article
stringlengths 7.34k
10k
|
---|
nç Yanıtı hakkında gözlem, deney ve araştırmalar yaptı ve bunları "Biyon Deneyleri" olarak adlandırdı.
Çekirdekli tek hücreli canlılar (protozoa) üzerinde incelemeler yaptı. Çimen, kum, demir, ve hayvan dokusunu kaynatarak, potasyum ve jelatin ekleyerek vezikül yetiştirdi. Bunları bir heat-torch yardımıyla kor oluncaya kadar ısıtarak, gözle görülebilir şekilde ışıyan enerjinin parlaklığını, yanışını gözledi ve mavi kesecikleri tespit etti. Hayatın ilkel formlarından biri olduğuna inandığı, ölü madde ile canlı doku arasında özelliğe ve protozoa gibi tekhücreli organizmalara dönüşebilecek potansiyele sahip olan bu veziküllere "biyon" adını verdi. Soğutulmuş karışımı besiyeri içine koyduğunda bakteriler üredi ama havada veya kullandığı malzemelerde daha önceden bakteri olduğu gerekçesiyle araştırmadan vazgeçti.
1936'da Reich şunları yazdı: "Mademki her şey zıtlığı ile var, öyleyse tek hücreli organizmaların iki farklı var oluşu olmalı: (a) hayat, organizmaları yok ediyor, başka bir ifade ile var olan organizmalar organik çürüme sonucu yok oluyorlar ya da (b) hayat organizmaları koruyor ve inorganik materyal halinden organik hayata getiriyor.
Cansızdan canlı oluşumunu ifade eden bu dirimdışı türeme (spontaneous generation) düşüncesi Reich'i kanserin tedavisini bulduğuna inandırdı. Hayatı yok eden organizmalara Almanca "ölüm" anlamına gelen "Tod" kelimesinin ilk harfini ekleyerek "T-Basili" adını verdi. "Kanser (The Cancer Biopathy)" adlı kitabında yerel bir hastahaneden aldığı çürüyen bir kanserli doku kültüründe bu basilleri nasıl bulduğunu açıkladı. T-Basili'nin protein parçalanmasından meydana geldiğini yazdı. Neşter şeklinde, 0.2 ila 0.5 mikrometre uzunluğundaydılar ve farelere enjekte edildiğinde iltihap ve kansere neden oluyorlardı. Hücredeki orgone enerjisi yaşlanmaya veya yaralanmaya bağlı olarak azaldığında, hücreler biyolojik bozulmaya uğradığı ya da öldüğü sonucunu çıkardı. Bir noktada, T-Basili gelişimine hücre içinden başlıyordu. Kanserin öldürücü etkisinin nedeni ise T-Basili'nin önlenemeyen gelişimiydi.
"Detaylı bilgi için": Aktarım, Karşı aktarım, Beden psikoterapisi ve Neo-Reichyen masaj
1930'dan sonra Reich, terapi seansları esnasında hastalarının fiziksel yanıtları ile daha ilgili hale geldi. 1930'un sonlarına doğru psikoanalizin birçok büyük tabusunu ihlal etmeye; hastalarının arkasına oturmak yerine yanına oturmaya ve onlara dokunmaya başladı. Erkek ve kadın hastalarından soyunmalarını, bazen ise iç çamaşırlarını da çıkartarak tamamen çıplak kalmalarını istiyordu. Sadece şikayetlerini dinleyip "Neden böyle düşünüyorsun?" analizinin yanıtlarını not almaktansa onlarla sohbet ediyor, sorularına cevap veriyordu.
Bu yaklaşım, analitik tarafsızlığı sarsıcıydı. Bir analizci, aktarım adı verilen süreçte, hastaların geçmiş arzularını, aşklarını, nefretlerini, nevrozlarını yansıttığı boş bir projektör perdesi gibi olmalıydı, hasta ile diyaloğa girmemeliydi. Reich, psikanalizde mevcut bu gibi tabuların hastaların nevrozlarını daha da güçlendiğini ve hastalarının kendisinin de bir insan olduğunu görmelerini istediğini yazarak, gittikçe bu tabulardan uzaklaştı. Hastaların "beden zırhları" üzerine kasıtlı olarak gidiyor, hastaların kaslarını gevşetmek ve böylece gerginliklerini azaltmak amacıyla parmakları veya avucuyla hastaların ağız, boyun, sırt ve kalçalarına dokunuyor, hastaların hareketlerinin yumuşaması ve nefes alışlarının sakinleşmesini istiyordu. Beden zırhının bu şekilde ihlal edilerek çözülmesi sonucunda çocukluk dönemlerinde bilinçaltına itilmiş anılar tekrar hatırlanıyordu. Eğer seans başarıyla sonuçlanmışsa, hastaların memnuniyet bildiren istemsiz hareketler içeren beden dilinden bunu anlayabiliyordu. Reich, buna "orgazm refleksi" adını verdi. Cinsel ilişki sırasında "orgazm potansiyeli" ve "orgazm refleksi" Reichyen terapi'nin iki amacı haline geldi. Reich, hastalarının bedenlerinde gözlediği bu enerji akışına "biyo-elektrik" ve bu terapiye de "orgazmoterapi" (orgasmotheraphy) adını verdi. Ancak sonradan, politik nedenlerle bu terapiden vazgeçti.
Oslo'daki biliminsanları, Reich'in biyonlar hakkındaki çalışmalarını saçmalık olarak değerlendirerek şiddetle karşı çıktılar. "Tidens Tegn" adlı önde gelen liberal bir gazete 1937'de biliminsanlarının ve diğer gazetelerin de desteğini alarak Reich aleyhinde bir mücadele başlattı. 1937'nin Eylül ayından 1938'in sonbaharına kadar Oslo'nun büyük gazetelerinde aleyhinde 100'ün üzerinde makale yayımlandı.
1937'de ülkenin önde gelen kanser uzmalarından Leiv Kreyberg'in Reich'in biyon deney örneklerini mikroskop altında incelemesine izin verildi. Kreyberg, Reich'in hazırladığı karışımında kullandığı kültür ortamının aslında steril olduğunu ancak söz konusu bakterilerin beklendiği gibi stafilokoklar olduğunu açıkladı. Reich'in havayoluyla gelen bakterileri önlemek için kullandığı araçların Reich'in inandığı kadar güvenilir olmadığını söyledi. Kreyberg, Reich'i basit bakterijolojik ve anatomik gerçekleri önemsememekle suçlarken Reich de Kreyberg'i mikroskop altında, yaşayan kanser hücrelerini tanılamakta başarısız olmakla suçladı. Böylece, bir bilimsel gelişme fırsatı daha uygunsuz çekişmelerle bozuldu.
Reich, bu bakteri örneklerinden birini bir başka Norveçli biyolojiste, Oslo Bakteriyoloji Enstitüsü Profesörü Thjötta'ya gönderdi. Profesör Thjötta bakterilerin havadan geldiğini söyleyerek Kreyberf ile aynı sonuca vardı. Thjötta ve Kreyberg, görüşlerini 19 ve 21 Nisan 1938 tarihleri arasında "Aftenposten" gazetesinde yayımladılar. Söz konusu yazıda Reich'e "Bay Reich" diye hitap eden Kreyberg, Reich'in birinci sınıfta okuyan bir tıp öğrencisi kadar bile bakteri ve anatomi bilgisi olmadığını iddia etti. Reich, Kreyberg'den çalışmalarını bir kez daha kontrol etmesini istediğinde, Kreyberg buna değmeyeceğini söyleyerek reddetti.
Reich'in "Hayatın Kaynağı Üzerine Biyon Deneyleri (The Bion Experiments on the Origin of Life)" adlı kitabı 1938'de yayımlanması üzerine hakkında sistemli yalan haber saldırıları başlatıldı. "Yahudi pornocu" ve "hayatın kökeni"ni kirletmeye cürret eden biri olarak lanse edildi. Alan Vantwell, Reich'in araştırma sonuçlarını açıkladığı yazısının sadece bir paragrafına odaklanarak, Reich'in söylediği "Kanserin anlaşılması açısından faydalı olduğu kanıtlandı." cümlesinden yola çıkarak uydurma bir kanser tedavisinin provokasyonunu yapmakla suçladı.
Şubat 1938'de vizesi doldu. Norveçli birkaç bilim insanı vizenin uzatılmasına karşı çıktı. Kreyberg, konuyla ilgili "Eğer bu tutum, Reich'i gestapo'nun kucağına atmak amacını taşıyorsa buna karşı çıkarım ancak Reich'i edepli davranmaya itecek bir şey olursa bu çok iyi olurdu." demiştir. Yazar Sigurd Hoel, amatör biyolojik deneyler yapmanın nasıl olup da bir suç haline geldiğine hayret etmişti, "Ne zamandan beri biyoloji eğitimi almamış birinin mikroskoptan bakması sürgün için bir gerekçe haline geldi?" diye soruyordu. Reich, denizaşırı ülkelerden büyük destek gördü. İlk olarak 1938'de Norveç gazetelerinde Reich'in sosyolojik çalışmalarının "bilime benzersiz ve çok değerli katkılar sağladığı"nı söyleyen Bronislaw Malinowski'den ve tüm dünya tarafından ilerici olarak bilinen İngiltere'deki Summerhill School'un, kurucusu Alexander Sutherland Neill'den destek gördü. A. S. Neill, Norveç basınına verdiği demeçte "Reich hakkında başlatılan karalama kampanyasının oldukça cahil ve barbarca olduğunu, demokrasiden çok faşizmi andırdığını" söyledi. Norveç entelektüel hoşgörüsüyle gurur duyuyordu, o nedenle "Recih meselesi" hükümeti yola getirdi ve bu nedenle bir uzlaşma sağlandı. Reich'in vizesi uzatıldı ancak ülkede psikanaliz çalışması yapmak isteyenlere lisans almalarını gerektirecek bir kanun çıkarıldı ve tabii ki Reich'e bu lisans verilmeyecekti.
Tüm bu karalama kampanyası sırasında Reich, bir komisyona "biyon deneylerini tekrarlamak" ile ilgili sorduğu soru dışında kamuoyuna bir açılımı olmadı. Sharaf, Reich'in çalışmalarına karşı başlatılan bilimsel muhalefetin Reich'i kişisel olarak sarstığını ve ilişkilerini kötü etkilediğini yazar. Dikkatsizce davranışları sonucunda kazandığı kötü ün, onu küçük düşürdü ve gücendirdi, kendine güveni sarsıldı. Kendini yaftalanmış, avlanmış ve işkence görmüş gibi hissediyordu. Artık halkın arasında rahat değildi ve aleyhinde olan araştırmacılar karşısında şiddetli ve kötü duygular besliyordu.
Sharaf'ın yazdığına göre, 1934 ve 1937 yılları arası Reich'in hayatının en mutlu yıllarıydı. Elsa Lidenberg ile olan ilişkisi iyi gidiyor ve onunla evlenmeyi düşünüyordu. 1935 yılında Lidenberg hamile kaldığında sevinçten havalara uçtular, bebek için elbiseler ve oyuncaklar aldılar. Ancak Reich'in, kendi geleceği hakkında büyük endişheleri vardı. Elsa'nın büyük karşı çıkışlarına rağmen Reich kürtajda ısrar etti ve Berlin'de bir psikanalizci olan Edith Jacobson'un yardımıyla kürtajı gerçekleştirdiler.
1937'de Reich, bir meslektaşının eski karısı sinema sanatçısı bir hastasıyla gönül ilişkisine başladı. Reich'in böyle bir ilişkinin imkânsız olduğunu söylemesine rağmen, başından beri Reich'i baştan çıkarma niyetiyle terapilere katıldığı belli olan kadın istediğini aldı. Bu süre içinde, bu ilişki nedeniyle Reich çalışmalarına ara vermiş olsa da, ilişkinin bitimiyle birlikte oldukça profesyonellik dışı şartlarda analizlerine tekrar başladı. Sonunda, kadın Reich'i basına gidip aralarındaki ilişkiyi anlatmakla tehdit etti. Ancak böyle bir durumun Reich kadar kendisini de yıpratacağını anladı. Bir meslekdaşı kendisine "Neden böyle bir ilişkiye girdin?" diye sorduğunda "Bir erkeğin bazen aptalca davranması gerekir." diye cevap verdi. Reich'in ayrıca Norveçli bir tekstil tasarımcısı olan 25 yaşındaki Gerd Bergersen'le de bir ilişkisi oldu.
Kendisi aleyhinde basında başlatılan karalama kampanyası son hızla ilerlerken, içinde aniden Elsa'ya karşı şiddetli bir kıskançlık hissederek kendisine işlerinde yardımcı olmasını isteyip hiçbir şekilde ondan ayrı bir hayat istemediği belirtti. Elsa bir koreografi üzerinde çalışırken çıkan tartışmada Reich'in şiddete başvurması üzerine önc |
e polisi aramayı düşünen Elsa, Reich'in bir skandalı daha kaldıramayacağını düşünerek bundan vazgeçti ancak bu olay ilişkilerini olumsuz etkiledi. Reich, Elsa'ya kendisiyle birlikte Amerika'ya gelmesini teklif ettiğinde Elsa, "Hayır." cevabını verdi. Sonradan yazdığı bir mektupta belirttiği üzere bu hayatındaki en zor "Hayır." dı.
1938'yılında Hitler, Avusturya'yı istila etti. Reich'in eski eşi ve iki kızı zaten çoktan Avusturya'yı terk ederek Amerika'ya gitmişti. Bu yılın sonunda, Kolombiya Tıp Okulu'ndan bir psikanalizci olan Theodore P. Wolfe, Norveç'e gelip Reich gözetiminde çalışmaya başladı. Wolfe, Reich'e Reich'in Amerika'ya yerleşmesinde yardım etmeyi ve New York'taki "Sosyal Araştırmalar Okulu (New School for Social Research)"ndan resmi davet almayı önerdi. Wolfe ve Reich'in eski öğrencilerinden Walter Briehl, Reich'in birkaç bin dolarlık maaş alacağını garanti ettiler. Wolfe, ayrıca Amerikan hükümetinde çalışan bir memur olan Adolph Berle'ye Reich için torpil de yaptırdı. Sonunda 1939 Ağustos ayında vizesini alan Reich, savaşın başladığı 3 Eylül'den önce Amerika'ya giden son gemi olan "Stavenger Fjord" ile Norveç'ten Amerika'ya yola çıktı.
İki yıl boyunca New School'da öğretmenliği sırasında ilk olarak Amerika'nın New York şehrinin Queens ilçesinin Forest Hills semtinde 75-02 Kessel Caddesi'nde kaldı. Sonra aynı bölgede, 9906 69. Avenue caddesinde hayvan deneyleri için kullandığı bodrumu, birinci katında ofis olarak kullandığı geniş bir odası, yemek odası, oturma odası ve her hafta seminer öğrencilerini ağırladığı bir odası daha olan iki katlı bir eve taşındı. Normalde yemek odası olan oda laboratuvar oldu. En üst katta sekreteri Gertrud Gaasland ve hizmetçisinin paylaştığı iki yatak odası vardı, diğer üç oda ise Reich'in yatak odası ve trapi odalarıydı.
Gertrud Gaasland, Reich'i 29 yaşındaki Ilse Ollendorf ile tanıştırdı. Reich hala Elsa'ya aşıktı ama Ilse, Reich'in hayatını düzenlemek adına Reich'in hayatına girdi. Sekreterlik ve muhasebecilik işlerini üstlendi, laboratuvar tekniklerini öğrendi ve Elsa'nın yapmaya isteksiz olduğu bu işler ile, Reich'in hayatında olmaya ne kadar istekli ve uyumlu olduğunu gösterdi. Ilse ve Reich, 1939 Noelinde birlikte yaşamaya başladılar ve Ilse 2 Ocak 1940'ta Reich'le birlikte çalışmaya başladı. 1944'te Peter adında bir çocukları oldu ve 1946'da evlendiler.
Oslo'da aleyhinde başlatılan karalama kampanyası sonrasında Reich'in karakteri değişti, kendini sosyal hayattan çekti. Eski arkadaşları ve eski karısıyla bile arasına mesafe koydu. Bir arkadaşına oyunu kuralına göre oynayacağını söyledi: mesafeli, az da olsa gururlu ve aşktan uzak... Böylece toplumdaki insanlar saygı duyacaklardı. Amerika'daki öğrencileri onu meslektaş olarak değil insan olarak tanır hale geldiler, kendisine yakın olmayanlar bile ona adıyla hitap ediyorlardı. Ocak 1940'ta Elsa'ya aralarındaki ilişkiyi bitirmek amacıyla, çaresizlik içinde olduğunu ve bir köpek gibi onursuz bir şekilde öleceğine inandığını söylediği bir mektup yazdı.
1920'lerin sonlarına doğru Sharaf'ın iftira olduğunu belirttiği, Reich'in akıl hastası olduğu ve hastahanede tedavi gördüğü ile ilgili bir dedikodu yayıldı. Reich, paranoyak, sinsi, saldırgan ve fanatik olarak görülüyordu. Sharaf konu ile ilgili, psikanalistlerin aykırı gördükleri kişiler ile ilgili hastalık iddia ederek onları dışlama eğilimi olduğunu ama bu eğilimin hiçbir zaman Reich'e yapıldığı kadar amansızca ve yıkıcı yapılmadığını yazar. Reich'in çalışmaları, dedikoduyu yayan kişi tarafından, hoşuna gidip gitmemesine göre pre-psikotik (psikoz öncesi) "iyi Reich" ve post-psikotik (psikoz sonrası) "kötü Reich" olarak bölümlendirilmişti. Psikanalistler, 1920'lerde karakter üzerine yaptığı sağlam çalışmaları gerekçesiyle; politik radikaller ise 1930'larda Marksizmi baz alan psikoloji araştırmaları nedeniyle aklı başında olarak değerlendirdiler.
"Ana Makale: Orgon"
"Detaylı bilgi için: Animizm, Esîr (Ether), Esîr Teorileri, Enerji (Ezoterizm), Vitalizm", "Biyoenerji"
Freud, başlangıçta "artma, azalma, elegeçirme ve deşarj özelliğine sahip, geçmiş hatıraların üzerine yayılan beden üzerindeki aşırı elektrik yükü" olarak tanımladığı libido kavramını, 1925'te terkederek bunun sadece bir fiziksel enerji olduğunu söyledi. Reich, Freud'un terkettiği bu düşünceyi biraz daha geliştirerek, ilkel kozmik enerjiyi keşfettiğini öne sürdü. Buna "orgon", bu konudaki araştırmalara ise "orgonomi" adını verdi.
Orgon; mavi renkli, aynı anda birden fazla yerde var olan (omnipresence), çıplak gözle görülebilen ve hava olayları, gökyüzünün rengi, yerçekimi, galaksilerin oluşum düzeni, duygulanımların ve cinselliğin biyoloyik ifadesi gibi şeylerden sorumluydu. Fırtınalı havalarda yolculuk yapan gemilerin direklerinden sıçrayan elektrik akımının (Bkz: St. Elmo Ateşi) orgonun varlığının kanıtı olduğunu öne sürdü. Kırmızı kan hücreleri, bitki klorofilleri, eşey hücreleri, protozoalar ve kanser hücrelerinin orgon sayesinde olduğunu iddia etti.
İlk zamanlarda insanlığın, orgon bilgisini ikiye ayırdığını söyledi: fiziksel ve mekanik yaklaşım için "Esîr (ether)" ve ruhsal ve öznel yaklaşım için Tanrı. Reich şunu yazdı: "Tanrı var oluşun her aşamasında olan, beden içinden ve var olan her şeyin içinden aralıksız akan en temel kozmik enerjidir."
1940 yılında orgon akümülatörleri adını verdiği, atmosferdeki orgon enerjisini toplamaya ve depolamaya yarayan kutuları üretti. Bu kutulardan bazıları laboratuvar hayvanları içinken, bazıları da bir insanın sığabileceği kadar genişti. Bunlar çeşitli metal (ferrous) katmanlardan ve yüksek bağıl yalıtkanlık sabitli organik yalıtkanlardan oluşuyordu. Görünümü, büyük ve boş bir kondansatör gibiydi. Orgone enerjisinin, doğadaki maddelerin organizasyonu ve yoğunlaşmasından, negatif-entropik gücüyle sorumlu olduğu düşüncesi bu kutu ile yapılan deneylerin dayanağıydı. Bu kutular, kısa süre sonra basında şiddetli dedikodulara neden oldu: bu kutuların, kontrol edilemez sertleşmeye neden olan "seks kutuları" olduğu şeklinde haberler yapıldı.
Reich'in teorisine göre, hastalıkların birincil nedeni orgon enerjisinin azalması veya beden içinde hapsedilmesiydi. Çeşitli hastalıklardan muzdarip birçok hasta üzerinde orgon akümülatörü ile klinik deneyler yaptı. Hasta, akümülatörün içine oturur ve vücudunun "yoğunlaştırılmış orgon enerjisi"ni emmesi sağlanırdı. Vücudun bazı parçalarına uygulanması için daha küçük taşınabilir akümülatörler üretti. Bu akümülatörlerin gözlenen etkileri, bağışıklık sistemini güçlendirmesi, bazı tür tümörleri yok etmesi olmasına rağmen Reich, bunu böyle bir tedavi yöntemi olarak ortaya koymaktan kaçındı. Akümülatör, ayrıca kanserli fareler ve yetiştirilen bitkiler üzerinde de denendi ve elde edilen olumlu sonuçlar plasebo etkisine dayandırılamayacağı konusunda Reich'i ikna etti. Yapılan deneyler Psikanaliz Birliği tarafından şarlatanlık olarak değerlendirildi ancak Reich, fiziksel ve akıl hastalıklarında bir "Büyük Birleşik Teori (Grand Unification Theory)" geliştirdiğine inanıyordu.
"Ana makale: Bulut Dağıtan"
Reich, orgonun aksine hayat sonlandıran bir başka enerji türü daha olduğunu varsaydı ve bunu Ölümcül Orgon - ÖOR olarak adlandırdı. ÖOR'un çölleştirme gibi etkileri üstlendiğini yazdı ve atmosferdeki orgon enerjisini manipule ederek, bulutları birleştirip dağıtarak yağmur yağmaya zorlayacak Bulut Dağıtanları tasarladı. Bu, içi boş metal borular ve suya sokulmuş kablolardan oluşuyordu. Reich'e göre bu cihaz, atmosferde öncekinden daha güçlü orgon enerji alanı oluşturacaktı.
Reich, Bulut Dağıtan ile "Kozmik Orgon Mühendisliği" adını verdiği birçok deney yaptı. 1953'te, Maine eyaletinin Bangor şehrinde yabanmersini tarlalarında kuraklık tehlikesi ortaya çıkınca birkaç çiftçi Reich'e eğer yağmur yağdırabilirse para ödemeyi teklif ettiler. Meteoroloji dairesi günlerdir, Reich'in deneylerine başladığı 6 Temmuz 1953'te saat 10:00'dan önce yağmur yağmayacağını belirtiyordu. Bangor "Daily News" gazetesinin 24 Temmuz tarihli haberinde:
Dr. Reich ve üç asistanı, "yağmur yapıcı" cihazı Grand Lake gölünde, Bangor hidroelektrik barajı yakınlarına kurdular. Küçük bir silindir üzerine asılmış, kablolarla bağlı, bir takım içi boş borulardan oluşan bu cihaz bir saat on dakika kadar çalıştı.
Ellsworth şehrindeki güvenilir bir kaynağa göre 6 Temmuz gecesi ve 7 Temmuz sabah erken saatlerine kadar aşağıdaki değişiklikler gözlendi: "Pazartesi akşamı saat 10:00'u geçtikten kısa bir süre sonra yağmur çiselemeye başladı, geceyarısına doğru hafif ve düzenli yağmura dönüştü. Yağmur gece boyunca devam etti ve ertesi sabah Ellsworth'taki yağış miktarı 0,61 santimetrekare olarak ölçüldü."
Hayrete düşmüş bir görgü tanığı ise yağmur yapma süreci hakkında şunları söyledi: "Cihazı çalıştırmaya başladıklarından kısa bir süre sonra, şimdiye kadar gördüğünüz en tuhaf görünümlü bulutlar toplanmaya başladılar." Yine aynı görgü tanığı, biliminsanlarının bu cihazı manipule ederek rüzgarın yönünü ayarlayabileceklerini söyledi.
Yabanmersini ekinleri hayatta kaldı, çiftçiler memnun olduklarını beyan ettiler ve Reich ücretini aldı.
30 Aralık 1940'ta Reich, Albert Einstein'a bilimsel bir keşif yaptığını ve konuyu tartışmak istediğini belirten bir mektup yazdı ve 13 Ocak 1941'de Princeton'a, Einstein'ı ziyarete gitti. Beş saat boyunca konuştular ve Einstein, Reich'in çinko kaplı çelik ve ağaç ve kâğıt ile izole edilmiş Faraday kafesi dışına inşa ettiği orgon akümülatör deneylerini kabul etti. Reich'in tahmin ettiği gibi, Einstein, eğer bir cismin sıcaklığı bir etken olmadan artıyorsa bu fizikte "bomba etkisi" (bombshell) olabilirdi.
İkinci görüşmelerinde Reich, Einstein'ın bodrumunda, üzerinde, içinde ve yakınlarındaki sıcaklığı alan küçük bir akümülatör cihazı denedi. Cihazı ayrıca faraday kafesi içinde de deneyerek sıcaklıkları karşılaştırdı. Reich'in deneyinde olduğu gibi, Reich'in orgon enerjisinin faraday kafesinde biriktirilebileceği iddiasına uygun olarak, Einstein'ın deneyinde de sıcaklık artışı gözlendi. Ancak, Einstein'ın asistanlarından biri, yerdeki sıcakl |
ığın tavandakinden düşük olduğunu fark etti. Bu açıklama üzerine Einstein deneyi değiştirdi ve bu etkinin basitçe oda içerisindeki sıcaklık eğiminden kaynaklı olduğu sonucuna vardı. Reich'e mektup yazarak deneyinin sonucunu ve Reich'in deneylerine biraz daha kuşkucu bakması gerektiğine yönelik umut ifadelerini belirtti.
Reich 25 sayfalık bir mektupla Einstein'a cevap verdi. Tavandan yayılan ısıma, "havada bulunan mikroplar" ve "brown hareketi"ne katılarak yeni buluşlara neden olabileceğini söyledi. Einstein ile Reich arasındaki bu mektuplaşmalar 1953 yılında, muhtemelen Einstein'in izni olmadan, "Einstein Meselesi (The Einstein Affair)" adıyla yayımlandı.
12 Aralık 1941'de, Pearl Harbor'dan beş gün sonra Reich, gece saat 02'de evindeyken FBI tarafından komünist geçmişe sahip olan bir göçmen olduğu gerekçesiyle tutuklandı ve üç haftadan fazla tutulacağı Ellis Island'a götürüldü. Öfkeden ne yapacağını bilmez bir halde geçmişinde komünist olmasından, yeterli tanık olmamasına karşın, ilk eşini ve yaşadıkları fakir hayatı sorumlu gösterdi. Sedef hastalığı yeniden azdığı için doktoru tarafından Reich'in bir hastahane gözetiminde tutulması gerektiğine otoriteler ikna edildi. Ilse, haftada iki kez onu ziyaret etmeye izinliydi. Wolfe ve bir avukat ellerinden gelenin en iyisini yaptılar. Wolfe, birçok kez Washington'a protesto amacıyla gitmesine rağmen, tutuklandığını 26 Aralık'ta ancak öğrenebildi ama yine de Reich'in neden tutuklanmış olabileceğini anlayamıyordu. FBI tarafından Reich'e evinde bulunan Hitler'in "Kavgam", Troçki'nin "Hayatım" ve çocuklar için rusça alfabesi kitaplarıyla ilgili sorgulandı. Sonunda, Reich'in açlık grevine gitmekle tehdit etmesi üzerine 5 Ocak 1942'de serbest bırakıldı. 2000'yılında FBI tarafından Reich ile ilgili 789 sayfalık belgeler açıklandı:
Bu Alman göçmen, kendisini Tıbbi Psikoloji Doçenti, Orgon Enstitüsü Yöneticisi, Wilhelm Reich Vakfı'nın araştırmacı hekimi ve genel müdürü ve biyolojik enerjinin veya hayat enerjisinin kaşifi olarak tanımlamaktadır. 1940'ta Reich'in komünist bağlantılarının derinliğini tespit etmek amacıyla bir soruşturma başlatıldı. Bir Düşman Uyruk kurulu, Reich'in ABD güvenliği için bir tehdit oluşturmadığına hükmetti.
Terapi gelirlerinden kazandıkları ve öğrencilerinin bağışlarıyla geçinen Reich, 1942 Kasım'ında Maine'de Dodge Pond yakınlarında 647,5 dönüm arazi, orman ve tepelerden oluşan "Orgonon"u satın aldı. 1945'te orada bir laboratuvar kurdu ve 1948'de yine bir laboratuvarı, kütüphanesi ve atmosferik orgon çalışmaları için gözlem güvertesi olan Orgon Enerji Gözlemevi'nin inşaasına başladı.
1947'ye kadar Reich, Amerika'da eleştirisiz basının keyfini sürüyordu. Psikoterapi uygulamaları iyi gidiyor, psikoanalitik teorileri üniversitelerde öğretiliyor ve "Amerikan Medikal Birliği Gazetesi" ve "Amerikan Psikiyatri Gazetesi"nde tartışılıyordu. İsmi "Amerikan bilim insanları" listesinde yayımlandı ve "The Nation" dergisi Reich'in yazıları hakkında olumlu görüş belirtti. Sadece bir bilimsel gazete, "Psikosomatik Tıp (Psychosomatic Medicine)" gazetesi, Reich'in orgon hakkındaki düşüncelerine "gerçeküstücü yaratım" diyerek onu eleştirdi.
Şöhreti Mayıs 1947'de aniden düşüşe geçti. 26 Mayıs'ta bağımsız yazar Mildred Edie Brady tarafından "The New Republic" gazetesinde "Wilhelm Reich'in Tuhaf Durumu" başlıklı ve alt başlığında Reich'i "Nevroz ve kanseri tatmin edici olmayan cinsel birleşmeye dayandıran, sadece bir bilimsel gazetenin karşı çıktığı adam" olarak tanımlayan bir makale yayımlandı. Brady, söz konusu makalesinde şunları yazdı: "Orgon, cinsel orgazm sonrası olduğu söylenen, Reich'e göre, kozmik enerjidir. Reich onu sadece keşfetmekle kalmamış, görmüş, ispatlamış ve Maine'de bir kasabaya -Orgonon- da adını vermiş. Burada, muhtemelen bundan "orgazmik potansiyel" sağlayan, hastalarına kiraladığı akümülatörleri üretmiş." Sharaf buradaki imalı anlatımın açık olduğunu, ancak bu akümülatörlerin kullanılmasındaki asıl amacın kanser tedavisi olduğunu ve kanserli olmayan biri için orgazmik potansiyeli harekete geçirdiğini yazar. Brady'e göre, büyüyen Reich tarikatına dikkat edilmesi gerekiyordu.
