article
stringlengths 7.34k
10k
|
---|
irliliği yaratabilirlerse de genelde çökerler ve anot çamuru içinde birikirler. Anodik olarak çözümlendirilemeyen Au, Ag, ve Pt gibi elementler anodun yenilmesine paralel olarak anottan ayrılıp banyo dibine inerler ve burada anot çamuru içinde birikirler. Ortalama olarak Au, Ag, Se, Te ve Pb %98 oranında, Sb %60 civarında anot çamuruna geçer. Anot bileşimindeki nikelin %5’i çözünmez ve bakır-nikel karışık kristali halinde anot çamuruna geçer. Aynı şekilde 3 CuO·4NiO·SbO'de büyük oranda çözünmeden anot çamuruna gider. Üçüncü grup metaller de bakırla karışık kristal halinde bulunurlar ve anodik çözünme potansiyeli bakıra yakındır. Ancak bu metaller çözünseler bile daha sonra sementasyon sonucu anot çamuruna giderler. Örneğin, gümüş:
Dördüncü grupta yer alan metallerden Se ve Te’ün CuS ve CuTe halinde anot bakırında bulunduğu ve çözünmeden direkt anot çamuruna geçtiği kabul edilir. Kalay ise bakırla intermetalik bileşik olmasına rağmen tamamen çözünür, ancak CuSO’lı çözeltilerde çözünürlüğü çok az olduğundan aşağıdaki tepkime uyarınca hidroliz olarak anot çamuruna geçer:
Kurşun direkt olarak çözünmeyen PbSO oluşturarak anot yüzeyinde kalır. Anot bakırı fazla miktarda kurşun içerirse oluşan PbSO yüzeyi tamamen kaplayarak anodun pasifleşmesine neden olur.
Rafinasyon ve indirgenme elektrolizleri arasındaki temel fark anot tepkimeleridir. Rafinasyon elektrolizinde anot olarak kullanılan malzeme oksitlenip çözeltiye geçerken, indirgenme elektrolizinde çözünmeyen anotlar kullanılır. Çözünmeyen anotların indirgenme elektrolizindeki görevi iletkenliği sağlamaktır ve yüzeyinde oksijen çıkışı meydana gelir.
Oksitli bakır cevherlerin doğrudan, diğerlerinin bir ön işlemden sonra veya bakteriler yardımıyla çözümlendirilmesi sonucu değişen derisimlerde elde edilen sülfatlı çözeltilerden bakırın kazanılmasında uygulanan yöntemlerden bir tanesi de indirgenme elektrolizidir. indirgenme elektrolizinde katot ve anot reaksiyonu ise şu şekildedir:
İndirgenme elektrolizinde satılabilir kalitede katodik bakır üretimi elektrolitteki bakır derişimi litresinde 15 g civarına ininceye kadar mümkündür. 15 g'dan 8 g'a kadar olan derişimlerde yine satılabilir fakat toz veya sünger halde bakır üretilebilmektedir. Bu satılabilirlik sünger bakırın anot fırınında işleneceği açısından geçerlidir.
Bir elektroliz olayında elektrolizin hangi şartlarda nasıl gerçekleşeceği, hangi tip anot ve katotlara nasıl tepki vereceği, uygun sıcaklık, akım şiddeti ve gerilim değerlerinin neler
olacağı bazı parametrelere bağlıdır. Bu parametrelerden bir tanesi polarizasyondur. Elektrolizi gerçekleştirmek için gerekli olan potansiyel teorik olandan daha yüksek olmak zorundadır. Teorik değer ile pratikte uygulanan değer arsındaki fark fazla voltaj adını alır.
Elektrolizde katotta indirgenmeyi gerçekleştirmek için bu fazla voltaj değerlerini aşmak gerekir ve sisteme verilmesi gereken fazla voltajların tümü polarizasyon adını alır.
Anot ve katot polarizasyon toplamına parçalanma voltajı da denir. Diğer bir deyişle elektrolizin gerçekleşmesi için sisteme verilmesi gereken en düşük potansiyel değeridir.
Bu değer en az indirgenecek iyonun EMK değerine eşittir.
Termodinamik hücre potansiyelinin uygulanması ile bir elektroliz işleminin gerçekleşmeyeceği sisteme bazı fazla voltajların da verilmesi gerektiği yukarıdaki açıklamalarda belirtilmiştir. Bu fazla voltajlara ilaveten devredeki dirençleri aşabilecek ilave voltaja da ihtiyaç vardır. Bu dirençlerin başında anot -katot arasındaki elektrolitin direnci gelir. Elektrolitin direnci R, akım I olarak alınırsa Ohm kanunu gereğince uygulanacak potansiyel I*R büyüklüğündedir. Elektroliz esnasında ulaşılması gereken hücre voltajı, tüm fazla voltajlar, parçalanma voltajı ve dirençten kaynaklanan potansiyel düşüşlerin toplamına eşittir.
Bir elektroliz olayında kullanılan elektrik enerjisi ile yapılan kimyasal iş arasındaki ilişkiler Faraday Kanunu ile belirlenir.
Parçalanma Voltajı, elektrolizin gerçekleşebilmesi için, yani örneğin bakır iyonlarının katodda toplanabilmesi için gereken en düşük potansiyeldir ve anotla kato polarizasyonlarının toplamına eşittir.
Ohm kanunu gereğince kablo bağlantılarında ve elektrot-kablo temas noktalarında, sistemden geçen akım miktarı ile doğru orantılı olarak direnç ortaya çıkar, bu direnç potansiyel düşüşlerine yol açar. Elektroliz sırasında ulaşılması gereken hücre potansiyeli bunların toplamına eşittir.
Voltaj arttıkça akım yoğunluğu da artmakta fakat belli bir noktadan sonra voltajın artması akım yoğunluğunda hiçbir değişikliğe sebep olmamaktadır ve bu akım değerine limit akım denmektedir. Limit akım uygulanabilecek maksimum akımdır. Genellikle limit akımın üçte biri değerinde çalışılmaktadır. Rafinasyon elektrolizinde aynı bir çözeltiye temas halinde olan aynı bir metal hem anotta hem katotta bulunduğundan, hücrenin elektromotor kuvveti pratik olarak sıfırdır, yani potansiyel farkı oluşmaz. Elektroliz sırasında indirgenecek metal iyonlarının çözeltinin iç taraflarından katot yüzeyine gelmeleri difüzyon, konveksiyon ve migrasyon yolu ile gerçekleşir. Katotun hemen yakınında metal iyonlarınca fakirleşmiş bir bölge oluşur. Buna "difüzyon tabakası" (Nernst diffusion layer) denmektedir. Bu tabaka kalınlığı elektrolizdeki akım şiddetine bağlı olmay:)ıp, hücre potansiyelini arttırmak suretiyle akım yükseltildiğinde faz sınırındaki derişim düşmektedir.
Askorbit asit, oksidaz, tirosinaz, laktoz ve monoamin oksidaz gibi yükseltgeyici enzimlerin bir parçası olarak birçok bitki ve hayvanda çok az miktarda bulunan bakır, bunların sağlıklı yaşamı için gereklidir. Bakır, bu proteinlerde, oksijen, kükürt ya da azot atomları içeren bağlanma bölgelerinde sıkıca bağlanır.
İnsanların normal beslenme rejimi her gün 2–5 mg arasında bakır gerektirir. Kalıtımsal protein seruloplazmin (Kan plazmasında bulunan protein) eksikliği aşağı yukarı bütün dokularda, özellikle beyin ve karaciğerde bakır miktarının artmasıyla birlikte gelişir.
Colony sınıfı fırkateyn
1943 yılı sonundan başlayarak PF-72 ile PF-92 arasındaki borda numaralarına sahip 21 adet Tacoma sınıfı gemi ödünç verme (Lend-Lease) programı dahilinde Kraliyet Donanması'na transfer edildi. Bu teknelere Karayip Adaları'nda bulunan İngiliz koloni adalarının isimleri verildiğinden dolayı "Colony" sınıfı (Koloni sınıfı) olarak da bilinirler. Kraliyet Donanması'nda görev yapan "Colony" sınıfı firkateynlerin borda numaraları ve isimleri aşağıdaki gibidir:
Devrekani
Devrekani, Kastamonu'nun bir ilçesidir. İlçe merkezinin nüfusu 2015 itibarıyla 5.317'dir. Halkın temel geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktır.
Devrekâni isminin İsfendiyaroğulları zamanında bu yörenin geçici olarak konaklama amacı ile HAN olarak kullanılmasından ve “DEVLETHANI” olarak isimlendirilmesinden ortaya çıktığı rivayet olunmaktadır. Devlethanı zaman içinde halk dilinde “DEVREKANİ” ye dönüşmüştür.
Sevan NİŞANYAN'ın İndex Anatolikus adlı eserinde ise İran dolaylarında meskun Devrekan adlı bir Türkmen aşiretinden söz edilir. Devrekani'ye göç eden Türklerin bu aşiretten türemiş olması muhtemeldir.
Ulu Önder Atatürk Şapka İnkılabı dolayısıyla 1925 yılında Kastamonu ve çevresini ziyareti sırasında 28 Ağustos 1925 tarihinde İlçemize gelerek Kurukavak Mahallesindeki Müftüoğlu (Mühto) Mehmet Beyin çiftliğinde misafir kalmış ve İlçemizi onurlandırmıştır. Bu nedenle her yıl 28 Ağustos günü Atatürk’ün Devrekâni’ye Gelişi Kültür ve Sanat Haftası olarak törenlerle kutlanmaktadır.
Devrekâni 1944 yılında kabul edilen Yasa ile İlçe olmuştur.
Devrekâni İlçesi, Batı Karadeniz Bölgesinde Kastamonu sınırları içinde ; doğuda Taşköprü, batıda Seydiler ve Küre, kuzeyde İnebolu, Bozkurt ve Çatalzeytin güneyde Kastamonu merkez ilçe ile komşudur. Devrekâni’de bir adet sun’i baraj gölü (Fakılar Köyünde) ile iki adet gölet (Bozkocatepe Köyü Kurukavak Mahallesinde ve Örenbaşı Köyünde), Bir adet baraj gölü (Kınık Köyünde) . Söz konusu baraj ve göletler tamamen sulama amaçlı olup ördek ve angut türleri ile sazan, aynalı sazan ve tatlı su kefali gibi balık türleri yaşamaktadır.
Başakpınar ve Kınık Köyü sınırları içerisinden doğan Devrekâni Çayı ilçenin en önemli akar suyudur.
Devrekâni’de arazinin büyük bir kısmı 2. ve 3 zamanda oluşmuştur.Ancak bunun yanında Kuatener (Birinci zaman) yaşlı sahalar vardır.
İlçe merkezinin kuzeyinden itibaren Devrekâni çayı boyunca Kumlu,milli,şistli yeni alavüyonlar doğu-batı doğrultusunda geniş sahalar kaplamaktadır. Devrekâni düzlüğü ve büyük vadi tabanları Muhtelif yerlerde ve değişik kalınlıklarda çakıl,kum, şist gibi akarsu tortularıyla örtülmüştür.
İlçenin kuzeyinde İsfendiyar (Küre) dağlarının yüksek kısımlarının oluşturduğu dağlık sahalar ve yüksek plato sahaları bulunur.Buralarda yükselti.1251–1581 m.arasında değişmektedir. İlçe sınırları içerisinde Kastamonu –Devrekâni Arasında 1200 metre rakımlı Oyrak geçidi,1985 metre rakımlı Yaralıgöz geçidi,1770 metre rakımlı Göynük,1492 metre rakımlı Görve ve 1330 metre rakımlı Bebek dağları vardır.
Batı Karadeniz Bölgesinde yer alan Devrekâni’de, kıyıdan itibaren yükselen İsfendiyar (Küre) Dağları nedeniyle Karasal İklim ile Karadeniz İklimlerinin özelliklerini barındıran bir iklim hüküm sürmektedir. Yaz ayları sıcak, kışları ise soğuk ve yağışlı geçer. Gece ve gündüz arası ısı farkı 25.o C derecedir.
İlçe genellikle dağlık ve ormanlık bir yapıya sahiptir. İlçe alanının % 53’lük kısmını tarım alanları, % 22’lik kısmını da orman alanı oluşturmaktadır. Doğal bitki örtüsünü genelde çam ve meşe ağaçları teşkil etmektedir.
İlçe temiz havası ve bozulmamış tabiatı ile özellikle yaz mevsiminde dinlendirici bir özelliğe sahiptir. Yaz turizmi için doğal güzellikleri yeterlidir.
Konumu itibarıyla doğal güzellikler, tarihi ve turistik yerler barındıran ilçe; yaz aylarında serinliği ile büyük şehirlerin gürültüsünden kurtulmak isteyenlerin de ilgisini çekmekte, onların köylerine ve evlerine geri dönüp vakit geçirmelerini sağlamaktadır.
İlçe pazarının Pazar günü olması nedeniyle çevre il ve ilçelerden gelenlerin çok olması i |
lçede pazar günlerinin hareketli geçmesini sağlamaktadır. Pazar günü kurulan yağ ve kesik pazarı da mutlaka ziyaret edilmesi gereken yerlerden biridir.
Yazılı kaynaklarda ilçenin Osmanlılar zamanında da dinlenme yeri olarak seçildiği görülmektedir. İlçe 5000 yıl öncesinin uygar bir yerleşim yeri olarak tarih hazineleri ile doludur. Özellikle Kınık harabeleri(yer altı şehri) başta olmak üzere höyükler ve ören yerleri bakımından zengin bir yapıya sahiptir. Ayrıca Fatih Sultan Mehmed in annesi Hüma Hatun burada doğmuştur.
Mesire ve dinlenme yeri olarak da Alaman Çamlığı, Yaralıgöz dinlenme tesisleri ve ilçedeki Beyler Barajı göletler önemli yere sahiptir.
Ayrıca gerek ormanların gerekse barınma yerlerinin çokluğu sebebiyle ilçe av turizmi bakımından da zengindir. Mevsime ve kanunlara uyulduğu takdirde balık, karaca, tavşan, tilki, kurt, yaban domuzu, ördek gibi av hayvanlarını bulmak mümkündür.
İlçede eskiden "panayır" adı altında düzenlenen ve bir hafta süre ile yapılan ticari ve sosyal içerikli etkinlikler kaldırılmış, bunun yerine sadece pazar günleri yapılan ve ticari canlılık sağlayan pazar kalmıştır. İstanbul’un fetih yıl dönümlerinde ise Fatih Sultan Mehmed'in annesinin gelin olduğu Çayırcık Mahallesi'nde bir günlük Fetih Şöleni düzenlenmektedir.
Kınık (Kastamonu)
1990 yılında bir grup Hitit madeni kabı Kastamonu İli, Devrekâni İlçesi, Kınık köyü yakınlarındaki Delibeyoğlu Sırtı’nda bulunmuştur. Bunun üzerine 1994 yılında burada kurtarma kazıları başlatılmıştır (Resim 1). Kazılar, Ankara Üniversitesi'nden Prof. Dr. Aykut Çınaroğlu’nun bilimsel başkanlığında ve Kastamonu Arkeoloji Müzesi Müdürlüğü'nce yürütülmektedir. Delibeyoğlu Sırtı'nda yapılan kazılar sonucunda 3 tabakalı düz iskân yeri saptanmıştır. I. Tabaka (Geç Kalkolitik/Erken Tunç Çağı 1), II. Tabaka (Erken Tunç Çağı sonu ve Geçiş Dönemi) ve III. Tabaka (Demir Devri)’ne tarihlenmektedir. 2004 yılı çalışmalarında:
I. Tabaka’da ana kaya üzerinde tahrip olmuş bir odaya ait duvar parçaları ve sıvalı ocak tabanları açığa çıkartılmıştır. Oda tabanları üzerinden çok sayıda el yapımı kap parçaları, kemik deliciler, ağırşaklar, taş el baltaları ve çakmaktaşından kesiciler ele geçmiştir.
II. Tabaka, iki mimari evreye sahiptir. II-1. Tabaka erken, II-2. Tabaka geç dönemi yansıtmaktadır. II-1. Tabaka, kendinden önceki tabakayı (I. Tabaka) tahrip ederek belli alanlarda yapılarını ana kaya üzerine oturtmuşlardır. II. Tabakanın erken evresinde ortaya çıkartılan fırın kalıntıları madencilik aktiviteleri ile ilişkilidir (Genç 2004). Her sene olduğu gibi, 2004 yılında da madencilikte kullanılan çok sayıda alet ele geçmiştir. 2004 yılında, 2 adet pota, çok sayıda kırma-ezme ve öğütme taş aletleri ve çakmaktaşından kesiciler ele geçmiştir. II-2. Tabaka’da taş temelli kerpiç duvarlı büyük bir yapı açığa çıkartılmıştır. İlk kez 1996 yılında açılmaya başlanan yapının uzunluğu, 2004 yılında 63 metre uzunluğa ulaşmıştır. 63 metre uzunlukta ve 11 metre genişlikte olup tamamı açılamamıştır (Resim 2). Yapının kale görünümlü doğu duvarı 2.5 metre kalınlıkta ve 3 metre yükseklikte korunmuştur (Resim 3-4). Yapının sadece 6 odası açılmıştır (Resim 2). Oda tabanları üzerinden el yapımı çanak-çömlek, ağırşak, tunç halka ve bilezik, kemik deliciler ve çok sayıda taş aletler ve sileks kesiciler ele geçmiştir. El yapımı kaplarla birlikte az sayıda çark yapımı kaplar da bulunmuştur.
III. tabaka, MÖ 1. binin ilk yarısına tarihlenmektedir. Çevre köylüleri tarafında tarla ekimi sırasında çok karıştırılmıştır. Bu nedenle mimari çok iyi korunamamıştır. Buna rağmen çok sayıda demir silah ve alet, kemik delici ve amuletler, ağırşak ve ağırlıklar ele geçmiştir. Çark yapımı boyalı ve tek renkli çanak çömlek, Erken Frig çanak-çömlekleri ile paraleldir.
Kınık, Orta Anadolu özellikle Kızılırmak Kavsi içinde kalan bölgelerle paralel bir kültüre sahiptir. Bununla birlikte, Kastamonu ve yakın çevresinin yerel kültürünü yansıtması açısından büyük önem taşımaktadır.
E. Genç, “Kastamonu-Kınık’ta Bir Tunç Çağı Yerleşimi", I-II.Ulusal Arkeoloji
Araştırmaları Sempozyumu, Anadolu/Anatolia Ek Dizi No. 1, Ankara, 2004, 39-60
Devrakani-Bozkurt yol güzergâhındaki Yaralıgöz Dağı’nın eteğindedir ve halen Devrekâni Orman Bölge Şefliği’nin deposunun bulunduğu yerdir. Doğal güzelliği, ilginç manzarası, temiz havası ve soğuk suyu ile herkesin dikkatini çekebilecek nitelikteki uğrak yerlerinden biridir.
Meşhur kuyu kebabı yapılmaktadır. Ancak dinlenme tesisi yeterli değildir.
İlçe sınırları içinde kalan Yaralıgöz Dağı'nın isminin kaynağı hakkında çeşitli rivayetler vardır. Bunlardan birine göre bu kayanın üzerinde bulunan yerleşim yerinde vaktiyle gözleri yaralı veya âmâ birinin yaşadığına ve ismin de oradan geldiğine inanılır. Başka bir söylentiye göre ise dağın çok yüksek olması ve üzerinde sürekli şiddetli rüzgarların esmesinden etkilenilerek "yel" ve dağın çok yüksek oluşu sebebiyle oradan "etrafı gözlemek" anlamını içeren "göz" kelimelerinin bir araya getirilmiş, böylece oluşan “yelligöz” sözcüğünün de zaman içinde değişerek "Yaralıgöz" olduğu tahmin edilmektedir.
İlçeye 7 km uzaklıkta bulunan Bozkocatepe-Kurukavak Köyü hudutları içinde olup soğuk suyu, reçine kokan çamları ile ilçenin belli başlı mesire yerlerinden biridir. Köy düğünlerinin uğrak yeridir. Henüz piknik ve konaklama tesisi mevcut değildir.
ASALA
ASALA ( tamlamasının kısaltmasıdır; "Hayastani Azatagrut'yan Hay Gaghtni Banak") veya tam adı ile Ermenistan'ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu, 1975 ve 1985 yılları arasında, Türkiye dahil 16 farklı ülkede Türk ve diğer sivil, mülki ve diplomatik hedeflere karşı terör eylemlerinde bulunmuş solcu ve aşırı milliyetçi terör örgütü.
1975 yılında Lübnan İç Savaşı esnasında, Beyrut şehrinde, sempatizan Filistin Halk Kurtuluş Cephesi'nin yardımı ile Agop Agopyan tarafından kurulmuştur. Agopyan'a göre, örgütün temel amaçları Ermeni ilkesininin dünya kamuoyuna tanıtılması ve yurtdışı Ermeni toplumunda milliyetçi duygunun yükseltilmesi olmuştur. ASALA özellikle bağımsız bir Ermenistan kurmak, Ermeni Tehciri'ni Türkiye Cumhuriyeti'ne soykırım olarak kabul ettirmek, tazminat ödettirmek ve Büyük Ermenistan için çalışmıştır. ASALA militanları bir dönem Yunanistan ve Suriye İstihbarat servislerinin her türlü eğitim, öğrenim ve lojistik destek kolaylıklarından yararlanmışlardır.
Kimi kaynaklarda 'terör örgütü' olarak nitelendirilmektedir. 1980-1990 yıllarında ABD'nin terör örgütü listesinde de yer almaktaydı.
1985 yılından sonra aktif olmayan ASALA, ABD'nin 2001'de hazırladığı "Yabancı Terörist Örgütler (Foreign Terrorist Organisations)" listesine ve "Ülkeye Girişi Yasak Olan Teröristler (US Terrorist Exclusion List)" listesine, Birleşik Krallık'ın "Yasadışı Gruplar (UK Proscribed Group)" listesine, Avustralya'nın, Kanada'nın, Avrupa Birliği'nin ve Rusya'nın "Tanımlanmış Gruplar (Specified Groups)" listelerine dahildir.
1970'li ve 1980'li yıllarda, genelde Türk hedeflere karşı saldıran ASALA, aynı zamanda değişik nedenlerle Madrid'de Trans World Airlines ve Los Angeles'ta Air Canada ofislerini de bombaladı.
Asala'nın eylemlerinde 1979 yılından itibaren artış gözlenmeye başlandı. Eylemciler, 21 ülkenin 38 kentinde, 39'u silahlı, 70'i bombalı, biri de işgal şeklinde olmak üzere toplam 110 silahlı terör saldırısı gerçekleştirdi. Bu saldırılarda Türkiye'nin 42 diplomatı ile 4 yabancı uyruklu kişi hayatını kaybederken, 15 Türk ve 66 yabancı uyruklu kişi de yaralanmıştır.
ASALA'nin Türkiye içindeki ilk terör eylemi 1982'nin 7 Ağustos tarihinde Ankara Esenboğa Havalimanı'nda gerçekleştirdiği bombalı saldırı olmuştur. Saldırı sonucunda 9 kişi hayatını kaybetmiş, 72 kişi yaralanmıştır.
ASALA'ya mal edilen saldırılar farklı kaynaklarda değişiklikler arz etmektedir. Amerikan hükümet kaynaklarına göre 1968'den itibaren ASALA, 84 olayda 299 kişiyi yaralamış 46 kişiyi öldürmüştür.
Paris'te Türk Hava Yollarını bombalayan örgüt üyelerine 30 ay ceza verilmiştir. 1983 Temmuz'unda gerçekleşen Orly Havaalanı katliamında 8 kişi ölüp 52 kişi yaralanmıştır.
ASALA, kendi milliyetçi hedeflerinin yanı sıra benzer eğilimleri olan "İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA)", "PKK/Kongra-Gel/KADEK", ve "Kızıl İtalyan Tugayları (Italian Red Brigades)" gibi diğer uluslararası silahlı örgütler ile işbirliği yapmıştır.
1985 yılından sonra ASALA tarafından kayda değer bir eylem gerçekleştirilmemiştir.
Hedeflerin dağılım yüzdeleri şu şekildedir:
1983 Paris Orly Havaalanı saldırısından sonra örgüt birçok ufak gruba bölünmüştür. Zamanla örgüt içi çekişmeler ve anlaşmazlıklar ortaya çıkmış, kurucularından Agop Agopyan 1988 yılında öldürülmüş, Ermeni halkından da yeterli destek görememiş ve 1994 yılında eylemlerini sonlandırmıştır.
Beyoğlu (anlam ayrımı)
Beyoğlu, İstanbul ilinin bir ilçesi. Ayrıca şu anlamlara da gelebilir:
Karşıyaka (anlam ayrımı)
Konak
Konak şu anlamlara gelebilir:
Ahlat
Ahlat aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Karaburun (anlam ayrımı)
Karaburun "aşağıdaki yerleşim birimlerinin ve idari ve coğrafi bölgelerin adıdır:"
Kalecik
Gönen
Sarıyer (anlam ayrımı)
Ödemiş (anlam ayrımı)
Ödemiş şu anlamlara gelebilir:
Helyum
Helyum (He) (Antik Yunanca: ἥλιος "helios" güneş) Periyodik cetvelin birinci periyot 8A grubunda yer alan bir gazdır.
Hidrojenden sonra en hafif gazdır. Renksiz, kokusuz olmakla beraber soy gaz olduğu için tepkimeye girmez ve bu yüzden eylemsizdir. Soy gazların son yörüngelerindeki elektron sayısı o yörüngenin maksimum elektron bulundurma kapasitesi kadardır, yani o yörünge ne kadar elektron alabiliyorsa o kadar olur. Helyum'un atom numarası ikidir (2), her elementte de olduğu gibi, helyumda da ilk elektron yörüngesinin maksimum alabildiği elektron ikidir. Bu doğrultuda helyum, soy gazlar kuralına uyan bir gazdır. Bağıl atom kütlesi ise 4,0026'tır. Oda sıcaklığında gazdır ve gaz dışında başka hallerde görmek doğal koşullarda imkansızdır; çünkü erime noktası -272,05 °C ve kaynama noktası -268,785 °C'dir. Ancak laboratuvar koşull |
arında sağlanabilen sıcaklıklarda katı ve sıvı halinde görebilir. Bu sıcaklıklar mutlak sıfır'a çok yakın olduklarından dolayı laboratuvar koşullarında sağlamak bile çok zordur. Yoğunluğu ise 0,1785 g/l'dir, yani havadan daha hafiftir, bu yüzden de sıcak hava balonlarında ve zeplinlerde kullanılmaktadır. Hidrojen daha hafiftir, ancak hidrojen yanıcı bir madde olduğu için artık pek kullanılmamakta ve yerini Helyum'a bırakmaktadır. Atom çapı 49 pm'dir. Elektronegatifliği (elektronegatiflik) yoktur ve elektron dizilimi 1s (kare)'dir. Yükseltgenme basamağı sayısı sıfırdır. (Her 20.000 küçük helyum balonu bir insanin ağırlığını 6 kg azaltır.) Kararlı bir element olduğundan diğer elementlerle bileşik yapmaz ve oksijen ile tepkimeye giremez yani yanma tepkimesinde hiçbir zaman Helyum yer alamaz.
Helyum atmosferde çok az miktarda bulunmaktadır. . Helyum, sıvı havanın fraksiyonlu destilasyonundan elde edilir.
Havadan hafif olması uçan balonlarda kullanılabilmesini sağlar. Hidrojen gibi yanıcı-patlayıcı özelliği olmadığı için de oldukça güvenlidir ama bu güvenlik pahalı olduğu için bu madde pek kullanılmamaktadır. Pahalı olmasının nedeni evrende hidrojenden sonra en çok bulunan element olmasına ve dünya atmosferinde 1/200.000 oranında bulunmasına rağmen, sıvı havanın ayrımsal damıtılmasıyla elde edilemez. Bunun sebebi, Helyumun atmosferdeki diğer birçok gazın aksine Joul-Thompson katsayısının pozitif olmayışıdır. Bu da onun sıkıştırılmak suretiyle sıvılaştırılmasını engeller ve de havadan elde edilmesini imkânsız hale getirir.
Helyum inert gaz olması özelliğinden dolayı bazı metallerin inert atmosfer oluşturulmasına kullanılır. Ayrıca dalgıç tüpleri % 80 He ve % 20 O'den oluşur. Sıvı hava yerine helyumla karıştırılmış oksijen kullanılmasının sebebi vurgun diye tabir edilen olayı önlemektir. Helyumun buradaki fonksiyonu, yukarıda bahsi geçen Joule-Thompson katsayısının negatif olması nedeniyle yüksek basınçta sıvılaşmayıp, dalgıçlar yukarı doğru çıkarırken yüksek basınçtan düşük basınca hızlı geçişte oluşan çözünürlük farkından dolayı kanda baloncuklar oluşturup felce neden olmamasıdır. Helyum ayrıca sıvı roket yakıtlarının basınç altında tutulmasında kullanılır. Sıvı helyum soğutma amaçlı da kullanılmaktadır (NMR cihazlarında)
Bu durum, sesin helyum içinde daha hızlı hareket etmesinden kaynaklanmaktadır. Bunun sebebi de gazlar içindeki sesin hızının, gazın yoğunluğunun karekökünün ters orantılı olmasıdır. Helyum da havadan çok daha az yoğun bir gaz olmasından dolayı (uçan balonlar gibi), helyum içinde sesin hızı havadakine göre birkaç kat daha fazladır. Ses tellerini hava yerine helyumun titreşmesi ve sesin helyum içinde daha hızlı ilerlemesi nedeniyle, insan sesi tiz bir şekilde çıkar. Alınan helyum, tekrar verildikten sonra bu ses incelmesi etkisini kaybeder.
Benzer şekilde yine, inert ve zehirsiz olan SF gazını solumanız durumunda ise, bu kez bu gazın havadan yaklaşık altı kat daha yoğun olması ve bu nedenle sesin SF6 içinde havadakinden çok daha yavaş ilerlemesinden dolayı, bu kez insan sesi kalın çıkmaktadır.
Helyum ilk olarak 1868'de İngiltere'de astronom Norman Lockyer tarafından tayf çizgileri olarak gözlenmiştir. İskoçyalı kimyacı William Ramsey 1895 yılında uranyum içeren kleveyit minerali ve bir asitle yaptığı bir deneyde, helyum oluştuğunu görmüştür. 1868 yılında Fransız Pierre Janssen ve İngiliz Norman Lockyer birbirinden bağımsız olarak helyumu keşfetmişlerdir. 1908 yılında Heike Kamerlingh Onnes 0,9 K de ilk sıvı helyumu elde etmiştir.
! Madde Adı
! Yoğunluğu (g/l)
! Durumu
Silisyum
Silisyum, yeryüzünde en çok bulunan elementlerden biridir. Yarı iletken özelliğe sahip oluşu ve doğada, ormanda, doğal yaşamda çok bulunması, transistör, diyot ve hafızalarda kullanılabilmesinin pratik hızlı oluşu, entegre devrelerin ve bilgisayarların silisyum teknolojisi üzerine inşa edilmesini sağlamıştır. "Silikon Vadisi" ismi, silisyumun (ingilizcede silicon) bilgisayar teknolojilerindeki bu yaygın kullanımından gelmektedir.
Atom numarası (proton sayısı) 14'tür. "Si" simgesi ile gösterilmektedir. Oda sıcaklığında katı haldedir. 4A grubunda 3. periyotta bulunur. Nötr haldeki elektron dizilimi ilk katmanda 2, ikinci katmanda 8, üçüncü katmanda 4'tür (4 adet valans elektron). Kararlı yapıya sahip değildir (nötr halde). Yoğunluğu 2,33 g/cm'dür.Diyamanyetik bir elementtir. Bağıl atom kütlesi (izotoplarının ortalama kütlesi) 28,0855'tir. Kararlı hale geçerken aldığı yükler nedeniyle ve ayrıca doğada çok bulunduğu için yakın gelecekte tıpkı karbon selektörleri olduğu gibi silisyum selektörleri de olacağı tahmin edilmektedir.
Camın ana maddesi kum olarak bilinir. Bunun sebebi camın asıl hammaddesi olan silisyumun kumda özellikle de deniz kumunda çok bulunmasıdır.
Silisyumun ilk keşfi 1824 yılında İsveçli kimyager Jöns Jakob Berzelius tarafından gerçekleştirilmiştir.Bundan önce de kullanılıyordu ancak bu elementin ne olduğu bilinmiyordu.
Silisyum doğada siliksat asidi (mSiO2.nH2O) ve tuzları halinde bulunur. Yerkabuğunun yaklaşık %25.7 si bu elementten oluşur. Oksijenden sonra bileşikleri halinde en fazla bulunan elementtir. Silisyum oksit (SiO2) doğada kum ve kuartz şeklinde bulunur.
Silisyumun iki tane allotropu vardır. Bunlardan birincisi saf kristal silisyumdur. Saydam olmayan koyu gri renkli, parlak sert ve kırılgan olup örgü yapısı elmasa benzer. Diğeri ise amorf silisyumdur. Koyu kahve renkli olup tane büyüklüğü nedeni ile kristal silisyumdan ayırt edilebilir. Kolay reaksiyon verir.
Saf olarak silisyum eldesi, silisyum oksidiaqn kok kömürü (grafit) ile elektrikli fırında indirgenmesi sonucunda gerçekleşir. Gerekenden daha fazla karbon kullanılırsa silisyum karbür (SiC) oluşur.
SiO + 2C → Si + 2CO
Silisyum klorür (SiCl) önce fraksiyonlu destilasyon yöntemi ile saflaştırılır. Daha sonra hidrojen ile indirgenir. Bu şekilde çok saf silisyum elde edilir.
Silisyum yarı iletken bir elementtir.
SiCl + 2H → Si + 4HCl
Silikon Vadisi
Silikon Vadisi, Kuzey Kaliforniya'daki San Francisco vadisinin bir parçası olan San Jose vadisine verilen isimdir. Bu ismin sebebi ise bölgede yoğun olarak üretim ve geliştirme faaliyetinde bulunan silikon kırmık (yonga, İng:chip) üreticileridir ve teknoloji alanında gelişmelere büyük katkı sağlamaktadır.
Sonradan, yüksek teknoloji ile ilgili sektörleri ifade etmek için kullanılan isim olmuştur. Çünkü pek çok bu tip firmanın merkezi veya çıkış yeri burasıdır. Bunlara örnek olarak; Intel, Cisco, Google, HP, Maxtor, Softway Solutions, Apple, Microsoft, Oracle, Nvidia, AMD, Facebook, Twitter, Mozilla,Yahoo! sayılabilir.
Röntgenyum
Röntgenyum,eski adıyla Unununyum - Uuu, 1994 yılında keşfedilen yapay bir elementtir. Atom numarası 111, bağıl atom kütlesi bilinen en uzun ömürlü izotopu için 280'dir ve Periyodik cetvelde Rg simgesi ile gösterilir. Geçiş metalleri sınıfına girer, fiziksel özellikleri bilinmemektedir.Unununyum; periyodik cetvelde 7.periyotta, 1B grubunda ve d bloğunda bulunan bir transaktinid, bir geçiş elementidir
İlk kez 8 Aralık 1994'te Almanya'nın Darmstadt kentinde GSİ (Gesellschaft für Schwerionenforschung-Ağır İyon Araştırma Enstitüsü) parçacık hızlandırıcısında Bizmut-209 ve Nikel-64 izotoplarının birleştirilmesi ile 272 atom kütlesine sahip izotopu elde edilmiştir. Sonradan bilinen izotop sayısı üçe çıkmıştır.
2004 yılında Alman fizikçi Wilhelm Conrad Röntgen'in anısına Röntgenyum (uluslararası adı Roentgenium) olarak adlandırılmıştır.
Yarı-ömür: 0,0015 saniye
Bozunma şekli: Alfa parçalanması
Yarı-ömür: 0,17 saniye
Bozunma şekli: Alfa parçalanması
Yarı-ömür: 3,6 saniye
Bozunma şekli: Alfa parçalanması
http://www.biltek.tubitak.gov.tr/bilgipaket/periyodik/
Tansu Çiller
Tansu Penbe Çiller (24 Mayıs 1946, İstanbul): Türk ekonomist, akademisyen, siyasetçi ve 22. Türkiye Başbakanı. Başbakanlık görevini 1993–1996 yılları arasında sürdürmüş olan Çiller, Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki ilk ve tek kadın başbakandır. 1993–2002 yılları arasında Doğru Yol Partisi genel başkanlık görevini sürdürmüştür. 1996–1997 yılları arasında Başbakan yardımcılığı ve Dışişleri Bakanlığı görevini üstlenmiştir.
Süleyman Demirel'in çağrısıyla siyasete atılan Çiller, ilk defa 1991 Türkiye genel seçimleri'nde Doğru Yol Partisi İstanbul milletvekili olarak meclise girmiştir. 1991–1993 yılları arasında Demirel tarafından kurulan koalisyon hükümetinde Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olarak yer almıştır. Demirel 1993 Türkiye cumhurbaşkanlığı seçimi'nde cumhurbaşkanı olarak seçilince yeni DYP genel başkanının seçilmesi için yapılan kongrede yeni genel başkan seçilmiştir ve 50. Türkiye Hükûmeti'ni kurmuştur. Başbakanlığı döneminde verilen düşük yoğunluklu savaş nedeniyle Türk Silahlı Kuvvetlerinin modernleşmesi çalışmalarına katkı vermiş ve PKK'nın ABD yönetimi tarafından terörist örgütler listesine alınmasını sağlamıştır. 1995 Türkiye genel seçimleri'nde partisi %7.35 oy kaybederek 3. sıraya gerilemiştir. 1996 yılında Necmettin Erbakan tarafından Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi koalisyonunun oluşturduğu 54. Türkiye Hükûmeti'nin kurulmasıyla Çiller'in başbakanlık görevi sona ermiştir. Yeni hükümette Çiller Başbakan yardımcısı ve Dışişleri bakanı olarak görevlendirilmiştir.
Refah Partisi'ni kapatma davası devam ederken Erbakan, başbakanlık görevini Çiller'e devretmek amacıyla 18 Haziran 1997'de Cumhurbaşkanı Demirel'e istifasını sunmuştur. Cumhurbaşkanı Demirel 54. hükümet protokolü gereği başbakanlık görevini Çiller'e vermemiştir. 1999 Türkiye genel seçimleri'nde partisi %7,17 oy kaybederek 5. sıraya gerilemiştir. 2002 Türkiye genel seçimleri'nde ise partisi %9.54 oy oranıyla küçük bir farkla seçim barajının altında kalmıştır. 2002 yılında yapılacak kongrede adaylığını koymayacağını açıklamıştır ve aktif siyasetten çekilmiştir.
Gazetecilik ve valilik yapmış olan Milas doğumlu Hüseyin Necati Çiller ile Rumeli Türklerinden, Selanikli Muazzez Çiller'in (1909-1995) tek çocuğu olarak dünyaya geldi. İstanbul, Fındıklı’da, İsmet İnönü İlkokulu’na kaydoldu. Ardından, babası |
Necati Çiller’in Bilecik Valisi olarak atanmasıyla, 1953 yılında, Bilecik Edebali İlkokulu’nun beşinci sınıf öğrencisi oldu. Babasının milletvekilliği adaylığı için emekliye ayrılmasıyla tekrar ailesiyle İstanbul'a dönen Çiller, Demokrat Parti'nin, okulunun adını değiştirmesiyle ilkokul diplomasını İsmet İnönü değil Namık Kemal İlkokulu’ndan aldı. Necati Çiller, Muğla'dan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) adayı olarak katıldığı 1954 seçimleri'nde seçilemedi.
Arnavutköy Amerikan Kız Koleji mezunu olan Tansu Çiller, 1967'de Robert Kolej Yüksek Okulu'nun (bugün Boğaziçi Üniversitesi) Ekonomi Bölümü'nü bitirdi. 1963'te Özer Uçuran'la evlendi. Eşiyle birlikte ABD'ye giden Çiller New Hampshire Üniversitesi'nde yüksek lisans çalışmasını tamamladı (1969). Doktorasını Connecticut Üniversitesi'nde verdi (1971), doktora üstü öğrenimini Yale Üniversitesi'nde devam ettirdi. 1971-73 arasında Franklin & Marshall College'da yardımcı profesör olarak çalıştı. 1974 ve 1975 yıllarında Boğaziçi Üniversitesi'nde asistan profesör olarak görev aldı. 1978 yılında doçent, 1983 yılında profesör oldu. Tansu Çiller'in ekonomi üzerine 9 yayını bulunmaktadır.
Boğaziçi Üniversitesi'ndeki öğretim üyeliği görevinin yanı sıra TÜSİAD'da yaptığı çalışmalar ve özellikle de Anavatan Partisi'nin (ANAP) ekonomi politikalarına yönelik eleştirel raporlarıyla kamuoyunda isim yaptı. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Bedrettin Dalan'a kısa süre danışmanlık yaptı. Süleyman Demirel'in çağrısıyla 1990 yılı kasım ayında Doğru Yol Partisi'nde (DYP) siyasete girdi. Aynı yılın aralık ayında DYP'nin Genel İdare Kurulu'na seçildi ve ekonomiden sorumlu genel başkan yardımcısı oldu. 1991 seçimlerinde İstanbul milletvekili seçildi. 1991 seçimlerinde ortaya attığı "iki anahtar" sloganı ile DYP'nin kampanyasına katkıda bulunurken, DYP'nin seçim öncesinde ilan ettiği UDİDEM (Ulusal Dinamik Denge Modeli) adlı ekonomik programı ile de tartışma yarattı. Seçimden sonra DYP ile Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) arasında kurulan, Demirel'in başkanlığındaki koalisyon hükümetinde ekonomiden sorumlu devlet bakanı olarak görev aldı. 1992 yılının ocak ayında ilan ettiği UDİDEM programını uygulamadı.
Çiller'in, Cavit Çağlar ve Gökberk Ergenekon gibi Demirel'e yakın isimlerle ihtilafa düşmesiyle Demirel'le ilişkisi soğumaya başladı. Bu süreçte 17 Nisan 1993'te Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın ani ölümü Türk siyasetindeki dengeleri değiştirirken Çiller'in siyasi kaderinde de yeni bir mecra oluştu. Başbakan ve DYP genel başkanı Süleyman Demirel, 16 Mayıs 1993 tarihinde TBMM'de yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminin üçüncü turunda Türkiye'nin 9. Cumhurbaşkanı seçildi. Demirel'den boşalan DYP genel başkanlığının -aynı zamanda başbakanlığın- belirlendiği kongre, 13 Haziran 1993 tarihinde Ankara'da yapıldı. Çiller, 8 Haziran'da bakanlık görevinden istifa ettiğini ve DYP genel başkanlığı için aday olduğunu açıkladı. Kongrede Çiller'le birlikte genel başkanlığa, Millî Eğitim Bakanı Köksal Toptan ve İçişleri Bakanı İsmet Sezgin de adaylıklarını koydular. Çiller, ilk turda oylamaya katılan 1.106 delegeden 574'ünün oyunu aldı. İlk turda yeterli oyu alamamasına karşın Çiller'in yüksek oy almasıyla, öteki adaylar İsmet Sezgin ve Köksal Toptan adaylıktan çekildiklerini açıkladılar. Böylece ikinci tura rakipsiz giren Çiller, genel başkanlığa seçildi. Kongrenin ertesi günü, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından hükümeti kurmakla görevlendirildi. 25 Haziran 1993'te II. DYP-SHP Hükümetini kurarak Türkiye'nin ilk kadın başbakanı oldu. Tek aday olarak katıldığı, aynı yılın kasım ayında yapılan DYP 4. Olağan Büyük Kongresinde 1.074 delegeden 1.045'inin oyunu alarak DYP Genel Başkanlığı'na tekrar seçildi.
Koalisyon hükümetinin diğer ortağı olan SHP'nin genel başkanı Erdal İnönü, DYP kongresinden önce, 6 Haziran tarihinde sürpiz bir kararla SHP'nin de DYP gibi lider değişikliğine gitmesi gerektiğini açıklayarak partisinin yapılacak ilk kurultayında aday olmayacağını açıkladı. Eylül 1993'te yapılan kurultayda genel başkanlığı Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Murat Karayalçın seçildi. Çiller, Karayalçın ile terörle mücadele yasası, memur maaşları gibi anlaşmazlıklar dışında genellikle uyumlu bir ortaklık geçirdi.
Çiller'in, hükümetin başına geçmesini izleyen iki hafta içinde Sivas (2 Temmuz) ve Başbağlar (6 Temmuz) katliamları yaşandı. 10 Ekim 1993'te Avrupa Konseyi toplantısı için gittiği Viyana'da, Kürt sorununun çözümü yolunda "BASK modeli"ni telaffuz etmesine rağmen, daha sonra tam aksi yönde seyreden bir rotaya yöneldi. Körfez Savaşı'ndan sonra Irak'ın kuzeyinde meydana gelen iktidar boşluğundan yararlanarak eylemlerini giderek tırmandırmakta olan PKK’yı ileri düzeyde zayıflatacak bir politika izlemeyi tercih etti. Operasyonun ardındaki kilit isim olan dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, terörle mücadelede Çiller ile uyumlu çalışmalarıyla tanındı. Ayrıca verilen düşük yoğunluklu savaş nedeniyle Türk Silahlı Kuvvetlerinin modernleşmesi çalışmalarına katkı vermiş ve PKK'nın ABD yönetimi tarafından terörist örgütler listesine alınmasını sağlamıştır. PKK'ya karşı başlatılan sert önlemler ise özellikle Güneydoğu Anadolu'da yaygın insan hakları ihlallerine neden oldu. 1994 yılının kasım ayında gerçekleştirdiği ziyaretle İsrail'e giden ilk Türkiye başbakanı oldu.
Başbakan olarak ekonomiyi doğrudan ya da dolaylı olarak yönlendiren tüm kamu kuruluşlarını (Merkez Bankası, kamu bankaları, Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı İdaresi Başkanlığı, SPK, Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı, DPT, Tanıtma Fonu, Yüksek Planlama Kurulu Başkanlığı, Para-Kredi ve Koordinasyon Kurulu Başkanlığı) kendine bağlayarak adeta ekonominin tek hakimi oldu. Hazine'den Sorumlu Devlet Bakanı olduğu dönemde fikir ayrılığına düştüğü Merkez Bankası Başkanı Rüşdü Saracoğlu, Çiller'in DYP'nin genel başkanı seçilmesi ve başbakan olarak atanması ile Temmuz 1993'te başkanlık görevinden istifa etti..
Tansu Çiller'in faizleri yapay biçimde emirle düşürme girişimi, 1994 başlarında mali piyasalarda krize neden oldu. Krizin etkilerini yumuşatmak için yürürlüğe konan program paralelinde 5 Nisan Kararları (1994) alındı. Tansu Çiller’in imza attığı 5 Nisan kararları kapsamında TL'de yüzde 51 oranla cumhuriyet tarihinin 3. en büyük devalüasyonunu gerçekleşti. Sıcak para girişini hızlandırmak için Hazine bonosu, tahvil ve repo gelirlerinden alınan yüzde 5’lik vergi oranı kaldırıldı. Serbest bırakılan döviz kurları bankaların inisiyatifine terkedilirken, 24 Ocak 1980’de KİT’lere tanınan zam yapma yetkisi geniş bir şekilde kullanıldı. Özellikle TEKEL ürünlerine büyük oranlarda zam yapıldı ve ek vergiler getirildi. Akaryakıt vergileri yüzde 10’dan yüzde 25’e çıktı. 8 Temmuz’da 14 aylık bir stand-by anlaşması imzalanarak IMF’nin maddi desteği alındı. 14 aylık süre sonradan altı ay uzatıldı ama 1995’in sonlarında erken seçim kararı alınınca istikrar programı yarım kaldı. Bunun üzerine stand-by anlaşması da fiilen sona erdi.
Başbakan, başbakan yardımcısı ve ekonomiden sorumlu devlet bakanı olarak koalisyon hükümetlerinde bulunduğu 1991-1997 döneminde Türkiye ekonomisi ortalama yıllık %4,9 oranında büyümüş (1950'den günümüze kadar olan dönemin ortalaması %5'dir) ve Türkiye'nin GSMH'si Dünya toplamının binde 11.21'indan binde 12.37'sine yükselmiştir.
Tansu Çiller'in başbakanlığı döneminde yaşanan önemli gelişmelerden biri de 1995 Martı’nda imzalanıp, 1 Ocak 1996 tarihinde yürürlüğe giren Türkiye-Avrupa Birliği Gümrük Birliği Antlaşması oldu. Antlaşmayla ilgili yaşanan tartışmalardan en dikkat çekeni, ülkelerin önce Avrupa Birliği'ne tam üye olup, karar mekanizmalarında yerlerini aldıktan sonra gümrük duvarlarını indirmesine rağmen Türkiye'nin karar alıcı statüsünde olmadan gümrük duvarlarını indirmesiydi.
Ayrıca Yunanistan, Gümrük Birliği Antlaşması'nın önkoşulu olarak Türkiye'nin hukuken tanımadığı Kıbrıs yönetiminin AB'ye tam üyelik müzakerelerinin önünde engel olmaması şartını öne sürmüştü. Bazı çevrelerce, Tansu Çiller'in Yunanistan'ın Türkiye'nin gümrük birliğine katılımını veto etmemesi için Kıbrıs'la AB arasındaki tam üyelik müzakerelerinin başlamasına ‘evet’ demesi bir taviz olarak yorumlandı. Avrupa Birliği'nin Türkiye'ye verdiği Kıbrıs sorunuyla ilgili nihai çözüm bulunmadan Kıbrıs yönetiminin AB'ye tam üye olamayacağı yönünde güvenceye karşın Kıbrıs 2004 yılında AB'ye tam üye oldu.
1995 yılının mart ayında Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’e karşı Özel Amaçlı Polis Biriminin komutanı Ruşen Cevadov liderliğinde bir darbe girişiminde bulunuldu. Kısaca II. MİT Raporu olarak bilinen, Millî İstihbarat Teşkilatı'nın (MİT) 17 Kasım 1996 tarihinde hazırladığı ve kısa süre sonra basına sızan raporda, darbenin Çiller’in onayı ile dönemin Türk Cumhuriyetlerinden sorumlu Devlet Bakanı Ayvaz Gökdemir, Emniyet Genel müdürü Mehmet Ağar, İbrahim Şahin ve Korkut Eken tarafından planlandığı, ancak MİT’in olayı Süleyman Demirel’e bildirmesi ve Demirel'in de Aliyev’i haberdar etmesi ile başarısızlığa uğradığından bahsedildi.
17 Haziran 1994'te "Milliyet" gazetesi Washington D.C. temsilcisi gazeteci Turan Yavuz, Özer ve Tansu Çiller'in ABD'de otel, alışveriş merkezi ve villadan oluşan, milyonlarca dolarlık gayrimenkulu olduğunu duyurdu. Bu malların Çiller'in ekonomiden sorumlu devlet bakanlığı döneminde edinildiğinin basında yer alması büyük bir tartışma başlattı. Gayrimenkullerin Çiller'in başbakanlığa aday olduğu 8 Haziran 1993'teki mal beyanında yer almadığı da ortaya çıktı. Bunun üzerine Çiller, söz konusu gayrimenkullerin Marsan Holding tarafından satın alındığından kişisel mal bildiriminde bulunmadığını açıkladı. Muhalefet partileri tarafından konu TBMM’ye taşındı. Çiller, ANAP'ın önergesinin TBMM'de görüşülmesinden bir gün önce açıkladığı mal varlığı listesinde 1973'te babasından miras kalan 437 bin liranın en verimli alanlarda işletilerek 677 milyar liraya çıkarıldığını öne sürdü ancak eşiyle sahip oldukları şirketlerin vergileriyle ilgili iddialara ise bir açıklama getirmedi. 15 Temmuz 1994’te Çiller’in malvarlığının araştırılmasını isteyen önerge TBM |
M Genel Kurulu’nda reddedildi. 1995 seçimlerinden önce ABD'deki malvarlığını Zübeyde Hanım Şehit Anaları Vakfı'na bağışlayacağını açıklamasına rağmen daha sonra bundan vazgeçti.
DYP, Tansu Çiller liderliğinde girdiği ilk seçim olan 1994 yerel seçimlerinde birinci olmasına karşın 1989'a göre oyları yaklaşık 4 puan geriledi. 18 Şubat 1995 tarihinde yapılan birleşme kurultayında hükümet ortağı SHP feshedilerek CHP'ye katıldı. SHP-CHP birleşmesi, DYP-SHP koalisyonunu pek etkilemedi ve koalisyon DYP-CHP koalisyonuna dönüştü. Birleşmeden sonra sadece bazı bakanlar değiştirildi, ama koalisyon hükümeti işbaşında kaldı. Bununla birlikte, Deniz Baykal’ın 10 Eylül 1995’te CHP genel başkanlığına seçilmesi, kısa süre içinde, koalisyon hükümetinin sonunu getirdi. 20 Eylül 1995'te Çiller ile Baykal arasında yapılan görüşmede hükümetin sürdürülmesi konusunda anlaşma sağlanamadı.
Bunun üzerine Çiller, 20 Eylül’de hükümetin istifasını Cumhurbaşkanı’na sundu. İstifayı kabul eden Demirel, bir gün sonra, hükümeti kurma görevini yeniden Çiller’e verdi. Çiller öteki parti liderleriyle yaptığı görüşmelerden bir sonuç alamadı ve bir koalisyon ortağı bulamadı. Bunun üzerine azınlık hükümetinin güvenoyu alabilmesi için, Meclis’te temsil edilen küçük partilerle temaslarda bulundu; Milliyetçi Hareket Partisi’nden (MHP) destek sözü alan Çiller bir azınlık hükümeti kurma yolunu seçti. Çiller’in oluşturduğu DYP azınlık hükümeti 5 Ekim’de Cumhurbaşkanı Demirel tarafından onaylandı. Bu süreçte, Çiller'in başbakan olduktan sonra Demirel'e cephe alması ve ona yakın isimlere karşı rezerv koyması DYP içinde bir çözülmeye neden oldu; Hüsamettin Cindoruk'un Tansu Çiller’le anlaşmazlığa düşerek, 1 Ekim’de TBMM başkanlığından istifa etmesinin ardından 12 Ekim tarihinde beş milletvekili (Orhan Kilercioğlu, Şerif Ercan, İbrahim Arısoy, Akın Gönen ve Ersin Faralyalı) DYP'den istifa etti. DYP'nin büyük fire verdiği 15 Ekim’de yapılan güven oylamasında Çiller’in azınlık hükümeti güvenoyu alamadı. Hükümet güvenoyu alamayınca Çiller Cumhurbaşkanı’na istifasını sundu. Bu arada, güvenoylamasına katılmayıp ya da katılıp da ret oyu veren, aralarında Cindoruk'un da olduğu 10 DYP'li milletvekili partiden ihraç edildi (16 Ekim).
16 Ekim’de bir araya gelen Çiller ve Baykal erken seçim koşuluyla bir DYP-CHP koalisyon hükümetinin kurulması konusunda anlaşmaya vardılar. Bu arada bir önceki DYP-CHP koalisyonunun bozulmasında etkisi olan İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir, Çiller-Baykal uzlaşmasının sağlandığı gün görevinden istifa etti. Cumhurbaşkanı Demirel, 17 Ekim’de, Meclis’te temsil edilen partilerin genel başkanlarıyla yaptığı görüşmelerden sonra, yeni hükümeti kurma görevini üçüncü kez Çiller’e verdi. Bakanlar kurulu listesi açıklanmadan önce, TBMM, 26 Ekim’de erken seçim kararı aldı ve 24 Aralık 1995’te erken seçime gidilmesini kararlaştırdı. 5 Kasım’da hükümet 172 ret oyuna karşılık 243 kabul oyuyla güvenoyu aldı.
24 Aralık 1995 genel seçimleri, Çiller’in, genel başkan olarak katıldığı ilk genel seçim oldu. DYP milletvekili aday listesi, temayül yoklaması ve ön seçim sonuçları değiştirilerek, muhalif grup üyelerinin imzaları olmadan, Tansu Çiller ve Yeminli grubun istediği şekilde oluşturuldu. Çiller'in Demirel ile seçim öncesinde yaşadığı sert bir tartışma nedeniyle Demirel’e yakınlıklarıyla bilinen Ekrem Ceyhun, Münif İslamoğlu ve Bekir Sami Daçe’ye milletvekili aday listelerinde yer vermediği iddia edildi. MHP ile yapılan seçim ittifakı görüşmeleri başarısızlıkla sonuçlandı. DYP seçim kampanyası boyunca milliyetçi bir söylem ve Tansu Çiller’in, laik Türk kadını imajını kullandı. Çiller, seçim kampanyasında ANAP lideri Mesut Yılmaz ve Refah Partisi lideri Necmettin Erbakan’a yüklendi. 1991 seçimlerinde DYP, %27,03’lük oy oranıyla birinci parti olurken; 1995 seçimlerinde, 135 milletvekilliği kazanarak %19,18’lik oy oranıyla üçüncü parti oldu. 1991 seçimlerine kıyasla oy oranı yüzde 30 oranında azaldı.
24 Aralık 1995 seçimlerinden kısa süre önce Tansu Çiller'i arayan Selçuk Parsadan, emekli Orgeneral Necdet Öztorun'un adını kullanarak “emekli ve muvazzaf askerlerin seçimlerde DYP'ye çalışmak istediklerini” belirterek kendisinden para talebinde bulundu. Bu talebin Çiller tarafından olumlu karşılanmasıyla Başbakanlık Örtülü Ödeneğinden Parsadan'a 5,5 milyar ödeme yapıldı. Mayıs 1996'da patlak veren bu skandalda Parsadan, dolandırıcılıktan dolayı yargılandı ve mahkûm oldu. Çiller ise örtülü ödeneği siyasi çıkar için kullandığı gerekçesiyle eleştirilere uğradı. Tansu Çiller'in başbakanlığı döneminde örtülü ödenek ile yaşanan ikinci skandal Çiller'in, Başbakanlık görevini Yılmaz'a devretmeden hemen önce örtülü ödenekten usulsüz biçimde 500 milyar TL çektiği iddiasıydı. 11 Mayıs 1996 tarihinde "Hürriyet"'te yayımlanan 13 Şubat 1996 tarihli belgede bu miktarın örtülü ödenek hesabının tutulduğu Vakıfbank Merkez Şubesi'nden çekildiğini gösteriyordu. Çiller iddiaları şiddetle reddetti, 19 Haziran 1996'da, Çiller için için verilen "örtülü ödenek" önergesi TBMM'de reddedildi.
25 Aralık 1995 gecesi Çanakkale'den İsrail'e seyretmekte olan Figen Akat adlı Türk bandıralı bir yük gemisinin Bodrum Yarımadası'dan 3,8 mil uzaklıktaki Kardak Kayalıkları'nda karaya oturması, Türkiye ile Yunanistan arasında "Karasuları Sorunu"nu yeniden gündeme taşırken, iki ülke arasında ulusal egemenlik alanlarının saptanması konusunda da yeni bir tartışma başlattı. 1996'nın başlarında krize dönüşen bu kazadan sonra, Yunanistan Başbakanı Kostas Simitis'in Kardak Kayalıkları'ndaki Yunan bayrağının kalacağına ilişkin açıklamasına Çiller'in "O asker gidecek, o bayrak da inecek" yaklaşımını sergilemesiyle gerginlik daha da tırmandı.
30 Ocak 1996 tarihine gelindiğinde, Kardak Kayalıkları'nın, doğusundan Türk savaş gemileri, batısından da Yunan savaş gemileri tarafından ablukaya alınmasıyla birlikte iki ülke arasında topyekün bir çatışma riski yükselmeye başladı. 30/31 Ocak gecesi, Türk SAT komandoları, "Yunus 1" adı verilen bir operasyonla, bölgedeki Yunan deniz kuvvetlerine fark ettirmeden Kardak Kayalıkları'ndan ikincisine (Batı Kardak Kayalığı) çıktılar. Kriz giderek tırmanırken, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Bill Clinton'ın, Çiller ve Simitis'i telefonla arayarak, iki NATO müttefikinin gerginliği artıracak davranışlardan kaçınmasını istemesiyle gerginlik yumuşamaya başladı.
Seçim sonucunda hiçbir partinin tek başına hükümet kurabilecek sayısal çoğunluğa ulaşamaması üzerine koalisyon görüşmeleri başladı. Seçimlerden birinci olarak çıkan Refah Partisi'nin genel başkanı Erbakan, hükümeti kurmakla görevlendirilmesine rağmen hiçbir partinin onunla koalisyon kurmak istememesiyle görevi iade etti. Kamuoyunun bir bölümü, iş çevreleri ve merkez medya'nın istediği iki merkez sağ partinin hükümet kurmasıydı. Bu taleplerin sonucu olarak yaklaşık iki ay süren koalisyon turlarından sonra Yılmaz ve Çiller 27 Şubat 1996'da “dönüşümlü başbakanlık” formülüyle ve Bülent Ecevit liderliğindeki Demokratik Sol Parti'nin (DSP) dışarıdan desteğiyle koalisyon kurmak üzere anlaştı. Başbakanlık koltuğuna önce Yılmaz oturacak, Çiller Başbakan olana kadar hükümete girmeyecekti. 53. Hükümeti Anayol koalisyonuyla 6 Mart 1996'da böyle kuruldu. Anayol azınlık hükümeti hakkında 12 Mart tarihinde yapılan güvenoylamasına 544 milletvekili katıldı ve 207 ret oyuna karşılık 257 olumlu oyla Yılmaz Hükümeti güvenoyu aldı. RP ve CHP milletvekilleri olumsuz oy kullanırken DSP Grubu çekimser kaldı.
Ancak hem Tansu Çiller ile Mesut Yılmaz arasındaki kişisel rekabet, hem de kendisinin devredışı bırakılmasını hazmedemeyen Refah Partisi'nin tüm gücüyle hükümete saldırmasıyla Anayol Hükümeti uzun süreli olamadı. RP bir yandan "Bir hükümetin güvenoyu almış sayılması için, oylamaya katılan milletvekillerinin salt çoğunluğunun olumlu oy vermiş olması gerektiğini, Mesut Yılmaz Hükümeti'nin ise yeterli güvenoyu alamadığını" ileri sürerek Anayasa Mahkemesine iptal davası açarken (12 Nisan), diğer yandan da Çiller ve eski Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Şinasi Altıner hakkında "TOFAŞ ve TEDAŞ ihalelerinde usülsüzlük ve yolsuzluk yapıldığını belirlenmesine karşılık gerekli işlemleri yapmayarak devleti zarara uğratarak görevini kötüye kullandıkları" iddiası konusunda iki ayrı soruşturma önergesi verdi.
Koalisyonun iki ortağı arasındaki geçimsizlik giderek artarken, Çiller aleyhine verilmiş olan TEDAŞ soruşturma önergesi 24 Nisan tarihinde, TOFAŞ soruşturma önergesi ise 9 Mayıs tarihinde RP, CHP, DSP ve koalisyon ortağı ANAP'ın olumlu oy kullanmasıyla kabul edildi. Çiller için meclis soruşturmaları açılmasının yolunu açan bu önergelere ANAP'lıların da olumlu oy vermesi koalisyon ortaklarının arasının iyice açılmasına neden oldu.
Refah Partisi'nin itirazını ele alan Anayasa Mahkemesi 14 Mayıs'ta yaptığı son toplantıdan sonra kararını açıkladı. Buna göre, Anayasa Mahkemesi RP'nin güvenoylamasına ilişkin iptal istemini yerinde bularak, oylamayı iptal etti. Mahkeme, yürütmeyi durdurma talebini ise reddetti. Bu kararın ardından haziran ayı başında DYP'nin hükümetten desteğini çekmesiyle Anayol koalisyonu kurulduktan 3 ay sonra karşılıklı suçlamalar eşliğinde dağıldı. Mesut Yılmaz 6 Haziran tarihinde başbakanlıktan istifa etti.
RP, Çiller'i, TEDAŞ ve TOFAŞ dosyalarıyla zorlarken, ANAP da Örtülü Ödeneği usulsüz kullandığı gerekçesiyle Çiller'e karşı bir araştırma önergesi vermişti. Zor durumda kalan Çiller RP ile koalisyon kurmayı kabul etti. 29 Haziran 1996'da Erbakan'ın başbakanlığı altında kısaca Refahyol olarak adlandırılan RP-DYP koalisyon hükümeti kuruldu, Çiller de başbakan yardımcısı ve dışişleri bakanı oldu. 19 Haziran 1996'da, Çiller için verilen "örtülü ödenek" önergesi RP'nin desteğiyle TBMM'de reddedildi. 25 Kasım'da, Çiller'in TEDAŞ ihalelerinde görevini kötüye kullandığı iddiasıyla oluşturulan TBMM Soruşturma Komisyonu RP'li ve DYP'li sekiz üyenin oyuna karşılık yedi oyla Çiller'in Yüce Divan'a sevkine gerek olmadığına karar verdi. 28 Kasım tarihinde de TOFAŞ Soruşturma Komisyonu yine Refahyol ortaklarının oylarıyla Çiller'i ak |
ladı. Soruşturma komisyonlarına önceleri destek verip daha sonra da Çiller'i aklayan RP'nin bu tavrı, komisyonları koalisyonun kurulması konusunda koz olarak kullandığı biçiminde yorumlandı.
Tansu Çiller'in 1995 seçim kampanyasında kendisini Türkiye'nin Batılı, modern yüzü olarak sunarak, RP tehlikesine karşı laikliğin güvencesi olduğunu söylemiş olmasına rağmen, seçimlerden yalnızca altı ay sonra bu partiyle koalisyon kurması DYP içinde küçük çaplı bir depreme yol açtı. 10 DYP milletvekili yeni hükümete güvenoyu vermedi, 5'i çekimser kaldı. Temmuz 1996'da, sadece eleştirilerini dile getirmek için aday olan Mehmet Dülger dışında neredeyse rakipsiz olarak yarıştığı DYP 5. Olağan Büyük Kongresi'nde tekrar genel başkan seçildi. Parti içi muhalefetin bir kısmı DYP'den istifa ederek Hüsamettin Cindoruk'un liderliği altındaki Demokrat Türkiye Partisi'ne (DTP) katıldı. Genel ülke siyasetinde ise ilk defa İslamcı bir partinin liderinin başbakan olması, Erbakan'ın ekonomiden dış politikaya kadar, Türkiye'nin egemen sınıflarına son derece uzak ve yabancı görüşlere sahip olması toplumun laik kesimlerinin, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) dahil devlet aygıtının önemli bir kısmının, büyük sermayenin (İstanbul sermayesi) ve merkez medyanın Erbakan'a karşı tavır almasına neden oldu.
3 Kasım 1996'da Balıkesir'in Susurluk ilçesi yakınlarında yaşanan trafik kazasında, bir kamyonun çarptığı 06 AC 600 plakalı Mercedes marka siyah renkli otomobilin içindekilerden Emniyet müdürü Hüseyin Kocadağ, üzerinde "Mehmet Özbay" kimliği bulunan Abdullah Çatlı ve "Melahat Özbay" sahte kimlikli Gonca Us ölmüş, DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak yaralı olarak kurtulmuştu. Kazanın oluş şekli, otomobildeki kişilerin ilişkileri ve bulunan silah ve dökümanlar devlet-mafya-siyaset üçgeninden yoğunlaşan tartışmaları başlattı. Çiller 26 Kasım 1996 tarihinde yapılan DYP Meclis Grubu konuşmasında kazayla ilgili olarak "Bu millet uğruna, ülke uğruna, devlet uğruna kurşun atan da yiyen de her zaman bizim için saygıyla anılır. Onlar şereflidirler..." yorumunu yaptı. Çiller'e en yakın isimlerden biri olan İçişleri Bakanı Mehmet Ağar kazadan çok kısa bir süre sonra istifa etti (8 Kasım 1996). Koalisyonun özellikle DYP kanadını etkileyen bu kaza, kısa süre sonra Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık Eylemlerinin başlamasına neden oldu.
Refahyol hükümetinin kurulmasından itibaren kamuoyunun bazı kesimlerince irticai ve laiklik karşıtı faaliyetlerin kaynağı olarak görülen Refah Partisi ve büyük ortağı olduğu koalisyon hükümetine karşı Türk Silahlı Kuvvetleri'nde (TSK) odaklanan bir muhalefet hareketi doğdu. 1997 yılının başlarına gelindiğinde, RP ile TSK arasındaki siyasi mücadele artık apaçık görünür hale gelmişti. 30 Ocak 1997'de RP'li Sincan belediyesi tarafından düzenlenen ve İran'ın Ankara büyükelçisi Muhammed Rıza Bagheri'nin de davetli olduğu Kudüs gecesinde cihad konulu bir piyes sahneye konmuştu. 4 Şubat tarihinde Etimesgut Zırhlı Birlikler Okulu ve Eğitim Tümen Komutanlığı'na bağlı tank ve kariyerlerle bazı askeri araçların sabah saatlerinde Sincan'dan geçirilmesi bu etkinliğe karşı düzenlenen bir gövde gösterisi olarak yorumlandı.
Bu gergin atmosferde, 28 Şubat 1997 tarihinde düzenlenen Millî Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında bir dizi karar alındı. Anayasal bir kurum olan MGK'nın aldığı kararların; hükümete birer tavsiye mi, yoksa yaptırım gücü de içeren bir muhtıra mı olduğu uzun süre tartışıldı. Bu dönemde MGK'nın askeri kanadının medya ile ilişkileri de tartışmanın bir başka boyutu oldu.
Tansu Çiller bu dönemde, hem başbakanlığı sırasında terörle mücadele konusunda uyumlu çalıştığı TSK'yla sorun yaşanmayacağına inanırken, hem de Refah Partisi'nin aşırılıklarına karşı kendisini laikliğin güvencesi olarak gösteriyordu. MGK toplantısından sonra ise Çiller bir yandan 28 Şubat Kararları'nın Başbakan Erbakan tarafından onaylanmasını isterken, diğer yandan Refahyol'a karşı oluşan baskı gruplarına karşı durdu. 28 Şubat'taki MGK toplantısında TSK'nın Refahyol Hükümetini düşürmekteki kararlılığını gören Çiller, mart ayında hazırlattığı kararnameyle genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarını emekliye sevk etme girişiminde bulunduysa da bu girişim Erbakan tarafından engellendi.
Refahyol Hükümetine karşın artan baskı koalisyonun zayıf halkası niteliğindeki DYP içinde çözülmeye neden oldu. Tansu Çiller kendi partisinin milletvekillerine hakim olmakta zorlanırken, kararları muhtıra olarak değerlendiren bazı DYP'liler erken seçime gitme veya hükümetten çekilme çağrısı yaptılar. 1997'nin ilkbahar aylarında TSK'nın doğrudan müdahalede bulunacağı kaygısıyla DYP'de başlayan istifa dalgası (özellikle 26 Nisan'da DYP'li Sanayi ve Ticaret Bakanı Yalım Erez ile Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna'nın istifaları) sonucunda Erbakan, Çiller'in de baskısıyla koalisyon protokolü gereği başbakanlık görevinin Tansu Çiller'e verilmesi amacıyla 18 haziran 1997'de istifasını verdi. Ancak Cumhurbaşkanı Demirel hükümet ortakları arasındaki protokolü dikkate almayarak hükümeti kurma görevini ANAP lideri Mesut Yılmaz'a verdi.
ANASOL-D hükümetinin kurulmasıyla DYP yaklaşık 6 yıl sonra muhalefete geçti. 18 Nisan 1999 genel seçimlerinde DYP'nin oyları yüzde 12'ye geriledi. Tansu Çiller aday olduğu İstanbul 3. seçim bölgesinde, ancak CHP'nin yüzde 10'luk seçim barajını aşamamasıyla milletvekili seçilebildi. 1999'un kasım ayında yapılan DYP 6. Olağan Kongresinde tekrar ve son kez genel başkan seçildi. Çiller, 1228 delegenin oy kullandığı genel başkanlık seçiminde 922 oy alırken, en büyük rakibi durumundaki Köksal Toptan 280 oy aldı.
2001 yılında anamuhalefet partisi Fazilet Partisi'nin (FP) Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması ve Millî Görüş hareketinin bölünmesiyle DYP anamuhalefet partisi, Çiller de anamuhalefet partisi lideri oldu. Çiller'in Muğla'dan aday olduğu 3 Kasım 2002 genel seçimlerinde DYP yüzde 9,54 oranında oy alarak çok küçük bir farkla yüzde 10'luk seçim barajını aşamayarak TBMM dışında kaldı. DYP'nin muhalefette olmasına rağmen oy kaybederek baraj altında kalması Çiller'e sert eleştirilerin yönelmesine neden oldu. Çiller 9 Kasım tarihinde yaptığı basın toplantısında bir sonraki kongrede adaylığını koymayacağını açıkladı. 14-15 Aralık 2002 tarihlerinde yapılan DYP 7. Olağan Büyük Kongresi'yle genel başkanlığı sona erdi ve aktif siyasetten çekildi.
2012'de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nın yürüttüğü 28 Şubat soruşturması kapsamında “mağdur” ve “tanık” olarak ifade verdi. 19 Aralık 2014'te İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nde 28 Şubat davası kapsamında talimatla 'şikayetçi' sıfatıyla ifade verdi.
İyi derece İngilizce ve Almanca bilen Tansu Çiller, Özer Uçuran Çiller ile evli olan iki çocuk annesidir.
Boris Spassky
Boris Vasilievich Spassky (d. 30 Ocak 1937) Rus-Fransız Satranç büyükustası ve 1969-1972 yılları arası dünya satranç şampiyonu.
1937'de Leningrad'da doğdu. 18 yaşında Dünya gençler satranç şampiyonu olarak büyükusta unvanını kazandı. 1969'da Tigran Petrosian'ı yenerek dünya satranç şampiyonu oldu. Bu unvanı 1972 yılında Reykjavik'te yenildiği Bobby Fischer'e devretti. 1978'de Fransız vatandaşlığına geçti.
1992'de Fischer'le Yugoslavya'da ikinci bir maç yaptı. Bu maçı da 10'a 5 kaybetti. Spassky çok güçlü ve her yönüyle gelişmiş satranç üslubuyla birçok başarı kazanmıştır.
Lübnan sediri
Toros sediri veya Katran ağacı ("Cedrus libani"), çamgiller (Pinaceae) familyasından Güney Anadolu Toroslarında yaygın görülen, ayrıca Kelkit ve Yeşilırmak vadilerinde kalıntı meşcereleri bulunan bir sedir türü.
40 m'ye kadar boy yapar. Genç sürgünler grimsi kahverengi, çıplak ya da hafif tüylüdür. İğne yapraklar 1,5-3,5 cm uzunluğunda, sert ve batıcıdır. Renkleri önceleri koyu yeşil, zamanla yaşlı bireylerde mavimsi yeşil renk almaktadır. Kozalakları genellikle fıçı biçimindedir. Boyları 8–10 cm, enleri 4–6 cm'dir. Kozalak pulları geniş ve tam kenarlıdır. Dış yüzeyleri hafifçe tüylüdür. Kozalakların üzerlerinde bol reçine bulunmaktadır.
Toros sedirinin ışık isteği fazladır ve yarı ışık ağacı olarak kabul edilir. Toprak bakımından seçici değildir. Daha ziyade kayalık kalkerli yamaçlarda yetişirler. Akdeniz ikliminin hakim olduğu yerlerde bulunur. Kışları ılık yerler ister.
Doğal olarak Güney Anadolu ve Lübnan'da yayılmış olup, batı sınırı Fethiye ve Köyceğiz'den başlar. Doğuya doğru Toros Dağları üzerinden uzanmakta, Göksun ve Kahramanmaraş yörelerinden bir kavisle güneye Nur Dağlarına yönelmektedir. Lübnan'da ancak Cebelübnan'da kalmıştır. Bu ana yayılışı dışında ise Kuzey Anadolu'da Kelkit-Yeşilırmak Vadisinde Erbaa yakınlarında Çatalan Köyünde ve Niksar yörelerinde 100 hektarlık adacıklar halinde bulunmaktadır. İç Anadolu Bölgesinde de Afyon-Emirdağ-Dandindere'de yayılışı vardır.
Dişbudak
Dişbudak, zeytingiller (Oleaceae) familyasının "Fraxinus" cinsini oluşturan türüne göre maksimum boyu 10–30 m arasında değişebilen dolgun ve düzgün gövdeli yuvarlak tepeli ağaç türlerinin ortak adı.
Genellikle sulak ya da derin toprağa sahip yerlerde bulunurlar. Yaprak döken veya bazen herdem yeşil ağaç veya çalı formunda olabilirler.
Yaprak: Tek tüysü yapraklar karşılıklı veya bazen dalların ucunda sarmal dizilişlidir. Yaprak ve yaprakçık sapı tabanı çoğu kez kalınlaşmıştır.
Çiçek: Bileşik salkımlı çiçek kurulu uçta veya sürgünün ucundaki koltuktan ya da önceki yılın yan sürgünlerinden gelişir. Brahteler ince uzun mızraksı olup geçicidir veya bulunmaz. Küçük çiçekler, erdişi, bir eşeyli veya çok eşeylidir. Kaliks 4 dişli veya düzensiz loplu bazen de bulunmaz. Korolla beyaz sarımsı 4 loplu, dip kısmı bölünmüştür veya bulunmaz. 2 Stamen korollanın dibine gömülmüştür. İplikçikler kısa olup çiçekler tam olarak açılınca dışarıya çıkar.
Meyve: Tohumlu taslağı 2 yumurtalık gözlü sarkıktır. Boyuncuk kısa; tepecik 2 yarıklıdır. Meyve uçtaki kanadı uzamış bir kanatlı meyvedır. (samara) Tohumlar genellikle tekli yumurtamsı-dikdörgen biçimindedir. Besidoku etli kökçük diktir.
Ihlamur
Ihlamur, ebegümecigiller (Malvaceae) familyasından "Tilia" cinsini oluşturan |
Kuzey yarıkürenin ılıman ve yarı tropik bölgelerinde yetişen ağaç türlerine verilen ad.
Çoğunlukla ağaç, ağaççık ya da çalı durumunda bulunurlar. Kışın yapraklarını dökerler. Kökler derinlere gider. Sürgünler çıplak ya da tüylüdür.
Yaprak çoğunlukla yürek biçiminde, çarpık, uzun saplı, kenarları dişli ya da hemen hemen dilimli görünüşte, pek az olarak düzdür. Yapraklarda sade ya da yıldız tüyler bulunur. Yaprak dizilişi almaşıktır. Kulakçıklar bulunur ve erken dökülür.
Çiçekler sarkık ve çoğunlukla küçük yalancı şemsiye kuruluşunda, beyazımsı ya da sarımsı renktedir. Kurullarda en 3 çiçek bulunur. Çiçek sayısının 35'e kadar çıktığı görülür. Kurul sapı uzunca kanat görünüşünde solgun yeşil renkte, bir brakte ile yarısına kadar kaynaşmış durumdadır. Çiçekler ışınsı ve erdişidir. Örtü yaprakları çanak ve taç durumunda olup beşer parçalıdır. Çanaklar sonradan dökülür. Ercikler çok sayıdadır. Taçların önünde 5 demet durumunda toplanmıştır. Yumurtalık 5 meyve yapraklı ve 5 gözlüdür. Dişicik borusu bir tane olup tüylü ya da çıplaktır. Tepecik 5 parçalıdır.
Meyve nus meyve oluşumunda olup, yuvarlak, elips, yumurta ya da ters yumurta veya armut biçimindedir. Meyve kabuğu odunsu ya da derimsi, az ya da çok tüylüdür. 1-2 tohum vardır.
Odunları hafif ve yumuşaktır. Yapıları sık ve düzenlidir. Yarılmaları kolaydır.
Serin, verimli, kireçli toprakları severler. Tabansuyu yüksek, bol humuslu kumlu topraklarda yetiştiği gibi az derin ve kireçli topraklarda da yetişir. Genellikle kayınların toprak isteklerinin andırırlar. Hızlı büyürler. Sürgün verme özellikleri vardır. Gölgeye dayanırlar.
Orta Avrupa'da eskiden birçok köyde ıhlamur vardı. Merkezde bulunur buluşma noktası olarak kullanılırdı. Ayrıca burada haber alış verişinde bulunulur, gelinler kendilerini gösterirlerdi. Mayıs başında dans festivalleri bu ağacın altında düzenlenirdi. Bunlarla beraber köy mahkemeleri genelde yine burada kurulurdu. Bu yüzden ıhlamur, mahkeme ağacı ya da mahkeme ıhlamuru olarak da bilinir. Germen ve Slav halklarında ıhlamur kutsal bir ağaçtır.
Güzel kokulu çiçeklerinden dolayı ve bir gölge ağacı olarak yetiştirilir. Doğramacılıkta kıymetli olan beyaz ve hafif bir odun verir. Ihlamur kabuğundaki lifler ip ve kaba dokumalarda kullanılır. Arıcılıkta da önemli bir nektar kaynağıdır. Çiçekleri çay olarak içilir. Çiçek durumları tıbbi olarak kullanılır. Ihlamur çiçeği yatıştırıcı, idrar verici ve balgam söktürücü olarak çay halinde kullanılır. Ihlamur çiçeği banyosunun da yatıştırıcı bir özelliği vardır. Oymacılık ve mobilyacılıkta, oyuncak sanayinde, müzik aletleri yapımında, kâğıt ve kibrit üretiminde kullanılırlar.
Kestane
Kestane, kayıngiller (Fagaceae) familyasından "Castanea" cinsini oluşturan ağaçların ve bu ağaçların yenilebilen tohumlarına verilen ad.
Kestane sözcüğünün Eski Yunan'da Teselya bölgesinde bir şehir olan Kastania'dan geldiği iddia edilmektedir.
Yaprak döken bazen çalı formunda olan orman ağaçlarıdır. Kabuk çatlaklıdır. Yaprak koltuğunda çıkan tomurcuklarla yalancı uç tomurcukları vardır. Tomurcuklar üst üste binmiş 2 pulla örtülmüştür. Yapraklar sarmal dizilmiş fakat bükük iki sıralı görünür. İkincil damarlar birbirine paralel uzanır. Yapraklar kalın kimi zaman sert, mızraksı, kenarı dişli ve kılçıksı yapıda olabilir.
Erkek çiçekler (kedicik) dik vaziyette, 1-3 (5) salkımlı; salkımcaların her birindeki brahteler birbirine karşılıklı durur. Çiçek örtüsü 6 kısımlıdır. Stamenler 10-12 (20) kadardır. Tüylü dişi organ gelişmemiştir. Dişi çiçekler erkek çiçeklerin yakınında oluşur. Nadiren tek tek bulunur. Yumurtalık 6-9 gözlüdür. Boyuncuk 6-9 kadar, tepecik uçta, çok küçük noktalıdır. (beneksi) Kupula 2-4 arasında çenetlere ayrılır. Brahteler dikensidir. Kupula içerisinde 1-3 kadar fındıksı meyve bulunur. Çimlenme hipogeiktir
Tohumları Güney Avrupa ile Güneybatı ve Doğu Asya'da yaygın olarak tüketilmektedir. Orta çağlarda Güney Avrupa'da yeterli buğday ununa sahip olmayan orman toplulukları temel karbonhidrat kaynağı olarak tamamen kestaneye bağlı kalmaktaydılar.
Kestane Türkiye'de en çok Aydın ilinde yetiştirilmektedir. Ege Bölgesi toplam üretimde yaklaşık % 70 payla ilk sıradır. Aydın' dan sonra, İzmir, Kastamonu ve Sinop kestane üretiminde ön plana çıkan illerdir. Ayrıca özellikle Aydın ilinden ihraç edilen kestaneler çok kaliteli olup; Bursa ilimizde Kestane Şekeri adıyla bilinen bir tatlı çeşidi olarak da imal edilmektedir. Bazı çörek, kek ve pasta çeşitlerinde de kullanılmaktadır.
Tohumlar(kestane meyvesi), ateşte közlenmiş, haşlanmış veya suda kaynatılmış olarak tüketilir. Çoğunlukla 'kestane kebap' olarak adlandırılan ilkinde, kestane tohumları (kestane meyvesi) üst kısımları hafifçe çizildikten sonra, 200-220 °C ısıda 10-15 dakika süreyle fırına verilerek hazırlanır ya da kömürlü sobaların üzerinde de közlenir.
Kerestesi, dayanıklılık ve dekoratif özellikleri bakımından meşe ağacının odununa benzemekle birlikte, kuruma esnasında çatlaması ve eğrilmesi nedeniyle, bu ağaçtan büyük boyutlu kereste elde edilememektedir. Ancak dayanıklılığı nedeniyle bazı ahşap bahçe işlerinde bu ağaçtan faydalanılmaktadır. İtalya'da fıçı yapımında kullanılmaktadır.
Kestane ağacının düzgün dallarından zeytin silkmede kullanılmak amacıyla sırık yapılmaktadır.
Kestane; eski zamanlardan beri insan beslenmesinde önemli bir yer almıştır. Araştırıcılar ilk zamanlarda Alp yöresinde yaşayan insanların 4 – 6 aylarını kestane ağırlıklı beslenme ile geçirdiklerini belirtmektedirler. Bu yörede kişi başına kestane tüketiminin yılda 150 kg dolaylarında olduğu ifade edilmektedir. Bu nedenle kestane meyvesi fakirin ekmeği, ağacı da ekmek ağacı olarak tanımlanmaktadır.
Kestane, doğada tamamen doğal şartlar altında yetiştirilen, tarımsal ilaç, suni gübre kullanılmayan organik tarım ürünüdür. İçerdiği besin öğelerine ilaveten organik tarım ürünü olması nedeniyle kestane, beslenme diyetlerinde eskiden beri yer aldığı önemini günümüzde de korumaktadır. Başta Fransız mutfağı olmak üzere birçok Kuzey Yarım Küre ülkesinin mutfağında vazgeçilmez bir unsur olan kestane, etli yemeklerin hazırlanmasında, çeşitli salatalarda lezzet arttırıcı olarak yer almaktadır. Ayrıca kestane şekeri, kestane püresi, kestane ezmesi gibi çeşitli tatlılar da yapılmakta ve bu ürünler tek başına tüketilebildiği gibi pastalarda da kullanılmaktadırlar. Kestaneler öğütüldüğünde, badem ve fındıktaki gibi yağlı bir yapı yerine güzel ve tatlı bir un haline gelir.Bazı araştırmacılar inek sütündeki süt şekeri laktozun çocuklar için alerjik etkisi nedeniyle çocuklara uygun tatlı ve çorbaların hazırlanmasında kestane ununun alternatif bir ürün olabileceğine dikkati çekmektedirler. Kestane unu ayrıca, sütlü puding türü ürünlerde, ekmek yapımında, flakes ( corn flakes) türü ürünlerin hazırlanmasında kullanılmaktadır.
Yenebilir nitelikteki taze kestane başta nişasta ve çeşitli şekerler olmak üzere iyi kalitede sindirilebilen lifli maddeler, protein, düşük oranda yağ, çeşitli mineral maddeler, B1, B2 ve C vitaminlerini içermektedir. 100 gram yenebilir kestane ortalama olarak 160 kcal enerji sağlamaktadır.
Kestane, doyurucu özelliğine paralel olarak insanların beslenmesine katkı sağlayan birçok besin öğelerine sahiptir.
100 gr taze kestanenin (yenebilir kısmı) besin öğeleri:
Kalori ( kcal) : 160
Karbonhidrat (g) : 34
Şeker (g) : 9,6
Protein (g) : 3,2
Yağ (g) : 1,8
Sodyum (mg) : 9
Potasyum (mg) : 395
Kestanenin besin öğeleri kestane türüne, çeşidine, yetiştiği ekolojik şartlara göre değiştiği gibi uygulanan işleme teknolojilerine göre de değişikliklere uğramaktadır. Örneğin kestane haşlandığı zaman nem oranı yükselmekte ve toplam enerji değeri % 25 oranında azalarak 120 kcal ‘ e düşmektedir. Haşlama esnasında nişasta bileşimi değişmekte ayrıca potasyum ve sodyum miktarları azalırken kalsiyum miktarında değişiklik görülmemektedir.
Kavrulduğu takdirde nem oranı % 20 dolaylarında azalırken, şeker miktarı % 25 oranında artmakta ve enerji değeri 200 kcal olmaktadır.
Kestane kurutulduğunda raf ömrü uzamakta, besin öğelerinde artışlar görülmektedir.
At kestanesi ("Aesculus") olarak bilinen ağacın aynı adı taşıyan tohumları zehirli olup, tamamen farklı bir bitki türüdür, bunların burada bahsedilen kestane ile ilgisi bulunmamaktadır.
Anadolu kestanesi
Anadolu kestanesi ("Castanea sativa"), kayıngiller (Fagaceae) familyasında anavatanı güney Avrupa ve Asya olan, 20–35 m boy, 2 m çap yapabilen bir kestane türü.
Gençken düzgün olan gövde kabukları yaşlandıkça çatlaklı bir görünüm alır. Genç sürgünler yeşilimsi gri daha sonra kırmızımsı kahverengiye dönüşür.
Geniş mızraksı veya dar eliptik yapraklar sivri uçludur. Yapraklar 16–30 cm uzunluğunda, 5–9 cm genişliğindedir. Kenarlı basit dişlidir. Dişler sivri uçlu, yukarıya doğru kıvrıktır. Üst yüzeyi parlak yeşil alt yüzü ise hafif tüylüdür.
Erkek çiçekler başak şeklindedir. Dişi çiçekler erkek çiçeklerin alt tarafında bulunur. Kupula 4 brahtecikten oluşur, üzerinde batıcı dikenler bulunur. Kupulanın içerisinde 3 tane yarım küre biçiminde parlak kızıl kahverengi tohum bulunur.
Türkiye'de Kuzey Anadolu ve Marmara Bölgesi'nde yayılış gösterir. Genellikle meşe, kayın ve gürgen birlikte görülür.
Dayanıklı odunları tanence zengindir. Gemi ve ev inşaatlarında kullanılır. Çiçekleri önemli bir bal kaynağı olan kestanenin meyvesi de ekonomik değere sahiptir.
Kayın
Kayın ("Fagus"), kayıngiller (Fagaceae) familyasının "Fagus" cinsinden değerli orman ağaçlarına verilen ad.
Kışın yaprağını döken orman ağaçlarıdır. Sürgünler pseudoterminal tomurcukludur ve yan tomurcuklar iki sıralı sarmal dizilirler. Çok sayıda pullarla örtülmüş bulunan iğ biçimindeki sivri uçlu ve büyük tomurcuklar sürgünlere yatık değil, onlarla açı yapacak şekilde dizilmiştir.
Yaprak ayası dişli veya düzdür; nispeten kısa bir sapı, zamanla dökülen şerit halinde kulakçıkları vardır.
Açık gri veya koyu gri renkli kabukları ağaçların hayatı boyunca çatlamadan düz ve pürüzsüz kalır.
Üç köşeli kızılkestane renkli, sert kabuklu meyve nus büyüktür. Olgulaşınca kupula 4 pa |
rçaya ayrılır. İçindeki 2 adet nus meyve dökülür. Meyvelerin tohumu yağlıdır.
Mobilya, kontrplak, araba, parke, ayakkabı kalıbı, ambalaj sandığı, oyuncak, sandal ve fırın kürekleri, alet sapları, iş ve marangoz tezgâhları, maden direği, yakacak odun gibi.
Türkiye'de doğal olarak 2 türü bulunur. Bunlar doğu kayını ve Avrupa kayını'dır.
Kayın tomruğundan elde edilen kereste mamulleri çatlamaya çok müsait olduğundan dolayı sert hava alan yerde ve güneş ışığına maruz bırakılmaması gerekir.İmkanlar müsait ise tam reaksiyon almak için kereste fırınlarına sokularak 15 gün ile 6 ay arasında fırınlanması gerekmektedir. Ağaç içerisindeki nem ile işleme yapıldığında ağaç şekil değiştirip yamulmalar çarpılmalar olabilir.
Reichstag
Reichstag (Türkçe okunuşu: Rayhstag), Adolf Hitler'in Almanya'nın başına geçişine kadar Almanya Parlamentosu'nun toplandığı yerin ismidir. Bugün Almanya Parlamentosu yine aynı isimli binada, Berlin'de bulunmaktadır.
1870’li yıllara kadar çeşitli bölgelerde birçok bina Almanya Parlamentosu olarak hizmet verdiyse de doğan ihtiyaçtan dolayı 1882 yılında bir mimarlık yarışması düzenlendi. 189 aday arasından Frankfurt kökenli bir mimar olan Paul Wallot yarışmayı kazandı. 1884 yılında başlanan inşaat 1894 yılında tamamlandı.
Açıldığından beri hizmet veren Reichstag 1933 yılında Hollandalı bir komünist olan Marinus van der Lubbe'nin gerçekleştirdiği bir kundaklama sonucu harap oldu. Bugün bile bu kundaklamanın gerçek olup olmadığı açıklığa kavuşturulamadı. Halen tartışılmakta olan başka bir varsayım nasyonal sosyalistlerin bu Reichstag Yangını'nı bizzat gerçekleştirip suçu bir komünistin üzerine atmakla rakiplerini ve de özellikle Almanya Komünist Partisi'ni yasaklamak için istedikleri bahaneyi elde etmiş olmalarıdır. Reichstag binası yangından sonra kullanılmadı ve yasama meclisi Kroll Opera Binası'na taşındı. Ülke politikalarını ve savaş kararlarını ilan etmek, güncel siyaset üzerine konuşmak ve nasyonal sosyalist propaganda yapmak amacıyla düzenlenen oturumlar mevzubahis opera binasında gerçekleşti.
II. Dünya Savaşı'nda harap olan binaya savaşın sonlarına doğru SSCB tarafından Zafer Sancağı çekildi. Soğuk Savaş döneminde Batı Berlin sınırları içinde kaldı.
Paul Baumgarten adlı bir mimarın öncülüğünde 1960’lı yıllarda restorasyon çalışmalarının yapıldığı yapı Almanya 3 Ekim 1990’da birleşmesinin hemen ardından ilk sembolik meclis toplantısına sahiplik yaptı.
1995 yılında ünlü Enstalasyon (Yerleştirme) sanatçıları Christo ve Jeanne-Claude tarafından paketlendi.
20 Haziran 1991 tarihinde Berlin’in yeniden Almanya Cumhuriyeti’nin başkenti olmasıyla Reichstag da yeniden Almanya Federal Meclis binası oldu. Açılan mimarlık yarışmasını kazanan ünlü mimar Norman Foster’in öncülüğünde yeniden restore edilen bina Nisan 1999’da meclis binası olarak kullanıma açıldı.
Norman Foster'ın restorasyonu sırasında eklenen cam kubbe, binanın üzerinde yer alan geniş bir cam bölümdür. 360 derecelik bir bakış açısına sahiptir. Hemen aşağısında parlamento ana salonu yer alır. Gün ışığını doğrudan doğruya parlamento içerisine yansıtır. Ziyarete açık olan kubbe pek çok turistin ilgisini çekmektedir.
Jim Morrison
James Douglas Morrison (8 Aralık 1943 - 3 Temmuz 1971), Amerikalı şarkıcı, söz yazarı, besteci ve şairdir.
Melbourne, Florida’da doğmuş ve Amerikalı rock grubu The Doors`un söz yazarı ve vokali olmuştur. Birkaç şiir kitabı, dokümanları, kısa film denemeleri ve The unknown soldier için bir müzik video klibi denemesi vardır. James’in daha 27 yaşındayken Paris'te ölümü nedeniyle gömülürken ve gömüldükten sonra bile sonsuz bir söylenti James’in arkasından devam etti. Jamesin esrarı hala sürmektedir. Onlarca farklı ölüm teorisi vardır. Bu iddialardan bazıları; şöhretten bıktığı için ölü taklidi yaparak Hawai'ye kaçtığı ve yaşamını orada sürdürdüğü (bu iddianın temeli mezarının boyutunun Jim'den küçük olduğu söylencesine dayanmaktadır), aşkı Pamela Courson'nın o sıralarda onu başka biriyle aldatmasına dayanamayarak intihar ettiğidir.
Takma adı Lizard Kingdir. Bu takma adın kaynağı Not To Touch The Earth'da geçen "I'm the lizard king, I can do anything" dizesidir. Çoğu hayranına göre yapmak isteyip yapamadığı tek şey "0"(sıfır) adında siyah beyaz bir film çekmek olmuştur. Bu noktadan hareketle, pek çok sinema - tv öğrencisinin tez olarak böyle bir film çekmesi, Morrison'u her dönem genç kuşak arasında "ikon" haline getiren bir başka sebeptir.
İskoçya'da yaşayan babası George Stephen Morrison ve annesi Clara Clark Morrison 1942 yılında Hawaii'de tanışmışlardır; yani Stephen’nın subay olduğu geminin demir attığı zaman.
1943 yılında Clara Morrison hamile kaldı ve kayınlarının yanına Clearwater, Floridaya taşındı. Bu sırada Stephen Morrison, askeriyede pilotluk eğitimi alıyordu. 1944 ün baharında Stephen, eğitimi tamamlandıktan sonra II. Dünya Savaşı için Pasifik Okyanusuna* yollandı. (Daha sonradan rütbesi yükseltilip büyük bir amiral gemisi yönetir) Böyle bir babanın geldiği aile ve babanın kendisinden de beklenebileceği gibi ailesi inanılmaz disiplinli ve sertti. Clara Floridada ilk oğlunu doğurdu. Fakat babası 1946 ya kadar hiç uğramadı. Bir süre sonra" Lee (1948 yılında Los Altos, California) dünyaya geldi.
Morrisona göre Hayatındaki en önemli anlardan biri 1949 yılında New Mexico’da yaptıkları aile gezisi sırasında olmuştur. Ve şöyle anlatır.
Ölümü ilk keşfettiğim an... Ben, annem, babam, büyükannem ve büyükbabam gün batarken çölde ilerliyorduk. Bir kamyon dolusu kızılderili başka bir kamyona ya da bir şeye çarpmıştı. Kızılderililer bütün ana yola dağılmıştı; ve kanlar içinde ölümü bekliyorlardı. Babam ve büyükbabam, arabadan neler olduğuna bakmak için inmişlerdi. Ben daha çocuktum, o yüzden arabada oturup beklemem gerekiyordu. Ben bir şey görmedim. Tek gördüğüm şey garip, kırmızı boya ve yerde yatan insanlardı, ama bir şey olduğuna emindim. Çünkü onların yaydıkları dalgaları hissedebiliyor ve birden yerde yatan insanların da olay hakkında benim bildiğimden daha fazlasını bilmediklerini farkettim. İşte o an ilk kez korkuyu tattım... Ve işte o zaman etrafta koşuşturan kızılderili ruhlarından bir ya da birkaç tanesi gelip olmadığını iddia etmektedir. Bu olay hakkında diğer yorumlara göre, Morrison bu olaya çok üzüldüğünden annesinin ve babasının “sadece kötü bir rüya” gördüğünü söyleyip yatıştırmaya çalışmışlardır. Gerçek de olsa, uydurma da olsa Morrison bu olaya takılmış ve şarkılarında, şiirlerinde ve röportajlarında bu olayı araya sokmaktan çekinmemiştir.
Morrison, 1961 yılında George Washington Lisesinden mezun olur. Morrison'un babası yüzünden aile Güney Kaliforniyaya transfer olur. Morrison tekrar babaannesinde kalmak için Clearwater, Florida ya gönderilmiştir. Orda St. Petersburg Junior College ‘inde okumayı denemiştir.
Aslında taşınma işi ekonomik bir mantık içinde yapılmştı. Babasının en başından beri sahip çıktığı evini askeri bir servise bağışlayarak oğlunun okul harcını çıkarmaya çalışıyordu.
Fakat tutucu ve içki içmeyen ailesiyle epey sorunlar yaşadı. Daha sonra Florida Eyaleti üniversitesine geçti. Daha sonra da üniversitenin yakınlarına taşınıp, Geroge Greer’in oda arkadaşı oldu. Daha sonraları Morrison toplama bir ekiple çekilen bir filmde rol aldı.
1964 yılında üniversitedeki profesörlerden biri Morrison'un sinema üzerine olan yeteneğini farkeder ama müzik sinemanın önüne geçecektir. Üç arkadaşıyla kurduğu The Doors grubu onu dünyaca ünlü bir yıldız yapacaktır. Bir rock yıldızı. Jazz Rock'ın babası olarak sayılabilir. 1966'da başlayan profesyonel kariyeri 1971 yılına kadar uzanır. O yıl dinlenmek ve alkolle uyuşturucuyu bırakmak için sevgilisi Pam ile Paris'e giden Jim, çok genç bir yaşta ve sadece 5-6 senelik bir kariyerle aramızdan ayrılmıştır. Bir küvette ölü bulunmuş ve son sözleri de "orada mısın Pam" olmuştur. Hayatı boyunca hatta günümüzde bile anlaşılamamış adam olan Morrison kötü çocuk imajının arkasındaki dahiyi ne gizledi ne de teşhir etti.Tahmini iqsu 149 olarak belirlenmiştir.James bir konserinde seyircilere karşı sinirini belli etmek için cinsel organını pantolonunun üstünden tutmuştur, polis memurlarının iddia ettiğinin aksine herhangi bir gösterme bulunmamaktadır.Ayrıca James'in 1 ağır 3 hafif suçu bulunmuş ancak beraat edip kurtulmuştur. Muhafazakar ve Katolik çevrelerce hiç sevilmemiştir. Bunda babasının payı şüphesiz büyüktür.
Ölümüyle ilgili çeşitli spekülasyonlar halen daha ortaya atılmaktadır. Bazıları intihar etti derken, bazıları Hawaii'de yaşadığını öne süregelir. Birçok hayranı da Doğu ülkelerinden birisinde yıllardır inzivaya çekilmiş olduğuna inanmak ister. Ancak bu teoriler ve spekülasyonlar Elvis Presley'de olduğu gibi sadece lafta kalır.
Lumbar (tıp)
Tıp biliminde L2 olarak numaralandıran ve ayrıca "İkinci Bel" olarak da bilinen vücut bölgesi. Epidural anestezide "uyuşan" (ağrı hissi ortadan kalkan) bölgeler T10 (onuncu göğüs kafesi (Thoracal) omuru) - bu L2 (ikinci bel (Lumbar) omuru) arasında kalan dermatom bölgelerdir.
Dermatom
Dermatom, tıp dilinde vücudun "coğrafi" duyu bölgelerine verilen isim. Periferik sinir sisteminde deri yüzey duyusunu alan bölge o sinire ait dermatom olarak adlandırılır.
Çamlıdere (anlam ayrımı)
HMS Anguilla (K-500)
HMS Anguilla (K-500), II. Dünya Savaşı'nda Kraliyet Donanması tarafından kullanılan Amerikalı yapımı fırkateyn.
Başlangıçta Tacoma sınıfı bir devriye gambotu (PG-180) olarak, 1 Nisan 1943 tarihinde Rhode Island eyaleti Providence kentinde kurulu Walsh-Kaiser şirketi tersanesinde 1654 inşa numarası ile kızağa konuldu. 15 Nisan 1943’de bir devriye fırkateyni (PF-72) olarak tanımlaması değiştirildi ve 5 Mayıs’ta gemiye USS Machias (Machias-Maine eyaletinde küçük bir kasaba) adı verildi. 10 Haziran 1943 tarihinde ödünç verme (Lend-Lease) programı dahilinde İngiliz Kraliyet Donanması’na transfer edildi. 21 adet Colony sınıfı gemiden biri olan tekneye "HMS Anguilla" (Anguilla-İngiliz kolonisi Antigua ve Barbuda takım adalarının bir üyesi) ismi ve "K-500" borda numarası tahsis edildi.
Bir |
gün sonra, 11 Haziran’da inşası devam eden gemiye Amerikan USS Hallowell (Hallowell-Maine eyaletinde küçük bir kasaba) adı verildi. "USS Machias" ismi ise diğer bir Tacoma sınıfı devriye fırkateyni olan PF-53 USS Machias’a devredildi. "PF-72 USS Hallowell" 14 Temmuz 1943 tarihinde denize indirildi ve resmi olarak 15 Ekim 1943’de İngiliz Kraliyet Donanması’na teslim edildi.
29 Nisan 1945’de "HMS Anguilla", K-433 HMS Loch Insh ve K-510 HMS Cotton gemileri, Murmansk kentinin kuzeyinde Barents Denizi’nde (69º 29' kuzey, 33º 37' doğu koordinatları) Alman U-286 denizaltısını derinlik bombaları kullanarak batırdı. 30 Nisan 1945 tarihinde, bir gün önce Alman U-286 denizaltısı tarafından torpido ile yaralanan K-479 HMS Goodall fırkateyni "HMS Anguilla"’nın açtığı top ateşi ile batırıldı.
"HMS Anguilla" gemisi 31 Mayıs 1946’da Amerika’ya geri dönene kadar devriye ve refakat görevlerine devam etti. 13 Temmuz 1947’de Amerikan Donanması kayıtlarından çıkarılan fırkateyn New York’taki Pro Industry Products firmasına satıldı. Daha sonra 1949 yılında sökülmek amacı ile Panama’daki Sociedad de Navigacion Levante şirketine tekrar satıldı.
Pareto
Pareto şu anlamlara gelebilir:
DSP (anlam ayrımı)
DSP'nin farklı kullanımları ve anlamları vardır:
GP
Replikas
Replikas, Türk rock grubudur.
1993 yılında Gökçe Akçelik, Barkın Engin ve Orçun Baştürk tarafından kurulan Replikas, Mayıs 1998'de Selçuk Artut ve Ocak 2000'de Erden Özer Yalçınkaya'nın da katılımıyla genişledi ve 2005'te, Yalçınkaya'nın, yerini Burak Tamer'e bırakmasıyla bugünkü halini aldı.
Replikas, İstanbul'da birçok gece kulübünde çıktığı düzenli programlar ve verdiği konserlerle henüz bir albüme imza atmadan hatırı sayılır bir dinleyici kitlesi kazandı. 1999 yılında İtalya'nın Roma kentinde yapılan Akdenizli Genç Sanatçılar Bienali'nde verdiği konserle müziğini Avrupalı dinleyicilere tanıtma fırsatı buldu. Aynı yıl "Aksi Istikamet" adlı toplama albümde "Gulyabani Müzik" isimli çalışmalarıyla yer aldı.
İlk albümleri olan Köledoyuran'ın kayıtları 17 Temmuz - 5 Ağustos arasında Ada Müzik Stüdyoları'nda gerçeklestirildi. 8 Eylül 2000'de yayınlanan albüm, Roll Dergisi ve Porttakal.com sitesindeki değerlendirmelerde yılın en iyi yerli albümü seçildi. Birçok müzik eleştirmeni tarafından da en iyi yerli albümler arasında gösterildi ve beğeni topladı. Yurtdısında ABD'li ve Avrupalı müzik yazarlarının da ilgisini çeken albüm, bazı yabancı underground plak şirketleri tarafından satışa sunuldu, çeşitli ülke radyolarında çalındı. Amerika'da yayın yapan WXYC isimli internet radyosunun listelerinde 2 numaraya kadar yükseldi. Village Voice da dahil olmak üzere çeşitli dergi ve e-dergilerde grupla ilgili röportaj ve yazılar yayımlandı.
Grup, 2001 yazında Serdar Akar'ın yönettiği, bir Yeni Sinemacılar yapımı olan "Maruf" filminin müziklerini yaptı. Akademisyen ve sanatçı Selim Birsel'in "Royal Cortege" projesi için düzenleyip yorumladıkları Stravinski'nin "Royal March" isimli eseri, İtalya'da yayınlanan, birçok ülke müzisyeninin katılımı ile oluşturulan adlı toplama albümde yer aldı. Replikas'ın sonraki albümü "Dadaruhi", 2001'in yaz ve sonbahar aylarında, Ada stüdyolarında kaydedildi ve Temmuz 2002'de yayınlandı. Albümün ilk video klibi Barış Doğrusöz tarafından "Kör Taşın Kıyısında" isimli şarkıya çekildi.
Grup 2005 yılında, daha önce Sonic Youth ve Pussy Galore gibi isimlerle çalışmış olan Wharton Tiers'ün prodüktörlüğünde, Mayıs ayında piyasaya sürülen "Avaz" isimli albümünü kaydetti. Albümün video klip çekilen şarkıları ise "Gece Kadar Rahatsız Etmiyor" ve "Dayan" oldu.
2005 yılında Kutluğ Ataman'ın "İki Genç Kız" isimli fiminin müziklerini hazırlayan grup, bu çalışmalarıyla 38. Siyad ödüllerinde "En İyi Müzik" ödülüne layık görüldü. Aynı yıl grup Fatih Akın'ın "Crossing The Bridge / İstanbul Hatırası" isimli belgeselinde yer aldı.
2006 yılında "Maruf" ve "İki Genç Kız" filminin müzikleri "FM" adı altında Pozitif etiketiyle yayınlandı.
2007 yılında ilkokul çağında çocuklara müzik yoluyla eğitim vermeyi amaçlayan "Rock Sınıfı" isimli CD'de Cahit Berkay ile birlikte "İlkçağda Anadolu Medeniyetleri" adlı parçayı yorumladılar.
Grup son olarak 2008 Kasım ayında Zerre albümünü çıkarttı.Gökçeada'da eskiden yarı açık cezaevi olan bir bina stüdyoya dönüştürülerek kayıtlar gerçekleştirildi. Tüm müzik prodüksiyon ve miks süreçleri Replikas üyeleri tarafından gerçekleştirilen ve mastering'i New York'ta daha önce Radio 4, Franz Ferdinand, Animal Collective, The Liars, Trans-Am gibi grupların çalıştığı "West West Side" mastering stüdyolarında yapılan albüm Peyote Müzik tarafından yayınlandı. Albümün ilk videosu yönetmen Eralp Vardar tarafından "Bugün Varım Yarın Yokum" isimli şarkıya çekildi.
Grup, altıncı stüdyo albümünleri olan "Biz Burada Yok İken"i Ada Müzik etiketiyle 4 Nisan 2012’de yayınladı.
Mart 2013'ten itibaren daha önce yayınlanmamış kayıtlarını SoundCloud hesabından paylaşmaya başlayan grup, yedi yeni şarkıdan oluşan "EP No: 1"i ise Mayıs 2013'te yayınlandı. Köledoyuran ve Dadaruhi albümlerinin remastered versiyonlarını ve EP NO.1'i barındıran "box set" yine Mayıs 2013 itibariye yayınlandı.
Şubat 2014 tarihinde ise "Alfred Hitchcock's Blackmail - Live at Istanbul Modern" isimli canlı kayıtları Bandcamp hesabından paylaştı.
Avaz
Avaz, şu anlamlara geliyor olabilir;
Doğu Karadeniz göknarı
Doğu Karadeniz göknarı ("Abies nordmanniana"), çamgiller (Pinaceae) familyasında Kafkasya'ya özgü bir göknar türü.
40–50 m boya ulaşan, geniş piramidal şekilde gelişen ve çok sık dallanma yapan gri gövdeli bir ağaçtır. Alt dalları yanlara doğru yatay yönelir ve hafifçe aşağıya doğru sarkar. Yan sürgünlerin ucunda 4 adet reçinesiz tomurcuk bulunur. Bu tomurcuklardan 3 tanesi aynı düzlemde, dördüncüsü altta olmak üzere dört adet sürgün gelişir ki "Abies alba"'ya kıyasla daha sık dallıdır. Genç sürgünleri yeşilimtrak-sarı renkli olup üzeri kısa, sık, esmer tüylerle örtülmüştür.
İğne yapraklar 2-3,5 cm uzunluğunda, parlak koyu yeşil renkte, uç kısımları kertikli veya küt, alt yüzlerinde belirgin iki stoma bandı bulunur.
Ortalama olarak 15–16 cm uzunluk ve 5 cm çapındaki kırmızı-kahverengi kozalaklarda dış pullar, iç pullardan (karpel) daha uzundur, çoğunlukla bol reçinelidir. Kozalaklar dal üzerinde dik dururlar ve kozalak pulları döküldüğünde geriye ince bir eksen kalır.
Kafkasya ile Kuzeydoğu Anadolu dağlık yörelerinde bulunur. Asıl geniş yayılış bölgesi Kafkasya'dır.
Georg Philipp Telemann
Georg Philipp Telemann, (d. 14 Mart 1681, Magdeburg, Almanya – ö. 25 Haziran 1767, Hamburg), Alman müzisyen, besteci ve çeşitli enstrümanların virtüözü. Besteleri Alman barok stilindedir.
Leipzig Üniversitesinde çeşitli dilleri ve bilim dallarını çalışmıştır. Tüm zamanların en üretken bestecisi olarak bilinir ve Johann Sebastian Bach'ın çağdaşı, Georg Friedrich Handel'in de yakın arkadaşıdır. Günümüzde Bach, daha büyük bir besteci kabul edilmekle birlikte, Telemann, yaşadığı dönemde müzikal yeteneklerinden ötürü daha tanınan bir besteci olmuştur.
Telemann, o kadar üretkendi ki bestelerinin sayısını bilmezdi. Sık sık seyahat edip gittiği yerlerdeki müzik tarzlarını çalışmış ve bunları bestelerine yansıtmıştı.
Besteci aynı zamanda çoklu keman ya da trompet gibi sıra dışı enstrüman kombinasyonları için yazdığı konçertolarla da bilinir.
Pek çok önemli müzik görevinde de bulunmuştur, 1720 yılından 1767 yılındaki ölümüne dek Hamburg'daki en büyük beş kilisenin müzik yöneticiliği de bunlara dahildir. Vaftizoğlu Carl Philipp Emanuel Bach bu geleneği devam ettirmiştir.
Magdeburg 1681 doğumludur. Lutheran Killsesi’ne güçlü bağları olan bir aileden gelir. Babası papazdır, annesi ise papaz kızıdır. Bir çocuk olarak dikkat çekici bir müzik yeteneği vardır. Küçük yaşta keman, flut, org ve zitera çalmayı öğrenmiştir. On iki yaşında ilk operasını bestelemiştir. Bir süre sonra ailesinin, özellikle de annesinin gelecek korkusundan dolayı, müzikle ilişkisi engellenmiştir. Fakat bu tür engellemeler sanılanın aksine eserlerine olan kararlılığını ve bağlılığını güçlendirmiştir. Çalışmalarında Agostino Steffani, Johann Rosenmüller, Corelli and Antonio Caldara gibi bestecileri model almıştır. Hildesheim Gymnasium’dan (klise okulu) mezun olduktan sonra, annesinin ısrarlarıyla 1701’de Leipzig Universitesi’nin hukuk bölümüne girmiştir. İlk başlarda Telemann’ın dil ve bilim üzerine çalışması uygun görülmüştür. Fakat kendini profesyonel müzisyen olarak çalışmaya başlamış halde bulmuştur. Ama o zaten çok yetenekli bir müzisyendir ve daha okuldaki ilk yılından itibaren "Collegium Musicum’u" kurmuş, bu akademiyle birlikte halka konserler vermiş, Leipzig Tiyatrosu için operalar yazmıştır. 1703’te Leipzig Operası’nın müzik direktörü olmuş, 1704’te kiliseye orgcu olarak atanmıştır.
Leipzig Kilisesi'nin çocuk korosu şefi Kuhnau ile ters düşmüş, şikayetlerden sıkılan ve hayatına yenilikler getirmeyi seven Telemann, 1705'te Leipzig’den ayrılmıştır. ’dan gelen koro şefliği teklifi üzerine Sorau’ya (bugün Polonya) taşınmıştır. Buradaki kariyeri, Büyük Kuzey Savaşı’nın etkileri yüzünden kısa sürmüştür. 1708’de Eisenach (Almanya’nın güneyinde bir şehir) dükü Johann Wilhelm’ın hizmetinde başkemancı, 1709’da aynı dükün hizmetinde sekreter ve koro şefi olarak çalışmıştır. Eisenach’taki bu görevi süresince Telemann, çok sayıda beste yapmıştır; en az dört tane kilise için kantat, düzinelerce sonat ve konçertolar.
1709’da müzisyen kızı Amalie Louise Juliane Eberlin ile evlenmiştir. 1711’de kızlarının doğumuyla beraber eşi ölmüştür. Telemann, bu süre içerisinde depresif ve zorlu bir süreç geçirmiştir. 1712’de Frankfurt’a şehir müzik direktörü ve kiliseye koro şefliği göreviyle taşınmıştır. Telemann, burada Leipzig’teki gibi şehrin müzikal yaşantısı üzerinde büyük etkiler bırakmıştır.
1714’te ikinci karısı olan papaz kızı Maria Catharina ile evlenmiştir. Birlikte 9 çocukları olmuştur. Telemann, üstün başarılarına ve çalışmalarına devam etmiştir, hatta birikimini Eisenach’taki kiliselere sürekli |
müzik göndererek ikiye katlamıştır. Telemann’ın besteleri ilk defa Frankfurt’ta yaşadığı dönemde basılmıştır.
Besteci başarılarına rağmen her zaman daha fazlasını istediği için 1721’de Hamburg’a taşınmış ve şehrin beş büyük kilisesinin müzik direktörlüğünü yapmaya başlamıştır.
Hamburg’a varmasından kısa süre sonra Telemann, kiliselerle anlaşmazlığa düşmüştür, yaptığı din dışı müziğin hem Telemann hem de halk için oyalayıcı olduğunu düşünmüşlerdir.
Kunhau’nun ölümünden sonra Kunhau’nun görevinin yerine geçmek için başvurmuştur. Kabul edilmiştir, fakat Hamburg’taki kurul daha yüksek mertebeye layık gördüğü için işe başlamamıştır. Telemann’ın açıkta kalan teklifi Bach’a yollanmıştır.
1737’de yaptığı kısa Paris gezisi dışında Telemann, ömrü boyunca Hamburg’ta yaşamıştır. Buradaki ilk yıllarında evliliğinde sorunlar yaşamıştır. Karısının şans oyunlarına olan düşkünlüğü, onları parasal sıkıntılara sokmuştur. 1736’da karısından ayrılmıştır. 1740’lı yıllarda artık üretkenliği azalmıştır, bahçe düzenlemek ve egzotik bitkiler yetiştirmek gibi hobilerine yönelmiştir.
Sağlık ve görme problemlerine karşın 1760lara kadar beste yapmaya devam etmiştir. Telemann, 25 Haziran 1767’da göğsünde oluşan bir hastalık nedeniyle ölmüştür.
İki çenekliler
İki çenekliler ya da ödikotlar (), embriyonlarında iki çenek (kotiledon) bulunan bir çiçekli bitkiler grubudur.
Yaklaşık 199.350 türle temsil edilirler. Çiçekli bitkilerden tek çenekliler, iki çeneklilerden farklı olarak, tek embriyonik yaprak (çenek) içerirler. Genel olarak otsu ve odunsu özelliklerdir. Tek yıllık, iki yıllık ve çok yıllık olabilirler. İletim demetleri dairesel dizilişlidir. Çok yıllık olanların iletim demetlerinde floem ile ksilem arasında bulunan kambiyum sayesinde sekonder kalınlaşma görülür. Yapraklar geniş olup, ağsı damarlanma gösterirler. Çiçek parçalarının sayısı çok değişiktir. Çiçek örtüsü (periant), çanak yaprak (sepal) ve taç yaprak (petal) olarak farklılaşmıştır. Tohumları iki çenek (kotiledon) bulundurduğu için dikotil bitkiler olarak adlandırılmışlardır. Ana kök iyi gelişmiştir ve üzerinde sekonder kökler bulunur.
Buxales - - Ranunculales - Sabiaceae - Trochodendrales
Kayıngiller
Kayıngiller (Fagaceae), iki çenekliler (Magnoliopsida) sınıfından özellikle meyvelerinden ve kerestelerinden yararlanılan ayrıca süs bitkisi olarak yetiştirilen ağaçların oluşturduğu familya.
Yaprağını döken ya da daima yeşil ağaç, nadiren çalı şeklinde bitkilerdir. Çiçekler tek eşeyli ve bitkiler bir evciklidirler. Yapraklar basit veya lopludur. Dökülen stipullara sahiptir.
Erkek çiçekler sarkık amentumlar halinde, bunlar uzun saplı ve küresel başçıklardan meydana gelir. Periyant 4-7 loplu ve Stamen sayısı 4-40 arasında değişmektedir.
Dişi çiçekler spika durumunda, 1-3 adet, periyant 4-6 lopludur. Çiçeklerin ya da çiçek durumunun tabanında brahtelerin birleşmesi ile oluşmuş çanak şeklinde kupula bulunur. Kupula meyveyi sarar bunun üzerinde pulsu ve dikensi çıkıntılar bulunur.
Meyve tek tohumlu nukstur. Tohumlar endospermsizdir.
Akdamar Adası
Akdamar Adası ("Ahtamar", "Ağtamar", "Akhtamar" biçimlerinde de yazılır; Ermenice: "Աղթամար"), Türkiye'nin Van ve Bitlis illeri arasında bulunan Van Gölü'nün içinde yer alan ikinci büyük adadır.
Van'ın Gevaş ilçesi sınırları içerisinde yer alan adada Ermeniler´den kalma bir kilise bulunur. Yüzölçümü 70.000 metrekare olan adanın toplam kıyı uzunluğu 3 kilometreyi bulmaktadır. En yüksek noktası deniz seviyesinden 1912 metre yüksekte bulunan adanın batı uçlarında yüksekliği 80 metreye ulaşan dik kayalıklar vardır.
Adanın adının nereden geldiğine dair yaygın halk hikâyesine göre, zamanında bu adada yaşayan Ermeni baş keşişin güzelliği dillere destan "Tamara" adında bir kızı vardır. Adanın çevresindeki köylerde çobanlık yapan bir genç bu kıza âşık olur. Bu genç "Tamara" ile buluşmak için her gece adaya yüzer. "Tamara" ise ona gece karanlığında yerini belli etmek için onu bir fenerle bekler. Bundan haberdar olan kızın babası, fırtınalı bir gecede elinde fenerle adanın kıyısına iner ve sürekli yer değiştirerek gencin boşuna yüzüp, gücünü yitirmesine neden olur. Yüzmekten gücünü yitirip, yorulan genç çoban boğulur ve boğulmadan önce son nefesiyle ""Ah Tamara!"" diye haykırır. Bunu duyan kız da hemen ardından kendini gölün sularına bırakır O günden sonra ada "Ah Tamara!" ismi ile anlatılır. Bu hikâye Ermeni şair Hovhannes Tumanyan anlatımıyla efsaneleşmiştir.
Bu efsanenin tarihi gerçeklerle alakasının zayıf olduğu şüphesizdir. 9. yüzyıldan itibaren kaydedilmiş olan "Ağtamar" adının Arapça ĞMR kökünden "kabartı, tümsek" anlamına gelen bir türev olması daha kuvvetli bir olasılık olarak değerlendirilebilir.
Adın Türkçeleştirilmiş biçimi olarak "Akdamar" kullanılmaktadır.
En eski kaynaklarda adanın adı, Gevaş bölgesinde hüküm süren Ermeni Rştuni sülalesine atfen Rştunik Adası olarak geçmektedir. 705 yılında Vard Rştuni'nin adada öldürülerek Rştuni beyliğine son verilmesinden sonra ada ve yöresi, daha önce Başkale'de (Ağbak) hüküm süren Ardzruni sülalesinin eline geçmiştir. 908'de I. Gagik Ardzruni bazı Ermeni ve Müslüman beyleriyle anlaşarak Gevaş'ta (Vostan) kendini Vaspuragan Kralı ilan etmiş ve bilahare başkentini adaya taşımaya karar vermiştir. I. Gagik adada halen mevcut olan kiliseden başka müstahkem bir kasaba, saray, çarşı ve liman inşa ettirmiştir. Ada üzerindeki sivil yerleşimin 16. yüzyıl başlarına kadar canlı olarak varlığını sürdürdüğü ve 1535 Osmanlı-İran harbi'nde tahrip edildiği anlaşılmaktadır.
16. yüzyıldan sonra sivil yerleşimin bulunmadığı adada Kutsal Haç'a (Surp Khaç) adanmış bir Ermeni manastırı hayatiyetini sürdürmüştür. 19. yüzyıl sonlarında 300 civarında keşişin ikamet ettiği manastır, 1895 ve 1915 olaylarından sonra terkedilmiştir.
Ermeni Kilisesinin ruhani başkanlığı olan Gatoğigosluk makamı 10. yüzyıl ortalarından 1101 yılına kadar Ahtamar Adasında bulunmuştur. Makamın 12. yüzyılda Kilikya'ya taşınmasından sonra da Ahtamar Kilisesi 19. yüzyıla dek önderlik iddiasını devam ettirmiştir..
Akdamar Adasındaki Surp Haç kilisesi, Kudüs'ten İran'a kaçırıldıktan sonra 7. yüzyılda Van yöresine getirildiği rivayet edilen Hakiki Haç'ın bir parçasını barındırmak maksadıyla Kral I. Gagik'in emriyle 915-921 yıllarında Mimar Manuel tarafından inşa edilmiştir. Adanın güney doğusuna kurulmuş olan kilise, mimari açıdan Ortaçağ Ermeni sanatının en parlak eserleri arasında sayılır. Kızıl andezit taşından inşa edilmiş olan kilisenin dış cephesi, alçak rölyef şeklinde işlenmiş zengin bitki ve hayvan motifleriyle ve Kutsal Kitap'tan alınma sahnelerle bezenmiştir. Kilise bu özelliğiyle de Ermeni mimari tarihi içinde eşsiz bir konuma sahiptir.
Biyopsi
Biyopsi, mikroskop altında incelenmek üzere canlıdan belirli bir doku parçasının çıkarılması.
Muayene ya da benzeri incelemelerle tanı konulamayan hastalıklarda biyopsiye başvurulur. Özellikle kanser tanısında çok önemli yeri vardır. En sık kullanılan yöntem iğne biyopsisidir. İnce bir iğne istenilen doku bölgesine sokulur ve emme ya da koparma ile küçük bir parça alınır. Kimi zaman ameliyat sırasında küçük bir doku parçası çıkarılır. İğne biyopsisine "kapalı biyopsi", ameliyat sırasında alınana "açık biyopsi" denir. Açık biyopsi tanı yönünden daha değerlidir.
Gelincik (bitki)
Gelincik ("Papaver rhoeas"), gelincikgiller (Papaveraceae) familyasından Dünya'da çok geniş bir yayılma alanına sahip bir yıllık bir bitki türü.
25–60 cm arasında değişen yüksekliklere ulaşabilir. Yaprakları mavimsi yeşildir. Dip yapraklar uzun saplı, gövde yaprakları sapsız ve gövdeye bitişiktir.
Çiçeklerin genel rengi koyu kırmızıdır. Ancak beyaza kadar giden sarı, turuncu gibi değişik renkleri vardır.
Gelincik Temmuz ile Ağustos aylarında sabah saat beş buçuk ile on saatleri arasında tohum tozlarını (polen) yayar. Aynı saatlerde arılar ve diğer böcekler çiçeklere gelerek bu tozlara bulanırlar. Böylece, böceklerin beslenme saatleri ile bitkilerin tohum tozlarını yayma saatleri aynı zaman dilimine rastlamaktadır.
Gelincik hafif bir yatıştırıcıdır. Özellikle taç yapraklarında rhoeadic ve papaveric asitler vardır. Tüm parçalar "rhoeadine" alkoloidi içerir.
Gelincik çiçeğinin yeşil aksamından, tohumlarından, ve kırmızı taç yapraklarından, petallerinden yararlanılır. Taç yapraklarından geleneksel olarak gelincik şerbeti yapılır. Bozcaada gelincik ve gelincikten elde edilen gelincik şerbeti ile ünlüdür.
Gelincik ismi geleneksel Türk gelinliklerinin kırmızı olmasından gelir. Kırmızı gelincikler küçük bir gelin olarak görülürler. Bir bölgede çok asker ölürse o bölgede gelincik çiçeğinin biteceğine inanılır. Gelincikler I. Dünya Savaşının da en önemli sembollerindendir.
Japonlar, gelincik için şöyle der; ’Gelincik insan ömrü gibidir. Dünü vardır. Yaşamıştır. Bugünü vardır. Yaşıyordur. Ama yarını belli değildir’.
HMS Antigua (K-501)
HMS Antigua (K-501), II. Dünya Savaşı'nda Kraliyet Donanması tarafından kullanılan Amerikan yapımı fırkateyn.
Başlangıçta Tacoma sınıfı bir devriye gambotu (PG-181) olarak, Rhode Island eyaleti Providence kentinde kurulu Walsh-Kaiser şirketi tersanesinde 1655 inşa numarası ile kızağa konuldu. 15 Nisan 1943’de bir devriye fırkateyni (PF-73) olarak tanımlaması değiştirildi ve gemiye USS Hammond adı verildi. 10 Haziran 1943 tarihinde ödünç verme (Lend-Lease) programı dahilinde İngiliz Kraliyet Donanması’na transfer edildi. 21 adet Colony sınıfı gemiden biri olan tekneye "HMS Antigua" (Antigua-İngiliz kolonisi Antigua ve Barbuda takım adalarının bir üyesi) ismi ve "K-501" borda numarası tahsis edildi.
"PF-73 USS Hammond" 26 Temmuz 1943 tarihinde denize indirildi ve resmi olarak 4 Kasım 1943’de İngiliz Kraliyet Donanması’na teslim edildi. "HMS Antigua" gemisi 2 Mayıs 1946’da Amerika’ya geri dönene kadar devriye ve refakat görevlerine devam etti. Amerikan Donanması kayıtlarından çıkarılan fırkateyn sökülmek amacı ile Pensilvanya’daki Sun Shipbuilding & Drydock firmasına satıldı.
Küçük Kaynarca Antlaşması
Küçük Kaynarca Antlaşması, Osmanlı İ |
mparatorluğu ile Rusya arasındaki 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşını sona erdiren ve Osmanlı Devletinde önemli toprak kayıplarına yol açan antlaşmadır. Güney Dobruca’daki Küçük Kaynarca kasabasında imzalandığından bu adı almıştır.
Osmanlı ordusunun, 1773’te Ruslara karşı kazandığı Rusçuk, Silistre ve Varna zaferlerinin intikamını isteyen Çariçe II. Katerina, Tuna ordusunu takviye etmişti. Başkumandan Mareşal Petro Rumyantsev, Osmanlı ordusunu, merkezinde muhasara için Şumnu’ya doğru hareket etti. Bu sırada rahatsız olan Vezîr-i âzam ve Serdâr-ı ekrem Muhsinzade Mehmed Paşa, düşmanı karşılamak üzere Yeniçeri Ağası Yeğen Mehmed Paşa kumandasında bir kuvvet sevk ettiyse de, bu kuvvetler Kozluca’da mağlup oldu. Rumyantsev’in, bu başarıdan sonra Şumnu önlerine gelip Varna yolunu kesmek suretiyle, Osmanlı ordusunu iâşe ve mühimmattan mahrum etmesi, askerin dağılmasına yol açtı ve orduda on iki bin kişi kaldı. Yanındaki az sayıdaki kuvvetle mukavemet etmenin bir fayda sağlamayacağını anlayan Serdâr-ı ekrem mütareke istemek zorunda kaldı. Sadrazam kethüdâsı Ahmed Resmî Efendi, nişancı rütbesi ile birinci, Reîsül-küttab İbrâhim Münib Efendi de ikinci murahhas tayin olunarak, 12 Temmuz 1774’te Şumnu’dan hareketle Balya Boğazına yakın Küçük Kaynarca kasabasına geldiler. Ruslar tarafının murahhası,General Nikolay Repnin idi. Mareşal Rumyantsev mütareke kabul etmeyerek birinci sulh müzâkeresinde esasları iki tarafça kabul edilmiş olan esaslara göre derhal sulh akdini istediğinden, mecburen teklif kabul olunup, iki günde ve iki celsede antlaşma imzalandı.
Rus başkumandanı, sulh görüşmesi yapabilmek için başlangıçta Kılburun, Kerç ve Yenikalenin Ruslara terkini şart koydu. Osmanlı murahhasları, bütün fırsatların elden çıkması ve kendilerine zaman verilmemesi üzerine, Rus isteklerini çaresiz kabul ettiler.
17 Temmuz 1774 tarihinde imzalanan ve henüz tahta yeni çıkan I. Abdülhamit tarafından tasdik edilen, yirmi sekiz maddelik bu antlaşmaya göre :
Osmanlı Devleti, bu antlaşmayla ilk defa Müslüman ve Türk olan bölgeleri yitirmiş, Kırım Hanlığı ile ona bağlı Kuban ve Bucak Tatarlarının müstakilliğini tanımak durumunda kalmıştır. Bu durum, özellikle İstanbul'da tepkiyle karşılanmış ve sonraki yıllarda Osmanlı Devleti'nin üzerinde Kırım'a müdahale etmesi yönünde baskı yaratmıştır. Rusların Eflak ve Boğdanüzerinde elde ettiği söz hakkı, istedikleri yerlerde konsolosluk açabilmeleri ve Ortodoksların hâmisi sıfatını takınmaları gibi maddeler sebebiyle Osmanlı Devleti, Rusya'nın iç ve dış müdahalelerine açık hale gelmiş ve bu hal, gelecek savaşların zeminini hazırlamıştır.
Küçük Kaynarca Antlaşması ile Osmanlı Devleti;
Bu antlaşmanın başlattığı sürecin devamı olarak, antlaşmadan 9 yıl sonra II. Katerina'nın emriyle Kırım Hanlığı, Rus İmparatorluğu tarafından ilhak edildi.
Özgür Yazılım Vakfı
Özgür Yazılım Vakfı ("Free Software Foundation"; kısaca FSF), özgür yazılım hareketi ve GNU projesini desteklemek üzere 1985 yılında Richard Stallman tarafından kurulan, bir sivil toplum örgütüdür.
Süt
Süt, dişi memelilerin yavrularını beslemek için memelerinden gelen, besin değeri yüksek beyaz sıvıdır. Ayrıca bazı bitkilerin türlü organlarında bulunan beyaz renkte öz suya ve erkek balığın tohumuna da süt denir.
MÖ 8000 yılına ait, Anadolu’da tapınak duvarlarında, evcilleştirilmiş, taşıma, süt ve et temini maksadıyla kullanılan sığırları gösteren çizimlere rastlanmıştır.
İnsanoğlu, 5000 yıldan beri süt içmektedir. Bu konudaki ilk kanıtlar Dicle ve Fırat ırmakları arasında kurulan Sümer Uygarlığı'nın Ur kentinde bulunmuştur. Bir "yaşam mucizesi" diye nitelenebilecek kadar büyük besin değerine sahip olan sütün, insan yaşamındaki yeri insanlık tarihi kadar eskidir. MÖ 26. yüzyıla ait Babil kabartmalarında süt ve süt kesiği temalarının işlendiğini görülebilir.
Yine MÖ 8. yüzyılda Homeros'un yazılarında süt, süt kesiği ve peynirle ilgili anlatımlara rastlanır.
İncil'de de İbrahim Peygamber'in üç meleğe tatlı ve ekşi süt sunduğu anlatılır. MÖ 4. yüzyılda Antik Trakya ahalisi, yoğurt ya da yoğurt benzeri "prokiş" dedikleri bir çeşit ekşi süt üretiyorlardı. Süt işleme tekniklerini bugünkü Rusya, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine tanıtanların da Türkler, Moğollar ve diğer göçebe kavimler olduğu tahmin edilmektedir. Sütün yüzyıllardır sağlığa yararlı bir içecek olduğu söylenir.
Kaliforniya Universitesi'nden Doktor Cedric Garland'ın 20 yıllık bir araştırması, süt tüketen kişilerin daha sağlıklı bağırsaklara sahip olduğunu gösterdi. 20 yıl boyunca 2000 kişiyi inceleyen Garland, günde 2-3 bardak süt içen kişilerde bağırsak sorunlarına, hatta bağırsak kanserine pek rastlamadığını belirtti. Bu yüzden Garland, bağırsak kanserini önlemek için günde 2-3 bardak süt tüketilmesini öneriyor. Tıpkı diğer bilim insanları gibi, Garland da sütün içerdiği kalsiyum ve D vitamininden dolayı bu kadar yararlı olduğunu ileri sürüyor. 1987 yılında yapılan bir araştırmada, Avusturya'da bol miktarda bağırsak kanserine rastlanması dikkat çekti. Haftada en az 2-3 bardak süt tüketmeyen kişilerde, bağırsak kanserine yakalanma olasılığının daha yüksek olduğu tespit edildi.
Uzmanlar, sütte bulunan kalsiyumun bağırsaklardaki, kansere yol açabilen fazla asitleri yok ettiğini ve böylece sindirim sisteminin sağlıklı bir şekilde çalıştığını belirtmektedir. New York Kanser Araştırma Merkezi'nde kanser hastaları incelenip süt içen hastaların kanser hücrelerine bakıldığında, hücre gelişmelerinde yavaşlamaya rastlanmıştır. Böylece, kalsiyumun kanser hücrelerinin gelişimini yavaşlattığı teorisi desteklenmiş oldu. Boston'lu bilim insanları, fermente sütün içerdiği "lactobacillus acidophilus" bakterisinin de bağırsak kanserine karşı etkili olduğunu savunmaktadırlar.
Japon araştırmacılar, her gün süt içerek mide kanserinden de uzak durulabileceğini öne sürmektedirler. Yapılan birçok uluslararası araştırmalarda, süt tüketen kişilerde akciğer kanserine de pek rastlanmadı. Johns Hopkins Üniversitesi araştırmacıları, süt içen kişilerde kronik bronşite pek rastlamadıklarını dile getirdiler. Uzmanlar sütün sigara, alkol ve bol miktarda kahve gibi bağımlılık yapan maddeleri tüketen kişileri bile koruduğuna dikkat çektiler. Yapılan araştırmalarda 1-2 paket sigara içen ve süt tüketmeyen kişilerde, kronik bronşite yakalanma olasılığının daha yüksek olduğu görüldü.
Süt, insanların doğumlarından itibaren aldıkları ilk besindir. İlk günlerinde annelerinin sütüyle beslenen bebeklere, daha sonraları hem anne sütü hem de hayvani sütler verilir. Anne sütü, insan vücudu tarafından üretilemeyen esansiyel amino asitler ve yağ asitlerini içermesinden dolayı zengin bir besin kaynağıdır. Aynı zamanda içerdiği kalsiyum ile diş ve kemik gelişiminin tamamlanmasında birincil rol oynar.
Anne sütünden kesildikten sonra ekstra hayvani sütlerin tüketimi, çocukların ilerde laktoz intoleransı riskini arttırır. İnek sütü yüksek yağ ve kalori içeriği nedeniyle, eğer tüketiliyorsa, çok dikkat edilmesi ve olabildiğince azaltılması gerekir.
Küçük bir yaşta süt tüketimine başlamak kemiklerde kırık riskini azaltmadığı gibi bu riski arttırdığı gözlemlenmiştir.
Zamanla süt tüketiminin (başlıca inek sütü) azaltılması yetişkinlik döneminde laktoz intoleransı ve dolayısıyla sütün sindirilememesinden kaynaklanan hazımsızlığa yol açabilir. Bu durumda vücutta gaz birikimi ve yumuşak gaitaya, karın ağrılarına yol açabilir.
Hayvansal süt ve süt ürünlerinin özellikle 20'li yaşlarda tüketimi yaşlılık döneminde kalça kemiği kırığı/çatlağı riskini arttırdığı gözlenmiştir.
Süt ve süt ürünlerinin uyumluluğu, çeşitliliği ve besleyici olması, bu ürünleri yaşlılar için de değerli kılmaktadır.
Süt ve süt ürünleri gıdalara ilgisini kaybeden kişiler için özellikle önemlidir. Süt çeşitli gıdalarda çeşitli pişirme şekilleri ile kullanılabilir. Soslarda, puddinglerde, kahvaltılarda veya soğuk ve sıcak içeceklerde kullanılabilir. Süt ve peynir besleyiciliği arttırmak için diğer gıdalara eklenebilir (çorbalar, püreler gibi).
Süt ve süt alternatifleri kompozisyonu analizi, 100 gram için:
Homojenizasyon sütün delikleri mikron ölçülerinde olan süzgeçlerden tonlarca basınçla geçirilmesidir. Böylece süt içerisinde yağ kürecikleri parçalanarak, kaymak oluşumu yani süt yağının sütün yüzeyinde birikmesi engellenir.
Şadırvan
Genellikle cami avlularında ortada bulunan, çevresindeki musluklardan ve ortasındaki fıskiyeden su akan üzeri kubbeli abdest yeri.
Ama bazen tek sıra halinde de olabilir. Genel olarak her camide bulunur.
Şadırvanın ortasındaki havuzu, estetik bir kubbe örtüsü kaplar ve sütunlarla çevrilidir. Altıgen veya sekizgen yapıyı çevreleyen saçakların altında musluklar ve oturaklar taş veya ahşaptır. Büyük camilerde şadırvanın yanında bir büyük servi bulunur. Şadırvan da Osmanlı cami mimarisinin temel öğelerindendir ve oymacılık, hat, mermer işçiliği gibi sanatlarla bütünleşmiştir.
Camcorder
Camcorder (okunuşu: "kemkordır"), hem (video) film çekmek hem de oynatmak için kullanılabilen, video (film) kamerası. İngilizce Camera ve Recorder sözcüklerinden türetilmiş bir bileşik kelimedir.
Camcorder sözcüğüne, henüz TDK tarafından bir Türkçe karşılık önerilmemiş olmakla birlikte, 1985 yılında yayınlanan "Işıkizi fotoğrafçılık terimleri sözlüğünde", Günlük olarak tutulan ve geçmişi anlatan kişisel notlara günlük ya da günce, geçmişi anlatan görsel kayıtlara ise izlek denilmiştir. Buna göre, bir olayı görsel olarak anlatan, her türlü kayıt bir izlektir. Bu tanımın, "kaydedilmiş film ya da video görüntüsü anlamına geldiği görülecektir. Aynı sözlükte, video kamerası izçeker, çekilen filmi oynatmak için kullanılan aygıt ise izçözer olarak adlandırılmıştır.
Hareketli görüntüler çeken kameraların tümü (film ya da video kamerası) optik bir yanılsama temeli üzerine kurulmuştur. Buna göre, artarda çekilen resimler, belli bir hızla gösterildiği takdirde, göze, hareket ediyormuş gibi görünür. Gerek film kamerası gerekse video kamerası bu prensipten yola çıkarak geliştirilmiştir.
Tüm video ve film kameraları özü itibarı ile, hareketli gör |
üntüler kaydetmeye yarayan bir fotoğraf makinesi türüdür. Artarda, belli bir hızla (prensip olarak saniyede 24 kare) fotoğraf çekme özelliği olan bir fotoğraf makinesi ile çekilmiş olan görüntüler, aynı hızla gösterilirse, optik bir yanılsama sonucu, hareket ediyormuş sanısı uyandırır. Film sanayi ve videografi bu temel üzerine kurulmuştur.
Hem çekim yapabilen hem de çekilen görüntüyü anında oynatabilen aygıtlar bugünkü şeklini almadan önce, videoyu çeken kişi, kullandığı video kamerayı uzun bir kablo yardımı ile, bir oynatıcı aygıta (izçözere) bağlayarak kullanırdı. Video çekimi yapan kişinin, rahat şekilde hareket etmesini engelleyen bu aygıtlar, bir süre sonra, yerini, daha küçük ve birkaç kilo olan ve çanta gibi omuz üzerinden tek yanlı olarak boyna asılarak kullanılan çanta video oynatıcılara (izçözere) bıraktı. iki parça halinde kullanılan bu aygıtların kullanımı Sony adlı firma tarafından geliştirilen "Betamovie" adlı ilk camcorder piyasaya sürülünceye kadar devam etti. Ancak, bu aygıtların en küçüğü bile, gerek kullanılan teknik açısından, gerekse, boyut açısından, bugünkü avuçiçi aygıtlar ile kıyaslanamayacak kadar iri ve kaba idi.
1970'li yıllarda, Sony adlı bir elektronik firması tarafından geliştirilen "Betamax" adlı aygıt, teknik olarak bugünkü Camcorderin atası kabul edilir. Elde edilen görüntüyü doğrudan, bir manyetik bant üzerine kaydeden bu aygıt, sadece örneksel (analog) ses ve görüntü kaydı yapabilmekte idi.
Bir Camkorder'in en temel özelliği, çekilen görüntüyü, doğrudan, elektro-manyetik bir ortam üzerine kayıt edebilme özelliğidir. Bu ortam, elektro manyetik bir bant (Video kaseti) olabileceği gibi, Veri kayıdı için kullanılan bir CD (Yoğun Teker) de olabilir. Bu kameraların bir diğer özelliği ise, çekilen görüntünün, çekimle eş zamanlı olarak, görüntü sergileyici (görser) denilen bir ekrana aktarılmasıdır. Bu sayede, çekilen görüntü, çekim sırasında, bir ekran üzerinden izlenebilir.
Çekilen görüntü doğal olarak "işlenmemiş", "ham" bir görüntüdür. Bu görüntünün bir "Filme" dönüştürülmesi için, Görüntü işleme yazılımı grubuna giren bigisayar yazılımlarından biri (ya da birkaçı) kullanılarak, istenmeyen bölümlerden arındılması, temizlenmesi ve montajının yapılması gerekir. Bu işleme görüntü işçiliği (Video işçiliği - Videobearbeitung) denir. Ancak çekilen görüntü, istenirse, olduğu gibi bırakılarak da kullanılabilir.
Elde edilen görüntünün, bir telvizyon ekranında izlenebilmesi için iki yöntem vardır. Bunlardan biri, Camcorderi uygun bir bağlantı kablosu yardımı ile doğrudan televizyona bağlamak, ya da, kayıt aracı olan bant ya da CD yi bir izçözer (Video oynatıcı - Videoplayer) ile kullanmaktır.
Galyum
Galyum. Kimyasal sembolü Ga, atom numarası 31 olan kimyasal element. Oda sıcaklığının üstünde 3 katı halde bulunur. Boksit ve çinkonun saflaştırılması sırasında alüminyumla beraber elde edilir. Galyum bir yan üründür. En çok kullanılan bileşikleri galyum nitrit ve galyum arsenik tir. Yarı iletkenlerin yapımında ve kızılötesi alıcılarında kullanılır. Galyum elinize aldığınızda eriyen bir metaldir.
Galyum metali doğada saf halde bulunmaz. Ancak çok kolay elde edilir. Saf bir galyum parlak gümüş renkli cam parçalarına benzer ve insan tenine değdiğinde erir. Galyum metal konteynırlarda ya da cam konteynırlarda dondurularak depo edilir. %60'ı GA (k.n 69) %70'i GA (k.n 72)izotoplarından oluşur. (k.n: kütle numarası)
Galyum (Latince: Gallia, anlamı Galya, Fransa) ve (Gallus anlamı horoz) ilk olarak Lecoq de Boisbaudran tarafından 1875 de keşfedilmiştir. Daha sonra Dimitri Mendeleyev tarafından da periyodik tablodaki yeri belirlenmiştir. Boisbaudran elemente kendi ismini vermek yerine o zamanın kelime oyunundan yararlanarak Fransa'ya verilen latince isim olan galya ya atfen bu ismi vermiş ancak gallusta Lecoq un soyadının Latincesidir ve horoz anlamına gelmektedir.
Seydişehir
Seydişehir, Akdeniz Bölgesi'nin Göller Yöresi'nde Konya'nın güneybatısında Konya iline bağlı bir ilçedir.
Seydişehir’in tarihi MÖ 5500 yıllarına kadar uzanır. Prehistorik Çağ’da (Tarih Öncesi), Psidia (Göller Yöresi) sınırları içindeki Seydişehir çok eski bir yerleşim yeridir. Beyşehir Gölü (Karalis Lacos) ile Suğla Gölü (Trogitis Lacos) arasındaki sulak vadide bu yerleşmenin izlerine rastlamak mümkündür. Bu vadide bulunan höyüklerde yapılan araştırmalar neticesinde Seydişehir’in 10 km güneydoğusundaki Suberde (Gölyüzü Köyü) höyüğünde yapılan kazılarda MÖ 5500-5000 yıllarına ait Neolitik (Cilalıtaş) Çağ yerleşmesinin varlığı ortaya çıkarılmıştır. Bu kazılarda elde edilen pek çok buluntu halen Konya Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmektedir.
MÖ 2000-700 yılları arasında Anadolu’daki pek çok bölgede hüküm süren Hititler’in Seydişehir-Beyşehir arasında varlıklarını gösteren anıtlar ve yerleşme yerlerine rastlamak mümkündür. Seydişehir ve Beyşehir'in Hitit devrine ait kaya kabartmaları ile höyük buluntuları, Hititlerin Beyşehir -Seydişehir arasında uygun yerleşme birimleri kurduklarını ortaya koymaktadır. Seydişehir-Konya karayolu üzerine bulunan Karabulak, Bostandere, Dikilitaş ve Akçalar köylerindeki höyükler, Hitit ve Frig yerleşmelerinin bulunduğu alanlar olarak dikkati çeker.
Anadolu’da Eski Yunan, Roma ve Bizans medeniyetlerinin hüküm sürdüğü Klasik Çağ’da, Seydişehir ilçesi sınırlarında Amblada, Vasada, Arvana, Elita, Dalisandus gibi klasik döneme ait şehirlerin varlığı tespit edilmiştir. Vasada Antik Şehri, Seydişehir'in kuzeydoğusunda bulunan Kestel Dağı'nın eteğindeki vadide, bugünkü Bostandere köyünün Aktepe mevkiinde yer almaktadır. Bu ünlü Roma şehri, Kavak ve Kızılca köyleri arasındaki Amblada şehrine, ayrıca Beyşehir Fasıllar köyündeki Mistya'ya (Asartepe) ana yol ile bağlanmıştır. 1969 yılında Bostandere Köyüne su getirmek üzere Aktepe'de su yolu açılırken bir tiyatro kalıntısının varlığı anlaşılmış, yapılan kazılarda Roma devrine ait bir amfitiyatro kalıntıları ortaya çıkarılmıştır. Vasada şehrinin harabelerine ait kitabe ve mimari parçalara Bostandere köyündeki evlerin duvarlarında halen rastlanır. 1952 yılında Bostandere köyünden Konya Arkeoloji Müzesi'ne bir Zeus kabartması, 1957 yılında da bir yüzünde bir kadın öteki yüzünde bereket boynuzu kabartması bulunan kalker bir Sunak getirilmiştir. Yine Bostandere buluntuları arasında Vasada'da basılmış bir Augustus parası mevcuttur. Konya Arkeoloji Müzesi'nde Seydişehir'in Dikilitaş köyünden getirilmiş bir Roma kandili, Akçalar köyünden bir heykelcik, Çalmanda hüyüğünde bulunmuş bir toprak vazo, Seydişehir'in hemen yanıbaşında bulunan Elita (Vervelit) harabelerinde bulunmuş Roma devri bir Mezar Steli bulunmaktadır. Ayrıca Seydişehir'e 13 km uzaklıktaki Yeniceköy’ün kuzeyinde Hisartepe olarak bilinen yerde amfitiyatronun olduğu bir Roma harabesi vardır. Bu harabelerde bulunan Roma devri aslan heykelleri, Seydişehir'e getirilmiş ve halen Belediye bahçesinde sergilenmektedir.
MS 767-1217 yılları arasında bir Türkmen kabilesinin elinde bulunan Seydişehir’in Selçuklular zamanındaki durumu ile ilgili bilgiler net değildir. Anadolu Selçuklu Beylikleri devrinde Eşrefoğulları Beyliği elinde kalan Seydişehir bu isimle ilk defa bu beylik zamanında kurulmuştur. Rivayete göre, Horasan emiri olan ve annesi tarafından soyu Veysel Karani ve Peygamber’e uzanan bir velî ve seyyid olan Seyyid Harun Veli, 1301 yılında ilahi bir emirle, kardeşi Seyyid Bedreddin ve ahalisi ile birlikte yola çıkar. Bugün Hatunsaray denilen yerde kardeşi hastalanarak vefat eder ve buraya defnederek bir türbe yaptırır. Yoluna devam eden Seyyid Harun Veli, şimdiki Seydişehir’in olduğu yere gelince yolu boyunca kendisine rehberlik eden bulut Küpe Dağı’nın ardında kaybolur ve kendisine işaret edilen yerin orası olduğunu anlar. İlk iş olarak oraya bir cami yaptırır. O zamanki adı "Trogitis" olan Seydişehir’in imarında Eşrefoğlu Mehmed Bey kendisine malzeme yardımında bulunur. Bu yardımlaşma neticesinde aralarında büyük bir dostluk oluşur. O zamanki adı “Süleymanşehir” olan Beyşehir’e ilk defa “Beyşehir” diyen Seyyid Harun Veli’dir. Eşrefoğlu Mehmed Bey de Seyyid Harun’un kurduğu yeni şehre “Seyyid Şehri” Osmanlılar zamanında Medine-i Sani (ilahi emirle kurulan ikinci şehir) (sonradan Seydişehir) adını verir.
Seydişehir, Eşrefoğulları Beyliği’nin İlhanlı Hükümdarı Timurtaş tarafından 1326 yılında sona erdirilmesinden sonra, 1328 yılında Hamitoğulları Beyliği egemeliğine girmiştir. 1381 yılında Sultan I. Murat (Hüdavendigâr) tarafından 80.000 altın karşılığında Hamitoğlu Hüseyin Bey’den Akşehir, Beyşehir, Yalvaç, Şarkikaraağaç ve Isparta ile birlikte satın alınarak Osmanlı egemenliğine giren Seydişehir, Cumhuriyet'e kadar Osmanlı idaresinde kalmıştır. Konya Sancağına bağlı bir kaza olan Seydişehir 1871 yılında belediye, 1915 yılında da ilçe olmuştur. Cumhuriyet kurulduktan sonra, 1928 yılında tekrar ilçelik unvanına kavuşur.İkinci kalkınma planı yılları 1939-1944 döneminde boksit kaynağı bulunmuştur.Yani alüminyumun hammaddesidir. 1967 yapımına başlanılan alüminyum fabrikası 1974 yılında açılmıştır.Tınaztepe Mağarası keşfedilmiştir.
Ankara-Konya-Antalya karayolu üzerinde, Torosların kuzey eteklerinde, Çarşamba Çayı boyunca uzanan verimli bir vadi olan Suğla Ovası'nda bulunur. İlçe merkezinin denizden yüksekliği yaklaşık 1120 m.dir. İlçe merkezi, Konya'ya 85 km, Antalya'ya ise 215 km. uzaklıktadır. 2.207 km'lik ilçe toprakları, kuzeydoğuda Konya(Meram), doğuda Akören, güneyde Ahırlı, Yalıhüyük ve Akseki (Antalya), batıda Derebucak, kuzeybatıda da Beyşehir ile çevrilidir. Kuzeybatıdaki Beyşehir Gölü ile güneydoğudaki Suğla Gölü arasındaki geniş ve uzun arazinin büyük kısmı verimli Suğla Ovası'dır. Bu ova, Beyşehir ve Suğla Gölleri arasında uzanan Çarşamba Çayı ile sulanır. Bölgedeki en yüksek noktası 2.500 metreyi aşan Geyik Dağları, kuş uçuşu mesafesi 100 km.'den az olan Akdeniz'in ılıman ikliminin ilçede de hissedilmesine mani olur. İlçenin iklimi, Akdeniz ve karasal iklimlerinin geçiş özelliğini taşır.Bunun yanı sıra kış mevsimlerinde ilçede her yıl yoğun kar yağışları da görülmektedir.
Cumhuriy |
et dönemine kadar Seydişehir’in nüfusu 3000 civarlarında seyrederken, 1927 yılında yapılan ilk nüfus sayımında ilçe merkezi nüfusunun 3779 olduğu görülmüş, 1965’e kadar nüfusta çok yavaş bir artış olurken 1969 yılında Alüminyum Fabrikasının faaliyete geçmesiyle çok hızlı bir nüfus artışı gözlemlenmiştir. TÜİK 2011 nüfus sayımına göre merkez nüfus yaklaşık olarak 40.375'tir.
Seydişehir Alüminyum Tesisleri
Seydişehir bölgesindeki zengin boksit cevherlerini işlemek için 9 Mayıs 1967 tarihinde Etibank Genel Müdürlüğü ile Tyazpromexport (SSCB) arasında imzalanan anlaşma ile 60.000 ton/yıl kapasiteli birincil alüminyum fabrikası kurulması çalışmaları başlamıştır. Tesis Ocak 1977 yılında % 100 kapasiteye ulaşmış, 8 ay sonra Türkiye’nin içinde bulunduğu büyük enerji sıkıntısı nedeniyle Eylül 1977’de % 50 kapasiteye düşürülmüştür. Temmuz 1980’de kapasite % 75’e çıkarılmış fakat Ağustos 1981’den itibaren devam eden enerji krizi nedeniyle kapasitede dalgalanmalar olmuştur. Daha sonra Haziran 1983'te kapasite % 35’e kadar düşmüştür. Ocak 1984'te % 50, Temmuz 1984'te % 75, Mayıs 1985'te % 100 kapasiteye ulaşılmıştır. Bu tarihten itibaren % 100 kapasiteyle üretime (60.000 Ton/Yıl) devam edilmektedir. Türkiye’de birincil Alüminyum üreten tek kuruluş olan ETİ/Seydişehir Alüminyum A.Ş., 1999 yılında özelleştirme kapsamına alınmış, 2000 yılında kapsamdan çıkarılmış, 2003 Eylül ayında ise yeniden özelleştirme kapsamına alınmıştır. Eti Alüminyum A.Ş. Blok satış yöntemiyle özelleştirilmesi amacıyla 17 Haziran 2005 tarihinden yapılan nihai pazarlık görüşmelerinde en yüksek teklifi 305.000.000 ABD$ ile CE-KA İnşaat Makina Madencilik Petrolcülük Turizm Nakliyat Sanayi ve Ticaret A.Ş. vermiş ve satış gerçekleştirilerek fabrikanın özelleşmesi tamamlanmıştır.
21000 Büyükbaş (4600 İşletme) 28000 Küçükbaş hayvan varlığıyla bölgenin önemli bir hayvancılık merkezidir.6000 kovan varlığı vardır.Seyet Entegre tesilerinde yıllık 400 Ton et işlenmektedir.Ruhsatlı Hayvan Pazarı ve üzeri kapalı,sosyal faaliyetler için de kullanılabilen son derece modern sebze hali de bulunmaktadır.
İlçe genelinde 10 adet Lise, 42 adet İ.Ö.O, 1 Adet Özel İ.Ö.O mevcuttur. Ayrıca Necmettin Erbakan Üniversitesi'ne bağlı Ahmet Cengiz Mühendislik Fakültesi ile Seydişehir M.Y.O mevcuttur.1989-1990 Eğitim-Öğretim yılında Teknik Programlar Bölümüne bağlı Maden Programı ile eğitimine başlayan Selçuk Üniversitesi Seydişehir Meslek Yüksekokulu şu anda Grafik Tasarım, Bilgisayar Teknolojisi ve Programlama, İşletme, Elektrik, Otomotiv ve Makine Programları ile eğitim öğretimini sürdürmekte olup,tüm programlar da ikinci öğretim yapılmaktadır.öğrenci sayısı 1599'dir. Kredi Yurtlar Genel Müdürlüğü'ne bağlı olan Seydişehir Yurt Müdürlüğü 700 öğrenciye hizmet verecek kapasitededir.Ayrıca ilçeye mühendislik fakültesi de kurulmuştur.Kültür bakımından Seydişehir Türkiye'de okumuşluk oranı en yüksek ilçedir.Kozmopolit yapısı ve kendini geliştiren halkı ile de kültür açısından son derece iyi bir durumdadır.
Spartaküs
Spartaküs, (; ) (MÖ 109 – MÖ 71), Roma Cumhuriyeti'nde Trakyalı bir gladyatördür. MÖ 73 - MÖ 71 Spartaküs Galyalılar, Kriksus, Oenomayus, Kastus ve Gannikus ile birlikte Üçüncü Köle Savaşı'nın kaçak köle liderlerinden biridir. Üçüncü Köle Savaşı Roma Cumhuriyeti'nin karşılaştığı büyük çaplı köle savaşlarından arasında yer alır. Küçük savaşları ötesinde Spartaküs hakkında bilinen ve tarihsel söylentileri kalan veriler bazen çelişkili ve güvenilir olmayabilir. Fakat elimizdeki bütün kaynaklar Spartaküs'ün eski bir galdyatör ve başarılı bir askeri lider olduğunu doğrulamaktadır.
Önderlik yeteneğiyle dikkat çeken Trakyalı bir köle olan Spartaküs, bir olasılığa göre Roma ordusundan kaçmış, haydutluk yaparken yakalanmış ve köle olarak satılmıştı. Spartaküs MÖ 73'te kendisiyle birlikte Capua'daki Quintus Lentulus Batiatus'un gladyatör okulundan kaçan 78 arkadaşıyla Vezüv Yanardağı'na sığındı. Gaius Claudius Glaber himayesindeki 300 kişilik Roma ordusunca kuşatılan Spartaküs ve yoldaşları , asma dallarından yaptıkları halatlarla uçurumdan aşağı inerek Romalı askerleri şaşırtıp mağlup etmiştirler. Spartaküs, kendisine katılan ve sayıları 100 bine ulaşan kaçak köle ve gladyatörlerle Lucania'ya doğru yürüdü. Amansız bir çatışma sonucunda Publius Varinius'u yendi ve Thuria ile Metapontion kentlerini yağmaladı. Spartaküs artık Güney İtalya'ya egemen olmuştu. Roma Senatosu birden tehlikenin farkına vardı. MÖ 72'de iki konsülün yönetimindeki güçler Spartaküs'ün üzerine gönderildi. Spartaküs onları yendikten sonra kuzeye, Alpler'e doğru koşusa geçti. Gallia Cisalpina valisi onu durdurmaya çalıştıysa da, yenilgiye uğradı. Köle ordusu artık Alpler'i geçebilir ve güvenlik içinde dağılabilirdi. Ne var ki, kimse İtalya'dan ayrılmak istemedi. Spartaküs, ister istemez güneye yürümek zorunda kaldı. Lucinia'ya geri dönen ordu, orada ilk kez Marcus Crassus'a yenildi. Spartaküs, Sicilya'ya geçmeyi tasarlayarak Messina'ya çekildi. Onları kaçırmaya söz veren korsanlar sözlerinde durmadı. Crassus, köleleri kuşattıysa da, Spartaküs kuşatmayı yararak çekildi. Daha sonra, MÖ 71'de ya savaştan sağ kurtulup Roma'yı terk etti, ya da Romalılar tarafından savaşta öldürüldü. Savaşta öldürülüp tanınmaz hale gelme ihtimalinden dolayı bulunamamış olma ihtimali de vardır ancak cesedine asla ulaşılamamıştır. Romalı general Pompeius, Spartaküs'ün ordusundaki çok sayıda kaçağı yakalayıp öldürdü. 6000 kişiyi tutsak alan Crassus, Appia Yolu boyunca tümünü çarmıha gerdirdi. O dönemdeki inanışa göre tanrıların onu yanına aldığı, koruduğu gibi dedikodular yayıldı. Ancak Spartaküs'e ne olduğu asla öğrenilemedi.
