadan limitli derinliğe(elektron enerjisi için 5-20 MeV aralığında 5 cm’ye kadar) zühul edebilir. Bir elektron demeti X-ray tarafından ışınımlanmış kısımların tedavisine ek olarak da kullanılır.
Parçacık hızlandırıcıları elektronları ve onların anti-parçacıklarını yüksek enerjine doğru ilerletmek için elektriksel alanı kullanır. Bu parçacıklar manyetik alana girdiklerinde senkrotron ışıması yaparlar. Bu ışımanın yoğunluğunun dönmeye bağlı olması durumu elektron demetini polarize eder. Bu sürece Sokolov-Ternov etkisi denir. Polarize olmuş elektron demetleri birçok deney için kullanılabilir. Ayrıca, senkrotron ışıması, elektron demetlerini soğutarak parçacıkların momentum yayılmalarını azaltır. Elektron ve pozitron demetleri gerekli enerjiye ulaşana kadar hızlandırılırlar ve çarpıştırılırlar. Parçacık detektörleri bu işlem sonucunda parçacıcık fiziğinin konusu olan ortaya çıkan enerjiyi gözlemler.
Düşük enerji elektron kırınımı (LEED) kristal materyal elektronların koşutlanmış ışık demeti bombardımanına tutma ve materyalin yapısını belirleme için kırımınım şeklinin sonuçlarını gözlemleme yöntemidir. Elektronların gerekli enerjisi 20-200 eV’dir genellikle. Yansıma yüksek enerji kırınımı (RHEED) tekniği kristal materyalin yüzünü karakterize etmek için farklı düşük açılarda açığa çıkmış elektron demetini kullanır. Demet enerjisi 8-20 keV aralığındadır ve oranın açıcı 1–4 derecedir.
Elektron mikroskobu bir modeldeki elektronların odaklanmış demetini gösterir. Bazı elektronlar demet materyal ile etkileşince hareket yönü, açıcı bağlı fazı ve enerjisi gibi özelliklerini değiştirir. Mikroskop uzmanları elektron demetindeki bu değişimleri materyalin kararlı görünüşünü atomik olarak üretmek için kaydederler. Mavi ışıkta, geleneksel optik mikroskoplar yaklaşık 200 nm’lik kırınımla sınırlı çözünürlüğe sahiptir. Kıyasla elektron mikroskopları elektronun de Broglie dalga boyu ile sınırlıdır. Dalga boyu örneğin 100,000volt potansiyele karşın 0.0037 nm’dir. The Transmission Electron Aberration-Corrected Microscope bireysel atomları çözümlemek için fazlasıyla yeterli olan 0.05 nm’nin altında çözünürlüğe sahiptir. Bu yetisi elektron mikroskobunu yüksek çözünürlüklü görüntü için yararlı bir laboratuvar aleti yapar. Ama elektron mikroskopların muhafaza edilmesi masraflı pahalı aletlerdir.
İki tür elektron mikroskobu vardır; geçirimli ve taramalı. Geçirimli elektron mikroskopları materyal parçası boyunca geçen elektron demetiyle, yük bağlaşık aygıtına veya fotografik slâyda lenslerle yansıtılarak tepegöz gibi işler. Taramalı elektron mikroskoplu televizyon setinde olduğu gibi çalışılmış örnekten görüngü üretmek için iyi odaklanmış elektrona rasteri taraması yapar. Büyütme oranı 100x’dan 1.000.000x’e kadardır ya da iki mikroskop türünden de daha fazladır. Taramalı tünel mikroskobu keskin metal ucundan çalışılmış materyale elektronların kuantum tünelini kullanır ve yüzeyinin atomik olarak çözünürlüklü görüntüsünü üretir.
Serbest elektron lazerinde (FEL), göreli bir elektron demeti iki kutuplu alanları alternatif yönleri gösteren magnetin oklarını içeren dalgalandırıcı demetinden geçer. Elektronlar salınım sıklığında radyasyon alanını güçlendirmek için aynı elektronlarla uyumlu olarak etkileşen senkrotron ışımasını emer. FEL geniş sıklıklarla, mikrodalgalardan hafif X-raylere uyumlu yüksek parlaklık elektromanyetik radyasyonu emer. Bu araçlar üretim, iletişim ve yumuşak doku cerrahisi gibi değişik medikal alanlarla kullanılabilir.
Elektronlar laboratuvar araçlarında, bilgisayar ekranlarında ve televizyon setlerinde çoğunlukla gösterme aracı olarak kullanılan katot ışını tüpleri için önemlidirler. Aphotomultiper tüpte, fotokatoduna çarpan her foton saptanabilir bir akım darbesi üreten bir elektrocun çığı başlatır. Vakum tüpleri elektron akışını elektriksel sinyalleri idare etmek için kullanır ve elektronik teknolojinin gelişmesinde kritik bir rol oylarlar. Ama transistor gibi katıhal aygıtları onların çoğunlukla yerlerini aldı.
Karl Popper
Karl Raimund Popper (d. 28 Temmuz 1902 - ö. 17 Eylül 1994), Avusturya kökenli Britanyalı felsefeci. Bilim felsefesine önemli katkılarda bulunmuştur.
Yanlışlanabilirlik, Popper’in bilim kuramının temelidir.
Onun bilimsel yöntem görüşü, “bütün sistemleri zorlu bir sınamadan geçirerek, sonunda nispeten elverişli” sistemi seçmek amacıyla, her kuramı yanlışlamaya tabi tutmaya dayanır. Çünkü Popper’e göre, tümevarım ilkesinin geçersizliği nedeniyle, kuramlar hiçbir zaman deneysel olarak doğrulanamaz. Ama yanlışlanabilir. O halde, bir teorinin bilimsel olabilmesi için yanlışlanabilir olması gereklidir.
Popper, Einstein'ın görecelik kuramı, Karl Marx’ın tarih anlayışı, Freud'un psikanaliz kuramı ve Alfred Adler'in bireysel psikoloji kuramlarına ilgi duydu. Özellikle Einstein’ın kuramının ileri sürdüğü bir yaklaşım (güneşin yakınından geçen ışık ışınları, güneşin yerçekimi alanının etkisine girerek eğilmeye uğrarlar) 1919’da güneş tutulmasının olması sırasında doğrulanması Popper’i etkiledi. Popper’i etkileyen kuramın öndeyişinin doğru çıkması değildi. Ön-deyinin doğru çıkmaması halinde, yanlışlanmış olacak olan teori derhal reddedilecekti. Önemli olan kuramın yanlışlanmaya açık biçimde formüle edilmesiydi. Popper, diğer kuramların (Marx, Freud, Adler) sahiplerinin hangi koşullarda kuramlarından vazgeçeceklerini belirtmediklerine dikkat çekti. Doğrulayıcıları çok olan fakat yanlışlayıcıları belirsiz olan bu kuramlar ona göre bilimsel olmayan kuramlardı.
Popper, hangi kuram olursa olsun belli koşullarda deneysel destek bulmanın kolay olduğunu; bilimselliğin ampirik destek sağlamada değil, kuramın hangi koşullar altında yanlış olduğunu belirlemeyi esas aldı. Eğer bir kuram yanlışlanabilir ise, bilimseldir. En iyi kuram "zamana bağlı olarak yanlışlanabilir, çürütülebilir olan kuramdır" demiştir Karl Popper.
Popper’e göre yöntembilim kuralları hem doğa bilimlerine hem de toplumbilimlerine uygulanabilir. Popper bütün bilimlerin temelde aynı tür olaylarla ilgili olduğu anlamında, tek bir bilimden hiç söz etmemiştir. Buna karşılık görece soyut bir düzeyde kalınması koşuluyla, tüm bilimlerde aynı yöntembilimin uygulanabilirliğine inanır. Ona göre, toplumsal olayların doğal olaylardan daha karmaşık olduğu tezi her zaman geçerli değildir.