Tıbbi aletlerle ilgili reklamlar ve düzenlemeler "Federal Ticaret Komisyonu (Federal Trade Commission)" ve "Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (U.S. Food and Drug Administration - FDA)" tarafından ortaklaşa düzenleniyordu. 23 Temmuz'da Federal Ticaret Komisyonu'nun Tıbbi Tavsiye Departmanı'ndan Dr. J.J. Durrett, FDA'ya mektup yazarak Reich'in talebi üzerine orgonun sağlığa yararlarını incelemelerini istedi. FDA, konuyla ilgilenmek üzere bir müfettiş atadı. Teftiş sonucunda Reich'in 250 akümülatör ürettiği öğrenildi. FDA, "büyük ölçüde dolandırıcılık" olduğuna karar verdi. Sharaf konuyla ilgili, FDA'nın incelemeleri sırasında bir tür seks mesleği olduğundan kuşkulandığını, orgonomi ile ilgilenen kadınlar hakkında FDA'nın "bu kadınlarla ne yapıldığı"nı sorduklarını yazmaktadır.
Kasım ayında, Reich "Komplo" adında bir yazı yayımladı. "Zincirleme Duygusal Reaksiyon:" "Doğasal fenomenleri, silahlar bana doğrultulmadan araştırma hakkım için yalvarıyorum. Ayrıca asılarak idam edilmeden hata yapabilme hakkını da istiyorum. Kızgınım, çünkü iftiralar her şeyi yapabilir ancak şu an da görüldüğü gibi hakikatler çok az şey." Sharaf konuyla ilgili, Reich'in gittikçe, Brady'in Stalin'in ajanlarından biri ve "komünist suikastçi" olduğuna inandığını yazar.
Yıllar boyunca FDA, Reich'in öğrencileriyle, hastalarıyla ve hekimlerle Reich'in orgon akümülatörleri hakkında sorular sorarak görüşmeler yaptı. 29 Temmuz 1952'de FDA tarafından Orgonon'a önceden haber verilmemiş bir denetim yapıldı. Müfettişlerden biri FDA'nın kendi müfettişi, diğeri FDA'nın tıp uzmanı ve üçüncü müfettiş ise FDA'nın tıbbi cihaz uzmanıydı. Reich'in çatkapı misafirlerden nefret ettiği biliniyordu: bir keresinde yandaki araziyi gözetleyen bazı insanları elinde silahıyla kovalamıştı. FDA'dan gelen müfettişlere de ateş açıp kendisiyle görüşmek istiyorlarsa önce yazdıklarını okumalarını söyleyerek Orgonon'dan ayrılmalarını söyledi.
Bu ziyaret ile FDA'nın denetleme dönemi, Reich'in de "hükümetin kabadayıları", "kızıl faşistlerin maşaları" gibi kavgacı karşılıkları ile birlikte başlamış oldu. Reich, hükümette devlet başkanı olan Eisenhower da dahil olmak üzere kendini koruyacaklarına inandığı güçlü arkadaşları olduğu fikrine kapıldı. A.B.D. hava kuvvetlerinin Orgonon üzerinden uçuyor oluşu da her şeyin yolunda olduğu izlenimi destekliyordu.
10 Şubat 1954'te, ABD savcılığı, "Federal Yiyecek, İlaç ve Kozmetik Kanunu'nun (Federal Food, Drug, and Cosmetic Act)" 301. ve 302. maddesine dayanarak orgon akümülatörlerinin eyaletler arası dolaşımının ve Reich'in bu cihazın promosyon ve reklamını yapan yazılarının yasaklanması istemiyle dava açtı. Reich, hiçbir mahkemenin onun çalışmalarını değerlendirebilecek nitelikte olmadığını söyleyerek mahkemeye çıkmayı reddetti. Clifford Mahkemesi'ne yazdığı uzun mektupta şunları yazdı:
Benim bu davadaki hakiki konumumla birlikte bugünün bilim dünyası, benim Yiyecek ve İlaç Dairesi'ne karşı bir davaya girmeme müsaade etmiyor. Böyle bir davaya girmek, ilkel, atom öncesi orgon enerjisi gibi özel bir branş hakkında hüküm verme hak ve yetkisinin hükümette olduğunu kabul etmek anlamına gelecektir. Ben, bu nedenle, tarafınıza eksiksiz bir güven ile bu davadan çekiliyorum.
Mahkeme 19 Mart 1954'te, Reich'in akümülatörleri satışıyla ilgili yasaklama emrini Reich'in gıyabında onayladı. Verilen hüküm, dava isteminde talep edilenden daha kapsamlıydı: Tüm akümülatörler ve parçaları ile bunlar hakkında yazılmış tüm promosyon materyalleri ve kullanma talimatlarının yok edilecekti. Bu, Reich'in orgone enerjisi hakkında yazdığı on kitabı da, orgon ile ilgili referansları silininceye kadar kapsıyordu. Bu kitaplar arasında "Kişilik Çözümlemesi" ve "Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı" da vardı.
Mayıs 1956'da Reich Bulut Dağıtan (cloudbuster) ile deney yapmak amacıyla Arizona'ya seyahat etti. Reich'in yokluğunda ve bilgisi olmadan, öğrencilerinden biri olan Dr. Michael Silvert yasaklama emrini ihlal ederek akümülatörlerden bazılarını ve yasaklı bazı kitapları Maine eyaletindeki Rengeley Kasabası'ndan New York'a götürdü. Reich ve Silvert mahkemeye itaatsizlik ile suçlandılar. Bir kez daha Reich yasal savunmasını yapmayı reddetti ve bunun üzerine Maine'de Portland'daki mahkemeye zincire bağlanmış olarak çıkarıldı. Kendi avukatlığını kendisi üstlendi, yasayı ihlal ettiğini kabul etti ve savunmasında mahkemeye kitaplarının bir kopyasını gönderdi. 7 Mayıs 1956'da mahkemeye itaatsizlikten suçlu bulundu ve iki yıl hapsine karar verildi. Silvert ise bir yıl bir güne hüküm giydi. 1949'da Wilhelm Reich ve öğrencileri tarafından kurulan Wilhelm Reich Vakfı'na ise 10.000 dolar para cezası verildi.
Reich'in arkadaşlarından ve akademi üyesi bir psikiyatrist olan Dr. Morgan Herskowitz, mahkeme heyetine şunları yazdı: "Kendisini tarihsel bir kişilik olarak gördüğünden, tarihsel konuşmalar yapıyor ve böyle yaparak mahkeme heyetini etkiliyordu. Onun yerinde olsaydım, hapishaneden kaçmak isterdim, özgür olmak isterdim vs. Ben olsaydım, mahkemeyi kesinlikle hukuk ilkeleri ile etkilemeye çalışırdım. Ama o bunu yapmadı." Reich Ocak 1956'da temyize gitti ancak Temyiz Mahkemesi, alt mahkemenin verdiği 11 Aralık tarihli kararı uygun bularak onayladı. Bunun üzerine ABD Yüksek Mahkemesine başvuran Reich, Mahkemenin 25 Şubat 1957 tarihinde, alt mahkemelerin kararlarının incelenmesine gerek olmadığına hükmetmesi üzerine Silvert'le birlikte cezalarında mümkünse bir indirim ya da ara verme isteminde bulundular. 11 Mart'ta talepleri kabul edilmezse hapishane yolunun görüneceği bir celse duruşma daha düzenlendi. Duruşma sonucunda mahkeme heyeti ABD Şartlı Tahliye Kurulu'na Reich'in cezada bir indirim veya erteleme istediğini bildirdi ancak hükümet Reich'in orgon akümülatörü pazarlamaktan vazgeçmeyeceğini belirtti. Reich son olarak devlet başkanına müracaat etti ancak sonuç alamadı.
5 Haziran 1956'da, Reich mahkeme kararına ilk kez temyize giderken, i |
ki FDA görevlisi de Reich'in akümülatörlerinin imha edilişini denetlemek için Orgonon'a geldi. Akümülatörlerin büyük çoğunluğu satılmış olmakla birlikte 50 tanesi Silvert ile birlikte New York'taydı. Orgonon'da ise sadece üç akümülatör vardı ve FDA görevlilerinin bunları imha etmeye yetkileri yoktu, sadece imhanın gözetlenmesi ile yetkilendirilmiştiler. Bu nedenle Reich'in arkadaşları ve oğlu Peter baltalarla makineleri parçaladılar. 26 Haziran'da görevliler bu kez reklamla ilgili materyallerin ve Reich'in bazı kitaplarının imhasına gözcülük etmek için geri geldiler.
26 Temmuz'dan önce Reich tarafından akümülatörlerin imhasına engel olmaları için birçok kez başvurulan "Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği (American Civil Liberties Union - ACLU)", 26 Temmuz'da Reich'in onlardan yardım istemeyi kesmesine rağmen, konuya ayrılan yer az da olsa kitap yakmayı eleştiren bir basın bülteni yayımladı. İngiltere'de de A. S. Neill ve Herbert Read imzalı bir protesto mektubu yazıldıysa da yayımcı bulunamadı. 23 Temmuz'da, kalan 50 akümülatör de New York'ta onları üreten S.A. Colins and Sons şirketi tarafından imha edildi.
23 Ağustos'ta, altı ton ağırlığındaki kitapları, dergileri ve makaleleri New York'un doğu yakasında 25. Cadde'deki Gansevoort çöp yakma fırınında yakıldı. Sadece yasaklanacağı ama imha edilmeyeceği zannedilen 12,189 kopya "Orgon Enerji Bülteni", 6,261 kopya "Uluslararası Seks Ekonomisi ve Orgon Araştırmaları", 2,900 kopya "Duygusal Salgın ve Orgon Biyofiziği Karşılaştırması", 2,976 kopya "Orgon Enstitüsü Yıllıkları" ve ciltli kitaplarının "Cinsel Devrim", "Kişilik Çözümlemesi", "Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı" gibi birçoğu da imha edildi. Bu imha faaliyeti, Amerikan tarihindeki en yanlış sansür uygulamalarından biri olarak değerlendirildi.
Kitapların imhasında da, akümülatörlerin imhasında olduğu gibi, Reich'in arkadaşları imha emrini uygularken FDA'nın sadece imhayı gözleme yetkisi vardı. Bunlardan biri olan Victor Sobey şunları yazdı: "Tüm harcamalar ve emekler Orgon Enstitü Matbaası tarafından sağlandı. Üç büyük kamyon kiralandı. Kendimi tıpkı öldürülmeden önce kendi mezarları kazdırılan insanlar gibi hissettim. Kendi mezarlarını kazdır, vur ve içeri fırlat. Sürekli, yazılı eserlerle dolu, kutu üstüne kutu taşıdık."
20 Şubat 1957'de Reich, vasiyet hükümlerini gerçekleştirmek için kızı Eva'yı tayin ederek son vasiyetini imzaladı. 12 Mart'ta, kendisine hayran bir psikiyatrist olan Richard C. Hubbard'ın bulunduğu Danbury Federal Hapishanesi'ne gönderildi. Hubbard, Reich'i muayene ederek paranoya, büyüklük kuruntusu, zulüm ve referans fikirleri tespit etti:
Hasta kendisinin üstün keşifler yaptığını hisseder. Yıllar geçtikçe hatalı ve psikozlu düşüncelerini giderek evrensel kabul görmüş düşüncelere uygun şekilde detaylandırarak açıklar. "Rockerfellows bana karşı" (Büyüklük kuruntusu). "Hapishane üzerinden uçan uçaklar, hava kuvvetleri tarafından beni cesaretlendirmek için gönderiliyorlar." (Referans fikirleri ve megalomani)
22 Mart'ta Pensilvanya eyaletinde, Levisburg şehrindeki, öncekinden daha iyi psikiyatrik imkânları olan, Federal Cezaevi'ne gönderildi. Burada tekrar muayene edildi ve bu kez akli olarak yeterli olduğu ve kişiliğinin bozulmamış olduğu görüldü. Ancak yine de stresten dolayı psikozlu olabilirdi. İki gün sonra, 13 yaşındaki oğlu Peter'a şunları yazdı:
Levinsburg'dayım. Ben iyiyim ve kesinlikle düşüncelerim de. Zamanın çoğunu hesap yaparak geçiriyorum. Ben bir tür "şeyler üstü"yüm, neler olduğunun tamamen farkındayım. Bana bir şey olursa benim için çok üzülme. Biliyorum, Peter, güçlüsün ve iyi. Önceleri, beni burada ziyaret etmenin iyi olmayacağını düşündüm. Bilmiyorum. Kargaşa içindeki bu dünyada, şu an öyle hissediyorum ki, senin yaşındaki genç bir erkek, hayat yolunda kendisini nelerin beklediğini tecrübe etmeli, "karın ağrısı"ndan önce onu anlamalı. Bu nedenle, konuşmak, hakikat bildiğin yoldan ayrılmamak, aslında, dürüstlük, tarafsızlık ve kurumların üzerinde olmaktır - asla sinsi ve korkak olmak gibi değil...
Peter onu Levisburg'da birkaç kez ziyaret etti. Reich Peter'a çok ağladığını söyledi ve gözyaşlarının "harika sakinleştirici" olduğunu söyleyerek ağlamasına izin vermesini istedi. Peter'a son mektubunu 22 Ocak'ta yazdı. Keyfi yerinde olduğunu ve 10 Kasımda serbest bırakılacağı günü iple çektiğini söyledi. Cezasının üçte birini tamamladığında birkaç gün için izin almak amacıyla bir duruşma ayarladığını ve Peter'la birlikte Horward Johnson Restaurant'ta bir yemek ayarladığını yazdı.
Reich, 3 Kasım günü sabah yoklamasına katılamadı ve saat 7:00'de yatağında ayakkabıları dışında tamamen giyinik halde ölü olarak bulundu. Hapishane hekimi, "ani kalp sektesi sonucu miyokardiyal yetersizlik" nedeniyle gece öldüğünü söyledi. Orgonon'da orman içinde belirlediği bir araziye, bir yıl önce satın aldığı, Maineli bir zanaatkar tarafından yapılan tabut içinde gömüldü. Ölümünde dini tören yapılmasını istemedini, sadece Franz Schubert'in bestelediği, Marian Anderson'un seslendirdiği Ave Maria şarkısı çalınmasını istediğini belirtti. Mezar taşında kolayca okunabildiği üzere: "Wilhelm Reich, Doğum: 24 Mart 1987, Ölüm:... " Reich'in doktor arkadaşlarından Dr. Elsworth F. Baker, Reich'in cenazesinde şunları söyledi: "Binlerce yıldır, dahası son iki bin yıldır insan ırkının kaderini değiştirecek böyle bir adam dünyaya geldi. Tüm büyük adamlara olduğu gibi; çarpıtma, iftira ve zulüm onu izledi. O hepsiyle mücadele etti, ta ki organize komplo tezgâhı onu hapishaneye gönderip öldürünceye kadar." Mezarının yanında Bulut Dağıtan'ın bir kopyası vardır ve laboratuvarının olduğu evi ise şu an Wilhelm Reich Müzesi'dir.
Hiçbir psikiyatrik veya bilimsel gazetede ölüm ilanı veya anma yazısı yayımlanmadı. Time Dergisi 18 Kasım'da şunları yazdı:
Reich'in çalışmalarına, söz konusu talimat gereği engel olundu. Ölümünden sonra 50 yıl boyunca "imhadan ve tahrif edilmekten korunacak şekilde" depolanan yayımlanmamış yazılarını bıraktı. Araştırmacılar, bilim insanı olsalar bile, 2007 yılına kadar bunlara ulaşamadılar.
Yeni araştırma dergileri 1960'larda Reich'in çalışmalarıyla ilgilenmeye başladılar. Hekimler ve doğal bilimcilerden oluşan küçük çalışma grupları ve enstitüler, Reich'in çalışmalarıyla ilgilenerek araştırma çalışmalarına başladılar. Yine de geniş bilim çevreleri Reich'in çalışmalarına uzak kaldı. William Steig, Robert Anton Wilson, Norman Mailer, William S. Burroughs, Jerome D. Salinger ve Orson Bean, Reich'in orgon terapilerine sahiptiler ve orgon akümülatörleri Avrupa'da, özellikle de Almanya'da bazı alanlarda kullanılıyordu.. Orgon akümülatörlerinin etkileri üzerine çift-kör deney yönetemiyle ilk çalışma, Marburg Üniversitesi'nden Stefan Müschenich ve Rainer Gebauer tarafından yapıldı ve Reich'in ulaştığı bazı sonuçlar doğrulandı. Bu çalışma, sonradan Vienna Üniversitesi'nden Günter Hebenstreit tarafından da tekrarlandı.
Reich'in etkisi modern psikolojide hissedildi. Reich, Beden Psikoterapisi ve bazı duygulanım bazlı psikoterapilerin öncüsüdür: Örneğin, Fritz Perls'in Gestalt Terapisi ve Arthur Janov'un Primal Terapi'sini etkilemiştir. Biyoenerjetik Analiz'in kurucusu Alexander Lowen ve Radiks Terapi'nin kurucusu Charles Kelley, Reich'in çalışmalarına alabildiğine özen gösterdiler. Birçok pratisyen psikanalist, 1933'te "Kişilik Çözümlemesi" yayımlandığında (1949'da genişletilmiştir) Reich'in karakter teorisine itimat etti. "Amerikan Orgonomi Fakültesi (American College of Orgonomy)" 1968 yılında Dr. Elsworth Baker tarafından ve "Orgonomik Bilim Enstitüsü (Institute for Orgonomic Science)" Dr. Morton Herskowitz tarafından kuruldu ve bugün hala Reich'in orijinal tedavi yöntemlerini kullanmaktadır.
Reich'in, Wilhem Reich Müzesi'nde fotokopi olarak bulunan araştırma günlükleri dışında, eserlerinin neredeyse tamamı yeniden basıldı. Ancak kitapların ilk baskılarına ulaşmak mümkün değil. Çünkü Reich, hayatı boyunca kitaplarını sürekli geliştirdi ve kitapların telif hakkında sahip olanlar sadece en son versiyonun yayımlanmasına izin veriyorlar. 1960'ların sonlarına doğru, Farran, Straus ve Giroux onun tüm büyük çalışmalarını tekrar yayımladılar.
Reich sürekli olarak popüler kültürü etkilemeye devam etti. Orgon ve cloudbuster'a Clutch, Hawkwind, Pop Will Eat Itself, Turbonegro, Bob Dylan, ve Patti Smith ("Birdland" albümünde Horses) şarkılarında rastlanmaktadır.
Viyana
Viyana (Almanca: "Wien"), Avusturya'nın başkenti ve en büyük şehri, aynı zamanda ülkenin dokuz eyaletinden yüzölçümü bakımından en küçüğü. Yaklaşık 1.705.000 kişilik nüfusuyla ülkenin en kalabalık kentidir, çevre ilçeleriyle birlikte Viyana'da yaklaşık iki milyon insan yaşar, ki bu da Avusturya nüfusunun yaklaşık dörtte biridir. Nüfus bakımından Viyana Avrupa Birliği'nin en büyük onuncu kentidir. Birleşmiş Milletler bürosuyla Viyana Birleşmiş Milletlerin dört resmi merkez temsilciliğinden birine sahiptir. Kentte bulunan diğer önemli uluslararası kuruluşlar OPEC, AGİT ve Uluslararası Atom Enerjisi Örgütü'dür (IAEA).
Yüzyıllar boyu Habsburg hanedanının yerleşim yeri olan kent, bu süre boyunca Avrupa'nın kültürel ve politik merkezlerinden biri haline gelmiştir. Kent Londra, New York ve Paris'ten sonra iki milyon nüfusuyla dünyanın en büyük dördüncü kentiyken, I. Dünya Savaşı sonrasında nüfusunun dörtte birini kaybetmiştir.Viyana coğrafi konumu ve çoğu imparatorluğuna yıllarca başkentlik yapmış olmasından dolayı gerek mimari gerekse kültürel açıdan Avrupa’nın en güzel şehirlerinden biridir. Hala daha Habsburg hanedanının izlerini taşıyan eski kent merkezi ve Schönbrunn Sarayı Avusturya devletinin başvurusu üzerine Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü tarafından dünya kültür mirası olarak kabul edilmiştir. Viyana'nın sembolü olan Stefan Kilisesi şehrin merkezinde bulunur.
19. yüzyılın sonlarından 1938'kadar şehir, yüksek kültür ve modernizmin bir merkez olarak kaldı. Bir Dünya Müzik başkenti olarak şehir, Brahms, Bruckner, Mahler ve Richard Strauss gibi bestecilere ev sahipliği yapmıştır. Şehir, sonradan Şansölye ola |
n Engelbert Dollfuss sosyalist milisleri tarafından işgal edilerek 1934 Avusturya İç Savaşına sahne oldu.
Viyana, Osmanlı İmparatorluğu tarafından tarihinde iki kere kuşatılmıştır. Birincisi 1529 yılında Kanuni Sultan Süleyman Han, ikincisi ise 1683 tarihinde Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından kuşatılmıştır. Her iki kuşatmada da iki tarafında büyük kayıpları olmuştur. İkinci kuşatma sonrasında ağır darbe alan Osmanlı İmparatorluğu'nun geri çekilişi Viyana'da yenilgi olarak kabul edilmiş ve bu yenilgiyi ölümsüzleştirmek adına Innere Stadt bölgesinde bulunan ve bulunduğu meydan ile aynı ismi taşıyan Aziz Stephan Katedrali'ne Osmanlı askerini ayaklar altına alındığı bir heykel yapılmıştır. Ayrıca Aziz Stephan Katedrali, Osmanlı İmparatorluğu'nun kuşatmaları sırasında Viyana halkı için sığınak haline gelmiş, savaştan korunmak için katedralin içinde uzun süre kalmışlardır. Birçok savaşa tanık olan bu katedral, Viyana'nın özgürlük sembolü haline gelmiştir. İkinci kuşatmada geri çekilen Osmanlı İmparatorluğu'nun arkasında bıraktığı metal eşyaların toplanması ve toplanan metal eşyaların eritilmesi üzerine Türk Çanı olarak da bilinen "Pummerin Çanı" yapılmıştır. 1711 yılında Çan ustası olan Johannes Archamer tarafından 300 farklı teçhizatın (Osmanlıdan kalan toplar, gülleler, kılıçlar ve diğer materyaller) eritilip, 316 santim çapında ve 22,5 ton ağırlığında dev bir çan haline getirilmiştir. 26 Ocak 1712'de katedralin güney kulesine monte edilen çan, II.Dünya Savaşının patlak vermesiyle ve Avusturya'nın, Amerika, Almanya ve Rusya gibi büyük devletlerin arasında savaşta kalmasından dolayı büyük hasarlar almıştır. Bu dönemde katedral de büyük hasarlar görmüş, çatısı yanmış ve Pummerin Çan'ı yere düşerek parçalanmıştır. Parçalanan çanın yerine Yukarı Avusturya Eyaleti'nin (Oberösterreich) Sankt Florian kentinden yirmi ton ağırlığında olan ve yeniden ülkenin en büyük çanı haline gelen Pummerin Çanını yeniden yaparlar. 1952 yılında yapımı biten çan, uzun uğraşlar sonucu 5 Ekim 1957 tarihinde bugünkü yeri olan kuzey kulesine konulmuştur. Çanın üzerine demirden yapılan yeniçeri başları ve II. Viyana Kuşatması'nı hatırlatan bir tablo yapılmıştır. 1534 yılında ihdas edilen Osmanlı akıncılarının yaklaştığını önceden fark edip çanı çalmak için 1956 yılına kadar çanın yanında bir asker görevde kalmıştır. 1956 yılında Viyana Belediye Meclisinin, Osmanlı tehdidinin kalmadığını belirtmesi üzerine çanın yanındaki asker görevden alınmıştır.
1938 yılında, Avusturya doğumlu Adolf Hitler Avusturya'ya yaptığı (savaşsız) muzaffer girişten sonra (Anschluss) Heldenplatz'daki Neue Burg balkonundan Avusturyalılara Nasyonal Sosyalizmi dikte etmiştir. Bu gelişme sonrasında Viyana İkinci Dünya Savaşı'nın sonuna kadar başkent statüsünü kaybetmiştir. 2 Nisan 1945'te Sovyetler Almanlara karşı Viyana Tarruzu'nu başlatarak şehri kuşattı. Birleşik Krallık ve ABD hava saldırılarında tramvay hizmetleri ile su ve elektrik dağıtımı sekteye uğramış kamu ve bir kısım özel binalar yıkılmış ya da hasar görmüştür. Çarpışmalar sonrasında Viyana on bir gün sonra düştü ve Avusturya Nazi Almanyasından ayrılarak Viyana'yı yeniden cumhuriyetin başkenti ilan etti. Şehirde 1955 yılına kadar ABD, Birleşik Krallık, FransA ve SSCB orduları tarafından bölünmüştür, 1955 yılında imzalanan Staatsvertrag sonrasında Sovyet askerleri kentten çekilmiştir.
Viyana 414,89 km² yüzölçümüyle Avusturya'nın en küçük eyaletidir. Ayrıca bir komşu ülkeyle sınırı olmayan tek eyalettir. Küçüklüğüne karşın eyalet-kent olmasının getirdiği avantajlarla Viyana ülkenin en yoğun trafik ve yapılaşma oranlarına sahiptir. Kapladığı alanın % 11,3'ü yapılaşmış alan, % 11,1'i trafik ve % 2,2'si de raylı sistem alanıdır. Bununla birlikte Viyana 117,76 km² yani toplam alanının % 28,4'ü oranında yeşil alana sahiptir ve ülkenin en yoğun kent içi yeşil alana sahip olan eyaletidir. 19,1 km², yani % 4,6 oranında alan sularla kaplıdır ve bu oran sadece Burgenland'da daha yüksektir. Ayrıca Viyana şarap üretilen dört eyaletten biridir. Toplam yüzölçümünün % 1,7 oranındaki bölümünde üzüm bağları bulunur. % 16,6 oranındaki bölge ormanlıktır ve % 15,8 oranındaki bölge de tarım alanıdır.
Orta Avrupa'nın en büyük kentlerinden biri olan Viyana gelişimini büyük oranda coğrafi konumuna borçludur. Şehir Kuzeydoğu Alplerinin alçaldığı bölgede, Viyana Havzası'nın kuzeybatı bölgesinde bulunur. Tarihi kent Tuna Nehri'nin güneyinde bulunmaktadır. Günümüzde kent nehrin diğer kıyısına geniş biçimde taşmıştır. Viyana doğu-batı ve kuzey-güney doğrultularındaki eski ticaret yollarının kavşağında kurulmuştur. Tuna nehri Viyana Havzası'nda adalar nedeniyle birçok kola ayrıldığından Viyana'da geçilebilir durumdadır.
Doğu Bloku'nun 1989 yılında yıkılışından bu yana Avusturya'nın kuzey ve doğu komşularıyla ticari ve ekonomik ilişkileri yoğunlaşmıştır. Viyana'nın eski Doğu Bloku ülkelerine coğrafi yakınlığı bu anlamda dikkat çekicidir. Örneğin Viyana Slovakya'nın başkenti Bratislava'ya 60 km yakınlıktadır. İki başkentin bu kadar birbirine yakın olması (Vatikan-Roma ilişkisi sayılmazsa) Avrupa'da benzeri olmayan bir durumdur.
Viyana günümüzde 23 bölgeden oluşur. Bunların adlarının yanında numaraları da vardır. Mesala 'Innere Stadt'a ayrıca '1. bölge' denir. Adres ve posta kodlarında da bu bölge numaraları bulunur.
Viyana 1850 yılına kadar bugün 1. Bölge'nin büyük bir bölümünü oluşturan tarihi kentten oluşuyordu. İmparator Franz Joseph döneminde ilk büyük kent genişletilmesi yapıldı: Kentin yakın çevresindeki varoşlar, kentin bugünkü 9. bölgesine kadar olan ilçeleri oluşturacak şekilde kente dahil edildi. 1 Ocak 1892'de kent ikinci defa genişletildi ve toplam 19 bölgeye kavuştu. 1900 yılında 2. bölgenin kuzey kesimi 20. bölge haline geldi.
1904 yılında yapılan genişletmeyle Tuna'nın sol kıyısındaki Floridsdorf ve Kagran 21. bölge olarak birleştirildi. Bu kent sınırları 1938 yılına kadar sürdü. Nazi işgali altında Büyük Viyana'nın kurulmasıyla Viyana'nın kapladığı alan dört katına çıkartıldıysa da, bu karar 1946 yılında geri alındı. Ama 1954 yılında yürürlüğe giren bu karara göre bugün 22. ve 23. bölgeleri oluşturan kesimler kente bağlı kaldı. Kent sınırları 1954'ten bu yana değişmedi.
Birçok ilçede eski köylerin isimleri halen bugün "Grätzl" adı verilen kimi semtleri adlandırmak için kullanılmaktadır. Ancak birçok eski yerleşim bugün kaybolmuştur. Kentin sınırları belirlenirken büyük caddelerin ya da akarsuların sınır olarak kabul edilmesi sonucu kimi yerleşimler bölünmüştür.
Viyana'nın iklimi batıdan okyanus etkisi ve doğudan karasal etkiler arasında bir geçiş iklimidir. Yazlar ılıktır ve ortalama sıcaklık 22 °C-26 °C'dir. Kışlar soğuk ve genellikle sıfırın altındadır. 60 günlük yaza karşı 70 gün kış ortalaması vardır. Aralık'tan Mart'a kadar kar yağışı görülür. Bütün yıl boyunca bol yağış alır ve ortalama yağış miktarı 620 mm (24.4 inches)'dir.
Viyana Eyaleti'nin resmi dili Almanca'dır. Bununla birlikte yoğun olarak bulunan azınlıkların dilleri de kullanılmaktadır. Kimi park tabelaları Almanca, Boşnakça/Hırvatça/Sırpça ve Türkçe olmak üzere üç dilde düzenlenmektedir. Yine Viyana Eyaleti'nin hazırladığı bilgilendirme ve tanıtım broşürleri de bu üç dilde yayınlanmaktadır. Halk arasında kullanılan başlıca dil Güney Almancası'nın Viyana şivesidir.
Viyana, müzelerinin ve operalarının yanı sıra kahve kültürü ve lezzetli kekleri ile ünlüdür. Kekleri ve kahveleri denemek için birkaç cafe;
Viyana Alışveriş16, Brunnungasse U6 Josefstädter Strasse
Pazartesi-Cuma:06:00-17:00 Cumartesi:07:00-14:00
Özellikle Balkan/Türk ürünlerini kolaylıkla bulabileceğiniz çok renkli bir alışveriş merkezi. Buranın en büyük avantajı yorulduğunuzda aynı cadde üzerinde bulunan Club International'ın terasında bir kahve içebilir ya da acıktığınızda çok beğeneceğiniz kebap salonlarının birinde yemek molası verebilirsiniz.
