article
stringlengths 7.34k
10k
|
---|
isimlerle de anılır.
Prag'ın bir özelliği de II. Dünya Savaşı'nda pek zarar görmemiş olmasıdır. Bu sayede birçok tarihi ev ve mekanı barındırır. Bu yerler arasında St. Vitus Katedrali de yer alır. Turizm alanında son yıllarda çok fazla rağbet görmektedir.
1992'den beri Prag'ın tarihi merkezi, Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO)'nun Dünya Mirasları listesinde yer almaktadır.
Adolf Hitler 15 Mart 1939'da Prag'a girmek için Alman Ordusuna emir verdi ve Prag Kalesi'nde bir Alman himayesi olan Bohemya ve Moravya Protektorası ilan edildi. Tarihinin çoğu bölümünde Prag, Çekçe, Almanca ve (çoğunlukla Çek ve / veya Almanca konuşan) Yahudi nüfusu ile çok ırklı bir kent olmuştur. 1939'da ülke Nazi Almanyası tarafından işgal edildi ve İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilerin çoğu sürgün edildi ve Almanlar tarafından öldürüldü.
Prag Savaş sonunda USAAF tarafından çok sayıda bombardıman yaşadı. 1,000'den fazla kişi yaralandı, 701 kişi öldü, binalar, fabrikalar ve yüzlerce tarihi yer yıkıldı. 5 Mayıs 1945'te, Nazi Almanyasının tesliminden dört gün önce, Almanya'ya karşı bir ayaklanma meydana geldi. Dört gün sonra Sovyet 3. Şok Ordusu şehre girdi. Alman nüfusunun çoğunluğu ya kaçtı ya da savaş sonrası Beneš kararnameleri tarafından ülkeden atıldı.
Prag şu kentlerle kardeş şehir bağlantısı kurmuştur:
Budapeşte
Budapeşte, Macaristan'ın başkentidir. Aslında Tuna nehrinin iki yakasındaki Budin (Buda) ve Peşte'nin 17 Kasım 1873 yılında birleşmesiyle oluşmuş şehirdir.
Eski yıllarda Tuna nehri Budin'i ve Peşte' yi ayırmıştı. İki şehri birbirine bağlaması için Chain Köprüsü inşa edilmeye başlamıştı. Bu köprü iki şehri birbirine bağlayacaktı. 17 Kasım 1873 yılında köprünün inşa edilmesiyle iki şehir bağlandı ve şehrin adı Budapeşte oldu.
Budapeşte, Macaristan'ın politik, kültürel, ticari, endüstri ve ihracat merkezidir. Berlin’den sonra Orta Avrupa’nın en büyük ikinci şehri olup, Macaristan nüfusunun beşte biri, 2003 yılı sayımına göre 1.719.343 kişi Budapeşte'de yaşamlarını sürdürmektedir.
Budapeşte coğrafi konumu, tarihî eserleri ve diğer çekicilikleri ile Avrupa’nın en güzel şehirlerinden biridir. Şehir Tuna’nın batı yakasında Buda (Budin) ve doğu yakasında Peşte şeklinde iki bölüme ayrılmıştır. Tuna’nın batı kıyısında Buda kalesinin çevresindeki görece engebeli bölgede tarihî semtler uzanır. Şehrin iş merkezi ve kalabalık semtleri ise Tuna’nın doğusundaki ovaya açılan düzlüktedir.
Kanuni Sultan Süleyman tarafından ilk olarak 1526’da fethedilen Budin ve Peşte, bir buçuk asırlık bir Türk hakimiyetinden sonra 1686’da elden çıkmıştır. Türk idaresi sırasında, Karadeniz üzerinden Tuna yoluyla İstanbul’dan nispeten kolay ulaşılan bir beylerbeyilik merkezi olduğundan kolayca Türkleşmişti. Ticaret yollarının birleştiği bir yerde bulunan Budin ve Peşte, bir taraftan zengin bir ticaret şehri görünümü alırken, burada kurulan çeşitli vakıflar bu Orta Avrupa şehrine bir Osmanlı yerleşim merkezi manzarası vermişti. 1662 yılında burayı ziyaret eden Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde Budin ve Peşte’nin etraflı bir tasviri bulunmaktadır.
Evliya Çelebi, Buda’da 25 cami, 47 mescit, 12 medrese, 16 mektep, 2 hamam, 8 kaplıca, 9 han, 1 saat kulesi ve 1 bedesten bulunduğunu bildirmektedir. Bunların çoğu bugün ayakta değildir. Sokullu Mustafa Paşanın yaptırdığı Mustafa Paşa Camii ve Türbesinin Mîmar Sinan’ın eseri olduğu bilinmektedir.
19. yüzyılda Macaristan'ın bağımsızlık mücadelesi ve modernleşmesi dönemin karakterini oluşturmuştur. 1848'de Habsburglara karşı başkentte ayaklanma başlamış ve bir yıl sonra bastırılmıştır. Budapeşte 1867 Avusturya-Macaristan Antlaşması ile doğan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun iki başkentinden birisi oldu. Bu uzlaşma Budapeşte'nin I. Dünya Savaşı'na kadar sürecek olan ikinci büyük kalkınma dönemini başlattı. Budin ve Peşte'yi birbirine bağlayan ilk kalıcı köprü olan Zincirli Köprü de 1849'da açıldı. Peşte ülkenin idari, siyasi, ekonomik, ticari ve kültürel merkezi haline gelmeye başladı. Şehrin gelişmesine bağlı olarak Macaristan'ın kırsal kesimlerinden artan göç Macarların şehirde çoğunluğa sahip olan etnik grup olmasını sağladı. 1851'de Macarlar Budapeşte nüfusunun %35.6'sını oluştururken bu oran 1910 itibarıyla %85.9'a çıkmıştır. Buna bağlı olarak Budapeşte'de en çok kullanılan dil artık Almanca değil Macarca oldu. Diğer yandan 1900'de şehrin nüfusunun %23.6'sı Yahudiydi. Budapeşte'deki büyük Yahudi topluluğundan dolayı 20. yüzyılın başında Budapeşte sıkça "Yahudilerin Mekkesi" ya da "Yudapeşte" şeklinde anılır olmuştu.
I. Dünya Savaşı'nın sonunda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yıkıldı ve Macaristan Cumhuriyeti ilan edildi. 1920'de imzalanan Triyanon Antlaşması ise ülkenin bölünmesine ve Macaristan'ın nüfusunun ve topraklarının üçte ikisini kaybetmesine yol açmıştır.
1944 yılında, II. Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru, Budapeşte kısmen Britanya ve Amerikan hava saldırıları tarafından tahrip edildi. 24 Aralık 1944'ten 13 Şubat 1945'e kadar şehir Budapeşte Muharebesi'nde kuşatıldı. Budapeşte'ye saldıran Sovyet ve Romen askerleri, Alman ve Macar askerlerine karşı şehri savunmak büyük zarara yol açtılar. Bütün köprüler Almanlar tarafından tahrip edilmiştir. Ancak Zincirli Köprü'deki aslan heykelleri savaşın yıkımından kurtulmuşlardır. 38.000'den fazla sivil çatışma sırasında hayatını kaybetti. Budapeşte'de bulunan 250.000 Yahudi nüfusunun %20 ila %40'ı 1944 ve 1945 başlarında Nazi soykırımı yoluyla öldü. İsveçli diplomat Raoul Wallenberg yahudilere İsveç pasaportları vererek ve onları konsolosluk koruması altına alarak onbinlerce Budapeşte Yahudisinin hayatını kurtarmayı başarmıştır.
1949 yılında, Macaristan Komünist Halk Cumhuriyeti ilan edildi. Yeni komunist devlet Budin Kalesi'ni eski rejimin sembolü olarak görmüş ve 1950'lerde kale ciddi şekilde tahrip edilmiştir. 23 Ekim 1956'da Budapeşte'de demokratik değişiklikler talep eden barışçıl gösteriler başladı. Göstericiler Budapeşte radyo istasyonuna giderek taleplerinin yayınlanmasını istediler. Yönetimse göstericilerin vurulması emrini verdi. Macar askerlerse silahlarını göstericilere vererek binanın ele geçirilmesini sağladılar. Böylece Macar Devrimi başlamış oldu. Göstericiler Imre Nagy'nin başbakan olmasını talep ettiler ve aynı günün akşamında Macaristan İşçi Partisi Merkez Komitesi bu talebi kabul etti.
Kalkışmanın en önemli karakteristiği ise Sovyet karşıtı olmasıdır. Nagy başbakan olduktan sonra Varşova Paktı'ndan ayrılacaklarını ve tarafsız olacaklarını ilan ettikten sonra Sovyet tankları isyanı bastırmak için Budapeşte'ye girdi. Çatışmalar 3000'den fazla ölü bırakarak, Kasım ayının başına kadar devam etti. 2006'da devrimin 50. yılına istinaden Şehir Parkı'na yapılan anıt açıldı.
Altmışlardan seksenlerin sonuna kadar Budapeşte Doğu Bloku'nun en mutlu "kışlası" olarak anılırdı ve şehir bu dönemde 2. Dünya Savaşı'nın yarattığı yıkımı sonunda atlatabilmiştir. Yıkılan köprülerden Erzebet Köprüsü ancak 1964'te tekrar inşa edilebilmiştir. 1970'lerde ayrıca M2 ve M3 metro hatları açıldı. 1987 yılında, Tuna kıyısındaki Buda Kalesi Dünya Mirası UNESCO listesine dahil edilmiştir. Andrassy Bulvarı (Milenyum Yeraltı, Hosok tere ve Városliget dahil) 2002 yılında UNESCO listesine eklendi. 1980'li yıllarda kentin nüfusu 2,1 milyona ulaşmıştır.
20. yüzyılın sonlarında ise 1989 Devrimleriyle sivil hayattaki değişim Budapeşte sokaklarına da yansımıştır. Diktatörlük döneminden kalan anıtlar kamusal alanlardan kaldırılmış ve Hatıra Parkı'na taşınmıştır.
Eskiden ekonominin merkezi Buda iken 19. yüzyıldan sonra ticaret etkinlikleri Peşte’ye kaymıştır. Büyük bankalar, ülkedeki yabancı şirketlerin çoğu ve en güzel mağazalar Peşte’nin Belvaros semtindedir.
Budapeşte temel sanayi (termik santral, çelik ve boru fabrikaları, petrokimya, yapı sanayileri) ve tüketim sanayisi (un fabrikaları, hazır giyim, kereste, kâğıt, matbaacılık, ilaç, kozmetik sanayileri) merkezidir. Ayrıca Comecon çerçevesi içinde, makinalar ve elektrikli makinalar (takım tezgâhları, kamyonlar, demiryolu gereçleri, telefon santralleri, elektronik cihazlar) yapımı da önemli seviyelere ulaşmıştır.
İkinci Dünya Savaşında Budapeşte büyük bir hasar görmüştü. Fabrikaların ve meskenlerin neredeyse tamamı ya yıkıldı ya da hasar gördü. Bütün köprüler yıkıldığı için ulaşım da durmuştu. 1945’te Sovyet orduları Budapeşte’ye girdiğinde nüfus dörtte biri kadar azalmıştı. Şehrin inşası yıllar sürdü. 1950’de çevredeki köy ve ilçelerin katılmasıyla genişletildi. Sanayileşme tekrar başladı ancak çevre il ve ilçelere yayılması için de tedbirler alındı. Şehrin Tuna üzerinde her zaman önemli bir kavşak noktası olması, sanayileşme öncesinde yapılan merkezî demiryolları ve Macaristan’a dağılan yolların merkezinde bulunması Budapeşte’nin gelişmesinde önemli katkılarda bulunmuştur. 1970’lerde şehiriçi trafiğinin rahatlatılmasında önemli rol oynayan metro sistemi kuruldu. Temizliği, hızlı ve ucuz olmasıyla Budapeşte metrosu şehrin özelliklerindendir. Macaristan’ın en iyi okulları, Macar Bilimler Akademisi, Orta Avrupa Üniversitesi (Central European University) ve araştırma enstitüleri Budapeşte’dedir.
Budapeşte’de Büyük Macaristan Ovasının sert kara iklimi ile Transtuna’nın bol yağışlı iklimi arasında bir geçiş iklimi hüküm sürer. Hava sıcaklığı en sıcak ay olan Temmuz’da ortalama 22 °C ve en soğuk ay olan Ocak’ta ise ortalama -1 °C’dir.
Tuna kıyısında büyük bir liman ve Avrupa'nın kavşak noktalarından biri olmuştur. Tarihi gelişimin verdiği birikim sonucu nüfusun yarısı hizmetler sektöründe diğer kesimi de sermaye ve sanayi alanındadır.
Yıllara göre nüfus:
Sofya
Sofya (Bulgarca: София, "Sofiya"), Bulgaristan'ın başkenti ve en büyük şehri. Nüfusu yaklaşık 1,3 milyon kişidir. Balkan Yarımadasının merkezinde, Bulgaristan'ın batısındaki Sofya Havzasında yer alır.
Sofya Vadisi'nin büyük bir alanını kapsayan şehrin kuzeyinde Sıra Dağlar (Stara Planina), doğusunda ve güneydoğusunda Sredna Gora, güneyinde ve güneybatısında Vitoşa dağı, batısında ise Lülin, Viskâr ve Çepın dağları |
bulunur. Şehir, İskar Nehrinin ve soldaki kollarının şeritleri üzerine kuruludur.
Sofya'nın tarihi eski çağlara uzanır. 8. – 7. yüzyıllarda, bugünkü merkezin bulunduğu yerde Serdi (Sardi) adında bir Trak kabilesi yaşamış. Balkan Yarımadasında art arda zaferler kazanan Roma, Traklar'ın bağımsızlığına son vermiş. Hakimiyetleri altına aldıkları yerlerde idarî ve askeri düzen oturtmaya önem veren Romalılar, bu şehre Serdika adı vermişlerdir. Böylece Serdiler'in şehri anlamına gelen Serdika, önemli ticarî ve idarî merkez olmuştur.
Doğu Roma İmparatorluğu'nun kavşak şehri olması itibarıyla Serdika, hep akınlara uğramış. Bu akınlar esnasında şehre büyük ölçüde zarar verilmiş. Şehir bir daha eski büyüklüğünü elde edememiş, yalnız kale ve bugün başkentin de adı olan Aya Sofya Kilisesi tamir edilmiştir.
6. yüzyılda, I. Justinianus zamanında, Serdika tekrar Doğu Roma İmparatorluğu'nun önemli şehri haline gelir. Bundan hemen sonra şehir, Balkan yarımadasına hücum eden Slavların akınlarına maruz kaldı ve tamamıyla Slavlaştı. 9. yüzyıllarda Bulgar hanı Krum zamanında Serdika Slav ismi olan Sredets ismini aldı ve geniş alana yayılmış olan Orta Çağ Bulgar Devleti'nin önemli askerî, siyasî ve kültür merkezi haline geldi. Kent 1018'den, İkinci Bulgar İmparatorluğu'nun kurulduğu 1185'e değin Bizans egemenliği altında kaldı.
14. yüzyılda Bulgar Devleti'nin Osmanlı hakimiyeti altına girmesiyle, Sofya da 1382'de Osmanlıların eline geçti ve Rumeli beylerbeyi buraya yerleşti. Sredets şehri, 14. yüzyılın sonlarından 19. yüzyılın sonuncu çeyreğine kadar Osmanlı Devleti'nin egemenliği altında kaldı. Bu arada 14. yüzyılın sonlarında şehir Sofya ismini alır.
Bazı belgelere göre Osmanlılar'ın eline geçtiği yıllarda şehir güzelliğiyle meşhur olup Osmanlı'nın büyük hayranlığını kazanmıştır.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'da, 4 Ocak 1878'de Rus orduları tarafından Osmanlı egemenliğinden kurtarıldıktan sonra, 3 Nisan 1879 tarihinde Bulgaristan'ın başkenti olarak ilan edildi. O dönemde Sofya, savunma tesisatı kuvvetlendirilmiş, meslek ve ticarî bakımdan iyi gelişmiş, zengin bir şehirdi.
Osmanlı hakimiyetinin sona ermesinden sonra, coğrafi konumundan ve ekonomik gelişmeye elverişli olduğundan dolayı, Bulgaristan'ın başkenti ilan edilen şehrin altyapısının gelişmesine ulusal önem verilmiş. Şehirde çok sayıda bulunan arkeolojik anıtlar, sanat eserleri ve savunma tesislerı, eski Serdika'nın önemli ve gelişmiş bir merkez olduğunu ispatlamaktadır.
Sofya, II. Dünya Savaşı sırasında, Almanların işgal ettiği kent, 1943 yılının sonlarında ve 1944 yılının ilk zamanlarında Müttefik uçakları tarafından bombalandı. 1944'te Sovyet Kızıl Ordu birlikleri tarafından kurtarıldı. Sovyet işgalinin bir sonucu olarak, Nazi Almanyası'nın müttefiki olan Bulgaristan hükümeti devrildi.
Bulgaristan'da 1946 yılında bir Halk Cumhuriyeti kuruldu. Bulgaristan Cumhuriyeti'nde kentin görünümünde önemli değişiklikler oldu. Sofya'nın nüfusu ülkenin diğer kesimlerinden aldığı göçler nedeniyle arttı. Tüm yeni yerleşim alanları Druzhba, Mladost ve Lyulin gibi kentin eteklerinde inşa edilmiştir.
Kurtuluş Savaşı'ndan sonraki yıllarda, Sofya'nın en meşhur yapılarından bazıları olan Meclis Binası, 'İvan Vazov' Halk Tiyatrosu, Merkez Kaplıcası, Bilimler Akademisi, Sofya Sv. Kliment Ohridski Üniversitesi, Millî Kütüphane, Anıt–Mabed Sv. Aleksander Nevski Kilisesi gibi yapılar inşa edilir.
"Sofya Banyabaşı Camii" Bulgaristan’ın başkentinde Osmanlı döneminden kalan İslâmî kültür abidelerinden biridir.
Sofya 1440 yılında 25 sancağı kapsayan bir eyalet durumuna gelmiş. Oldukça büyük idarî ve ticarî merkez olduğu için imparatorluğun çeşitli bölgelerinden ve yabancı ülkelerden birçok iş adamı ve seyahatçi bu yerleri ziyaret ediyormuş. Giderek önemli bir konuma sahip olmuş. Dolayısıyla şehirde inşaat ve imar da gelişmiş. Birkaç yüzyıl içinde bazı kaynaklara göre 100, XVII. yy. Sofya’yı ziyaret eden Evliya Çelebi’ye göre daha bu dönemde şehirde 53 cami bulunmakta imiş. İlk cami külliyesi Fatih’in sadrazamı (başbakanı) Mahmut Paşa Rumeli Beylerbeyi iken 1474 y. kurulmuştur. Külliye bugün Arkeoloji müzesi olan Ulu Cami etrafına inşa olmuştur. İkinci külliye de 1598 y. Mehmet Paşa adında hayırsever bir zengin tarafından kurdurulmuştur. Külliyenin terkibinde yer alan en önemli abide Kara Cami’dir. Bu Mimar Koca Sinan’ın Sofya’da en güzel eseridir 20 yy. başlarında kiliseye (Sedmoçislenitsi) çevrilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu Bulgaristan topraklarını terk ettiği zaman, arşiv belgelerinden tespit edildiğine göre, Sofya’da 32 cami ve mescit, birisi Daru’l-Kurra olmak üzere 8 medrese, 15 tekke ve zaviye, 3 imaret, 2 türbe, 13 han, 7 kervansaray vs. toplam 170 vakıf eseri bulunmakta imiş.
Söz konusu camilerden günümüze yalnız beşi erişebilmiştir. Bunlaran da ancak Banyabaşı Camii ibadete açıktır. Molla Efendi Kadı Seyfullah adında bir hayırsever tarafından kurulduğu için buna Molla Efendi Camii ve Kadı Seyfullah Camii de demektedir. Camiin Mimar Sinan tarafından yaptırıldığına dair rivayetler bulunmakla birlikte, ilmî araştırmalar bunun doğru olmadığını kanıtlamıştır. Önceleri camiin kemer aynasında taş üstüne boya ile yazılmış, okunmayan kısa yazının altında 974 tarihi bulunmakta imiş. Bundan camiin h. 974 ve m. 1566/1567 tarihinde kurulduğu anlaşılmaktadır. O zaman olduğu gibi bugün de Sofya’nın merkezinde, şimdiki Mariya Luiza caddesinde bulunmaktadır. Cami binasının dört kubbesinin ortasında büyük kubbesi ve tek minaresi yükselmektedir. Önünde üç kubbeli bir tamamlayıcı ek (tetimmesi) bulunmaktadır. Bu ek, Kadı Seyfullah Efendi’nin vefat eden hanımı ruhuna yaptırılmıştır. Mimarisi 16 yy. özgü ilginç bir mimaridir. Duvarları taş ve tuğladan örülmüş, taş sıraları arasında kırmızı tuğla dizileri yer almaktadır. Razgrad’taki Makbul İbrahim Paşa Camii’nde olduğu gibi, dört köşeden geçirilmiş kulecikler 16 dilimli kasnağın köşelerine çift göğüslemeler konmuştur. Son cemaat yeri kemer aynaları kesme taştan olup, sütunlar yekpare ve koyu renktir. Başlıklar çift ıstalaktitlidir. Kapının kemeri ufak bir taşla biten kesme taşla yapılmıştır. Büyük kubbe kurşunla kaplıdır. İnce bir sanat eseri olan minaresinin, Evliya Çelebi’ye göre, Sofya’da güzellik bakımından eşi yoktur.
Bugünkü duruma cami birçok onarımlar sonucu getirilmiştir. Caminin temelli bir onarımı, Türkiye Büyükelçisi Fethi Bey’in malî yardımıyla 1920’li yıllarda gerçekleştirilmiştir. Bu onarım esnasında depremden çatlayan mermer minber tahtadan yapılmış bir minberle değiştirilmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ve son yıllarda çeşitli hayırseverlerin yardımı ile sıva, boya ve tabandan ısınma tesisleri yapılmıştır. Hayırseverlerin yardımlarıyla camiye ısıtma tesisatı döşenmiş, ayrıca 2007 yılında caminin duvarları ünlü Kütahya çinileriyle süslenerek daha cazip bir hale getirilmiştir. Bu son çalışmalar esnasında caminin ahşap minberinin yerine çinilerle süslü yeni bir minber yapılmış, ayrıca kürsü kurulmuştur. Bugünkü durumda Banyabaşı Camii’nde Cuma günleri 700, bayramlarda ise 2000 mü’min ibadet yapabilmektedir. Bir zamanlar cami etrafında Molla Efendi Kadı Seyfullah’ın ve Emin Dede’nin kabirleri ve yakın mesafede bir hamam bulunmakta imiş. Ancak bugün cami külliyesinden sadece ibadet kısmı kalmıştır.
Sofya şehrinin 24 beldesi bulunmaktadır: Bunlar:
Sofya'nın şu andaki belediye başkanı Yordanka Fandakova'dır.
Şam
Şam veya Dimeşk (Arapça: دمشق (Dimeşk) ya da الشام Eş-şam), Suriye'nin başkentidir. Ayrıca, Şam Valiliğinin ve Rif Şam Valiliği'nin de idari başkentidir. Şam, dünya tarihi boyunca, hiç aralıksız en uzun süre kullanılan şehir olarak anılır.
Dünya tarihindeki ilk cinayet olan Kabil ile Habil olayının Şam'ın kuzeyindeki Kasyun Dağı'nda gerçekleştiğine inanılır. En bilinen tarihi mekanlardan biri Emevi Camii'dir. Ayrıca, bazı müslümanlar arasında ahir zamanda Mehdi'nin ve İsa'nın bu camiye ineceği inancı vardır. 1516 yılında Yavuz Sultan Selim'in Suriye'yi ele geçirmesiyle oluşturulan Şam vilayetinin merkezi haline gelen Şam kenti, hac yolu üzerindeki toplanma noktası olması nedeniyle de ticari yönden önemini korumuştur.
Birinci Dünya Savaşı'nın son günlerinde İngiliz işgaline giren kent Sykes-Picot Anlaşması uyarınca 1920'de Fransa'ya bırakılmış olup, Fransız sömürgeliği yıllarında çok sayıda tahribata ve yağmalamaya uğramıştır. 1946 yılındaki ayaklanmayla Fransız sömürgesi olmaktan kurtulmuş ve Suriye'nin başkenti olmuştur. Bugün hala devam etmekte olan Suriye İç Savaşı'nda büyük hasar alan şehir, tarihi dokusunu kaybetme ihtimali ile yüz yüzedir.
Arapça'da tam olarak Dimeşk eş-Şām (دمشق الشام) denir. Genelde Dimeşk kısaltmasıyla hitap edilir
fakat Şamlılar başta olmak üzere Araplar eş-Şam tercih ederler. Eş-Şam Arapça'nın Kuzey kelimesinden gelir. Büyük Suriye'ye Bilād eş-Şam (بلاد الشام) demişlerdir. Avrupa dillerine (Damas, Damascus, Damasco gibi) Yunanca Damaskos (Δαμασκός)'dan geçmiştir. Eski Aremice (Eski Ahit İbrani harfiyle)'de Darmeśeq (דרמשק) = İyi sulanmış yer'den gelmektedir. MÖ 14 yüzyıla ait Amarna yazılarında Akkad dilinde Dimašqa olarak geçmektedir.Çok sayıdaki ilçelerinin adları hala Aramicedir.
Emeviler, devrinde dünyanın kültür ve medeniyet merkezi olması sebebi ile mimari yapısı bi hayli gelişkindi, kent mimarisinde Arap, Yunan ve Roma etkileri görülürdü. Dünyadaki ilk modern park örnekleri burada görülmüştür ve buradan ispanyaya ve oradan avrupanın tamamına taşınmıştır. Fakat uğradığı Moğol saldırılarından dolayı çoğu eserini kaybetmiştir.
Osmanlılar, şehri ele geçirdikten sonra buraya pek çok tarihi bina kazandırmışlardır. Ve şehrin en güzel yapıtlarından biri olan tren garını Osmanlılar yapmıştır.
Modern Şam, 2000 li yıllarda aşırı gelişme gösteren Şam şu anda iki bölümden oluşmaktadır, Yeni Şam ve Eski Şam.
Eski Şam şehir merkezinde tarihi yapıların olduğu klasik kesimdir.Yeni şam ise merkezin etrafını saran yer yer merkeze biraz uzak modern yapıda binalar ve şehir düzenlemesine sahip yerlerdir.
Şam'da ve Suriye genelinde İslam ve diğer dinlerde önemli olan kişilerin türbesi yer almaktadi |
r. Örneğin Bilal Habeşi, Yahya Peygamber, Selahattin Eyyubi ve ilk Türk askeri hava şehitlerin mezarlıkları, Hüseyin bin Ali'nin türbesi ve Muhammed bin Abdullah'ın eşlerinden ve ehlinden gelen İslamiyette önem sahibi kişilerin türbesi yine buradadır.
Kütahya (Türkiye)
Bağdat
Bağdat (), Irak'ın başkenti ve en büyük kentidir.
Yüzyıllar boyunca İslam dünyasının bilim, kültür ve ticaret merkezi olan şehir, Abbasiler'e birkaç asır başkentlik etmiştir. 2001 yılında nüfusu 4.950.000 iken, Irak Savaşı sonrası nüfusu 2011'de 7.216.000'e çıkmıştır. Bağdat aynı zamanda Orta Doğu'nun Kahire ve Tahran'dan sonra en büyük üçüncü şehridir.
Mezopotamya çanağının ortasında, Dicle Irmağı'nın iki yakası üzerinde ve Dicle'nin Fırat'a en çok (40 km) yaklaştığı noktada, geniş bir alüvyon ovası üzerinde yer alır. Bağdat, konum olarak Irak'ın tam ortasında yer alır ve kalbi durumundadır. Bağdat'ta yazlar kuru ve çok sıcak, kışlar yumuşak ve serin geçer. Ortalama yağış yılda 130 mm dolayındadır.
Bağdat isminin Farsça kökenli olduğu düşünülmektedir. Arap yazarlar tarafından Farsça kaynaklardan edinilen yaygın görüşe göre; isim Farsça 'Bag' (Tanrı) ve 'dād' (verilen) kelimelerinin birleşmesi ile oluşmuş olup 'Tanrı'nın verdiği' veya 'Tanrı hediyesi' manasına gelmektedir. Ancak Hammurabi kanunlarında 'Bagdadu', Talmud'da ve Milat öncesi kaynaklarda 'Bagdasa' ismiyle anılan bir şehir olması şehrin isminin Farsça kökeni hakkındaki tezleri çürütür.
Abbasi halifesi Mansur tarafından başkent yapılan ve imar edilen şehre 'medinetüsselâm' (cennet şehri, barış şehri) adı verilmiştir. Bağdat yerine Buğdân, Medinetü Ebu Cafer, Medinetü'l-Mansur, Medinetü'l hulefa ve Zevra gibi adlar da kullanılmıştır.
Yüzyıllar boyunca İslam dünyasının önemli tarih, ilim, kültür, siyaset ve ticaret merkezi olan Bağdat, dünyaca ünlü eski medeniyet merkezleri olan Babil, Seleukia, Medain gibi şehirlerin kalıntılarının yakınında kurulmuştur.
Bağdat, İslam öncesi dönemde Sasani devletine bağlı küçük bir şehirdi. İranlı tacirler her sene burada bir panayır kurarlardı. Öyle ki bu panayıra Çinli tüccarların dahi geldiği tarihî kaynaklarda yer almaktadır.
Bağdat, 634 (hicri 13) yılında, halife Ömer'in komutanlarından Müsennâ bin Hârise tarafından fethedildi. Dört halife döneminde daha çok ticaret şehri olarak gelişmesini sürdürdü. Emeviler döneminde ise önemli bir askerî üs haline getirildi.
İkinci Abbasi halifesi Mansur, 759 yılında Bağdat'ın ticari ve stratejik önemini fark etti ve şehri Abbasi devletinin başkenti yaptı. Çünkü Bağdat'ın Dicle kıyısındaki sıcak bir iklime sahip coğrafi yapısı askeri ve ticari anlamda büyük öneme sahipti.
Halife Mansur ilk olarak 762 yılında şehrin imarına başladı. Adını ise Kur'an'daki 'barış yurdu veya cennet' anlamına gelen 'dar'us selam' isminden esinlenerek 'Medinetu's Selam' koydu. Dicle nehrinin batı yakasında kurulan şehre, İslam dünyasının dört bir yanından getirttiği mimar ve işçilere sağlam surlar ve çarşılar inşa ettirdi. Şehrin imarı konusunda devrin bilginlerinden yararlandı.
Dairevi bir şehir planına sahip olan Bağdat, kanallarla Dicle nehrine bağlandı. Ayrıca şehir çevresi 30 m yüksekliğinde surlarla çevrilmişti. Şehrin dört ana kapısı vardı ve bu kapılardan çıkan yollar sıkı bir şekilde korunuyordu. Sarayını şehrin merkezine inşa ettiren Mansur, 774'te askerî bölge için Dicle'nin doğu yakasına 'rusafe kerh' adı verilen bir semt de kurdurttu.
Halife Harun Reşid döneminde Bağdat gelişmesini sürdürdü ve bilim alanında devrinin merkezi konumuna yükseldi. 809 yılında Harun Reşid'in ölümünden sonra oğulları arasındaki taht kavgalarında şehir büyük tahribat yaşadı. Halife Mutasım zamanında ise hilafet merkezi Samarra'ya taşınınca şehir gözden düştü.
945 yılında Abbasi devletinin zayıflamasıyla şehir Büveyhoğulları'nın eline geçti. Bir ara Türk askerler ayaklanarak şehri ele geçirdiyse de Büveyhoğulları tekrar kontrolü sağladılar. el-Kaim döneminde ise halifenin çağrısıyla Büyük Selçuklu sultanı Tuğrul Bey 15 Aralık 1055'te şehri alarak Bağdat'ta Türk egemenliğini başlatmıştır. Bu dönemde de gelişen şehirde 1227 yılında Muntasır tarafından ilk İslam üniversitesi kuruldu.
1059'dan 1142'ye dek Büyük Selçuklular, Bağdat'ta Şahne adında Türk asıllı komutanlar bulundurdular. Bu komutanlar, Bağdat askerî valisi ve zaptiye nazırı olarak görev yaparlarken, ayrıca Halife'nin şerefini ve hayatını da koruyorlardı.
Bağdat'ın tarihindeki ilk felaket, 1258'de Moğol İlhanlı hükümdarı Hülagû Han'ın şehri kuşatmasıyla geldi. Abbasi yöneticilerinin barış teklifine Hülagü olumsuz yanıt verdi. Moğollar, Halife Mutasım'ın teslim olmasının ardından şehri yakıp yıktı, Halife'yi de öldürdü. Şehirdeki 5 asırlık bilimsel ve kültürel birikimi talan etti. Bunların arasında büyük bir bilim merkezi olan Beyt'ül Hikmet de vardır.
İslam dünyasında siyasi ve kültürel büyük yıkıma neden olan bu felaketten sonra, 1393 yılında şehri bu defa Timur kuşatmıştır. Timur da Hülagü Han gibi şehirdeki bilim merkezlerini tahrip etmiştir.
Bu yıkımlardan sonra şehre 1410-1467 yıllarında Karakoyunlular, ardından da Akkoyunlular hâkim olmuştur. Bu dönemde şehir imar edilmemiş, halkı şehri terk etmeye başlamıştır. 1508 yılında Şah İsmail tarafından alınan şehirde Safevi devri başlamıştır. Şii olan Şah İsmail şehirdeki pek çok Sünni büyük zatın türbelerini ve mimari yapıyı yıktırtmıştır.
Bağdat'ın Safevilerin eline geçmesi Osmanlı devletini rahatsız etmiş ve buraya sahip olmak için askerî harekâtlara girişmelerine neden olmuştur.
Askerî ve ticari öneminden dolayı Kanuni Sultan Süleyman 1534'te Irakeyn Seferi sonucunda Bağdat'ı Safevilerden aldı. 1624'te Safeviler'in geçici işgaline uğrayan şehir padişah IV. Murat'ın Bağdat Seferi sonucunda tekrar Osmanlı ordusunca fethedildi.
"Ayrıca Bağdat Eyaleti ve Bağdat Vilayeti"
I. Dünya Savaşı'na kadar Osmanlıların elinde olan Bağdat, 1917'de İngiliz kuvvetlerince işgal edildi ve 1921'de kurulan bağımsız Irak Krallığının başşehri oldu. Bu durum Türkiye tarafından da Lozan Antlaşması ile (1923) resmen kabul edildi.
II. Dünya Savaşı sonrasında petrol gelirlerindeki büyük artış, Bağdat'ın gelişmesinde büyük rol oynadı. Irak sanayisinin çoğu buradadır. Deri eşya, ipek ve pamuklu dokuma, tuğla, çimento, hurma, tütün mamullerinin yanı sıra petrol rafinerileri, demiryolu atölyeleri ve bir de demir çelik fabrikası vardır.
Bağdat'ta eski şark pazarlarından, cam ve selih binalara kadar her çeşit mimari yapı görülebilir. Şehrin eski manzarası değişmekle beraber, pek çok eski bina, kaldırım kahveleri, eski tarz minare ve camiler bugün de durmaktadır. Kazımeyn'deki 19. yüzyıl yapısı altın kubbeli görkemli cami ile yüzü aşkın başka cami ve minare, şehrin mimari güzelliğine ayrı bir hava vermektedir.
Irak'ın başlıca devlet kurumlarının merkezi yine Bağdat'tadır. 1958'de kurulmuş olan Bağdat Üniversitesinden başka El-Mustansır Üniversitesi, Teknoloji Üniversitesi ve birkaç yüksek okul vardır.
Saddam Hüseyin yönetiminin 1990'da Kuveyt'i işgal etmesi üzerine başlayan Körfez Savaşı'nın ardından kurulan ve Amerika Birleşik Devletleri önderliğindeki BM Gücü, 1991 Ocak ayından itibaren Bağdat'ı bombaladı. İki ay süren bombardıman neticesinde şehir harap oldu. 2003 yılındaki Irak savaşı sırasında 9 Nisan tarihinde Amerika Birleşik Devletleri tarafından işgal edildi.
Bağdat'ta yazlar kuru ve çok sıcak, kışlar yumuşak ve serin geçer. Ortalama yağış yılda 130 mm dolayındadır.
Bağdat'ın iklim şartları, düzlük ve çöl yapısı nedeniyle ilde bitki örtüsü olarak çöl ağaçları olan Palmiye ve hurma ağaçları bulunur.
Bağdat'ın ekonomisini tarım, turizm, alışveriş ve petrol ihracatı oluşturmaktadır.
Bağdat, Irak ve Mezopotamya kültürü İslam dini ve geleneksel Arap kültürü etrafında biçimlenmiştir. Buna karşın, Bağdat şehri çeşitlilikler içinde yüksek bir kozmopolit toplum ve canlı bir kültüre sahiptir. İslam etkisi Arap kültürünün mimari, müzik, giyim, mutfak ve yaşam tarzında görülebilmektedir.
Arap mutfağı oldukça tutulmakta olup kentin her yerinde döner lokantalarından Bağdat otellerinin lüks lokantalarına kadar her yerde bulunabilmektedir. Hızlı yiyecekler, Arap, Kürt ve Batı mutfakları da oldukça popüler olup geniş miktarda bulunabilmektedir. Bağdat mutfağı Kürt ve Araplarla binlerce yıllık etkileşimle günümüze gelmiş gayet zengin ve farklı bir mutfaktır. Mutfağın temel malzemeleri kuzu eti, yöresel baharatlar, pirinç ve bulgurdur. Bu nedenle Bağdat mutfağı ağır yemeklerden oluşur. Mutfağın temel bileşenleri Kebap, lahmacun, etli yemekler ve hamurlu tatlılar olup dünyanın her yerinde tanınmakta ve tercih edilmektedir. Fast-Food tarzı Batı kültürünün de arttığı bu devirlerde, fast-foodla yarışabilir hızlı hazırlanabilen bir mutfaktır.
Bağdat'ta insanların birçoğu yöresel Arap elbisesi olan kandura giyerler.
Erivan
Erivan (Ermenice: Երևան, bazen "Երեվան" olarak da yazılır, /ˌjɛrəˈvɑːn/; Rusça: "Ереван", 'Yerevan'; Osmanlı Türkçesi: روان, "Revan"; Azerice: "İrəvan"), Ermenistan'ın en büyük şehri ve 1918'den beri başkentidir. Erivan, Ermenistan'ın on ikinci başkentidir.
Erivan MÖ 782 yılında, ülkenin batısında, Ağrı Dağı ovasının en doğusunda ve Hrazdan Nehri'nin geçitlerinin üstünde kurulmuştur. Savaş, talan, yangın ve depremlerle dolu 2500 yıl süren bir tarihe sahiptir. I. Dünya Savaşı'ndan sonra kısa ömürlü Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti'nin başkenti olmuş ve Ermeni tehcirini yaşayan birçok insan Erivan'a taşınmıştır. 20. yüzyılda, Ermenistan 15 Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Cumhuriyet'inden biri olduğu zaman boyunca Erivan hızla büyümüştür. Birinci Cumhuriyet sırasında birkaç bin kişilik nüfusa sahip bir köy olan Erivan, yaklaşık 50 yıl sonra Ermenistan'ın kültürel, sanatsal, endüstriyel ve siyasal merkezi konumuna gelmiştir.
Ermenistan ekonomisinin gelişmesiyle, Erivan hızla değişmektedir. 2000'li yılların başından itibaren şehrin dört bir köşesinde, birçok yeni alan inşa edilmiştir. Yeni altyapılarıyla (binalar, mahalleler, sokaklar, restoranlar ve diğer mağazalar) Erivan kenti hızla batılılaşarak, 70 yıl süren |
Sovyet idaresinin izini silmektedir.
Tahminlere göre 2007'teki Erivan nüfusu 1.107.800'dür. Kentin banliyöleri de dahil olduğu zaman şehrin toplam nüfusu yaklaşık 1.245.700 kişiye ulaşmaktadır (şu anki resmî tahmin), yani Ermenistan nüfusunun %42'si bu şehirde yaşamaktadır.
"Erivan" adının kökeni, kent merkezinin yakınındaki Erebuni adlı Urartu kalesinden gelmektedir; ancak bu kalenin geri kalan parçaları sadece yıkıntıdır. Kale, yapıldığı zamanlarda Urartuların en önemli şehirlerinden biriydi. Bugün kalenin harabeleri Erivan'ın on iki ilçesinden biri olan Erebuni'de bulunmaktadır.
"Revan", bugün Ermenistan'ın başkenti olan Erivan'a Osmanlı İmparatorluğu zamanında verilen addır. Aynı zamanda bölgede Revan Hanlığı adı verilen bir hanlık da kurulmuştur. Farsça kökenli bir ad olan Revan, giden, yürüyen anlamlarına gelir.
Erivan'ın ana simgesi, Türkiye sınırları içinde bulunan ve açık havada şehrin her tarafından görülebilen Ağrı Dağı'dır.
Şehrin armasında, Ermenistan armasında olduğu gibi, kafasının üstünde tacı olan bir arslan bulunmaktadır. Bu arma, Kilikya'nın ilk kralı I. Leo tarafından kurulan Kilikya Ermeni Krallığı'nı betimlemektedir. Dünyanın hem doğusu hem de batısında kullanılan bu heraldik sembol, güç ve görkemi simgeleştirmektedir. Bu armada; Leo'nun aslanı, Ruben Hanedanı'nın her kralı gibi taç giyerek, ön-sağ patisinde bir kral asası ve göğsünün üstünde bir Ağrı Dağı deseni ile resmedilmektedir.
27 Eylül 2004'ten beri Erivan, "Erebuni-Yerevan" adlı kendi marşına sahiptir. Bu marş, Paruir Sevak tarafından yazılmış ve Edgar Hovhannisyan tarafından bestelenmiştir. Bu marş, kenti en iyi betimleyen marş ve bayrağı bulmak amacıyla kurulan bir yarışmada seçilmiştir. Beyaz fonda, ortasında bir aslan ile Erivan arması ve bunun etrafında Ermenistan'ın tarihî on iki başkentini simgeleştiren on iki üçgen bulunan bayrak, Erivan şehrini en iyi betimleyen bayrak olarak seçilmiştir.
Erivan, dünyanın en eski kentlerinden biri olup, MÖ 782 yılında I. Argişti'nin buyruğuna göre bir taşın üstüne çivi yazısı ile kazılan kendi "doğum sertifikası"na sahiptir. Bu yazılar, Kuzey Kafkasya'dan gelen hücumları önlemek için bir askerî kale yapıldığını ve bu kalenin "Erebuni" (""Erivan"" adının kökeni) diye adlandırıldığını anlatmaktadır Bununla beraber daha erken işgaller olduğunu ima eden belirtiler bulunmaktadır. Urartuların en güçlü olduğu dönemde bir sulama kanalı ve su deposu kuruldu. Bir yüzyıl sonra, Erebuni'nin terk edilmesini tazmin etmek için kral II. Rusa otuz kilometre kuzeye Teişebaini kalesini yaptırdı. Ardından kent, kuzey ilinin başkenti oldu. Ancak, MÖ 590 yılında şehir Medler ve İskitler tarafından yağmalandı ve yakılıp kül edildi.
Urartular döneminin sonunda devleti idare eden Ervanduni ya da Orontid Hanedanı şehrin yeniden kalkınmasına büyük katkıda bulundu. MÖ 6. yüzyıldan MÖ 4. yüzyıla kadar Ahameniş İmparatorluğu'nun Ermeni ilinin, en önemli merkezlerinden biriydi.
MÖ 4. ile MS 3. yüzyıl arasındaki dönem hakkında bilgi, kanıt ya da tarihî izah bulunmaması nedeniyle, bu dönem "Erivan'ın karanlık devri" olarak adlandırılmaktadır.
Orta Çağın başlangıcında (5. ve 6. yüzyıl arası dönem), şehir etkileyici derecede gelişmekteydi. Nitekim Erivan'ın ilk kilisesi olan Aziz Peter ve Paul Kilisesi 5. yüzyılda kurulmuştur (Kilise 1931'de yıkılmıştır). 640'lı yıllar boyunca birçok denemeden sonra, 658 yılında Araplar kenti ele geçirdi. O dönemlerde Erivan, Ağrı Ovasının ekonomik merkezi olan Divin'den sonra bölgenin en önemli şehri sayılıyordu, ki bu 11. yüzyıla kadar böyle devam etmiştir. Araplar, özellikle kitlesel din değiştirmeler ile Ermeni nüfusunu asimile etmeye çalıştıysa da, güçlü bir direniş gösteren Ermenilerle uzlaşmak zorunda kaldılar. Bu dönemden sonraki mütevali halifeler Hristiyanlığı hoşgörüp, Ermenilere büyük oranda özerklik vermiştir. 740 yılındaki ayaklanmalara kadar Erivan, barış ve refah dolu bir dönem yaşadı. Bu ayaklanmalarda şehir yağmalandı ve bazı bölgeler yakılıp kül edildi. Bunun sonucunda ilerde Ermenistan kralı olacak olan I. Aşot başkanlığında, 850 yılına kadar özerkliğini geri kazanamadı. I. Aşot, "prenslerin prensi" unvanı ile vali olarak Ermenistan'ı idare etmeye başladı. Onun bu göreve başlaması Bagratlı Krallığı'nın başlangıcının bir işaretidir.
920 yılında Doğu Roma İmparatorluğu'nun desteği ile Kral II. Aşot Erivan'ı ve bölgesini krallığa geri verdi. 10. yüzyılda, askerî ve ekonomik gücü nedeniyle Erivan, Doğu Ermenistan'ın başkenti oldu. Kent, 11. yüzyıla kadar Bagratlı Krallığı'nın bir parçasıydı, Büyük Selçuklu Devleti kenti ele geçirmeden önce 1023 yılında Bizanslılara gizlice teklif edildi. 1041'de kralın ölümüyle, Doğu Roma İmparatoru V. Mikhail Erivan, Ani ve Ağrı Ovasını ele geçirdi. Ancak, Büyük Selçuklu Devletinin bölgeye tekrar taarruz etmesiyle, Bizanslılar Ani şehrine geri çekildi. Selçuklular, Erivan'ı yakıp kül etti, sokaklar cesetlerle dolu olarak şehri kendi hâline bıraktı ve 1064'te bütün krallığın idaresini ele geçirdi. 12. yüzyılda Gürcistan bölgesel bir askeri güç hâline geldi ve Büyük Selçuklu Devleti'ni geri püskürtmek için Ermenilerle birleşmeyi kabul etti. Erivan 1201'de alınarak yeniden inşa edildi ve 21 yıl boyunca bir "altın çağ" yaşadı. 1225'ten itibaren Türkmen ve Moğol istilaları birbirini izledi; bunlar, Erivan halkının Hıristiyan olmasına rağmen kenti belirli bir hoşgörüyle yönetti. 1256'da Erivan, Moğol İmparatorluğu'nun dört ulusundan birinin başkenti oldu. 13. yüzyılın sonuna doğru Mahmud Gazan'ın İslam dinine geçmesi ve Moğol göçebeliği, bölgenin gelişiminde duraklamaya neden oldu. Bütün ülke kıtlıktan kırıldı ve insanlar kaçarak Erivan'ı terk ettiler. Birkaç işgalden sonra 1387'de Timur, şehri ve bölgeyi talan ederek harap etti.
16. ve 17. yüzyıllar kent için kötü bir dönem idi; şehir Farslar ve Türkler arasında bir savaş meydanı oldu ve Araplar ve Moğollar tarafından sürekli yapılan saldırılara ek olarak, 1679 yılında gerçekleşen depremle neredeyse bütün kent yıkıldı. Günümüzde bazı nadir kalıntılara rastlanmaktadır.
Şehir Rus egemenliğine 13 Ekim 1827 tarihinde geçti. Ruslar tarafından yönetildiği dönemde, (aşağı yukarı 1827 yılında) şehrin nüfusu sadece 12.500 kişi idi ve bunun neredeyse yarısı Ermeni değildi. Barışın geri gelmesi sayesinde, şehrin nüfusu yavaşça çoğalmaya başladı ve şehir bölgenin ve daha sonra da valiliğin başkenti seçildi.
20. yüzyılın başlangıcında Erivan, Rus İmparatorluğu'nun sınırlarında bulunan 30.000 kişilik nüfusa sahip bir köy idi. 1918 yılında yeni Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti'nin başkenti olduğu ilân edildi ve 1920'ye kadar yeni bağımsız Ermenistan'ın merkezi oldu. Kentin baş kentbilimcisi Aleksandr Tamanyan, kenti tamamen yeniden biçimlendirerek bu cumhuriyeti gerçek bir değeri olan başkente dönüştürdü. Yeni alanlar, yollar, köprüler, bir uluslararası havalimanı ve 1980'lerde Erivan metrosunun inşa edilmesi ile bu büyüme, şehrin görünümünü tamamen değiştirdi.
29 Kasım 1920 tarihinde, Ermenistan'ın Sovyetleşmesinden sonra Erivan, hâlâ cumhuriyetin başkenti idi, ancak 1922 yılında Transkafkasya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti'nin kuruluşuyla birlikte başkent Tiflis oldu. 1936 yılında o cumhuriyetin dağılması ve Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin kuruluşu ile Erivan tekrar ülkenin başkenti oldu ve 1991'de ülkenin Sovyetler Birliği'nden ayrılarak bağımsızlığını kazanmasından sonra hâlâ ülkenin başkentidir.
1988'de Dağlık Karabağ'ın bağımsızlığına taraftar olan gösteriler, Sovyetler Birliği'nde perestroykanın uygulanmasına ve on beş Sovyetler Birliği Cumhuriyetinin bağımsızlık istemesiyle sonuçlanan olaylardan biri idi. 1988 Spitak Depremi Ermenistan'ın bağımsızlık sürecini erteledi ve bu nedenle Ermenistan, bağımsızlığını kazanan en son cumhuriyetlerden birisi oldu.
1990'lı yıllardaki ekonomik krizden sonra, 2000'li yıllarda Ermenistan ekonomisi büyümekte ve Erivan'ın yüzü hızla değişmektedir.
Erivan ülkenin merkez batısında, Ağrı Dağı Ovasının kuzey doğusunda bulunmaktadır. Yedi tepenin üzerinde kurulu olan kent, bu açıdan Roma ve İstanbul gibi şehirlerle ortak bir özelliğe sahiptir. Şehrin bazı semtleri ovada, bazıları da yaklaşık 1300 metre rakıma sahip dağların tepelerinde yer almaktadır.
Ağrı Dağı ovasının sınırında olan şehrin güney ve güney batı bölgeleri deniz seviyesinin 900 metre üstündedir. O mevkideki iklimin çok sıcak ve yazın biraz rüzgârlı olması nedeniyle, şehrin en popüler bölgelerinden biridir. Ayrıca şehrin iki havalimanı, terk edilen fabrika ve banliyölerdeki birçok elektrik santrali de (örneğin bu kısımların batısında 30 kilometrelik mesafede bulunan Metzamor Nükleer Santrali) bu bölgelerde bulunmaktadır.
Deniz seviyesinden 950-1000 metre yükseklikte bulunan şehir merkezi ve kuzey batıdaki bölgeler, şehrin nispeten daha alçak kısımlarıdır. Bu bölgeler Tsitsernakaberd'in ve Hrazdan Nehri'nin kanyonunun üstünde kuruludur. Birçok restoran ve kulüp de buralarda yer almaktadır ve yaz akşamları hem turistler, hem de Erivanlılar için popüler dinlenme yerleridir. Kentron ilçesi nehrin sağ kıyısında yer almakta, soldaki kıyıda ise Acapnyak ilçesi bulunmaktadır. Kumlu toprağı ve kuru iklimi nedeniyle bu bölgelerde hava tozludur. Şehrin batısındaki çıkışta nehir, Erivan Gölü'ne akmaktadır, bu gölün kıyılarının hemen üstünde Amerika Birleşik Devletleri'nin elçiliği bulunmaktadır.
Yaklaşık 1300 m. yükseklikte, yeşilliklerle dolu ve yazın serin olan şehrin kuzeyi ve doğusu, özellikle Avan, Nork-Maraş, Arabkir ve Kanaker-Zeytun ilçeleri şehrin en popüler yerleridir. Ağrı Dağı ve ovası hemen her yerden izlenebilir. Ek olarak şehrin doğusunda küçük bir tepenin üstünde, şehrin kurulduğu yer olan Erebuni Kalesi'nin yıkıntıları bulunmaktadır.
Erivan, Ermenistan'daki diğer şehirlere karşın, bir "marz"'ın (bölge) kısmı değil, kendisine münhasır olmak üzere, etrafı diğer marzlarla çevrili olan belirli bir "toplum"dur. Kuzeyinde Kotayk, güneyinde Ararat, güney batısında Armavir ve kuzey batısında Aragatsotn marzları bulunmaktadır.
Şehrin dağlarla sarılı bir düzlükteki ko |
numu, denizden uzaklığı ve bunların etkileri nedeniyle Erivan, karasal iklime sahiptir. Bu iklim bazen ilçelere göre değişmektedir; yüksek rakımlarda, dağ ikliminden etkilenebilir (yazın daha soğuk geceler ve daha çok fırtına, kışın ise daha çok kırağı ve kar yağışı vardır). Şehrin ortalama güneş ışığı oranı yılda 2700 saattir..
Erivan'ın her yerinde, kışlar ağır kar yağışı ve donla çok sert, yazlar ise genellikle çok sıcak geçer (sıcaklık 35 °C'e, Ağrı Dağı ovasında 40 °C'a bile ulaşabilir). Ağır yaz fırtınaları nedeniyle Erivan'da az yağmur yağmaktadır (yılda 318mm).
Ermenistan'ın tümü, deprem bölgesinde bulunmaktadır. Arap ve Avrasya levhaları bu bölgede bulunmaktadır.
Ülkede, özellikle de Erivan'da, şimdiye kadar birçok deprem olmuştur. Bunların en önemlisi ve en güncel olanı 1988 Spitak Depremi'dir; bu depremin merkezi Erivan'ın 100 km kuzeyinde yer alan Spitak şehridir ve deprem en az 25.000 kişinin ölümüne neden olmuştur. Richter ölçeği'nde ölçülen değeri 6,9 olan bu depremin sarsıntıları başkente kadar hissedilmiştir. Erivan'da yüzlerce bina bu sarsıntıları hissetse de, depremin yıkıcı etkilerini atlatmış ve ayakta kalmıştır. 17. yüzyılda da benzer bir deprem meydana gelmiş ancak o zaman şehrin büyük bir bölümü yıkılmıştır.
Günümüzde bazı Ermeni sismologlar, bütün şehri yıkacak ve yüz binlerce kişinin ölümüne neden olacak büyük bir depremin gerçekleşeceğini düşünmektedir. Bu sismologlar, Erivan'daki binaların çoğunun ya 1988'deki depremden dolayı hasarlı olduğu ya da büyük afetlere dayanamayan Sovyet tipi binalar olduğu için endişe taşımaktadır.. Şehirdeki yapıların %40'ı gerekli deprem dayanıklılık şartlarını yerine getirmemektedir.
Erivan, 1918'de Birinci Cumhuriyet'in kuruluşundan beri Ermenistan'ın başkentidir.
Ermenistan, Sovyetler Birliği'nin bir Sovyet cumhuriyeti olduğu dönemde de Erivan bu cumhuriyetin başkentiydi ve dolayısıyla cumhuriyetin bütün siyasal kurumları buradaydı. 1991'de, Üçüncü Cumhuriyet'in (yani bugünkü Ermenistan) kuruluşunda da, Erivan ülkenin siyasal merkezi olarak kaldı ve yine bütün ulusal kurumlar (parlamento, bakanlıklar, v.d.) burada kuruldu.
5 Temmuz 1995'te uygulamaya giren Ermenistan Anayasası ile, Erivan'a "marz" (bölge) statüsü verildi. Bu doğrultuda Erivan ilinin idarî özellikleri, ülkedeki diğer illere benzemekle beraber, Erivan'a özel bazı ek özellikler de içermektedir.
Erivan'ın idarî otoritesi şunları içermektedir:
Ermenistan Anayasası'nda yapılan en son değişiklik, şehri bir ""toplum"" yapmıştır. Bu değişikliğe göre Erivan'ın, doğrudan ya da dolaylı olarak seçilen bir belediye başkanı ve şehre özel bir yasa ile idare edilmesi gerekmektedir. Bu yasa şu anda Ermenistan Parlamentosu'nda hazırlanmaktadır. Yasanın ilk taslağı Aralık 2007'de, ikinci taslağı ise 2008 ilkbaharında hazırlanmıştır. Bu yasaya göre Erivan belediye başkanı dolaylı olarak seçilecektir.
Erivan'ın eski belediye başkanlarından biri olan Hambartsum Galstyan, hem İkinci Cumhuriyette Erivan'ın en son belediye başkanı hem de Üçüncü Cumhuriyetin ilk belediye başkanı idi. Üçüncü Cumhuriyet döneminde, Galstyan'dan sonra sekiz kişi daha belediye başkanı olmuştur. Günümüzdeki belediye başkanı ise Gagik Beglaryan'dır.
1998'ten beri Erivan şehri, Uluslararası Frankofon Belediye Başkanları Derneği'nin (Fransızca: "Association des maires francophones", AIMF) bir üyesidir.
Ulusal polis ve sokak polisine ek olarak, Erivan kendi belediye polisine de sahiptir. Her üç kurum, şehirde düzeni korumak için beraber çalışmaktadır.
Erivan on iki ilçeye () bölünmekte ve her bir ilçe bir ilçe başkanı tarafından idare edilmektedir.
Her ilçede kendi içinde mahallelere () bölünmektedir. Herhangi bir ilçe en fazla sekiz mahalle içerebilir.
Küçük bir köy olarak kurulan Erivan, bugün Ermenistan'ın başkenti ve bir milyondan fazla nüfusa sahip büyük bir şehirdir.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin dağılması'na kadar şehir nüfusunun çoğu Ermeni idi; ancak Rus, Kürt, Azeri ve Fars azınlıklar da vardı. 1988 ve 1994 arasındaki Karabağ Savaşı sonrasında Azerilerin çoğu şehri terk etti ve 1990lı yıllar boyunca süren ekonomik kriz nedeniyle Rusların çoğu da Ermenistan'dan taşındı. Bugün ise, neredeyse her Erivanlı Ermenidir.
Ülkenin diğer bölgelerinde ve diğer eski Sovyet ülkelerinde olduğu gibi, ekonomik kriz nedeniyle birçok insan yurtdışına (çoğunlukla Avrupa ve Kuzey Amerika'ya) taşınmıştır. Erivan nüfusu 1989'da 1.250.000 kişiden 2001'de 1.103.488 kişiye ve 2003'te 1.091.235 kişiye düşmüştür. Erivan belediyesine göre, 2006'da banliyö dahil toplam nüfus 1.245.700 idi.
2001'de Erivan'ın, ulusal endüstriyel üretim oranına katkısı %50'dir.
Bir kum ocağı işletmesi dışında, Erivan endüstrisinin temel alanları imalat, işlem ve bakımdır. 1990lı yıllar boyunca süren ekonomik kriz, ülkenin endüstrisini mahvettiyse de hâlâ, birkaç tane de olsa, etkin fabrika vardır. Özellikle petrokimya sektörü ve daha az oranda alüminyum eritme endüstrisi sağlamdır.
Erivan'da bulunan diğer endüstriler; otomobil parçaları, türbinler, elektrikli makineler, gaz kompresörleri ve makine aletlerinin üretimi ile ilgilidir..
Erivan, Hrazdan Nehri'nin her iki kıyısındaki konumu sayesinde hidroelektrik enerji üretmektedir. Belediye topraklarında iki hidroelektrik santrali bulunmaktadır. Bunun dışında, şehrin güneyinde bulunan bir ısı enerjisi santrali de şehre elektrik vermektedir.
2000li yılların başından beri inşaat sektörü sağlam ve düzenli bir büyüme göstermektedir. Şehrin panoraması, göğe yükselen birçok vinç içermektedir. Ermenistan'ın batılılaşması ile, fazla Sovyetik olarak düşünülen Stalinist binalar, özellikle Sovyetler Birliği döneminin son yirmi yılında inşaat edilen binalar ve onarılıp yeniden kullanılabilmek için çok yaşlı olan binalar yıkılmaktadır. Buna ek olarak, arazi fiyatlarının artması nedeniyle, yerine çok katlı binaların inşaat edilmesi için, şehir merkezindeki küçük binalar da yıkılmaktadır.
1990lı yıllar boyunca bakımı ihmal edilen sokaklar, sokak mobilyaları (çöp kutuları, banklar, sokak lambaları vs.), köprüler, kamu parkları vb., son yıllarda onarılmakta ve bunlara ek olarak yeni kamusal yapılar da yapılmaktadır. Ekonominin büyümesi ve çok daha fazla yatırım olmasına rağmen, yaklaşık on beş yıl boyunca ihmal edilen bu yapıların eksikliklerini tamamlamak için binlerce işçi gerekmektedir.
2006'da 382.000 ve 2007'de 510.300 turist sayısıyla, Ermenistan'ın en büyük gelirlerinden biri de turizm sektöründen gelmektedir ve ülkenin en fazla turist gelen şehri de Erivan'dır. Turizmin gelişmesiyle birlikte kentte birçok otel ve restoran açılmış, havalimanı büyütülmüş, eğlence parkları kurulmuş ve seyahat ve turizm acenteleri açılmıştır. Taksi ve mağaza sayısının çoğalması, dolaylı olarak turizmin gelişmesinin sonucudur.
Ermenistan'ın ekonomik sistemi batıya daha çok yaklaştıkça, şehrin dört bir köşesinde yeni caddeler ve alışveriş merkezleri kurulmaktadır. Adidas, Bang & Olufsen, Hertz, Levi's, Lacoste, LG, Naf Naf, Philips ve Puma gibi hemen her büyük marka ve şirket, Erivan'da bulunan bir şubeye sahiptir.
2001'de Erivan'ın ulusal hizmet sektöründeki payı %76,3'e yükselmiştir.
Erivan ülkenin başlıca medyalarını bünyesinde barındırmaktadır: basın ("Armenian liberty", "Azg", v.d.), radyo ("Ermenistan Kamu Radyosu", "Radio 2", "Radio VEM", "Radio Van", "City FM", "Radio Aurora", RFI, v.s.) ve televizyon şirketleri ("Armenia 1", "Armenia TV", "Yerevan TV", v.b.).
Yüksek eğitim seviyesiyle birlikte düşük çalışma fiyatları nedeniyle, büyük yabancı yatırımcı Erivan'a para yatırmaktadır. Özellikle bilişim sektörü çok gelişmiş ve Haziran 2005'te Lycos Avrupa'nın merkezinin Erivan'a taşınmasından sonra Microsoft da Ermenistan'da bir büro açmıştır. Buna ek olarak özel alanı internet ya da cep telefonu olan şirketlerin merkez büroları Erivan'da kurulmuştur.
Yaşam standartları yükseldikçe ihtiyaçlar da artmıştır; 1990lı yılların sonlarında Erivan'da birçok banka şubesi, noter bürosu, hukuk firması ve muhasebe bürosu açılmıştır. Yine bu doğrultuda, inşaat ve ticaret sektörlerinin durumu iyidir.
Ermenistan'ın sağlık sisteminin üçte ikisi Erivan'da yer almaktadır. Şehir beş genel hastane, dokuz devlet kliniği ve birçok -hem devlet hem de özel olan- dal merkezi içermektedir.
Son yıllarda Ermenistan'ın yoksulluk oranı düşmekte ve bu düşüş de en çok Erivan'da olmaktadır. Yoksulluk oranı 1998-1999'da nüfusun %58,4'ini kapsarken 2005'te %23,9'a, ve aşırı yoksulluk ise aynı yıllar arasında %24,8'den %3,6'ya düşmüştür ancak Erivan, ülkenin en büyük gelir eşitsizliklerine sahiptir. Şehrin en az fakir olan Kentron ilçesi ve en fakir olan ilçeleri Acapnyak, Nubaraşen ve Şengavit ilçeleridir; her üç ilçenin yoksulluk oranları, millî yoksulluk oranı ortalamasından daha düşüktür.
Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu'nun yardımı ile, oranlardaki bu değişim millî düzeninin bir parçasıdır ve ekonominin büyümesi ve işsizlik oranının düşmesi sayesinde bu duruma gelinmiştir. Ülkenin diğer şehirleriyle kıyaslandığında ekonomik ilerleme en fazla Erivan şehrinde olmaktadır, çünkü ekonomik faaliyetlerin merkezi çoğunlukla başkentte yer almaktadır.
Erivan, Ermenistan Cumhuriyeti'nin başkenti olmasına yakışır şekilde, nüfusu bir milyonu aşan, ülkenin en büyük şehridir. Ayrıca ülkenin en gelişmiş endüstriye sahip şehri de burasıdır. Ermenistan'ın ana endüstriyel, ticarî ve fennî merkezi ve demiryolu ağının merkezidir. Endüstriyel yapıların çoğu şehrin güneyinde yer almaktadır.
Erivan, yedi tepenin üstüne kurulmuş, çok çeşitli bir şehirdir. Geniş alanlar, uzun caddeler, yeşermiş bahçelerle parklar ile pembe ve aşıboyası tüflü yapılardan oluşmaktadır. Şehirdeki pembe rengi sadece tüfden değil, Ağrı Dağı'nın karlı tepelerinin üstünde batan güneşten de kaynaklanmaktadır. Erivan'ın yol ağının düzensizliği, şehrin büyüsünü biraz daha artmaktadır. Kentbilimciler, sert doğa şartları ve şehrin konumuyla baş etmişlerdir. Şehrin alanı aslında deniz seviyesi üstünde 865 ve 1390 metre arası rakımlarda ve Hrazdan Nehri'nin geçitlerinde bulunmaktadır.
Şehir |
merkezinde üniversiteler, Fen Akademisi, müzeler, bakanlıklar, kamu kütüphaneleri, resim galerileri, gece kulüpleri ve konser salonları gibi birçok farklı mekân bulunmaktadır. Daha varoş ilçeler ise genellikle Brejnev tipi binalarla doludur.
Kentron (Ermenicede "merkez") alanı çoğunlukla Cumhuriyet Meydanı ve Erivan Operası'nı kapsamaktadır. Özellikle kenarları Sovyet tipi anıtsal yapılarla dolu büyük meydanlara giden, ağaçlarla gölgelenen uzun caddelerden oluşur. Bu yapıların özgünlüğü, Orta Çağ mimarisinden esinlenen desenlerle süslenen cepheleri örten sünger taşlarından kaynaklanmaktadır. Şehrin diğer özelliklerinden biri, şehirde bulunan yeşil alanların ortalarında bulunan çeşmelerin çok olmasıdır.
Erivan, Ermenistan'ın bağımsızlığını kazanmasından beri, yavaş yavaş eski komünist yönetimin simgelerini silmektedir. Yollara ve önemli adlara sahip olan meydanlara, yeni adlar verilmekte ve Sovyetler Birliği kahramanlarının heykellerinin hepsi yıkılmaktadır.
Şehir hızla değişmektedir; 1990'lar boyunca süren ekonomik krizin atlatılmasından sonra, firma ve restoranlar her açıdan gelişmekte ve bu büyük yapılar da şehir merkezini etkin bir şekilde değiştirmektedir. Bu yapıların en önemlisi, 800 metre uzunlukta olan ve Opera'yı Cumhuriyet Meydanı'na bağlayan Kuzey Caddesi'dir. Yeni bir cadde olmakla birlikte, birçok yeni apartman, dükkân, restoran ve büyük bir yeraltı otoparkına sahip yeni bir mahalledir. Ayrıca araba trafiğinin devamlı artması nedeniyle belediye, şehir merkezindeki trafiği azaltmak için yeni bir çevre yolunun inşaasını başlatmıştır. Şehir merkezindeki araba sayısının çoğalması da, ciddi park etme sorunlarına neden olmaktadır. Belediye bu sorunu çözmek için Nisan 2008'de yaptığı açıklamayla, 2011'e kadar belediye başkanlığı, Opera Binası ve Cumhuriyet Stadı gibi yoğun bölgelerde 10.000 yeraltı park yeri yapılacağını duyurmuştur.
Erivan, park ve çeşmelerle dolu olan çok yeşil bir kenttir. Şehir merkezinin etrafında bir ""yeşil kemer"" vardır; bu birkaç kilometre uzunlukta olan bir parktır ve içinde birçok çay bahçesi, tenis ve basketbol sahası, heykel ve ormanlık alan vardır. Yeşil kemer güneyde, Surp Krikor Lussavoriç katedralin yakınlarında başlayıp, kuzeyde Erivan Operası'nın arkasında ve Maştots Caddesi'nde gemi şeklinde yapılmış bir büyük kafe-restoran olan "Poplavok" ile sınırlanmıştır. Yeşil kemerin sonlarına doğru bulunan Özgürlük Meydanı, bir gölet ve buna ek olarak da birçok kafe ve restoran terasını içermektedir. Merkezî konumu nedeniyle kentin en önemli yerlerindendir.
Şehrin yüksek rakımlardaki Kanaker-Zeytun ilçesinde bulunan Zafer Parkı, Ana Ermenistan heykelini içermektedir ve buradan Erivan şehri ile Ağrı Dağı ve ovasının bir kısmı açıkça görünebilir. Ek olarak burada dönme dolabı, çarpışan araba sahası ve diğer eğlence araçları içeren küçük bir lunapark, kayıkları olan bir gölet, kafeler ve "Golden Palace" adlı lüks bir otel bulunmaktadır.
Diğer parklar da şehir merkezini süslemektedir ve çevresindeki ilçeler de -bazıları büyük olan- doğal alanlarla doludur. Günümüzde başkentte, 1992 ve 1993 yılları boyunca süren ekonomik krizden az yara kalmıştır; kalan yaralardan biri ise, bu yıllar boyunca, Erivanlıların kışın evlerini ısıtmak için, şehirdeki ağaçların çoğunu kesip yakmaya mecbur kalmalarıdır.
Erivan'ın abidelerinin çoğu 20. yüzyıldaki Sovyet döneminde yapıldı. I. Dünya Savaşı'na kadar Erivan, nüfusu sadece 30.000 kişi olan küçük bir kent idi ve 1960'lı yıllara kadar da büyük bir metropol haline gelmedi.
1920li yıllar boyunca Aleksandr Tamanyan adlı mimar, devlet başkentinin tasarımını çizmekten sorumlu oldu. Şehrin binalarının mimarisinin çoğu Tamanyan tarafından çizildi.
Simgesel olarak kentin en önemli abidesi, adı "Tsitsernakaberd" olan "Ermeni Soykırımı" anıtıdır. Bu abidenin inşaatı 1966'da başlayıp 1968'de bitti.
Şehir merkezindeki Cumhuriyet Meydanı, başkentin merkezî mekânı ve şenlikler ve karşılaşmalar yapmak için kentin ana yeridir. Seçilen başkanlar orada yaşamaktadır ve Ermenistan Millî Galerisi orada bulunmaktadır. Ülkenin ana sanat galerisi olan Ermenistan Millî Galerisi'nde, Ayvazovski ve Boudin gibi birçok Avrupalı ve Ermeni ressamın eserleri sergilenmektedir.
Bundan uzak bir mesafede bulunmayan Erivan Operası, Ermeni başkentinin ana eğlence salonudur. Bir bölümü Aram Haçaturyan konser salonunu, öbür bölümleri ise millî opera tiyatrosu ve Aleksandr Spendiaryan balesini kapsamaktadır. Opera, inşaatından birkaç yıl sonra, 1937'de Paris Uluslararası Fuarı'nda sergilenmiş ve Büyük Altın Madalyası'nı kazanmıştır. Cumhuriyet Meydanı ile Opera şehrin en önemli şenlik mekânlarıdır. 2008'den beri her iki mekân da 800 metre uzunluğa sahip olan Kuzey Caddesi'nde bulunmaktadır.
1970'li yıllar boyunca basit bir dekoratif eser olarak imgelenen Çağlayan abidesine, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra yeni bir hayat verilmiştir. Abidenin özelleştirilmesi, abidenin restorasyonu ve bir sanat müzesinin inşaat edilmesi gibi birçok projenin oluşturulmasına yol açmıştır. Ayrıca abidenin bir kısmı aynı zamanda açık hava konser tiyatrosu da olabilir ve bu şekilde ilk kullanımı "Armenian Navy Band" konseri ile Haziran 2006'da olmuştur.
Şehrin diğer abideleri; Sovyet etkisi merkez istasyonu (özellikle girişin önündeki David Sassuntsi heykeli), şehir merkezinden 20 km. mesafede bulunan eski havaalanı, Matenadaran Kütüphanesi ve şehrin birçok heykele ev sahipliği yapan diğer mekânlarında da görünebilir. Birçok eski Sovyetler Birliği cumhuriyetleri'nin başkenti gibi Erivan da, boyu 311,7 metre olan kendi televizyon kulesine sahiptir. Ayrıca Stalin'in ölümünden sonra onun bütün şehre bakan kocaman heykelinin yerine Ana Ermenistan heykeli konulmuştur. Bu heykel, bir kılıç tutarak şehirde barış sağlayan bir kadını betimlemektedir.
Başkentte Hristiyanlığın en büyük mekânı 2001'de yapıldı. Bu mekân, 301 yılında Hristiyanlığın Ermenistan'ın resmî dini olarak seçilmesinin 1700. yıldönümünü kutlamak için yapılan Surp Krikor Lussavoriç Katedrali'dir; ki bu katedral Yıldönümü Kilisesi olarak da adlandırılmaktadır. Bu katedral aslında üç ayrı kiliseye bölünmektedir, ana kilisesinde -yıldönümü yılına atıfta bulunularak- 1700 sandalyesi vardır. Ana kiliseye ek olarak, iki küçük kilise daha vardır, bunların toplam kapsamı 300 yer olup alanı da 3200 m²'dir.
Erivan ayrıca eski kiliselere de sahiptir ve bunların en ünlü olanları Zoravar ve Katoğike Kiliseleridir. Katoğike, şehrin en eski kilisesidir. Sovyet döneminde yapılan iki binanın arasında bulunan bu kilise, 13. yüzyılda yapılmıştır. Zoravar ise, 17. yüzyılın sonunda yapılmıştır. Başkent önemi daha az olan ve günümüze daha yakın zamanlarda yapılan diğer kiliselere de sahiptir.
Kentte İslam da kendi mekânına sahiptir: 1766'da yapılan Gök Camii, Erivan'ın günümüzde de var olan sekiz camisinin arasındaki en son yapılan camidir. İranlılar tarafından verilen özel yatırımların yardımı ile 1995'te cami tamamen restore edilmiştir ve özellikle başkentin İranlı nüfusu için orada düzenli olarak dinî hizmetler verilmektedir.
Erivan, geometrik bir planda yapılmış bir otobana sahiptir. Arabaları etkin bir şekilde geçirmek için şehir merkezindeki caddelerin çoğu geniştir (bazı yerlerde 2x4 şeritler vardır). Bu caddeler, daha küçük, çoğunlukla ağaçlı ve yerel trafiğe ait olan yollardan geçer ve genellikle şehir içinde bir yerlerde biter.
Dikkate değer olan anayollar arasında; şehrin güney geçidi olan Matenadaran'a bağlayan Mesrop Maştots Caddesi; Barekamutiun'u Fransa Meydanı'na bağlayan ve hem Cumhurbaşkanlığı köşkü hem de Parlamentoyu içeren Mareşal Bağramyan Caddesi; Fransa Meydanı'ndan sonra bu caddenin uzantısı olan oteller, restoranlar ve dükkânlar içeren Sayat-Nova Sokağı; güneyde Cumhuriyet Meydanı'nda biten Abovyan Sokağı; ve şehir merkezinden geçen Kuzey Caddesi.
Ancak, Hrazdan Nehri boğazından geçebilmeyi sağlayan sadece üç nokta vardır: Davtaşen Köprüsü, Büyük Hrazdan Köprüsü ve Zafer Köprüsü. Kanyonun dibinde, nehri geçebilmeyi sağlayan beş de küçük köprü bulunmaktadır; bu köprüler, 1945'e kadar güneyden şehre girmeyi sağlıyordu.
Şehirdeki büyük anayollarına (özellikle Maştots, Bağramyan ve Tigran Metz caddeleri) ek olarak, Erivan'da örümcek ağı şeklinde birleşen ve onlarca kilometre uzaklıkta olan birçok otoyol vardır:
Ermenistan'daki araba sayısının hızla yükselmesi (yılda 12.000 araba satın alınmaktadır) şehir merkezindeki trafik seviyeleri artırmış ve bu nedenle bazı otoyollar bazen neredeyse yarım gün boyunca aşırı trafiğe uğramaktadır. Bu sorunu çözmek için belediye yeni yol ağları inşaatına para yatırmıştır. En büyük olan proje, kent çevresindeki bir otoyolda bulunan bir eski demiryolunun geliştirilmesiydi. Bu yapının inşaası Ekim 2008'de bitti ve 3 Aralık 2008'de trafiğe açıldı). "Saralanci Otoyolu", Çağlayan Abidesi'nin altından, ve inşası süren yeni bir lüks yerleşim bölgesinin arkasından geçip Davtaşen Köprüsü'ne ulaşarak, şehrin merkezi ile kuzey batısını birbirine bağlamaktadır.
Erivan metrosu (Ermenice: Երևանի մետրոպոլիտեն) on istasyona sahip 12 kilometre uzunluğunda bir hat içermektedir. Şehrin kuzey batıdasında iki yeni istasyon da inşaat halindedir. Bir ana istasyonunun ("Ajapniak") ve bunu metro ağıyla birleştiren bir kilometrelik tünelin inşaat edilmesi, toplam 18 milyon dolar tutacaktır. İnşaatın bitme tarihi henüz kesinleştirilmemiştir.
Daha uzun vadeli projelerin içerisinde iki yeni metro ağının inşaat edilmesi vardır; ancak bütçe açığı nedeniyle yeni bir inşaatın başlama günü hâlâ kesin değildir.
Erivan 46 otobüs ve minibüs hattı ve 24 troleybüs hattına sahiptir.. Sovyet dönemindeki eski otobüsler hâlâ çalışsaydı, teker teker bunların yerine sarı renkte yeni otobüs ve minibüsler konulurdu. Sarı renk, Erivan'ın kamu ulaşım sistemlerinin resmî rengidir.
2006'dan beri Erivan belediyesi şehrin her mahallesinde bir otobüs durağı inşaat etmiştir. Bundan önce sadece otobüs duraklarına yakın yaşayan insanlar otobüs için nerede beklenmesi gerektiğini biliyordu.
Şehirde dolaşan otobüslere ek olarak Nor Kilikya |
semtinde bulunan merkez otobüs durağından, hem Ermenistan'ın her şehri hem de yurtdışında bazı şehirlere (örneğin Tiflis ve Tebriz) giden otobüsler de vardır.
1906'dan beri Erivan'da servis yapan tramvay, Ocak 2004'te son yolculuğunu yapmıştır. 2003'ün sonunda belediye, tramvayı çalıştırma fiyatı, gelirden 2,4 kat daha yüksek olduğu için tramvayı kapatmaya karar verdi. Bundan sonra raylar sökülüp ayrı parçalar olarak satıldı. 2007'de neredeyse her tramvay yolu çıkarıldı ve bunların yerine asfalt yollar yapıldı.
Erivan'da sadece bir tren istasyonu mevcuttur (1990'dan beri banliyödeki istasyonlar kullanılmamaktadır). Sovyet mimarisindeki binaların çatıları üstündeki, sivri uç ve onun üstündeki komünizm simgeleri olan kızıl yıldız, orak ve çekiçleri batı standartlarında olmaktan uzaktır. İstasyondan, Türkiye ve Azerbaycan sınırlarının kapanmasından beri günde sadece dört bölgesel tren ve her iki günde bir de Gürcistan'a giden bir uluslararası tren geçmektedir.
9000 ve 18.000 dram arası fiyatlar için örnek olarak Tiflis'e giden gece yolculuğu verilebilir. Bu tren, daha sonra Karadeniz kıyısındaki Batum şehrine doğru yola devam eder.
Demiryolu Azerbaycan'a ait Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti'nden geçtiği için, artık Erivan'dan İran'a doğru giden herhangi bir tren seferi yoktur. İki ülkeyi bağlayan yeni bir ağın inşa edilmesi için, şu anda bir proje üzerinde düşünülmektedir.
Tren istasyonu, "Sassuntsi Davit" istasyonu ile metro ağı arasındadır.
2004'e kadar Erivan merkezi ve Nork-Maraş ilçesindeki Nork semti arasında bir teleferik vardı. O sene Nisan ayı başında, kabinlerden biri kırılıp teleferikten ayrılarak 17 metre düştü. Kazada, kabindeki yedi yolcunun beşi hayatını kaybetti. Her gün yaklaşık 500 kişi teleferiği kullanıyordu.
Kazadan sonra kabloların birkaç tanesi yırtıldı; ancak bunlar tamir edilmedi. Teleferik servisinin devam edebilmesi için, teleferiğin tamir masrafını ödeyebilecek yatırımcılara ihtiyaç vardır.
Erivan'daki Zvartnots Uluslararası Havalimanı, şehir merkezinin 12 km. batısında bulunmaktadır. Bu havalimanı aynı zamanda, ülkenin ilk havalimanı ve Armavia şirketin merkezidir.
SSCB döneminde inşa edilen Zvartnots Havalimanı, 1985'te ilk kez restore edildi ve havalimanını uluslararası şartlara uyarlamak için 2002'de tekrar restore edildi. Bundan sonra yeni bir terminalın inşaatı başladı ve geliş bölümünün açılışı ile inşaatın ilk dönemi Eylül 2006'da bitti. Gidiş bölümü ise Mayıs 2007'de açıldı.
Günümüzde, Almanya, Avusturya, Birleşik Krallık, Çek Cumhuriyeti, Fransa, Hollanda, İsrail, Lübnan, Rusya, Türkiye ve Ukrayna gibi ülkelere giden ve bu ülkelerden gelen birçok uçuş vardır.
Erivan ikinci bir havalimanına da sahiptir: Erebuni Havalimanı. 1991'de ülkenin bağımsızlığından beri bu havalimanında özel uçuşlar hariç ticarî uçuşlar yapılmamaktadır. Ermeni Hava Kuvvetleri'nin üssü orada bulunmaktadır ve birçok MiG-29 Erebuni'nin pistinin üstünde tayin edilmiştir.
Ülkenin başkenti olması dışında Erivan, aynı zamanda Ermenistan'ın en çok sayıda eğitim merkezine sahip olan yeridir. Erivan'da 27 ortaokul ve 12 sanat okulu bulunmaktadır, ve hepsi Ermenistan Eğitim Bakanlığı tarafından idare edilmektedir.
Ermenistan'ın en büyük üniversiteleri (hem devlet, hem de özel) Erivan'da bulunmaktadır. Ucuz fiyatları ve İngilizce dilinde tıp öğretimi nedeniyle, bu üniversitelerde özellikle Hindistan'dan çok sayıda yabancı öğrenci okumaktadır..
Erivan'ın en eski üniversiteleri I. Cumhuriyet döneminde (1918-1920) kuruldu :
1930'lu yıllar boyunca birkaç Sovyet üniversitesi açıldı:
Ermenistan'ın Sovyetler Birliği'nden bağımsızlığını ilan etmesinden sonra birkaç de yabancı üniversite kapılarını açtı. Bunlar:
Erivan'ın ana müzesi, 1921'de inşa edilen Ermenistan Millî Galerisi'dir. Bu galeri Ermenistan Tarih Müzesi ile birleştirilmiştir. Ayvazovski, Kandinskiy, Chagall ve Boudin gibi ünlü adlarının eserlerini içeren daimi bir sergiye ek olarak, galeride daimi olmayan sergiler de bulunmaktadır, örneğin 2005'teki Yann Arthus-Bertrand sergisi, 2005'teki İtalya-Ermenistan sergisi ya da Ekim 2006'daki "Fransa'da Ermenistan Yılı"'nı kutlamak için düzenlenen sergi.
Büyüklük olarak olmasa da, bir simge olarak daha önemli olan "Ermeni Soykırımı müzesi", Tsitsernakaberd'in yanında bulunmaktadır.
Matenadaran; Orta Çağ'dan 17.000 eski el yazısı ve birçok Kitab-ı Mukaddes içeren bir kütüphane ve müzedir. Şehrin merkezinde, Mesrop Maştots Caddesi'nin üstünde bulunmaktadır. 2007'de -Fransa'da Ermenistan Yılı'nı kutlamak için- Matenadaran, Louvre Müzesi'nin "Armenia Sacra" sergisi için, birkaç el yazısını Louvre Müzesi'ne ödünç olarak vermiştir.
Hrazdan Nehri'ne bakan Parajanov Müzesi, 2002'de tamamen restore edildi, ve burada Ermeni film yönetmenleri ve ressamlar tarafından yapılan 250 eser, belge ve fotoğraf sergilenmektedir. Müzenin müdürü Zaven Sarkisyan adlı bir fotoğrafçı ve tarihçidir.
Erivan başka müzelere de sahiptir, örneğin Ortadoğu Müzesi ve Erivan Şehri Müzesi.
Erivan şehri birçok sinemaya sahiptir, ve bunlardan biri de meşhur "Moskva" sinemasıdır. Erivan'da sinemaya gitmek için Rusça bilmek şarttır; çünkü gösterilen her film bu dilde düblajla gösterilmektedır.
2004'ten beri "Moskva" sineması her yıl Uluslararası Altın Kayısı Film Festivali'ne ev sahipliği yapmaktadır. En son festival 12 Temmuz 2009'dan 19 Temmuz 2009'a kadar sürmüş ve Altın Kayısı Ödülü'nü kazanan film, George Ovashvili adlı Gürcü film yönetmeni tarafından yönetilen "The Other Bank" filmi olmuştu.
Erivan opera binası; Aram Haçaturyan konser salonu, ulusal opera tiyatrosu ve Aleksandr Spendiaryan Balesi'ne ev sahipliği yapmaktadır. Çok sayıda tiyatro bulunması sayesinde aynı anda birçok sahne oyunu sunulabilmekte ve büyük "Hamalir" salonu gibi bazı şov salonlarında ise bazen konserler de sunulabilmektedir; ancak sıcak Ermeni yazları nedeniyle, yazın konserler genellikle açık havada yapılmaktadır.
Erivan Hayvanat Bahçesi, 1940'ta kuruldu. 1990'lı yıllar boyunca süren ekonomik kriz geçtikten sonra, buranın finansal durumu artık daha sağlamdır. Filler, kartallar, ayılar, develer ve diğer 260 hayvan türünü görmenin fiyatı bir Eurodan daha azdır.
"Waterworld", şehrin tepelerinden birinde bulunan bir su parkıdır. Birçok havuz, su kaydırağı, bar ve restoran içermektedir. Bu park eskiden Ekim ve Mayıs arasında kapalı olsa da; 2003'te inşaatı başlayan "Aquatek" bölümünün 2007'deki açılışından sonra, jakuzileri, havuzları, hamamları, fitness salonları, restoranları ve oteli ile artık bütün sene boyunca açıktır.
Birkaç kilometre daha uzakta Sevan Gölü'ne doğru giden yolda, ikinci bir lunapark, "Play City", bulunmaktadır. Bu kompleks; bir karting pisti, bir bovling salonu, bir sinema, bir paintball oynama alanı ve birkaç arcade oyun salonu içermektedir.
Beş yıldır Ermenistan'da turizm her yıl biraz daha gelişmektedir ve bundan en çok yararlanan da Erivan'dır. Çünkü ülkenin otelleri, restoranları, barları ve gece kulüplerinin çoğu Erivan'da bulunmaktadır. Belediye, şehirde birçok geliştirme çalışması yapmaktadır; yine bu sayede Zvartnots Havalimanı zaman geçtikçe gelişmekte, inşaatı 2006'da başlayan yeni terminalin açılışının 2010'da olması beklenmektedir.
Başkentte en çok oynanan spor futboldur. Erivan'da yedi futbol kulübü bulunmaktadır; bunların beşi birinci ligde, geri kalan ikisi ise ikinci ligde oynamaktadır. Başkentin ilk futbol kulübü olan Pyunik, Bardzraguyn humb'ı bugüne kadar on bir defa kazanmıştır.
Erivan'da beş büyük stadyum bulunmaktadır: Nairi Stadyumu, Kasahi Marzik Stadyumu, Mika Stadyumu, cumhuriyetin stadyumu ve en büyük olan Hrazdan Stadyumu. Hrazdan Stadyumu'nun adı, Hrazdan Nehri'nden gelmektedir. Ayrıca bu stadyumda boks ve karate salonları ile basketbol ve tenis kortları içeren bir spor kompleksi vardır.
Ermenistan uzun zamandır satranç yarışı tablolarının zirvesindedir. Ermenistan Satranç Federasyonu'nun büroları Erivan'daki Kentron ilçesinde bulunmaktadır. Ayrıca şehrin dört bir köşesinde birçok satranç kulübü vardır. 1996'da, o zamanda mevcut ekonomik krize rağmen, 32. Satranç Olimpiyatı Erivan'da yapıldı. 2006'da Ermenistan satranç takımı dördü de Erivanlı olan Levon Aronyan, Vladimir Agopyan, Gabriel Sarkisyan ve Tigran Petrosyan adlı üyeleriyle, Torino'daki dünya şampiyonasını kazandı. Aynı ekip 2008'de Dresden'deki şampiyonayı da kazanmayı başarmıştır.
Erivan'ın 16 şehirle kardeş şehir anlaşması, 13'ü ile de "partner şehir" anlaşması vardır.
Helsinki
Helsinki (), Finlandiya'nın başkenti ve en büyük şehridir. Şehir, Finlandiya'nın güneyinde Finlandiya Körfezi'nin kıyısında yer almaktadır. Şehrin nüfusu 2016 yılı itibari ile 642,045 olup metropol alanının nüfusu ise 1.47 milyondur.
Büyük Helsinki bölgesi, Helsinki'nin başta komşu şehirleri Espoo, Vantaa ve Kauniainen olmak üzere çevresindeki banliyö kentlerinden oluşan kent merkezini içerir. Bir milyondan fazla nüfusa sahip dünyanın en kuzeydeki metropolitan alanıdır ve Avrupa Birliği'nin en kuzeydeki başkentidir. Helsinki metropolitan alanı İskandinavya'nın Stockholm ve Kopenhag'tan sonra üçüncü büyük metropolitan alanı ve Helsinki kent merkezi Stockholm ve Oslo'dan sonra üçüncü büyük kentidir. Helsinki, Finlandiya'nın başlıca siyasi, eğitimsel, finansal, kültürel ve araştırma merkezi olduğu kadar Kuzey Avrupa'nın en büyük şehirlerinden biridir.
2009'da Helsinki, 2012 Dünya Tasarım Başkenti seçildi. Şehirde aynı zamanda 1952 Yaz Olimpiyatları ve 2007'de 52. Eurovision Şarkı Yarışması düzenlenmiştir.
Helsinki, 1550 yılında İsveç Kralı I. Gustav tarafından, Hansa şehri olan Reval'e (günümüzde Tallinn) rakip olmayı hedefleyen bir ticaret kenti olarak kuruldu. Ancak bazı planların uygulanamamasından dolayı yoksulluk, savaşlar ve hastalıklarla anılan küçük bir kasaba olarak kaldı. 18. yüzyılda donanma kalesi Sveaborg'un inşaatı Helsinki'nin statüsünü iyileştirdi.
1809'da Finlandiya'nın Finlandiya Savaşı sonucunda Rus İmparatorluğu'na geçmesinin ardından Çar I. Aleksandr, yeni kurulan Finlandiya Grandüklüğü'nün başkentini Rusya'ya yakın olması nedeniyle 1812'de |
Turku'dan Helsinki'ye taşıdı. 1827'de Büyük Turku Yangını'nın ardından ülkenin tek üniversitesi olan Turku Kraliyet Akademisi de Helsinki'ye taşınarak günümüz Helsinki Üniversitesi adını aldı. Bu düzenlemeler kentin yeni rolünü pekiştirdi ve sürekli yeni bir yol izlemesine yardımcı oldu. Bu dönüşüm, çoğunlukla Alman mimar Carl Ludvig Engel'in planı doğrultusunda Sankt Petersburg'u andırmak için neoklasik tarzda yeniden inşa edilen şehir merkezinde oldukça belirgindir. Başka yerlerde olduğu gibi, demiryolları ve sanayileşme gibi teknolojik gelişmeler kentin büyümesinin arkasındaki kilit unsurlardı.
Helsinki, 20. yüzyılın ilk yarısında Finlandiya İç Savaşı ve kentte iz bırakan Kış Savaşı da dahil olmak üzere Finlandiya tarihinin fırtınalı doğasına rağmen istikrarlı bir şekilde gelişmeye devam etti. Şehir 1952 Yaz Olimpiyatları'na ev sahipliği yaptı. 1970'lerde Finlandiya'nın hızlı bir şekilde kentleşmesi, Avrupa'nın diğer bölgelerine göre geç dönemlerde meydana geldi ve metropol bölgesinde nüfusu üç katına çıkardı. Helsinki'nin nispeten seyrek nüfus yoğunluğu ve alışagelmedik yapısı çoğunlukla büyümesinin gecikmesine atfedilir.
Helsinki, Finlandiya'nın güneyinde Finlandiya Körfezi üzerinde bir yarımadanın ucunda ve 315 ada üzerinde yer almaktadır. İç şehir alanı, gerçek adı Vironniemi tarafından nadiren anılan yarımadanın güneyini kapsamaktadır. Helsinki'nin kent merkezi dışında ve doğusunda çoğunlukla ormanlar ile ayrılan banliyöler yer almaktadır.
Baltık Denizi ve Kuzey Atlantik Akıntısı'nın hafifletici etkisi nedeniyle, kışın sıcaklıklar kuzey mevkideki oranlardan daha yüksektir. Yine deniz etkisinden dolayı yaz aylarında günlük sıcaklıklar biraz daha serin ve iç kesimlere kıyasla gece sıcaklıkları daha yüksektir. Ocak ve Şubat aylarında ortalama sıcaklık -5 °C civarında olup Haziran ve Ağustos aylarında ortalama en yüksek sıcaklık 19-22 °C arasındadır. Şimdiye kadar şehir merkezinde kaydedilen en yüksek sıcaklık 18 Temmuz 1945'te 33.1 °C ve en düşük sıcaklık ise 10 Ocak 1987'de -34.3 °C idi.
Helsinki, dört yılda bir seçilen 85 üyeli bir belediye meclisi tarafından yönetilmektedir. Finlandiya'nın tüm diğer belediyelerinde olduğu gibi belediye meclisi, şehir planlaması, okullar, sağlık bakımı ve toplu taşımacılık gibi konularda temel karar verme organıdır.
Helsinki'nin günümüz belediye başkanı 1 Haziran 2017 tarihinden bu yana Ulusal Koalisyon Partisi'nden Jan Vapaavuori'dir.
Helsinki, 59 mahalleye ayrılmaktadır.
Büyük Helsinki bölgesi, Finlandiya GSYİH'inin yaklaşık üçte birini üretmektedir. Kişi başına düşen GSYİH, ulusal ortalamanın yaklaşık 1.3 kat daha fazladır. Ülkedeki 100 en büyük şirketten 83'ü Büyük Helsinki bölgesi merkezlidir. Helsinki Borsası ülkenin tek menkul kıymetler borsası olup OMX'in bir parçasıdır.
Fince ve İsveççe Helsinki'nin resmi dillerini oluşturmaktadır. Nüfusun %81.9'unun ana dili Fince olup %6.2'si ise İsveççe konuşan kişilerden oluşmaktadır.
Helsinki Finlandiya'nın en fazla yabancı nüfus oranına sahip şehridir. Helsinki'de 130'dan fazla ulusun insanı yaşamakta olup bu grubun büyük çoğunluğunu Rusya, Estonya, İsveç, Somali, Sırbistan, Çin, Irak ve Almanya vatandaşları oluşturmaktadır.
Helsinki Finlandiya'nın geçiş yoludur. Kent işletme, finans, moda, tıp, eğlence, medya ve kültürde ülkenin can damarıdır. Çok sayıda çeşitli müzeler, sergi sarayları, galeriler ve sahneler mevcuttur. Finlandiya ve diğer Kuzey ülkelerinin en çok abonesi olduğu gazete - Helsingin Sanomat günlük olarak Helsinki'de basılıyor.
Helsinki'de 190 ilkokul, 41 ortaokul ve 15 meslek enstitüsü bulunmaktadır. 41 ortaokulunun yarısı özel veya devlete, diğer yarısı ise belediyelere aittir. Helsinki'de ayrıca altı üniversite ve dört politeknik okulu bulunmaktadır.
Helsinki'nin en bilinen üniversiteleri Helsinki Üniversitesi, Aalto Üniversitesi, Hanken Ekonomi Okulu ve Helsinki Sanat Üniversitesi'dir.
Helsinki'nin uzun bir spor geleneği bulunmaktadır. 1952 Yaz Olimpiyatları sırasında ilk uluslararası tanınmışlığını kazanan kent, 1983 ve 2005'te Dünya Atletizm Şampiyonası ve 1971, 1994 ve 2012'de Avrupa Atletizm Şampiyonası'na ev sahipliği yaptı.
Helsinki'nin Finlandiya'nın en büyük ve en başarılı futbol takımı olan HJK Helsinki ile 7 yerel şampiyonluğa sahip yerel rakibi IFK Helsingfors olmak üzere iki futbol takımı bulunmaktadır. İki takım arasındaki maçlar genellikle Stadin derbisi olarak bilinir. Buz hokeyi de birçok Helsinki sakini arasında popüler olup, IFK Helsingfors (HIFK) veya Jokerit takımları bulunmaktadır.
Helsinki Ana Demiryolu İstasyonu, Finlandiya'nın ana demiryolu istasyonudur. Helsinki'den ülkenin tüm büyük şehirlerine trenle ulaşılabilmektedir ve Sankt Petersburg ve Moskova'ya Allegro hızlı tren hizmeti bulunmaktadır. Helsinki, 11 milyon yolcu ile Avrupa'nın ikinci en işlek yolcu limanıdır ve başta Tallinn, Mariehamn, Stockholm olmak üzere gemi seferleri bulunmaktadır. Helsinki'de Helsinki-Malmi Havalimanı ile Vantaa'da bulunan Helsinki-Vantaa Havalimanı olmak üzere iki havalimanı bulunmaktadır.
Kehä I, Kehä II ve Kehä III çevreyolları Büyük Helsinki bölgesini çevrelemektedir.
Büyük Helsinki bölgesinde, toplu taşıma Helsinki Bölgesel Ulaştırma idaresi tarafından yönetilmektedir. Helsinki'deki toplu taşıma sistemi tramvay, banliyö treni, metro, otobüs hatları, iki feribot hattı ve bir halka açık bisiklet sisteminden oluşur.
Dublin
Dublin (İrlandaca: "Baile Átha Cliath", "Áth Cliath" ya da "Dubh Linn" diye de bilinir) İrlanda’nın başkenti ve aynı zamanda en büyük şehri. Ülkenin doğu kıyısının ortasında, Liffey Nehri'nin ağzında, Dublin Kontluğu'nun merkezinde yer almaktadır. Viking yerleşimlerinin merkezi olarak kurulan şehir, Orta Çağ’dan beri İrlanda’nın başkentidir.
Dublin şehri dendiği zaman aslında Dublin Konseyi'ne bağlı bölge kastedilse de, halk arasında Dublin’den çevre bölgelerden bazılarını, (Dun Laoghaire, Fingal ve Güney Dublin gibi), kapsayacak şekilde de bahsedilmektedir. Bu bölgeye bazen Dublin metropolü ya da Dublin kenti de denmektedir.
BBC’nin 2003 yılında, Avrupa genelinde 112 kent ve kırsal kesimden, 11.200 kişiye uyguladığı bir ankette, Dublin, Avrupa’nın yaşanacak en iyi başkenti, İrlanda ise Avrupa’nın en mutlu ülkesi seçilmiştir.
Dublin, yılda dört milyonun üzerinde ziyaretçisiyle, Paris ve Londra’dan sonra Avrupa’da en çok ziyaret edilen başkenttir.
Dublin ismi, İrlandaca'da "siyah havuz" anlamına gelen "Dubh Linn" kelimesinden gelmektedir. Tarihsel olarak, İrlandaca'da yazımında "bh"’deki "b"’nin üzerinde "Duḃ Linn" ya da "Duḃlinn", şeklinde bir nokta bulunmaktadır. Fransızca konuşan Anglo-Norman’lar noktayı kaldırmışlar ve ismi "Develyn" ya da "Dublin" olarak yazmışlardır.
Bazı kaynaklarda "Dublin" isminin İskandinavya kökenli olduğuna dair de düşünceler bulunmaktadır. Yine de "Dubh Linn" ismi Viking’lerin İrlanda’ya gelmelerinden öncesine dayanır ve Eski Nors dilinde ve modern İzlandaca’da kısaca "Dubh Linn" kelimelerinin Eski Nors diliymiş gibi yazılmasıdır, yani "Dyflinn" (okunuşu "Düv-linn" şeklindedir, 'y' harfi Norveççe, İsveççe, Eski Nors dili gibi dillerde, ‘ü’ olarak okunurken İzlandaca'da yazılış aynı kalmış olsa da okunuşu /i/ sesini almıştır).
Modern İrlanda dilinde şehrin yaygın ismi "Baile Átha Cliath"tır. Bu isim, Türkçe’ye yaklaşık olarak “Sazlık engellerinin sığ olduğu yerdeki yerleşim yeri” şeklinde çevirilebilir. Bu kelimeyle 988 yılında II. Mael Sechnaill tarafından kurulan, Dubh Linn kasabası ve Siyah Göl ile birleşen yerleşim yeri kastedilmektedir.
Yunan astronom ve kartograf Ptolemy’nin yazıları Dublin ile ilgili en eski kaynaklardandır. M.S. 140 civarında "Eblana Civitas" adlı bir yerleşim yerinden bahsetmektedir. 'Dubh Linn'in yerleşim yeri olarak tarihi M.Ö. 1. yüzyıla kadar gitmektedir. Sonraları burada bir manastır inşa edilmiştir. Ama kasaba olarak 841 yılında Norse’lar tarafından kurulmuştur. 'Baile Átha Cliath' ya da kısaca 'Áth Cliath' 988 yılında kuruldu ve bir süre sonra bu iki kasaba birleşti.
Bugünkü şehir birinin İngilizceleştirilmiş ismini, diğerinin de özgün Galce ismini almıştır. Normanların İrlanda’yı işgalinden sonra Dublin başkent oldu ve iktidar, bağımsızlıklarına dek Dublin kalesinde toplandı. 14. yüzyıldan 16. yüzyılın sonlarına kadar Dublin ve çevresi (Pale, yani sınır, mıntıka olarak bilinir), İrlanda’nın hükümet kontrolündeki en büyük alanını oluşturmaktaydı.
17. yüzyıldan itibaren, "Geniş Caddeler Komisyonu"’nun da desteğiyle, şehir hızla büyüdü. Kralları I. ve IV. George’lar arasındaki dönemde (yani Georgian dönemi), bir süre Londra’dan sonra Britanya İmparatorluğu’nun ikinci şehri konumundaydı. Dublin’in en ilgi çekici mimarisinin büyük bir bölümü bu dönemden kalmadır.
19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında, Cumhuriyetçi devrimcilerin Birleşik Krallıka karşı başlattıkları ayaklanmalar, 24 Nisan 1916'daki Postane Baskını ile harekat boyutuna ulaştı, ama 24-30 Nisan arasında süren Paskalya Ayaklanması, devrimcilerin teslim olmasıyla son buldu. Bu süreçte ön plana çıkan Michael Collins ayaklanmalar süresince kullandığı taktiklerle şehir içi gerilla savaşının ilk örneklerini sergiledi. Bu ayaklanmalar başkenti istikrarsız bir sürece soktu. "İngiliz-İrlanda savaşı" ile "İrlanda iç savaşı" kenti yıkıma uğrattı. Şehrin en güzel binaları bu savaşlar sırasında yıkıldı. İrlanda Bağımsız Eyaleti binaların çoğunu yeniden inşa etti. Parlamentoyu Leinster Sarayı’na taşıdı ama yeniden düzenlemek gibi büyük bir işe kalkışmadı.
"Acil durum" diye adlandırılan, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, Dublin "zaman-dışı" bir başkent olarak kaldı: modernleşme yavaş
gerçekleşiyordu ama sonunda 1960’larda değişim hızlanmaya başladı. Son yıllarda, yerleşim, ulaşım ve iş alanında yapılan özel ve devlet girişimleriyle, Dublin’in alt yapısı oldukça değişti. Bazı ünlü sokak köşeleri hala gelişim ve değişimden önce orada bulunan bar veya dükkânın ismiyle anılmaktadır.
12. yüzyılda başlayan İngiliz kontrolünden itibaren şehir İrlanda adasının başkentliğini yapmıştır. Bağlı olduğu hükümetler şunlardır:
1922'de İrlanda’nı |
n bölünmesinden itibaren, İrlanda Bağımsız Eyaleti’nin başkenti olmaya devam etti (1922-1937) ve şu anda İrlanda’nın başkentidir. (Bu hükümetlerin çoğu İngiliz hükümetiyle aynı zamanda ve genellikle rekabet içinde var olmuşlardır.)
Dublin Avrupa’nın en önemli kültürel merkezlerinden biri ve Jonathan Swift, Maeve Binchy, Bram Stoker, Oscar Wilde, William Butler Yeats, James Joyce, J.M. Synge, George Bernard Shaw, Seán O'Casey, Samuel Beckett, Brendan Behan ve Roddy Doyle gibi, birçok ünlü yazarın çıktığı bir şehirdir. Burayla ilgili en ünlü eserlerden biri James Joyce’un "Dublinliler" başlıklı öykü kitabıdır. Bu eserinde, Joyce 20. yüzyılın başlarında şehirdeki yerli halkı ve yaşananları tiplemelerle anlatır. Ayrıca yine Joyce’un "Ulysses", romanı Dublin’de geçmekte ve kentin topografik detaylarını içermektedir.
İrlanda Ulusal Basım Müzesi, "Modern Sanat Müzesi", Ulusal Galerisi, "Ulusal Kütüphanesi" ve Ulusal Müzesi’nin üç merkezi; ayrıca "Hugh Lane Belediye Galerisi" ve Chester Beatty Kütüphanesi Dublin’de bulunmaktadır.
Şehrin merkezinde, "Şehir Sanat Merkezi", Dört Galeri, "Douglas Hyde Galerisi", Proje Sanat Merkezi ve "İber Kraliyet Akademisi" gibi, birçok galeri ve sanat merkezi vardır.
Temple Bar, özellikle haftasonları, Birleşik Krallık’tan ve başka birçok yerden turist çeken popüler bir gece hayatı mekanıdır.
Şehir Dünya'nın en genç nüfusuna sahip yerlerden biridir. Yaklaşık olarak %50’si 25 yaş altındadır.
1990'ların başlarına kadar İrlanda daha çok dışarı göç verse de, şu anda Dublin'de özellikle Çin, Polonya, Filipinler, Birleşik Krallık, Nijerya, Litvanya ve Romanya'dan çok sayıda göçmen bulunmaktadır. Ayrıca AB üyesi olmayan ülkelerden, Avustralya, Yeni Zelanda ve Rusya'dan da yoğun göç almaktadır. Buna ek olarak geçtiğimiz on yıl içinde ülke dışına göç eden İrlandalılar da geri dönüp tekrar ülkeye yerleşmişlerdir.
Dublin, üç üniversitesi ve birçok diğer yüksek öğrenim kurumuyla, İrlanda’nın birincil eğitim merkezidir. Şehirde 20 adet "üçüncü-seviye" (bir çeşit devamlı, yüksek öğrenim) enstitü ve kolej bulunmaktadır. Dublin Üniversitesi, 16. yüzyıla uzanan tarihiyle İrlanda’nın en eski üniversitesidir. Bir tek koleji vardır, Trinity Koleji, ve Kraliyet onayıyla, I. Elizabeth döneminde kurulmuştur. Kolej Katoliklerin özgürleşmesine kadar Roma Katoliklerine kapalı kalmıştır. Daha sonra ise 1970’e kadar Roma Katoliklerinin katılımı, Katolik hiyerarşisi tarafından, yasaklanmıştır. Ulusal İrlanda Üniversitesi’nin Dublin’de Dublin Koleji ile paylaştığı bir kürsüsü bulunmaktadır. Aslında şehrin sınırlarının biraz dışında olan, Dun Laoghaire’de bulunan, Dublin Koleji, İrlanda’daki en büyük üniversitedir. Dublin Şehir Üniversitesi en yakın zamanda kurulmuş olan kurumdur ve özellikle işletme, mühendislik ve endüstriyle alakalı fen alanlarında ön plana çıkmaktadır. İrlanda Cerrahlar Kraliyet Koleji, Ulusal İrlanda Üniversitesi’ne bağlı bir tıp kolejidir ve şehir merkezindeki St. Stephen’s Green parkı içindedir. Ulusal İrlanda Üniversitesi, Maynooth da Ulusal İrlanda Üniversitesi’ne bağlıdır ve şehrin merkezine yaklaşık 25km uzaklıkta olan Kildare ilçesine bağlıdır.
Dublin Teknoloji Enstitüsü modern bir teknik kolej olup ülkenin en büyük, üniversite olmayan, üçüncü-seviye eğitim kurumudur. Teknik konularda uzmanlaşmış olsa da birçok sanat ve insan bilimleri dersleri de verilmektedir. Dublin’in kent dışı yerleşimlerinden Tallaght ve Blanchardstown’da teknoloji enstitüleri bulunmaktadır: Tallaght Teknoloji Enstitüsü ve Blanchardstown Teknoloji Enstitüsü.
Ulusal Sanat ve Tasarım Koleji ve Dun Laoghaire Sanat, Tasarım ve Teknoloji Enstitüsü sanat, tasarım ve medya teknolojisi alanlarında eğitim vermektedir.
Bunların dışında ayrıca birçok küçük uzmanlık kolejleri ve özel kurumlar da bulunmaktadır. Örneğin, The Gaiety Oyunculuk Okulu’nda hem iki yıllık yoğun oyunculuk kursu, hem de Dublin Şehir Üniversitesi ve Dublin İşletme Okulu ile ortak, üç yıllık lisans programı bulunmaktadır. Aungier caddesinde bulunan, bu okul aynı zamanda ülkedeki en büyük, bağımsız, üçüncü-seviye kurumudur.
Geleneksel olarak Dublin’de Liffey nehrinin ayırdığı bir kuzey-güney ayrımı bulunmaktadır. Bazıları kuzey yakasını işçi sınıfı ve güney yakasını da orta ve yüksek sınıf olarak görmektedir. Dublin posta sisteminde kuzeye tek numaralar, "Phibsboro - Dublin 7" gibi, güneye ise çift numaralar, "Sandymount - Dublin 4" gibi, ayrılmıştır. Yalnızca nehrin bankı boyunca geçen bölge "Dublin 8" olarak bu kural dışında kalmaktadır.
Bu ayrım yüzyıllar öncesine dayanmaktadır. Mesela Kildare Kontu evini, o zamanlar çok da kabul görmeyen, güney yakasına inşa ettirmiştir. Bunu neden yaptığını soranları, “Ben nereye gitsem moda beni takip eder” diyerek yanıtlamıştır. Kısa süre içinde de bu bölgeye birçok başka asilzade yerleşmiştir.
Kuzey-güney ayrımı Dublin alt-kültürlerinin stereotiplerinde kendini göstermektedir. Üst sınıf üyeleri, güneydeki "Dublin 4", yani "Ross O'Carroll-Kelly"’e özgü aksan ve tavırlarla nitelenirken işçi sınıfına ait kişiler Dublin şehir-içi mahallelerine özgü aksan ve tavırlarla ön plana çıkmaktadır. Elbette böyle bir sınıflandırma kesin ve sonlandırıcı değildir.
Dublin’in ekonomik ve toplumsal gruplarının, "güneyliler zengin, ukala ve serbesttir - kuzeyliler fakir, endüstriyel ve sıradandır" şeklinde, basite indirgenmesi, elbette gerçek hayatta, sadece birkaç örnek dışında, geçerli değildir. Örneğin, İrlanda Cumhurbaşkanı'nın evi, Áras an Uachtaráin, posta kodu Dublin 8 olarak güney yakasındaymış gibi görünse de, aslında kuzey yakasındadır. Buna ek olarak, Dublin’in, Tallaght, Dolphin's Barn, Crumlin, Inchicore, Ringsend, Irishtown, Clondalkin ve Ballyfermot gibi, bazı işçi sınıfı mahalleleri nehrin güneyindeyken Castleknock, Clontarf, Glasnevin, Howth, Malahide, Portmarnock ve Sutton gibi zengin semtleri kuzeyinde bulunmaktadır. Kuzeyde bulunan Smithfield, Uluslararası Finans Servisi Merkezi ve Spencer limanı da varlıklı bağlantılarıyla bilinir.
Son birkaç yıldır kuzey-güney ayrımının oldukça yumuşadığı söylenebilir. Bunun öncelikli nedeni olarak İrlanda’daki ekonomik şartların iyileşmesi ve Kelt Kaplanı ekonomik hareketinin çıkışı kabul edilebilir. Dublin de buna bağlı olarak Avrupa’nın en zengin kentlerinden biri haline geldi.
Dublin’deki ekonomik bölünme kuzey-güneye ek olarak doğu-batı şeklinde de görülmektedir. Doğu genellike batıdan daha zengindir. Doğudaki kıyı semtleriyle, ki buna kuzeydekiler de dahildir, batıdaki yeni yapılanan semtler arasında belirgin sosyal farklılıklar bulunmaktadır.
2006 yılında "The Economist" dergisi "Haber Alma" bölümü Dublin'i Dünya'nın en pahalı 16. şehri ilan etmiştir. Ayrıca, Mercer firması Dünya genelindeki hayat standartları kalitesi anketinde, kenti 24. en yüksek yaşam kalitesine sahip şehir ilan etmiştir.
İrlanda’nın hemen hemen her spor kulübünün merkezi Dublin’de bulunmaktadır. 82.500 kişilik kapasitesiyle, Drumcondra yakınlarındaki, Croke Parkı Gal Atletik Birliği’nin ("Gaelic Athletic Association") merkezidir ve yaz aylarında, Aziz Patrick gününde ve "Uluslararası Futbol Günleri"nde dönüşümlü olarak Gal futbolu ile Hurling oyunlarına ev sahipliği yapar. "Dublin Gal Futbolu" takımı lig maçlarını Parnell Parkı’nda oynar.
Lansdowne, Dublin ise 48.000 kişilik kapasitesiyle İrlanda Futbol ve Rugby Birliği’nin stadyumudur. İrlanda millî futbol takımı’nın kendi sahasındaki maçları burada oynanmaktadır. 2006 yılında yıkılması ve yerine 50.000 kişilik kapasitesi olan yeni bir stadyum yapılması planlanmaktadır.
2007 yılında Gal Atletik Birliği tarafından verilen izin neticesinde Croke Park'da ilk Rugby (İrlanda - İngiltere) ve Futbol (İrlanda - Slovakya) maçları yapılmıştır.
Phibsboro’daki Dalymount Parkı, İrlanda futbolunun geleneksel merkezidir ama günümüzde sadece yerel kulüplerden Bohemian FK maçları için kullanılmaktadır. Rivals Shelbourne FK, Drumcondra’daki Tolka Parkı’nda oynamaktadır. St Patrick's Athletic ise maçlarına şehrin güneybatı ucundaki Inchicore’daki Richmond Parkı’nda çıkmaktadır. İrlanda’nın en başarılı kulübü, Shamrock Rovers, aslında Milltown’dan gelmektedir ama son yirmi yıldır kendine yeni bir ev aramaktadır. 2006 yılında Tallaght’ta yeni stadyumlarının tamamlanmasını beklemektedir. Bunların dışındaki diğer büyük futbol kulüpleri Belfield’daki, Dublin Koleji Futbol Kulübü ve daha önceden "Home Farm" olarak bilinen ama artık varolmayan "Dublin Şehri Futbol Kulübü"’dür.
Blanchardstown’daki Ulusal Su Sporları Merkezi, İrlanda’da açılan ilk "Spor Kampüsü"’dür. Dublin ve civarında birkaç yarış pisti de bulunmaktadır. Shelbourne Parkı’nda Greyhound tazı yarışları ve Leopardstown’ta at yarışları yapılmaktadır. Dünyaca ünlü "Dublin At Gösterileri", Kraliyet Dublin Derneği tarafından, Ballsbridge’de düzenlenmektedir ve 1982 yılında, "Gösteri Amaçlı Atlamalar Dünya Şampiyonası"’na ev sahipliği yapmıştır.
Bunlara ek olarak ayrıca basketbol, Gal Hentbolü, Çim hokeyi ve atletizm de yaygındır. Santry’deki, Morton Stadyumu’nda, 2003 yılı Engelli Olimpiyatları düzenlenmiştir.
Dublin Maratonu 1980 yılından beri düzenli olarak koşulmaktadır.
Dublin’de hareketli bir gece hayatı vardır. Liffey nehrinin güneyinde bulunan ve İrlanda dışında da tanınan Temple Bar, gece hayatının en hareketli yerlerinden biridir. Özellikle kadın ve erkeklere yönelik ‘"bekarlığa veda partileri"’ ile tanınır ve turistler tarafından ziyaret edilen öncelikli yerlerdendir. Ama bu nedenlerden dolayı Dublin’in yerli halkı tarafından çok tercih edilmemektedir. Temple Bar aslında Dublin’in kültürel bölgesinin yeniden yapılandırılmasıyla ön plana çıkmıştır. Günümüzde sokak performansları, davulcuları, ufak ve iç içe müzik mekanlarıyla bu ruhunu az da olsa korumaktadır. "Stephen's Green" etrafındaki bölge, özellikle Harcourt, Camden, Wexford ve Leeson caddeleri, en popüler gece kulüplerinden bazılarına ve İrlanda’ya özgü barlara ev sahipliği yapmaktadır.
Şehir merkezinde birkaç tane tiyatro bulunmaktadır. Bunlardan en büyükleri Abbey Tiyatrosu, Gate Tiyatrosu, Olympia Tiyatrosu ve Gaiety Ti |
yatrosu’dur. Bu tiyatrolarda oyunlara ek olarak, akşamları ayrıca canlı müzik, dans ve filmlere de yer verilmektedir. En büyük tiyatro, Glasnevin’de bulunan, Dublin Şehir Üniversitesi’nin The Helix’teki, "Mahony salonu"dur.
Şehir merkezinde iki büyük sinema bulunur: Liffey’nin kuzeyindeki, Savoy sineması ve Cineworld. Yine Temple Bar’da bulunan İrlanda Film Enstitüsü’nde ve d'Olier caddesindeki Screen sinemasında alternatif ve özel ilgi alanlarına yönelik filmler gösterilmektedir. Şehrin diğer semtlerinde de birçok sinema salonu bulunmaktadır.
Dublin denize konumundan dolayı ılıman bir iklime sahiptir. Kışları yumuşak, yazları serin geçer ve aşırı soğuk ya da sıcak yaşamaz. Genelde düşünülenin aksine Dublin, batı İrlanda gibi, yoğun yağış almamaktadır. Batı İrlanda’nın yağış oranı genelde başkentin iki katıdır. Londra ile karşılaştırıldığında ortalamada Dublin’de daha az yağışlı gün görülür. Ocak ayındaki ortalama en yüksek sıcaklığı 8 °C (46 °F), Temmuz ayında ise 20 °C (68 °F)’dir. Ortalama en güneşli ayları, günde altı saate kadar uzanan, Mayıs ve Haziran’dır ama günler yine de daha uzun geçer. Ortalamada en yağışlı ayları ise, 74mm (2.9 inç) ile, Aralık ve Ağustos’tur. En kuru ay, 45 mm (1.7 inç) ile, Nisan’dır. Yıllık toplam ortalama yağış oranı (bütün yağış türleri dahil) 762 mm (29.5 inç)’tir ve Sidney, New York kenti ve Dallas’tan bile daha azdır. Dublin, yüksek enlemi nedeniyle, uzun yaz günlerine (yaklaşık 19 saat gün ışığı) ve kısa kış günlerine (dokuz saate kadar düşebilmektedir) sahiptir. İrlanda’nın geri kalanında da olduğu gibi, hortum, kasırga, deprem ve tsunami benzeri, doğal afetler açısından oldukça korunaklıdır.
Atlantik fırtına sistemlerinden gelen güçlü rüzgarlar, İrlanda’nın diğer bölgelerindeki kadar olmasa da, Dublin’i etkileyebilmektedir. Şiddetli rüzgarlara daha çok kış ortası rastlanmaktadır ama özellikle, Ekim ve Şubat ayları dahil olmak üzere, her an oluşabilirler. Son dönemlerin en kuvvetli fırtınası 24 Aralık 1997’de, Casement Aerodrome’da, 151 km/s (94 mil/s) olarak kaydedilmiştir.
Dublin’i çevredeki bölgelerden birkaç derece daha sıcak yapan bir "mikroiklimi" vardır. Ayrıca şehrin merkeziyle eteklerinde ufak bir ısı farkı da bulunmaktadır. Şehrin merkezi daha yoğun yapılanmış olduğu için biraz daha sıcaktır. Yine şehrin merkezi ile 12 kilometre kuzeyindeki havaalanı arasında da ısı farkı bulunmaktadır.
Ilıman bir iklime sahip olan şehrin kayda geçen en düşük sıcaklığı -12 °C (10.4 °F), en yüksek sıcaklığı ise 31 °C (88 °F)’dir. Kışın sık görülen yağış şekli yağmurdur. Kasım ve Nisan ayları arasında kar yağışı da görülse de karın yerde kalma süresi çok kısadır (ortalama, sadece 4-5 gün kadar). Dolu kardan daha sık görülmektedir ve özellikle kış ve bahar aylarında rastlanır. Genelde yaz aylarına denk gelen gök gürültüsü ve yıldırım da oldukça nadir görülür. Tipik olarak en soğuk aylar Aralık, Ocak ve Şubat’tır, ama son yıllarda yaz sıcaklıkları ortalamanın üstünde bir çizgi seyretmektedir, ör. Temmuz 2006’da 31 °C (88 °F) olan sıcaklık, en yüksek ortalamanın 11 °C üstündedir.
Son yıllardaki uyuşturucu madde ve çete bağlantılı cinayetlere rağmen Dublin, diğer birçok Avrupa başkentinden daha güvenlidir. Fakat, birçok sosyoloğa göre bunun nedeni Dublin’li yerli halkın genelde yerel suçlardan güvenlik güçlerine bahsetmemeleridir. Sonuç olarak asıl suç oranı kayıtlarda geçenlerden daha yüksektir. An Garda Síochána’nın (İrlanda Polisi-Gardai olarak da bilinir), 2001-2005 yılları resmi kayıtlarına göre, metropol’daki toplam suç oranı ülkenin en yükseğidir. Şehrin iç kısımlarından bazılarında toplam suç oranı İrlanda’daki diğer kentlere göre üç-dört kat daha fazladır. 1980 ve 90’larda, şehrin içinde ve eteklerinde yaşayan işçi sınıfı bölgelerinde ciddi bir eroin problemi yaşanmıştır. Bunu takiben oldukça yoğun uyuşturucu madde karşıtı çalışmalar düzenlenmştir.
Kent, Dublin Şehir Konseyi (eski adıyla "Dublin Meclisi") tarafından idare edilmektedir ve başkanlığını "Dublin Belediye Başkanı" (Lord) yapmaktadır. Belediye başkanı yıllık olarak seçilir ve sorumluluk süresi boyunca "Dublin Köşkü"’nde yaşar. Dublin Şehir Konseyi iki ana binada konuşlanmıştır. Konsey toplantıları, Dublin belediye binasındaki merkezde gerçekleşir. Eskiden ‘Royal Exchange,’ yani "Kraliyet Ticaret Merkezi", olan bu bina 1850’lerde şehir idaresi tarafından hükümet için devralınmıştır. İdarenin yönetim seviyesindeki memurların çoğu, Wood rıhtımı’ndaki, çok tartışılan “Belediye Ofisleri”nde çalışmaktadır.
Şehir Konseyi tek parlamentodan oluşür ve beş yılda bir, Yerel Seçim Bölgelerinden seçilen 52 üyesi bulunmaktadır. En çok koltuğa sahip parti kimin hangi komitede oturacağına, hangi politikaların uygulanacağına ve kimin Belediye Başkanı olacağına karar verir. Belediye Başkanının liderliğinde, konsey yerleşim yerlerine, trafik yönetimine, planlamaya, atık ve arıtmaya vs. ne kadar para harcanacağına dair bir bütçe hazırlar. Dublin Şehir Yöneticisi ise Şehir Konseyinin aldığı kararları uygulamakla sorumludur.
İrlanda Cumhuriyeti’nin ulusal meclisi, Oireachtas, Cumhurbaşkanlığı ve iki kabineden oluşur, Dáil Éireann (Milletvekilleri Meclisi) ve Seanad Éireann (Senato). Üçü de Dublin’de bulunmaktadır. İrlanda Cumhurbaşkanı, İrlanda Bağımsız Eyaleti Genel Valisi’nin eski evi olan ve şehrin en büyük parkı, Phoenix Parkı’nda bulunan Áras an Uachtaráin’da yaşar. Oireachtas’ın iki kabinesi de, güney yakasındaki önceden dükalık sarayı olan Leinster Sarayı’nda toplanır. İrlanda Bağımsız Eyaleti’nin kurulmasından bu yana, 6 Aralık 1922, bu saray İrlanda parlamentolarının evi olmuştur.
İrlanda hükümeti, “Hükümet Binaları” adlı yapıda konuşlanmıştır. Bu yapı daha once, Buckingham Sarayı’nın Edward devri cephesini yapan mimar, Sör Aston Webb tarafından Kraliyet Bilim Koleji olarak tasarlanarak inşa edilmiştir. 1921 yılında "Güney İrlanda Halk Meclisi" burada toplanmıştır. Leinster Sarayı’na yakınlığından dolayı, İrlanda Bağımsız Eyaleti hükümeti bu binayı, geçici olarak bakanlıklara vermek üzere devralmıştır. Hem bu bina hem de Leinster Sarayı önceden deçici olarak düşünüldülerse de zamanla kalıcı olmuşlardır.
İrlanda Krallığı’nın eski parlamento binası College Green’de bulunmaktadır.
Dublin İrlanda’nın hem iletişim hem de medya merkezidir. Birçok gazete, radyo istasyonu, televizyon kanalı ve telefon şirketinin merkezleri burada bulunmaktadır. “Radio Teilifís Éireann” (RTÉ) İrlanda'nın ulusal resmi yayın organıdır ve ana ofisleri Donnybrook’ta bulunmaktadır. “"Fair City"” kanalın başkentin kurgusal bir mahallesinde ("Carraigstown") geçen bir dizisidir. TV3, "Kanal 6", Kent Kanalı ve "Setanta Spor"’da Dublin’de bulunmaktadır. Posta servislerinin ("An Post") ana altyapısı ve ofisleri ile eski devlet telefon şirketi ("Eircom"), Meteor cep telefonu servisi, Vodafone İrlanda ve O2 İrlanda da Dublin’dedir. Başkent ayrıca The Irish Times ve Irish Independent gibi önemli gazetelere de evsahipliği yapmaktadır.
Dublin, İrlanda ulaşım ağının merkezindedir. Dublin limanı ülkenin en önemli deniz limanıdır. Dublin havaalanı, 2006’daki 21 milyon yolcu kaydıyla adanın en yoğun havaalanıdır. Ayrıca İrlanda’nın diğer havaalanlarına, Avrupa’ya Kuzey Amerika’ya ve Orta Doğu’ya uçuşlarıyla Avrupa’nın da 14. en yoğun havaalanıdır. Merkez tren istasyonu, güney ve kuzeyi birbirine bağlayan, "Heuston" istasyonudur (Ballina, Westport, Galway, Ennis, Limerick, Tralee, Cork ve Waterford hatları). "Connolly istasyonu" Sligo, Wexford ve Belfast’a servis yapmaktadır. Bu iki istasyon son dönemde birbirine, Luas adı verilen, tramvay ile bağlanmıştır. Dublin’in otogarı Busarus da, oldukça yoğundur. Otobüsle adanın her yerine sık otobüs seferleri bulunmaktadır.
Dublin ülkenin karayolları ağının merkezidir. M50 otoyolu (İrlanda’nın en yoğun yolu), bir çeşit çevre yoludur. Şehrin güneyine, batısına ve kuzeyine uzanarak başkentten diğer bölgelere ulaşan en önemli ulusal ana yolları birbirine bağlar. "Lucan köyü" yakınında, Liffey nehrinin üzerinde yükselen iki köprüden oluşan "Batı-Bağlantısı"’nda ücret uygulanmaktadır (€1.90). M50’nin yapılması nerdeyse 20 yıl sürmüştür ve son kısmı Haziran 2005’te açılmıştır. Carrickmines Kalesi yakınlarındaki Orta Çağ harabelerinin yıkılmasıyla ilgili bir davadan dolayı yolun son kısmının tamamlanması gecikmiştir. M50’de şu anda birbirinin aksi yönde giden iki şerit bulunmaktadır ama N4 ve N7 kavşaklarında şeritleri üçe çıkarmak için çalışmalar yapılmaktadır. Ulusal Karayolları Otoritesi ayrıca üçlü kavşaklar inşa ederek otoyolun en yoğun noktalarının kapasitesini arttırmayı amaçlamaktadır. Bu konuda çalışmalar başlamıştır.
Çevre yolunu tamamlamak için “Doğu Geçidi” teklif edildi. Bu projenin ilk yarısı Dublin Liman Tüneli, yakın zamanda tamamlandı ve 20 Aralık 2006’da açıldı. Özellikle ağır taşıtlara yönelik hizmet veren bu tünel hafif araçlara ücretlidir. Şubat 2007’den beri, 5 dingilli araçların, bütün hafta boyunca, 7:00 - 19:00 saatleri arasında, şehir merkezi kordonundan geçmeleri yasaklandı. Sadece gerekli dağıtımlar için özel izni olanlar bu yolları kullanabilmektedirler.
"Liman Tüneli", önceleri ağır araç trafiğine hizmet vermek için iki şeritli olarak tasarlanmış olsa da, daha sonra otoyol standartlarında iki ayrı tünel olarak yapılmış ve genel trafiğe açılmıştır. Ağır araçlardan ücret alınmamaktadır. Tüneller ilk düşünülenden 1 kilometre daha uzun ve civardaki yerleşim yerlerini en az rahatsız edecek şekilde daha derine yapılmış ve gerekli düzenlemelerle bu değişiklikler desteklenmiştir.
Başkent, Dublin Şehir Konseyi tarafından “dış” ve “iç” yörünge şeklinde adlandırılan yollarla çevrelenmiştir. “İç yörünge” yaklaşık olarak, şehrin George devrine ait kısmı olarak bilinen bölgenin kalbi, St. Stephen's Green’den Mountjoy meydanına ve King's Inns’den St Patrick's Katedrali’ne uzanmaktadır. “Dış yörünge,” Dublin’in iki kanalı ("İrlanda’nın Büyük Kanalı" ve "İrlanda Kraliyet Kanalı") ile kuzey ve güney çember yollarının oluşturduğu doğal daireden geçmektedir.
2002 yılında Dublin ve civarında oturan ve çalışanla |
rın yaklaşık % 46’sı işe yürüyerek, bisikletle ya toplu taşımayla gidiyordu. Toplu taşıma sistemi yüzlerce otobüs hattından, beş yerel tren hattından ve iki tramvay hattından oluşmaktadır. Hükümetin Ulaşım 21 adı altında planladığı teşebbüs yüksek kapasiteli iki metro hattı kurmak, batıya giden elektrikli taşımacılığı genişletmek ve oldukça başarılı olan Luas tramvay sistemini geliştirmek için yapılanmıştır. Toplu taşıma sistemine "Dublin Ulaşım Ofisi" bakmaktadır.
Dublin’in toplu taşıma sisteminin büyük bir kısmı, Bus Átha Cliath tarafından işletilen, yaklaşık 200 adet gündüz ve pazartesiden cumartesiye işleyen 24 gece otobüs hattından oluşmaktadır. Gündüz hatlarının 40, 40A, 40B, 40C, 40D numara ve harfli kodlamaları vardır. Gece hatları için numaranın yanına “N” harfi konmaktadır. Bazı turist otobüsleri dışında, Dublin otobüs servisleri bir kişi tarafından işletilir. Gündüz tarifeleri seyahat edilen durak sayısına göre belirlenir. Ücretler bozuk para ile ödenir ve sadece tam para geçerlidir. Fazla para veren yolcuya “para üstü biletleri” verilir. Daha sonra bu biletler O’Connell caddesindeki Dublin Otobüs İşletme ofisinde nakit paraya çevrilebilir. Otobüslerden ve acentelerden farklı paso ve bilet çeşitleri satın alınabilir. Bu biletler otobüse binilince kapının sağındaki makinelerde okutulur. Gece otobüsler seyahat edilen durak sayısına bağlı olmaksızın tek ücret alırlar. Ayrıca bazı ufak otobüs şirketleri de şehire hizmet vermektedir.
Dublin yerel raylı sistem Dublin ve civarına hizmet veren beş hattan oluşmaktadır. Bu trenlerden bazıları Drogheda kasabasına kadar da gitmektedir. Hatlardan biri Dublin körfezi boyunca gider ve Dublin Bölgesi Hızlı Transit ("Dublin Area Rapid Transit"), DART, olarak bilinir. Ülkenin elektrikle çalışan tek demiryollarıdır. Her gün 80.000’in üstünde yolcu DART ile seyahat etmektedir.
DART’ı genişletme planları yapılmaktadır. Şehir merkezinin altından geçen bir tüneli içeren Dublin ara-bağlantı raylı projesi, şehir merkezinden geçen kuzeye ve güneye giden, kuzeybatı ve güneybatı olarak iki ayrı DART hattı yaratacaktır.
2004 yılında iki hatlı bir tramvay ağı olan Luas açıldı ve hizmet verdiği alanlarda sıklıkla kullanılır hale geldi. İki hat arasındaki bağlantı yetersiz olsa da Luas hatlarını geliştirmek üzere, yedi projeli bir plan hazırlandı. Luas’ı günde ortalama 80.000 kişinin kullandığı tahmin ediliyor.
2006’da "Demiryolları Servis Ofisi", Luas’ın yapılmasından sadece bir yıl sonra, beklenenden çok daha önce hedeflenen gelire ulaştığını ilan etti. Luas, ülkede hükümet destekli işleyen tek toplu taşıma sistemidir. Bu açıdan Avrupa’da da az bulunan örneklerden biridir.
İrlanda hükümeti, önümüzdeki 10 yıl içerisinde yaklaşık €34.4 milyara mal olacak olan Ulaşım 21 projesini başlattı. Bu miktarın büyük çoğunluğu Dublin Liman Tüneline, yedi Luas projesine, iki Dublin metro hattına, DART uzantılarına ve bütün servisleri St Stephen's Green’de bir araya getirecek bir yeraltı istasyonuna harcanacaktır. Bir diğer proje de Connolly ve Heuston istasyonlarını St Stephen's Green’de birleştirecek bir ara-bağlantılı raylı tünel sistemidir.
Bu haritada Dublin ve çevresindeki raylı sistem ağının 2015'te gelmesi beklenen nokta gösterilmektedir. Ulaşım 21 tamamlandığında Dublin bölgesindeki bütün toplu taşıma sistemlerinde toplam olarak, yılda yaklaşık 365 milyon, günde de ortalama 1 milyon yolcunun seyahat etmesi beklenmektedir.
Dublin’deki en ünlü endüstri herhalde biracılıktır. Guinness, 1759 yılından beri Dublin’de, "St. James's Gate" semtinde üretilmektedir.
Kelt Kaplanı hareketi yıllarında, yani 90’ların ortalarından sonlarına kadar, birçok ilaç ve bilgi teknolojisi şirketi Dublin ve etrafında ofisler açtı. Microsoft'un Avrupa ve Orta Doğu merkezi, şehrin güneyindeki, Sandyford Endüstri Bölgesindedir. Buna ek olarak Google ve Amazon’un da şehirde şubeleri bulunmaktadır. Intel ve Hewlett-Packard’ın Dublin’in batısında kalan Kildare ilçesindeki bir mahallede (Leixlip) üretim atölyesi vardır. Google, Yahoo! ve PayPal’ın (ve daha birçok şirketin) Avrupa merkezleri Dublin’de konuşlanmıştır. Kent, çok miktardaki yüksek teknoloji endüstri bölgeleri, iş ve finans merkezleriyle uluslararası platformda Avrupa’nın Silikon Vadisi olarak tanınmaktadır.
Dublin İrlanda ekonomisinin merkezidir. 2004 yılında Dublin ve çevresi ülkenin toplam gelirine €69.6 milyar katkıda bulunmuştur. Bu ekonominin yaklaşık %45’ini oluşturmaktadır. Bankacılık, finans ve ticaret şehrin ekonomisinin önemli bir bölümünü oluşturur. "Uluslararası Finans Servisi Merkezi (IFSC)" tek başına yılda €1 trilyonun üzerinde gelir getirmektedir. Ayrıca birçok uluslararası firmanın Dublin’de merkezi bulunmaktadır (Citibank ve Commerzbank gibi). "İrlanda Borsası (ISEQ)", "İnternet Tarafsız Kambiyo (INEX)" ve "İrlanda Yatırım Kambiyosu"’nun da (IEX) merkezi burdadır.
2005 yılında Dublin ve civarındaki bölgede çalışan sayısı yaklaşık 800.000 kişiydi. Bunlardan 600.000’i hizmet sektöründe ve 200.000’i sanayide çalışmaktaydı.
Kelt Kaplanı patlaması inşaat sektöründe de hızlı bir yükselişe neden oldu. Şu anda, özellikle göçmenlerin yoğunlukta olduğu bu sektör, şehrin istihdamında önemli bir yere sahiptir. Dublin Rıhtımı ve Spencer Rıhtımı gibi büyük projelerle önemli bir yeniden yapılanma söz konusudur. "Dublin’e yeni bir kalp" ve benzeri projelerle, şehrin merkezinde bakımsız duran endüstriyel alanlar düzenlenmeye başlanmıştır. Dublin Şehir Konseyi yüksek binalar üzerindeki eski sınırlamalarını yumuşatmıştır. En yüksek bina olan Özgürlük Konağı sadece 59.4 m uzunluktadır, ama şu anda yapımı devam etmekte olan, Heuston Gate binası bittiğinde 117 m uzunlukta (anteniyle 134 m) olacaktır. 120 metrelik Britanya Rıhtım Kulesi ve yine 120 metrelik Gözlem kulesi onaylanmıştır. Gözlem kulesinin yapımına başlanmıştır.
Dublin'e seyahat için İrlanda vizesi gerekmektedir. Bir Avrupa Birliği ülkesi olduğu halde Schengen Antlaşması'na taraf değildir, bu nedenle alınmış bir Schengen vizesi ile İrlanda'ya seyahat edilememektedir. Visa Waiver programı dahilinde Birleşik Krallık vizesi ile İrlanda'ya giriş şartlarını buradan bulabilirsiniz
Dublin'in 4 tane kardeş kenti vardır.
Beyrut
Beyrut (), Lübnan'ın başkentidir. Nüfusu 1,5 milyonun üzerinde olan Beyrut, deniz etkisinden biraz korunan bir körfezin kıyısındadır.
Beyrut'ta tipik bir Akdeniz iklimi görülür. Uzun yıllar Orta Doğu'nun ekonomik, fikrî ve kültürel merkezi olan Beyrut, 1970'lerden sonra başlayan toplumsal ve siyasal karışıklıklar ve bu yüzden patlayan Lübnan İç Savaşı (1975-1991) sonucu bu özelliğini kaybetmiştir.
Beyrut, Osmanlı döneminde planlı bir gelişme göstermişti. 1943'te Lübnan'ın bağımsızlığını kazanmasından sonra gelişigüzel ve hızlı bir büyüme dönemine girmiştir.
İç savaştan önce Beyrut nüfusu içinde Hristiyan ve Müslümanların sayısı hemen hemen eşitti. Şimdi Müslümanlar çoğunlukta. Halkın büyük çoğunluğunu meydana getiren Araplar, Lübnanlıları, Filistinli mültecileri, Suriyelileri ve başka göçmen Arap cemiyetleri de içine alır. En büyük ve tek etnik azınlık Hristiyan Ermenilerdir. Ama Hırıstiyan Araplar gibi iç savaş yüzünden ve sonrasında sayıları göçle azaldı ve azalmaya devam etmektedir.
Beyrut'un doğusunda Hristiyanlar, batısında ise Müslümanlar çoğunluktadır. Eskiden Müslüman topluluğun çoğunluğu Sünni iken 1960'lardan sonra göçler sonucu Şiilerin sayısı giderek artmıştır. Batı Beyrut'un bazı bölümlerinde küçük Dürzi toplulukları da yaşar.
Beyrut, 1950-70 yılları arasında Orta Doğu'nun gözbebeği idi. Lübnan'ın serbest ekonomi ve döviz sistemi, altın esasına dayalı istikrarlı ve konvertibl parası, banka hesaplarının gizliliğini sağlayan kanunları, çekici banka faizleri Beyrut'u Arap zenginlerinin bankacılık merkezi haline getirdi. Ayrıca deniz ve hava yoluyla dünyaya açılması ve yabancı firma ve bankalar içinde Ortadoğu'ya girmek açısından ideal bir üs olan Beyrut, serbest liman bölgesiyle Ortadoğu'nun en büyük antreposu oldu. Şehirdeki Beyrut Amerikan Üniversitesi, Saint Joseph Üniversitesi, Lübnan Üniversitesi ve Beyrut Arap Üniversitesi diğer Arap ülkelerinden pek çok talebeyi Beyrut'a çeken bir faktördü. Ancak 1970'lerden sonra başlayan iç karışıklıklar ve Arap-İsrail Savaşı'ndan sonra Filistin Kurtuluş Örgütünün (FKÖ) karargahını buraya taşıması ve devlet otoritesinin ve düzeninin zayıflaması Beyrut'un cazibesini kaybettirdi. Bu toplumsal ve siyasal karışıklıklar gittikçe artarak 13 Nisan, 1975'de iç savaşa yol açtı. İç savaş Beyrut'un çok ağır maddi hasarına ve can kaybına yolaçtı. Savaş 1991 yılında sona erdiğinde Beyrut bir harabeye dönüşmüştü ve 150.000 Lübnanlı can vermişti. Kentin merkezi onarlımasına ve maddi olarak biraz toparlanmasına rağmen geleceği hala belirsizdir. 12 Temmuz 2006 tarihinde başlayan 2006 İsrail-Lübnan Krizi'nde İsrail’in hava saldırıları sırasında Beyrut kenti, özellikle güney kısmı ağır hasar görmüştür.
Lizbon
2001 yılında 564.477 nüfusa sahip olan Lizbon şehrinin içinde bulunduğu "Lizbon Metropolitan Alanı"nın nüfusu 2005 yılında yaklaşık 2.700.000 civarındadır. Lizbon bölgesi Avrupa Birliği ortalamasının üzerindeki refah düzeyi ile Portekiz’in en zengin bölgesidir.
Avrupa’nın en renkli başkentlerinden birisi olan Lizbon Roma ve İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulmuştur. 1260 yılından beri Portekiz’in başkenti olan şehir 16. yüzyılda Portekiz İmparatorluğu zamanında en ihtişamlı dönemini yaşamıştır.
Neolitik Çağ'da bölgede Avrupa’nın Atlantik kısmında yaşayan İberler yerleşmişti. Şehrin çevresindeki arazide halâ ayakta kalmış Dolmenler ve Menhirler gibi dinî anıtlar bu halk tarafından yapılmıştır. İlk binyılın sonunda bölgeyi işgal eden Keltler İberlerle karışmış ve Keltçe konuşan Cempsi gibi yerel kabileler ortaya çıkmıştır.
São Jorge Kalesi’nin bulunduğu tepenin güney eteklerinde yapılan kazılar sonucunda elde edilen arkeolojik bulgular, M.Ö. 1200 yılından beri şehrin merkezi olan bu bölgede bir Fenike ticaret postasının kurulu olduğunu göstermektedir. Tejo Nehri’nin halicinin oluşturduğu olağanüstü güzelli |
kteki doğal liman, Cornwall ve kalay adalarına (günümüzdeki Scilly Adaları) giden gemilere erzak sağlamak için ideal bir yerleşim yeriydi. Şehrin adının nereden geldiğini araştıran teorilerden birine göre bu yerleşim yerinin adı Fenike dilinde "güvenli liman" anlamına gelen "Allis Ubbo" idi. Kuzeye yolculuk ederken erzak sağlama amacının dışında Fenikelilerin, şehrin İber Yarımadası'nın en geniş nehrinin ağzındaki konumundan yararlanarak daha içerideki kabilelerle değerli metal ticareti yapmaları da olasıdır. Diğer ekonomik yerel ürünler arasında tuz, tuzlanmış balık ve o zamanlardan beri çok ünlü olan Portekiz atları sayılabilir. Kısa süre önce, Orta Çağ’dan kalma Lizbon Katedrali'nin ("Sé de Lisboa") altında, M.Ö. 8. yüzyıldan kalma Fenike kalıntıları ortaya çıkarılmıştır.
Eski Yunanlar Lizbon’a "Olissipo" adını vermiştir. Efsaneye göre Truva’dan ayrılan ve Yunan koalisyonundan kaçarak Atlas Okyanusu’na gelen Odysseus (Ulysseus) Lizbon’u kurmuştur, bu nedenle şehir ismini ondan alır.
Cailleux’nün varsaydığı üzere eğer Odysseus’un tüm yolculukları Atlas Okyanusu’nda geçtiyse, şehri kuzeyden gelerek kurmuş ve sonra da günümüz Cadiz şehri olduğu varsayılan yurdu İthaka’ya ulaşmak için güneydoğu yönünde Cailleux’nün Cabo de São Vicente olduğunu söylediği Malea Burnu’nu geçmeye çalışmıştır. Şehrin Fenikeliler tarafından, bölgeye Eski Yunanların gelmesinden önce kurulduğu düşünülmektedir. Şehrin Yunanca olan adı sonraları halk arasında konuşulan Latincede "Olissipona"‘ya dönüşmüştür.
Pön savaşları zamanında, Hannibal’in yenilgisinden sonra (bu birlikler içinde Conii kabilesinin üyeleri de vardı) Romalılar, Kartaca’yı en değerli topraklarından yani Hispania’dan (İber Yarımadası’nın tamamına Romalılar tarafından bu isim verilmişti) mahrum etmeye karar verdi. Kartacalılar Doğu Hispania’da Afrikalı Scipio'ya yenildikten sonra Batı bölümünün Roma yönetimi altına girmesi Konsül Decimus Junius Brutus tarafından yönetilmiştir. Konsül, Olissipo ile ittifak kurmuş ve şehirden kuzeybatıdaki Kelt kabileleriyle savaşmak için kuvvet gönderilmiştir. Bunun karşılığı olarak Olissipo şehri "Felicitas Julia" adı ile, "Municipium Cives Romanorum" olarak Roma İmparatorluğu'na katılmıştır. Bu şekilde yaklaşık 50 km.lik alan içinde özerk yönetime sahip olan kent vergiden muaf tutulmuş ve kentte oturanlara Romalı yurttaşlarla aynı haklar verilmiştir. Şehir o zamanlar merkezi Emerita Augusta olan ve yeni kurulan Lusitania eyaletinin bir parçasıydı. Sonraki yüzyıllarda Lusitanyalılar sık sık ayaklanmış ve şehre saldırmıştır. Bu nedenle şehir surları inşa edilmiştir.
Augustus döneminde Romalılar şehirde birçok yapı inşa etmişlerdi. Büyük bir Tiyatro, günümüz "Rua da Prata" (Prata sokağı) altındaki hamam, İmparator adına yapılan tapınağın yanı sıra Jüpiter, Diana, Kibele ve Tethys adına tapınaklar, Figueira Plaza’nın altında geniş bir necropolis ve Kale ile şehir merkezi arasında insula adı verilen çok katlı apartman tarzında binalar gibi. Bu kalıntıların büyük çoğunluğu 18. yüzyılın ortasında, Pompeii’nin ortaya çıkarılmasından sonra Roma Arkeolojisi’nin Avrupa’nın üst sınıfı arasında moda olmasıyla günışığına çıkmıştır.
Ekonomik olarak Olissipo garum adı verilen bir çeşit balık sosuyla tanınıyordu. İmparatorluğun seçkin tabakasının büyük değer verdiği bu sos amforalar içinde Roma’ya ve diğer şehirlere gönderiliyordu. Şarap, tuz ve oldukça hızlı olan yöre atları da gönderilen ürünler arasındaydı. Korsanlığın kaldırılması ve teknolojik gelişmeler şehrin refah kazanmasını sağlamıştır. Britannia (özellikle Cornwall) ve Rhine gibi Roma eyaletleriyle olan ticaret büyük gelişme göstermiş ve Hispania’nın içerilerinde yaşayan kabileler Tejo Nehri sayesinde daha ileri bir medeniyet düzeyine kavuşmuşlardır. Şehir Julii ve Cassiae adlı iki aile tarafından hükmedilen oligarşik bir konsey tarafından yönetilmekteydi. Gemilerin kaybolmasına yol açan deniz canavarları ile mücadelede yardımcı olunması gibi istekler kaydedilir ve Emerita’da bulunan vali ile İmparator Tiberius adına iletilirdi. Roma dönemi Lizbon şehrinin en ünlü ismi ilk zamanlardaki diktatör Sulla’ya karşı geniş çaplı bir isyanı yöneten Sertorius idi. Latince konuşan çoğunluğun arasında Yunan tüccar ve köleler de bulunuyordu. İl geniş bir yolla Batı Hispania’daki diğer iki büyük şehire bağlanıyordu. Bunlardan birisi Tarraconensis eyaletindeki Bracara Augusta (günümüz Portekiz’inde Braga şehri) ve diğeri de Lusitania’nın başkenti Emerita Augusta (Günümüz İspanya’sında Mérida şehri) idi.
Dinî anlamda şehirde Roma çoktanrılı kültü egemendi ve özellikle Tıp tanrısı Asclepius ve Ay tanrıçası Kibele ile birlikte yerel bir kertenkele ve yılan tanrısı inanılan başlıca tanrılardı.
Olissipo Batı İmparatorluğu’ndaki birçok büyük şehir gibi Hristiyanlığın yayıldığı merkezlerden birisi olmuştur. İlk piskopos Saint Gens’tir ve günümüzde halâ Lizbon’un tepelerinden biri onun adını taşımaktadır. Vilayet, Toledo krallığı Vizigotlara katılmadan önce Alanlar, Vandallar ve Sueveler tarafından işgal edildi.
Lizbon, yaklaşık 711 yılında Arapların eline geçti. Arapça "el-Uşbuna" (الأشبونة) diye adlandırılan şehir Endülüslüler zamanında gelişip büyüdü. Kuzey Afrika ve Orta Doğu’dan gelen Araplar, inşa ettikleri birçok cami ve evin yanı sıra günümüzde "Cerca Moura" diye adlandırılan yeni şehir surlarını da şehre kazandırmıştır. Şehir nüfusu Hristiyanlar, Müslümanlar ve Yahudilerden oluşuyordu. Müslüman Lizbon’da nüfusun çoğunluğunun anadili olan Arapça resmî dildi. Resmî din İslamdı ve 10. yüzyıla gelindiğinde şehirde yaşayanların çoğunluğu Müslümandı.
Arap etkisi Lizbon’da halâ görülmektedir. Kentteki birçok yerin adı Arapça’dan gelmedir. Örneğin Lizbon’un ayakta kalan en eski mahallesi olan Alfama’nın adı Arapça "el-hamma" ‘dan gelmektedir. Portekizce’de "Lizşboa" diye telaffuz edilen şehrin adı büyük olasılıkla Latince Olissipo’dan değil de doğrudan Arapça adı olan el-Uşbuna’dan gelmektedir. Şehirde oldukça sık rastlanan mozaikler azulejo müslüman tarzındadır ve "azulejo" sözcüğü de Arapça’dan gelmektedir.
1147 yılında "Reconquista" dahilinde Portekiz Kralı I. Afonso önderliğinde Fransız, İngiliz, Alman ve Portekiz şövalyelerinden oluşan bir grup Lizbon’u kuşattı ve şehri Endülüslülerin elinden aldı. Bu sırada, şehirde yaşayan tüm dinlerden insanların bir bölümünün katledildiğine inanılır. Bu tarihten sonra Lizbon tekrar Hristiyanların egemenliğine girmiştir.
Bu olay Lizbon tarihindeki en önemli olaylardan biridir. Arapça, günlük hayattaki önemini yitirerek yerine Portekizce geçmiştir. Çoğunluğu oluşturan Müslüman nüfus Katolik Hristiyanlığa döndürülmüş ve camiler kiliseye çevrilmiştir.
Lizbon belediyesi (Por: "concelho" ) resmî olarak 1179 yılında Portekiz kralının verdiği buyruk (Por: "foral") ile kurulmuş ve 1255 yılından itibaren de Lizbon şehri Portekiz Krallığı içindeki merkezî konumu nedeniyle Portekiz’in başkenti olmuştur.
Orta Çağ’ın son yüzyıllarında oldukça genişleyen şehir hem Kuzey Avrupa hem de Akdeniz şehirleri arasında önemli bir ticaret merkezi hâline gelmiştir.
1290 yılında Portekiz Kralı I. Diniz tarafından Portekiz’in ilk üniversitesi "Estudo Geral" (Genel Öğretim) adı altında Lizbon’da kurulmuştur. Günümüzdeki Coimbra Üniversitesi olan bu okul birkaç kez Coimbra’ya taşınıp geri gelmiş ve 16. yüzyıldan itibaren Coimbra şehrinde kalmıştır. Birkaç yüzyıl sonra 1911 yılında kolejlerin ve "Escola Politécnica" gibi üniversite olmayan yüksek okulların bir araya getirilmesiyle Lizbon kendi üniversitesini kurmuştur. Günümüzde Lizbon’da üç kamu üniversitesi ile bir enstitü vardır: Lizbon Üniversitesi, Lizbon Teknik Üniversitesi, Lizbon Yeni Üniversite ve ISCTE
Coğrafi keşifler döneminde, Vasco de Gama’nın Hindistan’a ulaştığı yolculuk dahil olmak üzere birçok Portekiz gemi seferi 15. ve 16. yüzyıda Lizbon’dan başlamıştır.
Lizbon 16. yüzyılda altın çağını yaşamış, şehir Avrupa’nın Uzak Doğu ile yaptığı ticaretin merkezi konumuna gelmiştir. Ayrıca Brezilya’dan gelen önemli miktarda altın şehre giriş yapmıştır.
1640 yılında tekrar bağımsız olmak için başlayan ayaklanma ilk olarak Lizbon’da alevlenmiştir.
26 Ocak 1531'de il binlerce kişinin ölümüne neden olan bir deprem geçirdi.
1 Kasım 1755 tarihinde Lizbon bir başka deprem ile hemen hemen tamamen yok oldu. 60.000 ila 90.000 insanın öldüğü bu depremde şehrin yaklaşık yüzde seksen beşi yıkıldı. Bu felaketten hemen sonra Voltaire "Poême sur le désastre de Lisbonne" (Lizbon felaketi üzerine şiir) adında uzun bir şiir yazmış ve "Candide" adlı 1759 tarihli romanında da bu depremden sözetmiştir. Oliver Wendell Holmes, Sr. da 1857 yılında yazdığı "The Deacon's Masterpiece, or The Wonderful One-Hoss Shay" (Diyakoz’un Şaheseri ya da Harika Tek Atlı Gezinti Arabası) adlı şiirinde bu depremden bahseder.
1755 Depremi’nden sonra şehir Marquês de Pombal’ın planlarına göre yeniden yapılandırılmıştır. Bu nedenle şehrin aşağı bölümüne "Baixa Pombalina" denir. Pombal Markisi Orta Çağ şehrini yeniden kurmak yerine depremden kalan yıkıntıları tamamen ortadan kaldırarak yerine, zamanın şehircilik kurallarına uygun yeni bir şehir kurmayı tercih etmiştir.
19. yüzyılın ilk yıllarında Portekiz’in Napolyon Bonapart’ın birlikleri tarafından işgal edilmesi üzerine Portekiz Kralı VI. João geçici olarak Brezilya’ya kaçtı. İşgalciler şehri yağmaladı. Portekiz liberal ayaklanmalarının merkezi hâline gelen şehirde "café" ve tiyatro geleneği de başladı. 1879'da bir parkın üzerine yapılan "Avenida da Liberdade" (Bağımsızlık Bulvarı) açıldı.
Lizbon, 5 Ekim 1910'da Portekiz Cumhuriyeti'ni kuran darbeye sahne oldu. Darbe öncesinde de 1908'de Portekiz Kralı I. Carlos yine Lizbon’da öldürüldü. II. Dünya Savaşı sırasında Lizbon Avrupa’nın Atlas Okyanusu’na açılan birkaç tarafsız limanından biriydi. ABD’ye sığınanların ve casusların uğrak noktası hâline gelmişti. 1974'te Portekiz’in "Estado Novo" rejimine son veren kansız askerî darbe Lizbon’da gerçekleşti. 1988'de Chiado’nun tarihî merkezi yakınlarında çıkan yangın, 10 yıl boyunca bölgedeki yaşamı olumsuz etkiledi. 1994 yılında Li |
zbon Avrupa Kültür Başkenti oldu. 1998'de Expo '98 Lizbon’da gerçekleşti. 1998 aynı zamanda Vasco da Gama’nın Hindistan’a yaptığı deniz yolculuğunun 500. yılıydı. 1999 yılında Lizbon’da yapılan AB zirvesinde, AB ekonomisini yeniden yapılandırmayı amaçlayan bir Avrupa Birliği antlaşması olan Lizbon Ajandası imzalandı.
Lizbon Avrupa’nın en sıcak başkentlerinden birisidir. Lizbon'da tipik bir Akdeniz iklimi görülür. İlkbahar ve yaz ayları genellikle güneşlidir. En yüksek sıcaklık 35 ile 40 °C, en düşük sıcaklık 15 ile 20 °C arasındadır. Sonbahar ve kış mevsimleri genellikle yağmurlu ve rüzgârlıdır ancak güneşli günlere de rastlanır. Sıcaklık nadiren 5 °C’nin altına düşer. Bu mevsimlerin ortalama sıcaklığı 10 °C civarındadır. Kar yağışı ise Lizbon'da çok nadir görünen bir yağış şeklidir. Ortalama olarak yılda 3.300 güneşli saat ve 100 yağmurlu gün vardır. Lizbon Gulf Stream’den oldukça etkilenmektedir.
Şehrin nüfusu 564.657 kişi iken metropolitan bölgenin nüfusu 2.760.723 kişidir. Lizbon Metropolitan Bölgesi, Büyük Lizbon ve Setúbal Yarımadası altbölgelerini içerir. Şehir içindeki nüfus yoğunluğu 6.658 kişi/km² dir. Lizbon Avrupa’da en hızlı büyüyen metropolitan alanlardan birisidir ve Birleşmiş Milletler tahminlerine göre 2050 yılında nüfus 4,5 milyon kişiye ulaşacaktır.
Baixa adı verilen şehir merkezi, 2004 yılında UNESCO Dünya Miras Listesi'nde yer almak üzere önerilmiştir. "Baixa", 1755 yılında şehrin büyük kısmını yıkan depremden sonra planlanarak inşa edilmiştir ve meydanlar ile bezenmiş, dik kesişen bir cadde ve sokak ağına sahiptir. "Baixa" ‘nın doğusunda Lizbon’un kurulduğu yedi tepeden birinin üzerinde São Jorge Kalesi ve Lizbon Katedrali yer alır. İlin en eski mahallesi, Tejo Nehri’nin yakınındaki Alfama’dır. Bu mahalle tarih boyunca süregelen depremlerin çoğundan, fazla yara almadan kurtulmuştur.
Diğer görülmeye değer yerler arasında Praça do Comércio (Ticaret Meydanı) ve yakınlarındaki, güzel ön cephesiyle tanınan Nossa Senhora da Conceição Velha Kilisesi, Rossio Meydanı, Restauradores Meydanı, Elevador de Santa Justa (1900’lü yıllarda Baixa ve Bairro Alto’yu birbirine bağlamak için kurulan Neogotik tarzdaki asansör), Jerónimos Manastırı, Belém Kulesi, Padrão dos Descobrimentos (Keşifler Anıtı) ve Carmo Rahibe Manastırı sayılabilir.
Lizbon şehri mimari açıdan çok zengindir. Roma, Gotik, Manuelin, Barok, Geleneksel Portekiz, Modern ve postmodern tarzı yapılar şehrin her yerinde görülebilir. Şehirde aynı zamanda büyük bulvarlar ve bunların üzerinde de çeşitli anıtlar bulunur. Özellikle yukarı kısımda bulunan bu bulvarların arasında Avenida da Liberdade, Avenida Fontes Pereira de Mello, Avenida Almirante Reis ve Avenida da República sayılabilir.
Şehrin önemli müzeleri arasında Museu Nacional de Arte Antiga (Antik Sanat Ulusal Müzesi), Museu dos Azulejos (Portekiz tarzı "Azulejo" Mozaik Müzesi), Museu Calouste Gulbenkian (Calouste Gulbenkian Müzesi, çeşitli antik ve modern sanat eser koleksiyonları mevcuttur), Lisbon Oceanarium (Lizbon Okyanus Müzesi, Avrupa'daki en büyük Okyanus Müzesidir), Centro Cultural de Belém (Kültür Merkezi), Museu Nacional dos Coches (Ulusal At arabası Müzesi, Dünya'daki en geniş kraliyet at arabaları koleksiyonuna sahiptir) ve Museu da Farmácia (Eczacılık Müzesi) sayılabilir.
Lizbon'un opera salonu Teatro Nacional de São Carlos, özellikle sonbahar ve kış sezonunda yoğun gösterilere sahne olur. Diğer önemli tiyatro ve konser salonları arasında Centro Cultural de Belem, Teatro D. Maria ve Gulbenkian Vakfı sayılabilir.
Cristo Rei anıtı, nehrin sol kıyısında Almada’da bulunur. Tüm şehre hâkim bir noktada kolları açık şekilde görülen anıt heykel Rio de Janeiro’daki Corcovado anıt heykeline benzer. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Portekiz’in savaşın yıkımından kurtulmasına şükran amacıyla yapılmıştır.
Lizbon’da doğan bir Hristiyan azizin anısına Haziran ayında, beş gün süren ve caddelerde kutlanan bir festival yapılır. Ömrünü yoksullara adaması nedeniyle Katolik Kilisesi tarafından aziz ilan edilen ve Portekizli zengin bir aileden gelen Padua’lı Aziz Anthony (ya da Santo António) Lizbon’da doğmuştur. Şehrin koruyucu azizi olan Zaragoza’lı Vincent adına düzenlenen bir festival yoktur.
Parque Eduardo VII, şehir merkezinde yer alan en büyük parktır ve Avenida da Liberdade’nin devamında bulunur. Park adını, açılışı sırasında orada bulunan İngiltere Kralı VII. Edward’dan alır. "Estufa Fria" adı verilen kış bahçesinde çok çeşitli bitkiler bulunur.
Lizbon'da her yıl Lisbon Gay ve Lezbiyen Film Festivali düzenlenir.
Lizbon şehrinin ekonomisi, Portekiz’in başkenti olması dolayısıyla daha çok hizmet sektöründe yoğunlaşmıştır. Portekiz’de bulunan birçok çokuluslu şirketin merkezi burada bulunur. Lizbon Metropolitan Alanı ve özellikle Tejo Nehri’nin güney yakası oldukça yoğun sanayileşmiş bir bölgedir.