Popper’in tarih bilimi üzerine de özel bazı görüşleri vardır: Ona göre, olayların peş peşe gelişi hakkındaki bilimsel açıklamalar, eğilimler ve ön-deyiler kanun değildir. Eğer mutlaka bir şey denecekse bir yönelimdir. Yönelim ise kanunun aksine genel olarak bilimsel ön-deyilere dayanak olarak kullanılamaz. Popper’in gösterdiği gerekçeler şunlardır:
1. Beşeri tarihin akışı, beşeri bilginin artışından şiddetli bir şekilde etkilenir.
2. Akli veya bilimsel metotlarla, bilimsel bilgimizin gelecekteki artışını önceden haber veremeyiz.
3. Bu sebeple, beşeri tarihin gelecekteki akış yönünü önceden haber veremeyiz.
4. Bu demektir ki, teorik bir tarihin yani teorik fiziğe tekabul eden bir tarihi sosyal bilimin imkânını reddetmemiz gerekir. Tarihsel ön-deyi için temel görevi yapacak herhangi bir bilimsel tarihsel gelişme teorisi olamaz.
5. Bundan dolayı tarihselci metodların ana hedefi yanlış kavranmıştır; ve böylece tarihselcilik çökmektedir.
Bu durumda, Popper’e göre, örneğin kuramsal fizik gibi bir kuramsal tarih disiplini olamaz. Tarih gösteriyor ki, sosyal realite tamamen farklıdır. Tarihsel gelişmenin akışı, ne kadar mükemmel olursa olsun, teorik inşalarla asla şekillendirilemez.
Çünkü eğer bu tür yeni bir bilimsel sosyal takvim yapılmış olsaydı ve başkaları tarafından da bilinir hale gelseydi (böyle bir şeyin uzun süre gizli tutulması mümkün olmazdı; çünkü ilke olarak, herhangi bir kimse tarafından yeniden keşfedilebilirdi), bu durum hiç şüphesiz bu etkinin öndeyilerini altüst edecek eylemlere sebep olacaktı. Mesela, hisse senetlerinin fiyatlarının üç gün yükselip daha sonra düşeceğinin öngörüldüğünü farz edelim. Açıktır ki, piyasayla ilgili herkes elindeki senetleri üçüncü gün satacak ve böylece fiyatların o günden düşmesine yol açarak, söz konusu öndeyiyi yanlışlayacaktı. Kısacası, kesin ve ayrıntılı bir sosyal olaylar takvimi fikri kendi kendisiyle çelişkilidir ve bu sebeple kesin ve ayrıntılı bilimsel öndeyiler imkânsızdır. O halde tarih nasıl yazılır? Önce tarihe belirli bir bakış açısından bakmaya karar verilir; sonra da tarihteki bu görüş açısından geçerli olaylar betimlenir. Popper, bu bakış açısına, tarih anlayışı adını verir ve bir tarih anlayışına sahip olmaksızın tarih yazılamayacağını savunur. Bir tarih anlayışına sahip olmadıklarını söyleyenler de, bunun bilincinde olmasalar bile, böyle bir anlayışa sahiptirler. Tarih anlayışları sınanamaz ve dolayısıyla, doğru ya da yanlış oldukları söylenemez.
Şuayb
Şuayb (Arapça: شعيب, İbranice: יִתְרוֹ Yitro) Kur'an ve Tevrat'ta adı geçen bir peygamberdir. Şuayb ismi "Doğru yolu gösteren kişi" anlamına gelir.
Şuayb ayrıca Tevrat'ta önemli bir yere sahiptir. Musa'nın kayınpederidir ve Tevrat'ta geçen "Jethro" (İbranicesi יִתְרוֹ Yitro) ile aynı kişidir.
Tevrat'a göre ahlaki değer yargıları zayıf bir şehir olan Midyan'da Yitro önceleri putperest inanca sahipken daha sonra tek tanrı inancına dönmüştür ve |
peygamber olmuştur. Peygamber olması ile Midyan şehrindeki putperestlerce dışlanmıştır.
Şuayb yaşadığı süre boyunca damadı Musa'ya her zaman destek olmuş, birçok tavsiyelerde bulunmuş ve Musa da ona karşı saygıda kusur etmemiş ve tavsiyelerinin çoğuna uymuştur. Tevrat'ta Yitro'ya olan saygı ifadesi olarak Tora'nın 54 alt bölümünden birine Yitro adı verilmiştir.
Yitro'nun kızı olan Tsipora'dan Musa'nın iki oğlu olmuş Musa bunlara Gerşom ve Eliezer adlarını takmıştır.
Musa Firavuna halkını salması için gitmeden evel, Karısı ve iki çocuğunu Yitro'ya bırakmıştır. Yitro, kızı ve torunları daha sonra Mısır çıkışında çölde Musa'ya katılmıştır.
Urfa'ya bağlı Harran yakınlarında bulunan Şuayb Şehri, yerel inanca göre Şuayb'in yaşayıp vefat ettiği yerdir. Şuayb adı Türkiye'de Urfa kökenli olanlar arasında yaygındır. Doğru yazılışı şuayip değil Şuayb'dır
Kur'an'a göre Medyen halkının peygamberi olan Şuayb, İbrahim soyundandı. Musa Mısır'dan kaçtıktan sonra geldiği Medyen ülkesinde Şuayb'in kızıyla evlendi. Şuayb Medyenlilere Allah'ın birliğine inanmalarını, ölçü ve tartıda dürüst olmalarını ve münafıklıktan uzak durmalarını bildirdi. Onlar bu öğütlere uymayınca Allah tarafından lanetlendiler, deprem ve ateş yağmuruyla yok edildiler. "(Araf 85, Hud 84, Şuara 186)"
Medyen halkı Tevrat'ta Midian'lılar (İng: Midianites) adıyla anılan kavimdir. Bugünkü Suriye'nin güneyi ile Ürdün ve Hicaz'ın kuzeyine denk gelen alanda oturdular. Tevrat'a göre Musa Mısır'dan kaçtığında Midianlılara sığınarak 40 yıl onların arasında yaşadı. Baş rahipleri Yetro'nun kızıyla evlendi. İsrailoğulları Musa önderliğinde Mısır'dan ayrıldıklarında da Midianlılardan yardım gördüler. Ancak daha sonra Midianlılar onlara düşman olup Allah'ın gazabına uğradılar. Tüm şehirleri ateşle yok edildi. Tevrat Midian halkının İbrahim soyundan olduğunu belirtir.
Midianlıların Assur ve Hitit kaynaklarında adı geçen ve Harran yöresinde yerleşik oldukları anlaşılan Mitanniler olup olmadığı açık değildir.
Somuncu Baba
Şeyh Hamid-i Veli (d.1331-ö.1412). Şeyh Hamîd-i Velî, Hamîd-i Kayserî, Hamîd-i Aksarayî, Somuncu Koca, Ekmekçi Koca ve Somuncu Baba olarak da bilinir. Osmanlı kuruluş dönemi ünlü mutasavvıfı ve alim. Aynı zamanda Bayramiyye Tarikâtı kurucusu Hacı Bayram Veli'nin de hocasıdır. Safevîyye Tarikâtı'nın Anadolu’ya yayılmasında etkin faaliyetlerde bulunmuş büyük bir mutasavvıftır.
1331 tarihinde Kayseri'nin Akçakaya köyünde doğmuştur. Anadolu'yu mânevi fetih için gelen Horasan erenlerinden Şemseddin Musa Kayseri'nin oğludur. Seyyid olup soyu 24. kuşaktan İslam peygamberi Muhammed'e ulaşmaktadır. "“Şeyh Hâmid Hâmid’ûd-Dîn-i Veli”" ilk tahsilini babası Şeyh Şemseddin Musa Kayseri'den almıştır. Bilge kişiliği olan Şeyh Hâmid-i Veli, ilim alanındaki çalışmalarını Şam, Tebriz ve Erdebil'de sürdürmüştür. Safevilik Erdebilî’nin ya da onun babası Sadreddin Erdebili' nin yanında Erdebil’de tamamlamış ve Bayezid-i Bistami'nin ruhaniyetinden mânevi terbiye almıştır. Safev’îyye Tarikâtı'nın Anadolu’ya yayılması, muhtemelen Hoca Alâ ad-Dîn Ali Erdebilî’nin zamanında Şeyh Hâmid-i Veli ile olmuştur.