4, Linke und Rechte Wienzeile U1, U2, U4 Karlplatz. Pazartesi-Cumartesi: 06:00-17:00. Viyana'nın taze meyve ve sebze bulabileceğiniz çok ünlü marketlerinden biri. Bu pazar özellikle Cumartesi günleri çok kalabalık oluyor. Burada ayrıca birçok lokanta ve café ve Çinli ve Hint mağazalar bulabilirsiniz.
1, Kaerntner Strasse 19 Tel: 523 1756 U1, u3 Stephansplatz.
Pazartesi-Cuma: 09:30-19:00 Cumartesi:09:30-17:00
Birkaç kattan oluşan mağazada DKNY'den Ralph Lauren'e kadar birçok farklı markaya rastlayabilirsiniz. Ayrıca içerde bir İtalyan restoranı, internet kafe ve kitapçı dükkânı bulunuyor.
7,Mariahilfer Strare 38-40 Tel:52 180-0 U3 Neubaugasse
Pazartesi-Cuma: 9.30-19:00 Cumartesi:9:00-17:00
Beş katlı mağazada sushi bar ve bir teras cafe de hizmet veriyor. U3 Neubaugasse istasyonuna çok yakın muhteşem bir süper market. Burada alışveriş keyfini doyasıya yaşayabilirsiniz.
Viyana'nın uluslararası Schwechat Havaalanı şehir merkezinden 20 km uzaklıktadır. Şehir merkezine her 30 dakikada bir (05:00-23:45) kalkan Post Bus otobüsleri veya S-Bahn treniyle ulaşılabilir. Ayrıca her 30 dakikada bir (06:06-23:36) sefer yapan ekspres CAT(City Airport Train) treni ile Landstrasse - Wien Mitte tren istasyonuna ulaşabilirsiniz. Bu istasyondan ana güzergah (Stammstrecke) üzerinde işleyen tüm banliyö trenlerine ile bölgesel bazı trenlere, U3 ve U4 metro hatlarına ve O tramvay hattına aktarma imkanı bulunmaktadır.
Şehiriçi ulaşımda raylı sistemler yoğun olarak kullanılmaktadır. Kentte U simgesi ile gösterilen 5 metro hattı, belediye ve özel olmak üzere 100 e yakın otobüs hattı, 29 tramvay hattı ve Banliyö trenleri (S-Bahn) ile işletilmektedir. Cuma ve Cumartesi geceleri metro hatları 24 saat hizmet vermektedir, bunun dışında haftanın tüm günleri gece seferleri yapan Night Line otobüsleri ve belli noktalar arasında hizmet veren gece dolmuşları (ASTAX) bulunmaktadır.
Kent içi toplutaşımada farklı özellikleri bulunan biletler kullanılmaktadır. Biletleri Tabak-Trafik dükkanlarından, metro ve banliyölerde istasyon girişlerinde bulunan otomatlardan, tek binişlik kartları tramvaylarda araç içerisinde bulunan otomatlardan, otobüslerde ise şoförlerden satın alab |
ilirsiniz. Tek binişlik ya da saatle sınırlanmış biletleri metro ve banliyö istasyon girişlerinde bulunan, tramvay ve otobüslerde ise araç içinde bulunan validatörler aracılığı ile damgalatmak zorunludur, damgalanmayan biletlere biletsiz yolcu muamelesi yapılır. Viyana'da toplu taşıma araçlarında turnike sistemi yoktur, bilet kontrolü sivil kontrolörler aracılığı ile yapılmaktadır.
Türk Hava Yolları her gün karşılıklı 3 sefer ile Viyana'ya ulaşım imkanı sunmaktadır.
Daha fazla bilgi için: www.thy.com
1918'den beri her zaman SPÖ en çok oy alan partidir. SPÖ, Yeşiller ve Liberal Forum'un seçim sonuçları her zaman ortalamanın üstünde, ve ÖVP'nin sonuçları ortalamanın altında.
İstanbul (Türkiye), 2007
Saturn
Merkür (anlam ayrımı)
Merkür sözcüğü birden fazla maddeye karşılık gelmektedir:
Mercury
Paraguay
Paraguay Cumhuriyeti, Güney Amerika'da bir ülkedir.
Denize kıyısı olmayan Paraguay, güneyi ile güneybatısında Arjantin, kuzeyi ile kuzeydoğusunda Brezilya, kuzeybatısında ise, Bolivya ile çevrelenmiştir.
Paraguay adı, Guarani dilindeki "para" (bu yaka) ile "guay" (ırmak) sözcüklerinin birleşiminden gelir. Her ne kadar Guarani'ler "Paraguay" adını, bugünkü başkent Asuncion için kullanmışlarsa da, bölgeyi ele geçiren İspanyollar, bu adı bütün bölgeyi tanımlamak için kullanmışlardır.
Paraguay'ın Senato (45 vekil) ve Temsilciler Meclisi'nden (80 vekil) oluşan iki odalı parlamentosu vardır.
Parlamenterler beş yıllığına seçilir.
Yaklaşık 300 yıl boyunca İspanyol İmparatorluğu'nun bir parçası olan ülke, 19. yüzyılın başlarında Bask kökenli soylu bir ispanyol aileden gelen Simón Bolívar'ın başlattığı devrim hareketi ile 1811 yılında bağımsızlığına kavuştu.
1862'de Carlos Antonio Lopez'in ölümü üzerine iktidara gelen oğlu Francisco Solano López, Güney Amerika halklarının makus bir talihi olsa gerek ordunun da desteği ile ülkede tam bir diktatörlük kurdu.
Paraguay 1864 yılında Brezilya, Arjantin ve Uruguay koalisyonuyla çok kanlı ve uzun bir süre devam edecek olan bir savaşa girdi. Savaş diktatör López'in öldürülmesi ile 1870 yılında sona erdiğinde Paraguay'ın toprak ve insan kaybı rakamları inanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Yapılan barış antlaşması ile ülkenin yaklaşık 170.000 kilometre kare'lik arazisi Brezilya ve Arjantin arasında paylaştırıldı. Ayrıca Paraguay devleti bu ülkelere yüklü bir savaş tazminatı ödemek zorunda kalıyordu. Savaş sonrası duruma bakıldığında ülke tam bir yıkıma uğramış, ekonomi çökmüş, muntazam durumdaki demografik yapı altüst olmuş ve ayrıca savaş sırasında ülke nüfusunun yaklaşık yarısı ve yetişkin erkek nüfusunun % 90'ı (yaklaşık 28.000 erkek kalmıştır) ölmüştür. Yukarıda sözünü ettiğimiz durum kadın/erkek oranında büyük bir dengesizlik ortaya çıkardı. Bunun üzerine muazzam derecedeki nüfus kaybının telafisi amacıyla kilise bir erkeğin birden fazla kadınla evlenebilmesinin yolunu açan bir karar aldı.
1932 yılında, sınır anlaşmazlıkları yaşadığı kuzey komşusu Bolivya ile olan gerginlik sıcak bir çatışmaya dönüştü. Chaco Savaşı olarak tarihe geçecek olan bu savaş üç yıl sürdü ve 1935'de Paraguay ordusunun kesin zaferi ile sonuçlandığında, Paraguay ihtilaflı arazinin %75'ini ele geçirdi.
Sendika
Sendika, çalışanların sosyal, ekonomik hak ve çıkarlarını korumak, sorunlarını çözme amacı ile kurulmuş ekonomik öğeler taşıyan, devlet, siyasi parti ve iktidar örgütlenmelerinden bağımsız örgütlerdir.
Sendikalar sanayi devrimi sonrası ortaya çıkan çalışanlarla işverenler arasındaki güç eşitsizliğini ortadan kaldırmak için oluşturulmaya başlamıştır. Sendikal yapılanma öncesi iş koşullarına itiraz, yardımlaşma dernekleri ve meslek sandıkları aracılığıyla olmuştur. Bugünkü anlamda sendikal örgütlenme ise önceleri belirli niteliğe sahip çalışanların oluşturduğu ve meslek sendikaları olarak tanımlanan bir yapıdan, sonraları niteliksiz işçilerinde yer aldığı genel sendikalara doğru bir evrim geçirmiştir.
Sendikal yapı, iş yeri temsilcilikleri temelinde şekillenmektedir. Şube ya da bölge merkezleri çatısı altında birleşen bu birimler en üstte Genel Merkez çatısı altında toplanmaktadır.
Saruhan Oluç
Saruhan Oluç, gazeteci yazar ve Türk siyasetçi. Özgürlük ve Dayanışma Partisi kurucusu. Uzun süre ÖDP Genel Başkan Yardımcılığı yaptı. 14 Mart 2010 tarihinde gerçekleşen solda büyük buluşmanın mimarlarındandır. Kurucusu olduğu Eşitlik ve Demokrasi Partisi'nde temel haklar ve siyasi politikalardan sorumlu genel başkan yardımcılığı yaptı. Şu an Halkların Demokratik Partisi genel başkan yardımcısıdır. XXV. Dönem Antalya milletvekilidir.
Ayrıca Birgün eski genel yayın yönetmenidir. Şimdilerde Turnusol İnternet Dergisi nin editörlüğünü yapmaktadır.
Birikim
Birikim, "sosyalist kültür dergisi" sloganı ile yayımlanan aylık dergi. 1975’te, Murat Belge, Ömer Laçiner ve Can Yücel öncülüğünde başlayan yayımı 1980’de sıkıyönetim kararıyla durdurulmuştur. 12 Eylül Darbesi ile verilen 9 yıllık aranın ardından Mayıs 1989'da yeniden yayımlanmaya başlamıştır. Yayımını kesintisiz olarak sürdürmektedir.
George Washington
George Washington (22 Şubat 1732, Virginia - 14 Aralık 1799, Virginia), Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nda Kıta Ordusu'nun başkomutanı ve ABD'nin ilk başkanı.
ABD'nin bağımsızlık savaşında önemli rol oynadığı için, ülkesinde tarihinin en önemli şahıslarından biri olarak sayılır. Amerikan başkanlık kurumunu şekillendirdi ve iki dönem, sekiz yıl sonra üçüncü dönem başkanlıktan vazgeçerek ülkesinde bir gelenek yarattı (Bu gelenek Franklin D. Roosevelt'e kadar devam etti, sonra anayasallaştı). Washington hakkında en çok eser yazılan ilk 100 kişi listesinde 16.sırada yer almaktadır.
Dört nesilden beri Virginia'da yaşayan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Augustine Washington (1693-1743) ve annesi Mary Ball (1708-1789) İngiliz asıllıydılar. Henüz 11 yaşında tütün çiftçisi ve mesahacı olan babasını kaybetti.
1754'ün yaz aylarında, Washington yakın ilişkilerinden faydalanarak Virginia Valisi tarafından eyalet milisinin komutanlığına getirildi. Milis, Fransızların ve İngilizlerin savaştığı batıdaki bölgelerde, rakibin Fransızların karakollarını ve keşif birliklerini aramakla görevliydi. Bu süreç içinde Washington, Virginia'nin batı sınırında bir dizi kale kurdu ve Ohio Vadisi’ne giren Fransızlarla müzakereleri yürüttü. Artan gerilim Fransızlarla ve onlarla müttefik yerli kabilelerle Fransız-Kızılderili Savaşı’na sebep oldu.
Washington’un liderliğindeki heterojen birlik, el değmemiş bölgelerde haftalarca süren yürüyüşlerin ardından nihayet bugünün Pittsburgh yakınlarında bir Fransız birliğiyle karşılaştı ve karşılaşmayı takip eden müsademede Fransız birliğini yendi. Çok şanlı bir çatışma olmasa da bu ilk savaş tecrübesi Washington’a askeri lider namını kazandırdı. Sonraları rakibin daha üstün silahlı kuvvetleri tarafından Fort Necessity'de kuşatıldı. Serbest geri çekilme karşılığı mütarekeye zorlandı.
Bir sonraki yıl, yarbay rütbesinde İngiliz ordusunun Braddock Seferi’ne katıldı. Altında 3 atı vurulduğu ve felaketle sonuçlanan Monongahela Muharebesi’nde oldukça basiretli davranıp geri çekilme kararı aldı. Sonra albay rütbesinde Virginia’nın ilk düzenli alayını kurarak savaşa katıldı ve eyaletindeki bütün birliklerin başkomutanlığına getirildi. Asıl savaş komşu bölgelerde gerçekleşse de, Virginia’nın batı sınırını Fransız birliklerine karşı başarıyla korudu. 1758 yılında, ‘Fort Duquesne’ adında Fransız kalesinin alınmasında belirleyici rol oynadı.
Savaş süreci içinde İngiliz subayların gerisine itilmesi ve milislerinin sadece sınır koruma olarak kullanılması ona anavatanına karşı bir daha atlatamayacağı kin duyguları beslemesine sebep oldu. 1759’da alayından ayrılarak Virginia meclisinde milletvekili oldu.
Nisan 1775'te çatışmaların başlamasıyla, II. Kıta Kongresi’ne üniformayla gelen George Washington savaşa hazır olduğunu gösteriyordu. Massachusett delegesi John Adams’ın önerisi üzere Kıta Ordusu'nun başkomutanı seçildi. Adams’a göre, o aşamaya kadar kuzeylilerden oluşan Kıta Ordusu'nun liderliğine bir güneylinin atanması mücadelede bütün kolonileri birleştirecekti. Washington, bu görev için, masraflarının karşılanmasından öteye bir gelir istemediğini belirtti
3 Temmuz 1775'te, İngilizlerin işgal ettiği Boston’u kuşatma altında tutan Kıta Ordusu'nun başına geçti. Mart 1776'da İngilizlerin Boston'u boşaltmalarından sonra, Washington ordusunu New York City’e çekti. 4 Temmuz 1776'te Birleşik Devletler bağımsızlıklarını ilan ettiler. Ağustos 1776’da Britanya’lı General William Howe, New York’u işgal etmek için karadan ve denizden yoğun bir sefer başlattı. Washington’un New York’u tutamadığı, 22 Ağustos Long Island muharebesindeki yenilgiyi, diğer hüsranlar takip etti. 25 Aralık 1776'da, Washington karşı atağa geçti. Birlikleriyle Delaware River'i geçerek, İngilizlerin New Jersey'deki 1000 kişilik Hessen kökenli paralı askerlerini esir aldı. Daha sonra, Princeton’daki İngiliz birliklerini sürpriz saldırıyla bozguna uğrattı. Ardı ardına gelen yenilgilerden sonra, New Jersey’i yeniden kazandıran, İngilizleri New York şehrinin çevresine çekilmeye zorlayan bu beklenmedik başarılar, bağımsızlık isteyen Amerikalıların moralini yeniden güçlendirdi.
1777 yılında İngilizler birbirinden bağımsız iki saldırı başlattılar. Birincisinde General John Burgoyne, New York’a ulaşmak ve New England’ı diğer kolonilerden izole etmek için Kanada’dan Hudson Nehri boyunca yola çıktı. Aynı anda Howe, New York’u terk edip başkent Philadelphia’ya saldırdı. Burgoyne’yi karşılamaları için General Horatio Gates ve eyalet milislerini gönderen Washington, kendi komutasındaki Kıta Ordusu’nu Howe’un önünü kesmek için güneye çekti. Washington 11 Eylül 1777’de Brandywine Muharebesi’nde yenilgiye uğradı. Howe ise, Washington’u atlatarak, direnişle karşılaşmadan Philadelphia’ya girdi. Ancak, aynı anda Howe’un desteğinden uzak kalan Burgoyne, Saratoga’da yenilerek, bütün ordusuyla teslim oldu. İngilizler Philadelphia’yı kazanmak uğruna, anlamsız yere iki ordusundan birini kaybetmişti. Saratoga zafe |
ri, Fransızları savaşa girmeye teşvik etti. İspanyollar ve Hollandalılar da, Fransızların müttefiği olarak peşlerinden takip ederek, Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nı, İngilizlerin üstünlüklerini kaybettikleri bir dünya savaşı kapsamına dayattılar.
Washington, Aralık 1777’de İngiliz etki alanının dışında kalan Valley Forge'da kamp kurdu. Kış boyunca 10.000 kişilik ordudan 2500’ü açlık ve hastalık sonucu öldü.
Philadelphia’nın kaybedilişi, Kongre üyeleri arasında tartışma başlattı. Washington'un başkomutanlıktan alınmasını istediler. Washington’un destekçileri komploya dek varan gelişmeleri engellediler.
Fransa’nın Amerikalılara gösterdiği destek savaş dinamiklerini değiştirmişti. İngilizler denizlerdeki hakimiyetini kaybetmekle kalmayıp, Fransa’nin İngiltere’yi istila etme tehlikesiyle de karşı karşıyaydılar. 1778’de Britanyalılar Philadelphia’yi boşaltıp New York City’e dönerken, Washington yollarını kesip Monmouth Muharebesi’nde saldırıya geçti. Söz konusu saldırı kuzeyde gerçekleşen son büyük çarpışmaydı.
Washington 1781'de Marquis de La Fayette'in emrindeki Fransız birliklerin desteğiyle, Yorktown Muharrebesi'nde 7000 İngiliz askerli Britanya'lı General Cornwallis'i yenerek savaşın sonucunu belirledi. 25 Kasım 1783’te, Amerikan ordusunun başında İngilizler’in boşalttığı New York’a girdi. 1783'te Paris Antlaşması'nda, İngiltere Kraliyeti Birleşik Devletlerin bağımsızlığını tanıdı. Washington komutanlığı bırakırken Amerikan Devletlerine güçlü bir merkezi yönetim kurmaları çağrısında bulundu.
Washington başkomutan olarak, muharebeleri ayırıntılı planlarla kazanabilen, dahi bir strateji uzmanı değil, Amerikan silahlı kuvvetlerinin titiz organizatörüydü. Mütevazı imkânlarının tamamen farkında olan Washington, asker sayısının büyütülmesini ve orduya maddi açıdan destek sağlanmasını, neredeyse cimri denebilecek Kongre'ye düzenli halde ayrıntılı ve tam belgeli bildirilerle talep ediyordu. Birliklere en azından giyecek, yiyecek, yakacak, barınak ve cephane temin edilebilmesi için en ince ayrıntılarla bile ilgileniyordu. Sayıca daha az olan Amerikan ordusunu ancak kaçınılmaz veya koşullar bakımından avantajlı durumlarda açık muharebe meydanına sürüyordu.
Washington’un başkomutan olarak en önemli etkisi ise, ordu üzerindeki son sözü siviller tarafından seçilmiş devlet görevlilerine bırakmasının, ülkesinde örnek olarak gelenek yaratmasıydı. Savaş boyunca kongre üyelerine ve devlet temsilcilerine saygı göstererip, savaş bittikten sonra da önemli ölçüde büyüklüğe ulaşmış askeri gücünü sivillere teslim etti. Mart 1783’de ordu içindeki nüfuzundan faydalanarak, haklarını ödemeyen kongreyi isyanla tehdit eden ordu subaylarının görevden atılmasını sağladı. Washington ordusunu terhis ederek, 2 Kasım’da askerlerine anlamlı bir veda seslenişinde bulundu.
Amerika’nın, Kızılderililere karşı soykırımında önemli yer almıştır.
Tümgeneral John Sullivan’a, 1779 yılında Iroquoilora saldırıp, 'Yöredeki bütün yerleşim yerleri tamamen harabeye dönene kadar, barış amaçlı hiçbir görüşme önerisini dinlememe' emri verdi. Sullivan emredildiği gibi yaptı ve ilk raporunda açıkladığı gibi, yerlilerin 'geçimlerini sağlayan her şeyi yıkıp, yok ettiğini, vahşi hayvanlar gibi avlandığını' bildirdi. Yapılan vahşet Washington tarafından da onaylanmıştır. Washington 1783’te Şunları söylemiştir; 'Kızılderililer, Beyazlardan toplu yıkımdan başka bir şey görmeyi hak etmeyen vahşi hayvanlardır. Kurtlardan pek farkı yoktur, en sonunda her ikisi de, biçim olarak farklı olsalar da av hayvanlarıdır.'
Richard Drinnon - Facing West
1787 yılında, Mayıs ayından Eylül'e kadar Philadelphia’da toplanan Kurucu Meclis'de, Amerikan Devrimi'nin liderleri yetersiz kalan Konfederasyon Maddeleri’ni değiştirmekle görevlendirilmişti. Diğer eyaletlerin 54 temsilcisiyle birlikte katılan Washington oybirliğiyle Kurucu Meclis'in başkanı seçildi. Tarafsız kalmaya çaba gösteriyor olmasına rağmen yürütme gücüne ağırlık veren bir anayasanın hazırlanmasında ve onaylanmasında büyük rol oynadı.
Anayasa tartışmalarında ilk defa ikili parti sisteminin özelliklerini içeren siyasi görüşler belirginleşmişti. Başkanlık kurumunun tasarımında, yürütmenin zayıf olmasını savunanlarla güçlü olmasını savunanlar çarpıştılar. Güçlü olmasını savunanlar, kuvvetler ayrımını gerçekleştirebilmek ve yasama gücüne karşı denge oluşturabilmek için başkanın bağımsız olmasını talep ediyorlardı. Kudretli yasama organları olan bazı eyaletlerdeki demokratların seçkin sınıfı korkuttuğu gelişmeler, caydırıcı örnek olarak gösterildi.
13 eyaletin 9'u anayasayı onaylamasından sonra, Konferderasyon Kongresi delegeleri yeni devlet başkanı olarak adı herkesin ağzında dolaşan George Washington'u 30 Nisan 1789’da, ABD tarihinde oy birliğiyle seçilen tek başkan olarak bu göreve seçti. Washington'un seçilmesinin başlıca sebepleri, siyasi ve askeri kazanımlarının yanı sıra partiler üstü tutumuydu
Birinci ABD kongresi Washington’a yılda 25000 Dolar (1789’da büyük bir miktar) maaş ödemeyi kararlaştırdı. Maddi durumu iyi olan Washington, kamunun hizmetinde lider imajına sahip olmasına değer verdiği için, maaş almayı reddetti. Washington’un kendine önerilen maaşı reddetmesi ile tehlikeli bir durum ortaya çıkmıştı. Başkanlık görevi için, gelire ihtiyacı olmayan, sadece varlıklı kesimlerden adaylar çıkması gelenek olacaktı. Oysa, ABD’nin kurucu üyeleri, gelecekteki başkan adaylarının geniş bir kitleden çıkmalarını istiyorlardı. Bu yüzden, kongrenin ısrarı üzerine, Washington sonunda maaş almaya ikna oldu.
Washington, başkanlık görevini, Avrupa soylularının saray yaşantısına benzetmeden, törenlere ve istihdişama cumhuriyete uygun tarzda yaklaşarak yerine getirdi. Birçok daha haşmetli yakıştırmalar arasında, ’Mr. President’ (Sayın başkan gibi) olarak hitap edilmesini kendine en uygun olarak görüyordu. Yetenekli insanlardan oluşan kabinesini düzenli halde toplayarak, kabine üyeleriyle tartışarak, ancak son kararı kendi verip uygulayarak, iyi bir yönetici olduğunu gösterdi.
ABD’nin siyasi geleceğinde partilerin kurulmamasını ümit eden Washington’un kendisi de partisizdi. Ancak, kendisine yakın bakan ve danışmanları, zamanla oluşacak siyasi partilerin iskeletini kuran iki gruba bölünmüşlerdi. Ülke ekonomisini güçlendirme amacıyla, o zamanın bakış açısıyla uçuk planları olan Maliye bakanı Alexander Hamilton, merkezci ve eliter Federalist Party’nin temel hatlarını atıyordu. Jeffersonian Republicans’in (Jefferson’cu Cumhuriyetciler) kurucusu İçişleri Bakanı Thomas Jefferson, Hamilton’un planlarına kesinlikle karşıydı. Bu durumda, Washington kendisini Hamilton’a daha yakın görüyordu.
1791 yılında kongrenin, alkollü içeceklere tüketim vergisi uygulamaya başlaması, sınır bölgelerinde, özellikle Pensilvanya’da protestolara sebep oldu. 1794 yılında Washington’un, protestocularun eyalet mahkemesinin karşına çıkartılmaları için talimat vermesiyle, sözkonusu protestolar, tarihe ’Whiskey isyanı’ (Whiskey rebellion) olarak geçerek, geniş çapta ayaklanmalara dönüştü. Gelişmelere karşı önlem almak için Federal ordunun yeterli güce sahip olmaması sebebiyle Washington, 1792 yılında yürürlüğe girmiş bir yasaya dayanarak birçok eyaletten milisler topladı. Valilerin gönderdiği yaklaşık 13000 kişilik bir birliğin başına geçerek isyan halinde bölgelere doğru hareket etti. Olaylar şiddete dönüşmeden yatışmıştı. Federal hükümet yeni anayasa altında, ülke ve vatandaşlar üzerinde otorite sağlamak için ilk defa askeri güç kullanmıştı
Başkanlığın yeni bir kurum olduğunun, attığı her adımın sonraki başkanlar için örnek teşkil edeceğinin bilincindeydi Washington. Başkanlığı millî bütünlüğün sembolü ve halkın Amerikan özelliğini (karakterini) şekillendirmek için alet olarak görüyordu. Başkan iç siyasette denge için çaba gösterdi. Yönettiği kabinesinde her iki büyük parti, Federalistler ve Demokratik-Cumhuriyetçiler aynı oranda temsil edildi.
Fransız Devrimi'ne karşı pasif tutumundan dolayı eleştirilere rağmen, 1792'de üç çekimser oya karşın tekrar oy birliğiyle ikinci bir dönem için başkanlığa seçildi. 1792-97 yıllarında sürdürdüğü ikinci başkanlık döneminin 1797'de sona ermesinden sonra bir daha aday olmayacağını açıkladı. Yerine başkan yardımcısı John Adams seçildi. Washington bir süre sonra 1799'da öldü.
Reşad Ekrem Koçu
Reşad Ekrem Koçu (d. 1905, İstanbul - ö. 6 Temmuz 1975, İstanbul), Türk tarihçi ve yazar. Tarihi konularda yazdığı fıkra, roman, hikâye ve incelemeleriyle ve en önemli yapıtı "İstanbul Ansiklopedisi"'yle tanınmaktadır.
1905'te İstanbul'da doğan Koçu, Bursa Erkek Lisesi'ni ve İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü'nü 1931 tarihinde bitirdi. Aynı fakültede asistan oldu, ancak, 1933 Üniversite Reformunda hocası Ahmet Refik Altınay'la beraber üniversiteden ayrıldı. Alman, Kuleli, Pertevniyal ve Vefa liselerinde tarih öğretmenliği yaptı. Reşad Ekrem Koçu 6 Temmuz 1975'te İstanbul'da öldü.
Öğretmenliği sırasında Tarihten Sesler gibi çeşitli dergi ve gazetelerde şiir, hikâye ve çocuk romanları, Osmanlı döneminin ilginç olaylarını ve kişilerini öyküleştirdiği "Forsa Halil" (1962), "Patrona Halil" (1967), "Erkek Kızlar" (1962) ve "Haşmetli Yosmalar" (1962) gibi kitaplar yazdı. "Evliya Çelebi Seyahatnamesi"nin (1943-1967, 6 cilt) bazı bölümlerini bugünkü dile aktardı. "Türk Giyim, Kuşam ve Süsleme Sözlüğü" (1967) ise alanında yapılmış ilk önemli çalışmadır. Reşad Ekrem Koçu'nun en önemli ve büyük yapıtı, İstanbul'u her yönüyle ayrıntılı biçimde anlatan "İstanbul Ansiklopedisi" olarak kabul edilir. Bu ansiklopedinin ilk baskısı 1944-1951 Aba-Bahadir Sokağı maddeleri ve ikinci baskısı 1958-1971 yayımlandı ve 11'inci ciltte 7076 sayfaya ulaşarak "Gökçınar" makalesinde yarım kaldı. Koçu'nun diğer kitapları arasında "Osmanlı Padişahları" (1960) ile "Eski İstanbul'da Meyhaneler ve Meyhane Köçekleri" (1947) ve 2 ciltlik "Kösem Sultan" sayılabilir.
Asunción
Asunción, Paraguay'ın başkentidir. Aynı zamanda en büyük limanı ve endüstri ile kültürel yönden de en önemli kentidir.
Kentte özellikle ayakkabı, dokuma ile tütün işleme endüstrileri bul |
unur.
Kentte, 1992 sayımına göre 500.939 kişi yaşasa da, bu sayı birlikte büyükkenti ("Gran Asunción", "Büyük Asuncion") oluşturduğu çevre yerleşimlerle 1.500.000'i geçer.
Güney Amerika'nın en eski kentlerinden birisi olan Asuncion; aynı zamanda da, bölgedeki öteki sömürgeci kentlerini kuran Avrupalıların yola çıktıkları yer olduğu için "kentlerin anası" olarak da bilinir.
Bugünkü kent alanına sömürgeciler daha önce gelmiş olsalar da, Asuncion'da ilk yerleşim 15 Ağustos 1537'de "Nuestra Senyora de la Asunción" adı altında, "Juan de Salazar" ile "Gonzalo de Mendoza" öncüğünde kurulmuştur. İspanyol sömürge yönetimine karşı ilk ayaklanmalardan birisi "José de Antequera y Castro" önderliğinde 1731'de yapılanıdır. Daha sonraları, 1865-1870 arasındaki Üçlü Birlik Savaşı'ndan sonra, Brezilya ordusu kenti 1876'dek elinde tutmuştur.
Kentte, Godoi müzesi ile "La Encarnacion" kilisesinin yanı sıra, Paris'deki "Les Invalides""in küçük bir benzeri olan ve Paraguay'ın geçmişteki kahramanlarının yattığı "Panteón Nacional" bulunur. Öteki görülebilecek yerler arasında, başkanlık sarayı, eski Senato yapısı, "Catedral Metropolitana" (Büyükkent katedrali) ile kentteki sömürge mimarisinin ender örneklerinden olan "Casa de Independencia" ("bağımsızlık evi/sarayı") sayılabilir.
Kentin ana bölgesi (liman yakınları ile "Plaza de los Heroes" ve "Plaza Uruguaya" çevresi) 1970'ler ve 1980'lerdeki yapılaşma sonucu sömürge döneminden kalan özelliğini yitirmiştir. Akşamları güvensiz sayılabilecek bu bölgeye oranla, kentin "iyi bölgeleri" olarak daha çok durumu iyi olanların yaşadığı "Avenida San Martin" ("Ermiş Martin Caddesi") yönündeki varoşlar sayılabilir.