Lizbon bölgesi Portekiz’in en zengin bölgesidir. Tek başına, Portekiz Gayri Safi Yurtiçi Hasılasının %45’ini üretir. Kişi başına düşen değerlerde de hem Portekiz’in geri kalanından hem de Avrupa Birliği ortalamasından oldukça yukarıda yer alır. Büyük olasılıkla Lizbon bölgesine AB tarafından yapılan gelişme yardımları durdurulacaktır.
Lizbon Borsası Euronext Lizbon; Amsterdam, Brüksel ve Paris borsalarıyla birlikte Avrupa Euronext sisteminin bir parçasını oluşturur. Euronext, 22 Eylül 2000 günü Paris, Brüksel, Lizbon ve Amsterdam Borsalarının birleşmesi ile kurulmuştur.
Lizbon’un kamu ulaşım ağı oldukça geniş ve güvenilirdir. Bu ulaşım ağının ana arteri şehir merkezini yukarı ve doğu mahallelerine bağlayan Lizbon Metrosudur. Genişletme projeleri havaalanını ve kuzey ve batı mahalleleri de içine alacak şekilde ulaşım ağını üçte bir oranında büyütecektir. Yüzyılı aşkın süredir şehrin otobüs, füniküler ve tramvay hizmeti "Companhia de Carris de Ferro de Lisboa" (Carris) tarafından verilmektedir.
Lizbon’da geleneksel hâle gelmiş bir ulaşım yolu da tramvaydır. İlk olarak 19. yüzyılda hizmete alınan tramvaylar ABD’den ithal edildiği için "americanos" diye anılır. Bu ilk tramvaylar günümüzde "Museu da Carris" ‘de (Kamu Ulaşımı Müzesi) görülebilir. (Carris)
Banliyölere giden dört hat bulunur. Cascais, Sintra ve Azambuja hatları ile birlikte 25 Nisan Köprüsü üzerinden Tejo Nehri’ni geçen Setúbal hattı.
Şehir Tejo Nehri’nin karşı kıyısına iki önemli köprü ile bağlanır:
Lizbon, banliyölere ve Portekiz’in geri kalanına oldukça geniş bir otoyol ağı ile bağlıdır. Şehrin etrafında üç adet çevre yolu bulunur: 2ª Circular, CRIL ve CREL.
Dünya üzerindeki hemen her noktaya bağlanan uluslararası Portela Havaalanı Lizbon’da bulunmaktadır.
Şehirde birçok özel ve devlet okulu bulunur. Büyük Lizbon bölgesinde ayrıca Saint Julian's School, Carlucci American International School of Lisbon, St Dominic's School, Deutsche Schule Lissabon ve Lycée Français Charles Lepierre gibi birçok uluslararası okul da bulunmaktadır.
Lizbon’da üç devlet üniversitesi ve bir enstitü bulunur. Bunlar 1911’de kurulan ve Lizbon’un en eski yüksek eğitim kurumu olan Lizbon Üniversitesi, Lizbon Teknik Üniversitesi, Lizbon Yeni Üniversite ve ISCTE'dir. Doğa bilimleri, mühendislik, tıp, hukuk, eğitim, spor bilimleri, mimarlık ve sosyal bilimler üzerine eğitim verilmektedir. Ayrıca Lizbon Politeknik Enstitüsü de şehirde eğitim vermektedir. Başlıca özel yüksek eğitim kurumları arasında Portekiz Katolik Üniversitesi, Lizbon Modern Üniversite, Lusiada Üniversitesi, Lusófona Sosyal Bilimler ve Teknoloji Üniversitesi ve Lizbon Özerk Üniversitesi sayılabilir.
Lizbon’da en popüler spor futboldur. Şehrin başlıca kulüpleri arasında UEFA’nın 5 yıldızlı statlar listesinde bulunan 65.000 kişilik Estádio da Luz (Işık Stadı) ile SL Benfica bulunur. Benfica UEFA Şampiyonlar Ligi’ni iki kez kazanmış ve yedi kere finalde oynamıştır. Kulübün ünlü oyuncuları arasında 1960’larda Eusebio, günümüzde de Rui Costa, Nuno Gomes ve Simão Sabrosa sayılabilir.
Sporting CP, şehrin diğer bir futbol takımıdır. Bu takım da 52.000 kişilik ve yine UEFA’nın 5 yıldızlı statlar listesinde bulunan Estádio José de Alvalade’de (José de Alvalade Stadı) oynamaktadır. Sporting Lizbon bir kez UEFA Kupa Galipleri Kupası’nı kazanmış ve bir kez de UEFA Kupası’nda final oynamıştır.
Her yıl Mart ayında halkın yoğun katılımı olan ve Dünya çapındaki bu tür organizasyonlarda en çok kişinin toplandığı koşulardan olan Yarı Maraton düzenlenir.
Ayrıca, 2006 yılından beri Dakar Rallisi'nin başlangıcı Lizbon'dan yapılmaktadır.
Her büyük şehirde olduğu gibi, Lizbon da birçok uydu kent ile çevrelenmiştir. Lizbon’a her gün çevresindeki yerleşim birimlerinden yaklaşık bir milyon insanın giriş yaptığı tahmin edilmektedir. Gece hayatının en yoğun olduğu yerler Cascais ve Estoril’dir. Sintra’da saraylar ve tarihî yerler bulunur. Lizbon’un etrafındaki diğer belediyeler arasında Amadora, Oeiras, Odivelas, Loures, Vila Franca de Xira ve Tejo Nehri halicinin güney yakasında bulunan Almada, Barreiro ve Seixal sayılabilir.
Tarihi 12. yüzyıla kadar dayanan eski Alfama mahallesi Lizbon’un mücevherlerinden biri sayılır. Mahalle, barındırdığı Arap ve Romalı unsurlar nedeniyle geçmişte yolculuk hissi uyandırır. Mahallenin adı hamam anlamına gelen Arapça "el hamma" sözcüğünden gelmektedir. Oldukça dar ve dik olan sokaklarında hüzünlü melodileriyle geleneksel Portekiz müziği fadonun duyulabileceği birçok lokanta ve bar bulunur. Mahallenin yukarısında hem mahallenin hem de Tejo Nehri’nin tamamı bütün güzelliğiyle gözler önüne serilmektedir.
28 numaralı tramvay hattında yapılan bir gezinti Lizbon’u görmenin yollarından biridir. Yolculuk Rossio yakınındaki Martim Moniz’de başlar, tepelere doğru döne döne çıkarak eski Alfama mahallesine ulaşır, sonra "Basílica da Estrela" ‘dan geçerek aşağıya doğru Avrupa’nın en eski şehir planlama ürünü olan "Baixa" ‘nın caddelerine gelir. Buradan "Bairro Alto" ‘nun alt kısımlarından geçerek son durak olan "Prazeres" ‘e gelinir.
15 numaralı tramvay hattı, Tejo Nehri boyunca batıya doğru tarihî Belém mahallesine ulaşır. Bu mahallede en ilgi çeken yapı Jeronimos Manastırı’dır. İnşas |
ı sırasında her yıl 70 kg. altına mal olmuş, yapımı baharat ticaretiyle finanse edilmiştir. Keşiflerle gelen etkilenmenin Gotik ve Rönesans tarzlarıyla karışmasından oluşan Manuelin dönemi mimarinin tipik bir örneğidir. 1501 yılında başlanan inşaat 70 yılda bitirilmiştir. Mahallede ayrıca ilgi çekici olan "Torre de Belém" (Belém Kulesi) de bulunmaktadır.
"Bairro Alto" (Yukarı Mahalle) Lizbon’un merkezî yerlerinden biridir. Yerleşim, alışveriş ve eğlence bölgesi olarak kullanılır. Günümüzde Portekiz başkentinin gece kalbinin attığı yerdir ve Lizbon gençliğinin uğrak noktasıdır. Lizbon'un Punk, Gay, Metal, Goth, Hip Hop ve Reggae tarzlarındaki barları ve kulüpleri bu mahallede yer alır. Portekiz’in ulusal müziği fado da gece hayatının bir parçasıdır.
"Estação do Oriente" (Doğu İstasyonu) Lizbon’un tren, metro, otobüs ve taksi trafiğinin ana duraklarından birisidir. Cam ve çelikten yapılmış sütunları palmiyeleri andırır ve hem gün ışığında hem de gece aydınlatıldığında yapıyı olağanüstü bir güzelliğe büründürür. Yapı İspanyol mimar Santiago Calatrava tarafından tasarlanmıştır. Alışveriş merkezinden geçtikten sonra, 1998 Dünya Fuarı’nın (Expo 98) yapıldığı "Parque das Nações" (Milletler Parkı) ile karşılaşılır.
Lizbon’daki ulaşım birçok şehirden daha etkileyicidir. Bunun başlıca nedenlerinden birisi şehrin coğrafyasıdır. Yedi tepe üzerine kurulmuş olan Lizbon’da yüzyılı aşkındır kullanılan tramvayların yanı sıra üç adet füniküler de oldukça ilgi çekmektedir. Bunlar "Elevador da Glória", "Elevador da Bica" ve "Elevador da Lavra" ‘dır. İçlerinde en dikkat çekici olanı ise "Bairro Alto" ‘nun hemen aşağısındaki şık mahallelerden geçen "Elevador da Bica" ‘dır. Carris biletleri fünikülerlerde de geçerlidir.
Lizbon belediyesi 4 mahallede (Por.: "Bairro") toplanmış 53 bucaktan (Por.: "freguesia") oluşur.
Lizbon'un toplam 22 tane kardeş şehri var:
Madrid
Madrid, () İspanya'nın başkenti ve Madrid bölgesinin yönetim merkezi. İber Yarımadası'nın orta kesiminde yer alır. Madrid İstanbul, Londra, Berlin ve Paris'ten sonra Avrupa'nın en en kalabalık beşinci şehridir.
Zengin tarihi mirasının yanı sıra canlı bir kültür ve sanat merkezi olarak da önem taşır. Gelişmesi ve ülke ekonomisinde ağırlıklı bir rol kazanması yakın tarihlere rastlar. Metropolitan alanın yüzölçümü 1.020 km² olup nüfusu 4 milyonu aşkındır.
Avrupa'nın en yüksek başkentlerinden biri olan Madrid, Orta Plato'nun dalgalı bir platosunda 635 m yükseklikte yer alır. Yüksek konumu ve hava kütlelerinin etkisine açık olması sebebiyle ani sıcaklık değişiklikleri sık görülür. Yaz ayları boğucu olup sıcaklık bazen 38 °C'ye kadar ulaşır. Yıllık ortalama sıcaklık 2°-24 °C arasında değişir.
Madrid'in idari hizmetleri, bankacılık ve sigortacılığa dayanan ekonomisine, ulaşım ağının merkezi olması ve turizmden kaynaklanan gelirler de önemli katkıda bulunur. II. Dünya Savaşı'ndan sonra sanayi gelişmiş, imalat sektörünün de ağırlığı artmıştır. Başlıca sanayi mamulleri arasında, demiryolu gereçleri ve traktör yapımı, dönüştürme metalurjisi, elektrikli gereçler yapımı, besin sanayii, tekstil, kimya, plastik maddeleri işleme, optik eşya, otomobil ve kamyon motoru yer alır.
Manzanares Irmağı'na bakan kayalık bir çıkıntı üzerinde kurulu Alhazar'ın çevresinde gelişen şehirden 932 tarihli kayıtlarda Arapça "su kanalı" anlamına gelen "Macerit" adıyla bahsedilir. 1083 yılında şehir Müslümanlar'dan Kastilya Krallığı'na geçti. Alhazar'ın 1466'daki depremde yıkılmasından sonra inşa edilen ortaçağ kraliyet sarayı, şehrin gelişmesine yeni bir hız kazandırdı. 1561'de Kral Hıristiyan II. Felipe İspanya'nın merkezinde olduğu için şehri başkent yapmayı uygun buldu. 1759-1788 arasındaki III. Carlos döneminde geniş cadde ve meydanların açılmasıyla planlı bir gelişme başladı. Napolyon Savaşları (1800-1815) sırasında Fransız işgali altına giren Madrid, Joseph Bonaparte'in tahta geçmesinden sonra başlayan millî ayaklanmada öncü bir rol oynadı. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında şehre modern bir görünüm kazandıran planlı bir yapılaşma başladı. İspanya İç Savaşı (1936-1939) sırasında ağır bombardımanlara maruz kalan Madrid büyük bir yıkıma uğradı. Ancak bundan sonra geniş çaplı bir onarım dönemi başladı. Şehrin gelişmesi zamanla çevredeki banliyöleri de içine aldı. 1960'lardaki değişimlerde tarihi mirasa ağır darbeler indirilmekle beraber, sonraki yıllarda tarihi yapıları koruma tedbirleri alındı.
Madrid'in toplam 24 tane kardeş şehri var; bunlar aşağıda listelenmektedir. Ayrıca Fransa'nın Paris şehri ile özel "partner" statüsünü paylaşmaktadır.
Real Madrid CF
Roma
Roma () veya Roma komünü, İtalya'nın, Lazio bölgesinin ve aynı zamanda Roma ilinin başkentidir. Roma hem şehir hem de özel "komün" statüsü taşır. Tiber ve Aniane nehirleri arasında ve Akdeniz'e yakındır. Yaklaşık 2.7 milyon nüfuslu şehirde, Katoliklerin ruhani lideri Papa'nın yaşadığı bağımsız devlet Vatikan da yer almaktadır. Bu sebeple Roma'ya bazı kaynaklar tarafından iki devletin başkenti de denilmektedir.
Roma, İtalya'nın en kalabalık şehri ve 1285.3 km²lik yüzölçümüyle Avrupa'nın en geniş yüzeye yayılmış başkentlerinden biridir. Milano, Napoli, Torino, Bolonya, Palermo, Catania, Floransa, Cenova ve Bari'nin toplamından daha geniş bir yüzölçümüne sahiptir. Roma Büyükşehir'in toplam nüfusu 4 milyondur.
75 milyar avroluk gelirle İtalya'nın toplam millî hasılasının %6.5'ini tek başına kazanır.
2800 yıllık şehir, sırasıyla ve resmi adlarıyla; eski Roma'nın yani Bizans'ın, Roma Krallığı'nın, Roma Cumhuriyeti'nin, Roma İmparatorluğu'nun, Papalık Yönetiminin, İtalya Krallığı'nın ve İtalya Cumhuriyeti'nin merkezi ya da başkenti olmuştur.
Roma 7 tepe üzerinde kuruludur. Bu tepeler :
Università degli Studi Niccolò Cusano ve Roma La Sapienza Üniversitesi Roma'da eğitim veren üniversiteler arasındadır.
Roma'nin şu kentlerle kardeş şehir bağlantıları bulunmaktadır:
Zvishavane
Zvishavane (1982'ye kadar Shabani), Afrika kıtasında bulunan Zimbabve devletinde bir şehirdir.
Şehir ülkenin orta kesiminde Midlands ili içerisinde yer alan bir yerleşim bölgesidir. Şehirde 2013 tahmini verilerine göre 34,666 kişi yaşamaktadır. 2002'de gerçekleştirilen resmi nüfus sayım sonuçlarına göre 35,229 kişi yaşamaktaydı.
Zvishavane ülke genelinde nüfusu azalan bir şehir konumundadır. Şehir başkentin kuş uçuşu 292 km güneyinde bulunmakta olup, Harare'nin yanı sıra Bulawayo ve Mozambik'in başkenti Maputo'ya demiryolu bağlantısı mevcuttur.
Şehrin dış bölgelerinde asbest bulunması ile ekonomik olarak kazanç elde etmeye başlamıştır.
Nühüft
Nühüft (Nuhuft, Farsçadan): Klasik Türk müziğinde bir bileşik makamdır. Yegah makamına, hüseyniaşiran perdesi üzerindeki uşşak dörtlüsünün eklenmesiyle oluşturulmuştur. Az kullanılmış makamlardandır.
Pehlevi alfabesi
Pehlevi alfabesi, İran'da MÖ 2. yüzyıldan, MS 7. yüzyılda İslamiyetin kabulüne değin kullanılan yazı sistemidir.
Arami alfabesinden türetilmiştir ve bilinen üç yerel biçimi vardır:
Georges Brassens
Georges Brassens (22 Ekim 1921, Sète - 29 Ekim 1981, Saint-Gély-du-Fesc), Fransız şarkıcı.
1953 ile 1981 yılları arasında 250 şarkı besteleyip 20 milyon plak sattı. Sadece gitar çalarak söylediği şarkıları aşk ile özgürlüğü övüyor; burjuvalar, papazlar ve geleneklerle alay ediyordu. Döneminin diğer Fransız şarkıcılarınıda etkilemiştir.
Renaud Séchan
Renaud Séchan, (d. 11 Mayıs 1952, Paris) Fransız şarkıcısıdır.
Onu Fransa’da meşhur eden şarkılarında, banliyö argosunu kullanarak, mizahlı bir biçimle sıradan insanların sıradan hayatını anlamıştır.
Üniversite yıllarından sonra oyuncu olmak istemiş ve şansının yardımıyla da Patrick Dewaere ile karşılaşarak onun şirketinde komedi tiyatrosunda oyunlar oynamıştır. Daha sonraları ise aynı zamanda müzikle de uğraşmaya başlamıştır. Müzik kariyerinde birçok başarıya imza atmıştır ve Émile Zola'nın Germinal kitabının çekilen film versiyonunda da başrol almıştır.
Léo Ferré
Léo Ferré (24 Ağustos 1916 - 14 Temmuz 1993), Monakolu şair ve müzisyen.
Ferré’nin parçalarında anarşizm en temel unsur olarak yer alır. Fransız müzik dünyasında önemli bir yere sahiptir. Paris ve çevresinde yayım yapan anarşist bir radyo olan Radio Libertaire’ye yardım etmiştir. Georges Brassens ve Jacques Brel ile birlikte Fransız müziğinin ustalarından biridir.
Mevhibe İnönü
Mevhibe İnönü (d. 22 Eylül 1897, İstanbul - ö. 7 Şubat 1992, Ankara), Türkiye'nin ikinci cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün eşi, Erdal İnönü, Ömer İnönü ve Özden Toker'in annesi.
1897’de İstanbul Süleymaniye'de doğdu. Üç yaşındayken babası veremden öldü, kısa bir süre sonra kardeşi de ölünce annesi ile beraber dedesinin evinde yaşadı. Ortaokula bir yıl devam ettikten sonra ailesinin kararı ile okuldan alındı. 13 Nisan 1916'da Miralay İsmet Bey ile evlendi. 21 gün sonra eşi cepheye gitti.
Mevhibe İnönü’nün evliliğinin ilk yılları eşinden haber beklemekle geçti. İsmet Bey, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra eve dönebildi ve 1919’da ilk bebekleri İzzet doğdu. İsmet Bey, 1920’de evi bırakıp Anadolu’ya geçerek kendini Millî Mücadele’ye adadı. İstanbul’da idama mahkûm bir asinin eşi olarak görülen Mevhibe İnönü, savaş yılları sırasında ailesi ile beraber Malatya’ya göçtü. İlk bebeği İzzet’i(1919-1921) orada kaybetti.
1922’de İzmir’e yerleşen Mevhibe Hanım, 2. Lozan Konferansı’nda Türk heyeti başkanı olan eşi ile beraber Lozan’a gitti, 24 Temmuz 1923’te anlaşmanın imzalanmasından sonra İstanbul’a geri döndü. 1924’te oğlu Ömer (Ömer İnönü) dünyaya geldi. Mevhibe Hanım o yıl, ilk başbakan olarak görev yapmakta olan eşinin yanına giderek Ankara’da Pembe Köşk’e yerleşti. 1926’da oğlu Erdal’ı, (Erdal İnönü), 1930’da kızı Özden’i (Özden Toker) dünyaya getirdi. Eşiyle birlikte pek çok yeri dolaştı. Atina, Moskova ve Roma’da başbakan eşi olarak bulundu.
1938’de İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra Türkiye’nin ikinci cumhurbaşkanı eşi oldu. 11 Kasım 1938-22 Mayıs 1950 yılları arasında Çankaya Köşkü’nün ev sahibeliğini yaptı. 1928’de Yardımseven |
ler Derneği’ni, 1949’da Türk Kadınlar Birliği’ni kurdu. 25 Aralık 1973'te eşi hayatını kaybetti.
20 Temmuz 1991'den beri GATA'da tedavi altında olan Mevhibe İnönü, 7 Şubat 1992’de öldü. Ankara'da Cebeci Asri Mezarlığı'nda yatmaktadır.
Güneş Sistemi'ndeki cisimlerin listesi
Aşağıda Güneş Sistemi'ndeki cisimlerin Güneş'ten uzaklıklarına göre sıralanmış bir listesi bulunmaktadır. Çapı 500 km'den küçük cisimler listeye alınmamıştır.
Güneş Sistemi ayrıca şunları da içermektedir:
Özbekler
Özbekler (Özbekçe: Oʻzbeklar), Batı Türkistan'da Harezm'den Fergana'ya kadar uzanan bölgede yaşayan ve Orta Asya'daki en kalabalık Türk halkıdır.
Özbekistan'da 26 milyon, Afganistan'da 3 milyon, Tacikistan'da 1 milyon Özbek bulunmaktadır. Bundan başka Kırgızistan'da, Kazakistan'da ve Çin'in Sincan Uygur Özerk Bölgesinde (Doğu Türkistan) çok sayıda Özbek vardır. Dünya'da toplam 32 milyon civarı Özbek'in olduğu tahmin edilmektedir.
Özbekler, 13. yüzyıldaki Moğol istilası sonrası Orta Asya kavimlerinin tekrar şekillenmesiyle ortaya çıkmış bir Türk halkıdır. Özbekler'in ataları, Çağatay ulusundan gelmektedir. Timur Devletinin yıkılmasından sonra da Amuderya ve Siriderya arasında kalan Türk boyları, Şeybani Hanlığı çevresinde yeni bir kavim olarak örgütlenmişlerdir.
Aynı zamanda Balkanlar'da Şeybani (Özbek) Hanlığı, Kırım Hanlığı ve Altın Orda Devleti'nin bakiyeleri olan bir grup Özbek yaşamaktadır. (örneğin: Bulgaristan'ın Kırcaali iline bağlı Özbek köyü)
Özbek ismi ise, Altınorda hanı olan Özbek Han'dan gelmektedir.
Özbeklerin en ünlü hanları ise Timur'dur.
Türkiye'de Özbekler cüzi oranda olsa da geçmişten bugüne dek yaşamışlardır. Özellikle Sovyetler birliğinin dağılması sonucunda Bağımsızlığını kazanan Özbekistan ile Türkiye'nin karşılıklı ilişkilerinin başlaması Ticari, eğitim, sanat, kültür gibi birçok alanda yapılan anlaşmalar, Misafir öğrenciler, devlet görevlileri, işçiler olarak ve yaşamaları bir kısmının Türk vatandaşlığı alıp yerleşmesi sonucunda önemli sayıda Özbek Türkiye'ye yerleşmiştir.
Türkiye'de yerleşik olarak yaşayan Özbekler'e has köy ve beldeler de vardır. Genellikle Hatay, Şanlıurfa ve Gaziantep şehirlerinde yerleşik olarak yaşarlar.
1979 yılında Ruslar'ın (eski adıyla SSCB'nin) işgal etmesiyle Ruslarla savaşmışlardır. 1982 yılında yokluk ve çocuklarını korumak için Afganistan’a ve Pakistan'a göç etmek zorunda kalmışlardır. Daha sonra oradan Türkiye'ye devlet tarafından getirilmiş ve Türkiye'nin çeşitli bölgelerine yerleşmişlerdir. Bu Özbek Türkleri şu anda Tokat, Van, Hatay ve Şanlıurfa illerinde yaşamlarını sürdürüyorlar. Evrenpaşa köyündeki Özbek Türkleri ilk 4 yıl Diyarbakır merkez ve Şanlıurfa'nın Birecik ilçesinde kalıp daha sonra 1986 yılında Şanlıurfa’nın Ceylanpınar İlçesinin Evrenpaşa köyüne yerleşmişlerdir . Hatay ovakent beldesinde yaşayan Özbek nüfusu da bulunmaktadır .
Türkiye'de yaşayan Özbek asıllı Türkler de vardır. Ünlü tenisçi Marsel İlhan dünyada ilk 100'e giren Özbek asıllı tenisçidir. Bununla beraber İstiklal marşı yazarımız Mehmet Akif Ersoy da anne tarafından Özbek kökenlidir.
Adapazarı
Adapazarı, Sakarya ilinin 16 ilçesinden biri. 2015 yılı itibarıyla nüfusu 269.079 kişidir.
Bölgede önceleri Bitinyalıların, ardından Bizanslıların yaşadıkları bilinmektedir. Nitekim bölgenin en önemli tarihi eseri olan Beşköprü’yü (Sangarios Köprüsü) Bizans İmparatoru II. Jüstinyanus’un inşa ettiği kayıtlarda mevcuttur.
Öte yandan bilim adamlarının yaptıkları araştırmalara göre, (eski adı: Sangarios) Sakarya Nehri’nin birkaç asır öncesine kadar biri şehrin doğu yakasından geçen bugünkü yatağından, diğeri Beşköprü’nün altından olmak üzere iki farklı koldan aktığı tespit edilmiştir.
Nitekim 1324’de Orhan Gazi zamanında Bizanslılar'dan fethedilen yerleşim birimine “Ada Karyesi” (Ada köy) adının verilmesi, söz konusu bilgileri doğrulamaktadır. Hâlen mevcudiyetini koruyan Orhan Camii, deprem ve yangınlarla mimarisi değişse de, Osmanlı fethi'nin en önemli ayak izlerini taşımaktadır.
Başta Gubarizadeler, Arapzadeler, Abasıyanıkzadeler, Kandıralıoğulları ve Rençberzadeler olmak üzere 12 aile tarafından kurulan köy, bölgede ziraatın canlanması üzerine pazarıyla ilgi çekmiş, ardından nüfus artmaya başlamış 16. yüzyılda “Ada Nahiyesi”ne dönüşmüş, 18. yüzyılda Kocaeli vilâyetine bağlı “Ada Kazası” adını almıştır.
19. yüzyılda bölgenin zirâi ve ticari yapısına göre şekillenen yerleşim; Semerciler; Tığcılar; Hasırcılar; Papuçcular ve Çıracılar adını taşıyan merkez mahalleler kurulmuş ve ilçe Sakarya Nehri’nin iki kolu arasında kurulan pazarıyla, gerçek bir “Adapazarı” hüviyetine dönüşmüştür.
1868 yılında “Adapazarı Belediyesi” adıyla belediye teşkilatı kurulan ilçe, 93 Harbi diye bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi sonrasında, bilhassa Kafkasya ve Rumeli’dan yoğun göçe maruz kalmış ve bir nevi “Der Saadet” (huzur yurdu) hüviyeti kazanmıştır.
19. asrın ikinci yarısında ilçede Rum ve Ermenilerin önemli bir ticari gelişme gösterdikleri Uzun Çarşı ve Orta Camii civârındaki dükkânlarda ticaret yaptıkları, Kömürpazarı, Karaağaç Dibi ve Tuzla mahallelerinde ikamet ettikleri gözlenmiştir.
1893 yılı Osmanlı nüfus sayımına göre Adapazarı'nda yaşayan kişi sayısı 53.924 kişiydi. Bunların büyük çoğunluğu (%75) Manavlar ve Rumeli muhâcirinden oluşmaktaydı (40.318 kişi). Kentteki en büyük azınlık 10.702 kişi ile Ermenilerdi. Nüfusun %20'sini oluşturan Ermenileri, 2.517 kişi ile Rumlar izlemekteydi. Onların nüfus payı ise %5'ti. 19. yüzyıl sonunda Adapazarı'ndaki her dört kişiden biri Hristiyandı.
I. Cihan Harbi neticesinde işgal kuvvetlerinin Anadolu’ya üşüştükleri dönemde; 3 kez Yunan ve onların işbirlikçisi yerli çetelerin işgaline maruz kalan Adapazarı ilçesi; bir kısmında Çerkez Ethem Kuvvetleri, diğerlerinde Halit Molla liderliğindeki Mahalli Milis Kuvvetleri sayesinde 21 Haziran 1921'de düşman işgalinden kurtarılmıştır. Bu süreçte yerli Rum halk yerinden edilmiştir.
“Akova” adıyla bilinen ve ülkenin en verimli ovasında ziraat ağırlıklı bir gelişme gösteren Adapazarı’na, 1940 ve 1950’lerde bilhassa Karadeniz sahillerinden Bulgaristan ve Yunanistan’dan yoğun göçler olmuş; Şeker Fabrikası, Ziraat Aletleri Fabrikası ve Vagon Fabrikası gibi tarımsal sanayinin gelişmesi ise, köyden kente göçü daha da hızlandırmıştır.
Uzun yıllar Kocaeli’ye bağlı bir ilçe olarak yaşayan Adapazarı, TBMM’de 17 Haziran 1954 tarihinde kabul edilen bir yasa ile “Sakarya” adıyla vilayet haline gelmiştir. Sakarya ilinin merkez ilçesi ise Adapazarı’dır.
17 Ağustos 1999 tarihinde yaşanan deprem Adapazarı’nda da büyük hasara yol açmıştır. Resmi kayıtlara göre 3.988 insanımız hayatını kaybetmiş 5.180 kişi de yaralanmıştır. Sakarya ili içinde 81.702 konut ve işyeri çeşitli düzeylerde hasar görmüştür. Bunlardan 29.701’i yıkık ve ağır hasarlı, 22.157’si orta hasarlı geriye kalan 29.844’ü ise hafif hasarlı olarak kayda geçmiştir.
17 Ağustos 1999 Depremiyle; konutların çoğu oturulamaz hale gelmiş, halkın önemli bir kısmının geçici de olsa yakın ilçelerde ve köylerde ikamet etmesine neden olmuş ve böylece şehir nüfusunda azalma görülmüştür.
6 Mart 2000 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 593 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile “Adapazarı Belediyesi” Büyükşehir statüsüne kavuşmuştur. Adapazarı Büyükşehir Belediyesi ile alt kademe Adapazarı Belediyesi aynı adı taşıması oluşturduğu karışıklığı ortadan kaldırmak için 5747 sayılı kanunla (22 Mart 2008 tarihli ve 26824 sayılı mükerrer Resmi Gazete) büyükşehir belediyesinin adı Sakarya Büyükşehir Belediyesi olarak değiştirilmiştir.Bkz.
Böylece Sakarya, il adı ile merkez ilçe adlarının farklı olduğu birkaç ilden (Kocaeli-İzmit, İçel-Mersin, Hatay-Antakya gibi) biri olmuştur. Adapazarı adı artık sadece merkez ilçeye ait olup "Sakarya" ismi genel olarak ilin adı olmuştur.
22 Ekim 2000 tarihindeki nüfus sayımıyla ilgili İl Planlama Müdürlüğü’nün kesin olmayan sonuçlarına göre Adapazarı merkez nüfusu 160.757, büyükşehir nüfusu ise 309.150 olarak saptanmıştır.
Bugün Adapazarı; farklı kültürlerdeki insanların depreme rağmen yeniden huzur ve sükun içinde yaşadığı geleneksel hayat tarzını korurken, diğer yandan ticari ve sanayi yönünden hızla gelişerek, yeşili bol, havası temiz, doğa güzelliklerinden fazlasıyla payını almış yaşanabilir bir Anadolu şehri olma yolundadır.
Adapazarı, geniş otomobil endüstrisine sahiptir. BDS, Otosan, Otokar, Toyota, Goodyear fabrikaları burada bulunmaktadır. Bunun yanı sıra şeker, ipek, yağ ve kereste endüstrisini de içinde barındırır. Fındık üretimi oldukça fazladır.
Finlandiya'daki futbol kulüpleri listesi
Bu liste Finlandiya'daki futbol kulüplerini içermektedir.
Galatasaray
Galatasaray aşağıdaki anlamlara gelebilir;
WYSIWYG
WYSIWYG, İngilizce'de "What You See Is What You Get" teriminin baş harflerinden oluşan bir bilgisayar terimidir. Türkçesi "Ne Görüyorsan Onu Alırsın" demek olup ekranda görülene çok benzer bir çıktı alınacağı ortamları tanımlar.
Kelime, işlemci ve metin düzenleyiciler sınıflandırmasında kullanılmaktadır.
Bir "Ne Görüyorsan Onu Alırsın" aracını diğer uygulamalardan ayıran en önemli özellik, yeni girilen veya değiştirilen bir bilgisayar nesnesinin sonlandırılmış hâlinin (ön izlemesinin) gerçek veya gerçeğe yakın zamanlı olarak gösterebilmesidir. Yazı düzenleyicileri arasında bu farklılık sayesine WYSIWYG düzenleyicileri daha çok tercih edilmektedir.
WYSIWYG tanımında göz önüne alınması gereken bir diğer nokta, aslında hiçbir düzenleyicinin gerçek anlamda bire bir ön izleme yapmadığı, fakat bu terimin bilgisayar terminolojisine bu şekilde yerleştiğidir. Mesela bir WYSIWYG yazı düzenleyicisi genelde bütün değiştiricilerde olduğu gibi bit atamalı olarak haritalanmış (bit-map "veya" bitmap) yazı biçimleri kullanmaktadır. Bu durumda aslında bilgisayar ekranında görülen asıl dosya ile bu dosyadan kağıda basılacak olan belge arasında gözle hissedilir bir farka yol açmaktadır; zirâ standart bir lazer yazıcı, ortalama 300 dpi çözünürlüğünde iken iyi bir bilgisayar ekranının çözünürlüğü 100 dpi civarındadır.
Frederich |
Kuhlau
Frederich Kuhlau (11 Eylül 1786 - 12 Mart 1832), Alman piyanist.
Sıdıka Avar
Ayşe Sıdıka Avar (d. 1901, İstanbul – ö. 16 Haziran 1979, İstanbul), Türk öğretmen.
Elazığ, Tunceli, Bingöl yöresinde öğretmenlik yaparken köylerden öğrenci toplamak ve tatillerde onları evlerine bırakmak için yaya olarak, kamyonlarla veya at sırtında yaptığı gezilerle tanınmıştır.
Sıdıka Avar, 1901 yılında İstanbul, Cihangir'de doğdu. Babası belediye memurlarından "Mehmet Bey", annesi "Emsal Hanım"'dır. Ailenin üç kızından en büyüğüydü. Annesi genellikle rahatsız olduğu için Sıdıka'da ilk sorumluluk duygusu, diğer kardeşlerine ablalık yaptığı çocukluk yıllarında gelişti. İlkokula mahalle mektebinde başladı, daha sonra Şefik Muhtar Mahalle Mektebi'ne verildi. 12 yaşındayken babasını, daha sonra annesini kaybetti. Iki kız kardeşi ile birlikte teyzelerinin yanında kalmaya başladı. Aynı yıllarda Çapa Kız Öğretmen Okulu'na girdi.
1922'de Çapa'dan mezun olan Avar, Beşiktaş'ta "Çerkez Mektebi" 'nde öğretmenliğe başladı. Aynı yıl evlendi ve 1924'te tek çocuğu olan kızı doğdu. Eşiyle birlikte İzmir'e taşınan Avar, bir süre "Musevi Mektebi"'nde çalıştı.
1925'te İzmir Amerikan Kız Koleji'nde Türkçe öğretmeni olarak görev aldı. Bir yandan da beden eğitimi öğretmeni olan eşi Mehmet Bahattin Avar'la, yürüyüş, dağcılık ve diğer sportif çalıf çalışmalarda gençlere kılavuzluk yaptı. İzmir Kadınlar Hapishanesi'nde kadınlara okuma yazma öğretimini üstlendi, Salepçioğlu Camii'nde işçi çocukları için açılan el sanatları kursunda görev aldı. İzmir'deki hareketli hayatı bazı çevrelerin tepkisine sebep oldu, hakkında misyonerlik söylentileri çıkarıldı. Avar bunları dava etti.
1924 –1929 yıllarında İzmir'de kalan Avar ve eşi 1929'da bir grup Amerikalı ile birlikte Ankara'ya çağrıldı. Bu grup, Çocuk Esirgeme Kurumu'na bağlı bir çocuk oyun ve spor sahası kurdu. Sıdıka Avar sırasıyla Keçiören ve Necatibey Ilkokullarında Amerikalı uzmanların, dönüşünden sonra, eşinin yönetimindeki Çocuk Esirgeme Kurumu çocuk bahçesinde beden eğitimi ve spor çalışmalarında görev aldı. 1937'de eşinden ayrıldı.
Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü'ne girdi. Buradan mezun olunca kısa bir süre "Bolu Kız Enstitüsünde görev yaptıktan sonra 1939 da Elazığ Kız Enstitüsü""ne öğretmen olarak atandı. Kısa bir süre sonra müdür yardımcılığı görevine getirildi. 1942'de, yeni kurulan "Tokat Kız Enstitüsü" Müdürlüğü’ne getirildi. 16 Haziran 1943'te Elazığ Kız Enstitüsü'ne müdür olarak döndü. Gerek Enstitü'de uyguladığı eğitim yöntemleri, yönetim anlayışı ve çalışmaları, gerek okulun öğrenci aldığı Elâzığ, Tunceli ve Bingöl'ün ilçe, bucak ve köylerinden öğrenci toplamak; tatillerde onları evlerine dağıtmak için hayvan sırtında, kamyonlarla, yaya olarak yaptığı geziler geniş bir ilgi topladı ve birçok yerli, yabancı ziyaretlere, röportajlara konu oldu. Avar, Eylül 1950'de davetli olarak ABD'ye gitti ve incelemelerde bulundu.
"Elazığ Öğretmen Okulu"'nun kuruluşunda da müdür vekilliği yaparak görev almış olan Avar, Elâzığ valisi ile anlaşamadı. Bu nedenle 1954 yılı sonunda Ankara'ya çağrılarak Kız Teknik Öğretim Genel Müdürlüğü'nde şube müdürlüğüne getirildi. Valinin değişmesi sonucu 28 Ekim 1955'te Elazığ'a geri döndü. Ancak Elazığ'da bazı amirlerle anlaşmazlıkları devam ediyordu. Elazığ'a ilk kez atanışından tam 20 yıl sonra, 1959'da kendi isteği üzerine İstanbul Sultan Selim Kız Enstitüsü'ne edebiyat öğretmeni olarak nakledildi.
27 Mayıs 1960 devriminden sonra Kız Teknik Öğretim Genel Müdürlüğü'ne getirildi, 2 yıl kadar bu görevde kaldı. Isteği üzerine, buradan, "İstanbul Nişantaşı Kız Enstitüsü" edebiyat öğretmenliği'ne nakledildi. Emekli olduğu 1 Ocak 1967 tarihine kadar bu görevde kaldı. 12 yıllık bir emeklilik hayatından sonra 16 Haziran 1979'da öldü.
Öğretmenlik yıllarının anılarını Dağ Çiçeklerim adlı kitapta toplamıştır.
Ünlü gazeteci-yazar Banu Avar'ın babasının ilk eşidir.
NOT: Hikmet Feridun Es'in KIZIMI DA GÖTÜR diye bir anı yazısı vardır, Sıdıka Avar'ı anlatır, bu öyküye ulaşmak için bkz:
(1) Serif Aktaş-Osman Gündüz, Yazılı ve Sözlü Anlatım, Akçağ Yayınevi, 2004, Ankara.
(2) Seyit Kemal Karaalioğlu, Ortaokullar İçin Yazmak ve Konuşmak Sanatı, İnkılap Kitabevi, YIL BELİRTİLMEMİŞ, İstanbul.
(3) Seyit Kemal Karaalioğlu, Sözlü Yazılı Kompozisyon Konuşmak ve Yazmak Sanatı, İnkılap Kitabevi, İstanbul.
Venus Williams
Venus Ebone Starr Williams (d. 17 Haziran 1980), Amerikalı tenisçi. Bir başka şampiyon tenisçi Serena Williams'ın ablası.
2007 Wimbledon'da finalde Marion Bartoli'yi yenerek şampiyon oldu.Bu turnuvaya 23 numaralı seribaşı olarak katılan Williams, bu sonuçla, Wimbledon tarihinde şampiyon olan en alt sıradaki seribaşı oldu.
2017 Avustralya Açık'ta 14 yıl aradan sonra yarı finalde CoCo Vandeweghe'yi 6-7 6-2 6-3 ile geçerek finale kalmış, rakibi ise Kardeşi Serena Williams olmuştur. Venüs aynı zamanda 1994 yılında Martina Navratilova'dan sonra en yaşlı grand slam finalisti olmuştur.
Serena Williams
Serena Jameka Williams (d. 26 Eylül 1981), Amerikalı profesyonel tenisçi. 23 Grand Slam şampiyonluğu ve çift kadınlarda üç, tek kadınlarda bir olimpiyat altın madalyası vardır. Serena Williams bu zaferleriyle şimdiden tenis dünyasının en önemli oyuncularından birisi olmuştur. 2005 yılında dünyaca ünlü bir tenis dergisi tarafından son 40 yılın en iyi 17. oyuncusu seçilmiştir. Genç yaşında kız kardeşi Venus Williams ile profesyonel hayata adım atmış ve kısa sürede dünyanın 1 numarası olmuştur. Dünyanın en çok para kazanan kadın sporcusudur.
2013 Haziran ayında düzenelenen Fransa Açık'ta finalde Sharapova'yı yenerek 11 yıl aradan sonra Roland Garros'ta şampiyonluğa ulaştı.
Serena Williams, hücum vuruşlarındaki sertlikle bilinen bir oyuncudur. Etkili servisleri dışında, ağır forehandi ve hem geri çizgi hem de file önündeki kontrollü vuruşları, bitirici voleleri ile rakiplerine üstünlük sağlayan Serena, zaman zaman agresif return vuruşlarıyla da etkli olmaktadır. Serena Williams, pek çok otoriteye göre fiziğe dayalı güç tenisinin tarihteki en önemli uygulayıcısı olarak gösterilmektedir.
Serena Williams'ın en güçlü yönü olarak olağanüstü mental gücü olarak gösterilebilir. Kariyerinde geriye düştüğü pek çok önemli maçı çeviren Serena, tenis tarihinde üç ayrı grand slam turnuvasını şampiyonluk yolunda maç puanı kurtararak kazanan tek oyuncu unvanına sahiptir.
"To prevent confusion and double counting, information in this table is updated only once a tournament or the player's participation in the tournament has concluded. This table is current through the Sony Ericsson Open in Key Biscayne, Florida, which ended on April 6,2008."
Lindsay Davenport
Lindsay Davenport (d. 8 Haziran 1976, Kaliforniya), Amerikan profesyonel tenisçi. WTA Tur tarihinde 1 numaraya yükselen oyuncular arasında yer alır. 90'lı yılların sonunda Martina Hingis'le olan rekabeti ile akıllara kazınan Davenport, 51 turnuva kazandığı kariyerinde 3 tekler grand slam birinciliği elde etmişti.
1998 yılında finalde Hingis'i 6-3 ve 7-5'lik setlerle yenerek kazandığı Amerika Açık ilk büyük şampiyonluğuna ulaştı. 1 yıl sonra Wimbledon'da efsanevi Steffi Graf'ı kariyerinin son maçında yenerek Londra'da mutlu sona ulaştı. 2000 yılındaki Avustralya Açık'ın finalinde yine Hingis'e üstünlük sağladı. Sakatlık problemleri yaşmasına rağmen, 1998'den sonra 2001, 2004 ve 2005 yıllarını sezonun 1 numarası kapatarak tarihte dört yıl sezonu zirvede kapatan 4.oyuncu oldu.
2005 yılında Wimbledon Tenis Turnuvası'nda tam beş yıl aradan sonra grand slam finali yakalayan Davenport, 4.büyük şampiyonluğunu elde etme şansını vatandaşı Venus Williams'a yenilerek kaybetti. 2 saat 45 dakika ile tarihin en uzun bayanlar finali olan mücadelede setler 4-6, 7-6, 9-7 Venus Williams lehine sonuçlanırken, son sette durum 6-5 iken Davenport, iki şampiyonluk puanından faydalanamadı. Bu final, Davenport'un 2000 yılındaki Wimbledon ve Amerika Açık'tan sonra Venus Williams'a bıraktığı üçüncü final maçı oldu.
Özellikle sert zeminde geri çizgideki karşı konulamaz forehand şutları ve tekniği yüksek servisi ile akıllara kazınan Lindsay Davenport, profesyonel kariyerindeki 14 sezonun 10'unda dünyanın en iyi 10 oyuncusu arasında sezonu noktaladı.
Çiftlerde de 36 kariyer şampiyonluğu bulunan Amerikalı oyuncu, tenis tarihinde hem tekler, hem de çiftlerde 1 numara olmayı başaran dört tenisçi arasında yer almaktadır.
Davenport, 15 Aralık 2006'da hamile olduğunu ve doğumdan sonra tenise dönmesinin zor olduğunu açıkladı. Amerikalı oyuncu, eşi John Leach ile 2003 yazında evlenmişti.
Lindsay Davenport, oğlu Jonathan Jagger'ı haziran ayında dünyaya getirdikten iki ay sonra, Ağustos 2007'de yeniden tenise döneceğini açıkladı. New Haven'daki Pilot Pen Classic'te çiftler maçı oynayan Amerikalı tenisçi, teklerde Bali'deki Wismilak International'da ilk iki seribaşı Jelena Jankovic ve Daniela Hantuchova'yı yenerek şampiyon oldu. Sony Ericsson WTA Tour'a zaferle dönen Davenport, 234 numarada iken elde ettiği bu birincilikle tur tarihinde en düşük sıralamaya sahip 4. şampiyon oldu. Bir buçuk ay sonra da Quebec'te kariyerinin 53. şampiyonluğuna imza attı.
Güney Kore bayrağı
Güney Kore Cumhuriyeti'nin ulusal bayrağı Tegıki Çosan Krallığı döneminde benimsenmiştir. Adını eşit olarak ve kusursuz bir dengeyle ikiye bölünmüş olan ortasındaki tegık çemberinden alır. Bu simge birbirine karşıt olan ama kusursuz bir uyum ve denge oluşturan evrensel güçlerin simgesi iki zıt öğeden oluşur: yin ve yang. Üstteki kırmızı bölüm yang'ı alttaki mavi bölüm yin'i simgeler.
Bayrağın dört köşesindeki üçlü çizgiler karşıtlık ve uyumu anlatır. Sol üst köşedeki üç kesiksiz çizgi cennet ve gökyüzünü, sağ üst köşedeki iki kesikli çizgi arasındaki kesiksiz çizgi suyu, sol alt köşedeki iki kesiksiz çizgi arasındaki kesikli çizgi ateşi, sağ alt köşedeki kesikli çizgiler ise yeryüzünü temsil eder. Bayrağın beyaz fonu, Kore halkının katıksız arılığını ve barışsever kişiliğini anlatır.
Bayrağın bütünü, Kore halkının evrenle uyum içinde yaşama ülküsünü simgele |
r.
Güney Kore
Güney Kore, resmî adıyla Kore Cumhuriyeti (Korece: 대한민국 Daehan Minguk; Hanja: 大韓民國; kısaca: 한국, 韓國 Hanguk) bazen sırf Kore, Doğu Asya'da Kore Yarımadası'nın güneyinde kalan bir devlet. Güney Kore'nin komşu devletleri batısında Çin, doğusunda Japonya ve kuzeyinde Kuzey Kore. Ülkenin başkenti Seul'dur. Güney Kore ılıman iklim kuşağında kalıyor ve ülke arazisi dağlık topraklardan oluşuyor. Güney Kore sınırları 100,210 km²'lik bir alanı kaplar ve ortalama 50 milyon gibi bir nüfusa sahiptir.
Arkeolojik buluntular Kore Yarımadasının Alt Paleolitik çağında insanlar tarafından ikamet edildiğini gösteriyor. Kore tarihi MÖ 2333 yıllında Gojoseon'un efsanevi Dan-gun tarafından kurulmasıyla başlıyor. Silla altında MÖ 668'de Kore'deki Üç Krallığı'nın birleşmesinden sonra Kore bir devlet olarak Goryeo hanedanında ve Joseon hanedanında var olmaya devam etti, ta ki 1910'a, Kore İmparatorluğu Japonya tarafından ilhak edilene kadar. Kore II. Dünya Savaşının ardından Sovyet ve ABD'nin askeri güçlerinden kurtuluşu ve işgalinden sonra, Kuzey Kore ve Güney Kore'ye bölündü. Güney Kore ikinci bir demokrasi olarak 1948 yılında kuruldu.
25 Haziran 1950'de Güney Kore, Kuzey Kore'nin askeri güçleri tarafından işgale uğradı, iki Kore arasında çıkan savaş zor bir ateşkes sonrasında durdu ve iki ülke arasındaki sınır bugünlerde en çok güçlendirilmiş müstahkem mevki. Savaştan sonra, Güney Kore ekonomisi önemli ölçüde büyüdü ve gelişmiş bir ekonomiye ve tam demokrasiye sahip oldu. Ayrıca ülke Doğu Asya'da bölgesel güç konumundadır.
Güney Kore başkanlık sistemine göre yönetilen ve on altı idari bölüm içeren bir cumhuriyettir. Ayrıca ülkedeki yaşam standartları çok yüksektir ve Güney Kore gelişmiş ülke statüsüne sahiptir. Ülke Asya'nın en büyük dördüncü ekonomisine ve dünyanın en büyük 15'inci (GSYİH) veya 12'inci (SAGP) ekonomisine sahip. Ülke'nin ekonomisi ihracata dayalı, özellikle elektronik endüstrisi, otomotiv endüstrisi, gemi yapımı, makina endüstrisi, petrokimya ve robotik gibi sektörlerde üretim güçlüdür. Güney Kore Birleşmiş Milletler, Dünya Ticaret Örgütü, OECD ve G20 gibi örgütlere üyedir. Ayrıca APEC ve Doğu Asya Zirvesi'nin kurucu üyelerinden biridir.
Kore tarihi Kore kuruluş mitolojisine göre efsanevi Joseon'un MÖ 2333 Dangun tarafından kurulmasıyla başlıyor (genellikle "Gojoseon" olarak da biliniyor, 14. yüzyılda kurulan başka bir hanedanla karıştırmamak için; önek Go- 'eski' veya 'önceki' demek). Gojoseon Kore Yarımadası'nın kuzeyini ve Mançurya'nın bazı bölgelerini kontrol altına alana kadar genişledi. Çin'in Han Hanedanı ile sayısız çatışmalar girdikten sonra, Gojoseon parçalandı ve Kore Proto-Üç Krallık dönemine girdi.
Ortak çağın yüzyıl başlarında, Buyeo, Okjeo, Dongye ve Samhan devletler birliği yarımadayı ve Mançurya'nın güney kısımlarını işgal etti. Bu devletlerin çöküşünden sonra Goguryeo, Baekje ve Silla gibi birçok çeşitli küçük devletler büyümeye başladı ve yarımadayı Kore'deki Üç Krallık adına kontrol etti. Üç Krallığın 676'da Silla altında birleşmesi sonucu Kore Kuzey Güney Devletleri Dönemine girdi, böylece Kore yarımadasının büyük kısmını Birleşik Silla'nın kontrolünün altındaydı, aynı zamanda Balhae Goguryeo'nun kuzey bölgelerinde başarılı bir şekilde bulunuyordu. Birleşik Silla döneminde şiir sanatı ve sanat teşvik edildi ve Budizm kültürü gelişti. Kore ve Çin arası ilişkiler bu dönem iyi kaldı. Ancak Birleşik Silla iç çekişmeler yüzünden zayıfladı ve Goryeo'ya 935'te teslim oldu. Silla'nin kuzeydeki komşusu Balhae bir devlet olarak Goguryeo'nun varisi olarak kuruldu. En yüksek döneminde, Balhae Mançurya'nın büyük bir kısmını ve Rusya'nın bazı bölgelerini kontrol etti. Balhae 926'da Kitanlılar'ın eline düştü.
Yarımada Goryeo İmparatoru Taejo Wang Geon tarafından 936'da birleşti. Aynı Silla gibi, Goryeo son derece kültürlü bir devletti ve 1377'de Jikji oluştu, dünya'nın hareketli en eski metal tipli matbaa makinesini kullanılarak. 13. yüzyıldaki Moğol istilaları Goryeo'yu güçsüzlendirdi. 30 yıl savaşın ardından, Goryeo Kore üzerindeki hakimiyetini devam etti ama yine de Moğollara haraç ödedi ama bunun karşılığında Moğolların mütteffiki oldu. Moğol İmparatorluğunun çökmesinin ardından, Goryeo'yu ağır siyasi çekişmeler izledi ve Goryeo hanedanı general Yi Seong-gye tarafından yürütülen bir isyan sonucu 1388'de Joseon hanedanı ile değiştirildi.
Kral Taejo Kore'nin yeni adını Gojoseon'nu göz ardı ederek "Joseon" olarak deklare etti ve başkenti Seul'a taşıdı. Joseon Hanedanının ilk 200 yıllı oldukça barışçıl geçti ve 14. yüzyılda Kral Büyük Sejong döneminde Hangıl'ın oluşmasını izledi, ayrıca bu dönem ülkede Konfüçyüsçülük'un önemi arttı.
1592 ve 1598'de Kore Japonlar tarafından istila edildi. Toyotomi Hideyoshi askerleri komuta ediyordu ve Asya kıtasını Kore üzerinden işgal etmeyi planlıyordu ama büyük ihtimal Salih Ordusu tarafından ve Ming Hanedanı'nın yardımıyla geri püskürtüldü. Bu savaş'ta amiral Yi Sun-sin'in yükselmesine neden oldu ve onun ünlü kaplumbağ gemiside meşhur oldu. 1620'lerde ve 1630'larda Joseon Mançu istilasına uğradı, neticede Mançular bütün Çin'i feth etmişti.
Başka bir dizi Mançurya'ya karşı savaşlardan sonra, Joseon yaklaşık 200 sene barış içinde kaldı. Kral Yeongjo ve Kral Jeongjo Joseon Hanedanlığına kültürel yenilikler getirdi.
Ancak, sonraki seneler Joseon hanedanı aşırı bir şekilde Çin'e bağlıydı dış ilişkilerde ve dış dünyadaki izolasyonlarda. 19. yüzyıllın sırasında Kore izolasyon politikası yüzünden Münzevi krallık olarak adlandırıldı. Joseon Handenı kendisini Batılı emperyalizm'den korumak için bu adımı attı, ancak sonunda zorunlu bir şekilde kendisini ticaretten dolayı dünyaya açtı. Birinci Çin-Japon Savaşı ve Rus-Japon Savaşı ardından Kore Japon egemenliği altına girdi (1910-1945). İkinci Dünya Savaşının sonunda, Japonlar Sovyet ve Amerikan güçlerine teslim oldu, bunlar Kore'nin kuzeyini ve güneyini işgal etmişlerdi.
1943'te Kahire Deklarasyonu esnasında yapılan ilk plana göre birleşik bir Kore planı kararlaştırılmıştı, Sovyetler Birliği ve ABD arasında tırmanan Soğuk Savaş husumeti yüzünden Kore yarımadasında iki ayrı hükümetin kurulmasına neden oldu. Her biri kendi ideolojileri ile Kore'nin bölünmesine yol açtı. Böylece Kore, 1948 tarihinde bölündü ve iki devlet kendi siyasi idareleri ile oluştu. Kuzey Kore'de eski Japon karşıtı gerilla ve komünist eylemci Kim Il-sung Sovyetlerin desteği ile güç kazandı ve Güney Kore'de sürgünde olan ve sağcı Koreli siyasi lider Syngman Rhee Güney Kore'nin cumhurbaşkanı olarak göreve geçti.
25 Haziran 1950'de Kuzey Kore, Güney Kore'yi işgal etmeye kalktı ve bu da Kore Savaşını kıvılcımladı. Bu savaş Soğuk Savaş döneminin ilk büyük çatışmasıydı. Aynı zamanda Sovyetler Birliği Birleşmiş Milletler'i boykot etti ve bu da veto haklarının yitirmelerine yol açtı. Üstün Kuzey Kore kuvvetlerinin bütün ülkeyi birleştireceği belli olunca Sovyetler Birliği'nin veto hakkını kaybetmesi ile Birleşmiş Milletler böylece iç savaşa müdahale etme imkanı buldu. Sovyetler Birliği ve Çin, Kuzey Kore'yi her anlamda destekledi. Daha sonraki seneler Çin ordusundan milyonlarca asker Kuzey Kore'ye askeri anlamda destek olmak için savaşa katıldı. İki tarafta oluşan bu büyük gelişmelerden sonra ve sivil Kore halkının hem güneyde hem kuzeyde gördüğü büyük kayıplardan sonra savaş sonunda bir çıkmaza ulaştı. 1953 senesinde ateşkes sağlandı; ama bu ateşkes hiçbir zaman Güney Kore ve Kuzey Kore tarafından imzalanmadı. Böylece yarımada iki ülke arasındaki orijinal sınır yakınlarında askerden arındırılmış bölge adında ikiye bölündü. Barış antlaşması iki devlet arasında imzalanmadı. Bu teknik olarak iki ülkenin bugünde hâlâ savaş halinde bulunduklarını gösteriyor. Kore savaşı neticesinde en az insan hayatını kaybetti.
1960'ta bir öğrenci ayaklanması sonucu otokratik cumhurbaşkanı Syngman Rhee istifa etmek zorunda kaldı. Bu istifadan sonra Güney Kore siyasi istikrarsızlık bir döneme girdi, zayıf ve etkisiz hükümete karşı general Park Chung-hee Syngman Rhee'nin istifasından bir sene sonra askeri bir darbe yaptı. Park cumhurbaşkanlığı görevine geçti ve bu görevi 1979'a kadar devam etti bir suikastte uğrayana kadar. Park Chung-hee döneminde Kore'de hızlı ihracata dayalı ekonomik bir büyüme sağladı ama ayrıca Güney Kore'ye siyasi ağır baskılarda bu dönemde yoğundu. Park ağır bir şekilde acımasız askeri diktatör olarak eleştiriliyordu, Kore ekonomisinin onun görevi süresince önemli ölçüde gelişmiş olmasına rağmen.
Park'a düzenlenen suikasten sonraki seneler ülkede önemli siyasi telaşlar olmasına neden oldu, eski bastırılmış muhaleft liderleri birden oluşan siyasi boşlukta cumhurbaşkanı olmak için kampanyalar başlattı. 1979'da 12 Aralık darbesi Chun Doo-hwan tarafından Choi Kyu Hah'nın geçici hükümetine yapıldı. Choi Kyu Hah o sıralar geçici cumhurbaşkanıydı ve Park hükümeti sırasında başbakanlık görevini yürütüyordu, Chun darbeden sonra çeşitli önlemler alarak iktidara yükseldi, ayrıca Chun geniş bir sıkıyönetim alarak üniversiteleri kapattı, siyasi faaliyetleri yasakladı ve basını kısıtladı. 17 Mayıs tarihinde cumhurbaşkanı görevine geçtikten sonra Güney Kore'nin genelinde protestolar başladı, çünkü halk demokrasi talep ediyordu, özellikle Gvangju şehrinde protestoların yoğun olmasıyla, Chun bu şehre özel kuvvetler gönderdi Gvangju Demokratikleşme Hareketi'ni şiddetle bastırmak için.
Chun ve hükümeti Kore'yi 1987'ye kadar despot bir idare altına aldı, ta ki Seul Ulusal Üniversitesine giden bir üniversitelinin işkenceyle öldürülene kadar. 10 Haziran'da Katolik Rahipler Adalet Derneği bu olayı halka taşadı, bu da ülke çapında büyük gösterilere neden oldu. Sonunda, Chun'un partisi Demokratik Adalet Partisi ve parti lideri Roh Tae-woo 29 Haziran Bildirgesini ilan etti, bu bildirgede cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesi ön görülüyordu. Roh seçimi az bir farkla muhalefet liderleri Kim Dae-Jung ve Kim Young-Sam karşı kazandı.
1988'de Seul'da 1988 Yaz Olimpiyatları düzenlendi. Güney Kore 1996'da da Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü'ne üye oldu |
. Devlet 1997 Doğu Asya Mali Krizinde olumsuz etkilendi, ama yine de ülke bu krizden çabuk kurtulabildi ve ekonomisini büyütmeye devam etti, yavaş da olsa.
Haziran 2000'de cumhurbaşkanı Kim Dae-Jung'un Güneş Politikası angajmanı, Kuzey Kore'nin başkenti Pyongyang'da Inter-Kore Zirvesi'nin düzenlenmesine neden oldu. Bir sene sonra Kim Güney Kore ve Doğu Asya'da demokrasi ve insan hakları için yaptığı çalışmalar ve özellikle Kuzey Kore'yle barış ve uzlaşma çabaları için Nobel Barış Ödülü'ne laik görüldü .
2002 senesinde, Güney Kore ve Japonya ortaklaşa işbirliği içerisinde 2002 FIFA Dünya Kupası'na ev sahipliği yaptı, ancak sonrasında Liancourt Kayalıkları üzerindeki egemenlik iddiaları yüzünden (Kore'de Dokdo olarak anılıyor ve Japonya'da Takeshima olarak) Japonya ve Güney Kore'nin ilişkileri kötüleşti . Bu olay medya'da Liancourt Kayalıkları Krizi olarak anıldı.
Güney Kore’nin güney ve batı kıyıları çok girintili ve çıkıntılıdır. Birçok yarımada ve küçük adalarla çevrilmiştir. Bu kısımlarda, Busan ve İnchon en önemli limanlarındandır. Doğu bölümü dağlık olmasına rağmen, batı bölümü geniş alanlar, ovalar ve tepelerle kaplıdır. Doğu bölümünde tabii limanlar da yoktur. Genellikle dağlıktır. Fakat dağlar yüksek değildir. En yüksek dağı 1916 m ile Chiri San Dağı'dır. Önemli nehirleri arasında Nakdong, Han ve Incheon ırmakları sayılabilir.
Güney Kore’nin iklimi, kışın karalardan esen soğuk rüzgarların etkisindedir. Kışın ülkede kar nadiren yağarken yağmur görülmez. Güneşli ve açık bir hava olmasına karşın ayaz nedeniyle hava sıcaklığı çok düşer.
Ülke yazları Pasifik’ten esen sıcak ve nemli muson rüzgarlarının etkisi altına girer. Yıllık yağış ortalaması 1270 mm’dir. Güneyde Eylül ayında ülke genelinde ise Temmuz ayında sık sık tayfunlar görülür. Temmuz ayı bütün ülkede çok yağışlı geçer.
Ülkenin yüzey şekilleri iklimi etkiler. Muson rüzgarları sayesinde bitki örtüsü arasında tropikal bitkiler de yer alır. Ülkede en düşük sıcaklık ortalaması -25 °C, en yüksek sıcaklık ise 38 °C’dir. Ülkede tüm yıl boyunca gece-gündüz arasındaki sıcaklık farkları çok düşüktür.
Birçok demokratik devlet gibi, Güney Kore'nin yönetme şekli üç ayağa bölünüyor: Yürütme erki, Yargı ve Yasama organı.Güney Kore'nin yürütme ve yasama organları ulusal düzeyde başlıca görev yürütüyor, gerçi yasama organındaki çeşitli bakanlıklarda yerel seviyedede görevlerini gerçekleştirebilliyor. Yerel hükümetler yarı-özerktir ve kendilerine ait yasama ve yürütme organları vardır. Yargı organı görevini hem ulusal hem yerel düzeyde yürütüyor. Güney Kore anayasal bir demokrasiye sahiptir. Güney Kore'nin hükümet yapısı Güney Kore Anayasası tarafından belirlenir. Bu belge cumhuriyetin 1948 yıllında ilan edildikten sonra birkaç kez revize edildi. Bu revizelere rağmen anayasa birçok özelliklerini koruya bildi, sadece kısa süreli İkinci Güney Kore Cumhuriyeti döneminde hariç, ülke her zaman başkanlık sistemine dayalı bir şekilde bağımsız bir icra kurulu başkanı ile yönetildi. Güney Kore'de seçimler ilk defa doğrudan 1948'de gerçekleştirildi. Güney Kore tarihinde birçok kez 1960'lardan başlayan ve 1980'lere kadar uzanan askeri diktatörlükler ve darbeler yaşamış olsa da, o günden bu güne ülke başarılı liberal bir demokrasiye sahip. The World Factbook bugünlerde Güney Kore demokrasisini "tamamen işleyen modern bir demokrasi" olarak tanımlıyor.
Yasama görevini üzerine alan Güney Kore Parlamentosu'nun 299 üyesi vardır. Meclis üyeleri 4 yıl için halk tarafından seçilirler. Cumhurbaşkanının meclisi feshetmek yetkisi vardır.
Güney Kore'de başkanlık sistemi hakimdir. 1972 Anayasasıyla yürütme görevi, Ulusal Konferans tarafından beş yıl için seçilen Cumhurbaşkanına verilmiştir. Ülkede Cumhurbaşkanı yürütmenin başıdır ve beş yıl için halk tarafından seçilir. Yürütmeyle ilgili kararların tamamı Cumhurbaşkanının kontrolündedir. Cumhurbaşkanlığına aday olacak kişi eğer herhangi bir siyasi kimliğe sahipse (parti üyeliği veya milletvekilliği gibi) seçimlerden en az bir yıl önce bu görevinden istifa etmek zorundadır.
Güney Kore’de Cumhurbaşkanı meclis tarafından içinden veya dışından bir kişi Başbakan adayı olarak gösterilmekte ve bu kişinin adaylığının açıklanmasından sonra en fazla 20 gün içinde parlamentoda bir oturum yapılarak Başbakan adayının oylanması gerekmektedir. Bu oylamada parlamento üyelerinin en az yarısının hazır bulunması ve adayın Başbakan olabilmesi için geçerli oyların salt çoğunluğunu alması gerekmektedir.
Güney Kore’de Başkanlık sistemi olduğundan yani yürütmenin Cumhurbaşkanında olması nedeniyle Başbakanın yönetimdeki rolü zayıf kalmaktadır. Başbakan, daha çok Meclis ve Cumhurbaşkanı arasında bir köprü görevi görmektedir.
Güney Kore'nin 188'den fazla ülkeyle diplomatik ilişkileri bulunuyor. Ayrıca ülke 1991'den beri Birleşmiş Milletler'e üyedir. Güney Kore ve Kuzey Kore aynı zamanda "BM"'ye üye oldular. 1 Ocak 2007 tarihinde, Güney Kore Dışişleri Bakanı Ban Ki-moon Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri görevini devraldı. Ülke'nin ayrıca Güneydoğu Asya Uluslar Birliği'le "ASEAN Plus three" devleti olarak gelişmiş ilişkileri ve gözlemcileride bulunuyor. Ayrıca Güney Kore Doğu Asya zirvesinede üye ülkerden biri.
2010 senesinde Güney Kore ve Avrupa Birliği arasında serbest ticaret anlaşması, ticaret engellerini ortadan kaldırmak için imzalandı. Güney Kore ayrıca Kanada devletiylede serbest ticaret anlaşması müzakereleri sürdürüyor ve bir başka müzakere Yeni Zelanda ile yürütülüyor . Kasım ayının 2009 senesinde Güney Kore OECD'nin Kalkınma Yardımları Komitesine üye oldu, ilk defa eskiden yardım almış bir ülke bu gruba verici bir devlet olarak üye olmuştu. Güney Kore Kasım ayının 2010 senesinde G-20 zirvesini kendi topraklarında gerçekleştirdi.
Türkiye, Güney Kore'yi 11 Ağustos 1949'da tanımıştır. İki ülke arasındaki ilişkilerin sağlam ve olumlu bir temele sahip olmasının bir nedeni, Türkiye'nin 1950 Kore Savaşı sırasında Yarımadaya asker göndermesi ve çok sayıda şehit vermesi olarak görülebilir. İki ülke arasındaki ilişkilerde siyasi alanda bir sorun bulunmamaktadır. Güçlü bir dostluk temelinde kurulan ilişkiler düzenli siyasi diyalogla sürdürülmektedir. Güney Kore ve Türkiye uluslararası alanda birbirlerine destek vermektedirler. Dönemin Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Güney Kore'yi 14 ve 16 Haziran 2010 arası ziyarete gitmiştir. 2012 yılında dönemin Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Güney Kore'yi ziyarete gitmiştir ve Nükleer Güvenlik zirvesi çerçevesinde görüşmelerde bulunmuştur.
Tarihi açıdan, Kore'nin Çin'le yakın ve iyi ilişkileri oldu. Güney Kore kurulmadan önce, Kore bağımsızlık savaşçıları Çin askerleri ile Japon işgaline karşı beraber savaştı. Ancak II. Dünya Savaşıdan sonra Çin Halk Cumhuriyeti Maoizm'i kucakladı oysa Güney Kore Amerika Birleşik Devletleri'yle yakın ilişkiler kurma arayışındaydı. Çin Halk Cumhuriyeti bunun üzerine Kuzey Kore'yi Kore savaşı esnasında askerlerle ve askeri malzemelerle destekledi, bunun ardından iki devlet arasındaki diplomatik ilişkiler neredeyse tamamen durduruldu. Yine de iki devlet arasındaki ilişkileri giderek düzeldi ve Güney Kore ile Çin Halk Cumhuriyet arasındaki resmi diplomatik ilişkiler yeniden 24 Ağustos 1992'de kuruldu. İki devlet ikili ilişkilerini düzeltme çabasına girdiler ve aralarındaki kırk yıllık ticaret ambargosunu kaldırdılar, ayrıca 1992'den sonra Güney Kore ve Çin'in ilişkileri sürekli iyileşti. Kore Cumhuriyeti Çin Cumhuriyeti ile arasındaki ilişkiyi Güney Kore Çin Halk Cumhuriyeti'yle resmi ilişkiye girdikten sonra durdurdu.
Avrupa Birliği (AB) ve Güney Kore ticaret alanında iki önemli işbirlikçi, aralarında serbest ticaret anlaşması bulunuyor ve Güney Kore 2006 yılından sonra böylece öncelikli olarak Avrupa Birliğinin serbest ticaret ortağı olarak belirlenmiştir. Serbest ticaret anlaşması Eylül'ün 2010 senesinde onaylandı, İtalya'nın koşullu bir şekilde serbest ticaret anlaşmasındaki veto hakkında vazgeçmesinden sonra. İtalya'yla yapılan uzlaşma serbest ticaret anlaşmasının 1 Temmuz 2011 tarihinde geçici yürürlüğe girecek olması. Güney Kore Avrupa Birliği'nin en önemli sekizinci ticaret ortağı ve Avrupa Birliği Güney Kore'nin en çok ihracat yaptığı ikinci bölge. Güney Kore ile AB arasındaki ticaret 2008 yılında 65 milyar doları aştı ve 2004'ten 2008'e kadar iki ülke arasındaki ticaret kazancı ortalama yıllık % 7.5 gibi bir büyüme sağladı.
Avrupa Birliği 1962'den beri Güney Kore'ye en yüksek yatırım yapan dış yatırımcı ve AB'nin Kore'ye 2006 yıllında doğrudan yatırım oranı %45'i buldu. Buna rağmen AB firmalarının önemli sorunları bulunuyor Güney Kore pazarında. Avrupa Birliği'nin Güney Kore pazarında erişim ve faaliyet yapabilmesi için katı standartlar ve ürün ve hizmetler için konulan sert test şartları bulunuyor. Bu nedenlerden dolayı ticarette engeller oluyor. İki taraflı ilişkilerin iyi tutulması AB'nin doğrudan yatırımları yüzünden önemli, o yüzden Avrupa Birliği durumun düzelmesi için arayış içinde.
İkinci Dünya Savaşından sonra Japonya ve Güney Kore arasında resmi diplomatik ilişkiler kurulmadı. Bunun üzerine Güney Kore ve Japonya diplomatik ilişkerin kurulması için 1965'te Japonya ve Kore Cumhuriyeti arasında Temel İlişkiler Antlaşmasını imzaladı. Güney Kore'nin bazı kesimlerinden Japonlara ve Japonya'ya karşı derin bir düşmanlık duygusu vardır, bunun nedeni özellikle Kore ve Japonya arasında geçmişte çözülmemiş bazı olayların olması, bu olaylar özellikle 1910 Japonya-Kore Antlaşması sonra Kore'nin Japonya tarafından işgal edilmesinden sonra çeşitli sebepten oluşan olaylar. İkinci Dünya Savaşı sırasında 100.000 ' den fazla Koreli zorla Japon İmparatorluk Kara Kuvvetlerinde asker olarak görevlendirildi. Ayrıca Koreli kadınlar zorla cephelere getirilerek Japon İmparatorluk Kara Kuvvetlerindeki askerlere seks köleleri olarak veriliyordu, bunlar rahatlatıcı kadınlar olarak adlandırılıyordu.
Japonya ve Kore arasında hala uzun soluklu siyasi krizler devam ediyor, bunların arasında en çok göze çarpan Kore sivil halkına karşı yapılmış Japon savaş suçları, geçmiş zamanda Jap |
on politikacıların Yasukuni Tapınağı'na yaptıkları ziyaretde savaşta ölen Japon askerlerine saygı göstermeleri (bazı A sınıfı savaş suçluları dahil) Kore ve Çin hükümetleri tarafından kınandı, iki ülke arasında başka bir sorun Japonya'daki tarih dersi kitaplarının üzerindeki tartışmalar, çünkü Japonya İkinci Dünya Savaşı sırasında olan bazı şeyleri yeniden yazmasıda iki ülke arasındaki ilişkileri yıpratıyor. Ayrıca başka büyük bir sorun Japonya ve Güney Kore arasındaki sınır anlaşmazlıkları özellikle Dokdo adaları üzerindeki anlaşmazlıklar iki ülke arasındaki ilişkiyi kötü yönde etkiliyor
Japonya Başbakanı Junichiro Koizumi'nin Yasukuni Tapınağını tekrar ziyaret etmesinden sonra Güney Kore Chumhurbaşkanı Roh Moo-hyun Japonya ve Güney Kore arasındaki bütün zirve toplantılarını cevap olarak iptal etti.
İki ülke Kuzey ve Güney Kore hâlâ resmî olarak bütün yarımada ve diğer uzak adalar üzerinde egemenlik talebinde bulunuyorlar. 1950'den 1953'e kadar süren Kore Savaşından sonra iki devlet arasında hâlâ uzun sürelik bir düşmanlık yaşanıyor; ama yine de Kuzey Kore ve Güney Kore aralarında barışı sağlamak için barış antlaşmaları imzaladılar. Roh Moo-Hyun ve Kuzey Kore lideri Kim Jong-il kalıcı barışı sağlamak için sekiz maddelik bir antlaşma imzaladılar, bu antlaşmanın içeriği üst düzey görüşmelerin sağlanması, ekonomik işbirliği, tren hizmetleri, karayolu ve havayolu taşımacılığının yenilenmesi ve ortak bir Olimpiyat tezahürat kadrosu kurulması gibi konuları içeriyordu .
Güneş Politikası ve uzlaşma politikası çabalarına nazaran, iki ülke arasındaki barış süreci Kuzey Kore'nin 1993, 1998, 2006 ve 2009'da yürüttüğü füze denemeleri yüzünden zor duruma girdi. 2009 yıllının başlarında Kuzey ve Güney Kore arasındaki ilişki gerginleşti, Kuzey Kore bunun üzerine füzeler hazır bulundurduğunu bildirdi , Güney Kore'yle yapılan bütün antlaşmaların iptal edildiğini bildirdi ve Güney Kore ve Amerika Birleşik Devletleri'ne tehditler savurdu eğer planlandığı gibi bir uyduyla bu gelişmelere müdahale ederlerse .
Kuzey ve Güney Kore hala resmi olarak savaş durumundalar ( Kore Savaşından sonra barış antlaşması imzalamadılar) ve dünya'nın en güçlü tahkim edilmiş sınırını paylaşıyorlar. 27 Mayıs 2009'da Kuzey Kore medyaları ateşkesin artık geçerli olmadığını bildirdi ve bunun nedeni Güney Kore hükümetinin kesinlikle Nükleer Yayılmaya Karşı Güvenlik Girişimine üye olmaya hazırlandığı için olarak gösterdiler. İki devlet arasındaki ilişkileri daha da karmaşık bir duruma sokan ve gerginliği artıran başka bir olay, Mart 2010'da Güney Kore'ye ait ROKS Cheonan gemisinin batması sonucu oluştu, çünkü Güney Koreli yetkililer geminin Kuzey Kore tarafından atılan torpedo sonucu batmasını onayladı ama Kuzey Kore bu iddiaları reddetti. Bunun üzerine Güney Kore başkanı Lee Myung-bak yaptığı bir açıklamada Seul'un Kuzey Koreyle alakadar bütün ticaret alanındaki ilişkileri keseceğini bildirdi, Kuzey Kore'yi karşı alınmış bir önlem olarak öncelikle diplomatik ve mali alanda ülkeyi geri vurmak olduğu söylendi. Kaesong Sanayi Projesi ve insani yardımların Güney Kore tarafından kısıtlanmiyacağı açıklandı . Kuzey Kore, başlangıçta tüm bağları koparmak için Güney Kore'yi tehdit etti, önceden yapılan saldırmama paktını tamamen iptal edeceğini ve bütün Kaesong Sanayi Bölgesi'nde yaşayan Güney Korelileri ülkeden atacağını bildirdi ama bütün tehditlerini geri çekti ve Güney Kore'yle ilişkileri devam etmeye karar verdi. Yine de devam eden ilişkilere rağmen, oluşan askeri çatışmalar yüzünden, Kaesong sanayi bölgesi yatırımda ve işçi gücünde büyük bir düşüş görüldü.
2010 senesinde iki ülke arasındaki yaşanan olaylar
Güney Kore'deki başlıca idari bölümleri ülkenin illere, büyükşehirlere (kendi kendini yöneten şehirler hiçbir il'e dahil olmadan) ve bir tane özel şehire bölünmesiyle oluyor.
Kore'nin tarihi boyunca işgale uğraması ve Kuzey Kore ile halen devam askeri ve siyasi gerginlik yüzünden SAGP'sinin %2,6'sını askeriye için harcıyor. Bu devlet harcamaların %15'in teşkil ediyor (Hükümetin GSYİH'deki payı: %14.967). Ayrıca erkekler için zorunlu askerlik geçerli . Bu nedenle Güney Kore dünyadaki en büyük altıncı hazır ordusuna sahip, 2011'de toplam 650.000 aktif asker görev başındaydı . Güney Kore askeriyesi ayrıca 3,200,000 yedek askerle dünyanın en büyük ikinci yedek asker sayısına sahip ve dünyadaki bütün ülkeler arasında askeri harcamalarda on birinci sırayı alıyor. Kore Cumhuriyeti toplam 3.7 milyon aktif ve yedek asker sayısı ile nüfusa göre (50 milyon) kişi başına asker olma sayısında Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti'nin ardından ikinci sırada yer alıyor .
Güney Kore Ordusu Kore Cumhuriyeti Kara Kuvvetleri (ROKA), Kore Cumhuriyeti Deniz Kuvvetleri(ROKN), Kore Cumhuriyeti Hava Kuvvetleri (ROKAF), Kore Cumhuriyeti Deniz Piyadesi ve yedek askeri kuvvetlerden oluşuyor. Bu kuvvetlerin çoğu Kore'nin askerden arındırılmış bölgesinde konumlanmış durumda. Devlet yasalarına göre her Güney Koreli erkek 21 ay askerlik yapmak zorunda. Önceleri ebeveynlerin sadece birisinin kökeni Koreli olan erkekler zorunlu askerlikten muaf oluyorlardı ama bu yasa 2011'den sonra değiştirildi.
Güney Kore'de zorunlu askerliğin yanında, ayrıca her sene 1.800 Koreli erkek 21 ay KATUSA programına katılmak için seçiliyor; bunun amacı USFK'yı güçlendirmek. 2010 yılında Güney Kore ABD ile yaptığı maliyet-paylaşımı-anlaşması sonucu 1.69 milyar ₩, bütçe sağlamak amacıyla Kore'de bulunan ABD güçlerine verdi. 29.6 milyar ₩ kendi askeriyesi için harcadı.
Kore Cumhuriyeti Kara Kuvvetlerinin hizmetinde bulunan toplam 2,500 tane tank var, bunların arasında K1A1 ve K2 Black Panther tanklarıda bulunuyor.
Eskiden ormanlarla kaplı olan ülkede denetimsiz kesim, yangın, hastalık ve savaş yüzünden ormanlar kalmamıştır. Kore Savaşından sonra devlet başkanının emri ile geniş alanlarda çam ormanları oluşturulmuştur. Ayrıca bambu ağacı yönünden de zenginliğe sahiptir.
Maden bakımından zengin sayılmaz. Fakat tungsten üretiminde önde gelen ülkelerdendir. Ayrıca kömür, demir, flor, grafit, altın, bakır ve kurşun az miktarda çıkarılır.
Dünyada etnik ve dil açısından en fazla homojen bir yapıya sahip ülke Güney Kore'dir. Azınlık olarak sadece küçük bir Çin topluluğu vardır. Koreliler Mançurya'da yüzyıllar boyunca yaşamışlardır. Geçmişteki politik, ekonomik ve sosyal istikrarsızlıklar birçok Güney Koreli’nin başta ABD ve Kanada'ya göç etmesine neden olmuştur. Kaliforniya’da önemli derecede Koreli yaşamaktadır. Koreli Amerikalıların sayısının bir milyonun üzerinde olduğu tahmin edilmektedir. Şu anda Güney Kore'den gerçekleşen göç ve ülkeye gelenlerin sayısı hemen hemen birbirine eşittir.
Nüfus artış oranı da 1950'lerde % 3'ten daha fazla iken bu oran 2005 yılında % 0.38'lere kadar gerilemiştir. Bunun sebebi de insanların daha az çocuk sahibi olma isteklerinden kaynaklanmaktadır. 1960 yılından itibaren hızlı bir kentleşme ve kırsal alanlardan şehirlere doğru bir göç dalgası başlamıştır.
Nüfus 2013 yılı rakamlarına göre 50,219,669’dur. Hızlı nüfus artışı bir zamanlar ciddi bir sosyal problem olmasına rağmen, başarılı aile planlaması kampanyaları ile doğum oranı düşürülmüştür.
Şu anda nüfusun % 85'i şehirlerde yaşamaktadır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra 4 milyondan fazla bir nüfus Kuzey taraftan Güney’e geçiş yapmıştır. Bu aniden meydana gelen nüfus artışı Güney Kore'den gerçekleşen göçlerle birlikte dengelenmiştir. Güney Kore'nin ekonomisini geliştirmesi ve politik istikrara kavuşması ise 1990 yıllarının ortalarını bulmuştur.
Güney Kore'de yaklaşık olarak 378.000 yabancı işçi bulunduğu ve bunun % 52'sinin yasal olmayan yollardan çalışmakta olduğu ifade edilmektedir. Bu iş gücünün büyük bir kısmı Güney Asya ülkelerinden gelmektedir. Yabancı işçilerin büyük çoğunluğu Hindistan, Sri Lanka, Myanmar, Filipinler ve Sovyetler Birliği ülkelerinden gelmektedir. Nijerya'dan da çok sayıda işçi ülkede çalışmaktadır.
En büyük şehir, başşehir Seul’dür. Kore, Çin ile Japonya arasında bir köprü olmasına rağmen, kendilerine has bir kültür geliştirmiştir. Köylerde yaşayan Koreliler, yüzyıllar önceki gibi giyinir ve yaşarlar. Şehirlerde yaşayanlar ise batı dünyasının etkisindedirler.
Halkın büyük kesimi Konfüçyüsçülük ve Budizm inancındadırlar. %25 kadar Hıristiyan vardır. Halk seküler yaşamı benimsemiştir. Halkın kullandığı ve resmi dili Korece'dir.
Eğitimi: Eğitim 6-12 yaş arasında mecburi ve ücretsizdir. Ülkede okur-yazar oranı % 92’dir. Güney Kore’de 197 üniversite ile 222 yüksek okul vardır.
Ayrıca film ve dizi sektörü çok gelişmiştir. Dünya genelinde Kore dizileri izlenmektedir.
River sınıfı refakat muhribi
"River" sınıfı refakat muhribi, Avustralya Kraliyet Deniz Kuvvetleri'nde hizmet etmiş olan refakat muhribi.
1950 yılında Avustralya Hükümeti denizaltı savunma harbi amacı ile kullanılacak altı adet fırkateyn için sipariş verdi. 1958-1961 yılları arasında Avustralya’daki yerel Cockatoo Island ve Williamstown tersanelerinde tasarımı İngiliz yapımı Rothesay sınıfı (Tip 12) fırkateynlerini esas alan dört adet tekne inşa edildi. Bu gemiler hizmete girdikten sonra ikinci nesil "River" sınıfı refakat muhribi olarak tanımlandı. Planlanan iki adet "Tip12" fırkateynin inşası iptal edildi.
10 Şubat 1964 tarihinde D-04 HMAS Voyager güney sahilinde, New South Wales bölgesi, Jervis körfezi’nde R-21 HMAS Melbourne uçak gemisi ile çarpıştı ve battı. Hükümet "HMAS Voyager" yerine iki adet fazladan "River" sınıfı gemi siparişi verdi. 1965-1968 yılları arasında inşa edilen iki teknenin tasarımı daha önceki dört fırkateyne dayanıyordu. Ancak, son gemilerin üst güverte yapısı İngiliz yapımı Leander sınıfı (Tip 12M) fırkateynine benzer. Avustralya Kraliyet Donanması’nda görev yapan "River" sınıfı muhriplerin borda numaraları ve isimleri aşağıdaki gibidir:
Rothesay sınıfı (Tip 12) gemiler:
Leander sınıfı (Tip 12M) gemiler:
Zaman içinde gemiler Ikara ve Seacat SAM füzeleri ile donatıldı ve elektronik ekipmanları modernize edildi. Bugün "River" sınıfı gemilerin tümü hizmet dışı kalmıştır. "HMAS Swan" ve "HMAS Torrens" muhripleri |
hedef gemi olarak kullanıldı ve batırıldı.
DSL
Digital Subscriber Line (Sayısal Abone Hattı), sıradan bakır kablolar üzerinden evlere ve ofislere yüksek bant genişliği sağlayan bir teknolojidir.
xDSL şeklinde de adlandırılıp, baştaki x harfi değiştirilerek türleri adlandırılır: ADSL, ADSL2, ADSL2+, SDSL, IDSL, HDSL, VDSL, VDSL2
ADSL (Asymetric Digital Subscriber Line - Bakışımsız Sayısal Abone Hattı), kullanıcıların yüksek hızlarda bakışımsız veri haberleşmesi olmakla birlikte, eşzamanlı olarak telefon görüşme olanağı sağlayan bir teknolojidir.
Bir ADSL bağlantısı 3 temel iletişim kanalından oluşur. Alış Kanalı (downstream), Gönderiş Kanalı (upstream) ve POTS (Plain Old Public Telephone) kanalıdır.
Alış kanalı Mbps seviyesinde genişlik sunarken, gönderim kanalı Kbps'ler düzeyindedir. ADSL, cihazlarının gerçek hızlar üreticelere ve cihazın modellerine göre değişim göstermektedir. ADSL hizmetlerinden faydalanabilmek için, ADSL hizmeti sunan şirketlerin belirlediği hızları destekleyen modem alınmalıdır.
POTS, ADSL iletim ortamı üzerinden telefon görüşmelerinin aktarılması için kullanılır. Bir telefon görüşmesi için 4 Khz'lik bir frekans yeterli olmaktadır. ADSL veri kanalları 25 Khz'lik frekans alanından başlayıp kablolamanın elverdiği ölçülerde yüksek frekanslara çıkabilmektedir. Farklı frekans aralık ile veri kanalları arasında etkileşim olmaz.
Bir hat üzerinde birçok kanal oluşturabilmek için Frekans Bölmeli Çoğullama (FDM - Frequency Division Multiplexing) Yankı Giderme (Echo Cancellation) olarak adlandırılan yöntemler kullanılır. Yankı Giderme yönteminde, alış ve veriş kanalları için aynı frekans alanı içinde kullanılırkende farklı kanallarda kullanılır. Dolayısıyla, aynı hızda bant genişliği elde etmek için Yankı Giderme yöntemini kullanmak yeterli olur, bu da daha uzaklara gidebilmek anlamına gelir. Ancak bu yöntemle kullanılan ADSL cihazları FDM cihazlara göre daha karmaşık olurlar.
VDSL
Very high data rate DSL, çok yüksek hızlar vadeden gelişen bir teknolojidir.
VDSL (Very High-bit-rate Digital Subscriber Line) ADSL e çok benzeyen bu DSL teknolojisi, Telefon ve ISDN servislerinin yanında geliş yönünde 55.2 Mbps, gidiş yönünde 19.2 kbps-2.3 Mbps arası hızlarda çoğul ortam trafiği geçirebilmektedir. VDSL, ADSL'de olduğu gibi frekans bölmeli çoğullama uygulamakta, transmisyon hızları aynı ise simetrik olarak da çalışabilmektedir.
VDSL'in ADSL den en belirgin farkı iletim mesafesinin azlığındadır. 13 Mbps hız için 1.5 km, 55.2 Mbps için 300 m lik mesafelerden daha öteye erişememektedir. VDSL'in temel bir kullanım alanı, FTTN (Fiber to The Neighborhood) uygulamalarında görülmektedir. Santraldan gelen fiber hattının sonlandığı bir optik ağ ünitesi (ONU) ile ev ya da işyerine bağlı olan tek bir bakır hat arasında uygulanan VDSL, binanın yakınlarına kadar gelen fiber hattını, evlere eski ya da yeni döşenen bakır hatlar üzerinden bağlamaktadır. Ya da bir gökdelenin bütün katlarına VDSL ile katlararası kısa mesafeli hatlarla ulaşılabilmektedir.
ISDN
ISDN, Integrated Services Digital Network sözcüklerinin baş harflerinden oluşmuştur ve "Bütünleştirilmiş sayısal ağ hizmetleri" olarak Türkçeleştirilmiştir.
ISDN, mevcut analog telefon şebekesinin sayısal alternatifidir. Normal bir telefon hattı gibi bir telefon numarası çevirip hem sayısal, hem de analog hatlara ulaşım sağlanabilir. ISDN teknolojisini alışılmış analog hatlardan ayıran en önemli özellik tamamen sayısal temiz bir ses kanalı sağlamasının yanında, aynı anda veri (data) iletişimine de izin verebilmesidir. Ses, görüntü, veri gibi her türlü bilginin sayısal bir ortamda birleştirilip aynı hat üzerinden iletilmesinin sağlandığı bir haberleşme ağıdır.
ISDN aynı anda ses, veri, resim ve görüntü aktarma olanağı veren ve temelde bulut teknolojisine dayanan sayısal bir ağ sistemidir; "Tümleşik Hizmetler Sayısal Şebekesi" olarak adlandırılan bu teknoloji ile kullanıcılara çevrimli sayısal bağlantı kurma olanağı sunulur. Telefon şebekesinde olduğu gibi, ISDN’de de numarası bilinen başka bir aboneye, iletişimden önce çağrı yapılarak bağlantı kurulur ve iletişim gerçekleştirildikten sonra bağlantı koparılır. Birisi BRI, diğeri PRI olarak adlandırılan iki çeşit ISDN hizmeti vardır. Daha küçük band genişliğine sahip olan BRI hizmeti küçük ofis ve ev kullanıcıları için uygun olurken daha yüksek band genişliğine sahip PRI, kurumsal çözümlerde kullanılmaktadır.
Sayısal yapısı ve sunduğu hizmet türleri açısından ISDN hem WAN bağlantılarında ana hat veya yedek bağlantı olarak kullanılabilir; hem de küçük ofis/ev kullanıcıları için çevrimli uzak bağlantı olanağı sağlar. ISDN esnek, başarımı yüksek ve kaliteli bir bağlantı ortamı sunmaktadır.
ISDN hizmetleriyle kurumsal çözümlerde ses ve veri aktarım gereksinimleri tek bir bağlantı aracılığıyla karşılanabilmektedir; ve tek bir bağlantı ile birden çok kanala sahip iletişimler kotarılabilir. Yaklaşık 2 Mbps band genişliğine sahip PRI hizmeti, Avrupa standardında (E1 PRI) 30 tane 64 Kbps’lik kanala sahiptir ve her bir kanal bağımsız olarak kullanılabilir. Daha az kanala sahip olan BRI hizmetinde ise 2 tane 64 Kbps’lik veri kanalı, 1 tane de 16 Kbps’lik D olarak adlandırılan kanal vardır. D kanalı daha çok kontrol amaçlı kullanılmaktadır.
ISDN hizmetlerinde birden çok kanallar aynı anda farklı gereksinimler için kullanılabilirler. Örneğin E1 PRI hizmetinde 30 tane telefon konuşması yapılabilir veya aynı anda kanallardan bir kısmı ses, bir kısmı veri aktarımı için kullanılabilir.
ISDN ağ, analog telefon şebekesi, GSM şebekesi ve X.25 arayüzlü paket anahtarlamalı ağ ile bütünleşik yapıda kurulur. Böylece farklı teknolojilerdeki ağ kullanıcıları ile ISDN arasında geçiş sağlanır. ISDN ağa doğrudan bağlantı yapılabilmesi için sistemlerin, ISDN arayüzlere sahip olmaları gereklidir. Bir bilgisayarın ISDN ağa bağlanması için ona ISDN kart takılmalıdır.
ISDN abonesi olmanın faydası nedir?
Evde veya işyerindeki bilgisayar, faks, telefonun hepsi aynı hat üzerinden kullanılabilir. Ayrıca ISDN sayesinde görüntülü telefon, arayan numarayı görme, görüşme süresi, kontör sayısını öğrenme, video konferans vb. özelliklerden yararlanılabilir, Internete hızlı bir şekilde bağlanılabilir.
ISDN hatlarında kullanılan hat teknolojilerinin adı PRI ve BRI olarak geçmektedir. BRI hatlarda 2 adet 64Kbps veri veya ses kanalının tek bir fiziksel kanal üzerinden iletilmesini sağlar. PRI hatlarda 30 adet 64 Kbps veri veya ses kanalı bant genişliği 2048 Kbps olan tek bir fiziksel kanal içerisinden taşınır. Veri iletimi senkron ve simetriktir. Veri iletiminin simetrik olmasından dolayı uzak mesafelere taşınması gereken PRI hatlar fiber kablolar üzerinden SONET, SDH veya PDH devreleri ile taşınır, bakır kablo üzerinden taşınacak PRI hatlar SHDSL modemler üzerinden taşınır.
ISDN Kanalları
ISDN’de her birinin kullanım amacı ve band genişliği farklı 3 iletişim kanalı vardır: B, D ve H olarak adlandırılan bu kanallar ISDN abonesine uçtan uca sayısal iletişim ortamı sunar; her birinin farklı kullanım amacı vardır:
B Kanalı; ses, veri ve görüntü bilgisi gibi kullanıcı verisi aktarımı için kullanılır; iletişimin kotarılması için gerekli işaretleşme ve senkronizasyon bilgilerin aktarılmasında kullanılmaz. Tam-çift yönlü modda, senkron olarak 64 Kbps band genişliğine sahiptir. B kanalı, kullanıcı verisini taşınması için saydam bir yol sunar; bu nedenle IP, IPX gibi protokol paketleri giydirilerek bu ortamdan aktarılabilir. Hata sezme, yeniden gönderme gibi işlevlere sahip değildir. Eğer iletimde hata olursa üst katmanlarda sezilmeli ve düzeltilmelidir.
B kanalı üzerinden devre anahtarlamalı, paket anahtarlamalı ve yarı-sabit bağlantı olarak adlandırılan üç farklı şekilde oturum kurulabilir.
D Kanalı; iletişimin sağlıklı bir şekilde kotarılması için gerekli işaretleşme ve senkronizasyonun sağlanması ve iletişimden önce yapılan çağrıların yönetimi için kullanılır. Tam-çift yönlü modda 16 Kbps veya 64 Kbps band genişliğine sahiptir. İki ISDN abonesi arasında bir bağlantı kurulmadan önce, birisi bağlantı için çağrı gönderir ve karşı taraf bu çağrıyı kabul ederse, aktarım için gerekli oturum kurulur; böylesi tüm haberleşmeler D kanalı üzerinden yapılır.
H Kanalı; B kanalından daha büyük band genişliğine sahip ve B kanalı gibi gerçek bilginin taşınmasında saydam bir yol sağlar; H0, H1, H2 ve H4 olarak adlandırılan 4 farklı türde H kanalı vardır. Bunlardan H0, 384 Kbps (6 tane B kanalı); H1, 1.920 Mbps (30 tane B kanalı); H2, 44.164 Mbps (690 tane B kanalı) ve H4, 135 Mbps düzeyinde band genişliklerine sahiptirler. Tam çift yönlü modda çalışır.
Crack
Sultan Ahmet Camii
Sultan Ahmet Camii, 1609-1617 yılları arasında Osmanlı Padişahı I. Ahmed tarafından İstanbul'daki tarihî yarımadada, Mimar Sedefkâr Mehmed Ağa'ya yaptırılmıştır. Cami mavi, yeşil ve beyaz renkli İznik çinileriyle bezendiği için ve yarım kubbeleri ve büyük kubbesinin içi de yine mavi ağırlıklı kalem işleri ile süslendiği için Avrupalılarca "Mavi Camii (Blue Mosque)" olarak adlandırılır. Ayasofya'nın 1935 yılında camiden müzeye dönüştürülmesiyle, İstanbul'un ana camii konumuna ulaşmıştır.
Aslında Sultanahmet Camii külliyesiyle birlikte, İstanbul’daki en büyük eserlerden biridir. Bu külliye bir cami, medreseler, hünkar kasrı, arasta, dükkânlar, hamam, çeşme, sebiller, türbe, darüşşifa, sıbyan mektebi, imarethane ve kiralık odalardan oluşmaktadır. Bu yapıların bir kısmı günümüze ulaşamamıştır.
Yapının mimari ve sanatsal açıdan dikkate sayan en önemli yanı, 20.000'i aşkın İznik çinisiyle bezenmesidir. Bu çinilerin süslemelerinde sarı ve mavi tonlardaki geleneksel bitki motifleri kullanılmış, yapıyı sadece bir ibadethane olmaktan öteye taşımıştır. Caminin ibadethane bölümü 64 x 72 metre boyutlarındadır. 43 metre yüksekliğindeki merkezi kubbesinin çapı 23,5 metredir. Caminin içi 200'den fazla renkli cam ile aydınlatılmıştır. Yazıları Diyarbakırlı Seyyid Kasım Gubarî tarafından yazılmıştır. Çevresindeki yapılarla birlikte bir külliye oluşturur ve Sultanahmet, Türkiye'nin altı mina |
reli ilk camiidir.
Sultanahmet camiinin tasarımı Osmanlı cami mimarisi ile Bizans kilise mimarisinin 200 yıllık sentezinin zirvesini oluşturur. Komşusu olan Ayasofya'dan bazı Bizans esintileri içermesinin yanı sıra geleneksel İslami mimari de ağır basar ve klasik dönemin son büyük camisi olarak görülür. Caminin mimarı, büyük usta Mimar Sedefkar Mehmet Ağa'nın "boyutta büyüklük, heybet ve ihtişam" fikirlerini yansıtmada başarılı olmuştur.
Köşe kubbelerin üstündeki küçük kulelerin eklenmesi dışında, geniş ön avlunun cephesi Süleymaniye Camii'nin cephesiyle aynı tarzda yapılmıştır. Avlu neredeyse caminin kendisi kadar geniştir ve kesintisiz bir kemeraltıyla çevrilmiştir. Her iki tarafında abdesthaneler vardır. Ortadaki büyük altıgen fıskiye avlunun boyutları göz önüne alındığında küçük kalır. Avluya doğru açılan dar anıtsal geçit kemeraltından mimari olarak farklı durur. Yarı kubbesi kendinden daha küçük çıkıntılı bir kubbe ile taçlandırılmış ve ince sarkıt bir yapıya sahiptir.
Her katında alçak düzeyde olmak üzere, caminin içi İznik'te 50 farklı lale deseninden üretilmiş 20 binden fazla çini ile bezenmiştir. Alt seviyelerdeki çiniler gelenekselken, galerideki çinilerin desenleri çiçekler, meyveler ve servilerle gösterişli ve ihtişamlıdır. 20 binden fazla çini İznik'te çini ustası Kasap Hacı ve Kapadokyalı Barış Efendi'nin yönetiminde üretilmiştir. Her çini başına ödenecek tutar sultanın emriyle düzenlense de çini fiyatı zamanla artmış, bunun sonucunda kullanılan çinilerin kalitesi zamanla azalmıştır. Renkleri solmuş ve cilaları sönükleşmiştir. Arka balkon duvarındaki çiniler 1574'teki yangında zarar gören Topkapı Sarayı'nın hareminden geri dönüştürülen çinilerdir.
İç kısmın daha yükseklerine mavi boya hakimdir, fakat düşük kalitelidir. 200'den fazla karışık leke desenli cam doğal ışığı geçirir, bugün avizelerle desteklenmişlerdir. Avizelerde devekuşu yumurtası kullanımının örümcekleri uzak tuttuğunun keşfedilmesi örümcek ağlarının oluşumunu engellemiştir. Kur'an'dan sözler içeren hat dekorasyonlarının çoğu zamanın en büyük hat sanatçısı Seyid Kasım Gubari tarafından yapılmıştır. Yerler yardımsever insanlarca eskidikçe yenilenen halılarla kaplıdır. Pek çok büyük pencere geniş ve ferah bir ortam hissi vermektedir. Zemin kattaki açılır pencereler "opus sectile" adı verilen bir döşeme şekliyle dekore edilmiştir. Her kavisli bölüm bazıları ışık geçirmeyen 5 pencereye sahiptir. Her yarı kubbe 14 pencereye ve merkez kubbe 4'ü kör olmak üzere 28 pencereye sahiptir. Pencereler için renkli camlar Venedik sinyorundan sultana hediyedir. Bu renkli camların çoğu bugun sanatsal değeri olmayan modern versiyonlarıyla değiştirilmiştir.
Caminin içindeki en önemli unsur ince işçilikle oyulmuş ve yontulmuş mermerden yapılma mihraptır. Bitişik duvarlar seramik çinilerle kaplanmıştır. Fakat çevresindeki çok sayıda pencere onu daha az ihtişamlı gösterir. Mihrabın sağında zengin dekore edilmiş minber bulunur. Cami en kalabalık halinde dahi olsa herkesin imamı duyabileceği şekilde tasarlanmıştır.
Sultan mahfili güneydoğu köşesindedir. Bir platform, iki küçük dinlenme odası ve sundurmadan oluşur ve padişahın güneydoğu üst galerideki locasına geçişi bulunur. Bu dinlenme odaları 1826'da yeniçerilerin ayaklanması sırasında veziriazamın yönetim merkezi oldu. Hünkar Mahfili 10 adet mermer sütunla desteklenmiştir. Zümrüt, gül ve yaldızlarla süslenmiş ve yaldızlarla 100 adet Kuran işlenmiş kendi mihrabı vardır.
Caminin içindeki birçok lamba zamanında altın ve diğer değerli taşlarla ve de içinde devekuşu yumurtası ya da kristal toplar bulunabilecek cam kaselerle kaplıydı. Bu dekorların tümü ya kaldırıldı ya da yağmalandı.
Duvarlardaki büyük tabletlerde halifelerin isimleri ve Kur'an'dan parçalar yazılıdır. Bunları orijinal haliyle 17. yüzyılın büyük hat sanatçısı Diyarbakırlı Kasım Gubari yapmıştır, fakat yakın zamanda restore edilmek için kaldırılmışlardır.
Sultanahmet camii Türkiye'de 6 minaresi olan 4 camiden biridir. Diğer 3 tanesi ise İstanbul Arnavutköy'de Taşoluk Yeni Camii, Adana'daki Sabancı Camii ve Mersin'deki Muğdat Camii'dir. Minarelerin sayısı ortaya çıkınca sultan küstahlıkla suçlanmıştır çünkü o zamanlarda, Mekke'deki Kâbe'de de 6 minare bulunmaktadır. Sultan bu problemi Mekkede olan (Mescidi Haram) camiye yedinci minareyi yaptırarak çözer.
4 minare caminin köşelerindedir. Kalem şeklindeki bu minarelerin her birinin 3 şerefesi vardır. Ön avludaki diğer iki minare ise ikişer şerefelidir.
Yakın zamana kadar müezzin günde 5 kere dar sarmal merdivenleri çıkmak zorunda kalıyordu, bugün ise toplu dağıtım sistemi uygulanıyor ve diğer camilerce de yankılanan ezan şehrin eski bölümlerinde de duyuluyor. Türklerin ve turistlerin oluşturduğu kalabalık günbatımı vaktinde, güneş batarken ve cami renkli projektörlerle parlak bir şekilde aydınlatılmaya başlarken parkta toplanıp yüzünü camiye vererek akşam ezanını dinliyorlar.
Cami inşa edildiği dönemlerde uzunca bir süre cuma günleri Topkapı Sarayı'ndakilerin ibadetlerini gerçekleştirdiği mekân olmuştur.
I. Bayezid
I. Bayezid veya Yıldırım Bayezid () (d. 1354, Edirne – ö. 8 Mart 1403, Akşehir) dördüncü Osmanlı padişahı. 1389'dan 1403 yılına kadar hükümdarlık yapmıştır. Babası Sultan I. Murad, annesi ise Gülçiçek Hatun'dur.
Babası Sultan I. Murad, annesi Rum asıllı olan Gülçiçek Hatun'du. Adı babaannesinin babası Türkmenler'in Ede-Balı diye andığı Ebâ Yezîd'in adından gelir. Küçük yaştan itibaren zamanın seçkin alimlerinden genel İslam eğitimi ve değerli kumandanlardan askerlik, sevk ve idare dersleri aldı. Osmanlı tarihlerinde kendisinden ilk olarak söz edilmesi, 1381'de Germiyanoğulları beyi Süleyman Şah'ın kızı Devlet Sultan/Hatun 'la evlenişi nedeniyledir. Bu evlilik babası I. Murat'ın Germiyan topraklarının neredeyse tamamını "gelin çeyizi" olarak sınırlarına katmak politikasının sonucuydu. 1381 yılında evlenişinin takip eden yıllarda devlet idaresinde yetişmesi için Sultanönü Eskişehir ve sonra Germiyan İli Kütahya sancakları beyliğine atandı. Sancaklarının askeriyle Anadolu ve Rumeli yakalarında savaşlarda babasının safında yer aldı. 1385'te kardeşi Şehzade Savcı Bey'in, Bizans veliahtı Andronikos Paleologos ile birlikte hareket ederek ayaklanmasının bastırılışı ve Şehzade Savcı'nın gözlerine mil çekilmesi sonucu öldürülmesi olayları ile de Osmanlı tarihlerinde bahsi geçmektedir. 1389'da Sırpların çoğunluğunu oluşturduğu Haçlı ordusu ile yapılan Birinci Kosova Muharebesi'ne katıldı. Osmanlı ordusunun sağ kanadının komutanlığını yaptı; savaşta büyük kahramanlık gösterdi ve savaşın Osmanlılar tarafından kazanılmasında komutası altında bulunan Osmanlı sağ kanadının Sırplara bir karşı taarruz ile Sırp ordusunu çökertmesi çok önemli katkı sağladı. Babası Sultan Murad, bu savaş sonunda bir Sırp soylusu olan Milos Obilic tarafından şehit edilince, devlet ileri gelenlerinin müşterek kararı ile Osmanlı tahtına geçti.
I. Bayezid, Kosova Meydan Muharebesi'nin son saatlerinde babasının suikasta uğrayıp öldürülmesi üzerine savaş alanından çağrılarak kendisine biat edildi. Bu biat töreni biter bitmez düşman peşinde olan kardeşi Yâkub Çelebi çağırtılarak çadırda boğduruldu. Zamanının tarihçisi Âşıkpaşazâde, Yâkub'un öldürülmesi "o gece askeri iztiraba düşürdü" demektedir.
1389'da ilk olarak I. Bayezid, Anadolu işlerini bir köşeye koyup Rumeli sorunları ile ilgilendi. Sırbistan işlerini yoluna koymak için çaba verdi. Kosova Savaşında öldürülen Sırp Kralı Lazar'in ardılı olan İstvan Lazaroviç'le yeni bir anlaşma yapılarak Sırplar için yıllık vergi ödenmesi tayin edildi ve yeni kralın kızkardeşi Mara Despina'nın I. Bayezid ile evlenmesi için anlaşma yapıldı. Yeni bir Hıristiyan ittifakını önlemek amacıyla Vidin, Eflak ve Bosna yörelerine Paşa Yiğit, Hoca Firuz ve diğer akıncı beyleri komutasında akıncı birlikleri sevkedildi. Yoğun bir Türkmen göçmen grubunun Üsküp ve civarına yerleştirilmesi sağlandı. Padişah kışı Edirne'de geçirdi. Edirne'nin imar edilmesi için uğraştı. Hükümdarlığını kutlamaya gelen elçileri kabul etti. Venedik Cumhuriyeti elçisi Francesko Kuirini'ne Venedik ticari kolonilerine tanınan imtiyazların devam etmesi için güvence sağlandı.
1391'de ilkbaharında Anadolu'da Kastamonu seferi yapmaktayken Eflak Voyvodası Mirce Tuna Nehrini geçip Karinabad'a kadar ilerledi. Bunun üzerine I. Bayezid hızla Rumeli'ye Mirce üzerine yöneldi. Arkus Ovası Muharebesi'nde Mirce komutasındaki Eflak ordusuna karşı çıktı. Savaşı Osmanlı ordusu kazanıp Eflak Voyvodası Mirce esir alındı. Mirce ile yapılan anlaşmaya göre Mirce çok yüksek bir kurtuluş akçesi ödemek zorunda kalıp ülkesine dönebildi. Eflak Voyvadalığı da Osmanlı devletine bağımlı bir vasal devlet statüsüne girdi.
1393'te de I. Bayazid Anadolu'da Amasya ve civarında iken Macarların saldırıları üzerine Rumeli'ye döndü. Bulgarların başkenti olan Tırnova'yi ele geçirdi. Macar-Bulgar karışık orduları işgaline uğrayan Tuna boyu kaleleri olan Silistre, Niğbolu ve Vidin'i tekrar Osmanlı egemenliğine aldı. Niğbolu kalesine kapanmış Bulgar Kiralı Şişman ve oğlu Aleksander kısa bir kuşatma sonunda bu kalede I. Bayezid eline esir düştüler.
1394'te Selanik ve Yenişehir'i (Mora) alan Osmanlı orduları, Teselya ve Arnavutluk'a kadar ilerlediler.
1395'te Bizans imparatoru ve prenslerinin Serez'de görüşmeleri başarısız kalınca I. Bayezid komutasında Osmanli ordusu güneye Yunanistan üzerine hücuma geçip Tırhala, Domacia, Patras ve Farsala şehirlerine eline geçirdi. Sonra tarihî Termopylae Geçidi'nden geçerek Atika yarımadası bölgesine girdi. Yunanistan'daki başarısından sonra I. Bayezid yine o yaz sonu Anadolu'ya Kastamonu'ya yöneldi.
23 Eylül 1396 tarihinde Rumeli'de ilerlemekte olan Haçlı Ordusu'nu Niğbolu Muharebesi ile ağır bir mağlubiyete uğrattı. Haçlı Ordusu tamamen dağıldı.
1397'de Balkanlardaki akıncı grupları Evrenos Bey, Murtaza Bey ve Yakup Paşa komutalarında Venedik'e bağlı olan Koron ve Modon kaleleri ile Mora'ya akınlar tertip ettiler. Bu akınlar yıldırma ve yağma toplama hedefli idi; bu kaleler ve arazileri fethetmeleri ve arazi |
lerine yeni Türkmen aileleri yerleştirilmeleri ön görülmemekteydi. Tam aksine Rumeli'nin bu yörelerinin bazı yerlerinde bulunan halk toplu olarak Anadolu'ya göç ettirilmişti.
1389'da I. Bayezid'a yönelik daha büyük bir tepki Anadolu Türkmen beyliklerinden gelmişti. Sözde Yakup Çelebi'nin öcünü almak üzere, Germiyanlı, Aydınlı, Saruhanlı, Menteşeli, Hamitli beylikleri ve hatta Sivas Hükümdarı Kadı Burhaneddin eyleme geçmişlerdi. Amaçları giderek büyüyen Osmanlı devletinin gücünü kırmak ve kaybettikleri topraklar varsa bunları geri almaktı.
1390 baharında I. Bayezid yanına vasal devletlerden katkılar olarak Sırp Kıralı İstavan Lazarovic ile Bizans İmparatorunun oğlu ve veliahtı Manuil'i alarak olağanüstü başarılar sağlayan bir Anadolu seferi gerçekleştirdi. Hızla hareket ederek Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Germiyanoğulları, Menteşeoğulları ve Hamitoğulları beyliklerini ortadan kaldırdı. Saruhan beyleri Hızırşah ve Orhan Bey'in Bursa'da, Germiyanlı Yakup Bey'in İpsala'da ve Aydınlı İsa Bey'in ise Tire'de oturmaları emredildi. Antalya'ya kadar indi. Bu arada Bizans'in elinde bulunan Anadolu içinde dört tarafı Osmanlı arazisi ile çevrili bir enklav şeklindeki Filedelfiya (şimdiki Alaşehir) kalesini vasalı olan Manuil'e zaptettirdi. O yıl sonbaharda Karamanoğlu Alaeddin Bey, Candaroğlu Emir Süleyman ve Sivas Hükümdarı Kadı Burhaneddin arasındaki ittifakı yıkmak için Konya'yı kuşattı. Yıldırım'ın eniştesi olan Karamanoğlu Alaeddin Bey barış imzalayarak Çarşamba Suyu'na kadar topraklarını Osmanlılara bırakmak zorunda kaldı.
1391-92 kışını Bursa'da geçiren I. Bayezid 1392 baharında Kastamonu üzerine yürüyerek, Candaroğlu topraklarını ele geçirdi. Kadı Burhaneddin üzerine gönderilen öncü Osmanlı birlikleri önce Osmancık kalesini aldılar. Fakat Kadı Burhaneddin ordularına karşı yapılan Kırkdilim Muharebesi'nde yenilip bu ordunun komutanı olan I. Bayezid'in büyük oğlu Şehzade Ertuğrul Çelebi bu savaşta şehit düştü. Kadı Burhaneddin'in Moğol asıllı akıncıları Anadolu Osmanlı topraklarına yayıldı. I. Bayezid ise Macar ordularının Rumeli'de yaptıkları hücumları önlemek amacıyla Rumeli'ye dönmek zorunda kaldı.
1393 baharında Anadolu büyük bir savaş ortamı halini alıp I. Bayezid müttefikleri ile Kadı Burhaneddin müttefikleri arasında yer yer patlak veren savaşlara sahne oldu. Anadolu'da sefere çıkan I. Bayezid bu defa Amasya ve yöresine yöneldi. I. Bayezid'in yerel müttefiki Niksar merkezli Canik bölgesi yerleşikli Taceddinoğulları idi. Bunun sefer sonucunda Amasya, Merzifon, Turhal ve Tokat kaleleri Osmanlılar eline geçmiştir.
I. Bayezid bu stratejik önemi çok büyük sınır bölgesini yeni bir Osmanlı eyaleti olarak organize etmiş ve eyalet valiliğine oğlu I. Mehmet'i atamıştır. O yıl yazı da I. Bayezid Rumeli'ye dönüp Bulgar ve Macarların Tuna kalelerini işgalleri sorunu ile uğraşmak zorunda kaldı.
1394'de Timur Dicle'yi geçip Anadolu'ya girmişti. Anadolu'da ve Suriye'de yerel egemenliğini yitirmiş veya yitirme tehlikesi altında olduğu görünen beyler, Timur'a yanaştılar. Buna karşılık I. Bayezid güney Anadolu'da egemenlik gösteren Mısır merkezli Memluklularla dostane ilişki kurmak niyetiyle Mısır'a bir elçi gönderdi.
1395de Rumeli'de Yunanistan üzerine bir seferden sonra, o yazın da yine ivedilikle Anadolu'ya döndü ve Candaroğulları'na bağlı Sinop kalesini kuşattı. Candaroğlu İsfendiyar Bey bir barış teklif etti ve kendisi anlaşma ile bir bağımlı vasal devlet statüsüne girdi. I. Bayezid kışı Bursa'da geçirdi.
1396'da en önemli olay Niğbolu Muharebesi oldu. Büyük bir Haçlı ordusuna karşı çok önemli bir zafer kazanan I. Bayezid bu savaştan büyük ganimetle kışı geçirmek için Anadolu'daki Bursa başkentine döndü. Savaş ganimetlerini Bursa'nın imarına sarf etmeye başladı. Bursa Ulu Camii bu ganimetlerin kullanıldığı eserlerin başında gelir. Ayrıca Bursa bir hastahane, bir darûlhayr, Ebu İshakane ve iki medrese de yaptırılmıştır.
1397'de I. Bayezid'in eniştesi olan Karamanoğulları Beyi Alaeddin Bey Oğuz boyları Türkmenlerinden büyük bir ordu oluşturmuştu ve 1390da Osmanlılara kaybetmiş olduğu arazileri almaya hazırlanmaktaydı. I. Bayezid İstanbul kuşatmasını bırakarak bir ordu ile Karamanoğulları karşına gitti. Karamanlılar ve Osmanlılar arasında yapılan Akçay Ovası Savaşı I. Bayezid'in kesin galibiyeti ile bitti. Karamanoğlu Ahmet Bey savaş meydanından kaçıp Konya Kalesine sığındı. I. Bayezid tarafından kısa bir kuşatmayla alınan Konya'da Alaeddin Bey yakalanıp idam ettirildi. Osmanlı'lar Karaman (Larende) kalesini de aldılar. I. Bayezid kızkardeşi Karamanlı Alaeddin Bey'in karısı olan Melek Hatun'u ve yeğenlerini Bursa'ya gönderdi.
1398'de ilkbaharda I. Bayezid Samsun ve çevresinden oluşan Canik yöresine bir sefer yaptı. Bu yörede bulunan küçük beylerin egemenliklerine son verdi; ve yaz başında tekrar Bursa'ya geri döndü. Fakat o yaz başında Kadı Burhaneddin Akkoyunlu hükümdarı Kara Yülük Osman Bey ile savaşa girişmiş; bu savaşı kaybedip esir düşüp Akkoyunlular tarafından öldürülmüştü. Kadı Burhaneddin'in umerasi I. Bayezid'a çağrı gönderip bu devlet arazilerini Osmanlıların eline geçmesini istediler. Bu nedenle 1398 yaz sonu I. Bayezid yeni bir Anadolu seferine çıkmak zorunda kaldı. Bu sefer de Kırşehir'den Sivas'a kadar uzanan bir büyük yöreyi Osmanlı sınırlarına katıp yine Bursa'ya geri döndü.
1399'da ise tekrar bir Anadolu Seferi düzenleyen I. Bayezid bu sefer Mısırlı Memlukluler devleti elinde bulunan güney ve güney doğu Anadolu yörelerine yürüdü. Bu suretle Memluklarla yıllar süren barışı sağlayan karşılıklı anlaşmalar ihlal edilmiş olmaktaydı. Fakat I. Bayezid Mısır Memluk Sultanı Berkuk'un ölmesi nedeniyle Osmanlılar ve Memluklular arasındaki anlaşmanın da yürürlüğü kalmadığı tezini ortaya atıp bu mütecaviz olan askerî harekâtını savunmaya çalıştı. Mısır'in sınır kaleleri olan Malatya, Darende ve Divriği kalelerini eline geçirdi. Dulkadiroğulları topraklarına girdi.
O yıl Uygur asıllı Erzincan Emiri Mutahharten'in teşviki ile Timur bir öncü Anadolu seferi yaptı. Yörelerini Osmanlı'lara yitirmiş olan Anadolu beyleri de Mutahharren vasıtasıyla Timur'a sığınmışlardı. Buna karşılık Karakoyunlu Kara Yusuf Bey ve Sultan Ahmed Jelayir Osmanlı'lara sığınmıştı.
1400'un ilk aylarında I. Bayezid yine İstanbul kuşatması ile ilgiliyken Timur'un Sivas'i aldığını, Kayseri yakınlarında bir Osmanlı Anadolu eyaletleri ordusunu mağlup edip dağıttığını ve Malatya'ya inip bu kaleyi ele geçirdiği haberlerini aldı. Ağustos'da İstanbul kuşatmasından ayrılmakla beraber, I. Bayezid o yıl Anadolu'ya sefer yapmadı.
1401'de ise Timur'un Bağdat'a yöneldiği haberi geldi. I. Bayezid o yaz Erzincan Emiri Mutahharten üzerine bir sefer başlattı. Osmanlılar ve Timur arasında sıkışan Mutahharren Osmanlılara bağlılığını sundu. Ancak Timur'un Sivas'ı almasına yardımcı olduğunu bilen ve ona güvenmeyen I. Bayezid, Erzincan'ı ve Kemah'ı ele geçirerek, Erzincanlılar'ın isteği üzerine, Mutahharten'in, kendisine bağlı olmak kaydıyla hükümdarlığını tanıdı. Buna rağmen Mutahharten, Timur ile olan ilişkisini sürdürmüş ve I. Bayezid'in eline geçmiş Kemah kalesini geri almak için destek sağlama girişiminde bulunmuştu.
Timur o yıl Karabağ'da kışlağa çekilmişti. Timur diğer Anadolu beyliklerinin de yasal hükümdarlarına geri verilmesini I. Bayezid'den istiyordu. O yıl iki hükümdar arasında birbirini tahrik etmek için karşılıklı hakaretlerle dolu bir mektup diplomasisi başladı. Timur bir taraftan Fransa, Cenova ve Bizans ile ilişkilere başlamıştı; diğer taraftan da I. Bayezid'de gönderdiği mektuplarla sözde uzlaşmacı bir yaklaşımla I. Bayezid'i çileden çıkaracak isteklerde bulunmaktaydı. I. Bayezid Mısır Memlukluları ile dayanışma için diplomatik girişimlerde bulunduysa da bunda başarı sağlanmadı.
1402'de Timur büyük bir ordu ile Anadolu seferi başlattı. O yıl baharında Kemah kalesini kuşatıp aldı ve Sivas üzerine yürüdü. I. Bayezid ise ordusu ile Tokat'a gelmiş ve orada ordugah kurmuştu. Her iki taraf da bu yörede savaşa razı olmayarak biri kuzeyden diğeri güneyden Kızılırmak'ı takip ederek Ankara'ya geldiler. Burada 22 Temmuz,1402'de Ankara Savaşı başladı. Timur Ankara Savaşında büyük başarı kazandı.
Yıldırım Bayezid yıl be yıl askerî sefere geçerek Anadolu Türk siyasi birliğini kuran ilk Osmanlı hükümdarı oldu. Bu faaliyetleri üzerine Yıldırım Bayezid, Abbasi halifesinden Sultan-ı İklim-i Rum (Anadolu ülkesi sultanı) unvanını aldı. Bu da bir anlamda Bayezid'in icraatini meşrulaştırıyordu.
I. Bayezid padişahlığının ilk yılı olan 1389'da Bizans İmparatorluğu'ndaki saltanat çekişmesi sorunlarına da önem verdi. V. İoannis tahtta bulunuyordu; ama yeğeni VII. İoannis Kosova Savaşı sırasında Ceneviz'de bulunup amcası aleyhine bir darbe hazırlamaktaydı. I. Bayezid'in da yardımını sağlayıp 11 Nisan 1390'da Yıldırım'ın sağladığı bir Türk birliği desteği ile amcası V. İoannis'i ikinci defa tahttan indirmeyi başardı. Fakat VII. İoannis şimdiki Yedikule yerinde olan Altın Kapı hisarında kendini savunmaya başladı ve oğlu Manuil'i Midilli adasından çağırdı. Midilli'den Rodos Sen Jan Şövalyeleri gemileri ile gelen Manuil ve babası üç hafta süren bir şehir iç savaşı sonunda tekrar V. İoannis'i Bizans İmparatorluğu tahtına getirdiler. Destek verdiği kişinin tahtan indirilmesinden hoşlanmayan I. Bayezid ise Osmanlılara yıllık tazminat ve askerî yardım sağlamakla yükümlü olan bir vasal devlet olan Bizans'dan 1390'da çıktığı Anadolu seferi için yardım istedi ve Manuil Yıldırım'ın Anadolu seferine katılmak zorunda kaldı.
1390'da Bizans İmparatoru V. İoannis Bayezid'in Anadolu'da olmasından yararlanarak İstanbul şehri surlarının şimdi Yedikule içinde kalan tören kapısı olan Altın Kapı civarını, şehrin içinde ve etrafında bulunan, kullanılmayan ve yıkık kiliselerden alınan taşlar ve mermerlerle pekiştirmisti. Bu projeye kızan I. Bayezid bu yeni yapıları yıkmasını ve bu yıkım yapılmazsa iki devlet arasında savaş başlayacağını ve Yıldırım'ın yanında bulunan İmparator'un oğlu ve varisi Manuil'in gözlerini kör edileceğini tehdit etti. Çaresiz kalan V. İoannis, Sultan'ın bu istek |
lerini yerine getirmek zorunda kaldı ve bu yeni sur tamirlerini yıktırdı. Bunu çok utandırıcı bulan V. İoannis bu nedenle sinir buhranları geçirdi; 16 Şubat 1391'de öldü ve yerine oğlu II. Manuil geçti.
II. Manuil, Yıldırım'ın şehirde bir Türk mahallesi kurulması, bir câmi yapılması ve yıllık verginin artırılması isteklerinin kabul etmeyince Yıldırım (aralıklı olarak 1391 ile 1400 dönemlerinde) İstanbul'u karadan kuşatıp, kara ablukası uygulamaya başladı.
1391'de İstanbul, karadan ve denizden kuşatıldı. Bizans'a gözdağı vermek için yapılan ve yedi ay süren kuşatma sonunda Bizanslılar'dan bazı imtiyazlar elde edildi.
1395'te Yıldırım Bayezıd, uzun süre abluka altında tuttuğu İstanbul'u ikinci kez kuşattı. Kış mevsiminin yaklaşması üzerine kuşatmaya son verildi.
1396'da Yıldırım Bayezıd, İstanbul'u üçüncü kez kuşattı, ancak sonuç alamadı.
1400'de Bizans İmparator'unun Avrupa ülkelerini yeni bir haçlı seferi için örgütlemeye çalışması üzerine Yıldırım Bayezıd, İstanbul'u dördüncü kez kuşattı. Timur'un Anadolu'ya girmesi üzerine kuşatma kaldırıldı.
Yıldırım Bayezid'in 1395'te İstanbul'u ikinci defa kuşatmakta iken yeni bir Haçlı ordusu hakkında haberi oldu. Osmanlı istihbaratı iyi çalışmıştı. Esasen İstanbul Boğazı'ndan geçen ve Haçlı donanmasına iştirak edecek olan gemiler görülmekteydi. Ayrıca Bizans İmparatoru II. Manuil'un Macar Kralına gönderdiği Yıldırım'ın Haçlı ordusundan haberdar olduğuna dair mesaj da Osmanlıların eline geçmişti. Haçlı ordusu Buda'ya eriştiği zaman Yıldırım, İstanbul kuşatmasını çoktan bırakmış bulunuyordu. Gazi Evranos Bey komutasındaki akıncılar hemen ilerlemişler ve Osmanlı ordusunun güzergahı için keşif yapmaya başlamışlardı. Bayezid İstanbul'un ablukası için az sayıda birlikleri geri bıraktı ve bu yüzden Bizanslılar donanmalarını Tuna'ya gönderemediler.
Yıldırım Bayezid, Rumeli eyaleti ordularının düşmana hücum etmemesini ve Osmanlı ordusunun Edirne ve Filibe arasında toplanması emrini vermişti. Tecrübeli Sadrazam Kara Timurtaş Paşa tarafından organize edilen Rumeli ve Anadolu eyalet orduları büyük bir hızla burada toplanmaya başladılar ve Meriç kıyısına hemen hasıl oldular. Vasal devletlerden de önemli katkı sağlayanlar oldu. Özellikle Sırplar Stefan Lazarević komutasında Filibe'ye geldi ve ana Osmanlı ordusu ile Sıpka Geçidi güneyinde birleşti. Ana Osmanlı ordusu ise toplanma mevkiinden Ağustos sonunda hızla yola çıkıp 20 Eylülde Sıpka Geçidi'nden geçip 21-22 Eylül'de Tırnova'ya vardı. Burada ilk defa bir Haçlı keşif birliği ile karşılaştılar. Osmanlı keşif birlikleri ise Niğbolu'ya yetişip Haçlı ordularının kale önünde ordugahta olduklarını gördüler. 24 Eylül'de Yıldırım Bayezid ve ana Osmanlı ordusu Niğbolu'nun birkaç kilometre güneyine geldi ve Yıldırım'ın otağı burada bir tepe üzerine kuruldu.
Yıldırım Bayezid Edirne'den Tuna Nehri kıyısında bulunan Niğbolu Kalesine 24 saat gibi kısa bir sürede ordusuyla beraber ulaştı. Adına yaraşır bir süratle gelen Sultan Yıldırım Bayezid, Divanı toplayarak durum değerlendirmesi yaptı. 25 Eylül 1396 günü kendinden aşırı emin Haçlı birlikleri Osmanlı süvarilerinin amansız akını karşısında bozguna uğramış adeta bir baskın yemişlerdir.
Savaşın başlarında tepeden tırnağa zırhlı seçkin Hospitalier Şövalyeleri Osmanlıların öncü birliklerine kayıplar verdirmiş, onları kovalamak için ilerledikçe Türk askerlerinin daha önceden yerlere sapladıkları kazıkların olduğu bölgeye gelmişler ve atlarla ilerlemenin mümkün olmadığını görünce atlarından inmişlerdir.
Haçlı ordusunun geçtiği yerde Müslümanları ve hatta Ortodoksları katlettiğini öğrenen Yıldırım Bayezid çok öfkelendi. Soylular bir kenara ayrıldıktan sonra yere bir kazık çakıldı ve boyu bu kazıktan uzun olan tüm diğer esirler idam edildi. Niğbolu Savaşı, Osmanlı'nın ilk zamanlarında esirlerin öldürüldüğü tek savaştır. Ancak çocuk yaştaki Haçlı askerlerinin canı bağışlandı ve onlar da Müslüman olarak yetiştirilmek üzere Türk ailelerine gönderildi.
I. Bayezid'in 1398'de Karaman ve 1399'da Dulkadirli topraklarına girmesinden sonra topraklarını kaybeden Anadolu beyleri bu sırada Hindistan seferinden dönen Timur'a sığınarak, onu Osmanlı sultanına karşı kışkırttılar. Bu arada Timur'dan kaçan Karakoyunlu ve Celayirli beyleri de I. Bayezid'i Timur'a karşı tahrik ediyorlardı. Bu kışkırtmalar bir yana, Osmanlı için büyük bir tehdit oluşturan Timur ordusu Anadolu'ya ilerlemeye başlamıştı. Timur'un Osmanlılara ait Sivas'ı alması, Osmanlı ve Timur'un ordularının Ankara'da karşı karşıya gelmesi sonucunu doğurdu.
I. Bayezid Çubuk Ovası'nda, Timur'un ordusunu konaklarken buldu bunun üzerine tüm vezirleri, paşaları ve oğulları hemen saldırmayı önermesine rağmen, mertlik üzere Timur'a toparlanma fırsatı verdi ve konakladı. Daha önce Timur ile anlaşmış olan Menteşeoğulları, Germiyanoğulları, Saruhanoğulları Beyleri ve kuvvetleri, ihanet ederek karşı tarafa geçtiler. I. Bayezid'in vezirleri de büyük oğlu; Emir Süleyman'ı, Osmanlı Devleti'nin devamı için savaş alanından kaçırdılar. Bu olayı gören Mehmet Çelebi ve Mustafa Çelebi de savaş alanını taht mücadelesi için terk ettiler. Osmanlı ordusunda yer alan kara Tatarlar da Timur saflarına geçti. Daha savaşmadan yaşanılan bu bozguna rağmen I. Beyazıt elinde kalan en sadık 10.000 kişilik askeriyle saldırdı. Timur-Tatar Ordusuna müthiş zararlar verdirdi. Ordusundan kaçanları savaş alanına geri getirebilmek için, merkezinde bulunduğu kuvvetinin, yanındaki Paşalarının ""Çıkmayınız akşama kadar dayanırız, gece olunca da geri çekiliriz"" uyarılarına rağmen çıktı ve Tatar askerlerine yakalandı, esir düştü.(28 Temmuz 1402).
Sonuçları:
Timur'un fetihnamesine göre Ankara Savaşı'nın bitiminde Bayezid bir gürz darbesiyle atından düşürülüp yakalanmış ve "Ben sultan Bayezid'im. Beni sağ olarak hükümdarınıza götürünüz" demesi üzerine elleri bağlı olarak Timur'un çadırına götürülmüştür.
Timur tarafından şahsen Bayezid'ın iyi karşılandığı belirtilmiştir. Yıldırım'ın oğulları Mustafa Çelebi ve Musa Çelebi de aynı savaşta tutsak düşmüşlerdir. Timur ve tümenleri Bursa ve İznik'i ve sonra İzmir'i ele geçirmişler; talan edip yakıp yıkmışlardır. Timur bu seferlerinde ve Anadolu'da bulunduğu sıralarda Bayezid'ı devamlı olarak yakınında tutup ayrılmasına izin vermemiştir. Bayezid'ı kaçırmak için birkaç girişim ortaya çıkartılınca Bayezid ve eşi Sırp Prensesi Olivera (veya Maria Despina) ile birlikte tutsak alarak demir kafeste tutuldukları da söylenmiştir.
Yıldırım Bayezid 8 Mart 1403'te 43 yaşındayken Akşehir'de neden olduğu hâlâ bilinmeyen gizemli bir şekilde ölmüştür. İbn Arabşah eceliyle öldüğünü yazar. Bazı kaynaklara göre Timur'un beraberinde Orta Asya'ya doğru Hazar Denizi kıyılarından geçerek götürülmek isteniyordu ve en yakınlarından uğradığı ihanete dayanamayan I. Bayezid hastalandığı için bırakılarak tedavisi için geriye gönderildiyse de vefat etmiştir. Diğer kaynaklar hastalığının ilerleyen romatizma ve bronşit olduğunu, Behiştî "humma-i muhrika (ateşli bir hastalık)" olduğunu bildirirler. Bizanslı tarihçi Dukas kendisinin zehirlendiğini, diğerleri ise esaret altında intihar ettiğini de belirtmektedirler.
Yıldırım naaşı geçici olarak Akşehir'de Seyyid Mahmud Hayrani'nin türbesine defin edilmiştir. Ancak Semerkand'a dönerken Timur'a kendisini beğendirmiş olan Musa Çelebi'ye babası Yıldırım'ın naaşını alıp Bursa'ya birlikte götürmesi buyruğu verilmiştir. Bazı kaynaklara göre cenaze Musa Çelebi tarafından Bursa'ya getirilmiş ve Yıldırım Camii yanındaki türbesine gömülmüştür. Diğer kaynaklar ise Musa Çelebi'nin babasının naaşını mumyalanmış olarak Germiyanoğlu Yakup Bey'e Kütahya'ya getirdiğini; burada naaşın saklandığını ve 1404'te Çelebi Mehmed tarafından Bursa'ya getirilerek türbesine gömüldüğü yazılıdır.
I. Bayezid, yuvarlak yüzlü, beyaz tenli, koç burunlu, ela gözlü, kumral saçlı, sık sakallı ve geniş omuzluydu.
""Yıldırım"" lakabını nasıl edindiği konusunda çeşitli rivayetler vardır:
İlk üç iddianın yanlış olması çok olasıdır çünkü Sultan Murat, 1386 (hicri 788) yılında Karamanoğlu Ali Bey'e karşı kazandığı başarı üzerine Ahmet Celayir'e gönderdiği mektupta oğlu için Yıldırım lakabını kullanmıştır. O tarihte ne Kosova savaşı ne de Niğbolu savaşı söz konusudur. Bu durum, lakabın Konya Ovası savaşında verildiği tezini destekler.
Bayezid'in Timur'a yenilgisi çok sonradan Batı Avrupa'da efsanevi bir şekilde oyun yazarları, opera bestecileri ve ressamlar tarafından ele alınmıştır. Bütün bu Batı Avrupa kültürel eserleri gerçeklerden uzak ve gizemli Oryantalist fantazi olmaktan ileri gidememişlerdir. Bunların önemlilerinin listesi şöyledir:
I. Mehmed
I. Mehmed veya Çelebi Mehmed (Osmanlı Türkçesi: محمد چلبى - Mehmed Çelebi; 1389, Edirne - 26 Mayıs 1421, Edirne), beşinci Osmanlı padişahı. Tarihî kaynaklarda ismi Muhammed şeklinde geçer. Babası I. Bayezid, annesi cariye olan Devlet Hatun'dur.
Doğum tarihini 1379, 1382, 1386, 1389, 1390, 1391 gösteren kaynaklar da bulunmaktadır; ama tarihçiler doğumu için kesin kaynakla tarih bulunmadığını kabul ederler. Arap ve Bizans tarihlerinde "Kirişci" veya "Kirî" olarak lakap verilmiştir. İnalcık'a göre ise bu adlandırma Yunanca Kyrtzes "genç efendi" sözünden gelmektedir. Bunların çeşitli kaynaklarda değişik açıklamaları bulunur. Yay yapma özellikle yayın tutturulduğu ve çekildiği sert ipten kiriş yapma sanatını öğrenmiş olması, gençliğinde güreşçilik yapması, gençliğinde kendinin öldürülmesinden korkup bir kirisçinin yanında çıraklık yapması, gençliğinde yay kirişi ile boğulmak istenmesi şeklinde açıklamalar yapılmıştır.
Çelebi sözcüğünün okuma yazma bilen, medrese veya eşit tahsilli kişiler için kullanıldığı bilinmektedir. Tahsilini Bursa ve Edirne Sarayı'nda tamamladı. Hocaları Amasyalı Sofi Beyazid ile Tokatlı Bicaroğlu Hamza idi.
Yıldırım Beyazid 1391'de Canik Seferi'ne oğullarını yanında götürmüş ve bunlar arasında Çelebi Mehmed de bulunmuştur. Bu sefer sırasında Amasya Emiri, Sivas Sultanı Kadı Burhaneddin'in saldırılarına fazla karşı koyamayacağını anlamış ve Amasya kentini Osmanlılara terk etmiştir. Kenti te |
slim almak için Yıldırım, oğlu Mehmed Çelebi komutasında bir orduyu Amasya'ya gönderdi. Bu genç şehzade çok yetenekli ve olgun bir şekilde kent yönetimini eline alarak asayişi sağladı. Bu başarısından dolayı babası onu Amasya sancak beyi olarak atadı.
1391 ile 1402 arasında bu görevde bulundu ve bu sırada devlet işlerini öğrendi. Amasya o zamanki Osmanlı devletinin doğu sınırında uç Rumiye-i Suğra eyaleti (Amasya-Tokat-Sivas bölgesi) merkezi olarak çok öneme haizdi. Bu görevi sırasında babasının Anadolu seferlerine sancak beyi olarak eyalet askeri ile katıldı. Bu seferlerde çok kere Çelebi Mehmed Osmanlı ordusunun artcı/yedek güçleri komutanlığını da yüklendi. 1402'de Yıldırım Beyazid'ın Timur'a karşı seferine de böylece katılmış ve Ankara Savaşı'nda yine artcı kuvvetler komutanlığını üstlenmiştir. Bu görev nedeni ile Ankara Savaşı bozgunundan az kayıpla ve ilk önce kurtulanlar arasındaydı.
1402'de Ankara Savaşı sonucu babası Yıldırım Bayezid, Timur'a yenik ve esir düştükten sonra Osmanlı Devleti 11 yıl süren bir Fetret Dönemi geçirdi. Bu devirde Yıldırım Bayezid'in oğulları Emir Süleyman, İsa Çelebi, Musa Çelebi ve Çelebi Mehmet taht savaşlarına giriştiler. Çelebi Mehmet 1403 ile 1413 arasında Timur egemenliği altında Amasya da, Amasya-Tokat-Sivas bölgesi (Rumiye-i Suğra) emirliğini yaptı.
Kardeşler arasında çeşitli savaşlardan sonra en nihayet 1413 de Çelebi Mehmet kardeşi Musa Çelebi'yi Vize Savaşı ve Çamurlu Derbent Savaşı'nda yenerek tek başına Osmanlı Devleti idaresini alarak Fetret Devri'ni kapattı.
Kardeşi Musa Çelebi ile savaşırken Karamanoğlu Mehmet Bey Bursa'yı kuşatmış, Bursa şehri büyük bir yangın geçirmiş, fakat Bursa Subaşısı İvaz Paşa kazdırılan lağımları ateşe vererek kuşatmayı kırmıştı.
1413'ten sonra tek padişah olarak hüküm sürdü. Sultan Mehmet Çelebi, Fetret Devrini bitiren ve Osmanlı devletini tekrar eski gücüne kavuşturan sultan olduğundan Osmanlı Devleti'nin 2.kurucusu diye de anılmaktadır.
Tek padişah olarak Sultan Mehmet Çelebi önce, Musa Çelebi tarafından etrafına büyük duvarlar inşa ettirilmiş olan, Edirne Sarayı'nda kaldı. Burada kendini kutlamaya gelen yabancı elçileri kabul etti ve devletin üst kademelerine kendi görüşüne uygun atamalarda bulundu. Şeyh Bedreddin şeyhülislamlıktan atılıp ailesiyle İznik'e sürüldü ve yerine Sünni ulemanın seçtiği bir kişi getirildi. Mihaloğlu Mehmet Bey de Anadolu'ya sürgüne gönderildi. Musa Çelebi tarafından Bizans'dan alınan Selanik ve Konstantinopolis yakınlarındaki bölgeler tekrar Bizans'a geri verildi.
Sonra Anadolu seferine çıktı. Önce yangın ve kuşatmadan kurtulmuş olan devletin birinci başkenti Bursa'ya uğradı. Sonra Ege sahillerine yürüdü. Ayaklanan İzmiroğlu Cüneyd Bey'i sindirerek Ayasoluk (şimdi Selçuk) kalesini aldı. İzmir kalesini orada bulunan Senjan şövalyeleriyle yaptığı görüşmeler sonunda Osmanlı devletine kattı. Senjan Şövalyelerine Bodrum'da yeni bir kale yapmak için izin verdi. Menteşe Beyliği arazilerinin çoğunu tekrar Osmanlı devletine kattı. 1414 ve 1415'te Göller Bölgesi'ne yöneldi. Karamanoğuları eline geçmiş olan eski Hamitoğulları beyliği şehirlerini (Eğirdir, Akşehir, Beyşehir) ve arazilerini Osmanlı devletine kattı.
Sonra 1413'te iki yıl önce Bursa'ya yürümüş olan kendi kuzeni olan Karamanoğlu Mehmet Bey üzerine giderek Karamanoğulları ordusuyla Konya Ovası'nda savaştı, onu yendi; Konya'yı kuşattı. Oğlu Mustafa Çelebi ile beraber esir aldı. Yine de onların canlarını bağışladı. Kuzeni olan Karamanoğlu Mehmet Bey'le bir barış imzaladı. Sonradan Karamanoğlu kurnazlığını göstermek için yapılan karşı propagandalara göre Mehmed Bey barış yemini verirken elini elbisesi içinde sakladığı bir canlı güvercin üzerine koymuş ve sonradan bu kuşu azat ederek yaptığı yemini geçersiz saymış olduğu hikâyesi tarihlere geçmiştir. Bu barışla birlikte Karamanoğlu'na Eskişehir, Kırşehir, Beyşehir, Sivrihisar'ı ve Niğde'yi verip, hilat giydirip, sancak verdi.
Karaman seferinden dönerken Sultan Mehmet Çelebi Ankara'da rahatsızlık geçirdi ve Germiyanoğlu Yakup Bey'in hekimi Mevlana Sinan (şair Şeyhi) tarafından tedavi edildi ve Şeyhi'yi ödüllendirdi. Şeyhi bu tedavinin ve ödüllendirmenin sonuçları olarak başından geçenleri Harname adındaki ünlü mesnevisinde değiştirerek hikâye ettiği bilinmektedir.
Sultan Mehmet Çelebi buradan Edirne'ye geri döndü. 1416'da Rumeli seferine çıktı. Arnavutluk'taki soylular Fetret döneminde orada bulunan Osmanlı birliklerini bölgelerinden çıkartmışlardı. Mehmet oradaki Osmanlıların durumunu sahilde Avlonya (şimdi Vlorë) ve denizden içerilerde Akçahisar (şimdi Krujë) kalelerini eline geçirerek güçlendirdi. Mora'ya akıncılar gönderdi. Musa Çelebi'ye destek sağlamış olan Eflak Prensi Mircea (1386-1418) üzerine gitti. Tuna nehrini aşarak Orta Macaristan yollarını kontrol eden ve Osmanlılar tarafından Yergöğü adıyla anılan Eflak şehrinde (şimdiki adi Giurgiu) çok korunaklı bir hisar yaptırdı. Bu sefer sonunda Eflak Prensi Mirce, yine Yıldırım Beyazid zamanında olduğu gibi, Eflak'ın Osmanlıların bağımlı bir devleti olmayı kabul etti. Dobruca'nın tamamen Osmanlı eline geçmesini sağladı. Buralara gözünü dikmiş olan Macar Kralına gözdağı vermek için Erdel (Transilvanya) ve Macaristan'a akıncılar gönderdi. Bosna'ya her yıl akıncılara gönderdi ve böylece oradaki toprak sahipleri soylular Osmanlı etkisine girdi ve sonunda Bosna kralı II. Tvrtko Osmanlılara bağımlı devlet olmayı resmen kabul etti.
Buradan tekrar Anadolu'ya geçip Candar Samsun üzerine yürüdü. İsfendiyaroğulları Timur'dan Kastamonu , Safranbolu ve etrafındaki bölgeleri almışlar ve Karamanoğulları ile Osmanlılar aleyhine müttefiklik kurmuşlardı. Mehmet bu bölgeleri ve Samsun'u tekrar Osmanlı yönetimi altına aldı. Bu havalide oturan, Timur'dan kalan Tatarlar'ı ve Türkmenleri Rumeli'de Filibe civarına Tatar Pazarı merkezli bir bölgeye sürdü.
Sultan Mehmet Çelebi'nin padişahlık döneminde Gelibolu'da birinci defa olarak Osmanlı donanması kuruldu. Bu ufak donanma Çalı Bey komutasında 1416'da ilkbaharında Ege Denizi'nde Osmanlı ticaret gemilerine devamlı hücum eden Hristiyan Naksos Dükü'ne karşı gönderildi. Fakat filo birden rota değiştirip Trabzon'dan emtia ile geri dönmekte olan Venedik ticaret gemilerini takibe girişti. Ticaret gemileri Venedik'in Ege'de üssü olan Negroponte (Eğriboz)'a kaçmayı başardılar. Osmanlı donanması bu limana hücum ettiyse de sonuç alamadı. Bu sırada Petro Loredan komutasındaki Venedik donanması yakınlarda bulunmaktaydı ve bu filo Çalı Bey'in filosunu Gelibolu'ya kadar takibe geçti. 29 Mayıs sabahı Osmanlı donanması ile Venedik donanması Çanakkale önünde iki devlet arasındaki ilk deniz savaşını başlattılar. Bu savaş öğleden sonra 2'ye kadar sürdü ve Venediklilerin galibiyeti ile sona erdi. Venedik donanması yeni Osmanlı Donanması'nın bütün gemilerini tahrip etti; yalnız altı kadırga ve dokuz kalyota Venediklilere teslim olmuştu. Venedikliler Çalı Bey ve tüm gemi reisleri dahil Osmanlı denizcilerinin tümünü (Müslüman Hristiyan ayrımı yapmadan, esirler dahil) öldürmüşlerdir. Venedikliler'in bu hiç kıyımsız, hunhar tutumlarına neden Osmanlı devletinin Ege Denizi üzerinde Venedik tekelini ortadan kaldırması korkuları ve bunu önleme çabaları olmuştur. Bunun sonucunda Osmanlı ve Venedik devleti arasında ilk barış antlaşması yapılmıştır. 1417'de Sultan Mehmet Çelebi'nin bu anlaşmayı resmen imzalamak için Venedik'e gönderdiği elçisi ve maiyetinin Venedik'te masrafını devletin çektiği çok şaşaalı ve büyük bir törenle karşılanıp ağırlandıkları Venedik tarihlerine geçmiştir.
1418-1419'da Sultan Mehmet Çelebi'yi uğraştıran sorun eski Simavna kadısı ve Musa Çelebi'nin Edirne'de hükümdarlığı sırasında Şeyhülislamlık yapmış olan Şeyh Bedreddin'in ve yardımcılarının isyanı olmuştur. Şeyh Bedreddin ailesiyle İznik'e sürülmüştü. 1418'de buradan kaçıp önce Candar'a gitti; ama burada fikirleri tutunmamıştı. Sinop-Kırım-Eflak üzerinden Dobruca'da Deliorman'a gitti. Eflak Prensi Mircea'nin yerine geçen oğlu Mihail'in para ve asker desteğini sağladı. Burada yerleştirilmiş olan çoğu Alevî olan ve kendi radikal doktrinlerine fikirleri uyan Yörüklerden bir ordu toplamaya başladı ve isyan bayrağını açtı.
Bu sırada Şeyh Bedreddin'in Anadolu'da halife olarak geride bıraktığı Börklüce Mustafa İzmir yakınlarında Karaburun Yarımadası'nda, Torlak Kemal ise Manisa'da asker toplayıp isyana başlamışlardı. Vezirazam Amasyalı Beyazıd Paşa ve Manisa'da Sancak Bey olan Şehzade Murat bunlar üzerine gönderildi. Amasyalı Beyazid Paşa Karaburun'da gayet güçlü direniş gösteren Börklüce'yi mağlup etti ve Şehzade Murat ise Torlak Kemal'in hakkından geldi. Bu iki isyancı da asılarak idam edildiler. Fakat bu yörelerde Şeyh Bedreddin'in fikir ve önerilerine devamlı inanan bulunmaya devam etti. Oradan Rumeli'ye geçen vezir-i Azam Amasyalı Beyazıd Paşa Şeyh Bedreddin üzerine gitti ve isyancılar çok direniş gösteremeden Şeyh Bedreddin'i ele geçirdi. Serez'de yapılan bir yargılama sonucunda Şeyh Bedreddin orada idam edildi.
Sultan Mehmet Anadolu'ya yine dikkatini çekti. Saruhan (1415) ve Menteşe (1416) beylikleri daha önceden ortadan kaldırılmıştı. Sıra güneyde Antalya yörelerine Tekeoğullarına gelmişti ve buradaki beyliği de ortadan kaldırdı. Batı Anadolu'da sadece Osmanlılara her zaman yardım etmiş Germiyanoğulları beylik olarak kaldı ama bu beyliğe ait Afyonkarahisar ve Kütahya şehirleri Osmanlı idaresine verildi.
Sultan Mehmet Çelebi'yi son ilgilendiren sorun ise Ankara Savaşı sonunda kaybolmuş olan kardeşi Mustafa Çelebi olduğunu iddia eden bir kişinin bu savaştan 18 yıl sonra ortaya çıkmasıydı. Birçok tarihçinin gerçek Mustafa Çelebi olduğunu kabul ettiği, ama sonradan Osmanlı propagandası ile Düzmece Mustafa adı verilen bu kişi Venedikliler yardımı Teselya ile Selanik'te kendini 1418'de Osmanlı sultanı olarak ilan etti. Sultan Mehmet Çelebi Anadolu'da bulunduğu için ve Sadrazam ise Şeyh Bedrettin ile uğraşmakta iken Edirne'ye doğru yürüme imkânı buldu. Fakat Sultan Mehmet Çelebi hemen Trakya'ya geçip Mustafa üzerine yürümeye başladı ve Mustafa'nın ordusu bozulup eridi. Mu |
stafa ise Bizanslılara sığınmak zorunda kaldı.
Sultan Mehmed Çelebi 26 Mayıs 1421'de Edirne'de bir sürek avı sırasında at sırtında felç oldu, düştü ve yaralandı. Ölüm döşeğinde Veziriazam Amasyalı Beyazıd Paşa ve vezirleri İvaz Paşa ve Çandarlı İbrahim Paşa'yi çağırıp
vasiyetinde bulundu. En çok Selanik'te bulunan Düzmece Mustafa'dan çekinilerek, Amasya'da vali olan Murat'in Bursa'ya ulaşmasına kadar 42 gün ölüm haberi gizlendi. Osmanlı Padişahları arasında ölümü gizlenen ilk padişah o oldu. Durumundan kuşkuya düşen ve ayaklanmaları güçlükle önlenen askerleri yatıştırmak için askere geçit yaptırılıp, bu sırada mumyalanmış cesedine kaftan giydirilip, başına sarık konulup pencere önüne oturtulduğu kollarının oynatıldığı rivayet edilir. II. Murat Bursa'ya gelip tahta çıkmasından sonra cenazesi Edirne'den Bursa'ya götürülerek Yeşil Türbe'ye defnedildi.
Orta boylu, yuvarlak yüzlü, beyaz tenli, açık alınlı, kırmızı yanaklı, kara gözlü, çatık kaşlı, sık sakallı, geniş omuzlu olarak betimlenmiştir. Kuvvetli bir vücuda sahipti. Gayet hareketli ve cesurdu. Güreş yapar ve çok kuvvetli yay kirişlerini bile çekebilirdi. Yumuşaklığı, tatlı dili, sabrı ve iyilikseverliği anlatılmaktadır. Başında kullanmış olduğu sarık, altın işlemeli kavuğu ile gayet güzel görünürdü. İçi kürklü ve yakası dik olan bir kaftan ve kızıl atlas üzerine altın bezekli diba giyinirdi.
Osmanlı padişahlık sarayının bünyesi ve idare şekilleri onun uygulamalarına dayanmaktadır. Sarayın haremine odalıklar, cariyeler alınması; ak ve kara hadımlara saray idaresinin verilmesi; kilerci, odabaşı, haznedar ve kapı ağası görevlerinin ilk uygulaması ve içoglanlarına serasker takke ve elbise giydirilmesi Sultan Mehmed Çelebi döneminde başlatılmıştır.
Padişahlığı süresince bizzat 24 savaşa katılan Mehmed Çelebi, bu savaşlarda kırk ikiye yakın kılıç, ok, ve mızrak yarası aldı.
Sultan Mehmed Çelebi Müslümanlara karşı göstermiş olduğu adaleti, aynı zamanda Hristiyan topluluklara karşı da gösterirdi. İyi bir idareci ve politikacıydı. Bizans ve Bizans İmparatoru II. Manuil ile yakından ilişkiler kurmuştu.
Fetret Devri'nden sonra Anadolu'daki beylikleri tekrar bir araya toplamayı başaran Sultan Mehmed Çelebi'ye Osmanlı İmparatorluğu'nun ikinci kurucusu gözüyle de bakılır.
Erkek çocuklarının sayısının On Sekiz kadar olduğu bildirilmektedir. Adları bilinenler şunlardır:
On İki kızından adları bilinenleri şunlardır:
II. Bayezid
II. Bâyezîd veya II. Beyazıt, ayrıca bilinen adıyla Sultân Bayezid-î Velî ( "Bayezīd-i Sānī", d. 3 Aralık 1447 – ö. 26 Mayıs 1512); Osmanlı İmparatorluğu'nun sekizinci padişahı. Babası Fatih Sultan Mehmed, annesi Sitti Mükrime Hatun ya da Emîne Gül-Bahar Vâlide Hatûn'dur. Yavuz Sultan Selim'in de babasıdır. Tahta geçtiğinde 511.000 km²'si Asya'da, 1.703.000 km²'si Avrupa'da olmak üzere toplam 2.214.000 km² olan imparatorluk toprakları, ölümünde yaklaşık 2.375.000 km² idi.
II. Bayezid'in ismi Latin harfli Türkçe metinlerde "Beyazıt", "Beyazıd", "Bayezit", "Bayezıd" gibi değişik imlâlar ile yazılsa da sultanın adı; bütün Osmanlıca metinlerde "Bâyezid" (بايزيد) olarak geçmektedir. Türk Dil Kurumu, günümüzde Beyazıt, Bayezit şeklindeki yazımları benimsemiştir. Modon fetihnamesinde, "Emîru'l-Mü'minîn Sultânu'l-Guzât ve'l-Mücâhidîn Nâsiru's-Seriat ve'l-Milleti ve'd-Dîn Giyâsu'l-İslâm ve Mu'înu'l-Müslimîn Sultân Bâyezîd" diye anılmıştır.
II. Bayezid'in doğum tarihi tarihçiler arasında tartışmaya yol açmaktadır. Güvenilir bir Osmanlılar bibliyografya ansiklopedisi doğum tarihinde bu tartışmayı karşılamak amacı ile bu tarihi Aralık 1447/Ocak 1448 olarak vermektedir. Bazı kaynaklar bu tarihi 3 Aralık 1447 , diğerleri de 1448 olarak vermektedirler.. Doğum yeri bugün Yunanistan sınırları içerisinde kalan, Osmanlılar zamanında ise Edirne'ye bağlı bir kaza merkezi olan Dimetoka'daki Dimetoka Sarayı'nda dünyaya geldi.
İstanbul'un fethi'nden sonra, Şehzade Beyazid 7 yaşlarındayken Hadım Ali Paşa danışmanlığında Amasya valisi olan Bayezid, burada o dönemin en ünlü âlimlerinden dersler aldı ve padişah olacak şekilde yetiştirildi. O günlerde Amasya kenti bir eğitim ve kültür merkeziydi . Devrin meşhur âlimlerinden dersler aldı, İslami ilimlerin pek çoğunu öğrendi. İslam ilmi alanında ders aldığı hocalarından birisi de Şeyh Yavsi - Hünkar Şeyhi olarak bilinen Bayrami tarikat şeyhi de olan Muhyiddîn Mehmed-i İskilibî olmuştur. İslami ilmin yanı sıra matematik ve felsefe tahsili de aldı. Ayrıca Şeyh Hamdullah'tan da hat dersleri aldı. Arapça ve Farsçanın yanı sıra; Çağatay lehçesi ve Uygur alfabesini de öğrendi.
Şehzade Beyazid sancakbeyi olarak 27 yıl Amasya'da oturdu. Bu görevde iken 1473'te Otlukbeli Savaşı'nda sağ kol kumandanı olarak görev aldı. Ayrıca 1479'da İran'dan gelen tüccarların mallarının yağmalanması üzerine, Şehzade Beyazid'in vali olarak gönderdiği kuvvetler Torul ve çevresini Osmanlı topraklarına kattı.
Fakat genellikle Amasya sarayında mistik, yarı şairane bir yaşam sürdüğü bildirilip bu arada Afyon şehriyle bağlantısı olduğu söylenir.
Fatih Sultan Mehmed'in 4 Mayıs 1481'de Gebze yakınlarında beklenmedik bir şekilde vefat etmesi üzerine Sadrazam Karamanlı Mehmed Paşa, Bayezid ve Bayezid'in kardeşi Cem Sultan'a ulaklar (haberci) gönderdi. Ancak Cem Sultan, kendisine gönderilen haberci yolda, Anadolu Beylerbeyi Sinan Paşa tarafından yakalanarak alıkonduğu için babasının ölüm haberini geç öğrendi. Bu arada Bayezid'in tarafını tutan Yeniçeriler İstanbul'da isyan ederek Cem Sultan taraftarı Karamanlı Mehmed Paşa'yı 4 Mayıs 1481'de öldürdüler ve Bayezid'in oğlu Şehzade Korkut'u babasına vekâleten tahta çıkardılar.
Babasının vefatını öğrenen ve devlet büyüklerinin acele başkente gelmesi hakkında gönderdikleri mektupları alan II. Bayezid maiyetinde 4.000 kişi olduğu halde Amasya'dan yola çıkıp 9 günde Üsküdar'a geldi. Ertesi gün oğlu Şehzade Korkut'tan saltanatı resmen teslim alıp 22 Mayıs 1481'de Osmanlı tahtına çıktı. II. Bayezid ilk olarak kapıkullarına üçer bin akçe cülus bahşişi dağıttı. Yeniçerileri ulufelerini 5 akçeye çıkarttı.
Cem Sultan abisi II. Bayezid'in padişahlığını kabul etmedi. Böylece Osmanlı devleti II. Bayezid ile Cem Sultan arasında uzun süren ve en sonunda Avrupa'nın da içine karıştığı bir taht kavgasına sahne oldu.
II. Bayezid İstanbul'da tahta çıkmış olmasına rağmen Cem Sultan 4.000 askeriyle İnegöl önlerinde Bayezid'in henüz hazır olmayan Ayas Paşa idaresindeki ordusu ile savaştı. Bu savaşı kazanan Cem Sultan Bursa'da kendi adına hutbe okutmak ve para bastırmak suretiyle hükümdarlığını ilan etti. Bursa'da 18 gün saltanat süren Cem Sultan civardaki şehir ve kasabalara da hâkimiyetini kabul ettirdi ve II. Bayezid'e İmparatorluğu eşit olarak paylaşma teklifinde bulundu. Buna göre İmparatorluğun Anadolu toprakları Cem Sultan'a verilecekti. Ancak devletin ikiye bölünmesi anlamına gelen bu teklif, sadece Bayezid tarafından değil tüm devlet ileri gelenleri tarafından dehşetle karşılandı. Osmanlı Devleti'nin bölünmesini kendi çıkarlarına uygun gören Avrupalılar ve Memluklular bu konuda Cem Sultan'ı desteklediler.
1481 Haziranında II. Bayezid'in ordusuyla Yenişehir ovasında yaptığı savaşta yenilen Cem Sultan önce Konya'ya çekildi. Konya'da yeterince destek bulamayan Cem Sultan Tarsus'a geçti. Daha sonra da Memluk sultanından aldığı davet üzerine Kahire'ye gitti. Kahire'de büyük ilgi gören Cem Sultan orada kaldığı süre içerisinde Mekke'ye giderek hac vazifesini yerine getirdi. Bu dönemde, ağabeyi II. Bayezid kendisine padişahlıktan vazgeçmesi halinde 1 milyon akçe vermeyi teklif etti. Ama Cem Sultan bu teklifi reddetti. Benzeri teklifler tekrar yapıldıysa da, bunlar da sonuç vermedi.
Memluklular'ın ve eski Karaman Beylerinin yardımıyla tekrar bir ordu toplayan Cem Sultan, 27 Mayıs 1482'de Konya'yı kuşattı.
Ancak Osmanlı Ordusu'nun Konya'ya hareket etmesi üzerine kuşatma kaldırıldı. İki taraf Akşehir'de karşılaştı. Savaşı kaybeden Cem Sultan Ankara'ya geçti. Ankara'da da kaçışına devam eden Cem Sultan 1482 yazında otuz kadar adamıyla birlikte Rodos'a gitti. Cem Sultan 29 Temmuz 1482'de Rodos Şövalyelerinin Büyük Üstadı Pierre d'Aubusson tarafından büyük bir törenle karşılandı.
Cem Sultan'ın amacı Rumeli'ye geçerek mücadelesini sürdürmekti. Ancak bundan sonra bir daha hayatta iken vatanına dönemedi. Artık, Cem Sultan için Avrupa'da maceralı bir esaret hayatı başladı.
Cem Sultan Rodos'a çıkmasından sonra Papa VIII. Innocentius'in isteği üzerine Fransa'ya gönderildi. Bu gelişmeden sonra önceleri Osmanlı Devleti'nin bir iç meselesi olan taht mücadelesi, böylelikle milletlerarası bir mesele hâline geldi. Bu olaydan çıkar sağlamak isteyen Papa VIII. Innocentius'un, Cem Sultan'a, Hıristiyan olması hâlinde onu Osmanlı Devleti'nin başına geçirebileceğini teklif ettiği söylenir.
Osmanlı Devleti'ne karşı yeni bir Haçlı seferi gerçekleştirmek için Cem Sultan'ı kullanmayı düşünen Papa VIII. Innocentius 1492'de öldü. Böylece Cem Sultan daha serbest bir hayata kavuştu. Fakat bu defa Fransa Kralı, Cem Sultanı kendi siyasi emelleri için bir koz olarak kullanmak istedi. Bu amaçla hareket eden Fransa Kralı VIII. Charles Roma üzerine yürüyerek 26 Ocak 1495'te Cem Sultan'ı Papa'dan teslim aldı. Fransız Ordusu ile beraber yola çıkan Cem Sultan 25 Şubat 1495'te vefat etti. Bazı kaynaklar, Cem Sultan'ın elindeki kıymetli rehineyi bırakmak zorunda kaldığı için Papa tarafından zehirletildiğini ifade etmektedir.