Dini ve dünyevi ilimlerle ilgili onay alarak, doğru yolu gösterme vazifesi için Anadolu'ya dönerek Bursa'ya yerleşmiştir. Bursa'da çilehanesinin yanında yaptırdığı ekmek fırınında somun pişirip sokak sokak dolaşarak "somunlar, müminler" nidasıyla insanlara ekmek dağıtmıştır. Bu sebeple Şeyh Hamid-i Veli "Somuncu Baba" ve "Ekmekçi Koca" olarak da tanınmıştır. Yıldırım Beyazıd Niğbolu zaferini kazanınca, ""Allah'a şükür nişanesi"" olarak Bursa Ulu Camii'ni yaptırmıştır. Ulu Cami’nin açılış hutbesini "Şeyh Hâmid-i Veli" okumuş ve hutbede Fatiha Suresini yedi farklı şekilde yorumlamıştır. Hutbeyi dinleyen padişah başta olmak üzere tüm cemaat Şeyh Hamid-i Veli' den etkilenmiştir. Mânevi kişiliği ve bilgelik yönü ortaya çıkan "Şeyh Hamid-i Veli" şöhretten korktuğu için talebeleriyle birlikte Bursa'dan ayrılarak Aksaray'a gelmiştir. Abdurrahman el-Askerî ise Somuncu Baba' nın Bursa’dan ayrıldıktan sonra Ceyhan Nehri' nin kenarında bulunan Kozan (Sis) Kalesi yakınlarındaki bir köyde yerleştiğini ve Hacı Bayram-ı Veli' nin de buraya gelip kendisini ziyaret ettiğini belirtmiştir. Burada bir süre kaldıktan sonra önce Şam’a gitmiş, buradan Mekke’ ye hacca gitmiş olan Somuncu Baba, hac dönüşü Aksaray’a yerleşmiştir. Aksaray'da Hacı Bayram-ı Veli'yi dünyaya ve ahirete ait ilimlerde eğiterek yetiştirmiş, onu irşad vazifesi için Ankara'ya görevlendirmiştir.
1412 yılında vefat eden Somuncu Baba, Aksaray' da Hacı Bayram-ı Veli tarafından cenaze namazı kıldırıldıktan sonra bugünkü türbesinin olduğu yere defnedildi.
Somuncu Baba' nın Yusuf Hâkikî ve Hâlil Taybî adında iki oğlu olduğu bilinmektedir. Yusuf Hâkikî Aksaray’da kalarak burada vefat etmiştir. Diğer oğlu Hâlil Taybî ise Darende' ye yerleşmiştir. Bazı görüşlere göre Somuncu Baba, Darende' nin Hıdırlık adı verilen bölgesinde oğlu Halil Taybî ile birlikte gömülüdür.
"Somuncu Baba" ve en meşhur talebesi olan Hacı Bayram Veli'nin Osmanlı Devleti'nde yeni Anadolu ve Rumeli üzerinde çok büyük etkileri vardır. Bu önemli isimler şunlardır:
Somuncu Baba, zâhirî ve bâtınî ilimlerdeki derin bilgisine rağmen, çok az eser vermiş veya çok az eseri günümüze ulaşabilmiştir. Bu zikredilen hakikata rağmen, Somuncu Baba’nın bize kadar ulaşan Şerh-i Hadis-i Erba‘în, Zikir Risalesi, Silâh’u-l Mürîdîn adlı eserleri mevcuttur.
Somuncu Baba, Şeyh Hamid-İ Veli'nin türbesinin nerede olduğu tartışılmaktadır. Büyük ihtimalle Aksaray'da, bir diğer ihtimalse Malatya Darende'dir.
Kürşat Kızbaz'ın Somuncu Baba Aşkın Sırrı sinema filminde, Somuncu Baba'yı Furkan Palalı canlandırmıştır. Filmin tamamı Aksaray'da çekilmiştir.
Müslüm Gürses
Müslüm Gürses (doğum adı Müslüm Akbaş, 5 Temmuz 1953; Fıstıközü, Halfeti, Şanlıurfa - 3 Mart 2013, İstanbul), arabesk ve Türk halk müziği sanatçısı. Müzik dünyasında ‘‘Müslüm Baba’’ olarak tanınır.
Son yıllarda bazı pop ve rock tarzındaki parçaları da repertuvarına katarak Nilüfer’in "Olmadı Yar" isimli şarkısını, Teoman’ın "Paramparça", Tarkan’ın "İkimizin Yerine", Şebnem Ferah'ın '"Sigara" ve Kenan Doğulu'nun '"Tutamıyorum zamanı" adlı çalışmalarını da seslendirdi.
1979 yılında ilk defa İsyankar filmiyle kamera karşısına geçen Gürses, toplam 38 sinema filminde rol almıştır.
7 Mayıs 1953'de Şanlıurfa'nın Halfeti ilçesi'nin Fıstıközü köyünde kerpiç bir evde dünyaya geldi. Annesinin adı Emine'dir. Babası Mehmet Akbaş rençberlik yapar, türkü söylemeyi sever, bağlama çalardı. Akbaş çiftinin Müslüm'den sonra Ahmet ve Zeyno adında bir erkek, bir de kız çocukları oldu.
Müslüm Gürses'in çocukluğunun ilk yılları Şanlıurfa'da geçti. Gürses üç yaşındayken ekonomik nedenlerden dolayı ailecek Adana'ya göç ettiler.
Müslüm Gürses, şarkıcılığa 1965 yılında, küçük yaşta Adana'da bir çay bahçesinde şarkılar söyleyerek başladı, aynı zamanda Halkevine de gitti. Terzi çıraklığı ve kunduracılık yaptı, o yıllarda bir gazinoda sahneye çıktı. Ayrıca ilkokuldan mezun olduktan sonra 14 yaşındayken, 1967 yılında Adana Aile Çay Bahçesi’nde düzenlenen yarışmaya katıldı ve birinci oldu. Sesiyle küçük yaşlarda dikkat çeken Gürses kendisiyle yapılan bir röportajda o dönemle ilgili olarak şunları söylemiştir: ""İlkokulu bitirdim. Gerisi yok. Adana'da damda yatarken uzun hava okudum. Arkadaşım Halkevine gidiyordu. Ben de gittim. Derken Çukurova Radyosu'nda sanatçı oldum"."
Soyadını da orada çalışırken “Gürses“ olarak değiştirirler.
1967 yılından itibaren TRT-Adana-Çukurova Radyosunda da her hafta Cumartesi günü canlı olarak türküler söyledi. 1968 yılından itibaren piyasaya ilk 45'likleri çıkarmaya başladı. İlk plağı 1968 tarihli "Emmioğlu/Ovada Taşa Basma" plağıdır ve Ömür Plak , Adana basımıdır. Ömür Plak ile toplam 4 adet 45'lik yaptı.
İstanbul'a gelen Gürses, Selahattin Sarıkaya'nın sahibi olduğu Sarıkaya Plak ile 2 adet 45'lik plak doldurdu: "Giyin Kusan Selvi Boylum/Hayatımı Sen Mahvettin" ile "Gitme Gel Gel/Haram Aşk".
Daha sonra 1969 yılında yine İstanbul'da Palandöken firması ile çıkış parçası olan "Sevda Yüklü Kervanlar"ı içeren "Sevda Yüklü Kervanlar/Vurma Güzel Vurma" isimli 45'lik Plağı çıktı. Bu plak tam 300.000 adet satarak rekor kırmıştır.
Gürses, bu plaktan sonra askerliğini yaptı, tekrar İstanbul'a gelerek aynı firmada plaklarını çıkarmaya devam etti. Palandöken firması ile tam 13, sonra Bestefon firması ile tam 4, daha sonra Hülya Plak ile tam 15 ve nihayet Çın Çın Plak ile tam 2 adet 45'lik plak doldurdu.
Müslüm Gürses`in dinleyici kitlesi birçok araştırmaya konu olmuştur. Doktora tezleri dahi yazılmıştır (Mesela 2002/ Bağlam Yayıncılık : Caner Işık / Nuran Erol , "Arabeskin Anlam Dünyası ve Müslüm Gürses Örneği ").
1999 yılında Müslüm Gürses’in o dönemde 15 yıl boyunca albümlerini çıkardığı Elenor plak firmasıyla yolları ayrıldı.