Kentte, devlete bağlı Universidad Nacional ("Ulusal Üniversite") ile (katolik kilisesince işletilen özel) Universidad Catolica üniversitelerinin yanı sıra birkaç küçük özel üniversite de bulunur.
Kentin öteki yerlerle ulaşımı, bir ırmak limanı, uluslararası bir havaalanı ve kentlerarası bir otobüs terminali ile sağlanır.
1 Ağustos 2004'te, en az 464 kişinin ölümüne ve yaklaşık 409 kişinin yaralanmasına yolaçan süpermarket yangını, Paraguay'ın yakın geçmişindeki en acı olaylardan biridir. Olayda, alışveriş yapanların çoğunluğu yangında kaçış kapıları olmadığı için pencerelerden atlamak zorunda kalmışlardır. Ayrıca güvenlik görevlilerinin alıcılar ödemeden ayrılmasınlar diye kapıları kilitledikleri öne sürülmüştür. Daha da kötüsü, yangına gelen itfaiye görevlilerinin, yangında ölenleri soyduklarını gösterir görüntü kayıtları olduğu duyumları alınmıştır.
Alfabe
Alfabe veya abece, her biri dildeki bir sese karşılık gelen harfler dizisidir. "Abece" kelimesi, Türkçedeki ilk üç harfin okunuşundan oluşur. Benzer biçimde Fransızca kökenli “Alphabet” kelimesinden Türkçeye geçen "alfabe" sözcüğü, eski Yunancadaki ilk iki harf olan "alfa" ile "beta"nın okunuşundan gelir.
Türk alfabesinde 29 harf bulunur:A, B, C, Ç, D, E, F, G, Ğ, H, I, İ, J, K, L, M, N, O, Ö, P, R, S, Ş, T, U, Ü, V, Y, Z.
Diller, yazıma geçirilme şekilleri itibarıyla ikiye ayrılır;
Alfabeyi oluşturan her bir elemanın genelde bir anlamı olmaz, sadece çıkarılması gerekli sesi belirtir ve ancak diğer harflerle yan yana geldiğinde belli bir anlam kazanır. Dünyadaki dillerin büyük çoğunluğu, fonogram kullanarak yazılır.
Böyle dillerde -genelde- her simge, bir nesneyi tanımlar ve görece çok az tanım iki veya fazlası karakterle ifade edilir. Örnek: Çince, Japonca.
Alfabenin doğuşu, yazının doğuşuyla eş zamanlıdır ve Sümerlere yani günümüzden 5000 yıl önceye tarihlenir. Bilindiği üzere buna çivi yazısı (cuneiform) adı verilir. Çivi yazısına benzer simgelerle Sümerler'i takip eden (Asur, Babil, Elam, Akad, Hitit vs.) birçok Mezopotamya uygarlığı; dillerini kâğıda, taşa, toprağa dökmüşlerdir.
Çivi yazısının ardından Eski Mısır'da hiyeroglifler ortaya çıkmıştır. İlk çıkışındaki kullanım özellikleriyle ideogramatik yazı mantığı taşımaktadır.
Bu iki abece türü yanında bir de Ege Adaları kökenli, günümüzde hala çözülememiş, linear a ve linear b diye birbirinin devamı iki alfabe ile Maya Uygarlığı kökenli Kolomb öncesi Güney Amerika alfabeleri vardır.
Modern alfabenin kökeni, Fenike alfabesine dayanmaktadır. Bazı araştırmacılara göre Fenikeliler de bu yazı sistemini, Mısır hiyerogliflerinden esinlenerek oluşturmuştur. Fakat Fenikelilerle birlikte tek bir harfe karşılık tek bir ses kullanma kavramı ortaya çıkmıştır. Fenike alfabesi, Fenikelilerin tüccar olmasının da yardımıyla bütün Akdeniz çevresine yayılmıştır. Arapların, Yunanların, İbranilerin ve Latinlerin alfabeleri hep Fenike alfabesinden türemiştir.
Türkler, ilk olarak millî bir alfabe olan 38 harfli Orhun alfabesini kullanmışlardır. Bu alfabe ile yazılan ilk yazı örnekleri MÖ 5. yüzyılda Issıg (Esik) Kurganında bulunmuştur. Daha sonra 9. yüzyıldan sonra kısa bir süre Uygur alfabesi olarak anılacak olan 18 harfli Sogd alfabesini kullandılar. İslamiyetle birlikte Arap alfabesi yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. Rusya, Orta Asya Türklerinin alfabesini 1926'da Latin alfabesine, 1930'da ise Kiril Alfabesine çevirmiştir. Türkiye, 1928'de Latin alfabesini kullanmaya başlamıştır. Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan gibi Türk ülkeleri bağımsızlıklarını ilan ettikten sonra Latin Alfabesine geçmişlerdir. Ancak Kazakistan ve Kırgızistan gibi Kiril alfabesini sürdüren ülkeler de bulunmaktadır. Bugün Türkler arasında en yaygın alfabe, Latin ve Kiril alfabeleridir.
Karay Türkleri gibi Yahudi Türk toplumları, İbrani alfabesini de kullanmışlardır. Bunun dışında Ermeni alfabesi, Hint alfabesi, Çin alfabesi gibi alfabeleri kullanan küçük Türk toplulukları da olmuştur.
Demokrasi
Demokrasi, dünyadaki tüm üye veya vatandaşların, organizasyon veya devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir tür yönetim biçimidir. Yunanca (δῆμος, yani "dimos", halk zümresi, ahali + κράτος, yani "kratos", iktidar) sözcüğünden türemiştir. Türkçeye, Fransızca "démocratie" sözcüğünden geçmiştir. Genellikle devlet yönetim biçimi olarak değerlendirilmesine rağmen, üniversiteler, işçi ve işveren organizasyonları ve bazı diğer sivil kurum ve kuruluşlar da demokrasi ile yönetilebilir.
Ana yurdu Antik Yunanistan'daki filozoflar Aristo ve Platon (Eflatun) tarafından eleştirilmiş, halk içinde "ayak takımının yönetimi" gibi aşağılayıcı kavramlarla nitelendirilmiştir. Fakat demokrasi diğer yönetim şekillerinin arasından sıyrılarak günümüzde en yaygın kullanılan devlet sistemi haline gelmiştir. Artık siyasetbilimciler hangi sistemin daha iyi işlediğinden çok hangi demokrasinin daha iyi işlediği tartışmalarına girmişler ve liberal, komünist, sosyalist, muhafazakâr, anarşist ve faşist düşünürler kendi sistemlerinin erdemlerini ön plana çıkarmaya çalışmışlardır. Bu sebeple demokrasinin çok sayıda değişik tanımı ortaya çıkmıştır.
Demokrasinin tanımı tartışması günümüzde hâlâ devam eden bir tartışmadır. Bunun sebepleri arasında ülkelerdeki bazı kurumların görüşlerini haklı çıkartmak adına demokrasi tanımını kullanmaları, demokratik olmayan devletlerin kendilerini demokratik olarak tanıtma çabaları ve aslında genel bir kavram olan demokrasinin tek başına kullanılması (Anayasal demokrasi, sosyal demokrasi, liberal demokrasi vb.) gibi sebepler gösterilebilir. Demokrasiye farklı atıflar:
Çoğunluk, azınlık, fakir veya zengin olsun demokrasilerin ortak yönü halka dayanmasıdır. Günlük hayatta halkın, bir ülkede yaşayan tüm insanları kapsadığı düşünülse de pratikte demokrasi tarihinden beri –sürekli olarak genişletilse de- halka bir sınırlama konmuştur. Örneğin Fransız Devrimi’nden sonra yapılan seçimlerde oy verme hakkı sadece belli miktarda vergi verebilen vatandaşlara tanınıyordu, ABD’de güney eyaletlerdeki siyah ırkın ilk kez oy kullanabildiği tarih 1960'lardır. Kadınlara seçme hakkı ilk kez 1893'te Yeni Zelanda'da verilmiştir. Seçimlere tam katılım hakkı ise 20. yüzyıla kadar hiçbir ülkede verilmemiştir. Bu verilere, halkı oluşturan bireylerin öz iradelerinden kaynaklanan mutabık olmama durumunu da katarsak; pratikte "halk" çoğunluk anlamına dönüşür.
Demokrasiye yapılan atıflarda görüleceği üzere, halkın kendi kendini yönetmesi temel dayanaktır. Bu ise kendileri adına karar alacak kişileri seçmeyi sağlayan oy vermenin yanında referandumlar gibi doğrudan etki yoluyla veya miting, gösteri gibi dolaylı yollarla sağlanır.
Demokratik devletlerle ilgili iki değişik demokrasi teorisi vardır.
Bu teoriye göre demokrasinin tam anlamıyla sağlanabilmesi için, alınan kararların halkın tamamını memnun etmesi gerekir. Ancak gerçek hayatta bu durum imkânsızdır. Zira her bireyin beklentileri, istekleri, ihtiyaçları farklıdır; herkesi aynı anda memnun etmek imkânsızdır. Dolasıyla bu teori ideal ve ütopik bir teoridir. Günümüzde hiçbir devlette uygulanmamaktadır.
Bu teoriye göre demokrasi, halkın tamamını değil olabildiğince büyük kısmını memnun etmeye çalışır. Amacı herkes değil mümkün olduğunca çok kişiyi memnun etmektir. Dolayısıyla gerçek hayatta uygulanması en mümkün teoridir. Robert Dahl, bu teoriye göre dizayn edilmiş olan demokrasilere ‘poliarşi’ der. Bir demokratik devletin demokratik bir poliarşi olup olmadığını belirleyen kıstaslar şunlardır:
Robert Dahl, bu şartları sağlamayan devletleri demokratik saymaz.
Demokrasi ilk olarak Eski Yunanistan'da, şehir devletlerinde uygulandı. Demokrasiye çok yakın olan bu sistem Atina demokrasisi olarak da anılır. Teoride bütün yurttaşlar mecliste oy verme ve fikrini söyleme hakkına sahipti fakat o günün koşullarına göre kadınlar, köleler ve o şehir devletinde doğmamış olanlar (metikler, yerleşik yabancılar) bu haklara sahip değildi. Bu sistemin en güçlü uygulayıcısı olarak Atina'yı ele alırsak: M.Ö. 4. yüzyılda nüfusun 250.000-300.000 arasında olduğu tahmin edilir. Bu nüfusun 100.000'i Atina vatandaşı ve Atina vatandaşları arasında da sadece 30.000'inin oy verme hakkına sahip yetişkin erkek nüfusu bulunduğu tahmin edilir.
Roma İmparatorluğu döneminde uygulanan devlet sistemi, temsilî demokrasiye yakın bir nitelik taşımaktaydı. Demokratik haklar genellikle s |
osyal sınıf ayrımına göre şekillenirdi ve "güç" elitlerin elindeydi. Bununla beraber, Eski Hindistan'da bazı bölgelerde uygulanan sistemler de temsilî demokrasiye benzetilir. Roma İmparatorluğu ile paralel olarak, kast sisteminin varlığı, "gücün" varlıklı ve asil bir azınlığın elinde olduğu söylenebilir.
Orta çağda demokrasinin gelişme süreci içindeki en büyük olay İngiltere'de kralın yetkilerini din adamları ve halk adına sınırlayan Magna Carta Libertatum'un (Büyük sözleşme) imzalanmasıdır. Bu belge doğrultusunda ilk seçimler 1265 yılında yapılmıştı. Fakat bu seçimlere, yapılan kısıtlamalar sebebiyle halkın çok az bir bölümü katılabilmişti.
Birçok ülkede devlet yönetiminde zaman zaman demokrasiye benzer uygulamalar yapılmıştı. Örneğin İtalyan şehir devletlerinde, İskandinav ülkelerinde, İrlanda'da ve değişik ülkelerde bulunan küçük otonom bölgelerde demokrasinin prensiplerinden seçim yapılması, meclis oluşturulması gibi uygulamalar oluyordu. Fakat hepsinde demokrasiye katılım erkek olma, belli miktarda vergi verme gibi standartlarla kısıtlanıyordu.
18. ve 19. yüzyıllarda demokrasi, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi ile hızlıca yükselen bir değer haline gelmiştir. Bu yüzyıllardan önce demokrasi büyük devletlere değil, sadece küçük topluluklara uyan bir hükûmet şekli olarak anılıyor ve esas itibarıyla doğrudan demokrasi olarak tanımlanıyordu. ABD'nın kurulmasını sağlayanların oluşturduğu sistem ilk liberal demokrasi olarak tanımlanabilir. 1788 yılında kabul edilen amerikan anayasası hükûmetlerin seçimlerle kurulmasını ve insan hak ve özgürlüklerinin korunmasını sağlıyordu. Bundan daha önce de koloni döneminde Kuzey Amerika'daki kolonilerin birçoğu demokratik özellikler taşıyordu. Koloniden koloniye farklılaşmakla beraber, hepsinde belli miktarda vergi veren veya istenen bazı sıfatları karşılayabilen beyaz erkeklerin seçme hakları vardı. Amerikan İç Savaşı'nın ardından 1860'larda yapılan değişikliklerle kölelere özgürlük sağlandı ve demokrasinin temel ilkelerinden biri olan oy verme hakkı "On Beşinci Anayasa Değişikliği" ile tanındı ancak güney eyaletlerinde siyahlar 1960'lara kadar oy verme hakkını kullanamamışlardır.
1789 Fransız Devrimi'nde ise bir anayasa hazırlanarak iktidar halkın seçeceği bir parlamento ile kral arasında paylaştırıldı. Ulusal Konvansiyon hükûmeti genel oy ve iki dereceli bir seçimle iş başına geldi. Fakat ilerleyen yıllarda Napolyon'un başa geçmesiyle demokrasiden oldukça uzaklaştı.
20. yüzyılda demokrasi hızlı bir değişme ve gelişme göstermiştir. Yüzyılın başlarında, I. Dünya Savaşı'nın sonunda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluklarının yıkılmasıyla birçok yeni devlet ortaya çıktı ve bu yeni ülkelerin devlet yönetimi genellikle, o döneme göre demokratik sayılabilecek yöntemlere sahipti. 1929 yılında ortaya çıkan Büyük Buhran döneminde Avrupa, Latin Amerika ve Asya'da birçok ülkede diktatörler ortaya çıktı. İspanya, İtalya, Almanya ve Portekiz'de faşist diktatörlükler ortaya çıkmışken, Baltık ve Balkan ülkelerinde, Küba, Brezilya, Japonya ve Sovyet Rusya'da demokratik olmayan yönetimler iktidara geldi. Bu sebeple 1930'lar "Diktatörler çağı" olarak nitelendirilir.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra sömürgecilik anlayışı son buldu ve tekrar birçok bağımsız ülke ortaya çıktı. Demokratikleşme hareketleri Batı Avrupa'da yoğunlaştı. Almanya ve Japonya'da diktatörlükler son buldu, silahlanma politikası yerine, II. Dünya Savaşı sonunda imzalanan anlaşmaların da etkisiyle refah devleti olma amacını güttüler.
20. yüzyıldaki en büyük çekişmelerden biri de demokratik olmayan Sovyet Bloğu ülkeleriyle Batı demokrasileri arasında gerçekleşen Soğuk Savaş'tı. Komünizmi yaymaya çalışan Sovyet Rusya ile diğer demokrasi çeşitleri arasından sıyrılmış liberal demokrasiyi yaymaya çalışan ABD liderliğindeki batı grubu arasındaki çekişme 1989 yılında son bulmuştur. Francis Fukayama "Tarihin Sonu" adlı makalesinde, Soğuk Savaşın bitmesiyle liberal demokrasinin tüm dünyada yayılacağı haberini verir. Nitekim bu demokratikleşme süreci, yakın dönemdeki Gürcistan'daki Gül Devrimi, Ukrayna'daki Turuncu Devrimi ile devam etmektedir.
Demokrasi tarihinde uygulanan sistemler oldukça çeşitlidir. Bunları kısaca beş grup içinde toplanabilir:
Eski Yunan şehir-devletlerine dayanır. En iyi uygulayıcısı ve o dönemde en güçlü şehir olan Atina’dan dolayı Atina demokrasisi olarak da adlandırılır. ’Belli başlı tüm kararlar, bütün vatandaşların üye olduğu meclis veya Eklesya tarafından alınıyordu. Bu meclis senede en az kırk defa toplanıyordu. Tam zamanlı çalışacak kamu görevlilerine ihtiyaç duyulduğunda, bütün vatandaşları temsil eden küçük bir örnek olmaları için kura usulü ile veya dönüşümlü olarak seçiliyorlardı ve mümkün olan en geniş katılımın sağlanması için görev süreleri kısa tutuluyorlardı. Meclisin yürütme komitesi olarak faaliyet gösteren ve beş yüz vatandaştan oluşan bir konseyi vardı ve elli kişilik bir komite de bu konseye teklifler hazırlardı. Komite başkanlığı görevi sadece bir günlüktü’. Bunun tek istisnası askeri konularla ilgili on generalin tekrar seçilebilme imkânıydı.
Atina demokrasisinin özelliği vatandaşlarının siyasi sorumluluklara geniş çapta katılma isteğinin bulunmasıydı. Tabi bunun en önemli sebebi, demokrasiye zıt bir şekilde uygulanan kölelik sistemiydi. Böylelikle oy verme hakkına sahip Atina doğumlu yirmi yaş üstü tüm erkeklerin günlük hayattaki sorumluluklarının çok büyük bir kısmını kölelerin sırtına yüklemişlerdir. Bunun dışında Atina demokrasisinde kadınların, metiklerin (şehirli olmayanlar) ve kölelerin oy kullanma hakları yoktu.
Günümüzde İsviçre’nin küçük kantonlarında halk meclisleriyle varlığını sürdürebilen klasik demokrasinin, daha büyük ülkelerde uygulanması teknik nedenlerden ötürü tercih edilmez.
Orta Çağ yönetimlerinden çıkmaya çalışan Avrupalılar, 18. ve 19. yüzyılda demokrasiyi daha çok kendilerini hükümetin zorbalıklarından korunmanın bir yolu olarak görmekteydiler.
‘Korumacı demokrasi sınırlı ve dolaylı bir demokrasi modeli sunar. Pratikte, yönetilenlerin rızası düzenli ve rekabetçi seçimlerle sağlanır. Siyasi eşitlik böylelikle eşit oy hakkını ifade eden teknik bir kavrama dönüşür. Dahası, oy hakkı gerçek bir demokrasi için yeterli değildir. Bireysel özgürlükleri korumak için yasama, yürütme ve yargı üzerinden güçler ayrılığına dayalı bir sistemin tesisi şarttır.
Bireyin ve toplumun gelişimini esas saymıştır. Bu tip demokrasilerin en radikal olanı Jean-Jacques Rousseau tarafından dile getirilmiştir. Ona göre bireyler ancak içinde bulundukları toplumun kararlarını şekillendirebilmesine doğrudan ve sürekli olarak katılımları halinde 'özgür' olabilirler. Bu açıdan bakıldığında, doğrudan demokrasiyi tanımlamakla birlikte bu şekilde oluşturulacak genel iradeye vatandaşların itaat etmesi durumunda özgürlüğe kavuşacakları savıyla ayrılır.
Kalkınmacı demokrasinin, liberal demokrasiye daha ılımlı hali ise John Stuart Mill tarafından dile getirilmiştir. Mill’e göre demokrasinin en büyük yararı, vatandaşların siyasi hayata katılımlarını sağlayarak, onların anlayışlarını ve duyarlılıklarını güçlendirmesidir. Bu yüzden kadın olsun fakir olsun herkesin oy verme hakkının olması gerektiğini savunur. Fakat bu oy hakkını ‘eşit’ olarak savunmamıştır. Örneğin vasıfsız işçinin bir oy vasıflı işçinin iki oy, donanımlı meslek sahiplerinin ise beş oy hakkına sahip olması gerektiğini, böylelikle demokraside “çoğunluğun tiranlığı” korkusundan kurtulabilineceğini savunuyordu. Basitçe herkesin oy hakkının olmasını savunurken çoğunluğun verdiği kararların her zaman doğru olmayabileceğini belirtiyordu.
Demokraside önceliğin özgürlüğe mi yoksa eşitliğe mi verilmesi gerektiği tarih boyunca tartışılmış ve tarih, bu ikisini bir arada tutacak sistem teorisini üretme çabalarıyla sıklıkla karşılaşmıştır. Liberal demokrasi sistemi de bunlardan biridir. İçinde barındırdığı liberal kelimesiyle özgürlüğü, demokrasideki "siyasi eşitlik" kavramıyla da eşitliği temsil etmektedir. Bunu düşünürken ekonomi disiplinindeki liberalizm ile siyaset disiplinindeki liberalizmin birbirinden ayırmamız gerekir.
Basit olarak liberal demokrasi; iktidarı halkın belirlediğini ancak bu iktidarın bireysel özgürlüklerle sınırlandığı bir siyasal sistem olarak belirtebiliriz.
Hoşgörü ve tüm fikirlerin var olabildiği bir rekabet ve siyasi eşitlik prensiplerinde gerçekleştirilen seçimlerle iktidara temsili bireylerin getirilmesi liberal demokrasilerin temel nitelikleridir.
Bu kavram komünist rejimlerde gelişmiş demokrasi çeşitlerini kapsamaktadır. Kendi aralarında farklar bulunmasına rağmen liberal demokrasi sistemleriyle kesin olarak karşıt bir çizgidedir. Genel olarak siyasi eşitliğin yanında sosyal demokrasi ile ekonomik eşitliğin de sağlanması gerekliliğini savunmuşlardır.
Karl Marx, kapitalizmin yıkılmasından sonra geçici bir "proletaryanın devrimci diktatörlüğü"'nün olacağını sonradan ise "proleter demokrasi" sistemiyle komünist bir toplumun oluşacağını savunmuştur. Komünist devletlerde görülen demokrasi sisteminin fikir yapısı Marx’tan çok Lenin’e aittir.
Bu ülkelerde, partilerin denetimsiz gücünün demokrasiyi gölgede bıraktığı eleştirisi yaygın olarak yapılmaktadır.
Cumhuriyet bir rejim, demokrasi ise cumhuriyetin uygulanış şekillerinden biridir. Demokratik cumhuriyetin yanında dini cumhuriyet, oligarşik cumhuriyet ve sosyalist cumhuriyet biçimleri vardır. Demokratik cumhuriyetlerde, meclisi ve ülkenin başkanını belli aralıklarla halkın seçmesi temeldir. Bu sistem genellikle Kara Avrupa’sında kabul görmüşken örneğin İngiltere’de ülkenin başında görünüşte halkın seçmediği bir kral ya da kraliçe bulunmasına rağmen yönetim halkın elindedir (oligarşik demokrasi).
'Bir cumhuriyetin tam demokratik cumhuriyet olabilmesi için, gönüllü birlikteliklerle bir arada bulunan o ülke halklarının tüm kesimlerinin, çoğulcu özgür iradeleri ile katılımcı olarak yönetim ve denetim süreçlerine doğrudan katıldığı, demokrasiyi tüm sivil kurum, kuruluş ve kadroları ile var ettiği ve |
çok kimlikli, değişik inançlı ve çeşitli kültürlerin bir mozaik oluşturacak şekilde bir arada yaşamasına olanak veren bir devlet yapılanmasının gerçekleştirilmesi gerekir.'
Sekülerizm, liberal demokrat düşünürler tarafından ortaya atılan dinin siyasetten ayrılması düşüncesinin genel adı olarak karşımıza çıkar. Liberal demokratlar, demokrasinin ‘çoğunluğun tiranlığına’ dönüşmesini engellemek için devletin tüm dinlere aynı mesafede kalmasını bir zorunluluk olarak görürler.
Farklı dinlerin din bilginleri ve din bilimciler, çeşitli dinler açısından düşünsel anlamda sekülerizme karşı çıksalar da bu konular genellikle tartışmalıdır. Bununla birlikte dini planda demokrasi genelde kabul görmüştür, hatta sekülerizm karşıtı bazı din adamları demokrasinin sekülerizm olmaksızın var olabileceği görüşünü ileri sürmüştür.
Güçler ayrılığı ilkesi yasama, yürütme ve yargı kurumlarının, devletin farklı organlarında bulundurularak iktidarın tek elde toplanmasını engellemek ve bu üç kurumun birbirlerini denetleyebilmesini sağlamak anlamına gelir. 'Devlet iktidarının üçe bölünmesi ve bunların ayrı organlara verilmesi gerektiği yolundaki yaklaşım, siyasal rejimlerin sınıflandırılmasında da temel alınmıştır. Buna göre yasama ve yürütme güçlerinin bir elde toplandığı rejimlere “güçler birliği”, bu yetkilerin birbirinden bağımsız ayrı organlara verildiği sistemlere ise “güçler ayrılığı” sistemleri adı verilmektedir.'
John Locke ise iktidarın gücünü yasama, yürütme ve federatif olarak ayırır. 'Burada federatif güç, bütün topluluk, savaş, barış, birlik, ittifak ve devletin kendi dışındaki bütün kişiler ve topluluklarla her türlü işlemi yapma gücü olarak ifade edilir.'
İktidarın paylaşımı sayesinde demokratik yollarla iktidara gelen kişiler kendi tiranlıklarının kurmaları engellenmeye çalışılmıştır. Güçler ayrılığı ilkesi ile karşılıklı denetimin önemi, özellikle II. Dünya Savaşı öncesi Adolf Hitler'in demokratik yollarla iktidara gelmesinden sonra artmıştır.
Demokrasinin oluşmasını sağlayan, demokrasinin gelişmesini amaçlayan kurum ve oluşumlar aslında birçok siyasi sistemde de mevcuttur. Her devletin bir anayasaya sahip olması veya her ülkede siyasi parti bulunmasına rağmen yönetim şekilleri olarak isimleri değiştirilir. Çünkü önemli olan bu kurumlar arasındaki ilişkilerdir.
Demokraside meclis, rekabet ve eşit oy ilkeleriyle halkın temsilcilerinin oluşturduğu bir kurumdur. Meclis sistemleri hem nitelik hem de nicelik olarak her ülkede farklı gelişmiştir. Tek meclisli sistem, çift meclisli sistem ve başkanlık sistemi olarak genellendirebiliriz. Yine görev olarak, güçler ayrılığı ilkesindeki yasamayı yapan kurum olarak genellendirebiliriz. Meclislerin işlevleri: yasama, temsil, denetleme ve meşruluktur.
Partiler temsil işlevi için kullanılan araçlardır. Demokratik ülkelerde siyasi parti bireylerin aktif siyaset yapacakları alanlardan biri ve en önemlisidir. Ülkelerdeki seçim sistemlerine göre iki partili sistem ya da çok partili sistem oluşur.
İngiltere’deki gibi iki partinin ağırlıklı olduğu sistemler, seçmenlerin çoğunluğunun bulunduğu ‘orta alandaki’ bir yoğunlaşmaya yol açma ve daha radikal düşünceleri dışlama eğilimindedir. Her bir partinin çok sayıda görüşü temsil ettiği düşünülür.
Çok partili siyasi sistemlerde ise düşünceler daha doğrudan temsil edilir. Dinsel, etnik veya sınıfsal düşünceleri temsil ettiğini düşünen partiler bulunur. Bu halkın egemenliğinin meclise daha fazla yansımasını sağlarken, mecliste farklı görüşlerde bulunan birçok parti olduğu için istikrarın sağlanması güçleşir.
Anayasa, bir devletin temel kurumlarının nasıl işleyeceğini belirleyen yazılı belgelerdir. Ayrıca kişisel hak ve özgürlükler bu belgede belirlendiği için çoğunluğun yönettiği bir toplumda iktidarda olanların sınırlarını belirler. Demokrat düşünürler tarafından "çoğunluğun tiranlığının" kurulmasını engelleyecek bir devlet organı olarak kabul edilir.
Sivil toplum örgütleri demokrasiyle ortaya çıkan bir örgütlenme değildir ama demokrasiyle önem kazanmıştır. ’Sivil toplum, modern manada anlamını demokrasi ile kazanırken, demokrasi de katılım problemlerin çözümünü sivil toplum ile sağlamıştır’ Birbirleriyle ortak amaçlara sahip insanların oluşturdukları grupların seslerini ve isteklerinin daha fazla duyurabilmenin bir yoludur. Örneğin devletin ekonomideki katılımını azaltmaya çabalayan iş adamları, devletin sosyal hizmetlerinde eşitliğin sağlanmasını amaçlayan örgütler ve işçilerin veya memurların yaşam kalitelerini arttırmaya çalışan sendikalar gibi çeşitli amaçlarla toplanmış ve bunun için demokrasiye katılımı güçlendirmiş ayrıca bir bakıma halkın temsilcilerini kendi amaçları doğrultusunda denetleyebilen ya da kendi amaçlarına ulaşmak için kamuoyu yaratmaya çalışan gruplardır.
Sivil toplum örgütlerinin özelliği çoğulcu bir yapıya sahip olmasıdır. Larry Diamond’a göre 'sivil toplumun bu çoğulcu yapısı, siyaset alanını kontrol altına almaya çalışan etnik, dinci, devrimci ya da otoriter örgütlenmelerle anlaşamaz hale getirir.'
Ordu ve polis güçlerinin demokraside ne kadar bulunduğu, ne kadar bulunması gerektiği her zaman tartışma konusu olmuştur. Dış tehlikelere karşı ordunun iç düzen içinde polisin silah tekellerinin bulunması onları demokrasi için gerekli kılmakla birlikte demokrasiyi kaldırma veya kesintiye uğratma güçleriyle de tartışma konusu yapmıştır.
Gelişmiş demokratik ülkelerde sivil siyasetçiler, hem hukuken hem de fiilen ordunun üstündedir ve ordu siyasi karar alma mekanizmasının içine olabildiğince az katılır. Özellikle Soğuk Savaş sonrası sivil siyasetçinin üstünlüğü giderek artmaktadır.
Demokratik olarak yeterince gelişmemiş ülkelerde ise askerler, danışma kurullarıyla doğrudan ya da dolaylı olarak karar alma mekanizmasının içinde bulunur. Bu tip ülkelerdeki ortak özellik; ordunun ülke içindeki kurumlar arasında en ileri teknolojiye sahip ve modern dünyaya en yakın olan kurum olmasıdır. 'Ordu genellikle ekonomik gerilik, iç karışıklıkların artması, sivil yönetimin meşruluğunu kaybetmesi, ordu ve hükûmet arasındaki ihtilaf veya uluslararası kamuoyunun darbe yönündeki olumlu yaklaşımı gibi sebeplerle siyasete müdahale eder.'
Polis ise “yönetici sınıfın çıkarlarında hareket etmeye başlarsa ne olur?” sorusuyla düşünürlerin üzerinde durduğu bir kondur. Aristo’nun ‘muhafızlardan kim muhafaza edecek?’ sorusu bu kaygının çok eskilere dayandığını gösterir. Polis gücünün demokrasinin sağladığı hak ve özgürlükleri kısıtlamaması ve gerektiği zaman yargıya hesap verebilmesi gerekliliği demokratik düşünürlerin ortak tavrı olmasına rağmen bunun nasıl ve ne kadar yapılması gerektiği konusunda görüş ayrılıkları yaşanır.