Cem Sultan'ın ölümünü öğrenen II. Bayezid Osmanlı ülkesinde 3 gün yas ilan etti. Ülkedeki camilerde Cem Sultan için gıyabi cenaze namazı kılındı. Ayrıca II. Bayezid kardeşinin günahlarının bağışlanması için fakirlere 100 bin akçe sadaka dağıttı.
İtalya'da toprağa verilen Cem Sultan'ın cenazesi de pazarlık konusu oldu. Uzun süren bir mücadelenin ardından Cem Sultan'ın cenazesi, vefatından 4 sene sonra 1499'da Osmanlı topraklarına getirildi. Mudanya'da karaya çıkarılan cenaze Bursa'da Muradiye Camii'nin haziresinde kardeşi Şehzade Mustafa'nın da mezarının içinde bulunduğu türbe'ye gömüldü.
Cem Sultan Avrupa'da iken, İspanyollar karş |
ısında yenilgiye uğrayan Endülüs'teki Müslümanlar Osmanlı Devleti'nden yardım istediler. II. Bayezid kardeşi Cem Sultan'ın Avrupa'da esir olması sebebiyle gerekli yardımı tam anlamıyla yapamadıysa da Kemal Reis'i İspanya'ya gönderdi. Kemal Reis İspanya'daki Müslümanları Kuzey Afrikaya, Yahudileri de de Selanik ve İstanbul'a taşıdı. 1492 yılında Müslümanların yanı sıra 150 bin kadar Yahudi de Osmanlı topraklarında yerleştirildi .
1480 yılında Fatih Sultan Mehmet hayatta iken Osmanlılar İtalya'nın ele geçirilmesi için ilk adım teşkil etmek üzere yarımadanın güneydoğusunda (çizmenin topuğu) yer alan Otranto kalesini ele geçirmişlerdi. Fatih'in ölümü ve Şehzade Cem'le II. Bayezid arasındaki taht mücadelesi, İtalya'nın fethi projesinin bir müddet daha ele alınmamasına neden oldu. Bir sene sonra Osmanlı hâkimiyetindeki Otranto kalesi elden çıktı.
Napoli Krallığı, elindeki kuvvetlerle Osmanlı ile başedemeyeceğinin farkındaydı. Ayrıca Osmanlıların İtalya'da bulunmasının krallığın geleceği için iyi olmadığını da biliyordu. O nedenle Napoli Kralı, damadı Macaristan Kralı Matthias Corvinus'tan ve aynı hanedana mensup bulunduğu, o zamanlar Aragon olarak adlandırılan Kuzey İspanya kralından acele yardım istedi. Macaristan kralının gönderdiği 2.000 atlı ve diğer İtalyan devletlerinden aldığı yardımcı kuvvetlerle Otranto kalesi önlerine geldi. Bu orduyu denizden Napoli, Papalık ve İspanya gemilerinden müteşekkil bir donanma destekliyordu. Fatih Sultan Mehmet'in ölüm haberi buraya da ulaşmış ve Osmanlı askerleri arasında büyük bir isteksizlik ortaya çıkmıştı. Tam bu sırada komutan Gedik Ahmet Paşa, yanına aldığı bir miktar asker ve donanma ile ani bir şekilde Otranto'yu terk etti. Bir rivayete göre bunu kendi kararıyla, bir diğerine göre ise Sultan Bayezid'in isteği ile gerçekleştirmiştir. Gedik Ahmet Paşa Otranto'da 8.000 kadar asker ve asker için 1,5 senelik mühimmat bıraktı. Bu kadar kuvvet ile büyük bir orduya karşı konulması da mümkün değildi. Mukavemet edip 8.000 askeri heba etmek yerine kalenin teslim edilmesine karar verildi. Osmanlı kuvvetleri, askerlerin tüm silah ve cephanelerini yanlarına alarak çekilmesine izin verilmesi hâlinde, kaleyi teslim edeceklerini taahhüt ettiler. Kaleye yardım gelmesinden korkan Napoli Kralı bu anlaşmayı kabul etti. Böylece 8.000 Osmanlı askeri tüm mühimmatları ile gemilere binip, Otranto Boğazı'nı geçerek Arnavutluk'ta Osmanlı topraklarına çıktı.
Napoli Kralı, Türkler'in yeniden İtalya'ya çıkmaması için II. Bayezid'in elçisi ile görüştü ve Türkler'in İtalya'ya bir daha sefer düzenlememesi vaadine karşılık Napoli, götürülemeyen Türk toplarını, Napoli Krallığı içerisindeki bütün Türk ve Müslüman esirleri Osmanlı Devletine geri verdi. Ayrıca dostça olmak şartıyla Donanma-yı Hümayun'a (Osmanlı Donanması), Adriyatik ve Yunan Denizi'nde serbestçe dolaşma hakkı tanıdı.
Nihayetinde Osmanlı Devleti'nin, İtalya'daki tek kalesi olan Otranto ele geçirilmesinden 13 ay sonra, 10 Eylül 1481'de kaybedildi. Böylece, Fatih Sultan Mehmet tarafından başlatılan İtalya seferi Osmanlı Devletinin iç problemleri sebebiyle durduruldu.
Cem Sultan Olayı ve bu olay sebebiyle Avrupalıların İstanbul'u geri alma ümitleri yeniden gündeme gelince II. Bayezid çok dikkatli ve barışçı bir dış siyaset takip etmek mecburiyetinde kaldı. Bununla birlikte kendisi gerektiğinde savaştan çekinmedi ve Osmanlı Devleti'nin sınırlarını genişletti. II. Bayezid'in tahtta kaldığı süre, hemen hemen babası Fatih Sultan Mehmet ile eşitti (yaklaşık 30 yıl). Fatih bazen iki senede bir sefere çıktığı halde, oğlu Bayezid yalnız 5 kere sefere çıktı. Padişahların bizzat başkumandanlık ettiği bu seferlere Osmanlılar tarafından Sefer-i Hümayun adı verilmiştir.
Sultan Bayezid 1483 baharında Edirne, Filibe, ve Sofya üzerinden Sırbistan'a geldi. Morava Nehri kıyılarında yol alan padişah, Belgrad yakınlarına kadar sokuldu. Bu çevredeki tüm kaleleri onarttı. Kasım 1483'te İstanbul'a döndü. Bu ilk sefer yaklaşık 7 ay sürdü. Padişahın bu seferi, Macaristan'ı telaşlandırdı. Osmanlı ile bir savaşı göze alamayan kral Matthias, 1483 sonlarında Osmanlı Devleti ile bir barış imzaladı.
Sefer sonucunda Hersek Dükalığı da ilhak edilerek Bosna Eyaleti'ne katıldı
Boğdan Voyvodasının yıllık vergisini ödememesi, Boğdan'ın daha sıkı bir şekilde Osmanlı devletine bağlanması ve Karadeniz kıyısındaki topraklarının alınıp, bu beyliğin denizle olan bağlantısını kesme gibi amaçlarla, II. Bayezid, birinci sefer-i hümayunundan bir yıl sonra tekrar sefere çıktı. 1 Mayıs 1484'te İstanbul'dan ayrıldı. Boğdan üzerine giden Sultan Bayezid, babasının aynı ülkeye yapmış olduğu seferden 8 yıl sonra tekrar Boğdan'a sefere çıkmış oluyordu. Eflak Voyvodasının da 20.000 askerle Osmanlıların tarafında katıldığı bu seferin sonunda Osmanlı devleti bütün hedeflerine ulaştı ve Karadeniz bir Türk gölü haline geldi. Ayrıca Kırım'a karadan bağlantı sağlandı.
İstanbul'a yola çıkışından 2 ay sonra 6 Temmuz'da Osmanlı Ordusu, Tuna Nehri'nin kuzey sahilinde Kili önüne geldi. 9 gün içerisinde kale Osmanlıların eline geçti ve Kilye (Kili) teslim oldu. 24 Temmuz'da Dniester'in Karadeniz'e döküldüğü koyun güneyinde bulunan Akkerman kuşatma altına alındı ve 16 gün sonra 9 Ağustos'ta ele geçirildi. Bu kuşatmaya Kırım Hanı Mengli Giray da ordusuyla katıldı. Böylece ilk defa bir Kırım Hanı Osmanlı Ordusu'nda görev almış oluyordu. 1419, 1454, 1474 yıllarında devrin padişahları Çelebi Mehmet ve Fatih tarafından 3 kez kuşatılıp da alınamayan bu kalenin fethi üzerine Uzun Hasan'ın oğlu Akkoyunlu hükümdarı Sultan Yakup, Fas Sultanı, hatta Macaristan Kralı Matthias gibi birçok hükümdarlar elçilerini göndererek II. Bayezid'i tebrik ettiler. Necati Bey'in
diye başlayan bir kasidesi bulunmaktadır.
Böylece Boğdan'ın Karadeniz'e kıyısı kalmadı. Doğrudan İstanbul'dan yönetilen Dobruca ile Kırım Hanlığı'na ait topraklar birleşti. II. Bayezid bu seferden sonra İstanbul'a dönmedi. Kışı Edirne'de geçirdi. Yazın Filibe'ye kadar gitti (1485) ve bu çevreyi kontrol etti. Ertesi kış yine Edirne'deydi. 1486 yılının başında Macar Kralının elçilerini burada kabul etti. İstanbul'a ancak 1486 senesinde döndü.
Boğdan seferine çıkarken Edirne'ye gelen Bayezid, Tunca Nehri kenarında adın taşıyacak külliyenin temelini attı. Seferden aldığı ganimet malını külliyenin yapımı için harcadı. İnşaat, 1488'de tamamlandı.
Yakın Doğu'nun iki büyük Türk devleti olan Osmanlı ile Memluk arasındaki sınırı Fırat nehri ve Toros Dağları belirliyordu. Bir zamanlar Orta Anadolu'ya kadar varan Memluk nüfuzu, artık Toroslar'ın gerisine itilmişti. Güneydoğu Anadolu'nun bir kısmı ve Çukurova'yı elinde tutan Ramazanoğulları Memlukluların hâkimiyetinde, buna karşılık Dulkadiroğulları ise Osmanlılar'ın hakimiyetinde idi. Memluklular ile Osmanlıların ilişkileri başlangıçta dostçaydı. Osmanlı Devleti'nin Avrupa'daki zaferleri Memluk başkenti Kahire'de resmî şenliklerle kutlanıyordu. Ama Memluklular Osmanlıların Çukurova bölgesindeki varlıklarından hoşnut değillerdi. Osmanlıların bölgeye yaptığı akınlar iki ülkenin arasını bozdu. Türkler tarafından yönetilen bu iki ülkenin aralarının bozulmasındaki bir başka sebep ise prestij meselesiydi. Devrin en büyük devleti konumunda olan Osmanlı İmparatorluğu aynı zamanda da devrin en büyük İslam ülkesiydi. Halifeliğin, Kutsal Emanetler'in ve mukaddes şehirlerin Memluk Devleti'nin elinde olması Osmanlı'nın kabul edemeyeceği bir durumdu. Fatih'in Hicaz Su Yolları ve Türk hacılar için bazı düzenlemeler yapmak istemesini Memluklular iç işlerine müdahale saydı ve reddetti. Memluklular coğrafi koşullara çok güveniyor ve hiçbir ordunun Mısır'a giremeyeceğini düşünüyorlardı.
İlk Osmanlı-Memluk savaşı 1485'te patlak verdi ve 6 yıl sürdü. Savaşın görünürdeki sebebi 1485 yılında Osmanlı ülkesinden giden hacılara saldırılması ve İstanbul'a gönderilen Behmeni hediyelerine geçici olarak el konulmasıydı. 2 Mart 1482'de Güney Hindistan Türk İmparatorluğu tahtına babasının yerine oturan Mahmut Şah Behmeni, Sultan Bayezid'e içlerinde değerli mücevherler bulunan hediyeler göndermişti. Mısır gümrük idaresi, sonradan göndermelerine rağmen ilk önce bu hediyelere el koydu. Armağanlar İstanbul'a gönderilmek üzere yola çıktığında Osmanlı Devleti Memluklular'a savaş açmıştı bile. Savaşın diğer sebebi ise, her yıl Osmanlı topraklarından Hicaz'a giden hacıların, Bedevi Araplar tarafından saldırıya ve yağmaya uğramaları idi. İstanbul, Kahire'ye, Hac yollarının güvenliğini sağlaması için notalar göndermiş, fakat Memluklular geçim kaynağı yağma olan Bedevilere bir türlü ciddi bir şekilde engel olmamışlardı. Bu sebeplere II. Bayezid'in o zamanlar Avrupa'da bulunan kardeşi Cem Sultan'ın Kahire'de kalan ailesinin iadesini istemesi ve bu talebin Memluklar tarafından reddedilmesi de eklenebilir .
Savaş 1485 senesinin Mayıs ayında başladı. Fatih'in vefatından 4 yıl sonra başlayan savaş hiçbir zaman topyekun bir muharebe şeklinde gerçekleşmedi. İki imparatorluk hiçbir zaman tüm ordularıyla karşı karşıya gelmedi. Ne Osmanlılar ne de Memluklular birbirlerinin topraklarını ilhak etme niyetinde değildiler. Harp iki ülke toprakları arasında tampon bölge mahiyetindeki Çukurova ve Dulkadiroğulları'nın toprakları üzerinde gerçekleşen vuruşmalar seviyesinde kaldı.
Savaş Karagöz Mehmet Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu'nun taarruzu ile fiilen başladı. Karagöz Mehmet Paşa Gülek Boğazı'nı geçerek Çukurova'ya girdi. Böylece Osmanlılar ilk defa Adana'yı işgal etmiş oldular. Karagöz Mehmet Paşa güneye yönelerek Tarsus'u da aldı. Akdeniz sahiline kadar inince Çukurova'nın da Osmanlı hâkimiyetine geçtiği sanıldı. Zaten burası Memluklular'ın kendilerine ait topraklar değildi. Onların idaresindeki Ramazanoğulları Beyliği'ne bağlıydı. Sonra Karagöz Mehmet Paşa İstanbul'a döndü ve sancak beyi oldu. Bu arada Memluk ordusu Çukurova'ya doğru yola çıkmıştı.
Memluklular önce Osmanlılara tabi Dulkadir Beyliği'nin topraklarına girdi. II. Bayezid'in kayınpederi olan Dulkadir Beyi Alaüddevle Bozkurt Bey damadından acil yardım istedi. Kayseri Sancak beyi Yakup Bey ordusu |
ile yardıma geldi ve Memluk ordusunu yendi. O dönemlerde Memluk idaresinde bulunan Malatya önlerine kadar gelen Yakup Bey'i Memluk Başkumandanı Özbek Bey pusuya düşürdü ve Osmanlı birliğini imha etti. Karşı koyacak bir ordu olmaması nedeniyle Özbek Bey rahatlıkla Çukurova'ya girdi. Adana ve Tarsus sancak beylerinin öldürülünceye kadar mukavemet göstermelerine rağmen Memluklular Osmanlılar'ı Toroslar'ın gerisine atmayı başardı.
1486 yılı Ocak ayında Anadolu Beylerbeyi Hersekzade Ahmet Paşa, Çukurova'yı tekrar almak için Gülek Boğazı'nı geçerek Memluklular'ın önüne çıktı. Fakat yenilerek esir düştü. Bir yıllık esaret hayatından sonra serbest bırakılan paşa İstanbul'a döndü. Memluk sultanı Kayıtbay savaşın sona ermesi için barış teklifi yapsa da kaybetmeye alışık olmayan Osmanlı devlet adamları barışa razı olmadılar.
1487'de bu sefer bizzat Sadrazam Damat Koca Davut Paşa Çukurova için Memlukluların üzerine yürüdü. Kendisi İçel'e geçerken Rumeli Beylerbeyi Ali Paşa'yı Tarsus'un üzerine gönderdi.
Denge savaşı böyle devam ederken II. Bayezid Memluklarla olan savaş döneminde Venedik'e Osmanlı donanmasının o zamanlar Venedik'e bağlı olan Kıbrıs'ın Magosa limanında demirleme isteğini bildirdi. Memluklarla savaşı göze alamayan Venedik bu isteği nazikçe geri çevirdi.
1488 yazının müthiş sıcağında Osmanlı Ordusu Vezir Ali Paşa kumandasında yine Çukurova'daydı. Adana, Tarsus, Kozan başta olmak üzere Çukurova'yı ele geçirdi. Memluk başkumandanı Özbek Bey yine yetişti ve 16 Ağustos 1488'de Ağaçayırı Muharebesi'nde Osmanlı'yı yendi. Yine Çukurova'yı Osmanlılar'dan temizlemeye çalışan Özbek Bey 7 aylık kuşatma neticesinde Adana'ya girdi. Bu savaşa katılan Paşalar bozgundaki mesuliyetleri nedeni ile azledildiler.
Bu olaylar olurken Osmanlılardan ümidini kesen II. Bayezid'in kayınpederi Dulkadir Beyi Alaüddevle Bozkurt Bey Memluklara yanaştı. Bunun üzerine azledilen Bozkurt Bey'in yerine kardeşi Şah Budak Bey tayin edildi. Elbistan yakınlarında ağabeyi ile yaptığı savaşı kaybeden Şah Budak Bey esir düştü. Kahire'ye gönderilerek idam edildi.
1490'da Kayseri'yi kuşatan ve Karaman'a kadar Osmanlı toprakları içinde ilerleyen Özbek Bey'in üzerine yine Hersekzade Ahmet Paşa gönderildi. Kayseri yakınlarında Osmanlı Ordusu'nu bir kere daha yenen Özbek Bey, Ahmet Paşa'yı yine esir alarak Kahire'ye gönderdi.
Savaşlar daha çok Memluklar'ın lehine geçse de, iki devlet de tam bir sonuç alamamıştı. Memluk komutanı Özbek Bey büyük ün kazanmış ve adı Kahire'deki "Özbekiye" semtine verilmiştir.
Bu son yenilgi üzerine Sultan Bayezid bir sefer-i hümayun başlatmayı düşündü ve bu Sultan Kayıtbay'ı çok endişelendirdi. Zira o zamana kadar topyekûn bir savaşta Osmanlı Devleti'ni sadece Timur yenebilmişti. Bunun üzerine barışa razı oldu. Fakat bizzat barış istemeyi gururuna yediremeyen ve böyle bir barışın imzalanması halinde Osmanlı'nın aşırı isteklerinden korkan Memlük Sultanı başka bir Müslüman ülke olan Tunus hükümdarını araya soktu ve iki ülke savaşın başındaki hale dönülmeyi kabul ettiler. İki ülke de aldıkları toprakları iade ettiler. Böylece 6 sene boyunca birkaç kez ele geçirdiği halde Çukurova'yı elde edemeyen Osmanlı Devleti 1491 yılında Memluklularla barış imzaladı. Bir süre sonra II. Bayezid kardeşi Cem Sultan'ın kızı ile yeni Memluk sultanı Sultan Nasır Muhammed'i evlendirmek suretiyle barışı güçlendirdi. Ancak bu savaş sonucu yıllardır dost, dindaş ve soydaş olarak barış içinde yaşamış bu iki ülke arasında bir çatışma süreci başlamıştı.
Sultan II. Bayezid 10 Mart 1492'de Belgrad'ın fethi amacıyla İstanbul'dan sefere çıktı. Sultan Sofya'ya kadar geldi. Burada karar değiştiren Bayezid bu görevi Süleyman Paşa'ya bırakıp, kendisi Arnavutluk üzerine gitti. Güneybatı yönünde hareket ederek Manastır üzerinden Arnavut topraklarına geldi ve Tepedelen'de durdu. Temmuz sonlarında bu güzergâhta ilerlerken bir Şii fedai tarafından yapılan suikast girişiminden kurtulan Sultan, 1492'nin son günlerinde İstanbul'a döndü. Takriben 9,5 ay süren bu seferde Osmanlı topraklarından çıkılmadığı için herhangi bir vuruşma olmadı.
Belgrad'a ulaşarak kaleyi kuşatan Süleyman Paşa Osmanlı tarihinde II. Murat ve Fatih'ten sonra kaleyi kuşatan üçüncü kişi olmuştur. Kuşatma devam ederken Macarları yıldırmak amacıyla Erdel'e giren Süleyman Paşa burada yenilmiştir. Bu yenilgi ile başarı ihtimali kalmadığını düşünerek kuşatma kaldırıldı ve Kanuni Sultan Süleyman'a kadar bu şehir alınamadı.
Bosna Sancak beyi ve aynı zamanda akıncı komutanı olan şair Yakup Paşa, Sultan Bayezid Amasya'da şehzade iken babası Fatih'in temsilcisi olarak Sultan'ın yanında bulunmuştu. Bayezid tahta geçince Yakup Paşa'yı, önce oğlu Şehzade Alemşah'a atabey, sonra da Bosna beyliğine tayin etti.
Akıncıların 1492'de Avusturya'nın kapısı konumunda olan Slovenya'nın Celje şehrini kuşatmaları, Macarlar kadar Almanlar'ı da endişelendirmişti. 1493'te Yakup Paşa, 8.000 akıncı ile İstirya'ya girdi. Fakat geri dönüşünde önüne çıkan düzenli Macar ordusu tarafından Hırvatistan'da yolu kesildi. Her akıncıya 5 asker düşmesine rağmen, üstün bir gayretle Macarlar bozguna uğratıldı. Sonunda 5.700 ölü, 25.000 esir veren Macarlardan bazı asiller de Osmanlılara esir düştü.
Bu zaferden sonra Yakup Paşa Rumeli Beylerbeyliği'ne getirildi. Aynı zamanda da şair olan Yakup Paşa uzun manzumesinin sonunda şöyle demiştir
Lehistan'ın 1498 yılı başlarında Osmanlı himayesinde bulunan Boğdan Prensliği'ne tecavüzü üzerine Osmanlı-Lehistan savaşı başladı. Öncelikle Rumeli Beylerbeyi Yakup Paşa ve hatta Vezir Mesih Paşa bu savaşa tayin edildi. Lakin Lehistan Kralının Türk-Boğdan birliklerine karşı yürüttüğü savaşta büyük bir yenilgiye uğrayıp, ancak 1.000 atlı ile hayatını kurtarabilmesi ve 20.000 araba dolusu ganimetin Osmanlı'nın eline geçmesi üzerine, buna gerek olmadığı anlaşıldı ve savaşın yönetimi Silistre sancak beyi akıncı kumandanı Malkoçoğlu Balı Bey'e verildi. Balı Bey Lehistan üzerine iki sefer yaptı ve 40.000 akıncının katıldığı bu sefer Osmanlı tarihinin en büyük akıncı seferlerinden biridir.
Ordunun sağ kanadını Balı Bey'in büyük oğlu Ali Bey, sol kanadı ise Mustafa Bey yönetiyordu. Türk atlıları önce Prut Nehri'ni, ardından Dniester nehrini geçti. Mustafa Bey önce Galiçya'ya girdi. Kuzeybatı istikametinde ilerledi. Lviv şehrinin 100 km kuzeybatısındaki Jaroslaw şehrini aldı. Burası Varşova'ya 260, Baltık Denizi'ne ise 500 km uzaklıktadır.
Balı Bey ise kuvvetleri ile Lviv şehrini aldı. Bütün Galiçya'yı geçerek Varşova şehrine girdi. Böylece ilk defa Türk Akıncılar'ı bu kadar kuzeye ulaşmış oluyorlardı. Bu birinci seferden sonra 10.000 seçkin esir ile Akkerman'a döndü.
Yaklaşık 3 ay sonra Osmanlı ordusu tekrar Lehistan'daydı. Bu sefer Podolya ve Galiçya üzerine gidildi fakat şiddetli soğuk yüzünden sefer uzun sürmedi.
Bu büyük başarı ile Balı Bey sancak beyliğinden beylerbeyliğine yükseltildi.
Avrupa'da yeni bir savaşın emareleri görülmeye başlamıştı. Cem Sultan'ın vefatı ile Osmanlı Devleti daha etkin bir politika izlemeye başlamış, akıncıların yaptıkları büyük çaptaki akınlarla bunu ispat etmişti. Böyle bir savaşta Osmanlı'nın birinci rakibi, Almanya ve Macaristan tarafından desteklenen Venedik olacaktı.
1500'de Osmanlı, yeryüzündeki son Sırp topraklarını da ele geçirerek mahalli Sırp derebeyliğine son verdi. Osmanlı Donanması 1496'da Kemal Reis komutasında Rodos donanmasını yok etti. Bu suretle Venedik'le yapılacak savaşta gelecek Rodos yardımının da önüne geçilmiş oldu.
1499 Eylül'ünde İskender Paşa, Udine şehrini işgal etmişti. Osmanlıların kendilerinden bu kadar uzak yerlerde hâkimiyet kurması Avrupa'yı telaşlandırıyordu. Hatta Osmanlılar bölgedeki İtalyanca coğrafya isimlerine Türkçe adlar takmaya başlamış, Tagliemento'ya "Aksu", Isonza'ya "Doline" adını vermişlerdi.
Almanya'da da "Gemeiner Pfennig" adı verilen ve Türklere karşı harp etmek için kullanılacak özel bir vergi çeşidi bile başlamıştı. Ayrıca Papa'nın Almanya'dan topladığı dinî vergileri de Osmanlı'ya karşı kullanılması için Almanya'ya iadesini talep etmişlerdi.
Fatih devrinde alınmaya çalışılmasına rağmen ele geçirilemeyen Güney Mora'daki önemli Venedik deniz üslerinin fethi ve Osmanlı tarihinin ilk açık deniz meydan savaşındaki zafer Osmanlılar için 16. yüzyılın başındaki güzel haberlerdi.
Venedik'e ağır bir darbe vurmak isteğinde olan II. Bayezid denge politikası güdüyordu. Macaristan'la iyi geçinmeye çalışırken, aynı zamanda o zamanlar ayrı şehir devletleri hâlinde olan İtalya'nın zaten Venedikle arası iyi olmayan diğer şehir devletlerinin de Venedik'in yanında yer almaması için çaba sarfediyordu. Bu sıralarda Venedik'in Mora'da yer alan deniz üsleri İnebahtı'nın üzerinde Güney Mora'nın üç yarımadasının en batısında yer alan Modon, Koron ve Navarin limanları idi.
Sultan II. Bayezid, Venedik seferine çıkmak üzere, 31 Mayıs 1499 günü İstanbul'dan ayrıldı. Donanmayı o sıralarda Venedik hâkimiyetinde olan Kıbrıs Adası'nın üzerine göndermek suretiyle, Kıbrıs'ın tehdit altında olduğu izlenimini verdirerek Venediklilerin kuvvetlerini dağıtmayı başarmıştı. Amiral Melchior Trevisano, Mora'daki Venedik üslerinin başkumandanı tayin edildi ve hummalı bir savunma hazırlığına başlandı.
Sultan Vardar Yenicesi'ne geldi. Burada Rumeli Beylerbeyi Koca Mustafa Paşa, Venediklerin elindeki İnebahtı üzerine gönderildi. 1493'den beri Kaptan-ı Derya'lık görevinde bulunan Küçük Davut Paşa Mora sularındaydı.
200 parçalık büyük Venedik Donanması Osmanlı Donanması'nı Mora sularından uzaklaştırmak maksadıyla Modon açıklarına gelmişti. Donanmanın başında Amiral Antonio Grimaldi vardı. Mora'nın güneybatı ucundaki Gallo Burnu'nun açıklarında iki dev Donanma karşı karşıya geldi. Donanmayı Hümayun'u Kemal Reis idare ediyordu.
Sağ cenahın kumandanı Barak Reis amiral gemisini düşman gemilerinin arasına sürdü. Onlarca Venedik gemisi bu gemiyi indirmek için çalışıyorlardı. Düşman gemilerinin en yoğun olduğu bölgeye girip, gemideki barut deposunu ateşe veren Barak Reis, büyük bir patlamaya ve onlarca Venedik gemisinin infilakına neden oldu. Lakin kendisi ile bir |
likte 500 levent de ölenler arasındaydı. Bu hadisenin ardından taarruza geçen Osmanlı Donanması Venediklileri perişan etti.
Sapienza Deniz Savaşı ismi ile tarihe geçen bu savaş Osmanlıların tarihte kazandıkları ilk açık deniz savaşıdır. Büyük kahramanlıklarından dolayı Sapienza adasına Barak Reis adası adı verildi. Venedik Elçisi Alvise Manenti devletine gönderdiği raporda Osmanlı Sadrazamı'nın elçiye "Sen Sinyoria hükümetine söyle, artık deniz ile evlenmesini bıraksınlar; artık sıra bize gelmiştir." dediğini bildirmiştir. Bu zaferin ardından Venedik üslerini koruyacak bir kuvvet mevcut değildi.
30 Ağustos 1499'da, Sapienza Deniz Savaşı'nden 33 gün sonra İnebahtı kalesi de Osmanlı'nın olmuştu. Bölgedeki büyük Venedik Amirali'nin donanması ile geri çekilmesi kaledekilerin maneviyatını bozmuş, kale komutanı kaleyi teslim etmişti. Osmanlı Ordusu için sıra, Mora'daki 3 büyük Venedik üssü olan Koron, Modon ve Navarin'e gelmişti.
Ancak bu sıralarda 1479'dan bu yana Osmanlı hâkimiyetinde olan Kefalonya adasına Venedik asker çıkarıp işgal etmişti. Ardından önceleri kendi hâkimiyetlerinde olan Preveze'deki Osmanlı tersanelerini basıp, kızaktaki gemileri yakmışlar fakat geri püskürtülmüşlerdi.
1499 yılının sonlarında Edirne'ye dönen II. Bayezid birkaç aylık bir dinlenmeden sonra 7 Nisan 1500'de Edirne'den ayrıldı. Bu hareketinden dolayı bu sefer, "5. Sefer-i Hümayun" olarak değerlendirilmiştir.
7 Temmuz'da donanmanın geldiği Modon'a ardından bizzat padişah komutasındaki ordu gelerek kaleyi kuşatmıştır. 24 Temmuz'da Venedik donanması muhasaranın kaldırılması maksatıyla hücuma geçse de Kemal Reis tarafından geri püskürtülmüşlerdi. Kale Venediklilere mahsus olan bir şekilde savunulmuş, lakin 10 Ağustos 1500'de düşmüştü. Modon'un çetin mukavemetine rağmen düşürülmesi, bu kalenin yakınlarında bulunan Koron ve Navarin kalelerinin de sonunu gösteriyordu .
Fetihten iki gün sonra, yani 12 Ağustos'ta, Navarin, etrafındaki Milona ve Fener kaleleri ile teslim olmuştu. Avar Türkleri tarafından kurulan bu şehrin ismi de Avar'dan gelmektedir. Venedikliler Osmanlıların izniyle bütün asker ve mühimmatları ile Venedik'e dönmüşlerdi.
16 Ağustos'ta ise Koron'nun yine karşı koymadan teslim olması ile Venedik'in Yunanistan ile hiçbir bağlantısı kalmamıştı. 3 Aralık 1500 günü Venedik donanması Navarin önlerine geldi. Venediklilerce ele geçirilen bir Hıristiyan Arnavut kale kapısını onlara açtı. Venedikliler böylece Navarin'i ele geçirdiklerini zannederken Kemal Reis 30 savaş gemisi ile limana girdi ve 8 Venedik gemisini ele geçirdi.
Papa'nı teşviki ile Fransa da, Venedik'in müttefiki olarak Osmanlı'ya karşı savaş açmıştı. 1501 yılının Eylül ayında Ege Denizi'ne giren Fransız donanması 10.000 piyade taşıyordu. Eylül ortalarında da Midilli muhasarası başladı. Bunun üzerine Sultan Bayezid'in Manisa sancak beyi olan ikinci oğlu Şehzade Korkut, şimdiki Ayvalık'a gelerek 800 kişilik yardımcı kuvveti adaya geçirmişti. Ekim sonlarında Osmanlı Donanması'nın Çanakkale Boğazı'ndan çıktığını öğrenen Fransızlar 6 haftadan beri devam ettirdikleri kuşatmayı kaldırmış ve Mora'nın güneyindeki Çuha Adası açıklarına gelmişlerdi. Burada müthiş bir fırtınaya kapılan donanmadan yalnızca birkaç yüz kişi kurtulabilmişti.
Fransız donanması geri çekilirken, İspanyollar hazırladıkları donanma ile Ege'ye girmiş fakat Fransızlarla birleşemediklerinden dolayı hiçbir şey yapamadan geri dönmüşlerdir.
Venedik, Osmanlı Devleti ile artık başedemiyordu. Özellikle Osmanlı akıncılarının yapmış olduğu her akın Venedik için büyük bir tehlike idi. Zira Osmanlıların her an için Venedik şehrini dahi istila etme ihtimali mevcuttu. Mora'dan tamamıyla atılan Venedik, denizlerde de faaliyet gösteremiyor, Kemal Reis başta olmak üzere Türk denizcileri Venedik'e göz açtırmıyorlardı.
Kefalonya gibi Aya Mavri adasını da işgal eden Venedik, 1502 yılının başlarında adayı ele geçirdi. Adayı korumakla görevli küçük yeniçeri müfrezesi vuruşmadan kaleyi teslim etmiş ve akabinde silahları ile birlikte İstanbul'a gelmişti. Sultan Bayezid düşmana karşı silah atmadan kaleyi teslim eden bu askerleri idam ettirdi. Birkaç ay sonra adaya gelen Kemal Reis 30 Ağustos 1502 tarihinde Venediklileri adadan çıkardı. 13 Ağustos 1502 tarihinde Venedik'in Arnavutluk'ta bulunan son üssü Dıraç'ın da Osmanlı'ya geçmesi ile Venedik'in Yunanistan gibi Arnavutluk'la da bir bağlantısı kalmadı.
Mora ve Arnavutluk'taki büyük üslerini ve denizlerdeki üstünlüğünü kaybeden Venedik için barıştan başka çözüm yolu kalmamıştı. 27 Eylül 1502'de kalabalık bir ekiple İstanbul'a gelen Venediklilerle 14 Aralık 1502'de 31 maddelik "Osmanlı - Venedik Barış Antlaşması" (İstanbul Muahedesi) imzalandı . Yalnız Kefalonya adası Venedik'e bırakılmış, bunun dışındaki tüm fetihleri Venedik tanımıştı
Osmanlılar, Venedik'e karşı savaşırken Karamanoğlu Mustafa Bey, Karamanoğulları'nın tarihteki son ayaklanmasını çıkardı. Akkoyunlular'ın misafiri olarak Tebriz'de büyüyen Mustafa Bey 1500 yılında II. Bayezid Mora'da iken Mersin'e geldi. Burada etrafına topladığı Türkmenlerle Karaman'ı kuşattı. Osmanlılar'ın fazla önem vermedikleri bu olay üzerine Konya'da bulunan Bayezid'in 4. oğlu Şehzade Şehenşah, Karamanoğlu Mustafa Bey'in üzerine bizzat gitmemiş, Beyşehir sancak beyi olan oğlunu göndermişti. Vuruşmayı göze alamayan Karamanoğlu Mustafa Bey, İçel'e çekildi. 1500 yılı sonlarında Şehzade Şehenşah bizzat İçel'e gelmiş fakat Karamanoğlu Mustafa Bey'i yakalayamamıştı. 1501 baharında Vezir-i Azam Hacı Mesih Paşa da İçel'e geldi. Bunun üzerine Tarsus'tan gemiye binip Suriye'ye kaçan Karamanoğlu Mustafa Bey, Memluklulara sığındı. Osmanlılarla yeni bir anlaşmazlığa düşmek istemeyen Memluk Sultanı da Karamanoğlu Mustafa Bey'i öldürttü.
1502'de Akkoyunluların Tebriz'i kaybetmesinden sonra İran tahtına başka bir Türk hanedanı olan Safeviler geçti. Olayı önemli kılan ise Safevilerin Şii mezhebine mensup olmalarıydı. Akkoyunlu ve Trabzon Rum Devleti ile akrabalık ilişkileri kuran Safeviler böylece siyasi hayata atılmışlardı. Şiirlerini Farsça'dan çok Türkçe olarak söyleyen Safeviler'in lideri Şah İsmail Osmanlı Devleti'ne doğudan gelen tehlikelerin üçüncüsü ve sonuncusudur. (Daha önceden Timur ve Akkoyunlular).
Sultan Bayezid daha önceden bölgede dengeyi koruma amaçlı önlemler almış ve hem Akkoyunlular'ın hem de Memlukluların hanedanları ile akrabalık bağları kurmuştu. 1507'de Kemal Reis Mısır'a bir dostluk ziyaretinde bulundu ve Sultan Kansu tarafından büyük bir törenle karşılandı. Safevilerin başa geçmesi Osmanlılarla Memlukluları birbirine yaklaştırdı.
Şah İsmail, Akkoyunlular'ı haritadan silmek amacındaydı. Bu arada Trabzon'da sancak beyi olan Şehzade Selim Erzincan'ı ele geçirmiş, Safeviler'e bağlı olan Gürcü prenslikleri yenip onları vergiye bağlamıştı.
Şah İsmail'in tahta çıkışı Avrupa'da büyük yankı uyandırdı. Zira kendilerinin Osmanlı ile baş edemeyeceklerini bildiklerinden başka bir Türk devletinin onu yenmesi ile Müslümanların tıpkı Endülüsdeki gibi Avrupa'dan atılabileceğini düşünüyorlardı.
Şah İsmail büyük gücün Osmanlı Devleti olduğunu bildiğinden Memluklulara Osmanlılara karşı birleşmeyi önermiş fakat Osmanlılardan sonra sıranın kendilerine geleceğini bilen Memluklular tarafından bu teklif reddedilmişti. Venediklilere de aynı teklifte bulunan Şah İsmail'in elçileri Venedik'den yardım cevabı aldılar. Fakat Venedik, Osmanlı Devleti ile doğrudan bir savaşı göze alamayıp, yapılacak bir savaşta destek vermeyi kabul etti. Deniz gücü olmayan ve tamamıyla bir kara devleti olan Safeviler Venedik'in deniz gücünden yararlanmak istiyorlardı.
Bunlara karşılık II. Bayezid Mısır'a Kemal Reis ile birlikte büyük miktarda top, stratejik harp malzemesi ve bahriye levazımı gönderdi. Memluklular Safevilerden, Osmanlılardan daha çok çekiniyorlardı. Zira daha önce Şii Fatımi hanedanı uzun süre Mısır'da hüküm sürmüş ve ancak Memluklular tarafından yıkılmıştı. Ayrıca Mısır'da Osmanlı ülkesinin tersine halk ve saray erkanı Türkmen asıllı değildi. Büyük bir Arap çoğunluğu azınlıktaki Türkler tarafından yönetiliyordu.
Şah İsmail daha önceden Fatımilerin yapamadığını yapmak, tüm İslam dünyasını Şii mezhebi altında birleştirmek istiyordu ve önündeki Osmanlı barajı yıkılırsa onu ne Memluklar ne de Türkistan'daki Türk devletleri durdurabilirdi.
Safevi Şah'ı İsmail 1507 yılında hem İstanbul'un hem de Kahire'nin göstereceği tepkiyi görmek amacıyla Dulkadiroğulları Beyliği'nin üzerine yürüdü. Asıl sebebi bu olmamakla beraber görünüşteki sebep, Dulkadir Beyi Alaüddevle Bozkurt Bey'in Şii olan Şah'a kızını vermek istememesiydi. Şah İsmail Osmanlı topraklarından geçerek Kayseri üzerinden Dulkadir topraklarına girdi. Savaşta yenilen Alaüddevle Bozkurt Bey kaçtı ve Şah İsmail Bey'in bir oğlu ile iki torununu ele geçirerek öldürttü. Bunun üzerine Maraş'a ve Elbistan'a giren Şah İsmail Dulkadir Hanedanı'nın mezarlarını yaktırdı. Sonradan da Osmanlı Devleti'ne bir mektup yazıp topraklarını çiğnediğinden dolayı da özür diledi.
Senelerden beri Dulkadiroğulları Beyliği'nin kendilerine bağlı olduğunu iddia eden Memluklular ve Osmanlılar bu hareketi cevapsız bıraktılar. Bu da Şah İsmail'in Anadolu'daki prestijini artırdı. Memluklular tamamıyla sessiz kalsa da Osmanlıların sessiz kalmaları mümkün değildi. Zira Trabzon sancak beyi Şehzade Selim, anne tarafından Dulkadir Beyi Alaüddevle Bozkurt Bey ile akrabaydı. Şehzade Selim ve Şehzade Korkut Alaüddevle Bozkurt Bey'in kızı olan aynı anneden dünyaya gelmişti. Bir dayısına ve iki dayı oğluna yapılan bu harekete karşı Şehzade Selim Azerbaycan'a kadar Safevi topraklarına girerek Safevi Hanedanı'na mensup bazı kişileri esir alıp Trabzon'a getirerek dayısına yapılanın intikamını aldı. Babası Bayezid bile hiçbir şey yapmamış iken Şehzade Selim'in bu hareketi gözlerin ona çevrilmesine neden oldu.
Bu arada II. Bayezid Şah İsmail'in herhangi bir seferine karşı Orta Anadolu'ya asker yığdı. Bu nedenle Şah İsmail Anadolu'nun içlerine girmekten çekinmiştir. Sayısı 115.000'i bulan bu orduyu gözüne kestiremeyen Şah, II. Bayezid'e "Şanlı büy |
ük babam" diye hitap ettiği bir mektup yazarak 1508 yıllarının ilk aylarında Diyarbakır'a çekildi.
10 Eylül 1509'da "Memalik-i Rum" adı verilen Amasya, Tokat, Sivas, Çorum ve çevresinden başlayıp 45 gün şiddetle devam eden depremde halk, iki ay kadar çadırlarda yaşadı. Bu deprem, aynı şiddette İstanbul ve Edirne'de de meydana geldi. 14 Eylül 1509'da İstanbul, Osmanlı tarihinin kaydettiği en şiddetli depreme maruz kaldı. Küçük kıyamet ("Kıyamet-i Suğra") denilen bu depremde İstanbul'da 109 cami ve mescit ile 1.070 ev kullanılamaz hâle geldi. Halktan da 5.000 kadar insan yaşamını yitirdi. Binlerce insan yıkıntılar altında gömülü kaldı. Köpürmüş ve azgın bir hal almış olan deniz dalgaları, İstanbul ve Galata surlarını aşarak sokaklarda tufan meydana getirdi. Bu arada eski su bentleri de yıkıldı. Sultan II. Bayezid, sarayının duvarlarına güvenemediğinden bahçesinde gayet hafif ve tehlikesiz bir çadır kurdurarak orada on gün kadar ikamet etti.
45 gün kadar, aralıklarla devam eden bu deprem, İstanbul sakinlerini sürekli bir heyecan içinde yaşattı. Çorum halkının üçte ikisi, şehirlerindeki toprak kaymaları yüzünden yarılıp açılan topraklar içinde hayatını kaybetti. Yine bu esnada Gelibolu istihkâmları da yıkıldı. Sultan II. Bayezid'in doğduğu şehir olan Dimetoka bir toprak yığını halini aldı.
Sultan Bayezid, bu deprem nedeniyle devletin ikinci başkenti olan Edirne'ye gittiyse de İstanbul depreminden 15 gün sonra Edirne'de İstanbul'dakinin benzeri olan ve aynı şiddette bir deprem daha meydana geldi. Mimar Hayreddin, 15 gün içinde Padişah için Edirne'de ahşap bir ev yaptı. Padişah, bu ahşap evde ikamete başladı. Aynı sene Edirne'de yine benzer şiddette bir deprem daha oldu. Tunca Nehri taşarak ve yatağını da aşarak depremin yıkıntılarını kapladı. Üç gün geçit vermeyen Tunca'nın taşmasıyla da birçok insan öldü.
Bundan sonra II. Bayezid İstanbul'un yeniden imarı için neler yapılması gerektiği konusunda ilgililerle bizzat toplantılarda bulundu. Toplantılar sonunda İstanbul'da yıkılan yerleri yeniden yapmak veya tamir etmek için yirmi evden bir kişi ve ev başına yirmi ikişer akçe toplandı. Bu şekilde Anadolu'dan 37.000, Rumeli'den de 29.000 cerahor (ücretli amele) çıkarılıp 3.000 kadar mimar ve marangoz getirildi. Bunlardan başka "Yaya"lardan 8.000, "Müsellem"lerden de 3.000 kişi kireç yakmakla görevlendirildi. 29 Mart 1510'da başlayan imar faaliyetleri 65 günde sona erdi. Bu inşaat ve tamiratta, İstanbul surlarından başka Galata'daki mahzenler, Galata Kulesi, Kız Kulesi, Rumeli ve Anadolu hisarları ve fenerlikleri, Çekmece köprüleri ile Silivri kalesi gibi önemli yerler de vardı. Sultan II. Bayezid'in bu çabaları üzerine İstanbul kısa bir sürede adeta yeniden inşa edilmiş oldu. Bu inşaat, bütünüyle Mimar Hayreddin'in nezareti altında yapıldı. İnşaatın tamamlanmasından sonra hükümdarın emri üzerine üç gün ve gece, fakirlere yemek dağıtıldı.
Şah İsmail'in Anadolu'da Şii propagandası yapmakla görevlendirdiği kişi, "Şah Kulu" adı verilen biriydi. Şehzadeler arasındaki huzurluğun ortaya çıktığı dönemde Şah Kulu önderliğindeki Kızılbaşlar isyan etti. İsyancılar; Antalya, Kızılcakaya, Korkuteli, Elmalı, Burdur ve Keçiborlu yerleşimlerine baskın yaptıktan sonra Kütahya önlerine geldi. Kendi üzerine gönderilen Anadolu Beylerbeyi Karagöz Ahmed Paşa yönetimindeki Osmanlı kuvvetlerini mağlup edilerek paşa esir alınsa da şehir ele geçirilememiştir.
Şahkulu isyanının büyümesi üzerine Vezir-i Azam Hadım Ali Paşa isyanı bastırmakla görevlendirildi. Karaman Beylerbeyi Haydar Paşa'yı öldürdükten sonra kuzeye ilerleyen Şahkulu, Altıntaş mevkiinde Şehzade Ahmet ile Hadım Ali Paşa' nın kuvvetlerince kuşatıldı. Bu sırada Şehzade Ahmet ile yeniçeriler arasında yaşanan anlaşmazlıktan faydalanan Şahkulu kuşatmadan kurtulmayı başardı. İsyancıları takip eden Hadım Ali Paşa Sivas civarındaki Çubukova ya da Gökçay mevkiinde Şahkulu kuvvetlerine yetişti ve Temmuz 1511'de yapılan çarpışma sonucunda Şahkulu ve kuvvetleri yenilgiye uğratıldı. Bu çarpışmada Şahkulu öldürülürken, Hadım Ali Paşa'da aldığı yaralar sebebiyle bir süre sonra hayatını kaybetti.
İsyanda esnasında Şehzade Ahmet'in en büyük destekçisi Vezir-i Azam Hadım Ali Paşa' nın ölmesinin yanı sıra Şehzade Ahmet ile yeniçeriler arasında yaşanan anlaşmazlık ileriki yıllarda şehzadeler arasında yaşanan taht mücadelesinde belirleyici olmuş ve yeniçeriler Şehzade Selim'i desteklemişlerdir.
II. Bayezid'in, Mahmut, Ahmet, Şehenşah, Selim, Mehmet, Korkut, Abdullah ve Alemşah isimli 8 oğlu ve pek çok da kızı olmuştu. Oğullarının en büyüğü babasının tahta geçmesinden kısa bir süre sonra vefat etti. Padişah'ın 6., 7., 8. oğulları olan Mahmut, Mehmet, Alemşah ise 1507'den önce öldüler. Hayatta sadece yaş sırası ile Şehzade Ahmet, Şehzade Korkut, Şehzade Selim ve Şehenşah kalmıştı. Hepsi de olgun yaşlara gelmiş, ya kırk yaşını geçmiş veya yaklaşmışlardı. Şehzade Korkut ile Şehzade Selim Alaüddevle Bozkurt Bey'in kızı olan Ayşe Hatun'un çocukları idiler. Şehzade Ahmet Amasya'da vali iken, Korkut Manisa'da, Şehzade Selim ise Trabzon'da vali olarak görevliydi. En küçük şehzade Şehenşah'ın annesi Karamanoğlu sülalesindendi ve bu nedenle Konya valiliğini yürütüyordu.
II. Bayezid'in hayatta kalan oğullarından Şehzade Korkut dışındakilerin hepsinin şehzadeleri vardı; yani hepsi kendisinden sonra tahta geçebilecek erkek çocuklara sahiptiler. Yalnız Şehzade Korkut'un pek çok kızı olmasına rağmen erkek çocuğu yoktu.
1509 yılında 40 yaşındaki Şehzade Korkut Manisa sancak beyi (Saruhan Beyi) iken Antalya sancak beyliğine (Teke Beyi) gönderilmişti. Vezir-i Azam Ali Paşa'nın kardeşi Şehzade Ahmet'i tuttuğunu bilen Şehzade Korkut bu tayinle tahttan uzaklaştırıldığının farkında idi. Babasının ani ölümü halinde kardeşi Ahmet Amasya'da olduğundan İstanbul'a Antalya'dan daha çabuk varabilirdi. Bu nedenle kendisinin tekrar Manisa'ya tayinini istedi, fakat kabul edilmedi. Bunun üzerine babasının gözünü korkutmak isteyen Şehzade Korkut tıpkı amcası Cem Sultan gibi hacca gideceğini söyleyip, 137 kişilik maiyeti ve 8 gemi ile 1509 yılında Antalya'dan yola çıktı. Aslında Şehzade Korkut'un denizciler üzerinde büyük bir tesiri vardı. Zaten denizcileri himaye etmesi ile ün kazanmıştı. Pek çok Osmanlı esirini fidyelerini cebinden verip kurtarmıştı. Bunun yanında denizcilik yapanları, reisleri korur, himaye ederdi.
Şehzade Korkut 29 Mayıs'ta Sultan Kansu tarafından Kahire'de muhteşem bir şekilde karşılandı. Bu arada devlet adamları bu olayın aynen Cem Sultan'ın hikâyesine benzediğinden kuşkulanmışlardı. Fakat Şehzadenin tek hedefi babasının ve Ali Paşa'nın gözünü korkutmaktı. Tüm çabalarına rağmen ataması yapılmadı ve Antalya'da kaldı.
Aynı dönemde Şehzade Selim yaptıkları ile takdir topluyordu. Safeviler'e karşı yapmış olduğu akın ve Gürcü kralları vergiye bağlaması gözleri ona çevirmişti. Şehzade Korkut ise daha yumuşak huylu ve mutedildi. Yalnız erkek çocuğunun olamayışı nedeniyle fazla taraftar toplayamamıştı. Esasen tahta Şehzade Ahmet geçecekti. Zira meşru veliaht, büyük şehzade idi.
Şehzade Selim İstanbul'a çok uzak olan Trabzon sancak beyiydi. Ağabeylerinden Ahmet Amasya'da, Korkut Manisa'da, küçük kardeşi Şehzade Şehenşah ise Konya'daydı. Bu durumda tahta en uzak şehirde olan kendisi idi. Bir defa tahta oturan şehzadeyi oradan atmak neredeyse imkansızdı.
Bu dönemde oğlu Şehzade Süleyman 14 yaşına gelmişti. Buluğ çağına gelen şehzadelere sancak verilmesi kanundu. Babası da oğlu Süleyman için Bolu sancağını istedi. Şehzade Süleyman Trabzon'a bağlı Şebinkarahisar sancak beyiydi. Bolu ise ayrı müstakil bir sancaktı. Selim'in isteği oldu ve Şehzade Süleyman Bolu'ya nakledildi. Tabii bu olaya Amasya Sancak beyi Şehzade Ahmet karşı çıktı. Çünkü Bolu Amasya ile İstanbul arasında bir noktaydı. Bu da kendisi için tehlikeli olabilirdi.
Şehzade Ahmet'in çabaları ile Şehzade Süleyman Bolu'dan ayrılacakken, Şehzade Selim bu sefer oğlu için Kefe sancağını istedi. Kefe Kırım'da bir liman şehriydi. Kırım Hanlığı'na bağlı olmayan şehir doğrudan doğruya İstanbul'a bağlı idi. Şehzade Selim'in düşüncesi kayınpederi olan Kırım hanı Mengli Giray'a yakın bulunabilmekti. Zira Mengli Giray da damadını destekliyordu. Bunun üzerine Şehzade Süleyman 1504 yılında ölen amcası Şehzade Mehmet yerine Kefe sancak beyi oldu.
1511 yılında Şehzade Selim büyük bir maiyet ile Trabzon'dan gemi ile Kırım'a gitti. Güya oğlu Süleyman'ı ve kayınpederini ziyaret edecekti. Asıl amacı kayınpederi ile sıkı bir işbirliği yapmak ve oğlu Süleyman'a talimat vermekti. Veliaht Şehzade Ahmet, Kırım Hanı'na bir mektup gönderdi ve kardeşi Selim'e yardımdan vazgeçmediği takdirde, padişah olduğu zaman Kırım tahtından ümit kesmesini açıkça söylüyordu. Mengli Giray buna kulak asmadıysa da, kayınpederini zor durumda bırakmak istemeyen Şehzade Selim Kırım'dan ayrıldı. Kardeşi Ahmet babasına baskı yaparak kayınpederini azlettirebilirdi.
Selim Kırım'dan Trabzon'a dönmek yerine Rumeli'ye geçti ve artık Trabzon'a dönmeyeceğini ve kendisine Rumeli'de bir sancak verilmesini istedi. Şehzadelere Rumeli'den sancak verilmesi yasalara aykırı olmasına rağmen ordu tarafından sevilen Şehzade Selim'e Semendire ve Vidin sancakları verildi.
Bu arada Şehzade Korkut babasının üzerindeki baskısını arttırarak tekrar Manisa sancağına atandı. 2 Temmuz 1511'de Konya sancak beyi Şehzade Şehenşah'ın 40 yaşında eceli ile vefatı üzerine taht adaylarının sayısı üçe indi.
1511 Temmuz'unda IIŞehzade Selim Vidin'den Edirne'ye geldi. Bu şehri işgal ettikten sonra Çorlu'ya geldi. Ancak 3 Ağustos günü babası II. Bayezid tarafından karşılandı. Birkaç dakikalık vuruşmadan sonra Şehzade mağlup oldu . Kaçmak zorunda kalan Şehzade ihtiyatı elden bırakmamıştı. Bulgaristan sahillerinde gemiler şehzadeyi bekliyordu. Bu olaydan sonra tekrar sancağına dönemezdi. Oğlunun yanına, Kefe'ye gelen şehzade orduyu elde etmeden taht yolunun zor olduğunu böylece anladı.
21 Ağustos 1511 günü II. Bayezid büyük oğlu Ahmet'i tahta geçirmek üzere İstanbul'a çağırdı. Veliaht Şehzade'nin Maltepe'ye kadar gelmesi üzerine Şehzade |
Selim'i destekleyen birlikler ayaklandı. Bunun üzerine Şehzade İstanbul'a giremedi ve Maltepe'den geri dönmek zorunda kaldı. Amasya'ya döneceği yerde Konya'ya geçen Şehzade Ahmet burada padişahlığını ilan ederek babasının orduya söz geçiremediğini iddia etti. Şehzade Ahmet'in açıkça müddei sıfatını takınması üzerine ulema yüzünü Ahmed'den çevirdi.
Bu arada Şehzade Korkut'un ansızın İstanbul'a gelmesi işleri iyice karıştırdı. Ağabeyinin bu tavrı üzerine umuda kapılan Korkut babası ve paşalarla görüşmüş ve büyük saygı görmüştü fakat babasının hayatta olması nedeniyle paşalar Korkut'u desteklemediler.
1512 yılının ilk günlerinde Kızılbaşlar Amasya, Tokat bölgesinde tekrar ayaklandılar. Şehzade Ahmet'in orayı bırakması bölgede büyük bir boşluk oluşturmuştu. Bu olay üzerine 6 Mart günü İstanbul'da Kapıkulu Ocakları isyan çıkardı. Bu olaylar üzerine Şehzade Ahmet'i desteklemekten vazgeçen Sultan küçük oğlu Selim lehine bir name yazarak onu İstanbul'a davet etti.
Şehzade Selim 19 Nisan'da İstanbul'a ulaştı. Bu arada Şehzade Korkut da İstanbul'da idi. Kendisinden üç yaş küçük kardeşinin padişahlığını tanıdı ve tebrik etti. 24 Nisan 1512'de II. Bayezid oğlu Selim namına tahtan feragat ettiğini açıkladı. Böylece babasının vefatından sonra yeniçerilerin desteği ile tahta çıkan II. Bayezid uzun bir saltanatın sonunda yine yeniçerilerin baskısıyla tahttan çekilmiş oldu. II. Bayezid tahtını oğluna bırakırken şu sözleri söyler:
Yeni Sultan Selim'e Dimetoka'da çekilmek istediğini söyleyen sabık sultan, oğlunun cülusundan 11 gün sonra kalabalık bir maiyet ile İstanbul'dan Dimetoka'ya doğru yola çıktı. Yola çıktığında da çok hasta ve bitkin olan sabık sultan ata binemedi ve ancak tahtırevan ile seyahate devam edebildi. Dimetoka'ya ulaşmaya ömrü vefa etmeyen II. Bayezid, yola çıkışından 32 gün sonra 26 Mayıs 1512'de Edirne'nin güneydoğusundaki Havsa ilçesinin Abalar köyünde vefat etti.
II. Bayezid'in cenazesi İstanbul'a getirildi, Fatih Camii'nde kılınan cenaze namazından sonra kendi yaptırdığı Bayezid Camii'ndeki türbesine defnedildi. 62 yaşında vefat eden II. Bayezid'in padişahlık süresi 31 yıldan 9 gün eksikti. Ölümü tüm İslam aleminde üzüntü ile karşılandı. Kahire'de ölümü duyulunca başta Sultan Kansu olmak üzere çok sayıda kişinin katıldığı gıyabi cenaze namazı kılındı. Ayrıca İslam dünyasının başka yerlerinde de gıyabi cenaze namazları kılındı.
Amerika kıtasını keşfeden İtalyan denizci Kristof Kolomb, yaklaşık 14 yıldır tasarladığı okyanus ötesinde yolculuğu 1484'de Portekiz Kralına sundu ama reddedildi. Destekleyecek bir finansör bulamayınca maddi zorluklara giren Kolomb, Avrupa ile Osmanlı arasında ticaret ile uğraştı. Bu dönemde, 1484'de Sultan II. Bayezid'e bir papaz eşliğinde başvurdu ve bu isteği Osmanlı kayıtlarında
şeklinde geçti.
Sultan, karşısına çıkan bu delidolu insanı ciddiye almadı ve talebini reddetti. Kolomb, Bayezid'den iki yıl sonra İspanyol kral ve kraliçesine müracaat etti, ve 1492'de de Amerika'yı farkında olmadan keşfetti. Geldiği yeri Hindistan zannederek karşılaştığı halka Hindistanlılar (Indian) dedi.
İlerki yıllarda Kolomb ile üç kez Amerika'ya gitmiş bir İspanyol, bir savaş sonrasında Piri Reis'in amcası Kemal Reis'e esir düştü ve Kolomb'un keşfettiği Amerika kıyılarının haritasını amcasına verdi. Piri Reis bu haritadaki bilgilerden yola çıkarak 1513'de ilk dünya haritasını çizdi.
1502 yılında, tarihin en büyük mucitlerinden ve sanatçılarından biri olarak gösterilen İtalyan Leonardo Da Vinci II. Bayezid'a, Haliç üzerine yapılması için 240 metre uzunluğunda bir köprü projesi sundu. Ancak Da Vinci'nin bu sıradışı projesi II. Bayezid tarafından kabul edilmedi ve yıllar sonra benzeri bir köprü 2001 yılında Norveç'de yapıldı.
Evliya Çelebi'nin anlattığına göre, Sultan II. Bayezid 1481 yılının bir kış günü Galata sırtlarında avlanırken son derece bakımlı ve güllerle süslü bir bahçe ve içinde köhnemiş küçük bir kulübe gördü. Kulübede mola veren Sultan, buranın sahibi Gül Baba ile tanışır ve onu, bahçeye gösterdiği özenden dolayı ödüllendirmek istediğini söyledi. Gül Baba da padişahına sarı ve kırmızı iki adet gül vererek, bu bahçeye bir okul ve hastane yaptırmasını istedi. Galata Sarayı Ocağı (günümüzde Galatasaray Lisesi) böylece kuruldu ve Yavuz Sultan Selim'in oğlu Kanuni Sultan Süleyman da dahil olmak üzere tüm şehzadeler, şehzadelerin çocukları ve önemli devlet görevlileri ilk ve orta eğitimlerini burada aldılar.
II. Bayezid uzun boylu, yağız çehreli, ela gözlü ve geniş göğüslüydü. Yumuşak bir tabiata sahipti. Venedik Balyosu Andre Gritti'nin 1503'de Venedik Cumhuriyeti'ne gönderdiği mektupta onun karaketerini tanımlaması Sakaoğlu tarafından şöyle özetlenmiştir. Gritti mektubunda II. Beyazid'in
Uzun boylu, karayağız olduğunu, zihnen daima meşgul izlemini verdiğini ve tasalı göründüğünü; felsefeyle ilgilenmekle beraber kozmografya konularını çok iyi bildiğini, az yemek yediğini, içki içmediğini, camilere gittiğini ve bol sadaka dağıttığını ata binmekten hoşlandığını, nikris (gut) yüzünden sık sık avlanmadığını
bildirmiştir.
Gençliğinde serbest bir hayat sürdüğü halde padişahlığında ibadete ve hayır işlerine yöneldi. Bu sebeple de Bayezid-i Veli ismiyle anıldı. Mecbur olmadıkça savaştan uzak kalmaya dikkat etti. Ayrıca ülke yönetimine verdiği önem nedeniyle çoğunlukla İstanbul'da kalmayı tercih etti.
Şehzadeliğinden beri ünlü bilginleri etrafına topladı ve kendini yetiştirmeye çalıştı. Dinine bağlılığından dolayı kendisine "Bayezid-i Veli" de denilirdi. Bayezid-i Veli, şairleri saraya toplar onlarla sohbet ederdi. Hattat ve bestekârdı. "Adli" mahlasıyla şiirler yazdı. Ulema ve sanatkârlar için ayrıca bir fon ayırmıştı.
Zamanında yetişen pek çok alim, sanatkar ve şaire çalışmalarından dolayı ihsanlarda bulundu, hediyeler verdi.
II. Bayezid oldukça dîndar bir insandı. İstanbul'da kendi adına yaptırdığı Bayezid Camii'nin inşası bitince Padişah
Her kim ömrü boyunca ikindi ve yatsı namazlarının "Dört rekâtlık" ilk sünnetlerini terk etmemiş ise, ilk Cuma namazında imam olsun.
demişti. Bu hususta kendisinden başka kimse çıkmamış, savaşta ve barışta hiçbir sünneti bırakmadığı için namazı kendisi kıldırmıştır.
Edebiyata yoğun bir ilgi duyan Bayezid'in mührünü taşıyan birçok eser hâlen Türkiye ve Avrupa kütüphanelerinde mevcuttur. Hatta, okuduğu kitaplar hakkında düşüncelerini de yazmaktaydı. Namına çok eser yazılmıştır. Bunun yanı sıra, Türk dili'nin gelişmesi için büyük hizmet verdi. O, eserlerin açık ve anlaşılır bir dil ile yazılmasını isterdi. II. Bayezid musiki ile de ilgilendi. Sultan'ın eserlerinden yalnız 8 tanesinin notası zamanımıza kadar gelebilmiştir. Bunların hepsi saz eserleridir:
"Adlî" mahlası kullanarak Türkçe ve Farsça şiirler yazdı. II. Bayezid'in yazdığı şiirlerden meydana gelen küçük hacimli bir divan Rumi 1308 tarihinde İstanbul'da basıldı. Kendisi hat sanatında da oldukça yetenekliydi.
Hükümdarlığı süresince barışı ve sakinliği tercih etmişti. Osmanlı donanması döneminde yenilendi, Piri Reis de tüm Dünya'da nam saldı. Donanmanın yenilenmesi sırasında; yelkenli savaş gemilerini uzun menzilli toplarla yaparak Osmanlı'nın Akdeniz'de tek hâkim olması sağlandı. Döneminde Yeniçeri Ocağı'nı genişletildi ve ağa bölükleri kuruldu.
Sultan II. Bayezid otuz seneden fazla süren saltanatı boyunca, barış ve sükûnu tercih etmesi, donanmayı yenileyip hazırlıklar yapması, kendisinden sonra tahta geçen oğlu Yavuz Sultan Selim'in fasılasız seferlerle meşgul olmasına neden oldu. Tımar teşkilatında değişiklik yapıldı.
Ülkenin birçok yerinde okullar, hastaneler, camiler, medreseler kuruldu. Yaptırdığı eserlerden günümüzde hâlâ varlığını sürdürenler arasında:
sayılabilir.
Bostanzade Yahya Efendi, "Târih-i Saf Tuhfetu'l-Ahbab" isimli eserinde "Kırk" kadar cariyesinin olduğunu rivayet ediyor.
Şehzade Bayezid'i 2012 Yapımı Fetih 1453 sinema filminde Yiğitcan Elmalı tarafından canlandırılmıştır.
Şehzade Bayezid'i 2013 Yapımı Fatih dizisinde Salih Bademci tarafından canlandırılıyor.
Şehzade Bayezid'i 2013 yapımı Da Vinci's Demons dizisinde Akın Gazi canlandırıyor.
I. Selim
I. Selim bilinen adıyla Yavuz Sultan Selim (Osmanlı Türkçesi: Sultan Selīm-i Evvel; 10 Ekim 1470 – 21/22 Eylül 1520), Dokuzuncu Osmanlı padişahı ve 88. İslam halifesidir. Aynı zamanda ilk Türk İslam halifesi ve "Hâdim'ul-Harameyn'uş-Şerifeyn" (Mekke ve Medine'nin Hizmetkârı) unvanına sahiptir. Babası II. Bayezid, annesi Gül-Bahar Hatun, eşi Ayşe Hafsa Sultan'dır. Tahtı devraldığında 2.375.000 km olan Osmanlı topraklarını sekiz yıl gibi kısa bir sürede 2,5 kat büyütmüş ve ölümünde imparatorluk topraklarının 1.702.000 km'si Avrupa'da, 1.905.000 km'si Asya'da, 2.905.000 km²'si Afrika'da olmak üzere toplam 6.557.000 km'ye çıkarmıştır. Padişahlığı döneminde Anadolu'da birlik sağlanmış; halifelik Mısır Memlükleri'ne bağlı Abbasilerden Osmanlı Hanedanına geçmiştir. Ayrıca devrin en önemli iki ticaret yolu olan İpek ve Baharat Yolu'nu ele geçiren Osmanlı, bu sayede doğu ticaret yollarını tamamen kontrolü altına almıştır.
Selim, tahta, babası II. Bayezid'e karşı darbe yaparak çıkmıştır. Şehzade Selim, tahta çıkmadan önce vali olarak Trabzon'da görev yapmıştır. Yavuz Sultan Selim'e kızını vermiş olan Kırım Hanı Mengli Giray, ona askeri destek sağlayarak tahta geçmesine yardım etmiştir. 1512'de tahta çıkan Sultan Selim, Eylül 1520'de şarbon hastalığına bağlı olarak "Aslan Pençesi" ("Şirpençe") denilen bir çıban yüzünden henüz 49 yaşında iken vefat etti ve yerine oğlu I. Süleyman geçti. Yavuz Sultan Selim'in türbesi İstanbul'un Fatih ilçesindedir.Aynı zamanda türbesinin yanında Tanzimat Dönemi padişahlarından Abdulmecit'inde türbesi bulunmaktadır.
Sert mizacından dolayı "Yavuz" ve şehzâdeliğinden beri "Selim Şah" olarak anılan Sultan Selim, hicri 875/rumi 10 Eylül 1470 tarihinde babası Şehzade Bayezid'ın sancakbeyliği görevi nedeniyle Amasya'da dünyaya geldi. Babası II. Bayezid, annesi ise kimi kaynaklara göre Dulkadiroğulları Beyi Alaüddeyle Bozkurt Bey'in kızı Gülbahar Hatun, bazılarına göre Dulkadiroğulları Beyi Ala |
üddeyle Bozkurt Bey'in kızı Ayşe Hatun, bazı kaynaklara göre ise Zulkadiroğlu Alâüddevle'nin kızı Ayşe Hâtun'dur. Osmanlı'nın, daha küçük yaşlarda devlet tecrübesi kazanması için şehzadeleri sancaklara gönderme gereği Şehzade Selim de Trabzon'a vali olarak atandı.
Fatih Sultan Mehmed zamanında, Sivas Vilâyetinin Amasya Sancağında, büyük oğlu Şehzade Bayezid (sonradan II. Bayezid) Sancakbeyi iken; yine Sivas Vilayetine bağlı Trabzon Sancağında da Şehzâde Bâyezid’in en büyük oğlu Abdullah, Sancakbeyi olarak bulunmaktadır. Trabzon’da İçkale Camii şadırvanında Sancakbeyi Abdullah’ın 875/1470 tarihli bir kitâbesi bulunmuştur. Şehzâde Abdullah’ın Trabzon Sancakbeyi olarak 886/1481 yılına kadar bu görevde kaldığı anlaşılmaktadır.
Trabzon'da Şehzade Abdullah'tan sonra, Trabzon Sancak Beyi olan ikinci ve son şehzade Yavuz Sultan Selim'dir. Fatih Sultan Mehmed’in vefatı ile II. Bâyezid Han (1481-1512), Osmanlı Devleti tahtına padişah olarak cülûs ettiği zaman, oğlu Şehzade Selim’i 886/1481 yılında Trabzon Sancakbeyi olarak tayin etmişti. Şehzade Selim, gemi ile Kefe’ye oğlu Süleyman'ın yanına gidişine kadar, 886-915/1481-1510 yılları arasında yaklaşık olarak 29 yıl, Trabzon’da valilik yapmıştır.
Valiliği sırasında devlet işleri yanında ilimle de uğraşmış ve alim Mevlana Abdülhalim Efendi'nin derslerini takip etmiştir. Daha o zamanlarda Şehzade Selim, devletin bel kemiği Türkmenlerin devletten duyduğu memnuniyetsizliği ve Safevi Devleti'ne yönelmelerini fark etmiştir. Türkmenleri devlete bağlamak için Şehzade Selim, İstanbul yönetiminden izin almaksızın Gürcüler üzerine sefer yapmış ve bu seferlerin en önemlisi olan Kütayis seferinde Kars, Erzurum, Artvin illeri ile birçok yeri fethederek Osmanlı topraklarına katmıştır (1508). Hatta devlet töresine göre elde edilen ganimetin beşte birini beyt-ül mal'a katması gerekirken onu da mücahid Türkmenlere bırakmıştır.
II. Bayezid'ın 8 oğlu olmuştu; oğulları yaş sırası ile Abdullah, Şehenşah, Alemşah, Ahmed, Korkud, Selim, Mehmed, Mahmud'dur. Ahmed, Korkud ve Selim dışındakiler babalarının sağlığında ölmüşlerdi. Selim Trabzon, Korkud Saruhan, Ahmed Amasya illerinde vali olarak görev yapıyordu. Selim'in oğlu Süleyman Kefe; Ahmed'in oğlu Bolu sancakbeyi olarak görev yapıyordu. Karaman valisi Şehzade Şehenşah'ın ölümü üzerine, Beyşehri'nde bulunan oğlu Mehmed Konya'ya tayin edildi; Şehzade Alemşah'ın oğlu Osman ise Çankırı sancak beyi olarak görevdeydi. Şehzade Mahmud'un oğlu Orhan babasının Manisa'ya nakli ile Kastamonu beyliğine atanmış, Mahmud'un diğer oğlu Musa ise Sinop Beyi olmuştu. Şehzade Mahmud'un en küçük oğlu Emirhan ise, çok küçük olduğundan henüz ataması yapılmamıştı.
Şehzade Selim, Trabzon valiliği sırasında Türkmenlerin ve askeri başarıları münasebetiyle de yeniçerilerin desteğini arkasına almıştı. Ancak Osmanlı bürokrasisi, Şehzade Ahmet'in tahta çıkmasını desteklemekte idi. Manisa sancağındaki Şehzade Korkut'un erkek çocuğu olmadığından tahta çıkma şansı az olarak görülmekteydi. Konya'daki Şehzade Şehenşah 2 Temmuz 1511'de -babasından 6 ay evvel- vefat ettiğinden taht kavgasına dahil olamamıştı.
Şehzade Selim, uzun zamandır kötü giden devlet işlerinden ötürü artık saltanatı terk edeceğini haber almıştı. Fatih Kanunnamesi'ne göre hükümdar olan şehzade diğer kardeşlerini öldürecekti; bunun için kardeşleri Korkud ve Ahmed'in hareketlerini yakından takip ediyordu. Selim saltanatı ele geçirmek için kardeşleri gibi o da hazırlık yapmış, kendi askerlerine ek olarak Kırım Hanı kuvvetlerinden de istifade etmiştir. Rumeli'ye geçtiğinde yanında Kırım Hanı'nın küçük oğlunun komutasında 350 kadar asker de vardı. Ayrıca taraftarları sayesinde Yeniçeri Ocağı'nın desteğini de elde etmişti.
Şehzade Selim'in oğlu Süleyman evvela Şarkı Karahisar'a tayin edilmiş, ancak Şehzade Ahmet'in kendisine yakınlığı sebebiyle itiraz ettiğinden Bolu'ya naklolunmuş, Şehzade Ahmed bu sefer de kendisi ile İstanbul arasında rakibi Selim'in oğlunun bulunmasını istemediğinden buna da itiraz etmiş ve bu itirazı da kabul edilmiştir. Bu defa da Şehzade Selim, oğlu Süleyman'a kendi sancağı olan Trabzon'a uzak yerlerden sancak gösterildiğinden bu yerlere karşı çıkmış ve oğlunun kendi yakınında olmasını ısrarla talep etmiş, Şarkı Karahisar yahut Kefe sancaklarından birinin verilmesini istemiştir. Tüm bunların sonucunda Süleyman Kefe sancağına atanmıştı.
Kendisi İstanbul'a uzak olduğundan çabuk ve muntazam haber alamıyordu. Bu nedenle devlet merkezine yakın bir yere nakledilmek istiyordu. Bu maksada uygun olarak Rumeli'de bir sancak istedi ve hemen Kefe'den, Kırım'dan Tuna'ya doğru yürüdü; kendisine Trabzon'a ilaveten Kefe verildi ise de bunu kabul etmedi. Şehzade Selim'e nasihat vermesi amacıyla ulemadan kişiler yollansa da Selim bunları geri çevirdi; Anadolu'da nereyi istersen verelim önerisi gelse de istediği gibi bir cevap alamayınca derhal Kırım Hanı'ndan aldığı kuvvetle Silistre yoluyla Rumeli'ye (Balkanlara) geldi. Ulemalar tekrar yollansa da, Selim buna da kesin olarak red cevabı vermiştir. Ayrıca Şehzade Selim bu hareketinden önce, Şehzade Korkud da babasından izin almaksızın Antalya'dan kalkıp Manisa'ya gitmişti. Bu hareketleri doğru bulmayan Şehzade Ahmed; babası II. Bayezid'dan Korkud ve Selim'i öldürtmek için izin istemiş ise de Bayezid bunu kabul etmemiştir.
Şehzade Selim'in Rumeli'ye geçişi İstanbul'da duyulunca, Selim üzerine asker sevkedilmesi gündeme gelmişti. Bunu haber alan Selim asi olmadığını, babasına saygılarını arz etmek için geldiğini beyan etmiş ve kendisine nasihat için babası tarafından yollanan elçiye itibar etmiş, bunun üzerine İstanbul'a dönen elçi şehzadenin babasının elini öpmek için geldiğini söylemiştir. Selim karşıtları bu oyunu kabul etmeyerek Selim'in üzerine Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa'yı göndermişler, ancak Hasan Paşa savaşmaksızın Edirne'ye dönmüştür. Bunun üzerine padişah II. Bayezid bizzat Selim'e karşı harekete geçmiştir.
Padişah Bayezid yaşlı olduğundan arabayla hareket etmiş ve Çukurçayır'da Selim'in ordugahının karşısına gelmişti. Selim karşı taraftan taarruz olmadıkça, kesinlikle saldırılmamasını emretmiştir. Bayezid'e binmiş olduğu arabanın penceresinden elini öpmeye gelen oğlunun kuvvetleri gösterilince Bayezid duygulanmış, Rumeli akıncı ve sancakbeylerinin de etkisiyle, savaştan vazgeçilerek taraflar arasında bir anlaşma yapılmıştır. Buna göre; veliaht yapılacağı dedikoduları olan Şehzade Ahmed'in veliaht yapılmayacağı temin edildi ve Bayezid tarafından şehzadelerinden hiçbirini diğerine tercih edip veliaht yapmayacağına dair ahidname yazdırıldı. Ayrıca Selim'e Rumeli'den istediği Semendire Sancağı verilmiş, bununla beraber bu sancağa Alacahisar ve İzvorvik Sancakları da ilave edilmiştir. Bu gelişmeler üzerine Şehzade Ahmed babasına yazdığı mektupta; Selim'in askeriyle padişah babasının üzerine yürüdüğünü, buna rağmen 3 sancak ve buna ek olarak 500.000 akçe verilmesini eleştirmiş; sadece 3 sancak olsa da bunun Rumeli'nin tamamen verilmesi demek olduğunu, hükümdarlığına sadece bir hutbe ve bir de sikke kaldığını; hâlbuki kendisinin babasını asla incitmediğini de belirtmiştir. Ayrıca babası sağ oldukça saltanatta kesinlikle gözü olmadığını ancak asi kardeşi üzerine gitmesine izin verilmesini istemiştir. Böylece, veliaht tayini işini de önleyen Selim, komutasındaki askerlerle Semendire'ye gitmeyip, Eski Zağra ve Filibe taraflarında kalmış ve Semendire'ye bir vekil gönderdi.
Şehzade Selim, Semendire'ye gitmeyip yolda oyalanırken, merkezden sancağa gitmesi emredilirken; Şahkulu meselesinin sonuçlanmasını beklediğini arz ediyordu. Sonuçta Şahkulu ile savaşılmış, bu savaşta Veziriazam Hadım Ali Paşa hayatını kaybetmişti. Şehzade Ahmed ise asileri takip etmek yerine Amasya'ya dönmesi, askerlerin Ahmed'e olan desteğini azalmıştı. Hadım Ali Paşa'nın vefat ettiğini öğrenen Beyazid, yine aynı zamanlarda Karaman Valisi oğlu Şehzade Şehenşah'ın da ölüm haberini de alınca; saltanattan kati surette çekilmeye karar verdi. Devlet ileri gelenlerini davet edip görüştü ve çoğunluk Şehzade Ahmed'in hükümdar olmasını destekledi. Hadım Ali Paşa'nın yerine veziriazam olan Hersekzade Ahmed Paşa, bu karara katılmadı; padişahın çekilmemesi, Şehzade Selim'in Semendire'de kalması, Şehzade Ahmed'in ise Karaman eyaletine nakledilmesi gerektiğini savunsa da başta padişah olmak üzere çoğunluk Şehzade Ahmed'in hükümdar olmasını istediğinden kendisine haber gönderdi. Karar verildikten sonra padişah Bayezid, Rumeli beylerini çağırarak onlardan Şehzade Ahmed'e itiraz etmeyeceklerine dair söz aldı. Rumeli beyleri gibi Selim'i destekleyen yeniçeriler ise Ahmed'in hükümdarlığını önlemek için "Senin sağlığında biz başkasını padişah istemeyiz" diye teminat vermişti. Filibe'de bulunan Şehzade Selim ise tüm bunları adamları vasıtasıyla öğreniyordu.
Bayezid'ın verdiği ahidname'ye uymadığını anlayan Şehzade Selim, 40.000 kişilik kuvvetle, Çorlu'da babasının kuvvetlerinin olduğu ovaya girdi. Ağustos 1511 tarihinde vuku bulan savaş sonunda Selim kuvvetleri yenildi. Şehzade takip edenlerin elinden zorla kurtularak Karadeniz sahiline geldi ve kendisine katılanlarla İğne Ada (İnada)'dan gemiyle Kefe'ye gitti. Selim'in bu mağlubiyeti üzerine, Ahmed'e derhal İstanbul'a gelmesi yazıldı.
Veziriazam Hersekzade, daha önce verilen ahidnameye sadık kalınması, hiçbirinin bir diğerine tercih edilmemesini savundu. Ayrıca askerin Selim'den taraf olduğunu, Kapıkulu Ocakları'nın Ahmed tarafına çevirdikten sonra saltanatı terketmesini ve Ahmed'i İstanbul'a getirtmeyerek Karaman'da alıkoymasını padişaha arz ettiyse de bu sözü dinlenmedi. Şehzade Ahmed İstanbul'a vardığının ertesi günü padişah ilan edildi.
Şehzade Ahmed'in hükümdarlığını tanımayan yeniçeriler, bununla kalmayıp içlerinde devlet ileri gelenlerinin evlerinin de olduğu birçok evi talan etti. Yeniçeriler, Selim'e sadakat göstererek onun gelmesi ve veliaht olması gerektiğinde ısrar etti. Bunu haber alan Ahmed Anadolu'ya döndü. Selim karşıtları bunun üzerine Şehzade Korkud'u hükümdar yapma düşüncesiyle kendisini acele İstanbul'a davet ettiklerine dair h |
aber yolladılar. Bunun üzerine İstanbul'a gelen Korkud'a yeniçeriler hürmet gösterse de, Selim'den başkasını istemediklerini söylediler (Yenibahçe ayaklanması 6 Mart-24 Nisan 1512). Bu durum üzerine zor duruma düşen ve artık hükmü ve nüfuzu kalmayan Bayezid Selim'i İstanbul'a davet etti. Bayezid başlangıçta saltanattan çekilmeye yanaşmayarak Selim'e, Şah İsmail üzerine yapılacak sefere Serdar tayin etmeyi teklif etse de; Selim ordunun başında hükümdarın bulunması gerektiğini söyleyerek bu teklifi reddetti. Bayezid oğlunun hükümdar olma isteği ve asker ile bazı devlet adamlarının Selim'den taraf olduğunu görünce saltanatı Selim'e terketti (Safer 918/Nisan 1512). Selim'in cülusu da 23 Mayıs'ta gerçekleştirilmiştir.
Bayezid tahttan çekilip istirahat edeceği Dimetoka'ya gitmek üzere yola çıksa da Dimetoka'ya varamadan Çorlu civarında ansızın vefat etti. Bu konuda kayıtlar Bayezid'ın; yolda giderken hastalandığından ya da ihtiyarlığından ötürü eceliyle öldüğünü söylese de, "Tacü't-Tevarih"'te zehirlenmek suretiyle öldüğünden bahsedilmektedir. Ayrıca Şehzade Ahmed, Memlük Sultanı'na yazdığı mektupta babası Bayezid'ın hastalanarak vefat ettiği duyurulduktan sonra halk arasında vefatının oğlu Selim tarafından yapıldığı görüşünün yaygın olduğunu yazmıştır.
Selim'in Osmanlı tahtına oturması sorunlu olmuştur. Babası Bayezid başta olmak üzere devlet erkanınca müstakbel padişah olarak görülen Şehzade Ahmet, Yavuz'un iktidarı ele geçirmesini hazmedememiştir. Ahmet; Konya'da hükümdarlığını ilan etmekle kalmamış, 19 Haziran 1512'de oğlu Alaaddin'i göndererek Bursa'yı da ele geçirmiştir. Alaaddin, Bursa Subaşını öldürterek padişahlık alameti olan hutbeyi babası Şehzade Ahmet adına okutmuştur. Bu duruma karşılık Selim, 29 Temmuz 1512'de Bursa'ya geçerek Alaaddin'i şehri terke zorlamıştır. Bu olayın üzerine, Şehzade Ahmet taraftarı olan ve onunla gizli iletişimi de olan Sadrazam Koca Mustafa Paşa'yı idam ettiren Yavuz, 4. defa Hersekzade Ahmet Paşa'yı sadrazamlığa getirmiştir. Yavuz, sorun çıkarmaması için; Saruhan valisi iken ölen Şehzade Mahmut'un oğulları Kastamonu Beyi Orhan (1494-1512), Emirhan (Emirhan henüz küçük olduğundan sancakbeyliğine yollanmamıştı) ve Sinop Beyi Musa (1490-1512)'yı; Şehzade Alemşah'ın oğlu Çankırı Beyi Osman'ı ve Şehzade Şehenşah'ın oğlu babasının ölümü üzerine Konya'ya tayin edilen Mehmet Bey'i ortadan kaldırtmıştır.
Selim'in padişahlığını tanıyan öz ağabeyi Şehzade Korkut bunun üzerine Saruhan Sancakbeyliği'ne tâyin edilmiştir. Yavuz Sultan Selim, öz ağabeyinin fikrini öğrenmek için, bazı devlet adamlarının ağzından padişah olmasını arzu eder tarzda mektuplar yazdırmış, Şehzade Korkut’un, mektuplara müspet cevaplar vermesi üzerine Manisa kuşatılmıştır. 1513'te Bergama yakınlarında yakalanmıştır. Ardından Sultan Selim, ağabeyini 9 Mart 1513'te yay kirişiyle boğdurtmuştur.
Yavuz'un yanındaki devlet adamlarının lisanından yazılan Ahmed'e mektuplar yazılarak, şehzadelerin ve veziriazam Koca Mustafa Paşa'nın öldürülmesinden ve kendilerinin zor durumda olduğundan şikayet etmişler ve Şehzade Ahmed'i ilk çarpışmada kendisine iltihak edeceklerine inandırmışlardı. Bunun üzerine Ahmed Bursa üzerine yürümüş fakat Yenişehir Ovası'nda yapılan mücadeleyi kaybetmiştir. Daha sonra esir edilen Ahmet de Kapıcıbaşı Sinan Ağa'ya boğdurtturulmuştur. Devlete isyan suçunun had cezası olarak idam olunan Şehzade Ahmet, böylece 38 gün önce idam edilen kardeşi Şehzade Korkut'la aynı kaderi paylaşmıştır. Bu yolla Selim tahtın tek hakimi konumuna gelmiştir (Şevval 918/Ocak 1514). Sadece Şehzade Ahmed'in Kasım adındaki oğlu Memlüklere iltica etmiş ve Murad adındaki diğer oğlu ise Şah İsmail'in yanında bir süre kalmıştır. Murad, İran'da sancakbeyi derecesinde bir hizmette iken vefat etmiştir.
Sultan Selim tahta çıktığında Osmanlı İmparatorluğu sıkıntılı bir dönem yaşıyordu. Bu bunalımlı dönemin en büyük nedeni doğudaki Şii Safevi Devleti olarak kabul edilmekteydi. Safevi Devleti'nin ortadan kalkmasıyla Anadolu'daki Osmanlı egemenliği sağlamlaşacak ve doğudan gelebilecek tehditlere karşı dağlık Doğu Anadolu Osmanlı savunmasını güçlendirecekti. Yavuz Sultan Selim'in bir başka amacı da doğudaki bütün İslam devletlerini tek bir devlet çatısı altında birleştirmekti.
I. Selim, Safevilerle girilebilecek bir savaşa karşı hazırlıklar ve çalışmalar yaptı. Şah İsmail de aynı dönemde Safevilerin başında, Osmanlılara karşı bazı hazırlıklar sürdürüyordu.
Yavuz Sultan Selim bu amaçlarla, 1514 yılı baharında ordusuyla birlikte İran seferine çıkmıştır. Oğlu Süleyman'ı 50.000 kişilik kuvvetle Anadolu'da emniyet olarak bırakmıştır. Osmanlı kuvvetleri, Erzincan'dan Tebriz'e doğru yürüyüşlerine böylece başlamıştır.
Osmanlı ve Safevi ordularının ikisi de Türk ve Müslümandı. Sefer çok uzun sürmüş, ancak Safevi ve Osmanlı güçleri henüz karşılaşamamıştı. Osmanlı Ordusu'nda bazı güçlük ve kıtlıklar baş göstermeye başlamıştı. Bu sırada, orduda seferden geri dönme düşüncesinde olanlar da vardı. Yaşanan bazı olayları ve dillendirilen bazı rahatsızlıkları fark eden I. Selim, atına binerek askerlerine hitaben cesaret veren ve meydan okuyan bir konuşma yaptı. Geri dönmeye niyeti olmadığını söyleyen I. Selim, askerlerin söylediklerine uyan ve geri dönüş için kendisi ile görüşen Hemdem Paşa'yı çocukluğundan beri tanıyor olmasına rağmen ölümle cezalandırdı. Cesedi gömülmesi için Yeniçerilere verdirdi.
Osmanlı ve Safevi orduları Çaldıran Ovası'nda 2 Recep 920/23 Ağustos 1514 tarihinde karşılaştı. Osmanlı Ordusu'nun yaya kuvvetleri daha çok olmasına karşın, Safevi Ordusu'nun süvarileri fazlaydı. Ancak Safevi Ordusu'nda top yoktu; buna karşın Osmanlı'da topçu kuvvetleri bulunuyordu. I. Süleyman döneminde hazırlanmış olan Şükri-i Bitlisi'nin "Selimnâme" adlı eserinde; Safevi askerleri, kırmızı çubuğa dolanmış sarıklar, miğfer ve zırhla; Osmanlı Ordusu ise önde tüfek ve mızraklı dört yeniçeriyle zırhsız ve miğfersiz olarak resmedilmiştir. 24 Ağustos'ta gerçekleşen savaşta Osmanlı kuvvetleri zafer kazanırken, Safevi'ler bozguna uğramıştır. Savaşın kazanılmasında Osmanlı ordusunda ateşli silahların olması belirleyici olmuştur. Bu durum Safevîlerle sürekli mücadele halinde olan Özbeklerin de menfaatlerine olmuştur. Zaten daha önce Özbekler ile Osmanlılar arasında siyasi ilişkiler güçlenmiş ve ortak düşman Safevilere karşı müttefiklik kurulmuştu.
Muharebe, Osmanlıların lehine sonuçlandı. Muharebede yaralanan ve atından düşen Şah İsmail, askerlerinden birinin atını ona vermesi ile savaş alanından kaçtı. I. Selim yoluna devam ederek Tebriz'e girdi, bu olayı müteakip şehirdeki birçok sanatçı ve ilim adamı İstanbul'a gönderildi. Yaşadığı ağır yenilginin ardından Şah İsmail eski saygınlığını yitirdi. Bu sayede Doğu Anadolu'da Osmanlılar için bir tehlike kalmadı. Çaldıran Zaferi'nden sonra, Erzincan, Bayburt kesin olarak Osmanlı hakimiyetine geçti.
15 Eylül 1514'te Tebriz'den Karabağ'a hareket eden Yavuz kışı orada geçirip, baharda İran'ı tümüyle almayı amaçlasa da şartlar müsait olmadığı için Amasya'ya gitmişti. Bundan önce Nahçivan'da iken askerlerin bazı köy evlerini yakmalarını vesile ederek, askeri kontrol etmede ihmalkâr oldukları söylemişti. Bu nedenden ötürü veziriazam Hersekzade Ahmed Paşa ve ikinci vezir Dukakinoğlu Ahmet Paşa azledildi.
Kışı Amasya'da geçiren Sultan Selim, ilkbaharda tekrar İran seferine çıkacağı için top ve cephaneyi Şarkı Karahisar’da bırakmıştır. Selim, Amasya'da oturduğu sırada Dukakinoğlu Ahmed Paşa'yı veziriazam ve defterdar; Piri Mehmed Paşa'yı da üçüncü vezir ilan etti. Ancak Dukakinoğlu'nun veziriazam olmasından 2 ay sonra, yine devlet adamlarının kışkırtmasıyla Muharrem 921/Şubat 1515 tarihinde yeniçeri ayaklanması oldu. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim ayaklanma sebebini araştırmış, sonuçta askeri ayaklanmaya teşvik ettiği ve ayrıca Dulkadiroğlu'yla ittifakı olup mektuplaştığı anlaşılan Sadrazam Dukakinoğlu Ahmet Paşa idam edilmiştir. Bu olay üzerine Selim bir süre veziriazamlığa kimseyi tayin etmemiştir.
I. Selim, askerin vaziyeti sebebiyle İran üzerine tekrar sefer yapılamayacağından, emniyet sağlamak amacıyla doğu ve güney sınırlarına ait bazı yerleri ele geçirilmesi gerektiğine karar verdi.
Sultan Selim öncelikle Kemah kalesini de alarak işe başlamıştır. Ardından İran Seferi sırasında, Şah'a karşı savaşa katılması istenen, buna karşın Safevi ve Mısır Memlüklerine yardımda bulunan, ayrıca kendisine bağlı bazı aşiret reisleri de Osmanlı zahire kollarını vurduran Dulkadiroğlu Alaüddevle’nin üzerine gidilmesine karar vermiştir. Dulkadiroğulları Beyliği'nin üzerine Şehsüvaroğlu Ali Bey yollanmış, 12 Haziran 1515'de kazanılan Turnadağ zaferi ile de beylik toprakları Osmanlı'ya geçmiştir.
Safevi Devleti'nin batı sınırındaki şehir ve kalelerden en önemlilerinden biri olan Diyarbakır'ın da alınmasına karar veren Sultan Selim, Osmanlı Devleti'ne gelmiş olan bilim adamı İdris-i Bitlisi vasıtasıyla bu şehri sulh yoluyla almaya çalışmış ve bunda da başarılı olmuştur. Diğer taraftan yine İdris-i Bitlisi'nin yardımıyla Mardin de Osmanlı topraklarına katılmıştır. Böylelikle Urmiye, İtak, İmadiye, Siirt, Eğil, Hasankeyf, Palu, Bitlis, Hizran, Meyyafarikin ve Cizre; Osmanlı hâkimiyetine girmiştir. Bu tarihlerde Memlük Devletine tabi olan Ramazanoğulları Beyliği'nin başında Mahmud Bey bulunuyordu. Bu zaferlerden sonra Osmanlı'yla yakınlaşan Mahmud Bey'i Memlük Devleti azletmiş, bunun üzerine Mahmud Bey de Yavuz Sultan Selim'e tabiiyetini resmen arz etmiştir. Ramazanoğulları Beyliği kendiliğinden teslim olup Osmanlı'ya tabii olmasıyla Anadolu'da birlik sağlanmıştır.
Osmanlılar ile Memluklüler arasında, Fatih Sultan Mehmet devrinden beri süregelen anlaşmazlıklar bulunsa da İran Seferi, Memlük ve Safevilerin ittifak yapmalarına neden olmuştur. Ayrıca Yavuz'un Safeviler'e karşı sefere çıktığını haber alan Memlük Sultanı ordusunu Osmanlı sınırına kaydırmıştı. Yavuz Sultan Selim döneminde, Dulkadiroğlu Beyliği'ne son verilmesi, Osmanlılar ile Memlüklüler arasındaki mevcut gerginliği daha da arttırdı. 1516 yılında Sadrazam Hadim Sinan Paşa komuta |
sındaki Osmanlı ordusunun Suriye’den geçmesine Memlüklerin izin vermemesi üzerine, Yavuz Sultan Selim 5 Haziran 1516'da Mısır seferine çıkmış, 27 Temmuz günü Osmanlı Ordusu Mısır sınırına dayanmıştır. Memluk Sultanlığına bağlı Antep (18 Ağustos 1516) ve Besni (19 Ağustos 1516) kaleleri birer gün arayla teslim olmuştur. Ancak ,asıl savaş 24 Ağustos 1516'da Halep yakınlarında Mercidabık'ta gerçekleşmiş, Memluk Ordusu Osmanlıların ezici top ateşi karşısında fazla dayanamamıştır. Savaş sonunda yaşlı Memlük Sultanı Kansu Gavri atından düşerek ölmüştür. Bu sefer sonucunda Osmanlı'nın sınırları 5.200.000 km²'ye çıkmıştır.
28 Ağustos 1516'da Halep'e giren Yavuz Sultan Selim hiçbir direnmeyle karşılaşmadan şehri teslim almıştır. Hama (19 Eylül 1516), Humus (21 Eylül 1516) ve Şam (27 Eylül 1516) aynı şekilde teslim olurken, Lübnan emirleri de Osmanlı hakimiyetini kabul etmiştir. 21 Aralık, 1516'da Sadrıazam Sinan Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu Han Yunus Savaşı'nda Canberdi Gazali'yi yenmiş, böylece Filistin yolu açılmıştır.
Yoluna devam eden Yavuz 30 Aralık 1516'da Kudüs'e girmiş ve Kudus'deki kutsal yerleri ziyaret etmiştir. Osmanlı ordusu 2 Ocak 1517'de Gazze'ye girmiştir. Mercidabık Savaşı'ndan sonra Memlük Devleti'nin başına geçen Tomanbay; Osmanlı hakimiyetini kabul etmediği gibi barış teklifi için gelen Osmanlı elçisini de öldürmüştür. Tumanbay, Venediklilerden top ve silah alarak Ridaniye'de kuvvetli bir savunma hattı kurmuştur. Yavuz Sultan Selim, ordusuyla birlikte Sina Çölü'nü 5 gün içinde şimdiki tank hızıyla (11 Ocak-16 Ocak) geçerek, Ridaniye'de Memlük Ordusu ile karşılaşmıştır. Hemen sâhil yolunu bırakıp güneye şinâ çölüne doğru yönelip, hızla yol alıp Memlük Ordusu'na, El-Mukaddam Dağı'nın etrafını dolaşarak güneyden saldıran Yavuz Sultan Selim, bu manevra sayesinde Memlük Ordusu'nun yönleri sabit olan toplarını etkisiz hale getirmiştir.
Memlük Sultanı Tumanbay çok büyük çabalarla yaptığı savaş hazırlıklarına rağmen 22 Ocak günü Ridaniye Savaşı'nı kaybetmekte olduğunu anlayınca en cesur askerleri ile bir birlik kurup Osmanlı komut merkezine bir baskın düzenledi. Sultan Selim'in otağı sandığı Veziriazam'ın çadırına girdi ve Veziriazam Hadim Sinan Paşa öldürüldü. Bu suiskast baskınınında istenen hedefi bulamaması sonucu, Tumanbey savaş alanından kaçtı. Böylece 22 Ocak 1517'de Ridaniye Zaferi kazanılmış oldu. Fakat bu savaş çok zayiatlı geçmiş ve her iki taraf da 25.000 kadar asker kaybetmiştir.
24 Ocak 1517'de Kahire alınmıştır. 4 Şubat 1517'de Yavuz törenle Kahire'ye girmiş ve Mısır Memlükleri'ne bağlı Abbasi halifeliğine son vermiştir.
Kahire'yi hiç zayiat ve şehrin sosyal ve ekonomik hayatına zarar vermeden eline geçirmek niyetiyle 25 Ocak'ta Sultan Selim direniş göstermeden teslim olan bütün Memlûklülerin affedileceğini ilan etti. Fakat Tumanbay ve ona yakın Memlûklü komutanları gerilla tipi direniş organize etmeye başladılar ve bu nedenle Kahire ancak üç gün süren çok şiddetli savaştan sonra ele geçti ve şehir kısmen yıkıldı ve binlerce kişi öldü. 4 Şubat 1517'de Yavuz törenle Kahire'ye girdi ve ""Yusuf Nebi Tahtı""na oturdu. Memluklular Nil deltasında ve Yukarı Mısır'da direnişe devam ettiler. Fakat fazla zaman geçmeden Osmanlı güçleri bu direniş merkezlerini elimine edip Tumanbey'i yakalamayı başardılar. 13 Nisan 1517'de Tumanbey Kahire kale kapısında asılarak idam edildi. Bu zaferle birlikte Memlük Devleti yıkılmış, toprakları Osmanlı egemenliğine girmiştir.
Bu seferde çok büyük ganimet elde edilmişti ve Mısır'daki Osmanlı ordusu erzak ve mühimmat gerektiriyordu. Sultan Selim İstanbul'a gemi ile haber göndererek "80 parça kadar gemi ve 20 parça kadırga"dan oluşan bir filonun İstanbul'dan acele gönderilmesini istedi. Bu sırada İstanbul çok şiddetli bir kış geçirmekte idi; Haliç donmuştu ve İstanbul kaymakamı (muhafızı) Piri Paşa hemen istenilen filoyu gönderemedi. Hâlbuki tersanede çok sayıda yeni gemi, özellikle 6 top gemisi ve 5 at gemisi yapılmış hazır bekliyordu. Top gemileri o zamana kadar Tersane'de yapılan gemilerin en büyüklerinden olup her birine "yirmi yedişer vukiyye demür atar" darbezen topları yerleştirilmişti. Destek filosu ancak 26 Mart'ta İstanbul'dan yol almaya başladı. İskenderiye limanına ulaşan filo orada Sultan Selim için çok görkemli bir donanma gösterisi sergilediler. Ele geçen hazineler ve ganimet malları bu filoya yüklenerek 15 Temmuz'da İstanbul'a gönderildi.
Mısır Seferi sonunda Suriye, Filistin ve Mısır, Osmanlı hakimiyetine girmiştir. Ayrıca Hicaz ve yöresi de Osmanlı topraklarına katılmıştır. Doğu ticaret yolları tamamen Osmanlıların eline geçmiştir. Elde edilen ganimetler ve alınan vergilerle Osmanlı Hazinesi dolmuştur. 6 Temmuz 1517'de Kutsal Emanetler Osmanlı eline geçmiştir. Ayrıca Kıbrıs'taki Venedikliler Memlükler'e verdikleri vergiyi Osmanlılar'a ödemeye başlamıştır.
Mısır'ın alınmasıyla Baharat Yolu da Osmanlı kontrolüne geçmiştir. Devrin en önemli iki ticaret yolu İpek ve Baharat Yolu'nu ele geçiren Osmanlı bu sayede Avrupa ülkeleri, ekonomik yönden Osmanlılara bağımlı duruma gelmiştir. Ancak Ümit Burnu'nun keşfi nedeniyle bu avantaj uzun sürmemiştir.
Bunlara ek olarak, Mısır'ın Osmanlı hakimiyetine girmesi ve Tomanbay'ın ölümünden sonra; Yavuz Sultan Selim, Kansu Gavri'nin kendisine rakip olarak çıkardığı kardeşi Ahmed'in oğlu Kasım'ı ele geçirtmiş ve öldürtmüştür.
Yavuz Sultan Selim, Çaldıran Savaşı'ndan sonra Şah İsmail'in barış için yaptığı teklifleri kabul etmemiş olup, Doğu Seferi'ne devam etme amacını taşıyordu. Ancak, Şam'a geldiğinde Şah İsmail'in name ve hediyeleriyle elçilerini oraya gelmiş buldu; Şah İsmail'in barış yapma hususunda bu kadar istekli olması Mısır Seferi'nde sonra kendi üzerine bir başka sefer daha yapılmasını olası görmesiyle açıklanabilir. Şah İsmail yolladığı namesinde saygı dolu ifadeler kullanıp şöyle diyordu: ""Sen birçok belde ve tebaaya malik oldun; bilhassa Mısır'ı almakla Hadim-i Haremeyn-i Şerifeyn unvanını aldın. Şimdi sen arzın İskender'isin; aramızda geçen geçmiştir; bir daha geri gelmez; sen memleketine git, ben de memleketime gideyim; aramızda Müslümanların kanlarını dökmeyelim, arzun ve maksadın ne ise onu ben yerine getiririm.""
Sultan Selim askerin yorgun olması nedeniyle Şah İsmail'in üzerine gitmedi; bununla beraber Şah İsmail'den gelebilecek herhangi bir saldırıya karşı tedbir almayı da ihmal etmemiştir. Yavuz, dönüş yolunda Mercidabık mevkine geldiğinde veziriazam Piri Mehmed Paşa'yı 2.000 yeniçeri ve bir hayli eyalet askeri ile Diyarbakır tarafına yolladı, kendisi de İstanbul'a hareket etti. Piri Mehmed Paşa bir süre Fırat Nehri kenarında kaldı; Şah İsmail'in hiçbir harekette bulunmaması üzerine verilen emir ile Edirne'de bulunan padişahın yanına geldi.
Bozok Türkmenleri'nden ve Amasya'nın Turhal kasabası halkından Celal isminde tımarlı bir kızılbaş ayaklanarak 20.000 kişi toplayıp Tokat'a gelmişti. Bu hadisenin bastırılması için Rumeli Beylerbeyi Ferhad Paşa görevlendirilmişti. Aynı zamanda Şehsüvaroğlu Ali Bey de olaydan haberdar edilmişti. Ferhad Paşa gelmeden önce; Ali Bey, Kızılbaş Celal'in üzerine yürümüş ve Celal'i mağlup etmiştir (924/1518).
Yavuz Sultan Selim, Mısır Seferi'nden döndükten sonra donanmaya önem vermiş, hazırlık yapmaya başlamıştı. Bu hazırlığın ne tarafa olacağı henüz bilinmediğinden Venedikliler telaşlanmış, Kıbrıs adasına ait vergiyi vermekle beraber her ihtimale karşı adayı da askeri yönden takviye etmişler, ayrıca Avrupa'da müttefik aramaya başlamışlardı. Bununla beraber seferin ne tarafa gerçekleştirileceği muğlaktır. Ayrıca Papa X. Leo'nun Osmanlılara karşı sefer yapılması amacıyla çalışmaları olduğu da bilinmektedir. Papa, Osmanlı'ya karşı ittifak yapma amacıyla İspanya, Avusturya, Fransa ve İngiltere devletleriyle görüşmekteydi. Donanmadaki hazırlığın esasen, olası bir Haçlı Seferi'ne karşı denizde de üstün olmak amacıyla yapılmış olması olasıdır.
Bir kısım devlet ileri geleni de Rodos'un fethi konusunda Sultan Selim'i teşvik ediyordu. Ancak Selim adanın zaptı için hazır bulunan dört aylık levazımı yeterli bulmamıştı. Daha önce Fatih Sultan Mehmed tarafından da kuşatılan Rodos'un, fethedilmesinde yine başarısız olunmasını istemediğinden dolayıdır ki Sultan Selim çok daha iyi hazırlanılması emretmiştir.
Yavuz Sultan Selim, donanma faaliyetleriyle beraber yapacağı seferin yönü hakkında kesin kararı vermeden önce Edirne'ye gitmeye karar vermiştir. Mısır Seferi'nde sonra Batı Seferi'ne başlamak amacıyla Veziriazam'ı Kapıkulu askerleriyle Edirne'ye göndermiş, sonra kendisi de 2 Şaban 926/Ağustos 1520'de Edirne'ye doğru yola çıkmıştır.
Yavuz Sultan Selim'in saltanatı kısa sürmüş olsa da, Osmanlı İmparatorluğu'nun oğlu Süleyman döneminde altın çağını yaşamasına zemin hazırlamıştır. Sultan Selim, babasından devraldığı boş hazineyi ağzına kadar doldurmuştur. Yaygın bir efsaneye göre; hazinenin kapısını mühürledikten sonra, şöyle vasiyet etmiştir: ""Benim altınla doldurduğum hazineyi, torunlarımdan her kim doldurabilirse kendi mührü ile mühürlesin, aksi halde Hazine-i Hümayun benim mührümle mühürlensin"." Bu vasiyet tutulmuş, o tarihten sonra gelen padişahların hiçbiri hazineyi dolduramadığından, hazinenin kapısı Osmanlı'nın yaklaşık 400 yıl sonraki iflasına kadar Yavuz'un mührüyle mühürlenmiştir.
Sultan Selim, Mısır Seferi'nden sonra Batı Seferi'ne başlamak amacıyla Veziriazam'ı Kapıkulu askerleriyle Edirne'ye göndermiş, sonra kendisi de 2 Şaban 926/Ağustos 1520'de Edirne'ye doğru yola çıkmıştır. Ancak Selim, sırtında bir çıban çıkmasından ötürü rahatsızlanmıştır. Halk arasında "yanıkara" olarak da isimlendirilen bu çıban,"Şirpençe" ya da "Aslan Pençesi" ismiyle bilinmektedir. Hoca Sadettin Efendi, yazılarında Yavuz Sultan Selim'in ölümüne sebep olan çıban hakkında ayrıntılı bilgiler vermiştir ve bundan ötürü günümüzde kaynak olarak genelde onun yazılarına başvurulmaktadır. Yazılarına göre; Yavuz Sultan Selim, Edirne'ye harekete karar verdikten sonra bir gün musahibi Hasan Can'a sırtına bir şeyin battığını söylemiş, bunun üzerine Hasan Can, elini hükümdarın sırtına sokmuş |
fakat bir şey bulamamıştır. Ancak ikinci sefer yine aynı şeyden şikâyet edince o zaman Hasan Can, Sultan Selim'in sırtına bakmış ve henüz baş vermiş, etrafı kızarmış ve tam olgunlaşmamış sert bir çıban görmüştür. Bunu Sultan Selim'e söyleyince, Sultan çıbanı sıkmasını istemişse de Hasan Can: ""Pâdişahım, büyük bir çıbandır, henüz hamdır, zorlamak caiz değildir, bir münasib merhem koyalım" demiş, bunun üzerine Sultan Selim "Biz Çelebi değiliz ki, bir çıban için cerrahlara müracaat edelim"" cevabını vermiştir. O geceyi ızdırap içinde geçiren Hünkâr, ertesi gün hamama giderek orada çıbanı sıktırıp zedeletmiş, fakat bu da ızdırabını artırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Bunun üzerine Hasan Can'a ""Seni dinlemedik amma kendimizi helâk ettik"" deyip çıbanın macerasını anlatınca Hasan Can ""neredeyse aklım başımdan gidiyordu"" diyecektir. Bütün bu sıkıntılara rağmen Yavuz, sefer daha önce kararlaştırıldığı için geri dönmeyerek hasta olduğu halde 2 Şaban 926/Ağustos 1520 tarihinde Edirne'ye doğru yola çıkmıştır.
Yavuz, Çorlu'da kırk gün Başhekim Ahmed Çelebi tarafından tedavi edilmiş fakat yara yine de büyüyüp açılmıştır. Hareket edemeyecek kadar yorgun düşen Yavuz, tedaviden ümidini kesince Edirne'de bulunan Veziriazam Piri Mehmed Paşa ile vezir Çoban Mustafa Paşa'yı ve Rumeli Beylerbeyi Ahmed Paşa'yı acele yanına çağırtmış ve vasiyetini belirtmiştir. Ayrıca acele edip yetişmesi için Manisa Valisi olan oğlu Şehzade Süleyman'a haber göndermiş ancak oğlu gelmeden 926/1520 yılında 8 Şevval'ı 9'una/21 Eylül'ü 22'sine bağlayan gece Çorlu karargahının bulunduğu köyde vefat etmiştir. Sultan Selim'in vefatı, tek oğlu olan Manisa Valisi Şehzade Süleyman gelinceye kadar gizli tutulmuştur. Süleyman'ın 11 Şevval tarihinde İstanbul tarafına gelip kadırga ile saraya indiği haber alındıktan sonra, Selim'in vefatı ve yeni padişahın İstanbul'a geldiği ilan edilmiştir.
Devlet erkânı, derhal İstanbul'a gelip yeni Padişah'ı tebrik ettikten sonra Selim'in naaşı, bütün ilgililer tarafından Edirnekapı haricinde, bağlar ucunda karşılanıp, hazırlanmış bulunan tabuta konmuştur. Fâtih Sultan Mehmed Câmii'nde cenaze namazı kılındıktan sonra, o tarihlerde Mirza Sarayı denilen günümüzdeki Sultan Selim Câmii yanındaki mahalleye defnedilmiştir. Türbesi, oğlu Süleyman tarafından yaptırılmıştır.
Yavuz Sultan Selim; 22 Eylül 1520'de "Aslan Pençesi" ("Şirpençe") denilen bir çıban yüzünden vefat ettiğinde oğluna, dolu bir hazine, güçlü bir ordu ve iç karışıklıklara son verilmiş bir devlet bırakmıştır. Kanuni Sultan Süleyman, Fatih Camii'nde babasının cenaze namazını kıldıktan sonra, onu Sultan Selim Camii avlusundaki türbeye defnettirmiştir.
Mısır Seferi sonucunda kutsal topraklar Osmanlı hakimiyetine girmişti. 6 Temmuz 1517'de Kutsal Emanetler (Emanet-i Mukaddese) denilen ve aralarında Muhammed'in hırkası, dişi, sancağı ve kılıcı da bulunan eşyaları, Hicaz'dan Yavuz Sultan Selim'e gönderilmiştir. Böylece 29 Ağustos 1516'da Hilafet Abbasi soyundan Osmanlı soyuna geçmiştir.
Yavuz Sultan Selim'in, Ayasofya Camii'nde yapılan bir törenle, son Memlük halifesi III. Mütevekkil'den halifeliği devraldığı Yavuz Sultan Selim dönemindeki eserlerde yer almadığı ve daha sonra "'18. yüzyılın sonlarında kaleme alınan bir yabancı eserde yer aldığı ve buradan diğer eserlere geçtiği söylenir. Bazı tarihçiler ilk halife olmadığını, daha önceki padişahların da halife unvanını kullandıklarını ve Ayasofya Camii'nde merasim yapılmadığını söylemişlerdir. Kutsal toprakları aldığı zaman oradaki idarecilerin kullandığı "Hakimü'l-Haremeyn" (Kutsal beldelerin hakimi) sıfatını uygun görmeyip kendini "Hadimü'l-Haremeyn" (Kutsal beldelerin hizmetkârı) ilan etmiş, Kendi deyimiyle "Hadim-i Haremeyn-i Şerifeyn" (Haremeyn-i Şerifeyn), yani Mekke ve Medine'nin hizmetkarı unvanını devralmıştır.
O dönemde halife olan III. Mütevekkil İstanbul'a taşınmış ve ömrünün sonuna kadar orada Osmanlı koruyuculuğunda, siyasi yetkiye sahip olmadan yaşamıştır. Her ne kadar Hilâfet Osmanlı Sultanlarına geçse de, halife sıfatı Osmanlı belgelerinde sıkça kullanılmış değildir. Hatta şaşaalı bir elkap kullanan Kanuni Sultan Süleyman gibi bir sultanda dahi halife unvanına rastlanmaz.
Resmi olarak ilk kez Küçük Kaynarca Antlaşması ile Osmanlı Padişahı, halife olarak Rus idaresine giren Kırım Müslümanlarının koruyucusu olarak gösterilmektedir. Osmanlı'da hilafet iddialarının kurumsallaşıp oturması ancak Sultan Abdülmecid ile başlayacak ve Sultan II. Abdülhamid ile gelişecektir.
Bazı araştırmacılar Yavuz'un kulağına küpe taktığı ve bunun Mısır Seferi zamanına dayandığını iddia etmektedir. Ancak bu konuda çeşitli görüşler vardır. Bazı tarihçiler Sünni mezhebinin İslam Hukukunda erkeklere caiz olmayan küpeyi ilk Osmanlı Halifesi Yavuz Sultan Selim'in takmasına ihtimal bile vermezken, bazı tarihçiler ise bunun gerçek olduğu ve bazı sebeplere dayandığını iddia etmektedir.
Yavuz'un kulağına küpe taktığına inanan tarihçilerden çoğu bunun İslami bir gönderme olduğunu savunmaktadır. Bunu şöyle ifade ederler: "Yavuz, Kahire Camisi'ne girdiğinde Kahireliler ona Hakimü'l-haremeyn (Mekke ve Medine'nin hakimi) sıfatını verirler ama o bu sıfatı kabul etmez ve "'Ben olsam olsam Hadimü'l-haremeyn (Mekke ve Medine'nin hademesi) olabilirim" der. Bu olay üzerine o dönemde hademelerin taktığı küpeyi ister ve kulağına bu işareti, hademelerin taktığı küpeyi geçirir." Diğer bir görüşe göre ise Mısır Seferi'nde kulaklarında küpesi olan insanları görüp "Bu insanlar neden küpe takıyor?" diye sormuş ve "köle (kul) oldukları için" cevabını almış ve bunun üzerine "Biz de Allah'ın kuluyuz!" diyerek küpe takmaya başlamıştır. Bunu şöyle açıklarlar: "Taktığı küpe o dönemde köleler tarafından takılan cinstendi, o da kendisini Allah'ın kölesi, kulu olarak görüyordu bunu da kölelerin taktığı küpelerden takarak ifade etmiş oluyordu".
Bu görüşe katılmayan tarihçiler ise Yavuz'un küpe takmadığını, böyle resimlerin Yavuz döneminden uzun süre sonra yapıldığını ve gerçeklik değerinin olmadığını savunmaktadır. Zira Yavuz, Mısır Seferi dönüşünde oğlu Süleyman'ın süslü elbiselerini görünce, "Bre Süleyman, sen böyle giyinirsen, anan ne giysin?" dediğini biliyor ve onun şahsî hayatında sade ve süsten uzak olduğunu kaynaklardan öğreniyoruz. Yavuz, süs ve ihtişamdan hoşlanmayan bir padişahtır. Doğru olan resimlerinde, pala bıyıklar vardır; ancak küpe yoktur." Yine aynı görüşe sahip bazı tarihçilere göre ise bu küpeli resim Şah İsmail'e aittir. Bu görüşün nedenini ise şöyle ifade ediyorlar: "Başında Şii mezhebi'nin alâmeti olan kızıl börk ve bunun üzerinde İran şahlarına mahsus taç vardır. Ayrıca küpe de Şî’a mezhebinde câiz görülmektedir.".
Dulkadiroğlu Beyliği'nin ilhakından sonra İstanbul'a dönen Sultan Selim, gerek Çaldıran öncesi, gerekse Amasya'da asker tarafından yapılan yağma, serkeşlik ve isyan hareketleri üzerine bazı tedbirler alıp derhal uygulamaya koyma zaruretini duymuştur. Askeri tam bir disiplin altına alıp Yeniçeri Ocağı'nı ıslâh etmek amacıyla, Ocak üzerinde an'ane gereğince büyük bir nüfuzu bulunan Ocak ihtiyarlarını huzuruna çağırarak Amasya'daki itaatsizliğin müsebbiblerinin kimler olduğunu sormuştur. Bunlar, yine Ocak anlayış ve yardımlaşması gereği olarak ""Cümlemüz mücrimüz, devletlû Hüdâvendigâr'dan afvumuzu reca eylerüz"" diye cevap vermişlerdir. Padişahın devlet ricalini bu yolla sorguya çekmesi sonucu ortaya bir takım isimler çıkarmış; bunlardan Kadıasker Tacizade Cafer Çelebi, 2. vezir İskender Paşa ve Sekbanbaşı Balyemez Osman Ağa'nın da dahil olduğu devlet adamları isyan teşvikçileri olduklarından idam edilmiştir. Bunu müteakip Sultan Selim, Yeniçeri Ocağı'nın ıslahı için, ihtiyarlarla anlaşıp bazı tedbirler almıştır. Buna göre, bundan böyle Yeniçeri Ağası saray tarafından, Ocak Erkân-ı Harbiyesi de saltanat makamınca tayin edilecekti. Bu suretle, yüksek kumanda heyetini, daha sıkı bağlarla saltanat makamına bağlamıştır.
İstanbul'un fethinden beri orada hala esaslı bir tersane yapılmamıştı. Bizans İmparatorluğu zamanından kalma, bir kadırga tersanesi ve Haliç'te küçük bir tersane olsa da; kadırga tersanesi bakımsızlıktan kullanılmayacak durumda, Haliç'teki ise ihtiyacı karşılayamayacak kadar küçüktü.
Osmanlı Donanması'nı geliştirmek isteyen Yavuz Sultan Selim, Ağustos 1518'de Edirne'ye gitmeden bu doğrultuda İstanbul'da Frenklerin tersanesine eş bir tersane yapılmasını emretmiştir. Bunun için Haliç'te önceden Bizans tersanesi olan yerde yapılması uygun görüldü. Ancak burası uzun zamandır terk edildiğinden, mezarlık olmuştu. Bu mezarlıktan tersane olacak kadar bir yer ayrıldıktan sonra çıkarılan ölü kafaları ve kemikleri uzun hendekler kazılarak oraya gömüldü. Ayrıca hendeklerin başına mezar olduğunu belirtmek için baş ve ayak uçlarına işaret konulmuştu. Böylece tersane gözleri 160'a çıkartıldı. Selim tersaneyi daha da büyüterek, Galata'dan Kâğıthane deresine kadar büyüterek 300 kadar inşaat tezgâhı yapmayı amaçlasa da bu amacını gerçekleştiremeden vefat etmiştir. Yavuz Sultan Selim zamanında devlet merkezinde kurulan Haliç Tersanesi Osmanlı İmparatorluğu'nun sonuna kadar kullanılmaya devam etmiştir.
Donanma geliştirilmesi için hazırlıklar da aynı zamanda devam etti. Her biri 700 tonluk 150 gemi için Arap kürekçiler getirtildi. Memlûkluların Kızıldeniz donanmasının komutanı olan Selman Reis İstanbul'a çağrıldı. Kısa zamanda İstanbul ve Gelibolu tersanelerinde 250 gemilik bir donanma hazırlandı. Rodos Sen Jan Şövalyelerinin reisi bu hazırlıkların Rodos'a yönelik olmasından korkarak savunma önlemlerini artırdı. Fakat bu donanmayı bir sefer için kullanmaya Sultan Selim'in ömrü yetmedi.
Yavuz Sultan Selim, dedesi Fatih Sultan Mehmet zamanında kullanılan Haliç Tersanesi'ni kapasite olarak arttırmıştır. Konya'da Mevlevi Tekkesi'ne su getirtmiştir. Medreselerin yanında, sosyal ve ticari alanda hizmet verecek birçok bina inşa ettirmiştir. Hayatı yoğun savaşlarla geçen Yavuz Sultan Selim, Diyarbakır Fatih Paşa ve Elbistan Ulu Camii'ni inşa ettirmiştir. Ayrıca Şam Salihiye'de Muhyiddin İbn Arabi'ye camii ve imaret inşa ettirmiş |
, ayrıca Muhyiddin İbn Arabi'nin türbesini de bulup yaptırmıştır. I. Selim, 1516'da Şam'a Şam Sultan Selim Camii'sini yaptırmıştır. Ayrıca Mısır Seferi sırasında Hind ve Çin haritalarını da yaptıran Selim'e, Piri Reis tarafından 1513 yılında tamamlanan harita 1517 yılında Mısır'da Piri Reis'in kendisi tarafından sunulmuştur. Temelini attırdığı İstanbul Sultan Selim Camii'ni bitirmeye ömrü yetmemiş; bu eser oğlu I. Süleyman tarafından tamamlanmıştır. Sultan Selim bunlara ek olarak 1514 yılında İstanbul'da "Yavuz Sultan Selim Cüzzamhanesi"ni yaptırmıştır.
Arapça ve bilhassa Farsçaya çok hakim olan Selim'in, kendi el yazısı ile "Selimî" mahlasıyla yazılmış olan Farsça manzumeleri günümüzde Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi'nde bulunmaktadır. Farsçanın yanında Türkçe şiirleri de bulunan Selim'in, Farsça olan Divân'ı 1306 yılında İstanbul'da basılmış olup, 1904 tarihinde de Alman İmparatoru II. Wilhelm'in emri ile Paul Horn tarafından Berlin'de yeniden nesredilmiştir.
Yavuz Sultan Selim, İran Seferi'ne çıkmak için 19 Mart 1514 tarihinde Edirne'den İstanbul'a hareket etmişti. Bir ay sonra Üsküdar'a geldiğinde, Şah İsmail'in halifelerinden olan Kılıç adında biri vasıtası ile Şah'a Farsça name gönderdi. Sultan Selim, İzmit'ten gönderdiği hicri takvime göre 920 Safer tarihli mektubunda: Şah'ın Müslümanlığa uygun olmayan hareketlerinden, mezaliminden bahis ile kendisinin Müslümanlığı takviye ve mezalimi kaldırmak için faaliyete geçtiğini, yaptığı işler nedeniyle katline fetva verildiğini ve kılıçtan evvel İslamiyeti kabul etmesi lazım geldiğini ve atlarının Safer ayında İstanbul'dan hareket ettiğini ve bizzat muharebeye hazır olacağını bildirmişti. Yavuz mektubunda şöyle diyordu: ""Fitneler çıkardınız, İslam büyüklerine küfürler ediyorsunuz, bunun cezası katlidir, üzerinize geliyorum, işgal ettiğiniz Osmanlı memleketlerini geri veriniz."" Elçi Kılıç, Şah İsmail'i Hemedan'da bularak mektubu vermiş, o da muharebeye hazır olduğunu bildirmiştir. Şah'ın bu cevabı Osmanlı ordusu Erzincan'a geldiği sırada alınmıştır. Lütfi Paşa tarihine göre Şah İsmail mektubu getiren Kılıç'ı öldürtmüştür.
Şah İsmail, muharebeye hazır olduğunu belirten mektubunda: ""Er isen meydana gelsin, biz de intizardan kurtuluruz"" demiş ve Yavuz'a bir kadın elbisesiyle, yaşmak yollamıştır. Yavuz bu mektuba cevabını 920 Cemaziyelevvel sonunda Erzincan'dan yollamıştır. Yavuz bu mektubunda Şah İsmail er meydanına davet ediliyor ve hala kendisinden bir eser olmadığı beyan ediliyordu. Şah İsmail bu mektuba cevap olarak; gerek II. Bayezid zamanındaki ve gerek kendisinin Trabzon valiliğindeki dostluklarından bahsederek aradaki düşmanlığın neden ileri geldiğinin bilinmediğini, Osmanlı Hanedanıyla kadim dostluklarından ötürü Timur zamanındaki gibi fena bir neticenin olmasını istemediğini beyan etmektedir. Ayrıca Yavuz'un mektubunda hakaretvari tabirlerden şikayet ile mektup yazan kâtiplerin yazılarını afyon tesiriyle yazdıkları için bir altın hokka ile afyon macunu yolladığını da mektubunda belirtmiştir. Şah İsmail'in afyon macunu yollaması yoluyla, II. Bayezid'ın afyonkeşliği sebebiyle oğlunun da babası gibi olduğu ima edilmektedir.
Yavuz Sultan Selim bu ağır mektuba ağır cevap vermiştir: ""Davete icabet edip uzun yolları kat ile memleketine girdik; fakat sen meydanda görünmüyorsun. Padişahların ellerindeki memleket onların nikahlısı gibidir; erkek ve yiğit olanlar kendisinden başkasının ona elini dokundurtmazlar; hâlbuki bunca gündür askerimle memleketine girip yürüyorum, hala senden bir haber yok. Seni korkutmamak için askerimden 40.000 kişiyi ayırıp Sivas ile Kayseri arasında bıraktım; hasma mürüvvet ancak bu kadar olur. Bundan sonra da saklanıp gözükmezsen erkeklik sana haramdır, miğfer yerine yaşmak ve zırh yerine çarşaf ihtiyar eyleyip serdarlık ve şahlık sevdasından vazgeçesin"." Yavuz bu mektubuyla beraber Şah İsmail'in gönderdiklerine karşılık kendisinin kökenini telmihen hırka, şal, asa, misvak ve şedden (kuşak) ibaret tarikat levazımı yollamıştır. Böylece Yavuz, Şah İsmail'in dervişlikten geldiğine gönderme yapmıştır.
Bir iddiaya göre Yavuz Sultan Selim'in talimatıyla Anadolu'da bir Kızılbaş katliamı yapılmıştır. Bazı kaynaklar bu katliamda öldürülen insanların sayısının 40.000 olduğunu ifade eder. Alevilerin öldürüldüğü görüşünü destekleyenler Yavuz Sultan Selim döneminin şeyhülislamı olan Müftü El Hamza'nın 1512 tarihli Kızılbaşlarla ilgili bir fetvasını yapılan katliamların izni olduğuna inanmaktadır. Bu fetvada, kızılbaşlar kâfir ve dinsiz olarak tanımlanmış, onları öldürmenin vacip olduğu söylenmiştir.
Bazı akademisyenler ise bu iddianın gerçeklikten uzak olduğuna inanır. Tarihçi Mustafa Akdağ, ""Yavuz Sultan Selim'in o zaman, Kızılbaş mezhepli 40.000 kişi öldürttüğü hakkında tarihlere geçmiş bir rivayet vardır… Ancak, biz bunu pek şişirilmiş bir sayı bulmaktayız. Çünkü, bu Padişah devrine ait pek çok mahkeme defterleri hâlâ elimizdedir. Bunlar üzerinde yaptığımız araştırmalarda, bu çapta kitle idamlarına rastlayamadık. Eğer öyle kanlı bir olay geçseydi, bu defterlerde yer alması zorunlu idi."" diyerek bu iddiaların gerçekçi olmadığını ifade etmektedir.
Sayıyı abartılı bulan bir diğer akademisyen tarihçi Robert Mantran şöyle ifade eder: ""Göründüğü kadarıyla, bu "büyücü avı", özellikle olaylara bulaşan tımar sahiplerini yerlerinden atmak ve bilinen elebaşıları öldürmekten ibaret kaldı. 1513 ya da 1514'te olan 40.000 Alevi'nin öldürülmesi efsanesini destekleyen hiçbir kanıt yok elimizde; sayılar karşısında doğulu baş dönmesiyle alabildiğine damgalı görünüyor bu.""
Konu hakkında akademisyen tarihçi Feridun Emecen ise şunu ifade etmektedir: “40 bin rakamının abartılı olduğu veya bir hacmi belirtmek üzere yuvarlak bir sayıyı işaret ettiği söylenebilir. Bu gibi rakamları gerçek addedip ona göre yorumlarda bulunmak doğru bir yaklaşım olmaz.” Emecen’e göre bu rakamlar doğru bile olsa o devrin imkânlarıyla bir yıl gibi kısa bir sürede ve geniş bir alanda 40 bin küsur kişinin sayımının yapılıp merkeze gönderilmesi, yargılanmaları, ardından da suçlu bulunanların defterlerinin tekrar ilgililere (hakimlere) yollanarak isimleri yazılı olanların katlinin gerçekleştirilmesi pek mümkün görünmemektedir. Emecen mahkeme kayıtlarından yola çıkarak şu sonucu çıkarmıştır: “Şah İsmail’in mektuplarıyla yakalanan Safevi halifeleri, bunlar Anadolu’nun çeşitli yerlerinde temas kurdukları tarikat şeyhlerinin bazıları ve âsi elebaşıları şiddet uygulanarak katledilmiştir, fakat bunun sistemli bir “Kızılbaş temizliğine” dönüştüğünü söylemek büyük bir yanılgıdır.”
Akademisyen tarihçi Erhan Afyoncu göre ise, Yavuz Sultan Selim'in 1514 İran Seferi boyunca infazlar gerçekleştirdiği doğrudur; ancak bu infazlarda II. Bayezid döneminde etkileri yeteri kadar anlaşılamayan ve çoğalan Safevi propagandacıları ve ajanları öldürülmüştür. Bu dönemde göçebe Türkmen nüfusu karizmatik ve ilahi güçlere sahip olduğuna inanılan Şah İsmail'in vaatleriyle cezbedilmekteydi. Anadolu'da tersine bir göç hareketi başlıyor ve İç - Doğu Anadolu bölgesi sınır ötesine, İran'a kayıyordu. Bu kabul edilemezdi. Göçebe Türkmenleri yerleşik hayata geçmeye zorlayan Osmanlı devlet politikasına karşılık Şah İsmail, göçebelerin başına buyruk yaşaması gerektiğini ve vergi alınamayacağını iddia ediyordu. İslamiyeti yaşam tarzları nedeniyle yeteri kadar yaşayamayan ve yerleşik hayatı kendilerince tehdit olarak algılayan göçebe Türkmen nüfusu şiiliğin esnek yapısını kendilerine daha uygun buluyor, propaganda böyle yapılıyordu. Ayrıca Safevilerin şiiliğe direnen Sünnileri öldürdüğü iddiaları da İstanbul'u rahatsız ediyordu. Anadolu'daki Sünni birlik artan Şii sempatizanlarıyla büyük bir risk altındaydı. Yavuz Sultan Selim'in hedefi bu propagandayı yapanlardı ve mesele bir devlet güvenlik meselesiydi.
Afyoncu'ya göre ölümler hiçbir zaman bu abartılı sayılara ulaşamazdı ve ulaşmamıştır da. 40 bin kişinin ölümü binlerce köyün ortadan kaldırılması demektir ki bu, Anadolu'nun sosyo-ekonomik ve demografik yapısının altüst olması anlamına gelir ve gizlenemezdi. Bu katliamı da sadece bir ordu yapabilirdi. Yavuz Sultan Selim'in İran Seferi kayıtlarında ordunun ilerleyişi tüm ayrıntılarıyla görülmektedir. Ayrıca Yavuz Sultan Selim'in tahta çıkışı ve Çaldıran Savaşı arasında geçen süre de böyle bir katlim için yetersiz bir süredir. Kaynakların hiçbirisinde böyle ağır bir tahribata rastlanmamaktadır. Sayılar mantıksız ve gerçek dışıdır.
"Not:" I. Selim'in dört eşi olduğu belirtilmektedir.
"NOT:" I. Selim'in, küçük yaşta ölen oğullarının olduğu bazı kaynaklarda belirtilirken, bazıları bu çocukların varlığından bahsetmemektedir. Bu konuda muhtelif görüşler vardır.
"Not:" Kız çocuklarının sayısının 9 olduğu söylenmektedir.
Osmanlı devleti döneminde Türk edebiyatında "Selimname" adı verilen I. Selim dönemnin tarihini anlatan şiir ve nesir eserleri hazırlanmıştır. Selimnamelerin bazıları bu padişahın doğumundan ölümüne kadar hayatını anlatmakta, diğerleri ise sınırlı olarak hayatının belirlenmiş bir dönemini anlatmaktadırlar. Selimnameler Türkçe, Arapça ve Farsça olarak yazılmışlardır. Burada bu Selimnamelerin bir bibliyografyası verilmektedir:
Eobiont
Eobiont veya protobiont, yeryüzünde yaşamın başlangıcı olduğu varsayılan ilk yaşam biçimidir.
Yeryüzünün ilk zamanlarındaki denizlerde ortaya çıkan, serbest hareket edebilen moleküller ile gerçek canlılar arasında bir geçiş aşamasıdır. Üreyebilen ve enerji alışverişi yapabilen tek bir birim halinde örgütlenmiş çok büyük molekül sistemleridir.
İngiliz biokimyacı Norman Wingate Pirie tarafından ortaya atılmıştır.
Stockholm
Stockholm , İsveç'in başkenti ve en büyük şehri. Şehir aynı zamanda idari olarak Stockholm Şehri resmi adıyla Stockholm Bölgesi'ne bağlıdır. 2008 verilerinde göre Stockholm metropol alanı, tüm İsveç nüfusunun %21'inin yaşadığı ve tüm İsveç'in sanayisinin %35'inin bulunduğu bir merkezdir. Stockholm 810,120'lik kent nüfusu, 1,3 milyonluk çevre nüfusu ve toplamda 2 milyonluk nüfusuyla İsveç'in en büyük kentidir.
Stockholm, 13. yüzyıldan beri bir İ |
skandinavya kültür, siyaset, medya ve ekonomi merkezidir.
Kent, anakara dışında on dört adaya ve Mälaren Gölü'nün denizle birleştiği kanala sahiptir. Stockholm takımadaları tarihî olarak ayrıca önemlidir. Kentin adalara ve kanallara yayılmış olması, ona "Kuzeyin Venediği" sıfatını kazandırmıştır.
Stockholm; yapıları, parkları, tarihî merkezleri, yeşil alanları ve eğitim merkezleriyle oldukça ileri bir Avrupa şehridir. Euromonitor'e göre Stockholm, yıllık 1 milyonun üzerindeki turist sayısıyla İskandinavya'da en çok ziyaretçi alan şehirdir. Son olarak kent, kendisiyle aynı adı taşıyan Stockholm ilinin yönetim merkezidir.
Kentin kurulduğu alan tarihte Agnafit gibi Norveç sagalarında geçmektedir. Bölgenin efsanevî kralı Agne de bu sagalarda bulunmaktadır. Yazılı kaynaklarda bilinen ilk Stockholm tarifi ise 1252'ye kadar uzanmaktadır. Bu tarih, Stockholm'ün yakınlarındaki Bergslagen kentinde yapılan demir madenciliği ile yakın zamana denk gelmektedir. Kentin adı İsveççe "kütük", Eski Almanca "sağlamlaştırma" anlamına gelen "Stock" ve "adacık" anlamına gelen "holm" kelimelerinden türemiştir. Kentin Birger Jarl tarafından, İsveç'i yabancı düşman donanmalarından kurtarmak için kurulduğu düşünülmektedir.
Stockholm'ün merkezi olan ve günümüzde Eski Kent olarak bilinen Gamla Stan, Helgeandsholmen'in yanındaki merkez adada 1300'lerden 1500'lere kadar kent olarak kalmıştır. Kent bu süreçte bir Baltık ticaret ortaklığı olan Hansa Birliği'nin ilgisini çekti. Kent bu dönemde Lübeck, Hamburg, Danzig, Visby, Reval (Tallinn) ve Riga ile yakın ilişkiler kurdu. 1296 ve 1478 yılları arasında kent meclisi 24 üyeye sahipti. Bunların yarısı ise Hansa Birliği'nin temsilcisiydi.
Stratejik ve ekonomik önemi, kenti kısa sürede Danimarka krallarının ve 15. yüzyıldaki bağımsızlık çalışmalarının bir ilgi merkezi yaptı. Danimarka kralı II. Christian kente 1520 yılında girdi. 8 Kasım 1520'de kent bir kan gölüne döndü. Bu katliam Kalmar Birliği adındaki bir diğer örgütü de yıktı. İsveç kralı Gustav Vasa'ın 1523'te kente yeniden girişiyle beraber kraliyet gücü yükseldi ve kent hızla büyümeye başladı. Bu sayede Stockholm 1600 yılında 10,000'lik nüfusu geçti. 17. yüzyılda şehir Avrupa ortalamalarına göre çok daha hızlı büyüdü. 1610'dan 1680'e kadar nüfus altı kat arttı. 1634'te Stockholm, İsveç İmparatorluğu'nun resmî başkenti oldu. Ticaret ise kenti önemli kılmaya başladı.
1710'da kentte veba salgınları yayılmaya başladı. Bu salgının bir de Büyük Kuzey Savaşı'nın ardından yaşanınca, kent birden durakladı. Nüfus artışı dururken, ekonomik büyüme yavaşladı. Ancak zamanla III. Gustav'ın katkılarıyla kent hızla toparlandı. Kraliyet Operası ise bu dönemin ünlü bir mimarî yapısıdır.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kent ekonomik rolünü iyice etkinleştirdi. Yeni sanayi dallarına destek verilirken kent baştan sona bir ticaret ve hizmet merkezi oldu. Kent nüfusu göçler ve sık doğumlar sayesinde ivmeli olarak arttı. Yüzyılın sonlarına doğru ülkede doğanların %40'ından biraz daha azı Stockholm doğumluydu. Yine kentteki bu hızlı büyüme, ek olarak şehri de genişletti. 19. yüzyılda kentte birçok sanayi ve bilim merkezi açıldı. Üniversiteler ve güzel sanatlar okulları bunların başında yer alır.
20. yüzyıla gelindiğinde kent tamamen çağdaş, teknolojik donanımlı ve etnik farklılıklara sahip bir kent oldu. Birçok tarihî bina yıkılarak yeni gereksinimleri karşılayan çağdaş binalar yapıldı. Bu yüzyıl boyunca tüm sanayi alanları ve organize sanayi bölgeleri kent dışına taşındı. Kent nüfusça gelişimini sürdürdü ve bu nedenle yeni bölgeler yerleşime açıldı. Bu yeni yerleşmelerin arasında Rinkeby ve Tensta da yer almaktadır.
Stockholm, İsveç'in orta-güneydoğu kuşağında, Mälaren Gölü'nün Baltık Denizi ile birleştiği bölgede kuruludur. Kent merkezi Stockholm takımadalarını takip eden on dört adayı kapsar. Coğrafî kent merkezi su üzerinde olup Riddiarfjärden Körfezi'nde yer almaktadır. Şehrin alanının onda üçü su yollarıyla kaplı olduğu gibi, bir diğer onda üçlük kısmı parklar ve yeşil alanlarla örülüdür. Bu yeşil alanlar sayesinde Stockholm, Avrupa başkentleri arasında en temiz havaya sahip şehirlerden biridir.
Stockholm belediyeleriyle bilinen bir kenttir. Kentin kuzeyinde Järfälla, Solna, Täby, Sollentuna, Lidingö, Upplands Väsby, Österåker, Sigtuna, Sundbyberg, Danderyd, Vallentuna, Ekerö, Upplands-Bro, Vaxholm ve Norrtälje bulunmaktadır. Güney Stockholm'de ise Huddinge, Nacka, Botkyrka, Haninge, Tyresö, Värmdö, Södertälje, Salem, Nykvarn ve Nynäshamn bulunmaktadır.
Stockholm Belediyesi, net coğrafî sınırlarla çevrili bir yönetim birimidir. Belediyenin bir diğer yarı resmî adı "Stockholm kenti" (İsveççe: "Stockholms stad") şeklindedir. Bir belediye olarak Stockholm, bölgelere ayrılmış durumdadır. Bu alt birimler eğitimden, toplumsal yaşamdan ve kültürel hizmetlerden sorumludurlar. Belediye çoğunlukla üç bölge altında incelenir:
Stockholm, nemli kıta iklimine sahiptir. Kentin çok kuzeyde yer alması gündüzlerin yazın 18, kışın 6 saat yaşanmasına neden olmaktadır. Ancak konumuna rağmen kent, yıl boyunca ılık ve yumuşak bir iklime sahiptir. Bu ılımlı iklimin sebebi Gulf Stream adlı sıcak su akıntılarıdır. Kent yılda ortalama 1,981 saat güneş görmektedir.
Kent yazları bir kuzey ülkesine göre sıcaktır. Bu mevsimde şehir en fazla 20 - 23 °C, en az 15 °C değerlerine ulaşır. Ancak kimi sıcak rüzgârlar kenti 25 °C+ üzerine çıkarabilmektedir. Kışları ise kent soğuktur. Bu mevsimde sıcaklıklar en fazla -3 ilâ 1 °C, en düşük −10 °C değerlerindedir. Bahar mevsimleri ise genelde serin ile ılık arasındadır. Yıllık yağış 539 mm kadardır. Yıl boyunca kentte ortalama 164 yağışlı gün bulunmaktadır. Yağışlar baharda ve yazın yağmur olarak düşerken, kışın genelde kar şeklindedir.
Belediyeler, yönetimin istediği görevleri yapmakla yükümlüdür. Yine mecliste alınan kararlar tüm belediyeleri ilgilendirmektedir. Kentin belediye başkanı Nisan 2008 itibarıyla Ilımlılar'dan Sten Nordin'dir. 2010 yılındaki yerel seçimlerde aşağıdaki partiler çoğunluklu oyları almıştır:
Stockholm'de işçi halkının onda sekizinden fazlası hizmet sektöründe çalışmaktadır. Sanayi merkezlerinin kent dışında olması kenti temiz bir başkent yapmaktadır. Özellikle, son yıllarda kentteki sanayi merkezlerinin hemen hemen hepsi yüksek teknolojiye sahip, temiz fabrikalardan ibarettir. Kentte sanayi merkezlerinde yer alan en büyük şirketler IBM, Ericsson ve Electrolux'tür.
Stockholm İsveç'in finans merkezidir. Merkez İsveç bankaları olan Swedbank, Handelsbanken ve Skandinaviska Enskilda Banken gibi bankaların merkezi Stockholm'dedir. Yine büyük sigorta şirketleri olan Skandia ve Trygg-Hansa buradadır. Stockholm Borsası ("Stockholmsbörsen"), Avrupa'nın en önemli borsalarından biridir. Ünlü H&M adlı giyim şirketinin de merkezi Stockholm'de yer almaktadır. Son yıllarda şehirde turizm de önemli bir yer tutmaktadır. 1991–2004 yılları arasında yıllık turistik ziyaret sayısı 4 milyondan 7.7 milyona yükselmiştir.
İşçi sayısının fazlalığına göre kentteki en büyük şirketler aşağıdaki gibidir.
Stockholm'de deneye ve ileri düzey bilime dayanan eğitim atılımları 18. yüzyılda başladı. Stockholm Rasathanesi de bunlardan biridir. Kent ilk defa 1811'de "Karolinska Institutet" adlı enstitünün kurulmasıyla tıp eğitimine başladı. Kraliyet Teknik Üniversitesi ("Kungliga Tekniska Högskolan" veya "KTH") ise 1827 yılında kurulmuş olup, 13.000 öğrencisiyle İskandinavya'nın en büyük eğitim merkezidir. 1878 yılında kurulan Stockholm Üniversitesi, 1960'da resmî üniversite olarak tanındı. Bu eğitim kurumunda 2008 yılı verilerine göre 52,000 öğrenci öğrenim görmektedir.
Güzel sanatlar alanında Stockholm'de en kayda değer eğitim kurumlarından biri de Kraliyet Müzik Fakültesi'dir. Bu fakültenin geçmişi 1771 yılına kadar uzanmaktadır. Kentte bunların yanında Kraliyet Pandomim ve Oyunculuk Akademisi ve Greta Garbo tarafından kurulan Kraliyet Dramatik Tiyatrosu yer almaktadır. 1844 yılında kurulan Konstfack adlı okul ve Opera Okulu da kentin önemli eğitim yapılarındandır.
Diğer yüksek eğitim kurumları aşağıdaki gibidir:
Stockholm bölgesi, İsveç'in toplam nüfusunun beşte birinden fazlasının yaşadığı bir bölgedir. Aynı şekilde toplam ülke sanayisinin onda üçünden fazlası Stockholm'dedir. Coğrafî olarak sürekli yeri başka yerlere kayan Stockholm, 19. yüzyılda bugünkü merkezinin bulunduğu yere doğru gelişmeye başladı. Peşi sıra gelen yıllarda ise Brännkyrka ve Spånga gibi belediyelerle birleşerek nüfusunu arttırdı. Günümüz belediye sınırları ise 1971 yılında belirlendir.
2004 yılı verilerine bakıldığında 765,044'lük nüfusun 370,482 kadarı erkek, 394,562 kadarı kadındır. Ortalama yaş 39.8 olup, nüfusun %40.5 kadarı 20 ve 44 yaş arasındadır. 15 yaş üstü nüfusun onda dördü evli değilken, onda üçü evlidir. Aynı şekilde bu nüfusun onda biri de boşanmış insanlardan oluşmaktadır. Kent halkının %28'i Stockholm'lü değildir. Kentte en çok konuşulan diller İsveççe, İngilizce, Arapça, Türkçe, Kürtçe, Fince, Farsça, İspanyolca ve Sırpça'dır.
Aşağıda 1570 yılından günümüze, kentin nüfus verileri bulunmaktadır:
2007 verilerine göre Stockholm kentsel bölgesinin 1,252,020'lik bir nüfusu vardır. Bu nüfusa oranla, Huddinge'nin 90,182; Järfälla'nın 62,342; Solna'nın 61,717; Sollentuna'nın 77,553; Botkyrka'nın 77,553; Haninge'nin 72,956; Tyresö'nün 41,476; Sundbyberg'in 33,868; Nacka'nın 82,421; Danderyd'in 30,492'lik nüfusları vardır. Tüm Stockholm kentsel bölgesinde ve 26 belediyesinde nüfus 2 milyonu aşmaktadır.
Stockholm, diğer birçok kültürel merkezden uzak oluşuyla ve bir ülkenin başkenti oluşuyla birçok kültürel ögeyi içinde barındırmaktadır. 1998 yılında Avrupa Kültür Başkenti seçilen Stockholm'de UNESCO tarafından korumaya alınan iki bölge vardır:
Stockholm, İsveç Edebiyatı'nın önemli yazarlarını yetiştiren bir kenttir. Bunlardan birkaçı şair Carl Michael Bellman (1740–1795), roman yazarı August Strindberg (1849–1912) ve yazar Hjalmar Söderberg (1869–1941)'dir. Diğer önemli edebiyatçılar ise Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Eyvind Johnson (1900–1976) |
ve şair/besteci Evert Taube (1890–1976) gibi önemli isimlerdir. Roman yazarı Per Anders Fogelström (1917–1998) da kentten çıkan önemli bir başka yazardır.
Kentin eski merkezi olan Gamla Stan, günümüzde hâlen bulunmaktadır ve Ortaçağ'ın tüm İskandinav mimarîsinin izlerini taşımaktadır. Alman Kilisesi ("Tyska kyrkan"), Riddiarhuset, Bonde Sarayı, Tessin Sarayı ve Oxenstierna Sarayı, buradaki birkaç önemli yapıdır. Kentteki en eski yapı ise Riddiarholmskyrkan adlı kilisedir. Bu kilise de 13. yüzyıldan kalmadır. 1697'deki bir yangında özgün kent kalesi yıkıldı. Ancak yerine barok tarzda Stockholm Sarayı inşa edildi.
15. yüzyıl başlarında kent, o zamanki sınırlarının dışına taşmaya başladı. Södermalm adlı yerde, bu dönemden kalma eski yapılar halen bulunmaktadır. 19. yüzyılda kentte yükselen sanayi, mimarîde de kendini gösterdi. Bu yeni binalar, Avrupa'nın diğer büyük başkentleri olan Berlin ve Viyana'dan esinlenerek tasarlandı. Kraliyet Opera Binası bu dönemin en önemli eseridir.
20. yüzyılda milliyetçi bir akım belirdi. Bu dönemde İsveç mimarî örnekleri çok ileri düzeye çıktı. 1930'larda çağdaşlaşma sayesinde yeni alanlar konuta çevrildi. Sanayi merkezleri yapıldı. Stockholm metrosu da bu yıllarda yapıldı. Yeni yüksek binalar yapılmaya başlandığında birçok kesim tarafından eleştirildi.
Büyüme sürerken birçok eski bina yıkılarak veya yeniden düzenlenerek çağdaş hâle getirildi. Bunların arasında Norrmalmsregleringen, ve Sergels Torg bulunmaktadır. 1980'lerde özellikle çağdaş kent tasarımı gündeme geldi ve sanayi merkezleri şehir dışına alındı. Bacalı fabrikalar, yerini temiz yüksek teknolojili fabikalara bıraktı.
Stockholm, dünyanın en büyük müze-kentlerinden biridir. Kentte yılda 1 milyon insan tarafından ziyaret edilen 100 kadar müze yer almaktadır. En bilinen müze ise 30,000 el sanatı eserinin ve 16,000 tablonun bulunduğu "Nationalmuseum" adlı ulusal müzedir. Müzelerin temelleri de yine 16. yüzyılda Gustav Vasa tarafından atıldı. O dönemde Rembrandt ve Antoine Watteau gibi sanatçıların eserleri toplanarak sergileniyordu.
Çağdaş Sanatlar Müzesi veya İsveççe adıyla "Moderna Museet", İsveç'in ulusal sanat müzesidir. Bu müzede Picasso ve Salvador Dalí gibi isimlerin çalışmaları yer almaktadır.
Diğer kayda değer müzeler:
Stockholm varoşları ve mahalleleri farklı kültürlerin bir sentezidir. İçte yer alan varoşların büyük bir kısmı göçlerle ülkeye gelen halklar tarafından kurulmuştur. Kente yerleşen yabancı kökenli halkarın büyük kısmı Orta Doğu ve Avrasya'dan gelen göçmenlerdir. En bilinen göçmenler ise Suriyeliler, Türkler, Kürtler ve Sırplardır. Ancak kentte Afrika, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika'dan gelen insanlar da mevcuttur.
Stockholm tiyatrolarıyla da ünlü bir kenttir. Şehirdeki Kraliyet Dramatik Tiyatrosu ("Kungliga Dramatiska Teatern") Avrupa'nın en bilinen tiyatroları arasındadır. Yine Kraliyet İsveç Operası da 1773 yılında açılan eski bir opera binasıdır. "Stockholms stadsteater", "Folkoperan", "Moderna dansteatern", "Chinateatern", "Göta Lejon", "Mosebacke" ve "Oscarsteatern " diğer kayda değer tiyatrolardır.
"Gröna Lund", Djurgården adasının üzerinde kurulmuş olan bir eğlence merkezidir. Bu merkezde otuzdan fazla parkur ve lokanta mevcuttur. Bu merkeze her gün binlerce insan gelmektedir. Nisandan eylüle kadar açık olan park, Noel zamanı da mağazalarla açıktır. Gröna Lunda ayrıca bir konser merkezidir.
Stockholm İsveç'in medya merkezidir. Kentte dört ulusal günlük gazete yayımlanmaktadır. Ayrıca kentte yer alan SR, İsveç'in ulusal radyo kanalıdır. Yine SVT adlı televizyon kanalı, İsveç'in ulusal televizyonudur. Bunların dışında kentte özel birtakım kanallar mevcuttur. TV3, TV4, TV5, TV6 bunların başında gelir. İsveç'te yayımlanan başlıca dergilerin büyük bir kısmı da burada basılır. Bonnier adlı basımevi buradadır.
Kentte en çok izleyiciye sahip spor dalları futbol ve buz hokeyidir.
Kentin üç büyükleri AIK, Djurgårdens IF ve Hammarby IF adlı takımlardır.
Tarihsel olarak kent, 1912 Yaz Olimpiyatları'nın ev sahibidir. O günlerdeki Stockholm Olimpiyat Stadyumu, defalarca geliştirildi ve birçok karşılaşmaya ev sahipliği yaptı. Råsunda Stadyumu, Ulusal Stadyum ve ünlü Ericsson Globe da kentteki bir diğer stadyumlardır. Kent yine İskandinav oyunlarına da ev sahipliği yapmıştır.
Stockholm, mutfağıyla da ünlüdür. Göçler nedeniyle birçok mutfağı çatısı altında birleştiren kent, farklı lokantalarıyla bilinmektedir. Her ne kadar Amerikan hazır besin sanayisi çok revaçtaysa da, kentte Asya, İtalya, Fransa, Türk, Yunan, İskandinavya, İspanyol ve Orta Doğu mutfaklarından örnekler mevcuttur. Kafeteryalar ise kentin herhangi bir yerinde bulunabilmektedir.
Stockholm, geniş bir genel ulaşım hattına sahiptir. Bu hatta Stockholm metrosu ("Tunnelbana"), iki demiryolu hattı olan Roslagsbanan ve Saltsjöbanan, üç hafif demir yolu hattı olan Nockebybanan, Lidingöbanan ve Tvärbanan'ı içermektedir. Bunların dışında otobüs hatları, şehir içi bot hatları ve geniş bir kara yolu ağı kentin ulaşımında önemli yerlere sahiptir. Kentte havalimanına giden otobüsler hariç tüm otobüs hatları SL tarafından, yine bot trafiği Waxholmsbolaget tarafından yönetilmektedir.
SL, tüm Stockholm'de bilindik bir bilet sistemine sahiptir. Kentteki biletler seyahat kartları ve tek bilet olarak ikiye ayrılmaktadır. 1 Nisan 2007'den başlayarak yeni bir bölgede de tekli bilet geçmektedir. Biletlerin satıldığı birçok farklı nokta mevcuttur. Kentte toplu ulaşım yaygındır. Stockholm'de geçerli olan 30 günlük kartlar 790 İsveç Kronu (73 Euro; 115 Amerikan Doları) ücretindedir. Biletler 20 yaş altı ve 65 yaş üstü kullanıcılar için indirimlidir.
Stockholm, Avrupa karayolu hatlarının önemli bir merkezidir. E4, E18 ve E20 hatları buradan geçmektedir. Kentin tüm çevresinde geniş ve güvenli karayolu hatları mevcuttur. Özellikle kentin batısında ve güneyinde ulaşım daha çok karayolu hattıyla sağlanmaktadır.
Stockholm'de trafik sıkışıklığı cezası adı verilen bir sistem bulunmaktadır. Bu sistem 1 Ağustos 2007 tarihinden beri uygulanmaktadır. Stockholm merkezinde de bu uygulama yapılmaktadır. Tüm kent noktalarında ve kapılarda plaka tanıyan ve sıkışıklığı kontrol eden bir sistem bulunmaktadır. Sıkışıklık tespit edilen bir bölgeye giren her araç günün saatine göre 10–20 SEK (1.09–2.18 Euro, 1.49–2.98 Amerikan Doları) ödemek zorundadır. Ödemeler kontrol noktalarına yapılabilmektedir.
Stockholm'den Finlandiya'daki Helsinki ve Turku'ya, Estonya'daki Tallinn'e, Letonya'daki Riga'ya ve Åland'a düzenli feribot seferleri mevcuttur. Ancak 1998'den beri eskiden olduğu gibi bu kentten Rusya'daki St. Petersburg'a direkt ulaşım sağlanamamaktadır. Bunun için Helsinki'de aktarma yapılması zorunludur.
Stockholm-Arlanda Havalimanı, 2007 itibarıyla taşıdığı 18 milyon yolcuyla İsveç'in en büyük havalimanıdır. Bu havalimanı kentin 40 km kuzeyindedir.
Stockholm Merkez İstasyonu, İsveç'in hemen hemen tüm şehirlerine, Oslo'ya ve Kopenhag'a düzenli demiryolu ulaşımı fırsatı tanımaktadır. Ünlü X 2000 hizmeti sayesinde Göteborg kentine üç saatte ulaşılabilmektedir. SJ AB ise kentteki trenleri yöneten kurumdur.
Stockholm birçok defa uluslararası olarak derecelerde gösterilmektedir. Bazıları aşağıdaki gibidir:
Kore
Kore'nin ilk krallığının (Gojoseon = "Eski Joseon") MÖ 2333 yılında Dangun Wanggeom (ya da Tan'gun Wanggŏm; Korece: 단군왕검, Hanja: 檀君王儉) tarafından kurulduğu ve onun ardından Çin'in Shang Hanedanı'ndan gelen Gija(Çince:Jizi) tarafından Gija Joseon (ya da Kija Josŏn; 기자조선, 箕子朝鮮)'nun kurulduğuna dair efsaneler aktarılmaktadır.
Arkeolojik açıdan varlığı ispatlanmış olan ilk krallık Wiman Joseon (ya da Wiman Chosŏn; 위만조선, 衛滿朝鮮; MÖ 194 - MÖ 108) Çin'in Yan'ndan gelen Wiman tarafından kurulmuştur. MÖ 108'de Han İmparatoru Wu tarafından yok edilmiş ve yerine başta Lelang ilçesi (樂浪郡 / 乐浪郡) olmak üzere Han'ın dört ilçesi kurulmuştur.
Jinhan, Mahan ve Byeonhan devletleri; zamanla bu devletlerin ortadan kalkmasıyla Mahan toprakları üzerinde "Baekje", Byeonhan (Byeonjin) toprakları üzerinde "Gaya" , ve Jinhan toprakları üzerinde "Silla" devletleri kuruldu.
Bu kabileler arasında Amnokyang ırmağı kıyısına yerleşen ve daha sonra krallık haline gelen ilk kabile Goguryeo (ya da Koguryŏ; 고구려, 高句麗; MÖ 37 - MS 668) çevresindeki kabileleri himayesi altına aldıktan sonra Çin'in Lolang bölgesini de 313 yılında ele geçirdiler.
Koguryo, Çin ile uğraşırken ülkenin güneyinde çevresindeki kabileleri ele geçiren Baekje (ya da Paekche; 백제, 百濟; MÖ 18 - MS 660) güçlendi ve topraklarını genişletti. Kral Kınçago (346-375) döneminde merkezileşmiş ve güçlü bir devlet haline gelmişti.
Gaya (가야, 加耶 veya 伽倻; MS 42 – MS 562), yarımadanın en güneyine yerleşimiş küçük ülkelerin konfederasyonuydu.
Silla (신라, 新羅; MÖ 57 - MS 995) ise yarımadanın güneydoğusuna yerleşmiş ve üç krallıktan uzak az gelişmiş ve zayıftı.
Silla Krallığı güçlenmeye başladıktan sonra ilk olarak komşusu Gaya Krallığı'nı himayesi altına almıştır. Silla diğer iki krallık olan Koguryo ve Pekçe'yi ele geçirmek için de Çin ile işbirliği yapmış; fakat Çin'de bu toprakları ele geçirmek isteyince onlarla da savaşmak zorunda kalmıştır. Silla, Çin'le olan bu savaşında başarılı olmuştur.
Silla Krallığı ise 8. yüzyılın ortalarında en güçlü dönemini yaşamıştır. Budacı olan bu krallıkta ayrıca Kore tarihinin önemli yapıtlarından biri olan Bulguksa tapınağı da yapılmıştır.
Zamanla Buda Kültürü devlet üzerinde çok etkili olmaya başladı.Kralların lüks yaşama isteğiyle hevesiyle yozlaştı ve krallık yönetiminde de çatlaklara neden oldu. Bu devirde güçlenen Goryeo hanedanına boyun eğmek zorunda kaldı.
Silla'da kadınlarla erkekler aynı haklara sahiptiler ve Silla tarihinde 3 kadın hükümdar vardır. Bunlardan ilkide Seon Duk'tur.
1231'de Moğollar istila etmeye başladı ve 1232'de Goryeo Hanedanının sığındığı Ganghwa-do (Ganghwa Adası) dışında bütün Kore yarımadasını işgal etti. 1258'da Ganghwa-do'da direnişe devam eden Kral Gojong Moğol İmparatorluğuna teslim oldu ve oğlu veliahtını (sonra Kral Wonjong olarak tahtta geçecek) Moğollar'a emanet e |
tti. Wonjong'un oğlu Chungnyeol Kubilay Han'ın kızıyle evlendi ve Japonya'ya saldırmasını ısrar etti. Nihayet Japonya Seferleri 1274 ve 1281 yıllarında gerçekleştirildi.
Ancak her ikisinde Moğollar ve Koreliler yenildiler. 1298'de Moğollar yanlı siyasetinden dolayı tahttan indirildiyse de aynı yıl Moğollar tarafından tekrar tahta geçirildi. Chungnyeol'un oğlu Chungseon (Moğolca ismi: Ijirbuga) yarı moğol yarı koreli olan bir melez ve bundan sonraki kralların da hep Moğolca isimlerine de sahipti. 27. Kralı (Moğolca ismi: Aratotosili), 28. Kralı Chunghye (Moğolca ismi: Botapsilli), 29. Kralı Chungmok (Moğolca ismi: Palsamanaeisa), 30. Kralı Chungjeong (Moğolca ismi: Misagamtaaji), 31. Gongmin (Moğolca ismi: Bayan Timur).
Goryeo Krallığının sonuna doğru 1389 yılında politik ve askeri açıdan güçlü olan General Lee Seongye Kral Chang'ı (1388-1389) yılında tahttan indirdi ve yerine Kral Gongyang'ı (1389-1392) getirdi. Bununla da kalmayıp ülkede önemli reformlar yapmaya başladı. Goryeo monarşisi ve soylu sınıfına karşı krallığın temel felsefesi olarak Konfiçyusçuluğu benimsediler.
1392 yılında kurulan bu krallık yönetim konusunda oldukça dengeli bir siyaset sistemi kullandılar. Devletin çeşitli kademelerinde görevlendirecekleri kişileri belirli bir sınav sistemi ile almaya başladılar, toplumsal gelişim ve düşünsel açıdan Konfiçyus'a dayanan bir toplum yaratmaya çalıştılar. Fakat bu oluşun sırasında aynı dikkat ve özen ticarete ve üretime yansımadı.