Ocak 2006'da Gönül Teknem adlı albümü Seyhan Müzik etiketiyle raflardaki yerini almıştır. Gürses’in, 2006’da yazar Murathan Mungan’la ortak projesi “Aşk Tesadüfleri Sever” Pasaj Müzik etiketiyle müzik marketlerdeki yerini aldı. Mungan’ın sözlerini yazdığı, David Bowie’den Garbage’a, Leonard Cohen’den Jane Birkin’e birçok yabancı müzisyenin bestesini yaptığı şarkıları seslendirdi. Sonra 2009 yılında yine ayni firmadan çarpıcı bir albüm "Sandık" ile Müslüm Gürses sahnelere geri döndü.
2010 yılında Kasım ayında yeniden Pasaj Müzik ile "Yalan Dünya" isimli bir albüme imza atmıştır.
Müslüm Gürses, 15 Kasım 2012 Perşembe günü Memorial Hastanesi'nde geçirdiği by-pass ameliyatından sonra akciğer ve kalp yetmezliği nedeniyle yoğun bakıma kaldırıldı. Kendisine solunum cihazı bağlandı. Gürses, 3 Mart 2013'te, yaklaşık dört aydır tedavi görmekte olduğu İstanbul Memorial Hastanesinde hayatını kaybetti. 4 Mart 2013 günü Teşvikiye Camii'nde kılınan cenaze namazının ardından Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi.
Müslüm Gürses 38 filmde oynamıştır. Bu filmler şunlardır:
Müslüm Gürses
Beydağ, İzmir
Beydağ, İzmir ilinin güney doğusunda yer alan ilçedir.
Beydağ, önce Aydınoğulları, sonra da Osmanlıla |
rın egemenliğine geçmiştir.
İl merkezine uzaklığı 142 km’dir. Kuzeyinde Kiraz; doğusunda Nazilli; batısında Ödemiş; güneyinde Sultanhisar ile çevrelenir. İlçenin yüzölçümü 162 km²’dir.
İlçe, Akdeniz iklimi etkisi altındadır.
İlçeye bağlı 21 köy bulunmaktadır. Bağlı beldesi yoktur.
İlçe halkının geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktır. En önemli ürünler incir, kestane ve zeytindir. Beydağ’da üretilen kestane son derece kalitelidir. Besi ve süt hayvancılığı hızlı gelişme göstermektedir.
İlçede 28 İlköğretim Okulu, 1 Ortaöğretim Kurumu bulunmakta; 1872 öğrencinin eğitim gördüğü bu okullarda 94 öğretmen görev yapmaktadır.
Sağlık hizmeti, 1 Sağlık Ocağı, 1 Sağlık Evi, 1 Ana Çocuk Sağlığı tarafından verilmektedir.
Hançer
İki yanı da bilenmiş bir çeşit bıçaktır. Taşımaya elverişli olduğundan silah olarak kullanılır. Hançerlerin boyutları değişkendir. Örneğin Ortaçağ'da kullanılan bazı çeşitlerinin boyu 45 santimetreye ulaşmaktadır. Hançerler günümüzde süs eşyası olarak da kullanılmaktadır.
Carl von Clausewitz
Carl Philipp Gottlieb von Clausewitz (1 Haziran 1780 - 16 Kasım 1831), Prusyalı general ve entelektüel.
Orta dereceli feodal-aristokrat bir aileden geliyordu. Adındaki "von" sözcüğü onun aristokrat olduğunu gösterir. Devrimci Fransa'nın ordularına karşı piyade askeri olarak çarpışmalara katıldı, ilk askeri tecrübelerini böyle kazandı. (Napolyon Savaşları.) Kısa süre sonra Prusya devletinin kalbinde askeri-siyasi bir kurmay subayı olarak görev aldı.
Babası da Prusya ordusunda subaydı. Clausewitz ilk muharebeye 13 yaşındayken girdi. 38 yaşında tuğgeneralliğe terfi etti. Aristokrat ailelerden birinin kızıyla evlendi. Askeri yetenekleri sebebiyle Berlin'deki merkezi askeri çevrelere girdi. 1812-1814 yılları arasında Rusya'daydı. Burada da Napoleon birliklerine karşı savaşlara katıldı.
Napoleon'un sonunu getiren Belçika'daki Waterloo Savaşı'nda önemli rol oynadı.
1818'de tekrar Prusya Savaş Akademisi yöneticiliğine getirildi. Bu görev başındayken öldü.
Clausewitz'in en ünlü eseri "Savaş Üzerine"dir. Ona göre, "Savaş siyasetin başka araçlarla (şiddet araçlarıyla) devamıdır." Bütün savaşların amacı, düşman silahlı kuvvetlerini yok etme yoluyla onun iradesini teslim almaktır. Taktik, muharebe bilimi; strateji de savaş bilimidir. Taktik zaferler fiziki olgulardır; ama stratejik zafer manevi bir olgudur. Savaşta savunma pozisyonu saldırı pozisyonuna göre, pasif ve dolayısıyla savaşın doğasına aykırı olmakla birlikte avantajlı bir pozisyondur. Bu kitap hemen bütün dünya dillerine tercüme edilmiştir. Hayattayken kitabını yayınlayamadı, bunda mükemmelliyetçi üslubunun da payı vardır; ancak karısı onun notlarından yararlanarak kitabı yayına sürdü.
Clausewitz savaş üzerine teknik-matematik teorilerin yersiz olduğunu, çünkü savaşın kendi kuralları ve yasaları olmakla birlikte esasen bir belirsizlik ortamı olduğunu söyler. Bu nedenle kitabının üslubu da hayli derindir. Clausewitz'e göre bütün savaşların belirleyici unsuru muharebelerdir; incelemesine de muharebelerden başlar. Son derece çarpıcı diyalektik bir kavrayışı vardır. Yaşadığı dönemde Hegel'den etkilendiği bilinir; ancak üslubu daha çok Karl Marx'ı hatırlatır.
Eserleri günümüzde halen hem askeri okullarda (Kuleli Askeri Lisesi) hem de pazarlama kökenli eğitim kurumlarında okutulmaktadır ve bazı pazarlama kitapları Carl von Clausewitz'e ithafen yazılmıştır.
"Savaş Üzerine", bu konuda yazılmış önemli eserlerden biridir. Bolşevik Devrimi'nde Lenin'in ondan ciddi olarak yararlandığı bilinir. Eseri okumuş olmak öyle bir otorite hissi yaratır ki, Hitler bu durumu generallerle tartışması sırasında "ben Clausewitz'i okudum, sizden öğrenecek bir şeyim yok" diyerek ifade etmiştir.
Clausewitz savaş tarihinde başka hiç kimsenin olmadığı kadar teorik tartışmalara konu olmuştur. "Savaş Üzerine"nin birçok bölümü gelişen konvansiyonel ve düşük yoğunluklu savaşlarla birlikte tartışmaya açılmakla birlikte bu durum teorik tespitlerin kuvvetini azaltmamış, tersine Clausewitz'in değerini artırmıştır.
Ofsayt
Ofsayt, FIFA Genel Sekreteri Urs Lins imzasıyla ülke federasyonlarına gönderilen 968 nolu sirkülere göre kafasının, vücudunun veya ayağının herhangi bir bölümünün rakibin kale çizgisine toptan ve sondan ikinci rakipten daha yakın olduğu anlamına gelmektedir. Topun ayaktan çıktığı anda top kaleye sondan ikinci rakipten daha yakınsa "Son adam" tabiri top için geçerli olur. Kollar bu tanıma katılmamıştır. Futbol baş, vücut ve ayaklarla oynanır. Eğer bunlar rakibin kale çizgisine yakınsa orada potansiyel bir avantaj vardır. Yalnızca kollar rakibin ilerisindeyse, kazanılacak bir avantaj yoktur" şeklinde yapıldı.
Sadece ofsayt pozisyonunda bulunmak bir ihlal değildir.
Oyuncu şu pozisyondayken ofsayttadır;
Oyuncu şu pozisyonlarda ise ofsayt değildir;
Ofsayt pozisyonundaki bir oyuncu, topun takım arkadaşına dokunduğu veya takım arkadaşının topla oynadığı anda hakemin kanaatine göre:
Şu şekillerde ofsayt olmaz:
Kural İhlali Nedeniyle Verilen Ceza
Kale vuruşu
Kale vuruşu futbolda oyunu başlatmanın bir metodudur. Kale vuruşu ya da başka bir deyişle aut atışıyla top karşı takımın kalesine girerse gol geçerli sayılır, ancak top kale vuruşunu kullanan takımın kendi kalesine girerse gol sayılmaz,rakip takım köşe vuruşuyla oyunu tekrar başlatır.