Spartaküs, köle ve yoksullardan oluşan ordusu yıllarca İtalya yarımadasında bağımsız bir şekilde var olmuş ve zamanın yöneticilerine sorun olmuştur. Kendilerine karşı gönderilen sayısız orduyu yenmiş ve Roma Cumhuriyeti'nin yönetim sistemini sarsmıştır. İsyanının eşitlikçi ve özgürlükçü karakteri nedeniyle sol literatürde sahip çıkılan bir kişiliktir.
Almanya'da I. Dünya Savaşı'ndan sonra 1918 yılında yaşanan devrimden sonra 1919 yılında Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg önderliğinde silahlı ayaklanma düzenleyen ve adı daha sonra Almanya Komünist Partisi olan grubun ilk adı Spartaküs Birliği'dir.
Bolivya
Bolivya ya da resmî adıyla Bolivya Çokuluslu Devleti (İspanyolca: "Estado Plurinacional de Bolivia") bir Güney Amerika ülkesidir. Başkenti Sucre olup; La Paz, Cochabamba, Santa Cruz, Potosi diğer önemli şehirlerinden birkaçıdır.
Ülke İspanyol sömürgeciliği döneminde Yukarı Peru olarak adlandırılan bu bölgeye daha sonra Güney Amerika'yı İspanyol boyunduruğundan kurtaran Simón Bolívar'ın anısına Bolivya ("Bolivar'ın ülkesi") ismi verilmiştir.
Bolivya, 1809 yılında İspanya'ya karşı bağımsızlığını ilan etmesine karşın, İspanyol askerlerin ülkeden kovulması çok daha sonra, ancak 1825 yılında gerçekleştirilebildi.
Bağımsızlık sonrası Bolivya'daki siyasal yaşam sık sık kesintiye uğramıştır. Ülke ulusal bağımsızlığını kazandığı 1825 yılından günümüze değin 180'e yakın darbe, ondan fazla değişik anayasa ve seksen civarında cumhurbaşkanı gördü. Cumhurbaşkanlarıdan bazıları yönetimi kan dökerek ele geçirdiler ve yine aynı şekilde kaybettiler.Altı cumhurbaşkanı görev başındayken öldürüldü.
Bolivya'nın komşularıyla özellikle Şili ve Paraguay ile olan ilişkileri dengesiz olmuştur. 1879 yılında müttefiki Peru ile birlikte, sınır anlaşmazlıkları yaşadığı güçlü komşusu Şili'ye saldırdı. Ancak 1883'de biten Pasifik Savaşı Bolivya için tam bir yıkım oldu. Pasifik Okyanusu bölgesindeki kıyı şeridini Şili'ye kaptıran Bolivya'nın okyanus ile olan bağlantısı kesildi ve ülke bir kara devletine dönüştü. Bolivya halkı bu savaşın sonuçlarını bugün bile unutabilmiş değildir.Ülke yine bir sınır sorunu yüzünden 1932 yılında komşusu Paraguay ile savaşa tutuştu. Chaco Savaşı olarak adlandırılan bu savaş 1935 yılında, Paraguay'ın zaferi ve sınır sorununun çözülmesini sağlayan bir barış antlaşmasının imzalanması ile sona erdiğinde, Bolivya tartışmalı bölgenin ancak yüzde yirmibeşini (%25) topraklarına katabildi.
1966 senesinde Ernesto Che Guevara önderliğinde ve Küba desteğiyle başlatılan Bolivya devrim hareketinde, Guevara'nın yaklaşık elli kişiden oluşan ve ELN (Ejército de Liberación Nacional de Bolivia - Bolivya Ulusal Bağımsızlık Ordusu) adı altında eylem yapan gerilla kuvveti iyi donatılmıştı ve dağlık Camri bölgesinde Bolivya düzenli ordusuna karşı bazı başarılar elde etti. Eylül'de ise Ordu iki gerilla grubunu ve liderlerden birini öldürmeyi başardı. Daha sonraları gittikçe başarısızlığa doğru giden bu devrim girişimi, 9 Ekim 1967'da La Higuera'da Che'nin öldürülmesiyle son buldu. Ama Che'nin Bolivya da öldürülmesi bir sempatinin oluşmasına neden oldu. Bunun sonucu olarak Sosyalizme Doğru Hareket Partisinin günümüzde iktidar olmasını sağladı.
Tavşanlı (anlam ayrımı)
Fidel Castro
Fidel Alejandro Castro Ruz (13 Ağustos 1926, Mayarí - 25 Kasım 2016 Havana), Kübalı Marksist-Leninist devrimci ve Küba Devrimi'nin önderi. Yaşamı boyunca ve ölümünden sonra çeşitli lider ve muhalif kesimlerce diktatör olarak da nitelendirilmiştir. Devrim sonrasında, 1959-76 arasında Küba başbakanlığı, 1976-2008 arasında da Küba devlet başkanlığı yaptı. 1961 ile 2011 yılları arasında da Küba Komünist Partisi Birinci Sekreterliği görevini yürüttü. Uluslararası alanda ise 1979-1983 ve 2006-2008 yılları arasında Bağlantısızlar Hareketi'nin Genel Sekreterliğini yaptı.
Orta halli İspanyol göçmeni Ángel Castro y Argiz'in (1875-1956), aşçısı Lina Ruz González'den (Ángel Castro y Argiz'in ilk evliliğinin sona ermesinden sonra nikahlandılar) evlilik dışı doğan beş çocuğundan ikincisidir. İspanya'nın kuzeybatısındaki Galiçya'da dünyaya gelen babası Ángel Castro y Argiz, Küba Bağımsızlık Savaşı sırasında Küba'ya gelen İspanyol askerlerinden biriydi. Savaş bittikten sonra adadan ayrılmış ama kısa süre sonra Küba'ya dönmüştü. Ülkenin doğusundaki Oriente ilinde (1976'da lağvedildi) başarılı bir şeker kamışı yetiştiricisi olmuştu.
Fidel Castro, U |
nited Fruit Company'nin denetimi altındaki yoksul bir yöre olan Mayarí'de yetişti. Oriente ilinin merkezi Santiago'daki Katolik okullarında ve Havana'daki Cizvit lisesi Belén İlahiyat Okulu'nda öğrenim gördü. 1945'te eğitime başladığı Havana Üniversitesi'nden 1950'de hukuk doktoru olarak mezun oldu.
Öğrenciyken, 1947'de Dominik Cumhuriyeti'nde Rafael Trujillo'nun sağcı askeri cuntasına karşı başarısızlıkla sonuçlanan bir devrimci harekete ve 1948'de Bogotá'daki kent ayaklanmalarına katıldı. 1947'de Küba Halk Partisi'ne girdi. 1950-52 arasında avukatlık yaptıktan sonra Temsilciler Meclisi seçimleri için Küba Halk Partisi'nden adaylığını koydu. Ama 10 Mart 1952'de iktidardaki Carlos Prío Socarrás hükümetini deviren Küba'nın eski başkanlarından General Fulgencio Batista seçimleri iptal etti.
1953 başlarında Batista diktatörlüğünü yıkmak amacıyla küçük bir grup oluşturan Castro, 26 Temmuz'da Santiago'daki Moncada Kışlası'na 165 arkadaşıyla birlikte bir baskın düzenledi; ama başarısızlığa uğrayarak tutuklandı. 16 Ekim 1953'te Santiago'daki Küba Yüksek Mahkemesi'nde yapılan yargılamada '"Sayın yargıç siz beni mahkûm edin! Tarih beni haklı çıkaracaktır!"' ("La Historia Me Absolvera") cümlesiyle biten ünlü savunmasını yaptı. Mahkeme sonunda 16 yıla mahkûm oldu. Juventud Adasında 21 ay hapis yattıktan sonra Batista'nın emriyle cezasının geriye kalan bölümü bağışlandı.
1955'te Küba'dan ayrılarak Meksika'ya geçti ve 26 Temmuz Hareketi adlı yeni bir örgüt kurdu. İspanya İç Savaşı'na katılmış olan Kübalı Alberto Bayo'nun yönetiminde gerilla savaşı eğitimi gören örgüt üyeleri 2 Aralık 1956'da "Granma" yatıyla Küba'ya dönerek Oriente'de karaya çıktı. Burada hükûmet kuvvetleriyle girişilen çatışmalarda arkadaşlarının çoğunu yitiren Castro, aralarında kardeşi Raul Castro ve Ernesto Che Guevara'nın da bulunduğu 12 arkadaşıyla birlikte Oriente'nin güneybatısındaki Maestra Dağlarına çekildi. Bu dağlarda iki yıl boyunca Batista'nın kuvvetlerine karşı bir gerilla savaşı yürüttü. Giderek siyasi desteğini yitiren ve bir dizi askerî yenilgiye uğrayan Batista, 31 Aralık 1958'de Dominik Cumhuriyeti'ne kaçtı. Castro 1959'un ilk günlerinde Havana'ya girdi. Hukukçu Doktor Manuel Urrutia Leo devlet başkanlığına, Castro da başbakanlığa getirildi.
Castro hükûmeti, ilk olarak fiyatları ve kiraları düşürdü. Ardından köklü bir toprak reformu başlattı. 40 hektarı geçen toprak bedelleri 20 yılda ödenmek üzere kamulaştırıldı ve halk çiftlikleri olarak işletilmeye başlandı. Önceleri Castro'ya karşı çıkmakla beraber 1959'a doğru gerilla hareketini desteklemeye başlayan Küba Sosyalist Halk Partisi (PSP), Castro ile ilişkilerini geliştirerek etkili bir konum kazandı. Bu durumdan tedirgin olan Urrutia'nın toprak reformunun ertelenmesi yönündeki baskıları üzerine Castro istifa etti; ama halkın yoğun tepkisi karşısında Urrutia, görevinden çekilmek zorunda kaldı. Yerine Osvaldo Doticos getirilirken Castro yeniden başbakan oldu.
Bu sırada toprakların kamulaştırılmasından zarar gören ABD şirketlerinin baskısıyla ABD hükûmeti, Küba'ya karşı ekonomik ambargo uygulamaya başladı. Ekonomisi tek ürüne dayalı bir ülke olan Küba, öteden beri ABD'ye sattığı şekeri SSCB'ye satmaya başladı. ABD şirketlerinin elindeki rafineriler, şeker karşılığında SSCB'den alınan ham petrolü işlemeyi reddedince Castro bu rafinerileri devletleştirdi. Bu gelişme ABD ile Küba'nın arasını daha da açtı. Devrimden sonra ABD'ye kaçan ve John F. Kennedy yönetiminden silah ve mali destek sağlayan Kübalıların Nisan 1961'de giriştiği Domuzlar Körfezi Çıkarması başarısızlıkla sonuçlandı. Castro, çıkarmanın ardından yayımladığı Havana Bildirisi ile ilk kez Küba'nın sosyalist politikalar izleyeceğini dünyaya duyurdu. 1962'de SSCB'nin Küba'ya balistik füzeler yerleştirmesi ve John F. Kennedy'nin Küba'yı deniz ablukasına almasıyla dünya bir nükleer savaşın eşiğine geldi. Bunalım; ancak ABD'nin Küba'da hükûmeti devirmek için artık girişimde bulunmayacağına söz vermesi ve SSCB'nin Türkiye'deki Amerikan füze rampalarının kaldırılması karşılığında nükleer silahlarını Küba'dan geri çekmeyi kabul etmesiyle atlatılabildi. Bununla birlikte Merkezi İstihbarat Örgütü (CIA) Castro'ya yönelik suikast plânları hazırlamayı sürdürdü.
Kruşçev'in Küba Bunalımı sırasında ödün verdiğini öne süren Castro, 1968'e değin bağımsız sosyalist bir politika izledi. Güney ve Orta Amerika ile Afrika'daki devrimleri destekleyici bir tutum aldı. Aynı dönemde Bağlantısızlar Hareketi'nin önderlerinden biri durumuna geldi. 1968'den sonra SSCB ile ilişkilerin düzelmesi doğrultusunda başlayan askeri ve ekonomik yakınlaşma süreci içinde SSCB'ye dönük bir dış politika izledi. 1975'te Angola'daki iç savaş sırasında Angola Halk Kurtuluş Cephesi'ni (MPLA) desteklemek amacıyla Kübalı askerler gönderdi. Bunu Etiyopya ve başka ülkelere gönderilen Kübalı askerler izledi. 1980'lerde Küba'nın yurt dışındaki asker sayısı 40 bine ulaştı.
1961'de Küba Sosyalist Halk Partisi ile birleşme sonucu ortaya çıkan Birleşmiş Sosyalist Devrim Partisi'nin (1965'ten sonra Küba Komünist Partisi) genel sekreterliğini üstlenen Castro, ülke içinde çok yönlü ve kapsamlı politikalar uygulamaya başladı. Okuma yazma seferberliği sonunda okuryazarlık oranı %90'ın üzerine çıktı. Yeni okullar açılarak eğitim olanakları yaygınlaştırıldı. Zenginlik kaynaklarının, ulusal gelirin ve sağlık hizmetlerinin dağılımında köklü değişiklikler gerçekleştirildi. İşsizlik büyük ölçüde ortadan kaldırılırken herkese çalışma yükümlülüğü getirildi. Bütün bunlara karşın tek ürüne dayalı (şeker) Küba ekonomisini dönüştürme yönündeki çabalar başarılı sonuçlar vermediğinden 1970'lerin ortasından başlayarak önemli sıkıntılar yaşanmaya başladı. Bu nedenle SSCB'nin mali desteği büyük önem kazandı.SSCB'nin Küba üzerindeki kuvvetli etkisinin bir başka sonucu da Ernesto Che Guavera'nın SSCB'nin uluslararası çıkarlarına aykırı bir şekilde giriştiği bir takım eylemlerinin engellenmesi olmuştur. SSCB'nin yoğun baskılarından bunalan Che, Küba'da daha fazla kalmayı gereksiz görerek çeşitli uluslararası eylemlere girişmiş ve bu süreç onun Bolivya'da öldürülmesiyle son bulmuştur.
Küba'da 1959'dan sonra ilk kez yerel seçimlerin yapıldığı ve devlet yapısında yeni düzenlemelerin geliştirildiği 1976'da Devlet Konseyi ve Bakanlar Kurulu başkanlığını üstlenen Castro, güçlü ve merkezi bürokrasiye dayanarak toplumsal ve ekonomik yaşamdaki yönlendirici rolünü sürdürdü. Devlet ve parti organlarında eski mücadele arkadaşlarına ağırlık verdi. Silahlı kuvvetlerden sorumlu devlet bakanı olan kardeşi Raul Castro, giderek ikinci adam konumu kazandı. SSCB ve Doğu Avrupa'nın sosyalist ülkelerinde 1980'lerin sonlarında ortaya çıkan demokratikleşme ve piyasa ekonomisine yönelme süreci karşısında Küba yönetimi, sosyalizmin Marksist-Leninist yorumuna bağlılığını sürdürdü. 1989'da Fidel Castro'nun yakın çevresindeki ordu komutanlarının karıştığı yolsuzlukların ortaya çıkarılması yönetimi ciddi biçimde sarstı. Öte yandan SSCB'yle ticaret hacminin gitgide küçülmesi ve Sovyet yardımlarının ortadan kalkması kısa sürede Küba ekonomisi üzerindeki etkilerini göstermeye başladı.
Fidel Castro 31 Temmuz 2006 tarihinde sağlık problemleri nedeniyle yetkilerini geçici olarak başkan yardımcısı ve kardeşi Raúl Castro'ya devretti. 19 Şubat 2008'de de, bir açıklama yaparak, 1976 yılından beri yürütmekte olduğu Küba'nın en yüksek yönetim organı olan Devlet Konseyi Başkanlığı görevini bıraktığını açıklamıştır. Görevden ayrıldıktan sonra "Yoldaş Fidel'in düşünceleri" adıyla yazdığı makalelerde gündemdeki önemli olayları yorumlamıştır. 25 Kasım 2016 tarihinde Fidel Castro, uzun süredir muzdarip olduğu çoklu organ yetmezliğine yenik düşerek hayatını kaybetmiştir. Vasiyeti üzerine cenazesi 27 Kasım'da yakılmıştır.
Mao Zedong
Mao hakkındaki tartışmalar ölümünden yıllarca sonra bile hâlâ devam etmektedir. Taraftarlarına göre Mao, büyük bir devrimci önderdir ve görüşleri Marksizm'in gelişmiş yorumunu oluşturur. Çin'deki destekçileri, Mao'yu 20. yüzyıldaki büyük Çin devletini yaratan siyasi ve askeri lider olarak görürler. Günümüz modern Çin'inin Sun Yat-sen'den sonraki mimarı olarak görülmektedir.
Mao; Sağcı Karşıtı Kampanya, Büyük İleri Atılım, Kültür Devrimi gibi isimler verdiği, kolektifleştirmeyi de kapsayan çeşitli sosyo-ekonomik projeler geliştirdi. Bu projeler sayesinde güçlü, müreffeh ve eşitlikçi bir Çin yaratmayı hedefledi.
Günümüzde Çin'de hâlâ resmen saygı görmekle birlikte Çin hükümeti adını nadiren anmakta, Maoist siyasetten gitgide uzaklaşmaktadır. Ölümünden sonra Mao'nun Çin siyaseti üzerine olan etkisi giderek azalmıştır.
Çin'in Hunan eyaletinde doğdu. Zengin bir köylü ailesinin çocuğuydu. Öğretmenlik eğitimi almak üzere köyden ayrıldıktan sonra, 1911 devriminde Hunan eyalet ordusunda savaştı. Daha sonra okula geri döndü ve fiziksel dayanaklılık ile kolektif hareket üzerine çalıştı.
1918'de mezun olduktan sonra Dört Eylül Hareketi sırasında Pekin'e gitti; burada, ileride kayınpederi olacak Profesör Yang Changji ile karşılaştı. Pekin'de derslerine katıldığı ve kendisini etkileyen diğer kişiler Li Dazhao ve Chen Duxiu'dur. Burada kütüphaneci olarak iş bulmuştu; zaten okumayı seven Mao, Çin ve dünya tarihi ile ilgili birçok eser okudu. Yine aynı yıllarda Yang Kaihui ile tanıştı ve evlendi.
1920'lerde Çin'i gezmeye çıktı. Seyahati yine Hunan'da bitti; ancak artık Çin siyaseti üzerine sabit fikirlere sahipti.
27 yaşında, Temmuz 1921'de Çin Komünist Partisinin Şanghay'daki ilk kongresine katıldı. İki yıl sonraki üçüncü kongrede ise merkez kurul üyeliğine seçildi. İlk Kuomintang-ÇKP birleşik cephesi sırasında Kuomintang'ın Köylü Eğitim Enstitüsü yöneticisi oldu. Yine bu yıllarda, 1927 başlarında yazdığı ""Hunan'da köylü sorunu"" üzerine incelemesi; Mao'nun ilk ciddî teorik yazısı olarak bilinir.
Mao, Çin'de gerilla savaşının örgütleyicisi, planlayıcısı ve lideridir. O zamanlar 400 milyonu bulan bu köylü ülkesinde gerçekleşen devrim, esas olarak Mao Zedong'un eseridir.
1927 bahar ve yaz aylarında Kuomintang'ın birleşik ce |
pheye ihanetiyle ortaya çıkan kaos ortamından zorlukla kaçtı. Karısı öldürüldü. Aynı yıl Hunan'da Güz Hasadı Ayaklanması'nı yönetti, ancak başarısız oldu. Burada da Kuomintang askerlerinin elinden kurtulmayı başardığında kurşuna dizilmeye götürülüyordu. Artık bir avuç kalmış takipçileriyle birlikte Güneydoğu Çin'deki Jinggang dağlarına gitti. Burada 1931-1934 yılları arasında bir kurtarılmış bölgede "Çin Sovyet Cumhuriyeti" kuruldu ve Mao da onun başkanı seçildi. Aynı yıllarda He Zizhen ile tanıştı ve evlendi.
Mao burada Zhu De'nin yardımlarıyla küçük ama etkili bir gerilla ordusu kurdu. Toprak reformu hareketi başlattı. Şehirlerdeki komünist kırımından kaçanlara sığınak sundu. Bu sırada Kuomintang baskısı artarken Çin Komünist Partisi içinde de liderlik yarışı ortaya çıkmıştı. Mao görevinden uzaklaştırıldı. Yerine o sırada Moskova'dan yönlendirilen (veya ÇKP yöneticilerinin Moskova'dan yönlendirildiğini iddia ettikleri) çizgiye sadık olan Zhou Enlai'ın da içinde olduğu kişiler geçirildi. Bunlar "28 Bolşevik" olarak tanınacaklardır.
Komünizm karşıtlarının başındaki isim olan Kuomintang lideri Çan Kay Şek, komünistleri ortadan kaldırmaya kararlıydı. Gerek bu dönemde ÇKP içinde şabloncu çizginin hakim olmasının, gerekse de Çan Kay Şek'in bu kararlılığının neticesi olarak komünistler "uzun yürüyüş" olarak anılan bir geri çekilmeye başladılar. Çin'in güneydoğusundan kuzey batısına kadar yürüdüler; bu mesafe toplamda 9.600 km kadardır. Mao'nun en üst seviyedeki komünist lider olarak tanınması bu yürüyüş sırasında olmuştur. Bunda en etkili olay ise, Zunyi Konferansı ve Zhou Enlai'ın Mao'nun saflarına geçmesidir. Bu konferansta Mao, ÇKP Politbürosu'nun İcra Komitesi'ne seçildi.
1937-1945 arasındaki Çin-Japon Savaşı'nda Japonlara karşı direnişi Uzun Yürüyüş'ün sona erdiği Yan'an'daki üs bölgesinden Mao yönetti. 1942'de ise ÇKP içindeki rakip önderlere karşı düzeltme harekatı başlatarak önderliği kesin olarak ele aldı.
Yine bu dönemde He Zizhen'den ayrıldı ve oyuncu Lan Ping ile (Jiang Qing olarak bilinir) evlendi.
Çin-Japon Savaşı sırasında Mao ısrarla Kuomintang'la bir ittifak arayışına girdi ve başarılı oldu. İttifak kuvvetleri içinde zaman zaman çatışma çıksa ve hatta Kuomintang ÇKP kuvvetlerini çatışmaların büyük bölümünde yalnız bıraksa da sonuç Halkın Kurtuluşu Ordusu'nun ve ÇKP'nin yüz milyonlarca insanın kafasında meşrulaşması oldu. Bu dönemde ÇKP sadece düşman birliklerinden yardım alıyordu; oysa ABD sürekli olarak Kuomintang kuvvetlerini teçhiz ediyordu.
Bununla birlikte o dönemde ABD, Mao'nun kuvvetlerinin önemini daha yeni kavramaya başlamış görünüyordu. Bunun en belli başlı örneği, 1944'de Yan'an bölgesine gönderilen Amerikan diplomatı Dixie misyonudur.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra da ABD Çan Kay Şek kuvvetlerine yardıma devam etti. Oysa bu sırada ÇKP ve Kuomintang arasındaki ittifak sona ermiş ve yeni bir iç savaş başlamıştı. Dolayısıyla ABD açıkça bu çatışmada taraf oluyordu.
Bu dönemde Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği de ÇKP birliklerine yardımda bulunuyordu ama bunlar çok azdı. Ayrıca bu yardımların Japon birliklerinden kalan teçhizatlar olduğu bilinmektedir.
21 Ocak 1949'da Kuomintang kuvvetleri ÇKP kuvvetlerine karşı çok ağır yenilgiler aldı. Kurtuluşun ilanından sonra Kıta Çin'inde kalan son Kuomintang çekirdeği de 10 Aralık 1949'da Chengdu'da yok edildi. Çan Kay Şek de aynı gün Tayvan'a kaçtı.
Çin'in kuruluşu bu savaşlar neticesinde olmuştur. Savaş Çin'de, önce savaş ağaları ittifakı olan Kuomintang partisiyle iç savaş, sonra Japonlara karşı direnme savaşı ve son olarak da bir kez daha Kuomindang partisiyle iç savaş biçiminde gelişmiştir. Mao'nun 1 Ekim 1949'da Pekin'deki Tiananmen Meydanı'nda yaptığı açıklamayla Çin Halk Cumhuriyeti kurulmuştur.
İktidardayken Büyük İleri Atılım'la Çin'in sanayileşmesini sağlamaya çalışmıştır. Stalin'in 1953'te ölümü ve Kruşçev'in 1956 20. Kongre raporuyla birlikte Sovyetler Birliği'yle Çin arasındaki ilişkiler gerginleşmiş, daha sonra da Sovyetler Birliği'nin sosyalist emperyalist bir yönetim olduğu teorileri ortaya çıkmıştır. Mao bu gerginliğin başlarında haklı bir noktadayken daha sonra milliyetçi bir anlayışa kaydı. Bu durum bütün Çin'in geleceğini de etkiledi. 1966'da başlatılan "Büyük Proleter Kültür Devrimi" ile birlikte bütün Çin sathında geniş kapsamlı bir ideolojik eğitim başlatılmış; ama "İki Çizgi Mücadelesi Teorisi" nedeniyle hiziplerin meşru görülmesi sonucu bu da kalıcı bir sonuca ulaşamamıştır. Sosyalizmin inşasında yapılan yanlışlar ve parti içi mücadeleye yanlış bakış, Çin'in uzun bir süre bir ileri bir geri gidiş gelişlerinin de nedenidir.
1954-1959 yılları arasında Mao Çin başkanı olarak görev yaptı. Bu dönemde Pekin'deki Yasak Şehir'de bulunan Zhongnanhai'da kaldı. Yasak Şehir'de o dönemden kalma yüzme havuzu ve diğer binalar hâlâ vardır. Mao çalışmalarını çoğunlukla buradan sürdürüyordu.
İktidarı aldıktan sonra Mao 1958'e kadar süren bir kolektivizasyon kampanyası başlattı. Bu sırada enflasyona karşı sert bir fiyat kontrolü ve eğitimsiz köylü nüfusu için de yaygın bir okuma yazma kampanyası başlatıldı. Toprak, toprak ağalarından alınarak yoksul köylülere dağıtıldı. Geniş kapsamlı sanayileşme programları uygulanmaya çalışıldı. Bu dönemde Çin'in yıllık büyümesi, kültürel gelişme bir tarafa konulacak olursa, %4 - 9 arasındadır.
Yine bu dönemde Yüz Çiçek Kampanyası başlatıldı. Buna göre, herkes Çin'in nasıl yönetilmesini istediğini söylemekte serbestti. İfade hürriyeti tanınmasıyla ÇKP'ye yönelik burjuva liberal çevrelerin eleştirileri de arttı ve bunlar örgütlenmeye başladılar. Parti bunların yapıcı eleştiriler olduğunu düşünüyor ve bu yüzden cesaretlendiriyor ve hoşgörü gösteriyordu. Bununla birlikte birkaç ay sonra tehlike büyüdü ve Sağa Karşı Harekat başlatıldı.
1958'de ise Büyük İleri Atılım başlatıldı. Bu, Sovyet sanayi modelinin dışındaydı; bu yüzden parti içinde de muhalefetle karşılaştı. Buna göre Çin tarımı kollektivize edilecek ve kırsal alanda endüstri özendirilecekti.
Başlangıçta Büyük İleri Atılım gerçekten büyük başarı gösterdi. Ancak Mao'nun da içinde olduğu parti çevrelerinde bu başarının daha da artırılabileceği düşünceleri de yaygınlaştı. Artan sayıda köylüler çelik üretimine kaydırıldı.
Bu nedenlerle 1959'da Büyük İleri Atılım bir felakete yol açtı. Gerçi çelik üretim hedeflerine ulaşılmıştı ama açığa çıktı ki bunların önemli bölümü kullanılamaz durumdaydı.
Yine aynı dönemde Çin-Sovyet ilişkileri de bozuluyordu. Kruşçev bu nedenle Çin'e Sovyet yardımını kesti; buna karşı tepki ise Çin'de Sovyet düşmanlığıyla karakterize olan milliyetçiliğin tırmanması oldu. Artık Sovyetlerle sınır çatışmaları bile görülmeye başlanmıştı. ÇKP tarafında ise ekonomide hatalar sürüyordu. Gerçekçi olmayan miktarda tahıl talep ediliyordu. Böylece savaş sonrası yeniden sanayileşme hamleleriyle bir parça düzelen ekonominin bozulması açlıkla sonuçlandı. Bu dönemdeki felaketin sonuçları tam olarak bilinmiyor. Ancak aralarında Amerikalı tarihçi Edwin Moise'nin de bulunduğu bazı araştırmacılar bu süreçte 12 milyon kadar insanın öldüğünü iddia ediyor.
Bunların sonucu olarak parti içinde çatışmalar da arttı. Liu Shaoqi ve Deng Xiaoping'in de aralarında olduğu bazı liderler Mao'yu iktidardan uzaklaştırarak ona sembolik görevler yüklemek istiyorlardı. Böylece Mao'yu marjinalize etmeye başladılar. 1959'da da Liu Shaoqi devlet başkanı oldu. Mao ise parti başkanı oldu.
Kültür Devrimi'ni başlatan esas olay da parti içi bu muhalefettir. 1966'da başlayan Çin Kültür Devrimi'yle parti hiyerarşisi hiçe sayılarak iktidar doğrudan doğruya Kızıl Muhafızlar'a verildi. Kızıl muhafızlar çoğunlukla gençlerden teşkil edilmişti. Bu birliklere kendi mahkemelerini oluşturma gibi yetkiler dahi verilmişti. Sonuçta yüz milyonların kitle inisiyatifleri bu hareketle ayağa kaldırıldı; ancak bedeli ağır oldu. Ekonomik ve sosyal kargaşa artarken yüzyıllara dayanan kültürel değerler de tahrip ediliyordu. Bu dönemde Mao halefi olarak savaş yıllarından tanıdığı Lin Piao'yu seçti. Ancak çatışmalar öyle noktalara dayanmıştı ki, Lin'in Mao'ya karşı askeri bir darbe düzenlemeye çalıştığı iddia edildi. Lin ise resmi açıklamaya göre Çin'den Sovyet Rusya'ya kaçmaya çalışırken Moğolistan üzerinde şüpheli bir uçak kazasında öldü.
1969'da Mao, Kültür Devrimi'nin sona erdiğini açıkladı. Kültür Devrimi suresince çok sayıda bilim adamı ve aydın tasfiye edildi. Resmi Çin tarihi ise Kültür Devrimi'nin Mao'nun 1976'da ölümüyle sona erdiğini iddia eder. Mao hayatının son yıllarında Parkinson hastalığına yakalandı. Ayrıca akciğer ve kalbi de teklemeye başlamıştı. Komünist Partisi içinde pek çok grup Mao'nun ayrılmasından sonra iktidara sahip olmak için harekete geçerken Mao sessiz kaldı.
9 Eylül 1976'daki ölümünden sonra Çin'de iktidar mücadelesi ortaya çıktı. Bunların birisi daha sonra Dörtlü Çete olarak anılan ve Mao'nun karısının da içinde olduğu gruptu. Bu kişiler kitle seferberliği siyasetine devam edilmesini istiyorlardı. Hua Guofeng'in önderlik ettiği bir diğer grup, Sovyet modelinde bir merkezi planlamayı savunuyorlardı. Reformistlerin lideri olan Deng Xiaoping ise Çin ekonomisinin faydacı bir siyaset temelinde inşasını savunuyordu ve ekonomik ve siyasi gelişmelerde ideolojinin tayin edici önemini reddediyordu. Sonuç olarak iktidarı Deng Xiaoping kazandı.
Kumtaşı
Kumtaşı, kum tanelerinin doğal bir çimento maddesi yardımıyla yapışması sonucu oluşan fiziksel tortul bir taştır. Bir kumun doğal çimentolaşmasından doğan ve kuvars taneleri oranı yüksek olan tortul kayaç; kumtaşı inşaatta, yol ve kaldırımlara taş döşemede, çok ince olanları da bileme taşı olarak kullanılır.
Kalkerli kumtaşı, içinde kireçyaşı taneleri bulunan yeşilimsi bir tür kumtaşı.
Kırmızı kumtaşı, kuru iklim etkisiyle, önce sırasında (eski kırmızı kumtaşı), sonra (yeni kırmızı kumtaşı) kuzey kıyılarına çökmüş karasal kökenli, gölsel fasiyesli kırmızı çökel.
Kumla kumtaşı, kireçtaşının (kalsit, aragonit) etkisiyle genellikle denize doğru eğimli banklar biçiminde (3 m'ye kadar) çimentolaşmış, kimi kez |
mercan kökenli olan kumla kumunun ufalanabilen taşlaşması. Kumla kumtaşlarının genellikle tropikal kıyı kumsallarında görülmesi çevrebilimsel (karbonatlı mercan çökelleri) ve kimyasal (buharlaşma gücü) koşullarla açıklanır.
Kumtaşı tortul dizilerde çok sık rastlanan bir kayaçtır, az çok düzenli banklar ya da mercekler biçiminde bulunur. Rengi genellikle açık, griye çalan sarımsı beyazdır, ancak çimentosu, içerdiği demir oksitlerin sarı, kırmızı ya da yeşil rengini almış olabilir. Çimentolaşma derecesi değişkendir ve kullanıldığı alanı da bu derece belirler. Taneleri sıkıca birleşmişse ve hem birbirlerinden hem de çimentodan ayırt edilemiyorsa, bu kumtaşına kuvarsit denir.
Kumtaşları şu ölçütlere göre sınıflanır:
Kumtaşı oldukça gözeneklidir ve oranı çimentolaşma düzeyine göre değişir. Önenmli su örtüleri oluşturabilir ya da hidrokarbonlar içerebilir. Çözülebildiğinde, yeniden arenitli çökeller oluşur.
Kimi kumtaşları, yerel olarak, belli bir yerbilimsel oluşumun göstergesidir ve bu durumda adı bir katın adının eşanlamlısı olarak kullanılır: Armorik kumtaşı (Fransa'nın batısında silures katı), eski kırmızı kumtaşı (devon katı), yeni kırmızı kumtaşı (perm katı), alacalı kumtaşı (trias), mavi kumtaşı (etampes katı).
İpsala
İpsala Marmara Bölgesi'nin Trakya kesiminde, Edirne iline bağlı, yüzölçümü 753 km² olan bir ilçedir. Kuzeybatıda Meriç, kuzeydoğuda Uzunköprü, doğuda ve güneyde Keşan, güneybatıda Enez ilçeleri ile çevrilidir.
Edirne'nin güneybatısında yer alan İpsala alçak tepelerle engebeleşmiş, dalgalı düzlüklerden oluşan bir doğal yapı gösterir. Kuzey ve doğu kesimlerinin 100 - 300 metre arasında değişen yükseltiler, Batı kesimini ise aşağı Meriç ovasının bir parçasını oluşturan İpsala Ovası kaplar. Meriç Irmağı ve kollarıyla sulanan ve sık sık su baskınına uğrayan ova 1960’larda Meriç Irmağı boyunca yapılan setlerle ilin en büyük ve verimli tarım alanlarından biri durumuna getirilmiştir. Batıda Meriç, kuzeybatı'da da Ergene Irmakları ilçenin doğal sınırını çizer. Ergene Irmağı'nın kollarından Basamaklar Deresi üzerinde sulama ve taşkın önleme amacıyla kurulan Altınyazı Barajı göl alanının bir bölümü, Yeni Karpuzlu Göleti ve Sultanköy Barajı da ilçe sınırları içindedir.
İklim yazla kış, gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkları ile dikkat çeker. Karasal iklim hüküm sürer. Yağışlar kış ve bahar aylarında toplanır. Çeltik ekimi nedeniyle yazın nem oranı fazladır.
İpsala ilçe merkezi İpsala ovasının kuzeydoğusundaki bir tepenin yamacında kurulmuştur. İlçenin 2 km güneyinden geçerek Yunanistan sınırındaki İpsala sınır kapısına ulaşan E-25 karayolu, Keşan’da Eceabat’tan gelen E-24 karayoluyla kavşak yapar. Bu karayolu kasabadan geçen bir yolla Havsa ve Silivri yakınlarındaki iki yerden E-5 karayoluyla birleşir. İpsala ilçesi il merkezi Edirne’ye 108 km uzaklıktadır.
İlçenin bulunduğu bölge çok eski bir yerleşim bölgesidir. Bölgeye ilk gelenlerin MÖ 4000 yıllarında Trak kavimleri olduğu bilinmektedir.
MÖ XII. yüzyıla kadarki 800 yıl boyunca yeni yeni Trak boyları gelip, bölgeye ve Doğu Trakya’ya yerleşti. Balkan Yarımadası'nın birçok kısmı bu gelen akım ile doldu. Traklar, Balkan Yarımadası'na maden devri medeniyetini getirdiler. Onlardan kalma paralar, Trakların yazı bildiklerini ve kullandıklarını göstermektedir. Buradan çıkarılan şu ki, ilçemizde İlkçağ, Bölgeye gelen Traklar Meriç havzasının orta ve aşağı bölümlerine yerleşmişlerdi.
Pers İmparatoru I. Daryüs (Büyük Dara), MÖ VI. yüzyıl sonlarında ilçemizin bulunduğu bu bölgeyi imparatorluğuna eklemiş, Traklar Pers İmparatorluğu'nun zayıflama döneminde, aralarında birleşip isyan çıkarmışlardır. Trez Atlı Boy Beyi Başkanlığı'nda bir Trak Devleti kurmuşlardır. Bu kurulan Türk Trak Devletinin Başkenti Kypsala (İpsala) idi.
Başkenti Kypsala (İpsala) olan Trak boyu (Odrisler) bu bölgede yıllarca egemenlik sürmüşlerdir. Edirne ilini de başkenti Kypsala (İpsala) olan Odrisler kurmuşlardır.
I.Murat’ın kumandanlarından Evranos Bey tarafından 1356 yılında alınmış olan İpsala İlçesi’nin Osmanlı tarihinde önemli bir yeri vardır. O tarihte çayır olan bugünkü çeltik ekili sahalarda Osmanlı Ordusu’na at yetiştirilirdi. İyi cins kısrak sürüleri, azgın aygırları yanlarında bu otlar üzerinde yaz kış dolaşırdı. Binilecek çağa gelen taylar bu çayırlarda kementlerle tutulur, Edirne’ye götürülür donatılır, eğitime tabi tutulurdu. Osmanlı Ordusu’na giren İpsala tayları, Türk Akıncılarını zafer yollarına taşır dururdu. İpsala yüzyıllarca Osmanlı Süvari Ordusu’na at yetiştirilen bir kaynak olmuştur.
İpsala ilçesi önce Sofulu’ya Balkan Savaşı’ndan sonra da İbriktepe’ye bağlı nahiye idi. 1928 yılında kaza olmuştur.
Aşağı Meriç Havzası'nın önemli bir bölümü İpsala ovasıdır. Yunanistan sınırı ile İpsala ilçe merkezinden Eneze kadar olan bölümde genellikle çeltik üretimi yapılmaktadır.
Ülke Çeltik Üretiminin yüzde otuzbeşi İpsala ovasında yapılmaktadır. Ekilebilir arazi miktarı 2000 yılı verilerine göre 561.360 dekar olup bunun 159,580 dekarında sulu tarım, 401,780 dekarında ise kuru tarım yapılmaktadır.
İlçede aile ziraatinin yanı sıra tarımsal amaçlı sulama kooperatiflerinin sayılarında da artış olmaktadır. İpsala İlçesi'nde çiftçi ailelerinin işledikleri arazi toplamı 9.021 dekardır.
İlçede yetiştirilen diğer başlıca ürünler ayçiçeği, buğday,şeker pancarı, domates bunun yanı sıra fasulye, susam, mısır ve arpa ekimi de yapılmaktadır.
İpsalanın ünlü baldo pirinci ortalama 750 kg/da ürün vermekte olup kendine özgü tadı ile sofralarımızın en çok tercih edilen Pirinç çeşididir. Ayrıca İpsala Ovası'nda Yine Baldo gibi uzun taneli pirinç çeşitleri içerisinde Rocca da önemli ölçüde yer almaktadır. Veneria, Krasnovski, Plovdiv gibi çeşitlerin yanı sıra melezleme türleri olan Osmancık, Ergene, Serhat ve İpsala tohumluklarında son yıllarda üretimi artmıştır.
İpsala Gümrüğü Edirne'nin Kapıkule'den sonra ikinci büyük sınır kapısıdır. E-25 karayolu ile Yunanistan ile Türkiye'yi birbirine bağlayan İpsala Köprüsü'nün bitişiğinde 11,000 m² alan üzerine 1956 yılında kurulmuştur. İpsala Gümrüğü 2002 yılı Eylül ayında 105,000 m² alan üzerine kurulu yeni Gümrük Tesislerine taşındı. 5 giriş ve 5 çıkışı olan ve Yap-İşlet-Devret modeliyle 5.5 ayda inşa edilen ve yaklaşık 5 Milyon dolara malolan İpsala Gümrük Sahası Türkiye'nin modern sınır kapılarından biridir.
Güney Avrupa'da çalışan vatandaşlarımızın tercih ettiği İpsala Sınır kapısı, Tır Taşımacılığında da önemli bir paya sahiptir.
İpsala Gümrüğünden 2001 yılı rakamlarına göre 1 milyon yolcu giriş çıkış yapmıştı. Yine 2001 yılı rakamlarıyla giren araç sayısı 140,574 çıkan araç sayısı ise 149,000 dir.
İpsalaspor 1940 yılında Kemal Fırtına tarafından kurulmuştur.
Kadıköy
Kadıköy, İstanbul'un Anadolu Yakası'nda yer alan ilçesi. Kocaeli Yarımadası'nın güneybatı kesiminde bulunan Kadıköy, batı ve güneyde Marmara Denizi, kuzeyde Üsküdar, kuzeydoğuda Ataşehir ve doğuda Maltepe ilçeleriyle çevrilidir.
Marmara sahilleri boyunca Haydarpaşa'dan Bostancı'ya dek kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda oldukça uzun bir sahil şeridine (yaklaşık 21 km) sahip olan Kadıköy'de kıyı şeridi ve buna paralel uzanan ana ulaşım güzergahları yerleşme yapısını belirlerken, daha geride yer alan D-100 Karayolu ilçenin kuzey sınırını oluşturur.
Kadıköy'deki yerleşmenin başlangıcını oluşturan tarihsel çekirdek, Haydarpaşa Koyu ile Moda Burnu'nun oluşturduğu alanda yer almaktadır. İlçeye adını veren yerleşme merkezi ve asıl Kadıköy semti kabaca kuzey ve kuzeydoğuda demiryolu, doğuda Kurbağalıdere ve Kalamış Koyu, batıda ise Marmara Denizi ve Haydarpaşa Koyu'nun sınırladığı bir alan olarak düşünülebilir. Bugün bu alan Kadıköy Çarşısı, Yeldeğirmeni ve Moda gibi tarihi yerleşme alanlarını da içeren Rasimpaşa, Osmanağa ve Caferağa mahallerinden oluşmaktadır.
Kadıköy, ancak 19. yüzyıl'da sürekli iskan sahası haline gelip İstanbul kentiyle bütünleştiğinden, İstanbul'un diğer tarihi semtlerine nazaran şehir tarihi içinde oldukça genç bir yerleşme olarak kabul edilebilir. Bununla birlikte Anadolu Yakası'nın en eski yerleşim birimlerinden olan Kadıköy bugün de yakanın en işlek noktası durumundadır. Kadıköy'de Osmanlı döneminden kalma yapılara da rastlanır.
Kadıköy ilçesi kent ulaşımı açısından önemli bir konuma sahiptir. İstanbul'un çeşitli semtlerini birbirine bağlayan bazı ana ulaşım yolları Kadıköy İlçesi'nden geçer. 2015 yılında gerçekleştirilen "İstanbul'da Yaşam Kalitesi Araştırması"nda tüm ilçeler arasında 2. sırayı almıştır.
İlçenin Antik Çağ'da adı olan "Kalkedon" Yunanca “bakır” anlamına gelen Halkis Χαλκίς)kelimesiyle ilişkili olup, Özhan Öztürk'e göre aynı dönemde Yunanistan'da Euboea’da bakır madenlerine yakın konumlanmış olan Halkis, Aetolia’da Halkia Χάλκεια), Epirus’da Haliki gibi benzer isimli kentler bulunduğunu iddia etmiştir. Yunan tarihçi Herodot, Megabazus adlı Pers yazarın kenti kuranların kör olması gerekir dediğini aktarmış bu sözü zamanla folklorik bir anlatıya dönüşmüştür. Yer değiştiren bir kavim yeni yerleşimlerine nasıl ulaşacaklarını öğrenmek için bir kahine danışır. Kahin kavimdekilere körlerin ülkesinin karşısına yerleşmelerini söyler. Bugünkü İstanbul'a ulaşan kavim bulundukları taraf boş iken karşı kıyıda bir yerleşim olduğunu fark eder. Bulundukları yerin avantaj ve güzelliklerini fark edemeyen karşı kıyıdaki insanların ancak kör olabileceklerini iddia edip İstanbul'a yerleşirler. Böylece bugünkü Kadıköy yöresindeki yerleşim körlerin yeri anlamındaki Kalkedon adını alır. İstanbul'un fethinden sonra Kalkedonya'nın yönetimi, II. Mehmed tarafından İstanbul kadısı Hızır Bey'e verildiği için, yerleşmenin "Kadıköyü" adını aldığı sanılmaktadır.
İlçe sınırları içinde Göztepe (235 m) gibi önemli yükseltiler olmasına karşın, Kayış Dağı ve Çamlıca eteklerinden Marmara Denizi'ne doğru uzanan hafif dalgalı düzlükler ve taşlı eğimler tüm araziye hakimdir. Bu oldukça düz arazi üzerinde Fikirtepe, Acıbadem, Altıyol, Küçük Moda (Cevizlik) ve Koşuyolu öbür önemli tepe noktalarını oluşturmaktadır.
Haydarpaşa ve Kalamış koyları ile Moda ve Fene |
rbahçe burunlarının yer aldığı hareketli bir kıyı çizgisi yer almaktadır. Fenerbahçe Burnu ile Bostancı arasında sahil şeridi fazla girintili çıkıntılı olmayan oldukça düz bir çizgiye sahiptir. Ancak sahil şeridi yapılan dolgularla doğal özelliğini önemli ölçüde yitirmiştir.
Kadıköy'ün başlıca akarsuları Kuşdili Deresi (Kurbağalıdere), Çamaşırcı Deresi (Bostancı Deresi), Turşucu Deresi ve Seyit Ahmet Deresi'dir.
Kadıköy'ün kuruluşu İstanbul'un kuruluşundan çok eski yıllara dayanır. Fikirtepe'de 1942 ile 1952 yılları arasında yapılan kazılarda MÖ 3000 yıllarına ait aletler ve insan iskeletleri bulunmuştur. Ayrıca balık, köpek, koyun, keçi kemiklerine rastlanmıştır. Bulunan araçlar arasında taştan çekiç, kemik, keramik, taş ağırşakları, bronz eserler, inci taneleri, firuze taşından eserler de vardır.
Moda Burnu'nda Kalkedon kentinde Fenikelilerden kalma kandiller, vazo kırıkları, öküz heykeli, pişirilmiş balçıktan sakallı erkek başı, Kalkedonya Kitabesi'nin yazıldığı bronz levha bulunmuştur.
Fikirtepe'deki Karhadon, Moda Burunu'ndaki Kalkedon kentleri, Fenikelilerin Karadeniz kıyılarında kurdukları kentlere hareket ermek için durma, gereksinimlerini tamamlama merkeziydi.
İyonya'dan (Anadolu'nun Ege Denizi kıyılarından) gelen ve Yunanistan'a inen Akaların bir kolu MÖ 675 yıllarında Fikirtepe ve Moda'daki iki Fenike kentini aldı. Bugün Bahariye, Mühürdar, Moda semtlerinin bulunduğu yerlere yerleştiler. Kalkedon şehrini genişlettiler. Kısa süre içinde İzmit'e kadar olan bölgeyi el geçirdiler. Buralarda Kalkedon Devleti'ni kurdular. Anadolu'nun içlerinden gelenleri bu topraklara yerleştirdiler. Başkent Kalkedon (Kadıköy) oldu. Ülkenin adına Kalkedonya deniyordu. Kalkedonyalılar savaşçı ve uygarlıkta ileriydiler.
Kalkedonyalılar bugünkü Haliç'in Unkapanı'yla Eyüp arasında oturan Traklarla, Fenike kentleriyle, İzmit'teki Bitinyalılarla, Bergama Devleti'yle ticaret yaparlardı.
Haydarpaşa Deresi'nin düzlüklerinde hipodromları, tapınakları vardı. MÖ V. yüzyılda Kral Periyut, "talen" adı verilen madeni paralar çıkardı.
Kalkedonyalılar şehrin savunmasını da düşünmüşlerdi. Perslerden, Bitinyalılardan, Gotlardan korunmak için Haydarpaşa çayırıyla Kuşdili çayırı arasında bir hisar yapmışlardı. Sonradan doğudan ve batıdan gelenler buradaki surları ve eserleri yıktılar.
Kalkedonyalılar cam eşya, altından küpe, yüzük gibi süs eşyası yapmasını ve mermeri işlemesini iyi biliyorlardı. Kentlerinin kapısına "Khalkedon" yazılı kitabeler asarlardı.
MÖ 658 yıllarında Yunanistan'ın Korent kanalı dolaylarından kurtulmak, daha verimli topraklarda yaşamak için kendilerine yeni bir yurt aradılar. Delf Tapınağı'nın kâhini, Megara Kralı Vizas'a "Körler ülkesinin karşısındaki yerler size yurt olacak" dedi.
Kral Vizas halkıyla birlikte yurt aramaya çıktı. MÖ 650 yılında Sarayburnu'na geldi. Sarayburnu'ndan etrafına bakınca buranın güzelliğine şaştı. Kalkedonyalıların bu kadar güzel, bu kadar yaşamaya elverişli yeri göremeyip boş bıraktıklarına göre kör olması gerektiğini düşündü ve kâhinin dediği, körler ülkesinin karşısındaki yer burasıdır diye Sarayburnu'nda konakladı. MÖ 608'le 600 yılları arasında Sarayburnu'nda kendi adını verdiği "Bizans" şehrini kurdu.
Pers Kralı Dârâ (Darius) İskitlerle savaşa giderken Kalkedonya'yı da aldı. Bunun üzerine Kalkedonyalılar Bizanslılarla birlik olarak Dârâ'ya karşı savaştılar. Dârâ, Kalkedonyalıların evlerini, tapınaklarını, kentlerini yaktı, yıktı. Dârâ, Fenikelilerle birlik oldu. Kalkedonyalılar önce İyonlarla, sonra Bizanslılarla birleşip yeniden savaşa tutuştular. Kalkedonyalılar savaş alanını bırakıp kaçtı. Fenikeliler donanmalarıyla Bizanslılara saldırdı, Kalkedonya'yı yakıp yıkarak ele geçirdiler.
Kalkedonya Perslerin eline geçmişti. Makedonya Kralı İskender, Persleri yenip Pers kentleriyle birlikte Kalkedonya'yı da aldı.
MÖ 281 yılında Bitinyalılar Marmara kıyılarındaki kentlerin çoğunu ellerine geçirdiler. Kalkedonya'yı da aldılar. Kalkedonya bir ara özgür kalmışsa da çok geçmeden Romalıların yönetimine girdi. Makedonya Savaşı sırasında Kalkedonyalılarla Romalılar anlaştılar. Romalılar Kalkedonyalılara savaş gemileri göndererek askeri yardım yaptılar.
Kalkedonya 561 yılının 21 Mart'ında Arapların saldırısına uğradı, 667 yılında Araplar yeniden İstanbul kıyılarında görüldüler. Kıyı kentlerinden birçok tutsak alıp ülkelerine döndüler.
Haçlı savaşlarında da Haçlı orduları birkaç kez Kalkedonya'yı çiğnediler.
781 yılında Abbasi Devleti Halifesi Harun Reşit'in komutanlarından Malatyalı Battal Gazi Kalkedonya'yı aldı. Bu tarihten sonra Kalkedonya adı yerine Gaziköy adı kullanılmaya başlandı.
Kutalmışoğlu Süleyman Şah 1080 yılında Kalkedonya'yı Anadolu Selçuklu Devleti'ne kattı. Fakat bir süre sonra son kez Bizanslıların eline geçti. 1096 yılında Haçlı orduları Kalkedonya'dan Asya'ya geçtiler. Daha sonra dördüncü Haçlı orduları 1204'te Kalkedonya'yı İstanbul'la birlikte işgal ettiler. Yakıp yıktılar, yağmaladılar, anıtlardaki değerli madenleri söktüler.
Antik kaynaklara göre Khalkedon şehrinin dört limanı vardı. Biri bugünkü Kadıköy Meydanı’ndaki, ikincisi Fenerbahçe Burnu’ndaki Hiera Limanı, üçüncüsü Fenerbahçe burnunun kuzey tarafındaki Eutropo, dördüncüsü Kurbağalıdere çevresinden Kalamış Koyu’na doğru olan kısımda yer alır. Ayrıca şehre ait tiyatro, hipodrom, Constanius Sarayı, Ayai Eufemiave, Ayaios Yeoryios kiliseleri ile çeşitli yapıların varlığı bilinse de bugüne yerüstünde herhangi bir kalıntıya ulaşmamıştı. Ancak Altıyol civarı ile 1970'li yıllarda Osmanağa Camii yakınlarında yapılan çeşitli inşaat kazılarında pişmiş toprak ve mermerden su künkleri ile sur duvarlarına rastlanmıştı. Bazı altyapı ve inşaat çalışmaları sırasında rastlanan arkeolojik kalıntılar nedeni ile İstanbul Arkeoloji Müzeleri az sayıda kurtarma kazısı yaptı. Bu kazılardan M.Ö. 6. yüzyıl (Arkaik Dönem) ile Roma Dönemi’ne (M.Ö 1-M.S.4. yüzyıl) tarihlenen birçok eser ortaya çıkartılmıştı ve bunlardan bir bölümü hâlen müzenin ‘Çağlar Boyu İstanbul’ sergi salonunda sergileniyor.
1987 yılında Altıyol’da Arkeoloji Müzeleri’nin yapmış olduğu kurtarma kazısı sırasında 6 adet lahit ile birlikte bir podyum ile çok sayıda depo ve mutfak kapları da bulunmuştu.
Arkeologlar Derneği'nin 2013 yılında hazırladığı raporda Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu'nun bulunduğu alan SİT Alanı ilân edilerek kurtarma kazıları yapılması isteniyor. Raporda, "Tarih sahnesinde önemli bir yeri olan Khalkedon antik kentinde sistemli hiçbir araştırma maalesef yapılmamıştır. Antik kent içerisinde yapılan hiçbir inşai faaliyet denetim altında yapılmamıştır. Çok az sayıda ihbarın sonucunda yapılan kazılar dışında herhangi bir kazı çalışması gerçekleştirilmemiştir. Çok büyük bir kısmı tahrip olan kentte en azından bugünden itibaren denetimli inşaat faaliyetleri yürütülmesi sağlanıp kent ile ilgili bilgiler toplanmalıdır. Antik Khalkedon’un sınırları tam olarak belirlenip III. derece arkeolojik sit ilan edilerek inşaai faaliyetlerin denetim altında yapılması sağlanmalıdır." deniyor.
Stat, eski haritalara göre antik Khalkedon kentinin tam kalbinde yer alıyordu. Antik kente ait saray, tapınak ve hipodrom kalıntıları da bu bölgedeydi.
Kadıköy’deki yerleşmenin başlangıcını oluşturan tarihsel çekirdek Haydarpaşa Koyu ile Moda Burnu’nun oluşturduğu alanda yer alır. Bugün bu alan Kadıköy çarşısı, Yeldeğirmeni ve Moda gibi tarihi yerleşme alanlarını da içeren Rasim Paşa, Osman Ağa ve Cafer Ağa mahallelerinden oluşuyor.
MÖ 1000 yılları civarında Fenikeliler tarafından Fikirtepe’de çeşitli kaynaklardan ‘Harhadon’ adı ile anılan bir ticaret kolonisi oluşturulduğu da biliniyor.
Arkeologlar Derneği raporunda bölge şöyle tarif ediliyor: "Bu dönemde Kuşdili Deresi bir haliç şeklindedir ve kıyı çizgisi de bugüne göre içeride kalan Fikirtepe - Hasanpaşa arasına kadar uzanır. Daha sonra bu yerleşmenin karşısında Moda Burnu ile Yoğurtçu arasında ‘Khalkedon’ (Bakır Ülkesi) adıyla ikinci bir yerleşme daha oluşur. Bilicilik merkezi Apollon Tapınağı ile ün salan Khalkedon’un merkezini oluşturan yer, bugün Kalamış ve Haydarpaşa koylarının arasındaki tepelik burun üzerinde yer alır, yerleşmenin surları bugün Altıyol, Sakızağacı, Mühürdar, Söğütlüçeşme arasında, kabaca dikdörtgen oluşturacak şekilde uzandığı düşünülmektedir. Muhtemelen Altıyol civarında bir kapı vardı ve şehrin Kalamış Koyu’na bakan kesiminde de mezarlıklar bulunmaktadır."
Kadıköy 1353 yılında Orhan Bey zamanında Osmanlı İmparatorluğu topraklarına katıldı. Fatih Sultan Mehmet 29 Mayıs 1453'te İstanbul'u aldığı sırada Kadıköy'ün yönetimini İstanbul Kadısı Hızır Bey Çelebi'ye verdi. Bu tarihten sonra da ilçe Kadıköy adıyla anıldı. Kadı Hızır Bey zamanında ilçede sekiz yüz ev vardı. Evliya Çelebi Seyahatname'sinde, onun yaşamış olduğu on yedinci yüzyılda Kadıköy'ün bir Müslüman mahallesi, yedi Rum mahallesi, altı yüz bağı bulunduğu, yeldeğirmenlerinin işlemekte olduğu yazılıdır. Merdiven Köyünde Şahkulu ve Göztepe'de Gözcübaba isimli Bektaşi Tekkeleri bulunmaktadır.
18inci yüzyıldan itibaren kent genişledi, yazlık semtler oluştu. Tanzimat devrinde Kızıltoprak, II. Abdülhamit zamanında Fenerbahçe semtleri yerleşme alanı oldu, yeni köşklerle, binalarla süslendi.Tanzimat Devrinde belediye işleri İstanbul Şehir Emaneti'ne bağlıydı. 1869'da Kadıköy, Üsküdar Sancağı'na bağlandı.
I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti yenilince 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkes Antlaşması uyarınca 13 Kasım 1918'de İstanbul ve Kadıköy'e İngiliz, Fransız, İtalyan ve Amerikan askerleri girdi. İlçenin çeşitli yerlerine kendi askeri karakollarını kurdular. Yabancılar yönetimi ellerine aldılar. Kurtuluş Savaşı'nın zaferle sonuçlanması ve Lozan Barış Antlaşması'nın imzalanması üzerine beş yıl kadar süren işgal günleri sona erdi. İstanbul'la birlikte Kadıköy de 6 Ekim 1923'te Kurtuluş Gününün sevincini yaşadı.
1869'dan 1930'a kadar Üsküdar Sancağı'na bağlı olan Kadıköy, 23 Mart 1930'da ilçe yapıldı. Kadıköy ilçesi'nin eskiden iki bucağı vardı. Erenköy ve Kızıltoprak bucaklarına daha sonra Merkez Bucağı da eklendi. Daha önce İstanbul Belediyes |
i'ne bağlı bir şube olan Kadıköy Belediyesi, 1984'te yapılan bir düzenlemeyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı bir ilçe belediyesi durumuna getirilmiştir.
İlçe sınırları içindeki Bahariye, Mühürdar, Moda, Göztepe, Erenköy ve Bostancı'da 1950'lere değin zenginlerin oturduğu bahçeli köşkler çoğunluktaydı. Ancak bunlar çok seyrek bir yerleşim dokusu oluşturuyordu. 1930'larda Kadıköy'le Bostancı arasında yeni yapılar belirdi. Eskiden yoğun bir bitki örtüsüyle kaplı olan bu kesimdeki Bağdat Caddesi ile demiryolu boyunca bahçe içinde iki katlı villalar inşa edilmeye başladı. 1950'lerden itibaren Kadıköy yıldan yıla büyük gelişmeler gösterdi, nüfusu arttı. Artan nüfus, merkezden yazlıklara doğru yayılmaya başladı.
1973'te Boğaziçi Köprüsü'nün açılması, kentin iki yakası arasındaki ilişkiyi güçlendirerek nüfus dengesinde Kadıköy'ün ağırlık kazanmasına yol açtı. İstanbul kentinin iki yakası arasındaki ulaşımı kolaylaştırınca Kadıköy İlçesi'nde yeni yerleşime açılan alanlarda yapılan seyrek düzenli apartmanlarda oturmak çekici hale geldi. 1984'ten sonra Kadıköy-Pendik arasında açılan sahilyolu, kıyı kesimindeki son boş alanlarında tükenmesine yol açtı. İlçenin kuzeyindeki Küçükbakkalköy 1980'lere kadar kırsal nüfus yapısını korudu.
D 100 Karayolu'nun kuzeyinde yer alan Küçükbakkalköy, İçerenköy gibi yerleşmeler her ne kadar gerek idari, gerek ekonomik anlamda Kadıköy İlçesi'nin bir parçasını oluşturmuşlarsa da Kadıköy geniş anlamda kuzeyde D-100 Karayolu'na, güneyde Marmara Denizi'ne kadar kıyıda ise Haydarpaşa Koyu ile Bostancı arasında kalan bir alan olarak düşünülmüştür. 1990'lı yıllardan itibaren ilçenin D 100 Karayolu'nun kuzeyindeki alanlarında Emlak Bankası'nın iştirakiyle ortaya çıkan Ataşehir yerleşimi zamanla genişleyerek çevresindeki yapılaşmayı da kapsayan bir bölgenin adı oldu. 2008 yılında, aralarında Küçükbakkalköy ve İçerenköy'ün de olduğu, D 100 Karayolu'nun kuzeyindeki 7 mahalle Ataşehir adını alarak Kadıköy'den ayrıldı.
1855'te yönetimi İstanbul Şehremaneti'ne bırakılan Kadıköy, 1869'da Üsküdar Sancağı'na bağlandı. Bu yönetsel konumu Cumhuriyet'in ilk yıllarında da süren Kadıköy, 23 Mart 1930'da ilçe yapıldı. Kadıköy 1984 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı bir ilçe belediyesi olarak
yapılandırılmıştır.
2014 rakamlarıyla Kadıköy İlçesi'nde 54 ilkokul, 58 ortaokul, 45 lise ve 11 özel eğitim ve rehabilitasyon merkezi bulunmaktadır. Yükseköğrenim kurumları olarak Marmara Üniversitesi, Doğuş Üniversitesi ve Okan Üniversitesi sayılabilir. İlçe sınırları içinde 3'ü devlet, 9'u özel olmak üzere toplam 12 hastane vardır.
Kadıköy'deki sinema ve tiyatroların bir kısmı, 1992 yılında yaya yolu haline getirilen Bahariye Caddesi'ndedir. Süreyya Operası, Reks Sineması, Barış Manço Kültür Merkezi, Caddebostan Kültür Merkezi, Haldun Taner Sahnesi, Halis Kurtça Kültür Merkezi, Müjdat Gezen Sanat Merkezi, Çağdaş Sahne, Enver Demirkan Tiyatrosu, Bostancı Gösteri Merkezi başlıca gösteri ve performans alanlarından bazılarıdır. 1970'li yıllara kadar muhteşem binası ayakta duran Opera Sinema ve tiyatro salonu şimdilerda pasaj halindedir. İlçede 20'ye yakın sinema salonu vardır. 2005'te şair Sunay Akın tarafından kurulan İstanbul Oyuncak Müzesi Göztepe'dedir.
Türkiye ve İstanbul'un en köklü spor kulüplerinden biri olan Fenerbahçe Spor Kulübü Kadıköy'de doğmuştur.
Fenerbahçe dışında ilçede, futbol, basketbol, yüzme, yelken, kürek, motor sporları, aikido, atıcılık, bilardo, briç, jimnastik, karate, su topu, tekvando ve binicilik dallarında faaliyet gösteren 100'ün üzerinde spor kulübü ve derneği vardır.
İlçedeki spor tesisleri arasında en ünlü olanı, Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu'dur. İstanbul'da, futbol sahası olarak inşa edilen ilk nizami stadyum olan Fenerbahçe Stadyumu, Kurbağalıdere'nin Kalamış Koyu'na döküldüğü yerin hemen doğu yakasındaki alan üzerinde kuruludur. Fenerbahçe'nin maçlarını oynadığı 50.509 seyirci kapasiteli stadyum. Türkiye'nin en büyük 4. stadyumudur. 1999 ile 2006 yılları arasında parça parça yıkılıp yenilenerek bugünkü görünümünü kazanmıştır. 20 Mayıs 2009 tarihinde FK Şahtar Donetsk ile SV Werder Bremen takımları arasında oynanan 2009 UEFA Kupası Finali'ne evsahipliği yapmıştır.
Diğer başlıca spor tesisleri Fenerbahçe Burnu'ndaki İstanbul Yelken Kulübü, Galatasaray Yelken Kulübü, Fenerbahçe Faruk Ilgaz Tesisleri, Kalamış Yelken Kulübü ile Kadıköy'ün merkezinde yer alan Caferağa Spor Salonu'dur. Kadıköy ilçesi'ndeki en önemli dinlenme alanları Kalamış, Göztepe, Sahil(Feneryolu-Bostancı) ve Mazharbey'deki parklarıdır.
Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi'nin 2014 verilerine göre Kadıköy İlçesi'nin nüfusu 482.571'dir. 2007'deki adrese dayalı nüfus sayımına göre Kadıköy ilçesinin nüfusu 744.670 idi. 2009'da, D 100 Karayolu'nun kuzeyindeki mahallelerin Ataşehir adıyla ilçe yapılıp Kadıköy'den ayrılmasından sonra, ilçenin geri kalan sınırları içindeki nüfus yaklaşık 530 bin oldu.
Kadıköy İlçesinin nüfusu kuruluşundan itibaren hızlı bir artış göstermiş, 1970'lerde yıllık nüfus artış hızı yüzde 10'a kadar yükselerek zirve yapmıştır. 1980'lerden itibaren nüfus artış hızı yavaşlamasına rağmen ilçenin nüfusu, bugünkü sınırlarına ulaştığı 2009 yılına kadar sürekli artış göstermiştir.
Nüfus yoğunluğu yüksek olmakla birlikte ilçenin nüfusu son yıllarda hızla gerilemektedir. Bu gelişmenin başlıca nedenlerinin son yıllarda yaşanan hızlı kentsel dönüşüm, bu kapsamda inşaat faaliyetleri ve şantiyelerin yoğunlaşması, inşaatların çevreye olumsuz etkileri ve gürültü, binasını yenileyenlerin, arsa veya evini satanların başka ilçelere taşınması ve trafik yoğunluğu olduğu söylenebilir.
Kadıköy İlçesi'nde egemen ekonomik etkinlik ticarettir. Kadıköy çarşısı, Altıyol ile Bahariye Caddesi ve Bağdat Caddesi çevrelerinde yoğunlaşır. Bağdat Caddesi üzerinde çok sayıda ünlü markanın şubesi vardır.
Ayrıca bazı aramalarda bulunan hayvancılık ile ilgili araçlar balıkçılık aletleri halkın eski zamanlarda hayvancılık ve balıkçılık ile uğraştığını gösterir. Tarım ile ilgili hiçbir kalıntının olmaması da tarımın yaygın olmadığına bir göstergedir.
Kadıköy ilçesi ülke ve kent ulaşımı açısından önemli bir konuma sahiptir. Anadolu'daki çeşitli merkezleri İstanbul'a ve kent içindeki çeşitli semtleri de birbirine bağlayan bazı ana ulaşım yolları Kadıköy İlçesi'nden geçer. Bunlardan en önemlisi eskiden Ankara Asfaltı ve E-5 adlarıyla anılan D-100 Karayolu'dur. Bu karayolu Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'ne giden O-2 Otoyolu'yla Kozyatağı'nda, Boğaziçi Köprüsü'ne giden O-1 Otoyolu'yla Uzunçayır'da kesişir.
Anadolu'nun çeşitli merkezlerini İstanbul'a bağlayan demiryolu hattının ilk istasyonu Haydarpaşa Garı'dır. Haydarpaşa'daki gar binası ve öteki demiryolu tesisleri Kadıköy İlçesi sınırları içindedir. Bu istasyon aynı zamanda kentin Anadolu yakasında Gebze'ye kadar gerçekleştirilen banliyö ulaşımı açısından önem taşır.
Kadıköy İlçesi'nde yaşayanların önemli bir bölümü şehir hatları vapurlarını kullanırlar. İlçedeki vapur iskeleleri Haydarpaşa, Kadıköy ve Bostancı'dadır. Ayrıca Kadıköy ve Bostancı'daki deniz otobüsü iskelelerinden İstanbul'un çeşitli kıyı semtlerine düzenli seferler yapılır. Kalamış Koyu'nda da büyük bir yat limanı vardır. 1934-1966 yılları arasında, Kadıköy-Moda, Kadıköy-Fenerbahçe ve Kadıköy-Bostancı tramvay hatları hizmet vermiştir. 2003 yılında Kadıköy-Moda hattı nostaljik tramvay adıyla yeniden hizmete girmiştir.
İlçenin kuzeyinden, D-100 Karayolu boyunca Kadıköy-Kaynarca Metrosu (M4 hattı) geçmektedir. Bu metronun ilk istasyonu olan "Kadıköy" de ilçe merkezinde bulunmaktadır.
Kadıköy İlçesi'nin kardeş şehirleri;
Kadıköy (anlam ayrımı)
Serpil Örümcer
Serpil Örümcer "(d. 1952)" 1968-1978 yılları arasında sinemanın vamp kadını, ""Bayan Bacak"" lakaplı sanatçı.
Esas soyadı Orümcer'dir, ancak daha rahat söylenebilmesi nedeniyle Örümcer soyadıyla anılmıştır.
Örümcer, bir dönemin ünlü pop sanatçısı Berkant "(Bay Samanyolu)" ile evlenmiştir. Beşiktaş’ta bir çay bahçesinde başlayan aşkları nikah masasında sonlanmıştır. Bu arada, Berkant'ın çalıştığı gece kulübünde sahne almaya başlayan Örümcer, zaman içerisinde şöhret olmuştur. Aşkları sadece 1 yıl sürmüş ve Örümcer, kızı Fulya'ya hamileyken, eşi Berkant'tan, çok alkol kullandığı gerekçesiyle ayrılmıştır. Serpil Örümcer daha sonra müziğe başlamış ve 5 albüm ve 7 tane 45'lik çıkartmıştır.
Örümcer, daha sonra, 4 eşi daha bulunan Batmanlı iş adamı Hasan Ölük'le evlenmiştir.
İzmir Fuarı'nda 1969'da en büyük parayı alan sanatçıdır.
1990'larda cilt kanserine yakalanan ve büyük maddi sıkıntılar içinde olan Örümcer, yaşam mücadelesi vermektedir. 2010 yılında kötü durumda olan evi Dekodizayn programı tarafından yenilenmiş ve iyi hale getirilmiştir.
Cenevre
Cenevre (Fransızca: "Genève", Arpitanca: "Genèva", Almanca: "Genf", Romanşça:"Genevra"; İtalyanca:"Ginevra" ), İsviçre'de Cenevre Gölü kıyısında yer alan, İsviçre'nin Zürih şehrinden sonra en yüksek nüfuslu ikinci şehridir. Fransızca konuşulan İsviçre bölgesi olan "Suisse Romande" bölgesinin en büyük şehridir. Aynı ada sahip Cenevre kantonu'nun başkentidir. Rhône Nehri'nin Cenevre Gölü'nden çıkışında konumlanmıştır.
Belediye sınırları içinde şehir "(ville de Geneve)" (Mart 2013 tahmini itibarıyla) nüfusu 194,245 kişi olup Belediye'yi de içine alan Cenevre Kantonu "(République et Canton de Genève)" içinde nüfus 472,530 İsviçreli ikametgahlı kişidir. 2011 yılı tahminlerine göre ise şehir merkezine <30 dakikalık yolu icine alan alanda (bir kısmı Fransa sınırları içinde) "(agglomération franco-valdo-genevoise (Grand Genève)" da oturan İsviçre ikematgahlı nüfus 915,000 kişidir. Şehre çalışmaya gelenler bölgesinin İsviçre sınırları içinde kalan kismi yani "(Métropole lémanique" bölgesinde ikamet eden nüfusun 1,5 milyon kişiyi aştığı tahmin edilmektedir. Bu bölge Cenevre Gölü sahillerinde doğuya doğru olan Vevey ve Montreux kentlerini ve kuzey-batıya Yverdon-les-Bains kentine doğru Vaud kantonu içinde <60 dakikalık yolculuk yapanları içine almaktadır.
Genevre bir "küresel şehi |
r" niteliği arzetemektedir ve İsviçre'nin en kozmopolit şehri olan Cenevre'de halkın %44.3'unu yabancılar oluşturmaktadır. Şehir bir küresel finansal merkezdir. Cenevre CERN yüksek enerji fiziği laboratuvarına, Birleşmiş Milletler'in Avrupa'daki merkezine ve bu kuruluşun birçok alt kuruluşuna ev sahipliği yapmaktadır. Ayrıca Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Uluslararası Kızılhaç Komitesi'nin merkezi buradadır. Cenevre dünyada bulunan diğer uluslararası kurumların epey çoğuna merkezlik yapmaktadır. Harp sahalarında asker olmayanlara karşı ve harp esirlerine karşı yapılacak muamele ve tutumları ele alan "Genevre Konvansiyonları" bu şehirde imzalanmıştır.
2008 yılında yapılan araştırmalara dayanan "Küresel Finansal Merkezleri Endeksi"nin finansal merkezler rekabeti ölçümlerinde Genevre Avrupa'da Londra ve Zürih'ten sonra 3. sırayı ve uluslararası olarak 9. sırayı aldığı açıklanmıştır. 2009'da yapılan anketlere dayanan çalışmaya göre hesaplanan "yaşama kalitesi" endeksi Cenevre'nin Viyana ve Zürih'ten sonra üçüncü sırada olduğunu göstermektedir. Diğer taraftan "Mercer Araştırma Şirketi" tarafından yapılan anket araştırmalarına göre yabancı tebali uluslararası memur ve menjer çalışanlar için dünyada en pahalı şehirler arasında Cenevre 2009'da 4. ve 2011'de 5. sırada gelmektedir.
Ayrıca ünlü Cenevre otomobil fuarına ev sahipliği yapmaktadır.
Saatçilik gelişmiştir.
Şehir, zengin sosyetenin de uğrak yerlerindendir.
Cenevre hakkında ilk yazılı belge bu yerleşkenin Roma İmparatorluğu tarafından sınırlarını Galler ırkından olan Helvetii kabilesine karşı korumak için sınır kalesi olarak kurulması hakkındadır. Romalılar bu yerleşkeyi MÖ 120'de ellerine geçirmişlerdi. 443'te güneye inen Germen kavimlerden olan Burgundililer bu Roma kalesini ellerine geçirdiler ve 534'te ise bu kale Franklar eline geçti. 888'de bu yerleşke yeni kurulan Burgundi Krallığı'nın bir parçası oldu. 1033'de Alman Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu tarafından fethedildi.
1154'den itibaren Cenevre Piskoposları Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu prensi olarak bu şehri yönettiler. Sonra şehir koruyucusu olarak Cenevre Kontları ve daha sonra Savoya kontları kabul edildi . Bunlar sehrin gerçek yönetici olan Cenevre Piskoposu'nun en ufak hatası olarsa şehir yönetime el koymayı huy edindiler. 1290'da Savoya Kontları şehri idare eden kilise hiyerasisi içinde seçtikleri bir kişiye "vice dominu" adı ile yardımcı sehir yöneticilik yapma imtiyazını kazandılar. 1290'da Savoya Kontu olan Chambéry'li François de Candie kendisine ve kendini irsen takip edecekler için "Cenevre Vidamesi" unvanı aldı. Vidame'ler şehir idaresinde imtiyazlı rol oynadılar.
1387'de Cenevre Piskoposu Adhemar Fabry Cenevre şehrine yönetimde özgürlük bağışlayan bir büyük berat verdi ve bu özgür şehir berati kendisinden sonra gelen piskoposlar tarafından da yenilenmesi beklenmekteydi. 1394'de son Cenevre Kontu direk varis bırakmadan öldü. Bu kontluk toprakları Savoya Sülalesi eline geçti. Savoya Kontları 1416'dan sonra Savoya Dükü oldular. Cenevre şehri yönetimini ellerinden bırakmamak için çok kere ailelerindn birini Cenevre Piskoposu olarak tayin edip şehri idareye devam ettiler. Bağımsız bir şehir olmayı tercih eden Cenevre halkı 1418'da bağımsız Bern ve bağımsız Fribourg şehirleri ile birlikte bir İsviçre Federasyonu ("Eidgenossenschaft") kurdular.
Protestan Reformasyon döneminde Bern şehri yeni Protestan mezhebini tercih edip bu mezhebi yaymak isteyen reformcu papazlar olan Guillaume Farel ve Antoine Froment'e şehirlerinde destek sağladılar. Cenevre'de düşünür, papaz John Calvin daha sıkı disiplinli bir Protestan mezhebi olarak Kalvinist mezhebini Cenvre'den yaymaya başladı. 1536'dan 1564'de ölmesine kadar John Calvin Cenevre şehrini çok sıkı Protestan olarak resmen idare etti. Fakat Fribourg şehri Katolik olmayı tercih etti ve 1511'de Cenevre ile olan birlik anlaşmasından ayrıldı.
19. yüzyıl başında Napolyon harblerinden sonra barışı ortaya çıkartmak için toplanan 1814-1815 Viyana Kongresi Cenevre Kantonu'na 15 tane eskiden Savoya Kontluğuna bağlı ve 5 tane Fransa'ya bağlı olan Katolik köy/mahalle (parish) verildi. Böylece koyu protestan olan Cenevre kantonuna 16.000 kadar Katolik katıldı. Aynı zamanda İsviçre kantonaları birleştirilip İsviçre Konfederasyonu kuruldu. İsviçre Konfederasyonu içindeki Roma Katolik mezhebi mensuplarının dini özgürlükleri korundu ve Konfederasyon'un Katolliklerin dinlerine herhangi bir değişme yapabilmesi için Roma'daki Papalık'dan izin alınması ve bu izin verilmezse değişmenin yapılmaması şartı konuldu. Sonra Papa VIII. Pius Cenevre'deki Katolik kilisesi hiyerasisini değiştirdi. Cenevre ve Lozan İsviçre şehirleri için bir yeni piskoposluk kuruldu. Eskiden Cenevre piskoposluğuna dahil olan ama Fransa'da kalan Katolikler Annecy piskoposluğuna bağlandı.
Cenevre şehrinde Protestanlar ve eski Katolikler kiliselerini idame ettirmek için şehrin topladığı yillik vergilerden bir kısmını sübvansiyon olarak almaktaydılar. Fakat Roma Katoliklerine kiliseleri için Cenevre şehri hiç sübvansiyon vermemekteydi. Halktan daha liberal olanlar devlet yönetimi ile din yönetiminin birbirinden ayrılmasını prensip olarak istemekteydiler. 1907'de bunlar ve bunlara katılan Cenevre şehri Katolikleri bir referendum yapılmasını ve bu referandumda çoğunluğu sağladılar. 30 Haziran 1907'den itibaren Cenevre şehrinde de kilise ve devlet işleri birbirinden ayrıldı.
Cenevre şehri konumunun koordinatları 46°12' Kuzey, 6°09' Doğu olup şehir Cenevre Golü'nün güneybatısında Rhone Nehri'nin bu golden çıkışında konumlanmıştır. Alpler ve Jura Dağları sıradağları ile çevrilidir.
Cenevre şehrinin belediye sınırları içindeki yüzölçümü 15.86 km2 olup başkenti olduğu Cenevre Kantonu yüzölçümü 282 km2'dir.
Cenevre şehrinin rakımı deniz yüzeyinden 373.6 m'dir. İsviçre'de rakım tespit edilirken referans noktası olarak Cenevre Golü üzerinden bulunan "Pierres du Niton" adı verilen iki büyük kayadan büyüğü kullanılmaktadır ve Cenevre'nin rakımı referans noktası olan bu kayalardan büyüğünün rakımıdır..
Cenevre'deki ikinci önemli akarsu Cenevre şehir merkezinin hemen batısında Rhone Nehri'ne katılan Arve Nehri'dir.
Cenevre iklimi tipik kara iklimidir. Kışlar soğuk ve genellikle biraz bulutlu geçer. Kış mevsiminda ısı bazen birkaç gün 0 °C üstüne çıkmadığı ve donun devam ettiği dönemler görülebilir. Kışın birkaç gün çok şiddetli soğuk yapıp ısı derecesi -10 °C olabilmektedir. Kış aylarından, eğer antisiklon şartları istikrarla devam etmekteyse, hava birkaç gün devamlı bulutlu kalabilir. Mart ayındna itibaren şiş devamlı artamaya başlar. Mayıs sonlarında işi sıcak yaz havasına dönüşür. Fakat bu dönemde yağışlarda giderek arrtmaya başlar ve Mayıs ayı içinde çok kere yağmurlu fırtınalar ortaya çıkar. Bu fırtınalı yağış fazla uzun sürmez ama şiddetli fırtına birkaç dakika içinde birkaç santimetre yağış ortaya çıkartabilir. Yazlar çok kere sıcak ve nispeten nemli geçer. Fakat değişik yıllarad yaz havası değişik olabilir. Yazlarai sabahları güneş etrafı ısıtmadan soğuk hissedilebilir. Yaz döneminde yağışlar daha sık olurlar ama yağan yağmur nispeten çok şiddetli olur. Bu mevsimde yıldırım ve gökgürültülü yağmurlar ve hatta dolu yağışı muhtemeldir. Eyllul başında hava sıcak olabilir ama hava devamlı olarak soğumaya başlamıştır. Kasımn ayı gerçekten soğuk geçer. Bu aylarda geç gece ve sabah erkenden don yapmaya başlar. Sonbahara ayları şişli geçer ve Ekim ayı yılın en şişli ayıdır., Ekim sisleri çok köyü olup şehir dışında kırsal arazilerde şişli havada görüş sınırı 100 m'den aşağıda kalır.
Belediye sınırları içinde Cenevre şehrinin nüfus gelişmesini gösteren grafik:
İsviçre otoritelerinin hazırladığı listeye göre Cenevre şehrinde 82 bina, özel olarak ulusal öneme haiz şehir mirası envanterine uygun olarak kabul edilmiştir. Cenevre eski şehrinin tümü bu listeye girmiştir.
Huşgiller
Huşgiller (Betulaceae), Fagales takımdan huş, kızılağaç, fındık ve gürgen gibi önemli orman ağaçlarını içeren bitki familyası.
Huşgiller familyası 6 cins ve 120 türün bulunduğu bir evcikli ağaç ve çalılardan oluşur.
Ağaç veya çalı şeklinde olan bitkilerdir. Yapraklarını dökerler, yapraklar basit, almaşık dizilişli, kulakçıklı, kenarları testere dişlidir.
Çiçekler tek eşeyli, bitkiler bir evcikli. Erkek çiçekler kedicik, dişi çiçekler başak adını alır. Primer, sekonder ve tersiyer brahte sistemleri mevcut.
Erkek çiçekler bazı cinslerde 4 çanak yapraklı ve 2-20 Stamenli; taç yapraklar yoktur.
Dişi çiçeklerde çiçek örtüsü yaprakları eksik, dişi organ 2 bileşik karpelli, 2 stiluslu, ovaryum alt durumlu, 1 veya 2 ovüllü, ancak bir ovül bir tohuma gelişir.
Meyve nuks, çoğunlukla kanatlıdır.
Reykjavík
Reykjavik, İzlanda'nın başkenti. Yeryüzünde kutup bölgesine en yakın başkenttir. Önemli bir balıkçılık bölgesidir. İzlanda nüfusunun yarısı bu şehirde yaşar.
Reykjavik, İzlanda'nın güney batısında Faxaflöî körfezi sahilinde yer alır. Reykjavik
sahil alanı, yarım adalar, koylar, boğazlar ve adalar ile karakterize edilir. Buzul
çağı süresinde (10.000 yıl öncesine kadar) şehir alanını büyük bir buzul kaplıyordu. Şehrin diğer kısımları deniz suyu ile çevriliydi.
Reykjavik kuzeydeki konumuna rağmen New York seviyesinde kış sıcaklıklarına ev sahipliği yapar. Gulf Stream'in sıcak su akıntısından dolayı İzlanda kıyı iklimi ılımanlaşır. En soğuk aylar olan aralık ve ocakta ortalama sıcaklık sırasıyla -0,2 ve -0,6; en sıcak aylar olan temmuz ve ağustosta ortalama sıcaklıklar sırasıyla 10,6 ve 10,3 derecedir.
Rusya'nın Arhangelsk limanı ile aynı enlem üzerinde olmasına rağmen birçok aylar buzla kapanan Arhangelsk'in yanında Reykjavik limanına yılın her ayı gemiler girebilir.
Reykjavik'te yıl içinde 148 günlük yağmur ortalaması vardır.
Reykjavik bölgesinde altı belediye daha bulunur; bunların 2007 nüfusları aşağıdaki gibidir:
Borgartún caddesi İzlanda'nın geçirdiği ekonomik krize dek ülkenin finans sektörünün merkeziydi. 2000'li yıllarda patlama yapan sektöre ev sahipliği yapan caddede çok sayıda ofis inşa edildi.
Aşağıdaki f |
irmaların merkezleri Reykjavik'te bulunur:
Reykjavik'teki evlerin %89'u sadece jeotermal enerjiyle, %9'u kısmen jeotermal enerji veya su gücü dahil olmak üzere yenilenebilir enerji kaynaklarından ısıtılır. Yenilenebilir olmayan enerji kaynakları sadece evlerin %1'inde kullanılır.
Oslo
Oslo, (1624 - 1878 arasında Christiania, 1878 - 1924 arasında Kristiania), Norveç'in başkenti ve en büyük şehridir. Oslo aynı zamanda şehrin bulunduğu eyaletin adıdır. Kopenhag,ve Stockholm'nin ardından İskandinavya'nın dördüncü büyük şehridir. Dünyanın en pahalı şehirleri arasındadır.
Oslo, Norveç destanlarından anlaşıldığı üzere, 1049'da Harald Hardråde (III. Harald) tarafından kurulmuştur. Son dönemlerdeki arkeolojik çalışmalar, Oslo'da 1000 yılı öncesine ait Hıristiyan gömülerini ortaya çıkardığından, 2000 senesinde Oslo'nun kuruluşunun 1000. yılı şerefine kutlamalar yapılmıştır.
Oslo, kentte kalıcı olarak ikâmet eden ilk kral olan Håkon V'in (1299-1319) hanedanlığı itibarıyla başkent olarak kabul edilmişti. Håkon V bu dönemde, günümüzde de Oslo limanında yer alan ünlü Akershus Kalesi'nin yapımını başlatmıştı.
Bundan bir yüzyıl kadar sonra Norveç, Danimarka ile olan birliğinde kuvvetten düşünce kralların ikametgâhı da Kopenhag'a kaydı. Böylece önemini yitiren Oslo, uzunca bir süre sıradan bir idari yönetim birimi duruma indirgendi.
Oslo, tarih boyunca yangınlarda büyük zarar görmüş bir kenttir. 14. büyük yangın felaketinin ardından, o dönemki Danimarka ve Norveç kralı Christian IV, 1624'te kente Christiania adını vermiş ve Akershus kalesi yakınlarındaki koyda kentin yeniden kurulmasını emretmişti. Kentin 1624 yılı sonrasında inşa edilen kısmı "Kvadraturen" olarak adlandırıldı. Ancak, Christiania bundan uzun bir süre önce, ticari bazı kazanımlar ile daha önce elinden kaçırdığı önemi yeniden kazanmış ve Norveç'te önemli bir ticaret ve kültür merkezi haline gelmiştir. 1814 yılında Danimarka ile kurulan birliğin sonuna gelindiğinde, kent bir kez daha gerçek bir başkent olacaktı. Kentteki Kraliyet Sarayı (1825-1848), Stortinget (Parlamento binası) (1861-1866), Oslo Üniversitesi, Ulusal Tiyatro, Oslo Borsası gibi göze çarpan önemli binaların çoğu bu dönemde inşa edildi. Ayrıca, Christiana bu dönem boyunca Henrik Ibsen ve Knut Hamsun gibi yazarlara da ev sahipliği yapıyordu.
Kent, Norveç'in diğer bir önemli kenti olan Bergen karşısında da güçlenince, Norveç'in en popüler kenti haline gelmişti. 1878' de yeni bir isim değişikliği ile Kristiania olarak adlandırılan kent, bugünkü adı olan Oslo ismini 1925 yılında aldı.
Ülke Kuzeyde yer almasına rağmen nemli ve oldukça ılık olan okyanussal iklim hüküm sürer. Atlas okyanusundan batı rüzgarları ile gelen Gulf Stream sıcak su akıntısı kıyı kesimlerde kışın sıcaklığın düşmesini engeller. Nitekim Bergen de ocak ayı ortalarında sıcaklık 5 C üzerindedir. Buna karşılık iç kısımlarda yer alan Oslo -5 C yakındır.Ve dünyanın en garip iklimi özelliğine sahiptir.Kışları ülkenin genelinde karlı bir hava hüküm sürmektedir
Kopenhag
Kopenhag, Danimarka'nın başkentidir. 1 Ocak 2012 sayımına göre nüfusu 1.213.822 kişidir. København Danca'da "ticaret limanı" veya "tüccar limanı" anlamındadır. Koben tüccar ve "havn" Danca'da "liman" demektir.
Kopenhag'da İsveç ve Norveç diline yakın olan Danca ana dildir.
Şehir merkezinin ana yolu, City Hall Square’dan Kongens Nytorv’ya akan yaya caddesi olan Strøget’tır. Şehir merkezi; Sortedam Gölü, Peblinge Gölü ve Skt Jørgens Gölü'nü içeren alandır ve hem şehrin orta kısımlarını hem de Christianshavn’ı içine alır. Burası ayrıca Copenhagen K. olarak da bilinir.
Bratislava
Avusturya'nın başkenti Viyana'nın 50 km kadar doğusunda bulunan şehir yaklaşık 450.000 nüfusa sahiptir.
Tuna Nehri kıyısında yer alan şehir hem Avusturya'ya hem de Macaristan'a sınırdır. (Dünyada bu şekilde iki devlete sınırı olan sadece iki tane başkent vardır.)
Bratislava, parlamentosu, devlet binaları, üniversiteleri, müzeleri ve tiyatroları ile Slovakya'nın siyasi ekonomik ve kültürel merkezidir. Slovaklar, Almanlar, Macarlar, Avusturyalılar, Çekler ve Yahudiler şehrin geçmişinde güçlü izler bırakmıştır. Bratislava, bu kozmopolit ruhunu hâlâ muhafaza etmektedir. Şehir çok sayıda festival ve ticari sergiye ev sahipliği yapmaktadır.
Bratislava'nın 17 tane kardeş kenti vardır::
Baklagiller
Baklagiller (Fabaceae), Fabales takımından çoğunu otsu bitkilerin oluşturduğu çalı ve ağaç türlerini de içeren büyük bir familya.
400 cins ve 10.000 dolayında tür içerir. Fasulye, bakla, nohut, soya, mercimek, bezelye gibi insan gıdası olarak kullanılan türler bu familyadandır. Baklagiller otsu bir yapıya sahip olabildikleri gibi odunsu bir yapıya da sahip olabilirler. Yalancı akasya, yabani keçiboynuzu, akasya, gülibrişim gibi türler odunsu yapıya sahiptir.
Yapraklar saplı, hemen hepsinde almaşık dizili; tüysü, elsi veya üç yapraklıdır. Çiçekler zigomorfik genellikle salkım durumlu, başakçık veya başlıdır. Periant (çiçek örtüsü) bir çanaktan oluşmuştur. Korallanın her biri 5 bölümlüdür. Familya üyelerinin hepsinde çiçekler 5 taç yapraklıdır. Taç yaprakların iki kenarında birer kanatçık bulunur. 10 Stamen (erkekorgan) ayrı ya da birleşik gruplar oluşturur. Pistil (dişi organ) basit, tek bir stigması (tepecik) vardır. Üst durumlu ovaryum bir gözlüdür. Meyve legümendir. Tohum sert kabuklu, genellikle böbrek şeklinde veya yuvarlak yapıya sahiptir.
Kazık köklere sahiptirler. Ana kökün etrafında damarlanma gösteren ikinci kökler vardır. "Rhizobium" bakterileri tarafından havanın serbest azotunu bağlarlar.
Baklagiller Mimosoidea, Papilionoidea ve Caesalpiniodeae olmak üzere 3 alt familyaya ayrılır.
Urticales
Urticales, çiçekli bitkilere ait bir takımdır.
Üyelerin çiçekleri küçük yapıda ve yoğun olarak dizilmiştir. Süt boruları ve lifler bulnudurular. Bundan dolayı sanayi ve tekstilde kullanılırlar.
Karaağaçgiller
Karaağaçgiller (Ulmaceae), ağaç veya boylu çalıları kapsayan çiçekli bitki familyası.
Arktik bölgeler hariç, her iki yarıkürenin ılıman ve serin yerlerinde yayılmış çok sayıda türü vardır. Bunlar birkaç tür de tropiklerde yetişmektedir.
Çoğunlukla ağaç veya boylu çalı halinde, kışın yaprağını döken (ender olarak herdemyeşil) odunsu bitkilerdir. Tomurcukları kiremitvari dizilmiş olan çok sayıda pullarla örtülüdür. Çoğunlukla sürgünler pseudoterminal olup yan tomurcuklar sürgünlere iki sıralı sarmal-almaşık dizilmişlerdir. Çiçekler hermafrodit veya bir cinslidir. Çiçekler familyanın bazı örneklerinde teker teker bazılarında birçoğu bir arada bulunur. Periant 4-5 veya 6-8 parçalıdır. Etamin sayısı periant kadar veya onun iki katıdır. Yumurtalık üst durumlu ve tek gözlüdür. Meyve kuru veya çekirdekli sulu meyvedir. Tohum genellikle endospermsiz, çenekler yassıdır.
Dutgiller
Dutgiller (Moraceae), Rosales takımından birçok cins ve taksonların çeşitli dokularında süt bulunan bitki familyası. Meyve nus, bazılarında ise çekirdekli sulu meyvedir. Çoğu kez bunlar bir araya gelerek mürekkep meyveleri oluşturur. Öz odunları koyu, diri odunu sarı renklidir.
Morus
Morus aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Dut
Dut, dutgiller (Moraceae) familyasından "Morus" cinsini oluşturan ağaç türlerine verilen ad.
Vatanı Çin’dir. 15 m'ye kadar boylanır. Gövde silindirik, dik ve kalın; kabuk çatlaklı ve gri-kahve renklidir. Yaprakları saplı, iki sıra üzerine dizilmiş, tabanı yuvarlak veya kalp şeklinde, üst yüzü koyu, alt yüzü ise daha açık yeşil renklidir. Kenarları dişlidir. Çiçekler, bir evcikli olup yaprakların koltuğunda ve saplı durumlar halinde bulunur.
Dut ağacının yaprağı ipek böceğinin çok sevdiği yiyeceklerdendir.
Akçaağaç
Akçaağaç, Sapindaceae familyasının "Acer" cinsinden ağaç ve ağaççıkların ortak adı.
Çoğunlukla kışın yaprağını döken ağaç ve ağaççık halinde odunsu bitkilerdir. Sürgünlerde karşılıklı olarak yer alan tomurcuklar ya kiremitvari dizilen pullar veya dışarıdan görülen iki pul ile örtülmüştür. Uzun saplı yapraklar basit, loplu veya tüysüdür. Yapraklar bazılarında sapından koparılınca süt çıkar.
Çiçekler erdişi veya bir evciklidir. Kısa sürgünlerde dik duran veya aşağı sarkan salkım, mürekkep salkım vaziyetinde yer alırlar. Çanak ve taç yapraklar çoğunlukla 5 parçalıdır. Bazen taç yaprak hiç yoktur. Stamen 4-8 kadar fakat genellikle 8 tanedir. Ovaryum iki gözlüdür. Genellikle 2 ender olarak da 3 nuks (kanatlı meyve) gelişir. Bir tür hariç (şeker akçaağacı - "Acer saccharum") diğerlerinde çimlenme epigeiktir.
Gövdelerinin genç yaşlarda düzgün pürüzsüz, sonraları derin çatlaklı levhalar halinde parçalanmış kabukları vardır. Birçoğu yaz sürgünü yapar. Sonbaharda yedek madde olarak nişasta depo ederler. Sürgünlerin uçlarında nişasta, tanen, şekerli madde salan türler vardır.
Akçaağaçların odunları genellikle ağır, beyaz ve serttir. Yarıldığı zaman basit geçitli dağınık iletim boruları, en fazla 4 sıra halinde uzanan parlak özışınları göze çarpar. Bazılarında öz odun koyu renkte ve belirgin, bazılarında ise farksızdır.
Başta tornacılık olmak üzere değişik amaçlar için kullanılan odunlarından başka bazı türlerin besi suyundan özel şuruplar yapılmaktadır.
Işık ihtiyaçları yüksektir. Ancak yarıgölge şartlarında da yetişebilmektedirler. Genellikle iyi drene edilebilen, organik maddece zengin ve killi topraklarda iyi yetişir. Akçaağaçlar tohumla, çelik, kalem ve göz aşılarıyla çoğatılabilmektedir. Tohumla çoğaltmada ekimden önce tohumun tabi olacağı işlemler çok değişiktir. Yalnızca dişbudak yapraklı akçaağaç ("Acer negundo") türünün tohumunda herhangi bir çimlenme engeli yoktur.
Her mevsimde ayrı bir renk alan yaprakları, bazılarının göz alıcı çiçek ve meyvelerinden dolayı park ve bahçelerde yetiştirilirler.
Akçaağaçlar dünyanın tropik bölgeleri dışında kalan birçok yerinde Asya, Avrupa, Kuzey Afrika ve Kuzey Amerika' da doğal yayılış gösteren çok sayıda türe sahiptir.
Vajina
Vajina ya da vajen; vajina-vajen girişi ile başlayan ve üst uç kısmında rahimağzının yer aldığı içi boş silindir şeklinde ve normal halde yaklaşık 7-10 santimetre |
uzunluğunda, 3 santimetre genişliğinde bir yapı. Memelilerde dölün vücuda girdiği, insanda menstruasyon atıklarının vücuttan çıktığı organdır.
Vajina girişinde bulunan Bartholin adı verilen salgı bezleri cinsel ilişki sırasında vajina girişinin ve vajina duvarlarının kayganlaşmasını sağlar.
Normalde ön ve arka duvarları birbiri üzerine katlanmış olarak duran bu yapı, doğum eyleminde doğum kanalının yumuşak kısmının yapısında yer alır ve bebeğin başının geçmesine müsaade edecek kadar esner.
Vajen yüksek derecede esneyebilme yeteneğine sahip bir organdır. Bu özelliğini üç katmanından orta katmanını oluşturan kas katmanına borçludur. Cinsel ilişki esnasında genişliğini ve uzunluğunu duhul olan penisin çapına ve uzunluğuna göre belli oranlarda arttırabilmektedir.
Açık tohumlular
Açık tohumlular (Gymnospermae), çoğunlukla ağaç ya da ağaççık, seyrek de olsa çalı biçiminde olan bitkileri kapsayan taksonomik grup. Bütünüyle odunsu olan bu bitkiler, genellikle yapraklarının tamamını birden dökmediği için dört mevsim yeşil kalabilirler. Yaprakları çoğunlukla iğnemsidir. Bununla birlikte pulsu, yelpaze, şeritsi ya da tüysü tipte yapraklı olanları da vardır.
Odun boruları ("ksilem") ve soymuk boruları ("floem") yapılarından oluşan vasküler sisteme sahiptirler. Odun yapıları gövdede bir daire üzerine dizilmiş açık koleteral iletim demetleri içerir. Bu nedenle de ikincil kalınlaşma gösterirler.
Bir ya da iki evcikli bitkilerdir. Genel olarak erkek kozalaklar bir eksen üzerinde üst üste binmiş yapıda mikrosporofillerden oluşmuştur. Pul ya da kalkan biçiminde olan mikrosporofillerin karın kısmında çoğunlukla 2, bazen 4 polen kesesi (mikrosporangiyum) gelişir. Bu keselerde bulunan mikrospor ana hücresi, mayoz bölünme geçirerek mikrosporları, bunlar da polenleri verir. Açık tohumlularda polen üretimi oldukça fazla olup her bir erkek kozalak birkaç milyon polen üretebilir. Bazı üyelerinin polenlerinde, polenin rüzgarla uçmasını sağlayan 2-3 hava keseciği bulunabilir.
Dişi kozalak genelde erkek kozalağa benzer. Bir eksen üzerinde sarmal dizilmiş makrosporofillerden oluşmuştur. Her bir makrosporofilin üst kısmında iki tohum taslağı bulunur. Tohum taslaklarında da makrosporangiyumlar yer alır.
Bu gruptaki bitkilere "açık tohumlular" denilmesinin nedeni, tohumun bir yapıyla kapanmamış olarak açıkta bulunmasıdır. Tozlaşmaları genelde rüzgarla olur. Doğrudan doğruya mikrofil üzerine gelen polenler, polen odacığında çimlenirler ve polen tüpü oluşur. Bu sırada generatif hücrenin çekirdeği bölünerek iki sperma çekirdeği verir. Polen hortumuyla arkegonyumlar içine sokulan bu sperm çekirdekleri yumurta hücresini döller. Embriyonun etrafında tohum kabuğu ("testa") bulunur. Döllenmeden sonra tohum taslağı örtüsü genellikle odunsu bir yapı kazanır; ancak bazı gruplarda meyveyi andıran bir yapı da ortaya çıkabilir. Tohumların olgunlaşma süreleri 1-3 yıl arasındadır. Günümüzde 600 ile 1000 türle temsil edilmektedirler.
Huş
Huş ("Betula"), huşgiller (Betulaceae) familyasının "Betula" cinsinden ağaç veya ağaççıklara verilen ad. Kabuğu Kuzey Avrasya ve Kuzey Amerika halklarınca kap kacak ya da kano yapımında kullanılır.
Işık istekleri fazladır, huş bir güneş ağacıdır. Derin, iyi, süzek topraklarda iyi gelişme gösteririler. Kökleri fazla derine gitmez. Soğuk yerleri tercih ederler.
Kuzey Amerika'da, Asya, Avrupa ve Türkiye'de de doğal olarak bulunur.
Gürgen
Gürgen ("Carpinus"), Betulaceae (huşgiller) familyasından "Carpinus" cinsini oluşturan girintili grimsi kabuklu gövdelere sahip ağaç ya da ağaççıklara verilen ad.
Carpinus betulus olarak adlandırılan türü, özellikle Avrupa, Türkiye ve Ukrayna'da yaygın olarak görülür ve soğuğa karşı oldukça dayanıklıdır.
Yumurta biçimindeki yapraklarının kenarları dişlidir. Yaklaşık 1 cm uzunluğunda, sivri uçlu ve sert kabuklu meyveleri, yaprağı andıran üç toplu bir meyve örtüsüyle kaplıdır.
Trakya, Ege, Marmara Bölgesi, Kuzey Anadolu ve Doğu Anadolu Bölgesi'nde yayılış gösterir. Genellikle kuzey ve güney kıyı bölgelerimizin karışık ormanlarında bulunur.
Türkiye'de adi gürgen ve doğu gürgeni olmak üzere 2 tür bulunur.
Sarıçam (bitki)
Sarıçam ("Pinus sylvestris"), çamgiller (Pinaceae) familyasından Avrupa'nın hemen her yerinde, Kafkaslar, Sibirya ve Kuzey Asya'da yayılış gösteren çam türü.
Adını, levhalar halinde ayrılan gövde kabuğunun tilki sarısı renginden alır. Narin gövdeli, sivri tepeli ve ince dallı bir ağaçtır. Yetişkin bireylerinin boyu 40 metreyi aşar. İğne yaprakları ikili, mavi-yeşil, kıvrık, sık dizilmiş, genellikle 4–5 cm uzunlukta, uçları sivri, genellikle 2-3 yıl, nadir olarak da 4-5 yıl ömrü vardır. Kozalakları mat gri-kahverengi, konik, kısa veya uzun saplı uçları aşağıya doğru yönelmiş, tek veya 2-3'ü bir arada, 3–7 cm uzunluk ve 2–4 cm genişliktedir. Tohumları gri veya siyahımsı yumurta biçimindedir.
Uygun yerlerde hızlı gelişir. Soğuk iklim ve rüzgara karşı dayanıklı, bol güneş ister. Kumlu ve killi topraklarda gelişebilir. Nisbi nemi çok düşük olan iklimlerde ve kuru topraklarda gelişemez. Kazık kökleri sayesinde fırtınalara dayanıklıdır.
Türkiye'de Batı ve Doğu karadeniz'de güneye bakan yamaçlarda, Doğu Anadolu'da Sarıkamış'da, Güney Marmara, Yozgat, Sivas, Kırşehir ve güneydeki sınırını Kayseri Pınarbaşı'da yapar.
Türkiye'de sarıçamların kapladığı alan 757.426 hektardır.
Fıstık çamı
Fıstık çamı ("Pinus pinea"), çamgiller (Pinaceae) familyasından Ege, Akdeniz sahilleri, Portekiz, İspanya, İtalya, Girit ve Türkiye'de yayılış gösteren çam türü.
Gençken yuvarlak, yaşlı halde dağınık şemsiye gibi bir yapıya sahiptir. Gençken kuvvetli büyür. 20–25 m. boy yapar. Düzgün bir gövdeye ve bu gövdeden dik olarak çıkan yatay duruşlu dallara sahiptir. İğne yaprakları parlak açık yeşil renkli, 10–20 cm uzunlukta ve uç kısmı sivridir. kozalakları kestane renginde, yumurtamsı veya yuvarlak 10–15 cm uzunluk, 6–10 cm genişlikte, çok kısa saplı ve genellikle reçinelidir. Tek veya iki tanesi karşılıklı dizilmiştir. Tohumları sert, soluk kırmızı, uzunca ters yumurta biçiminde, oldukça büyüktür ve 3. yılda olgunlaşır.
Toprak istekleri bakımından çok seçici olmasa da geçirgen kumlu, gevşek toprakları severler. Işık ağacı olup gençken hızlı büyür ve derine giden kazık kök sistemine sahiptir. Ağırlık olarak 0–900 m aralığında Başta Ege Bölgesi olmak üzere Marmara, Akdeniz bölgelerinde geniş yayılış gösterir. Rutubet isteği fazladır. Özellikle Temmuz-Ağustos aylarında su açığı olmamalıdır. Kısa süreli donlara karşı dayanıklı olmasına rağmen etkilenir. Atmosferik kirliliğe ve yeraltı sularındaki tuzlulaşmaya karşı duyarlıdır. Yangın sonrası sürgün verme kapasitesi yüksektir.
Türkiye İspanya'dan sonra en fazla alana sahip ülkedir. Yaklaşık 100.000 hektar alanda saf ya da kızılçam ile karışık bulunur. Özel ağaçlandırmalarda da yaygın olarak kullanılan bir türdür. 8-10 yaşından sonra ekonomik olarak işletilmeye başlanmakta ve 80-100 yaşına kadar fıstık üretimine devam edilmektedir. En yoğun bulunduğu yöreler İzmir-Bergama (Kozak) ve Aydın-Koçarlı (Mazon) ilçeleridir.
Çam fıstığı için üretimi yapılan bu ağaçta kozalak toplama zamanları yağış durumuna göre Ocak-Haziran ayları arasında değişmektedir. Zengin tohum yılları 3-4 yılda bir olan fıstık çamı 28 günde çimlenmektedir. Üç yıllık kozalaklar aynı anda ağacın üzerinde görülebilir.
100 g çam fıstığında bol protein ve mineral vardır. 100 g içinde 45 g doymamış yağ asidi, 31 g protein, 5 g karbonhidrat, mineraller ve su bulunmaktadır. 100 g fıstığın kalori değeri 580 kaloridir. Bileşiminde linoleik asit ve oleik asit vardır. Ayrıca omega 3 ve 6, B ve C vitaminleri, karoten, demir, çinko, potasyum, manganez, fosfor bulunur.
Ladin
Ladin ("Picea"), çamgiller (Pinaceae) familyasının "Picea" cinsinden Kuzey yarıkürenin ılıman ve soğuk bölgelerinde yayılış gösteren ağaç türlerinin ortak adı.
Uzaktan bakıldığında göknara benzese de piramide benzer tepesi ve sarkık dalları ile ondan ayırt edilebilir. Boyu 40–50 m'ye kadar ulaşabilir. İğne yaprakları kısa, sivri uçlu ve kesitli dört köşedir. Olgunlaşmış kozalağının pulları dağılmaz.
Seksiyon Picea
Seksiyon Omorika
Seksiyon Casicta
Bilgisayar monitörü
Monitör, görüntü sergilemek için kullanılan elektronik ya da elektro-mekanik aygıtların genel adıdır. Monitör, başta televizyon ve bilgisayar olmak üzere birçok elektronik cihazın en önemli çıktı aygıtıdır. Monitör, plastik bir muhafaza içerisinde gerekli elektronik devreleri, güç transformatörünü ve resmi oluşturan birimleri içerir. Monitörle bilgisayar arasındaki iletişimi ekran kartı sağlar. Yani, monitörden çıkan veri kablosu bilgisayar kasasında ekran kartına bağlanır. Monitörlerin boyutları inç ölçü cinsiyle ifade edilir. Bu boyut monitör ekranının bir köşesinden karşı çaprazındaki diğer köşesine olan uzaklıktır.
Bilgisayar kullanılırken monitörlerde iki tür ekran moduyla karşılaşılır. Bu ekran modları Text modu ve Grafik modudur.
Text modu: Text modunda ekran 25 satır ve 80 sütundan oluşur. Yani her satıra en fazla 80 karakter yazılabilir. DOS işletim sistemi text modda çalışan bir işletim sistemidir.
Grafik modu: Grafik modu, Microsoft Windows işletim sisteminin çalıştığı ortamdır. Monitör ekranı pixellerden (noktalardan) oluşur. Pixel sayısı ne kadar fazla ise netlik o kadar artar. Nokta sayısı yoğunluğuna çözünürlük denir. Çözünürlük azaldıkça netlik azalır ve görüntü bozulur.
Monitörler iki tiptedir. CRT ve daha modern olan LCD monitörler. CRT monitörlerin boyutları bir televizyon gibi, oldukça büyüktür. LCD monitörler ise çok daha incedir.
Bir monitörün en önemli parçası çeşitli elektronik devrelerle birlikte CRT (Chatode Ray Tube – Katot Işınlı Tüp) denilen havası boşaltılmış ve ön yüzeyi binlerce fosfor noktacığından (dot) oluşan koni şeklindeki tüptür.
Bu tüpün geniş tarafı dikdörtgen şeklindedir. Diğer dar tarafında ise elektron tabancası bulunur.
Tabanca içerisindeki katot levhaları tel fleman (ısıtıcı) ile ısıtılır ve tüp içerisinde serbestçe dolaşan elektron bulutu oluşturulur. Negatif kutup |
landırılan katotlar ile pozitif kutuplandırılan ekranın iç yüzeyi arasında büyük bir gerilim farkı uygulandığında katotlarda oluşan elektronlar dış yüzeye doğru fırlar.
Sabit olarak yerleştirilen odaklama elemanları bu elektronları bir araya getirerek bir ışın halinde ekran orta yüzeyinde odaklar. Bu ışını ekranın istenilen taraflarına yönlendirmek için elektron tabancasının etrafında yatay ve dikey saptırma bobinleri bulunur. İşte bu ışının ön yüzeyde gezdirilmesi suretiyle ortaya görüntüler çıkar.
Ekran kartından sinyal geldiği müddetçe bu ışında monitörün sol üst köşesinden başlayarak fosfor ile kaplı ön yüzeyi tarar. Burada verecek çinko oksit türevi kullanılır. Noktanın hızlı hareketi görüntüyü oluşturur. Gözümüz gecikmeli algıladığı için görüntü oluşur.
Elektron demetinin ekranda saniyede kaç resim taradığı ekran kartı tarafından belirlenir. Bu değer saniyede 50 ile 120 arasında değişir. Bu değerler “tazeleme” frekansı olarak isimlendirilir. Değerin yüksek olması görüntü kalitesini ciddi ölçüde artıracaktır. Değer düşük olursa monitörde gözü yoran kıpraşımlar daha da fazla olacaktır.
Renkli monitörlerde renklerin oluşması için üç temel renk (kırmızı-yeşil-mavi) kullanılır. Her renk için elektron tabancası içerisinde bir ışın demeti oluşturan eleman vardır. Ayrıca ekran yüzeyi de üç ayrı renkten oluşan fosfor tabakasından oluşur. Bu tabakalar delikli bir maskenin arasından aydınlatılır. Hassas bir şekilde ayarlanan bu deliklerde her renge ait ışın demeti sadece o renge çarpar.
Monitördeki her nokta üç ayrı renkteki fosfor damlacığından oluşur. Bu üç fosfor damlacığı da bir araya gelerek “pixel” leri oluşturur. Birbirine en yakın aynı renkteki iki noktanın merkezleri arasındaki uzaklığa “dot pitch” denir. Nokta aralığı anlamına gelen bu ifadenin bugünkü değerleri 0.24 mm ile 0.28 mm arasında değişmektedir. Bu değerlerin küçük olması görüntü kalitesinin artması anlamına gelir.
LCD (Liquid Cyristal Display) monitörlerde görüntü sıvı kristal diyotlar yardımıyla sağlanmaktadır. Bu diyotlara gerilim uygulandığında, içlerindeki moleküllerin polarizasyonu değişmekte ve beraberinde de diyotun geçirgenliği değişmektedir. Bu duruma dijital saatlerde de rastlamaktayız. Normalde şeffaf olan bu diyotlara gerilim uygulandığında geçirgenliklerini kaybederler ve siyaha dönerler. Renkli LCD monitörlerde ise çok ufak ve birden fazla diyot kamanı kullanılarak görüntü alınmaktadır.
LCD monitörler DSTN ve TFT olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Ucuz olan ve “passive matrix” teknolojisini kullanan DSTN (Dual-Scan Twisted Nematic)’ler çözünürlükleri ve görüş açıları TFT’lerden düşük olan monitörlerdir. Bu monitörler genelde dizüstü bilgisayarlarda kullanılmaktadır. TFT (Thin Film Transistor)’ler ise “active matrix” adı verilen ve görüntüyü daha parlak ve keskin gösteren bir teknoloji kullanırlar. TFT’lerde her piksel bir ya da dört transistör tarafından kontrol edilir ve bu sayede flat panel ekranlar arasında en iyi çözünürlüğü sunarlar..
Interlaced CRT monitörlerde önce tek satırların daha sonra da çift satırların tazelendiği bir tarama şekli kullanılmaktadır. Bu yöntem ekran çözünürlüğünü arttırmak için uygun bir yöntemdir, fakat ekranda titreşime sebep olunmaktadır.
Non-interlaced monitörlerde ekranın üstünden altına doğru bir döngüyle her satır tazelenir. Bu olay titreşimi azaltmaktadır ve günümüzde bu tip monitörler kullanılmaktadır.
256, Yüksek ve Gerçek Renkler
Monitörde görüntülenen renk sayısı ekran kartının hafızası ile ilgilidir. 256, yüksek ve gerçek renk terimleri renk bilgisini depolamak için kullanılan bit sayısını ifade eder. Bit sayısının fazlalığı, renk sayısının ve aynı zamanda video RAM’in fazlalığı demektir.
256 renk 8 bit’i kullanır ve ekranda sadece 256 farklı renk görünür. Yüksek (high) renk 16 bit’i kullanır ve ekranda 65536 (64K) renk görüntülenir. Gerçek (true) renk 24 bit kullanır ve ekranda 16 milyon renk görüntülenir. 16 ve 24 bit arasındaki fark insan gözü tarafından algılanmaz.
Ekran kartı için gereken video RAM miktarı şu şekilde formüle edilebilir:
yatay çözünürlük x dikey çözünürlük x 1 pixel için gereken byte miktarı = ekran kartında bulunması gereken minimum ram miktarı (byte)
16 renkte: 1 pixel için 0,5 byte
256 renkte : 1 pixel için 1 byte
64K renkte: 1 pixel için 2 byte
16,7 milyon renkte: 1 pixel için 3 byte gerekir.
Mesela: 16,7 milyon renk ve 1024 x 768 çözünürlük
1024 x 768 x 3 = 2,359,296 byte = 2,4 MB (yaklaşık) video RAM gerekmektedir. Dolayısıyla piyasada bu sınırın üzerinde 4 MB ekran kartı bulunduğundan en azından bunun kullanılması gerekmektedir
Aşağıda küçükten büyüğe olmak üzere monitör boyutları verilmiştir.
Monitör ekranının büyüklüğü yapılacak işe ve amaca göre seçilmelidir. Normal kullanım için en ideal ekran boyutu 19 inçtir(Düz kare ekran (4:3 ya da 5:4) ya da geniş ekran (16:9 ya da 16:10) tercih edilebilir). Eğer bilgisayarda daha çok şekil, grafik, plan, proje çizimleri veya programlama yapılacak, oyun oynanacak ise ekran boyutu büyük olan monitörler (21 inç, 23 inç vb.) tercih edilmelidir. Büyüklükle beraber monitör çözünürlüğüne (yüksek çözünürlüğe sahip monitörlerin görüntüleri daha kalitelidir) ve ekran kartının özelliklerine (bellek miktarı, işlemci hızı, desteklenen en yüksek çözünürlük vb.) de dikkat edilmelidir.
Am
Am şu anlamlara gelebilir:
İnsan penisi
İnsan penisi, erkek bireylerde, görünür kısımda yer alan eşey ve üreme organı yapısıdır. Penis kelimesi Latincede "kuyruk" anlamına gelmektedir.
İdrar ve üreme salgısı kanalıyla, bunun çevresini saran süngerimsi bir yapıda kan damarlarınca zengin bir üreme organıdır. Penisin ucunda yer alan açıklıktan hem idrar hem de meni ayrı zamanlarda dışarıya atılır. Penis uyarıldığında damarların kanla dolmasıyla büyür ve sertleşir. Buna sertleşme (ereksiyon) denir. Sertleşen penis içindeki meninin dışarı atılmasına boşalma (ejakülasyon) denir.
Kavernöz ve spongiöz maddelerden oluşur:
Penisin gövde ve baş olmak üzere iki kısmı vardır. Baş kısmı sünnet derisiyle kaplıdır ve erkek sünnet olduktan sonra bu kısım açıkta kalır. Sünnet olmamış erkeklerde sünnet derisinin içindeki baş kısmı sertleşmeyle birlikte ortaya çıkar, sonra eski boyutlarına döndüğünde tekrar deri tarafından örtülür. Penisin baş kısmı sünnet olmamış erkeklerde elle sıyrılarak da ortaya çıkarılabilir.
Penis başı erkeğin en hassas bölgelerinden biridir ve içerdiği çok sayıda sinir ucu sayesinde orgazmda en önemli rolü oynar.
Penis kökünün altında yer alan testisler, deri ile kaplı bir yapı olan testis torbası (skrotum) içinde korunurlar. Organı kaplayan deri ergenliğin başlamasıyla koyulaşıp kalınlaşır. Bu torba içindeki testisler ergenlik öncesinde küçük, erişkinde ise 20-30 gr ağırlığında, 4–5 cm uzunluğunda, 2,5 cm genişliğinde yumurtaya benzer şekildedir. Yetişkin bir erkekte, sağlıklı bir testisin uzunluğu en az 3,5 cm'dir. Testisler erkek üreme hücrelerini yani spermleri üretirler ve erkeklik hormonu olan testosteronu salgılarlar. Bunun yanında testiste üretilen meni testis yollarını kayganlaştırarak spermlerin geçişini kolaylaştırır.
Yetişkin erkeklerde sertleşmiş bir penisin ortalama uzunluğu 10–13 cm′dir. Normal penis boyu 8–14 cm arasındadır. Normalden büyük penis boyu ise 14–16 cm arasındadır. Yapısal bozukluk olan anormal penis, boyu 7 cm'nin altında veya 16 cm'den çok daha uzun olan penislerdir.
Penisler, içine daha çok veya daha az kan alanlar olarak sınıflandırılır.
Et penisi: Et penisine sahip yetişkin kişilerin penisleri en inik halinde dahi ~10 cm civarındadır. Et penisinin sertleşmiş hali, inik (sönük) halinin 1,2-1,4 katı kadar büyüyebilir. Dünyada yetişkin erkeklerin ortalama %19'u et penisine sahiptir.
Kan penisi: Kan penisine sahip yetişkin kişilerin penislerinin en inik hali 4–6 cm dir. Kan penisi, en inik halinin 2-4 katına kadar büyür. Dünyada yetişkin erkeklerin yaklaşık %81'i kan penisine sahiptir. Yarı et yarı kan penisi ise inikken penisin kafası nerdeyse sert hali boyutunda olup, gövde kısmı kan penisi gibi büzüşen penistir.
Anormal penis: Yetişkin kişide, sert hali ~7 cm'nin altında olan ve ~16 cm'nin çok daha üstünde olan penis anormal büyüklüktedir, bunlar çok az kişide görülüp, yapı bozukluğudur. Anormal büyük penisin cinsel sağlık açısından olumsuz durumu yoktur. Çok küçük penise mikropenis hastalığı denir. Şişman insanların çoğunda penis bölgesinde yağ birikimi olabilir, bu yüzden penis inikken ~1 cm kadar gözükebilir, bununla mikropenis hastalığı karıştırılmamalıdır, bunda penis sadece yağlardan dolayı küçük gözükür.
Penis, normalde erkek 13 yaşlarındayken büyümeye başlar ve yaklaşık iki yıl içinde olgun erkek penisi büyüklüğüne erişir. Büyümeye başlama yaşı 10 ila 15 yaş aralığında değişebilir. Bu dönemde genital bölge kılları da ortaya çıkar. Tam büyüme 18 yaşına kadar olsa da, çok nadiren ergenliğe geç giren bazı kişilerde 20-24 yaşlarına kadar devam edebilir.
Parasempatik sinir sisteminin uyarılması sonucu, penisin "Corpus cavernosum" ve "Corpus spongiosum" parçalarına kan dolması nedeniyle oluşan fizyolojik olaydır.
Fizyolojik olarak, uyarılma sırasında atardamarlarla kan hızlıca penise pompalanır, penisin kavern odacıklarının duvarları gevşeyerek genişler ve içlerine daha fazla kan alarak şişer ve büyürler. Böylece penis kanla dolarak büyür ve sertleşir. En dıştaki sert kılıf ve zarlar gerilir, toplardamarlar kapanır ve kan tekrar dolaşıma çıkmaz, bir süre orada kalır. Penis sertliğini kaybederken, bu toplardamarlar açılır, kan penisi terk eder ve kavern sistemlerin duvarları kasılıp büzüşerek küçülürler. Penis eski konumuna gelir.
Mekanizma olarak basit; ama hormonal, kimyasal, elektriksel, mekanik ve psikolojik açıdan karmaşık bir süreçtir.
Sempatik sinir sisteminin uyarılması sonucu, penisten meninin sperm kanalları yoluyla üretal açıklıktan dışarı çıkması olayıdır.
Sperm kanallarıyla vücuttan dışarı çıkan menide sperm hücreleri bulunur. Testislerden çıkarak idrar yoluna doğru uzanan iki sperm kanalı, idrar kesesinin altından geçer ve dış idrar açıklığına kadar uzan |
ır. İdrar kesesinin altında prostat bezi yer alır. Prostat, boşalma öncesi bir sıvı salgılayarak sperm kanalını temizler. Bu sıvı dişilerin üreme kanalı olan vajinanın kimyasal ortamını sperm hareketine uygun hale getirir. Spermlerin dışarı atılmadan önce biriktikleri iki küçük kesecik de (seminal kese) mesanenin iki yanında bulunur.
Her testis içinde çok ince ve birbiri üzerine katlanmış çok sayıda kılcal boru vardır. Sperm hücreleri bu borular içerisinde oluşur ve olgunlaşırlar. Sperm hücrelerinin üretimi ve olgunlaşması yaklaşık 74 gün kadar sürer. Yaklaşık 4 ml hacmindeki meninin hacmen %60'ı seminal vezikül tarafından, %20'si prostat tarafından oluşturulur. Prostat en dış kısımda yer alan organ olduğundan boşalmada ilk boşalan sıvı prostat sıvısıdır ve en canlı spermler bu sıvı içinde yer alırlar. Sperm üretimi devamlıdır, üretilen sperm depolanır ve boşaltılmaya hazır bekler.
Bir boşalmada erkek ortalama 150 milyon sperm hücresi boşaltır. Yumurta hücresinin döllenmesinde sperm sayısı kadar spermlerin kalitesi de önemlidir. Meninin çeşitli özelliklerinin laboratuvar koşullarında incelenmesine spermiyogram adı verilir.
Sünnet, erkeklerde penis başını örten ve koruyan üstderinin (prepus) bir kısmının veya tamamının kesilip atılmasıdır. Yahudi ve Müslüman gibi bazı toplumlarda dini bir gereklilik olarak, bazen de tıbbi bir gereklilik olarak dünyada yaygın olarak uygulanır.
Sünnetin, penisin ısı hassasiyetini artırarak erken boşalma sorununu tetiklediği yönünde veriler bulunmakla beraber tam aksine haz barajını yükselterek erken boşalma sorununu tedavide etkili olduğu yönünde veriler de vardır.
Sünnet olan erkekler kimi zaman doğal sünnet derisi görünümünü tekrar elde etme arzusu, cinsel birliktelik sırasındaki hassasiyeti artırmak ya da günlük aktiviteler sırasında hassas bölgelerin sürtünmeden kaynaklı deformasyonunu önlemek gibi nedenlerle sünnet derisi restorasyonu ile penisin sünnet olmadan önceki görünümüne geri dönerler.
İdo dili
İdo, ana dilleri farklı olan insanlar arasında anlaşmayı kolaylaştırmayı amaçlayan yapay bir dildir. 1907'de icat edilmiştir.
İdo, dilbilgisi, sesbilgisi ve sözcelem bakımından öncülü Esperanto ile benzerlikler gösterir. İdo, Esperantoda reform talep eden Esperantocular tarafından oluşturulmuştur. Bu dili konuşanların sayısı bilinmemekle birlikte Esperantoyu azami 1.5 milyon, İdoyu birkaç bin kişinin konuştuğu tahmin edilmektedir. Yine Esperanto bilenlerin İdoyu, İdo bilenlerin Esperantoyu fazla zorlanmadan anladıkları tahmin edilmektedir.
İki dil arasında göze çarpan en önemli fark, İdonun 26 harfli standart Latin abecesini kullanmasıdır. Oysa Esperantoda "q", "w", "x" ve "y" harfleri bulunmayıp "ĉ", "ĝ", "ĥ, "ĵ", "ŝ" ve "ŭ" harfleri bulunmaktadır. İdonun Esperantonun 'hatalarını gidermek' amacıyla ortaya çıktığını söylemek yanlış olmaz.
Sensor
Hatila Vadisi Millî Parkı
Hatila Vadisi Millî Parkı, Artvin merkez ilçe sınırları içerisinde Hatila Vadisindeki Hatila Deresi ve birçok yan derelerini içerir. Ulaşım, Artvin il merkezinden 10 km.lik stabilize bir yol ile sağlanır. Vadi boyunca değişik kayaç türleri görülmekle birlikte, bu kayaçların hemen hepsi derinlik volkanizmasının ürünüdür. Hatila Vadisinin genel karakteri; V tipi, dar tabanlı, genç vadi özelliğindedir. Vadi boyunca litolojik farklılıklardan kaynaklanan eğim kırıkları ortaya çıkmıştır. Bu eğim kırıkları, akarsuda şelalelerin oluşumunu sağlamıştır. Vadi yatağının derine aşınmasının, yana doğru açılımından daha kuvvetli olmasından dolayı vadi yamaçlarının eğimi %80 hatta kimi kesimlerde %100'e ulaşır. Yamaçların gerek fiziksel parçalanma ve kütle hareketleri gerekse yan dere ve heyelanlarla işlenmesi sonucu vadide çok haşin bir topografya ortaya çıkmıştır. Bu topografya, vadinin orta kesimlerinde kanyon ve boğaz oluşumunu sağlamıştır. Vadinin orta ve yukarı ağzında çok zengin ve yoğun olan vejetatif örtü; bünyesinde çok çeşitli bitki türlerini barındırmaktadır. Bu türler içerisinde dikkati çeken belirgin özellik, bitki örtüsünün genel olarak Akdeniz iklim karakterini yansıtmasıdır. Dolayısıyla buradaki bitki örtüsü relikt bir özellik gösterir. Ayrıca bitki türleri içerisinde endemik karakterde olanlar da vardır. Bu türlerin sayısı 500'ü geçmektedir. Hatila Vadisi, zengin bir fauna da içermektedir. Bu fauna içerisinde en çok rastlanan türler; ayı, domuz, tilki, porsuk, yaban keçisi, sansar, atmaca, kartal, çakal, dağ horozu, Hopa engereği ve alabalıktır.
Hatila Vadisinin gerek ilginç jeolojik ve jeomorfolojik yapısı ve gerekse özgün bitki toplulukları yöreye Türkiye’de ender rastlanan bir alan özelliğini vermektedir. Ayrıca bu doğal öğelerin birleşimi sonucu eşsiz peyzaj güzellikleri ortaya çıkmakta ve bu durum da zengin rekreasyonel potansiyel oluşturmaktadır.
Millî Park sahası içerisinde ziyaretçilerin günübirlik ve kamp kullanımı için belirlenmiş yerler bulunmaktadır. Çadırla, karavanla ve belirli kapasitelere sahip bunglov tipi doğal ortamla uyumlu tesislerde konaklanabilir. Ayrıca Millî Park Artvin il merkezine 10 km. uzaklıkta olduğundan, burada da konaklamak mümkündür.Son yıllarda sayıları artmış olan kabuk böcekleri, birçok ağacın kurumasına sebep olmaktadır.
Sensör
Sensör ya da algılayıcı, otomatik kontrol sistemlerinin duyu organlarına verilen addır. İnsanların çevrelerinde olup bitenleri duyu organlarıyla algılamasına benzer biçimde, makineler de sıcaklık, basınç, hız ve benzeri değerleri algılayıcıları vasıtasıyla algılarlar. Örneğin, bir sıcaklık algılayıcısı değişen ortam sıcaklığına bağlı olarak bacakları arasında elektrik potansiyel farkı (gerilim) oluşturur. Bu bilgi bir mikrodenetleyiciye aktarıldığında kapalı çevrim bir sıcaklık kontrol ünitesi elde edilir.
Algılayıcı; ısı, ışık, nem, ses, basınç, kuvvet, elektrik, uzaklık, ivme ve pH gibi fiziksel ya da kimyasal büyüklükleri elektrik sinyallerine çeviren düzeneklerin genel adıdır.
Pek çok tipte ışık algılayıcısı vardır. Foto direnç, foto diyod, foto transistör, fotosel bunlara örnek olarak verilebilir.
Kuvvet ölçümünde kullanılan algılayıcılara örnek olarak gerilim ölçer verilebilir. Kapasitif ve endüktif prensipte çalışan kuvvet ölçerler de vardır.
Isı algılayıcılarına örnek olarak ise ısıl ikili ve termistor verilebilir.
Fotoğraf makinesi, video kamera gibi sayısal (dijital) görüntüleme aygıtlarında, görüntü bilgilerini algılayan ve elektronik ortamda işlenebilir sinyallere dönüştüren temel öğedir.
Işığa duyarlı algılayıcılar bunlara bağlı olan mikroişlemci sayesinde, yakalanan görüntüyü sayısal ortama aktarır. Resim kalitesini belirleyen tek etmen kullanılan algılayıcı değildir. Optik sistem ve verinin firmware (donanım yazılımı) ile işlenme şekli de ayrı bir önem taşır.
Sayısal kameralarda başlıca iki tür algılayıcı kullanılır. Bunlardan biri CCD (İngilizce: "Charge-coupled Device") algılayıcı, diğeri ise CMOS (İngilizce: "Complementary Metal Oxide Semiconductor") algılayıcıdır. Üç rengi tek pikselde yakalayabilen Foveon adlı bir algılayıcı türü de vardır.
Deklanşör
Deklanşör (Fransızca: "déclencheur"), fotoğraf makinesi, kamera gibi optik aygıtlarda, fotoğraf veya film çekmek için basılan düğmedir. Deklanşöre basıldığında, ışık düzengeci (diyaframı) açılarak, filmin ışıklanması sağlanmış olur.
Her deklanşörün görünüşü, büyüklüğü ve mekanik yapısı aynı değildir. Kullanılan kamera ya da modele bağlı olarak farklı olabilir. Bunlardan bazıları, yumuşak baskılı, diğer bazıları ise sert baskılıdır.
Dijital ve otomatik kameralarda deklanşör, çoğunlukla çok işlevli ve çift aşamalıdır. Deklanşör üzerine hafif bir baskı, otomatik netlik ayarlarının yapılmasını, ikinci baskı ise ışık düzeneğinin açılmasını, dolayısıyla fotoğraf çekmeyi sağlar.
İyi bir deklanşörün, el ve parmak yapısına uygun (ergonomik) şekilde düzenlenmiş ve sarsılmaya neden olmayacak kadar rahat basılabilen, yumuşak basımlı olması gerekir.
Web kameralarından bazıları, aynı zamanda dural fotoğraflar çekmeye yarayan bir fotoğraf makinesi olarak da kullanılabilir. Bu nedenle, bu tür kameraların üzerine de fotoğraf çekmeye yarayan bir düğme eklenmiştir. Ancak bu düğme, çoğunlukla sadece fotoğraf çekebilmek için konulmuş, ikinci bir işlevi olmayan, basit yapılı bir düğmedir.
Deklanşör düğmesini fotoğraf makinesine dokunmadan çalıştırmak için fotograf makinesine bir kablo yardımıyla bağlanan düzenektir. Özellikle uzun pozlamada fotoğraf makinesinin deklanşörüne basıldığında fotoğraf makinesinin aldığı titreşim fotoğrafa yansıyabilir. Bu durumlarda kablo deklanşörle deklanşörü tetiklemek tercih edilir. Genellikle kablo deklanşör kullanıldığı durumlarda makine üç ayakla sabitlenir. Kablo teklanşörlerde bulunan tek tuşun iki fonksiyonu vardır. Yarım basıldığında odaklama, tam basıldığında fotoğraf çekmeye yararlar. Bazı kablo deklanşörlerde kullanılan kablo daha uzun olabilir. Fotoğrafçının konu tarafından gözükmemesi için tercih edilebilir. Örneğin bir kuş fotosu çekilmesi. Kablo deklanşörlerde belli bir standart yoktur. Her markanın kendine has kablo deklanşörleri mevcuttur. Makineye göre kablolu deklanşör olmaması durumunda üretici buna uygun kablosuz deklanşör üretmiş olabilir. Hali hazırda deklanşör kablosu olmadığında fotoğrafçılar an fotoğrafı çekmiyorlarsa gecikmeli çekim modunu tercih ederler. Günümüzde kablo deklanşör portuna takılan radyo frekanslı uzaktan kumandalar da vardır. Kablo deklanşörlerde olduğu gibi deklanşöre yarı basıldığında odaklama yapabilenleri mevcuttur.
Genel olarak uzun pozlamaya sebebiyet veren durumlarda kullanılır.
Ajda Pekkan
Ayşe Ajda Pekkan (d. 12 Şubat 1946, İstanbul) Türk şarkıcı ve oyuncu. "Süperstar" ve "Diva" lakaplarıyla adlandırılmaktadır. İlk olarak sinema oyunculuğuyla sanat kariyerine giriş yapan Ajda Pekkan, 1964'te B-yüzü olarak yayınlanan ilk kaydı "Göz Göz Değdi Bana"nın ardından ilk 45'liği "Her Yerde Kar Var"ın beğenilmesi üzerine müzik hayatına atıldı. 1977'de yayınladığı Süperstar albümünün getirdiği başarı ile de Türkiye'de "Süperstar" olarak anılmaya başladı. Albümün ardından gün |
ümüze dek Süperstar adıyla yayınladığı 3 albüm daha yayınladı. Sanatçı kariyerinde "Kimler Geldi Kimler Geçti", "Bambaşka Biri", "Hoşgör Sen" ve "Uykusuz Her Gece" gibi şarkılarıyla Türk müzik tarihinde önemli bir rol oynadı.
33. Türkiye Hükûmeti'nde Kültür Bakanlığı'nın tavsiyesiyle verilmeye başlanan Devlet Sanatçısı unvanına 1998'de lâyık görülen sanatçı uluslararası anlamda pek çok yerde konserler vermiş, Türkçenin yanı sıra İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Arapça ve Japonca olmak üzere daha pek çok dilde şarkılar söylemiştir. Ajda Pekkan ulusal kamuoyunda da Türk pop divası olarak adlandırılır.
Ajda Pekkan, 12 Şubat 1946'da İstanbul'da dünyaya geldi. Babası Rıdvan Pekkan deniz binbaşısı, annesi Nevin Dobruca ise ev hanımı olan Ajda Pekkan'ın çocukluğu babasının mesleği nedeniyle Gölcük, Kocaeli'de geçmiştir. Tek hayalinin bir çocuk sahibi olmak olduğunu belirten Pekkan, iki evlilik yapmış ve evlendiği erkeklerin her defasında sanat hayatını bırakmasını istemesi üzerine en büyük fedakârlığının çocuk yapmamak olduğunu söylemiştir. İlk estetiğini 22 yaşında yaptıran Pekkan, "100 yaşıma da gelsem estetik yaptırırım" demiştir. Pekkan'ın kişisel yaşamına yönelik Sezen Aksu "Bizlere bu yolu o açmıştır, onun sayesinde ben de buralardayım. Ajda'nın lakabı Angela'dır. Sık sık evde buluşuruz. Gizli saklımız yoktur. Birine beddua ettiğimizde Allah bize jübilesine gitmeyi nasip etsin deriz. Ajda ne yer ne içerse ben de aynısını yer içerim." demiştir.
Kendisi gibi ses sanatçısı kardeşi Semiramis Pekkan'ın desteğiyle 1961 yılında gece kulübü "Çatı"'nın sahibi olan şarkıcı İlham Gencer'e ulaşan Ajda Pekkan, seslendirdiği Mina'nın "Il Cielo In Una Stanza" şarkısıyla müzik çalışmalarına başlamış, Los Çatikos müzik topluluğu eşliğinde bir müddet sahne çalışması yapmıştır. Yine 1963 yılında Ses Dergisi'nin açtığı "Ses Sinema Artisti Yarışması"'na katılan Ajda Pekkan, Ediz Hun'un erkekler dalında birinci, Hülya Koçyiğit'in ikinci olduğu yarışmanın kadınlar kategorisinde birinci olmuştur. Ses Dergisi'nin yarışmasında birinci olması, yenilikçi ve dikkat çeken fiziği ile ilgi toplamıştır.Aynı yıl Öztürk Serengil ile başrolde oynadığı Adanalı Tayfur ilk sinema filmidir. "Adanalı Tayfur" da seslendirdiği "Göz Göz Değdi Bana" şarkısı, arka yüzünde Öztürk Serengil'in seslendirdiği "Abidik Gubidik Twist" şarkısıyla birlikte 45'lik olarak yayınlandı.
Sanat kariyerine sinema oyunculuğuyla giriş yapan Ajda Pekkan, 1964'te B-yüzü olarak yayınlanan ilk kaydı "Göz Göz Değdi Bana"nın ardından ilk 45'liği "Her Yerde Kar Var"ın beğenilmesi üzerine müzik hayatına atıldı. 1977'de yayınladığı "Süperstar" albümünün getirdiği başarı ile de Türkiyede "Süperstar" olarak anılmaya başladı. Albümün ardından günümüze dek Süperstar adıyla yayınladığı 3 albüm daha yayınladı.
Sinemaya adım atmadan önce tanıştığı Fecri Ebcioğlu, sinema yıllarında da Pekkan'a yardımcı olmuş ve 1965 yılında, Pekkan'a ait ilk plağı olan "Her Yerde Kar Var" plağında Ebcioğlu'nun aranjmanlarını seslendirmiştir. Ajda Pekkan, Ebcioğlu'nun yabancı şarkılar üzerine Türkçe sözler yazarak Türk müziğine kazandırdığı "aranjman" tarzı şarkılar söyleyen, Salvatore Adamo'nun şarkısını Fransız aksanıyla söyleyerek ilgi karşılanmış Ajda Pekkan'ın peşpeşe yayınlanan plaklarının ardından 1967 yılında çıkardığı "İki Yabancı" 45'liği ile aranjman dalında satış rekoru kırdı. "Dünya Dönüyor", "Saklanbaç", "Boş Sokak", "Boşvermişim Dünyaya" ve "Üç Kalp" gibi üst üste plaklar yapan sanatçı, 1968'de Atina'da düzenlenen Uluslararası Apollonia Müzik Festivali'nde "Özleyiş", sonraki sene aynı festivalde "Perhaps One Day" şarkılarını seslendirmiştir. "Ve Ben Şimdi" şarkısıyla Barselona'daki "Akdeniz Şarkıları Festivali"'nde şarkısı ile Türkiye'yi temsil etmiş, şarkıları pek çok filmde fon müziği olarak kullanılmıştır. Zeki Müren ile gazino programları yapmıştır.
Ajda Pekkan'ın seslendirdiği şarkıların kayıtları Philips firmasının desteği ile Fransa'daki stüdyolarda gerçekleştirilmiş, Fikret Şeneş'in sözlerini yazdığı şarkılarla kariyerini sürdürmüştür. 1970 yılında yayınlanan "Sensiz Yıllarda" ve "Yağmur" plaklarıyla Ajda Pekkan başarılı bir çıkış yaparken, 45'likler iyi bir satış yakalamış ve yıl sonu listelerinde yer almıştır. Üstüste gelen hit plakları ve giyimi ile Ajda Pekkan ilgi görmüştür.
İstanbul Plak'a 1972 yılında geçiş yapan sanatçı, bu firmadan ilk plağıyla beklenen başarıyı yakalayamazken, arabesk şarkılar içeren ikinci plağı "Dert Bende Derman Sende" ile satış rekorları kırmıştır. Ajda Pekkan, "Dert Bende Derman Sende" adlı şarkısını 1993'teki eski şarkılarından derlediği toplama albümü "Hoşgör Sen"de yayınlamıştır. Aynı şarkıyı 1996'daki stüdyo albümü "Ajda Pekkan 1996"da da yeniden seslendirmiş, 1973 yılına gelindiğinde ise Ajda Pekkan söyleme seslendirme taraftarı olmamasına karşın Fikret Şeneş'in ısrarıyla "Kimler Geldi Kimler Geçti" 45liğini piyasaya sürmüş, bu plağında "Kaderimin Oyunu"nun B yüzünde yer alan "Kimler Geldi Kimler Geçti" ile ses getirmiş, plak 65 bin satmıştır. Aynı yıl "Tanrı Misafiri" ve ertesi yıl "Sana Neler Edeceğim"i yayınlamıştır. Ancak sanatçı büyük başarısını aranjörlüğünü Norayr Demirci'nin ve 1975'te yayınlanan "Hoşgör Sen" ile yakalamıştır.
Ajda Pekkan, 1972'de İstanbul Plak'tan çıkan 45'likleri hariç diğer tüm 45'liklerinde yer alan şarkılarını Temmuz, 1975'te yayınlanan ilk derleme albümü "Ajda"da topladı. Albümde "Erkek Adın" adında yeni bir şarkı da bulunmaktadır. Albüm ilgi görmüştür. Albümde yer alan "Palavra Palavra" adlı şarkıya Cüneyt Türel düet yapmıştır.
Ajda Pekkan 1976 yılında Olympia, Paris müzik holünde pek çok şarkısının Türkçe versiyonlarını seslendirdiği Fransız şarkıcısı Enrico Macias ile seri konserler vermiştir. 1977'de çıkan 45'liği "Viens Dans Ma Vie" ile Türkiye'de satış rekorları kırmış, A-yüzündeki "Viens Dans Ma Vie" dilden dile dolaşan bir şarkı olmuş ve Türkiye'nin yabancı dilde en çok satan plağı unvanını kazanmıştır. Hürriyet gazetesinin o yıldaki sahibi Erol Simavi'nin "Ajda Pekkan'a star demek yetmez, ancak süperstar dersek yerini bulur." sözüyle birlikte önce sanat çevrelerinde, sonra hayranlarının arasında, daha sonra da tüm ülkede "Süperstar" unvanıyla anılır olmuştur.
1977 yılında "Süperstar" adı ile bahsedilen Ajda Pekkan farklı kapak tasarımı ve prodüksiyonla piyasaya sunulan "Süperstar"ı yayınladı. Aynı yıl Tokyo'daki "Yamaha Müzik Festivali"'nde "A Mes Amours" şarkısıyla elde ettiği başarılı netice sonucunda 70'lerin başında Almanca ve daha sonra Fransızca, Japonca ve Yunanca 45'lik plakları satışa sunuldu. Ajda Pekkan yine o dönemlerde Tahran'da konser verdi ve daha sonra televizyondan da yayınlanan bu konser Türk izleyicisi tarafından da ilgi gördü. Ajda Pekkan'ın Fransa'da ses getiren 45'lik çalışmaları yapmasına ve sonunda "Pour Lui" isimli Fransızca albümünü hazırlamasına önayak oldu.
Halk konserleri, sahne çalışmaları ve konuk sanatçı olarak katıldığı uluslararası organizasyonlar ile kariyerini sürdüren Ajda Pekkan, 1979 yılında "Süperstar" albümü serisinin ikinci albümü "Süperstar II"yi yayınlamıştır. O yıllarda birçok defa "Yılın Sanatçısı" seçildiği gibi şarkıları da liste başı olmuştur.
Sanatçı 1970'lerin sonunda Türk pop müziğinin cazibesini yitirip "alaturka-arabesk"e yönelindiği yıllarda "Sen Mutlu Ol" ve "Sevdim Seni" isminde hafif müzik ve alaturka sentezi iki albüm yaptı. "Sen Mutlu Ol" ilgi gördü.
Türkiye'yi temsil etme görevinin eleme usulüyle belirlendiği Eurovision Şarkı Yarışması'na 1980 yılında atama yoluyla Ajda Pekkan seçildi. İlk önce tespit edilen 5 bestecinin şarkılarının jüri tarafından üçe düşürülmesiyle "Bir Dünya Ver Bana", "Olsam" ve "Petrol" ile televizyon ekranlarında yer almış, Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu tarafından "Petrol"'ün Türkiye'yi 1980 Eurovision Şarkı Yarışması'nda temsil etmesine karar verilmiştir. Kulis faaliyetlerinin yetersizliği, şarkının siyasî hicivli yapısı ve yarışma gecesindeki organizasyon bozuklukları neticesinde Ajda Pekkan, bu yarışmada hayal kırıklığı yaratan bir derece aldı. "Süperstar" lakaplı Ajda Pekkan yarışmanın ardından dinlenme kararı alıp, ABD'ye yerleşti.
Aynı yıllarda "Süperstar 83 Show"'u sunan sanatçı Fikret Şeneş'le birlikte çalıştığı "Süperstar 83" albümünü yayınlanmış, reklam filmleri, televizyon programları ve sahne çalışmalarıyla adından söz ettirmeye devam etmiştir. 1984 yılının sonlarında Beş Yıl Önce On Yıl Sonra ile bir müzik albümü hazırladı. "O Benim Dünyam" şarkısıyla iyi çıkış yakalayan Ajda Pekkan, bu şarkıyla büyük başarılara imza atarken yeni ekibiyle beraber birçok konserler verdi. 1987 yılında Ülkü Aker ve Fikret Şeneş'in sözlerini yazdığı "Kim Olsa Anlatır", "Yalnızlık Yolcusu" gibi şarkılarla özel hayranları için eşsiz olarak nitelenen ve o dönemin gençleri için unutulmaz bir albüm olmasına rağmen "Süperstar 83" adlı albümün gölgesinde kalan "Süperstar 4" albümünü hazırladı. Sonrasında yaptığı evlilik nedeniyle aldığı müziği bırakma kararı tüm müzik severleri üzse de, daha sonra müziğe yeniden müziğe dönüş kararı verdiği sıralarda, 1989 yılının sonunda evliliği de sona erdi.
Pop müziğinin çıkmaza girdiği günlerde Aralık 1989'da tanıtım partisi düzenlediği "Ajda 90" albümünü Şubat 1990'da piyasaya sürdü. Popta yeni arayışlar ve sanatçılar ortaya çıkarken "Yaz Yaz Yaz" ile ortalığı kasıp kavurdu. Yarısı yerli beste yarısı aranjman olan bu albüm Ajda Pekkan'ın iyi dönüşünün göstergesiydi. "Sana Bana Yeter", "Resmin Yok Bende", "Her Yaşın Bir Güzelliği Var" ve "Olur Ya" gibi şarkılar da albümdeki diğer hitlerdi. Peşi sıra başlayan Rumelihisarı konserleriyle Ajda Pekkan sevenleriyle buluşmaya devam etti. Aynı yılın sonlarına doğru Ajda Pekkan'ın isteği dışında yayınlanan, ancak hayranlarını memnun eden "Unutulmayanlar" adlı toplama albümü yayınlandı. Bu albümde Ajda Pekkan'ın "Sen Mutlu Ol" şarkısı albümündeki sevilen parçalar yer almaktadır.
Ertesi yıl "Seni Seçtim" albümünü yayınlayan Ajda Pekkan bu albümünde Şehrazat, Garo Mafyan ve Mustafa Sandal ile çalıştı. Önceki albüme göre daha az ilgi gören bu albü |
m, yine de beğenildi. "Sevgide Seni Seçtim, "Oyun Etti Gözlerim" ve "Vazgeçme" şarkıları albümdeki sivrilen şarkılardı. Ajda Pekkan bu albümle birlikte iki yıl daha sürdüreceği ünlü İstanbul konserlerine başladı. Konserler sonraki albüm "Ajda 93" kapsamında da yapılırken en önemli ayakları Rumelihisarı ve Bostancı Gösteri Merkezi konserleriydi.
Ajda Pekkan, 1992 yılının ikinci yarısında yeni albüm hazırlıklarına başladı. İsviçre, ABD ve Türkiye'de kaydedilen albümdeki şarkıların neredeyse hepsinin yerli bestecilerden alındığı "Ajda 93" albümü, Mayıs 1993'te piyasaya sürüldü. Mizik kliplerinde görselliğe önem veren Ajda Pekkan, albümdeki neredeyse tüm şarkılara farklı temalarda klip çekmiş, "Sarıl Bana", "Oyalama Beni" ve "Yok" sözleri Sezen Aksu'ya ait olan "Ağlama Anne" ve "Eyvah" gibi parçalar 1993'ün hitleri oldu. Aynı yıl kendi rızası dışında yayınlanan ve hayranlarının oldukça ilgi gösterdiği toplama albümü "Hoşgör Sen" yayınlandı. Yine bu yapımlar haricinde 1993 yılında çeşitli sanatçıların katılımıyla hazırlanan "Sevgiyle 93" albümünde farklı sanatçılarla birlikte "Sev Dünyayı" ve solo olarak Turhan Yükseler'in düzenlemesiyle "Sensiz Yıllarda" adlı şarkılarını seslendirmiştir. 1995 yılında, Yapı Kredi Bankası'nın özel müşterileri için hazırlatmış olduğu "Altın Yıllar Altın Şarkılar" albümünde Selçuk Başar'ın düzenlemesiyle "Kimler Geldi Kimler Geçti" şarkısını yeniden seslendirmiştir.
1996 yılında "Ajda Pekkan" albümü yayınlayan sanatçı olumsuz eleştiriler aldı. Albüm en az satılan albümler arasındaydı. Sahne çalışmalarına devam eden Ajda Pekkan 1998 yılında, eski şarkılarının yeni düzenlemelerini seslendirdiği "The Best of Ajda" albümüyle iki yıllık bir aranın ardından bir kez daha izleyici ve dinleyicileriyle buluştu. Yüksek satış grafiği yakalayan bu albümle, geçmişten bugüne değin iz bırakmayı başarmış onlarca Ajda Pekkan klasiğini genç kuşaklarla buluşturdu. Sanatçı, 1998 yılında profesyonel sanat yaşamının 35. yılında 33. Türkiye Hükûmeti'nde Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın tavsiyesiyle verilmeye başlanan Devlet Sanatçısı unvanına layık görülmüştür.
Yüksek satış grafiği yakalayan 1998 tarihli "The Best of Ajda" albümünü takiben, 2000 yılında çift CD&MC formatındaki "Diva" albümü piyasaya çıktı. Bu albümde Ajda Pekkan'ın eski şarkılarının yeni yorumlarının yanı sıra, "Mutlu Bütün Şarkılar" ve "Aşka İnanma" gibi iki yeni şarkı ve kardeşi Semiramis Pekkan'ın eski şarkılarından "Dert Ortağım Benim" ile "Bu Ne Biçim Hayat"ın da Ajda Pekkan yorumları yer aldı. Başarı elde eden bu albümden çıkan "Bir Günah Gibi" şarkısı Claude Challe'nin "Buddha Bar" serisinde yer aldı.
2000 yılında Monako'da düzenlenen Monte Carlo Sporting D'été Müzikholü'nde çeşitli sanatçılarla birlikte sahne alan Ajda Pekkan için Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca "Prestige de la Turquie avec Ajda Pekkan" üst başlıklı Türkiye'yi tanıtıcı kısa film hazırlatıldı. 1960 ve 1980'li yıllar arasında pek çok filmde fon müziği olarak kullanılan Ajda Pekkan'ın seslendirdiği şarkılarından sonra Ajda Pekkan'ın sesi, 2001 yılı içerisinde sinemalarda gösterime giren Ferzan Özpetek'in yönetmenliğini yaptığı eşcinsellik temalı Cahil Periler filminde "Bambaşka Biri" ve Meksika'da yayınlanan bir pembe dizide de "Bir Günah Gibi" şarkıları ile yer aldığı filmlerin soundtrack olmuştur. Sadece şarkı söyleyerek kendini istediği kadar ifade edemediğini düşünen ve 60'lardaki beyaz perde macerasını yeniden tatmak isteyen Ajda Pekkan 2002 yılında Şöhret Sandalı adlı sinema filminde Ediz Hun ve Halil Ergün'le başrolleri paylaşmıştır. Oya Demirtok'un yapımcılığını yaptığı, Ayşe Ersayın'ın yönetmenliğini üstlendiği bu film hâlen sinemalarda gösterime girmemiştir.
2003 yazında üç yıllık bir aranın ardından "Sen İste" ile yeniden sevenleriyle buluşmuştur.
2005 yazında Kanal D ekranlarında çok beğenilen "Superstar Show" adlı bir televizyon programı yapmaya başladı. 11 Haziran 2006'da "Cool Kadın" adlı albüm piyasaya çıktı ve göstermiş olduğu başarıdan ötürü, MÜYAP tarafından Altın Plak Ödülü ile ödüllendirildi. 2007 yılı içerisinde, "Ajda Disco'da" adıyla, birden fazla DJ ile bir dizi konser gerçekleştirdi. 2008'in Haziran ayında Polisan sponsorluğunda İstanbul, Ankara ve İzmir'de konserler veren sanatçı, konserlerde seyirciler tarafından büyük beğeni toplayan iki yeni şarkısını, "Flu Gibi" ve "Gerisi Hikaye"yi, seslendirdi. Ünlü sanatçı bu konserleri takiben, yepyeni albümü "Aynen Öyle"yi 24 Temmuz 2008 itibarıyla izleyici ve dinleyicileriyle buluşturdu.
2009 baharında Serdar Ortaç'tan "Resim" adlı bir beste alan Pekkan, 21 Mayıs tarihinde bu şarkıyı single olarak yayınlayadı ve 22 Mayıs'ta Beyaz Show'da ilk kez seslendirdi. 2011 Haziran tarihinde "Yakar Geçerim" adlı single albümü yayınlandı. Bu çalışmasını sırasıyla "Farkın Bu", "Yakarım Canını", Klasik Türk müziği şarkılarından oluşan Muazzez Abacı ile düet yaptığı "Ajda Pekkan & Muazzez Abacı" ve "Ara Sıcak" albümleri izledi.
Resim şarkısı altın kelebek ödülü almıştır. Farkın Bu albümü 150 binden fazla satarak 5 dalda birden altın kelebek ödülüne layık görülmüştür. Elle style award 2010 yılın moda ikonu seçilmiştir. 2011 yılında ise Hairfest tarafından yılın pop müzik kraliçesi ödülüne layık görüldü. 2013 yılında Azerbaycan tarafından "Sanata, kültüre ve insanlığa hizmet ödülü", Fransa kültür bakanlığı tarafından "Ordre des Arts et des Lettres" nişanı ile ödüllendirilmiştir. Türk patent endüstrisi tarafından Pekkan 'a tüm zamanların değişmeyen sanat markası ödülü verilmiştir. Bahadır Tatlıöz ile düet yaptıkları Düşman mısın Aşık mı bestesi single olarak listelerde yer almıştır.
17 Kasım 1973 tarihinde Coşkun Sapmaz'la 6 gün süren bir evlilik yapan Ajda Pekkan ikinci evliliğini 1979'ta İzmir Fuarı'nda gazeteci Erol Yaraş ile birlikte yapmıştır. Çiftin nişan yüzüklerini Metin Akpınar ile Zeki Alasya takmıştır. Uluslararası pek çok ülkede konserler veren Ajda Pekkan, Türkçenin yanı sıra İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Arapça ve Japonca olmak üzere pek çok dilde şarkılar söylemiştir.
Çamlıca Kız Lisesi'nden eğitimini tamamlamadan ayrılan Ajda Pekkan erken müzik ve sinema kariyerinde müzik üzerine sonraları Leyla Demiriş'ten şan dersleri almıştır.
1963'te "Adanalı Tayfur" filmi ile sanat kariyerine adım atan Ajda Pekkan 1967'de Düşman Âşıklar ile sinema kariyerini oynadığı toplamda 46 filmle birlikte sonlandırmış ve müzik kariyerine sürdürmüştür. Başrolde Ayhan Işık ile oynadığı ilk filmi 1963 yapımlı Şıpsevdi olmuştur.
1960'larda birçok sinema filminde oynayan Ajda Pekkan yenilikçi fiziği, dönemin Türkiye şartlarına yeni tarzı, çekiciliği yüzünden dönemin erkek egemen dergileri tarafından eleştirilmiş, sinema kariyerinin henüz ikinci yılında "Bikini" adlı dergide kendi el yazısıyla yayımlanan "Putları Yıkıyorum" manşetli sansasyonel haber yayınlamıştır.
Şarkılarıyla ve yenilikçi tarzıyla ismiyle adından söz ettiren sanatçı giyim tarzı ve uğraşlarıyla çok konuşulmuştur. Bir röportajında "Tesettür giysileri tasarlar mısınız?" sorusuna "Bugüne kadar nasıl göründüysem, onu yaparım. Asker kızı olarak tarzımdan farklı bir şey yapamam. Ben Türkiye'yim, polemiklere girmem." demiş, Ajda Pekkan'ın feminist duruşu biyografisinin anlatıldığı Hür Doğdum Hür Yaşarım kitabında da irdelenmiştir. Yine başka bir röportajında da feminizm üzerine şöyle demiştir:
Kadına yönelik ve aile içi şiddet, kadın düşmanlığı ,okuma yazma, ayrımcılık gibi toplumsal konularda söylemleri ve aktivitileri olan Ajda Pekkan "kadına şiddet"e yönelik hazırlanan bir klibin şarksını seslendirmiştir. Hürriyet gazetesinin 2013 yılında hazırladığı, içerisinde eşcinseller tarafından gerçekleştirilen İstanbul Onur Yürüyüşü'ne ait görüntülerinde yer aldığı özgürlük temalı televizyon reklamı "Hürriyet Benim"'in reklam şarkısını seslendirmiştir.
Aile İçi Şiddet Acil Yardım Hattı'na gelir elde etme amacıyla çeşitli sanatçıların yer aldığı albüm "Güldünya Şarkıları"nda "Kadın Dediğin" şarkısını seslendirmiş, albüm tanıtımı konserinde sanatçı Aynur ile 2005 yılında mahkeme kararıyla yasaklanan "Keçe Kurdan" şarkısını seslendirerek 60. Türkiye Hükûmeti tarafından başlatılan demokratik açılıma ilk desteğini vermiştir.