İnsan hakları, tüm insanların hak ve saygınlık açısından eşit ve özgür olarak doğduğu anlayışına dayanır. İnsan hakları, her bir bireye bağımsız seçim yapma ve yeteneklerini geliştirme özgürlüğü sağlar. Klasik demokrasi tanımına benzerliğinden dolayı günümüzde "insan hakları" ve "demokrasi" sıklıkla beraber kullanılır.
İnsan hakları ile demokrasi arasındaki kesin tamamlayıcılık bağı: eğer insan hakları bireyin eksiksiz gelişmesi için gerekli bir koşulsa demokratik toplum da, bireyin gelişimi için gerekli çerçeveyi oluşturması bakımından bu hakların kullanılması için gerekli bir koşuldur, ayrıca, demokratik bir toplum bireylerin topluluğun yaşaması için gönüllü olarak verdiği desteğe dayandığından insan hakları böyle bir toplumun ön koşulu olarak görülür
Demokraside siyasi eşitlik temel olsa bile kadınlar bu eşitliği ancak 20. yüzyılda kazanabilmişlerdir. Kadınların siyaset hayatına katılımını destekleyenler; bunun siyasi etiği geliştireceğini söylerken karşı çıkanlar aile yapısının bozulacağı düşüncesini dile getiriyorlardı.
Bazı ülkelerdeki kadınların erkeklerle eşit oy verme ve aday olma haklarını elde etme tarihleri:
Ayrıca 1999 istatistiklerine göre:
Demokraside kadınları sadece seçme, seçilme hakkına indirgememek gerekir. Ayrıca feminist sivil toplum örgütleriyle de demokrasiye etkin katılımı sağlanmaya çalışılmıştır.
Bir toplumun etnik, dini veya cinsel olarak genel ortaklıklarından ayrılan gruplar o toplumun azınlık statüsündedirler.Oligarşik, otoriter devlet yapılarından demokrasiye geçen toplumlarda, azınlıkların diğer gruplara göre daha fazla demokrasiyi savunmalar genel kabul gören bir olgudur. Ayrıca uluslararası kurumlar tarafından yapılan demokrasi seviyesi değerlendirmelerinde azınlık hakları önemli kıstaslardan biridir.
Çoğulcu bakış açısı Montesquieu ve Locke'a dayandırılır. James Madison'ın Federalist Yazılar'da yazdığı makalelerde sistemleşmiştir. Madison'a göre denetimden uzak demokratik sistemin bireysel hakların ihlal edileceği bir "çoğunlukçu" (Majoritarianism) sisteme dönüşebilirdi. Bunu engellemek için güçler ayrılığı ilkesi, federalizm ve iki meclisli bir hükûmet biçimi önermiştir. 'Bu sistem, toplumdaki farklılığın ve "çokluluğun" varlığını tanıdığından ve bu tür bir çokluluk halini istenir gördüğünden dolayı, Madison'ın modeli çoğulcu demokrasinin ilk gelişmiş ifadesidir.'
Noam Chomsky, Madison modelini eleştirerek, "1787'de ABD Anayasa Konferansı'nda James Madison'ın vurguladığı şekilde, hükûmetin başlıca görevinin zengin azınlığı çoğunluktan korumak olduğu ilkesi üzerine kurulmuştur. Bu nedenle, o dönemin tek yarı-demokratik ülkesi olan İngiltere'yi örnek vererek toplumun geneline kamusal işlerde söz hakkı verilirse, halkın eşitliğe yönelik reformları veya başka canavarlıkları gerçekleştirebileceği konusunda uyarıyor ve Amerikan sisteminin, savunulması (aslında hakim olması) gereken mülkiyet haklarına yönelik saldırılar karşısında uyanık olması gerektiğini söylüyordu" der.
Bu görüşün en tipik temsilcisi filozof kralların iktidarda olmasını isteyen Platon'dur (M.Ö 427-347). Klasik elitizm, bir reçete sunmaktan ziyade bir olguyu tespit iddiasıyla elit yönetiminin toplumsal hayatın kaçınılmaz ve değiştirilemez bir gerçeği olduğunu ileri sürer. Vilfredo Pareto (1848-1923) ve Gaetano Mosca (1857-1941) klasik elitizmin belli başlı teorisyenleridir.
Mosca toplumu "yöneten" ve "yönetil |
en" olarak iki sınıfa ayırırken Pareto, yönetenin iki özelliğini anlatırken Machiavelli'nin "tilkiler (kurnazlık) ve aslanlar (zor kullanma)" benzetmesine atıfta bulunur.
Modern dönem seçkinci görüşte, rekabetçi seçkincilik (demokratik elitizm) diğer seçkinci görüşlere göre daha yaygındır. Buna göre seçmenler gene oy verirler ama bu, sadece hangi elitin kendilerini yöneteceklerini seçmek içindir. Demokratik hakların bir kısmını içinde barındırmasından dolayı rekabetçi seçkincilik, demokrasinin zayıf bir görüntüsü olarak tasvir edilir.
Marksizm toplumu sınıf tabanlı düşünür ve gerçek demokrasinin ancak sınıf farklılıkları kaldırıldığı zaman olabildiğini iddia eder. Yani; demokrasi, için siyasi eşitliğin yeterli olmadığını bunun yanında sosyal eşitliğin de sağlanması gerektiği savunur. Marksist yaklaşım görüşleri itibarı ile halk demokrasisine yakındır. Daha çok liberal demokrasiyi eleştirir ve eleştirilerini liberal demokrasinin siyasi eşitlik vaadi ile kapitalist sistemin oluşturduğu sosyal eşitsizlik çelişkisine dayandırır.
'Neo-marksist Jurgen Habermas ve Claus Offe'ye göre bir yandan, demokratik süreç hükûmeti ekonomik ve sosyal hayattaki sorumluluklarını yerine getirecek kamusal talepleri karşılamaya zorlamakta; öte yandan, yol açabileceği mali krizler sistemi tehdit etmektedir.' Yani kapitalist bir demokrasi için meşruiyet krizi riski sürekli olarak mevcuttur.
Ayrıca bu görüş uluslararası ilişkiler alanında da kullanılmaktadır.
Bununla birlikte Mao Zedong, Yeni Demokrasi adıyla bir görüş öne sürmüş, demokrasinin feodalizm ya da onun uzantısı feodal sosyalizmi devirmek ve sömürgecilikten bağımsızlık elde etmeyi amaçlaması gerektiğini ifade etmiştir. Mao'ya göre; bunların gerçekleşebilmesi için ise Karl Marx ve Vladimir Lenin'in belirttiği burjuva sınıfıyla mücadele etme önerisini daha geniş bir paydaya bölüştürmek gereklidir. Marksist-Leninist teoriler barındıran bu düşünceye göre; sosyalizme doğrudan varmak için eski egemen düzenle mücadele eden "işçi sınıfı", "köylü sınıfı", "şehir küçük-burjuvazisi" ve "milli burjuvazi" nin koalisyonuna ihtiyaç vardır ve bu yolla eski kapitalist düzene karşı mücadele edilmelidir. Bu koalisyon, işçi sınıfının ve onun öncü partisi olan komünist parti rehberliğinde olacaktır.
‘Toplumda temel birim olarak birey ya da sınıfı alan görüşlere karşıt olarak, insanları işbölümü içinde oldukları yere göre ve sahip oldukları mesleğin bütün üyeleriyle birlikte örgütleyen korporasyonların toplumun örgütlenmesinde temel olmasını, bu örgütlerin bireysel ve sınıfsal çıkar çatışmalarının yerine bireyler ve bireyle devlet arasında bir çıkar uyumu ve dayanışma sağlayacağını savunan siyasal öğreti’dir.
Mussolini, korporatist devlet yapısı için şunları söylemiştir: "Korporatist devlet liberal kapitalizmin -ki bu ekonomik sistem, bireysel kâr'ı vurgulamaktadır- sonu demek olup kolektif çıkarları öne çıkaran yeni bir ekonominin başlangıcını işaret etmektedir. Bu kolektif çıkarlar üreticilerin kendilerinin hazırladığı üretim regülasyonlarına dayanan bir korporatift sistem vasıtasıyla elde edilecektir. Üreticiler derken sadece işverenleri kastetmiyorum, işçiler de bunun içindedir"
Korporatist düşünürler, bireylerin bağlı bulunduğu örgütlerin siyasi karar alma sürecinde etkinliği arttığı için demokraside temsil özelliğinin arttığını söylerken karşıt düşüncedekiler; güçlü ve etkin örgütlenmelerin karar alma sürecinde kendi çıkarlarında hareket edeceğinden siyasi eşitliği bozabileceğini veya hükûmetin kendine yakın örgütlere ayrıcalık tanıyabileceğinden dolayı demokrasiyi geliştirici bir sistem olmadığını savunurlar.
Demokrasiyi uluslararası ilişkiler disiplininde özellikle cumhuriyetçi liberal düşünürler dile getirmişlerdir. Genel olarak 'demokratik, liberal cumhuriyetler birbiriyle savaşmazlar' cümlesiyle açıklanabilir. ’Demokratik cumhuriyetçi hükûmetlerin karşılıklı saygı ve uzlaşmazlıkların barışçıl yollarla çözümüne daha fazla önem verdikleri iddia edilerek liberal demokratik devletlerin artması, uluslararası barışın yaygınlaştırılmasının garantisi olarak görülmektedir.
Makale ve ropörtajlar
Kuruluşlar
Araştırmalar
İngilizce siteler
Ahmet Çakar (hakem)
Ahmet Murat Çakar (d. 3 Ağustos 1962, İstanbul), Türk hekim, eski hakem ve spor yorumcusu.
Pek çok uluslararası maçı yönettikten sonra hakemliği bırakmış ve futbol yorumculuğuna başlamıştır. Şu anda yorumculuk görevinin yanı sıra asıl mesleği olan hekimliği de sürdürmektedir. Çakar ayrıca spor yazarlığı ve yarışma sunuculuğu da yapmaktadır. 1980 yılında İstanbul Erkek Lisesi'ni bitirdikten sonra babasının mesleğini devam ettirmek için İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni bitirdi; doktor olarak göreve başladı. Çakar, hakemlik kariyeri boyunca 100'ün üzerinde uluslararası maç ve derbi karşılaşması yönetti. Avrupa Şampiyonası'nda üst düzey maç yönetmiş iki Türk hakeminden biridir. Ayrıca Şampiyonlar Liginde görev yapan üç Türk hakeminden birisidir (Diğerleri Oğuz Sarvan ve Cüneyt Çakır). 1997'de hakemlik kariyerini noktaladıktan sonra, gazete köşe yazarlığı ile radyo ve TV'de yorumculuk yapmıştır. 2001 ile 2004 yılları arasında "Telegol" programında yorumculuk yapan Ahmet Çakar, 25 Şubat 2004'te Mecidiyeköy'de Profilo Alışveriş Merkezi'nin arkasında bulunan hekimlik yaptığı sağlık ocağından çıkarken, vücuduna isabet eden beş kurşunla vurulmuştur. Vurulma sebebi ve vuran kişiler belirlenememiştir fakat spor programlarında yaptığı yorumlardan kaynaklandığı sanılmaktadır. Taburcu olduktan sonra spor yorumculuğuna tekrar dönmüştür. Şu anda "Sabah" gazetesinde spor yazarlığı yapmaktadır. Beyaz TV'de futbol yorumculuğu yapmaktadır. atv'de yayınlanan "Ahmet Çakar'la Zor Karar" yarışmasında da sunuculuk yapmıştır. Daha önce ise FOX'ta yayınlanan "Ahmet Çakar'la Şansa Bak" adlı yarışma programını sunmuştur. Show Tv'de "Var Mısın Yok Musun" adlı yarışmayı sunmuştur.Ayrıca 2009 yılında gösterime giren Kanal-İ-Zasyon isimli sinema filminde oynamıştır. Halen Beyaz Futbol programında yorumculuk yapmaktadır. Ayrıca Best FM'de her Pazartesi 16:00-17:00 arası futbol sohbeti ve yorumları yapmaktadır.
Türk futbol tarihinin önemli hakemlerinden biri olan Ahmet Çakar'ın üst düzey karşılaşmaları;
Ahmet Çakar, Uluslararası Futbol Tarihi ve İstatistikleri Federasyonu'na göre dünyanın son çeyrek yüzyıldaki en yüksek skorlu 108. hakemidir.
Tupi dilleri
Tupi dilleri, Avrupalı sömürgeciler ilk kez Brezilya kıyılarına ayak bastıklarında bölgede konuşulan diller topluluğuna verilen addır.
Brezilya'ya ilk ayak basan ve bölgede nereye gidilirse gidilsin, yerlilerce konuşulan dillerin benzeştiğini gören Portekizli'ler, bu dilleri o zamanlar "" ("genel dil") olarak adlandırmışlardılar. Bu dillerden "Nheengatu" ("iyi dil") günümüzde de Rio Negro yöresindeki yerlilerce konuşulur.
Tupi aynı zamanda, Brezilya'da ilk olarak Amazon bölgesine yerleşip, sonra zamanla güneye inip Atlantik kıyılarına yayılan başlıca Amerikalı yerli topluluğuna verilen addır.
16. Yüzyıldan başlayarak, Tupi'ler Portekizli ve İspanyalı sömürgecilerce köleleştirilmiş ya da soykırıma uğratılmışlardır. Bu etnik temizlikten kurtulanların torunları, günümüzde özerk yerli yerleşim bölgelerinde yaşamaktadırlar.
Tupi-Guarani dil topluluğu da daha büyük Tupi topluluğunun bir parçasıdır.
Eurobond
Eurobond ya da Avrovil, devlet ya da şirketlerin, kendi ülkeleri dışında kaynak sağlamak amacıyla, uluslararası piyasalarda yabancı para birimleri üzerinden satışa sundukları, genellikle uzun vadeli borçlanma aracıdır.
Bir ülkenin dış borçlanmasında kullandığı enstrümanlar olan Eurobondlar, genellikle Euro ve USD cinsinden ihrac edilen, uzun vadeli borçlanma senetleridir. Tanım olarak hazine bonosu ve devlet tahvilleri ile benzerdir, ancak iç borçlanmaya yönelik olan bu kâğıtlar "Devlet iç borçlanma senedi" olarak tanımlanmakta iken Eurobondlar dış borçlanma statüsündedir.
Eurobond fiyatları, hem ihraç eden ülke veya kuruluşun mali ve ekonomik performanslarından, hem de uluslararası finansal piyasalardaki gelişmelerden etkilenmektedir.
Amerikan Doları, Euro, Japon Yeni, İsviçre Frangı gibi uluslararası piyasalarda kabul görmüş para birimleri üzerinden ihraç edilebilmektedirler.
Vadeler genelde 5-30 yıl arasındadır.
Uzun vadeli tahvil olmalarından dolayı, kuponlu olarak satılır. Genellikle kuponlar sabit faizlidir. Kupon ödeme dönemlerinde kupon faizi elde edilir, dolayısıyla yatırımcıya nakit girdisi sağlar. Anapara ve kupon ödemeleri ihraç edildiği döviz cinsi üzerinden yapılır.
USD tahviller 6 ayda bir, EUR tahviller yılda bir kupon ödemelidir. Kuponların faizleri yıllık basit faiz olarak ifade edilir.
Vade sonu beklenmeden piyasa koşulları çerçevesinde nakde çevrilebilir.
Satın alınan Eurobondlar fiziki olarak bir saklama kurumu nezdinde saklanmaktadır.
Eurobond; birikimlerini yabancı para cinsinden yatırım araçlarında değerlendirmeyi tercih eden ve uzun vadeli yatırım yapmayı düşünen kişi ve kuruluşlara yönelik yatırım aracıdır.
Temiz Fiyat (Clean Price)
Uluslararası piyasalarda Eurobondlar temiz fiyat ile işlem görmektedir.
Kirli Fiyat (Dirty Price):
Gerçekleşen alım satımların takas işlemleri sırasında kıymet bedeli, birikmiş kupon faizi eklenerek hesaplanmakta ve birikmiş faizin de dahil olduğu fiyata "Kirli Fiyat" denilmektedir.
Birikmiş Faiz:
Eurobond'un ihraç veya son kupon ödeme tarihinden alım - satımının yapıldığı tarihe kadar işleyen faizine birikmiş faiz denir.
Birikmiş Faiz: A / E * % CPN / M
A: Son kupon ödeme tarihinden valör gününe kadar geçen gün sayısı
E: Kupon ödeme dönemi içindeki gün sayısı
CPN: Kupon faiz oranı
M: Bir yıl içindeki kupon ödeme sayısı
Kupon faiz oranı ve getiri birbirinden farklıdır. Eurobondlar sabit kupon faizli olduğu için kupon faiz oranı vadesonuna kadar değişmemektedir. Ancak piyasada faiz oranı ve satış fiyatı değiştiğinde, kıymetin getirisi de satış fiyatına göre değişiklik gösterecektir. Kıymet vade sonuna kadar tutulduğu takdirde yatırımcının elde edeceği getiri, kıymetin satın alındığı tarihteki satış fiyatı üzerinden ve tü |
m kupon faiz tutarlarına karşılık gelen getiri olacaktır.
Hazine bonosu
Devletin kısa vadeli borçlarına kısa süre içinde fon elde etmesi için satılan senetlerdir. En fazla bir yıl vadeye sahiptir. Hazine bonosu vade 1 yıldan kısa olmak üzere satılan kurum tarafından öngörülen vade sonunda bedelin bono sahibine ödenmesi sonucu bono sahibi faiz geliri elde etmiş olur. Bono sahibi vade sonunda anapara ve faiz geliri elde etmiş olur. Hazine bonosu hazine müşteşarlığı tarafından çıkarılır.
Walter Bagehot tarafından 1876'da keşfedilmiştir.
Émile Durkheim
Émile Durkheim (15 Nisan 1858, Epinal - 15 Kasım 1917, Paris), Fransız sosyolog, sosyolojinin kurucularından sayılmaktadır.
Sosyoloji adı her ne kadar August Comte tarafından verilmiş olsa da, Fransız Sosyolojisi 19. yüzyılın sonundaki güçlü etkisini ona ve onun kurmuş olduğu L'Année Sociologique isimli yayına borçludur.
15 Nisan 1858 tarihinde Epinal, Loren'de bir Yahudi Hahambaşı'nın oğlu olarak dünyaya geldi. Felsefe öğretmenliği yaptı. 1885 de Almanya'da bulundu. Fransa'ya dönüşte yayımladığı makaleler ilgi topladı. 1887 Bordeaux Üniversitesi'nde ders vermeye başladı. 1902 yılında Sorbonne Edebiyat Fakültesi'nde çalışmalarını sürdürdü. 1906 yılında Buisson'un ölümü üzerine Sorbonne Eğitimbilim Profesörlüğüne getirildi.
Durkheim toplumbilimi kendi olgularını kendi ön dayanaklarıyla işleyen bir bilim durumuna getirdi. Auguste Comte'un fiziği, Herbert Spencer'in biyolojiyi örnek alıp inceledikleri toplumsal olaylar ona göre yalnız kendi türünden olaylarla açıklanabilir, "toplumsal olay" bireye bağlı ve bireyle başlayıp biten bir süreç değildir. Toplumsal olay bireyi aşkındır, birey ona katılır. Her birey için toplumsal olaya katılmak kaçınılmaz bir zorunluktur. Çünkü toplumsal olaylar; genel zorunlu bireyi ve bireyler arası ilişkileri belirleyen din, ekonomi, hukuk, ahlâk, siyaset, bilim ve sanat türünden olaylardır. İnsanın kendine özgü bireyliğini ve topluma özgü toplumsallığını saptar. İnsan genel doğruları hazırca, tartışıp araştırmadan toplumdan alır. Bu doğrular: bireyin, kendisi, başkaları, insanlar arası ilişkiler, doğa, evren olguları üzerine yargılarına temel dayanak olur.
Toplum bir başka yanıyla da insana ilişkin her kurumun temeli olup doğal bir bileşimdir. Kurumlar örneğin din ve Tanrı anlayışı da topluma bağlıdır ve onunla birlikte gelişip evrimleşir.
Durkheim bilgi anlayışında toplumun görüşünü örnek alır. Bilgide en genel kavramlar tek tek şeylerin tümünden bağımsız olmayıp tersine onlara uygulanabilen, topluma ilişkin kavramlar olduklarından en geçerli kavramlardır. Bunların mutlak, öncesiz sonrasızca doğru ve kesin kavramlar oldukları da söylenemez. Bilginin temel taşları olan genel kavramlar toplumla birlikte zaman ve uzam bağlamında değişip gelişen kavramlardır.
Din sosyolojisi ile ciddi olarak ilgilenen Durkheim'in eserlerinin bir kısmı Türkçeye çevrilmiştir. Comte'un takipçisidir. Sosyolojizm düşüncesi felsefesi olarak Materyalizm ve Kolektif inançları değerlendiriyor. Tanrı'nın ve evrenin varlığı konusunda emin olmadığını Sosyoloji ve Din olarak Tanrı'nın toplum olduğunu yani ezilen, sınıfının bir olduğunu, Toplumun da Tanrı'nın felsefesine uygun inançları "Teizm, Ateizm, Deizm, Budizm ve Agnostizm.."gibi farklı inanclara göre bölünmesini değerlendiriyordu nasıl toplumu gözettiği "birey"in de davranışlarda bulunurken toplumu temel ahlak esasına ve pozitif yaklaşıma çağrıştırıldığını düşünüyordu.
15 Kasım 1917'de Paris'te ölmüştür.
Max Weber
Max Weber (21 Nisan 1864 - 14 Haziran 1920), Alman düşünür, sosyolog ve ekonomi politik uzmanı. Modern antipozitivistik sosyoloji incelemesinin babası olduğu düşünülür. Sosyolojiyi metodolojik olgunluğa eriştirmiştir.
Weber, siyaset sosyolojisi ve eğitim sosyolojisi alanında yaptığı araştırmalarıyla da tanınır. Marx'ın sınıf temelli çözümlemelerinin yerine statü kavramını getirmiştir. Bürokrasi üzerine çalışmalarıyla tanınır.
Weber, Almanya’nın Erfurt kentinde doğmuştur. Sir Max Weber’in yedi çocuğunun en büyüğüdür. Babası seçkin bir liberal politikacı, annesi Helene Fallenstein ise ılımlı bir protestandı. Sir Weber politikanın içinde bir figürdü ve aile hayatına da bunu yansıtmıştı, Weber’lerin salonunda birçok göze batan entelektüel ve siyasi ağırlanırdı.
Genç Weber ve daha sonra kendisi gibi bir sosyolog ve ekonomist olan kardeşi Alfred, işte böyle bir entelektüel ortamda büyümüşlerdir. 1876’da, Max henüz 12 yaşındayken, ailesine Noel hediyesi olarak iki tarihi metin kaleme almıştır: “Alman Tarihi Hakkında, İmparator ve Papa’ya Özel Atıflarla” ve “Konstantin’den Kavimler Göçüne, Roma İmparatorluğu”. 14’üne geldiğininde Homer, Virgil, Cicero ve Livy atıflı mektuplar yazıyor ve henüz üniversiteye girmeden evvel Goethe, Spinoza, Kant ve Schopenhauer’u genişçe biliyordu. Weber’in üniversite çağında sosyal bilimler alanında uzmanlaşmak isteyeceği açıkça belli idi.
1882'de Heidelberg Üniversitesi'ne Hukuk öğrencisi olarak girdi. Hukuk dersleriyle birlikte, ekonomi, Ortaçağ Tarihi ve teoloji derslerine de katıldı. Aralıklarla, Strazburg’da Alman ordusuna hizmet verdi.
1884 Sonbaharında, babasının evine, Berlin Üniversitesi’ne çalışmak için girdi. Sonraki 8 yıl boyunca, sadece bir dönem Göttingen Üniversitesi için ve kısa dönem askerlik için evinden ayrıldı. Baba evindeyken, stajyer avukat oldu ve nihayetinde Berlin Üniversitesine doçent olarak girdi. Meslek birliğinin sınavını kazandı. 1880’ler boyunca tarih dersleri almaya devam etti. 1889 yılında "Ortaçağ İşletme Organizasyonları Tarihi” isimli doktora tezini verdi. İki yıl sonra "Roma Tarım Tarihi ve Roma Tarım Tarihinin Özel ve Halk Hukukundaki Önemi" adlı makalesini tamamladı. Weber'in profesör olması için önünde bir engel kalmamıştı.
Doktora tezi sonrasında, Weber'in ilgisi çağının sosyal politikalarına kaydı. 1888’de “Verein für Sozialpolitik”e katıldı. Bu birlik, tarihçi ekole bağlı Alman ekonomistlerin kurduğu yeni bir meslek örgütüydü. Orada, sosyal problemlerin birçoğunun ekonomi ile çözümlenebildiğini gösterdi ve ekonomik problemleri çözümlemede istatistik yöntemleri kullanmaya öncelik etti. Siyasete ilgisi devam ediyordu ve sol görüşlü Protestan Sosyal Kongresi’ne katıldı. 1890, “Verein” Polonya Sorunu “Ostflucht” diye bilinen, yabancı çiftçilerin Doğu Almanya'ya girişleri ve yerli çiftçilerin ise hızla sanayileşen Alman şehirlerine göç etmelerini üzerine bir araştırma programı açtı. Bu araştırmanın bir kısmını yürüten Weber araştırmanın sonuç raporunu da kaleme aldı. Bu sonuç raporu, muhteşem bir empirik çalışma denilerek övüldü ve Weber’in tarım ekonomisi dalındaki uzmanlığını perçinledi.
1893’de, kuzeni ve geleceğin feminist yazarı olan Marianne Schnitger ile evlendi. Schnitger, Weber’in ölümünden sonra, onun gazete makalelerini toplayıp kitaplaştıran insandır. Çift 1894'te Weber’in Freiburg Üniversitesi'ne Ekonomi Profesörü olarak atanması üzerine, Freiburg'a gittiler. Bundan iki yıl sonra, aynı görevle Heidelberg Üniversitesi atandı. 1 yıl sonra, oğluyla sert bir anlaşmazlığa düşmelerinden iki ay sonra baba Weber vefat etti. Bu olayın ardından, Weber artarak uyku problemine ve sinirliliğe düçar oldu. Bu durum, Weber'in profesörlük görevini sürdürmesini zorlaştırdı. Bu durum, daha az ders vermesine neden oldu ve 1889’da son dersini verdi. 1900’de eşiyle birlikte İtalya’ya gittiler ve 1902’ye dek Heidelberg’e dönmediler.
1890’lardaki engin üretkenliğinden sonra, 1898’den 1902 sonlarına kadar tek bir sayfa bile yazmamış ve nihayetinde 1903'te profesörlükten istifa etmiştir. Bu sorumluluktan kurtulunca, "Archives for Social Science and Social Welfare"den gelen ortak editörlük teklifini, meslektaşları Edgar Jaffe ve Werner Sombart’la birlikte kabul etti. 1904’te, bazı makalelerini bu dergide basmaya başladı, “Kapitalizmin Ruhu ve Protestan Ahlak ” (Die protestantische Ethik und der Geist des Kapitalismus) da bunlardan en dikkate değer ve ünlü olanıdır. Bu çalışması, daha sonraki, ekonomik sistemleri kültür ve dinle temellendirmek düşününe temel oluşturmuştur.
Bu çalışması, o hayattayken kitap olarak basılan tek eseridir. Yine o yıl, ABD'ye gitti ve Congress of Arts and Sciences’da World's Fair (Louisiana Purchase Exposition)’a atıldı. Bu başarılarına rağmen, Weber sürekli hocalığa devam edemeyeceğini düşünüyor, sadece özel dersler veriyordu, geçimini de kısmen bu yolla büyük ölçüde kendisine 1907’de kalan mirasla sağlıyordu. 1912’de Weber, sosyal demokratlar ve liberalleri birleştirerek bir sol parti kurmayı denedi. Bu girişim, liberallerin, sosyal demokratlardan devrim yapabilecekleri endişesiyle uzak durmaları sonucunda başarısızlıkla sonuçlandı.
I. Dünya Savaşı sırasında, Heidelberg'deki bir askeri hastanede müdürlük yaptı. 1915 ve 1916’da, savaş sonrasında Belçika ve Polonya'daki Alman üstünlüğünün sürdürülmesi için görevlendirilen komisyonda görev aldı. Savaş sırasında Weber’in Alman İmparatorluğu'nun genişlemesine dair görüşleri gibi, savaş hakkındaki görüşleri de değişti. 1918’de Heidelberg’deki “İşçi ve Asker Konseyi”ne katıldı. Yine aynı yıl, Versay Anlaşması'na katılan Alman Ateşkes Komisyonu’na danışmanlık yaptı ve "Weimar Anayasası komisyonuna üye olarak atandı. Özellikle 48. madde'nin bu anayasada da yer almasını sağladı. Bu madde daha sonra "Hitler" tarafından, muhaliflerini susturmak ve diktatörlüğünü kurmak için kullanılmıştır. Weber’in Alman politikasına yaptığı katkılar halen tartışılmaktadır.
Weber, önce Viyana Üniversitesi'nde, 1919'da ise Münih Üniversitesi'nde ders vermeye yeniden başladı. Münih'te Almanya'nın ilk sosyoloji enstitüsünü kurdu ve başına getirildi ancak sosyoloji bölümü için yeterli personel bulunamadı. 1919 ve 1920'de Weber, sağcıların kışkırtmaları ile siyasetten ayrıldı. Birçok meslektaşı ve öğrencisi, 1918 ve 1919'daki Alman Devrimi boyunca solcuların davranışları ve konuşmaları hakkındaki görüşlerini protesto ettiler. Bazı sağcı öğrenciler ise evinin önünde protesto gösterileri yaptı.
Weber, 14 Haziran 1920'de ispanyol gribi nedeniyle zatürreye yakalanıp öldü.
Heinric |
h Rickert'e göre, Weber'in düşüncesi büyük ölçüde Alman idealizminden, özellikle de Yeni-Kantcılık'tan etkilenmiştir. Özellikle gerçekliğin kaotik ve anlaşılamaz olduğu, insanların dikkatlerini gerçekliğin bazı görünümlerine odakladığı ve sonuçta oluşan algılarını organize etme yoluyla akılcı bir çıkarım yaptıkları şeklindeki Yeni-Kantçı inanış Weber'in eserlerinde önemlidir. Weber'in fikirleri sosyal bilimler metedolojisi açısından çağdaşı olan Yeni-Kantçı filozof ve önemli sosyolog Georg Simmel'in çalışmaları ile paralellik taşır.