Dördüncü Kral Sejong'un hükümdarlığı döneminde (1418-1450) büyük bir kültür ve sanat gelişmesi yaşandı. Kralın desteğiyle krallığın önde gelen bilginleri Kore alfabesi Hangul'u hazırladılar. Kral Sejong'un aynı zamanda gökbilime de büyük ilgisi vardı. Yine bu dönemde önemli bilim adamları güneş saatleri, su saatleri, göksel küreler ve gökbilimsel haritalar yaptılar. Kral daha sonra yerini oğlu Munjong'a (1450-1452) bıraktı fakat onun ani ölümüyle 11 yaşındaki veliaht Danjong başa geldi. Genç kralın tahtta olduğu dönemde monarşinin gücü ortadan kayboldu ve bunu fırsat bilen amcası tahtı zorla elinden aldı. Kral Sejo (1455-1468) konfiçyusçuluğu destekleyerek krallığın layık olduğu yere tekrar çıkarmak için çalıştı ve onun vermiş olduğu uğraşlar bugün Kore yaşam biçiminin de temelini oluşturdu.
1592 yılında Japonya'nın Toyotomi Hideyoshi hükûmeti Çin'e yapacağı akınlara yol açmak için Joseon Krallığını istila etti. Bu savaş döneminde Güney Kore resmî tarihinin önemli isimlerinden biri Amiral Yi Sunsin (1545-1598) Japonlara karşı koymak için Gobukson (kaplumbağa gemi) denilen zırhlı savaş gemilerini yaptırdı.
Japonlar tüm yarımadanın güçlü savunması ve son olarak hükumdarı Toyotomi Hideyoshi'nin ölümü üzerine Busan'a çekilmeye karar vermişlerdir. Amiral Yi, Japonların geri çekilmesini önleyerek imha etmeye çalıştıysa da 16 Aralık 1598'de Noryang Deniz Muharebesi'nde yenilmiş ve orda ölmüştür.
Bu savaş 1598'de sona erdi fakat Joseon Krallığında oldukça büyük etkiler bıraktı. Ülkenin önde gelen sanatçıları, bilim adamları Japonya'ya zorla götürülmüş, Japon sanat ve bilim alanlarında katıkıda bulunmuşlardı.
Savaştan sonra 17. yüzyılda Joseon Krallığı büyük sosyal ve ekonomik değişikliklere tanık oldu. Bu, Krallığın maddi nedenlerden dolayı birçok reform yapmasına neden oldu. Tarım ve sanayide yenilikler yönetimde de birçok reforma gidildi.
Kral Yeongjo (1724-1776) ve Kral Jeongjo'nun (1776-1800) benimsedikleri yansızlık politikası ve siyasi istikrar bu dönemde güçsüz olan yönetim otoritesinin kuvvetlenmesine ve ülkenin istikrarlı bir şekilde gelişmesini sağlamıştır. Yine bu dönemde bilginler için okullar kurulmuş ve bilimde önemli mesafeler kat edilmiştir. Bu bilim adamları tarım ve sanayi de önemli reformlar yapmayı uygun bulmuşlar fakat yönetim bunların birçoğuna gereken önemi vermemiştir.
18. yüzyılda ise yarımada sıkıntılı zamanlar yaşadı. Sel baskınları, kuraklık nedeniyle iyi hasat alınamadı ve bu açlığı, hastalıkları, kıtlığı beraberinde getirdi. Aşırı vergi alınması ülkede işçi sınıfının oluşmasına neden oldu. Bu zıt doğa ve sosyal terslikler ayaklanmalara ve ülkede karışıklıklara neden oldu, ancak ordunun devreye girmesiyle bu ayaklanmalar bastırılabildi.
Doğu Asya dünyası tarih boyunca Çin imparatorlarına itaat eden kraliyetlerden ibaretti. Tek istisna olan Japon İmparatorluğu dışında Kore, Vietnam ve Moğolistan gibi ülkeler Çin imparatorluğunun üstünlüğünü tanıyordu. Dönemin Kore Kraliyeti Joseon Hanedanı (Yi ailesi) de Qing Hanedanı (Mançularından Aisin Gioro ailesi)’na bağımlıydı.
1868’de Meiji Devrimi ile yeniden kurulan Japon İmparatorluğu 13 Eylül 1871’de Çing-Japon Dostluk Anlaşmasına imzalayarak Çing ile eşit ilişkisini tekrar kanıtladı ve Kore’ye de diplomatik heyeti göndererek dışarıya açmasını önerdi. Fakat dışarıya kapalı politikasını izleyen Kral Gojong’un babası Heungseon Daewongun bunu reddetti.
Yeni Japon İmparatorluğunda Saigō Takamori ve Itagaki Taisuke başta olmak üzere bazı siyasetçiler ‘Sei Kan Ron (Kore Fethi Tezi)’ savunup Kore’nin yurtdışına açmasını istediler ve Saigô’nun heyeti olarak Kore’ye yollanması kararlaştırıldı. Ancak sonra geri çevirilince Saigō, Itagaki ve benzerleri sine-i millete döndü.
1873’de Gojong'un eşi Kraliçe Min (vefatından sonra 1897’de ‘İmparatoriçe Myeogseong’ unvanı verildi) Heungseon Daewongun’u kovarak akrabalarla birlikte ülkeyi yönetmeye başladı ve dışarıya açık siyasetini takip etti. 1875’de Japonya donanmasını yollayarak Ganghwa-do’da bulunan müstahkem mevkileri topa tuttup deniz piyadesini karaya çıkardı. (Ganghwa-do Olayı) 1876’de Ganghwa Antlaşması’yla 3 limanı açtı.
1882’de Daewon-gun darbe girişminde bulunduysa Kore’de konuşlandırılan Çin ordusu’nun komutanı Yuan Shikai’nin yardımıyla Kraliçe Min kazandı ve Kral Gojong yakalanarak Çin’e götürüldü. Bu olaydan sonra Kraliçe Min Japonya’dan uzaklaşarak Çin’e yanaştı. 1884’te ‘aydın’ siyasetçi Kim Okgyun Japonya’nın yardımıyla darbe girişiminde bulundu.
Kim Okgyun 1894’te Kraliçe Min’in yolladığı kiralık katili Hong Jongu tarafından öldürüldü ve ölü Kore’ye getirilerek parçalandı.) Çin-Japon Savaşı (1894-95) sırasında Japon Ordusu Kraliçe Min’i iktidardan uzaklaştırmayı başardı. Ancak Kraliçe Min bu sefer Rus İmparatorluğu elçiliği ve Rus yardımlarıyla tekrar iktidara geçti.
Çin-Japon Savaşında Japon İmparatorluğu'nun zaferiyle 17 Nisan 1895'te Shimonoseki Antlaşması imzalanmış ve antlaşma gereğince, Kore Krallığı Çing'e olan bağımlılığını bitirerek tam bağımsızlığına kavuşmuştur.
Fakat 8 Ekim 1895’te Daewongun’un adamları Kraliçe Min’i öldürüp cesedini yaktılar. (Eulmi Hadisesi, 을미사변 / 乙未事變, Eulmi sabyeon). Kore hükûmeti 19 Ekim 1895'te başta Yi Johoe (이주회 / 李周會), Bak Seon (박선 / 朴銑), Yun Seogu (윤석우 / 尹錫禹) olmak üzere üç sanık ve onların aile fertlerini idam etmiştir. Fakat 25 Ekim 1896'da Bak ve Yun olmak üzere iki kişinin suçsuz olduğu açıklanmış ve tazminat ödenmiştir. Elçi Miura Gorō (三浦梧楼)'nun Yarbay Kusunose Yukihiko (楠瀬幸彦), gazeteci Adachi Kenzō (安達謙蔵) 'nun yardımlarıyla olayı yönettiğini şüpheleyen Japon hükûmeti ise Miura ve arkadaşları Hiroşima'da hapsetmiştir. Ancak Ocak ayında askerî mahkemede kanıtlanmayıp beraat etmişlerdir.
Gojong, 11 Şubat 1896'da Rusya Elçiliğine sığınmış ve 20 Şubat 1897'ye kadar elçilikten ülkeyi yönetmiştir (아관파천 / 露館播遷).
12 Ekim 1897’de Kore Kralı Gojong Kore tarihinde ilk kez İmparatoru olmuş ve 14 Ekim'de ülkenin adını Kore İmparatorluğu olarak değiştirmiştir.
Rus-Japon Savaşı (1904-05) sırasında 23 Şubat 1904’te Japon-Kore Temel Protkolü (Birinci Japon Kore Antlaşması)’nın imzalanmasıyla Kore hükûmeti Japonya’nın tavsiye ettiği maliye ve savunma danışmanlarını kabul etmek zorunda kaldı. Savaş bitikten sonra 17 Kasım 1905'te Eulsa Antlaşması (Kore Himaye Antlaşması ya da İkinci Japon Kore Antlaşması)’nın imzalanmasıyla Kore dış siyaset yetkilerini kaybederek fiilen Japonya’nın himayesi altına girmiştir.
21 Aralik 1905'te Japonya, Tōkan Fu (Kore Müfettişliği) kurmuş ve Itō Hirobumi'yi ilk müfettiş olarak atamıştır.
1907’de Kral Gojong’in Lahey'e Japonya'yı şikayet eden heyetini gizlice gönderdiği ortaya çıkınca, Üçüncü Japon Kore Antlaşması imzalatırıldı ve bu sefer Japonya Kore’nin yüksek tabakalı memurlarının atama hakkını elde etti.
1909’da Kore vatanperver teröristi An Junggeun (Hristiyan ismi: Doma=Thomas, günümüz Güney Kore’sinde millî kahraman, Kuzey’deyse hatalı davranan vatanperver) Mançurya’nın Harbin kentini ziyaret eden eski Kore Müfettişi ve dönemin Japon Senatosu Başkanı Itō Hirobumi’yi vurup öldürdü. Ancak Itō Kore’nin ilhakına karşı çıkanlardandı. O yüzden Kore’nin Japonya’ya ilhakını isteyen Korelilerden oluşan Terakki Fırkası (Iljinhoe)’nın komplosu olduğu da söylendi.
1910’da Kore’nin İlhakına dair Antlaşma’nın imzalanmasıyla Kore Japonya'nın bir bölgesi olmuştur. Koreliler de Kore asıllı Japon vatandaşı oldu ve merkez yönetim kuruluşu olarak "Kore Genel Valiliği" (Japonca: Chōsen Sōtoku Fu) kuruldu.
1918’de Japonya’da okuyan Kore asıllı bir takım öğrenciler Woodrow Wilson'un Öz belirtim ilkesinden etkileyerek Tokyo’da toplandı ve Bağımsızlık İlanı'nın metnini yazdılar.
33 din adamı 21 Ocak 1919’da vefat eden Kore’nin son imparatoru Gojong’un 3 Mart’ta yapılacak olan cenaze töreninde protest eylemleri düzenlemeye planlarak devlet memurları ve öğrencilere çağırdı. Ancak devlet memurlarından yardım alamadı. O yüzden 33 din adamı 1 Mart’ta Seul’da Pagoda Park (günümüzün Tapgol Park)’ta Bağımsızlık İlanı açıklamaya kararlaştıysa da yakalandılar. Kore halkı Pagoda Park ve yurdun dört tarafında "Mansei (Yaşasın)" diye bağırarak polis karakolları, Japon Ordusu yazhaneleri ve postanelere hücum ettiler.
Resmî açıklamaya göre bu protestolarda 357 Koreli ve 8 polis ve jandarma ölmüştü (söylentiye göre 7.509 Koreli ölmüş). Mesozist Misiyonerlerin kurduğu Ewha Kız Mektebi’nde yatlı olarak okuyan 17 yaşındaki bayan öğrenci Yu Gwansun yakalanarak hapiste Japonlar tarafından öldürüldü.
Olaydan sonra 12.668 kişi yakalanıp bunlardan 6.417 kişi yargılandı ve 3.967 kişi çeşitli cezalara çarptırıld |
ı. 1 Mart, günümüzde Güney Kore'de "1 Mart Bağımsız Hareketi günü", Kuzey Kore'de ise "Halk Ayaklanmasını Anma Günü" olarak anılmaktadır. 1 Mart Bağımsız Hareketi Joseon'a bağımsızlığını geri kazandıramadı ancak, tüm dünyaya, Joseonluların Japon egemenliği altında ezildiklerini ve de özgürlük, bağımsızlık istediklerini duyurdu.
1 Mart Olayı’ndan sonra Çin'in Shangai kentinde Amerika'nın kuklası Seungman Rhee (Yi Sungman) ve 1896'da cinayeti işleyen Kim Gu gibiler tarafından Kore geçici hükûmeti kuruldu ve Mançurya'da Japonya'ya Direniş Birleşik Ordusu adlı bir örgütü kuruldu. Fakat Kore yarımadasında ciddi bağımsızlık hareketleri meydana gelmedi. Bunun sebebi Japon yönteminin faydalı taraflarından kaynaklanıyordu. Japonya’nın yaptığı yatırım ve demiryol hatlarıyla, öğrettiği disiplinli çalışma tarzı ile Kore’de sanayî kalkınma gerçekleştirildi.
Kore Genel Valiliği Hangıl’un kullanılmasına teşvik etmiş ve ulusal kimliğin oluşmasını sağlayacaktır.
Kore Genel Valiliği, Kore asıllı Japonların Japonca soyismini almalarını sınırlandırıyordu ve 1939’da bütün Korelilere Japonca ismi alma ve kullanma hakkını verildi. Esasen Kore asıllı Japonlar askerlikten muaftı. 1938’de gönüllü asker olarak kabul edildi ve buna 300.000’den fazla Kore asıllı Japonlar başvurdular. Ekonomik sebepler ve memleketini savunma duygularının yanı sıra ileride bağımsızlık mücadelesinde askerî bilgiler ve tecrübelerinin faydalı olacağı düşüncelerleri de söz konusuydu. 1944’de Kore asıllı Japonlara da zorunlu askerlik uygulanmıştır.
Ayrıca Japonya’da yüksek eğitimi görme fırsatı sağlandı. Kara Harp Okulu’nda okuyanlar, Japon İmparatorluk Ordusunda subay ve general olmuşlardır.
Japonya'nın yönetimi 15 Ağustos 1945'te Japonya'nın II. Dünya Savaşını kaybetmesiyle sona erdi. Fakat bu durum Korelilere tam bağımsızlık getirmedi. Soğuk Savaş'ın başlamasıyla ülke ikiye bölündü. Ülkenin güney kısımı ABD tarafından kuzey kısımı ise Sovyetler Birliği tarafından işgal edildi. Bu iki politik-ideolojik düşünce 38. paralelin kuzeyinde ve güneyinde yine iki farklı politik ideolojiye sahip Kore ortaya çıkardı.
15 Aralık 1945'te ABD, Sovyetler Birliği ve Birleşik Krallık, Moskova'da buluştu ve ülke 4 güç (ABD, SSCB, Birleşik Krallık ve Çin Cumhuriyeti) tarafından geçici olarak birleştirildi. Kasım 1947'de Birleşmiş Milletler ülkede bir komisyon nezaretinde seçim yapılmasına karar verdi. Sovyetler Birliği bu karara uymayarak Kore'nin kuzey bölgesine BM Komisyonunu almadı. BM vermiş olduğu kararı değiştirdi ve sadece girebildiği bölgelerde seçim yapılmasını sağladı.
10 Mayıs 1948'de 38. paralelin güneyinde ilk genel seçimler yapıldı. Bu seçimin sonunda Syngman Rhee başkan seçildi. Yine bu zamanda 38. paralelin kuzeyinde Kim II-Sung’a komünist bir rejimi kurdurdu.
25 Haziran 1950’de Kuzey Kore 38. paralelin güneyine indi ve Güney Kore'yi işgal etti. Bu işgal için ortaya herhangi bir neden konmadı. Komünistler SSCB yapımı T-34/85 tanklarıyla Daegu yakınlarındaki Nakdong-gang nehrine kadar ilerledi. Güney Kore bu durum karşısında BM'den yardım istedi. 27 Haziran 1953'te sona eren savaş arkasında harabeye dönmüş bir yarımada bıraktı.
Kuzey Kore, resmî adıyla Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (Korece: 조선민주주의인민공화국; hanja: 朝鮮民主主義人民共和國; Chosŏn Minjujuŭi Inmin Konghwaguk), Doğu Asya'da Kore Yarımadası'nın 120.540 km²'sine sahip olan devlettir.
Kore II. Dünya Savaşı'ndan sonra, 1910-1945 yılları arasında yaşanan Japon işgalinin sona ermesinin ardından ülkeye Sovyetler Birliği ve ABD silahlı kuvvetlerinin ayrı bölgelerden çıkartma yapması ve sonucunda kuzeyin komünist rejimi benimseyip güneyin de kapitalizmi benimsemesinin ardından, özellikle de Kore Savaşı sonucunda Kuzey ve Güney Kore olmak üzere ikiye bölündü. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti 1948 yılında otoriter ve sosyalist bir hükümet kurmuştu. 1994 yılında Kuzey Kore'nin ilk lideri olan Kim Il Sung'un ölümünden sonra, ülkeyi oğlu Kim Jong-il yönetmeye başlamıştır. 17 Aralık 2011 tarihinde ülkenin 70 yaşındaki lideri Kim Jong-il öldüğünde yönetim halka oğlu ve liderin varisi Kim Jong-un etrafında toplanma çağrısı yapmıştır. Kuzey Kore diğer komünist ülkelere göre daha kapalı bir rejim görünümündedir. Ülkenin güneyinde Güney Kore, kuzeyinde Çin Halk Cumhuriyeti ve Rusya, doğusunda ise Japon Denizi bulunur.
Güney Kore, resmî adıyla Kore Cumhuriyeti (Korece: 대한민국 Daehan Minguk; Hanja: 大韓民國; kısaca: 한국, 韓國 Hanguk) bazen sırf Kore,Doğu Asya'da Kore Yarımadası'nın güneyinde kalan bir devlet. Güney Kore'nin komşu devletleri; batısında Çin Halk Cumhuriyeti, doğusunda Japonya ve kuzeyinde Kuzey Kore'dir. Ülke'nin başkenti Seul'dur. Güney Kore ılıman iklim kuşağında kalıyor ve ülke arazisi dağlık topraklardan oluşuyor. Güney Kore sınırları 99,392 km²'lik bir alanı kaplar ve ortalama 50 milyon gibi bir nüfusa sahiptir.
Arkeolojik buluntular Kore Yarımadasının Alt Paleolitik çağında insanlar tarafından ikamet edildiğini gösteriyor. Kore tarihi MÖ 2333 yıllında Gojoseon'un efsanevi Dan-gun tarafından kurulmasıyla başlıyor. Silla altında MÖ 668'de Kore'deki Üç Krallığı'nın birleşmesinden sonra Kore bir devlet olarak Goryeo hanedanında ve Joseon hanedanında var olmaya devam etti, ta ki 1910'a kadar Kore İmparatorluğu Japonya tarafından ilhak edilene kadar. Kore II. Dünya Savaşının ardından Sovyet ve ABD'nin askeri güçlerinden kurtuluşu ve işgalinden sonra, Kuzey Kore ve Güney Kore'ye bölündü. Güney Kore ikinci bir demokrasi olarak 1948 yılında kuruldu.
25 Haziran 1950'de Güney Kore, Kuzey Kore'nin askeri güçleri tarafından işgale uğradı, iki Kore arasında çıkan savaş zor bir ateşkes sonrasında durdu ve iki ülke arasındaki sınır bugünlerde en çok güçlendirilmiş müstahkem mevki. Savaş'dan sonra, Güney Kore ekonomisi önemli ölçüde büyüdü ve gelişmiş bir ekonomiye ve tam demokrasiye sahip oldu. Ayrıca ülke Doğu Asya'da bölgesel güç konumundadır.
Güney Kore başkanlık sistemine göre yönetilen ve on altı idari bölüm içeren bir cumhuriyet, ayrıca ülkedeki yaşam standartları çok yüksektir ve Güney Kore gelişmiş ülke statüsüne sahiptir. Ülke Asya'nın en büyük dördüncü ekonomisine ve dünya'nın en büyük 15'inci (GSYİH) veya 12'inci (SAGP) ekonomisine sahip. Ülke'nin ekonomisi ihracata dayalı, özellikle elektronik endüstrisi, otomotiv endüstrisi, gemi yapımı, makine endüstrisi,petrokimya ve robotik gibi sektörlerde üretim güçlüdür. Güney Kore Birleşmiş Milletler, Dünya Ticaret Örgütü, OECD ve G20 gibi örgütlere üyedir. Ayrıca APEC ve Doğu Asya Zirvesi'nin kurucu üyelerinden biridir.
Kore resim sanatı, Üç Krallık döneminden (MÖ 57 - MS 668) günümüze kadar olan süreçte oldukça büyük değişim ve gelişim gösterdi. Üç Krallık döneminin en güzel örnekleri Koguryo mezarlarının duvarlarında ve tavanlarında olan yapıtlardır. Koguryo'nun hareketli ve ritmik resimlerine karşın, Silla'nın daha çok düşünceye yönelik ve titiz eserleri vardır. Silla'nın resim sanatı ise 7. yüzyıldan itibaren oldukça gelişim göstermiştir.
Kore resim sanatının altın çağının başlangıcı diyebileceğimiz bölüm ise Koryo (918-1392) dönemidir. Bu dönemin sanatçıları tapınaklara yaptıkları resimleri oldukça gelişmiştir ve Budacıların bez üzerine yaptıkları resimler ise Kore Budacılığının gelişimini sağlamıştır.
Çosan dönemi boyunca ise, önemli ressamlar zengin ailelerin istekleri doğrultusunda doğa resimleri yapmaya başladılar. 18. yüzyılın sonlarında ise sanatçılar gündelik yaşama yöneldiler. Dini duygular içermeyen resimler yapan bu sanatçılar "tür resmi" denen yeni bir akım başlattılar.
Sanatçılar daha sonraki süreçte halktan alınan ilham ve görüntülerle tablolarının renklendirmesi, tablolarına sıradan insanların yaşantısına, umut ve düşüncelerine yer vermesi resim sanatının geleneksel sınırlardan kendisini kurtarmasına ve daha çok ilgi görmesine olanak tanımıştır.
1910'da Japonya ile birleşmesiyle birlikte ise batının yağlıboya resim tekniklerinin etkinliğini artırması, geleneksel Kore resim sanatının canlılığını yitirmesine yol açmıştır. 1945'te bu Japon yönetimini kalkması geleneksel Kore resminin yeniden canlanmasını sağlamıştır. Avrupa ve Birleşik Devletlerde eğitim görmüş birçok Koreli sanatçı bu çağdaş sanatın kendi ülkelerinde tanıtımında önemli rol oynamıştır.
1950'lerde kurulmuş olan ve bir hükümet kuruluşu olan Ulusal Sergi Salonu Kore sanatının gelişiminde önemli bir rol oynadı. Bu sergi salonunda eserlerini yayınlamak isteyen sanatçılar daha çok modern sanat eserleri ortaya koydular. Geometrik soyutlamalar ön plana çıktı.
1980'lere gelindiğinde ise sanatın toplumsal sorunlarla ilgili mesajlar vermesi gerektiği düşüncesi hakim olmaya başlamıştı.
1995 yılında yapılan Uluslararası Kvangcu Bienali, Kore Sanatçılarını uluslararası sanat dünyasının önde gelen sanatçılarıyla bir araya getirdi.
Günümüz Kore'sinde ise hem geleneksel alanda hem de modern resim alanında çalışan birçok sanatçı kendilerine dünya sanat literatüründe önemli yer edinmişlerdir.
Müzik ve dans Kore halkı için 3 krallık devrinden başlayan süreç boyunca daha çok bir dinsel tapınma aracı olarak kullanılmıştır.
Üç Krallık dönemi 30'dan fazla müzik aletinin kullanıldığı bir dönemdir. Bunların en önemlilerinden biri o zamanlar Çin'de bulunan Jin Hanedanlığında kullanılan yedi çengelli zither'e alternatif olarak yapılan ve Koguryo Hanedanlığından Wang San-Ak tarafından yapılan Hyeonhakgeum (Siyah Uzun Zither)'dur. Bir diğeri ise 42-562 yılları arasında Gaya hanedanlığında kullanılan ve daha sonra Ureuk tarafından Silla hanedanlığında kullanılan 12 telli gayageum (Gaya Zither'i)'dur. Günümüz Kore'sinde hala kullanılmaktadır.
Koryo hanedanlığının müzik kültürü ise kuruluşundan sonra bir süre Silla'nın devamı olarak sürdü fakat zamanla bunu çeşitlendirdiler. Bu hanedanlıkta zamanla 3 farklı müzik kültürü oluştu. Bunlardan ilki Çinde bulunan Tang Hanedanlığı müziği anlamına gelen Goryeo-Dangak, köy müziği olan Hyangak ve saray müziği olan Akk. Çosan Hanedanlığından kalan Koryo'nun da kullandığı bazı müzikler günümüz Kore seremonilerinde hala atalarına olan saygının bir simgesi olarak kullanılma |
ktadır.
Müzikte olduğu gibi Koryo hanedanlığı geleneksel dansını da 3 krallık döneminden almıştır. Bununla birlikte özellikle Çin'de bulunan Song Hanedanlığından da aldığı birçok dini ve saray halkına hitap eden dansı da bu kültüre eklemiştir.
Çosan hanedanlığı sırasında, müzik özellikle dini törenlerde önemli bir yer tutmuştur. Bu doğrultuda konusu müzik olan iki bölüm kurulmuş ve müzik metinlerinin bir düzene koyulması için çalışmalar yapılmıştır.
Tüm bunların doğrultusunda 1493 yılında müziğin kanunu olarak adlandırılan Akhakvebım yazıldı. Bu kitapta sarayda çalınacak müzik üçe ayrılıyordu: tören müziği, Çin müziği ve halk şarkıları. Özellikle Kral Second döneminde birçok çalgı geliştirildi. Saray müziğinin yanı sıra din dışı, geleneksel müzikler; dangak ve hyangak'ta varlılarını sürdürdü.
Halk dansları arasında yer alan çiftçi dansı, şaman dansı, keşiş dansı, özellikle Sandaenori olarak bilinen maskeli dans ve kukla dansı Çosan hanedanlığının ileri dönemlerinde halk tarafından çok sevildi.
Müziği, dansı ve öyküyü bir araya getiren maskeli dans, şamanistik öğelerde içerdiğinden halkın her kesimi tarafından ilgiyle karşılanıyordu. Ayrıca sahnede zengin kısmın alay konusu olarak alınması halkın buna olan ilgisini biraz daha artırıyordu. Kore'nin geleneksel halk danslarında, Konfiçyus ve Budacı etkiler oldukça ön plandadır. Konfiçyus etkisi baskıcı bir eğilim gösterir. Budacı etkilerin ise saray ve şaman danslarında görüldüğü üzere daha ılımlı bir hava vardır.
Bu geleneksel dansların büyük bir bölümü 1960 ve 1970'li yıllarda hızlı sanayileşme ve kentleşme sürecinde unutulmuştur. 1980'li yıllarda ise halk bu eski gelenekleri canlandırmak için birçok çalışma yapmaya başlamıştır. Yaklaşık 56 tane olan bu eski saray danslarından günümüzde sadece birkaç tanesi bilinmektedir.
Bu canlandırmayı desteklemek için devlette bir takım çalışmalar yapmıştır. Bu danslardan Silla döneminden, Cheoyongmu (maske dansı), Koryo döneminden Hakmu (turna kuşu dansı), Çosan döneminden, Chunaegjeon (Baharda öten bülbül dansı) varlıklarını devam ettirebilmek için devlet tarfından " Dokunulmaz Kültürel Miras" olarak adlandırılmış ve bunu günümüze taşıyan sanatçılara da geleneksel sanatlar ve el sanatı ustalarına verilen en önemli ödül olan "insanlığın kültürel değerleri" unvanı verilmiştir.
Modern dansın ülkede gelişiminin ilk adımları ise Japon sömürge yönetimi esnasında da bu çalışmaları yapan Jo Taek-Won ve Choe Seung-Hi tarafından atılmıştır. Bağımsız Kore'nin kurulmasından sonra kurulan Seul Bale Topluluğu (1950) bale ve modern dans sergileyen ilk topluluk oldu.
Kore batı müziğiyle ilk olarak 1893 yılında Hristiyan ilahisiyle tanıştı ve bu 1904 yılından itibaren okullarda öğretilmeye başlandı. Daha sonraları ise batı melodileriyle söylenen Changga (Çanga) ülkenin her yanına yayıldı.
Kore'nin bağımsızlığına kavuştuktan sonra kurulan ilk batı tarzındaki orkestra Kore Filarmoni Orkestrası Derneği oldu. Günümüz Kore'sinde Seul ve diğer illerde yaklaşık 30 orkestra vardır. Bu müzik gelişimi Koreli müzisyenlerin de dünyada birçok yerde adlarını duyurabilmelerini sağlamıştır. Bunlar arasında en çok dikkati çekenler Chung üçlüsü, şef piyanist Chung Myung-Whun, viyolonsel sanatçısı Chung Myun-Wha , ve kemancı Chung Kyung-Wha'dır.
Şarkıcılar arasında ise sopranolar Jo Su-Mi, Shin young-Ok ve ong Hye-Gyong uluslararası müzik dünyasında önemli yer edinmişler, New York'taki Metropolitan Operasında baş rollerde oynamışlar ve dünyaca ünlü müzik şirketleri tarafından plakları yapılmıştır.
Kore'nin geleneksel müzik ve sanatını korumak ve geliştirmek için 1951 yılında Kore Geleneksel Sahne Sanatları Merkezi kuruldu ve 1993 yılında Seul Güzel Sanatlar Merkezinde kurulan Kore Ulusan Sanatlar Enstitüsü Müzik Okulu ise de batı biçimi bir konservatuvar olarak eğitim vermeye başlamıştır.
Kore tiyatrosu ise tarih öncesi dönemin dinsel törenlerinin etkisi altında kalmış, müziğin ve dansın içi içe olduğu bir yapıya sahiptir. Geleneksel tiyatro türünün en önemli örneği dans, şarkı, öykü, yergi ve gülmece içeren maskeli bir dans olan Sandenori ya da Talçum'dur. Bunların yanında halk sanatçılarının ortaya koyduğu kukla oyunları Pansori'ler oldukça ilgi görürdü ve bunlar pek sık olmasa da günümüzde de gösterilmektedir.
Maskeli dans ve öteki tiyatro sanatlarından farklı olan Sin-geuk ise 1092 yılından itibaren sergilenmeye başlandı. Batı türü bir tiyatroya ise ilk kez 1908 yılında Seul ev sahipliği yaptı. Daha incelemesi yaparak yurda dönenlerin oluşturduğu "Hiokşindan" ve Munsusong" tiyatro toplulukları yeni akım estirmeye başladılar. Sinpa isimli bu oyunlar askeri, siyasi sonraları ise polisiye konular sahnelediler.
1920'li yıllarda tiyatro sanatının önde gelen kişilerinin kurduğu Tovolhoe, tiyatro sanatına öncülük edip 1930'lara kadar adından çok söz ettirdi. 1940 ve 1950'lere gelindiğinde ise toplumsal ve siyasal karışıklığın etkisi ve yine sinema ve televizyonun gelişimi bu sanatın etkisini zayıflattı.
1970'lere gelindiğinde ise bazı genç sanatçılar maskeli dans oyunları, şaman törenleri ve pansori'ler gibi eski geleneksel tiyatronun biçimlerini inceleyip bunu günümüze taşımaya gayret göstermişlerdir. Günümüzde Seul'ün merkezinde bulunan Tehangno Caddesindeki tiyatrolarda bu tür gösteriler sergilenmektedir.
Kore film yaşamı 1919 yılında başladı. Haklı İntikam adlı film bir dramaydı. 1923 yılında yapılan ilk konulu film ise Ayın Altındaki Yemin'di. 1920'lerde Japon zulmüne karşı yapılan Arirang filmi halk tarafından oldukça sevildi. Kore savaşının 1953 yılında bitmesinden sonra film endüstrisi gelişmeye başladı, fakat yaklaşık 10 yıl kadar devam eden bu gelişim televizyonun hızlı yükselişi nedeniyle durma noktasına geldi. Bu süreç 1980'lerin başına kadar devam etti. Genç ve yetenekli yönetmenlerin başını çektiği bir grup bu dönemde film endüstrisine oldukça önemli katkılar yaptı. Hazırlanan filmler Londra, Venedik, Berlin, Tokyo ve daha birçok film şenliklerinde gösterilip tanındı ve önemli ödüllere layık görüldü.
Cannes Film festivalinde gösterilen ilk Kore Filmi ise 2000 yılında yarışan İm Kvon-Tek'in yönettiği Cunhgyangcon (Çunhyang'ın Öyküsü) oldu. Bakhasatang (Naneli Şeker) Filmi de 35. Carlo Bivari Film Şenliğinde üç ödül aldı.
Günümüz Kore sinemasının parlayan yıldızı Kim Ki Duk olarak kabul edilmektedir. Kim Ki Duk, Berlin Film Festivalinde Samartian Girl isimli filmiyle Altın Ayı ödülünü kazanmıştır.
Kore'de Halkın yoğun ilgisi ve bazı film şirketlerinin etkisiyle burada da film şenliklerinin düzenlenmesine başlanmıştır. Bunların arasında Pusan Uluslararası Film Şenliği ile Puçın Uluslararası Fantastik Filmler Şenliğidir.
200'den fazla şirketin bu endüstride olduğu yapılan çalışmalar hala daha yeterli düzeye ulaşmamıştır.
Bazı ünlü Kore dizileri arasında Saraydaki Mücevher (Dae Jang Geum), Efsane Prens (Jumong), Denizler İmparatoru (Hae-shin veya Emperor of The Sea), Sarayın Rüzgarı, Düşlerimin Prensi (Goong), Zoraki Prens (Goong S), Ölümüne Aşk (A Love to Kill), Muhteşem Kraliçe (Seondeok Yeowang, Queen Seon Deok veya The Great Queen Seondeok), Kadın Polis (Damo), Rüzgarın Krallığı Jumong'un Torunları (The Kingdom of the Winds veya Country of Wind veya The Land of Wind), Demir Prenses (Empress Cheonchu veya Empress Chun Chu), Büyük Kral Jo Young, Tacir (Sangdo), Sarayın İncisi (Dong Yi), Kral Sejong (Dae Wang Sejong, King Sejong, The Great Sejong, The Great King Sejong veya Sejong the Great), The Princess' Man, Coffee Prince, My Princess ve Yaban Çiçeği (Boys Over Flowers veya Boys Before Flowers) vardır.
Artistleri arasında en ünlüleri Lee Young-ae, Song Il-gook, Song Ji Hyo, RAIN (Bi), Wonk Ji Joon, Han Hye Jin, Lee Yo-won, Yoon Eun Hye, Kang Ji Hwan, Park Shin Hye, Jang Geun Suk, Hyun Bin, Lee Min Ho, Lee Hong Ki, Ha Ji Won, Jung İl Woo,Kim Jeong Hoon,Yoona ve başka pek çok yıldızları vardır.
Esrar
Esrar, ya da marijuana, kenevir bitkisinin "Cannabis sativa"/"Cannabis indica" /"Cannabis ruderalis" türlerinin çiçeklerinden ve tohum yataklarından elde edilen, vücutta kullanıldığında sarhoşluk ve keyif veren bitki parçalarının ve uyuşturucunun halk arasındaki adıdır.
Esrar, coğrafyasına göre farklı isimlerle adlandırılır. Kuzey Amerika'da esrara "marijuana" (marihuana) denir. Bu İspanyolca adı taşımasının nedeni ABD'ye Meksika'dan gelmiş olmasıdır. Ayrıca Jamaika'daki genel adı da "ganja"dır. Türkçede ot, cigaralık, derman, tek/çift kâğıtlı, gogo,üçlü gibi adlarla, Fransızcada ise "gannavuri" olarak bilinir. Ancak bu tanımlamaların bazıları, esasında kenevirin tercümesidir ve bu yüzden kenevir ve esrar Türkçede hep birbirine karıştırılır.
Esrar, Hint keneviri bitkisinin "Cannabis sativa"/"Cannabis indica" türlerinin dişi eşeyli bitkilerinin tohum yataklarının (sömek) işlenmesiyle elde edilir. Bitkinin yapraklarının kurutulup bastırılması suretiyle hazırlanan ve aktif maddesini bu kısımlardan salgılanan reçine içindeki kannabinoidlerin() oluşturduğu bir maddedir. Kannabinoidlerin içinde esrarda en fazla bulunan ve esrarın farmakolojik etkilerinden sorumlu olan etkin ana madde Δ9-THC /Δ9-Tetrahidrokannabinol'dür. Dişi kenevir bitkisinin yüksek oranda THC içeren kısımları gölgede kurutulur, daha sonra ufalanıp elenir. Bu eleme sonucu elde edilen ince toz halindeki maddeye "toz esrar", bu tozun ısıtılıp kalıplaştırılmasıyla elde edilen plaka şeklindeki haline de "takoz esrar" denir. En ince toz ipek elekten geçirilince altta kalan esrar birinci kalite esrardır. Buna esrar piyasasında kubar ismi verilir. Artık eleme işleminde zaman kazanmak için tek elek tipi kullanılması (üreticilerin kendi kullanımı için olan üretim hariç) genelde tek kalite toz esrar üretimine sebep olmaktadır
Esrarın kullanımı insanlık tarihi kadar eskidir. Keyif verici ve sarhoş edici etkisinden başka, onlarca sektörde hammadde olarak kullanılır. İnsanlık tarihinde genellikle psikiyatrik hastalıkların tedavisinde kullanılan tıbbi ilaçların bileşenlerinden biri olarak yer alırdı. Keyif verici etkisi nedeniyle kullanımı çok yaygındır.
1920'lerden sonra A |
merika'nın pamuk üretimi artmış, kendi pamuğunu dünyaya satmak için pamuğun karşısındaki en güçlü rakibi olan kenevir bu tarihten sonra esrara ABD`nin öncülüğünde küresel bir yasak getirilmiştir. 1937`de çıkan "Marihuana Vergi Yasası" ile önce marihuana ticareti'nın resmen sadece bir vergi pulu ile yapılabilmesi kararlaştırılıp sonra ise hiç vergi pulu bastırmayıp zaten olmayan pulu bulundurmayan tüccarları cezalandırmak ve üstlerinde marihuana bulunan meksikalı kaçak işçileri sınırdışı etmek ve genellikle siyahi toplumu cezalandırmak için sebep göstererek ABD`de esrar ticareti pamuk lobisinin yalana dayalı faaliyetleri vasıtasıyla mutlak biçimde yasaklanmıştır, önceleri Muggles (marijuana) isimli bir parça besteleyen Louis Armstrong bu yasaktan sonra Kasım 1930'da Kaliforniya Culver City'deki Cotton Club'ın dışında esrar içerken tutuklanmıştır.
İkinci dünya savaşı sırasında pamuk, kıyafet ve ilaç yetersizliği yüzünden, ABD hükümeti kenevir üretme yasağını bir süreliğine kaldırmış ve hatta üretimini finanse ve stimule etmiştir. Fakat 1948'de yasa yeniden yürürlüğe girmiştir ve hala geçerlidir.
Divan edebiyatında birçok şair esrar ile ilgili rubailer, şiirler yazmışlardır. Türklerin İslamiyetten önceki Şaman döneminde de yoğun olarak kullanılırdı. Şamanların esrar etkisi altında geleceği gördüğüne inanılırdı.
İngiltere'de "The Lancet" medikal dergisinin yayınladığı bir araştırmaya göre esrar (Hint Keneviri), tütünden ve alkolden daha az zararlı maddeler arasındadır.
Anksiyete, Paranoya, Huzursuzluk, Öfori, Gevşeme hali, Uyku isteği, Aşırı derecede gülme hissi ve buna bağlı olarak elmacık kemiklerinde ağrı, Gözlerde kararma, Denge bozukluğu, Sersemlik, Unutkanlık, Anı sorgulama, Açık yakalama, Umursamazlık, Kendini zeki hissetmek, Bakılan/izlenen kişiyi birine benzetmek, İştah ve susuzluk, Salivasyonda (tükürük bezi salgılaması) azalma ve buna bağlı olarak şeker-çikolata vb. gıdalar tüketmek, Nefesini boğazında hissetmek (kullanılan doza göre bu his değişiklik gösterir), Aşırı odaklanma (bir alet veya düşünce üzerine), Zamanın yavaş geçtiği düşüncesi, Vücuttaki sıvıların akışını hissedebilmek (damarda dolaşan kan, mideye inen içecek gibi), Mideye inen katı maddelerin/yiyeceklerin akışını hissedebilmek, Yenilen yemeğin ve içilen sıvının normalden aşırı derecede güzel ve tatlı gelmesi, Tansiyon yükselmesi, Analjezi, İllüzyon, Psikotik eksitasyon, Depresyon, Panik atak, Göz tansiyonunda azalma ve Flash-back (geçmişe dair halisülasyonlar) gibi etkiler görülebilir.
Esrar, anlık bilgilerin hipokampusa girişini ve burada derlenmesini baskılar. Böylece öğrenme, hafıza ve anlık bilgilerin duygu/motivasyonla entegre olmasını sağlayan sistem etkilenir. Buna bağlı olarak daha evvel öğrenilmiş davranışlarda bozulma görülür.
Hollanda, 1970'lerden 1 Ocak 2014'e kadarki süre içerisinde esrarın keyif amaçlı alınabileceği tek ülkeydi. Hollandalı yetkililer 1970'li yıllardan bu yana esrar kullanımına bağlı olarak yaptıkları tutuklamaları durdurmuşlardır. Esrar'ın yasal durumu tam yasal değildir ancak suç da değildir. Bu, esrarı yasaklayan veya serbest kılan bir yasa bulunmadığı anlamına gelir. Özellikle Amsterdam'da bulunan esrar kafeler ülkeye gelen ve egzotik esrar tatmak isteyen turistlere ev sahipliği yapmaktadır. Buna karşın bazı sınırlamalar mevcuttur. Örneğin bir kafe dükkanında günde en fazla 500 gram esrar işleme tabi tutulabilir. Bir müşteriye günde en fazla 3 gram esrar satılabilir. Bu dükkanların hiçbirinde 18 yaşını doldurmamış kimseye hizmet verilemez. Bu kurallara uyulmaması kafe dükkanının kapatılacağı anlamına gelmektedir. Ayrıca büyük miktarlarda alım ve satım yasa dışı olduğundan çoğu kafe sahibi ya kendi ürünlerini yetiştirmelidir ya da yasal olmayan üreticilere kendilerine yetiştirmeleri için tohum sağlamak zorundadırlar. GreenHouse adlı firma bugün yasal olan en büyük üretim şirketidir.
ABD'nin Colorado eyaleti 1 Ocak 2014'den beri düşük miktarda esrar satışına izin vermektedir. Eyalette turizm kısa sürede patlama yapmıştır. Ayıca Oregon eyletinde de Esrar'ın üretim, satış ve tüketimi serbesttir. Devlet başkanı Barack Obama esrarın, en fazla alkol kadar zararlı olduğunu gençken kendisinin de esrar içtiğini ama asla esrar içmeyi kimseye tavsiye etmediğini belirtmiştir. Özellikle kızlarına bunun gereksiz ve sağlıksız olduğunu da tembih ettiğini belirtmiştir. Bazı ekonomistler ve Obama karşıtları Colorado'daki yasallaşmayı ve Obama'nın bu konudaki tavrını 'ABD eyaletleri parasızlıktan esrar satıyor' şeklinde yorumlamışlardır.
Sin City
Gökkuşağı bayrağı
Gökkuşağı bayrağı, bir gökkuşağının renklerinde olan şeritler içeren rengârenk bir bayraktır. Birçok gökkuşağı bayrağının tasarımı "geleneksel" (kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, çivit mavisi ve menekşe) renk düzenini takip etmektedir.
Gökkuşağı bayraklarının kullanımı çok eski bir gelenektir; dünya çapında birçok kültürde çeşitlilik, içericilik, umut ve arzunun bir simgesi olarak gösteriliyor.
Günümüzde birbiriyle bağlantısı olmayan bir sürü gökküşağı bayrağı kullanılmaktadır. Bunların belki en çok bilinen örneklerinden gay pride'i simgeleyen "gurur bayrağı"dır. Barış bayrağı da özellikle İtalya'da çok yaygın ve kooperatif bayrağı, uluslararası dayanışmayı simgeliyor.
Gökkuşağı bayrağı, İnka İmparatorluğu'nun mirasını ve And halkı hareketlerini temsil etmek için de Andlılar tarafından kullanılır.
Gökkuşağı bayrağının eşcinsel toplum tarafından ilk kullanımı 1978 yılında San Francisco Gay ve Lezbiyen Özgürlük Günü Yürüyüşü sırasında oldu. Hippi hareketlerinni zenci yurttaşlık hareketlerinni simgeselliğinden esinlenen San Franciscolu sanatçı Gilbert Baker, eşcinseller tarafından her yıl kullanılabilecek bir simge arayışı içinde gökkuşağı bayrağını tasarladı. Baker ve 30 gönüllü, yürüyüş için iki dev prototip bayrağı elle dikip boyadılar. Bayrakların her biri farklı renkte olmak üzere sekiz şeridi vardı ve her bir renk eşcinsel toplumun farklı bir bileşenini temsil ediyordu: kırmızı yaşamı, turuncu iyileşmeyi ve gelişmeyi, sarı güneşi, yeşil doğayı, çivit mavisi uyumu, mor maneviyatı, cam göbeği sanatı ve cart pembe cinselliği.
Bir sonraki yıl Baker, 1979 yılındaki yürüyüşte kullanılmak üzere seri üretimi için San Francisco Paramount Bayrak Şirketi'ne başvurdu. Üretimdeki bazı kısıtlamalar yüzünden (cart pembe boyanın piyasada fazla bulunmaması gibi) pembe ve cam göbeği tasarımdan çıkarıldı. Altı renkli bu yeni tasarım, San Francisco'dan diğer kentlere de sıçrada ve kısa süre içinde eşcinsel bilincin ve çeşitliliğin dünyaca tanınan simgesi haline geldi. Hatta, Uluslararası Bayrak Yapımcıları Kongresi tarafından da resmen tanındı. 1994 yılında, 9 metre eninde 1,5 kilometre boyunda devasa bir gökkuşağı bayrağı New York Stonewall 25. yürüyüşünde 10 bin kişi tarafından taşındı.
Gökkuşağı bayrağı benzeri simgelerin yaratılmasına da yol açtı: özgürlük yüzükleri ve iğneler gibi. Bayrağın birçok farklı uyarlaması da yapıldı. Bunlar arasında ABD bayrağını andıran yıldızlı bir uyarlama ve diğer eşcinsel simgelerin eklendiği çeşitli tasarımlar sayılabilir.
Karaciğer
Karaciğer, omurgalı ve bazı diğer Hayvanlar için hayati bir organ olma özelliğini taşır. Karaciğerin detoksifikasyon, protein sentezi ve biyokimyasal sindirim için gerekli olan üretim de dahil olmak üzere geniş bir etki alanına sahiptir. Karaciğer yaşam için gerekli olan hayati bir organdır. Karaciğer yokluğunda veya işlev yitiminde, diyalizle kısa bir süre fonksiyonları devam ettirilebilir. Fakat karaciğerin fonksiyonunu, uzun süreli yokluğunda, telafi edebilmein hiçbir yolu yoktur. Karaciğer organ metabolizmasında önemli bir rol oynar. Glikojen depolanması, kırmızı kan hücrelerinin üretimi, plazma ve protein sentezi, hormon üretimi ve detosifikasyon ayrışma da dahil olmak üzere vücutta daha birçok alanda işlevi vardır. Karaciğer karında, abdominal-pelvik bölgede diyaframın altında bulunmaktadır. Karaciğer ayrıca yağ sindirimine yardımcı alkali bileşik bir sıvı olan safra üretir. Ayrıca çok özel doku sentezi ve birçoğu normal yaşamsal işlevler için gerekli olan küçük ve karmaşık moleküller de dahil olmak üzere yüksek hacimli biyokimyasal reaksiyonları düzenler.
Tıbbi literatürde çoğunlukla karaciğer anlamına gelen hepar (ἡπαρ) ve Yunanca kelime kökenli hepato terimi kullanılır.
= Anatomi =
Karaciğer,insanda eşitsiz büyüklüğü ve şekli olan dört lobu bulunan kırmızımsı kahverengi bir organdır. Bir insan karaciğeri normalde [3] 1,4-1,7 kg (3,1-3,5 lb) ağırlığında ve yumuşak, pembemsi-kahverengi, üçgen bir organdır. Hem en büyük iç organ (en büyük organ genel olarak deri) ve insan vücudunun en büyük bezidir.Karaciğer diyaframın hemen altında ve karın boşluğunun sağ üst kısmında bulunur. Karaciğer Midenin sağ tarafını ve safra kesesi örter. Karaciğere iki büyük damar bağlıdır. Biri hepatik arter ve biri portal ven adı verilen damarlardır. Portal ven kanı tüm gastrointestinal kanaldan sindirilmiş besinleri içerir. Dalak ve pankreas gelenleri taşıyan ise hepatik arterdir ve aorta kan taşır. Bu kan damarları daha sonra bir lobun içinde yollara ayrılır. Her lop temel milyonlarca temel metabolik hücrelerden oluşur.
Karaciğerde bulunan karaciğer portal ven ve hepatik arterlerin bir çifti kanı alır. Karaciğer vücudun kan arzının yaklaşık %75 teminini sağlar. Hepatik portal ven, kanı; dalak, sindirim kanalından drene venöz ve organlara taşır. Hepatik arterler ise onun kan akımının geri kalanını sağlar ve karaciğerin kan kaynağıdır. Oksijen iki kaynaktan da sağlanır. Karaciğer oksijen ihtiyacının yaklaşık yarısı karaciğer portal ven tarafından karşılanmaktadır ve yarım hepatik arterler tarafından karşılanmaktadır. Kanı sinüzoidlerde boşaltır ve her lop orta damara geçer.
VI. Mehmed
VI. Mehmed, Sultan Vahideddin ya da Sultan Vahdettin (Osmanlı Türkçesi: وحيد الدين, Vahîdüddîn, Mehmed-i Sadis) (d. 14 Ocak 1861, İstanbul – ö. 16 Mayıs 1926, San Remo), Osmanlı İmparatorluğu'nun 36. ve son sultanı ve 115. İslam halifesidir. Sultan Vahdettin'den sonra padişahlık kaldırılmış, fakat İslam Hali |
feliği saltanatı Abdülmecit tarafından devam ettirilmiştir. Türbesi Türkiye'de olmayan tek padişahtır.
Sultan Abdülmecid'in sekizinci oğlu ve kendisinden önce tahta geçen V. Murad, II. Abdülhamid ve V. Mehmed'ın küçük kardeşidir.
Çok küçük yaşta anne ve babasını kaybetti. Sultan Abdülmecid'in ikballerinden Şayeste Hanımefendi tarafından büyütüldü. Tahta geçiş sıralamasında çok aşağılarda olduğu için gözden uzak bir yaşam sürdü. Gençlik yıllarında gizlice medrese derslerini takip etmiş, bu özelliği ile tahta çıktıktan sonra kendisine arz edilen şer'i konulara müdahale edebilecek derecede yetkinleşmiştir. Hat, musiki ve edebiyat sanatlarıyla ileri seviyede uğraşmıştır.
İlk evliliğini bu dönemde, ablası Cemile Sultan'ın sarayında görüp beğendiği Emine Nazikeda Hanım ile yapmıştır. Cemile Sultan, çok sevdiği Nazikeda üzerine başka bir eş almaması şartı ile Vahdettin'in talebini kabul edeceğini bildirdiğinde ablasının şartını kabul etmesine rağmen, bu evlilikten dünyaya Sabiha Sultan ve Fatma Ulviye Sultan geldikten sonra doktorların tıbben bir daha doğum yapamayacağı bildirilmesi üzerine eşinin de rızasını alarak başka evlilikler yaptı. 1912'de tek oğlu Mehmet Ertuğrul dünyaya geldi.
Ağabeyi II. Abdülhamid'in uzun padişahlığı sırasında, Çengelköy'de mimar Alexandre Vallaury'ye yaptırdığı köşkünde münzevi bir hayat yaşadı. Diğer şehzadeler hakkında padişaha jurnal yazmakla suçlandı.
V. Mehmed tahta geçtiğinde, Sultan Abdülaziz'in oğlu Yusuf İzzeddin Efendi veliaht oldu. Yusuf İzzettin'in 1 Şubat 1916'da bir yurt dışı seyahatine çıkacağı gün henüz aydınlatılamayan bir şekilde intiharı üzerine Vahidettin veliahtlık makamına yükseldi. 1917 Aralık ayında yaveri Mustafa Kemal Paşa eşliğinde beş haftalık Almanya seyahatine çıktı. 3 Temmuz 1918'de Sultan Reşat'ın ölümü üzerine 57 yaşında tahta çıktı.
Tahta çıkışından kısa bir süre sonra şöyle dediği anlatılır:
"Ben bu makam için hazırlanmadım. Çocukluğumdan beri vücutça rahatsız olduğumdan layikiyle tahsil edemedim. Yaşım kemale erdi, dünyada bir emelim kalmadı. Biraderle hangimizin evvel gideceğimiz malum olmadığından bu makamı bekleyişte değildim. Fakat takdiri ilahi böyle teveccüh etti, bu ağır vazifeyi deruhde eyledim. Şaşmış bir haldeyim, bana dua ediniz."
1918 yazında ordu ve donanmaya bir Hatt-ı Hümâyun göndererek Başkomutanlığı üzerine aldığını bildirdi. Devlet yönetiminde aktif bir rol alacağının işaretlerini vermişti ancak iki büyük sorunla karşı karşıya idi: bir yandan, bir felakete dönüşen I. Dünya Savaşı'nı en az hasarla sona erdirmek; öbür yandan, 1913'ten beri imparatorluğa egemen olan İttihat ve Terakki rejimine karşı bir siyasi alternatif oluşturmak. Tahta geçer geçmez, İttihat ve Terakki önderliğine muhalefetiyle tanınan Mustafa Kemal Paşa'yı Suriye Cephesi komutanlığına atadı.
8 Ekim 1918'de savaşın kaybedileceğinin anlaşılması üzerine Talat Paşa başkanlığındaki İttihat ve Terakki kabinesi istifa etti. Yerine Ahmet İzzet Paşa başkanlığında bir kabine kuruldu ve bu kabine savaşı bitiren Mondros Mütarekesi'ni 30 Ekim 1918'de imzalandı. Ahmet İzzet Paşa'nın "artçı" kabinesinin de sadece 25 gün süren iktidardan sonra istifası üzerine Padişah diplomat Ahmet Tevfik Paşa'yı 13 Kasım'da sadrazamlığa getirdi.
Kurtuluş Savaşı 9 Eylül 1922'de İzmir'in Kurtuluşu ve 13 Ekim 1922'de Mudanya Mütarekesi ile sona erdi. Bu sırada İstanbul henüz İtilaf Devletlerinin askeri işgali altındaydı. 6 Ekim'de TBMM ordusunu temsilen Refet Bele komutasındaki bir askeri birlik İstanbul'a girdi. Bu günlerde basın organları Vahdettin'in aleyhinde geniş çaplı ve kamuoyunda etki yapan yayınlarda bulundular. Padişah Vahidettin'in Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları hakkında ölüm fermanı imzalamasının ve Millî Mücadele karşıtı tavırlarının, son padişahın vatan haini olduğunu açıkça göstermekte olduğunu düşünen halk arasında bazı gruplarca hakaret ve tehdit içeren gösteriler yapıldı.
Vahdettin'in 11 Nisan 1920 tarihli kararname ile başlayan girişimleri, ""isyan"" kavramının da ötesinde "iç savaş" girişimi olarak kabul edilmiştir.
1 Kasım 1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi, çıkardığı iki maddelik bir kanunla saltanatı kaldırdı. 4 Kasım'da son sadrazam Ahmed Tevfik Paşa istifa etti. 5 Kasım'da Refet Paşa, Babıali'deki bakanlıklara gönderdiği bir genelgeyle işlerine son verildiğini tebliğ etti. 17 Kasım sabahı Vahdettin, küçük oğlu Mehmet Ertuğrul ve hareminin mensuplarıyla birlikte Dolmabahçe Sarayından bir kayığa binerek Boğaziçi'nde demirlemiş olan HMS "Malaya" adlı İngiliz zırhlısı ile Malta'ya gitti.
İngilizler Vahdettin'in İngiltere'ye gelmesini kabul etmediği için devrik padişah bir süre Malta'da kaldı. 1922 sonunda Hicaz kralı Hüseyin'in daveti üzerine hacca gitti. 20 Nisan 1923'e dek Hicaz'da kaldı. İngiltere'nin baskısı üzerine buradan ayrıldı.
Bir süre İtalya'nın Cenova kentinde yaşadı. 11 Haziran 1923'te San Remo kasabasında kiralanan bir villaya taşındı. Bu dönemde başlangıç bölümünü kendi el yazısıyla yazdığı, kalan bölümlerini yakınlarına dikte ettirdiği anılarını kayda geçirmiştir.
Kurtuluş Savaşı zafer ile neticelendikten sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi hükûmeti 1 Kasım 1922’de hilafet ile saltanatın ayrıldığını ve saltanatın kaldırıldığını bir kanun ile ilan etti. Vahdettin'in adı hutbelerden kaldırıldı. Bunun sonucunda Sultan Vahdettin 17 Kasım 1922 Cuma günü Dolmabahçe Sarayı'ndan Malaya harp gemisi tarafından alınıp Malta Adası’na götürüldü. Oradan Melik Hüseyin’in daveti üzerine Mekke'ye oradan da İtalya'daki San Remo şehrine giderek bu şehirde ikamet etti. Vahdettin 16 Mayıs 1926’da San Remo'da vefat etti. Cenazesi Şam'a getirilerek Sultan Selim Camiî kabristanına defnedildi.
Göknar
Göknar ya da köknar ("Abies"), çamgiller (Pinaceae) familyasının "Abies" cinsinden iğne yapraklı ağaç türlerine verilen ad.
40m’ye kadar boylanabilen göknarlar, kendine özgü formu, gövde kabuğu iğne yaprakları ve hatta kokusu ile Çamgiller familyasının diğer türlerinden ayırt edilebilir. Yapraklarının alt yüzeyinde beyaz çizgiler vardır.Kozalaklar sonbaharda olgunlaşınca pulları dökülür. Türkiye'de 213.652 hektar saf göknar ormanı bulunmaktadır
Yaz-kış yeşil, boylu orman ağaçlarıdır. Piramidal veya dar konik bir şekilde gelişme gösterir. Gövde genel olarak çatallanma göstermez, dallar gövdeye çevrel olarak dizilmiştir. Kozalakları yukarıya doğru dik olarak durur. Bu özelliği ile kozalakları aşağıya bakan ladinlerde ayrılır. Kökleri kuvvetli ve kazık köktür.
Göknar türleri genellikle yarı gölge ortamlarda iyi gelişme gösterir. Nemli ve verimli orman topraklarını tercih ederler. Ancak nemli, kumlu, veya killi topraklarda da iyi gelişirler. Kireçli topraklardan hoşlanmazlar hava nisibi nemini yüksek, yaz aylarını yağışlı ve serin olmasını isterler.
Kuzey yarımkürede mutedil (ılıman) iklim bölgelerinin, yüksek dağlık kesimlerinde ve Kuzey Afrika, Himalayalar ve Türkiye'de doğal olarak yetişir.
Seksiyon Balsamea
Seksiyon Grandis
Seksiyon Abies
Seksiyon Piceaster
Seksiyon Momi
Seksiyon Amabilis
Seksiyon Pseudopicea
Seksiyon Oiamel
Seksiyon Nobilis
Seksiyon Bracteata
V. Mehmed
V. Mehmed Reşad veya Mehmed Reşad (d. 2 Kasım 1844, İstanbul – ö. 3 Temmuz 1918, İstanbul), Osmanlı İmparatorluğu'nun 35. padişahı ve 114. İslam halifesi. Sultan Reşad olarak da bilinir.
II. Mahmud'un torunudur. 18 oğlu ve 24 kızı olan Sultan Abdülmecid'in yaş sırasına göre üçüncü oğluydu. Annesi Gülcemal Kadın Efendi'dir. Eski Çırağan Sarayı'nda doğdu. Annesi Gülcemal Kadın Efendi veremden öldüğü zaman Mehmed Reşat 7 yaşındaydı. Çocukluğu, padişah olan babasının yanında geçti. Eğitimine fazla önem verilmedi. Babası ve amcası Sultan Abdülaziz saltanat yıllarında özgür ve rahat bir şehzadelik yaptı. 1872'de başkadını olan Kamures ile "izdivaç" yapıp, "aile" kuran Osmanlı şehzadeleri arasına girdi. 1876-1909 ağabeyi II. Abdülhamid döneminde, veliahtlık yapmasına rağmen, Dolmabahçe Sarayı'nın Veliahtlık Dairesinde kapalı hayat yaşamak zorunda kaldı. Veliaht olduğu için devamlı kontrol altında tutuluyordu. Seyrek olarak Balmumcu Çiftliği'ne gitmesine izin verilmekteydi. Ama başkalarıyla görüşmesi ve İstanbul'da gezinmesi yasaklanmıştı. Gözlerinin mavi olduğu Mehmed Reşat'ın kendine nazar değdireceğinden korkan ağabeyi II. Abdülhamid onunla karşı karşıya görüşmekten kaçınmış olduğu belirtilmektedir. Günlerini haremde geçirir; Dürr-i And, Mihr-engiz adlı kadınefendileri ve Ziyaeddin, Necmeddin, Ömer Hilmi adlı şehzadeleriyle ilgilenip eğlenirdi. Fars edebiyatına, Mevlevilik konularına ve özellikle Mesnevi'ye yakın ilgisi vardı. Şiir ve diğer kitapları da okurdu.
1908'de İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra Veliahd olarak protokole göre "Devletû Necabetû Veliahd-ı Saltanat Reşat Efendi Hazretleri" şeref adını kullanarak törenlere iştirak etmeye başladı. Halk arasında güler yüzü ve sıcak bakışı ile sempati topladı. Onun bu makam teşebbüsünden hoşlanmayan ve oyuna geldiğini fark eden ağabeyi II. Abdülhamid'in verdiği bir Yıldız Sarayı davetinde onun yakasından tutup "Bu işler senin başının altından çıkıyor" dediği belgelenmiştir.
31 Mart Olayı ardından 1909'da, II. Abdülhamid Meclis-i Milli tarafından tahttan indirildi ve 65 yaşında olan Veliaht Reşad Efendi İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin desteğiyle tahta çıkartıldı. Saltanat adı olarak, asıl adı olan "Reşad" değil, "Mehmed" adının kullanması kararlaştırıldı. Bu isim değişikliği ayandan Ferik Sami Paşa önerisiyle yapıldı ve gerekçesinin Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'a ordusuyla girişi ile Hareket Ordusu'nun İstanbul'a gelişi arasında bir bağlantı kurmak olduğu belirtilmektedir. Padişahlığa Meclis-i Milli kararıyla gelmesine rağmen, Osmanlı Hanedanı'nın "ekber evladı" olması ile de padişahlığı hakkı bulunmaktaydı.
Cülus töreni Beyazıt'ta bulunan Harbiye Nezareti binasında yapıldı. Bu tören için yeni padişah Dolmabahçe Sarayı'nda Sirkeci'ye kadar "İhsaniye" istimbotuna binip gitti. Bu deniz yolculuğu sırasında donanma gemilerinden yapılan şeref top atışları onu korkuttu. Sirkeci'den Beyazıt'a saltanat arabası ile çıkarken y |
olun iki tarafında dizili İstanbullular tarafından coşkunlukla alkışlandı. Biat duasından sonra yaptığı konuşmada "Hürriyetin ilk padişahı benim ve bunda müftehirim" demiş ve bundan sonra "Meşrutiyet Padişahı" olarak anılmaya başlanmıştır.
V. Mehmed, Osmanlı padişahları arasında tahta çıkan en yaşlı padişahtı.
5 Mayıs 1909'da II. Abdülhamid'in son sadrazamı olan Ahmed Tevfik Paşa İttihad ve Terakki Cemiyeti üyelerinin zorlamaları ile istifa etti ve yeni hükümet Hüseyin Hilmi Paşa sadrazamlığı altında kuruldu.
10 Mayıs 1909 günü V. Mehmed için Eyüp'de kılıç alayı yapıldı. Padişah Dolmabahçe'den "Söğütlü" yatına bindi ve Boğaz ve Haliç üzerinden denizden Eyüp'e gitti. Eyüp Türbesi'nde Şeyhülislam Sahip Efendi ve Konya Mevlevi Dergahı Postnişini Abdülhalim Efendi tarafından Sultan Osman'ın kılıcını kuşandı. Sonra saltanat arabasına binen V. Mehmed Fatih Camii'nde Fatih türbesini ziyaret etti. Sonra yine saltanat arabası ile Dolmabahçe Sarayı'na döndü. Özellikle II. Abdülhamid'in uzun saltanat yıllarında İstanbul'un sokaklarında padişahın görünmemesi dolaysıyla yeni padişahın şehir içinde araba seyahati ve herkesi güler bir yüz ile selamlaması, yadırganmakla beraber, İstanbul halkı arasında büyük heyecan yarattı.
Padişah olarak ilk icraatlarının başında ikamet sarayının ve Cuma alaylarının değiştirilmesi oldu. Abdülhamid'in ikamet sarayı olan Yıldız Sarayı'ndan ayrıldı ve Dolmabahçe Sarayı'na yerleşti. Fakat Dolmabahçe Sarayı eski ve bakımsızdı. Saray çok ayrıntılı onarımdan geçirildi; saraydaki bütün odalar, bodrum katı dahil olmak üzere tamir edilip uygun bir hale getirildi ve elektrik ve kalorifer tesisleri yapıldı. Fakat Sultan Mehmed Reşat gaz lambasını elektriğe ve soba ile ısınmayı kalorifere tercih ettiği için kurulan yeni tesisat kullanılmadı. Haftalık Cuma alayı semtin değişik camilerinde yapılmaya başlandı. Bu nedenle Abdülhamid döneminde kullanılmaması dolayısıyla İstabl-i Amire'de çürüyen landolar ve saltanat arabaları onarıldı; şehir yollarına alışık yeni atlar satın alındı; seyis ve arabacılara yeni sırmalı üniformalar hazırlandı. Kortej protokolü sorunlarına çare olarak bu alaylarda padişahın yanına en kıdemli asker Ahmet Muhtar Paşa'nın oturtulmaya başlandı.
Sultan II. Abdülhamid'in padişahlığı sırasında hapis hayatı yaşadığı için devlet işlerinde tecrübe edinememişti ve yaşı da 65'e gelmişti. Zaten yumuşak huylu ve zayıf iradeliydi. Bu nedenlerle padişahlığı sırasında devlet yönetimi daha çok İttihat ve Terakki Partisi'nin genç ve dinamik ileri gelenlerinden Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa'nın elinde kaldı. Bu liderlerin yeni padişahı çok sevdikleri gösterileri yapılmaktaydı. Piyasaya onun adını taşıyan "Reşat Altını" sürüldü. Birçok İstanbul semtine, Anadolu kasaba ve köylerine "Reşadiye" adı verildi. V. Mehmet'in ilk saltanat günlerinde adi suçluların ve özellikle 31 Mart Olayı ile ilişkili ve İttihad ve Terakki Partisi aleyhtarı siyasi suçluların kentin meydanlarında asılmalarına onay vermeyeceğini mabeyn üyelerine ısrarla bildirmesine rağmen sonunda iktidarda bulunan İttihat ve Terakki Fırkası idarecilerinin ısrarlarına karşı gelemeyip bunlara onay vermek zorunda kaldı. Şehir halkı meydanlarda kurulan darağaçlarda asılan suçluların cesetleri İstanbul'da olağan görüntüler haline geldi. Bu icraat, Mehmed Reşat'ın saltanat döneminde gayet çok sayıda kanun, kararname ve irade-i saniyeye hiçbir itiraz şerhi koymadan ve hatta farkına varmaksızın onay vermesinin baş örneklerinden biri oldu.
29 Aralık 1909'da devlet idaresini yüklenen ama İttihat ve Terakki Fırkası'nın üyelerinin bu devlet işlerine devamlı karışmalarından hiç hoşlanmayan Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa istifa etti. Yerine Roma Sefiri olan İbrahim Hakkı Paşa göreve atandı ve 12 Ocak 1910'da yeni hükümetini kurdu. Bu hükümetin daha serbest olacağı beklenmekteydi; ama çok geçmeden kabine İttihat ve Terakki Fırkası liderleri, ordu ve Harp Nazırı olan Mahmud Şevket Paşa'nın etkisi altına girdi.
1910'da bir sıra kayda değer olay ortaya çıktı. 19 Ocak 1910 günü o zaman Meclis-i Mebusan binası olan Çırağan Sarayı, çatı katındaki kalorifer bacasından çıkan bir yangından sonra 5 saat içinde dört duvar haline dönüştü. Amcası Abdülaziz tarafından yaptırıldığı için V. Mehmed'in bu sarayı sevmediği ve içinde oturmak istemediği ve bu nedenle bu yangına üzülmediği bildirilmiştir. Aynı yıl "1910 Arnavutluk İsyanı" çıktı ve bu ayaklanma 1 Ocak 1911'de üzerine gönderilen Harbiye Nazırı Memduh Şevket Paşa komutasındaki güçler tarafından bastırıldı. 1908'de Girit Parlamentosu üyelerinin başbakanın tatilde olmasını ve Osmanlı İkinci Meşruriyet kurulmasını fırsat bilerek Yunanistan'la birleşme oyu vermelerinden sonra, 1910'da Yunan kralına bağlılık yemini vermeleri Osmanlı devletine ve V. Mehmed'e bağlı olmaları gerekmesi sorununu yeniden depreştirdi. Kozmopolit Efendi'nin sahibi ve Ahmed Samim Bey'in başyazarı olarak çıkarılan "Sada-yı Millet" gazetesinin Patrikhane lehine çalıştığı söylentileri yayılması üzerine, 9 Haziran 1910'da Ahmed Samim Bey bir suikaste hedef olarak Bahçekapı'da vurulup öldürüldü. Mayıs ve Haziran ayları boyunca devlet erkanı; meclis ve ayan üyeleri; yabancı elçilerle ile alafranga tertipli ve müzikli bir seri (örneğin Tokatlıyan Oteli, Beylerbeyi Sarayı, Dolmabahçe Sarayı'nda) ziyafet ve şölene katıldı.
6 Şubat 1911'de devlet idaresinin merkezi olan Bâb-ı Âli'de yangın çıktı, Sadrazamlık ile Hariciye Nezareti daireleri kurtulup. Şura-yı Devlet, Dahiliye Nezareti, Mektübcu, Teşrifatçı, Beylikçi, Sadaret Kalemi daireleri ile Vak’anüvis daireleri tamamen yandı. Çırağan Sarayı yangına üzülmeyen V. Mehmed'in bu yangına çok fazla üzüldüğü belirtilmektedir. 1911 yılı içinde V. Mehmed eski Fransız imparatoriçesi olan Eugenie'nin ve yazar Pierre Loti'nin ziyaretlerini kabul etti. 5 Haziran 1911 günü Sultan V. Mehmet denizden "Barbaros" zırhlısı ile Rumeli gezisine başladı. Selanik, Üsküp ve Priştina'yı ziyaret etti. Kosova'da bulunan ceddi I. Murad'ın türbesi olan Meşhed-i Hüdevandigar'da 100.000 kişinin katıldığı bir cemaatle cuma namazı kıldı. 26 Haziran'da İstanbul'a döndü.
Siyasi birliğini sağlamakta diğer Avrupa ülkelerine göre geç kalan İtalya, sömürgecilik yarışına katılarak Kuzey Afrika'da Osmanlılara ait olan Trablusgarp'i ele geçirmek istedi. Avrupalı devletlerin de desteğini alan İtalya, Osmanlı Devleti'ne bir ultimatom vererek, Trablusgarp'in kendisine bırakılmasını istedi. İtalyanların bu isteği reddedilince Trablusgarp ve Bingazi işgal edildi (1911).
29 Eylül 1911'de Trablusgarp'in İtalyanlarca işgali üzerine sadrazam İbrahim Hakkı Paşa hükümeti istifa etti. Ortaya çıkan kabine krizinde, Meclisteki İttihat ve Terakki Partisi grubunun desteğiyle sekiznci kez Mehmed Said Paşa sadrazamlığa getirildi. Ama İbrahim Hakkı Paşa ve kabinesi üyelerinin Divan-ı Ali'de yargılanmaları sorunu Meclis-i Mebusan'ı karıştırdı. İttihat-ı Terakki Partisi bu yargılamayı istememekteydi. Hükümet ile Meclis arasında anlaşmazlık çıktı. Mehmet Said Paşa hükümeti 30 Aralık'da istifa edip yeniden sadrazam tayin edilip hükümnetini yeniledi. İttihat ve Terakki Partisi bu anlaşmazlığı çözmek yolu olarak Kanun-i Esası'nın padişaha verdiği Meclis'-i Mebusan'ı kapatması yetkisini kullanmaya V. Mehmed'i zorladı ve 18 Ocak 1912'de Meclis-i Mebusan kapatıldı ve İstanbul'da sıkıyönetim ilan edildi.
Temmuz 1912'de İtalya Osmanlı Devleti'ni barışa zorlamak için Çanakkale'de Osmanlı istihkamlarını denizden topa tuttular. Ayrıca Ege Denizi'ndeki 12 adaya asker çıkardılar. Mustafa Kemal ve Enver Bey Trablusgarp'a geçerek Derne ve Tobruk'da önemli direniş hatları oluşturdular.
Balkan Savaşlarının başlaması üzerine İtalyanlarla barış imzalandı ve Trablusgarp Savaşı sona erdi. Yapılan Uşi Antlaşması'na göre Trablusgarp ve Bingazi İtalya'ya verildi. 12 ada Yunanistan'ın işgal etmemesi için geri verilmek üzere İtalya'da bırakıldı.
18 Ocak 1912'de kapatılan Meclis-i Mebusan için yapılan seçimler ve Nisan 1912'de seçilen mebuslar İttihat ve Terrakki Partisi aleyhtarları tarafından tenkit edildi ve "Sopalı Seçim" olarak isimlendirildi. Partinin orduyu kullanarak bazı bölgelerde halkın tepkisine karşı geldiği iddia edildi. Hükumet, İtalya'nın Arnavutluk'a da gözlerini diktiğini bildiği için Arnavutluk'a yeni ordu birlikleri göndermişti. Arnavutluk'ta ordu komutanı olan İsmail Fazıl Paşa komutasındaki birliklerden şikayetler gelmeye başladı. Arnavutlukta Priştineli Hasan ve diğer bir iki adayın mebus çıkarılmaması için yapılan müdahalelerin 1912 Arnavutluk Ayaklanması'na baş sebep olduğu ifade edilmiştir.
Bunu bahane bulan muhalif Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın önemli üyesi Dr.Rıza Nur'un Arnavutluk'ta bir yeni ayaklanma çıkması için isyanın liderlerinden olan ve Sinop'ta sürgünde bulunan Yakovalı Rıza ile anlaşmış ve kışkırtıcılık yapmış olduğu belirtilmektedir. İsyancı Arnavutların liderleri Priştineli Hasan, Yakovalı Rıza, Necip Dirağa, ve İsa Bolatın idi ve İstanbul ile irtibatı Rıza Nur sağlıyordu. Bu isyancılar yayınladıkları bir beyaname ile istediklerini yeni kabinenin düşürülmesi, Meclis-i Mebusan'ın tekrar feshi ve seçimlerin yenilenmesi, askeri hizmetlerin mahalli olması, memurların Arnavutçayı bilmeleri veya Arnavutlardan tayini olarak ilan ettiler. Bu Arnavutluk'ta hükumetin otoritesini sarstı.
22 Haziran 1912'de isyan devam etmekte iken yüzbaşı rütbeli Tayyar Bey ve Mümtaz Bey; teğmen rütbeli Tahsin Bey, Çelâl Bey, Kasım Bey, Melek Fraseri Bey, Nafiz Yey ve Hamza Bey, 1909'da II. Meşrutiyet'in ilanı sırasında Resneli Niyazi'nin dağa çıkmasının benzeri olarak, Manastır'da dağa çıktılar. Hükümet olayların yatıştırılması ve bastırılması için tedbirler almaya çalıştı. İttihat ve Terraki Partisi genel kâtibi Eyüp Sabri Bey ve Ömer Naci Bey bu dağa çıkma olay yerine gitti ama ekstradan Şehabettin Bey komutası da bir askeri birlik de gönderildi. Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa'nın bu olayları askeri tedbirlerle bastırma isteği olmadığı dağa çıkan isyancılara anlatılıp onları isyan yerine politik yollar kullanılmaları inandırıldı.
Arnavut isyan sırasında |
, İstanbul'daki siyasî muhalefetle ve ordu içinde "Haleskeran Zabitler" adı verilen bir grup arasındaki ilişkiler ortaya çıkmıştı. Bu muhalif ordu grubu Selanik'te Galip Paşa ve İtalya'ya karşı İzmir'de toplanan birlikler içinde bir tabur kumandanı olan Hüseyin Avni Bey'in öncülükleri altında idi. Böylece, Balkanlar ve özellikle Arnavutluk'ta ve İzmir'de yığılmış olan kıtaların subayları, İttihat ve Terakki Partisi aleyhinde siyasi baskıya giriştiler. "Haleskeran Zabitler" adına Bostancı'da bir toplantı yapıldı. Bu toplantıya Ferid Paşa, Suphi Paşa ve Zeki Paşa güya aracı olarak katıldı. Melamiler Şeyhi Terlikçi Salih Efendi gibi Hürriyet ve İtilaf Partisi elemanları da toplantıda bulundular. Bu toplantı Halâskâran Grubu bir beyanname yayımladı. Bu beyannamede hükümetin istifası istenmekteydi. Ama ayrıca Meclis-i Mebusan Başkanı Halil Bey'in evine hükümetin düşmesini sağlaması için bir gizli tehdit mektup da gönderildi.
Hükümette bulunan Harbiye Nazırı ve Bahriye Nazırı'nın istifaları üzerine 16 Temmuz 1912'de Mehmet Said Paşa sadrazamlıktan istifa etti. Yerine en kıdemli müşir ve çok saygın bir asker olan Ahmed Muhtar Paşa "Büyük Kabine" adı verilen yeni bir hükümet oluşturdu. Bu kabine içinde eski sadrazamlaradan Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa, Hüseyin Hilmi Paşa, Avlonyalı Mehmed Ferid Paşa bulunmakta ve Bahriye Nazırı olarak da sadrazamın oğlu olan Mahmud Muhtar Paşa bulunmaktaydı.
Bu hükümet partiler ve siyasal görüşler üstü bir politika uygulamayı hedeflenmişti. Ama Balkan Savaşı çıkması dolayasıyla bu hedefine yetişmede başarılı olamadı. Balkan Savaşları'nın çıkması üzerine Ahmed Muhtar Paşa'nın önerisiyle 5 Ağustos 1912'de 4. Meclis-i Mebusan dağıtıldı. Sıkıyönetim ilan edildi. 29 Ekim 1912'de de Ahmed Muhtar Paşa sadrazamlık görevinden istifa etti. Yerine dördüncü kez Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa sadrazamlığa getirildi.
Bağımsızlıklarını kazandıktan sonra Osmanlı Devleti'ni Balkanlardan çıkarmak isteyen Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ Trablusgarp Savaşı'yla uğraşan Osmanlı Devleti'ne savaş açtılar.
Rusya'nın saldırmama garantisine güvenen Osmanlı İmparatorluğu ordularını terhis etmişti.
I. Balkan Savaşı sırasında birçok cephede birden savaşmak zorunda kalan Osmanlı Devleti ağır yenilgiler aldı. Bulgarlar Çatalca'ya kadar ilerlediler, Yunanlar Selanik'i işgal etti. Bu olaylardan faydalanan Arnavutluk da bağımsızlığını ilan etti.
Osmanlı Devleti'nden aldıkları toprakların kendi aralarında paylaşırken anlaşmazlık içerisine girdiler. Sırbistan, Yunanistan ve Romanya, Bulgaristan'a karşı savaşa başladı. Osmanlı Devleti bu fırsattan yararlanarak Bulgaristan'a savaş ilan etti. Osmanlı ordusu tarihi şehir Edirne'yi kurtardıktan sonra Meriç'e kadar ilerledi ancak, Avrupalı devletlerin müdahalesi ihtimaline karşı daha fazla ileri gitmedi. II. Balkan Savaşı sonunda yapılan İstanbul Antlaşması ile Edirne ve Kırklareli Osmanlı Devleti'ne geri verildi. Kavala ve Dedeağaç ise Yunanistan'da kaldı. İki devlet arasında Meriç Nehri sınır oldu.
23 Ocak 1913'te İttihat ve Terakki Fırkası ileri gelen ismi olan Binbaşı Enver öncülüğündeki Yakup Cemil ve adamlarından bir İttihat ve Terakki Partisi fedai grubu Bâb-ı Âli'de bakanlar kurulu toplantısını bastı. Bu baskın sırasında Harbiye Nazırı Nâzım Paşa öldürüldü. Daha sonra Sadrazam Kamil Paşa makamına giden baskıncılar, onun başına tabanca dayayarak istifaya zorladılar. Yerine İttihat ve Terakki Partisi'nin baș adamı olan Mahmut Şevket Paşa sadrazam oldu. Bâb-ı Âli Baskını olarak anılan bu olaydan sonra muhalefet şiddetli polis baskısıyla etkisiz hale getirildi. Kâmil Paşa hükümetinin maliye ve dahiliye nazırları tutuklandı. En büyük muhalafet partisi olan Hürriyet ve İtilaf Partisi'nin liderlerinin birçoğu yurt dışına kaçtılar. Muhalefet gazeteleri kapatıldı. Mart 1913 Ahrar Partisi lideri olan Prens Sabahaddin'e yakın bazı kişilerin içinde yer aldığı bir hükümet darbesi girişimi de ortaya çıkartıldı. Bu olay üzerine Ahrar Partisi liderleri Prens Sabahaddin ve Dr. Nihat Reşat'da yurt dışına kaçtılar.
11 Haziran 1913'te Sadrazam Mahmut Şevket Paşa'nın Beyazıt Meydanı'nda makam otomobili'nin içindeyken uğradığı silahlı suikast sonucunda hayatını kaybetmesi, İttihat ve Terakki Partisi'ne muhalefetin tamamen ezilmesine vesile oldu. Yurt dışında bulunan muhalefet liderlerinin çoğu gıyaben idama mahkûm edildi. Basın ve siyaset dünyasında İttihat ve Terakki Partisi aleyhtarı olarak tanınan 322 kişi Sinop'a sürüldüler.
Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı'na Almanya'nın yanında katıldı. Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı'nda birçok cephede savaştı. Çanakkale Savaşı'nda önemli bir direniş gösteren Osmanlı Devleti, tüm olumsuz şartlara rağmen, düşman donanmasının boğazlardan geçmesine izin vermedi. Osmanlı birliklerinin kazandığı yerel başarılar sonuca etki etmedi.
Mehmed Reşat'ın saltanatı 9 yıl sürdü. 3 Temmuz 1918 tarihinde kalp yetmezliğinden vefat etti. Sağlığında mimar Kemalettin Bey'e yaptırdığı Eyüp'teki Sultan Reşat Türbesi'nde yatmaktadır.
King
King, 4 kişiyle oynanan bir iskambil oyunudur.
King, Fransa'da 20. yüzyıl başlarında üniversite öğrencileri arasında oldukça yaygın olarak oynanan Barbu (Le Barbu) oyunun değişik bir versiyonudur. "Le Barbu" ("Barbü" olarak okunur), "Sakallı (adam)" manasına gelir ve iskambil kartları içinde kupa papazını simgeler. Bu kart, oyunun Türkiye'de oynanan versiyonu olan King'de Rıfkı'ya karşılık gelir. Kupa papazının alınmaması gereken ceza oyunun ismi de oyunun ismi gibi Barbu'dır.
Oyunun birçok oynama biçimi olmasına rağmen en yaygın oynanan biçimi dejeneredir.
V. Murad
V. Murad () (d. 21 Eylül 1840, İstanbul – ö. 29 Ağustos 1904, İstanbul), 33. Osmanlı padişahı ve 112. İslam halifesidir.
Babası Sultan Abdülmecit, annesi Megrel (Gürcü) asıllı Şevkefza Kadın Efendi'dir. Önceki Osmanlı padişahı Abdülaziz'in yeğeni ve sonraki Osmanlı padişahı II. Abdülhamid'in ağabeyidir. Sultan Abdülaziz'in bir saray darbesi sonucu tahttan indirilişinden sonra onun yerine tahta geçmiş, 93 gün boyunca tahtta kaldıktan sonra akli dengesinin bozulduğu gerekçe gösterilerek 31 Ağustos 1876'da padişahlık makamından indirilmiştir.
Osmanlı tarihi boyunca en az süre yönetimde kalmış olan padişahtır. Tahttan indirildikten sonra birçok siyasi grup tarafından yeniden yönetime getirilmeye çalışılmış olmasına rağmen, bu girişimlerin hiçbiri başarılı olmamıştır.
Sultan Murad, 21 Eylül 1840'da İstanbul'da doğdu. Padişah Abdülmecid ile Şevkefza Kadın Efendi'nin büyük oğullarıydı. Babası padişah Abdülmecid tarafından çok sevilmekte ve bu nedenle onun tarafından veliaht ilan edilmek istenmekteydi.
Babasının ilk erkek evladı olması dolayısıyla öğrenimi ve eğitimine büyük özen gösterilen V. Murad, döneminin en ünlü bilginlerinden Doğu kültürü ve fen alanında ders aldı. Önce Ethem Paşa'dan, sonra ise Kemal Paşa ile Gardet adlı bir Fransız'dan ders alarak 14 yaşında öğrenmeye başladığı Fransızca'sını ilerletti. Mızıka-yı Hümâyun komutanı Guatelli Paşa ve Augusto Lombardi adlı bir diğer İtalyandan aldığı piyano dersleriyle musiki alanında ilerleme kaydetti ve kendi kendine birçok şarkı besteledi.
Sultan Abdülaziz ile beraber çıktığı Avrupa seyahati sırasında Avrupa'yı yakından görüp hayranlık duymuş, bu gezi sırasında İngiltere'de tanıştığı VII. Edward ile yakın bir dostluk kurmuştu. Amcasının tanıdığı serbestlik sayesinde, Kurbağalıdere'deki köşkünde (Şu anki Marmara Üniversitesi Göztepe Yerleşkesi ) ailesi ve maiyeti ile birlikte rahat bir hayat yaşadı. Kendisini Avrupalı prenslerden farklı görmeyen ve alafranga yaşama biçimini seçen Murad Efendi, dairesinin ve köşklerinin konuklarla dolup taşmasını istediğinden Jön Türkler, hürriyet perverler, yabancı ve İstanbullu aydınlar velîahtı ziyarete geliyor ve ağırlanıyorlardı.
Veliaht Murad, bu dönemlerde meşrutî rejimi savunan Yeni Osmanlılar'la temas kurdu. Sık görüştüğü Şinasi, Namık Kemal ve Ziya beylerle meşrutiyet, demokrasi ve hürriyet konusunda fikir alışverişinde bulunuyordu.
Sultan V. Murad, tahttan indirilen Sultan Abdülaziz'in yerine 30 Mayıs 1876'da padişah oldu. ""Talebe-i ulûm"" veya ""softalar ayaklanması""” adı verilen gösteriler 10 Mayıs 1876'da başlamıştı. “"Erkân-ı erbaa"” adı verilen bu grup iktidar koltuğuna oturduktan sonra Abdülaziz’in hal‘i konusunda anlaşarak durumu veliahda bildirdiler. Hal‘ işinin 31 Mayıs'ta yapılması kararlaştırıldığı halde bazı gelişmeler yüzünden 29-30 Mayıs gecesine alındı. Cülus ve biat tarihinin kararlaştırılan günden bir gün önceye alındığı kendisine bildirilmediği için dairesine gelen askerler tarafından tutuklanacağı vehmine kapılarak depresyona girdi. Serasker Hüseyin Avni Paşa'nın arabasına binerken Paşa arabadan inmeyerek büyük bir protokol rezaletine imza atmakla beraber, belinden çıkardığı silahı korku içindeki V. Murad'a uzatmış ve korkusu bir kat daha artmıştır. Rıhtımdan çatanaya bindirileceği sırada denizin fırtınadan dolayı kabarması üzerine korkuya kapılarak binmek istememiş müdahale edilerek bindirilmiş, Sarayburnu'na geçilerek bir arabayla Beyazıt'taki Seraskerlik binasına (bugünkü İÜ Merkez Kampüsü) gidilerek orada biat törenine başlanmıştır. Sultan Abdülaziz'in Topkapı Sarayı'na nakledildiği haberi gelince acele ile Dolmabahçe Sarayı'na gidilerek törene orada devam edilmiştir.
Kısa süre içinde yaşadığı olayların etkisiyle artan korkusu yüzünden, törenin kısa kesilmesi kararlaştırılmış, toplu halde huzura alınan gayr-i müslim cemaat ruhanileri kendilerine mahsus kıyafetleriyle üzerine yürüyünce kaçmaya çalışmıştır. Seraskerlikte ve saraydaki tören sırasında geleneksel taht Topkapı Sarayı'ndan getirilememiş ve atalarının tahtına oturamamıştır. Padişahların törenle Cuma namazına gittikleri Cuma Selamlığı sırasında kendini sarayın havuzuna atmaya çalışması yüzünden bu törene bir daha cesaret edilememiş, daha da önemlisi saltanatının meşruiyetinin tasdiki anlamına gelen kılıç alayı yapılamamıştır.
Birkaç gün sonra Sultan Abdülaziz'in ölüm haberinin gelmesi ve ardından Hüseyin Avni Paşa'nın Çerkes Hasan adlı genç subay ta |
rafından öldürülmesi olayları üzerine kendini tamamen kaybederek yatağında gözleri havaya dikilmiş halde hareketsiz kalakalmıştır. Hususi doktoru olan Dr. Kapolyon'un bir küvetin içine yatırarak elli sülük ile kan almak gibi son derece hatalı tedavi yöntemleriyle durumu daha da fenalaşmış ve adeta kendisinden ümit kesilmişti. Bu durumda kendisinden umdukları ümitlerin suya düştüğü kanaatine varan devlet adamlarının kararıyla 93 gün kaldığı Osmanlı tahtından 31 Ağustos 1876 tarihinde indirildi.
II. Abdülhamid tarafından ailesi ile birlikte zorunlu ikamete mecbur edildi. Taraftarları onun sağlığının iyi olduğu ve haksız yere hal‘edildiği propagandasını yayıyorlardı. Bunun üzerine II. Abdülhamid, onu yerli ve yabancı doktorlardan oluşan bir heyete muayene ettirerek hastalığının sürdüğüne ve tedavisinin imkânsız olduğuna dair rapor aldı.
Onu yeniden padişah yapmak isteyenler tarafından üç defa kaçırma girişimi düzenlenmiştir. İlki, tahttan indirilişinden üç ay sonra gerçekleşti; İkisi Türk, ikisi yabancı olan dört kişilik bir komite, Murad'ı Avrupa'ya kaçırmak ve hükümdarlığını kabul ettirmek için kadın kılığında Çırağan Sarayı'na girmeye çalışırken yakalandı. İkinci kaçırma girişimi Cleanti Scalieri-Aziz Bey mason komitesi tarafından düzenlendi. Scalieri vasıtasıyla mason örgütlerine mensubiyeti bulunan Beşinci Murat, Fransız Obediyanslarına bağlı "Terakki (Proodos) Locası"'nda yer almıştı. Bu localarda ilkeler, ‘"…vicdanlarda hürriyet, adalette eşitlik, ilişkilerde kardeşlik…’" olarak tanımlanıyordu. Çeşitli dinler, çeşitli milliyetler ve çeşitli mezheplerin zenginliğinde bölünmüş imparatorluk yapısı, özgürlük, eşitlik, kardeşlik kavramlarıyla bir arada tutulmaya çalışılıyor, bu yapıyı kaynaştıracak söylemler loca içerisinde yüksek seslerle dillendiriliyordu. V. Murad, imparatorluğun yeni değerlere geçişi olarak görülmüştü, bu yüzden onu yeniden tahta çıkarmayı denediler. Murad'ı kaçırarak bir camide biat edip yeniden padişah ilân etmeyi tasarlayan komite üyeleri içlerinden birinin ihbarı üzerine harekete geçmeden yakalandı. 20 Mayıs 1878 günü gerçekleşen üçüncü girişim Çırağan Baskını olarak bilinir. Baskını düzenleyen Ali Suavi'nin öldürülmesi ile sonuçlanmıştır.
Ali Suavi vakasından sonra eski padişah ailesiyle beraber Çırağan'ın bugün Beşiktaş Anadolu Lisesi olarak kullanılan harem binasına nakledildi. Bu olaya kadar tanınan bir takım serbestlikler tamamen kaldırılmış ve eski padişah ailesi ile beraber pek çok mahrumiyetlere maruz kalmıştır. Akıl sağlığına tekrar kavuştuğu yönündeki söylentilerin maiyetindeki bazı kalfalar tarafından ortalığa yayılması bu tedbirlerin alınmasında etkili olmuştur. Çırağan'ın dışarı ile tamamen irtibatının kesilmesi ve sıkı bir tarassut altına alınması bu dönemdedir. Ailesi ve maiyetindekilerle beraber kalabalık bir grubu oluşturmuşlar ve bu zümreye "Çırağanlılar" adı verilmiştir.
Akıl sağlığına kavuşan sabık padişah günlerini piyano çalarak, torunlarına ithaf ettiği besteler yaparak ve onların müzik yönünde eğitimleriyle ilgilenerek geçirdi. 28 yıl süren bu uzun mahrumiyet yıllarında ailesi genişlemekle beraber kayıplar da yaşanmıştır. Çırağan yıllarında iki kızı, sekiz torunu ve Şehzade Ahmed Nihat Efendi'nin oğlu olan torun çocuğu Şehzade Ali Vasıb Efendi dünyaya gelmişlerdir (1903).
Bununla beraber Fehime Sultan'ın annesi Meyliservet Kadınefendi, kızı Aliye Sultan, torunu Celile Sultan, Selahaddin Efendi'nin ölü doğan iki oğlu ve üç gelini vefat etmiş bu kayıplar eski padişahı derinden sarsmıştır. Özellikle büyük bir sevgiyle bağlı olduğu annesi Şevkefza Valide Sultan'ın vefatından sonra günlerce kimseyle görüşmemiş, yemek yemeyi bile reddederek kederini uzun zaman yaşamış, eski günlerindeki hayata bağlı halinden eser kalmamıştır. Kızı Hatice Sultan'ın, II. Abdülhamit'in damatlarından Kemaleddin Paşa ile giriştiği bir gönül ilişkisinin açığa çıkması üzerine şeker hastalığına yakalanmış ve bu rahatsızlığına eşlik eden kanlı basurunda etkisiyle 29 Ağustos 1904 'de vefat etmiştir.
Vasiyet ettiği türbeye gömülmesine II. Abdülhamid izin vermedi; sessiz sedasız ve gösterişsiz şekilde Yeni CamiTürbesi'nde annesinin yanına defnedilmesi emredildi. Cenazesi Topkapı Sarayı'na nakledilmiş, padişahlara mahsus şekilde Hırka-i Saadet Dairesi'nde gasledilerek teçhiz ve tekfini yapıldıktan sonra cenaze namazı için Sirkeci'ye getirilmiştir. Burada halkın dikkatini çekmemek ve herhangi bir taşkınlığı engellemek için askeri birlikler kordon oluşturarak sıkı tedbir almalarına rağmen, bazı gruplar kordonu aşarak tabuta ulaşmışlar ve eski padişaha duydukları saygıyı göstermişlerdir. Yeni Cami haziresinde Turhan Valide Sultan Türbesi'ne ek olarak inşa edilen Cedid Havatin Türbesi'nde annesinin yanına defnedildi.
Çocukluğunda iyi bir eğitim alan Sultan V. Murad, iyi derecede Fransızca öğrendi. Okumaya ve edebiyata oldukça düşkündü. Fırsat buldukça Fransa'dan getirttiği kitapları, yabancı gazeteleri uzun uzun okur, veliahtlık döneminde Ziya Paşa, Namık Kemal gibi o devrin birçok şairi ile sohbetlerde bulunurdu. Müziğe de meraklı olan Sultan V. Murad, hem piyano çalar hem de Batı müziği dalında besteler yapardı. Schottich ve Valse bilinen eserleridir. Sultan Vahideddin'in:
Biraderi (V. Murad'ı) terazinin bir tarafına, biz diğer yedi biraderi öbür tarafına koysalar birader ağır basardı.
dediği kaynaklarda belirtilmiştir.
V. Murad, eserlerinde Türk müziği formlarını kullanmamış, batı formunda eserler vermiştir. Tahttan indirildikten sonra Çırağan Sarayı'nda bestelediği büyük ciltlerde toplanmış notları kalmış, bu ciltler önce İstanbul Üniversitesi kütüphanesine alınmış; daha sonra araştırmacı sanatçı Vedat Kosal'a hediye edilmiştir. Vedat Kosal; Ethem Eldem ve Kıyameddin Barlas'la birlikte incelenip eski Türkçeden latin harflerine geçirilmiştir. "Aydın Hevâsı" başlığıyla armonize ettiği Zeybek, müzik tarihinde bir Türk halk türküsünün piyano için çok seslendirildilği ilk eser olarak değerlenirilir.
2014 yılında TRT 1 de yayınlanan Filinta dizisinde Uğur Uludağ tarafından canlandırılmıştır.
Abdülmecid
Sultan Abdülmecid veya I. Abdülmecid (25 Nisan 1823, İstanbul – 26 Haziran 1861,İstanbul), 31. Osmanlı padişahı ve 110. İslam halifesidir. II. Mahmud'un Bezmialem Sultan'dan olan oğludur. Döneminde Tanzimat Fermanı'nı ilan ettirmesiyle meşhurdur. Osmanlı Devleti'nin son dört padişahının babası olup, en çok sayıda oğlu padişahlık yapan, Osmanlı Padişahı olan Abdülmecid, babası gibi tüberküloza yakalanmıştı. Ihlamur Kasrı'nda öldüğünde 38 yaşındaydı. Fatih'te, Sultan Selim semtinde, Yavuz Selim Camii Haziresi'nde, Sultan Abdülmecid Türbesi'ne defnedildi.
Batı kültürüyle yetiştirilmiştir. İyi Fransızca konuşur ve batı müziğinden hoşlanırdı. Babası II. Mahmud gibi yenilik yanlısıydı. Babasının vefatı üzerine tahta çıktı. Abdülmecid'in tahta çıkışı sevinç uyandırmıştı. Talihi, Mustafa Reşit, Mehmet Emin Ali Paşa, Fuat Paşa gibi devlet adamlarına rastlamasıydı. Saltanatı sırasında en çok tutucuların muhalefetiyle karşılaştı. 1840lı yıllarda İrlanda'da ortaya çıkan ve milyonu aşkın insanın ölümüyle sonuçlanan kıtlık esnasında, İrlandalı bir doktor ziyaretçisinin kendi ailesini de bu kıtlığa kurban verdiğini söylemesi üzerine gemiyle bu ülkeye gıda yardımı yapılmasını sağlamıştır. Bu davranış halen İrlanda halkı tarafından takdir edilmektedir.
1 Temmuz'da (1839) tahta çıktığında; Mısır sorunu Nizip yenilgisiyle (24 Haziran 1839) çıkmaza girmiş durumdaydı. Babasının cenaze töreni sırasında başvekil Mehmet Emin Rauf Paşa'dan padişahın mührünü zorla alan, Meclisi Valayı Ahkâmı Adliye Reisi Koca Mehmet Hüsrev Paşa, kendisini sadrazam ilan ettirdi (2 Temmuz 1839).
Henüz Nizip bozgunundan haberi olmayan padişah, sorunu çözmek için orduya ve donanmaya harekâtı durdurmaları için emir gönderdi. Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'yı bağışladığını ve anlaşmak istediğini bildirmek üzere Köse Akif Efendi'yi Mısır'a yolladı. Bu arada düşman saydığı Hüsrev Paşa'nın sadarete gelmesinden korkan Kaptan-ı Derya Ahmet Fevzi Paşa, donanmayı Mısır'a götürüp, Mehmet Ali Paşa'ya teslim etti (3 Temmuz 1839). Nizip yenilgisinin haberi İstanbul'a ulaştı. Birleşik Krallık, Fransa, Rusya, Avusturya ve Prusya, verdikleri ortak bir notayla Mısır sorununun kendilerine danışılmadan çözülmemesini istediler (27 Temmuz 1839). Bu nota kabul edildi. Böylece Osmanlı Devleti, Avrupa devletlerinin bir tür güdümü altına girmiş oldu.
Londra ve Paris'te, Osmanlı devletindeki ıslahat hazırlıkları konusunda görüşmelerde bulunan hariciye nazırı Mustafa Reşit Paşa, bir ıslahat programının gerekliliğine padişahı inandırdı. Hazırlanan Gülhane Hatt-ı Hümayunu (Hatt-ı Şerif ya da Tanzimat Fermanı da denir) Mustafa Reşit Paşa tarafından 3 Kasım'da Gülhane'de okundu. Tanzimat dönemini açan bu belgeyle, yargılamasız kimsenin cezalandırılamayacağı, mal ve mülkünün zorla alımına gidilemeyeceği ilkesi getiriliyor, devletle birey arasındaki ilişkileri düzenleyecek yasaların çıkarılacağı açıklanıyordu.
Tanzimat Fermanı'nın uyandırdığı olumlu hava Mısır sorununun çözümünü kolaylaştırdı. Birleşik Krallık'ın önerisiyle, beş büyük devlet Londra'da bir araya geldiler. Mısır valisini destekleyen Fransa dışlanarak, 15 Temmuz 1840'ta Birleşik Krallık, Rusya, Avusturya, ve Prusya arasında Londra Antlaşması imzalandı. Mısır valiliği veraset yoluyla Mehmet Ali Paşa'ya bırakılarak, ele geçirdiği topraklar ve Osmanlı donanması geri alındı. Aynı devletler, aralarına Osmanlı Devletiyle Fransa'yı da alarak imzaladıkları Boğazlar Sözleşmesi ile (13 Temmuz 1841) Osmanlı Devleti'nin boğazlar üzerindeki egemenliği tanındı ve boğazlar yabancı savaş gemilerine kapatıldı.
Tanzimatın öngördüğü ilkeleri uygulamak için Meclis-i Âli-i Tanzimat kuruldu (1853). Her eyaletten, yörelerinin gereksinmelerini bildirmek üzere ikişer temsilci İstanbul'da toplantıya çağrıldı. Merkezden her bölgeye gönderilen imar meclisleri çalışmaya başladı. Mâliye, Fransa'daki örgütlenme temel alınarak düzenlendi. Mâli yetkililer, idare amirlerinden alınarak defterdarlara verildi. Vergilerin s |
aptanması vilâyet meclislerine, toplanması da muhassıl adı verilen vergi memurlarına bırakıldı. İltizam yöntemi kaldırıldı. Aşar, her yerde eşit olarak alınmaya başladı. Hristiyanlardan alınan vergilerin toplanmasında patrikhanelerin aracılığı kabul edildi. Ticaret meclisleri kuruldu. Fransız ceza kanunu çevrilerek uygulamaya konuldu. Meclis-i Maarif-i Umumiye toplandı (1845). İlk idâdiler açıldı. 1847'de Mekâtibi Umumiye nezareti kuruldu. 1848'de ilk muallim mektebi, aynı yıl Harbiye'de kurmay sınıfı, 1850'de Darülmaarif adı verilen lise, 1851'de ilk bilim akademisi sayılan Encümen-i Daniş açıldı. 1846'da Darülfünun binasının temeli atıldı. Askerlik yasası çıkarılarak (6 Eylül 1843) kura yöntemi benimsendi, askerlik süresi 4-5 yıl olarak sınırlandı.
Abdülmecid, Tanzimat'ın uygulamasında karşılaşılan güçlükleri yerinde görmek amacıyla yurt gezilerine çıktı. 1844'te İzmit, Mudanya, Bursa, Gelibolu, Çanakkale, Limni, Midilli, Sakız'ı ziyaret etti; 1846'da Silistre'ye kadar uzanan bir Rumeli gezisi yaptı. Her yıl Meclisi Vâlâyı Ahkâmı Adliye'yi bir nutukla açması, onun milletvekili düzenine yakın olduğu görüşünü destekler.
Devletin bütün kurumlarında başlatılan yenileşme çabaları, karşılaşılan tepkiler dolayısıyla istenilen sonucu vermedi. Abdülmecid zaman zaman tutucuları görevlendirmek zorunda kaldı. Olanaksızlıklar nedeniyle yeniden iltizam yöntemine dönüldü. 1840'ta kâime-i mutebere adıyla ilk kâğıt para çıkarıldı. Devlet ıslahat işleriyle uğraştığı sırada Birleşik Krallık ve Fransa'nın çıkar çatışmaları ve kışkırtmalarıyla Suriye ve Lübnan'da Dürziler ile Maruniler arasında olaylar çıktı (1845).
1848 ihtilâlleri sırasında Avusturya'ya karşı bağımsızlık savaşı veren Macar yurtseverleri Türkiye'ye sığındı. Bab-ı Âli'nin, Avusturya ve Rusya'nın baskı ve tehditlerine karşın sığınanları geri vermemesi Avrupa'da Osmanlı Devleti'nin saygınlığını yükseltti. Eflak ve Boğdan'a da yansıyan ayaklanma, İngilizlerle yapılan Baltalimanı Antlaşmasıyla (1 Mayıs 1849) geçici olarak sonuca bağlandı.
Bir süre sonra ortaya çıkan kutsal yerler sorunu, Osmanlı Devleti ile Rusya'yı savaşa sürükledi. Kudüs'teki katolikleri korumak için başvuran Fransa'ya karşı, Rusya da ortodoksların haklarını korumak için harekete geçti. Bab-ı Âli'ye verdiği bir nota ile ortodokslara geniş haklar tanınmasını, bunların koruyuculuk hakkının da kendisine verilmesini istedi. Osmanlı hükumeti bunu kabul etmeyince de Eflâk ve Boğdan'ı işgal etti. Bunun üzerine Abdülmecid, Rusya'ya savaş açtı (4 Ekim 1853). Osmanlı Devleti, müttefikleri Birleşik Krallık, Fransa, Piyemonte ile birlikte Kırım Savaşı'nı kazandı.
Yalnız, Paris'te imzalanacak barış antlaşmasından önce padişah, Tanzimat Fermanı'nı tamamlayan Islahat Fermanı'nı ilân etmek zorunda bırakıldı (18 Şubat 1856). Azınlıklara, savaştan önce Rusların istediğinden daha fazla haklar veren bu belge, Paris Antlaşması'nı (30 Mart 1856)'da imzalayan Birleşik Krallık, Fransa, Rusya, Avusturya ve Piyemonte tarafından senet kabul edildi. Böylece, bir iç sorun olan ıslahat konusunda yabancılara müdahale hakkı tanınmış oldu. Buna karşılık Osmanlı Devleti imzacı devletlerin güvencesi altında bütünlüğünü koruyor ve Avrupa devletleriyle eşit haklara sahip sayılıyordu.Siyasi buhranları bu şekilde atlatan Abdülmecid, yeniden ıslahat işlerine döndü. 1856'da askerlik teşkilâtı yedi ordu esası üzerine kuruldu ve Hristiyanlar da askere alınmaya başlandı. Maarif-i Umumiye nezareti kuruldu (28 Nisan 1857). Avrupa'ya öğrenci gönderildi (1857). Mülkiye Mahreç Mektebi (1859), Telgraf Mektebi (1860) gibi bazı meslek okulları açıldı. Yeni toprak kanunu (Arazi kanunnamesi) yayınlandı (1857). Devletin gelir ve giderleri bir bütçeye bağlandı. Tersane yeniden düzenlendi.
Abdülmecid, çeşitli toplulukları eşitlik ilkesi içinde ve Osmanlılık düşüncesi çevresinde birleştirmeye çalıştı. Fakat, özellikle gayri müslimlerde uyanan ve batılı devletlerce desteklenen ulusçuluk duyguları böyle bir birliğin kurulmasını olanaksızlaştırıyordu. 1856 Islahat Fermanı'yla gayri müslimlere verilen geniş ayrıcalıklar, Müslümanların tepkisine yol açtığı gibi, gayrimüslimler de askere alınma kararına karşı çıktılar. Osmanlı toplumu yeniden huzursuz bir ortama sürüklendi. Cidde'de (1857), Karadağ'da (1858) olaylar çıktı. Avrupa devletleri olayların bir Avrupa kurulunca denetlenmesini istediler.
Avrupa devletlerinin devletin içişlerine karışmasından hoşlanmayanlar, padişahı ve hükümet erkânını öldürüp Abdülaziz'i tahta çıkarmak için örgütlendiler. Kuleli Vakası olarak bilinen bu örgütlenme, bir ihbar üzerine dağıtıldı (14 Eylül 1859), önderleri cezalandırıldı.
Bu sırada mâli durum da çıkmaza girmişti. Savaş giderlerini karşılamak üzere ağır koşullarla alınan dış borçların hazineye büyük yükü yanında padişahın ve sarayın sorumsuz harcamaları da durumu gittikçe ağırlaştırıyordu. Devlet, Kırım Savaşı sırasında ilk kez dışarıdan borç almak zorunda kalmıştı (24 Ağustos 1854). Bunu ikinci (1855), üçüncü (1858), dördüncü (1860), borçlanmaları izledi. Beyoğlu sarraflarından alınan borçlar da 80 milyon altın lirayı aştı. Bunlar için rehin verilen mücevherlerle borç senetlerinin bir bölümü yabancı tüccar ve bankerlerin eline geçti. Durumu sert biçimde eleştiren sadrazam Mehmet Emin Âli Paşa azledildi (18 Ekim 1859). Birleşik Krallık, Fransa, Avusturya, Prusya ve Rusya Bab-ı Âli'ye bir nota vererek, Islahat Fermanı'nda söz konusu edilen ıslahatların gerçekleştirilmesini istediler (Ekim 1859). Bunların sağlanması için ayrı ayrı müdahalede bulunacaklarını da belirttiler.
Nitekim Rusya ilk adımı atarak, Bosna-Hersek, ve Bulgaristan'daki Hristiyanların durumunu uluslararası bir kurulun incelemesini istedi. Bu sorun çözülmeden, Lübnan olayları yeniden alevlendi (1860). Ardından Şam olayı patlak verdi. Hollanda ve Amerikan konsolosları bu karışıklıklar sırasında öldürüldü (1860). Hariciye nazırı Fuat Paşa, olağanüstü yetkili olarak Lübnan'a yollandı. Fransa, Beyrut'a asker çıkardı. Sonunda Lübnan ayrıcalıklı sancak durumuna getirildi [9 Haziran 1868).
Sultan Abdülmecid, dışarıdan aldığı borçların bir kısmıyla saray ve köşkler yaptırdı. Dolmabahçe Sarayı (1853), Beykoz Kasrı (1855), Küçüksu Kasrı (1857), Edirne Meriç Köprüsü (1847), Mecidiye Camii (1849), Teşvikiye Camii (1854) Hırka-i Şerif Camii (1851), döneminin başlıca yapıtlarıdır. Bezmiâlem Valide Sultan Gureba Hastanesi'ni yaptırdı (1845-1846). Yeni Galata Köprüsü de aynı tarihte hizmete girdi. Yine İstanbul'daki Mecidiyeköy semti adını ondan almıştır.
II. Mahmud
II. Mahmud (Osmanlı Türkçesi: محمود ثانى "Mahmud-u sānī", محمود عدلى "Mahmud-u Âdlî") (20 Temmuz 1785 – 1 Temmuz 1839), 30. Osmanlı padişahı ve 109. İslam halifesidir. Osman Gazi ve Sultan İbrahim'den sonra Osmanlı hanedanının üçüncü ve son soy atasıdır. Son altı Osmanlı padişahından ikisi onun oğlu dördü ise torunudur.
Tahtta kaldığı 31 yıl, Osmanlı tarihinin siyasi açıdan en bunalımlı dönemlerinden biridir. Balkanlarda imparatorluğun dağılma sürecini başlatan Sırp ve Yunan isyanları, Rus, İngiliz ve Fransız donanmalarının Navarin'de Osmanlı donanmasını imha etmesi ve asi ilan ettiği Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın ordularının Suriye ve Anadolu'yu geçerek Kütahya'ya kadar gelmeleri gibi olaylar ile karşı karşıya kalan Sultan II. Mahmud, bir diğer taraftan gerçekleştirdiği reformlarla imparatorluğun çehresini değiştirerek Osmanlı modernleşmesinin temellerini atmış, ölümünden dört ay sonra ilan edilen Tanzimat Fermanı'na giden yolun hazırlayıcısı olmuştur. Hükümdarlığı dönemindeki icraatları nedeniyle, bazıları kendisini devleti tekrar ihya etmek üzere her yüzyılda bir gelmesi beklenen "müceddid" olarak kabul edip büyük sıfatıyla yad etmiş, muhalifleri ise "gavur padişah" olarak nitelendirmişlerdir. Siyaseten (yargılamasız) idam yetkisini kullanan son padişahtır.
Sultan II. Mahmud, 20 Temmuz 1785’te Topkapı Sarayı'nda dünyaya geldi. Babası, Sultan I. Abdülhamid; annesi ise I. Abdülhamid'in sekizinci hanımı olan Nakşidil Sultan'dır. Bütün hayatı boyunca kullanacağı ""Adlî"" mahlası, kendisine doğduğu zaman verilmiştir.
Şehzade Mahmud, peder-i âlileri vefat ettiğinde henüz 4 yaşındaydı. Sultan I. Abdülhamid’in ardından 1789'da tahta çıkan III. Selim kısır olduğu için Şehzade Mahmud ile çocuğu gibi ilgilenmişti. Şehzade Mahmud’un kendisinden 6 yaş büyük olan ağabeyi Şehzade Mustafa ile birlikte ikisinin de eğitimlerine önem vermiş, hatta onlara dönemin koşullarının elverdiği ölçüde özgürlük de tanımıştır. Şehzade Mahmud, Topkapı Sarayı'nda Şehzadegan Mektebi'ne devam edip geleneksel tarzda bir eğitim alırken diğer taraftan Sultan Selim onu sık sık yanına çağırıp, siyasal ve diplomatik sorunlar üzerine sohbetler ederdi. Şehzade Mahmud reformların gerekliliği ile Sultan Selim’in bir dizi reform çabası içerisinde geçen saltanatı sırasında tanışmıştır.
Büyük bir müzisyen olan Sultan III. Selim, dönemin musikî üstatlarını toplayarak, Topkapı Sarayı'nda fasıl heyeti düzenlerdi. Sultan II. Mahmud'un şehzadeliğinde bu musiki ortamından etkilendiği çok açıktır ki, kendisi de tambur çalar ve ney üflerdi. Mûsikî sevgisi, onun da tüm hayatına damgasını vurmuştur ve kuzenine yakın seviyede büyük bir bestekar olmuştur.
Sultan III. Selim, sık sık Galata Mevlevihanesi'ne giderek Şeyh Gâlib'i ziyaret eder, burada ney üfleyip, semâ âyinlerine katılır, şiir sohbetleri yapardı. Bu toplantılar, aynı sıklıkla sarayda da tekrarlanırdı.
Sultan II. Mahmud'un hat sanatı ile olan ilgisi de şehzadelik yıllarında başlamış ve iyi bir hattat olarak yetiştirilmişti. Sarayın hat hocalarından Kebecizâde Mehmet Vasfî Efendi’den sülûs, nesih dersleri almış; şehzadeliğinin son yıllarında 1807’de bir hilye yazarak icâzet almaya hak kazanmıştı.
Sultan Mahmud şehzadeliği sırasında topçuluk alanında kendini geliştirerek topçulukla ilgili bir risâle de yazmıştı. Ayrıca Sadabad'da bulunan kendi adına yazılmış bir dikilitaşta, Sultan II. Mahmut'un buradan karşı tepelere top atış tâlimleri yapmasının anısına o taşın dikildiği belirtilmektedir.
Şehzade Mahmut, ağabeyi Su |
ltan IV. Mustafa'nın 14 aylık saltanatı boyunca korku dolu günler geçirdi. İstanbul’dan sağ kurtulup kaçabilen Nizam-ı Cedidciler Rumelide yenilikçi ve III. Selim yanlısı olan Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa’nın yanına sığınmışlardı. Tarihe Rusçuk yaranı diye geçen bu kişiler III. Selim’i tekrar tahta çıkarmaya karar vermişlerdi. Alemdar Mustafa Paşa 28 Temmuz 1808'de 15.000 kişilik ordusu ile Sultan III. Selim'i tahta çıkarmak için Topkapı Sarayına dayandığında, tahtta bulunan Sultan IV. Mustafa, Sultan III. Selim ve kardeşi Şehzade Mahmud'un ölüm emrini verdi. Haremdeki dairesinde feci şekilde öldürülen Sultan Selim'in cesedi Arz Odası'nın önünde bırakıldı ve Alemdar Mustafa Paşa sarayın Babüssade Kapısını kırdığında tahta çıkarmak için geldiği Sultan III. Selim'in cesedi ile karşılaştı. Bunun üzerine Şehzade Mahmud'un derhal bulunup getirilmesini emretti. O sırada haremde Şehzade Mahmut'u katletmek için cellatlar ile Şehzadenin hizmetkarları arasında çatışmalar yaşanıyordu. Şehzadenin maiyetindeki cariyelerden Cevri Kalfa'nın hamam külhanından aldığı bir kase külü katillerin yüzüne avuç avuç atmasıyla kazanılan zamanla ağalar Şehzade Mahmud’u damdan kaçırmayı akıl ettiler. Haremden kuşhane’nin damına geçen şehzade, kuşaklarla birbirine bağlanan iki merdivenle Baş İmam Hafız Ahmet Efendi ve arkadaşları tarafından Enderun avlusuna indirildi ve Alemdar Mustafa Paşa'nın bulunduğu yere getirildi. Oradan Hırka-i Saadet dairesine geçilerek Sultan II. Mahmud'a biat edildi. Sultan II. Mahmud tahtı borçlu olduğu Alemdar Mustafa Paşa'yı sadrazamlığa getirdi. Tahta çıktığı ilk gün Sultan III. Selim'in ölümüne sebep olanlar birer birer idam edildi ve o gün sarayın kapısında 33 kesik baş sergilendi. Ancak Sultan II. Mahmud, Alemdar Mustafa Paşa'nın ısrarına rağmen ağabeyi Sultan IV. Mustafa'yı öldürtmedi. Buna karşın Sultan IV. Mustafa, daha sonraları, 17 kasım 1808'de, yeniçeriler ile beraber tekrar tahta geçme planları yaptığı gerekçesiyle, şeyhülislam fetvası ile boğdurtulmuştur . Sultan II. Mahmut, hayatının kurtulmasını sağlayan Cevri kalfayı ise Hazinedarbaşılığına getirdi ve ona Çamlıca'da geniş arazi vererek, bir de köşk yaptırdı.
İstanbul’daki karışıklıklar ve güvensizlik nedeniyle Sultan Mahmut’un kılıç alayı uzun bir gecikmeden sonra 13 Eylül 1808’de yapıldı. O gün Topkapı Sarayı’ndan çıkılarak Seyf-i Nebevi’yi Silahdar Ağa alayın önünde taşırken Enderun müezzinleri tekbir getiriyor; Alemdarın seğmenleri de muhafızlık ediyordu. Sultan Mahmut, Eyüp Sultan’da Muhammed’in halifesi olduğu için ona izafe edilen kılıcı sağ tarafına atası Osman Gazi’nin kılıcını ise Osman oğullarının soy atası olması umut edildiği için sol tarafına kuşandı.
Sultan Mahmut ilk olarak tahta geçmesine yardımcı olan Alemdar Mustafa Paşa'ya geniş yetkiler vererek iç karışıklıklara ve devletin otoritesinin zayıflamasına neden olan ayanlar meselesinin çözülmesini istedi. Bunun üzerine 29 Eylül 1808'de İstanbul'da toplanan ayanlar ile hükümetin emirlerini yerine getireceklerine dair Sened-i İttifak'ı imzaladı. Bu olay padişahın ayanlar karşısında çaresiz durumda görülmesine yol açtığı için bu belgeler kısa bir süre sonra yok edildi. Amcası III. Selim'in yolundan ilerleyen Sultan Mahmut, Nizam-ı Cedid ordusunu Sekban-ı Cedid adıyla yeniden düzenledi. Sekban-ı Cedid'in giderek güçlenmesi ve aylıklarının fazla olması nedeniyle rahatsız olan Yeniçeriler ayaklandılar. Bu ayaklanmada Alemdar Mustafa Paşa hayatını kaybetti. İstanbul'da birçok yangının ve yağmanın başlaması üzerine 18 Kasım 1808'de Sekban-ı Cedid ocağı kaldırıldı.
Sultan Mahmud padişah olduğunda Ruslarla sınır muharebeleri devam ediyordu. 1810‘da Ruslar ikinci defa Silistre kalesini kuşatmışlardı. 1811‘de Napolyon Ruslara savaş açınca Osmanlı sınırındaki Rus baskısı azaldı, bir rahatlama oldu. Bu sıralarda Napolyon, Rusya seferine çıkmak üzereydi. Osmanlıya da Rusya’ya yürümesini teklif etti. Yalnız, İngiltere ve Osmanlı dışında bütün Avrupa’yı işgal etmiş olan Napolyon’un dönek siyaseti, «dünyanın merkezi olmaya ancak İstanbul lâyıktır» dediği biliniyordu. Napolyon asla güvenilip müttefik olarak kabul edilemezdi; Sultan Mahmut teklifi reddetti. Ruslarla 28 Mayıs 1812’de Bükreş anlaşması yapıldı. 8 Eylül 1812 tarihinde imzalanan Bükreş Antlaşması ile Rusya, Eflak ve Boğdan'dan ile birlikte işgal ettiği topraklardan çekilecek, Besarabya bölgesi ise Ruslar'da kalacaktı.
Sırp meselesini halletmek Sultan Mahmud için en hayati meselelerden biriydi. Sırplar 9 senedir isyan halinde idi. Bu isyanlar bir türlü bastırılamamıştı. Rumelideki 3. Ordu bunun için görevlendirildi. Hurşit Ahmet Paşa tertip ettiği 80 bin kişilik ordusuyla Niş’ten yürüyüşe geçerek Sırpların üzerine yürüdü. 30 Ekim 1813’te Hurşit Ahmet Paşa Belgrad’a girdi. Sırplar'ın eline geçen kaleler ve şehirlerin geri alınmasıyla isyan sona erdi. İsyanın lideri Kara Yorgi Avusturya’ya kaçmak zorunda kaldı.
Sultan II. Mahmud, Bükreş Antlaşmasının getirdiği barış ortamını fırsat bilerek tahta geçer geçmez imzalamak zorunda kaldığı Sened-i İttifak’ı, devlete başkaldıran ayanları ortadan kaldırmak için bir delil kabul etti. Alemdar’ın öldürülmesinden sonra Rumeli’de ve Anadolu’da ayanlar, başkenti hiçe sayarak hareketlerine devam ettiler. Sultan Mahmud Otoritesini imparatorluğun her tarafında geçirmek için bu ayanlara karşı esaslı bir harekete geçti. Bu doğrultuda yapılan çalışmalarla ayanlardan bir kısmı öldürüldü. Bazıları da sürüldü. Bütün bu ayaklanmalara ve iç harplere rağmen Rumeli’de ve Anadolu’da devlet otoritesini kurmak mümkün oldu.
1813 yılındaki Gülistan Antlaşması ile Kuzey Azerbaycan ve Kafkaslar'da Ruslara büyük ölçüde toprak kaptıran İran'daki Kaçar Hanedanı, bu toprak kayıplarını Osmanlılar'dan toprak alarak telafi etmek istediği için, Avrupalıların da kışkırtmalarıyla Bağdat ve Şehrizor bölgelerine saldırılar düzenledi. Sınır olaylarının ve saldırıların yoğunlaşması üzerine II. Mahmut, İran'a savaş ilan etti (1820).
İran orduları, Osmanlı idaresinden memnun olmayan, Doğu Anadolu'daki bazı İran (Kaçar) yanlısı aşiretlerin de yardımıyla Doğu Beyazıt ve Bitlis'i aldıktan sonra Erzurum ve Diyarbakır'a doğru iki koldan ilerlediler. Savaş Osmanlılar'ın aleyhine devam ederken İran Ordusunda büyük bir kolera salgını başladı. İran Ordusu'nun ağır kayıplar vermesi üzerine Kaçar hükümdarı Feth Ali Şah barış istedi ve Erzurum Antlaşması yapıldı. Bu antlaşmayla İran ele geçirdiği yerleri geri vererek eski sınırlarına çekilmeyi kabul etti.
1821 yılında Yunan âsilerin Mora’daki sivil Türkler’i kılıçtan geçirmeleri üzerine II. Mahmut, isyanın başlıca tahrikçisi olan İstanbul’daki Ortodoks Patriğini astırdı. Romanya’da da Rusya’nın tahrikiyle bir isyan çıktı. Türk ordusu, bu isyanı kolayca bastırdı. Yalnız, Mora isyanı bastırılamadı. Zira bir Fransız kolordusu başta olmak üzere, bütün Avrupa’dan yardım alıyordu. Yalnız Avusturya, Osmanlı’yı tutuyordu. Prusya ile İngiltere ve İspanya, tarafsızdı. Rusya ile Fransa, Yunanistan’a bağımsızlık verilmesini şiddetle istiyorlardı. Lord Cochrane ve Sir Richard Church gibi İngiliz generallerinin komutasındaki Yunanlar, tamamen ezilmişler, isyan Mısır ordusu tarafından tamamen bastırılmıştı ki, 20 Ekim 1827’de Navarin faciası oldu. Türk donanması, Mora’nın güneybatısındaki bu limanda bulunuyordu. İngiliz – Fransız – Rus müttefik donanması, savaş bayrağı çekmek usulden olduğu halde, bunu yapmaksızın limana girdi, böyle bir hareket beklemeyen Osmanlı donanmasına birdenbire ateş açıp imha etti. Navarin faciasının hemen akabinde 1828'de Rusya da Yunanistan ile ilgili istekleri kabul ettirmek için Osmanlı Devletine savaş açtı. Bir sene önce donanması Navarin'de yok olan, Yeniçeriler’i de kanlı bir katliamla ortadan kaldıran, yeni modern ordusu henüz çekirdek halinde bulunan II. Mahmut, Avrupa’nın baskısına karşı koyamadı. Rus ordusunun Balkanları geçip Edirne’ye kadar gelmesi üzerine Rusya ile Edirne Antlaşması imzalandı. Ruslar, bütün Osmanlı topraklarından çekildi. Ancak Yunanistan’a bağımsızlık koparmakla yetindi; böylece, Balkanlar’daki Ortodokslar arasında koruyucu rolüne sahip çıkmayı umuyordu. Mora ve Attika yarımadaları ile Eğriboz ve Kiklad adalarından ibaret küçücük 49.414 km² bir Yunan Krallığı kuruldu.
1797 yılında Yeniçeriler'in Cezayir'in yönetimi için seçtiği İzmirli Hüseyin Paşa, Fransa için borç para vermişti ancak Fransa borcu ödemeyince Hüseyin Paşa'nın hakaretlerinden dolayı iki ülke arasında gerginlik oluştu. Bu sırada, düşmek üzere olduğu için halkı dış meselelerle oyalamak istiyen Fransa Kralı X. Charles da, 1830 yılında da Cezayir'i işgal etti. Ancak o sırada Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın isyanının başlaması üzerine Cezayir meselesi sonuçsuz kaldı Buna rağmen bazı Türk sancakbeyleri, bilhassa Konstantin sancakbeyi Ahmet Paşa, Fransızlar’ı yıllarca uğraştırdı.
Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Mora’da büyük güçler karşısındaki kayıplarını tazmin için Sultan Mahmut’tan zengin insan ve doğa kaynakları olan Suriye eyaletinin valiliğini istedi. Sultan Mahmut ona bunun yerine Girit valiliğini verdi ama adada düzen sağlamanın kendisi için büyük mali yük getireceğinin farkında olduğundan Mehmet Ali Paşa bunu reddetti. 1831’de Suriye’ye karşı karadan ve denizden bir sefere girişti. Yeniden canlandırılan Mısır ordusuna komuta eden oğlu İbrahim Paşa, Akka, Şam, Hama, Humus'u alarak Toroslar'ı aştı. Anadolu'da yerel nüfustan heyecanlı bir karşılama gördü. Sultan Mahmut, böylesine açık bir isyana tahammül gösteremezdi. Mehmet Ali Paşa ve oğlu İbrahim Paşa asi ilan edilip üzerilerine Sadrazam Reşid Mehmet Paşa komutasında bir ordu gönderildi.İki ordu Konya'da karşılaştığında Osmanlı ordusu yenildi ve sadrazam esir alındı.
Mehmet Ali Paşa, Sultan Mahmut’tan af dilemek ve kazandığı toprakları elinde tutmayı talep etmek üzere bir mektup yazarken, İbrahim Paşa babasına kendi adına hutbe okutup, sikke kestirip bağımsızlık ilan etmesi için baskı yapıyordu. 1833 yılının Ocak ayında İbrahim Paşa, Bursa’ya bir adımlık mesafedeki Kütahya’ya varmıştı. Mısırlıların ilerlemesi İstanbul’un tedarik ha |
tlarını kısmen kesmiş kentte açlık tehlikesi baş göstermişti. Ne İngiltere ne de Fransa’da kesin yardım vaadi alamayan Sultan Mahmut yardım için Çar Nikolay’a başvurmak zorunda kaldı. Mehmet Ali Paşa’nın başarıları herkesten çok Rusya’da kuşku uyandırmıştı. Çünkü, Mehmet Ali Paşa’nın İstanbul’da yerleşmesi ve Osmanlı yönetimine el koyarak, Rusya dibinde zayıf Osmanlı İmparatorluğu yerine diri ve kuvvetli bir imparatorluk kurması demekti. Bu ise Rusya'nın 200 yıldır sürdürdüğü politikasının sonu demekti. Bu düşünceler nedeni ile Rusya Osmanlı İmparatorluğunun toprak bütünlüğü prensibini kabul ettiği gibi bunun için derhal harekete geçti. Rus Çarı, generallerinden Muraviyef’i Rus görüşünü bildirmek üzere İstanbul'a ve Kahire’ye gönderdi. Çar, Sultan Mahmut’a yardım, Mehmet Ali Paşa’ya da derhal muharebeyi durdurmasını teklif ediyordu.
Şubat 1833’te Visamiral Lazarev komutasındaki 9 harp gemisinden oluşan bir Rus filosu İstanbul boğazına girerek Büyükdere önlerinde demirledi. Bu olay Fransa ve İngiltere'yi o vakte kadar içlerine gömüldükleri uyuşukluktan uyandırdı. Fransa elçisi Rus donanmasının İstanbul'dan uzaklaşmasının Sultan Mahmut ile Mehmet Ali Paşanın anlaşmalarına bağlı olduğuna inanıyordu. Bunun üzerine Sultan Mahmut’un onaması ile Mehmet Ali’ye Kudüs, Akka, Trablusşam ve Nablus sancaklarını kabul ettirerek padişahla barış yapmasını teklif etti. Teklifi kabul etmediği takdirde Fransa'nın da kendisine silahla karşılık vereceğini belirtti. Mehmet Ali Paşa teklifi kabul etmemekle birlikte Beriyettüşşam ve Adana sancağının da kendisine bırakılması için Sultan Mahmut’a ültimatom verdi. Bu ültimatoma müspet cevap verilmediği takdirde İbrahim Paşa’yı Üsküdar üzerine yürümekle görevlendiriyordu. Bu sıralar Mehmet Ali Paşa’nın entrikaları ile Anadolu’da padişaha karşı yer yer isyanlar çıkmış bulunuyordu. Kastamonu’da Tahmiscioğlu, İzmir’de Mehmet ağa isminde biri padişahın memurlarını atarak, Mehmet Ali Paşa’nın idaresini kurmaya yeltendiler.
Sultan Mahmut bu durum karşısında başkentin güvenliğini bile tehlikede görüyordu. Ulemanın ve halkın homurdanmalarına 15.000 kişilik bir Rus kuvveti 5 Nisan 1833’te Boğaziçinin Anadolu yakasına çıktı. Bu olay Fransız ve İngiliz elçilerine dehşet saldı. Rusların İstanbul’dan uzaklaşmaları Mehmet Ali’nin Anadolu'yu boşaltması ile mümkündü. Elçiler Sultan Mahmut’u Mehmet Ali ile anlaşma yapması için zorlamaya başladı. Sultan Mahmut yeni barış teşebbüslerinde bulunmayı kabul etti. Amedci Reşit Bey, Fransız elçisi Varenne ile İbrahim Paşa’nın ordugahına barış tekliflerini götürdü. Uzun boylu tartışmalar neticesinde nihayet Mehmet Ali Paşa ile Sultan Mahmut arasında 14 Mayıs 1833’te Kütahya Barış Anlaşması imzalandı. Bu barışa göre Mehmet Ali Paşa’ya Mısır ve Girit valiliklerine ek olarak, Şam, İbrahim Paşa’ya ise Cidde valiliğine ek olarak Adana valiliği verildi. Bundan başka Anadolu'da Mehmet Ali tarafını tutmuş olanlar için de genel af ilan edildi. Kütahya barışından sonra İbrahim Paşa kuvvetleri Anadolu'yu boşalttı.
İngiltere ve Fransa, Mehmet Ali ile padişahın arasını bulayım derken daha çok Mehmet Ali çıkarlarını kollayan bir barış ortaya çıkmıştı. Rusya ise Mısır isyanının ilk gününden beri dostluk göstermişti. Yakınlığı sebebi ile Rusya en kısa zamanda yardım için donanma ve asker gönderebilirdi. Sultan Mahmut bu durumu Rus elçisine açtı. Rusya ile saldırmazlık ve savunma ittifakı için Çara müracaatta bulundu. Çar ittifak düşüncesini onayladı. 8 Temmuz 1833’te ise Rusya ile Osmanlı İmparatorluğu arasında Hünkar İskelesi anlaşması imzalandı. Anlaşmaya göre Osmanlı Devleti boğazlara hiçbir yabancı harp gemisinin girmesine izin vermeyecek Rusya ile batılı devletler arasında bir savaş olursa Osmanlı boğazları Rusya ile harp halinde olan devlete kapayacaktı. Buna karşılık Rus gemileri boğazlardan her iki istikamette gidip gelebileceklerdi.
Anlaşmanın imzalandığını öğrenir öğrenmez Paris ve Londra'da kıyametler koptu. Fransa ve İngiltere Akdeniz'deki filolarını çoğalttılar. Bir İngiliz filosu İzmir önlerinde görüldü. Bir ara boğazların zorlanması ve Karadeniz'deki Rus filosunun batırılması bile düşünüldü. Fakat daha sonra Avusturya ve Prusya’nın da Rusya'dan yana tavır almaları üzerine Hünkar İskelesi Anlaşmasının yürürlüğe girmemesini temin etmek için yeni bir müdahale durumu olmaması adına Kahire ve İstanbul'a tavsiyelerde bulunmaya başladılar. Rusya, Batı ile savaşa girdiği anda, Osmanlıların, boğazları Batılılara kapatacağı hususu, Rusya'nın bu dönemde rekabet içinde olduğu Birleşik Krallık ve Fransa'ya karşı konması ile Boğazlar sorunu ortaya çıkmıştır.
Kütahya barışı ne Sultan Mahmut’u ne de Mehmet Ali Paşayı memnun etmişti. Sultan Mahmut çok şey kaybettiğini Mehmet Ali Paşa ise az kazandığını düşünüyordu. Sultan Mahmut için Mehmet Ali Paşa, vücudu er geç ortadan kaldırılması gereken bir asi idi. Bu yoldaki düşüncesi o kadar genişti ki bir gün İstanbul'un mukadderi ile kendisini ilgilendirmek isteyenlere “İmparatorluğun ve İstanbul'un ne önemi var Mehmet Alinin başını getirecek olana İmparatorluğu da İstanbul’u da bağışlamaya hazırım” demesi meşhurdur.
İlk anlaşmazlık Mısır’ın İstanbul’a göndereceği para yüzünden çıktı. Mehmet Ali 32.000 kese altın göndermek isteyince Sultan Mahmut vilayetlere göre bu paranın yetersiz olduğunu ileri sürdü fakat fazlasını elde edemedi. İbrahim Paşa, halifeliği İstanbul’dan Kahireye çekmeyi düşünüyordu. Çünkü kutsal şehirler Mekke ve Medine, Kavalalıların elinde idi. Mısır, Osmanlı İmparatorluğundan ayrıldığı vakit padişah kendini hutbede "Hadim-ül Harameyn" (Mekke ve Medine'nin hizmetkarı) olarak gösteremeyecekti. Kaldı ki Osmanlıların halifelik iddiası Mısır'ı ele geçirmelerinden sonra güçlenerek artmıştı.
İşte bu ortamda hem İngilizlerin yardımını sağlamak hem de Mehmet Ali’ye bir darbe vurmak üzere 16 Ağustos 1838’de İngilizler ile bir ticaret anlaşması imzalandı. Hariciye Nazırı Mustafa Reşid Paşa’nın Boğaziçi’ndeki Baltalimanı’nda bulunan konağında paşa ile İngiliz elçisi Ponsonby arasında imzalanan anlaşmaya göre Osmanlı İmparatorluğu, kendi ihtiyaç duyduğu yerli ham maddelerin yabancı tüccarlar tarafından yurt dışına çıkarılmasını önleyen yed-i vahid (tekel) usulü kaldırılıyordu. Mısır’ın kapitalist gelişmesinde stratejik bir rol oynayan dış ticaret tekeli bu anlaşmaya dayanarak yıkılmıştır. Bu hüküm, Mısır kalkınmasının can damarı olan mekanizmayı tahrip edip Mısır’ı çökertmek için konmuştu. Fakat, ülkenin başka bölgelerinde de geçerli olacaktı. Baltalimanı ticaret anlaşması ile İngiltere’ye çok daha önce verilmiş olan bazı imtiyazlar yeniden onaylanıp önemli ölçüde genişletilmiştir. İngiliz tüccarlar, iç ticarette en imtiyazlı yerli tüccardan daha fazla vergi ödemeyecekti. İngiliz gemileriyle gelen İngiliz malları için bir defa gümrük ödendikten sonra, mallar alıcı tarafından nereye götürülürse götürülsün bir daha gümrük ödenmeyecekti. İngiliz ticaret gemileri boğazlardan serbestçe geçebilecek, Osmanlı limanlarında bir gemiden diğerine aktarma yapabilecek ve transit ticaretten alınan vergi resmi kaldırılacaktı. Örneğin Selanik'ten İstanbul'a mal gönderen Müslüman yerli tüccar devlete transit gümrük vergisi ödediği halde İngiliz tüccar bu vergiden muaf olmuştur. İngiliz tüccarlar sadece İngiliz mallarını değil, dış ülkelerden gelmiş her türlü malı ülkenin her yerinde serbestçe alıp satabileceklerdi. Anlaşma 8 Ekim 1838'de Kraliçe Viktorya, bir ay sonra da Sultan II. Mahmut tarafından onaylandı. 1830’larda Avrupa’da gümrük duvarlarının yükselip birtakım mallara yasaklamalar getirilmesi sonucu İngilizler yeni pazarlar bulmak üzere Ortadoğu ve Uzakdoğu’ya yönelmişlerdi. İngilizler, Mısır’ın kalkınmasını sağlayan ticaretine darbe vurmak üzere hem de Osmanlı İmparatorluğu’nda İngilizlerin serbest ticaret yapabilmeleri için yed-i vahid usulünün kaldırılmasında ısrar etmişlerdi. İngilizler’in Ortadoğu ticaretine ilgilerinin artması Sultan Mahmud’un İngiltere politikasına olan güvensizliğini de ortadan kaldırıyordu.
İngiltere ile yapılan Baltalimanı Ticaret Anlaşması ile İngiltere'nin siyasi desteği sağlanmıştı. Zaten Osmanlı ordusundaki reform çalışmaları ciddi anlamda devam etmekte ve yeniden düzenleme sağlanmakta idi. Mehmet Ali etrafında örülmekte olan çemberden kurtulmak ümidi ile elinde bulunan yerlerin babadan oğula geçmek üzere kalıtsal valiliğini istedi. Bunun dışında İstanbul’a göndermek zorunda olduğu vergiyi göndermemekle birlikte bağımsızlığını ilan etti. Sultan Mahmut, Mehmet Ali Paşa’ya karşı savaşa girişilmesi için 21 Nisan 1839’da emir verdi. İki ordu Fırat nehrinin ötesinde Nizip’te karşılaştı.
Osmanlı ordusunun başında orduyu modernleştirme çabaları içerisinde Avrupa'dan getirtilen Prusyalı 3 subay bulunuyordu. Bir Cuma günü Prusyalı subaylar, Osmanlı ordusu Mısır ordusunu yenecek bir durumda iken hemen muharebeye girilmesi için başkomutan Hafız Paşa’ya tavsiyede bulundular. Fakat orada bulunan ulema, Cuma günü harp yapılmasının şer’an caiz olmadığını ileri sürdüler. Ertesi gün Prusyalı subaylar bir gece baskını yapılmasını tavsiye ettiler. Ulema bu seferde ansızın gece haydut gibi baskın yapılmasının padişahın askerlerinin şanına yakışmayacağını ileri sürdüler. Bu esnada İbrahim Paşa ordusu Osmanlı ordusunu kuşatacak bir konum kazandı. 29 Haziran’da başlayan Mısır ordusu saldırısı sonucu Osmanlı ordusu 4 saat içinde perişan oldu. Harp meydanında binlerce ölü on binlerce esir ve 160 parça top bırakıldı. Bir defa daha İbrahim Paşa kuvvetlerine Anadolu ve İstanbul kapıları açılmıştı. Sultan Mahmut 1 Temmuz 1839’da mağlubiyet haberinin İstanbul’a varmasından birkaç gün önce öldü.
Sultan II. Mahmud dönemi, Osmanlı tarihinde batılılaşma süreci içerisinde büyük öneme sahiptir. Sultan II. Mahmud, Osmanlı Devleti’ne yeniden bir düzen verilmesi amacıyla, bütün işlerinde batı teknik ve kültüründen faydalanma yolunu tuttu. Tarihlere "Vaka-i Hayriye" olarak geçen Yeniçeri Ocağı’nın kanlı bir şekilde kaldırılması hadisesinden sonra kurduğu Avrupai tarzda eğitim gören "Asakir-i Mansure-i Muhammediyye" (Türkçe: Muhammed'in za |
fer kazanmış orduları) ordusu ile modern Türk ordusunun temellerini attı. 1828 yılında yayınladığı Kıyafet Nizamnamesi ile sarık, kavuk ve biniş giyilmesini yasaklayıp, ceket, pantolon ve fes giyilmesi kuralını getirdi ve kendi de sakalını kısa keserek modern kıyafetler ile halkın içine çıktı. Portrelerini yaptırarak devlet dairelerine astırdı. Devlet ve saray teşkilatında geniş ölçüde değişiklik yaparak Tımar Sistemi, Enderun ve Divan-ı Hümayun’u lağvedip çeşitli bakanlıklar ve meclisler kurdu. Topkapı Sarayı'nı terk ederek batılı tarzda döşenmiş Beylerbeyi Sarayı ve Çırağan Sarayı'nı yaptırarak hanedan için boğaz içi sahillerinde yeni bir yaşantının kapısını araladı. 1831 yılında Modern anlamda ilk nüfus sayımını gerçekleştirdi, ilk posta teşkilatını kurdurdu ve Osmanlı tarihindeki ilk resmi Türkçe gazete olan "Takvim-i Vekayi" onun döneminde yayımlandı. Sultan II. Mahmud, yapmakta olduğu reformların kalıcılığını bunların manasını kavrayacak nesillerin yetiştirilmesi ile mümkün görüyordu. Bunun için de, eğitime çok önem verdi. İlköğretimi zorunlu hale getirerek bugünkü ilkokula denk rüşdiye okullarını kurdu. Avrupai tarzda eğitim vermek amacıyla İstanbul'da, Türkiye'nin ilk modern tıp okulu olan Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane ve modern anlamda ilk harp okulu olan Mekteb-i Harbiye'yi kurdu.
Sultan Mahmut’tan önce yapılan yeni düzen çalışmaları daha çok orduda ve cemiyetin bazı müesseselerinde yapılmış, fakat hükümet kurumlarının yapısına ve şekillerine dokunulmamıştı. Bu itibarla Sultan Mahmut’un hükümet kurumlarında yaptığı düzen, batılılaşma yolunda yapılan çalışmaların önemli bir merhalesidir. Sultan Mahmut, devletin içte ve dışta karşılaştığı son derece ciddî ve hayatî tehlikelerle karşı karşıya gelmesine rağmen, giriştiği ıslahat etkinliklerinde yılmadan, usanmadan, cesaretle büyük çabalar gösterdi. Özellikle 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kapattıktan sonra kendini daha güçlü hisseden Sultan Mahmut ömrünün son yıllarında merkezî idare ve hükümet teşkilatında büyük düzenlemelere giderek “modern” bir devlet teşkilatı ve bürokrasisi kurmaya çalıştı. Bu doğrultudaki çalışmalarıyla Avrupa tarzında bir hükümet teşkilinin ilk örneklerini verdi
Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra Topkapı Sarayı’nda Yeniçerilerin maaşlarının verildiği 3 ayda bir gerçekleşen ulufe merasimleri de tarihe karışmıştı. Ulufe merasimlerinde ve elçilerin kabulünde Divan-ı Hümayun'un toplanması geleneklerinin de tarihe karışmasının ardından Sultan II. Mahmut 1834 yılında Divan-ı Hümayunu lağvetti. Onun yerine Meclis-i Vala ve Meclis-i Vükela’yı kurdu ve birçok bakanlıklar teşkil edildi. Sadaret kethüdağlığı dahiliye nezaretine, reisülküttaplık hariciye nezaretine, defterdarlık maliye nezaretine çevrildi. Sadrazamlık unvanı başvekile çevrildi. Sadrazam, padişahın mutlak vekili olmaktan çıktı. Bu sıfatla yetkiler nazırlara (bakanlara) geçti. Başvekilliğe ilk defa olarak Rauf Paşa getirildi. Modern manada bakanlıkların kurulmasındaki amaç Avrupa'daki gibi kabine sistemine geçişin alt yapısını hazırlamaktı. Şeyhülislam'lık hükümet yönetimi ve planlama kurullarının dışında bırakılmıştır. Sultan Mahmud, şeyhülislam'lığı, Müslüman olmayan halkların millet örgütlerinin din başkanlığı anlamına benzer bir şekilde bir çeşit islam milletinin din görevlisi haline getirdi. Sadrazamlık kaldırılınca eskiden iki kazasker aracılığı ile o makama bağlı olan kadılıklar ve şeriat mahkemeleri de şeyhülislam'lığa bağlandı. Böylece şeyhülislam'lık dinsel hukuk genel direktörlüğü diyebileceğimiz bir niteliğe girdi. Eski totaliter din-devlet bileşiminde ilk çatlama ilk ikilenme bu şekilde başladı.
Meclis-i Vâlâ, adalet işlerinden yüksek düzeyde sorumlu bir meclisti. 24 Mart 1838’de Gülhane’de kurulmuştur. Memurların muhakemesi, hükümet ile halk arasındaki davaların görüşülmesi gibi mühim meseleler ile ilgilenen bu meclis, Danıştay ve Yargıtay yetkilerine sahip en önemli organ olarak kuruldu. Başkanlığına eski seraskerler Koca Hüsrev Paşa’nın getirildiği meclis beş üyeden oluşmaktaydı. Başkan ve üyeleri, vezirler ve yüksek rütbe sahipleri arasından seçilirlerdi. Kararlar çoğunluğa göre verilirdi. Oyların eşitliği halinde son söz padişahın olurdu. II. Mahmut devrinin sonlarında, 1838’de bakanlıkların teşkil edilmesiyle modern anlamda bir hükümet şekline doğru yönelme olmuştu. Divan-ı Hümayun’un yerini bakanların teşkil ettiği Meclis-i Vükela veya diğer adı ile Meclis-i Has almaya başlamıştı. Bu meclise Sultan’ın Bakanlar Meclisi anlamında “Meclis-i Has-ı Vükela” da denir. Nazırların toplandığı padişahın hususi danışma kurulu olarak faaliyet gösteren meclistir. Meclis-i Vükela, başvekilin başkanlığında toplanıp önemli devlet işlerini görüşür ve icra işlerinde nezaretler arasında koordinasyonu sağlardı. Nazırların her biri nezaretlerinin görev alanına giren işlerden sorumluydu. Meclis, gerekli gördüğü veya alt kademedeki diğer meclislerin hazırladığı tasarıları ve meseleleri tartışıp gerekli düzeltmeleri yapar, daha sonra sadrazam bunları bir tezkereyle padişahın onayına sunardı.
Vereme yakalanmış olan Sultan Mahmut, 1839 yazında rahatsızlığı iyice artınca sıcak yaz günlerinde Çamlıca havasının kendisine iyi geleceğini ümit ederek bunaltıcı bir yaz gününde Beşiktaş Sarayı’ndan birkaç yakınının eşliğinde saltanat kayığına binerek Üsküdar’a geçti oradan Çamlıca’ya geçerek eşi Bezmialem Sultan ve oğlu Abdülmecit ile birlikte, kardeşi Esma Sultan'ın buradaki köşküne yerleşti. Sultan Mahmut’un ağırlaştığı günlerde, Meclis-i Vala Reisi Koca Hüsrev Paşa, güvendiği saray adamları aracılığıyla padişahın durumunun dışarıdan duyulmaması için önlemler aldırmış kendisi de hasta padişahın yattığı Çamlıca Kasrının bir odasına yerleşmişti. Amacı ölümden, herkesten önce haberdar olmak ve padişahlık müjdesini de yine herkesten önce Şehzade Abdülmecit’e ulaştırarak, bulunduğu görevden sadrazamlığa atanmak idi. Şehzade Abdülmecit ve annesi Bezmialem Sultan da ölüm haberini bekliyorlardı.
Sultan Mahmut’tan umut kesildiği sırada sözde devleti ve milleti düşünen kimi devlet adamları ve Hüsrev Paşa, koma halindeki padişahın tahttan indirilmesine fetva alıp oğlu Şehzade Abdülmecit’i bir an evvel tahta oturtmak düşüncesindeydiler. Buna karşılık Sultan Mahmut’a çok bağlı bir grup saray erkanı ise hekimlerin padişahı kasten tedavi etmedikleri, şayet oğlu Şehzade Abdülmecit ortadan kaldırılırsa mecbur kalıp iyileştirecekleri inancıyla daha korkunç, tehlikeli ve duygusal çareler peşindeydiler. Bunların başında da Hüsrev Paşa’nın siyasi rakibi Kaptan-ı Derya Müşir Ahmet Fevzi Paşa vardı. Hüsrev Paşa olasılıkla kendi uydurması olan bu suikast ihtimalinden genç şehzadeyi ve annesi Bezmialem Sultan’ı gizlice bilgilendirerek onları kendisine minnettar kalmayı gözetmişti. Bu gizli hesapları komadaki padişah sezmiş ya da ona acımayarak kulağına fısıldayanlar olmuş olmalı ki, ölümün beklendiği o günlerde Sultan Mahmut oğlu Şehzade Abdülmecit’e ve annesi Bezmialem Sultan’a küskündü.Ölüm döşeğindeyken Şehzade Abdülmecit babasını son kez görmek isteğiyle gizlice odasına girmiş ayaklarına yüzünü sürüp ağlarken, durumu fark eden Sultan Mahmut son takatini sarf edip oğlunun yüzünü tekmelemişti. Sultan Mahmut 2 Temmuz 1839 pazartesi günü sabaha karşı hayatını kaybetti. Hüsrev Paşa Sultan Mahmut’un öldüğünü öğrenir öğrenmez yanından ayırmadığı Serasker Said Paşa’yı güvenlik önlemleri ve cülus hazırlıklarıyla görevlendirdi ve Bezmialem Sultan’a oğlunu cülus merasimine hazırlaması için haber gönderdi.
Sultan II. Mahmut’un cenazesini oğlu Şehzade Abdülmecit gördükten sonra seher vakti Harem iskelesine indirilip oradan yedi çifte kayıkla Topkapı Sarayı’na getirilip Hırka-i Saadet Dairesinin şadırvanı önünde yıkanıp kefenlenmişti. Sultan Abdülmecit’in Topkapı Sarayı’ndaki cülus merasiminden sonra Sultan II. Mahmut’un cenaze namazı kılınıp cenaze alayı düzenlenerek birden bastıran yağmur altında kız kardeşi Esma Sultan’ın isteğiyle naaşı Esma Sultan’ın Cağaloğlu’ndaki köşküne defnedildi. Projesi Hassa Mimarı Garabet Amira Balyan'a ait olan ve Abdülhalim Efendi'nin nezaretinde yapılan Sultan II. Mahmut’un Cağaloğlu’ndaki türbesi bir yılda tamamlandı.
Sultan II. Mahmud döneminde, mimari alanda da yeni bir gelişmenin başladığı görülür. İmparatorluğun değişik bölgelerinde birbirinden güzel yapılar inşa edildi. Sultan II. Mahmud'un yaptırdığı eserlerden bazıları şunlardır; Rodos Süleymaniye Camii, İzmir Bıyıklıoğlu Mahmud Camii, hayatını kurtaran Cevri Kalfa'nın adını verdiği sıbyan mektebi, Tophane Nusretiye Camii, Arnavutköy Tevfikiye Camii, Asariye Camii, Hidayet Camii İstanbul Kocamustafapaşa Küçük Efendi Camii ve külliyesi, İstanbul Şamlar köyü tarihi camii ve bendi, Taşkışla, Gülhane Parkı girişindeki Alay Köşkü.
Sultan II. Mahmud ayrıca, İstanbul'daki bütün büyük camilerin tamirini de yaptırdı. Unkapanı köprüsü yine onun zamanında yapıldı. Mekke'de bir medrese yaptırdı ve Mescid-i Aksa'yı tamir ettirdi. Aynı zamanda hattat, bestekâr ve şair olan Sultan II. Mahmud yazdığı şiirlerde "Adlî" mahlasını kullandı.
IV. Mustafa
IV. Mustafa (Osmanlı Türkçesi: مصطفى), (d. 8 Eylül 1779 – ö. 17 Kasım 1808), 29. Osmanlı padişahı ve 108. İslam halifesidir. Babası I. Abdülhamid annesi Ayşe Seniyeperver Sultan'dır. Bazı kaynaklarda annesinin Nükhet-Sedâ Sultan olduğu iddia edilir.
Kabakçı Mustafa İsyanı sonunda tahttan indirilen amcâzadesi Sultan III. Selim'in yerine, 29 Mayıs 1807 günü tahta çıktığında 28 yaşındaydı. Saltanatı döneminde imparatorluk iç karışıklıklar ile çalkalandı.
Sultan IV. Mustafa hırçın bir tabiata sahipti. Babası I. Abdülhamid öldüğünde 10 yaşında olan padişah III. Selim'in saltanatı boyunca sarayda özgürce bir hayat yaşadı. Ancak Kabakçı Mustafa İsyanı sırasında III. Selim'in tahttan indirilmesine göz yumması hatta neden olması söz konusudur. 14 ay süren saltanatında III. Selim'in ıslahat için kurduğu Nizam-ı Cedit 1 Haziran 1807'de ortadan kaldırılmıştır.
IV. Mustafa'nın tahta çıkmasıyla birlikte imparatorluğun merkezi otoritesinde çöküş yaşandı. Devlet yönetiminde üst düzeydeki kişiler öldürü |
ldü. III. Selim'in mabeyincisi Ahmed Muhtar Bey, Umur-ı Bahriye Nazırı Hacı İbrahim Efendi, Sır Katibi Ahmed Faiz Efendi öldürülen kişiler arasındaydı. Nizam-ı Cedid ordusu dağıtıldı, yanlıları İstanbul'dan kaçtı veya yakalanıp cezalandırıldı. Bunun yanı sıra, Sultan III. Selim'in tahttan inişine sebep olan Kabakçı Mustafa ve isyanın diğer önemli isimleri devlet yönetiminde önemli mevkilere getiriliyorlardı. Örneğin, Kabakçı Mustafa turnacıbaşılıkla Rumeli Kaleleri Nazırı ve Ağası, Bayburtlu Süleyman ise Tersane-i Amire Sancak Kaptanı oldu.
Osmanlı Devleti bu isyandan sonra yeniçerilere çok büyük tavizler verdi. Osmanlı tarihinde ilk defa daha önce rastlanmamış bir antlaşma yapıldı. Antlaşmaya göre isyanda ön planda olan Yeniçeri Ağaları ve yamaklar hiçbir ceza almayacak, isyandan sorumlu tutulmayacak ve buna karşılık bir daha ayaklanmayacaklardı.
İsyandan sonra Sultan III. Selim yanlıları, Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa'ya sığınmışlardır. Alemdar Mustafa Paşa, 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında büyük başarılar göstermiş bir Osmanlı paşasıdır ve Sultan IV. Mustafa'nın tahttan indirilip, II. Mahmut'un yerine geçmesinde aldığı rol ile bu dönemin en önemli isimlerindendir.
Alemdar Mustafa Paşa ve yandaşları III. Selim'i tekrar tahta geçirmek için bazı görüşmeler yapmaya başladılar. Nihayet 16.000 kişilik bir ordu ile İstanbul'a yürüyen Alemdar Mustafa Paşa, Hacı Ali Ağa'yı İstanbul'a göndererek Kabakçı Mustafa'yı öldürttü (19 Temmuz 1808). Ordusuyla birlikte İstanbul'a gelen Alemdar Mustafa Paşa birçok isyancıyı da öldürdükten sonra Babıali'ye geldi. Arif Efendiyi (Arapzade) şeyhülislam yaptıktan sonra saraya gitti.
Sultan IV. Mustafa, Alemdar Mustafa Paşa'nın Sultan III. Selim'i padişah yapmak için geldiğini söyleyen şeyhülislamı kovdu ve kardeşi Şehzade II. Mahmut ve III. Selim'in öldürülmesini emretti. Sultan III. Selim hemen öldürüldü. Şehzade Mahmut ise cariyelerin ve hizmetkarlarının yardımıyla sarayın çatısına kaçırıldı. Alemdar Mustafa Paşa, Sultan IV. Mustafa'yı tahtan indirerek yerine Sultan II. Mahmut'u getirdi. Sultan II. Mahmut, kendisinin tahta çıkarılmasını sağlayan Alemdar Mustafa Paşa'yı sadrazam yaptı.
Alemdar Mustafa Paşa'nın sadrazamlığı ve II. Mahmut'un padişahlığı sırasında sarayda yaşayan IV. Mustafa yeniçerilerin onu tekrar padişah yapmaya çalıştıkları bir ayaklanma sırasında Sultan II. Mahmut'un emriyle 17 Kasım 1808'de öldürüldü. Babasının Eminönü'ndeki türbesine defnedildi. Acımasız bir tabiata sahip olan ve ihtirasları karşısında zayıf durumlara düşerek ülkede kaos ortamı oluşmasına sebep olan Sultan IV. Mustafa ıslahat hareketlerine karşı tutumuyla Osmanlı tarihine geçti.
Hat sanatıyla uğraşmıştır. Osmanlı tarihinde Sultan V. Murat'dan sonra en kısa süre tahtta kalan padişahlardan birisidir.
II. Mahmud, yeniçerilerin onu tekrar tahta geçirmek istemesinden endişe duyarak kardeşi IV. Mustafa'yı 17 Kasım 1808 tarihinde boğdurttu.
III. Selim
III. Selim (Osmanlı Türkçesi: سليم ثالث "Selīm-i sālis"), divan edebiyatındaki mahlasıyla İlhami (d. 24 Aralık 1761 - ö. 28 Temmuz 1808), 28. Osmanlı padişahı ve 107. İslam halifesidir.
III. Selim, 24 Aralık 1761 tarihinde babası III. Mustafa'nın saltanatı döneminde dünyaya geldi. Babası 1774 yılında öldüğünde sadece 13 yaşında olduğu için amcası I. Abdülhamid tahta çıktı. I. Abdülhamid şehzade Selim'e kendisinden önceki padişahların tersine, oldukça iyi davrandı. Kafes (oda hapsi) hayatı yaşamasına rağmen Selim'in iyi bir eğitim almasına izin verdi. Şehzade Selim müzik ve edebiyatla ilgilendi. Fransa'nın Fransız Devrimi öncesindeki son kralı olan XVI. Louis'le mektuplaştı. Daha tahta çıkmadan Osmanlı Devleti'nde köklü bir yapısal değişikliğe gerek olduğu inancına vardı. I. Abdülhamid 7 Nisan 1789 yılında ölünce, III. Selim Avrupa'yı temelinden sarsacak olan Fransız Devriminin eşiğinde tahta çıktı.
III. Selim tahta çıktığında Osmanlı Devleti hem Avusturya hem de Rusya'yla savaş halindeydi. Başarısızlıkla sonuçlanan bu savaşlar 1792 yılında Avusturya'yla yapılan Ziştovi Antlaşması ve 1792 yılında Rusya'yla yapılan Yaş Antlaşması ile son buldu. Böylece III. Selim Osmanlı Ordusu'nda çoktandır yapmak istediği yenilikleri yapma fırsatı buldu. 1793 yılında Nizam-ı Cedid ordusunu kurdu. Bu sırada Napolyon Bonapart'ın komutası altındaki Fransız orduları Osmanlı Devleti'ne ait olan Mısır'a saldırmıştı (1798). Osmanlı ordusu İngilizlerin yardımıyla Mısır'ı başarıyla savundu. 1801 yılında yapılan El-Ariş Antlaşması ile Fransa Mısır'daki emellerinden vazgeçti.
1807 yılında Nizam-ı Cedid ordusunun kaldırılmasını isteyen yeniçeriler Kabakçı Mustafa'nın önderliği altında ayaklandılar. III. Selim Nizam-ı Cedid ordusunu dağıtmak ve 29 Mayıs 1807 tarihinde de tahttan çekilmek zorunda kaldı. III. Selim'in yerine geçen amca oğlu IV. Mustafa III. Selim'i tekrar kafese geri gönderdi. 28 Temmuz 1808 tarihinde III. Selim'i tekrar tahta çıkarmak amacıyla Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa saraya yaklaşırken III. Selim padişah IV. Mustafa'nın emriyle boğduruldu. III. Selim ile onu idam etmeye gelen yeniçeriler arasında büyük bir boğuşma geçtiği bilinmektedir. III. Selim'in cenazesi Laleli Camii'nin avlusunda babası III. Mustafa Türbesi'ne defnedildi.
III. Selim'in saltanatı Osmanlı-Rus Savaşları (1787-1792 Savaşları) devam ederken başladı. Osmanlı Devleti'nin Fransa'ya karşı Rusya'yla ittifak yapmasıyla devam etti. Ancak daha sonra bu ittifak bozuldu ve III. Selim'in saltanatının sonunda Osmanlı Devleti tekrar Rusya ile savaş halindeydi.
1774 yılında Çariçe II. Katerina ile imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması ile Osmanlı Devleti Kırım'ı Rusya'ya vermek zorunda kalmıştı. III. Selim tahta çıktığında Osmanlı Devleti başında hala II. Katerina'nın bulunduğu Rusya'dan Kırım gibi önemli toprakları geri almak amacıyla 1787-1792 Osmanlı-Rus Savaşı'nı savaşmaktaydı. İngiliz ve Fransızlar da savaşa katılmamakla birlikte bu savaşta Osmanlı Devleti'ni destekliyorlardı ancak Osmanlı Devleti hesaplamadığı bir şekilde kendisini Avusturya'nın da karşısında buldu. Osmanlı ordusu disiplinden uzaktı ve Rusya ile yaptığı Fokşan (1 Ağustos 1789) ve Boze (22 Eylül 1789) Savaşlarında büyük kayıplara uğradı. Akkerman Kalesi Rusların eline geçti ve Besarabya Rusya tarafından işgal edildi. Osmanlı Devleti kendine müttefik bulmak amacıyla 11 Temmuz 1789 tarihinde İsveç ve 31 Ocak 1790 tarihinde de Prusya'yla barış antlaşmaları imzaladı. Ancak bu iki devletten de elle dokunulur bir yardım alamadı. Sonunda Osmanlı Devleti'ne karşı Rusya kadar başarılı olamayan Avusturya, Osmanlı Devleti'yle barış antlaşması imzaladı. (Ziştovi Antlaşması 4 Ağustos 1791) Avusturya'nın savaştan çekilmesinden birkaç ay sonra Rusya da barış antlaşması yapmaya razı oldu (Yaş Antlaşması 9 Ocak 1792). Osmanlı Devleti bu antlaşmayla Kırım'ın Rusya'nın egemenliği altına geçtiğini tekrar kabul etmek zorunda kaldı. Dinyester nehri Rusya ile Osmanlı Devleti arasında sınır olarak kabul edildi.