Türk pop müziğinin saygı değer isimlerinden görülen Ajda Pekkan'ın bu sıfatla birlikte sanat dünyasındaki pek çok isimle de hatırı sayılır ilişkileri vardır. "Güldünya Şarkıları" projesi kapsamında Bakırköy Kadın Tutukevi'ni ziyaret eden Pekkan, orada tutuklu bulunan Deniz Seki'ye destek ververmiştir.
Sezen Aksu'yla da gönül dostluğu bulunan Pekkan, çok sık olmasa da Nilüfer ve Nükhet Duru'yla arkadaşlıkları bilinmektedir. Sertab Erener, Funda Arar ve Bengü gibi isimleri beğenen, Hande Yener ve İzel gibi isimlerin eski şarkılarına benzer tarzda şarkılar okuyan Ajda Pekkan, dönemin korsan ve repertuar sıkıntısına rağmen yeni isimlerle çalışmıştır.
Ajda Pekkan, Türkiye'de LGBT topluluk tarafından popüler kültürde gey ikonlarından biri olarak kabul edilir. Ayrıca Kaos GL takipçileri tarafından 2007'de yapılan ankette 2. sırada 'Türkiye'nin gey ikonu' seçilmiştir. Yaşam stili, kıyafetleri, sahne şovları ve ilkleri ile marjinalliğini ön planda tutmuş bu özelliği de feminist yönünü ortaya koymuştur.
Hayvan haklarıyla ilgili projelere de destek veren ve dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın hayvanseverler ile Şubat 2011'de yaptığı toplantıya da katılan Ajda Pekkan'ın "Beyaz" isimli bir kedisi ve "Apple" isimli bir köpeği ile bakımını üstlendiği birçok sokak hayvanı da vardır. Yine Ajda Pekkan 7 Mayıs 2013 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne ziyarette bulunarak hayvan haklarına dikkat çekmiştir.
Pekkan, Ağustos 2011'de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve bir grup sanatçı ile Somali'yi ziyaret etti. Aynı yılın Ekim ayında İstanbul'da Somalililer için bir yardım konseri verdi. Nisan 2018'de Cumhurbaşkanı Erdoğan ve sanatçılarla birlikte Zeytin Dalı Harekâtı'nda görev alan askerleri Hatay'da ziyaret etti.
Manga
Manga aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Ardıç
Ardıç, servigiller (Cupressaceae) familyasından "Juniperus" |
cinsine ait iğne yapraklı ağaç ve çalı formundaki taksonların ortak adı.
Üremesi için bir başka türe bağlı olabilmektedir. Ardıç tohumları yere dökülür ancak bu tohumlar bir ardıç kuşu tarafından yenmedikçe çimlenme gerçekleşmez. Ardıç kuşunun sindirim sisteminde ardıç ağacının tohumlarının kabukları açılır. Ardıç kuşu dışkısı ile birlikte toprağa karışan tohumlar kolayca çimlenir.
Şaman Türkmen'lerde ve Bektaşi - Alevilerde kutsal olarak kabul edilen bir ağaçtır.
Dallarına bez baglanarak dilek tutulur veya dalları tekkelerde tütsü olarak kullanılır.
Türkiye'deki en eski ardıç ağacının Konya, Taşkent Alata (Balcılar)'da bulunduğu iddia edilmektedir. Bu iddiaya göre bin veya 2300 yaşında olan bu ağaca yöresel olarak "ağıl ağaç" denilmektedir.
Ardıç tohumları pek çok hastalığın tedavisinde "bitkisel ilaç" olarak yaygın bir biçimde kullanılmaktadır. Ardıç tohumları yemeklere koku ve tat vermek maksadıyla da kullanılırlar - özellikle yağlı et yemeklerinde yemeği "hafifletmek"te de çok yararlıdır.
Ahmet Altan
Ahmet Hüsrev Altan, (d. 2 Mart 1950; Ankara), Türk yazar ve gazeteci. "Taraf" gazetesinin eski Genel Yayın Yönetmenidir.
"Hürriyet", "Güneş", "Milliyet" ve "Yeni Yüzyıl" gazetelerinde uzun yıllar köşe yazarlığı yaptı. "Milliyet" gazetesinde çalıştığı dönemde, gazetede Kürtlerin çoğunluğu oluşturduğu kurgusal bir “Kürdiye” ülkesinden bahseden yazısı nedeniyle gazeteden kovuldu.
2007 yılında "Taraf" gazetesinin kurucusu olan Altan, Alev Er ile birlikte Genel Yayın Yönetmenliğini üstlendi. Daha sonra Er'in ayrılmasıyla gazetenin Genel Yayın Yönetmenliği görevini tek başına yürütmeye devam etti. Gazetenin "Kum Saati" adlı köşesinde, köşe yazarı olarak yazılar yazdı. Eylül 2008'de Ermeni Kırımı’nın kurbanlarına adadığı bir köşe yazısı nedeniyle Türklüğe hakaretle suçlandı. "Taraf" gazetesi 2009 yılında Leipzig Bankası Medya Vakfı tarafından verilen dünyanın prestijli basın ödüllerinden biri olan Özgürlük ve Medyanın Geleceği Ödülü'ne layık görüldü. Altan, 2011'de üçüncüsü düzenlenen ve Ulusulararası Hrant Dink Vakfı tarafından özgür ve adil bir dünya için çalışan, ilham ve umut ışığı kişilere layık görülen Hrant Dink Barış Ödülü'nün de sahibidir.
Altan, Aralık 2012'de Yasemin Çongar ile birlikte "Taraf" gazetesindeki görevinden istifa etti.
Taraf'taki yazılarına son vermesinin ardından 2015'e dek roman yazdı. Ancak 7 Ekim 2015'te gazeteciliğe geri döndü ve Haberdar'da yazmaya başladı.
Doksanlı yılların ortalarında Neşe Düzel ile birlikte Star TV'de "Kırmızı Koltuk" isimli tartışma programını hazırladı ve sundu.
Yazar ve eski milletvekili Çetin Altan'ın oğlu, İstanbul Üniversitesi İktisat profesörü ve yazar Mehmet Altan'ın ağabeyidir. Sanem Altan adında iki çocuk babasıdır.
Altan, 17 Nisan 1995'te "Tarih" gazetesinde yayınlanan "“Atakürt”" başlıklı köşe yazısı nedeniyle Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde yargılanıp 1 yıl 8 ay hapis cezası aldı, gazetedeki işinden de kovuldu.
4 Ocak 2012'de Roboski katliamı ile ilgili kaleme aldığı "“Devlet Yardakçılığı ve Ahlak”" başlıklı yazısıyla Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a basın yoluyla hakaret ettiği gerekçesiyle 1 yıl 2 ay hapis cezasına çarptırıldı. Mahkeme hapis cezasını 7 bin lira adli para cezasına çevirdi.
2 Eylül 2015'te Samanyolu Haber kanalında katıldığı bir programdaki konuşmalarından dolayı Altan hakkında "‘Cumhurbaşkanı’na, hükumete, kamu görevlilerine hakaret ve halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek’" iddiasıyla soruşturma başlatıldı.
2016 Türkiye askerî darbe girişiminin ardından başlatılan soruşturma kapsamında Ahmet Altan ile kardeşi Mehmet Altan, 10 Eylül 2016 sabahında gözaltına alındı. Altan kardeşlerin, Nazlı Ilıcak ile beraber 14 Temmuz 2016'da (darbeden bir gün önce) çıktıkları TV programında “"sübliminal darbe mesajı"” verdikleri nedeniyle haklarında gözaltı işlemi uyguladığı belirtildi. Bu bağlamda Ahmet Altan, aynı zamanda darbeyi önceden bilmekle de suçlandı.
Gözaltına alındıktan 12 gün sonra ifadesi alındı ancak savcılıkta açıklama yapacağını belirterek Emniyet'te yöneltilen hiçbir soruyu yanıtlamadı. Bu sırada Altan kardeşlerin avukatlarıyla Adliyede beraber bulunan HDP Milletvekili Garo Paylan, Altanlar hakkında verilen kararın daha avukatlara bile bildirilmeden önce, Sabah gazetesinin internet sayfasında yayınlanmasına tepki gösterdi. Kararın ardından Ahmet Altan tutuksuz yargılanmak üzere adlî kontrol şartıyla serbest bırakıldı ancak kardeşi Mehmet Altan tutuklandı.
Serbest bırakılmasının üstünden 24 saat geçmeden Başsavcılığın itirazı üzerine nöbetçi 1. Sulh Ceza Hakimliğince hakkında yakalama kararı çıkartıldı. ‘"FETÖ üyesi olmak"’ ve ‘"hükumeti ortadan kaldırmaya teşebbüs etmek"’ suçlamasıyla tutuklandı.
Söğütgiller
Söğütgiller (Salicaceae), Malpighiales familyasından kavak ve söğüt gibi önemli ağaç türlerini de içeren, çiçekleri tırtıl biçimindeki bitki türlerinin oluşturduğu bir familyadır.
Servi
Servi ya da Selvi ("Cupressus"), uzun boyu (30–35 m) ve koyu yeşil yaprak dokusu ile uzaklardan dikkati çeker. Küçük bir futbol topuna benzeyen kozalakları, birbirini örtecek şekilde üst üste yerleşmiş pul yaprakları ile diğer iğne yapraklılardan farklıdır. Her dem yeşil ağaç ve ağaçcık halinde , yaprakları pul şeklinde odunsu bitkilerdir. Sürgünleri dört köşeli ya da yuvarlakça , ender olarak yassı görülür. Pul yapraklar sürgünlere karşılıklı dört sıra üzerine dizilmiş olup , pul yaprakların stoma bandı ya da lekeleri yoktur. Ancak arka yüzlerinde yağ bezeleri bulunur. Primer yapraklar iğne yaprak şeklindedir.Tek evciklidir. Kozalakları kalkan şeklinde pullardan oluşur, ve pulları olgunlaşınca dağılmaz
Limit
Limit kelime Latince "Limes" ya da "Limites" 'den gelmekte olup sınır, uç nokta anlamdadır. Öklid ve Arşimet tarafından eğrisel kenarlara sahip şekillerle ilgili olan teoremlerde kullanılmıştır. Limit kavramı, çok önceleri kullanılmasına rağmen sonra unutulmuş ve daha sonra Newton ile Leibniz'in eserlerinde görülmüştür. Mesela, diferansiyel hesapta bir eğri (daire gibi) sonsuz küçük uzunlukta sonsuz kenara sahip bir çokgen olarak kabul edilir. Limit kavramından ortaya çıkan diferansiyel hesap, pek çok fizik probleminin kolayca ele alınmasını sağlar.
f(x) fonksiyonu bir açık aralıkta tanımlanmış olsun ve L bir gerçek sayı olsun. Bütün formula_1 değerleri için, bir formula_2 bulunabiliyor, öyle ki bütün formula_3 sağlayan formula_4 için , formula_5 eşitsizliği doğru ise; L, f(x)'in a noktasındaki limitidir.
Bir fonksiyonun a'daki limiti (L):
şeklinde gösterilir.
Ve şöyle okunur "x a'ya giderken, f(x)'in limiti L'ye eşittir". x, a'ya yaklaşırken f(x) fonksiyounun limit L'ye yaklaştığı sağ ok (formula_7) ile gösterilir.
f(x) formula_7 L
1821’de Augustin Louis Cauchy, Karl Weierstrass’ı takiben yukarıdaki tanımlamadaki bir fonksiyonun limitinin tanımını şekillendirdi,19. Yüzyılda limitin (ε,δ) tanımlamasıyl tanınan hale geldi. ε tanımının kullanımı(Yunanca küçük epsilon harfi) her küçük pozitif sayıyı gösterir. Böylece “f(x) isteğe bağlı olarak L’ye yakın olur”, sonuçta f(x) ("L" − ε, "L" + ε) aralığında yer alır demektir, aynı zamanda mutlak değer işareti kullanılarak da yazılabilir |"f"("x") − "L"| < ε.”x c’ye yaklaşırken” ifadesi, baktığımız c’den uzak olan x’lerin bir δ (Yunanca küçük delta harfi) pozitif sayısından küçük olduğunu gösterir. x’lerin ya ("c" − δ, "c") ya da ("c", "c" + δ) içindeki değerleri 0 < |"x" − "c"| < δ ile ifade edilebilir. İkinci eşitsizlik x c’nin δ uzaklığı içinde olduğunu ifade ederken, ilk eşitsizlik x ve c arasındaki uzaklık 0’dan büyüktür ve x ≠ c demektir.
Yukarıdaki bir limitin tanımlamasının "f"("c") ≠ "L" olsa bile doğru olduğunu unutmayalım. Gerçekten f fonksiyonunun c’de tanımlanmasına gerek yoktur.
formula_9
böyleyse f(1) tanımlanmaz (bkz. sıfır bölü sıfır) ,henüz x istenildiği kadar 1’e yakın hareket ederken, f(x) buna bağlı olarak 2’ye yaklaşıyor.
Böylece, x’i 1’e yeterince yaklaştırarak, f(x) 2’nin limitine istenildiği kadar yaklaştırılabilir.
Diğer bir deyişle,
formula_10
Bu aynı zamanda cebirsel olarak da hesaplanabilir,
formula_11 her gerçek sayılar için x≠1.
Bundan beri x+1, 1’de x’in içinde süreklidir, şimdi x’e 1 yazabiliriz, böylece
formula_12
Sonsuz değerlerde limitlere ek olarak, fonksiyonların aynı zamanda sonsuzda limitleri vardır.
Örneğin, şunu dikkate alalım,
formula_13
f(100)=1.9900
f(1000)=1.9990
f(10000)=199990
x aşırı büyüyünce, f(x)’in değeri 2’ye yaklaşıyor, ve f(x)’in değeri aynı zamanda istenirse sadece x’i yeterince büyük seçerek 2’ye tek olarak yakın yapılabilir. Bu durumda x sonsuza giderken f(x)’in limiti 2 olur. Matematiksel gösterimde,
formula_14
Şu diziyi ele alalım: 1.79, 1.799, 1.7999... Dizinin limiti, sayılar 1,8’e “yaklaşıyor” olarak gözlenebilir.
Biçimsel olarak, "a", "a", ... ‘yı gerçek sayılardan bir dizi olarak varsayalım. Dizinin limiti gerçek sayı L olarak belirtilebilir, şöyle ki;
formula_15
şöyle okunur
“n sonsuza giderken "a" ‘in limiti L’ye eşittir”
şu anlama gelir
her gerçek sayı için ε > 0, her n>N için bir N doğal sayısı vardır. |"a" − "L"| < ε.
Sezgisel olarak, bu demek oluyor ki; mutlak değer |"a" – "L"| değeri, "a" ve L arasında olduğundan itibaren dizinin tüm elemanları limite istenildiği kadar yaklaşabilir. Her dizinin limiti vardır; eğer öyleyse ona yakınsak denir, eğer değilse ıraksaktır.
Eğer formula_21 ve formula_22 ise o zaman aşağidaki denklemler doğrudur:
Örümcek Adam (anlam ayrımı)
Örümcek Adam bir Marvel Comics süper kahramanıdır.
Ayrıca şu anlamlara da gelebilir:
Televizyonda:
Video oyunlarında:
RSVP
Uluslararası davet verilmesi veya bir davet için yabancı dilde davetiye basılması durumunda davetiyelerin altına konan ve söz konusu davete katılmak için ön bildirim şartı olduğunu ifade eden Fransızca kökenli kısaltma: "répondez s'il vous plaît"
RSVP: Rapid sequencial visual presentation.
RSVP, hemen hemen tüm dillerde kullanılan bir kısaltma halini almıştır.
Justine Henin
Justine Henin () (resmi olarak Justine Henin-Hardenne), (d. 1 Haziran 198 |
2, Liège), Belçikalı profesyonel tenis oyuncusu.
Henin 43 WTA tek bayanlar turnuvası kazanarak toplamda 20,863,335 Amerikan Doları kazanmıştır. 7 kez tek bayanlarda Grand Slam şampiyonu olmuştur. Bu şampiyonluklardan dördü Fransa Açık'ta, biri Avustralya Açık'ta ve diğer ikisi de Amerika Açık'ta gelmiştir. İki kez WTA Tur Şampiyonası şampiyonluğu kazanan Henin; 2004 Yaz Olimpiyatları'nda altın madalyanın sahibi olmuştur. Tenis zekası sayesinde; oynadığı oyunlarda iyi bir mücedele sergileyerek rakiplerine zor anlar yaşatan Henin, maç sırasında gerçekleştirdiği ayak oyunları ve tek el backhandleri sayesinde tenis dünyasının üst sıralarında yer almıştır.
Justine Henin 1 Haziran 1982'de Belçika'nın Liège şehrinde doğdu. Babası Jose Henin; annesi Françoise Roseire idi. Fransız Tarihi öğretmeni olan annesi; Justine daha 12 yaşındayken yaşamını yitirmişti. Ailenin en büyük çocuğu olan Justine'nin iki erkek kardeşi (David ve Thomas) ve bir kız kardeşi (Sarah) vardır. Ablası, o henüz doğmamışken bir trafik kazasında yaşamını yitirmiştir.
Justine 2 yaşındayken, ailesi Rochefort'a taşındı. Buradaki evlerinin yanında yer alan yerel tenis kulübünde tenisle tanıştı. 6 yaşına geldiğinde Ciney Tenis Kulübünde oynayamaya başlayan Henin, buradaki hocaları tarafından keşfedildi ve özel olarak çalıştırılmaya başlandı.
Françoise Roseire her yıl düzenli olarak genç Henin ile birlikte Fransa Açık'ı seyrederdi. Henin 1992 finalinde idolü Steffi Graf'ın Monica Seles'e ağır bir şekilde yenilmesi üzerine annesine şöyle demiştir: "Bir gün orada oynayacağım ve ben kazanacağım".
1995 yılında, annesinin ölümünden kısa bir süre sonra, Henin kariyeri boyunca birlikte çalışacağı tenis antrenörü Carlos Rodriguez'le tanıştı. Ardından babasıyla arası bozulan Henin bundan kısa bir süre sonra Pierre-Yves Hardenne ile evlendi, Rodriguez yakında Henin'in sadece koçu değil; aynı zamanda ikinci bir baba figürü olacaktı.
16 Kasım 2002'de Henin, Pierre-Yves ile "Lavaux-Sainte-Anne Şatosu'nda" evlenmiştir. 4 Ocak 2007'de, Henin Avustralya Açık'a katılmaktan ailesel problemler yüzünden vazgeçtiğini açıkladı. Bunun üzerine gazeteler ikilinin boşanacağı yönünde haberler yaptı. Henin'da bu haberler üzerine kocasından boşandığını doğruladı.
Boşanmasının ve ciddi bir araba kazası geçirmesinin ardından; Justine Henin'in en büyük erkek kardeşi aileyi yeniden birleştirmek için Henin'le iletişime geçti. Böylece 2007 Fransa Açık'ta; kardeşleri ilk kez Henin'in profesyonel kariyerindeki bir maçını seyretmiş oldular.
30 Kasım 2007'de; Belçikalı tenisçi kendi tenis akademisi olan "Club Justine N1"ı faaliyete geçirdi.
Henin agresif oynar ve çok yönlü bir oyuncudur.Tüm kort tiplerinde son derece teknik oynar.Henin'in bu oyun tarzı takdir edilir ve eski dünya bir numarası John McEnroe Henin'in oynadığı tenise "Federertenis" der.McEnroe,genellikle Henin için "bayanlar tenisinin Roger Federer'i" der.Ayrıca Henin'in muhteşem tek el backhandları vardır.
Henin in tek el backhand'i, birçok tenis otoritesi tarafından erkek ve bayanlarda gelmiş en geçmiş en iyi tek el backhand'i olarak görülür. Henin'in backhand'inde topspin ve slice vuruşları çok etkilidir. Aynı zamanda backhand ve forehand dropshotlarıyla rakiplerine çok zorluk çıkartır.
Henin 2009 Eylül ayı sonlarında tenise tekrar dönmek istediğini açıkladı ve Henin " Bir çocuğun hayali yeniden başlıyor, geridönüşümün en büyük etkisi Federer'in Fransa Açık'ı kazanmasıdır." açıklamasını yaptı.
Justine Henin 2010 yılına Brisbane'de final oynayarak başladı. Ancak finalde vatandaşı Kim Clijsters'a 3 sette kaybetti. 2010 Avustralya Açık'a Henin ilk turda vatandaşı Kirsten Flipkens'i yenerek başladı. 2. turda Elena Dementieva'yı 2 sette yense de birçok set puanı çevirmiştir. 3.turda Rus Alisa Kleybanova karşısında ilk seti kaybetmesine rağmen maçı kazanmıştır. 4. turda vatandaşı Yanina Wickmayer'i 7-6(4) 1-6 6-4 yenerek çeyrek finale çıkmıştır. Çeyrek finalde ise Petrova'yı 7-6 7-5 yenen Henin başarılı performansını yarı finalde Zheng Jie'yi 6-1 6-0 ile yenip finale çıkarak da göstermiştir.
Kariyerinde 3. kez Avustralya Açık finaline çıkan Henin finalde son şampiyon Serena Williams'a 6-4 3-6 6-2 ile yenilmiştir.
Justine Henin 2010 Miami Açık'ta çeyrek finalde Caroline Wozniacki'yi yenmiş ancak yarı finalde vatandaşı Kim clijsters'a 2.kez yenilmiştir.
Ardından toprak kort sezonuna Stuttgart'ta şampiyon olarak başlayan Henin, başarılı performansını devam ettiremedi ve Madrid'te ilk turda Rezai'ye sürpriz bir şekilde yenildi.
Fransa Açık tenis turnuvasına Pironkova galibiyeti ile başlayan Henin 3. turda Maria Sharapova karşısında yağmur nedeniyle 2 güne uzayan maçı 6-2 3-6 6-3'lük setlerle kazandı. Ancak 4. turda Samantha Stosur'a karşı ilk seti kazanmasına rağmen kaybetti.
Henin Wimbledon öncesi turnuvada Hertogenbosch turnuvasında finalde Andrea Petkovic'i 3-6 6-3 6-4'lük setlerle yenerek turnuvayı kazanmıştır.
Kariyerinde kazanamadığı tek grandslam olan Wimbledon'da Henin 4. tura kadar yükselmiş ancak Kim Clisjters'a 2-6 6-2 6-3!lük setlerle yıl içinde Clijsters'a karşı 3. yenilgisini almıştır.
Wimbledon'dan sonra dirsek sakatlığından dolayı sezonun geri kalanında mücadele edemeyeceğini açıkladı.
Dirsek sakatlığından sonra tekrar kortlara dönen Henin 2011 Hopman Cup'ta mücadele etti. Çiftlerdeki partneri Ruben Bemelmans ile birlikte finale kadar çıkan Henin ile Bemelmans finalde ABD'ye (Isner, Bethanie Mattek-Sands ikilisine) yenildi.
Avustralya Açık tenis turnuvasında ilk turda Sania Mirza karşısında ilk seti kaybetmesine rağmen maçı kazandı. İkinci turda ise Elena Baltacha'yı yenerek 3. tura yükseldi ancak 3. turda Kuznetsova'ya 6-4 7-6'lık setlerle yenildi.
Henin Avustralya Açık'ta Kuznetsova'ya mağlup olduktan sonra dirsek sakatlığının tekrar nüksetmesinden dolayı ikinci kez tenisi bıraktığını açıkladı.
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
Superman
Superman, çizgi roman kahramanı. Tüm çizgi roman dünyasının en popüler ve tanınan hayalî karakterlerinden biri. ve önemli bir Amerikan kültürel ikonudur.
İlk Superman 1933 yılında yaratılmış kel bir karakterdir. Uzaydan üstün güçleri ile gelip dünyayı istila edecek bir kötü adam olarak düşünülmüştü ama Jerry Siegel ve Joe Shuster bu konsepti satamadılar. 1938'e kadar Superman'in tasarımları değiştirilip duruyordu. Haziran 1938'de "DC Comics #1" dergisinde Superman ilk defa halka sunuluyor. Bu bildiğimiz Superman kostümünün tasarımı o zamanki sirklerde gösteri yapan "güçlü adam"ların giydiği gibi tayttır. Kostüm renkleri Amerikan bayrağına gönderme yapmak için mavi-kırmızıdır. Yıllar boyunca birçok kahramanın Batman dahil, kostümü değiştirilirken, Superman değişmez, değiştirilemez 71 yıl boyunca, çünkü o kostüm görsel olarak bir ifadedir.
1938'de göğsünde bir üçgen içinde adının baş harfi vardır. Bu üçgen Amerikan polis rozetine göndermedir. Tabii daha sonra bu yavaş yavaş şimdiki elmas şeklindeki "S" amblemine dönüşür. Man of Steel filminde Jor-El tarafından bu amblemin "Umut" anlamına geldiği belirtilmiştir.
Güçlerine gelince, giderek daha fazla arttırılır. İlk başta sadece çok güçlü ve hızlıdır, uçamaz, çok yükseğe zıplar; ama uçaklar hayatımıza girince, sıradan insan bile Superman'den hızlı hareket edebilir, uçabilir hale gelir. O zaman Superman'e yazarları tarafından uçma gücü verilir. Yani Superman'in güçleri teknolojinin gelişmesi ile artar, çünkü o her zaman teknolojinin ve onu kullanan sıradan insanın önünde olmazsa süper insan olamaz. Superman Nietzsche'nin Übermensch (üstün insan) kavramı temele alınarak yaratılmıştır. Bu kavramda önemli olan fiziksel güç değil erdemdir.
Gerçek kimliğini gizlemek için Clark Kent adını kullanır. 1.91 m boyunda ve 102 kilodur.
Jor-El ve annesi Lara Lor Van tarafından patlamak üzere olan Kripton gezegeninden kurtulması için bir roket ile Dünya'ya gönderilir. Jor-El'in Kal-El'i Dünya'ya göndermesinin sebebi sarı güneşin ona çok üstün güçler vereceğini bilmesidir. Kansas'da Smallville kasabası yakınlarına düşen Kal-El'i Martha ve Jonathan Kent isminde iki çiftçi bulur ve ona Clark ismini vererek kendi çocukları gibi yetiştirirler. Üniversiteyi okumak için Metropolis kentine gelir. Üniversiteyi bitirince Daily Planet gazetesinde işe başlar.Burada Lois Lane ile tanışır ve olaylar gelişir. Superman ismini ona veren Lois Lane'dir. Ayrıca birçok lakabı vardır. Bunlardan bazıları: "The Man of Steel", "The Man of Tomorrow" ve "The Last Son of Krypton". Anlamları ise "Çelik Adam", "Yarının Adamı" ve "Kripton'nun Son Oğlu".
Batman, Flash, Wonder Woman, Lois Lane, Lex Luthor, Lana Lang, Justice League of America
Oliver Queen (Green Arrow) ()
Superman'ın birçok düşmanı vardır. Ancak en bilinenleri şunlardır:
Süpermen kendi gezegeninde doğduğu zaman insanüstü güçleri yoktu, sebebi kendi gezegenlerinde değişik türlerde kripton maddeleri mevcuttur ve gezegenlerinin sisteminde kırmızı güneş vardır, bunlardan dolayı kripton halkı kripton gezegeninde normal dünyalı insanlarla aynı özelliktedir, üstün güçleri yoktur. Devasa depremlerden dolayı kripton gezegeni patlamadan önce ailesi tarafından bir uzay aracı ile dünyaya gönderildiği sırada güneşe yakın giden uzay aracında güneşten gelen radyoaktif ışınlardan sonra aşağıdaki güçlere sahip olmuştur. Dünyada büyüdükçe farklı güçlerini fark etmiş, kontrol etmesi gelişmiştir. Sarı yıldızlara yaklaştıkça gücü artar, güneş üzerinde gezebilmektedir. Kripton gezegeni patladığı sırada uzayda bazı kripton halkından kişiler kurtulmuştur, süpermen bu kişilerden daha güçlüdür. Süpermen nadirde olsa zarar görürse, sarı yıldız(güneş) ışınlarını görünce hemen iyileşir ve güçlenir.
DC COMICS evreninde bazı serilerde "büyü diye bir şey yoktur" kabul edilir ve her şey bilimle açıklanır. Fakat bazı serilerde gerçekçiliğe aykırı şekilde büyüye de yer verilir, bazı kahramanların büyü güçleri vardır ve büyü Süpermen'in diğer bir zayıf noktasıdır, Süpermen bu serilerde büyü karşısında bir şey yapamaz.
Süper Zeka: Çizgi romanlarda kriptonlular doğuştan itibaren çok zeki canlılar olarak gösterilir. |
Sonuç olarak süper zeka kriptonlular için doğal bir yetenektir. Superman’in beyni bilgisayar gibidir, her şeyi hatırlar yeryüzündeki bütün dilleri konuşabilir, metropolis telefon defterindeki bütün numaraları ve Daily Planet’taki bütün dosyalarının içeriklerini bilir. Çok iyi analiz yeteneği vardır.
Uçabilme: Superman çok hızlı uçabilir.
Altına mavi Tayt, mavi Tayt'ın üstüne de Kırmızı Külot giyer. Üst Kısmında Mavi bir sivit giyer üzerinde "S" işareti vardır. Superman ın hayatını anlatan Smallville dizisinde bunun aslında "EL" ailesinin Kriptondaki logosu olduğunu vurguluyor. Kırmızı pelerininde de vardır. Superman'in vücudu kurşunlara karşı dayanıklı olduğu için kurşunlar vücudundan seker, bundan dolayı elbisesi kurşunlarda zarar görmez. Bunun dışındaki olaylarda elbisesi zarar görür, yangın gibi, elbisenin bir yere sürtünmesi gibi. Fakat özellikle çizgi serisinde patlamalarda ya da Süpermen'in güneşe gittiği bölümlerde elbisesini hasar almamış olarak çizerler, animasyon her yaşa uygun olsun diye çıplak kalmasın diye bu şekilde çizerler.
Superman kendini durmadan geliştiren biridir. İlk zamanlardaki gücüyle şimdiki gücü bir değildir. Zayıf nokta olarak görülen Kriptonit taşına bağışıklık kazanmıştır bu sayede. Ama kazanmadan önce Superman'in zayıf noktalarından biri kriptonit taşıdır. Kriptonit taşı parçalanmış kripton gezegeninin parçalarıdır, evrenin her yerine dağılmıştır ve çok nadir bulunur. Özellikle yeşil kriptonit Superman'e çok zarar verir, kırmızı ve sarı kriptonit taşının da yan etkileri vardır. Yeşil kriptonit Superman'e yaklaşması halinde Superman güçlerini kaybeder, eğer taş Superman'e değerse Superman ölebilir. Kırmızı kriptonitin birçok yan etkisi vardır. (Çizgi romanda böyledir, ama Smallville isimli dizide sadece kişiliğine etkiyormuş olarak gözükür.) Siyah kriptonit(yeşil kriptonit çok yüksek sıcaklarda ısıtılmasıyla oluşur.) Superman'i iki ayrı bedene böler, iyi ve kötü Superman olarak. Gümüş kriptonit olmadık şeyler, halüsinasyonlar görmesine sebep olur. Pembe kriptonit ise Superman'i cinsel anlamda yumuşatır. Kriptonit taşının Superman'e zarar vermesinin sebebi sarı güneştir, kızıl güneşte hiçbir etkisi yoktur. Kriptonit taşının Kripton gezegeninde normal bir taştan farkı yoktur. Superman bir de kurşun maddesinden yapılmış nesnelerin arkasını pek iyi göremez ve bunun nedeni kurşunun radyoaktif ışımalara karşı dayanıklı olmasıdır.
Virüs (anlam ayrımı)
Virüs, bakterilerden küçük olan ve konak olarak canlılar dünyasının her üç üst âlemini (Archaea, Bacteria, Eukarya) de kullanabilen parazit nitelikli enfeksiyon ajanlarının genel adıdır.
"Virüs" ifadesinin diğer olası anlam ve kullanımları şunlardır:
Bilgisayar:
Kitap
Müzik:
Sinema:
Emanuel Lasker
Emanuel Lasker (d. 24 Aralık 1868, Barlinek, Polonya – ö. 11 Ocak 1941, New York City, ABD) Alman satranç oyuncusu ve matematikçi.
1894'de Steinitz'i +10 -5 =4 sonucu ile yenerek dünya satranç şampiyonu oldu. Birçok turnuvada birinci oldu. Bunların en önemlileri Londra (1899), Sankt-Peterburg (1896 ve 1914) ve New York (1924) turnuvalarıdır.
27 yıl dünya satranç şampiyonu kaldı ve unvanını birçok maçta korudu. 1921'de Havana'da yapılan maçta Capablanca'ya yenilerek unvanını devretti.
1933 yılının İlkbaharında Adolf Hitler tarafından mülkiyet ve vatandaşlıktan mahrum etmesiyle, Yahudilere karşı ayrımcılık ve sindirme kampanyası başladı. Aynı yıl, Yahudi olan karısı "Martha" ile Almanya'yı terk etmek zorunda kaldı. İngiltere'de kısa bir süre kaldıktan sonra, 1935 yılında Adalet Komiseri, Spor Bakanı ve de satrançın coşkulu bir destekçisi olan Nikolai Krylenko tarafından Sovyetler Birliği'nde yaşamaya davet edildi. SSCB'ye giden Lasker Alman vatandaşlığından feragat ederek Sovyet vatandaşlığı aldı. Lasker, biraz para kazanabilmek için satranç yarışmalarına katıldı.
Joseph Stalin'in Büyük Temizlik operasyonunda SSCB'den ayrılmaya karar verdi. Ağustos 1937'de, eşi Martha ve Emanuel Lasker, Sovyetler Birliği'ni terk etmeye karar verdi ve Ekim 1937 yılında Hollanda üzerinden Amerika Birleşik Devletleri'ne (ilk olarak Chicago, bir sonraki New York) taşındı. Ertesi yıl Emanuel Lasker'in patronu Krylenko tasfiye edildi. Lasker, satranç ve briç dersleri vererek kendisini desteklemeye çalıştı.
1940 yılında, antisemitizm ve işsizlik gibi ciddi siyasi sorunlara çözüm önerileri olan son kitabı olan "Geleceğin Toplumu" nu yayınladı. Mount Sinai Hastanesi'nde bir hasta olarak, 72 yaşında, 11 Ocak 1941 tarihinde New York'ta böbrek enfeksiyonu nedeniyle öldü. Queens, New York'ta, Beth Olom Mezarlığına gömüldü.
Satranca psikolojik yaklaşımı ve derin tahlilleriyle bilinir. Aynı zamanda başarılı bir matematikçidir. Lasker, satranç oynamayı iki beyin arasındaki psikolojik bir mücadele olarak anlamış ve ifade etmiştir. Matematik doktorasını Erlangen'de David Hilbert yönetiminde yapmıştır (1902). Matematikte polinom halkalarında Lasker-Noether teoremi olarak anılan teoremi geliştirmiştir. Felsefe ile ilgilendiği, Albert Einstein'ın yakın arkadaşı olduğu da bilinmektedir.
Benko Gambiti
Benko Gambiti (ECO kodu A57) 1.d4 Af6 2.c4 c5 3.d5 b5 hamleleri ile karakterize edilen bir satranç açılışıdır. Volga gambiti olarak da bilinir. Ana varyasyon 4.cxb5 a6 5.bxa6 Fxa6 ve siyahın f8 filini kanatta uygun pozisyonlandırması şeklindedir. Açılış, siyahın vezir gambitine karşı uygulanan en etkili karşı gambit'i olarak nitelendirilebilir.
Gambit'in en iyi bilinen uygulayıcısı, bu ismi almasına neden olan Pal Benko'dur.
Géza Maróczy
Géza Maróczy (d. 3 Mart 1870 - ö. 29 Mayıs 1951) önde gelen Macar satranç ustası. Oyun tarzı başarılı savunmaya dayalıydı.
Koloni (siyaset)
Koloni, bir devletin nüfusunun bir bölümünü yerleştirmek için denizaşırı bir ülkeyi ele geçirerek yurttaşlarını oraya iskan etmesi halinde meydana gelen yeni yurttur.
Bazı durumlarda "sömürge" ile eş anlamda kullanılır fakat sömürgeden farklı bir kavramdır. Yeni fethedilen ülke sömürge değil, onu kuran devletin normal bir parçasıdır. Bunun yanı sıra, ülkesinden ayrılıp başka bir ülkeye yerleşmiş insan topluluğu veya bir ülkede bulunan yabancı uyruklu kişilerden oluşan topluluk anlamında da kullanılır.
Federasyon
Federasyon, coğrafi yapılarına göre oluşmuş birden fazla devletin kendi istekleriyle bir araya gelerek dışarıya karşı tek bir siyasal güç olarak görülmeleri ve bu amaçla kurdukları örgütün, kendisini oluşturan devletlerin üzerinde olması; iç işlerinde ise, yine aralarındaki anlaşmaya göre geniş veya dar ölçüde özerk olmaları ile oluşan topluluk.
Federal devlet; bu anlamda iç yapıları itibarıyla özerk olan devletlerin (federe devlet) oluşturduğu siyasi bir birliktir. Federe devletlerin her biri kendi ülkesine, anayasasına sahip iken diğer devletlerle olan ilişkilerin düzenlenmesinde yetki federal devlete aittir. Bununla birlikte federe devletlerin içinde kendi yasama, yürütme ve yargı organları da vardır. Fakat yasalar üst devlet (federal devlet) kimliğine ait anayasaya aykırı olmama koşulu taşır. Federe devletler iç güvenliklerini sağlamak amacı ile kendi polis teşkilatını kurabilir ve farklı yargılama hususları belirleyebilir. Bir federe devlet için suç teşkil eden bir yasa diğer devlet için suç teşkil etmeyebilir. Farklı federe devlet yasalarının uygulanmasında çoğunlukla bulunulan yer göz önüne alınır fakat uygulamada kişilerin hangi federe yapıya bağlı bulunduğu hususuna göre de hareket edildiği görülmektedir. Bu durum ülkeden ülkeye ve özerklik genişliğine göre farklılık taşımaktadır. Yine uygulamada görülen başka bir durumda dolaşım esnasında olan vatandaşın çelişen yasalara muhatap kalması durumunda üst anayasa kanunlarının geçerli olabileceğidir.
Birbirlerinden bağımsız olan üniter devletler, bir araya gelerek federal devlet oluştururlar. Bu geçiş aşamasında devletler, ilk önce konfederasyon meydana getirirler. Oluşturulan konfederasyon daha sonra federasyona dönüşür. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri ve İsviçre Federal Devletleri birleşme yoluyla kurulmuştur.
Üniter nitelikte olan bir devletin il gibi birimleri ayrılmak isteyebilir. Ayrılmak isteyen birimler bağımsız devletler kurmak yerine, federe devlet haline gelmeyi tercih ederler. Bunun sonucunda federe devlet haline gelirler. Örneğin, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun 1918 tarihinde dağılmasından sonra Avusturya, federal devlet haline gelmiştir. Rusya 1924 tarihinde Sovyetler Birliğine dönüşmüştür.
Bazı Arap konfederasyonlar ve "de facto" durumda olan federasyonlarda bulunmaktadır.
Huronlar
Huronlar ya da Vyandotlar, Kuzey Amerika' da yaşayan bir kızılderili topluluğu. Huronlar bugünkü Ontario sınırında balıkçılık, avcılık ve özellikle ticaret yaparak yaşamlarını sürdürüyorlardı. 17. yüzyılda sömürgeleşme geliştikçe samur kürklerine olan talebin artması, bu kürklerin ticaretini yapan Huronlar ile İroquoilar arasında kanlı bir savaş çıkmasına yol açtı. Kürk rezervleri tükendikçe savaş şiddetlendi. Bu savaştan sağ kurtulabilen Huronlar Quebec'e çekildiler.
İran sineması
İran sineması, İran'da sinemaya dair faaliyetleri ve sinema kültürünü kapsar.
İran'ın sinema ile tanışması 1900'lerin başına uzanır. İlk uzun metraj İran filmi Ermeni asıllı Ovans Oganyas'ın 1930'da çektiği Abi ve Rabi filmidir.
Büyük baştankara
Büyük baştankara ("Parus major"), baştankaragiller (Paridae) familyasından bir baştankara türü.
Başı koyu mavi-siyah, yanağındaki beyazlık ovaldir. Siyah gıdısı sarı renkli alt tarafının ortasına kadar geniş bir çizgi şeklinde uzar (erkeğinde geniş, dişisinde dardır). Sırtı yeşil, kanatları gri-mavi, kanat çizgisi beyaz, kuyruğu gri-mavi ve beyaz kenarlıdır.
Sesleri değişken ve kafa karıştıcı bir ‘pink pink’, çii-vity’, azarlayan bir ‘çi-çi-çi’. Ötüşü gürdür ‘tii-çeer tii-çeer’ ya da ‘ti-tiçeer ’Çok nadir olarak 'kız-bik' 'kız-bik'diye öttükleri de görülür.
Çam baştankarası
Çam baştankarası ("Periparus ater", eskiden "Parus ater"), baştankaragiller (Paridae) familyasından 11 cm uzunluğunda bir baştankara türü.
Başı kara, yalnız yanakları ve ensesi ak, vü |
cudu boz ve kirli sarıdır. Başta kıyı bölgeleri olmak üzere, Türkiye'nin her yerindeki iğneyapraklı ve karışık ormanlarda bulunur.
Florya (kuş)
Florya ("Carduelis chloris"), ispinozgiller (Fringillidae) familyasından ötücü bir kuş türü.
14 cm uzunluğundaki floryaların erkekleri dişilerinden daha iri, renkleri daha göz alıcıdır. Dişi ve genç kuşlar, daha soluktur ve kahverengi tonlar hakimdir. Gagası, kalın ve koni biçimindedir. Ötüşleri de oldukça güzel ve cıvıltılıdır. Erkeğin, "kelebek" gösteri uçuşu vardır.
Ağaçlar veya çalılıklarda yuva yapar, 3-8 yumurta bırakır. Üreme mevsimleri dışında gruplar oluşturan fluryaların başlıca besini tohumdur.
Palearktik bölgede geniş bir dağılım gösteren fluryalar, Anadolu'nun Doğu bölgeleri dışındaki bütün yörelerinde ürer, kışın göç sırasında hemen her yerde çok sayıda görülür. Bu kuş, Avrupa, kuzey Afrika ve güneyde batı Asya boyunca yaygındır.
İspinoz
İspinoz ("Fringilla"), ispinozgiller (Fringillidae) familyasından "Fringilla" cinsinden 15 cm boyunda olan ötücü kuş türlerine verilen ad.
Karatavuk
Karatavuk ya da kara bakal (erkek) ve boz bakal (dişi) ("Turdus merula"), karatavukgiller (Turdidae) familyasından tüyleri kara, meyve ve böceklerle beslenen ötücü bir kuş türü.
Kanat uzunlukları 25 cm civarındadır. Erkek karatavukların gagası parlak sarı, tüyleri siyah; dişilerin ise gagası soluk, tüyleri siyahtır. Karatavuklar kış mevsimi güneşi en çok alan kuytu alanları seçer. Özellikle sık çalılıklar arasında fark edilmeden gün boyu saklanır. Çok hareketli ve hızlı uçan bir kuştur. Sık yapraklı ağaçlarda yaz mevsimi geceler. Sabahları ise erken saatlerde alışık olduğu yerlerde gezinir. Karatavuklar gün doğumu ve gün batımında çok gürültü çıkararak öterler.
Gezinme anında çok sessiz olan karatavuklar, bir tehlike olduğunda, kesik kesik sesler çıkarır. Ancak yerlerinden, insanı heyecanlandıracak tiz bir sesle öterek ayrılırlar. Öncelikle çok sessiz kalarak tehlikenin geçmesini bekleyen bu kuşlar, insan veya hayvanın kendini fark etme anına kadar çalılıklar içinde yer değiştirirler. Bu kuşlar yaz mevsiminde 3-4 yavru yaparlar. Yuvadan düşen yavruyla kesinlikle ilgilenmezler. Avrupa kıtasının her yerinde yaşayabilirler.
Çeşitli meyvelerin yanı sıra solucan ve salyangoz gibi hayvanları da yer, ancak bunun yanında darı, kanarya yemi ve kendir tohumu da besinleri arasındadır.
Avrasya'nın ılıman bölgelerindeki ormanlarda ve bahçelerde yaygın biçimde görülür. Karatavuklar Avrasya'nın dışında Yeni Zelanda ve Avustralya'da da yaşar.
Kızılgerdan
Kızılgerdan ya da Nar bülbülü ("Erithacus rubecula"), eskiden karatavukgiller (Turdidae) familyasında şimdi ise Sinekkapangiller familyasında sınıflandırılan bir kuş türü.
Uzunluğu 14 cm, sırtı sütlü kahverengi, yüzünün alt bölümü ve göğsü turuncuya çalan parlak kızıl, karnı beyaz olan bu tür ormanlarda, ağaçlıklarda ve bahçelerde yaşar.
Böcekler, kurtlar ve diğer omurgasızlarla beslenir. Kuru yaprak ve otlardan bir ağaç kovuğuna ya da çalıların arasına yapılan yuvaya dişi beş-altı yumurta bırakır.
Avrupa'nın kuzeyinde üreyen kızılgerdan kışı Kuzey Afrika ve Orta Doğu'da geçirirler. Kızılgerdan başta Karadeniz, Marmara ve Ege bölgeleri olmak üzere Türkiye'nin orta ve kuzey kesimlerinde uygun yaşama ortamı olan yerlerde ürer. Kışın Türkiye'nin güneyinde de görülür. Ilık ya da serin iklimlerde yaşarlar.
Hareketli bir kuş türüdür,sürekli dik duran kuyruğu ile daha hareketli ve aktif bir kuş görünümündedir.Erkek Kızılgerdanlar bölgelerine giren diğer kızılgerdanlara karşı sert bir tavır gösterir.Kızılgerdanlar için iyi bir bölgeye hakim olmak hayatta kalmak için en büyük avantajdır,bölgesini savunamayan kızılgerdan ise açlıktan ölmeye mahkûmdur.Fakat bazen bir kızılgerdanın bölgesini savunması hırslı bir kavgaya dönüşüp ölümle sonuçlanabilir.Ölümlerin %10 bu sebepten dolayıdır.Kızılgerdanların göğüslerindeki kızıllığın yegane amacı bölge savunmasıdır ve kur yaparaken kullanılmaz.Kızılgerdanların ebeveyinlik duyguları güçlüdür,hatta bir diğer kuşun yavrularını besledikleri bile görülmüştür.Rakiplerine karşı agresifliklerini ötüşleri ile belli ederler.Rakipleri buna karşılık vermez ve bölgeyi terketmezlerse kuyruklarını kaldırıp,kanatlarını açıp tüylerini kabartarak alın ve göğüs arasında kalan bölgedeki kızl tüylerini göstererek rakiplerini tahrik ederler.
Rakibi yine vazgeçmez ve alanı terketmez ise,rakibine kenetlenip ,onu yere bastırmaya ve gözünü çıkarmaya çalışır.
Böyle dövüşler genellikle 30 dakika ve hatta daha uzun sürebilir ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir.
Kızılgerdanlar, yırtıcı kuşların yediği Serçe ve Sığırcık gibi kuşlardan biridir. Özellikle kıtlığın başgösterdiği zamanlarda Kartal, Karga, Baykuş ve Martı gibi kuşlara bazen yem olurlar.
Bayağı alakarga
Bayağı alakarga ("Garrulus glandarius"), kargagiller (Corvidae) familyasından kanat lekeleri mavi ve beyaz, kuyruk sokumu beyaz, kuyruğu siyah bir kuş türü.
Uçuşta beyaz kanat paneli, kuyruk sokumu ve siyah kuyruğu ile hemen tanınır. Genellikle tek başına ya da küçük gruplar halinde bulunur, ilkbahar gösterilerinde daha büyük gruplar oluşturabilir. Ormanlar, meyve ve zeytin bahçeleri, büyük parklar, bahçeler, bazen de şehir parklarında gözükür.
Ak kuyruksallayan
Ak kuyruksallayan ("Motacilla alba"), kuyruksallayangiller (Motacillidae) familyasından beyaz renkli bir kuyruksallayan türüdür.
İnce, zayıf bir kuştur. Boy 18 cm dir. Siyah beyaz başı, siyah göğsü, gri sırtı ve kararkteristik uzun kuyruğuyla tanınır. Dişi biraz daha soluk renklidir. Kuyruğu siyah, kuyruk dış telekleri beyazdır. Böcekçildir. Yuvasını taş duvar çatlaklarına ve insan eliyle yapılmış doğaya benzer nitelikteki yerlere yapar.
Tür, çoğunlukla Avrupa ve Asya'nın bazı bölgelerinde ve Afika'nın kuzey kesimlerinde bulunur. Bulunduğu yerlerin yerleşik kuşu olmasına rağmen, Afrika'ya göç ettiği görülür. Açık araziler, küçük yerleşimlerin çevresi ve su kenarları yerleşim bölgeleridir.
Ağlayan Çayır
Ağlayan Çayır (Özgün adı: Τριλογία 1: Το Λιβάδι που δακρύζει/Trilogia I: To Livadi pou dakryzei, İngilizce adı: The Weeping Meadow) Yunan yönetmen Theo Angelopoulos'un çektiği bir filmdir. Angelopoulos; filmin, çekeceği diğer iki filmle birlikte bir üçlemenin ilk filmi olduğunu belirtmiştir.
Yönetmenliğinin 35. yılında Theo Angelopoulos’un bu 12. filmi, 20. yüzyılın başlarında göç etmek zorunda kalan Yunanlara adanmış.
Başrolünde ağulu bir müzik olan bu ağıt Bolşevik devrimi sonrası Odessa’dan sürülen Rumların, ağaları önde, Selanik yakınlarında olduğu düşünülen bir çayıra gelmeleriyle başlar. Filmin bu ilk sahnesi aynı zamanda Angelopoulos’un kullanacağı göstergeleri tanıttığı bir sekanstır.
Odessa’dan gelen grubun ağası ve onun ailesi filmin başkahramanları, Angelopoulos’un kendi babasının adını verdiği Spiro Ağa, Odessa’dan gelirken yanında bir de küçük Eleni getirir. İlk sahneden son sahneye kadar erkeklerin yarattığı tüm acılar bu kadının etrafında geçecek biçimde anlatılır.
Filmin başrolünde müzik olması, Spiro’nun oğlunun bir müzisyen olması, akordeon çalması, Angelopoulos'un filminin karakteristik özellikleri arasında sayılabilir. Fonda Yunan tarihi kan ve gözyaşlarıyla yazılırken, Niko’nun çabalarıyla kurulan bir orkestranın yaptığı müzik duyulur sürekli olarak. Türk ezgileri, Rum ezgilerine karışır. Coşkulu dans müzikleri çalarken dahi, bir hüzün ve ağlama isteği hissedilir.
Su, bayraklar, siyah bayraklar, beyaz bayraklar, beyaz çarşaflar, kayıklar Angelopoulos'un film boyunca kullandığı imgelerdir.
Yunanlar yaşadıkları savaşlar nedeniyle sürekli hareket etmek zorunda kaldılar. Filmde görülen harekete hazır gemi, sal ve kayıklar, bu zorunlu hareketliliği simgeler.
Beyaz bayraklar, barışa duyulan özlemi ya da saplantıyı gösterirken, film boyunca tüm beyaz bayraklar ya devamlı kanla kirlenir ya da barış çağrısı yapmak yerine ülkenin kendi çocuklarını içinde saklayan bir paravan olarak kullanılır. Çocuklar saklanırlarken bile müzik yapmaya, adeta düşünmeden otomatik olarak çalmaya devam ederler.
Siyah bayraklar ise filmde eksikliği hiç hissedilmeyen ölümün göstergesidir. İnsanlar filmde pek sık öldürülürler. Herkes ölmeye ya da öldürmeye adaydır. Yunan insanının duymaya zorlandığı suçluluk duygusu. İnsanların devamlı yanlış yaptıklarını düşünmesi. Beraberlikleri onaylanmayan çifte gözdağı vermek için koyunların bacaklarından koca bir ağaca asılmaları biçiminde gerçekleştirilen katliam, doğrudan kim olduğu bilinen çayır insanları tarafından gerçekleştirilen tek katliamdır. Bunun dışındaki tüm tehditler ve katliamlar hep dışarıdan yönlendirilir.
İkinci Dünya Savaşı ellerini filmdeki aileye her iki cepheden birden uzatır. Hem Pasifik'ten, hem de Avrupa' dan. İç savaş da, dışardaki savaştan kurtulabilmiş olanları kavurur ve yok eder. Mitolojik bir göndermeyle, ikiz kardeşler bile büyüyünce karşı cephelerde vuruşarak birbirlerini öldürürler.
Film bir kadının, Eleni’nin etrafında dönse ve ilk sahneden son sahneye kadar hep Eleni görülse de, o bu filmde sadece bir figüran gibidir ve başrolde aslında erkekler vardır. Her türlü kötülüğü yapan, tüm savaşları başlatan, işkenceye başvuran, kovan, sahiplenen, bir ulusun tarihini ateş ve barutla şekillendiren erkeklerdir. Filmdeki orkestranın bile tüm elemanları erkektir. Eleni’ye kalansa bol bol gözyaşıdır.
Kanarya
Kanarya ("Serinus canaria"), ispinozgiller (Fringillidae) familyasından güzel sesiyle ün yapmış kafeslerde beslenen bir kuş türü. Kanarya, ismini Latince'de köpek anlamına gelen "cannarie" kelimesinden almıştır.
Kafeste veya küçük sürüler halinde etrafı ağaçlarla çevrili göl, dere gibi su kenarlarında yaşarlar.Kanarya adaları, Madeira ve Azorlar'da bulunur. Parklarda, bahçelerde, meyveliklerde, mezarlıklarda, bağlarda ve ırmak kenarlarında yaşarlar. Orta ve Güney Avrupa ile Ön Asya’da yaygındırlar. Türkiye’nin hemen hemen her yerinde bulunurlar.
Tohum ve çörek otu, solucan, şalgam tohumu, yumurta sarısı, özel mama, marul, elma ve gibi taze bitkiyle beslenirler.
Dişiler tüy, kıl yosun ve köklerden |
ağaç veya çalılara fincan şeklinde gizli yuvalar yaparlar.
Dişi, kahverengi benekli açık mavi renkli 3-5 yumurta yumurtlar. Kuluçka süresi 14 gündür.
Bayağı şakrak kuşu
Bayağı şakrak kuşu ("Pyrrhula pyrrhula" ), ispinozgiller (Fringillidae) familyasından ötücü bir kuş türü.
Uzunluğu 16 cm, kuyruksokumu beyaz, üst bölümleri siyah ve boz, alt bölümleri erkeğinde kırmızımsı, dişisinde soluk kahverengidir. Gagası hem erkeğinde hem de dişisinde kısa ve kalındır.
Bu kuş, ormanların yanı sıra çalılar arasında ve meyve bahçelerinde de görülür. Yumuşak bir sesle şakıyan bu tür kafeskuşu olarak beslenmektedir.
Ak kavak
Ak kavak ("Populus alba"), söğütgiller (Salicaceae) familyasından yapraklarının altının beyaz olmasıyla tanınan bir kavak türü.
30–40 m'ye kadar boylanır. Beyaz parlak kabukları uzun seneler gövde üzerinde çatlamadan kalır. kabuk üzerinde büyük baklava dilimi gibi koyu renkli lentiseller bulunur. Tomurcuklar yapışkan değildir. Tomurcuklar gövdeye sarmal dizilmiştir. Sürgünlere göre yapraklar farklılık gösterir. Uzun sürgünler üzerindekiler parçalı düzensiz dişli ve alt yüzeyleri beyaz tüylerle kaplıdır. Kısa sürgünler üzerinde bulunan yapraklar ise daha küçük, dairesel olup kenarları düzensiz dilimli dişlidir.
Doğu çınarı
Doğu çınarı ("Platanus orientalis"), çınargiller (Platanaceae) familyasından 25–30 m boy, 5–6 m çap yapabilen bir çınar türü.
Serbest büyüdüğü zaman kısa gövde, kalın dal ve geniş tepe yapar. Gövde ve dallar açık gri veya yeşilimsi gri renklidir. Yaşlı gövdelerin kabukları diğer türlerinkilere nazaran daha küçük levhalar halinde kalkar ve yavaş dökülür.
Açık yeşil yapraklar 5-7 lopludur. Lobları çok derin, orta damara kadar ulaşan oyuntuları vardır. Bunların uzunlukları enlerinden daha fazla olduğu gibi, uçları da sivridir. Kenarları gelişigüzel kaba dişli veya düzdür. Tam gelişmiş yaprağın alt yüzü hemen hemen tüysüzdür. Genişliği 10–20 cm'ye ulaşan yaprağın 3–8 cm uzunluğunda dip tarafı huni gibi genişleyerek tomurcuğu içerisinde saklayan bir sapı vardır. 2-2,5 cm çapındaki birleşik meyveden 2-6 tanesi uzun bir sap üzerinde yer alır.
Avrupa'nın güneydoğusundan Hindistan'a kadar İran ve Türkiye'yi de kapsayan bölgede yayılış yapar.
Karaçam
Karaçam ("Pinus nigra"), çamgiller (Pinaceae) familyasından bir çam türü.
Karaçam ağaçları 35–40 m boy yapar. Yaşlı ağaçlarda gövde derin çatlaklıdır, kalın ve esmer kabukları vardır. Bu Ağaçlar
bol reçineli tomurcuklar büyük, silindirik ve uçları sivri, tomurcuk pullarının kenarları kirpiklidir. Sürgün ucunda bulunan yapraklar tomurcuğa doğru yönelmiş olduğundan "çanak" görünümünde bir boşluk oluşturur. 4–8 cm uzunluğundaki iğne yapraklar koyu yeşil ve serttir.
Yumurtamsı konik görünümdeki kozalakları simetrik ve yok denecek kadar kısa saplıdır. Kozalak boyu 3 cm. civarındadır.
Karaçam ağaçları daha çok kıyı bölgelerinin yukarı kesimlerinde saf ya da karışık ormanlar kurar, hatta step bölgelerine kadar sokulur. Türkiye'de 2.527.685 hektar saf karaçam ormanı bulunmaktadır. Gövdesinin ve dallarının kalınlığı, gri ve derin çatlaklı kabuğu, iğne yapraklarının koyu yeşil rengi ile diğer çam türlerinden ayrılır. Fotosentezle de hayatta kalabildiği gibi yagmur sularından da takviye alır.
çam ağaçları, birçok ahşap malzemenin yapımında kullanılır. Ayrıca gövdesinden elde edilen reçine çeşitli sektörlerde kullanılır.
Türkiye'de karaçamın ("Pinus nigra") beş alt türünden birisi olan Anadolu karaçamının beş farklı varyetesi bulunur:
Sahil çamı
Sahil çamı ("Pinus pinaster"), çamgiller (Pinaceae) familyasından Fransa ve Atlantik kıyılarında, Yunanistan'ın Ege kıyılarına kadar olan sahillerde görülen çam türü.
30 m boy, 2 m çap yapabilir. Gençken piramit formlu, yaşlı iken dağınık taçlıdır. Dallar bol, yana ve aşağı yönelmiştir. İğne yaprakları ikili, parlak yeşil 10–20 cm uzunlukta sert, batıcı ve sürgün uçlarında sık demetler halindedir. kozalakları kısa saplı, geniş yumurta biçiminde ucu sivri 10–20 cm uzunlukta, 5–8 cm genişlikte, ince kırmızı, sonra yeşil, olgun halde açık kahverengidir. Genellikle 2-6 tanesi bir arada, uçları aşağı meyillidir. Odunu bol reçinelidir.
Toprak yönünden tok gözlü bir bitki olup kumullarda da yetişebilir. Gençken hızlı büyür. Yüksek nisbi neme ihtiyaç duymaz. Ancak soğuk ve sert kara iklimi olan yerlerde yetiştirilemez. Çok kötü şartlarda çalımsı gelişme gösterir.
Monteri çamı
Monteri çamı ("Pinus radiata") ("ing:Monterrey pine"), çamgiller (Pinaceae) familyasından anavatanı ABD ve Kanada olan 15–30 m boy, 30–90 cm çap yapabilen çam türü.
Tacı geniş koniktir; kabuk gri veya kırmızımsı-kahverengi, derin çatlaklıdır. Üst yüzeyi düzgün olmayıp uzunlamasına-dikdörgen şeklindedir. Dallar aşağıya doğru eğilmiş veya yukarıya doğru yönelmiştir. İnce dallar, kırmızı-kahverengidir. Reçineli tomurcuklar yumurtamsı, kırmızı-kahverengi, 1,5 cm uzunluğundadır.
3'lü yapraklar, 3-4 yıl ağaç üzerinde dökülmeden kalır; 9–15 cm uzunluğunda 1,3-1,8 mm genişliğinde, hafif bükülebilir, koyu sarımsı-yeşil, bütün yüzeyi çok ince stoma bantlı, kenarları testere dişli, ucu konik, kın 1,5–2 cm'dir.
Erkek çiçekler elips-silindirik, 10–15 mm, turuncu kahverengidir. Kozalaklar iki yılda olgunlaşır, kısa bir süre içerisinde saçılır. 6-20 yaşlarında tohum üretmeye başlar. Soliter olarak yetiştirildiğinde helezon bir yapı gösterir. Kozalaklar eğri, çok asimetrik, açılınca yumurtamsı, 7–14 cm, koyu kırmızı-kahverengi ve parlak, pullar sert, sap 1 cm; apofizler kozalaktan dışa doğru çıkmıştır. Umbo merkezde, çoğunlukla basıktır. Tohumlar basık-elips, 6 mm, koyu kahverengi; kanatlar 20–30 mm dir. 2n=24.
Monteri çamı, iklim olarak nemli orta sıcaklık değerlerine sahip yerlerde görülür. Yayılış alanında kışlar yağışlı geçer. Genellikle Temmuz-Ağustos aylarında yağış düşmez fakat yaz boyunca sisin etkisindedir. Derin, kumlu topraklar ile kilin hakim olduğu topraklarda iyi gelişme gösterir. Asidik toprakları tercih eder. Eğimli kuzeye bakan yamaçlarda görülür. Yarı ışık ağacıdır.
Odunu açık, yumuşak, kolay yarılır.
Kâzım Koyuncu
Kâzım Koyuncu (7 Kasım 1971, Hopa - 25 Haziran 2005, İstanbul), Laz kökenli Karadeniz müziği ile Rock'n'Roll müziği sentezleyerek kendi tarzını oluşturan Türk müzisyen, söz yazarı, oyuncu ve aktivisttir. 33 yaşında testis kanserinin akciğerlerine yayılması sonucunda vefat etmiştir.
Çok küçük yaşlarda müzikle tanışmıştır. 1980'li yılların sonunda İstanbul'a taşınmıştır. İlk olarak amatör rock müzik yapmaya başladı. 1990'lı yılların başında arkadaşları ile çeşitli yerlerde küçük çaplı konserler vermeye başladı. 1994 yılında Laz müziğini rock müziği ile birleştirerek kendi tarzını yarattı. Aynı yıl arkadaşları ile birlikte Zuğaşi Berepe adında bir grup kurma kararı aldı. 1995 yılında grup Va Mişkunan adlı ilk albümlerini yayınladı. İlk defa duyulan bir tarz olduğu için albüm olumlu tepkiler aldı. 1998 yılında ikinci albümleri İgzas'ı çıkardılar. Albüm ilk albüme göre daha çok ses getirdi. Bu albümden sonra grup dağıldı. 2000'li yılların başında Kâzım Koyuncu askere gitti. Askerden geldikten sonra ilk solo albümünün çalışmalarına başladı. 2001 yılında, Viya! adlı ilk solo albümünü yayınladı. Albüm pek ses getirmedi.
2002 yılında Gökhan Birben ile birlikte Gülbeyaz adlı televizyon dizisinin müziklerini yapmaya başladı. Aynı zamanda dizinin bazı bölümlerinde oynadı. Dizi müzikleri büyük ilgi gördü. Daha sonra Kâzım Koyuncu, Türkiye çapında tanınmaya başlandı. Konserleri büyük kitlelerce izlendi. 2003 yılında ikinci solo albümünün kayıtlarına başladı. 2004 yılında Hayde adlı ikinci albümünü çıkardı. İkinci albüm ilkine göre büyük bir satış rakamına ulaştı. Yılın en çok satan albümlerinden birisi oldu. 2004 yılının sonunda kanser olduğu haberini aldı. Haberi alan ailesi ve sevenleri çok üzüldü. Doktorlar kendisini çok fazla yormamasını söylese de Kâzım Koyuncu konserler vermeye devam etti. 2005 yılında son konserini Karadeniz Teknik Üniversitesi'nde verdi. Aynı yılın, 25 Haziran tarihinde ise Şişli'de hayatını kaybetti.
Kâzım Koyuncu, 7 Kasım 1971 tarihinde Artvin'in Hopa ilçesinde dünyaya geldi. Çocukluğunda "Kemençeci Yaşar" olarak tanınan Yaşar Turna'nın türkülerini çok dinlediğini her zaman dile getirirdi. Kazım Koyuncu çocukluk günlerini anlatırken "Kitap okuyan babamdan kaynaklı olarak diğer çocuklardan farklı oldum" diyerek babasının farklılığın kendisine nasıl yansıdığının altını çizer. Hopa'da bakkallık ve berberlik yaparak ailesinin geçimini sağlayan babası Cavit Koyuncu, 1960'lı yıllarda Türkiye İşçi Partisi'nin kuruluş dönemlerinde partililerle tanışmış, dükkanı öğrencilerin kitap-gazete okuma yeri haline gelmişti. Kâzım Koyuncu'nun dört erkek ve bir kız olmak üzere beş kardeşi vardı. Babası, 12 Eylül Darbesi'nde Erzurum'da 6 ay hapis yattığı sıralarda Kâzım Koyuncu 10 yaşındaydı ve ailesi annesi Hüsniye Koyuncu'nun gayretleriyle ayakta kaldı. Babasının aldığı mandolin ve amcasının Almanya'dan getirdiği gitar, Kâzım Koyuncu'nun müzik yaşamının ilk adımlarına neden olur. 17 yaşında köyünden çıkar ve 1989 yılında İstanbul Üniversitesi'nde Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne girer. 1993 yılında aldığı bir kararla okulu bırakır ve sadece müzik yapmaya karar verir. Bu dönemi Kâzım Koyuncu ""Zor dönemler, o okulu bitirip kaymakam falan olacaksın ya da kendi istediğin işi yapacaksın. Ama hep soru işaretleri olacak, sonu nereye varacak? Bu tercihlerden soru işaretli olanını tercih ettim"" sözlerini dile getirerek ifade etmiştir. 1990 yılında Çağdaş Sanat Atölyesi’nin etkinliklerinde yer aldı. Çağdaş Oyuncular'ın sahneye koyduğu "Faşizmin Korku ve Sefaleti" adlı oyunun müziklerini yaptı. 1991 yılında Ali Elver ile birlikte kurduğu ve müziğe başladığını söylediği "Grup Dinmeyen" dönemini de yine bir röportajında: ""Özgün müzik denen, protest denen tarzda müzik yapmayı amaç edinen bir grup kurduk ama kısa zamanda elektrik gitarı sokmaya başladık. Dağıldık, toplandık falan çok uzun sürdü."" diyerek dile getirdi.
"Grup Dinmeyen" tek albümünden sonra dağılıktan sonra, Kâzım Koyuncu 1993 yılında Mehmed |
ali Barış Beşli ile birlikte Zuğasi Berepe (Denizin Çocukları) isimli yeni bir grup kurdu. Zuğaşi Berepe, Kâzım Koyuncu'nun müzik yaşamında olduğu kadar Lazca söyleyen bir rock grubu olarak da Türkiye'de önemli bir adımdır. Aslında, Kâzım Koyuncu bir gösteride gözaltına alındığında Emniyette polisin ağzından laf almak için Lazca konuşmasıyla "Lazlığının" farkına vardığı hikâyesini birçok sohbetinde dile getirmişti. 1995 yılında grup ilk albümü Va Mişkunan'nı yayınladı. Üç yıl sonra ikinci albümleri İgzas'ı yayınladılar. 1998 yılında ikinci albümlerini yayınladıktan sonra grup dağıldı. 2000'li yılların başında Kâzım Koyuncu askere gitti ve uzun olan saçlarına veda etti. Askerden döndükten sonra 2001 yılında ilk solo albümü Viya!'nın kayıtlarına başladı. Albüm çok ses getirmedi, fakat Kâzım Koyuncu için büyük bir deneyim oldu. İlk albümdeki şarkılar daha sonra klasikleşti. 2002 yılında Gülbeyaz adlı karadeniz dizisinin müziklerini yapması için teklif aldı. Teklifi kabul etti ve Gökhan Birben ile birlikte dizinin müziklerini yaptılar. Dizinin müziklerini yaptığı sırada dizinin bazı bölümlerinde yer aldı. Reyting rekorları kıran dizinin müzikleri çok beğenildi ve Kâzım Koyuncu tüm Türkiye'de bir anda tanındı. Dizi bittikten sonra konserler yoğunlaştı. 2003 yılında ikinci albümün kayıtlarına başladı. 2004 yılında ise ikinci solo albümü Hayde'yi yayınladı. Albüm satış rekorları kırdı. Yurt dışında da konserler vermeye başladı. Sürekli şiddetli öksürükleri başlamıştı. 2004 yılının sonunda arkadaşlarının isteği üzerine hastaneye gitti ve kanser olduğunu öğrendi. Ailesi ve sevenleri büyük üzüntü içine girmişti. Doktorlar kendisini fazla yormamasını söylese de konserler vermeye devam etti. 2005 yılının yaz ayında hayatını kaybetti. Öldükten bir yıl sonra anısına Dünyada Bir Yerdeyim adlı albüm yayınlanmıştır.
"Ben bir müzisyenim, ondan sonra biraz Karadenizliyim, ama hepsinin ötesinde ben bir devrimciyim. Ve gerçekten doğru bildiğim bir şeyi en azından çok zorlanırsam ortaya koymaktan çekinmem" diyordu bir röportajında Kazım Koyuncu..
Babasının aldığı mandolin ve amcasının Almanya'dan getirdiği gitar, Kâzım Koyuncu'nun müzik yaşamının ilk adımlarına neden olur. 1992'de henüz 20 yaşında iken Ali Elver ile "Dinmeyen" adlı özgün müzik grubunu kurmuş ve profesyonel müzik hayatı başlamıştır. Zamanla Lazca müzik yapmak için bu gruptan ayrılmışsa da rock'tan kopamamış ve geleneksel Laz halk müziğini rock tabanlı yorumlamaya başlamıştır. 1993'te okulu bırakmış ve sadece müzik yapmaya başlamıştır. Aynı yıl Mehmedali Barış Beşli ile birlikte Zuğaşi Berepe adlı rock müzik grubunu kurmuştur. Lazca rock yapma iddiası ile yola çıkan ve 1995 yılında Va Mişkunan adlı ilk albümlerini yayınladılar. Albüm pek ses getirmese de büyük ilgi gördü. İlk albümden üç yıl sonra 1998'de İgzas adlı ikinci albümlerini yaparak bu iddialarını da gerçekleştiren grup, albümü sınırlı sayıda yalnızca 130 adet bastı. Daha sonra "Bruxel Live" adlı bir konser albümünü çıkardıktan sonra grup 1999 yılında dağılmıştır.
Kazım Koyuncu, grup dağıldıktan sonra tek başına müziğe devam etmiş ve Salkım Söğüt adlı projelerin ikincisinde 3 şarkıyla yer almıştı. 2000 yılında Beyoğlu Metropol Müzik’in çıkardığı Salkım Söğüt dizisinin ikincisinde daha sonraları kendisiyle neredeyse özdeşleşen Megrelce "Didou Nana" şarkısını, Lazca çok sevilen bir türkü olan "Golas Empua Yulun" ile "Dağlarda Kar Sesi Var" türküsü ile yer aldı. Salkım Söğüt 4'te ise Kazım'ın seslendirdiği en güzel şarkılardan olan ve Viya albümünde de yer alan "Ou Nana" şarkısında İlkay Akkaya ile düet yaptı. Kâzım Koyuncu müzik yaşamına tek başına devam etmek istediği zorlu döneminde kendi deyişiyle daha Karadenizli bir çalışmaya yöneldi. 2001 yılında Viya! adlı ilk solo albümünü çıkarmıştır. Albümdeki şarkılar birer klasik olmuştur. Albüm çok ses getirmese de ilgi görmüştür. Albüm, Kâzım'ın gelecekteki müziğinin şekillendiği, habercisi olduğu bir albüm olarak düşünülebilir. Albüm, Kazım için gelecekte yapması gerekenler için bir işaret olmuştur. Kâzım Koyuncu, aslında bir geçiş çalışması oldu, diye nitelediği Viya! albümünü Lazca, Gürcüce ve Hemşince anonim şarkılar ve Laz sanatçı Hasan Xelimişi'nin eserlerini söyledi. Viya! albümüyle Karadenizlilerle tam bir bağ kuramasa da üniversite öğrencileri ve muhalif kesimlerle buluşur.
2002 yılında Kanal D'de yayınlanacak olan Gülbeyaz adlı karadeniz dizisinin müziklerini yapmak için teklif alır. Yönetmen Özer Kızıltan ile dostluğu ve bir Karadeniz dizisine doğru katkılarda bulunabileceğini düşünerek teklifi kabul ettikten sonra, dizinin müziklerini çoğu kendi olmakla beraber Gökhan Birben ile birlikte yapar. Dizi bir anda popüler olunca müzikleri de büyük bir ilgi görür. Kâzım Koyuncu, dizinin bazı bölümlerinde oyuncu olarak görev almıştır ve dizinin yayınlandığı sırada tüm ülke çapında bir anda popüler oluştur. Daha sonra Kemal Sahir Gürel ile birlikte Sultan Makamı adlı dizinin müziklerini hazırlamıştır. Bu sıralarda konserleri büyük ilgi görmüştür ve kalabalıklaşmıştır. Yurt dışında da konserler veren sanatçı, 2003 yılında ikinci solo albümünün çalışmalarına başlar. Türkçe türkülerin yanı sıra Lazca, Gürcüce, Hemşince, Megrelce şarkılarla Karadeniz’in tüm kültür ve renklerini yansıtmaya çalıştı. Tulum, kemence, kaval gibi otantik çalgıların yanı sıra bas, elektrogitar, davul ve bilgisayar destekli seslerle müziğine tam da anlattığı gibi hem otantik hem modern öğeler kattı. Gülbeyaz dizisinin başrol oyuncusu Şevval Sam bu albümde "Ben Seni Sevduğumi" türküsünü seslendirirken Kâzım Koyuncu ile birlikte de "Gelevera Deresi" türküsüne düet yapmıştı. 2004 yılının mart ayında yayınlanan albüm büyük ilgi görür. Yılın en çok satan albümlerinden biri olması yanı sıra en çok konuşulan albümlerinden birisi de olur. Albümden sonra konserler vermeye başlamıştır. Hayde, Kâzım Koyuncu'yu Karadenizlilerde daha sıkı buluşturan bir albüm oldu. Müthiş bir tempoyla hem Karadeniz kentlerinde, hem Türkiye'nin her bölgesinde hem de yurt dışında konserden konsere koştu. Kazım Koyuncu, eski grubu Zugaşi Berepe'den bu yana çalıştığı arkadaşları, yeni katılanları önemsiyor, çalışmalarında hep "arkadaşlarım" diyerek ekibine verdiği önemi de belli ediyordu. Metin Kalaç, Cafer İşleyen, Murat Dilek, Gürsoy Tanç ve sonradan aralarına katılan kemençe sanatçısı Selim Bölükbaşı, geri vokallerinin yanı sıra ve horonlarıyla izleyiciyi coşturan Harun Topaloğlu, tulumcular Metin Turan ve İsmail Avcı, Kazım ile birlikte o müthiş sahne performanslarını yaratıyorlardı.
Hayde, piyasa koşullarının alışılmış yöntemlerini kullanmamasına ve sektörün krizine karşın satış rakamlarıyla müzik dünyasını şaşırtırken geniş dinleyici kitlesi konserlerini dolduruyordu. Karadeniz müziğinin güçlü temsilcilerinden Fuat Saka, Volkan Konak ve Bayar Şahin ile birlikte düzenledikleri, büyük ilgi gören Hey Gidi Karadeniz konserler dizisinin de öncülüğünü yapmıştır. Ölümünden sonra 16 şarkının 4 tanesi konser kaydı, 4 tanesi (Dünyada Bir Yerde, Yalnızlığı Anla, Hoşçakal, Yine Burada) demo kayıt, geri kalanı ise farklı albümlerde (Gitarın Asi Çocukları (Anılar Düştü Peşime), Grup Patika/Aşk Beni Büyütmedi (Ayrılık Şarkısı), Seyduna (Hayat), Tuncay Akdoğan/Bir Nehir ki Ömrüm (Darbedar), Dinmeyen/Sisler Bulvarı (Askıda Yaşamak), dizi müziği (Le le le) yer alan Dünyada Bir Yerdeyim albümü Halkevleri tarafından 18 Aralık 2006 tarihinde çıkartılmıştır. Bu albümün geliriyle Kazım Koyuncu Kültür Merkezi çalışmalarına başlamış ve halen çeşitli atölye çalışmalarıyla katılımcılarına ücretsiz eğitimler vermeye devam etmektedir. 2008 yılında Kazım Koyuncu'nun hayat hikâyesinin yanı sıra bir kısmı hiçbir yerde yayınlanmamış görüntülerle anlatan yönetmenliğini Ümit Kıvanç'ın yaptığı "Şarkılarla Geçtim Aranızdan" belgeseli 3 DVD halinde yayınlanmıştır.
Müzikte ve normal yaşantısında değişimci bir kişiliğe sahipti. Kendisini devrimci olarak tanımlıyordu. Kâzım Koyuncu, çevre sorunlarına duyarlı olmuştur. Karadeniz Sahil Yolu inşaatına karşı Rize ilinin Fındıklı ilçesinde düzenlenen eylemlere destekte bulunmuştur.
2004 yılının sonlarında aralık ayında Kâzım Koyuncu'ya testis kanseri teşhisi konuldu ve kısa bir süre sonra tüm dostları, dinleciyicileri kötü haberi aldı. Kâzım Koyuncu, hastalığıyla büyük bir mücadeleye girerken etrafındaki sevgi çemberiyle bu zor zamanların geçeceğine inanıyordu. Nefesi yettiği kadar sesi çıktığı kadar müziğinden ve direncinden vazgeçmedi ve kemoterapi tedavisi sırasında 4 Şubat 2005 tarihinde İstanbul, Taksim'deki Yeni Melek Gösteri Merkezi’nde izleyicileriyle kucaklaştı. Sevenlerine hastalığına unutturduğu müthis bir konser verdi ve aslında yaşam dersi verdi. Konserlerinden vazgeçemezdi ve belki biraz da sevenlerini üzmek için “ha kanser ha konser” diye esprili yapmaktan geri kalmamıştı. Gördüğü ilaç tedavisinden çok sevdiği saçlarının tamamen dökülmesini beklemeden kendisi kestirmiş ve grubundaki bütün dostları da aynı şekilde saçlarını kestirerek yüreklerinin Kazım ile birlikte olduğunu göstermişti. Bu konserde gruba nefesli sazlarıyla müzisyen dostu Kemal Sahir Gürel'de katılmıştı. 23 Nisan 2005 günü Trabzon Dernekler Birliği'nin İstanbul Ticaret Odası'nda düzenlediği "Çernobil'in etkileri ve Hasta Hakları" panelinde yaşam, hastalık, bilimi sorguladığı acı ve isyanı bir arada hissettiren bir konuşma yaptı. Konuşmasında yerleşik düzenin kuralları dışında kalmasına karşın nasıl böyle bir geniş izleyici kitlesini edindiğini açıkça gösteriyordu.
Kâzım Koyuncu, 30 Nisan 2005 tarihinde Trabzon Gazeteciler Cemiyeti'nin ödülünü almak için Trabzon'a gittiğinde hastalığı ilerlemişti ve ağrılarına karşın ayaktaydı. Son kez Karadeniz Teknik Üniversitesi'nde gençlerle bir kez daha buluştu ve çok sevdiği gibi horonlar tepildi, bir ağızdan şarkılar söylendi.
2004 yılının son ayında yakalanmıştı. 25 Haziran 2005 günü tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirdiğinde gerçekten de bir yürüyüş başlatmıştı. Kâzım Koyuncu'yu İstanbul'dan uğurlamak üzere Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nda bir tören düzenlenmiş ve çok kısa süred |
e duyurusu da yapılamamıştı ama 26 Haziran 2005 günü binlerce kişi gözyaşları içerisinde gelmişti. Genç yaşlı, iş adamı, işçi, öğrenci, sanatçı, toplumun tüm kesimlerinden gelip Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nu dolduranları acılarını isyana dönüştürmüş Çernobil kazasından sonra kayıtsız kalan devlet, hükümet yetkililerinin tutumlarını sorgulamıştı. Binlerce kişi Kâzım Koyuncu’yu taşıyan aracın arkasından Taksim'e kadar yürüdü, sloganlarını kesmedi. Aynı akşam Trabzon Havaalanı'ndan alan Karadenizliler doğduğu Hopa'ya doğru arkasından büyük bir konvoy oluşturdular. Yağmur altında Trabzon'un, Rize'nin ilçelerinden geçerken otoban kenarlarından, balkonlardan, pencerelerden isyankar çocuklarına el salladılar bağırlarına bastılar.
Kazım, 27 Haziran 2005 günü artık adı Sugören olarak değiştirilen 2–3 km uzaklıklıktaki K’ise’deki evinden binlerce seveni tarafından alınıp tulum sesleri arasında Hopa Meydanı'na getirildi. Ailesi, grup arkadaşları, sanatçı dostları, sevenleri, nişanlısı Gönül Bozoğlu duygularını Hopa'lılarla ve Türkiye’nin dört bir yanından gelenlerle paylaştılar. Kazım’ı doğduğu Pançol'a doğru giderken arkasında binlerce kişi vardı. 27 Haziran 2005'te, doğduğu köy olan Pançol'da fındık ağaçlarının çevrelediği köy mezarlığında defnedilmiştir.
Doğu kayını
Doğu kayını ("Fagus orientalis"), kayıngiller (Fagaceae) familyasından 40 m'ye kadar boylanabilen düzgün gövdeli bir kayın türü.
Çok sayıda pullarla örtülmüş bulunan iğ biçimindeki sivri uçlu ve büyük tomurcuklar sürgünlere açı yapacak şekilde dizilmiştir. Sürgünler koyu kahverenginde veya kırmızımtrak kaverenginde olup oldukça ince, çıplak veya parlak, sürgün ucuna doğru hafif tüylü olup üzerinde bol sayıda küçük lentiseller bulunur.
Yaprak sapının sürgün üzerinde bıraktığı iz yarım daire biçiminde olup üzerinde, yanlarda birbirine yakın ikişer, ortadakinde ise çok sayıda belirgin iki kulakçık izi vardır.
Erkek çiçekler birçoğu bir arada uzun bir sapın ucunda toplanmıştır. Kupula 2 cm boyunda, kupulanın dibindeki pullar geniş şerit biçimindedir.
Türkiye'de yayılışını Karadeniz sahillerinde yapar. Marmara Bölgesinde, Sinop, Vezirköprü, Bolu, Kocaeli'de yer yer görülür. Doğu Karadeniz'de bütün sahil boyunca 1000–1700 m yükseltilerde sakallı kızılağaç, doğu ladini ve büyük yapraklı ıhlamurla karışık veya saf ormanlar kurar.
Said Nursî
Bediüzzaman Said Nursî () (Mart 1878, Bitlis - 23 Mart 1960, Şanlıurfa), İslam alimi, düşünürü, "Risale-i Nur" adlı tefsir külliyatının yazarı ve Nur cemaatinin kurucu lideridir.
1892'de Bitlis'te Şeyh Emin Efendi ve diğer İslam alimlerinin de bulunduğu ilim meclisinde yapılan imtihan ve münazara sonunda Molla Fethullah tarafından Bediüzzaman unvanı verilmiş; diğer alimler tarafından da kabul görmüş ve bu isimle anılmaya başlanmıştır.
I. Dünya Savaşı'nda gönüllü alay komutanı olarak Kafkas Cephesi'nde mücadele etti. Savaş sırasında birçok öğrencisi ölmüş, kendisi ise gazi olmuştur. Başarılarından dolayı kendisine Harp madalyası verildi. Ordu-yu Hümâyun'un tavsiyesi ile Dar'ül-Hikmet'ül İslamiye azası olarak atandı. 1922'ye kadar görevini yerine getirdi.
Said Nursî, hayatını "Eski Said" ve "Yeni Said" olarak sınıflandırır. Eski Said döneminde İslamiyet'e siyaset yoluyla da hizmet edilebileceği fikriyle hareket etti. Zamanla bu düşünceden vazgeçmiş ve siyasetten çekilmiştir. Eski Said dönemi içerisinde, ilim meclislerinde münazaralara giren, sosyal ve siyasi olayları takip eden ve müdahil olmaktan geri durmayan Said Nursî, "Yeni Said" olarak tabir ettiği döneme geçmesiyle birlikte daha çok inziva hâli içerisinde bulunmuş ve "Risale-i Nur" kitaplarının yazımı üzerine yoğunlaşmıştır. "Risale-i Nur Külliyatı"nın büyük kısmı Yeni Said döneminde yazılmıştır.
Bitlis'in Hizan ilçesinin İspairit nahiyesinin Nurs köyünde, yedi çocuklu bir ailenin dördüncü çocuğu olarak dünyaya geldi. Babasının adı Mirza, annesinin adı ise Nuriye'dir. Annesi Nurs köyü yakınlarında bulunan Bilkan Köyündendir. Nuriye hanım Nure veya Nura ismiyle de tanınmaktadır. Sofi Mirza olarak tanınan Mirza Efendi ailesinin geçimini çiftçilikle sağlamıştır.
1887'de Tağ köyündeki Molla Mehmed Emin Efendi'nin medresesinde öğrenim hayatına başladı. 1888'de medrese eğitimi bırakarak köyüne döndü. Köyüne döndükten sonra, medrese öğrencisi olan ağabeyi Molla Abdullah'ın derslerini takip etti. Beş yıl süren tahsil hayatı boyunca Molla Mehmed Emin Efendi Medresesi, Mir Said Veli Medresesi, Molla Fethullah Efendi Medreselerinde eğitim aldı. Risalelerinde, bu süre zarfında Kur'an'ı hatmettiğini, "Sarf" ve "Nahiv" kitaplarını " İzhar"a kadar okuduğunu, Doğu Beyazıt'ta bulunan Şeyh Mehmet Celali'nin medresesinde üç ay süren bir eğitim gördüğünü, bu eğitimi sırasında her gün günde üç saat meşgul olarak yüze yakın kitabı okuyup ezberine aldığını, medreselerde eğitimi yapılan kitaplar dışında pek çok başka kitabı da okuduğunu yazmıştır. Nakşibendî tarikatine bağlılığı, Halidî şeyhlerin sosyal aktivitelerine katılımıyla olmuştur. Daha sonra icazetini aldığı ve sonra Doğu Beyazıt'tan ayrıldığı bildirilmektedir. Bu sırada arkadaşları ve bazı hocalarıyla olan tartışmaları ve kavgaları sebebiyle medrese eğitiminde aksamalar olmuştur.
Said Nursî gördüğü bir rüyadan etkilendiğinden ve eğitime dönerek Müküs ocağındaki Mir Hasan Veli Medresesine gittiğinden bahseder. Zor konularda gösterdiği anlayış, okuduğu kitapları kolaylıkla ezberine alması ve ilmî tartışmalardan galip ayrılması gibi özellikleri Molla Fethullah Efendi tarafından "Bediüzzaman" ismi verilir.
Said Nursi iki ayrı hoca ve iki ayrı alimler silsilesinden iki icazetname almıştır. İlk icazetnamesini Muhammed Celali'den aldı. Verilen icazetnamenin ilim silsilesi İmâm Gazali, İmâm Cafer-i Sadık ve nihayet İmâm Ali bin Ebi Talib’e kadar uzanmaktır. İkinci icazetnamesini ise Şeyh Fethullah Es-Siirdi'den aldı. Bu icazetnamenin ise ilim silsilesi Ömer es-Siirdi, Molla Halil Siirdi silsilesini takip etmektedir. Molla Halil’in icazet silsilesi Sadeddîn-i Taftezani’ye, Fahreddîn-i Razi’ye ve nihayet İmâm Ali bin Ebu Talib’e kadar gitmektedir.
Risalelerinde, bu dönemden sonra Bitlis’e gelen Said Nursî'nin ilmi alt yapısı ve farklı kişiliğinin, Bitlis Valisi Ömer Paşanın dikkatini çektiği ve Vilayet konağında kalarak çalışmalarına devam etmesi için ona bir oda tahsis edildiği yazılmıştır. Burada iki yıl kalan Nursî daha sonra Van Valisi Hasan Paşa tarafından Van'a davet edilmiş, valilik konağında, Hasan Paşa ve sonrasında İşkodralı Tahir Paşa zamanlarında konağın kendisine ayrılan bölümünde yaklaşık olarak 10 yıl çalışmalarına devam etmiştir. Bu dönemde Horhor Medresesi'nde de talebelerine ders vermekte olduğu da eserlerinde anlatılmaktadır.
Said Nursî, Van, Bitlis ve Diyarbakır illerinde fen bilimleriyle İslami ilimlerin birlikte okutulacağı, Kürdistan’da cehaleti ve bilgisizliği ortadan kaldıracak nitelikte, Medresetü'z-Zehra ismini verdiği birkaç üniversitenin yapımı düşüncesini hükümete iletmek için 1907 yılında İstanbul'a gelir. El-Ezher Üniversitesi'ne kardeş olarak tarif ettiği bu üniversitede Arapça, Kürtçe ve Türkçe olmak üzere üç dilde eğitim yapacağını belirtmektedir. İstanbul’da Ferik (tümgeneral) rütbesindeki Ahmed Paşa’nın evine yerleşmiş, idealindeki üniversite ile ilgili bir dilekçeyi padişahın özel kalem dairesi olan Mabeyn-i Hümayun’a sunmuş, ancak Said Nursî'nin bu talebi için hükümet bir teşebbüste bulunmamıştır. Gelişinden iki ay sonra Fatih'te bulunan Şekerci Hanı'na yerleşti. Otel olarak hizmet veren Şekerci hanı dönemin aydınlarının uğrak yeriydi. Said Nursî burada kalmakta iken medreselerde ve eğitim kurumlarında ders veren muallimleri ilmi münazaraya davet etti. Odasının kapısına ise “Burada her suale cevap verilir, her müşkül hallolunur; fakat sual sorulmaz” şeklinde bir yazı asmış ve büyük dikkat çekmiştir. Nursi'nin davetinden sonra pek çok muallim ve medrese hocası geldiği ve sorulan sorulara ikna edici doğru cevaplar verdiği ifade edilmektedir. Bu olaylardan sonra Nursi'nin doğu illerindeki şöhreti İstanbul'a da yayılmıştır.
Saray bahçesinde yöresel kıyafetleri, başında sarığı ve hançeri ile dolaşırken önce tutuklandı daha sonra Üsküdar Toptaşı Akıl Hastanesi'ne sevkedildi. Said Nursi hastaneye getirildiğinde orada bulunan Gaziantep'in eski ve tanınmış doktorlarından Dr. Hamit Uras şunları anlatıyor:
Doktorlar tarafından akıl hastası olmadığına dair bir rapor hazırlandı; hastaneden çıkartılarak tekrar zaptiye nezaretine gönderildi. Nezarette iken Sultan II. Abdülhamid, Said Nursiye maaş bağlanması ve memleketine geri dönmesi için harcırah verilmesi emrini verdi. Padişahın maaş bağlanması emrini getiren zaptiye nazırı Şefik paşa, Nursiye padişahın kendisine selamı olduğunu ve medrese teklifinin Divan-ı Hümayun da (Bakanlar kurulun) görüşüldüğünü söyledi. Nursi amacının maaş kapmak olmadığını söyleyerek maaş ve harcırahı reddetdi. Zaptiye nezareti gönderilen iki bin kuruş harcırahı dahiliye nezaretine iade etmiştir. İlerleyen yıllarda Said Nursî'nin Medresetüzzehra projesi için hükümet bir teşebbüste bulunmamıştır.
Selanik'te Meşrutiyetin İlanı'ndan sonra İstanbul'un her tarafında bir kargaşa dönemi başlamıştır. Said Nursi 11 Temmuz'da Sultan Ahmet meydanında yaptığı "Hürriyete Hitap" konuşmasını Selanik'te halkı teskin etmek için tekrar yapmıştır. Bu dönemde Osmanlı Devletinin güvenlik ve istihbarat kurumu olan Teşkilat-ı Mahsusa'da görev aldığı, İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne üye olduğu yazılmıştır. Teşkilat-ı Mahsusa tarafından 1915 yılında Bitlis'te Rus Cephesinde görevlendirildiği, Libya'ya gönderildiği tarihçi Cemal Kutay tarafından yazılmış ancak bu görevlendirilme bilgisinin doğru olmadığı yönünde itirazlar olmuştur.
Abdülhamid sonrasında, eğitimle ilgili düşüncelerini Sultan V. Mehmet'e sunmak üzere İstanbul’a geldi. Van'da kurmayı planladığı Medresetü'z Zehra padişah tarafından kabul gördü ve 19 bin altın ödenek ayrıldı.
1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanından hemen önce İstanbul’a geldi. İstanbul'da Derviş Vahdeti'nin Volkan Gazetesi'nde yazdı. İslamcı bir siyasal parti o |
lan İttihad-ı Muhammedi Fırkası'nın (Fırka-i Muhammediye) kurucuları arasında yer aldı. Volkan Gazetesi bu fırkanın yayın organıydı. 13 Nisan 1909 (Rumi 31 Mart 1323) tarihinde 31 Mart Vakası patlak verdi. Selanik'ten gelen Hareket Ordusu aradan 11 gün geçtikten sonra isyanı bastırabildi. Bazıları İttihad-ı Muhammedi Fırkası'nın ileri gelenleri olmak üzere isyanı çıkaranlar ve Derviş Vahdeti ile birlikte Divan-ı Harp Mahkemesinde yargılandı, Derviş Vahdeti ve 16 kişi idam edildi, Said Nursî davadan beraat etti. Serbest kaldıktan sonra Serbesti Gazetesi'nde "ordunun ruhu ve ülküsünün okullu subaylar olduğunu, bunlara isyan etmenin cinayet olduğunu" yazmıştır. 31 Mart Vakasından sonra İttihat ve Terakkinin zulümlü olduğuna inandığı faaliyetlerinden küserek İstanbul'dan ayrıldı. O zamanlar Şark olarak tabir edilen Doğuya; Batum üzerinden Van'a gitti. Sonrasında ise Şam'a gitti. 1911'de Şam, Emevîye Camii'nde okuduğu hutbe daha sonra Hutbe-i Şamiye adıyla kitaplaştırıldı. Münâzarat ve Muhakemât gibi eserlerini telif etti.
Said Nursi I. Dünya Savaşı'nın ilanının hemen ardından gönüllü alay vaizi olarak orduya yazıldı. Van fırkasında görevlendirildikten sonra Pasinler cephesine gönderildi. Bölgede tanınmış biri olan Nursi, Enver Paşanın isteği üzerine talebeleri ve gönüllülerden oluşan 4-5 bin kişilik milis teşkilatı kurdu. Milis Albay rütbesiyle gönüllü alay komutuna olarak kurduğu teşkilatı ile birlikte Van, Muş ve Bitlis'te Rus birlikleri ve Ermeni çetelerine karşı savaştı. Savaş sırasında sigara tablasından, hançer kabzasından ve omzundan olmak üzere üç yerinden vurularak yaralanmıştır. Bitlis'te savaş esnasında Rus askerlerin, Bitlis'te bulunan üç köprüyü de tuttuğu sırada Nursi; Ali çavuş(Ali Arasla) ve bir talebesiyle birlikte köprünün karşı tarafına geçmek için su kemerinin üzerinden atlamış; su üzerinin kar kaplı olması ve gece vakti olması sebebiyle sağ ayağı taşa değerek kırılmıştır. Hayatta kalan üç talebesiyle birlikte ayağı kırık bir halde otuz üç saate yakın su ve çamur içinde kalmıştır. Bitlis'te yaralı olarak Ruslar tarafından esir alındı. Nursi buradan esir olarak Van, Culfa ve Tiflise kadar götürüldü. Yaklaşık 6 ay Tifliste kaldı ve burada tedavi gördü. Tiflisin Varasofski sokağında kırk dört numaralı kampta tutulduğu bilinmektedir. Kosturma'nın Kologrif beldesindeki esir kampına oradan da en büyük esir kampı olan Kosturma'ya sevk edildi.
Kostroma'da esir olarak bulunurken Rus başkumandan Nikolay Nikolayeviç esirleri teftiş için kampa gelir. "Dikkat" komutunun verilmesiyle herkes ayağa kalkmasına rağmen Said Nursi ayağa kalkmaz. Rus başkumandan önünden görmediği düşüncesiyle tekrar geçmesine rağmen Bediüzzaman itaatsiz bir tavırla selam vermez ve ayağa kalkmaz bu tavrı idam cezasına çarptırılmasına neden olur. Neden ayağa kalkmadın sorusuna ise "Ben bir Müslüman âlimiyim. İmanlı bir kimse, Cenab-ı Hakkı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh, ben sana kıyam etmem" diye cevap verir. Bediüzzaman son arzusu olarak namaz kılmak ister. Rus başkumandan ve askerlerin bakışları arasında namaz kılar. Rus başkumandan bu durum karşısında: "O hareketinizin, mukaddesatınıza olan bağlılıktan ileri geldiğine kanaat getirdim" diyerek idam cezasını kaldırır. Sibiryada esir kamplarında iki buçuk yıl geçiren Nursî 1917'de Kostroma Esir Kampından kaçarak İstanbul'a döndü ve Osmanlıda en üst fetva kurulu olan Dar-ül Hikmet-ül İslamiye'ye atandı.
Nursî I. Dünya Savaşı sonlarında imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması mütareke günlerinde, Çamlıca’daki evinde yeğeni Abdurrahman ile birlikte kalmıştır. Bazı araştırmalar bu dönemde Kürdistan Teali Cemiyeti’ni ve Kürt Neşriyat Cemiyeti gibi cemiyetlere katıldığı yönünde olmasına rağmen Kürt Teali Cemiyeti'nin üyeleri nin Said Nursî'yi cemiyetlerine davet ettikleri, ancak Nursînin bu teklifi cemiyete gönderdiği bir mektupla reddettiği diğer yazarlar tarafından ifade edilmektedir. İngiliz Hava Kuvvetleri Komutanlığı tarafından Bağdat’tan yazılan gizli raporda, Kürtleri Türklere karşı kışkırtarak ayaklandırmak amacıyla kurulmuş olan Kürdistan Teali Cemiyeti’nin kurucuları arasında Said-i Kürdî (Nursî)’nin de adı geçer. 15 Şubat 1919 tarihinde sonradan Teâli-i İslâm Cemiyeti adını alan Cemiyet-i Müderrisîn'in Mustafa Sabri, İskilipli Mehmet Atıf Hoca, Ermenekli Saffet Efendi gibi din ve eğitimcilerle birlikte kurucu azaları arasında yer aldı. 1919'da Mesnevî-i Nuriye adlı eserini yazmaya başladı. Bu günlerde Said-i Nursî “Sünûhât” (1920), “Hakikat Çekirdekleri” (1920), “Nokta” (1921), “Rumûz” (1922) gibi bazı kitapçıkları kaleme almıştır.
Said-i Nursî, İstanbul’da “Darül-Hikmet’ül İslamiye’de çalışmakta iken, Mustafa Kemal Paşa, Doğu Anadolu’da, Kuzey Irak’ta ve Suriye’de İslamı anlatabilecek, bölgedeki insanları Kurtuluş Savaşı’na katılmaya çağıracak din adamlarına ihtiyaç duymaktaydı. Emirdağ Lahikası’nın bir bölümünde Said-i Nursî'nin Kürt bölgelerinde tanınmış ve hatırı sayılan bir din adamı olması dolayısıyla Mustafa Kemal Paşa'nın onu Güneydoğu Anadolu’ya vaiz olarak göndermek istediği kaydedilir. Mustafa Kemal Paşa böylece bir ittifak oluşturacak ve doğulu halkın da bu ittifakta toplanmasını sağlayacaktı. Ancak Said-i Nursî bu dönemde Anadolu’ya geçmeye yanaşmamış, Kurtuluş Savaşı'nın bitimine rastlayan 1922 senesinde Anadolu'ya geçmiştir.
Said Nursî, İstanbul'da İngiliz politikalarına karşı bir risale ve Mustafa Kemal Paşa ile silah arkadaşlarını “dinsiz” ve “zındık” ilan eden hıyanet fetvasına karşı, “bu fetvanın ilmen geçersiz olduğunu” beyan eden “Hutuvat-ı Sitte” adlı bir bildiri hazırlamıştır. Bu eser yüzünden işgal kuvvetleri tarafından gıyabında ölüm cezasına mahkûm edildi. Said Nurs-i bu bildiriyi yayınlamadan önce 3 müftü tarafından imzalanan ve 64 müftünün de onayladığı “düşmana karşı mücadele etmenin din gereği olduğu”nu anlatan bir karşı fetva yayınlanmış bulunmaktaydı.
Eski Van Valisi Tahsin Bey gibi dostlarının ve Mustafa Kemal Paşa'nın davetleri sonucu, 9 Kasım 1922'de Ankara’ya gitmiş ve Milli Meclis'in 2. oturumuna dinleyici olarak katılmıştır. Ancak, milletvekillerine yaptığı, on maddelik, "Türkiye'nin şekillenmesinde mânevî dinamiklerin ihmal edilmemesini" de içeren çağrısı sert tepkiler aldı. Said Nursî, Medreset-üz Zehra ideali için, II. Meşrutiyet döneminde Van’da temelini attığı fakat savaş yüzünden inşaatı başlatılamayan üniversitenin kurulması için Mebuslara bir kanun teklifi hazırlattırdı. Bu teklif mecliste iki yüz milletvekilinden 163’ünün imzasıyla kanunlaştı. 7 Nisan 1923'te talebe yetiştirmek ve münzevi bir yaşam sürmek üzere Van’a gitti, Erek Dağı’nda iki senesini geçirdi.
Nursi Van da Erek dağına inzivaya çekilmesini hayatının dönüm noktası olarak kabul eder. Bu tarihe kadar olan yaşantısını Eski Said daha sonrası için ise Yeni Said olarak tanımlamaktadır. 1925 yılında ortaya çıkan Şeyh Said Ayaklanması'na destek verdiği iddiasıyla Burdur'a sürgün edilen Said Nursî, yargılandığı mahkemede, Şeyh Said'e yazdığı mektupta
Yaptığınız mücadele kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir. Türk milleti İslâmiyet'e bayraktarlık etmiş, dini uğrunda yüz binlerle, milyonlarla şehid vermiş ve milyonlar veli yetiştirmiştir. Binaenaleyh “kahraman ve fedakar İslam müdafiilerinin torunlarına, Türk milletine kılınç çekilmez” ve ben de çekmem."şeklinde görüşünü bildirdiğini söyleyerek kendisini savunmuştur. Said Nursî Burdur’da "Nur'un İlk Kapısı"nı, 1926'da sürüldüğü Barla'da ise "Sözler", "Mektûbat" ve "Lem'alar"ın da büyük bölümünü yazmıştır.
Buradaki faaliyetleri şüpheli bulunarak 1934'te Isparta’ya sürüldü. 1935 yılında “gizli cemiyet kurmak, rejimin temel düzenini yıkmak” iddiasıyla Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde aleyhinde dâvâ açıldı ve Tesettür Risalesi’nden dolayı kendisi on bir ay, on altı öğrencisi de altı ay hapse mahkûm edildi. 1936'da hapis cezasının bitiminden sonra 7 yıllığına Kastamonu’ya sürüldü.
1943 yılında 126 talebesiyle birlikte "rejimin temel düzenini yıkmak" iddiasıyla tutuklanarak Denizli hapishanesine sevk edildi. 9 ay tutuklu kaldı. Beraat etti. Daha sonra Emirdağ’a götürülerek burada zorunlu ikâmete mahkûm edildi. 1947 yılında aynı suçlamalarla tekrar tutuklanarak 54 talebesiyle birlikte Afyon hapishanesine sevk edildi. Yaklaşık 20 ay hapiste kaldı. Buradan tekrar Emirdağ’a götürüldü.
1952'de Gençlik Rehberi isimli eseri hakkında açılan dava münasebetiyle İstanbul’a geldi ve bu davadan beraat etti. 1953'te Emirdağ’a döndü. İkinci defa İstanbul’a geldi ve üç buçuk ay burada kaldı. Bundan sonraki hayatı genellikle Emirdağ ve Isparta’da geçti.
Bu dönemde, yazımı tamamlanmış olan Risale-i Nur'un farklı kesimlerden insanlara ulaştırılmasıyla ilgilenmiştir. Bu amaçla birçok şehir ve köylerde el ile yazılan risalelerin okunması, okutulması, bazı merkezlerde risalelerin daktilo ile çoğaltılması; Ankara, İstanbul ve doğu illerini de kapsayacak şekilde risalelerin bütün toplumsal tabakalara ulaştırılması işleri ile ilgilenmiştir. Yine bu dönemde mahkemelerden iade edilen Nur Risaleleri ve bazı illerde bir kısım Nur Talebelerine dava açılması sebepleriyle resmi makamlarla görüşmeleri olmuştur. 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti hükümetinin Risale-i Nur hareketine olumsuz bakmaması ve yayımlanmasına engel olmaması sebebiyle, risaleler bu dönemde matbaalarda basılmış Anadolu'nun yanında Mısır, Pakistan, ABD, İtalya gibi çeşitli ülkelere de gönderilmiştir.
23 Mart 1960'ta Şanlıurfa’da vefat etti. Urfa Halil-ur Rahman Dergahı'na defnedildi. 27 Mayıs Darbesi sonrasında 12 Temmuz 1960'ta cuntanın emriyle mezarı yıktırıldı. Naaşı konusunda yapılan iddialara göre Isparta’ya götürülerek şehir mezarlığına gizlice defnedilmiştir. Vasiyeti üzerine 1969'da bir-iki talebesi tarafından açılarak, cesedi kendileri dışında kimsenin bilmediği bir yere gömülmüştür. Naaşın taşındığı uçakta yer alan Erol Türegün tarafından ortaya atıldı. Buna göre Said Nursî'nin naaşı Isparta-Afyon arasında bir yere gömülmüştür. Şu an mezarının yeri bilinmemektedir.
Said Nursi'nin vefatından sonra tereke hakimliği tarafından tespit edilen resmi malv |
arlığı listesi:
Vasiyetname de adı geçen varis talebelerin tam isimleri
Ahmed Husrev Altınbaşak, Tahiri Mutlu, Abdulmecid Nursi, Zübeyir Gündüzalp, Mustafa Sungur, Ceylan Çalışkan, Mehmet Kayalar, Hüsnü Bayramoğlu, Bayram Yüksel, Süleyman Rüştü Çakın, Abdullah Yeğin, Ahmed Aytimur, Hasan Atıf Egemen, Tillolu Said Özdemir, Mustafa Acet, Mustafa Cahid Türkmenoğlu, Salih Özcan.
Bazı yayınevlerinin Risale-i Nur külliyatını sadeleştirmesi ve farklı tarzlarda neşretmesi nedeniyle Bediüzzaman'ın varis tayin ettiği talebeleri Risale-i nur'un bu tarzda basımının yanlış olduğunu bildirmişler, bu kapsamda Risale-i Nurların orijinalliğinin korunması için Kültür Bakanlığı Telif Hakları Genel Müdürlüğü tarafından çalışma başlatılmış devlet koruması altına alınmıştır. Fakat daha sonra bazı Risale-i Nur talebeleri ve CHP'nin iptal istemiyle AYM'ye başvurmasıyla devlet koruması Danıştay tarafından kaldırılmıştır.
Nursi'nin doğum tarihi ile ilgiili farklı görüşler vardır. 1906 yılında yapılan nüfus tescil kayıtlarında, Rumi 1288-1299(Miladi 1872) olarak geçse de doğum tarihinin Dar'ül-Hikmet'ül İslamiye'ye verdiği özgeçmişine göre hazırlanan Osmanlı nüfus kimlik belgesinde Rumi;1293 Hicri;1295 tarihleri yani Miladi 1878 yılı olduğu tahmin edilmektedir.
"Bediüzzaman" isminin yanı sıra "Molla Said" ve "Said-i Kürdî" gibi isimler ile de tanınmaktadır. Said Nursî, İstanbul'a gelişinden sonra Kürdistan'dan gelmiş olması ve Kürt olması dolayısıyla Said-i Kürdî ismiyle meşhur olmuş ve ilk dönem eserlerinin birçoğunda bu adı kullanmıştır. Cumhuriyet'in kurulmasından sonra kabul edilen Türk Milliyetçiliği politikasından dolayı, hem bu durumun aleyhine kullanılmasını, hem de yanlış anlaşılmaları engellemek için, kendisi bunu Said-i Nursi şeklinde değiştirmiştir. Eski eserlerindeki Kürdistan veya Bilad-ı Ekrad ifadelerini ise "vilayat-ı şarkiyye" şeklinde değiştirdiği iddia edilmiştir. Ancak, Risale-i Nur külliyatını neşreden yayınevlerinden Tenvir ve Zehra Yayınları bu iddiaları kabul etmemekte ve nüshalar üzerinde tahrifat yapıldığını ifade etmektedirler. Said Nursî'nin yeni dönem eserlerinde de "Kürdistan" ifadesini birçok kez kullandığı görülmektedir.
15 yaşında iken İslam alimlerinin bulunduğu ilim meclisinde yapılan imtihan ve münazara sonunda Molla Fethullah tarafından Bediüzzaman unvanı verilmiş; diğer alimler tarafından da kabul görmüş ve bu isimle anılmaya başlanmıştır.
"Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeğe hazırım! Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adâlet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil." Aynı zamanda şeriatın cumhuriyete muhalif olmadığını, Dört Halife'nin hem "reis-i cumhur" hem "halife" olduğunu ifade etmiştir. "Hulefa-i Raşidîn hem halife hem reis-i cumhur idiler. Sıddık-ı Ekber (R.A.) Aşere-i Mübeşşere'ye ve Sahabe-i Kiram'a elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer'iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler."Said Nursî değişik yerlerde Komünizm ve Bolşevizm'in insanlık üzerindeki yıkımları üzerinde durur ve onları ahir zamanın büyük deccalı olarak niteler.
“"...sizler daha dünyaya gelmeden evvel benim dindar bir Cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki Tarihçe-i Hayatım ispat eder...O zaman şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyuyla yerdim. İşitenler benden soruyordular. Ben de derdim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim."”Fakat Said Nursî Cumhuriyet öncesi ve sonrası siyasi otoritelerle problemlidir. Cumhuriyete karşı olmamakla birlikte devrimler, özellikle de tekke ve zaviyelerin kapatılması, kılık kıyafet devrimi ve şeriat kanunlarının ilgası anlamına gelen laikliğe karşı çıkmıştır. Ahir zaman fitnesi olarak gördüğü bu durum karşısında imanı kuvvetlendirmeye dönük eserler yazmaya ve bu konuda çalışmaya yönelir.
Uluslararası arenada düzenlenen Risale-i Nur ve Said Nursî konulu sempozyumlarda yayınlanan bildirilerde, Said Nursî'nin risalelerindeki fikirlerin, felsefik ve alegorik anlamlar taşıyan Kur'an Tefsirleri olduğu ifadelerine yer verilmiştir.
"Nur Cemaati", Said Nursî'nin risalelerinde açıkladığı fikirlerine dayanan, 20. yüzyıl başlarında doğan "İslâmî" harekettir. Said Nursi takipçilerini ifade etmek için "Nur talebeleri" ve "Nurcu" tabirlerini kullanmıştır. Nur Cemaati Nur risalelerinde yazılan görüşler çerçevesinde, itikâdi ve fıkhi bakımdan Sünnî İslâm'a bağlıdırlar. Nurculuk, belirli dua ve zikirleri olmakla birlikte tasavvufi bir tarikat değildir. Said Nursî'den sonra Nur Talebeleri farklı eğilim ve liderlikler etrafında toplanan değişik gruplar oluşturmuşlardır.
Cemaatin ana faaliyeti "Hizmet-i imaniye ve Kur'aniye" adını verdikleri Risale-i Nur'ların okunması, yorumlanması ve çoğaltılıp yayılmasıdır. Cemaatte abi, kardeş gibi kavramlar kullanılır. Çoğunlukla emir-komuta gibi, kesin bağlılık gerektiren kurallar olmamakla birlikte meşveret kararlarına hürmet etmeyi gerektiren bir anlayışın hakim olduğu söylenebilir. Nur Risaleleri'ndeki konuların başkalarına anlatılması ve bunun için oluşturulan ev, yurt, yayın faaliyeti gibi kurumsal yapı ve faaliyetlere ise "Hizmet" denilmektedir.
Nur cemaati, yaşanılan zaman diliminin ahirzaman olduğu, bu zamanda komünist-materyalist felsefenin (maddiyyunluk) ilmi de arkasına alarak imana karşı büyük bir yıkım (deccaliyet) faaliyeti içerisinde olduğu, bu zamanda en önemli görevin "Hizmet-i imaniye ve Kur'aniye" adı verilen Risalei-nur yoluyla iman kurtarma olduğuna ve bu hizmetin Mehdi'nin birinci ve en büyük görevi olduğuna inanır. Mehdinin diğer görevleri ise imanın hayata geçirilmesi, Hilâfet'in ihyası ve şeriat'tır.
Cem Uzan
Cem Cengiz Uzan (d. 26 Aralık 1960, Adapazarı), Türk iş adamı, siyasetçi ve Genç Parti (GP) eski genel başkanı. "Star" gazetesi, Star TV ve Kral TV'nin eski sahibi. Aile şirketlerine 2004 yılında Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) tarafından el konulmasına dek babası Kemal Uzan ve kardeşi Hakan Uzan'la birlikte Türkiye'nin ekonomik olarak en güçlü ailelerinden birinin üyesiydi.
Türkiye'nin ilk özel televizyonu Star TV'yi kuran Cem Uzan, 2002 yılında GP'yi kurarak siyasete girdi. 23 Ağustos 2002 tarihinde gerçekleştirilen Genç Parti'nin üçüncü olağanüstü kongresinde partinin genel başkanlık görevine seçildi. Genç Parti, 2002 Türkiye genel seçimlerinde %7.25, 2007 Türkiye genel seçimlerinde ise %3.03 oy aldı. 2. Ergenekon iddianâmesinde, Şener Eruygur'u askerî darbeye teşvik etmekle suçlanan Cem Uzan, siyâsî sığınma talebini kabul eden Fransa'da hayatını sürdürmektedir.
Boşnak bir aileden gelen Cem Uzan, 20 Aralık 1960 tarihinde iş adamı Kemal Uzan ve Melahat Uzan'ın çocuğu olarak Sakarya'nın Adapazarı ilçesinde doğdu. Hakan Uzan adında bir erkek kardeşi vardır. Liseyi İstanbul Alman Lisesi'nde tamamlayan Cem Uzan, Amerika Birleşik Devletleri'nde Pepperdine Üniversitesi’nde işletme alanında lisans eğitimi aldı. Almanca, Fransızca ve İngilizce’yi ana dili gibi konuşabilmektedir.
Türkiye'de görsel ve işitsel basın alanlarında ilk özel (Star TV), ilk eğlence (Teleon TV), ilk müzik (Kral TV), ilk Türk sineması (Yeşilçam TV) ve ilk Türk dizileri (Dizi TV) televizyon kanalları; ilk özel (Süper FM), ilk arabesk müzik yayını yapan (Kral FM), ilk yabancı müzik yayını yapan (Metro FM) ve ilk slow müzik yayını yapan (Joy FM) radyo istasyonları ile ilk sayısal yayın platformunu (Star Digital) kurarak önemli işler başarmıştır. Mobil iletişim alanında da Telsim şirketiyle GPRS, MMS, WAP, MVS, Bas Konuş gibi hizmetleri Türkiye'de ilk olarak hizmete sokmuştur.
Sahibi olduğu "Star" gazetesi, Türkiye'de en çok tiraj gören gazete konumuna geldi. Uzan ailesinin yönetiminde bulunduğu Çukurova ve Kepez Elektrik’te imtiyaz sözleşmeleri Haziran 2003’te iptal edildi, 3 Temmuz 2003’te de İmar Bankası ve Adabank’a el konuldu. Şubat 2004'te, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF), Uzanlar'ın, İmar Bankası soruşturması çerçevesinde birçoğu hakkında ihtiyati tedbir kararı bulunan 219 şirketinin yönetimine el koydu.
Cem Uzan 2002 yılının yaz aylarında siyasete girerek Genç Parti'yi kurdu ve genel başkanı oldu. Partisi, kurulmasından üç ay sonra katıldığı 3 Kasım 2002 genel seçiminde %7,25 oranında oy aldı. 66 günde aldığı 2.500.000 oy ile büyük başarı yakaladı, birçok üniversite bu başarıyı araştırdı, öğrencilerin tez konusu oldu. Genç Parti, 22 Temmuz 2007 genel seçiminde %3.03 oy oranı almış, ancak iki seçimde de baraj altında kaldığı için milletvekili çıkartamamıştır. 2007 genel seçimi öncesi propaganda sürecindeki "Mazot 1 YTL olacak!", "Fındık 8 YTL olacak!" ve "Dokunulmazlıklar kalkacak!" benzeri sloganları olay yaratmıştır.
2. Ergenekon iddianamesinde, Şener Eruygur'u askeri darbeye teşvik ettiği iddia edildi. Daha sonra ise, Eylül 2009'da gizli yollardan Türkiye'yi terk etti ve bir süre Interpol tarafından arandı. 12 Ekim 2009 tarihinde, Fransa’ya yaptığı siyasi sığınma başvurusu kabul edildi. İktidar tarafından siyasi lince uğradığını iddia eden Cem Uzan, Fransız yetkililer de Uzan'ı haklı bulup siyasi sığınma başvurusunu kabul ettiler. Fransa'da siyasi sürgünde olan Cem Uzan, Sağlık sorunları ve çocuklarına verdiği sözlerden dolayı siyaseti bırakmış ve bunu röportajında da "Siyasi bir kimliğim yok, siyasi bir niyetim yok. Tabi büyük konuşmamak lazım zamanın ne getireceği belli olmaz." diyerek şeklinde açıklamıştır.
Üç kez evlenen Cem Uzan ilk evliliğini Feyyaz Berker'in kızı Şebnem Berker'le yapmış olup bu evlilikten Sinan Kemal ve Dilara Gizem adlarında 2 çocuğu vardır. İkinci evliliğini ise Renç Koçibey'in kızı Alara Zeynep Koçibey'le yapmış, bu evliğinden de Emre Renç ve Yasemin Paris isminde 2 çocuğu daha olmuştur.Ardından üçüncü evliliğini ise 28 Kasım'da takı tasarımcısı sevgilisi Fanny Blanchelande ile yapmıştır.
Galatasaray taraftarı olan Uzan, Galatasaray Başkanlığına aday olacağını açıklamıştır.
Televizyon Kanalları
Radyo İstasyonları |
Gazetecilik
Diğer basın kuruluşları
Sinema
Futbol
Finans
İletişim
İnşaat
Enerji
Holding
Darwin
Darwin sözcüğü ile şunlardan biri kastedilmiş olabilir:
Mihail Tal
Mihail Nehemyeviç Tal (Letonca Mihails Tāls, ) (d. 9 Kasım 1936 - ö. 28 Haziran 1992), Letonya'nın Riga şehrinde doğan Tal, sekizinci dünya satranç şampiyonudur.
1960 yılında Mihail Botvinnik'i yenerek bu unvanı kazanmış, ertesi yıl, 1961'de yine Botvinnik'e yenilerek unvanı devretmiştir.
Henüz 7 yaşındayken doktor babasının verdiği eğitim ile satranç stratejilerine hakim olmuştur. Okul yıllarında dönemin satranç merkezleri olan "Öncüler Sarayı"na devam ederek becerilerini geliştirir. Daha sonra yıllar sürecek satranç işbirliğine Koblenz ile başlamış ve ciddi atılım göstermiştir. Hızla ilerleyen Tal 1954 yılında usta unvanını alır. 1957 yılında inanılmaz bir başarı gösterir ve Botvinnik , Petrosian ve Keres gibi devlerin önünde 24. Rusya Birinciliği'ni kazanır. Bu başarı ona Büyükusta unvanını getirir. Bu inanılmaz başarıyı bir sene sonra tekrarlar. 1959 yılında Bled Adaylar Turnuvası'nda birinci olunca Dünya Şampiyonu Botvinnik'in karşısına çıkar ve maçı kazanarak zamanın en genç Dünya Şampiyonu unvanını da alır.
Satranç oyununun en tipik atak oyuncusu olarak tanınır. Hayal gücü çok geniş ve güçlü ataklarıyla pek çok başarı kazanmıştır. Satranca yaklaşımı oldukça pragmatik olan Tal, pek çok oyunu rakiplerinin karmaşık pozisyonlarda doğru savunmayı bulamaması sayesinde kazanmıştır. Yine de bu oyunlar seyircilerde hayranlık ve heyecan yaratmıştır. Satranç otoriteleri tarafından tüm zamanların en büyük hücum oyuncusu olarak olarak kabul edilmiştir. Tal kombinatif becerilerini şaşırtıcılığı sebebiyle "Riga Sihirbazı" olarak da anılır. Sezgisel fedaları pek çok zaman oyun sonrası analizlerde çürütülür ama masa başında Tal ile başa çıkmak inanılmaz güçtür. Tal sezgisel fedalarını nasıl yaptığını ve oyun esnasında bazen neler düşündüğünü * Su aygırını bataklıktan çıkarmak makalesinde anlatmakta
Mihail Tal çoğunlukla böbrek problemleri için sık sık hastaneye yatırılmak zorundaydı. Buna rağmen Tal sigara tiryakisi ve içki tutkunuydu. Sonunda hastalıklı böbreklerinin biri çıkarıldı. Tal, 28 Haziran 1992'de Moskova'da bir hastanede böbrek yetmezliğinden öldü.
Çeşm-i bülbül
Çeşm-i bülbül (Bülbülün gözü), 18. yüzyılın sonunda III. Selim’in Mevlevi dervişi Mehmet Dede’yi cam tekniklerini öğrenmek için Venedik’e göndermesi sonucunda ortaya çıkmış bir cam işleme sanatıdır.
Mehmet Dede opal cam tekniğini öğrendiği Venedik’ten dönüşte Beykoz’da bir atölye açmış, Dede’nin Venedik’ten getirdiği bu tekniğin geliştirilmesiyle çeşm-i bülbül ortaya çıkmıştır. Bu değerli ürünün imalatını yaygınlaştıran kişi ise Tophane Müşiri Fethi Ahmet Paşa'dır.
Bu teknikte üretilen camların deseni bülbül gözüne benzetildiği için Çeşm-i Bülbül “Bülbül Gözü” olarak adlandırılmaktadır ve geleneksel üretim metodu ile üretilmesine devam edilmektedir. Çeşm-i Bülbül, yaratılışında kullanılan özel camcılık teknolojisinin yanı sıra, uzun işlemler ve yaratıcılık gerektiren bir üründür. Başlıca özelliği, ince ve renkli cam çubukların yüksek ısıda eriyip, su gibi olmuş camın içine yerleştirilmesidir. "Dönerek burulan" çizgiler, o cam formu biçimlendiren ustanın hünerini ve üslûbunu yansıtırlar.
Çeşm-i bülbül olarak adlandırılan ürünler arasında vazo, sürahi, şekerlik, kase ve tabak gibi formlar bulunur.
Küre (anlam ayrımı)
Küre veya Dünya, Güneş Sisteminde bir gezegen (Yerküre ya da Yer de denilir.)
Kastamonu Abdurrahman Paşa Lisesi
Kastamonu Abdurrahmanpaşa Lisesi, Anadolu’da açılan ilk lisedir ve bunda Abdurrahman Paşa gibi, Osmanlı Devleti'nde sadrazamlık yapmış bir kişinin Kastamonu’ya vali olarak atanmasının da payı vardır.
1883 yılında Kastamonu Valiliği'ne tayin edilen Abdurrahman Paşa, devletin içine düştüğü durumdan kurtulmasının ancak eğitim alanında yapılacak reformlarla mümkün olabileceğini görmüştür. Valiliğinin ikinci senesinde, 1884 yılında şehir merkezinde Darülmuallimin ve Askeri Rüştiye gibi okulların açılması sağlanmıştır. Bununla da yetinmemiş; İstanbul dışında özellikle Anadolu’da idadi statüsünde henüz bir mektep yok iken Kastamonu’da idadi adıyla bir okul açılmasına karar vermiştir. İlkin binanın resimlerini çizdirmiş veya bugünkü adıyla projesini yaptırmış ve Maarif Nezareti’nden müsaade istemiştir. Gerekli izin alınmış ve Anadolu’da ilk idadinin açılması çalışmalarına 30 Mart 1885 günü başlanmıştır. 2 Mayıs 1885 günü resmi bir törenle temel atılmıştır.
Diğer yandan Rüştiye mekteplerinden mezun öğrencileri mağdur etmemek için inşaatın bitmesi beklenmemiş ve Askeri Rüştiye’nin bir koğuşunda hemen eğitim – öğretime başlanmıştır. Şehirde var olan rüştiyelere ilave olarak ilk iki yıl içinde üç önemli okul daha açılmıştır.
Kastamonu Lisesi kuruluşundan günümüze kadar binlerce mezun vermiştir. Okul, Milli Mücadele başladığında Mustafa Kemal Paşa’nın yanında yer almıştır.
Türkiye'de ilk resmi lise ve Anadolu'da açılan ilk lisedir.
Osman Gazi
I. Osman, Osman Gazi, Osman Bey ya da Osman Han (Osmanlı Türkçesi: عثمان باک, "Osman Bey", Türkmence: Osman Gazi), mahlasıyla Fahrüddin veya Osmancık (1258, Söğüt – 1 Ağustos 1326, Bursa), Osmanlı Beyliği ve Osmanlı Hanedanı'nın kurucusu ve beyliğin ilk padişahı olan Türk hükümdar. Dedesi Süleyman Şah (Bazı kaynaklara göre Gündüz Alp), büyükannesi Hayme Hatun (Süleyman Şah'ın eşi), babası Ertuğrul Gazi ve annesi Halime "(Haime)" Hanım'dır.
1299 yılında uç beyi olmaktan çıkıp Söğüt ve Domaniç'te Osmanlı Beyliğini kurmuştur. Sonrasında bağımsızlığını ilan etmiştir. Ünlü Tarihçi Halil İnalcık'a göre Osmanlı Devleti bağımsızlığını 1302'de Koyunhisar Muharebesinden sonra kazanmıştır. Moğol istilalarından kaçan Müslümanların, beyliğine sığınması ile siyasi ve askeri gücü artmıştır. Çöküş döneminde bulunan Doğu Roma İmparatorluğu'ndaki karışıklıkların da etkisiyle kısa sürede Anadolu ve Doğu Roma'nın hakimi durumuna gelmiştir. Vefat ettiği zaman beylik, Eskişehir ile Bursa arasındaki topraklarda hüküm sürüyor ve Doğu Roma İmparatorluğu'na ait İznik ve Bursa'yı abluka altında tutuyordu.
Osman Bey (bazı kaynaklara göre Ataman Bey), 1258 yılında Söğüt'te doğdu.
Yaşamının erken dönemleri hakkında güvenilir kayıtlar yoktur. Osman Bey'in soyuna ve boyuna ait bilgiler gelenekseldir ve en eskisi ölümünden 100 yıl sonra yazılmıştır. Bu eserler arasında en eskiden başlayarak Ahmedî (ö. 1414), "Dâstân ve Tevarih-i Mûlûk-i Âl-i Osman"', Şükrullah (ö. 1464), "Behçetu't-Tevarih" ve Âşıkpaşazâde (ö. 1481), "Tevarih-i Âl-i Osman" adlı eserler isimlendirilebilir. Dönemine ait tüm çağdaş eserler büyük ölçüde 1422 ya da hemen sonrasında tarihlendirilen ve artık mevcut olmayan (ama özgün bir metinden türemiş oldukları iddia edilmektedir.. Bazı tarihçilere göre,
Osman Gazi'nin yaşam ve savaşları tarihsellikten çok, masalsı destansı bir örtüntü içinde, halk söylentileri, ermişlik öyküleri ve mitolojik lejantlarla renklendirilmiştir.
Babası Ertuğrul Gazi (bazı kaynaklara göre Erdoğdu Bey) Batı Anadolu’da Söğüt Ovası ile Domaniç Yaylasında yaşayan Oğuz Türkleri'nin Bozok boyunun Kayı kolundan olan büyük kalabalık bir obaya başkanlık etmekte idi. Osman Gazi onun küçük oğlu idi. Tarihçi İbn-i Kemal (ö. 1534) "Tevarih-i Al-i Osman" adlı eserinde Ertuğrul Bey'in Anadolu'ya (Rum'a) geldiğinde iki oğlu bulunduğunu, Söğüt'te göçebe yaşamının sürdürürken 1254'de (hicri 652'de) "aslan yapılı ay yüzlü" küçük oğlu Osman'ın doğduğunu bildirir. Halk söylentilerine göre annesi (ya da babaannesi), Hayma Ana'dır.
Yine tarihçi İbn-i Kemal, Osman'ın gençliğinde "yiğitler arasına girdiğini" ve "vurmada tutmada ve durmada ve oturmada herkesi kendine uydurduğunu" belirtir ve kardeşlerden en küçüğü olmakla beraber "şimşir (kılıç) ve tedbirle cümlesinden evvel olduğunu" bildirir. Bu anlatımın Oğuz destanının temalarına benzer şekilde işlenmiş olduğu barizdir.
1281 yılında 23 yaşında iken Ahi'lerden olan Şeyh Edebali'nin kızı Malhun Hatun ile evlendi. Bu evlilikten daha sonra Osmanlı Devleti'nin başına geçecek olan Orhan Gazi doğdu.
1281 yılında babası Ertuğrul Bey 90 yaşlarında iken vefat etmiştir.
Birçok tarihçinin anlaştığı görüşe göre, Kayı aşireti beyliği için beylik görevi değişmesi barışçıl olmamış ve beylik görevini üzerine alabilmek için Osman Gazi yakınları ile "taht mücadelesi" yapmıştır. Bu mücadelenin kimle yapıldığı ve nasıl geliştiği tartışmalı olup değişik tarihçiler değişik anlatımlarda bulunmaktadırlar.
Bu anlatımlardan çokça sayıda taraflısı olan birisine göre, Osman Gazi amcası Dündar Gazi ile beylik için çatışmaya girişmiştir. Bu anlatıma göre Dündar Bey Kayı boyunun ileri gelen ulusları tarafından tutulmakta ve aşiretin genç yiğitleri ise Osman Bey'i desteklemekteydi. Bu çatışmanın ne kadar sürdüğü ne türlü devam ettiği bilinmemektedir. Fakat çatışma sonunda Osman Bey galip gelmiş ve düşmana karşı yapılan akınlara karşı çıktığı bahanesi verilerek yaşlı Dündar Bey'i bir ok atımı ile öldürmüştür. Bundan sonra Osman Bey Oğuz töresine uygun olarak Kayı Aşiretine baş ve bey olmuştur.
Alternatif bir anlatım olan Hacı Bektaş'ın "Velâyet-Nâme" eserinde ise Osman'ın beyliğe geçme anlatımı değişiktir. Kayı boyu aşireti Sultanönü ve civarına yerleştikten sonra önce amcası Aydoğmuş ve sonra babası Erdoğdu (Ertuğrul) Bey beyliklerinden daha sonra da küçük amcası Gündüz Alp Kayı beyi olmuştur. Osman Gazi bu sırada çevresindeki aşiret yiğitleri ile yerel Bizanslı Yarhisar, Bilecik, İnegöl, İznik yörelerine akınlar düzenlemeye başlamıştır. Bizanslı Bursa Tekfuru Konya'da bulunan Selçuklu sultanı III. Alaeddin Keykubad'a elçiler gönderip bu akınlardan şikayet etmiştir. Selçuklu Sultanı ise Gündüz Alp'a haber göndererek akınları düzenleyen yeğeni Osman Bey'i yola getirmesini istemiştir. Gündüz Alp Osman Beyi yakalayarak yiğitleri ile birlikte Konya'ya III. Alaeddin Keykubad'a göndermiştir.
Ancak Selçuklu Sultanı Osman Gazi'yi beğenip el ve onay alması için onu Sultan Karahöyük'te bulunan Hacı Bektaş Veli'ye yollamıştır. Hacı Bektaş, Osman |
'ı büyük bir misafirperverlikle karşılaşmış, ve tekbirle kendi tülbentini onun başına dolayıp sanki ona taç giydirmiştir. Osman Konya'ya dönerken Hacı Bektaş onunla Sultan'a hitap eden Osman'ı öven bir mektup da göndermiştir. Selçuklu Sultanı bu mektubu okuduktan sonra "buna yüce bir mansıp veresuz" dediği bildirilir. Osman Gazi Sultanönü ucunun merkezi olan Söğüt'e döndükten sonra Selçuklu Sultanı ayrıca "altun başlı sancak" ve "tablhane (mehter)" gönderip onu ödüllendirmiştir. Bu öykü Vilayetname yanında Yazıcizade'nin "Selçukname" adlı eserinde de tekrar edilmektedir. Birçok tarihçi bu ödüllendirmeyi uçbeyliğine istiklâl verilmesi olarak kabul etmektedir. Hacı Bektaş "Vilayetname" eseri Gündüz Alp ile Osman arasındaki ilişkilerin sonradan ne olduğunu kapsamamaktadır. Birkaç tarihçi Osman Bey ile kardeşi Gündüz Alp'ın arasında çatışma olduğu ve bu çatışma sonunda Gündüz Alp'ın öldürülerek Osman Bey'in uçbeyi olduğunu kabul etmektedir. Fakat diğer bazı tarihçiler ise Gündüz Alp'ın bey olmasını ve Osman Bey ile Gündüz Alp mücadelesini tümüyle hiç olmamış gibi bir kenara bırakmaktadırlar. Yine bazı tarihçiler Gündüz Alp'ın "Domaniç Muharebesi"'nde şehit olduğunu bildirirler ki bu en yüksek ihtimaldir.Bu tarih karmaşasında bazı tarihçiler ise Osman Bey ile Dündar Bey'in mücadelesinin olmadığını ve bu mücadele anlatımının Osman Bey-Gündüz Alp mücadelesine atıf ettiğini kabul ederler.
Osman Gazi 1280'lerden 1300'e kadar uzayan yaklaşık 20 yıllık Osmanlı devletinin doğuş süreci evresinde toplumsal düzeni çok karışık Bitinya bölgesinde (yani günümüzdeki Bursa-Bilecik-İznik yörelerinde) sanını korumak ve ufak uçbeyliğini güçlendirmek için bir dizi yerel çatışmalar yapmıştır. Bu çatışmalarda gaza yoldaşı olan Samsa Çavuş, Konur Alp, Akçakoca, Aygüt Alp, Gazi Abdurahman gibi diğer "alp" beyler ve bunların idaresindeki akıncı birliklerden destek alıp faydalanmıştır. Osman Gazi'ye dinsel ve moral desteği ise Ahiler vermiştir. Özellikle Osman Bey'in Bala Hatun adlı kızıyla evlendiği kayınbabası Eskişehir ahılerinin İtburnu şeyhi olan Şeyh Edabalı devamlı danışmanlık ve destek sağlamıştır.
Osman Gazi ilkin 1283'de İnegöl tekfuru Nikola ile yaptığı "Ermenibeli Muharebesi"'de yenik düşmüştür. Bu muharebede kardeşi Saruhan'ın oğlu olan yeğeni Bay Hoca şehit olmuştur. 1284'de Osman Bey 300 kişilik bir güçle İnegöl yakınlarındaki Emirdağı eteklerinde bulunan "Kulaca Hisar"'a bir gece baskını düzenlemiş ve bu kaleyi eline geçirmiştir. Bu Osmanlıların ilk kale fethidir. 1286'de ise Osman Bey ile Bizanslı İnegöl Tekfuru ile Karacahisar (Malachiya) Tekfuru'nın birleşik yerel kuvvetleri arasında Ekizce mevkiinde "Domaniç Muharebesi" yapılmıştır. Osman Bey bu muharebeyi de kazanmıştır ama kardeşi Saruhan (bazı kaynaklara göre Gündüz Alp) bu muharebede şehit olmuştur. Bu galibiyet sonunda Karacahisar Osman Bey eline geçmiştir. Bundan sonra Osman Gazi, müttefikleri ile birlikte akınlar yapma stratejisini uygulamaya başlamıştır. Mudurnu yakınlarında yerleşik Samsa Çavuş ve kardeşi Satılmış ve Harmankaya (Priminos) Tekfuru Köse Mihal güçleri ile birlikte Sakarya Nehri vadisinde Sorkun, Taraklı Yenicesi ve Göynük taraflarına akınlar yapmışlardır.
1298-1299 yıllarında Osman Gazi'nin yükselişinden rahatsız olan ve tehlikeyi önceden sezen Bilecik (Belekona) Tekfuru, Yarhisar tekfurunun kızı ile evlendireceği oğlunun düğününe Osman Gazi’yi de çağırarak ona pusu kurup öldürmeyi amaçlamıştır. Fakat Osman Gazi’nin dostu olan ve Bilecik Tekfuru ile aralarından düşmanlık bulunan Harmankaya Tekfuru, bu tuzağı Osman Gazi’ye haber vererek onun tuzağa düşmesini engellemiş ve "oyun içinde oyun" diye adlandırılan bir taktikle bu kenti almıştır. Bu "oyun içinde oyun" taktiğine göre Osman Gazi kırk yiğidine kadın giysileri giydirerek (tarihçinin anlatımı ile "bir nice gazileri da baş bezleriyle avrat donuna koyup) Bilecik kalesine sokmuş ve diğer taraftan keçelere bürünerek öküz sürüsü içinde kaleye gelip kapılardan giren yiğitler de bunlara destek sağlayarak Bilecik kalesini eline geçirmiştir. Bu anlatım Osmanlı tarihçilerin Osman Bey dönemi için anlattıkları masalsı mitlerin ilkelerinden olmuştur. Aynı kampanyada Osman Bey Yarhisar'dan çıkan yola çıkan düğün alayı koruyucu güçlerini "Çakır Pınarı" mevkininde alt etmiştir. Bu gelin alayında bulunan Yarhisar tekfurunun kızı olan Holofira (Nilüfer Hatun) adlı gelin ise Türklerin eline geçerek Osman Gazi’nin oğlu Orhan Bey’le evlenmiştir. Bu çatışmalar sonunda Bilecik tekfuru öldürülmüş; Bilecik ve Yarhisar kaleleri Osman Bey eline geçmiştir.
Aynı dönemde (1298-1299 yıllarında) Turgut Alp İnegöl kalesinin kuşatmış ve bu kalenin de Osmanlı beyliği eline geçmesini sağlamıştır.
Osman Gazi'nin hangi tarihte, ileride Osmanlı Devleti olacak uçbeyliğini kurduğu tarihçiler arasında tartışmalıdır. Kulaca Hisar ve Karacahisar kalelerini fetihleri takiben 1299 yılında İnegöl'ü alması Osmanlı Devleti'nin kuruluşu olarak kabul edilir. Birçok tarihçi 1299 yılında Anadolu Selçuklular Devleti'nin yıkılışı ile Osman Gazi'nin, Anadolu’nun diğer Türk beylikleri arasında istiklâlini ilan ederek, Osmanlı Devleti’ni kurduğunu kabul ederler. Diğer tarihçiler 1299'da Anadolu Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Mesud'in Osman Gazi'ye tabl ve bayrak göndermiş olduğunu ve bu tabl ve bayrak ödülleri ile üç beyliğine sembolik olarak istiklâl verdiğini iddia ederler.
Bir ipekçilik ve demircilik merkezi olan Bilecik kalesinin eline geçmesi ile Osman Gazi'nin yetmiş yıllık hayatının üçüncü evresine girmiş olduğu tarihçilerce kabul edilir. Bu hayatının bu evresinde de savaşlar önemli roller oynarlar.
Bu evrede ilk başarı Köprühisar'ın beylik güçleri eline geçirilmesi ile başlamıştır. Bu dönemde hedef önemli bir Bizans şehri olan ve Üçüncü Haçlı Seferi'nde Latin Haçlıların ele geçirdikleri Konstantinopolis'e karşı Doğu Roma/Bizans İmparatorluğu direniş merkezi olan ve 1261'de tekrar Konstantinopolis'i eline geçirip imparatorluk kuran ve o zamanlar hala imparatorluk tahtında bulunan Paleologos Hanedanı'nın merkezi sayılan İznik idi. İznik Gölü'nün doğusunda bulunan İznik şehrine karşı olmak üzere golün batı kısmına 1301'de Türkmen nüfuslu Yenişehir kurulmuştur. Osman Bey Yenişehir'i beylik merkezi yapmıştır.
Tarihçi Mehmet Nesri'nin 1500'lerde kalem aldığı tarihe göre aynı yıl Osman Bey adına ilk hutbe Şeyh Edebali'nin müritlerinden olan Karamanlı Dursun Fakih tarafından Karacahisar'da bir kiliseden çevrilmiş olan camide verilmiştir.
Osman Bey beyliği arazisini Oğuz töresine uyarak yakın akraba ve silah arkadaşlarına "dirlik" olarak vermiştir. Böylece Eskişehir kardeşi Gündüz Bey'e, Karacahisar oğlu Orhan Bey'e, Yarhisar Hasan Alp'e ve İnegöl Turgut Alp'e verilmiştir.
Osman Gazi'nin ve "Alp"'ler komutanlıkları altındaki uçbeylik akıncı orduları 1299'a kadar yerel Bizans silahlı milis güçleri ile çatışmışlardı. Bizans imparatoru II. Andronikos'un imparatorluk döneminin çok kuşkulu bir sırasında Türkmen beyliklerinin imparatorluğuna olan tehdidini anlamıştı. O yıl ortak imparator olan Mihail komutasında bulunan bir merkezi Bizans ordusu günümüz Germencik kasabası yakında bulunan "Menderes Magnesia"sı mevkinde bir Türkmen ordusuna yenilip Bizans komutanı esir olmaktan korkup komutasını bırakıp kaçarak zor kurtulmuştur.
Bundan birkaç hafta sonra 17 Temmuz 1302'de Bizans Bursa valisi Orhaneli (Atranos), Kite, Kestel tekfurlarının yerel Bizans kuvvetleri ile Konstantinopolis'den gemilerle gönderilen ve Yalakova'da sahile çıkan çoğu Alan kavminden paralı askerlerinden oluşan bir karışık düzenli merkezi Bizans birliği Osman Bey'in eline geçirdiği İznik şehrini geri almak hedefiyle (günümüzde Yalova yakınlarında bulunan) Yalakova adı verilen düzlükte ilerlemekte idiler. Hedefleri İznik yönünden gelecek Türk tehdidine karşı kıyıya inen Yalakdere vadisinden geçen yolu tıkamak ve sonra bu vadiden ilerleyerek İznik'i geri almaktı. Komutanları 2.000 askerlik merkezi Bizans birliği "Heteriarkos (Muhafız Komutanı) Muzalon" idi. Osman Bey kuvvetleri ise Bizans güçlerinin karaya çıktığı haberini almışlardı ve Bizanslıların Yalakdere'den güneye ilerleyip İznik'e gitmelerini önleyip onları durdurma hedefini seçmişlerdi. Osman Bey komutasındaki 5000 kişilik karışık Türkmen piyade ve süvari birliği Yalakdere içinden sahile Yalakdova'ya hızla indiler ve saldırıya geçtiler. Bizanslı komutan Muzalon bunu beklemiyordu ve Osman Bey'in birliği ile karşılaşması, onların ani saldırısı bir baskın havası yaratmıştı. İki ordu böylece İzmit Körfezi’nin güney kıyılarındaki kıyı ovasıyla, İznik’ten gelen kara yolunun kıyı ovasıyla birleştiği bir noktada bir muharebeye giriştiler. Bizans paralı askerlerinden olan Alanlar bir karşı saldırı düzenleyip Bizans milis ve merkezi piyade birliklerini geri çekip mümkünse yeniden toplanmalarına fırsat verdiler. Şiddetli bir mücadele olmakla beraber yaya yerel ve merkezi Bizans askerlerinin fazla dayanma güçleri olmadı ve toplanıp karşı saldırıya geçeceklerine paniğe kapılıp düzensiz olarak geri çekilmeye başladılar. Böylece sayıca da üstün olan Osman Bey ordusu bu muharebeyi galip bitirdi. Sonuçta, yerel Bizans orduları panik halinde ama pek fazla zayiat vermeden Bizanslılar elinde bulunan İzmit (Nicomedia) şehrine kaçmayı başardılar. Merkezi Bizans düzenli birlikleri ise paralı askerler olan Alanlar’ın koruması ile halen kıyıda bulunan gemilere binip Konstantinopolis'e kaçtılar..
Tarihçi Halil İnalcık 2009'da verdiği bir konuşmada Osmanlı beyliğinin devlet niteliğini 1302 yılında Yalova yakınlarında merkezi Bizans ordu güçleri ile yapılan Bafeus Muharebesi'ndeki Osman Bey'in galibiyetinden sonrası kazandığını iddia etmektedir. .
Bu muharebenin yapıldığı mevkii günümüzdeki Yalova iline bağlı Hersek Köyü topraklarındadır. Bu muharebeye günün Bizanslı tarihçisi olan Yorgi Pachymeres yazdığı kronolojik tarihinde Yalakdere içindeki Bizans karakolu olan Bafeus/Çobankale'ye atıfla "Bafeus Muharebesi" adını vermektedir. Bazı Türkçe tarihçiler de bu muharebeyi Yalakderesi vadisinde bulunan küçük Bizans karakol merkezi olan Bapheus'un T |
ürk ismi olarak "Çobankale Muharebesi" adını verirler. Fakat diğer bazı tarihçiler, özellikle 19. ve 20. yüzyıl başlarından Osmanlı tarihi yazanlar, başta Joseph von Hammer-Purgstall ve Ahmet Refik Altınay olmak üzere isim karışıklığı içindedirler ve bu muharebeye "Koyunhisar Muharebesi" adını vermektedirler.
Bu muharebede Osmanlı tarafında Osman Bey'in yeğeni olan Aydoğdu'nun şehit olduğu belirtilmektedir. Bafeus Savaşı, düzenli merkezi Bizanslı ordusu ile Osmanlı uçbeyliği ordusu arasındaki yapılan ilk savaştır.
Bu muharebeden sonra Marmara Denizi'nin güney kıyılarına Osman Bey'in ordularının hücumuna açık kaldı. O yıl Kite Hisarı, Orhaneli (Atranos) ve Ulubat Gölü içinde bulunan Alyos adası Osmanlıların eline geçti. Kite Hisarı'nın Rum komutanı direnişe geçmişti ve kale Osmanlıların eline geçince, Aydoğdu'nun öcünü almak için öldürüldü. Osman Bey'in ordusun Ege Denizi'nden Edremit'e kadar gitme imkanı bulduğunu Bizans İmparatoru da anlamıştı. Osmanlı güçleri bu bölgede bulunan müstahkem mevkileri almaktan ziyade etrafta bulunan ziraat arazisini işleyen köylere ve köylülere akın yapmayı tercih etmişti. Bu kırsal güney Marmara bölgesinde panik yaratmış ve Rum köylülerinin göçe başlamalarına neden olmuştur. Günün Bizanslı tarihçisi Yorgi Pachymeres Bizans kırsal arazilerinden yaşayan köylülerin başlattıkları büyük göçü ve bu göç hareketinin ortaya çıkardığı zorlukları kitabında anlatmıştır.
Bafeus Muharebesi sonucundan sonra Bizans İmparatoru Osmanlıları ve diğer Türkmen beyliklerini Batı Anadolu'dan atmak hedefiyle çok daha rizikolu politika uygulamaya karar vermiştir. Akdeniz'de çapulcuğu, eşkıyalığı ve korsanlığı ile ün yapmış Roger de Flor'u ve onun komutası altında bulunan paralı askerler birliği olan Katalan Bölüğü'nün Sicilya'da kontratı bitince Anadolu'ya gelmek için teklifi kabul etmiş ve onları Konstantinopolis'e davet etmiştir. Çoğu Katalonyalılardan oluştuğu için Katalan Bölüğü adını alan bir paralı askerler birliğinin askerleri ve yanlarında bulunan aileleri ile 1 Eylül 1302 de 31 kadırga ve yardımcı yük gemileri ile Haliç'e gelmiştir. Bu birliğin, yarısı ağır zırhlı süvari olan 2.500 kişilik paralı askerden oluştuğu bildirilmektedir. Bizans İmparatoru II. Andronikos Katalan Bölüğü'nü kendine daha bağlamak için kızını birlik komutanı Roger de Flor ile evlendirmiştir.
Roger de Flor ve Katalan Bölüğü önce Cenevizlilere karşı Konstantinopolis'te gözdağı vermiş ve Kapıdağ yarımadasındaki önemli Kzykus şehrini kuşatmaya almış olan Karesi Beyliği güçlerine karşı kendi gemileri ile gönderilmiş ve bu Türkmen ordusunu büyük bir yenilgiye uğratmıştır. Bu muharebede Katalan Bölüğü ağır süvari hücumları ve ok işlemeyen zırhları ile çok ün yapmıştır. Sonra Roger de Flor Alaşehir'e geçmiş ve kaleyi kuşatmaya alan Karamanoğulları Beyliği güçlerini büyük bir yenilgiye uğratmıştır. Sonra devamlı ganimet toplayarak Toroslarda Gülek Boğazı'na kadar ordusu ile yürümüş; oradan geri dönerek Katalan Bölüğü'nün ganimetlerinin toplanıp saklandığı Alaşehir'e gelmiş ve burada iken gemilerle Avrupa'dan yeni asker desteği gelmiştir. Katalan Bölüğü ve Roger de Flor önce karadan Konstantinopolis'e geri gelmiş; IX. Mihail'a destek için Edirne'ye gitmiş ve 1305'de Edirne'de bir komploya kurban giderek öldürülmüştür. Katalan Bölüğü ve Roger de Flor Osmanlı güçleri ile doğrudan muharebeye girmemekle beraber, Katalan Bölüğü'nün diğer Anadolu Beylikleri ordularına karşı 3 değişik büyük muharebede üstün galibiyet kazandığı ve giriştiği çok sayıda küçük çarpışmaları da hiçbir zaman yenilgiye uğramadan galip bitirdiği Bizans tarihçileri tarafından bildirilmektedir. Yine Bizans tarihçilerine göre Roger de Flor ve Katalonya Bölüğü'nün bu yenilmezlik ünü dolayısı ile Osmanlı beyliğinin güney Marmara'da fetihlerinin gelişmesi çok yavaşlamıştır.
1308'de tekrar başlayan fetih akınlarıyla ilk olarak İznik-İzmit yolu üzerindeki stratejik Karahisar (Trikokıya) ele geçirildi. 1313'de Osman Bey'e büyük yardımları dokunan Bizans Harmankaya Tekfuru olan Mihail Köşes Müslüman olarak Köse Mihal adını aldı ve fetih akınlarına katılmaya başladı. 1313-1315 döneminde Sakarya Nehri vadisinde bulunan Lefke, Mekece, Akhisar, Geyve, Gölpazarı ve Leblebici kaleleri ele geçirildi.
Bu fetihlerden Osmanlı beyliğinin daha genişlemesini sağlamak için bu yörede en büyük Bizans şehri olan Bursa'nın ele geçirilmesi gerekmekteydi. Osman Bey döneminde emrinde bulunan askeri güçler bu şehrin büyük kalesini ele geçirmek yeteneğinde değildiler. Bu nedenle Osman Bey Bursa'yı abluka almayı tercih etti. Zaten Bursa uzaktan üç yanından Osmanlı beylik arazileri ile çevrili hale gelmişti. Bu şehrin daha yakın ablukaya alınması için iki küçük "havale hisarı" yaptırdı ve bu hisarların komutanlığını Osman Bey yeğeni Aktimur ile kölesi olan Balancık'a verdi.
Osman Gazi son yıllarında yaşının ilerlemesi ve "damla illeti" yani gut hastalığı yüzünden tarihçilerin bildirdiklerine göre, beylik idaresini oğlu olan Orhan Bey'e bırakmıştı. Ancak Osman Bey'in ne zaman ölüp, Orhan Bey'in ne zaman beylik idaresini tümüyle eline aldığı tartışmalıdır. 1320'den sonraki olayların tarihçilerce anlatımlarında Osman Bey'in ismi geçmemektedir. 15. yüzyıl Osmanlı tarihçilerinden Ruhi Çelebi 1481 tarihine kadar getirdiği "Tevarih-i Âli Osman" adlı tarih eserinde Osman Bey'in 1320'de öldüğünü bildirmektedir. II. Mehmet ve II. Beyazid döneminde yaşayıp 1502'ye kadar olanları inceleyen Oruç Bey'in "Tevarih-i Âli Osman" adlı tarih eserinde ise Osman Bey'in ölüm tarihi 1327 olarak verilmektedir. Diğer tarihçiler Osman Bey'in ölümünü bu iki üç tarih arasında vermektedirler. Modern tarihçi Necdet Sakaoğlu
"1320'den sonraki olaylarda Osman Bey'in adı geçmezken, oğlu Orhan'ın 1324'de bey olduğunu kanıtlayan belgelerden söz edilir"
deyip Osman Bey'in ölümünün 1324'de olduğunu ileri sürmektedir.
Osman Bey'in ölüm yerinin nerede olduğu da tartışmalıdır. Büyük olasılıkla Söğüt'te ölmüştür. Bazı tarihçiler Bursa'nın onun ölümünden önce Osmanlı Devleti eline geçtiğini kabul ederek, Bursa'da öldüğünü iddia ederler. Ancak Bursa'nın Orhan Gazi tarafından kendi beyliği döneminin başında fethedildiği üzerinde Osmanlı tarihçilerinin çoğu hemfikirdirler. Osman Gazi'nin önce Söğüt'te babası Ertuğrul'un türbesine gömüldüğü ve Bursa'nın fethinden sonra buradan alınıp Bursa kalesinde Osmaniye Meydanı'nda bulunan Gümüşlü Kümbet'e (Aya Elia) gömüldüğü kabul edilmektedir.
Osman Gazi, babası Ertuğrul Gazi'den yaklaşık 4.800 km² olarak devraldığı Osmanlı toprağını oğlu Orhan Gazi'ye 16.000 km² olarak devrettiği hesaplanmıştır.
Önce dedi ki: Oğul! Ben öldüğüm vakit beni Bursa'da şu Gümüşlü Kubbe'nin altına koy. Bir kimse sana Allahın buyurmadığı sözü söylese sen onu kabul etme. Eğer bilmezsen Allah ilmini bilene sor. Bir de sana itaat edenleri hoş tut. Bir de nökerlerine daima ihsan et ki senin ihsanın onun halinin tuzağıdır.
Nice şehirler fethedip savaşlar kazanan, ganimetler alan Osman Gazi'nin ölümünden sonra ona ait hiç altını ve akçası bulunmamıştır, sadece bir sırtlak tekelesi (binevi elbise) bir yancığı (atın yanına asılan torba), bir tuzluğu, bir kaşıklığı, bir sokman çizmesi, birkaç atı, birkaç çift öküzü ve birkaç sürü koyunundan başka bir şeyi yoktur.
İlk bakır Osmanlı Parası 1324'de Osman Gazi tarafından bastırıldı. Adı sikke idi.
Pergamon
Pergamon, günümüzde İzmir iline bağlı Bergama ilçesinin merkezinin yerinde kurulu antik kentin adıdır. Pergamon, eski çağlarda Misya bölgesinin önemli merkezlerinden biriydi. MÖ 282-133 arasında da Pergamon Krallığı'nın başkentiydi. Pergamon adı, bir söylence kahramanı olan Pergamos'tan gelir. Pergamos'un, Teuthrania kralını öldürdükten sonra kenti ele geçirdiği ve kendi adını verdiği sanılır. Başka bir söylenceye göre de Teuthrania Kralı Grynos savaşta Pergamos'tan yardım istemiş, zaferden sonra iki kent kurdurarak birine onun onuruna Pergamon, ötekine de Gryneion adını vermiştir.
Yazılı belgelerde Pergamon'dan ilk kez MÖ 4. yüzyılın başlarında söz edilir. Kent daha sonra Pergamon Krallığı'nın başkenti oldu. Bu dönemde saray, tapınak, tiyatro gibi yapılarla yapıldı, kent kule ve surlarla çevrildi. Pergamon, krallığın Roma'ya bağlanmasından sonra da Batı Anadolu'nun sayılı kentlerinden biri olarak kaldı.
Eski kentin kalıntılarını, 1870'lerde Batı Anadolu'da demiryolu döşenmesinde çalışan Alman mühendis Carl Humann buldu. Pergamon'da ilk araştırma ve kazı çalışmalarına da 1878'de başlandı. Kazılar ve onarım çalışmaları günümüzde de sürmektedir.
2011'de UNESCO tarafından Dünya Mirası Geçici Listesi'ne dahil edilen Pergamon, 2014'te ise Dünya Mirası olarak tescil edildi.
Pergamon kentinin Akropol'ü ("kentin yukarı bölümü"), Bakırçayı'nın suladığı ovaya egemen bir tepenin üzerinde yer alır. Büyük bir kale görünümündeki Akropol’ün ana kapısına varmadan solda Heroon'un kalıntıları vardır. Heroon, Antik Yunanistan'da bir kahraman ya da yarı tanrı adına yapılmış ve çevresi sütunlu bir galeriyle çevrili kutsal yerlerin adıydı. Heroon’da, dinsel törenin yapıldığı oda (kült odası) geniş bir ön galerinin arkasındaydı. Heroon’un kuzeyinde Helenistik dönemden kalma bir dizi dükkândan oluşan uzun bir yapı bulunuyordu.
Kentin koruyucusu sayılan akıl ve savaş tanrıçası Athena adına yapılan Athena Tapınağı, Akropol'ün en önemli mekânıydı. Tiyatro terasının üzerinde bulunan bu tapınak, Dor düzeninde yapılmıştı. Kazılarda Athena Tapınağı’nın birçok parçası Berlin'e götürülerek aslına uygun biçimde orada yeniden kurulmuştur. Pergamon'da ise yalnızca temelleri kalmıştır.
Athena Tapınağı'nın kuzeyinde dört salonlu bir kütüphane vardı. Burası Helenistik dönemin en büyük kitaplıklarından biriydi. Kütüphanede "Pergamon derisi" olarak adlandırılan parşömen üstüne yazılmış 200 bin kitap bulunduğu bilinmektedir. Romalı asker ve devlet adamı Marcus Antonius, MÖ 41'de kitapların tümünü Mısır Kraliçesi Kleopatra'ya armağan etmiştir.
Athena Tapınağı’nın güneyindeki bir terasta Zeus Sunağı yer alıyordu. Zeus Sunağı da Berlin'e götürülmüş ve onarılarak oradaki Pergamon Müzesi'ne (Pergamon Mu |
seum) koyulmuştur. Helenistik dönemi mimarisinin en güzel örneği olan sunağın Pergamon’da yalnızca temelleri kalmıştır.
Zeus Sunağı'nın güneyinde Yukarı Agora bulunur. Agora, güney ve kuzeydoğudan Dor düzeninde sütunlu galerilerle çevriliydi. Agora'da toplanan halk, siyaset ve ticaretle ilgili konuları yönetimle görüşüp konuşuyordu. Agora’nın kuzeybatısında Agora Tapınağı bulunuyordu.
Akropol'ün en yüksek yerinde Pergamon krallarının sarayları yükseliyordu. Günümüze bu sarayların yalnızca zemini ve temelleri ulaşmıştır. Sade görünümlü bu yapılarda odalar sütunlu bir avlu çevresine sıralanıyordu.
Athena Tapınağı'nın batısındaki dik yamaçta, yaklaşık 10 bin kişilik bir tiyatro yer alır. Helenistik dönemde yapılan tiyatronun uçuruma bakan ön tarafı setlerle sağlamlaştırılmıştı. Tiyatronun ahşap bir sahnesi vardı ve bu sahne sökülüp takılabilecek biçimde yapılmıştı.
Akropol’ün bir başka tapınağı olan Dionysos Tapınağı, tiyatro terasının kuzeyindeydi. 25 basamakla çıkılan bir podyum üzerinde bulunan tapınağın yalnız ön yüzünde sütunlar vardı.
Bugün Orta Kent denilen yerleşme, eski Pergamon kentinin bir başka bölümüydü. Kentin yukarı bölümü Akropol’de, daha çok kral ailesi ile yöneticiler, aydınlar ve komutanlar oturuyordu. Orta Kent ise halkın rahatlıkla girip çıktığı yerdi. Burada doğrudan devlet yönetimiyle ilgili olmayan yapılar, gençler için spor alanları, halka açık tapınaklar bulunuyordu.