Kale vuruşunun verilmesi
Yöntem
Kural İhlali Nedeniyle Verilen Ceza
"Ceza sahası içerisinde kullanılmadıysa:"
"'Kale vuruşu kaleci yerine bir başkası tarafından kullanırken"
Eğer, top oyuna girdikten sonra, atışı yapan oyuncu atışı yaptıktan sonra topa (elleri hariç) temasta bulunursa:
Aut atışı kaleci tarafından kullanırken
Eğer, top oyuna girdikten sonra, atışı yapan oyuncu atışı yaptıktan sonra topa elleri dışında bir temasta bulunursa:
Eğer, top oyuna girdikten sonra, başka bir oyuncu dokunmadan önce, kaleci ikinci kez topa temasta bulunursa:
Bu kural Başka Bir Şekilde Bozulursa:
Degaj, futbolda kalecinin rakip ceza sahasına topu atmak üzere önce havaya atıp sonra ayağının üstüyle vole vurur gibi vurmasına denir.
Kale vuruşu ile karıştırılmamalıdır. Aut atışında top yere konur, gerilinir ve şut çekilir. Degaj farklıdır. Hatta kaleciler degaj çekerken rakip oyuncu rahatsız ederse faul olur.
Eşzamansız Aktarım Modu
Eşzamansız Aktarım Modu (İngilizce: "Asynchronous Transfer Mode", "ATM"), verileri, 53 byte sabit büyüklüğünde hücreler halinde ileten bir ağ tekniğidir. Veri iletimi için paket anahtarlamanın bir türü sayılabilecek bir yöntem olan hücre aktarımı (İngilizce: "cell relay") tekniğini kullanır. Bu teknik sanal devreler oluşturarak devre anahtarlamanın avantajlarından da faydalanır.
ATM, broadband ISDN'nin 1970'li ve 1980'li yıllarda gelişiminde yer almış bir teknolojidir. Teknik olarak paket anahtarlamanın (İngilizce:"packet switching") evrimleşmiş bir hali olarak düşünülebilir. Beklenilenin aksine yerel ağlarda kullanımı kısıtlı kalmış, günümüzde daha çok iletişim ve bilgisayar ağları arasında hızlı omurga (İngilizce: "backbone") yapıları oluşturmak için kullanılır olmuştur.
ATM ile yüksek veri işleme/iletme hızları elde edilebilir. En çok kullanılan standart hızlar, 155 Mbps (HDTV için) ve 622 Mbps dir ve 10 Gbps hızlara kadar da çıkılabilmiştir (1996 sonu itibarıyla). ATM ağlarının üstün hız performansı yöneltmenin donanım tabanlı gerçekleşmesinden, paketlerin de sabit büyüklükte ve küçük olmasından kaynaklanmaktadır. Sabit büyüklükteki kısa paketleri donanım ile anahtarlamak (İngilizce: "switching") değişken büyüklükteki paketleri yazılım ile yöneltmekten çok daha hızlıdır (mesela IP paketleri). Ayrıca paketler küçük olmaları sebebiyle bant genişliğini uzun süre işgal etmezler. Bu tür veri alışverişi sırasında anahtarlama/yöneltme yapan ağ donanımlarına ATM anahtarı adı verilir.
"ATM", B-ISDN protokolünün temel öğelerindendir.
ATM ağları bağlantı kaynaklı olduklarından, taraflardan biri veri iletişimini başlatmak için önce bir bağlantı kurulum paketi gönderir. Kurulum paketi geçtiği ATM anahtarlarına bağlantının varlığı ve ihtiyaç duyduğu kaynaklar hakkında bilginin kaydolmasını sağlar. Bu bağlantıya sanal devre, yol bilgisine de sanal yol adı verilir. Bağlantıya duyulan ihtiyaç geçici değilse, bilgiler devamlı olarak anahtarlama tablolarında saklı tutulur. Bu tür devamlı bağlantılara kalıcı sanal devre denir. Her bağlantının sadece kendine ait bir kimlik bilgisi vardır.
Bağlantı kurulduğunda her iki taraftan biri veri göndermeye başlayabilir. Veriler 5 byte başlık ve 48 byte bilgi olmak üzere 53 bytelık hücrelere dönüştürülürler. Başlık, bağlantı kimliğini de içerdiğinden, ATM anahtarları gelen hücreleri ne tarafa iletmeleri gerektiğini bilirler. Bu yüzden bütün hücreler aynı yolu takip ederler. Her ne kadar hücreler belli bır sırayı takip etseler de hücrelerin hedefe varıp varmadığı genelde kontrol edilmez.
ATM, daha çok donanım tabanlı olmasına rağmen OSI Modelinin 1., 2. ve 3. katmanları ile karşılaştırılabilir tanımlamalar içerir. Bunlar Fiziksel Katman, ATM katmanı ve ATM Uyum Katmanı olarak adlandırılırlar.
ATM, sayısal verilerin “hücre(cell)” adı verilen kısa ve sabit uzunluktaki veri paketlerine bölünerek iletilmesini sağlayan, bağlantılı hizmet veren “hızlı paket anahtarlama tekniği” dir.
Bir ATM hücresi 5 byte'lık başlık (header) ve 48 byte'lık kullanıcı verisi (user data) olmak üzere toplam 53 byte uzunluğundadır.
Hatalı hücrelerin düzeltilmesi ve veri akış kontrolü ise uçbirimler tarafından yapılır.
ATM yönetiminde iletim kanallarının yerleri sabit değildir. Hızlı hizmetler için, art arda gelen zaman aralıklarında aynı kanala ait veriler gönderilebileceği gibi, hücre hızı uyarlaması için boş hücreler, ağ sıkışıklığı ya da kaynak yönetimi bilgilerini iletmek için denetim hücreleri de gönderilebilir.
1-) Hızlı paket hizmeti vermesi : Çok yüksek iletim hızlarında hücrelerin anahtarlanması daha kolaydır.
2-) Farklı bantgenişliklerine sahip verilerin iletimi için elverişli olmasıdır. Hücre anahtarlama oldukça esnektir. Hem sabit hızdaki ses ve video iletişimi için hem d |
e değişken hızda veri iletişimi için uygundur.
3-) Ayrıca paketler küçük olmaları sebebiyle bant genişliğini uzun süre işgal etmezler. Bu tür veri alışverişi sırasında anahtarlama/yöneltme yapan ağ donımlarına ATM anahtarı adı verilir.
ATM ağları çok farklı trafik türünden veriyi aynı anda iletebilecek şekilde tasarlanırlar. Her ne kadar her türlü trafik sanal devreler üzerinden 53 byte'lık hücrelerle taşınıyor olsa da her veri akışının ağ içinde gördüğü işlemler uygulamanın gereksinimlerine ve trafik akışının karakteristiğine bağlıdır.
Örneğin gerçek zamanlı bir video trafiği minimum gecikme ile iletilmelidir.
Gerçek zamanlı hizmetler, kullanıcıya gönderilen bilgi akışının kullanıcıda tekrar üretilerek kullanılmasını amaçlayan uygulamaları içerir. Örneğin, ses ya da video iletişiminde kullanıcı bu bilgilerin sürekli ve düzgün olarak gelmesini bekler. Bilgi kayıpları ya da bilgi akışındaki kesilmeler hizmet kalitesini önemli ölçüde azaltır. Bu nedenle, gerçek zamanlı hizmetler gecikme miktarına ve gecikmedeki değişmelere en hassas hizmetlerdir.
Gerçek zamanlı olmayan hizmetler, patlamalı trafik karakteristiğine sahip olan, gecikmelere ve gecikmelerdeki değişikliklere karşı sıkı kısıtlamaları olmayan uygulamalar için kullanılır. Ağ bu tür trafik akışına daha fazla esneklik gösterir ve ağ verimliliğini arttırmak için istatistiksel çoğullamadan büyük ölçüde yararlanabilir.
I. Mengli Giray
I. Mengli Giray (d.? - ö. 1515, Bahçesaray, Kırım|) 15. yüzyıl sonlarında 1467; 1469-1475 ve 1478-1515) dönemlerinde üç kez Kırım Hanlığı tahtına oturdu.