1792 yılından 1805 yılına kadar Osmanlı Devleti ve Rusya barış içinde yaşadılar. Hatta Osmanlı Devleti Mısır'ı işgal eden Fransa'ya karşı Birleşik Krallık ve Rusya ile işbirliği bile yaptı. 24 Eylül 1805 tarihinde Osmanlılar Ruslarla yeni bir dostluk antlaşması imzaladılar. Ancak bu antlaşmanın imzasından kısa bir süre sonra tekrar Osmanlı Devleti ve Rusya arasında anlaşmazlık çıktı. Rusya, Osmanlıların Rus yanlısı Eflak ve Boğdan beylerini görevden almasından hoşnut kalmadı. 40.000 civarında Rus askeri Eflak ve Boğdan'a girdi. III. Selim 22 Aralık 1805 tarihinde boğazları kapattı ve Rusya'ya savaş ilan etti. Rus donanması Osmanlı donanmasını 11 Mayıs 1807 tarihinde Çanakkale Boğazı civarında 19-29 Haziran 1807 tarihleri arasında da Limni adası yakınında civarında yendi. III. Selim tahttan indirildiğinde 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı halen devam etmekteydi.
Osmanlılar 1529 yılında Kanuni Sultan Süleyman'ın Viyana'yı kuşatmasından beri defalarca Avusturya ile savaşa girmişlerdi. III. Selim tahta geçtiğinde de Avusturya Rusya'yla birlikte Osmanlı Devleti ile tekrar savaş halindeydi. Osmanlılar Avusturya'ya karşı İsmail zaferini kazandılar. Ancak Avusturyalılar Sebeş, Muhadiye, Lazarethane ve Pançova'yı işgal etmeyi başardılar. Belgrad'ı 8 Ekim 1789 tarihinde ve Semendire'yi daha sonra ele geçirdiler. Ancak Avusturya gene de Osmanlılara karşı kesin bir üstünlük sağlayamadı. Hem savaş yorgunluğu hem de içişlerindeki sorunlardan dolayı Avusturya Osmanlı Devleti ile antlaşma istedi. 4 Ağustos 1791'de imzalanan Ziştovi Antlaşması ile Avusturya ele geçirdiği toprakları Osmanlılara geri verdi ve ayrıca Rusya'ya yardımda bulunmayacağına söz verdi. Bu savaş Osmanlıların Avusturyalılarla yaptığı son savaş oldu. Bu tarihten sonra Rusya Osmanlıların en önemli düşmanı ve rakibi oldu.
Osmanlıların Fransızlarla Kanuni Sultan Süleyman zamanına kadar uzanan bir dostluk ilişkileri vardı. Fransızlar ilk defa kendilerine tanınan kapitülasyonlardan büyük yarar görmüşler, ilişkiler kesintisiz olarak bir dostluk temelinde süregelmişti. III. Selim daha tahta geçmeden Fransa kralı XVI. Louis'yle mektuplaşmaktaydı ve Ruslarla yapılmakta olan savaşta Fransızlar Osmanlı Devletinin tarafını tutuyorlardı. Ancak Fransa hükümetinin Büyük Britanya'nın Mısır ve Uzakdoğu ticaret yolları üzerindeki etkisini kırma amacını gütmesi nedeniyle bu ilişkilerde ilk olarak bir kırışma meydana geldi. Dışişleri Bakanı Charles-Maurice de Talleyrand-Périgord ve General Napolyon Bonapart, Osmanlıların elinde olan Mısır'ı ele geçirip Fransa lehine Büyük Britanya karşısında önemli bir avantaj sağlamak istiyordu. 2 Temmuz 1798 tarihinde Napolyon İskenderiye'yi işgal etti. Mısır her ne kadar Osmanlı Devleti'nin bir parçası olsa da iç işlerinde oldukça bağımsız olarak yönetilmekteydi.
Kahire'nin de 22 Temmuz 1798 tarihinde Napolyon Bonapart'ın eline geçmesi üzerine Osmanlılar bu durumu kabul edemeyerek Mısır'ı savunmaya karar verdiler. 2 Eylül 1798 tarihinde Osmanlı Devleti Fransa'ya savaş ilan etti. Osmanlı ve Mısır orduları Fransa karşısında önce bazı yenilgiler aldılar ama C |
ezzar Ahmed Paşa komutasındaki ordu 18 Mart 1799 tarihinde Akka önlerinde karşılaştığı Fransız ordusunu başarıyla geriye püskürttü. Bonapart komutasındaki Fransız ordusu 1 Ağustos 1799'da Osmanlı kuvvetleri karşısında bir muharebe kazandı, ancak Fransa ordusunun yetersiz olduğu ortaya çıkmaktaydı. Bu durumu göz önünde bulunduran ve Fransa'daki siyasi bunalıma müdahale etmek isteyen Napolyon Bonapart Fransa'ya geri döndü (22 Ağustos 1799). Mısır'da gücünü pekiştiremeyen Fransa sonunda 27 Haziran 1801 tarihinde imzalanan sözleşmenin hükümleri uyarınca Mısır'dan geri çekildi. 9 Ekim 1801'de imzalanan Paris Antlaşması Fransa'nın Mısır seferini sona erdirdi; bu şekilde Mısır yeniden Osmanlı yönetimine geçti.
Mısır konusundaki anlaşmazlık olumlu bir sonuca bağlandıktan sonra Fransa'yla olan ilişkiler kısa zamanda düzeldi. 25 Haziran 1802'de Paris'te imzalanan bir diğer barış antlaşması da Fransa ve Osmanlı Devleti arasındaki dostluğu pekiştirdi. Napolyon Bonapart 1804 yılında kendini "I. Napolyon" adıyla imparator ilan ettikten sonra İstanbul'a bir elçi gönderdi. Horace Sébastiani adındaki bu elçi III. Selim'in çok yakın güvenini kazandı. Sébastiani III. Selim'i Rusya ve Birleşik Krallık'a karşı savaş açmaya ikna etmeye çalışıyordu. Ruslar da tam tersine Osmanlıların Fransa'ya savaş ilan etmesini istiyorlardı. Ancak Rusya'nın Osmanlı Devleti'nden kendisini Balkanlardaki Hristiyanların koruyucusu olarak kabul etmesini istemesi ve Sırp isyanlarını desteklemesi Rusya'yla olan ilişkileri gerginleştirdi. Sonunda Rusya'nın Eflak ve Boğdan'a girmesiyle Osmanlılar Rusya'ya savaş açtılar. Birleşik Krallık Osmanlı Devleti'nden Sébastiani'yi sınır dışı etmesi, Fransa'ya savaş açması, Eflak ve Boğdan'ın Rusya'ya verilmesi gibi kabul edilemeyecek taleplerde bulundu. Bu talepler kabul edilmeyince de "Admiral Sir John Thomas Duckworth (1748-1817)" komutasındaki Birleşik Krallık donanması 19 Şubat 1807'de Çanakkale Boğazı'ndan Marmara Denizi'ne girerek Osmanlı donanmasını yok etti. Donanmasını İstanbul limanında demirleyen Duckworth, Osmanlı Devleti ile anlaşmaya çalıştı. Bir anlaşmaya varılamadı ama geçen süre boyunca Sébastiani'nin de yardımıyla İstanbul'un savunması güçlendirildi. Siperler kazıldı ve şehri savunmak için toplar yerleştirildi. O günlerde III. Selim'in şehri korumak için Sébastiani ile birlikte bizzat siper kazdığı söylenir. Şehrin savunmasını kıramayacağını anlayan Duckworth donanması geri çekerek İstanbul limanından ayrılmak zorunda kaldı. Böylece İstanbul önemli bir bombardıman tehlikesini atlatmış oldu.
Askeri alanda özellikle subay yetiştirilmesine önem verilmiştir. III. Selim; Yeniçerilerin ve Tımarlı Sipahilerinin ıslahatıyla ilgili 72 maddelik bir ferman yayınlanmıştır. Bu maddelerin ana başlıkları;
1789-1807 arası hüküm süren III. Selim, döneminde birçok yeniliğe imza atmıştır. Öte yandan bu yenilikleri salt III. Selim'in kişiliğine atfetmek ve ondan önceki dönemlerinin sadece bir karanlık çağ olarak tanımlanması da çok yerinde değildir. III. Ahmed döneminde başlayan yenilikler 1730 Patrona Halil isyanı ile sekteye uğrasa da, ondan sonra yönetimde olan I. Mahmud 1730-1754, III. Osman 1754-1757, III. Mustafa 1757-1774 ve I. Abdülhamid 1774-1789 zamanına da azımsanmayacak yenilikler yapılmıştır. Bu 59 yıllık süreci hiçbir şeyin yapılmadığı karanlık bir dönem olarak anmak yerine, III. Selim tarafından köklü değişikliklerin yapıldığı dönemin hazırlandığı, bazen yüksek bazen düşük ama sürekli bir değişimin olduğu dönem olarak tanımlamak daha doğru olacaktır. İşte bu değişim döneminde de muhalefet hiçbir zaman kaybolmamış ve her zaman isyan boyutunda olmasa da birçok kez kendini göstermiştir. III. Selim döneminde ise bu muhalefet üç kez belirgin ve çatışma düzeyinde ortaya çıkmıştır.
Nihai olarak yeniçerilerin yerine geçmek üzere kurulan birliklere Levent çiftliğinde eğitim çalışmaları yapılırken, yeniçerileri gücendirmemek ve kendilerinin bir parçası sanısı vermek amacıyla da onlara Bostani Tüfekçisi ismi verilmişti. Ancak bu birliğe ayda 50 akçe gibi yüksek bir ücret ödenirken Yeniçeri Tüfekçisi'ne bunun yarısı kadar ücret ödenmekteydi, Bostani Tüfekçisi'ne ücretsiz olarak ve daha iyi et ve ekmek de veriliyordu. Bu durum yeniçeriler arasında huzursuzluk yaratırken, Nizam-ı Cedid askerinden dışlanan ulema, esamelerden mahrum kalanlar ve Nizam-ı Cedid'i finanse etmek için ihdas edilen İrad-ı Cedid hazinesine ek katkıda bulumak zorunda kalan ayanlar, mültezimler v.b. de bu değişimden hoşnut değildi. 1805 Nisan'da yapımı tamamlanan Selimiye Kışlasının yanındaki Selimiye Camii'nde yapılacak ilk selâmlık töreninde yeniçerilerin yerini Bostani Tüfekçi askerlerinin alacağı söylentisi, yeniçeriler tarafından uzun zamandır şüphelendikleri ocaklarının kaldırılması yolunda atılmış açık bir adım olarak yorumlanmış, Üsküdar'a geçen bazı yeniçeriler sağa sola ateş açmaya başlamış ve Üsküdar Kışlası’ndaki Bostani Tüfekçi Ocağı askerlerini ortadan kaldıracakları tehdidinde bulunmuşlardı. Bunun üzerine III. Selim yönetimi geri adım atarak Selimiye Camii'ndeki selâmlığın başka bir tarihe ertelendiğini ilân etmiş, yeniçerilere de selamlık törenindeki geleneksel yerlerinin korunacağı teminatını vermişti.,
III. Selim döneminde başlatılan yenilikler aslında sadece İstanbul ile sınırlı kalmamış, tüm imparatorluk topraklarına yayılması planlanmıştı. Fakat merkez yönetiminin otoritesinin zayıflığı, sancaklarda ayanların gücü gibi nedenlerle bu hedefe ulaşılamamıştı. Başlarda sancaklarda bazı kışlalar kurulması ya da en azından yeni Bostani tüfekçiler sancaklara gönderilmesi istenmiş ancak tepkilerden çekinilerek ertelenmişti. Ancak 1806 da tekrar ve özellikle de İstanbul'dan sonra yeniçerilerin en güçlü olduğu ve Balkanlar'daki âyanları doğrudan kontrol altına alabilmek için önemli bir üs olan Edirne den başlayarak bu plan tekrar yürürlüğe koyuldu. Önce eşkıya takibini mazeret göstererek Kadı Abdurrahman Paşa idaresindeki Bostâni Tüfekçisi askerlerini Rumeli'ye gönderilmiş, Dağlı eşkıyası karşısında bazı başarılar kazanan yeni ocağın askerlerinden bir kısmı İstanbul'a geri çağrılmamış, Çorlu'ya ve Lüleburgaz'a yerleştirilmişti . Bu duruma açık bir tepkinin gelmemesi üzerine de 1806 ilkbaharında Tekirdağ'da asker yazmak ve kışla kurmak için harekete geçildi. Tekirdağ'daki yeniçerilerin Edirne’deki yeniçerilerden de aldıkları destekle asker yazılmasına karşı çıkması ve bu konudaki fermanı uygulamaya çalışan nâibi öldürmeleri karşısında şaşıran III. Selim yönetimi ilk başta Selimiye Camii vakasında olduğu gibi geri adım attı, ancak ardından Kadı Abdurrahman Paşa idaresindeki yeni orduyu donanmanın da desteği ile Tekirdağ ve Edirne'deki âsilerin üzerine yolladı.
Yeni orduya Anadolu'da asker yazılması sürecince gereksiz yere şiddet uyguladığı için eleştirilere uğramış olan Kadı Abdurrahman Paşa'nın aynı tavrına Rumeli'de de devam etmesi, Tekirdağ'ı ablukaya alan Donanma-yı Hümâyun gemilerinin şehri bombardıman etmesi, olayları bir iç savaş şekline sokmuş, geçtiği yerlerde ahalinin pasif ve açıktan direnişi ile karşılaşan Abdurrahman Paşa giderek daha da sert yöntemlere başvurup girdiği yerleşim merkezlerinde ahalinin malına zorla el koyması gibi gelişmeler II. Edirne Vakası olarak adlandırılan bu olayı III. Selim için iyice içinden çıkılmaz hale getirmişti. Ahaliden destek göremeyen Abdurrahman Paşa kuvvetlerinin iâşe sorunuyla karşılaşmasının yanı sıra İstanbul'da da yeniçerilerin bir isyana kalkışabilecekleri korkusu III. Selim’i en sonun da geri adım atmaya zorlamış, padişah Abdurrahman Paşa kuvvetlerini geri çekerek yeni düzenin Rumeli'de uygulanması politikasından vazgeçtiği sözünü vermişti.
III. Selim Avusturya ve Rusya'yla Ziştovi ve Yaş Antlaşmaları ile barışı sağladıktan sonra çok uzun zamandır planladığı yenilik hareketlerini 1793 yılında Nizam-ı Cedit ordusunu kurarak başlattı. Yeni ordu Levent çiftliğinde talimlere başladı. 1.600 asker İstanbul'a diğer 12.000 kişi ise diğer vilayetlere gönderildi. Nizam-ı Cedit ordusunda uygulanan talim zamanla imparatorluğun çoğu yerinde uygulanmaya başlandı. Rus gemilerinin İstanbul Boğazı'na hareketlerini durdurmak için İstanbul ve Karadeniz'in muhtemel noktalarına da Nizam-ı Cedit programı uygulanmıştır. Fransa ve Prusya'dan getirilen uzman ve danışmanlar bu yeni ordunun kurulmasında yardımcı oldular. Nizam-ı Cedit ordusu Mısır'ın savunmasında başarılı oldu ancak 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı'nda Ruslara karşı fazla bir başarı gösteremedi.
Bu arada yeniçeriler arasında Nizam-ı Cedit'e karşı olan rahatsızlık git gide büyümekteydi. 1807 yılında yeniçeriler Nizam-ı Cedit ordusunun kaldırılması talebiyle Kabakçı Mustafa'nın liderliği altında ayaklandılar. III. Selim Nizam-ı Cedit ordusunu dağıtmak ve 29 Mayıs 1807 tarihinde de kendisi tahttan çekilmek zorunda kaldı. III. Selim'in yerine tahta geçen IV. Mustafa'nın döneminde Osmanlı başkentinde büyük bir kargaşa yaşandı. Yeniçeriler şehirde bir terör ortamı yarattılar. Eski Nizam-ı Cedid askerlerini kapı kapı dolaşarak bulup öldürdüler. Padişahın hiçbir otoritesi kalmadı. Eski Nizam-ı Cedid taraftarlarından Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa bu kargaşaya son vermek ve III. Selim'i tekrar tahta geçirmek amacıyla bir ordu oluşturarak İstanbul'a yürüdü. Alemdar Mustafa Paşa saray kapısında ordularıyla bekleyerek IV. Mustafa'yı tahttan inmeye zorlamaktayken IV. Mustafa kendisi yerine tahta çıkarılabilecek iki Osmanlı hanedanı üyesini boğdurtmaya karar verdi. Böylece hanedanın tek üyesi olarak kaldığı için kendisinin tahtta bırakılacağını hesaplamıştı. III. Selim kendisini boğmak için saraydaki odasına gelen cellatlarla büyük bir mücadele verdi ama sonunda can verdi. IV. Mustafa'nın adamları padişahın kardeşi şehzade Mahmut'u da öldürmek istediler ancak Mahmut saklanarak ölümden kurtuldu. Bu sırada sabrı taşan Alemdar Mustafa Paşa askerleriyle saraya girdiğinde III. Selim'in naaşıyla karşılaştı. Bu esnada şehzade Mahmut can güvenliğinin sağlandığını görünce ortaya çıktı ve IV. Mustafa'nın yerine tahta çıkarıldı. Böylece III. Selim yapmak istedi |
ği yeniliklerin uğruna yaşamını kaybetmiş oldu. Ancak yerine geçen II. Mahmut III. Selim kadar yenilik yanlısı olmakla beraber siyasi bakımdan çok daha kurnaz davrandı. III. Selim'in yapmak istediği yenilikleri yapmakla kalmadı, III. Selim'in canına mal olan yeniçerileri de ortadan kaldırmayı başardı (bakınız: "Vaka-i Hayriye").
III. Selim babası ve amcasının eğitimine verdiği önemden dolayı bilgili ve kültürlü bir şehzade olarak yetişti. Bir yandan doğu kültürüne ilgisini devam ettirirken batı kültürüne de ilgi duyuyordu. İlk defa 1797 yılında III. Selim zamanında İstanbul'a Avrupa'dan gelen bir grup opera gösterisi sergiledi. Fransız mimar ve ressam Antoine Ignace Melling İstanbul'da birçok yapılar inşa etti.
İstanbul'un çeşitli manzaralarını gösteren gravürler çizdi. III. Selim'in kız kardeşi Hatice Sultan'ın Melling tarafından Ortaköy semtinde inşa edilen sarayı İstanbul halkı ve Avrupalılar arasında çok ün kazandı. Bir yandan da eleştirilere neden oldu. III. Selim sık sık kız kardeşinin sarayına uğramaktan büyük zevk alırdı.
III. Selim şiir ve müziğe çok meraklıydı. "İlhami" mahlasıyla birçok şiirler yazdı ve çok sayıda şarkı besteledi. Klasik Türk müziğindeki suzidilara, şevkefza, şevk-u tarab, Arazbarbûselik ve nevakürdi makamları III. Selim'in buluşlarıdır. Dini müzik olarak ayin, durak, nat, ilahi formunda, din dışı müzik olarak Kâr, beste, semai, şarkı, köçekçe, peşrev, saz semaisi formunda 64 civarında eser bestelemiştir .
I. Abdülhamid
I. Abdülhamid (Osmanlı Türkçesi: عبد الحميد اول "Abdü’l-Ḥamīd-i evvel") (20 Mart 1725 – 7 Nisan 1789), 27. Osmanlı padişahı ve 106. İslam halifesidir. III. Ahmet'in oğlu ve III. Mustafa'nın kardeşidir.
Sultan I. Abdülhamid, siyasi ve askeri ıslahatlara girişti. Bugün İstanbul Teknik Üniversitesi olarak bilinen okulu, Yeniçeri ocağına ve donanmaya yeni bir çehre kazandırmaya çalıştı. Yeniçerilerin sayımını yaptırdı ve gereksiz yere fazla para alanları tespit ettirdi. Bu faaliyetleri yürüten Sadrazam Halil Hamit Paşa, menfaati bozulanlar tarafından padişaha şikayet edildi. Sultan Abdülhamid'i devirerek onun yerine Selim'i tahta çıkarmak istediği suçlamasıyla, yaptığı tüm olumlu çalışmalara rağmen Halil Hamit Paşa, Sultan I. Abdülhamid'in emriyle idam edildi. 1782 İstanbul yangınında itfaiye çalışmalarına katılmasından dolayı halkın sevgi ve takdirini kazanmıştı.
Sultan I. Abdülhamid, bütün başarısızlıklara rağmen Osmanlı padişahları arasında iyi niyeti ve gayreti ile anıldı. Merhametli, nazik ve şefkatli kişiliğiyle takdir topladı. 1782 yılı yazında İstanbul'da çıkan yangında itfaiye işlerini bizzat kendisi yürütmesi sonucu halkın sevgisini de kazanmıştı. Padişah olduktan sonra, 49 yıllık saray hayatının ardından İstanbul'da sık sık dolaşmış, değişik semtleri ziyaret etmiş, farklı kıyafetlerle tebdil çıkarmıştır. Bunun yanında esnaf ve halkın derdini de dinlerdi.
İstihkam okulu açılmıştır. Yeniçeri sayımı yapılmış ve ulufe alım-satımı yasaklanmıştır. Sürat topçuları ocağı genişletilmiş, lağımcı ve humbaracı ocakları ıslah edilmiştir.
Sultan I. Abdülhamid, 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşının kötü şekilde devam ettiği bir dönemde tahta geçti.
Ruslara karşı konulamayacağını anlayan Osmanlı Devleti, 21 Temmuz 1774 tarihinde Küçük Kaynarca Antlaşması'na imza attı. Bu antlaşmaya göre Kırım'a bağımsızlık verildi. Ruslar Karadeniz'de ticaret yapıp, donanma bulundurabilecekler, Balkanlarda Ortodoks toplulukların haklarını koruyacaklardı. Osmanlı Devleti, Rusya'ya savaş tazminatı verecek; ancak Rusya; Eflak, Boğdan, Besarabya ve Akdeniz'de işgal ettiği adaları Osmanlı Devletine geri verecekti. Fakat bu bölgelerde Osmanlı Devleti genel af ilan edecek, halka din ve mezhep özgürlüğü verecek, halktan vergi almayacak, isteyen istediği yere göç edebilecekti.
Tahta geçtikten 6 ay sonra Kaynarca Muâhedesini imzalayan Padişah, birkaç ay sonra da İran ile yüz yüze geldi. Kaçarlar'ın rakibi olan Kerim Han Zend, 1775'de Basra'yı muhasara altına alınca, Mayıs 1776’da İran'a harb ilan edildi. 1776'da İranlıların eline geçen Basra, ancak üç yıl sonra geri alınabildi.
Küçük Kaynarca Antlaşması sonucunda Osmanlı Devleti ile Rusya arasında kalıcı bir barış sağlanamamıştı. Çünkü Rusya Kırım'ı tamamen kendisine bağlamak istiyordu. Kırım'da Osmanlı hükümetinin atadığı III. Selim Giray Han ile Rusların Kırım'a Han olarak seçtikleri Şahin Giray arasında bir iç savaş çıktı.
Yeni bir Osmanlı-Rus savaşı ihtimali belirmesi üzerine, Aynalıkavak Tenkihnamesi imzalandı. Küçük Kaynarca Antlaşmasının bazı maddeleri değiştirildi. Ruslar Kırım'dan askerlerini çekecek, Osmanlı Devleti ise Rusların istediği Şahin Giray'ın hanlığını kabul edecekti. Tamamen Rus taraftarı olan Şahin Giray'ı Kırım halkı istemedi. Çıkan ayaklanmayı bahane eden Şahin Giray, Rus kuvvetlerini Kırım'a çağırdı. Kırım Hanlığı, Rusya'nın Kırım'ı ani işgali sonucu 9 Temmuz 1783 tarihinde Rusya'ya bağlı bir eyalet haline geldi.
Osmanlı ordusu, Temeşvar eyaletinde stratejik bir konumda bulunan Muhadiye Boğazı'nı ele geçirdi. Avusturyalıların toparlanmasına fırsat vermeden onların üzerine yürüdü. Bu sırada Avusturya İmparatoru II. Joseph 80.000 kişilik bir ordu ve 500 topla Sebeş Boğazı'na geldi. 21 Eylül 1788 tarihinde yapılan Sebeş Muharebesi'nde Koca Yusuf Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu büyük bir zafer kazandı. İki ayrı cephede hem Avusturya, hem de Rusya ile savaşmak zorunda kalan Osmanlılar orduyu ikiye ayırmıştı. Bu durum Osmanlı Devletini zor durumda bıraktı. Saldırıya geçen Ruslar, Özi kalesini kuşatarak 20-25 bin kişiyi katlettiler. (17 Aralık 1788). Bu haberin İstanbul'a ulaşması üzerine, Sultan I. Abdülhamid kederinden hastalandı ve felç geçirdi. Ancak, 7 Nisan 1789'da vefat edene kadar devlet işleriyle ilgilenmeye devam etti. Dindarlığı ve iyiliği sebebiyle halkın "veli" olarak gördüğü Sultan I. Abdülhamit, 15 yıl 2 ay 17 gün süren saltanattan sonra, 64 yaşında vefat etti. Cenazesi Bahçekapı'da kendi yaptırdığı türbesine defnedildi.
I. Abdülhamid döneminin en akılda kalıcı olaylarından biri de büyük İstanbul yangınlarıdır. Bu yangınların çoğu kundaklama sonucu çıkmıştır. 9 Temmuz 1780 Samatya da çıkan yangında binden fazla ev ve dükkân yok oldu. 24 Temmuz 1782 Balat yangınında ise yedi bine yakın bina yok oldu. 1780 Cibali yangını ise İstanbul'un karşılaştığı en büyük yangınlardan biriydi, 50 saat devam eden yangında 20.000 bina kül oldu.
1787-1792 Osmanlı-Rus savaşında Özi Kalesi'nin Rusların eline geçtiği kale içindeki halkın Ruslar tarafından katledildiği haberini duyunca felç geçirerek 1789'da öldü.
Sultan I. Abdülhamit, mimari alanda birçok eser yaptırdı. Kendi adını verdiği Sultan I. Abdülhamit Külliyesi, İstanbul Beylerbeyi Camii, Emirgan Çeşmesi, Hasköy Silahdar Yahya Efendi Çeşmesi, Gülşehir Kurşunlu Camii, Yozgat Ulu Camii, Unkapanı Şebsafa Camii ve Karavezir Medresesi bunların arasında en önemlileridir.
Mübadele
Mübadele şu anlamlara gelebilir:
Müslüman
Müslüman, İslam dinine mensup kişi demektir. Sünni, Şii ve Mutezili mezhep inancına göre, Allah'a ve Allah'ın birliğine, Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna inanan kimselere denir. İslam dininin farklı mezheplerinde "Müslüman" kavramı üzerine çeşitli farklılıklar bulunmaktadır.
Kelime-i Şehâdet ve zekât dışında, İslam'ın şartlarında da Sünni ve Şiî mezhepleri arasında farklılıklar vardır. Bunun temel sebebi, İslamiyet'in siyasi ayrışma döneminde Sünni ve Şiî din âlimlerinin yorum farklılıklarıdır.
Toplam 32 farz buradan gelmektedir. Müslümanların yerine getirmesi gereken farzların 32 tane olduğu İslam Alimleri tarafından akıllarda kolayca kalması için toplu halde bir araya getirilmişlerdir. Bunlarda 32 Farz olarak bilinmektedir. Bu farzların açıklamaları ayrıntılı bir şekilde aşağıdadır.
Günümüzde Şiî mezhebi; "Zeyd’îyye" "(Beşçiler)," "İmâmiye-i İsnâ‘aşer’îyye" "(Onikicilik/On İki İmâmcılık)" ve "İsmâil’îyye" "(Yedicilik)" olmak üzere üç ana mezhebe ayrılır.
Usul al-din (İmamiyye-i İsnaaşeriyye)
Mutezile'ye göre iman "kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve amel"den oluşur. Buna göre Mutezile inancında kişinin "mümin" yani "inanan" sayılabilmesi için kalbi ile İslâm'a inanması, dili ile bunu beyan etmesi ve hareketleriyle yani amel ile bunu göstermesi gerekir. Aynı iman görüşüne sahip diğer itikad mezhepleri Hariciyye ve Zeydiyye'dir.
Mu'tezile kendi usullerini ortaya koymak için "usul-i hamse" denilen beş esas belirlemişlerdir. Bunlar; Tevhid, Adalet, Va'd ve Vaîd (Söz ve tehdit, kişinin amelinin haliki oluşu), El-Menziletu Beyne'l-Menzileteyn (büyük günah işleyenlerin iman ve inançsızlık arasında bir yerde bulunmaları), Emr-i bi'l ma'rûf ve Nehy-i Anil Münker'in farz-ı ayn oluşu olarak sayılabilir. Ayrıca Kur'an'ın mahlukiyeti ve aklın nakle faikiyeti gibi hususlar da mezhep için önemli olan hususlardandır.
Tevhîd (التوحيد), yani birleme İslâm dini akidesinin temeli olan Allah'ın birliğidir. Mutezile mezhebine mensup olanlar tevhidden yola çıkarak bazı konularda diğer itikadi mezheplerden farklı görüşler geliştirmişlerdir. Örneğin, Ehl-i Sünnet âlimlerinin ruyetullahı yani "Allah'ın ahiret günü görüleceği" görüşünü kabul etmemişlerdir. Onlara göre görülebilmesi için Allah'ın bir cisme sahip olması gerekir ki İslâm inancının tevhid kaidesine göre bu imkânsızdır. Bunun dışında Mu'tezile mezhebinin mensupları yine tevhid kaidesinden yola çıkarak Allah'ın sıfatlarının zatından ayrı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Çünkü onlara göre bu düşüncenin aksi, yani Allah'ın sıfatlarının zatıyla bir olması ezeli (ve böylece ilahi) olanların sayısını arttırır, yani tevhide karşı çıkar. Örnek vermek gerekirse, Mu'tezile mezhebi ""Allah âlimdir."" gibi bir tanımlamayı kabul ederken ""Allah ilim sahibidir."" gibi bir tanımlamayı reddeder. Zira onlara göre "Allah ilim sahibidir." derken Allah'ın zatından ayrı bir ilahi-ezeli "ilim" kabul edilmiş olur. Ayrıca, Mutezile akidesinde Allah'ın "kelâm" diye bir sıfatının olmadığına inanılır.
Adalet ("'Adl", العدل) esasının konusu Mutezile'nin kader konusundaki görüşüdür. ""İnsan fiillerinde hür değ |
ildir."" görüşünü benimseyen Cebriyye mezhebine karşı çıkarak Mutezile "insanın fiillerinde tamamen hür olduğu"na inanır. Mutezile inancındaki adalet esasına göre kişi kendi fillerini kendisi yaratır. Bunu da Allah'ın kişiye bahşettiği bir yaratma kudretiyle gerçekleştirir. Fiillerin yaratılmasında Allah'ın bir müdahalesi olmadığına inanırlar. Bu görüş adalet esasından şu şekilde temel alır: kişilerin hür olmaması ve yaptıkları her fiilin yaratıcı ve yaptırıcısının Allah olması durumunda kişinin hür olarak yapmadığı hareketlerden ötürü cezalandırılması zulüm yani adaletsizliktir. İslam inancına göre ise Allah'ın adaletsiz davranması mümkün değildir. Bu nedenle kişi fiilerinin tek yaratıcı ve yaptırıcısı olmalı, fiilleri konusunda tamamen hür olmalıdır.
Mutezile'nin kader konusundaki görüşü Kaderiyye mezhebiyle aynıdır. Mutezile mezhebinin kader konusundaki bu görüşlerinin imanın şartlarından olan ""kader ve kazaya iman""a aykırı düştüğünü gerekçesiyle Sünni mezhepler tarafından eleştirilmiş, hatta küfür olarak nitelendirilmiştir.
Va'd ve Va'id ("el-Va'd ve el-Va'id", الوعد و الوعيد) yani "Söz ve Tehdit". Bu Allah'ın vadettiği (söz verdiği) sevap ve iyiliğin, tehdit ettiği cezanın gerçekleşeceğine inanmaktır. Mutezile mezhebinin bu esası bir diğer itikadi mezhep olan Mürcie'ye karşı geliştirilmiştir. Mürcie mezhebi iman etmeyen (kâfir) kişinin yaptığı iyilikler fayda vermediği gibi, iman eden kişinin (mü'minin) yaptığı günahlar da kendisine zarar vermeyeceğini öne sürmüştür. Va'd ve Vaid prensibine göre ise iyilik yapan iyiliğine karşı mükafatlandırılacak, kötülük yapansa kötülüğüne karşılık cezalandırılacaktır. Mutezile mezhebinin bu esasına göre eğer Mürcie mezhebinin ""iman edenin günahları zarar vermez"" iddiası doğru olsaydı, Allah'ın vaîd'i yani tehdit etmesi - korkutması gereksiz ve manasız olurdu. Oysa tevhid inancına göre bu mümkün değildir. Bu esas ile Mutezile mezhebi Mürcie'yi tam anlamıyla reddeder. Ayrıca Mutezile mezhebi yine bu esas ile büyük günah işleyen müminin tövbe etmezse affedilemeyeceğini öne sürmüştür.
""El Menzile beyne'l-menzileteyn"" (المنزلة بين المنزلتين) yani "iki konum arasındaki bir konum". Bu esas Mutezile mezhebinin "büyük günah işleyenin durumu" hakkındaki görüşüyle ilgilidir. Mutezile mezhebine göre büyük günah işleyen bir mümin (iman etmiş kişi) artık ne mümindir ne de kâfirdir, o artık fâsıktır, yani müminlik ile kâfirlik arasında bir yerdedir. Mutezile inancına göre büyük günah işleyen mümin fâsık olur ve fâsık kişi işlediği büyük günahtan ötürü tövbe etmeden ölürse sonsuza kadar cehennemde azap çeker. Eğer tövbe ederse yeniden mümin olur ve mümin olarak da ölürse cennete girer. Bu mezhebe göre fâsık bir kişi mümin ile kâfir arasında bir konumdadır, bu esasın adı olan ""iki konum arasındaki bir konum"" da buradan gelmektedir.
""Emr-i bi'l ma'rûf"" yani "iyiliği emretmek" ve ""nehy-i anil münker"" yani "kötülükten sakındırmak" (الأمر بالمعروف و النهي عن المنكر). Mutezile mezhebinin bu esasına göre kişi itikadi ve ameli konularda insanları iyiliğe çağırmalı, iyiliği yaymalı, kötülüğe karşı ise sakındırmalı, uyarmalıdır. Bu esastan yola çıkarak Mutezile mezhebi mensupları uzun yıllar boyunca birçok farklı görüşten, mezhepten ve inançtan insanla tartışmış, hatta zaman zaman tartışmalara şiddet ve kavga da karışmıştır.
Mu'tezile mezhebine göre bu beş ana esasın birine veya daha fazlasına inanmayan kişi "Mu'tezili" olamaz.
Varlık Vergisi
Varlık Vergisi, 11 Kasım 1942 tarih ve 4305 sayılı kanunla konulan olağanüstü servet vergisinin adıdır.
Varlık Vergisi kanununun resmi gerekçesi, hükümet tarafından "olağanüstü savaş koşullarının yarattığı yüksek kârlılığı vergilemek" olarak dile getirilmiş ve herhangi bir dini veya etnik grup hedef alınmamıştır. Oysa basına kapalı olarak yapılan CHP grup toplantısında başbakan Şükrü Saracoğlu'nun vurguladığı gerekçeler farklıdır:
"Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz."
"Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde, ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçınacak kimseler hakkında bu kanun, bütün şiddetiyle uygulanacaktır.
Bazı kaynaklarda sadece Müslümanlar için olduğu belirtilen düşük vergiler aslında büyük çiftçilerden alınmıştır ve yasada %5'i geçemeyeceği belirtilmiştir.
Başbakan Saracoğlu, 5 Ağustos 1942'de okuduğu hükümet programında "Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. (...) Biz ne sarayın, ne sermayenin, ne de sınıfların saltanatını istiyoruz. İstediğimiz sadece Türk milletinin hakimiyetidir." diyerek yeni hükümetin sosyal politikasını açıkladı.
1942 yazı boyunca İstanbul gazetelerinde hırsızlık, karaborsacılık, vurgunculuk ve ihtikârla ilgili haber ve yazılar ön plana çıkarıldı. Hemen her gün ve her gazetede "karaborsacı Yahudi" tiplemesini içeren karikatürler yayınlandı.
12 Eylül 1942'de İstanbul defterdarlığı görevine atanan Faik Ökte'nin anılarında anlattığına göre, Maliye Bakanlığı savaş dolayısıyla fevkalade kazanç elde ettiği iddia edilen kimselerin cetvelinin yapılarak müslümanların M, gayrımüslimlerin G, dönmelerin D harfiyle işaretlenmesini talep etti.
11 Kasım'da Varlık Vergisi kanunu TBMM'de hiç tartışılmadan kabul edildi. Kanun her il ve ilçe merkezinde kimin ne kadar vergi ödeyeceğini belirleyecek servet tespit komisyonları kurulmasını, komisyon kararlarının nihai ve kati olmasını, vergi ödeme süresinin 15 gün olmasını, 15 gün içinde tahakkuk eden vergiyi ödemeyenlerin mallarının haczedilerek icra yoluyla satılmasını, buna rağmen borcunu 1 ay içerisinde ödemeyen mükelleflerin bedeni kabiliyetlerine göre genel hizmetler ve belediye hizmetlerinde çalıştırılmasını öngörüyordu.
İstanbul'da kurulan üç komisyon tahakkuk eden vergi listelerini 18 Aralık 1942'de açıkladı. Tahakkuk eden vergilerin %87'si gayrımüslim, %7'si müslim mükelleflere yüklenmişti. Geri kalan %6 değişik kalemlerde olup, bunların da çoğu gayrımüslim azınlıklar ve ecnebilerdi. 4 Ocağa kadar vergisini ödemeyen mükelleflere birinci hafta için %1, sonraki haftalar için %2 gecikme zammı uygulanacağı ilan edildi.
Aralık 1942 ve Ocak 1943'te İstanbul'da gayrımüslimlere ait binlerce taşınmaz mülk el değiştirdi. El değiştiren mülkler arasında İstiklal Caddesi'ndeki yapıların büyük bir kısmı bulunuyordu. Satılan mülklerin %67 kadarı Müslüman Türkler, %30 kadarı resmi kurum ve kuruluşlar tarafından alındı. 21 Ocak 1943'ten itibaren İstanbul'da binlerce gayrımüslime ait ev ve işyerleri haczedilerek haraç mezat satıldı.
27 Ocak ile 3 Temmuz 1943 arasında, tümü gayrımüslimlerden oluşan toplam 1229 kişi çalışmak üzere Erzurum Aşkale'ye yollandı. Sözlü anlatımlara göre bu kişilerin aileleri Aşkale'ye sürülenlerin "sağ dönmeyeceğine" inanıyordu. Çalıştırılacaklara verilen ücretlerin yarısı borçlarına mahsup edilmiştir. Yaşlılar, Kop geçidinde kar temizleme işinin ağırlığından dolayı Aşkaleli köylülerden bazıları ile anlaşarak kendi yerlerine gençleri çalışmaya göndermişler. Bunun karşılığında da onlara günlük ödeme yapmışlardır. Sürgünlerden 900 kişi 8 Ağustos 1943'te yük vagonlarıyla Eskişehir Sivrihisar'a nakledildi.
9-13 Eylül 1943 tarihlerinde "New York Times" gazetesinde Cyrus Sulzberger imzasıyla Türkiye'deki Varlık Vergisi uygulamasını eleştiren bir dizi yazı çıktı. Bu yazılardan hemen sonra 17 Eylül'de toplanan TBMM, henüz tahsil edilmemiş olan Varlık Vergisi borçlarının silinmesine karar verdi. Aralık ayının ilk günlerinde Aşkale ve Sivrihisar sürgünleri yaklaşık on aylık esaretten sonra evlerine gönderildi. Çünkü o dönem II. Dünya Savaşı'nın kritik günleriydi ve Türkiye bu durumdan etkilenmek istememiştir.
Cumhuriyet tarihinin tartışılan yasalarından biri olan "Varlık Vergisi", Şükrü Saraçoğlu Hükümeti tarafından 9 Kasım 1942'de TBMM'ye sevkedildi. Yasa, 11 Kasım'da Genel Kurul'da kabul edildi ve 12 Kasım 1942'de Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi.
17 Eylül 1943 tarih ve 4501 sayılı yasa ile bir kısım mükellefin vergi borçları silindi.
15 Mart 1944 tarih ve 4530 sayılı "Varlık Vergisi Bakayasının Terkinine Dair Kanun" ile o tarihe kadar tarh edilmiş, ancak tahsil edilememiş vergilerin silinmesiyle "Varlık Vergisi" uygulaması ortadan kalktı.
Varlık Vergisi kanunu ile toplam 314.900.000 TL vergi tahsil edildi. Bu sayının %70'i Anadolu'dan toplandı. Toplam tahsilat, 394 milyon TL olan 1942 devlet bütçesinin %80'ini buluyordu.
1935 sayımında Türkiye nüfusuna oranı %1,98 olan gayrımüslim azınlıklar, vergiden sonra başlayan göç nedeniyle 1945'te %1,56'ya ve 1955'te %1,08'e düştü.
Yıllar sonra hâlâ tepkiler sürmekte ve yargıya konu olan olaylar gerçekleşebilmektedir.
2012 yılında Milliyet gazetesine ropörtaj veren Şabat Levi, Miraç Zeynep Özkartal'ın ""Devletin sizden özür dilemesini ister misiniz?"" sorusu üzerine şu yanıtı vermiştir:
""Hata ettik” demelerini isterim tabii. Ama ne değişir? Ben affettim zaten. Bizi Hitler’den kurtardı İnönü, Varlık Vergisi’ni de affettim böylece. Eğer bizi Hitler’e verseydi sabun olacaktık. Parayla hayat ölçülmez. İnönü sayesinde hayatta kaldık. Bunu unutmadım.""
6-7 Eylül Olayları
6-7 Eylül Olayları veya İstanbul Pogromu ( "Septemvriana", "Eylül Olayları"), İstanbul'da yaşayan Rum azınlığa karşı 6-7 Eylül 1955'te gerçekleşen organize toplu saldırı. Gladio'nun Türk kolu olan Seferberlik Taktik Kurulu'nun yanı sıra Kontrgerilla ve günümüz Millî İstihbarat Teşkilatı'nın selefi olan Millî Emniyet Hizmeti tarafından planlanarak desteklendi. Olaylar, önceki gün Türk basınında çıkan ve Türkiye'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün Selanik, Yunanistan'daki doğduğu evin bombalandığını iddia eden yalan haberlerle tetiklendi. Sonradan yakalanan bir Türk konsolosluk yetkilisi, bombayı olayları kışkırtmak için kurguladıklarını itiraf etti ancak Türk basını b |
unu görmezden gelerek bombanın Yunanlar tarafından atıldığını iddia etti.
1955'ten itibaren Demokrat Parti hükümeti gittikçe zorlaşan bir ekonomik durumla karşı karşıya kalmış ve özellikle yüksek enflasyon nedeniyle hayat standardı düşen kesimin güvenini kaybetmiştir; şüpheli metotlarla muhalefeti susturma çabaları ise basının, aydınların ve öğrencilerin de Demokrat Parti'den soğumasına yol açmıştır. Örneğin Alman Dışişleri'nin bir raporuna göre daha olaylardan 15 gün evvel, muhalefeti kontrol amacıyla 7 Eylül 1955 günü İstanbul, Ankara ve İzmir'de sıkıyönetim ilan edilmesine karar verilmiştir. 1956 yılında muhalefeti baskı altına almak için Basın ve Toplantı Yasası'na getirilen kısıtlamalar da büyük ölçüde 6-7 Eylül olaylarıyla gerekçelendirilmiştir. Menderes hükümetinin azınlıklara karşı baştaki liberal politikası, gittikçe zorlaşan ekonomik koşullarla değişir ve ilişkiler gerginleşir.
Kıbrıs Türklerine yapılan baskılar, 1955 yılında Türkiye kamuoyunun gündeminde baş köşeye oturmuştur. O dönem Türkiye'de en çok satan gazete olan Hürriyet'in başlığında İstanbul'daki Rum azınlığın aralarında bağış toplayarak Kıbrıs Rumlarının ENOSİS çetelerine gönderdiğini yazıyordu.
Dışişleri yetkilileri Londra'da Kıbrıs temaslarına devam ederken, Atatürk'ün Selanik'teki evinde bir bomba patlamasıyla ilgili haber, önce 6 Eylül 1955 günü saat 13.00 haberlerinde radyoda yayımlandı. (Atatürk'ün Selanik'teki evine bomba attığı iddia edilen Selanik Üniversitesi Siyasal Bilgileri öğrencisi Oktay Engin daha sonra gıyabında mahkûm edilmiştir. Oktay Engin, 22 Şubat 1992 - 18 Eylül 1993 tarihleri arasında Nevşehir Valiliği'ne getirilmiştir.)
Bunun üzerine, “Atamızın evi bombalandı” manşetiyle ikinci baskı yapan Mithat Perin'in sahibi, Gökşin Sipahioğlu'nun yazı işleri müdürü olduğu DP yanlısı "İstanbul Ekspres" gazetesi genelde tirajı 20.000 civarında olduğu halde 6 Eylül'de 290.000 basmış ve o dönemde kurulmuş olan Kıbrıs Türktür Derneği üyelerince bütün İstanbul'da satılmaya ve halkı galeyana getirmek üzere kullanılmaya başlandı.
Aynı baskıda Kıbrıs Türktür Derneği genel sekreteri Kamil Önal "Mukaddesata el uzatanlara bunu çok pahalıya ödeteceğiz, ödeteceğimizi alenen söylemekte de bir mahzur görmüyoruz" diye yazmıştır.
Kıbrıs Türktür Cemiyeti'nin önayak olması ve diğer gençlik örgütleri, meslek kuruluşları, DP teşkilatı, bazı resmi ve gayriresmî makamların telkin ve teşvikiyle yerel kalabalıklar ve şehre dışarıdan getirilmiş olan kitlelerce 6 Eylül akşamı Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir yağma ve yıkım eylemi gerçekleştirildi.
İlk saldırı saat 19.00 sıralarında Şişli'deki Haylayf Pastanesi'ne yapıldı. Ardından büyüyen kalabalık Kumkapı, Samatya, Yedikule, Beyoğlu'na geçerek gayrimüslimlerin toplu olarak yaşadığı birçok semtte önce Rumların, ardından da Ermeni, Yahudi ve hatta yanlışlıkla bazı Türklerin dükkânlarına saldırarak yağmaya başladı. İstanbul'daki Rum azınlığın ev, işyeri ve ibadet yerlerine yönelik bu saldırılarda emniyet pasif bir tutum sergiledi. Rum vatandaşların adresleri hakkında önceden bilgi sahibi olan, yirmi-otuz kişilik organize birliklerin kent içindeki ulaşımı özel arabalar, taksi ve kamyonların yanı sıra otobüs, vapur gibi araçlar yardımıyla sağlandı. 7 Eylül sabahına kadar süren saldırılarda aralarında kilise ve havraların da bulunduğu 5.000'den fazla taşınmaz tahrip edildi ve milyonlarca dolarlık mal sokaklara saçılıp, yağmalandı.
İstanbul'un her yerinde yağmalar aynı yöntemle yapıldı. Dükkânlara saldıranlar önce vitrinleri taşlayarak kırdılar ya da demir parmaklıkları kaynak makineleri ve tel makasları yardımıyla açtılar, ardından içerideki alet ve makineleri dışarı çıkararak paramparça ettiler.
Kiliseler ve mezarlıklar da payını aldı: Kiliselerin içindeki kutsal resimler, haçlar, ikonalar ve diğer kutsal eşyalar tahrip edildiği gibi, İstanbul'da bulunan 73 Rum Ortodoks kilisesinin tamamı ateşe verildi.
İzmit ve Adapazarı’ndan gelen yağmacılar geri dönmek üzere Haydarpaşa İstasyonu'na geldiklerinde, üzerlerinde yağmaladıkları mallarla yakalandılar. Bunların büyük bir bölümünün başka şehirlerden getirildiği ortaya çıktı "(örneğin Sivas’tan 145, Trabzon’dan 117, Kastamonu’dan 116, Erzincan’dan 111 kişi.)".
Türk basınına göre 11 kişi, bazı Yunan kaynaklarına göre 15 kişi öldürülmüştür. Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Dilek Güven'in Sabah gazetesine verdiği röportaja göre ölü sayısının az oluşu gruplara "ölü olmasın" emri verilmesi sebebiyledir. Resmî rakamlara göre 30 kişi, gayriresmî rakamlara göre 300 kişi yaralanmıştır. Güven'e göre resmi rakamlara göre altmış olan tecavüze uğrayan ve utanmalarından veya korkmalarından dolayı şikayette bulunamayan kadın sayısının 400’e yakın olduğu tahmin edilmektedir.
4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu 5.317 mekân saldırıya uğramıştır.
Maddi hasarın, o günün değerine göre 150 milyon - 1 milyar Türk Lirası arasında olduğu tahmin edilmektedir. Demokrat Parti hükümeti zarara uğrayıp tescil ettirenlere toplam 60 milyon Türk Lirası cıvarında tazminat ödemiştir.
Zamanın gazetelerine göre ""asıl suçlu, Türkleri provoke eden Rumlardır"". Halbuki 6-7 Eylül olaylarının sadece Kıbrıs'la ilgili olarak Rumlara yapılmış bir misilleme olmadığının bir göstergesi, tahrip edilen işyerlerinin sadece yüzde 59'u Rumlara aitken, kalan yüzde 17'sinin Ermenilere, yüzde 12'sinin Yahudilere ait olması, hatta dönmelere ve Müslüman olmuş Beyaz Ruslara ait mekânların bile saldırıya uğramasıdır.
Olayların başladığı saatlerde İstanbul'da olan başbakan Adnan Menderes saldırıların kontrol edilememesi üzerine Sapanca'dan çağrıldı ve sıkıyönetim ilan edildi. Olaylarla ilgili olarak önce 3.151 kişi tutuklandı. Sonradan bu sayı 5.104'e yükseldi.
10 Eylül 1955 günü dönemin İçişleri Bakanı Namık Gedik istifa etti. Başlangıçta soruşturmalar Kıbrıs Türktür Cemiyeti ve gençlik örgütleri etrafında yoğunlaşan ve o günlerde ilan edilen sıkıyönetim savcıları tarafından yapılan ilk soruşturma ve yargılamalar, daha sonra DP iktidarının bastırması sonucunda komünistler suçlanmıştır. Aralarında Aziz Nesin, Nihat Sargın, Kemal Tahir, Asım Bezirci, Hasan İzzettin Dinamo ve Hulusi Dosdoğru'nun bulunduğu yaşayan fişlenmiş komünistler ile ölmüş dört komünist hakkında dava açıldı. Dava beraatle sonuçlandı ve tutukluların çoğu Aralık 1955'te serbest bırakıldı. Kısa süre sonra Kıbrıs Türktür Cemiyeti de kapatıldı. 1960 darbesinden sonra, bu olaylar Yassıada yargılamalarının gündemine oturdu. 27 Mayıs darbesinden sonra cunta tarafından organize edilen Yassıada Yargılamalarında olayların DP hükümetinin başbakanı Adnan Menderes'in provokasyonu sonucu kontrolden çıktığı iddia edildi ve cunta mahkemesi Demokrat Parti yönetimini 6-7 Eylül olayları nedeniyle de cezalandırıldı.
Dr. Dilek Güven'e göre:
Kıbrıs Türktür Cemiyeti Başkanı Hikmet Bil ve üyeleri cezaevine girdi. Ama ""Ya bizi serbest bırakırsınız ya da biz bazı şeyleri ifşa ederiz"" deyince serbest bırakıldılar. Olaylar halkın üzerine kaldı. Çünkü mahkemede, ""Türk milleti galeyana geldi, olayları gerçekleştirdi"" denildi. Kimse ceza almadı. İkinci dava Yassıada'ydı. Menderes ve hükümet üyeleri yargılandı. Bu davada da olaylar sadece hükümet üyeleri üzerine yıkıldı. Menderes, defalarca MAH yani MİT Başkanı'nın mahkemeye çağrılmasını istedi. Ama hep reddedildi. Olaylar aydınlatılmadı.
Olayların ardından, Türkiye'de yaşayan binlerce Rum Türkiye'den göç etmiştir. Rum nüfusun zamanla azalmasıyla Rumların ekonomideki etkisi zayıflamaya başlamış ve daha önceki azınlıklara yönelik eylemlerde olduğu gibi Türklerin sermayeye hakim olması hızlanmıştır. Birkaç bin Rum ise özellikle Mersin ve Tarsus'a yerleşmişlerdir. Zamanla kalan Rumların da büyük çoğunluğu İstanbul'u terketmiştir. Nüfus mübadelesi sonucunda 1925 yılında yaklaşık 100.000'e düşen İstanbul'daki Rum nüfus, 2006 yılında 2.500 kişiye kadar düşmüştür. Ülkedeki toplumsal olarak çeşitli etnik yapıyı belirtmek için yaygın olarak yapılan ""mozaik "" benzetmesine atıfta bulunarak, 6-7 Eylül Olayları için Namık Gedik tarafından ""mozaik çatladı"" açıklaması yapılmıştır.
6-7 Eylül 1955 olayları, Rumların büyük göç dalgalarıyla ülkeden ayrılmasına neden oldu. Gayrimüslimlerin büyük bir kısmı için, yaşananlar, Türk vatandaşı olarak kabul görmediklerinin kanıtı olmuştu. Hangi parti iktidarda olursa olsun, gelecekte de ayrımcılıklara maruz kalacakları düşüncesiyle ve kendilerini güvende hissetmedikleri için, özellikle Rumlar yurtdışına göç kararı vermişlerdir. Nesiller boyu bu topraklarda yaşamış olan İstanbul'un gayrimüslim yerlileri, bu gibi davranışlar sonucu evlerini ve anavatanlarını terk etmek durumunda bırakılmışlardır. Ancak hükümetin o dönemde kabul etmediği olaylar 1998 yılı içinde bir meclis önergesi sırasında kabul edildi. Tazminat değeri olan 70.000 Lirayı vermeye hükümet yanaşmadı.
6-7 Eylül olaylarının olduğu sırada Seferberlik Tetkik Kurulu'nda görevli olan, 1988-1990 yılları arasında MGK genel sekreterliği yapan Sabri Yirmibeşoğlu, gazeteci Fatih Güllapoğlu'na verdiği röportajda 6-7 Eylül olayları hakkında şu demeci vermiştir.
Peygamber
Peygamber (Farsça: پیامبر), Tanrı tarafından bir dini veya dinî öğretiyi yaymakla görevlendirildiğine inanılan kişidir. Peygamberler ayrıca dinî terminolojide ayet, işaret veya mucize denilen doğaüstü güç veya olayların kendilerine atfedildiği mitolojik veya yarı mitolojik insanlardır. İbrahimî dinlerin mensupları, peygamberlerin Tanrı'yla olan iletişimlerini “vahiy” adlı mesajlar yoluyla gerçekleştirdiklerine inanırlar.
Peygamber sözcüğü Türkçeye Farsçadan geçmiştir. Peygamber, Arapça resul sözcüğünün Farsça karşılığıdır. Kökeni olan "peyam", "haber" anlamına gelmektedir. Dolayısıyla peygamber, "haberci" anlamını taşır. "Resul" ise (رسول: Risalet eden/edici) "elçi" demektir. Benzer bir anlama gelen Arapçadaki "Nebi" (نبي) sözcüğü, yine "haber" demek olan "nebe" kökeninden türemiş "haberci" anlamında bir sözcüktür ve Türkçede de kullanılır. Ayrıca Türkçe yalv |
aç sözcüğü de peygamber anlamına gelir.
Arapça Nebi kelimesinin kökeninin Nebo’ya dayandığı düşünülmektedir.
Kur'an'da, Kitab-ı Mukaddes'te ve Musevi dinî metinlerinde bahsi geçip İslam'a göre peygamber kabul edilen dinî şahısların büyük kısmı Musevilik tarafından peygamber kabul edilmez, din büyüğü olarak anılır. İsa ve Muhammed Museviliğe göre peygamber değillerdir.
Musevilik gibi Hristiyanlık'ta da Kur'an ve Kitab-ı Mukaddes'teki şahısların çoğu sadece din büyüğü olarak anılır. Hristiyanlığa göre Muhammed peygamber değildir. İslam öğretisinde aktarılanın aksine Hristiyanlık, İncil'in, Tanrı tarafından vahiyler aracılığıyla İsa'ya bildirilmiş bir kitap olduğunu iddia etmez. Dört İncil'in İsa'nın göğe yükselişinden çok sonraları havariler tarafından “tanrısal ilham” aracılığıyla kaleme alındığı kabul olunur ve bunlar İsa'nın yaşamını anlatır. Hristiyanlığın kutsal kitabı Kitab-ı Mukaddes, İncillerin dördüyle beraber 23 kutsal Hristiyan metnini daha bünyesinde barındıran "Yeni Antlaşma" ve Tevrat'la beraber 29 Musevi metnini daha kabul eden "Eski Antlaşma"nın birleşimidir. Musevilik ve Hristiyanlığa göre Zebur (Mezmurlar), Davud veya Süleyman tarafından yazılmış şiirlerdir.
Hristiyanlığa göre İsa mesihtir ve Tanrı'yı oluşturan, Baba, Oğul ve Kutsal Ruh üçlemesindeki “Oğul”dur. Katolik mezhebine göre ise İsa'dan sonraki en önemli dinî kişi İsa'nın annesi Meryem'dir.
Hristiyanlığın Mormon mezhebi, Mormon dininin kurucusu Joseph Smith'i peygamber kabul etmektedir.
İslam'da peygamberler, Allah'ın dünyadaki elçisi kabul edilir. Kur'an'da 25 peygamberin ismi geçer. Kur'an'da geçen peygamberlerin yaklaşık kronolojik sırası şöyledir: Adem, İdris, Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Lut, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Eyüp, Şuayb, Musa, Harun, Zul-Kifl, Davud, Süleyman, İlyas, Elyesa, Yunus, Zekeriya, Yahya, İsa ve Muhammed. İslam peygamberlerinin büyük bir kısmı Musevilik ve Hristiyanlık'ta peygamber kabul edilmez, sadece din büyüğü olarak anılırlar. İsa, Musevilik tarafından; Muhammed, her iki din tarafından da peygamber kabul edilmez.
Muhammed, İslam'a göre Hatemül Enbiya (son peygamber) kabul edilir. İslam'da peygamberlere geldiğine inanılan 4 büyük kitap vardır: Tevrat, Zebur, İncil, Kur'an.
Kur'an'da birçok peygamberin dünyaya gönderilmiş olduğu belirtilir:
"Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir." (Al-i İmran Suresi, 144)
"...Buna rağmen daha önceki toplumlara da nice peygamberler göndermiştik." (Zuhruf Suresi, 6)
Bahailik, peygamberler konusunda İslam'la hemen hemen aynı inanca sahiptir. İslam'la ayrılan temel noktası, Mirza Hüseyin Ali'yi peygamber kabul etmesidir.
Tarih içerisindeki yeri incelendiğinde, peygamberlik kavramının İbrahimî dinlerde yer aldığı ve Orta Doğu'ya özgü olduğu görülmektedir. Asya'nın Budizm, Hinduizm, Maniheizm ve Şintoizm gibi dinlerinde, Avrupa'nın pagan inançlarında veya Afrika'nın yerel kabile dinlerinde Tanrı'dan aldığı buyrukları insanlara açıklayan peygamberlere rastlanmamıştır (Üstelik “Vedalar” adlı kutsal metinlere sahip Hinduizm, çok tanrılı bir inançtır). Orta Doğu dışarısında ortaya çıkmış dinler arasından bazılarının kurucuları bilinmektedir fakat bu kurucular, kurmuş oldukları dinin mensuplarınca “din büyüğü” olarak kabul görmektedirler; İbrahimî dinlerdeki gibi bir “peygamberlik” görevi söz konusu değildir.
Kur’an, kadın peygamberden bahsetmez. Ama üç ayette, Nahl-43, Yusuf-109 ve Enbiya-7′de peygamberlerin erkeklerden gönderildiğini yazar.
Enbiya-7: “Senden önce de ancak kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkekleri peygamber gönderdik. Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun.”
Tevrat’ın Tekvin 15:20 ayetinde Peygamber Miryam'dan, Hakimler 4:4′te Peygamber Debora'dan, 2. Tarihler 34:22'de Şallum'un karısı Peygamber Hulda'dan, Nehemya 6:14'te Peygamber Nadya’dan söz eder.
Aynı şekilde, İncil Luka 2:36'da “Aşer oymağından Fenuel'in kızı Anna adında çok yaşlı bir peygamber vardı. Genç kız olarak evlenip kocasıyla yedi yıl yaşadıktan sonra dul kalmıştı.” ifadeleriyle bir başka kadın peygamberden bahsedilir.
Cemali
Cemali, 1995'te İsmail Cem Tosun ve Ali Tosun isimli uzun yıllar Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşamış iki müzisyen kardeşin kendi isimlerini vererek kurduğu gruptur.
Müzik sektöründe çok genç yaşta isim yapmayı başaran İsmail Cem Tosun ve Ali Tosun kardeşler eğitimleri sırasında ve sonrasında uzun süreler San Francisco'nun çeşitli radyolarında çalışmalar yaptılar. Remix ve Film müzikleri dallarında başarı sağlayan ikili daha sonra aranjör ve prodüktörlük yaptılar.
Müzikte yenilik getiren alternatif tarzlarıyla dikkatleri üzerlerine toplayan "Cemali" hem ABD hem de Türkiye'de başarılı prodüksiyonlara imza atmaya devam ediyorlar. Aynca doğa ve insan hakları ile ilgili önemli faaliyetler sürdüren ikili bu konulardaki duyarlılıklarında müziklerine sık sık yansıtmaktadırlar.
Cem, San Francisco "Bayside Middle School" 'a gitti. Daha sonra Antalya Kolejinde lise egitimini tamamladı. San Francisco'da S.F. State Üniversitesinde Psikoloji eğitimi gördü.
Ali, San Francisco'da "Bayside Middle School" 'a gitti. Liseye "Burlingame High School" 'da başladı ve Antalya Kolejinde bitirdi. Daha sonra San Francisco S.F. State Üniversitesinde Sinema eğitimi aldı ve sinema yönetmenliği üzerine mastır yaptı. Birçok festivalde ödül kazanan üç kısa metrajlı film çekti.
1995 yılında çıkardıkları ilk albümlerinde yer alan ilk çalışmaları "Duymak İstiyorum" adlı albümle "Cemali" grubu müzik dünyasına giriş yapmış ve başarı kazanmıştır. 1996 yılında "Whirl" isimli albümlerini Amerika'da piyasaya sürdüler. 1997'de "Youh Youh" albümün piyasaya sürdüler.
2001 yılında "Hayat?" adlı albümlerini yayınladılar.
Ailelerinin doğa ve insan hakları konusunda duyarlı olmaları Cem ve Ali'nin küçük yaşta bu konulara ilgi göstermelerine önayak oldu. Ayrıca ona okul ve lise dönemlerinde katıldıkları tartışma grubu ikilinin konuya ilgisini daha da artırdı. Gündemdeki global konulara önem veren bu tartışma grubu insan ve doğa problemlerine de aktif bir şekilde değinirdi.
Cem ve Ali üniversite dönemlerinde bu konulara daha da ilgi gösterip aktif olmaya başladılar. Greenpeace ve Amnesty International'la daha yakından ilgilendiler. Özellike dünyadaki açlık problemleri ve kültürel dejenarasyon konulan ilgi odakları oldu. Bu konularda insanlar daha duyarlı olmaya yönelik birtakım aktivitelerde yer aldılar ve yardım konserlerine katıldılar. Tüm bu aktivite ve gelişmeler "Cemali" 'ye insan ve doğa arasındaki etkileşimi daha iyi anlama olanağı sağladı.
1995 yılından bu yana Türkiye'de yaptıkları albümlerde doğa ve insan temalarına sık sık değindiler. "Hayat?" isimli son albümlerinde ise ana tema insan, doğa ve aşkın hayat üzerïndeki gücü oldu.
Cemali'nin "Duymak İstiyorum" isimli unutulmaz şarkısı 2010 yılında Emre Aydın tarafından yeniden yorumlanmıştır. "Şimdi Hayallerdesin", "Dönence", "Biliyorum Sonunu" grubun yaptığı diğer bazı başarılı parçalardır.
Hamparsum Limonciyan
Hamparsum Limonciyan (Ermenice: Համբարձում Լիմոնջեան) (1768, İstanbul - 1839, İstanbul) Osmanlı Ermenisi bestekâr ve müzik hocası. Tambur sanatçısı olarak ün kazandı. Türk musikisi alanında bilinen 27 şarkı, 11 peşrev ve 9 semaisi, Ermenice 20 kadar ilahisi mevcuttur.
Ortaçağ Ermeni Kiliselerinde kullanılan Khaz Sistemine dayalı, genel "Hamparsum notası" olarak bilinen bir notasyon geliştirerek Klasik Türk müziğinde kullanılmasını sağlamış; böylece Türk müziği eserlerinin kaydedilerek günümüze ulaşmalarında çok önemli bir rol oynamıştır.
İstanbul'da o zamanlar Pera adıyla anılan Beyoğlu semtindeki Çukur Sokak'ta, Harput'tan İstanbul'a gelerek yerleşmiş, Ermeni Katolik cemaatine mensup yoksul bir Ermeni çiftinin oğlu olarak dünyaya gelmiştir (Serkis ve Gadarine Limonciyan). Hamparsum ilkokulu bitirdikten sonra, hem ileride bir meslek sahibi olabilmesi hem de harçlığını çıkarabilmesi için bir terzinin yanına çırak olarak verilmiştir.
Müziği çok seven Hamparsum'un yeteneği ve ilgisini fark eden Darphane Amiri Hovhannes Çelebi Düzyan'ın (1749-1812) dikkatini çekerek, himayesine girmiş ve Düzyan'ların Kuruçeşme'deki konağında, Klasik Avrupa müziği üzerine müzik eğitimi almıştır. Hagop Çelebi Düzyan (1793-1847) ve Zenne Bogos'un (1746-1826) öğrencisi olmuştur. Hamparsum'un müziğe olan merakı sadece Klasik Batı Müziği ve Ermeni Kilise Müziği ile sınırlı olmayıp, Klasik Türk müziğine de büyük ilgi duymuş ve Beşiktaş Mevlevihanesi'ne devam ederek Türk müziği bilgisini geliştirdi. Burada Dede Efendi tarafından yeteneği fark edilerek, onun öğrencisi olmuştur.
Büyük bir olasılıkla ünlü bestekâr Hammâmizâde İsmâil Dede Efendi'nin aracılığı sayesinde kendisi de bir Mevlevi ve müzisyen olan Sultan III. Selim'in huzuruna kabul edilmiş, saraya kabul edilmiştir.
Galata'daki "Lusavorçagan Mektebi"'nde musiki hocalığı yaptı. Bu arada Beşiktaş Mevlevihanesine devam ederek Türk müziği bilgisini geliştirdi. Büyük bir olasılıkla ünlü bestekâr Hammâmizâde İsmail Dede Efendi'nin aracılık ve yol göstermesi sayesinde Sultan III. Selim'in huzuruna kabul edilerek padişahın beğenisini kazanmıştır. III. Selim Donemi, padişahın sanata ve özellikle müziğe olan merakı ve saygısı nedeniyle günümüz Türk Müziği tarihçileri tarafından "Türk Müziğinin altın Çağı/Dönemi" olarak adlandırılmıştır. Saray, onun saltanatı sırasında adeta bir müzik okulu ve araştırma merkezi haline gelmiştir. Kendi dönemine kadar usta-çırak ilişkisine dayalı 'meşk metodu' nedeniyle erozyona uğrayan Türk müziği eserlerinin gelecek kuşaklara ilk ve özgün halleriyle intikâl ettirilebilmeleri amacıyle çevresindeki müzisyenlerden bir notasyon geliştirmelerini istemiş ve onun bu talebine Abdülbaki Nasır Dede ile Hamparsum Limonciyan karşılık vermişlerdir. Her ikisi de, geliştirdikleri notasyonla kaydettikleri çalışmalarını padişaha sunmuşlardır.
Hamparsum, 1812-1814 yılları arasında bu konuda çalışmalarına devam ederek, Eski Ermeni Kilise ilahilerinin kaydedilmesinde kullanılan "Khaz Sistemi"'ni, Türk Müziğine uyarlamış ve geliştirdiği notasyon |
ile sadece peşrev ve saz semailerinin bizzat notaya aldığı 6 adet nota defterinin III. Selim'e takdim etmiştir. Notanın kullanıldığı ilk beste, Tamburi İshak Efendi'nin bayati peşrevidir. Kendi adıyla anılacak olan bu notasyon, Hagop Çelebi Batı müziğinden aldığı bazı kavramlarla geliştirdi. Hamparsum notasına daha sonra bestekâr Kapriel Yeranyan (1827-1862) tarafından çeşitli eklemeler yapılmıştır.
Yaşamının büyük bir bölümünü evinde müzik dersleri vererek geçiren Hamparsum, bir ara Kirkor Balyan'ın kâtipliğini yapmış, bir süre sonra oğlu Neyzen Zenop Limonciyan'la birlikte ticarete atılarak Galata'da gıda maddeleri toptancılığı ile uğraşmıştır. 1837'de Ermeni harfleri ile Türkçe otobiyografisini kaleme aldı. 1839'da Hasköy'deki evinde vefat ederek Surp Agop Katolik Mezarlığı'na defnedilmiştir.
Rum
Rum, Doğu Roma İmparatorluğu sınırları içinde yaşamış ve Roma yurttaşı haklarına sahip olmuş halk veya kişidir. Bu kimselerin çeşitli etnisiteye sahip bireylerden oluşan bir topluluk olmalarına karşın ilerleyen zamanda bu kimselerin konuştukları Latinceyi bırakarak Yunancayı benimsemeleri ve çoğunluğun Müslümanlardan oluştuğu yerlerde yaşamaları nedeniyle daha sonradan bu kelime, Yunanistan dışında Müslüman ülkelerde oturan Yunan asıllı kimseleri ifade etmede kullanılmıştır.
Tarihte Doğu Roma İmparatorluğu'nu oluşturan 6. yüzyıl'a kadar Latince konuşan ve 6. yüzyıl'dan sonra Yunanca konuşan kimselere Müslüman ülkelerde Rum denirdi. Günümüzde Rumların büyük kısmı Kıbrıs'ta yaşamaktadır. Anadolu'ya yerleşmeleri çok eski tarihlere dayanan Rumlar, 1923 yılından sonra Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi ve en son olarak 6-7 Eylül Olayları ile Türkiye Cumhuriyeti'nden neredeyse tamamen ayrıldılar.
Rum kelimesi herhangi bir dini/mezhepsel anlam taşımamakla birlikte Rumların tamamına yakını Doğu Ortodoks Kilisesi mensubudur. Bu tanımdaki Rum sözcüğü Helen kökenli Rumları kapsamaktadır. Diyar-ı Rum'da (Anadolu'da) yaşayan ve farklı dinlere ve etnik gruplara mensup olan kimseler için de "Rumî" (Rum diyarından olan) sıfatı Mevlana Celaleddin Rumi örneğinde olduğu gibi kullanılmıştır.
"Rum" sözcüğü etimolojik ve tarihsel kullanılışıyla Roma'dan kaynaklanmıştır. Bu sözcükle ""Roma İmparatorluğu"", ""Roma İmparatorluğu'nda yaşayan kimse"", ""Romalı"", ""Arap ilinden başka ilden olan kimse"", ""Anadolulu"", ""Osmanlı"" gibi anlamların karşılığıdır. Eski Türkiye Türkçesinde Anadolu'ya Diyar-ı-Rum yani “Roma ülkesi” denirdi. Örneğin Celalleddin-i-Rumi, Romalı/Anadolulu Celaleddin demekti. "Rum Selçukluları (Anadolu Selçukluları)" ve "Rumeli (Osmanlı Devleti'nin Avrupa'daki toprakları)" gibi.
“Rumeli” ismi, Osmanlı İmparatorluğu'nun Doğu Roma İmparatorluğu'ndan fethettiği topraklara verdiği Türkçe isimdir. Osmanlı Türkleri, Avrupa'ya ayak bastıktan sonra, burada fethettikleri yerlere Rumeli adını verdiler. Hâlbuki bu isim evvelce bugünkü Anadolu için kullanılmış, hatta Orta Çağ Avrupa kaynaklarında "Romanie" şeklinde tercüme edilmiş iken bu son şekil, Rumeli'nin Anadolu'ya mütenazır olarak kullanılması gibi, Balkan yarımadasına tatbik olunmuş ve garp kaynaklarında "Peninsule romaine" tarzında da kullanılmıştır. Yeni çağlardan itibaren, Avrupa harita ve kitaplarında bu yarımadaya "Turquie d'Europe" veya "Empire ottoman d'Europe" denildiği görülüyor ki, sonradan Türkçe neşriyatta, bu adlara muadil olmak üzere, "Avrupa-i Osmânî" ve "Rumeli-i Şâhâne" tabirleri kullanılmıştır. "Rum+el+i" ( Rum ("Osm.Tr.").
Rumluk ırki birlikten yoksundur. Çeşitli kavimler dinleri bakımından "Rum" adıyla anılmışlardır. Mezhep bakımından Sırplar, Bulgarlar ve Ulahlar Ortodoks olduklarından Rum Cemaati (Rum Milleti) kabul edilmişlerdir. Onların yaşadığı Balkan toprakları da Türkler tarafından "Rumeli" olarak adlandırılmıştır. "Yunan olmak" ve "Rumluk" aynı şey değildir. Günümüzde Anadolu topraklarında yaşayan Rum kökenli aileler Trabzon'un Of bölgesinde yoğunlaşmıştır. En çok bilinen Yazıcı, Beyazıtlar, Melesler, Altukalar, (Altıokka) ve Çelikler'in soyları San.Papandreu ve Rodos Rahiplerine dayanır. Yunanlık Kuzey Yunanistan ve Mora çevresiyle sınırlıdır. Buna karşın daha geniş bir anlamı olan Rumluk, bir toplum ve ülkeler anlayışını ifade eder. Batı Anadolu, Adalar-Kıbrıs dahil ve Rumeli Yarımadası gibi daha geniş bir alan, Rumlukla ilgilidir.
Rum kelimesi tarihsel kaynaklarda daha çok Doğu Romalı yani Yunanca konuşan Romalı, bir diğer ifadeyle Greko-Roman anlamında kullanılmıştır. Rumlar; Anadolu'nun yerli halkı ile Yunanların, Yunan dili ve kültürü lehine karışması ile ortaya çıkmışlardır. Cumhuriyet döneminde Rumlar, her ne kadar ırksal köken olarak karışık da olsalar, ana dilleri Yunanca olduğu için Yunan kabul edilip, Yunanistan'daki Türk nüfus ile mübadele olunmuştur. Yunanistan'a giden Rumlar, oradaki Yunanlar tarafından Türk diye dışlanmıştır. Yunanistan'da yaşayan Rumlar, hâlen Anadolu'dan getirdikleri Anadolu kültürünü yaşatmaya çalışmaktadır ve birçoğu anavatanları olarak Anadolu'yu görmektedirler. Bu Rumların belli bir kısmı Türkçeyi aynen Anadolu'daki Türklerin ağzı ile konuşmaktadır. Mübadele sonucu Hristiyan Rumlar ve Türkler Yunanistan'a giderken Müslüman Rumlar ve Rumlarla uzun süre yaşamış olan Lazlar yoğun oldukları bölge Trabzon ve Rize'de yaşamaya devam etmiştirler. Müslüman Pontus Rumlarının bir kısmı hala Trabzon ve Rize'de dillerini konuşmaktadırlar. Ayrıca şive içinde de bolca Rumca kelimeye rastlamak mümkündür. Karadeniz civarından giden Hristiyan Pontus Rumları Yunanistan'da -idis,-idi ekli soyadlarını almış, kültürlerini orada hala yaşatmaya devam etmişlerdir.
Rumlar, Anadolu'daki Bizans ("Doğu Roma") egemenliğinden sonra, Yunan dilini ve Ortodoks Hristiyanlığı benimsemiş eski Anadolu uygarlıklarının kalıntıları olan çeşitli halklardan meydana gelmektedir.
Tarihçi İsmail Hami Danişmend'in bu konudaki değerlendirmesi ise şöyledir: ""Yunanlık fikri, Rumluk fikriyle başlamıştır. Kuzey Yunanistan ile Mora çevresinde sınırlı olan Yunanlığa mukabil Batı Anadolu, Adalar ve Rumeli'nin çeşitli taraflarına yayılmış olan Rumluk daha geniş bir camiadır; her ikisi de ırki birlikten tamamıyla yoksundur; bütün Rum-Yunan toplumu bir mezhep ve dil birliğinden ibarettir. Bilhassa mezhep bakımından ilk zamanlarda Sırplarla, Bulgarlar ve Ulahlar bile Rum toplumuna mensup sayılmıştır.""
Buna göre; Yunanlar, Ortodoksluk mezhebine mensup Yunan ("Helen soyundan" !) olmayanlara da sahip çıkarak, güçlerini aşan bir davayı sürdürmeye çalışmaktadırlar. Çapı büyük Rumluk ve Bizans hülyası tarihi gerçeklere göre 1821'de Balkanlarda -özelikle Romanya'da- akamete uğramış, Yunan isyanı ile mevzileşerek Yunanistan ve bazı Ege adalarında Yunanlık düşüncesine dönüşmüştür.
Bizans, Yunan olmaktan uzak, özellikle Anadolu kavimlerin Hristiyanlık potasında yoğrulmasıyla meydana gelen bir devlettir ki, Anadolu uygarlığını ifade eder.
Aynı zamanda Türk Kurtuluş Savaşı sırasında tekrar bir Rum devleti kurmaya çalışan cemiyetler şunlardır:
Karamanlılar (Ortodoks)
Karamanlılar veya Karaman Rumları, Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi'nden önce Anadolu'nun Karaman bölgesinde yaşamış Ortodoks inancına mensup Türk dilli halktır.
Anadolu'daki belli başlı Karamanlı yerleşim merkezleri Mersin'in Tarsus ve Anamur ilçesi ve Konya'nın Sille kasabası, Ermenek, Karaman-Madenşehri, Ereğli, Aksaray'ın Güzelyurt ilçesi, Niğde merkez ve köyleri, Bor, Kemerhisar, Ihlara, Malakopi (Derinkuyu), Prokopi (Ürgüp) ilçesi, Yozgat ve ilçeleri, Kırıkkale, Keskin ve Kayseri idi. Bölgede Türkçe konuşan Hristiyan halktan en erken 15. yüzyıla ait kaynaklarda söz edilmektedir.
1923 Lozan Antlaşması’nın ekli protokol hükümlerince Türkiye'de yaşayan yaklaşık 193.000 Karamanlı, Rum sayılarak zorunlu nüfus değişimine tabi tutulmuşlardır. Büyük bir bölümü hiç Rumca bilmeyen Karamanlılar, Yunanistan'daki yaşama kültürel uyum sağlamakta ciddi zorluklarla karşılaşmışlar ve yakın yıllara kadar evlerinde Türkçe konuşmaya devam etmişlerdir.
1551'de İstanbul'a gelen gezgin Nicolas de Nicolay, Karamanlıların Yedikule yakınlarında büyük bir mahallede oturduklarını, geçimlerini ticaret ve zanaatla sağladıklarını, özellikle kuyumculuk ve işlemecilikte çok yetenekli olduklarını belirtir. Dükkânlarının Kapalıçarşı yakınında olduğu anlaşılmaktadır. Nicolay'a göre Karamanlı kadınlar diğer Rum kadınları gibi, hamama gitme ve kilise ziyareti dışında, sokağa nadiren çıkarlar. Evlerinde nakış işlemekte ustadırlar. Bu işlemeleri Kapalıçarşı'da ve pazarlarda satılır. Dar gelirli Karamanlı kadınlar geçimlerini sokaklarda yumurta, piliç, peynir ve sebze satarak kazanırlar.
Süreç içinde Karamanlılar Yedikule'den Fener, Cibali, Tahtakale, Kumkapı semtlerine ve Rumların yaşadığı diğer mahallelere dağılıp yerleştiler. Karamanlıların büyük çoğunluğu İstanbul'da ticaretle uğraşırlardı. Niğde'nin Kurdonos Köyü'nden gelenler sabun tüccarı, Aravan'dan gelenler kuruyemişçi, Uluağaç'tan gelenler kabzımal, Niğde'den gelenler zahireci ve peynirci, Fertek'ten gelenler beratlı şarapçı idiler; Ürgüp'ün Sinasos Köyü'nden gelenler havyar ve tuzlu balık ticareti, Kayserililer pastırma ve sucuk ticaretiyle uğraşırlardı.
Dükkânları Eminönü'nde ve Galata'daydı. İstanbul'daki Karamanlılar, Tanzimat'tan sonra kurdukları yardımsever dernekler kanalıyla köylerinin kalkınması için kayda değer çabalar harcamışlardır. Günümüzde ise İstanbul’da tamamen asimile olan Karamanlılar cemaati yalnızca Mersin ve Tarsus’ta birkaç mahalleden oluşan öbekler halinde yaşamlarını sürdürmektedirler. En büyük cemaatleri ise yine Mersin Çamlıbel ve Pozcu semtlerinde ikamet etmektedirler. Kentte ibadet için kullandıkları 5 ev kilisesi (şapel) bulunmaktadır. Onlar içinde en kutsal yerlerin başında Silifke yakınlarındaki Aya Tekla Kilisesi (helence: Ἁγία Θέκλα)
başta gelmektedir.
Bağımsız Türk Ortodoks Patrikhanesi 1921 yılında Kayseri'de kurulmuştur. 193.000 Karamanlı Ortodoks'un Yunanistan'a gönderilmesinden sonra Akdağmadeni doğumlu Papa Eftim isimli Keskin Metropoliti Karamanlı Ortodoks papaz Atatürk'ün izniyle İstanbul'a ailesiyle birlikte |
yerleştirilmek suretiyle mübadeleden muaf tutulmuşlardır. Papa Eftim ve ailesi Galata ve Tophane semtlerinde Fener Rum Ortodoks patrikhanesine rakip olarak kendi patrikhane ve kiliselerini kurmuşlardır. Fakat cemaati olmayan kilise çok uzun ömürlü olmayacaktır. Bunun üzerine Moldova'dan 60-70 kadar öksüz Gagavuz çocukları İstanbul'a Türk Ortodoks cemaat oluşturulsun diye getirilmişlerdir. Fakat bu çocuklar da büyüyünce İslam dinine geçerek Müslümanlarla evlenip asimile olmuşlardır. İlk Türk Ortodoks patriği Papa Eftim, daha sonra oğlu Turgut Erenerol ve kardeşi Selçuk Erenerol'dur. Kilise basın sözcüsü ve rahibesi Sevgi Erenerol yönetimi üstlenmiştir.
TBMM ilk dönem Eskişehir milletvekillerinden aslen Bodrumlu olan İstamat Zihni Özdamar Karamanlı asıllıdır.
Yunan alfabesi ile yazılmış bu Türkçe metinlere Karamanlıca (veya "Karamanlı Türkçesi") adı verilir. Bölgede hâlen çok sayıda Karamanlıca mezar taşı ve kilise yazıtlarına rastlanmaktadır. İstanbul-Yedikule'deki cemaatten kaynaklanan Karamanlıca elyazmaları 15. yüzyıldan itibaren görülür. Karamanlıca ilk matbu eserler 1718'den itibaren İstanbul'da basılmıştır. 18. yüzyılda basılan eserlerin çoğu dini nitelikte iken, 19. yüzyılda basıldığı tespit edilebilen 500'ü aşkın Karamanlıca kitap arasında ise tarih kitapları, romanlar ve diğer dünyevi konular yer tutar. Kulalı gazeteci-yazar Evangelinos Misailidis'in 1871'de Rum harfleriyle yayımladığı "Temaşa-i Dünya ve Cefakâr u Cefakeş" adlı romanı Türkçenin seyahat-macera türündeki ilk romanı sayılmaktadır. 20. yüzyıl başlarında Karamanlıca günlük gazeteler de yayımlanmıştır.
Karamanlı Türkçesine dair bilgiler, Evliya Çelebi'nin Seyahatname adlı eserinde vardır. Evliya Çelebi'ye göre Antalya'nın yirmi mahallesinden dördünde ""Urum keferesi"" sakindir, ancak bunlar Rumca değil ""bâtıl Türk lisânı üzere kelimât ederler"" (IX, 64a). Alanya'da da aynı durumla karşılaşırız: ""Ammâ aslâ Urum lisânı bilmeyüp bâtıl Türk lisânı bilürler"".
Rum Ortodoks Patrikhanesi
İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi (, "Oikoumenikòn Patriarcheîon Konstantinoupóleos", ;, Fener Rum Patrikhanesi, Konstantinopolis Ekümenik Patrikhanesi ya da Rum Ortodoks Patrikhanesi, Ortodoks Hristiyanlığı temsil eden Doğu Ortodoks Kilisesi'ni oluşturan 14 otosefal kiliseden biri. Günümüzde Konstantinopolis-Yeni Roma Başepiskoposu ve Ekümenik Patriği I. Bartholomeos tarafından yönetilmektedir.
Doğu Roma İmparatorluğu'nun başkentinde bulunması ve bugünkü Ortodoks kiliselerinin çoğunun ana kilisesi olması nedeniyle Ortodokslukta özel bir yeri vardır. Ekümenik Patrik diğer Doğu Ortodoks episkoposları arasında "Primus inter pares" (eşitlerin birincisi) unvanını taşır ve Papa'nın aksine tamamıyla özerk olan otosefal kiliselere müdahale etmez. Buna rağmen dünyadaki yaklaşık 300 milyon Ortodoks Hristiyan'ın temsilcisi ve dini lideri olarak görülür.
1453 Yılında İstanbul'un fethinden sonra, gayrimüslim olan toplumların yaşayışına dair düzenlemeler, Fatih Sultan Mehmet'in çıkardığı fermana bağlanmış, böylece Fener Rum Patrikhanesi de denilen Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin yasal statüsü süreklilik kazanmıştır. Fermanın içeriği ise şöyledir:"Kimse, Patrike tahakküm etmesin, kim olursa olsun hiçbir kimse kendine ilişmesin, kendisi ve maiyetinde bulunan papazlar her türlü hizmetten ebediyyen muaf olsunlar, kiliseleri camiye tahvil edilmeyecektir. Izdivaç ve defin işleri, sair adat ve işleri Rum Kilise ve adetlerine göre eskisi gibi yapılacaktır."
II. Gennadios'un Patrik olmasıyla, Patrikhane faaliyetlerini kentin ikinci büyük kilisesi olan Havariyun Kilisesi'nde yürütmeye başlar. O zamanlarda yaklaşık bin yaşındaki Havariyun Kilisesi'nin bahçesinde İmparator ailesinin mezarları da bulunmaktadır ve Hristiyan nüfusun azalması ve güvenlik nedeniyle 1455'te boşaltılır.
Patrikhane Pammakaristos Manastırı'na taşınır. 12. yüzyılda II. Ioannes Komnenos'un yaptırdığı Pammakaristos Manastırı, Hristiyan göçmenlerin yerleştirildiği Çarşamba semtinde idi. Havariyun Kilisesi'ne göre daha küçük ve güvenli olan Pammakaristos, 1518'de restore ve II. Ieremias'ın patrikliği sırasında da genişletilerek yeniden inşa edildi. 1586'da, III. Murad döneminde boşaltılan kilise, 1591'de Fethiye adıyla camiye dönüştürüldü. Patrikhane, önce Fener'deki Vlah Sarayı Kilisesi'ne, 1597'de ise Ayvansaray'daki Ayios Dimitrios Kilisesi'ne taşındı.
Patrikhane, 1602'de Fener'de bulunan Ayios Yeoryios Manastırı'na yerleşti ve bu tarihten sonra faaliyetini burada sürdürdü.
II. Mehmed'in çıkardığı fermanla statüsü saptanan Rum Ortodoks patrikleri, cemaatin evlenme, cenaze gibi adetlerini özgürce uygulayabilmesini denetliyorlardı. Patrik, bir vezir statüsünde kabul edilir, kendisine divanda yer verilirdi. Maiyetindeki diğer yöneticiler ile birlikte her türlü hizmet ve vergiden muaftı. Rum cemaatine dair konuların görüşüldüğü meclise başkanlık eden patrik, hukuki ve cezai işlerde tam yetkili idi. Böylece patrik, Rum Ortodoks toplumunun tartışmasız lideri olarak, Bizans dönemindeki haklarından fazlasına kavuşmuştu.
Rum Ortodoks kiliseleri üzerinde simgesel bir otoritesi olan İstanbul patriği, 6. yüzyıldan beri "Ekümenik Patrik" sıfatıyla dünyadaki tüm Ortodoksların ruhani lideri kabul edilir. Bu konu, Lozan Antlaşması’yla hukuki ve siyasi konumu kaldırılan bu unvanı Türkiye Cumhuriyeti tanımamaktadır.
1856 Islahat Fermanı ile patriklerin yetkileri, dinî konularla sınırlandı. Seçim usulleri gözden geçirildi. Görev süreleri ömür boyu kılınarak sorumlu oldukları davalardaki yetkileri genişletildi. Lozan Antlaşması’yla Cumhuriyet döneminde patriklerin tüm ayrıcalıkları kaldırıldı. Türkiye Cumhuriyeti uyruğunda bulunmaları koşulu getirildi.
Cumhuriyet döneminde Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin etkinlik alanı da sadece dinî konularla İstanbul'daki Rum cemaati ile sınırlandı. Hizmet binasının 1941'de yanması üzerine, 1989'da Yüksek Mimar Aristidis Pasadeos nezaretinde başlatılan onarım çalışmaları 1991'de tamamlandı. Patrikhane, faaliyetini hâlen yeni binasında yürütmektedir. Şu andaki Patrik I. Bartholomeos'tur.
HMS Mermaid (F-76)
"Singapur'da üslenmiş olan Britanya Kraliyet Donanması fırkateyni HMS Mermaid" (F-76).
HMS Mermaid (F-76), 28 Ekim 1965 tarihinde küçük Gana Donanması için İskoçya'da Glasgow kentindeki Yarrow Shipbuilders tersanesinde 2284 numara ile kızağa konulan fırkateyn, 29 Aralık 1966’da denize indirildi. Gövde yapısı ve tahrik sistemi, Britanya yapımı Leopard sınıfı (Tip 41) ve Salisbury sınıfı (Tip 61) fırkateynlerine dayanır. Başlangıçta Gana Donanması sancak gemisi ve Başkan Kwame Nkrumah için başkanlık yatı olarak düşünülen tekneye "Black Star" ("Kara Yıldız") adı verildi. "Black Star" o zamana kadar siyahi bir Afrika ülkesi tarafından sipariş edilen en büyük savaş gemisiydi. Tekne henüz tamamlanmadan Başkan Kwame Nkrumah bir darbe ile görevinden uzaklaştırıldı. Yeni Gana Cumhuriyeti hükümeti fırkateyn projesini iptal etti.
7 Haziran 1968 tarihinde tamamlanan gemi, Britanya Kraliyet Donanması'na katılmadan önce bir süre Firth of Clyde ve Portsmouth tersanesinde demirli olarak kaldı. 1972 Nisan ayında Chatham tersanesine gönderilen "Black Star", Britanya donanma standartlarında tadil edildi. Sonunda 16 Mayıs 1973 tarihinde Britanya Kraliyet Donanması'nda hizmete giren gemiye "HMS Mermaid" ("Denizkızı") adı verildi. Uzak Doğu’ya gönderilen "HMS Mermaid" fırkateyni Singapur’da bir muhafız gemi "(Diplomatik amaçlı)" olarak konuşlandı. Çünkü teknenin hafif silah donanımı ve yetersiz elektronik ekipmanı Avrupa bölgesinde görev almasına engel olacaktı.
Vietnam Savaşı sonunda Saygon kentindeki Britanya vatandaşlarının kurtarılmasında görev aldı. Vietnam’dan geri dönen "HMS Mermaid" 20 Eylül 1976’da Kuzey Denizi’nde gerçekleşen “Teamwork 76” NATO tatbikatı sırasında M-1136 HMS Fittleton mayın tarama gemisi ile çarpıştı. Kaza sonucu mayın gemisindeki 12 denizci hayatını kaybetti. Hizmet dışı bırakılmasına yakın bir zamanda tekne yeni geliştirilen “hareketli hedef tespit sistemi” ("Moving target indicator system") denemelerinde kullanıldı. Bu sistem, radarların hedef tespiti sırasında deniz yüzeyindeki dalgalardan etkilenmesine engel olur.
"HMS Mermaid", 1977 Nisan ayında Malezya Kraliyet Donanması’na transfer edildi. F-76 KD Hang Tuah adı verilen geminin borda numarası değiştirilmedi. Bu gemi aynı ismi taşıyan Loch sınıfı bir fırkateynin ("Eski Britanyalı K-433 HMS Loch Insh") yerini aldı. "Hang Tuah", 1992 yılından itibaren bir eğitim gemisi olarak kullanıldı. Fırkateynin sahip olduğu son silah donanımı aşağıdaki gibidir:
Emek Partisi
Emek Partisi (kısaca EMEP), 1996 yılında kurulan ve Türkiye'de faaliyet gösteren Marksist-Leninist bir siyasi partidir. Parti, işçi sınıfının (proletarya) iktidarıyla kurulacak proletarya diktatörlüğünü ve halk demokrasini savunmaktadır.
Türkiye'de faaliyet gösteren THKO, Halkın Kurtuluşu ve TDKP örgütlerinin çizgisinin devamı olarak yasal alandaki 1996'da Emek Partisi adıyla kurulmuş, 14 Şubat 1997 tarihinde kapatılmasından sonra Emeğin Partisi adını almıştır. Parti yöneticileri davayı AİHM'e götürmüş, mahkeme kazanılmış ve "Emeğin Partisi", 27 Kasım 2005 tarihli kongresinde "Emek Partisi" adını tekrar almıştır.
Parti; Lenin, Stalin ve Enver Hoca'yı savunmakta, Kruşçev, Brejnev, Gorbaçov, Tito gibi isimleri revizyonist olarak nitelendirmektedir. Teorik olarak Marksizm-Leninizme sadık kaldığını söylemekte, örgütlenmesini ve kadro politikasını bu şekilde oluşturmaktadır. Tarihsel olarak Çin-Sovyet ayrılığında, Sovyetler Birliği'ni eleştirmesi sebebiyle bir dönem Mao Zedung'un düşüncelerinin doğru olduğunu savunmakta daha sonra Çin Komünist Partisi'nin ürettiği "Üç Dünya Kuramı" tezi sonrasında oluşan Çin-Arnavutluk ayrışmasında Enver Hoca'nın başında olduğu Arnavutluk Emek Partisi'nin başını çektiği blokun haklı olduğunu söylemektedir. Parti Marksizm'in temel ilkelerini savunduğunu iddia ederek "çoğulcu", "demokratik", "insancıl" sosyalizm gibi adlarla ortaya çıkan marksizmi revize etmeye yönelik tüm akımları revizyonist olarak nitelemiş ve karşı m |
ücadele etmiştir.
Partinin eski Sovyetler Birliği'nde bulunan Komsomol benzeri gençlik örgütlenmesi bulunmakta olup Emek Gençliği adını taşımaktadır.
29 Mart 2009 yerel seçimlerinde Kürtlerin ve Alevilerin yoğun olarak yaşadığı Tunceli'nin Mazgirt ilçesi ve Darıkent beldesinde belediye başkanlıklarını kazanmıştır. Ayrıca Pertek ilçesinden bağımsız kazanan Kenan Çetin, daha sonra EMEP üyesi olmuştur. Böylece kazanılan Belediye Başkanlığı sayısı üçe çıkmıştır. Genel Başkanları Abdullah Levent Tüzel istifa ederek, BDP'nin de içinde olduğu Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku'nun 12 Haziran 2011 seçimlerinde İstanbul 3. Bölge'den bağımsız milletvekili adayı olmuş ve seçilmiştir.
AKP, CHP ve MHP'yi "burjuva düzen partileri" olarak ifade etmekte, kendisini ise "işçilerin, emekçilerin ve ezilen halkların partisi olarak tanımlamaktadır. HDK ve HDP'nin kurucu bileşenlerinden olan EMEP, daha sonra görüş ayrılığı sonucu HDP'den ayrıldığını, buna karşın gerek ortak çalışmalarda gerek HDK bünyesinde siyasal mücadelesini sürdüreceğini açıklamıştır. Ayrılık sebebi olarak HDP'nin "BDP'nin ideolojik ve siyasi hedeflerine bağlı olarak toplumun radikal demokrasi temelinde dönüşümü için politika yapan bir kitle partisi olarak kendisini yeniden örgütleme" sürecine girmesi olduğunu ve radikal demokrasi hedefi açısından ortaklaşamayacağını açıkladı. Bununla birlikte HDP'nin "belirli bir ideolojik yaklaşıma sahip bir kitle partisi" olmasını onaylamadığını, aksine çeşitli yapıların ortak bileşen partisi olarak kalması gerektiğini belirtti.
Emek Partisi 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri'nde Selahattin Demirtaş'ı destekleyeceğini,
, 2015 seçimlerinde ise HDP'yi destekleyeceğini açıklamıştır.
Evrensel gazetesi, "Özgürlük Dünyası" dergisi ve Hayat TV partinin desteklediği yayın organlarındandır.
Emek Partisi, Uluslararası Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Konferansı (CIPOML) üyesidir.
2014 Türkiye cumhurbaşkanlığı seçimi'nde Selahattin Demirtaş'ı desteklemiştir.
"Emek Gençliği", 1996 yılında kurulan ve Türkiye'de faaliyet gösteren Marksist-Leninist bir siyasi parti olan Emek Partisi'nin gençlik örgütüdür.
Emek Gençliği, kendi internet sayfasında adının nereden geldiğini açıklamıştır. Bu isimlendirmede Sennur Sezer'in "Bir sözle kuruldu dünya, hep o sözü aradım ve buldum: Emek" dizeleri örnek gösterilmiştir. Bununla birlikte Emek Gençliği, işçi sınıfına karşıt gördüğü sermaye ve burjuvaziye karşı emeğin ve işçi sınıfının yanında olduğunu söyleyerek bu adı seçtiğini açıklamıştır.
Emek Gençliği, Türkiye'de yaşayan bütün halklardan gençliğin bugününü ve geleceğini kazanmasının tek yolunun sosyalizm olduğunu ifade etmekte ve dünya görüşünün Marksizm-Leninizm olduğunu beyan etmektedir.
Emek Gençliği, egemen sınıf olarak tanımladığı sermaye gruplarının gerek Türkiye'de TÜSİAD, MÜSİAD gibi örgütlenmelere, gerekse uluslararası düzeyde Dünya Bankası, IMF, Avrupa Birliği, NATO gibi kuruluşlara sahip olduğunu ifade etmekte ve siyasal iktidarın burjuva sınıfının elinde olduğunu belirtmektedir. Buradan hareketle işçi sınıfının çıkarları için gençleri birleştirmeyi amaçladığını ifade etmektedir. İşçi sınıfı ve tüm emekçilerin birleşmeleri halinde sermaye sınıflarının iktidarından uzaklaştırılacağını ve kendi sosyalist iktidarlarını kurabileceklerini belirten Emek Gençliği, 1917 yılındaki Ekim Devrimini örnek göstererek amacının gençliği işçi sınıfının tarafında birleştirmek olduğunu belirtir.
Bununla paralel olarak işçi ve işsiz gençlik yığınlarının sosyalizm mücadelesine katılımını sağlayabilmek, kuruluşun amaçları arasındadır. Bu amaca yönelik olarak gençler arasında kaynaşma ve dayanışma amaçlı piknikler düzenlemek, sportif ve kültürel etkinlikler organize etmek Emek Gençliği'nin çalışmaları faaliyetleri arasındadır.
Emek Gençliği, Evrensel Kültür Merkezi ile birlikte gençlik kampları düzenlemektedir. İlki 1998 yılında İzmir'in Bergama ilçesinde siyanürle altın arama faaliyetlerini protesto amacıyla gerçekleştirilmiş, bu faaliyetlere karşı çıkan köylülerle buluşmalar gerçekleştirmiştir. Kamp o günden bu yana toplam 14 kere düzenlenmiştir. Her kamptan sonra internet üzerinden kampın sonuç deklarasyonu yayınlanmaktadır.
Gençlik kamplarında birçok panel gerçekleştirilmekte, çeşitli forumlar düzenlenmekte ve edebiyat, felsefe, sanat, politika, bilim gibi alanlarda atölye çalışmaları yapılmaktadır. Bu kapsamda birçok yazar, sanatçı, tiyatrocu, oyuncu ve politikacı kamplara katılarak gençlerle bir araya gelmiştir. Katılımcılara Abdullah Levent Tüzel, Selma Gürkan, Sezgin Tanrıkulu, Tevfik Taş, Mustafa Yalçıner, Aydın Çubukçu, Barış Atay ve Füsun Demirel gibi isimler ve Kardeş Türküler, Moğollar gibi müzik grupları örnek olarak verilebilir.
Günlük "Evrensel" gazetesi ile birlikte 15 günde bir çıkarılan "Genç Hayat" dergisi, Emek Gençliği'nin içeriğini belirlediği ve desteklediği yayın organlarıdır. Ayrıca Hayat TV ile dayanışma içerisinde olduğunu belirtmektedir.
Doku mühendisliği
Doku mühendisliği, organ ve dokuların hastalara nakledilmek üzere laboratuvar koşullarında oluşturulmasıyla uğraşan bir bilim dalıdır.
Sözderastlantısal sayı üreteci
Sözderastsal (rastgele) sayı üreteci (pseudorandom number generator, PRNG, sözde rastgele), öğeleri arasında kolay kolay ilişki kurulamayacak bir sayı dizisi üreten algoritma türlerine verilen genel isimdir.
Sözderastsal sayı üreteçlerinin çıktıları gerçek anlamda rastsal değildir, bu tür algoritmalar gerçek rastsal sayı dizilerinin bazı özelliklerini yaklaşık olarak taşır. John von Neumann'ın da belirttiği gibi "Aritmetik yöntemlerle rastsal sayılar üretmeye çalışan biri büyük günah işliyordur." Her ne kadar rastsal sayılar donanımsal rastsal sayı üreteçleri ile üretiliyor olsa da, sözderastsal sayılar modern bilgiişlemin önemli bir bölümünü kapsamaktadır ve bunlar kriptolojiden tutun fiziksel sistemleri simüle etmeye yarayan Monte Carlo yöntemlerine dek pek çok yerde kullanılmaktadır. Oak Ridge National Laboratory'den Robert R. Coveyou'nun "Rastsal sayıların üretimi rastgele gerçekleştirilemeyecek kadar önemlidir" cümlesinde belirttiği gibi üretilmiş olan sayıların rastsallığı ciddi ve dikkatli bir matematik analiz gerektirmektedir.
Bu kategorideki pek çok algoritma, tekbiçimli dağılımdan bir örnek oluşturmaya çalışırlar. Bu iş için en sık kullanılan algoritma türleri doğrusal denklik üreteçleri, gecikmeli Fibonacci üreteçleri, doğrusal geribeslemeli kaydırma yazmaçları ve genelleştirilmiş geribeslemeli kaydırma yazmaçlarıdır. Yeni geliştirilmiş algoritmalar arasında ise Blum Blum Shub, Fortuna ve Mersenne Twister vardır.
Sözderastsal sayı üreteçleri deterministik bir bilgisayarda çalıştıkları için (kuantum bilgisayarı ile karşılaştırın) deterministik algoritmalardır ve bu tür bir algoritma ile üretilen sayı dizisinin gerçek bir rastsal dizide olmayan bir özelliği olacaktır: periyodiklik. Şurası kesindir ki, eğer üreteç sabit miktarda hafıza kullanıyorsa yeterli sayıda döngü adımından sonra aynı içsel duruma ikinci kez gelecektir ve ondan sonra da sonsuza dek tekrar edecektir. Periyodik olmayan bir üreteç tasarlanabilir ancak bu tür bir sistemin ihtiyaç duyduğu hafıza miktarı sistem çalıştıkça büyüyecektir. Buna ek olarak bir sözderastsal sayı üreteci keyfi bir başlama noktasından ya da çekirdek durumundan, başlatılabilir ve o andan itibaren özdeş bir sayı dizisi üretir. Periyodikliğin pratik önemi sınırlıdır. Eklenen her bir hafıza biti ile maksimum periyot iki katına çıkar. Herhangi bir bilgisayarın evrenin beklenen yaşam süresi boyunca hesaplayamayacağı kadar uzun periyoda sahip sözderastsal sayı üreteçleri inşa etmek mümkündür. Şifrebilimdeki cevaplanmamış sorulardan biri de iyi tasarlanmış bir sözderastsal sayı üretecinin çıktısını, çekirdeğini (başlangıç paramterlerini) bilmeden, gerçek rastsal gürültüden ayırt etmenin mümkün olup olmayacağıdır. Şifrebilimdeki pek çok uygulama uygun bir sözderastsal sayı üretecinin çıktısının gürültüden ayırt edilmeyeceği varsayımına dayanır. En basit örneği dizi şifresidir. Bu algoritma gizli bir mesajı, rastsal sayı üretecinin çıktısı ile xor işlemine tabi tutar. Bu tür rastsal sayı üreteçlerinin tasarımı bir hayli zordur ve çoğu program çok daha basit üreteçler kullanır.
Uygulamada, pek çok sözderastsal sayı üreteci istatistiksel olarak önemli testleri geçmelerini engelleyen bazı durumlar sergiler. Bunlardan sadece birkaçını söylemek gerekirse:
Hatalı sözderastsal sayı üreteçlerinin problemleri kolay kolay tespit edilemeyecek türde olabileceği gibi saçma denecek kadar açık da olabilir. ana çatı bilgisayarlarında yıllarca kullanılmış RANDU isimli algoritma bu türden problemli bir algoritmadır ve o dönemdeki pek çok çalışma da güvenilir olmaktan uzaktır.
Makoto Matsumoto ve Takuji Nishimura tarafından 1997 yılında geliştirilen Mersenne twister algoritması yukarıda bahsedilen pek çok problemden uzak güçlü bir sözderastsal sayı üretecidir. Bu üretecin periyodu 2-1'dir ve 32 bitlik değerler için 623 boyutta eşdağılımlı olduğu ispatlanmış olup pek çok üreteçten daha hızlı çalışmaktadır. Bu algoritma bir süredir istatistik simülasyonlarında ve üretimsel modellemede tercih edilen rastsal sayı üreteci olmaya başlamıştır.
Bununla birlikte Mersenne Twister algoritmasının çıktısını analiz edip sayıların rastsal olmadıklarını anlamak mümkündür (Berlekamp-Massey algoritmasında veya bunun genişletilmiş hali olan Reed-Sloane algoritmasında olduğu gibi). Mersenne Twister algoritmasının bu bilinen olumsuz yönleri şimdilik onu şifrebilim uygulamalarında kullanılamaz kılmakla birlikte başka açılardan sorun teşkil etmemektedir (modelleme, simülasyon, vb. alanlarda kullanılabilmektedir).
Şifrebilimsel olarak uygun olan bir sözderastsal sayı üreteci rastsallık testlerini geçmeye ek olarak bazı ek şifrebilimsel koşulları da sağlamak zorundadır.
Bazı şifrebilimsel olarak güvenli sözderastsal sayı üretici algoritmalar şunlardır:
ELISA
ELISA, Enzyme-Linked ImmunoSorbent Assay testinin İngilizce kısaltmasıdır. Antijen-antikor ilişkisini, antikora bağlanmış |
bir enzimin aktivitesini araştırmak temeline dayanan kantitatif ölçüm yöntemidir. Antijene karşı antikor ya da antikora karşı antijen aramak mümkündür. Virüs ve parazit enfeksiyonlarında kullanılan bir tanı yöntemidir; immobilize edilmiş antijen kullanılarak kompetetif olmayan indirek boyama yöntemi kullanılmaktadır.
Antikor aramak için;
Mahzuni Şerif
Şerif Cırık veya tanınan adıyla Aşık Mahzuni Şerif (17 Kasım 1939, Afşin, Kahramanmaraş - 17 Mayıs 2002; Köln, Almanya), Türk halk ozanı.
Asıl adı Şerif Cırık olan Mahzuni Şerif, 17 Kasım 1939'da Kahramanmaraş'ın Afşin ilçesinin Berçenek köyünde dünyaya geldi. Soyu Horasan'dan Tunceli'ye göçen Ağuçan aşiretine dayanmaktadır. Babasının adı Zeynel, annesinin adı Döndü'dür. "Şerif" adı, kendisi doğmadan önce ölen amcasının adına ithafen verilmiştir. Yazdığı bir dörtlükte doğum tarihi ve soyu hakkında şunları dile getirmiştir:
"Tevellüdüm merak ise miladî otuz dokuzKasımın on yedisinde Zeynel babadan geldim.Döndü anaya rahmolmuş, ehlibeyt meftunuyuzBen faninin acısına, seyrü sefadan geldim"
Alembey köyündeki Lütfi Mehmet Efendi Medresesi'nda Kur'an eğitimi alarak okula eğitim hayatına başlamışken köylerine ilkokulun yapılmasıyla medrese eğitimini bırakarak ilkokula başladı. 1955 yılında, sonradan Ankara'ya nakledilen Mersin Astsubay Okulu'na kaydoldu ve 1959'da okulu bitirerek ordonat tekniker sınıfına ayrılarak Ankara Ordonat Tekniker Okulu'da eğitim almaya başladı. Burada okurken yapılan bir arama sonucu çantasında Alevi-Bektaşi ozanlarının şiirleri ve Marksizm ile ilgili kitaplar çıkmasıyla okuldan kaçtı ve bir daha geri dönmedi. 1961'da Kuleli Askerî Lisesi'nde gitti fakat maddi zorluklardan ötürü eğitimini yarıda bıraktı.
Mahzuni Şerif, ilk evliliğini dayısının kızı Emine ile imam nikahı olarak gerçekleştirmiştir ve bu evlilikten Züleyha adından bir kızı olmuştur. Ozan, eşinden mektup yoluyla boşanmıştır. İkinci evliliğini İtalyan asıllı Sovina (Suna) ile yapmıştır ve bu evlilikten Ferhat, Şirin ve Emrah adlarında üç çocuğu olmuştur. Suna'nın evi terk etmesinden sonra ozan üçüncü evliliğini Gaziantep'te bir ilkokul öğretmeni olan Fatma Hanım ile yapmıştır ve bu evlilikten Derya, Ali, Şeyda ve Yetiş adlarında dört çocuğu olmuştur.
Türk halk müziği sanatçıları tarafından söz ve besteleri sıklıkla kullanılmıştır. Araştırmacı Yazar Battal Pehlivan'ın Aşık Mahzuni Şerif'in yaşamı ve sanatı üzerine yaptığı incelemenin adı Dom Dom Kurşunu idi. Doğum yeri Berçenek'e ithafen yazdığı "Oy Bizim Eller" ve "Acı Doktor" bestelerinin yanı sıra "Dom Dom Kurşunu, Yedin Beni, Yuh Yuh, Fadimem, Gül Yüzlüm, Ciğerparem, Mevlam Gül Diyerek, Merdo, Dostum Dostum, Han Sarhoş Hancı Sarhoş, Çeşmi Siyahım, Yalan Dünya, Ağlasam mı?, Abur Cubur Adam, Katil Amerika" ve bu mezarda bir garip var "Ekmek Kölesi" gibi birçok bilinen eserleriyle tanınan Aşık Mahzuni'nin türkülerini Gülden Karaböcek'ten Zeki Müren'e, Zara ve İbrahim Tatlıses'ten Ahmet Kaya'ya, Mahsun Kırmızıgül'den Murat Göğebakan'a ve Selda Bağcan'a kadar birçok Türk halk müziği ve bazı pop müzik sanatçıları da okudu. Halk şiirine gönül veren ve konuşma dilini şiirleştiren Aşık Mahzuni'nin 453 plağı, 58 kasedi ve yayınlanmış 8 adet kitabı bulunuyor. Ayrıca TRT tarafından çekilmiş 2 adet belgeseli bulunmaktadır. 1989-1991 yılları arasında Halk Ozanları Federasyonu tarafından dünyanın en büyük 3 ozanı arasında gösterildi. "Sivas Dramı" adlı türküsünü, 1993 yılında yaşanan Sivas Katliamı'nda yaşamını yitirenlere ithaf etmiştir.
2001 yılının Kasım ayında kendisine, "Elhamdülillah Kızılbaş'ım ve laikim. Ben değil, yedi sülalem Kızılbaştır. Bir suç varsa o da dedemdedir." dediği için, DGM tarafından aleyhinde dava açıldı. Duruşma 27 Aralık 2001 tarihinde DGM'de yapıldı.
2001 yılının başlarında rahatsızlanarak, kalp ve solunum yetmezliği nedeniyle yoğun bakım altına alındı. Mayıs ayında taburcu edildi. Ancak evli, sekiz çocuk, dört torun sahibi olan Mahzuni Şerif 17 Mayıs 2002 tarihinde Köln, Almanya'da vefat etti. Vefat ettiğinde, Devlet Güvenlik Mahkemesinde'ki davası henüz sonuçlanmamıştı. Mezarı Hacı Bektaş Veli Külliyesi'nin yakınındaki "Çilehane" adı verilen yerdedir.
Elisa
Elisa şu anlamlara gelebilir:
Yoğunluk
Yoğunluk veya özkütle; fizikte ve kimyada, belirli sıcaklık ve basınç altında birim hacimdeki madde miktarıdır. formula_1 veya formula_2 harfi ile sembolize edilir. Yoğunluk, maddenin karakteristik özelliği olmasına rağmen yalnız yoğunluğu bilinen bir maddenin hangi madde olduğu anlaşılamayabilir. Bir maddenin hangi madde olduğunun anlaşılabilmesi için birden fazla ayırt edici özelliğinin incelenmesi gerekir. Sabit basınç ve sıcaklık altında; kütlesi artan bir maddenin hacmi de artar, dolayısıyla, hacimle kütle doğru orantılı olduğu için yoğunluk değişmez. İki tür yoğunluk vardır. Birincisi mutlak yoğunluktur ki, pratikte mutlak kelimesi kullanılmaz, sâdece yoğunluk denir. İkincisi ise bağıl yoğunluktur (nispi yoğunluk). Sembolü formula_3 harfi, birimi g/cm³ ve "m" kütle, "v" hacim olmak üzere formülü;
formula_4 şeklindedir.
Burada:
Uluslararası Birim Sisteminde özkütle birimi (kg/m)'tür. Bunun yanında; (g/cm) ve (kg/L) de sıkça kullanılır.
Özkütle hesaplama yolu ile bulunabilir, piknometre veya bomemetre gibi aletler yardımıyla da belirlenebilir.
Bir maddenin özkütlesi sıcaklığına bağlı olarak değişir. Sıcaklık artışı genellikle özkütleyi azaltır, ancak sıcaklığı arttıkça hacmi azalan ve özkütlesi artan maddeler de vardır.
Su ve havanın sabit basınç altındaki sıcaklığa bağlı özkütleleri aşağıda verilmiştir.
Suyun yoğunluğunun 1 Atmosfer basınç altında sıcaklığa bağlı olarak değişimi aşağıdaki tabloda verilmiştir.
Havanın yoğunluğunun 1 Atmosfer basınç altında sıcaklığa bağlı olarak değişimi ise aşağıdaki tabloda verilmiştir.
Fermiyon
Fermiyon, parçacık fiziğinde, Fermi-Dirac istatistiğine uyan parçacıktır. Başka bir deyişle, Enrico Fermi ve Paul Dirac'ın gösterdiği üzere, Bose-Einstein istatistiğine sahip bozonların aksine fermiyonlar, belirtilen zamanda sadece bir kuantum durumuna karşılık gelebilen parçacıklardır.
Eğer iki ayrı fermiyon uzayda aynı yerde tanımlanmışsa her bir fermiyonun özelliği (örneğin spin kuantum sayısı gibi) birbirinden farklı olmak zorundadır. Örnek olarak, iki elektron bir çekirdeğin etrafında aynı orbitalde bulunacaklarsa, bu kez aynı spin durumunda olamazlar ve her orbitalde elektronun biri yukarı diğeri aşağı spin durumundadır.
Gözlemlenmiş tüm fermiyonlar, tamsayı spine sahip bosonların aksine buçuklu spine sahiptir. Örneğin, ışığın parçacığı foton, bir bozon olup 1 spinliyken elektron 1/2 spinlidir, Higgs bozonu ise 0 ("sıfır") spine sahiptir, yani skaler parçacıktır. Daha genel olarak, spin statiği teoremine göre herhangi kabul edilebilir göreli kuantum alan kuramında tam sayı spine sahip olanlar boson, buçuklu spine sahip olanlar fermiyon olarak adlandırılır.
Fermiyonlar da proton gibi bileşik veya elektron gibi temel olabilir. Standart modelde iki tane temel fermiyon grubu bulunur: kuarklar ve leptonlar. Toplamda 24 farklı "temel" fermiyon vardır: 6 kuark, 6 lepton ve bunların karşıt parçacığı. Proton ve nötron gibi bileşik fermiyonlar maddenin yapı taşlarıdır. Süperiletkenlikte olduğu gibi, zayıf etkileşimdeki fermiyonlar bozonlar gibi de davranabilirler.
Tanım gereği, fermiyonlar Fermi-Dirac istatistiğine uyan parçacıklardır. Fermi-Dirac statiğinde bir tanesi iki fermiyonla yer değiştirdiğinde dalga denklemi işaret değiştirir. Dalga denkleminin gösterdiği bu karşı simetrik özellik fermiyonun Pauli dışlama prensibine uyar: iki fermiyon aynı anda aynı kuantum haline sahip olamaz.Fermiyonunun, kuantum halindeki bu katılığı veya direngenliği, onu maddeyi oluşturan olarak kabul edilmesine sebep olurken, bosonlar etkileşimi ileten parçacıklar)kuvvet taşıyıcılar ya da radyasyonu oluşturan parçacıklar olarak kabul edilmesini getirir. Fermiyonun kuantum alanına, fermiyonik alan denir ve değişmeyen kanonik ilişkiye uyar.
Fermiyonlar için Pauli dışlama prensibinin ve maddenin asosyatif katılığının sebebi atomun elektron katmanlarının istikrarlı olması ( bu istikrar atomik maddeler için geçerlidir) ve atomun karmaşıklığıdır (bu atomik elektronların aynı enerji seviyesinde olmasına izin vermez), ki bu özellik karmaşık kimyayı mümkün kılar.Beyaz cüceler ve nötron yıldızlarının denge durumunda çoğunluğunu oluşturan dejenere maddenin oluşturduğu basınca da bu sebep olur. Daha günlük anlamda, Pauli dışlama prensibi elastik maddelerin Young modülüsüne katkıda bulunur.
Bilinen tüm fermiyonlar yarım spine sahiptirler: bir gözlemci fermiyonun çevresinde dönerse (ya da fermiyon 360 rotasyon yaparsa) fermiyonun dalga denklemi işaret değiştirir. Göreceli olmayan kuantum mekaniğinde, bu tamamen deneysel bir gözlemdir. Ancak göreceli kuantum alan teorisi ve spin-statiği teoremi yarım tam sayı spine sahip parçacıkların boson olamayacağını ve tam sayı spine sahip parçacıkların da fermiyon olmayacağını göstermiştir.
Çok büyük sistemlerde, fermiyon ve boson statiği sadece dalga fonksiyonları çakışıp çok yoğun olduklarında farklılık gösterir. Küçük yoğunluklarda her ikisinin de statiği Marxwell-Boltzmann statiği ile yakınsanabilir ki klasik mekanik ile açıklanır.
Standart modelde iki tane temel fermiyon bulunur: kuark ve leptonlar. Toplamda 24 farklı fermiyon vardır: 6 kuark, 6 lepton ve 6'şar antiparçacığı bulunur.
Gözlemlenmiş tüm temel parçacıklar ya boson ya da fermiyondur. Bilinen temel fermiyonlar iki gruba ayrılır: kuarklar ve leptonlar.
Bilinen sol sarmal9 fermiyonlar zayıf etkileşimi hissederken bilinen sağ sarmal fermiyonlar hissetmez. Diğer bir deyişle sadece sol fermiyonlar ve sağ antifermiyonlar W bosonuyla etkileşirler.
Bileşik fermiyonlar (hadronlar, çekirdek ve atomlar gibi) yapı taşlarına göre boson ya da fermiyon olabilirler.Daha net olarak spin ve statiğinin ilişkisine bağlı olarak tek sayıda fermiyon içeren bir parçaçığın kendisi de fermiyondur ve yarım tam sayı spine sahiptir.
Örneğin:
Bileşik parçacıklarda, basit parçacıkların bir potensiy |
elle bağ yapmasıyla oluşan bozonların sayısının fermiyon ya da boson oluşmasında hiçbir etkisi yoktur.
Bileşik bir parçacığın (ya da sistemin) fermiyonik ya da bozonik özelliği sadece çok büyük uzaklıklarda( sisteme göre) görülür. Boyutsal yapısının önemli olduğu yakınlıkta, bileşik parçacık (ya da sistem) bileşenlerine göre davranış özelliği gösterir.
Fermiyonlar gevşek bağlar kurduğunda bosonik davranışlar sergileyebilirler.Süper iletkenlikin ve Helyum-3'ün süper akışkanlıkının temeli budur: süper iletken maddelerde, elektronlar foton değişimi ile etkileşerek Cooper ikilisini oluştururken Helyum-3'te Cooper ikilisi spin dalgalanması ile oluşur.
Kısmi kuantum Hall etkisinin yalancı parçacıkları da tek sayıdaki elektron anaforlarıyla birleşmiş bileşik fermiyon olarak bilinir.
Kuantum alan teorisinde bosonların topolojik olarak bükük alan yapısı olabilir. Bunlar parçacık gibi davranan eş evreli durumlardır(ya da dalgalardır) ve bunlar tüm bileşenleri bozonik olsa da fermiyonik davranış gösterebilirler. Bu 1960'ların başında Tom Skyrmetarafından keşfedildi ve bu sebepten bozonlardan oluşan fermiyonlara skyrmiyon adı verildi.
Skyrme'ye orijinal örneği üç boyutlu küre değerlerini alabilen alanlar, pionların uzak mesafelerdeki davranışlarını açıklayan orijinal doğrusal olmayan sigma modelini içeriyordu. Kuantum renk dinamiğine Büyük N ya da sicim yakınsamasında tekrar üretilen Skyrme modelinde proton ve nötronlar piyon alanının fermiyonik topolojik dalgalarıdır. Skyrme'nin örneği piyon fiziğini içerirken kuantum elektro dinamiğindeki manyetik monopol daha bilinen bir örnektir. Olası en küçük manyetik yüke sahip bosonic monopole ve elektronun bosonik versiyonu fermiyonik diyonu oluşturacaktır.
Ben Buradayım
Ben Buradayım Yıldız Ecevit'in yazdığı Oğuz Atay biyografisidir. Ancak alışıldık biyografi tarzının yanında, Atay'ın metinlerinden yola çıkarak yazarı anlama çabası da görülüyor.
Kitap şu bölümlerden oluşmaktadır;
Pupa (seyir)
Pupa, denizcilikte yelkenli teknelerin seyirlerinden birinin adı. Pupa sözcüğü geminin kıç kısmı anlamına gelir. Pupa seyir buradan yola çıkarak, "arkadan esen rüzgâr ile seyir" anlamına gelir.
Tek kişilik yelkenlilerde dümencinin teknenin kıçına doğru yakın oturması gerekir. İki kişilik teknelerde ise dümenci yine kıçta oturur, flokçu da küpeştede değil, teknenin içinde oturur. Pupa yelkende giden teknenin dengesi çabuk bozulabileceğinden, dümenci ve flokçu dengeyi sağlamaya özen göstermelidir. Salma tamamen yukarı çekilmelidir.
Apaz
Apaz, yelkenli teknelerin seyirlerinden biridir. Apaz giden bir tekne rüzgarı yandan alır, yelkeni biraz açar salmayı bir karış yukarı kaldırılır.
Diğer seyirler:
Orsa (denizcilik)
Orsa, bir yelkenli teknenin rüzgârın geldiği yöne doğru (rüzgâr üstüne) yakın seyretme işlemidir. Eski kitaplarda Borina seyri olarak da geçer. Günümüzde Borina seyri sıkı orsa gitmek yani en dar açı ile gidilen orsa seyri anlamına gelmektedir. Rüzgâr sabit olarak tek bir yönden esmeyip değişkenlik gösterdiği için orsa seyri yelkenciliğin en teknik, heyecanlı ve stratejik seyridir. En çetin mücadeleler bu seyir esnasında gerçekleşir. Ayrıca rüzgâr üstüne doğru teknenin burnunun (başının) döndürülmesi işlemine orsalamak denilir. Rüzgâr altına doğru dönmek kafayı açmak anlamına gelir.
Bocalamak (denizcilik)
Boca, bir yelkencilik terimi olup, yelkenli teknenin rüzgara karşı pozisyon almasıdır. Bocalayan tekne yerinde durur, hatta çok yavaş olmak kaydıyla geriye seyir halinde olabilir.
Boca yelkeni indirmek için de yapılan genel bir manevradır. Çünkü rüzgara karşı duran tekne, yelkenin yapraklama yapması sayesinde katlanarak toplanabilir.
Salma
Salma, yelkenli teknelerin altında bulunan, temelde denge sağlamaya yarayan ağırlıktır. Yelkenlerin yarattığı kuvvete dengeleyici bir ters kuvvet üretmesi gerektiğinden genelde kurşundan yapılır. Zira eğer yeteri kadar ağır olmazsa tekne sert bir rüzgârda alabora olabilir. Salmanın bir diğer önemli işlevi de yandan gelen rüzgârın tekneyi rüzgâr altına sürüklemesine engel olmaktır. Bu iki işlevinden ötürü salma, yelkenli teknelerin temel parçalarından biridir.
Küçük teknelerde, yelkenci dengeyi kendi ağırlığıyla sağlayabildiği için, bu tür teknelerde salmanın ağır olması gerekmez. Hatta çoğu zaman bu teknelerde salma sabit değildir ve yelkenci gerektiğinde salmayı teknenin içine çekebilir. Örneğin geniş apaz ve pupa seyrinde tekne üzerinde oluşan yanal kuvvetler az olduğundan yelkenci salmaya ihtiyaç duymaz.
Yelkenli bir tekne gövdesi su yüzeyinde, kanatları ise dikey düzlemde ilerleyen
farazi bir uçağa benzetilebilir. Gerçek bir yelkenli teknenin de bu farazi uçak gibi iki
“kanadı” vardır: Salması ve yelkeni. Böyle bir benzetmenin yapılması uçakta kanatların,
yelkenli teknede ise salmanın ve yelkenin temelde aynı fizik kuralına bağlı olarak
çalışmasından dolayıdır. Bu ortaklığı yaratan fiziksel ilke Bernoulli Prensibi’dir.
Bernoulli Prensibi basitleştirilmiş haliyle şu kuralı ortaya koyar: Akmaya direnç göstermeyen bir akışkan kümesinin hızı arttıkça yarattığı basınç düşer. Su ve hava akmaya karşı az da olsa direnç gösteren akışkanlardır fakat gündelik yaşamımızdaki çoğu uygulamada su ve
hava akmaya direnç göstermeyen akışkanlar olarak kabul edilebilir. Yapılan bu varsayım
bu akışkanların akış davranışlarını Bernoulli Prensibi ile incelemeyi mümkün hale getirir. Bu sayede ise salma ve yelken etrafındaki akışı gerçekte olduğundan daha basit ama
gerçeğine çok yakın bir şekilde biçimlendirebiliriz.
Bir uçak kanadı etrafında akan hava kanat üzerinde değişik
büyüklükte basınç bölgeleri yaratır. Kanadın burnuna ulaşan hava molekülleri
burada kanadın iki tarafından akmaya zorlanır. Kanadın üst tarafından akan moleküller kanadın
şeklinden ötürü daha uzun bir yol katetmek zorunda kalırlar. Bunu sağlamak için kanadın üst tarafı dışbükey, alt tarafı ise düz olarak tasarlanmıştır. Bir varsayım yapalım: Burunda
ayrılan ve üst uzun taraftan akan hava eğer alt kısa taraftan akan havayla eş hızda aksaydı kuyruğun üstünde havasız bir bölge, yani boşluk (vakum) oluşurdu. Gerçek hayatta hava bu boşluğun içine doğru çekilir veya başka bir ifadeyle hava boşluk oluşumunu engellemek için hızlanmak zorundadır. Bernoulli Prensibi bu durumda kanadın üst kanadında basıncın düşeceğini öngörür. Hava yüksek basınçtan alçak basınca doğru akmak isteyeceğinden kanat üzerinde yukarı doğrultuda bir kaldırma kuvveti ortaya çıkar ve bu sayede uçağımız havalanır. Bu olgu konuyla ilgili yazılmış eserlerde “Uzun Yol Açıklaması” diye de adlandırılmaktadır.
Uçak kanatlarında görülen bu olgu benzer bir şekliyle yelkenli teknenin salmasında da görülmektedir. Bilindiği üzere salma etrafında hava molekülleri yerine su molekülleri akar ama salmalar ve kanatlar birçok yönden benzer şekilde tasarlanırlar. İkisinin de uzunlukları tasarımın üretmesi gereken kaldırma kuvvetine göre belirlenir. Genelgeçer bir kural olarak daha yüksek bir kaldırma kuvveti gerektiren kanat veya salma tasarımları daha uzun olmalıdırlar. İkinci olarak tasarımlardan ileri götürücü kuvvetten azami derecede faydalanmaları beklenir. Bu nedenle yapıları harekete karşı oluşan direnci azaltmaya yönelik tasarlanır. Örnek olarak bıçak incelikleri veya yüzey pürüzleri hem uçak kanadı hem de salma için önemlidir.
Salma, yelkenli teknenin vazgeçilmez bir parçasıdır. Teknenin ihtiyaç duyduğu
safraya ev sahipliği yapar. Taşıdığı safranın yerleştirilmesi, teknenin baş ile kıçının yatay
çizgiye göre konumunu belirler. Taşıdığı safranın büyüklüğü, teknenin su hattını çizer.
Tekneye etkiyen yanal kuvvetlere karşı kaldırma kuvveti üreterek direnç gösterir ve aynı
zamanda teknenin bu kuvvetlere karşı gösterdiği toplam direncin merkezini belirler.
Ürettiği kaldırma kuvveti ile teknenin hızına katkıda bulunur. Teknenin ağırlık merkezini
derine çeker ve teknenin dengesini arttırır.
Salmanın yukarıda bahsi geçen tüm işlevlerini yerine getirmesi elbette belli başlı fiziksel kurallara bağlı olarak gerçekleşebilmektedir fakat özellikle salmanın su akışıyla ilgili tasarımında teorik çalışmalar yapmak hesaplamaların karmaşıklığından ötürü tercih edilmemektedir ve bazı zamanlar mümkün bile değildir. Bu yüzden çağdaş salma üretimi ağırlıklı olarak su havuzlarında uygulanan deneysel yöntemler ile birlikte yürütülmektedir. Buna karşın teorik çalışmalar tasarımcıya temel bazı görüşleri edinmesinde yardımcı olması açısından önemlidir. Zira tasarımcının neyin işe yarayıp neyin yaramayacağını örnek üretimden önce kestirebilmesi ona hem zaman kazandırır hem de son ürünün maliyetini düşürür.
Bumba
Bumba, yelkenli teknelerde yelkenin alt kenarının bağlı olduğu uzun direktir.
Bumba çoğu zaman ahşap veya alüminyumdan yapılır. Bumba üzerinde iskota (makara düzeneği), bağlantı parçaları (mapalar, kıstırmalar), yelkenin sabitleneceği kanal ve bumba baskısı denilen, bumbanın yüksekliğini ayarlayan düzenek bulunur. Bumba yelken direğine 180 derece dönüş imkânı sağlayan bir mafsal ile bağlanmıştır.
Özellikle rota değişimlerinde ve rüzgârın yön değiştirmesi sırasında bumba bir yandan diğer yana hızlıca geçer. Serdümen, flokçu veya tayfalar buna dikkat etmelidir. Bumbanın bu ani hareketi baş yarılmasına ve yaralanmaya yol açabilir. Pupadan gelen rüzgâr ile yapılan bu ani manevra şekline Kavança denir.
Geniş apaz
Geniş apaz, bir denizcilik deyimi olup, yelkenli teknelerin seyirlerinden biridir. Geniş apazla giden bir tekne rüzgârı 45 dereceye yakın bir açıyla arkadan alır. En hızlı yelken seyiridir. Centerboard'larda ve ufak teknelerde salma 1/3 kadar yukarı çekilir.
Diğer seyirler: Pupa, Apaz, Orsa
Satranç açılışları
Satranç açılışları, bir satranç oyununun ilk hamlelerine ‘açılış hamleleri’ denir. Tüm açılış dizilimleri beyazın hamlesiyle başlar ve siyahın bu hamleye yanıt vermesiyle biter. Çok sayıda açılış hamlesi ve bir o kadar da varyasyonları vardır. Bu açılışlar durgun pozisyon oyunlarından (örn. 'Réti Opening') vahşi taktik oyunları (örn. Letonya Gambiti ve İki at savunması)'na kadar uzanır. S |
atranç oyunlarında, oyun 3'e ayrılır. 'Açılış' oyunun ilk kısmıdır, piyonlarla merkez zorlanır ve taş geliştirme yapılır, ardından genelde taş değişiminin yapıldığı 'Oyun Ortası' ve son taşların kaldığı maçın kaderinin hemen hemen belirlendiği 'Oyun Sonu' kısmı gelir.
Standart olarak kabul edilen açılış hamlelerine 'The book moves' (Ayarlanmış hamleler) veya kısaca 'book' (Ayarlanmış, belirlenmiş) denir. Açılış hamlelerinin incelenmesinde notasyondan, açılış ağacından ve teori tablosundan yararlanılır. Normal şartlarda bir açılış bölümü 5-6 hamlede tamamlanır fakat bazı açılış oyunlarında, eğer iki taraf da çok iyi bir şekilde açılış yaparlarsa 'Açılış' bölümü 20-25 hamleden oluşabilir. Profesyonel oyuncular gün geçtikçe açılış hamlelerine daha fazla çalışıyorlar çünkü teori tablosu genişledikçe onlar da kariyerlerinde başarılı olabilmek için bu hamleleri iyi bilmek zorundalar.
Her ne kadar açılışta oynanabilecek çok sayıda hamle olsa da bunların arkasındaki amaç aynıdır; tıpkı satrancın diğer bölümleri gibi, şahı korumak ve mümkün olduğunca taş vermekten kaçınmak.
Bilindiği gibi oyunun başlangıcında tüm ağır taşlar (piyon dışındaki taşlar) piyon zincirinin gerisinde yer almaktadır. Dolayısıyla oyun alanı üzerinde hiçbir baskıları yoktur ve (at dışında) tümüyle hareketsizdirler. Bu yüzden açılışta, elden geldiğince hızlı bir şekilde oyuna sokulmaları, diğer deyişle piyon zincirinin dışına doğru hareket ettirilmeleri gerekmektedir.
Satranç tahtasının geometrik olarak merkezindeki birbirine bitişik dört kareye merkez denilmektedir. Merkez bölgenin açılış hamleleri sırasında kontrol altına alınmasının iki açıdan önemi vardır. Birinci olarak bilindiği gibi ağır taşlar, kenarlardayken daha az etkilidir, tehdit edebildikleri karelerin sayısı daha azdır. Merkeze doğru hareket ettirildiklerinde kontrol alanları genişler. Bu ise oyuncuya taktik geliştirmede daha geniş bir esneklik sağlar. İkinci olarak merkezin kontrolü, rakip pozisyonunun merkezine yönelik bir yarma hareketine olanak sağlar ve rakibin pozisyonunu ikiye bölerek hareket olanaklarını kısıtlar. Böylece güçlü bir pozisyon elde etmesini sağlar. Bu yüzden rakipten önce merkezin kontrolünün ele geçirilmesine çalışılmalıdır.
Burada esas olan ilk adım, güvenli kanada doğru rok yapmaktır.
Rakip taşların ileri hareketini önleyecek bir piyon zinciri oluşturmak. Burada önemli olan piyonların zayıf olduğu durumlardan kaçınmaktır. Örneğin izole piyonlar, aynı sütunda aynı renkte piyon bulunması vs vs. Ayrıca oyun sonu bölümü için piyonlar oldukça önemli bir yer tutar. Bunun için oyun başlarında piyon kaybetmekten kaçının.
Encyclopedia of Chess Openings (ECO)’ya göre satranç açılışlarının sınıflaması:
İlk hamlede beyaz 20 hamle yapabilir. Bunlardan 1.e4, 1.d4, 1.c4 ve 1.Af3 diğerlerinden daha çok kullanılır.
Siyahın da beyaza karşı ilk hamlede 20 cevabı vardır.
Açılışları sınıflamanın kabul gören bir yolu:
1
e4 e5 2.Fc4 Fil Açılışı
En yaygınları Sicilya ve Fransız savunması’dır.
En yaygını İngiliz açılışıdır.
Acemice bir açılış için bakınız: Çoban matı.
Çoban matı
Çoban matı, satrançta bir mat çeşididir. Beyazın şu hamlelerinden sonra oluşur: 1.e4 2.Vh5 3.Fc4 4.Vxf7#. Vezir ve filin f7 karesine birleşik atağına siyahın önlem almaması sonucunda ortaya çıkar. Çoban matı denemesi iyi cevap verilmesi halinde kötüdür. Oyuna erken giren vezir hedef haline gelir. Çoban Matı başlangıç seviyesinde sık denenen bir erken kazanma girişidir.
1.e4 e5 2.Fc4 Af6 konumundan sonra beyaz Vh5 veya Vf3 oynayarak mat yapamayacağından çoban matı önlenmiş olur. Veya 1.e4 e5 2.Vh5 Ac6 3.Fc4 g6 şeklinde de engellenir.
Sedir (ağaç)
Sedir, çamgiller (Pinaceae) familyasından "Cedrus" cinsini oluşturan iğne yapraklı ağaç türlerine verilen ad.
Tomurcuk çok küçük olup, az sayıda pullarla örtülüdür. İğne yapraklar genellikle üç köşeli, yatay kesitlerinde bitişik iki adet reçine kanalı bulunmaktadır. Yapraklar uzun sürgünler üzerinde tek tek, seyrek ve dağınık olarak dizilirken, kısa sürgünlerde püskül şeklindedir. İğne yapraklar dökülmeden ağaç üzerinde 3-6 yıl kalırlar.
Bir evcikli çiçekler yalnız olarak terminal halde bulunurlar. Erkek çiçekler silindirik yapıda olup 5 cm uzunluğunda, sarı renkli ve kısa sürgün üzerinde dik dururlar. Dişi çiçekler daha küçüktür. 1-1,5 cm, yeşilimsi renkte olup döllenme ilkbaharda oluşmaktadır.
Kozalak ise 26 ayda olgunlaşmaktadır. Kozalak genellikle fıçı görünümündedir. Kısa sürgün üzerinde adeta oturmuş şekildedir. Kısa ve kalın bir sapı vardır. Kozalak pulları olgunlaştığında dağılır.
Tohumların büyük, üçgen biçiminde genişçe kanadı olup, tohumu tek yüzünden örtmüştür. Tohumların üzerlerinde bol sayıda reçine bezeleri vardır. Çenek sayıları 9-10'dur.
Sedirler yarı ışık ağacıdır. Nem istekleri az, sıcaklık istekleri fazladır. Yetiştirilmeleri tohumla olur.
Odunlarında reçine kanalı yoktur. Diri odun kısmı sarımsı beyaz, öz odunu kısmı ise koyudur. Yumuşak ve dayanıklı odunları vardır.
Meşe
Meşe, kayıngiller (Fagaceae) familyasının "Quercus" cinsinden 400 kadar türü arasında yaz-kış yapraklarını dökmeyenleri de bulunan, kerestesi dayanıklı orman ağaçlarının ortak adı.
Dünya üzerinde geniş bir yayılış sahası vardır. Anavatanı Anadolu, Irak, İran, Suriye, Lübnan, Afganistan, Pakistan ve Yunanistan’dır.
25 m boya ve 2 m gövde çapına erişebilen geniş tepeli ağaçlardan, 3-5 m boya sahip çalılara kadar değişen türleri vardır. Bu bitkilerin gövdeleri düzgün, kabuk önceleri düzgün, sonraları kalın ve yırtılmış durumda olup, esmer renktedir. Kökleri yanlara ve derinlere çok gider. Yaprakları da formları gibi değişkenlik gösterebilir, loplu, dişli ya da düz kenarlıdır. "Palamut" adı verilen silindirik meyveleri bir kadeh içinde yer alır. Bazı türlerinin palamudu büyük ve tırnaklı olur.
Tanen bakımından zengin olan bu tür palamudun şırası sepicilikte ve boya sanayiinde kullanılır. İçinde pelit denilen tohumu vardır. Pelit doku bakımından kestaneye benzer. Ancak, tadı acı olduğu için hayvan yemi olarak değerlendirilir. Meşe, alakarga ve sincabın kışın yemek için toprağa gömdüğü ya da kendiliğinden toprağa karışan pelitlerden ürer.
"Quercus" alt cinsi birçok seksiyona ayrılır:
Türkiye'de doğal olarak 18 meşe türü bulunur.
Meşe birçok antik uygarlıkta önemi olan bir ağaçtır. Eski Yunan mitologyasında meşenin Zeus'un kutsal ağacı olarak kabul edilmesi nedeniyle kahinler, rüzgarda meşe ağacının yapraklarından çıkan seslerden yola çıkarak gelecek hakkında bilgi verirlerdi. Galyalılar da meşeye dinsel bir değer atfetmişlerdi. Eski Roma'da ise meşe ağacı Jüpiter'e adanmış bir bitkiydi.
Fotomontaj
Fotomontaj, fotoğraf parçalarının birleştirilmesine dayanan bir kolaj (fr. "coller" = "yapıştırma") tekniğidir. Fotoğraf ve fotoğraf parçalarının birleştirilmesi temeline dayanır. basın ve yayın sektöründe, eğlence ve politik hiciv amaçlı olarak ya da reklam sektöründe, gerçeküstü görüntüler elde etmek için kullanılır.
Fotomontaj, ilk olarak, 1928 yılında, kendisi de, bir fotomontaj sanatçısı olan, Stepanova tarafından tanımlandı. Buna göre Fotomontaj, "her biri, ayrı bir anlatım gücüne sahip anlık görüntülerin, tek bir fotoğraf üzerindeki birleşimi ve bileşkesidir."
Fotomontaj tekniği temellerinin, 1920'lerde, Zürihli bir yazar olan Hugo Ball tarafından başlatıldığı varsayılan, dadaizm adlı sanat akımına dayandığı söylenebilir.
Kolaj, mevcut materyallerin birleştirilmesine dayanırken, fotomontaj, belli bir hedefe ulaşmak amacı ile,(çoğunlukla) sanatçının kendisi tarafından çekilmiş olan fotoğraflardan oluşur.
Fotomontaj programı, kimyasal temele yaslı fotoğraf tekniklerinin gelişmesiyle, 1920'lerden sonra, gerçek bir fotoğraftan ayrılması güç "gerçeksi" fotoğraf çalışmalarına dönüşmeye başladı ise de, montaj özelliği, zor da olsa yine de gerçeğinden ayrılabilmekte idi. Ancak gelişmeler bununla son bulmadı ve günümüze kadar sürdü. Bugün, bilgi teknolojileri sayesinde, standart bir bilgisayar ve ücretsiz bir görüntü işleme yazılımı ile, gerçek ile sanalın birbirinden ayrılması adeta imkânsız olan "gerçekçi" fotomontajlar yapılabilmektedir.
Bu çalışmaların bir bölümü sanatsal kaygılarla yapılırken, bir bölümü ticari amaçla dikkat çekmek için kullanılan sanal mekanlar ve gerçeküstü görüntüler elde etmek için kullanılmaktadır.
Günümüzde fotomontaj, sanatsal ve ticari amaçla kullanımı dışında, standart bir bilgisayar ve ücretsiz bir görüntü işleme yazılımı yardımı ile yapılabilen, ucuz bir halk eğlencesi haline dönüşecek kadar yaygınlaşmıştır.
Dendroloji
Dendroloji ya da Ağaçbilim, ağaçları inceleyen botaniksel bilim dalıdır. Yunanca "δένδρον" (ağaç) ve "λόγος" (bilim) sözcüklerinin birleşmesiyle oluşan sözcük, sözlük anlamıyla ağaç bilimi anlamına gelir. Ağaç, ağaççık ve çalı gibi bitkiler ile sarmaşık, üzüm asması gibi sarılıcı bitkileri, yani genel anlamda çok yıllık odunsu bitkileri inceler.
Görüntü işleme
Görüntü işleme "isim" (Almanca Bildbearbeitung) ölçülmüş veya kaydedilmiş olan elektronik (dijital) görüntü verilerini, elektronik ortamda (bilgisayar ve yazılımlar yardımı ile) amaca uygun şekilde değiştirmeye yönelik yapılan bilgisayar çalışması.
Görüntü işleme, verilerin, yakalanıp ölçme ve değerlendirme işleminden sonra, başka bir aygıtta okunabilir bir biçime dönüştürülmesi ya da bir elektronik ortamdan başka bir elektronik ortama aktarmasına yönelik bir çalışma olan "Sinyal işlemeden" farklı bir işlemdir.
Görüntü işleme, daha çok, kaydedilmiş olan, mevcut görüntüleri işlemek, yani mevcut resim ve grafikleri, değiştirmek, yabancılaştırmak ya da iyileştirmek için kullanılır.
Daha çok fotoğrafçılık ve grafik-Tasarım alanlarında kullanılır.
"Ölçeklendirme" Resim ve grafikler, orantılı ya da orantısız olarak büyültüp küçültülebilir buna ölçeklendirme denir.
"Döndürme" Resim ve grafikler, yatay ve dikey olarak ya da kullanıcının istek ve ihtiyacına bağlı olarak, kendi ekseni etrafında, belli bir açı dahilinde çevirilebilir. Buna döndürme denir.
"Yansıtma" Resimler, yatay ve dikey olarak, aynadaki görüntü |
ye benzer şekilde ters çevrilebilir. Buna yansıtma denir.
"Devirme" Perspektif hatalarını resimlerin ileri geri düzeltilmesi ile elde edilir. buna devirme denir.
"Renk düzeltmesi" Resimler üzerindeki ışık ve renk tonları değiştirilebilir.
"İşaretleme" Resmin belli bir bölümünün işlem için hedef gösterilmesine işaretleme denir. Verilen komut sadece işaretli olan bölümü etkiler.
"Sihirli değnek" Resim üzerindeki en küçük resim elemanına Piksel denir. Sihirli değnek, resim elemanlarını seçmeye yarayan bir işaretleme aracıdır.
"Katman" Görüntü işleme yazılımlarında, alttaki nesnenin görünmesini engellemeyen, saydam sanal" yüzeylere katman denir. Katmanlar, Özellikle, fotomontaj, kolaj çalışmalarında ve resmim üzerine yazı eklenmesi sırasında, rahat çalışma imkânı sağlar.
"Örtüleme" Bazı bölümleri, çalışmanın dışında tutmak için, Resimin bazı bölümleri kapatılabilir. Bu işleme örtme ya da maskeleme denir. Örtüler (Maskeler) resmin verilen komuttan etkilenmemsini veya bazı resim bölümlerinin gizlenmesini sağlar.
"Fırça" Resim çizmek için kullanılan sanal araca fırça denir. Fırça, görüntü işleme yazılımlarında, standart araçlardan biri olmuştur. ucu ve kalınlığı istek ve ihtiyaca bağlı olarak, kullanıcı tarafından değiştirilebilir. Bazı programlarda, dolgu deseni ile çizim yapmaya da imkân verir.
"Silgi" Yapılan yanlışları, düzeltmek ya da şekilleri isteğe göre biçimlendirmek için kullanılan silme aracına silgi denir. kalınlığı ve rengi kullanıcı tarafından değiştirilebilir.
"Resim Filtresi" Çekim sırasında kullanılmayan fotoğraf filtreleri ile elde edilen görüntü zenginliğini, çekimden sonra kullanma imkânı sunan sanal bilgisayar araçlarıdır.
"Dönüştürme" Bir dosya biçimini, başka bir dosya biçimine dönüştürmek için kullanılan yazılımlara, dönüştürme yazılımı denir. Bu sayede, belli bir program ile yapılmış olan bir belge, başka bir bilgisayar programı ile açılıp kullanılabilir.
Bir belgenin farklı bir yazılım kullanılarak açılabilmesi, ancak bu şekilde mümkündür.
"Makro" Kaydedilmiş bilgisayar komutları dizisine makro denir. Makro sayesinde, üç - beş adımda yapılabilen işlemler, tek bir komuta indirgenmiş olur. ve aynı işlem tekrar yapılmak istendiğinde, bu işlemi yapmak için, kaydedilmiş olan makro kullanılır. bu sayede, birçok adımda yapılabilen bir işlem, tek bir komutla (makro ile) yapılmış olur.
Tire, İzmir
Tire, İzmir'in bir ilçesi. İzmir merkeze 80 km uzaklıktadır. İzmir'in güneydoğusunda yer almaktadır. İlçenin yüzölçümü 792 km²'dir. Nüfusu 2016 yılı itibarıyla 83.082 kişidir.
Tire çağlar boyu zengin coğrafyasının sağladığı olanaklarla birçok uygarlıklara sahne olmuştur. Bunlar Hitit, Frigya, Lidya, Pers, Helen, Roma ve Bizans dönemleridir. Ancak özellikle Türklerin Tire'yi ele geçirmesinden sonra Tire'de çok zengin tarihi ve kültürel bir birikim sağlanmıştır. Tire tarihçi Pachmeres'in deyimi ile "Keşişler Yöresi", Şerafeddin Zafernamesi'nde "Rum'un Meşhur Kenti", Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesinde "Şehr-i Muaz-zam Tire" olarak adlandırılan bir beldedir. Katip Çelebi (1608-1656) Tire'yi "Eski Taht Şehri" olarak nitelendirirken, 1908 Aydın Vilayeti Salnamesi'nde ilçe "Ulemalar Yatağı" olarak geçmektedir.
Tire'nin ne zaman kurulduğu kesin olarak bilinmemektedir. Bununla beraber M.Ö. 2000 yıllarında adının geçtiği ve Hititler dönemine kadar uzanan kaynaklarda adının Hisar-Kale anlamına gelen Tyhra, Thira, Thyroıon, Apeteria, Teira ve Roma döneminde şehir anlamına gelen Arkadiapolis adıyla geçtiği görülmektedir. Hitit arşivi belgeleri Kadeş Savaşı'na katılanları sayarken Turşalardan (Tirha) söz etmektedir. Frigyalılar döneminde Heraklid Sülalesinin egemenliği altına giren Küçük Menderes Vadisinde bu dönem Frig Krallığının yıkılması ile son buldu. Tarihi kaynaklardan bu döneme ait hiçbir bilgi edinilememekte ve dolayısıyla bu tarihler karanlık olarak kalmaktadır. Lidya Devletini ünlü krallarından Gieges'in Tire'de görev yapması da yörenin önemini arttırmıştır. Daha sonra Thomos (Bozdağ)'dan inen Faktalos (Sart Deresi) çayının altın rezervleri Lidya'yı zengin bir ülke yapmış ve dünyadaki ilk madeni sikke burada basılmıştır. Lidyalılardan sonra M.Ö. 650'li yıllarda Pers egemenliğine giren Tire, kısa bir süre sonra tekrar Lidya'ya bağlanmıştır. Lidya Kralı Krezüs'ün döneminde yeni ve büyük bir uygarlık ile büyük zenginlik oluşturulmuştur. Sonraki dönemlerde Tire Romalılara geçmiş, bu dönemde de Anadolu'nun en seçkin şehri konumunu sürdürmüştür. Bu dönemde Tire bir Hiristiyan Şehri haline gelmiş ve birçok yerde kiliseler ve ayazmalar yapılmıştır. Bu dönemin eserlerinden Halkapınar Köyündeki II. Teos'un anıtsal mezarı dikkate değer bir örnektir.
Tire'nin Bizans döneminde de Kadıköy (İstanbul) ve Nikaea (İznik) meclislerinde de etkin, karar verici bir konumu olduğu bilinmektedir.
1390 yılında Aydınoğulları Beyliği Osmanlılara bağlanınca Beylik Lideri İsa Bey Tire'e oturmaya zorunlu tutulmuş ve başkent Selçuk'tan çıkarılmıştı Yıldırım Bayezid İsa Bey'in Kızı Hafsa Sultan'ı alarak akrabalık sağladı. Bu olay Beyliğin ilk sona erişi oldu. Osmanlı Devleti'nin Ankara Savaşından yenik çıkması siyasi dengeyi değiştirdiği gibi Aydınoğulları Beyliği'nin yeniden tarih hanesinde görülmesini sağladı. Beyliğin Ankara Savaşından sonraki yönetim kenti Tire olmuş, Beylik Lideri İsa Bey'in çocukları Musa ve II. Umur Beyler babalarının ölümünden sonra Beyliği Tire'den yönetmişlerdir.
1426 yılında kesin olarak Osmanlı Devleti'ne bağlanan Tire, gerek siyasi gerek ekonomik ve gerekse kültürel varlığı nedeniyle Osmanlıların bu kente daha ciddi eğilmelerini sağlamıştır. Bu dönemde yeni kurulan Aydın vilayetinin sancağı da Tire olmuştur. Özellikle II. Murat ve Fatih Sultan Mehmet dönemlerinde girişilen imar, hareketleri kenti kısa sürede imparatorluk sınırları içinde birinci dereceden kent konumuna sokmuştur.
Türkiye'nin idari örgütlenmesinde önemli yer alan Tire, 1922'de Kurtuluş Savaşının kazanılması ve 1923 yılında Cumhuriyetin ilanı ile 20 Nisan 1924 tarihli sancakların kaldırılması ve yerlerine illerin kurulması kanunu ile yeni kurulan İzmir iline bağlanmıştır.
Tire'nin kuzeyinde Küçük Menderes Ovası ve Bayındır, doğusunda Ödemiş, batısında Selçuk ve Torbalı ilçeleri, güneyinde ise Aydın Dağları ve Aydın ili ile çevrelenir. "Yeşil Tire" olarak anılır, çünkü yemyeşildir. Deniz seviyesinden yüksekliği 96 metredir. İlçe sınırları içerisinde bulunan Güme Dağları 1646 m yüksekliğindedir. Dağlara doğru çıkıldıkça çok sayıda bitki türü bulunmaktadır. Tarımsal ürünlerin çeşitliliğinde ilçenin tek akarsuyu olan 175 km. uzunluğundaki Küçük Menderes ırmağının da önemli rolü vardır.
Bu ilçede Akdeniz iklimi görülmektedir. Yazları sıcak ve kurak kışları ılık ve yağışlı geçer. Her yıl ortalama yağış miktarı 600–650 mm olarak gerçekleşmekte en fazla yağış Aralık, Ocak, Şubat ve Mart aylarında görülmektedir. İlçede sıcaklık yazın +40 dereceye kadar yükselirken kışları en düşük sıcaklık +3 derece civarında olmaktadır. Bitki örtüsü bakımından maki bitki topluluğu egemendir. Toprak yapısı kumlu, killi ve kır taban bir görüntü vermesine rağmen oldukça verimli ve çok çeşitli ürün yetiştirilmesine elverişlidir.
İlçe ekonomisi tarım, ticaret ve sanayiye dayanmaktadır. Tarım ürünleri başta pamuk olmak üzere, buğday, arpa, tütün, susam ve her türle meyve, sebzedir. Arıcılık ilerlemiş durumdadır. Besi ve süt inekçiliği gelişmiştir. Tire Organize Sanayi Bölgesinin kurulması sonucunda, ilçede sanayi de önemli ivme kazanmış bulunmaktadır.
2018 yılında hizmete giren Tire Stadı, 15.000 kişi kapasitelidir.
Kaynak:
İlçede 2 Anaokulu , 35 İlkokul , 16 Orta Okul, 10 Lise, Halk Eğitim Merkezi , Mesleki Eğitim Merkezi , Öğretmenevi ve Akşam Sanak Okulu ve 4 Özel Okul bulunmaktadır. Ayrıca Ege Üniversitesi'ne bağlı meslek yüksek okulu vardır.
İlçede Modern 238 yataklı Devlet Hastanesi , 22 Sağlık Ocağı , Toplum Sağlığı Merkezi , Verem Savaş Dispanseri ve Ana Çocuk Sağlığı Merkezi bulunmaktadır.
- İzmir(Basmane) - Torbalı - Bayındır - Tire , istasyonları arasında her gün , günde 5 kez karşılıklı 90 dk süren tren seferleri düzenlenmektedir. İlçede demiryolu ulaşımı modern olarak yapılmakta ve çok yaygın olarak kullanılmaktadır.
- Torbalı (İZBAN) - Tire arasında 798 numaralı düzenli ESHOT seferleri düzenlenmektedir.
- İzmir, Denizli, Nazilli, Kuşadası, Selçuk, Ödemiş, Torbalı, Bayındır otogarlarından minibüs seferleri de mevcuttur.
- İstanbul, Ankara, Antalya otogarlarından ise otobüs seferleri düzenlenmektedir.
- Araba ile İzmir-Aydın kara yoluna girdikten sonra Torbalı,Tire tabelalarını takip edip, Torbalı çıkışından sonra Aydın kavşağından Tire yönüne devam etmelisiniz. Bu yol ile ulaşım ortalama 100 dk sürmektedir.
- Otobandan ise Çeşme - Aydın otobanı Belevi(Selçuk) çıkışını kullanıp Tire karayolu ile ulaşılabilmektedir.
Blogger
Rusya
Rusya (, "Rossiya", UFA: ) veya resmî adıyla Rusya Federasyonu (, "Rossiyskaya Federatsiya", UFA: ), kuzey Avrasya'da bir ülkedir. Yönetim şekli federal yarı başkanlık tipi cumhuriyettir. Kuzeybatıdan güneydoğuya Rusya, Norveç, Finlandiya, Estonya, Letonya, Litvanya ve Polonya (ikisi birden Kaliningrad Oblastı ile), Beyaz Rusya, Ukrayna, Gürcistan, Azerbaycan, Kazakistan, Çin, Moğolistan ve Kuzey Kore ile komşudur. Deniz sınırı olarak Ohotsk Denizi ile Japonya ve Bering Boğazı ile bir ABD eyaleti olan Alaska ile de komşudur. 17,075,400 km²'lik yüzölçümü ile dünyanın en geniş ülkesidir ve dünya yaşam alanının sekizde birini kapsar. Rusya aynı zamanda 2014 yılı itibarı ile 144 milyon nüfusu ile dünyanın en kalabalık dokuzuncu ülkesidir. Kuzey Asya'nın tamamına ve Doğu Avrupa'nın büyük bir kısmına uzanan Rusya, dokuz zaman dilimine yayılır ve üzerinde çok çeşitli çevre ve yerşekilleri bulunur.
Rusya'nın tarihi 3. ve 8. yüzyıllar arasında Avrupa'da tanınan bir grup olarak ortaya çıkan Doğu Slavları ile başlamaktadır. 9. yüzyılda Varegler tarafından kurulan ve yönetilen Orta Çağ Kiev Rus Devleti ortaya çıktı. 988 yılında Bizans İmparatorluğu'ndan Ortodoks Hıristiyanlığı kabul edilerek, sonraki mile |
nyum için Rus kültürü tanımlanan Bizans ve Slav kültürleri sentezi başladı. Daha sonra Kiev Knezliği bir dizi küçük devletler halinde parçalandı ve topraklarının çoğunluğu Moğollar tarafından istila edilip Altın Orda Devleti'nin kolları haline geldi. Altın Orda Devleti'nden bağımsızlığını ilan eden Rus prenslikleri yavaş yavaş yeniden birleşip Moskova Knezliği'ni kurmuş ve Kiev Knezliği'nin kültürel ve siyasi mirasının ardılı olmuştur. 18. yüzyıla gelindiğinde, büyük ölçüde fetih, ilhak ve keşif yoluyla Avrupa'da Polonya'dan Kuzey Amerika'da Alaska'ya kadar uzanan tarihin en büyük üçüncü imparatorluğu olan Rus İmparatorluğu haline geldi.
1917 Ekim Devrimi'nden sonra Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti, dünyanın ilk anayasal sosyalist devleti ve II. Dünya Savaşı'nda Müttefiklerin zaferinde belirleyici bir rol oynayan tanınmış bir süpergüç olan Sovyetler Birliği'nin en büyük ve önde gelen kurucusu oldu. Sovyetler döneminde dünyanın ilk yapay uydusu ve ilk insanlı uzay uçuşu dahil olmak üzere, 20. yüzyılın en önemli teknolojik başarıları gerçekleştirildi. Rusya Federasyonu, Sovyetler'in dağılmasının ardından 1991'de kurulmuştur ve SSCB'nin ardılı olarak tanınmaktadır.
Rusya ekonomisi, GSYİH'ya göre dünyanın en büyük dokuzuncu ve satın alma gücü paritesi göre altıncı ekonomisidir. Rusya dünyanın en büyük maden ve enerji kaynaklarından birine sahiptir ve dünyanın en büyük petrol ve doğal gaz üreticisidir. Rusya, tanınmış beş nükleer silahlı devletten biridir ve dünyanın en büyük kitle imha silah stoklarına sahiptir. Rusya, büyük güçlerden biri olup Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin daimi üyesi, G8, G20, Avrupa Konseyi, Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği, Şanghay İşbirliği Örgütü, Avrasya Ekonomi Topluluğu, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ve Dünya Ticaret Örgütü üyesi ve Bağımsız Devletler Topluluğu'nun önde gelen üyesidir.
"Rusya" adı Doğu Slavları tarafından çoğunlukla yaşadığı bir Orta Çağ devleti olan Rus devletinden türetilmiştir. Ancak, bu ad daha sonra tarihte daha da belirginleşmiştir ve ülke genellikle sakinleri tarafından "Русская Земля" (Russkaya Zemlya, Rus Ülkesi) adı ile çağrıldı. Bu isimden türeyen diğer devletlerden ayırt edebilmek için, modern tarihte "Kiev Rusya'sı" denilir. "Rus" adı, Rus (Русь) devletinin kurucusu olan Vareglerin (muhtemelen İsveç Vikingleri) bir grubu olan Rus halkından gelmektedir.
Rus adının eski Latince hali olan Rutenya, çoğunlukla Katolik Avrupa'ya komşu olan Rus bölgesinin batı ve güney bölgelerine denilmişti. Ülkenin şimdiki adı olan Россия (Rossiya), Rus isminin Yunanca hali olan ve aynı zamanda Kiev Rusya'sının Bizans İmparatorluğu tarafından söylenimi olan Ρωσία (Rosia) kelimesinden gelmektedir.