Orta Kent’in önemli alanlarından biri Demeter Kutsal Alanı‘ydı. Bu alan dikdörtgen bir platformda yer alıyordu. Bugün Yukarı Gymnasion'dan gelindiğinde, eskiden bir çeşme ile kurban çukurunun bulunduğu alana girilir. Buradan beş basamakla çıkılan iki sütunlu anıtsal girişe (propylaia) ulaşılır. Kutsal alana buradan inilir. Alanın solunda tapınak, ortasında ise sunak vardı. Sağ yandaki 10 sıralı oturma alanında, Demeter ve Kore dinsel törenlerini 600 kişi izleyebiliyordu.
Gymnasion Orta Kent’in en büyük yapı kompleksiydi. Burada çeşitli spor dallarında çalışmalar ve yarışmalar yapılırdı. Gymnasion, yukarıya doğru genişleyen üç teras üzerine kuruluydu ve bir bakıma üç ayrı Gymnasion biçiminde inşa edilmişti. Üst terası yetişkinlere, orta terası gençlere, alt terası ise çocuklara ayrılmıştı. Orta bölümünde galerilerle çevrili alanda güreş, disk atma, uzun atlama gibi spor çalışmaları yapılırdı. Kuzeydeki galerinin arka bölümündeki salonlarda çeşitli konularda dersler verilirdi. Bu salonlardan biri 1.000 kişi alabilecek büyüklükteydi. Güney galerisinin altında bulunan üstü kapalı koşu yolu 212 metre uzunluğundaydı.
Orta Gymnasion'un batısında gençlerin eğitim gördüğü yapılar vardı. Uzun koşu yolu doğuda Herakles ve Hermes'e adanmış tapınağa açılıyordu. Yarışmalarda başarılı olan gençlerin adları tapınağın duvarlarına yazılırdı. Küçük çocukların eğitimine ayrılan Aşağı Gymnasion 80 metre uzunluğunda bir terasa kurulmuş yapılardan oluşuyordu.
Yukarı Gymnasion'un batısında yer alan Asklepios Tapınağı’nın günümüze yalnızca temelleri ulaşmıştır. Hekimlik tanrısı Asklepios adına yapılan tapınak dinsel özelliklerinin yanı sıra tıp alanında araştırma ve deneylerin gerçekleştirildiği bir okuldu. Hastalar, bitkilerden elde edilen ilaçlar, ameliyat, su ve çamur banyolarının yanı sıra, spor, müzik, eğlence ve telkin yoluyla tedavi edilirdi.
Pergamon’un Aşağı Kent olarak adlandırılan aşağı bölümünde, iki sütunlu galerilerle çevrili Aşağı Agora ile heykel okulu ve evler vardı. Evler içinde en dikkat çekeni, sütunlu galerileri olan iki katlı Attalos Evi‘dir. Buranın güneydoğuya açılan odası, kışın bile güneşle ısıtılıyordu. MÖ 2. yüzyılda surlarla çevrilen kente güneydeki Eumenes Kapısı yapılmıştı. Bugün bu kapıdan girenler, ince yapılı bir sütun sırası ile karşılaşırlar. Mısır tanrısı Serapis'e adanmış tapınak, eski Pergamon’un en büyük yapısıdır. Kırmızı tuğladan yapıldığı için Kızıl Avlu olarak da adlandırılır.
Pergamon kentinin kuzeybatısı ile Bergama Çayı arasında Roma dönemi yerleşmesi bulunur. Burada 50 bin kişilik amfitiyatro ile 30 bin kişilik tiyatro vardı. Günümüzde Viran Kapı denilen kalıntılar tiyatronun ayakta kalan kemeridir.
Pergamon, yapılan düzenli kazılarla büyük bölümü ortaya çıkarılmış bir ilkçağ kentidir. Burada kurulan Bergama Müzesi, Türkiye'nin ilk arkeoloji müzesidir. Pergamon buluntularının birçoğu burada sergilenmektedir.
Gaziemir (anlam ayrımı)
İlçe adları:
Köy adları:
2 (sayı)
2 (iki) bir sayı ve bir rakamdır. Doğal sayı sisteminde 1'den sonra 3'ten önce yer alır.
İkinin matematikte birçok özelliği vardır. 2 ile kalansız bölünebilen tam sayılara "çift sayı" denir. Çift sayı tabanlı sayı sistemlerinde, örneğin onlu sayı sistemi ya da sekizli sayı sistemi gibi, bir sayının çift olup olmadığı sayının birler basamağına bakarak kolayca anlaşılabilir. Eğer birler basamağı çift sayıysa tüm sayı çift sayıdır.
İki en küçük ve ilk asal sayı, aynı zamanda tek "çift asal sayı"dır. Bir sonraki asal sayı üçtür.
3 (sayı)
3 (üç) bir sayı ve bir rakamdır. Doğal sayı sisteminde 2'den sonra 4'ten önce yer alır. İkiden sonra gelen en küçük ikinci asal sayıdır.
4 (sayı)
4 (dört), 3'ten sonraki ve 5'ten önceki çift tam sayıdır.
5 (sayı)
5, 4'ten sonraki ve 6'dan önceki tek tam sayıdır. Roma sayı sisteminde V ile temsil edilir.
6 (sayı)
6 (altı), 5 ile 7 arasındaki tam sayıdır. Bir yarım düzinedir.
Karbon'un element numarasıdır.
Tümeller Tartışması
Bir ortaçağ felsefesi tartışması.
"Tümeller (Universaliae) nedir?", "Nerede bulunurlar?" ve "Dışardaki nesnelerden bağımsız olarak mevcut mudurlar, yoksa değil midirler?" gibi sorular çerçevesinde cereyan eden tümeller çatışması sonucunda, kavram gerçekçileri (realistler) ile adcıların (nominalistler) taraf oldukları muhtemel üç yanıt öbeği açığa çıkmıştır:
1. Birinci grup, tümellerin, nesnelerden bağımsız olarak varolduğunu ve onların dışında veya üstünde bulunduğunu savunur. Bu görüşe mensup olanlar, Platon'un yolundan giden Augustinus ve Anselmus gibi düşünürlerdir.
2.İkinci grup, tümellerin varolduğunu ama nesnelerin dışında veya üstünde değil, içinde bulunduğunu ve onlara bağımlı olduğunu savunur; yani nesnelerle ilişkileri bakımından, tümeller aşkın (transcendent) olmayıp, içkindirler (immanent). Bu görüşe mensup olanlar, Aristoteles'in yolundan giden Abelardus, Albertus Magnus ve Thomas Aquinas gibi düşünürlerdir.
Görüldüğü üzere, bu ilk iki grup, kavram gerçekçisidir, yani tümellerin şu veya bu biçimde gerçekten varolduğuna inanır. Ancak birinci grup aşırı gerçekçi, ikinci grup ise ılımlı gerçekçi olarak nitelendirilir.
3. Üçüncü grup ise sadece nesnelerin varolduğunu, tümellerin ise benzer nesnelere vermiş olduğumuz adlardan ibâret bulunduğunu savunur. Bu görüşe mensup olanlar, Roscelinus ve Ockhamlı William gibi düşünürlerdir.
Tümeller çatışması bütün Orta Çağ boyunca sürmüş ve bu çağın sonlarına doğru önde gelen İngiliz adcılarından Ockhamlı William'ın etkisiyle adcıların (Nominalizm) lehine sonuçlanmıştır. Bu ne anlama gelmektedir? Gerçekten varolanlar, adcıların dedikleri gibi, tümeller değil de tikeller olduğuna ve tümeller, birbirlerine benzeyen tikelleri gösteren işâretlerden başka bir şey olmadıklarına göre, bilgi arayışı tikellere, yani şu tek tek bireylere yönelmeli ve onlardan yola çıkarak geliştirilmelidir. Tikellerin bilgisine ulaşmanın tek yolu ise gözlem ve deney yapmaktır. Böylece gözlem ve deney yöntemi adcılar sâyesinde güvenilir bilginin bir aracı haline getirilmiş veya başka bir deyişle sağlam bir felsefî zemine oturtulmuştur.
Bilgi arayışında yöntem olarak gözlem ve deneyin güçlü bir biçimde gündeme gelişi ve yaygınlaşması, doğa bilimlerinin doğuşunu hızlandırdı. Bir felsefî yaklaşım, yani adcılık, doğa bilimlerinin önündeki en büyük engellerden birini ortadan kaldırmış ve böylece güvenilir bilgi edinme sürecinin yolunu açmıştır. Bu gelişme, bilim tarihinde ve genel olarak bakıldığında düşünce tarihinde gerçekten de çok önemli bir dönüm noktasına gelindiğini gösterir.
Adcılığın, din alanındaki etkisi de olağanüstü olmuştur; çünkü bu etki, din-bilim ayrışmasının gerçekleşmesinde önemli bir role sahip olmuştur. Ockhamlı William'a göre, sadece şu tek tek bireyler varolduğu için, her türlü bilginin kaynağı deney, yani iç ve dış deney olmalıdır; bu yüzden önermeleri deneylen denetlenemeyen bir rasyonel teolojinin veya ruhun ölümsüzlüğünü kanıtlamak isteyen bir psikolojinin olamayacağı ortadadır; dolayısıyla Tanrı'nın birliği, sonsuzluğu ve hatta varlığı bile akıl yoluyla kesin olarak kanıtlanamaz. Tanrı ile, gerçeği aşan şeylerle ilgili bilgimiz, inanca dayanır veya inanç önermelerinden oluşur. Kutsal Kitap'ın otoritesi ile Kilise Geleneği, bu önermeleri belirlemiştir; ancak bunlar kanıtlanamaz ve kanıtlamalarda kullanılamaz; bunlara sadece inanılır; yani kanıtlanarak değil inanılarak benimsenir.
Öyleyse, adcılık akıl-inanç çatışmasının veya başka bir biçimde ifade edersek bilim-din ve felsefe-din çatışmalarının giderilmesi için en uygun çözümün, bunların yollarının birbirlerinden ayrılması olduğu sonucuna varmış ve böylece düşünce tarihinin en büyük açmazlarından birini gidermek suretiyle özgür inancın ve özgür aklın yollarını açarak, bütün Ortaçağ boyunca nafile yere gerçekleştirilmeye çalışılan akıl-inanç uzlaşmasının epistemolojik açıdan olanaksız olduğunu göstermiştir.
Veteriner sağlık teknisyenliği (Türkiye)
Veteriner sağlık teknisyeni, Veteriner tıp alanında çalışmalar yapan yardımcı veteriner sağlık personeli.
Klinik hizmetlerinde veteriner hekime yardımcı olan, yetkileri kapsamında veteriner hekim gözetiminde veya gözetim olmaksızın tedavi ve koruyucu tıp uygulamalarını yerine getiren, kendi alanında yetiştiriciyi hayvan sağlığı konusunda bilgilendiren, yapmış olduğu çalışmalarla ilgili kayıt tutan. Mesleki kanun, tüzük, yönetmelik, talimat, mesleki literatür ve gelişmeleri takip eden ve mesleki yazışmaları yapma bilgi ve becerisine sahip personeldir.
Tarım Meslek Liselerine bağlı Veteriner Sağlık bölümünde 4 yıl boyunca Anatomi, Mikrobiyoloji, Fizyoloji, Histoloji, Parazitoloji, Zootekni, |
Besin Hijyeni ve Kontrolü, İç Hastalıkları, Farmakoloji, Salgın Hastalıklar, Dış Hastalıkları, Suni Tohumlama, Doğum Bilgisi, Genel ve Lokal Anesteziyoloji, Klinik Muayene Uygulamaları, Enjeksiyon Bilgisi, Hayvan Besleme ve Beslenme Hastalıkları, , Özel Fizik, Biyokimya, Gıda Kontrolü, , Gıda Teknolojisi, Laboratuvar Teknikleri, , Hijyen ve Sterilizasyon, Operasyon Bilgisi ve değişik kültür dersleri alırlar.
Türkiye'de 2016 yılı itibarıyla 30 adet Veteriner Sağlık dalında hizmet veren Lise mevcuttur. Erzincan, Samsun, İstanbul, Konya ve Van illerinde bulunan bu dalda hizmet veren liseler en eski okullardır. Veteriner Sağlık Meslek Liseleri daha önceleri Tarım ve Köyişleri Bakanlığına bağlıydı, 2005 yılında M.E.B'e bağlanmıştır. Okulun adı değiştirilip Tarım Meslek Lisesi olmuştur.2012 yılında tüm meslek liseleri Mesleki ve Teknik Anadolu lisesi adını almıştır.
Bu okullardan mezun olanlar çoğunlukla Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığına bağlı Tarım il ve ilçe müdürlükleri, İl kontrol laboratuvarları, Hayvancılık Araştırma Enstitüleri, Veteriner Kontrol ve Araştırma Enstitüleri, Belediyeler, Damızlık yetiştirici (Sığır, Koyun ve keçi) birlikleri, Süt üretici Birlikleri, Hayvan ve hayvan ürünleri yarışmalarında görevli olarak, Arıcılık, At yetiştiriciliği, Özel Veteriner Klinikleri (poliklinik, Pet-klinikleri), Hayvan Hastaneleri, Büyük ve küçükbaş hayvan çiftlikleri, Hayvancılık işletmeleri, kamuya ait üretim çiftlikleri, Gıda üretim tesisleri, Yem sanayii, Deney hayvanlarının üretim yerleri ve deney yapacak olan laboratuvarlar, hayvanat bahçeleri, hayvan barınakları, veteriner ilaç, aşı, serum, araç ve gereç üretimini yapan ve bunların tanıtımını pazarlamasını yapan firmalar ile yetki ve sorumlulukları içine giren diğer kuruluşlar çalışma alanlarıdır. KPSS sınavına girmek suretiyle kamuda görev alırlar. Özel sektörde yetki ve sorumlulukları çerçevesinde görev alabilirler. Veteriner Hekim, Veteriner Sağlık Teknikeri, Hayvan Sağlık Teknikerleri ile birlikte çalışırlar. Hayvancılık ünitelerinde çalışırlar. Ayrıca kendi özel hayvan sağlık kabini de açabilirler. Hayvan Sağlığı Memuru, Veteriner Teknisyeni ve Suni Tohumlama Teknisyeni olarak da anılırlar.
Hayvan hastalıkları ile mücadele edecek, koruyucu önlemler alacak, salgın hastalıklarla mücadele edecek, önemli hastalıkların eradikasyonu ile yerli hayvanların ıslah edilerek verim düzeylerinin arttırılmasına yönelik çalışmalarda görev alacak meslek elemanlarına olan ihtiyaç artarak devam etmektedir. İnsanlığın gıda ve giyecek ihtiyacı varolduğu sürece, hayvancılıkta varolmaya devam edecektir. Verim artışı ve ürün çeşidinin çoğalması ile ekonomik olarak üreticisine katkı sağlayacağından iyi bir planlama ile tarımsal sanayide varolacaktır. Bu da üretici ile birlikte sektörde çalışan veterinerlik, kimyasal sanayi, üretim ve pazarlama işinde çalışacak elemanlarına olan ihtiyacı arttıracaktır. Kalkınmakta olan Türkiye için stratejik bir alandır.
Zoonoz hastalıklar (bruselloz, şarbon, kuduz, tavuk vebası (kuş gribi), deli dana hastalığı (BSE) gibi), bit, pire kene gibi parazitlere maruz kalma ve bu parazitlerin taşıdığı hastalıklara yakalanma (Kırım Kongo Kanamalı Ateşi gibi) Yapılan koruyucu aşılamalardan hastalık etkeninin bulaşması (bazı aşıların vücuda teması yoluyla) Hayvanların saldırısına maruz kalma, (ısırılma-tekme- boynuz darbesi-tırmalanma gibi), Uyuz, Mantar, Lumbago Bel ağrısı, Kist oluşumu, Romatizmal Hastalıklar, Solunum Yolu Enfeksiyonları, yılan ısırmaları..
Veteriner sağlık teknisyenleri, Üniversitelerin Sağlık Programları Bölümlerinde olan, Laborant ve Veteriner Sağlık Ön Lisans Programlarına, Hayvan Yetiştiriciliği ve Sağlığı Meslek Yüksek Okullarına, Veteriner Sağlık Teknikerliği Ön Lisans Programlarına sınavlı/sınavsız girebilmektedirler. Sınavsız girdiği meslek yüksek okullarından dikey geçiş sınavı ile Veteriner Fakültelerine girebilmektedirler. Gerek kamu kurum ve kuruluşlarında, gerekse özel sektörde görev alarak yetki ve sorumluluklarını yürütürler.
Ölüm Korkusu (film, 1958)
Ölüm Korkusu, 1958 ABD yapımı gerilim filmidir. Özgün adı Vertigo ("İng. baş dönmesi") olan film 2 Ocak 1961'de Türkiye'de sinemalarda gösterime girmiştir.
Fransız yazarlar Pierre Boileau ve Thomas Narcejac'ın 1954'te birlikte yazdıkları "D'entre les morts" adlı romandan uyarlanan filmi Alfred Hitchcock yönetmiş, başlıca rollerini James Stewart, Kim Novak ve Barbara Bel Geddes paylaşmışlardır.
"Vertigo", 1989 yılında Kongre Kütüphanesi tarafından "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi'nde muhafaza edilmesine karar verilmiştir.
San Francisco polislerinden Dedektif Scottie Ferguson (James Stewart) bir suçluyu kovalarken damdan düşen ortağını kurtaramaz ve kendisinde "yükseklik korkusu" başlar. Polisliği bırakan ve özel dedektif olan Scottie'yi, eski okul arkadaşı Gavin Elster karısını takip etmesi için tutar. Scottie, genç kadının peşinden San Francisco'ya döner. Arkadaşının anlattıklarına göre eşi bazen sanki içine kapanıyor, alışık olmadık davranışlar sergiliyordur. Scottie arkadaşının karısı Madeleine'i (Kim Novak) izlemeye başlar. Gerçekten de kadın garip davranmakta, bir resim müzesindeki özel bir resim önünde, resme bakarak saatlerini geçirmektedir. Dedektif resimdeki kişinin geçen yüzyılda yaşayan bir asilzade kadın olduğunu öğrenir. Madeleine ise tamamen bu kadını kendine örnek almakta onun gibi giyinmekte, onun gibi olmaya çalışmaktadır, hatta onun yaptığı gibi intihar etmek istemektedir! Scottie olaylara derinlemesine inince kendi akıl sağlığı da bozulmaya başlar ama sorunu da çözmeyi başarır.
Vertigo,tıpta başdönmesi demektir.Film Pierre Boileau
ve Pierre Ayraud tarafından yazılan "D'Entre Les Morts" isimli bir kitaptan sinemaya aktarılmıştır.
Film çıktığı dönemde pek olumlu yorumlar alamasada daha sonradan özellikle de film eleştirmenlerince sinema tarihinin en önemli filmleri arasına girmiştir ve AFI En İyi 100 Film Listesi'nde
1988 yılında 62.sırada iken 2007 yılındaki listede 52.sıraya yükselmiştir.Filmde kullanılan, geri giden kameranın zoom yapması tekniği, sinema tarihine Vertigo Hareketi olarak geçmiş ve günümüzde oldukça moda olmuştur.Alfred Hitchcock başrol için Kim Novak'ı seçmesinin nedenini şöyle açıkladı:"Masum ve klas suratının altında yatan fahişe ruh ifadesine sahip olması."
Filmdeki plaj sahnesi 2002 yılında filmlerdeki "gelmiş geçmiş en şık sahne" unvanı almıştır.Ayrıca Kim Novak'ın Vertigo'daki performansı çoğu eleştirmene göre beyaz perdedeki en iyi performans olarak gösteriliyor.Vertigo'nun En İyi Sanat Tasarımı ve En İyi Ses dallarında ikide Oscar adaylığı bulunmaktadır.
Hitchcock'un bu 1958 tarihli filminin İngilizce özgün adı "baş dönmesi" anlamına gelen Vertigo dur. Film çevrildikten 2,5 yıl sonra 2 Ocak 1961'de Türkiye'de Ölüm Korkusu adıyla sinemalarda gösterime girmişti ("İstanbul Konak sineması"). Filmin başrol oyuncularından James Stewart'ın filmde bir anksiyete bozukluğu vardır. Yüksek yerlerde bulunmaktan aşırı derecede korku ve endişe duyar, yüksek binalara çıktığında başı döner. Yani bir tür "yükseklik korkusu" vardır. Bu nedenden olsa gerek filmin türkçe adı bazı internet sitelerinde yanlış olarak Yükseklik Korkusu şeklinde yazılmıştır. Oysa o tarihlere ait gazete ve dergi arşivlerinde ve sinema kitaplarında film bu isimle anılmaz.
Bir de Amerikalı komedyen Mel Brooks'un, Hitchcock'un söz konusu bu filminin parodisini yaptığı 1977 tarihli High Anxiety filmi vardır. Bu film 1982'de Türkiye'de özgün adının tam çevirisiyle, yani Yükseklik Korkusu adıyla gösterime girmiştir. Filmin adlandırılmasındaki karışıklık buradan da kaynaklanıyor olabilir.
Linus Torvalds
Linus Benedict Torvalds (d. 28 Aralık 1969, Helsinki, Finlandiya) Finlandiya asıllı Amerikalı bir yazılım mühendisidir. Linux işletim sistemi çekirdeğinin geliştiricisi ve proje yöneticisi olup, ABD'de yaşamaktadır. Transmeta'daki görevinden ayrıldığından beri OSDL'de (Açık Kaynak Geliştirme Laboratuvarları) tam zamanlı olarak Linux çekirdeği üzerinde çalışmaktadır. Helsinki Üniversitesi'nden mezun olmuştur.
Linus, Andrew S. Tanenbaum tarafından geliştirilen Minix işletim sisteminin ihtiyacını karşılayamaması üzerine bu sisteme eklemeler yapmak için geliştirmeye başlamış ancak yazmaya başladığı programı zamanla Unix tarzında kişisel bilgisayarlarda çalışabilecek bir işletim sistemi çekirdeğine dönüştürmüştür. Linux adı verilen bu çekirdek günümüzde pek çok farklı bilgisayar mimarisinde ve tüm GNU/Linux dağıtımlarında kullanılmaktadır. Linus Torvalds, 2012 Milenyum Teknoloji Ödülü'ne layık görülmüştür.
Linus Torvalds 1969 yılında Helsinki'de Finlandiya'daki İsveççe konuşan azınlığa mensup bir ailede doğmuştur, annesi ve babası gazetecidir. Bilgisayarla tanışması 1981 yılında iktisat profesörü olan büyükbabasına ait Commodore VIC-20 ile olmuştur. 1988 Yılında Helsinki Üniversitesi Bilgisayar Bilimleri bölümüne başlamıştır. Ancak üniversitenin ikinci yılı askerlik hizmeti için eğitimine ara vermiştir. Askerliğini teğmen rütbesi ile balistik hesaplama ofisinde yapmıştır.
Üniversite eğitimine devam ettiği yıllarda Intel-80386 işlemcili bir IBM PC satın almış ve Minix işletim sistemini kullanmıştır. 1991 Yılında Minix sisteminde memnun olmadığı özellikleri kendisi geliştirmeye başlamıştır. Daha sonra bu çalışması kendisini Dünyaca üne kavuşturacak Linux çekirdeği olarak anılacaktır.
1996 Yılında Kaliforniya, ABD'de bulunan Transmeta şirketinin iş teklifini kabul ederek buraya yerleşmiştir. 2004 Yılında buradan ayrılarak Linux Vakfında çalışmak üzere Dunthorpe, Oregon, ABD'ye yerleşmiştir. Halen burada eşi Tove Torvalds (6 kez Finlandiya ulusal karate şampiyonu) ve Patricia, Daniela ve Celeste adlı üç çocukları ile yaşamaktadır.
Linus, Linux çekirdeğini kodlamaya başladığı 1991 yılında 22 yaşındaydı ancak bunu yapmasına neden olan şey tam olarak çocukça bir meraktı. Bazı çocuklar oyuncakları öylece oynamak yerine içini açıp kurcalamaya meyillidir, Linus da bilgisayarlar konusunda böyle karaktere sahi |
p bir çocuktu. Daha 12 yaşındayken Helsinki Üniversitesi'nde iktisat profesörü olan büyük babasının hesaplamalar için kullandığı bilgisayarının başına geçip onun kâğıt üzerine yazdığı yazılım kodlarını bilgisayara geçirerek ona yardım ediyordu. Çünkü o dönemlerde bilgisayarlara işlem yaptırabilmek için hazır yazılımlar neredeyse hiç yoktu ve kullanıcılar aynı zamanda yazılımcı olmalıydı. Zamanla bu bilgisayarın kullanım kılavuzundaki örnek yazılımları yazmaya başlayan Linus, bir süre sonra kendi küçük yazılımlarını da yazmaya başladı. Linus, diğer çocuklar gibi çeşitli sportif oyunlar oynamak yerine uzun saatler ve günler boyunca kendisini bir bilgisayarla aynı odaya kapatıp yazılım yazmaktan keyif duyan bir kişiliğe sahipmiş. Linus, ilerleyen yıllarda da bilgisayarlara olan bu çocukça merakını ve yazılıma olan ilgisini hiç kaybetmemiş ve kendi yazdığı küçük yazılımlar her zaman hayatının en büyük eğlencesi olmuş.
1990 Yılında öğrencisi olduğu Helsinki Üniversitesi UNIX işletim sistemi kullanmaya ve ders olarak C programlama dili ile birlikte okutmaya karar verir. UNIX, tarihi 1960'lara kadar dayanan, akademik ve askeri alanlarla kamu hizmetlerinde yaygın kullanılan, gücünü sadeliği, temizliği ve basitliğinden alan bir işletim sistemidir. Linus bu dersin kitabı olan ve Hollandalı profesör Andrew Tanenbaum'un işletim sistemleri ile ilgili yazdığı kitabı bir dönem önceden alıp okumaya başlamış. Kitap aynı zamanda Tanenbaum tarafından yazılmış Unix benzeri bir akademik çalışma sistemi olan Minix'i anlatmaktadır. Bu sayede Linus Unix'in gerisindeki felsefeyi ve bu işletim sisteminin neler yapabileceğini öğrenerek hayran olmuş. Ancak evindeki bilgisayar Minix çalıştıramadığından bir yıl boyunca para biriktirip Intel-386 işlemcili bir IBM PC almış. Tabii ki ilk yaptığı şey yeni bilgisayarına Minix kurarak bir taraftan i386 işlemcisini ve PC mimarisini anlamaya çalışmış bir taraftan da Minix sayesinde Unix'e olan merakını giderdiği bir döneme girmiş.
Minix son kullanıcıya hitap etmeyen akademik bir sistem olduğundan kullanıcının araştırıp öğrenmesini teşvik etmek amacıyla bilinçli olarak bazı noktalarda sakatlanmış veya eksik bırakılmış bir yapıya sahiptir. Üzerindeki bazı yazılımlar da Linus'a hiç kullanışlı gelmemiş, bunlardan en önemlisi Üniversitedeki Unix sistemine bağlanmasını sağlayan uçbirim benzetme (Terminal Emulator) yazılımıydı. İşte bu yazılımı beğenmeyen Linus'un kendi uçbirim benzetme yazılımını yazmaya karar vermesiyle Linux'un tarihi başlamış oluyor. Ancak buradaki can alıcı nokta Linus'un sadece yeni bir uçbirim benzetme yazılımı yazmaya başlaması değil bu yazılımı Minix'den ayrı olarak doğrudan donanım kaynaklarını kullanarak yazmaya karar vermesidir. Bunu yapmasındaki amaç da yeni aldığı bilgisayarın nasıl çalıştığını anlamaktı.
Bir süre sonra Linus, üniversite bilgisayarına artık kendi uçbirim benzetme yazılımı ile ulaşıyor olacaktı. İstediğini yapmıştı, yazdığı yazılımın çalışması için bir işletim sistemine ihtiyacı yoktu, bilgisayarını Minix ile değil disketteki yazılımından açtığında kolayca bağlantıyı sağlıyordu ancak bir eksik vardı. Bilgisayara kaydetmek istediği belgeler olduğunda bunu yapamıyordu. Bir yardımcı yazılım ile bir işletim sistemi arasındaki ayrım noktasına işte bu anda geldi. Ancak yaptığının bir işletim sistemine yöneldiğini anlaması yazılımını Minix dosya sistemini okuyup yazabilecek şekilde geliştirdikten sonra oldu. Artık o basit bir uçbirim benzetme yazılımı değildi, kendini aşmıştı ve Linus daha iyisini yapmanın çok eğlenceli olacağını düşünmeye başladı.
Linus sonunda Minix'in kötü ve eksik yönlerinden kurtulmak için radikal bir karar verdi ve kendi disk sürücüsü ve dosya sistemi olan bir sistem yazmaya girişti. Bu gerçekten korkutucu bir karardı çünkü yapmayı planladığı şey teknik açıdan çok ağırdı ve uzun aylar boyunca neredeyse insan üstü bir çalışma temposu gerektiriyordu. Sonuçta Linus 1991 yılının yaz aylarını (ki Finlandiya'da yılın en güzel, insanların güneşin sıcaklığını biraz olsun hissedebildiği kısacık bir dönemdir) evinde pencereye siyah bir perde çekilmiş olarak bilgisayar başında geçirdi. Gece ile gündüzün birbirine karıştığı, yemek-uyku-kodlama ile geçen aylar boyunca Linus karanlık odasında kendi deyimiyle çok tatmin olduğu çok eğlenceli bir dönem geçirdi.
1991'in Eylül ayı geldiğinde artık Linus'un "Freax" adını verdiği işletim sistemi çalışır haldeydi. Aslında yaptığı iş bir işletim sistemi için gerekli olan temel prensipleri ve kuralları kodlamaktı, henüz sistem üzerinde sadece kullanıcı girişi yapıp komut girmenizi sağlayan bir kabuk yazılım ve bir C yazılım dili derleyicisi çalışıyordu. Aslında C derleyicisi olması demek pek çok yazılımın derlenip kullanılabilmesi anlamına geliyordu ancak sistem oldukça kararsızdı, bir süre sonra kendiliğinden çöküyordu. Bu nedenle Linus geliştirme için hala Minix'i kullanıyordu. Linus iyileştirme ve geliştirme önerileri almak için Freax'ı üniversitenin bilgisayarı üzerinden internette yayınlamaya karar verdi. Bu konuda üniversiteden kendisine yardım eden Ari Lemke Freax adını beğenmeyerek tasarının diğer adı olan Linux'u kullandı ve tasarı Linux adıyla yayınlandı.
Birkaç ay içinde Linus'a birçok düzeltme önerisi ve hata bildirimi gelmeye başladı. Bir süre bu düzeltmeleri yaptı ancak yazılımdan hata ayıklamak pek eğlenceli bir uğraş değildi ve Linus tasarıya ilgisini yitirmeye başlamıştı ki kendi yaptığı bir hata nedeniyle bilgisayarındaki Minix kurulu olan bölüm zarar gördü. Elinde tek çalışan sistem Linux kalmıştı ve bu noktada büyük bir radikal karar daha verdi ve Minix'i tekrar kurmak yerine tüm geliştirme işlemleri ile günlük işlerini Linux ile yapmaya başladı. Artık 1992 yılının ilk aylarında Minix'te olmayan bazı özellikler de Linux'a eklenince o güne kadar Minix kullanan pek çok uzman artık özgürce değiştirip geliştirebilecekleri Linux kullanmaya başladı.
Bir yıl geçmeden Linux yüzlerce uzmanın katkısı ve sayısı tahmin edilemeyen kullanıcı kitlesiyle bir üniversite öğrencisinin eğlencesi olmaktan çıkmıştı. Artık ticari Unix sistemlerin sularında gezinmeye başlamıştı ve tamamen özgürce dağıtılıp kopyalanabiliyordu. Birisinin çıkıp Linux kodlarını ticari bir üründe kullanıp kodlarını gizleme tehlikesine karşı Linus 0.12 sürümünü Genel Kamu Lisansı (GPL) ile dağıttı. Bu radikal bir karardı çünkü bu sayede Linux kodlarını ticari olarak kullanmak isteyenler yaptıkları değişiklikleri ve geliştirmeleri herkesin göreceği şekilde açmak zorunda kalacaktı, bu da Linus'un tam olarak istediği şeydi. Çünkü özgür bir yazılımın gelişimi, onunla ilgili kaynakların özgürce ulaşılabilir olmasıyla doğrudan bağlantılıydı. Bu kararla birlikte Linux (Linux çekirdeği) bugünlere kadar olan gelişim çizgisine oturmuş oluyordu.
Eylül 2013'te, LinuxCon konferansında Torvalds bir ABD devlet dairesi tarafından Linux'a arka kapılar eklemesi için yanaşılmış olup olmadığı sorulduğunda, şifahi "hayır" diyerek başını "evet" şeklinde sallayarak cevap verdi. Sonrasında apaçık bir şaka olduğunu ifade etti. Fakat, Linus'un babası Nils belirtti:
Michael Schumacher
Michael Schumacher (d. 3 Ocak 1969, Hürth-Hermülheim, Almanya), 7 kez dünya şampiyonu olmuş Alman Formula 1 pilotudur. Formula 1 tarihinin en başarılı pilotudur. Ayrton Senna ile birlikte tüm zamanların en iyi pilotu olarak görülmektedir. Formula 1 Dünya Şampiyonluğuna ulaşan ilk Alman pilottur, Formula 1'in Almanya'da yayılmasına ve ciddi bir izleyici kitlesi olmasında büyük payı vardır. Uluslararası Otomobil Sporları Federasyonu FIA'nın 2006 yılında düzenlediği ankette Formula 1 taraftarları tarafından, sezonun en popüler pilotu olarak seçilmiştir.
Formula 1'de yarışmaya 1991 yılında Jordan takımında başlamıştır. Daha sonra Benetton Formula takımıyla anlaşarak ilk tam sezonu olan 1992'de kariyerindeki ilk yarış zaferini kazanmıştır. 1994 ve 1995 yıllarında üst üste 2 şampiyonluk elde ederek "en genç çifte şampiyon" olma unvanını elde etmiştir (bu rekor daha sonra 2006 yılında Fernando Alonso tarafından egale edildi). Benetton Formula takımında yaşadığı 2 şampiyonluğun ardından, 1996 sezonunda başladığı Scuderia Ferrari kariyerinde 2000-2004 arasında 5 şampiyonluk yaşamıştır. Schumacher, aralarında "en çok şampiyon olan pilot", "en çok yarış kazanan pilot", en çok 'en hızlı turu atan pilot", "en çok pol pozisyonu kazanan pilot", "en çok puanı olan pilot" ve "bir sezonda en çok yarış kazanan pilot" gibi unvanların bulunduğu onlarca rekorun sahibidir. "En çok rekor kıran pilot" rekoru, bu anlamda onun başarısının en büyük göstergesidir. Bir sezondaki tüm yarışlarda podyuma çıkan ilk (ve tek) pilot rekorunu 2002 sezonunda kırmıştır.
1999 İngiltere Grand Prix'inin ilk turunda Stowe virajında yaptığı kazada sağ bacağı kırılan ve o sezon 6 yarışı kaçıran Schumacher, 10 Eylül 2006 tarihinde Monza'da yapılan İtalya Grand Prix'nden sonra Formula 1 kariyerini bırakacağını açıklamış, kariyerinin 250. yarışı olan ve 22 Ekim 2006 tarihinde yapılan Brezilya Grand Prix'in ardından emekli olmuş yerini Kimi Raikkonen'e bırakmıştır. Şu anda DTM serisinde yarışan kardeşi Ralf Schumacher ile, Formula 1 tarihinde yarış kazanan ve 1.- 2. podyum derecesini yakalayan ilk kardeşler olma özelliğini taşımaktadırlar. Pist dışında, Schumacher bir UNESCO elçisidir ve sürücü güvenliği için sözcülük yapmaktadır.
2013 yılında Fransız Alpleri'ndeki Meribel kayak merkezinde geçirdiği kayak kazası sonucu ağır yaralanarak komaya girmiştir. Kaza geçirdiği tarihten bu yana tedavisi devam etmekte olup temel fonksiyonlarında dahi zorlanma olduğu bildirilmektedir.
Almanya'nın Köln şehri yakınlarında Hürth-Hermülheim'de, Rolf ve Elisabeth çiftinin çocukları olarak doğar. Henüz dört yaşında iken babası kendi olanakları ile ona basit bir karting aracı yapar. Karting'e çok ilgi gösteren Schumacher'i ailesi, Kerpen-Horrem'de bir karting pistine götürürler ve Schumacher bu karting kulübünün en genç üyesi olur. Altı yaşına geldiğinde babası ona kullanılmış, hurda parçalardan daha uygun bir karting aracı yapar ve Mich |
ael bu karting aracıyla ilk kulüp şampiyonluğunu kazanır. Rolf, oğlunun yarışmasını desteklemek için ikinci iş olarak karting pistinde tamirat yapmaya ve karting araçlarını kiralamaya başlar. Bu arada Elisabeth de karting pistinin kantininde çalışmaktadır. Birden fazla işte çalışmalarına karşın, Schumacher ailesinin Michael'in ihtiyaç duyduğu nitelikte motor alabilmek için yeterli imkânları hala yoktur. Zaman zaman yerel gazetelerde haberleri çıkan Michael için gereken destek yerel işadamları tarafından sağlanır ve bu sayede Michael yarışmaya devam edebilir.
Alman yasaları uyarınca, karting pilotu lisansı alabilmek için istenilen yaş sınırı 14'tür. Lisans olmadan ulusal yarışmalara katılamayacak olan Michael'ın gelişiminin durmaması için, 1981'de, henüz 12 yaşında iken, lisansını Lüksemburg'tan alır. 1983 yılında Alman kart lisansını da alan Michael, 1984 yılında Almanya Junior Karting Şampiyonası'nı kazanır. 1985'te Adolf Neubert'in Eurokart takımına katılır. 1987 yılına gelindiğinde artık Almanya ve Avrupa Karting Şampiyonudur. 1988'de Almanya Formula Ford ve Formula König serileri ile tek koltuklu yarış araçları serilerine ilk ciddi adımını atar.
1989 yılı için Willi Weber'in WTS Formula 3 takımı ile anlaşma imzalar. Bu imzayla gelecek iki yıl için Weber'in finansmanı altında yarışır ve 1990'da Almanya Formula 3 şampiyonluğunu kazanır. 1989 yılının sonunda Formula 3 serisinden de rakipleri olan Heinz-Harald Frentzen ve Karl Wendlinger ile birlikte Mercedes Junior Racing programına katılır ve World Sports-Prototype Şampiyonası'nda yarışır. Bu karar, aslında genç bir sürücü için yanlış bir harekettir, zira Michael'in birçok rakibi, Formula 1'e giden yol için F3000 serisine katılmaktadır. Fakat Weber, Michael'e güçlü araçların, uzun soluklu yarışların ve basın toplantılarının, kariyerinin geleceği açısından çok daha faydalı olacağı tavsiyesinde bulunmuştur. 1990 sezonunun son yarışı olan Autódromo Hermanos Rodríguez'de bir Sauber-Mercedes C11 ile zafere ulaşır ve sezonu pilotlar şampiyonasında 5.likle tamamlar. 1991 sezonunda da aynı takımla yarışmaya devam eder. Yine sezonun son yarışında Japonya'da Autopolis pistinde zafere ulaşır, pilotlar şampiyonasını 9. tamamlamıştır. Aynı sezon, Japonya Formula 3000 serisinde bir yarışa katılır ve o yarışı da 2.likle tamamlar.
Bugünden Michael'in Formula 1 öncesi erken yıllarına bakıldığında ilginç bir nokta, Heinz-Harald Frentzen'in ve hatta Karl Wendlinger'in daha büyük yetenekler olduğu ve çok büyük gelecekler vadettikleri hemen tüm yarış camiasında kabul görmekte iken, bu isimlerin Formula 1 kariyerlerinin, Schumacher'in Formula 1 kariyerinin yanına dahi yaklaşamamasıdır.
Michael, kritik anlarda hızlı turlar atma ve gerektiğinde limitleri sonuna kadar zorlama gibi hususlardaki yeteneklerini, kariyerinin her döneminde geliştirme gayretinde olmuştur. Henüz onlu yaşlarının ortalarında karting pistinde yağmur altında, tek başına antrenmanlar yaptığı görülmüştür. Aynı çaba, Ayrton Senna gibi yağmur altında üst düzey performansı sergileyebilen tüm büyük pilotlarda gözlenebilen bir özelliktir. Günümüzde takımlar, teknoloji marifetiyle pistlerde yağmur koşulları yaratarak pilotlarının ıslak zemin performansını geliştirme gayretindedirler. Motor sporları yazarı Christopher Hilton'ın işaret ettiği gibi ""Bir pilotun yeteneğinin önemli bir ölçüsü de ıslak zemin performansıdır, çünkü en hassas araç kontrolü ve en nazik sürüşe bu gibi ağır pist koşullarında ihtiyaç duyulur"". Diğer büyük pilotlar gibi Michael de parlak bir ıslak zemin performansına sahiptir. Michael 1991'den 2003 sezonunun sonuna kadar katıdığı grand prixlerde, ıslak zeminde koşulan 30 yarışın 17'sini kazanmıştır. Michael'in en iyi performanslarından bazıları bu tür ağır koşullar altında gerçekleşmiştir, bu performanlarıyla da "Regenkönig" (yağmur kralı) ya da "Regenmeister" (yağmur ustası) unvanlarını almıştır.
Michael Schumacher için "Schumi", "Schuey" ya da "Schu" lakapları kullanılmaktadır. Formula 1, Michael Schumacher ile birlikte, Almanya'da arka sıralarda bir spor olmaktan çıkmış ve popülaritesi futbolla yarışabilir hale gelmiştir.
25 Ağustos 1991'de koşulan Belçika Grand Prix'ine Jordan Ford takımının pilotu Bertrand Gachot'nun aşırı hız cezası nedeniyle hapse atılması sebebiyle bu pilotun yerine 32 numaralı araçla çıkmıştır. Finansal olarak da takıma katkı sağlayacak bir pilot arayan takımın sahibi Eddie Jordan, Willi Weber'in 150.000 sterlin ödemesiyle boş koltuğu Michael'e verir. Sürücülük yeteneklerini ön plana çıkaran bir pist olarak tanınan Spa-Franchorchamps pistinde yapılan bu yarışta, daha önce bu pistte hiç yarışmamış deneyimsiz bir pilot olarak geldi. Yarış öncesinde pisti tanımak için bir bisikletle pist üzerinde sadece bir tur atmasına rağmen, sıralama turlarında 11 yıllık Formula 1 deneyimine sahip takım arkadaşı Andrea de Cesaris'i geride bırakarak yarışa 7. sırada başlama hakkını elde etti. Michael'in bu derecesi, Jordan takımının o yıl elde ettiği en iyi grid pozisyonudur. Ancak yarışın daha ilk turunda debriyaj problemi nedeniyle yarışı terk etmek zorunda kaldı.
Belçika Grand Prix'nde gösterdiği bu muhteşem performansın ardından tüm dikkatleri üzerine çekti. Bu yarışının ardından Ford motoruyla yarışan Benetton Formula takımıyla bir anlaşma imzaladı. Jordan takımı, bu anlaşmaya karşı İngiliz mahkemelerinde itiraz başvurusunda bulunsa da, bu başvuru Jordan takımı ile bir kontratı bulunmaması nedeniyle reddedildi. Bunun üzerine sezonu Benetton takımında tamamladı. 1991 yılındaki en iyi derecesi, katıldığı ikinci yarışta elde ettiği 5.liktir. Bu dereceyi, İtalya Grand Prix'nde, takım arkadaşı Nelson Piquet'nin önünde elde etmiştir.
Sezonu 6 yarışta aldığı 4 puanla, 14. sırada tamamladı.
1992 sezonunun başında Sauber takımı, Formula 1 yarışlarında yer almak için planlar yapıyordu. Sauber, böyle bir durumda Mercedes motoru kullanacaktı ve Michael'in kontratında da, Mercedes'in Formula 1'e girmesi durumunda onlarla yarışabileceğine ilişkin bir madde bulunuyordu. Michael, Benetton'da yarışmaya devam kararı aldı. Daha sonra Peter Sauber ""Schumacher bizimle yarışmak istemedi, neden zorlayayım ki"" demiştir.
1992, Williams F1 takımının Nigel Mansell ve Riccardo Patrese ile yarışları domine ettiği bir sezon oldu. Michael kariyerinin ilk podyumunu Meksika Grand Prix'inde üçüncü sırayı alarak elde etti. Ardından da ilk galibiyet, kariyerinin ilk yarışına çıktığı Spa-Francorcamps pistindeki Belçika Grand Prix'inde geldi. Nigel Mansell'in pole pozisyonunda, Ayrton Senna'nın da ikinci sırada başladığı yarışta üçüncü sıradan start alan Michael, yağmurun yağmaya başlamasıyla birlikte ön sıralarda yarışan Ayrton Senna dışındaki bütün pilotlar gibi yağmur lastiklerine geçti. Oynadığı kumar tutmayan Senna da ilerleyen turlarda yağmur lastiklerine geçti, ancak pozisyonunu kaybetmiş oldu. Pistin kurumaya başlamasıyla birlikte bazı pilotlardan spinler geldi. Michael da bir pist dışına çıkma yaşayıp lastiklerine zarar verince, o turun sonunda pit stop yaparak kuru zemin lastiklerine geçti. Mansell ve Patrese lastik değiştirmekte geç kalınca Michael liderliği ele geçirmiş oldu. Şans, strateji ve yeteneğin birleşiminden oluşan bir galibiyet alan Michael, yarışı Mansell'in 36 saniye önünde tamamladı. Daha sonra Michael, Spa Francorchamps için "açık ara en sevdiğim pist" diyecektir.
1992 sezonunu, 53 puanla 3. sırada bitirdi.
1993 sezonu yine Williams F1 pilotları Damon Hill ve 'Profesör' lakaplı Alain Prost tarafından domine edildi. Benetton Formula takımı, "aktif süspansiyon" ve "çekiş kontrolü" sistemlerini sezonun ilerleyen yarışlarında kullanmaya başladı. Çekiş kontrolünü ilk kez Monako Grand Prix'inde, aktif süspansiyonu ise ilk kez Avrupa Grand Prix'inde kullandılar ve bu sistemleri en geç kullanıma sokan takımlar arasında yer aldılar. Williams F1 takımının aktif süspansiyon sistemini ilk kez 1987 sezonunda, McLaren ve Ferrari ise 1992 sezonunun son yarışlarında aktif sistemleri araçlarında kullandılar.
Michael, 1993 sezonunda sadece Portekiz Grand Prix'ini kazandı, bu yarışı Alain Prost'un 0.9 saniye önünde galibiyete ulaştı.
1993 sezonunu, 52 puanla 4. sırada tamamladı.
Schumacher, şampiyonluk için Williams F1 adına yarışan Ayrton Senna ile rekabet etmesi beklenirken, San Marino Grand Prix'nde Senna'nın geçirdiği kaza sonucunda hayatını kaybetmesinin ardından, Williams F1'in diğer pilotu Damon Hill ile sezon sonuna kadar mücadele etti.
Sezonun ilk 7 yarışından 6'sını kazanarak 1965'te Jim Clark'ın kırdığı rekora ortak olan ve sezona çok iyi bir başlangıç yaparak büyük bir puan farkı oluşturan Schumacher, sezon ortasında bir takım cezalar alması nedeniyle bu avantajını kaybetti. İngiltere Grand Prix'nde, ısınma turunda önündeki pilotu geçerek siyah bayrak ile yarıştan diskalifiye edildi. Ancak bunu umursamayıp yarışa başlamak isteyen Schumacher, bir sonraki yarış için de ceza aldı. Belçika Grand Prix'sini kazanmasına rağmen, yarış sonrasında aracında yapılan inceleme sonucunda, aracının alt kısmında bulunan tahta parçanın kurallara aykırı olduğu anlaşıldı ve birinciliği iptal edildi.
Sezonun son yarışı olan Avustralya Grand Prix'nde, rakibi Damon Hill'in arkadan yaptığı atağı görmeyerek virajda iç kısıma Hill'in önüne kırması sonucu rakibine çarptı ve takla atarak yarış dışı kaldı. Ancak bu kazada aracı hasar alan Damon Hill de yarışa devam edemedi.
1994 sezonunu, bu olayın neticesinde 92 puanla şampiyon olarak tamamladı.
1995 sezonuna başlamadan Benetton Formula takımı, Renault motoruna geçiş yaptı. Williams F1 takımı da o sezon için Renault motorunu kullanıyordu. 1995 sezonu da yine Williams F1 pilotu Damon Hill ile çekişmeli bir mücadeleye sahne oldu. İngiltere Grand Prix ve İtalya Grand Prix'nde Damon Hill'in geçiş hamlesi esnasında arkadan çarpması sonucunda iki pilot da yarış dışı kaldı. Belçika Grand Prix'inin sıralama turlarında 4. olmasına rağmen aldığı ceza nedeniyle yarışa 16. sıradan başladı. Yağmur altında yapılan yarışta, ıslak zemin lastiği kullanan rakiplerine karşı kuru |
zemin lastikleriyle mücadele ederek zafere ulaştı. Sezon sonunda en yakın rakibi Damon Hill ile arasında 33 puan fark oluşturarak şampiyonluğu elde etti. Bu yıl, aynı zamanda 9 yarış kazanarak, Nigel Mansell'a ait olan ve 1992 sezonunda kırdığı "bir sezonda en fazla yarış kazanma rekoru"na da ortak oldu.
Schumacher, 1995 sezonundaki 17 yarışın 9'unu kazanmış, 11 kez podyumda yer almıştır. Sadece bir kez, Belçika Grand Prix'nde 4.lükten kötü bir sıralama derecesi elde etti, ancak o yarışta da birinci gelmeyi başardı.
Sezonu 102 puanla şampiyon olarak tamamladı.
Schumacher, Benetton Formula kontratının bitmesinden bir yıl önce, 1996 sezonu ve sonrası için Scuderia Ferrari ile yarışmak üzere anlaşmıştı. Bu, Scuderia Ferrari takımının o dönemki durumuna bakılırsa riskli bir karardı. Scuderia Ferrari takımı, 1979 sezonundan beri sürücüler şampiyonluğunu ve 1983 sezonundan beri de markalar şampiyonluğunu kazanamıyordu.
1982 ve 1990 sezonlarında şampiyonluğa çok yaklaşmış ancak kıl payı kaçırmışlardı. 1990ların başından itibaren takım büyük bir düşüşe geçmişti. O yıllarda Ferrari'nin ünlü V12 motoru daha küçük, daha hafif ve daha verimli olan rakip motorlar karşısında hiçbir zaman rekabetçi olamıyordu. Birçok pilot, özellikle Alain Prost, Ferrari aracına "kamyon", "domuz" ve "kazayı davet eden" gibi lakaplar takmıştır. Ferrari pit ekibinin zayıf performansı, sürekli şakalara konu olmaktaydı. 1995 yılının sonunda takım her ne kadar gelişme göstermiş, sıkı bir yarışmacıya dönüşmüş olsa da, Williams F1 ve Benetton Formula gibi başa güreşen takımların ardında, orta sıralar için mücadele eden ikinci sınıf bir takımdı. Bu göreceli gelişimin arkasında da, takıma 1993 sezonunda dahil olan Jean Todt bulunmaktaydı.
Schumacher, Jordan takımından ayrılan Eddie Irvine ile takım arkadaşı oldu.
Schumacher'den bir yıl sonra, 1996 sezonuna girerken Rory Byrne ve Ross Brawn da Ferrari'ye katıldı. Bu katılımlar, Michael'in motivasyonu için çok büyük artılar getirmiştir. 1994 ve 1995 sezonlarındaki çifte şampiyonlukta çok büyük pay sahibi olan bu iki ismin de katılımı ve Jean Todt'un marifetiyle, Michael'in etrafında yenilmez bir takım kurulmuş oldu. Üç kez dünya şampiyonu Jackie Stewart, Michael'in Ferrari takımındaki dönüşümde oynadığı rolün en büyük başarısı olduğunu söylemiştir.
Michael, 1996 sezonunda nispeten yavaş aracıyla 3 grand prix galibiyeti elde etti, ki bu rakam Ferrari takımının 1991-1995 döneminde elde ettiği toplam galibiyetten daha fazladır. 1996 sezonunun özellikle ilk dönemlerinde araç çok fazla dayanıklılık problemi yaşamaktadır. Michael, 16 yarışın 6'sında yarış dışı kalır. Ferrari adına ilk zaferine, kariyerindeki ilk zafer gibi ıslak bir zeminde, İspanya Grand Prix'inde ulaşır. Fransa Grand Prix'inde pol pozisyonunu almasına rağmen henüz formasyon turunda motor arızası nedeniyle yarış dışı kalır. Belçika Grand Prix'inde pit stoplar öncesi attığı hızlı turlarla galibiyeti Williams F1 takımından Jacques Villeneuve'ün elinden alır. 1996 yılının üçüncü zaferi, tifosilerin önünde Monza'da pistindeki İtalya Grand Prix'inde gelir.
1996 sezonunu, 59 puanla 3. sırada bitirdi.
1997 sezonunda Michael Schumacher ve Jacques Villeneuve şampiyonluk için sıkı bir mücadele içine girerler. Villeneuve sezonun ilk yarısında sürücüler şampiyonasında liderdir; ancak Monako Grand Prix, Kanada Grand Prix, Fransa Grand Prix, Belçika Grand Prix ve Japonya Grand Prix'lerde elde ettiği zaferlerle liderliğe oturan Michael, sezonun son yarışı Avrupa Grand Prix'ine 1 puan farkla lider çıkar. Jerez pistinde koşulan yarışta sıralama turlarında Schumacher, Jacques Villeneuve ve Heinz-Harald Frentzen imkânsızı gerçekleştirip aynı dereceyi yaparlar: 1'21.072. Dereceyi daha önce yapan pilotun turu, en hızlı tur olarak belirlendi ve yarışa Jacques Villeneuve ilk sırada, Michael Schumacher ikinci sırada başladı. Yarış esnasında liderliği alan Michael uzun süre, rahat bir şekilde yarışı lider olarak götürdü. Ancak yaşadığı teknik arızadan ötürü son turlarda yavaşladı ve yarışın 47. turunda Jacques Villeneuve ile tampon tampona viraja girdiler. Viraja içerden giren ve geç fren yapan Jacques Villeneuve Schumacher'i geçmek için atak yaptı, viraj içerisinde iki pilot çarpıştı. Bu olay Michael'in yarış dışı kalmasına sebep olurken, Jacques Villeneuve yarışa devam etti ve üçüncü sırayı elde ederek 1997 Pilotlar Şampiyonluğu'na ulaştı. Yarış sonrasında Michael "kaçınılabilir bir çarpışmaya sebep olduğundan", tehlikeli sürüşü nedeniyle 1997 Pilotlar Şampiyonası'ndan diskalifiye edilmiştir. Ancak 1997 Takımlar Şampiyonası'nda ve Michael Schumacher'in kariyer istatistiklerinde elde ettiği puanlar ve dereceler yer alır.
Sezonu 78 puanla bitirdi, ancak diskalifiye edildi.
1998 sezonu başlamadan önce yönetmeliklerde büyük değişiklikler oldu. McLaren-Mercedes ve Scuderia Ferrari takımları pilotları Mika Hakkinen ve Michael Schumacher arasında bir düello başladı. Scuderia Ferrari takımı GoodYear lastiklerini kullanırken, McLaren-Mercedes takımı Bridgestone ile yarışmaktadır. Sezon başında Mika Hakkinen lider durumdadır; ancak Scuderia Ferrari takımının gelişimi, Michael'in 6 grand prix zaferini ve bunun yanında 5 ayrı podyum derecesi almasını sağlar. Sondan 3. yarış olan İtalya Grand Prix'inde Scuderia Ferrari pilotları duble yaparak ilk iki sırayı alırlar. Bu zafer, Michael'in 80 puanla liderliği anlamına gelmektedir. Ancak Mika Hakkinen, son iki yarışta elde ettiği iki galibiyetle sezonu sürücüler şampiyonu olarak tamamlar.
Sezonu 86 puanla 2. sırada tamamlar.
1999 sezonu ortasında şampiyonluk mücadelesi içindeyken İngiltere Grand Prix’inde geçirdiği kaza nedeniyle bacağı kırılan ve 6 yarışa katılamayan Michael, şampiyonluk şansını da kaçırmış oldu. Michael'in yokluğunda Scuderia Ferrari koltuğunda Mika Salo yarıştı. Sakatlıktan sonraki ilk yarışı olan ilk kez düzenlenen Malezya Grand Prix'inde pol pozisyonunu alarak müthiş bir başarıya imza atan Michael, yarışı da 2. sırada tamamladı. Sezonun son yarışı Japonya Grand Prix'ini de 2. sırada tamamlayan Schumacher, Scuderia Ferrari'nin 1983'ten beri ilk defa Takımlar Şampiyonası'nı kazanmasında yardımcı oldu.
Sezonu 44 puanla 5. sırada tamamladı.
2000 sezonu, Formula 1 Dünya Şampiyonası'nın 50. yılıdır. Sezonun ilk 3 yarışı Avustralya Grand Prix, Brezilya Grand Prix ve San Marino Grand Prix'ini kazanan Michael, Mika Hakkinen'le arasındaki puan farkını açar, ancak sezon ortasında 4 yarışta yarış dışı kalması sonucunda Mika Hakkinen'e geçilir. Belçika Grand Prix'i sonunda puan sıralamasında; Mika Hakkinen 74 puanla lider, Michael Schumacher 68 puanla ikinci sıradadır. Geriye kritik 4 yarış kalmıştır. Bir sonraki yarış İtalya Grand Prix'i birçok açıdan hatırda kalacak bir yarış olur. Yarışın henüz ilk turunun 3. virajında meydana gelen kaza zincirinde Jarno Trulli'nin aracından fırlayan sağ arka lastik, pistin yangın söndürme görevlilerinden birinin (Paolo Ghislimberti) göğsüne çarparak ölümüne neden olur. Yarışta hem Mika Hakkinen, hem Schumacher tek pit stop stratejisi uygularlar ve ikili arasındaki sıkı mücadele yarışın sonuna kadar devam eder. Michael yarışı Mika Hakkinen'in 3.10 saniye önünde kazanır. Bu, Michael'in 41. galibiyetidir, ve bu rakamla efsane pilot Ayrton Senna'nın galibiyet sayısına ulaşmıştır. Yarış sonrası basın toplantısında Michael'e, Ayrton Senna'nın galibiyet sayısına ulaşmasının kendisi için önemli olup olmadığı sorulduğunda, önemli olduğunu söyleyen Schumacher, soğukkanlılığıyla tanınmasına rağmen bu andan itibaren gözyaşlarına boğulmuş ve ağlamaktan konuşamamıştır. İlginç olan, sözü alan ikinci Mika Hakkinen'in de konuşamayarak "Ralf devam etsin" diyerek sözü Ralf Schumacher'e bırakmasıdır. Sondan bir önceki yarış olan Japonya Grand Prix'inde yarışı Hakkinen'in önünde galibiyetle tamamlayan Michael, bir yarış kala şampiyonluğu garantiledi. Bu, bir Ferrari pilotunun 21 yıl sonra elde ettiği ilk şampiyonluk oldu.
2000 sezonunu, 108 puanla şampiyon tamamladı.
2001 sezonu, Michael'in rakipsiz bir şekilde şampiyonluğa ulaştığı yıl oldu. Nigel Mansell'e ve kendisine ait olan bir sezonda en çok yarış kazanma rekorunu bir kez daha egale ederek 9 yarış kazandı. Sezon boyunca 17 yarışta, 9 galibiyet dışında 5 kez ikincilik, bir kez dördüncülük elde etti ve iki kez de yarış dışı kaldı. Mika Hakkinen, veda yılı olan 2001'de şampiyonluk mücadelesinden uzak kaldı. Kanada Grand Prix'inde Ralf Schumacher 1. ve Michael Schumacher de 2. sırayı elde ederek bir Formula 1 yarışını ilk iki sırada tamamlayan ilk ve tek kardeşler olma özelliğini kazandılar. Belçika Grand Prix'inde kariyerinin 52. zaferini elde eden Michael, Alain Prost'a ait olan 51 yarışlık "en çok yarış kazanan pilot" rekorunu da kırdı.
2001 sezonunu 123 puanla şampiyon olarak bitirdi.
2002 sezonunda Scuderia Ferrari'nin aracı, Formula 1 tarihinde, belki de yalnızca 1988 sezonunda yarışan McLaren-Honda aracı ile kıyaslanabilir bir başarı elde etti. 17 yarışlık sezonun 15 yarışında podyumun zirvesinde bir Scuderia Ferrari yer aldı. Bu sezonda Michael Schumacher 11 galibiyet, 5 ikincilik ve bir üçüncülük elde ederek tüm yarışlarda podyumda yer almayı başardı. 2002 sezonu, Avusturya Grand Prix ve ABD Grand Prix'lerinde uygulanan takım emirleri dışında Scuderia Ferrari ve Michael için kusursuz bir sezon olur. Michael elde ettiği 11 galibiyetle, Nigel Mansell'le paylaştığı bir sezonda en çok yarış kazanma rekorunu da tek başına ele geçirmiş oldu. Sezon bitimine 6 yarış kala şampiyonluğunu ilan ederek bu alanda da rekor kırdı.
2002 sezonunu, 144 puanla şampiyon bitirdi.
2003 sezonu, McLaren-Mercedes ve Williams-BMW takımlarının da performansıyla, son iki sezonun aksine üst düzey bir rekabete sahne oldu. Scuderia Ferrari takımı Bridgestone lastikleri ile yarışırken McLaren-Mercedes ve Williams-BMW takımları Michelin lastiklerini kullanıyordu. Sezon başında bazı kural değişikliklerine gidildi, bunlardan en önemlisi puanlama sisteminin değiştirilmesidir. Daha önce ilk altı pilota puan verilirken, 2003 sezonu ile birlikte ilk sekiz pilota |
puan verilmeye başlandı. Puanlama da "10,8,6,5,4,3,2,1" şeklinde oldu. Son yarışa kadar şampiyonluk mücadelesinin devam etmesinde puanlama sisteminde yapılan değişikliğin payı da büyük olmuştur.
İlk dört yarışta 1 galibiyet, iki ikincilik, bir de üçüncülük alan Kimi Raikkonen şampiyonada öne geçer. Bunun üzerine peş peşe San Marino Grand Prix, İspanya Grand Prix ve Avusturya Grand Prix'lerini kazanan Michael, Kimi Raikkonen'i yakalar. Sezon ortasında ise Williams-BMW pilotları bir adım öndedir, Juan Pablo Montaya ve Ralf Schumacher ikişer yarış kazanırlar. İtalya Grand Prix'i sonrasında Michael Schumacher, Kimi Raikkonen ve Juam Pablo Montoya'nın şampiyonluk şansı devam etmektedir. Sondan bir önceki yarış olan Indianapolis'teki ABD Grand Prix'inde Michael 1. ve Kimi Raikkonen 2. sırayı alırken yarışın başında ceza alan Juan Pablo Montoya 6. olarak şampiyonluk yarışından kopar.
Son yarış Japonya Grand Prix'i Suzuka pistinde yapılır. Kimi Raikkonen'in şampiyon olabilmesi için yarışı kazanması ve Michael'in de puan alamaması gerekmektedir. Michael'in şampiyon olması için ise yarışı bir puanla tamamlaması yeterli olacaktır. Michael bu kritik yarışı 8. sırada tamamlayarak 1 puan alır ve küst üste 4., kariyerinin 6. şampiyonluğunu kazanır. Michael Schumacher, Juan Manuel Fangio'nun sahip olduğu 'en fazla şampiyon olan pilot' rekorunu da kırmayı başardı.
2003 sezonunu 93 puanla şampiyon olarak kapattı.
2004 sezonu Scuderia Ferrari takımı ve Michael Schumacher için 2002 sezonunu aratmayacak başarılar getirdi. Michael ilk 5 yarışı rahat bir şekilde kazandı. Altıncı yarış olan Monako Grand Prix'inde Fernando Alonso'nun kazası sonrasında güvenlik aracının piste çıkmasıyla birlikte Michael Schumacher ve Juan Pablo Montoya dışında ön sıralar için yarışan bütün pilotlar pit stop yaptılar. Böylece Michael ilk sıraya yükseldi, arkasında da bir tur yemiş olan Juan Pablo Montoya vardı. Bu şekilde pilotlar güvenlik aracı önderliğinde 'tünele' girdiler ve tünel içerisinde Juan Pablo Montoya'nın aracının Michael'e arkadan çarpmasıyla, Michael yarış dışı kaldı.
Monako Grand Prix sonrasında Michael üst üste 7 yarış daha kazanarak bu alandaki rekoru kıran Michael, ilk 13 yarışın 12sini kazanarak "sezona en iyi başlama rekoru"nu da kırdı. Belçika Grand Prix'i sonrasında sezonun bitmesine dört yarış kala şampiyonluğu garantiledi. 18 yarışın 13'ünü kazanan Michael, kendisine ait olan "bir sezonda en çok yarış kazanan pilot" olma rekorunu da geliştirmiş oldu.
2004 sezonunu 148 puanla şampiyon olarak tamamladı. Bu aynı zamanda Alman pilotun üst üste 5., kariyerindeki 7. ve son şampiyonluğuydu.
2004 yılında diğer takımlardan bir adım önde olan Scuderia Ferrari, kullandığı Bridgestone lastiklerinin Michelin ile baş edememesi sebebiyle büyük bir düşüş yaşayarak sezon boyunca ön sıralardan uzak kaldılar. Şampiyonluk mücadelesi Renault'dan Fernando Alonso ve McLaren-Mercedes takımından Kimi Raikkonen arasında geçti. ABD Grand Prix'i Formula 1 tarihinin en ilginç yarışlarından birine sahne oldu. Yarış öncesinde birçok sorun yaşayan Michelin görevlileri, özellikle Ralf Schumacher'in sıralama turlarındaki kazasından sonra güvenlik zafiyetlerini gideremediklerini gördüler. Sıralama turları sonrasında yeni set lastiklere geçilmesi, start finiş düzlüğü öncesindeki eğimli viraja şikan konulması gibi önerilerde bulundular, ancak hiçbiri kabul edilmedi. Yarışın formasyon turunun ardından Michelin kullanan bütün araçlar pitlere dönerek yarışı terk ederken yalnızca Bridgestone kullanan 3 takım ve 6 araç start aldı. Michael yarışı lider tamamlarken, takım arkadaşı Rubens Barrichello da ikinci sırayı aldı. Indianapolis dışında Michael'in öne çıktığı yarış San Marino Grand Prix'i oldu. 13. sırada başladığı yarışın son turlarında Fernando Alonso'yu çok zorlasa da, 0.2 saniye gerisinde ikinci sırada tamamladı.
1996 sezonundan bu yana, sakatlığı nedeniyle 7 yarışta start alamadığı 1999 sezonu dışında, bir sezonda beş galibiyetin altına düşmeyen Michael, 2005 sezonunu tek galibiyet, 62 puan ve 3. sırada tamamladı.
2006 sezonu, Michael'in Formula 1 kariyerinin son yılı oldu. Fernando Alonso ilk üç yarışın ikisini kazanırken, Michael ilk galibiyetine sezonun dördüncü yarışı olan San Marino Grand Prix'inde ulaştı. Bu sonuç, 2005 ABD Grand Prix'i hariç tutulursa 18 ay sonra elde ettiği ilk galibiyet oldu. Sezonun dokuzuncu yarışı olan Kanada Grand Prix'i sonrasında Fernando Alonso'nun 25 puan gerisindeydi. Kanada Grand Prix sonrasındaki üç yarışı da kazanarak farkı 11'e indirdi. Fransa Grand Prix'inde kariyerinin 68. ve son pol pozisyonunu kazandı. İtalya Grand Prix'inde Fernando Alonso motor arızası nedeniyle yarış dışı kalırken, Michael yarışı kazanarak Fernando Alonso ile arasındaki puan farkını 2'ye indirdi. Bu yarış sonrasında Michael, sezon sonunda Formula 1 kariyerini bırakacağını açıkladı. Michael, İtalya Grand Prix'nin ardından Çin Grand Prix'ini de kazandı ve Fernando Alonso ile puanları eşitlendi (116). Daha fazla galibiyete sahip olduğu için, 2004 sezonundan bu yana ilk kez sürücüler şampiyonasında liderliğe oturdu. Çin Grand Prix, Michael Schumacher'in kariyerindeki 91. ve son grand prix zaferine sahne oldu. Sondan bir önceki yarış olan Japonya Grand Prix'de yarışı lider durumda götüren Michael, 36. turda bir motor arızası nedeniyle yarış dışı kaldı. Michael, 2000 Fransa Grand Prix'inden beri, altı yıl sonra ilk kez motor arızası nedeniyle yarış dışı kaldı. Yarışı Fernando Alonso kazandı ve Michael'in 10 puan önüne geçti. Son yarışta Michael'in şampiyon olabilmesi için yarışı kazanması ve Fernando Alonso'nun da hiç puan alamaması gerekiyordu. Brezilya'da kariyerinin son yarışına çıkan Michael, 10. sıradan start aldı. Lastik patlattığı için 19. sıraya kadar düştüğü yarışın son bölümlerinde Giancarlo Fisichella ve Kimi Raikkonen'i geçerek yarışı dördüncü sırada tamamladı. Ayrıca kariyerinin 76. 'en hızlı tur zamanı' derecesini elde etti. Yarışı Scuderia Ferrari'den takım arkadaşı Felipe Massa kazanırken, Fernando Alonso ikinci sırayı aldı. Fernando Alonso, 134 puanla şampiyon oldu.
Macaristan yarışı sırasında ciddi bir kaza geçirerek takımı sezonun kalan bölümünde yalnız bırakan Felipe Massa'nın yerine geçici olarak tekrar Ferrari koltuğuna oturacağı takım tarafından resmen açıklandı. 3 yıl aradan sonra tekrar yarışlara dönecek olan Alman pilotun Felipe Massa tekrar yarışabilecek duruma gelene kadar takımda kalmasının planlandığı belirtildi. Fakat daha sonradan boyun ağrıları nedeniyle Ferrari adına yarışmaktan vazgeçtiğini açıklamıştır.
Brawn GP'nin Mercedes GP olmasının ardından büyük söylentiler çıkmaya başladı. Son alınan haberlere göre Schumacherin 2010'da Mercedes'le dönüşüne kesin gözüyle bakılıyor. Michael Schumacher, Montezemolo ile görüşerek çok büyük bir ihtimalle Mercedes GP ile yarışacağını söyleyeceği ve bu konuşmanın Montezemolo tarafından basına aktarılmasının ardından bu dönüşün gerçekleşeceği kesinleşti gibi. Dönüş gerçekleşti ve Schumacher Formula 1 geri döndü. 2010 sezonunda bu dönüş bir kısım tarafından hayal kırıklığı olarak nitelendirildi. Sezonu takım arkadaşının gerisinde bitirdi, ve ilk kez takım arkadaşına geçilmiş oldu. 2010 sezonu Schumacher'in en kötüleri yaşadığı yıl oldu. 15 yıllık kariyerinde ilk kez yarış kazanamadığı bir sezon oldu. Bir kısım tarafından ağır eleştirilere maruz kaldı. İlerleyen yaşı sürekli konu edildi. Bir kısım ise onun büyük cesaretini, azmini ve yarışma tutkusunu ayakta alkışladı. Schumacher açıklamalarında sürekli Formula 1'e dönüşünü savunmuştur. İsimine zarar vermeyi önemsememiştir ve Formula 1'e dönüşünden mutlu olduğunu dile getirmiştir. Alain Prost ve Niki Lauda gibi şampiyon isimler: "Böyle bir geri dönüş sonunda başarılı olmak çok zor, ama bunu biri başarabilecekse oda Michael Schumacher'dir" demişlerdir. Yaşının ve fiziksek durumunun başarısızlığa neden olduğu düşüncesine karşılık takım partonu Ross Brawn "Michael hala aynı. Telemetri verilerine baktığımızda sürüş tepkilerinden onun 3 yıl önceki Michael'dan hiçbir farkı olmadığını anlıyoruz" demiştir. Geri dönüşteki başarısızlık sebepleri olarak düşünülen genel kanılar, Mercedes'in 2010 aracının Schumacher'in sürüş tarzının çok uzağında bir araç olduğu, bunun yanı sıra test yasakları ile araca ve özellikle lastiklere uyum sağlayamaması da sebeplerin başında geliyor.
2010'a göre daha hızlıydı ve takım arkadaşı Rosberg'i kısmen yakaladı. Kanada'da son turlarda podyumu kaçırarak 4. oldu ve hala eski yeteneğine sahip olduğunu kanıtladı. Sezonu 76 puanla 8. sırada kapattı.
Mercedes'in galibiyet kazanacak kadar rekabetçi bir araç üretmesiyle geri dönüşünde bir yarış kazanmayı uman Schumacher, dayanıklılık sorunlarıyla başa çıkmak zorunda kaldı. Monaco'da pol pozisyonunu kazanmasına rağmen, Aldığı ceza ile pol pozisyonu sayılmadı ve yarışı tamamlayamadı. 2012 Avrupa Grand Prix'inde, son turlarda karmaşalar sayesinde 3. olarak podyuma çıktı. Öyle ki yarış bittiği halde Schumacher 3. olduğundan haberdar bile değildi. 2012 Brezilya Grand Prix'inde kariyerine son vererek elinde bayrakla son turunu atarak F1'den emekli oldu.
Michael, Schuberth firmasının kasklarını kullanmıştır. Bu firma, kask dizaynında karbonfiber teknolojisini kullanan ilk firmadır. 2004 senesinde Michael için tasarlanan kaskın prototipi, sağlamlığının kontrolü için çok zorlayıcı testlere tabi tutulmuş, hatta üzerinden tank geçirilmiştir. Kask, tüm bu denemelerden sağlam çıkmayı başarmıştır. Kaskta bulunan yaklaşık 50 küçük hava deliği ile iyi bir hava sirkülasyonu sağlayan kask, aynı zamanda sıvı alımını sağlayacak pipet kanalları da içermektedir.
1991-2001 yılları arasında; arka kısmında Alman bayrağı, üst kısmında mavi zemin üzerinde beyaz yıldızları, ve 1996'dan de itibaren Scuderia Ferrari'ye katılmasıyla beraber, Ferrari'nin simge haline gelmiş Şahlanan At logosunun yer aldığı beyaz kaskı kullanırken; 2001-2006 senelerinde aynı temaların yer aldığı tümüyle kırmızı kaskı kullanmıştır. Ayrıca kaskında sponsor firmaların logoları da her sezonda yer almıştır.
Schu |
macher 2013'te Alp Dağları'nda büyük bir kaza geçirerek başını kayaya çarptı. O günden 2016'ya kadar üç sene geçmiş olsa da Schumacher sadece koma durumundan çıkabildi. Hala yakınlarını tanımıyor ve ailesi basına durumunu gizli tutması nedeniyle yeni haberler almak zorlaşıyor.
3. Schumacher kayak kazası
Haldun Dormen
Ahmet Haldun Ömer Dormen (d. 5 Nisan 1928, Mersin), Türk eğitmen, yönetmen, oyuncu, yazar, çevirmen.
Bulvar komedisi ve vodvil türünde uzmanlaşmış bir tiyatro yönetmenidir. 1998 yılında Kültür Bakanlığı'nca verilen Devlet Sanatçısı unvanını almıştır.
Babası, Kıbrıslı aydın bir iş adamı olan Sait Ömer Bey, annesi İstanbullu bir paşa kızı olan Nimet Rüştü Hanım'dır. Bir yaşına basmadan, ailesi İstanbul, Şişli'ye yerleşti. Sahneye ilk defa Galatasaray Lisesi’nde ortaokul öğrencisi iken "Demirbank" oyununda yirmibeş kuruş rolüyle çıktı.
Lise öğrenimini Robert Kolej’de tamamladı. Sekiz yaşında geçirdiği bir kaza sonucu sol ayağı sakatlandı.
Tiyatro eğitimini ABD'de Yale Üniversitesi’nde aldı. Yüksek lisans derecesiyle mezun oldu. İki yıl süreyle Amerika Birleşik Devletleri'nde çeşitli tiyatrolarda oyunculuk ve yönetmenlik yaptı. Hollywood'da Pasadena Playhouse'da 4 oyunda oynadı. İstanbul'a döndüğünde önce Muhsin Ertuğrul yönetimindeki Küçük Sahne'ye girdi ve "Cinayet Var" adlı oyundaki dedektif rolüyle ilk kez Türk seyirci karşısına çıktı. O sıralarda Beyoğlu Parmakkapı sokakta gençlerle birlikte 60 kişilik cep tiyatrosunu açtı.
22 Ağustos 1955 gecesi Süreyya sinemasında Dormen Tiyatrosu'nun ilk oyununu sergiledi. 1957 Eylül'de Küçük Sahne'nin kendisine teklif edilmesiyle oyunlarını sergilemeye orada devam etti. 1957'de "Papaz Kaçtı" komedisi ile Dormen Tiyatrosu'nu kurdu. Erol Günaydın, Altan Erbulak, Metin Serezli, Nisa Serezli, Erol Keskin, İzzet Günay, Yılmaz Köksal, Ayfer Feray gibi onlarca sanatçı yetiştirdi. Topluluk en parlak dönemini 1957-1972 yılları arasında yaşadı. 1961'de Türkiye'deki ilk Batılı anlamdaki müzikal olan "Sokak Kızı İrma"'yı sahneledi. Gülriz Sururi'yi buradaki İrma rolüyle Türkiye'ye adını duyurdu. 1962'de Beyoğlu'ndaki tarihi Ses Tiyatrosu'na geçti, 10 yıl süreyle çalışmalarını orada sürdürdü. Oynadığı oyunlar arasında başlıcaları "Bit Yeniği", "Şahane Züğürtler", Erol Günaydın ve Cemal Reşit Rey'in yazdığı "Yaygara 70"tir.
Bozuk Düzen ve Güzel Bir Gün İçin adlı iki film yönetti. Bu filmlerde Dormen kadrosunun yanı sıra Belgin Doruk, Ekrem Bora, Nurhan Nur, Müşfik Kenter, Nedret Güvenç gibi isimlerde yer aldı. Bu iki film 1966 ve 1967 yıllarında Altın Portakal Film Festivali'nde yedi tane ödül kazandı. Ama gişede bekleneni vermedi.
1972'de tiyatrosunu kapatmak zorunda kalıp televizyona, yazarlığa ve hocalığa yöneldi. Aralarında "Unutulanlar", "Anılarla Söyleşi", "Kamera Arkası", "Dadı", "Pop Star" gibi programlarn olduğu onlarca programla televizyonda devamlı yer aldı. Aynı yıllarda Milliyet gazetesinde "Çeşitlemeler" adlı köşesiyle gazeteciliğe başladı. Milliyet gazetesindeki yazılarını sekiz yıl sürdürdü.
1981'de Egemen Bostancı ile tanıştı. "Hisseli Harikalar Kumpanyası", "Şen Sazın Bülbülleri" gibi müzikalleri yazıp yönetti. 1984'te Egemen Bostancı'nın ısrarıyla 17 yıl sürecek olan ikinci Dormen Tiyatrosu'nu yeniden kurdu. Aynı yıllarda Gencay Gürün'ün yapımcılığında İstanbul Şehir Tiyatroları'nda 30 yıl kapalı gişe oynayan Lüküs Hayat'ı sahneye koydu. Lüküs Hayat'ı daha sonra İzmir ve Mersin Operalarında ve Eskişehir Şehir Tiyatroları'nda yönetti.
2002 yılında ekonomik nedenlerle tiyatrosunu kapatmış fakat çeşitli tiyatrolarda oyunculuğuna ve yönetmenliğine devam etmiştir.
Haldun Dormen dördü otobiyografik olan ("Sürç-ü Lisan Ettikse", "Antrakt", "İkinci Perde", “ Nerede Kalmıştık” ) beş kitap ve on iki oyun yazmıştır. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında kadın sahne sanatçılarının yaşadıklarına ışık tutan "Kantocu" adlı eseri İstanbul, Eskişehir, Ankara'da sahnelendi..
1997'de Yapı Kredi adına halen devam etmekte olan Afife ödüllerini başlattı.
Yaşamı boyunca iki yüz ellinin üstünde ödül kazanan sanatçı; İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı'nda dersler vermiş; Hacettepe Üniversitesi tarafından Onursal Bilim Doktoru olarak ödüllendirilmiş; 1998 yılında Kültür Bakanlığı'nca verilen Devlet Sanatçısı unvanını almıştır.
Dormen, 1959'da halkla ilişkiler alanında dünyaca tanınan bir isim olan Betül Mardin ile evlenmiş, sekiz yıl süren bu evliliğinden Ömer adlı bir oğlu dünyaya gelmiştir.
Halen İzmir'deki Sahne Tozu Tiyatrosu'nun sanat danışmanlığını yürütmekte olan Dormen onun adına yapılan salonda çeşitli oyunlar sahneye koymuştur (Sahne Tozu Tiyatrosu Haldun Dormen Sahnesi -İzmir) Aynı kuruluşun kurduğu Sahne Tozu Tiyatrosu Nişantaşı Akademisi'nde müzikal dersi vermektedir.
Işıl Kasapoğlu
Işıl Kasapoğlu (d. 1957, İstanbul), Türk tiyatrocu
1982'de Paris'te "Theatre a Venir" adlı tiyatroyu, 1995'te Cüneyt Türel ve Tilbe Saran'la birlikte İstanbul'da Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosu'nu, 1997'de İzmit Şehir Tiyatrosu'nu, 2002'de kendi bağımsız tiyatrosu Semaver Kumpanya'yı kurdu. 1983'ten başlayarak gerek Theatre a Venir'de gerekse ödenekli veya özel tiyatrolarda oyunlar yönetti. Sahnelediği oyunlarla pek çok ödüle değer görüldü. Semaver Kumpanya'nın sanat yönetmenliğini yapmaktadır. Devlet Tiyatroları sanatçısıdır.
1957 yılında İstanbul'da doğdu. Galatasaray Lisesi'inde öğrenim gördü. Lise yıllarında okulun tiyatro koluna girdi; Şehir Tiyatrosu'nda figüranlık ve şehir tiyatrosunun bir birimi olan Tepebaşı Deneme Sahnesi'nde Beklan Algan'a asistanlık yaptı; işçi tiyatrolarında rol aldı. On altı yaşında Onat Kutlar ile tanıştı; onun sayesinde radyo oyunları yazmaya başladı.
İstanbul'da iki yıl hukuk öğrenimi gördükten sonra 1978'de Fransız Kültür Merkezi'nin kültür bursuyla Fransa'ya gitti. 1981'de Paris Sorbonne Üniversitesi Tiyatro Bölümü'nü tamamladı ve 1983'e kadar Paris Konservatuvarı'nda Pierre Vail Atölyesi'nde çalıştı. 1978-1983 yılları arasında Paris'te birçok yönetmene ve Théatre de Liberté'de Mehmet Ulusoy'a asistanlık yaptı.
1982'de Paris'te "Theatre a Venir" adlı tiyatroyu kurdu. 1983 yılında Chaillot Devlet Tiyatrosu'na bir gençlik oyunu yönetti. Ardından kendi tiyatrosunda birçok oyun yönetti; bu oyunlarla festivallere katıldı, turneler yaptı.
1987'de İstanbul Şehir Tiyatroları'nın daveti üzerine İstanbul'a gelerek Carlo Goldoni'nin İki Efendinin Uşağı oyununu sahneledi. Bu oyun, "Kültür Bakanlığı En İyi Yönetmen Ödülü"ne değer görüldü. 1990'da yeniden İstanbul Şehir Tiyatroları'nın daveti ile İstanbul'a gitti ve Shakespeare'in Kral Lear oyununu sahneledi. Bu oyun ile 1990-1991 sezonunda Avni Dilligil En İyi Yönetmen Ödülü'nü, 1993-1994 sezonunda Tiyatro Eleştirmenleri Birliği İstanbul Jürisi Ödülü'nü kazandı.
Devlet Tiyatroları'nda yönetmen olarak çalıştı ve Anadolu kentlerinde Sheakespeare oyunları sahneledi. Diyarbakır ve Trabzon'da, Macbeth, Kısasa Kısas, Venedik Taciri oyunlarını sahneledi.
1995'te Cüneyt Türel ve Tilbe Saran'la birlikte İstanbul'da İstanbul'da Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosu'nu, 1997'de İzmit Belediyesi Şehir Tiyatrosu'nu kurdu. İzmit Şehir Tiyatrosu'nun ilk oyunu olarak Hamlet'i 6 saatlik tam versiyon olarak sahneledi.
2002'de İstanbul'a kendi bağımsız tiyatrosu Semaver Kumpanya'yı kurdu. Semaver Kumpanya'nın sanat yönetmenliğini yapmaktadır.
Karaağaç
Karaağaç, karaağaçgiller (Ulmaceae) familyasının "Ulmus" cinsinden ağaç türlerine verilen ad
Dünya üzerinde ılıman iklim bölgelerinde Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya'da yayılış gösterirler.
Karaağaçlar yapraklarını döken boylu orman ağaçlarıdır. Tomurcuklar kiremitvari olarak dizilmiş olan çok sayıda pullarla örtülüdür. Sürgünler pseudoterminal tomurcukludur ve sürgünlere iki sıralı sarmal dizilmişlerdir. Yaprak ve çiçek tomurcukları farklı şekil ve büyüklüktedir. Yaprak tomurcukları küçük dar yumurtamsı konik biçimde olmalarına karşın çiçek tomurcukları büyük ve hemen hemen küreseldir. Yapraklar sade (basit), kısa saplı, dip tarafları az veya çok çarpık (asimetrik), kenarları çift dişlidir. Çiçekler erdişidir. Çiçeğin çan biçimindeki çanağı 4-9 lopludur ve lop sayısı kadar etamini vardır. Yumurtalık basıktır, derin parçalanmış iki stigması vardır. Erdişi çiçeklerin birçoğu bir arada yan durumlu olarak yaprak koltuğundan demet oluştururlar. Çiçekler ilkbaharda yapraklardan önce açarlar veya bazı taksonlarda ise çiçekleri sonbaharda görülür. Meyve basık bir nustur. Nusun etrafı, damarları belirgin, zarsı bir kanatla çevrilmiştir. Çiçek açmasından birkaç hafta sonra olgunlaşır.
Karaağaçların yaşlı gövdelerinde kabuklar çoğunlukla kalın boyuna oluklu çatlaklıdır; birkaç taksonda ise gövde kabukları uzun yıllar çatlamadan, düz ve parlak kalır. Amerika'daki kızıldereliler bir zamanlar bazı karaağaç kabukları liflerinden ip ve halat yapmışlardır. İç kabuğu ilaç olarak kullanmışlardır.
Odunları koyu, diri odunları açık renkli olan ve güzel cila kabul eder. Odunları büyük halkalı traheli gruba dahildir. İlkbahar odununda büyük traheler bir veya iki sıra halinde yan yana gelerek halka şeklinde düzenli bir diziliş gösterir. Yaz odununda ise dar lümenli küçük traheler, birbirine paralel uzanan, dalgalı bantlar üzerinde bir araya gelerek devamlı şeritler halinde görülürler. Odunları sert, ağır, yüksek şok mukavemetine haiz ve elastikidir; kolay yarılmaz.
Kullanış yerleri mobilyacılık ve kaplamacılıktır. Karaağaç tomrukları su borusu olarak kullanılmışlardır.
Genellikle sıcak severler; sulak yerlerde, nehir ve dere kenarlarında yetişirler. 1919 yılında Hollanda'da görülen ve kısa zamanda Avrupa'ya yayılan karaağaç kurumalarına neden olan bir mantar hastalığı vardır. Bu mantar "Ophiostoma ulmi" adındaki bir mantardır.
Kiraz
Kiraz ("Prunus avium"), gülgiller (Rosaceae) familyasından Kuzey Akdeniz kıyıları, Güney Kafkasya, Hazar Denizi ve Kuzeydoğu Anadolu'da doğal olarak bulunan meyve ağacı.
Meyvesi taze olarak yenir. Hoşaf, reçel ve konservesi yapılır. Ayrıca Giresun ilinde 'kiraz tuzlusu kavurma' adıyla yemeği yapılmaktadır.
Yunan mitolojisinde karşı |
lığı doğum ve yenilenme, Çin'de ise ölümsüzlüktür. Giresun ili ismini kiraz meyvesinden almıştır. Kerasus kiraz meyvesinin Roma dönemindeki adıdır.
Erik
Erik, gülgiller (Rosaceae) familyasından "Prunus" cinsinden meyvesi yenen bazı ağaç türlerinin ortak adı.
Türkiye'de Doğu Anadolu'nun yüksek yayla mıntıkası ile, Güneydoğu Anadolu'nun kurak ve çok sıcak bir kısım yerleri hariç her tarafta yetişir.
Erkenci dönem can eriğini yaz ortalarında olgunlaşan Japon eriği ("P. salicina") takip eder. Ağustosta olgunlaşmaya başlayan Avrupa eriği ("P. domestica") ise ekim ayına kadar yenebilir. Farklı dönemlerde olgunlaşan eriğin, farklı biçim ve büyüklükteki meyvelerinin ince kabuğu, türlere göre yeşil, sarı, kırmızı ve mor renklerdedir. Türkiye'de en tanınmış erik çeşitleri can eriği, papaz eriği, mürdüm eriği ve tatlı üryani eriğidir.
Anavatanı Anadolu olan erikler, dünyanın değişik iklim bölgelerine göçler ve harpler sebebiyle adapte olmuşlardır. Kafkasya ve Hazar Deniz'i çevresinden dünyaya yayıldığı sanılmaktadır. "Prunus institia" adlı bir diğer erik türünün anavatanı ise Şam bölgesidir. Bütün dünyadaki erik çeşitlerinin sayısı, 2.000'den fazladır. Türkiye'de yetiştirilen çeşitlerin sayısı da 200'ün üstündedir.
Erikler olgunluk zamanlarına, kullanma şekillerine göre çeşitlere ayrılır. Türkiye Milli Bağ-Bahçe Komitesinin Türkiye'de yetiştirilmesini tavsiye ettiği çeşitler; Can, Santa Roja, Red Kennen, Climax, Formasa, Reine Claude Violette, Reine Claude Verte, President, Giant, Red Heart, Stanley, Köstendil, Karagöynük, Üryani, D'Agant'tır.
Erik ağaçları tür ve çeşitlerine göre iri boylu ağaçları teşkil ettikleri gibi, küçük boylu ağaçlar veya çalı şeklinde olanları da vardır.
Sert çekirdekli bir meyve ağacı olan eriğin iç kısmının sertleşmesiyle sert çekirdek kabuğu meydana gelir. Yenilen kısmı etli ve suludur. Meyveleri şekil, renk ve tat bakımından çok farklıdır. Tohumları (çekirdekleri) acıdır.
Erik çeşitleri, tohum teşekkülü bakımından kendine verimli, kendine kısmen verimli ve kendine kısır olarak üç grup altında toplanır. Kendine kısmen verimli çeşitlerden de iyi ürün alınabilmesi için, tohum teşekkülü çeşitlerine ihtiyaç vardır.
Erik ağacı çeşitli toprak tipinde yetişmekle beraber en iyi olarak besin maddelerince zengin, humuslu, sıcak, yeteri kadar nemli, orta derin ve derin topraklarda iyi yetişir. Kültür erik çeşitleri çelik ve aşıyla üretilir. Fidanlıklarda en çok durgun göz aşısı kullanılır. Kültür erik çeşitleri için muhtelif erik türleri, şeftali, kayısı ve badem anaç olarak kullanılabilir.
Meyvelerinde şekerler, pektin ve organik asitler vardır. Meyve olarak yenir. Kurutularak hoşaf ve çeşitli yörelerde değişik pestil yapımında kullanılır.
Erik bol miktarda B vitaminleri içermektedir, ayrıca potasyum ve magnezyum minerali açısından da zengin bir meyvedir. 100 g taze erik; 192 kJ (46 kcal), 17,8 g karbonhidrat, 299 mg potasyum, 17 mg fosfor, 2 mg sodyum, 18 mg potasyum, 0.5 mg demir, 0.4 mg lif içermektedir. Ayrıca A, B, B, B, B, C, E vitamininide içermektedir. Yaz meyvesidir.
Ceyhan
Ceyhan, Adana ilinin ilçesidir. Adana'ya 47 kilometre uzaklıktadır. Adana'nın merkez ilçeleri dışında en fazla nüfusa sahip ilçesidir.
Ceyhan, kuruluşundan günümüze kadar şu isimleri almıştır; 1860 yılından sonra Yarsuat, 1896 yılından sonra II. Abdülhamid'e izafen Hamidiye, daha sonra 1909’da Urfiye ve cumhuriyet sonrası ise 3 Mayıs 1929'da Ceyhan adını almıştır.
Şehrin bilinen tarihi 9 bin yıl öncesine dayanmaktadır. Ceyhan Ovası Hitit, Asur, Fenike, Mısır, İran, Roma ve Bizans medeniyetlerine evsahipliği yapmıştır.
Boğazköy ve Kültepe tabletlerinde adı geçen üç krallıktan, Luvi Krallığı'nın (MÖ 1900) Ceyhan Nehri'nin doğu kısmında, Arzava Krallığı'nın ise (MÖ 1500-1333) nehrin batı kısmında kurulduğu anlaşılmaktadır. Luviler Asurluların, Arzavalılar ise Hititlerin egemenliği altına girmişlerdir. Kizzuwatna Krallığı ise Seyhan ve Ceyhan nehirleri arasında kurulmuş olup Hitit egemenliğine girmiştir.
MÖ 1200 yılında Hitit Krallığının ortadan kalkması ile Kue Krallığı kurulmuş (MÖ 1190-713), Kral Asistavands Karatepe şehrini kurdurmuştur. Daha sonra bölge Asurlar'ın, Babiller'in, Persler'in, Büyük İskender'in, Selevkoslar'ın, Helenistik Mısır Krallığı'nın, Roma İmparatorluğu'nun, Bizans İmparatorluğu'nun, Emeviler'in, Abbasiler'in, Tolunoğulları'nın, Hamdaniler'in ve tekrar Bizans'ın eline geçti.
1071 Malazgirt Meydan Muharebesi sonrası, Süleyman Şah (Anadolu Selçuklu Devleti'nin kurucusu) 1083 yılında Ceyhan Ovası'nı ve Adana'yı tamamen ele geçirdi. 1097 yılında Kilikya Ermeni Krallığına bağlanan Ceyhan 14. yüzyılda Mısır Memlüklülerinin eline geçer ve sonrasında Dulkadir oğlu Beyliği topraklarına katılır. O yıllarda nüfusu 5.000'dir. Ceyhan, 1353-1515 yılları arasında Memlüklere bağlı Ramazanoğulları Beyliği'nın hakimiyeti altında kalmıştır. Bu topraklar için Memlükler ve Osmanlılar 1485-1498 yılları arasında savaştılar. 1515 yılından itibaren Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferi sırasında Adana toprakları Ceyhan Ovası ile birlikte Osmanlı Devletinin idaresine girdi.
1525 yılına ait Osmanlı Tapu tahrir defterinde adı Yarsuvat olarak geçmektedir. Yarsuvat Kırımca'da nehir kenarı anlamına gelmektedir. Bu dönemde bölgeye yerleştirilen Kınık Türkmenleri, Oğuzların Üçok koluna ait Denizhanoğulları soyundan gelmektedir. Nitekim bugün bölgede kalabalık bir nüfusa sahip olan Sırkıntıoğulları, Karsantıoğulları, Kozanoğulları, Cerit, Yüreğir, Barak, gibi Türkmen obaları Oğuzların Kınık boyuna bağlıdırlar. Konar-göçer Oğuzların Türkmen, Avşar boyları uzun yıllar yörede kışlak olarak yaşamışlardır.
1833-1840 tarihleri arası Ceyhan Ovası el değiştirerek Mısırlı İbrahim Paşa'ya geçmiştir. İbrahim Paşa özellikle Menemencioğulları Türkmenleri başta olmak üzere diğer Türkmen boylarının yardımıyla Konya'ya kadar ilerleyerek Osmanlı yönetiminden çıkmıştır. Mısırlı İbrahim Paşa kendisine destek vermeyip Osmanlıyı destekleyen aşiretlere ise çok acımasız davranmıştır. Örneğin Sırkıntıoğulları ve Karsantıoğulları'nın tüm mallarını yağmaladığı gibi, bu Türkmenleri kılıçtan geçirme kararını bile almıştı. Ancak Menemencioğlu Ahmet Bey'in itirazı nedeniyle bu kararını uygulayamamıştır. Mısır ordusu bölgede Osmanlı yanlısı Türk boylarını sindirmek için özellikle sürgün taktiğini çok kullanmıştır. Özellikle bölgenin en büyük aşireti olan Sırkıntı Türkmenlerini pasivize etmek için Sırkıntıoğlu Murtaza Bey, İbrahim Paşa'nın emriyle Mısır'a sürgün edilmiştir. Ceyhan 1841 yılında tekrar Osmanlı yönetimine geçmiştir. Kurtuluş Savaşı yıllarında ise Türkmen boyları tarafından kurulan Kuvay-ı Milliye birlikleri bölgede destan yazmışlardır. Sırkıntılar grup komutanlığı gibi birçok birlikler Ceyhan'ın kurtuluşuna önemli katkıda bulunmuşlardır.
Kırım Savaşı'ndan sonra Osmanlılar buraya Nogay Türklerini ve 93 Harbi'nden sonra da Rumeli Türklerini iskan etmişlerdir. 1896 yılında II. Abdülhamid tarafından Hamidiye adı verilmiş 1908 yılında ise Urfiye olarak değiştirilmiştir.
19 Temmuz 1926'da ilçe yapılmış ve Cebelibereket (Osmaniye) vilayetine bağlanmış ve son olarak 3 Mayıs 1920 yılında çıkarılan yasa ile adı Ceyhan olarak değişmiştir. 1933 yılında Cebelibereket ilinin ilçe yapılması üzerine bugünkü statüsüne kavuştu.
Akdeniz Bölgesi'nde yer alan Ceyhan Adana'ya 43 km uzaklıkta, Akdenize 30 km. uzaklıkta, 36. ve 37. kuzey enlemleri ile 35. ve 36. doğu boylamları arasında olan bir ilçedir. Güneyde Yumurtalık, Kuzeyde Kozan, kuzeybatısında İmamoğlu, kuzey doğusunda Kadirli, batıda Yüreğir, doğuda Osmaniye, Hatay iline bağlı Erzin ilçesi ile komşudur.
İlçenin önemli bölümü tarımsal arazi ile kaplı olup yüzölçümü 1.424 km²'dir ve 71 mahallesi vardır.
En önemli akarsu Ceyhan Nehri ilçenin kenarından geçmektedir ve uzunluğu 509 km'dir. Ayrıca Mercin Suyu, Karaçay, Handeresi, Çeperce Deresi ilçenin akarsularıdır.
Yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlı geçen ilçenin iklimi tipik Akdeniz iklimidir. Yağış miktarı Ceyhan Ovası'nda 600–750 mm. iken, dağlık alanlarda 750–1000 mm arasında olup, yağışların %50'si kışın, %27'si ilkbaharda, %18'i sonbaharda, %5'i yaz aylarında düşer.
Ceyhan'ın bitki örtüsünü makiler oluşturmaktadır. Ceyhan büyük bir ova olduğu için orman alanlar tahrip edilerek tarım alanlarına dönüştürülmüştür. Buna rağmen yer yer çam ormanlarına rastlanır.
Ceyhan'da son yıllarda oluşturulan okaliptus (sıtma ağacı-selvi ) ormanları ise geniş alanlar kaplamaktadır. Yine tarımı geliştirmek için ekilen zeytin, turunçgil, kavak ekili alanlar da geniş yer kaplamaktadır.
Ceyhan tabi orman bakımından fakirdir. Lakin kerestecilik maksadıyla okaliptüs ve kavak yetiştiriciliği yapılmaktadır. Ceyhan'da kerestecilik ve mobilyacılık gelişme göstermiştir.
Ceyhan'da üretilen orman ürünleri genellikle kereste ve odun olarak tüketilmektedir.
Ceyhan, güneyden ve kuzeyden iki önemli yolla çevrilidir.
Avrupa'yı Asya'ya bağlayan E-90 ve E-91 karayolu ile Türkiye'de İç Anadolu, ve Ege'yi Güneydoğuya bağlayan D-400 Devlet Karayolu Ceyhan'dan geçmektedir. D-400 Karayolu Ceyhan Şehrinin 3 km. kadar Kuzeyenden geçerken yine TAG (Pozantı-Tarsus–Gaziantep Otoyolu)olarak adlandırılan E-90 ve Avrupa'yı Beyrut ve İsrail'e bağlayan TEM otoyolu da Ceyhan'ın 7 km. kadar güneyinden geçmektedir.
Ayrıca Türkiye'yi Ortadoğu'ya bağlayan demiryolu hattı Haydarpaşa-Bağdat Demiryolu da Ceyhan'dan geçmektedir.
Ceyhan, Adana Havaalanına da 50 km. uzaklıktadır. Deniz ulaşımı için de Yumurtalık ve İskenderun limanlarına yakındır. Kısacası deniz, hava, kara ve demiryolundan ulaşımı kolay bir ilçemizdir.
Ana geçim kaynağı olarak tarım gösterilebilir. İlçe, tipik bir Çukurova ilçesi olarak, geçmişte akıllara yer eden pamuk üretimiyle anılsa da, şimdilerde değişen ekonomik kaygılar sebebiyle, dönemden döneme değişmekle beraber buğday, mısır, karpuz,soya ve Osmaniye yerfıstığı üretimine de sıklıkla rastlanır. Köylerde ufak çapta küçük ve büyük baş hayvancılık da yapılır. Tarımın ekonomide yoğun olarak yer alması, Ceyhan'ın ticaret ve sanayi imkânlarını da arttır |
mıştır. Ceyhan çevresinde eskiden onlarca çırçır fabrikası yer alırken bugün bunlar yerini mısır kurutma tesislerine bırakmıştır. Ayrıca; Yumurtalık Serbest Bölgesine,Yumurtalık-Sugözü Termik Santraline, BOTAŞ'ın BTC (Bakü-Tiflis-Ceyhan) Boru Hattı olarak bilinen ve Bakü'den Yumurtalık'a uzanan Petrol Boru Hattına, Hatay sınırındaki Toros Gübre Sanayii'ne, Adana ve Osmaniye Organize Sanayi Bölgelerine yakınlığı da Ceyhan'ın ekomisinde etkili rol oynar.
İlçenin nüfusu 2012 yılı sonu itibarıyla 158.377'dir. Bunun 106.487'si ilçe merkezinde, 51.890'ı ise kasaba ve köylerde yaşamaktadır.
İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçeye bağlı; 113 mahalleden oluşmaktadır.
Ceyhan'ın 112 mahallesinin 31'i merkezde bulunmaktadır. Merkez mahallelerinde 113.914 kişi (% 70,9) yaşamaktadır. En uzak mahallesi ise 40,5 km uzaklıktaki Günlüce mahallesidir. Merkez mahalleleri dışında nüfusu en fazla olan, 3.806 kişi ile Büyükmangıt mahallesidir. Ceyhan'ın nüfusu 2017 yılında % 0,28 artmıştır
Ceyhan ilçesinin mahallelerinin ilçeye uzaklığı, rakımı ve nüfusu
* Km, Burhaniye Mahallesi'nde bulunan kaymakamlığa olan uzaklıktır.
Ceyhan'ın Futbol Bölgesel Amatör (BAL) liginde 2 takımı vardır.
19 Temmuz 1926'da ilçe yapılmış ve Cebelbereket (Osmaniye)vilayetine bağlanmış ve son olarak 3 Mayıs 1920 yılında çıkarılan kanunla adı Ceyhan olarak değitirilen ilçe 1 Hazirah 1933'te Osmaniye'nin ilçe haline getirilmesiyle Osmaniye'den ayrılarak Adana'ya bağlanmıştır.
David Gilmour
David Jon Gilmour, CBE (d. 6 Mart 1946, Cambridge) İngiliz psychedelic rock grubu Pink Floyd' un gitaristi ve solistidir. 13 yaşındayken komşuları tarafından hediye edilen bir klasik gitar ile yolculuk başladı. Çevresinde mükemmel ritim duygusu ve gitara olan hakimiyeti ile dikkat çekiyordu.
1962'de arkadaşlarıyla Jokers Wild isimli blues rock tarzı bir grup kurarak Paris'e gidip Avrupa turu yaptı. Fransızcası iyiydi ve müziğin yanı sıra Paris'te erkek model olarak çalıştı. 1967 yılında arkadaşı Syd Barrett'ın teklifi ile Pink Floyd'a katıldı. Gubun beş kişi olduğu kısa dönemde A Saucerful of Secrets isimli bir de albüm çıkardılar. Sadece beş ay Syd Barrett ile birlikte çaldıktan sonra Barrett rahatsızlığı nedeniyle gruptan ayrılmıştır. Barrett, Pink Floyd'un lideri konumda olması nedeniyle o ayrıldıktan sonra grup bocalamış, Gilmour grubun umudu olmuştur. Gilmour'un Pink Floyd'da seslendirdiği ilk şarkı Julia Dream'dir. Onun özgün gitar çalış tarzıyla Pink Floyd, dönemindeki diğer gruplardan ayrı bir yere sahip olmuştur. Syd Barrett gittikten sonra grup lidersiz devam etmiş; bu da bir süre sonra sorun çıkarmaya başlamıştır. Grubun basgitaristi ve söz yazarı Roger Waters yazdığı politik sözleri ve yarattığı müzik ile grubun en yaratıcısı konumuna gelmiş, kendini grubun diğer üyelerinden daha yukarıda görmeye, hatta gruba direktifler vermeye başlamıştır. Yaşanan anlaşmazlıklar sonucu Waters grubu dağıttığını açıklamış, fakat Gilmour buna karşı çıkıp Waters'a dava açmış ve davayı kazanarak Pink Floyd adını Nick Mason ve Rick Wright ile devam ettirmiştir. Grubun lideri olmuştur.
Roger Waters'ın gruptan ayrılmasından sonra 1987'de yayınlanan A Momentary Lapse of Reason'da grup şarkı sözü yazma konusunda sıkıntıya düşmüş ve dışarıdan yardım almıştır. Bu albümden sonra 1994'te yayınlanan The Division Bell'de ise Gilmour'un müzikal tarz ön plana çıkmış, albüm listelerde birinci sıraya yükselmiştir. Grup 2014'e kadar albüm çıkarmamıştır.
2014 yılına gelindiğinde 2008 yılında vefat eden Rick Wright için bir albüm yapmak isteyen David Gilmour, Nick Mason ile tekrar stüdyoya girip The Endless River isimli albümü çıkarmıştır. Bu albümde Division Bell albümünde yayınlanmayan parçalar kullanılmıştır. Bu albümden sonra Gilmour bir röportajında Pink Floyd'un tamamen bittiğini ve birdaha albüm çıkarmayacağını açıklamıştır.
Gilmour'un, David Gilmour, About Face, On An Island ve Rattle That Lock adında dört solo albümü bulunmaktadır. İlk prodüktörlüğünü 1973'te Unicorn adlı gruba yapmıştır. On An Island ve Rattle That Lock albümleri ise müzikal yaratıcılığının doruk noktasıdır.
Pink Floyd, gruptan ayrılan Waters ile yıllar sonra Temmuz 2005'te Londra 'da Hyde Park'ta Afrika'da yoksullukla mücadele için dünya genelinde 10 ülkede düzenlenen Live 8 konserinde birlikte sahneye çıkmıştır. Bu konser klasik dörtlünün (Waters, Wright, Gilmour, Mason) beraber çaldığı son konser olmuştur.
David'in en önemli hobisi uçmak; bunun dışında model uçak ve enstrüman koleksiyonculuğu ile ilgileniyor ve çeşitli havacılık gösterilerine katılıyor. Çift motorlu uçaklar, helikopterler, jetler için ehliyeti var. Bunun yanı sıra çok pahalı bir gitar arşivine sahip olan Gilmour Fender Stratocaster'in 0001 seri numaralı gitarına sahiptir.1986 yılında evlendiği Ginger Gilmour'dan 1990 yılında ayrıldı. 29 Temmuz 1994'te Polly Samson'la evlendi. Üçü eski eşinden olmak üzere 7 çocuk babasıdır.
Christopher Street Day
Christopher Street Day (CSD), Avrupa'da yer alan senevî LGBT Onur kutlaması ve gösterisi.
Ayrımcılık ve dışlanma karşıtlığı ve LGBT hakları adına Avrupa çapında birçok şehirde sunulur. Bir tek Almanya'da ve İsviçre'de "Christopher Street Day" ismi kullanılır; diğer ülkelerde ise "Gay Pride", "Pride Parade" veya Türkiye'de "LGBT Onur Yürüyüşü" isimleri kullanılır. Avusturya'da bu etkinliklere ""Rainbow Parade"" ("Gökkuşağı Yürüyüşü") ismi verilir. En büyük CSD etkinlikleri Madrid, Köln, Berlin ve Zürih'te yer alır.
Onur Haftası Christopher Street Day olarak geçen bu hafta, ABD'de 1970'lerin başında eşcinsellerin baskılar karşısında birkaç gün süren protesto yürüyüşleri ve direnişlerinin sonucunda (Stonewall ayaklanmaları) kutladıkları bir haftadır. İsmini bu direnişlerin yer aldığı New York'taki Christopher Street'ten alır.
"Christopher Street Day" adı altında LGBT Onur etkinliklerin yer aldığı yerleşimler:
Saka kuşu
Saka kuşu ("Carduelis carduelis"), ispinozgiller (Fringillidae) familyasından kafeslerde çok beslenen ötücü bir kuş türü.
Erişkinlerde gaga dibinden gözün arka ucuna kadar yayılan kırmızılığı yalnız gaga ile göz arasındaki koyu esmer bir bant keser. Gözün gerisindeki yanları beyaz, tepe ve boyun yanları siyahtır. Kanatların ortası boyunca, gövdeye doğru sarı renkli geniş bir bant uzanır. Kanatların beyaz lekeli arka kenarları dışında kalan öbür bölümleri siyah, sırt kahverengi, kuyruksokumu beyazımsıdır. Siyah kuyruk tüylerinin uçlarında da beyaz lekeler bulunur. Gençlerde kanat ve kuyruk tüyleri erişkinlerinki gibidir. Ama öbür bölümler grimsi kahverengi ve koyu çizgilidir. Yerli sakaların uzunluğu 12–13 cm, kasım sakalarının (Sibirya sakası olarak da bilinir) uzunluğu 15 cm ve kömürcü sakalarının uzunluğu ise 11 cm civarındadır.
Sakakuşunun adının kökeni ilginçtir. Parlak renkleri, güzel ötüşü ve kafeste kolay beslenebilmesi sebebiyle sakakuşunun çok eski dönemlerden beri kafeste beslendiği bilinmektedir. Doğada sakakuşunun yuva yapmak ya da besin elde etmek için küçük dalları iki ayağı ile tünediği zemine kıstırıp kendine doğru çekebildiği gözlenmektedir. Ortaçağda sakakuşunun bu özelliğinin keşfedildiği ve bunun bir seyir haline getirildiği bilinmektedir. Kafeste beslenen sakanın içme suyu küçük bir kap içine konarak kap tüneğe bağlandıktan sonra kafesin dışına sarkıtılmaktadır. Sakakuşu susayınca doğal yeteneğini kullanarak su kabinin ipini ayaklarıyla çekip kabı tünek hizasına getirmekte ve suyu içmektedir. Bu özelliği sakakuşunun sakalık, yani su satıcılığı mesleğinin adıyla anılmasına yol açmıştır
En iri saka kuşu Carduelis carduelis major/Sibirya sakasıdır.Major sakalar soğuğa en dayanıklı saka türleri olmakla beraber neme en hassas saka türüdür.Türkiye'de görülen, geçim yapan Kasım sakaları olarak bilinen kuşlar C.c.major/Sibirya sakaları değildir.Türkiye'de görülen sakalar batıda C.c.niediecki,doğuda ise C.c.brevirostris alttür sakalardır.
En ufak saka türü ise Carduelis carduelis tschusii ve Carduelis carduelis parva türleridir.Sicilya,Korsika,Elba,Sardunya adalarında görülen ufak yapılı C.c.tschusii türü saka türleri içinde en güzel ötüme sahip olan saka türüdür.
Major sakalara oranla soğuğu sevmeyen bu türler neme karşın majorlere oranla çok daha dirençlidirler.
Güzel ötüşleri ile tanınan bu kuşlar özellikle devedikeni tohumları ile beslenir. Orman kenarlarında ve ağaçlık yerlerde ürer, üreme mevsimleri dışında küçük sürüler halinde dolaşırlar. Meyve bahçeleri parklarda sık görülen kuşlardandır.Bir ağaca kurduğu yuvası yerden 4 ilâ 10 m yüksektedir. Dişi 4-6 yumurta yumurtlar ve bir üreme mevsiminde 2-3, ender olarak 4 kere kuluçkaya yatar.
Coğrafi dağılımları Avrupa, Asya'nın batısı ve Kuzey Afrika'yı kapsar. Türkiye'nin hemen her yerinde yaz kış görülebilir.
Bu kuş türü içinde farklı ırklar barındıran iki ana gruba bölünmüştür. Bu iki grup komşu oldukları bölgelerde birbirlerine karıştıkları için ayırt edilebilir bir tüy yapısı olsa da "caniceps" grubu ayrı bir tür olarak tanınmamıştır.
Keten kuşu
Keten kuşu ("Carduelis cannabina"), ispinozgiller (Fringillidae) familyasından ötücü bir kuş türü.
Dişinin tüyleri kahverengi zemin üstüne koyu kahverengi çizgili, erkeğin sırtı kızıl kahverengi, üreme mevsiminde tepesi ve göğsü parlak kızıldır. Uzun kuyrukludurlar. 13 cm uzunluğunda olan ve çalılık bölgelerde yaşayan bu kuşlar kışın diğer kuş türleriyle karışık sürüler oluşturarak yem ararken, açık arazide de görülür. Çalılıklara yaptıkları yuvalarına 4-7 yumurta bırakırlar.
Erkeğin tatlı bir ötüşü vardır. Tohumla beslenen ketenkuşu Türkiye'nin her bölgesinde yaz kış görülür.
Kuş bilimi
Kuş bilimi (ornitoloji), kuşları inceleyen zooloji alt dalı.
Yeryüzündeki yaklaşık 10.000 kuş türünün dağılımı, göçleri, davranışları ve ekolojisi kuş biliminin (ornitolojinin) başlıca ilgi alanını oluşturur. Çok geniş alan çalışmaları gerektiren bu konularda, bilgilerin büyük bir bölümü çok sayıdaki amatör "kuş bilimci" ("ornitolog") tarafından elde edilmektedir. Bu nedenle, kuş bilimi amatörlerin önemli katkılar yapabildikleri bir |
kaç bilim dalından biri olarak kabul edilir. Taksonomi ve anatomi çalışmaları ise kuş koleksiyonlarına sahip üniversite ya da müzelerde profesyonel araştırmacılar tarafından yürütülür.
Zooloji
Zooloji ya da hayvan bilimi (Eski Yunanca: ζῷον, "zōon" = hayvanlar topluluğu + λόγος, "logos" = bilim) sözcüklerinin birleştirilmesiyle türetilmiş bir terim olup biyolojinin Hayvanları çeşitli yönleriyle inceleyen bir bilim dalıdır. Eski çağlarda yaşamış ve bugün soyu tükenmiş birçok tür ve günümüzde yaşayan bütün hayvanlar, zoolojinin inceleme alanına girmektedir. İnsanların merak ve araştırma eğilimiyle ortaya çıkan zoolojinin insanlık tarihi kadar eski olma olasılığı vardır. İlk olarak Mısır, İran ve Yunan kültürlerinde hayvanları incelemelere ait fikirler, yazılı belgeler görülmektedir. Geçmişte hayvanların basit tanımı ve işlevi, embriyonik gelişimi, beslenmeleri, sağlığı, davranışları, kalıtım ve evrimleriyle; çevreleri ve diğer canlılarla olan etkileşim ve iletişimlerini, incelemeye başlamış olup, daha sonraları altdallara ayrılacak kadar gelişmiştir. Günümüzde her bilim adamı bu bilimin altdallarından biriyle ilgilenmekte, ve ilgilendiği dala göre adlandırılmaktadır.
Zooloji, tıptan, toplum sağlığından, ziraatten ve toplum bilimlerinden, uzay bilimlerine kadar tüm alanları ilgilendirmekte, bu alanlarda yapılacak herhangi bir araştırma biyoloji, ve dolayısıyla zooloji kapsamına girmektedir.
Tüm düşünceler, tüm araştırmalar kökünü doğadan almakta olduğu gerçeği, zoolojinin neden bu kadar önemli bir bilim dalı olduğunu anlatmaktadır.
Zooloji, taksonomik ve taksonomik olmayan alt dallara ayrılır.
Zooloji tarihi Antik Çağlar'dan günümüze kadar hayvanlar âleminin incelenmesinin gelişimini anlatır. Her ne kadar tutarlı tek bir bilim dalı olarak "zooloji" kavramı çok sonraları ortaya çıkmış olsa da zoolojik bilimlerin kökeni antik Greko-Romen uygarlığında Aristoteles ve Bergamalı Galen'in eserlerine kadar uzanan doğa tarihinde yatmaktadır. Bu antik dönem çalışmaları Orta Çağ'da müslüman tıp bilginleri ve Albertus Magnus gibi âlimler tarafından daha da geliştirilmiştir. During the Rönesans sırasında ve modern dönemin başlarında, ampirizme duyulan ilginin artışı ve çok sayıda yeni organizmanın keşfiyle zoolojik düşünce Avrupa'da bir çeşit devrim geçirmiştir. Bu hareketin önde gelen isimleri arasında fizyolojiyi deneyler ve dikkatli gözlemlerle geliştiren Andreas Vesalius ve William Harvey ile birlikte fosiller ve yaşam çeşitliliğini sınıflandırmaya başlamış doğa bilimcileri Carl Linnaeus ve Georges-Louis Leclerc sayılabilir. Mikroskopi önceden bilinmeyen mikroorganizmaların dünyasını gözler önüne sererken hücre teorisine giden yolun önünü açmıştır. Mekanik felsefenin ortaya çıkmasına kısmen tepki olarak gelişen doğal teolojinin artan önemi doğa tarihinin gelişmesini körükledi ama aynı zamanda teleolojik argümanın da iyice yerleşmesine neden oldu.
Vladimir Mayakovski
Vladimir Vladimiroviç Mayakovski (Rusça: Владимир Владимирович Маяковский) (d. 19 Temmuz 1893 – ö. 14 Nisan 1930), Rus şair, oyun yazarı, film ve tiyatro aktörü.
7 ya da 19 Temmuz (Ne annesi, ne babası, ne de kendisi tam olarak biliyor.) 1893'te Gürcistan'ın Kutais kentinden 20 verst uzaklıktaki Bağdadi köyünde doğdu. Babası Vladimir Konstantinoviç Mayakovski Bağdadi bölgesi orman işçisi idi ve Luda ve Olya adında iki kız kardeşi vardı. Kızkardeşi Luda'nın anılarına göre, aile, Gürcü geleneklerine bağlı bir hayat yaşayan ancak Rusça'yı da korumaya özen gösteren mutlu bir ailedir. Aile bir süre sonra Kutais kentine taşınır ve Mayakovski burada 1900 yılı sonunda Kutais Lisesi'ne gitmeye başlar. Okulda çok başarılıdır, hatta okulun en iyisidir. Bu dönemde kurmaca romanları özellikle de Jules Verne'i çok sever. Öğretmeni onu bir sanatçı olarak kabul edip onunla özel olarak ilgilenmeye, dersler vermeye başlar.
Mayokovski bu dönemde politikaya da ilgi duymaya başlar. 1905 başarısız devrim girişimi sırasında kızkardeşi gizlice Moskova'ya gider ve onu devrim ile tanıştıracak bazı belgeler getirir. Bu sıralarda Kutais de Bolşevik Partisi'nin yeraltı eylemlerinin merkezlerinden biri olmuştur. Bu dönemden sonra şiir ve devrim onun için bölünmez bir bütün haline gelir. Bir süre sonra babası kesik parmağından kaptığı bir enfeksiyon sonucu ölür.
Bu ölümden sonra aile Kuatis'den Moskova'ya göçer. Moskova'da bir süre büyük bir yoksulluk içinde yaşarlar. Annesi çalışmaya başlar. Mayakovski ise sosyalist arkadaşlar bulur ve kendini bir sanatçı olarak Moskova’da tanıtmaya çalışır. Tekrar okula başlar. Derslerde felsefe kitapları okumaya, düşünmeye başlar. Marksizm onu büyüler. Sosyalist devrim hayalleri ile yaşamaya başlayan Mayakovski'nin dersleri artık eskisi gibi iyi değildir. Bu dönemde sadece 14 yaşındadır. Annesi anılarında bu dönemi şöyle anlatır.
Mayakovski bir olaydan sonra okuldan atılır. birçok kez tutuklanır. Bolşevik partisinde propagandacı, örgütçü ve yazıcı olarak faaliyet göstermeye başlayan Mayakovski’nin evi 29 Mart 1908'de polis tarafından basılır ve Mayakovski tekrar tutuklanır. Bu esnada gizli bilgilerin de yazıldığı not defterini yutar. Parti bu dönemden sonra ona daha fazla bağlanır. 15 yaşında bir daha dönemeyeceği evinden polislerce alınır ve bilinmeyen bir yere götürülür. İlk girdiği hücrede 12 ay geçirir. Bu dönemde 3 yıl aradan sonra tekrar kurmaca romanlar okumaya ve yoğun bir şekilde yazmaya başlar. Bu Mayakovski'nin okuduklarından ziyade kendi özgün fikirlerini yazdığı bir dönem olarak tanımlanabilir. Hapis yıllarından sonra bu sefer Moskova Resim ve Heykel Okulu’na kaydolur. Burada özgün ve halktan olan çalışmaları ile diğer öğrencilerden farklılaşır. 1911'de fütürist harekete katılır ve Fütürist Bildiri'ye imzasını koyar. Burjuva göreneklerine meydan okuyan ve sığ kamu beğenisini sarsan edebi ürünler verir.
Öğretmenlerini eski dünyanın temsilcileri olarak görmekte ve devrimle kurulacak yeni dünyaya ilişkin resimler yapmaktadır. Bu çalışmalarının Rus fütürizminin başlangıcı olduğu söylenebilir. Bir zamanlar elden ele dolaşan Puşkin'in şiirlerinin yerini Mayakovski'nin şiirleri almaya başlar. Bu arada polis tekrar Mayakovski'nin peşine düşer. Şair, trajedi adlı oyununu Sankt-Peterburg'da bir parkta sahnelemeye başlar. Bu oyundan sonra ünü iyice yayılır. 1913 kışında Korni Çekovski'de bu oyunu izler ve oyun hakkında yazar. Ona göre bu oyunda bizzat Mayakovski vardır. Oyunda ortada bir adam ve çevresinde değişik kılıklarda onu yok etmeye çalışan birçok insan vardır. Çekovski, bunun gerçekten bir trajedi olduğunu ve bunun için şairin bir büyük bir ün yapacağını söyler. Gorki'nin eşi Maria ise anılarında Mayakovski hakkında şöyle der:
1914 yılında I. Dünya Savaşı patlak verir. Mayakovski başlarda oldukça heyecanlıdır ve zafer kazanma duygusu ile başı dönmüştür. Ancak ilk meydan savaşından sonra tanık olduğu şeyler fikirlerini değiştirir. 1915 yılında Pantolonlu Bulut adlı şiir kitabını yazar. Maksim Gorki bu şiirini çok beğenir ve şairle ilgili övgü dolu yazılar yazar. Gorki'nin eşi anılarında Gorki'nin Mayakovski hakkındaki düşüncelerini şöyle dile getirmiştir:
Mayakovski'ye göre bulut çağdaş sanatın birleştiği bir değerdir. Bunun yanında cehennem şiddet ve bireycilik gibi şeyler de yeni bir anlam kazanmıştır.
1915-1917 yılları arasında Lili Brik ile büyük bir aşk yaşar, yıllarca bu aşkın etkisinde kalır.
Mayakovski'nin Moskova'nın fütürist sanatı kabul edeceğine dair en ufak bir şüphesi yoktur. Ona göre devrim onun devrimidir ve devrim gerçekleştiğinde tüm düşleri gerçek olacaktır.
Bu duygularla 1917 Ekim Devrimi'ni çoşkuyla karşılar ve devrimin başlıca sözcülerinden birisi olur. Devrim sonrası çıkan iç savaşta Mayakovski bu sefer sanatını propaganda afişlerinde göstermeye başlar. Artık duvarlarda, direklerde binalarda Mayakovski'nin hazırladığı propaganda afişleri vardır.
Ekim devrimi ile Rusya'da fütürizmin gelişmesinin aynı döneme denk gelmesi nedeniyle fütürizm bir tür komünist fütürizm olarak algılanır ve bir araya gelen fütürist sanatçılar halka seslenmeye başlar.
Şair 35 Gazete ve 57 dergide yazı yazmıştır. Dergi ve gazetelerde yazdıkları siyaset ve propaganda koksa da onu diğer köşe yazarlarından ayıran birçok şey vardır.
Şairin İzvestya'da yayımlanın politik şiirlerini okuyan Lenin şöyle der.
1925'te Komsomol Merkez Komitesi'nin çocuk teşkilatı olan Pioner yayın organı olarak çıkarılan Pionerskaya Pravda adlı çocuk gazetesinin kurucuları arasında yer alır. Bu gazetede pek çok şiiri yayınlanır.
Yeni Lef dergisini (1922-1923) yeniden yaşatmaya çalışır (Новый леф, 1927-1928). Kağıdın yetişmediği, basımevlerinin çalışmadığı, savaşın yıprattığı dönemlerde; halkın gazete ve mizah dergileri yerine kullandığı ROSTA (Rusya Telgraf Ajansı) Pencereleri adlı pankartları hazırlar. 1925'te yazdığı bazı taşlamalar yüzünden İngiltere'ye girişi engellenir. ABD'ye dolaylı olarak, Meksika'dan geçerek girer.
Aynı yıl yakın dostu Sergey Yesenin Leningrad'da İngiltere Oteli'nde intihar eder. Yesenin, son şiiri; "Elveda dost, elveda"yı damarını açarak, kanıyla yazmıştı. Buna karşılık hemen bir şiir yazıp, okumaya başlar, fakat zamanın devrimcilerinden büyük tepki görür. Bu olaydan tam 5 yıl sonra; 1930'da Lili Brik'i ve ailesini SSCB hükümetine emanet ettiğini belirten bir mektup bırakarak silahla intihar eder. Ölümünden sonra doğduğu köy olan Bağdadi'ye şairin adı verilir.
Şiirleri
Oyunları
Kitapları
Johann Wolfgang von Goethe
Johann Wolfgang Von Goethe (28 Ağustos 1749, Frankfurt – 22 Mart 1832, Weimar), Alman hezarfen; edebiyatçı , politikacı , ressam ve doğabilimci. Aynı zamanda çeşitli doğa bilimleri alanlarında araştırmalar yapmış ve yayınlar çıkarmıştır. 1776 yılından itibaren, Weimar dukalığının bakanı olarak çeşitli idari ve siyasi görevlerde bulunmuştur.
Goethe, şiir, drama, hikâye (düzyazı ve dörtlük şeklinde), otobiyografik, estetik, sanat ve edebiyat teorisi, ayrıca doğa bilimleri olmak üzere birçok esere imza atmıştır. Bununla birlikte, zengin bir içeriğe sahip olan mektup çeşidi, önemli edebi eserlerindendir |
. ‘Fırtına ve Coşku’ (Sturm und Drang) döneminin en önemli öncüsü ve temsilcisi olmuştur. 1774 yılında ‘Genç Werther’in Acıları’ adlı eseri ile bütün Avrupa’da ün yapmıştır. Daha sonra, 1790 yılından itibaren, Friedrich Schiller ile birlikte ortak ve dönüşümlü bir şekilde, içeriksel ve biçimsel olarak, Antik kültür anlayışı üzerinde yoğunlaşarak, Weimar Klasik’in en önemli temsilcisi olmuştur. Goethe, aynı zamanda, yurtdışında da Alman edebiyatı’nın temsilcisi olarak kabul edilmiştir.
Değeri, ölümünden sonra azalmaya başladığı sıralarda, Goethe, 1871 yılından itibaren, Alman ulusal kimliğiyle, Alman Kraliyet’inde taçlandırılmıştır. Sadece eserlerine yönelik değil, aynı zamanda örnek alınacak yaşantısına yönelik de bir hayranlık oluşmuştur. Goethe, bugüne kadar, en önemli Alman edebiyatçı olarak kabul edilmiş, eserleri ise dünya edebiyatı zirvesinde yerini almıştır.
Johann Wolfgang von Goethe, 28 Ağustos 1749 tarihinde, Frankfurt Großer Hirschgraben caddesindeki bugünkü Goethe Evi’nde "(Goethehaus)" dünyaya gelmiştir. Babası Johann Caspar Goethe (1710 -1782), bir hukukçu olmasına rağmen, mesleğini icra etmemiş, fakat oğluna da, maddi sıkıntı çekmeden bir hayat sağlayan imkânlarıyla yaşamını sürdürmüştür. Araştırmacı ve geniş bilgiyle donatılmış bir kişiliğe sahip olan Caspar, bununla birlikte, aile içi problemlerle de yılmadan savaşacak kadar güçlü ve azimli idi.
‘Textor’ soyadı ile doğmuş olan Goethe’nin annesi Catherina Elisabeth Goethe (1731 -1808) ise, Frankfurt’un varlıklı ve tanınmış ailelerinden birindendir. Hoş sohbetli ve hayat dolu olan Catherina Elisabeth, 38 yaşındaki hukukçu Goethe ile hayatını birleştirmiştir. Johann Wolfgang’dan sonra dört çocuk daha dünyaya getirmiştir, fakat bunlardan sadece Goethe’den biraz daha genç olan kardeşi Cornelia hayatta kalmıştır. Goethe ile kızkardeşi arasında sağlam bir güven ilişkisi oluşmuştur.
Goethe, babasından edindiği disiplin, ciddiyet ve akıl unsurunu, annesinden edindiği hayal gücü, anlatma zevki ve duygu unsurunu geliştirme fırsatı bularak, dengeli bir bütünlükten, henüz çocukluktayken nasibini almıştır. 1756’dan 1758 yılına kadar, bir devlet okulunda öğrenim görmüştür. Aydınlıkçı ve modern görüşleri olan Johann Caspar, oğluna, özel öğretmenlerin ışığında ve kendi yol göstericiliği doğrultusunda, küçük yaşlardan itibaren, oldukça iyi ve kapsamlı bir eğitim imkânı sağlamıştır. Goethe’nin çalışma takviminde, Fransızca, İngilizce, İtalyanca, Latince, Yunanca gibi dil öğrenimlerinin yanı sıra, bilimsel konular, din ve çizim gibi alanlar da yer almıştır. Ayrıca, çello ve piyano çalmayı, biniciliği, eskrimi ve dans etmeyi öğrenmiştir. Onu, özellikle görsel sanatlara yaklaştıran olay, Yedi Yıl Savaşları olmuştur. Avusturya – Fransa birliğinin Frankfurt’u işgal etmesinden hemen sonra, Goethe’lerin evi karargâh binası yapılmıştır ve küçük Goethe, güzel sanatlara düşkün komutanlar sayesinde, Fransız sanatıyla tanışma fırsatı bulmuştur.
Edebiyatla erken yaşta ilgilenmeye başlaması, annesinin gece anlattığı hikâyeler ve neşeli bir Luther - Protestan aileden aldığı İncil derslerinden ileri gelmiştir. Goethe, evde çok okuduğu için, babası ona yaklaşık 2000 ciltten oluşan bir kitaplık oluşturmuştur. Böylece Goethe daha çocuklukta Dr. Faust’un farklı hikâyelerini öğrenme imkânı bulmuştur.
Goethe, babasının yönlendirmesi ile 1765 yılı ilkbahar aylarında, Leipzig’de hukuk öğrenimine başlamıştır. İlk önceleri, toplumda yerini alabilmesi için, kılık-kıyafet ve görgü kuralları konusunda, şık yaşam tarzına ayak uydurmak zorunda kalmıştır.
Çok geçmeden zorunlu öğrenimini ihmal etmeye başlamıştır. Her ne kadar öğrencilerinin şiirsel denemeleri üzerinde çok durmasa da, Hıristiyan Fürchtegott Gellert’in derslerine katılmayı tercih etmiştir. Daha Frankfurt’tayken çizim derslerini devam ettirdiği dönemlerde Antik sanat anlayışı ile yakınlaşmasına vesile olan ressam Adam Friedrich ile burada, Leipzig’de bizzat tanışması, hayatındaki önemli karşılaşmalardan biri olmuştur. Oeser, buna ilişkin olarak, sanat anlayışı ve kabiliyeti konusunda Goethe’yi teşvik etmiştir ve Goethe, bir bakır ustasının yanında, oymacılık ve gravür tekniklerini öğrenme imkânı bulmuştur.
16 -17 yaşlarında olan Goethe, aynı zamanda, ailesinden uzakta özgürlüğün tadını çıkarmıştır. Tiyatro gösterilerine ileriki zamanlarda bir edebiyat klasiği haline gelecek olan ünlü draması Faust’un birinci bölümü için kendisine esin kaynağı olacak Auerbach lokantasında, arkadaşlarıyla akşamları vakit geçirmiştir. Goethe, ilk aşk macerasını, Leipzig günlerinde yaşamıştır. Fakat bir zanaatkâr kızı olan Kätchen Schönkopf ile yaşadığı aşk, iki yıl sonra, iki tarafın da rızası ile sona ermiştir. Yaşadığı bu duygusal karışıklık, Goethe’nin yazı stilini etkilemiştir; daha önceleri ise, Rokoko kültürünün etkisi altında şiirler yazmıştır, bu yüzden şiirleri, üslup bakımından daha özgür ve daha coşkulu olmuştur. Fakat gerçek duygularla, Rokoko kültürünün her şeyi hafife alan üslubunu bütünleştirememiş ve Leipzig’i sevememiştir.
1768 yılı Haziran ayında ağır şekilde hastalanan Goethe (bu konuda farklı görüşler söz konusudur, ancak en yakın ihtimal, genç Goethe’nin gece ve hareketli sosyal hayatın etkisiyle bitkin düştüğü yöndedir), eğitimini yazın daha rahat ve huzurlu bir ortamda sürdürebilmek için, 1770’de Frankfurt’a geri dönmüştür. Annesi ve kızkardeşinin bakıcılığında sağlığı iyiye gitmeye başlarken, aynı yıl, şiirlerinin bir araya getirildiği ‘Arnette’ adlı ilk şiir kitabını yayımlamıştır.
Goethe’nin hayati tehlikesi olan hastalığı, uzun bir istirahat dönemi gerektirmiştir ve Goethe’yi Piyetizm düşüncelerine itmiştir. Aynı zamanda Goethe, daha sonra Faust eserinde de başvuracağı mistik ve alşimistik yazılar ve kitaplarla ilgilenmiştir. Buna bağlı olarak da, aynı dönemde, ilk tiyatro eseri olan "Die Mitschuldigen" komedisini ele almıştır.
Goethe, öğrenimine 1770 yılı Nisan ayında, Strasburg’da devam etmiştir. Bu defa kendini azimle, hukuk eğitimine vermiştir. Fakat kişisel hayatındaki bazı şahsiyetler için de zaman bulmuştur. Bunlardan en önemlisi, Teolog, sanat ve edebiyat kuramcısı olan Johann Gottfried Herder olmuştur. Herder, Goethe’yi, Homer, Shekespeare, Ossian gibi yazarların kendilerine özgü dil kullanımlarına, ayrıca halk edebiyatına yönlendirmiştir ve Goethe’nin edebi gelişimine yönelik önemli etkilerde bulunmuştur. Daha sonra, Goethe’nin tavsiyesi üzerine Weimar hizmetine alınmıştır. Bu sırada Goethe, başkenti Strassburg olan Alsace bölgesinin doğasından bir hayli etkilenerek, ilk kez doğanın organik olduğunu keşfedip, tabiat bilimine ilişkin teoriler üretmeye başlamıştır.
Sesenheim’da yaptığı bir gezinti esnasında, bir papaz kızı olan Friederike Brion’la tanışmış ve ona âşık olmuştur. Genç Goethe, Straßburg’dan ayrılışında bu ilişkiyi bitirmiştir ve daha sonradan "Sesenheim Lieder (Willkommen und Abschied, Mailied, Heidenröslein…)" olarak tanınacak olan, Friederike’ye dair yazdığı şiirler ise, “yeni bir lirik çağın” başlangıcı olmuştur. Bu şiirleri, Alman edebiyatında manzumenin ilk örnekleri arasında yerini almıştır. Sesenheimer Lieder, “Anakreontik” dönemine özgü yapay saray aşk söylemleri yerine, içinde yazarının hayat deneyimlerini barındıran, yaşanan birçok şeyi doğrudan işleyen sahici duyguları içeren, belli bir kalıp söylemden sıyrılarak gerçek yaşamı temel alan "Yaşantılama Şiirinin (Erlebnislyrik)" ilk örnekleri olmuştur.
Goethe, 1771 yazında, hukuk alanında doktora tezini yaparken, üniversite aynı zamanda ona, burs edinme olanağı sunmuştur. 6 Ağustos 1771’de “cum applaus”, yani “yüksek takdir” belgesi almasının temel nedeni, “Positiones Juris” başlığı altında, Latin dilindeki 56 tez olmuştur. 55. tezinde ise, bir çocuk katilinin, ölüm cezasına çarptırılıp çarptırılmamasına ilişkin bir tartışma konusu yaratmıştır. Bu konuyu, sanatsal bir formda, “Gretchen” trajedisinde yeniden ele almıştır. Bu dönemde Gotik sanatla da ilgilenmiştir. Straßburg Katedrali mimarı Erwin von Steinbach’ın üslubundan oldukça etkilenen Goethe, Gotik mimari tarzını, yazıya dönüştürmeye çalışmış ve etkisini yitiren bu üslubun yeniden değerini kazanmasına imkân verecek olan "Von Deutscher Baukunst (Alman Mimarisi Üzerine)" adlı makaleyi ele almıştır.
Frankfurt’a dönüşünde Goethe, yeni yetişen hukukçuların kısa zamanda ilgisini çeken ve küçük kıskançlıklarına neden olan, Weimar’a dönüşüne kadar dört yıl boyunca çalıştırdığı bir avukatlık bürosu açmıştır. Goethe için, edebiyat avukatlıktan daha önemli olmuştur. 1771 yılı sonunda ise, “Geschichte Gottfriedens von Berlichingen mit der eisernen Hand” adlı eserini kâğıda dökmüştür. Çalışmasından sonra, 1773’te "Götz von Berlichingen" adlı dramasını yayımlamıştır. Gelecek nesillere kalacak olan bu verimli eseri, çarpıcı bir rağbet görmüştür ve Fırtına ve Coşku döneminin temel yapıtı olarak kabul edilmiştir. Ortaçağ etkisiyle, coşkunluk akımı ile işlenmiş bu oyun, dönemin en zengin piyeslerinden biri olmuştur ve Ortaçağ’a ilişkin kavramları yeniden su yüzüne çıkarmıştır.
Goethe, 1772 Mayıs’ında, babasının teşvik etmesiyle, Wetzlar Alman Yüksek Mahkemesi’nde asistan olarak göreve başlamıştır. 1772 ve 73 yılları arasında, tiyatro oyunları ve kitaplarla ilgilenerek "Frankfurter Gelehrte Anzeige" adlı kültür ve sanat dergisinde eleştirel yazılar yazmıştır. Goethe’nin meslek arkadaşı Johann Christian Kestner, zamanın Goethe’sini şöyle tanımlamıştır: "“Goethe, muhteşem hayal gücüne sahip bir dehadır. Kendi ruhunun yaratıcısıdır. Asil bir düşünce tarzına sahiptir. Goethe, tam bir karakter adamıdır. Tuhaftır ve söylemlerinde kendi canını sıkabilecek farklılıklara sahiptir. Tabii ki çocuklarda, bayanların odasında ve diğer birçok kişiye karşı davranışlarında takdir edilmektedir. Hoşuna giden bir şeyi, bir başkasının hoşlanıp hoşlanmayacağını, onun moda olup olmayacağını veya yaşam tarzının buna müsaade edip etmeyeceğini düşünmeksizin yapmaktadır. Tüm zorluklar ise ondan korkmaktadır”."
Goethe, yeniden hukuk çalışmalarına daha az ilgi göstermeye başlamıştır. Bunun yerine, Antik Çağ yazarlarıyl |
a ilgilenmiş ve arkadaşı Kestner’in nişanlısı Charlotte Buff’a âşık olmuştur. Bu durum, iki ay sonra tehlike arz etmeye başlayınca, Wetzlar’i alelacele terk etmiştir. Bir buçuk yıl sonra ise, edindiği bu aşk tecrübesiyle diğer hayat tecrübelerini, Genç Werther’in Acıları ("Die Leiden des jungen Werthers") adlı romanında bir araya getirmiştir. Aşırı melankoli içeren bu eseri, kısa zamanda, Goethe’yi tüm Avrupa’da ün sahibi yapmıştır. Goethe, kitabın müthiş başarısının ve buna ilişkin olarak, o zamanın gereksinimlerini karşılayan Werther Etkisi’nin sırrını açıklamıştır. Eser, özellikle Avrupa’da yankı uyandırarak, gençlerin aynı yola başvurmasına ve intihara yönelmesine neden olacak kadar gerçekçi bir anlatıma sahiptir.
Wetzlar’den dönüşünün ve Weimar’a seyahatinin arasında geçen yıl, Goethe’nin en verimli dönemi olmuştur. Ünlü yapıtı Werther’in dışında, büyük destansı şiirler ("Ganymed", Prometheus, Mohammeds Gesang), çok sayıda kısa drama ("Das Jahrmarktsfest zu Plundersweilern und Götter, Heiden und Wieland") ile birlikte Clavigo ve Stella dramalarını kaleme almıştır. Goethe, aynı zamanda, Faust serilerini, ilk kez bu dönemde ele almıştır. Alman bir şair olan Klopstock’un od üslubundan ve Grek şair Pindaros’un övgü üslubundan yararlanarak, tabiattaki coşkun duyguları, övgü şiirleriyle anlatmıştır. Belirli kalıplardan uzak kalarak, serbest vezinli ses ahengine sahip bu yeni manzumeleri, dünya edebiyatına Goethe kazandırmıştır. Bunlardan en önemlisi, Prometheus olmuştur.
Goethe, 1775 yılında, bir banker kızı olan Lili Schönemann ile nişanlanmıştır. Fakat bu ilişki, çevre ve yaşam tarzı açısından, ailelerin uyuşmazlığı nedeniyle yıpranmıştır, buna ilişkin olarak Goethe, kendi idealleri ile evliliğin bağdaşmayabileceği konusunda endişeye düşmüştür. Bu boşluğu doldurabilmek için ise, Cristian ve Friedrich Leopold zu Stolberg-Stolberg kardeşlerin, İsviçre’yi dolaşarak, aylarca sürecek olan seyahat davetini değerlendirmiştir. Ekim ayında bu nişanlılık durumu tamamen sona ermiştir. Hayal kırıklığına uğrayan Goethe, 18 yaşındaki dük Karl August tarafından Weimar’a davet edilmiştir.
Goethe, Kasım 1775’de Weimar’a gelmiştir. Yaklaşık 6000 kişi nüfusa sahip olan başkent Sachsen-Weimar-Eisennach, düşes’in annesi Anna Amelia’nın etkisiyle, kültürel bir şehir haline gelmiştir. Goethe, bu dönemde bir süre politika ile ilgilenmiştir ve Dük’ün özel danışmanlığını yapmıştır. İlk kez 1771 yılında ele aldığı Kur'an tefsirleri üzerindeki çalışmalarına burada da devam etmiştir. Özellikle, doğu uygarlığı ile ilgilenen bir tarihçi olan Josef von Hammer’in Kuran çevirisini sürekli olarak okuyan Goethe, Almanya’da İslamiyet’e pozitif yaklaşan ilk edebiyatçı olmuştur.
Goethe, aristokrasiye karşı direnerek, 1776 yazında, dük’ün danışman kurulunun üyesi olmuştur. Bir sonraki sene, yeni kurulan maden ocağı komisyonuna yönetici olarak seçilerek, 1779 yılında yol yapımı komisyonu yöneticisi; 1782’de ise maliye bakanı olarak çalışmaya devam etmiştir. Goethe, işini büyük bir hırsla yapmıştır. Onun temel arzusu, eşzamanlı ekonomik destekle, resmi harcamaları sınırlandırarak, devletin mali durumunu düzeltmek olmuştur. Özellikle zorlu mücadelenin yarıya indirilmesiyle, net tasarruflar elde edilerek bu kısmen başarılmıştır. Öte yandan, Goethe’nin kendi kararıyla geliştirmekte olduğu bakır ve gümüş ocağı işletmesi fazla başarı elde edememiştir.
Goethe’nin bakanlar kurulundaki etkileri, edebiyat çevresince oldukça farklı değerlendirilmiştir. Bazı yazarlar Goethe’yi köylülerin baskıcı ve ağır vergi yükünden kurtulmaları için çaba gösteren, yenilikçi bir politikacı olarak nitelerken, diğer çevrelerce Goethe’nin, hem ülke çocuklarının Prusya ordusuna zorunlu olarak katılmasından hem de konuşma özgürlüğünün sınırlandırılmasına ilişkin önlemlerden yana olduğu belirtilir. Bir başka durumda ise Goethe, çaresizlikten evlilik dışı bebeğini öldürmüş olan bir annenin idam cezasına oylamada bulunmuş; daha sonra ise –düşüncesinin aksine- “Gretchen” trajedisinde merhamet dolu davranışını ele almıştır. Fakat buna ilişkin olarak Goethe’nin kişisel görüşü mü olduğu yoksa çoğunluk görüşüne boyun mu eğdiği konusunda herhangi bir bilgi yoktur.
Goethe’nin devlet hizmetindeki aktif çalışmalarına ilişkin gayreti bitmemiştir. Yapmış olduğu resmi faaliyetler beraberinde resmi mükâfatlar getirmiştir; Goethe’ye resmi unvan verilmesinin yanı sıra, 1882 yılında Goethe, önemli bir aristokratik unvana layık görülmüştür. Çoğunlukla resmi görevler çerçevesinde, Weimar’daki ilk on yıl, 1779’da İsviçre’ye, ayrıca birçok kez Harz bölgesine olmak üzere çeşitli seyahatlerde bulunmuştur. 1785 yılında ise, Karlsbad’daki bir tedaviyle, yıllık kaplıca seyahatlerine başlamıştır.
Goethe, Weimar’da geçirdiği ilk on yıl içerisinde, mecmualardaki dağınık bazı şiirlerinden başka hiçbir şey yayımlamamıştır. Günlük işlerinin yoğunluğundan, ciddi edebiyat çalışmalarına çok az zaman ayırabilmiştir. Özellikle, saray festivallerinin düzenlenmesi ve tiyatro oyunları için çalışmıştır.
Bu dönemin iddialı çalışmaları, Iphigenie auf Tauris trajedisinin ilk düzyazı özeti ile birlikte Egmont, Tasso oyunları ile "Wilhelm Meister" adlı roman çalışmaları olmuştur. Bu oyunlardaki kadın figürleri ele alan Goethe, özellikle Antik Çağ’da Euripides’in de ele aldığı gibi, mitolojik kahraman ‘Iphigenie’ karakterinin bazı yönleri üzerinde durmuştur. Ayrıca Charlotte von Stein için yazdığı aşk şiirlerinin ("örn. Neden bize bu derin bakışları verdin? “Warum gabst du uns die tiefen Blicke?”") yanı sıra Erlkönig, "Wanderers Nachtlied", "Grenzen der Menscheit" ve "Das Göttliche" gibi dönemin en tanınmış şiirleri ortaya çıkmıştır.
Goethe, 1780 yılında, sistematik olarak bilimsel doğa sorunlarını araştırmaya başlamıştır. Daha sonra bunları, madencilik, çiftçilik ve kömür işletmeciliği alanlarındaki sorunlarla resmi uğraşlarına uygulamıştır. İlk önceleri başlıca ilgi alanları, Yer Bilimi, Madencilik, Bitki Bilimi (Botanik) ve Osteoloji (Kemik Bilimi) olmuştur. 1784 yılında bu alanda, insandaki çene kemiğini keşfetmeyi başarmıştır. Aynı yıl içerisinde ise, Granit hakkındaki makalesini yazmış ve "Roman der Erde (Yeryüzünün Romanı)" başlıklı kitabını tasarlamıştır.
Goethe’nin Weimar’da geçirdiği on yıl içerisindeki en önemli ve en etkileyici ilişkisi, bir saray nedimesi olan Charlotte von Stein ile olmuştur. Goethe’den yedi yaş büyük olan Charlotte, yedi çocuğundan dört tanesini kaybetmiştir ve anlaşmalı bir evlilik yaşamıştır. Goethe’nin yaklaşık 2000 mektubu ve not kâğıdı, bu samimi, sıra dışı aşk ilişkisinin belgeleri olmuştur (Bayan Stein’ın mektupları ele geçirilememiştir). Stein bir eğitimci olarak, Goethe’yi teşvik etmiştir: Ona saray görgü kurallarını öğretmiş, iç huzursuzluğu konusunda onu teskin etmiş ve disiplinini güçlendirmede ona katkıda bulunmuştur. Bunu bir aşk ilişkisinden mi kaynaklanan ya da masumca bir dostluktan mı kaynaklanan davranış olduğu konusunda kesin bir yargıya varılamaz. Birçok yazar, Bayan Stein’ın, Goethe’nin cinsel isteklerini reddettiğini ortaya koymaktadır. Sürekli olarak ise, psikanalist Kurt Eissler’in Goethe’nin ilk cinsel deneyimini, 38 yaşında Roma’da yaşadığı iddiasına inanılır.
Söz konusu ilişki, Goethe’nin, hayal kırıklığına uğrayan Bayan Stein’ın da affedemediği 1786’da yaptığı gizli Roma seyahati ile sona ermiştir, dönüşünden sonra, Christiane Vulpius ile başlayan ilişkisi, tamamen bir hayal kırıklığı ile sonuçlanmıştır. Her ikisi de, ilk kez yaşlılıkta, yeniden dostane bir ilişki bulmuştur.
Goethe, 1786 yılında bunalıma girmiştir. Charlotte von Stein ile ilişkisi giderek artan bir isteksizlik yarattığından, mesleğindeki faaliyetlerini ümit ettiği şekilde yerine getirememiştir ve saray yaşantısının zorluklarından rahatsızlık duymuştur. Fakat her şeyden önce bir kimlik bunalımı içerisine girmiştir. Artık kendi ölçütlerinin neler olduğunu bilemeden, kendi kendisiyle çelişir hale gelmiştir. Bu durumu, İtalya’ya yapacağı bir seyahatle ortadan kaldırma yolunu seçmiştir. Eylül 1786’da sadece hizmetçisi Philipp Seidel’e haber vererek yola çıkmıştır. Amacının ne olduğu bilinmeyen bu gizli seyahat, Goethe’nin görevinden istifa ederek, ancak gelirini kazanmaya devam etmek için Goethe’ye olanak sağlayan bir stratejinin parçası olmuştur. Aynı zamanda, Werther’in dünya çapında tanınan yazarı Goethe, toplumdaki sosyal kontrol olmadan, farklı şekilde hareket edemediğinden, takma bir adla seyahat etmiştir. Verona, Vicenza ve Venedig’deki ikametlerinden sonra, Kasım ayında Roma’ya gelmiştir. Napoli ve Sicilya’ya yaptığı dört aylık gezisinin yanı sıra, Kasım’ın sonuna kadar da Roma’da kalmıştır. Goethe, İtalya gezisi esnasında Roma ve Grek sanatının değişik stillerini, ayrıntılı olarak araştırma fırsatını yakalamıştır. Bunlarla birlikte, İtalya’nın farklı, Akdeniz’e has olan tabiatı üzerinde durarak, fikir üretmeye başlamıştır. İnsan anatomisi üzerine de kapsamlı çalışmalar yaparak, bilimsel teoriler ortaya atmıştır. Siena, Floransa, Parma ve Milano şehirlerine yaptığı seyahatlerin ardından, iki yıl sonra, Weimar’a geri dönmüştür.
Goethe, İtalya’da, Rönesans ve Antik dönemin yapı ve sanat çalışmalarını öğrenmiş ve onlara hayran kalmıştır, özellikle Raffael ve dönemin mimarı Andrea Pallodio’ya hayranlık duymuştur. Sanat arkadaşlarının yönetimi altında, çizim çalışmalarını büyük bir gururla sürdürmüştür; Goethe’nin yaklaşık 850 çizimi İtalya dönemine aittir. İlk kez o anda, sadece sanatçı olarak değil, aynı zamanda yazar olarak da doğmuş olduğu sonucuna varmıştır. İtalya’da edebiyat çalışmalarına da ilgi göstermiştir: Diğer çalışmalarının arasında, düzyazı şeklinde önceden mevcut bulunan, kafiye tarzındaki Iphigenie çalışmasına yönelmiş, 12 yıl önce başladığı" Egmont" eserini tamamlamış ve "Tasso" adlı "tiyatro" eserine devam etmiştir, bunların yanı sıra ise bitki bilimi üzerine araştırmalar yapmıştır.
İtalya seyahati, Goethe’ye köklü bir deneyim kazandırmıştır ve bunu İtalya’da edindiği deneyim olan bir “yeniden doğuş” olarak nitelendirmiştir. Bu deneyimin sonunda kendini yeniden bulmuş ve |
gelecekteki faaliyetlerini sınırlandırmak için, karakterine nelerin uygun olacağına dair karar almıştır. Bununla birlikte, Goethe, Fırtına ve Coşku döneminden sıyrılarak, Klasisizme bu dönemde geçiş yapmıştır ve bu dönem Goethe ile birlikte Alman edebiyat tarihinde, Klasizm başlangıç tarihi kabul edilmiştir.
Christiane Vulpius ile ilişkisi
Goethe, dönüşünden birkaç hafta sonra, 23 yaşındaki Christiane Vulpius ile bir aşk ilişkisine başlamıştır ve aynı zamanda onu hayat arkadaşı olarak kabul etmiştir. Aralık 1789’da oğlu August dünyaya gelmiştir; August’dan sonra doğmuş olan dört çocuğundan her biri sadece birkaç gün yaşayabilmiştir. Goethe’nin içinde bulunduğu Weimar toplumu, az eğitimli, basit ilişkiler yaşamış olan bu bayanı içerisine kabul etmemiştir. Çoğunlukla, bu uygunsuz ilişkinin gayrimeşru yanı da eklendiğinde, toplum, onu sıradan ve eğlence düşkünü biri olarak nitelendirmiştir. Goethe ise Vulpius’un doğallığını ve neşeli karakterini sevmiştir. Christiane’nin 1816 yılındaki ölümüne kadar, ‘küçük vamp kadın’ ile olan ilişkisine sahip çıkarak, 1806 yılında yaptığı bir nikâhla onun toplum içinde yer almasını sağlamıştır.
Resmi görevleri ve siyaset
Goethe, dönüşünden sonra, birçok resmi görev konusunda, dük tarafından affedilmiştir; kuruldaki başkanlığını ve bununla birlikte siyasi etkisini devam ettirmiştir. Resmi yapı faaliyetlerinin denetlenmesi ve çizim okullarının yöneticiliği olmak üzere kültürel ve bilimsel alanda birçok görev üstlenmiştir. 1791 yılından 1817’ye kadar Weimar Saray Tiyatrosu’nun yöneticiliğini yapmıştır. Bunun yanı sıra Goethe, dükalık’a ait olan Jena Üniversitesi’nde görev almıştır. Johann Gottlieb Fichte, Georg Hegel, Friedrich Schelling ve Friedrich Schiller’in de arasında bulunduğu birçok tanınmış profesörün daveti, Goethe’nin desteği sayesinde olmuştur. 1807 yılında Goethe’ye, Jena Üniversitesi’nin denetlenmesi görevinin verilmesinin ardından, Goethe öncelikli olarak, doğa bilimleri fakültesinin genişletilmesi için çaba göstermiştir.
Goethe’nin görevleri arasında, İtalya seyahatinden dönmekte olan dük’ün annesini getirmek üzere, 1790 yılında Venedik’e yaptığı dört aylık bir seyahat de yer almıştır. Fakat ülkedeki politik ve sosyal yolsuzlukları da keşfetmesi üzerine, hayal kırıklığına uğrayarak, ilk İtalya seyahatinin verdiği hazzı duyamamıştır.
1789 yılında, Goethe’nin olumsuz baktığı Fransız Devrimi, Avrupa’yı sarsmıştır. Goethe, ağır hareket edilen yeniliklerden yana olmuştur ve özellikle devrim izinde yapılan güç aşırılıklarından nefret etmiştir; diğer yandan ise, bunu eski rejimin bir kusuru olarak görmüştür. Daha sonra geçmişe uzanarak şunları dile getirmiştir: “"Herhangi büyük bir devrimin, asla ulusun değil, tamamen hükümetin hatası olduğuna inandım. Hükümetler, devamlı olarak adalete uygun olup, geliştikleri sürece, devrimler tamamen gereksiz hale gelir; öyle ki onları zamana uygun yeniliklerle karşılarlar ve alt kesimden zorunluluklar diretilinceye kadar, çok uzun süre mücadelede bulunmazlar".”
Goethe, 1792 yılında, dük’ün isteği üzerine, devrimci Fransa’ya karşı ilk ittifak savaşı için dük’e refakat etmiştir. Üç ay boyunca sefaleti görmüş ve Fransa’nın zaferiyle sonuçlanan bu taarruzla karşı karşıya kalmıştır. Ardından bir üç ay daha, 1793 yazında yazar, dük’ün isteği üzerine Mainz şehrinin kuşatması için geçirmiştir.
Dükalık, 1796 yılında, Basel’in Prusya-Fransa barış antlaşmasına katılmıştır. Bu on yıllık barış dönemi ise, savaş nedeniyle sarsılan Avrupa’da, Weimar Klasik’in en parlak devrinin yaşanmasına imkân sağlamıştır.
Doğa bilimi, edebiyat, Schiller ile anlaşma
İtalya seyahatinden sonra Goethe, öncelikli olarak doğa bilimi ile ilgilenmiştir. 1790 yılında, "Versuch die Metamorphose der Pflanzen zu erklären (Bitkilerin Morfolojik Yapısının Açıklanması)" başlıklı denemesini yayımlamıştır, bununla birlikte hayatının sonuna kadar ilgileneceği Renk Teorisi üzerine araştırmalarına başlamıştır.
Bunu aksine, edebi eserleri ise durgun bir döneme girmiştir. Bunun sebepleri, Goethe’nin eski arkadaş çevresinin soğukluğu ve ilgisizliği, devrimin yaratmış olduğu sarsıntı ve Goethe’nin yeni edinmiş olduğu sanat anlayışına tamamen aykırı düşen eserlerinin toplumdaki anlık başarısı olmuştur.
1790’lı yıllardaki eserlerine, dönüşünden sonra kısa bir zamanda oluşturduğu, antik dönemin erotik edebiyat formundaki, Christiane’ye olan tutkusunu içeren ve erotik şiirlerin bir derlemesi olan Römischen Elegien (Roma Ağıtları) adlı eseri de dâhil olmuştur. İkinci İtalya seyahati, nüktelerin ve Avrupa’nın genel durumu üzerine yazılmış olan mizahi şiirlerin bir derlemesi olan "Venedig Epigramları"’nın ortaya çıkmasını sağlamıştır. 1792–93 yıllarında Goethe, altı vezin ölçümlü dize şeklindeki Reineke Fuchs destanını düzenlemiştir. Devrimin etkileri altında, yergici, devrim karşıtı ve aynı zamanda bir o kadar da mutlakiyet karşıtı olan birçok komedya ortaya çıkmıştır: "Der Groß-Cophta 1791 (Büyük Cophta 1791)", Der Bürgergeneral 1793 (Yurttaş General 1793), ve parça şeklindeki Die Aufgeregten 1793. “"Bütün bunlar, devrim olayını uygun bir biçimde sahnelemek için, Goethe’nin başarısızlıkla sonuçlanan çabalarını belgeler"”.
1794 yazında, Jena yakınlarında yaşayan tarih profesörü Friedrich Schiller, çıkarmakta olduğu "Horen" isimli kültür ve sanat dergisi için, Goethe’ye işbirliği teklifinde bulunmuştur. Her iki yazar da, yakın bir ilişki içerisine girmeksizin, geçmişte birçok kez bir araya gelmiştir.
Goethe’nin Schiller’in teklifini kabul etmesinin ardından, her ikisi de, en yüksek sanat tarzı olarak Antik döneme yönelim; bir o kadar da devrim anlayışını reddetme konusunda hemfikir olmuşlardır. Bu, tüm kişiselliği bir tarafa bırakıp, karakter ve çalışma tarzlarıyla birbirinden etkilenerek şekillenen yoğun bir işbirliğinin başlangıcı olmuştur.
Her ikisi de, temel estetik sorunlara dair yaptıkları ortak görüşmede, ‘Weimar Klasik’ döneminin edebiyat devri olması gereken bir sanat ve edebiyat anlayışı geliştirmişlerdir. Aynı şekilde Schiller’in de olmak üzere, edebi başarıları sekteye uğramış olan Goethe, kendisinden on yaş daha genç olan biri ile yaptığı özendirici işbirliğinin etkisi konusunda birçok kez şunları vurgulamıştır: “"Onlar, bana ikinci bir gençliği aşıladılar ve beni tekrar yazarlığa yükselttiler"”.