Mengli Giray I. Hacı Giray'ın altıncı oğludur. Doğum yeri bilinmemektedir. 1465'de ağabeyi Nur Devlet Giray babası I. Hacı Giray’ın ölümü üzerine Kırım Hanlığı tahta geçmiştir. Küçük kardeş olan Mengli Giray ise Kefe'de Cenevizlilere sığınmıştır.
1467'de birkaç ay Nogay Şirin'inin desteği ile ve Altın Orda Devleti'nin aleyhinde olmasına rağmen Kırkyer'de kendini Kırım Hani olarak ilan ederek Kırım yarımadasını idaresi altına almıştır. Ama hanlığın genel politikasını değiştirip geleneksel müttefik olan Polonya-Litvanya Birliği'ne karşı olarak Rusya ile ittifak yapması hanlığı birçok ileri gelenini kendi aleyhine çevirmiştir. Bunlar ile; diğer Nogay ileri gelenleri ve Altın Orda Devleti'nden de destek ile Nur Devlet Giray hemen 1467 yılı sonlarında Kırım Hanlığını tekrar eline geçirmiştir.
Mengli Giray 1468'de Cenevizlilerin ve Nogay Şirin Beyi Eminek Mirza’nın yardımı ve diğer kabile beylerinin desteği ile 1469'da Kırım Hani oldu. Fakat kardeşleri karşı koydular. Aralarında olan çatışmada Mengli Giray yenildi ve Kefe'ye kaçtı. Cenevizliler tarafından hapse atıldı. Yerine Nur Devlet Han oldu.
Kabile beyleri Fatih Sultan Mehmet'e başvurdular ve yardım istediler. Padişah 1475'de Gedik Ahmet Paşa'nın komutası altında kuvvetli bir deniz filosu gönderdi. Kefe ve diğer sahil şehirler zapt edildi. Mengli Giray serbest bırakıldı. Kırım tahtına geçirildi.
Kazan Hani Seyitahmet Han 1476'da Kırım'ı işgal etti. Mengli Giray Cufut Kale'ye (Kırk Er Kaleye) sığındı. Seyitahmet Han Solhat ve diğer adıyla Salkat/(Eski Kırım) kasabasını yıkıp yerle bir etti. Epeyce insanın ölümüne sebebiyet verdi. Salkat kasabası önemli bir ticaret ve kültür merkezi idi. Havasının ve suyunun latifliği ile meşhurdu. Bir daha kalkınma imkâni bulamadı ve hanlığın merkezi olamadı.
Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet, Seyitahmet Hani Kırım'ı bırakıp gitmeye mecbur etti. Kırım tahtına yeniden Nur Devlet oturtuldu. Mengli Giray tutulup İstanbul'a götürüldü. Bir müddet sonra Şirin Beyi Aminek ve kabile Beyleri Nur Devlet'ten sıkâyet ederek Osmanlı padişahları'na heyet gönderdiler ve Mengli Giray'ı Kırım'a Han olarak göndermesini talep ettiler.
Mengli Giray 1478'de kizi Ayşe Hafsa Sultan ile evli olup damadı olan Yavuz Sultan Selim’in de müdahaleleri ile üçüncü kez Kırım Hani oldu ve aralıksız 1514 yılına kadar hanlık yaptı.
Mengli Giray. hanlığında iç istikrarı sağladıktan sonra. 1484'de Osmanlı Padişahı II. Beyazıt'ın Akkerman seferine 50.000 Kırım süvarisi ile katılarak Kırım Hanlığı'nı ilk defa Osmanlıların fütuhat harekâtına sokmuştur. Kırım süvarileri Akkerman kalesinin zaptında büyük yardım sağladıklarından Osmanlı Padişahı Mengli Giray Hana değerli hediyeler vermiştir. Ayrıca Kırım askerlerinin Tuna nehri boyunda zapt ettikleri Balta, Tombasar, Kavşan kasabaları ile cıvarlarını Kırım Hanlığı'na bırakmıştır.
Mengli Giray, 1502 yılında Saray şehrini zapt ve tahrip etmiştir. Bu hareketiyle Kazan Hanlığı'na zarar vermiştir. Bu hareketi ile Rusya'nın Kazan ve Astrahan üzerindeki rekabetini ve baskısını önlemek istemiştir. Oysa Rusya bu Hanlıklar üzerindeki baskı ve müdahalesini, bundan sonra, daha çok arttırmıştır.
Mengli Giray'ın üvey oğlu ve Kazan Hanlarından Abdüllatif’in kötü idaresinden Kazanlılar Rus Knyazı III. Ivan'a sıkâyette bulunarak azlını istediler. Abdüllatif hanlıktan alınarak Moskova'ya çağrıldı. Buna canı sıkılan Mengli Giray III. Ivan'a sert bir mektup yazıp tutumunu kınadı. Bu olay üzerine Kırım Hanlığı ile Moskova Knyazlığı'nın. arası soğudu. III. Ivan'ın yerine geçen oğlu İV. Vasılı Abdüllatif'i hapisten çıkardı, fakat Kırım'a yollamadı. Mengli Giray'ın karısı Nursultan Bıke oğlu Abdüllatifi görmek için küçük oğlu Sahip Giray ve üç elçi ile birlikte 1508'de Moskova'ya gitti. İV. Vasılı tarafından büyük saygı ile karşılandı. Nursultan Bıke Moskova'da bir ay kaldı. Abdüllatif’in yerine Kazan Hani olarak gönderilmiş olan oğlu Mehmetemin'i görmek için Kazan'a gitti. Kazan'dan dönerken Moskova'ya uğradı ve 6 ay kalarak Kırım'a döndü.
Mengli Giray 1511'de Polonya kralları Yagellonlar ile ittifak anlaşması yaptı. Akrusya ve Ukrayna üzerindeki hâkimiyet iddiasından Polonya lehine vazgeçti. Polonya Kırım Hanlığı'na yılda 15 bin altın vermeyi kabul ve taahhüt etti.
Mengli Giray 1514 yılında oldu. Bahçesaray'da yaptırdığı Zincirli Medrese'nin yanındaki türbesine gömülmüştür.
Bazı tarihçilere göre, Osmanlı Devleti 1475 ve 1478 olayları sırasında Hanlığın kendisine tâbi kılmıştır. Diğer bâzı tarihçilere göre de Kırım Hanlığı ile Osmanlı Devleti yâni Fatih Sultan Mehmet ile Mengli Giray bir anlaşma yapmış olmalıdır. Buna göre:
Bir müddet sonra hutbelerde padişahların adları da okunmuştur.
Yukarıda adları geçen Padişah ile Han arasında böyle bir anlaşmanın resmen ve yazılı olarak tespit ve imza edildiği hususunda bir belge henüz ortaya çıkarılmış değildir. Varlığı da bilinmemektedir. Mevcut olsaydı bunun Kırım Kurultayı (Han Divanı) tarafından tasdik edilmiş olması gerekirdi. Bununla beraber, zikredilen maddelerin hükümleri Osmanlı Padişahları ile Kırım Hanları arasında fiilen icra edilmiş ve yürütülmüştür.
Osmanlı Padişahı II. Bayezid saltanatının son yıllarında yaşlanmış olduğundan tahta oğullarından birini geçirmek istedi. Vezirler ve bilhassa baş vezir padişaha yumuşak huylu olan oğlu Şehzade Ahmet’i tavsiye ettiler. Ahmet’in kardeşi Yavuz Sultan Selim bu teklife karşı çıktı ve bir miktar askerle İstanbul’un üzerine yürüdü. Fakat vuku bulan çatışmada yenildi. Kaçıp Kırım'a kayınbabası Mengli Giray'ın yanına geldi. Bunu öğrenen Şehzade Ahmet telaşa düşerek Mengli Giray'a bir mektup gönderdi. Kendisine sığınmış olan kardeşi Yavuz Sultan Selim'i hapsettiği takdirde Kefe'yi ve diğer kale şehirleri Kırım Hanlığı'na bırakacağını bildirdi.
Mengli Giray, mektubu getiren elçiye şu cevabı verdi: "Memleketimize şerefli bir Hanedanın oğlu geldi. Sebep ve maksadı henüz anlayamadım. Ama Rumeli'ye geçmek isterse biz buna nasıl mâni olabiliriz? Hapsetmek kardeşliğe yakışmaz."