Tarih öncesi zamanlarda Güney Rusya'nın geniş bozkırları göçebe kabilelerin vatanıydı. Bu bozkır uygarlıklarının kalıntıları İpatovo, Sintaşta, Arkaim ve Pazırık gibi yerlerde keşfedilmiş olup, göçebe şeklindeki yaşamın önemli bir özelliği olan atlı savaşların bilinen en eski izlerini taşımaktadır.
Klasik antik dönemde, Pontus-Hazar Bozkırı İskitya olarak biliniyordu. MÖ 8. yüzyılda, Antik Yunan tüccarlar Tanais ve Fanagoria'da kendi ticaret merkezi medeniyetini getirdi. MS 3. ve 4. yüzyıllarda Oium'da bir yarı-efsanevi bir Gotik krallık Güney Rusya'da Hunlar tarafından işgal edildi. MS 3. ve 6. yüzyılları arasında, Yunan kolonileri arasında başarılı bir Hellenistik yönetim olan Bosporan Krallığı, Hunlar ve Avrasya Avarları gibi savaşçı kabileler tarafından yönetilen göçebe saldırıları tarafından yıkılmıştır. Bir Türk halkı olan Hazarlar, 10. yüzyıla kadar Hazar ve Karadeniz arasındaki alt Volga havzasında bozkırlara hükmetti.
Modern Rusların ataları, anavatanlarının bazı akademisyenler tarafından Pinsk Bataklığı'ndaki ağaçlık alanlarda olduğu düşünülen Slav kabileleridir. Doğu Slavlar biri Kiev'den günümüz Suzdal ve Murom'a doğru, diğerleride Polotsk'tan Novgorod ve Rostov'a doğru hareket ederek yavaş yavaş iki dalga halinde Batı Rusya'ya yerleşti. 7. yüzyıldan itibaren, Doğu Slavlar Batı Rusya'da nüfusun çoğunluğunu oluşturmuş ve yavaş ancak barışçıl bir şekilde Merya, Muromyalı ve Meşçera gibi yerel Fin-Ugor halkları asimile olmuşlardır.
9. yüzyılda ilk Doğu Slav devletlerin kurulması, Baltık Denizi bölgesinden "Varegler"'in, tüccarlar, savaşçılar ve yerleşimcilerin gelmesi ile denk gelmiştir. Öncelikle bu gelenler doğu Baltık'tan, Karadeniz ve Hazar Denizi'ne doğru uzanan su yolları üzerinden gelen İskandinavya kökenli Vikingler idi. Nestor Kronği'ne göre, Rurik adında Rus halkından bir Varegli, 862 yılında Novgorod hükümdarı seçildi. 882 yılında önceden Hazarlar'a haraç veren halefi Oleg, güneyden girerek Kiev'i fethedip, Kiev Knezliği'ni kurdu. Oleg, Rurik'in oğlu İgor ve İgor'un oğlu I. Svyatoslav sonradan tüm yerel Doğu Slav kabilelerini Kiev hükümdarlığına bağlayıp, Hazar Kağanlığı'nı yıkmış ve Bizans ve Persler'e karşı çeşitli askeri seferler başlattı.
10. yüzyıldan 11. yüzyıla kadar Kiev Knezliği Avrupa'nın en büyük ve en müreffeh ülkelerinden biri haline geldi. Büyük Vladimir (980-1015) ve oğlu Bilge Yaroslav (1019-1054) döneminde Kiev Altın Çağı'nı yaşamış olup, o dönemde Bizans'tan Ortodoks Hristiyanlık kabul edildi ve ilk Doğu Slav yazılı kanunu olan "Russkaya Pravda" oluşturuldu.
11. ve 12. yüzyıllarda, Kıpçaklar ve Peçenekler gibi göçebe Türk boyları tarafından sürekli yapılan akınlar Slav nüfusun büyük oranda özellikle Zalesye olarak bilinen daha kuzeyde güvenli yoğun ormanlık bölgelerine göçüne neden oldu.
Feodalizm ve ademi merkeziyetçilik çağında Kiev Knezliği'ne hüküm süren Rurik Hanedanı üyeleri arasındaki mücadele damgasını vurdu. Kiev'in hakimiyeti, kuzey doğusunda yer alan Vladimir-Suzdal, kuzey-batısındaki Novgorod Cumhuriyeti ve güney batısındaki Galiçya-Volınya Prensliği'nin lehine azaldı.
1237-40 arasında Moğol istilası, Kiev Knezliği'ne son darbeyi vurarak yıkılmasına ve nüfusunun yarısını kaybetmesine yol açtı. Daha sonra kurulan Türk-Moğol devleti olan Altın Orda Devleti, Rus prensliklerini hakimiyeti altına alarak iki yüzyıl boyunca Rusya'nın güneyine ve merkezine hükmetti.
Sonunda, Lehistan-Litvanya Birliği tarafından asimile edilen Galiçya-Volınya, Moğolların hakimiyetindeki Vladimir-Suzdal ve Novgorod Cumhuriyeti, Kiev çevre üzerinde iki bölge, modern Rus ulusu için temel oluşturmuştur. Pskov ile birlikte Novgorod Moğol boyunduruğu'nda bir süre boyunca özerk bir dereceye kadar korunur ve büyük ölçüde ülkenin geri kalanını etkileyen zulümleri bağışlanmış oldu. Prens Aleksandr Nevski'nin önderliğinde, Novgorodlular 1240 yılında Neva Muharebesi'nde işgalci İsveçlileri püskürttü ve bunun yanı sıra 1242 yılında Peipus Gölü Savaşı'nda da Töton Şövalyeleri'nin Kuzey Rusya'yı kolonize etme girişimini de engelledi.
Kiev Knezliği'nin en güçlü halefi olan Moskova Knezliği, başlangıçta Vladimir-Suzdal'ın bir parçası iken hala Moğol-Tatar etkisi altında ve onların göz yummasıyla 14. yüzyılın başında Orta Rusya'da nüfuz elde etmeye etmeye ve yavaş yavaş Rus topraklarının birleşmesi ve Rusya'nın genişleme sürecinde ana öncü güç haline geldi.
Bu zor günlerdi çünkü sık sık Moğol-Tatar baskınları yaşanıyordu ve Küçük Buz Çağı'nın başında tarım mahvolmuştu. Ayrıca Avrupa'nın geri kalanında olduğu gibi 1350 ve 1490 yılları arasında her beş ya da altı yılda bir veba salgını yaşanıyordu. Bununla birlikte, daha düşük nüfus yoğunluğu ve ıslak buhar banyosu olan Rus banyası'nın yaygın kullanımı gibi daha iyi hijyen koşullarından, dolayı nüfus kaybı Batı Avrupa'daki kadar şiddetli değildi.
Moskova Prensi Dmitri Donskoy'un önderliğinde ve Rus Ortodoks Kilisesi'nin yardımıyla, Rus prensliklerinin birleşik ordusu 1380 yılında Kulikovo Muharebesi'nde Moğol ve Tatar ordularını yenilgiye uğrattı. Moskova Knezliği giderek yavaş yavaş Tver ve Novgorod gibi eski güçlü rakipler dahil olmak üzere çevredeki prenslikleri kendi hakimiyeti altına aldı.
III. İvan ("Büyük İvan") sonunda Altın Orda'yı kontrolü altına aldı, Orta ve Kuzey Rusya'yı Moskova'nın hakimiyetinde birleştirmiş ve "Tüm Rusya'nın Hükümdarı" unvanını aldı. 1453 yılında İstanbul'un Fethi'nden sonra, Moskova kendini Doğu Roma İmparatorluğu'nun halefi ilan etti. III. İvan, son Bizans imparatoru XI. Konstantinos'un yeğeni olan Sofia Palaiologos ile evlendi ve Bizans çift başlı kartalını Rusya'nın arması yapmıştır.
Üçüncü Roma fikirlerinin gelişmesiyle, Büyük Dük IV. İvan ("Korkunç") resmen 1547 yılında Rusya'nın ilk Çarı olarak taç giydi. Çar, yeni bir yasal kanun 1550 Sudebniki çıkardı ve ilk Rus feodal temsil organını Zemski Sobor'u ve kırsal bölgelere yerel öz-yönetimler kurdu.
Korkunç İvan'ın uzun saltanatı sırasında, parçalanan eski Altın Orda Devleti'nin yerine kurulan üç Tatar hanlığı olan Kazan, Volga Nehri boyunca uzanan Astrahan ve Güney Batı Sibirya'daki Sibirya Hanlıklarını ilhak ederek zaten büyük olan ülke topraklarını iki katına çıkardı. Böylece 16. yüzyılın sonunda Rusya çokuluslu, çok dinli ve kıtalararası bir devlet haline geldi.
Ancak Çarlık, Baltık kıyıları ve deniz ticareti için erişimi sağlamak amacıyla Polonya, Litvanya ve İsveç koalisyonuna karşı yapılan uzun ve başarısız Livonya Savaşı'yla zayıfladı. Aynı zamanda Altın Orda Devleti'nin kalan tek varisi olan Kırım Hanlığı, Güney Rusya'ya baskınlar düzenledi. 1571 yılında Volga Hanlıkları'nı geri alma çabaları içinde olan Kırım ve Osmanlı müttefikleri, Moskova'yı işgal etti ve Moskova'yı yağmalayıp çevresindeki kasabaları ateşe verdiler. Ancak sonraki yılda Osmanlı ve Kırım Orduları Molodi Savaşı'nda Ruslar tarafından yenilgiye uğratıldı ve Rusya içine Osmanlı-Kırım genişletme tehdidi sonsuza kadar ortadan kaldırıldı. Ancak Kırım Hanlığı'nın 17. yüzyıla kadar süren baskınları nedeniyle Güney Rusya genelinde Zaseçnaya çerta gibi yeni savunma hatları inşa edilerek sürekli yapılan akınların erişilebilirlik alanı daraltıldı.
1598 yılında İvan'ın oğullarının ölümü antik Rurik Hanedanı'nın sonunu, 1601-03 Rusya Kıtlığı'nın sonucunda çıkan iç savaşa ve 17. yüzyılın başında dış müdahaleler, köylü ayaklanmaları ve |
taht kavgalarıyla bilinen Karışıklık Dönemi'ne yol açtı. Lehistan-Litvanya Birliği Moskova dahil olmak üzere Rusya'nın bir bölümünü işgal etti. 1612 yılında Leh kuvvetleri iki ulusal kahraman olan tüccar Kuzma Minin ve Prens Dmitri Pojarski liderliğindeki Rus gönüllü kolordusu karşısında çekilmek zorunda kaldılar. Romanov Hanedanı, Zemski Sobor kararı ile 1613 yılında tahta geçmiş ve ülke krizden kademeli olarak toparlanmaya başlamıştır.
Rusya, 17. yüzyılda boyunca Kazaklar çağında sınırlarını genişletmeye devam etti. Kazaklar, korsanlar ve Yeni Dünya öncülerine benzeyen askeri topluluklar halinde organize savaşçılardı. 1648 yılında, Leh egemenliğinin sosyal ve dini baskısı altında yaşayan Ukrayna köylüleri Hmelnitski Ayaklanması sırasında Lehistan-Litvanya Birliği'ne karşı isyan eden Zaporojye Kazakları'na katıldı. 1654 yılında Ukrayna lideri Bogdan Hmelnitski, Rus Çarı I. Aleksey'in himayesi altında Ukrayna'ya yerleşmek için teklifte bulundu. I. Aleksey'in bu teklifi kabul etmesi 1654-1667 Rus-Lehistan Savaşı'na neden oldu. Son olarak Ukrayna, Dinyeper Nehri boyunca batısında batı kıyısı Polonya egemenliği altında ve doğusunda doğu kıyısı ve Kiev Rus hakimiyeti altında olmak üzere ikiye bölündü. Daha sonra 1670-1671 yıllarında Don Kazakları, Stenka Razin'in liderliğinde Volga Bölgesi'nde büyük bir isyan çıkardıysa da Çarın askerleri isyancıları yenmiştir.
Doğuda ise çoğunlukla Kazaklar'ın önderliğinde kıymetli kürkler ve fildişi avcılığı için Sibirya'nın büyük topraklarını hızla keşif ve fethine başlandı. Rus kaşifler doğuyu öncelikle Sibirya Nehir Rotaları boyunca keşfettiler ve 17. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Doğu Sibirya'da, Çukçi Yarımadası'nda, Amur Nehri boyunca ve Pasifik kıyılarında Rus yerleşimleri bulunmaktaydı. 1648 yılında Asya ve Kuzey Amerika arasındaki Bering Boğazı ilk kez Fedot Popov ve Semyon Dejnyov tarafından geçildi.
I. Petro döneminde Rusya, 1721 yılında bir imparatorluk ve bir dünya gücü haline geldi. 1682'den 1725'e kadar olan hükümdarlığı süresince, Petro Büyük Kuzey Savaşı'nda İsveç'i yenerek, daha önce Karışıklık Dönemi'nde kaybedilen Batı Karelya ve İngriya'nın, yanı sıra Estonya ve Livonya'yı da alarak, deniz ve deniz ticaretinde Rusya'nın batı kıyılarına erişimini sağladı. I. Petro, Baltık Denizi kıyısında daha sonra Rusya'nın batıya açılan penceresi olarak adlandırılacak olan yeni başkent Sankt-Peterburg'u kurdu. I. Petro'nun reformları, Rusya'ya Batı Avrupa'nın önemli kültürel etkilerini getirdi.
I. Petro'nun kızı olan Elizaveta'nın 1741-62 yılları arasındaki hükümdarlığı döneminde Rusya 1756-63 Yedi Yıl Savaşı'na katılmıştır. Bu savaş sırasında Rusya bir süreliğine Doğu Prusya'yı ve hatta Berlin'i de ilhak etti. Ancak, Elizaveta'nın ölümünden sonra bütün bu fetihler Prusya yanlısı III. Petro tarafından Prusya Krallığı'na geri iade edildi.
1762-1796 yıllarında hüküm süren II. Katerina, Rus Aydınlanma Çağı'nın önderliğini yaptı. II. Katerina, Lehistan-Litvanya Birliği üzerinde Rus siyasi kontrolünü genişletmiş ve Lehistan'ın bölünmesi esnasında topraklarının büyük bir kısmını ilhak etmiş, böylece Rusya'nın sınırları Orta Avrupa'ya kadar uzanmıştı. Güneyde ise Osmanlı İmparatorluğu'na karşı başarılı bir savaş sonrasında, Kırım Hanlığı'nı da yenerek sınırlarını Karadeniz'e kadar uzatmıştır. Osmanlılara karşı aldığı zaferlerin bir sonucu olarak 19. yüzyılın başlarında Transkafkasya'da önemli topraklar kazandı. Bu durum I. Aleksandr'ın 1809 yılında zayıflamış İsveç Krallığı'ndan Finlandiya'yı ve 1812'de Osmanlılardan Besarabya'yı da alarak devam etti. Aynı zamanda Ruslar Alaska'yı da fethetmiş ve Kaliforniya'da Fort Ross gibi yerleşim yerleri kurmuşlardır.
1803-1806 yıllarında ilk Rus devrialemi gerçekleştirilmiş olup, daha sonra bunu diğer önemli Rus deniz keşif seferleri izledi. 1820 yılında Fabian Gottlieb von Bellingshausen Antarktika kıtasının keşfetti.
Rusya, çeşitli Avrupa ülkeleri ile ittifak kurarak Napolyon Fransası'na karşı savaştı. 1812 yılında Napolyon, Rusya Seferi sırasında gücünün doruğunda iken soğuk General Kışı birlikte inatçı bir direniş sonucu ağır bir hezimete uğradı ve pan-Avrupa Grande Armée'nin %95'ten fazlası öldü. Mihail Kutuzov ile Barclay de Tolly liderliğindeki Rus ordusu Napolyon'u ülkeden çıkarıp Altıncı Koalisyon Savaşı'yla Avrupa'ya sürdü ve sonunda Paris'e girdi. I. Aleksandr, Napolyon sonrası Avrupa haritasının tanımlandığı Viyana Kongresi'nde Rus heyetine başkanlık etti.
Napolyon Savaşı subayları Rusya'ya liberalizm fikrini getirdi ve 1825 Aralıkçılar İsyanı sırasında Çarın yetkilerini azaltılması için çalıştı. I. Nikolay'ın (1825–55) muhafazakar saltanatı sonunda Rusya zirve döneminde Avrupa'daki gücü ve etkisi Kırım Savaşı yenilgisi ile kesintiye uğramıştır. 1847 ve 1851 yılları arasında Rusya'yı kasıp kavuran Asya kolera dalgası yaklaşık bir milyon kişinin ölümüne neden oldu.
Nikolay'ın halefi olan II. Aleksandr (1855-81) döneminde 1861 köylü reformu da dahil olmak üzere ülkede önemli değişiklikler yaşandı. Bu "Büyük Reformlar" ülke sanayisini geliştirdi ve Rus ordusunu modernize ederek 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'yla Bulgaristan'ı Osmanlı egemenliğinden çıkardı.
19. yüzyılın sonlarında Rusya'da çeşitli sosyalist hareketlerin yükselişi görüldü. II. Aleksandr, 1881 yılında devrimciler tarafından öldürüldü ve oğlu III. Aleksandr'ın (1881-94) saltanatı daha az liberal ancak daha barışçıl geçmiştir. Son Rus İmparatoru II. Nikolay (1894-1917) döneminde Japonya yenilgisi ve Kanlı Pazar olayları sonucu çıkan 1905 Devrimi önlenemedi. Ayaklanma bastırıldı ancak hükümet ifade ve toplanma özgürlükleri verilmesi, siyasi partilerin yasallaştırılması ve seçilmiş bir yasama organı olan Devlet Duması'nın oluşturulması dahil olmak üzere önemli reformları kabul etmek zorunda kaldı. Sibirya'ya göç 20. yüzyılın başlarında özellikle Stolipin'in tarım reformu sırasında hızla artmıştır. 1906 ve 1914 yılları arasında dört milyondan fazla yerleşimci bu bölgeye geldi.
1914 yılında Rusya, Avusturya-Macaristan'ın kendi müttefiki olan Sırbistan'a savaş ilanına tepki olarak I. Dünya Savaşı'na girdi ve birden fazla cephede Üçlü İtilaf müttefiklerinden izole olarak savaştı. 1916 yılında Rus Ordusu Brusilov Saldırısı ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ordusunu neredeyse tamamen imha etti. Ancak, yüksek kayıplar, yolsuzluk ve ihanet söylentileri, rejimin zaten mevcut kamu güvensizliği savaşın yükselen maliyetleri ile derinleşti. Bütün bunlar 1917 Rus Devrimi için zemin oluşturmuştur.
Şubat Devrimi ile II. Nikolay tahttan indirildi ve ailesi ile birlikte daha sonra Rus İç Savaşı'nda infaz edildi. Monarşinin yerini kendisini Geçici Hükûmet ilan eden siyasi partilerden oluşan titrek bir koalisyon aldı. Bununla birlikte işçi ve köylülerin "sovyet" olarak adlandırılan demokratik olarak seçilmiş konseyler aracılığıyla Sankt-Peterburg Sovyeti olarak adlandırılan alternatif bir sosyalist temsil organı kuruldu. Yeni yönetim ülkedeki sorunları çözmek yerine ülkedeki krizi ağırlaştırmıştır. Sonunda Bolşevik lider Vladimir Lenin'in önderliğinde Ekim Devrimi'nde, Geçici Hükûmet devrildi ve dünyanın ilk sosyalist devleti kuruldu.
1917 Ekim Devrimi ile iktidara gelen Bolşevikler Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ni kurdu. Bolşevikler iktidara geldikleri gibi ilk iş olarak Rusya'nın I.Dünya Savaşı'ndan çekildiğini ilan ettiler. Ardından ülkede bir dizi reform hareketlerine başladılar.
1918 yılında ülkede anti komünist Beyaz Ordu'nun saldırılarıyla iç savaş başladı. Sovyet rejimine bağlı Kızıl Ordu ile Çar destekçisi Beyaz Ordu arasında yaşanan iç savaş ülkede büyük bir yıkıma yol açtı. Bolşevikler I. Dünya Savaşı sırasında İttifak Devletleri ile olan düşmanlıklarını sona erdiren Brest-Litovsk Antlaşması'nı imzalayarak Ukrayna, Polonya, Baltık devletleri ve Finlandiya'nın bağımsızlığını kabul ettiler.
Rusya'nın Brest-Litovsk Antlaşması'nı imzalamasının hemen ardından İtilaf Devletleri, anti komünist güçlere destek amacıyla başarısız bir askeri müdahalede bulundular. Birleşik Krallık, Fransa ve ABD Beyaz Ordu'ya maddi yardımda bulunurken asker sevkiyatı da yapmış ve Beyaz Terör'ün katliamlarında işbirlikçi olmuşlardır. Bolşevikler ve Beyaz hareket, birbirlerine karşı Kızıl Terör ve Beyaz Terör olarak bilinen sürgün ve infaz kampanyalarını yürütmüşlerdir. İç savaşın sonucunda Rus ekonomisi ve altyapısı ağır hasar görmüş ve milyonlarca Beyaz göçmen ülkeden kaçmıştır.
Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin 30 Aralık 1922'de Transkafkasya SSC., Ukrayna SSC., Belarus Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ve Orta Asya cumhuriyetleri ile birlikte imzaladığı Sovyetler Birliği Kuruluş Antlaşması'yla Sovyetler Birliği (kısaca "Sovyetler Birliği" veya "SSCB") resmen kuruldu.
1924'te Lenin'in ölümünden sonra, Sovyetler Birliği'ni troyka yönetmeye başladı. Ancak 1922'de Komünist Parti Genel Sekreterliği'ne seçilen Yosif Stalin, Merkez Komite'de önemli bazı kişilerin desteğini alarak muhaliflerini bertaraf etti. Dünya devriminin ana savunucusu olan Lev Troçki, 1929'da Sovyetler Birliği'nden sürgün edildi ve Stalin'in fikri olan Tek ülkede sosyalizm devlet politikası olarak benimsendi. Bolşevik parti içinde sürekli iç mücadele Büyük Temizlik adı verilen 1937-38 yıllarında aralarında kurucu parti üyeleri ve darbe ile suçlanan askeri liderler de dahil olmak üzere binlerce kişinin idam edildiği kitlesel baskılar ile sonuçlandı.
Stalin liderliğindeki hükûmet, planlı ekonomiyi başlatarak ülkenin kırsal kesimini önemli ölçüde sanayileştirdi ve tarımı kolektifleştirdi. Bu dönemde yaşanan hızlı ekonomik ve sosyal değişimler sırasında Çarlık döneminde geniş topraklara hakim olan toprak aristokratları kolektifleştirmeye karşı gelmelerinden dolayı çalışma kamplarına gönderildi.
Ülkede özellikle Ukrayna'da toprakların kolektifleştirilmesine karşı çıkan toprak aristokratlarının sabotaj ve isyan faaliyetleri tarımsal üretimin düşmesine sebep oldu. Ancak ağır bir bedel ödendiyse de, Sovyetler Birliği kısa bir sürede büyük ölçüde tarımsal ekonomiden önemli bir sanayi gücüne dönüştü.
|
Adolf Hitler'in Avusturya ve son olarak Çekoslovakya'nın ilhakına karşı Birleşik Krallık ve Fransa'nın yatıştırma politikası Nazi Almanyası'nı cesaretlendirdi ve Sovyetler Birliği'ne tehdit haline geldi. Aynı zaman zarfında Nazi Almanyası, Uzak Doğu'da SSCB ile rakip olan ve 1938-1939 yılındaki Sovyet-Japon sınır çatışmaları ile açık bir düşmanı haline gelen olan Japon İmparatorluğu ile ittifak kurdu.
Ağustos 1939'da, Birleşik Krallık ve Fransa ile Nazi karşıtı bir ittifak kurma girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından Sovyet hükümeti, iki ülke arasındaki saldırmazlık vaadi ve Doğu Avrupa'da kendi nüfuz alanlarının bölüştürülmesi için Molotov-Ribbentrop Paktı ile Almanya ile ilişkileri geliştirmeye karar verdi. Hitler Polonya, Fransa ve diğer ülkeleri işgal ederek II. Dünya Savaşı'nı başlatırken, SSCB'nin eski Rusya İmparatorluğu'nun bazı topraklarında hak iddia etmesi Polonya'nın işgali, Kış Savaşı ve Baltık devletlerinin işgali ile sonuçlandı.
22 Haziran 1941'de Nazi Almanyası, insanlık tarihinin en büyük ve güçlü işgal kuvveti ile II. Dünya Savaşı'nın en büyük cephesini kurup Sovyetler Birliği'ne savaş açarak saldırmazlık paktını çiğnedi. Başta Alman ordusu her yerde başarılı olmasına rağmen, saldırıları Moskova Muharebesi'nde durduruldu. Daha sonra, Almanlar ilk olarak 1942-1943 kışında Stalingrad Muharebesi'nde ve daha sonra 1943 yazında Kursk Muharebesi'nde büyük yenilgiler aldı. Almanlar diğer bir yenilgiyi şehrin tamamen Alman ve Fin kuvvetleri tarafından 1941-1944 yılları arasında ablukası altında açlık ve bir milyondan fazla kişinin ölmesine rağmen teslim olmaması sonucunda Leningrad Kuşatması'nda aldı. Stalin'in yönetimi ve Georgi Jukov ve Konstantin Rokossovski gibi komutanların önderliğinde Sovyet güçleri Doğu Avrupa'yı 1944-45'te geri aldı ve Mayıs 1945'te Berlin'i ele geçirdi. Ağustos 1945'te Kızılordu, Japon güçlerini Çin'e bağlı Manchukuo ve Kuzey Kore'den atarak, Japonya'daki müttefik zaferine katkıda bulunmuştur.
II. Dünya Savaşı'nın 1941-1945 dönemi Rusya'da Büyük Vatanseverlik Savaşı olarak bilinmektedir ve bu savaş sırasında Sovyet askeri ve sivil ölümleri sırasıyla 10.6 milyon ve 15.9 milyon olup, bu rakamlar tüm II. Dünya Savaşı kayıplarının yaklaşık üçte biriydi. Sovyet ekonomisi ve altyapısı büyük bir yıkıma uğrasa da, Sovyetler Birliği kıtada önemli bir askeri süper güç haline geldi.
Kızılordu, savaş sonrasında Doğu Almanya dahil olmak üzere Doğu Avrupa'yı işgal etti. Daha sonra bu devletlerde sosyalist hükümetler kuruldu ve Doğu Bloku'nun uydu devletleri haline geldi. Sovyetler Birliği dünyanın ikinci nükleer silahlı güç haline gelerek ve Doğu Bloku ülkeleri ile Varşova Paktı'nı kurarak ABD ve NATO'ya karşı Soğuk Savaş olarak da bilinen küresel hakimiyet mücadelesi içine girdi. Sovyetler Birliği yeni kurulan Çin ve Kuzey Kore ve daha sonra Küba dahil olmak üzere dünya çapındaki devrimci hareketleri desteklemiştir. Ayrıca Sovyet kaynakları önemli miktarlarda diğer sosyalist devletlere yardım olarak tahsis edilmiştir.
Stalin'in ölümü ve kolektif liderlikten kısa bir süre sonra, yeni lider Nikita Kruşçev Stalin'in kişisel kültünü kınadı ve destalinizasyon politikasını başlattı. Cezai çalışma sisteminde değişikliğe gidildi ve birçok siyasi mahkum serbest bırakıldı ve itibarı iade edildi. Bu baskıcı politikaların azaltılması daha sonradan Kruşçev Çözülümü olarak tanındı. Aynı zamanda Küba'ya Sovyet füzeleri ve Türkiye'ye Amerikan Jupiter füzeleri konuşlandırılması ABD ile gerginlikleri artırmıştır.
1957'de Sovyetler Birliği dünyanın ilk yapay uydusu olan "Sputnik 1"'i fırlatarak Uzay Çağı'nı başlattı. Rus kozmonot Yuri Gagarin, "Vostok 1" ile 12 Nisan 1961 tarihinde uzaya çıkan ilk insan oldu.
Kruşçev döneminde dünya genelinde sosyalizmin yayılması ile Sovyetler Birliği'nin müttefik sayısı arttı. 1959'da Küba, 1960'larda Vietnam sosyalist devletleri kuruldu. Ancak bu durum batılı devletler ile Sovyetler Birliği arasında çatışma riskinin yaşanmasına sebep oldu.
1964 yılında Hruşçov'un istifa etmesini takiben, Leonid Brejnev'in Komünist Parti Genel Sekreteri, Kosigin'in hükümet başkanı olduğu yeni bir kolektif liderlik dönemi başladı. 1965 Kosigin reformu ile Sovyet ekonomisinin kısmen yerelleştirilmesi ve ağır sanayi ve silahtan hafif sanayi ve tüketim mallarına kaydırılması hedeflendi. Ancak reformlar kısmen ve bazı maddeleri reddedilerek uygulandı.
1979 yılında Afganistan'da gerçekleşen komünist devrim sonrasında ABD destekli Taliban askerlerinin hükümeti devirme çabası üzerine Sovyet kuvvetleri yeni rejimin isteği ile bu ülkeye girdi. Bu askeri müdahale ekonomik kaynakların israfına ve anlamlı olmayan politik sonuçlara neden oldu. Uluslararası muhalefet, ABD tarafından desteklenen dirençli Sovyet karşıtı gerilla savaşı ve Sovyet vatandaşlarının destek eksikliği sonucunda Sovyetler Birliği 1989 yılında Afganistan'dan çekildi.
1985 yılından itibaren ekonomik sistemde liberal reformları hayata geçirmek isteyen Komünist Parti Genel Sekreteri Mihail Gorbaçov, iktisadi alanda serbestlik getirmek ve hükümeti demokratikleştirmek için glasnost (açıklık) ve perestroyka (yeniden yapılanma) politikalarını başlattı. Ancak bu politikalar ekonominin iflasına sebep oldu. Bu durum ülkede protestoların ve milliyetçi, ayrılıkçı hareketlerin yükselişine yol açtı. 1991 yılına kadar dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olan Sovyet ekonomisi, son yıllarında marketlerde mal sıkıntısı, büyük bütçe açıkları ve para arzının neden olduğu enflasyonun hızlı yükselmesi gibi sorunlarla karşı karşıya gelmiştir.
1991 itibarıyla, ekonomik ve siyasi çalkantılar sonucunda Baltık cumhuriyetleri birlikten ayrılmaya başladı. 17 Mart 1991'de düzenlenen yenilenmiş birlik referandumunda (Sovyetler Birliği Referandumu 1991) halkın % 77'si Sovyetler Birliği'nin korunması lehine oy verdi. Bu referandum sonuçlarına göre 20 Ağustos'ta Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ile diğer Sovyet cumhuriyetleri arasında yenilenmiş birlik antlaşması yapılacaktı. Ancak 19 Ağustos 1991'de KGB başkanı, bazı hükümet üyeleri ve generaller tarafından Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov'u devirme amaçlı başarısız darbe girişimi antlaşmanın iptal edilmesine sebep oldu. Darbe antlaşmaya imza atmayı kabul eden 11 cumhuriyette tedirginlik yarattı ve ayrılığa gitmelerine sebep oldu.
8 Aralık 1991'de Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin ile Ukrayna ve Beyaz Rusya Devlet Başkanları Minsk'te bir araya gelerek Sovyetler Birliği'ni dağıttıklarını bildirdiler. 25 Aralık 1991'de Mihail Gorbaçov istifa ettiğini açıkladı ve Kremlin'de dalgalanan Kızıl Bayrak indirilerek yerine Rus bayrağı çekildi. Böylece Sovyetler Birliği 25 Aralık 1991'de resmen dağıldı.
Haziran 1991 yılında, Boris Yeltsin aynı yılın Aralık ayında bağımsız Rusya Federasyonu haline gelecek olan Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti Devlet Başkanlığı'na seçilerek Rus tarihinde doğrudan seçilen ilk lider oldu. Sovyetler Birliği sırasında ve dağıldıktan sonra ABD ve IMF tarafından tavsiye edilen özelleştirme ve piyasa ve ticaretin serbestleştirilmesi de dahil olmak üzere "şok terapi" çizgisinde radikal değişiklikler içeren geniş kapsamlı reformlar yapılmıştır. Ancak tüm bunlar büyük bir ekonomik kriz ile sonuçlanmış olup 1990-1995 arasında GSYİH ve sanayi üretiminde %50 düşüş meydana geldi.
Özelleştirmeler ile birlikte işletmelerin kontrolü büyük ölçüde devlet kurumlarından hükümet ile bağlantıları olan bireylere kaymıştır. Çoğu yeni zengin milyarlarca nakit parayı taşıdı ve ülke dışına büyük bir sermaye kaçışı gerçekleştirdi. Ekonomik sorunlar sosyal hizmetlerin çöküşüne neden oldu ve ülkede doğum oranı aniden düşerken ölüm oranı ise hızla yükselmiştir. Sovyetlerin son yıllarında %1.5 olan yoksulluk seviyesi 1993 ortalarında %39-49'a çıkmıştır. 1990'lı yıllar, yaygın yolsuzluklar, kanunsuzluklar ve suç çeteleri ile şiddet suçunun yükselişi olarak görülmüştür.
1990'larda Kuzey Kafkasya'da yerel etnik anlaşmazlıklar ve ayrılıkçı İslamcı ayaklanmalar şeklinde birçok silahlı çatışma yaşanmıştır. 1990'ların başında Çeçen ayrılıkçılar bağımsızlık ilan etmesi sonucunda isyancı gruplar ile Rus ordusu arasında çatışmaların olduğu kesintili gerilla savaşı yaşanmıştır. Özellikle Moskova tiyatro rehine krizi ve Beslan rehine krizi gibi sivillere yönelik terör saldırıları yüzlerce kişinin ölümüne neden oldu ve dünya çapında dikkat çekmiştir.
Rusya, Sovyetler Birliği'nin dağılışı sırasında nüfusunun yarısı kadar olmasına rağmen Sovyetler Birliği'nin dış borçlarını üstlenmiştir. Yüksek bütçe açıkları 1998 Rusya mali krizine ve GSYİH'in düşüşüne neden oldu.
31 Aralık 1999 tarihinde Devlet Başkanı Yeltsin beklenmedik bir şekilde istifa etti ve yerine daha sonra 2000 yılındaki başkanlık seçimlerini kazanan Başbakan Vladimir Putin'i atadı. Putin halen devam etmesine rağmen Çeçen ayrılıkçılarının isyanını büyük ölçüde bastırdı. Yüksek petrol fiyatları ve başlangıçta zayıf olan para birimi iç talebin yükselmesini, tüketim ve yatırımlar ile ekonominin dokuz yıl büyümesini, yaşam standartlarının ve Rusya'nın dünya sahnesindeki etkisini artırmasını sağladı. Putin başkanlığı sırasında yapılan birçok reformlar genellikle Batı ülkeleri tarafından anti-demokratik eleştirilsede, Putin'in liderliğinde düzen, istikrar ve ilerlemeye dönüş Rusya'da kendisine yaygın hayranlık kazandırdı.
2 Mart 2008 tarihinde, Dimitri Medvedev Rusya Devlet Başkanı seçilirken, Putin Başbakan olmuştur. Putin, 2012 başkanlık seçimlerinin ardından başkanlığa geri döndü ve Medvedev de Başbakan olarak atandı.
Rusya Anayasası’na göre, ülke federal yarı başkanlık sistemli cumhuriyet olup Başkan, devletin başı iken; Başbakan, hükümetin başıdır. Rusya Federasyonu çok partili temsili demokrasi ile yönetilmekte olup, federal hükümet 3 temel erkten oluşur;
Devlet Başkanı, 6 yıllığına seçilir. En yüksek oyu alan ve en fazla iki turlu olarak seçimler yapılır. Devlet Başkanı 35 yaşından genç olamaz ve en az 10 yıl boyunca Rusya'da ikamet etmiş olmalıdır. Bütün bakanları atama yetkisi Başkan'dadır, fakat Başbakan'dan bakanlar |
hususunda tavsiye alır. Bakanlar en son Duma'da oylanarak görevlerine başlarlar. 2 Mart 2008'de, Dmitry Medvedev yapılan Başkanlık seçimini kazanarak Devlet Başkanı seçildi. 2000 yılından 2008 yılına kadar başkan olan Vladimir Putin ise, devlet başkanının belli bir süre sınırlandırılması sebebiyle tekrar aday olamamıştır. Putin, Birleşik Rusya lideri olarak Hükümetin başına geçerek Başbakan olmuştur. 2012 yılında ise yeniden başkan seçilmiştir. Rusya'da en etkin siyasi partiler Birleşik Rusya, Komünist Parti, Liberal Demokratik Parti ve Adil Rusya'dır.
Rusya'da 4 Aralık 2011'de yapılan Federal Meclis Duma'daki 450 sandalyenin üyelerinin belirlendiği parlamento seçimlerinde Birleşik Rusya Partisi % 49.32 oy oranıyla birinci, Komünist Parti ise % 20.46 oy oranı ile ikinci olmuştur. % 7 seçim barajının uygulandığı ülkede 4 parti meclise girmeyi başarabilmiştir.
Rusya Federasyonu, uluslararası hukukta eski Sovyetler Birliği'nin ardılı olarak kabul edilmektedir. Rusya, SSCB'nin uluslararası taahhütleri uygulamaya devam etmektedir ve BM Güvenlik Konseyi, diğer uluslararası örgütlere üyelik, uluslararası anlaşmalar kapsamındaki hak ve yükümlülükler ve mülkiyet ve borçlarda SSCB'nin daimi üyeliğini üstlenmiştir. Rusya'nın çok yönlü bir dış politikası bulunmaktadır. 2009 itibarı ile 191 ülke ile diplomatik ilişkisi ve 144 elçiliği bulunmaktadır. Dış politika Devlet Başkanı tarafından tespit edilir ve Dışişleri Bakanlığı tarafından yürütülür.
Eski bir süper gücün halefi olarak, özellikle küresel siyasi sistemde tek kutuplu ve çok kutuplu görüşler ile ilgili olarak Rusya'nın jeopolitik statüsü genellikle tartışma konusu olmuştur. Rusya genellikle bir büyük güç olarak kabul edilirken son yıllarda bir dizi dünya liderleri, akademisyenler, yorumcular ve siyasetçiler tarafından potansiyel süper güç olarak değerlendirilmektedir.
Rusya BM Güvenlik Konseyi'nin beş daimi üyesinden biridir. Rusya, Ortadoğu Dörtlüsü ve Kuzey Kore ile Altılı görüşmelere katılmaktadır. Rusya, G8 sanayileşmiş ülkeler, Avrupa Konseyi, AGİT ve APEC üyesidir. Rusya genellikle BDT, AEB, KGAÖ ve ŞİÖ gibi bölgesel örgütlere liderlik rolü oynamaktadır. 1996 yılında Rusya Avrupa Konseyi'nin 39. üyesi oldu. 1998 yılında, Rusya Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni onayladı. Rusya ile AB ilişkilerinin hukuki temeli 1997 yılında yürürlüğe giren Ortaklık ve İşbirliği Anlaşması'dır. Bu anlaşma, demokrasi ve insan hakları, siyasi ve ekonomik özgürlük ve uluslararası barış ve güvenliğe bağlılık için tarafların ortak saygısını hatırlatmaktadır. 2003 yılının Mayıs ayında, AB ve Rusya ortak değerler ve çıkarlar temelinde iş birliğini güçlendirmek için anlaştılar. Devlet Başkanı Vladimir Putin, AB-Rusya Ortak Alanı kurulması da dahil olmak üzere çeşitli boyutlarda yakın entegrasyonu ile stratejik ortaklığı savundu. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından bu yana, Rusya ABD ve NATO ile dostça ilişkiler geliştirmiştir. NATO-Rusya Konseyi, 2002 yılında eşit ortaklar olarak birlikte çalışmak ve ortak iş birliği için fırsatları takip etmek amacıyla ABD, Rusya ve 27 NATO müttefikinin onayı ile kuruldu. Ancak Rusya'nın ABD ve AB ile ilişkileri son zamanlarda Güney Osetya Savaşı ve 2014 Kırım krizi gibi nedenlerden dolayı gerginleşmiştir.
Rusya diğer BRICS ülkeleri ile güçlü ve olumlu ilişkiler sürdürmektedir. Hindistan, Rus askeri teçhizatlarının en büyük müşterisidir ve iki ülke arasında kapsamlı savunma ve stratejik ilişkiler bulunmaktadır. Son yıllarda, özellikle Çin Halk Cumhuriyeti ile Dostluk Antlaşması'nın imzalanmasının yanı sıra Doğu Sibirya-Pasifik Okyanusu petrol boru hattı ve Sibirya'dan Çin'e doğalgaz boru hattı inşası ile ülkenin ikili ilişkileri güçlendirdi.
Ülkenin silahlı kuvvetleri, Kara Kuvvetleri, Deniz Kuvvetleri ve Hava Kuvvetleri olarak ayrılmıştır. Bununla birlikte Stratejik Füze Kuvvetleri, Uzay Savunma Kuvvetleri, Hava İndirme Birlikleri olmak üzere üç bağımsız kuvvet daha bulunmaktadır. 2006 itibarı ile orduda aktif personel sayısı 1.037 milyondur. 18-27 yaş arasındaki tüm erkek vatandaşların 12 aylık zorunlu askerlik hizmetini yerine getirmesi ile yükümlüdür.
2012 Küresel Barış Endeksi'ne göre, Rusya dünyanın altıncı en az huzurlu ülkesi olup bu konumu büyük ölçüde ülkenin savunma bütçesinin boyutuna ve Kuzey Kafkasya'da devam eden çatışmalara bağlanmıştır. Rusya tarihsel olarak endeksin kurulduğu 2007 yılından beri düşük sırada yer almıştır.
Rusya ordusu 2015 yılının Ağustos ayında ilk kez kutuplarda askeri tatbikat başlatmıştır.
Rusya Federasyonu 85 adet federal bölüme () ayrılmaktadır. Bu federal birimlerin hepsi eşit bir biçimde iki delege ile Federasyon Konseyinde temsil edilirler. Federal bölümler sahip oldukları özerklik bakımından farklılık gösterirler.
Federal bölümler, her biri Devlet Başkanı'nın atadığı yöneticiler tarafından yönetilen dokuz federal bölge () halinde gruplandırılmıştır. Federal bölümlerin aksine federal bölgeler devlet yönetiminin alt bölümü olmayıp doğrudan federal yönetime bağlıdır. Federal bölgelerin yöneticileri, federal bölümler ile federal hükümet arasındaki irtibatı sağlamaktan ve federal bölümlerin federal yasalara uygun hareket etmesinden sorumludur.
Rusya, 17,075,400 km²'lik yüzölçümü ile dünyanın en geniş ülkesidir. Rusya'da 23 UNESCO Dünya Mirası, 40 UNESCO biyosfer rezervi, 41 Millî park ve 101 doğa rezervi bulunmaktadır. Rusya, 41° ve 82° K enlemleri ile 19° D ve 169° B boylamları arasında yer almaktadır.
Rusya'da kereste, petrol, doğal gaz, kömür, cevher ve diğer mineral kaynakları dahil olmak üzere geniş doğal kaynak rezervi bulunmaktadır.
Rusya'da jeodezik bir hat boyunca yaklaşık 8.000 km dışında iki geniş ayrı noktalar bulunmaktadır. Bu noktalar: Polonya sınırındaki Vistül Lagünü'nü Gdańsk Körfezi'nden ayıran 60 km uzunluğundaki Vistül Burnu ile ve en uzak güneydoğusunda ise Kuril Adaları'dır. Boylamdan ayrılmış uzak noktalar jeodezik bir hat boyunca 6.600 km dışında bulunmaktadır. Bu noktalar: batıda yine Vistül Burnu olup doğuda ise Büyük Diomede Adası'dır. Rusya Federasyonu 9 zaman dilimine ayrılmaktadır.
Rusya, ağırlıklı olarak güneyde bozkır ve kuzeyinde yoğun ormanlık ovalar ile kuzey kıyısı boyunca uzanan tundralardan oluşmaktadır. Rusya dünyadaki ekilebilir arazinin %10'una sahiptir. Dağ aralıkları güney sınırları boyunca bulunmakta olup, Kafkasya (5642 m ile Rusya ve Avrupa'nın yüksek noktası olan Elbruz Dağı'nıda içeren) ve Altay (4506 m ile Rus Uzak Doğusu dışında Sibirya'nın en yüksek noktası olan Beluça Dağı'nıda içeren); ve doğu taraflarında Verhoyansk Sıradağları ve Kamçatka Yarımadası'ndaki yanardağlar (4750 m ile Avrasya'nın en yüksek aktif yanardağının yanı sıra Asya Rusyası'nın en yüksek noktası olan Klyuçevskaya Sopka'yıda içeren) bulunmaktadır. Ural Dağları, maden kaynakları açısından zengin olup, Avrupa ile Asya'nın kuzey-güney aralığını oluşturur.
Rusya, Arktik ve Pasifik Okyanusu, Baltık Denizi, Azak Denizi, Karadeniz ve Hazar Denizi boyunca 37.000 km'nin uzunluğunda bir sahil şeridine sahiptir. Barents Denizi, Beyaz Deniz, Kara Denizi, Laptev Denizi, Doğu Sibirya Denizi, Çukçi Denizi, Bering Denizi, Ohotsk Denizi ve Japon Denizi Arktik ve Pasifik yoluyla Rusya'ya bağlıdır. Rusya'nın başlıca ada ve takımadaları Novaya Zemlya, Franz Josef Toprakları, Severnaya Zemlya, Yeni Sibirya Adaları, Vrangel Adası, Kuril Adaları ve Sahalin Adası'dır. Diomede Adaları (biri Rusya, diğeri ise ABD tarafından kontrol edilmektedir) arasındaki mesafe sadece 3 km olup Kunaşir Adası ise Japonya'nın Hokkaido Adası'ndan yaklaşık 20 km uzaklıktadır.
Ülkenin büyüklüğü ve denizden uzak birçok bölge sonucunda tundra ve uç güneydoğu bölgeleri dışında, nemli karasal iklim ülkenin her yerinde hakimdir. Güneydeki dağlar, Hint Okyanusu'ndan gelen sıcak hava kütlelerinin girişini engellemekte olup ülkenin batı ve kuzey bölgeleri Arktik ve Atlantik'in etkilerine açıktır.
Kuzey Avrupa Rusyası ve Sibirya'nın çoğunluğu yarı arktik iklime sahiptir. Kuzeydoğu Sibirya'nın iç bölgelerde çok şiddetli kışlar olup (çoğunlukla Saha Cumhuriyeti'nde olup Kuzey Soğuk Kutbu arasında −71.2 °C gibi rekor düşük sıcaklıklar olmaktadır), diğer bölgelerde ise daha ılımandır. Arktik Okyanusu kıyılarında ve Rus Arktik Adaları'nda ise kutup iklimi hakimdir.
Karadeniz'in Krasnodar Krayı'nın sahil kesimi, özellikle Soçi, ılık ve yağışlı kışları ile ılıman dönencealtı iklimine sahiptir. Kış, Doğu Sibirya ve Uzak Doğu'nun birçok bölgelerinde yaz ile karşılaştırıldığında kuru olup ülkenin diğer bölgelerinde mevsim boyunca daha eşit yağışlıdır. Ülkenin çoğu yerinde kış mevsiminde yağışlar genellikle kar şeklinde olmaktadır. Aşağı Volga ve Hazar Denizi kıyısındaki bölge, Güney Sibirya'nın bazı bölgelerinde olduğu gibi yarı kurak iklime sahiptir.
Ülke toprakları boyunca neredeyse sadece iki ayrı mevsim olan kış ve yaz vardır. İlkbahar ve sonbahar ayları çok kısa sürmektedir ve yaz ve kış ayları arasındaki sıcaklık farkı oldukça yüksektir. En soğuk ay Ocak (sahil şeridinde ise Şubat) olup en sıcak ay ise genellikle Temmuz ayıdır. Sıcaklık ortalamalarındaki büyük farklar doğaldır. Kışın sıcaklıklar güneyden kuzeye ve batıdan doğuya gidildiğinde soğumaktadır. Yazlar ise Sibirya'da bile oldukça sıcak olabilmektedir. İç kesimler ise en kurak alanlardır.
Kuzeyden güneye Rusya Ovası olarak da bilinen Doğu Avrupa Ovası, Arktik tundralar, iğne yapraklı ormanlar (tayga), yaprak döken ormanlar, otlaklar (step) ve yarı-çöller (Hazar Denizi saçakları) ile kaplanmış olup iklim değişiklikleri bitki örtüsününde değişiklikler yaşanabilmektedir. Sibirya'da da benzer bir durum söz konusudur, ancak daha çok tayga bulunmaktadır. Rusya dünyanın en büyük orman rezervlerine sahip olup, "Avrupa'nın akciğeri" olarak bilinir ve karbondioksit emme miktarı Amazon ormanları'ndan sonra ikincidir.
Rusya'da 266 memeli ve 780 kuş türü bulunmaktadır. 1997 itibarıyla Rusya Federasyonu Kırmızı Veri Kitabı'na toplam 415 hayvan türü dahil edilmiştir ve şu anda korunmaktadırlar.
Rusya özellikle petrol ve doğal gaz gibi muazzam doğal kaynaklara sahip bir piyasa ekonomis |
ine sahiptir. Rusya GSYİH (nominal) bakımından dünyanın 9. ve satınalma gücü paritesi bakımından ise dünyanın 6. büyük ekonomisidir. 21. yüzyılın başından bu yana, yüksek iç tüketim ve daha fazla siyasi istikrar Rusya'da ekonomik büyümeyi desteklemektedir. Reel kişi başına düşen GSYİH (SAGP) (mevcut uluslararası $), 2010'da 19,840 olmuştur. Büyüme öncelikle petrol veya mineral çıkarma ve ihracatı yerine iç piyasa için mal ve hizmet dışı ticareti ile sağlandı. Rusya'da ortalama aylık nominal maaş 2000 yılında 80$ kadar iken, 2013 başlarında 640$ olmuştur. 2010 yılı itibarı ile Rusya'da halkın yaklaşık %12.7'si ulusal yoksulluk sınırının altında yaşamakta olup ile 1998 yılında Sovyet sonrası çöküşün en kötü noktada olduğu %40'tan önemli ölçüde aşağı çekilmiştir. Rusya'da 1999 yılında %12.4 olan işsizlik 2007'de %6'ya düştü. 2000'de sadece 8 milyon olan orta sınıf 2013'te 108 milyona yükselmiştir.
Rusya'nın ihracatının %80'nden fazlasını petrol, doğal gaz, metaller ve keresteler oluşturmaktadır. 2003 yılından bu yana, iç pazarın önemli ölçüde güçlenmesiyle doğal kaynakların ihracatının ekonomik önemi azalmaktadır. Petrol ihracatından elde edilen kazanç 1999'da 12 milyar $ olan yabancı rezervi, 1 Ağustos 2008'de 597.3 milyara çıkarak Rusya'yı dünyanın üçüncü büyük döviz rezervi haline getirdi.
Rusya'da ekili arazinin toplam alanı 2005 yılında 1,237,294 km² olarak tahmin edilmiş olup, dünya dördüncüsüdür. 1999-2009 yılları arasında, Rusya'da tarım istikrarlı bir büyüme göstermiştir ve ülke bir tahıl ithalatçısından, AB ve ABD'den sonra üçüncü büyük tahıl ihracatçısı haline geldi. 1999'da 6,813,000 ton olan et üretimi 2008'de 9,331,000 tona yükselmiş olup büyümeye devam etmektedir.
Tarımın restorasyonu, hükümetin kredi politikası ile desteklenmiş olup, bireysel çiftçilere ve daha önce hala tarım arazilerinde önemli bir paya sahip Sovyet kolhozları olup özelleştirilen büyük çiftliklere yardım sağlanmıştır. Büyük çiftliklerde tahıl ve çiftçilik ürünleri üretimi üzerine yoğunlaşırken, küçük özel ev arsalarında ülkenin en verimli patates, sebze ve meyveleri üretilmektedir.
Atlantik, Arktik ve Pasifik okyanuslarındaki Rus balıkçılık filolarının erişimi dünyanın balık tedariğine önemli bir katkıda bulunmaktadır. 2005 yılında toplam 3.191.068 ton balık yakalanmıştır. Son yıllarda balık ve deniz ürünleri ihracat ve ithalatı önemli ölçüde büyümüş olup 2008 yılından bu yana 2415 milyon $ ve 2036 milyon $ gelire ulaşmıştır.
Son yıllarda, medyada Rusya sık sık bir enerji süpergücü olarak tarif edilmiştir. Rusya dünyanın en büyük doğalgaz rezervlerine, sekizinci büyük petrol rezervlerine ve ikinci büyük kömür rezervlerine sahiptir. Aynı zamanda dünyanın önde gelen doğal gaz ihracatçısı ve ikinci büyük doğal gaz üreticisi olup, aynı zamanda en büyük petrol ihracatçısı ve üreticisidir.
Rusya, dünyanın üçüncü büyük elektrik üreticisi ve beşinci büyük yenilenebilir enerji üreticisi olup, ülkede son derece gelişmiş bir hidroelektrik üretimi bulunmaktadır. Büyük şelalelerdeki hidroelektrik santralleri Avrupa Rusyası'nda Volga gibi büyük nehirler boyunca inşa edilir. Ayrıca Rusya'nın Asya bölümüde çok sayıda büyük hidroelektrik santrali bulunmaktadır, ancak Sibirya ve Rus Uzak Doğusu dev hidroelektrik potansiyeli bakımından büyük ölçüde atıl kalmaktadır.
Rusya, sivil nükleer enerjiyi geliştiren ve dünyanın ilk nükleer enerji santralini inşa eden ülkedir. Günümüzde Rusya dünyanın dördüncü büyük nükleer enerji üreticisi olup, tüm Rusya'da nükleer enerji Rosatom tarafından yönetilmektedir. Bu sektör hızla gelişmekte olup, mevcut nükleer enerjinin toplam payını %16,9'dan 2020 yılında %23'e çıkarılması hedeflenmektedir. Rus hükümeti, yeni nesil nükleer enerji teknolojisine adanmış bir federal program için 127 milyar ruble tahsis etmeyi planlamaktadır.
Rusya'da demiryolu ulaşımı çoğunlukla devlet denetimindeki Rusya Demiryolları'nın tekelindedir. Şirket hesapları Rusya'nın GSYH'sinin %3.6'sını, toplam yük trafiğinin %39'unu (boru hatları dahil) ve yolcu trafiğinin %42'den fazlasını oluşturmaktadır. Ortak kullanılan demiryolu raylarının toplam uzunluğu 85,500 km'yi aşmaktadır ve ABD'den sonra ikinci sıradadır. 44,000 km'den fazla hat elektrifikasyonlu olup bu dünyanın en büyük rakamıdır ve fazladan ek olarak endüstriyel olmayan 30,000 km ortak taşıyıcı hat bulunmaktadır. Rusya'da demiryolları dünyanın çoğunun aksine 1520 mm geniş hat kullanmakta olup istisna olarak Sahalin Adası'nda 957 km 1067 mm dekovil hat kullanmaktadır. Rusya'nın en bilinen demiryolu Trans-Sibirya Demiryolu ("Transsib") olup, 7 zaman dilimini kapsamakta ve dünyanın en uzun sürekli hizmeti vermekte olup, Moskova-Vladivostok (9,259 km), Moskova-Pyongyang (10,267 km) ve Kiev-Vladivostok (11,085 km) arasında çalışmaktadır.
2006 yılı itibarıyla Rusya'da 933,000 km yol olup, bunlardan 755,000 km'si asfalt ile kaplıdır. Bunlardan bazıları federal karayolu sistemini oluşturmaktadır. Rusya'nın büyük bir yüzölçümüne sahip olması nedeniyle yol yoğunluğu tüm G8 ve BRIC ülkeleri arasında en düşük düzeydedir.
Rusya'da çoğunlukla doğal nehirler ve göllerden oluşan içsular ile birlikte 102.000 km suyolu bulunmaktadır. Ülkenin Avrupa bölümünde büyük nehirlerin havzaları kanal ağı ile bağlanır. Rusya'nın başkenti Moskova, Baltık, Beyaz, Hazar, Azak Denizi ve Karadeniz'e olan su yolu bağlantıları nedeniyle bazen "beş denizin limanı" diye çağrıştırılmaktadır.
Rusya'nın ana deniz limanları Azov'da Rostov-na-Donu, Karadeniz'de Novorossiysk ve Soçi, Hazar'da Astrahan ve Mahaçkale, Baltık'ta Kaliningrad ve Sankt-Peterburg, Beyaz Deniz'de Arhangelsk, Barents Denizi'nde Murmansk, Pasifik Okyanusu'nda Petropavlovsk-Kamçatski ve Vladivostok'tur. Rusya, 2008 yılı itibarıyla 1448 deniz ticaret gemisine sahiptir. Dünyanın tek nükleer buzkıran filosu Rusya'nın Arktik kıta sahanlığındaki ekonomik keşifler ile Avrupa ve Doğu Asya arasında Kuzey Denizi Rotası boyunca deniz ticaretinin gelişimini sağlamaktadır.
Rusya'da 1216 havalimanı olup, en işlek olanları Moskova'da Şeremetyevo, Domodedovo ve Vnukovo, Sankt Petersburg'ta ise Pulkovo'dur. Rusya'da pistlerin toplam uzunluğu 600.000 km'yi aşmaktadır.
Genellikle, Rusya'nın büyükşehirlerinde gelişmiş toplu taşıma sistemleri olup, en yaygın kullanılan araçlar troleybüs ve tramvay'dır. Moskova, Sankt Petersburg, Nijniy Novgorod, Novosibirsk, Samara, Yekaterinburg ve Kazan olmak üzere yedi şehirde yeraltı metrosu olup, Volgograd'da ise metrotramvay bulunmaktadır. Rusya'da metroların toplam uzunluğu 465.4 km'dir. 1935 yılında açılan Moskova metrosu ve 1955 yılında açılan Sankt Petersburg metrosu Rusya'daki en eski metrolardır. Bu iki metro, dünyanın en hızlı ve en işlek metro sistemleri arasında yer almaktadır ve istasyonları Rus metro ve demiryolları için yaygın bir gelenek olan zengin dekorasyonlar ve eşsiz tasarımları ile ünlüdür.
2002 sayımına göre Rusya nüfusunun %79,8'ini federasyonun esas unsuru olan Ruslar oluşturmaktadır. Rus nüfusunun dışında çok sayıda etnik grup da mevcuttur. Rusya sınırları içerisinde 160 farklı etnik grubu olduğu tahmin edilmektedir. Rusya nüfusu her ne kadar diğer ülkelerle karşılaştırıldığında yüksek olsa da; km²'ye düşen insan sayısı, ülkenin kapladığı alan sebebiyle çok azdır. Rusya nüfusunun ağırlıklı olarak yaşadığı bölge, coğrafi olarak Avrupa toprakları olarak kabul edilen Ural Dağlarının batısında ve Kuzeybatı Sibirya'da yaşamaktadır. Ülke nüfusunun %73' ü şehirlerde yaşarken, %27'si kırsal alanlarda yaşamaktadır. Rusya nüfus bakımından dünyanın en kalabalık sekizinci ülkesi konumundadır.
Ülke nüfusu, Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra düşüşe geçmiş olsa da, 2010 sayımına göre 141.927.297 'dır. 1991 yılında Rusya nüfusu tüm zamanların en yüksek seviyesi olan 148.689.000'a ulaşmıştı, fakat 90'lar boyunca süren göçmenlik, ölüm oranın çok hızlı yükselmesi sebepleri ile ülke nüfusu 20 yıllık sürede azalmıştır.
Ülkede 2009 yılında, son 15 yıl içinde ilk kez 10.500 kişilik bir nüfus artışı sağlanmıştır. Söz konusu artış, 279.906 kişinin Rusya'ya göçmesi ile oluşmuştur ki bu sayının %93 Eski Sovyet ülkelerinden olmuştur. Rus halkının göçü ise 2000 yılında 359.000 iken 2009 yılıdna 32.000 inmiştir. Şu anda 116 milyon Rus ülke sınırlarında yaşarken, ülke dışında, özellikle eski sovyet ülkelerinde 20 milyon civarında rus yaşadığı tahmin edilmektedir.
Rusya'da doğum oranı, Avrupa ülkelerinin ortalamalarında yüksektir. Rusya doğum oranı 2008'de her bin kişide 12.4 doğum olurken, Avrupa Birliği ortalaması ise her bin kişide 9.90'dur. Ölüm oranı ise Avrupa Birliği ile kıyaslandığında çok yüksek kalmaktadır. Avrupa Birliği ortalama ölüm oranı binde 10,28 iken, Rusya'da 2009 rakamlarına göre ölüm oranı binde 14,2'ye ulaşmıştır. Hükümet bu durumu engellemek için 2007 yılında, aylık çocuk yardımını ikiye çıkararak 55 Dolar yapmış, tek seferlik ödemeyi ise ikinci çocuktan sonra çocuk başına 9.200 Dolara yükseltmiştir. Bu uygulamalar sonrası Rusya, şu anda Sovyetler sonrası en yüksek doğum oranına ulaşmıştır.
60 farklı etnik grubun yaşadığı Rusya Federasyonu'nda başlıca etnik gruplar şunlardır; 115,9 milyon Rus, 6,1 milyon Tatar, 2,9 milyon Ukrayna, 1 milyon 360 bin Çeçen, 1 milyon 130 bin Ermeni, 444 bin Yakut, 300 bin Karaçay ve Balkar, 843 bin Mordvin, 808 bin Beyaz Rus,622 bin Azeri, 515 bin Oset, 172 bin Moldovalı, 96 bin Ahıska Türkü, 637 bin Udmurt, 604 bin Çirmişler, 233 bin Komi, 125 bin Komi-Permyak, 93 bin Karelyalı, 445 bin Buryat, 174 bin Kalmık, 41,3 bin Nenets, 35,5 bin Evenk, 16 bin Çukçe, 29 bin Hantı, 11,4 bin Mansi, 230 bin Yahudi, 597 bin Alman, 1 milyon 637 bin Çuvaş, 1 milyon 637 bin Başkurt, 422 bin Kumuk, 314 bin Tuva, 90 bin Nogay, 76 bin Hakas, 67 bin Altay,7 bin Dolgan gibi toplulukları vardır. Kafkas halkları sayıları da şöyledir: 814 bin Avar, 580 bin Kabardey, 510 bin Dargi, 413 bin İnguş, 411,5 bin Lezgi, 198 bin Gürcü, 156,5 bin Lak, 131,8 bin Tabasaran, 140,5 bin Adige, 38 bin Abaza vb (Ethnic groups in Russia,Wikipedia). Dünyada en fazla,182 etnik grubun yaşadığı ülkedir (Dünya Ansiklo |
pedisi; ayrıca Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Dmitriy Medvedev'in açıklaması).
"Rossiyane" (Россияне), milliyetine (etnik) bakılmaksızın Rusya vatandaşları için kullanılan bir kelimedir. Çoğu dilde bu kelime genellikle Rus olarak tercüme edilir.
Rusya'da 160 etnik grup tarafından 100'den fazla dil ve lehçe konuşulmaktadır. 2002 nüfus sayımına göre Rusça 142,6 milyon kişi tarafından konuşulmaktadır. İkinci en çok konuşulan dil 5,3 milyonla Tatarca ve üçüncü en çok konuşulan dil 1,8 milyonla Ukraynaca'dır. Rusça ülkenin tek resmi dilidir, ancak cumhuriyetler veya diğer özerk bölgelerde Rusça ile birlikte diğer dil veya dillerde resmidir.
Rusça geniş dağılıma rağmen Rusya genelinde homojendir. Coğrafi olarak Avrasya'nın en yaygın dilidir ve en çok konuşulan Slav dilidir. Rusça, Hint-Avrupa dil ailesi'nin Slav dilleri koluna aittir ve Beyaz Rusyaça ve Ukraynaca (bazen de Rusince) ile birlikte en önemli üç Doğu Slav dilinden biridir. Eski Doğu Slavcası'na ilişkin yazılı örnekler 10. yüzyıldan tasdiklenmiştir. Günümüzde, dünyadaki bilimsel yayınların dörtte birinden fazlası Rusça yayımlanmaktadır. 20. yüzyılda politik açıdan önemli bir dil olan Rusça, Birleşmiş Milletler'in altı resmi dilinden biridir. Rusça, 33 harflik Kiril alfabesi ile yazılır.
141 milyonluk Rusya nüfusunun %73'ünü kentlerde yaşayanlar, %27'sini ise kırsal kesimde yaşayanlar oluşturmaktadır. Günümüzde Rusya, Moskova (alfa) ve Sankt-Peterburg (gamma) olmak üzere iki dünya şehrine sahiptir.
Hristiyanlık, İslam, Budizm ve Yahudilik Rusya'nın geleneksel dinleri olup tümü Rusya'nın tarihsel mirasının bir parçasıdır. Rus Ortodoks Kilisesi devrimden önce Rusya'nın devlet dini olup ülkenin en büyük dini kurumudur. Rusya'da bir araştırma merkezinin yaptığı kamuoyu araştırmaları göre katılımcıların %63'ü kendisini Ortodoks olarak tanımlarken, %6'sı kendini Müslüman ve %1'i ise kendini Budist, Katolik, Protestan ve Yahudi olarak tanımlamıştır. %12'si ise herhangi bir dine inanmamasına karşın Tanrı'ya inandıklarını ve %16'sı ise kendisini dinsiz olarak tanımlamıştır. Paskalya, Rusya'da en popüler dini bayram olup çok sayıda dine inanmayanlar ve Hıristiyan olmayanlarda dahil olmak üzere tüm Rus vatandaşlarının %90'ından fazlası tarafından kutlanmaktadır. Bir kaynağa göre, Rus nüfusunun dörtte üçünden fazlası paskalyayı geleneksel paskalya kekleri, boyalı yumurta ve pasha yaparak kutlamaktadır. Kiev Knezliği'nin 10. yüzyılda Hıristiyanlaştırılmasından bu yana Ortodoksluk ülkedeki egemen dini olup yaklaşık 100 milyon vatandaşların kendilerini Rus Ortodoks Hıristiyanı olarak tanımlamaktadır. Kayıtlı kiliselerin %95'i Rus Ortodoks Kilisesi'nin himayesinde olmakla birlikte bazı küçük Ortodoks Kiliseleri'de bulunmaktadır. Ancak Ortodoks inancına mensup kişilerin büyük bir bölümü düzenli olarak kiliseye gitmemektedirler. Ayrıca Katolikler, Ermeni Gregoryan ve çeşitli Protestan kiliseleri gibi küçük Hıristiyan mezhepleri de mevcuttur.
Rusya'daki Müslümanların sayısı yaklaşık 20 milyondur. Rusya'daki Hac Misyonu tarafından ise 2015 yılında 12 bin kişinin hacca gitmek için başvurduğunu açıklamıştır. Rusya'da Eski SSCB devletlerinden yaklaşık 3 ila 4 milyon geçici Müslüman göçmenler vardır. Müslüman nüfusun çoğu Kuzey Kafkasya ve İdil-Ural bölgelerinin yanı sıra Moskova, Sankt Petersburg ve Batı Sibirya'da yaşamaktadır. Rusya aynı zamanda İslam İşbirliği Teşkilatı'nda gözlemci üye statüsündedir.
Budizm geleneksel olarak Rusya Federasyonu'nun üç bölgesinde yaygındır: Buryatya, Tuva ve Kalmıkya. Bazı Sibirya sakinleri ve Uzak Doğu bölgelerinde, özellikle Saha Cumhuriyeti ve Çukotka'da, büyük dinlerle birlikte practice Şamanist, Panteist, ve Pagan ayinleride uygulanmaktadır. Dinlere mensup olma çoğunlukla etnik gruplara göre bölünmektedir. Örneğin Slavların ezici çoğunluğu Ortodoks Hıristiyan, Türkler çoğunlukla Müslüman ve Moğollar ise genel olarak Budisttir. Yahudilik ise Yahudi Özerk Oblastı'nda yaygındır.
Çeşitli raporlara göre nüfusun %16-48 arasının dinsiz olduğunu ortaya koymaktadır.
Rusya, anayasal olarak tüm vatandaşlara parasız eğitim sunmaktadır. Ancak sübvansiyonlu yükseköğretime giriş son derece rekabetçidir. Eğitimde bilim ve teknolojiye verilen büyük önem sonucunda, genellikle tıp, matematik, bilim ve uzay araştırmaları yüksek bir düzeydedir.
1990 yılından bu yana okul eğitimi 11 yıldır. Devlete ait ortaöğretim okullarında eğitim parasızdır. Üniversite düzeyinde eğitim ise bazı istisnalar dışında ücretsizdir.
2004 yılında eğitim bütçesi GSYİH'nın %3.6 veya konsolide devlet bütçesinin %13'ü olarak gerçekleşmiştir. Hükümet, her devlet kurumu için kurulmuş bir kota veya öğrenci sayısı içindeki öğrenim ücretini ödemek için fon ayırır. Yükseköğretim kurumlarında, öğrencilere küçük bir burs ödenir ve ücretsiz barınma sağlanır.
En eski ve en büyük Rus üniversiteleri, Moskova Devlet Üniversitesi ve Sankt-Peterburg Devlet Üniversitesi'dir. 2000'li yıllarda, Rusya'nın bölgelerde yüksek öğrenim ve karşılaştırılabilir ölçekte araştırma kurumları yaratmak amacıyla, hükümet çoğunlukla mevcut büyük bölgesel üniversiteler ve araştırma enstitüleri birleştirilmesi ve özel fon sağlayarak "federal üniversiteler" kurma programını başlattı. Bu yeni kurumlar Güney Federal Üniversitesi, Sibirya Federal Üniversitesi, Kazan Volga Federal Üniversitesi, Kuzey-Doğu Federal Üniversitesi ve Uzak Doğu Federal Üniversitesi'dir.
Rusya Anayasası'nda ücretsiz evrensel sağlık hizmetleri tüm ülke vatandaşları için güvence altına alınmıştır. Ancak ücretsiz sağlık hizmeti, uygulamada zorunlu kayıt nedeniyle bazen sınırlı olabilmektedir. Rusya'da kişi başına neredeyse dünyanın diğer tüm ülkelerinden daha fazla doktor, hastane ve sağlık çalışanları bulunmakta iken, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından bu yana Rus nüfusun sağlık, sosyal, ekonomik ve yaşam tarzı değişiklikleri sonucunda önemli ölçüde azalmış olup ortalama yaşam beklentisi 2006-09 arasındaki erkeklerde 1.4 yıl ve bayanlarda 2.4 yıl artış olması ile eğilim son yıllarda tersine dönmüştür.
2009 yılı itibarıyla, Rusya'da beklenen yaşam süresi erkeklerde 62.77 yıl ve kadınlarda 74.67 yıldır. Erkeklerdeki düşük yaşam beklentisinin nispeten en büyük nedeni çalışma çağındaki erkeklerde yüksek ölüm oranıdır. Ölümlerin çoğunluğu alkol zehirlenmesi, sigara, trafik kazaları ve şiddet suçu gibi önlenebilir nedenlerden meydana gelmektedir. Beklenen yaşam süresindeki büyük bir cinsiyet farkı ve II. Dünya Savaşı'nda verilen büyük kayıpların kalıcı etkisi sonucunda cinsiyet dengesizliği günümüzdede devam etmektedir ve her kadın için 0,859 erkek düşmektedir.
Kiev Knezliği'nin Hıristiyanlaşması'ndan bu yana birkaç yıl Rus mimarisi ağırlıklı olarak Bizans mimarisi'nden etkilenmiştir. Sur duvarlarından bir bölümü (kremlinler), eski Kiev Knezliği'ndeki taş binalar, Ortodoks kiliselerin kubbeleri genellikle altın kaplamalı veya parlak boyalıdır.
15. yüzyılın sonlarında Aristoteles Fioravanti ve diğer İtalyan mimarlar Rönesans trendlerini Rusya'ya getirdi. O dönemde Aziz Vasil Katedrali'nin doruğu gibi 16. yüzyılın eşsiz çadır çatılı kiliseleri gelişmiştir. Ayrıca o zamanlarda soğan kubbe tasarımı tam geliştirildi. 17. yüzyılda, "ateşli tarzı" süsleme Moskova ve Yaroslavl'da gelişti ve yavaş yavaş 1690'larda Narışkin Baroku'nun önünü açtı. Daha sonra I. Petro reformları ile Rusya'da mimari tarzlardaki değişiklikler genellikle Batı Avrupa'yı izledi.
Rokoko mimarisinin 18. yüzyıl tadı Bartolomeo Rastrelli ve takipçilerinin süslü eserlerler yapmasını sağladı. II. Katerina ve torunu I. Aleksandr zamanında Neoklasik mimari özellikle başkent Sankt-Peterburg'ta gelişmiştir. 19. yüzyılın ikinci yarısında Neo-Bizans ve Rus Canlanma stilleri hakim oldu. 20. yüzyılın yaygın stilleri Art Nouveau, Konstrüktivist ve Stalinist mimaridir.
1955 yılında, yeni Sovyet lideri Nikita Kruşçev, eski akademik mimarinin "aşırılıklarını" kınadı ve geç Sovyet döneminde mimaride işlevselcilik hakim oldu. Konut sorunu çözmek için çok eski parlak stillerin aksine büyük miktarda mimarisi düşük kalitede olan binalar inşa edildi. Son iki yıl içinde durum düzeldi. Sovyet zamanında yıkılan birçok tapınak yeniden inşa edildi ve bu sürece II. Dünya Savaşı'nda tahrip olan çeşitli tarihi binaların restorasyonu ile birlikte devam edildi. Toplam 23.000 Ortodoks kilisesi 1991-2010 yılları arasında yeniden inşa edilerek Rusya'daki etkin kiliselerin sayısı dört katına çıkarılmıştır.
Erken Dönem Rus ressamlığını Bizans'tan miras ikonalar ve canlı freskler temsil etmekteydi. Moskova iktidara yükselirken, Feofan Grek, Dionisi ve Andrey Rublev dönemin Rus sanatının önemli isimleri oldu.
Rusya Sanatlar Akademisi 1757 yılında kuruldu ve Rus sanatçılara uluslararası bir rol ve statü verdi. İvan Argunov, Dmitri Levitski, Vladimir Borovikovski ve diğer 18. yüzyıl akademisyenleri çoğunlukla portre ressamlığına odaklanmıştır. 19. yüzyılın başlarında, neoklasisizm ve romantizm gelişmiş olup mitolojik ve dinsel tema, özellikle Karl Briullov ve Aleksandr İvanov gibi birçok ünlü ressam tarafından ilham alınmıştır.
19. yüzyılın ortalarında ise bir grup sanatçı akademik kısıtlamalardan kurtulmak için Geziciler akımını başlattı. Bu dönemde daha çok geniş nehirler, manzaralar, ormanlar ve huş açıklıklarının yanı sıra güçlü tarz sahneleri ve kendi çağındakilerinin sağlam portrelerinde Rus kimliğini yakalayan gerçekçi ressamlar vardı. Bazı sanatçılar Rus tarihinin dramatik anlarının tasvirine odaklanmış olup, bazıları ise sosyal eleştiriye dönmüştür. Yoksul ve karikatür uzmanlığı koşullarını gösteren eleştirel realizm II. Aleksandr egemenliği sırasında gelişti. En önemli realistler İvan Şişkin, Arhip Kuinci, İvan Kramskoy, Vasili Polenov, Isaak Levitan, Vasili Surikov, Viktor Vasnetsov, İlya Repin ve Boris Kustodiyev'dir.
20. yüzyılda sembolist ressamlığın yükselişi, Mihail Vrubel, Kuzma Petrov-Vodkin ve Nikolay Roerich tarafından temsil edilmiştir.
Rus avangardı, yaklaşık 1890 yılından 1930'a kadar Rusya'da etkili büyük bir modernist sanat dalgası olarak gelişti. Bu terim birçok ayrı türü kapsamakl |
a birlikte neo-primitivizm, süprematizm, konstrüktivizm, rayonizm, ve Rus Fütürizmi gibi ayrılmazla ilgili sanat hareketleri aynı dönemde ortaya çıkmıştı. Bu dönemde göze çarpan sanatçılar El Lissitzky, Kazimir Maleviç, Vasili Kandinski ve Marc Chagall'dır. 1930'lardan bu yana avangarttaki devrimci fikirler sosyalist gerçekçiliğin yeni ortaya çıkan muhafazakar yönü ile çatıştı.
Sovyetler zamanında Büyük Vatanseverlik Savaşı sırasında ve sonrasında oldukça vatansever ve antifaşist sanat eserleri yapıldı. Çoklu savaş anıtları, ülke genelinde büyük bir ciddiyet ile inşa edilmiştir. Vera Muhina, Yevgeni Vuçetiç ve Ernst Neizvestni gibi önemli heykeltıraş sanatçıları sosyalist gerçekçilik ile sanatçılar genellikle yeniliği bir arada kullanmışlardır.
19. yüzyılda Rusya'da müzik, klasik besteci Mihail Glinka, Rus ulusal kimliğini benimseyen ve kendi bestelerine dini ve halk unsurları ekleyen Rus Beşleri'nin diğer üyeleri ile müzikal muhafazakar besteciler olan Anton ve Nikolay Rubinstein'nin önderliğinde Rus Müzikal Topluluğu arasındaki gerginlik olarak tanımlanmaktaydı. Pyotr İlyiç Çaykovski'nin geleneği, Romantik dönemin en büyük bestecilerinden biri olan Sergey Rahmaninov tarafından 20. yüzyılda devam edildi. 20. yüzyılın dünyaca ünlü bestecileri arasında Aleksandr Skryabin, İgor Stravinski, Sergey Prokofiyev, Dmitri Şostakoviç ve Alfred Schnittke de bulunmaktadır.
Rusya'da konservatuvarlarda ünlü solistler ortaya çıkmıştır. En iyi bilinen viyolonselistler David Oystrah ve Gidon Kremer; çellist Mstislav Rostropoviç; piyanistler Vladimir Horowitz, Svyatoslav Riçter ve Emil Gilels; ve vokalistler Fyodor Şalyapin, Galina Vişnevskaya, Anna Netrebko ve Dmitri Hvorostovski'dir.
20. yüzyılın başlarında, Rus bale dansçıları Anna Pavlova ve Vatslav Nijinski ün kazandı ve menajer Sergey Dyagilev ve Ballets Russes grubu yurtdışına seyahat ederek dünya çapında dansın gelişimini etkilemiştir. Sovyet balesi, 19. yüzyılın mükemmelleşmiş geleneklerini korumuş ve Sovyetler Birliği'nin koreografi okullarında Maya Plisetskaya, Rudolf Nureyev ve Mihail Barışnikov gibi birçok dünyaca ünlü yıldızlar yetiştirdi. Moskova'daki Bolşoy Balesi ve Sankt Petersburg'taki Mariinski Balesi dünya çapında ünlüdür.
Modern Rus rock müziği hem Batı rock ve heavy metal müziğinden etkilenmiştir, hem de Vladimir Vısotski ve Bulat Okucava gibi Sovyet döneminin Rus bard geleneğinide içermektedir. Rus pop müziği, Sovyet zamanında bilinen adıyla "estrada" oldukça bilinen bir endüstri haline gelmiştir ve Alla Pugaçeva, t.A.T.u, Nu Virgos, Vitas ve Dima Bilan gibi bazı sanatçılar uluslararası alanda da tanınmıştır.
18. yüzyılda Rus Aydınlanma Dönemi'nde, Rus edebiyatının gelişimi Mihail Lomonosov ve Denis Fonvizin'in eserlerini arttırmış ve erken 19. yüzyılda modern bir yerli gelenek tüm zamanların en büyük yazarlarından bazılarını ortaya çıkarmıştır. Rus Şairliği Altın Çağı olarak da bilinen bu dönem, modern Rus edebiyat dilinin kurucusu kabul edilir ve sık sık ""Rus Shakespeare""'si olarak tarif edilen Aleksandr Puşkin ile başlar. 19. yüzyıl, Mihail Lermontov ve Nikolay Nekrasov'un şiirleri, Aleksandr Ostrovski ve Anton Çehov'un dramaları ve Nikolay Gogol ve İvan Turgenyev'in ve nesirleri ile devam etmiştir. Özellikle Lev Tolstoy ve Fyodor Dostoyevski gibi birçok önemli edebiyat eleştirmenleri tüm zamanların en büyük romancılarından bir olarak nitelendirildiler.
1880'lerde büyük romancılar çağı sona ererken, kısa öykü ve şiirler baskın türler oldu. Birkaç on yılda Rus Şairliği'nin Gümüş Çağı olarak bilinen bu çağda daha önce baskın yazınsal realizm yerini sembolizme bırakmıştır. Bu dönemin önde gelen yazarları Valeri Bryusov, Vyaçeslav İvanov, Aleksandr Blok, Nikolay Gumilev ve Anna Ahmatova gibi şairler ve Leonid Andreyev, İvan Bunin, ve Maksim Gorki gibi romancılardır.
Rus felsefesi 19. yüzyılda canlanmış olup, başlangıçta Batıcı muhalefet tarafından tanımlanan Batılı siyasi ve ekonomik modelleri ve Slavofilleri savunan, eşsiz medeniyet olarak Rusya'nın gelişmesinde ısrar eden bir tanım olarak çıkmıştır. Nikolay Danilevski ve Konstantin Leontiyev, avrasyacılığın kurucularıdır. Rus felsefesinin daha da gelişmesiyle sürekli derin edebiyat bağlantı ve yaratıcılık ve toplum, siyaset ve milliyetçilik ilgisi damgasını vurdu; Rus kozmizmi ve dini felsefe gibi diğer büyük alanlar vardı. 19. ve 20. yüzyılın önemli filozofları Vladimir Solovyev, Sergey Bulgakov ve Vladimir Vernadski'dir.
1917 Rus Devrimi'ni takiben İvan Bunin, Vladimir Nabokov ve Nikolay Berdyayev gibi birçok ünlü yazar ve felsefeci ülkeyi terk ederken, yeni nesil yetenekli yazarlar birlikte yeni Sovyet devleti için farklı bir uygun işçi sınıfı kültürünü yaratma çabasına katıldı. 1930'larda edebiyat üzerinde sansür sosyalist gerçekçilik politikası doğrultusunda sıkılaştırıldı. 1950'lerin sonlarından bu yana edebiyat kısıtlamaları hafifletildi ve 1970'ler ve 1980'lerde, giderek resmi kurallar göz ardı edildi. Sovyet döneminin önde gelen yazar ve romancıları Yevgeni Zamyatin, İlf ile Petrov, Mihail Bulgakov ve Mihail Şolohov ve şairleri Vladimir Mayakovski, Yevgeni Yevtuşenko ve Andrey Voznesenski'dir.
Sovyetler Birliği, ayrıca Arkadi ve Boris Strugatski, Kir Bulıçov, Aleksandr Belayev ve İvan Yefremov gibi yazarlar tarafından yazılmış önemli bir bilim kurgu yapımcısıydı. Rus bilim kurgu ve fantezi geleneği çok sayıda yazar tarafından günümüzdede devam etmektedir.
Rus ve 1917'den sonra Sovyet sineması, Sergey Eisenstein'in "Potemkin Zırhlısı" gibi dünyaca ünlü filmlere imza atmıştır. Eisenstein, dünyanın ilk film okulu olan Devlet Sinematografi Enstitüsü'nde Sovyet film düzenleme montaj teorisini geliştiren yönetmen ve kuramcı Lev Kuleşov'un öğrencisi idi. Dziga Vertov'un insan gözü gibi olan en gerçekçi film çekimi için kullanılan kamera olan "kino-glaz" (“sine-göz”) teorisi, belgesel film yapımı ve sinema gerçekçiliği gelişimi üzerinde büyük bir etkisi oldu. Daha sonra sosyalist gerçekçilik politikası yaratıcılığı biraz sınırlasa da bu tarz birçok Sovyet filminin sanatsal açıdan başarılı olduğu "Çapayev", "Leylekler Uçarken" ve "Askerin Türküsü" gibi filmlerden görülmektedir.
1960'lı ve 1970'li yıllarda Sovyet sinemasının sanatsal stillerinde daha büyük bir çeşitlilik görüldü. Eldar Ryazanov'un ve Leonid Gayday'ın komedileri o dönemlerde son derece popüler olup ve pek çok ifade günümüzde de kullanılmaktadır. 1961-1968 yıllarında Sergey Bondarçuk, Leo Tolstoy'un "Savaş ve Barış" romanının Sovyetler Birliği'nin şimdiye kadar yapılmış en pahalı filmi olan ve Oscar ödüllü film uyarlamasının yönetmenliğini yaptı. 1969 yılında, Vladimir Motıl'ın ostern türünde çok popüler bir filmi olan ve genel olarak uzaya herhangi bir yolculuk öncesi kozmonotlar tarafından izlenen "Beyaz Çöl Güneşi" yayınlandı.
Rus animasyonu, Rus İmparatorluğu dönemine kadar uzanmaktaydı. Sovyet döneminde Soyuzmultfilm stüdyosu en büyük animasyon üreticisi oldu. Sovyet animatörler, İvan İvanov-Vano, Fyodor Hitruk ve Aleksandr Tatarski gibi önde gelen yönetmenlerle birçok öncü teknik ve estetik stil çeşitleri geliştirdi. Maşa ve Ayı, sevimli Çeburaşka ve "Nu, pogodi!"'deki kurt ve tavşan gibi birçok Sovyet ve Rus çizgi kahramanı, Rusya ve çevresindeki birçok ülkede popülerdir.
1980'lerin sonu ve 1990'lar Rus sinema ve animasyonu için kriz dönemi idi. Bu dönemde Rus sinemacılar kendilerini daha özgür ifade etselerde, devlet sübvansiyonlarında önemli ölçüde indirime gidilmesi sonucunda daha az film üretilmiştir. 21. yüzyılın ilk yıllarında ekonomik canlanma ve artan izleyici sayısı bu sektöre refah getirdi. Üretim düzeyi zaten Birleşik Krallık ve Almanya'da daha yüksektir. 2007 yılında Rusya'da toplam gişe geliri 565.000.000$ ile önceki yıla göre %37 artmıştır. 2002 yılında "Rus Hazine Sandığı" bugüne kadar tek bir seferde çekilen ilk uzun metrajlı filmi oldu. Sovyet animasyon gelenekleri son zamanlarda Melnitsa Animasyon gibi stüdyolar ve Aleksandr Petrov gibi yönetmenler tarafından geliştirilmiştir.
Rusya radyo ve televizyon yayınını başlatan ilk ülkeler arasında yer almıştır. Sovyetler zamanında birkaç kanal varken, son 20 yıl içinde birçok yeni devlet ve özel sermayeli radyo istasyonları ve televizyon kanalları kurulmuştur. 2005 yılında devlet tarafından işletilen İngilizce yayın yapan Russia Today TV yayına başladı ve Arapça versiyonu olan Rusiya Al-Yaum ise 2007 yılında başlatıldı.
Rus mutfağı, özellikle çorba, kümes hayvanları, balık yemekleri ve tuzlu hamur işleri ile bilinmektedir. Lahana çorbası, şçi, borş, blini, Kiev tavuğu, Rus salatası ve Böf Stroganof en bilinen Rus yemekleridir. Votka, Rusya'nın millî içkisidir.
Rusya, çok sayıda spor türünde başarılı olmuş bir ülkedir. Sovyetler Birliği ve Rusya'nın toplam madalya sayısı bakımından hem Yaz Olimpiyatları ve Kış Olimpiyatları'nda altın madalya sayısına göre tüm ülkeler arasında ikinci sırada yer almaktadır. 1980 Yaz Olimpiyatları Moskova'da gerçekleştirilirken, 2014 Kış Olimpiyatları ise Soçi'de gerçekleştirilmiştir.
Sovyet jimnastikçiler, pist ve alan atletleri, halterciler, güreşçiler, boksçular, eskrimciler, atıcılar, kayaklı koşucular, biatloncular, sürat patenciler ve artistik patinajcıları sürekli dünyanın en iyileri arasındadır. Futbol, basketbol ve voleybol Rusya'nın en popüler spor dallarındandır. Aynı zamanda Rusya 2018 FIFA Dünya Kupası'na ev sahipliği yapacaktır. Buz hokeyinde Sovyetler Birliği ve Rusya neredeyse tüm olimpiyatlarda ve dünya şampiyonalarında altın madalya kazanmayı başardı. Kontinental Hokey Ligi (KHL) Rusya Süperligi'nin bir halefi olarak 2008 yılında kurulmuştur. KHL, Ulusal Hokey Ligi'ne (NHL) rakip olarak görülmektedir ve 2009 yılı itibarıyla Avrupa'nın en iyi hokey ligi olarak sıralanır. Ayrıca Rus hokeyi olarak da bilinen bandy, bir başka geleneksel popüler buz sporudur. Sovyetler Birliği, 1957-1979 tarihleri arasındaki tüm Bandy Dünya Şampiyonalarını kazanmıştır.
Artistik patinaj, özellikle çift pateni ve buz dansı Rusya'da bir başka popüler spordur. 1964 yılından 2006 yılına kadar her Kış Olimpiyatları'nda bir Sovyet ve |
ya Rus çifti altın madalya kazanmıştır. Sovyetlerin son dönemlerinden itibaren tenisin popülaritesi arttı ve Rusya'da dünyanın en çok kazanan bayan tenisçisi Mariya Şarapova gibi bir dizi ünlü tenisçiler ortaya çıkmıştır. Sovyet ve daha sonra Rus atletler her zaman Yaz Olimpiyatları'nda toplanan altın madalya sayısı bakımından ilk üç sırada yer almıştır. Dövüş sanatlarında Rusya, Fyodor Yemelyanenko gibi sambo ve birçok ünlü sporcuları olup Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'de bir judocudur. Satranç Rusya'da çok popüler bir eğlence olup 1927'den beri Rus büyükustalar neredeyse sürekli dünya satranç şampiyonasını kazanmışlardır. Formula 1, Rusya'da giderek daha popüler hale gelmekte olup 2014 yılında 2014 Rusya Grand Prix'i 1914'ten bu yana ilk kez düzenlenmiştir.
Tamburi Cemil Bey
Tanburi Cemil Bey (1873 - 1916), Türk tanbur, yaylı tanbur, klasik kemençe, alto kemençe, viyolonsel ve lavta ustası. Çok sayıda bestesi ve taş plak kayıtları vardır. Yaylı tanburu icad etmiştir.
1873 yılında İstanbul'da doğmuştur. İlk müzik bilgilerini orta okul sıralarında ağabeyi Ahmet Bey'den almıştır. Müzik aleti çalmaya karşı ilgisi on yaşlarında keman ve kanun ile başlayan Cemil Bey daha sonra başladığı ve ismi ile bütünleşen tanbur sazı ile ustalık derecesine ulaşmıştır. Tamburi Ali Efendi'nin de öğrencilerindendir. Hatta Ali Efendi'nin, Tanburi Cemil Bey’i dinledikten sonra "eline bir daha tanbur almayacağını" söylediği rivayet olunsa da, ona eski tarz tanbur icrasını öğretmiştir. Tanburdan başka, klasik kemençe, lavta ve viyolonsel gibi sazları aynı ustalıkla icra ederek başlıbaşına bir ekol sahibi olmuştur. Müzik aleti çalmakta erişilmez bir mertebeye yükselmiş olan Cemil Bey aynı zamanda çok iyi bir bestekardır. Yaptığı eserlerle Türk müziği saz icrasına yepyeni ve modern bir tarz ve değişik bir yorum getirerek icracılığın mükemmelleşmesinde en büyük rolü oynamıştır. Özellikle, taş plaklara yapmış olduğu taksim kayıtları makam, üslup ve tavır açısından bir ders niteliği taşımaktadır. 29 Temmuz 1916'da İstanbul'da ölen Cemil Bey sözlü eserlerin yanında birçok saz eseri bestelemiştir. Taksimlerinin yanında, taş plaklara kaydedilmiş çok sayıda eseri bulunmaktadır. Öğrencileri arasında ilk kadın otomobil yarışçısı olan Sâmiye Cahid Morkaya'da bulunur.
Mesut Cemil'in babası olan Tanburi Cemil Bey'in mezarı Mevlanakapı'da, Merkezefendi mezarlığındadır.
Tanburi Cemil Bey'in Çeçen Kızı (Hüseyni Oyun Havası) adlı bestesi Yunanistanın Midilli Adası'nda "Ta Ksyla ("Τα Ξύλα")" adı ile bilinmekte olup oyun olarak oynanmaktadır.
Mesut Cemil
Mesut Cemil Tel (d. ? Aralık 1902, İstanbul - ö. 31 Ekim 1963, İstanbul), Tamburi Cemil Bey’in oğludur. Bir ara “Tel” soyadını kullanmışsa da, kısa bir süre sonra bundan vazgeçmiştir. Çocukluk yılları babasının musiki çevresinde geçti. Babasından birkaç ders dışında musiki dersi almadı. İstanbul Sultanîsi’nde (bugünkü İstanbul Lisesi) öğrenciyken, on üç yaşında Daniel-Fitzinger’den keman dersleri alarak batı musikisi bilgileri öğrenmeye başladı; keman üzerindeki çalışmalarını daha sonra Karl Berger’den aldığı derslerle sürdürdü.
Babasının ölümünden sonra, onun çok seçkin öğrencilerinden Kadı Fuat Efendi ve Refik Fersan’la tambur üzerinde çalıştı. Refik Talat Alpman’dan genel musiki bilgileri konusunda yararlandı. Makam, usûl bilgilerini artırırken hamparsum notasını öğrendi. On yedi yaşına geldiğinde bir tamburî olarak tanınıyordu artık.
Ali Rifat Çağatay’ın yönetimindeki Şark Musiki Cemiyeti’nin konserlerinde sahneye çıktı. Mevlevîhanelere devam ederek Rauf Yekta, Zekâizade Ahmed Efendi, Abdülbaki Baykara, Neyzen Emin Efendi gibi üstadlarla çalıştı. Suphi Ezgi’den babasının yıktığı, kaynağı Tamburî İzak’a dayanan, “Oskiyan tavrı” diye de anılan geleneksel tambur tekniğini ve tavrını öğrendi. Bir yandan da viyolonsel ve keman dersleriyle batı musikisi öğrenimini sürdürüyordu. Şerif Muhittin Targan’ın viyolonsel çalışını dinledikten sonra zamanının büyük bir bölümünü bu saz üzerindeki çalışmalarına ayırmaya başladı. Dârülfünûn Hukuk Mektebi’ndeki öğrenimini yarıda bırakarak Almanya’ya gitti. Berlin Müzik Akademisi’nde Hugo Becker’in viyolonsel öğrencisi oldu. Almanya’daki öğrenim yıllarında viyolonsel icracılığını ilerlettiği gibi, genel musiki konuları ve musiki tarihi üzerindeki bilgisini ve kültürünü derinleştirdi. Maddî zorluklar ve annesinin ağır hastalığı yüzünden iki buçuk yıl sonra, 1924’te yurda dönmek zorunda kaldı. Ertesi yıl Dârülelhân’a tambur, solfej ve nazariyat öğretmeni oldu. 1927’de Türk Telsiz ve Telefon Şirketi’ne bağlı olarak ilk radyo yayınları başlatılınca İstanbul radyosuna girdi. Bundan sonra radyoculuk mesleğinin her alanında, spikerlik, programcılık, müzik yayınları şefliği, Ankara ve İstanbul radyoları müdürlüğü, başmüşavirlik görevlerini üstlenirken, oda orkestrası viyolonselcisi ve tamburî olarak da yayınlara katıldı.
Mesut Cemil ilk kez Ankara radyosunda “Klasik Koro”yu kurdu. Halk musikisinin değerlendirilmesi için, bu alandaki çalışmalara önayak oldu. Yarıda bıraktığı yüksek öğrenimini de aynı yıllarda, Ankara’da bulunduğu sırada Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümu’nü bitirerek tamamladı.
Ankara Gazi Terbiye Enstitüsü’nde viyolonsel, Ankara Devlet Konservatuvarı’nda klasik Türk musikisi tarihi ve viyolonsel, İstanbul Belediye Konservatuvarı’nda musiki folkloru dersleri verdi, liselerde de musiki derslerini okuttu.
Mesut Cemil 1932’de Kahire’de düzenlenen Arap Musikisi Kongresi’nde Rauf Yekta bey ile birlikte Türkiye’yi temsil etti. İstanbul Belediye Konservatuvarı Tasnif ve Tespit Heyeti’nin klasik eserlerinin notalarının tespiti çalışmalarına katkıda bulundu. 1955’te Irak hükûmetinin çağrılısı olarak gittiği Bağdad’da Güzel Sanatlar Akademisi’nin musiki bölümünde dört yıl çalıştı. 1960’da emekliye ayrıldıysa da, İstanbul radyosundaki koro yöneticiliğini sürdürdü.
31 Ekim 1963’de İstanbul’da öldü. Mezarı Sahray-ı Cedit’dedir. İstanbul radyosundaki büyük stüdyo ile, İstanbul’un Kuştepe semtindeki bir sokağa Mesut Cemil adı verilmiştir.
Zıvana
(Fars. zebane'den) Etimolojik anlamı "dil" dir. Birbirine geçecek olan iki parçaya biri erkek, diğeri dişi olmak üzere yapılan dil ve onun gireceği delikten oluşan tertibat. Bunun erkeğine "zıvana dili" (Fr. "Tenon") ve delik kısmına "zıvana deliği" (Fr. "Mortaise") ve her ikisine zıvanalı geçme (Fr. "Assemblage a tenon et mortaise") denir. Fr Tenon et mortaise.
Bazı oyma aralarını boşaltmak için kullanılan, ucu sivri, ince ve dil gibi testere.
Tütün çubuklarının ve sigara ağızlıklarının imamesini geçirmeye yarayan, çubuğun ucunda bırakılmış içi delik boru gibi mil kısmı.
Makaraların dönmesi için ortalarından geçirilen mil.
Eski dilde " furgun - araba tekerleklerinin üzerinde döndüğü mil /
Değirmen taşlarının ortasındaki delikten geçen mil kazık.
Aynı zamanda bir denizcilik terimi olup, yelkenlilerin direklerinin girdiği oluğa denir. Tekne üzerinde dik olarak durması gereken yelken direği veya ağaç, metal gibi malzemelerden yapılmış dikmelerin topuk kısımlarının kare veya yuvarlak şekilde yontulması ile meydana gelen uç kısım. Zıvanalar, ıskaçalara (bu yontulmuş parçaların girdiği oyuklar) geçirilmek suretiyle oturtulurlar.
"Zıvanadan çıkmak": Çok sinirlenmek, öfkelenmek, delirmek, aklını oynatmak, çılgın gibi davranmak, denetlenemez duruma gelmek anlamında kullanılan bir deyimdir.
Alan derinliği
Netlik derinliği, odak derinliği veya Net Alan Derinliği (İngilizce: DOF, Depth of field, Almanca Schärfentiefe), fotoğrafı çekilen konunun ön ve arka kısmında kaldığı halde göze net gibi görünen alanı anlatan fotoğrafçılık terimidir."
Objektif ya da mercek yardımı ile elde edilen görüntü, aslında sadece tek bir noktada nettir. Ancak, bulanıklık tekeri denilen, bir alan içinde kalan nesneler de aslında net olmadıkları halde göze netmiş gibi görünür. Bu alana netlik derinliği denir.
Bulanıklık tekeri yani netlik derinliği, kullanılan objektifin odak uzaklığına, çekim sırasında kullanılan ışık düzengeci aralığına (diyafram ayarına) ve fotoğrafı çekilen konunun fotoğraf makinesine olan uzaklığına bağlı olarak değişir. Başka bir deyişle belli sınırlar içinde ayarlanabilir.
Buna göre, objektif içinden geçen ışık artırıldığında (yani diyafram daha fazla açıldığında), uzun odaklı mercek (objektif) kullanıldığında ya da konuya yaklaşıldığında, netlik (odak) derinliği daralır. Yani net alan iyice kısalır. Bu işlemin tersi yapıldığında ise yani diyafram daraldığında (sayısal olarak 1/32, bazen 32 diye de ifade edilir), net alan derinliği iyice artar. Hatta bir noktadan sonra fotoğraf çizilmiş bir resim gibi her yeri net olur. Net alan derinliğinde çekilen nesnenin objektife yakınlığı ve objektifin açısı önemlidir. Geniş açılı bir lenste F/5,6 gibi bir diyafram değeri ile 2 m'ye netleme yapıldığında sonsuz net alan derinliği içerisindedir.
Alan derinliği ölçeği, bazı fotoğraf makinelerinin objektif takılan kısmında yuvarlak bir halka üzerinde ya da sabit odaklı objektiflerde objektifin netleme yaptığı uzaklık ve seçilen belli bir diyafram değeri için alan derinliğinin ne kadar olduğunu gösteren ölçeklerdir.
Yeni üretilen, otomatik netleme yapabilen ve değişken odaklı (zoom) objektifli birçok fotoğraf makinesinde bu ölçek artık kullanılmamaktadır.
Kamera
Kamera "(isim) sinema, televizyon, fotoğrafçılık" "(Latince/Fransızca: caméra: oda)"
Gabon
Gabon ya da resmî adıyla Gabon Cumhuriyeti, Afrika kıtasının orta bölümünde yer alan bir ülkedir. Ülkenin sınır komşularını kuzeyde Kamerun, kuzeybatıda Ekvator Ginesi ile güney ve doğuda ise Kongo Cumhuriyeti oluşturmaktadır. Ülkenin batı bölümünde sınırı ise Gine Körfezi'ni de içine alacak şekilde Atlas Okyanusu oluşturmaktadır. Ekvator çizgisi üzerinde yer alan ülkenin başkenti ise Libreville'dir.
Ülkenin ismi Portekizce bir kelime olan "gabão" (Türkçe: Şapka) kelimesinden gelmektedir. Bu bölgelere ilk defa gelen Portekizli denizciler gördükleri ilk nehir olan Mbe nehrinin şekli itibarıyla bu bölgeye verdikleri bu isim yıl |
lar içerisinde tüm ülke için kullanılmıştır.
Konum olarak Afrika kıtasının orta kesiminde batı Atlas Okyanusu kıyılarından doğuya doğru Kongo Havzası'na kadar uzanan bir bölgede yer alan Gabon toplamda 267.667 km²'lik bir yüz ölçümüne sahiptir. Ülkenin toplamda sahip olduğu 2.251 km'lik kara sınırından 298 km'si Kamerun, 350 km'si Ekvatoral Gine ve 1.903 km'si ise Kongo Cumhuriyeti ile oluşurken, ülkenin ayrıca Atlas Okyanusu'na da 885 km'lik sahil şeriti bulunmaktadır. Batı bölgelerindeki sahil kısımlarında alçak vadilere sahip olan ülke iç kesimlere doğru ilerledikçe 200 km'nin sonunda kademeli olarak yükselerek doğu kesimlerinde yüksek rakımlara ulaşmaktadır.
Ülkenin en büyük nehri konumunda olan Ogowe toplamda 1.200 km'lik bir uzunluğa sahiptir. Kongo Cumhuriyeti'nde kaynağından çıkan ve Gabon'a doğru akan nehir ülkenin batısında Gine Körfezi'nde Atlak Okyanusu ile birleştiği noktada delta oluşturmaktadır. Günümüzde Gabon'un en yüksek noktası hakkında kaynaklar arasında 500 m'ye kadar farklılıklar içeren değişik veriler mevcuttur. Genel olarak 1.575 m yüksekliğe sahip olan Iboundji Dağı ülkenin en yüksek noktası olarak kabul görmektedir. Ülkenin kuzeydoğu ve güney bölgelerinde yer alan önemli yükseltiler ise deniz seviyesinden 1.000 m yüksekliktedir.
Gabon'un farklı bölgelerinde günümüzden yaklaşık olarak iki milyar yıl öncesi olan Proterozoik Devir dönemlerine kadar uzanan eski dönemlere ait kayalar bulunmaktadır. Bu kayalarda yine çok eski dönemlere ait fosiller ve içerisinde en meşhuru oklo olan doğal nükleer reaktörler bulunmuştur.
Ülke genelinde nemli tropikal iklim şartları hakimdir. Ocak ayı en sıcak ay olurken, Libreville'de bu dönemde ortalama 31 °C sıcaklık değerleri ölçülürken, en düşük sıcaklıklar ise ortalama 23 °C düzeyindedir. Temmuz ayında ortalama sıcaklık değerleri en yüksek 28 °C, en düşük 20 °C değerlerindedir. Haziran-Eylül dönemlerinde ülke en kurak ve yağışsız dönemlerini yaşamakta olup, bu dönemde nem değerleri yüksek oranlarda seyretmektedir. Gabon genelinde yağışların en yoğun yaşandığı dönem Aralık ve Ocak aylarında gerçekleşmektedir. Ülke genelinde yıllık yağış ortalaması 2.540 mm seviyesinde olup, bu oran özellikle kıyıya yakın kuzey kesimlerde 3.810 mm'ye kadar çıkabilmektedir.
Gabon'da doğal yeraltı zenginlikler açısından petrolün yanı sıra doğalgaz, elmas, niyobyum, manganez, uranyum, altın, kereste ve demir bulunurken, hidrolik enerji üretiminde de önemli bir konumdadır.
Gabon, Afrika kıtasında nüfus yoğunluğunun çok az olduğu ülkelerden biri konumundadır. Ülke nüfusunun neredeyse yarısı ülkenin üç büyük şehrinde yaşamakta olup, diğer yarısı da geri kalan bölgelerde ikamet etmektedir. Ülkenin özellikle iç kesimleri ile kuzey bölgeleri neredeyse insansız bölge konumundadır. Ülke genelinde ortalama yıllık nüfus artışı %1,8-1,9 düzeyi ile Afrika kıtası ortalamasının altında yer almaktadır.
Gabon genç bir nüfusa sahip olup, 2016 tahmini verilerine göre %62,35'i 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %3,77'si 65 yaş ve üzerindedir.
0-14 yaş: %41.98 (erkek 366,875/kadın 363,031)
15-24 yaş: %20.37 (erkek 177,501/kadın 176,653)
25-54 yaş: %29.59 (erkek 257,841/kadın 256,604)
55-64 yaş: %4.28 (erkek 35,895/kadın 38,533)
65 yaş ve üzeri: %3.77 (erkek 28,137/kadın 37,471)
Şehirde yaşayanların oranı 2015 verilerine göre %87,2 olan ülkede, nüfusun geri kalan %12,8 düzeyindeki düşük bir kesimi ülkenin geri kalan büyük bölümünde yaşamaktadır. Ülkede nüfusun yıllık artış oranı 2016 tahmini verilerine göre %1,92 düzeyindedir.
Gabon'da günümüzde 40 farklı etnik grup yaşamaktadır. Bu etnik gruplar içerisinde çoğunluğu Bantu etnik grupları oluşturmakta olup, Bantu grupları içerisinde de en büyüğü ve siyasi açıdan en etkili grubu ise Mpongwe-Fang grubudur. Ülke nüfusunun üçte birini oluşturan grupta üyelerin %31'i Mpongwe, %7'si ise Fang olarak kendisini ifade etmektedir. Bu grubun haricinde ülkede bulunan diğer etnik gruplar ise Mbete (%15,5), Bapunu (%15), Tsabatis (%14), Batazis (%9,5), Bateke (%4 ) ve %1,5 ile ülkenin ve bölgenin en eski toplulukları olarak Pigmelerdir. Bu grupların haricinde ülkede çoğunluğunu Fransızların (~60.000) oluşturduğu ve büyük şehirlerde yaşayan Avrupalılar yaşamaktadır.
Ülkenin resmi dili Fransızca'dır. Bunun dışında Gabon genelinde Bantu dillerinin hakimiyeti gözlenebilmektedir. Ülkede 42 farklı dil konuşulmakta olup, bu diller son yıllarda birçok Gabonlu'nun Fransızca'yı tercih etmesi ile tehdit altında bulunmaktadır. Gabon eğitim sisteminde sadece Fransızca ile eğitim verilmekte olup, diğer diller kullanımı yasaklanmıştır. Gabon nüfusunun %32'lik bir kesimi ise Fang dilini anadil olarak kullanmaktadır. Bu dilin haricinde Punu, Mbere, Teke ve Njebi dilleri de yerel olarak yoğun olarak kullanılan diller arasındadır.
Ülke genelinde nüfusun %65'i hristiyan dinine mensuptur. Burada katolik mezhebine göre inancını yaşayanların oranı %60 olarak ifade edilirken, protestan mezhebine inananların oranı %5 düzeyindedir. İslamiyet dinine inananlar Gabon'da azınlıkta bulunmakta olup, çoğunluğunu yabancı nüfusun oluşturduğu sadece %5'i islami inancına göre yaşamını sürdürmektedir. Gabon'da nüfusun geri kalan kısmı da başta Bwiti olmak üzere Afrika yerel dinlerine inanmaktadır. Ayrıca hem hristiyan dininin hem de yerel dinlerin gereksinimlerini bir arada yapan nüfusta bulunmaktadır.
Ülkede temiz su kaynaklarına ulaşabilen nüfusun oranı genel Afrika ortalamasına göre yüksek düzeyde olup, 2012 tahmini verilerine göre nüfusun %92,2'si temiz kaynaklardan su temin edebilmektedir. Tam teçhizatlı sağlık hizmetlerinden yararlanma oranının düşük olduğu ülkede, nüfusun %41,4'ü bu yönde bir hizmet alabilirken, %58,6'sı ilkel şartlarda sağlık hizmeti alabilmektedir. Ülke içerisinde ishal, hepatit, tifo, sıtma, humma ve kuduz çok sık görülen hastalıklar arasındadır. AIDS, Afrika kıtasının genelinin aksine düşük oranda görülmekte olup, bu oran 2013 tahmini verilerine göre %3,9 düzeyindedir.
Ülke genelinde 15 yaş ve üzerinde okuma yazma bilenlerin oranı 2015 verilerine göre %83,2 düzeyindedir. Bu oran erkeklerde %85,3 iken, kadınlarda %81 seviyesindedir. Gabon genelinde yasal olarak on yıl okuma gitme zorunluluğu bulunmaktadır. Ülkede bulunan okulların neredeyse yarısı mezhepsel ya da özel denetime tabi okullar konumundadır.
Gabon'da üç adet üniversite bulunmaktadır. "Université Omar Bongo" hukuki, ekonomik ve beşeri bilimler alanında, "Université des Sciences de la Santé" tıp ve tıbbi konular alanında ve "Université des Sciences et Techniques de Masuku" de doğa bilimleri ve teknik konularda eğitim vermektedir.
Gabon sınırları içerisinde gerçekleştirilen arkeolojik kazı çalışmalarında M.Ö. 5.yy'ye uzanan kalıntılar ve eserler bulunmuştur. Bu bölgede gerçekleştirilen kazı çalışmalarında demirin M.Ö. 4.yy ile 1.yy arasında işlendiği Radyokarbon tarihleme yöntemi ile ortaya çıkarılmıştır.
Bölgede yer alan diğer ülkelerde de olduğu gibi Gabon'un ilk yerleşimcilerinin pigmeler olduğu tahmin edilmektedir. Avcı ve toplayıcı olarak yaşamlarını sürdüren pigmeler yaklaşık 1000 yıl önce bölgeye gelen Bantu toplulukları tarafından yerlerinden edilerek bölgeden sürülmüşlerdir. O dönem bölgeye yerleşen Bantu topluluklarının bugünkü Mpongwe etnik grubunun ataları olduğu düşünülmektedir. Bunların haricinde 19.yy sonlarında Fang etnik grubuna mensup kişiler kuzey bölgelerden gelerek günümüzdeki Gabon sınırları içerisine yerleşmişlerdir.
Erken tarih dönemlerinde de ülkenin büyük bir kısmı sık yağmur ormanları ile kaplı olması nedeniyle bölgede büyük devlet kurulamamış, sadece Loanga Krallığı'nın en uç kuzey kesimleri günümüzdeki Gabon toprakları içerisinde devlet yapısı olarak yer almıştır.
Bölgeyi ilk keşfeden Avrupalı olan Portekizli denizci Lopo Gonçalves 1472 yılında Gabon kıyılarına gelmiştir. Lopo Gonçalves, Portekiz kralı V. Alfons'dan 600 km'lik sahil şeritinde keşif yapabilme yetkisi alan iş adamı Fernão Gomes adına Afrika kıyılarında masrafları kendisi tarafından karşılanmak üzere keşife çıkmış ve bunun sonucunda da 1472 yılında karaya ayak basmıştır.
Gabon sahilleri ilerleyen yıllarda Portekiz denizcilerin haricinde Hollanda, İngiltere ve Fransa'dan gelen tüccarların da uğradığı bir bölge haline gelmiştir. Avrupalı tüccarlar bu bölgelerde köle, abanoz ve fildişi ticareti yapmışlar, köleleri de sahilde yaşayan ve kendilerinin de iç kesimlerden köle olarak aldığı kişilerden almışlardır. Günümüzde Gabon'un merkezinde kalan, Ogowe Nehrinin kuzey bölgelerinde o dönem için Portekizli tüccarlara diğer Avrupalı tüccarlara nazaran belli ticari öncelikler verilmiş ancak bu işlem bölgede sömürge düzenine dayalı bir baskı oluşturmamıştır. Bu haklardan 1777 ve 1778 yıllarında imzalanan Ildefonso ve Pardo anlaşmaları ile Portekiz sahip olduğu tüm haklardan İspanya lehine çekilmiş olmasına rağmen İspanya 1850 yılına kadar bölgede aktif bir rol oynamamıştır.
Gabon kıyılarında daimi olarak yerleşen ilk Avrupalı güç Fransa olmuştur. 9 Şubat 1839 tarihinde Fransız amiral Louis Edouard Bouet-Willaumez ile Mpongwe liderlerinden Denis Rapontchombo ile anlaşmalar imzalamış, bu anlaşmayı kıyı şeritinde bulunan diğer topluluk liderleri de imzalayarak Prapontchombo'yu takip etmişlerdir. Fransa imzalanan bu anlaşmalar kapsamında bölgede "koruyucu güç" konumuna gelmiş ve elde ettiği haklar neticesinde de bölgede sistematik bir şekilde güçlenmiştir. Fransa 1843 yılında Komo nehrinin denize döküldüğü noktada "Fort Aumale" adı ile kurulan ilk deniz üssünü kurmuş, 1849 yılında da ilerleyen yıllarda Gabon'un başkenti olacak olan bölgede serbest bırakılan köleler için yerleşim yeri oluşturulmuş, bu yerleşim yerine de Sierra Leone'de bulunan Freetown şehrinden esinlenerek Libreville ismi verilmiştir.
Fransa, oluşturduğu sömürge düzenini ilk yıllarda pek önemsememek ile birlikte 1886 yılında idaresi altında bulunan Ekvator Afrikası bölgesini daha küçük bir alana sahip olan İngiliz idaresindeki Gambiya ile değiştirme düşüncesini taşımaktaydı. 1886 ile 1887 yılları arasında ülkenin iç kesimlerini ilk defa k |
eşfe çıkan Fransa, Franceville'de bir istasyon kurarak kendisi açısından Gabon'un keşfini tamamlamış ve "idaresi altına" alınmış olarak kabul etmiştir. 1886 yılında açıklanan kararname ile Gabon'un resmen Fransa sömürgesi olduğu ilan edilmiştir. 1900 yılında Paris Antlaşması ile de komşu sömürge bölgelerinin sınırları cetvel ile çizilerek Gabon'un İspanya idaresindeki İspanyol Ginesi ile Almanya idaresindeki Kamerun arasındaki sınırlar belirlenmiştir.
1903 yılına kadar Libreville, Gabon haricinde günümüzde Kongo Cumhuriyeti'ni de içerisinde barındıran "Fransız Kongosu"nun başkenti konumundaydı. 1903 yılında yapılan açıklama ile bölgenin başkenti Brazzaville olarak değiştirilmiş, Gabon ise 1910 yılından itibaren Fransız Ekvatoral Afrikası'nın bir parçası haline getirilmiştir.
Fransa adına bölgenin önem derecesi elde edilen kauçuk ile doğru orantılı bir konumdaydı. Lastik üretimi ile savaş endüstrisi için önemli bir konumda olan kauçuk, bölgede yaşayan topluluklara toplatılıyordu. Kauçuk toplama esasına göre alınan vergiler ile ilerleme kaydedilemediği durumlarda Fransızlar şiddete başvuruyorlardı. I. Dünya Savaşı'nın devam ettiği dönemde Gabon'da şiddet daha da arttırılmış, zorunlu çalışma koşulları ağırlaştırılmış ve daha fazla kauçuk toplama adına daha da fazla baskı uygulanmıştır. Bu döneme kadar toplumda açlık bir problem olmamasına rağmen, izlenen şiddet politikaları ile birlikte insanları çalışmaya zorlamalar neticesinde açlık bir sorun haline gelmiş ve açlık nedeniyle binlerce insan hayatını kaybetmiştir. 1920'li yıllara kadar sömürge düzenine karşı gösteriler yapılan Gabon'da küçük gruplar tarafından yapılan gösterilerin bölgesel olarak kalması ve ülke genelinde bir etkisi olmaması nedeniyle Fransız sömürge güçleri tarafından kısa sürede bastırılmıştır.
I.Dünya Savaşı'nın sona ermesi ile birlikte kauçuk talebinde azalma ve kauçuka alternatif olarak tahtanın ön plana çıkması ile kauçuk üretiminde azalma yaşanmıştır. Gabon, elde edilen kauçuk gelirleri ile Fransız Ekvatoral Afrikası içerisinde "zengin sömürge" olarak adlandırılmaktaydı. Yüksek refah seviyesinin yanı sıra misyonerlik faaliyetlerin uzun yıllar önce başlamasının bir etkisi olarak 1920'li yıllardan itibaren Gabon'da Avrupalılaşmış ve bilinçlenmiş orta bir tabakanın oluşmasına neden olmuştur. Bu tabakanın yayın organı "L´Echo gabonais" dergisiydi. Aynı zamanda farklı etnik grupları temsilen oluşturulan kulüpler Mpongwe ya da Fang etnik grubu üyelerini bir araya getirmekteydi.
II. Dünya Savaşı sırasında Gabon ilk önce Vichy Fransası yanında yer almış ancak daha sonra Britanya filosunun baskıları sonucu Fransız Ekvatoral Afrikası'na bağlı son sömürge bölgesi olarak Kasım 1940'da Charles de Gaulle önderliğindeki "Forces françaises libres" saflarına geçmişlerdir. 1944 yılında De Gaulle önderliğinde Fransız Kongosu'nun başkenti Brazzaville'de gerçekleştirilen Brazzaville Konferansı'nda anavatan Fransa ile bölge sömürge ülkeleri arasında ilişkilerin yeninden düzenlenmesi kararlaştırılmış, bunun neticesinde Gabon, Fransa'ya bağlı "deniz aşırı bölge" olarak adlandırılmış ve kölelik yasaklanmıştır. Gabon bu tarihten itibaren Fransa meclisine temsilci gönderme hakkını da elde etmiştir.
1940 ile 1950'li yıllarda ilerleyen yıllarda Gabon'un siyasi hayatında ön planda olacak isimlerin öne çıktığı yıllar olmuştur. 1947 yılında Jean-Hilaire Aubame tarafından kurulan "Union Démocratique et Sociale du Gabon / UDSG" (Türkçe:"Gabon Demokratik ve Sosyal Birlik") ile Gabon'un bağımsızlık sonrası ilk devlet başkanı olacak olan Léon M'ba 'nın tüm Afrika'da var olan "Rassemblement Démocratique Africain" (Türkçe:"Afrika Demokratik Topluluğu") hareketinin Gabon şubesi olarak kurduğu "Mouvement Mixte Gabonais / MMG" (Türkçe:"Karışık Gabonlular Hareketi") Gabon siyasetinde önemli bir yer elde etmişlerdir. 1952 yılında sömürge devletinde memur olarak çalışan Paul Gondjout tarafından kurulan "Bloc Démocratique Gabonais / BDG" (Türkçe: "Gabon Demokratik Bloğu") daha sonraki dönemlerde Aubame önderliğindeki UDSG ile birlikte hareket etmiş, 1950'li yıllarda Gabon anayasasını oluşturmak adına birlikte adım atmışlardır. Bu birliktelik Gabon'un bağımsızlığından ziyada De Gaulle'ün Fransa'sı içeriside özerk bir bölge olarak kalmasından yana bir tutum sergilemişlerdir.
1958 yılında Fransız Ekvatoral Afrikası'nın ortadan kalkması sonucunda Gabon 1959 yılında "özerk cumhuriyet" olarak Fransa'ya bağlı bir bölge olarak varlığını devam ettirmiş, bu süreçte M'ba başbakan, Gondjout ise meclis başkanı olarak görev yapmıştır. M'ba bu dönemde Gabon'u erken bir bağımsızlık kararına karşı uyarmış, ülkenin içerisinde bulunduğu ekonomik şartları göz önünde bulundurduğunda bu yönde erken bir kararın Gabon'u "yeni sömürgecilik" modeline sürükleyeceğini ifade etmiştir. Tüm bunlara rağmen bağımsızlık faaliyetleri sürdürülmüş ve Gabon 17 Ağustos 1960 tarihinde Fransa'dan ayrılarak bağımsızlığını ilan etmiştir.
Gabon'un bağımsızlığını elde etmesi sonucu gerçekleştirilen ilk bağımsız seçimlerde ülkede bulunan iki büyük partiden hiçbiri yeterli çoğunluğu elde edememiştir. Bunun üzerine başbakan M'ba tüm partileri birlikte çalışmaya davet etmiş ve bu çağrıya partiler olumlu yaklaşmışlardır. Bu süreçte M'ba tarafından ortaya konan anayasada Gabon'un De Gaulle'ün Fransa'sındaki gibi başkanlık sistemi ile yönetilen bir yapıya büründürülmesini içeren maddeleri barındırması, meclisin muhalif bir tutum sergilemesine neden olmuştur. Bu yaşananlar neticesinde olağanüstü hal ilan eden M'ba, parlamentoyu feshederek, parti içerisinde en büyük rakibi olarak yer alan ve mecliste ortaya çıkan muhalif durumun öncülerinden olan Gondjout'u tutuklatarak iki yıl cezaevine göndermiştir. Başkanlık sistemi ile ilgili düşüncelerini kabul eden UDSG lideri Aubaume ile 1961 yılında yeni seçimlerin yapılması konusunda anlaşmaya varan M'ba, yeni kurulan hükumette de Aubaume'yi dış işleri bakanı olarak görevlendirmiştir.
M'ba 1964 yılının başlarında iktidarını sağlamlaştırma adına "demokratik" yollardan ilerlemiş, BDG ile UDSG partilerinin zorunlu olarak birleşmesini istemiştir. Bu şekilde tek parti düzenini sağlamayı amaçlayan M'ba, iktidarını sağlamlaştırmayı hedeflemiştir. 1964 yılının 17 Şubat'ı 18 Şubat'a bağlayan gecesi 400 kişilik bir isyancı ordu mensubu darbe gerçekleştirerek M'ba'yı görevden uzaklaştırmış, birçok siyasiyi tutuklamıştır. Darbeci ordu mensupları içerisinde Aubame ve Gondjout'un bulunduğu sivil bir hükumeti görev başına getirmişlerdir. Ülkede yaşanan darbeden sadece bir gün sonra başbakan yardımcısını çağrısı üzerine Senegal'de konuşlanan Fransız askerleri paraşütler ile Libreville'ye inerek M'ba'ya görevini yeniden iade etmişlerdir. Bu yaşananlardan sonra 150 M'ba karşıtı muhalif tutuklanarak cezaevine gönderilmiş, Aubame ise 20 yıl cezaya çarptırılmıştır. Fransa hükumeti darbe ile uzaklaştırılan M'ba'ya bu yardımı 17 Ağustos 1960 tarihinde bağımsızlık esnasında Gabon ile varılan "koruma anlaşması"na istinaden gerçekleştirdiğini beyan etmiştir. Fransa sağlamış olduğu desteği imzalanan anlaşmaya bağlamış olsa da, Gabon'un bağımsız bir ülke olarak Fransa'ya ne kadar bağımlı olduğunu da ortaya çıkaran bir gelişme olarak değerlendirilmiştir.
M'ba daha sonra gerçekleştirilen seçimleri de kazanarak iktidarını devam ettirmiş, bu seçimlerde muhalefet partileri her ne kadar meclisin üçte birine sahip olmuş olsa da, seçimlerden kısa bir süre birçok muhalif milletvekilinin iktidar sıralarına geçmesi ile mecliste herhangi bir önem arz edememiştir.
1966 yılında M'ba tarafından kabul edilen yasa ile devlet başkanının hayatını kaybetmesi durumunda yerine otomatik olarak vekilinin getirileceği onaylanmıştır. M'ba'nın bu yasanın kabulünden bir yıl sonra 1967 yılında hayatını kaybetmesi ile yerine yasa gereği vekili Omar Bongo getirilmiştir.
Albert Bonga iktidarı elde ettikten sonra iktidarının kalıcı ve sağlam olabilmesi adına parti üst yönetiminde değişikliğe gitmiş, cezaevlerinde bulunan muhalifleri serbest bırakmış ve yine sürgünde bulunan muhalifler ile de iletişime geçmiştir. 1968 yılı başlarında ülkede bulunan bütün siyasi partileri sömürge düzeninden kalan bir miras olarak nitelendirdiği ve etnik ayrımı körüklediğini iddia ederek kapatmış, "Parti Démocratique Gabonais" (Türkçe: "Gabon Demokratik Partisi") ile yeni bir parti kurarak Gabon'da tek parti dönemine geçmiştir. Bonga partinin kurulmasından sonra tüm Gabolular'ı önceki dönemlerde yaşanan tüm düşmanlıkları unutarak yeni parti etrafında birleşerek partiye katılmaya davet etmiştir. 1972 yılından itibaren Bonga kişilik kültü olarak ön plana çıkmaya başlamış, kendisini "büyük ata" olarak adlandırmış, kendine has ideolojisini "yenileme" olarak adlandırmıştır. Bu ideoloji Bonga'ya göre ne sağcı ne de solcu bir ideolojiydi, kendisine göre kapitalizm ve sosyalizmin etkisinde olmayan Gabon'a özgü bir ideolojiydi. Bongo ilerleyen yıllarda gerçekleştirilen 3 farklı seçimi de %99'un üzerinde oylarlar kazanarak iktidarını devam ettirmiştir.
Bonga'nın 1973 yılında Libya lideri Muammer Kaddafi ile karşılaşması sonucunda islam dinine geçerek adını "Omar Bonga" olarak değiştirmiş, hac vazifesini yerine getirdikten sonra da "El Hadji Omar Bonga" ismini almıştır. 2003 yılında bir kez daha isim değişikliğine giden Bonga, bu yıldan itibaren "Omar Bonga Ondimba" ismini almıştır.
1990'lı yıllarda ülkede yaşanan ekonomik sıkıntılar nedeniyle gerçekleştirilen gösteriler ve şiddet olayları neticesinde maaşların arttırılması yönünde karar almak durumunda kalmış, Mart/Nisan 1990 dönemi için Gabon'un geleceğini belirlemek adına ulusal meclisin kurulmasının sözünü vermek zorunda kalmıştır. PDG ile birlikte 150 farklı siyasi organizasyon üç hafta süren bu ulusal konferansa katılmış, iktidarda yer alan PDG ile ona bağlı ortaklar bir tarafta, kendilerini "Partidos de oposição Frente Unida e associações" (Türkçe: "Birleşik Muhalif Partileri ve Dernekleri Cephesi") olarak adlandıran "Mouvement de Redressement National" ile "Parti gabonais du progrès" partileri de diğer tarafta yer |
alarak ulusal konferansın iki cephesini oluşturmuşlardır.
Konferans neticesinde siyasi reformların uygulanmış, bu reformlar doğrultusunda ulusal senato oluşturulmuş, devlet gelirlerinin dağılımın adil olarak yapılarak yerele yayılması sağlanmış, toplanma yasağının kaldırılması ile basın özgürlüğü kabul edilmiş, yurt dışı çıkışlarında alınan vize kaldırılmıştır. Bu atılan adımların çok partili siyasi sisteme geçişte süreci kontrol altında tutabilmek adına, Bonga PDG genel başkanlığı görevini bırakarak geçiş hükumetini kurabilmek adına Casimir Oyé-Mba'yi görevlendirmiştir.
Oyé-Mba önderliğinde kurulan yeni hükumet kendisini "Rassemblement social-democrate gabonais / RSDG" (Türkçe:"Gabon Sosyal Demokrat Grubu") olarak adlandırmış ve kabineye eski muhalif partilerinde yer alan kişileri de almıştır. RSDG göreve geldikten sonra içerisinde vatandaş haklarını ve bağımsız bir yargı sistemi ile başkana güçlü bir yürütme yetkisi ön gören geçici bir anayasa hazırlamıştır. Söz konusu geçici anayasa ulusal meclis ile birlikte anayasa komitesi tarafından kabul edilerek Mart 1991 yasallaşarak yürürlüğe girmiştir. Bu yeni yasaya göre daha önce başkanın ölümünde başkan vekilinin yerine atanması gerektiği yasası da değiştirilerek olası bir devlet başkanını ölümünde yeni seçimler yapılana kadar görevin başbakan, meclis başkanı ve savunma bakanı arasında bölüştürülmesi ön görülmüştür.
Tüm bu demokratikleşme adımlarına rağmen 1990 yılında iki darbe girişimi gerçekleştirilmiş ve bunlar önlenebilmiştir. Bu süreçte muhalif bir siyasinin sebebi açıklanamayan bir nedenden dolayı ölmesi neticesinde ülkede hükumete karşı gösterile düzenlenmiş, yabancılara karşı saldırılar gerçekleştirilmiştir. Yaşanan bu olaylar neticesinde Fransa birlikleri olaylara bir kez daha müdahale ederek ülke genelinde sükuneti sağlamışlardır. Gabon'da 30 yıl aradan sonra Eylül 1990'da çok partili gerçekleştirilen seçimlerde PDG az bir farkla birinci gelmiştir.
Bongo, Aralık 1993 tarihinde gerçekleştirilen devlet başkanlığı seçimlerinde oyların %51'ini alarak bu göreve yeniden seçilmiştir. Muhalefet sonuçları tanımadığını açıklamış, yaşanan olaylar neticesinde hem hükumet hem de muhalefet bir araya gelerek Kasım 1994 "Paris anlaşmaları" kapsamında mutabık kaldıkları olayları duyurmuşlardır. Buna göre belli yetkiler hükumete verilirken, muhalefetten de belli kişilerin hükumet içerisinde yer alması kararlaştırılmıştır. Her ne kadar bu anlaşmalar imzalanmış olsa da Bongo bunun gerçek anlamda uygulanması konusunda bir işlem gerçekleştirmemiştir.
1998 ve 2005 yıllarında gerçekleştirilen devlet başkanlığı seçimlerini de bölünmüş muhalefete karşı sorunsuz bir şekilde kazanan Bongo, 8 Haziran 2009 tarihinde İspanya'da bir klinikte kalp krizi geçirerek hayatını kaybetmiştir. Bongo'nun hayatını kaybetmesi ile geçici devlet başkanlığı görevini meclis başkanı Rose Francine Rogombé üstlenmiş, 30 Ağustos 2009 tarihinde de aralarında savunma bakanı ve aynı zamanda hayatını kaybeden Bongo'nun oğlu olan Ali Bongo Ondimba, eski iç işleri bakanı André Mba Obame ve uzun süreli muhalefet lideri Pierre Mamboundou'nun da bulunduğu 17 adaylı devlet başkanlığı seçimleri gerçekleştirilmiştir.
3 Eylül 2009 tarihinde açıklanan sonuçlara göre beklendiği üzere Ali Bongo Ondimba seçimleri kazanarak Gabon'un yeni devlet başkanı olmuştur. Seçim sonuçlarının açıklanması sonrası muhalif gruplar Fransa'nın Bongo'yu desteklediğini iddia ederek, Fransa Konsolosluğu'nu ateşe vermişlerdir.
Gabon Cumhuriyeti anayasa ile yönetilen bir cumhuriyettir. Günümüzde yürürlükte olan anayasa 28 Mart 1991 tarihinde kabul edilerek yürürlüğe konmuştur. Ülke çok partili bir siyasi sisteme sahip olup, başkanlık sistemi ile yönetilmektedir. Ülkenin devlet başkanı yedi yıllık bir süre için seçilmektedir. 2003 yılında yapılan yasa değişikliği ile devlet başkanlığı makamına sınırsız sayıda aday olunabilmektedir. Hükumetin başında yer alan başbakan, devlet başkanı tarafından atanmaktadır.
Gabon parlamentosu iki kanattan oluşmakta olup, bunlar ulusal meclis ve senato konumundadır. Ulusal mecliste bulunan 120 sandalyenin üyeleri beş yıllık süre için seçilirken, 91 üyesi bulunan senatonun üyeleri altı yıllık süre için seçilmektedir.
Gabon birçok uluslararası organizasyonlarda üye olarak bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler, Afrika Birliği, Uluslararası Para Fonu ve Uluslararası Kakao Örgütü ülkenin üyeliğinin bulunduğu organizasyonlardan birkaç tanesidir.
Ülke, 2010-2011 döneminde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde geçici üye olarak bulunmuştur.
Gabon toplamda dokuz adet ile bölünmüş durumdadır. Bu iller ise kendi içerisinde ayrıca 37 adet ilçeye ayrılmış konumdadır.
Ülke içerisinde kalabalığın en yoğun olduğu şehir başkent Libreville'dir. 2005 verilerine göre ülkenin en büyük beş şehri şu şekildedir:
Ülke sahip olduğu yer altı zenginliklerinin yanı sıra uyguladığı liberal ekonomi politikaları sayesinde dünyanın gelişen ekonomilerinden birini oluşturmaktadır. Gabon 2013 verilerine göre sahip olduğu $12.302 kişi başına gelir ile Sahra Altı Afrika'sının en zengin ülkelerinde biri konumundadır. Tüm bu verilere rağmen ülke nüfusunun %80'i yoksulluk sınırının altında yaşamını sürdürmektedir. Nüfusun üçte biri ise açlık sınırının altında yaşamaktadır.
Gabon, Afrika kıtasının yer altı madenleri açısından en zengin ülkelerinden biri konumundadır. Gabon kıyılarında var olan petrol rezervleri ülkeyi en önemli petrol ve petrol ürünleri ihraç eden ülkelerden biri yapmaktadır. İhracat gelirlerinin %82'si bu alandan elde edilmektedir. Ülkenin iç kesimlerinde mangan, uranyum, demir cevheri ve altın çıkartılmaktadır. Özellikle mangan ülkenin petrol ve keresteden sonra en çok ihraç ettiği üçüncü ürün konumundadır.
Ülke Afrika'nın tropikal ormanlardan elde edilen kerestelerin ihraç edilmesi noktasında önemli bir noktada bulunmaktadır. Ülke topraklarının üçte ikisinin tropikal yağmur ormanları ile kaplı olması bu alanda gerçekleştirilen büyük ihracatın başlıca nedeni olarak görülmektedir.
Gabon'da gerçekleştirilen tarımsal faaliyetlerin büyük çoğunluğu kişisel tüketimi karşılamak için gerçekleştirilen faaliyetleri kapsamaktadır. Bu şekilde elde edilen ürünler çoğunlukla ihtiyacı karşılayamamaktadır. Kahve, kakao, kauçuk, palmiye ağacı yağı ve şeker ülke genelinde ihracatı yapılabilmesi adına ekimi gerçekleştirilen önemli ürünler arasında olup, elde edilen şekerin büyük bir oranı iç pazarda satışa sunulmaktadır.
Ülke ekonomisinin en önemli ihracat ürünlerini ham petrol, kereste, mangan ve uranyum oluşturmaktadır. Ülkenin 2013 verilerine göre ihracat yaptığı ilk sekiz ülke şu şekildedir:
Ülke ekonomisinin en önemli ithalat ürünlerini makina ve ekipmanları, gıda maddeleri, kimyasal ürünler ve inşaat malzemeleri oluşturmaktadır. Ülkenin 2013 verilerine göre ithalat yaptığı ilk altı ülke şu şekildedir:
Ülke genelinde bulunan 44 havaalanından 2013 verilerine göre sadece 11 tanesi asfalt piste sahiptir. Ülkede uluslararası standartlara sahip üç adet havaalanı bulunmakta olup, bunlar başkentte bulunan Libreville Leon M'ba Uluslararası Havalimanı ("Libreville Leon M'ba International Airport"), Port-Gentil Uluslararası Havalimanı ("Port-Gentil International Airport") ve Franceville'de bulunan M'Vengue El Hadj Omar Bongo Ondimba Uluslararası Havalimanı ("M'Vengue El Hadj Omar Bongo Ondimba International Airport").
Ülkenin ulusal havayolu 1949 yılında kurulan Air Gabon'dur. İlk kuruluşunda "TransGabon" adı ile kurulan şirket 2006 yılında maddi sebeplerden dolayı uçuşlara son vererek iflasını açıklamıştır. Gabon hükumeti yeni bir havayolu şirketi kurmayı planlamış ancak bu işlem gerçekleştirilememiştir. Özel girişimlerin 2007 yılında kurduğu Gabon Airlines bir müddet bu boşluğu doldurmuş olsa da, 2011 yılında uçakların Avrupa hava sahasına girişi kapatılması sonucunda devletin da ilgili çalışma ruhsatını geri çekmesi ile birlikte kapatılmıştır.
Günümüzde özel bir girişim olan ve merkezi başkentte bulunan havaalanında bulunan Nouvelle Air Affaires Gabon firması Gabon genelinde yolcu taşımacılığının yanı sıra kargo taşımacılığı da gerçekleştirilmektedir.
Ülkede 2007 yılı verilerine göre mevcut olan 9.170 km karayolunun sadece 1.097 km'si asfaltlanmış konumdadır. Ülkenin en önemli bağlantı yolları şu şekildedir:
Ülkede 1970'li yıllara kadar bulunmayan demiryolu ağı, günümüzde 2008 yılı verilerine göre 649 km'ye ulaşmıştır. "Trans-Gabon Railway" olarak adlandırılan demiryolu hatları ülkenin batısı ile doğusunu birbirine bağlamaktadır. Başkent Libreville ile ülkenin güneydoğusunda bulunan Franceville şehirlerini birbirine bağlayan demiryolu hattı ile trenler güzergah boyunca ondan fazla istasyonda durabilmektedir.
Büyük çoğunluğu Gabon sınırları içerisinde bulunan Ogowe nehri başta olmak üzere nehirler insan ve yük taşımacılığında kullanılmaktadır. 310 km'si Ogowe nehri olmak üzere Gabon genelinde 1.600 km denizyolu insan ve yük taşımacılığına uygun bir konumda bulunmaktadır. Ülkenin en önemli limanı başkent Libreville'de yer almakta olup, bunun haricinde Owendo ve Port-Gentil'de önemli limanlar arasında yer almaktadır.
Gabon'da en sevilen spor dallarından biri futboldur. Ülke futbolu 1962 yılında kurulan Gabon Futbol Federasyonu ("Fédération Gabonaise de Football") tarafından yönetilmektedir. Ülkede on üç takımın katıldığı ve " Championnat National de Division 1" olarak adlandırılan ulusal bir lig düzenlenmektedir.
Gabon millî futbol takımı Mayıs 2015'da FIFA sıralamasında 59. sırada yer almakta olup, en yüksek sıralamasını 2010 yılında 39. olarak elde etmiştir.
Gabon'da yerel dillerde gerçekleştirilen müzik ve danslar kültürün önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Özel günlerde ve av esnasında farklı şekillerde yapılan maskeler takılmaktadır. Özellikle Fang etnik grubuna mensup bireyler tarafından ortaya çıkarılan el sanatları ile maskelerin yanı sıra, sepetler, oymalar ve heykeller meydana getirilmektedir.
Gabon'da kültür genel olarak bağımsızlık öncesi sömürgesi olduğu Fransa'nın etkisi altında kalmaktadır. Gabon'da 1994 yılı |
nda büyük bir kültür merkezini kullanıma açan Fransa, "Institut français du Gabon" adını verdiği yapı ile başkent Libreville'nin kültürel hayatının merkezi konumunda yer almaktadır.
Kısmet
Kısmet, şu anlamlara gelebilir,
Carla'nın Şarkısı
1996 yapımı, yönetmenliğini Ken Loach'ın yaptığı; başrollerini Oyanka Cabezas (Carla) ve Robert Carlyle'ın (George) paylaştığı film. Özgün adı Carla's Song'dur. İngiltere yapımıdır.
Carla'nın Şarkısı, Güney Amerika'daki (Nikaragua) askeri diktalara karşı verilen savaşın, ABD'nin ve Avrupalı egemenlerin entrikalarının insanların hayatını nasıl zehir ettiğinin hikâyesidir. Yönetmen Loach, hikâyeyi aşk üstüne kurmuştur; İngiltere'de yaşayan sıradan bir otobüs şoförünün bir kadının arkasından kilometrelerce uzağa gitmesini anlatır. Loach, Carla'nın hikâyesini İngiltere'de başlatır ve Nikaragualı gerillaların arasında bitirir.
Film iki bölümden oluşur: Birinci bölümde; Glasgowlu, başına buyruk otobüs şoförü George, genç bir kadının (Carla) otobüse biletsiz binmesine göz yumar. Nikaragua göçmeni olan Carla, eski bir sandinist gerillasıdır. Aralarında bir ilişki başlar. George, Carla'nın hikâyesini ögrenir. Filmin ikinci bölümünde George, Carla'nın dava arkadaşı ve sevgilisi olan Antonio'yu bulmak için Nikaragua'ya gider.
Filmde, Nikaragua egemen devletlerin, emperyalizmin bir oyun alanı gibidir. Sandinistlerle, kontrgerillalar arasındaki uzun soluklu mücadele bir iç savaş prototipi teşkil eder. (Örneğin, filmde Reagan Hükümeti, İran-Irak savaşı sırasında ambargo koydugu İran'a silah satıp, Nikaragua kontrgerillarına para gönderecektir.)
Won
"Won", aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Makula dejenerasyonu
"Makula dejenerasyonu kelime anlamı itibarı ile, makulada meydana gelen herhangi dejeneratif bir süreci tanımlasa da, bu makalede yaşa bağlı makula dejenerasyonu (YBMD) anlatılmaktadır."
Makula; sarı nokta da denilen ve keskin görmeden sorumlu retina tabakasının ortasında çok küçük bir alanı kapsamaktadır. Karşıya baktığımızda kornea ve lens tarafından ışık makulaya odaklanır. Görmemiz merkezde daha keskin kenarlara doğru ise daha zayıftır. Makula dejenerasyonu işte bu sarı noktanın hasarlanması sonucu ortaya çıkar.
Makula dejenerasyonunun gelişmesinde temel risk faktörü ilerleyen yaştır. Bunun yanı sıra aile öyküsü, cinsiyet (kadınlarda daha fazla), açık renkli göz, hipertansiyon, kalp hastalığı, sigara öyküsü ve UV ışınları da risk faktörleridir.
Hastalık, duyusal retinanın hemen arkasında yer alan, retina pigment epitelini, koriokapillaris dokusu ve Bruch membranı gibi dokuları etkilemekle birlikte, görme kaybı fotoreseptör hücrelerin hasarlanması sonucunda gelişmektedir. Makula dışında kalan retina alanları sayesinde, çevresel görme korunur. Bu nedenle makular dejenerasyon tam bir körlüğe yol açmaz, ancak yakın çalışmayı ve okumayı çeşitli optik yardımcı cihazlar olmadan imkânsız hale getirebilir.
YBMD, yaşa bağlı olarak genetik ve çevresel faktörlerin rol oynadığı bir süreç sonrasında gelişir. Retinayı besleyen damarlardaki bazı dejeneratif süreçler, yangısal unsurların açığa çıkması ve retina dokuları yapısal bileşenlerindeki bir takım değişiklikler sonrası gelişir. Bu değişiklikler sonrasında retina pigment epiteli atrofiye gider ve fotoreseptör hücrelerde kayıp meydana gelir.
Yaşa bağlı makula dejenerasyonu (YBMD) erken ve geç evre olarak iki aşamaya sahiptir;
YBMD'nin bu iki tipi, tedavi ve prognoz açısından farklılık gösterir;
Hastaların yaklaşık %80'inde atrofik tip bulunsa da, görme kaybından %80-90 oranında eksüdatif tip sorumludur. Atrofik tipte görme kaybı yıllar içerisinde gelişir. Atrofik tipte, bulguların başlangıcından yaklaşık 10 yıl sonra görme %0,1 seviyesine iner. Eksüdatif tipte ise görme kaybı daha ani olur. Atrofik tipte, retina pigment epitel ve fotoreseptör kaybı vardır; eğer bu değişikliklere, retina altında ve bazen retina içinde yeni damarlar ile birlikte fibrotik oluşumlar eşlik ederse yaş tip YBMD meydana gelir.
Görme kaybı ortalama olarak 75 yaşında ortaya çıkmaktadır. Elli yaşından sonra görülme sıklığında doğrusal bir artış olur. Geç tip YBMD (görme hasarı var), 50 yaşının üzerindekilerin %2'sinde, 65 yaşın üzerindekilerin %0,7–1,4'ünde ve 85 yaşından sonra %11–19 oranında görülür.
Bu hastalıkta damarların oluşumunda yer alan bazı biyolojik aktif maddelere, karşı geliştirilen ilaçlar da yeni yeni klinik uygulamaya geçilmektedir. FDA gözetiminde Faz III çalışmaları tamamlanmış bu ilaçların, klinik kullanımları ile tedavi seçeneklerinde bir artış söz konusu olacaktır.
Nümismatik
Nümismatik veya meskûkât, sikke veya kâğıt para koleksiyonculuğu ve paraları inceleyen çalışma sahası.
Reflü
Reflü, halk arasında "mide reflüsü" olarak bilinen gastro özofageal reflü hastalığı, mide içeriğinin yemek borusuna geri kaçmasıdır. Kronik faranjit ve tipik boğaz rahatsızlığına neden olabilir. Reflü, asitli mide içeriğinin yemek borusuna gelmesi ve uzun süre temas etmesiyle yemek borusunun asitten kendini koruma özelliğinin yok olmasından kaynaklanır. Erişkinlerin yaklaşık %20'sinde reflü görülmektedir.
Mide içeriği, midenin salgıladığı hidrojen iyonu nedeniyle belirgin derecede asittir. Eğer onikiparmak bağırsağından mideye doğru safra geri akımı varsa, mideden yukarı çıkan içerik hem asit hem de safra içerir. Alkali özellikli olan safra da mide asidi gibi yemek borusunun tahrişine neden olur. Reflü hastalığı, asitli ve/veya safralı mide içeriğinin yemek borusuna gelmesi ve uzun süre temas etmesiyle yemek borusunun kendini asitten ve/veya safralı mide içeriğinden koruyamaması nedeniyle oluşur.
Yemek borusunun alt ucunda mide içeriğinin yemek borusuna geçişini engelleyen bir kapak mekanizması vardır. Reflü hastalarında en sık görülen özellik bu mekanizmanın gevşekliğidir. Bu durum sıklıkla mide fıtığıyla birlikte yaşanır. Mide boşalım bozukluğu ya da bozulmuş yemek borusu hareketi bu hastalığı tetikleyen diğer nedenlerdir.
Yemek borusunun alt ucunda mide içeriğinin yemek borusuna çıkmasını engelleyen iki mekanizma vardır.
Gastroösofagial reflü hastalığının ortaya çıkardığı belirtiler çok geniş bir spektruma yayılır. Bu belirtileri genel olarak tipik ve atipik bulgular olarak sınıflandırmak mümkündür. Tipik bulguların hemen hepsi mide-bağırsak sistemiyle ilintili iken; atipik bulgular diğer organ sistemleriyle ilintili yakınmalar oluşturur. Laringofaringeal reflü olarak adlandırılan ve öncelikle kulak-burun-boğaz uzmanlarınca görülen hasta grubunda çoğu kez atipik bulgular belirgindir ve tipik yakınmalar hiç olmayabilir.
Kaval
Kaval, çoban çalgısı olarak bilinen kaval, yörede daha çok şimşir ağacından (nadiren livori, incir ve erik ağacından), altta 1 ve üstte 7 delikli olarak imal edilir. Dilli kaval ve dilsiz kaval olarak adlandırılan iki türü vardır. Dilli kavalın ucunda ses üretimini sağlayan bir düdük bulunur. Dilsiz kaval ise içi boş bir boru olup çalan kişi nefes teknikleriyle istenen sesi çıkarır. Çobanların kavalı üflemesindeki bir amaç, otlanan koyun keçi gibi hayvanların sakin kalması ve sürüden ayrılmamasıdır, bu gelenek halen günümüzde de uygulanmaktadır.
Dilsiz Kaval üflenme teknikleri açısından Ney'e benzer fakat ayrıldığı önemli farklılıklar vardır. Dilsiz kavaldan ses çıkarmak için dudaklar U harfi biçimine getirilir ve çeneye paralel tutulan kaval yüz ekseninden yaklaşık 45 derece sağ ya da sola saptırılarak ses çıkarılmaya çalışılır.
Dilli kavalda ses çıkartmak daha kolay olsa da çalmak için horlatma denilen ve alt-üst çene kemiklerinin de kullanıldığı nispeten kolay bir yöntem uygulamak gerekir. Yapı olarak oldukça basit olan kaval nefese büyük özgürlük tanıdığı için çok değişik üfleme teknikleri geliştirilebilir.
Kavaldan şu şekilde ses elde edilebilir:
1.Dudaklar "tu" sözünün söylendigi sekilde büzülür.
2.Kavalin agızlık kısmı büzülmüş durumdaki dudakların sağ tarafına 2/3 oranında yerleştirilir, sağ elle kavalın alt kısmı sol ellede üst kısmı tutulmalıdır.
3.Nefes (soluk) kavalın ağızlık kısmının içerisine çarptırılacak şekilde fazla abanmadan üflenir.
Başlangıçta ses elde etmek için kavalın tüm perdeleri açık birakılmalıdır. Perdeler parmak boğumlarıyla kapatılır. Kavalda nüanslar değişik şekillerde yapılır. Anadolu'da en yaygın şekil kavalın özellikle uzun tonlarda aşağıdan ağız kısmına doğru sallanmasıyla yapılır, ayrıca nefes şiddetini arttırıp azaltmakla, kafayı hafifçe sallamakla ve perde üzerindeki parmağı hafifçe hareket ettirmekle de değişik şekillerde nüans yapılabilinir.
Kavalın kökeni hakkında değişik görüşler varsa da insanoğlunun en eski çalgılarından olduğu bilinmektedir. Ortadoğu ve orta asyada değişik formlarına rastlanır.
Zurna
Zurna, Türkiye'nin birçok yerinde kullanılan, tahta, metal ve kamış kullanarak yapılan, yüksek sesli, bu yüzden büyük davul ile birlikte çalınan, yine bu yüzden açık havada kullanıma uygun, nefesli saz çeşididir.
Güneydoğu Anadolu Bölgesinin folklorunda genellikle (Mardin'de Gaziantep, Diyarbakır ve Şanlıurfa'nın iç bölgelerinde) ancak mutlaka bas davul eşliğinde kullanılan, ahşap, yedi delikli nefesli bir sazdır.
Mehter takımları ve bunun modern şekli bando mızıka takımlarının eskiden hükümdarların hükümdarlık işareti olarak fermanlarını zurna eşliğinde okutmalarından geliştiği tahmin edilmektedir.
Codex Cumanicus'ta suruna olarak kayıtlı olan enstruman adının Farsça surna kelimesinden ödünç alındığı yaygın kanaattir: "Farsça'da" sur "festival" + nay "kamışlı"
Bununla birlikte Arapça sûr "boynuzdan yapılma büyük boru" + Farsça "kamış" ihtimali de gözden çıkarılmamalıdır. Eski İran dilinde "sur" kelimesi bir boynuz çeşidi olarak kayıtlı olup ikinci ihtimali güçlendirmektedir.
Anadolu'da düğünlerde, askere uğurlama törenlerinde, halk oyunlarında, seyirlik köy oyunlarında davulla birlikte kullanılmaktadır. Anadolu'da şimşir, dişbudak, ıhlamur, kızılcık, ceviz ve ardıç ağacından imal edilen zurna büyüklük ve ses rengine göre kaba zurna, orta kaba zurna ve cura zurna (Zil Zurna) olmak üzere üç çeşittir.
Türkiye'de olduğu gibi Fas'tan |
Çin'e kadar uzanan iklim kuşağındaki her ülkede kullanıldığı da bilinmektedir. Ayrı-ayrı türleri Orta Doğu ve Kafkasya halkları arasında çok geniş yayılmıştır. Eski insan meskenlerinden biri olan Mingeçevir erazisinde yapılmış arxeoloji kazıntılar zamanı maral boynuzundan hazırlanmış dört adet zurna aşkar edilmiştir. Bilim adamlarının hesaplamalarına göre, yüksek zevkle yapılmış bu çalgıların üç bin yıl yaşı vardır.
Esasen erik, ceviz, yabanı söğüt ve dut ağacından yontularak yapılır. Tüm uzunluğu 302–317 mm-dir. Yüzeyinde 7, altında ise 1 oyuk açılır. Gövdesinin baş tarafına maşa takılır. Maşanın görevi çalgının kök kaydseini düzenlemektir. Gövdesinin baş hissesi 20 mm olup, aşağıya doğru genişlenerek 60–65 mm-e ulaşıyor. Zurnanın ağzı tarafında bir delik daha vardır ki, bu da kök üçündür. Bürünç, mis, yahut gümüş plakadan hazırlanmış "mil" maşaya takılır. Esasen kuru yerde bitmiş iki ince, yonulmuş kamışdan özel usulle yapılmış ağızlık 710 mm uzunluğunda olur.
Çalgıçı aleti seslendirmek için ağız boşluğuna yığdığı havanı ağızlıktan düzenle üfler. Sedef, kemik ve bürünçten hazırlanan dairevi makara (dayak) milin yaklaşık orta kısmına, yuvarlak tabaka bağlanılır. Makara, bir tür, dudak için dayak rolünü oynar. Üflenen hava ağızlık, mil ve maşadan geçerek gövdenin içine girer ve alet parmakların yardımıyla gövdedeki oyukları açıp-bağlamakla seslendirilir.
Zurnanın ahengi küçük oktavın "si bemol" sesinden üçüncü oktavın "do" sesine kadardır. Yorumcunun yeteneğinden asılı olarak, birkaç ses de artırmak mümkündür. Bu sesleri Azerbaycan zurnacıları "sefir (büyükelçi) sesler" adlandırır. Zurna, esasen, açık havada geçirilen el şenliklerinde geniş istifade edilir.
Zurnanın boy ve şekil olarak çok çeşitleri vardır. Zurnadan zurnaya küçük değişikliklerle aynı olan özellikleri:
Zurnayı oluşturan parçalar Anadolu terminolojisinde yöresel farklılıklar göstermektedir . :
Baş ve çatal bölümü
zaynak -Ankara
nazik -Abdal
lardaula -Uludağ
çatal -Çankırı
zinak -Diyarbakır
nezik -Gaziantep
fasla -Kırklareli
Boru kısmı
metef -Ankara
metem -Abdal-lar
çığırdan -Uludağ
demir -Çankırı
bülbülük -Diyarbakır
kanel -Kırklareli
lüle -Sivas
Bergama
Bergama, (Yunanca: "Πέργαμος" "Pergamos") İzmir iline bağlı bir ilçedir.
Bergama, İzmir’in kuzeyinde, Bakırçay Havzasında yer alır. Doğuda Kınık ve Manisa, batıda Dikili, güneyde Aliağa, kuzeyde ise Balıkesir ili ile çevrilidir. İl merkezine uzaklığı 103 km’dir. Bergama ekonomisi ağırlıklı olarak tarıma dayalıdır. Verimli Bakırçay Ovası’nda tütün, pamuk, zeytin ve üzüm yetiştirilmektedir. Kozak Yaylası'nda ekonomik getirisi yüksek olan çam fıstığı önemli bir gelir kaynağıdır. Günümüzde özellikle dağ köylerinde arıcılık giderek gelişmekte ve önemli bir geçim kaynağı haline gelmektedir. Tarıma dayalı sanayi de son yıllarda gelişme göstermektedir. İlçede halıcılık ve kilim dokumacılığı gelişmiştir.
Bergama, Türkiye'nin en büyük ilçelerinden biri olup, kendisine toplam 114 köy ve 5 belde bağlıdır. Karesi Beyi tarafından fethedilen Bergama uzun süre Karesi Beyliği egemenliğinde kalmış daha sonra Osmanlı Devleti'ne bağlanmıştır. 1337-1868 arası merkezi Balıkesir olan Karesi Sancağı'na bağlı olan Bergama, 1868-1877 arası merkezi Manisa olan Saruhan Sancağı'na bağlandıktan sonra İzmir Sancağı'na bağlanmıştır.
Özhan Öztürk'ün iddiasına göre Bergama, Hitit dilinde "Yüksek yerleşim/üs", Hitit-Kaşka sınırındaki Argoma (Suluova) ise aynı dilde "sınır yerleşimi/üssü" anlamına gelmektedir.
Yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlı Akdeniz iklimi egemendir. Kışlar çok sert geçmez. Hava sıcaklıkları genel ortalamalar içerisindedir. Rüzgarlar yaz ve kış kuzeyden yıldız, kuzeydoğudan poyraz, kuzeybatıdan karayel şeklinde eser. Lodos ve batı rüzgarları yağmur getirir. Yıllık toplam yağış tutarı 601 mm civarındadır.
Kaynak:
İlçe, Ege Bölgesi'nin kuzeybatısında olup, 39° 07 kuzey enleminde ve 27° 12 doğu boylamında yer almaktadır. Kuzeyinde Madra Dağı, güneyinde Yunt Dağı, dağ silsileleri ile çevrili Bakırçay Havzası'nda kurulmuştur. Bakırçay Ovası'nın uzunluğu 45 km, genişliği yer yer 15–20 km arasında değişmektedir. İlçe merkezinin rakımı 68 metre, Akropol'deki rakımı 331 metredir. İlçenin İzmir'e ve komşu iller olan Manisa, Balıkesir gibi merkezlere olan uzaklığı 100 km civarındadır. İlçenin kuzeyinde Ayvalık, Burhaniye ve İvrindi, doğusunda Soma ve Kınık, güneyinde Manisa ve Aliağa, batısında da Dikili ilçesi bulunmaktadır. Güneybatısında Ege Denizi sahili yer almaktadır. İlçe, merkezi dahil olmak üzere, Zeytindağ, Yuntdağ, Göçbeyli, Turanlı ve Kozak bucakları olarak altı bucağa ayrılmıştır. Kozak bucağı, eskiden Karesi Sancağı'na bağlı bir ilçe idi.
Uzun uğraşlar sonucunda Bergama 22.06.2014 tarihinde Katar'ın başkenti Doha'da düzenlenen toplantının ardından UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne girdi.Türkiye'nin, 2011'de geçici listeye kabul edilen diğer adayı Bergama da bu toplantıyla, "Bergama Çok Katmanlı Kültürel Peyzaj Alanı" dosyasıyla asıl listeye girdi.Bergama UNESCO Dünya Mirası`ne giren 999. miras oldu.
İlçede; 134 ilköğretim, 15 orta öğretim kurumu bulunmaktadır. Bu okullarda 16074 öğrenci eğitim görmekte ve 1012 öğretmen görev yapmaktadır.
Torbalı
Torbalı, İzmir'in 45 km güneydoğusunda yer alan bir ilçesidir.
İsmini antik çağın ünlü şehirlerinden biri olan Metropolis diğer adıyla Triyanna ya da Tripolisten aldığı rivayet edilen Torbalı, tarihin bilinen devirlerinden beri çeşitli uygarlıkların merkezi durumundadır.
Torbalı, Küçük Menderes Havzası'nın verimli toprakları üzerine kurulmuştur. Ephesos (Selçuk), Smyrna (İzmir), Kolophon (Değirmendere), Nation (Ahmetbeyli) ve Nif (Kemalpaşa) antik kentleri arasında kalan bölgede, MÖ 3000 yıllarında ilk yerleşim gerçekleşmiştir.
Metropolis kentiyle birlikte yöreye gelişmiş, MÖ 7. yüzyılda Lydia zamanında en parlak çağını yaşamış, daha sonra da sırasıyla Neolitik, Kalkolitik, Tunç Çağları ile Frigya, Lydia, Pers, Roma ve Bizans dönemlerini, 1071-1317 tarihlerinde Selçuklular ve Aydınoğuları, daha sonraları Osmanlı dönemini yaşamıştır.
Torbalı'nın Türk egemenliğinde bir yönetim birimi statüsü kazanması 1390 yılında Yıldırım Beyazit'ın Şehzadesi Ertuğrul Bey'in vali olarak Aydın'a atanmasıyla başlamış, Torbalı o dönemde İzmir Sancağına bağlı bir yerleşim birimi olarak kayıtlara geçmiştir.
1425 yılından sonra ise Osmanlı yönetimi altına girmiştir.
Birinci Dünya Savaşı'nı müteakiben 15 Mayıs 1919 - 7 Eylül 1922 yılları arasında 40 aya yakın süre işgal altında kalan Torbalı, Kurtuluş Savaşı'nın kazanılması ve Cumhuriyetin ilanı ile birlikte İzmir'in Sancağı olarak kurulmuş, bundan sonra İzmir'e bağlı bir nahiye olmuştur.
Torbalı 26 Haziran 1926 tarih ve 387 sayılı Teşkilatı Mülkiye Kanunu ile, ilçe haline getirilmiş, 1927 yılında ise belediyelik olmuştur.
Torbalı, İzmir'in güneydoğusunda yer alır. İl merkezine uzaklığı 45 km'dir. Kuzeyinde Buca ve Kemalpaşa; doğusunda Tire ve Bayındır; batısında Menderes; güneyinde Selçuk ile çevrelenir. İlçenin yüzölçümü 603 km²'dir. 60 mahallesi bulunmaktadır.
İlçe ekonomisinde sanayi ve tarım çok önemli bir yer tutmaktadır. Seracılık, sebzecilik ve hayvancılık ileri düzeydedir. Torbalı ilçesi 1989 yılından itibaren İzmir'in en büyük sanayi merkezine dönüşmüştür. Alfemo, Merinos, JTI gibi firmalar ilçede fabrika açmış, ayrıca Tukaş, Opel, Chevrolet, Dr Oetker ve Philsa firmaları ise merkezlerini bu ilçeye taşımışlardır. Sanayi üretiminin bölgede çoğalması ile daha önce tarım ve hayvancılık için kullanılan araziler yüzde binler ile ifade edilebilen değer artışları sayesinde sahiplerine büyük kazançlar sağlamıştır. Öncelikle ilçe nüfusu 10 yıllık bir süre içerisinde 24.000'den 140.000'lere tırmanmıştır. İlçe halkının yanı sıra İzmir ve diğer ilçelerden binlerce insan da bu kuruluşlarda çalışmaktadır.
2015 verilerine göre, "Ege'nin 100 büyük sanayi kuruluşu" listesindeki on beş şirket ile "Türkiye'nin en büyük 500 sanayi kuruluşu" listesindeki beş şirket Torbalı merkezlidir.
İlçede 46 ilköğretim okulu, 9 ortaöğretim kurumu bulunmakta; 21.309 öğrencinin eğitim gördüğü bu okullarda 1.193 öğretmen görev yapmaktadır.
İlçede 1 devlet hastanesi, 1 özel hastane, 1 özel tıp merkezi, 9 sağlık ocağı, 10 sağlık evi, 1 ana çocuk sağlığı merkezi, 1 verem savaş dispanseri hizmet vermektedir.
Torbalı, İzmir'e 45 km uzunluğunda çift hatlı demiryolu ile bağlıdır. İzmir-Aydın otoyolu karayolu ulaşımı hızlandırmıştır. Adnan Menderes Havalimanı'na ve Ege Serbest Bölgesi'ne 30 km uzaklıktadır. Karabel Geçidi üzerinden, Kemalpaşa-Ankara karayoluna bağlantısı vardır. Bu olanaklar, son yıllarda, ilçeyi sanayi yatırımları açısından önemli bir çekim noktası haline getirmiştir. Banliyö treni hattı İZBAN, 6 Şubat 2016'da Torbalı'ya uzatılmıştır.