Her iki yazar da, birbirlerinin eserlerindeki canlı teorik ve pratik kısımlardan yararlanmışlardır. Bu yüzden Schiller, Goethe’nin Wilhelm Meisters Lehrjahre ("Wilhelm Meister’in Çıraklık Yılları") adlı romanına, eleştirel bir yaklaşımla eşlik etmekte ve ‘Faust’ adlı eserinin devamlılığı için onu cesaretlendirirken, Goethe de, Schiller’in Wallenstein adlı eserine etkide bulunmuştur. Bunun yanı sıra, ortak yayın projeleri de önem arz etmiştir. Her ne kadar Schiller, Goethe’nin kısa ömürlü dergisi "Propylän"’e hemen hemen hiç katılmamış olsa da, Horen ve aynı zamanda kendisi tarafından yayımlanan Musen-Almanach dergilerinde sayısız çalışma yayımlamıştır. "Musen-Almanach" dergisi, 1797 yılında, ortak şekilde ele alınan Xenien adlı şiirlerin bir koleksiyonunu oluşturmuştur. Daha sonraki yıllarda ise bu dergide, yazarların en ünlü baladları yayımlanmıştır.
Goethe bu dönemde, bilinen eserlerinin yanında, "Unterhaltung deutscher Ausgewanderten" ("Alman Göçmenlerin Sohbetleri") adlı eserini ve dönemin güncel olaylarını, altı ölçülü dize şeklinde ortaya koyan epik şiiri "Hermann und Dorothea"’yı ("Hermann ve Dorothea") ele almıştır. Bu eseriyle Goethe, ‘klasik’ okur başarısını elde etmiştir. Bununla birlikte, Der Schatzgräber (Hazine Avcısı) ve Der Zauberlehrling ("Büyücü Çığlığı") adlı en tanınmış baladlarını bu dönemde kaleme almıştır.
Damgasını vurduğu Weimar Klasik dönemi ise, 1805 yılında Schiller’in ölümü ile sona ermiştir.
Goethe, 1805 yılında Schiller’in ölümünü büyük bir kayıp olarak nitelendirmiştir. Buna ilişkin olarak, farklı hastalıklarla da sarsılmıştır (Erizipel, böbrek sancısı). Yol arkadaşının kaybının yanı sıra, Goethe’nin hayatında iz bırakan bir diğer dönüm noktası da Napoleon Bonaparte ile baş gösteren savaş olmuştur. Goethe, düküyle beraber dilenerek ve iltica edecek bir yer arayarak, Almanya’yı dolaştıklarını zihninde canlandırmıştır (kötümserliğe olan eğilimini, kendisinin ‘karanlık yanı’ olarak adlandırmıştır.)
Christiane ile olan sağlam evliliği, 1807 yılında, Jena’daki kitap satıcısı Fromman’ın bakıcısının 18 yaşındaki kızı Minna Herzlieb’e karşı ilgisinin artmasına engel olamamıştır. Son romanı ‘Gönül Yakınlıkları’ (Die Wahlverwandschaften), dönemin iç deneyimlerinin izlerini taşımaktadır.
Goethe, çok yönlü evrensel bir deha olmayı çok isterdi, fakat bunun için deneyim bilgisinin milyonlarca kafası olan ejderhasına boyun eğmek zorundaydı. Buna rağmen, 1806 yılından itibaren, eserlerinin yeni bir derlemesini hazırlamıştır (Cotta, Stuttgart). Bu sebeple, ‘Faust’un ilk cildini’ de sonunda tamamlamayı başarmıştır.
Goethe, 1809 yılında, bir otobiyografi ele almaya başlamıştır. Bir yıl sonra ise, çok uzun süre onu işgal eden ‘Renk Teorisi’ (Farbenlehre) adlı eserini yayımlamıştır. Yurtdışının ve tüm çağların edebiyat araştırmasını yapmıştır. Halk, Fransız egemenliğine karşı baş kaldırırken, Goethe, zihnen Yakın Doğu’ya yönelmiştir: Arapça ve İran dili öğrenimine başlamış, Kuran’ı hatmetmiş ve İranlı şair Hafis’i okuma fırsatı bulmuştur. Bettina Brentano Weimar’da ortaya çıktığında, Goethe’nin, gençliği konusunda annesinden edindiği bilgilerle, ‘Hayatımdan. Edebiyat ve Hakikat’ (Aus meinem Leben. Dichtung und Wahrheit) başlıklı biyografisinin gidişatına yardımda bulunmuştur. Goethe, daha sonra bu betimlemeyi, ‘Yıllıklar’ (Annalen) ve ‘1786’dan 1788’e kadar İtalya Seyahati’ isimli eserlerindeki sayısız eklemelerle donatmıştır. Friedrich Rimer (1805’ten beri oğlunun öğretmeni), sekreter olarak kısa zamanda Goethe’nin vazgeçilmezi olmuştur; Goethe’nin kulağına, Beethoven’in ‘müzik gürültüsü’nden daha hoş geldiği Carl Friedrich Zelter ile otuz yılı aşkın bir süredir devam etmiş olan uzun bir mektuplaşma dönemine girmiştir (1799–1832). Bu mektuplaşma sayesin |
de Goethe, ondan sadece müzik konusunda değil, dostluk bağlamında da çok şey edinebilmiştir.
Goethe, 1814 yılında, Rhein ve Main çevrelerine seyahat etmiştir. Goethe’nin tavsiyesi üzerine ve huzurunda, birkaç hafta sonra evlenen banker Johann Jakob von Willemer ve ortağı Marianne Jung ile Frankfurt’da karşılaşmıştır. Goethe her ne kadar 65 yaşında olsa da, hiçbir şekilde kendisini çok yaşlı hissetmemiş ve Marianna’ya âşık olmuştur. Marianna, edebiyat ortağı ve tanrıçası olmuştur. Goethe, bir sonraki yıl Willemer’leri tekrar ziyaret etmiştir; -bu, memleketini son görüşü olmuştur. Willemer’lerin daha sonraki davetine karşılık vermemiştir. Fakat devamında, ‘Doğu-Batı Divanı’ (West-östlicher Divan) adlı eserini tamamlayana kadar, ‘Gül ve Bülbül, Aşk ve Şarap’ adlı şiirlerin dizeleri ortaya çıkmıştır. Daha sonra Marianna, bu aşk şiirlerinin büyük bir kısmının kendisinden kaynaklandığını ortaya atmıştır.
Goethe’nin eşi Bayan Christiane, uzun süren rahatsızlığının ardından, 1816 yılında yaşamını yitirmiştir. Goethe, 1817 yılında, saray tiyatrosu yöneticiliğinden istifa etmiştir. Bu dönemden itibaren, Goethe’nin sağlığı ile gelini ilgilenmiştir. Dükalık ise, -Goethe’nin endişelerinin aksine- Napolyon savaşlarının kargaşasından hiç zarar görmeden çıkabilmeyi başarmıştır, hatta Carl August, bunu ‘Saray Macerası’ olarak adlandırmıştır. Bu macera, Jena’daki öğrencilerde ve diğer yerlerde yankı uyandırdığı esnada, Goethe çalışmalarını düzene koymuştur. Bu yıllarda, ‘Geschichte meines botanischen Studiums’ (Bitki Bilimi Öğreniminin Tarihçesi) adlı eser ortaya çıkmıştır (1817). Bunu 1824 yılına kadar, Morfoloji, Jeoloji ve Mineroloji alanlarına ilişkin fikirler başta olmak üzere, ‘Zur Naturwissenschaft überhaupt’ (Genel olarak Doğa Bilimlerine Dair) başlıklı eserinin serilerindeki fikirler takip etmiştir (burada, 1790 yılında sevgilisi için kaleme almış olduğu, ağıt tarzındaki ‘Bitki Morfolojisi’nin tasviri de yer almaktadır). Ayrıca Goethe bu dönemde, ilk kez 1813 yılının başlarında Tahran’ı ziyaret etmiş olan doğa bilimcisi Heinrich Cotta ile iletişim kurmuştur.
Goethe, Karl Friedrich Reinhard ve Kapsar Maria von Sternberg ile arkadaşlığını sona erdirmiştir. Ara sıra ‘Urworte. Orphisch’ adlı şiirinde son bulan gizemli düşüncelere adamıştır kendini. Günlüğü ve uzun süredir muhafaza ettiği notları, Goethe’ye ‘İtalya Seyahati’ (Italienische Reise) adlı eserini tamamlama fırsatı sunmuştur. 1821’de ise bunu küçük çaptaki romanlarının bir derlemesi olan ‘Wilhelm Meister’in Seyahat Yılları’ (Wilhelm Meisters Wanderjahre) başlıklı eseri takip etmiştir.
Goethe, 1823 yılında, kalp zarı iltihabı (Perikarditis) hastalığına yakalanmıştır. İstirahatından sonra ise kendini manevi anlamda eskisinden daha canlı hissetmiştir. İhtiyar Goethe, Karlsbad’da annesiyle beraber tanımış olduğu 19 yaşındaki Ulrike von Levetzow’a evlenme teklifinde bulunmuştur. Yaşadığı hüsranı, eve dönüş yolculuğunda ruhundan kopan ‘Marienbad Ağıdı’ (Marienbader Elegie) adlı eseri ile kâğıda dökmüştür. Daha sonra iç dünyasında ve çevresinde daima sessizliği ve sakinliği tercih etmiştir. Günlerini daima münzevi bir şekilde geçirmiştir. ‘Faust’ eserinin ikinci bölümünü tekrar ele almıştır. Kendisi hemen hemen hiç yazmamış, fakat yazdırmıştır. Böylelikle Goethe, yalnızca geniş kapsamlı bir mektuplaşma ile kalmamış, aynı zamanda bilgisini ve yaşam tarzını, geçmişe dayanan bu görüşmelerde, sadakatli genç şair Johann Peter Eckermann’a emanet etmiştir.
1828 yılında, Goethe’nin oğlu, destekçisi dükün adını taşıyan Karl August hayatını kaybetmiştir. Goethe, oğlunun ölümüne Roma’da iken katlanmak zorunda kalmıştır. Aynı yıl içerisinde, ‘Faust’ eserinin ikinci bölümünü tamamlamıştır. Faust, onun için, yıllar boyu en önemli şeyi oluşturan, biçimsel olarak bir sahne eseri, fakat hemen hemen hiç sahnede sergilenemez, fantastik bir resim tabakası olmasından önce birçok şiiri gibi büyük anlama sahip olan bir eserdi. Goethe son olarak, Georges Cuvier ve Etienne Geoffroy Saint-Hilaire isimli iki paleontolog arasındaki tartışmaya katılmıştır (yıkımcılık vs. türlerin gelişim sürekliliği). ‘Farbenlehre’ (Renk Teorisi) adlı eseriyle de hiçbir şekilde açıklayamamış olduğu Gökkuşağı gibi, Yer Bilimi (Jeoloji) ve Evrimcilik konuları da Goethe’yi uğraştırmıştır.
Aynı zamanda bitkilerin nasıl yetiştiği konusu da Goethe’yi bırakmamıştır. Goethe, ölümünden birkaç hafta önce, Ferdinand Wackenroder’a şunları yazmıştır.
'Çok çeşitli yollarla, bir veya aynı kurala bağlı kalarak, hangi yolla bitkilerin başkalaşım (metamorfoz) geçireceği, yaşamın organik-kimyasal değişmesine yaklaşmanın ne derece mümkün olacağı konusu ile büyük ölçüde ilgileniyorum. Yalnız, bitkilerin ışığa karşı tepki göstermeleri gibi, bitki kökleri tarafından emilen nemin onun tarafından değiştirilmesi bana açık görünüyor, bundan ötürü, iskotoları şişiren rüzgârın türünü daha yakından net bir şekilde görmede, sizin masumca karşı çıktığınız istek ortaya çıktı.'
Goethe, (muhtemelen kalp krizinden) 22 Mart 1832’de hayata veda etmiştir. Son sözlerinin “daha fazla ışık” ifadesi olduğu tartışmaya açık kalmıştır. Bu ifade, söz konusu dakikada ölüm yatağında iken, Goethe’nin yanında olmayan doktoru Carl Vogel’e ulaştırılmıştır. Goethe, 26 Mart’da Weimar Mezarlığında toprağa verilmiştir.
Goethe’nin kendisinden sonra gelen Alman şair ve yazarlara etkisi her yerde geçerliliğini korumaktadır, öyle ki burada, belli ölçülerde kendisi ve eserleriyle uyum içerisinde olan sadece birkaç yazar adlandırılabilmektedir.
Romantik dönem’in şair ve yazarları, Fırtına ve Coşku döneminin duygu aşırılığından yola çıkmışlardır. Franz Grillparzer Goethe’yi, birçok kez kendine örnek almıştır ve bununla, estetik alışkanlıkların yanı sıra her türlü siyasi Radikalizm (Köktencilik) karşısında temkinli duruşunu sergilemiştir. Friedrich Nietzsche tüm hayatı boyunca Goethe’ye hürmet etmiştir ve özellikle halefi olarak, bunu Hıristiyanlığa ve Almanya’ya ilişkin kuşkucu davranışlarında ortaya koymuştur. Hugo von Hoffmanstahl 1922 yılında şunları yazmıştır: “Goethe, eğitim temeli olarak tüm kültürü teşkil etmektedir” ve “Goethe’nin düzyazıdaki sözlerinden, bugün belki tüm Alman Üniversitelerinden olduğundan daha fazla okuma geleneği türeyecektir.”. Goethe’nin eserlerine ilişkin birçok makale kaleme alınmıştır. Thomas Mann ise Goethe’ye karşı yoğun sempati duymuştur. Sadece yazar kimliğine değil, aynı zamanda tüm alışkanlıkları ve karakter özelliklerine hayran kalmıştır. Thomas Mann da Goethe hakkında makale ve denemeler yazmıştır ve 1932 ile 1948 yıllarındaki Goethe-yıldönümü kutlamalarına ilişkin can alıcı konuşmalarda bulunmuştur. Lotte in Weimar isimli romanında Goethe’yi yaşatmıştır ve Doktor Faustus adlı romanla Faust serilerini yeniden ele almıştır. Ulrich Plenzdorf, Die neuen Leiden des jungen Werthers (Genç Werther’in Yeni Acıları) romanında, 1970’li yıllarda Almanya’daki Werther denklemini yeniden kurgulamıştır.
Goethe’nin sayısız şiiri, şairin sanat şarkılarının gelişmesine destekte bulunması suretiyle, -özellikle 19. yy bestecileri tarafından- bestelenmiştir.
Müzikal anlamda en yaratıcı Goethe yorumcusu, aralarında popülerliğe ulaşmış olan Heidenröslein, Gretchen Çıkrık Başında (Gretchen am Spinnrade) ve Gürgen Kralı (Erlkönig) adlı şiirlerin bulunduğu, yaklaşık 80 Goethe bestesiyle Franz Schubert olmuştur. Goethe ile kişisel olarak tanışan Felix Mendelssohn Bartholdy, İlk Cadılar Bayramı (Die erste Walpurgisnacht) baladını bestelemiş, aynı şekilde Hugo Wolf da Wilhelm Meister ve Doğu-batı Divanı’ındaki (West-östlicher Divan) diğer şiirleri ele almıştır.
Goethe’nin doğa bilimsel çalışmaları, çağdaş bilim insanları tarafından kabul edilmiş ve ciddiye alınmıştır; Goethe, doğa araştırmacısı Alexander von Humboldt, Doktor Christoph Wilhelm Hufeland ve kimyacı Johann Wolfgang Döbereiner gibi itibar sahibi araştırmacılarla iletişim halinde olmuştur. Başta Renk Teorisi (Farbenlehre) olmak üzere tüm eserleri, başlangıçtan itibaren edebiyat alanında tartışma yaratmıştır; doğa biliminin yol kat etmesiyle birlikte Goethe teorilerinin ciddi anlamda köhneleştiği ileri sürülmüştür. Goethe’nin doğa bilimsel konumu ve önemi, Charles Darwin’in çalışması Die Entstehung der Arten (Türlerin Oluşumu) eserinin yayımlandığı yıl olan 1859’dan itibaren, gelip geçici bir yeniliğin etkisi altına girmiştir. Goethe’nin, faal dünyanın sürekli olarak değişimi konusunda ortaya koyduğu hipotez ve organik türlerin, ortak ana bir türe dayandığı konusunda yaptığı ilişkilendirme, onun Evrim Teorisi’nin kâşifi olduğunu ortaya koymuştur.
1883- 1897 yıllarında Rudolf Steiner, Goethe’nin doğa bilimi çalışmalarını tekrar gündeme taşıyıp ortaya çıkarmıştır. Goethe’nin bilgi birikimlerini, sonradan oluşturduğu dünya görüşü Antroposofi’nin içerisine “Goetheanismus” olarak dâhil ettiği çağdaş materyalist- mekanik doğa anlayışına ve düşüncelerine bir karşıt seçenek olarak görmüştür. -O zamandan beri sonuçları dar anlamda bilimin standartlarına uygun düşmese de-, Goethe’nin insanları etkileyen tüm doğa bilgisi yöntemleri, modern doğa bilimin mekanik dünya görüşü ve etkin hale gelen teknikleşmesine ilişkin alternatiflere göre kamusal müzakere içinde araştırıldığında, sonradan güncellik kazanmıştır. Böylelikle bu, 20. yy’ın başlarında yazar Houston Stewart Chamberlain tarafından ele alınmış ve 1980’li yıllardan bu yana Yeni Çağ Hareketleri (New Age) çerçevesinde devamlılığını korumuştur.
Goethe’nin sık aralıklarla başlayıp da bazen on yıl ara verdiği; çoktan basıma girmiş olan önemli çalışmaları ve ilk defa yıllar sonra basılan, tamamlanmış bazı çalışmaları olmak üzere önemli türde birçok eseri olmuştur. Bu nedenle bazen, oluşum zamanına göre eserlerinin tarihlerini belirlemek zordur. Aşağıda verilen eser listesi, (tahmin edilen) oluşum zamanlarına göre sıralanmaktadır.
Kaynak
Goethe’nin tabiat anlayışına uygun olan araç, gözlemleme olmuştur. Mikroskop gibi araç ve gereçlere şüpheyle yaklaşarak şunları dile getirmiştir: "“İnsanoğlu kendi kendisine ve kendisi için, zihinsel duyarlılığın |
ı kullandığı sürece, en büyük ve en muhteşem araçtır ve deneylerin adeta insandan soyutlandırılmış olması, fiziğin en büyük felaketidir. Suni araçların gösterdiği şeye, doğanın gücünün yetebildiğini sınırlandırarak ve kanıtlamak isteyerek yaklaşması oldukça açıktır.”" Goethe, insanı da içerisine dâhil eden tüm ilişkisi kapsamında doğayı tanımaya gayret göstermiştir. Bu sıralarda bilimin kullanmaya başladığı soyutlanmaya karşı, nesnelerin buna bağlı olarak gitgide soyutluk kazanmasından dolayı, kuşkulu bir şekilde yaklaşmıştır. Ancak Goethe’nin deneyimleri modern doğa bilimi ile bağdaşmamaktadır.
Goethe’nin doğa bilimi uğraşıları, Faust dizisi, "Die Metamorphose der Pflanzen (Bitkilerin Morfolojik Yapısı)" ve Gingo biloba eserleri başta olmak üzere, birçok kez edebiyatında yer almıştır.
Goethe, canlı doğanın sürekli bir değişim içerisinde olduğunu tasvir etmiştir. Bu yüzden bütün türlerin “Ana Bitki”den (Urpflanze) oluşması gerektiğinden yola çıkarak, birbirinden farklı bitki türlerinin ortak bir temel yapıdan ileri geldiğini ortaya koymak için, ilk olarak Bitki Bilimi (Botanik) alanında araştırma yapmıştır. Daha sonra ise, tek tek çiçekler üzerinde yoğunlaşmış; çiçek kısımları ve meyvelerin, sonunda oluşmuş olan yaprakları ifade ettiğine inanmıştır. Yapmış olduğu gözlemlerin sonuçlarını, "Versuch die Metamorphose der Pflanzen zu erklaeren (Bitkilerin Morfolojik yapısını açıklama denemesi)" adlı dergisinde yayımlamıştır (1790). Goethe, 1780 yılında Anatomi alanında, Anatomi profesörü Justus Cristian Loder ile ortak çalışarak, insan embriyosundaki (zannedilen) ara çene kemiğini keşfetmesiyle büyük bir coşku yaşamıştır. . O zamana kadar sadece memeli hayvanlarda ortaya çıkan ara çene kemiği, insanlarda doğumdan önce, çevreleyen üst çene kemiği ile birleşmektedir. Goethe’nin insanlarda ortaya çıkardığı bu kanıt, -bilim insanları tarafından reddedilen- hayvanlar ile olan akrabalığın önemli bir belgesi olmuştur.
Goethe, 1810 yılında yayımlanan Renk Teorisi (Farbenlehre) adlı eserini, temel bilimsel doğa çalışması olarak ele almıştır ve birçok eleştirmene karşı, buna ilişkin ortaya attığı tezlerini ısrarla savunmuştur. Yaşlılığında ise, bu çalışmalarının edebi eserlerinden çok daha fazla değere sahip olduğunu dile getirmiştir. Goethe, kanıtlamasında Isaac Newton’a Renk Teorisi çalışması ile karşı çıkarak, beyaz ışığın farklı renkteki ışıklardan meydana geldiğini ortaya koymuştur. Kendi gözlemlerinden sonuca vararak, ışığın bölünemez bir birim olduğunu ve renklerin, açık ve koyunun, aydınlık ve karanlığın birleşiminden, hatta bulanık bir ışığın da aracılığı ile oluştuğuna inanmıştır. Örneğin güneş, önüne bir sis tabakası yayıldığında kızıl ışıklar saçmaktadır ve etrafı karanlık düşürmektedir. Bu olayın Goethe döneminden daha önce, Newton’un teorisi ile açıklandığı ortaya koyulmuştur. Renk Teorisi, çoktan bilim dünyası tarafından reddedilmiş olsa da kendi özünde o dönemden sonraki çağdaş ressamları, özellikle Philipp Otto Runge’yi etkilemiştir; buna ilişkin olarak Goethe, Renk Psikolojisi’nin temelini oluşturmayı başarmıştır.
Goethe, Jeoloji (Yer Bilimi) alanında öncelikle, ölümünde 17.800’ün üzerinde taşın bir araya geldiği mineral-koleksiyonunun oluşumunu ele almıştır. Kütle türlerinin somut bilgisi konusunda ise, yeryüzünün maddesel niteliğine genel kanılar getirmek ve yeryüzü tarihine uzanmak istemiştir. Kimya araştırmalarının taze bilgilerini büyük bir ilgi ile takip etmiş ve Jena Üniversitesindeki yetkileri çerçevesinde, bir Alman Üniversitesinde ilk kimya bölümünü kurmuştur.
Johann Wolfgang von Goethe ve eşi Bayan Christiane’nin beş çocuğu olmuştur. En büyükleri August dışında, bir tanesi ölü doğmuş, diğerleri ise birkaç hafta ya da gün sonra ölmüşlerdir. August, üç çocuğa sahip olmuştur: Walther Wolfgang (9 Nisan 1818 – 15 Nisan 1885), Wolfgang Maximilian (18 Eylül 1820 – 20 Ocak 1883) ve Alma Sedina (29 Ekim 1827 – 29 Eylül 1844). August, babasından iki yıl önce Roma’da hayatını kaybetmiştir. Eşi Ottilie von Goethe, August’un ölümünden sonra, bir yıl sonra ölen Anna Sibylle adında bir çocuk daha (August’dan olmayan) dünyaya getirmiştir. Çocukları bekâr kalmıştır, böylelikle Goethe’nin birinci dereceden soyu tarihe karışmıştır. Goethe’nin kızkardeşi Cornelia’nın, bugün soy’u hala devam etmekte olan iki çocuğu (Goethe’nin torun yeğenleri) olmuştur.
Goethe’nin bir yazar olarak kabulü, çarpıcı bir şekilde çeşitlilik gösterir ve eserlerinin edebi-sanatsal anlamlarının çok daha ötesine gider. Bu yüzden, sadece bazı noktalar göz önünde bulundurularak değerlendirilebilmektedir.
Goethe 25 yaşında iken çoktan Werther eseri ile şöhretinin doruğuna ulaşmıştır. Eser, her okur sınıfına hitap etmiş ve “din, dünya görüşü ve sosyal politika”ya ilişkin sorunlara eğilerek, büyük bir kargaşaya neden olmuştur. Daha sonraki yayınlar ise, bu sebeple okurun su yüzüne çıkmış beklentilerine karşılık verememiştir. Goethe’nin – Hermann ve Dorothea ve Faust’un ilk bölümü haricinde- daha sonraki eserleri, oluşan edebiyat çevrelerine uygun düşmüştür, fakat orada da tam olarak anlaşılamamış ve fazla basım görmemiştir. Buna bağlı olarak 19. yy’ın başlarında, Goethe’yi azizleştirip efsanevi hale getirerek, sürekli büyüyen bir okur tabakası ve çevresi oluşmaya başlamıştır. Daha sonraki yıllarda, Goethe’nin evinin, tüm Avrupa’dan edebi okurlarca oluşan bir ziyaretçi akını çekmesi, yazarın yurtdışında da gördüğü ilginin kanıtı olmuştur.
Goethe’nin değeri, ölümünden sonra ilk defa azalmaya başlamıştır. Vormärz dönemine (1830’lar), Goethe’nin muhafazakâr politik tutumundan daha uygun olan devrim eğilimleri ile Schiller, Goethe’yi gölgesinde bırakmıştır. “Goethe fanatikleri”nin yanı sıra Goethe’yi vatan hainliği, daha doğrusu dinsizlik ile suçlayan millî eleştirmenler (Ludwig Börne) ve kilise eleştirmenleri ortaya çıkmıştır.
Goethe 1860 yıllarından bu yana, Alman okullarında derslere konu edilmiştir.
Goethe Çağı nispeten, 1871’de imparatorluğun kurulmasıyla sona ermiştir. “Yüce” Goethe, kurulan imparatorluğun dehası ilan edilmiştir. Goethe görevlerinin bir derlemesi ve edebi eserler üzerindeki Goethe yazıları ortaya çıkmıştır. Goethe (vakfı) toplumu (Goethegesellschaft) 1885 yılından bu yana, kendisini Goethe çalışmalarının araştırması ve yayılmasına adamıştır; bu topluma, aralarında Alman imparatorluğu çiftinin yanı sıra toplumun yurtiçi ve yurtdışındaki ileri gelenleri de dâhil olmuştur. Goethe çalışmalarına olan ilginin, arkasından genel bir düşünceyle şiir eserlerinin yavaş yavaş kaybolmaya yüz tuttuğu düzgün, hareketli ve zengin, bir o kadar da büsbütün bir ahenk içerisindeki hayatının sanatına nakledilmesi, imparatorluğun Goethe tapınmasına özgü olmuştur. Bu nedenle 1880 yılında yazar Wilhelm Raabe şunları yazmıştır: “Goethe, Alman ulusuna şairanelik vb. şeyleri bırakmamıştır, onlar Goethe’nin hayatından, baştan sona kadar eksiksiz bir insanı tanıma fırsatı bulmuşlardır.” İnsanlar gıpta edilen hayatını örnek alarak, Goethe araştırmalarından, kendi hayatlarının gidişatları konusunda tavsiye ve yararlar çıkarmaya çalışmıştır. Ancak bununla birlikte, toplumun bazı kesimlerinde Goethe tapınmasının gereksizliğini savunan sesler de yükselmiştir.
Gottfried Keller 1884’de şunları dile getirmiştir: “Kutsal isimler, her konuşmaya hükmediyor, her yeni toplum ise Goethe hakkında konuşuyor; fakat artık kendisi okunmuyor, bu nedenle eserleri de artık tanınmıyor ve bunlar hakkında bilgi sahibi olunamıyor”. Friedrich Nietzsche ise 1878 yılında şunları yazmıştır: “Goethe, Alman tarihinde sonu olmayan bir olaydır: Son yetmiş yıldaki Alman siyasetinde, kim Goethe’yi birazcık tasvir etmeye muktedir olabilirdi ki!” Weimar Hükümeti (1919–1933) Goethe’yi, kesinlikle yeni devletin manevi temeli olarak nitelendirmiştir. Goethe Weimar döneminde (Birinci Dünya Savaşı sonrası ile Nazi Almanya’sına kadarki dönem), solcular tarafından eleştirilmiştir: Hermann Hesse şu soruyu dile getirmiştir: “Goethe, sadece orta sınıf kahramanı, madun, kısa süreli, bugün çoktan solmuş olan ideolojinin yaratıcısı olma konusunda, onu hiç okumamış olan saf Marksistlerin tanımladığı kadar var mıydı?”.
Nasyonal sosyalizm, Goethe’yi pek ifade etmemiştir. Onun Hümanizm, Kozmopolitizm anlayışı ve “kişinin kendi başının çaresine bakması ve tüm insanlığı baz alması” olarak oluşturmuş olduğu ideoloji, faşist ideoloji hükmüne baş kaldırmıştır. Alfred Rosenberg, 1930 yılında “Der Mythus des 20. Jahrhunderts” (20. yy.ın Efsanesi) adlı kitabında, “şiirlerde olduğu gibi hayatta da, düşünceye dayatma yapılmasını reddettiğinden ve bağnaz bir fikrin hâkimiyetinden nefret ettiğinden dolayı”, Goethe’nin gelecek “amansız mücadele dönemleri”ne uygun olmadığından bahsetmiştir.
Goethe 1945’ten sonra, her iki Alman devletinde de, “bir yeniden doğuş” dönemine uğramıştır. Geçmiş yıllarda barbarlığın hâkim olduğu Almanya’da, daha iyi ve daha insancıl bir toplumun temsilcisi olmuştur. Fakat doğuda ve batıdaki Goethe, bir benimseme anlayışı olarak farklı izler altında şekillenmiştir. Öncelikle Georg Lukács’ın öncülüğünde, bir Marksist-Leninist düşünce ortaya çıkmıştır. Goethe, Fransız Devrimi'nin müttefiki ve 1848–49 devriminin öncüsü; “Faust” eseri ise, “sosyal toplumun oluşması için üretken güç” ilan edilmiştir. Buna karşılık olarak Federal Cumhuriyet’de, geleneksel Goethe portresinden yola çıkılmıştır. 1860’lı yılların sonundan itibaren, “Klasiğin yergisi” eğilimi ön plana çıkınca da Goethe, artık zamana ayak uyduramaz biri olarak anılmıştır.
Müslümanlar, Goethe’nin yoğun İslam uğraşılarından yola çıkarak, zaman zaman onun kendilerinden biri olduğunu düşünmüşlerdir. Bununla birlikte 1995 yılında, Goethe’nin adı İslami hukuk çerçevesinde, ölümünden sonra “Muhammed Johann Wolfgang von Goethe” şeklinde değiştirilmiştir.
Goethe toplumsal ve teknolojik ilerlemeye, insanlık erdemlerini yadsımadan doya doya yaşamaya inanıyordu. Kafka, Goethe'yi "hayat üzerine söylenebilecek olan her şeyi söyleyen biri" olarak tanımlamaktadır. Bununla, onun yapıtlarındaki ayrıntı fazlalığına ve felsefi derinliğe dikkat çekmek |
tedir.
Ça-Ça-Ça
Cha-cha-cha (ya da okunuşuyla ça-ça-ça), Küba kökenli bir Latin Amerika dans ve müzik türüdür. Ça-ça-ça müziği ilk kez 1953’te Kübalı viyolonist ve besteci Enrique Jorrin tarafından ortaya konulmuştur. Bu dansın adı chachachá olarak da yazılır. Ritmi danzon dansındaki dördüncü vuruşa değişiklik getirilerek elde edilmiştir.
Klasisizm
Klasisizm, edebiyatta Antik Yunan ve Roma sanatını temel alan tarihselci yaklaşım ve estetik tutumdur. "1660 ekolü" olarak da bilinir.
Yeniden doğuş diye adlandırılan Rönesans döneminde gelişmiştir. Bu akımın izleri bir önceki dönemde Rebelais ve Montaigne’de, hatta Aristoteles’tedir.
Klasisizm'in temel ögeleri kendi içinde soyluluk, akılcılık, uyum, açıklık, sınırlılık, evrensellik, idealizm, denge, ölçülülük, güzellik ve görkemliliktir. Yani bir eserin klasik sayılabilmesi için bu özellikleri barındırması gerekmektedir. Kısaca klasik bir eser, bir üslubun en yetkin ve en uyumlu ifadesini bulduğu eserdir. Klasisizm temellerini Rönesans aristokrasisinden alır. Klasisizm bir bakıma aristokrasinin ürünüdür. Kuralcılık olarak da bilinir.
Dünya edebiyatında klasisizmin önemli öncüleri ve temsilcileri
Not: Türk edebiyatı sanatçıları Klasisizm akımının tüm özelliklerini göstermez. Örneğin Şinasi, Ahmet Vefik Paşa ve Direktör Ali Bey, "Sanat, sanat içindir" anlayışını benimsemek yerine "Sanat toplum içindir" anlayışını benimsemişlerdir.
Romantizm
Romantizm (fr. romantisme) 1800 ve 1850 yıllar arasında Avrupa'da edebiyatı, müziği, felsefeyi ve sanatı etkiliyen entelektüel bir akımdı. Bir ölçüde Sanayi Devrimine, Aydınlanma Çağına aristokratik sosyal ve siyasi düzenine, doğanın bilimsel rasyonalizasyonuna ve Klasisizme tepki olarak doğan bir akımdır. Ortaya çıkışında ise 1789 Fransız İhtilali sonrasındaki toplumsal, siyasal ve düşünsel yapının etkileri vardır.
İngiliz romantikleri yalnızca uygarlığın yapmacılığına, tarihin acımasızlığına değil, aynı zamanda Fransız devrimcilerinin yanında yer almışlardır. İlk İngiliz romantizmi doğuya, kadınlık, çocukluk dünyasına yöneliktir.
İkinci romantik kuşak Lord Byron yaşamda duyulan acıyı dile getirmekte ya da asi kahramanların şarkısını söylemektedir. 1824'te başkaldıran Yunanlar'ın arasında ölümüyle romantik umutsuzluğun simgesi olmuştur. Percy Bysshe Shelley doğada insan için bir avunma getirmiştir "(Ode to a Nightingale)". İrlanda melodilerin yazarı Moore ve onu izleyen ve yapıtıyla uluslararası başarı yakalayan Byron önemli romantiklerdir. Walter Scott ""Göldeki Kadın-The Lady of the Lake, 1810"" adlı tarihi romanıyla kendini kabul ettirmiştir.
Friedrich Schiller, (Alman romantizm akımının etkisinde olan sanatçıdır.)
Alman romantizminin kaynakları 18. yüzyıla kadar uzanır. Klopstock ve Lessing yenilenmenin öncüleridirler. "Sturm und Drang" hareketinin kökeninde de onların etkisi hissedilir. Herder'in yanı sıra Goethe ve Schiller de bu hareketin içindedirler. Romantizm, Hölderlin ve Jean-Pau gibi sonraki kuşağın temsilcilerinde daha belirgindir. Son romantikler arasında Eichendorff, Ludwig Uhland, Mörike ile romantizmden etkilenmekle kalmayıp bu hareketin tüm özlemlerini paylaşmayan Heine sayılabilir.
Geçmişten devralınan her şeyin söz konusu edilmesine dayanan ve anlaşılması güç bir modernlik verilerine göre biçimlenen bu yeni duyarlılığın ortaya çıkış biçimleri Fransız Devrimi'nin hemen öncesinden başlayarak Fransa'da her dönemde varlığını sürdürdü. Fransa'da romantizm Rousseau ve Mme de Stael'i okuyan ve Chateaubriand'ı ustaları sayan kuşağı temsil eder. Romantizm Lamartin, sanatta özgürlüğü savunan Hugo, Vigny, Musset kendini kabul ettirdi ve Nerval, Gauter, P. Borel gibi sanatçıları etkiledi. Stendhal, Dumas gibi geçmişe yönelmek yerine içinde yaşadığı toplumu betimlemeyi yeğledi.
İtalya ve İspanya'dan çıkan romantikler beklendiği kadar geniş bir çevreye yayılamadılar. Tarihsel koşulların etkisiyle, edebi hareket bu iki ülkede sıkı sıkıya siyasete bağlı kaldı. İtalya'da liberaller ve yurtseverler öncelikle, romantiklerdi. G. Brechet ve S. Pellico "(Conciliatore'nin kurucuları)" ile Manzoni "(Nişanlılar)" önemli temsilciler arasındadır. Büyük bir şair olan Leopardi döneme damgasını vururken Carducci de Risorgimento'nun bağımlı edebiyatına karşı çıkar. İspanyol romantizmi Rivas dükü ve José Zorrilla'nın
Tanzimat Fermanı'nın ilanından sonra başlayan ve Batı edebiyatı örnek tutularak meydana getirilen Tanzimat edebiyatının (1859-1896) ilk yıllarında romantizm akımının başlıca kişilerinin başlıca yapıtları verildi. Hugo, Chateaubriand, Dumas; tiyatro alanında özellike Goethe ve Schiller anılabilir. Tanzimat Edebiyatının pek çok yazar ve şairi "(Ahmet Mithat, Namık Kemal, Şemsettin Sami, Abdulhak Hamit, Recaizade Mahmut Ekrem)" romantizm akımının etkisindedirler. Namık Kemal'in İntibah romanı Kamelyalı Kadın'ın; Vatan yahut Silistre oyunu da Romeo ve Juliet'in etkisindedir. Edebiyat-ı Cedide döneminde Halit Ziya Uşaklıgil'nın Mai ve Siyah adlı romanındaki Ahmet Cemil karakteri romantik yazarları okumak için özlem duyar.II.Meşrutiyet döneminden sonra Millî Edebiyat döneminde Yusuf Ziya Ortaç'ın Binnaz adlı oyununda Hugo'nun etkisi vardır.Fransız Edebiyatının etkisi edebiyatımızda hissedilmiştir.
Romantizm bir edebiyat akımı olmanın ötesinde, 18. yüzyıl sonu ile 19. yüzyıl başlarında Avrupa'da yer etmiş belli bir duyarlılığı belirtir. Fransa'da doğan bu hareket Güney Avrupa ülkelerine "(İtalya ve İspanya)" biraz daha geç girmiştir. Klasik edebiyat akımına tepki olarak 18. yüzyılın sonlarında doğan ve Victor Hugo'yla birlikte büyük ün kazanan Romantizm, insanın yaratma özgürlüğü önündeki her şeye karşı durur. "En iyi kural, kuralsızlıktır" diyen romantikler, insanın duygularını, düş gücünü hayata geçirmesini ve insanı düzeltmenin toplumu düzeltmekle olabileceğini savunurlar. Romantizmın değerlerine göre hiciv ilgi hak etmeyen bir tars dır.
Romantizm edebiyattan gelen bazı motiflerın üstünde duruyor: geçmişin ruh cağrısını ya da kınanmasını, cocuklar ve kadınlarla ilgili hassasiyete verilen önem, sanatcının ve anlatıcının yalnızlığı, ve doğa saygısı gibi motifler Romantik edebiyatında sıkça kullanılır. Ayrıca, Edgar Allan Poe ve Nathaniel Hawthorne gibi bazı Romantik yazarların yazıları doğaüstü ve insan psikolojisi ile ilgili tesisler üstüne kurulmuş.
18. yüzyılda Alman düşünürler felsefeyi bir doğa felsefesi ve sanat felsefesi olarak tanımlar. Romantizm, akılcı eleştiriden çok, canlı hatta bilinçdışı yaratma adı verilen öncelikle dikkat çeken felsefi bir uyralılığı dile getirir. Önemli ya da önemsiz birçok düşünür romantik olarak kabul edilebilir; ama felsefede romantik olguyu en yetkin biçimde Novalis ve Schelling dile getirmiştir; şair yanı daha ağır basan Novalis, eserlerini tamamlayamadan genç yaşta ölmüştür; Schelling ise metafizikçi ve sistematiktir.
Müziğin öncelikle insanın duyum ve duygularına seslenmesi ölçüsünde, aklın önceliğini tartışma konusu yapan romantizmle müzik arasında doğal bir yakınılık ortaya çıkar. Romantizmle birlikte iç dünyayı yansıtan yapıtlar, yoğun bir duygusal içerik kazandı (lied); büyük çaplı yapıtlar, yeni bir gerilim ve dokunaklılığa ulaştı (programlı müzik). Orkestra zenginleşti, çeşitlendi ve çalgıların tınısı ve rengi üzernde titizlikle duruldu. Bu hareket ,kaynağını Almanyadaki ""Sturm und Drang"" ve Fransız Devrimi'nin ideolojisinde buldu.
Özellikle Almanya ve Avusturya'da benimsenen romantizmin başlıca örnekleri Beethoven'ın büyük partisyonlarıdır.
Romantizm, resimde de kendini gösterdi ancak ifadesini biçimden çok düşüncede bulduğundan belirli bir üslup benimsemedi. Goya, Turner, Delacroix'in coşkunluğu kadar Blake'in "yeni klasikçiliği" ya da Delaruche'nin kurallara bağlı tarzı, Füssli'nin düşselliği, Biedermeier'in burjuva dünyası romantizm hareketinden kaynaklanır. Romantizm, klasikçilik kuramının önderi Ingrer'i de etkilemiştir. Doğa duygusuna metafizik bir anlam kattı, kimilerine bir renk zevki aşıladı, özneliği, melankoliyi, kaygıyı doruk noktasına çıkardı; akıldışı olanı savundu, gotik hayranlığını kamçıladı; doğuculuğu yüceltti; şövalye romanları, İskandinav sagaları ve Ossian'ın düzmece şarkılarında kendine konular aradı. Plutarkhos'un kişilerinin yerini, Shakspeare'in, W. Scott, Bryon, Goethe, Hugo'nunkiler aldı. Fırtınalar, gün batımları, uçurumlar, baykuşlar, kurukafalar, ürkmüş atlar, ikonografide önemli bir yer tutmaya başladı. İngiltere'de Edmund Burke'ün "A "Philosophical Enquiry into the origine of our ideas of the sublime and Beautiful"" adlı kitabıyla başlayan romantizm, Gainsbrarough'u son yapıtlarında ve bir ölçüde Reynolds, Reaburn, Lawrence'in büyük portrelerinde kendini gösterdi. Füssli" (Kâbus, 1782, Goethe museum, Frankfurt)", Blake, J.Martin, S.Palmer'in yapıtlarında da hayal gücü önemli bir yer tuttu. Cozens, Cotman, Constabla gibi manzaracıların şiirsel anlatımı, Turner'da biçimlenip parçalanmasıyla kendini gösteren bir yoğunluk kazandı. İspanya'da romantizm Goya tarafından yüceltildi. Fransa'da Oors ("Nasıra Savaşı, 1801, Nantes Müzesi)" ile başlayan romantizm Gericalt "(Madusa'nın salı, 1819, Louvre)" ve İngiliz Bonington ile devam etti. Amerika Birleşik Devletleri'nde de A. B. Durand ve şair Coleridge'in dostu W.Allston'un adları sayılabilir.
Realizm (edebiyat)
Realizm ya da gerçekçilik, bir estetik ve edebi kavram olarak 19. yüzyıl ortalarında Fransa'da ortaya çıkmıştır. Nasıl ki romantizm klasizme bir başkaldırı niteliğinde ise gerçekçilik yani realizm, hem klasisizme hem de romantizme bir başkaldırıdır. Amaç, sanatı klasik ve romantik akımların yapaylığından kurtarmak, yenilikçi eserler üretmek ve konularını öncelikle yüksek sınıflar ve temalarla ilgili değil, toplumsal sınıflar ve temalar arasından seçmekti. Realizmin amacı, günlük yaşamın önyargısız, bilimsel bir tutumla incelenmesi ve edebi eserlerin bir bilim adamının klinik bulgularına benzer nesnel bir bakış açısıyla ortaya konmasıdır. Örneğin, realizmin iki güçlü temsilcisi Gustave Flaubert'in Madame Bovary adlı romanı ile Emile Zola'nın Nana adlı romanı |
nda cinsellik ve şiddet edebi bir mikroskop altında incelenecek olursa çıplaklığıyla ortaya konulmuştur. Realizm felsefesinin altında güçlü bir felsefi belirlenimcilik yatar. Fransız edebiyatında Flaubert ile Zola'nın yanı sıra Honore de Balzac, Stendhal, Rusya’da Lev Tolstoy, İvan Sergeyeviç Turgenyev, Dostoyevski, İngiltere'de Charles Dickens ve Anthony Trollope, Amerika'da Theodore Dreiser,Ernest Hemingway, John Steinbeck İrlanda'da James Joyce realizmin önemli temsilcileridir. Realizm, 20. yüzyıl romanının gelişimini de önemli ölçüde etkilemiştir.
Parnasizm
Parnasizm, Fransa'da 1860 yılında "Çağdaş parnas" şiir dergisi etrafında toplanan sanatçılarca ortaya çıkarılmış bir edebi akımdır.
Gerçekçiliğin şiire yansımasıdır. "Sanat için sanat" görüşü benimsenmiştir. Şâir kuyumcu titizliğiyle çalışır. Şekil çok önemlidir. Şiirde Romantizm akımına tepkidir. Dış dünyayı nesnel bir bakışla anlatır. Şiirde ölçü, kafiye ve ses uyumu çok önemlidir. Bu özelliği Parnasizmi Sembolizm'den farklı kılar. Şiiri, ışık, gölge, renk ve çizgilerle sağlamayı düşünürler. Uzak ve yabancı ülkelerin efsanelerinden yararlanırlar. Şâirler şiirlerinde kişiliklerini gizlemişlerdir.
Bu akımın başlıca temsilcileri arasında Théophile Gautier, Theodore de Banville, Leconte de Lisle, Jese Maria de Heredia, S.Prudhomme ve François Coppée bulunmaktadır. Türk edebiyatında ise özellikle Servet-i Fünun döneminde ilgi görmüştür, Tevfik Fikret, Yahya Kemal ve Cenap Şahabettin başlıca şâirlerdir.
Natüralizm
Natüralizm ya da doğalcılık; felsefe, sanat ve edebiyatta doğal Dünya'yı temel alan çeşitli akımlara verilen ortak ad. Bu akımların takipçilerine natüralist denir. Bunun yanı sıra doğa tarihi ile uğraşan bilim insanlarına da natüralist denir.
Doğalcılığa göre doğanın, nesnel yasalar uyarınca işleyen bir düzeni vardır. Gözlem ve deneye dayalı bilimler, işte bu yasalar sayesinde doğa ile ilgili her alanda sağlam, kesin bilgilere ulaşabilir. Doğalcılık, doğa bilimlerinin sanata ve edebiyata uygulanmasıyla ortaya çıkmıştır. Doğalcı anlayışa göre gerçek olduğu gibi yansıtılmalı, yaşamın kaba ve bayağı sayılarak ele alınmayan yönleri de işlenmelidir.
Doğalcı anlayışa göre birey, içinde yetiştiği toplumsal ve doğal çevrede biçimlenir. Ekonomik ve toplumsal baskılar altında ezilen bireyler, içlerinden gelen güçlü dürtülerle hareket ederler. Alınyazılarını belirleyebilme gücünden uzak olduklarından davranışlarından da sorumlu tutulamazlar.
"Natüralizm" iki farklı felsefî görüşte incelenir:
Felsefik natüralizme ait ilk düşünce ve varsayımlara Sokrates'ten önceki İyonya'lı filozofların eserlerinde rastlanır.
Bilimin babası kabul edilen Miletli Thales tabiat olaylarını doğaüstü nedenlere girmeksizin açıklayan ilk filozoflardandır. Bu erken dönem filozofları natüralizmin temellerini atan deneysel araştırma prensiplerine katkıda bulundular .
Yöntemsel natüralizmdeki çağdaş vurgu, 12. yüzyılda Rönesans dönemindeki ortaçağ skolastik düşünürlerin fikirlerinden beslenir:
Orta çağın sonlarına doğru olayları doğal nedenlere bağlamak hıristiyan filozofların tipik özelliği haline geldi. Skolastik düşünürler ise bir taraftan yaratıcının olaylara doğrudan müdahalesi ihtimaline kapıyı açık bırakmalarına rağmen bir taraftan da tabiat olaylarının arkasında bilimsel açıklamalar aramaktansa mucize arayışlarına giren çağdaşlarını hakir görmeye başladılar.
Görsel sanatlarda Doğalcılık, doğanın olduğu gibi betimlenmesi biçiminde ortaya çıktı. Gerçekte ilk Doğalcı yapıtları, Eski Yunanistan'da, klasik dönem sanatçılarının verdiği söylenebilir. Rönesans sanatçıları, bir bakıma bu anlayışı yeniden canlandırdılar. 17. yüzyılda yaşayan Doğalcı ressamlar doğayı, güzelliği ve çirkinliğiyle olduğu gibi yansıtmakta birleşiyorlardı. Doğalcı terimi de ilk kez bu yüzyılda kullanıldı.
İngiliz manzara ressamı John Constable, 1830'larda doğanın tüm yönleriyle, olduğu gibi betimlenmesi gerektiğini savundu. Constable’ın etkisinde kalan Fransız Barbizon ressamları, yeni Avrupa Doğalcılık'ının manzara resmindeki temsilcileriydi. Bu yıllarda Jean-Baptiste Camille Corot, Alfred Sisley, Camille Pissarro ve Claude Monet de Doğalcı yapıtlar verdiler. 19. yüzyılın sonuna doğru Doğalcılık Alman ressamları üzerinde de etkisini gösterdi. ABD'de ise Doğalcılık 19. yüzyılda, Gerçekçilik’le iç içe gelişti.
Edebiyatta Doğalcılık, 19. yüzyılın ikinci yarısında Fransa'da doğdu. Bu akımın kuramsal temellerini Fransız Hippolyte Taine'in oluşturdu. Taine'in düşüncelerinden etkilenen Goncourt Kardeşler, ilk Doğalcı roman olan "Germinie Lacerteux"‘u (1864) yazdılar. Ama edebiyatta Doğalcılık asıl anlatımını, Emile Zola'nın "Le Roman expérimental" (1880; "Deneysel Roman") adlı deneme yazılarında buldu. Goncourt Kardeşler’den etkilenen Zola'ya göre romancı, olguları yalnızca saptayarak yazmakla yetinen bir gözlemci değil, roman kişilerinin iç dünyalarını, duygusal ve toplumsal olguları bir dizi deneyden geçiren bir deneycidir. Doğalcılık'ın öngördüğü yöntemlere Zola kadar sıkı sıkıya bağlı kalmış çok az yazar vardır. Ama bir süre sonra, ünlü öykücü Guy de Maupassant, romancı Joris-Karl Huysmans, Alman oyun yazarı Gerhart Hauptmann, Portekizli romancı José Maria Eça de Queirós bu akımdan etkilenerek yazmışlardır.
Doğalcı yazarlar, nesnel gerçekleri yazdılar ve idealleştirmeye karşı çıktılar. Yaşamın acımasız ve kaba yanlarını da yansıttılar. Kalıtıma ilişkin görüşlerinin etkisiyle, güçlü tutkuların pençesinde kıvranan basit tipleri ele alarak işlediler. Doğalcı yazarlar, çevrenin birey üzerindeki ezici bir etkisi olduğuna inanıyorlardı. Bundan dolayı yapıtlarında, iç karartıcı mekânları, gecekondu semtlerini ve yeraltı dünyasını bir belgesel diliyle işlediler.
Avrupa edebiyatında Doğalcılık'ın etkileri zayıflamaya başladığı bir dönemde ABD'de, Stephen Crane, Frank Norris ve Jack London bu anlayışla yazdılar. Theodore Dreiser, ABD'de Doğalcılık'ı doruğa ulaştırdı. James T. Farrell'ın "Studs Lonigan" (1932-35) başlıklı üçlemesi son Doğalcı yapıtlar oldu.
Türk edebiyatına Doğalcılık, deneye dayalı bilimlerin ateşli savunucusu Beşir Fuad’ın etkisiyle girdi. Beşir Fuad roman ya da öykü yazarı değildi, ama bazı yapıtlarında Doğalcılığın temel ilke ve yöntemlerini savunarak dönemin romancı ve öykücülerini etkiledi. Türk edebiyatının ilk Doğalcı romanı, 1891'de Ahmed Midhat Efendi’nin yazdığı "Müşahedat"‘tır ("Gözlemler"). Bu akımın Türk edebiyatındaki ilk önemli temsilcisi ise Hüseyin Rahmi Gürpınar’dır. Gürpınar Doğalcılık'a, "Mürebbiye" (1899) adlı romanında kahramanlardan birinin ağzından bu akımın ne olduğunu anlatacak kadar önem vermiştir. "Ben Deli miyim?" (1925) adlı romanı müstehcen bulunarak dava açılınca yazar, "gerçek öykücülük, tüm bilimleri, fenleri kapsayan, her kötülüğü, her hastalığı, her gizli fesadı, yarayı aydınlığa çıkaran yüce bir güçtür" diyerek duruşmada kendisini ve Doğalcılık anlayışını savunmuştur.
Doğalcılık, kısa ömürlü bir akım olmakla birlikte Gerçekçiliğin zenginleşmesini, yeni konuların bulunmasını, biçime öncelik tanımayan ve yaşama yakın olan bir anlatımın gelişmesini sağladı.
Kişiselcilik
Bir edebi akım olarak kişiselcilik (personalizm), soyut düşüncülükle özdekçiliğin karşısına tinsel gerçekliği, sözü geçen iki bakış açısının da parçalara böldüğü birliği yeniden yaratacak sürekli çabayı koyar. Kişiselcilik, Descartes'ın "Düşünüyorum öyleyse varım" (Cogito ergo sum) geleneği içinde yer alır. Kişiselciliğin ana yapısı şöyle özetlenebilir: Kişilik, bilinç, kendi yargısını özgürce belirleme, amaçlara yönelme, zamanın akışına karşı öz kimliğini sürdürme ve değerlere bağlanma gibi temel özellikleri nedeniyle, bütün gerçekliğin dokusunu oluşturur.
Felsefi yönden Gottfried Wilhelm Leibniz bu akımın kurucusu, George Berkeley de başlıca kaynaklarından biri olarak kabul edilir. Edebiyatta en önemli savunucusu Emmanuel Mounier’dir.
PHP
PHP : Hypertext Preprocessor (Türkçe: "Üstünyazı Önişlemcisi" ) (Aslen: Personal Home Page - Kişisel Ana Sayfa) , internet için üretilmiş, sunucu taraflı, çok geniş kullanımlı, genel amaçlı, HTML içerisine gömülebilen betik ve programlama dilidir. İlk kez 1995 yılında Rasmus Lerdorf tarafından yaratılan PHP'nin geliştirilmesi bugün PHP topluluğu tarafından sürdürülmektedir. Ocak 2013 itibarıyla 244 milyondan fazla web sitesi PHP ile çalışırken, 2.1 milyon web sunucusunda PHP kurulumu bulunmaktadır.
PHP kodları PHP işleme modülü bulunan bir web sunucusu tarafından yorumlanır ve çıktı olarak web sayfası üretilir. Bu kodlar veriyi işlemek üzere harici bir dosyaya kaydedilerek çağırılabildiği gibi doğrudan HTML kodunun içine de gömülebilir. PHP zaman içinde bir komut satırı arayüzü sunacak şekilde evrilmiştir, PHP-GTK yardımıyla grafiksel masaüstü uygulaması geliştirmek de mümkündür.
PHP özgür bir yazılım olup PHP Lisansı ile dağıtılmaktadır. Bu lisans kullanım şartları kısmında GNU Genel Kamu Lisansı ile örtüşmese de, PHP tüm web sunuculara ve hemen hemen tüm işletim sistemi ve platforma ücretsiz olarak yüklenebilir.
PHP'nin geliştirilmesi 1994 yılında Rasmus Lerdorf'un kişisel web sitesini yönetmek için bir takım CGI ("İngilizce": Common Gateway Interface) Perl betikleri yazmasıyla başladı. Rasmus bu betikler yardımıyla özgeçmişini sitede görüntülüyor ve sitenin ziyaretçi trafiğini kaydediyordu. Bir süre sonra web formları ile etkileşime girebilecek, veritabanları ile iletişim kurabilecek ve daha hızlı çalışabilecek şekilde bu betikleri C ile yeniden kodladı ve bu uygulamaya Kişisel Ana Sayfa/Form Yorumlayıcı (PHP/FI, "İngilizce: Personal Home Page/Forms Interpreter") adını verdi. PHP/FI yardımıyla basit anlamda dinamik web siteleri oluşturmak oldukça kolaydı. Rasmus, 8 Haziran 1995 tarihinde hata ayıklama sürecini hızlandırmak ve kaynak kodu iyileştirmek üzere bir Usenet tartışma grubunda PHP/FI uygulamasını Personal Home Page Tools ("PHP Tools") adıyla ilk kez duyurdu. 2013 yılı itibarıyla PHP içinde mevcut olan Perl benzeri değişken tanımlama, form yönetimi ve betik kodları arasına HTML kodu yerleştirebilme gibi temel özellikler |
bu ilk sürümde de mevcuttu. Sözdizimi genel olarak Perl'e benzese de daha kısıtlı ve basit ancak daha tutarsızdı. Bir geliştirme takımıyla aylar süren çalışma ve test aşamalarının ardından PHP/FI 2 sürümü 1997 Kasım ayında resmi olarak duyuruldu.
Zeev Suraski ve Andi Gutmans 1997 yılında ayrımlayıcı'yı baştan yazdılar ve dilin ismini PHP: Hypertext Preprocessor olarak değiştirerek PHP 3 ün temellerini attılar. Bunu PHP 3 ün herkese açık olan test sürecinin başlaması izledi ve 1998 yılının Haziran ayında PHP 3 resmi olarak duyuruldu. Suraski ve Gutmans bu sürecin ardından PHP'nin çekirdeğini sil baştan kodlamak suretiyle 1999 yılında Zend Motorunu geliştirdiler ve İsrail'in Ramat Gan kentinde Zend Technologies isimli bir şirket kurdular.
22 Mayıs 2000 tarihinde temelleri Zend Engine 1.0 ile güçlendirilmiş PHP 4 duyuruldu ve Ağustos 2008 itibarıyla 4.4.9 sürümüne ulaşana kadar aktif olarak geliştirildi. Bugün PHP 4 ün geliştirilmesi durdurulmuştur ve güvenlik güncellemeleri dahil olmak üzere üzerinde hiçbir iyileştirme yapılmamaktadır.
13 Temmuz 2004 tarihinde yeni Zend Engine II ile güçlendirilmiş PHP 5 yayınlandı. PHP 5, nesneye yönelik programlama için çok daha fazla olanak sağlıyor, PHP Veri Nesneleri (PDO) eklentisi yardımıyla veritabanlarına erişim için oldukça tutarlı ve hızlı bir arayüz yanında performansa yönelik çok sayıda iyileştirme barındırıyordu. 2008 yılında PHP 4 ün tutarlı sürümünün yayınlanması durduruldu ve PHP 5 geliştirilmesi devam eden tek tutarlı sürüm oldu. PHP duruk içselleştirim ("İngilizce: Late static binding") özelliği barındırmıyordu ancak 5.3 sürümü ile bu önemli eksik giderildi.
PHP, özellikle mysql veritabanıyla birlikte ve Linux işletim sistemi altında iyi bir performans sergilemektedir. C/C++ diline olan benzerliği nedeniyle bu dili önceden bilenlerin PHP öğrenmesi oldukça kolaydır. Kolay öğrenilmesi ve hızlı performansı nedeniyle Facebook, YouTube, Yahoo, Wikipedia ve OGame gibi dünyaca ünlü sitelerin yazımında kullanılmasına rağmen, kodların kolay anlaşılabilmesi açısından ve birden fazla programcı tarafından sürekli geliştirilmesi gerekli büyük projelerde Java nın kullanılması daha uygun görülmektedir. Ancak sadece web tabanlı yazılımın geliştirilmesi söz konusu olduğunda Java ya göre öğrenilmesinin daha kolay olması nedeniyle genellikle PHP tercih edilmektedir. PHP, web tasarımında önemli kolaylıklar sağlasa da 2005 te Google in AJAX kullanmaya başlamasından sonra tek başına öğrenilmesi yeterli olmamakta ve AJAX'ı öğrenmek için gerekli JavaScript, XML, HTML, (ve CSS) ile birlikte bir bütün oluşturabilmektedir.
Aşağıdaki örnek programda HTML içerisine gömülü PHP kodunu görebilirsiniz.
Unutmayın ki PHP kodunun HTML içerisinde gömülü olması zorunlu değildir. Benzeri bir program aşağıdaki gibi yazılabilir.
PHP yazılımı büyük bir fonksiyon kütüphanesi ile birlikte gelir. Gömülü fonksiyonların haricinde kendi fonksiyonunuzu aşağıdaki gibi tanımlayabilirsiniz.
<?php
function yasimiGetir($dogumYili) {
echo yasimiGetir(1981) . ' yaşındayım.';
AWK
AWK, Alfred Aho, Peter Weinberger ve Brian Kernighan tarafından 1977 yılında geliştirilmiş ve ilk olarak Unix Version 7 ile yayınlanmış bir programlama dilidir. C gibi derlenen dillerden farklı olarak yorumlanan bir betik dilidir ve günümüzde özellikle sed ve Kabuk programlamada kullanılmaktadır.
1985-1988 arasında GNU versiyonu olan GNU AWK / GAWK Paul Rubin, Jay Fenlason ve Richard Stallman tarafından yazılmış 1988'de genel kullanıma sunulmuştur. GNU tabanlı Linux sürümlerine dahil edildiği için GAWK en yaygın kullanılan AWK versiyonudur.
AWK ile CSV gibi metin-tabanlı dosyalardaki veriler düzenlenebilir ve dönüştürülebilir ve veriler değerlendirilip isteğe göre raporlanabilir. sed gibi akış editörlerinde kullanılan veri bulma/düzenleme/dönüştürme komutlarına ek olarak C deki gibi genel programlama yapıları içermektedir, bu sebepten dolayı tam donanımlı bir programlama dili olarak geçmektedir.
Larry Wall 1980'lerin ortalarında Usenet haberlerinden raporlar çıkartmak için awk'ı kullanıyordu ve awk'ı yoğun görevlerde yetersiz gördüğü için Perl 'i geliştirme başlamıştır.
AWK'ın komut satırında kullanılışı aşağıdaki gibidir :
GAWK, AWK'a oranla genellikle daha üstün ve anlaşılır hata mesajları sunar. Hatanın nerede olduğunun ve neden kaynaklandığının daha iyi belirtildiği GAWK'da sorun daha anlaşılır biçimde sunulur:
AWK hatası:
GAWK hatası:
Rasmus Lerdorf
Rasmus Lerdorf (d. 22 Kasım 1968), PHP web programlama dilinin mucidi ve Apache sunucu projesi programcısı Danimarka kökenli Kanadalıdır.
Eylül 2002'den beri, Yahoo'da Altyapı Mimarisi Mühendisi olarak çalışmaktadır.
2003 yılında the MIT Technology Review TR100 tarafından 35 yaş altı dünyanın en önemli 100 geliştiricisinden biri olarak gösterilmiştir.
Carlos Santiago Nino
Carlos Santiago Nino, (1943-1993) Arjantinli siyaset felsefesi ve hukuk felsefesi alanlarında uzmanlığı olan felsefeci.
Nino, Buenos Aires ve Oxford üniversitelerinde eğitim gördü ve doktorasını 1977 yılında, yaşayan en önemli filozoflardan sayılan John Finnis'in gözetiminde tamamladı.
Leblebi
Leblebi nohutun kavrulmasıyla üretilen bir çeşit kuru yemiştir. En bilinen türleri beyaz leblebi ve sarı leblebidir. Coğrafi olarak tescillenen ilk leblebi, Çorum leblebisidir. Türkiye'de kent, bu yüzden leblebi ile anılır.
İlk defa Şeyh Murat Gazi tarafından 1370-1390 yıllarında bulunmuştur. Nohutun ısıtılıp bekletilmesini keşfetmiştir.
Evliya Çelebi, 17. yüzyıl leblebinin İstanbul'da yaygın şekilde tüketildiğini ve bu işle uğraşan 100 dükkân ve 400 çalışanın olduğunu belirtmektedir.
Leblebi nohutun işlenmesiyle elde edilen bir kuruyemiş türüdür. Nohutun günlerce uğraşı sonucu terbiyesi ile, özel fırınlarda kavrulmasıyla elde edilir. Bu işlem şu aşamalardan geçer: Nohut 3 ayrı günde 3 kez tavlama işlemine yani ısıtılma işlemine tabi tutulur. 3. tavlamadan sonra bir alana serilerek dinlenmeye bırakılır. Bu yaklaşık 15 günlük bir süreyi kapsar. Leblebi yapılacağı günün akşamı ıslatılarak kabarması sağlanır. Ertesi gün leblebi yapılacağı tavada önce ısıtılır, sonra "mafrak" denilen aletle hafifçe bastırılarak kabuklarının çıkarılması sağlanır. Bu işlem sırasında nohutların bir kısmı ikiye bölünür. Bu ikiye ayrılanlar elekle bütünlerden ayrılır.
Bölünenlere "kırık leblebi" de denir. Bunlardan daha çok leblebi unu yapmak için yararlanılır. Bütün olan leblebiler değişik şekillerde satışa sunulur. Bir kez daha kavrulma işlemine tabi tutulmaları sonrasında sarı üstüne siyah benekli görünüm kazanır. Buna "çifte kavrulmuş leblebi" denir. Ayrıca çikolatalı leblebi, beyaz leblebi, karanfilli leblebi, biberli leblebi, şekerli leblebi ve sakız leblebi gibi 40 civarı değişik türleri mevcuttur. Raf ömrü uzun olsa da taze tüketilmesi daha makbuldür. Taze leblebinin iki parmak arasında sıkıldığında un gibi ufalanması gerekir.
Türkiye'de yalnızca 3 yerleşim yerinde üretilen leblebiler tescillenmiştir. Bunlar 2002 yılın Çorum, 2003 yılında Tavşanlı ve 2009 yılında Serinhisar leblebileridir.
Leblebi üretimde kırmızı ve iri nohutlar kullanılır. Çorum bölgesi üretilen leblebiler daha çok sarı leblebiye dönüştürülürken, Ege bölgesinde yetiştirilen nohutlar daha çok beyaz leblebiye(sakız leblebisi) dönüştürülür.
Leblebi üretimde geçmişte ya da günümüzde söz sahibi olan yerleşim yerleri;
İller
İlçeler
Kuru yemiş olarak bütün şekilde tüketimini yanında ayrıca leblebi toz haline getirilip halk dilinde "kavut" denilen şekilde de yenilebilir.
Leblebinin mide suyunu emdiği ve rahatlık verdiği söylenir. Ayrıca takma diş yaptıranlara leblebi yemesi öğütlenir. Çünkü leblebi yenmesi takma dişlerin yerlerine daha rahat alışmasını sağlar.
Leblebinin Türk kültüründeki ve Türkçedeki etkileri;
Ekzoçekirdek
Ekzoçekirdek, (exokernel = "DışÇekirdek"), uygulama geliştiricileri için işletim sisteminin en temel fonksiyonlarından birisi olan donanıma erişim yordamlarını ve donanım sürücülerini aradan kaldırarak donanıma doğrudan erişim sunan bir işletim sistemi çekirdeği mimarisidir.
Bellek ve süreç yönetimi gibi temel işlevler dışında tek yaptığı şey, donanımların arayüzlerini güvenli bir biçimde çoklayarak ("multiplexing") kullanıcı seviyesi uygulamalara sunmaktır ("exposing").
Bu sayede uygulama programcısı, donanım için yazılmış sürücülerin getirdiği sınırlar olmaksızın donanıma ham erişim sağlayabilir. Bu çözüm çok yüksek hızlarda donanım erişimi sağlama ihtiyacına istinaden hayat bulmasına rağmen, dışçekirdek mimarisi uygulamaların programlanmalarının çok zor olmasından dolayı genel bir ilgi görmemiş, özel amaçlarla kullanılmışlardır.
Wimbledon Tenis Turnuvası
Wimbledon Tenis Turnuvası ya da kısaca Wimbledon, tenis sporunun en eski ve en prestijli turnuvasıdır. 1877 yılından beri All England Lawn Tennis
ve Croquet Club tarafından düzenlenmektedir. Wimbledon, Avustralya Açık,Fransa Açık (Roland Garros) ve Amerika Açık ile beraber 4 büyük Grand Slam tenis turnuvasından birisidir. Wimbledon, çim kortta oynanan tek grand slam turnuvasıdır.
İngiltere'nin başkenti Londra'da her yıl Haziran ayının son haftasında başlayan turnuva iki hafta sürmektedir. Artık yağmur nedeni ile maçların aksamadığı turnuvada ilk Pazar günü geleneksel olarak maç oynanmaz. İlk olarak 1877 yılında düzenlenen turnuvada, tenisçilerin beyaz giyinme zorunluluğu, korta giriş ve çıkış protokolü gibi yazılı olmayan kurallar vardır.
Her yıl 20 ile 26 Haziran arasına rastlayan pazartesi günü başlar. Ağustos ayındaki ilk pazartesiden altı hafta önce ve erkek oyuncular için Wimbledon'a ısınma turnuvası olarak nitelendirilen "Quenn's Club Şampiyonası"ndan iki hafta sonra başlar. Aynı anda yapılan bir başka önemli ısınma turnuvası da Halle (Saale)'daki "Gerry Weber Açık Tenis Turnuvası" 'dır. Wimbledon genellikle iki hafta sürer, ana kategorideki karşılaşmalar bu iki haftaya yayılır. Ama "junior" klasmanı ve özel maçlar genellikle ikinci hafta yapılır. Geleneksel olarak "Middle Sunday" (Ortadaki Pazar günü) karşılaşma yapılmaz ve dinlenmeye ayrılır |
. Yine de yağmur nedeniyle Turnuva tarihinde üç kere "Middle Sunday" günü karşılaşma yapılmıştır: 1991, 1997, ve 2004'te. Her üçünde de Wimbledon'da numarasız ve ucuz biletlerin satıldığı "Halk Günü" düzenlenmiştir.
Şampiyona ilk defa 1868 yılında Worple Road, Wimbledon, Londra yakınlarındaki bir sahada "All England Lawn Tennis and Croquet Club" 'ünün kontrolünde oynanmıştır. Turnuvadaki tek klasman Tek Erkekler kategorisiydi. 1884'de "All England Club" Tek Kadınlar ve Çift Erkekler kategorilerini de ekledi. Çift Kadınlar ve Karışık Çiftler ise 1913'te eklenmiştir. Şampiyona, "Church Road" yakınlarındaki bugünkü yerine 1922'de taşınmıştır. Diğer "Grand Slam" turnuvalarında olduğu gibi Wimbledon'da da 1968'deki Açık Tenis Turnuvaları'nın kuruluşuna kadar en üst seviyedeki amatör sporcular yarışıyordu. Turnuvayla gurur duyan İngilizler için Wimbledon uzun zaman ulusal mizah ve üzüntü konusu oldu. Tek Erkeklerde 1936'da Fred Perry ve Tek Kadınlarda 1977'de Virginia Wade'den beri hiçbir İngiliz sporcu turnuvada şampiyonluk kazanamamıştı. Ancak 2013 temmuz ayında yapılan turnuvada Andy Murray'nin tek erkeklerde şampiyonluğu kazanmasıyla 77 yıllık tek erkekler şampiyonluğu özlemi son buldu.
Wimbledon'da beş ana kategoride karşılaşma yapılır:
"Junior" klasmanında dört kategoride karşılaşma yapılır:
Dört adet özel karşılaşma yapılır:
Tek ve Çift Erkekler karşılaşmaları beş, diğer tüm karşılaşmalar üç set üzerinden oynanır. Karşılaşmaların çoğunluğu tek elemeli turnuva sistemine göredir, yani tek maç kaybeden katılımcı turnuvadan elenir. Halbuki 35 yaş ve üzeri Çift Erkekler ve 35 yaş ve üzeri Çift Kadınlar Özel karşılaşmaları lig usulü yapılmaktadır.
1921 yılına kadar bir önceki yılın şampiyonları final karşılaşmasına kadar "bay çekme" hakkına sahipti ve final karşılaşması "meydan okuma" karşılaşması olarak biliniyordu. Bunun sonucunda birçok şampiyon unvanlarını ellerinde tutabiliyordu çünkü rakipleri son karşılaşmaya kadar çaba sarfederek gelirken onlar dinleniyordu. 1922'den itibaren unvan sahipleri de şampiyonaya en başından başlayarak devam ettiler.
Her tekler klasmanında 128 oyuncu, çiftler klasmanında 64 çift oyuncu ve karışık çiftler klasmanında da 48 çift oyuncu turnuvaya kabul edilir. Tek ve çift olarak oyuncuların kabul edilme kriterleri, uluslararası sıralamadaki yerleri ve çim sahalardaki performanslarıdır. Şu anda seribaşı olarak 32 tek erkek ve kadın oyuncu ile 16 takım bulunmaktadır.
Yönetim ve Hakemlik Komitesi her başvuruyu değerlendirir ve kimlerin turnuvaya doğrudan katılacağını belirler. Komite, sıralamada yüksek yerde bulunmayanları da kabul edebilir. Joker kabul edilen bu oyuncular genellikle ya önceki turnuvalarda başarı göstermiş ya da katılması durumunda turnuvaya ilgiyi artıracak oyunculardır. Tek Erkekler Şampiyonası'nı kazanan tek joker oyuncu Goran Ivanisevic'ti (2001); Henüz, Tek Kadınlar'ı kazanan bir joker oyuncu olmamıştır. Joker olamayan ya da yeteri kadar yüksek sıralamada olmayan oyuncular Wimbledon'dan bir hafta önce Roehampton'daki "Bank of England Sports Ground" 'da düzenlenen kalifikasyon turnuvasına katılabilirler. Tekler kalifikasyon yarışmaları üç turlu karşılaşmalardır. Çift Erkekler ve Çift Kadınlar karşılaşmaları tek turludur ve Karışık Çiftlerde kalifikasyon yarışması yapılmaz. Bugüne kadar bu turnuvalardan çıkan hiçbir oyuncu ne Tek Erkekler ne de Tek Kadınlar kupasını kazanamamıştır. Kalifikasyon turnuvasından gelen yarışmacıların ulaşabildikleri en üst düzey yarı final olmuştur: 1977'de John McEnroe ve 2000'de Belarus Vladimir Voltchkov Tek Erkeklerde, ve 1999'da Alexandra Stevenson Tek Kadınlarda bu aşamaya kadar gelmişlerdir.
"Junior" klasmanına oyuncular ulusal tenis federasyonlarının tavsiyesiyle ve tekler klasmanında da kalifikasyon karşılaşmalarının sonucunda kabul edilirler. Dört Özel karşılaşmaya kimlerin katılacağına Yönetim Komitesi karar verir.
Komite, oyuncuları uluslararası sıralamaya göre seribaşı seçer. Bir önceki şampiyon, her zaman olmasa da normalde ilk seribaşı olur. Katılanların büyük çoğunluğu seribaşı değildir. Seribaşı olmayan yalnızca iki oyuncu Tek Erkekler kupasını kazanmıştır: 1985'te Boris Becker ve 2001'de Goran Ivanisevic. Tek kadınlarda seribaşı olmayan oyunculardan kazanan olmamıştır; en düşük seribaşı olarak kupayı kazanan kadın tenisçi ondördüncü seribaşı olarak 2005'te kupayı kazanan Venus Williams'tı. Seribaşı olmayan çiftler birçok kere turnuvayı kazanmıştır. 2005 Çift Erkekler şampiyonları seribaşı olmamakla birlikte aynı zamanda (ilk defa olarak) kalifikasyon turnuvasından geliyorlardı.
Wimbledon
Wimbledon may refer to:
Endokrinoloji
Endokrinoloji etimolojik olarak Yunanca ἔνδον "endon" (iç) + κρίνειν "krinein" (salgı) + "loji" (bilmi) anlamına gelmektedir. Vücudumuzdaki iç salgı bezleri tarafından kana aktarılan hormon dediğimiz yapılar, diğer sistemlerle beraber vücudumuzdaki birçok mekanizmayı kontrol ederler ve tüm bu sistemi inceleyen bilim dalına endokrinoloji denir.
İç salgı bezlerinin fonksiyonlarını, normal dışı çalışma sonucu oluşan hastalıklarını ve bunların tedavilerini inceleyen tıp dalıdır.
Modern Yunanca
Modern Yunanca, Halk Yunancası ya da Yunanca söylenişiyle Demotiki (Yun. διμοτική "Dimotiki" okunur) 1976'dan beri Yunanistan'ın ve Kıbrıs Rum Yönetimi'nin resmi dili.
Yunanistan ana kıtası dışında, Demotiki Ege Adaları ve dünyanın birçok yerinde koloni olarak yaşayan o ülkenin Yunan asıllı vatandaşları tarafından da konuşulmaktadır.
Yunanlarla Türkler tarihin çok uzun bir döneminde aynı coğrafyayı paylaşmışlardır ve bu birlikteliğin izlerini şu anda da günlük yaşamın pek çok alanında görmek mümkündür. Yunan kültürünü yakından tanımak için öncelikle Yunancayı öğrenmek gerekir.
Yunanistan'ın kurulmasıyla Devletin Resmi dili Kathareuousa ilan edildi. Okullar ve resmi dairelerde sadece bu diyalekt kullanıldı ancak halk bu diyalekte yabancı olduğundan evlerde ve sokaklarda Halk Yunancası (Demotiki) konuşulmaya devam edildi.
Demotiki'de bir takım bozulmalar olunca 1964'de okullarda Demotiki'nin de okutulmasına izin verildi.
Bu çift dillilik 1976 yılına kadar devam etti. 1976'da Yunanistan’da çıkan bir kanun ile Kathareuousa devletin resmi dili olmaktan çıkartıldı ve Demotiki resmi dil haline getirildi böylece okul, resmi daire ve evlerde konuşulan dilin aynı olması sağlandı.
1982 yılında kabul edilen 2. bir kanunla Politonik (Polytonic) sistem terk edilip Monotonik (Monotonic) sisteme geçilmiş. Yani kelime üzerlerinde vurgulu heceyi belirtmek için kullanılan aksan işaretleri üç çeşitten tek çeşide düşürülmüştür. Bu reform tutucu çevrelerce büyük bir tepkiyle karşılanmış ve ""Yunanca'nın Katli"" olarak yorumlanmıştır. Bugün dahi tutucu çevreler hala Politonik sistemi kullanmakta ısrar etmektedirler.
Isidore Isou
Isidore Isou, (d. 25 Ocak 1925 Botoșani / ö. 01 Ağustos 2007 Paris) Rumen şair. Tam adı Ioan-Isidor Goldstein'dır.
II. Dünya Savaşı sonunda Paris'e yerleşmiştir. Kafasında tüm sanat dallarında ama özellikle şiir ve edebiyatta sarsıcı bir yenilik yapma fikri vardı. Paris'e geldiğinde kendisini harfçi (lettrist veya letterist) olarak tanımlıyordu.
Başlattığı bu akım daha sonra harfçilik (letrizm) adını aldı. 1968 yılında harfçilik ve harfçilik etkisinde yaratılmış eserler Fransa'da büyük saygı görmeye ve taraftar toplamaya başladı. 68 Kuşağı tarafından kullanılan sembollerde, sloganlarda vb. letrizm de kullanıldı.
Enez
Enez, Türkiye'nin Edirne ilinin bir ilçesi, aynı zamanda ilçenin merkezinde yer alan kasaba. Enez ilçesinin 21 km kuzeyinde İpsala, 60 km doğusunda Keşan ilçesi, güneyde ve batıda Ege Denizi ve Yunanistan ile mülki ve millî sınır ile çevrilmiş olup, Meriç Nehri'nin denize döküldüğü Ege'nin Kuzey sahilinde bir yarımada üzerinde yer almaktadır. İlçe, toplamda 30 km deniz, 44 km mülki sınırlara sahiptir. Enez ilçesinin bölgesinin toplam nüfusu 2011 sayımına göre 11.066 olup, yüzölçümü 473 km'dir.
Enez ilçesinde genelde Akdeniz iklimi mevcuttur. İlkbahar ve sonbahar ayları yağışlı, kışları sert ve kuru geçer. Kışın az kar yağmakla birlikte nemli bir hava hüküm sürer.
Bölgede devlet karayolu olarak Enez-Keşan ve İpsala-Enez karayolu mevcuttur.
Enez adı, bölgedeki yerleşimin antik çağlardaki adı olan Ainos'tan gelmektedir.
Eski adı "Ayesintoz Vepolti Urya" olan, halen Memduh "beğenilen" anlamına gelen İnoz diye bilinir.
1971 yılından itibaren yapılan kazılar sonucunda bölgedeki ilk yerleşim merkezinin Enez'in yaklaşık 3 km doğusunda yer alan Hoca Çeşme Höyüğü olduğu anlaşıldı. Geç Neolitik Çağda, yaklaşık olarak MÖ 6500'lerde kurulan bu yerleşim yerinde yaşayanların saz ve çamur gibi hafif malzemelerle inşa edilmiş oval biçimli kulübelerde yaşadıkları, ana tanrıçaya taptıkları ve deniz ürünleriyle beslendikleri saptandı.
Günümüzde Enez adını taşıyan Ainos, Meriç'in denize döküldüğü yerde kurulmuş iki limanlı bir şehir olarak üne kavuşmuştur. Önceleri deniz kenarında olan şehir, Meriç nehrinin alüvyon sürüklemesi sonucunda kıyıdan uzaklaşmış; şu an 4 km içerde kalmıştır. Ainos, ilk iskan edildiği MÖ 4000'li yıllardan bu yana çok değişiklik geçirmiş olmasına rağmen yaşamını kesintisiz sürdürmüştür.
Ainos'un ilk sakinleri kimlerdi, kesin olarak bilemiyoruz. Ancak Eskiçağ kaynaklarında, Ainos'un yerinde önceleri Trak kabilelerinin yerleşmiş olduklarını, MÖ 7. yüzyılda İzmir'in kuzeyinde Aiolia bölgesinde yaşayan Aioller tarafından iskan edildiği, daha sonra ise, Mytileneliler (Midilli Adası) ile Kymeliler tarafından bir kolani olarak kurulmuş olduğu zikredilmektedir.
Gerçekten Enez ve çevresinde yapılan kazı ve araştırmalarda ele geçen maddi kalınltılar bu tarihi bilgileri doğrulamaktadır. MÖ 6. yüzyılın sonlarında Pers Kralı Darius'un 513 tarihinde yaptığı İskit seferinden sonra Trakya ve dolayısıyla Enez Pers İmparatorluğunun hakimiyeti atına girdi. Enez, MÖ 478/477 tarihindeAttik -Delos Deniz Birliği'ne katıldı. Şehir, Pers Kral Barışı ile MÖ 386 yılında bağımsızlığına kavuştu. Hellenistik Çağda Ptolemayosların hakimiyetinde kalan Enez, MÖ 190 yıl |
ında Romalılar'ın Trakya'yı zaptetmeleriyle tekrar bağımsızlığını elde etti.
Bizans Çağında Prensiik merkezi olan Enez'e Orta Çağda Cenovalılar hakim olmuşlar. Enez 1456 yılında Fatih Sultan Mehmet'in kaptanı Has Yunus Bey tarafından zaptedilmiş ve Osmanlı Devletine Katılmıştır.
Edirne Vilayet Matbaası Müdürü Şevket Dağdeviren'in yazdığı 1892 tarihli salnameye göre;
Enez kasabasında 7 dükkandan oluşan ünlü 2 küp, desti, çanak-çömlek fabrikası ile 4 taşlı bir buharlı un fabrikası, 23 yel değirmeni ve 8 at değirmeni bulunur.
Enez kasabasında 136 Müslüman evinde 477 nüfus ile 461 Hristiyan evinde 1733 nüfus vardır. Kasabada 13 mahalle, 1 nahiye ve 19 köy vardır. Tüm kazanın nüfusu çeşitli milletlerden kadın ve erkek toplam 5379 kişidir.
Üzüm ürününden yılda 49000 kıye şarap, 5115 kıye rakı üretilir ve bunun 5000 kıyesi ihraç edilir.
1978 yılından itibaren kale içinde ve kentin çeşitli mevkilerinde geniş alanlarda çalışılarak Enez'in kültür tarihinin ortaya çıkartılmasına çalışılmıştır. Kazı ve araştırmalar sonucunda Enez'de şarap mahzenleri, tabanı mozaiklerle döşenmiş villa, hamam kalıntıları, kaldırım taşlı caddeler, bazilika ve şapeller, Roma ve Osmanlı dönemi nekropolleri gibi mimari kalıntıların yanı sıra, çeşitli malzemelerden yapılmış yüzlerce irili ufaklı buluntuyu da saymak mümkündür. Enez'in çevresinde köprüler, yollar, kervansaray, manastırlar gibi çeşitli dönemlerden günümüze ulaşan birçok kalıntı yer almaktadır.
İlçenin ekonomisi temel olarak tarım ve hayvancılığa dayanmaktadır. Başlıca yetiştirilen bitksel ürünler buğday, ayçiçeği, çeltik ve hayvanların besin ihtiyaçlarını karşılamak için yemlik bitkilerdir. Hayvanclık bakımından büyükbaş ve küçükbaş yetiştiriciliği eşite yakın bir şekilde dağılmakta olup ilçenin en yüksek bölgesi olan hisarlı dağı çevresinde doğal yerli ırk büyükbaş yetiştiriciliği yapılmaktadır. İlçenin öteden beri büyük gelir kalemlerinden biri olan balıkçılık düzensiz ve kaçak avlanma ile birlikte giderek önemini yitirmektedir. Yabancı ülkere ihraç edilen yılan balığı neredeyse yok denecek kadar az yakalanmaktadır. Lüfer ise bulunması imkânsız bir hale gelmiştir.
İlçede faaliyet gösteren aktif sanayi kuruluşları yabancı sermayeli yaklaşık 130 çalışanlı kil fabrikası ve Büyükevren köyünde bulunan çiğ süt işleme tesisidir. Bazı köylerinde son zamanlarda, özellikle 2005 yılından sonra meyvecilik yatırımlarına hız verilmiş meyve pazarında ihracatlık ürünlerde üretime başlanmıştır. Bu konuda Çeribaşı köyü başı çekmekte yatırımcı sayısı ilçede hızla artmaktadır.
Enez'i yabancı turistlerden çok yerli turistler ziyaret etmektedirler. Denize yakın olan ve ilçe merkezini geçtikten sonra beliren bölegede villalar ve turistik konaklama alanları görülmektedir. Villalar genelde site halindedir. Ayrıca ilçede İstanbul ve Trakya Üniversitelerine ait dinlenme ve eğitim kampları bulunmaktadır. bu kamplar yaz ayları boyunca kendi bünyelerindeki öğrencilerine uygun ve güzel bir tatil imkânı sunmaktadır. Bu bölgede yol yapımı ve kalkınma çalışmaları 2006 yılının yaz ayları itibarıyla başlamıştır. Turistik önemin artması için bu tür çalışmalar devam etmektedir.
Timur
Timur (Çağatayca: تیمور - "Tēmür", Farsça: تیمور; d. 8 Nisan 1336 - ö. 18 Şubat 1405), Maveraünnehirli Türk kökenli veya Türkleşmiş Moğol olan komutan ve hükümdar. Timur İmparatorluğu'nun kurucusudur.
Çağatay ulusunu oluşturan kabilelerden Barlaslar'ın reisi olan Turagay ile Tekira Hatun'un çocuğu olarak 1336'da Semerkant yakınlarındaki Şehr-i-Sebz'e bağlı Hoca Ilgar köyünde dünyaya gelen Timur, 1370'te Çağatay Hanlığı'nın batısını kontrol altına alan askeri bir lider olarak kendini gösterdi.
1370'ten itibaren düzenlediği seferlerle bugünkü Orta Asya, Rusya, İran, Hindistan, Afganistan, Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan, Irak ve Suriye'yi kapsayan toprakları ele geçirerek 1402'de yapılan Ankara Savaşı'nda Osmanlı padişahı Yıldırım Bayezid'i mağlup edip esir alarak Anadolu'ya hakim oldu.
Timur, sağ ayağı aksak kalacak şekilde darbe aldığından dolayı kendisine Aksak Timur anlamına gelen Farsça "Timur-i leng", Türkçeleşmiş olarak "Timurlenk" batılılar tarafından ise "Tamerlane" denilmekteydi. Timur'un düşüncesi Cengiz Han'ın ölümünden sonra parçalanan ve onun torunları tarafından kurulan Çağatay Hanlığı, İlhanlılar ve Altın Orda kalıntıları üzerinde Cengiz İmparatorluğunu tek bir siyasi çatı altında yeniden ayağa kaldırmaktı. Seferleri de bu düşüncesini doğrular niteliktedir ve saltanatının sonuna doğru bunu büyük ölçüde başarmıştı. Önce yeniden birleştirdiği Çağatay ulusunun başına geçti. Ardından batıda Hülagû Han topraklarını kendi hükümdarlığına kattıktan sonra kuzeye yönelip, Altın Orda'nın üzerinde egemenlik sağladı. Ancak 1405 yılında Çin'i fethetmek üzere düzenlediği seferde yolda hastalanarak hayatını kaybetti. Timur, hayatı boyunca Cengiz Han yasasına çok önem vermiştir. Cengiz Han soyundan Kazan Han'ın kızı Saray Mülk Hanımı nikahına alarak damat anlamına gelen "Küregen" lakabını taşımaya hak kazanmıştır. Cengiz Han'ın soyundan gelmediği için "Han" unvanı yerine "Emir" unvanını kullanmıştır ve ölünceye kadar kukla dahi olsa, Cengiz Han soyundan birini "Han" olarak yanında taşımıştır. Timur bir yandan Cengiz yasasının uygulayıcısı olurken diğer taraftan kendine "İslamın Kılıcı" şeklinde atıfta bulunarak fetihlerini meşrulaştırmak amacıyla İslami semboller kullanmıştır. 1398'de Hindistan'da Delhi Sultanlığı, 1401'de Suriye'de Memluk Devleti ve 1402'de Ankara Savaşı'nda Osmanlı Devleti'nekarşı kazandığı zaferlerden sonra İslam dünyasındaki en büyük güç konumuna geldi. Hristiyan Gürcüler, ateşe tapan Hindular ve İzmir'de Hristiyan Şovalyeleri'ne karşı hareket ederken gaza ödevini yerine getiren gazi hükümdar imajını üstlendi. Ancak kimi tarihçilere göre Timur için yasa, şeriattan önce gelmekteydi.
Seferlerinin en kanlısı ve uzunu Batı Asya'daki seferleridir. Birincisi üç, ikincisi beş ve üçüncüsü yedi sene sürmüştür. Seferleri sırasında ele geçirdiği şehirlerin bazılarını yakıp yıkmış kellelerden kuleler yapmıştır. Kan dökücülüğü ve tahripkârlığına rağmen girdiği hiçbir ülkede de âlimlerin ve sanatkarların incitilmesine müsaade etmemiştir. Fethettiği ülkelerdeki âlimleri, ustaları ve sanatkarları başkentinde toplayarak Semerkant'ın imarına çok önem vermiştir. Timur'un kurduğu devlet, Türk-Moğol devlet esasları ve Türk Moğol askeri teşkilat unsurları ile İslam, bilhassa İran medeniyeti unsurlarının kendine mahsus bir birleşimidir..
Müslüman olmasının yanı sıra eski Türk-Moğol geleneklerini de yaşatmaya çalışmıştır.
Cengiz Han ölmeden önce imparatorluk topraklarını oğulları arasında paylaştırmıştı. Cengiz Han, Kaşgar civarı ile Maveraünnehir'in büyük bölümünü ikinci oğlu Çağatay’a vermiş Moğol İmparatorluğu 1294 yılında parçalandıktan sonra bu topraklarda Çağatay'ın soyundan gelenlerin hükmettiği devlete Çağatay Hanlığı denilmekte idi. Çağatay hükümdarları Tengricilik inancını benimsiyorlardı. Ancak içlerinde Budist olanlar da vardı. Çağatay Hanların ciddi İslamlaşması ise Tarmaşirin'nin İslam'ı kabul etmesinden sonra yaşanmıştır. 1331-1334 yılları arasında hüküm süren ve Müslüman olduktan sonra Alaaddin ismini alan Tarmaşirin Müslümanlığı seçen ilk Çağatay Hanıdır. Bu dönemde Maveraünnehir'de oturan ve kent kültürüne adapte olan Çağatay Hanlığı bünyesindeki halk kendilerine "Çağataylı" olarak hitap etmeye başlamıştır. Bu dince İslamlaşmış dil olarak Türk ve Türkleşmiş Çağataylılar tarihçiler tarafından Çağatay Türkleri ve kullandıkları dil de Çağatayca ya da Çağatay Türkçesi olarak adlandırılmıştır.
Timur, o dönemde Çağatay Hanlığı toprakları içerisinde yer alan Semerkand şehri ile Belh şehri arasında Şehr-i şebz şehri sınırları içerisinde yer alan Keş şehrine bağlı Hoca Ilgar köyünde dünyaya geldi. Şerefeddin Al-i Yezdi'nin "Zafername" adlı eserinde Timur'un doğum tarihi 27 Nisan 1336 Salı, Oniki Hayvanlı Türk Takvimi'ne göre Sıçan Yılı olarak verilmektedir. Timur, efsaneye göre, avucunda pıhtılaşmış kan ve ihtiyar adamın saçları gibi beyaz saçlarla doğmuştur. Avucunda kan ile doğması zamanın hakimi manasına gelen sahip kıranlık alameti olmakla beraber ilerde çok kan dökeceği biçiminde yorumlanmıştır. Timur sahip kıran unvanını ilerleyen yıllarda cihangir unvanını ile birlikte kullanmıştır. Saçlarının beyazlığı ise erken yaşta meydana gelen bir olgunluk görülüp onun ileride büyük işler başaracağına inanılmıştır.
Kaynaklarda Timur'un babasının adının Turagay annesinin adının Tekira Hatun olduğu kaydedilmektedir. Çağatay ulusunu oluşturan Türk-Moğol kabilelerinden Barlaslar'ın reisi olan Turagay sadece kendi kabilesinde değil Tüm Çağatay ulusunda itibarlı bir bey idi. Moğolların Gizli Tarihi adlı eserde belirtildiğine göre Barlaslar aynı zamanda Cengiz Han'ın da atası olan Moğolların efsanevi atası Alangoya'nın soyundan gelmektedir. Dul olduğu halde iki çocuk doğuran Moğolların büyük efsanevi atası ve büyük annesi olarak kabul edilen Alangoya yalnızca Cengiz Han’ı değil onunla birlikte “Nirun” yani ışığın çocukları adı verilen bir yığın boyu ilgilendirir. Cengiz Han’ın boyu Borciginler gibi Timur'un boyu Barlaslar'da bunlar arasında sayılmaktadır. Barlaslar boyundan olan Timur’un 15. yüzyılın başına ait mezar kitâbesinde de Alangoya'dan, tıpkı Meryem Ana gibi hürmetle bahsedilir. Yine Timurlu dönemine ait bir minyatürde Alangoya yanında bir kurt ile tasvir edilmiştir.
Timur'un doğduğu dönemde Barlaslar, İslam dininin dışında Şamanizme ve Budizime mensup insanları da barındırmaktaydı. Aynı zamanda bu yoğun halk hareketleri halkların kültürel olarak birbirlerini etkilemelerine ve karışmalarına neden olmuştur. Bunun doğurduğu sonuçlardan biri olarak bir Moğol boyu olan Barlaslar, Moğolcanın yanı sıra Türk dillerinin Uygur kökenli bir türü olan ve Farsçadan yoğun şekilde etkilenmiş olan Çağataycayı da kullanmaktaydılar. Avrupalı tarihçiler arasında yaygın görüş Timur'un Moğol olduğu yönündedir. Timur'un Moğol kökenli olmadığını Türk kökenli olduğunu söyleyen tarihçilerde vardır.
Elçi olarak Semerkand'a Timurun s |
arayına giden İspanyol asilzade Ruy Gonzales De Clavijo Timur'un Hayatı & Kadiz'den Semerkant'a Seyahatler kitabında Timur'un, Türk göçmenlerinin ırkından olup soylarıyla övünen asil bir nesilden geldiğini belirtmiştir. Richard Bulliet, Barlasların Moğollukla ilgisi olmadığını söylerken Rene Grousset'de Timur’un kendi zamanında yazılan kitaplarda soyunun Cengiz’e dayandırıldığını, halbuki onun Moğollukla alâkası olmadığını belirterek Timur’un Türk olduğunu söylemektedir. Zeki Velidi Togan'a göre Cengiz Han Türk’tür bu nedenle Timur da Cengiz ile aynı kökten olduğu için o da Türk’tür. Fransız Türkolog Jean-Paul Roux ise Timur'un Türkleşmiş bir Moğol olduğunu ileri sürmektedir. Türkiye'de Timur tarihinin önde gelen isimlerinden Prof. Dr. İsmail Aka, Timur ve Devleti adlı eserinde, Timur ve Cengiz’in aynı soydan geldiklerini yazmaktadır ancak, Türk veya Moğol olduğu konusunda bir şey söylememektedir. Ona göre Timur’un ilk evlilikleri ve kız kardeşlerinin yaptığı evlilikler onun soyunun alelade bir yere bağlanmadığını göstermektedir. Prof. Dr. Hayrunisa Alan da Bozkırdan Cennet Bahçesine Timurlular adlı eserinde Timur ve Cengiz’in uzak atalarının bir olduğunu belirtmektedir. Ancak, o da İsmail Aka gibi Timur’un Türk ve Moğol olduğu konusunda bir şey söylememektedir.
Emir Timur'un soyu ölümünden sonra torunu Uluğ Bey tarafından Isık Göl civarından getirilip Semerkant'ta yazılarak, Timur'un mezarı üzerine dikilen yeşim taşı üzerinde şu şekilde kaydedilmiştir: "Emir Timur Küregan b. Emir Turagay b. Emir Berkel b. Emir İlengir b. Emir İtil b. Emir Karaçar Noyan b. Emir Suguçcin b. Emir Erdemci Barula b. Emir Kaçulay b. Emir Tummanay". Timur'un ceddi Tumanay'ın beşinci göbekten Cengiz Han'ın da atası olduğu düşünülmektedir.
Çağatay Hanı Tuğluk Timur 1360 yılında Maveraünnehir’e geldiği dönemde burada bulunan bazı beyler bölgeyi terk etmelerine rağmen Timur akıllıca bir iş yaparak terk etmeyerek Çağatay hanına bağlılığını bildirdi. Bundan böyle, Çağatay Hanı'nın bendesi olacaktı. Karşılığında ise atalarının yurdu olan Keş ve çevresi kendisine bırakılmıştı. Yirmi dört yaşındaki Timur, Barlas boyunun başına geçmeyi başarmıştı. Timur, yeni durumunu pekiştirmek için Horasan'ın Belh şehrinde bölgesel bir güç olarak ortaya çıkmış, soylu yönetici Kazakhan'ın torunu Emir Hüseyin'inin yanına giderek onunla ittifak kurdu. Timur' un, Hüseyin'in kız kardeşi Aliye Türkanağa'yla evliliği aralarındaki ilişkiyi pekiştirdi. Timur'un Çağatay Hanına bağlılığı uzun sürmedi, çünkü bazı boy beylerinin çıkardığı kanlı bir ayaklanma sonucu, Çağatay Hanı oğlu İlyas Hoca' yı Maveraünnehir'e vali olarak atadı. Çağatay Hanı Tuğluk Timur, oğlu İlyas Hoca Oğlan'ı Maveraünehir'in idaresine getirirken, Emir Begicek'i onun atabegliğine, Timur'u da hizmetine tayin etmişti. Timur, emir komuta zincirinde ikinciliğe razı olmadı. Tepki vermekte hiç gecikmedi. Timur ve Hüseyin o andan itibaren kanun kaçağı olup gizlenmek zorunda kaldılar. Ondan sonraki birkaç yıl, iki arkadaş Timur ve Hüseyin geçimlerini eşkıyalık, yol kesicilik ve paralı askerlikten sağlayarak, Asya'nın yukarı taraflarında dolaşıp durdular. Kimi zaman şansları yaver gidiyor ve hatırı sayılır bir ganimet ele geçiriyorlardı. Fakat Çağatay Hanına yerlerini belli etmemek için devamlı hareket etmek zorundaydılar. Tarihi kayıtlara göre, bir ara Timur'un maiyetinde yalnızca karısı ve bir tek adamı kalmıştı. 1362'de Horasan'a kaçarlarken Türkmenler tarafından yakalandılar ve Mahan'da karısıyla birlikte haşerat dolu bir ahırda iki ay hapsedildikten sonra serbest bırakıldılar. Bu sırada düşman karşısında zor duruma düşen Sistan hakimi Melik Fahrenddin'in kendilerini çağırması üzerine bin kişilik bir kuvvet ile yardıma geldiler. Kendilerini yardıma çağıran Fahreddin'in vaatlerini yerine getirmemesi üzerine buradan ayrılmak isteyince Sistanlılar tarafından yolları kesildi. Timur, sağ bacağıyla sağ kolunu aksak bırakan ve düşmanlarının onu aşağılamak için kullandığı Aksak Timur lakabını ilham eden yarayı burada muhtemelen Afganistan'ın güneybatısında, bugün Deşt-i Mergi
(Ölüm Çölü) olarak bilinen bölgenin bir yerinde aldı. Burada yapılan çarpışmada Timur'un sağ eline ok isabet ederek yaralandı. Muhtemelen ayağının sakatlanması da bu çarpışma esnasında olmuştur.
Yaralarının iyileşmesinden sonra Timur ve Hüseyin tekrar Maveraünnehir'e geldi. O dönemde, hem kendi şanını yürütmek hem Maveraünnehir'i ele geçirmek için savaş alanında kullandığı, kendi icadı olan dahiyane taktiklerle nam salmaya başladı. Bir çarpışmada askerlerine, düşmanın kendininkinden kat kat üstün olan güçleri etrafındaki tepelerde yüzlerce kamp ateşi yaktırarak, onları dört bir yandan kuşatıldıklarına inandırmıştı. Hasımları kaçarken, onları kovalayan askerlerinin eyerlerine bol yapraklı ağaç dalları bağlatmış, böylece kalkan toz duman içinde dev bir ordunun gelmekte olduğu sanısını uyandırmıştır. Bu aldatmacalar çok işe yaramıştı. Tirmiz, Belh ve Semerkant yakınlarındaki Şehrisebz şehirlerini İlyas Hoca Oğlan'ın adamlarının elinden aldı. Timur ve Hüseyin uzun mücadelelerden sonra Maveraünnehir'e hakim olmuşlardı. kurultay toplayıp, Tuva Han'ın torunlarından Kabilşah Oğlan'ı han ilan ettiler. 1365 yılında Maveraünnehir'in eski valisi İlyas Hoca bir kez daha işgale kalkışmıştı. Timur'la Hüseyin'in güçleriyle karşılaştığı zaman, ordusu Taşkent yakınlarındaydı. Moğolların üstüne çullanan Timur, üstünlüğü ele geçirdi ve şekil olarak komutanı durumunda bulunan Hüseyin'e, kendi adamlarıyla düşmanın işini bitirmesi için işaret verdi. Fakat Hüseyin geri durdu. Moğol güçleri, bu hayati yanlıştan faydalanmakta geç kalmadılar; saldırıya geçip dört bir tarafta kılıçtan geçirilmedik adam bırakmadılar. On bin kişi öldü. Timur'la Hüseyin, Ceyhun Nehri'ni geçerek güneye doğru kaçtılar. Bu olay Hüseyin'le ittifakı konusunda içine kuşku tohumları ekmişti. Çarpışmanın en kritik anında, müttefiğiyle birlikte vuruşmayı reddeden Hüseyin'e karşı güveni sarsıldı. Timur, kendini ihanete uğramış sayıyordu. Ancak Emir Kazakhan'ın torunu soylu göçebe Hüseyin, resmen Timur'un üstüydü. Mir çarpışmasında uğradığı ağır kayıpların telafisi için Timur'un emirleri ve askerleri üzerine, ceza niteliğinde bir kafa vergisi salmıştı. Tarihi kayıtlara göre bu o kadar yüksek bir meblağdı ki hiçbirinin ödemesine olanak yoktu. Timur atlarını, hatta Hüseyin'in kardeşi olan karısı Aliye'nin altın ve gümüş kolye ve küpelerini vermek zorunda kaldı. Hüseyin, bunların aile mücevherleri olduğunu bile bile, hiç oralı olmadan hepsini aldı. Mir çarpışmasından bir yıl sonra Timur'la Hüseyin, Semerkand'ın bağımsız Serbedar yönetimini mağlup ederek buranın yeni yöneticileri olmanın zaferini kutladılar. İki savaşçı arasındaki ittifak, Timur'la Hüseyin'in kardeşi Aliye'nin evlenmesi ile mühürlenmişti. Aliye'nin bu sıradaki ölümü, aileler arasındaki son bağı da kopardı. Timur 1370'te Hüseyin'in başkenti Belh'e doğru hücuma geçti. Timur galip gelip şehri ele geçirdikten sonra Hüseyin, yakalanarak ona teslim edildi. Daha önce canını bağışlama sözü verdiği için Hüseyin'in öldürülmesini emretmeyen Timur, gene de onunla kardeşini öldürdüğü için arasında husumet bulunan adamlarından Keyhüsrev'in, bu işi yapmasına engel olmamıştır. Timur, Hüseyin'in yenilgisi ve katledilmesinin ardından Cengiz Han'ın, en yüksek idari makamın ancak hükümdar soyundan asil kanlı bir kişiye verilebileceği töresinden hareketle, kukla ve sadece sözde yönetici olarak, bir Çağatay hanını başa getirdi. Bu yalnızca adet yerini bulsun diye yapılmıştı. Gerçek iktidar Timur'un elinde idi. İbn Arabşah, "hem yöneten hem yönetilen onun hükmü altındaydı," diye yazar. Bu tarihte Sultanların nezdinde Halifeler nasılsa o da öyleydi. Bu güç ve mevki paylaşımının aslı, gayet gösterişli bir tahta çıkma töreniyle, tam olarak ortaya çıktı. 9 Nisan 1370'te Timur, Belh kurultayının onayıyla, Çağatay hükümdarı olarak taç giydi. Emir Hüseyin'in Haremi ve hazineleri de Timur'un eline geçti. Timur bunlardan dördünü kendi haremine aldı bazılarını da yanındaki ileri gelen beylere verdi. Timur'un zafer ganimetieri arasında Hüseyin'in dul eşi Saraymülk Hanım da vardı. Bu, Maveraünnehir'in son Çağatay Hanı Kazan'ın kızı ve Cengiz Han'ın sülalesinden gelme soylu bir kadındı. Timur, Saraymülk Hanım'ı eş olarak alıp idaresine meşruiyet kazandırdı. Bu evlilik, Saray Mülk Hanım'ın han kızı olması dolayısıyla Timur'a han damadı anlamına gelen "küregen"(Gürgan) unvanını taşımaya hak kazandırmıştır. Bundan böyle ve ömrünün sonuna dek, kendi adıyla çıkarttığı paralarda, Cuma hutbelerinde ve tüm törenlerde kendine, Hanlarhanı'nın damadı anlamında, Timur Gurgan dedirtti.
Cengiz Han'a ait ülkelerin taksiminde Kuzey ve Batı Harezm Cuci ulusuna, Kat ve Hive Çağatay ulusuna ait idi. Timur da kukla han tayîn ederek idâreyi ele alan bir emîr olarak Cengiz Han soyundan Suyurgatmış Han'ı tahta çıkardıktan sonra Çağatay hanedanı adına hareket etme imkanı bulmuştu. Timur, Kongurat Oymağından Tengüdey'in oğullarının elinde olan Harezm bölgesinin önemli şehirleri Kat ve Hive ile ilgilenmekteydi. Buraları kontrol eden Hüseyin Sofi'ye elçi göndererek bu iki memleketin Çağatay Han'a ait olduğunu, bu yüzden burayı bırakmasını istedi. Hüseyin Sofi, Harezm'i kılıçla aldığını ve elinden yine kılıçla alınabileceğini bildirdi. Bunun üzerine Timur 1371 yılında derhal Harezm üzerine yürüdü. Ancak sefere çıkmak üzereyken her zaman Timur'un yanında bulunan Mevlana Celaleddin Keşşi adındaki bir derviş, Sofu'ya gidip dökülmemesi için nasihatta bulunmak ve Timur ile uzlaşmasını rica etme teklifinde bulundu. Timur bunu kabul etti ve onu elçi olarak Harezm'e gönerdi. Fakat Hüseyin Sofi, elçi olarak gelen Mevlana Celaleddin Keşşi'nin nasihatlerini dinlemeyrek onu hapsettirdi. Bunun üzerine Timur, Harezm'i kuşattı ve Kat kalesini ele geçirdi. Yapılan savaş sonucunda kahrından ölen Hüseyin Sofinin yerini alan kardeşi Yusuf Sofi, Timur'a itaat ettiği gibi, Özbek Han soyundan olan ve Hanzade diye meşhur olan Süyün Bek Hanım ile Timur'un büyük oğlu Mirza Cihangîr'e vermeyi v |
adetmişti. Ancak Yusuf Sofinin sözünde durmaması üzerine Timur, yeniden Harezm üzerine yürümek zorunda kaldı. Yusuf Sofi bu sefer de çeyizlerin hazırlanmakta olduğu bahanesiyle af dileyerek 1374 yılında Süyün Bek Hanım'ı Semerkand'a gönderdi. Bu evlilik ile Timur kendisinden sonra oğlunu da Cengiz soyundan bir hanımla evlendirerek hanedana damat etmiş oldu. Hanzade Süyün Bek Hanım, Timur'un ileride veliaht olarak göstereceği Muhammed Sultan'ı doğurmuştur.
1379 yılında Harezm meselesi tekrar patlak verdi. Harezm hakimi Yusuf Sofi Timur'un doğu ile meşgul olmasından yararlanmak istemiş ve Buhara tarafına asker sevk etmişti. Timur bir elçi gönderdiyse de Yûsuf Sofi bu elçiyi de yakalatmıştı. Timur, Yusuf Sofi'yi 3 ay kuşatma altında tuttu. Yusuf Sofi'nin rahatsızlanarak ölmesi ve yerine geçen Süleyman Sofi ile anlaşma sağlanması üzerine sefer sona erdi. Böylece Harezm bölgesi Timur'a bağlanmış oldu, ancak bir süre sonra Toktamış'ın etkisi ile ile bu bölgede hakim olan Sufî ailesi tekrar Timur'a muhalefet etti. Sufi ailesinin de mensup olduğu Kongrat kabîlesi Harezm'de hakim olan boydu. Bu boy Altın Orda'ya daha yakın bir boydu. Toktamış'ın annesi bu boya mensuptu. Bu boya mensup emirler Altın Orda'da etkili emîrlerdi. Hatta Ali Bey Kongrat, Toktamış Han'ın baş beyi idi. Timur 1371–1379 arasında düzenlediği dört seferle Harezm bölgesini fiilen hakimiyeti altına almıştı. Ancak Sofi ailesini ve Kongratları tam anlamıyla kendine bağladığı söylenemez. Kongratlar, Toktamış'ın Altın Orda devletinin toparlamasından sonra ona meyletmişlerdi. Süleyman Sofi'nin Toktamış'ın tarafına geçmesi bardağı taşıran son damla oldu. Böylece 1388'de Timur beşinci defa çöl yolundan Harezm'e yürüdü. Bunun üzerine Süleyman Sofi, Toktamış'ın yanına kaçtı. Harezm'i işgal eden Timur, öfke ile halkın Semerkand'a sürülmesini, Ürgenç'in de tahrip edilip yerine arpa ekilmesini emretti. Ancak üç yıl sonra şehrin yeniden imarı için emir verdi.
Timur, Harezm meselesi hallolduktan sonra İran’ın parçalanmış durumunu düzeltmek için buraya yöneldi. O dönemde İran'da şu devletler mevcuttu. Herat merkez olmak üzere Horasan’da Kertler (1245–1383); merkezi Sebzvar olmak üzere Horasan’ın batı tarafında Serbedârlılar; merkezi Cürcan olmak üzere Astarabad, Bistam, Damgan ve Simnan yöresinde Toga Timurlular; merkezi Şiraz olmak üzere Fars ve Kirman taraflarında Muzafferîler (1294–1393); merkezi Bağdad olmak üzere Irak-ı Arab, Irak-ı Acem ve Azerbaycan bölgelerinde ise Celayirliler (1336–1432) hüküm sürüyordu. Bunlar arasında sürekli çekişmeler yaşanıyordu. Timur Kert hanedanından başlayarak bütün bunları hakimiyeti altına aldı.
Timur 1380 yılında Kert'lerin elinde bulunan Herat'ı ele geçirdi. Daha sonra Horasan'ın batısına hakim olan Serbedarlılar'ın başşehri Sebzvar'ı ele geçirdi. 1381'de ise Emir Veli yönetimindeki Toga Timurlular'ın üzerine yürüdü ve İsferayin'i ele geçirerek Astarabad'a kadar ilerledi. Emir Veli, Timur'un ordusu ayrıldıktan sonra ülkesine yeniden hakim oldu ancak 1384'te Timur'un ordusu tekrar gelince Azerbaycan taraflarına kaçtı ve ülkesi tamamen Timur'un topraklarına katıldı. Timur,1381 yılında Tus şehrine girdiği zaman, Eserlerinde Türkleri sürekli kötüleyen Şehname’nin yazarı İran’lı şair Firdevsî’nin mezarını sorar. Mezarın bulunduğu yer kendisine gösterilir. Emir Timur, Firdevsî’nin harap mezarı karşısına geçerek: "Ey Firdevsî, kalk, kalk da, her satırında kötülediğin mağlup Türk'ü şimdi gör. Kalk, kalk'ta bak, Isfahan mı güzel yoksa Semerkand mı?
Bağdat'tan şu yattığın yere kadar Fars bırakmadım. Topal ayağımın bastığı yerde ot bitmez oldu " diye seslenir.
Timur, Horasan seferleri sırasında İran'ın durumunu daha yakından görüp 1386'da bu ülkeyi tamamen ele geçirmeye karar vererek Semerkant'tan harekete geçti. Hac kervanlarına hücum ettiği bahanesiyle Luristan hakimi Melik İzzeddin'i ele geçirip oğullarıyla birlikte Semerkant'a gönderdi. Buradan Azerbaycan'a yöneldi. Bağdat hakimi Sultan Ahmet Celayir'in Tebriz'e ilerlemekte olduğu haberini almştı ancak Sultan Ahmet Celayir, Timur'un üzerine geldiğini duyunca Bağdat'a geri döndüğünden Tebriz Timur tarafından kolayca ele geçirildi. Yazı Tebriz'de geçiren Timur baharda Gürcüler üzerine gaza amacıyla sefer düzenledi. Nahcivan yakınlarında Ziyaülmülk-Köprüsünü geçen Timur, Iğdır’ın kuzey-batısında ve Kağızman’ın doğusundaki Sürmeli Kalesi’ni aldı ve kalenin Tuman/Tutan adlı hakimini esir etti. Bu olayı müteakip Kars Kale ve Hisarın’na gelip etraf ve civarını alan Timur, Kars Kalesi valisi olan Firuzbaht’ı itaate alıp, Akbuğra mevkiinin yukarısına geldi. Kar ve yağmur mevsimi olduğundan buradan da ayrılıp Kitu-Zerşat-Çıldır-Akılkelek yoluyla Tiflis önlerine geldi. Timur, Tiflis'i ele geçirip Şirvan taraflarını da kendine tabi kıldıktan sonra kışlamak için Karabağ'a geldi. Timur Gürcistan'a düzenlediği seferlerinde Müslüman olan Gürcüleri serbest bırakmış ve onları bu davranışlarından dolayı çeşitli şekillerde ödüllendirmiştir. Bu durumda onun Gürcistan'a karşı yapmış olduğu seferlerde gaza amacının samimi olduğu görülmektedir.
1387 yılı baharında Nahcivan’dan hareketle Karakoyunlular’ın üzerine yürüdü. Timur hacı kafileleri ve ticaret kervanlarına saldıran Karakoyunlu Kara Mehmed’i yakalamak için Korug-Argun’a gelip, ağırlığın Aladağ (Ağrıdağ) da durmalarını emretti; ve kendisi oradan askerleriyle hareketle Aydın Kalesi’de denilen bugünkü Doğu Beyazıt’ı ele geçirdikten sonra Kara Mehmed’in oğullarından Mısır Hoca’nın elinde bulunan Erzurum’un güney-doğusundaki Avnik Kalesi’ne erişti. Timur bu kalenin zaptına girişmeyerek Avnik önünden hızla Erzurum’a varıp bu şehri 1 Temmuz 1387 aldıktan sonra günümüzde Bingöl ili merkezi Ab-ı Cabakcur’dan geçip sağdan Murat Nehri’ne karışan suya gelip indi. Burada Erzincan idarecisi Taharten’in elçisini kabul ederek, oradan Muş sahasına hareket ile vilayeti ele geçirerek Ahlat’a geldi. Ahlat’ı ve sonra Adilcevaz’ı zapt ettikten sonra Timur, ağırlığın bulunduğu Aladağ’a yöneldi ve burada Abaka Sarayı çayırlığında biraz oturup, yeniden Van Gölü havzasına inerek, Van şehrini aldı. Timur'un Karakoyunlu topraklarındaki bu harekatı üzerine Türkmenler süratle çekilerek Çapakçur civarına gelmişlerdi. Burada geçitleri tutan Türkmenler, Timur'un gönderdiği kuvvetleri ağır bir yenilgiye uğrattılar.
Kara Mehmed'i ele geçiremeyeceğini anlayan Timur, İran'a dönmeye karar verdi. Meraga yakınlarına geldiğinde Muzafferiler'den Zeynelabidin'e adamlar göndererek babası Şah Şuca'nın ölmeden önce gönderdiği bir mektupta onu kendisine emanet ettiğini dolayısıyla yanına gelmesini istedi. Zeynelabidin bu davete aldırmadığı gibi Timur'un gönderdiği adamlara da dönme izni vermedi. Bunun üzerine Timur 1387 sonbaharında Hamedan üzerinden İsfahan önlerine geldi ve burayı fethetti. İsfahan’da önce yörenin önde gelenleri, seyyidler, alimler, Timur’u karşılamaya çıktılar ve şehir halkının emân karşılığında mal vermeleri kararlaştırıldı. Şehrin ileri gelenleri orduda alıkondu, Timur Melik ile Mehmed b. Sultan Şah bu malı toplamak için şehre gittiler. Şehirden bir grup şehre giren askerlere saldırarak hepsini öldürdüler. Timur, Isfahanlılar isyan edince şehre tekrar döndü ve yedi yaşından küçük çocukları ailelerinden ayırtarak bir araya topladı. Daha sonra bu yedi bin çocuğu ailelerinin gözleri önünde saatlerce atlılara ezdirmek suretiyle katletti ve kafalarını vücutlarından ayırdı. Kentin yarısını dolaşmış olan tarihçi Hafız Ebu her biri 1500 kelleden 28 kule saydığını yazmaktadır. Timur İsfahan’ı ele geçirdikten sonra Aralık 1387'de Şiraz’a yöneldi. Bu sırada Zeynelabidin'in Şuşter'e kaçmış olması nedeniyle şehri kolayca ele geçirdi. Onun Şiraz’da olduğu sırada Toktamış’ın muhalefet ederek asker gönderdiği, ve Semerkand tarafında karışıklık olduğu haberi ulaştı. Bunun üzerine Timur Semerkand’a döndü.
Timur'un Kuzey İran ve Azerbaycan’ı ele geçirmesi, vaktiyle Cuci ulusu ile İlhanlılar arasında olduğu gibi bölgede çatışmaların yeniden başlamasına yol açtı. Timur’un desteğiyle Altın Orda’da hâkimiyeti ele geçiren Toktamış Han ona karşı gelmeye başladı. Her ikisinin de zengin Azerbaycan’ı kendi istekleriyle terketmeyeceği açıktı. Toktamış Han, Kahire’ye Memlük sultanına bir elçilik heyeti yollayıp Timur’un İran’da kuvvetlenmesi ihtimaline karşı onunla ittifak hazırlığına girişti. Cengiz Han'ın oğlu Cuci'nin soyundan gelen Toktamış, Ak Orda hükümdarı Urus Han, babasını öldürtünce Semerkand'a giderek 1375'te Timur'a sığınmıştı. Timur'dan sağladığı destekle 1375'ten başlayarak Doğu Deşt-i Kıpçak'a egemen olup 1378'de Altın Orda Devleti'nin egemenliğini ele geçirdi. Bu konuma yükselince, Timur'un kendisine yapmış olduğu tüm yardımları unuttuğu gibi, onu bir bakıma küçümsemeye başladı. Bu başarılardan sonra Altın Orda Devleti'ni eski sınırlarına kavuşturmak amacıyla Timur'a bağlı bulunan Harezm'i geri istedi. Bu isteği Timurla aralarının açılmasına neden oldu. 1387'de Yağma amacıyla Timurun egemenlik sınırları içindeki Azerbaycan'a girmekten çekinmedi ardından aynı yıl Timur'un çıktığı batı seferinden yararlanarak onun oğlu Ömer Şeyh'i yenip tüm Maveraünnehir'i acımasızca yağmaladı.
Timur, Toktamış üzerine yürümeden önce Harezm’e yürümüştü Toktamış’ın en önemli destekçileri olan bu Kongratlar’a bir darbe vurduğu gibi önemli bir muhalifini de ortadan kaldırmıştı. Timur, 1390 yılında Semerkant’tan Deşt-i Kıpçak’a gitmek üzere harekete geçti. Otrar yakınlarında Karaasman mevziine ulaştıklarında Toktamış Han’ın elçileri geldi. Görüşmede elçiler Toktamış’ın af dileyen mesajını ilettiler. Timur elçilere, Toktamış’tan iyi bir davranış görmediğini, ona güvenmediğini belirtti. Timur güvenlik gereği elçiyi tutuklattıktan sonra 22 Şubat 1391’de harekete geçti. Timur çok büyük bir mesafeyi kat etmiş, bu arada ordusunda çıkan ciddi boyutlu açlık ve susuzluk problemlerini aşmış, nihayet Toktamış’ın ordusu ile 20 Haziran 1391'de Kunduzca mevkinde karşılaşmayı başarmıştı. Timur ordusunu alışılmış üçlü sistemden (merkez, sağ, sol) farklı olarak 7 kol düzenine göre tanzim etmişti. Çok çetin geçen savaşı |
n sonunda Toktamış’ın ordusu bozulmuş, yenilen Toktamış kaçmayı başarmıştı. Toktamış Han’ın, Timur’u Deşt-i Kıpçak derinliklerinde ordusuyla birlikte yok etme taktiği tutmamıştı.
Toktamış'a karşı sefer esnasında İran'daki bazı yerli hakimlerin yokluğundan istifade ederek Timur'a yüz çevirmeleri üzerine Timur adamlarını bölgeye göndererek asker toplamalarını ve savaş ilan etmelerini istedi kendisi de 1392 yılının Haziran ayında hareket ederek Buhara'ya geldi. Buradan Ceyhun ırmağına geçerek Mazenderan 'a gelen Timur, buranın kendisine itaatten ayrılan hakimlerini baş eğmek zorunda bıraktı. Buradan Güney İran'a Fars bölgesine gelen Timur, Muzafferiler üzerine yürüdü. Şah Mansur'un Timur'un hakimiyetini tanımayarak Şiraz'a kapanması üzerine 1393 yılının Mart ayında onun üzerine yüründü. Şah Mansur büyük bir yenilgiye uğrayıp kaçarken yakalanıp tüm hanedan üyeleriyle birlikte öldürüldü ve ülkesi Mirza Şeyh Ömer'e verildi.
Mazenderan ve Fars’ı zapt ettikten sonra Bağdat’da Celayirlilerin son temsilcisi olan Sultan Ahmed Celayir'e elçi ile beraber değerli hediyeler göndererek hakimiyetini tanımasını istedi. Ancak Sultan Ahmet Celayir'in Timurun hizmetine giremeyeceğini belirtmesi üzerine Timur 22 Ağustos 1393'te Bağdat üzerine yürüdü. 12 Eylül 1393'te Bağdat'a ulaştı. Sultan Ahmed Celayir, Dicle'yi geçtikten sonra köprüyü yaktırmış ve savaş düzeni almıştı. Aancak Timur’dan korkan Sultan Ahmed Celayir Timur’a karşı koyacak gücü kendisinde de göremediğinden Şam’a yönelip oradan da Memluk Sultanlığına sığındı. Bağdat'a giren Emir Timur, Sultan Ahmet Celayir'den geriye kalan her şeye el koydu. İbn Tagrîbirdî, Timur'un Bağdat’ta, her askerinin kendisine bir insan kafası getirmesini emretiğini, kendisine getirilen yaklaşık 100.000 insan kafasından 120 tane kule yaptırdığını ve şehirde nehir gibi kıpkırmızı kan aktığını aktarır. İbn Kâdı Şuhbe ise Timur’un, herkes bir kelle getirsin emri üzerine adamları, önlerine çıkan herkesin şehirde kesecek kimse kalmayınca yanlarındaki esirlerin kafasını da kesmeye başladıklaını ve kendisine 800.000 kelle getirerek bunlardan 40 tane kule yaptıklarını, Timur da bunların karşısına geçerek; Selam olsun size, ey şehitler topluluğu! Sizin şehadet mertebesine ulaşmanıza biz sebep olduk, bunun için kıyamet günü bize şefaat etmeyi sakın unutmayın dediğini aktarmıştır.
Timur Bağdat'ı ele geçirdikten sonra Erzincan Emiri, Ak koyunlu ve Kara Koyunlu beyleri ile Sivas-Kayseri hakimi Kadı Burhaneddin'e haber göndererek itaat etmelerini istemiş Memluk sultanı'na da kalabalık bir elçi heyeti göndermiştir. Ancak cavapları beklemeden harekatına devam edip Musul, Mardin ve Diyarbakır'ı zaptedip Van gölünün kuzeyindeki Aladağ'a gelmiştir. Burada iken Erzincan Emiri Taharten yanına gelerek bağlılığını bildirmiştir. Memluk Sultanı Timur'un elçilerini öldürerek karşılık vermişti. Bunun üzerine Timur Suriye'ye yürüme kararı aldı. Ancak Kadı Burhaneddin'in çabalarıyla Yıldırım Bayezid, Berkuk, Toktamış ve Kadı Burhaneddin arasında bir ittifak kurulmuştu. Bu sırada Erzurum'a kadar gelmiş olan Timur Anadolu'da Güneyden Memlükler, Kuzeyden ise Altın Orda kuvvetleri arasında kalacağını hesap edip birdenbire geri dönme kararı alıp Toktamış'ın üzerine yürüdü.
1391'de Kunduzca savaşında aldığı mağlubiyete rağmen Deşt-i Kıpçak'taki gücünü koruyan Toktamış, Memluk sultanı Berkuk'a elçiler göndererek Timur'a karşı onunla ittifak kurmuştu. Öcünü almak için için Timur'un Mardin ve Diyarbakır bölgesinde bulunduğu bir sırada Derbend üzerinden Şirvan'a bir baskın yaparak tüm halkını kılıçtan geçirdi kenti yağmalatıp, yakıp yıktı. Gürcistan'daki fetihlerden sonra hazırlıklarını tamamlayan Timur, 1395 yılı Şubat ayında Toktamış üzerine hareket emri verdi. Toktamış'ı kesin olarak ortadan kaldırmak amacıyla harekete geçen Timur'un ordusu Toktamış'ın ordusu ile 1395'te Terek nehri kıyısında karşı karşıya geldi. Timur, üç günde ordusunu çember haline getirip çember daraldıkça açlık karşısında ordusuna büyük bir av ve moral sağladı. Timur, Terek nehri karşısında üç gün karşılıklı aşağı yukarı hareket eden ordusundaki kadınlara asker kıyafeti giydirip aşağı doğru hareket ettirdi erkekler ise yukarı kesimden karşıya geçerek karşıya geçerek Toktamış askerlerini korkunç biçimde yenilgiye uğratıp perişan etti. Timur, Toktamış’ı bir kez daha yenilgiye uğratmışsa da onu ele geçirememişti. Buna üzülen Timur, Toktamış’ın yeniden kuvvet toplayarak üzerine gelmesini engellemek için, Özü (Dinyeper)ırmağı taraflarına yürüyerek Toktamış ile birlikte hareket eden kabileleri yağmalamış, onları Balkanlara doğru sürmüştür. Timur ileri harekatına devamla Astrahan ve Saray Berke'nin üzerine yürümüş, ciddi bir mukavemet görmeden buraları da ele geçirmiştir. Bu seferiyle Timur, Altın Ordu Hanlığı’na çok büyük bir darbe indirerek Altın Ordu’nun bütün gücünü hemen tamamen yok etmiştir.
Beş yıllık seferden dönüşte Timur, Çin üzerine bir sefer yapmayı düşünüyordu hatta hazırlık yapma maksadıyla Muhammed Sultan'ı doğuya göndermiş bulunuyordu. Onun bu sırada niçin birdenbire fikrini değiştirip Hindistan üzerine gitmeye karar verdiği açık değildir. Fakat bu seferi daha sonra yapmayı tasarladığı seferlerine maddi kaynak sağlamak için yapmış olma ihtimali yüksektir.
Kafirlere cihad adı verdiği seferine 1398 yılı Mart ayında Semerkand'tan hareket ederek başladı. Sultan Firuzşah'ın ölümünden sonra birtakım kişilerin yoldan çıkarak ahaliye zulmettiklerini duyan Emir Timur bu yolsuzlukları kaldırmak için Delhi havalisine gitti. 17 Aralık 1398 günü Savaş düzeni alan ordu Firuzşah'ın torunu olan Sultan Mahmud'un 10.000 atlı ve 40.000 piyadeden oluşan mükemmel donanımlı ordusu ile karşılaştı". Delhi Sultanının asıl güvendiği 120 adet iri fildi. Her file zırh geçirip, sırtındaki kulelere beşer adet nişancı okçu koymuşlardı. Gerçi bu ordu Timur'un ordusu karşısında sayıca üstün değildi ancak Timur'un ordusundan bazıları fillerin heybetinden korkuya kapılmışlardı. Bu yüzden Timur, fillerden kurtulmak için bir hile düşündü. 500 hörgüçlü deve toplanmasını, fitiller sarılmış kamışlar ve yağlanıp ısıtılmış pamuklar yüklenip iki ordu karşı karşıya geldiğinde atların önüne sürülmesini emretti. İki ordu karşı karşıya geldiğinde, Timur develerin sırtına yüklenen pamukları ve diğer yükleri ateşe verdirip fillerin üzerine sürülmesini emretti. Develer ateşin sıcaklığını hissedince fillere doğru koşmaya başladılar. Filler alevler içinde kendilerine doğru koşan develeri görünce bu hayvanlardan korkarak sırtındaki sürücüleri yere atıp ayakları altında ezip, boyunlarını kırarak kaçmışlar ve karşılarına çıkan piyadeleri de çiğneyip geçmişlerdir. Bunun üzerine Hindular dayanamayıp kaçtılar..
Sultan Mahmud ve Molu Han az bir askerle muharebe meydanından çıkarak şehre kaçtılar. Sultan Mahmut ve Molu Han perişan bir halde şehre geldiler. Emir Timur öğle vakti Delhi'ye yetişti fakat akşama kadar orada kaldı. Sultan Mahmut ve Molu Han,Toğan Han şehrin güney tarafındaki büyük kapıdan gece kaçtılar. Timur'un askerleri ateşe tapan Hinduları Timur, Ganj nehrine kadar takip etti. Ganj kıyılarında kafaları vurulduğunda nehrin kıpkırmızı kesildiği rivayet edilmektedir. Şehirde bulunan Seyidlerin,büyüklerin,kadıların ve eşrafın gelip Timur'un huzuruna çıkmalarına izin verildi. Molu Han'ın naibi olan Fazlullah-ı Belhî de bunlar arasında idi. Seyidler ve alimler Emirler aman için ricada bulundular. Timur, Mevlena Nasırüddin Ömer'in şehre girmelerini kendisi adına okunacak hutbeyi süslemesini emretti. Timur adına muhteşem bir hutbe tertip ettiler. Delhi'de Timur için şahane meclisler tertip ettiler. Timur'un her seferden sonra yaptığı gibi tertip ettiği av eğlencesinde aslanlar, kaplanlar, gergedanlar, mavi geyikler, tavus kuşları ve papağanlar avlandı. Esrarlı Keşmir vadisine inildiğinde bölgenin güzelliği ve zenginliği karşısında hayretini gizleyemeyen Timur bütün putperest mabedlerini yerle bir ettirdi. Timur'un zaferini anlatmak için yazdırdığı fetihnameleri götürecek olan filler on sıra meydana getiriyordu. Sanatkarlar, ressamlar, mimarlar eserlerini Timur'un başkentinde meydana getirsin diye sürüler halinde Semerkant'a götürüldü. Bunlar arasında bulunan birçok taş yontucuları ve duvarcılar seferin başarıyla tamamlanması şerefine Semerkant'ta yapılacak olan Cami-i Kebir'in inşasıda çalışmaları için Timur'un komutanları arasında pay edildi. Bu abidenin inşasında kullanılmak üzere oyma nakışlarla nakışlanmış birçok taşlar ve Hinduların mabedlerindeki eşyalar Semerkant'a nakledildi. On iki ay süren seferin ardından Semerkand’a ulaşan Timur bir süre burada kaldıktan sonra tekrar batıya yürüdü.
Timur’un 1399 yılında tekrar harekete geçmesinin nedeni, Azerbaycan tarafından özellikle Mîrânşâh ile ilgili pek hoş olmayan haberler alması idi. Horasan valiliğinden sonra 1393 yılında Hülagü Han tahtına tayin edilen ve Azerbaycan ve ona bağlı yerlerin idaresine getirilen Mîrânşâh, Hint seferine katılmamıştı. O, 1395–1396 yılı sonbaharında Hoy civarında attan düşmüş, fiziksel olarak sağlığına kavuştuysa da garip davranışlarda bulunmaya başlamıştı. Bu attan düşme hadisesinden sonra doktorların bütün çabasına rağmen, fiziksel olarak iyileşti ise de, tam olarak sıhhatine kavuşamamıştı. İran ve Azerbaycan'da idarede gevşekliğin baş gösterdiğine, devlet malının çarçur edildiğine dair haberler de gelmekte idi.
Bu durum üzerine Timur Hint seferinden dönüşünden 4 ay geçmiş olmasına rağmen yeni bir sefere çıktı. Yedi Yıllık Sefer diye isimlendirilse de bu seferin süresi 5 yıldır ve Timur'un en büyük seferidir. Mîrânşâh’ın kendisine bırakılan bölgede asayişi sağlayamamasının Timur’un bu son Ön Asya seferinin sebebini oluşturduğu bütün kaynakların ortak görüşüdür. Ancak Timur’un özellikle Toktamış’ı yendikten sonra Samur Irmağı kıyısından Yıldırım Bayezid’e mektup yazdığı zaman, "Çerkez oğlancığı" diye andığı Berkuk’un ve Çerkes oğlancığı ile dostluk halinde bulunan "Sivas kadıcığı" diye andığı Kadı Burhaneddin'e haddini bildirmekten söz etmişti. Hatta Bayezid’e tekrar geleceğini bildiriyordu. Mîrânşâh meselesi y |
üzünden belki bu geliş biraz hızlanmıştı. Kafkasların güneyindeki Gürcü ve Ermenilerin etrafa saldırdıkları, Mîrânşâh’ın idaredeki zaafı ve garip davranışları haberi gelince Timur hemen bölgeye yöneldi. 1399–1400 yılı kışını Karabağ’da geçiren Timur bu esnada Azerbaycan, Gürcistan ve Irak'ta bazı sindirme faaliyetlerinde bulunarak Bingöl'e geldi. Artık Suriye ve Anadolu’yu ele geçirmek için ciddî bir engel kalmamıştı.
Timur ile Bayezid arasındaki başlıca problemlerden biri Erzincan Emîri Taharten meselesidir. Taharten daha Timur’un Ön Asya’ya ilk seferinden itibâren onun hâkimiyetini tanımıştı. Bayezid 1399’da başta Malatya olmak üzere Kâhta, Divriği, Behisni, Dârende kalelerini topraklarına katmıştı. Bu şekilde Fırat’a kadar olan yerler Osmanlıların eline geçmişti. Anadolu siyâsî birliğinin sağlanması için sıra Fırat’ın doğusundaki Harput, Diyarbakır bölgeleri ile Erzincan ve Erzurum'a gelmişti. Yıldırım Bayezid, Erzincan Emîrine kendisine itaat etmesini bildirmişti. Erzincan Emîri Taharten, Bayezid’e vergi vermeyi kabul etmiş, ancak Kemah’ı Osmanlılara vermeyeceğini söylemişti. Bunun yalnızca bir oyalama siyaseti olduğu anlaşılmaktadır. Taharten eskiden beri hakimiyetini tanıdığı Timur’a Bayezid’in isteklerini bildirmiş ve şikayette bulunmuştu.
Timur, Taharten'i huzuruna kabûl ettikten 2 gün sonra Sivas şehrine geldi. Timur’un ordusunun rehberliğini Akkoyunlu beyi Kara Yölük ile Taharten yapıyordu. Sivas şehri yüksek surlarla çevriliydi. Güney tarafında kaynak sularla beslenen bir hendek vardı. Hisarın bu tarafında delik açmak mümkün değilken batı tarafı bu iş için uygun bulunmuş ve hisar kuşatmaya alınmıştır. Lağımlar kazılmış ve şehir halkı bunu geç fark etmiştir. Osmanlı tarihçisi İbn-i Kemal, Timur’un askerlerinin hiç durmadan adeta yiyip içmeden sabahtan akşama çalıştıklarını ifade etmektedir. Lağım kazma faaliyetleri sonuç vermiş ve şehirdekiler kalenin düşeceğini anlayınca kale muhafızı Mustafa kaleyi teslim etmek zorunda kalmıştı. Timur Sivas'ı kan dökmeyeceğine söz vererek teslim almasına rağmen 3-4 bin Ermeni'yi kazdırdığı büyük çukurlara gömmek suretiyle öldürtüp işte sözümü tuttum bir tanesinin bile kanını dökmedim demiştir. Timur Sivas'ta bakım evlerinde bulunan cüzzamlıları Türkistan'da bilinmeyen bir hastalık olduğundan askerleri arasında yayılmaması için imha etti. Sivas'ı savunan Bayezid'in oğlu birkaç gün canlı olarak muhafaza edildikten sonra öldürüldü.
Timur Sivas’ı aldıktan sonra fazla ilerlemedi ve Suriye istikametine yöneldi. Sivas’ı almasına rağmen Malatya henüz Osmanlıların elindeydi. Arkasında kendisine ait olmayan yerler bırakmak istemeyen Timur dönüp Malatya’yı almış ve daha sonra güneye inmiştir. Timur Sivas ve Malatya’yı almakla Yıldırım’a gözdağı verip kendisine boyun eğeceğini tahmîn etmiş olmalıdır. Nitekim Timur Sivas’ı aldıktan sonra Yıldırım Bayezid’e yazdığı mektûbda Sivas hâdisesinden ders alıp sulh yoluna girmesini, kendisinin İlhanlı neslinden geldiğini, küçüğün büyüğe itaatinin vâcib olduğunu yazmıştır. Ayrıca Haleb Nâibine gönderdiği mektûbda da "Osmanoğlu denen bu çocuğun edebinin kıtlığını duyup kulağını çekmek istedik ve onun ülkelerinden Sivas ve diğer yerlerde onun vaziyyeti hakkında sizin de duyduğunuz şeyler yaptık" demekteydi.
Timur ile Yıldırım Bayezid arasındaki çekişmede Sivas’ın Timur tarafından alınması önemli bir noktadır. Bu şekilde Timur ilk kez Osmanlı hâkimiyetindeki bir bölgeyi ele geçirmiş olmaktadır. Sivas’ın zabtı ile Yıldırım Bâyezîd durumun ciddîyetini anlamış olmalıdır. Bayezid, bu haber kendisine ulaştıktan sonra İstanbul kuşatmasına son verip Anadolu’ya geçti.
Timur'un Sivas'a yürümesi habberini alınca Karakoyunlular'ın hükümdarı Kara Yusuf ve Bağdat Hükümdarı Sultan Ahmed Celayir Timur'un Suriye'ye de inerek yollarını kapatacağını düşünerek ikisi birlikte Mısır'a sığınmayı karar kıldılar. Yedi bin asker ile birlikte Fırat'ı geçip Memluk Sultanı Ferec'e kendilerini sığınma talebini bildirmek için bir elçi gönderdiler.Bu arada Halep'te yaklaştıkları sırada şehrin valisi Demirtaş mültecilerin yolunu kesti ve daha ileriye gitmelerine engel olmak istedi. Demirtaş onların mektupla Suriye'ye girmek için ricada bulunmalarına rağmen Hama Naibi Dokmak'ı da yanına alarak onlara karşı çıktı.Halep önünde yapılan savaşta Demirtaş bozguna uğradı.Haleb naibi öldü,Hama ve Birecik naibleri esir düştüler.Kara Yusuf ile Sultan Ahmed,Ferec'e bu duruma Haleb naibinin sebep olduğunu,kendilerinin sadece canlarını kurtarmak için savaştıklarını bildirdiler.Bu hadise sebebiyle Memluk devletine sığınma ümitlerini kaybedip Yıldırım Bayezid'e sığınmaya karar verdiler.
Timur'un Bağdat'ı ele geçirdikten sonra Berkuk'a gönderdiği elçi öldürülmüş, Kara Yusuf tarafından tutsak alınan Avnik hakimi Atlamış da Kahire'ye gönderilerek orada hapsedilmişti. Bunun üzerine Timur, henüz tahta geçmiş olan Ferec'e elçiler göndererek Atlamış'ın geri verilmesini istedi ancak elçiler Haleb'e varır varmaz hapsedildier. Daha Sonra Timur Ferec'e bir mektub yazarak Atlamış'ı teslim etmesini ancak o zaman elçisini öldürmesi hadisesini affedeceğini bildirdi.
Timur bu sırada Malatya'da bulunurken Şahruh" ileri gelen Emir ve Komutanlarla Behisti kalesinin etrafını kuşattılar. Bu kale o yüksek bir dağ üzerinde bina edilmiş ve etrafında surlar yapılmış, bir kapı kanadı ve hisar ile tahkim olunmuştu. Kalenin ortasına döner bir mancınık konmuştu. Emir Timur kalenin etrafının Emirlere taksimini buyurduktan sonra" Kale içinden mancınıkla otağa taş atıldı. Timur derhal kuşatma aletlerinin hazırlanmasını emretti. Askerler kaleyi çember içine alıp çarpışmaya başladılar. Yirmi mancınık kurulmuştu. Mancınıklardan birini Timur'un otağına taş atan mancınığın tam karşına kurmuşlardı. Bu mancınıkla atılan ilk taş, Timur'un şansından olsa gerek ki, Timur'a ateş eden mancınığın koluna isabet edip parçaladı. Bu sırada Mirza Rüstem Fars ordusuyla gelip ana orduya katıldı. Timur'un huzuruna çıktı ve birçok hediye takdim etti. Timur onu kucaklayıp bağrına bastı. Diğer yandan lağımcılar hisar duvarının dibine bir delik açtılar. Bir yandan da mancınıklarla kaleyi dövmeye devam ettiler. Kalenin Beyi Mukbil durumun vehametini anlayınca Timur'a adam göndererek bir rivayete göre şunları söylemiştir. "Korktuğum için dışarı çıkamıyorum.Bu bendenizi affedip canımı bağışlayacağınızı ümit ediyorum". Rivayet Yezdiden'dir adam gönderildiği kesindir fakat adamın ne dediği kesin değildir.
Rivayette Timur'a gelen adama cevaben Timur şunları söyler :
"Kaleyi aldıktan sonra onu serbest bırakacağız.Eğer şimdi bu kale kapısından geri dönersek, millet sanır ki kaleyi alamadığımız için geri döndük"
27 Eylül 1400 tarihinde lağımların ateşlenmesi emredildi." Lağımlar ateşlendikten sonra burçlar-kuleler yıkılmaya başladı. Kale halkı bunu görünce korkuya kapıldı. Mukbil'in adamları telaş içinde oraya buraya kaçıştılar. O sırada kaledeki kadılar ve önde gelen kişiler hediyeler hazırlayıp Şahruh'u barış için aracı yaptılar. Timur, Şahruh'un hatrına Mukbil'i bağışladı. Gelenler hayır duasında bulunarak kaleye döndüler ve hutbeyi Timur adına okutup onun adına sikke bastılar.
Timur bu meseleden de galip ayrıldıktan sonra ilerleyerek Antep tarafında doğru ilerledi. Şehirde bulunan aklı başında ileri gelen adamlar şehri terk etmişlerdi bile. Yalnız bazı kimseler savunma için hisarın içine girmişlerdi. Bu hisar hakikatten sağlamdı. Timur kale önüne geldiğinde, önde gelen kişiler kaçıp gitmiş, içeride yalnızca sıradan insanlar kalmıştı.Bu yüzden hiç direnmeden kaleyi teslim ettiler ve böylece kale ele geçirilmiş oldu. Kalede bol miktarda yiyecek vardı. Dolayısıyla askerler ihtiyaçlarını rahatlıkla karşıladılar."
Şami, askerlerin şehrin ahalisini kılıçtan geçirdiklerini ancak bazılarına merhamet ederek affettiklerini. Binaları evlerini yıkıp yerle bir ettikten sonra Haleb tarafına teveccüh ettiklerini aktarır."
Timur Behisni ve Anteb'i aldıktan sonra Halep önlerine vardı ve 28 Ekim 1400'de Halep yakınlarında bir yerde karargahını kurdu. Timur'un Halep'e yaklaştığı sıralarda Halep beylerbeyi Timurtaş hemen Mısır'a çapar göndererek durumu bildirdi ve Memluk Sultanı haberi alınca Şam'daki orduların da Halep'te toplanmalarını emretti. Çevre beylerin askerleriyle yardıma gelmeleri sayesinde kalabalık bir ordu kurulmuş oldu. Beylerin toplanmasından sonra Timurtaş toplantı yaparak alınması gereken önlemler hususunda karar alınmasını kararlaştırdı. Timurtaş üzerlerine gelen tehlikenin farkındaydı ve ülkenin selâmeti açısından Timurla anlaşma niyetindeydi. Fakat Şam Beylerbeyi Şudun bu görüşün korkakça olduğunu ileri sürerek, ülkelerinin Timur tarafından fethedilen hiçbi ülkeye benzemediği, kalelerin kara taştan yapılma, asker ve silahlarının çok namlı olduğunu iddia ederek savaşmaktan yana tavır sergiledi. Diğer beylerin de Şudun'dan yana olmaları neticesinde kurultayda savaş kararı alındı.
Timur askerlerini bizzat idare etmek için merkezde kıymetli eğerler ile örülmüş bir fil istihkamı arkasında yerini aldı. Bu fillerin üzerindeki okçular yanar oklarla Grejuva yağdırıyorlardı. Savaşın başlangıcında filler hareketsiz kalmışlardı ancak sonradan Memluk askerlerinin üzerine hücum ettiler. Askerleri hortumlarıyla havaya fırlatıp havadan yere düştüklerinde ayaklarıyla ezdiler. Memluk askerleri korkup kaçtı. Şam Beylerbeyi Şudun ve Halep Beylerbeyi Timurtaş kaçarak kaleye gelmişlerdi. Timur kaledekilere birini gönderip şöyle dedi: "Bizim işimiz askerlerle. Sivillerle bir işimiz yok. Allahü Teâlâ'nın inayetiyle kale, dağ ve nehir bizim için aşılması kolay yerlerdir. Bu yüzden kaleye güvenip binlerce Müslümanın kanına girmeyin. İtaat kemerini bağlayıp dışarı çıkın. Aksi halde dökülecek Müslüman kanından sizler sorumlu olursunuz, karılarınız ve çocuklarınız esir edilirler". Kale halkı bu sözleri duyunca korkuya kapılıp, yapacak birşeyleri olmadığını anladı. Affedilme talebiyle Timur'un huzuruna geldiler. Şudun ve Timurtaş kale askerleriyle birlikte tutuklandı. Timur, Memluk Sultanı Farac'a bir elçi gönderip "Şudun ve Timurtaş'ı ele geçirip Halep şehrini z |
apt ettik. Eğer Atalmış'ı bize gönderirsen biz de sana bu beyleri göndeririz. Atalmış'ı bize hemen gönderesin" dedi. Timur'un askerleri şehre kolaylıkla girdi. Hezimet sırasında şehir kapıları önünde meydana gelen izdihamda Timur'un askerlerinin atlarının ayakları altında binlerce insan telef oldu. Timur, Halep'te yaklaşık 15 gün kadar kaldı. Şehir yağma edildi ve bütün sakinleri kadın erkek çocuk yaşlı ayırt edilmeksizin kılıçtan geçirildi. Bu süre zarfında Halep'te öldürülen erkek, yaşlı, kadın ve çocukların sayısı yirmi bin civarında idi. Açlık ve susuzluktan ölenlerin sayısı buna dahil değildi. İbn-i İlyas, Timur'un, ölülerin kellesinden her biri yirmi zirâ' yükseklikte on minare yaptırdığını ve kellelerin yüz kısmını rüzgar alacak şekilde dışa getirdiklerini anlattıktan sonra Timur'un askerlerinin soygun ve öldürme konusunda çok aşırıya gittiğini ve cami ile evlerin yakılması için ağaçlar kesildiğini aktarır. İbn-i Tagrıberdi ise Halep'in içi ve çevresinin cesetlerle dolduğunu ve cesetlerden artık toprağın görünmediğini, yürümek isteyen kişinin cesede basmadan yürüyemeyeceğini yazar. İbn-i Arabşah'a göre Timur'un, Halep'te bu kadar aşırıya kaçmasının sebebi, Şam naibi, Timur'un Halep'e gönderdiği çaparın başını keserek üstündekleri soyup aldıktan sonra, çaparın akrabalarından biri de olan biteni Timur'a anlatıp öldürülen kişinin intikamının Haleplilerden alınmasını istemişti. Timur da onun bu isteğini kabul ederek ona Halep halkına istediğini yapma hakkı vermişti. Buna karşılık Hicaz'a gitmek üzere yola çıkan ve Halep'e gelen Nizameddin Şâmî'nin, tüm olayları bizzat bir evin çatısından gördüğünü belirtmesine rağmen, diğer müelliflerin kaydettiği kellelerden minareler yapılmasından hiç bahsetmemesi dikkat çekicidir.
Timur, 30 Ekim 1400 tarihinde Halep şehrini aldığı zaman, şehrin alimlerini ve kadılarını huzuruna kabul ederek onlarla bir görüşme yaptı. Bu görüşmede bulunan İbn Şıhne, bu toplantıyı şöyle anlatır:
Es-Sehavî de bu konuyla ilgili olarak şunları söylüyor:
Halep'te on beş gün kalan Timur, ordusuyla güneye doğru hareket etti. Behisni, Antep, Halep, Hama, Humus ve Baalbek'i birbiri ardınca ele geçirmiş olan Timur harekâtına devam ettiği sırada askerlerinden bir kısmını Saydam ve Beyrut'a göndermiştir. Askerler bu bölgeleri yağmalayarak erzak ve ganimetle geri dönmüştür. Sultan Farac ise Aralık 1400 sonlarında ordusuyla Şam'a ulaşmış ve asayiş temin etmiştir. Mısır sultanı burada derviş kılığına soktuğu 2 ölüm fedaisini Timur'a göndermiştir. Görevleri olan Timur'un öldürmeye muvaffak olamayan fedailer, Timur'un divan katibi Hâce Mesud Semnanî tarafından deşifre edilerek ele geçirildiler. Üzerlerinden çıkan zehirli hançerlerle suçlarını itiraf eden fedailer; ibret olsun diye biri öldürülerek, diğeri de kulak ve burnu kesilerek Mısır sultanına geri gönderildi. Ordunun Şam'a ilerlemesiyle bazı beyleri devriye olarak çıkartan Timur, bu beylerin bilgi toplamasını emretti. Şam devriyesiyle karşılaşan bu öncü birlikler birçok Memlûk askerini şehit etmiş bir kısmını da esir almıştır. Bunlar Emir Timur huzuruna getirildiler ve Halep'ten Şudun'la beraber getirdikleri diğer esirlerle birlikte öldürdüler.
1401 yılı Ocak ayında Şam önlerine gelen Timurlu ordusu şehrin güneyinde kamp kurarak beklemeye başlamıştır. Fakat burada yaklaşık on gün kadar bekleyen ordu iaşe sıkıntısı çekmeye başlamıştır. Bu aşamada Emir Timur ordusunu sıkıntıdan kurtarmak ve bir hileye başvurmak amacıyla Şam'ın doğusundaki meralara ordusunu göç ettirmiştir. Düşman ordusunun gidişini bir geri çekiliş sanan Memlük ordusu, bu yanlış zanna dayanarak şehir dışına çıkarak ordugâh kurmuştur. Çıkardığı devriyeler sayesinde düşmanın rehavete kapıldığını öğrenen Timur, ordusunu savaş nizamina sokup sağ, sol cenah beylerini düzenledikten sonra Memlük ordusu üzerine ani bir baskın yaparak birçoğunu öldürmüştür. Alınan mağlubiyet karşısında saltanatının tehlikeye gireceğini anlayan Sultan Ferec bazı beyleriyle beraber şehri terk edip Kahire'ye kaçmış, hayatta kalanlar ise Şam kalesine sığınmışlardı. Şehir içindeki kale ise lağımlar açılmak suretiyle burçları yıkılarak fethedildi. Şahruh Mirza,Miranşah ve bazı beyleri Kenan'a göndererek kışlak karargâh kurmalarını emretmiş ve daha sonra Akka şehrine kadar olan yerleri yağmalamalarını bildirmiştir.
Şam kuşatması esnasında Timur, Muhammed'in eşleri Ümmü Sema ile Ümmü Habibe'nin ve müezzin Ahmedi Bilal'in Şam yakınlarındaki türbelerini ziyaret etti. Şam sakinlerinin temsilci olarak gönderdikleri ulemayı kabul ederek kendi sofrasına oturttu. Ünlü tarihçi İbn Haldun da bu temsilciler arasında idi. İbn Haldun’u gayet güzel bir şekilde ağırlayan Timur, ona ülkesi ve tarih ile ilgili ilginç sorular yöneltmiş ve İbn Haldûn da bunları cevaplamıştır. İbn Haldûn’un vermiş olduğu bazı cevaplarla tatmin olmayan Timur,
o konudaki kendi görüşleri ile İbn Haldun’u şaşırtmıştır. Bu arada aralarında oldukça samimi bir hava oluşmuş, Timur İbn Haldûn’a karşı oldukça sıcak davranmış, onun tüm isteklerini yerine getirmiş ve hatta Mısır’a dönmesine bile izin vermiştir.
Şam'da İbn-i Haldun'un da Mukaddimesinde yer verdiği bir olay yaşanmıştır. İbn Haldun'a göre Timur, Şam şehrini aldığı zaman şehirde bulunan ve el-Hakim el-Abbasi soyundan gelen bir kişi Timur'dan atalarının sahip olduğu üzere hilafet mansıbının kendisine verilmesini talep etmiştir. Timur bunun üzerine "Ben Senin için fakihleri ve kadıları toplarım şayet senin lehine karar verirlerse bende senin istediğin şekilde adaleti sağlarım" demiş ve ardından aralarında İbn Haldun İbn Muflih gibi kimselerin bulunduğu fakihleri ve kadıları çağırtarak adalet meclisi kurmuştur. Bu mecliste iddia sahibi dinlenmiş, fakihler bu konudaki fikirlerini beyan etmişler ve onu haksız bulmuşlardır. Bunun üzerine Timur, iddia sahibine "Fakihleri ve kadıları dinledin. Haksız olduğun aşikardır. Gidebilirsin Allah seni doğru yola ulaştırsın!" demiştir."
Şehrin ileri gelenleri fidye olarak 1 milyon dinar karşılığında Timur ile anlaşmışlardı ancak 1 milyon dinar gelince Timur fidyeyi 10 milyon dinar yaptığını söyledi. 10 milyon dinar gelince ise daha fidyenin üçte birinin geldiğini söyledi. Mart 1401'de Timur şehrin yağmalanmasını emretti. Bunun üzerine şehre yayılan askerler birçok esir almış ve şehrin belli başlı yerlerinde yangınlar çıkarmıştır. Yangınların Câmilere sıçramasını engellemek için bazı beylerini görevlendirse de bunda başarılı olamamış ve Şam harabeye dönmüştür. Şehirde alınan esirlerin serbest bırakılmasını ferman buyurarak ordusunu o bölgeden ayrılmak üzere harekete geçirmiştir. Bu seferler sırasında Timur'un yanında bulunan ve daha sonra Timur'un tarihi Zafername'yi yazacak olan Nizamüddin Şami Şam'da yaşanan şöyle bir olayı aktarır.
Bu hadise, eserini 1503 tarihinde tamamlayan Osmanlı tarihçisi Edirneli Oruç Bey'in Tevârîh-i Âl-i Osman adlı eserinde şu şekilde aktarılmıştır.
1401 yılının Temmuz ayında kırk gün süren kuşatmadan sonra Bağdad’ı ele geçirmişti.Timur'un Şam, Haleb ve Bağdad’ı ele geçirdiği esnada Karakoyunlu Kara Yusuf ile Sultan Ahmed Celayirî’nin Yıldırım Bâyezîd’e sığınması gerçekleşmişti. Bu durum Yıldırım Bâyezîd ile Timur arasındaki bir başka problem idi. Timur ile Yıldırım Bayezid karşı karşıya gelmeden önce, aralarında mektuplaşmaların olduğunu tarihi kaynaklar bildirmektedirler. Mektupların, Farsça ve Arapça olarak yazıldıkları yine bu mektupların içerisinde belirtilmektedir. Timur, Yıldırım Bayezid’e yazdığı birinci mektubunda; Kara Yusuf ile Bağdat Sultanı olan Ahmed Celâyir’in, Osmanlı idaresine sığınma taleplerini kabul etmemesini, bu iki kişiyi yakalayıp aileleri ile birlikte ya kendisine teslim edilmesini, veya öldürülmelerini ya da ülke sınırları dışına çıkarılmaları gibi tekliflerini iletmiştir. Yıldırım Bayezid, Timur’un bu gibi isteklerini emrivâki saymış, muhtemelen kendisine iltica edenlerin kışkırtmaları ve onun daha önceki Sivas kuşatması da dahil, Osmanlıya karşı beslediği istila planları sebebiyle çok sert ve hakaret edici şekilde cevaplamıştır. Mektubunda Timur'a kudurmuş köpek demekten çekinmeyen Bayezid, bu tarafa gelmezsen üç talak ile zevcelerin boş olsun ben de sana karşı çıkmazsam zevcelerim üç talak ile boş olsun diye ağır bir dil kullanmıştır.
Timur’u, Osmanlı devleti üzerine yürümeye teşvik edenler arasında Erzincan Emiri Mutaharten, Akkoyunlu Beyi Karayölük, Osmanlı karşısında topraklarını kaybeden diğer Türk beylikleri, özellikle de Karaman beyi yer almaktaydı. Ayrıca Ceneviz, Fransa, Bizans ve Kastilya gibi Osmanlı karşıtları da, bu savaşın olması yönünde Timur’la yakın ilişki içerisinde bulunmuşlardır. Batı Hıristiyan devletleri ve Bizans 1398'den beri Timur ile iyi ilişkiler içindeydiler. İstanbul'u kuşatma altında tutan Bayezid'e karşı imparator II. Manuel, Timur'un egemenliğini tanıdığını haraç ödemeye hazır olduğunu bildirmekte idi. Ayrıca Timur, Anadolu'da Tatar gruplara adam göndererek onları Bayezid'e karşı kazanmaya çalışıyordu.
Timur, Karabağ kışlağında Bayezid'ten gelen Osmanlı elçisine, Osmanlılar daim Frenklere karşı gaza yaptıklarından ona karşı yürümek Frenklerin kuvvetlerinin artmasına neden olur, bu nedenle Rum diyarı üzerine yürümek yanlısı değilim yanıtını verdi. Fakat, Bayezid'in Karakoyunlu Kara Yusuf'u himaye etmekte ısrarını bir meydan okuma olarak görüyordu. Timur son olarak barış için Bayezid'in Kara Yusuf'u idam yahut kendisine teslim veya yanında uzaklaştırması koşulları ileri sürdü. Bunu kabul ederse baba oğul oluruz gazalara yardım ederiz dedi ve 12 Mart 1402'de Karabağ'dan Anadolu'ya hareket etti. Bayezid'e haber gönderip koşulları tekrarladı. Bayezid'ten tekrar elçi geldi. Timur, savaş için hazır ol mesajıyla elçiyi geri gönderdi. Sivas sahrasında Bayezid'in elçileri önünde ordusuna resmi geçit yaptırdı. Oradan tekrar barış önerdi. Bu kez eski Erzincan Beyi Taharten ailesinin teslimini istedi. Bayezid'in büyük bir ordu ile hareket ettiği haberi geldi. Bayezid, Timur'u karşılamak üzere Doğu Anadolu yollarına düşmüştü. Timur ise güneye yönelip Ankara'ya ulaştı. Bayezid stratejik |
manevrada kaybetmişti. Aceleyle geri döndü. Yorgun askeriyle Çubuk Ovasında elverişsiz susuz bir yerde konaklarken Timur'un ordusu en iyi koşullarda konuşlanmıştı. Savaş Timur'un askerlerinin saldırısıyla başladı ve Osmanlıların sol kolu bozuldu. Tatarlar ve Timur'un yanına sığınmış Anadolu beylerinin Bayezid'in ordusundaki askerleri kendi beylerinin yanına kaçtılar. Kendi askeriyle kalan Bayezid'in bozgunu gören birlikleri kendi yurtlarına dönmeye bakıyordu. Devlet ileri gelenlerinden her biri bir şehzadeyi alarak kaçmış ve Bayezid, Timur'un bütün seferleri sırasında yanında bulundurduğu sadık adamlarından Mahmud Han tarafından esir alınmıştı.