Mengli Giray'ın oğlu Mehmed Giray Şehzade Selim'in tutuklanmasını istedi. Mengli Giray buna razı olmadı. Küçük oğlu Saadet Giray'ın ve koruması altında kara yoluyla Rumeli'ye geçmesini sağladı.
Feodal sisteme dayanan Kırım Hanlığı'nın merkeziyetçi, istikrarlı ve kuvvetli Osmanlı Devleti'nin himayesine girmesi O'nun üç yüz yıldan fazla bir süre ayakta kalmasına imkân vermiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nun 18. yüzyıldan itibaren zayıflayarak gerilemesi ve büyüyüp kuvvetlenen Rusya'nın saldırıları karşı duramaması sonunda Kırım Hanlığı da varlığını koruyamamış ve Rus Çarlığının esaretine düşmüştür. Osmanlı Devleti'nin sınırlarından çok uzak olduğu için bunun askeri kuvvetinden yardım göremeyen Altın Orda Devleti, Kazan Hanlığı ve Astrahan Hanlığı daha az süre hükümran olmuşlar ve Kırım'dan çok daha evvel Rusya'nın istilâsina uğramışlardır.
Isimleri bilinen erkek oğullari şunlardir:
I. Mehmed Giray, Bahadur Giray, I. Sahib Giray, I. Saadet Giray, Mubarek Giray (I. Devlet Giray'in babasi) ; Fetih (Kazan Hanı Safâ Giray'in babasi); Bektaş Giray; Ahmad Giray; Burnat Giray
Kızı Yavuz Sultan Selim'in eşi Ayşe Hafsa Sultan veya yine Yavuz Sultan Selim'in eşi olan II. Ayşe Hâtûn'dur.Ayrıca Mahidevran Sultan'ın dedesidir.
Mengli Giray akıllı, kıyasetli, siyasî görüşleri isabetli ve şâir idi. Lehçesinde yazdığı şiirleri vardır.
Bahçesaray'daki Hansarayini, evvel Bahçesaray'daki Zincirli Medreseyi yaptırmıştır. Böylece ilme ve kültüre olan saygı ve bağlılığını göstermiştir. Bu medresede verecek müderridlerin ve okuyacak talebenin yaşamlarını sağlamak dört bin sekiz yüz desetina toprak vakfetmiştir. Medresenin kapısı Arapça yazılan sözlerin Türkçesi şöyledir:
Bu medreseyi Tanrı'nın yardımıyla Hacı Giray oğlu Mengli Giray yaptırmıştır
Hicri yıl 916 (1511)
Eadweard Muybridge
Eadweard Muybridge (9 Nisan 1830; Kingston upon Thames, Büyük Londra, İngiltere - 8 Mayıs 1904; Kingston upon Thames, Büyük Londra), birden fazla kamera kullanarak yaptığı hareket incelemeleriyle bilinen İngiliz fotoğrafçı.
Asıl adı Edward James Muggeridge olan fotoğrafçı, sinemanın ilkel halini ilk bulan kişidir. Muybridge önceleri devlet için çalışmış, daha sonra ise endüstriyel ve manzara fotoğrafçılığı konularında uzmanlaşmıştır.
Muybridge, o dönemde çok merak edilen ve üzerine bahisler oynan "Bir at dört nala koşarken dört ayağı birden aynı anda yerden kesilir mi?" sorusunu cevaplamak isteyen dönemin Kaliforniya valisi ve yarış atları sahibi Lelan Sta |
nford tarafından görevlendirilir. Bunun üzerine atın hareket halindeki görüntüsünü yakalamaya çalışan Muybridge, fotoğraf makinelerinden oluşan bir düzenek kurarak, 1/1000 enstantane hızıyla bu görüntüyü elde eder. 1878 yılında gerçekleştirdiği bu deneyde, yaş kolodyum tekniğiyle dört nala giden bir atın bütün hareketlerini kayıt altına almayı başarmıştır.
Telnet
Telnet, Internet ağı üzerindeki çok kullanıcılı bir makineye uzaktaki başka bir makineden bağlanmak için geliştirilen bir TCP/IP protokolü ve bu işi yapan programlara verilen genel isimdir. Bağlanılan makineye girebilmek (login) için orada bir kullanıcı isminizin (İng:"username") ve bağlantının gerçekleşebilmesi için bir telnet erişim programınızın olması gereklidir. Fakat bazı kütüphane ve herkese açık telnet bazlı web servisleri, bağlantı sırasında kullanıcı ismi (numarası) istemeyebilirler; ya da, kullanıcı isim ve parola olarak ne yazmanız gerektiği bağlandığınızda otomatik olarak karşınıza çıkar. Telnet, BBS ("Bulletin Board Systems") sistemlere internet üzerinden erişimde günümüzde yaygın olarak kullanılmaktadır. Telnet erişim programları, günümüzdeki işletim sistemlerinin çoğunda işletim sistemi ile birlikte gelmektedir. Çok kullanıcılı işletim sistemleri (UNIX ve VMS) genellikle kullanıcılara metin tabanlı bir arayüz sunar ve bu sistemlerde tüm işlemler klavye vasıtası ile komut isteminden ("command prompt") gerçekleştirilir.
Telnet programı ile sanal sunucunuza (virtual server) bağlandığınızda, uzaktan UNIX işletim sistemine bağlanmış olursunuz. Bu, UNIX komutları yazabileceğiniz, programları çalıştırabileceğiniz, sanki makinenin karşısında oturuyormuş gibi web sitenizi düzenleyebileceğiniz anlamına gelir.
Telnet güvensiz bir protokoldür. Tüm veriler şifrelenmemiş olarak gönderilir. Bu yüzden telnet oturumundan, sniffer yardımıyla kolaylıkla önemli bilgilere ulaşılabilir.
Telnet protokolü kullanıcı adı ("username") ve şifrenizi ("password") bağlı bulunduğunuz ağda kolaylıkla görebilecek bir format olan PLAIN TEXT (düz metin) düzeninde göndermektedir. Bu kullanıcı isminizin ve şifrenizin ağı dinleyen herhangi biri tarafından kolaylıkla görülebileceği anlamına gelir. Eğer ağınızdaki herkese güveniyorsanız Telnet kullanmanızda bir sakınca yoktur. Fakat güvenlik hakkında en ufak bir endişeniz bile varsa, hesabınıza bağlanırken telnet kullanmamanız yararınıza olacaktır. Veri alışverişini şifreleyen uzaktan bağlantı protoklü olarak SSH'ı örnek verebiliriz.
Telnet 1969 da geliştirilmeye başlandığında, bir ağa bağlı olan bilgisayar kullanan kullanıcıların büyük kısmı, akademik kurumların bilgisayar departmanlarında ya da yüksek gizlilikteki devlet binalarındaydı. Bu ortamda güvenlik konusunda, internet kullanımının patlama yaptığı 90'lı yıllarda oldugu gibi endişe uyandıran bir şey değildi. İnternet kullanan insan sayısındaki büyük artış, kişilerin başka kişilere ait bilgilere, sunuculara ulaşma girişimlerini beraberinde getirdi ve bu durum şifrelenmiş alternatifler kullanma gereksinimi doğurdu.
SANS Institute ve comp.os.linux.security haber grubu üyeleri gibi bilgisayar güvenliği uzmanları aşağıdaki sebeplerden dolayı normal koşullarda, uzak oturumlarda Telnet kullanılmasına son verilmesini tavsiye etmişlerdir .
Bu güvenlikle alakalı yetersizlikler, ssh protokolünün de 1995 yılında yayınlanması ve tutulmasıyla birlikte, özellikle internet üzerinde Telnet protokolü kullanımının hızla azalmasına sebep oldu.
2000 lerin ortalarına geldigimizde Telnet protokolünün uzak oturum amaçlı kullanımı büyük oranda yürürlükten kalktı. Fakat halen nadiren de olsa bazı zorunlu durumlarda kullanılabilmektedir. Örneğin, sunucuya komut yollamanın ve gelen cevapları sınamanın kolay bir yolu oldugundan SMTP, IRC, HTTP, FTP veya POP3 gibi servislerdeki sorunları tespit ederken kullanılabilmektedir.