Dışişleri bakanlığı
Dışişleri bakanlığı, bir ülkenin diğer ülkelerle ve uluslararası örgütlerle olan ilişkilerini yürütmek ve düzenlemekle görevli olan bakanlığıdır. Dış ülkeler ile ilgili gelişmeleri takip eder. Dış ülkelerle ilgili ilişkileri kontrol altına alır, düzenler iyi olmasını sağlar. Görevini eksiksiz olarak yerine getirmezse ülkeler arası anlaşmazlık ve çatışmalar çıkabilir.
Macintosh
Macintosh, kısaca Mac olarak bilinen ve adını MacIntosh Apple türünden alan, kişisel bilgisayar üreten Apple Computer Inc.'in bir ürünüdür. Ürün yelpazesi 1984 yılında başlamış ve piyasada fare ve grafik arayüz kullanan ilk başarılı bilgisayar serilerinden biri olmuştur. Bu başarıdan dolayı, 1986 yılından itibaren şirketin Lisa, Apple II, Apple III gibi yelpazeleri sonlandırılıp tüm bilgisayarları Macintosh serisi altında toplanmıştır.
PowerPC mimarisini kullandığı 1994-2005 yılları arasında x86 sınıfı bilgisayarlardan ayrılan en önemli özelliği RISC (Reduced Instruction Set Computer) mimarisiydi.
Macintosh serisi bilgisayarlar, genellikle Apple'in kendi ürünü olan Mac OS işletim sistemini kullanır. Mac OS, kendi içinde Mac OS Classic (1984-2001/1.0-9.2.2) ve Mac OS X (2001-/10.1--) olarak ikiye ayrılır. İki işletim sistemi birbirinden bağımsızdır ve Mac OS X, Classic |
altında çalışan yazılımları Classic (Mac OS X) adı verilen bir yazılım ile çalıştırmaktadır; ama Classic desteği, Apple'in Macintosh serisinde Intel işlemcileri kullanması ile bitmiştir ve günümüzde sadece PowerPC sahibi Macintoshlar Classic yazılımlarını çalıştırabilmektedir.
Ayrıca 8 Haziran 2015'te MAC OS X'in son sürümü olan El Capitan(10.11) piyasaya sürülmüş ve daha önceki sürümlerin aksine son kullanıcılara ücretsiz olarak sunulmuştur.
Intel işlemcili Macintoshlar, Boot Camp adı verilen bir yazılım sayesinde Microsoft Windows işletim sistemi de kullanabilmektedir. Yazılım, Windows XP SP2, Windows Vista, Windows 7 ve Windows 8 desteği ile işletim sisteminin Macintoshlarda rahatlıkla çalışabilmesi için gerekli sürücüleri de yüklemektedir.
Macintoshlarda çalışabilen başka bir işletim sistemi ise yine Apple'in kendi ürünü olan A/UX işletim sistemidir. İşletim sistemi Macintosh II, Macintosh Quadra ve Macintosh Centris serisi Macintoshlarda UNIX çalıştırılabilmesi ve ayrıca Mac OS işletim sisteminin arayüzünü koruma amacıyla, 1988 yılında piyasaya sürülmüştür. Sistem fazla tutmamış ve PowerPC işlemci serisine uyarlanmadan 1995 yılında geliştirilmesi durdurulmuş ve piyasadan kaldırılmıştır.
Macintosh serisi bilgisayarlarda, çeşitli Linux sürümlerinin çalıştırlabilmesi mümkündür. Bunlardan belki de Macintosh için en ünlüsü MkLinux işletim sistemidir. Sistem 1996 yılında OSF Research Institute ve Apple C tarafından yapılmıştır.
iApps, Apple'ın genelde Macintosh bilgisayarları ile birlikte dağıttığı veya iLife veya iWork gibi yazılım paketleri ile satışa sunduğu yazılımlara denir. Bu yazılımlar, iTunes dışında, sadece Mac OS X altında çalışmaktadır.
"Bazı iApps türü uygulamalar:"
Şu anda üretimde olan bütün Macintosh serisi bilgisayarlar Intel x64 işlemcileri kullanmaktadır. Bu bilgisayarlar standard olarak minimum 4 GB hafıza içermektedirler. Macintoshlar, Combo Drive (DVD okuyucu ve CD yazıcı) veya SuperDrive (DVD ve CD yazıcı) ile gelmektedir. Güncel Macintoshlar, veri transferi için USB, FireWire ve Thunderbolt portlarını kullanmaktadırlar.
Orijinal Macintosh, Macintosh 128k, 8 MHz hız ile çalışan Motorola 68000 işlemcisi ile üretilmiştir. Macintoshlarda kullanılan işlemciler doksanlı yılların başında kendini PowerPC, ve 2005 yılında ise Intel x86 işlemcilerine bırakmıştır.
İlk çıkan Macintosh'lar, harddisk veya disket okuyucular için Apple'ın özel olarak hazırlanmış seri portunu kullanmaktaydı. Bu daha sonra kendisini Macintosh Plus'ın piyasaya sürülmesi ile SCSI'ye bırakmıştır.
Klavye, fare gibi aygıtlar için, Macintosh II ile beraber Apple Desktop Bus(ADB) portu kullanılmaya başlanıldı. 1998 yılında iMac'in piyasaya sürülmesi ile birlikte, Apple, "ADB" yerine USB kullanmaya başladı. ADB portuna sahip olan son Macintosh, 1999 yılında piyasaya sürülen PowerMac G3 (B&W) oldu. Bu Macintosh ADB ile birlikte USB'yi destekleyen ilk ve tek Macintosh'du.
Türk Matematik Derneği
Türk Matematik Derneği
1948 yılında kurulmuş olan ve kamu yararına çalışan bir dernek olan Türk Matematik Derneği’nin amacı matematikle ilgili bilim dallarının gelişmesini ve yurt içinde yaygınlaşmasını sağlamak, ekonomik, sosyal ve teknolojik alanlarda matematiğin ve matematikçinin katkısını arttırmak, orta ve yüksek öğretimde matematik eğitiminin çekiciliğini, düzeyini ve etkinliğini yükseltmektir. Türk Matematik çekiciliğini, düzeyini ve etkinliğini yükseltmektir. Türk Matematik Derneği, Türkiye'yi Uluslararası Matematik Birliği'nde (IMU) ve Avrupa Matematik Derneği'nde (EMS) temsil etmektedir. Türk Matematik Derneği Ankara Şubesi 1999'da kurulmuştur
1948 yılında kurulmuş olan ve kamu yararına çalışan bir dernek olan Türk Matematik Derneği’nin amaçları arasında matematikle ilgili bilim dallarının gelişmesini ve yurt içinde yaygınlaşmasını sağlamak, ekonomik, sosyal ve teknolojik alanlarda matematiğin ve matematikçinin katkısını arttırmak, orta ve yüksek öğretimde matematik eğitiminin çekiciliğini, düzeyini ve etkinliğini yükseltmek vardır. Dernek, o dönemde İstanbul ve İstanbul Teknik Üniversitelerinde görev yapan aşağıdaki değerli bilim adamları tarafından kurulmuştur:
Saklambaç (anlam ayrımı)
Saklambaç, bir tür çocuk oyunudur. Ayrıca şu anlamlara gelebilir,
Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı
Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, Türkiye Cumhuriyeti hükûmetine bağlı olarak çalışan ve dış ilişkilerden sorumlu olan bakanlık. Türkiye'nin diğer ülkeler ve uluslararası örgütlerle olan ilişkilerinin yürütülmesinden sorumlu olan bakanlığın başında şu an Mevlüt Çavuşoğlu bulunmaktadır.
19. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti'nin dış işleri Reis-ül Küttabın yönetiminde idare edilmekteydi. Ancak Reis-ül Küttap aynı zamanda devlet yazışmalarını yapmak ve Devletin ana kayıtlarını tutmak gibi başka görevler de üstlenmişti. 1793’te III. Selim döneminde ilk sürekli Büyükelçilik Londra’da açılmış ve Yusuf Agah Efendi ilk sürekli Osmanlı Büyükelçisi olarak atanmıştır. Böylece Osmanlı Devleti de sürekli temsil ve karşılıklılık esaslarına dayalı diplomasiyi uygulamaya başlamıştır. Avrupa ülkelerinde görev yapan Osmanlı Büyükelçileri, ikili ilişkilerin yürütülmesine ek olarak atandıkları ülkelerle ilgili bilgiler aktarmak suretiyle İmparatorluğun Batılılaşma ve reform sürecini hızlandırıcı rol oynamış, devlette modernleşmenin öncüleri olmuşlardır.
Reis-ül Küttaplık sisteminin günün diplomatik ihtiyaçlarına ve koşullarına uygun olarak yapılandırılması çerçevesinde II. Mahmut döneminde önce Tercüme Odası kurulmuştur. 1835 yılında ise Padişah, harici işlerin çok artmış ve önem kazanmış olması sebebiyle, Reis-ül Küttaplık makamını nezaret seviyesine yükseltmiştir. Son Reis-ül Küttap Yozgatlı Akif Efendi, müşirlik rütbesiyle ilk Umur-ı Hariciye Nazırı yapılmıştır.
Cumhuriyet dönemi dış politikamızın temelleri Milli Mücadele yıllarında atılmıştır. 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışının hemen ardından oluşturulan ilk Milli Hükûmetle birlikte “Hariciye Vekaleti” de 2 Mayıs 1920 tarihinde resmen kurulmuş ve başına Bekir Sami Bey getirilmiştir. Son derece kısıtlı imkânlarla kurulan Hariciye Vekaleti, Milli Mücadele döneminde dış temasların artan yoğunluğuyla birlikte, tüm zorluklara rağmen özverili biçimde görev yapmış ve Lozan’a giden süreçte önemli rol oynamıştır.
Cumhuriyetin kurulmasının ardından Hariciye Vekaleti, hem iç seçimi hem de dış seçimi teşkilatını geliştirmeye başlamıştır. 1927 yılında Hariciye Vekaleti teşkilatına dair ilk kapsamlı hukuki düzenleme yapılmış ve 1154 sayılı Kanun’la Bakanlığımızın günümüzdeki yapısının temelleri atılmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923 yılında kuruluşundan bu yana büyük önder Atatürk’ün görüş ve ilkeleri Türk Dış politikasının yürütülmesinde rehber olmuş, “Yurtta barış, dünyada barış” özdeyişi Türk Dış Politikasının temel hedefini oluşturmuştur. Bu doğrultuda Türkiye, 1930’lu yıllardan itibaren aktif ve barışçı bir dış politika izleyegelmiştir. Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’nın içine çekilmesi ve bunun ülkeye getireceği yıkım, tüm baskılara rağmen ülkenin çıkarlarını gözeten etkin bir diplomasi sayesinde engellenmiştir.
II. Dünya Savaşı sonrasında oluşan uluslararası ortam, Türk Dış Politikasını ve dolayısıyla Bakanlığın yapısını ve faaliyetlerini de önemli ölçüde şekillendirmiştir. 1945 sonrasında artan dış iktisadi ilişkiler ve uluslararası ekonomik kuruluşların yaygınlaşmasıyla birlikte bu alandaki çıkarların gözetilmesi de anılan Bakanlığın uhdesine alınmıştır.
Aynı şekilde 1945 sonrası giderek yaygınlaşan uluslararası siyasi ve ekonomik işbirliği ve örgütlenme çabalarına uygun olarak, ikili ilişkilerin yürütülmesinin yanı sıra Bakanlığın işlevleri arasında çok taraflı siyasi ve ekonomik işler de ağırlıklı bir yer almıştır. Çok taraflı diplomasi faaliyetlerinin ve uluslararası örgütlerin çoğalması çerçevesinde daimi temsilciliklerin sayısı da arttırılmıştır.
II. Dünya Savaşı sırasında kapanmak zorunda kalan dış misyonların yeniden açılması ve buna yeni misyonların ve anılan daimi temsilciliklerin de eklenmesiyle birlikte 1950’li yıllardan itibaren Bakanlık dış teşkilatı önemli ölçüde büyümüştür.
1970’li yıllarla birlikte dış teşkilatta görevli memurları hedef alan planlı ve organize Ermeni terörizmi yaşanmıştır. Ermeni örgütü ASALA’nın gerçekleştirdiği suikastlere, Yunanistan’da faaliyet gösteren 17 Kasım örgütüne hedef olan Türk diplomat ve görevlilerimiz de eklendiğinde, Dışişleri şehitlerimizin sayısı beşi Büyükelçi olmak üzere 39’u bulmaktadır.
Soğuk Savaşın bitişiyle birlikte Bakanlıkta önemli gelişmeler yaşanmış ve teşkilat şemasında yapısal değişiklere gidilmiştir. Bu dönemde ortaya çıkan yeni devletlerle birlikte dış misyonların sayısı artmıştır. Öte yandan, 1990’larda Türkiye'nin içinde bulunduğu coğrafyada yaşanan değişim, Türk Dış Politikası açısından çeşitli risk ve fırsatları beraberinde getirmiş ve ülkenin bu hassas coğrafyada barış, istikrar ve refahın sağlanması yönündeki önemini ve görevlerini daha da arttırmıştır.
1924 yılında 39 dış temsilciliğe sahip olan Türkiye Cumhuriyeti, bugün yurtdışında 219 misyonla temsil edilmektedir. Bu dış misyonların 93’ü Büyükelçilik, 11’i Daimi Temsilcilik ve 58 tanesi Başkonsolosluk’tur.
Kütle çekimi
Kütle çekimi ya da çekim kuvveti, kütleli her şeyin gezegenler, yıldızlar ve galaksiler de dahil olmak üzere birbirine doğru (ya da birbirine doğru çekildiği) hareket ettiği doğal bir fenomendir. Enerji ve kütle eşdeğer olduğu için ışık da dahil olmak üzere her türlü enerji kütleçekimine neden olur ve onun etkisi altındadır.
Dünya'da, kütleçekimi, fiziksel nesnelere ağırlık verir ve okyanus gelgitlerine neden olur. Evrendeki orijinal gaz halindeki maddenin çekimi, orijinal gaza benzer maddeyi bir araya getirerek yıldızlar oluşturmaya ve yıldızların galaksilere birleştirilmesine, dolayısıyla kütleçekiminin Evrendeki büyük ölçekli yapıların çoğundan sorumlu olmasına neden olmuştur.
Kütleçekimi, sonsuz bir aralıkta bulunurken, uzaktaki nesneler üzerindeki etkileri gittikçe daha zayıf hale gelmektedi |
r. Kütleçekimi, kütleçekimini bir kuvvet olarak değil, kütlenin / enerjinin düzensiz dağılımının yol açtığı uzay-zaman eğriliğinin bir sonucu olarak tanımlayan genel görelilik teorisi (1915'de Albert Einstein tarafından önerildi) tarafından açıklanmaktadır.
Uzay zamanının bu eğriliğinin en uç örneği, hiçbir şeyin, ışığın bile, ufkuna girdikten sonra kara delikten kaçamamasıdır. Daha fazla kütleçekimi çekim kuvveti zaman dilatasyonuyla sonuçlanır, burada zaman daha yavaş (daha güçlü) bir kütleçekimi potansiyeline daha yavaş geçer. Bununla birlikte, çoğu uygulama için, kütleçekimi, kütleçekiminin neden olduğu varsayılan Newton'un evrensel çekim yasasıyla anlatılır.
İki cisim kütlesinin çekim kuvvetinin kitlelerinin çarpımı ile doğru orantılı olduğu ve aralarındaki mesafenin karesi ile ters orantılı olduğu matematiksel bir ilişkiye göre birbirlerine doğrudan çekilen (veya çekilen) bir kuvvet. Kütleçekimi, doğanın dört temel etkileşiminin en zayıf yönüdür. Kütleçekimi kuvveti, güçlü kuvvetten yaklaşık 1038 kat daha zayıf, elektromanyetik kuvvetten 1036 kat daha zayıf ve zayıf kuvvetten 1029 kat daha zayıftır.
Sonuç olarak, kütleçekimi, atom altı parçacıkların davranışı üzerinde önemsiz bir etkiye sahiptir ve günlük maddenin iç özelliklerini belirleme konusunda rol oynamaz (ancak kuantum çekim kuvvetine bakınız). Öte yandan, kütleçekimi, makroskopik ölçekte egemen etkileşimdir ve astronomik cisimlerin oluşum şekli ve yörüngesinin (yörünge) sebebidir.
Kütle çekimi dünya ve evren boyunca gözlemlenen çeşitli olaylardan sorumludur. Örneğin, Dünya ve diğer gezegenlerin Güneş'in yörüngesinde, Ay'ın Dünyanın Yörüngesinde olmasına gelgitlerin oluşumuna, Güneş Sistemi'nin oluşumuna ve evrimine, yıldızlara ve galaksilere neden olur. Planck döneminde (Evrenin doğumundan 10-43 saniye sonrasına kadar) geliştirilen, muhtemelen kuantum kütleçekimi, süper gravite veya kütleçekimi tekilliği biçimindeki evrende kütleçekiminin en eski örneği, muhtemelen bir sahte vakum, kuantum vakumu veya sanal parçacık gibi ilkel bir durumdan bilinmeyen bir biçimde meydana gelmiştir. Bu nedenle, kısmen her şeyin teorisinin araştırılması, genel görelilik teorisinin ve kuantum mekaniğinin (veya kuantum alan teorisinin) kuantum kütleçekimine birleştirilmesi bir araştırma alanı haline gelmiştir.
Modern Avrupalı düşünürler haklı olarak kütleçekimi teorisinin geliştirilmesi ile bağlantı kuruyorsa da, kütleçekimi kuvvetini belirleyen önceden var olan fikirler vardı. İlk açıklamalardan bazıları, Dünya döndüğünde nesnelerin neden düşmediğini açıklamak için kütleçekim kuvvetini belirleyen Aryabhata gibi erken matematikçi astronomlardan geldi.
Daha sonra, Brahmagupta'nın eserleri bu kuvvetin varlığına değinmişti.
Kütleçekimi kuramıyla ilgili modern çalışmalar, Galileo Galilei'nin 16. yüzyılın sonu ve 17. yüzyıl başlarındaki çalışmaları ile başladı. Galileo, Pisa Kulesi'nden topları atan meşhur (muhtemelen apokrif deneyinde) eğilimleri düşen eğik top ölçümleri ile, kütleçekimi ivmesinin tüm nesneler için aynı olduğunu gösterdi.
Bu, Aristo'nun daha ağır nesnelerin daha yüksek bir kütleçekimi ivmesi olduğuna olan inancından ciddi bir sapmaydı. Galileo, bir atmosferde daha az kütleye sahip nesnelerin daha yavaş düşebileceği için hava direnci olduğunu öne sürdü. Galileo'nun çalışmaları Newton'un kütleçekimi kuramının formülasyonu için gerekli altyapıyı hazırladı.
Sir Isaac Newton, 1642'den 1727'ye kadar yaşayan İngiliz fizikçi. 1687'de İngiliz matematikçisi Sir Isaac Newton Principia'yı yayınladı ve evrensel çekim kuvvetinin ters kare yasasını hipotez haline getirdi. Kendi sözleriyle, "Gezegenleri küreler içinde tutan güçlerin karşılıklı olarak etraflarındaki merkezlerden uzaklıklarının kareleri olması gerektiği ve dolayısıyla ayı Orb'da tutmak için gereken kuvveti karşılaştırdıklarını dile getirdim Yeryüzündeki kütleçekimi kuvveti ile neredeyse tümüyle cevabını buldular. "
Denklem şudur:
formula_1
F kuvveti olduğunda, m1 ve m², etkileşen nesnelerin kütleleridir; r, kütle merkezleri arasındaki uzaklıktır; G, kütleçekimi sabitidir.
Newton'un teorisi, diğer gezegenlerin eylemleri tarafından hesaplanamayan Uranüs hareketlerine dayalı Neptün varlığını öngörmek için kullanıldığında en büyük başarısını elde etti. Hem John Couch Adams hem de Urbain Le Verrier tarafından yapılan hesaplar gezegenin genel konumunu ve Le Verrier'in hesaplamaları Johann Gottfried Galle'in Neptün'ü keşfetmesine neden olan hesaplamalardı. Cıva yörüngesindeki bir tutarsızlık, Newton'un teorisindeki kusurları belirtti.
19. yüzyılın sonlarına doğru, yörüngesinin Newton'un teorisine göre açıklanamayan hafif dalgalanmalar gösterdiği biliniyordu, ancak başka rahatsız edici bir cisim (Güneş'i Merkür'den bile daha yakın bir gezegen gibi) aramıştı. Konu, Albert Einstein'ın yeni genel görelilik teorisi tarafından Merkür'ün yörüngedeki küçük tutarsızlıktan sorumlu olan 1915'te çözüldü.
Newton'un teorisi Einstein'ın genel göreliliğiyle değiştirilirken, modern, göreceli olmayan kütleçekimi hesaplamaları, Newton'un teorisini kullanarak yapılmaya devam etmektedir çünkü daha basit bir şekilde çalışılmaktadır ve yeterince küçük kütleler, hızlar ve enerjiler içeren çoğu uygulama için yeterince doğru sonuçlar verir.
Galileo, Loránd Eötvös ve Einstein gibi bir dizi araştırmacı tarafından araştırılan eşdeğerlik ilkesi, tüm nesnelerin aynı şekilde düştüğü ve kütleçekiminin etkilerinin ivme ve yavaşlamanın bazı yönlerinden ayırt edilemez olduğunu ortaya koymaktadır. Zayıf eşdeğerlik prensibini test etmenin en basit yolu, farklı kütlelerin veya kompozisyonların iki nesnesini vakumda bırakıp aynı anda zemine çarpıp vurmadıklarını görmektir.
Bu tür deneyler, diğer kuvvetlerin (hava direnci ve elektromanyetik etkiler gibi) önemsiz olduğu durumlarda tüm nesnelerin aynı hızda düştüğünü göstermektedir. Daha sofistike testler Eötvös tarafından icat edilen bir torsiyon dengesini kullanıyor. Uzayda daha doğru deneyler için uydu deneyleri, örneğin STEP, planlanmaktadır.
Eşdeğerlik ilkesinin formülleri şunları içerir:
Genel görelilikte, kütleçekiminin etkileri, bir kuvvet yerine uzay-zaman eğriliğine atfedilir.
Genel görelilik için başlangıç noktası, serbest düşüşe atalet hareketi eşlik eden eşdeğerlik ilkesidir ve serbest düşen atalet nesneleri yerdeki atıl olmayan gözlemcilere göre hızlandırılmış olarak tanımlar. Bununla birlikte, Newton fiziğinde, nesnelerden en az birisi bir kuvvet tarafından işletilmedikçe böyle bir ivme oluşabilir.
Einstein, uzay zamanının madde tarafından kıvrıldığını ve serbest düşen cisimlerin kavisli uzayda yerel düz yol boyunca ilerlediğini önermişti. Bu düz yollara jeodezik denir. Newton'un hareket ilk yasası gibi, Einstein'ın teorisi, bir cisim üzerine bir kuvvet uygulanıyorsa, bir jeodezikten sapacaktır. Mesela, Dünya'nın mekanik direnci üzerimizde yukarı doğru bir kuvvet uyguladığından ayakta dururken jeodezik çalışmaları izlemiyoruz; bunun sonucu olarak yeryüzünde eylemsiz durumdayız. Bu, uzayda jeodeziklerin birlikte hareket etmenin neden atalet olarak kabul edildiğini açıklar.
Einstein alan denklemlerinin başlıca çözümleri şunlardır:
Genel göreliliğin testleri şunlardır:
Genel göreliliğin keşfini takip eden on yıllarda, genel göreliliğin kuantum mekaniği ile uyumsuz olduğu görülmüştür. Diğer temel kuvvetlerde olduğu gibi kütleçekimini de kuantum alan teorisi çerçevesinde açıklamak mümkündür. Burada, kütleçekiminin çekimsel kuvvetinin, tıpkı sanal fotonların değiş tokuş edilmesi yolu ile elektromanyetik kuvvetlerin açığa çıkması gibi, sanal gravitonların alışverişi sırasında ortaya çıktığı düşünülür. Bu açıklama, genel göreliliği klasik limitte ortaya çıkarır. Ancak, bu yaklaşım, Planck uzunluğu ölçeğindeki kısa mesafelerde başarısızdır. Bu ölçeğe inildiğinde, kuantum çekiminin daha eksiksiz bir teorisine (veya kuantum mekaniğine daha yeni bir yaklaşıma) ihtiyaç bulunmaktadır.
Bütün gezegensi cisimler kendi kütleçekimsel alanları ile çevrelenmişlerdir. Bu alanlar, Newton fiziği kullanılarak bakıldığında, bütün cisimler üzerinde çekim gücü uyguluyor olarak tarif edilebilirler. Küresel olarak simetrik bir gezegen varsaydığımızda, bu alanın, gezegensi cismin yüzeyinin üzerindeki herhangi bir noktadaki gücü, cismin kütlesi ile doğru orantılı, cismin merkezine olan uzaklığın karesi ile ters orantılıdır.
Yer çekimsel alanın kuvveti, etkisi altındaki cisimlerin ivmelenmesine sayısal olarak eşittir. Dünya’nın yüzeyi yakınındaki düşen cisimlerin ivmelenme oranları yüksekliğe, dağlar ve tepeler ve belki sıra dışı oranda yüksek veya düşük yüzey altı yoğunluğuna bağlı olarak çok düşük miktarlarda değişkenlik gösterir. Ağırlıklar ve uzunluklar ile ilgili olarak Uluslararası Ağırlıklar ve Uzunluklar Bürosu tarafından standart bir kütleçekimi değeri tanımlanmıştır. Bu değer Uluslararası Birimler Sistemi altında belirtilmektedir.
Standart kütleçekimi g ile gösterilir ve değeri g = 9.80665 m/s2 (32.1740 ft/s2) ‘dir.
Bu 9.80665 m/s2’lik değer, Uluslararası Ağırlıklar ve Uzunluklar Komitesi tarafından ilk seferinde benimsenmiş olan değerdir. 1901 yılında yapılan ölçüme dayanan bu bilgi, her ne kadar 10 binde beş oranında fazla yüksek olduğu gösterilmiş olsa da, halen standart değer olarak kullanılmaya devam etmektedir. Bu değer meteorolojide kullanılmaya devam edilmiştir ve bazı standart atmosferlerde, her ne kadar asıl değer 45 derece 32 dakika 33 saniye olsa da, 45 derecelik enlemdeki değer olarak kabul edilmektedir.
Bu, G için standart değeri baz alırsak ve hava direnci ihmal edersek, Dünya’nın yüzeyinde serbest bir biçimde düşen bir nesnenin, düştüğü her saniye için 9.80665 m/s (32.1740 ft/saniye) hızlanacağı anlamına gelmektedir. Böylece, durağan konumdan harekete geçen bir cisim, bir saniye sonunda 9.80665 m/s (32.1740 ft/saniye) hıza ulaşacaktır. Bu hız, ikinci saniye sonunda yaklaşık 19.62 metre/saniye (64.4 ft/s) olacak ve bu şekilde, sonrasında geçen her saniye içim hıza 9.80665 m/s (32.1740 ft/saniye) eklenecektir. Ayrıca, yine hava sürtünmesini ihmal ettiğimizde, ayn |
ı yükseklikten bırakıldığı takdirde herhangi ve bütün cisimler yere aynı anda çarpacaklardır.
Newton’un üçüncü kanununa göre, düşen bir cisme uyguladığı kuvvetin aynısını kendisi de aynı büyüklükte fakat tam tersi yönde hissetmektedir. Bu, iki cisim birbirleri ile çarpışıncaya kadar, Dünya’nın da cisme doğru ivmelendiği anlamına gelmektedir. Dünya’nın kütlesi devasa olduğundan, bu tersine yönlü kuvvet ile Dünya üzerinde oluşan ivmelenme, nesnenin yaşadığı ivmelenmenin yanında çok küçüktür. Eğer nesne Dünya ile çarpıştıktan sonra sekmezse, bu sefer her biri diğerine itici bir temas kuvveti uygulayacak ve bu kuvvet çekim kuvvetini dengeleyerek daha fazla herhangi bir hareket olmasını engelleyecektir.
Dünya üzerindeki kütleçekimi kuvveti iki kuvvetten kaynaklanır (bu iki kuvvetin vektörel toplamıdır): a) Newton’un evrensel yasaları uyarınca uygulanan kütleçekimsel çekim b) merkezkaç kuvveti; bu kuvvet, dünyaya bağlı dönen bir referans noktası almamızdan kaynaklanmaktadır. Yer çekimi kuvveti, ekvatorda en düşük düzeydedir. Bunun iki nedeni vardır: Birincisi, ekvatorun üzerindeki noktalar, Dünya’nın merkezine en uzak noktalardır. İkincisi ise, merkezkaç kuvvetinin en güçlü biçimde hissedildiği yerin Ekvator olmasıdır. Yer çekimi kuvveti enlemin artması ile birlikte ekvator çizgisi üzerindeki 9.780 m/s2’lik değerinden kutuplar üzerindeki 9.832 m/s2’lik değere doğru artar.
Sabit bir kütleçekimsel çekim kuvveti varsayımı altında, Newton’un evrensel çekim kuvveti kanunu, "F=mg" formülüne indirgenir. Burada m, cismin kütlesi, g ise Dünya üzerindeki ortalama büyüklük değeri 9.81m/s2 olan sabit bir vektördür. Ortaya çıkan kuvvete cismin ağırlığı denir. Kütleçekiminden kaynaklanan ivmelenmeye bu g değerine eşittir. Başlangıçta durağan olan bir cisim, serbest bırakıldığı takdirde, serbest düşüş sırasında geçirdiği zamanın karesi ile orantılı bir biçimde yol alır. Sağda görülen resimde, yarım saniyelik süre zarfında stroboskopik flaş kullanılarak saniyede 20 flaş hızı ile çekilmiştir. Saniyenin ilk 20’de 1’lik kısmında, düşen top bir birim mesafe kat etmektedir (burada, bir birim mesafe yaklaşık 12 milimetredir). İkinci 20’de 1’lik süre sonunda, cisim toplamda 4 birim düşmüş olmakta ve bu hızlanma üçüncü 20’de 1’lik saniyede 9 birim şeklinde devam etmektedir.
Aynı sabit kütleçekimi varsayımları altında, h yüksekliğinde duran bir cismin potansiyel enerjisi "Ep= mgh (veya Ep=wh, w=ağırlık)" ‘tır. Bu gösterim, Dünya’nın yüzeyine olan mesafe olan h’ın yalnızca çok kısa olduğu mesafeler için geçerlidir. Benzer şekilde, ilk hız v ile fırlatılan bir cismin ulaşabileceği en büyük yüksekliğin gösterimi de formula_2 küçük yükseklikler ve küçük başlangıç hızları için geçerlidir.
Yer çekimi içerisinde bulunduğumuz Samanyolu Galaksisini oluşturan yıldızlara etki eder
Newton’un kütleçekimi kanunlarının uygulanması, Güneş Sistemi’ndeki gezegenler, Güneş’in kütlesi, kuvasarların detayları ve hatta karanlık maddenin varlığı hakkında bile bugün sahip olduğumuz detaylı bilginin çoğunun kaynağını oluşturmaktadır. Her ne kadar ne bütün gezegenlere ne de Güneş’e yolculuk etmemiş olsak da, bunların kütlelerini biliyoruz. Bu kütleler, kütleçekimi kanunlarının yörüngenin ölçülen karakteristiklerine uygulanması yolu ile elde edilmektedirler. Uzayda bir cisim, ona etki eden kütleçekimi nedeniyle yörüngesini muhafaza eder. Gezegenler, yıldızların yörüngesinde dolanır, yıldızlar ise galaktik merkezlerin çevresinde dolanırlar. Galaksiler, yığınların ortasındaki ağırlık merkezinin çevresinde dolanırlar ve yığınlar da süper yığınların yörüngesindedirler. Bir cisim üzerine diğer bir cisim tarafından etki eden kütleçekimi kuvveti, bu cisimlerin kütlelerinin çarpımı ile doğru orantılı ve aralarındaki mesafenin karesi ile ters orantılıdır.
Muhtemelen kuantum çekimi, süper çekim veya kütleçekimsel tekillik şeklindeki en erken kütleçekimi, uzay ve zaman ile birlikte, Evren’in başlangıcını takip eden 10-43 saniyelik bir süre olan Planck evresinde ortaya çıkmıştır. Daha öncesinde ise Evren’in sahte vakum, kuantum vakumu veya sanal parçacık gibi daha ilkel bir düzeyde olduğu düşünülmekte fakat Planck evresine nasıl geçiş yaptığı bilinmemektedir.
Genel göreliliğe göre, kütleçekimi radyasyonu, uza-zamanın osilasyonu gösterdiği yerlerde ortaya çıkar. Bu, birbirinin çevresinde yörüngeye girmiş cisimlerde görülür. Güneş sistemi tarafında yayılan kütleçekimsel radyasyon ölçülemeyecek kadar küçüktür. Ancak, ikili pulsar sistemlerde zaman içerisinde oluşan enerji kaybı olarak kütleçekimi radyasyonunun dolaylı gözlemi yapılabilmiştir. PSR B1913+16 bu tip pulsarlara bir örnektir. Nötron yıldızı birleşmelerinde ve kara delik oluşumlarının da tespit edilebilir büyüklükte kütleçekimi radyasyonu oluşturabileceği düşünülmektedir. Lazer İnterferometre Kütleçekimsel Dalga Gözlemevi (LIGO) gibi kütleçekimsel radyasyon gözlem evleri, bu problem üzerinde çalışmak üzere inşa edilmişlerdir. 2016 yılının Şubat ayında, Gelişmiş LIGO takımı kara deliklerin çarpışmasından doğan kütleçekimsel dalgaları keşfettiklerini açıkladılar. 14 Eylül 2015 tarihinde LIGO, dünyadan 1.3 milyar ışık yılı uzaklıktaki iki kara deliğin çarpışmasından doğan kütleçekimi dalgalarını ilk kez kayıt etti. Bu gözlemler, Einstein ve diğerlerinin, bu tip dalgaların var olduğuna ilişkin teorik tahminlerini teyit etmiştir. Olay aynı zamanda ikili kara delik sistemlerinin varlığını da göstermiş ve kütleçekiminin doğasının, Büyük Patlama ve sonrası dahil evrendeki olayların anlaşılmasına yönelik olarak pratik gözlemlerin de önünü açmıştır.
2012 yılının Aralık ayında, Çin’deki bir araştırma ekibi, dolunay ve yeni ay boyunca oluşan Dünya’nın gelgitleri arasındaki faz gecikmesini bulduğunu açıkladı. Bu sonuçlar, kütleçekiminin hızının ışık hızı ile aynı olduğunu gösteriyordu. Bunun anlamı şudur; eğer güneş bir anda ortadan kaybolacak olsa, dünya, ışığın bu mesafeyi kat etmesi için gereken süre olan 8 dakika daha normal bir şekilde yörüngesinde kalacaktır. Takımın bulguları Şubat 2013 tarihli Çin Bilim Bülteni’nde yayınlanmıştır.
Mevcut teori ile açıklanamayan bazı gözlemler de bulunmaktadır. Bu gözlemlerin varlığı, daha iyi kütleçekimi teorilerinin yapılması gerektiğine işaret ediyor olabilir veya bilim insanlarını farklı açıklama yollarına sevk edebilir.
Madenî para
Madenî para veya eski dilde sikke; altın, gümüş, bakır, bronz, alüminyum vb. madenlerin alaşımından yapılan para. İlkel çağlardan beri ticarette geçerli olan değiş-tokuş yöntemleri yerine, daha kullanışlı bir değişim aracı olarak icad edilmiştir. Sikke kavramı daha çok tarihî madenî paraları tanımlamak için kullanılır. Günümüzde madenî paraları tanımlamak için bozuk para kavramı da kullanılır ancak bozuk para kavramı her zaman 'sadece' madenî paraları kapsamayabilir.
Para, malların alımında ve satımında kullanılan en yaygın değişim aracıdır. Para, fiyatlar ile değerleri ifade eden bir araçtır. İnsanlar ve ülkeler arasında el değiştirerek ticari etkinliklerin yürütülmesini sağlar. Bununla birlikte temel bir zenginlik ölçüsüdür. Taşıma ve ölçme kolaylığı sağlamak gibi özellikleri bulunan paranın asıl önemi, biçiminden ve yapıldığı madenden çok mal ve hizmet alımında herkesin benimsediği bir ödeme aracı olmasıdır. Eskiden, aralarında deniz kabuğu, boncuk, taş ve sığırın da bulunduğu bazı değerli mallar para gibi kullanılıyordu. M.Ö. 8. yüzyılda Çin'de, para yerine çapa, tırmık gibi bazı tarım aletlerinin küçük modellerinin yapılıp kullanıldığı bilinmektedir.
Metal paraları inceleyen bilim dalına "nümizmatik" denir. Yunanca ""nomisma"" ve Latince ""numisma"" sözcüklerinden türetilmiştir. Osmanlıca'da bu kavram "ilm-i meskukat" ya da kısaca "meskukat" (Arapça 'sikke'den) olarak geçmektedir. İlk olarak Lidya'da bulunmuştur.
Eski metal paralar "sikke" biçiminde adlandırılırlar. Kazılarda, temel altında veya duvar harcı içinde bulunmuş herhangi bir sikke tabakayı kesin biçimde tespit eder. Aynı zamanda devlet şeklini, bölgesini bildirir, hatta onların incelenmesinden sayısız tarihi olaylar ve gerçekler ortaya çıkar. Ortadan kalkmış şehirlerin isimlerini, kaybolmuş bir heykeli, yıkılmış bir binayı, o zaman var olan ancak bugün yetişmeyen bir bitkiyi, sikkelerdeki tasvirler sayesinde öğrenebiliriz.
Sikke, devletin resmi damgasıyla garantilenmiş, kullanımı kolay madeni bir alım aracıdır. Sikke, M.Ö. 7. yüzyılda Anadolu'da Lidyalılar tarafından icat edilmiştir. Altın ve gümüş karışımından meydana gelen elektrondan yapılmıştır. Bu doğal elektronu ilk kez altın ve gümüşe ayırarak sikke bastıran Krezüs'tür.
Sikkenin kâğıt paraya üstünlüğü madenindendir. Kağıt paranın maddesi değersizdir. Sikkenin hem yapım maddesi değerlidir, hem de daha kullanışlıdır. Bu nedenle daha çok tercih edilmiştir.
Sikkeler, yazılı belgeler ve arkeolojik bulgular ile birlikte incelendiğinde insanlara pek çok konuda bilgi verirler. Örneğin kentlerin ya da devletlerin zenginlik düzeylerine ışık tutarak ekonomi tarihine ışık tutarlar. Devletlerin hangi coğrafyada egemenlik kurdukları ya da ticari ilişkilerinin nereye kadar uzandığı yine bulunan sikkelerle anlaşılabilmektedir.
Sikkelerin ekonomik ve siyasi yaşama ilişkin bilgi vermenin yanı sıra diğer bir yönleri de belgesel özellik taşımalarıdır. Sikkeler ve madalyonlar tarihsel kişilerin resimleri konusunda önemli kaynaklardır. Birçok tarihsel kişiliğin yüzleri bu sikkeler aracılığıyla bilinmektedir. Sikkelerde ayrıca devletle ilgili bilgiler, şehir adları, bina, heykel veya bitki tasvirleri bulunabilmaktadir ve bu yönüyle de önemlidirler.
Eski çağlarda yapılan sikkelerde kullanılan başlıca metaller arasında altın, gümüş, bakır, altın ve gümüş karışımı olan elektron, tunç ve pirinç sayılabilir. Anadolu'da ilk metal paralar elektrondan yapılmıştır. Değerli metallerin para yapımında kullanılması 20. yüzyıla kadar sürmüş ancak kâğıt paranın yaygınlaşması ile yavaş yavaş terk edilmiştir. Günümüzdeki bozuk para ihtiyacı için yapılan metal paralarda nikel, bakır-nikel, tunç, alüminyum ve tunç-alümiyum gibi metal ve alşımlar kullanılm |
aktadır.
Paraların metalden yapılması, dayanıklılığının yanı sıra, metalin eritilip bir kalıba dökülerek biçimlendirilmesindeki kolaylıktan da geliyordu. Bu nedenle döküm, para basımının en önemli işlemlerinden biri olmuş, hatta pek çok yerde para yalnız döküm yoluyla üretilmiştir. Ancak içerisine daha değersiz metaller karıştırarak paranın değerinin düşürülebildiği, böyle bir paranın da ilk bakışta gerçek değerde olandan ayırt edilemediği anlaşılınca, bu durumu önlemek için farklı yöntemler denenmeye başlanmıştır.
M.Ö. 7. yüzyılda Batı Anadolu'da para, eriyik haldeki metalin düz bir yüzey üstüne dökülmesiyle yapılıyordu. Altları düz olan bu paraların üsleri metal eriyiğindeki yüzey gerilimi nedeniyle hafif yuvarlak oluyordu. Bunu düzeltmek için çekiç ya da tokmak gibi aletler kullanılıyordu. Bir süre sonra bu aletlerin üzerindeki girinti ve çıkıntıların paranın üstünde iz bıraktığı fark edilince, bunun düşük değerde para basımını engellemekte kullanılabileceği düşünüldü. Ardından paranın üstüne, değişim değerinin resmen onaylanması anlamına gelen yönetici ya da devlet işaretleri işlenmeye başlandı.
Eski çağlardan günümüze ulaşan para kalıplarının çoğu tunçtan yapılmıştır. Romalıların demir kalıplar da kullandığı bilinmektedir. Alt kalıbın içine yerleştirilen metalin üstüne, bir sapın ucundaki üst kalıp konulup çekiçle vurularak arada kalan madene hem ince pul biçimi verilir, hem de istenen işaretler işlenirdi. Vurmaya dayanan bu para basma yönteminde bir süre sonra metal eriyiği doğrudan alt kalıbın içine dökülmeye başlandı. Bu yöntemle, alt kalıp bozulmadan 10-20 bin para basılabileceği, çekiç darbelerinden direkt olarak etkilenen üst kalıbın ise bunun yarısı kadar para basımına elvereceği bilinmektedir. Bir kalıpta bir kişinin çalıştığı küçük darphanelerde saatte 100 tane sikke yapılabileceği bilinmektedir.
Kalıplarda yapılan değişiklikler paraların biçiminin yanı sıra üretim ekniklerini de etkiledi. Sasaniler döneminde İran'da 220'den sonra ince kalıp kullanıldı. Bu da hem daha ince paraların yapılmasına, hem de bunların üstündeki kabartmaların daha alçak tutulmasına yol açtı. Bizans aracılığı ile Avrupa ülkelerine geçen bu yöntem, Charlemegne'ın bastırdığı paralarda da kullanıldı. Bazı Frank ve Sakson krallıklarında da aynı paranın üstüne, her biri yalın işaretler taşıyan birkaç kalıpla baskı yapılır, böylece daha karmaşık bir kabartma elde edilirdi. Avrupa metal paralarında hem kabartma, hem de oymalar bulunurken, İslam ülkelerinin paralarında oyma daha ağır basmaktaydı.
Gümüş para yapımında, önce gümüş ince bir katman biçiminde dökülür, sonra da eriyik tam soğumadan çekiçle istenilen kalınlığa getirilirdi. Aşağı yukarı 10. yüzyılda gerçek para boyutlarından biraz daha büyük dörtgen parçalar hazırlanmaya, daire biçimindeki kalıbın içine yerleştirilip sıkıştırıldıktan sonra yanlardaki fazlalıklar kesilerek alınmaya başlandı. Metal para bastırmak karşılığında kullanılan "sikke kestirmek" deyimi buradan gelmektedir.
15. yüzyılda para basımının hızlanması, daha iyi kalıpların yapılmasına yol açtı. Bunlardan biri demir kalıptı. Kalıbın içine karbon konup fırına veriliyor, bu da onun çaliğe dönüşerek daha sertleşmesini sağlıyordu. Paraların kenarının kesilip değerlerinin düşürülmesi tehlikesine karşı da buraya çentikler yapmak, tırtıklar açmak ya da bir yazı kazımak gibi önlemler uygulanıyordu. Ayrıca kalıpları, çekiçle vurmak yerine vida ile sıkıştırarak üstlerindeki işaretlerin paraya geçmesini sağlayacak yöntemler de geliştirildi. Bu yöntem 16 yüzyılda İtalya ve İngiltere'de de kullanıldı. 16. yüzyılda Almanya'da döner kalıplar geliştirilmeye başlandı. Bunlar üstüne kabartma yapılacak metali kendi kendine içine alıp baskıdan sonra da dışarı çıkaran eğri yüzlü kalıplardı. Bu yöntemle para yapılacak metalin kalıplara küçük parçalar biçiminde tek tek yerleştirilmesi yerine, baskı yürüyen bir bant üstünde yapılarak üretim hızı artırılabiliyordu. Daha sonra baskıda çekiç yerine vida ile sıkıştırma yöntemi kullanıldı. Bu teknik 18. yüzyıla kadar kullanıldı.
19. yüzyılda geliştirilen buhar makinesi kısa sürede para yapımında kullanılmaya başlandı. Kalıplar için ise niteliği yükseltilmiş çelikten yararlanılmaya başlandı. Günümüzde kalıpların yapımı, paraların basımı gibi işlemler elektrikli makinelerle gerçekleştirilmekte, kullanılan metallerin özelliklerini ve niteliklerini belirlemek, basılan paraların denetimini yapmak için de bilgisayarlardan yararlanılmaktadır. Çeşitli eritme ve arıtma süreçlerinden geçirilen metaller dakikada yüz metal para basan makinelere gelmekte, basımdan sonra, artanlar ya da eskimiş paralar yeniden üretilmek üzere fırınlara gönderilmektedir. Bir kalıpla 200 binden fazla para basılabilmektedir.
İslam ülkelerinde dinar (altın) dirhem (gümüş) ve fels (bakır) olmak üzere üç tür metal para kullanıldı. Yüzyıllarca Roma, Bizans ve Sasani paralarının sürümde kaldığı Ortadoğu'da ilk İslam parası Halife Ömer döneminde (634-644), Sasani paraları üstüne İslama özgü bazı işaretlerin kazınması ile oluşturuldu. Emevi halifesi I. Muaviye, Sasani paralarına kendi kılıçlı tasvirini koydurttu. Halife Abdülmelik ise 693'te bir yüzünde kendi resminin bulunduğu ilk İslam dinarını bastırdı. Bu paranın öbür yüzünde kelime-i tevhid yazılıydı. 694'te Emevi eyaletlerinde gümüş İslam paraları basılmaya başladı. Emevi Dinarı, Bizans solidosuna eşit saf altın, dirhem de saf gümüştü. Metal paraların üzerine hükümdar ve halifelerin adlarının yazılmasını ilk kez Emeviler uyguladı. 9. yüzyılda İslam sikkelerinin biçimi temel kurallara bağlandı. Paranın üstüne egemenliği tanınan halifenin ve hükümdarın adı, sultanın ya da melikin kendisinin ve babasının adı, hükümdarlık unvan ve lakapları, kelime-i tevhid, paranın basıldığı kent ve basım yılı yazılmaya başlandı. Halifeden ve sultandan bağımsızlık izni alan küçük beyler de adlarını taşıyan sikke bastırmayı egemenliklerinin gereği sayıyorlardı. Örneğin parasındaki özel unvanları arasında "ed-devle" ile biten bir tamlamanın bulunması o hükümdarın bağımlılığını, "ed-dünya" sözünü içeren bir unvanın bulunması ise bağımsızlığını belli ediyordu. Bunun gibi "melik", "sultan", "emir" unvanlarının da siyasal anlamları vardı. Bu unvanları tamamlayan "el-kamil", "el-adil", "ebu'l-muzaffer", "ebu'l-feth", "el-gazi" gibi lakaplar da siyasal, dinsel ve askeri anlamlar taşıyordu. Karahanlılar, Samaniler ve Büyük Selçuklular'daki bu gelenek başka devletlere de yayıldı. Müslüman olmayan komşu devletlerle sürdürülen ticaret ilişkileri, insan tasvirli İslam sikkelerinin de çıkarılmasına yol açtı.
İlk Osmanlı gümüş parası akçenin 1326'da Orhan Gazi adına kesildiği kabul edilir. Ancak babası Osman Gazi döneminde basılmış bir akçe parçası da bulunmuştur. I. Beyazid gümüş ve bakır Osmanlı paraları için düzenlemeler getirdi. II. Mehmed dönemine kadar akçe ve pul denilen sikkelerle Venedik Dukası sürümdeydi. II. Mehmed 1447'de sultani olarak bilinen ilk Osmanlı altınını bastırdı. İlk tuğralı Osmanlı paraları III. Mehmed adına basıldı. 1625'te alınan "tashih-i sikke" kararından sonra kuruş, 1640'ta da para adı verilen metal paralar basıldı. 1687'de sikkelerin hepsine darphane damgası vurulması kararlaştırıldı. 18. yüzyılın başında Osmanlı piyasasında cedid, İslambol, şerifi gibi yerli altın paralardan başka yaldız, frengi, esedi, zolata, Abbasi, tümen gibi yabancı altın ve gümüş paralar da sürümdeydi. Yerli ve yabancı paraların pariteleri arasındaki fark altın ve gümüş kaçakçılığına yol açıyor, bu durum da ekonomiyi sarsıyordu.
18. yüzyılın ikinci yarısında "zer-i mahsub" serisi altın ikilik, üçlük, beşlik ve onluklar çıkartılırken, üstlerine "duribe fi Konstantiniye" yerine "duribe fi İslambol" ifadesi konuldu. 19. yüzyılda dünya piyasalarında altının giderek değer kazanması nedeniyle metal paraların paritelerinin sık sık yeniden belirlenmesi gerekti. II. Mahmud'un (1808-39) son yıllarında Osmanlı sikkelerinin basımı ve birimleri konusunda köklü yenilikler gerçekleştirildi. Abdülmecid 1840'ta çıkardığı bir fermanla bütün metal paraların yenilenmesini istedi. Darphanede sarkaç sistemine geçildi. 22 ayar, yüzlük serisi altın ve gümüş Mecidiyeler çıkarıldı. Bakır sikkeler de 5, 10, 20 ve 40 para olarak basıldı. Maliye Nezareti içinde kurulan Meskukat-ı Şahane İdaresi altın ve gümüş fiyatlarındaki değişmeleri de dikkate alarak Osmanlı Mecidiyesi'ne göre eski Osmanlı ve yabancı paraların kurlarını belirliyordu. Osmanlı Bankası'na banknot çıkarma yetkisinin verilmesinden (1863) sonra, 1881'de Meskukat-ı Osmaniye Kararnamesi yayınlandı. 26 Mart 1916'da çıkarılan Tevhid-i Meskukat Kanunu'yla Osmanlı metal paraları altın, gümüş ve nikel olarak belirlendi. Cumhuriyet'in ilk yıllarında Osmanlı metal paraları sürümde kaldı. 1924 ve 1925'te çıkarılan 411 ve 624 sayılı yasalarla altın ve gümüş para sistemine son verildi.
Nümismatik sözcüğü; klasik çağ Yunancasında ""nomos"" (kanun) ve ""nomisma"" (gelenek, ölçü ve sikke) anlamına gelen sözcüklerden türetilmiştir ve sikke bilimi anlamına gelmektedir. Bu bilim dalı sikkenin her türü ve biçimiyle ilgilenir. Kendisine uğraşı alanı olarak nümismatiği seçen ve bilimsel yaklaşımlarla sikkeleri inceleyen kişilere de "nümismat" denir.
Sikkeler; ilk basılışlarından bu yana, yüzyıllar önce yaşamış toplumlar hakkında bilgiler veren ve tarihi konuşturan belge niteliğindeki nesnelerdir. Bu özellikleri nedeniyle bu nesnelerin incelenmesi bir bilim dalı olarak kabul görmüş ve nümismatik bilimi doğmuştur.
İlk kez 2600 yıl önce Batı Anadolu'da basılan sikkeler, birbirinden bağımsız olarak yalnızca birkaç toplumda; Anadolu'da, Hindistan'da ve Çin'de ortaya çıkmıştır. Bu nedenle sikke biliminde üç ayrı gelenekten ya da ekolden söz etmek mümkündür.
Yeryüzünün Anadolu-Akdeniz havzası ve Ortadoğu bölgelerini kapsayan bölümünde çeşitli zaman dilimlerini kapsayan sınıflandırmalar da yapılmaktadır. Örneğin sikkenin icadından Bizans Devletinin sonuna kadar basılan sikkeler "Antik Nümismatik" adı altında incelenirken, orta çağ İslam Devletleri ve Osmanlı İmparatorluğu döne |
mi sikkeleri "İslami Nümismatik" adı altında incelenir.
Yerçekimi
Yer çekimi, Dünya'nın kütle çekimidir. Dünya yüzeyinde veya yakınındaki nesneleri etkiler ve onlara yer çekimi ivmesini kazandırır. Dünya yüzeyinde tüm cisimler bu ivme ile düşerler (düşen cisim denklemleri). İvmenin Paris'teki değeri tam olarak 9,80665 m/s dir. M kütlesine sahip bir cisme doğru olan yerçekimi ivmesi
formülüyle hesaplanır.
Zayıf etkileşim
Zayıf nükleer kuvvet ya da "zayıf kuvvet", pek çok parçacığın ve hatta pek çok atom çekirdeğinin kararsız olmasından sorumludur. Zayıf kuvvetin etki ettiği parçacık, bozunarak, kendisiyle akraba bir parçacığa dönüşür. Bu esnada bir elektron ile bir nötrino çiftini ortaya çıkartır.
Enrico Fermi, 1930'ların ortasında zayıf kuvvet için genel bir formül buldu. Daha sonra teori, George Sudarshan, Robert Marshak, Murray Gell-Mann ve Richard Feynman tarafından geliştirildi.
Zayıf kuvvet günümüzde kabul edilen genel gruplandırmalar açısından dört temel etkileşimden biri kabul edilmektedir. Zayıf kuvvetin, yüksek etkileşim enerjilerinde elektromanyetik kuvvet ile ortak bir elektrozayıf yapının parçası olduğu kuramı 1980'lerden beri yapılan çeşitli çalışmalar ile ispatlanmıştır.
Hipilik
Hemşin folklorunda karabasan; geceleyin uyumakta olan insanların göğsüne oturarak nefes almalarını engellediğine inanılan görünmez yaratığın adı. Ermenice hipilik "karabasan" kelimesinden Türkçeye geçmiş ve Doğu Anadolu Türkçesinde de kullanılmaktadır.
Özhan Öztürk,(2005). Karadeniz: Ansiklopedik Sözlük. 2 Cilt. Heyamola Yayıncılık. İstanbul.
ISBN 975-6121-00-9.
Safranbolu
Safranbolu, Karabük ilinin turistik bir ilçesidir. Konumu Ankara'nın 231 km kuzeyinde ve Karadeniz'in 90 km güneyindedir. Karabük ilçe merkezinin de 8 km kuzeyinde bulunmaktadır. Safranbolu şehir merkezi ve Karabük il merkezi birbirine yakındır.
Ev örneklerine, Beypazarı, Göynük, Taraklı, Odunpazarı ve Osmaneli gibi Türkiye'nin birçok yerinde rastlanan Klasik Osmanlı kent mimarisini yansıtan tarihî Safranbolu evleri ile ünlü olan şehir, bu özelliği sayesinde 17 Aralık 1994 tarihinden beri Türkiye'de Dünya Miras Listesi'nde yer alan 9 kültürel varlıktan biridir ve turistik ilgi çekmektedir. Safranbolu ismini, bölgede yetişen ve nadir bir bitki olan safrandan alır.
Safranbolu coğrafi konumu nedeniyle tarih boyunca idari ve ticari bir merkez olmuştur. 2010 adrese dayalı nüfus sayımına göre nüfusu 49.014'dir.
Tarihte Paflagonya olarak adlandırılan bölgede bulunur ve birçok medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Türkler tarafından kesin olarak alınışı 1196 yılındadır. Osmanlı zamanında 17. yüzyılda İstanbul-Sinop yolu üzerinde olması nedeniyle tarihteki en önemli dönemini yaşamıştır.
2002'de kurulan Zonguldak Karaelmas Üniversitesi'ne bağlı Fethi Toker Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi, Safranbolu Meslek Yüksek Okulu ve Safranbolu Turizm Fakültesi bulunmaktadır. Şu anda ise bu fakülteler Karabük Üniversitesi'ne bağlıdır.
Şehir eski çağlarda Homeros'un İlyada destanında geçen Paflagonya bölgesinde yer almaktadır ve bilinen tarihi MÖ 3000 yıllarına kadar gider. MÖ 3000 ve 4000 tarihli tümülüsler, Safranbolu'nun insan yerleşimi açısından uzun bir tarihi olduğunu göstermektedir. Şehir Flaviopolis, Theodoropolis, Hadrianopolis, Germia ve Dadibra (Dadybra) gibi antik kasabalarla yorumlanmıştır. Bölgedeki bilinen ilk medeniyetler Hititlerin komşuları olan Gaspalar ve Zalpalardır. Bölgede sırası ile Hititler, Frigler, dolaylı yoldan Lidyalılar, Persler, Helenistik Krallıklar (Pondlar), Romalılar (Bizans), Selçuklular, Çobanoğulları, Candaroğulları ve Osmanlılar egemenlik kurmuşlardır.
Şehir Selçuklular tarafından fethedildiğinde adı Dadibra idi. Safranbolu, Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan'ın oğlu Muhiddin Mesut Şah tarafından 1196 tarihinde Türklerin eline geçmiştir. Muhiddin Mesut Şah, Yunan-Bizanslı nüfusa savaşmadan teslim olmaları durumunda hayatlarını koruyacağına söz vermiş fakat kayıtlara göre şehir savaşla ele geçirilmiştir. Hıristiyanlara ne olduğu hakkında bir bilgi yoktur. 1213-1280 tarihleri arasında Çobanoğulları, 1326-1354 tarihleri arasında Candaroğulları ve 1423 yılından sonra da Osmanlı Devleti'nin elinde bulunmuştur. Şu anki Kıranköy bölgesinde, Yunan topluluk bulunmaktaydı. Burası daha sonra merkez Yunan mahallesi olmuş ve 1923'teki nüfus değişimi bu bölgede gerçekleşmiştir.
Selçukluların idaresinde şehrin adı Zalifre olmuştur ve Sinop - Kastamonu - Safranbolu - Gerede - Söğüt uç bölgesi durumuna gelmiştir. Sonraki yıllarda şehir Türkmenler ve Bizanslılar arasında birkaç defa el değiştirmiştir. 1213 ile 1280 yılları arasında kasabayı, Anadolu Selçuklu Devleti'nin uç beyliği durumundaki Kastamonu ve Sinop bölgesine yerleşmiş olan Çobanoğulları Beyliği yönetmiştir. Daha sonra Çobanoğuları Moğol İlhanlılar'a vergi vermeye başlamıştır.
1326'da Candaroğulu Süleyman Paşa şehri ele geçirmiş, 1332'de Kastamonu'ya gitmekte olan İbn Battuta ve Kastamonu paşasının oğlu vali Ali Bey ile görüşmüştür. İbn Battuta'ya göre geldiğinde, Hanefi ögretisini öğretmekte olan bir medrese bulunmaktaydı. Candaroğulları dönemiyle bölgede İslami mimari hareketlenmiştir; bu dönemde Gazi Süleyman Paşa Camii kullanılmaktaydı. Ayrıca eski bir Bizans kilisesi, iki hamam ve çeşitli çeşmeler bulunmaktaydı. Benzer bir İslami yapılanma ancak 17. yüzyılda olacaktır.
Safranbolu 14. yüzyılın ortalarında ilk defa Osmanlı kontrolüne geçmiştir ve bu tarihten 1416'da tamamen fethedilene kadar Osmanlı Devleti ile Candaroğulları arasında bir sınır bölgesi olmuştur. Bölgeye Osmanlılar Yörükan-i Taraklı olarak bilinen çok sayıda Türkmen göçebeyi yerleştirmeye çalışmıştır ve şehrin ismi bu dönemden sonra Taraklı Borglu veya kısaca Borglu ve Borlu olarak adlandırılmıştır. 18. yüzyılın ortalarında ZağfiranPolis kullanılmaya başlanmıştır ve daha sonra 19. yüzyılın ortasında kısa bir süre için Zağfiran Benderli kullanılmıştır fakat 19. yüzyılın son çeyreğinde Zağfiran Bolu olarak değişmiştir. En son olarak ise Zafranbolu ve daha sonra Safranbolu şekline dönüşmüştür.
Osmanlı Devleti zamanında özellikle 17. yüzyılda İstanbul-Sinop kervan yolu üzerinde konaklama merkezi olmasıyla kültürel ve ekonomik olarak en yüksek düzeyine ulaşmıştır. Aynı devirde Osmanlı sarayı ve devlet adamları şehre önemli eserler katmıştır.
18. yüzyıldan başlayarak, III. Selim ve II. Mahmud dönemlerinde de devam eden ve 1850'den sonra artan İstanbul'a belgelenmiş göç ile Safranbolulular sarayda etkili olmaya başlamışlardır. Göçmenlerin çoğunluğu fırıncılık veya denizcilik yapmaktaydılar. Xavier de Planhol'a göre 1860'tan başlayarak Safranbolulular İstanbul'da fırıncılık konusunda tekel kurmuşlardı ve fırınlarda çalışan yaklaşık her beş kişiden üçü Safranbolu bölgesinden gelmekteydi. Büyük ihtimalle mevki sahibi ve tanınmış kişiler Safranbolu'dan akrabalarını, arkadaşlarını veya müşterilerini İstanbul'a getirmekteydiler. Planhol'a göre Safranbolu'dan İstanbul'a gelen Yunanların büyük çoğunluğu denizcilik yapmaktaydı.
1939'da işletmeye alınan Karabük Demir Çelik Fabrikası ile Karabük ilgi merkezi durumuna gelmiştir ve Safranbolu 1950'lerde Anadolu'da gerçekleşen modern şehirleşmeden fazla etkilenmemiştir. Bu nedenle mimari gelenekleri, özellikle yarı ahşap, üç odalı Pontian Yunan stilinde depreme dayanıklı evleri korunmuştur. UNESCO tarafından 17 Aralık 1994 tarihinde Dünya Miras Listesi'ne alınarak "Dünya Kenti" unvanını almıştır. Dünya Miras Şehirleri Organizasyonu'nun (OWHC) aktif üyesi olan Safranbolu'da 2000 yılında OWHC yönetim kurulu toplantısı düzenlenmiştir.
Karadeniz Bölgesi'nde yer alan Safranbolu, il merkezinden 8 km ve denizden 65 km içerdedir. İlçe, Karabük (Merkez, Ovacık ve Eflani), Bartın (Ulus) ve Kastamonu (Araç) illeri ile çevrilidir.
Büyük bölümü ormanlık olan ve yüzölçümü 1.013 km olan şehir coğrafi açıdan engebeli bir bölgededir. Şehrin en alçak noktasının rakımı 300 metre iken en yüksek noktası 1.750 metre ile Sarı Çiçek Tepesidir. Şehir merkezinde ise en alçak nokta 400 metre ve en yüksek nokta 600 metre civarında olup ortalama yükselti 500 metredır.
İlçeden geçen önemli akarsulardan Araç Çayı, Soğanlı Çayı ve Ovacuma Deresi'nin yanında su miktarı az olan ve büyük kanyonlar oluşturan çok sayıda küçük derecik bulunmaktadır. Derin ve uzun kanyonların yanında, büyük mağaralar ve dağ yamaçlarında bulunan mağara ağızlarından çıkan büyük çaplı sular bulunmaktadır. Tokatlı (Gümüş), Akçasu ve Bulak dereleri üç ayrı kanyon oluşturarak şehirden geçip Araç Çayı'na karışırlar. Araç Çayı ise Soğanlı Çayı ile birleşir ve Filyos Çayı'ndan Karadeniz'e ulaşır.
Safranbolu'da Uluyayla ve Sarıçiçek olmak üzere iki yayla bulunmaktadır. Şehre 50 kilometre uzaklıkta bulunan, 280 hektar ve 7 kilometre uzunluktaki Uluyayla'nın ortasında bir gölet ve içinde yeraltı nehri olan bir mağara vardır. Safranbolu'ya 8 kilometre uzaklıkta olan Sarıçiçek yaylasında ise kamp ve dağcılık yapılmaktadır. Ayrıca şehirde kanyonlar ve mağaralar bulunmaktadır. Kanyonlar grubunda Sakaralan (Yacı ) Kanyonu aşılmış ve Safranbolu Turizmine ve Doğaseverlere kazandırılmıştır. Uzunluğu 2.725 m olan Bulak (Mencilis) Mağarası'nın iki girişi bulunmaktadır ve 350 metrelik kısmı ışıklandırılmıştır. Yatay gelişmiş ve fosil Hızar Mağarası'nın büyük bir girişi vardır. Ağzıkara Mağarası ise sarkıt ve dikitleri ile dikkat çekmektedir. Konarı Köyü'nde bulunan Yarasa İni ve Karabük'te 100 Yıl Mahallesinde bulunan 100 yıl Mağarası girilebilir ve gezilebilir 1000 metrelik alanıyla Sepeleoloji Derneği'nin ölçümlemelerinin bitimi sonucu hizmete girecektir. 100 Yıl Mahallesindeki Su batan ve Çıkan mevkide doğal oluşum olarak ilgi alanı içindedir.
Karadeniz ve İç Anadolu iklimleri arasında bulunan Safranbolu'da yazlar sıcak, kışlar soğuk, baharlar ılık ve serin geçer. İlkbahar ve sonbahar oldukça uzundur. Özellikle son yıllarda yaz ayları kurak geçmeye başlamıştır, yağışlar ilkbahar, sonbahar ve kış aylarında olur. Yıllık yağış miktarı ortalama 500 mm, nem oranı ise %60 civarındadır. Yılda ortalama 35 gün kar yağışı olur.
Şehrin Ç |
arşı ve Bağlar kısımları farklı yüksekliklerde olup çevrelerinde ormanlar bulunur. Bu nedenle bölgeler arası sıcaklık farklılıkları vardır. Çarşı kısmı vadilerin yan yamaçlarında bulunur, daha ılık ve rüzgârsız olan bölge kışlık olarak kullanılır ve daha az kar yağışı olur. Yüksek kesimlerde bulunan Bağlar kısmı ise, rüzgârlara açık, yaz aylarında serin, kış aylarında karlıdır, bu nedenle yazlık olarak kullanılır.
19. yüzyılın sonlarına doğru şehrin nüfusu yaklaşık 7.500'dü. 1923'te Yunan Ortodoks nüfusun 1923 mübadelesi ile Yunanistan'a göç ettirilmesi sonucunda nüfus 5.000'e düşmüştür ve 1940'lara kadar bu şekilde kalmıştır. 1939'da Karabük Demir Çelik Fabrikası'nın açılması ile birçok zanaatkâr ve çiftçi fabrikada çalışmak için Safranbolu'yu terk etmiş ve Karabük'ün nüfusu 100.000'e çıkmıştır. Bununla birlikte, dış göçe rağmen Safranbolu'nun nüfusu 1940'lardan sonra yaklaşık 20.000'e çıkmıştır.
İlçe bağlısı olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 1 belde, 55 köy ve ilçe merkezinde 20, Ovacuma'da 5 olmak üzere toplam 25 mahalleden oluşmaktadır.
19. yüzyılda Osmanlı Devleti'nin idari yapılanmasındaki reformlar sonucunda Safranbolu, Safranbolu kazasının merkezi olmuştur ve Kastamonu iline bağlanmıştır. 19. yüzyılın sonlarına doğru eski zamanlarda kale olan tepeye modern bir hükümet binası yapılmıştır.
Osmanlı zamanında önemli bir kısmı idari olarak Kastamonu'ya bağlı olan Safranbolu Cumhuriyet döneminde Zonguldak'a bağlanmıştır. Daha sonra 1937 yılına kadar Safranbolu'ya bağlı Öğlebeli Köyü'nün bir mahallesi olan, Karabük'ün 6 Haziran 1995'te il olması ile Karabük'ün bir ilçesi durumuna gelmiştir.
Safranbolu kaymakamı Gökhan Özcan'dır. İlçenin Safranbolu ve Ovacuma olmak üzere iki belediyesi bulunur. 2004 yılı seçimlerinde Safranbolu belediye başkanlığını AK Parti'den Nihat Cebeci %46.27, ve Ovacuma belediye başkanlığını DSP'den Abdullah Deniz %42.70 oyla almıştır.
İlçe yerleşim açısından üç önemli bölüme ayrılmıştır. Eski şehir olarak adlandırılan kısım, birçoğu koruma altında olan ve bazıları müze olarak kullanılan yarı ahşap üç katlı evlerin olduğu kısımdır. Resmi adı Misakı Millî olan ve halk tarafından Granköy olarak adlandırılan Kıranköy ise, 1923 mübadelesinden önce Yunan Ortodoks halkın yaşadığı bölgedir. Bağlar bölgesi ise varlıklı ailelerin yaz aylarını üzüm bağlarında ve meyve bahçelerinde geçirdiği bölgedir.1923'e kadar bağlarda Türk ve Yunan aileler yakın olarak yaşamaktaydılar, 1923'ten sonra eski Safranbolu'da yaşayanlar nüfus devamlı olarak bağlarda yaşamaya başlamıştır.
Osmanlı devrinde İpek yolu üzerinde olması ve üretilen malların İstanbul'da satılması Safranbolu'nun ticarette uzun yıllar etkili olmasına yardımcı olmuştur. Ticaretin yoğun olduğu bu dönemlerde Cinci Hanı ve Hamamı etkin olarak kullanılmaktaydı. Bu devirlerde üreticiler ve esnaflar lonca sistemi ile örgütlenmişlerdi.
Çok kültürlü, çok etnik ve çok dinli bir bölge olan Safranbolu eski zamanlarda önemli yollardan uzak olması nedeniyle Anadolu deri endüstrisinin önemli merkezlerinden biri değildi, fakat bölgesinde dericilik açısından önemli bir yere sahipti. Dericilik tarım ve kerestecilikten sonra üçüncü sırada gelmekteydi.
1940'larda Karabük Demir Çelik Fabrikası'nın kurulması ile Safranbolu, ekonomideki eski gücünü kaybetmeye başlamıştır. İşgücünun fabrikaya yönelmesinden, dericilik gibi üretim sektörleri ve üzümcülük, safran üretimi gibi tarımsal ve hayvansal üretim de etkilenmiştir. 1970'lerden sonra şehrin ekonomisi turizm ile tekrar canlanmaya başlamıştır.
Tarımsal açıdan ormancılık ve tahıl ekimi başta gelir. Hayvancılık ise temel olarak büyükbaş hayvancılık konusunda yapılmaktadır.
2004 yılı kayıtlarına göre; 1855 gelir vergisi mükellefi, 934 adet basit usul ticari kazanç, 218 adet kurumlar vergisi, 3007 vergi mükellefi bulunmaktadır. 2005 yılı itibarıyla ilçede tahakkuk eden vergi 17.393.507,75 YTL ve tahsil edilen vergi 13.971.967,41 YTL'dir. Ticaret ve Sanayi Odası'na kayıtlı 365 şahıs firması, 38 anonim şirket, 2 kolektif şirket, 1 komandit şirket, 1 adi şirket, 139 limited şirket, 42 adi ortaklık, 6 tüketim kooperatifi, 23 kalkınma kooperatifi, 85 yapı kooperatifi olmak üzere toplam 702 işletme bulunmaktadır.
Safranbolu'da 451 öğrencinin eğitim gördüğü iki tane bağımsız okul öncesi eğitim kurumu vardır. 11'i merkezde, 5'i köylerde olmak üzere 5.229 öğrencinin eğitim gördüğü 16 ilköğretim okulu bulunmaktadır. 1.981 öğrencinin eğitim gördüğü 9 tane ortaöğretim kurumu bulunmaktadır. 2002 yılında kurulan Karabük Üniversitesi'ne bağlı Fethi Toker Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi'nin yanında bir de Meslek Yüksek Okulu bulunmaktadır. Bu iki öğretim kurumu kentin dinamik yapısını ayakta tutmaktadır. 2005-2006 öğretim yılında Fethi Toker Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi'nde 77 ve Safranbolu Meslek Yüksek Okulu'nda 1.839 öğrenci eğitim almıştır, ayrıca 2011 yılında Safranbolu Turizm Fakültesi kurulmuştur.
Şehirde Safranbolu ve Ovacuma halk kütüphaneleri bulunmaktadır. Safranbolu İlçe Halk Kütüphanesi 1981'de yapılmıştır ve 23 Nisan 1982'de açılmıştır. Ayrıca Safranbolu Kütüphanesine bağlı olarak 12 Aralık 2002 tarihinde Ovacuma Belde Halk Kütüphanesi açılmıştır.
Safranbolu'nun ünlü evleri 18. ve 19. yüzyıl Türk toplumunun geçmişini, kültürünü, ekonomisini, teknolojisini ve yaşama biçimini yansıtan mimarlık bilgisi ile yapılmıştır. Şehirde bulunan yaklaşık 2.000 geleneksel yapıdan 1.008 adeti tescil edilmiş ve yasal koruma altına alınmıştır.
19. yüzyılın sonunda 28 cami, 2 Yunan Ortodoks kilisesi, 13 tekke (Nakşibendiye ve Halvetiye), 2 kütüphane, 2937 öğrencinin eğitim gördüğü 191 okul, 12 medrese, 8 Yunan okulu, 1 telgraf istasyonu, 24 han, 11 hamam, 940 dükkân ve fakirler ve daha çok eski askerler ve akrabaları olan sifilitik hastalar için 1 hastane bulunmaktaydı.
Yaklaşık 3000 yıllık tarihi geçmişinde pek çok uygarlığın yaşadığı şehirde önemli kültürel zenginlikler vardır. Özellikle Osmanlı döneminden kalma han, hamam, cami, çeşme, köprü ve konaklar ziyaretçilerin ilgisini çekmektedir.
UNESCO'nun 17 Aralık 1994'te Dünya Miras Listesi'ne aldığı Safranbolu, Türkiye'de bulunan yaklaşık 50.000 korunması gerekli kültür ve tabiat varlığının 1.125'ini barındırır. Bu nedenle, müze kent durumundadır.
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu'nun 1975 yılında şehri kentsel sit alanı ilan etmesi akademik çevrelerin ilgisini çekmiş ve bu ilgi zamanla Türkiye dışına da taşmıştır. Turistlerin ilgisi ile 90'ların başından itibaren küçük ve orta ölçekli turistik tesislerin oluşumu başlamıştır ve bu sayede terk edilen konaklar otel ve lokanta gibi yapılara dönüşmüş, anıtsal eserler restore edilmeye başlanmış ve unutulmakta olan el sanatları tekrar canlanmıştır.
Dünya Kültür Mirasına dahil olup sit alanı ilan edilen eski şehir merkezinde 1.008 adet tarihi eser tescil edilmiştir. Bunlar; 1 özel müze, 25 cami, 5 türbe, 8 tarihi çeşme, 5 hamam, 3 han, 1 tarihî saat kulesi, 1 güneş saati ile yüzlerce ev ve konaktır. Bunların dışında höyükler, tarihî köprüler ve kaya mezarları da bulunmaktadır.
Safranbolu'da her yıl Ağustos ayının ikinci haftasında Uluyayla Şenlikleri, Eylül ayında da Altın Safran Belgesel Film Festivali düzenlenmektedir.
Safranbolu Motosiklet Festivali ilk olarak 2015 yılının Mayıs ayında gerçekleştirildi.
Safranbolu ilçesinde belediye teşkilatı ilk kez 1923 yılında cumhuriyet ile birlikte kurulmuştur. Seçildikleri yıllara göre belediye başkanları ve siyasi partileri:
Compiere
Compiere, küçük ve orta ölçekli işletmeler (KOBİ) için dağıtım ve servis alanında kullanılmak üzere hazırlanmış, açık kaynaklı bir ERP ve CRM yazılımıdır.
Cahit Sıtkı Tarancı
Cahit Sıtkı Tarancı (4 Ekim 1910, Diyarbakır - 13 Ekim 1956, Viyana), Türk şair, yazar.
Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en önemli şairlerinden birisidir. En ünlü şiirleri ""Yaş Otuz Beş"" ve ""Memleket İsterim""'dir.
4 Ekim 1910’da Diyarbakır’da dünyaya geldi. Babası, Diyarbakır'da ticaret ve ziraatle uğraşan köklü Pirinçcizadeler ailesinden Bekir Sıtkı Bey; annesi, babasının amca kızı Arife Hanım'dır. Ailesi, ona ""Hüseyin Cahit"" ismini verdi. Akrabaları ""Pirinçcioğlu"" soyadını aldığı halde Soyadı Kanunu çıktığı yıl pirinç ekiminden çok zarara uğrayan babası Bekir Sıtkı Bey, bu duruma kızarak “çiftçi” anlamına gelen “"Tarancı"” soyadını almıştır.
Diyarbakır'da başladığı ilk eğitimin ardından aile geleneğinden ötürü orta öğrenim için Kadıköy Fransız Saint Joseph Lisesi'ne gönderildi. Lise öğrenimi için 1931 yılında Galatasaray Lisesi'ne geçti. Fransızcayı çok iyi öğrenerek Baudelaire, Rimbaud, Mallarme'yi özümsedi. Şiir yazmaya lise yıllarında başladı. İlk şiirleri Galatasaray Lisesi’nin “"Akademi"” isimli dergisinde ve Servet-i Fünun dergisinde yayımlandı. Ömür boyu yakın dost olacak Ziya Osman ile 1928-1929 yılında okulda tanıştı.
1931’de girdiği Mülkiye Mektebi'nden ikinci senenin sonunda atılınca Yüksek Ticaret Okulu'na girdi ancak memuriyet sınavını kazanıp Sümerbank’ta çalışmaya başladıktan sonra bu okuldan da ayrılmak zorunda kaldı. “Ömrümde Sükût” adlı ilk şiir kitabı henüz Mülkiye Mektebi’nde iken yayımlandı. Kendisini kamuoyuna tanıtan isim ise Cumhuriyet'deki üç yazısıyla Peyami Safa'ydı (1932).
Karabük’e atanması üzerine Sümerbank’ta başladığı memuriyetten ayrıldı; çalışma hayatını öykülerini yayımlamakta olduğu Cumhuriyet gazetesinde sürdürdü.
Cumhuriyet gazetesi sahipleri Nadir Nadi ile Doğan Nadi'nin desteği ile [Üniversite yüksek öğrenimini] tamamlamak üzere Paris'e gitti. 1938-1940 yılları arasında Sciences Politiques'e devam etti. Paris'teyken Paris Radyosu'nda Türkçe yayınlar spikerliği yaptı; bir yandan da gazeteye öyküler göndermeye devam etti. Paris’teki öğrenciliği sırasında Oktay Rıfat ile tanıştı.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman uçakları 1940 yılında Paris’i bombalamaya başlayınca öğrenimini tamamlayamadı; bisiklet ile kaçarak Lyon ve Cenevre yoluyla Türkiye'ye geri döndü. Askerliğini 1941-1943 yıllarında Ege'nin küçük kentlerinde yaptı. Ünlü “"Haydi Abbas"” şiiri, askerlik döneminin bir ürünüdür.
O yı |
llarda ailesi artık İstanbul’a yerleşmişti; bir süre babasının Eminönü’deki ticarethanesinde çalıştı ancak içki sorunları yüzünden babası ile arası açılınca Ankara’ya gitti. Sırasıyla Anadolu Ajansı'nda, Toprak Mahsulleri Ofisi'nde ve Çalışma Bakanlığı'nda tercüman olarak çalıştı. “"Otuz Beş Yaş"” şiiri ile 1946'da CHP Şiir Ödülü'nde birincilik aldı ve yurt çapında tanınan bir şair oldu. Çalışma Bakanlığı'ndaki görevi sırasında tanıştığı Cavidan Tınaz ile 4 Temmuz 1951’de evlendi. Evlendikten sonra yazdığı şiirlerini “"Düşten Güzel"” adlı kitapta topladı.
1953 yılında geçirdiği bir krizden sonra felç oldu. Yatağa bağlı ve yarı bilinçli durumda olan şair; İstanbul ve Ankara’da çeşitli hastanelerde tedavi gördü; bir yıl kadar Diyarbakır’daki baba-evinde bakıldı. 1956 yılında tedavi ettirilmek üzere devlet tarafından Avrupa'ya götürüldü; zatülcenp hastalığına yakalanarak 13 Ekim 1956’da Viyana'da vefat etti. Cenazesi Ankara’da Cebeci Asri Mezarlığı’na defnedildi.
Arkadaşı Ziya Osman’a yazdığı mektuplar 1957’de “"Ziya'ya Mektuplar"” adıyla yayımlandı. Kitaplarına almadığı şiirlerle şiir çevirileri ve kendisi için yazılanlar “"Sonrası"” adlı kitapta toplanarak 1957’de yayımlandı.
Aile bireylerine ve özellikle kız kardeşi Nihal'e (Nihal Erkmenoğlu) yazdığı mektupların bir kısmı Prof. Dr. İnci Enginün'ün derlemesiyle "Evime ve Nihal'e Mektuplar" başlığıyla 1989 yılında Türk Dil Kurumu tarafından yayımlandı. (2016 yılında da Can Yayınları tarafından.)
Ailesinin Diyarbakır’daki evi 1973 yılında ""Cahit Sıtkı Müze Evi"" olarak ziyarete açıldı.
Öyküleri, “"Cahit Sıtkı Tarancı Hikâyeciliği ve Hikâyeleri"" adıyla Selahattin Önerli tarafından 1976'da kitaplaştı.
Şairi anlatan kapsamlı bir araştırma, Prof. Dr. Ramazan Korkmaz tarafından 2002 yılında "İkaros’un Yeni Yüzü – Cahit Sıtkı"" adıyla yayımlanmıştır.
Şiir yazmaya lise yıllarında başlayan Cahit Sıtkı’nın Fransız okullarında okumuş olmasının etkisiyle ilk şiirlerinde Fransız şairlerin üsluplarıyla benzerlikler görüldü...
Kimileri 'Muhit' ve 'Servet-i Fünun/Uyanış' dergilerinde yayımlanan ilk şiirlerini 1933 yılında yayımlanan "Ömrümde Sükut" adlı kitapta topladı.
Otuz Beş Yaş şiirinin, 1946’da, Cumhuriyet Halk Partisi’nin düzenlediği, yarışmada birincilik kazanmasıyla ününü pekiştirdi ve Cumhuriyet Dönemi’nin önemli şairleri arasına girdi.
Sanat için sanat ilkesine bağlı kaldı. Ona göre şiir, kelimelerle güzel şekiller kurma sanatıdır. Vezin ve kafiyeden kopmamış; ama ölçülü veya serbest, her türlü şiirin güzel olabileceği inancını taşımıştır. Açık ve sade bir üslubu vardır. Çoğu gerçeğe bağlı olan mecazları, derin, karışık ve şaşırtıcı değildir. Uzak çağrışımlara ve hayal oyunlarına pek itibar etmemiştir. Zaman zaman bazı imaj ve sembollere başvurmuştur.
Beş Hececiler
Beş Hececiler (“Hecenin Beş Şairi”, “Hececiler”, “Hecenin Beş Ozanı”), I. Meşrutiyet’ten sonra hece vezniyle ve konuşulan halk diliyle, Millî Edebiyat akımının görüşleri doğrultusunda şiir yazan beş şairin Türk edebiyatındaki genel adı.
Grubu oluşturan beş şair; Orhan Seyfi Orhon, Enis Behiç Koryürek, Halit Fahri Ozansoy, Yusuf Ziya Ortaç ve Faruk Nafiz Çamlıbel’dir.
Şiire I. Dünya Savaşı ve Millî Mücadele yıllarında başlamış ve aruz vezninde yazdıkları şiirlerle adlarını duyurmuş olan Beş Hececiler’in Türkçe ve hece vezniyle şiir yazmayı benimsemelerinde Ziya Gökalp’ın etkisi büyüktür. Daha çok şiirleriyle tanınmış ancak edebiyatın hemen her türünde eser vermişlerdir. Heceyi tiyatro eserlerinde de kullandıkları görülür. Millî zevke uygun olarak 11’li heceyi yaygın olarak kullanmışlardır.
Ortak bir sanat bildirileri olmayan bu şairlerin sanat ve edebiyat görüşlerinde tam bir uyum yoktur. Konuları işleyişlerinde de dağınıklık görülür. Kahramanlık, aşk, kadın, hasret, ayrılık, kıskançlık, inanma ihtiyacı, tabiat görüntüleri, hatıralar, ölüm, yalnızlık, vatan konularına geniş yer vermişlerdir.
Hece veznine geçtikten sonra en çok koşma tipinde şiir yazmış; semai, türkü ve mani tipinde başarılı örnekler vermiş olan Beş Hececiler Batı Edebiyatlarından alınan nazım biçimlerinden çapraz kafiye, sarma kafiye, terza rima, sone, düz kafiyeyle örnekler verirler. Serbest düzenli biçimlerde üçlüler, dörtlüler, beşliler, altılılar, yedililer, sekizlilerle şiir yazarlar. Şiirde kafiyeyi gerekli görürler. Kafiyenin zorla aranmamasını, tabiî bir şekilde doğmasını isterler. Yarım kafiyenin yerine tam, tunç ve zengin kafiyeyi kullanırlar, bir ahenk unsuru olarak redife de geniş yer verirler.
Sade Türkçenin kullanılması ve yaygınlaşması üzerinde ısrarla dururlar. Konuşulan dili edebiyata yerleştirerek Türk edebiyatına katkıda bulunmuşlardır.
Türk şiirinin serbest vezne yönelmeye başlaması ile etkileri azalmıştır.
Sadiye Hanım
Sadiye Hanım, Türk siyasetçi.
1930 yılında, bugün Artvin ili Yusufeli ilçesine bağlı Kılıçkaya (eski adıyla Ersis) beldesinde Belediye Başkanı seçildi ve iki yıl bu görevi yürüttü.
1950 yılında Mersin'de Belediye Başkanı seçilen ve kendisinden sıklıkla ""Türkiye'nin ilk kadın belediye başkanı"" olarak bahsedilen Müfide İlhan
Türkiye'nin ""ilk kadın il belediye başkanı""dır; ondan çok daha önce Kılıçkaya beldesinde belediye başkanlığı yapan Sadiye Hanım Türkiye'deki ""ilk kadın belde belediye başkanı""dır.
Doğum ve ölüm tarihi bilinmeyen Sadiye Hanım, İstanbul'da yetişti. Babası, Çıldır Kaymakamı iken Ermeniler tarafından şehit edilen Ersisli Arslan Bey'dir. Sadiye Hanım, Ardahanlı malül gazi Binbaşı Atabey ile evlendi. Bu evlilikten oğlu Ali Babür Ata Ardahan dünyaya geldi.
1930 yılında çıkarılan Belediye Yasası ile kadınlara da belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanınması ile Sadiye Hanım aynı yıl belediye seçimlerine aday oldu, Kılıçkaya kasabasında belediye başkanı seçildi ve iki yıl görev yaptı.
Öztürk Serengil
Öztürk Serengil (d. 2 Mayıs 1930, Artvin - ö. 11 Ocak 1999, İstanbul) Türk sinema oyuncusu ve komedyen.
Öğretmen Turgut Beyin oğlu olarak Artvin’de doğdu. Lise ikinci sınıftan sonra öğrenimini bırakarak geleceğin ünlü bankeri Banker Kastelli Cevher Özden ve geleceğin ünlü ressamı Cemal Akyıldız ile birlikte 1949'da İstanbul'a geldi. 1953’te Oğlum Edvard adlı oyunla sanat hayatına başladı. 1958’de Oda Tiyatrosu, 1959’da İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda sahneye çıktı. 1950’li yılların başlarında Babıali’de ressamlık yaptı. 3. Kat Cinayeti filmiyle sinema oyunculuğuna başladı. İlk dönemlerde 142 filmde ‘kötü adam’ tiplemesi yapan ve daha sonra da argolu komedilerin değişmez oyuncusu haline geldi ve 300’e yakın filmde rol aldı. "Adanalı Tayfur" tiplemesi ile ün yaptı. 1966’da sinema oyunculuğunun yanı sıra sahneye de çıkarak şovmenlik yapmaya başladı.
Televizyonda "Gülünüz Güldürünüz" adlı yarışma programını hazırladı ve sundu. Bu yarışma sayesinde birçok kişi sahne ve sinema dünyasına adım attı. Çeşitli TV dizilerinde rol aldı. Politik güldürü tarzında çeşitli 45’lik plaklar yaptı. Güldürü plaklarından birisi de Timur Selçuk'un "İspanyol Meyhanesi" adlı şarkısının parodi versiyonu olan "İsmail'in Meyhanesi" idi. Ancak bu plak çıkınca araları bozuldu. Timur Selçuk, daha sonra mahkeme kararıyla bu plakları toplattı. Bir de kendi yaşamının özeleştirisini yaptığı Yeşilçam'ı Benden Sorun adlı kitabı yayınlandı.
Dört kez evlendi.Şarkıcı Seren Serengil'in (d. 1971) babasıdır.
Beyin ödemi sebebiyle iki kez ameliyat oldu. Geçirdiği felç nedeniyle ömrünün son bir yılında yürüyemez, konuşma merkezi hasar gördüğü için de son günlerinde konuşma yeteneğini kaybetmişti. Solunum sisteminin durması sonucu 11 Ocak 1999 tarihinde İstanbul-Kozyatağı’ndaki evinde vefat etti. Öldüğünde 68 yaşındaydı. Çengelköy mezarlığına defnedilmiştir.
Serengil, hayatın çeşitli konularına özgün bakış açısı ve Türkçe’ye kazandırdığı ifade ve kelimelerle büyük tartışmalara yol açtı. Bazıları tarafından eleştirilen bu kelimeleri halk benimsemişti. Değişik, kendine has vurgulamalarıyla söylediği "yeşşe", "kelaj" gibi yeni deyişleri Türk argosuna soktu. Şen şakrak sesiyle "yeşşe" diyerek halkın gönlünde taht kurmuştu. Bunda, filmlerinde onu seslendiren eski patronu Mücap Ofluoğlu'nun da büyük katkısı vardır. Hattâ bu "yeşşe" kelimesi o kadar meşhur olmuştu ki İsmet İnönü bile bir olay karşısında kendini tutamayıp "yeşşe" deyivermişti. Bu durum onun her kesimden insana hitap eden bir sanatçı olduğunu gösteriyordu.
Bir kısmı Öztürk Serengil'in kendisine ait olan "Serengil Plak" tarafından bastırılmış plakları şunlardır:
Uluslararası Arhavi Kültür ve Sanat Festivali
Arhavi Kültür ve Sanat Festivali, ilk kez 1973 yılında dönemin Arhavi Kaymakamı Erol Ertuğrul tarafından gündeme getirildi. Belediye başkanı Kazım Kurtoğlu’nun katkıları ile İlçe Turizm yasası gereği kurulan komite ile 1-3 Temmuz 1973 tarihleri arasında, ağırlığı müzik, folklor, spor ve sanatsal etkinliklerin düzenlendiği organizasyon oldu.
Kaymakamlık, Halk Eğitim Müdürlüğü, Milli Eğitim Müdürlüğü çalışanları, Ticaret ve Sanayi Odası ile Arhavili gençlerin katılımı ile oluşan komitenin düzenlediği festival, Doğu Karadeniz yöresinin ilk organize şenliğidir. Önceki yıllarda Kabotaj Bayramını da içine alan festival, sonraki yıllarda yörenin en etkin geleneksel sporu olan atmacacılığı da bünyesine katmak isteyen komitenin aldığı karar gereği atmaca mevsiminin başlangıcı olan eylül ayına alındı ve adı da "Altın Atmaca Kültür ve Sanat Festivali" olarak değiştirildi. Sonraları Türkiye’nin Doğal Yaban Hayvanları Koruma Kararı gereği Bern Sözleşmesini imzalaması ile atmacacılık yasaklandı. Bu yasak festivali etkiledi ve Altın Atmaca adının kaldırılarak ilk adı olan "Arhavi Kültür ve Sanat Festivali"'ne dönüştü.
12 Eylül 1980 sonrası 3 yıl kesintiye uğrayan festival, 1985 yılında yeniden düzenlenmeye başladı. İlk günkü heyecan ve şevkle düzenlenen festival, 1991 yılında dönemin Belediye Başkanı Mehmet Çorbacı tarafından davet edilen 17 yabancı ülkenin sanat elçileri ile birlikte organize edildi ve dünyaya barış ve kardeşlik mesajı verildi.
Arhavi Kültür ve Sanat Festivali, festival boyunca yöreye canlılık kazandırarak yörenin |
ticari ve turizm potansiyelini artırdığı gibi yapılan sportif etkinliklerle birçok sporcuyu Türkiye’ye tanıttı. Boks ve atletizmde birçok birincilikler alan bu sporcular, bu etkinlikler ile adını duyurdu. Müzik yarışmaları da yine çok sayıda sanatçının Türkiye çapında tanınmasında önemli rol oynadı. Ünlü ses sanatçılarından Cengiz Kurtoğlu ve Zihni Cihan bunlardandır. Arhavi Kültür ve Sanat Festivali, diğer ilçelere de örnek oldu ve çeşitli özellikleri ile ilkleri gerçekleştirdi.
Gündüz etkinliklerinde hamsili ekmek ve laz böreği yapma yarışması, fındık ayıklama yarışması, çay toplama yarışması, aykırı hızarla odun kesme yarışması, dibekle mısır ayıklama yarışması, dik hızarla tahta biçme yarışması gibi yöresel yarışmalar ve birçok sportif yarışma yapıldı.
Gece etkinliklerinde ise Grup Albatros, Grup Oropa, Turan Ustabaş, Tolga Kurdoğlu, Grup Anjiyo, Shurumshine, Karmate, Selçuk Balcı gibi yöresel ve Özgün, Cengiz Kurtoğlu ve Kubat gibi ulusal sanatçılar yer aldı.
FC Bayern München
FC Bayern München, Bavyera'nın Münih kentinde kurulmuş Alman spor kulübüdür. Bayern Münih futbol tarihinde birçok başarıya sahiptir. 2 Kıtalararası Kupa, 1 FIFA Kulüpler Dünya Kupası, 5 Avrupa Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu, 1 UEFA Kupası şampiyonluğu, 1 UEFA Süper Kupası şampiyonluğu, 26 Bundesliga ve 17 Alman Kupası'na sahiptir. Almanya'nın en başarılı kulübüdür. 185.000 üye sayısıyla SL Benfica ve FC Barcelona'dan sonra bu alanda 3. sıradadır. Bayern Münih'in ayrıca satranç, hentbol, basketbol, jimnastik, bowling ve masa tenisi şubeleri vardır. Gelirleri açısından 1.85 milyar $ ile Almanya'nın en büyük, dünyanın ise dördüncü büyük kulübüdür.
FC Bayern München, MTV 1879 isimli jimnastik kulübü üyeleri tarafından kuruldu. 27 Şubat 1900'da kulüpteki futbolcular Almanya Futbol Birliği'na kabul edilmeyeceklerini öğrendiklerinde, 11 üye MTV'den ayrıldı ve o akşam Fussball-Club Bayern München'i kurdu. Birkaç ay içinde Bayern, FC Nordstern'i 15-0 yendikleri maç dahil olmak üzere, yerel rakiplerine büyük bir üstünlük kurdu. 1900-01 Güney Almanya şampiyonluğunda takım yarı finallere kaldı. Sonraki yıllar yerel kupalar kazanan takım 1910-11 sezonunda kurulan Bavyera ligi "Kreisliga"ya katıldı ve ilk sezonu şampiyon olarak tamamladı. Bu başarıyı 1914'te tekrarladı ancak savaş nedeniyle ülkede futbola bir süre ara verilmek zorunda kalındı.
Savaş sonrasında Bayern yerel müsabakalarda başarı göstermeye devam ederken, 1926'da Güney Almanya ligini ilk kez kazandı. İki sene sonra bu başarıyı tekrar ettiler. 1932'de ise teknik direktör Richard Kohn yönetimindeki takım Eintracht Frankfurt'u 2-0 yenerek Almanya şampiyonu oldu.
Nazizm'in yükselmesi takımın başarılı performansına engel oldu. Yahudi olan kulüp başkanı Kurt Landauer ve teknik direktör Kohn ülkeyi terketti. Bu dönem "Yahudi ekibi" olarak bilinen Bayern München'in yerine rakipleri 1860 München daha fazla taraftar toplamaya başladı. Bu dönem Bayern München, yerel liglerde orta sıralara oynadı.
Savaştan sonra Bayern, Alman birinci liginin güney ligi olan Oberliga Süd'de oynamaya başladı. 1955'te küme düşen takım, bir sonraki sezon Oberliga'ya geri döndü ve 1957'de Fortuna Düsseldorf'u 1-0 yenerek ilk DFB-Pokal'ini kazandı. 1963'te farklı Oberliga'lar Bundesliga'yı oluşturmak için birleştirildi. Güney liginden de beş takımın Bundesliga'ya dahil edilmesine karar verildi. Bayern München de ligi üçüncü bitirerek bu beş takım arasına girmişti ancak Almanya Futbol Federasyonu ligin ilk sezonunda aynı şehirden iki takım olmasını istemedi ve Bayern yerine o sezon grubu birinci bitiren 1860 München'i Bundesliga'ya dahil etti. Bayern München ise iki sene sonra Franz Beckenbauer, Gerd Müller ve Sepp Maier gibi genç yetenekleri sayesinde Bundesliga'ya yükseldi.
İlk Bundesliga sezonunda Bayern München ligi üçüncü bitirdi ve DFB-Pokal'in sahibi oldu. Böylece bir sonraki sezon UEFA Kupa Galipleri Kupası'na katılmaya hak kazandılar. Finale çıkan ekip, finalde İskoç ekibi Rangers'ı Franz Roth'un uzatma dakikalarında attığı golle 1-0 yendi ve kupayı kazandı. 1967'de takım bir kez daha DFB-Pokal'i kazandı ancak ligde gelmeyen başarılar nedeniyle takımın başına Branko Zebec getirildi. Zebec, Bayern'in agresif futbolunu, daha disiplinli bir tarza çevirdi ve 1969 yılında Almanya tarihinin ilk dublesini yapıp hem ligi hem de kupayı kazandılar. Zebec, sezon boyunca sadece 13 futbolcuya şans vermişti.
1970'de takımın başına Udo Lattek geldi. İlk sezonunda Lattek, DFB-Pokal'i kazandı. İkinci sezonunda ise Bayern'e üçüncü Almanya şampiyonluğunu kazandırdı. Sezonun en kritik maçı olan Schalke 04 maçı Olympiastadion'da oynanan ve Bundesliga tarihinde televizyondan yayınlanan ilk maç oldu. Bayern, maçı 5-1 kazanarak lig şampiyonluğunu ilan etti. Sonraki iki sezonda da ligi kazanan takım, 1974 yılında Atlético Madrid'i 1-1'in tekrarında 4-0 yenerek Avrupa Şampiyonu oldu. Takım, bu başarıyı bir sonraki sezon da tekrarladı. Roth ve Müller'in son dakikalarda attığı gollerle Bayern, Leeds United'ı 2-0 yendi. Maçtaki hakem hatalarına isyan eden ve finalin oynandığı Paris'te olan çıkaran taraftarları yüzünden Leeds ekibi üç sene Avrupa müsabakalarından men edildi. Bir yıl sonra Glasgow'da Saint-Étienne ile final maçına çıkan Bayern, yine bir Roth golü ile Avrupa şampiyonluğunu ilan etti ve kupayı üst üste üç kez kazanan üçüncü takım oldu. Bu başarılı dönemin son kupası Cruzerio'yu yenerek kazandıkları Kıtalararası Kupa'ydı. 1970'lerin son yıllarında takım değişime gitti. 1977'de Beckenbauer New York Cosmos'a gitti. 1979'da Sepp Maier ve Uli Hoeneß futbolu bıraktı, Müller ise Fort Lauderdale Strikers'a transfer oldu.
1980'ler Bayern'in saha dışında personel ve finansal problemler yaşadığı bir dönem oldu. Saha içinde ise Paul Breitner ve Karl-Heinz Rummenigge ikilisinin başını çektiği takım büyük başarılar elde etti ve 1980 ve 1981 yıllarında Bundesliga şampiyonlukları kazanıldı. 1985 - 1990 yılları arasında ise 5 şampiyonluk kazandılar. Avrupa'da ise 1982 ve 1987 yıllarında Şampiyon Kulüpler Kupası finaline kalsalar da kupayı kazanamadılar.
Temmuz 2016 tarihi itibarıyla:
3 Temmuz 2016 itibarıyla.
AC Milan
Associazione Calcio Milan (, ya da yaygın kullanılan ismiyle AC Milan veya Milan, Milano Lombardiya'da kurulan, Serie A'da mücadele eden İtalyan profesyonel futbol takımı. Milan, bir girişimci olan Herbert Kilpin ve iş adamı Alfred Edwards tarafından 1899 yılında kuruldu. Kulüp, kurulduğu günden itibaren, 1980-81 ve 1982-1983 sezonları dışındaki tüm sezonlarında İtalyan futbolunun en üst düzey futbol kulüplerinden biri olmuştur.
Milan, UEFA ve FIFA tarafından organize edilen turnuvalarda kazanmış olduğu 18 uluslararası kupayla, Boca Juniors ile beraber dünya futbolunun en başarılı kulüplerinden birisi olmuştur. Milan, daha önce Kıtalararası Kupa olarak bilinen, günümüzde ise FIFA Kulüpler Dünya Kupası olarak organize edilen kupayı dört kez kazanarak bu alanda bir rekor kırmıştır. Bunun yanında, Şampiyonlar Ligi'nde elde ettiği yedi şampiyonluk ile Real Madrid'in ardından en başarılı ikinci takım olmuştur. Diğer taraftan, UEFA Süper Kupası'nı beş kez"(bu alandaki rekor)", UEFA Kupa Galipleri Kupası'nı ise iki kez kazanma başarısı göstermiştir. Milan, Avrupa Ligi dışında, mücadele ettiği bütün uluslararası turnuvalarda şampiyonluk kazanmıştır. Ulusal düzeyde ise Serie A'da kazandığı 18 lig şampiyonluğu ile Juventus'un ardından en başarılı ikinci futbol kulübüdür. Bunun dışında beş kez Coppa Italia'yı, ve yine beş kez Supercoppa Italiana'yı kazanma başarısı göstermiştir.
Milan, kendi evindeki maçlarını "Stadio Giuseppe Meazza" olarak da bilinen Giuseppe Meazza Stadyumu'nda oynamaktadır. FC Internazionale Milano ile paylaşımlı olarak kullanılan stad, 80.018 seyirci kapasitesiyle İtalya'nın en büyük stadıdır. Milan ile en büyük rakibi olarak kabul edilen FC Internazionale Milano arasında oynanan ve Derby della Madonnina olarak bilinen maçlar dünya futbolunun en önemli derbi maçları arasında sayılmaktadır. 2010 yılı itibarıyla İtalya'da en çok desteklenen üçüncü takım olan Milan, Avrupa'da ise bu alanda yedinci sıradadır.
Kulübün sahibi, İtalya eski başbakanı Silvio Berlusconi, başkan yardımcısı ise Adriano Galliani'dir. En zengin futbol kulüplerinden biri olan Milan, aynı zamanda İtalya ve dünya futbolunun da en değerli kulüplerinden birisidir. 2008 yılında geçerliliğini yitiren G-14'ün kurucu üyelerinden olan kulüp, Avrupa Kulüpler Birliği üyesidir.
Milan, İngiltere'nin Nottingham kentinden Milano'ya gelen Alfred Edwards ve Herbert Kilpin adlı iki İngiliz tarafından 16 Aralık 1899 tarihinde "Milan Cricket and Foot-Ball Club" (Milan Kriket ve Futbol Kulübü) adıyla kuruldu. Milano'da yardımcı konsolosluk görevi yapmakta olan ve Milanolular tarafından oldukça tanınan Alfred Edwards, kulübün ilk başkanı oldu. Kulüp, kurulduğu ilk yıllarda, Edward Berra tarafından yönetilen kriket şubesi ve David Allison tarafından yönetilen futbol şubesinden oluşmaktaydı.
Kulübün renkleri kırmızı ve siyah olarak olarak belirlendi. Herbert Kilpin'in kaptanlığında kısa zamanda saygınlık ve şöhret kazanan takım, 1900 yılında "Medaglia del Re"(Kral Madalyası) kupasını kazanarak ilk kupa zaferini elde etti. 1901, 1906 ve 1907 yıllarında ise ilk lig şampiyonluklarını yaşadı.
1908 yılında, yabancı oyuncularla sözleşme imzalanmasına yönelik kulüp içi anlaşmazlıklar yaşayan Milan, kendi içerisinde bir bölünmeye uğradı. Bu bölünme sonucu yabancı oyuncuların transferini onay veren taraf, bir başka Milano merkezli takım olan FC Internazionale Milano'yu kurdular.
Milan, 1916 yılında, I.Dünya Savaşı nedeniyle ara verilmiş olan İtalya liginin yerine düzenlenen "Federal Kupası"'nı kazandı. Ancak bu kupa resmi olarak lig şampiyonluğu yerine sayılmadı.
1919 yılında, kulübün adı "Milan Football Club"(Milan Futbol Kulübü) olarak değiştirildi. 1938 yılında ise faşist rejimin baskıları nedeniyle "Associazione Calcio Milano" olarak yeniden değişikliğe uğrayan kulübün adı, II. Dünya Savaşı'ndan sonra "Associazione Calcio" adını da koruyar |
ak günümüzdeki hali olan "Associazione Calcio Milan" olarak son kez değiştirildi.
Milan, 1950-51 sezonuna kadar herhangi bir kupa zaferi elde edemedi. 1950'li yıllarda ise ünlü İsveçli oyuncuları Gunnar Gren, Gunnar Nordahl ve Nils Liedholm -ki bu futbolcular Gre-No-Li olarak bilinmektedir- önderliğinde önemli bir yükselişe geçti. Bu dönemde Milan, 1951, 1955, 1957 ve 1959 yıllarında yeniden İtalya lig şampiyonluğunu"(Scudetto)" kazanarak en başarılı dönemlerinden birini yaşadı.
Bu dönemin en çok ses getiren olaylarından birisi ise 5 Şubat 1950 tarihinde Juventus ile Torino'da yapılan maçta Milan'ın rakibini 7-1 mağlup etmesi oldu. Bu galibiyette Gunnar Nordahl hat-trick yapma başarısı gösterdi.
1951 ve 1956 yıllarında "Latin Kupası"'nı kazanan kulüp, 1947-48 ve 1956-57 sezonları arasında ligi her zaman ilk üç arasında bitirdi.
1961-62 sezonunda Milan, beşinci lig şampiyonluğunu kazandı. Bu sezonda takımın teknik direktörlüğünü catenaccio taktiğinin mucidi olarak bilinen Nereo Rocco yapmaktaydı. 1958 yılında Gianni Rivera, 1960 yılında ise José Altafini takıma dahil olan genç oyuncular oldular. Milan, 1963 yılında Avrupa Kupası'nda Benfica'yı Altafini'nin attığı gollerle 2-1 mağlup ederek uluslararası alandaki ilk kupasını kazandı. Bu kupa ayrıca bir İtalyan takımının Avrupa'da kazandığı ilk kupa oldu.
Milan, 1967-68 sezonunda yeniden lig şampiyonluğunu kazandı. Bu sezonda ünlü İtalyan oyuncu Pierino Prati, sezonu gol kralı olarak tamamladı. Aynı sezon UEFA Kupa Galipleri Kupası final maçında Hamburg takımını Kurt Hamrin'in attığı gollerle 2-0 mağlup ederek kupayı müzesine götürdü.
1969 yılında Ajax ile yapılan ve sonucu 4-1 biten maç sonrası Avrupa Kupası'nda ikinci kez şampiyonluğa ulaştı. Aynı yıl Kıtalararası Kupa'yı kazandı. 1971-72 ve 1972-73 sezonlarında İtalya Kupasını kazanan takım, yine 1972-1973 sezonunda ikinci kez UEFA Kupa Galipleri Kupası'nı kazandı. 1978-79 sezonuna kadar lig şampiyonluğu yaşayamayan takım, bu sezonda onuncu şampiyonluğunu kazanarak formasına ilk yıldızın takmış oldu. 1979-80 sezonu ise Milan tarihinin en karanlık dönemlerinden birine sahne oldu. 1980 yılında Totonero skandalına adı karışan Milan, İtalya Futbol Federasyonu kararıyla tarihinde ilk defa Seria B'ye düştü. Skandal, bahis oynayan bir topluluk tarafından futbolcu ve görevlilere, maçın topluluğun söylediği şekilde bitmesi karşılığında para verilmesi temelliydi. Milan hızlı bir şekilde yeniden Serie A'ya çıktı. Ancak yalnızca bir yıl sonra, 1981-1982 sezonunu küme düşen takımlar arasında tamamladıkları için yeniden Serie B'ye düştüler.
1986'da kulüp, girişimci Silvio Berlusconi tarafından satın alındı. Berlusconi, kulübü alır almaz takıma önemli yatırımlar yaptı. Zamanın başarılı teknik adamlarından olan Arrigo Sacchi'yi takımın başına getirdi. Hollanda millî takımının başarılı üçlüsü Marco van Basten, Ruud Gullit ve Frank Rijkaard'ı transfer etti. Bu transferlerle, takımın tarihindeki en başarılı dönem başlıyordu. Bu dönemde Roberto Donadoni, Carlo Ancelotti ve Giovanni Galli gibi İtalyan oyuncular takıma dahil edilen diğer yıldız oyuncular oldu. 1987-88 sezonunda Sacchi'nin teknik direktörlüğündeki Milan, Maradona'lı Napoli'nin önünde ligi şampiyon olarak tamamladı. 1988-89 sezonunda Milan,Avrupa Kupası final maçında Steaua Bükreş'i 4-0 yenerek üçüncü kez bu kupayı müzesine götürdü. 1989-90 sezonunda Avrupa Kupası final maçında Benfica'yı 1-0 yenen Milan hem Avrupa Kupası'nı hem de sezon sonunda ikinci kez Kıtalararası Kupa'yı kazandı. 1989-90 sezonunun en başarılı takımı olan Milan, World Soccer dergisinin uzmanlarla yaptığı küresel bir anket sonucunda, tüm zamanların en başarılı kulübü seçildi.
1991 yılında Sacchi'nin görevinden ayrılmasından sonra teknik direktörlük görevine kulübün eski oyuncusu Fabio Capello getirildi. Capello'nun teknik direktörlüğündeki Milan 1992, 1993 ve 1994 yıllarında üst üste üç kez Serie A şampiyonluğu kazandı. 1994 yılında Milan, Şampiyonlar Ligi finalinde karşılaştığı Barcelona'yı 4-0 mağlup ederek kupayı beşinci kez müzesine götürdü. Capello yönetimindeki Milan 1995-96 sezonunda Seria A şampiyonluğunu kazandı. Sezon sonunda Capello Milan'dan ayrılarak Real Madrid kulübüne gitti.
1998 yılına kadar iki yıllık bir gerileme dönemi yaşayan Milan, 1998-99 sezonda Seria A şampiyonu olarak yüzüncü yılında onaltıncı şampiyonluğunu elde etti. 2001 Kasım ayında takımın teknik direktörlüğüne yine kulübün eski bir oyuncusu olan Carlo Ancelotti getirildi. 2001 Mayıs ayında, Ancelotti'nin teknik direktörlüğündeki Milan Şampiyonlar Ligi finalinde bir başka İtalyan ekibi Juventus'la karşılatı. Maçın normal süresi ve uzatmalarında gol sesi çıkmayınca, penaltılara gidildi. Penaltı atışları sonucunda Milan rakibini 3-2’lik skorla geçerek altıncı Şampiyonlar Ligi kupasını kazandı. 2003-04 sezonunda ise Seria A şampiyonluğunu kazandı. 2005 yılında Şampiyonlar Ligi'nde yeniden finale çıkan Milan, Liverpool ile İstanbul'da oynanan maçta normal süresi 3-3 biten maçın ardından penaltı atışları sonucu 3-2 mağlup olarak kupayı kaybetti. 2007 yılında Milan ile Liverpool yeniden Şampiyonlar Ligi finalinde karşı karşıya geldi. Maçın sonunda rakibini 2-1 mağlup etmeyi başaran Milan, kupayı yedinci kez müzesine götürdü. Milan, 2007 Aralık ayında tarihinde ilk kez FIFA Kulüpler Dünya Kupası'nı kazandı. 2009 yılında, kulüp tarihinin en uzun süre teknik direktörlük yapmış ikinci antrenörü olan Carlo Ancelotti Milan'dan ayrılarak Chelsea'ye geçti.
2006 yılında beş takım, hakemlere kendi lehlerinde maç yönetmesi karşılığında rüşvet vermekle suçlandı. Calciopoli skandalı da denilen bu olaya karışan takımlardan biri de Milan'dı. Soruşturma sonucunda, Milan'a ligin başında 15 puanının silinmesi ve dolayısıyla Şampiyonlar Ligi'ne katılamama cezası verildi. Ancak Milan kulübü cezanın temyizi için mahkemeye başvurdu ve silinen puan miktarı 8'e indirildi ve 2006-07 Şampiyonlar Ligi'ne katılabilmesine izin verildi. Milan, katıldığı bu 2006-07 sezonu Şampiyonlar Ligi'nde kupayı kazandı. Skandal döneminde Milan'ın en önemli rakibi FC Internazionale Milano dört lig şampiyonluğu birden yaşadı. 2010-11 sezonunda takıma transfer edilen Zlatan Ibrahimović, Robinho ve Alexandre Pato gibi önemli oyuncularla birlikte takım 2003-04 sezonundan beri ilk Serie A şampiyonluğunu yaşayarak onsekizinci lig şampiyonluğunu elde etti.
Kulübün renkleri, bütün tarihi boyunca kırmızı ve siyah olarak kalmıştır. Kırmızı renk, oyuncuların ateşli hırsını, siyah renk ise rakiplerin korkusunu göstermek için seçilmiştir. Klasik forması kırmızı-siyah çubuklu forma olan Milan'ın takma adlarından olan "Rossoneri", kelime anlamı olarak İtalyanca'da "kırmızı-siyah"'ın karşılığıdır.
"Diavolo"(Şeytan) ise, kulübün renklerinden türetilen bir başka takma adıdır. Milan, 1979 yılında formasına ilk yıldızını taktığında, bir süre kırmızı şeytan logosunu ambleminde kullanmıştır. Uzunca bir süre kulübün amblemi "Saint Ambrose" bayrağından ibaretti. Günümüzde ise, kulübün amblemi, ortada "Comune di Milano" bayrağı, üst kısımda "ACM" kısaltması ve alt kısımda da kuruluş yılı olan 1899'dan oluşmaktadır.
Dış saha maçlarında giyilen formalar, kulübün tarihi boyunca tamamen beyaz olarak kalmıştır. Gerek taraftarlar, gerekse de kulüp tarafından bu beyaz formaların Şampiyonlar Ligi finallerinde şanslı olduklarına inanılmaktadır. Çünkü Milan, tamamen beyaz formayla çıktığı sekiz Şampiyonlar Ligi finalinin altısında kupayı almıştır (yalnızca 1995'te Ajax'a ve 2005'te de Liverpool'a kaybetmişlerdir). Ancak, iç saha formalarını giydikleri üç finalin ikisini kaybetmişlerdir. Takımın üçüncü forması ise her yıl değişmektedir; 2008-2009 sezonu itibarıyla formanın çok küçük bir kısmı kırmızı, diğer kısımları siyahtır, çok nadiren giyilmektedir.
Takımın şu anki stadı 80,018 oturma kapasiteli Giuseppe Meazza Stadyumu'dur. Stadın resmi adı ise, hem Milan hem de FC Internazionale Milano'da oynamış olan Giuseppe Meazza'ya ithafen "Stadio Giuseppe Meazza "'dır. "San Siro" adı, stadın bulunduğu semtten gelir. Stad Milano'nun diğer büyük kulübü olan FC Internazionale Milano ile paylaşımlı kullanılır. Stat, tribünlerinin sahaya yakın olması nedeniyle heyecan verici bir atmosfere sahiptir. Meşale kullanımının çok yaygın olması, UEFA gibi uluslararası kuruluşları rahatsız etmektedir.
La Repubblica adlı İtalyan gazetesinin Ağustos 2007'deki araştırmasına göre Milan, İtalya'nın en çok taraftara sahip olan takımlarından birisidir.. Milan daha çok Güney İtalya'dan Milano'ya göç eden işçi sınıfı ve ticaretle uğraşan kesimin takımı olarak nitelendirilir. FC Internazionale Milano'da ise daha zengin ve Milanolu olan orta sınıf taraftarlar daha fazladır.
İtalyan futbolunun en eski taraftar gruplarından biri olan "Fossa dei Leoni", Milan kökenlidir. Milan'ın şu anki en büyük taraftar grubu olan "Brigate Rossonere" 1970'lerin ortalarından beri varlığını sürdürmektedir. Milan taraftarları hiçbir zaman belirli bir siyasî görüşe sahip olmamalarına rağmen; medya uzunca bir süre, taraftarların sol görüşlü olduğunu iddia etmiştir. Ancak günümüzde takımı Berlusconi'nin satın almasıyla medyanın bu tavrı biraz değişmiştir.
2010 yılında yapılan bir araştırmaya göre, Milan, 18.4 milyon taraftarıyla Avrupa'da en çok desteklenen İtalyan takımıdır. Diğer taraftan, Borussia Dortmund, FC Barcelona, Manchester United, Real Madrid, Bayern Munich, Schalke, Arsenal ve Hamburg'dan sonra en çok desteklenen dokuzuncu takımdır.
Ocak 1995'te, bir Genoa taraftarı olan Vincenzo Spagnolo'nın bir Milan taraftarı tarafından bıçaklanarak öldürülmesinden sonra, Genoa taraftarı tarafından Milan'a büyük bir nefret beslenmektedir. Ancak Milan'ın asıl rakibi Inter'dir. Milan ve Inter takımları arasında oynanan her Serie A maçına Derby della Madonnina adı verilir. Bu ad, şehrin en gösterişli yapılarından biri olan Milano Katedrali'nin üstünde heykeli bulunan Blessed Virgin Mary'den gelmektedir. Milan taraftarları çoğunlukla, maç başladıktan sonra komik ama bazen de saldırgan mesajlar içeren pankartlar açarlar. Ayrıca meşaleler de çok |
kullanılmaktadır. Ancak bu meşaleler bazen kötü niyetli kullanılabilmektedır; örneğin 12 Nisan 2005'te oynanan 2004-2005 sezonu Şampiyonlar Ligi çeyrek final, ikinci ayak maçında Inter tribünlerden atılan bir meşale Milan kalecisi Dida'nın omzuna isabet etmiş ve maç iptal edilmiştir.
Paolo Maldini, 14 Mayıs 2007 itibarıyla toplamda 1000 ve Serie A'da 600 maçla, Milan'ın hem Serie A'daki hem de toplamdaki maçlarında en çok forma giyen oyuncusudur (playoff maçları hesaplamaya dâhil değildir). Aynı zamanda Paolo Maldini, Serie A'da en çok forma giyen oyuncu unvanını da elinde bulundurmaktadır.
İsveçli futbolcu Gunnar Nordahl, 268 maçta attığı 221 golle Milan'ın tüm zamanların en çok gol atan oyuncusudur.Jose Altafini ise 298 maçta attığı 173 golle bu klasmanda ikincidir.
Kulüp, Serie A 1991-1992 sezonunda yalnızca bir maç kaybetmiştir ve bu da bir rekordur. Toplamda ise, bu yenilmezlik serisi 58 maç sürmüştür. Seri, 26 Mayıs 1991'deki 0-0'lık Parma beraberliği ile başlamış ve ilginç bir şekilde Milan'ın 21 Mart 1993'teki maçta kendi evinde Parma'ya 1-0 yenilmesiyle sona ermiştir. Bu yenilmezlik serisi bir Serie A rekorudur ve üst düzey Avrupa ligleri tarihinin de üçüncü en uzun yenilmezlik serisidir. Steaua București'nin 104 maçlık ve Celtic'nin 68 maçlık serisi Milan'ı bu klasmanda geride bırakmıştır.
Milan, 2007'deki FIFA Kulüpler Dünya Kupası'nda Boca Juniors'ı yenerek FIFA tarafından tanınan uluslararası turnuvalarda en çok kupa kazanan takım oldu.
Milan, tarihi boyunca çok sayıda başkan değiştirmiştir. Bunlardan bazıları kulübün sahibi olmalarına karşın, bazıları da fahri başkanlardır. Aşağıda, bütün başkanları listesi bulunmaktadır.
Aşağıdaki tablo, 1900'dan günümüze Milan'ı çalıştıran teknik direktörleri listelemektedir.
Milan, İtalya içinde kazandığı 29 kupayla İtalya'nın en başarılı takımlarından birisi, kazandığı Avrupa çapında 14 ve dünya çapında 4 kupayla uluslararası turnuvalarda da dünyanın en başarılı takımıdır. Milan, kazandığı 10'dan fazla "scudetto" (şampiyonluk) ile formasında yıldız taşıma üstünlüğü kazanmıştır. Ayrıca Milan, kazandığı beşten fazla Şampiyonlar Ligi kupasıyla Şampiyonlar Ligi maçlarında, formasında "UEFA Başarı Amblemi" taşıma üstünlüğüne de sahiptir.
Charles Dickens
Charles John Huffam Dickens (; 7 Şubat 1812 – 9 Haziran 1870) İngiliz yazar ve toplumsal eleştirmen. En unutulmaz kurgusal karakterlerden bazılarını yaratmasının yanında Victoria devrinin en iyi romancısı olarak kabul edilir. Yaşadığı sürede eserleri benzeri görülmemiş bir üne sahip oldu ve yirminci yüzyılda edebi dehası eleştirmenler ve ilgili kişiler tarafından kabul gördü. Romanları ve kısa öyküleri dünya çapında tanınmaya devam ediyor.
İngiltere'nin Portsmouth şehrinde doğan Dickens babasının borçları yüzünden hapishaneye düşmesi sonrasında fabrikada çalışabilmek için okuldan ayrıldı. Düzgün bir eğitim almamış olsa da erkenden yoksullaşması ona başarıya giden yolda yardım etti. Kariyeri boyunca 20 yıllık bir süre içerisinde haftalık olarak çıkan bir gazeteyi yönetti, 15 roman, 5 uzun öykü, yüzlerce kısa öykü ve kurgu dışı makale yayınlayıp yorulmak nedir bilmeden çalıştı ve çocuk hakları, eğitim ve diğer toplumsal konularda yenilikler için mücadele verdi.
1836'da yayınlanan "The Pickwick Papers" romanı ile şöhrete kavuştu. Birkaç yıl içerisinde uluslararası tanınan bir edebiyatçı oldu, kişilik ve toplum üzerine mizahi, satirik ve keskin gözlemleri ile ünlü oldu. Romanlarının çoğunlukla haftalık ya da aylık yayınlar şeklinde çıkması Viktorya döneminde en yaygın basım şekli olan dizi yayınlara öncülük etti. Dizi olarak çıkan eserler Dickens'a okuyucuların tepkisini iyi değerlendirme fırsatı verdi ve o da sık sık konuları ve karakterlerin gelişimini aldığı yorumlara göre şekillendirdi. Örneğin eşinin pedikürcüsünün "David Copperfield"taki Bayan Mowcher'ın kusurlarının fazla ön planda olduğu konusundaki ifadelerinden sonra karakterin iyi özelliklerini geliştirdi. Görünüşe göre "Oliver Twist"teki Fagin için ünlü suçlu Ikey Solomon'dan esinlenmişti. Leigh Hunt'tan ilham alarak yarattığı "Bleak House"'taki Bay Skimpole karakterinin kitabın bölümlerini takip eden arkadaşlarının tavsiyesiyle geliştirdi. Aynı romandaki Lawrence Boythorne ve kilise görevlisi Mooney için de gerçek hayattan kişilerden örnek almıştı. Boythorne için Walter Savage Landor'dan ve Mooney için de Salisbury Square'deki Looney isimli kilise görevlisinden esinlenmişti. Konularını özenle oluştururdu ve hikayelerine sıklıkla güncel olaylardan unsurları serpiştirirdi.
Dickens kendi çağının en önemli edebiyatçılardan biri olarak görülür. 1843 tarihli romanı "A Christmas Carol" yazılan en etkili eserlerden biridir. Her zaman popüler kalmıştır ve hala her sanat tarzında uyarlanmaya devam ediyor. Gerçekçiliği, mizahı, yazım şekli, benzersiz karakterleri ve toplumsal eleştirileri sayesinde yaratıcı dehası Leo Tolstoy'tan G. K. Chesterton ve George Orwell'a kadar pek çok yazar tarafından övülmüştür. Fakat Oscar Wilde, Henry James ve Virginia Woolf ise psikolojik derinlik eksikliği, gevşek yazım tarzı, duygusal mizacından şikayet etmişlerdir.
Memur bir babanın oğlu olarak 1812 yılında doğan Dickens'ın ilk yılları refah içinde geçse de babasının borçları yüzünden hapse girmesiyle sefaletle tanıştı. Henüz 11 yaşında iken bir boya fabrikasında çalışmak zorunda kaldı. 15 yaşında bir avukatın yanına giren genç Dickens, öğrenmeye meraklı olduğu için boş zamanlarında stenografi öğrendi. 1835 yılında Morning Chronicle gazetesine stenograf olarak girdi ve 1835’te “Boz” takma adıyla Boz’un Karalamaları başlığında notlar yayımlamaya başladı.
1837'de ise esas onu ünlendirecek olan Bay Pikvik'in Serüvenleri adlı kitabını yayımladı. Aynı yıl içinde Catherine Hogarth ile evlendi. 1840 yılında ölen baldızı Mary’e ithaf ettiği Antikacı Dükkanı romanını yayımladı.
1840'ta Amerika’ya gitti ve burada büyük bir coşkuyla karşılandı, ama Genel Okur İçin Amerika Notları kendisini o kadar içtenlikle ağırlamış olanlarda şiddetli tepkilere yol açtı. 1843 ile 1846 arasında bol bol seyahat eden Dickens, bu seyahatlerde dönemin ünlü yazarlarıyla tanışma fırsatı buldu. Bu dönemde yine Daily News gazetesini ve Household Words dergisini çıkardı.
1858 yılında karısından ayrılan Dickens, bu dönemden itibaren yine sık sık seyahate çıktı, konferanslar verdi. Ama sonunda çok yoruldu ve Gadshill’deki evinde istirahate çekilmek zorunda kaldı. 1870’te de şöhretinin zirvesindeyken öldü. Mezarı Londra'daki Westminster Kilisesi'nde bulunmaktadır.
Fındık
Fındık, huşgiller (Betulaceae) familyasından "Corylus" cinsini oluşturan çalı ve ağaç türlerinin ortak adı.
Basit, yuvarlak yaprakların kenarları çift dişli, ucu sivridir. Çiçekler yapraklardan hemen önce ilkbaharda açar. Bir evciklidir. Erkek çiçekler kedicik şeklinde 5–12 cm uzunluğunda sarı renklidir. Dişi çiçekler çok küçük, kış boyunca tomurcuklarda gizlenir, 1–3 mm uzunluğunda kırmızı renklidir. Nuks meyve 1-2-3 cm uzunluğunda 1–2 cm çapındadır, kabuğun etrafını tamamen veya kısmen kuşatan bir kadehcik bulunur. Kadehciğin şekil ve yapısı fındık türlerinin teşhisinde önemlidir.
Kışların ılık geçtiği nemli ve humuslu toprağı sever. Yıllık 1000–2000 mm kadar yağış ister.
Ticari değeri yüksek olan fındık Türkiye'de Giresun, Ordu, Trabzon illerinde tek tarım tipi (monokültür) olarak yapılır.Orta Karadeniz'de ise modern ve tekniğine uygun üretim yapılmaktadır. Üretilen fındıkların %80'i Karadeniz Bölgesi'nden sağlanır. Karadeniz Bölgesi'nden başka Marmara Bölgesi'nde de yetiştirilir. Türkiye, Dünya fındık üretiminde ilk sırada yer alır. Dünya fındık üretiminin %62-65 kadarını karşılar. Türkiye fındık üretim alanları üç ana guruba ayrılır.
I. Standart bölge: Giresun, Ordu, Trabzon, Rize, Artvin. Eski fındık yetişme alanlarıdır. Bu alanlarda fındık ocakları yaşlı, verim oldukça düşük, yıllık üretim değişimleri fazladır.
II. Standart bölge:Samsun, Sinop, Sakarya, Düzce, Zonguldak, Bartın, Kastamonu, Kocaeli. Daha genç, derin topraklı, tekniğine uygun dikilmiş fındık bahçeleri yer alır. Verim oldukça yüksektir.
III. Çerezlik bölge: Yukarıda sayılan standart alanın dışındaki illerimizde kapsar. Üretim ve verim fazla değildir, yakın çevresinde tüketilir, istatistiklere dahil edilmez.
Dünyanın en büyük fındık alımı yapan şirketleri, üretimin Türkiye'nin tekelinden çıkması ve daha ucuza fındık temini için, Arjantin, Gürcistan, Ermenistan gibi ülkelerde fındık yetiştirilmesine teşvik ve araştırma yapmaktadır.
Çok iyi bir enerji kaynağıdır, vücuda güç ve enerji verir, beden ve zihin yorgunluğunu giderir. Fındık, kalp ve damar sağlığı açısından çok faydalıdır. Kolesterolü düşürür, kalp ritmini ayarlamaya yardımcı olur. Düzenli olarak her gün fındık yemek kalp krizi geçirme riskini azaltmakta çok etkilidir. Kansızlığa iyi gelir, vücut ve kemik gelişimini destekler. Hamilelerin hem kendileri için hem de doğacak çocuk için fındık yemeleri çok faydalıdır. Cinsel gücü arttırır, varislere iyi gelir. Fındık, soğuk algınlığı ve akciğer hastalıklarına da faydalıdır. Ayrıca, cildi güzelleştirdiği bilinmektedir. En önemli özelliği ise kansızlığa çok iyi gelmesidir.
Türkiye'de fındığın en önemli zararlıları olarak, "karamuk" oluşturup fındığın iç bağlamamasına ya da lekeli olmasına sebep olarak ekonomik zararı dokunan iki böcek türü vardır: Yarım kanatlılar takımından fındık yeşil kokarcası ("Palomena prasina") ile kın kanatlılar takımından Fındık kurdu ("Curculio nucum"). Ayrıca Balaninus nucum da önemli bir fındık zararlısı olarak bilinmektedir. Bu konuda 1915'de bir Osmanlı Ermeni ziraatçisi olan Antreasyan'ın önemli çalışmaları bulunmaktadır.
Başlıca üretici ülkelerin yıllara göre kabuklu fındık üretim miktarını gösteren tablo (ton).
Ayrıca Çin, İran, Şili, Avustralya ve Fransa fındık üretiminde önemli ülkelerdendir. Listedeki ülkelerin yanında küçük miktarlarda üretim yapan diğer ülkeler şunlardır: Polonya, Yunanistan, Belarus, Hırvatistan, Tacikistan, Özbekistan, Rusya, Kamerun, Portekiz, Moldova, Ukrayna, Tacikistan, Tunus, Sl |
ovakya, Slovenya, Suriye, Kıbrıs, Arjantin, Avusturya, Estonya, Yeni Zelanda ve Romanya.
Dünyada ticarete konu olan fındığının büyük kısmı (%91) Avrupa ülkeleri tarafından satın alınır ve çoğunlukla (%80) şekerleme ve çikolata sanayinde kullanılır. 2000-2008 yılları arasında %85'i Türkiye tarafından satılan ortalama 540 bin ton kabuklu fındık ticareti gerçekleşmiştir. İtalya, Almanya, Amerika Birleşik Devletleri ve İspanya, Türkiye dışındaki önemli ihracatçı ülkelerdir. Hollanda, Belçika, Lüksemburg, Avusturya, Birleşik Krallık, İrlanda, İsviçre, Bulgaristan, Macaristan ve Kanada, fındık üretmemesine karşın ithal ettiği ürünü ihraç eden ülkelerdendir.
Dünyada en fazla fındık satın alan ülkeler şunlardır; Almanya, İtalya, Fransa, İsviçre, Belçika, Lüksemburg, Rusya, Avusturya, Hollanda, Birleşik Krallık, ABD, İspanya, Polonya, Yunanistan, Danimarka.
Türkiye son 30 yılda ortalama olarak 400.000 ton kabuklu fındığa eşdeğer 200 bin ton iç fındık ihracatı yapmıştır. Son yıllarda fındık üretimimizin artmasına bağlı olarak bu miktarda artmaktadır. ile 2010-11 sezonunda 527 bin ton kabuklu fındığa karşılık gelen 263 bin ton ihracat gerçekleştirilmiştir. 2011-2012 sezonu ihracatımız ülke guruplarına göre: %74 AB ülkeleri, %10 diğer Avrupa ülkeleri, %9,5 deniz aşırı ülkeler, %6 diğer ülkeler şeklindedir. Ülkeler bazında ihracat: %21 Almanya, %17 İtalya, %14 Fransa, %4 Polonya ve %4 Kanada şeklindedir .
Türkiye fındığını %58 oranında iç fındık, %17 işlenmiş bütün fındık, %25 ileri işlenmiş fındık olarak ihraç eder.
Gümrük ve Ticaret Bakanlığına göre : Fındık ihracatı tarımsal ihracatın %15-20'sini, genel ihracatın %2'sini oluşturur. 380 bin aile, 700 bin hektar alanda fındık üreterek, 3 milyon kişiye geçim imkanı sunar. 2012/13 sezonunda 600 bin ton kabuklu fındığa eşdeğer ihracat yapılmış ve Cumhuriyet tarihi rekoru olan 1,8 milyar dolar gelir elde edilmiştir.
Bazı yıllarda İllere göre fındık üretimi. "Not:Tabloların üst kısmında bulunan tuşu, ilgili sütuna göre sıralama yapmaktadır." Halihazırda illerin sıralaması 2012 üretimlerine göre yapılmıştır.
Kriptoloji
Kriptoloji, şifre bilimidir. Çeşitli iletilerin, yazıların belli bir sisteme göre şifrelenmesi, bu mesajların güvenlikli bir ortamda alıcıya iletilmesi ve iletilmiş mesajın deşifre edilmesidir.
Günümüz teknolojisinin baş döndürücü hızı göz önüne alındığında, teknolojinin gelişmesiyle birlikte ortaya çıkan güvenlik açığının da taşıdığı önem ortaya çıkmaktadır. Kriptoloji; askeri kurumlardan, kişiler arası veya özel devlet kurumları arasındaki iletişimlerden, sistemlerin oluşumunda ve işleyişindeki güvenlik boşluklarına kadar her türlü dalla alakalıdır.
Kriptoloji = Kriptografi + Kriptoanaliz.
Kriptoloji bilimi kendi içerisinde iki farklı branşa ayrılır. Bunlar Kriptografi; şifreli yazı yazma ve Kriptoanaliz; şifreleri çözme ya da analiz etmedir.
Kriptoloji, çok eski ve renkli bir geçmişe sahiptir. Tarihten günümüze kadar, bazı şifreleme teknikleri şunlardır:
Kriptografinin Türkçe adı şifre yazımıdır. Kriptografi Yunanca gizli anlamına gelen “kriptos” ve yazı anlamına gelen “graphi” dan türetilmiştir. Kriptoloji ise şifre bilimidir. Kriptografi bilgi güvenliği ile uğraşır, Kriptoanaliz güvenli bilginin kırılması başka bir deyişle kriptografinin tam karşıtıdır. Kriptoanalistler genelde şifre çözmeye dayalı çalışırlar. Kriptoloji bir matematik bilimidir ve genelde sayılar teorisi üstüne kuruludur.
İlk kriptolog, 4000 yıl önce yaşamış Mısırlı bir kâtiptir. O, efendisinin hayatını anlatırken hiyeroglifleri şifrelenmiş bir şekilde oluşturmuştu ve bazı hiyeroglifler daha önce hiç kullanılmamıştı.
Kriptografi, bu şekilde başlamasına karşın, hayatının ilk 3000 yılında neredeyse hiç gelişemedi. Dünyanın farklı farklı yerlerinde bağlantısız bir şekilde en temel biçimde kullanılmıştı ancak medeniyetlerin yıkılışıyla sonraki adımlara geçilememişti.
Dönemin en önde uygarlığı olan Çin'de ise yazının şifresiz yazılmasının bile çok zor olması nedeniyle kriptografi hiç gelişemedi.
Daha sonraları (M.Ö 5. - 6. yüzyıl) askeri istihbaratta gizlilik gerekmesi nedeniyle, kriptografi askeri alana girdi. Askeri alandaki ilk kriptograflar Spartalılardır.
9. yüzyıl'da Kindî, kriptoloji biliminde uygulanan tek alfabeli yerine koyma şifreleme yöntemini geliştirerek frekans analizini bulan ilk kişi olmuştur.
Kriptoloji algoritmaları tamamen matematiksel fonksiyonlardan oluşur. Örneğin Sezar şifresinde A harfi yerine D, B harfi yerine E kullanılmıştır. Bu da demek oluyor ki algoritma gördüğü her harf yerine alfabede ona karşılık gelen harfin üç ilerisindeki harfi getirerek şifrelenmiş (kriptolu) metni oluşturmuş oluyor. İlk zamanlarda kriptolu metinlerin güvenliği için şifreleme ve deşifreleme algoritmaları saklı tutulurdu ve gizli bir anahtar bulunurdu. Fakat günümüzde kriptolojinin güvenliğinden bahsedecek olursak algoritma bilinse dahi yazı metninin çözülmemesi gerekir. Burada da devreye açık anahtarlı kripto algoritmaları girmektedir. Bunlar bir Public Key (genel anahtar) –ki bu herkesin görebileceği bir anahtar. (Secret Key) bu da sadece yazının çözülmüş (deşifrelenmiş) halini elde etmeye yarayacak olan anahtardır.
İletişim kurmak isteyen iki kişinin bir birlerine e-posta aracılığı ile ileti göndermesini göz önünde tutalım. Bu iletiler birçok bilgisayardan geçmektedir. A kullanıcısından B kullanıcısına gittiğinde daha önce açılıp okunmadığını veya açılıp üstünde değişiklik yapmadığını bilemeyiz. Bu yüzden devreye kriptolama girmektedir. Kripto teknikleri genelde bu yazıyı daha önce hazırlanmış bir algoritma ile şifreli bir metin haline getirir. Örnek olarak buna Sezar şifresi diyebiliriz.
Bir başka iletişim tekniğini göz önüne alırsak, örneğin telsiz haberleşmelerinde de buna benzer sistemler kullanılmaktadır. Ses önce şifrelenir karşıya gönderilir orda şifre açılır ve ses araya başka bir kullanıcı girmeden güvenli bir şekilde teslim edilmiş olur.
Ferhat Livaneli
Ferhat Livaneli (d. 2 Ağustos 1954, Amasya) Müzisyen.
Ailesinin kökeni Artvin'in Yusufeli ilçesine bağlı Heveg-i Livane (Bıçakçılar) köyüne dayanır. Babası "Mustafa Sabri Livaneli"’dir. Öğrenimini İsveç'te sürdürdü. Birkagarden Yüksek Müzik Okulunu bitirdi. Klasik gitar, koro şefliği, kontrpuan armoni ve aranjörlük konularında eğitim aldı. Başta Zülfü Livaneli olmak üzere, Mikis Teodorakis, Maria Farandouri ve birçok sanatçının albümüne aranjör ve yönetmen olarak katılan sanatçı, 1993-2011 yılları arasında "İstanbul Devlet Modern Folk Müzik Topluluğunda" Genel Sanat Yönetmeni olarak görev yapmış, aynı toplulukta halen sanatçı olarak görev yapmaktadır.
Fatin Rüştü Zorlu
Fatin Rüştü Zorlu (20 Nisan 1910, İstanbul – 16 Eylül 1961, İmralı Adası), Türk siyasetçi ve diplomat. 27 Mayıs Darbesi sonrası başlatılan Yassıada Yargılamaları sonrası Türkiye Başbakanı Adnan Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ile birlikte idam edildi.
Fatin Rüşdü Zorlu'nun dedesi Rus İbrahim Paşa Osmanlı'ya sığınınca Yusufelili Zor Derebeyi Ali Paşa'nın kızıyla evlendirildi. Zorlu soyisminin kaynağı buradan gelmektedir. İstanbul’da doğdu. Demokrat Parti (DP) iktidarı (1950-1960) döneminde Başbakan Yardımcılığı, Devlet Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı yaptı, 27 Mayıs Darbesi’ni gerçekleştiren Millî Birlik Komitesi tarafından atanan yargıçlardan oluşan "Yüksek Adalet Divanı" tarafından idama mahkûm edildi.
Galatasaray Lisesi’ni, Paris Politik Bilimler Enstitüsü'nü ve Cenevre Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1933 yılında Atatürk'ün de hazır bulunduğu nikahla dönemin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras'ın kızı Emel Hanım'la evlendi ve 1936 yılında kızı Sevin doğdu. 1936 Montrö konferansına katıldı. Paris ve Kuybişef maslahatgüzarlığı, merkez şifre müdürlüğü yaptı. 1932’den başlayarak Dışişleri Bakanlığı’na bağlı çeşitli görevlerde bulunduktan sonra 1951’de Ekonomik İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteri oldu. 1952’de Büyükelçiliğe yükselerek Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı’nda (NATO) Türkiye daimi temsilciliğine getirildi. 1959 yılında Adnan Menderes'le beraber, Bilderberg toplantısına katıldı.
Siyasal yaşama atıldığı 1954’te, ardından 1957’de Demokrat Parti’den Çanakkale Milletvekili seçildi. Adnan Menderes Hükümetlerinde Başbakan Yardımcılığı, (Mayıs 1954-Kasım 1955), Devlet Bakanlığı (Temmuz–Kasım 1957) ve Dışişleri Bakanlığında (Kasım 1957–Mayıs 1960) bulundu. 1957 yılında Kıbrıs Türkleri'ni EOKA terörüne karşı korumak için Türk Mukavemet Teşkilatı'nın kurulmasını sağladı., Dışişlerinde güttüğü politika NATO’ya bağlılığa dayanmakla birlikte, Türkiye'nin ekonomik büyümesi için Amerika’dan azami miktarda mali kaynak sağlamaya yönelikti. 1974'te Bülent Ecevit'in başbakanlığı döneminde TSK tarafından gerçekleştirilen Kıbrıs Harekâtı'nın hukuki dayanağı, Fatin Rüştü Zorlu'nun 11 Şubat 1959'da İsviçre'de Yunanistan ve Birleşik Krallık ile birlikte imzaladığı Zürih Antlaşması'ndaki Garantörlük hükmüdür.
1960 yılında 27 Mayıs Darbesi'nden sonra diğer hükümet üyeleri ve DP yöneticileriyle birlikte tutuklanarak, yeni oluşturulan "Yüksek Adalet Divanı" tarafından Yassıada’da yargılandı. Bu mahkeme 14 sanıkla birlikte Fatin Rüştü Zorlu'yu da idam cezasına çarptırdı. Cezası, Adnan Menderes ve Hasan Polatkan’ınki ile birlikte, askeri müdahaleyi gerçekleştiren MBK tarafından onaylandı. 16 Eylül 1961’de idam edilerek hayatına son verildi. İdama büyük bir metanetle gitmiştir. Yassıada komutanı Tarık Güryay'ın anılarında bu olaya şu şekilde yer vermiştir :
"Zorlu, ölüme gerçekten zorlu bir metanetle gitti. O kadar ki, hatta mahut gömleğin üzerine giydirilişinden sonra, kendisine dini telkinde bulunan hocanın, Arapça kelimeleri telaffuzda düştüğü hataları düzeltti. Kollarını arkadan bağlarken, başsavcıya son bir ricada bulundu. Ellerinin önden bağlanmasını istedi. Fakat bunun kanunen imkânsızlığı kendisine anlatıldı. İdam sehpasına, öz dedesi Gazi Osman Paşa'nın adına yazılan marş eşliğinde gitmiştir. Beraberce sehpaya doğru yürüdük. Ne masaya ne de masa üzerindeki sandalyeye çıkarken yardım istedi. Hatta heyecandan eli titreyen |
cellâda: "Oğulum ne titreyip duruyorsun? İlmik senin değil, benim boynuma geçecek" dedi. Sonra adetâ kendisini uçsuz bucaksız bir boşluğa atar gibi: "Allah memleketi korusun, haydi Allahısmarladık!" dedikten sonra, ayaklarının altındaki sandalyeyi itmek işini de kimseye bırakmadı. Boyu uzun olduğu için, ayakları masaya basmıştı. Cellât masayı itti. Ona bu kadarcık da iş düşmüş bulunmasaydı, Zorlu sanki asılmış değil, intihar etmiş olacaktı."
Fatin Rüştü Zorlu idamından hemen önce ailesine yazdığı mektup şöyledir:
Cenazesi ölümünden 29 yıl sonra, 17 Eylül 1990’da İmralı Adasındaki mezarından alınarak İstanbul’da yaptırılan Anıtmezar'a nakledildi.
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Eskişehir'deki bir devlet üniversitesi.
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi'nin kuruluşu, Eskişehir'de üniversite yaşamını başlatan Tıp, Mühendislik-Mimarlık ve Fen Edebiyat Fakültelerinin kuruluş tarihi olan 1970 yılına dayanır.
18 Ağustos 1993'te çıkan 496 sayılı KHK ile Eskişehir'de "Osmangazi Üniversitesi" adı ile yeni bir üniversite kurulmuş ve Anadolu Üniversitesine bağlı olan Tıp, Mühendislik-Mimarlık ve Fen-Edebiyat Fakülteleri, Sağlık Hizmetleri ve Eskişehir Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulları, Fen Bilimleri, Metalurji ve Sağlık Bilimleri Enstitüleri ile yeni kurulan İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü bu Üniversiteye bağlanmıştır. 1994'te Sivrihisar Meslek Yüksekokulu, 1995'te Ziraat ve İlahiyat Fakülteleri, 1996'da Eskişehir Sağlık Yüksekokulu (2015'te Sağlık Bilimleri Fakültesine dönüştürülmüştür), 1998'de Eğitim Fakültesi kurularak Üniversite bünyesine katılmıştır.
2005 yılında adı "Eskişehir Osmangazi Üniversitesi (ESOGÜ)" olarak değiştirilen üniversitenin bünyesinde, 2007'de Turizm ve Otel İşletmeciliği Yüksekokulu (2013'te Turizm Fakültesine dönüştürülmüştür), Mahmudiye Meslek Yüksekokulu ve Devlet Konservatuvarı 2008'de Diş Hekimliği Fakültesi, 2009'da Sanat ve Tasarım Fakültesi, 2010'da Eskişehir Meslek Yüksekokulu ve Eğitim Bilimleri Enstitüsü kurulmuştur.
2015-2016 Öğretim Yılı itibarıyla, 11 Fakülte, 1 Devlet Konservatuvarı, 4 Meslek Yüksekokulu, 5 Enstitü'de, 1264'ü Doktora, 3813'ü Yüksek lisans, 22857'si Lisans olmak üzere Toplam 29822 öğrenci öğrenim görmektedir.
Kafkasya Üniversiteler Birliği'nin üyesidir.
Yusufeli
Yusufeli, Türkiye Cumhuriyeti'nin Karadeniz Bölgesi'nde bulunan Artvin iline bağlı bir ilçe ve ilçenin merkezi olan kasaba. İlçe, Artvin il merkezinin güneybatısında yer alır. Artvin kentine olan uzaklığı yaklaşık 104 km, Erzurum'a ise 139 km mesafededir. Ulaşım Erzurum-Artvin karayolu ile sağlanır. Yusufeli kültürü Artvin'in merkez, Ardanuç, Ardahan (merkez), Posof ilçeleriyle aynı olup Erzurum'un Uzundere, Tortum, Oltu, Olur ilçeleriyle ise yakın kültüre sahiptir.
İlçe merkezi Çoruh Nehri ile Barhal Çayı’nın birleştiği bir vadide kurulmuştur. Doğusunda Erzurum’un Olur ve Oltu ilçeleri, güneyinde Erzurum’un Tortum, Uzundere ve İspir ilçeleri, batısında Rize’nin Çamlıhemşin ve Ardeşen ilçeleri, kuzeyinde ise Artvin merkez ve Murgul ilçeleri yer alır.
Denizden yüksekliği 560 m olup yüzölçümü 2327 km²'dir. İlçenin yüzey şekillerini genellikle doğu–batı doğrultusunda uzanan dağlarla bu dağları birbirinden ayıran vadiler meydana getirir. Yusufeli, coğrafî konum itibarı ile çok engebeli, dağlık bir alana sahiptir. Düzlükler yok denecek kadar azdır. Halk, geçimini tarım ve hayvancılıkla sağlamakla birlikte "gurbetçilik" en önemli geçim kaynaklarındandır. Coğrafyanın dağlık ve işlenebilir, toprağın çok kıt oluşu, halkı gurbetçiliğe zorlamıştır. İlçede sanayi tesisi ve istihdam yaratacak sektör yoktur. En meşhur yemeği Yusufeli cağ kebabı'dır.
Halk müzikleri halk oyunları, bar oyunları ve Artvin (Ahıska) Kafkas dansları üzerine kurulmuştur. Başlıca müzik aletleri tulum, zurna, asma davul, Saz ve akordeondur. Yusufelili Kıpçak Türklerinin bir kısmı öz kültürünü kaybetmiş, Karadeniz kültürünü kabul etmiş, fakat Kıpçak Türk kimliklerini koruyabilmişlerdir.
Yusufeli ilçesi Nüfusunun büyük çoğunluğunu Kuman(Kıpçak)Türkleri oluşturur geriye kalan nüfusun büyük kısmı Gürcüler ve az sayıda Poşalar(Çingeneler)dan oluşur,Yusufelili Kuman Türklerinin ana dili Türkçe şivesi ise Ahıska şivesidir.Yusufelililerin azımsanmayacak bir kısmı komşu Kuman Türkü Erzurum ilçelerinden göç edip yerleşmiştir.
Yusufeli'nin tarihi M.Ö. 3000 yılına, Bronz Çağı'na dayanmaktadır. İlk adı Perterek (veya Pertarek)dir. Hurri, Urartu, Pers, Roma, Bizans, Gürcü ve Ermeni yönetiminde kaldıktan sonra, bölgeye Müslümanların gelmesiyle sırasıyla Selçuklu, Saltuklu, İlhanlı, Timur, Akkoyunlu, Safevi ve Osmanlı yönetiminde kalmıştır.
93 Harbi sonrası Rusya hakimiyetine girmişse de, Batum Antlaşması ile Türkiye'nin parçası olmuştur.
"Karadağ" (2399 m) : İlçenin güneyinde yer alır kınalıçam köyü nün kurudere (mevenk, Haydar) mahallesi bu dağın eteklerinde kuruludur.
"Ali Dağı" (2232 m) : İlçenin güneydoğusunda yer alır, bu dağın zirvesi kınalıçam köyü sınırları içindedir bu dağın bir kısmı Erzurum il sınırları içinde kalmaktadır.
"Kaçkar Dağı" (3937 m): İlçenin kuzeybatısında yer alır. Rize ile il sınırını oluşturur. 3937 m yüksekliği ile Kuzeydoğu Anadolu Dağlarının en yüksek dağıdır. Kaçkar Dağı'nda çok sayıda endemik bitki ve çiçek türünün varlığı saptanmıştır. Kaçkar’ın etekleri yaz mevsiminde rengârenk çiçeklerle bezenir ve bu durumda dağ, trekkingciler için doyumsuz manzaralar sunar. Dağcılık sporuna da oldukça uygun bir dağ olup Türkiye’nin en önemli ve en tanınmış dağlarının başında gelmektedir.
"Altıparmak Dağları" (3562 m): İlçenin kuzeybatısında yer alıp kuzey-batı doğrultusunda uzanarak Rize ile il sınırını oluşturur. Altıparmak Dağları sıradağlar biçiminde uzanmakta olup birçok dağ bu silsileye mensuptur. Çok sayıda buzul gölünün yer aldığı Altıparmak Dağları, Barhal Çayı'nın da kaynaklarını oluşturur. Trekking ve dağcılık sporlarına elverişlidir.
İlçenin en büyük akarsuyu Çoruh Nehridir. Yusufeli sınırlarındaki bütün çay ve dereler Çoruh’un kollarını oluştururlar. Çoruh Nehri, kaynağını Mescid Dağının (3255 m) batı yüzünden alır. Önce batı doğrultusunda akıp Bayburt’tan geçtikten sonra bir yay çizerek doğuya yönelir. Yokuşlu köyü önünde Yusufeli sınırlarına girer. Yusufeli, Artvin ve Borçka’nın içerisinden geçtikten sonra Borçka’nın Muratlı kasabasından da geçerek burada il ve ülke sınırlarını terk eder ve Batum’da Karadeniz’e dökülür. Toplam uzunluğu 376 km olan Çoruh Nehrinin il sınırları içerisindeki uzunluğu 150 km olup 100 km'si Yusufeli sınırları içerisinde seyreder. Çoruh’un debisi Mayıs ayında (569/529 m³/sn.) zirveye çıkar. Yıl boyunca en düşük debisi ise 53,09 m³/sn.’dir. Eğim %5’tir.
Çoruh Nehrinde başta sazan, kefal ve alabalık olmak üzere birkaç balık türü bulunur.
Çoruh Nehrinin Yusufeli sınırları içerisinde seyreden 100 km'ik kısmı raftig ve kano gibi su sporları için en uygun ve en zorlu parkurları meydana getirmiştir.
"Barhal Çayı"'nın tamamı Yusufeli sınırları içerisinde yer alır. Kaynaklarını Altıparmak Dağları ve Kaçkar Dağından (3937 m) toplar. İki kolu Yaylalar (Hevek) köyünün aşağısında birleşir ve buradan kuzeydoğuya doğru akmaya devam eder. Yaylalar köyü içerisinden geçtiği için, kaynağından Altıparmak köyüne kadar olan bölümüne Hevek Suyu adı da verilir. Altıparmak köyü içerisinde, kaynağını Kaçkar Dağından alan ve aynı zamanda Barhal Çayının en büyük kolu olan Kocaçay'ı alır. Balcılı köyü yakınlarında Yüksekoba (Kobak) Suyunu aldıktan sonra kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda seyrederek, Dereiçi köyü yakınlarında, Balalan (Arcivan) Deresini de alır. Yusufeli ilçe merkezinin tam ortasından geçerek, ilçe merkezinin önünde, Kâzım Karabekir (Kazahora) mahallesi ile Üzümbağı (Hamzet) mahallesinin karşısında Çoruh Nehrine karışır. Oldukça berrak ve temiz bir su olup alabalık yönünden de çok zengindir. İlçe merkezinin içme suyunun kaynağını teşkil eder. Bu çayın üzerinde, Sarıgöl mevkiinde şahısa ait alabalık çiftliği kurulmuştur. Yatağı boyunca sulama suyu olarak da kullanılmaktadır. Bunlardan başka ayrıca su sporlarına elverişli olup bu suda rafting ve kano gibi su sporları yapılır.
İlçenin Pamukçular (Ohur) köyü yakınlarında Yusufeli sınırlarına girer. Yusufeli-Oltu-Erzurum yol ayrımı mevkiinde Tortum Çayı ile birleşir ve her iki çay, Oltu Çayı adıyla Günalp Kayası (Su kavuşumu) denilen mevkide Çoruh Nehrine karışır.
Kargapazarı Dağları’nın kuzey yamaçlarından kaynaklarını alan Tortum Çayı, Erzurum–Artvin il sınırında bulunan Kınalıçam (Aşpişen) köyünde Yusufeli sınırlarına girer ve Kınalıçam köyü içerisinden geçerek Yusufeli-Oltu-Erzurum yol ayrımı mevkiinde Oltu Çayı ile birleşir. Su kavuşumu mevkiinde Çoruha karışır.
İlçe genelinde Karadeniz iklimi ile karasal iklim arasında bir geçiş iklimi tipi hakim olmakla birlikte ilçe merkezi ve yakın çevresi ile Çoruh Nehrine yakın yerlerde yazlar sıcak ve kurak, kışlar ılık ve yağışlı geçer; Akdeniz iklimini andırır. Buralarda Akdeniz ikliminin tipik bitki türleri olan zeytin, incir, üzüm gibi meyveler bolca yetişir. Vadinin yüksek kesimlerinde karasal iklim hüküm sürer. Yazlar serin, kışlar soğuk ve yağışlıdır. Yağışlar genelde ilkbahar sonu ve yaz başlarında görülür.
İlçenin yıllık hakim rüzgâr yönü batı–doğu doğrultusundadır. Rüzgârlar yılın ilk yedi ayında batıdan; ağustos, eylül, ekim aylarında güneybatıdan; kasım ayında güneyden ve aralık ayında ise kuzeyden eser. Yaz aylarında ise meltem rüzgârları eser. Rüzgârlar, gündüzleri vadiden dağa doğru, geceleri ise dağdan vadiye doğru eser.
İlçe alanının 28.620 hektarlık bölümü ormanlarla kaplıdır. Ormanlar genellikle yüksek kesimlerdedir. Ağaç türü olarak çam, sarıçam, ladin, köknar, karaağaç, meşe (pelit), ardıç, kayın, dişbudak, kızılağaç ve yabani kavak bulunur. İğne yapraklılar çoğunluktadır. Ormanlar, 700–2500 m arası rakımlarda yer alır.
İlçenin nüfusu 2012 adrese dayalı nüfus kayıt sistemine göre 22.234'dir. Bunun 6.856'sı ilçe merkezinde, 15.378'i ise belde ve köylerde yaşamaktadır. Yusufeli nü |
fusunun (Yaklaşık) yüzde 90'lık büyük kısmı Kıpçak Türküdür; geriye kalan nüfus Gürcüler ve az Sayıda Lomlar'dan oluşmaktadır.
Mustafa Adil Özder
Mustafa Adil Özder (d. 1907, Artvin – ö. 11 Kasım 1987, Ankara), folklor araştırmacısı, yazar ve şair.
Artvin'in Yusufeli ilçesine bağlı Demirkent köyünde doğdu. Babası Muallim Mehmet Razi Efendidir. I. Dünya Savaşı muhacirliğinde henüz sekiz yaşında iken (1915) ailesi ile birlikte Çorum’un Sungurlu ilçesine göç ettiler. Babası Mehmet Razi Efendi, çocuklarının eğitimini ihmal etmeyerek, M.Adil Özder’i 1916 yılında Sungurlu’daki Kenz’ül – İrfan Nümune Mektebine gönderdi. 1920 yılına kadar orada öğrenimine devam etti. Burada iken annesi öldü. Artvin’deki durumun düzeldiğine ilişkin alınan haberler üzerine 1920 yılının sonuna doğru babası ve kardeşleri ile birlikte köyleri Demirkent’e geri döndüler. Köylerine döndüklerinde, yarım kalan öğrenimini iki yıl boyunca babasından aldığı derslerle tamamlayarak o zamanlar Ersis’te (Kılıçkaya) bulunan altı yıllık Ersis Merkez Nümune Mektebini 1923 yılı yazında dışarıdan sınavlara girerek bitirdi. Aynı yıl 29 Ekim 1923 tarihinde (Cumhuriyetin ilanında), baba mesleğine olan tutkusu nedeniyle Erzurum Dar’ül Muallimin Mektebine kayıt oldu. İki yıl sonra adı Erkek Muallim Mektebi olarak değiştirilen bu okuldan 1928 yılında mezun oldu. Okulu bitirmesiyle birlikte ilk olarak Çanakkale ili Bayramiç ilçesi Bayramiç Merkez Zaferi Milli Mektebi muallimliğine (öğretmenlik) atandı. 1930’da köylüsü Ali Budak Beyin kızı Kıyafet Hanım ile evlendi. Bu evlilikten Nihal (1931), Turan (1933), Demiray (1936) adlı çocukları oldu.
1930’da Borçka’nın Maçahel bucağı Düzenli köyü, 1931’de Yusufeli’nin Esenyaka köyü ilkokuluna öğretmen ve müdür olarak atandı. Buradan askerliğini yapmak üzere ayrılandı ve Yedek Subay olarak görevini tamamladıktan sonra: 1932-1936 yılları arasında Borçka, 1936-1948 yıllarında da Şavşat ilçesi İlköğretim müdürlüğü ve Merkez İlkokulu Müdürlüğü görevinde bulundu. Buradan 1948 yılında Artvin İl Merkezi Gazi İlkokulu öğretmenliğine atanan Özder, 1965-1967 yıllarında Ankara’nın Altındağ İlçesi Sarayköyü İlkokulu öğretmeni kadrosuyla Altındağ İlköğretim Müdürlüğünde, yine aynı kadro ile Milli Eğitim Bakanlığı Folklor Enstitüsünde uzman olarak çalıştı. 1971’de bu görevde iken kendi isteğiyle emekliye ayrıldı.
Eğitimcilik görevi sırasında sosyal ve kültürel faaliyetlerin de içinde yer aldı. Borçka Çocuk Esirgeme Kurumu yönetiminde bulundu, aynı kurumun Şavşat Şube Başkanlığını, Şavşat Halkevi Başkanlığı, Kızılay Şavşat Şubesi yönetim kurulu üyeliği, Şavşat Güzelleştirme Derneği kuruculuğu ve başkanlığı, Ankara’daki Artvin Turizm ve Tanıtma Derneği kurucu yönetim kurulu üyeliği, Türk Dil Kurumu Üyeliği, Artvin Yüksek Tahsil Talebe Derneği yönetim kurulu üyeliği gibi görevler de üstlendi.
Öğretmenlikten emekliye ayrıldıktan sonra Kültür Bakanlığında eski eserler üzerindeki çalışmalara katıldı. Gerek eski yazıyı (Osmanlıca) çok iyi yazıp okuması ve gerekse dile hakimiyeti ile bu alanda da ölümüne kadar devam eden çok verimli hizmetlerde bulundu.
1987’de bu görevde iken rahatsızlanan Özder, 11 Kasım 1987 tarihinde öldü ve Ankara-Cebeci Asrî mezarlığında toprağa verildi.
Ömrünü, Artvin tarihi, etnografyası ve folklorunu araştırmaya ve gün ışığına çıkarmaya adamış bir kişi idi. Öldüğünde, arkasında 10 yayınlanmış kitap, 100 makale ile çok sayıda yayınlanmamış kitap ve notlar bıraktı.
1930’da Azmî mahlasıyla halk şiirleri yazmaya başladı. Âşık edebiyatı incelemeleri ile de yazın hayatına başladı. >Ardanuçlu Âşık Efkârî ve >Mecit Tokdemir ile karşılaşmalarda bulundu. Her fırsatta Artvin’i at sırtında köy köy dolaşarak folklor derlemeleri yaptı, bu derleme ve araştırmaları, halk kültürü ile ilgili yazıları Türk Folklor Araştırmaları, Çoruh, Doğuş, Halk, Bizim Çoruh, Artvin’in Sesi, Hür Çoruh, Şavşat Postası, Turizm Dünyası, Kars Eli, Haber, Yeşil Artvin, Çıra, Sesimiz, Yeşil Çoruh, Ulus Ekspres gibi çeşitli gazete ve dergilerde yayınlandı. Biyografisi Meydan Larousse ansiklopedisine alındı.
Ölümünden sonra kitapları ve arşivi Artvin Kütüphanesine bağışlandı. Artvin’le ilgili bir kısım kitapları da öğrencisi ve “manevi kızı” folklor araştırmacısı Şahver Karasüleymanoğlu’na verilerek bu konularla ilgilenen kişilere dağıtılması, ulaştırılması sağlandı.
1986 yılında “İhsan Hınçer Folklor Ödülü”nü aldı. Ölümünün 7. yıldönümünde (1994) Özder anısına Yusufeli Kültür Derneği ile Folklor Araştırmaları Kurumunca ortak bir anma günü düzenlendi.