Zafer akabinde Timur, Mirza Muhammed'i, Bayezid'in oğlu Süleyman Çelebi peşinde yağma ve Bayezid'in hazinesini ele geçirmek üzere Osmanlı başkenti Bursa üzerine gönderdi. Timur birlikleri Bursa'ya Süleyman Çelebi oradan ayrıldıktan hemen sonra girip şehri yakıp yıkıp yağmaladılar. Osmanlı tarihçisi Neşri, Timur'un oğlu Mirza Muhammed'in Bursa'yı yakıp yıkıp talan ettiğini, saraydaki Osmanlı hazinesini aldığını ve Ulu Cami'yi ahır yapıp içine adamlar koydurarak ateş yakıp yemek pişirdiklerini, Bursa halkının da başına gelen bu olaydan dolayı haftanın günlerini unutup cuma namazlarını kılamadıklarını aktarır. Süleyman Çelebi, Rumeli'ye geçmek üzere babasının yaptırdığı Anadolu Hisarı'na sığınmıştı. Anadolu Hisarı'na yakın bir dağda çarpışmalar üzerine Timur bu tarafa kuvvet gönderdi. Süleyman Çelebi'ye iki adam gönderip huzuruna çağırttı. Süleyman Çelebi'ye giden adamlar, Çelebi adına zengin armağanlarla geri geldiler. Bayezid'in büyük oğlu Süleyman Çelebi, Timur'un çakeri olmayı kabul edip her ne zaman emrederse gecikmeden huzuruna geleceğine dair söz verdi ve ardından Edirne'deki Osmanlı tahtına oturdu. Timur, Anadolu'da Bayezid'in ortadan kaldırdığı beylikleri ihya etti. Her tarafta Bayezid'in ortadan kaldırdığı küçük büyük hanedanlara yarlıglar vererek kendi egemenliği altına aldı. Emirzadeler Bursa'dan sonra İznik ve Çanakkale boğazına doğru ilerleyip yüklü miktarda ganimet elde ettiler. Akdeniz kıyılarına, Antalya ve Teke'ye gönderilen emirler ise tüm bölgeyi yağma edip büyük ganimetlerle döndüler. Daha sonra Timur Sivrihisar'a geldi ve çadırlar kuruldu. Oradan Kütahya'ya indiler ama malı alıp şehre zarar vermediler. Germiyanoğulları'nın ziyafetleriyle işret meclisi kuruldu. Muhammed Sultan Manisa'da, Şahruh Uluborlu-Keçiborlu taraflarında kışlarken Timur ise Denizli-Aydın yolu ile İzmir'e yakın Tire 'de kışlamaya geldi.
İzmir önlerine geldiğinde Muhammed Sultan da kendisine katıldı. Timur, 14. yüzyıl ortalarından itibaren Türklerin elinden çıkmış olan İzmir'i Hristiyanların elinden almaya, Bayezid'in yapamadığı fetih işini kendi yapmaya karar verdi. İzmir’de Rodos Şovalyeleri hüküm sürmekteydi. İzmir’i tepelerden seyreden Timur, beyaz taş duvarlı kale ile diğer binaları hayranlıkla seyretti. Dünyanın bütün kale, kent ve denizlerini gördüğünü ama böylesi güzellikle ilk kez karşılaştığını itiraf etti. İzmirliler işgal için gelenleri önemsemedi. Bu yüzden kuşatmanın ilk gününde teslim olmalarını isteyen beyaz bayrağın, ikinci günde zorla zapt edileceklerini ihtar eden kırmızı bayrağın ve üçüncü günün de yağmayı ve talanı ihtar eden siyah bayrağın dalgalanmasını umursamadılar. Timur, kalenin temellerindeki lağım açma çalışmaları sürerken ordusunun büyük kısmına çevre tepelerden söktürdüğü kayaları limanın girişine taşıtıyordu. Birkaç gün değil, birkaç yıl aynı biçimde çalışılsa bile liman girişinin engellenemeyeceğini düşünen İzmir halkı boşuna bir çaba olarak gördükleri çalışma bittiğinde kayaların limanın girişini kesmek için değil, limana giriş çıkış yapan gemilere top atışı yapmak gayesiyle kurulacak iskeleye temel işlevini yerine getireceğini anlayacaklardı. Asıl dehşet lağımcıların yoğun çabası sonucu kale burçları aynı anda havaya uçurulurken içeriye giren Timur’un askerlerinin kestiği başlar top mermisi olarak limandaki gemilere atılırken yaşandı.
Rodos Şovalyeleri ve onlara yardıma gelen gemiler denizin üstünü kaplayan kesik başlardan dehşete kapılarak limandan uzaklaştılar. Bir süre limanın uzaklarında gezindikten sonra gözden kayboldular. İki haftalık kuşatmadan sonra İzmir fethedildi. Bir rivayete göre Yıldırım Bayezid bu duruma hayran kalmıştır.
Bu sırada Bursa'da yerleşen Yıldırım Baeyid'in bir diğer oğlu İsa Çelebi de elçisini gönderdi. Timur onu da iyi karşıladı, İsa Çelebi bağımlılığını pişkeş vererek sundu. Timur Cenevizler elindeki Foça kalesine de Muhammed Sultan'ı gönderdi. Kaledikiler aman diledi ve haraç ödemeyi kabul etti. Muhammed Sultan'ın rahatsızlığını işiterek Akşehir'e doğru yöneldi. Bu sırada 8 Mart 1403'te Bayezid'in öldüğü haberini aldı. Haberi öğrenen Timur çok üzüldü, Bayezid'e ait bütün ülkelerin ve ona bağlı beylerin kendi hükmü altına girdiğini ilan etti. Akşehir'de babasının yanında bulunan Bayezid'in oğullarından Musa Çelebi'ye hilat, kemer, kılıç ve tirkeş vererek ağırlayıp Bursa'yı ona bağışladı ve eline yarlıg verdi. Musa Çelebi'ye babası Bayezid'in naşını Bursa'ya götürmesi için teslim etti. Bayezid'ten birkaç gün sonra da Timur'un veliaht ilen etmiş olduğu torunu Muhammed Sultan 13 Mart 1402'de 29 yaşında öldü. Kukla han olarak sürekli yanında taşıdığı Mahmud Han ise bu sırada 11 Mart 1403'te ölmüştü.
Ankara Savaşı’ndan sonra Anadolu'da sekiz ay kadar kaldıktan sonra geri dönüş yoluna koyularak 1403 yılı Temmuz ayında Gürcistan'a gelen Timur kışlamak üzere Karabağ'a yöneldi. Kışı Karabağ'da geçirdikten sonra 1404 yılı Mart ayında Semerkant'a gitmek üzere Karabağ'dan hareket etti. Erdebil'e gelindiğinde daha önce kararlaştırılan toy toplandı ve altamgalı yarlık ile Hülagü Han tahtı, Azerbaycan, İstanbul'a kadar tüm Anadolu, Irak-ı Acem, Arran, Mugan, Ermenistan ve Gürcistan bölgeleri Miranşah oğlu Mirza Ömer'in idaresine bırakıldı. Miranşah'ın askerleri ve beyleri de ona verildi böylece Miranşah oğlunun buyruk ve vesayeti altına girmiş oluyordu. Timur 1404 yılı Temmuz ayında Semerkant'a geldi. Zaferlerini kutlamak için toylar düzenletti ve imar faaliyetlerine girişti. Torunlarından altısının nikahlarını kıydırarak evlendirdi.
Timur, 18 Şubat 1405 tarihinde, Çin’e sefere giderken Otrar’da
69 yaşında öldü. Ölüm sebebi kulunç idi. Hemen, Semerkand’a getirilerek torunu Halil Sultan tarafından, daha önce ölmüş olan torunu Muhammed Sultan’ın Ruh Abâd yakınlarındaki medresesine defnedildi. Timur, torunu Muhammed Sultan'ı tahtının varisi gibi görüyordu. Ancak Muhammet Sultan'ın 1404 yılında, beklenmedik şekilde genç yaşında ölümünün ardından Timur bu çok sevdiği ve ardılı olarak gördüğü torunu için Semerkant’ın seçkin bir tepesinde adına yaraşır bir büyük mozeleum inşasını emretmiş Muhammed Sultan buraya defnedilmişti. Mozeleum, anıt mezar, camii ve medrese yapılarından oluşuyordu. Timur da ölümünün ardından çok sevdiği torununun yanına defnedildi. O zamandan sonra Gur Emir, tüm Timur hanedanın birlikte yattığı anıt mezar durumuna getirildi. Timur’un ölümünden sonra oğlu Şahruh, diğer oğlu Miranşah ve torunu Uluğ Bey buraya defnedildi. Gur Emir Mozolesi yedi bölümden oluşuyordu: Sağda Müslümanların dua ettiği hanaka, solda medrese ve merkezde mosoleum, iki tarafında anıtı tamamlayan iki minare. Medrese ve hanaka günümüze ulaşamamıştır. Anıtın yüksek kubbesinin altında üç sıra halinde yan yana yatan on kadar mermer mezar taşı bulunmakla birlikte Sadece Timur’un mezartaşı siyah renkte nephritis taşıdır ancak burası sembolik mezardır. Gerçek mezar bu salonun altındaki salonda bulunmaktadır ve ziyarete açık değildir.Timur’un bedeni, taş lahdinin içinde yatmaktadır. İslam geleneği ile başı Mekke’deki Kabe’ye yöneliktir. Orta Asya geleneğinde kutsal ölülerin mezarlarına konulan at kuyruğunun burada da bulunduğu mozelenin onarımı sırasında ortaya çıkarılmıştır.
Timur, Şehr-i Sebz’de yazlık sarayı yakınlarında, genç yaşta ölen iki oğlu, Cihangir ve Ömer Şah için Mozeleum Kompleksi inşa ettirmişti. Bu kompleks içinde kendisi için de bir mezar odası inşa ettirdiği bilinmekle birlikte bu konuda başka herhangi bir bilgi bulunmamaktaydı. 1960 yılında bir kız çocuğunun Timurlu Mozelesi Kompleksi yakınlarda oynarken üzerine bastığı yerin çöküp açılan çukura düşmesi ile birlikte Timur’un ölmeden kendisi için yaptırdığı mezar odası bulundu. Mezar odasının duvarındaki yazıtta Timur’un mezar odası olduğunu kayıtlı olmakla birlikte odada devasa bir lahit bulunmakta idi. Ağırlığı nedeniyle lahdin kapağı zorlukla açılabilmişti ve içinin boş olduğu görülmüştü. Timur sağlığında mezar odasını hazırlatmış, bu mezar odası muhtemelen Orta Asya geleneğine bağlı olarak Attila’ya, Cengiz Han’a yapıldığı gibi gizli tutulmuştu. Gur Emir ile birlikte Şehrisebz’deki mezar kopleksi bırakılmış ya da unutulmuştur.
19 Haziran 1941'de Sovyet antropolog Mikhail Gerasimov, Timur'un bedenini inceledi. Ancak Timur'un mezarını açmadan önce protestolarla karşılaşmıştı ve mezarın lanetli olduğuna dair bir inanış vardı. Anıt mezarında her kim olursa olsun Timur'un mezarını deşerse ülkesine savaş şeytanlarının dolacağını söyleyen bir yazı olduğu söylenir. Gerasimov mezarı açtıktan 3 gün sonra 22 Haziran 1941'de Nazi Almanyası'nın Sovyetler Birliğine savaş ilan etmesi, bu söylentinin popülerleşmesine ve günümüze dek gelmesine neden olmuştur. Lahitlerden çıkarılan kemikler Leningrad’da götürüldü ve incelendi. Timur'un bedeninde yapılan araştırmada, kendi çağına göre uzun sayılabilcek bir boyda 1.73 cm olmakla birlikte, geniş göğüslü ve belirgin elmacık kemikli biri olduğu anlaşıldı. Ayrıca onun kalça incinmesinden dolayı aksaklığı doğrulandı. Antropolog Gerasimov, kafataslarını inceleyerek tüm hanedanın portrelerini yaptı. Kasım 1942'de Stalingrad Zaferinden önce İslamî törenle tekrar defnedildi.
Timur ile ilgili kaynakların çoğunluğu Farsça olmakla birlikte, dönemin Arapça kaynaklarında da kendisi hakkında önemli bilgiler verilmektedir. Doğumundan ölümüne, dış görünüşünden kişiliğine, günlük hayatından hakimiyet anlayışına kadar birçok özelliği, Timur ile bizzat görüşen v |
eya kendisiyle aynı dönemde yaşayan tarihçilerinin eserlerinden öğrenilebilmektedir.
Timur’un dış görünüşü hakkında Arap kaynaklarında fazlaca bilgi mevcuttur. Bu bilgilere göre, Timur’un boyu uzun, vücudu heybetliydi. Omuzları geniş, başı büyük ve alnı genişti. Elleri ve ayakları iri, kol ve bacakları ise oldukça uzun ve kalındı. Görünüşü acayip ve ürkütücü olan Timur’un, suratı oldukça asık, sağ eli felçli ve sağ ayağı da topaldı. İbn Arabşah'a göre gençliğinde, koyun çalarken bir çoban tarafından omzundan ve kalçasından vurularak topal kaldığı için "lenk" lakabını almıştı. İbn Haldûn ise, Timur’un kendisine söylediğine göre, topal olmasına sebep olan bu ok yarasını gençliğinde yapmış olduğu bir baskın sırasında aldığını ifade etmektedir.
Moğollar'daki gökyüzünde bir tane güneş ve ay varken, yer yüzünde nasıl iki hakim olabilir fikri, Timur'da da görülmektedir. Dünya iki hükümdara yetecek kadar geniş değildir. Allah nasıl bir tane ise, sultan da bir tane olmalıdır düşüncesindeydi. Yine bir kadının iki kocası olmayacağı gibi bir devletin de yalnız tek hakimi olmalıdır sözü ona aittir. Bu düşünceleri Tümur'un soyundan gelen Babür'ün eserinde de görmek mümkündür.
Timur'un mühründe kuvvet doğruluktur anlamına gelen "Rasti-rustî" kazılı olması ve yazdığı mektupların sonuna da aynı ibareyi içeren damgasını vurması doğruluğa önem verdiğinin bir göstergesiydi. Yaklaşık otuz yıl boyunca geçtiği her yerde yıkıntılar ve yıkımlar bırakarak acımasız yüzünü göstermiştir. Ancak bazı olaylara bakıldığında Tümur'un taş kalpli olmadığı, heyecanlandığı, ağladığı, sevdiği, yakınlarına ve dostlarına bağlı olduğu görülmektedir. Torununun ölüm haberini aldığında kendini yerden yere atmış ağlamış acısını belli etmiştir. Kızı Akabeg, büyük oğlu Cihangir, kız kardeşi Turhan Hatun'un birbirini takiben gerçekleşen ölümleriyle bir süre derin bir bezginlik içinde bulunsa da tarafından Kuran-ı Kerim ve hadis-i şefifler okuttuğu gibi bir taraftan tarih ve öyküler okutup dinleyerek üzüntüsünü unutarak yine hükümet işleriyle ilgilenmekten geri kalmamıştır. Sinirleri sanıldığı kadar sağlam değildir. Önünde korkunç ve kanlı savaş öykülerinin anlatılmasına dayanamadığı, dilenciliği kabul etmediği, halkın yiyecek bulmasına dikkat ettiği bilinmektedir. Timur,
bulunduğu mecliste gasp, saldırı, tecavüz ve kan dökmekle ilgili sözlerin dile getirilmesine ve küfür edilmesine asla izin vermezdi ve orada sadece yönetim ile ilgili
tedbirler görüşülürdü.
Timur, başkenti Semerkant'ın ihtişamını arttırmak için sanatçıları, zanaatkarları, bilim adamlarını, şairleri, din adamlarını Semerkant'a çekmeye çalışmış hatta kimi zaman onları zorla Semerkant'a getirtmiştir. Timur seferlerinde geçtiği yerleri acımasız şekilde yakıp yakarken diğer yandan Semerkant'ı yeniden onarmıştır. Ele geçirdiği ülkelerdeki sıradan yontma işçisinden en büyük sanatçıya kadar birçok insanı daha önce görülmedik bir biçimde tek bir şehirde toplamayı başarmıştır. Semerkant'ı büyük yeteneklerin merkezi haline getirmiştir. Astronomi ve Fıkıh alimlerine çok hürmet gösterir onların sohbetlerini dinlemekten büyük keyif duyardı. Girdiği hiçbir ülkede de alimlerin incitilmesine müsaade etmemiştir. Gerek barış zamanında gerek savaş zamanında ünlü komutanların hayatlarını ve bunların seferlerini okumayı alışkanlık edinmişti. Şam'da ünlü tarihçi İbn Haldun ile yaptığı görüşmeler sırasında sahip olduğu tarih bilgisi ile İbn Haldun'u bile şaşırtmıştır. Türkçe, Moğolca ve Farsça olmak üzere üç dil bilmekteydi.
Kendi ülkesi dahilinde, halk arasında haber toplayan görevliler bulunduğu gibi, diğer ülkelerde de casusları vardı. Bu casuslar sufi, derviş, tüccar, müneccim, asker, sanatkar, pehlivan olarak çeşitli ülkeleri dolaşır, bu ülkelerin şehir, kasaba yollar ve ileri gelenleri ile ilgili bilgi toplayarak Timur'a bildirirlerdi. Daha sonra Timur bu ülkeye gelip o şehir ile ilgili şeyleri sormaya başlayınca bu büyük bir hayret ve şaşkınlığa yol açardı.
Timur satranç oynamayı çok severdi. Çok sinirlendiği zamanlarda da bu oyunu oynayarak rahatlardı. Satrancı mükemmel bir şekilde oynadığı için çok az kimsenin kendisiyle satranç oynamaya cesaret edebildiği Timur, normal satranç ile oynamayı aşmış ve büyük satrançla oynamaya başlamıştı. Yani satranç tahtasını ona on bire çıkarmış ve taşlara iki deve, iki zürafa, iki boğa, iki aslan, iki debbâbe, iki öncü, bir vezir, bir gözcü ve diğer bazı taşları eklemiştir. Timur’un satranççıları arasında Muhammed b. el-Akîl el-Haymî, Zeyneddin el-Yezdî ve başka kimseler vardı. Ama satrançılarının pîri aynı zamanda fakih ve muhaddis olan Alâeddin et-Tebrizî idi. Alâeddin etTebrizî ile büyük satranç oynayan Timur’un, satranç oyununun konumları ile hamleleri hakkında da şerhleri vardır. İbn Arabşah, Timur ile Alâeddin etTebrizi’nin yanlarında ayrıca bir yuvarlak bir de uzun satranç gördüğünü ifade etmektedir. Yine bir gün çok sevdiği bu oyunu oynarken rakibine "Şah-Ruh" yaptığı sırada Timur’a iki müjde getirilmiştir. Bunlardan birincisi bir erkek çocuk sâhibi olduğu, ikincisi de Ceyhun nehrinin Hıta tarafındaki kıyısına inşa ettirmekte olduğu şehrin tamamlandığı idi. Bunun üzerine Timur oğluna Şahruh, şehre ise Şahruhiyye adını vermiştir.
Hem Timurlu kaynakları hem de Arap kaynakları, Timur'u namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek, cami ve medrese yaptırmak gibi islam dininin gereklerini yerine getiren bir hükümdar olarak tasvir etmiştir. Timur dindarlığının ötesinde İslam dinini siyasi amaçları için zekice kullanır ve yapmış olduğu faaliyetler için meşruiyet sağlardı. Timur, ulemâya Sünnîlik-Şiîlik meselelerine dair tartışmalar yaptırır, bu tartışmalara bizzat kendisi de katılırdı. Horasan’da Şiî Serbedârîler’in reisi Hâce Ali b. Müeyyed ile görüşmesinde Sünnîliği destekleyen, Mâzenderan’da Şiî seyyidlerini cezalandıran Timur, Şam bölgesinde Ali taraftarlığı tavrını takınmış ve Sünnîlerce koyu bir Şiî diye nitelenmişti. Şam'ın fethinde ise Yezid'in mezarını hiddetle tahrip ettirmesi Şiî olduğuna delil olarak gösterilmek istenmiştir Şeriatın yasaya üstünlük kazandığı Timur'un oğlu Şâhruh zamanındaki tarihçilerin Timur’u olduğundan daha çok dindar gösterme eğilimi taşıdıkları görülür. Tüm bunlarla birlikte Orta Asya göçebelerinin İslâmlaşmasında Timur’un büyük payı vardır. Semerkant’ta Timur’un bizzat ilgilenerek inşa ettirdiği yapıların en önemlisi sayılan Bîbî Hanım Mescidi adı verilen Semerkant Camii’dir. Onun inşa ettirdiği eserlerin en önemlilerinden bir diğeri Ahmed Yesevî Hankahı’dır. Timur, müslümanlar için en kutsal yer olan Kabe'ye örtü göndermek amacıyla 1404 yılı hac mevsiminde adamlarına Kabe'nin ölçüsünü aldırmıştır. Ancak 1405 yılı hac mevsimini göremeden öldüğü için bu isteğini yerine getirememiştir. Timur, fırsat buldukça, büyük İslam alimi sayılan Şah-ı Nakşibend Muhammed'in hocası Seyyîd Emîr Külâl'ı ziyarete giderdi. Bir rivayete göre Nakşibend tarikatı'nın kurucusu büyük islam alimi sayılan Şah-ı Nakşibend Muhammed'in hayır duasını aldığı belirtilmektedir. İmam-ı Rabbani, mektubatında şöyle demiştir : ""İşittim ki:Emir Timur Allah Rahmet eylesin; bir gün Buhara sokaklarından geçerken Hace Nakşıbendi'nin dervişleri, dergahın halılarını birlikte temizliyorlardı. Emir bu yerde durdu, dergahın tozlarını kendisi için, dervişlerin feyizlerinin bereketi ile amber ve sandal ( sandal ağacından elde edilen güzel koku)kıldı. Mümkündür ki bu alçak gönüllülüğü onu iyi bir sonla şereflendirmiştir.
__DİZİN__
__YENİBAŞLIKBAĞLANTISI__
Transfobi
Transfobi, travesti veya transeksüellerden korkma veya nefret etme.
Homofobi
Homofobi, eşcinsellere ya da eşcinselliğe karşı duyulan nefret, korku, hoşnutsuzluk ya da ayrımcılıktır. Geniş manası ile diğer cinsel yönelimlere sahip olan LGBT kişileri de içerir. Sıfat olarak, homofobik şeklinde kullanılır. Homofobik davranış ilkelerini sergileyen kişinin gerçekleştirdiği eylemler bütünü ""homofobi"" sadece psikiyatrik bir kavram değildir. Her 48 saatte bir, eşcinsel bir kişinin, homofobiyle bağlantılı şiddete maruz kalarak öldürüldüğü tahmin edilmektedir. Uluslararası Af Örgütü'ne göre yaklaşık 70 ülkede eşcinsellere şiddet uygulanmaktadır ve sekiz ülkede eşcinsellere idam cezası verilmektedir.
Homofobi sözcüğü ilk kez 1969'da bir Time dergisi makalesinde kullanılmıştır. Yunanca "homos" (aynı) kökünden gelen "homoseksüel" ile "phobos" (korku) sözcüklerinin birleşiminden türetilmiştir. Yunanca "homo-" (aynı) öneki zaman zaman Latince "Homo" (insan) sözcüğü ile karıştırılır.
Türk Dil Kurumu sözlüğünde "homofobi" kelimesi bulunmamaktadır, ama Dil Derneği sözlüğünde ""eşcinsellik korkusu"" olarak tanımlanır.
Homofobi uluslararası bir kavramdır ve birçok dilde homofobik argo sözcükler ve hakaretler mevcuttur. Türkçede sıklıkla homofobik şekilde kullanılan "ibne" sözcüğü, TDK sözlüğüne göre "edilgin eşcinsel erkek" anlamına gelir ve kökeni "kız çocuk" anlamına gelen Arapça ابنة ("ubne") kelimesidir. Gündelik kullanımda ibne kelimesi, eşcinsel olmasa bile birisini aşağılamak için sıkça kullanılmaktadır. Türkçede bazı diğer homofobik sözcükler "top", "oğlancı" ve "kulampara" dır.
Bazı devletlerde homofobik hakaretler "nefret suçu" kapsamına girer ve cezai yaptırımla karşılaşılabilir.
Homofobinin nedenleri toplumsal, dini, ideolojik ya da psikolojik olabilir. Homoseksüel ilişki birçok dinde veya mezhepte lanetlenmiş, dini metinlerde Sodom ve Gomora örneğinde olduğu gibi homoseksüelliğin kabul gördüğü toplumların tanrı tarafından cezalandırıldığı öne sürülmüştür. Küçük yaştan itibaren kendini dinsel öğretinin içinde bulan birey, okudukları ve duyduklarının ışığında küçük yaşta homofobik yaklaşımlar içerisine girebilir.
Homofobinin kökenleri psikolojik olabilir. Örneğin kendisinin eşcinsel olduğundan şüphelenen ve bu durumdan endişelenen birey, bu korkusunu homofobi olarak dışa vurabilir.
Birçok ülkede eşcinsellik bir suç olarak kabul edilmektedir, fakat son yıllarda bu ülkelerin sayısı hızla düşmektedir. Uluslararası Af Örgütü'ne göre 2007'den beri yaklaşık 70 ülkede eşcinselliğe ceza verilmektedir.
Sağdaki hari |
tada göründüğü gibi Hindistan, Afrika'nın bazı bölgeleri, Guyana, Jamaika, Kuzey Kore, Malezya, Papua Yeni Gine, bazı Orta Asya devletleri ve birçok Müslüman ülkede (Orta Doğu ve Kuzey Afrika) eşcinsellik kanunen hapis cezasıyla cezalandırır.
Eşcinsel ilişki veya herhangi bir livâta hareketinde bulunanlara idam cezası verilen ülkeler şunlardır: Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, İran, Moritanya, Nijerya'nın kuzeyindeki bazı eyaletleri, Somali, Sudan, Katar ve Yemen.
Birleşik Arap Emirlikleri'nde nikâhdışı cinsel ilişkiler idam cezası ile cezalandırılabilir. Federal Ceza Kanunu'nun, kadınların ve erkeklerin ırzına geçilmesi hakkındaki 354. maddesinin, iki erkek arasında rıza ile gerçekleşen ters ilişkiyi de kapsadığı düşünülebilir.
Afganistan gibi şeriatla yönetilen ve eşcinsellik hakkındaki yasaların belli olmadığı bazı ülkelerde livâta, recm ile idam cezasıyla cezalandırılır.
Katar Sadece Müslümanlara uygulanan şeriat kanunlarına göre evlilik dışı tüm ilişkiler cinsel yönelime bakılmadan ölüm cezasıyla cezalandırılabiliyor.
Irak Yürürlükte bir yasa bulunmasa da, şeriat kanunlarına dayandırılarak bazı militanlar tarafından öldürülen ve bazı yargıçlar tarafından ölüm cezası verilen eşcinseller var.
Eşcinselliğin kanunen yasak olmadığı fakat homofobinin çok yaygın olduğu bazı ülkelerde LGBT kişileri hedef alan cinayet sayısı oldukça yüksektir. Bunlar genellikle nefret suçu kapsamında değerlendirilir. Örneğin 2007 yılında 122 homofobik cinayet işlenen Brezilya, dünyanın en yüksek LGBT cinayeti oranına sahiptir. Bu ülkedeki kurbanların neredeyse yarısı transeksüellerdir. Resmî istatistikler bulunmadığı için bazı LGBT eylemcileri bu sayının daha yüksek olduğunu ileri sürmektedir. Brezilya'dan sonra, senede 35 homofobik cinayetle Meksika ve bundan sonra 25 cinayetle Amerika Birleşik Devletleri gelir.
Uluslararası Çalışma Örgütü tarafından hazırlanan 10 Mayıs 2007'de sunulan bir rapora göre LGBT kişiler işyerlerinde sıklıkla ayrım veya sözlü, psikolojik ve fiziksel tacize maruz kalmaktadırlar. Tüm dünyada birçok iş adayı sırf LGBT oldukları için işverenler tarafından reddedilmektedir. Bu nedenle özellikle homofobinin yaygın olduğu ülkelerde LGBT kimseler arasında işsizlik, geçim sıkıntısı veya iş bulabilmek için cinsel yönelimini gizlemek oldukça yaygındır.
Türkiye'de eşcinsellik kanunen yasak değildir ancak homofobi oldukça yaygındır. Pew Araştırma Merkezi tarafından yapılan bir ankete göre ""Eşcinsellik, toplum tarafından kabul edilmesi gereken bir hayat biçimi mi?"" sorusuna halkın %14'ü evet demiştir (%57'si hayır demiş, geri kalanı soruyu cevaplamamıştır). Bu oran gelişmiş ülkelere göre çok düşüktür ve Orta Doğu'da da İsrail (%38 evet) ve Lübnan'dan (%18 evet) sonra gelmektedir. Bahçeşehir Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Yılmaz Esmer'in 2009 yılında hazırladığı "Radikalizm ve Aşırıcılık" adlı araştırması kapsamında 34 ilde 1715 kişiye sorulan ""Kiminle komşu olmak istemezsiniz?"" sorusuna katılımcıların %87'si "eşcinsel" kişiler olarak yanıt verdi.
Türkiye'de de eşcinsellik genel olarak normal dışı ve kabul edilemez olarak algılanmaktadır. Bazı eşcinseller toplumsal baskı nedeniyle, ailelerinden dışlanmakta, işlerini kaybetmekte, toplumun düşmanca davranışlarına maruz kalmakta ve baskı görmektedir. Bu önyargılı tutum ve davranışlar nedeniyle Türkiye'de birçok eşcinsel birey, aile içinde, ilişkilerinde ve kendi cinsel yönelimini bilen arkadaşları içinde huzursuz hissetmektedirler. Bu yaşantılar bireylerin, depresyon, kaygı gibi psikolojik sorunları heteroseksüellere oranla daha fazla yaşamalarına neden olmaktadır.
Yasal olarak eşcinselliği ya da eşcinsel örgütlenmeyi yasaklayan herhangi bir yasa yoktur. Ancak 29 Mayıs 2008'de merkezi İstanbul'da olan Lambdaistanbul adlı bir LGBT hakları grubu, Anayasa'nın "ailenin korunması"na ilişkin 41. maddesi ile Türk Medeni Kanunu'nun "Hukuka veya ahlaka aykırı amaçlarla dernek kurulamaz" hükmünü içeren 56. maddesine aykırı olduğu sebebiyle mahkeme kararı tarafından kapatıldı. Bu karar birçok insan hakları örgütü tarafından eleştirildi. Özellikle İnsan Hakları İzleme Örgütü, mahkemenin taraflı davrandığını ve bu kararın demokratik haklara ve örgütlenme özgürlüğüne karşı olduğunu söyledi.
2010 Mart ayında AK Partili Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf'ın ""Eşcinsellik hastalıktır ve tedavi edilmelidir,"" şeklindeki sözleri çeşitli LGBT örgütler ve insan hakları savunucuları tarafından eleştirildi.
Birçok Batı Avrupa devletinde homofobinin nefret suçu kapsamında olmasına ve cezai yaptırımlar bulunmasına rağmen homofobi halen diğer Avrupa devletlerinde de mevcuttur.
6 Ekim 2002'deki bir kamusal etkinlikte, eşcinsel Paris belediye başkanı Bertrand Delanoë karnından bıçaklandı. Delanoë tehlikeyi atlattı ve birkaç gün sonra görevine geri döndü. Saldırgan ilk sorgusunda "siyasetçilerden ve özellikle eşcinsellerden" nefret ettiğini söyledi.
Homofobiye bağlı intihar oranı özellikle eşcinsel gençlerde çok yüksektir. Birleşik Krallık'ta Stonewall adlı eşcinsel hakları örgütü tarafından yapılan bir ankete göre genç eşcinsellerin %17'si ölümle tehdit edilmiş ve %12'si cinsel istismar yaşamıştır. Bazı araştırmalara göre İrlanda'da eşcinsel gençlerin üçte biri intihar etmeye çalışmış; İskoçya'da 15 ve 26 yaşları arası eşcinsellerin yarısı intihar etmeyi düşünmüş; Fransa'da 20 yaşın altındaki eşcinsel erkeklerin %27'si intiharı denemiş; İtalya'da eşcinsellerin %13'ü intihar etmeye çalışmıştır. Belçika'da 15 ve 25 yaşları arasındaki eşcinsel gençlerin intihar riski oranı diğer kişilere nazaran beş kat daha yüksektir. Almanya'da 15 ve 27 yaşları arası eşcinsellerin %18'i en az bir kere intihar etmeyi denemiş, %66'sı kendi aileleri tarafından fiziksel veya sözlü istismar yaşamış, %27'si öğretmenler tarafından baskı görmüştür. 2007'de yapılan bir araştırmaya göre eşcinsellerin en az %30'da biri son 12 ay içerisinde hakarete maruz kalmış, tehdit edilmiş veya saldırıya uğramıştır.
Bazı ülkelerde okullarda homofobiyi önlemek için çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. Örneğin İspanya'da DecideT adlı LGBT hakları grubu homofobik baskı ve yıldırmayı engellemek amacıyla bir rehber yayınladı.
Batı Avrupa'da homofobi, sporda da çok yaygındır. Özellikle ragbi, futbol gibi maço kabul edilen spor camialarında çok sınırlı sayıda sporcu eşcinselliğini açığa vurmaya cesaret edebilmiştir. Bunun istisnalarından futbolcu Justin Fashanu, 1990 yılında eşcinselliğini ilân ettikten sonra hayranlarından, ailesinden ve takım arkadaşlarının dışlama ve hakaretlerine maruz kaldı. Kardeşi John Fashanu, onu alenen kardeşlikten reddetti. Justin Fashanu 3 Mayıs 1998'de intihar etti ve geride şu notu bıraktı:
Arnavutluk millî futbol takımının eski menajeri Otto Barić, kendi takımında eşcinsel bir futbolcunun yer almasına asla izin vermeyeceğini ilân etti; 31 Temmuz 2007'de, UEFA tarafından homofobi nedeniyle 3.000 Euro para cezasına çarptırıldı.
Sporda homofobi sadece futbola has bir şey değil. Eşcinsel olan Berlin belediye başkanı Klaus Wowereit, şehrin yerel buz hokeyi takımını olan Berliner Eisbäre'nın maçlarından birini seyretmeye gittiği zaman karşı takımın taraftarları ""Hauptstadt der Schwulen, wir sind die Hauptstadt der Schwulen"" ('İbnelerin başkenti') şeklinde tezahürat yaptılar.
Güney Afrika'da eşcinsel evliliğin yasal olması ve birçok antihomofobi yasanın mevcut olmasına rağmen Güney Afrika toplumu arasında eşcinsellik konusu hakkında hâlâ olumsuz görüşler tutulur. Lezbiyenlere erkekler tarafından yapılan "düzeltici tecavüz" ülkede çok yaygın bir nefret suçudur.
İran'da eşcinsellik idam cezasıyla cezalandırılmaktadır. Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad İran'da "böyle bir fenomen" bulunmadığını iddia etmiştir. 19 Temmuz 2005'te Meşhed kentinde, eşcinsel ilişkide bulundukları gerekçesiyle Mahmud Asgari ve Ayaz Marhoni, 228 kere kamçılanıp büyük bir kalabalığın önünde asılarak idam edildiler. Onları kurtarmak amacıyla yapılan uluslararası başvurular yanıtsız kaldı. İran hükûmeti bu adamları, küçük bir çocuğa tecavüz ettikleri için astığını ileri sürdü, fakat sonradan İranlı kaynaklar bunu yalanlayarak ve hükûmetin bu iddiaları uydurduğunu iddia etti.
Polonya homofobi sebebiyle sıkça eleştirilmektedir. Eleştirilerden (özellikle insan hakları örgütleri ve AB kurumları) bir tanesi cumhurbaşkanı Lech Kaczyński'nin başkent Varşova'da ve Poznań kentinde bir gey onur yürüyüşünün yapılmasına izin vermemesine yöneliktir. Hukuk ve Adalet Partisi'nden olan Kaczyński, Cumhurbaşkanlığı için aday olunca Polonya'da birçok eşcinselin ülkeyi terk edeceğini söylemişti. Bu hükûmetin idaresi altında aşağıdaki ifadeler kullanılmıştır:
27 Mayıs 2007'de, gey ve lezbiyenlerden oluşan bir grup, Moskova Şehir Konseyi'ne yasaklanan gey onur yürüyüşünün serbest bırakılması için dilekçe vermeye çalıştıklarında aşırı milliyetçiler ve Ortodoks radikaller tarafından hakaret ve saldırıya uğradılar. Yetkililer 20 eşcinseli tutukladılar. Moskova belediye başkanı yürüyüşü "şeytanî bir hareket" olarak tanımladı.
Avrupa'daki eşcinsellerin yakından takip ettiği Eurovision Şarkı Yarışması'nın 2009'da Moskova'da yapılacak olması, Rusya'daki eşcinselleri "Slavic Pride" adı altında bir onur yürüyüşü yapmaya cesaretlendirmişti. Ancak bu yürüyüşün yapılmasına izin verilmedi. 16 Mayıs 2009'da "yasadışı" şekilde toplanan göstericiler polis tarafından şiddet kullanılarak dağıtıldı, 40 kadar eylemci tutuklandı.
Immanuel Kant
Immanuel Kant (22 Nisan 1724 – 12 Şubat 1804) Alman filozof. Alman felsefesinin kurucu isimlerinden biri olmuş ve felsefe tarihinin kendisinden sonraki dönemini belirleyici olarak etkilemiştir.
Kant, eleştirel felsefenin babası olarak kabul edilir. Doğu Prusya'nın Königsberg kasabasında doğdu. Hayatı boyunca burada yaşadı. Üniversite eğitimi sırasında birkaç yıl öğrencilere özel dersler verdi. Eğitimi sırasında Leibniz ve Wolff'tan etkilendi. 1755 tarihinde doçent derecesi aldıktan sonra üniversitede çeşitli sosyal bilimler alanlarında dersler vermeye başladı. Kant başlangıçta fizik ve |
astronomi alanında yazılar yazdı. 1755 yılında ""Evrensel Doğal Tarih ve Cennetlerin Teorisi"" adlı eserini yazdı. 1770 yılında Königsberg'de mantık ve metafizik kürsüsüne atandı. 1770'den sonra Hume ve Rousseau etkisiyle eleştirel felsefesini geliştirdi.12 şubat 1804'de Königsberg'te öldü.
Modern felsefenin gelişim seyrine uygun olarak bilgi kuramını ön plana çıkartmıştır. Kant'ın gözünde bilim, liderleri kesin olan ve yöntemleri, ancak Hume'unki gibi felsefi bir kuşkuculuk benimsendiği zaman sorgulanabilen evrensel bir disiplindir. Bilim yansızdır ve nesneldir.
O, felsefedeki ilk ve temel misyonunun bilimi temellendirmek, daha sonra da ahlakın ve dinin rasyonelliğini savunmak olduğuna inanmıştır. Bu amacı gerçekleştirmek için, hem Descartes'ın rasyonalizminden ve hem de Hume'un empirizminden önemli gördüğü öğeleri alarak, "transsendental epistemolojik idealizm" diye bilinen kendi bilgi kuramını geliştirmiş, yükselen bilimin felsefi temellerini gösterdikten sonra, özgürlük ve ödev düşüncesine dayanarak Hristiyan ahlakını savunma çabası vermiştir. O, "fenomenal gerçeklikle", yani bizim duyular aracılığıyla tecrübe ettiğimiz dünya ile "numenal gerçeklik", yani duyusal olmayan ve hakkında bilgi sahibi olunamayacak dünya arasında bir ayrım yapmıştır.
Kant, öğretisiyle bilimsel bilginin olanaklı olduğunu göstererek, Newton fiziğini temellendirir.
"Kant ve Felsefesi" M Emin Erişirgil, İnsan yay.
Yalancı akasya
Yalancı akasya ("Robinia"), Fabaceae (baklagiller) familyasının "Robinia" cinsinden dikenlerle kaplı odunsu türlere verilen ad.
Anavatanı Kuzey Amerika ve Kuzey Meksika'dır. 4–25 m'ye kadar boylanabilen yaprak döken çalı veya ağaçlardır. Tüysü yapraklar, 7-21 oval yaprakçıktan oluşmuştur. Çiçekler beyaz veya pembe, sarkık şemsiyedir. Birçok türde sürgünler dikenli ve tüylüdür. Cinse Fransız bahçıvan Jean Robin'in adı verilmiştir. Avrupa'ya 1601 yılında getirilmiştir.
Eşcinsellik
Eşcinsellik veya homoseksüellik, aynı cins veya cinsiyetteki insanlar arasındaki romantizm, cinsel çekim ya da cinsel davranıştır. Eşcinsellik, bir yönelim olarak “kişiyi ağırlıklı olarak ya da tümüyle kendisiyle aynı cinsiyette olan kişilere karşı romantik ya da cinsel çekimleri yaşamaya yönlendiren kalıcı kişisel nitelik” olarak ifade edilir. Aynı zamanda kişiyi bu çekimlere dayanan davranışlarla ilişkili kimlik hissi ve bu çekimleri paylaşan diğer kişilerden oluşan topluluğa olan üyeliğini de tanımlar.
Homoseksüellik, heteroseksüellik ve biseksüellikle birlikte heteroseksüel-eşcinsel spektrumundaki üç ana cinsel yönelimden biridir. İnsanların neden özel bir cinsel yönelim geliştirdiği konusunda bilim insanlarının ortak bir görüşü yoktur. Cinsel yönelimin kökeni konusunda genetik faktörler, erken rahim ortamı ya da ikisinin kombinasyonuna işaret eden biyolojik teoriler uzmanlar tarafından daha çok benimsenmiştir. Ailenin yetiştirme şeklinin ya da erken çocukluk deneyimlerinin cinsel yönelimi etkilediğine dair güçlü bir kanıt yoktur. Bazıları eşcinsel aktivitenin doğaya aykırı ya da fonksiyonel bir bozukluk olduğu görüşündedir. ama araştırmalar eşcinselliğin insan cinselliğinin normal ve pozitif bir varyasyonu olduğunu, negatif psikolojik etkilerinin bir kaynağı olmadığını göstermektedir. Çoğu insan kendi cinsel yöneliminde çok az tercih hissi deneyimler ya da hiç deneyimlemez. Cinsel yönelimi değiştirmeyi amaçlayan psikolojik müdahalelerin işe yaradığını destekleyen yeterli kanıt yoktur.
Eşcinselleri tanımlamak için çok çeşitli kavramlar kullanılır. Kadın eşcinselleri tanımlamak için 1800'lü yıllardan beri kullanılan "lezbiyen" sözcüğünü karşılamak için Fransızca kökenli "gey" (, , ) sözcüğü, 1960'larda önceleri sadece erkek eşcinselleri tanımlamak için kullanılmaya başlanmıştır. Zamanla tüm eşcinseller için kullanılır hâle gelmiştir. Eşcinsellere cinsel yönelimlerinden dolayı uygulanan fiziksel ve sözlü şiddet, "Eşcinsel" anlamına gelen argo tabirleri hakaret ya da aşağılama amaçlı kullanmak, birçok gelişmiş ülkede nefret suçu kapsamına girer ve cezai yaptırımla karşılaşılabilir.
Gay veya lezbiyen kimlikli ve eşcinsel deneyim yaşayan kişilerin sayısını ölçmek araştırmacılar için çeşitli nedenlerden dolayı zordur. Bu nedenlerin arasında eşcinsel kişilerin homofobik ve heteroseksist ayrımcılık yüzünden kimliklerini açık olarak belli etmemeleri de yer almaktadır. Eşcinsel davranışlar aynı zamanda birçok hayvan türünde gözlenmiştir.
Sadece nüfus sayımları ve politik şartlar görünürlüklerini kolaylaştırmasına rağmen birçok gay ve lezbiyen ciddi birliktelikler kurmaktadır. İlişkideki tarafların kendi psikolojik algılayışları açısından bu tür ilişkiler ile heteroseksüel ilişkiler arasında hiçbir fark yoktur. Kaydedilmiş tarih boyunca eşcinsel ilişkiler ve eylemler -aldıkları şekle ve bulundukları kültürlere bağlı olarak- zaman zaman takdir edilmiş zaman zaman da yargılanmışlardır. 19. yüzyılın sonlarından beri, eşcinsellerin görünürlük ve tanınmasının artırılmasının yanı sıra; evlilikler, medeni birliktelikler, evlat edinme ve ebeveynlik; işe ve askere alınma ile sağlık hizmetlerine eşit erişim gibi yasal hakların kazanılması için büyük bir mücadele verilmektedir.
Birçok gey ve lezbiyen kişi duygusal veya cinsellik olarak hemcins ilişki içerisindedir. İlişkideki tarafların kendi psikolojik algılayışları açısından bu tür ilişkiler ile heteroseksüel ilişkiler arasında hiçbir fark yoktur. Kaydedilmiş tarih boyunca eşcinsel ilişkiler ve eylemler -aldıkları şekle ve bulundukları kültürlere bağlı olarak- zaman zaman takdir edilmiş zaman zaman da yargılanmışlardır. 19. yüzyılın sonlarından beri, eşcinsellerin görünürlük ve tanınmasının artırılmasının yanı sıra; evlilikler, medeni birliktelikler, evlat edinme ve ebeveynlik; işe ve askere alınma ile sağlık hizmetlerine eşit erişim gibi yasal hakların kazanılması için büyük bir mücadele verilmektedir.
Çok eskilere dayanan ve tıpta geniş tartışmalara neden olan, akıl almayacak yöntemlerle "iyileştirilmeye" çalışılan eşcinsellik modern zamanlarda artık bilim insanları tarafından bir hastalık olarak görülmemektedir. Son 35 yıldır psikologlar, psikiyatrlar ve diğer ruh sağlığı uzmanları eşcinselliğin hastalık, ruhsal bozukluk veya duygusal bir sorun olmadığını onayladılar. İlk olarak 1973’te Amerikan Psikiyatri Derneği Yönetim Kurulu eşcinselliğin hastalıklar kategorisinden çıkartılmasına karar verdi. Karar, Amerikan Psikiyatri Derneği’nin bir yıl sonra (1974) yapılan yıllık genel kurulunda üyelerin çoğunluğu tarafından onaylandı. Amerikan Psikiyatri Derneği, 2006’da yapmış olduğu genel kurulunda söz konusu kararı tekrar ifade etti. Benzer şekilde 17 Mayıs 1990 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü ("WHO"), eşcinselliği hastalıklar listesinden çıkardı. 1992’de bu karar, ICD-10 (Hastalıkların Uluslararası Sınıflandırılması) listesine resmen kaydedildi. 1994 tarihinden itibaren "WHO" üyesi tüm ülkeler yeni sınıflandırmayı kullanmaya başladı. Eşcinselliğin bir hastalık, bozukluk ya da eksiklik olmadığını, 3 farklı cinsel yönelimden birisi olduğunu ve doğuştan ya da 3 ile 4 yaşlarına kadar belirlenen, kişinin kendi seçmediği bir durum olduğu tıp bilim tarafından tespit edilmiş ve bu durum kabul görmüş ve eşcinseller çoğu gelişmiş ülkelerde eşcinseller arası resmi evlilik dahil olmak üzere heteroseksüellerin sahip olduğu pek çok hakka kavuşmuştur.
Amerikan Psikiyatri Birliği (APA), 1973 yılında eşcinselliği, ""Akıl Hastalıkları Teşhis ve İstatistikleri Klavuzu""ndan çıkarmıştır. Günümüzde APA'nın pozisyonu, objektif ve iyi planlanmış bilimsel çalışmalar ve klinik literatür doğrultusunda eşcinselliğin insanların cinselliğinin "pozitif ve normal" çeşitlerinden biri olduğudur APA'ya göre eşcinselliğin geçmişte bir akıl hastalığı olarak görülmesinin nedeni, akıl sağlığı alanında çalışan profesyonellerin ve toplumun bu konuda taraflı şekilde bilgilendirilmiş olmasıdır.
1 Ocak 1993 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü (WHO) eşcinselliği ""Uluslararası Hastalıklar Sınıflandırması""ndan çıkarmıştır. ICD-10 maddesi ""cinsel yönelim, tek başına, bir rahatsızlık/hastalık olarak kabul edilemez"" şeklindedir.
Cinsel ilişkideki konumuna göre Batı ülkelerinde böyle bir ayırım artık yapılmamakla birlikte, eşcinselliğin daha gizli yaşandığı, daha muhafazakar ülkelerde eşcinsel erkekler "verici" ("etken", "aktif") ya da "alıcı" ("edilgen", "pasif") olarak ikiye ayrılmaktadır ve bu kültürlerde özellikle kadınsı görünümlü ya da pasif konumda olan erkekler eşcinsel olarak kabul edilmekte ve toplumun büyük bir kesimi tarafından dışlanmaktadırlar. Etken ("aktif") ve edilgen ("pasif") terimlerinin üstünlük veya aşağılık belirttiğinin düşünülmesi nedeni ile günümüzde artık bu terimlerin eşcinselleri tanımlarken kullanımından kaçınılmaya başlanılmıştır. Kadın ve erkeğin toplumsal kademelendirmesinde de etkenlik olumlu bir nitelik olarak erkeğe, edilgenlik ise olumsuz bir nitelik olarak kadına yüklenir.
Heteroseksüel-Eşcinsel derecelendirme ölçeği olarak bilinen Kinsey ölçeği, kişinin belirlenmiş bir zamandaki cinsel aktivesinin geçmişini ya da bölümlerini tanımlamaya çalışır. Derecelendirme 0’dan 6’ya kadardır. 0 tümüyle heteroseksüel anlamına gelirken, 6 tümüyle eşcinsel anlamına gelmektedir. Ölçekte aseksüelleri de tanımlamak için ek olarak bir de “X” vardır.
Amerikan Psikiyatri Kurumu, Amerikan Psikologlar Birliği ve Sosyal İşçilerin Ulusal Kurumu cinsel yönelimi kişinin sadece ayrık bir özelliği olarak değil, başkalarıyla tatmin edici birliktelik kurmaya çalışan kişinin evreni olarak tanımlamıştır:
Coming out, kişinin cinsel yönelimini ya da cinsiyet kimliğini açıklamasıdır ve çeşitli şekilde psikolojik bir süreç ya da yolculuk olarak tanımlanır ya da deneyimlenir. Coming out genellikle üç evreden oluşur. İlk evre kendini bilme ve eşcinsel birlikteliklere açık olduğunu anlamadır. Bu genellikle içsel coming out olarak tanımlanır. İkinci evre kişinin diğer kişilere (örneğin aile, arkadaşlar ya da meslektaşlar) cinsel yönelimini açıklamaya karar vermesidir. 3.evre de genellikle kişinin açık bir şekilde LGBT bir bir |
ey olarak yaşamasını içerir. Bugünlerde Amerika’da insanlar genellikle lisede ya da üniversite yaşlarında cinsel yönelimlerini açıklamaktadır. Lezbiyen, gay ve biseksüeller (LGB), bu yaşlarda özellikle cinsel yönelimleri toplum tarafından kabul edilmediğinde diğer kişilere güvenmeyebilir veya yardım istemeyebilir.
Rosario, Schrimshaw, Hunter ve Braun'a (2006) göre lezbiyen, gay ve biseksüel kişilerin (LGB) cinsel kimlikleri kompleks ve zorlu bir süreçten geçmektedir. Diğer azınlık gruplarının aksine (örneğin etnik ve ırksal azınlıklar) çoğu LGB, kendi kimlikleri hakkında bir şeyler öğrenebileceği ve onlara destek verebilen kişilerin var olduğu bir toplulukta yetişmemektedir. Bunun yerine LGB’ler daha çok eşcinsellik hakkında bilgisiz ya da eşcinselliğe düşman bir toplulukta yetişmektedir.
Outing, kişinin cinsel yöneliminin kendi rızası olmadan topluma ifşa edilmesidir. Birçok politikacı, ünlü, askerlik hizmetlerinde çalışan kişiler ve rahiplerin kötü niyet, politik veya ahlaki nedenlerden dolayı cinsel yönelimleri ifşa edilmiştir.
Eşcinsel yönelimin önceden kişinin kendi cinsiyetiyle bağlantılı olduğu düşünülmüştür. Örneğin bir kadına ilgi duyan bir kadının maskülen özelliklere ya da bir erkeğe ilgi duyan bir erkeğin feminen özelliklere sahip olduğu anlayışı olmuştur. Ama 20.yüzyılın ortalarında cinsiyet kimliği cinsel yönelimden ayrı bir fenomen olarak görünmeye başlanmıştır.
Cinsel yönelimlerin dağılma oranları transgender ve cinsiyet kimliğiyle uyumlu kişiler (cisgender) arasında oldukça farklı olsa da transgender ve cinsiyet kimliğiyle uyumlu kişiler erkeklere, kadınlara ya da her iki cinse ilgi duyabilir. Heteroseksüel, eşcinsel ve biseksüel kişiler maskülen veya feminen olabilir ya da hem maskülen hem feminen özellikler gösterebilir. Buna ek olarak birçok lezbiyen ve gay toplulukların üyelerinde ya da destekçilerinde “cinsiyetiyle uyumlu heteroseksüel” ve “cinsiyetiyle uyumsuz eşcinsel” sterotipleri vardır. Ama J. Michael Bailey ve K.J. Zucker tarafından yapılan araşırmalar, çoğu gay ve lezbiyenin çocukluk yıllarında cinsiyet uyumsuzluğu yaşadığını bulmuştur.
"Gey" sözcüğü, Oxford İngilizce Sözlük'te ""eşcinsel kişi (genellikle erkek)"" olarak tanımlanır. "Eşcinsel erkek" anlamında bir kelime olmayışı konusundaki eksikliği gidermek için ilk olarak bu anlamda kullanılan Gey kelimesi, zamanla "eşcinsel kişi" olarak da kullanılmaya başlanmıştır.
Kökende "gey" sözcüğü Fransızca kökenli "gai" kökünden gelmektedir. Aslen ""neşeli, umursamaz"" ve ""canlı renkli, gösterişli"" anlamlarına gelen "gey" tabiri 1960'lı yıllardan itibaren erkek eşcinseller tarafından kendilerini tanımlamak amacıyla kullanılmaya başlanmıştır. İngilizcedeki gey kelimesinin diğer anlamlarında kullanımı zamanla yok olmaya yüz tutmuştur.
Kadın eşcinsel anlamına gelen "lezbiyen" kelimesi 1800'lü yıllardan beri kullanılmaktadır. Bu kelimenin kökeni eşcinsel kadın şair Sappho'nun memleketi Lesbos (Midilli) Adası'na dayanır. Sappho şiirlerinde, kadınlara karşı duygularından bahsetmiştir. Dilbilimi açısından lezbiyen kelimesi "Lesboslu" anlamına gelir.
Biseksüellik, duygusal veya cinsel yönelimi hem kendi hem de karşı cinsine dönük olan canlı. Biseksüel sözcüğü hem isim, hem sıfat olarak kullanılır. Bu cinsel yönelim, kimliğine sahip bir kimsenin aynı anda hem bir erkekle hem de bir kadınla cinsel olarak ilgili olması gerekmez. Bazı biseksüeller bu ya da öteki toplumsal cinsiyetle (veya her ikisiyle de) asla cinsel ilişkiye girmemişlerdir. Heteroseksüeller ve gay erkekler ile lezbiyenler için geçerli olduğu üzere, cinsel çekim her arzu edildiğinde davranılmasını gerektirmez.
Eşcinsel yönelime sahip kişiler cinselliklerini çeşitli yollarla ifade edebilirler ve cinselliklerini davranışlarında ifade edebilirler ya da etmeyebilirler. Kinsey ölçeği, kişinin belirlenmiş bir zamandaki cinsel aktivitesinin geçmişini ya da bölümlerini tanımlamaya çalışır. Derecelendirme 0’dan 6’ya kadardır. 0 tümüyle heteroseksüel anlamına gelirken, 6 tümüyle eşcinsel anlamına gelmektedir. Araştırmalar birçok gay ve lezbiyenin ciddi ve uzun ömürlü ilişki istediklerini bulmuştur. Örneğin anket verileri gaylerin %40 ve %60 arasının, lezbiyenlerin de %45 ve %80 arasının o an romantik bir ilişki içinde olduklarını göstermektedir. Anket verileri aynı zamanda gay çiftlerin %18 ve %28 arasının ve lezbiyenlerin %8 ve %21 arasının Amerika Birleşik Devletleri'nde on yıl veya daha fazla birlikte yaşadıklarını göstermektedir. Araştırmalar eşcinsel çiftlerin heteroseksüel çiftlerle eşit derecede birbirinden tatmin olduğunu ve ciddi ilişki kurduklarını bulmuştur. İlişkinin ciddiyeti ve ilişkiden tatmin olma konusunda yaş ve cinsiyet, cinsel yönelime göre daha güvenilir bir istatistiktir ve heteroseksüel ve eşcinseller romantik ilişkiler bakımından kıyaslanabilir beklentiler ve idealler paylaşmaktadırlar.
Gey ve lezbiyen popülasyonunun büyüklüğüyle ilgili güvenilir veriler kamu politikası için önemlidir. Örneğin demografiler, yerli ortaklık, eşcinsellerin evlat edinmesinin yasallaşması ve Amerikan ordusundaki Sorma Söyleme politikasının yararları ve maliyetlerini hesaplamaya yardım eder. Gay ve lezbiyen popülasyonuyla ilgili bilgiler, sosyal bilim adamlarının işçi pazarı tercihleri, insan sermayesi birikimi, ev halkı konusunda uzmanlaşma, ayrımcılık ve coğrafi konum hakkında kararlarla ilgili önemli soruları anlamasına da yardım eder.
Eşcinselliğin yaygınlığını ölçmek zordur. Birçok insan eşcinsel çekimlere sahip olmasına rağmen kimliklerini eşcinsel ya da biseksüel olarak görmek istemeyebilirler. Araştırma, cinsel yönelimi tanımlayabilen ya da tanımlayamıyabilen bazı karakteristikleri ölçmek zorundadır. Eşcinsel arzulara sahip kişilerin sayısı bu arzularını fiile dönüştüren kişilerin sayısından, arzularını fiile dönüştüren kişilerin sayısı da kendi kimliğini gay, lezbiyen ya da biseksüel olarak gören kişilerin sayısından daha büyük olabilir.
1948 ve 1953 yılları arasında Alfred Kinsey, erkek deneklerin %46’sının her iki cinse cinsel olarak tepki verdiğini, %37’sininde en az bir eşcinsel deneyim yaşadığını rapor etmiştir. John Tukey, Kinsey’i rastgele değil uygun örnekler kullandığı için eleştirmiştir. Sonraki bir araştırmada örnek yanlılığı olmamasına rağmen benzer sonuçlar elde edilmiştir. LeVay, Kinsey’in sonuçlarının demografik araştırmaların yorumlanması gerektiğini gösteren bir uyarı niteliği taşıdığını belirtmiştir çünkü bilimsel metotlar kullanılmasına rağmen farklı kriterlerin kullanılmasının farklı sayılara ulaşmaya yol açabileceğini belirtmiştir.
Önemli araştırmalar insanların %2’den %11’e kadar bir kısmının geçmişlerinde eşcinsel aktivite yaşadığını göstermektedir. Eşcinsel çekimler ve/veya davranışlar rapor edildiğinde bu oran %16-21’e çıkmaktadır. 2006’daki bir araştırmada, araştırmaya katılanların %20’si bazı eşcinsel hisleri deneyimlediğini anonim olarak rapor etmiş ama sadece %2-3’ü kendi kimliğini eşcinsel olarak gördüğünü söylemiştir. 1992’de yapılan bir araştırmada Britanyalı erkeklerinin %6.1’i, Fransız erkeklerininse %4.1’inin eşcinsel deneyim yaşadığı rapor edilmiştir. 2008’de yapılmış bir anket, Britanyalıların %13’ünün eşcinsel aktivite yaşadığını ama sadece %6’sının kendi kimliklerini eşcinsel ya da biseksüel olarak gördüklerini bulmuştur. 2010’da Ulusal İstatistik Ofisi’inin (ONS) yaptığı bir anket, Britanyalıların %1.5’inin kendi kimliklerini eşcinsel ya da biseksüel olarak gördüğünü bulmuştur. ONS, bu bulguların %0.3’le %3’ arasında bir oranı gösteren araştırmalarla uyumlu olduğunu öne sürmüştür.
2008’de Amerika Birleşik Devletleri'nde başkanlık seçimleri gününde, oy verdikten sonra oylama yerinden çıkan oy verenler arasında yapılan seçim anketi, seçmenlerin %4’ünün gay, lezbiyen ya da biseksüel olduğunu göstermiştir. Bu oran 2004’teki oranla aynıdır. 2000’de yapılan ABD nüfus sayımı, evli olmayıp aynı evde yaşayan 601, 209 eşcinsel çift olduğunu göstermiştir.
Psikoloji, eşcinsel yönelimi ayrık bir yönelim olarak araştıran ilk bilim dallarından biridir. Eşcinselliği ilk hastalık olarak sınıflandırma girişimi acemi Avrupalı seksolog hareketi tarafından yapılmıştır. 1886’da seksolog Richard von Krafft-Ebing, Psychopathia Sexualis adlı kitabında eşcinsellik gibi üremeyle sonuçlanmayan cinsel aktiviteleri cinsel sapkınlık olarak görmüştür. Eşcinselliğin hem doğuştan hem de sonradan kazanabileceğine ve eşcinselliği mastürbasyonu engelleyerek ve nevrozları tedavi ederek tedavi edebileceğine inanmıştır. Sigmund Freud’sa eşcinselliği kendini karşıt cinsteki ebeveyn ile özdeşleştirmenin de etkisiyle oluşmuş, psikoseksüel gelişimdeki çatışmaların bir sonucu olarak tanımlamıştır. 20.yüzyılının ortalarına kadar eşcinselliğin patolojik modelleri standarttır.
Amerikan Psikiyatri Kurumu, Amerikan Psikologlar Birliği ve Sosyal İşçiler Kurumu’nun açıklaması şu şekildedir.
Davranışsal ve sosyal bilimlerin ve ruh sağlığı uzmanlık alanlarının uzun süredir olan ortak görüşü hemcinse karşı duyulan romantik, cinsel çekimlerin ve eşcinsel davranışların insan cinselliğinin normal ve pozitif bir varyasyonu olduğudur. Dünya Sağlık Örgütü, ICD-9’da (1977) ruh hastalığı olarak sınıflandırdığı eşcinselliği 17 Mayıs 1990’daki 43. Dünya Sağlık Kongresi’nin onayıyla ICD-10’da hastalık olmaktan çıkarmıştır. ICD-10’a psikolojik ve davranışsal bozukluklar nedeniyle cinsiyet kimliğini ya da cinsel yönelimini değiştirmek istemek anlamına gelen egodistonik cinsel yönelimi eklemiştir(). Çin Psikiyatri Kurumu, 5 yıllık bir araştırma sonunda 2001’de eşcinselliği ruh hastalığı sınıflandırmasından çıkarmıştır. Kraliyet Psikiyatrlar Derneği’nin açıklaması “Araştırmalar gay, lezbiyen veya biseksüel olmanın normal ruhsal sağlıkla uyumlu olduğunu göstermektedir. Ama toplumda ayrımcılığa uğrama ve arkadaş, aile ve diğer kişiler tarafından reddedilme ihtimali LGB’lerde (lezbiyen, gay ve biseksüel) beklenenden yüksek oranda ruhsal zorlanmaların görülmesine neden olmaktadır. ABD'deki muhafazakar gruplar LGB’lerdeki ruhsal zorlanmaların yüksek oranda görülmesinin eşcinselliğin doğrudan kend |
isinden kaynaklandığını öne sürse de bu iddiayı ispatlayan bir kanıt yoktur.” şeklindedir.
Çoğu lezbiyen, gay ve biseksüel, heteroseksüellerle aynı nedenlerden (stres, ilişkilerindeki zorluklar, sosyal ve iş ortama uyum sağlama v.b.) dolayı psikoterapi almak istemektedir. Cinsel yönelimleri tedavilerinde çok ya da az önem taşıyabilir ya da hiç önem taşımayabilir. Lezbiyen, gay ve biseksüel kişilerin psikoterapilerinde yüksek derecede anti-gay yaklaşımı görülme riski vardır.
Uygun bir psikoterapi aşağıdaki bilimsel verilere dayanmaktadır.
19. ve 20. yüzyıllarda çeşitli psikologlar eşcinselliğin nedenleri ile ilgili teoriler geliştirdiler. Bunların çoğu eşcinselliği "akıl hastalığı" olarak tanımlıyordu. 19. yy psikologlarından Richard von Krafft-Ebing, mastürbasyon, sadomazoşizm ve şehvet cinayetlerini "cinsel sapıklıklar" olarak tanımladığı 1886 tarihli kitabı "Psychopathia Sexualis"'de eşcinselliğin kalıtımsal olduğunu iddia etti. Çağdaşı Sigmund Freud, kendini karşıt cinsteki ebeveyn ile özdeşleştirmenin de etkisiyle oluşmuş, "psikoseksüel gelişimdeki çatışmaların bir sonucu" olarak tanımladı. Diğerleri, eşcinselliğin nedenlerini sosyal etkilerde ve anne karnındaki gelişim esansında gerçekleşen fizyolojik olaylarda aradılar. Eşcinselliğin nedenleri, muhtemelen, insanın doğuştan gelen veya doğasından kaynaklanan özellikleri ile çevresel faktörler ya da toplum etkisinin bir bileşimidir.
Araştırmacılar genler, doğum öncesi hormonlar ve beyin yapısını kapsayan, cinsel yönelimin gelişimiyle bağlantılı olma ihtimali olan birkaç biyolojik faktör tanımlamıştır.
Bilim adamları cinsel yönelimin tek bir faktör tarafından belirlenmediğine, genetik, hormonal ve çevresel faktörlerin bir kombinasyonu olduğuna ve biyolojik faktörlerin genetik faktörlerle erken rahim ortamının kompleks etkileşimiyle bağlantılı olduğuna inanmış, biyolojik teorileri daha çok benimsemiştir. Bilim adamları cinsel yönelimin bir seçim olmadığına inanmaktadır. Kişi heteroseksüel, eşcinsel, biseksüel ya da aseksüel olmayı kendisi seçmemektedir. Erken çocukluk deneyimlerinin, ailenin yetiştirme şeklinin, cinsel tacize uğramanın ya da yaşanan kötü olayların cinsel yönelime etki ettiğine dair önemli bir kanıt yoktur ama araştırmalar ebeveynlerin herhangi bir cinsel yönelim hakkındaki düşüncelerinin çocuğun herhangi bir cinsel yönelimle bağlantılı davranışları nasıl deneyimleyeceğine etki edebileceğini bulmuştur.
Önceden eşcinselliğin aileyle yaşanan kötü deneyimler ya da yanlış bir psikolojik gelişme yüzünden oluştuğu düşünülmüştür ama bu varsayımlar yanlış bilgiye ve ön yargıya dayanmaktadır. Şu anki araştırmalar cinsel yönelimin oluşumundaki biyolojik açıklamaları aramaktadır ama hiçbir tekrarlanan bilimsel araştırma cinsel yönelimin özel bir biyolojik etiyolojisinin olduğunu desteklememektedir. Ama bilimsel araştırmalar heteroseksüel ve eşcinsel kişilerde bir takım biyolojik farklılıklar bulmuştur. Bu biyolojik farklılıklar cinsel yönelimin oluşumuyla aynı temel nedene sahip olabilir.
Cinsel yönelimin belirlenmesinde genetik ve çevrenin önemini kıyaslamak amacıyla birkaç ikiz çalışması yapılmıştır. 1991’de yapılan bir araştırmada Bailey ve Pillard, tek yumurta erkek ikizlerinde %52 oranında, çift yumurta erkek ikizlerinde ise %22 oranında eşcinsellik bakımından uyum bulmuştur. 2000’de Bailey, Dunne ve Martin 4,901 avustralyalı ikiz üzerinde yaptığı araştırmada benzer sonuçlar bulmuştur. Tek yumurta erkek ikizlerinde %20 oranında uyum bulurlarken tek yumurta kız ikizlerinde yüzde %24 oranında uyum bulmuşlardır. Hershberger (2001) araştırmasında ikizler üstünde yapılmış 8 araştırmanın sonuçlarını birbiriyle karşılaştırmıştır. 8 araştırmanın 6’sında tek yumurta ikizlerinde, çift yumurta ikizlerine göre daha yüksek oranda uyum olduğu görünmüştür. Bu bulgular genetik faktörlerin cinsel yönelim üstündeki etkisinin önemli olduğunu destekler.
Bearman ve Brückner (2002) önceki araştırmaları az sayıda denek içermesi ve deneklerin popülasyonu temsil etmemesinden dolayı eleştirmiştir. Bearman ve Brückner, 289 tek yumurta ikizi ve 495 çift yumurta ikizi üstünde yaptığı araştırmada tek yumurta erkek ikizlerinde sadece %7.7, tek yumurta kız ikizlerinde ise sadece %5.3 oranında eşcinsellik bakımından uyum bulmuştur. Bulgular neticesinde sosyal çevreden bağımsız bir genetik etkiden söz edilemeyeceği öne sürülmüştür.
2010’da İsveç’te 7,600’den fazla ikiz üstünde yapılan bir araştırmada eşcinsel davranış hem genetik faktörlerle hem de kişiye özgü çevresel faktörlerle (örneğin doğum öncesi ortam, hastalık ve travma, akran grupları ve cinsel deneyimler) açıklanabileceğini bulmuştur. Araştırma aynı zamanda ailesel çevre, toplumun tutumu gibi paylaşılmış çevresel faktörlerinde zayıf ama yine de kayda değer derecede etki ettiğini bulmuştur. Kadınların cinsel yöneliminde genetik faktörlerin az derecede etki ettiği, erkeklerin cinsel yöneliminde ise paylaşılmış çevresel faktörlerin hiç etki etmediği görünmüştür. Biyometrik modelin bulgularına göre erkeklerin cinsel yöneliminde genetik faktörler %34-39, paylaşılmış çevresel faktörler %0, kişiye özgü çevresel faktörler %61-66 oranında etki etmektedir. Kadınların cinsel yöneliminde ise genetik faktörler %18-19, paylaşılmış çevresel faktörler %16-17, kişiye özgü çevresel faktörler %64-66 oranında etki etmektedir.
Cinsel yönelim üzerine yapılan kromozom bağlantısı çalışmaları genom boyunca birçok tetikleyici genetik faktörlerin varlığını göstermektedir. 1993’te Dean Hamer ve meslektaşları 76 gay kardeş ve ailelerinin bağlantı analiziyle ilgili bulgular yayınlamıştır. Hamer ve meslektaşları eşcinsel erkeklerin anne tarafında, baba tarafına göre daha çok gay kuzen ve gay dayıya sahip olduklarını bulmuştur. Bu annesel soyu gösteren gay kardeşler, x kromozomundaki 22 işaretleyici gen kullanılarak X kromozomu bağlantısı test edilmiştir. Başka bir araştırmada test edilen 40 kardeş çiftin 33’ünde Xq28’in uzak bölgesinde benzer aleller bulmuştur. Bu erkek kardeşler için beklenen oran olan %50’den önemli ölçüde daha yüksektir. Bu medyada birçok insan tarafından “gey geni” olarak adlandırılmış, önemli tartışmalara yol açmıştır. 1998’de Sanders ve meslektaşları benzer bir çalışma yapmış gay kardeşlerin baba tarafındaki amcaların %6’sının, anne tarafındaki dayılarınınsa yüzde %13’ünün eşcinsel olduğunu bulmuştur.
Hu ve meslektaşları tarafından yapılan bir sonraki analiz önceki bulguların doğruluğunu arttırmıştır. Bu araştırma gay kardeşlerin (yeni grup) %67’sinin Xq28’de, X kromozomunda bir işaretleyici gen paylaştıklarını ortaya çıkarmıştır. Başka iki araştırmada (Bailey ve meslektaşları , 1999; McKnight ve Malcolm, 2000) eşcinsel erkeklerin anne tarafındaki gay akrabaların fazlalığı bulunamamıştır. 1999’da Rice ve meslektaşları tarafından yapılan bir çalışmada Xq28 bağlantısı bulunamamıştır. Bütün kromozom bağlantısıyla ilgili dataların meta-analizi Xq28’le ilgili önemli bir bağlantı olduğunu göstermektedir ama aynı zamanda cinsel yönelimin tamamen genetik olduğunu açıklayabilmek için ek olarak başka genlerinde var olmak zorunda olduğunu göstermektedir. 894 heteroseksüel ve 694 eşcinsel erkek üstünde yapılan son bir araştırmada kromozom bağlantısı bulunamamıştır.
Mustantski (2005) kişilerin kendi ve yeni deneklere ek olarak daha önce Hamer (1993) ve Hu (1995) tarafından rapor edilen ailelerin sadece X kromozomunun scan edilmesi yerine bütün genomunu scan etmiştir. Araştırma, Hamer’in bulgularınınkine göre bir parça daha indirgenmiş Xq28 bağlantısı bulmuş, 7q36, 8p12 ve 10p26’dan başka önemli işaretleyici bulamamıştır. İlginç bir şekilde bulgular 10q26’in annesel soydan geldiğine dair önemli bir işaret göstermektedir. Bu önceki aile çalışmalarını desteklemektedir.
2004’te italyan araştırmacılar, 98 eşcinsel erkek ve 100 heteroseksüel erkeğin akrabalarını incelemiştir. Eşcinsel erkeklerin kadın akrabaları, heteroseksüel erkeklerinkine göre daha çok çocuk sahip olmaya eğilimli olduğu bulunmuştur. Ayrıca eşcinsel erkeklerin anne tarafındaki kadın akrabaları, baba tarafındaki kadın akrabalarına göre de daha çok çocuk sahip olmaya eğilimli olduğu gözlenmiştir. Araştırmacılar X kromozomundaki nesilden nesile geçen bir genetik materyalin, kız çocuklarda doğurganlığa, erkek çocuklarda ise eşcinselliğe neden olduğu sonucuna varmıştır.
2010’da Kore Gelişmiş Bilim ve Teknoloji Enstitüsü’ndeki bir grup, bir dişi farenin üreme davranışıyla ilgili tek bir genini ortadan kaldırarak cinsel tercihini değiştirmeyi başarmıştır. Dişi fare gen olmayınca diğer dişi farelerin idrarına karşı maskülen bir cinsel davranış ve cinsel eğilim göstermiştir. Bu geni koruyan dişi farelerse erkek farelere cinsel ilgi duymuştur.
2014’de ABD'de Northwestern Üniversitesi’nde Michael Bailey tarafından yapılan bir araştırma, genetik faktörlerin erkeklerin cinsel yönelimini etkilediği ama tamamen de belirleyici olmadığını göstermiştir. 408 eşcinsel erkek kardeş çifti ve aileleri üstünde yapılan araştırmada eşcinsel erkeklerin X kromozomunun Xq28 bölgesinde benzer DNA işaretleri taşıdığı ve bu bölgedeki iki kromozomun erkeklerin cinsel yönelimini etkilediği bulunmuştur. Bu 1993’te yapılan Dean Hamer’ın araştırmasını desteklemektedir. Ayrıca Kromozom 8 adlı bir bölgenin de erkeklerin cinsel yönelimini etkilediği görünmüştür. Araştırmanın bulgularına göre genetik faktörler erkek eşcinselliğinde yüzde 30-40 oranında rol oynarken gerisinden çevresel faktörler sorumlu. Ama Michael Bailey çevresel faktörlerin illaki sosyal olarak sonradan kazanılan anlamı taşımadığı, doğumumuzda DNA’mızda olmayan her şeyin çevresel faktörler olarak kabul edildiğini söylemiştir.
Bir araştırma annenin genetik yapısıyla oğullarının eşcinselliği arasında bir bağlantı bulmuştur. Kadınlar iki X kromozomuna sahiptir ve biri inaktive edilir. Bocklandt ve meslektaşları, eşcinsel oğullara sahip annelerin X kromozomu inaktivasyonlarının, eşcinsel erkek çocuğa sahip olmayan annelere göre önemli derecede daha yüksek oranda asimetri gösterdiğini bulmuştur. Eşcinsel bir erkek çocuğa sahip olmayan annel |
erin %4’ü X kromozomu inaktivasyonlarında asimetri gösterirken bu oran bir eşcinsel erkek çocuğa sahip annelerde %13, iki ya da daha fazla eşcinsel erkek çocuğa sahip annelerde %23’tür.
Gebelik ve doğum sonrası boyunca epi-işaretleyicilerin genlerin ifade edilmesi üstündeki kontrolü geçici olarak değişmektedir. Epi-işaretleyiciler histon proteinlerinin ve DNA histonlarına bağlanan metil ve asetil gruplarının modifikasyonudur. Proteinlerin fonksiyonunu değiştirir, genlerin ifade edilmesini etkiler. Epi-işaretleyiciler fetüsün normal bir cinsel gelişme yaşamasına yardım etmek için tasarlanmıştır ama mitoz bölünme sırasında çocuğa geçebilir. Bu epi-işaretleyiciler babadan kıza ya da anneden oğula geçtiğinde erkeklerdeki bazı özelliklerin feminenleşmesi ve kadınlardaki bazı özelliklerin maksülenleşmesi gibi ters etkilere neden olabilir. Feminenleşme ve maskülenleşmenin tersine dönmesi cinsel tercihinde tersine dönmesine neden olabilir.
Doğum öncesi hormonal teori, belli hormonların fetüsün cinsiyet farklılaşmasında rol oynaması gibi kişinin cinsel yönelimine de etki ettiğini söyler. Doğum öncesi hormonlar cinsel yönelimin ana belirliyicisi olabilir ya da genler, biyolojik faktörler, çevresel ve sosyal durumlarla birlikte yardımcı bir faktör olabilir. Gelişen beyin hücreleriyle etkileşim içinde olan hormonların ve genlerin etkilediği beyin yapısındaki farklılıkların cinsel yönelim dahil olmak üzere sayısız davranışlardaki cinsiyet farklılıkların temeli olduğuna inanılır. Doğum öncesi hormonlar çocuklardaki cinsiyete uygun davranışları (sex-typed behaivor) etkileyebilir. Bu hipotez memeli hayvanlar üstünde yapılan çok fazla sayıda yapılan deneysel çalışmalar sonucu ortaya atılmıştır. Benzer etkilerin insanlardaki nörodavranışsal gelişiminde görülmesi uzmanlar arasında büyük bir tartışma konusu olmuştur. Son yapılan çalışmalar doğum öncesi maruz kalınan androjenin çocuklardaki cinsiyete uygun davranışları etkilediğine dair kanıtlar bulmuştur.
Doğum öncesi maruz kalınan hormonların işaretlerinden biri işaret parmağı uzunluğunun yüzük parmağı uzunluğuna oranıdır. (Erkekler kızlara göre daha düşük 2D;4D oranına sahiptir.) Bağımsız araştırmalar lezbiyen kadınların daha maskülenleşmiş (daha düşük) 2D;4D oranlarına sahip olduğunu bulmuştur. Bu efekt henüz heteroseksüel ve eşcinsel erkeklerde gözlenmemiştir. Ama bu parmak oranlarının doğum öncesi androjenlerle bağlantılı olduğu tartışmalıdır. Başka doğum öncesi faktörlerde bunda rol oynayabilir. Bazı araştırmalar bu hipotezi desteklerken diğerleri desteklememiştir.
CAH hastaları (congenital adrenal hyperplasia, fetüs gelişirken yüksek androjen seviyelerinde oluşan otozomal resesif bir hastalık) anne karnında aşırı androjen hormonuna maruz kalmalarından dolayı değişen seviyelerde bir maskülenleşmiş vücuda ve daha çok maskülenleşmiş davranışlara sahiptir. Araştırmalar CAH hastalarının, kontrol grubundaki kadınlara göre daha çok eşcinsel ya da biseksüel yönelime sahip olduğunu göstermiştir. Geçmişte düşük yapmayı engellemek için kullanılan bir ilaç olan beyaz billur tozunun (diethylstilbestrol (DES)) kadınların cinsel yönelimiyle olan ilişkisi incelenmiş, anne karnındayken DES'e maruz kalmış kadınların kontrol grubundaki kadınlara göre daha yüksek oranda (%17’ye %0) eşcinsel birliktelik yaşadıklarını rapor edilmiştir. Ama DES kadınlarının büyük çoğunluğu tümüyle heteroseksüel yönelime sahip olduğu belirtilmiştir. CAH ve DES çalışmaları doğum öncesi hormonal teoriyi bir parça desteklemektedir ama sadece eşcinsel kadınların küçük bir bölümünün eşcinselliğini açıklamaktadır.
Kadınlar düşük frekanstaki sesleri erkeklere göre daha iyi duyarlar ve iç kulaklarındaki kokleadan ürettikleri oto-akustik emisyon (OAE), erkeklere göre daha yüksektir. Erkeklerin düşük frekanstaki sesleri algılamada daha kötü ve ürettikleri OAE’nin daha düşük seviyede olmasının sebebinin anne karnında daha fazla androjen hormonuna maruz kalmalarından dolayı olduğu düşünülmektedir. Dennis McFadden tarafından yapılan bir araştırma (1998) lezbiyen ve biseksüel kadınların ürettikleri OAE seviyesinin heteroseksüel kadınlara göre daha düşük (daha maskülenleşmiş) olduğunu bulmuştur. Ama heteroseksüel, eşcinsel ve biseksüel erkekler arasında önemli bir farklılık bulunamamıştır.
Blanchard ve Klassen (1997), her büyük erkek kardeşin bir erkeğin gay olma ihtimalini bir önceki erkek kardeşinkinin yaklaşık yüzde 33’ü kadar arttırdığını rapor etmiştir. Bu oran, cinsel yönelimle ilgili yapılmış araştırmalarda tanımlanmış en güvenilir epidemiyolojik değişkenlerden biridir. Bu bulgular sonucunda erkek fetüslerin, her erkek çocuk doğurdukça güçlenen annesel bağışıklık sistemini tetiklediği öne sürülmüştür. Bu anne immün hipotezi, erkek fetüsteki hücrelerin hamilelik ya da doğum sırasında annenin dolaşımına girmesiyle başlar. Erkek fetüsler, omurgalıların seksüel olarak farklılaşmasında rol oynadığı nerdeyse kesin olarak bilinen HY antijenlerini üretir. Bu Y bağlantılı proteinler annenin bağışıklık sistemi tarafından tanınmaz çünkü annenin cinsiyeti dişidir. Bu tanınmamazlık yüzünden anne plazental duvardan fetal bölüme kadar ulaşan antikorlar üretir. Bu anti-erkek antikorlar gelişen fetal beynin kan/beyin duvarını aşar ve beynin cinsel yönelimle bağlantılı, cinsiyete göre dimorfik yapılarını değiştirir. HY antijenlerinin beynin maskülenleşmesindeki kabiliyetini azaltan HY antikorları, erkek bebeğin büyüdüğünde kadınlardan çok erkeklere ilgi duyma ihtimalini arttırır. Buna doğum sırası efekti denir. Doğum sırası efekti, yaklaşık her 7 eşcinsel erkekten birinin eşcinselliğini açıklamaktadır. Kadınların cinsel yöneliminde ve büyük kız kardeşlere sahip olmakta doğum sırası efektinin herhangi bir etkisi olduğu gözükmemektedir.
Sol yanlı olma ihtimali eşcinsel kişilerde artmaktadır. Önceki çalışmaların meta-analizinde eşcinsel erkeklerin sol yanlı olma ihtimalinin heteroseksüel erkeklerinkinin %34’ü kadar daha fazla olduğu, eşcinsel kadınların sol yanlı olma ihtimalininse heteroseksüel kadınlarınkinin nerdeyse iki katı (%91) olduğu bulunmuştur. Blanchard ve meslektaşları (2006) doğum sırası efektiyle el yanlılık arasında bağlantı kurmuş, doğum sırası efektinin sadece sağ yanlı erkekler için geçerli olduğunu iddia etmiştir.
1991’de Simon LeVay, hipotalamustaki INAH1, INAH2, INAH3 ve INAH4 adı verilen 4 nöron grubunu incelemiştir. Beynin bu bölümünü önemlidir çünkü bu bölümün hayvanların cinsel davranışlarının düzenlenmesinde rol oynadığı kanıtlanmış ve INAH2 ve INAH3’ün erkeklerde ve kadınlarda farklılık gösterdiği rapor edilmiştir. Araştırma, AIDS yüzünden ölen 19 eşcinsel erkekten, cinsel yönelimleri bilinmeyen ama araştırmacılar tarafından heteroseksüel varsayılan, 6’sı AIDS’ten ölen 16 erkekten, yine araştırmacılar tarafından heteroseksüel varsayılan, 1’i AIDS’ten ölen 6 kadından oluşmaktaydı. Simon LeVay, heteroseksüel erkeklerdeki INAH3’ün büyüklüğünün, eşcinsel erkek ve heteroseksüel kadınlarınınkinin iki katı kadar olduğunu bulmuştur.
2001’de William Byne ve meslektaşları aynı araştırmayı 14 HIV pozitif eşcinsel erkek, heteroseksüel varsayılan 34 erkek (10 HIV pozitif) ve heteroseksüel varsayılan 34 kadın (9 HIV pozitif) üstünde tekrar yapmıştır. Araştırmacılar INAH3’ün büyüklüğünün heteroseksüel erkek ve kadınlarda önemli derecede farklılık gösterdiğini bulmuştur. Eşcinsel erkeklerinkinin görünüşte heteroseksüel erkeklerinkinden küçük, heteroseksüel kadınlarınkinden büyük olduğu bulunmuştur. Ama bu farklılığın tam olarak istatiksel bir öneme sahip olmadığı tespit edilmiştir. Byne ve meslektaşları aynı zamanda INAH3’ün ağırlığını ve nöronlarının sayılarını da ölçmüştür. INAH3’ün ağırlığının sonuçları büyüklüğününkilerine benzer çıkmıştır. Heteroseksüel erkeklerdeki INAH3’ün ağırlığı, heteroseksüel kadınlarınkine göre önemli ölçüde daha yüksek çıkarken, eşcinsel erkeklerin sonuçları, heteroseksüel erkek ve kadınların arasında çıkmıştır. Ama farklılığın önemli derecede olmadığı görünmüştür. INAH3’teki nöron sayılarında kadın ve erkekler arasında farklılık bulunurken cinsel yönelimle bağlantılı bir farklılık bulunamamıştır.
Erkek terindeki testosterondan elde edilen androstadienin (AND) ve hamile kadınların idrarında bulunan östrojene benzeyen estratetraenolinin (EST) insanlardaki feromon olduğu düşünülmektedir. AND ve EST’in kişinin cinsel yönelimine bağlı olarak ön hipotalamustaki nöral devreleri aktivite ettiği gözlenmiştir. Ön hipotalamus üreme fonksiyonların sürecinde rol oynamaktadır ve son kanıtlar ön hipotalamusun cinsel davranış ve cinsel tercihte rol oynayan hormonal ve duyumsal ipuçlarını birleştirmede yardım ettiğini öne sürmektedir. 2005’te İvanka Savic ve ekibi yaptığı araştırmada erkeklik kimyasalı AND’ın heteroseksüel erkeklerin beyninin olfactory bölgesini (koklama duyusuna ait bölge), eşcinsel erkek ve heteroseksüel kadınlarınsa hipotalamus bölgesini aktivite ettiği bulunmuştur. Kadınlık kimyasalı EST’inse eşcinsel erkek ve heteroseksüel kadınların olfactory bölgesini, heteroseksüel erkeklerinse hipotalamus bölgesini aktivite ettiği bulunmuştur. Aynı ekibin 2006’da yaptıkları bir araştırmada lezbiyen kadınların beyinlerinin verdiği tepkilerin heteroseksüel kadınlardan farklı olup heteroseksüel erkeklerinkine bir parça benzediği ama bu benzerliğin heteroseksüel kadınlar ve eşcinsel erkekler arasındaki benzerlik kadar güçlü olmadığı bulunmuştur. Yine aynı ekibin 2008’de yaptığı bir araştırmada eşcinsel erkek ve heteroseksüel kadınların beyin yarımkürelerinin ortalama olarak simetri gösterdiği ama lezbiyen kadın ve heteroseksüel erkeklerin beyinlerinin asimetri gösterdiği, beyinlerinin sol yarımkürelerinin sağ yarımküreye göre bir parça daha büyük olduğu bulunmuştur.
2003’te Qazi Rahman tarafından yapılan bir araştırma, lezbiyen kadınların irkilme tepkisinin (yüksek bir ses gibi beklenmedik bir uyarı karşısındaki göz kırpma refleksi) heteroseksüel kadınlarınkine göre önemli ölçüde daha fazla maskülenleşmiş olduğunu bulmuştur. Bu araştırma, irkilme tepkisinin beynin limbik sistemi tarafından kontrol ed |
ilmesinden ve limbik sisteminin aynı zamanda cinsel davranışları da kontrol etmesiyle bilinmesinden dolayı kadınların cinsel yöneliminin en azından limbik sistemle bağlantılı olduğuna dair güçlü bir kanıt içermektedir.
1997’de Sanders ve Ross-Field doğum öncesi hormonların cinsel yönelimle bağlantılı fonksiyonel beyinsel asimetrilere yol açtığını öne sürmüştür. Bilişsel görevler seksüel olarak dimorfik olarak bilinir. Kadınların sözlü yeteneklerinin erkeklere göre daha gelişmiş olması indirgenmiş lateralizationla (bir fonksiyonun beynin sağ veya sol yarımküresinde yerleşik olması prensibi), erkeklerin uzaysal görevlerde kadınlara göre daha başarılı olması da belirgenleşmiş lateralizationla bağlantılıdır. Fonksiyonel beyinsel asimetriyi ölçen Vincent Mekanik Diyagramlar testinde hem eşcinsel erkekler hem heteroseksüel kadınlar heteroseksüel erkeklerden daha düşük skorlar elde etmiştir. Sözel performansı ölçen Wechsler Yetişkin Zeka Ölçeği’nde ise heteroseksüel kadın ve eşcinsel erkekler, heteroseksüel erkeklere göre daha yüksek skorlar elde etmiştir. Cinsiyete göre farklı sonuçlar elde edilmesi beklenen birkaç testte de eşcinsel erkeklerle heteroseksüel kadınların sonuçları istatiksel olarak birbirinden farklılık göstermezken, heteroseksüel erkeklerin sonuçları farklılık göstermiştir.
2003’te Chicago Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmada, eşcinsel erkeklerin beyni serotoninin geri alımını inhibite eden fluoksetine heteroseksüel erkeklerinkine göre farklı tepki verdiği, hipotalamuslarındaki glikoz metabolizmasının heteroseksüel erkeklere göre önemli ölçüde daha az olduğu bulunmuştur. Prefrontal korteks ve singulat korteks dahil olmak üzere beynin diğer bölgelerinde de ölçülen aktivasyonda da farklılıklar bulunmuştur.
2007’de Chicago’da yapılan bir araştırmada erkek meyve sineklerinin beyinlerinin cinsellikle ilgili bölgelerindeki bir gen değiştirilerek eşcinsel davranış göstermesi sağlanmıştır. Genin mutasyonundan sonra sinapsis adı verilen sinir hücreleri bağlantılarının güçlenmesi nedeniyle erkek meyve sinekleri diğer meyve sineklerinin erkek mi dişi mi olduğunu anlamaya yarayan “feromon” adlı kimyasal kokuları ayırt edememiş, hem dişi hem de diğer erkek meyve sineklerine kur yapmıştır.
Birçok türde seksüel farklılaşmanın belirgin bir özelliği preoptik hipotalamustaki seksüel dimorfik çekirdeğin (SDN) varlığıdır. SDN, erkeklerde dişilere göre daha büyüktür. Evcil koçların çoğunluğu dişi koyunlara ilgi duyarken, yaklaşık yüzde 8’i diğer koçlara ilgi duymaktadır. Roselli ve meslektaşları koyunların SDN’sini (kSDN) incelemiş, eşcinsel koçların kSDN’sinin, heteroseksüel koçlara göre daha küçük, dişi koyunlarınkine ise benzer olduğunu bulmuştur. Ayrıca kSDN’in nöronlarının aromataz aktivitesi, eşcinsel koçlarda heteroseksüel koçlara göre daha küçük olduğu bulunmuştur.
Amerikan Pediatri Akademisi'nin 2004’teki açıklaması şu şekildedir:
Amerikan Psikiyatri Kurumu, Amerikan Psikologlar Birliği ve Sosyal İşçilerin Ulusal Kurumu'nun 2006’daki açıklaması şu şekildedir:
Kraliyet Psikiyatrlar Derneği'nin 2007’deki açıklaması şu şekildedir:
Amerikan Psikiyatri Kurumu'nun açıklaması şu şekildedir:
Amerikan Psikiyatri Kurumu, Amerikan Psikologlar Birliği, California Psikologlar Birliği ve Sosyal İşçilerin Ulusal Kurumu 2007'deki açıklaması şu şekildedir:
Gay amca hipotezi, çocuklara sahip olmayan insanların belki de aile genlerini sonraki nesillere yakın akrabalarının çocuklarına kaynaklar sağlayarak (yemek, gözetleme, savunma, barınak sağlama gibi) aktarabileceğini öne sürmektedir. Bu hipotez akraba seçilimi teorisinin genişletilmiş halidir. Akraba seçilimi aslında uyumsuzluk gibi görünen belli fedakâr aktiveleri açıklamak için geliştirilmiştir. İlk fikir 1932’de J.B.S. Haldane tarafından ortaya atılmış sonra John Maynard Smith, W.D. Hamilton ve Mary Jane West-Eberhard da dahil olmak üzere başkaları tarafından detaylandırılmıştır. Bu fikir aynı zamanda belli sosyal böceklerinin çoğu üremeyen üyelerinin paternlerini açıklamak için de kullanılmaktadır.
2008’deki bir çalışmada, araştırmacılar açıklamasında “Genlerin eşcinselliği etkilediğine dair önemli kanıtlar bulunmaktadır. Düşük başarılı üreme şansı getiren eşcinselliğin popülasyonda nispeten yüksek sıklıkta nasıl devam ettiği bilinmemektedir." demiştir. Araştırmacılar eşcinselliğe yatkın genlerin heteroseksüellere çiftleşme avantajı verdiğini bununda eşcinselliğin evrimini ve popülasyonda devam etmesini açıklayabileceğini öne sürmüştür. 2009’daki bir araştırma, eşcinsel erkelerin anne tarafındaki kadın akrabalarındaki doğurganlığın fazla olduğunu bulmuştur.
Bailey ve Zuk hayvanlardaki eşcinsel davranışların uyumlu olduğuna dair birkaç hipoteze atıfta bulunmuştur. Bu hipotezler farklı türlerde fazlasıyla değişiklik göstermektedir. Bailey ve Zuk aynı zamanda ilerdeki araştırmaların eşcinsel davranışın kökenininden daha çok evrimsel sonuçlarının araştırmasını tavsiye etmiştir.
Cinsel yönelimi değiştirme eforları (SOCE), eşcinsel ya da biseksüel yönelimi heteroseksüelliğe dönüştürmeyi amaçlayan metodlardır. Bu eforlar davranışsal teknikleri (örneğin onarım terapisi), psikoanalitik teknikleri, tıbbi yaklaşımları ve dinsel ve ruhsal yaklaşımları içerebilir. Dünyanın bazı yerlerindeyse “düzeltici tecavüz” (lezbiyen kadınlara heteroseksüelliğe dönmesi için yapılan tecavüz) gibi cinsel şiddetleri içerebilir.
SOCE’nin kişinin cinsel yönelimini değiştirmeyi başarıp başarmadığına dair bilimsel kesinliği gösteren bir araştırma yoktur. SOCE, dini kuruluşların benimsediği değerlerle LGBT hakları kuruluşları, profesyonel ve bilimsel kuruluşlar arasındaki gerginlik yüzünden tartışmalıdır. Davranışsal ve sosyal bilimlerin ve ruh sağlığı uzmanlık alanlarının uzun süredir olan ortak görüşü eşcinsellik ve biseksüelliğin insan cinselliğinin normal ve pozitif bir varyasyonu olduğu ve bu yüzden eşcinsellik ve biseksüelliğin bir ruh hastalığı olarak kabul edilmediğidir. Amerikan Psikiyatri Kurumu’nun açıklaması “Çoğu insan kendi cinsel yönelimlerinde az miktarda tercih hissini deneyimler ya da hiç deneyimlemez.” şeklindedir. Bazı kişiler ve gruplar eşcinselliği gelişimsel bozukluk ya da dini ve ahlaki çöküş olarak tanıtmakta ve psikoterapi ve dini eforları içeren SOCE’nin kişinin eşcinsel hislerini ve davranışlarını değiştirebileceğini iddia etmektedir. Bu kişiler ve grupların birçoğu eşcinselliğin aşağılayıcı, utanç verici bir şey olduğunu desteleyen dini, politik akımlardan olduğu gözlenmektedir.
Hiçbir önemli ruh sağlığı kuruluşu cinsel yönelimi değiştirme eforlarını uygun görmemiş, hemen hemen hepsi cinsel yönelimi değiştirmeyi amaçlayan tedavileri uyaran prensipleri benimsemiştir. Bu kuruluşlarda Amerikan Psikiyatri Kurumu, Amerikan Psikologlar Birliği, Amerika Birleşik Devletleri'deki Sosyal İşçilerin Ulusal Kurumu, Kraliyet Psikiyatrlar Derneği, ve Avustralya Psikologlar Derneği de yer almaktadır. Kraliyet Psikiyatrlar Derneği, ABD’nin Ulusal Araştırma ve Terapi Derneği NARTH gibi kuruluşların bilim tarafından desteklenmemesi ve önerdiği sözde eşcinsellik tedavilerin ön yargı ve ayrımcılığa zemin hazırlaması konusundaki endişelerini Amerikan Psikiyatri Kurumu ve Amerikan Psikologlar Birliği’yle paylaşmıştır.
2012’de Pan Amerikan Sağlık Örgütü (Dünya Sağlık Örgütü’nün Kuzey ve Güney Amerikan Kolu) insanların heteroseksüellik haricindeki yönelimlerini “tedavi” etmeyi amaçlayan servislerin tıbbi olarak doğrulanmamış olması ve insanların sağlığı için tehlikeli olması yüzünden uyarı niteleğinde bir açıklama yapmış, uzmanların ortak görüşünün eşcinselliğin insan cinselliğinin normal ve pozitif bir varyasyonu olduğunu ve eşcinselliğin patolojik bir durum olmadığını belirtmiştir. Dünya Sağlık Örgütü, eşcinsel çocukların kendi istemedikleri halde bu tedavilere gitmeye bazen zorlandıklarını, özgürlüklerinin elinden alındığı ve bazen aylarca izole edildiklerini belirtmiştir. Pan Amerikan Sağlık Örgütü bu tür etik olmayan tedavilerin sağlık hizmetlerinin ve insan haklarının ihlalinden dolayı ihbar edilmesini ve ulusal yönetmelik altında yaptırım uygulanmasını önermiştir.
Amerikan Psikiyatri Kurumu’nun açıklamasında “Bazı insanlar cinsel yönelimin doğuştan ve sabit olduğuna inanır ama cinsel yönelim kişinin yaşamı boyunca gelişir.” demiştir. Bağımlılık ve Ruh Sağlığı Merkezi (Centre for Addiction and Mental Health) açıklamasında “Bazı insanların cinsel yönelimi hayatları boyunca sürekli ve sabittir ama başka insanların cinsel yönelimi esnek olabilir ve zaman içinde değişebilir.” demiştir.
2004’te yapılan bir araştırma, heteroseksüel ve lezbiyen kadınların erkek-kadın, kadın-kadın, erkek-erkek erotik filmlerini izleyince gösterdikleri cinsel uyarılmaların birbirinden önemli ölçüde farklılık göstermediğini bulmuştur. Ama erkeklerde, heteroseksüel olanlar en çok kadın-kadın erotik filmlerinden uyarılırken eşcinsel olanlar en çok erkek-erkek erotik filmlerinden uyarıldığı gözlenmiştir. Araştırmacılar, kadınların cinsel arzularının erkekler kadar sert bir şekilde özel bir cinsiyete yönelmediği, zaman içinde daha değişmeye eğilimli olduğu sonucunu çıkartmıştır.
Bilimsel araştırmalar gay ve lezbiyen çiftlerin yetiştirdiği çocukların heteroseksüel çiflerin yetiştirdiği çocuklar kadar uyumlu, kabiliyetli ve psikolojik olarak sağlıklı olduğunu göstermektedir. Bunun tersini gösteren bilimsel bir kanıt yoktur.
Bir araştırmanın sonuçlarında gay ve lezbiyen çiftlerin çocuklarının çoğunluğunun heteroseksüel kimlikli olmasına rağmen kısmen genetik faktörler (Amerika Birleşik Devletleri'ndeki eşcinsel çiftlerin çocuklarının %80’i kendi biyolojik çocuklarıdır.) ve aile sosyalizasyon süreci yüzünden (çocukların daha toleranslı okulda okuması, daha az heteroseksist çevre ve sosyal şartlarda yaşaması) geleneksel olarak cinsiyetlere yüklenen davranışları daha az gösterdiği ve homoerotik birlikteliklere daha açık olmaya eğilimli oldukları öne sürülmüştür. 2005’te Charlotte J. Patterson’ın Amerikan Psikiyatri Kurumu için yaptığı araştırmada gay ve lezbiyen çiftlerin yetiştirdiği çocuklarda daha yüksek o |
randa eşcinsellik bulunamamıştır. Başka bir araştırmanın sonuçlarında gay ve lezbiyen çiftlerin yetiştirdiği çocukların (özellikle lezbiyen çiftlerin yetiştirdiği kızlar) heteroseksüel olmayan kimlikleri daha çok benimsemeye eğilimli oldukları öne sürülmüştür.
Çoğu ülke, reşit olan ve akraba olmayan kişilerin karşılıklı rıza halinde cinsel ilişki yaşamalarını yasaklamaz. Bazı ülkeler eşcinsel çiftlere heteroseksüellerle eşit haklar, korumalar ve evlilik dahil ayrıcalıklar vermektedir. Bazı ülkeler kişileri heteroseksüel birlikteliklerle kısıtlar, başka bir deyişle eşcinsel aktivite yasa dışıdır. Eşcinsel aktivite yapanlara, İran ve Nijerya’nın bazı bölgeleri gibi yerlerde aşırı tutucu Müslümanlar tarafından ölüm cezası verilebilir. Ama genelde resmi kurallarla cezanın gerçekte uygulaması arasında önemli farklılıklar vardır.
Eşcinsel davranış, batı toplumunun bazı ülkelerinde suç olmaktan çıkarılsa da (örneğin 1932’de Polonya, 1933’te Danimarka, 1944’te İsveç, 1967’de Birleşik Krallık) eşcinsellerin bazı gelişmiş ülkelerde kısıtlı sivil haklar edinmeleri 1970’in ortalarından sonra olmaya başlamıştır. 2 Temmuz 2009’da Hindistan, eşcinselliği suç olmaktan çıkarmıştır. Bu konuda dönüm noktası Amerikan Psikiyatri Kurumu’nun 1973’te eşcinselliği Teşhis ve İstatistik Kılavuzu’ndan (DSM) çıkarmasıdır. Quebec, 1977’de cinsel yönelim ayrımcılığını yasaklayan ilk eyalet olmuştur. 1980 ve 1990’larda çoğu gelişmiş ülke, eşcinsel davranışı suç olmaktan çıkarıp gay ve lezbiyenlere iş alanı, konaklama ve yapılan hizmetlerde ayrımcılık yapılmasını yasaklamıştır. Bugün, Orta Doğu ve Afrika’da birçok ülkede ve Asya ve Güney Pasifik’te de birkaç ülkede eşcinsellik suçtur. Altı ülkede eşcinsel davranış ömür boyu hapis cezasıyla cezalandırılır, on ülkede ise ölüm cezasını getirir.
Eşcinsel evliliğe şu anda 8 ülkede izin verilmektedir. Hollanda[2001'de eşcinsel evliliği uygulayan dünyanın ilk ülkesiydi, ve artık Almanya, Belçika, Güney Afrika, İspanya,İrlanda, Kanada ve Amerika Birleşik Devletleri'nde geçerlidir. İsrail'de, diğer ülkelerde yapılan eşcinsel evlilikler kabul edilmektedir, ama İsrail'de yapılan eşcinsel evlilikler yasal sayılmıyor.
Bazı diğer ülkeler, medeni birliktelikler kabul eden kanunlar uygulamaktadır. Bu medeni birliktelikler, eşcinsel çiftlere, karma çiftlerin yasal haklarına benzer haklar tanımak amacıyla uygulanıyor, örneğin vergi, miras ve göç hakkındaki yasal konularda. İskandinav ülkeleri, Avustralya, Birleşik Krallık, İsviçre, Avusturya ve Almanya medeni birliktelikleri kabul eden ülkelerdendir.
Medeni birliktelikleri ve evcil ortaklıkları kabul eden ABD eyaletleri ise şunlardır: 2000 yılında Kaliforniya ve Vermont, 2005 de Connecticut, 2006 da New Jersey, 2007 de Oregon ve 2008 de New Hampshire.
2006’da Amerikan Psikiyatri Kurumu, Amerikan Psikologlar Birliği ve Sosyal İşçilerin Ulusal Kurumu’nun California Yargıtayı’na yaptığı açıklama “Gay ve lezbiyenlerin kurdukları ciddi birliktelikler heteroseksüel birlikteliklere önemli açılardan birbirine denktir. Evlilik kurumunun sunduğu sosyal, psikolojik ve sağlık yararlarından eşcinsel çiftler yararlanamamaktadır. Eşcinsel çiftlerin evlenme hakkını reddederek eyalet, eşcinsellikle ilişkili tarihsel damgayı güçlendirmektedir. Eşcinsellik damgalanmaya devam etmektedir ve bu dalgalanma negatif sonuçlara yol açmaktadır.” şeklindedir. Ayrıca “Eşcinsel ve heteroseksüel çiftleri sivil evliliğin getirdiği yasal haklar, zorunluluklar ve yükümlülükler bakımından birbirinden ayırmayı gerektiğini gösteren bilimsel bir esas yoktur.” demiştir.
Eşcinsellik gibi heteroseksüellik haricindeki yönelimlerin kabulünün oranı Asya ve Afrika ülkerinde en düşük, Avrupa, Avustralya ve Amerika kıtasında en yüksektir. Batı toplumunun son 20-30 yılda eşcinselliği kabul oranı artmıştır.
Eşcinsellikle din arasındaki ilişki zamandan yere göre fazlasıyla değişmektedir. Dünyanın en büyük dinleri eşcinselliğe genel olarak negatif yaklaşmaktadır. Bazıları eşcinsel yönelimin günah olduğunu belirtirken diğerleri sadece eşcinsel aktivitenin günah olduğunu belirtmektedir. Bazı dinler eşcinselliği kabul etmekte hatta eşcinselliği teşvik etmektedir.
21. yüzyıla gelindiğinde birçok toplum cinselliği daha rahat ve açık bir şekilde tartışır hale geldi. İnsan cinselliğinin bir ifadesi olarak eşcinsellik kabul görmesi başladı ve bunun bir sonucu olarak eşcinsellikle ilgili hurafeler terkedilmeye başlandı. Özellikle 1950 ve 60'larda yaygın olan, erkek eşcinsellerin zayıf ve kadınsı oldukları, lezbiyenlerin erkeksi ve saldırgan oldukları inanışları büyük oranda terkedildi.
Eşcinsel zorbalığı heteroseksüel ya da cinsel yönelimi bilinmeyen bir kişinin lezbiyen, gay, biseksüel ya da transseksüel bir kişiyi sözlü ya da fiziksel olarak taciz etmesidir. 1998’de Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü tarafından yapılan bir araştırmaya göre Amerika’daki gençler her 14 dakikada bir “homo”, “i.ne” ve “karı kılıklı” gibi anti-gay hakaretler duymaktadır.
Birçok kültürde eşcinseller sıklıkla ön yargı ve ayrımcılığa uğramaktadır. 2011’de Hollanda’da yapılan bir araştırmaya göre Hollanda gençliğinin %49’u ve Hollanda’daki başka ırklardaki gençlerin %58’i eşcinselliği reddetmektedir. Eşcinseller diğer azınlık grupları gibi stereotipleştirilmektedir. Bunlar homofobi ve heteroseksizm (karşı cinsler arasındaki cinselliğin ve karşı cinsle olan birlikteliklerin lehine olacak şekilde negatif tutum, ön yargı ve ayrımcılık) yüzünden olmaktadır. Heteroseksizm, herkesin heteroseksüel kabul edilmesi ve karşı cinse ilgi duymanın ve karşı cinsle olan birlikteliklerin norm olması ve bu yüzden üstün olduğu anlamını da içerir. Homofobi, eşcinsellere ya da eşcinselliğe karşı duyulan irrasyonel nefret, korku, hoşnutsuzluk ya da ayrımcılıktır. Homofobi farklı şekillerde gösterilir ve birçok farklı tiplerinin olduğu varsayılmaktadır. Bunların arasında içselleştirilmiş homofobi, sosyal homofobi, duygusal homofobi, rasyonelleştirilmiş homofobi ve diğerleri yer almaktadır. Buna benzer olarak lezfobi(özel olarak lezbiyenleri hedef alma) ve bifobi (biseksüel insanlara karşı olma) kavramları da vardır. Bu tutumlar yüzünden işlenen cinayetler genel olarak nefret cinayeti ve eşcinsel zorbalığı olarak adlandırılır.
LGB’lerle (lezbiyen, gay ve biseksüel) ilgili stereotipler, LGB’lerin ciddi birliktelikler kuramadıkları, önüne gelen insanlarla cinsel ilişkiler kurdukları ve daha çok çocuklara tecavüz etme eğiliminde olduklarıdır. Ama bu iddiaları destekleyen bilimsel bir veri yoktur. Gay ve lezbiyenler ciddi birliktelikler kurabilmektedir ve bu birliktelikler heteroseksüel birlikteliklere önemli açılardan birbirine denktir. Cinsel yönelim, kişinin çocuklara tecavüz etme olasılığını etki etmemektedir.
Heteroseksüelliğe dönüşme isteği ile ilgili bazı analitik yaklaşım ve davranışçı terapiler mevcut olup başarıları oldukça şüphelidir. Bu terapiler eşcinselliği heteroseksüellikten daha az arzulanır hale getirmeye ya da eşcinsellikten alınan zevki azaltmaya yöneliktir ancak gerçekten iyi motive edilmiş bir grupta bile kişinin cinsel ve duygusal yöneliminin değiştirilemeyeceği ortaya çıkmıştır.
Karşı cinsten insanların ilişkiye girdiği heteroseksüelliğin karşıtı olarak aynı cinsten insanların ilişkiye girdiği eşcinselliğin yer aldığı bir dizi toplumsal arenada heteroseksüelliğe ayrıcalıklı rol atfedilen hetoreksizimi, eşcinsel bireye motive etmeye çalışmakta bireye hasta olarak bakış açısını ortaya çıkarmaktadır.
Saldırgan ve kınayan bir çevre, şifahi ve fiziksel suistimal, aile ve diğer insanlar tarafından reddedilme ve tecrit yüzünden, gey ve lezbiyen gençlerin intihar etmeleri, madde bağımlısı olmaları, okulda sorunlar yaşamaları ve yalnız kalmaları olasılığı daha yüksektir.
Cinsellik ve cinsel yönelim, varlığın temel unsurları olarak kişisel kohezif duyguların ve dünyada rahat ediş düzeyinin önemli belirleyicileridir. Günümüzde eşcinselleri "onarma" ve cinsel yönelimlerini değiştirmeye çalışan ve bunu iddia eden müdahalelerin ise yararlılığına, işe yaradığına dair yeterli bilimsel bir çalışma bulunmamaktadır. Ayrıca, eşcinsellik ve biseksüellik insan cinselliğinin normal ve pozitif çeşitlerinden biridir ve yapılan çalışmalarda homoseksüelliğin hastalık veya anormallik olarak görmeye dair emprik veya bilimsel bir temel bulunamamıştır.
Tıp ve psikoloji alanlarında eşcinsellik bir hastalık veya ruhsal bozukluk olarak kabul edilmese de, kapalı toplumlar genelinde eşcinselliğe hâlâ bir hastalık, ruhsal sorun ve din kurallarına göre sapıklık olarak bakılmakta ve eşcinsel bireyler dışlanmaktadır. Özellikle bazı geleneksel ve manevi değerleri kuvvetli olan toplumlar eşcinsellere "öteki" olarak bakmaktadır. Bu toplumlarda cinsel roller daha çocukluktan itibaren belirlenmekte ve heteroseksüel ilişkinin dışındaki ilişkiler onaylanmamaktadır. Eşcinselliğin "insan doğasına aykırı" olduğu öne sürülmekte, insanın temel amacı olduğu varsayılan "üreme"ye ket vurduğu savunulmaktadır. Oysa bilim, cinsel kimliğin, insanın temel amaç ve/veya güdülerine etki etmediğini savunmaktadır . Ayrıca, Antik Yunan-Roma kültüründe görüldüğü gibi geleneksel ve manevi değerleri kuvvetli ve ataerkil olan her toplum eşcinselliğe karşı değildir.
1998’de Matthew Shepard eşcinsel olduğu için Aaron McKinney ve Russell Henderson tarafından bir çite bağlanmış ve öldürülesiye dövülerek can vermiştir. Bu cinayet, nefret suçu kapsamlarına cinsel yöneliminde eklenmesine neden olmuştur. Lezbiyen kadınlara da heteroseksüelliğe dönmesi için tecavüz edilebilmektedir. Amerika’da FBI’ın raporlarına göre nefret cinayetlerinin %24’ü kişinin cinsel yönelimi yüzünden işlenmiştir. Bunların %56.7’si anti-eşcinsel erkek ön yargısı, %11.1’i anti-eşcinsel kadın ön yargısı, %29.6’sı cinsiyet gözetmeksizin anti-eşcinsel ön yargısı yüzünden işlenmiştir.
Saldırgan ve kınayan bir çevre, şifahi ve fiziksel suistimal, aile ve diğer insanlar tarafından reddedilme ve tecrit yüzünden, gey ve lezbiyen gençlerin intihar etmeleri, madde bağımlısı olmaları, okulda sorunlar yaşamaları ve yalnız kalmaları olasılığı daha yü |
ksektir.
Homofobiye bağlı intihar oranı özellikle eşcinsel gençlerde çok yüksektir. Birleşik Krallık'ta Stonewall adlı eşcinsel hakları örgütü tarafından yapılan bir ankete göre genç eşcinsellerin %17'si ölümle tehdit edilmiş ve %12'si cinsel istismar yaşamıştır. Bazı araştırmalara göre İrlanda'da eşcinsel gençlerin üçte biri intihar etmeye çalışmış; İskoçya'da 15 ve 26 yaşları arası eşcinsellerin yarısı intihar etmeyi düşünmüş; Fransa'da 20 yaşın altındaki eşcinsel erkeklerin %27'si intiharı denemiş; İtalya'da eşcinsellerin %13'ü intihar etmeye çalışmıştır. Belçika'da 15 ve 25 yaşları arasındaki eşcinsel gençlerin intihar riski oranı diğer kişilere nazaran beş kat daha yüksektir.Almanya'da 15 ve 27 yaşları arası eşcinsellerin %18'i en az bir kere intihar etmeyi denemiş, %66'sı kendi aileleri tarafından fiziksel veya sözlü istismar yaşamış, %27'si öğretmenler tarafından baskı görmüştür. 2007'de yapılan bir araştırmaya göre eşcinsellerin en az %30'da biri son 12 ay içerisinde hakarete maruz kalmış, tehdit edilmiş veya saldırıya uğramıştır.
Bazı ülkelerde okullarda homofobiyi önlemek için çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. Örneğin; İspanya'da DecideT adlı LGBT hakları grubu homofobik baskı ve yıldırmayı engellemek amacıyla bir rehber yayınlamıştır.
Batı Avrupa'da homofobi, sporda da çok yaygındır. Özellikle ragbi, futbol gibi maço kabul edilen spor camialarında çok sınırlı sayıda sporcu eşcinselliğini açığa vurmaya cesaret edebilmiştir. Bunun istisnalarından futbolcu Justin Fashanu, 1990 yılında eşcinselliğini ilân ettikten sonra hayranlarından, ailesinden ve takım arkadaşlarının dışlama ve hakaretlerine maruz kalmıştır. Kardeşi John Fashanu, onu alenen kardeşlikten reddetmiştir. Justin Fashanu 3 Mayıs 1998'de intihar etmiştir ve geride şu notu bırakmıştır:
« ...Suçlu olduğumu sanıyorum. Arkadaşlarımı ve ailemi daha çok utandırmak istemiyorum... Umut ediyorum ki çok sevdiğim İsa Mesih beni nezaketle karşılar, nihayet huzur bulurum. »
Arnavutluk millî futbol takımının eski menajeri Otto Barić, kendi takımında eşcinsel bir futbolcunun yer almasına asla izin vermeyeceğini ilân etmiştir; 31 Temmuz 2007'de, UEFA tarafından homofobi nedeniyle 3.000 avro para cezasına çarptırılmıştır.
Sporda homofobi sadece futbola has bir şey değildir. Eşcinsel olan Berlin belediye başkanı Klaus Wowereit, şehrin yerel buz hokeyi takımını olan Berliner Eisbäre'nın maçlarından birini seyretmeye gittiği zaman karşı takımın taraftarları "Hauptstadt der Schwulen, wir sind die Hauptstadt der Schwulen" ('İbnelerin başkenti') şeklinde tezahürat yapmıştır.
Birçok ülkenin aksine yine birçok ülkede eşcinsellik veya erkek erkeğe seks, ilişki bir suç olarak kabul edilmektedir, fakat son yıllarda bu ülkelerin sayısı hızla düşmektedir. Uluslararası Af Örgütü'ne göre 2007'den beri yaklaşık 70 ülkede eşcinselliğe ceza verilmektedir.
Hindistan, Afrika'nın bazı bölgeleri, Guyana, Jamaika, Kuzey Kore, Malezya, Papua Yeni Gine, bazı Orta Asya devletleri ve birçok Müslüman ülkede (Orta Doğu ve Kuzey Afrika) eşcinsellik kanunen hapis cezasıyla cezalandırır.
Eşcinsel ilişki veya herhangi bir livâta hareketinde bulunanlara idam cezası verilen ülkeler şunlardır: Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, İran, Moritanya, Nijerya'nın kuzeyindeki bazı eyaletleri, Somali, Sudan ve Yemen.
İnsanlarda zamanla bağışıklık sisteminin çökmesine neden olan bulaşıcı bir hastalık olan AIDS veya HIV de insan bağışıklık yetmezliği virüsü (HIV); kan ve kan ürünlerinin, sperm veya diğer cinsel sıvıların şahıslar arası transferi ile bulaşır. Ayrıca plasenta ya da süt yoluyla hasta anneden bebeğine bulaşır.
Bilinen ilk AIDS vakaları 1981'de ABD'nin New York ve Kaliforniya eyaletlerinde rapor edildi. AIDS teşhisi konulan ilk şahısların çoğu hastalığı cinsel yolla kapan eşcinsel erkekler ve şırıngaları ortak kullanan damardan alınan uyuşturucu bağımlılarıydı.
Günümüzde dünyada HIV'in en yaygın bulaşma yöntemi "heteroseksüel" cinsel ilişkidir. İlişki sırasında virüs vücuda vajinanın iç yüzeyi, penis, rektum ya da ağız yoluyla girer.
Hayvanlar aleminde de eşcinsel davranış sergileyen ya da eşcinsel ilişkiye giren canlılar mevcuttur. Sosyal türlerde yaygın olan bu durum özellikle deniz kuşlarında ve memelilerinde, maymunlarda ve büyük insansılarda görülür. Eşcinsel davranış yaklaşık 1500 türde gözlemlenmiş, bunlardan yaklaşık 500'ü kapsamlı olarak incelenmiş ve dosyalanmıştır. Bu keşif, eşcinselliğin "biyolojik geçerliliği ve doğallığı" ile ilgili tartışmalar ve eşcinselliğin birey tarafından alınmış bir "sosyal karar" olduğu tartışmalarını hararetlendirmiştir. Örneğin bazı erkek penguen çiftlerinin hayat boyu çiftleştiği, beraber yuva yaptığı ve yuvarlak taşları yumurta gibi kullandıkları bilinmektedir. 2004 yılında, ABD'nin Central Park Hayvanat Bahçesi'ndeki görevliler, eşcinsel bir erkek penguen çiftinin taştan yumurtasını döllenmiş gerçek bir yumurta ile değiştirmiş, penguen çift yavruyu kendi yavrularıymış gibi yetiştirmiştir. Bu penguenler cinsel ilişkiye girmekte, birbirlerine şarkı söylemekte ve dişi penguenleri şiddetle reddetmektedir.
Drosophila melanogaster sineğinde hayvan eşcinselliğinin genetik kökleri ile ilgili çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmalarda hayvanlarda eşcinsel birlikteliğin ve eşcinsel ilişkiye girmenin iki genden kaynaklanıyor olabileceği sonucuna ulaşılmıştır. Bu genlerin feromonlar vasıtasıyla ve beyin yapısını değiştirerek davranışları kontrol ettiği düşünülmektedir. Bu çalışmada çevresel faktörlerin sinek eşcinselliğindeki rolü de araştırılmıştır.
Georgetown Üniversitesi profesörlerinden Janet Mann'ın teorisine göre eşcinsel davranış biçimi -en azından yunuslarda- özellikle erkek bireyler arasındaki tür içi agresyonu azaltan evrimsel bir avantajdır. Bazı hayvan türlerinde doğum öncesinde eşcinselliğin mevcut olduğu yönündeki bazı bulgular, eşcinsel hakları konusunda sosyal ve politik sonuçlar doğurmuştur.
20. yüzyılda ABD'de, "seks araştırmaları" adı altında, amacı cinsel ilişkileri incelemek olan bir sosyal ve davranış bilimi oluşturuldu. Araştırmacı Alfred Kinsey'in 1948'deki raporuna göre eşcinsel aktivite gerek erkek gerekse kadın ergen Amerikalılar arasında oldukça yaygındı. Örneğin erkek deneklerin %30'u bir şekilde eşcinsel aktivitede bulunduğunu belirtti. Yine erkeklerin %10'u, 16 - 55 yaşları arasında, uzun süreli (1 ila 3 yıl) eşcinsel ilişki yaşadığını belirtti. Aynı çalışmada kadınların yarısına yakını eşcinsel aktivitede bulunduğunu belirtti. Kinsey'in metodları ve ulaştığı sonuçlar uzun yıllar tartışıldı. Yakın dönemde yapılan araştırmalarda Kinsey'inkilerden az ya da çok yüzdelere ulaşıldı. Örneğin 2003 yılında yapılan bir araştırmaya göre Norveçlilerin %12'si eşcinsel ilişkide bulunmuştur.
Alfred Kinsey cinsel aktiviteleri LGBT ya da heteroseksüel olarak ayırmaktansa, geniş bir yelpaze üzerinde değerlendiriyordu. Bu yelpazenin en uç noktalarını LGBT ya da heteroseksüel olmanın en ileri düzeyleri oluşturuyordu. Biseksüellerin orta noktada bulunduğu kabul edilirse diğer bireylerin her biri bu yelpazenin sağında veya solundaki bir noktada yer alıyordu. Örneğin "konuma bağlı eşcinsel aktivite" (İng: "situational homosexual activity"), karşıt cinsin bulunmadığı hapishane gibi ortamlarda gerçekleşme eğilimindedir.
Türkiye'de eşcinselliğin ve eşcinsel ilişkilerin çok eski tarihlere dayandığı bilinmekle birlikte yine günümüzde Türkiye, dünya'da homofobi'nin en yaygın olduğu ülkelerden biridir. Türkiye'de homofobi karşısında pek çok aktivist tarafından özgürlükçü ve eşitçi hareketler gerçekleştirilmekte ve ön yargıların kırılması için uğraş verilmektedir. Türkiye'de LGBT'lere karşı homofobinin çok yaygın olmasının temel nedenlerinden birisi Türk milletinde erkeklerin, "erkeklik, yiğitlik, mertlik" gibi kültürel kavramlarla övünmesi ve ataerkil bir toplum oluşundan kaynaklanmaktadır. Türkiye'de homofobi daha küçük yaştayken çocuklara bilinçaltından öğretilir. Örneğin; "Erkek adam ağlamaz.", "Erkek adamın erkek çocuğu olur." gibi sözler küçük yaştan itibaren çocuklara söylenir. Bu sözler çocuklarda ister istemez bilinçaltında bir homofobi oluşturur. Türkiye'de eşcinsellere çoğu zaman adları ile değil de bir takım isimlerle hitap ederler. Örneğin; "top, ibne, nonoş, yumuşak" gibi kavramlarla eşcinsellere hitap edilir. Bu yüzden Türkiye'de eşcinsellerin çoğu heteroseksüel gibi görünürler. Türk televizyonlarında eşcinsel sahnelerin yayınlanmasına izin yoktur. RTÜK e2 ekranlarında yayınlanan bir dizide eşcinsel sahneler olduğu için diziye ceza vermiştir. Aynı şekilde RTÜK Digiturk Salon 2'de yayınlanan eşcinsel evlilik töreni ile ilgili bir sahne yayınlandığı için kanaldan savunma istemiştir.
Yine Türkiye gibi Rusya'da, homofobinin yaygın olduğu bir ülkedir. Rusya'da eşcinseller yürüyüş yapmaya çalışmış ve yaptıkları yürüyüşlerden dolayı tutuklanmışlardır. 27 Mayıs 2007'de, gey ve lezbiyenlerden oluşan bir grup, Moskova Şehir Konseyi'ne yasaklanan gey onur yürüyüşünün serbest bırakılması için dilekçe vermeye çalıştıklarında aşırı milliyetçiler ve Ortodoks radikaller tarafından hakaret ve saldırıya uğradılar. Yetkililer 20 eşcinseli tutukladılar. Moskova belediye başkanı yürüyüşü "şeytanî bir hareket" olarak tanımladı.
Avrupa'daki eşcinsellerin yakından takip ettiği Eurovision Şarkı Yarışması'nın 2009'da Moskova'da yapılacak olması, Rusya'daki eşcinselleri "Slavic Pride" adı altında bir onur yürüyüşü yapmaya cesaretlendirmişti. Ancak bu yürüyüşün yapılmasına izin verilmedi. 16 Mayıs 2009'da "yasadışı" şekilde toplanan göstericiler polis tarafından şiddet kullanılarak dağıtıldı, 40 kadar aktivist tutuklandı.
Rusya'da tabu olarak görülen eşcinsellik Rusya'daki Ortodoks Kilisesi tarafından da "günah" ilan edilmişti. Rusya'da eşcinsellik ruhsal hastalık kategorisinden ise, 1999 yılında çıkarılmıştı. Rusya'da eşcinsellik 1993 yılına kadar yasal suç olarak kabul ediliyordu.
LGBT topluluğunu ifade eden lezbiyen, gey, biseksüel ya da transgender birliğini göstermek ve cinsel tercih, kimlik ve yönelimleri tanımlamak için semboller, bayraklar |
kullanılmakta, semboller cinsel yönelimine göre LGBT'ler için gurur, değerler ve tanımlamaları ifade eder.
Aseksüellik
Aseksüellik herhangi birine yönelik cinsel çekim eksikliği veya cinsel etkinlikteki ilgi düşüklüğü veya yokluğu. Bir cinsel yönelim eksikliği olarak veya karşıcinsellik, eşcinsellik ve çiftcinselliğin yanındaki dördüncü bir varyasyon olarak düşünülebilir. 2004'te yapılan bir çalışmada aseksüelliğin yaygınlığı %1 olarak belirlenmiştir.
Aseksüellik, davranışsal ve genellikle bireyin kişisel veya dini inançları gibi unsurların üzerinde etkili olduğu cinsel etkinlikten kaçınma ve bekarlıktan farklıdır; cinsel davranışın aksine, cinsel yönelimin "kalıcı" olduğuna inanılmaktadır. Bazı aseksüel kişiler romantik partnerlerini memnun etme arzusu ya da çocuk sahibi olma arzusu gibi çeşitli nedenler dolayısıyla, cinsel çekim veya seks arzusu eksikliğine rağmen cinsel etkinlikte bulunabilirler.
Bir cinsel yönelim olarak aseksüelliğin kabulü ve bilimsel araştırma alanı açısından halen oldukça yenidir, hem sosyoloji hem de psikoloji bakımından büyüyen bir araştırma alanı olarak gelişmeye başlamıştır. Bazı araştırmacıların aseksüelliğin bir cinsel yönelim olduğunu savunmasına karşın, bazı araştırmacılar ise aynı görüşte değildir.
İnternet ve sosyal medyanın ortaya çıkışından bu yana çeşitli aseksüel topluluklar oluşmaya başlamıştır. Bu topluluklardan en hızlı büyüyen ve en bilineni David Jay tarafından 2001'de kurulan Aseksüel Görünürlüğü ve Eğitimi Ağı'dır ("Asexual Visibility and Education Network") ("AVEN").
Aseksüel kişiler, herhangi bir cinse yönelik cinsel çekim eksikliğine rağmen, tamamen romantik ilişkilerde bulunabilirler. Cinsel yönelim veya cinsel kimliğin romantik veya duygusal yönleri bakımından, kendilerini karşıcinsel, lezbiyen, gey, çiftcinsel veya aşağıdaki terimlerden biri olarak tanımlayabilirler:
Aseksüelliğin, bir cinsel yönelim olup olmadığı üzerinde önemli tartışmalar vardır. Özellikle, kimseye seksüel ilgi duymama, cinsel isteğin azalması/bulunmaması belirtilerini ile aynı kabul edip aseksüelliğin tıbbi bir sorun olduğunu savunanlar bulunur. Fakat aseksüellik genel olarak bir bozukluk (örneğin anorgazm, anhedoni gibi) ya da cinsel işlev bozukluğu olarak kabul edilmez. Ayrıca aseksüellerin, HCİB olanların aksine bariz bir sıkıntı göstermediği ve cinsel uyarılma konusundaki eksikliklerine ilişkin insanlar arasında zorluk deneyimi yaşamadığı da görülmektedir. Aseksüeller, cinsel çekim hissetmemelerini hayatlarının bir parçası olarak görüp, kalıcı karakteristik özellikleri olarak kabul etmektedirler. Aseksüeller ile HCİB'ler arasında yapılan bir çalışmada HCİB'lerin yaşadıkları cinsel arzu ve istek eksikliğini aseksüellerden daha çok sıkıntı ve sorun olarak görüp, daha çok depresif belirtiler gösterdikleri ortaya çıktı. Araştırmacılar Richards ve Barker, hazırladıkları raporda aseksüellerde aleksitimi, depresyon ya da kişilik bozuklukları oranlarında bir anormallik olmadığına değindiler. Bununla birlikte bazı insanlar da aseksüelliğin belirtilen hastalıkların bir sonucu olarak ortaya çıkabileceğini de savunmaktadır.
Bazı argümanlarda aseksüellerin doğal cinselliği reddettiği ve cinselliğin anksiyeteye, istismara sebep olduğunu savunduğu ve bazen mastürbasyon yapan aseksüellerin de bu inanca dayandığı da belirtilir. Bunların haricinde aseksüellerin partnerlerini romantik açıdan memnun edebilmek için cinsel faaliyette bulundukları da argümanlar arasındadır.
Aseksüelliğin bir cinsel işlev bozukluğu olup olmadığı toplum içinde halen bir tartışma konusudur. Aseksüellik olarak tanımlanan durumlar genelde bir cinsel yönelim olarak kabul ediliyor.
Bazı bilim insanları, kimi aseksüellerin doğal cinsel dürtüleri olduğu halde mastürbasyona başvurmadıklarını ve aseksüel olarak yaşamlarını sürdürdükleri bu yüzden aseksüelliğin bir cinsel yönelim olduğunu beyan etmişlerdir.
Ağustos 2010'da, AVEN dışında ve İngilizce'ye bağlı kalmaksızın yapılan oylama ve fikirlere dayanılarak yapılan araştırmada; aseksüelliğin farkındalığını arttırmak için şu anki bayrak kabul görmüştür. Bayrak AVEN dışı bir websiteden seçilip oylamada %41.1 oyla birinci seçilmiştir ve bu oylamada %10.4lük kesim aseksüelliğin bayrağı olmaması taraftarı olmuştur. Bayrakta 4 yatay şerit bulunmaktadır ve diğer seksüel yönelim bayraklarına benzemektedir. Aseksüelliğin sembolü olarak kabul görülmektedir.
Japon yeni
Yen, Japonya para birimidir. 1 Yen=100 sen olup artık sen birimi kullanılmamaktadır ve bu hala devam etmektedir günümüzde bu yen yani yeni olarak adlandırılır. Aynı zamanda Amerikan doları, Avro ve İngiliz Sterlini'nden sonra rezerv parası olarak geniş çapta kullanılır.
Yen sözcüğü, Çin para birimi Yuan'dan gelir. Japon standardlarında yen, "en" olarak telaffuz edilir.İngiliz standardlarında ise "yen" olarak hecelenir ve okunur. Bu Portekiz tarihsel literatüründen dolayıdır. Japonca'da literatür anlamı yuvarlak objedir. Eski Çin madeni parasına dayanır; bu para, dairesel biçimdedir ve Tokugawa dönemi Japonyasında geniş bir şekilde kullanılmıştır.
Yen, 1870'de Meiji hükümetince Avrupa'daki bir para sistemi benzeri olarak tanıtıldı. Yen, Edo döneminde ise kompleks bir para sistemi olarak yerleşti ve Mon'a (1870 deki para sistemi) dayandırıldı. Bretton Woods sistemi çöktü ve Yen harekete geçti.
Aşağıdaki tablo yenin dolar karşısındaki durumunu (aylık ortalama) ifade eder:
AES
AES (Advanced Encryption Standard; "Gelişmiş Şifreleme Standardı"), elektronik verinin şifrelenmesi için sunulan bir standarttır. Amerikan hükûmeti tarafından kabul edilen AES, uluslararası alanda da defacto şifreleme (kripto) standardı olarak kullanılmaktadır. DES'in (Data Encryption Standard - Veri Şifreleme Standardı) yerini almıştır. AES ile tanımlanan şifreleme algoritması, hem şifreleme hem de şifreli metni çözmede kullanılan anahtarların birbiriyle ilişkili olduğu, simetrik-anahtarlı bir algoritmadır. AES için şifreleme ve şifre çözme anahtarları aynıdır.
AES, ABD Ulusal Standart ve Teknoloji Enstitüsü (NIST) tarafından 26 Kasım 2001 tarihinde US FIPS PUB 197 kodlu dokümanla duyurulmuştur. Standartlaştırma 5 yıl süren bir zaman zarfında tamamlanmıştır. Bu süreçte AES adayı olarak 15 tasarım sunulmuş, tasarımlar güvenlik ve performans açısından değerlendirildikten sonra en uygun tasarım standart şifreleme algoritması olarak seçilmiştir. Federal hükûmetin Ticaret Müsteşarı'nın onayının ardından 26 Mayıs 2002 tarihinde resmî olarak etkin hâle gelmiştir. Hâlihazırda birçok şifreleme paketinde yer alan algoritma Amerikan Ulusal Güvenlik Teşkilatı (NSA - National Security Agency) tarafından çok gizli bilginin şifrelenmesinde kullanımı onaylanan kamuya açık ilk şifreleme algoritmasıdır.
AES ile standartlaştırılan algoritma, esas olarak Vincent Rijmen ve Joan Daemen tarafından geliştirilen Rijndael algoritmasında bazı değişiklikler yapılarak oluşturulmuştur. Rijndael, geliştiricilerin isimleri kullanılarak elde edilen bir isimdir: RIJmen aNd DAEmen.
AES hakkında önemli bir nokta AES'in şifreleme standardının ismi olmasıdır. Ancak pratik kullanımda AES, standartta belirtilen şifreleme algoritmasının yerine geçecek şekilde kullanılmaktadır. Kolaylık ve literatürle uyumlu olması açısından bu dokümanda da standartta belirtilen algoritma AES olarak anılacaktır.
AES, Değiştirme-Karıştırma (Substitution-Permutation) olarak bilinen tasarım temeline dayanır. Öncülü DES ise Feistel yapıda tasarlanmış bir algoritmadır.
AES'in hem yazılım hem de donanım performansı yüksektir. 128-bit girdi bloğu, 128, 192 ve 256 bit anahtar uzunluğuna sahiptir. AES'in temel alındığı Rijndael ise 128-256 bit arasında 32'nin katı olan girdi blok uzunluklarını ve 128 bitten uzun anahtar uzunluklarını desteklemektedir. Dolayısıyla, standartlaşma sürecinde anahtar ve girdi blok uzunluklarında kısıtlamaya gidilmiştir.
AES, durum (state) denilen 4x4 sütun-öncelikli bayt matrisi üzerinde çalışır. Matristeki işlemler de özel bir sonlu cisim (finite field) üzerinde yapılmaktadır.
Algoritma belirli sayıda tekrar eden girdi açık metni, çıktı şifreli metne dönüştüren özdeş dönüşüm çevrimlerinden (round) oluşmaktadır. Her çevrim, son çevrim hariç, dört adımdan oluşmaktadır. Şifreli metni çözmek için bu çevrimler ters sıra ile uygulanır. Çevrimlerin tekrar sayıları 128-bit, 192-bit ve 256-bit anahtar uzunlukları için sırası ile 10, 12 ve 14'tür.
BaytDeğiştir adımında, matristeki her baytın değeri, 8 bitlik bir değişim kutusu (substitution box) kullanılarak güncellenir. Bu adım algoritmanın doğrusallığını bozar ve doğrusal-olmayan (non-linear) bir dönüşüm hâline gelmesini sağlar. Kullanılan değişim kutusu yüksek doğrusal-olmayanlık (nonlinearity) özelliğine sahip olduğu bilinen, sonlu cisim GF ("2") üzerinde ters alma işleminden elde edilmiştir. Cebirsel özellikler kullanan saldırılara karşı dayanıklı olası için sonlu cisim üzerinde ters alma işlemine tersi olan doğrusal bir dönüşüm daha eklenmiştir. Ayrıca değişim kutusu herhangi bir sabit nokta veya ters sabit nokta olmayacak şekilde seçilmiştir.
Matrisin satırları üzerinde çalışan bu işlem her satırdaki bayt değerlerini belirli sayıda kaydırır. AES'de ilk satır sabit kalırken 2., 3. ve 4. satırlar sırası ile 1, 2 ve 3 bayt sola kaydırılır. Rijndael algoritmasında ise 256-bit için bu değerler, ilk satır sabit kalacak şekilde 1, 3 ve 4 bayttır.
Bu adımda her sütundaki dört bayt değeri tersi olan doğrusal bir dönüşüm kullanılarak birbirleriyle karıştırılır. SütunKarıştır fonksiyonu 4 bayt girdi alıp 4 bayt çıktı verir ve girdideki her baytın çıktıdaki her bayt değerini etkilemesini sağlar. SütunKarıştır işlemi, her sütunun sabit bir matrisle çarpılması işleminden oluşur. Bu sabit matris aşağıda verilmiştir:
Matris çarpması işlemi sonlu cisim GF ("2") üzerinde yapılmaktadır. Her bayt bu sonlu cisim üzerinde bir polinom tanımlayacak şekilde, mod x+1'de c(x) = 0x03 · x + x + x + 0x02 polinomu ile çarpılır.
SütunKarıştır adımındaki sabit matris bir MDS matristir ve SatırKaydır adımı ile birlikte şifrede karmaşıklık (di |
ffusion) sağlar.
Bu adımda çevrim anahtarı durum matrisi ile kaynaştırılır. Çevrim anahtarı baytlara bölündükten sonra sıra ile matrisin elemanları ile XOR'lanır.
32 ya da daha büyük kelime uzunluğuna sahip sistemlerde BaytDeğiştir ve SatırKaydır adımlarını SütunKarıştır adımı ile birleştirip bir tablo oluşturarak hızlanma sağlamak mümkündür. Bu işlem toplam 4 kilobayt (4069 bayt) hafızayı kullanan 32-bitlik 256 girdili dört tablo gerektirir. Bu iyileştirme sayesinde her çevrim 16 tablo okuması ve 12 32-bit XOR işlemini takip eden AhahtarEkle, 4 32-bit XOR, adımı ile gerçekleştirilebilir.
Hedef platformun 4 kilobaytlık tabloların gömülmesine izin vermediği durumlarda ise tek bir tablo kullanılabilir. Bu durumda 32-bitlik 256 girdisi olan bir tablo (1 kilobayt) oluşturulur ve tablodaki değerler çembersel kaydırma yardımıyla çevrimlerde kullanılabilir.
Ayrıca, bayt-tabanlı bir yaklaşımla da BaytDeğiştir, SatırKaydır ve SütunKarıştır adımları tek bir adımda birleştirilebilir.
Kriptografların bakış açısından bir algoritmanın kriptografik olarak kırılması, anahtarın ya da anahtarın bazı parçalarının olası tüm anahtarların denendiği kaba kuvvet saldırısından daha hızlı bir şekilde elde edilmesi anlamına gelir. Bu açıdan, 256-bit anahtar uzunluğuna sahip AES algoritması için 2 işlem gerektiren bir saldırı algoritmanın kırılması olarak kabul edilirken 2 mertebesindeki bir işlem, şu an için, evrenin yaşından daha uzun bir süre gerektirmektedir.
2011 yılına kadar AES'in tam çevrimine yapılan başarılı saldırılar belirli donanım gerçeklemeleri üzerinde çalışan yan kanal saldırılarıdır. Bu tarihte Andrey Bogdanov, Dmitry Khovratovich ve Christian Rechberger tarafından kaba kuvvet saldırısından yaklaşık 4 kat daha hızlı olan bir saldırı yayımlanmıştır.
NSA, AES yarışması finalistlerini güvenlik açısından değerlendirdikten sonra bütün finalistlerin Amerikan hükûmetinin gizlilik derecesine sahip olmayan verilerinin kullanımına uygun olduğunu belirtmiştir. 2003 yılı Haziran ayında ise, AES'in gizlilik derecesine sahip bilginin şifrelenmesinde de kullanılabileceğini duyurmuştur:
AES algoritmasının bütün anahtar boylarının (128, 192 ve 256 bit) tasarımı ve dayanıklılığı "GİZLİ" mertebesine kadar bütün verilerin korunması için uygundur. "ÇOK GİZLİ" veriler 192 ya da 256-bit anahtar kullanımını gerektirmektedir. Ulusal güvenlik sistemlerinin ya da bilgilerinin korunması amacını taşıyan ürünlerdeki AES uygulamaları, bu ürünlerin alımı ve kullanımından önce NSA tarafından incelenip sertifikalandırılmalıdır.
2002 yılında AES'in sade ve basit cebirsel yapısını değerlendiren Nicolas Courtois ve Josef Pieprzyk "XSL Attack" isimli bir teorik saldırı duyurmuşlardır. Ancak daha sonra, duyurulan hâliyle atağın çalışmadığını gösteren bilimsel yayınlar yapılmıştır.
Blok şifrelere XSL saldırısı.
AES süreci sırasında diğer tasarımcılar Rijndael'in kritik uygulamalarda kullanımına ilişkin endişelerini dile getirdilerse de yarışmadan sonra Twofish algoritmasının tasarımcılarından güvenlik uzmanı Bruce Schneier Rijndael'e başarılı teorik saldırılar yapılabileceğini ancak bu saldırıların pratik hâle gelebileceğine inanmadığını belirtmiştir.
1 Temmuz 2009 tarihinde Bruce Schneier blogunda 192-bit ve 256-bit AES versiyonlarına Alex Biryukov ve Dmitry Khovratovich tarafından 2 işlem karmaşıklığı ile uygulanabilen ve AES'in basit anahtar oluşturma algoritmasından faydalanan bir ilişkili-anahtar (related-key) saldırısını duyurmuştur. Aralık 2009'da bu saldırının işlem karmaşıklığı 2e düşürülmüştür. Ardından Alex Biryukov, Orr Dunkelman, Nathan Keller, Dmitry Khovratovich ve Adi Shamir 9 çevrim AES-256'ya sadece iki ilişkili-anahtar kullanarak 2 zamanda anahtarın tamamının elde edildiği saldırıyı yayımlamışlardır. Bu saldırı 2 zaman karmaşıklığı ile 10 çevrime, 2 zaman karmaşıklığı ile 11 çevrime genişletilmiştir ancak tam çevrim AES bu ataktan etkilenmemiştir.
Kasım 2009'da 8 çevrimlik AES-128'e bilinen anahtarlı ayırt etme (distinguishing) saldırısı yayımlanmıştır. Bu saldırı AES-benzeri permütasyonlara uygulanan "rebound" (ya da ortadan-başla) saldırılarının geliştirilmiş bir hâlidir. Bu saldırının zaman karmaşıklığı 2, hafıza karmaşıklığı ise 2dir.
2010 yılının Temmuz ayında ise tasarımcılardan Vincent Rijmen, AES'e yapılan ve kriptografi camiasında da taşıdığı anlam tartışmalı olan ilişkili-anahtar saldırıları ile ilgili olarak bu saldırıları tiye alan bir makale yayımlamış, bu tür ilişkilerin her algoritmada bulunduğunu savunmuştur.
Tam çevrim AES'e yapılan ilk başarılı anahtar elde etme saldırısı Andrey Bogdanov, Dmitry Khovratovich ve Christian Rechberger tarafından yapılmıştır. Atak, "biclique" adı verilen yapılar kullanarak 128-bit anahtarı 2, 192-bit anahtarı 2 ve 256-bit anahtarı 2 işlem karmaşıklığı ile elde etmektedir.
Yan kanal saldırıları, kullanılan şifreleme algoritmalarının güvenlikleri ya da açıklarıyla ilgilenmek yerine, algoritmaların gerçeklendiği donanımlara saldırarak buradan veri sızdırmaya çalışır. Bazı AES gerçeklemelerine yapılan başarılı yan kanal saldırıları ile anahtarın elde edilmesi mümkün olmuştur.
2005 yılında D.J. Bernstein OpenSSL'in AES uygulamasını kullanan bir sunucuya ön bellek-zamanlama (cache-timing) saldırısı yapmıştır. 200 milyon civarında seçilmiş açıkmetin kullanılarak yapılan saldırıda, sunucu şifreli metinle birlikte şifrele işleminin kaç işlemci saati sürdüğünü de alıcıya göndermekteydi. Bernstein, bu saldırının başarılı olması için, şifreleme süresinin sunucudan gelen kadar kesin olmasına gerek olmadığını göstermiştir.
Aynı yıl Dag Arne Osvik, Adi Shamir ve Eran Tromer, yine ön bellek-zamanlama saldırıları ile AES anahtarını 65 milisaniyede elde eden bir yöntem geliştirmiştir. Bu yöntemin başarılı olması için saldırganın, saldırdığı platformda AES ile şifreleme yapabilme imkânının olması gerekiyordu.
2009 yılında ise FPGA kullanan bir platformda, 2 zorlukla anahtar elde edilmiştir.
Endre Bangerter, David Gullasch ve Stephan Krenn, 2010 yılında açık metin ya da şifreli metin kullanmadan OpenSSL gibi sıkıştırma tabloları kullanan uygulamalardan AES-128 gizli anahtarını elde etmeye yarayan bir saldırı yayımlamışlardır. Bu saldırı da saldırganın, saldırılan sistemde kod çalıştırabilmesini gerektirmektedir.
Test değerleri, algoritmanın gerçeklemesinin doğruluğunu kontrol etmek amacıyla oluşturulan, verilen açıkmetin ve anahtar çiftlerine karşılık gelen şifreli metinlerdir. Test değerleri (KAT-Known Answer Test) buradan indirilebilir.
AES seçim sürecinde NIST'in performans kriterleri yüksek hız ve düşük RAM gereksinimi olarak belirlenmişti. Bu kriterler göz önünde bulundurularak tasarlanan AES, 8-bit akıllı kartlardan yüksek performanslı bilgisayarlara kadar birçok değişik donanım üzerinde yüksek performansla çalışır.
Pentium Pro işlemci üzerinde bir AES şifrelemesi bayt başına 18 saat çevrimi gerektirir. Bu da 200 MHz saat frekansına sahip bir işlemci için yaklaşık olarak saniyede 11 MiB veri büyüklüğüne denk gelir. AES'in kullandığı işlemlerin işlemcilerin komut setine dâhil edilmesi ile şifreleme işleminin gerektirdiği saat çevrimi bayt başına 3,5'e, yüksek ara bellekli (buffer) sistemlerde ise 1,3'e kadar düşmüştür.
Antakya
Antakya (Arapça: انطاكيّة, "Anṭākye"; Yunanca: Ἀντιόχεια, "Antiohia"), Hatay ilinin nüfus bakımından en büyük ilçesidir ve Hatay ilinin büyükşehir olmadan önceki merkezidir. Yeni düzenlemeyle birlikte Antakya ve Defne Belediyesi olarak ayrılmıştır. Ortasından Asi Nehri geçmektedir.
Tarih kaynaklarına göre Antakya, MÖ 300 civarında Büyük İskender'in komutanlarından Seleucus Nicator tarafından kurulmuştur. Antik kaynaklara göre Antakya üç yüz bin nüfusuyla Roma İmparatorluğu'nun 3. dünyanın ise 4. büyük kentiydi. Babası Antiochus'un isminden 'Antiocheia' adıyla kurduğu şehir, Silpius Dağı (bugünkü Habib Neccar Dağı) eteğinde ve Asi Nehri (Orontes) kenarında yer almıştı. Acus'un yönetimine giren topraklarda Antakya dışında başka yerlerde çok sayıda Antiocheia daha kurulmuştu.
Antakya civarının tarihi, şehrin kuruluşuna göre çok daha eskidir. Değişik kaynaklarda belirtildiğine göre, Tell-Açana höyüğündeki kazılar Kalkolitik Çağdan (MÖ 5000-4000) itibaren yörenin yerleşim için kullanıldığını göstermektedir. Anadolu'yu Filistin ve Suriye'ye bağlayan yol üzerinde, Mezopotamya'yı Doğu Akdeniz'e bağlayan noktalardan biri olması nedeniyle Hatay'ın eski bir yol güzergahı olduğu çok açıktır. Burası Hitit ve Eski Mısır İmparatorluklarının sınırlarını oluşturan bölgenin eşiğindeydi.
Makedonyalı Büyük İskender'in doğuya doğru fetihlerini sürdürürken Pers kralı Darius'la yaptığı İssus Savaşı, MÖ 333 yılında, İssus yakınlarında, bugünkü Payas ilçesinde, Pinarus nehri (bugünkü Deliçay) üzerinde gerçekleşmiştir. Bu savaşın hemen ardından İskender, Pers donanmasını limansız bırakmak amacıyla kıyı boyunca güneye ilerledi. Suriye, Filistin ve Mısır'ı ele geçirdikten sonra MÖ 331 yılında, Fırat nehri üzerinde yapılan Gaugamela Savaşı ile Mezopotamya da Makedonyalıların eline geçmiş oldu. Ancak Büyük İskender'in MÖ 323 yılında Babil'deyken ölmesinin ardından fethedilen topraklar İskender'in komutanları arasında bölündü. Suriye ve Mezopotamya bölgesi üzerindeki güç savaşı Seleucus Nicator'un lehine sonuçlandı (MÖ 301). Öncelikle Seleucus krallığının başkenti olarak, Akdeniz kenarında bir liman olduğundan Seleucia Pieria (bugünkü Samandağ, Çevlik) seçilmişti. Seleucus, yendiği rakibi Antigonus (Monophtalmus)'un bugünkü Antakya'nın 5 km. kadar kuzeyindeki yönetim merkezi Antigonia'yı yıkarak halkını kendi adıyla kurduğu bu yeni başkente (Seleucia) naklettirdi. Ancak Mezopotamya civarı ve güney Suriye'nin kontrol edilebilmesi açısından ve Seleucia'nın denizden gelecek saldırılara açık olması nedeniyle yeni bir kent, Antiocheia kuruldu.
Bu kent, yendiği rakibinin Antigonia'sıyla aynı yerde değildi, daha güneyde Silpius Dağı eteğinde ve Orontes (Asi) kenarında idi (MÖ 300). Antakya'nın Seleucus Krallığı'nın başkenti olması ise Seleucus Nicator'un ölümünden sonra oğlu Antiochus Soter (MÖ |
281-261) zamanında olmuştur.
Hatay'ın anavatan Türkiye'ye katılması öncesinde, 2 Eylül 1938 tarihinde 10 aylık bir süre varlığını sürdüren Hatay Devleti kuruldu. Toprakları, Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Akvam) belgelerinde İskenderun Sancağı olarak yer alan bölgeydi. 16 Haziran 1939'da TBMM'nde alınan kararla Türkiye ile Hatay Devleti arasındaki sınır çizgisi kaldırılarak geçersiz kılındı. 23 Temmuz 1939'da ise anavatana katılma, son Fransız kıtasının kışladan çıkmasıyla ve Fransız kıtasının da yer aldığı törenle kışlaya Türk bayrağı çekilmesiyle tamamlanmış oldu.
Antakya, 2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı kanun ile Hatay ilinde büyükşehir belediyesi kurulmasından sonra ilçe oldu.
Antakya ilçesinin yüzölçümü 703 km²'dir. Antakya, coğrafi konum ve yüzölçümü bakımından Hatay'ın 2.büyük ilçesidir. Akdeniz iklim bölgesinin doğu ucunda, kıyıdan 22 km kadar içerde olar kentin denizden yüksekliği yaklaşık 80 m'dir. Kuzeyde Nur Dağları (Amanos Dağları) ile güneyde Kel Dağ (Cebel-i Akra) arasında kalan Aşağı Asi Vadisi'nin başlangıcında, Kel Dağı'nın kuzeydoğusunda, 440 m rakımlı Habib-i Neccar Dağı'nın eteklerindedir. Kentin kuzeydoğusuna doğru gelişen ve Hatay çöküntü alanının ortasında yer alan Amik Ovası, zirai potansiyeli çok yüksek kalın bir alüvoyal toprak tabakası ile kaplı olup, aynı zamanda ilin en büyük toprak düzlüğünü oluşturur.
Tepelerin zirvelerine tırmanarak kenti çepeçevre saran sur kalıntıları ve kalesiyle kentin adeta simgesi olan ve eteklerinde Antakya'nın kurulu olduğu Habib Neccar Dağı, kenti güneybatı-kuzeydoğu istikametinde sınırlayan bir dizi tepelerin oluşturduğu doğal bir engeldir.
Antik Çağdaki ismi Silpius olan Habib Neccar Dağı'nı da içine alan Keldağ sırası, altyapı serpantin ve gabro gibi yeşil renkli kütlelerin oluşturduğu, üst kısımlarda ise bazalt ve kalkerin hakim olduğu jeolojik bir yapıya sahiptir. Habib Neccar'ın kuzeybatı yamaçları, genç fayların dik basamaklar oluşturduğu parçalanmış, arızalı yüzeyler halindedir.
Anadolu'nun güneyinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin sınır vilayetlerinden biri olan Hatay ilinin yönetim merkezi Antakya, 36 10' kuzey enlemi ve 36 06' doğu boylamı ile yurdumuzun en güneyinde yer alan kent niteliğindeki yerleşme merkezidir. İlçe nüfusunun yıllar içinde değişimi tablodaki gibidir:
2012 sonrasında Antakya ilçesi, Antakya ve Defne ilçeleri olmak üzere 2'ye ayrılmıştır. Bu nedenle 2013 nüfus değerinde düşüş olmuştur.
Antakya ve civarında Akdeniz iklim tipi egemendir. Bu nedenle kentte yazlar sıcak ve kurak, kışlar ılık ve yağışlı geçer. Ancak, kıyı şeridi ile dağların arka kısımları ve yükseltisi fazla olan yerler arasında iklim koşullarındaki bölgesel farklar nedeniyle Antakya'daki iklim koşulları kıyı şeridine kıyasla biraz farklılık gösterir. Bu nedenle sıcaklık, kıyılarda yüksek değerlerde kalır. Yazların, kıyı şeridine kıyasla daha serin geçmesinin bir nedeni de en sıcak ortalamaların kaydedildiği ayların aynı zamanda, Antakya'da rüzgarın en hızlı estiği ve en çok esme sayısına ulaştığı aylar oluşudur.
Kuzey yönünde yaklaşık 30 km boyunca Türkiye-Suriye sınırını oluşturacak şekilde akan Asi Nehri, Türkiye topraklarına girdikten sonra batıya döner ve bugün kurutulmuş olan Amik Gölü'nün ayağı Küçük Asi ile birleştikten sonra güneydoğu doğrultusuna yönelir ve Samandağ'ın güneyinde Akdeniz'e dökülür. Antik Çağ'ın Orontes'i olan Asi'nin kaynağı, Lübnan Dağları'dır. Antik çağda küçük tonajlı nehir gemilerinin seyrüseferine imkan veren ve Antakya'yı asırlar boyu Akdeniz'e bir su yolu ile bağlanmış olan Asi Nehri'nin bugün akıttığı ortalama su miktarı, kentin içinde 5,04 m³/sn.dir. Antakya içinden geçen ve bir kanal haline getirilmiş olan yatağı, yaklaşık 2 km uzunluğunda ve 30–35 m genişliğindedir.
Eski Antakya, Asi Nehri ile Habib Neccar Dağı arasında kalan doğu kısmıdır. Asi üzerinde, şehrin iki yakasını bağlayan bir dizi köprü vardır. Eski köprülerden biri olan, Amik Gölü'nün kurutulması projesi çerçevesinde, Asi'nin genişletilmesi ve yatağının taranması çalışmaları sırasında kentin Roma Çağı'ndan beri ayakta duran ünlü taş köprüsü (ki Diocletian zamanında yapıldığı tahmin edilir), 1972 yılında dönemin belediye başkanı tarafından hunharca yıkılarak yerine bugünkü betonarme köprü inşa edilmiştir.
Avsuyu, Ekinci, Gümüşgöze, Güzelburç, Karaali, Karlısu, Kuzeytepe, Küçükdalyan, Maşuklu, Narlıca, Odabaşı, Ovakent, Serinyol, Şenköy
Açıkdere, Akcurun, Akçaova, Alaattin, Alahan, Alazı, Anayazı, Apaydın, Arpahan, Aşağıoba, Bitiren, Bohşin, Bozhüyük, Bozlu, Büyükdalyan, Çatbaşı, Çayır,Demirköprü, Derince, Dikmece, Doğanköy, Esenbağ, Gökçegöz, Gözluçukur, Güldüren, Güneysöğüt, Günyazı, Hanyolu, Hasanlı, Karşıyaka, Kisecik, Kulaç, Kuruyer, Madenboyu, Mansurlu, Maraşboğazı, Melekli, Oğlakören, Paşaköy, Saçaklı, Saraycık, Sofular, Soğuksu, Suvatlı, Tahtaköprü, Tanışma, Tepehan, Tokaçlı, Turfanda, Uzunalıç, Üçgedik, Üzümdalı, Yakuplu, Yaylacık, Yeşilova, Yoncakaya, Yukarıokçular, Zülüflühan,Yeditepe(Bezge)
Türkiye Cumhuriyeti'nin kozmopolit kentlerinden birisidir. Çok uzun bir süre boyunca bir arada yaşamayı öğrenmiş, etnik kökenleri, dinleri farklı birçok topluluğa ev sahipliği yapan bu kent UNESCO (BM Eğitimsel, Bilimsel ve Kültürel Organizasyonu) barış kenti adayı olmuş ve ikinci kent seçilmiştir (UNESCO Sekretaryası bu kategori dahil 8 ödül uygulamasına son verdiğini duyurmuş, ancak şehirlerle ilgili bir veritabanı oluşturmuştur). Çok kültürlü yapısını tarih boyunca korumuş olan ilde aynı ulusa mensup birden fazla dini cemaat bulunmaktadır. Sünni, Süryaniler, Katolikler, Ortodoks Rumlar, Protestan Araplar, Maruni Araplar, Ermeniler, Yahudiler, Gürcüler ve diğer küçük topluluklar Hatay'ın çok kültürlü yapısının dinamiklerini oluştururlar. Örneğin Samandağ ilçesi çoğunluk olarak Nusayri Araplardan oluşurken, Altınözü ilçesi hem Sünni Arap hem de Türk Müslümanlardan ve Süryanilerden oluşmaktadır.
Müzenin biten 2. etap çalışmaları neticesinde, müze dünyada mozaik koleksiyonunun sergilendiği en büyük müze olmuştur.
"(Tarih kısmı bilgileri için, www.antakyarehberi.com'daki, Prof.Dr.Ataman DEMİR: ÇAĞLAR İÇİNDE ANTAKYA adlı kitabından alınmış tarih bölümü, Hatay Valiliği websitesi ve www.livius.org'dan yararlanılmıştır.)"
Özdemir Nutku
Özdemir Nutku (d. 12 Ocak 1931, İstanbul), Tiyatrobilimci, oyuncu, yazar, eleştirmen ve yönetmen.