Weber, dinsel kesinliklerin kaybolduğu modern çağda anlamsız hale gelmiş olmasına rağmen, Kantçı ahlaktan da etkilenmişti. Bunun dışında Friedrich Nietzsche'nin felsefesinden etkilendiği de belirgindir. "Stanford Encyclopedia of Philosophyye göre "Kantçı ahlaki zorunluluklar ile Nietzscheci modern kültürel yaşamın kavranması arasındaki derin gerilim Weber'in etik dünya görüşüne koyu bir trajik ve agnostik gölge vermektedir." Weber'in hayatı ve fikirleri üzerindeki bir diğer önemli etki ise Karl Marx'ın yazıları ve akademide ve aktif politikada sosyalist düşüncedeki çalışmalar oldu. Weber, Marx'ın bürokratik sistemler ile ilgili korkularını paylaşır ve bunların insan özgürlüğü ve otonomisine zarar verebilecek kapasitede olduklarını öne çıkarmaya çalışırken, bu yaklaşımı sürekli ve kaçınılmaz biçimde varolan ütopyalarla çatışıyor ve ütopya ruhuna bir türlü uymuyordu. Annesinin Kalvinci dinsel bağlılığı Weber'in tüm yaşamı ve eserlerinde görülür olmasına ve dinlerle ilgili çalışmaları yaşamı boyunca sürdürmesine karşın, kişisel olarak dinsiz olduğu açıktı.
Bir politik iktisatçı ve iktisadi tarihçi olarak Weber, yeni gelişen ve Gustav von Schmoller ve öğrencisi Werner Sombart tarafından temsil edilen Alman Tarih Okulu'ndandı. Weber'in araştırma konuları bu okulla aynı çizgide olmasına karşın, yöntembilim ve değer teorisi konularında Alman tarihçilerden ayrılıyor ve bu tarih okulunun geleneksel düşmanları olan Carl Menger ve Avusturya Okulu'na daha yakın düşünüyordu.
Weber, diğer klasik düşünürler (Comte, Durkheim) gibi genel olarak sosyal bilimlere, özel olarak da sosyolojiye hükmeden özel bir kurallar seti yaratmaya çalışmadı. Durkheim ve Marx ile karşılaştırılsa, Weber daha çok birey ve kültür üzerine yoğunlaştı ve bu onun yöntembiliminde açıktır. Durkheim toplum üzerine yoğunlaşırken, Weber birey ve onun eylemleri üzerine yoğunlaştı. Diğer taraftan Marx maddi dünyanın fikirler dünyası üzerindeki önceliğini savunurken, Weber en azından büyük resimde fikirlerin bireylerin davranışlarını motive ettiğini ileri sürdü.
Weber'e göre sosyoloji,
Weber, nesnellik ve öznellik sorunu üzerine yoğunlaştı. Weber toplumsal eylem ile toplumsal davranışı birbirinden ayırdı ve toplumsal eylemin ancak bireylerin bir diğeri ile öznel olarak nasıl ilişkiye girdiğinin anlaşılması sayesinde anlaşılabileceğini belirtti. Weber bunun için Verstehen ("Almanca'da anlamak") kavramını kullandı. Toplumsal eylemin "verstehen" aracılığıyla anlaşılması buradaki öznel anlamın anlaşılmasına bağlıydı ve bireyleri eylemleriyle ilişkilendirerek anlamayı amaçlamalıydı. Toplumsal eylemler kolaylıkla tanımlanabilir ve nesnel bir anlam taşır, ancak çok daha fazla öznel sonuçlar yaratır ve bu sonuçların anlaşılması bilim adamı açısından bir başka öznel anlama katmanıdır. Weber sosyal bilimlerde, öznelliğin, evrensel kanunlar yaratmanın doğal bilimlerdekinden çok daha zor olmasına neden olduğunu ve bu öznel bilgi düzeyinin yüksekliğinin sosyal bilimleri tehlikeli şekilde sınırlayacağını belirtir. Sonuç olarak, Weber, nesnel bilimselliğe ulaşmak için çaba harcamasına karşın, bunun ulaşılamaz bir hedef olduğunu da belirtir.
Uluslar, kültürler, hükümetler, kiliseler, kuruluşlar gibi toplulukların sosyal bilimciler tarafından ancak bireylerin davranışları bağlamında ve bu davranışların bir sonucu olarak anlayabileceği şeklindeki Yöntembilimsel bireycilik ilkesi, Weber'e, özellikle de Ekonomi ve Toplum kitabının ilk bölümüne dayandırılır. Weber, bu bölümde bireylerin ancak "öznel olarak anlaşılabilecek eylemlerin yapıcıları" olarak kabul edilebileceklerini belirtir. Başka bir ifadeyle, toplumsal fenomenler sadece hedefleri olan bireylerin davranışlarının modelleri üzerinden ele alınmasıyla bilimsel olarak anlaşılabileceğini ileri sürer. Weber, gerçek tarihsel olayların kazara ya da tamamen irrasyonel etkenlerden dolayı her zaman ister istemez saptığı bu modellere ideal tipler diyordu. Bir ideal tipin analitik olarak inşa edilmesi gerçeklikte hiçbir zaman mümkün olmazken, sosyal bilimciye gerçeklikte olanları kıyaslayabilmek için bir ölçüt sağlamış olurdu.
Weber'in yöntembilimi, sosyal bilimlerin yöntembilimi konusunda o dönemin Almanya'sında yaşanan ve Methodenstreit adı verilen tartışma bağlamında gelişti. Weber'in pozisyonu tarihselcilere daha yakındı, ancak toplumsal olayların özel tarihsel bağlamı içinde anlaşılabileceğini ve analiz edilirken bireylerin öznel motivasyonlarının anlaşılması gerektiğini söylüyordu. Böylece Weber karşılaştırmalı tarih analizinin kullanımını vurguluyordu. Yani Weber, belli olayların gelecekte nasıl bir sonuç yaratıcığını tahmin etmekten çok, belli bir sonucun, hangi farklı tarihsel süreçlerin sonucu olarak ortaya çıktığını anlamakla ilgileniyordu.
Ussallaştırma("Ing. Rationalisation") ve giderek daha ussal olan bir toplumdaki bireysel özgürlük sorunu birçok sosyolog tarafından, Max Weber'in eserlerinin ana teması olarak kabul edilir. Bu tema psikolojik etkenler, kültürel değerler ve inançlar (özellikle din) ile toplumun yapısı (özellikle ekonomi tarafından belirlenen) arasındaki ilişkilerin geniş bağlamı çerçevesine yerleştirilmiştir.
Ussallaştırma kavramı ile, Weber ilk olarak bireysel kar-zarar hesabını, ikinci olarak daha kapsamlı biçimde kurumların bürokratik organizasyonunu, ve son olarak da en genel anlamda gerçekliğin, gizemli ve sihirli güçlerden uzaklaşarak anlaşılmasını ifade eder.
Weber bu konudaki fikirlerini Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu kitabında geliştirmeye başladı. Bu kitapta Protestanlık'taki, daha da özelde onun sofu bir mezhebi olan Kalvinizm'deki, dinsellik ve çalışma arasındaki ilişkinin yeniden tanımlanmasının, ekonomik kazanç elde etme konusundaki insani çabayı rasyonel bir çabaya çevirmiş olduğunu ileri sürdü. Protestanlıkta Tanrıya inanç çağrısı daha seküler bir davet biçimini almıştır. Weber'e göre, bu doktrinin rasyonel temelleri giderek gelişti ve dinsel temellerden daha güçlü hale gelerek, onların artık göz ardı edilmesiyle sonuçlandı.
Weber, konu üzerindeki araştırmasına sonraki çalışmalarında da devam etti. Özellikle bürokrasi üzerine yazılarında ve günümüzün modern dünyasında meşruluğun (veya ussallaştırmanın) belirleyici rolünün olduğunu belirttiği (Weber meşru otoriteyi üç tipte ele alır: yasal/akılcı otorite, geleneksel otorite, karizmatik otorite) yazılarında bu konuya sıkça değindi. Weber, çalışmalarında, günümüz toplumunun ussallaşmaya doğru gelişmekte olduğu şeklindeki görüşünü savundu. Benzer şekilde, akılcıl ve hesaplanabilir kapitalizmin gelişmesi sayesinde ekonomide de rasyonalizm görülebilir. Weber'e göre ussallaştırma Batı Avrupa'nın dünyanın geri kalanından ayıran temel özelliklerden de biriydi. Ussallaştırma, ahlakta, dinde, psikoloji ve kültürde derin değişikliklere bağlı idi ve bu değişiklikler ilk olarak Batı Avrupa'da gerçekleşmişti.
Weber, Max. Wikipedia The Free Encyclopedia.
Ulaşılabilir: http://en.wikipedia.org/wiki/Max_weber 05.05.2008.
Eğitim sosyolojisi
Eğitimsel toplum bilimi (ya da eğitim sosyolojisi), eğitim kurumlarını ve okullaşma ile modern endüstri toplumlarında okullaşma sistemlerini, ‘okul ile toplumsal yapı arasındaki ilişkileri konu alan, eğitim kurumunun toplumun diğer büyük kurumsal düzenleriyle, yani iktisat, politika, din, vb. ile olan ilişkilerini sosyolojinin yöntemleri ve bakış açısıyla araştıran sosyoloji dalı.
"Eğitim sosyoloji"sinin günümüzdeki araştırmaları, eğitimin öncelikle, yeniden üretilecek bir kültürü, bir bilgi ve beceriyi aktarmak, sonra da ekonomik ve toplumsal kalkınmaya katkıda bulunmak gibi iki ayrı ve birbiriyle çelişen işlevi olduğunu ortaya koyar. Son zamanlarda, özellikle eğitimin söz konusu iki işlevi bağlamında yapılan eleştirel çalışmaların temel tezi, okul eğitiminin egemen sınıflar tarafından saptanmış olan toplumsal ve kültürel koşulların yeniden üretilmesine yardımcı olduğu, ve yine eğitimin hakim kültürün kurumsallaşmasına ve toplumsal tabakalaşmanın pekişmesinde önemli bir rol oynadığıdır.
Klasik sosyolojik kavram ve yaklaşımların karşılıklarının eğitim alanında aranmasının yanında eğitim sosyolojisi, alanda çeşitleri süreçleri, rejimleri, teorileri kendi içerisinde inceler ve analiz eder. Yapısalcı model gibi. Bir eğitim bilimcinin işi uygulamaya yönelik bir sistem ve proje ortaya koymaktır. Eğitim sosyolojisinin verileri eğitim bilimciye kaynak sağlarken aynı eğitimcinin ortaya koyduğu çalışmayı da inceleyen eğitim sosyolojisi bu çalışmanın sonuçlarını eğitimbilim tecrübesi içerisindeki konumunu ortaya koyar. Eğitimbilim'in öncesinde de analizinde de eğitim sosyolojisi vardır.
Germencik
Germencik, Ege Bölgesi'nde Aydın ilinin bir ilçesidir.
Aydın'a 25 km uzaklıktaki ilçe, verimli Büyük Menderes ovasının ortasında yer alır. Aydın-İzmir karayolunun üzerinde olmasının yanı sıra, İzmir-Aydın-Afyon ve Ortaklar-Söke gibi iki demiryolunun da kavşağında yer alır.
Germencik'in içinde yerleşim, Aydın-İzmir karayolunun iki yanında yoğunlaşmıştır.
İlçede 36 mahalle bulunmaktadır.
Tarıma dayalı ekonomisinde incir başlıca üründür. Bunun yanı sıra zeytin, pamuk, susam meyan kökü de üretilir. İlçenin toplam arazi varlığı 37.439 hektar, ekili dikili alan 25.580 hektardır. Geri kalan alanın 10.623 hektarı orman, 665 hektarı çayır-mera, 519 hektarı kullanılmaz arazi ve 52 hektarı göl ve bataklıktır.
İlçede tahin, helva, zeytinyağı, tuğla, un üretimevleri ile çırçır fabrikaları bulunur. Yetiştirilen önemli tarımsal ürünlerin ekilişi ve 1998 yılı yaklaşık üretimi oranlar |
ı aşağıdaki gibidir.
Kültür Bitkisinin Adı ...Ekilişi (Hektar)...1998 Üretimi
Pamuk...5650...16950 ton
Tahıl ...1340... 4407 ton
İncir ...8722...7500 ton
Zeytin ...9292...44170 ton
İlçede 92 dekar domates, 16 dekar süs bitkisi ve kalanı çeşitli sebzeler ekilen 107 dekar alanda sera sebzeciliği yapılmaktadır.
İlçede 7140 adet büyük ve 7560 adet küçükbaş olmak üzere toplam 14.700 baş hayvan bulunmakta olup, yılda 28.600 ton süt elde edilmektedir. İlçede 2470 adet arı kovanı bulunmakta ve 27.200 kg bal, 670 kg balmumu elde edilmektedir. İlçede Et tavukçuluğu yetiştirmeciliği yapan 3 işletme bulunmakta olup, kesim yapılmaktadır.
Sanayi kuruluşu olarak; 6 çırçır fabrikası, 1 adet nbitkisel yağ üretimevi, 1 soğuk hava deposu, 1 yapı gereçleri üretim yeri, 1 kiremit üretim yeri, 12 tarımsal kooperatif, 15 ekmek fırını, 145 incir işletmesi bulunmaktadır. Ayrıca, işleme sığası 4.200 ton olan salamura işletmesinde, 3.000 ton sofralık zeytin salamurası yapılmaktadır.
(Menderes Magnesiası)Ortaklar bel. antik kentine ait ören yeri, Germencik ilçesi Ortaklar belediyesini bağlı Tekin köy sınırları içinde Ortaklar-Söke karayolu üzerindedir.
İlçenin 12 km kuzeyinde Alangüllü, 10 km kuzeyinde Çamur, Germencik ilçesi ortaklar kasabasına bağlı Gümüş köyünde de Gümüş kaplıcaları bulunur.
İlçe toprakları ülkenin en verimli bölgesinde olmasına rağmen yanlış bir şekilde ve diğer büyük menderes ovasında bulunan kentlerdeki gibi ovaya doğru yapılaşmaktadır. Yapıların büyük kısmı müstakil evlerden oluşmakta ve dolayısı ile büyük kentlerde yüz bin insanın yaşayacağı alanda ilçe nüfusu yaşamaktadır. Bu alanda çalışma yapılması beklenmektedir.
Tevfik Fikret
Tevfik Fikret (24 Aralık 1867 – 19 Ağustos 1915), Türk şair, öğretmen, yayıncı. Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılma sürecinde yetişti. Servet-i Fünûn topluluğunun lideri olan Tevfik Fikret, devrimci ve idealist fikirleriyle Mustafa Kemal başta olmak üzere dönemin pek çok aydınını etkiledi. Türk edebiyatının Batılılaşmasında büyük pay sahibidir.
24 Aralık 1867'de İstanbul’un Kadırga semtinde dünyaya geldi. Ailesi ona Mehmed Tevfik adını vermişti. Babası Hüseyin Efendi, Çankırı’nın Bayramören ilçesine bağlı Dalkoz Köyü’nden ayrılıp İstanbul’a yerleşmiş Ahmet Ağa’nın oğlu idi. Hüseyin Efendi, oğlu doğduğu yıl İstanbul’da belediye meclis üyesi ve Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’nde memur olmuştu. Sonraki yıllarda Osmanlı Devleti’nin Hama, Nablus, Akka, Urfa, Halep mutasarrıflıklarında bulundu. Annesi Hacı Hatice Refia Hanım, 1822'deki Yunan ayaklanmasında kimsesiz kalıp Osmanlılar’a sığınmış ve Müslüman olmuş iki Sakızlı Rum çocuğunun kızı idi. Mehmed Tevfik'in Sıdıka adlı bir kız kardeşi vardı.
Hac ziyaretine giden annesi Refia Hanım, 1879’da dönüş yolunda kolera nedeniyle ölünce Tevfik Fikret, 12 yaşında öksüz kaldı. Babası, saraya jurnal edilerek Arabistan’a sürgüne gönderildiği için kız kardeşi ile kendisinin bakımını anneannesi ve büyük yengesi üstlendi. Henüz çocukken annesini kaybetmek, onu hayatı boyunca etkiledi. 19 yıl sürgünde kalan babası da sürgünden hiç dönemedi ve orada öldü.
Aksaray’daki Mahmudiye Valide Rüştiyesi’nde öğrenimine başlayan Tevfik Fikret, çok dindar bir ortamda yetişmekteydi. Okulu, 93 Harbi yenilgisinden sonra Rumeli’den İstanbul’a gelen göçmenlere tahsis edilince öğrenimine Galatasaray Sultanisi’nde devam etti. Bu yeni okula girişi hayatında bir dönüm noktası oldu. 11 yıl öğrenim gördüğü okulunda devrin önemli edebiyatçılarından Recaizade Ekrem, Muallim Naci, Muallim Feyzi gibi seçkin öğretmenlerin öğrencisi oldu. Şiir yazmaya lise yıllarında başladı. Öğretmenlerinin teşviki ile yazdığı ilk şiiri, Tercüman-ı Hakikat'te yayımlandı. "Nazmi" mahlasıyla yazılmış, gazel tarzında bir şiirdi. Okulu 1888 yılında birincilikle bitirmiştir.
Mezun olduğu yıl, Hariciye Nezareti İstişare Odası (Dışişleri Bakanlığı Enformasyon Dairesi)’nde katip olarak işe başlayan Mehmed Tevfik, kısa bir süre sonra geçtiği Maarif Mektubi Kalemi’nden bir yıl dolmadan istifa ederek ayrıldı. Yeterince çalışmadığını düşündüğünden iş deneyimi onu hayal kırıklığına uğratmıştı. İstifası sırasında, gecikmiş maaşlarının ödenmesini maaşı hak etmediği gerekçesiyle reddetti. Bu olay, onun dürüstlüğünü efsane haline getirdi. Hazine tarafından yine de kendisine topluca ödeme yapılınca tüm parayı Göçmenler Komisyonu’na bağışladı. Sadaret Mektubi Kalemi’nde kısa bir süre çalıştıktan sonra 1889 Ağustos’unda İstişare Odası’nda tekrar muavin olarak göreve başladı. Bir yandan da Yüksek Ticaret Okulu’nda Fransızca ve Türkçe dersleri vermekteydi.
Kısa bir süre sonra Trabzon Valisi olacak dayısı Mustafa Bey’in 15 yaşındaki kızı Nazime Hanım ile 1890 yılında evlendi, dayısının evine yerleşti. Şiir konusunda bir süredir suskun olan Fikret, İsmail Safa'nın yönettiği Mirsad dergisinde ""Bahar"" şiirini yayımlayarak suskunluğu bozdu; aynı yıl Mirsad'da 18 şiiri daha yayımlandı. Derginin açtığı iki yarışmada birer birincilik alarak ününü arttırdı.
Osmanlı Lisanı Öğretmenliği Sınavını kazanarak 1892’de çok sevdiği Mekteb-i Sultani’ye atanması ile yaşamında yeni bir dönem açıldı. İlkokul üçüncü sınıf Türkçe öğretmeni olarak göreve başladığı okulda, Muallim Naci'nin vefatı üzerine edebiyat öğretmeni olarak çalışmaya devam etti. Hükümetin bütçede kısıntı yapıp memur maaşlarını yüzde on kesmesine tepki olarak 1895'te okuldan ayrıldı, inzivaya çekildi.
Mirsad dergisinin kapanması ile şiir yayımlamaya yeniden ara veren Tevfik Fikret, öğretmenlik yaptığı sırada 1894'ten itibaren, arkadaşları Hüseyin Kazım ve Ali Ekrem'in ısrarı ile yeni çıkaracakları Malumat dergisinin başyazarlığını üstlenmişti. Derginin kapandığı 1895 Mayıs'ına kadar 25 şiiri yayımlandı. Bunlar, eski şiirlerine göre daha batı tarzında şiirler idi. Şair, o yıllarda padişaha bağlı bir çizgideydi. Derginin ilk sayısında padişah Abdülhamit'i öven ""Tebrik-i Veladet"" şiirini yayımlamıştı.
1895'te Recaizade Ekrem, Fikret'i bir bilim dergisi olan Servet-i Fünûn'un sahibi Ahmet İhsan ile tanıştırdı ve onları dergiyi bir edebiyat dergisi haline getirmeye ikna etti. Dergi, Tevfik Fikret yönetiminde çıkmaya başladığı 256. sayıdan itibaren bir edebiyat dergisi haline geldi. Şair, 1895 yılının Haziran ayında oğlu Haluk'un doğumuyla baba oldu. O sıralarda sanat yaşamının en verimli devresini yaşamaktaydı. Şiirlerini "Mehmed Tevfik" yerine "Tevfik Fikret" olarak yayımlamaya başlamıştı.
Yönettiği derginin etrafında yenilikçi bir grup aydın toplanmıştı ve dergi, bu sanat topluluğuna ismini verdi. Sanatta hem içerik hem biçimde atılım yapmayı ilke edinen, ağdalı dilleri ve karamsarlığı ile tanınan topluluğun hareketine ise Edebiyat-ı Cedide (Yeni Edebiyat) denildi. Bu ekolde Fikret'in yanı sıra Halit Ziya, Cenap Şahabettin, İsmail Safa, Mehmet Rauf, Samipaşazade Sezai, Hüseyin Cahit, Ahmet Şuayip, Hüseyin Siyret gibi adlar bulunuyordu.Kurulan bu topluluk, siyasal eylemlerden uzak görünüyordu. Zamanla Fikret'in şiirlerindeki toplumsal boyut arttı, ulusalcılık ön plana çıktı. 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'nda Türkler'in büyük bir zafer kazanmasından etkilenerek kahramanlık ve zafer şiirleri yazdı. ""Yenişehir Gazilerine"" isimli şiirinde dünyaya meydan okudu.
Tevfik Fikret, 1896 yılı sonlarında Robert Kolej'de Türkçe dersleri vermeye başlamıştı, bu görevi ölümüne dek sürdürdü. Okul dışında kalan tüm zamanını dergiye veriyordu. O günlerde dostu İsmail Safa’nın evinde okuduğu Abdülhamit karşıtı bir şiiri, gözaltına alınmasına yol açtı. Evi arandı, söz konusu şiir bulunamayınca birkaç gün sonra serbest kaldı. Çok geçmeden, Robert Kolej'de bir çaya karısıyla birlikte gitmesi bahane edilerek gözaltına alındı. Bu olaylar, Fikret'te inziva düşüncesini derinleştirmişti; dostları Hüseyin Cahit, Mehmet Rauf, Hüseyin Kazım, Dr. Esat da düşüncelerine katıldı; birlikte Yeni Zelanda'ya gitmeyi; bu gerçekleşmeyince Hüseyin Kazım'ın Manisa'daki çiftliğine yerleşmeyi düşündüler ancak Tevfik Fikret vazgeçince arkadaşları da vazgeçti.
1900 yılında ilgiyle karşılanan ilk kitabı ""Rubab-ı Şikeste (Kırık Saz)""ı yayımlayan Tevfik Fikret, Ahmet İhsan ile dergi yönetiminde uyuşamadığı için ertesi yıl topluluktan ayrıldı. Artık sadece Robert Kolej'de öğretmenlikle meşguldü. Ricası üzerine Servet-i Fünûn'un yönetimini Hüseyin Cahit üstlenmişti. Birkaç ay sonra Servet-i Fünûn, Hüseyin Cahit'in Fransız İhtilali üzerine bir çevirisi yüzünden kapatıldı ve grup tamamen dağıldı.
Serveti-i Fünûn'un kapanması, baskılı yönetimden duyduğu karamsarlık, arkadaşları Hüseyin Siret ve İsmail Safa'nın sürgüne gönderilmesi, 1902'de kız kardeşi Sıdıka'yı kaybetmesi, babasının Irak'a sürülmesi ve 1905'te babasını da kaybetmesi, Tevfik Fikret'i çok yıpratmıştı. İstanbul’u ahlaksızlıkla suçlayıp lanetleyen ünlü ""Sis"" şiirini 1902 yılında İstanbul'un sisler altında olduğu bir günde yazdı.
Sıkıntılar içindeki şair, inziva düşüncesini gerçekleştirmek için Kadırga'daki konağın satışından elde ettiği parayla Robert Kolej'in yamacında, Rumelihisarı'nda planlarını kendi çizdiği bir ev yaptırmaya başladı. Üç katlı ahşap yapının inşaatı, 1905'te tamamlandı. Günümüzde müze olarak hizmet veren eve eşi ve oğlu ile birlikte yerleşti. Toplumla arasına bir mesafe koyabileceği, mesleğine devam edebileceği, ülkenin gidişatını uzaktan izleyip eser üretebileceği bu mekana Aşiyan (yuva) adını verdi. Evinin bahçesine gömülmeyi vasiyet etti.
Tevfik Fikret için artık 'millet', 'din', 'tarih', 'kahramanlık' gibi kavramlar anlamsızlaşmaya başlamıştır. ""Tarih-i Kadîm"" şiirini din ve tarihe karşı, ""Lahza-i Teahhur""u Ermenilerin 1905'te Sultan II. Abdülhamid'e düzenledikleri suikastın başarısızlığına duyduğu üzüntü üzerine yazdı; ancak II. Meşrutiyet'in ilanına kadar bir daha hiç şiir yayımlamadı. Sürekli edebiyat üzerine düşünmekte ve Edebiyat-ı Cedide hareketinin içe dönük boyutunu aşacak bir edebiyat tavrına doğru ilerlemekteydi.
Meşrutiyet'in ilanı, Tevfik Fikret'in inzivadan çıkmasını sağladı. Selanik'teki İttihat ve Terakki yönetiminin isteği üzerine Meşrutiyet'in İlanı'ndan 13 gün önce ""Millet Şarkısı"" adlı |
marşı yazmıştı. Devrimin habercisi olan bu marş elden ele dolaştı. Meşrutiyet'in ilanından sonra ""Rücu (Geri Alış)"" adlı şiirini yazarak İstanbul'a savurduğu lanetleri geri aldı.
Hüseyin Cahit ve Hüseyin Kazım ile ""Tanin"" adlı bir gazete çıkararak bütün gücüyle çalıştı. ""Rücu"" manzumesini ""Sis"" ile bir arada Tanin'in ilk sayfasında yayımlamıştı. Tanin, İttihat ve Terakki'nin yayın organı haline getirilmek istenince gazeteden ayrıldı.
Kendisine teklifi edilen Maarif Vekilliği'ni reddeden Tevfik Fikret, bu göreve getirilen Abdurrahman Şeref'in çağrısı üzerine Mekteb-i Sultani Müdürlüğü'nü kabul etti ve 1895'te istifa ettiği okula 1909 başında müdür olarak döndü. Okulun Beyoğlu'ndaki binası bir yangında yandığı için Beylerbeyi'ne taşınmıştı. Tevfik Fikret, eski binanın yeniden inşasını çok kısa sürede tamamlattı. Okula getirdiği yenilikler şikayete yol açmıştı. Toplantı salonunu mescidin üzerine yaptırdığı gerekçesiyle basının büyük eleştirilerine uğradı. 31 Mart Olayı patlak verdiğinde Fikret, ayaklananların okulu yıkacakları haberini alınca ""Sultani'yi yıkmak için önce beni yıkmak lazımdır"" diyerek okulun önünde ayakta dikilmiş, bir söylentiye göre kendisini okulun demir kapısına zincirlemişti. Ayaklanmadan sonra, meşru saymadığı bir hükümet için çalışamayacağını söyleyerek eşiğine kadar geldiği istifadan onu öğrencileri döndürdü. Ne var ki bir süre sonra eski Maarif Nazırının yerine atanan yeni nazır Emrullah Bey'le anlaşmazlığa düştü ve 1910'da görevini kesin olarak bıraktı; bizzat Emrullah Bey'in ricası dahi onu kararından döndürmedi.
Tevfik Fikret, Mekteb-i Sultani Müdürlüğü sırasında Darülfünun'da edebiyat dersleri de vermekte idi. 1910’da bu görevinden de ayrılıp yeniden Aşiyan'da inzivaya çekildi ve yalnızca Robert Kolej'deki derslere devam etti.
Fikret, Meşrutiyet yönetiminden hayal kırıklığına uğramış, artık İttihat ve Terakki Yönetimi'ne muhalif olmuştu. 1911’de yayımladığı ""Haluk’un Defteri""nde artık tek umudu olarak gördüğü gençliğe seslenen ve onlara çalışkanlığı, yurt sevgisini öğütleyen şiirlere yer verdi. Aynı yıl yayımladığı ""Rubab’ın Cevabı"" adlı bir diğer şiir kitabında halkın acılarını konu edinen şiirler vardı.
Oğlu Haluk’un doğumundan itibaren onun ileride milleti bilgisiyle aydınlatacak bir kahraman gibi yetişmesini arzulayan Tevfik Fikret, 1909 yılında on dört yaşındaki Haluk'u elektrik mühendisliği eğitimi alması için İskoçya’nın Glasgow kentine gönderdi. Oğlunun vatan ve millet için faydalı bir birey olması arzusunu “"Haluk’un Vedâı"” ve “"Promete"” adlı şiirlerinde dile getirdi. Ne var ki Haluk, yanına yerleştirildiği Hristiyan ailenin etkisi ile din değiştirip Hristiyanlığı seçti ve babasının düşlediğinden çok farklı bir yaşam sürdü. 1913 yılında Amerika’ya gidip ailesine izini kaybettirdi; 1916’da Michigan Üniversitesi’nde Makine Mühendisliği’nden mezun oldu. Tekrar ülkesine dönmeyen Haluk Fikret, 1943 yılından sonra kendisini dine verip rahip oldu ve 1965 yılında Orlando, Park Lake Presbyterian Kilisesi rahibi iken hayatını kaybetti.
Şair, 1912’de, Trablusgarp Savaşı nedeniyle Meclisin feshedilmesine karşı öfkesini ""Doksanbeşe Doğru"" adlı şiirinde ifade etti. Bu şiiri, Nüzhet Sabit’in çıkardığı ""Vazife Dergisi""nde yayımlandı. Şiirinde, meclisin kapatılmasını, 36 yıl önce (hicri 1295 yılında) II. Abdülhamit’in meclisi kapatmasına benzetiyordu. Yalnızca padişahı değil, İttihat ve Terakki'yi de son derece sert biçimde eleştirmekte idi. Eleştirilerine, devrin yolsuzluklarını dile getiren “"Han-ı Yağma"”, yanlış bir kararla I. Dünya Savaşı’na girilmesini yeren “"Sancak Şerif Huzurunda"” şiirleriyle devam etti.