Internet Relay Chat
Internet Relay Chat veya IRC (Türkçe: İnternet Aktarmalı Sohbet), İnternette en çok kullanılan protokollerden bir tanesidir. 1988 yılında Finlandiya'da Oulu Üniversitesi öğrencisi olan Jarkko Oikarinen tarafından yazılmıştır. Günümüzde IRC dünyanın hemen her yerindeki insanların kullandığı bir platform haline gelmiştir.
Microsoft, 1998'de tescilli IRCX aracılığıyla IRC için bir uzatma gerçekleştirdi. Daha sonra IRCX'i destekleyen yazılımları dağıtmayı durdurdu, bunun yerine tescilli MSNP'yi geliştirdiler.
IRC, asıl olarak bir sunucu ve istemciler ağıdır. ÖrnekNET isminde bir IRC sunucusuna bağlanan kişiler, her türlü iletişimi bu ÖrnekNET ağı üzerinden gerçekleştirirler. Kişi1, Kişi2'ye mesaj yolladığında:
şeklinde bir yol izler. Günümüzde kullanılan MSN Messenger veya Yahoo Messenger gibi üstün özelliklere sahip programlar gibi görüntülü ve/veya sesli sohbet yerine, yukarıda açıklandığı gibi, düz-metin tabanlı bir iletişim söz konusudur, IRC'de. İletişimi sağlarken arada sunucunun bulunması, eğer Kişi1 Kişi2'yi rahatsız ediyorsa, Kişi2'nin dileğine göre Kişi1'in mesajlarının daha Kişi2'ye ulaşmadan engellenebilmesini sağlar.
Tabii ki, IRC'nin bu kadar popüler olmasının sebebi iki kişi arasındaki sağlamasından çok kişiler arası iletişimi aynı anda sağlamasıdır. Bu iletişim, IRC'de #kanal olarak adlandırılmıştır. Kullanıcı birçoklu konuşmaya katılmak istediğinde, yüzlerce kanal arasından dilediğini seçer ve o kanaldaki konuşmalara dahil olur. O zaman durum şöyle olur:
İki kişi arasındaki sohbet, sohbetten hoşlanmayan taraf tarafından sonlandırılabileceği gibi, ikiden fazla kişinin sohbet ettiği ortamları kanal yöneticileri yönlendirir. Kanal yöneticileri ("kanal opları olarak da bilinir") kanaldaki kişi listesinin en üstünde, takma adlarının (takma adlar ileride anlatılacaktır) yanında @ simgesine sahiptirler ("@Kişi1 gibi"). Bu kişiler kanalda seviyesizlik yapanları kanaldan uzaklaştırabilir, kanalda konuşabilecek kişileri belirleyebilir ya da konuyu tümden değiştirebilirler. Ancak, IRC keyfi bir protokol olduğundan dolayı, bir kanal yöneticisi hiçbir sebebi olmadan, sırf canı istediği için kanaldan atabilir veya kanalda konuşma hakkınızı elinizden alabilir. Bu durumda yapabileceğiniz tek şey başka bir kanala katılmaktır.
Kanal yöneticileri, kişileri kanaldan uzaklaştırabilmekle birlikte kişileri sunucudan uzaklaştıramamaktadırlar. Bu yetki sunucu yöneticilerine verilmiştir. Bir sunucu yetkilisi, teknik, mali, ağ yöneticisi gibi farklı kademelerde görev alır. Bu yetki sıralamasında en üstte tüm yetkilere sahip sunucu sahibi ("root admin, kök yönetici") yer alır. Bir sunucu yöneticisi kişileri sunucudan uzaklaştırabilir, onların sunucuya girmelerini engelleyebilir ve kanal yöneticilerini, bu durum pek yaşanmasa da gerekli olduğunda, değiştirebilir, takma adlara veya kanallara el koyabilir. Kanal yöneticilerinin kişileri kanaldan atmak gibi keyfi kararlarını uygulayabilmeleri gibi, sunucu yöneticileri de, bu yöneticiler genellikle uzman ve meşgul olmalarına rağmen, kanal yöneticilerini veya sıradan kullanıcıları sunucudan atabilir, kanallara el koyabilir ve bunun için hiçbir şekilde hesap vermeyebilir.
Tüm bu yaptırımlar takma adlar denilen ("nickname"), kişilerin IRC üzerinde diğer kişilere görünen yansımalarıdır. Örneğin gerçek adı Ahmet olan bir kişi takma ad olarak isterse "Ahmeti, "Mehmeti, "Deryayı, "Melisayı veya "cilgin_adam", "deli_dolu" gibi takma adları kullanabilir. Fakat küfür, örf ve adetlere aykırı takma adlara sahip olan kişiler genellikle duyarlı sunucu ve kanal yöneticileri tarafından ortamdan uzaklaştırılır.
Günümüzde IRC oldukça fazla kişi tarafından kullanıldığından birçok sorunun üstesinden gelinmesini sağlayan otomatik-insansız yansımalar hazırlanmıştır. Bu yansımalar, İngilizce ROBOT (otomatik işlev gören cihaz)'un kısaltılmışı olan BOT olarak IRC sözlüğünde yer alır. Bu botların en özelleşmişleri, ChanServ ("kanal işlerinden sorumlu bot"), NickServ ("takma ad işlerinden sorumlu bot"), MemoServ ("çevrimdışı kişiler arasında iletişimden sorumlu bot"), OperServ ("sunucu yönetiminden sorumlu bot") olmak üzere ayrıca X ve Q adında iki ünlü bot dünya çapında kullanılmaktadır. İki farklı sunucudaki botlar da, takma adları aynı olsalar dahi birbirleri ile alakasızdırlar.
Bunun yanında IRC sözlüğünde "bouncer" ya da kısaca "bnc" olarak bilinen bir kullanım daha vardır. Güvenlik ve gizliliğine çok fazla önem veren veya aslında bilgisayar başında olmasa bile IRC'ye bağlı olarak kalmak isteyen kullanıcılar tarafından kullanılan bir sistemdir. Bir bouncer, Türkçe olarak "fedai" olarak çevrilmiştir. Fedai anlamını ise şuradan alır:
Bir kullanıcı fedai kullanarak IRC'ye giriyorsa, IRC sunucusu kişiyi Fedai'nin bilgisayarından bağlanan birisi olarak tanır. Yani aslında kendi bilgisayarından fedaisine bağlanan kullanıcı, fedaisine IRC'ye bağlanmasını söyler ve fedai onun yerine IRC'ye bağlanarak bir Proxy sunucusu hizmeti görür (→ Proxy).
Günümüz IRC'si genişletilmiş güvenlik ve dosya alış-veriş hizmetleri sağlar. Bu genişletilmiş güvenlik hizmeti içinde SSL bağlantısı ve karmaşık şifreleme ("encryption") bulunur. Ayrıca dosya alış-veriş hizmeti, yarı sunucu yarı kullanıcı arası tabanlı bir hizmet olup çalışma yapısı şu şekilde açıklanabilir:
Görüldüğü üzere, sadece dosya yollama isteği sunucu üzerinden gerçekleşmekle beraber dosya alış-verişi iki kullanıcının birbirlerine doğrudan bağlanması ile gerçekleşir.
Ova akçaağacı
Ova akçaağacı ("Acer campestre"), Sapindaceae familyasından 15–25 m boy, 1m çap yapabilen akçaağaç türü.
Yaşlı gövdenin düzensiz çatlaklı, koyu renkli kalın bir kabuğu vardır. Genç sürgünler önceleri tüylü, sonra çıplaktır. Tomurcuklar yeşilimsi esmer renkli pullarla örtülü olup üzeri tüylüdür. Yapraklar 5–10 cm büyüklüğünde, çoğunlukla 3-5 lopludur. Lopların uçları küttür. Dip tarafı yürek gibidir. Her iki yüzü gençken yumuşak tüylü, sonra tüylüdür. Koparıldığında süt çıkan uzun bir sapı vardır. Yapraklar sonbaharda dökülmeden önce sarı ya da kırmızı renkler alır. Yapraklanmayı izleyen sarı-yeşil çiçekler, dik duran şemsiyemsi kurullar halindedir. Meyvenin kanatları arasında 180 derecelik açı bulun |
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.