İlkokuldan sonra 1942'de Robert Kolej'e girdi. Orta eğitimden sonra 1950'de B.A. derecesiyle mezun oldu. Tiyatroya olan ilgisi Robert Kolej yıllarında başladı. Okulun Temsil kolunda amatör olarak çeşitli roller oynadı. 1946'de Kadıköy Süreyya Sinemasında sahnelenen Franz Lehar'ın Tarla Kuşu operetinde ilk kez profesyonel oldu. 1952 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Kürsüsüne yazıldı. 1956 yılında mezun oldu. Aynı yıl Almanya'ya gitti. Göttingen'de Georg-August Üniversitesi Tiyatro Bölümüne alındı. Burada Göttingen Devlet Tiyatrosu Sanat Yönetmeni Heinz Hilpert'in üç yıl boyunca asistanlığını yaptı. Almanya'daki çeşitli özel tiyatrolarda oyunlar sahneye koydu. 1959'da yurda dönerek Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Enstitüsü'ne asistan olarak alındı. 1961'de Doktor, 1967'de Doçent, 1974'te de Profesör oldu. 1976'da Ege Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi bünyesinde Tiyatro Bölümünü kurdu. Daha sonra Dokuz Eylül Üniversitesi'ne bağlanan ve Sahne ve Görüntü Sanatları Bölümü adını alan bölümün başkanı olarak uzun yıllar çalıştı. Aynı zamanda Sahneleme dersi hocası olarak altmıştan fazla oyun sahneye koydu. İki bine yakın makalesi, çeşitli uluslararası tiyatro şenliklerinde yönetmenlik, tiyatro yazarlığı ve tiyatroya genel katkıları nedeniyle çok sayıda ödüller kazanmıştır.
Bayındır
Bayındır, bol ve zenginleşmiş, anlamında kullanılan bir kelime olup, aynı zamanda Oğuz boylarının birisinin ismidir.
Türk şahıs adı olan, "Bayundır" ile eş kökenlidir.
Bay+u(n)+dır
Eski Türkçedeki; bay_"zengin" sözcüğünden +u sonekiyle türetilmiş; bayu- "zenginleşmek, müreffeh olmak" fiilinden ise (+dır) yapım ekiyle türetilmiş bir kelimedir.
Günümüz Türkçesinde kelime, "bayındır" halini almıştır.
Kâşgarlı Mahmud tarafından Dîvânü lugati’t-Türk’te Bayundur şeklinde yer alır, Oğuzların 24 Boyu içerisinde üçüncü sırada zikredilir ve damgasının şekli de ( ) verilir . Reşîdüddin ise boyun adını Bayındır şeklinde göstermiş ve bu ismin “daima nimetle dolu olan yer” mânasına geldiğini belirtmiştir. Yine ona göre Bayındır Oğuzlar’ın Üçok kolunun birinci boyudur.
XV ve XVI. yüzyıllara ait tahrir defterlerinde elli iki kadar köy ve mezraa Bayındır adını taşıdığı, dolayısıyla Anadolu’nun orta ve batı bölgelerinde bulunan bu yer adları, Selçuklular devrinde Anadolu nüfusunun Türkleşmesinde, Bayındırlar’ın mühim bir rol oynadığı tahmin edilmektedir.
Bayındırlar’ın Anadolu’nun fetih ve iskânına katılmasından sonra Türk tarihindeki en mühim rolleri Akkoyunlu Devleti’ni kurmalarıdır. Bundan dolayı Akkoyunlu hânedanına Türk kaynaklarında Bayındırlu, Farsça eserlerde Bayındıriyye adı verilir. Bayındır boyunun damgasını devletlerinin resmî alâmeti kabul etmişlerdir. Böylece Akkoyunlu paralarında, resmî vesikalarında, silâhlarında ve bayraklarında Bayındır damgası görülür.
Günümüz Türkçesinde sıfat olarak kullanılmaktadır. Bayındır, Gelişip güzelleşmesi ve hayat şartlarının uygun duruma getirilmesi için üzerinde çalışılmış olan, mamur (yer), abat anlamında kullanılmaktadır. Şahıs ve özel ad olarak da yaygın bir şekilde kullanılmıştır.
Bahçe satrancı
Bahçe satrancı, genellikle Şah yüksekliği 60–90 cm. olan taşlarla bahçe üzerine yerleştirilmiş bir satranç tahtası üzerinde oynanan satranç türüdür. Satrancın sadece bir iç mekan oyunu olmadığını vurgulayan bu türü bilhassa otellerde ve okullarda yaygındır.
Bi-meraklı
Bi-curious, Hetero-esnek (Heteroflexible) temelde heteroseksüel olan ancak zaman zaman eşcinsel ilişkilere girebilen kişileri tanımlamak için kullanılan terimdir.
Bu durum kişinin heteroseksüellik dışında her tür cinsel temastan korkmasıyla açıklanabilir. Bu |
kişilerin bazıları, sadece bir-iki kişiyle eşcinsel ilişki yaşayabileceklerini bunun da aşk ile ilgili olduğunu savunurlar.
Biseksüeller karşı cinsin yanı sıra kendi cinsleriyle de ilişkiye girme durumunu kabullenmişken bu kişilerde psikolojik anlamda bir kabulleniş genelde görülmez.
Ergin Orbey
Ergin Orbey (d. 14 Ağustos 1936 İstanbul, ö. 18 Temmuz 2012 Ankara) Türk tiyatro yönetmeni, tiyatro ve sinema oyuncusu, senarist.
Orbey, Devlet Tiyatroları ve Ankara Sanat Tiyatrosu'nda yönetmen, Ankara Devlet Konservatuvarında eğitimci ve Bölüm Başkanı olarak görev yaptı. Sinema'da da yönetmen, senarist ve oyuncu olarak başarılı örnekler verdi. Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü (1978), Kültür Bakanlığı Danışmanlığı yaptı (1979). Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümünde, Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümünde eğitimci ve sahne yönetmeni olarak çalıştı. Çok sayıda yerli ve yabancı oyun sahneye koydu. Radyo tiyatrosu da yönetti.
Ünlü oyuncu 18 Temmuz 2012 günü 76 yaşında hayata veda etmiştir.
Aptal matı
Aptal matı satrançta olabilecek en kısa oyundur. Çok kolay ve kısa sürede yapılır.
Şu hamlelerden sonra oluşur:
Aynı matı beyazın yapması üç hamle sürer:
Homo-esnek
Homo-esnek (İngilizce: "Homoflexible") temelde eşcinsel olup
karşı cinsle de ilişkiye girme fikrine olumsuz bakmayan, bu fikrin ters gelmediği veya nadiren karşı cinsle birlikte olan kişileri tanımlamak için kullanılır.
Nezle
Nezle; nazofarenjit, rinofarenjit, akut koriza ya da soğuk algınlığı olarak da bilinir. Üst solunum sisteminde oluşarak kolay şekilde yayılan ve en çok burnu etkileyen bir bulaşıcı hastalıktır. Semptomlar arasında öksürük, boğaz ağrısı, burun akıntısı (rinore) ve ateş yer alır. Semptomlar genellikle yedi ila on gün içinde ortadan kaybolur. Bununla birlikte, bazı semptomlar üç haftaya kadar sürebilir. İki yüzden fazla virüs nezleye sebep olabilmektedir. Nezlenin en yaygın nedeni rinovirüs(ler)dir.
Burun, sinüsler, boğaz veya larinks (üst solunum yolu enfeksiyonu (ÜSYE)), vücudun en çok etkilenen bölümlerine göre sınıflandırılır. Nezle en çok burnu, farenjit boğazı ve sinüzit sinüsleri etkiler. Semptomların sebebi, virüslerin dokuları tahrip etmesi değil bağışıklık sisteminin enfeksiyona verdiği tepkidir. Enfeksiyondan korunmak için başlıca yöntem elleri yıkamaktır. Bazı bulgular maske takmanın da faydalı olduğunu göstermektedir.
Nezlenin tedavisi yoktur, ancak semptomlar tedavi edilebilir. Nezle, insanlarda görülen en yaygın bulaşıcı hastalıktır. Ortalama bir yetişkin insan yılda iki ya da üç kez nezle olur. Ortalama bir çocuk yılda altı ila on iki kez nezleye yakalanır. Bu enfeksiyonlar antik çağlardan beri insanlarda görülmektedir.
Soğuk algınlığının en yaygın semptomları öksürük, burun akıntısı, burun tıkanıklığı ve boğaz ağrısıdır. Diğer semptomlar arasında kas ağrısı (miyalji), yorgunluk hissi, baş ağrısı ve iştah kaybı yer alabilir. Boğaz ağrısı insanların %40’ında görülür. Öksürük insanların yaklaşık %50’sinde mevcuttur. Vakaların yaklaşık yarısında kas ağrısı görülür. Ateş yetişkinlerde pek görülmezken bebeklerde ve küçük çocuklarda yaygındır. Nezleye bağlı öksürük, grip (influenza)kaynaklı öksürüğe göre genellikle daha hafiftir. Yetişkinlerde öksürük ve ateş çoğunlukla grip (influenza) işaretidir. Nezleye sebep olan bazı virüsler hiçbir semptom yaratmaz. Alt hava yollarından öksürükle dışarı atılan mukusun (balgam) rengi sarıyla yeşil arasında değişiklik gösterebilir. Mukusun rengine bakılarak enfeksiyonun bakteriyel mi yoksa virüs kaynaklı mı olduğu belirlenemez.
Soğuk algınlığı genellikle halsizlik, üşüme, hapşırma ve baş ağrısı ile başlar. İki ya da daha fazla gün sonra burun akıntısı ve öksürük gibi diğer semptomlar belirir. Semptomlar tipik olarak enfeksiyon başladıktan iki ila üç gün sonra en kötü hallerine ulaşır. Semptomlar çoğu zaman yedi ila on gün arasında geçse de üç haftaya kadar da sürebilir. Çocukların dahil olduğu vakaların %35-40’ında öksürük on günden fazla sürer. Çocukların dahil olduğu vakaların %10’unda ise 25 günden fazla sürmektedir.
Nezle üst solunum yolunda görülen ve kolayca yayılan bir enfeksiyondur. Nezlenin en yaygın nedeni rinovirüstür. Tüm vakaların %30-80’ininden sorumludur. Rinovirüs, Picornaviridae ailesine bağlı RNA içeren bir virüstür. Bu virüs ailesinde bilinen 99 tür virüs bulunmaktadır. Başka virüsler de nezleye sebep olabilir. Korona virüs, vakaların %10-15’inden sorumludur. Grip(influenza) vakaların %5-15’ini oluşturmaktadır. Bunların yanı sıra, diğer vakaların sebepleri insanda parainfluenza virüsleri, insanda respiratuar sinsityal virüs, adenovirüsler, enterovirüsler, ve metapnömo virüsü olabilir. Çoğu zaman, enfeksiyona neden olan birden fazla virüs mevcuttur. Toplamda, iki yüzden fazla farklı virüs türü soğuk algınlıkları ile ilişkilidir.
Nezle genellikle başlıca iki yoldan biriyle bulaşır. Virüs taşıyan havadaki damlacıkların solunması veya yutulması; ya da enfekte burun mukusuna ya bulaşmış nesnelere temas edilmesi. soğuk algınlığının en fazla hangi yöntemle yayıldığı henüz belirlenmemiştir. Virüsler çevrede uzun süre yaşayabilirler. Daha sonra ellerden gözlere ya da buruna geçerek hastalığı bulaştırırlar. Hastalığın yakın şekilde oturan insanlara bulaşma riski daha fazladır. Düşük bağışıklık seviyesine sahip birçok çocuğun yan yana bulunduğu ve genellikle hijyenin çok iyi olmadığı kreşlerde ya da okullarda hastalığın bulaşması yaygındır. Bu enfeksiyonlar daha sonra eve taşınır ve ailenin diğer fertlerine bulaşır. Ticari uçuşlardaki devridaim havanın hastalık bulaştırdığıma dair bir kanıt yoktur. Rinovirüsün sebep olduğu soğuk algınlıkları en çok semptomların görüldüğü ilk üç günde bulaşıcıdır. Daha sonra bulaşıcılık özellikleri azalır.
Kabul gören teori, soğuk algınlığının uzun sure yağmur veya kış şartları gibi koşullara maruz kalınması yoluyla bulaştığıdır ve hastalık da ismini bu şekilde almıştır. Vücut ısının düşmesinin soğuk algınlığı için risk faktörü oluşturduğu fikri tartışmalı bir konudur. Soğuk algınlıklarına neden olan virüslerin bazıları mevsimsel olup soğuk ve yağışlı havalarda daha sık ortaya çıkarlar. Bunun başlıca sebebinin, başta çocukların okula dönmesi olmak üzere, kapalı mekanlarda kalabalık ortamda daha fazla vakit geçirilmesi olduğuna inanılmaktadır.. Bununla beraber, solunum sistemindeki değişikliklerle enfeksiyonlara daha açık olunması da buna sebep olabilir. Kolaylıkla yayılan küçük damlacıkların kuru havada daha uzağa saçılması ve havada daha uzun süre kalması nedeniyle, düşük nem oranı hastalığın bulaşma oranlarını yükseltebilir.
Toplu bağışıklık, yani bir insan grubunun tümümün belirli bir enfeksiyona karşı bağışıklık kazanması, soğuk algınlığına önceden maruz kalınmasıyla oluşur. Bu yüzden, daha genç nüfusta solunum enfeksiyonları oranı daha yüksekken, daha yaşlı nüfusta solunum enfeksiyonları oranı düşüktür. Zayıf bağışıklık fonksiyonu da hastalık için bir risk faktörüdür. Uyku azlığı ve yetersiz beslenme de rinovirüse maruz kaldıktan sonra enfeksiyon riskini artırmaktadır. Bunun nedeninin, bağışıklık fonksiyonu üzerindeki etkileri olduğuna inanılmaktadır.
Soğuk algınlığı semptomlarının çoğunlukla virüslere karşı verilen bağışıklık tepkisine bağlı olduğu kabul edilmektedir. Bu bağışıklık tepkisinin mekanizması virüse göre değişir. Örneğin, rinovirüs çoğunlukla doğrudan temasla bulaşmaktadır. Bilinmeyen yöntemlerle insandaki ICAM-1 reseptörlerine tutunarak inflamatuvar mediyatörlerin salınımı tetikler . Bu inflamatuvar mediyatörler de semptomlara neden olur. Genellikle burun epiteline zarar vermez. Bunun aksine, respiratuar sinsityal virüs (RSV) ya doğrudan temasla ya da havadaki damlacıklar yoluyla bulaşır. Daha sonra, burunda ve boğazda çoğalır ve sonrasında genellikle üst solunum yoluna sıçrar. RSV, burun epiteline zarar verir. İnsanda parainfluenza virüsü tipik olarak burun, boğaz ve hava yollarında iltihaplanmaya yol açar. Küçük çocuklarda, soluk borusunu etkilediği durumlarda kuşpalazı, boğuk öksürük ve nefes almada zorlanmaya neden olabilir. Bunun nedeni çocuklarda hava yolunun dar olmasıdır.
Üst solunum enfeksiyonları (ÜSYE) arasındaki fark, semptomların görüldüğü yere zayıf şekilde bağlıdır. Nezle en çok burnu, faranjit en çok boğazı ve bronşit en çok akciğerleri etkiler. Soğuk algınlığı çoğunlukla burnun iltihaplanması olarak tanımlanır ve çeşitli derecelerde boğaz iltihabı da içerebilir. Kendi kendine teşhis koyma yaygındır. Sebep olan gerçek viral ajanın izolasyonu nadiren gerçekleştirilir. Genellikle semptomlara bakarak virüs türünü belirlemek mümkün değildir.
Nezleden korunmanın tek etkili yolu virüslerin yayılmasını fiziksel olarak engellemektir. Bu öncelikle elleri yıkamak ve maske takmak yoluyla başarılabilir. Sağlık hizmetlerinin verildiği yerlerde, önlükler ve tek kullanımlık eldivenler de kullanılmaktadır. Hastalığın bulaştığı kişilerin izole edilmesi, hastalığın çok yaygın olması ve semptomların spesifik olmaması nedeniyle mümkün değildir. Sebep olan pek çok virüs olması ve virüslerin hızlı şekilde değişmesi nedeniyle, aşılamanın zor olduğu kanıtlanmıştır. Geniş kapsamda etkili bir aşının geliştirilmesi de pek muhtemel değildir.
Ellerin düzenli olarak yıkanması, nezle virüslerinin bulaşmasını azaltmaktadır. Bu yöntem en çok çocuklar arasında etkilidir. Normal el yıkama sırasında antiviral ya da antibakteriyel maddelerin kullanılmasının el yıkamanın etkinliğini artırıp artırmadığı bilinmemektedir. Hastalığın bulaştığı insanların yanındayken yüz maskesi takılması faydalı olabilir. Daha fazla fiziksel ya da sosyal mesafe konulmasının faydalı olup olmadığı konusunda yeterli veri bulunmamaktadır. Çinko takviyesi kişinin yakalandığı nezle sayısını azaltmada etkili olabilir. Rutin C vitamini takviyesi nezle riskini ya da şiddetini azaltmaz. C vitamini nezlenin süresini kısaltabilir.
Şu anda, enfeksiyonun süresini azalttığı kanıtlanmış olan herhangi bir ilaç ya da bitkisel tedavi bulunmamaktadır. Tedavi, belirtilerin rahatlatılmasını içerir. Bunlara, bol bol dinlenme, sıv |
ı seviyesini korumak için sıvı alma Ancak tedavinin sağladığı faydaların çoğunluğu plasebo etkisine dayandırılmaktadır.
Belirtileri hafifletmeye yardımcı tedavilere, ibuprofen ve acetaminophen/paracetamol gibi basit ağrı kesici (analjezikler) ve ateş düşürücü ilaçlar(antipretikler) dahildir. Kanıtlar, öksürük şuruplarının basit ağrı kesici ilaçlardan (analjezikler) daha fazla etkin olduğunu göstermez.
ref>Eccles Pg. 246
Yetişkinlerde, burun akması birinci jenerasyon antihistaminler tarafından azaltılabilir. Ancak birinci jenerasyon antihistaminler, örneğin, uyuşukluk gibi kötü yan etkilerle ilişkilendirilmektedir.
Çalışmaların eksikliği nedeniyle, sıvı alımının artırılmasının, belirtileri mi yoksa solunum yolu hastalığını mı iyileştirdiği bilinmemektedir.
Antibiyotiklerin virüs enfeksiyonlarına karşı ve bu sebepten dolayı soğuk algınlığına karşı bir etkileri yoktur. Antibiyotiklerin yan etkilerinin genel olarak zarara yol açmasına rağmen antibiyotikler yaygın olarak reçete edilmektedir.
Soğuk algınlığı için birçok alternatif tedavi bulunmasına rağmen çoğu tedavinin kullanımını desteklemek açısından yetersiz kanıt bulunmaktadır. 2010 yılı itibarıyla bal ya da burnun çalkalanmasının iyi gelip gelmediğine dair yeterli kanıt bulunmamaktadır. Çinko ilaveleri, belirtiler başladıktan sonra 24 saat içinde kullanıldıklarında belirtilerin şiddeti ve süresini azaltabilir. Kapsamlı araştırmalar yapılmış olmasına rağmen Vitamin C'nin soğuk algınlığı üzerindeki etkisi hayal kırıklığına uğratıcıdır. Ekinezyanın (kirpi otu)faydası hakkındaki kanıtlar tutarsızlık göstermektedir. Farklı ekinezya ilavelerinin gösterdiği etkiler çeşitlilik arz edebilir.
Soğuk algınlığı, genellikle hafif şiddetlidir ve kendi kendine geçer; belirtilerin çoğu bir hafta içinde iyileşir. Eğer ortaya çıkarlarsa, şiddetli komplikasyonlar genellikle, çok yaşlı, çok genç ya da bağışıklık sistemi baskı altına alınmış (zayıflamış bağışıklık sistemine sahip olanlar) kişilerde görülür. Sinüzit, faranjit kulak enfeksiyonu ile sonuçlanabilen ikincil bakteriyel enfeksiyonlar baş gösterebilir. Sinüzitin, vakaların %8'inde görüldüğü tahmin edilmektedir. Kulak enfeksiyonları, vakaların %30'unda baş gösterir.
Soğuk algınlığı, en sık görülen insan hastalığıdır ve insanları global olarak etkiler. Yetişkinler, genellikle senede bir ila beş enfeksiyon geçirir. Çocuklarda, senede altı ila on kere soğuk algınlığı görülebilir (ve okula giden çocuklar için senede on iki kereye kadar enfeksiyon görülebilir). Bağışıklık sisteminde zayıflamaya bağlı olarak semptomatik enfeksiyon oranları, yaşlılarda artış gösterir.
Soğuk algınlığının sebepleri sadece 1950'lerden bu yana tespit edilmeye başlanmış olsa da, hastalık, antik çağlardan beri insanlıkla beraber olmuştur. Belirti ve tedavileri, M.Ö. 16. yüzyıldan önce yazılmış, mevcut en eski tıp metni olan Mısır Ebers papyrus'da açıklanmıştır. "Soğuk algınlığı" terimi, belirtilerinin benzerliği ve soğuk havaya maruz kalmadan dolayı 16. yüzyılda kullanılmaya başlanmıştır.
Birleşik Krallık'ta Soğuk Algınlığı Ünitesi, (Common Cold Unit - CCU) Tıbbi Araştırma Konseyi tarafından 1946'da kurulmuştur ve rinovirüsü 1956 yılında, burada keşfedilmiştir. CCU, 1970 yılında, interferon tedavisinin rinovirüs enfeksiyonunun inkübasyon döneminde bir miktar koruma sağladığını göstermiştir. Herhangi bir pratik tedavi geliştirilememişti. Ünite, rinovirüsü tarafından sebep olunan soğuk algınlıklarının önlenmesi ve tedavisinde çinko glukonat pastili araştırmasını tamamladıktan iki yıl sonra, 1989 senesinde kapanmıştır. Çinko, CCU'nun tarihinde geliştirilmiş tek başarılı tedaviydi.
Soğuk algınlığının ekonomik etkisi, dünyanın birçok yerinde yeteri kadar anlaşılmamaktadır. Soğuk algınlığı, Amerika Birleşik Devletleri'nde, her yıl, ılımlı bir tahminle 7,7 milyar $'a maş olan 75 ila 100 milyon arasında hekim ziyaretine yol açmaktadır. Amerikalılar, reçetesiz satın alınabilen (OTC) ilaçlara yılda 2,9 milyar $ harcamaktadır. Amerikalılar, semptomatik rahatlama için de, ayrıca yılda 400 milyon $ harcamaktadır. Doktora görünen insanların üçte birinden fazlasına antibiyotik reçete edilmiştir. Antibiyotik reçetelerinin kullanımının, antibiyotik direnci konusunda etkileri mevcuttur. Soğuk algınlığı sebebiyle tahmini olarak yılda 189 milyon gün okul devamsızlığı yaşanmaktadır. Sonuç olarak ebeveynler, evde kalıp çocuklarına bakmak amacıyla 126 milyon işgününü kaçırmıştır. Soğuk algınlığından mustarip çalışanlar tarafından kaçırılan 150 milyon işgününe eklendiğinde soğuk algınlığı bağlantılı işgücü kaybının toplam ekonomik etkisi yılda 20 milyar $'ı aşmaktadır. Bu, Birleşik Devletler'deki işgücü kaybının %40'na tekabül eder.
Soğuk algınlığı için etkinlikleri konusunda çok sayıda antiviral test edilmiştir. 2009 yılı itibarıyla hiçbiri etkili Antiviral ilacı pleconaril üzerindeki deneyler devam etmektedir. Picornavirüslerinekarşı olumlu sinyaller vermektedir. Aynı zamanda BTA-798 üzerindeki deneyler de devam etmektedir. Pleconaril'in oral versiyonunun güvenlik sorunları mevcuttur ve aerosol formu ile ilgili çalışılmalar yapılmaktadır.
College Park, Maryland Üniversitesi ve Wisconsin Üniversitesi'nden – Madison – araştırmacılar, soğuk algınlığına sebep olduğu bilinen tüm virüs türlerinin genomunun haritasını çıkarmıştır.
Nezle, akut nazofarenjit. Rhinovirüsler denilen bir Virüs türünün neden olduğu ve acil tedavi gerektirmeyen, kendiliğinden 7-10 gün içinde geçen, burun akıntısı, ateş gibi belirtilerle ortaya çıkan enfeksiyon hastalığıdır.
Havadan solunarak alınan rhinovirüsler burun mukozasına tutunurlar. Bağışıklık sistemi devreye girerek virüsü vücuttan uzaklaştırmaya çalışır. Virüsleri atma çabasıyla burun akması, hapşırma ve ateş gibi tepkilere neden olur. Vücut virüsten kurtulunca bu reaksiyonlar sona erer.
Toplumda grip ile nezle tabirleri eşanlamlıymış gibi kullanılmaktadır. Oysa bunlar farklı hastalıklardır. Nezle virüslerle meydana gelen bir hastalıktır ve hafif seyreder. Grip ise nezleye göre daha yavaş başlayan ve sıklıkla ateşin daha yüksek seyrettiği bir hastalıktır. Salgınlar yapar ve yatağa düşürür. Nezle veya grip için hiçbir antibiyotiği kullanmaya gerek yoktur.
Doktorlar bu tip rahatsızlıklarda vücudu güçlendirici vitamin ve mineraller önerirler. Nezle iyi tedavi edilmediği durumlarda orta kulak iltihabına, sinüzite veya bronşite yol açabilir.
Nezleye sebep olan etkeni direkt olarak hedef alan, tıbben kanıtlanmış ve kabul edilmiş hiçbir ilaç olmadığından, nezlenin tedavisi semptomlara yöneliktir. Semtpların türüne göre öksürük giderici, ateş düşürücü ve mukolitik ilaçlar kullanılır. Bol sıvı tüketimi ve istirahat önerilir.
Antibiyotikler bakterilere karşı etkili olan ilaçlardır. Virüs enfeksiyonlarında ve dolayısıyla soğuk algınlığı ya da nezlede hiçbir etkileri yoktur. Nezleyi antibiyotikle tedavi etmeye çalışmak ters tepebilir zira ilaca dirençli bakterilerin türemesine ve alerjik reaksiyonlar gibi yan etkilere ya da bağırsak florasının bozulması neticesiyle diyare (ishal) oluşumuna sebebiyet verebilir.
İspanyol Açılışı
İspanyol Açılışı ya da Ruy Lopez, 1.e4 e5 2.Af3 Ac6 3.Fb5 hamleleriyle ortaya çıkan bir satranç açılışıdır. Bu açılış adını 15. yüzyılda bu açılışı incelemiş olan İspanyol rahip Ruy Lopez'den alır.
Temel devam yolları :
KDE
KDE (K Desktop Environment - K Masaüstü Ortamı) Unix ve Unix benzeri işletim sistemleri için geliştirilmiş bir masaüstü ortamıdır. Trolltech' in QT kütüphanesi ve kendine ait KDE kütüphaneleri (kdelibs olarak adlandırılır) kullanılarak geliştirilen KDE, GNU/Linux, Solaris, BSD' ler (FreeBSD, NetBSD, OpenBSD vb. Unix ve Unix benzeri işletim sistemleri üzerinde çalışmasının yanı sıra (Mac OS X dahil) Cygwin aracılığıyla da Microsoft Windows üzerinde de çalışabilmektedir. KDE 4.0.0 sürümü, kullandığı QT 4 kütüphanelerinin Windows'ta doğrudan çalışabilmesi sayesinde Windows üzerinde cygwin katmanı olmadan çalışabilmektedir.
K harfinin, başlarda "Kool" sözcüğünün kısaltması olması düşünülmesine rağmen, kısa süre içinde herhangi bir anlam ifade etmemesine karar verildi.
Tasarının maskotu, Konqi isminde yeşil bir ejderhadır.
KDE masaüstü ortamının Qt5 üzerinde geliştirilmeye başlanmasıyla üç temel bileşene ayrılmıştır;
Qt 5 üzerinde geliştirilen KDE masaüstü ortamının Sürüm döngüsü
KDE 1996 yılında Matthias Ettrich tarafından; Tübingen Üniversitesi'nde okurken geliştirilmiştir. O dönemde UNIX ile sorunlar yaşayan Ettrich, bir newsgroup'a attığı iletiyle aradığı yazılımları ve nasıl hissettiğini yazmıştır. Kullanımı kolay olan bir masaüstü ortamını, o dönemde kız arkadaşı kullanmakta zorluk çekiyor diye başlatmıştır. Bu oldukça ilgi çekmiş ve KDE projesi doğmuştur.
En başta; Qt toolkit kullanan KDE, birçok KDE/Qt yazılımı çıkarmıştır. 1997 itibarıyla de çok daha gelişmiş yazılımlar çıkmıştır. Qt'deki lisans sorunları yüzünden, iki yeni proje başlamıştır. Bunlardan ilki Harmony, ikincisi de GNOME projeleridir.
1998'in kasım ayında Qt toolkit'in açık kaynakla Q Public License (QPL) 'ı çıkarmasıyla KDE Free Qt foundation kurulmuş ve Qt özgür olma garantisi altına alınmıştır.
GPL ile uyum sorunları çözüldükten sonra, Qt 4.0 ile artık Unix, Mac ve Windows platformlarında da çalışır hale gelmiş bu da KDE'yi bu platformlara da taşımıştır.
KDE ve GNOME Freedesktop.org üyesidir ve Unix masasüstü ortamını geliştirmek için her ne kadar aralarında dostça bir rekabet olsa da birlikte uğraşırlar.
Vikipedi gibi birçok açık kaynak tasarısı katılımcıların gönüllü ve özverili katkılarıyla gerçekleşmektedir. Ancak Novell (SuSE), Trolltech, ve Mandriva gibi şirketler de birçok geliştiricisini tasarının içinde çalıştırmaktadır. Bu katılımcılarla birlikte KDE'ye birçok kod, tercüme ve sanatsal destekte bulunulmaktadır. Birçok sorun e-posta listelerinde tartışılmakta ve çözülmektedir.
Bunun yanı sıra; IBM ve Dell de başta olmak üzere; Ubuntu tasarısının sahibi Mark Shuttleworth yaptığı yüksek bağış ile (15 Ekim 2006) KDE'nin en büyük sponsoru olmuştur. Nokia da yeni sponsorlardan biridir, ve yeni cep |
telefonlarında KDE'nin kullanılabilirliğini araştırmaktadır.
KDE geliştiricilerinin yanı sıra; özellikle önemli ve resmî değişiklikler "kde-core-devel" listesi tarafından yapılmaktadır. Kendileri kaynak geliştiriciler olarak tanımlanırlar. Uzun süredir KDE'ye katılım gösterirler ve oylama yerine e-posta listelerinde tartışmaların çözülmesiyle sonuca giderler.
Geliştiricilerin Dünya'nın dört bir yanından katılım göstermesinin yanı sıra, tasarının en fazla katılımcısı Almanya'dan olmaktadır. Sunucuları Kaiserslautern ve Tübingen Üniversitelerinde bulunmaktadır. KDE toplantıları da Almanya'da yapılmaktadır.
Bunların yanı sıra; "kdeedu"'de KDE'ye özgü eğitim yazılımları, "kdegames"de KDE'ye özgü oyunlar, ve "kdetoys"da da masaüstü oyuncakları ve eğlenceleri bulunmaktadır. Daha fazla bilgi için; KDE uygulamaları listesi
Tasarının tarihine göre, KDE oldukça sık bir şekilde yeni sürümlerle çıkmaktadır. Öngörülen tarihten bir iki hafta geciktiği olmuştur, tarihinde en uzun geçiken sürüm, kodlardaki güvenlik açıkları nedeniyle bir aydan uzun süre ertelene KDE 3.1 sürümü olmuştur.
Şu ana kadar 22 adet ana sürüm gerçekleşmiştir. 1.0, 1.1, 2.0, 2.1, 2.2, 3.0, 3.1, 3.2, 3.3, 3.4, 3.5, 4.0, 4.1, 4.2, 4.3, 4.4, 4.5, 4.6, 4.7, 4.8, 4.9 ve 4.10
KDE 2'de hazırlanmış yazılımlar, KDE 3'e uyumsuzdur. KDE 1 ve 2'deki de API değişiklikleri yüzünden uyum sorunları yaşanmıştır.
Her büyük sürüm duyurusu yapıldığında, bir sonraki ana sürüm için çalışmalar başlar. KDE 4'te Qt 4.x baz olarak kullanılacak ve birçok değişiklikler olacaktır.
Ana sürüm numaraları büyük değişiklikleri gösterir. KDE4 tamamen tekrar yazılmıştır, KDE3'ten tamamen farklıdır.
Ara sürümlerde 3 adet sürüm numarası vardır, örn. KDE 1.1.1, ve genelde hataları çözmek için veyahut da küçük değişiklikler ve kullanılış kolaylığını arttırmak için kullanılır. Ara sürümleri daha kısa sürelerde gerçekleşir.
Ara sürümlerde büyük değişiklikler olmaz. Sadece küçük güncellemeler bulunur.
Birçok KDE yazılımı isminin başında ya da sonunda K harfini içerir. Genelde bu harf büyük yazılır ama bazı istisnalar da mevcuttur. (Amarok ve kynaptic gibi) Bazen de eğer ki özgün kelime Q ya da C ile başlıyorsa, bu harfin yerini K alır (Konsole ve Kuickshow gibi).
KDE mimarisinde başlıca şu mimaride işler :
KDE'nin büyüklüğüne karşın KDE birkaç küçük pakete bölünmüştür. Nedeni ise kurulumu kolaylaştırmaktır.Mobil sürümler ve özelleştirilebilir sürümler için KDE 4.7 sürümü ve sonrası bazı paketlerin içerisindeki programlar ayrı birer paket haline getirilmiştir.
KDE projesinde yer alan programlar kendi bünyesinde bulunan çeviri sistemi üzerinden gönüllüler tarafından yapılmaktadır.
Yerelleştirme ekibi iletişimleri posta listesi üzerinde koordine etmektedir.Çeviri ekibine katılmak için sadece posta listesine üye olmak yeterlidir.
Türkçe yerelleştirme ekibi posta listesi: https://mail.kde.org/mailman/listinfo/kde-l10n-tr
GNOME
GNOME (, ), açık kaynak kodlu, özgür masaüstü ortamı. GNU Tasarısı'na bağlı GNOME Projesi topluluğunca geliştirilmekte olan GNOME, Unix ve BSD tabanlı birçok işletim sistemine kurulabilmektedir.
Ağustos 1997'de Richard Stallman'ın özgür yazılım öğelerini tam olarak taşıyan bir masaüstü ortamı arayışları doğrultusunda Miguel de Icaza ve Federico Mena tarafından, o sıralar özgür yazılım olmayan QT kütüphanesini kullanan KDE' ye bir başka seçenek olması için geliştirilmeye başlanmış ve günümüzde de KDE ile birlikte en popüler Unix masaüstü ortamı olmuştur. GIMP Toolkit (GTK+) ve kendine ait GNOME kütüphaneleri kullanılarak geliştirilmektedir. Yalnızca kişisel bilgisayarlar için değil, taşınabilir ortamlar için de yavaş yavaş yer edinmeye başlamış ve Nokia'nın ağ (web) tablet ürünleri için kullanıcı arabirimi ortamı olarak kullanılmaktadır. GMEA ile bu platform OpenMoko ve Intel MID ve diğer taşınabilir aygıtlarına da taşınmaktadır. GNOME 3.20 sürümünden itibaren her biri en az %80 oranında tercüme edilmiş 38'den fazla dili desteklemektedir.
Mat
Mat, satrançta taraflardan birinin şahı tehdit altında iken yapacak hiçbir hamlesi olmaması durumudur. Oyun bu durumda iken şahı tehdit altında olan oyuncu mat olmuştur. Eğer oyunu mat durumuna geçiren hamle kurallı bir hamle ise, mat olan oyuncu oyunu kaybeder.
Şahı tehdit eden oyuncu "şah" diyerek rakibini uyarır. Saldırı hamlesi yapan ve şahı tehdit eden oyuncu, eğer bu tehdidin ortadan kaldırılamayacağını biliyorsa "şah mat" diyerek rakibine oyunun sona erdiğini bildirir.
Eğer şah tehdit altında "değilse" ve yapılabilecek hiçbir yasal hamle yoksa oyun pat olur ve berabere biter.
Bir tarafın sadece Şah, diğer tarafın ise Şah ve mat eden taşının bulunduğu durumlardan yapılan matlara denir.
En kolay temel mattır. Herhangi bir durumdan yaklaşık 10 hamlede yapılabilmesi gerekir.
Herhangi bir durumdan yaklaşık 16 hamlede yapılabilmesi gerekir.
En zor temel mattır. Herhangi bir durumdan 33 hamlede yapılabilmesi gerekir. Ancak zayıf oyuncular doğru hamleleri yapamayıp oyunu 50 hamleye uzatırlarsa beraberlikle bitebilir.
Rastafaryanizm
Rastafarianizm, Etiyopya'nın son imparatoru olan Haile Selassie'yi ("Ras Tafari Makonnen: Veliaht Tafari Makounnen") Tanrı'nın dünyadaki yansıması olarak gören dinin ve bu dine bağlı olarak ortaya çıkmış olan inanış ve düşünce biçiminin adıdır. Marcus Garvey de bu dinin peygamberi olarak görülür. Buna karşın, ne Haile Selasiye, ne de Marcus Garvey kendilerini bu dinle ilişkilendirmişlerdir. Bob Marley'in de mensuplarından biri olduğu bu dinin kurucusu Leonard Howell olarak bilinir.
Mısır kökenli Ra dinlerinin Hristiyanlık ve Musevilik ile karışımından oluşan bir dindir. Musa'nın asıl yol gösterdiği kutsal kavimin Siyahlar, özellikle de Etiyopyalılar olduğunu savunur. Rastafaryanizm'de vadedilmiş topraklara Zion (bir anlamda cennet) denilmektedir. Rastafaryanlar kendi içlerinde birçok kola ayrıldıklarından değişik inanışlara ve Jah kavramına sahip olabilirler.
Bu dinin ilahileri daha sonraları Jamaika'da reggae müziğine kaynaklık etmiştir.
Rasta'nın renkleri siyah, kırmızı, sarı ve yeşildir. Kırmızı, yeşil ve sarı renkleri Etiyopya bayrağı, siyah Afrika halkını temsil eder. Her bir rengin kendi anlamı vardır ve bunlar Rastafaryanlar için çok önemlidir. Sarı bütün altın, mücevher ve hazineler içindir. Yeşil insanların, üzerinde yürüdüğü dünyadır. Kırmızı ise siyah halkın dökülen kanıdır.
Çoğu Rasta, eski ahit'in kural koyduğu yiyeceğe uygun yerler. Etin sınırlı türlerini yerler. Kabuklu deniz hayvanı ve domuz eti yemezler. Diğerleri bütün etlerden çekinirler. Nazirite yeminini kabul eden akımlardır. Alkol kullanımını genellikle zararlı olarak görürler ve marijuana kullanımını faydalı bitki olarak sigara şeklinde içerler. Aynı zamanda Rastafari dininde vücudun toprağa tek parça girmesi gerektiğine inanılır.
Rastalar saçlarını taramaz ve kesmezler bu şekilde uzayan saçlar bir süre sonra "Dreadlock" isminde saç yaparlar. Rastalar bu şekilde Jah'ın uzun tırnaklarıyla bir gün onları yeryüzünden alıp Zion'a götüreceğine inanırlar. Günümüzde "Dreadlock" şeklindeki saçlar trend haline gelmiştir ama çoğu Rastafari bu saçın stil olarak kullanılmasına karşıdır.
Güney Kaliforniya Üniversitesi
Güney Kaliforniya Üniversitesi, Amerika Birleşik Devletleri'nin Kaliforniya eyaletinde yer alan bir üniversitedir. Kaliforniya'nın en seçkin eğitim kurumlarından olan üniversite, 1880'de kurulmuştur. Kabul yuzdesi %20'dir. Amerika'nin ilk 15 okulundan biri secilmistir. Ayrıca Amerika'da en çok uluslararası öğrenci bulunduran üniversitedir.
Lozan Antlaşması
Lozan Antlaşması (veya yapıldığı dönem Türkçesi ile Lozan Sulh Muahedenamesi), 24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre'nin Lozan şehrinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcileriyle Birleşik Krallık, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika ve Yugoslavya temsilcileri tarafından, Leman gölü kıyısındaki Beau-Rivage Palace'ta imzalanmış barış antlaşması.
1920 yazına gelindiğinde I. Dünya Savaşı'nın galipleri mağluplar ile hesaplaşmalarını bitirmiş, savaşı kaybeden ülkelere barış antlaşmalarının kabul ettirilmesi süreci tamamlanmıştı. Almanya'ya 28 Haziran 1919'da Versay'da, Bulgaristan'a 27 Kasım 1919'da Neuilly'de, Avusturya'ya 10 Eylül 1919'da Saint-Germain Antlaşması'da, Macaristan'a da 4 Haziran 1920'de Trianon'da anlaşmalar imzalatılmış ancak hesaplaşılmayan tek mağlup Osmanlı İmparatorluğu kalmış, 10 Ağustos 1920'de Sevr'de gerçekleşti. Üç Türk murahhası Paris'in banliyösü Sevres'de anlaşmayı imzaladılar. Ankara'da TBMM'nin "Sevr Anlaşması"na tepkisi çok sert oldu. Ankara İstiklâl Mahkemesinin 1 numaralı kararı ile anlaşmaya imza koyan üç kişiyi ve Sadrazam Damat Ferit Paşa'yı idama mahkûm etti ve vatan haini ilan etti. Yunanistan dışında Sevr'i hiçbir ülkenin meclislerinde onaylamaması nedeni ile Sevr bir anlaşma taslağı olarak kaldı. Onaylanmamış olmasının yanı sıra Anadolu'daki mücadelenin de başarıya ulaşması ve zaferle sonuçlanması neticesinde Sevr Antlaşması hiçbir zaman uygulanamadı. Buna karşın, İzmir'in Kurtuluşu ile Lozan Antlaşması'na giden süreçte İngiltere içinde 2 uçak gemisinin de bulunduğu donanmayı İstanbul'a göndermiştir. Aynı süreçte ABD de 13 yeni savaş gemisini Türkiye sularına göndermiştir. Ayrıca Amiral Bristol komutasındaki USS Scorpion gemisinin, istihbarat görevi de yapmak suretiyle 1908-1923 arası sürekli olarak İstanbul'da bulunduğu bilinmektedir.
TBMM Hükümeti'nin Yunan kuvvetlerine karşı elde ettiği zaferin ardından Mudanya Ateşkes Antlaşması'nın imzalanmasından sonra İtilaf Devletleri 28 Ekim 1922'de TBMM Hükümeti'ni Lozan'da toplanacak olan barış konferansına davet ettiler. Barış şartlarını görüşmek için Konferansa önce Başvekil Rauf Orbay katılmak istemiştir. Fakat Mustafa Kemal Atatürk İsmet Paşa'nın katılmasını uygun görmüştür. Mustafa Kemal Paşa Mudanya görüşmelerine de katılan İsmet Paşa'nın Lozan'a baş temsilci olarak gönderilmesini uygun buldu. İsmet Paşa Dışişleri Bakanlığına getirildi ve çalışmalar hızlandırıldı. İtilaf Devletleri Lozan'a TBMM Hükümeti |
üzerinde baskı kurmak için İstanbul Hükûmeti'ni de davet ettiler. Bu duruma tepki gösteren TBMM Hükümeti, 1 Kasım 1922'de saltanatı kaldırdı.
TBMM Hükûmeti Lozan Konferansı'na katılarak Misak-ı Milliyi gerçekleştirmeyi, Türkiye'de bir Ermeni devletinin kurulmasını engellemeyi, kapitülasyonları kaldırmayı, Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunları (Batı Trakya, Ege adaları, nüfus değişimi, savaş tazminatı) çözmeyi ve Türkiye ile Avrupa devletleri arasındaki sorunları (ekonomik, siyasal, hukuksal) çözmeyi amaçlamış Ermeni yurdu ve kapitülasyonlar hakkında anlaşma sağlanamazsa görüşmeleri kesme kararı almıştır.
Lozan'da TBMM Hükümeti, sadece Anadolu'ya saldıran ve orada yendiği Yunanlarla değil I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti'ni mağlup eden devletlerle de karşılaşıp hesaplaştı ve artık tarihe karışmış olan bu imparatorluğun tüm tasfiye davaları ile yüzleşmek zorunda kaldı.
20 Kasım 1922'de Lozan görüşmeleri başlamıştır. Osmanlı borçları, Türk - Yunan sınırı, boğazlar, Musul, azınlıklar ve kapitülasyonlar üzerinde uzun görüşmeler yapılmıştır. Ancak kapitülasyonların kaldırılması, İstanbul'un boşaltılması ve Musul konularında anlaşma sağlanamamıştır.
Temel konularda tarafların tavize yanaşmaması ve önemli görüş ayrılıkları çıkması üzerine 4 Şubat 1923'te görüşmelerin kesilmesi savaş ihtimalini yeniden gündeme getirmiştir. Başkomutan Mareşal Mustafa Kemal Paşa Türk Ordusu'na savaş hazırlıklarının başlamasını emretmiştir. Sovyetler Birliği eğer tekrar savaş çıkarsa bu sefer Türkiye'nin yanında savaşa gireceğini duyurmuştur. Haim Nahum Efendi öncülüğündeki azınlık temsilcileri de Türkiye'yi destekleyerek arabulucu olmuşlardır. Yeni bir savaşı ve kendi kamuoyunun tepkisini göze alamayan İtilaf Devletleri barış görüşmelerini tekrar başlatmak için Türkiye'yi tekrar Lozan'a çağırmıştır.
Taraflar arasında karşılıklı verilen tavizler ile görüşmeler 23 Nisan 1923'te tekrar başlamış, 23 Nisan'da başlayan görüşmeler 24 Temmuz 1923'e kadar devam etmiş ve bu süreç Lozan Barış Antlaşması'nın imzalanması ile sonuçlanmıştır.
Taraf ülkelerin temsilcileri arasında imzalanan anlaşma, uluslararası anlaşmaların ülke meclislerince onaylanmasını gerektiren yasalar gereğince taraf ülkelerin meclislerinde görüşülmüş ve Türkiye tarafından 23 Ağustos 1923'te, Yunanistan tarafından 25 Ağustos 1923'te, İtalya tarafından 12 Mart 1924'te, Japonya tarafından 15 Mayıs 1924'te imzalanmıştır. İngiltere'nin anlaşmayı onaylaması ise 16 Temmuz 1924 tarihinde olmuştur. Anlaşma, tüm tarafların onaylarında dair belgeler resmi olarak Paris'e iletildikten sonra, 6 Ağustos 1924 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Uşi Antlaşması ile 1912 yılında İtalya'ya geçici olarak bırakılan Oniki Ada üzerindeki bütün haklarımızdan on beşinci maddeyle İtalya lehine feragat edilmiştir.
Melamilik
Melamîlik (Melamî’yye / Melamet’îyye) (ملامتيه) ya da Melamîler 8. yüzyılda Samanîler devrinde Horasan, İran’ında faaliyet gösteren bir sufi topluluktur. Melamet kelimesi, ""kınanmışlık; itab ve serzenişlik; rezillik ve rüsvaylık"" anlamlarına gelmektedir.
Melâmet veya "Melâmîlik," bir mezhep veya tarikât değildir. "Melamî,"’ Arapça "sövme", "yerme" anlamına gelen "levm etmek" fiilinden türetilmiştir. "Melamîlik," bugünkü modern tarzda tüm dünyada yaşanan dini anlayışı asırlar öncesinde savunan düşünce akımıdır, aynı zamanda bir duruş, felsefe ve anlayıştır.
"Melamîlik" günümüzdeki lâik anlayışta olan dini tavrı bünyesinde bulundurmaktaydı. "Melamîlik" dini rütüelleri veya kendine özgü ibadet biçimleri barındırmaz. Modern dünyanın özgür inançsal tavrını sergiler.
Melamilik çoğu zaman bir tarikât kimliği gibi değerlendirilmesine karşın "Melâmîler" tarihte ve özellikle Osmanlı'nın son dönemlerinde hurafeci, durağan tarikât ve din anlayışına karşı mücadele içinde olmuşlardır. Meşhur mutasavvıf Niyâzî-î Mısrî, Osmanlı tarihindeki Kadızade ekolüyle açıktan mücadele edip görüşlerine karşı çıktığı için Limni adasına sürgün edilmiş ve orada vefât etmiştir.
Tasavvufu, İslâm'ın "bâtınî "(iç)"" kısmı ve derinliği olarak kabul ederler. Dinin "zâhirî" "(dış)" emir ve yasaklarını "eksiksiz" ve "fazlasız" (ifrat/ tefrit) dosdoğru yerine getirmekle birlikte "kâmil" insan olmak için her zaman ve her yerde Allah'ı zikretmek ve özellikle Allah'ın varlığı ve birliği ile ilgili itikâdî konularda derin bilgi sahibi olmak gerektiğine inanırlar. Onlara göre bu bilgi Kur'an'da "Ledün" olarak anılır ve "Müteşâbih" (teşbihli) âyetlerin tevîlinin, kitabın aslı olan "muhkem" sınırları içinde yapılması gerektiğini savunurlar.
Melâmîlere göre tasavvuf, bu açıdan İslâm tarihinin sonraki yüzyıllarında ortaya çıkmış bir felsefî ekol değil, İslâm'ın özünde keşfedilmeyi bekleyen "gizli bir hazine"dir.
Melâmîlik, kurucusu bilinen tarikat ve cemaatlerden farklı olarak belli bir kişinin kurduğu ve o kişinin adıyla anılan bir grup değildir; ancak yaratılış amacının zirvesi kabul ettikleri kulluğun ne olduğunu anlama ve böylece kâmil insan olma arayışıdır.
Tasavvuf derslerini aldıkları öğretmenlerine ""mürşîd"" derler. Mürşîdlerinden keramet veya doğaüstü güçlere sahip olmasını beklemezler. Onlara göre "mürşîd" sadece kapıyı gösterir, geri kalan sorumluluk öğrenciye "(mürîd)" aittir. Allah'ın her kişiye yakın olduğunu ve kişiyle Allah arasına mürşîd de dahil kimsenin giremeyeceğini savunmuşlardır. Mürşid ne kadar bilgin ve erdemli olursa olsun, o da diğer insanlar gibi kuldur ve kula ait niteliklerle anılması gerekir. Mürşidlerinden ders ve sohbet şeklinde tahsil ettikleri ilim ve tavsiyelerinin ötesinde bir beklentiye sahip olmadan; hidâyet, şefaat, himmet, tövbe gibi isteklerin yalnız Allah'a arz edilmesi gerektiğini savunurlar. Bu ilmin öğretmenleri de öğrencilerinden asla maddi bir karşılık talep etmemişlerdir. İlm-i Tevhid "(Tevhid ilmi)" olarak anılan bu derslerin neticesinde "Fenafillah" "(Allah'da yok olmak)" ve "Bekâbillah" "(Allah'la var olmak)" mertebelerine ermeyi amaçlarlar.
Melamîlere göre, "ilm-î tevhîd" veya "ilm-î ledün", ilk insan "Adem aleyhisselâmdan" son Allah dostuna "(Hatem'ul Evliya)" kadar taşınacak en yüce emanettir. Bu yüzden bu ilmi talep edenlere karşı çok seçici davranırlar. Sayılarının artmasını değil, emaneti taşıyabilecek nitelikli insana ulaşmayı hedeflerler.
Her kesim insanın aralarında yer aldığı melâmîler, halkın arasında kendilerini gizlemeyi tercih ederler. Öyle ki, onlara çok yakın olanlar bile belki onların melâmî olduklarını bilmiyor olabilirler. Bu kimliklerini, sadece kendilerine mânen yakın gördükleri insanlara uygun gördükleri zamanda âşikâr ederler.
Unutulmaması gerekir ki, modern dönemden önce sûfiler toplumda saygın bir yere sahip kişiler kabul edilir ve sûfi görünüm ve tavırlı kişilere halk ve yönetimin ileri gelenleri hürmet gösterirlerdi. İşte bu koşullar altında Melamîler kendileriyle Allah arasındaki ihlâsı "(samimîyet)" kaybetmemek, ve şöhret gibi tasavvuf yolundaki sâlikîn "(tasavvuf literatüründe mânevî yolda olan)" önüne çıkabilecek bir engeli bertaraf etmek için kılık, kıyafet ve hatta belirli bir toplantı mekanı (dergah, tekke) ve topluluğu gibi dönemin tarikâtlarının alâmetlerini göstermemeye çalışmışlar, halk içerisinde kendilerini gizlemiş, hallerini sadece kendileri gibi olanlarla paylaşmışlardır.
Melâmîler, zikir ve sohbet toplantıları için özel bir yer ve zaman aramazlar. Onlar için Allah, "mevcudiyeti" ile her yeri kuşatmış olduğu için her yerde ve her zamanda Allah'ı zikrederler ve birbirleriyle her fırsatta Allah sohbeti ederler.
Zikir de namaz kılmak, oruç tutmak vb. emirler gibi Allah'ın bir emridir. Bu açıdan Melâmîler, diğer tüm güzel isimleri (esmâ'ül hüsnâ) kendinde topladığı inancıyla Allah'ı "Allah" ismiyle zikrederler. Zikir, bir anlamda alınan her nefes için Allah'a teşekkür etmektir. (Siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim. Şükredin, nankörlerden olmayın... Bakara/152) Bu açıdan nefes alınan her anda sürekli Allah'ı zikretmeyi (anmayı/hatırlamayı) hedeflerler. Diğer yandan, sınırlandırılmış belli sayılarla (5 bin, 10 bin vb.), Allah'ın sadece bir niteliğini ifade eden güzel isimlerini anmayı zikir değil "tesbih/ isimlerini yüceltme" olarak değerlendirirler. Çünkü Zikir her an ve bütünü ifade eden "Allah" ismiyle yapılmaktadır. Zikirde amaç, sadece kalbi mânevî kir ve hastalıklardan arındırmak değil; bununla birlikte Allah'ın tecellilerine (ortaya çıkış/görünme) karşı gafletten (dalgınlık/uyku/farkedemezlik) uyanmaktır. Zikir sayesinde elde edilen uyanış onlar için bir alt amaçtır; en büyük başarı ise yokluğun idraki ve mutlak varlığın yani Allah'ın varlığının keşfidir.
Abdülbaki Gölpınarlı'nın büyük eseri ""Melâmîlik ve Melâmîler"" kitabında bu anlayış "toplumdaki yansımaları" açısından 3 devir halinde incelenmesine karşın, melâmîler zaman içinde farklı isimlerde ortaya çıkan melâmîleri bir zincirin halkaları ya da sönen bir mumun ardından sönenin ateşiyle yakılan yeni mum olarak kabul etmiş ve bu itibarla ilk mum ve son mumdaki ateşin ya da savunulan değerlerin aynı olduğuna inanmışlardır.
Melâmîlik çok detaya inmeden aşağıdaki başlıklar altında tarikâtlerden farklıdır:
Halk arasında sövme, yerme, kınama diye bilinse de aslı böyle değildir. Melamilik aramak, sorgulamak, anlamaya çalışmak demektir. Kişi doğduğunda kendini anlamak için gözlemlemeye, sormaya başlar. Bu sorgulama kendini ve görünen varlığın hakikatini anlamak içindir. Melamiliğin kökeni Adem Peygamber’den başlar. Adem hakikatleri arayan ilk insandır. Onlar bir arayışta olmadılar. İnsan suresi ilk ayette bunu anlatır. Melami meşrebinde olan bir kimse hep bir arayıştadır, duyduklarını sorgular, Onların aslını öğrenmeye, anlamaya çalışır. Bu yolun yolcusu atalarından gelen inançları sorgular, bundan dolayı halk bu yoldaki insanları kınadılar, kerih gördüler, inançsız dediler. Halbuki inanç bildikten sonra oluşan bir değerdir. Bilmediği şeye inanmayı reddeden bu yolun yolcularını halk tarafından hep kınanmışlardır.
Melami meşrebinde olan her kişi varlığın var oluşunu anlamaya çalışır. Anlamaya çalışmak insanın kendinden başlar. İnsan önce kendini |
sorular; "Ben kimim, ben neyim, ben nasıl oldum, ben ben miyim?" gibi sorularla kendini anlamaya çalışır. Hakikatlere ulaşan kişi tüm varlığın var edicisini anlar. Yunus misali yaradılanı yaradandan ötürü sever.
Her yolun bir ahkamı olduğu gibi, Melamilik yolunun Ahkamı, erkanı şöyledir:
Melamilik yolunun özel dersleri vardır. Bu dersler kişinin kendindeki değerleri anlamak için sunulan bilgilerdir. Kişi bu bilgilerle kendine arif olmaya çalışır
Tulça
Tulça (Romence: "Tulcea"), Romanya'nın Dobruca bölgesinde, Tuna kıyısındaki önemli liman şehri.
Şehirde önemli bir Türk-Tatar azınlık varlığını devam ettirmektedir.
Refik Erduran
Ahmet Refik Erduran (13 Şubat 1928, İstanbul - 7 Ocak 2017, Edirne), Türk oyun yazarı, yayımcı ve gazetecidir.
Otuzdan fazla tiyatro oyunu yazmış bir oyun yazarıdır. 1950'li yıllarda Ertem Eğilmez ile birlikte çok satan kitaplar basan "Çağlayan Yayınevi"'ni kurup yönetmiştir. Erduran, 1965-1981 yılları arasında Milliyet gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. 1986-2017 yıllarında Uluslararası Tiyatro Enstitüsü Türkiye Merkezi'nin başkanlığını yürüttü.
Kökleri Karamanoğulları Beyliği'ne dayanan bir aileden gelir. Dedesi, ağır ceza reisi Ahmet Erduran, babası asker ve avukat Hüsamettin Ahmet Bey'dir. Annesi ise Türkiye’de ilk resimli dergiyi çıkaran Maarifçi Mustafa Refik Bey’in kızı Refika Hanım'dır. Çiftin ikinci çocuğu olan Refik Erduran, 13 Şubat 1928'de İstanbul'da dünyaya gelmiştir.
Çocukluğunu Salacak (Üsküdar)'ta bir yalıda dadıların gözetiminde geçirdi. İlköğrenimini Nilüfer Hatun İlkokulu ( o zamanki adıyla 15. İlkokul)'da tamamladıktan sonra öğrenimine Robert Kolej'de devam etti. İlk oyununu Robert Kolej'de iken yazdı ve oyun 1948 yılında okulun tiyatrosunda "Kahraman" adıyla sahnelendi.
Erduran, Robert Kolej’den lisans derecesini aldıktan sonra 1947 yılında Tiyatro Tarihi ve Dram Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi için Cornell Üniversitesi'ne gitti. Hayranı olduğu Nâzım Hikmet'in cezaevinde hastalandığını ve durumunun kötüleştiğini öğrenince onunla tanışma arzusundan ötürü 1949 yılında Türkiye'ye döndü.
Refik Erduran, Türkiye'ye döndükten sonra Nazım Hikmet'i hapisten kaçırma planları yaptı ancak buna gerek kalmadı çünkü 28 yıllık mahkumiyet kararı ile hapse girmiş olan ve 13 yıldır hapis yatan Nâzım Hikmet'in geri kalan cezası, şairin af yasası kapsamına alınması için yürütülen büyük kampanyanın ve yaptığı açlık grevinin ardından affedildi ve şair 15 Temmuz 1950 günü özgür bırakıldı. Ne var ki Nazım Hikmet, 1951 yılında askere çağrılmış ve askerde öldürülme tehlikesi ortaya çıkmıştı. Bu dönemde şairin baba bir anne ayrı kızkardeşi Melda Hanım ile nişanlanan Erduran, artık akrabalık ilişkisi de olan Nazım'ı yurtdışına kaçırma fikrini öne sürdü ve kendisinin kullandığı bir sürat motoruyla Nazım'ın İstanbul Boğazı'ndan Karadeniz'e geçmesine, Karadeniz'de seyreden Romanya bandıralı bir gemiye binerek Türkiye'den ayrılmasına yardımcı oldu. Erduran'ın bu olayda oynadığı rol, uzun süre sır olarak saklandı. Olayla ilgili suç dosyası "kaçıranı meçhul" olarak kapandı. Nazım Hikmet, 1961 yılında yazdığı Otobiyografi adlı şiirde kaçışından -Refik Erduran'dan adını anmadan- şu dizeyle bahsetmiştir :""951`de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm ölümün üstüne""
Erduran, askerliğini Kore Savaşı sırasında Türk Tugayı’nda yedek subay olarak yaptı. Savaşta tercümanlık yapan Erduran, Türk tugayına gönüllü olarak katılmıştı.
Kore Savaşı'ndan döndükten sonra asker arkadaşı Ertem Eğilmez ve devrin tanınmış gazetecisi Kemal Salih Sel'in oğlu Haldun Sel ile 1953 yılında Çağlayan Yayınevi'ni kurdu. Cep kitabı boyutlarında "plastik kapaklı" kitaplarla yayın piyasasında önemli bir başarı elde etti. Refik Halit Karay, Aka Gündüz, Peride Celal gibi devrin önemli yazarlarının kitaplarının yayımladı. Cumhuriyet Gazetesi'nde tefrika edilen İnce Memed romanını ilk yayımlayan yayınevi oldu (1955). Erotik romanlara, bilimkurgu kitaplara kitap yelpazesinde önemli bir yer verdi. Yayınevi kitaplarını göreceli olarak ucuz fiyatla ve ilk defa gazete bayilerinde satışa sundu. Refik Erduran'ın yazdığı "Yağmur Duası" adlı kitap da Çağlayan Yayınevi tarafından basıldı ve çok-satanlar arasına girdi.
Erduran, 1954-1955yılları arasında TEF adlı haftalık mizah dergisini yönetti. Dergi, 1955'te kapandı (1960 yılında Ertem Eğilmez yönetiminde tekrar yayımlanmaya başlamıştır).
Erduran, zamanla yayımcılık işlerini Ertem Eğilmez'e bırakıp asıl ilgi alanı olan tiyatroya yöneldi.
Refik Erduran, Muhsin Ertuğrul'un isteği üzerine, oyun yazarlığı dersleri vermesi için Ankara Üniversitesi'ne davet edilen Amerikalı yönetmen Kenneth Mcgowan'a birkaç ay süreyle asistanlık yaptı. Bu kurslardan Aziz Nesin gibi değerli oyun yazarları faydalandılar.
Bu deneyimden sonra ilk profesyonel tiyatro oyunu Deli’yi 1957 yılında yazdı. Oyun, İstanbul Şehir Tiyatroları'nda oynandı ve bunu ardı ardına yazdığı diğer oyunları takip etti. Daha çok güldürü ve vodvil türünde oyunlar yazdı. Bir Kilo Namus (1958) ve Cengiz Han'ın Bisikleti (1959) adlı oyunlarıyla ün yaptı.
Devlet Tiyatroları, İstanbul şehir Tiyatroları, Sururi-Cezzar Tiyatrosu, Ulvi Uraz Tiyatrosu, Dormen Tiyatrosu, Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu, Kent Oyuncuları, Yunus Emre Tiyatrosu, Tiyatro İstanbul, Yeditepe Oyuncuları, yerli ve yabancı başka topluluklar tarafından otuzdan fazla oyunu sahnelendi.
Yurt içinde ve dışında sinema, televizyon senaryoları yazdı. Atatürk'ün toplumu yeniden yapılandırmada kırdığı sürat rekorunu anlatan Metamorfoz(Başkalaşım) adlı senaryosu TRT tarafından 1992'de filme çekildi. Tiyatro oyunu yazarlığı alanlarında yerli ve yabancı ödüller aldı.
1965 yılında Abdi İpekçi'nin teklifi üzerine Milliyet Gazetesi'nde başladığı köşe yazarlığını 1981 yılına kadar aynı gazetede sürdürdü. Daha sonra Güneş ve Meydan gazetelerinde gazeteciliğe devam etti. 1985 yılında Gazeteciler Cemiyeti'nin En başarılı Köşe Yazarı Ödülü'nü aldı.
1968'de Uluslararası Yazarlar Atölyesi'nin daveti üzerine ABD'ye giden Erduran, bir yıl boyunca Iowa Üniversitesi'nde Yazarlar Atölyesi'ne katıldı ve sonra Kaliforniya'ya yerleşti. Gazeteciliğini Milliyet’in Batı Amerika Haber Bürosu Şefi olarak devam ettirdi. 1982'de İstanbul'a döndüğünde köşe yazarlığını bıraktı. Gazeteciliği, önemli gördüğü konularda yazılar yazarak sürdürdü.
Erduran bir film şirketi kurarak çeşitli tv dizileri yönetti. En bilineni : Önce Canan adlı dizidir. 1990'larda çeşitli TV programlarında yapımcılık, sunuculuk üstlendi.
Erduran, Sırp faşistlerine karşı sembolik direniş göstermek amacıyla 1995 yılında Bosna’ya giderek Kara Kuğular adlı seçkin birliğe katıldı, gördükleri Milliyet’te dizi olarak yayımlandı. Ardından Bosnalı Samuraylar başlığıyla kitaplaştırıldı.
Refik Erduran, ilk romanı "Yağmur Duası" adlı eserdir. Bu roman, 1954 yılında yayımlandığında 9 günde 50bin satışla bir rekor kırdı. İkinci romanı "Er Oyunu", Milliyet Gazetesi'nde dizi olarak yayımlanmaya başladı ancak birinci bölümden sonra 12 Eylül Darbesi nedeniyle dizi yarım kaldı. Erduran, 2003-2005'te yayımladığı romanlarla yazarlığa devam etti. "Domuz", "Neşe'nin Şarkıları", "Er Oyunu", "Kavşak" adlı dört romanı yayımladı. Ayrıca Sabiha Sertel'i anlattığı "Sabiha" adlı öykü kitabını; "İblisler, Azizler, Kadınlar" adlı anı kitabını yayımladı.
Erduran, bir BM örgütü olan UNESCO'ya bağlı, kısa adı ITI olan, Uluslararası Tiyatro Enstitüsü Türkiye Merkezi’nin 1986 yılından beri başkanıdır. Haldun Taner'in ölümü üzerine bu görevi üstlenen Erduran, aynı örgütün 1989’da Helsinki’de yapılan Dünya Kongresi’nde Uluslararası Yazarlar Komitesi Başkanlığı’na seçildi.
Değişik dönemlerde 4 evlilik yapan Erduran'ın bu evliliklerden 4 çocuğu doğdu. İlk evliliğini Nazım Hikmet'in üvey kızkardeşi Melda Hanım ile yapmış (1950-1955), bu evlilikten Murat adında bir oğlu olmuştur. 1958'de gazeteci Leyla Umar ile evlenip iki yıl evli kaldı; ancak beraberliklerine 1977'ye kadar devam ettiler. Üçüncü eşi Sevim Tülay Güngör'le evliliği 1997'de sonlanan yazar, 74 yaşında, eski eşinin kızı Pınar Duygu ile evlenmiş; bu evlilik büyük toplumsal infiale neden olmuş, hatta o dönemde bir avukatın evliliği iptal davası açması akabinde mahkeme evliliğini iptal etmiştir. Buna rağmen birlikteliğini sürdüren Erduran'ın bu evlilikten Ferhat(1997), Kerem(2002) ve İpek (2002) adında üç çocuğu doğmuştur.
Gazeteci ve oyun yazarı Refik Erduran bir süredir müzdarip olduğu rahatsızlık nedeniyle 7 Ocak 2017'de tedavi gördüğü Edirne'deki bir hastanede 88 yaşında vefat etmiştir. Cenazesi hava şartlarının düzelmesinin ardından İstanbul'a getirilerek Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi.
SED
Cemil Meriç
Hüseyin Cemil Meriç (12 Aralık 1916, Reyhanlı, Hatay - 13 Haziran 1987, İstanbul), Türk yazar, çevirmen ve düşünür.
Başta dil, tarih, edebiyat, felsefe ve sosyoloji olmak üzere sosyal bilimlerin birçok alanında araştırma yapmış ve yazılar kaleme almış bir düşünce adamıdır. Telif ettiği 12 eseri ve tercümeleriyle Türk edebiyatında önemli bir yeri olduğu kabul edilir. Sosyoloji profesörü Ümit Meriç’in babasıdır.
1916’da Reyhaniye’de (bugünkü Reyhanlı) dünyaya geldi. Balkan Savaşları sırasında Dimetoka’dan göçmüş bir ailenin çocuğu idi. Babası, Dimetoka’da hakimlik yapan Mahmut Niyazi Bey, annesi Zeynep Ziynet Hanım’dır. Babası Mahmut Niyazi Bey Antakya’da Ziraat Bankası Müdürlüğü ve mahkeme reisliği yapmıştır. Yedi yaşına kadar Antakya’da yaşayan Cemil Meriç, babasının memuriyetten ayrılması üzerine ailesi ile birlikte Reyhanlı’ya döndü. Reyhanlı Rüşdiyesi’nde ilkokulu bitirdikten sonra yeniden Antakya’ya gitti. Fransız idaresindeki şehirde Fransız eğitim sistemi uygulayan Antakya Sultanisi'nde okudu. Bu okulda iken gözlerinin 6 derece miyop olduğu anlaşıldı. İlk yazısı olan “"Geç Kalmış Bir Muhaseb"e” başlıklı makalesi yerel Yenigün gazetesinde yayımlandı. On ikinci sınıftayken, milliyetçi tutumu, yayımlanan bir yazısı ve bu yazıda bazı hocalarını eleştirmesi yüzünden lise diplomasını alamadan okulu terk etmek zorunda kaldı. Lise öğrenimine devam etmek üzere İstanbul’daki Pertevniyal |
Lisesi'ne gitti. Bu sırada Nâzım Hikmet ve Kerim Sadi başta olmak üzere dönemin solcu aydınlarıyla tanıştı.
Geçim sıkıntısı nedeniyle 1937’de İskenderun’a döndü. Haymaseki köyünde dokuz ay kadar ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra aynı yıl İskenderun’da Tercüme Bürosu’na reis muavini oldu. 1938’de Batı Ayrancı Köyü’nde ilkokul öğretmenliği, Türk Hava Kurumu’nda sekreterlik, belediyede kâtiplik gibi geçici işlerde çalıştı. 1939 Nisan ayında Hatay hükümetini devirmek iddiasıyla tutuklanıp Antakya’ya götürüldü; idam talebiyle yargılandı; iki ay sonra beraat etti.
1940'ta İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu’na burslu olarak kabul edildi, iki yıl bu kurumda öğrenim gördü. 1941'den başlayarak İnsan, Yücel, Gün, Ayın Bibliyografyası dergilerinde yazıları yayımlamaya başladı.
1942’de Elazığ Lisesi’nde Fransızca öğretmenliğine atandı; Elâzığ’a gitmeden az önce öğretmen Fevziye Menteşeoğlu ile tanışıp evlendi. Her iki gözündeki yüksek miyoptan ötürü askerlikten muaf tutulan Meriç, ilk çeviri kitabı Balzac’ın “"Altın Gözlü Kız"” romanını 1943’te yayımlandı.
Öğretmen eşinin tayininin Elazığ’a çıkmaması ve çiftin bu şehirde iki çocuk kaybedip ancak İstanbul’da doğum yapabileceğinin anlaşılması üzerine 1945’te Elazığ’daki öğretmenlik görevinden ayrılıp İstanbul’a gitti. 1945’te oğlu Mahmut Ali, ertesi yıl ise kızı Ümit dünyaya geldi. 1946’da İstanbul Üniversitesi’nde Fransızca okutman olarak göreve başlayan Meriç, 1974’te emekli oluncaya kadar Fransızca okutmanlığı sürdürdü bu arada bir yıl kadar Yirminci Asır dergisinde yazılar yayımladı (1947). Victor Hugo’nun "Hermani" adlı piyesini manzum olarak tercüme etti (1948); Işık Lisesi’de Fransızca dersleri verdi (1952-1954)
1954 yılının bahar aylarında bir kaza sonucu gözlerini tamamen yitirince birkaç başarısız göz ameliyatının ardından 1955’te vapurla tek başına Marsilya’ya, oradan Paris’e gitti. Altı aylık tedavi başarılı sonuç vermeyince yurda döndü. Görme yetisini tamamen yitirdiğinden dolayı bir süre bunalıma girdi ancak çevresindekilerin yardımıyla yeniden okuyup yazmaya başladı.
Görme yetisini yitirdikten sonra yazarlık hayatının en üretken çağı başladı. Çevresindekilere okuttuğu Fransızca ve İngilizce metinleri sözlü olarak çevirdi ve yardımcılarına yazdırdı. Basılmamış olan bir Fransızca grameri hazırladı. Dikte etmek suretiyle makaleler yazmaya devam etti. 1963’dan itibaren Edebiyat Fakültesi’nin Sosyoloji bölümünde sosyoloji ve kültür tarihi dersleri verdi; bu dersleri emekliliğine kadar sürdürdü. Aralıklarla yirmi yıl sürdürdüğü günlüklere 1963 yılında başladı. İlk telif kitabı “"Hint Edebiyatı"” 1964’te yayımlandı. Bir dünya edebiyatı yazma düşüncesiyle yola çıkan Meriç, İran edebiyatı ile işe başlamış ama sonra Hint edebiyatına yönelmişti. Doğu medeniyetlerine karşı olan önyargıları yıkmayı amaçlayan ve dört yıllık bir çalışmanın sonucu olarak ortaya çıkan eser, “"Bir Dünya'nın Eşiğinde"” başlığıyla iki kez daha basıldı. Hint Edebiyatı’ndan sonra Batı düşüncesinin önemli bir yönünü aydınlatmayı amaçladı. Bu düşünceyle sosyalizmin temelini atan ve sosyolojinin kurucusu olan Saint Simon hakkında bir eser kaleme aldı ancak basacak yayınevi bulmakta zorlandı. Eser, 1967’de Can Yayınları tarafından basıldı.
1965-1973 yılları arasında çeşitli dergilerde yazıları ve çevirileri yayımlandı. Hisar dergisinde “"Fildişi Kuleden"” başlığı ile sürekli denemeler yazdı. İstanbul Üniversitesi Fransızca okutmanlığından emekli oldu ve yılların birikimini kitaplaştırmaya girişti. O yıl, Türkiye Millî Kültür Vakfı’ndan fikir dalında ödül aldı. ""Bana öyle geliyor ki, hayat denen mülâkata bu kitabı yazmak için geldim."” dediği “"Bu Ülke"” adlı kitabını 1976’da yayımladı. Kitap, onun çeşitli fikir, kültür ve edebiyat meselelerine dair aforizmalarından oluşur. Aynı yıl, medeniyet kavramını tartıştığı “"Umran’dan Uygarlığa"” adlı eseri yayımlandı.
1978-1984 yıllarında çoğu Kubbealtı Cemiyeti'nde olmak üzere konferanslar veren Meriç, 1980’de br edebiyat tarihi ve düşünce tarihi niteliği taşıyan ""Kırk Ambar"" adlı eseri Türkiye Millî Kültür Vakfı Ödülü'ne layık görüldü.
1981’de Ankara Yazarlar Birliği tarafından “Yılın Yazarı” seçildi. 1981’de basılan yarı derleme, yarı telif "Bir Facianın Hikâyesi"’nde yakın tarihin yeni bir muhasebesini yaptı.
1983’te eşi Fevziye Hanım’ı kaybeden Meriç, aynı yıl Ağustos ayında beyin kanaması geçirdi ve sol tarafına felç indi. Sağlığında basılan son eserleri "Işık Doğudan Gelir" (1984) ile "Kültürden İrfana" (1985) oldu. 13 Haziran 1987’de hayatını kaybetti. Cenazesi, Karacaahmet Mezarlığı’na defnedilmiştir.
2004 yılında Üsküdar Belediyesi'nin açtığı kültür merkezine, 2012 yılında Hatay’daki il kütüphanesine adı verilmiştir. Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde doğduğu ev müzeye dönüştürülmüştür.
Jerzy Kosiński
Jerzy Kosiński (14 Haziran 1933 – 3 Mayıs 1991) Musevi ve Polonya asıllı, ABD'li yazar Polonya'nın ikinci büyük şehri Łódź'da doğdu. II. Dünya Savaşı sırasındaki bir çocukken, Doğu Polonya'da Katolik bir Polonyalı ailenin yanına sahte bir kimlikle sığındı. Bir Katolik rahibi sahte bir vaftiz sertifikası çıkarmıştı, savaş sırasında Polonya Katolik Kilisesi'nin yaptığı olağan bir uygulamaydı. II. Dünya Savaşı'ndan sonra, Kosiński ailesine kavuştu ve tarihle siyaset dalında 1957'de Amerika Birleşik Devletleri'ne göç etmeden önce Polonya'da derece kazandı. 1962'de Amerikalı çelik imparatoriçesi Mary Hayward Weir ile evlendi.
1955-1957 yılları arasında Varşova Bilimler Akademisi'nde asistan olarak görev yapan Kosinski, Ford bursuyla ABD'ye gitti. Psikoloji doktorasını yaptıktan sonra, Wesleyan ve Princeton üniversitelerinde ve Yale Üniversitesi'nde öğretim üyeliklerinde bulundu.
İlk yazılarını 1960 yılında Joseph Novak takma adıyla yayımladı. Kosiński'nin en bilinen romanları arasında 1965 tarihli Boyalı Kuş ve 1971 tarihli Bir Yerde sayılabilir. Baş rolde Peter Sellers'ın ve filmin yönetmeni Hal Ashby 1979 yılında "Bir Yerde" romanından bir film çevirdi. Senaryosu Kosiński tarafından yazılmış ve 1980 yılında British Academy of Film and Television Arts (İngiliz Film ve Televizyon Sanatları Akademisi) tarafından en iyi senaryo ödülüne layık görülüp, Amerika Yazarlar Derneği tarafından en iyi Another Medium'dan uyarlanmış komedi ödülünü de aldı.
Kosiński 3 Mayıs 1991 günü intihar etti. İntihar öncesi yazdığı ayrılma notunda ""Her zamankinden daha uzun bir süre uyuyacağım. Buna sonsuzluk deyin."" (Newsweek, 13 Mayıs 1991)
Osmancık, Çorum
Osmancık, eski ismi Aflanos, Çorum ilinin ilçesi olup, Çorum'un kuzeyinde yer alır.
Osmancık; Karadeniz Bölgesinde, Orta Karadeniz ve Batı Karadeniz bölümünün kesiştiği yerde bulunmaktadır. Çorum'un kuzeyinde yer alır.
Karadeniz Bölgesi ve Doğu Anadolu Bölgesi'ni batıya bağlayan yol olan (D100) üzerinde bulunan Osmancık, Çorum il merkezine 61 km uzaklıktadır. Samsun'a 171 km, Ankara'ya 304 km, İstanbul'a 570 km mesafededir.
İçanadolu bölgesi ile Samsun-İstanbul yollarının kavşak noktasındadır. Kuzeydoğusunda Samsun, Doğusunda Amasya ve Kuzey Batısında Sinop İllerine komşudur.
Kuzey Kızılırmak havzası içerisinde konumlanmıştır.
Halk, daha ziyade bu güzergahın kültürüne uyar, yani Osmancık, Gümüşhacıköy, Merzifon, Amasya, Tokat, batıda Tosya, gibi ilçelerin kültürü ile yakındır. Osmancık geçmişten günümüze orta Anadoluya ait olan örf ve adetlerin halen görülebildiği nadide ilçelerden biridir.
İlçede en çok ekilen tarım ürünü pirinçtir. 1997 yılında belediyenin yaptığı zirai çalışmalarda "TR-427" kodlu isimsiz çeltik türünün Osmancık iklimine çok rahat uyum sağladığı ve çok iyi mahsul verdiği belirlenmiş ve Patent Enstitüsü'ne başvurularak bu pirinç türüne "Osmancık-97" adı alınmış ve tescil ettirilmiştir. Osmancık-97, günümüzde Türkiye'de en çok tercih edilen pirinç türlerinden biridir.
İlçede iki tane basılı gazete vardır. Bunlar Osmancık Haber Gazetesi (1996 yılında yayın hayatına başladı) ve Osmancık Gazetesi (2010 yılında kuruldu) yayın yapmaktadır. Ayrıca bu gazetelerin internet siteleri ile sadece internetten yayın yapan internet gazeteleri mevcuttur.
Türkçenin Osmancık ilçesinde kullanılan şivesinin Batı Anadolu ağızları içindeki konumu
Prof. Dr. Leyla Karahan'ın "Anadolu Ağızlarının Sınıflandırılması" (Türk Dil Kurumu yayınları: 630, Ankara 1996) adlı çalışmasına göre şöyledir:
Osmancık şivesinde bazı kelimeler, İstanbul Türkçesi'nden farklıdır. Bazı örnekler:
İlber Ortaylı
İlber Ortaylı (d. 21 Mayıs 1947, Bregenz, Vorarlberg), Türk tarihçi, akademisyen, yazar. Türk Tarih Kurumu şeref üyesidir.
21 Mayıs 1947 tarihinde Avusturya'nın Bregenz şehrinde Kırım Tatarı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. İki yaşındayken ailesiyle birlikte Türkiye'ye göç etti. İlk ve orta öğrenimini İstanbul Avusturya Lisesi'nde tamamladı. 1965 yılında Ankara Atatürk Lisesi'nden mezun oldu.
1970 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin tarih bölümünü bitirdi. Burada Şerif Mardin, Halil İnalcık, Mümtaz Soysal, Seha Meray, İlhan Tekeli, Mübeccel Kıray'ın öğrencisi oldu. Ayrıca sınıf arkadaşları arasında Zafer Toprak, Mehmet Ali Kılıçbay, Ümit Arslan da vardı.
Viyana Üniversitesi'nde Slav ve doğu Avrupa dilleri hakkında öğrenim gördü. Yüksek lisans çalışmasını Chicago Üniversitesi'nde Halil İnalcık ile yaptı. Ankara Üniversitesi'nin siyasal bilgiler fakültesinde "Tanzimat sonrası mahallî idareler" adlı tezi ile 1974 yılında doktor, "Osmanlı İmparatorluğu'nda Alman nüfûzu" adlı çalışmasıyla 1979'da doçent oldu.
1982 yılında üniversitelere uygulanan siyâsî� yaptırımlara tepki olarak görevinden istifa etti. Bu dönemde Viyana, Berlin, Paris, Princeton, Moskova, Roma, Münih, Strazburg, Yanya, Sofya, Kiel, Cambridge, Oxford ve Tunus'ta ders, seminer ve konferanslar verdi.
1989'da Türkiye'ye dönerek profesör oldu ve 1989-2002 yılları arasında Ankara Üniversitesi siyasal bilgiler fakültesinin idare tarihi anabilim dalının başkanlığını yaptı.
2002 yılında Galatasaray Üniversitesi'ne, iki yıl sonra ise Bilkent Üniversitesi'ne konuk öğretim üyesi olarak geçti. Şu anda Galat |
asaray Üniversitesi hukuk fakültesi ve Bilkent Üniversitesi hukuk fakültesinde derslerini vermektedir. Galatasaray Üniversitesi senatosu üyesidir. Ayrıca İlke Eğitim ve Sağlık Vakfı'nın ve Kapadokya Meslek Yüksekokulu Mütevelli Heyeti üyesidir.
2005 yılında Topkapı Sarayı Müzesi müdürü oldu. Yedi yıl bu görevde kalan Ortaylı, 2012 yılında yaş haddinden emekli oldu ve görevi Ayasofya Müzesi müdürü Haluk Dursun'a devretti.
Ortaylı, Uluslararası Osmanlı Etütleri Komitesi yönetim kurulu üyesi ile Avrupa İranoloji Cemiyeti ve Avusturya-Türk Bilimler Forumu üyesidir.
Tarih Vakfı ve Âfet İnan ailesinin işbirliğiyle iki yılda bir verilen Afet İnan Tarih Araştırmaları Ödülü’nün 2004 yılındaki sahipleri İlber Ortaylı'nın da içinde bulunduğu jüri tarafından belirlenmiştir. 2009 yılında İzmir Kitap Fuarı'na katılmıştır. Millî Saraylar Daire Başkanlığı'nın Dolmabahçe Sarayı'nda düzenlediği "Vefâtının 150'inci yılında I. Abdülmecit ve dönemi" başlıklı uluslararası sempozyumun açılış ve kapanış oturumlarına katılmıştır.
Ortaylı, ileri seviyede Almanca, Rusça, İngilizce, Fransızca, İtalyanca ve Farsça ve iyi seviyede Latince bilmektedir. Katıldığı bir televizyon programında bilgisayar kullanmadığını, başkalarının yanlış bilgilerle biyografisini yazdığını ve bundan büyük rahatsızlık duyduğunu dile getiren Ortaylı, orta seviyede Sırpça, Hırvatça, Boşnakça bildiği iddialarını yalanlamıştır.
1981 yılında Mersin senatörü Dr. Talip Özdolay'ın kızı Ayşe Özdolay ile evlendi ve bu evlilikten Tuna adında bir kızı oldu. Daha sonra 1999 yılında eşinden boşandı.
Ortaylı, bilgisayar ve internet kullanmayı sevmediğini defâten beyân etmiş, herhangi bir sosyal medya sitesinde adına açılmış hesapların hiçbirinin kendisine âit olmadığını da birçok kereler açıklamıştır. İlber Ortaylı'nın ayrıca çocukluğundan beri büyük bir tutku ve özenle biriktirdiği minyatür otomobillerden oluşan büyük bir koleksiyonu vardır.
2004 yılında TRT 2'de başlayıp TRT Türk'te haftasonları yayınlanan "İlber Ortaylı ile" adlı belgeseli sunmuştur. NTV'de "İlber Ortaylı ile tarih dersleri" adında bir program yapmıştır. Bloomberg HT kanalında da "İlber Ortaylı ile zaman kaybolmaz" adlı bir program yapmıştır. Yeniden NTV'de 5 Kasım 2012 ile 11 Mart 2013 arasında gazeteci-yazar Mehmet Barlas ile birlikte "Her zaman" isimli bir tarih programı yapmıştır.
2000 yılından beri pazar günleri Milliyet gazetesinde, aylık Atlas Tarih ve üç aylık Doğu Batı dergilerinde makaleler yazmaktadır. Bir dönem yayınlanan Popüler Tarih ve Tarih ve Toplum dergilerinde, Habertürk gazetesinin Habertürk Tarih ekinde de yazıları yayımlandı.
Hâlen Doğu Batı ve NTV Tarih dergilerinin danışma kurulu üyesidir. İlber Ortaylı, Milliyet Sanat dergisine verdiği bir mülâkatta, kitaplığında 30.000 civarında kitabı olduğunu ve bunların 5.000'ini Galatasaray Üniversitesi'ne bağışladığını ifade etmiştir.
Prof. Dr. İlber Ortaylı, "Osmanlı Tarihinde Aile" isimli eserinin yanı sıra, tarih alanında 1970’li yılların başlarından itibaren yaptığı çalışmaları, yayınladığı makaleler ve kitapları, tarih biliminin yaygınlaştırılması çabaları, tarihi her yaştan Türk insanına sevdirme konusundaki faaliyetleri, yurtdışındaki bilimsel etkinlikleri ve Türk tarihçiliğinin uluslararası alanda önemli bir ismi olması da göz önüne alınarak tarih dalında 2001 Aydın Doğan Ödülü'ne layık bulundu.
2006 yılında İtalya'da Lazio bölge yönetiminin başlattığı ve her yıl devam etmesi öngörülen Akdeniz Festivali'nde toplumsal ve kültürel tarih alanındaki ""Avrupa ile Akdeniz arasında Lazio"" ödülünün Prof. Dr. İlber Ortaylı'ya verilmesi uygun görülmüştür.
2007 yılında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin imzasıyla Rusya tarafından Rus dilini ve kültürel mirasını yayan, ülkelerin ve halkların birbirlerine yaklaşmasını sağlayan kişilere verilen 'na Türkiye'den Ortaylı layık görülmüştür.
David Hume
David Hume (d. 26 Nisan 1711 – ö. 25 Ağustos 1776), İskoç filozof, ekonomist ve tarihçi.
İnsan zihninde olup bitenleri Newton'un deneysel yöntemini uygulayarak, yeni bir insan bilimi kurmayı ve geliştirmeyi öneren Hume, tüm iyi niyetine ve yüksek amaçlarına rağmen, İngiliz empirizminin temel tezlerini koruduğu için son çözümlemede kuşkuculuğa düşmekten kurtulamamıştır. Bizim yalnızca, kendi zihnimizde doğrudan ve aracısız olarak tecrübe ettiğimiz ideleri, duyum ve izlenimleri bilebileceğimizi, bilgide kendi zihnimizin ötesine geçemediğimizi ve bundan dolayı herhangi bir şeyin insan zihninden bağımsız olarak varolduğunu söyleyemeyeceğimizi belirten Hume, insan zihnini bilgi bakımından analiz ettiği zaman, insan zihninin tüm içeriklerinin bize duyular ve deney tarafından sağlanan malzemeye indirgenebileceğini görmüştür, bu malzeme ise algılardan başka hiçbir şey değildir.
Kısacası, David Hume düşüncenin insanlıktaki en önemli şey olduğunu söyleyen bir insandır.
Gilles Deleuze'e göre, "Hume için söz konusu olan zihin psikolojisini, zihnin duygulanımlarının psikolojisiyle ikame etmektir. Zihin psikolojisi imkânsız, kurulamaz olandır, çünkü nesnesinde ne gerekli istikrarı ne de gerekli evrenselliği bulabilir; insanın gerçek bilimini yalnızca bir duygulanımlar psikolojisi kurabilir."
Darülbedayi
Dârülbedâyi ya da asıl adıyla Dârü’l-bedâyi-i Osmânî, 27 Ekim 1914 tarihinde İstanbul Belediyesi bünyesinde konservatuvar olarak açıldıktan sonra okul hüviyetinden çıkıp bir tiyatro topluluğuna dönüşen; halen İstanbul Şehir Tiyatroları adıyla varlığını sürdüren sanat kurumu.
Osmanlı İmparatorluğu’nda kurulan ilk konservatuvardır. Türkiye'de Batılı anlamda tiyatronun gelişmesinde önemli bir değişimi sağlamıştır.
1914'te İstanbul Şehremini Belediye Başkanı Operatör Dr. Cemil Paşa İstanbul halkının kültür ihtiyacını karşılamak amacıyla belediyeye bağlı bir sanat okulunun kurulmasını düşünmüştür. Cemil Paşa, bu iş için belediye meclisinden o dönem için oldukça büyük para olan 3000 altın lira ödenek ayırdı ve Şehzadebaşı'nda bulunan belediyeye ait Letafet Apartmanı'nı bu konservatuvar için tahsis etti.
Milli Osmanlı Tiyatrosu’nun kurucusu Reşat Rıdvan Bey'in de önerisi üzerine Paris’teki Odeon Tiyatrosu ‘nun müdürü André Antoine, hem müzik hem de tiyatro eğitimi verebilecek bu okulu kurmak üzere İstanbul'a davet edildi.
28 Haziran 1914’te İstanbul’a gelen André Antoine okulun ders programını hazırladı ve giriş imtihanlarını yaptı. Ünlü şair Namık Kemal’in oğlu olan Darülfünun’da edebiyat dersleri veren Ali Ekrem Bey’in önerisi ile ""konservatuvar"" yerine “"Güzellikler Evi"” anlamına gelen ""Darülbedayi"" denmesi kabul edildi. Okulun logosu hattat Nuri Bey’e ısmarlandı. Tiyatro Bölümü Müdürlüğü’ne Reşat Rıdvan, müzik bölümü müdürlüğüne ise Ali Rıfat Bey atandı. Tiyatro Bölümü için kıraat (okuma), telaffuz (söyleyiş), tecvid (tonlama), Aruz, edebiyat tarihi, haile (trajedi), drama, mudhike (komedi), raks (dans), adab-ı muaşeret (görgü), eskrim gibi dersler kondu.
Okula başvuran 8’i kadın (Bayan Nivart, Sara Mannik, Mari Mineyan, İda, Roza, Efraz, Beatris Adriyan, Eliza Binemeciyan Hanımlar) 197 kişi arasından başta Muhsin Ertuğrul olmak üzere Ali Naci, Peyami Safa, Halit Fahri, Behzat Hâki, Celal Sahir, Emin Beliğ, Ahmet Muvahhit, İ. Galip, Fikret Şadi, Raşit Rıza gibi tanınmış kişiler de vardı.
Resmi açılış, I. Dünya Savaşı’nın başlaması nedeniyle ertelendi. Savaşta Osmanlı İmparatorluğu Fransa’nın karışışında yer almıştı. Andre Antonie İstanbul’dan ayrılmak zorunda kaldı. Onun ayrılışı nedeniyle müzik bölümü batı müziği çalışmalarına başlayamadı ancak Türk Müziği Bölümünde, eserlerin notalarının tespit edilerek çalınmasına başlandı. Tiyatro bölümünün öğrenci ve öğretmenleri ise bazı oyunlar sahneleyerek bölümü yaşatmaya çalıştılar. Kasım ayında düzenlenen törende Türk ve Batı müziğinden örnekler çalınarak açılış yapıldı. Fakat bu başlangıç yeterli olmadı ve kurum kısa bir müddet sonra resmen kapandı.
Cemil Paşa’dan sonra belediye başkanı olan İsmet Bey, otuz yedi maddelik bir yönetmelik hazırlatarak konuyu yeniden gündeme getirdi. Ocak 1915’te hazır olan yeni yönetmeliğe göre Darülbedayi sadece bir okul değil aynı zamanda temsiller verecek bir tiyatro topluluğu olacaktı. Yöneticiliğe Raşit Rıdvan Bey atandı.
Kısa süre içinde bir okul kimliğinden çıkıp sadece temsiller veren bir okul haline gelen Darülbedayi, ilk kez 20 Ocak 1916 yılında, Emile Fahre’nin eserinden uyarlanan “Çürük Temel” isimli oyunla Tepebaşı Kışlık Tiyatrosu’nda perdelerini açtı. Darülbedayi’nin oynadığı ilk yerli oyun, Halit Fahri Bey’in "Baykuş" adlı manzum eseri oldu. İlk defa 2 Mart 1917 gecesi oynana bu oyunu Muhsin Ertuğrul sahneye koydu ve başrolü üstlendi. 1918-1920 yılları arasında “"Temaşa"” adlı tiyatro dergisini 25 sayı yayınladı.
Belediye Meclisi’nin 1 Kasım 1920’de yaptığı toplantıda kurum için yeni bir yönetmelik hazırlandı ve Darülbedayi yalnız bir tiyatro topluluğu olarak kabul edildi. Darülbedayi’den ayrılıp Almanya’ya giden Muhsin Ertuğrul, 1921’de döndüğünde kurumun yöneticisi olarak tayin edildi. Ahmet Muvahhit, İ. Galip, Behzat Hâki, Raşit Rıza ile birlikte kurumu yeniden canlandırmaya çalıştı. Ancak sanatçılar kurumun yönetiminin kendilerine bırakılmasını isteyince Darülbedayi’den çıkarıldılar.
1926’da kuruma yeni bir çalışma düzeni getirildi. Bu arada yurt dışına gitmiş olan Muhsin Ertuğrul 1927 yılı başlarında yurda döndüğünde tekrar kurumun başına getirildi. Bu dönemde Darülbedayi daha önceki basit komedi ve bulvar oyunları yerine tiyatro tarihinin büyük oyunlarını repertuvarına aldı. Muhsin Ertuğrul’un bu dönemde hazırlamış olduğu, sahne çalışmalarına ışık tutan iç tüzük Türk tiyatro tarihinin disiplinle ilgili ilk belgesidir. İleride kurulacak olan devlet tiyatrosu düşüncesi de 1927’de Ankara’ya giden Darülbedayi sanatçılarının teklifiyle başladı.
1931 yılında resmen İstanbul Belediyesi’ne bağlanan, 1934 yılında Şehir Tiyatrosu adını alan Darülbedayi günümüzde faaliyetlerini İstanbul’da on sahnede sürdürmektedir.
Astsubay
Astsubay, silahlı kuvvetlerde emir-komuta, eğitim, sevk, bakım, muharebe gibi çok çeşitli görevleri yerine get |
iren er ve erbaşlardan kıdemli, subaydan kıdemsiz rütbeli asker.
Astsubaylık, NATO bünyesinde bütün dünya ülkelerinde geçerli olan meslektir. Osmanlı Devleti ordularında Gedikli Zabit, Küçük Zabit, Hor Zabit, Kizir, Gedikli Küçük Zabit gibi isimler ile yer almıştır. Cumhuriyet döneminde ise önce Gedikli Zabit, sonra Gedikli Erbaş olarak adlandırılırken, 1951 yılında çıkartılan bir kanunla mesleğin ismi "astsubay" olarak değiştirilmiştir. Bu kanunla birlikte daha önce astsubay olarak adlandırılan "Asteğmen, Teğmen, Üsteğmen ve Yüzbaşı" rütbeleri de "subay" olarak, "Baş Gedikli" rütbesi ise "Kıdemli Başçavuş" olarak değiştirilmiştir.
926 sayılı TSK Personel Kanunu Ek Madde 21'de "Astsubay" şöyle tarif edilmektedir;
Astsubaylar:
Ek Madde 21 – (Ek: 2/7/1951-5802/1 md.; Değişik: 18/6/2003 - 4902/30 md.)
"Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun Kara, Deniz ve Hava kuvvetleri ile Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı kadrolarının ast komuta kademelerinde eğitim, sevk ve idare ile diğer idarî işlerde subaya yardımcı olarak görevlendirilen askerî şahıslara, astsubay adı verilir".
Astsubaylar, subaylar ile birlikte 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanununa tabidirler. Mecburi hizmet süreleri 15 yıldır. Bu süreyi bitirerek istifa etme hakkını kazananlar, istifalarını Ocak ve Şubat ayları içinde isteyebilirler.
Türk Silahlı Kuvvetleri'ne bağlı Kara, Hava, Deniz, Jandarma ve Sahil Güvenlik Komutanlığı bünyelerinde görev yaparlar. 926 sayılı Türk silahlı Kuvvetleri Personel Kanununda Madde 77'ye göre astsubay rütbeleri aşağıda gösterildiği gibidir.
926 sayılı TSK Personel Kanunu madde 77 gereğince; Astsubay rütbelerinin hepsinin önünde "Astsubay" kelimesi vardır. Astsubay rütbeleri yazılırken önüne, bulundukları sınıfa göre meslek isimi ilave edilir. Örneğin Piyade sınıfından bir Astsubay Kıdemli Üstçavuş P. Asb. Kd. Üçvş. şeklinde kısaltılmaktadır. Deniz Kuvvetlerinde görevli Topçu sınıfına mensup bir Astsubay Kıdemli Çavuş ise Topçu Asb. Kd. Çvş. şeklinde kısaltılarak yazılır.
Nasıplarından itibaren üç/altı yılını tamamlayan ve gösterge tablosunun bir üst derecesine yükselmek için liyakatları üst makamlarca onanan;
- Astsubay üstçavuşlara, astsubay kademeli üstçavuş,
- Astsubay kıdemli üstçavuşlara, astsubay kademeli kıdemli üstçavuş,
- Astsubay başçavuşlara, astsubay kademeli başçavuş,
- Astsubay kıdemli başçavuşlara, astsubay kademeli kıdemli başçavuş,
- Astsubay kademeli kıdemli başçavuşlara, astsubay iki kademeli kıdemli başçavuş denir.
Astsubay Kademeli Üstçavuş, Astsubay Kademeli Kıdemli Üstçavuş, Astsubay kademeli kıdemli başçavuş ve Astsubay II.Kademeli kıdemli başçavuş ibareleri, Astsubay rütbelerinin kıdemini ifade ederler. Subaylarda kıdemlilik, "kıdem" ile ifade edilir. Astsubaylarda kıdemlilik ise "hem kıdem hem de "kademe kıdemi" tabiri ile ifade edilir. Subay rütbe kıdemlerinin kıyafete takılan kıdem işaretleri yoktur. Fakat TSK Kıyafet Yönetmeliği II nci Kısım gereğince Kara, Deniz, Hava Kuvvetleri, Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı mensubu astsubayların, Astsubay II Kademeli Kıdemli Başçavuş oldukları andan itibaren, kıyafete takılan kol kıdem işaretleri vardır. Astsubay Kıdemli Başçavuş rütbesinde 6 senelik bekleme süresinden sonra, yani Astsubay Kademeli Kıdemli Başçavuş'luğun sonunda, önce bir adet olmak üzere ve müteakiben her üç yılda bir olmak üzere ve yaş haddine kadar; ceket, palto ve pardösülerinin kol ağızlarına sarı sırmadan birer adet "kol kıdem işareti" takarlar. TSK Karargâh Hizmetleri Yönergesi gereğince, askeri yazışmalarda subay ve astsubayların kıdemlerinin rütbeleri ile birlikte yazılmasına izin verilmez. Örneğin; Piyade Kıdemli Albay, Piyade Albay ya da kısa olarak "P.Alb." şeklinde; Telsiz Astsubay II Kademeli Kıdemli Başçavuş ise Telsiz Astsubay Kıdemli Başçavuş ya da kısa olarak "Tls.Asb.Kd.Bçvş." şeklinde yazılır. Resmi evrakların imza bloklarında sınıf ve rütbeler kısaltma yapılmadan kullanılır, metin içinde geçen sınıf ve rütbelerde ise kısaltma yapılabilir.
Ordunun orta kademe yöneticileri komutanlarıdır, çeşitli kuvvet ve komutanlıklarda, ilçe jandarma komutanı, jandarma bölük komutanı, karakol komutanı, takım komutanı, kısım komutanı, kademe komutanı, bot komutanı, adestim komutanı, bölük astsubaylığı, harekat eğitim astsubaylığı, idari işler astsubaylığı, şube müdürlükleri, gibi önemli makam ve görevlerde bulunurlar. Astsubayların özlük hakları 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu ile düzenlenilmektedir.2003 yılında Astsubay hazırlama okullarının adı Astsubay Meslek Yüksek Okulları olarak değiştirilmiştir. Astsubay Meslek Yüksek okulları 2 yıl süresince; Temel müşterek askeri konular, askeri liderlik, Haritacılık, Taktik vb. askeri derslerin yanı sıra, iktisat, işletme, matematik, davranış bilimleri, ingilizce gibi eşitağırlık dersleri alırlar ve Öğrenci Astsubay Adayı olarak anılırlar. 2 yıl sonunda 30 ağustosta Astsubay çavuş (Asb.çvş.) rütbesiyle mezun olarak 1 yıl sürecek olan mesleki ve branş sınıf okullarına uğurlanırlar örn: Tankçı sınıfına mensup yeni mezun bir astsubay çavuş, Zırhlı birlikler okulunda 1 yıllık bir tankçı sınıf bıranş eğitimi alır bu 1 yıllık süre boyunca öğrenci Astsubay Çavuş (Öğ.Asb.Çvş.) kursiyer rütbesi ile eğitim alırlar. Bu 1 Yılın sonunda mezun olarak Tankçı.Astsubay Çavuş (Tnk.Asb.Çvş) rütbesi şeklinde kıtalara atanırlar. Böylelikle bir astsubay toplam 3 yıl mesleki ve genel kültür eğitimi görmüş olur. Astsubayların görev ve sorumlulukları Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu ve Yönetmeliği ile diğer kanun, tüzük, yönetmelik, yönerge, talimatname ve hizmet kadrolarının açıklamalarında gösterilir.
Temel Kaynak Astsubay Hazırlama/Meslek Yüksek okullarıdır.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin ihtiyacı göz önüne alınarak her sene tespit edilecek kontenjan nispetinde emsali arasında temayüz etmiş en az dört yıl süreli fakülte veya yüksek okulları bitiren astsubaylar; bağlı olduğu kuvvet komutanlığının, Jandarma Genel Komutanlığının veya Sahil Güvenlik Komutanlığının teklifi üzerine kendi sınıflarında veya askeri hakim sınıfı hariç olmak üzere öğrenimlerinin ilgilendirdiği ihtiyaç duyulan sınıflarda teğmen nasbedilirler. 2003 yılında Astsubaylardan Subay olanlar Kıdemli Yüzbaşı rütbesine kadar yükselebilme kıstası yeniden düzenlenmiş ve şu anki hali ile 4 yıllık üniversite mezunu astsubaylar subay rütbesini haiz olduklarında albay rütbesine kadar yükselebilmektedirler.
Flok
Bazı yelkenli teknelerde ana yelkenin yanı sıra flok adı verilen küçük yelken de bulunur. Flok, yelkenli teknenin rüzgar üstüne doğru seyrini kolaylaştırır. Floğu kullanan tayfaya ise flokçu adı verilir.
Teknelerde ön saha yelkenleri flok ve cenova olmak üzere ikiye ayrılır. Flok ve cenova arasındaki fark tamamen alansal bir farktır. Buna göre ön saha yelkeni çarmıh ayaklarını geçiyorsa Cenova olarak adlandırılır, şayet çarmıh ayakları ile baş ıstralya arasında kalıyorsa flok olarak adlandırılmaktadır.
Küpeşte
Küpeşte teknelerin (bir sandal ya da bir transatlantik), iskele ve sancaktaki üst yüzeyine denir. Yelkenciler bu yüzeyde oturarak veya trapez pozisyonu alarak teknenin seyir esnasındaki dengesini sağlar.
Küpeşte; merdiven, balkon ve teraslarda, alüminyum, paslanmaz çelik gibi metal alaşımlar ve PMMA (Poli Metil Met Akrilat) gibi termoplastik malzemelerden yapılan korkuluk sistemlerine denir.
Sancak
Sancak,
İskele (gemi)
İskele, deniz taşıtlarının sol tarafını ifade etmek için kullanılan bir terimdir.
Büyük yelkenli teknelerde, gemilerde, liman veya marina girişlerinde kolay tanımlanabilmesi maksadıyla kırmızı renkte iskele borda feneri kullanılır.
Ayrıca deniz taşıtlarının yanaştığı, karadan denize uzanan yapılara da iskele denir.
İskele terimi birçok dilde aynı anlamda kullanılmaktadır. Sol taraf diye telaffuz edilmemesinin bir tarihi ve bir de teknik nedeni vardır.
Bu terimin resmi olarak askeri alanda kullanımı, erken İngiliz Donanması dönenimde başlanması ile birlikte; fiili kullanımına ise Vikingler zamanına kadar uzanmaktadır. Teorilere göre Vikingler döneminde gemilerin dümeni Kürek biçiminde, geminin burun (Puruva) tarafına göre sağda(sancakta) bulunduğundan gemiler iskelelere ve limanlara sol (İskele) taraftan yanaşmak zorunda kalmışlardır; Bu nedenle devamlı olarak gemiler sol (iskele)taraflarından liman ve iskelelere bağlandıklarından ve gemiye inme, binme, yükleme ve boşaltma işlemleri bu taraftan yapılmaktadır. Bu nedenle sol taraf iskele tarafıdır.
Trapez
Trapez yelkencinin teknenin dengesini sağlamak maksadıyla yaptığı dışarı doğru vücudun esneme hareketidir. Yelkenci ayaklarını trapez kayışlarına geçirir, dümenci ana yelkenin iskotasını, flokçu da flokun iskotasını gererek teknenin dışına doğru sarkar.
Rüzgar sörfünde de kullanılan trapez beli tutan bir kancanın çatal bumbanın üzerindeki trapez iplerine asılması yoluyla yelkendeki kuvveti dengelemeye yarar. Sert havalarda sörf tahtasının arkasında bulunan ayak takma yerlerinden alınan destekle birlikte kullanılır.
Uçlarına bir çubuk bağlanmış bulunan iki düşey ipten yapılmış bir jimnastik aracı.
Bu araçla gösteri yapan sanatçı.
İskota
İskota, ana yelkenin veya floğun gerilme ve gevşeme hareketleri için kullanılan kalın bir iptir.
Ana yelkenin iskotası bumba ve teknenin çeşitli yerlerinde konuşlandırılmış tekli, çiftli veya baklava makaralardan geçirilir, böylece ana yelkenin gerilme ve gevşeme hareketi kolaylaştırılır.
Kısaca: Yelkenleri açmak ve tutmak için alt köşelerine bağlanan halat, zincir ve palangadan oluşan donanım
Kırcaali
Kırcaali (, trl: "Kardzhali"), Güneydoğu Bulgaristan'da, Kırcaali ilinin ve Kırcaali beldesinin merkezi. Nüfusu 43,880 kişidir "(Şubat 2011 verileri)". Tren istasyonu bulunmaktadır. Kırcaali’den Hasköy ve Gümülcine ("Yunanistan") yönlerine karayolları uzanır.
Doğu Rodop Dağları’nın ovasında, Arda nehrinin kıyısında bulunan şehir, Sofya'dan 259, Filibe'den 90 kilometre uzaklıkta bulunur. Kırcaali‚ Hasköy şehrinden ise sadece 50 kilometre uzaklıktadır. Şehrin 15 km |
uzağında Perperikon antik kenti yer almaktadır. Ayrıca Kırcaali Avrupa Ulaştırma Koridorları programı kapsamında 9. koridorun geçtiği şehirlerden biridir.
Bölgenin iklimi, yıl içinde güneşli günlerin çok olduğu, yumuşak ve yağmurlu Akdeniz geçiş iklimidir. Kış, nispeten yumuşaktır. Ortalama sıcaklık, 0 °С civarındadır. Yaz ise sıcak ve güneşlidir, ortalama sıcaklık ise 24 °С'dir.
3000 yıl boyunca bu bölge, farklı medeniyetlerin ve kültürlerin beşik noktası olmuştur; Trakların, Antik Yunanların ve Romalıların; Slavların, Ön Bulgarların, Bizanslıların ve Türklerin kesişme noktası olmuştur.
Bu bölgede ilk yaşayanların Traklar olduğu zannedilmektedir. 6. yüzyılda Arda Nehri'nin orta kısmına Ön Bulgarlar ve Slavlar yerleşmiştir.
Edirne Vilayet Matbaası Müdürü Şevket Dağdeviren'in yazdığı 1892 tarihli salnameye göre;
Kırcaali kasabası H: 765 / M: 1363-64 yılında Osmanlılar tarafından feth edilmiştir. Edirne sancağının bir kazasıdır.
Kaza içinde 6 mahalle ve 103 köyde 6412 ev, 1 hükumet konağı, 3 kışla, 1 hastane, 1 depo, 1 telgrafhane, 5 çeşme, 6 çanak-çömlek ve taş ocağı vardır.
Modern Kırcaali, 1487 yılında Karamanoğulları Beyliği’nin yıkılmasıyla Rumeli'ye gönderilen ahalisince (Antalya, Mersin, Konya, Karaman, Adana, Kırşehir, Kayseri) kurulmuş olabileceği öne sürülmektedir. 1878 Berlin Antlaşması’na göre, Doğu Rumeli ilinde kaldı. Bu ilin Bulgaristan Prensliği’ne katılmasından sonra, şehir Türkiye'ye bırakıldı; Balkan Savaşları’nda (1912-13) Bulgarlarca işgal edildi. Batı Trakya Türk Cumhuriyeti'nin Gümülcine ile birlikte merkezi oldu. Ordu kuruldu, direniş gerçekleştirildi ve başarılı olundu ancak Osmanlı bu hükümeti tanımadı ve Bulgaristan ile birlikte bu devlete son vermek istedi.
Zengin Osmanlı mirasıyla uzun yıllar Rodoplar’ın en gelişmiş kenti olmuştur.
Kırca-Ali'nin kendi adını taşıyan kentte Osmanlı döneminden kalma türbesi vardı. Türbesi günümüzde Kırcaali merkez camiînin bahçesinde, pazarın yanında bulunmaktadır.
1892 tarihli Şevket Dağdeviren salnamesine göre halkının tümü İslam olup erkek ve kadın 34801 nüfusu vardır.
1920 yılında nüfusu 4.417 kişi olmuştur. 1926 yılında 6.487 idi. Bu yıllardan sonra kent pek hızlı bir gelişme gösterdi. 1910 yılında da basılan bir Osmanlı salnamesine göre, Kırcaali’de yalnızca 226 Bulgar vardı, geri kalan nüfusun hepsi Müslüman-Türk idi. 1950 öncesinde dahi nüfusunun hemen hemen tamamı Türk iken, zamanla Türklerin Türkiye'ye göçmesi ve yerlerine Bulgar ve Çingenelerin yerleşmesiyle demografik yapısı biraz değişmiştir. 1985'te dolaydaki üç köyle birleştirilen Kırcaali şehri Hasköy iline bağlandı.
2001 Bulgaristan nüfus sayımında Kırcaali Valiliği geneli için 164.019 nüfus rakamı verilmiştir. Mensup olunan etnik grup ve anadil için beyana dayalı veriler 101.000-101.500 Türk, 55.000-57.000 Bulgar şeklindedir. Dinî aidiyet konusunda 114.000 kişi Müslüman, 35.500 kişi Hristiyan olduklarını belirtmişler, 13.500 kişi bu konuda bildirimde bulunmamıştır. 55.000 Bulgar olmasına rağmen 35.000 Hristiyanın olması Kırcaali'de 20.000 kadar Pomak'ın yaşadığını göstermektedir. Kırcaali'de 1.200 kadar da Roman olduğu anlaşılmaktadır. Kırcaali şehrinin nüfusu ise 2006 son verilerine göre 63.164'tür.
Yerel yönetimler tamamen Türklerin elindedir. 2005 Bulgaristan genel seçimlerinde Kırcaali eyaletinden seçilen 5 milletvekilinden 5'i de Türk'tür. Türk azınlık ağırlıklı Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH) oyların % 67.32'sini almıştır. Kırcaali milletvekillerinin isimleri Ahmet Demir Doğan (HÖH Başkanı), Lütfü Ahmet Mestan, Remzi Durmuş Osman, Ünal Tasım ve Necmi Niyazi Ali'dir ve Kırcaali şehri belediye başkanı Hasan Aziz'dir.
Son yapılan 2015 Bulgaristan genel seçimlerinde Kırcaali eyaletinde, Türk azınlık çoğunluğunun destek verdiği Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH) oyların %59.41'ini, yaklaşık olarak 17 942 kişinin desteğini alarak belediye başkanlığını mühendis Hasan Aziz sürdürmüştür. Seçimler sonucunda 41 Belediye meclisi üyelerinin 23'ü azınlık kökenli olmuştur.
HÖH'ün 24 Kasım 2015 tarihinde Rus uçağının düşürülmesinde Rusya'dan yana olmasını gerekçe göstererek, eski HÖH'lü Lütfi Ahmet Mestan önderliğinde Sorumluluk, Özgürlük ve Hoşgörü için Demokratlar'ın (DOST) kurulmasına karar verilmiştir. Böylelikle Bulgaristan'da Türk azınlıklar tarafından desteklenen 2. parti kurulmuş oldu.
Kırcaali Bulgaristan'ın en hızlı gelişen şehirlerinden bir tanesidir. Yıllık 30 milyon Lev kadar para akışı olmaktadır.
Makine, besin, tütün vb. sanayileri ve oto montaj fabrikası bulunur. Arda ırmağı boyunca çıkarılan tütünün büyük bölümü burada depo edilir.
Vasil Levski İlköğretim Okulu
Kırcaali'deki Bölgesel Tarih Müzesi Güney Bulgaristan'ın en büyük müzelerinden bir tanesidir. Müzede Perperikon ve Tatul harabelerinden bulunanlar sergilenmektedir. Yaklaşık 40.000 sergilenen eser vardır.
Platon
Platon ya da İslâm dünyasında Eflatun olarak bilinen (Yunanca: Πλάτων, Plátōn; M.Ö. 427 - M.Ö. 347), Antik klâsik Yunan filozofu, matematikçi ve Batı dünyasındaki ilk yüksek öğretim kurumu olan Atina Akademisi'nin kurucusudur. M.Ö. 427'de Atina'da asil bir ailenin Aristokles adındaki oğlu olarak Dünya'ya gelmiş, ancak daha sonra geniş omuzları ve atletik yapısı sebebiyle Yunanca "geniş" anlamına gelen Platon lakabını almıştır. Hayatının muhtemelen politikaya atılmak için şekillendirilmesine rağmen Sokrates'in öğrencisi olmuş ve Sokrates'e dair bilgilerin çoğu Platon'un eserlerinden edinilmiştir. Çok seyahat etmiş, M.Ö. 385'te Atina'ya geri dönmeden önce İtalya'nın güneyinde ve Sicilya'da bir süre kalmıştır. Burada Akademi olarak bilinen okulu kurmuş ve ölümüne kadar başında kalmıştır. Bu akademi aynı zamanda günümüzdeki modern üniversite oluşumunun başlangıcı olarak da kabul edilir.
Platon, akıl hocası Sokrates ve öğrencisi Aristoteles ile birlikte bilim ve Batı felsefesinin temellerini atmıştır.
Platon'un felsefesini, beş önemli teori içerisinde toplamak mümkündür. Bunlar, “bilgi”, “idealar”, “ruhun ölümsüzlüğü”, “evrendoğum” (Cosmogonie, Cosmogony - Evren'in oluşumunu inceleyen bilim dalı) ve “devlet” ile ilgili kuramlarıdır. Platon, bütün hayatı boyunca hocası Sokrates'den edindiği ilham ile gerçek bir ahlakçı olarak kalmış, bütün bu teorileri, etik ağırlıklı görüşlerle irdeleyerek geliştirmiştir. Sokrates ve Platon'a göre felsefenin ana gayesi, insanın mutluluğu ve yetkin hayatının teminidir. Yetkin bir hayat, ancak erdemli yaşamakla elde edilebilir. Erdemin temeli “bilgi”, özü “idealar kavramı”, gerekçesi “evrendoğum”, güvencesi “ölümsüzlük”, hayatî sığınağı “devlet”tir.
Platon, 50 yıllık uzun bir müddet boyunca bu teorik yapıyı düşünmüş, buna dair olan felsefi meselelerle uğraşmış ve bu arada nazariyesini düzeltip olgunlaştırmıştır. Bu yüzden Platon felsefesinin tetkiki açısından en akılcı yol, bu değişim ve gelişmeyi takip ederek, öğretinin geçirdiği evreleri anlamaya çalışmaktır.
Platon felsefesi ile ilgili olarak mümkün olan en kısa tarifi vermek istersek, onun tıpkı Sokrates öncesi “Doğa Filozofları” gibi, mutlak ve değişmez olan ile değişen arasındaki ilintilerle ilgilendiğini söyleyebiliriz. İlk filozoflar, tabiatta mutlak ve değişmez olanı aramışlar, Platon ise hem tabiatta, hem de ahlak ve toplum hayatında mutlak ve değişmez olanın peşinde koşmuştur.
Geçiş dönemi çalışmalarında, hareket noktasının sofist öğreti olduğunu görüyoruz. Sofist tezleri, bazen küçümseyici, çok kere de alaycı bir dille tenkit ettiğini bildiğimiz Platon'un bu seçimi, öyle pek gelişigüzel değildir. Yukarıda gördüğümüz gibi, Thales'den Demokritos'a kadar bütün tabiat filozoflarının felsefeye materyalist yaklaşımlarından sonra, insanı odaklayan ilk öğretiler, sofistler tarafından ortaya atılmış ve bu görüşler Platon'un ahlakçı ve toplumsal analizleri için müsait bir temel oluşturmuştur.
Bu safhada Platon, sofistlerin hazza dayanan hayat görüşlerini teferruatlı bir tartışmaya açarak, Sokrates öğretisini aşmaya karar vermiş görünmektedir. Yine de sofist disiplinin karşısına, ustasının "iyi" kavramı ile çıkar;
"İyi, doğru bir hayatın kesin ölçütü ve amacıdır."
Platon, bu tezin sağlam temellere oturtulabilmesinin, ihtiva ettiği "doğru" kavramının tarif edilebilir, hiç değilse araştırılabilir bir şey olması ile mümkün olduğunu kavramıştır.
Bu zorlu meseleyi çözmeye çalışırken; "Aradığımız şey bilinen bir şeyse, bunu aramaya gerek yoktur. Bilinmeyen bir şeyse, bulduğumuz şeyin aranan şey olduğunu nereden bileceğiz ?" sorusu ile sofistler, Platon'u zor duruma sokmuşlardır. Filozof bu meseleyi, Orpheus ve Pythagoras'çı öğretilerden edindiği "ruhun ölmezliği" kavramı ile çözmeyi deneyerek, Sokrates disiplinini aşma yolunda ilk adımı atmıştır.
Ruh ölümsüz olduğuna göre, aranan doğru ile daha önceki hayat dönemlerinde muhakkak karşılaşmış olmalıdır. Ölümsüz bir ruh taşıyan insanoğlu için "öğrenmek", eskiden bilinen bir şeyi hatırlamaktan (anamnesis) başka bir şey değildir. Ancak ölümsüz ruhunu eski hayatında gördüklerinden hatırladıkları son derece muğlak bilgilerdir. Üstüne üstlük, bir de bu dünyadaki doğrudan algılamaların getirdiği zihni karmaşa, bu bilgileri daha sallantılı tasavvurlar haline dönüştürmektedir.
Platon bir diyalogda, Sokrates'in ağzından şunları söylemektedir; "Ben bir ebeyim. Şu farkla ki, kadınları değil, erkekleri doğurtuyorum. Benimle konuşmaya başlayan, önce bilmezmiş gibi görünür. Ama konuşma ilerledikçe açılır ve hatırlamaya başlar. Bununla beraber, benden bir şey öğrenmediği bellidir. En güzel bilgileri, sadece kendi içerisinde bulur ve ortaya koyar."
Böylelikle Platon öğretisinin, "doğru sanı" (orthe doxa) ve "bilgi" (episteme) arasındaki karşıtlık ile ruhta bilinçsiz bir halde mevcut, "doğuştan tasavvurlar" şeklinde özetlenebilecek iki ana görüşüne varılmış olmaktadır. Doğru sanı, muğlak ve devamsızdır. Bilgi ise bir temele, bir sebebe (logos'a - Herakleitos öğretisinde Evren'e hakim olan kanun, nizam ve tanrısal aklı tasvir için kullanılan sözcük) bağlanmakla, dayatılmakla sağlam ve sürekli olur.
Doğru sanı (doğru algılama) ile bilgi, iki ayrı dünya yaratmıştır. Bir |
yanda meydana gelen ve yok olan, doğru sanının, izafî gerçekliklerin dünyası, diğer yanda, sağlam ve devamlı, asıl hakikatın, "idealar"ın dünyası. (Le monde sensible et le monde intelligible)
Platon'un bilgi teorisinin çıkış noktası Protogoras'çıdır. Bir şeyi bilen kişi, onu algılayan kişidir. Bu yüzden "insan her şeyin ölçüsüdür". "Algı, daima var olan bir şeydir. Bilgi olduğu için de şaşmaz" diyor Protogoras. Platon bu görüşe, Herakleitos'un, "var dediğimiz her şey, gerçekte oluş sürecinde olan bir nesnedir" şeklindeki "akış kuramı"nı katar. Platon,
şeklinde özetlenebilecek teorinin, algılanan nesneler için doğru, gerçek bilgi açısından yanlış olduğu neticesine varmıştır.
Ünlü idealar kuramı, işte bu bilgi (episteme) anlayışından doğmuştur. Bu kuram, hem mantık hem de metafizik içeriklidir;
İdealar dünyasından gelerek, insanî beden ile birleşen ölümsüz ruhun gayesi, asıl yurduna tekrar kavuşmaktır. Beden, bu isteğin gerçekleşmesine yardımcı olarak işlevini yerine getirmelidir. Bu kavuşmanın gerçekleşmesi, idealara ulaşmaya, ideaları bilmeye bağlıdır. Bu bilgi de yine bir hatırlamadır. Ancak bu hatırlama işleminin frekansı, ruh ve bedenlere göre değişkenlik gösterir. Platon'a göre ruhlardan çok büyük bir çoğunluğunun hatırladığı bulanık görüntülerdir. Ruhlardan küçük bir azınlıkta "algılama yetisi", daha az bir oranında "anlama yetisi" ve nihayet pek azında, ideaları tamamiyle hatırlayabilme, "akıl yetisi" vardır. Bu sonuncular, rölatif gerçeklerden algıladıklarına dayanarak, hangi ideaların hayalleri ile karşı karşıya olduklarını tanımlayabilirler. (Platon kendisini, bu kategori bireylerden saymaktadır.) Yeryüzü, idealar dünyasına benzer. Yeryüzündeki her nesne, idealar dünyasından pay almıştır. Bu hatırlama vetiresinin irdelenmesi Platon'u, "sevgi" (eros) kavramına götürmüştür. Yaşadığımız ve idealardan pay almış bu dünyayı, objektif kriterler çerçevesinde algılayabildiğimizde, gerçeklere varabilmemiz mümkündür diyor ünlü düşünür. Platon'a göre bunun en çarpıcı örneğini, "güzel" kavramının değerlendirilmesinde görmekteyiz. Sevgi, güzele yönelmektedir. Zira güzel kavramı, idealar dünyasındaki gerçekliğin hatırlanması neticesi verilen bir hükmü içermekte ve dolayısıyla sevgiyi yaratmaktadır. Platon sevgiyi, (eros) bütün ölümlülerde rastlanan bir ölümsüzlük çabası olarak tanımlar. En basit hali ile eros, bütün insanlarda, kendilerini yaşatacağına inandıkları bir nesil yetiştirme iç güdüsü olarak görülmektedir. Ancak bazı insanlarda "eros" kavramı, daha üstün bir niteliğe bürünmüştür. Bu seçkin kişilerde, yani ideaları tamamiyle hatırlama yetisine (aklına) sahip fertlerde eros, bu güzelliklere ulaşmak ihtirası şeklinde tezahür eder. Bu arzuyu gerçekleştirebilecek bilgilerin eksikliğini hisseden seçkinler, bilgisizlikten kurtulmak çabası içerisinde bulurlar kendilerini. Bu kişiler eros'u, dünyaya çocuk getirmekten öte bir işlev, idealara ulaşarak erdemli işler yapmak ve yeryüzünde devamlı bir isim, ebedî bir şeref bırakmak çabası ve aşkı olarak görürler.
Felsefi meselelerle alakadar olan birçok düşünür tarafından yapılan tetkiklerde, "iyi, doğru ve güzel kavramları, insanoğlunun doğuştan sahip olduğu hususiyetlerdir" şeklinde dile getirilen Platon öğretisinin altında yatan fikrî zincir budur.
Mahatma Gandi
Mohandas Karamçand Gandi (Gucaratça: મોહનદાસ કરમચંદ ગાંધી; 2 Ekim 1869 – 30 Ocak 1948), Hindistan ve Hindistan Bağımsızlık Hareketi'nin siyasi ve ruhani lideri. Görüşleri Gandizm olarak anılır. Gerçek ve kötülüğe karşı aktif ama şiddet unsuru içermeyen direniş ile ilgili olan Satyagraha felsefesinin öncüsüdür. Bu felsefe Hindistan'ı bağımsızlığına kavuşturmuş ve dünya üzerinde vatandaşlık hakları ve özgürlük savunucularına ilham kaynağı olmuştur. Gandi Hindistan'da ve dünyada, Tagore tarafından verilen ve "yüce ruh" anlamına gelen mahatma (Sanskritçe: महात्मा ) ve "baba" anlamına gelen "bapu" (Gucaratça: બાપુ ) adlarıyla anılır. Hindistan'da resmî olarak Ulus'un Babası ilan edilmiştir ve doğum günü olan 2 Ekim "Gandhi Jayanti" adıyla ulusal tatil olarak kutlanır. 15 Haziran 2007'de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu oybirliği ile 2 Ekim gününü "Dünya Şiddete Hayır Günü" olarak ilan etmiştir. Gandi, hakkında en fazla eser yazılan kişiler listesinde 8.sırada yer almıştır.(bkz.Hakkında en çok eser yazılan ilk 100 kişi)
Gandi ilk olarak Güney Afrika'da Hint topluluğunun vatandaşlık hakları için barışçı başkaldırı uyguladı. Afrika'dan Hindistan'a döndükten sonra yoksul çiftçi ve emekçileri baskıcı vergilendirme politikasına ve yaygın ayrımcılığa karşı protesto etmeleri için örgütledi. Hindistan Ulusal Kongresi'nin liderliğini üstlenerek ülke çapında yoksulluğun azaltılması, kadınların serbestisi, farklı din ve etnik gruplar arasında kardeşlik, kast ve dokunulmazlık ayrımcılığına son, ülkenin ekonomik yeterliliğine kavuşması ve en önemlisi olan "Swaraj" yani Hindistan'ın yabancı hâkimiyetinden kurtulması konularında ülke çapında kampanyalar yürüttü. Gandi Hindistan'da alınan Britanya tuz vergisine karşı 1930'da yaptığı 400 kilometrelik Gandi Tuz Yürüyüşü ile ülkesinin Britanya'ya karşı başkaldırmasına öncülük etti. 1942'de Britanyalılara açık çağrıda bulunarak Hindistan'ı terketmelerini istedi. Hem Güney Afrika hem de Hindistan'da birçok kere hapsedildi.
Gandi her durumda pasifizm ve gerçeği savunarak bu görüşlerini uyguladı. Kendi kendine yeterli olan bir aşram kurarak basit bir yaşam geçirdi. Çıkrık ile örülen geleneksel "dhoti" ve örtü gibi giysilerini kendisi yaptı. Önceleri vejetaryen iken sonraları yalnızca meyve ile beslenmeye başladı. Hem kişisel arınma hem de protesto amacıyla bazen bir ayı aşan oruçlar tuttu.
Mohandas Karamçand Gandi 2 Ekim 1869 günü Porbandar'da bir Hindu Modh ailesinin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Babası Karamçand Gandi, Porbandar'ın "diwan"ı yani başveziriydi. Annesi Putlibai, babasının dördüncü eşi ve Pranami Vaişnava mezhebinden bir Hinduydu. Karamçand'ın ilk iki eşi birer kız çocuk doğurduktan sonra bilinmeyen bir nedenle ölmüşlerdir. Dindar bir anne ile geçirdiği çocukluk döneminde çevresinde Gucarat'ın Caynu etkileriyle Gandi canlılara zarar vermeme, etyemezlik, kişisel arınma için oruç tutma ve farklı inanç ve kast üyeleri arasında karşılıklı tolerans gibi öğretileri öğrenmiştir. Doğuştan "vaişya" ya da çalışanlar kastına mensuptur.
Mayıs 1883'de, 13 yaşındayken, ailesinin isteğiyle yine 13 yaşındaki Kasturba Makhanji ile evlendi. İlki bebekken ölen beş çocukları oldu; Harilal 1888'de, Manilal 1892'de, Ramdas 1897'de ve Devdas 1900'de doğdu. Gandi gençliğinde Porbandar ve Rajkot'ta ortalama bir öğrenciydi. Bhavnagar'da bulunan Samaldas Kolejine giriş sınavını kıl payı kazandı. Ailesi avukat olmasını istediği için kolejde de mutsuzdu.
18 yaşında 4 Eylül 1888'de Gandi avukat olmak için hukuk okumak üzere University College London'a girdi. İmparatorluk başkenti Londra'da geçirdiği zaman içinde, etten, alkolden ve seksten uzak durma gibi Hindu kurallarına uyacağına dair, Caynu keşiş Becharji'nin önünde annesine verdiği sözün etkisinde kalmıştır. Her ne kadar örneğin dans dersleri alarak İngiliz geleneklerini denemeye çalıştıysa da ev sahibinin koyun etinden yaptığı yemekleri yiyemiyor, yine ev sahibinin gösterdiği Londra'nın birkaç etyemez lokantasından birinde yemek yiyordu. Yalnızca annesinin isteklerine körükörüne uymak yerine, etyemezlik üzerine yazılar okuyarak, entelektüel olarak da bu felsefeyi benimsedi. Etyemezler Derneği'ne katıldı, yönetim kuruluna seçildi ve bir şubesini kurdu. Daha sonra, dernek örgütleme deneyimini burada kazandığını söylemiştir. Karşılaştığı etyemezlerin bazıları, 1875 yılında evrensel kardeşliğin tesisi için kurulmuş olan ve kendilerini Budist ve Hindu edebiyatını araştırmaya adamış olan Teosofi Derneği'ne üyeydi. Bunlar Gandi'yi "Bhagavadgita" 'yı okuması için teşvik etti. Daha önce din konularına özel bir ilgi göstermemiş olan Gandi Hinduizm, Hristiyanlık, Budizm, İslam ve diğer dinlerin kutsal metinleriyle bunlar hakkında yazılan eserleri okudu. İngiltere ve Galler barosuna girdikten sonra Hindistan'a döndü ama Bombay'da avukatlık yaparken çok başarılı olamadı. Daha sonra lise öğretmeni olarak işe başvurup başarılı olamayınca Rajkot'a geri döndü ve arzuhalcilik yapmaya başladı ancak bir Britanya subayı ile düştüğü anlaşmazlık sonucu bu işi de kapatmak zorunda kaldı. Otobiyografisinde bu olaydan ağabeyinin yararına yaptığı başarısız bir lobicilik girişimi olarak sözeder. O zamanlar Britanya İmparatorluğu'nun bir parçası olan Güney Afrika'da Natal eyaletinde bir Hindistan firmasının önerdiği bir yıllık işi 1893'te bu şartlar altındayken kabul etti.
Gandi 1895 yılında Londra'ya döndüğünde radikal görüşlü Sömürgeler Bakanı Joseph Chamberlain ile tanıştı. Daha sonraları bu bakanın oğlu Neville Chamberlain 1930'larda Büyük Britanya Başbakanı olacak ve Gandi'yi durdurmaya çalışacaktı. Joseph Chamberlain Hintlere barbarca yaklaşıldığını kabul etmesine rağmen bu durumu düzeltecek herhangi bir yasa değişikliğine gitmeye pek istekli değildi.
Gandi, Güney Afrika'da Hintlere uygulanan ayrımcılığa maruz kaldı. İlk olarak elinde birinci mevki bileti olmasına rağmen üçüncü mevkiye geçmediği için Pietermaritzburg'da trenden atıldı. Daha sonra yoluna at arabası ile devam ederken, Avrupalı bir yolcuya yer açmak için arabanın dışında basamak üzerinde yolculuk etmeyi reddettiği için sürücü tarafından dövüldü. Yolculuğu esnasında bazı otellere alınmamak gibi çeşitli zorluklarla karşı karşıya kaldı. Benzer diğer olaylardan birinde bir Durban mahkemesi yargıcı türbanını çıkarmasını emrettiğinde buna karşı çıktı. Sosyal haksızlıklar karşısında uyanmasına neden olan bu olaylar hayatında bir dönüm noktası olmuş ve daha sonraki sosyal eylemciliğine temel oluşturmuştur. Güney Afrika'da Hintlerin maruz kaldığı ırkçılık, önyargı ve haksızlıklara doğrudan tanık olmuş ve halkının Britanya İmparatorluğu içindeki yeri ile kendisinin topluluk içindeki yerini sorgulamaya başlamıştır.
Gandi, Hintlerin oy kullanmasını engelleyen bir yasa tasarısına Hintlerin karşı ç |
ıkmasına yardım etmek için buradaki kalış süresini uzattı. Yasanın çıkmasını engelleyemese de kampanyası Güney Afrika'da Hintlerin yaşadığı sorunlara dikkati çekme yönünden başarılı olmuştur. 1894'te Natal Hint Kongresi'ni kurdu ve bu örgütü kullanarak Güney Afrika'da bulunan Hint topluluğunu ortak bir siyasi gücün arkasında toplayabildi. Ocak 1897'de Hindistan'a yaptığı kısa bir gezinin ardından Güney Afrika'ya dönen Gandi'ye saldıran bir grup beyaz onu linç etmek istedi. Daha sonraki kampanyalarını şekillendirecek olan kişisel değerlerinin ilk tezahürlerinden biri olan bu olayda şahsına karşı yapılan yanlışları mahkeme karşısına getirmeme ilkesini öne sürerek kendisine saldıranlar hakkında suç duyurusunda bulunmayı reddetti.
1906 yılında Transvaal hükûmeti sömürgenin Hint nüfusunu zorla kayıt altına almayı gerektiren bir yasayı kabul etti. Aynı yıl 11 Eylül'de Johannesburg'da yapılan toplu gösteri sırasında hâlâ gelişmekte olan satyagraha (gerçeğe bağlılık) ya da pasif protesto yöntemini ilk defa olarak uygulamaya başladı ve Hint yandaşlarına şiddet ile karşı çıkmak yerine yeni yasaya karşı çıkıp bunun sonuçlarına katlanmaları yönünde çağrıda bulundu. Bu öneri kabul edildi ve yedi yıl süren mücadelede grev yapmak, kayıt olmayı reddetmek, kayıt kartlarını yakmak gibi çeşitli şiddet içermeyen başkaldırılar nedeniyle aralarında Gandi'nin de bulunduğu binlerce Hint hapsedildi, kırbaçlandı ve hatta vuruldu. Her ne kadar hükûmet Hint protestocuları bastırmak konusunda başarılı olmuş olsa da barışçıl Hint protestoculara Güney Afrika hükûmetinin uyguladığı ağır yöntemlerin kamuoyunda oluşturduğu itiraz sonucunda Güney Afrikalı general Jan Christiaan Smuts, Gandi ile bir uzlaşmaya gitmek zorunda kalmıştır. Bu mücadele sırasında Gandi'nin fikirleri şekillendi ve Satyagraha kavramı olgunlaştı.
1906 yılında Britanyalılar yeni bir vergi daha koyduktan sonra Güney Afrika'daki Zulular iki Britanya subayını öldürdü. Misilleme olarak Britanyalılar Zululara savaş ilan etti. Gandi Britanyalıların Hintleri askere alması için çabaladı. Hintlerin tam yurttaşlık haklarına kavuşabilme iddialarını yasallaştırmak için savaşı desteklemeleri gerektiğini savundu. Ancak Britanyalılar Hintlere ordularında rütbe vermeyi reddetti. Yine de Gandi'nin önerisini kabul ederek bir grup gönüllü Hint'in sedye taşıyıcılığı yaparak yaralı Britanya askerlerini tedavi etmelerine izin verdiler. 21 Temmuz 1906'da, Gandi kendi kurduğu "Indian Opinion" gazetesinde -"Natal Hükûmeti tarafından Yerlilere karşı yapılan operasyonlarda kullanılmak üzere deneme maksatlı kurulan birlik yirmi üç Hint'ten oluşmaktadır" diye yazmıştır. Gandi, "Indian Opinion" 'daki yazılarıyla Güney Afrika'daki Hintlerin savaşa katılmasını teşvik ediyordu -“Eğer Hükûmet nasıl bir ihtiyat gücünün boşa gittiğini farkederse bunu kullanmak isteyecek ve Hintleri gerçek savaş yöntemleri için tam bir eğitimden geçirecektir.”
Gandi'nin görüşüne göre 1906 yılı Askere Alma Yönetmeliği, Hintleri Yerlilerden daha alt seviyeye düşürüyordu. Dolayısıyla Hintleri, yerli siyahları örnek göstererek bu yönetmeliğe Satyagraha'ya uygun olarak karşı çıkmaya davet ediyor ve şöyle diyordu: "Bizden daha az gelişmiş olan melez kastlar ve kaffirler (yerli siyahlar) bile hükûmete karşı çıktı. Paso yasası onlara da uygulanıyor ama hiçbiri paso almıyor".
Gandi, 1915'te Güney Afrika'dan Hindistan'a geri döndü.
Hindistan Ulusal Kongresi'nin toplantılarında konuşmalar yaptı ama asıl olarak Hint halkı, siyaset ve diğer sorunlar üzerinde düşünmeye o zamanlar Kongre Partisi'nin önemli liderlerinden olan Gopal Krişna Gokhale tarafından teşvik edildi.
Gandi ilk önemli başarılarını 1918 yılında Çamparan karışıklığı ve "Kheda Satyagraha" sırasında elde etmiştir. Çoğunluğu Britanyalı olan toprak sahiplerinin milis kuvvetleri tarafından baskı altında tutulan köylüler aşırı yoksulluk içindeydi. Köyler son derece pisti ve hijyenik değildi. Alkolizm, kast sistemi nedeniyle yapılan ayrımcılık ve kadınlara karşı uygulanan ayrımcılık çok yaygındı. Yıkıcı bir kıtlık olmasına rağmen Britanyalılar giderek artan yeni vergiler koymakta ısrarcıydı. Durum ümitsizdi. Gucarat'ta Kheda'da sorun aynıydı. Gandi kendisini uzun zamandır destekleyenlerle ve bölgeden yeni gönüllülerle burada bir "aşram" kurdu. Kötü yaşam koşulları, çekilen acılar ve uygulanan vahşet köylerin detaylı olarak incelenmesiyle kayıt altına alındı. Köylülerin güvenini kazanarak buraların temizlenmesine, okullar ve hastaneler kurulmasına öncülük etti. Köy liderlerini yukarıda belirtilen toplumsal sorunları ortadan kaldırmaları için cesaretlendirdi.
Ama asıl etki, polis tarafından huzursuzluk yaratma nedeniyle tutuklanıp eyaleti terketmesi istendiğinde baş gösterdi. Yüzbinlerce insan hapishane, karakol ve mahkemelerin önünde protesto gösterilerinde bulunarak Gandi'nin salınmasını istedi. Mahkeme isteksizce Gandi'yi salmak zorunda kaldı. Gandi toprak sahiplerine karşı protestolar ve grevler düzenledi. Britanya hükûmetinin yönlendirmesiyle toprak sahipleri bölgenin yoksul köylülerine daha fazla yardım edeceklerine, ürettiklerini tüketebileceklerine ve kıtlık bitene kadar vergileri kaldıracaklarına dair bir antlaşma imzaladı. Bu karışıklık sırasında insanlar Gandi'ye "Bapu" (Baba) ve "Mahatma" (Yüce Ruh) demeye başladı. Kheda'da, Sardar Patel Britanyalılarla yapılan pazarlıklarda köylüleri temsil etti. Pazarlıklar sonrasında vergiler askıya alındı ve tüm tutuklular salıverildi. Bunun sonucunda Gandi'nin ünü tüm ülkeye yayıldı.
İş birliği yapmama ve barışçıl karşı koyma Gandi'nin haksızlığa karşı "silahlarıydı". Pencap'ta Britanya birliklerinin sivilleri öldürdüğü Jallianwala Bagh ya da Amritsar katliamı ülkede giderek artan kızgınlığa ve şiddet olaylarına neden olmuştu. Gandi hem Britanyalıları hem de onlara karşı misilleme yapan Hintleri eleştirdi. Britanyalı sivil kurbanlara başsağlığı dileyen ve isyanları kınayan açıklamayı kaleme aldı. Parti içinde önce karşı çıkılsa da Gandi'nin her türlü şiddetin kötü olduğu dolayısıyla da haksız olduğunu ilkesini savunduğu duygusal konuşmasından sonra kabul edildi. Ancak katliamdan ve bunu izleyen şiddetten sonra Gandi, kendi kendini yönetme ve tüm Hindistan hükûmet kuruluşlarının yönetimini ele geçirme fikri üzerinde yoğunlaştı. Bunun sonucunda tam kişisel, tinsel ve siyasal bağımsızlık anlamına gelen "Swaraj" olgunlaştı.
Aralık 1921'de Gandi Hindistan Ulusal Kongresi'nde yürütme yetkisine sahip oldu. Liderliği altında Kongre amacı "Swaraj" olan yeni bir anayasa altında örgütlendi. Giriş ücreti ödeyen herkes partiye kabul edilmeye başlandı. Disiplini artırmak için bir dizi komite kurularak, parti, elit bir örgütten ulusal kitlenin ilgisini çeken bir örgüte dönüştü. Gandi şiddet karşıtı hareketlerinin içine "swadeshi" ilkesini yani yabancı ürünlerin özellikle de Britanya ürünlerinin boykotunu da kattı. Buna bağlı olarak tüm Hintlerin Britanya malı kumaşlar yerine elle dokunmuş "khadi" kumaşı kullanmasını savundu. Gandi yoksul zengin demeden tüm Hint erkek ve kadınların bağımsızlık hareketini desteklemeleri için her gün "khadi" kumaşı dokumasını tavsiye etti. Bu, isteksizleri ve hırslıları hareketin dışında tutmak ve disiplin kurmak, ayrıca da o zamana kadar böyle etkinliklere katılmaları uygun görülmeyen kadınları harekete katabilmek için bir stratejiydi. Britanya ürünlerinin yanı sıra Gandi, halkı Britanya eğitim kurumlarını ve mahkemelerini de boykot etmeye, hükûmet işinden istifaya ve Britanya unvanlarını kullanmamaya çağırdı.
"İş birliği yapmama" Hint toplumunun her katmanından çok geniş bir katılım sonucunda büyük başarı kazandı. Ancak hareket doruk noktasına ulaştığında Şubat 1922'de, Uttar Pradeş'in Chauri Chaura şehrinde şiddetli çatışma sonucu birdenbire sona erdi. Hareketin şiddete doğru yönelmesinden ve bunun bütün yapılanları yıkmasından korkan Gandi ulusal itaatsizlik kampanyasını sona erdirdi. Gandi 10 Mart 1922'de tutuklandı, isyana teşvikten yargılanarak altı yıl hapis cezasına çarptırıldı. 18 Mart 1922'de başlayan cezası iki yıl sonra Şubat 1924'te apandisit ameliyatı nedeniyle salındıktan sonra bitti.
Gandi'nin birleştirici kişiliğinden hapiste kaldığı sürece yararlanamayan Hindistan Ulusal Kongresi bölündü ve iki hizip oluştu. Bunlardan biri, partinin seçimlere katılmasını isteyen Chitta Ranjan Das ve Motilal Nehru tarafından yönetiliyordu, diğer hizip seçimlere katılmaya karşı çıkıyordu ve Chakravarti Rajagopalachari ve Sardar Vallabhbhai Patel tarafından yönetiliyordu. Ayrıca işbirliği yapmama sırasında Hindu ve Müslümanlar arasındaki işbirliği parçalanmaya başlamıştı. Gandi bu farklılıkları 1924 sonbaharında yaptığı üç aylık oruç gibi yöntemlerle ortadan kaldırmaya çalıştı ama çok başarılı olamadı.
Gandi 1920'lerde gözlerden uzakta kaldı. Swaraj Partisi ile Hindistan Ulusal Kongresi arasındaki ayrılıkları çözmeye çalıştı ve paryalık, alkolizm, cehalet ile yoksulluğun yokedilmesi için girişimlerini yaygınlaştırdı. Tekrar öne çıkması 1928 yılında olmuştur. Bir yıl önce İngiliz hükûmeti aralarında bir tek Hint bile barındırmayan, Sir John Simon başkanlığında yeni bir anayasal reform komisyonu atamıştı. Bunun sonucunda Hindistan siyasi partileri, komisyonu boykot etmiştir. Gandi, Aralık 1928'de Kalküta kongresinde İngiliz hükûmetinden Hindistan'a İngiliz Milletler Topluluğu'na bağlı yönetim hakkı verilmesini ya da bu sefer amacı tam bağımsızlık olan yeni bir işbirliği yapmama kampanyasıyla yüz yüze kalacaklarını bildiren bir kararın kabul edilmesini sağladı. Gandi, hemen bağımsızlık isteyen Subhas Chandra Bose ile Jawaharlal Nehru gibi gençlerin görüşlerini yumuşatmakla kalmadı, kendi görüşlerini de değiştirerek bu çağrıyı iki yerine bir yıl bekletmeyi kabul etti. Britanyalılar bunu cevapsız bıraktı. 31 Aralık 1929'da Lahor'da Hindistan bayrağı açıldı. 26 Ocak 1930, Lahore'da toplanan Hindistan Ulusal Kongresi tarafından Hindistan'ın Bağımsızlık Günü olarak kutlandı. O gün hemen hemen tüm Hint örgütler tarafından kutlanmıştır. Sözünde duran Gandi Mart 1930'da tuz vergisine karşı yeni bir satyagraha başla |
ttı. Kendi tuzunu yapmak için Ahmedabad'dan Dandi'ye 12 Mart'tan 6 Nisan'a kadar 400 kilometre yürüdüğü Tuz Yürüyüşü bu pasif direnişin en önemli bölümüdür. Denize doğru yapılan bu yürüyüşte Gandi'ye binlerce Hint eşlik etti. Britanya idaresine karşı en rahatsız edici kampanyası bu olmuştur ve Britanyalılar buna karşılık vererek 60.000'in üzerinde kişiyi hapse atmıştır.
Lord Edward Irwin tarafından temsil edilen hükûmet, Gandi ile görüşmeye karar verdi. Mart 1931'de Gandi–Irwin Paktı imzalandı. Britanya hükûmeti sivil başkaldırı hareketinin durdurulmasına karşılık tüm siyasi tutukluları serbest bırakmaya razı oldu. Ayrıca Hindistan Ulusal Kongresi'nin tek temsilcisi olarak Gandi, Londra'da yapılacak olan yuvarlak masa konferansına davet edildi. İdari gücün el değiştirmesinden çok, Hint prensleri ve Hint azınlıklarına eğilen konferans Gandi ve milliyetçiler için bir hayal kırıklığı oldu. Bundan da öte Lord Irwin'in halefi Lord Willingdon, milliyetçileri bastırmak için yeni bir eyleme girişti. Gandi yeniden tutuklandı ve hükûmet yandaşlarından tecrit ederek nüfuzunu yok etmeye çalıştıysa da başarılı olamadı. 1932'de, Dalit lider B. R. Ambedkar'ın önderliğinde yapılan kampanya sonucu hükûmet yeni anayasa ile paryalara ayrı olarak seçim hakkı verdi. Bunu protesto eden Gandi, Eylül 1932'de yaptığı altı günlük oruç sonrasında, Dalit siyasi lider Palwankar Baloo tarafından aracılık edilen görüşmeler sonucu hükûmeti daha eşitlikçi uygulamalarda bulunmaya zorlamıştır. Bu da, Gandi tarafından Harijanlar yani Tanrı'nın çocukları adı verilen paryaların yaşam koşullarını iyileştirmek için yapılacak yeni bir kampanyanın başlangıcı olmuştur. 8 Mayıs 1933'de Gandi, Harijan hareketine destek olmak için 21 günlük kişisel arınma orucuna başladı.
1934 yazında başarısız üç suikast girişimine uğradı.
Kongre Partisi, seçimlere katılıp Federasyon tasarısını kabul etmeyi kararlaştırdığında Gandi parti üyeliğinden istifa etmeye karar verdi. Parti'nin hareketine karşı değildi ancak eğer istifa ederse Hintler üzerindeki popülaritesinin komünistlerden, sosyalistlerden, sendikacılardan, öğrencilerden, dini muhafazakârlardan, işveren yanlılarına kadar geniş bir yelpaze içeren parti üyeliğini tıkamayacağını düşündü. Gandi ayrıca Raj ile geçici bir siyasi anlaşmaya varan bir partiyi yöneterek Raj propagandasına hedef olmak da istemiyordu.
Kongre'nin Lucknow oturumunda ve Nehru başkanlığında Gandi 1936'da tekrar başa geçti. Gandi yalnızca bağımsızlığı elde etme konusuna odaklanılmasını ve Hindistan'ın geleceği hakkında spekülasyon yapılmamasını arzuladıysa da Kongre'nin sosyalizmi amaç olarak seçmesine karşı çıkmadı. Gandi 1938'de başkanlığa seçilen Subhas Bose ile bir uyuşmazlık yaşadı. Bose ile anlaşamadığı başlıca noktalar Bose'nin demokrasiye bağının ve şiddet içermeyen harekete inancının olmamasıydı. Bose Gandi'nin eleştirilerine rağmen ikinci dönem de başkanlığı kazandı ancak Gandi'nin getirdiği ilkeleri terketmesi nedeniyle tüm Hindistan liderlerinin topluca istifa etmesi karşısında Kongre'den ayrıldı.
Nazi Almanyası 1939'da Polonya'yı işgal edince II. Dünya Savaşı başladı. Başlarda Gandi Britanya çabalarına "şiddete katılmayan manevi destek" verilmesinden yanaydı ancak Kongre liderleri, halkın temsilcilerine danışılmadan Hindistan'ın tek taraflı olarak savaşa sokulmasından rahatsız olmuştu. Bütün kongre üyeleri toplu olarak görevlerinden istifa etmeyi tercih etti. Üzerinde uzun süre düşündükten sonra Gandi görünüşte demokrasi için verilen bu savaşa, Hindistan'a demokrasi verilmesi reddedilirken katılmayacağını deklare etti. Savaş ilerledikçe Gandi bağımsızlık için isteklerini daha da yoğunlaştırdı ve hazırladığı çağrı ile Britanyalılardan "Hindistan'ı Terket"melerini istedi. Bu Gandi ve Kongre Partisinin Britanyalıların Hindistanı terketmelerini sağlamak için yaptıkları en kararlı başkaldırıydı.
Gandi hem Britanya yanlısı hem de Britanya karşıtı gruplar ve Kongre parti üyelerinin bir kısmı tarafından eleştirildi. Bazıları Britanya'ya bu zor zamanında karşı gelmenin ahlaksızlık olduğunu söylerken diğerleri ise Gandi'nin yeteri kadar çabalamadığını düşünüyordu. "Hindistan'ı Terket" mücadelenin tarihindeki en kuvvetli eylem oldu, toplu tutuklamalar ve şiddet tahmin edilemeyen boyutlara ulaştı. Binlerce eylemci polis ateşiyle öldü ya da yaralandı, ve yüzbinlerce eylemci tutuklandı. Gandi ve yandaşları Hindistan'a hemen bağımsızlık verilmezse savaşa destek vermeyeceklerini açıkça belirtti. Hatta bu sefer bireysel şiddet eylemleri olsa bile eylemin durdurulmayacağını, çevresindeki ""düzenli anarşinin"", ""gerçek anarşiden daha kötü"" olduğunu söyledi. Tüm Kongre üyelerine ve Hintlere yaptığı çağrıda özgürlüğe ulaşmak için disiplini "ahimsa" ve "Karo Ya Maro" ("Yap ya da Öl") ile sağlamalarını istedi.
Gandi ve Kongre Çalışma Komitesinin tamamı Britanyalılar tarafından 9 Ağustos 1942'de Bombay'da tutuklandı. Gandi iki yıl boyunca Pune'de Ağa Han Sarayında tutuldu. Buradayken sekreteri Mahadev Desai 50 yaşındayken kalp krizinden öldü, ardından 6 gün sonra, 18 aydır tutuklu bulunan eşi Kasturba 22 Şubat 1944'de öldü. Altı hafta sonra Gandi ağır bir sıtma krizi geçirdi. Sağlığının kötüleşmesi ve ameliyat gereksinimi nedeniyle savaş sona ermeden 6 Mayıs 1944'te salıverildi. Britanyalılar Gandi'nin hapiste ölmesi karşısında ülkeyi kızdırmak istemedi. Her ne kadar "Hindistan'ı Terket" eylemi hedefine ulaşma konusunda tam başarılı olamadıysa da eylemin acımasızca bastırılması 1943'ün sonlarında Hindistan'a bir düzen getirdi. Savaşın sonunda Britanyalılar yönetimin Hintlere verileceğine dair bariz açıklamalarda bulundu. Bu noktada Gandi mücadeleyi durdurdu ve Kongre partisinin liderlerinin de aralarında bulunduğu 100.000 civarında siyasi tutuklu salıverildi.
Gandi 1946 yılında Britanya Kabine Misyonunun önerilerini reddetmelerini Kongre partisine önerdi çünkü Müslüman çoğunlukta olanların toplandığı eyalet önerileri ile oluşturulan "gruplanmanın" bir bölünmenin öncüsü olduğundan kuşkuluydu. Ancak bu Kongre partisinin Gandi'nin önerisi dışına çıktığı nadir zamanlardan birisi oldu çünkü Nehru ve Patel planı onaylamadıkları takdirde hükûmetin kontrolünün Hindistan Müslümanlar Birliği'ne geçeceğini biliyorlardı. 1946 ile 1948 yılları arasında 5.000'den fazla insan şiddet eylemlerinde öldü. Gandi Hindistan'ı iki ayrı ülkeye bölecek her türlü plana şiddetle karşı çıkıyordu. Hindistan'da hindu ve sikh'lerle yaşayan müslümanların büyük çoğunluğu ayrılmadan yanaydı. Müslüman Birliği'nin lideri Muhammed Ali Cinnah'ı Pencap, Sindh, Kuzey-Batı Sınır Eyaleti ve Doğu Bengal'de büyük bir desteği vardı. Bölünme planı Kongre liderleri tarfından büyük çaplı bir hindu-müslüman savaşını engellemenin tek yolu olarak kabul edilmiştir. Kongre liderleri parti ve Hindistan'da büyük bir desteğe sahip olan Gandi'nin onayı olmadan ilerleyemeyeceklerini ve Gandi'nin de bölünme planını tamamen reddettiğini biliyorlardı. Gandi'nin en yakın çalışma arkadaşları bölünmenin en iyi çıkış olduğunu kabul etmişlerdi ve Sardar Patel Gandi'yi bunun iç savaşı önlemenin tek yolu olduğuna inandırmak için çabalaması sonucunda istemese de Gandi rızasını verdi.
Kuzey Hindistan'da ve Bengal'de ortamı sakinleştirmek amacıyla Müslüman ve Hindu toplumlarının liderleriyle yoğun görüşmelerde bulundu. 1947 yılındaki Hindistan-Pakistan Savaşı'na rağmen hükûmetin Bölünme Konseyince belirlenen 550 milyon rupiyi vermeme kararından rahatsızlık duydu. Sardar Patel gibi liderler Pakistan'ın bu parayı Hindistan'a karşı savaşı sürdürmek amacıyla kullanmasından korkuyordu. Gandi tüm Müslümanların Pakistan'a zorla gönderilmesi istekleri ortaya çıktığında ve Müslüman ile Hindu liderleri birbirleriyle bir türlü anlaşmaya razı gelmeyince de çok üzüldü. Topluluklar arası tüm şiddetin durdurulması ve 550 milyon rupinin Pakistan'a ödenmesi için son ölüm orucuna Delhi'de başladı. Gandi Pakistan'daki istikrarsızlık ve güvensizlik ortamının Hindistan'a karşı duyulan öfkeyi artıracağı ve şiddetin sınır ötesine taşınacağından korkuyordu. Ayrıca Hindular ve Müslümanlar arasındaki düşmanlığın açık bir iç savaşa dönüşeceğinden de korkuyordu. Yaşam boyu çalışma arkadaşı olanlarla yaptığı uzun duygusal görüşmeler sonucunda Gandi orucunu bırakmadı ve hükûmet kararlarını iptal ederek Pakistan'a ödemeyi yaptı. Aralarında Rashtriya Swayamsevak Sangh ve Hindu Mahasabha'nın da bulunduğu Hindu, Müslüman ve Sikh toplumu liderleri şiddeti reddederek barış çağrısı yapacakları konusunda Gandi'yi ikna ettiler. Dolayısıyla Gandi portakal suyu içerek orucunu bitirdi.
30 Ocak 1948'de, Yeni Delhi'de bulunan "Birla Bhavan" 'ın (Birla Evi) bahçesinde gece yürüyüşünü yaparken
vuruldu ve öldü. Suikastçı Nathuram Godse Hindu bir radikaldi ve Pakistan'a ödeme yaptırılmasında ısrar ederek Gandi'nin Hindistan'ı zayıflattığını savunan aşırı uç görüşteki Hindu Mahasabha ile bağlantısı vardı. Godse ve yardakçısı Narayan Apte daha sonra çıkarıldıkları mahkemede yargılandılar ve suçlu bulundular. 15 Kasım 1949'da idam edildiler. Gandi'nin Yeni Delhi'de bulunan anıtı "Rāj Ghāt" 'ın üzerinde ""Hē Ram"", (Devanagari: "हे ! राम" ya da "He Rām"), yazar ve ""Aman Tanrım"" olarak tercüme edilebilir. Her ne kadar doğruluğu tartışmalı olsa da bunların Gandi vurulduktan sonra son sözleri olduğu iddia edilmektedir. Jawaharlal Nehru radyo ile ülkeye yaptığı konuşmasında şöyle demiştir:
Gandi'nin külleri kaplara konarak anma törenleri için Hindistan'ın çeşitli bölgelerine gönderildi. Çoğu 12 Şubat 1948'de Allahabad'da Sangam'a döküldü ama bazıları gizlice başka yerlere gönderildi. 1997'de, Tuşar Gandi bir bankanın kasasında bulunan ve mahkeme emriyle alabildiği bir kabın içindeki külleri Allahabad'da Sangam'da suya döktü. Dubai'li bir iş adamının Mumbai müzesine gönderdiği bir başka kabın içindeki küller'de 30 Ocak 2008'de ailesi tarafından Girgaum Chowpatty'de suya dökülmüştür. Bir başka kap Pune'deki Ağa Han Sarayı'na gelmiş (1942 ile 1944 arasında tutuklu bulunduğu yer) bir başkası da Los Angeles'de "Kendini Kanıtlama Birliği Göl Tapınağı" 'na gelmiştir Ail |
esi tapınaklarda ve anıtlarda bulunan bu küllerin siyasi kötü amaçlarla kullanılabileceğinin farkındadır ancak tapınak ve anıtları yıkmadan bunları alamayacaklarını bildiklerinden geri istememişlerdir.
Gandi hayatını doğruluğu ya da ""Satya"" 'yı bulmaya adadı. Bu amacına kendi hatalarından öğrenerek ve kendisi üzerinde deneyler yaparak ulaşmaya çalıştı. Otobiyografisine "Doğrulukla Olan Deneyimlerimin Öyküsü" adını vermiştir.
Gandi en önemli mücadelenin kendi iblislerini, korkularını ve güvensizliklerini yenmek olduğunu belirtmiştir. Gandi inançlarını ilk olarak "Tanrı Doğruluktur" diyerek özetlemiş. Daha sonra bu ifadesini "Doğruluk Tanrı'dır" olarak değiştirmiştir. Yani Gandi'nin felsefesinde "Satya" (Doğruluk) "Tanrı"dır.