Fikret’in şiirleri devrin yöneticilerini kızdırmış ve şairin muhafazakar çevrelerden ağır eleştirilere uğramasına sebep olmuştu. Bu olumsuz tepkiler şairde büyük bir moral çöküntüsüne sebep oldu ve sağlığı bozuldu. Mehmet Akif’in kendisine Süleymaniye Kürsüsünde yönelttiği suçlamalara 1914'te kaleme aldığı “"Tarihi Kadim’e Zeyl"” adlı ünlü şiiriyle yanıt verdi. Modern bir okul açmak, yeni bir edebiyat dergisi çıkarmak gibi projeleri vardı ama bozulan sağlığı nedeniyle bunları gerçekleştiremedi; Son yıllarında çocuk şiirleri yazmakla meşgul oldu. Yalın bir dille ve hece ölçüsüyle yazdığı bu şiirleri 1914’te yayımlanan "Şermin" adlı kitapta topladı. Kitaba, genç yaşta ölen kız kardeşi Sıdıka'nın kızı ve eğitimci Mustafa Satı Bey'in kurduğu Yuva adlı okulun öğrencileri ilham vermişti. Geçirdiği bir ameliyat sonrasında 19 Ağustos 1915’te Aşiyan'da hayatını kaybetti.
1908-1909 yılları arasında Galatasaray Spor Kulübü' nün hâmi başkanı olarak kulübü koruyucu şekilde davranmış, dönemin şartlarından etkilenmemesi için elinden geleni yapmıştır.
Tevfik Fikret, kayınpederi Mustafa Efendi'ye Aşiyan’daki evinin bahçesine gömülmeyi vasiyet etmiş olmasına rağmen Aşiyan'ın sonradan kimin eline geçeceği konusundaki şüphe ve endişeler nedeniyle Eyüp'teki aile mezarlığına gömüldü. Mezarı, 1945'te müze yapılan evine 24 Aralık 1961’de geçirildi.
Şairin ömrünün son haftalarında sık sık Aşiyan'a gelen, şairle yakın dostluk kurup portrelerini yapan Mihri Müşfik Hanım, ölümünden hemen sonra Tevfik Fikret'in yüzünün ve sağ elinin kalıbını almıştır. Bu, Türkiye'de bilimsel olarak hazırlanan ilk maske çalışmasıdır.
Galatasaray Lisesi’nin bahçesinde, onun anısına 1920’lerde yaptırılmış bir anma mezarı bulunur. Şair, Rıza Tevfik'in başlattığı bir gelenekle ölümünün ilk yılından itibaren ölüm yıldönümlerinde evinde anılmıştır. 1918'deki törene Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal de katılmıştı.
Tevfik Fikret manzum öykü biçiminde kaleme aldığı eserlerinde aruz ölçüsünü başarıyla kullanıp konuşma diline yaklaştırdı. Türk edebiyatındaki ilk çocuk şiir kitabı "Şermin"'i yazdı. Ömrünün sonuna kadar öğretmenlik mesleğini sürdüren Tevfik Fikret, Ocak 1909'dan itibaren bir buçuk yıl süreyle Mekteb-i Sultani'nin müdürü olarak görev yaptı ve okulun efsanevi müdürü olarak ünlendi.
Tevfik Fikret'in edebi hayatı 1880-1896 ve 1896 sonrası olarak ikiye ayrılır. İlk döneminde parnasizmin etkileriyle yazdığı şiirlerinde "Sanat için sanat" anlayışını, ikinci döneminde "toplum için sanat" anlayışını benimsedi; şiirlerinde uygarlık ve özgürlük gibi konuları işledi. Ağırlıklı olarak sone ve terza rima nazım şekillerini kullandı. İlk döneminde kullandığı yabancı sözcük ve kalıplar nedeniyle dili oldukça ağırdır. Çocuk şiirlerinden oluşan "Şermin" dışında tüm şiirlerini aruz ile yazdı. Nazım şekillerinde ve şiirin yapısında yaptığı değişikliklerle şiir dilini düz yazıya yaklaştırmıştır.
Dijital illüstrasyon
Bilgisayar illüstrasyonu veya dijital illüstrasyon, tamamen dijital araçların bünyesi altında yapılan ve tablet, mouse gibi sanatçının kontrolü altında olan ve kendi hünerini kullandığı bazı yönlendirici cihazlar kullanarak oluşturulan görsellerdir.
Sanatçının bir bilgisayar kullanarak yarattığı matematiksel modeller olan “Bilgisayarca oluşturulan Sanat” (CG art)‘tan ayrılır.
Dijital illüstrasyon için kullanılan iki ana araç vardır. Bitmap ve vektör. Bitmap programların en ünlüleri, Photoshop, Painter ve Paintshop Pro’dur. Vektör programların en ünlüleri ise Freehand ve Illustrator’dır. İlerleyen zaman ve dijital medyanın gelişmesiyle beraber daha birçok program ve araç geliştirilip sanatçıların kullanımına sunulmuştur.
Kurt Vonnegut
Kurt Vonnegut Jr. (11 Kasım 1922 - 11 Nisan 2007), Amerikalı hümanist yazar.
Kurt Vonnegut, 1922 yılında ABD'nin Indianapolis şehrinde dünyaya geldi. Cornell Üniversitesi'nde biyokimya okuduktan sonra II. Dünya Savaşı'nda Avrupa'da asker olarak hizmet verdi. Almanya'da savaş esiri olarak ele geçirildi ve Dresden şehrinin Müttefik kuvvetler tarafından bombalanmasına şahit oldu. Bu olay Vonnegut'u derinden etkiledi ve sonucunda en başarılı romanı, Slaughterhouse-Five'ı (Mezbaha No 5) yazdı. Bu kitap sayesinde çağdaş Amerikan yazarlarının başta gelenlerinden biri oldu.
Savaş sonrası, yazarlığa zamanının çoğunu ayırmadan önce, Şikago Üniversitesi'nde antropoloji dalında uzmanlaştı. Başlangıçta bilim-kurgu üzerinde yoğunlaştı ve ilk yayınlanan romanı, Player Piano (Otomatik Piyano), bu dalda Vonnegut'a büyük övgü kazandırdı. Sonraki zamanlarda her ne kadar bilim-kurgu dalıdan uzaklaştığını belirtse de, yazdığı kitaplarda etkileri halen görülebilir.
Saip, Karaburun
Saip, İzmir'in Karaburun ilçesine bağlı bir mahalle.
Biga Çayı
Biga Çayı (Diğer kullanımlarıyla; "Kocabaş Çayı, Granikos Çayı, Barenos Çayı") Çanakkale ilinin Biga ilçesinde bulunur. Büyük İskender'in kıyılarında savaştığı çay ilçeyi ikiye bölmüştür, iki yakayı birleştiren iki büyük köprü ile birçok ufak köprü bulunur. Uzunluğu yaklaşık 80 kilometredir. İç kesimlerde doğarak Çan ilçesinden geçer ve Biga Ovası'nı sulayarak Karabiga belde merkezine 3 kilometre uzaklıkta delta yapmadan Marmara Denizi'ne dökülür. Çayın yöreye ekonomik katkısı yok denecek kadar az olup aşırı kirlilik ve beslendiği kaynakların azalması nedeniyle birçok akarsu gibi tehlike içindedir. Son yıllarda çayın ve çevresinin islâhı için büyük çabalar sarfedilmektedir.
Geçmişteki taşkınlar nedeniyle sık sık yatak değiştiren çayın suları yazın çekilir kışın ise yağılşar nedeniyle büyük oranda artar bu nedenle maddî zararlara yol açan çayın ilçe merkezinde kalan yatağına 1966 yılında 600 metre uzunluğunda set çekilmiştir. Fakat buna rağmen çayın suları çok kez tehlike teşkil edecek seviyelerde yükselmeye devam etmiştir. 2007 Ocak ayı başlangıcı itibarıyla çayın çevresinde islâh çalışmaları başlatılmıştır. Yapılan çalışma ile şehir kanalizasyon suyunu çaya karışmadan gerekli yere ulaşması hedeflenmektedir. Şehirdeki büyük park yeri sıkıntısını çözmek için otopark olarak düzenlenen çayın kenarları, dönüşümlü olarak araç girişlerine kapatılmaktadır. Biga Çayı'nda ortalama su derinliği ilkbahar mevsiminde 1 metreye kadar çıkarken yaz aylarında 20–25 cm'ye kadar iner. Debisi en az 15 - 30 metreküp, en çok 1345 metreküptür.
M.Ö. 334 yılının Mayıs ayında Makedon kralı Büyük İskender, Biga Çayı'nı geçip Pers İmparatorluğu ordu |
larıyla karşı karşıya gelmiş ve savaşı kazanmıştır. Bu, İskender'in askerî kariyerinin ilk büyük savaşıdır ve Asya seferinin başlangıcıdır.
Galapagos (roman)
Galapagos, Amerikalı yazar Kurt Vonnegut'un 1985 yılında yayımlanan romanı.
Başı kesilmiş gemi işçisi Leon Trout'un ruhu, Galapagos adalarına doğru yolculuk yapan bir grup insanın gözlerinden insan oğlunun komik, alaylı ve kritik inişini anlatıyor. Vonnegut'un yarattığı Nuh'un gemisinde yolcu Âdemleri ve Havvaları arasında Mary Hepburn, eşini henüz kaybetmiş Amerikalı biyoloji öğretmeni; Zenji Hiroguchi, Japon bilgisayar dahisi (kendisi gemide yolcu olmasa da, farklı dillerde tercümeler ve güzel sözler sergileyen bilgisayarı Mandarax gemiye ulaşıyor); eşi, Hiroşima'ya düşürülen atom bombası sonucu radyasyonlu genler taşıyan Hisako; dul bayanlarla evlenip miraslar kazanan James Wait; ve Adolph von Kleist, Bahia de Darwin gemisinin kaptanı. Kana-bono yamyamlar kabilesinden altı yetim kız da yolcular arasında yer alıyor. Issız Gallapagos adaları hariç, dünyanın her yanını saran bakteri hastalık kadınları kısır yaptığı vakit, bu yamyam kızlar insan oğlunun neslinin tükenmemesini sağlar ve yeni balıkçı insanların anneleri olurlar.
Vonnegut hikâyesinde büyük beyinlere sahip olan, ama bu yüzden doğaya ve kendilerine bin türlü dert açan insanların, bir milyon sene içinde balık kolları geliştiren varlıklara değişimini anlatıyormuş.
Leon Trout
Kurt Vonnegut'un çeşitli kitaplarında yer alan Kilgore Trout karakterinin oğlu. Vietnam Savaşında askerliğini yapan Leon, savaşta yapılan (ve kendisinin de işlediği) katliamları komuoyuna anlattığı zaman İsveç'e sığınır. Bir geminin yapımında işçi olarak çalışırken kaza sonucu kafası kesilir ve Galapagos kitabında ruhu bir milyon yıl gözetlediği insan oğlunun hikâyesini anlatır.
Galapagos Adaları
Galapagos Adaları (İspanyolca: "Islas Galápagos", resmi: "Archipiélago de Colón"), Colón Takımadaları olarak da bilinir, Büyük Okyanusun doğusunda Ekvador'a bağlı takımadalar. Uzak ve izole bir konumda olan adalar, Güney Amerika kıtasının yaklaşık 1000 km batısında yer alır. Galapagos takımadaları toplam 50.000 km² yüzölçüme sahiptir.
Adalar grubu 14 büyük ada, (Isabela, Santa Cruz, San Salvador (Santiago, James), Fernandina, San Cristóbal, Floreana (Santa Maria), Marchena, Española, Pinta, Santa Fe, Genovesa, Pinzón, Darwin ve Wolf), 8 daha küçük ada ve 40 minik adacıktan oluşur. Adalarda, yaklaşık 25.000 kişi (2004) yaşar.
Charles Darwin, evrim kuramı çalışmasına esin kaynağı olan gözlemlerini bu adalardan bazılarında yapmıştır. Volkanik bir yapıya sahip olan ada, içerisinde kendine özgü birçok biyolojik tür barındırmaktadır.
Üst üste binmiş lav akıntılarından oluşan Galapagos Adalarındaki bir bölümü hala etkinliğini sürdüren çok sayıda yanardağ vardır.Yüksek yanardağlar, kraterler ve yarlar, adanın sarp ve engelli yapısını daha da belirginleştirir.
Galapagos Adalarını 1535'te, Peru'ya gitmekte olan Panama piskoposu Tomas de Berlanga keşfetti. Ama İnka çanak çömlekleri üzerindeki resimlerin gösterdiğine göre, İspanyol egemenliği öncesinde Güney Amerika Yerlileri bu adalara uğramıştı. Uzun yıllar boyunca korsanların sığınak olarak kullandığı adalar, ancak 1832'de Ekvador tarafından ilhak edildikten sonra yerleşime açıldı. Charles Darwin'in 1835'te bölgeyi ziyaret etmesi adalara dünya çapında ün kazandırdı.
Ayrıca adanın bir kısmının (Isabela'nın kuzey uzantısı) deniz atına benzemesi de turistlerin ilgi kaynaklarından biri olmuştur.
Kara kaplumbağalarının adada bulunması birçok turiste ilgi odağı olmuş, avcıların akınlarıyla günümüzde türleri tehlike altındadır. Günümüzde adalarda yaşam gelişmeye açıktır.
Gönen, Balıkesir
Gönen, Balıkesir'in bir ilçesidir. Gönen, Marmara Bölgesi’nin Güney Marmara Bölgesi içinde Balıkesir iline bağlı bir ilçedir. Kaplıcaları ile ünlüdür.Şehrin doğusu Manyas ilçesi, kuzeydoğu su Bandırma ilçesi, batısı Biga ve Yenice ilçeleri, kuzeyi Marmara Denizi ve Erdek Körfezi, güneyi Balya ilçesi ile çevrilidir.
Kaplıcaların çevresinde yapılan hafriyatlar sırasında ortaya çıkan mozaikler, yazılı taşlar sütun başlıkları, madeni paralar gibi tarihi eserler Gönen'in, yerleşim yeri olarak kullanılmasının Milattan Önce'sine dayandığını göstermektedir. M.S. 2. yüzyıl ait bulunan kitabelerde şehrin adı ‘Sıcak Su Şehri, Thermi’, hamamlarda ‘Granikaion Hamamları’ olarak geçmektedir. Bu kitabelerde, sıcak suyun şehir için önemli olduğu ve şifa dağıtan suyun insanlara sunulması için yardım yapan yönetici ve kişilerin isimleri belirtilmektedir. Antik çağlardaki isimleri Asepsus ve Artemea olan ilçe; tarih boyunca çeşitli medeniyetlere de ev sahipliği yapmıştır. Bu nedenle Gönen, oldukça zengin bir kültürel ve tarihi mirasa sahiptir.
MÖ 14. yüzyılda bir köy olarak kurulduğu tahmin edilen ilçede; Osmanlı dönemine kadar, Truvalılar, İyonlar, Lidyalılar, Persler, Helenler, Bergama krallıkları ile Roma ve Bizans devletlerine ait halkların yaşamlarını sürdürdükleri tahmin edilmektedir. Uzun süre Bizans yönetiminde kalan bölge, 13. yüzyılda Anadolu Selçuklularının eline geçmiş, bu Devletin dağılmasından sonra Karesi Beyliği yönetiminde kalmış ve nihayet 1334 yılında Osmanlı idaresine katılmıştır.
İlçe; Osmanlı hâkimiyetine girmesinden sonra, Bolu yöresinden gelen Akçaali, Rüstem ve Malkoç beylerine ait aşiretlerin yerleşimiyle, eski Artemea şehrinin kalıntıları üzerinde, 14 yüzyıl başlarında oluşmaya başlamıştır.
1859(H. 1275) yılında Kırım ve Kafkasya’dan, 1877-1878 (H. 1293) yılında Rumeli ve Balkanlar ile Kafkaslardan gelen göçmenlerle nüfus artmış ve yeni mahalleler kurulmuştur (Plevne, Tırnova, Reşadiye). Göçle gelenlerin bir kısmı ilçe merkezine yerleşirken büyük bir bölümü köylere yerleşmiştir. 1382 yılına kadar Erdek Kazasına bağlı iken, 1398 yılında da müstakil kaza haline gelmiştir.
1881 de ilçe olan, 1885 yılında belediye teşkilatı kurulmuştur. Gönen; 1920'de Yunan işgaline uğramış, 6 Eylül 1922'de düşman işgalinden kurtarılmıştır.
Gönen; Marmara bölgesinin Güneyinde, Balıkesir ilinin kuzey batısında yer alan, Balıkesir iline bağlı bir ilçemizdir.
İlçe merkezinin deniz seviyesinden yüksekliği 33 metre ve toplam alanı 1152 km² olup 40°06’ kuzey enlemleri ile 27° 38’ doğu boylamlarında yer almaktadır. Kaz dağlarından doğan Gönen Çayı şehrin içinden geçerek Marmara Denizi'ne dökülür.
İlçe topraklarının merkezi ve kuzey doğu bölümü ovalarla,batı ve güney doğu bölümü de tepelik ve dalgalı alanlarla kaplıdır. Orta bölümünde Gönen ovası yer alır. Güneye doğru indikçe yükseklik artar ve 500 m üzerine çıkar.Batıdaki "dede tepesi" 963 m ile ilçenin en en yüksek yeridir.Gönen ovası kuzeyindeki "sızıdede tepesi" 332 m dir.
Gönen Çayı ve onun kollarını oluşturan derelerin meydana getirdiği vadi içinde yer alan Gönen'in tarihi romalılara kadar dayanmaktadır. Gönen ilçesinin köylerinde, 1997 yılı nüfus sayımına göre 36.152 kişi yaşamaktadır. İlçede 89 köy ve 1 belde (Sarıköy) vardır. Genellikle ovalarda kurulan köyler, dağlara gidildikçe seyrekleşir.
Balıkesir’e 145 km uzaklıkta olan Gönen Çanakkale’ye 150 km, Bursa’ya ise 155 km mesafededir.
Gönen’in, Kurtuluş, Malkoç, Rüstem, Plevne, Altay, Gündoğdu, Yüzüncüyıl, Akçaali, Tırnova, Karşıyaka ve Reşadiye adıyla toplam 11 mahallesi bulunmaktadır.
Gönen ve çevresi Akdeniz ile Karadeniz iklimlerinin etkisi altındadır. Kuzeyde doğal engel olmadığı için Marmara denizinin etkisi görülür. Geçiş iklim özelliklerinin hakim olduğu sahada yazlar sıcak, kışları yağışlıdır. Çevredeki yüksek sahalarda iklim biraz daha karasal etkiler taşır. Gönen'de yıllık sıcaklık ortalaması 13.9 °C dir. Kaydededilen en yüksek sıcaklık 42.7 °C olup 22 Ağustos 1977 tarihinde görülmüştür. En düşük sıcaklık ise -10.1 °C ile 21 Şubat 1985 tarihinde kaydedilmiştir. Yağış ortalaması 657 milimetredir. Bitki örtüsü iklim şartlarına göre gelişmiş olup, Batı ve güneyde ormanlık alanlar geniş yer kaplar. Orman altıda ve tahrip edilen sahalarda ise çalı ve maki toplulukları görülür. Ormanı oluşturan ağaç türleri arasında meşe, gürgen, kayın yer alır. Diğer ağaç türleri ise Akçaağaç, kızılağaç, ıhlamur, kestane ve kızılçamdır. En çok görülen çalı ve maki elemanları ise; akçakesme, melengiç, kermez meşesi, katran ardıcı, tespih çalısıdır.
1905 yılında Osmanlılar döneminde tutulmaya başlanan nüfus kayıtlarına göre bu tarihteki nüfusu 8.978' dir. Bu nüfusun; % 8'i Rum, % 0.49'u Ermeni, % 91.51'i de Türk - Müslüman nüfus olarak kayıtlara geçmiştir. 2014 yılı verilerine göre şehir merkezi, belde ve köylerle birlikte toplam nüfus 73.095' dir.
Geçmişte ekonomisi yalnızca tarım ve kaplıca turizmine dayanan Gönen giderek bir sanayi kentine dönüşmektedir. Sanayileşmenin lokomotifi deri ve gıda sektörleridir.
Verimli topraklara sahip Gönen Ovasında tarım çağdaş tekniklerle yapılmakta, hemen her türlü sebze, hububat, bakliyat, endüstri ve yem bitkileri ile meyve yetiştirilmektedir.
Gönen sahip olduğu şifalı sularıyla çok eskiden beri bilinen bir beldedir. Yurt içinden yılda çom başıra insan başta romatizma ve kireçlenme rahatsızlıkları olmak üzere hastalıklarına şifa bulmak için Gönen'e gelmektedir. İlçe turizmi kaplıcalara dayalıdır. Son yıllarda ‘’OYA PAZARI’’ na alışveriş için gelenler de turizme hareketlilik getirmektedir. Ekşidere köyündeki "DAĞ ILICASI" da, özellikle yaz aylarında büyük ilgi görmektedir. Alacaoluk Kalesi, Babayaka Kalesi ve Güvercinli Köprü Gönen'in çevresindeki başlıca tarihi kalıntılardır.
Dünyaca pirinç ile de ayrıca adından sıkça söz ettiren ilçemiz bölgesinde önemli bir ekonomik güce sahiptir.
Gönen ayrıca yeraltı kaynakları açısından da zengin bir ilçedir, ilçede Sarıköy Beldesi'ne bağlı Şaroluk köyünde ve Sebepli köyünde geniş rezervli linyit kömürü bulunmaktadır.
Gönen ayrıca dünyaca ünlü kaplıcalarıyla da yerli ve yabancı turistlere hizmet veren önemli termal merkezidir. pek çok hastalığa iyi gelen kaplıcalar etrafında oteller ve pansiyonlar yer almaktadır. Ayrıca ilçe merkezine 10 km uzaklıkta olan Dağ Ilıcası olarak bilinen bir başka kaplıca kaynağı daha bul |
unmaktadır. ilçe merkezine 27 km mesafede bulunan, Gönen'e bağlı Denizkent deniz turizmi için cazip bir merkezdir.
Gönen ünlü yazar Ömer Seyfettin'in doğum yeridir. Hikâyelerinde geçen çocukluk mekanları hâlen Gönende ziyaret edilebilecek özelliktedir.
Gönen'in kültür yaşamında en önemli yer tutan kişi kuşkusuz Ömer Seyfettin'dir. Her yıl Mart ayının ilk haftası ‘’ Ömer Seyfettin Kültür Sanat Haftası’’ kutlanmakta ve çeşitli etkinlikler düzenlenmektedir. Ömer Seyfettin'in 1884 yılında Gönen’de doğmuş ve çocukluğunun ilk dönemi Gönen^de geçmiştir. ‘’ANT’’ ve ‘’KAŞAĞI’’ isimli hikâyelerinde Gönen’den hatırında kalan hikâyelerini dile getirmiştir. Tahir Musa Ceylan'ın Kestane Kıranında Kadınlar isimli romanının bir kısmı da Gönen'de geçmektedir.
Ayrıca yöremize özgü İĞNE OYASI çok ilgi gördüğünden Gönen Oya Çeyiz Fuarı düzenlenmektedir. Bu etkinlik aynı zamanda Gönen’in düşman işgalinden kurtuluşunun yıldönümü olan 6 Eylül tarihini de içine alması nedeniyle dolu dolu bir kültür haftası yaşanmaktadır.
Gönen sahip olduğu şifalı sularıyla çok eskiden beri bilinen bir beldedir. Yurt içinden yılda 200.000’i aşkın insan başta romatizma ve kireçlenme rahatsızlıkları olmak üzere hastalıklarına şifa bulmak için İlçemize gelmektedir. İlçemizin turizmi kaplıcalara dayalıdır. Son yıllarda ‘’OYA PAZARI’’ na alışveriş için gelenler İlçe turizmine hareketlilik getirmektedir. Özellikle yaz aylarında büyük ilgi gören Ekşidere köyündeki ‘’DAĞ ILICASI’’’da görülmeğe değerdir. Dağ ılıcasının üstü açık ve etrafı ormanlarla kaplıdır. Kışın dondurucu soğuklarda bile açık havada ılıcaya girilebilmektedir. Alacaoluk Kalesi, Babayaka Kalesi ve Güvercinli Köprü Gönen’in çevresindeki başlıca tarihi kalıntılardır.
İlçe Merkezi Bandırma-Balya yolu güzergahında olup, Balıkesir'e 135, Çanakkale'ye 140, Bursa'ya 150 km uzaklıkltadır. Ayrıca Bandırma, Erdek, Biga, Manyas ve Balya ilçelerine asfalt yol ile bağlıdır. Karadan İstanbul, İzmir ve Ankara ile karşılıklı doğrudan otobüs seferler vardır. Tren seferleri ile İzmir-Bandırma bağlantılıdır. İstanbul ve İzmir'den uluslararası Havaalanı, Balıkesir, Bandırma Askeri Havaalanı, Bursa'dan Bursa Havaalanı bağlantısı vardır. İstanbul'dan Bandırma'ya düzenli olarak Deniz otobüsü ve Hızlı Feribot seferleri yapılmaktadır. İstanbul-Bandırma arası deniz yolculuğu yaklaşık 2 saat sürer. Bandırma'dan Gönen'e karayolu uzunluğu 44 km olup 35 dakikada ulaşılır. İlçenin bazı önemli şehirlere uzaklığı şöyledir:
Gönen ve çevresinde ekseriyetle Manav, Rumeli muhâciri, Çerkez vardır. Bazı yerleşimlerde Yörükler oturur. Az sayıda Pomak köyleri de vardır. Etno-kültürel olarak şöyle bir liste çıkar:
Rumeli Muhâcirleri : 36 köy (9 köy karışık) , (Pomak) : 8 köy
Çerkesler : 13 köy , (Gürcü) : 7 köy , (Kırım Tatarı) : 1 köy
Yörükler : 26 köy ( 7 tanesi karışık )
Manavlar : 8 köy (3 tanesi karışık)
Kentte spor ile ilgilenen iki kulüp vardır. Bunlar amatör liglerde mücadele eden Gönen Belediye Spor ve Tayfunspor'dur.
Hiroşima
Hiroşima ( "Hiroshima-shi"), Japonya'nın Hiroşima prefektörlüğünün merkezi ve Chūgoku bölgesinin en büyük şehridir. Şehrin adı Japonca'da "geniş ada" anlamına gelmektedir. Yüzölçümü 905.01 km² olan şehrin nüfusu Ocak 2010 tarihi itibarı ile 1,173,980'dir.
Hiroşima, Dünya tarihine nükleer saldırıya maruz kalan ilk şehir olarak geçmiştir.
Hiroşima, güçlü bir daimyo olan Mōri Terumoto tarafından 1589 yılında Seto İç Denizi nehir deltasının kıyı şeridi üzerinde kurulmuştur. 1 Nisan 1889 tarihinde ise şehir statüsü almıştır.
Japonya 8 Aralık 1941'den beri Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri ile savaştaydı. 26 Temmuz 1945 günü, ABD Başkanı Truman, Japonya’nın koşulsuz teslim olmasını isteyen Potsdam Deklarasyonu’nu yayınladı. Hiroşima’ya atom bombası atılmadan iki hafta önce, New Mexico Alamogordo’da ABD, atom bombasının ilk denemesini yapmıştı. Japonya ültimatomu reddedince, Truman nükleer saldırı emrini verdi. 6 Ağustos 1945'te yerel saatle 08:15'de Amerika Birleşik Devletleri "Enola Gay" adlı bir B-29 bombardıman uçağından bıraktığı little boy (küçük çocuk) isimli atom bombasıyla ilk anda 70 bin kişilik katliamı gerçekleştirdi. Sonrasında radyasyon hastalıkları sebebiyle ölenlerle birlikte bu sayı 90 bini geçti. Bazı bilimadamları ve çevrelere göre bu bombanın etkileri halen sürmektedir.
Bugün bile Hiroşima'da yaşanan bu yıkım ve katliam her yıl 6 Ağustos'da tüm dünyada ve Hiroşima'da yer alan Hiroşima Barış Anıt Parkı'nda milyonlarca kişi tarafından anılmaktadır.
6 Ağustos 2005 yılında Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Başkanı Muhammed El Baradey, Hiroşima ve Nagazaki kentlerine 60 yıl önce Amerika'nın attığı atom bombasının yaptığı yıkımın, insan hayatı için nükleer silahların ortadan kaldırılması gerektiğini gösterdiğini söyledi.
El Baradey, Avusturya'nın başkenti Viyana'da, Amerika'nın Hiroşima ve Nagazaki'ye atom bombası atmasının 60. yıldönümü için düzenlenen anma töreninde yaptığı konuşmada, "zamanın, dünyanın nükleer silahların ne kadar yıkıcı olduğunu unutmasına izin vermemesi gerektiğini" ifade etti.
Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan atom bombasının, bu tür silahların yayılmasının ve kullanılmasının neden önüne geçilmesi gerektiğini daima hatırlatması gerektiğini belirten Baradey, nükleer silahsızlanmanın, dünya ve insan ömrü için çok önemli olduğunu kaydetti.
Hiroşima, savaş sonrasında yeniden inşa edilmiştir ve 6 Ağustos 1949 tarihinde şehrin belediye başkanı Shinzo Hamai'nin girişimiyle Japon hükümeti tarafından barış şehri ilan edilmiştir.
Hiroşima Barış Anıtı Parkı, 1 Nisan 1954 tarihinde açılmıştır. Hiroşima Barış Anıtı, 1996 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne dahil edilmiştir.
Hiroşima, 1 Nisan 1980 tarihinde belirlenmiş şehir statüsü almıştır.
Hiroşima, Ōta Nehri deltasında Seto İç Denizi'nde bulunan Hiroşima Körfezi kıyısında yer almaktadır. Ōta Nehri'ne ait altı kanal şehrin birkaç adacıklar halinde bölmektedir.
Hiroşima, ılıman dönencealtı iklimine (Köppen iklim sınıflandırması Cfa) sahip olup kışlar ılık ve yazlar sıcak ve nemli geçmektedir. Japonya'nın geri kalanında olduğu gibi Hiroşima'da yaz aylarında mevsimsel sıcaklık gecikme yaşanmakta olup Ağustos ayı Temmuz ayından daha sıcaktır. Yağış yıl boyunca oluşmakla birlikte kış ayları en kurak mevsimdir. Haziran ve Temmuz ayları en çok yağışın olduğu aylar olup Ağustos daha güneşli ve kuraktır.
Hiroşima, Chūgoku bölgesinin sanayi merkezidir. Mazda'nın genel merkezi Fuchū kasabasında yer almakta olup şehirdeki en büyük işverendir. Ek olarak şehirde çelik, kauçuk, gemicilik, kimya ve makine sanayi bulunmaktadır.
Hiroşima İstasyonu Minami semtinde ve Hiroşima Havalimanı şehrin 50 km batısında Mihara şehrinde yer almaktadır.