Aydın Karasüleymanoğlu tarafından 43. Hizmet Yılında M.Adil Özder adıyla bir kitap yayınlandı (1972). Hayrettin Tokdemir, Özder’in şiirlerinin bir kısmını Yusufeli’li Azmî adlı bir kitapta toplayarak yayındı.
M.Adil Özder’in yayınlanmış kitapları:
Yazılmasına katkıda bulunduğu, yazım komisyonunda yer aldığı kitaplar:
Milli Folklor Enstitüsünde görevli iken yer aldığı komisyonlarca yazılan kitaplar:
Yayına hazır kitapları:
Yusufelili Âşık Huzurî (Hayatı ve heceli şiirleri, 250 daktilo sayfası)
Windows NT
Windows NT, Microsoft tarafından DOS tabanlı işletim sistemlerinin yerini alacak ve eksiklerini kapatacak şekilde geliştirilen, işletim sistemi ailesidir. İlk sürümü Haziran 1993'te çıkmıştır. Windows'un DOS üzerine çıkan yapısı ve modern bir işletim sisteminin sahip olması gereken özelliklere sahip olmaması nedeniyle, yeni bir işletim sistemi çekirdeği geliştirilmeye başlanmıştır. 27 Temmuz 1993 tarihinde Microsoft Windows NT sürümünün piyasaya çıkması Microsoft için önemli bir kilometre taşı oldu. Bu sürüm, Microsoft'un 1980'li yılların sonlarında sıfırdan başlayarak gelişmiş bir işletim sistemi kurulumu yolundaki projesini tamamlıyordu. Sürüm piyasaya çıktığı gün Microsoft'un başkanı Bill Gates "Windows NT, şirketlerin bilgi işlem gereksinimlerini karşılamada köklü bir değişikliği temsil etmektedir" diyordu. Windows NT, gelişmiş istemci/sunucu iş uygulamaları desteğini endüstrinin önde gelen kişisel verimlilik uygulamalarıyla birleştiren ilk Windows işletim sistemiydi. Sahip olduğu yeni ve önemli özelliklerle; güvenlik, işletim sistemi gücü, performans, masaüstü ölçeklenebilme kapasitesi ve güvenilirlik konularında da yeni bir aşama kaydediyordu. Bu özellikler şunlardı: Windows tabanlı uygulamalar için gerektiğinde kullanılabilecek çoklu işlem zamanlayıcısı, bütünleşmiş ağ işlemleri, etki alanı sunucu güvenliği, OS/2 ve POSIX alt sistemleri, birden fazla işlemciye sahip yapılar için destek ve NTFS dosya sistemi. Windows NT, 32-bit, multi-tasking işletim sistemi özellikleriyle gelişmiş bilgisayarları ve sunucu piyasasını hedefleyen bir üründür. NT kısaltması "New Technology" (Yeni Teknoloji)'nin kısaltmasıyken, sürekli geciken tasarının çıkış tarihi nedeniyle "Not Today" (Bugün Değil) olarak anılmaya başlanmıştır.
Microsoft kısa zamanda tüm Windows ürün ailesini NT çekirdeği üzerine geçirmeyi planlarken, pazarlama ağır basmış ve Windows 9x ailesi Windows ME sürümüne kadar kullanılmaya devam edilmiştir. Windows 2000 ve sonrasında ise son kullanıcıya yönelik olarak da Windows NT çekirdeğine tam olarak geçilmiştir.
Windows NT çekirdeği Hybrid Kernel yapısına sahiptir.
Windows NT 3.1, Microsoft'un ürettiği işletim sistemi ailesi Windows'un NT çekirdeği üzerinde yükselen ilk sürümüdür. NT ailesinin amacı, sunucu sistemleri ve kurumsal bilgisayarlar için üst düzey bir kullanım sunmaktır. İlk kez 23 Temmuz 1993 tarihinde piyasaya sürülmüştür. Sürüm numarası Windows 3.1'e vurgu yapmak için 3.1 olarak konulmuştur. NT 3.1'in arayüzü Windows 3.1'e oldukça benzemektedir.
Windows NT 3.5, Microsoft'un ürettiği işletim sistemi ailesi Windows'un NT çekirdeği üzerinde yükselen ikinci ana sürümüdür. 21 Eylül 1994 tarihinde piyasaya sürülmüştür.
Windows NT 3.5 geliştirilirken hedeflenen temel amaç, işletim sisteminin hızının arttırılmasıydı. Bu amacı çağrıştıracak şekilde, ürünün kod adı meşhur Daytona Uluslararası Yarış Pistinden esinlenilerek Daytona kondu.
Windows NT 3.51, Microsoft'un ürettiği işletim sistemi ailesi Windows'un NT çekirdeği üzerinde yükselen üçüncü ana sürümüdür. 3.5 sürümünden 9 ay sonra, 30 Mayıs 1995 tarihinde piyasaya sürülmüştür. Kendisinden 3 ay sonra piyasaya sürülen Windows 95 ile uyumlu olan 3.51 sürümü, 31 Aralık 2001 tarihine kadar güncel tutulmuştur.
Windows NT 4.0 ,Microsoft'un ürettiği işletim sistemi ailesi Windows'un NT çekirdeği üzerinde yükselen dördüncü ana sürümüdür.3.51 sürümünden 1 yıl sonra, 29 Haziran 1996 tarihinde piyasaya sürülmüştür. Bu güne kadar Windows NT 4.0'a 7 tane Servis Paketi çıkmıştır.
Windows NT 5x Windows 2000 (NT 5.0) üzerinde yükselmiş Windows NT işletim sistemleridir. Windows 5x işletim sistemlerinin temel özellikleri genelde birbirlerine benzemektedir. Windows NT 5x'in 4 tane işletim sistemi vardır.Bunlar Windows 2000 (NT 5.0), Windows XP (NT 5.1), Windows Fundamentals for Legacy PCs (NT 5.1), Windows Server 2003 (NT 5.2)
Windows 2000 Microsoft'un ürettiği işletim sistemi ailesi Windows'un NT çekirdeği üzerinde yükselen beşinci ana sürümüdür. Windows NT 4.0 sürümünden 3,5 yıl sonra 17 Şubat 2000 tarihinde piyasaya sürülmüştür.Windows NT 5.0 adı ile çıkması beklenirken, Microsoft'un değişen sürüm isimlendirme kuralları gereği Windows 2000 adını almıştır. Windows 2000 iki temel katmandan oluşuyordu; Kullanıcı ve Kernel. Kullanıcı katmanı Win32, OS/2 ve POSIX uygulamalarının faaliyetlerinden sorumluydu. Kernel katmanı ise donanım erişimi için kullanılıyordu ve Input Output yöneticisi, Nesne Yöneticisi, Güvenlik Referans Monitörü, Sanal Bellek Yöneticisi, IPC Yöneticisi, İşlem Yöneticisi, PnP yöneticisi ve Güç kullanım yöneticisi gibi alt katmanları vardı. Windows 2000, donanım ile yazılım arasındaki iletişimi sağlayan Hardware Abstraction Layer HAL "Donanım Soyutlama Katmanı" isimli bir yapıya sahipti. Hibrit kernel HAL ve Kullanıcı modu arasında iletişim sağlıyor ve çoklu işlemci kullanımına olanak tanıyordu.
Windows XP (kod adı : Neptune, Whistler), Microsoft'un kişisel bilgisayarlar ve sunucu sistemleri için ürettiği işletim sist |
emi ailesi Windows'un NT çekirdeği üzerinde yükselen altıncı ara sürümüdür. 25 Ekim 2001 tarihinde piyasaya sürülmüştür. XP adı "eXPerience" (deneyim) kelimesinden gelir. Genişletilmiş resmi destek 8 Nisan 2014'te bitmiştir. Beraberinde Clear Type, Hızlı Kullanıcı Değişimi, Uzak Bağlantı vb. pek çok yeni özellik getirmiştir.
Windows Fundamentals for Legacy PCs ya da WinFLP, Eski Bilgisayarlar İçin Temel Windows Microsoft'un konfigürasyonu Windows XP'yi kaldırmayan bilgisayarlar için piyasaya sürdüğü, Windows'un yalnızca en temel bileşenlerini içeren işletim sistemidir. Windows XP Professional tabanlıdır. Windows XP/2000 için yazılan programların çoğunu destekler. Eski bilgisayarlar için geliştirilmiştir. Oyunları destekler. Son sürücüleri içerir.
Windows Server 2003, 25 Nisan 2003'te piyasaya çıkan, Windows 2000 gibi, küçük ve merkezi yönetimli kuruluşlardan geniş çaplı kuruluşlara kadar her çapta kuruluşun gereksinimlerine yanıt vermek üzere tasarlanmış, ayrıca kuruluşların .NET Framework özelliğinden tam olarak yararlanabilmesini sağlayacak biçimde geliştirmiş sunucudur.
Windows'un .NET adını taşıyan ilk sürümü olarak Windows Server 2003 ürünü Microsoft. NET Framework yapısını da içermektedir. Bu yapı geliştiricilerin XML Web hizmetleri oluşturmalarına ve bu hizmetleri geleneksel uygulamalarla birleştiren geleceğin uygulamalarını oluşturmalarına olanak verir. Böylece, uygulamaların oluşturulması, dağıtımı ve sürekliliğinin sağlanması basitleşirken, tamamen Web özellikli bir yapıya kavuşmak kuruluşların iletişimlerini, işbirliğini ve bağlantılarını daha ileri düzeylere getirmelerine olanak sağlayabilecektir.
Windows Server 2003 ürünü Windows 2000 Server sürümünü temel aldığından, müşterilerin bir Windows sunucu işletim sisteminden isteyebileceği (güvenilirlik, güvenlik ve ölçeklenebilme gibi) tüm temel işlevlere sahiptir. Windows Server 2003, sistem yönetiminde kolaylık ve güvenilirliği her kademede sağlamak için gereken çeşitli yenilikleri sunarken, varolan Windows 2000 tabanlı dizinlerle, Web uygulama, ağ, dosya ve yazdırma hizmetleri ile de bütünleşebilecektir.
Microsoft Windows Server 2003 ailesi şu dört sürümden oluşmaktadır:
Web Edition: Web hizmetleri ve ev sahipliği için tasarlanmıştır. Web hizmetlerinin ve uygulamalarının hızlı bir şekilde geliştirilmesi ve dağıtılması için uygun bir platform sağlar.
Standard Edition: Her çapta kuruluşun günlük gereksinimlerini karşılamak üzere tasarlamıştır. Dosya ve yazıcıların ortak kullanılması, güvenli Internet bağlantısı, masaüstü uygulama kurulumunu tek merkezden yönetme ve çalışanlar, ortaklar, müşteriler arasında zengin bir işbirliği sağlama konularında çözüm sunar.
Enterprise Edition: Her çapta kuruluşun genel amaçlı kullanımı için tasarlanmış olan Windows .NET Enterprise Server; uygulamalar, XML Web hizmetleri ve altyapı için uygun bir platformdur, yüksek düzeyde güvenilirlik, performans ve üstün bir verim sağlar. Ama bu Windows Server 2003 ailesinin desteği bitmiş sürümüdür.
Datacenter Edition: En üst düzeyde ölçeklenebilme kapasitesi ve kesintisiz kullanım gerektiren, hayati derecede önem taşıyan uygulamalar için tasarlanmıştır.
Her Windows Server 2003 sürümü, müşterinin belirli ticari ve IT gereksinimlerini karşılayacak biçimde özelleştirilebilen işlevlere sahiptir.
Windows 6x, Windows NT işletim sistemleridir. Windows 6x sürümleri Windows Vista çekirdeği (NT 6.0) üzerinde yükselir. Windows 6x işletim sistemlerinin ; görümleri ,sesleri, simgeleri hemen hemen aynıdır. Windows 6x grubunun 4 sürümü vardır. Bunlar : Windows Vista (NT 6.0) ,Windows 7 (NT 6.1), Windows 8 (NT 6.2) Windows 8.1 (NT 6.3)'dir.
Windows Vista (Türkçe: uzak manzara), kişisel bilgisayarlar için geliştirilen Microsoft Windows işletim sistemleri ailesinin sürüm olarak altıncı üyesidir. 22 Temmuz 2005'te gerçek adı duyurulmadan önce Longhorn kod adıyla tanınıyordu. Windows Vista, 30 Ocak 2007'de dünya çapında piyasaya sürülmüştür. Microsoft Türkiye, 24 Ocak 2007 tarihindeki tanıtımıyla Vista'nın resmî lansmanını yapan ilk Microsoft şubesi olmuştur.Windows Vista eski sürümle oranla birçok yeni özellik ve değişikliğe sahiptir.Bu değişim geliştirilmiş grafiksel kullanıcı arayüzü, görsel stil,yeniden tasarlanmış arama fonksiyonları, multimedya araçları, yeniden tasarlanmış ağ iletişimi,görüntü ve yazıcı gibi çeşitli fonksiyonları kapsar. Windows Vista Windows XP'den tamamen farklı olarak yeni Windows Aero arayüzüyle gelmiştir. Bu arayüz Windows 8'e kadar devam ettirilmiştir. Windows Vista bugün alıştığımız pek çok yeniliği de beraberinde getirmiştir.
Windows 7 (önceden Blackcomb ve Vienna kod adlı) Microsoft Windows'un perakendeye sunulmuş işletim sistemidir. Microsoft tarafından kişisel bilgisayarlar, masaüstü, dizüstü, netbooklar, Tablet PC ve media center bilgisayarlarda kullanılmak için çıkan bir işletim sistemidir. 22 Ekim 2009 tarihinde piyasaya sürülmüştür. Windows 7 bugün kullanıcıların vazgeçemediği bir işletim sistemi olmuştur. Kullanım oranı beş senede Windows XP'yi geçmiştir. Windows XP'yi geçmesinin en büyük nedeni Windows XP Mode'udur.
Windows 8; Microsoft firmasının kişisel bilgisayar kullanımı için Windows 7'nin halefi olarak ürettiği işletim sistemidir. 26 Ekim 2012'de piyasaya çıkmıştır. Windows 8'de e-postalar, sosyal hesaplar vb. eşitlenebilmekte ve o kullanıcı hesabıyla oturum açılabilmektredir. Windows 95'ten beri var olan "Başlat" menüsü kaldırılıp yerine "Başlangıç" menüsü koyulmuştur. Bazı kullanıcılar bunu yadırgamışlardır. Windows 8 bilgisayardaki donanım sürücülerini otomatik tanımaktadır. Resimli parola özelliği ve yüz tanıma özelliği ile oturum açılabilmektedir. Windows Mağaza özelliği eklenmiştir bu özellikte kullanıcılar buradan hemen istedikleri programları indirebileceklerdir. SkyDrive bulut özelliği vardır. Windows 8'de enterge olarak Micorosft Security Essentials vardır, Windows 8'de ismi değişip Windows Defender olmuştur. Windows 8'deki Windows Gezgini (Explorer) Ribbon arayüzü vardır.
Windows 8.1 Windows 8 için yayınlanmış Service Pack tipinde bir güncellemedir. 17 Ekim 2013'de çıkmıştır. Microsoft bu sürümde Service Pack (SP) ismini kullanmamış bunun yerine Windows 3.1 gibi isimlendirme yaparak adını Windows 8.1 koymuştur. Windows 8.1 özellikleri : başlangıç ekranının daha çok seçenekle kişiselleştirilebilmesi ve başlangıç ekranına masaüstü arkalplanının uygulanması, İnternet Explorer 11, Başlangıç düğmesi, Windows Mağazası ve SkyDrive 'nin daha gelişmiş olması, açılışta masaüstünün doğrudan açılabilmesi, gelişmiş bilgisayar ayarlarının Modern UI'den yapılması, Bing entergeli arama sistemi, 3 boyutlu yazdırma desteği, web kamerası ile oturum açabilme gibi birçok yeni özelliğe sahiptir. Sürüm yapı numarası v6.3.9600'dür. Bu güncelleme Windows Mağazasından ücretsiz alınabilir. Windows XP ve Vista işletim sistemi ve kutulu sürüm almak isteyenler için Perakende olarak da satılmaktadır.
Windows 10 (kod adı: Threshold), Microsoft tarafından geliştirilen, Windows NT ailesinden bir işletim sistemidir. Windows 10'un en son Windows NT sürümü 10.0'dır. Yeni özelliklerin yanı sıra uygulamalar, başlat menüsü ve ön seçimli gelen masaüstü tercihleri üzerinde değişiklikler yapılmıştır. Windows 10'un ilk yapıları, 6.4 sürüm numarası ile geldi ancak 21 Ocak tanıtımı ile bu sürüm 10.0'a çıktı. 29 Temmuz 2015'te piyasaya çıkmıştır. Ayrıca ilk ücretsiz yükseltme imkanına sahip Windows sürümüdür. Toplam 4 sürüme sahiptir.
Mikro çekirdek
Mikro çekirdek veya mikro kernel, bir işletim sistemi türüdür. Mikro çekirdek yapısında, ana çekirdek sadece birimler arası iletişim ve süreçleri sıralama işlerini yapar. Bellek yönetimi, kayıt ortamı yönetimi, sürücüler ve ağ ile ilgili çok sayıda süreç birbirleriyle iletişim kurarak haberleşir. Bu sayede; Parçalardan oluşan yapı ile tasarımın sadeleştirilmesi, bir parçadaki hatanın diğer parçaları etkilemesi ve çalışma anında işletim sisteminin güncelleştirilebilmesi mümkün olabilmektedir.
Akademik bir çalışmanın ürünü olan Minix ve Mach çekirdekleri ile ticari ürün olarak Windows NT (her ne kadar , tek parçalı (monolitik) çekirdeklerden de başarım (performans) için gerekli özellikler barındırsa da) mikro kernel olarak tasarlanmışlardır.
Andrew S. Tanenbaum
Dr. Andrew Stuart "Andy" Tanenbaum (d. 1944) işletim sistemleri ve bilgisayar ağları üzerine yazdığı kitaplarla ünlü bilgisayar profesörüdür.
Geliştirdiği ACK (Compiler Kit) ve Minix, Amoeba işletim sistemleri ile pek çok makalesi bulunmaktadır. İlgi alanları: bilgisayar ağları, işletim sistemleri, dağıtık sistemler. Halen Vrije Universite'si /Amsterdam'da çalışmalarına devam etmektedir.
Arhavi
Arhavi (, ); Türkiye Cumhuriyeti'nin Karadeniz Bölgesi'nde bulunan Artvin iline bağlı bir ilçe ve ilçenin merkezi olan şehir.
2014 yılında 20.306 ilçe nüfusuyla Artvin ilinin en büyük 5. ilçesidir. 15.901 şehir nüfusu ise Türkiye'de 308. ve Artvin ilinde Artvin ve Hopa'dan sonra en büyük 3. şehirdir. Arhavi nüfusunun büyük bir bölümünü Lazlar oluşturur.
Arazi yapısı engebeli ve dağlıktır. İlçe merkezinin alanı yaklaşık 6 km², toplam ilçe alanı ise 314 km²'dir. 9.69 km sahil uzunluğuna sahiptir. Kapisre deresi ilçedeki en büyük akarsudur.
1973 yılından beri kutlanan Arhavi Kültür ve Sanat Festivali ile ünlüdür.
Arhavi kelimesinin kökeni belli değildir. Eski Tzan lehçelerinden birinden geldiği sanılmaktadır.
Roma İmparatorluğu'nun Kapadokya Valisi Arrianus, "Periplus Ponti Euxini" (Karadeniz Seyahati) adlı eserinde Ἄρχαβίς (Arxavís) ya da Ἀρχαβές (Arxavés) adında bir nehirden bahsetmektedir. Osmanlı döneminde Arxavés, Arxave olarak benimsenmiştir.
Arhavi MÖ 8. yüzyıla dayanan geçmişi ile Taş Devri'nde insan yaşamının olduğu Kolhis uygarlığının içinde yer alan bir yerdir. MS 3. yüzyılda Lazika Krallığı'nın sınırları içinde yer alan Arhavi MS 6. yüzyılda Roma-Pers Savaşları'na sahne olmuştur. MS 8. yüzyılda Lazika Krallığı'nın yıkılması ile Doğu Roma'ya daha sonra da Trabzon İmparatorluğu'na bağlanmıştır.
Arhavi civarı 1486 yılında Osmanlı İmparatorluğu'na katılm |
ıştır. Osmanlı İmparatorluğu'na katıldıktan sonra Arhavi kazasına 6 hane Müslüman yerleştirilmiştir. 1486 ve 1515 tarihli yazımlarda "Laz", 1520 ve 1554 tarihli yazımlarda "Arhavi" olarak kayıtlara geçmiştir. 1486 tarihinde Lazistan kazasının merkezi olarak kabul edilen Arhavi köyünün nüfusunun tamamı Hıristiyan olup, yaklaşık 181 kişiden oluşmaktaydı.
Arhavi kazası 1 Nisan 1566' da Batum sancağına bağlıydı. Kazanın Batum sancağına tam olarak ne zaman bağlandığı konusunda kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Muhtemelen 1 Şubat 1561-10 Mayıs 1562 tarihleri arasındaki bir tarihte bu sancağa bağlanmıştır.
10 Mayıs 1562 tarihli bir kayıtta Arhavi'nin Batum sancağına bağlı olduğu görülmektedir. 1583 yılında Arhavi kazası kendisine bağlı Arhavi ve Eksanos nahiyeleriyle Batum sancağına bağlı bulunuyordu. 1515'te Arhavi kazasının merkezi olan Arhavi köyünün nüfusu 421'i Hıristiyan ve 54'ü Müslüman olmak üzere 475'ti. 1520'de ise 411 Hıristiyan, 125 Müslüman vardı.
1877 yılına kadar Gönye Sancağına bağlı kaldı. 93 Harbinden sonra Gönye bölgesinin Rusların eline geçmesi ile Lazistan Sancağı Trabzon'a taşındı ve Arhavi Rize'ye ilçe olarak bağlandı. Fındıklı ve Hopa ise Arhavi'ye bucak olarak bağlandı. 1900 yılında Hopa ilçe oldu ve Arhavi bucak olarak Hopa'ya bağlandı.
Rüşdiye mektebinde 1898 yılında 1 muallim 86 talebe, 1903 yılında 3 muallim 81 talebe bulunmaktaydı.
23 Şubat 1915'te Hopa’yı işgal eden Rus kuvvetleri Hopa–Arhavi arasındaki uzaklığı 20 günde geçebilmiş ve 15 Mart 1915'te Arhavi’nin doğu kısmını ele geçirmişlerdi. 5 şubat 1916'da Kapisre deresi Rus birliklerine geçilmiş ve Arhavi tamamen işgal edilmişti. Çarlık Rusya’nın yıkılması ve iç işlerinin karışıp bozulması Rusları geri çekilmek zorunda bırakmıştı. Böylece 2 yıllık bir işgalden sonra 12 Mart 1918 yılında Arhavi düşman işgalinden kurtulmuştu. Bu tarih Arhavi'de Kurtuluş Günü olarak kutlanır.
1916 yılında İttihat ve Terakki yönetimi Arhavi adı yerine "Teşkilat" adını önermiştir. Ancak uygulamaya geçilmemiştir.
1 Haziran 1933’te 2197 sayılı kanunun ikinci maddesine göre merkezi Rize olmak üzere Artvin ve Rize birleştirilerek Çoruh vilayeti teşkil edilmiştir. 4 Kasım 1936’da kabul edilen 2885 sayılı kanun ile merkezi Rize olan Çoruh vilayeti kaldırıldı ve Hopa merkezi Artvin olan Çoruh İline bağlandı. Böylece Arhavi'de Çoruh İli'ne bağlanmış oldu.
1946'da Musazade köyü ile Hacılar ve Çarnavut köyleri birleştirilerek bucak merkezinde Arhavi Belediyesi kuruldu. 1954'te Aşağı Kapisre ve Yemişlik köyleri Arhavi Belediyesi sınıları içine alındı.
Bu tarihte Arhavi bucağı 30 köyden oluşmaktaydı. Arhavi 6324 sayılı kanunla 1 Haziran 1954 tarihinde tekrar ilçe olmuştur. Çoruh adı 15 Şubat 1956 tarih ve 6668 sayılı kanunla Artvin olarak değiştirildi. Bunun sonucu olarak Arhavi, Artvin ilinin ilçesi oldu.
Islahı yapılmadan önce Kapisre deresi şimdiki Çaykur çay fabrikası yanından Karadenize ulaşıyordu. Bu nedenle Kale Mahallesi tarafından bir, Musazade Mahallesi tarafından da bir olmak üzere iki şehir merkezi bulunuyordu. Bu şehir merkezlerine Melen Noğa ve Molen Noğa adı verilmekteydi. Musazade Mahallesi tarafında oturanlar Kale Mahallesi tarafına ayrıca Lağata da diyorlardı. Lağata genellikle gemici kahvehanelerinin bulunduğu yerlerdi.
1950 yılında yapılan asma köprü öncesi dereden geçmek için ağaç köprüler yapılıyor ya da kayıklarla geçiliyordu. Çarmıklı Eğitim ve Kültür Merkezi'nin olduğu yerde ve Kemerköprü köyünde olmak üzere ilçede iki medrese bulunmaktaydı.
Osmanlı döneminde askeri kışla olan ve daha sonra ilkokul olarak kullanılan bina belediye düğün salonunun olduğu yerdeydi.
Arhavi köylerinde ise yerleşim merkezi önceleri Balıklı-Ulukent ve Ortaköy'dü. Diğer köyler bu iki bölgeye bağlı mezralardı.
Şehir merkezinin mezarlığı Kale Mahallesinde günümüzdeki Ertuğrul Kurdoğlu İlköğretim Okulu arkasındaydı. Burada 200-300 yıllık mezar taşlarına rastlamak mümkündür. Şehir merkezinden köylere ulaşım için kullanılan yol Cumhuriyet Mahallesine giden yoldu. Takalarla yapılan ticaret ulaşımı genellikle Trabzon iline yönelikti. Az da olsa Giresun ve Samsun'a da ticaret amacı ile Arhavi'li takalar gitmekteydi.
Arhavi ilçesi imara açık ilk yerleşim şekline ise 1960 yılında kavuşmuştur.
Arhavi Karadeniz Bölgesinin Doğu Karadeniz Bölümünde yer almaktadır. Kuzeyinde Karadeniz, doğusunda Hopa, batısında Fındıklı ve güneyinde Yusufeli sınırları ile çevrilidir.
İlçede tipik Türkiye'de Karadeniz iklimi hakimdir. Yazları ılık, kışları serin geçmektedir. Her mevsimde yağış görülen ilçede nem oranı yüksektir. İklim şartları çay, fındık, kivi, mısır ve turunçgil yetiştiriciliğine elverişlidir.
Arhavi genel olarak engebeli ve dağlıktır. İlçenin yüzey şekillerini Doğu Karadeniz Dağları ve Kavak deresi ile ona bağlı derelerin derince yardığı vadiler oluşturur. İlçedeki tek ovanın üzerinde şehir merkezi kuruludur.
İlçenin oldukça engebeli bir yapısını olmasında özellikle Kavak deresi ve ona bağlanan Şahinkaya, Agara, Balıklı, Çifteköprü ve Lome derelerinin araziyi derince yarması ve aşındırmasıdır. Kavak deresi ve ona bağlanan kolların açmış olduğu derin vadiler aynı zamanda ilçedeki en önemli ulaşım yollarını oluşturur.
Arhavi'de en çok görülen topoğrafik şekil olan dağlar özellikle güneye doğru 3000 metreye kadar yükselir. Kuzeyden güneye doğru hızla yükselen arazi yapısı içerisinde yaylalar güneyde yer tutmaktadır. 30–2000 metre yükseklikte çok sayıda yayla bulunmaktadır. Başlıcaları Agara, Soğuksu, Şenyurt, Yazlık, Pınarlık, Akıncılar, Güneşli, Mete, Aydınlı yaylalarıdır. Buzul aşındırmasının etkili olduğu bu kesimde irili ufaklı birçok göl bulunmaktadır. Bunların başlıcaları; Gadit, Sarıgöl, Alacal, Büyükagara , Küçükagara ve karagöllerdir.
Yılın en sıcak ayı olan Temmuz'un ortalaması 22.1 °C, en soğuk ayı olan Ocak'ın ortalaması 6.5 °C tur. En yağışlı ay olan Ekim'in yağış ortalaması 266.7 mm. En az yağışlı ay olan Mayıs'ın ortalaması 84.8 mm'dir. Yıllık sıcaklık amplitütü 13.6 °C'dir. Yıllık yağış ortalaması 181.9 mm'dir.
En yağışlı mevsim Sonbahar en az yağışlı mevsim ise İlkbahardır. Fakat mevsimler arasında çok belirgin fark yoktur. Yağış her mevsime düzenli bir şekilde yayılmıştır. Bu düzenli yayılış sıcaklık içinde geçerlidir. Bazı yıllarda görülen ani sıcaklık düşüşü don olaylarına neden olmakta, bundan yöredeki kültür bitkileri oldukça zarar görmektedir.
Kıyıdan yaklaşık olarak 750 metre yüksekliğe kadar olan saha, geniş yapraklı kıyı ormanları ile gür ve sık bir orman formasyonu ile aynı zamanda da zengin bir orman altı formasyonundan oluşan bu yükselti basamağı "Kolşik Flora" adıyla da tanınmaktadır. Bu basamağın hakim ağacı Sakallı kızılağaçtır. Diğer türleri Kayın, Kestane, Gürgen, Karaağaç, Çınar ve Ihlamur türleri oluşturur. Bunlardan Sakallı kızılağaç ve Karaağaç akarsu vadileri boyunca ormanların üst sınırına kadar çıkar. Kayın 600-1200 metre arasında sık topluluklar halinde olmak üzere 1500 metre yüksekliklere kadar çıkar. Kestane toplulukları 500-600 metre yüksekliklere kadar görülürken Gürgen seyrek olarak 1800-1900 metreye kadar çıkar. Trabzon hurması ve yabani Kiraz ise ancak 400-500 metre yüksekliğe kadar görülebilmektedir. Yine bu yüksekliklere kadar diğer türlerle karışık olarak Defne, Tespih ağacı ve Şimşir ağacı da görülebilmektedir. Hopa'ya doğru ise kısmen Sarıçama rastlanır.
İlçenin nüfusu 2009 genel nüfus sayımına göre 19 132'dir. Bunun 15 362'si ilçe merkezinde, 3 770'i ise köylerde yaşamaktadır. İlçe merkezinde 7 558 erkek ve 7804 kadın, köylerde ise 1 831 erkek ve 1939 kadın bulunmaktadır. Okuma-yazma oranı %96'dır. İlçede 102 erkek ve 731 kadın okuma-yazma bilmemektedir.
Yaş gruplarına bakıldığında en çok 1 562 kişiyle 10-14 yaş arası grup, en az ise 45 kişiyle 90+ gruptur.
Arhavi ilçesindeki nüfusun 15.852'si nüfusa Artvin ili adına kayıtlı iken geri kalan nüfus komşu illerden göçenlerden oluşmaktadır. Diğer illerden gelen nüfus içinde en büyük oran 1.024 kişiyle Rize'ye aittir. Rize'yi 719 kişiyle Trabzon, 224 kişiyle Erzurum, 89 kişiyle Samsun ve Ardahan, 75 kişiyle Bayburt ve 50 kişiyle Ağrı izlemektedir.
Arhavi’nin kültürel potansiyelini açığa çıkarmak, turizmine aktivite kazandırıp, ilçeyi yurtiçinde ve yurtdışında tanıtmak amacıyla Türkiye’de çok yeni bir kavram olan festival düzenleme fikri dönemin kaymakamı Erol Ertuğrul tarafından ortaya atıldı. Kaymakam Erol Ertuğrul’un bu önerisi Arhavi'de büyük destek gördü. Festival Kutlama Komitesi Kaymakam Erol Ertuğrul’un ve Belediye Başkanı Rüştü Hatinoğlu’nun önderliğinde kamu kurum ve kuruluşların amirleri ile ilçenin ileri gelenlerinin katılımıyla oluşturuldu.
Komite, Kabotaj Bayramı'nı da festival programının içine alarak 1–3 Temmuz 1973 gününü festival tarihi olarak kararlaştırdı. Kutlama süresi ise, üç gün üç gece olarak belirlendi. Sonraki yıllarda komitenin aldığı kararla festival atmaca mevsiminin başlangıcı olan Eylül ayına alındı ve adı da Altın Atmaca Kültür ve Sanat Festivali olarak değiştirildi. Türkiye’nin Doğal Yaban Hayvanları Koruma Kararı gereği Bern Sözleşmesi'ni imzalaması ile atmacacılık yasaklandı. Bu yasak festivali de etkiledi ve Altın Atmaca adı kaldırıldı. Festivalin adı ilk adı olan Arhavi Kültür ve Sanat Festivali'ne dönüştü.
12 Eylül 1980 sonrası 3 yıl kesintiye uğrayan festival, 1985 yılında yeniden düzenlenmeye başladı. 1991 yılında dönemin Belediye Başkanı Mehmet Çorbacı tarafından davet edilen 17 yabancı ülkenin sanat elçileri ile birlikte organize edildi ve dünyaya barış ve kardeşlik mesajı verildi.
Arhavi Kültür ve Sanat Festivali, festival boyunca yöreye canlılık kazandırarak yörenin ticari ve turizm potansiyelini arttırdığı gibi yapılan sportif etkinliklerle birçok sporcuyu Türkiye’ye tanıttı. Boks ve atletizmde birçok birincilik alan bu sporcular, bu etkinlikler ile adını duyurdu. Müzik yarışmaları da yine çok sayıda sanatçının Türkiye çapında tanınmasında önemli rol oynadı. Cengiz Kurtoğlu bunlardandır. Arhavi Kültür ve Sanat Festivali, diğer ilçelere de örnek oldu ve çeşitli özellikleri ile ilkleri gerçekleştirdi.
Arhavi ilçe |
sindeki evlerin yapısal özellikleri genelde Karadeniz mimarisi ile uyum içinde olmasına rağmen işlevsel farklılıklar göstermektedir. Evler zemin kat ile birlikte ya 2 kat ya da 3 kat olarak inşa edilir.
Evin genel yapısı dikdörtgen olup ana giriş genellikle güney yöndedir. Dış duvar ya kare ya da zig-zag ahşap ızgaralar içine doldurulmuş taşlardan yapılır. Zig-zag örgüler içine kullanılan taşlar küçük parçalardan olduğunda dışına genellikle kireç sıva çekilir. Ama bu duvar şekli çoğu evlerde kısmen uygulanır.
Arhavi evlerinin en büyük özelliği coğrafyaya çok uyumlu olmasıdır. Bölgenin nemli olmasına rağmen evler mimari özelliğinden dolayı rutubet kokusu barındırmaz.
Laz mutfağının üç önemli malzemesi vardır: Karalahana, hamsi ve süt ürünleri. Diğer bir deyişle ifade edersek, Laz Mutfağında çeşit zenginliği yoktur. Kısıtlı malzeme ve olanaklarla değişik damak tatları yakalamaya çalışılırken bir yandan da iş yoğunluğundan olsa gerek, öğün atlatma mönülerinin üretildiğini gözlemliyoruz. Lazlar nereye giderlerse gitsinler lahana ve hamsi hiç vazgeçemedikleri bir damak tadıdır. Karalahana değişik çeşitleriyle Laz mutfağında her mevsim ana yemektir. Hamsi mevsim itibarıyla kışın taze olarak tüketilir. Lazlara göre kulağına kar suyu kaçmadan hamsinin lezzeti olmaz. Yazın tuzlanmış hamsi tüketilir. Geçmişte hamsinin en ucuz zamanında kasa kasa hamsi alınır temizlenip tuzlandıktan sonra toprak küplerde saklanırdı. Hamsiden başka istavrit, kefal, palamut ve kalkan balığı gibi birkaç çeşit deniz ürünü dışında Lazların balık kültürleri pek yoktur. Ve balık deyince kırmızı pullu dere alabalığını unutmamak gerekir. Yazın olta, serpme ve bazen de derenin yönü değiştirilerek hatırı sayılır alabalık avlanır.
Okuma-yazma oranı %96 olan ilçede Artvin Çoruh Üniversitesine bağlı bir Meslek Yüksek Okulu, dört adet lise, yedi tane ilköğretim okulu, bir ana okulu ve bir halk eğitimi merkezi bulunmaktadır. Ayrıca iki adet özel dershane ve bir adet özel sürücü kursu merkezi de hizmet vermeyi sürdürmektedir.
Meb istatistikleri;
Okul/Kurum Sayısı: 22
SBS İl Sıralaması: 5
Derslik Sayısı: 228
Öğrenci Sayısı: 3.851
Öğretmen Sayısı: 282
Derslik Başına Düşen Öğrenci Sayısı
İlköğretim: 16
OrtaÖğretim: 18
Mesleki ve Teknik Eğitim: 15
Arhavi ekonomisi tarıma dayalıdır. Çay, fındık, kivi tarımı yapılmaktadır. Çaykur, Lipton, Ofçay ve Noğaçay firmalarına ait çay fabrikaları vardır. İlçede Ziraat Bankası, İş Bankası, Akbank ve Halkbank banka şubeleri bulunmaktadır.
İlçe merkezinde, 54 yatak kapasiteli 1 adet devlet hastanesi ve 1 sağlık ocağı bulunmaktadır. Arhavi'de Aile hekimliği 2010 yılının Ocak ayında başlamıştır. 1982 yılında yapılan eski binanın yerine yapılacak olan 40 yataklı devlet hastanesinin temeli 10 Haziran 2012'de atıldı.
Arhavi Spor Kulübü 1955 yılında kurulmuştur. Futbol, Hentbol, Boks, Voleybol ve Güreş Şubeleri vardır.
Arhavispor Futbol Takımı Bölgesel Amatör Ligde, Arhavispor Bayan Hentbol Takımı Bayanlar Hentbol 1. Ligi'nde mücadele etmektedir.
Briç, Voleybol şubeleri vardır.
Arhavi Akademi Spor Kulübü 2009 yılında kurulmuştur. Karate şubesi vardır.
Futbol takımı Artvin 1. Amatör Ligi'nde mücadele etmektedir.
2009'da kuruldu. Tenis şubesi vardır.
Kente en yakın havaalanı 38 km uzaklıkta bulunan Batum Havalimanı'dır. Gürcistanla yapılan anlaşma gereği pasaport olmadan havaalanı kullanılabilmektedir. Buradan İstanbul ve Ankara'ya uçuşlar vardır. Trabzon Havalimanı 150 km uzaklıktadır.
Arhavi'nin ana karayolu bağlantısı Karadeniz sahil yoludur. Hopa'ya 11 km, Fındıklı'ya 15 km, Artvin’e 86 km ve Rize'ye 100 km uzaklıktadır.
Şehir içi dolmuş hattı 19 Ağustos 2012'de başladı. 5 minibüs ile çalışan şehir içi dolmuş hattı; tünel mevkii, doğukent, sağlık ocağı, şehir merkezi, terminal noktası, devlet hastanesi, sanayi sitesi, YİBO, Ofçay, Hat-Pek beton ve üniversite yerleşkesi güzergâhında faaliyet göstermektedir.
Seçildikleri yıllara göre belediye başkanları ve siyasi partileri:
Arhavi ilçesi merkez ve Ortacalar olmak üzere 2 bucağa ayrılır. Merkez bucakta 1 şehir ve 21 köy, Ortacalar bucağında ise 9 köy bulunur. Arhavi şehrinde 7 mahalle bulunur.
Oğuz Aral
Oğuz Aral (d. 1936 Silivri - ö. 26 Temmuz 2004, Bodrum) Türk karikatürist. Gırgır dergisinin kurucusudur.
Oğuz Aral, İstanbul Silivri'de 1936 yılında doğmuştur. Davutpaşa Lisesi'nini ardından girdiği İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nin üçüncü sınıfından ayrılmıştır. 1950'den sonra çeşitli dergi ve gazetelerde karikatür çizmeye başlamıştır.
Güncel, halkın anlayabileceği, basite indirgenmiş bir karikatür anlayışına önem veren Aral, kendi mizahi görüşünde ve doğrultusunda birçok karikatürcü yetiştirmiştir.
"Gırgır" mizah dergisinin kurucusu ve yöneticisi olan Aral, daha sonra Avni dergisini çıkardı. Aral, Gırgır dergisinin tirajını 500 bin adedin üzerine çıkararak, dünyanın üçüncü büyük güldürü dergisi durumuna getirmiştir.
"Avanak Avni" tiplemesinin yaratıcısı olan Oğuz Aral, "Hayk Mammer", "Köstebek Hüsnü", "Utanmaz Adam" ve "Vites Mahmut" gibi tiplemeleriyle de tanınıyordu.
Karikatürleri ve 'Huysuz İhtiyar' başlığı altında yazıları ölümüne kadar Hürriyet gazetesinde yayınlanan Aral'ın, tiyatro, müzik ve sinema konularında da çalışmaları bulunmaktadır.
Anadolu'nun çeşitli yerlerinde pandomim gösterileri sergileyen Aral, "Koca Yusuf" (1966), "Direkler Arası" (1967), "Bu Şehri İstanbul" (1968), "Ağustos Böceği ile Karınca" (1971) adında çizgi filmleriyle de Türk çizgi film sektöründe önemli bir yere sahiptir.
26 Temmuz 2004'te Muğla'nın Bodrum ilçesinde kalp krizi sonucu vefat etti. Ölümünün 1. yıl dönümünde anısına (26 Temmuz 2005) İstanbul Cihangir parkına heykeli dikildi. Heykeli 2006 ve 2007 yıllarında 2 kez saldırıya uğramasına rağmen tekrar onarılmıştır. Ancak Şubat 2008'de gerçekleştirilen son saldırı sonucu parçalara ayrılan heykel yerine yenisi yapılması planlanmaktadır.
Oğuz Aral, karikatürist Tekin Aral'ın ağabeyidir.
MS-DOS
MS-DOS (MicroSoft Disk Operating System. Türkçe: "Microsoft Disk İşletim Sistemi"), Microsoft firmasının geliştirdiği bir DOS sistemidir. 1980'li yıllarda PC uyumlu platformlar üzerinde kullanılan en yaygın işletim sistemiydi. Masaüstü bilgisayarlardaki popülerliğini, zamanla yeni nesil Windows işletim sistemlerine bıraktı.
MS-DOS, ilk olarak 1981 yılında piyasaya sürüldü. Microsoft firmasının bu ürünü geliştirmeyi 2000 yılında durdurdu. MS-DOS'un tam sekiz ana sürümü vardır. Sağladığı önemli gelir ve pazarlama kaynakları ile MS-DOS, Microsoft'un programlama dilleri üzerinde çalışan küçük bir şirket kimliğinden çıkıp, çeşitli yazılım ürünleri geliştirebilen büyük bir firma olma yolunda ilerlemesine neden oldu.
MS-DOS'un en son sürümü 1994'te piyasada yer alan 6.22 sürümüdür. 8.0 sürümü ise Windows 98, Windows 2000 ve Windows ME işletim sistemlerine, bir işlem içinde çeşitli işlemleri yapabilmek için yerleştirilmiş olsa da bu sadece varsayılma'dan (emulatör) başka bir şey değildir.
Microsoft MS-DOS'u geliştirmeyi durduğunu ilan ettiğinde, serbest DOS'u yaşatmak için FreeDOS projesi doğmuştur.
Microsoft'un Windows NT'ye kadar olan sürümleri (3.x, 95, 98 ve ME) DOS üstüne kurulmuş grafiksel kullanım yazılımlarıdır. Daha modern Windows sürülümleri ise kendi çekirdeğine sahip olup MS-DOS yazılımlarını kullanabilmek için DOS'u sadece varsayım olarak barındırmaktadır.
DOS tabanlı yazılımlar, genelde bilgisayarın grafik ve ses özelliklerini ya hiç ya da çok sınırlı olarak kullanıma sunar. Çoklu işlem (Multitasking) ise ancak bazı sürümlerde, sınırlı imkânlar içinde olabilmiştir.
MS-DOS, 1980 yılında, Seattle Computer Products (SCP) şirketinde çalışan 24 yaşındaki Tim Paterson tarafından, daha sonraları 86-DOS olarak bilinecek QDOS (Quick and Dirty Operating System) ismiyle 4 ayda geliştirildi. QDOS, SCP'nin 8086 işlemcili bilgisayarına uygun bir işletim sistemi ihtiyacını karşılamak için tasarlandı. Digital Research tarafından 8-bit olarak geliştirilmiş ve o yıllarda popüler olan CP/M işletim sisteminin 16-bit olarak klonlanmasıyla kısa sürede tamamlandı. Temmuz 1981 tarihinde, Microsoft, SCP firmasından 86-DOS işletim sisteminin tüm haklarını 50,000 Amerikan Doları'na ilk kişisel bilgisayarların piyasaya çıkmasından bir ay önce satın aldı.
IBM ve Microsoft kendi DOS versiyonlarını piyasaya sürdü. IBM versiyonu, IBM PC ile beraber verilen PC-DOS idi. IBM, Microsoft'un geliştirdiği DOS sistemlerini kendi ismi altında paketliyordu. Bu nedenle IBM versiyonları Microsoft'dan daha sonra piyasada yerini alıyordu. Ancak bu kural, Microsoft firmasını OS/2 üzerine yoğunlaştığı dönemde MS-DOS 4.0 sürümünün, IBM PC-DOS 4.0 üzerine kurulması ile bozuldu. Microsoft kendi versiyonlarını "MS-DOS"; IBM ise "PC-DOS" adı altında müşterilerine sundu. Microsoft, MS-DOS OEM versiyonlarını lisanslarken, diğer bilgisayar üreticileri ürüne kendi isimlerini vermek istedi (TandyDOS, Compaq DOS..,vb.). Ancak, Microsoft OEMlerin MS-DOS ismini kullanmalarında ısrar etti. Sadece IBM bu ısrara uymadı.
Reklamlarda, bilgisayarların MS-DOS uyumluluğundan daha çok IBM uyumluluğu ön plana çıktı. MS-DOS kullanan bilgisayarlarda, IBM uyumlu makinelerde çalışan her yazılım çalışmıyordu. IBM uyumlu olmayan ve MS-DOS kullanan Pivot bu duruma örnek olarak gösterilebilir. IBM standartlarına uygun bir yazılım, yavaş MS-DOS fonksiyonlarını kullanmadığında daha hızlı çalışıyordu.
MS-DOS birçok önemli özelliklerini diğer ürünlerden ve işletim sistemlerinden(Xenix, Unix, DR-DOS, Norton Utilities, PC Tools, QEMM expanded memory manager, Stacker disk compression..vb) alarak hızla gelişti.
"Kaynak: PC Museum"
Intel 80286 işlemcisinin çıkmasıyla, IBM ve Microsoft OS/2 projesi üzerinde birlikte çalıştılar. MS-DOS'un güvenli modlu versiyonu hedeflenerek OS/2 projesi başladı. Ancak kısa bir süre sonra Microsoft stratejik bir kararla projeden çekildi ve tüm kaynaklarını Windows ve Windows NT projelerine aktardı. Bu dönemde, Digital Research Atari ST makinelerinde çok başarılı olan GEM grafiksel kullanıcı arayüzünü geliştirdi. Ancak, Microsoft'un Windows 3. |
0'ü piyasaya sürmesi ile pazarda daha fazla tutunamadı.
Masaüstü bilgisayar sistemlerindeki rolünün çok azalmasına rağmen basit mimarisi ve minimal işlemci hızı ve bellek gereksimi nedeniyle bugün çeşitli gömülü x86 sistemlerinde hala MS-DOS kullanılmaktadır.
MS-DOS, uygulama programları için bilgisayarın işleyişini koordine eder. Bu gerçekten de çok önemlidir, ama MS-DOS’ un avantajları yalnızca bundan ibaret değildir.
Her ne kadar insanlara basit ve kullanması garip olarak görünse de MS-DOS işletim sistemi bilgisayarın zarar görmesi durumunda bir numaralı ilaçtır. MS-DOS donanım kurucularının bir numaralı kullandıkları sistemdir. Örneğin Windows açılmıyor, devamlı sorun veriyor ise, bu sorunları genellikle HDD’ye format atarak ve işletim sistemini tekrar yüklemekle becerirler ama hatadır. Çünkü devamlı HDD’ye format atılırsa HDD zarar görürür "bad sector" (kullanılamayan veya bozuk alan) oluşmasına "boot sector"un (HDD’nin bilgilerinin tutulduğu yer) zarar görmesine neden olur. Ama format atmadan MS-DOS’tan yine yararlanarak bilgisayarın sistemi dahil geri getirilebilir. Bunların yapılması çok güzeldir ama bunları yapmak için grafik ekrandan (Windows Ekranı) biraz vazgeçip MS-DOS’ ta çalışmak gerekir. Bu yüzden, Microsoft Windows 95/98/ME sürümleriyle kullanıcının DOS ile olan iletişimini minimuma indirmeye çalışmış olsa bile DOS’ tan tam olarak vazgeçememiştir.
Ayrıca, Windows 95/98/ME kullanıyor olsanız da bazen DOS’a işiniz düşebilir. Örneğin birçok oyun programı Windows ile çalışmaz veya oynanamayacak kadar yavaş çalışır. Ayrıca Windows'a giremediğiniz durumlarda da sorunu DOS’ tan halletmeniz gerekebilir. Bazen de tek bir dosyayı kopyalamak için bilgisayarınızı açtığınızda, Windows’ un çalışmasını beklemeniz gerekmez.
MS-DOS’ un kendisini de belirli işler için kullanabilirsiniz.; komut adı verilen yönergeleri (talimatları ) kullanarak MS-DOS’ u dosya yönetiminde, iş akışının denetlenmesinde ve ek yazılımlar gerektirmeden günlük işler gerçekleştirmede yönlendirebilirsiniz.
Örneğin MS-DOS metinlerden (text) oluşan dosyalar yaratmakta ve değiştirmekte kullanabileceğiniz bir program içerir.MS-DOS editör bir sözcük işlemci olmasa da, kısa yazışmalar listeler için çok kullanışlıdır. Onu kullanarak, küçük belgeleri bir sözcük işlemciye göre çok daha kısa sürede yazabilirsiniz. Veya bilgisayarı açtığınızda yüklenmesini veya çalışmasını istediğiniz dosyaları da bilgisayarın açılırken okuduğu Autoexec.Bat dosyasına koyarak otomatik olarak çalışmasını sağlamış oluruz.
MS-DOS’ ta özel gereksinimlerinizi karşılamak için olan komutları birleştirerek güçlü komutlar, hatta kendi küçük uygulamalarınızı yaratabilirsiniz. Örneğin, yalnızca MS-DOS komutları kullanarak, basit bir dosya yöneticisi ( belirli bilgiler için dosyalarda arama yapan bir program ) oluşturabilirsiniz.
MS-DOS’ un 4.0 ve sonraki sürümleri, komut ve dosyaları menü adı verilen listelerden seçmenize olanak sağlayan ayrı bir program içerirler. Shell adı verilen bu program ile tüm rutin işlerinizi gerçekleştirebilir, ondan zaman zaman yararlanabilir ya da isterseniz hiç kullanmayabilirsiniz.
Artık tüm bu uygulamalar, MS-DOS için oluşturulan Windows ara yüzünden (interface) sonra Dos’ un uygulamaları daha kolay ve anlaşılır olmuştur. Aynı zamanda MS-DOS’ u soğuk gösteren siyah beyaz ekran da ortadan kalkmıştır.
Tüm bilgiler ve programlar dosya (file) adı verilen bilgi topluluğu olarak disk/diskete kaydedilir. DOS işletim sisteminde bir dosya iki kısımda oluşur, dosya adı ve dosya uzantısı. Genel olarak bir dosyanın yapısı DOSYA_ADI ve DOSYA_UZANTISI şeklindedir. Burada DOSYA_ADI en fazla 8, DOSYA_UZANTISI en fazla 3 karakterden oluşur. Dosya isminin büyük veya küçük yazılması hiçbir şey değiştirmemektedir, büyük ya da küçük yazmak aynı dosyaya karşılık gelmektedir.
MS-DOS’ ta dosyaların ifadesi;
MS-DOS dosya ismi ve dosya uzantısı kuralları;
Örneğin : COMMAND.COM, CONFIG.SYS, AUTOEXEC.BAT ve LATS.DOC gibi
Yukarıda belirtilen 3 dosya MS-DOS’ ta dosya isminin yazılması ile çalıştırılabilir, geriye kalan dosyalar ise başka programlar yardımı ile çalıştırılır. Bu 3 dosya ismi uzantısı aynı isimli dosyalara verilse (yani, LATS.EXE, LATS.BAT ve LATS.COM gibi) çalıştırılma sırası dosyanın büyüklüğüne ve küçüklüğüne bakılmaksızın bu dosyaları çalıştırma önceliği COM, EXE ve BAT sırasındadır.
Genellikle Windows'un kullandığı bazı dosya türleri:
MS-DOS’ un açılması için gerekli 3 dosya vardır. Bunlar Config.sys, Autoexec.bat, Command.com’ dur. Ayrıca, sistem dosyası olarak Msdos.sys (Dos ile ilgili sistem bilgilerini tutar. Örnek, versiyon bilgisi gibi) ve Io.sys (Dos’ un giriş/çıkış sistem bilgilerini tutar) vardır.
Bu dosya, bilgisayarın donanım özelliklerini değiştirmemizi sağlayan bir metin dosyasıdır. Yani bu dosyaya eklenecek komutlar aracılığı ile memory, fare, klavye, ekran ve bunun gibi araçların nasıl çalışacağı belirlenir. CONFIG.SYS dosyasının MS-DOS tarafından okunup işlenebilmesi için açılış diskinin ana dizininde bulunması gerekir.
Bu dosya, DOS çalıştığında bazı programları otomatik olarak çalıştırma olanağı verir, ekran ve dil düzenlemesini sağlar. Bu sayede bilgisayarın her açılışı sırasında yüklemek zorunda kalacağımız klavye, fare, monitör dil ... programları yüklenmiş olur.
Bu dosya, bilgisayar komutlarını yazdığımız komut derleyicisini görüntüler. COMMAND.COM bilgisayarın açılış diskinin ana dizininde bulunması gerekir. Bu olmadan bilgisayarın açılması mümkün değildir. Direk makine dilinde yazılmış olduğu için çok hızlıdır.
Bilgisayarda dosyalar içeriklerine veya özelliklerine göre dosya gruplarına ayrılabilir. Bu gruplara dizin adı verilir. Windows ortamında dizin ismi yerine klasör ismi kullanılır. 3 değişik dizin tipi vardır. Bunlar,
Bilgisayarın ana dizinidir. Kullanılan sürücüyü (a:\ , b:\ , c:\) gibi harflerle tanımlar. Kullanıcı kök dizin yaratamaz ve silemez. Bu ancak yönetici tarafından disk bölümlendirme araçları ile yapılabilir (örneğin fdisk).
Kök dizin altında oluşturulan klasörlerdir.
Kullanıcıların oluşturdukları klasörlerin altında (içinde) oluşturulan klasörlerdir. Alt dizinler (bir klasörün içinde yer alan klasörler) kök dizindeyken sadece DIR komutunun yazılması ile ekranda görülmezler. DIR /S ile tüm alt dizinleri gösterebilirsiniz.
Komutlar İkiye Ayrılır ve komut isminin büyük veya küçük yazılması hiçbir şey değiştirmemektedir, büyük ya da küçük yazmak aynı komuta karşılık gelmektedir.
İç Komutlar : COMMAND.COM dosyası içinde bulunan temel komutlardır ve çalıştırılması ile belleğe yüklenerek çalıştırılan komutlardır. Örnek : Ver, Dir, vs.
Dış Komutlar : Çalıştırılabilmesi için disk veya disket içinde dosya halinde bulunması zorunlu olan komutlardır. Örnek : Xcopy, format, vs.
DOS’ ta çalıştırılan komutun, çalışması için herhangi bir dosyaya ihtiyaç duymadan çalışan komutlara iç komutlar denir (Bilgisayarın açılışında kullanılan Command.com dosyasının içinde bulunan komutlardır).Command.com dosyası 6,22 de 54645 Bayt'dır bilgisayar virüslü ise bu dosyanın boyutu uzar çünkü bilgisayar ilk çalıştığında bu dosya belleğe yüklenir Çalışması için program dosyasının varlığına ihtiyaç duyulan komutlara Dış Komutlar denir. Dış komutları çalıştırabilmek için, o komutun programlama dosyasına ihtiyaç vardır. Örneğin format komutunu kullanabilmek için DOS’ da Format.com programının bulunması gerekir. Önemli İç Komutları, aşağıda inceledik. Bunlar ;
DIR komutu: Disk veya disket üzerindeki dosyaları görüntüler. Örnek: C:\> DIR
Joker karakterler (? , *) ;
C:\> DIR LATS.* (Dosya Adı LATS olan, tüm dosyaları listeler)
Örnek: C:\> DIR A??S.EXE (İlk harfi A , 4.harfi S olan , EXE uzantılı dosyaları listeler.
Örnek: C:\> VER
Örnek: C:\> DATE
Örnek: C:\> TIME
Örnek: C:\> PROMPT (sürücüyü ilkel PROMT’ a dönüştürür.) C> (ilkel PROMT)
PROMPT Parametreleri
Görüntüsü değiştirilen PROMT’ u eski haline getirmek için;
C:\> PROMPT $P$G tanımlaması yazılır.
Örnek: C:\> COPY CON LATS.TXT (TXT uzantılı, LATS adlı dosya oluşturur.)
Oluşturduğumuz bu dosyayı kaydedip bitirmek için ^Z (Ctrl+Z) tuşlarına basılır. Kayıt yapmadan çıkmak için ^C (Ctrl+C) tuşlarına basılır.
Örnek: C:\> TYPE LATS.TXT C:\> TYPE LATS.TXT | MORE (LATS.TXT dosyasını sayfa sayfa görüntüler)
Örnek: C:\> REN LATS.TXT TUFAN.DOC (LATS.TXT dosyasının ismini TUFAN.DOC yapar)
Örnek: C:\> MD LATS (LATS adlı dizin açar)
Örnek: C:\> CD LATS (LATS adlı dizine girer)
C:\LATS> CD.. (LATS adlı dizinden çıkar) (Aktif olan dizinden bir önceki dizine çıkışı sağlar)
C:\LATS\DENEME> CD\ (LATS ve DENEME dizinlerinden çıkar) (İç içe girilmiş dizinlerden bir seferde köke (ROOT) çıkmayı sağlar)
Örnek: C:\> RD LATS
Örnek: C:\> COPY C:\LATS.TXT C:\DOS (C Root’ unda bulunan LATS.TXT dosyasını C’ nin altındaki DOS dizinine kopyalar)
Örnek: C:\> DEL LATS.TXT (LATS dosyasını siler)
C:\> DEL *.* (Tüm dosyaları siler)
C:\> DEL *.EXE (EXE uzantılı dosyaları siler)
Bilgisayarda dosyalar halinde bulunması gereken komutlardır. Kullanılacak komuta ait dosyanın çalışılan sürücüdeki disk veya diskette bulunması gerekmektedir. Aksi takdirde komut ile ilgili çalışma gerçekleştirilemez.
Örnek: C:\> FORMAT A: a disketini biçimler, kullanılır hale getirir.
FORMAT Parametreleri
Örnek: C:\> FORMAT a:/s
Örnek: C:\> FORMAT a:/q
11 karakteri aşmamalıdır.
Örnek: C:\> FORMAT a:/v:ÇALIŞMA
Örnek: C:\> FORMAT A:/F:720
Örnek: C:\> FORMAT A:/U
Gerektiğinde birden fazla parametre aynı komut satırında tanımlanabilir.
Örnek: C:\> FORMAT A:/S/V:DERS/F:720/u
Örnek: C:\> UNFORMAT A:
Örnek: C:\> LABEL EĞİTİM
İşlem sırasında disket isterken karşılaşılan mesajlar;
Source : Kaynak disketi tanımlar. Mesaj görüldüğünde sürücüye kaynak (kopyası alınan) disket takılır.
Target : Hedef disketi tanımlar. Mesaj görüldüğünde sürücüye hedef (alınan kopyayı konacağımız) disket takılır.
Örnek: C:\> DISCOPY A: B:
Örnek: C:\> MEM
Özelliğin Adı Verilmesi/İptali
Örnek: C:\> ATTRIB (Tüm dosyalardaki özellikleri görüntüler)
C:\> ATTRIB +H LATS.TXT
C:\> ATTRIB -H LATS.TXT
C:\> ATTRIB +H,+R LATS. |
TXT
C:\> ATTRIB -H,-R LATS.TXT
Örnek: C:\> TREE (Sadece dizinleri ve altdizinleri ağaç yapısında görüntüler)
C:\> TREE/F (Dizin ve altdizinleri içlerindeki dosyalarla beraber görüntüler)
Move NERDEN NEREYE
Örnek: C:\> MOVE A:\LATS.TXT C:\SINIF
Diğer bir özelliği de dizinlerin isimlerini değiştirmeyi sağlar.
Örnek: C:\> MOVE SINIF DERS
MORE Parametreleri
Örnek: C:\> TREE | MORE
C:\> ATTRIB | MORE
Örnek: C:\> MORE
Örnek: C:\> SYS A:
Örnek: C:\> DELTREE DENEME
C:\> DELTREE/Y DENEME
XCOPY Parametreleri
Örnek: C:\> XCOPY DOS\*.* A:\DOS/S/E
UNDELETE Parametreleri
Örnek: C:\> UNDELETE/LIST
C:\> UNDELETE/ALL
C:\> UNDELETE LATS.TXT
Örnek: C:\> DOSKEY
Örnek: C:\> BACKUP C:\WINDOWS\*.* A:
C:\> BACKUP C:\WINDOWS A:/S
Örnek: C:\> RESTORE A: C:
C:\> RESTORE A: C:/S
ARJ Parametreleri
Hard Disk İçinde Sıkıştırma
Örnek: C:\> CD YEDEK
C:\YEDEK> ARJ A -R ÇALIŞMA.ARJ
Hard Disk İçinde Açma
Örnek: C:\> CD YEDEK
C:\YEDEK> ARJ X -R ÇALIŞMA.ARJ
Opteron
Opteron, AMD firmasının K8 kod adı çalışmalarını başlattığı x86-64 mimarisine sahip ilk sunucu hedefli işlemcisidir. İşlemci, AMD'nin daha önceleri iddialı olmadığı giriş ve orta seviyeli sunucu piyasasında söz sahibi olmasını sağladı. Intel x86-64'ün engellenemeyen yükselişine seyirci kalamadı ve aynı mimariye sahip işlemcilerini EMT-64 eki ile piyasaya sürdü.
Opteron ailesi işlemcilerin ortak özellikleri:
Advanced Micro Devices
Advanced Micro Devices şirketi, kısaca AMD, merkezi Sunnyvale, Kaliforniya, ABD olan mikroçip üreten bir şirkettir.
AMD 1 Mayıs 1969'da Fairchild Semiconductor şirketinden ayrılan bir takım tarafından kurulmuştur. Kurucusu ve ilk genel müdürü Jerry Sanders'tir. 2005 itibarıyla şirketin yönetim kurulu başkanı Dr. Hector Ruiz'dir. 2006 yazında satın aldığı ATI, şirketin gücünü ve pazarını da genişletmiştir. Şirket, AMD adıyla ürettiği Sempron, Athlon64, AthlonXp, Athlon, Turion, Turion64 X2, Athlon 64 Fx, Athlon64 X2, Opteron, Phenom X4, Phenom II X4, Duron ve FX işlemcileri yanında Radeon, Fire GL grafik çipleri (grafik yongaları) bulunmaktadır. Bunların yanında AMD firması bellek ve katı hâl sürücü üretimine de el atmıştır.
AMD Opteron Serisi:(APU Mimarisi)
AMD OpteronTM X2150 : AMD Jaguar
AMD OpteronTM A1100 : ARM Tabanlı
Smells Like Teen Spirit
"Smells Like Teen Spirit", (Türkçe: Gençlik Ruhu Gibi Kokuyor) grunge rock grubu Nirvana'nın ikinci stüdyo albümü Nevermind'den çıkan açılış şarkısı ve ilk teklidir. Kurt Cobain, Krist Novoselic ve Dave Grohl yazılmış ve yapımcılığı Butch Vig tarafından üstlenilmiştir.
"Smells Like Teen Spirit"in başarısı ilk önce Nevermind albümünü Billboard 200'de 1991 sonlarında zirveye sürüklemiş ve 11 Ocak 1992'de albüm zirveye yerleşmiştir. Şarkı ABD'nın çoğunlukla alternatif şarkıları içerdiği "Mainstream Rock" listesinde de zirvede yer almıştır.
Şarkı ABD Billboard Hot 100 listesinde 6 numarada yer almıştır. Parça adını Tobi Vail adlı eski sevgilisinin kullandığı 'Teen Spirit' adlı parfümünden esinlenilerek almıştır. Şarkı "the Rolling Stone" dergisinin oluşturduğu "tüm zamanların en iyi 500 şarkısı" listesinde 9 numarada yer almıştır. Aynı zamanda VH1 kanalının yaptığı "90'ların en iyi 100 şarkısı" listesinde 1 numaraya yerleştirilmiştir.
Klip bir jimnastik salonunda grubun anarşist ponponkızlar eşliğinde sıkılmış öğrencilere çalmasıyla başlar. Klip Samuel Bayer tarafından, Cobain'in izlediği Over the Edge adındaki filmin etkisiyle çekilmiştir. Cobain, Bayer'ın yaptığı klibin bitiş sahnesinden memnun olmadığı için kendisi uğraşıp başka bir son hazırlamıştır. Tipik Cobain hareketi olarak, kendisinin solo sırasında gitarıyla oynarkenki pozlarını eklemiş ve ayrıca bazı karakterleri de klipten çıkarmıştır.
Klip 1992 MTV Video Müzik Ödülleri'nde 'En iyi Çıkış Yapan Artist', 'En İyi Alternatif Grup' ödüllerini almıştır. Ayrıca Weird Al Yankovic tarafından grubun izniyle Smells Like Nirvana adında gülünç bir kopyası hazırlanmıştır.
Şarkının videosunda ayrıca Fear Factory solisti Burton C. Bell, lise öğrencilerinden biri olarak yer almıştır.
Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov, (Kırgızca: Чыңгыз Айтматов "(Çıňğız Aytmatov)", Rusça: Чингиз Торекулович Айтматов "(Çıngız Torekuloviç Aitmatov)") (d. 12 Aralık 1928, SSCB - ö. 10 Haziran 2008, Almanya). Sovyet Kırgız edebiyatçı, gazeteci, çevirmen, diplomat, ve siyasetçi. Türk Dünyası'nın ünlü yazarlarından.. Dünya edebiyatında tartışılmaz bir yere sahip kitaplarıyla Türk kültür zenginliğini bütün dünyaya tanıtan yazar, edebiyatçı..
12 Aralık 1928 tarihinde Kuzeybatı Kırgızistan'daki Talas eyaletinin Şeker köyünde doğdu. Babası Torekul Aytmatov, Sovyet Kırgızistan'ında seçkin devlet adamı idi, ancak 1937'de tutuklandı ve 1938'de kurşuna dizildi. Tatar kızı olan annesi Nagima Hamziyevna Abdulvaliyeva tiyatro aktrisiydi. Adı, Cengiz Han'dan esinlenerek konulmuştur.
Gençliği sıkıntılı bir döneme denk gelmişti. O dönemde zaten yeni yerleşmeye başlayan siyasî sistemle, bir de savaşla mücadele etmek zorundaydı. Çok genç yaşta çalışmaya başladı; çünkü II. Dünya Savaşı'nın SSCB üzerindeki etkileri gençleri de etkiliyordu, yetişkinler savaşta olduklarından, gençlere büyük iş düşüyordu. On dört yaşında köyündeki sekreterliğe girdi. Burada tarım makinelerinin sayımı, vergi tahsildarlığı gibi işlerde çalıştı.
Köyünden, Kazakistan'a giderek Cambul Veterinerlik Teknik Okulu'nda okudu. Daha sonra şimdiki Kırgızistan'ın başkenti olan Bişkek'e giderek burada Frunze Tarım Enstitüsü'nde öğrenimine devam etti. Ardından Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsü'ne geçti ve 1956 ile 1958 yılları arasında Moskova'da okudu.
Yazmaya bu yıllarda "Pravda" gazetesinde başladı. Yazdığı eserleriyle üne kavuştu ve 1957 yılında Sovyet Yazarlar Birliği'ne üye kabul edildi. 1963'te Lenin Ödülü'nü aldı. Eserleri yüz elliyi aşkın dile tercüme edildi. 1990-1994 yıllarında Sovyetler Birliğini ve Rusya'yı, sonra ise 2008 yılına kadar Kırgızistan Cumhuriyetini büyükelçi olarak temsil etti.
Aytmatov, "Gün Olur Asra Bedel" romanının film çekimleri için gittiği Rusya'nın Tataristan Cumhuriyeti'nin başkenti Kazan'da 16 Mayıs 2008 rahatsızlandı ve böbrek yetmezliği teşhisiyle tedavi için Almanya'ya getirildi. Almanya'nın Nürnberg kentindeki Klinikum Nord'da tedavi gören Cengiz Aytmatov, komaya girdi.10 Haziran 2008 tarihinde Nürnberg'de hayatını yitirdi.
II. Dünya Savaşı sonrası yazarları arasında yer alan Aytmatov, "Cemile"'den önce birkaç kısa hikâye ve "Yüzyüze"`yi yazdı. Ancak yazarın kendini kanıtlamasını sağlayan kitap "Cemile" oldu; Louis Aragon "Cemile"`yi "dünyanın en güzel aşk hikâyesi" olarak tanımlamıştır.
Eserlerinde mitoloji ye oldukça yakın durdu; ancak onunki antik anlamından farklı olarak mitolojiyi çağdaş bir zeminde sentezlemek ve yeniden yaratmaktı. Eserlerinde mitlere, efsanelere ve halk hikâyelerine göndermeler yapmıştır.
1966'dan sonra eserlerini hep Rusça kaleme almıştır.
Eserleri 176 dile çevrilmiştir.
Cengiz Aytmatov, “Dişi Kurdun Rüyaları” ve “Elveda Gülsarı” romanlarında, yalnız insanların değil, hayvanların da psikolojisini başarıyla anlatmıştır. Romanlarında kurt ve at gibi hayvanlara da yer vermiş, onlara insani özellikler atfetmiş ve bunda da başarılı olmuş dünyadaki sayılı yazarlardan biridir.
Cengiz Aytmatov; edebi çalışmalarına ek olarak, Avrupa Birliği, NATO, UNESCO ve Benelüks ülkelerinin Kırgız delegeliğini üstlenmiştir. Ayrıca Kırgızistan Dışişleri eski Bakanı Askar Aytmatov'un babasıdır.
Kastamonuspor 1966
Kastamonuspor 1966 Spor Kulübü, 1966 yılında Kastamonu'da kurulan futbol kulübü.
Kastamonuspor, 18 Mart 1950 tarihinde yeşil-siyah renkleriyle kurulmuştur. O dönem şartlarında Kastamonuspor’un amatör kümede yer almasını sağlayan kurucular; Sabahattin Çelengil, Hasan Çırakoğlu, Vecdi İlhan, Kuddusi Akay, Alaaddin Himmetoğlu, Muhtar Yücebıyık, Avni Özbenli ve Fikret Ünal'dır.
Geçen süre içerisinde Türkiye Futbol Federasyonu, futbola ilgiyi arttırmak için Anadolu projesini başlatır. Profesyonel ligde takımı olmayan illerde çalışma yapılarak bu illerdeki bazı takımlara 2.Türkiye Lig’ine bazılarını ise 3.Türkiye Lig’ine alacağını duyurur. Bu proje kapsamında Kastamonuspor’un profesyonel liglerde yer alma olasılığı ile 1964 yılında Çamspor ile Suspor birleşir. Çamsu Gençlik Spor Kulübü olarak Amatör Küme’de mücadelesini sürdürürken 1966 yılında Çamsu Gençlik Spor Kulübü, Kastamonu Spor Kulübü çatısı altına girer.
Yeni kurulan futbol takımı 1967-1968 sezonu için 2. Lig'de mücadele hakkı için başvurmuş ve bu başvuru da gerekli teminatların ödenmesi ve şartların oluşturulması ile dönemin federasyonu tarafından kabul edilerek takımın profesyonel liglerde mücadele hakkı tanınmıştır.
1967 yılından 1969 yılına kadar 2. Lig'de (bugün 1. Lig) mücadele eden Kastamonuspor, 1969 yılında düştüğü 3. Lig'de 1977 yılına kadar mücadele etmiş ve o sene 3. Lig'e (bugün 2. Lig) veda ederek amatör lige gerilemiştir. 1984-1985 sezonu öncesi yeniden 3. Lig'e dahil edilen Kastamonuspor, 2007-2008 ve 2008-2009 sezonlarında başarılı bir dönem geçirmiş, her iki sezon sonunda da bir üst lige çıkabilmek adına play-off mücadelesi vermiş ancak her iki sezonda rakiplerine karşı üstünlük kuramayarak üst lige çıkmayı başaramamıştır. 3. Lig'de mücadelesini 2012-2013 sezonuna kadar sürdüren Kastamonuspor, söz konusu yıl yer aldığı 3. Lig 1.Grup'ta son üç takım arasında yer alarak bir Bölgesel Amatör Lig'e düşmüştür.
2013-14 Bölgesel Amatör Lig sezonunu 6. grupta on üçüncü tamamlayarak üst üste ikinci defa düşerek Kastamonu Süper Amatör Ligi'ne düşmüştür. Kastamonuspor'un yerel amatör lige düşmesi sonrası yeniden yapılandırma içerisine giren takım, ili 2014-2015 sezonunda BAL'da temsil edecek olan Tosya Belediyespor ile birleşme kararı almıştır. Birleşme kararının ardından BAL'a katılım süresinin kısıtlı bir zaman içerisinde sona erecek olması nedeniyle olağanüstü kongreyi gerçekleştiremeyen Kastamonuspor, isminin boşa çıkartılarak Tosya Belediyespor tarafından kullanılamaması nedeniyle yeni kulübün adı geçici olarak Kastamonu 1966 olarak değiştirilmiştir. B |
u gelişmeler neticesinde Kastamonuspor, Kastamonuspor 1966 adı ile 2014-2015 sezonunda Kastamonu ilini BAL'da temsil etme hakkına sahip olmuştur.
2014-15 Bölgesel Amatör Lig sezonunda 5.Grup'ta yer alan Kastamonuspor 1966 ligin 24. haftasında Turhalspor'u 1-0 yenerek bitime 2 hafta kala şampiyonluğunu ilan ederek iki yıl aradan sonra 3. Lig'e yükselme başarısı göstererek yeniden profesyonel liglerde mücadele etme hakkını kazanmıştır. 49 yıllık kulüp tarihinde yaşanan ilk şampiyonluğun ardından çekilen kuralar sonucunda Kastamonuspor 1966, 2015-2016 sezonunda 3. Lig 3.Grup'ta mücadele etmiştir.
Kastamonuspor 1966, 2015-16 sezonunda oynadığı 3. Lig 3.Grup'ta ligin bitimine iki hafta kala kendi sahasında oynadığı Beylerbeyi SK mücadelesinden 1-0 galip ayrılarak sezon bitmeden 2. Lig'e şampiyon olarak yükselmeyi garantilemiştir. Yaşanan bu şampiyonluk üst üste ikinci şampiyonluk olmuş, Kastamonu tarihinde profesyonel liglerde yaşanan ilk şampiyonluk olarak tarihe geçmiştir. Böylece Kastamonuspor 1966, 2001'de veda ettiği 3. kademeye yeniden yükselme başarısı göstermiştir.
İki sene üst üste gelen şampiyonlukların ardından yükseldiği 2. Lig'de 2016-17 sezonu öncesi gerçekleştirilen kura çekimi neticesinde grubu belli olan Kastamonuspor 1966, 2016-17 sezonunda "Kırmızı Grup"'ta mücadele etmiştir. Söz konusu sezonda ligin ilk yarısını 15. sırada tamamlayan Kastamonuspor 1966, ligin ikinci yarısında oynadığı 17 maçta da mağlup olmadan tamamlayarak ligi 3. sırada bitirmiş ve play-off oynama hakkı elde etmiştir. Play-Off çeyrek final mücadelesinde Hatayspor ile karşılaşan Kastamonuspor, deplasmanda 1-0 galip geldiği rakibine kendi sahasında 1-0 yenilmiş, penaltılara uzayan müsabaka sonucunda da rakibini eleyerek yarı finale yükselmiştir. Play-off yarı final müsabakasında Gümüşhanespor ile eşleşen Kastamonuspor 1966, kendi sahasında 2-2 berabere kaldığı rakibine deplasmanda 2-1 mağlup olarak 1.Lig'e yükselmek adına final oynama şansını kaybetmiştir.
Kastamonuspor Türkiye'nin ulusal kupası olan Türkiye Kupası mücadelesine ilk olarak 1975-76 sezonunda katılmış, söz konusu yılda ilk turda karşılaştıkları Düzcespor'a 1-0 mağlup olarak kupaya ilk turda veda etmiştir. 1976-77 sezonunda kupada ilk turdan dahil olan Kastamonuspor, bir önceki yıl da karşılaştığı Düzcespor'a 3-1 kaybederek 1976-77 sezonunda da ilk turda kupaya veda etmiştir. Kastamonuspor birkaç yıllık ayrılığın ardından 1981-82 yılında ikinci kademeden dahil olduğu kupa mücadelesinde Çorumspor'a yenilerek elenmiştir. 1982-83 sezonunda da kupaya ikinci kademeden dahil olan Kastamonuspor, kendi evinde 0-0 berabere kaldığı Tokatspor'a deplasmanda 3-1 kaybederek kupaya veda etmiştir. 1985-86 sezonunda ilk turdan dahil oldukları kupada Ankara Demirspor'a 1-0 kaybederek birkez daha kupaya ilk maç sonrasında veda etmiştir. 1986-87 sezonunda ilk turda karşılaştıkları Merzifonspor'a karşı 3-0 üstünlük sağlayan Kastamonuspor tarihinde ilk defa kupada bir üst tura çıkma başarısını göstermiştir. İkinci turda karşılaştıkları Orduspor ile 0-0 berabere kalmaları sonucunda gerçekleştirilen penaltı atışları sonucunda rakibine 4-3 mağlup olan Kastamonuspor kupaya bu turda veda etmiştir. Kastamonuspor yedi yıllık bir ayrılığın ardından 1993-94 sezonunda yeniden kupada boy göstermiş, söz konusu kupa yılında ilk turda karşılaştıkları Erdemirspor ile normal süresinde 0-0 berabere kalmış, gerçekleştirilen seri penaltı atışları sonucu rakibine karşı 5-4 üstünlük sağlayan Kastamonuspor bir üst tura adını yazdırmıştır. İkinci turda Düzcespor ile karşılaşan Kastamonuspor, 1-1 biten normal sürenin ardından rakibini penaltı atışları sonucunda 3-2 mağlup ederek tarihinde ilk defa üçüncü tura çıkma başarısı göstermiştir. Üçüncü turda karşılaştıkları Trabzon Telekomspor'un 2-0 mağlup edilmesi sonrasında bir başarıya daha imza atan takım dördüncü tura çıkmıştır. Dördüncü turda karşılaştıkları Erzincanspor'a 4-0 mağlup olan takım 1993-94 kupa sezonuna bu turda nokta koymuştur. 1994-95 kupa sezonunda ilk turda Erdemirspor ile karşılaşılmış, normal süresi 1-1 biten mücadelede Erdemirspor uzatmalarda iki gol bularak maçı 3-1 kazanarak Kastamonuspor'un kupa macerasına ilk turda son vermiştir. 1995-96 kupa sezonunda ilk turda karşılaşılan Göztepe Belediyespor'u 1-0 ile geçen Kastamonuspor, ikinci turda Kardemir Karabükspor'a 1-0 mağlup olarak kupadan elenmiştir. Kastamonuspor bu kupa sezonundan tam on dört sezon sonra yeniden kupa mücadelesi içerisinde yer almış, 2009-10 kupa sezonunda ilk turda Bafra Belediyespor'a rakip olmuş, rakibini 3-1 yenerek kupada adını bir üst tura yazdırmıştır. İkinci turda Boluspor'a karşı 4-2 üstünlük kuran Kastamonuspor, grup mücadelesi öncesi son aşama olan play-off turunda normal süresi 1-1 biten maçta Denizli Belediyespor'a uzatmalarda bir gol daha yiyerek 2-1 kaybederek kupa mücadelesini sonlandırmıştır. 2012-13 sezonunda da kupaya ilk turdan dahil olan Kastamonuspor, bu turda Ayancıkspor'u 4-1 yenerek üst tura çıkmış, ikinci turda o dönem Süper Lig'de oynayan Orduspor ile karşılaşmış ve rakibine 3-2 kaybederek kupaya veda etmiştir.
Kastamonuspor, Kastamonuspor 1966 ismini aldıktan sonra katıldığı ilk kupa sezonu olan 2014-15 sezonunda ön eleme turunda Bartınspor'a normal süresi 0-0 biten maçta penaltılarda 3-2 kaybederek kupaya veda etmiştir. Kastamonuspor 1966 2015-16 kupa sezonuna ilk turda karşılaştıkları Bartınspor ile başlamış, normal süresi 1-1, uzatmaları 2-2 biten mücadelenin sonunda seri penaltı atışları sonrasında 4-2 üstünlük sağlayarak ikinci tura çıkmıştır. İkinci turda Konya Anadolu Selçukluspor ile karşılaşan Kastamonuspor 1966, rakibini 3-0 mağlup ederek adını üçüncü tura yazdırmıştır. Üçüncü turda karşılaşılan Süper Lig temsilcisi Kasımpaşa SK'yı 3-3 biten normal süre ve uzatmaların ardından penaltı atışları ile 7-6 yenen Kastamonuspor 1966 gruplara kalarak kupada tarihinin en büyük başarısını gerçekleştirmiştir. Grupların belli olması için yapılan kura çekimi sonrasında Galatasaray, Akhisar Belediyespor ve Karşıyaka ile aynı gruba düşen Kastamonuspor 1966, ilk maçta karşılaştığı Karşıyaka'ya 2-1 mağlup olmuş, ikinci maçta Gazi Stadyumu'nda ağırladığı Galatasaray'a da aynı skorla 2-1 kaybetmiştir. Üçüncü maçlar sonucunda ilk puanına kavuşan Kastamonuspor Akhisar Belediyespor ile deplasmanda 0-0 berabere kalmıştır. Akhisar Belediyespor ile kendi sahasında oynadığı mücadeleyi de 2-1 kaybeden Kastamonuspor, gruplarda beşinci mücadelesine çıktığı Karşıyaka maçında sahadan 2-1 galip ayrılarak kupada ilk üç puanını kazanmıştır. Kastamonuspor 1966, Galatasaray ile oynadığı son grup maçında rakibine deplasmanda 4-1 mağlup olarak grubunu dört puan ile son sırada tamamlayarak 2015-16 sezonunda kupa grup aşamasında veda etmiştir.
2016-17 Türkiye Kupası sezonuna ikinci turdan dahil olan Kastamonuspor 1966, bu turda Tuzlaspor ile eşleşmiştir. 21 Eylül 2016 tarihinde kendi sahasında karşılaştığı Tuzlaspor'a 2-1 mağlup olan Kastamonuspor 1966 elenerek kupa mücadelesine veda etmiştir.
Kastamonuspor kurulduğu ilk dönemlerde yeşil-siyah olarak belirlediği renkleri daha sonra kırmızı-siyah olarak değiştirmiştir. Kastamonuspor’un tarihi hakkında detaylı bilgilere sahip olan Yavuz Yaman konu hakkında şu açıklamalarda bulunmuştur: ""Kastamonuspor’un amatör kümede yer aldığı dönemlerde renklerinin yeşil-siyahtı. Profesyonelliğe geçişin ve Çamsu Spor Kulubü ile birleşmemizin ardından renklerde değişiklik yapmak istenildi. O dönemin en ünlü ve başarılı takımı İtalyan devi Milan’dı. Kastamonuspor'un da Milan gibi başarılı olması isteğiyle renkleri kırmızı-siyah olan çizgili formalar yaptırılmıştır. Bu süreç sonunda Kastamonuspor’un rengini de kırmızı-siyah olarak belirlenmiştir.""
Günümüzde bu renklerin, Çanakkale Savaşı'nda verilen şehitlerinin kanını ve hüznünü temsil ettiği vurgulanır.
Kastamonuspor Kulübü’nün resmi nitelikte kullanmakta olduğu amblem, 1987 yılında Grafiker Ressam Celal Kırkbeşoğlu tarafından çizilmiştir. Kırkbeşlioğlu tarafından yönetime sunulan üç adet logodan bir tanesi yönetim kurulunun kendi içerisinde yaptığı toplantı sonucunda beğenilerek takımın logosu yapılmıştır. Bu amblem aynı zamanda, 1987 yılına kadar, KSK harflerinden oluşan logo benzeri tasarımlarla maçlara çıkan futbol takımının ilk takım amblemi olmuştur.
2014-15 sezonu öncesi Kastamonu ilinin bir diğer takımı Tosya Belediyespor ile birleşme sonrası geçici olarak Kastamonuspor 1966 adını alan kulüp, yeni isim doğrultusunda armasında da güncelleme gerçekleştirerek şu an kullanılan geçici arma oluşturulmuştur.
Kastamonuspor kurulduğu dönemden itibaren Türkiye liglerinde beş farklı kademede mücadele etmiştir. Türkiye liglerinde belli dönemlerde Türkiye Futbol Federasyonu'nun düzenlemesi ya da o dönemki siyasi iradenin müdahalesi ve kararı ile farklı kademeler oluşturulmuş ya da kaldırılmıştır. Buna göre Kastamonuspor'un oynadığı dönemde Türkiye liglerinde üst bir kademe olan lig, günümüzde daha alt bir kademeyi temsil etmektedir. Özellikle 2000-01 3. Lig sezonu sonunda ligi düşme hattının üzerinde bitirmesine rağmen, 2001-02 sezonu için planlanan yeni bir lig kademesi gereği, bir alt kademeye düşmüş ve yeni sezonda dördüncü kademede yer almıştır. Aşağıda belirtilen ligler günümüzde kabul edildiği kademeye göre listelenmiştir.
1967-68, 1968-69
1969-70, 1970-71, 1971-72, 1972-73, 1973-74, 1974-75, 1975-76, 1976-77, 1984-85, 1985-86, 1986-87, 1987-88, 1988-89, 1989-90, 1990-91, 1991-92, 1992-93, 1993-94, 1994-95, 1995-96, 1996-97, 1997-98, 1998-99, 1999-2000, 2000-01, 2016-17, 2017-18
2001-02, 2002-03, 2003-04, 2004-05, 2005-06, 2006-07, 2007-08, 2008-09, 2009-10, 2010-11, 2011-12, 2012-13, 2015-16
2013-14, 2014-15
1977-78, 1978-79, 1979-80, 1980-81, 1981-82, 1982-83, 1983-84
2015-2016
2014-2015
Kastamonuspor 1966, maçlarını 4033 kişi kapasiteli Gazi Stadyumu'nda oynamaktadır.
Gazi Stadyumu, 1930'lu yıllarda "Atatürk'ün Kastamonu'ya gelişi ve Şapka İnkılabı Bayramı" kutlamalarının yapıldığı mekanlardan biri olmuştur. İlerleyen dönemlerde amatör futbol karşılaşmalarında kul |
lanılan stat, Kastamonuspor'un profesyonel olarak liglerde mücadele etmesiyle birlikte takımın ev sahipliği yaptığı stat konumuna gelmiştir. Tümü koltuklu 4033 kişilik bir kapasiteye sahip olan statın zemini tamamen çim olup, ışıklandırması bulunmamaktadır.
2015 yılı içerisinde Kastamonu Valisi Şehmus Günaydın yaptığı bir açıklamada Gazi Stadı'nın artık beklentilere cevap vermediğini ifade etmiş, kapsamlı bir stat yapılması konusunda düşünceler olduğunu belirtmiştir.
2015-16 sezonu öncesinde TFF'nin Kastamonuspor 1966'nın müsabakalarını oynamayı planladığı Gazi Stadı'nı resmi sitesinde belirtmemiştir. Bu tür bir adımın atılmasında eksikliklerin yanı sıra stadın depreme dayanıklılık testlerini geçemediği gerekçe olarak gösterilmiştir. Bu gelişmeler sonucunde Kastamonu Valisi Şehmus Günaydın yaptığı açıklamada seyircileri mağdur etmemek adına stadın boş bölümlerine portatif tribün inşa edilmesi yönünde talimat verildiğini açıklamıştır.
Kastamonu Belediye Başkanı Tahsin Babaş Nisan 2016'da yaptığı açıklamada takımın 2. Lig'e çıkması durumunda mevcut stadın hem koltuk sayısı hem de saha düzeni nedeniyle bu lige yeterli gelmeyeceğini söylemiş, ellerinde 11.200 koltuk kapasiteli bir projenin olduğunu açıklamıştır. Babaş, Kastamonu'ya yeni stad yapımı ile ilgili Gençlik ve Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç ile görüştüğünü ve kendisinden 2017 yılı için tarih aldığını ifade etmiştir.
Kastamonuspor 1966'nın 3. Lig sezonu boyunca güvenlik riski nedeniyle seyirci alamadığı maraton tribünü, 2016-17 sezonu öncesinde güçlendirme çalışması kapsamında yenilerek hizmete açılması kararlaştırılmış. Bu doğrultuda çalışmalar yürütülerek ilgili tribünün sezon başlamadan önce güçlendirilerek yeniden hizmete açılması planlanmıştır.
Kastamonu'daki taraftarların oluşturduğu "Çığlık 37" ve "Forza Biraderler" taraftar grupları, 2012 yılında tek çatı altında birleşme kararı alarak 37 Kastamonuspor Taraftarlar Derneği'ni kurmuştur. Tayfa 37 İstanbul Taraftarlar Derneği ise 2010 yılında İstanbul'daki taraftarlar tarafından kurulmuştur.
New Mexico
New Mexicoa; "Land of Enchantment" (Büyülü Yer) ABD'nin 'Southwest' Bölgesi'nde bulunan New Mexico 4 ana bölgeye ayrılabilir: Great Plains (Büyük Düzlükler), Rocky Dağları, Colorado Platosu ile Basin-Range Bölgesi. İngilizce ve İspanyolca eyaletin resmi dilleridir.
Eyaletin doğu tarafını işgal eden 'Büyük Düzlükler Bölgesi'nde, engebeli bir plato, derin akarsular, petrol ve doğalgaz yatakları, düz sahalar ve Pecos Nehri Vadisi yer alır. Rocky Dağları eyaletin kuzey merkezi bölümünde yer alır. New Mexico'nun kuzeybatı köşesinde bulunan Colorado Platosu zengin petrol ve gaz yataklarıyla uranyum depolarına sahiptir. Eyaletin güney batı ve merkez bölümünde bulunan Basin-Range bölgesinde ise, dağ sıraları ve alçak çöl havzaları vardır. New Mexico'nun iklimi kuru ve sıcaktır. Su havzalarının karaya oranının en az olduğu eyalette içme suyu havzaları yapay göletlerden oluşur. Nüfus yoğunluğunun çok az olduğu eyaletlerden biridir. Pek çok çizgi film karakterinin yaratıcısı William Hanna, Hilton otellerinin kurucusu Conrad Hilton ile ünlü araba yarışçıları Al ve Bobby Unser New Mexicoludur.
Eyaletin başkenti Sante Fe, en buyuk şehri ise Albuquerque'dir. Eyalet nüfusu 2000 yılı verilerine gore 1,9 milyondur.
Rio Grande nehrinin batısı ve kuzeyindeki arazilere İspanyollar tarafından verilen isimdir.
New Mexico Kızılderilileri arasında Apaçiler (Meskalero, Hikarilla, Çirikava, Mimbreno) ve Navaholar çoğunluktadır. Bunları Pueblo yerlileri ile Zuniler izler. Daha az olarak da Uteler, Komançiler ve "Jocome, Jano ile Suma" kabileleri yer alır.
Sarı alan ve kırmızı sembol renkleri İspanya'nın renkleridir. New Mexico'ya ilk kez 1540 yılında İspanyol kaşifler tarafından getirilmiştir. New Mexico bayrağının üzerinde etrafa ışık saçan kırmızı bir güneş görürüz. Dörderli ışınlardan oluşmuş dört grup ışık vardır. Bu, Zia olarak adlandırılan yerli bir Amerikan halkının tarihi güneş sembolüdür. Zia'lar tanrının bütün iyi şeyleri onlara bu dört grup içinde hediye ettiğine inanırlar. Bu hediyeler:
Arizona, Kolorado, Oklahoma, Teksas, Utah
New Mexico Üniversitesi
New Mexico Üniversitesi (orijinal adı University of New Mexico) ya da kısaltılmış adıyla, UNM, ABD'nin New Mexico eyaletinin en büyük şehri olan Albuquerque'deki en büyük üniversitedir. Merkez yerleşkesinde 27.000 civarında öğrencisi vardır.
Üniversite 1889 yılında, New Mexico henüz ABD'nin bir parçası olmamışken kurulmuştur. "Rota 66 (Route 66)" olarak bilinen ve Albuquerque şehrini de doğu-batı doğrultusunda kesen tarihi yolun üzerine kurulmuştur. Yaklaşık 2.5 km² lik bir merkez kampüse sahiptir. Mimarisi, çevresindeki yerli köylerinin mimari biçimi olan "Pueblo" mimarisini yansıtır.
Üniversitenin sporun hemen her branşında takımı bulunmaktadır ve spor teması "Lobos"tur (New Mexico'ya özgü bir kurt türü). 2005-2006 sezonunda, UNM futbol takımı amerikan kolej ligi olan NCAA'de final oynamıştır. Kayak takımı aynı sene şampiyon olmuştur. UNM'in basketbol arenası olan "The Pit", 2006'da Sports Illustrated tarafından ABD'de, profesyonel arenalar da dahil, tüm spor arenaları içinde en ateşli ilk 15 arena arasında gösterilmiştir, ve 18,500 olan kapasitesi genelde doluya yakın sezonlar geçirir.
Üniversitenin, Rota 66'nin hemen yanıbaşında 200mx150m'lik Johnson Field olarak bilinen halka açık bir yeşil sahası vardır.
New Mexico Üniversitesi Türk Öğrenci Birliği 2002 yılından beri aktif faaliyet göstermektedir.
Telekomünikasyon mühendisliği
Telekomünikasyon ya da haberleşme mühendisliği, her türlü haberleşme sisteminin tasarım, üretim ve geliştirilmesi üzerine çalışan mühendislik dalıdır.
Temelde telekomünikasyon, işaret işleme ve elektromanyetik uygulamalarıyla ilgili bir mühendislik disiplinidir. GSM, 3G, LTE gibi haberleşme teknolojileriyle ilgilenen haberleşme mühendisleri telekomünikasyon sektöründe çalışmalarına devam etmektedirler. İşaret işleme ise daha çok matematikle ilgili bir konu olup, elektriksel işaretlerin yorumlanıp belirli algoritmalarla işlevsel hale getirilmesiyle ilgili bir alt disiplindir. Elektromanyetik alanı ise antenler ve tıp elektroniğiyle ilgili daha çok matematik ve fizikle ilgili bir bilim alanıdır.
Katı hâl fiziği
Katı hâl fiziği, yoğun madde fiziğinin geniş bir dalı olup şekli değiştirilemez maddelerle veya katılarla ilgilenir. Katı hâl fiziği teorisinin ve araştırmalarının en önemli konuları kristallerdir. Çünkü bir kristalin atomları genellikle düzenli (periyodik) dizildiğinde matematiksel modeli daha kolay çıkartılabilir. Bu düzenli yapıya da kristalin karakteristiği denir. Katı hâl fiziğinde genellikle kristallerin incelenmesinin diğer bir nedeni de elektrik, magnetik, optik ve mekanik özelliklerinin çeşitli mühendislik alanları için önemli olmasıdır.
Pek çok katı hâl fiziğini teorisinin ana çatısı rölativistik olmayan kuantum mekaniğinin Schrödinger dalga denklemidir. Periyodik bir potansiyeldeki elektronların dalga fonksiyonunu karakterize eden Bloch teorisi, pek çok analiz için önemli bir başlangıç noktasıdır. Bloch teorisi sadece periyodik potansiyellere uygulanabildiğinden sadece yaklaşık sonuçlar verir.
1999 Gölcük depremi
1999 Gölcük Depremi, İzmit Depremi, Marmara Depremi ya da 17 Ağustos 1999 depremi, 17 Ağustos 1999 sabahı, yerel saatle 03:02'de gerçekleşen, Kocaeli/Gölcük merkezli deprem. Richter ölçeğine göre 7,5 Mw büyüklüğünde gerçekleşen deprem, büyük çapta can ve mal kaybına neden olmuştur.
17 Ağustos depremi tüm Marmara Bölgesi'nde, Ankara'dan İzmir'e kadar geniş bir alanda hissedildi. Resmî raporlara göre 17.480 ölüm, 23.781 yaralanma oldu. 505 kişi sakat kaldı. 285.211 ev, 42.902 iş yeri hasar gördü. Resmî olmayan bilgilere göre ise yaklaşık 50.000 ölü, ağır-hafif 100.000'e yakın yaralı olmuştur. Ayrıca 133.683 çöken bina ile yaklaşık 600.000 kişi evsiz kalmıştır. Yaklaşık 16.000.000 insan, depremden değişik düzeylerde etkilenmiştir. Bu nedenle Türkiye'nin yakın tarihini derinden etkileyen en önemli olaylardan biridir. Deprem gerek büyüklük, gerek etkilediği alanın genişliği, gerekse sebep olduğu maddî kayıplar açısından son yüzyılın en büyük depremlerinden biridir. Depremin Türkiye'nin önemli bir sanayi bölgesi olan Marmara Bölgesi'nde meydana gelmiş ve çok geniş bir coğrafyayı etkilemiş olması, ülkede büyük sıkıntılara neden olmuştur.
Deprem, 17 Ağustos 1999'da, saat 3:02 de, 40,70 kuzey enlemi ile 29,91 doğu boylamının tarif ettiği bölgede, İzmit'in 11 km güneydoğusunda meydana gelmiştir.
Depremin büyüklüğü çeşitli kuruluşlar tarafından değişik değerlerde bildirilmiş ise de moment şiddeti büyüklüğü Mw = 7,5 ve yüzey dalgası büyüklüğü Ms = 7,7 değerleri civarında değişmektedir.
Depremin odak derinliğinin 10–15 km olduğu ve sağ atımlı 120 km civarında bir fay hareketi ortaya çıktığı yapılan incelemelerle belirlenmiştir. Ana deprem dalgasının ardından büyüklüğü 4,0-5,0 değerlerinde olan çok sayıda artçı depremler meydana gelmiştir.
Deprem merkez üssüne en yakın ivme kaydı, Afet İşleri Genel Müdürlüğü Deprem Araştırma Dairesi tarafından tüm Türkiye çapında kurulmuş ve işletilmekte olan Kuvvetli Yer Hareketi Kayıt Şebekesi'nin bir istasyonu olan İzmit Meteoroloji İstasyonu'ndan alınmıştır. Buna göre maksimum ivme, kuzey-güney doğrultusunda 163 mG, doğu-batı doğrultusunda 220 mG ve düşey doğrultuda 123 mG dir. Her üç bileşen de birbirleri ile kıyaslanabilir büyüklüktedir.
Yakın tarihte bu bölgede Adapazarı merkez üssü olmak üzere 1943, 1957, 1967 yıllarında şiddetli depremler olmuştur. Geçmişteki tarihlere baktığımızda ortalama 30 senede bir bu bölgede büyük depremler olmaktadır. 1999 depreminden sonra da belirli periyotlarda ve çeşitli büyüklüklerde depremlerin beklenmesi, bu fay hattının karakteristik özelliğinden kaynaklanmaktadır.
Depremin bu kadar çok can kaybına yol açmasının sebebi olarak kaçak yapılar, standartlara uygun olmayan binalar, uygun olmayan gevşek zemindeki yapılaşmalar ve daha ucuza mal etmek için malzemeden çalan müteahhitler gösterilmektedir. Depr |
emden sonra zorunlu deprem sigortası gibi bir takım düzenlemeler getirilmiştir.
Depremden sonra yapım hatalarından çöken binaların müteahhitlerine yaklaşık 2100 dava açılmıştır. Bu davalardan 1800'ü hukukî boşluklardan dolayı cezasız sonuçlanmıştır. Geriye kalan 300 davanın 110 kadarında ceza verilmiş, birçoğu ertelenmiştir. Bunun dışında kalan davalar ise 16 Şubat 2007 tarihinde 7½ yıl geçtikten sonra zaman aşımına uğramış ve düşmüştür.
İllere göre ölü sayısı:
olmak üzere toplam 17.480 kişi ölmüştür.
2010 yılında yayınlanan Meclis Araştırması Raporu'nda ise can kaybı sayısı 18.373 olarak güncellenmiştir.
Aynı araştırmaya göre
Prefabrikte yaşayan nüfus: 147.120
17 Ağustos depremi tüm Dünya'da büyük yankı uyandırmış, birçok ülkeden ve uluslararası kuruluşlardan gerek acil yardım ekibi, gerek araç, gereç ile tıbbî ve insanî yardım malzemeleri gönderilmiştir. Depremin ardından dönemin Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Bill Clinton, eşi ve kızı ile birlikte İzmit'e gelerek Doğukışla'da bulunan çadırkenti ziyaret etti.
Toplamda 52 ülke yardım etmiştir: Almanya, Amerika Birleşik Devletleri, Azerbaycan, Bangladeş, Belçika, Birleşik Arap Emirlikleri, Birleşik Krallık, Cezayir, Fas, Finlandiya, Fransa, Gürcistan, Irak, İsrail, İsveç, İtalya, Japonya, Kıbrıs Rum Kesimi, KKTC, Macaristan, Malezya, Mısır, Pakistan, Rusya, Suudi Arabistan, Ürdün, Yunanistan, yardım eden ülkelerin yalnızca yarısıdır.
https://www.academia.edu/5513727/G%C3%B6lc%C3%BCk_ve_D%C3%BCzce_Depremleri
Richter ölçeği
Richter ölçeği ya da yerel magnitüd ölçeği, sismoloji´de kullanılan, dünya genelinde meydana gelen depremlerin aletsel büyüklüklerini ve sarsıntı oranını (magnitüd, İngilizce: "magnitude") belirleyen ve sınıflara ayıran uluslararası ölçüm birimi. Günümüzde, özellikle büyük ölçekli depremlerde moment magnitüd ölçeği, Richter'in ("Rihter" okunur.) yerini almıştır.
Bu ölçek, 1935 senesinde Charles Francis Richter ve Beno Gutenberg tarafından Kaliforniya Teknik Enstitüsü'nde ("California Institute of Technology") tasarlanıp, ilk olarak M-ölçeği (yerel magnitüd İngilizce:"Magnitude Local") olarak isimlendirilmiştir.
Amerikan Sismoloji Derneği Bülteni´nde ("Bulletin of the Seismological Society of America") "Bir aletsel deprem büyüklük ve sarsıntı oranı ölçeği" isimli ("An instrumental Earthquake Magnitude Scale") bilimsel yayımlamada, Charles Francis Richter´in ilk defa K. Wadati´nin 1931´de yayımladığı, "bir aletsel deprem ölçeği" fikrini Kaliforniya´da meydana gelen depremlerde uyguladığı belirtilmiştir.
Deprem büyülük ölçeği yukarıya doğru sınırsız olsa da, bir jeolojik levhanın jeolojik enerji potansiyelinin, bilim adamlarına göre, tahminen 9,5 büyüklüğünü geçemeyeceği düşünülür. Açıklama olarak şu nokta öne sürülür: Her jeolojik levhada, zaman geçtikçe farklı derecelerde ve zamanlarda tektonik hareket ile jeolojik enerji potansiyali artmaktadır. Bu artış, levhalar rahat ve serbest şekilde hareket edemediklerinden, itici, çekici vb. kuvvetlerin levhalarda jeolojik enerji olarak saklanmasından, bir başka deyişle potasiyel enerji birikmesinen doğar. Deprem, jeolojik potansiyel enerjinin levhalarda daha fazla saklanamaması sonucu oluşur; böylece, levhanın en zayıf noktasından ani hareketle jeolojik enerji potansiyeli doğal yoldan azalır. Bu sanı gereğince, dünyadaki mevcut jeolojik levhaların hiçbiri, 9,5'ten büyük deprem oluşturacak jeolojik enerji potansiyeline sahip değildir.
Enerji ve magnitüd arasındaki logaritmik bağlantı, aşağıdaki formül gereğince tahminen elde edilebilinir:
M = magnitüd ve W = eşdeğer TNT ton bazında enerji
Amoeba işletim sistemi
Amoeba akademik bir dağıtık işletim sistemi projesi. Andrew S. Tanenbaum ve diğerleri tarafından geliştirilmektedir.
Bağlayıcı
Bağlayıcı; boya içindeki reçinelere verilen addır.
Boya filminin fiziksel dayanımını sağlar ve bu dayanım sayesinde yapışma, çizilme, darbe direnci, kimyasal maddelere karşı dayanım, korozyon direnci gibi birçok özellikleri bu sayede oluşur. Başlıca bağlayıcı diğer adıyla reçine tipleri akrilik, epoksi, alkid, melamin, poliüretanlardır. Boyanın adlandırılmasında genellikle reçine tipi esas alınır ve bu onu tarifleyici bir göstergedir.
Yargı
Yargı, egemenlik veya devlet adına hukuku yorumlayan ve ona başvuran mahkemeler düzenidir. Yargı ayrıca uyuşmazlıkların çözümü için bir işleyiş de sağlar. Kuvvetler ayrılığı öğretisi altında, yargı genellikle yasa çıkarmaz (bu, bütün üyelerin hazır bulunduğu bir yüksek tabakada, yasamanın sorumluluğundadır) ya da yasaları uygulamaz (bu da yürütmenin sorumluluğundadır), daha çok yasaları yorumlar ve onları her hukuksal olayın gerçeklerine uygular. Bu devlet erki sık sık "Yasalar önünde herkes eşittir." ilkesini sağlama almakla görevlendirilir. Genellikle bir son-başvuru mahkemesinden (yüce divan ya da anayasa mahkemesi denir) ve daha düşük mahkemelerden oluşur.
Pek çok yargıda yargı erkinin yargısal denetim yoluyla yasaları değiştirme gücü vardır. Yargısal denetim gücü olan mahkemeler devletin yasalarını ve kurallarını bir anayasanın hükümleriyle çelişkili bulursa bozabilir. Yargıçlar bir anayasanın yorumlanması ve uygulanması için bir eleştirmen güç atarlar, böylece ortak hukuk ülkelerinde genelgeçer bir anayasal hüküm topluluğu yaratılmış olur. Son onyıllarda yargı anayasaca kurulmuş ekonomik haklara ilişkin ekonomik konularda etkinleşmiştir; çünkü ekonomi bilimi doğru yasal yorumlama ile ilgili soruların içyüzünü anlama koşulunu koyar. Çoktan beri devletin ekonomik siyasetinden bağımsız kuramsal bir yasal belge olarak anayasasını işlemeyi sürdüren ve siyasal ve ekonomik düzende geçişler yaşayan bir ülkede, yürütme ve yasama erklerinin ekonomik işlerinin yargısal denetiminin uygulaması büyümüştür.
1980lerde, neredeyse on yıldır Hindistan Yüce Divanı, Hint Anayasası'nın birkaç metninin çok geniş bir yorumlamasını kullanarak yoksul ve ezilen adına kamu yararı davasına özendirmekteydi.
Geçiş yaşayan ve gelişen ülkelerin pek çoğunda yargının bütçesi neredeyse bütünüyle yürütmenin denetimindedir. Bu durum, yargıya eleştirel mali bir bağımlılık yarattığından güçler ayrılığının temelini çürütür. Yargı için harcama yapan hükümet de içinde olmak üzere doğru ulusal servet dağılımı anayasal ülke ekonomisinin konusudur. Yargıda yozlaşmanın iki yöntemini ayırt etmek önemlidir. Bu iki yöntem; özel kişi ve [bütçe tasarlaması ve çeşitli ayrıcalıklar yoluyla] devlettir.
"Yargı" terimi hem bir yargının çekirdeğini oluşturan yargıçlar, sulh hakimleri ve öteki yargıcılar gibi topluca çalışanları, hem de düzenin düzgünce işlemesini sürdüren kadroları belirtmek için de kullanılır.
Bisiklet
Bisiklet (Fr. 'Bicyclette' İki dairecikli) ya da popüler olmayan eski adıyla velespit (Fr. 'Vélocipède' Tez Ayak), motorsuz veya elektrik motorlu, iki veya üç tekerlekli, pedallı, (bazen elektrik motor destekli) insan gücü ile ilerleyen bir ulaşım aracıdır. Ulaşım ve eğlencenin yanı sıra bisiklet sporunda da kullanılır. BMX, Dağ bisikleti, şehir (hibrit) bisikleti, tandem (çift kişilik bisiklet), tur bisikleti, yol bisikleti gibi türleri vardır. Vitesli ve vitessiz türleri bulunmaktadır.
Bisikletin icadı konusunda tarihçiler arasında tam bir fikir birliği yoktur ve ileri sürülen tarihler tartışmalıdır. Bisiklet, tek bir mucit tarafından icat edilmemiş, tarih içerisindeki pek çok farklı çabanın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Leonardo da Vinci'ye ait olduğu ileri sürülen 1492 tarihli bir bisiklet karalamasının 1960'larda "Codex Atlanticus"'a eklenmiş sahte bir çizim olduğu anlaşılmıştır. 1790'larda icat edilen "vélocifère" veya "célérifère" isimli hızlı at arabası aracı, bisikletin atalarından biri olarak kabul edilmez.
Binicisi tarafından itme gücü sağlanan iki tekerlekli ve kanıtları tartışmalı olmayan ilk taşıt, Alman Baron Karl von Drais de Sauerbrun tarafından icat edilmiştir. Drais, 1817 yılında aracı 14 km boyunca kullandı ve 1818 yılında Paris'te sergiledi. Von Drais, aracını "Laufmaschine" (koşu makinesı) olarak adlandırdı, çünkü tahtadan yapılmış aracın sabit bir gidonu vardı, fakat hareketi sağlamak için pedâlleri yoktu. Binici, ayakları ile yerden güç alıyor, bir denge tahtası binicinin kollarını destekliyordu. Zamanla bu isim yerine "draisienne" ve "velosipede" isimleri daha popüler hâle geldi. Von Drais aracının patentini aldı, ancak kısa sürede kopyaları Avusturya, Birleşik Krallık, İtalya ve Amerika Birleşik Devletleri gibi pek çok ülkede türedi.
Londralı Denis Johnson, von Drais'in koşu makinesinden bir adet satın aldı ve İngiltere'de patentini alarak geliştirdi. 300 adet üretip "yaya at arabası" adıyla piyasaya sürdüğü araç, "hobi atı" adıyla ünlendi. Karikatüristler, bu aracı "züppe atı" olarak tanımlıyor ve yoldan geçenler, binicilerle alay ediyorlardı. Hobi atının sadece düzgün yollarda rahatça kullanılabilmesi, emniyet endişelerini gündeme getirdi ve araç, altı ay içerisinde gözden düştü. Drais ve Johnson'ın çabaları, iki tekerlekli bisikletin hareket hâlinde iken dengede kalabileceğini ispatlasa da sonraki 40 yıl boyunca çalışmalar üç ve dört tekerlekli bisikletler üzerinde yoğunlaştı.
İlk büyük oranda seri bisiklet üretimi "Michaux Company" tarafından yapılmıştır. Şirket, yılda yüzkırk bisiklet üretiyordu. Bisikletin ilgi görmesi, dönemin devletlerinin de dikkatini çekmiştir. 1800'lerin ikinci yarısında Fransa Savunma Bakanlığı bisiklet üretimini destek vermiş ve 1871'de imal edilen bisikletler, Almanya ile o zaman yapılan savaşta kullanılmıştır.
Trufaut, içi boş kauçuk lastiğini bulmuş, bunu İskoçya'da eşit çapta tekerlekleri olan komple kadrolu, bilyalı ve millî bisikletlerin yapılması takip edmiş, ardından da ortadan katlanan portatif bisikletler piyasaya çıkmıştır.
İrlanda'da 1888 yılında havalı plastik bisikletler piyasaya sürülmüştür. Bu durum bisiklet endüstrisini geliştirmiştir. Bisiklet üretiminde kullanılan malzemenin fiyatının yüksekliği, işçilik maliyetlerinin yüksekliği nedeniyle halka inememiştir. 1800'lerin sonundan fabrikaların artması ve seri üretimin hızlanmasıy |
la maliyetlerde yaşanan düşüş, bisikletin geniş kitlelere ulaşmasını sağladı. Özellikle Belçika, Fransa, İngiltere, İtalya ve İspanya'daki bisiklet fabrikaları, bisikletin bu ülkelerde yaygınlaşmasına ve bisiklet sporunun gelişmesine önayak olmuştur.
II. Dünya Savaşı'nda Avrupa ülkeleri, bisikleti ordu süratinin artırılması için askerî amaçla kullanmışlardır.
Bisiklet o kadar günlük hayat içindedir ki sayısal dünya alfabesi Unicode'da 0x1F6B2 Kod noktası bisiklet ikonu için ayrılmıştır. Bunun HTML entity kodu olarak karşılığı olan codice_1 web sayfasında şu "harfi" gösterir: 🚲.
Bisiklet tipleri birkaç farklı şekilde sınıflandırılabilirler. Bunlardan birisi tekerlek çaplarına göre yapılan sınıflandırmadır. Üç tekerlek çapı şu anda çok yaygın olarak kullanılmaktadır. Bunlar , , . Bunların dışında çapındaki tekerlekler, uzun yıllar boyunca yol bisikletlerinde kullanılmıştır. çaplı 650B olarak tanımlanan tekerlekler de son zamanlarda bâzı üreticiler tarafından kullanılmaya başlanmıştır. çaplı tekerlekler dağ bisikletinde yaygınlığı gitgide artmıştır. 2012 yılında olimpiyatlarda birçok dağ bisikleti yarışçısı tekerlekleğe sahip bisiklet kullanmışlardır.
Teker çapı sınıflandırmasına göre tekerlek çapına sahip bisikletler yol bisikleti, tekerlek çapına sahip bisikletler dağ bisikleti olarak kabaca tanımlanır. tekerleklere sahip bisikletler BMX bisikletleri hacı bisikleti olabildikleri gibi, farklı üç tekerlekli, hatta dört tekerlekli bisikletlerde ve yatay bisikletlerde sıklıkla kullanılırlar.
Bisikletler kullanım amaçlarına göre de sınıflandırılabilirler. Teker çapı ne olursa olsun, ince tekerlekli ve daha nahif yapılı, asfaltta kullanıma yönelik yapılmış bisikletlere "yol bisikleti" denir.
Gene tekerlek çapı ya da olmasına bakılmaksızın (genellikle 559 mm olur), sağlam gövdeli ve dayanıklı parçalardan yapılmış, daha kalın lastiklerin kullanılmasına izin veren bisikletler araziye uygundurlar ve bunlara "dağ bisikleti" denir. Dağ bisikletlerinin ön süspansiyonlu, ön ve arka süspansiyonlu, süspansiyonsuz tipleri olabilir. Süspansiyon miktarına ve olup-olmamasına göre bisiklet kullanım alanları değişebilir.
Teker çapı ya da ve son zamanlarda da ya da olarak üretilen bâzı bisikletler, uzun yollarda kullanılmak üzere üretilirler. Bu bisikletlerin ön ve arka kısımlarında çanta taşımaya imkânları vardır. Çamurluklar, rahat sele ve gidonlar kullanırlar. Tek amacı uzun mesafelere binicisini ve binicinin eşyalarını taşımak olan bu bisikletlere "tur bisikleti" denir.
Teker çapı Türkiye'de , Fransa, İtalya, İskandinav ülkeleri gibi bölgelerde ise 650B olan bâzı bisikletler vardır ki bunlara "şehir bisikletleri" denir. Bu bisikletlerin çoğu zaman ön ve arkalarında sepetleri, dinamolu ışıklandırma sistemleri vardır. Avrupa'nın pek çok yerinde genç-yaşlı insanlar şehir içindeki işlerini görmek, bir yerden bir yere gitmek, yük taşımak için bu bisikletleri kullanırlar.
Asıl amacı akrobasi ve bâzı özel yarışlar olan, sağlam yapılı ve tekerlekli bisikletlere "BMX bisikletleri" denir. Bu bisikletler 1980'li yıllardan itibaren ortaya çıkmış ve bütün dünyada popülerlik kazanmışlardır.
İki sürücünün aynı anda binmesine müsaade eden bisikletlere "tandem" denir. Tandemler, uzun turlardan kısa arazi yarışlarına kadar pek çok farklı alanda kullanılabilirler.
Sürücüsünün arkasına yaslanmasına hatta bâzı durumlarda yatar pozisyonda durmasına müsaade eden bisikletlere "yatay bisiklet" denir. Yatay bisikletler Türkiye'de yaygın değildir. Yatay bisiklet kelimesi bile bilinmemektedir. Yatay bisikletin İngilizcesi ""'dir.
Sadece tek bir tekerleki olan bisikletler de vardır. İki tekerlek karşılığı kullanılan İngilizcesi "" olan bisiklet, tek tekerlekten oluştuğu için İngilizcedeki "" kelimesinin karşılığı olarak unisiklet kelimesiyle tanımlanmaya başlamıştır. Eskiden sirklerde gösteri amacıyla kullanılan unisikletler, son yıllarda sokak hareket yarışmalardan unisiklet basketbolu, hokeyi ve dağ unisikleti mânâsına gelen "muni" kategorilerine kadar geniş bir alana yayılmış ve giderek dünyada popülerlik kazanmışlardır. Tek tekerlekli bisiklet, yani unisikleti kullanmayı öğrenmek, normal bisiklet kullanmaktan farklıdır.
"Elektrikli bisiklet" motorda ve pilde yeni teknolojiler (örn. Ni-MH) sayesinde fiyat ve kulanım kolaylığı getirerek bisikleti daha çekici hale kılmaya başlamıştır. Bu yüzden daha uzun mesafeler bisikletle terlemeden ulaşılabilir hale gelmiştir. Buna ek olarak sıkışık trafikte araba içinde hareketsiz yolculuk yerine, daha hür, daha sosyal, daha sağlıklı, daha masrafsız, ve daha çevreci bir seçenek sunması gibi nedenler elektrikli bisikleti daha çekici hale getirmiştir. Elektrikli motor ön teker göbeğine, arka teker göbeğine ya da daha dengeli olsun diye pedallar arasına yerleştirilebilir. Elektrik enerjisinin depolandığı pil kadro içinde saklı veya üzerinde monte edilmiş olabilir. Motor pilden aldığı enerjiyle pedal gücüne yardım ederek sürücünün konforunu arttırır. Kanunun bisiklet süratine ve motor gücüne koyduğu kısıtlamalara uyabilmek ve kullanım kolaylığı için elektrikli bisikletlerde hız ve pedal gücü ölçen, motor yardımının oranını ayarlayan aygıtlar da sistemin parçası olabilir.
"İş bisikletleri" özellikle yük taşımak için üretilirler. Bâzıları yüz kilo ve üstündeki yükleri taşıyabilecek kadar sağlamdır. Elektrik motor destekli olanları yüklü iken bile zorlanmadan trafiğe de uyabilir. İki veya üç tekerlekli modelleri vardır.
Katlanabilen bisiklet uzunca bir seyahatin ilk ve son kısımlarında kullanmak için, motorlu taşıtta beraber götürülebilme kolaylığı amacıyla daha az yer kaplayacak şekilde kolayca katlanıp, varınca da kolayca açılıp binilebilen bisiklet çeşitlerine denir.
Scooter ya da "kick bike" denilen iki tekerli, oturaksız, bir ayakla üstüne yere yakın basılıp bir ayakla yeri iterek binilen bisiklet çeşitleri de vardır. Daha kısa ve yokuşsuz asfaltlı mesafelere uygundurlar.
Bisiklet, çeşitli donanımın bir araya gelmesinden oluşur.
Çatı da denir. Karbon, çelik, alüminyum, titanyum gibi farklı malzemelerden yapılabilir. Sağlamlık açısından daha çok bisikletlerde alüminyum ve karbon kadrolar tercih edilir. Alüminyum kadroların en büyük özelliklerinden birisi, hafif olması ve darbeleri emmesidir. Günümüzde karbon fiber kadrolar oldukça yaygın olup alüminyumdan çok daha sert ve çok daha hafiftirler. Bu özelliğinden dolayı dağ bisikleti ve yol bisikletlerinde karbon kadrolar daha çok tercih edilir.
Kadronun yüksekliği binicinin yüksekliğine uygun seçilir. Yüksekliğin ince ayarı oturak çubuğunun uzunluğu ayarlanarak yapılır. Kadronun geometrisi bisikletin ne kadar yüksek dengeli sürülebileceği ve ne kadar yüksek manevra kabiliyeti gösterebileceği gibi özelliklerinin nasıl dengeleneceğine karar verir. Bazı kadrolar arka tekerin kendi maşasıyla kadrodan bağımsız ve amortisörlü hareket edebildiği, engebeler üzerinden sekmelerin vereceği sarsıntıları kadroya ve sürücüye ulaştırmayacak şekilde tasarlanmıştır.
Tekerin iki yanına uzanan maşa amortisörlü ya da düz olabilir. Ön veya arkada bulunabilir. Havalı ve yaylı olmak üzere iki çeşittir. Amortisörler sürüş konforu sağlamak, ve tekerin yere temasını peşpeşe zıplamaları önleyerek arttırmak için tasarlanmıştır. Dağdan inerken veya engebeli arazide yardımcı olurlar. Düz maşalar daha çok yol ve şehir bisikletlerinde kullanılır. Bu sebeple en çok tercih edilen amortisörlü olanıdır. Eğer şehirde sürülecekse daha az karmaşık olan düz maşa da kullanılabilir.
Frenler ön ve arka olmak üzere iki tanedir. Birçok çeşitleri vardır:
Fren yapma hareketini (didona monte edilmiş el freni manivelalarını ellerin kavramasını) lastik ve balatalara ulaştırma yöntemi olarak birçok mekanizma çeşidi vardır:
Bisiklette tekerlek bir ilâ dört tane olabilir. Fakat ikiden farklı sayıda olması hâlinde "bi"siklet adı, içindeki "iki" kelimesinden dolayı uygun olmaz. Üçlü bisikletlerin genelde önde bir, arkada iki tekerleği vardır. Tek tekerlekli olanlar ise genellikle sirklerde gösteri ve akrobasi amaçlı kullanılmaktadır. dağ bisikletleri için, yol bisikletleri için uygun basınç ölçüsüdür. Dönüş hızını arttırmak için rulmanlı göbek sistemleri kullanılır. Dağ bisikletlerinde daha dişli lastikler, şehir ve yol bisikletlerinde ise sürtünmesi, dolayısıyla enerji kaybı daha az düz ve dişsiz lastikler tercih edilir. Buzlu ya da sıkıştırılmış kar zeminler için çivili lastik önerilir.
Tekerleğin cantı göbeğine tellerle bağlıdır. Bu teller göbek kenarında bir delikten çıkıp, belli açılarda birbirleri ile kesişerek cant tarafında cant içinden göbeğe doğru uzanan bir meme-somuna vidalanır. Tellerin yarısı göbeğin bir tarafına, diğer yarısı öbür tarafına uzanır. Aynı yana uzanan tellerin yarısı saat yönünde diğer yarısı saate ters yönde eğimle uzanır. Tellerin tümünün gerilimleri her yönde cantı öyle dengeli bir şekilde gerer ki, teker hızla döndüğünde yalpalamaz, ağır yük taşıyabilir. Tellerden biri gevşer ya da koparsa yalpalama görülür, hemen düzeltmek gerekir. Tellere refleks, hız ölçücü gibi şeyler monte edilmiş olabilir. Bazı tekerlekler teller yerine deliksiz bir yüzey kullanır. Telli tekerin üstünlüğü yandan rüzgara yelken olmama, yan darbelere dayanıklılık, hafiflik, ve yalpalamada tamir kolaylığı konularındadır.
Sürücünün kas gücünü bisikletin ileriye doğru hareketinde değişik süratlere dönüştürebilen düzenlere vites denir. Vitesler, yol eğimine göre pedal çevirme kolaylığı sağlamak, düzde az pedal hareketi ile bisikleti hızlandırabilmek ve yokuşlarda çok pedal hareketi ile daha kolay tırmanmak içindir. Vites mekanizmaları birçok gelişim evresinden geçmiştir:
Elektrik motoru destekli bisikletlerde, basamaksız ve otomatik vites kutuları, içindeki şanzıman yağlarının debriyaj işlevini kısmen görebilmesi yüzünden daha uygundur.
Bazı bisikletler pedaller ile arka göbek arasında, sarsıntıda dişliden düşen, ve dokunulduğunda lekeler bırakan yağlı bir çelik zincir yerine, hiç yağ gerektirmeyen, su ile yıkanabilen, daha temiz, daha dayanıklı, daha hafif, karbon elyaflı bir kayış kullanmaktadır. Baz |
ılarında ise arabalardaki gibi uçları dişli, kendi ekseni etrafında dönen tahrik mili kullanılmaktadır. Tahrik mili zincirden biraz daha ağır olabilir. Kayış ve tahrik mili aktarıcısız göbek vitesli tasarımlara uygundur, ve montaj bakımından daha karmaşıktırlar. Bu sebeplerden pek yaygın değildirler.
Bisiklet (spor)
Bisiklet, iki tekerlekli bisikletin gelişmesi sonucunda ortaya çıkmış bir spor dalıdır. Eğlence, ulaşım ve yarışma amacıyla bisiklet sürmenin giderek yaygınlaşması bisiklet sporunu daha da geliştirmiştir. Ama bu yaygınlaşmada, bisikletin yeni gelişmelerle daha rahat ve kolay kullanılır bir araç haline gelmesinin de etkisi olmuştur.
Bisiklet kısa yolculuklarda kullanışlı ve ekonomik bir araçtır. Bisikletle yapılan günlük geziler ve tatil turları da çok eğlencelidir. Birçok ülkede turlarla ilgili bilgi sağlayan ve toplu bisiklet gezileri düzenleyen bisiklet kulüpleri vardır.
Bisikletle yola çıkmadan önce, bisikletin kullanıma uygun durumda olup olmadığı kontrol edilmelidir. Güvenli ve keyifli bir sürüş için her zaman bisikletin temiz tutulması, işleyen bölümlerinin yağlanması, gerekli ayarların yapılması, lastikler iyice şişirilmesi ve hepsinden de önemlisi frenlerinin denetlenmesi gerekir.
Bisiklet sporunun yüz yılı aşan bir geçmişi vardır. Bu spor özellikle Avrupa ülkelerinde çok sevilmekle birlikte, başka ülkelerde de ilgi sürekli artmaktadır. Dünyanın pek çok yerinde, amatör ve profesyonel bisikletçiler için çeşitli yarışlar yapılır. Bisiklet yarışları, yol yarışları, pist yarışları, bisikletli koşu yarışları, dağ bisikleti yarışları ve BMX yarışları olarak düzenlenir. Bisiklet yarışları Türkiye Bisiklet Federasyonu ve UCI yönetmelikleri ile düzenlenir.
Başka bir kaynakta bisiklet yarışları; yol yarışları, velodrom (pist), ve bisiklet krosu olmak üzere başlıca üç biçimde düzenlenir. Profesyonel yarışçılar bu yarışların tümüne katılırlar. Bayanlar amatör olarak sadece velodrom ve yol yarışlarına katılabilirler. Olimpiyat programında bayanlar sadece yol yarışlarında mücadele eder.
Velodrom yarışları: 1000 metre sürat yarışı, 4000 m.takım sürat yarışı, 1000 metre ferdi saate karşı yarış, 4000 metre ferdi sürat yarışı, puanlı yarış, çifte (tandem). Velodrom: Oval biçimde,içe doğru eğimli 333 metre uzunluğunda, 7 metre genişliğindeki bisiklet yarış pisti.
Tandem (çifte) yarışlar : İki kişilik bisikletlerde, sürat yarışının kurallarına göre yapılır. Ancak mesafe 1500 metredir.
Yol yarışları: Ferdi ve takım halinde yolda yapılan yarışlardır. Mesafe bayanlarda 70 km; erkeklerde 190 km, profesyonellerde ise 280 km'yi aşamaz. Yolun genişliği starttan itibaren en az 5 metre, son kilometrede en az 8 metre olmalıdır. Takımlar 4-12 bisikletçiden oluşur.
Bisiklet Krosu: 32 kilometrelik özel bir parkurda, normal yolların geçilmesi, çitlerin, sulu engellerin ve devrilmiş ağaçların aşılması biçiminde yapılır.
Erkekler arası amatör bisiklet yarışları, 1896'dan beri Olimpiyat Oyunları’nda yer alır. Kadınlar arası yol yarışları ise 1984’te Olimpiyat Oyunları kapsamına alınmıştır. Bisiklet sporunda ayrıca amatör ve profesyonel dallarda dünya şampiyonaları düzenlenmektedir.
Zamana (saate) karşı yol yarışlarında, her bisikletçi kısa aralarla peş peşe çıkış noktasından hareket eder. Takım ya da bireysel olarak yapılabilir.
Yol yarışlarında, tüm sürücüler toplu biçimde aynı anda yarışa başlar. Bu tür yarışlarda bitiş çizgisine ilk ulaşan yarışı kazanır. Klasik yarışlar 250 km mesafede yapılabilir.
Çok etaplı yol yarışlarıdır. 3 gün ya da 21 gün olabilir. Etapların bazıları takım ya da bireysel zamana karşı olabilir. Bu yarışların en ünlüsü, Fransa Bisiklet Turu'dur ve Fransa’nın çeşitli yerlerinde 4.000 km dolayında bir yol boyunca yapılır. İlki 1903 tarihinde düzenlenen Fransa Turu birer günlük 21 etapta yapılır ve yaklaşık üç haftada tamamlanır. Bu etaplarda, Alpler'in ve Pireneler'in sarp yollarında yorucu tırmanışlar da yer alır. Benzer 21 günlük turlar İspanya ve İtalya'da da düzenlenmektedir.
Türkiye'de düzenlenen 8 günlük Cumhurbaşkanlığı Türkiye Bisiklet Turu'nun 43.'sü, 2007 yılında 12 ülkenin katılımı ile organize edilmiştir. 45. Cumhurbaşkanlığı Türkiye Bisiklet Turu'ndan itibaren Cumhurbaşkanlığı Türkiye Bisiklet Turu'nun, UCI tarafından Şampiyonlar Ligi olarak nitelenen 2.HC kategorisine alınmasına karar verilmiştir.
Oval biçimindeki pistlerde yapılan bisiklet yarışları kısa mesafeli yarışlardır. Pistin bir tur uzunluğu, katları 1000'i verecek şekilde, 500, 400, 333,3 ya da 250 metre olabilir. Bisiklet pistleri, dış kenarı yüksek olacak biçimde içe doğru eğimlidir ve bir fincan tabağını andırır. Bu eğim, yarışçıların köşeleri hızla dönerken savrulmalarını önler. 500-1000 metre arasındaki kısa mesafeli yarışlar, sürat yarışlarıdır. Sürat yarışlarında, bitiş çizgisinde bisikletin hızı saatte 65 kilometreye kadar ulaşabilir. 4.000-5.000 metre yarışları takip yarışlarıdır. 5 km, 10 km ya da 20 km’lik orta mesafe yarışlarında ise, zamana karşı yarışılır. Bu yarışların tümü tek kişilik bisikletlerle yapılan yarışlardır. Aynı zamanda iki kişilik bisikletlerle yapılan yarışlar da vardır.
Dağ sürüşlerinde her türlü arazide yol alınır. Son zamanlarda yaygınlaşan bisiklet sporlarından biri de maratondur. İlk dağ bisikleti Dünya şampiyonası 1990 yılında düzenlenmiş, 1996 yılında ilk defa Atlanta Olimpiyat Oyunlarında yer almıştır.
5–9 km uzunluğunda parkurda düzenlenir. Parkurun asfalt kısımları %15'i geçemez. Yeterli miktarda tırmanma, patika ve teknik iniş içermelidir. Büyük erkekler yarışı yaklaşık 2 saate denk gelecek sayıda tur atılarak yapılır. Bu tür yarışlarda bisikletin lastiklerinin geniş olması çok rahatlık sağlar çünkü ince lastik dağda çok kayabilir bu da yaralanmalara sebep olur.
90 km'den uzun parkurlarda yapılır.
Diğer bisiklet yarışları arasında, bisiklet yarışı ile krosun (kır koşusu) bir bileşimi olan bisiklet krosu vardır. Bisiklet krosu inişli çıkışlı ve bozuk yollarda yapılır. Yarışçıların bazen bisikletten inerek yürümeleri ve bisikletlerini omuzlarında taşımaları gerekir.
2008 yılında Pekin olimpiyatlarında yarış başlatılmıştır.
İlk bisiklet yarışı, Osmanlı döneminde, 1896’da Atina’da düzenlenen ilk modern Olimpiyat Oyunları’ndan bir yıl sonra, 1897'de Selanik'te yapıldı. Daha sonra bisiklet satıcılarının girişimiyle İstanbul'da da bisiklet yarışları düzenlendi. Ama asıl gelişme, 1908’de II. Meşrutiyet'in ilanından sonra gerçekleşti. Fenerbahçe Spor Kulübü, 1912’de bir bisiklet şubesi kurarak bu sporun gelişmesine öncülük etti.
1923'te Bisiklet Federasyonu kuruldu ve bu tarihten itibaren bölgeleri dolaşmayı amaçlayan bisiklet gezileri düzenlendi. Ne var ki, bir bisiklet ekibi bisiklet bulamadığı için 1924’te Paris’te düzenlenen Olimpiyat Oyunları'na katılamadı. Türkiye ilk uluslararası yarışmalara 1927'de Bulgaristan'da katıldı.
Türkiye’de ilk kez 1928'de Ege Turu adı altında yarışma düzenlendi. Daha sonra, 1938, 1939, 1941 ve 1942'de İstanbul-Edirne-İstanbul bisiklet yarışları yapıldı. 1963'te de Marmara Turu adı altında bisiklet yarışları yapılmaya başlandı ve Marmara Turu 1966'da uluslararası nitelik kazandı. 1968'de de Cumhurbaşkanlığı Uluslararası Bisiklet Turu adını aldı. 1970'de de ilk kez Esen Bisiklet Kulübü adıyla bir bayan bisiklet takımı kuruldu.
Türk bisikletçileri 1971'de İzmir'de düzenlenen Akdeniz Oyunları'nda dereceye girdiler. Başarılı sürücülerden biri olan Erol Küçükbakırcı 1973'te Balkan şampiyonu oldu; 1975'te de Libya ve Suudi Arabistan turlarını kazandı. Hasan Can 1977'de Fransa Tour L'avenir Ödülü'nü aldı. Cumhurbaşkanlığı Uluslararası Bisiklet Turu’nda 1989’da ve 1993’te Türk takımı üçüncü oldu. Aynı turun bireysel dalında 1993’te Ayhan Aytekin, 1996’da Nadir Yavuz da üçüncülük elde etti. 1996’daki Cumhurbaşkanlığı Uluslararası Bisiklet Turu’nda Türk bisikletçiler takım halinde ikinci oldular. 1998’de yapılan Balkan Yol Şampiyonası’nda Erdinç Doğan altın madalya kazandı.
Türk dağ bisikleti tarihi 1997'de ilki yapılan, Uluslararası Alanya Dağ Bisikleti Kupası ile başlar. 2007 Avrupa Dağ Bisikleti Şampiyonası'na Türkiye 12-15 Temmuz tarihlerinde Ürgüp'de ev sahipliği yapacaktır.
2007 yılında Türkiye 3 adet uluslararası yol bisikleti turuna ve 12 adet uluslararası dağ bisikleti yarışmasına ev sahipliği yapacaktır. Bunların yanı sıra ulusal düzeyde tüm disiplinlerde yarışlar düzenlendiği gibi; Yol bisikleti, yol bisikleti zamana karşı, pist, olimpik dağ bisikleti ve dağ bisikleti maraton disiplinlerinde Türkiye Şampiyonaları organize edilmektedir.
Medya
Medya, Latincede ortam, araç anlamına gelen "medium" kelimesinin çoğulundan gelmiştir. İletişim başta olmak üzere, biyoloji gibi değişik alanlarda da kullanımları vardır.
Francis Bacon
Francis Bacon (: frensıs beykın; 22 Ocak 1561 - 9 Nisan 1626), İngiliz filozof, bilim insanı, avukat, hukukçu, devlet adamı ve yazar.
22 Ocak 1561'de doğan Francis Bacon, Kraliçe 1. Elizabeth'in adalet bakanı Nicholas Bacon'ın oğludur. Her ne kadar Francis Bacon'ın ünü babasınınkini gölgede bıraksa da, babası, Nicholas Bacon da sıradan birisi olmaktan çok öte, döneminin ünlü isimlerindendi. Francis Bacon, on iki yaşında girdiği Trinity College, Cambridge'de skolastik felsefeyle tanıştı ve skolastik felsefeye karşıt görüşlerinin tohumları burada atıldı. 1576'da Hukuk okumaya başladıktan sonra, Fransa'daki İngiliz elçisinin yanında çalışması için bir teklif aldı. Teklifi kabul ederek, öğrenimine ara verdi ve Fransa'ya gitti. Bacon, felsefeye olan aşkının iyice filizlenmeye başladığı bu dönemde (1579) babasının beklenmedik vefat haberini aldı. Cepleri boş bir şekilde İngiltere'ye döndüğünde yapabileceği tek şey hukuk öğrenimine devam etmek oldu. Öğrenimini tamamladıktan sonra avukatlık yapmaya başladı. Çocukluğundan beri alıştığı lüks yaşama özlem çekiyordu, bu yüzden avukatlık yaparken bir taraftan da siyasi bir kariyer için çalıştı. Nitekim 1584'te parlamentoya seçildi.
Essex kontuyla yakın bir arkadaşlığı vardı. Fakat arkadaşlıkları, Essex kontunun Kraliçe 1. Elizabeth'i devirmek üzere kurduğu plan |
lar nedeniyle bozuldu. Kraliçeye olan bağlılığının büyük olduğunu belirten Bacon, uzun süre arkadaşını fikirlerinden döndürmeye çalıştı. Kraliçeye yapılan başarısız bir suikast girişiminden sonra Essex kontu tutuklandı. Bacon'ın da çabalarıyla salıverilen kont, daha sonra Kraliçeyi devirmek için yeni bir girişimde bulundu. Bu sefer tutuklandığında, suçlu bulundu ve idam edildi. Bu sırada Bacon'ın yıldızı parlamaktaydı, her ne kadar Essex kontuyla olan bu ilişkileri sonucu onu hayatı boyu tehdit edecek düşmanlar edinmiş olsa da Kraliçeye olan bağlılığı hiç kuşkusuz ona kariyer açısından büyük fırsatlar vermişti.
1603'te Kraliçenin veliahtı olarak I. James tahta geçince hızlı bir şekilde önemli mevkilere geldi. Önce "Sir" unvanı aldı, sonra 1606'da başsavcı, 1618'de ise İngiltere başyargıcı oldu. Kariyerinin zirvesindeyken, çöküşü kapıyı çaldı. 1621'de rüşvet suçuyla tutuklanıp yargılandı. Suçlu bulundu ve hapis cezasına çarptırıldı. Hapishanede fazla kalmadı ve salıverildi, fakat bundan sonra ne parlamentoda ne de herhangi bir politik konumda bulunma imkânı vardı. Siyasetten kopan Bacon hayatının geri kalan yıllarını felsefi düşüncelerine adadı.
Bacon'ın ölümüde bilim uğruna oldu: Soğuğun çürümeyi önleyip önlemediğini görmek için bir tavuk ölüsünü karla doldurarak yaptığı deney sırasında soğuk algınlığına yakalandı. 1626'da zatürre nedeniyle hayatını kaybetti.
Bacon'ın felsefesinin merkezinde bilim vardır. Bilimin insanları aydınlatma ve geliştirme işlevini öne çıkarmıştır. O'na göre bilim, doğanın özüne yönelmelidir. Doğayı deneyle kavramaya çalışmıştır. Pragmatizm ile sonuçlanacak olan deney temeline dayanan İngiliz felsefesinin ilk tohumlarını atmıştır. Bacon'a göre bilimin başlıca yöntemi tümevarım yöntemidir.
Bacon yapıtlarıyla bilimin ve felsefenin, gelişimini göstermiş, doğa ve akıl arasında bir bağ kurulabileceği fikrini yerleştirmiştir.
Aynı zamanda, ötanazi kavramını günümüzdeki anlamına yakın içerikte ilk kez Francis Bacon kullanmıştır. Hekimin görevinin, acısına son vererek hastayı tedavi edip iyileştirmekle sınırlı olmadığını, bunun başarılamadığı durumlarda ona rahat ve kolay bir ölüm sağlamayı da içerdiğini savunmuştur.
Bacon'ı felsefe ve siyaset alanları dışında edebiyat alanında da büyük bir üne ve öneme kavuşturan eseri hiç kuşkusuz ünlü "Denemeler"idir (Essays). 1597'de ilk kez basılan bu eseri, daha sonra genişletilmiş bir şekilde 1612 ve 1625'de tekrar basıldı. Yalın ve berrak anlatımının yanında zekice oluşturulmuş kompleks formlarıda içeren bu eseri Bacon'ı İngiliz edebiyat tarihinin ünlü simalarından biri yapmıştır. Denemeler, birçok farklı konuda Bacon'ın fikirlerinde gezinmemizi sağlayan, onu ve düşünce biçimini anlamamıza olanak verdiği gibi günlük yaşantımız açısından da değerli nasihatlara ve düşüncelere sahip olan önemli bir eserdir.
Denemeler üzerinde birkaç noktada durmamız gerekirse, bunlardan en önemlisi, Denemeler'deki ahlâk felsefesidir. Hristiyan ahlâk yapısının uzağında daha makyavelist bir ahlâk görüşü hakimdir. Yine de pür bir makyavelist tavırdan öte, geleneksel Hristiyan ahlâkı ile makyavelist tutumun ortasında, daha uzlaşmacı ve vasat bir ahlâk yapısı göze çarpmaktadır.
Denemeler'den fazlasıyla anladığımız üzere Bacon'ın ideal yönetim sistemi otokrasidir. Fakat onun otokrasi anlayışı ortaçağdakinden biraz daha farklı, belki de filozof-krala daha yakın bir anlayıştır.
Bacon, Denemeler'de, gençlikten dostluğa, dostluktan siyasete, siyasetten psikolojiye kadar çok geniş bir yelpaze içerisinde birçok farklı görüş sunmuştur.
Hayatı boyunca üzerinde duracağı felsefi fikirlerinin temelini attığı bu eser, Bacon'ın ilk felsefi çalışmasıdır. Eserin ismi belki de eserin mühtevasını en güzel özetleyen kalıp "Bilimin İlerlemesi" (The Advancement of Learning), zira eser çok geniş bir alanı kaplıyor birçok farklı bilim dalı için yeni yaklaşımlar geliştirilmesini ısrarla savunuyor, tıbba, fizyolojiye değiniyor, psikolojik yorumlarda bulunuyor. Bilimin her yönde, her açıdan gelişmesi gerektiğini savunuyor. Bilim, bilimin ve bilimsel araştırmanın önemi üzerine yazılan onca sayfadan ve bilime yapılan onca övgüden sonra, bilimin bir kılavuz olmaksızın kaybolacağı ve eksik kalacağı sonucuna varıyor. Bilimin kılavuzu: Felsefe. Felsefenin bilime yapacağı kılavuzluğu anlatırken, yeni bilimsel yöntemi de tümevarım yöntemi olarak açıklıyor.
Eser incelendiğinde belki de göze çarpan en önemli unsur Bacon'ın insanlığa, insana olan güveni. Bacon insanı kesinlikle doğadan üstün tutuyor. Bilimle yapılacak keşiflerin insanı doğadan üstün kılacağından emin. Yaşadığa çağa göre çok devrimsel ve hatta hayalperest nitelikte bir söylemdir bu.
""İnsan, doğanın yöneticisi ve yorumcusu olarak, doğa düzeni üzerindeki gözlemlerinin izin verdiği kadar eylemde bulunabilir ve nedenleri anlayabilir. Daha ötesini ne bilir, ne de bilebilir."" Hiç kuşkusuz, Novum Organum'un bu cümleleri Bacon'un görüşlerini, deneyselciliğini, gözlemciliğini ve insan ile doğaya bakış açısını güzel bir şekilde özetlemektedir. Eserin adından da fark edilebileceği gibi, karşımızda yeni bir Organon vardır, Aristo'ya ve eski yöntemlere karşı, yeni bir yöntem, yeni bir bilim ve mantık sistemi.
Bilimin kılavuzu felsefenin gerektiği konuma gelebilmesi, ve insanın bilim ışığı altında yükselebilmesi için, Bacon'a göre zihnin "putları" yıkılmalıydı. "Put" ile Bacon'ın kastı, gerçeklerin yerine konulmuş, yanlış ve hatalı, akıl-dışı yöntemler ve düşüncelerdir. Bu yanlış yöntem ve düşünceler, sadece yeni yanlışlıkların doğmasına yol açar, böylece bilimin gerçek yolunun ve gerçeklerin üstünü örter. Eserde dört çeşit put ile karşılaşırız: Kabile (Oymak) putları, Mağara putları, Çarşı putları, ve Sahne (Tiyatro) putları.
Kabile (Oymak) putları, tüm putların en önemlisi ve en zararlısıdır. Gelenekten veya doğal yapımızdan gelen görüşleri araştırma yapmaksızın kabul etmeyi içerir. Oysa, Bacon'a göre düşüncelerimiz nesnelerden çok kendimizi, bakış açımızı yansıtır. İnsan olmasını istediği şeye kolaylıkla inandığı için birçok geri dönüşü olmayan yanlış kanılara sapar.
Mağara putları olarak adlandırılan ikinci grup putlar ise, yaratılışıntan ve doğadaki gelişim süreci yüzünden biçimlenen ve daraltılan (limitlenen) bakış açısını ve zihni tanımlar. Oysa gerçek ne dar bir alana sıkıştırılmıştır, ne de tarafgirdir. Mağara putları kişinin gelişmesini, daha geniş bir pencereden bakmasını engelleyen yanlışlıklar, dar bakış açılarıdır.
Çarşı heykelleri ise "insanların birbiriyle ilişkilerinden ve alışverişlerinden meydana gelir". Anlaşılacağı üzere dil ve insan ilişkileri ile ilgilidir. Dilin, kelimelerin ve insan ilişkilerinin zihni daralttığı noktaları ve doğurduğu yanlışları simgeler.
Son olarak Sahne putları, filozofların eski çağlarda ürettiği temelsiz, dramatik dogmalardır.
Bacon'a göre insan zihnini körelten bu putlar yıkılmadıkça felsefe ve bilim karanlıktan kurtulamazdı. İnsanlığa tanıttığı yeni yöntem ise "tümevarım" idi. Eserde tümevarım yönteminin bilgilerin biçimlenmesinde nasıl bir teknik üzerine oturtulacağına yer vermiştir.
Yeni Atlantis (The New Atlantis) Bacon'ının düşüncelerindeki (ve düşüncelerinin sonucu olduğunu varsaydığı) ideal toplum düzenini yansıttığı eseridir. Felsefi, ütopyacı roman geleneğinin en güzel örneklerinden biri olduğu gibi, eser Bacon'ının özellikle Novum Organum'da belirttiği yöntemlerin sonuçlarının kurgulanışı olarak da ele alınabilir.
Bacon'ının kafasında tasarladığı şaheseridir, "Magna Instauratio", yani "Büyük Yeni Düzen". Teoriden çok pratik bir yaklaşımla ele alacağı konulara titizlikle karar vermişti. Sadece birkaç bölümünü bitirebilmiştir bu eserin, ve eseri bitiremeden vefat etmiştir.
Her ne kadar zaman zaman tanrıtanımazlıkla (ateizmle) suçlanmış olsa da, Bacon tanrıtanımazlığa karşı olduğunu açık bir şekilde belirtmiştir. Felsefesi seküler bir temelde, fazlasıyla akılcı bir biçimde yükselirken, ve eserlerinde dinbilime çok da değer vermezken, belki de okuyucularını şaşırtacak fikirlerini sunar din ve Tanrı üzerine; ""Bu evrensel çerçevenin başıboş olduğunu düşünmektense, kutsal efsânelere inanırım, daha iyi. Az felsefe, insan zihnini Tanrıtanımazlığa götürür; ama felsefede derinlik, insanların zihinlerini dine döndürür."
Garrincha
Manuel Francisco dos Santos (28 Ekim 1933 - 20 Ocak 1983), orta saha mevkiinde forma giymiş Garrincha lakaplı Brezilyalı futbolcudur.
28 Ekim 1933 yılında Rio de Janeiro yakınlarındaki Pau Grande şehrinde dünyaya geldi. 14 yaşında Pau Grande'deki tekstil fabrikasında çalışmaya başladı. Bu arada futbol yeteneğini de göstermeye başladı. 19 yaşındayken Botafogo kulübünün seçmelerini kazandı ve ilk maçında 3 gol attı.
İlk evliliğini 18 yaşındayken sevgilisi Nair hamile kaldığı için yapmıştır. Nair evlilikleri süresince 8 çocuk doğurmuştur. Ama Garrincha'nın çocuk sahibi olduğu tek kadın Nair değildi. Rio'daki sevgilisinden 2, FIFA Dünya Kupası için gittiği İsveç'teki sevgilisinden de 1 çocuğu vardır. Son sevgilisi ise Brezilya'nın ünlü sambacılarından Elza Soares'ti. Fakat, Garrincha'nın maddi olarak kandırıldığını fark edip Botafogo'lu yöneticilerden para istemesi ile bu aşk aynı döneme denk geldiği için bu talep Garrincha'nın kadınlarla para harcamak istemesi olarak lanse edildi. Elza Soares ise "yuva yıkan, para yiyen kadın" olarak görüldü.
1963 yılında Garrincha'nın dizi kötüleşmeye başladı. Futbol hayatının sonu gelmeye başlamıştı. 1966 yılında kendi kullandığı otomobilin kaza yapması sonucu Elza'nın annesi hayatını kaybetti. Bu olayın etkisiyle intihara teşebbüs etti. Bu intihar girişiminden kurtulduysa da asla depresyondan kurtulamadı. Ayrıca futboldan da kopmaya başladı. Bu durum onu daha fazla alkole yöneltti. Elza ona yardım etmek istiyordu. Roma'ya taşındılar, ama kısa sürede Brezilya'ya döndüler. Brezilya'ya döndüklerinde Elza bir çocuk doğurdu, ama işler daha da kötüleşti. Sonunda Elza, Garrincha'yı terk etti.
Garrincha, üçüncü ve son evliliğinden bir kız çocuk sahibi oldu. Ancak artık vücudu yorulmaya başlamıştı. 19 Ocak 1983 tarihinde alkol komas |
ına girdi. Hastaneye kaldırıldı ama komadan çıkamadı ve 20 Ocak 1983 tarihinde saat 06:00 sularında Rio de Janeiro'da öldü. Ölüm nededni siroz olarak kayıtlara geçen Garrincha, geride 10 kız 3 erkek çocuğu bıraktı. Mezarı kendi vasiyeti doğrultusunda Pau Grande'dedir. Mezar taşında şu dizeler yazmaktadır:
Garrincha, birçok kulübün seçmelerine girmiş olmasına ya da girmeye teşebbüs etmesine rağmen uzun bir süre profesyonel dünyaya adım atamadı. İlk profesyonel anlaşmasını Gentil Cardoso'nun tavsiyesiyle Botafogo ile yapmıştır. 19 Temmuz 1953 tarihinde Botafogo formasıyla çıktığı ilk maçta 3 gol birden attı. 1966 yılına kadar oynadığı oynadığı siyah-beyaz formalı kulüpte 581 maçta 232 gol attı. 1966'da düşüşe geçen kariyerinden ötürü Corinthians'a satıldı. Sık sık kulüp değiştiren Garrincha, 1972'de Rio de Janeiro'nun küçük bir takımı olan Olaria'da futbol kariyerine nokta koydu.
Garrincha, Brezilya millî futbol takımı kariyerinde birçok başarı elde etti. İlk millî maçını 1955 yılında Maracanã Stadyumu'nda Şili'ye karşı oynadı. 1958 FIFA Dünya Kupası'nda İsveç'i yenerek kupaya uzanan takımın bir parçası olan Garrincha, 1962 FIFA Dünya Kupası'nda da takımıyla zafere ulaştı. Son millî maçını ise 1966 FIFA Dünya Kupası'nda Macaristan millî takımına 3-1 yenildikleri maçta oynadı. Brezilya, Garrincha'nın oynadığı 60 maçın 52'sini kazanmış 7'sinde de berabere kalmıştır.
Garrincha, doğduğunda bir bebek için çok küçük olmasının yanı sıra bacaklarında anatomik bozukluklar vardı. Sol bacağı içeri sağ bacağı ise dışarı doğru çarpıktı. Ayrıca sağ bacağı da sol bacağına göre 6 santimetre daha kısaydı. Yine de Garrincha tüm zamanların en iyi top sürücülerinden biri olarak kabul edilir. Futbol kariyerinde hep sağ açık olarak oynamıştır. Topu aldıktan sonra en son noktaya kadar taşırdı, kaleye şut atması veya gol pası vermesi gerekmedikçe hemen hemen hiç pas vermezdi. Futbolu yalnızca zevk aldığı için oynayan Garrincha'nın bu oyuna karşı aşırı bir düşkünlüğü vardı. Bacaklarındaki bozukluk yüzünden kıkırdak problemleri yaşayıp eskisi gibi futbol oynama şansı kalmadığı zaman üzüntüden kendini alkole vermişti. Garrincha futbola yetenekli olmasına rağmen, bir o kadar da umursamaz tavırlara sahipti. 1962 FIFA Dünya Kupası'nda, Brezilya'nın İngiltere'yi 3-1 yendiği maçta 2 gol atmıştı, fakat maçın 2. ayağı olacak zannediyordu. Yani turu geçtiklerinden haberi bile yoktu. Garincha, ayrıca çoğu zaman oynadıkları rakibin de kim olduğunu bile bilmezdi, sadece çıkıp zevk için oyununu oynardı. Takım arkadaşı Mário Zagallo'nun söylediğine göre: "Pazar günü maçını oynardı, pazartesi idmana gelmezdi, salı günü bütün gün içki içer, carşamba günü önceki günden kalma olduğu için yine gelemez, perşembe antrenmana katılır, cuma gecesi partiye gider, cumartesi dinlenir ve kendine gelir, pazar da maçta yine şov yapardı."
Amoeba
Abdurrahman Paşa
Abdurrahman Paşa aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Candaroğulları Beyliği
Candaroğulları Beyliği, Anadolu Selçuklu Devleti'nin yıkılışından sonra Kastamonu ve çevresinde kurulan bir Türkmen beyliğidir.
Denizci özellikleri, Sinop'ta kurdukları tersanenin Osmanlı Devleti'ne katılması ve geliştirilmesi, Osmanlı Donanması'na güç kattı. Kastamonu'nun Küre ilçesindeki bakır ocakları, Beylik daha Osmanlı Devleti'ne ilhak olmadan önce, Osmanlı Devleti'nin top üretimi için faydalandırılmıştır.
Yıldırım Bayezid, Anadolu'daki birliği sağlama yolundaki çalışmaları sırasında Candaroğulları topraklarına sahip olmuş, fakat Sinop'ta Candaroğulları Beyliği'ni devam ettirmiştir. İsfendiyar Bey Ankara Savaşı'ndan (1402) sonra Timur'un hâkimiyetini tanıdı. Bunun karşılığında da eski Candaroğulları toprakları kendisine verildi, böylece Kastamonu'ya yeniden hâkim oldu.
1461 yılında barış yoluyla Osmanlı Devleti'ne katıldı.
Küre, Kastamonu
Küre, Batı Karadeniz'de, Kastamonu iline bağlı bir ilçedir.
Küçük bir orman kasabasıdır. Yaklaşık 1500 m yüksekte, iki dağ arasında bir vadide kurulmuştur. Kastamonu-İnebolu yolu üzerindedir. Kastamonu'ya uzaklığı 60 km, İnebolu'ya uzaklığı ise 30 km'dir. Halkın başlıca geçim kaynağı ilçede bulunan bakır madeni işletmesi ve ormancılıktır.
Şehirde Kastamonu üniversitesi ne ait meslek yüksek okulları bulunmaktadır. Bu meslek yüksek okulunda 2013-2014 yılları eğitim sürecinde Lojistik bölümü faaliyete geçmiştir. 2014 - 2015 eğitim yılı için ise İş Makineleri Operatörlüğü bölümü faaliyete geçecektir. Aynı zamanda gelecek yıllarda ise şu bölümler faaliyete geçecektir:
Kastamonu Üniversitesi Küre Meslek Yüksekokulu, mülkiyeti Küre Belediyesine ait 842 m² arsa üzerinde 450 m² kullanılabilir alana sahip bir binada kurulmuştur. 11028 m² arazi ve 34996 m² eğimli arazi kamulaştırılarak Meslek Yüksekokuluna devredilecektir. Küre Meslek Yüksekokulu 1 (bir ) adet müdür odası, 2 (iki) adet müdür yardımcısı odası, 2 (iki) adet bölüm başkanı, 9 (dokuz) adet öğretim görevlisi odası, 1 (bir) adet sekreter odası, 3 (üç) adet büro 6 (altı) adet sınıf, 1 (bir) adet laboratuvar ve yemekhane olarak kullanılabilecek alana sahiptir.
Küre’nin en eski yapılarından olan Hoca Akşemseddin Camii MS. 1400'lü yıllarda Hoca Akşemsettin tarafından yapılmıştır. Bu camimiz gerek mimarisi, gerek akustiği, kapısı ve minberindeki ağaç işlemeleriyle meraklılarının mutlaka görmesi gereken tarihi bir eserdir. Camii 800m2 kullanım alanına sahip ve 1800 cemaat almaktadır. Günümüzde halen ibadete açık olan Camii ilk halini korumaktadır.
İlçede 2009 yılında yapılmaya başlanan ve artık gelenekselleşen Küre Kilim Festivali yapılmaktadır. Belediye tarafından düzenlen bu etkinliğe çeşitli sanatçılar katılmakta, her gün konserler verilmekte ve çeşitli turnuvalar yapılmaktadır. Festival sadece 2014 yılındaki Soma maden faciası nedeniyle Kastamonu'nun tüm belediyeleri tarafından alınan kararla o yıl yaz ayında yapılmamıştır.
İlçe Küre Dağları sınırları içerisindedir ve birçok nehir, şelale, kanyon ve vadiyi bir arada barındırır. Aynı zamanda Türkiye'deki şehirlere kıyasla büyük bir floraya sahiptir. Dünyaca ünlü Valla Kanyonu, Çatak Kanyonu bu sınırlar içerisindedir.
Küre'de yıllardır göz bebeği olan futbol takımı Küre Belediye Bakırspor aktif olarak Kastamonu amatör küme de top oynamaktadır. Şu an Kastamonu 2.amatör liginde mücadele vermektedir. Aynı zamanda çeşitli tarihlerde ilçede futbol, voleybol ,basketbol turnuvaları olmaktadır.
Bakır
Bakır (İngilizce "copper", Almanca "Kupfer", Fransızca "cuivre", Latince "cuprum"), 1B geçiş grubu elementi. Kıbrıs'ta kaynakları bolca rastlandığından tüm dillerdeki isimlerinin Cyprus kelimesinden türediği tahmin edilmektedir. Simyacılar tarafından Venüs aynası ile gösterilmiştir.
Bakırın önemi, başlıca üç nedenden kaynaklanmaktadır:
Şu şekilde sınıflandırılmaktadır:
Termik (kömür, fuel-oil, motorin, doğalgaz, jeotermal), hidrolik ve nükleer gibi çeşitli enerjilerden yararlanılarak üretilen elektrik enerjisi, genelde uzun mesafelere iletilir; şehir ve köy gibi yerleşim bölgelerine, sanayi tesislerine dağıtılır ve buralarda tüketilir.
Çıplak iletkenler, baralar, yalıtılmış hava hattı ve yeraltı güç kabloları ve ek malzemeleri elektrik enerjisi iletim ve dağıtımının başlıca elemanlarıdır.
Yakın zamana kadar, elektrik enerji iletim ve dağıtımında, bakır, uygun özellikleri nedeni ile bu alandaki ana iletken malzemesi olmuştu. Bakır, yüksek elektrik geçirgenliği, işlenebilme ve mekaniksel özellikleri iyi olan bir metaldir. Gümüşten sonra en iyi iletken metal bakırdır.
Bakır,inşaatlarda beton, kiriş ve yüzeylerin güçlendirilmesinde kullanılır.
Bakır,dünyada çok bulunan bir madde olduğu için takı yapımında da kullanılır.
Bakır, çeşitli Bakır, çeşitli piro, hidro ve elektrometalurjik metotların kullanılmasıyla cevherlerinden saf olarak üretilmektedir. Pirometalurjik metotlar, sülfürlü, oksitli ve nabit bakır cevherlerine, hidrometalurjik metotlar ise düşük tenörlü oksitli bakır cevherlerine uygulanır. Elektrometalurji metotları da yukarıdaki yöntemlerin son kademesi olarak her ikisine de uygulanır. Böylece, pirometalurji metotlarıyla elde edilen saf olmayan bakır, elektrolitik arıtmaya tabi tutularak saf katot bakıra çevrilir. Benzer şekilde hidrometalurjik yollarla sulu çözeltiye alınan bakır, elektrokazanım yoluyla katotta saf olarak toplanabilmektedir. Dünya bakır üretiminin %80’i sülfürlü cevherlerden yapılır.
Bir elektrolit ile temas halinde bulunan elektrotlara dışarıdan bir elektromotor kuvvet uygulayarak kimyasal bir reaksiyonun gerçekleştirilmesi şeklinde tanımlanan elektroliz elektrokimyasal olayın tersidir. Burada elektrik enerjisi yardımıyla kimyasal reaksiyonlar gerçekleştirilir. Elektroliz hücreleri bir elektrolit ile temas halinde bulunan iki veya daha fazla elektrottan oluşur ve elektrotlar bir doğru akım kaynağına bağlıdır. Bağlantı anotun pozitif katotun negatif yükleneceği şekildedir. Yani elektrot dışında elektronlar anottan katota elektrolit içinde ise katottan anota doğru akarlar. Devreye akım verildiğinde çözeltideki negatif yükler pozitif kutup olan anota, pozitif yükler ise negatif kutup olan katoda yönelirler.
Elektroliz işleminde meydana gelen olaylar anodik ve katodik tepkimeler olup bunlar anotta yükseltgenme (oksidasyon), katotta ise indirgenme (redüksiyon) şeklindedir. Genel olarak üç çeşit elektroliz vardır. Bunlar rafinasyon, indirgenme ve ergimiş tuz elektrolizidir. Rafinasyon elektrolizi çözünebilir anotlarla yapılan elektroliz işlemine en güzel örnektir. Rafinasyon elektrolizinde anot ve katot aynı metalden oluştukları için parçalanma voltajı teorik olarak sıfırdır. Uygulanan hücre voltajı bu nedenle sadece elektrolitin direncinin biraz üstünde olmalıdır. Rafinasyon elektrolizini tarif edecek toplam bir reaksiyon anlamsızdır.
Anotta oluşan bir kısım bakır iyonları disproporsiyonlaşır. Burada oluşan bakır toz halinde anot yüzeyinde ve yüzeyden ayrılarak banyonun dibinde anot çamurunda birikir. Pb, Sn, Sb ve Bi anodik olarak çözünürler fakat elektrolit içinde oluşturdukları bileşikler nedeniyle şlam şeklinde yüzerler ve mekanik olarak katot k |
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.