Mahatama Gandi pasif direniş ilkesinin bulucusu değildir ancak muazzam bir ölçekte siyasi alanda ilk uygulayandır. Pasif direniş ("ahimsa") ya da karşı koymama kavramları Hindistan dini düşünce tarihinde çok eskilere dayanmaktadır. Gandi felsefesini ve hayat görüşünü otobiyografisi "Doğrulukla Olan Deneyimlerimin Öyküsü" 'nde şöyle açıklar:
"Umutsuzluğa düştüğümde tarih boyunca doğruluk ve sevginin her zaman kazandığını hatırlarım. Tiranlar ve katiller olmuştur, hatta bir süre yenilmez sanılmışlardır ancak sonunda her zaman kaybederler, düşün bir her zaman."
"Çılgınca tahribatı totaliterlik nedeniyle ya da özgürlük ve demokrasi adı altında yapmak ölüler, yetimler ve evsizler için ne değiştirir?"
"Göze göz ilkesi tüm dünyayı kör eder."
"Uğrunda ölmeyi göze alacağım birçok dava var ama uğrunda öldüreceğim hiçbir dava yoktur."
Bu ilkeleri uygulayan Gandi mantığın en uç sınırlarına giderek, hükûmetlerin, polisin ve ordunun bile şiddet karşıtı olduğu bir dünya hayal etti. Aşağıdaki alıntılar "Pasifistler İçin" kitabındandır.
Savaş ilmi bir kişiyi basitçe saf diktatörlüğe yöneltir. Şiddet karşıtlığının ilmi ise yalnızca saf demokrasiye ulaştırır...Sevgiden kaynaklanan güç, cezalandırılma korkusundan kaynaklanandan binlerce kat daha etkili ve kalıcıdır...Şiddet karşıtlığının yalnızca bireyler tarafından uygulanabileceğini ve bireylerin oluşturduğu uluslar tarafından uygulanamayacağını söylemek inançsızlıktır...En saf anarşiye en çok yaklaşan şiddet karşıtlığı üzerine kurulu olan demokrasidir...Tam bir şiddet karşıtlığı üzerinde örgütlenen ve işleyen bir toplum en saf anarşidir...
Şiddet karşıtı bir devlette bile polis gücüne gerek olduğu sonucuna ulaştım...Polis şiddet karşıtlığına inananlardan seçilecektir. İnsanlar içgüdüsel olarak onlara her türlü yardımı yapacak ve ortak bir çalışma sonucu sürekli azalan karışıklıklar ile kolaylıkla başa çıkabileceklerdir. Emek ile sermaye arasındaki şiddetli anlaşmazlıklar ve grevler şiddet karşıtı bir devlette daha az olacaktır çünkü şiddet karşıtı çoğunluğun etkisi toplum içinde temel ilkelerin uygulanmasını sağlayacaktır. Benzer şekilde topluluklar arasında da karşıtlıklar olmayacaktır...
Şiddet karşıtı bir ordu savaş zamanında da barış zamanında da silahlı insanlar gibi davranmaz. Görevleri birbirleriyle savaşan toplumları bir araya getirmek, barış propagandası yapmak, bulundukları yerde ve birliklerinde her bir insanla ilişkiye geçmelerini sağlayacak eylemlerde bulunmaktır. Böyle bir ordu acil durumlarla başa çıkabilmek için hazırlıklı olmalıdır, şiddet içeren çetelerin taşkınlıklarını durdurabilmek için ölmeyi göze almalıdırlar. ...Satyagraha (doğruluğun gücü) tugayları her köy de ver her mahallede örgütlenebilir. [Eğer şiddet karşıtı topluma dışarıdan bir saldırı gelirse] şiddet karşıtlığına açılan iki yol vardır. Hâkimiyeti vermek ama saldıran ile işbirliği yapmamak...Baş eğmektense ölümü tercih etmek. İkinci yol ise şiddet karşıtı yöntemle yetişmiş insanların yapacağı pasif direniş...Saldırganın iradesine uymak yerine ölmeyi tercih eden kadın ve erkeklerin oluşturduğu sonu gelmez beklenmedik görüntü hem saldırganı hem de askerlerini yumuşatacaktır...Şiddet karşıtlığını ana siyasi görüşü olarak seçmiş olan bir ulusu ya da grubu atom bombası bile köleliğe mahkûm edemez... Bu ülkedeki şiddet karşıtlığının düzeyi başına bu geldiği takdirde doğal olarak öyle yükselecektir ki evrensel olarak saygı görecektir.
Bu görüşlere uygun olarak, 1940'ta Britanya Adaları' nın Nazi Almanyası tarafından işgali söz konusu olduğunda Gandi Britanya halkına şu öğütleri verdi ("Savaş ve Barışta Pasif Direniş "):
"Sahip olduğunuz silahları ne sizi ne de insanlığı kurtarmaya yeterli olmadığı için bırakmanızı isterim. Kendi varlığınız saydığınız ülkelerden ne istiyorlarsa almaları için Herr Hitler ve Sinyor Mussolini'yi davet edin... Eğer bu centilmenler evlerinize girmek isterse, siz evleriniz terk edin. Eğer sizin serbestçe gitmenize izin vermezlerse, erkek, kadın ve çocuk sizi katletmelerine izin verin ama onlara bağlılığınızı sunmayı reddedin."
Savaş sonrası bir mülakatta 1946'da daha da uç bir görüşünü açıkladı:
"Yahudiler kendilerini kasabın bıçağına sunmalıydılar. Kendilerini kayalıklardan denize atmalıydılar."
Ancak Gandi bu düzeyde bir şiddet karşıtlığının inanılmaz ölçüde inanç ve cesaret gerektirdiğini ve buna herkesin sahip olmadığını biliyordu. Dolayısıyla, özellikle de korkaklığa karşı bir kılıf olarak kullanılıyorsa herkesin şiddet karşıtı olarak kalması gerekmediğini de öğütledi.:
"Gandi, silahlanmaktan ve direniş göstermekten korkanları "satyagraha" hareketine katılmamaları konusunda uyardı. 'İnanıyorum ki,' dedi, 'korkaklık ile şiddet arasında bir seçim yapmak gerekirse şiddeti öğütlerdim.'"
"Her toplantıda şu uyarıyı yaptım. Pasif direniş ile daha önce kendilerinde olan kullanmayı bildikleri güçten sonsuz derecede fazla güç elde ettiklerine inananların pasif direniş ile hiçbir ilişkileri olmamalı ve bıraktıkları silahları tekrar almalıdır. Bir zamanlar çok cesur olan "Khudai Khidmatgar"ların ("Allah'ın hizmetçileri"), Badşah Han'ın etkisiyle korkaklaştıklarını hiçbir zaman söyleyemeyiz. Cesaretleri yalnızca iyi bir nişancı olmalarıyla değil, ölümü göze almaları ve göğüslerini gelen kurşunlara karşı açmalarındadır."
Gandi küçük bir çocukken et yemeyi denemiştir. Bunun sebebi hem duyduğu merak hem de onu ikna eden yakın arkadaşı Şeyh Mehtab'tır. Hindistan'da etyemezlik Hindu ve Caynu inanışlarının temel ilkelerinden birisi olmuştur ve doğduğu yöre olan Gucarat'da Hindu ve Caynuların büyük çoğunluğu olduğu gibi Gandi ailesi de etyemezdi. Londra'ya okumaya gitmeden önce annesi Putlibay ve amcası Becharji Swami'ye et yemekten, alkol almaktan ve fuhuştan imtina edeceğine yemin verdi. Sözüne uyarak yalnızca bir beslenme biçimi değil aynı zamanda yaşamı boyunca izleyeceği felsefeye bir temel elde etti. Gandi ergenliğe eriştikçe katı bir etyemez oldu. "The Moral Basis of Vegetarianism" (Etyemezliğin Ahlaki Temeli) adlı kitabın yanı sıra bu konuda birçok makale de yazdı. Bunların bir kısmı Londra Etyemezler Derneği'nin yayın organı "The Vegetarian" 'da yayımlandı. Bu dönemde birçok ileri gelen entelektüelden ilham alan Gandi Londra Etyemezler Derneği'nin başkanı Dr. Josiah Oldfield ile de arkadaş oldu.
Henry Stephens Salt'ın eserlerini okuyup hayran kalmış olan genç Mohandas, etyemezlik kampanyası yapan bu kişiyle görüştü ve yazıştı. Gandi Londra'da iken ve daha sonra etyemezliği desteklemek için çok zaman harcadı. Gandi için etyemez bir beslenme yalnızca insan vücudunun gereksinimleri karşılamıyor aynı zamanda ekonomik bir amaca da hizmet ediyordu. Et hâlâ tahıl, sebze ve meyveden daha pahalıdır. O zamanın Hintlerinin birçoğu çok düşük gelire sahip olduğu için etyemezlik yalnızca tinsel bir uygulama değil aynı zamanda pratikti de. Uzun süre et yemekten kaçındı ve oruç tutmayı bir siyasi protesto yöntemi olarak kullandı. Ölene kadar ya da istekleri kabul edilene kadar yemek yemeyi reddetti. Otobiyografisinde etyemezliğin Brahmaçarya'ya olan derin bağlılığının başlangıcı olduğu yazar. İştahını tam olarak kontrol etmeden Brahmaçarya'da başarısız olacağını belirtir.
Bapu bir dönem sonra artık yalnızca meyve yemeye başlamıştı, ancak doktorlarının tavsiyesiyle keçi sütü içmeye başlamıştı. İnek sütünden elde edilen süt ürünlerini hiçbir zaman kullanmamıştır. Bunun nedeni hem felsefi görüşleri hem de zorla inekten fazla süt alma yöntemi olan "phooka"dan iğrendiği, ve annesine vermiş olduğu bir söz nedeniyledir.
Gandi 16 yaşındayken babası çok hastalandı. Ailesine çok düşkün olduğu için hastalığı süresince babasının başucundaydı. Ancak bir gece Gandi'nin amcası, kısa bir süreliğine Gandi'nin dinlenmesi için yerine geçti. Yatak odasında geçtikten sonra bedenin arzularına karşı koyamayarak karısıyla birlikte oldu. Kısa bir süre sonra bir hizmetçi, babasının az önce öldüğünü bildirdi. Gandi büyük bir suçluluk duydu ve kendini hiçbir zaman affedemedi. Bu olaydan "çifte utanç" diye söz eder. Bu olay Gandi üzerinde öyle etkili olmuştur ki hâlâ evliyken 36 yaşında cinsellikten vazgeçer ve bekârlığı seçer.
Bu kararın alınmasında tinsel ve pratik anlamda saflığı öğütleyen Brahmaçarya felsefesinin büyük etkisi vardır. Cinsellikten kaçınma ve çilecilik bu düşünüşün bir parçasıdır. Gandi brahmaçaryayı Tanrı'ya yakınlaşma ve kendini kanıtlama yolunda ana temel olarak görmüştür. Otobiyografisinde çok küçük yaşta evlendiği karısı Kasturba'ya duyduğu şehvet dolu dürtüler ve kıskançlık krizleri ile olan mücadelesini anlatır. Cinsellikten uzak kalarak şehvet duymaktansa sevmeyi öğrenmenin kişisel zorunluluğu olduğunu hissetmiştir. Gandi için brahmaçarya "duyguların düşünce, söz ve eylemde kontrolü" demekti.
Gandi topluma hizmet veren bir kişinin sade bir hayatı olması gerektiğine yürekten inanmıştı. Bu sadelik o kişiyi brahmaçaryaya ulaştıracaktır. Sadeliğe Güney Afrika'da yaşadığı Batı tarzı yaşam stilini bırakarak başladı. Bunu "kendini sıfıra indirgemek," olarak adlandırdı ve gereksiz harcamaları keserek, basit bir yaşam tarzı seçti ve kendi giysilerini bile kendisi yıkadı. Bir keresinde topluma yaptığı hizmet nedeniyle kendisine verilen hediyeleri geri çevirdi.
Gandi her hafta bir gününü konuşmadan geçiriyordu. Konuşmaktan imtina etmenin kendisine iç huzuru get |
irdiğine inanıyordu. Bu pratik Hindu ilkeleri "mauna" (Sanskritçe:मौनं — sessizlik) ve "şanti"den (Sanskritçe:शांति — huzur) etkilenmiştir. Böyle günlerde diğerleriyle kağıda yazarak iletişim kuruyordu. 37 yaşından sonra üç buçuk yıl boyunca Gandi dünya meselelerinin çalkantılı durumunun kendi iç huzursuzluğundan daha fazla bir karışıklığa neden olduğu için gazete okumayı reddetti.
John Ruskin'in "Unto This Last" (Sonuna Kadar) adlı denemelerini okuduktan sonra yaşam tarzını değiştirmeye karar verdi ve "Phoenix Kolonisi" adı verilen bir komün kurdu.
Başarılı bir hukuk hayatı yaşadığı Güney Afrika'dan Hindistan'a döndükten sonra zenginlik ve başarı ile özdeşleştirdiği Batı tarzı giyinmeyi bıraktı. Hindistan'ın en fakir insanının kabul edebileceği gibi giyinmeye başladı ve ev dokuması olan "khadi"nin kullanılmasını savundu. Gandi ve arkadaşları kendi eğirdikleri iplikle kendi giysilerinin kumaşını dokumaya başladı ve diğerlerini de böyle yapmaları için teşvik etti. Hint işçiler işsizlik nedeniyle çoğunlukla boşta kalsalar da giysilerini Britanya sermayesinin sahip olduğu endüstriyel konfeksiyonculardan almaktaydılar. Eğer Hintler kendi giysilerini yaparsa Hindistan'da yer alan Britanya sermayesine büyük bir darbe vurulacağı Gandi'nin görüşüdür. Buradan yola çıkarak Hintlerin geleneksel çıkrığı "çarka" Hindistan Ulusal Kongresi'nin bayrağına alınmıştır. Hayatının sadeliğini göstermek için yaşamının geri kalan döneminde yalnızca bir "dhoti" giydi.
Gandi Hindu olarak doğdu, tüm yaşamı boyunca Hinduizm'i uyguladı ve ilkelerinin çoğunu Hinduizmden aldı. Sıradan bir Hindu olarak tüm dinlerin eşit olduğuna inandı ve başka dinlere inanması için verilen çabalara karşı geldi. Çok meraklı bir dinbilimciydi ve tüm önemli dinler hakkında birçok kitap okudu. Hinduzim hakkında şunları söylemiştir:
Gandi "Bhagavad Gita" üzerine Gucaratça bir yorum yazmıştır. Gucaratça metni İngilizceye Mahadev Desai tarafından çevrilmiş ve bir önsöz eklenmiştir. 1946'da Gandi'nin bir giriş yazısıyla yayımlanmıştır.
Gandi her dinin özünde doğruluk ve aşkın yattığına inanır. Aynı zamanda tüm dinlerde ikiyüzlülüğü, kötü uygulamaları ve dogmayı da sorgulamıştır ve yorulmaz bir sosyal reformcudur. Çeşitli dinler üzerine olan bazı yorumları şöyledir:
Yaşamının daha sonraki dönemlerinde bir Hindu olup olmadığı sorulduğunda şöyle yanıtlamıştır:
Birbirlerine büyük saygı da duysalar Gandi ve Rabindranath Tagore birçok kereler uzun süren tartışmalara girmişlerdir. Bu tartışmalar, zamanlarının en ünlü iki Hint'inin felsefi görüş farklılıklarını örnekler. 15 Ocak 1934'de Bihar'da meydana gelen bir deprem çok büyük yaşam kaybına ve zarara yol açtı. Gandi bunun dokunulmazları kendi tapınaklarına kabul etmeyen üst kast Hinduların günahları nedeniyle olduğunu belirtti. Tagore ise Gandi'nin bu görüşüne şiddetle karşı geldi ve dokunulmazlık uygulaması ne kadar itici de olsa ahlaki sebeplerin değil yalnızca doğal sebeplerin depreme yol açabileceğini savundu.
Gandi üretken bir yazardı. Uzun yıllar aralarında Güney Afrika'da iken Gucarati dilinde "Harijan", Hindi dilinde ve İngilizce; "Indian Opinion" ile Hindistan'a döndükten sonra çıkardığı İngilizce "Young India" gazetesi ile Gucaratça Navajivan adlı aylık dergi gibi birçok gazete ve derginin editörlüğünü yaptı. Sonraları Navajivan Hindi dilinde de yayımlandı. Bunlara ek olarak hemen hemen her gün kişilere ve gazetelere mektuplar yazdı.
Gandi aralarında otobiyografisi "Doğrulukla Olan Deneyimlerimin Öyküsü" 'nün de bulunduğu, Güney Afrika'daki mücadelesi hakkında "Satyagraha in South Africa" (Güney Afrika'da Satyagraha), siyasi bir broşür olan "Hind Swaraj or Indian Home Rule", ve John Ruskin'in "Unto This Last" denemesinin Gucarati dilindeki yorumu gibi birçok eser yazmıştır. Bu son deneme ekonomi üzerine denemesi olarak sayılır. Ayrıca yoğun olarak etyemezlik, beslenme ve sağlık, din, sosyal reformlar gibi konular üzerine de yazdı. Gandi genellikle Gucarati dilinde yazdı ama kitaplarının Hindi ve İngilizce çevirilerini de düzeltti.
Gandi'nin tüm eserleri 1960 yılında "The Collected Works of Mahatma Gandhi" (Mahatma Gandi'nin Tüm Eserleri) adıyla Hindistan hükûmeti tarafından yayımlandı. Yazılar yaklaşık yüz cilt içinde toplanmış 50.000 sayfadan oluşur. 2000 yılında tüm eserlerin gözden geçirilmiş baskısı, Gandi'nin takipçilerinin hükûmeti siyasal amaçları için değişiklik yapması ile suçlamasıyla bir anlaşmazlık çıkmıştır.
Birçok biyografi yazarı Gandi'nin hayatını yazmayı üstlenmiştir. Bunların arasında iki tanesi diğerlerinin arasından sıyrılmıştır: D. G. Tendulkar'ın sekiz ciltlik "Mahatma. Life of Mohandas Karamchand Gandhi" (Mahatma, Mohandas Karamçand Gandi'nin Yaşamı) ile Pyarelalve Sushila Nayyar'ın on ciltlik "Mahatma Gandhi" 'si. ABD Ordusu'ndan Albay G. B. Singh'in hayatının yirmi yılını araştırma kitabı "Gandhi: Behind the Mask of Divinity" 'yi (Gandi:Kutsallık Maskesinin Ardında) yazmak için Gandi'nin özgün konuşmalarını ve yazılarını toplamak için geçirdiği söylenir.
Gandi önemli liderleri ve siyasi hareketleri etkilemiştir. Aralarında Martin Luther King ve James Lawson'un da bulunduğu ABD'deki yurttaşlık hakları hareketi liderleri pasif direniş hakkındaki kendi kuramlarının gelişiminde Gandi'nin yazılarından yararlanmışlardır. Apartheid karşıtı eylemci ve Güney Afrika'nın eski devlet başkanı, Nelson Mandela, Gandi'den ilham almıştır. Diğerleri arasında, Han Abdulgaffar Han, Steve Biko, ve Aung San Suu Kyi sayılabilir.
Gandi'nin yaşamı ve öğretileri Gandi'yi akıl hocası olarak gören veya hayatını Gandi'nin fikirlerini yaymak için geçiren birçok kişiye ilham kaynağı olmuştur. Avrupa'da ilk olarak, Romain Rolland 1924 yılında yayımladığı kitabı "Mahatma Gandhi" ile Gandi'den sözetmiştir ve Brezilyalı anarşist ve feminist Maria Lacerda de Moura pasifizm hakkındaki kitabında Gandi hakkında yazmıştır. 1931 yılında Avrupalı dikkate değer bir fizikçi, Albert Einstein Gandi ile mektuplaşmış ve daha sonra onun hakkında "gelecek nesiller için örnek alınacak bir kişi" diye yazmıştır. Lanza del Vasto 1936 yılında Gandi ile yaşamak amacıyla Hindistan'a gitti. Daha sonra Avrupa'ya Gandi'nin felsefesini yaymak için döndü ve 1948 yılında Gandi'nin aşramlarını örnek alan Ark Topluluğu'nu kurdu. Bir Britanya amiralinin kızı olan Madeleine Slade ("Mirabehn" olarak bilinir) yaşamının büyük bir kısmını Gandi'nin bir müridi olarak Hindistan'da geçirmiştir.
Bunlara ek olarak Britanyalı müzisyen John Lennon şiddet karşıtı görüşlerini tartışırken Gandi'den söz etmiştir. 2007'de Cannes Lions Uluslararası eklamcılık Festivalinde ABD eski başkan yardımcısı ve çevreci Al Gore, Gandi'nin kendi üzerindeki etkisinden söz etmiştir.
Gandi'nin doğum günü olan 2 Ekim, Hindistan'da "Gandhi Jayanti" olarak kutlanan ulusal bir bayramdır. 15 Haziran 2007'de, "Birleşmiş Milletler Genel Kurulu"nun oybirliğiyle 2 Ekim'i "Dünya Şiddete Hayır Günü" olarak kabul ettiği duyurulmuştur.
Batı'da sıklıkla Gandi'nin ilk adı olduğu sanılan "Mahatma" kelimesi Sanskritçe "Ulu" anlamına gelen "maha" ile "ruh" anlamına gelen "atma" kelimelerinden gelmektedir.
Dutta ve Robinson'un "Rabindranath Tagore: An Anthology" kitabı gibi birçok kaynak "Mahatma" unvanının Gandi'ye ilk olarak Rabindranath Tagore tarafından yakıştırıldığını belirtir. Diğer kaynaklarda ise bu unvanı Nautamlal Bhagavanji Mehta'nın 21 Ocak 1915'de verdiği belirtilir. Otobiyografisinde Gandi hiçbir zaman bu onura layık olmadığını düşündüğünü açıklar. "Manpatra" 'ya göre, "Mahatma" unvanı Gandi'nin adalet ve doğruluk için gösterdiği özenilecek özveri için verilmiştir.
"Time Dergisi" Gandi'yi 1930'da yılın adamı seçti. Time Dergisi Dalay Lama, Lech Wałęsa, Dr. Martin Luther King, Jr., Cesar Chavez, Aung San Suu Kyi, Benigno Aquino, Jr., Desmond Tutu, ve Nelson Mandela'yı "Gandi'nin çocukları" olarak adlandırdı ve şiddet karşıtlığı için tinsel mirasçıları olduklarını belirtti. Hindistan hükûmeti her yıl toplum için çalışanlar, dünya liderleri ve vatandaşları arasından seçilenlere Mahatma Gandi Barış Ödülü'nü sunar. Güney Afrika'nın ırk ayrımını ortadan kaldırmak için mücadele eden lideri Nelson Mandela, ödülü kazanan Hint olmayanlar arasında tanınmış olanlardandır.
1996 yılında Hindistan hükûmeti 5, 10, 20, 50, 100, 500 ve 1000 rupilk banknotlar üzerinde Mahatma Gandi serisini başlattı. Günümüzde Hİndistan'da dolaşımda bulunan tüm paralar üzerinde Mahatma Gandi'nin portresi bulunur. 1969 yılında Birleşik Krallık Mahatma Gandi'nin doğumunun yüzüncü yılı anısına bir dizi posta pulu çıkardı.
Büyük Britanya'da birçok Gandi heykeli bulunmaktadır. Bunların en dikkat çekeni hukuk okuduğu University College London'ın yakınında Londra'nın Tavistock Meydanı'ndaki heykeldir. 30 Ocak Birleşik Krallık'ta "Ulusal Gandi'yi Anma Günü" olarak kutlanır. Amerika Birleşik Devletleri'nde New York'da Union Square Park'ta, Atlanta'da Martin Luther King, Jr. Ulusal Tarihi Sit'inde,Washington, DC'de Hindistan Büyükelçiliği yakınında Massachusetts Avenue'de Gandi heykelleri bulunur. Güney Afrika'nın Pietermaritzburg şehrinde (1893 yılında trende birinci mevkiden atıldığı yer) bir anıt heykeli bulunur. Madame Tussaud'nun Londra, New York ve diğer şehirlerdeki müzelerinde balmumu heykelleri de vardır.
Gandi 1937 ile 1948 yılları arasında beş kez aday gösterilmesine rağmen Nobel Barış Ödülü'nü alamadı. Yıllar sonra Nobel Komitesi kamuoyuna yaptığı açıklamada bu ödülü verememenin derin üzüntüsünü bildirmiş ve ödülün verilmesinde aşırı ulusalcı görüşlerin olduğunu kabul etmiştir. Mahatma Gandi 1948 yılında ödülü alacaktı ancak suikaste uğraması sonucu alamamıştır. Yenhi yaratılan Hindistan ve Pakistan arasında o yıl ortaya çıkan savaşta ayrıca önemli bir faktör olmuştur. 1948'de Gandi'nin öldüğü yıl Barış Ödülü "yaşayan uygun bir aday olmadığı" bahanesiyle verilmedi ve 1989 yılında Dalay Lama'ya Ödül verildiğinde komite başkanı "bunun kısmen Mahatma Gandi'nin anısına saygıdan ötürü" verildiğini belirtti.
Yeni Delhi'de Gandi'nin 30 Ocak 1948'de suikaste uğradığı Birla Bhavan (ya da Birla Evi), 1971 yılı |
nda Hindistan hükûmeti tarafından alınmış ve 1973'de Gandhi Smriti ya da "Gandi Hatırası" olarak halka açılmıştır. Mahatma Gandi'nin yaşamının son dört ayını geçirdiği oda ile gece dolaşırken vurulduğu yer koruma altındadır.
Mohandas Gandi'nin suikaste uğradığı yerde şimdi bir Şehit Sütunu bulunmaktadır.
Mahatma Gandi'nin öldüğü 30 Ocak günü her yıl birçok ülkenin okullarında Şiddet Karşıtı ve Barış Günü olarak kutlanır. İlk olarak 1964'de İspanya'da kutlanmaya başlamıştır. Güney Yarımküre okul takvimini kullanan ülkelerde bu gün 30 Mart'ta ya da yakın günlerde kutlanır.
Gandi'nin katı "ahimsa" görüşü pasifizmi içerir dolayısıyla da siyasi spektrumun her kanadından çeşitli eleştirilere maruz kalmıştır.
Prensip olarak Gandi dinsel birlik görüşüyle çatıştığı için siyasi bölünmeye karşıydı. Hindistan'ın bölünerek Pakistan'ın kurulması hakkında "Harijan" 'da 6 Ekim 1946'da şöyle yazmıştır:
Pakistan'ın yaratılması isteği, Müslümanlar Birliği tarafından öne sürülmesi İslam dışı ve hatta günah dolu olduğunu söylemekten de çekinmem. İslam birliği ve insanlığın kardeşliğini temel alır, insanlık ailesinin birliğini bozmayı değil. Dolayısıyla Hindistan'ı büyük bir ihtimalle savaşan iki gruba bölmeye çalışanlar hem Hindistan'ın hem de İslam'ın düşmanıdır. Beni parçalara ayırabilirler ama yanlış olduğunu düşündüğüm bir görüşe katılmamı bekleyemezler [...] çılgınca konuşmalara rağmen tüm müslümanları dost edinmeye çalışmak arzumuzdan vazgeçmemeliyiz ve onları sevgimizin esiri olarak tutmalıyız.
Ancak, Homer Jack Gandi'nin Cinnah ile Pakistan konusundaki uzun mektuplaşmalarında şunlara dikkati çeker: "Her ne kadar Gandi kişisel olarak Hindistan'ın bölünmesine karşıysa da öncelikle bağımsızlığın elde edilmesi için Kongrenin ve Müslümanlar Birliğinin işbirliğiyle kurulacak olan geçici bir hükûmet altında işbirliğini yapılması ve daha sonra çoğunluğu Müslüman olan bölgelerde yapılacak bir halk oylamasıyla bölünme sorununa karar verilmesini belirten bir anlaşma önerdi."
Hindistan'ın bölünmesi hakkındaki bu çifte görüşü nedeniyle Gandi hem Hindular hem de Müslümanlar tarafından eleştirilmiştir. Muhammed Ali Cinnah ve çağdaşı Pakistanlılar Gandi'yi Müslüman siyasi haklarını baltalamak ile suçladı. Vinayak Damodar Savarkar ve müttefikleri Gandi'yi Müslümanların Hindulara karşı düzenlediği vahşete gözünü kapayarak Müslümanların siyasi olarak gönlünü almakla, ve Pakistan'ın yaratılmasına izin vermekle suçluyordu. Bu siyasi olarak çekişmeli bir konu hâline gelmiştir: Pakistan asıllı Amerikalı tarihçi Ayesha Jalal gibi bazıları Gandi ve Kongre'nin Müslümanlar Birliği ile iktidarı paylaşmaktaki isteksizliklerinin bölünmeyi hızlandırdığını iddia ederken; Hindu milliyetçi siyasetçi Pravin Togadia gibi diğerleri Gandi'nin liderliğinde gösterdiği aşırı zayıflık sonucunda Hindistan'ın bölündüğünü söyler.
Gandi ayrıca 1930 yılında Filistin'in bölünerek İsrail devletinin kurulması konusunda yazarken bölünme konusundaki hoşnutsuzluğunu belirtmiştir. 26 Ekim 1938'de "Harijan" 'da şöyle yazmıştır:
Bana Filistin'deki Arap-Yahudi sorunu ve Yahudilerin Almanya'da yaşadıkları hakkında görüşlerimi bildirmemi isteyen çeşitli mektuplar alıyorum. Bu çok zor soru hakkındaki görüşlerimi bildirirken tereddüt içindeyim. Tüm Yahudilere sempati duyuyorum, onları Güney Afrika'da yakından tanıdım. Bazıları yaşam boyunca arkadaşım oldu. Bu arkadaşlarım sayesinde Yahudilerin çağlar boyunca zulüm gördüklerinden haberdar oldum. Hristiyanlığın dokunulmazlarıydılar [...] Ama sempatim adaletin gerekliliklerine karşın gözlerimi kör etmiyor. Yahudiler için ulusal bir ev haykırışı bana pek çekici gelmiyor. Bunun kurulması için izin İncil'de arandı ve Filistin'e dönen Yahudiler bunu çok arzuladı. Niye, dünya üzerindeki diğer insanlar gibi doğdukları ve hayatlarını kazandıkları ülkeleri kendi vatanları olarak kabul edemediler? İngiltere nasıl İngilizlere, Fransa'da Fransızlara aitse Filistin de Araplara aittir. Yahudilerin isteklerini Araplara kabul ettirmeye çalışmak hem yanlış hem de insanlık dışıdır. Şu anda Filistin'de olanlar hiçbir ahlak kuralı ile açıklanamaz.
Gandi ayrıca şiddet içeren yöntemlerle bağımsızlığını kazanmaya çalışanları eleştirmesi nedeniyle de siyasi arenada hedef oldu. Bhagat Singh, Sukhdev, Udham Singh ve Rajguru'nun asılmalarını protesto etmeyi reddetmesi bazıları tarafından suçlanma sebebi olmuştur.
Bu eleştiriler hakkında Gandi şunları söylemiştir: "Bir zamanlar silahları olmadığı zaman Britanyalılarla nasıl silahsız mücadele edeceklerini gösterdiğim için beni dinleyenler vardı [...] ama bugün benim şiddet karşıtlığımın [Hindu-Müslüman ayaklanmalarına karşı] çözüm olmadığını ve dolayısıyla insanların nefsi müdafaa için silahlanmaları gerektiği bana söyleniyor.."
Bu argümanı birkaç makalede daha kullandı. İlk olarak 1938'de yazdığı "Zionism and Anti-Semitism," (Siyonizm ve Anti-Semitizm) adlı makalesinde Gandi Nazi Almanyası'nda Yahudilerin çektiği zulümü Satyagraha bağlamında yorumlar. Pasif direnişi Yahudilerin Almanya'da yüz yüze geldikleri zulüme karşı gelme yöntemi olarak sunar,
Eğer ben bir Yahudi olsaydım, ve Almanya'da doğup hayatımı orada kazansaydım, en az uzun boylu beyaz Alman kadar Almanya'yı vatanım olarak görürdüm ve ona ya beni vurmasını ya da zindana atmasını söylerdim; sınırdışı edilmeye ya da ayrımcı davranışlara tabi olmayı reddederdim. Bunu yaparken bu sivil direnişe Yahudi arkadaşlarımın katılmasını beklemezdim çünkü sonunda geride kalanların benim örneğimi izleyeceklerine güvenirdim. Eğer bir Yahudi ya da tüm Yahudiler burada önerilen çözümü kabul ederse şu anda olduğundan daha kötü bir duruma düşmezler. Ve gönüllü olarak çekilen ızdırap onlara bir dayanma direnci ile neşe verecektir [...] Hitler'in bu tarz eylemlere karşı hesaplayarak göstereceği şiddet Yahudilerin genel bir katliamı bile olabilir. Ama Yahudi zihni kendini gönüllü ızdıraba hazırlarsa hayal ettiğim bu katliam bile Jehovah'ın bir tiranın ellerinden ırkı kurtaracağı bir teşekkür ve neşe gününe bile dönüşebilir. Tanrıdan korkanlar için ölümde korkutucu bir şey yoktur.
Gandi bu açıklamaları için oldukça çok eleştirilmiştir. "Questions on the Jews" (Yahudiler Üzerine Sorular) adlı makalesinde şöyle cevap vermiştir: "Arkadaşlar Yahudilere yaptığım ricayı eleştiren iki gazete kupürü bana göndermiş. İki eleştiride de Yahudilere kendilerine karşı yapılan yanlışlar için pasif direnişi önermekle yeni hiçbir şey önermediğimi söylenmiş...benim müdafaa ettiğim kalbten gelen şiddetten feragat ve bu büyük feragat sonucu ortaya çıkan etkin uygulamadır. Eleştirilere "Reply to Jewish Friends" (Yahudi Arkadaşlara Cevaplar) ve "Jews and Palestine" (Yahudiler ve Filistin) makaleleriyle şöyle cevap vermiştir: "benim müdafaa ettiğim kalbten gelen şiddetten feragat ve bu büyük feragat sonucu ortaya çıkan etkin uygulamadır."
Gandi'nin Yahudi Soykırımı ile yüz yüze kalmış olan Yahudiler hakkındaki görüşleri birçok yorumcunun eleştirisine neden olmuştur. Siyonizmin karşıtı olan Martin Buber 24 Şubat 1939'da Gandi çok sert bir açık mektup yayımladı. Buber Britanyalıların Hint uyruklarına davranışı ile Nazilerin Yahudilere karşı yaptıklarını kıyaslamanın münasebetsiz olduğunu belirtmiş; ve hatta Hintler zulmün kurbanları olduğunda Gandi'nin bir zamanlar kuvvet kullanımını desteklediğini belirtmiştir.
Gandi 1930'larda Yahudilerin Nazilerden gördüğü zulmü Satyagraha açısından yorumladı. Kasım 1938 yılındaki makalesinde pasif direnişi bu zulme karşı bir çözüm olarak önerdi:
Yahudilere Almanlar tarafından uygulanan zulmün tarihte eşi benzeri yok gibi gözükmektedir. Eski zamanların tiranları, Hitler'in bugün ulaştığı çılgınlık düzeyine hiç gelmemişlerdi. Hitler bu çılgınlığı dini bir azim ile sürdürmekte. Onun için, yaymaya çalıştığı seçkin ve militan milliyetçilik dininin gerektirdiği her tür insanlık dışı davranış, şu an ve sonrasında ödüllendirilecek bir insanlık davranışıdır. Açıkça çılgın ama gözüpek bir gençliğin suçları tüm ırkın üzerine inanılmaz bir vahşet ile çökmekte. İnsanlık adına yapıldığı kabul edilebilecek bir savaş var ise, tüm bir ırkın zulüm görmesini engellemek için Almanya'ya açılacak olan savaş tamamen haklı olacaktır. Böyle bir savaşın iyi ve kötü yönlerini tartışmak benim ufkumun ötesindedir. Almanya ile Yahudilere karşı uyguladıkları bu suçlar için bir savaş açılmasa bile, kesinlikle Almanya ile bir ittifaka girilemez. Adalet ve demokrasi için savaştığını söyleyen ama bu ikisinin düşmanı olan bir ulus ile nasıl ittifak kurulabilir ki?"
Glenn C. Altschuler, Gandi'nin Britanyalılara yaptığı Nazi Almanyası tarafından işgal edilmelerine izin vermeleri öğüdünü ahlaki yönden sorgular. Gandi Britanyalılara eğer "evlerinizi işgal etmek isterlerse, siz evlerinizden çıkın. Eğer serbestçe çıkmanıza izin vermezlerse onlara bağlılığı kabul edeceğinize erkek, kadın ve çocuk katledilmenize izin verin" demiştir.
Gandi'nin Güney Afrika'da bulunduğu ilk yıllarda yazdığı bazı makaleler tartışma konusu olmuştur. Tüm eserlerinin yayınladığı ""The Collected Works of Mahatma Gandhi,"" (cilt 8, s.120) koleksiyonunda yeniden basıldığı üzere, Gandi 1908 yılında "Indian Opinion" gazetesinde zamanının Güney Afrika hapishanesi hakkında şunları yazmıştır: "Yerli mahkumların büyük çoğunluğu hayvanlardan yalnız bir basamak yukarıda ve genellikle sorun çıkarıyor, kendi aralarında dövüşüyorlar." Yine aynı koleksiyonda (Cilt 2, s.74) tekrar yayımlanan, 26 Eylül 1896 tarihli konuşmasında Gandi "tek meşgalesi avlanmak ve tek ihtirası bir karı satın alabilmekiçin yeterli miktarda sürü hayvanı toplamak ve sonra hayatını uyukşukluk içinde ve çıplak olarak geçirecek olan çiğ kaffir"den sözeder. Günümüzde "Kaffir" deyimi aşağılıyıcı bir anlam içerir ancak Gandi'nin zamanında anlamının bugünkünden farklı olduğunu belirtmek gerekir. Buna benzer yorumlar nedeniyle bazıları Gandi'yi ırkçılıkla suçladı.
Uzamanlık alanları Güney Afrika olan iki tarih profesörü Surendra Bhana ve Goolam Vahed, bu tartışmaları "The Making of a Political Reformer: Gandhi in South Africa, 1893–1914." (New Delhi: Ma |
nohar, 2005) (Siyasi bir Reformcunun Gelişimi: Gandhi Güney Afrika'da 1893-1914) adlı eserlerinde ele aldı. İlk bölüm olan, "Sömürge Natal'da Gandi, Afrikalılar ve Hintler"de "Beyaz idare"nin altında Afrika ve Hint toplulukları arasındaki ilişkiler ile ırk ayrımcılığına dolayısıyla da bu topluluklar arasında ortaya çıkan gerginliklere neden olan politikalar üzerine yoğunlaşırlar. Bu ilişkilerden çıkardıkları sonuca göre "genç Gandi 1890'larda hüküm süren ırk ayrımcılığı kavramlarından etkilenmiştir." Aynı zamanda "Gandhi'nin hapishanedeki deneyimlerinin Afrikalıların durumları hakkında daha duyarlı olmasına neden olduğunu [...] daha sonraları Gandi'nin yumuşadığını; Afrikalılara karşı önyargılarını dile getirirken daha az kategorik olduğunu, ve ortak amaca yönelik noktaları görmeye daha açık olduğunu" belirtirler. "Johannesburg hapishanesindeki olumsuz görüşlerinin Afrikalıların genelinden ziyade uzun süre mahkûm kalan Afrikalılara yönelik" olduğunu söylerler."
Güney Afrika eski devlet başkanı Nelson Mandela, 2003 yılında Johannesburg'da Gandi'nin bir heykelinin açılmasını engellemeye çalışanlara rağmen Gandi'nin bir takipçisi olmuştur. Bhana ve Vahed heykelin açılması ile ilgili olaylar hakkındaki yorumlarını "The Making of a Political Reformer: Gandhi in South Africa, 1893–1914" adlı eserlerinin sonuç bölümünde yapmışlardır. "Gandhi'nin Güney Afrika'ya Mirası," bölümünde "Gandhi, Beyaz idareyi sona erdirmeye çalışan birçok nesil Güney Afrikalı aktiviste ilham kaynağı olmuştur. Bu miras onu Nelson Mandela'ya bağlar [...] öyle ki Gandi'nin başladığını bir anlamda Mandela tamamlamıştır." Gandi'nin heykelinin açılması sırasında yaşanan tartışmalara atıfta bulunarak devam ederler. Gandhi hakkındaki bu iki farklı perspektif hakkında, Bhana ve Vahed şu sonuca ulaşır: "Apartheid sonrası Güney Afrika'da Gandi'yi siyasi amaçları için kullanmaya çalışanlar, Gandi hakkındaki bazı gerçeklerden bihaber olduklarında davalarına bir şey katamadıkları gibi, ondan basitçe ırkçı diye sözedenler de aynı derecede olayları saptırmaktadır."
Yakın geçmişte, Nelson Mandela, Güney Afrika'ya satyagrahanın girişinin 100. yıldönümüne denk gelen Yeni Delhi'de 29 Ocak–30 Ocak 2007 tarihli bir konferansa katıldı. Ayrıca, Mandela "Gandhi, My Father" filminin Temmuz 2007'deki Güney Afrika galasında izleyici karşısına bir video klip ile çıktı. Bu klip hakkında filmin yapımcısı Anil Kapoor şöyle bahsetmiştir: "Nelson Mandela filmin açılışı için özel bir mesaj gönderdi. Mandela yalnızca Gandi hakkında değil, benim hakkımda da konuştu. Kalbimi ısıtan ve tevazu hissettiren bu filmi yaptığım için bana ettiği teşekkürdür. Halbuki bu filmi Güney Afrika'da çekmeme ve Dünya prömiyerini burada yapmama izin vermeleri nedeniyle benim teşekkür etmem gerekirdi. Mandela filmi çok destekledi."
Güney Afrika devlet başkanı Thabo Mbeki, Güney Afrika hükûmetinin geri kalan üyeleriyle bu açılışa katıldı.
Dalit kastından lider B. R. Ambedkar Gandi'nin Dalit toplumundan sözederken kullandığı "Harijanlar" terimini kınamıştır. Bu terimin anlamı "Tanrı'nın Çocukları"dır; ve bazıları tarafından bu Dalitlerin sosyal olarak olgunluğa erişmediği ve ayrıcalıklı Hint kastlarının babacan bir tavır içine girmesi anlamına geldiği şeklinde yorumlanmıştır. Ambedkar ve müttefikleri aynı zamanda Gandi'nin Dalit siyasal haklarını da baltaladığını hissediyordu. Gandi, her ne kadar Vaişya kastında doğduysa da, Ambedkar gibi Dalit aktivistler olmasına rağmen Dalitlerin adına konuşabileceği konusunda ısrar ediyordu.
Hintbilimci Koenraad Elst'de Gandi'yi eleştirmiştir. Gandi'nin pasif direniş kuramının etkinliğini sorguladı ve bunun Britanyalılardan yalnızca ufak birkaç ödün koparabildiğini belirtti. Elst ayrıca Britanyalıları pasif direnişten değil şiddet eylemlerinden korkmaları nedeniyle (ayrıca II. Dünya Savaşı'nın ardından kaynakların da tükenmesiyle birlikte) Hindistan'ın bağımsızlığının kabul edildiğini iddia etmiştir. Elst'e göre buna örnek olarak Subhaş Çandra Bose'nin Hindistan Ulusal Ordusu'na olan Hint toplumunun desteği verilebilir. Övgü olarak da şunu belirtir: "Gandi'nin ünlü olmasının başlıca nedeni, sömürgeleşmiş toplumlar içindeki özgürlük liderleri arasında, Batı modellerinden (milliyetçilik, sosyalizm, anarşizm gibi) değil de yerli kültürden çıkan politika ve stratejiler üreten tek lider olmasıdır."
Evrim
Evrim, biyolojide canlı türlerinin nesilden nesile kalıtsal değişime uğrayarak ilk halinden farklı özellikler kazanması sürecidir. Bazen dünyanın evrimi, evrenin evrimi ya da kimyasal evrim gibi kavramlardan ayırmak amacıyla organik evrim ya da biyolojik evrim olarak da adlandırılır. Evrim, modern biyolojinin temel taşıdır. Bu teoriye göre hayvanlar, bitkiler ve Dünya'daki diğer tüm canlıların kökeni kendilerinden önce yaşamış türlere dayanır ve ayırt edilebilir farklılıklar, başarılı nesillerde meydana gelmiş genetik değişikliklerin bir sonucudur.
Evrim, bir canlı popülasyonunun genetik kompozisyonunun rastgele mutasyonlar yoluyla zamanla değişmesi anlamına gelir. Genlerdeki mutasyonlar, göçler veya çeşitli türler arasında yatay gen aktarımları sonucu türün bireylerinde yeni veya değişmiş özelliklerin (varyasyonların) ortaya çıkması, evrim sürecini yürüten temel etmendir. Evrim, bu yollarla oluşan değişimlerin popülasyon genelinde daha sık veya daha nadir hale gelmesiyle işler.
Dünya'daki canlı türlerinden henüz sadece 2 milyondan biraz fazlası tanımlanabilmiş ve sınıflanabilmiştir. Bazı tahminlere göre henüz tanımlanmamış 10 ila 30 milyon canlı türü vardır. Bir milimetrenin binde birinden kısa bakterilerden, yerden yüksekliği 100 metreyi, ağırlığı binlerce tonu bulan sequoia servi ağaçlarına kadar dünyadaki canlı türleri, cüsse, biçim ve yaşayış biçimi açısından çok büyük farklılıklar gösterirler. Sıcak su kaynaklarında kaynama sıcaklığına yakın derecelerde yaşayan bakteriler olduğu gibi, Antarktika'daki buzullarda ya da tuz göllerinde -23 °C'ye varan sıcaklıklarda yaşayan algler ve mantarlar vardır. Aynı şekilde karanlık okyanus tabanlarındaki hidrotermal çatlakların kenarlarında yaşayan devasa boru kurtçukları olduğu gibi, Everest Dağı'nın yamaçlarında, 6 bin metre yükseklikte yaşayan hezaren çiçekleri ve örümcekler vardır.
Neredeyse sınırsız sayıdaki bu çeşitli yaşam biçimleri, evrimsel sürecin bir sonucudur. Tüm canlılar, ortak atalardan geldikleri için akrabadır. İnsan ve diğer tüm memeliler, yaklaşık 150 milyon yıl önce yaşamış sivrifaremsi bir canlıdan evrimleşmiştir. Memeliler, kuşlar, sürüngenler, iki yaşamlılar ve balıkların ortak atası 600 myö yaşamış su solucanlarıdır. Tüm hayvanlar ve bitkiler, yaklaşık 3 milyar yıl önce yaşamış bakterimsi mikroorganizmalardan türemiştir. Biyolojik evrim, canlı nesillerinin ortak atadan değişerek türeme sürecidir. Yeni nesiller, eski nesillere göre farklılıklar taşır ve ortak atadan uzaklaştıkça çeşitlilik artar.
Evrim, biyoloji biliminin yanı sıra koruma biyolojisi, gelişim biyolojisi, ekoloji, fizyoloji, paleontoloji ve tıp gibi bilim dallarınca da başvurulan ve öğretilen bir bilimdir. Bunun yanında tarım, antropoloji, felsefe ve psikoloji gibi bazı alanları da etkilemiştir. evrimin bir olgu olduğunu gösteren verileri belgelerler, nedenlerini açıklayan kuramları test ederler ve geliştirirler. Bu anlamda evrim ve evrimsel süreçlerin araştırılması evrimsel biyolojinin konusudur. Evrimsel biyoloji bilimi, yaşam tarihini, onun bütünlüğüne ve çeşitliliğine yol açan evrimsel süreçler ile mekanizmaları araştırarak yukarıda sayılan disiplinlerin yanında moleküler biyoloji, davranış ve biyocoğrafya alanlarında da yapılan çalışmalara ve bu konudaki olgu ve fenomenlere ışık tutar. Böylece tarihsel verilere ve adaptasyonlara dayalı açıklamalarla bu disiplinlerdeki biyolojik mekanizmalara dair yapılan çalışmaları tamamlayarak bütünleyici bir rol oynar. Biyolojik bilimler genelinde evrimsel bakış açısı, gözlemler düzenleme ve yorumlama ve tahminler yapmak için genellikle vazgeçilmez ve yararlı bir çerçeve sağlar. ABD Ulusal Bilimler Akademisi raporunda da (1991) vurgulandığı gibi biyolojik evrim; "modern biyolojinin en önemli anlayışı, canlıların temel yönlerini anlamak için önemli bir kavram" olarak nitelendirilir.
İnsanlık tarihi boyunca değişik kültürler, insanın, diğer canlıların ve evreninin kökenini çeşitli şekillerde açıklamaya çalışmış bu çaba da pek çok farklı yaratılış mitine yol açmıştır. Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam'da canlıların ortaya çıkışı bir yaratıcının tüm evreni yoktan (Latince: "ex nihilo") var etmesiyle açıklanır.
İlk Hıristiyan din adamlarından Nenizili Gregor ve Augustinus, tüm canlıların tanrı tarafından yaratılmadığını, bir kısmının sonradan tanrının yaratıklarından gelişerek oluştuğunu ileri sürmüştür. Bu iddiayı harekete geçiren güdü ise biyolojik değil, dinîdir. Bu din adamları, tüm canlı türlerinin, Tufan esnasında Nuh'un gemisine sığamayacağını, bu nedenle bir kısmının sonradan ortaya çıkmış olması gerektiğini düşünüyorlardı.
Antik Yunan filozofları, kendi yaratılış mitlerini oluşturmuşlardır. Anaksimandros, hayvanların şekil değiştirebildiklerini ileri sürmüştür. Empedocles, hayvanların, önceki hayvanların organlarının birleşiminden oluştuklarını ileri sürmüştür.
El-Cahiz'in Abbasiler döneminde yazdığı Hayvanlar Kitabı adlı kitapta, hayvanların evrim geçirdiği savunulmuştur .
Bir olgunun ortaya çıkışında bileşenlerin değişime uğramaları ile ilgili süreç tanımının felsefi açıdan "evrim" kelimesi ile belirginleşmesi çok eskiye dayanır. Darwin'in "Türlerin Kökeni" adlı eserinde yer alan "evrimsel hayat ağacı", canlı evriminin anlatımında kullandığı mitolojik bir simgedir ve pek çok inançta yer alır. Herhangi bir "sağlam ve doğru" biyolojik altyapısı olmasa da, Aristoteles'ten Konfüçyüs'e kadar birçok önemli isim evrim kavramı konusunda yazmıştır. Ayrıca, evrim konusunda İbn-i Haldun ve İbn-i Sina farklı teoriler sunmuşlardır.
19. yüzyılda Lamarck, kazanılan karakterlerin kalıtımına dair bir hipotez öne sürmüş, fakat yaptığı deneyler bu hipotezin yanlış olduğunu göstermiştir |
. Aynı yüzyılda Charles Darwin, Galapagos Adaları'ndaki gözlemlerine dayanarak, evrimin mekanizmasını doğal seçilimle açıklamıştır.
Evrimin mekanizmasının anlaşılmasında ve açıklanmasında bugün geçerli olan bilimsel sentez, İngiliz doğa tarihçisi Charles Darwin tarafından 1859'da ortaya atılmış olan evrim kuramı üstüne kuruludur. Darwin, organizmaların evrim sonucu ortaya çıktığını ve organizmaların göz, kanat, böbrek gibi belirli bir amaca hizmet eden organlara sahip olmalarının yine evrimin bir sonucu olduğunu ileri sürdü. Bu iddiası temelde doğru olmakla birlikte eksikti.
Darwin, kuramını doğal seçilim adını verdiği sürece dayandırıyordu. Ona göre türdeşlerine göre daha çok işe yarar özelliklere sahip olan canlılar (örneğin daha keskin görüşe sahip olanlar ya da daha hızlı koşanlar) hayatta kalma yarışında avantajlı duruma geçiyor, bu nedenle soyunu devam ettirme şansını artırıyordu.
Darwin 1831-1836 yılları arasını, işi gereği, dünyanın farklı bölgelerine seyahat ederek geçirmişti. Bu yıllarda aklında bir tür evrim kuramı şekillenmeye başladı. Farklı bölgelerde geçen 3 yıl sonunda, evrim teorisine en çok katkıda bulunacak yer olan Galapagos Adaları'na vardı. Bu adalardaki doğal yaşamı ve canlıları, Güney Amerika'dakiler (anakara) ile kıyasladı ve o dönem için şaşırtıcı bazı bağlantıları keşfetti.
Darwin burada, "başarılı nesiller sonunda, yeni bir türün, halihazırdaki bir türden yavaşça farklılaşarak oluştuğu" kanısına vardı. "Doğal seçilim" adını verdiği bir işlem sonucunda bu değişimlerin ortaya çıktığına inanıyordu:
Darwin'in bu teorisi 3 ana temel üzerine oturmuştur:
30 yıldan daha fazla bir süre, Darwin düşünceleri için delil topladı. 1858'e kadar fikirlerini yayımlamaktan kaçındı. Fakat 1858'de, Alfred Russel Wallace, Darwin'e Darwin'in düşüncelerine çok benzer bir evrim teorisi fikrini mektupla yollayınca, Darwin düşüncelerini kamuya sunmaya karar verdi. Daha sonra Darwin ve Wallace evrim teorisi ve doğal seçilim üzerine beraberce bir tez yazıp yayımladılar. Yine de, özellikle 1859'da yayımladığı ünlü kitabı ""On The Origin of Species by Means of Natural Selection or the Preservation of Favoured Races in the Struggle for Life"" ("Yaşam Mücadelesinde Doğal Seçilim veya Avantajlı Irkların Muhafazası Yoluyla Türlerin Kökeni Üzerine") sayesinde Darwin'in adı Wallace'dan çok daha fazla duyuldu. Darwin'in bu kitabı daha sonra biyoloji tarihinin en etkili ve önemli kitaplarından olmuştur.
1930'lar ve sonrasında, neredeyse bir asır önce Gregor Mendel tarafından ortaya konmuş olan kalıtım kuramı, moleküler biyoloji'nin kalıtımın moleküler temellerine dair sağladığı bilgi ve Darwin'in kuramının bütünleştirilmesiyle evrim kuramı modern halini aldı. Güncel bakış açısıyla evrim, "bir gen havuzu içinde bir nesilden diğerine belli bir karakterin oluşmasında etkili olan allellerden birinin sıklığının değişmesi" olarak tanımlanabilir. Doğal seçilim, genetik özelliklerin üremeye katkısı, ve popülasyon yapısı bu değişime etki eden faktörlerdir. Bu güncellenmiş evrim teorisinin adı "sentetik evrim kuramı"dır. Sentetik evrim kuramının bugünkü bilimsel değeri hakkında kuramsal biyoloji uzmanı Theodosius Dobzhansky şöyle demiştir:
Aşağıdaki zaman çizelgesi evrimsel araştırma tarihine genel bir bakış sunmaktadır.
Canlılarda evrim, bir organizma için ayırt edici olan kalıtımsal fenotipik özelliklerin değişmesiyle oluşur. Örneğin, insanlarda göz rengi, kalıtsal bir özellik olup bir birey, "kahverengi göz özelliğini" ebeveynlerinin birinden miras almış olabilir. Kalıtım yoluyla devralınan özellikler, genler tarafından kontrol edilir ve bir organizmanın genomu içindeki tüm gen dizilerine onun genotipi denir.
Bir organizmanın yapısını ve davranışlarını oluşturan gözlemlenebilir tüm gen dizisine ise onun fenotipi denir. Bu özellikler, organizmanın sahip olduğu genotipin doğal çevre ile etkileşmesi sonucu oluşur. Sonuç olarak, bir canlının sahip olduğu fenotipin birçok yönü kalıtsal olarak devredilmez. Örneğin, bronz cilt, bir kişinin genotipi ile güneş ışığı arasındaki etkileşimi sonucu meydana gelir. Böylece, insanlarda bronz cilt, çocuklara kalıtım yoluyla aktarılmaz. Ancak, bazı insanlar, genotiplerindeki farklılıklar nedeniyle diğerlerine göre daha kolay bronzlaşır. Çarpıcı bir örnek, bronzlaşmanın görülmediği ve güneş yanığına karşı çok hassas olunan albinizm özelliğinin kalıtsal olarak aktarılabilmesidir.
Kalıtsal özelliklerin, genetik bilgiyi kodlayan bir molekül olan DNA yoluyla nesilden nesile aktarıldığı bilinmektedir. DNA, dört çeşit bazdan oluşan uzun bir polimerdir. Belli bir DNA molekülü boyunca sıralanmış baz dizileri, bir cümleyi belirleyen harf dizileri gibi, genetik bilgileri belirler. Bir hücre bölünmeden önce DNA kopyalanır ve böylece ortaya çıkan her iki hücre, DNA dizisini kalıtım yoluyla devralır. Tek bir işlevsel birimi belirleyen DNA molekül parçalarına gen denir. Farklı genler, farklı baz dizilerine de sahiptir. Uzun DNA iplikçikleri, hücre içinde kromozom adı verilen, yoğunlaşmış yapılar oluşturur. Bir DNA dizisinin kromozom içindeki belirli konumuna ise lokus denir. Eğer bir lokus üzerindeki DNA dizisi, bireyler arasında farklılık gösteriyorsa, bu dizinin farklı formlarına da alel denilir. DNA dizileri, yeni aleller üreten mutasyonlar tarafından değiştirilebilirler. Bir gen içinde mutasyon oluştuğunda, ortaya çıkan yeni alel, canlının fenotipini değiştirerek geni düzenleyen veya kontrol eden özelliğe etki edebilir. Ancak, bir alel ile bir özellik arasındaki bu basit iletişim, bazı durumlarda işlerken, çoğu özellikler daha karmaşık olup çoklu etkileşen genler
tarafından kontrol edilirler.
Son bulgular, DNA içindeki nükleotid dizileri değişimleri ile açıklanamayan kalıtsal değişikliklere dair önemli örneklerin olduğunu doğrulamıştır. Bu fenomenler, epigenetik kalıtım sistemleri olarak sınıflandırılmıştır. Kromatinleri imleyen DNA metilasyonu, kendi kendini idame ettiren metabolik döngüler, RNA enterferansı karışımı ile genlerin susturulması ve proteinlerin üç boyutlu uyarlaması (örneğin prion gibi), epigenetik kalıtım sistemlerinin organizma düzeyinde keşfedildiği alanlardır. Gelişimsel biyologlar, genetik ağlardaki karmaşık etkileşimlerin ve hücreler arasındaki iletişimin, gelişimsel plastisite ve genetik kanalizasyondaki bazı mekanizmaların desteklediği kalıtsal varyasyonlara yol açabileceğini göstermektedir. Kalıtsallık, daha büyük ölçeklerde de oluşabilir. Örneğin, niş oluşturma süreci ile edinilen ekolojik miras, organizmaların doğal çevrelerindeki düzenli veya belirli aralıklarla tekrarladıkları etkinlikler olarak tanımlanır. Bu, gelecek nesillerin ekosistemdeki hiyerarşide konumlarını seçmek veya değiştirmek için bir miras oluşturur. Gelecek nesil, böylece, onların genlerini ve atalarının daha önce gerçekleştirdiği ekolojik faaliyetler ile oluşan çevresel özellikleri devralır. Evrimde, doğrudan genlerin kontrolü altında olmayan diğer kalıtım olaylarına örnekler, simbiyoz oluşumları açıklayan simbiyogenez ile kültürel özelliklerin kalıtıldığı ve "gen-kültür ortak evrimi" olarak da bilinen ikili kalıtımdır.
Bir canlı organizmanın fenotip özellikleri, onun sahip olduğu genotip ile içinde yaşadığı çevrenin etkisine dayanır. Bir popülasyon içindeki fenotiplerdeki değişimin önemli bir kısmı, genotipler arasındaki farklılıklardan kaynaklanır. Modern evrimsel sentez, evrimi, bu genetik varyasyonlarda zaman içinde oluşan değişimler olarak tanımlar. Bir genin belirli bir alel frekansı, aynı genin diğer form ve tiplerine oranla, zaman içinde daha çok veya daha az yaygın hale gelirler. Yeni bir alel tipi, sabitleşme noktasına geldiğinde, ya ondan önce gelen alel tipinin yerini alarak ya da tamamıyla popülasyondan silinerek, bir varyasyonun kaybolmasına yol açar.
Doğal seçilim, bir popülasyonda sadece yeteri kadar genetik varyasyonlar var olduğunda evrime neden olur. Mendel genetiğinin keşfinden önce, karışmalı kalıtım isimli hipotez, yaygın bir görüştü. Karışmalı kalıtım teorisine göre, doğan yavrular, ebeveynlerinin özelliklerinin ortalamasını taşıyacaktı. Buna göre, eğer birisinin anne ve babasından biri uzun boylu, öbürü kısa boylu ise, kendisi orta boylu olacaktır. Ancak, karışmalı kalıtım doğru olmuş olsaydı, genetik varyasyonların hızla kaybolmaları gerekiyordu ve bu da, doğal seçilim yoluyla evrimi mantıksız kılıyordu. Hardy-Weinberg Kuralı ise, popülasyondaki varyasyonların nasıl korunduğuna dair çözüm sunabilmiştir. Hardy-Weinberg kuralına göre, yeterince büyük bir popülasyon içinde var olan alellerin frekansları (genlerdeki varyasyonlar), yumurta ve spermin oluşumu sırasında gen parçaları alellerin rastgele karıştırılması ve üreme hücrelerinin döllenmesi sırasında bu alellerin rastgele kombinasyonları gibi popülasyona etki eden güçler tarafından sabit kılınır.
Bu anlamda varyasyonlar, genetik materyallerdeki mutasyon, eşeyli üreme yoluyla genlerin yeniden karıştırılması ve popülasyonlar arasındaki göçler (gen akışı) sonucu oluşur. Mutasyonlar ve gen akışı ile popülasyonlarda sürekli yeni varyasyonlar oluşsa da, bir türün genomunun büyük bölümü, o türün tüm bireylerinde benzer olup özdeştir. Buna rağmen, genotipteki nispeten küçük farklılıklar bile, fenotiplerde dramatik farklılıklara yol açabilirler. Örneğin, şempanze ve insan genomu arasındaki farkların büyük bir kısmı, % 5,07 oranında delesyon ve insersiyonlardan kaynaklanırken nükleotit farklılıklar ise sadece % 1.52 oranında olup böylece toplam sapma % 6,58 olarak tahmin edilmiştir. Hatta, DNA tekrarları ile düşük karmaşıklıktaki DNA'lar çıkarıldığında bu farklılık oranı % 2,37'ye kadar düşmektedir.
Mutasyonlar, bir hücre genomunun DNA dizisinde oluşan değişimlerdir. Mutasyonlar, her zaman organizma üzerinde negatif veya pozitif etkilere sahip olmayabilirler. Oluşan mutasyonların bir gen ürünün değişmesinde veya genin doğru ya da tamamen işlemesini engellemede herhangi bir etkileri de olmayabilir. Drosophila melanogaster sineği üzerinde yapılan çalışmalar, gen tarafından oluşturulan bir proteinin mutasyonunda, bu mutasyonun y |
aklaşık %70'inin zararlı etkilere sahip olduğunu, geri kalanının ise ya nötr ya da zayıf faydalı etki gösterdiğini ortaya koymaktadır.
Mutasyonlar, genellikle genetik rekombinasyonlarla çoğaltılan (bkz. Gen duplikasyonu) kromozomların büyük bölümlerini içerebilirler ve böylece, bu genetik rekombinasyonlar sayesinde, genomda bir genin ek bir kopyası ortaya çıkabilir. Genlerin ek olarak kopyalanması, yeni genlerin geliştirilebilmesi için gerekli olan hammaddenin önemli bir kaynağıdır. En yeni genler, ortak ataları paylaşan ve kendinden önce var olmuş olan genlerin gen ailelerinden oluştuğu için bu genlerin ek olarak kopyalanması önemlidir. Örneğin, insan gözü ışığı algılayan yapılar oluşturmak için dört adet değişik gen kullanır: Bu genlerden üçü, renkli görmek için ve bir tanesi ise gece görüşü için kullanılır. Bu dört genin hepsi de, tek bir atasal genden türemiştir.
Atasal bir gen, bu genin bir kopyası mutasyona uğrayıp yeni bir fonksiyona sahip olduğunda, yeni tür genler oluşturabilir. Bu yöntem, sistemin yedeklenmesini artırdığı için bir genin kopyalanması durumunda daha kolaydır. Bu şekilde, gen çiftindeki bir gen, yeni bir işlev kazanırken diğer gen kopyası, eski işlevini sürdürmeye devam eder. Diğer tip mutasyonlar ise, dana önceki şifrelenmemiş genlerden tamamen yeni genler bile oluşturabilirler.
Yeni bir gen nesli, aynı zamanda kopyalanan birçok genlerin küçük parçalarını da içerebilir ve bu parçalarla yeni fonksiyonlara sahip yeni kombinasyonlar oluşturabilirler. Yeni genler, daha önceki parçaların karışmasıyla bir araya getirilirken bu parçalardan oluşan kümeler, daha karışık işlevlere sahip yeni kombinasyonların oluşması için birbirleriyle karıştırılabileceği, bağımsız ve basit işlevlere sahip modüller gibi davranırlar. Örneğin, poliketit sentazları, antibiyotik oluşturan büyük enzimlerdir ve montaj hattındaki her bir adım gibi, tüm süreçlerdeki her kataliz de böyle bir adım olup yaklaşık yüz kadar küme içermektedir.
Eşeysiz üreyen organizmalarda, genler, üreme sırasında başka bir bireyin genleriyle karışmadığı için birlikte bağlanırlar ve kalıtımla topluca aktarılırlar. Buna karşılık, eşeyli üreyen canlıların yavruları, ebeveynlerinin rastgele karıştırılmış ve bağımsız örneklerinden oluşan kromozomlarını içerirler. Eşeyli üreyen canlılar, homolog rekombinasyon adı verilen benzer bir süreçte, birbirleriyle uyuşan iki kromozom değiştirirler. Rekombinasyonlar ve bağımsız örneklerin birbiri arasında değiş tokuş edilmesi, alel frekanslarını değiştirmezler, ancak bunun yerine, hangi alelin hangi alel ile bağlantılı olacağını değiştirerek yeni alel kombinasyonları sayesinde yeni yavrular üretirler. Eşeyli üreme, genellikle genetik varyasyonları ve evrim hızını artırır.
Gen akışı, popülasyonlar ve türler arasında oluşan gen alışverişleridir. Bu nedenle, gen akışı, bir popülasyon veya tür için yeni bir varyasyon kaynağı teşkil edebilir. Farelerin, kara içlerindeki popülasyonlardan kıyılardaki popülasyonlara göç etmeleri veya çiçek polenlerinin, rüzgar aracılığıyla ağır metallere karşı hassas olan bir bitki popülasyonundan ağır metallere karşı daha toleranslı olan başka bir bitki popülasyonuna (veya tersine) yol almaları gibi, bireylerin, birbirinden ayrı bulunan farklı canlı popülasyonlar arasındaki bu gibi gidiş gelişleri, göç ve hareketleri gen akışına yol açabilir.
Türler arasındaki bu gen transferi, hibrit canlıların oluşumunu ve yatay gen transferini de içerir. Yatay gen transferi, bir canlının, onun yavrusu olmayan başka bir canlıya, genetik materyal transfer etmesidir. Bu, bakteriler arasında en yaygın olanıdır. Tıpta bu durum, antibiyotik direnci kazanan bakterilerin, bunu diğer türlere hızla aktardığı ve bu şekilde bakteriler arasında bu rezistans genlerin yayılması olayında görülür. Genlerin yatay transferi, bakterilerden ökaryotlara doğru olmuştur. Bir maya türü olan Saccharomyces cerevisiae ile fasulye böceği "Callosobruchus chinensis" arasında olduğu gibi, bakterilerden ökaryotlara, iki değişik alem arasında da yatay gen transferleri olmuştur. Daha büyük ölçekte gerçekleşen yatay gen transferlerine örnek, genlerindeki dizileri bakteriler, mantarlar ve bitkiler gibi üç ayrı alemden alan ökaryotik Bdelloidea türü rotiferalardır ("tekerlekli hayvan"). Aynı zamanda virüsler de gen transferi ile farklı biyolojik alemler içindeki canlılar arasında DNA taşıyabilirler.
Büyük ölçekli gen transferleri, ökaryotik hücreler ile bakterilerin ataları arasında gerçekleşen kloroplast ve mitokondri devralımı sırasında da gerçekleşmiştir. Ökaryotların kendilerinin, bakteriler ile arkealar arasında gerçekleşen yatay gen transferi sonucu oluşmuş olmaları da mümkündür.
Evrimi sürdüren iki temel süreç vardır: Doğal seçilim ve genetik sürüklenme. Bu süreçlerin ilki olan doğal seçilim, bulunduğu ortama en iyi uyum sağlayan bireylerin hayatta kalmasını ve kendi genlerini döllerine aktarmasını, rakip bireylerin ise üreme şansı bulamayıp genlerinin ortadan kalkması sonucunu doğurur. Doğal seçilim ile hayatta kalmaya yardımcı olan yeni özellikler sağlayan mutasyonlara sahip bireyler hayatta kalarak popülasyonda baskın hale gelir, hayatta kalma şansını azaltan mutasyonlara sahip bireyle ise yok olur. Bu sayede sonraki nesildeki bireyler, atalarından aldıkları genler sayesinde ortama daha iyi uyum sağlar ve hayatta kalmakta daha başarılı olurlar. Çok sayıda nesil sonrasında, çok sayıda başarılı, küçük, rastgele değişikliğin birikmesi ile adaptasyonlar belirgin hale gelir, bu sayede türler çevrelerine olası en iyi uyumu sağlamış olurlar.
İkinci temel süreç ise genetik sürüklenmedir. Genetik sürüklenme, popülasyonda genlerin görülme sıklığında rastgele değişimlere yol açar. Bir nesilde görülen rastgele bir genetik sürüklenme, daha sonraki nesillerde birikim sağlayarak organizmada belirgin değişimlere yol açar.
Evrim, aynı türden canlıların birbirleriyle karıştığı bir popülasyonda, alel frekanslarının değişimleri sonucu meydana geldiğinden doğal seçilim ve genetik sürüklenmenin yanında, genetik otostop , mutasyon ve gen akışı gibi, alel frekanslarının değişimine yol açan diğer mekanizmaların olduğu da bilinmektedir.
Evrime göre canlılığın devamı ve çeşitliliği doğal seçilimle sağlanır. Doğal seçilimin üç temel bileşeni bulunur: Genetik karakterlerin devamını sağlayan kalıtım, farklı karakterlerin popülasyondaki zenginliğini sağlayan çeşitlilik, ve bu çeşitli karakterlerden doğadaki koşullara en uygun olanının hayatta kalmasını sağlayan seçilim.
Bu temellere göre Darwin, her popülasyonda birçok bireyin hayatta kalamadığı, kurtulamadığı veya üreyemediğini belirtmiştir. "Varolma mücadelesinde" sınırlı birçok kaynak için ve mevcut riskler (yırtıcı hayvanlar vb.) yüzünden popülasyonun her bireyi bir diğeriyle yarışmaktadır. Bu varolma mücadelesinde, ortama en iyi adapte olabilmiş bireyler seçici bir avantaja sahip olmakta, daha çok yaşamakta ve daha çok üreyebilmektedir.
Doğal seçilim yoluyla evrim, üremeyi düzelten ve geliştiren genetik mutasyonların bir popülasyonun birbirlerini izleyen nesilleri içinde daha sık ve yaygın olarak görülmeye başlaması sürecine verilen isimdir. Çoğu zaman "apaçık" mekanizma olarak tanımlanan doğal seçilim yoluyla evrim, aynı zamanda zorunlu olarak aşağıdaki üç basit gerçeği takip eder:
Bu koşullar, canlılar arasında hayatta kalma ve üremeye dair rekabete yol açar. Sonuç olarak, rakiplerine karşı kendilerine avantaj sağlayan özelliklere sahip bireyler bu özellikleri gelecek nesillere aktarırken bir avantaj kazandırmayan özelliklerse gelecek nesillere aktarılmazlar.
Doğal seçilimin ana fikri bir canlının evrimsel uyumluluğudur veya diğer bir tanımlamayla seçilim değeridir. Bir canlının uyumluluğu veya seçilim değeri ise, onun gelecek nesillere olan genetik katkısının boyutunu belirleyen hayatta kalma ve üreme yeteneği ile ölçülür. Ancak, seçilim değeri üreme sonrası oluşan yavruların toplam sayısı değildir: bunun yerine bir canlının genlerini taşıyan sonraki nesillerin oranı ile gösterilir. Örneğin, bir canlı iyi bir şekilde hayatta kalıp sayıca hızlı üreyebildiği halde onun oluşturduğu yavrular hayatta kalabilmek için çok zayıf ve küçük ise, bu durumda bu canlı gelecek nesiller için ancak çok küçük bir değerde genetik katkı yapmış olur ve düşük seçilim değerine sahip olur.
Eğer bir alel, bu genin diğer alellerinden daha çok seçilim değerini artırıyorsa o zaman bu alel her nesille birlikte popülasyon içinde daha yaygın hale gelecektir. Bu özelliklere "lehine seçilmiş" özellikler denir. Seçilim değerini artıran özelliklere örnek, daha iyi hayatta kalma ve artış gösteren doğurganlıktır. Bunun tersine, daha az yararlı ya da zararlı aleller seçilim değeri düşürür ve bu da bu alellerin daha nadir şekilde görülmesine neden olur. Buna da "aleyhine seçilmiş" özellikler denir. Daha da önemlisi, bir alellin seçilim değeri sabit bir özellik değildir; çevre şartlarının değişmesi durumunda daha önce nötr veya zararlı olan özellikler faydalı, daha önce yararlı olan özellikler ise zararlı hale gelebilirler. Bunun yanında, seçilim yönü bu şekilde her ne kadar ters olsa bile, geçmişte kaybedilen özellikler benzer bir şekilde tekrar evrimleşmezler (bkz: Dollo yasası).
Popülasyon içinde, çeşitli değerlere sahip bir özelliğin (örnek: boy uzunluğu) doğal seçilimi üç farklı şekilde olabilir. Bunlardan biri, zaman içinde bir özelliğin ortalama değerinin değiştiği yönlendirilmiş seçilimdir. Örneğin canlıların yavaş yavaş büyüyüp öncekilerinden daha uzun boylu olmaları gibi. İkincisi ise bu özelliklerin aşırı uç değerlerinin seçildiği dallanan seçilimdir ve genellikle iki farklı değerin ortalama değerden daha yaygın hale gelmesiyle sonuçlanır (iki tip veya bimodal dağılım). Bu tür bir seçilim tipinde sadece uzun boyluluk ve kısa boyluluk avantaj sağladığından canlılar da uzun boylu ve kısa boylu olarak çeşitlenmeye başlarlar. Buna karşı ortalama boylu olmak avantajını yitirdiğinden popülasyon içinde orta boya sahip canlılar azalmaya başlar. Son olarak dengelenmiş seçilim ise her iki uçtaki aşırı uç değerlerin |
ayıklandığı bir seçilim türüdür. Ortalama değer dışında seyreden varyanslar ve çeşitlilik bu durumda azalma göstermeye başlar. Bu durum, örneğin, organizmaların yavaş yavaş aynı boya veya uzunluğa sahip olmasına yol açar.
Doğal seçilimin özel bir örneği, bir canlının diğer potansiyel eşler üzerisindeki cinsel çekiciliğini artırarak çiftleşme başarısını yükselten özelliklerin seçildiği cinsel seçilimdir. Kullanışsız büyük boynuzlar, gürültülü çiftleşme ve kur yapma çağrıları, dikkat çekici parlak renkler her ne kadar onları avlayan hayvanların da ilgisini çekip erkek bireylerin hayatta kalma şansını azaltsa da cinsel seçilim yoluyla evrimleşmiş buna benzer özellikler, bazı hayvan türlerin erkeklerinde özellikle belirgindir. Hayatta kalmaya dair dezavantaj yaratan bu tür özellikler, erkek bireylerin sahip olduğu daha yüksek üreme başarısı tarafından dengelenirler ve bu durum da cinsel seçilim yoluyla evrimleşen özelliklerin taklit edilmelerinin zor olduğunu göstermektedir (Handikap ilkesi).
Doğal seçilim, hangi bireylerin ve bireysel özelliklerin daha çok veya daha az hayatta kalacağı hakkında büyük oranda genellikle doğayı ölçü alır. Bu anlamda "doğa", canlıların yaşadıkları çevrede, fiziksel ve biyolojik her türlü element ve unsurlarla etkileşim gösterdiği ekolojik sistemi kasteder. Ekolojinin kurucusu Eugene Odum ekolojik sistemi, "Belirli bir alanda fiziksel çevre ile etkileşime giren... bütün organizmaları içeren herhangi bir birim... böylece sistem içinde açıkça belirlenmiş olan trofik yapıya, biyolojik çeşitliliğe ve madde döngülerine (örneğin, canlı ve cansız birimler arasındaki madde alışverişine) yönlendirir" diyerek tanımlar. Ekolojik sistem içindeki her bir popülasyon, ayrı bir niş veya sistemin diğer bölümleriyle farklı ilişkileri olduğu bir konum işgal ederler. Bu ilişkiler, canlıların yaşam öyküsünü, besin zinciri içindeki konumunu ve coğrafi olarak erişim alanını belirler. Bu geniş doğa anlayışı, doğal seçilimi kapsamı içine alan tüm belirli kuvvetlerin tanımlanmasında bilim insanlarına yardımcı olur.
Doğal seçilim, genler, hücreler, canlı birey, organizma grupları veya türler gibi bir yapının farklı seviyeleri içinde etki gösterebilir veya hareket edebilirler. Bunun yanında, doğal seçilim aynı anda birden çok düzeyde de hareket edebilir. Birey seviyesi altında gerçekleşen doğal seçilime bir örnek, transpozon adı verilen ve genom içinde çoğalıp yayılabilen genlerdir. Aşağıda da anlatılacağı gibi, birey üzerindeki seviyede gerçekleşen seçilimler (örneğin, grup seçilimi), karşılıklı yardımlaşmanın evrilemesine izin verirler.
Yapay seçilim, insanların bilinçli olarak bir organizmanın belli özelliklerini seçmesi sürecidir. Yapay seçilim, evcil hayvan ve bitkilerin kontrollü olarak yetiştirilmesi sonucu gerçekleşir. İnsan eliyle hangi hayvan ya da bitkinin üretileceğine karar verildiğinde, hangi genlerin gelecek nesillere aktarılacağına da karar verilmiş olunur. Bu anlamda, hangi organizmanın üreyeceğine, hangi istenilir özelliklerin korunacağına doğa yerine insanlar karar verir.
Yapay seçilimin en büyük etkisi evcil hayvanlarda gözlenir. Örneğin Danua ve Çivava köpek cinslerinin arasındaki cüsse farkı yapay seçilimin bir sonucudur. Çok farklı görünmelerine rağmen, her iki köpek cinsi de -diğer tüm evcil köpek cinsleri gibi- günümüzden yaklaşık 15.000 yıl önce Çin'e denk gelen bölgede evcilleştirilmiş olan birkaç kurdun soyundan gelir. Bunun gibi, bitki yetiştiriciliğinde insanlar, bir türün (örneğin buğday bitkisinin) yalnızca kendilerine daha fazla besini daha kolay şekilde sağlayan bireylerini ellerinde tutup yetiştirerek o türde evrimsel değişime yol açabilirler. Ziraatte iyi bilinen geleneksel ıslah yöntemlerinin birçoğu yapay seçilime örnektir. Yapay seçilim doğal seçilime benzer, ancak çok önemli bir fark, doğal seçilimde insanlar yerine doğanın kendisi seçme işini üstlenmiştir.
Gen aktarımlı bitkiler veya genetiği değiştirilmiş organizmalar ise, modern genetik mühendislik yöntemleri ve rekombinant DNA teknolojisi ile, olumsuz çevre koşullarına karşı daha dayanıklı olması ve en az maliyetle en verimli ürünü vermeleri için bu organizmaların bazı gen bölgelerinin laboratuvar koşullarında yapay olarak değiştirildiği bitkilerdir.
Genetik sürüklenme ya da "Sewall Wright etkisi", küçük bir grup canlının genetik havuzunda tamamen şans eseri oluşmuş değişikliklerdir. Genetik sürüklenme bir popülasyondaki genetik bir karakteristiğin yok olmasına ya da güçlü olanın hayatta kalmasından ve alellerin değerinden "bağımsız olarak" yaygın hale gelmesine neden olur. Popülasyonda üremeyi gerçekleştiren canlıların sayısı arttıkça, genetik sürüklenmenin etkisi azalır. Bu durum yazı-tura örneğine benzer. Art arda iki kere tura gelmesi doğal karşılanırken 20 kere tura gelmesi tuhaftır. Yazı-tura işlemi tekrarlandıkça, turaların oranı %50'ye yaklaşır.
Genetik sürüklenmenin etkisi en çok, bir canlı türünün kaderi birkaç bireye bağlı olduğunda ortaya çıkar. Bu duruma "kurucu prensibi" denir. Göl, ada gibi izole olmuş ortamlara rüzgar veya başka canlıların vücudu gibi herhangi bir vasıtayla ulaşan tohumlar ve hayvan türleri, genellikle ulaştıkları yeni ortamda koloniler oluşturur. Bu birkaç kurucu bireydeki alellerin görülme sıklığı, genellikle geride bıraktıkları popülasyondaki lokusların çoğundan farklıdır. Bu farklılıklar, yeni ortamda türeyen popülasyon üzerinde uzun süreli evrimsel etkiler yaratır. Hawaii Adaları gibi takımadalarda görülen tür çeşitliliğinin, birbirine temas eden anakaralardan fazla olmasının nedeni, "kurucu prensibi"dir.
Önemli bir varyasyon kaynağı olmanın yanı sıra, farklı mutasyonların oluşması için moleküler düzeyde farklı olasılıklar var olduğunda, yanlı mutasyon olarak bilinen bir süreçte, mutasyon da bir evrim mekanizması olarak işlev görebilir. Eğer iki genotip, örneğin nükleotit G ile aynı pozisyondaki başka bir nükleotit A, aynı seçilim değerine sahipse ama G'den A'ya olan mutasyon, A'dan G'ye olan mutasyonlardan daha sık görülüyorsa, bu durumda A'ya sahip genotip gelişme eğiliminde olacaktır. Farklı taksonlarda yanlı mutasyonların katılımı veya silinmesi farklı genom boyutlarının evrimine yol açabilir. Gelişimsel veya mutasyonla ilgili bu tür bir yanlılık ve tarafgirlik morfolojik evrimde de gözlemlenmiştir. Örneğin, Baldwin etkisi olarak da bilinen evrimin ' "önce fenotip" ' teorisine göre, mutasyonlar sonunda daha önce çevre şartları tarafından uyarılan özelliklerin genetik asimilasyonuna neden olabilirler.
Yanlı mutasyon efekt ve etkileri diğer süreçlerin üstünü kapamıştır. Eğer her iki mutasyona da sahip olmak hiçbir ek avantaj içermemiş ve bu yüzden seçilim iki mutasyondan biri lehine olmuşsa, bu durumda popülasyon içinde daha çok sabitleşen mutasyon, aynı zamanda en sık olarak görülen mutasyon olacaktır. Bir genin fonksiyon kaybına yol açan mutasyonlar, tam işlevlere sahip yeni bir gen oluşturan mutasyonlardan çok daha yaygındır. Fonksiyon kaybına yol açan mutasyonların çoğu buna rağmen seçilmişlerdir. Ancak, seçim zayıf olduğunda yanlı mutasyonlar fonksiyon kaybına rağmen evrimi etkileyebilirler. Örneğin, pigmentler mağarada karanlıkta yaşayan canlılar için artık yararlı olmadıklarından kaybolma eğilimi gösterirler. Mutasyon yanlılığı nedeniyle veya fonksiyonlar bir bedele sahip olduğu için bu tür bir fonksiyon kaybı meydana gelebildiği gibi bir kez fonksiyon avantajı yitirildiğinde doğal seçilim kayıplara yol açabilir. Laboratuvardaki evrim sırasında bir bakteride ("Bacillus subtilis") spor oluşturma yeteneğinin kaybolması, spor oluşturma yeteneğinin bedeline karşı doğal seçilimden ziyade mutasyon yanlılığı tarafından yol açılmışa benziyor. İşlev kaybına dair herhangi bir seçilim olmadığında kaybın oluştuğu hızın, etkin popülasyon büyüklüğünden ziyade, mutasyon oranına bağlı olması da bu durumun genetik sürüklenmeden çok mutasyon yanlılığı tarafından desteklendiğini göstermektedir.
Remkombinasyonlar, aynı DNA dizisi üzerinde bulunan alellerin birbirlerinden ayrılmasını sağlarlar. Ancak, rekombinasyonların oranı düşüktür (her kromozom ve her popülasyon başına yaklaşık iki defa vuku bulurlar). Sonuç olarak, kromozom üzerinde birbirine yakın olan genler her zaman karıştırılarak birbirinden ayrılmazlar ve birbirlerine yakın genler, genetik bağlantı olarak bilinen bir fenomenle toplu şekilde kalıtılarak miras bırakılırlar. Bu eğilim, bağlantı dengesizliği adı verilen olasılık beklentilerine göre, iki alellin hangi sıklıkta tek bir kromozom üzerinde görülmelerinin saptanmasıyla ölçülür. Genellikle bir grup içinde kalıtılan ve miras bırakılan bir alel dizisine haplotip denir. Bu, belirli bir haplotip içindeki bir alellin çok avantajlı olduğu durumlarda önemli olabilir. Doğal seçilim, haplotipteki diğer alellerin de popülasyon içinde daha yaygın hale gelmesine yol açan seçici süpürmeyi tetikleyebilir. Bu etkiye, genetik otostop ya da genetik taslak denir. Genetik taslağın oluşmasına yol açan neden, bazı nötral genlerin, seçilim etkisi altında uygun bir etkin popülasyon büyüklüğü tarafından bağlanmış olan diğer genlerle genetik olarak bağlantılı olması gerçeğinden kaynaklanır.
Gen akışı, popülasyon ve türler arasında genlerin alışverişi veya değiş tokuş edilmesidir. Gen akışının varlığı ya da yokluğu, evrimin gidişini temelden değiştirir. Organizmaların karmaşıklığı nedeniyle, zaman içinde tamamen birbirinden izole olmuş herhangi iki popülasyon, bu her iki popülasyon çevreye uyumluluk açısından temel olarak aynı kalsalar bile, sonunda Bateson-Dobzhansky-Muller Modelinde olduğu gibi nötral süreçler yoluyla genetik uyuşmazlıklar ve bağdaşmazlıklar geliştirecektir.
Eğer popülasyonlar arasında genetik farklılaşmalar baş gösterirse, popülasyonlar arasındaki gen akışı, yerel popülasyondaki dezavantajlı olan özellik ve alellerin ortaya çıkmasına yol açabileceği gibi, bu popülasyon içindeki canlıların, genetik olarak uzak popülasyonlarla çiftleşmesini önleyen ve sonunda yeni türler ortaya çıkması ile sonuçlanan mekanizmalar geliştirmesine neden olabilir.Böylece, canlı bireyler aras |
ında genetik bilgilerin alınıp verilmesi, temel olarak biyolojik tür kavramının geliştirilmesinde önemlidir.
Modern evrimsel sentezin gelişimi sırasında Sewall Wright tarafından geliştirilen Değişken denge kuramı'nın kısmen izole olmuş popülasyonlar arasındaki gen akışı, adoptiv evrimin önemli bir parçasıydı. Ancak, son zamanlarda Değişken denge kuramının önemine dair ciddi eleştiriler olmuştur.
Birlikte evrim, iki veya daha fazla canlı türünün, birbirlerinin evrimini karşılıklı olarak etkilemesidir. Burada bir türün evrimi, diğer türde adaptasyonların oluşmasına yol açar. İkinci türdeki bu değişimler, daha sonra da birinci türü etkileyerek yeni adaptasyonların oluşmasına yol açar. Buna birlikte adaptasyon denir. İşte bu karşılıklı yanıt ve seçilim döngüsü, birlikte evrim olarak adlandırılır. Örneğin bir bitkinin morfolojisindeki evrimsel bir değişiklik, o bitkiyle beslenen bir otçulun morfolojisini etkileyebilir. Otçulda meydana gelen değişiklik de tekrar bitkiyi etkileyebilir ve bu süreç karşılıklı devam eder.
Birlikte evrim, farklı türlerin ekolojik etkileşimleri arttığında gerçekleşme eğilimindedir. Bu ekolojik etkileşimler şöyle sıralanabilir:
Birlikte evrimin en bariz örnekleri çoğunlukla ortak yaşamlı olan bitki-böcek çiftlerinde görülür. Birçok bitki ve onların polen taşıyıcıları olan böcekler varlıklarını devam ettirebilmek için birbirlerine bağımlıdırlar. Ancak polen taşıyıcısı olmayan hayvanlarla eşleşmiş bitki türleri de mevcuttur.
Bazı Orta Amerika akasyaları, içi boş dikenlere ve yapraklarının sapında nektar salgılayan gözeneklere sahiptir. Acacia sphaerocephala (boğa boynuzlu akasya), dikenlerinin içine yuva yapan ve nektarla beslenen Pseudomyrmex karıncalarına ev sahipliği yapar. Karıncalar da akasyayı çeşitli otçullara karşı korur. Bu ilişki birlikte evrimin bir sonucudur. Bitki karıncaların barınabilmesi için içi boş dikenleri ve nektar salgılayan gözenekleri oluşturmuş, karıncalar da bitkiyi otçullardan koruyan davranış biçimini geliştirmişlerdir. Karıncalar bitkiye zarar veren her türlü böcek ve tırtılı öldürmenin yanı sıra bitkinin civarındaki araziyi yabani otlardan temizlemekte, gölge yapan yakındaki ağaçlara zarar vermektedirler. Boğa boynuzlu akasya ve karınca arasındaki bu ilişki ilk kez 1874'te doğa tarihçisi Thomas Belt tarafından gözlenmiştir.
Diğer bir örnek, Kuzey Amerika'da yaşayan ve zehirli olarak bilinen sarı semenderin ürettiği tetrodotoksin zehiri ve onu avlayan "Thamnophis sirtalis sirtalis" isimli adi bahçe yılanın tetrodoksine karşı geliştirdiği dirençtir. Bu av-avcı çiftinde, evrimsel silahlanma yarışı, semenderde çok yüksek düzeyde bir zehir seviyesi ve yılanda da buna bağlı olarak çok yüksek düzeyde bir antitoksin direncine yol açmıştır.
Evrim, organizmaların şekil ve davranışlarını her yönden etkiler. En göze çarpan, kendine özgü davranışsal ve fiziksel uyarlamalar, doğal seçilimin sonuçlarıdır. Bu adaptasyonlar, besin arayışı, avcı hayvanlardan korunma, eşler üzerinde cinsel çekicilik gibi diğer etkenlerin yardımıyla seçilim değerini artırırlar. Bunun yanında, canlı organizmalar, genellikle akrabalarına yardım etme veya karşılıklı yarar getiren simbiyoz ilişkilere girme suretiyle karşılıklı yardımlaşma yaparak da seçilime tepki verebilirler. Uzun vadede, evrim, organizmaların ata popülasyonlarını, artık melez bireyler üretemeyecekleri yeni gruplara bölerek yeni türler meydana getirir.
Evrimin bu sonuçları bazen; soy tükenmesi, türleşme, bir tür veya popülasyon içindeki adaptasyonlar gibi küçük evrimsel değişmeler olan mikro evrim ile türler seviyesinde veya türler üstünde oluşan makro evrim olmak üzere ikiye ayrılır. Genel olarak, makro evrim, mikro evrimin uzun dönemlerdeki sonuçları olarak kabul edilir. Böylece, mikro ve makro evrim arasındaki ayrım, temel bir ayrım olmayıp bu fark sadece zamanla ilgilidir. Bunun yanında, makro evrimde, tüm türlerin özellikleri önemli olabilir. Örneğin, bireyler arasındaki varyasyonların büyük bir miktarı, bir türün yeni yaşam alanlarına hızla uyum sağlamasına izin verir. Buna karşın, popülasyonun bir parçasının izole kalmasının daha olasılı hale geldiği geniş bir coğrafi alana yayılmak türleşme şansını artırırken şans ve avantajların azalması ise soy tükenmesine yol açar. Bu anlamda, mikro evrim ve makro evrim farklı seviyelerde seçilim içerirler: Bunlar, genler ve canlılar üzerinde etkin olan mikro evrim ile türlerin seçilimi gibi evrimsel süreçlerin tüm türler ile türleşme ve soy tükenme oranları üzerinde etkili olduğu makro evrimdir.
Yaygın bir yanlış anlaşılma, evrimin amaçları ve uzun vadeli planları olduğudur. Gerçekçi olmak gerekirse, evrimin hiçbir uzun vadeli amaçları olmadığı gibi hedefi, daha büyük bir karmaşıklık üretmek değildir. Evrimle daha karmaşık yapıya sahip canlılar meydana gelmiş olsa da bu, organizmalarının toplam sayısının artmasının bir yan etkisi olarak ortaya çıkmıştır ve hâlâ olsun biyosferde yaygınlık gösteren basit yaşam biçimleri günümüzde de değişmeden kalabilmişlerdir. Örneğin, türlerin ezici çoğunluğu, çok küçük boyutlarına rağmen dünya biyokütlesinin yarısından çoğunu oluşturan mikroskobik prokaryotlar olup yeryüzündeki biyo çeşitliliğin büyük çoğunluğunu oluştururlar. Basit organizmalar, bu nedenle, tarihler boyunca yeryüzündeki hayatın baskın yaşam formu olmuşlardır ve daha hissedilebilir ve belirgin oldukları için yanıltıcı bir şekilde sadece çeşitlenmiş gibi gözüken kompleks yaşamlı günümüzde de ana yaşam formu olmaya devam etmektedirler. Gerçekten de, hızlı üreme şekilleri, adaptasyonların ve evrimin eş zamanlı olarak gözlemlenmesine ve deneysel evrim üzerinde çalışmalara olanak verdiği için mikroorganizmaların evrimi, modern evrimsel araştırmalarda özellikle önem taşımaktadır.
Adaptasyon, canlıları yaşadıkları ortama daha uygun hale getiren bir süreçtir. Ayrıca, adaptasyon terimi, bir canlının hayatta kalması için önemli olan bir özelliği de tanımlar. Örneğin, at dişlerinin ot ve çimleri öğütecek şekildeki adaptasyonu. Adaptasyon teriminin evrimsel süreçler ile adaptif özelliklerin anlatımında kullanılması, bu sözcüğün iki ayrı anlama geldiği şekilde ayırt edilebilir. Adaptif uyarımlar, doğal seçilimin ürünüdür. Aşağıdaki tanımlar Theodosius Dobzhansky'a aittir:
Adaptasyon, ya yeni bir özelliğin kazanılmasına ya da eski bir atasal özelliğin kaybına yol açar. Her iki türdeki değişimleri gösteren bir örnek, antibiyotik seçilimlerde ilaçların hedeflediği etkileri değiştiren veya ilacı hücre dışına pompalayan taşıyıcıların faaliyetlerini artıran genetik değişikliklerle antibiyotik direncin oluştuğu ve bakterilerin gösterdiği adaptasyonlardır. Diğer çarpıcı örnekler ise, uzun vadeli bir laboratuvar deneyinde Escherichia coli bakterisinin sitrik asiti besin olarak kullanma özelliği geliştirmesidir. Flavo bakterisi, ona naylon sanayisinin yan ürünlerinden beslenip büyümesini sağlayabilen yeni ve benzersiz bir enzim geliştirmiş ve toprakta yaşayan bir mikro organizma olan Sphingobium bakterisi ise sentetik bir pestisit olan Pentaklorofenol'u indirgeyebilen, tamamen yeni bir metabolik yöntem geliştirmiştir. İlginç ama tartışmalı bir fikir, bazı uyarlamaların, organizmaların genetik çeşitlilik oluşturma yeteneğini artırdığını ve doğal seçilim tarafından canlıların evrilebilirliğini artırarak uyarlandığıdır.
Adaptasyon, hali hazırda mevcut olan yapıların kademeli değişimleri yoluyla oluşup meydana gelirler. Sonuç olarak, benzer iç organizasyon yapıları, ilgili canlı organizmalarda farklı işlevlere sahip olabilirler. Bu, tek bir atasal yapının, farklı şekildeki işlevlere adapte olmasının bir sonucudur. Yarasa kanatları içindeki kemikler, tüm bu yapıların memelilerin sahip olduğu ortak bir atadan türemiş olmalarıyla nedeniyle, örneğin farelerin ayaklarındaki ve primatların ellerindeki kemiklere, çok benzerlik gösterirler. Ancak, tüm canlı organizmalar bir ölçüde birbirleriyle akraba oldukları için, eklem bacaklıların, kalamarlar ve omurgalıların gözleri ya da eklem bacaklılar ile omurgalıların bacakları ve kanatları gibi, az ya da ortak hiçbir yapısal benzerliklere sahip değilmiş gibi görünen organlar bile, derinlemesine homoloji olarak tanımlanan, işlevlerini ve bağlanımlarını kontrol eden ortak bir homolog gen üzerinde birbirleriyle bağlantılı olabilirler.
Evrim sırasında, bazı yapılar özgün işlevlerini kaybedip körelmiş yapılara dönerler. Bu tür yapılar, ata türde veya diğer yakın akraba türlerde net bir işleve sahipken mevcut türlerde az veya hiçbir işleve sahip olmayabilirler. Bunlara örnek, Psödogenler, kör mağara balıklarındaki işlevini yitirmiş göz kalıntıları, uçma özelliğini yitiren kuşların kanatları, ve balina ile yılanlarda mevcut olan kalça kemikleridir. İnsanlarda körelmiş yapılara dair örnekler ise, yirmi yaş dişleri, koksiks (kuyruk kemiği), apandis (vermiform appendix) veya tüylerin ürpermesi ile ilkel refleksler gibi diğer davranışsal izlerdir.
Ancak, basit uyarlamalar gibi görünen pek çok özellikler, aslında yapıların başlangıçta özgün bir işlev için uyarlandığı ama süreç içinde başka bir işlev için yararlı hale geldiği ön uyarlamalardır. Bir örnek, kovuk yarıklarında saklanabilmek için son derece düz ve yassı bir kafa yapısı geliştirmiş olan Holaspis guentheri Afrika kertenkelesi olup onun yakın akrabalarına bakıldığında da bu özelliğe rastlanabilinmektedir. Ancak, bu canlıda yassı kafa formu, onun ağaçtan ağaca bir planör gibi süzüp kaymasına yardımcı olacak biçimde gelişmiş olan bir ön adaptasyondur. Hücreler içinde, bakteri kamçısı gibi moleküler makineler ve protein sıralama mekanizmasından sorumlu düzenekler, daha önce mevcut olan ve farklı işlevlerle yükümlü birkaç proteinin yerleştirilmesiyle evrilip gelişmişlerdir. Başka bir örnek, organizmaların gözleri içindeki mercekte kristalin olarak adlandırılan ve yapısal protein olarak işlev görmeye yarayan enzimlerin, glikoliz ve ksenobiyotik metabolizmadan alınıp buraya yerleştirilmeleridir.
Ekolojinin önemli bir prensibi, iki farklı türün ekolojik nişi sürekli olarak işgal edemeyip bir tanesinin elenmesi ilkesine d |
ayanan Gause kuralı veya rekabetçi dışlanım ilkesidir. Sonuç olarak, doğal seçilim, türleri farklı ekolojik nişlere uyum sağlama zorunluluğunda bırakan bir eğilim gösterecektir. Bu durum, örneğin, iki değişik çiklit balığı (Cichlidae) türünün, beslenme yönünden aralarındaki rekabeti en aza indireceği için farklı habitatlara uyum göstererek birbirinden farklı yaşam alanlarında yaşaması anlamına gelebilir.
Evrimsel gelişim biyolojisinin güncel bir araştırma alanı, adaptasyonlar ve ön uyarlamaların gelişimsel biyolojik temelleridir. Bu araştırmaların konusu, embriyonik gelişimin kökeni ve evrimi ile gelişimsel süreçlerin ve gelişimdeki değişikliklerinin nasıl yeni özellikler ürettiği ile ilgili araştırmalardır. Bu çalışmalar, evrimin, memelilerdeki orta kulak kısmını oluşturmak yerine diğer hayvanlarda çene haline dönüşen embriyonik kemik yapıları gibi yeni yapıların gelişimini değiştirebileceğini göstermiştir. Bunun yanında, evrim süreçlerinde gelişimden sorumlu genlerin değişmesi yüzünden, tavuklarda embriyoların timsah benzeri dişlerle büyümesine neden olan bir mutasyon gibi, kaybolan yapıların yeniden belirmesi ve ortaya çıkması da mümkündür. Organizmaların yapı ve şekillerindeki birçok değişimlerin, korunmuş genlerin küçük bir diziliminde olan değişiklikler olduğu şimdi açık hale gelmektedir.
Türler arasında, birlikte evrilen her etkileşim şekli zorunlu olarak çekişme doğurmaz. Çoğu durumda, her iki tarafa yarar getiren etkileşimler de ortaya çıkar. Örneğin, bitki kökleri üzerinde büyüyen ve topraktaki besinleri soğurup emmede bitkilere yardımcı olan mikorhizal mantarlar ile bitkiler arasında çok sıkı bir iş birliği ve karşılıklı yardımlaşma mevcuttur. Bu karşılıklı ilişkide bitkiler de, fotosentez ile mantarın ihtiyaç duyduğu şekeri temin ederler. Burada, mantarlar, bitkinin bağışıklık sistemini baskılayan sinyaller göndermek suretiyle konukçu ev sahibi ile besin alışverişi yapar ve bu şekilde aslında bitki hücrelerinin içinde gelişip büyürler.
Bunun gibi, aynı türün canlıları arasında da koalisyon oluşumları gelişip evrilmiştir. Kısır ve üreyemeyen böceklerin, kolonide üreme özelliği taşıyan küçük sayıdaki canlıları beslediği ve koruduğu, arılar, termitler ve karıncalar gibi sosyal yaşayan böcek türlerinde gerçek sosyal yaşam biçimi evrilmiştir. Daha küçük ölçeklerde, istikrarlı bir organizma yapısı sürdürebilmek için bir canlı hayvanın vücudunu üremede sınırlayan somatik hücreler, hayvanın küçük sayıdaki germ hücrelerini yavru oluşturabilmesinde desteklerler. Burada, somatik hücreler, onlara büyümeleri veya olduğu gibi kalmaları ya da ölmeleri için talimat verdikleri belirli sinyallere yanıt verirler. Eğer hücreler bu sinyallere aldırmazlar ve uygunsuz şekilde çoğalırlarsa, bu durumda onların kontrolsüz büyümesi kansere yol açar.
Türler arasındaki bu tür bir karşılıklı yardımlaşma, bir canlının, yavrusunu yetiştirip büyütmesinde akrabasına yardımcı olduğu akraba seçilimindeki süreçler tarafından evrilmiştir. Bu tür bir etkinliğin seçilmiş olmasının olası bir nedeni; eğer akrabalarına yardım eden canlı birey, yardım etme etkinliğini destekleyen ve teşvik eden genlere sahipse, onun akrabaları da muhtemelen bu genlere sahip olacak ve böylece bu aleller aktarılabilecektir. Canlılar arasındaki evrimsel iş birliğini ve karşılıklı yardımlaşmayı teşvik eden diğer süreçler, bu yardımlaşmanın bir grup organizmaya yarar sağladığı grup seçilimini içerir.
Türleşme, bir türün birbirlerinden ayrılarak gelecek nesillerde iki veya daha çok türlere ayrılması sürecidir.
Tür kavramını tanımlarken birden çok yol vardır. Hangi kavramın kullanılacağı, ilgili türlerin gösterdiği özelliklerle ilişkilidir. Örneğin, tür kavramlarından bazıları, eşeyli üreyen organizmaları daha kolay tanımlama özelliğine sahipken diğerleri eşeysiz üreyen canlıları tanımlamakta daha uygundur. Çeşitli tür tanımlarının olmasına rağmen, bu kavramlar, üç büyük felsefi yaklaşımdan birisine dahil edilebilirler: melezleşme, ekolojik ve filogenetik. Biyolojik tür tanımı (BTT), melezleşme yaklaşımının klasik bir örneğidir. 1942 yılında Ernst Mayr tarafından tanımlanan biyolojik tür tanımına göre, tür, aralarında gen alışverişi yapan ya da bu potansiyelde olan doğal popülasyon gruplarının oluşturduğu birliktir. Böyle bir popülasyon, diğer popülasyonlardan üreme bakımından izole olmuştur ve onlarla gen alışverişi yapamaz. Geniş anlamdaki ve uzun vadedeki kullanımına rağmen, biyolojik tür tanımı da diğer tanımlar gibi, özellikle Prokaryotlarda tartışmasız değildir ve bu probleme "türler sorunu" denmektedir. Bazı araştırmacılar, tüm tür tanımlarını kapsayıcı ve birleştirici, monistik bir tür tanımı oluşturmayı denemişlerken, diğerleri çoğulcu bir yaklaşımı benimseyerek tür tanımının mantıksal olarak yorumlanmasında farklı yollar ve metotlar olabileceğini öne sürmüşlerdir.
Birbirinden ayrılarak farklılaşan iki popülasyonun, birbirleriyle üremelerinin önündeki engeller (üreme yalıtımı), popülasyonların yeni türler oluşturması adına zaruridir. Gen akışı, yeni genetik varyantları diğer popülasyonlara da yayarak bu süreci yavaşlatabilir. İki türün, en son ortak atadan bu yana birbirinden ne kadar uzaklaşmış olmalarına bağlı olarak, at ve eşeklerin çiftleşerek kısır ve üreyemeyen melez katırları meydana getirmeleri gibi, bu türler, yine de yeni döller ve yavrular oluşturabilirler. Bu hibritler genellikle kısırdır. Bu durumda, yakın akraba olan türler, birbirleriyle sürekli olarak çiftleşip melezleşebilirler, ancak seçilim bu melezler lehine olmayıp türler de birbirinden ayır ve farklı kalacaktır. Ancak, kimi zaman bu çiftleşmelerden yaşama yeteneğine sahip melezler de oluşur ve oluşan bu yeni türler, ya ebeveyn türler arasındaki ara özellikler gösterirler ya da tamamen yeni bir fenotipe sahip olurlar. Yeni hayvan türlerinin oluşmasında melezleşmenin önemi, özellikle iyi bilinen bir örnek olarak gri ağaç kurbağasında ("Hyla versicolor") olduğu gibi, birçok hayvan türlerinde görülmüş olmasına rağmen bu mekanizmaların tam olarak nasıl işlediği belirsiz olup henüz açıklığa kavuşmamıştır.
Türleşme, hem kontrollü laboratuvar koşullarında hem de doğada, birden çok defa gözlemlenmiştir. Eşeyli üreyen organizmalarda türleşme, jenealojik sapmayı takiben üreme yalıtımı sonucu meydana gelmektedir. Dört farklı türleşme mekanizması vardır. Hayvanlarda en yaygın olan türleşme şekli, ilk başta, habitat parçalanması veya göç gibi nedenlerle birbirinden coğrafi olarak yalıtılan popülasyonlarda görülen allopatrik türleşme şeklidir. Bu tür koşullar altındaki bir seçilim, organizmaların görünüm ve davranışlarında çok hızlı değişiklikler meydana getirebilirler. Seçilim ve sürüklenme, kendi türlerinin geri kalanından izole edilmiş popülasyonlar üzerine bağımsız olarak etki ederlerken bu ayrılma, birbirleriyle çiftleşip üreyemeyen canlı organizmalar oluşturabilir.
İkinci türleşme mekanizması, canlıların küçük popülasyonlarının yeni bir çevrede izole olduklarında oluşan peripatrik türleşme şeklidir. Bu tür bir türleşme şekli, yalıtılan ve izole edilen popülasyonların sayısal olarak ebeveyn türden daha az olması ile allopatrik türleşme şeklinden ayrılır. Burada, kurucu etkisi, hızlı bir genetik değişime yol açan ve homozigot seçilimini artıran yakın akraba eşleşme oranının artması sonucu, hızlı bir türleşmeye yol açar.
Üçüncü türleşme mekanizması, parapatrik türleşme şeklidir. Bu, küçük bir popülasyonun yeni bir yaşam ortamına ayak bastığı peripatrik türleşmeye benzer, ancak aradaki fark, bu iki popülasyon arasında fiziksel bir ayrılığın mevcut olmayışıdır. Bunun yerine, türleşme, daha ziyade popülasyonlar arasındaki gen akışını azaltarak indiren evrim mekanizmaları sonucu oluşur. Bu, genellikle, ebeveyn türün yaşam alanları içinde ciddi çevre değişiklikleri olduğunda gerçekleşir. Buna örnek, maden ocakları çevresinde tespit edilen metal kirliliğine tepki olarak parapatrik türleşmeye uğrayan" Anthoxanthum odoratum" bitkisidir. Burada, bitkiler, topraktaki yüksek metal seviyesine karşı direnç geliştirmişlerdir. Metale karşı duyarlı ebeveyn popülasyonla yakın akraba eşleşmesine karşı seçilim, metale karşı dirençli olan bitkilerin çiçek açma dönemlerinde, sonunda tümüyle üretim yalıtımına yol açan kademeli bir değişime yol açar. Her iki popülasyon arasında oluşan hibritlere karşı seçilim, iki türün dış görünüşlerinde birbirlerinden giderek farklılaşmasında gözlemlenen karakterlerin yer değişimi gibi, bir tür içinde üremeyi destekleyen özelliklerin evrimini pekiştirmeye yol açabilir.
Son olarak simpatrik türleşmede, türler, coğrafi yalıtım veya yaşadıkları habitatlarda çevresel değişim olmadan farklılaşırlar. Bu tür bir türleşme şekli, çok küçük miktardaki gen akışının, ayrı popülasyonlar arasındaki genetik farklılıkları ortadan kaldırdığından çok nadir gerçekleşir. Genel olarak, hayvan türlerindeki simpatrik türleşme, üreme yalıtımının oluşmasına izin vererek hem genetik farklılıkların hem de rastlantısal olmayan eşleşmelerin evrimini teşvik eder.
Sempatrik türleşmenin başka bir şekli olan poliploidizasyon yoluyla türleşme, birbirleriyle akraba olan iki türün, yeni bir hibrit tür oluşturduğu çapraz çiftleşimini içerir. Melez canlılar genelde kısır oldukları için, bu, hayvanlar aleminde yaygın olarak görülmez. Bunun nedeni, mayoz bölünme sırasında her bir ebeveynden gelen homolog kromozomların, aynı zamanda farklı türlerden gelmesi ve birbirleriyle başarılı olarak eşleşememesine dayanır. Ancak, bitkiler, poliploid oluşturmak için çoğunlukla kromozomlarını iki katına çıkardıklarından poliploidizasyon yoluyla türleşme, bitkiler aleminde daha yaygındır. Bu da, her ebeveyn türden gelen kromozomların, her ebeveyn kromozomun hali hazırda zaten bir çift tarafından temsil edilmeleri dolayısıyla, mayoz bölünme sırasında kromozom çiftlerinin eşleşmesini şekillendirmesinde izin verir. Böyle bir türleşme olayına örnek, bitki türleri Arabidopsis thaliana ile Arabidopsis arenosa'nın çapraz eşleşme sonucu melez bir tür olan Arabidopsis suecica bitki türünü ortaya çıkarmalarıdır. Bu olay, yaklaşık 20.0 |
00 yıl önce gerçekleşmiş olup bu türleşme süreci laboratuvarda da tekrarlanarak bu süreçte yer alan genetik mekanizmaların araştırılabilmesine olanak vermiştir. Gerçekten de, katlanan kromozomların yarısı, bunun ikiye katlanmadığı canlılarla olan eşleşmelerde eşsiz kalacaklarından tek bir tür içindeki kromozom katlanması, üreme yalıtımının yaygın bir nedeni olabilir.
Türleşme olayları, türlerin nispeten değişmeden kaldığı, görece uzun durgunluk dönemleri ile serpiştirilmiş fosil kayıtlardaki kısa evrim patlamaların izlerini de açıklaması bakımından Sıçramalı evrim teorisinde önemlidir.Niles Eldredge and Stephen Jay Gould, 1972.
Soy tükenmesi, bütün bir türün neslinin tükenerek yok olmasıdır. Türler, türleşme yoluyla devamlı olarak olarak ortaya çıktıklarından ve yok oluşlarda sürekli bir şekilde ortadan kalktıklarından, yok oluşlar seyrek görülen nadir olaylar değildir. Dünya üzerinde yaşamış olan neredeyse tüm hayvan ve bitki türlerinin soyu, günümüzde tükenmiş olup soy tükenmesi, tüm türlerin nihai kaderi gibi görülmektedir.
Bu ani yok oluşlar, bazen tek tük oranda seyretmiş olsa da, bu tür soy tükenmesi olayları, yaşam tarihi boyunca sürekli meydana gelmiştir. Kuş olmayan dinozorların yok olduğu Kretase-Tersiyer yok oluşu, en çok bilinen yok oluş olayı olmasına rağmen türlerin % 96'sının yok olduğu Permiyen-Triyas yok oluşu bundan daha şiddetli ve daha yıkıcı olmuştur.
Holosen yok oluşu, geçtiğimiz birkaç bin yıl içinde insanlığın dünya geneline yayılması ile ilişkilendirilen bir yok oluş olayı olup hâlâ devam etmektedir. Günümüzdeki yok oluş oranları, arka plandaki orandan 100 ile 1000 kat daha büyük olup 21. yüzyılın ortalarında türlerin % 30'unun nesli tükenmesi beklenmektedir.
Günümüzde devam etmekte olan yok oluşun birincil ve en başta gelen nedeni, insan faaliyetleri olup küresel ısınma gelecekte de bu yok oluşu hızlandıracağa benziyor.
Yok oluşların evrimsel rolü, henüz pek iyi anlaşılmamış olup ne tür bir yok oluşun farz edildiği ile ilişkili olabilir. Yok oluşların büyük çoğunluğunu oluşturan aralıksız ve sürekli oluşan düşük seviyedeki yok oluşların nedeni, sınırlı kaynaklar yüzünden türler arasında oluşan rekabetler sonucu olabilir (Rekabetçi dışlanım veya Gause kuralı). Eğer bir tür başka bir türü rekabet dışı bırakırsa bu durum, daha elverişli ve uygun olan türün hayatta kaldığı ve diğer türün yok olmasına neden olan tür seçilimini ortaya çıkarabilir.
Periyotik aralıklarla oluşan bu yok oluşlar da önemlidir, ancak bu tür yok oluşlar, seçici bir güç gibi hareket etmek yerine, büyük ölçüde ve belirli olmayan bir şekilde tür çeşitliliğini azaltırlar ve hızlı bir evrim patlamasına (adaptif radyasyon) ve hayatta kalabilen türlerin türleşmesine yol açarlar.
Hayatın ilk kez ortaya çıkışı, biyolojik evrim için temel bir ön şarttır, ancak evrimin işleyişini anlamak için hayatın kökeninin bulunması gerekli değildir, çünkü bir kez canlı organizmalar ortaya çıktığında evrim kurallarının işleyeceği deneylerle gözlenmiştir. Evrim için ilk organizma sorunu henüz tam anlamıyla çözülememiştir. Ortaya çıkan ilk canlı organizma hakkında çeşitli teoriler bulunmaktadır.
Şu anki bilimsel konsensüs karmaşık biyokimyanın, basit kimyasal reaksiyonlar ile hayatı oluşturduğu yönündedir, ancak bunun nasıl olduğu henüz tam anlamıyla çözülememiştir. Hayatın ilk kez ortaya çıkışı, yaşayan ilk şeylerin yapısı veya evrensel ortak atanın genetik yapısı ile ilgili bilgiler henüz eksiktir. Dolayısıyla, hayatın tam olarak nasıl başladığı konusunda bir konsensüs bulunmamaktadır, ancak RNA gibi kendini kopyalayan moleküller ve basit hücre yapıları ile ilgili teoriler mevcuttur.
Yeryüzünde yaşayan tüm canlılar, ortak bir atadan veya bu ortak atanın gen havuzundan farklılaşarak türemiştir. Günümüzdeki mevcut türler, uzun türleşme süreçlerinin bir sonucu olan çeşitlilikleri ve soy tükenmesi olayları ile evrim sürecinin çeşitli aşama ve evrelerini oluşturur. Daha önce canlıların ortak bir atadan türedikleri sonucuna, canlıların sahip oldukları dört basit gerçekten yola çıkılarak varılmıştır: Birincisi, canlıların coğrafi dağılımları, her zaman yerel adaptasyonlarla açıklanamaz. İkincisi, canlı çeşitliliği, tamamen emsalsiz veya eşsiz olan, kendine mahsus canlılardan oluşmamaktadır, bilakis canlılar ortak morfolojik benzerlikler gösterirler. Üçüncü olarak, açık ve belirgin bir amacı olmayan körelmiş özellikler, daha önce türedikleri atalarının işlevsel özelliklerini gösterirler ve sonuncu olarak, canlılar, bu özellikler kullanılarak, bir aile ağacında olduğu gibi, bir hiyerarşi içinde içi içe yuvalanmış gruplar halinde sınıflandırılabilirler. Ancak, modern araştırmalar, bazı genlerin, yatay gen transferi sonucu uzaktan akraba olan türler arasında da bağımsız olarak yayılabildiklerini gösterdiğinden, bu "evrimsel hayat ağacı", sandığımız şekilde basitçe dallara ayrılan bir ağaçtan daha çok karmaşık olabilir.
Daha önce yaşamış türler de, evrimsel tarihlerine dair kayıt bulgular geride bırakmıştır. Fosiller, günümüz canlıların karşılaştırmalı anatomileri ile birlikte, canlılara dair morfolojik veya anatomik kayıtları oluşturur. Modern ve soyu tükenmiş türlerin anatomilerinin karşılaştırılması yoluyla paleontologlar, bu türlerin soy ağacını ve sistematik sınıflandırılmalarını yaparlar. Ancak, bu yöntem, kabuk, kemik ve diş gibi, sert vücut veya uzuv parçalarına sahip olan canlılarda daha başarılı sonuçlar verir. Ayrıca, bakteri ve arkeler gibi prokaryotların fosilleri, ataları hakkında bilgi vermediği için, sınırlı sayıda morfolojik özellik dizileri gösterirler.
Yakın bir zaman önce, ortak ataya dair kanıtlar, canlılar arasındaki biyokimyasal benzerliklere dair yapılan bir araştırmada ortaya çıktı. Örneğin, tüm canlı hücreler, aynı temel nükleotit ve amino asit küme dizilerini kullanırlar. Moleküler genetiğinde gelişmeler, canlı organizmaların genomunda, türlerin mutasyonların oluşturduğu moleküler saat tarafından ayrıldıkları zamanlardan kalma evrimsel kayıtların yer aldığını ortaya çıkarmıştır. Örneğin, bu DNA dizisi karşılaştırmaları, insanlarla şempanzelerin, genomlarının % 96'sını paylaştığını ortaya koymuş ve ayrıldıkları birkaç bölgenin analizi ise, bu türlerin ortak atasının ne zaman yaşadığının belirlenmesine ışık tutmuştur.
Prokaryotlar, yeryüzünde yaklaşık 3-4 milyar yıl önce yaşamış olup morfolojik ve hücresel yapı organizasyonlarında gözle görülür belli bir değişiklik geçirmeden, önümüzdeki birkaç milyar yıl boyunca da yaşamaya devam ettiler.
Ökaryotik hücreler, 1.6 ile 2.7 milyar yıl önce ortaya çıktılar. Hücre yapısındaki bir sonraki değişiklik, endosimbiyoz denilen bir simbiyoz ilişki içinde, ökaryot hücrelerin bakterileri yutması ve kendi bünyelerine almasıyla ortaya çıktı. Yutulan bakteri ile konak hücre, daha sonra bakterinin mitokondriye ya da hidrogenozome dönüşmesiyle, birlikte evrim geçirdiler.
Siyanobakteri benzeri bakterilerin yutulduğu başka bir olay ise, bitki ve yosunlarda kloroplastların oluşumuna yol açtı.
Yaşam tarihi, 610 milyon yıl öncesine kadar tek hücreli ökaryotlar, prokaryotlar ve arkeaların ardından çok hücreli organizmaların Edikara döneminde, okyanuslarda görünmeye başlamasıyla devam etmiştir. Çok hücreliliğin evrimi, süngerler, kahverengi algler, siyanobakteriler, cıvık mantarlar ve miksobakteriler gibi canlılarda birden çok bağımsız olaylarla gelişmiştir.
İlk çok hücreli canlıların ortaya çıkmasından kısa bir süre sonra, Kambriyen patlaması denilen bir olayda, yaklaşık 10 milyon yıl içinde, kayda değer miktarda bir biyolojik çeşitlilik ortaya çıktı. Bu dönemde, günümüzde yaşayan modern canlı türü tiplerinin büyük çoğunluğu fosil kayıtlarda görülmeye başladığı gibi sonradan soyları tükenen, benzersiz ve emsalleri olmayan canlı tür ve tiplerine rastlanır. Kambriyen patlamasının tetikleyen nedenlere dair, fotosentez sonucu oluşan oksijenin atmosferde birikmesi veya Oksijen Felaketi gibi, çeşitli etkenler öne sürülmüştür.
Yaklaşık 500 milyon yıl önce, ilk olarak bitkiler ve mantarlar, karalara yerleşmeye başladı ve hemen ardından bu süreci, eklem bacaklılar ile diğer hayvanların karaya çıkması takip etti. Böcekler, özellikle başarılı bir tür olup günümüzde de hayvan türlerinin çoğunluğunu oluştururlar. İki yaşamlılar (amfibiler), yaklaşık 364 milyon yıl önce ilk defa görülmeye başlarlar, ardından erken dönem amniyotları, sonra yaklaşık 155 milyon yıl önce kuşlar ile sürüngen benzeri türler ve 129 milyon yıl önce de memeliler takip eder. Ancak, büyük ve gelişmiş yapılı bu hayvanların evrimine rağmen, daha erken dönemlerde ortaya çıkan küçük organizmalar gibi canlılar, hâlâ olsun çok başarılı türler olup biyokütlenin ve prokaryot türlerin büyük çoğunluğunu oluşturarak yeryüzüne hakimdirler.
Aşağıdaki zaman çizelgesi, canlıların önemli evrimsel gelişmelerine dair genel bir bakış sunmaktadır.
Modern bilimde kuram, tutarlı bir bütün oluşturan gerçekler ve açıklamalardır. Modern fiziğin temel taşlarından olan Görelilik ve Kuantum kuramları, şu an üzerinde deliller toplanan, yeteri kadar test edilip güven verdiklerinde kanun konumuna yükselecek hipotezler değillerdir. Zaten bu olsa bile modern bilimde hiçbir teori bilimin sürekli değişebilirlik ilkesine göre kanun statüsüne konulamaz. Evrim kuramı da aynı statüye sahiptir. Biyolojideki birçok veriyi birleştirip anlaşılır kılar; henüz kanıtlanmamış, test aşamasında olan bir "tahmin" değildir.
Evrim kuramı, insanlığın kökenine ilişkin sonuçları nedeniyle ortaya atıldığından bu yana sosyal ve politik alanda en çok tartışılan bilimsel kuramdır. Bunun sonucunda, kuramın bilimsel algılanışı ile popüler algılanışı oldukça farklı olagelmiştir. Evrim kuramına popüler düzeyde karşı çıkan ve onun yerine yeryüzündeki canlılığın kökeni ve çeşitliliğini doğaüstü bir yaratıcıya bağlayan akımlara genel olarak yaratılışçılık adı verilir.
Evrim kuramı, üç hususta açıklamalar getirir:
Bu basamaklardan birincisi olan evrimin olgusu, evrimin temel taşı ve son derece kesinlik arzeden bilgilere sahip olunan kısmıdır. Bu hususta Darwin'in topladığı birçok de |
lilin üzerine yüzyıllardır birçok farklı biyoloji dalı tarafından toplanan deliller eklenmiştir. Günümüzde organizmaların evrimsel kökenlerine dair sahip olunan bilgiler, dünyanın yuvarlaklığı, gezegenlerin hareketleri ya da maddenin moleküler yapısı kadar "kesinlik arzeden" bilimsel çıkarımlardır. Burada kastedilen "kesinlik", şüphe götürmez bir gerçekliği ifade etmektedir. Diğer iki husustaki bilimsel çalışmalar ise aralıksız devam etmekte, her geçen gün yeni bir sonuca ulaşılmaktadır. Örneğin şempanze ve gorilin insana olan yakınlığının, babun veya diğer maymunlara olan yakınlıklarından daha fazla olduğu bugün kesin olarak bilinmektedir.
Evrim kuramının bilimsel statüsü, eğitim, din, felsefe, bilim ve politika bağlamında sıkça gündeme getirilmektedir. Bu konu daha çok Amerika Birleşik Devletleri'nde Hristiyan cemaat ve lobilerin öncülüğünde gündeme gelmektedir. Fakat diğer ülkelerde, eğitim ve politikaya uzanmaya çalışan yaratılışçı görüşlerin savunucuları tarafından da gündeme getirilmektedir. Evrim kuramını destekleyen reddedilemez kanıtlar ve neredeyse mutlak denebilecek derecede bir bilimsel konsensüs olmasına rağmen, yaratılışçı şeklinde adlandırılan çevrelerce bilim dünyasında iki kutup varmış gibi gösterilmeye çalışılır. Yaratılışçı çevreler Amerika Birleşik Devletleri'nde, toplumdan büyük oranda destek görmediği iddiası ile Evrim Kuramı'nın okullarda bilim derslerinde okutulmasına karşı çıkmaktadır. Bu konuda Amerika'da yüzbinlerce bilim insanını temsil eden bilimsel meslek kurumları ve onun yanında 72 Nobel ödülü sahibi bilim insanı Evrim Kuramı'nı destekleyen bildiriler yayınlamıştır. Buna ek olarak açılan davalarda evrim kuramının bilimsel olduğu kabul görmüş bir teori olarak kabul edilmiş ve okullarda okutulmasının devamına karar verilmiştir.
Bilimsel camianın büyük bölümü, biyoloji, paleontoloji, antropoloji ve diğer disiplinlerdeki görüngüleri açıklayan yegane kuramın Evrim Kuramı olduğunda hemfikirdir. 1987 de yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre Amerika'daki doğa bilimleri alanında çalışan 500,000 bilim insanından yaklaşık %99.85'lik bir bölümünün evrim teorisini desteklediği ortaya konulmuştur. Evrim-yaratılış tartışmalarında uzman konumunda olan Brian Alters, doğa bilimleri alanlarında çalışan tüm bilim insanlarının %99.9'unun Evrim Kuramı'nı desteklediğini belirtmiştir. Benzer şekilde, dünyanın değişik ülkelerindeki bilimsel çevreler defalarca Evrim Kuramı'nın bilimsel olduğuna ilişkin bildiriler yayınlamıştır. 1987 yılında Amerika'daki bilim insanları arasında yapılan bir araştırma, 480.000 bilim insanından sadece 700 bilim insanının yaratılışçı ve benzeri açıklamalara itibar ettiğini ya da Evrim Kuramı'na karşı şüphe duyduğunu göstermiştir. Ve bu 700 (%0.158) bilim insanından sadece küçük bir bölümü doğa bilimleri alanında akademik çalışma yapmaktadır. Son yıllarda yapılan benzeri karşılaştırmalar, Evrim Kuramı'nı bütünü ile reddeden ya da ona karşı şüphe duyan bilim insanlarının oranının yaklaşık olarak %0.054 civarında olduğunu göstermiştir. Karşı çıkanların %75.1'i biyoloji dışındaki bilim dallarında çalışmaktadır.
Son yıllarda genetik biliminin gelişmesi ile kuş embriyoları üzerinde çalışan bilim insanları bazı kapalı genleri açarak kuş embriyolarında kuşların evrimsel atası olan dinozor embriyolarındakine benzer görüntülere (diş, pul, boyun ve kuyruk yapısı) ulaşmışlar, Avustralya'daki diğer bilim insanları ise değişik canlılar üzerinde evrimin hızını (yüz bin yılda gerçekleşen genetik mutasyon oranı) ölçmeyi başarmışlardır.
Yaratılışçıların, "evrim konusunda bilimsel konsensüs olmadığı" yönündeki iddialarını çürütmek için, ABD Ulusal Bilimler Akademisi, "Steve Projesi"'ni başlatmıştır. Bu projenin amacı, isminde sadece Steve geçen bilim insanlarının kaç tanesinin Evrim Kuramı'nı desteklediğini ortaya koymaktır. Ortaya çıkan liste (Steve-o-metre) çoğunluğu biyoloji dallarında çalışan, isimlerinde Steve sözcüğü ya da bu ismin değişik telaffuzları geçen bilim insanlarını sıralamakta ve Yaratılışçılar ile Yeni Yaratılışçıların yayınlamış oldukları listelerden daha kalabalık olduğunu göstermektedir.
Evrimi kabul eden sadece Steve isimli bilimadamları, evrimi kabul etmeyen tüm bilim insanlarından daha fazladır. Bu projede "James" gibi çok daha yaygın (1. sırada) bir isim yerine "Steve" gibi çok daha az kullanılan (74. sırada) bir ismin seçilmesi de araştırmanın sonuçlarının güvenilirliğini desteklemektedir.
Bilimsel konular, elbette kimin listesinin daha uzun olduğu temelinde tartışılmamalıdır fakat dünyada bilim dünyasında bir çelişkinin olmadığını, tam tersine çok güçlü bir konsensüsün olduğunu göstermesi açısından Steve Projesi eğlendirici bir örnektir.
Evrimsel biyolojide kullanılan kavram ve modellerin, özellikle doğal seçilimde, birçok uygulamaları mevcuttur.
Yapay seçilim, canlı popülasyondaki istenilir bir özelliğin bilinçli olarak seçilimidir. Yapay seçilim yöntemleri, hayvan ve bitkilerin evcilleştirilmesinde binlerce yıldır kullanılmaktadır. Daha yakın bir zamanda, bu tür yapay seçilim yöntemleri, antibiyotik direnç genleri oluşturmada ve DNA yapısını değiştirmede seçilebilir işaretler kullanılarak genetik mühendisliğin önemli bir parçası haline gelmiştir. Laboratuvar ortamında oluşturulan mutasyon döngülerinde ve bunu izleyen yapay seçilimde, yönlendirilmiş seçilim denilen bir süreç ile, örneğin modifiye edilmiş enzimler ve yeni antikorlar gibi değerli özelliklere sahip proteinler evrilebilmiştir.
Organizmanın evrimi sırasında meydana gelen değişiklikleri anlamak, yeni vücut parçaları ve uzuvları oluşturmak için gerekli olan genler ile insanlardaki genetik bozukluklar ile ilişkili olabilecek diğer genleri ortaya çıkarabilir. Örneğin, "Astyanax mexicanus" evrimsel gelişimi sırasında görme özelliğini kaybetmiş olan ve karanlıkta yaşayan albino bir mağara balığıdır. Görme özelliğini yitirmiş bu kör balık türünün farklı popülasyonlarının birbirleriyle üremesi sonucu, farklı mağaralarda evrimleşmiş olan yalıtılmış popülasyonlarda farklı mutasyonlar ortaya çıktığı için görme özelliğine sahip yavru bireyler meydana gelebilmektedir. Bu gözlem, görme ve pigmantasyon için gerekli olan genleri tespit etmede yardımcı olmuştur.
Bilişim biliminde, evrimsel algoritmalar ve yapay yaşam kullanılarak oluşturulan evrim simülasyonları 1960'lı yıllarda başlamış ve yapay seçilim simülasyonları ile genişletilerek devam etmiştir. Yapay evrim, İngo Rechenberg'in çalışmalarının bir sonucu olarak 1960'lı yıllarda yaygın olarak tanınan bir optimizasyon yöntemi oldu. Rechenberg, karmaşık mühendislik problemlerini çözmek için evrim stratejileri kullanmıştır. Genetik algoritmalar, özellikle John Holland'ın çalışmaları sayesinde popülerlik kazanmıştır. Pratik uygulamalar arasında, bilgisayar programlarının özgüdümsel olarak kendi kendilerini geliştirmeleri ve otomatik olarak evrilmeleri de gösterilebilir. Evrimsel algoritmalar günümüzde, tasarımcılar yani insanlar tarafından üretilen yazılımlardan daha verimli bir şekilde çok boyutlu sorunları çözmek ve aynı zamanda sistemlerin tasarımını optize etmek için kullanılmaktadır.
19. yüzyılda, özellikle 1859 yılında ""Türlerin Kökeni"" isimli kitabın yayınlanmasından sonra, yaşamın evrimleştiği fikri, evrimin felsefi, sosyal, dini çıkarımları hakkındaki akademik tartışmaların önemli bir kaynağı olmuştur. Günümüzde, modern evrimsel sentez, bilim insanlarının büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmektedir. Ancak, evrim, bazı teistler için tartışmalı bir kavram olarak kalmıştır.
Teistik evrim gibi kavramlar üzerinden kendi inançları ile evrim olgusu arasında bir uzlaşı sağlayabilmiş çeşitli din ve mezhepler olduğu gibi, evrimin dinsel kaynaklarda yer alan yaratılış mitleriyle çeliştiğine inanan ve evrim olgusuna karşı itirazlarda bulunan yaratılışçılar da bulunmaktadır. 1844 yılında yayınlanan ""Doğal Yaratılış Tarihinin İzleri"" (İng:"Vestiges of the Natural History of Creation") isimli bir kitapta verilen tepkilerin gösterdiği gibi, evrimsel biyolojinin en tartışmalı yönünün, insanların genel olarak maymun olarak adlandırılan şempanze, goril gibi canlılarla ortak bir ataya sahip olması ve modern taksonomide insanın da bir maymun türü olarak kabul ediliyor olması insanlığın zihinsel ve ahlâki birimlerinin, hayvanlardaki diğer kalıtımsal özellikler gibi doğal nedenlere dayandığı ve genelde insan evrimi ile ilgili olan diğer çıkarımlar olduğu görülmektedir. Bazı ülkelerde, özellikle Amerika Birleşik Devletleri'nde, bilim ve din arasındaki bu gerilimler, siyasete ve millî eğitime odaklanmış dinsel bir çatışma şeklinde günümüzde mevcut olan Yaratılışçılık ve Evrim Kuramı tartışmalarının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Kozmoloji ve yer bilimleri gibi diğer bilimsel alanlarda da birçok dini metinlerin yorumlanması ile ilgili tartışmalar mevcut olsa da, evrimsel biyoloji bunlardan çok daha fazla bir dini muhalefete maruz kalmaktadır.
Evrimin Amerikan lise biyoloji derslerindeki öğretimi, 20. yüzyılın ilk yarısında fazlaca yaygın değildi. Maymun Davası olarak da bilinen 1925 tarihli Scopes Davası'nda alınan kararlar, evrim konusunun Amerikan lise biyoloji kitaplarında genç nesiller için çok nadir olarak ele alınıp işlenmesine ve evrim karşıtı yasaların 1960'lı yıllara kadar çeşitli eyaletlerde yürürlükte kalmasına neden olmuştur. Ancak bir nesil sonra, evrim konusu biyoloji derslerinde yavaş yavaş tekrar ele alınmaya başlanmış ve 1968 tarihinde bir devlet lisesinde biyoloji öğretmeni olan Susan Epperson'un bu durumu mahkemeye götürmesi ile sonuçlanan "Epperson vs. Arkansas" davasının temyiz sonuçları ardından, bilimsel bir teorinin yasaklanmasının anayasaya aykırı olduğu kararı alınarak evrim kuramı yasal olarak korunma altına alınmıştır. O zamandan beri, yaratılışçıların eğitim müfredatındaki hâkimiyetleri azalmaya başlayarak bunu takip eden 1970'li ve 1980'li yıllarda, eğitim programlarında alınan çeşitli kararlarla, orta öğretim müfredatında karşıt yaratılışçı düşüncelerin öğretilmesine yasal olarak izin verilmemiş ve bu sefer Akıllı tasarım olarak ger |
i döndüğünde, Dover davası olarak da bilinen 2005 tarihli Kitzmiller v. Dover Area School davasında akıllı tasarımın bilim olmadığı ve okullarda bilimmiş gibi öğretilemeyeceğine karar verilerek bir kez daha devlet okullarından dışlanmıştır.
2005 yılında, ABD Michigan Eyalet Üniversitesi’nden bir grup bilim insanının hazırladığı ve gelişmiş ülkeler seviyesindeki 34 ülkeyi içeren bir çalışmada, "evrimi doğru kabul edenlerin oranı" yaklaşık %27 ile en düşük Türkiye'de bulunmuştur. Türkiye'den sonra ise %40 ile, akıllı tasarım akımının ortaya çıktığı ABD yer almaktadır. Yine aynı araştırmaya göre, özellikle insanın evrimi en fazla Türkiye’de % 51 ile reddedilmişken ardından Türkiye’yi % 39 ile ABD izlemektedir.
Gelişmiş Avrupa devletlerinde evrimin doğru kabul edilme oranları Türkiye'den ve ABD'dan çok daha yüksektir. İzlanda'da halkın %80'inden fazlası, Danimarka, Fransa, Birleşik Krallık, Japonya'da yaklaşık %80'i evrimi kesin olarak doğru kabul etmektedir. Geri kalanların büyük bir kısmı ise emin olmadığını belirtmiştir. ABD Michigan Eyalet Üniversitesi’nden Prof. Jon D. Miller ve ekibinin yayınladıkları araştırmaya göre örneğin, ABD'de 1484 denek arasında “bugün bildiğimiz insan daha önceki hayvan türlerinden evrimleşerek gelişmiştir” ifadesini doğru bulanların oranı % 40 iken, ifadeyi "yanlış" bulanların oranı % 39 ve "emin olmayanların" oranı ise % 21 olarak belirtilmiştir. Türkiye’deki oran ise sırasıyla, "doğru" % 27, "yanlış" % 22 ve "emin değilim" % 51 olarak verilmiştir. Soru, farklı bir şekilde “insanlar Tanrı tarafından bugünkü haliyle yaratıldılar, yaşamın daha önceki biçimlerinden evrilmediler” diye sorulduğunda, evrimi reddedenlerin oranı % 62 olarak artmış, "yanlış" bulanların oranı % 36 iken "emin olmayanların" oranı ise % 2'de kalmıştır.
Amerikalı deneklerin insanın evrimine dair tereddütleri ve itirazları varken buna karşın hayvan ve bitkilerin evrimini ise daha kolay kabullendikleri de bu araştırmanın ortaya çıkardığı başka bir sonuçtur. Nitekim soru değiştirildiğinde, “bazı bitki ve hayvan türleri, milyonlarca yıllık süre içinde uyum sağlayıp hayatta kalırken, diğer türler öldüler ve nesilleri tükendi” ifadesini "doğru" bulanların oranı % 78 ile yüksek olup "yanlış" bulanların oranı ise sadece % 6 oranında seyretmektedir.
Miller, Scott ve Okamoto’nun (2005 ve 2006) 34 ülkede yaptıkları bu çalışmanın sonuçları evrimsel yaklaşıma ilişkin gittikçe azalan bir genel kabul düzeyine işaret etmektedir. Nitekim, bu çalışmanın önemli bulgularından birisi de, Türkiye ve ABD’de, evrimsel süreçten habersiz ya da evrim konusunda kararsız olanların oranı 1985 yılında %7 iken, bu oranın 2005 yılında %21’e yükselmiş olmasıdır. Böylece, bu ülkelerde her beş yetişkinden birisi evrimden ya habersiz ya da bu konuda kararsız hale gelmiştir.
Bilim ve Ütopya dergisinde Ekim 2001 tarihinde yayınlanan "Safsata Anketi" isimli başka bir araştırmada ise İstanbul Üniversitesi, Ankara Üniversitesi ve ODTÜ gibi çeşitli üniversitelerin tıp, biyoloji, fizik, kimya, astronomi, jeoloji gibi doğa bilimleri fakültelerindeki 1. ve 4. sınıf öğrencilerine "insan soyunun Havva ve Adem’den geldiği görüşüne inanıp inanmadıkları" sorulmuş ve İÜ Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü 1. sınıf öğrencileri bu soruya % 73.13 ile "inanıyorum", % 16.42 ile "olabilir" ve % 10.45 ile "inanmıyorum" cevabı vermiştir. Aynı üniversitenin 4. sınıf Biyoloji bölümü öğrencileri ise % 75.00 "inanıyorum", % 18.75 "olabilir" ve % 6.25 "inanmıyorum" olarak yanıtlamışlardır. Bu oran İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi 1. sınıf öğrencilerinde sırasına göre % 66.67, % 16.67 ve % 16.67 iken 4. sınıf öğrencilerinde ise % 74.71, % 9.20 ve % 16.09 ve İÜ İstanbul Tıp Fakültesi 1. sınıf öğrencilerinde % 67.86, % 21.43 ve % 10.71 iken, 4. sınıf öğrencilerinde ise % 80.00, % 20.00 ve % 0.00 olmuştur.
Halkın evrime bakış açısının altında yatan nedenlere dair Türkiye'nin kendine özgü sorunları olduğu (Dr. Kenan Ateş), Türkiye’nin hızlı küreselleşmeye hazırlıksız yakalanmış olması (Seçkin ve Okçabol, 2006), Kur’an’da anlatılan insanın yaratılış öyküsününün bilimin bulgularıyla çeliştiğinin düşünülmesi, bu anlamda insanı diğer canlılardan ayrı tutma eğilimi ve Türkiye'nin Avrupa'da olduğu gibi bir Aydınlanma döneminden geçmemiş olması gibi düşünceler öne sürülmüşse de evrim kuramının neden az benimsendiğine ve toplumdaki kabullenebilirlik seviyesine dair daha birçok sosyokültürel araştırmaların yapılması önem taşımaktadır.
Brezilya'da yapılan 2010 tarihli bir ankette, teistik evrime inandıklarını söyleyen veya evrimin Tanrı tarafından yönlendirildiğini düşünenlerin oranı % 59 olarak tespit edilirken evrimi reddeden yaratılışçıların oranı % 25 ve evrimin herhangi bir ilahi güce gerek kalmadan oluştuğunu söyleyenlerin oranı ise % 8 olarak tespit edilmiştir.
Kanada'da yapılan bir araştırmada ise, insanın daha az gelişmiş yaşam formlarından oluştuğunu düşünenlerin oranı % 59 olarak tespit edilirken insan ve dinozorların yeryüzünde aynı zamanda ve aynı dönemde yaşadıklarına inanan Kanadalıların oranı ise % 42 olarak belirlenmiştir. Tanrının insanı son 10.000 yıl içinde bugünkü haliyle yarattığına inanan Kanadalıların oranı ise % 22.
"Hayatın kökeni ve gelişimi" üzerine Birleşik Krallık'ta yapılan 2006 tarihli bir araştırma anketinde katılımcıların yaşamın kökenine dair üç farklı açıklama arasında bir seçim yapılmaları istenmiş ve deneklerin % 22'si Genç Dünya yaratılışçılığını, % 17'si ise Akıllı tasarımı ve % 48'i ise evrim kuramını (açıkça tanrısal bir rol olmadan) tercih etmişlerdir. Diğerleri ise kararsız kalmıştır.
Avustralya'daki 2009 tarihli anket, Avustralyalıların neredeyse dörtte birinin insanın İncil'deki yaratılışına inandığını, % 32'nin Tanrı tarafından yönlendirilen bir evrime ve % 42'nin de yaşamın kökeni için "tamamen bilimsel" bir açıklamaya inandıklarını ortaya koymuştur.
2010 yılında Auspoll ve Avustralya Bilim Akademisi tarafından yapılan bir anket ise Avustralyalıların yaklaşık % 80'inin, evrimin günümüzde de hâlâ oluştuğunu ve devam ettiğini düşündüklerini ortaya koymuştur. Bu ankette Avustralyalıların % 10'u evrime inanmazken % 11'i ise emin olmadıklarını belirtmiştir.
Tür
Tür, ortak özellikler taşıyan, aynı veya yakın gen havuzunda bulunan biyolojik gruptur.
Türlerin sınıflandırılmasında uluslararası ikili adlandırma sistemi benimsenmiştir. Bu sisteme göre her yeni türe Latince bir cins bir de tür adı verilir. Bu adlardan ilki tanımlanan türe akraba olan öbür türleri de içeren cinsi belirtir; ikincisi yalnızca bu türe özgü bir addır. Cinsin ismi daima büyük, türün ismi ise daima
küçük harflerle italik yazılır.
Örneğin; Mavi ladinin bilimsel adı "Picea pungens" tir. Böylece yeryüzünün herhangi bir yerindeki bir bilim insanı bu türün Türkiye'de bulunan "Picea orientalis" (doğu ladini) ile yakın akraba olduğunu kolayca anlayabilir.Hatta bazı bilim adamları hala bulunmayan türlerin olduğunu söylemektedir.
Türlerin birbirinden farklı oluşunu onların kalıtsal yapısı saptar. Bunlar yapısal, biyokimyasal, fiziksel ve davranışsal ayrıcalıklar olabilir. Tüm bunlara diagnostik özellikler denir. Birbirine yakın türler, belirli bir coğrafik bölgede birbirinden yalıtılmakta ya da çiftleşme zamanlarının farklılaşmasıyla, farklı davranışlara sahip olarak birbirinden kopmuş fakat önceden aynı gen havuzuna sahip olan populasyonlardır. Bu yakın türler yapay koşullar altında birbiriyle çiftleşerek yavru elde edilebilir.
Türler sabit olmayıp kendi içinde daha alt birimlere ayrılabilir. Eğer bir tür iki veya daha çok alt tür veya varyete gibi alt taksonlara ayrılıyorsa bu türlere politipik tür eğer hiçbir alt türe ayrılmıyorsa buna monotipik tür denilir. Kimi durumlarda iki tür morfolojik bakımdan tamamen birbirinden ayrılmışlardır. Morfolojik bakımdan birbirinin benzeri olmasına karşın, üreme bakımından tamamen birbirinden ayrılmışlardır. Morfolojik bakımdan birbirinin aynı olduğu halde aralarında üreme engeli olan türlere ikiz tür adı verilir.
Şahin
Şahin, atmacagiller (Accipitridae) familyasından "Buteo" cinsini oluşturan yırtıcı kuş türlerinin ortak adı.
Şahinler öbür yırtıcı kuşlardan geniş kanatları ve yanlara doğru açılan yuvarlak kuyruklarıyla ayırt edilebilir. Ağır kanat darbeleri ile uçar ve havada asılıymışçasına, kanatlarını çırpmadan uzun süre dönebilirler.
Çoğu türün üst bölümleri beyaz ya da kahverengi benekli, kanatları çizgilidir. Ama renkleri aynı tür içinde bile önemli ölçüde çeşitlilik gösterebilir.
Şahinler genellikle böcekleri ve gözüne kestirdiklerini avlar, ara sıra kuşlara saldırır.
Çalı çırpıdan yaptıkları ve yumuşak maddelerle döşedikleri sağlam yuvaları ağaçların ya da kaya çıkıntılarının üzerinde bulunur. Dişiler yuvaya 2-5 tane kahverengi lekeli beyaz yumurta bırakır.
Bayağı şahin
Bayağı şahin ya da Adi şahin ("Buteo buteo"), atmacagiller (Accipitridae) familyasından Avrupa'nın en yaygın yırtıcı kuş türü.
Boyları 50–60 cm uzunluğundadır. Ağırlıkları erkekte 800-900 gram arasında, dişilerde 700-1200 dram arasındadır. Dişiler erkeklere göre biraz daha iridirler. Bayağı şahinler Avrupa, Orta ve Batı Asya ile Afrika'da yaşarlar. Ormanlık alanlarda yaşarlar ama genellikle açık arazide beslenirler. Ana yiyecekleri küçük memeliler, küçük kuşlar, böcekler ve leşlerdir. Bayağı şahinler sürüler halinde uçmazlar fakat bazıları göç ederken ya da doğal yerleşkelerindeyken beraber görülebilirler.
Bayağı şahin, beslenmesi ve yaşadığı çevre konusunda çok iyi uyum sağlayabilen bir kuş olduğu için dağlardan düzlüklere, doğanın en yabani olan kısımlarından büyük şehirlerin içine kadar yaygındır. Ortalama 25 yıl kadar yaşayabilirler.
Faust (Goethe)
Faust adlı şiirsel oyun, ünlü Alman ozanı, oyun yazarı Johann Wolfgang von Goethe'nin (1749-1832) dünya klasikleri arasında önemli bir yer tutan eserdir. Faust, Goethe'nin butün eserlerinin bir birleşimi olarak kabul edilir.
Faust, Goethe'nin neredeyse tüm yaşamı boyunca yazarak tamamladığı bir yapıttır. "Urfaust" adıyla on sekiz yaşında başladığı oyunu, 1806de "Faust I" ve 1832de "Faus |
t II" adıyla iki büyük bölüm halinde yazarak seksen üç yaşında ölümünden kısa bir süre önce bitirebilmiştir.
Goethe, Faust'un konusunu çok eski bir öyküden almıştır. Şeytanla bahse giren insanoğlu teması önceki yüzyıllarda da birçok öyküye ve oyuna konu olmuştur. Goethe'den önce birçok yazar tarafından defalarca işlenmiş bir konu olan Faust, daha önce de usta bir İngiliz yazarı olan Christopher Marlowe (1564-1593) tarafından Doktor Faustus adıyla işlenmiştir. Aynı konudan hareket etmelerine karşın iki oyunun olay örgüsü çok farklı biçimde gelişir ve sonuçlanır. Marlowe, Faust'u şeytanla girdiği anlaşmayı kaybeden biri olarak ele almıştır. Oysa Goethe Faust karakterini Şeytan Mefistofeles'e yenilmeyen bir insan olarak incelemiştir. Goethe, Faust'unda evrensel bir insan tragedyası ortaya koymuştur.
Goethe'nin Faust I eseri bir oyun şeklinde görülmekle beraber çok derin ve karmaşık içeriği dolayısıyla genellikle okumak için hazırlandığı ve sahnelenme istenmediği kabul edilebilir Buna rağmen, Goethe'nin Faust'u içeriğinin çok zengin felsefi derinliği nedeniyle pek çok farklı yorumla yüzlerce kez yeniden incelenmiş, dünyanın birçok ülkelerinde çok farklı yorumlarla sahnelenmiştir.
Faust’un ilk bölümü ya da Faust I olarak bilinen “Faust. Eine Tragödie”, Johann Wolfgang von Goethe’nin 1808 yılında yayımladığı bir trajedisidir. Alman Edebiyatı ve Faust geleneğinin en önemli ve çok alıntılamalı eserlerinden biridir. Drama, birçok kez tarihi Doktor Faustus hikâyelerini oluşturan diğer yazarlar tarafından ele alınmakta ve bu hikâyeleri, insanlığın temsili konusunda Faust II’ de genişletmektedir.
Olay, tarihi Faust’un yaşadığı dönemleri, yani Ortaçağ'dan Yeni Çağa geçiş dönemini kapsamaktadır. Bugünkü Almanya’da, Leipzig ya da Harz bölgesinde geçmektedir.
Oyunun baş kahramanı Faust, felsefeyi, tıbbı, doğa bilimlerini, teolojiyi araştırmış, gençlik ve olgunluk çağını yeryüzünün sırlarını çözmek için tüketmiştir. Yeni Çağ’ın başlarında tarihi Faust (1480–1538) gibi itibarlı bir araştırmacı ve öğretmen olan Heinrich Faust, hayatının bilançosunu çıkarır ve oldukça sarsıcı bir sonuçla karşı karşıya kalır: Bir bilim adamı olarak derin bir araştırmadan ve gerekli çıkarımlardan yoksun kaldığını ve hayatını dolu bir şekilde yaşamayı beceremediğini anlar. Bu ikilem arasında sıkışıp kalırken, memnuniyetsizlik ve huzursuzluktan kendini kurtarmayı başarırsa, ruhunu şeytana satacağına dair ona söz verir. Faust’u tekrar hayata bağlayacağına, kendisinin, yani Faust’un beşeri zevk ve hazlarda anlam bulacağına dair bir antlaşmaya varırlar, şeytan Faust’u gençleştirerek dünyayı gezmek üzere onu yanında götürür. Ve Gretchen olarak adlandırılan genç Margarete ile olan aşkı için Faust’a yardım eder. Faust'un bu arayışı Şeytan'ı (Mefistofeles) rahatsız etmektedir. Çünkü pek çok insanı felaketlerle yok etmesine, pek çok insanı dünyasal hazlarla uçuruma düşürmesine karşın, yeryüzündeki Faust adındaki doktor, akıl ve bilgi ile kendisine direnmektedir. Tanrı'dan Faust'u doğru yoldan çıkarmak için izin isteyen Mefistofeles,onun bunalımlar içinde olduğu bir gece karşısına çıkar ve Faust'a dünya hazlarını vadeder.Bir iddiaya girerler. Mefistofeles, onun bilgi hastalığından kalbini kurtaracak, yaşatacağı en güzel hazlar karşısında Faust "Dur ey zaman, ne güzelsin!" diyecek olursa iddiayı Mefistofeles kazanmış olacaktır. Mefistofeles, Faust'u gençleştirir ve ona aşk duygusunu tattırır. Faust, bu duyguyu sadece Gretchen adlı genç bir kızdan çok ötede Helene idealine kadar hissedecek, ama her şeye karşın Mefistofeles'e beklediği cevabı vermemekte direnecektir.
Johann Faust'un hayatı, kişiliği ve kaderi çerçevesindeki efsaneler, 1587 yılında hikâyelerin oluşumundan bu yana, birçok kez ele alınan, ünlü bir edebi kaynak olmuştur.
Goethe, çocuk katili Susanna Margaretha karşı açılan dava sürecinden etkilenerek, 1770 yılında Faust çalışmasına başlamıştır (idamı Goethe'yi muhtemelen etkilemiştir.), bu yüzden Urfaust'da arka planda Gretchen çevresinde gelişen aşk trajedisi bulunmaktadır. Urfaust, çalışma odasında Faust’un monoloğu ile başlamaktadır. Mefisto ortaya çıkmaktadır; fakat şeytanla antlaşma yoktur. Auerbachs Keller’daki sahneden sonra, Gretchen trajedisi onun yerini alır; Büyücü mutfağı ("Hexenküche") ve Cadılar Bayram ("Walpurgisnacht") yer almaktadır. Bu versiyon, Goethe’nin eserinin tümünün ve özellikle Faust’un önemi vurgulandığında, bir el yazısı örneğinin ardından ilk olarak 1887 yılında basılmıştır.
Goethe Urfaust'dan yola çıkarak, 1788 yılında tamamlamış ve 1790 yılında basılmış olan Faust. Bir Fragman ("Faust. Eine Fragment")’ı oluşturmuştur. Faust fragmanı Urfaust’un aksine, içeriğinde şeytanla antlaşmanın üstü kapalı kaldığı, Mefisto ile geçen bir diyalog şeklinde genişletilmiştir. Büyücü Mutfağı ("Hexenküche") sahnesi yeni eklenmekte, bu yüzden Gretchen’in zindandaki sonu yer almamaktadır. Gretchen’e olan aşk trajedisinin yanı sıra ikircimli ve çekingen bilim adamının trajedisi de kendini göstermektedir.
Goethe 1797 yılında fragmana, ithaf, tiyatroda ön gösteri ve gökyüzünde konuşma sahnelerini eklemiştir. Urfaust ve Fragmanda kesinleşmiş olan metin birçok sahne içermektedir, bununla birlikte 1806 yılına kadar olan zaman diliminde Cadılar Bayramı ("Walpurgisnacht") sahneye koyulmuştur. Eser 1808 yılında, sergiler için Faust. Eine Trajedi olarak basılmıştır. Mutsuz bir kızın ve ikircimli bir bilim adamının hikâyesinden, gökyüzü ve cehennem arasında geçen bir insanlık dramı ortaya çıkmıştır.
Goethe, 21 yaşından 57 yaşına kadar, Faust’un ilk bölümü üzerinde çalışmıştır. Bu üç versiyon, içeriksel bir gelişmenin yanı sıra önemli bir stilistik gelişmeyi de belgelemektedir.
Goethe, bu projenin gerçekleşebileceğine inanmamasına rağmen, Faust I’in çalışmasında oluşturduğu taslak ve sahneleri, Faust’un ikinci bölümüne de aksettirmiştir.
Faust serileri 16. yüzyıldan bu yana Avrupa edebiyatının en yaygın olan serilerinden sayılmaktadır. Tarihte var olan Johann Faust hakkında edinilen eksik bilgi ve skandalize olmuş hayatının sonu, masal ve efsaneler oluşturma konusunda işe yaramış ve onun hayatı ile ilgilenen yazarlara girişim imkânı sunmuştur. Çok farklı versiyonlar ile geri dönen Faust serilerinin özellikleri, Faust’un bilgi ve güç edinme çabalarını, şeytan ile yaptığı antlaşmayı ve cinsel tutkularını kapsamaktadır.
Popüler kültürde Faust imajı, delilik ve şarlatanlık olarak nitelendirilirken, 18. yüzyıldan bu yana Faust serilerinin değeri oluşmaya başlamıştır. Ana temayı ise insanın, inancın gücü ve bilimsel anlayışın güvenilirliği arasında yarattığı şüphe oluşturmaktadır. Faust, ben-merkezci bir şekilde kendini ispatlama ve sosyal bir öğrenme arasındaki mücadelenin ortasında kalan, sınırlarını aşarak çaba gösteren bir kişidir.
Afsunnameler (büyü kitapları), 1500 yılından bu yana Johann Faust’a atfedilen büyü sözlerini içermektedir. Mucizeye olan inancın azalması nedeniyle Faust’a karşı edebi bir ilgi oluşmaya başlamıştır. Ortaçağ mütevazılığinden kurtulan; fakat özgüvenini küstahlığa dönüştüren bir kişi örneği olarak Faust, beğenilen vanitas (boş beşeriyet düşkünlüğü; ölü doğa türü) sembolüne bir örnek olmuştur. Aynı zamanda tüm düzlemlerde kaçık ve şirret bir imaj sergilemektedir.
Johann Faust’un hayatını ele alan ilk kapsamlı eser 1587 yılında yayımlanmıştır. Matbaacı Johann Spies, hikâye olarak da bilinen Historia von D. Johann Fausten adlı eseri yayımlamıştır. Eser, çoğu efsanevi öğelerden oluşan, çok sayıda hikâye ve fıkrayı içermektedir. Spies, Faust’un Teoloji ve Tıp öğrenimi, büyücülük ile uğraşısı ve Faust’u sonunda cehenneme götüren şeytanla olan antlaşması hakkında bilgi vermektedir. Açıkçası yazarın Hıristiyan tavrı tanımlanmaktadır. Kitap, dindar bir yaşam için olumsuz bir Faust tablosunu ve bir nasihati sergilemektedir. Aynı zamanda büyük bir popülerlik elde etmiştir. 1588 ve 1611 yılları arasında İngilizceye, Holandacaya, Fransızcaya ve Çekçe’ye çevrilmiştir. Faust serileri böylece yurt dışına yayılmayı da başarmıştır.
1589 yılında İngiliz Christopher Marlowe “Historia” eserinin dramatik bir versiyonunu oluşturmuştur. Die tragische Historie vom Doktor Faust başlıklı bu eser, tüm esaslı seri unsurlarını içermektedir; fakat Faust figürü, Rönesans tarzı net bir karakteri yansıtmaktadır. Küstahça dünyanın üzerinde bir güç talep etmekte; teoloji ve ahirete olan yönelimi küçümsemektedir. Burada da kötü sona neden olan büyüye ve şeytana ruhunu satmaktadır. Buna rağmen Marlowe’da, açıkça figürlerine karşı bir sempati görülmektedir. Faust figürüne olumlu bir yön kazandıran ilk Faust çalışmasıdır.
Marlowe’un dramı, 1600 yılında İngiliz oyuncular tarafından Almanya’ya getirilmiş ve gezici tiyatrolar tarafından ele alınmıştır. Faust, irtical komedinin baş figürüne benzetilmesiyle birlikte tuhaf bir figür olmuştur.
Serilerin sahneye koyulan sayısız metinlerini temsil eden Faust figürleri, mizahi figür ve şeytan figürü arasında değişmektedir. Çoğunlukla kukla oyunu, dresaj, bale ve fişek eğlenceleri arasında bir sirk eğlencesine araç olmaktadır.
Ausburglu gösteri uzmanı Rudolf Lang, Faust konusuna ilişkin bir köpek numarasıyla (1717–21) Avusturya ve Almanya çevrelerinde etki yaratmıştır ve kendisini büyücülük ithamlarına karşı ciddi bir şekilde savunmak zorunda kalmıştır.
Faust serilerinin kullanımında, yüksek ve popüler kültür arasında sürekli derinleşen bir uçurum görülmektedir. Aydınlanma Çağında, Faust figürlerinin yerinde olduğuna ve esas itibarıyla değer kazanmasına ilişkin çabalar baş göstermiştir. Gotthold Ephraim Lessing 1757’de, 17. edebi mektubunda, kendisinin tasarlamış olduğu Faust dramasından bir bölüm yayımlamıştır. Faust bu dramada, bilginin peşinde koşan bir Rönesans insanını temsil etmektedir. Bilgi uğruna gösterilen bu çaba nedeniyle şeytan tarafından korunmaktadır. Faust’u sembolleştiren aydın sanatçı ve bilim adamlarının temelde olumsuz figürler olmamaları gerekmektedir. Lessing bu eserini asla tamamlayamamıştır. Değerli kılma çabaları, 1775 yılından bu yana “Fırtına ve Coşku” döneminde farklı bir boyut dah |
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.