Hiroşima tramvayı, 1912 yılında açılmıştır. Tramvay hizmetleri atom bombası saldırısında kesilmiş olup daha sonra yeniden onarılmıştır. Şehir merkezini Hiroshima Big Arch Stadyumu'na bağlayan Astram Hattı ise 1994 Asya Oyunları için açılmıştır.
Hiroşima'nın aşağıdaki şehirler ile kardeş şehir anlaşması bulunmaktadır.
Hârizmî
Hârizmî () ya da tam adıyla Ebû Ca'fer Muhammed bin Mûsâ el-Hârizmî, (d. 780, Harezm - ö. 850, Bağdat), Matematik, gökbilim, coğrafya ve algoritma alanlarında çalışmış Fars bilim insanı. Hârizmî 780 yılında Harezm bölgesinin Hive şehrinde dünyaya gelmiştir. 850 yılında Bağdat'ta vefat etmiştir.
Hint rakamları üzerine yaptığı çalışmaların Latince çevirileri ondalık konumsal sayı sistemini 12. yüzyılda batı dünyasına tanıtmıştır. El-Harezmī'nin Tamamlama ve Dengeleme ile Hesaplamaya Dair Özlü Kitabı doğrusal ve ikinci dereceden denklemlerin ilk sistematik çözümünü sunmuştur. Cebiri bağımsız bir disiplin olarak öğreten, "indirgeme" ve "dengeleme" (denklemin farklı taraflarındaki benzer terimlerin aynı tarafa alınarak sadeleştirilmesi) yöntemlerini tanıtan ilk kişi olduğu için, Harezmi cebrin atası ya da kurucusu olarak tanımlanmıştır. Cebir alanındaki çalışmaları, 16. yüzyıla kadar Avrupa üniversitelerinde temel matematik ders kitabı olarak kullanılmıştır.
Batlamyus’un “Coğrafya” isimli yapıtını gözden geçirerek düzenlemiş, astronomi ve astroloji alanında çalışmalar yapmıştır.
Bazı kelimeler el-Harezmī'nin matematiğe olan katkılarının önemini yansıtır. “Cebir” kelimesi ikinci dereceden denklemleri çözmek için kullandığı iki işlemden biri olan el-cebirden türemiştir. Algoritma kelimesi ise isminin Latin biçimi olan Algoritmi’den gelmektedir.Ayrıca ismi her ikisi de basamak anlamına gelen, (İspanyolca) guarismo ve (Portekizce) algarismo kelimelerinin kökenini oluşturur.
El-Harezmi'nin hayatına dair kesin olarak bilinen ayrıntı az sayıdadır. İranlı bir ailede Büyük Horasan’ın Harezm şehrinde (modern Hive,Harezm bölgesi,Özbekistan) doğmuştur. 780 yılında doğduğu bazı kaynaklarda geçse de bu kesin değildir.
Muhammed ibn El-Tabari ona ismini Muḥammad ibn Musa el-Harezmi el-Majusi el-Kurtubalı(محمد بن موسى الخوارزميّ المجوسـيّ القطربّـليّ) olarak verir. Öte yandan ismindeki Kurtubalı sıfatı, onun Bağdat'taki bir bağcılık bölgesi olan Kurtuba’dan (Qatrabbul) gelmiş olabileceğine işaret eder. Ancak Rashed başka bir görüş ileri sürmektedir:
Tabari’nin ikinci alıntısı olan “Muhammad ibn Mūsa al-Khwārizmī and al-Majūsi al-Qutrubbulli,"yı okuyabilmak için bu dönem üzerine uzman bir filolog olmaya gerek yoktur. “al-Khwārizmī” ve “al-Majūsi al-Qutrubbulli” arasında ilk kopyalarda atlanmış olan, “ve” anlamına gelen “wa” harfi (Arapça 'و', birleşme için kullanılan) bize iki ayrı kişi olduklarını göserir.Eğer Harezmi’nin kişiliğine ilişkin bir dizi hata yapılmamış olsaydı değinmeye değer olmazdı.
Toomer, el-Harezmi’nin dini görüşü ile ilgili şöyle yazmaktadır:
El-Tabari tarafından kendisine verilen bir başka sıfat olan "al-Majūsī", onun eski Zerdüşt dinine bağlı olduğuna işaret etmektedir. O zamanlarda İranlı bir insan için gerçek olaması çok muhtemel olan bu görüşün aksine, Harezmi’nin Cebir adlı eserinde yazdığı dindar önsöz sebebiyle onun aslında Sünni bir Müslüman olduğunu göstermektedir.Bu sebeple yalnızca gençliğinde Zerdüşt olması muhtemeldir.
Ibn el-Ned |
īm’in Kitāb al-Fihrist adlı eseri Harezmi’nin kısa bir biyografisiyle birlikte yaptığı çalışmaların bir listesini içermektedir. El-Harezmi çalışmalarının çoğunu 813 ile 833 yılları arasında gerçekleştirmiştir. Müslümanların İran’ı fethinden sonra, Bağdat bilimsel çalışmaların ve ticaretin merkezi oldu ve biçok tüccar ve bilim adamı Harezmi gibi Bağdat’a seyahat ettiler. Harezmi, halife El-Memun tarafından bağdat’da inşa edilmiş Bilgelik Evi’nde bilim adamı olarak Yunanca ve Sanskritçe bilimsel el yazmalarının tercümesini de içeren bilim ve matematik alanlarında çalışmalar yapmıştır. Douglas Morton Dunlop, Harezmi’nin aslında üç Banū Mûsā'dan en büyüğü olan Muḥammad ibn Mûsā ibn Shākir ile aynı kişi olabileceği görüşündedir.
Horasan bölgesinde bulunan Harezm'de temel eğitimini alan Harezmi, gençliğinin ilk yıllarında Bağdat'taki ileri bilim atmosferinin varlığını öğrenir. İlmî konulara meraklı olan Harezmi bu konularda çalışma idealini gerçekleştirmek için Bağdat'a gelir ve yerleşir. Devrinde bilginleri himayesi ile meşhur olan Abbasi halifesi Mem'un Harezmi'deki ilim kabiliyetinden haberdar olunca onu kendisi tarafından Antik Mısır, Mezopotamya, Yunan ve Hint medeniyetlerine ait eserlerle zenginleştirilmiş Bağdat Saray Kütüphanesi'nin idaresinde görevlendirilir.
El-Harezmī'nin matematik, coğrafya, astronomi ve haritacılığa katkısı, cebir ve trigonometride yeniliğin temelini oluşturdu. Doğrusal ve ikinci dereceden denklemleri çözmeye yönelik sistematik yaklaşımıyla cebrin ortaya çıkmasına neden olan kitabının başlığı şöyledir, “Tamamlama ve Dengeleme ile Hesaplama Üzerine Özlü Kitap”.
820 yılında Harezmi tarafından yazılmış olan “Hint Rakamlarıyla Hesaplama Üzerine” isimli kitap Hint-Arap rakam sisteminin Ortadoğu ve Avrupa'ya yayılmasının ana sebebidir. Laticeye Algoritmi de numero Indorum olarak çevrilmiştir.
Çalışmalarından bazıları Fars ve Babillerin astronomisi, Hint sayıları ve Yunan matematiği üzerine kuruludur.
Harezmi, Batlamyus’un Afrika ve Orta Doğu'yla ilgili verilerini sistematize etti ve düzeltti.
Bir diğer önemli kitap olan Kitab surat al-ard (Dünya’nın görünüşü; Coğrafya olarak tercüme edildi), Batlamyus’un Coğrafyası’ndaki yerlerin koordinatlarını temel almakla birlikte, Akdeniz, Asya ve Afrika için var olan değerleri geliştirerek sunmuştur.
Halife el-Memun tarafından dünyanın çevresini belirlemek ve bir dünya haritası hazırlamak için görevlendilen 70 kadar coğrafyacıya eşlik edip ve projeye yardım etmiştir.
12. yüzyılda eserlerinin Latince çevirileri vasıtasıyla Avrupa'ya yayılmasıyla birlikte Avrupa'da matematiğin gelişimi üzerinde derin bir etkisi olmuştur.
Tamamlama ve Dengeleme ile Hesaplama Üzerine Özlü Kitap (Arapça: الكتاب المختصر في حساب الجبر والمقابلة al-Kitāb al-mukhtaṣar fī ḥisāb al-jabr wal-muqābala) 820 yılı dolaylarında yazılmış bir matematik kitabıdır. Bu kitap ticaret,ölçüm ve yasal miras alanlarında, çok geniş yelpazedeki problemlerin çözümü için örnekler ve uygulamalarla dolu popüler bir hesaplama çalışması olarak halife el-Memun’un teşviki ile yazılmıştır. “Cebir” terimi bu kitapta tanımlanan temel işlemlerden biri olan denklemlerden gelmektedir. ( al-jabr, manası "restorasyon" dır, terimlerin birleştirilmesi veya sadeleştirilmesi için denklemin her iki tarafına bir sayı eklenmesi anlamına gelir). Bu eser aynı zamanda doğu ve batının ilk müstakil cebir kitabı olma özelliğini taşımaktadır. Bu kitap Robert of Chester (Segovia, 1145) ve daha sonra Gerard of Cremona tarafından Latinceye çevrilmiştir. Özgün bir Arapça kopyası Oxford'da bulunmaktadır ve F. Rosen tarafından 1831 yılında tercüme edilmiştir. Latince bir çevirisi Cambridge'de muhafaza edilmektedir.
Matematik alanındaki çalışmaları cebirin temelini oluşturmuştur. Bir dönem bulunduğu Hindistan’da sayıları ifade etmek için harfler ya da heceler yerine basamaklı sayı sisteminin kullanıldığını saptamıştır. Harezmî'nin bu konuda yazdığı kitabın "Algoritmi de numero Indorum" adıyla Latinceye tercüme edilmesi sonucu, sembollerden oluşan bu sistem ve sıfır, 12. yüzyılda batı dünyasına sunulmuştur. "Hesab-ül Cebir vel-Mukabele" adlı kitabı, matematik tarihinde, birinci ve ikinci dereceden denklemlerin sistematik çözümlerinin yer aldığı ilk eserdir. Bu nedenle Harezmî (Diophantus ile birlikte) "Cebir'in babası" olarak da bilinir. İngilizcedeki "algebra" ve bunun Türkçedeki karşılığı olan "cebir" sözcüğü, Harezmî'nin kitabındaki ikinci dereceden denklemleri çözme yöntemlerinden biri olan "el-cebr"den gelmektedir.
Harezmi sıfır rakamını (0) ve x bilinmeyenini kullandığı bilinen ilk kişidir.
İkinci dereceye kadar polinom denklemlerinin çözülmesinin kapsamlı bir hesabını sağlamıştır ve terimleri bir denklemin diğer tarafına aktarmaya istinaden, diğer bir deyişle denklemin zıt taraflarındaki benzer terimleri iptal etmek olan, “indirgeme” ve “dengeleme” temel metodlarını ele almıştır.
El-Harezmī'nin doğrusal ve ikinci dereceden denklemleri çözme yöntemi, denklemi altı standart formdan birine indirgeyerek başlar.
Karenin katsayısını bölme ve al-jabr (Arapça: الجبر "düzenleme" or "tamamlama") ve al-muqābala (“dengeleme”) işlemleri.Cebir, denklemin her bir yanına aynı değeri ekleyerek negatif birimleri, kökleri ve kareleri kaldırma işlemidir. Örneğin, "x" = 40"x" − 4"x" denklemi 5"x" = 40"x" 'e dönüştürülür. Al-Muqābala, aynı türden terimleri denklemin aynı tarafına getirme işlemidir. Örneğin, "x" + 14 = "x" + 5 denklemi "x" + 9 = "x" halini alır.
Yukarıdaki gösterimler, kitabın ele aldığı problem türleri için modern matematiksel gösterimi kullanır. Ancak Harezmi’nin zamanında bu matematiksel ifadelerin büyük çoğunluğu henüz bulunmamıştı, bu sebepten dolayı problemleri ve çözümlerini sunmak için basit metinler kullanmak zorunda kaldı. Örneğin bir problemle ilgili şöyle yazmıştır (1831 deki bir çeviriden)
Bu işlem “şey” (شيء shayʾ) yerine modern gösterim olan “x” ifadesi kullanılarak şu adımlar izlenerek yapılır;
Denklemin kökleri 'p' ve 'q' olsun, sonra formula_4, formula_5 ve
Dolayısıyla köklerden biri şu şekildedir:
Ebu Hanife Dineverî, Ebu Kamil Şüca bin Aslam, Ebu Muḥammad el-Adli, Abū Yūsuf al-Miṣṣīṣī, Abdülhamid İbni Türk, Sind ibn Ali-Musa, Sahl ibn Bišr ve Şerafeddin al-Tusi’ninde ralarında bulunduğu birkaç yazar da Kitāb al-jabr wal-muqābala adıyla metinler yayınlamışlardır.
J. J. O'Conner ve E. F. Robertson, MacTutor History of Mathematics archive’ şöyle yazmışlardır:
R. Rashed ve Angela Armstrong şöyle yazar:
Harezmi’nin ikinci temel çalışması orijinal Arapçası kaybolmuş fakat Latin tercümesi günümüze ulaşmış olan aritmetik konusu üzerineydi. Bu tercüme büyük olasılıkla 12. yüzyılda, aynı zamanda 1126 yılında astronomic tabloların da çevirisini yapmış olan Adelard of Bath tarafından yapıldı.
Latince elyazmaları isimlendirilmemiştir, ancak başladıkları ilk iki sözcükle ifade edilir: Dixit algorizmi ("yani El-Harezmi ") veya Algoritmi de numero Indorum ("Hint Hesap Sanatı üzerine el-Harezmī" ), Baldassarre Boncompagni'nin 1857'de çalışmasına verdiği isimdir. Orijinal Arapça başlığı muhtemelen “Kitāb al-Jam‘ wat-Tafrīq bi-Ḥisāb al-Hind" ("Hint Hesaplamasına Göre Ekleme ve Çıkarma Kitabı") idi.
El-Harezmi’nin aritmetik çalışmaları, Hint matematiği ile geliştirilen Hint-Arap rakamlarına dayanan Arap rakamlarını batı dünyasına tanıtmaktan sorumludur. "Algoritma" terimi, el-Harezmi tarafından geliştirilen Hint-Arap rakamlarıyla aritmetik gerçekleştirme tekniğinden türetilmiştir. Hem "algoritma" hem de "algorizm", sırasıyla Harezmī'nin isminin Latince formlarından, “Algoritmi” ve “Algorismi”den türetilmiştir.
El-Harezmi’nin Zīj el-Sindhind (Arapça: زيج السند هند, "Siddhanta'nın astronomik tabloları") adlı eseri, takvimsel ve astronomik hesaplamalara dayanan,içerisinde bir sinus değeri tablosu ile birlikte 116 adet takvimsel, astronomik ve astrolojik veriyi barındıran, yaklaşık 37 bölümden oluşan bir çalışmadır. Bu, Zijes olarak bilinen ve Hint astronomik yöntemlerine dayanan birçok Arapça Zijes'den ilkidir. Çalışma güneşin, ayın ve o dönemde bilinen beş gezegenin hareketlerini gösteren tablolar içerir. Bu eser İslam astronomisinde dönüm noktasını oluşturmuştur. Şimdiye dek Müslüman gök bilimciler öncelikli olarak araştırma yaklaşımını benimsemişler, başkalarının eserlerini tercüme edip keşfedilmiş bilgileri öğrenmişlerdi. Orijinal Arapça versiyon (820) kayıptır, ancak muhtemelen Adelard of Bath(Ocak 26, 1126). tarafından Latinceye çevrilen, İspanyol gökbilimci Maslamah İbn Ahmed el-Mecriti'nin (1000) bir versiyonu, günümüze ulaşmıştır. Günümüze ulaşan bu el yazması Latince çevirilerden dört tanesi; Bibliothèque publique (Chartres), Bibliothèque Mazarine (Paris), Biblioteca Nacional (Madrid) ve Bodleian Kütüphanesi (Oxford) 'da muhafaza edilmiştir.
El-Harezmi’nin Zīj al-Sindhind adlı eseri ayrıca sinus ve kosinüs trigonometrik fonksiyonlarının tablolarını içerir. Küresel trigonometri ile ilgili bir tez de kendisine atfedilir.
Harizmî Coğrafya alanında da tanınmış biridir ve coğrafya alanında birçok araştırmalar yapmıştır. Dağlar ve kum yuvaları konusunda ölçüm ve hesapları bulunmaktadır.
El-Harezmî'nin üçüncü önemli eseri, onun ‘Coğrafya’sı olarak da bilinen, 833 yılında bitirdiği Kitāb ūūrat el-Arḍ’dır (Arapça: كتاب صورة الأرض, "Dünyanın Tanımı Kitabı"). Bu çalışma Batlamyus’un 2. yüzyılda yazdığı Coğrafya’sının yeniden düzenlenmesi olup genel bir bilgilendirme ile birlikte şehirlere ait 2402 adet koordinatın listesini ve coğrafi özellikleri içermektedir.
Kitāb Ṣūrat al-Arḍ’ın Strasbourg University Library’de muhafaza edilen yalnızca bir adet kopyası günümüze ulaşmıştır. Latince bir tercümesi Madrid'deki Biblioteca Nacional de España'da bulunmaktadır. Bu kitap, “hava bölgeleri” sırasına göre düzenlenmiş olan enlem ve boylam listesiyle başlar. Paul Gallez'in (şüpheli tartışması) işaret ettiği gibi, bu mükemmel sistem, varolan belgelerin neredeyse hiç okunmaz hale gelebilecek kadar kötü bir durumda bulunduğu birçok enlem ve boylamın çıkarımına olanak tanır. Bu eserin ne Arapça ne de Latince tercümesi, dünyanın |
haritasını içermez; ancak bununla birlikte, Hubert Daunicht eksik olan haritayı koordinatların listesinden yararlanarak yapmayı başardı. Daunicht, el yazması içerisindeki kıyı noktalarının enlem ve boylamlarını okumakta veya onları okunaklı olmayan içerikten çıkarmaktadır. Noktaları grafik kağıdına aktardı ve düz çizgi ile birbirine bağladı, kıyı şeridi orijinal haritadaki gibi yaklaşık olarak elde edildi. Daha sonra aynı işlemleri nehirler ve şehirler için uyguladı. El-Harezmi, Batlamyus’un Kanarya Adaları’ndan Akdeniz’in doğu kıyları boyunca yaptığı Akdeniz’in uzunluğu ile ilgili aşırı büyük olan öngörüleri düzeltti. Batlamyus bu uzunluğu 63 derece boylamdan fazla tahmin ederken, el-Harezmi neredeyse tam doğru olacak şekilde 50 derecelik bir boylam olarak tahmin etmiştir. Harezmi ayrıca, Atlantik ve Hint okyanuslarını, Batlamyus’un karalar tarafından kapatılmış denizler olarak tanımlamasının aksine,onları birer açık deniz kütlesi olarak tasvir etmiştir. Harezmi’nin baş meridyeni, Marinus ve Batlamyus’un kullandığı çizginin yaklaşık 10 ° doğusunda, Fortunate Isles’da idi. Çoğu Ortaçağ Müslüman atlası el-Harezmî'nin baş meridyenini kullanmaya devam etmiştir.
El-Harezmi içlerinde Risāla fi istikhrāj ta’rīkh al-yahūd (Arapça: رسالة في إستخراج تأريخ اليهود, "Yahudi Devrinin Çıkarılması") başlıklı bir yahudi takvimi tezi’ninde bulunduğu birçok farklı eser yazmıştır.19 yıllık ara geçiş döngüsü olan metonik döngüyü tanımlar; Tishrei'nin ayın ilk gününde haftanın hangi gününde düşeceğini belirleme kuralları; Anno Mundi veya Yahudi yılı ile Seleukos dönemi arasındaki süreyi hesaplar; İbrani takvimini kullanarak güneş ve aya ait ortalama boylamın belirlenmesine ilişkin kurallar verir. Benzer bulgular, el-Bîrûnî ve Maimonides'in eserlerinde bulunmuştur.
İbn-i Nadim, arapça kitapların bir dizini olan Kitab-ı Fihrist adlı eserinde el-Harezmî’nin Kitab-ı Ta'rīkh (Arapça: كتاب التأريخ) isimli bir tarih kitabından bahseder. Original el yazması günümüze ulaşmamıştır; ancak, metropol piskoposu Mar Elyas bar Shinaya'nın 11. yüzyılda bulduğu bir kopyası Nusaybin’e ulaşmıştır.
Berlin, İstanbul, Taşkent, Kahire ve Paris'teki birçok Arapça el yazmasının içerdiği materyaller kesin olarak ya da belli olasılıkta Harezmi’den gelmiştir. İstanbul el yazması güneş saatleri hakkında bir yazı içerir; Fihrist, Harezmi’yi Kitāb ar-Rukhāma (Arabic: كتاب الرخامة) ile tanııtır. Mekke'nin yönünü belirleme gibi diğer yazmalar küresel astronomi üzerinedir.
Sabah genişliği (Ma‘rifat sa‘at al-mashriq fī kull balad) ve yükseklikten azimutun belirlenmesi (Ma‘rifat al-samt min qibal al-irtifā‘) üzerine yazılmış olan iki metin özel bir ilgiyi hak eder.
Harezmi ayrıca usturlab yapımı kullanımı üzerine iki kitap yazmıştır.
Matematik alanındaki çalışmaları cebrin temelini oluşturmuştur. Bir dönem bulunduğu Hindistan’da sayıları ifade etmek için harfler ya da heceler yerine basamaklı sayı sisteminin ( onluk sistem) kullanıldığını saptamıştır. Harezmî'nin bu konuda yazdığı kitabın Algoritmi de numero Indorum adıyla Latinceye tercüme edilmesi sonucu, sembollerden oluşan bu sistem ve sıfır 12. yüzyılda batı dünyasına sunulmuştur.
Tepe sınıfı fırkateyn
Tepe sınıfı fırkateyn, Türk Deniz Kuvvetleri'ne ait eski fırkateyn sınıfı. ABD Deniz Kuvvetleri'nden devredilen Knox sınıfı fırkateynlerden oluşur. Bu fırkateyn sınıfı, sınıfta bulunan son geminin de emekliye ayrılmasından sonra 2012 yılının sonundan itibaren Türk Deniz Kuvvetleri'nden çıkarıldı.
Quito
Kito (Resmi adı: San Fransisco de Quito), Güney Amerika'nın kuzeydoğusundaki Ekvador'un başkentidir. Şehrin yüksekliği 2,850 metredir ve bu onu dünyadaki ikinci en yüksekte yer alan başkent yapar. Yine de bu durumda bir karışıklık vardır, çünkü daha yüksekte yer alan La Paz, Bolivya'nın devlet başkentidir, fakat Sucre ki daha alçaktadır, devletin yasal başkentidir. Kito, Ekvator'un 25 km güneyinde yer alır. Bu yüzden, yüksekliğe rağmen, kito'da her yıl düzenli olarak ılıman iklim görülür. En yüksek sıcaklık öğle ortasında görülürken (26 C), en düşük sıcaklık geceleri görülür (7 C). Ortalama sıcaklık ise 15 C'dır. Şehirde sadece iki mevsim vardır: kuru ve nemli. Kuru mevsim (Haziran ile Eylül arası) yazdır, nemli mevsim (Ekim ile Mayıs Arası) ise kış mevsimidir.
1534 yılında yerli halkın İspanya'ya karşı direnişi devam ederken, 15 Ağustos günü Francisco Pizarro San Francisco de Quito'yu kurdu. 6 Aralık 1534'te şehir, Rumiñahui'yı yakalayan ve organize bütün direnişleri sona erdiren Sebastián de Benalcázar önderliğindeki 204 yerleşimci tarafından resmen kuruldu. Rumiñahui daha sonra 10 Ocak 1535'te idam edildi. 14 Mart 1541'de şehir olduğu ilan edildi ve 14 Şubat 1556'da "Muy Noble y Muy Leal Ciudad de San Francisco de Quito" (Çok Asil ve Sadık San Francisco Kito Şehri) adı verildi.
İspanyollar acilen Kito'ya daha resmi olarak kurulmasından çok önce kilise yaparak Katoliklik'i yerleştirdiler. 1535 Ocağında San Francisco Manastırı inşa edildi ve ilk 20 kilise ve manastır sömürge döneminde inşa edildi. İspanyollar, etkin bir şekilde yerli halka İncil'i öğrettiler, fakat onları özellikle ilk sömürge dönemlerinde, inşaat işlerinde kölke olarak kullandılar. 1545'te Kito Piskoposluk Bölgesi kuruldu ve 1849 yılında Kito Başpiskoposluk Bölgesi'ne yükseltildi.
1809 yılında, yaklaşık 300 yıllık İspanya sömürgesinden sonra, Kito yaklaşık 10,000 yerleşimcinin yaşadığı bir şehirdi. 10 Ağustos 1809'da İspanya'dan bağımsızlığı kazanmak için bir hareketlilik başladı. O gün, hükümet için bir plan hazırlandı. Juan Pío Montúfar başkan olurken, diğer önemli insanlar hükümette değişik pozisyonlara geldi. 2 Ağustos 1810 yılında bu ilk hareket, İspanyol askerlerinin Lima, Peru'dan gelip ayaklanmanın öncü liderleriyle birlikte yaklaşık 200 yerleşimcinin öldürülmesiyle yenilgiye uğradı.
Kito'nun kuzeyi, ana ticaret merkezi aynı zamanda yüksek sınıf yerleşimcilerin ve önemli binaların bulunduğu bölgedir.
Lima
Lima, bir Güney Amerika ülkesi olan Peru'nun başkentidir. Büyük Okyanus kıyısında bir liman olan Callao'dan 12 km içeride Rimac nehri üzerinde kurulmuştur.
Peru'nun siyaset, endüstri ve bilim merkezi olan Lima, "krallar'ın şehri" olarak tanımlanmıştır. Çünkü bu şehrin kurulacağı yer, Peru'da her yıl 6 Ocak'ta kutlanan "Krallar Şenliği" sırasında belirlenmiştir.
Yeraltı mezarlarıyla ünlü San Francisco Kilisesi günümüze kalan nadir eserlerden biridir.
Lima özellikle havacılıktaki telsiz iletişiminde kullanılan "NATO Alfabesi" kapsamında "L" harfininin kodudur.
Lima şehrinin tarihi alanları, 1991 yılında UNESCO tarafından bir Dünya Mirası olarak ilan edilmiştir.
Malkoçoğlu
Mikalgabirtae
Mikalgabirtae, Kafkasya'da Oset mitolojisinde koruyucu bir ruh olup adına yapılmış iki tapınak bulunmuştur. Bu ruhun adına her yıl 6 Aralık günü her evde bir koç kurban edilerek şenlik yapılır.
Buenos Aires
Buenos Aires (İspanyolca telaffuz: ) Arjantin'in başkenti ve São Paulo'dan sonra Güney Amerika'nın ikinci büyük kentidir.
İspanyolca da "Güzel Havalar" anlamına gelen ve Arjantin'in en büyük kenti olan Buenos Aires, aynı zamanda Güney Amerika'nın da en büyük kentlerinden biridir. 2001 nüfus sayımına göre kentte 2.776.234 kişi yaşamasına karşın, bu sayı çevresindeki varoşlar da hesaba katıldığında 12 milyonu geçer.
Kentte yaşayanların çoğunluğu İspanyol ve İtalyan kökenli olmakla birlikte, azımsanmayacak oranda Arap, Musevi, Gürcü, Ermeni, Çin ve Kore kökenliler de bulunur. En yaygın din Katolik Hıristiyanlık, resmi dili ise İspanyolca'dır.
Buenos Aires şehri Atlantik Okyanusu kıyısında, Río Paraná ve Río Uruguay nehirlerinin oluşturduğu huni biçimindeki Río de la Plata adı verilen ağızda, Güney Amerika kıtasının doğusunda bulunur.
Río de la Plata'nın Buenos Aires'te bulunan kısmı yoğun balçıkla kaplıdır. Su çok derin değildir ve derinlik genellikle 20 metreyi aşmaz.
Şehir 34° 36′güney enlemleri ve 58° 23′batı boylamları arasında bulunur. Buenos Aires'in batısında Arjantin'in en verimli topraklarının bulunduğu Pampa bölgesi uzanmaktadır.
Buenos Aires 48 yerel bölgeye (partido) ayrılmıştır.
Agronomía, Almagro, Balvanera, Barracas, Belgrano, Boedo, Caballito, Chacarita, Coghlan, Colegiales, Constitución, Flores, Floresta, La Boca, La Paternal, Liniers, Mataderos, Monte Castro, Montserrat, Nueva Pompeya, Nuñez, Palermo, Parque Avellaneda, Parque Chacabuco, Parque Chas, Parque Patricios, Puerto Madero, Recoleta, Retiro, Saavedra, San Cristóbal, San Nicolás, San Telmo, Vélez Sársfield, Versalles, Villa Crespo, Villa del Parque, Villa Devoto, Villa Lugano, Villa Luro, Villa Mitre, Villa Ortúzar, Villa Pueyrredón, Villa Real, Villa Riachuelo, Villa Santa Rita, Villa Soldati, Villa Urquiza
Bununla birlikte geleneksel olarak şehrin bazı bölgelerine verilen isimler resmi isimlerinden daha yaygındır.
Buenos Aires ılıman iklim kuşağında bulunur. Yıllık ortalama sıcaklık 16, 9 derecedir, ortalama yağış miktarı ise 1. 027 milimetredir.
En sıcak ay ortalama 23, 7 dereceyle Ocak, en soğuk ay ise ortalama 10, 5 dereceyle Haziran ayıdır. Kış aylarında bile sıcaklık çok nadiren sıfırın altına düşer ve kar yağışı çok nadir görülmüştür.
En çok yağış ortalama 122 milimetre ile Mart ayında görülürken, en az yağış ortalama 61 milimetre ile Haziran ayındadır.
Juan Díaz de Solís Río de la Plata'yı 1516 yılında keşfetti, fakat seferi bugünkü Tigre yakınlarında Kızılderililer tarafından uğradığı bir saldırı sonucunda kanlı bir şekilde bitti, öyle ki bu saldırı sırasında Solís de hayatını kaybetmiştir.
Buenos Aires 2 Şubat 1536 tarihinde Pedro de Mendoza tarafından "Puerto de Nuestra Señora Santa María del Buen Ayre" (Sevgili Anamız Güzel Hava Bakiresi Meryem'in Limanı) adıyla kurulmuştur. İsmi, Cagliari'nin Virgen de Bonaria'sına (Güzel Hava Bakiresi) tapan Papaz Mendoza seçmiştir. Başka bir rivayete göre ise isim Río de la Plata'daki havanın güzel oluşundan dolayı seçildiği yönündedir. Mendoza'nın şehri kurduğu yer bugünkü San Telmo bölgesinin bulunduğu yerdir.
Mendoza'nın emrinde 16 gemiyle birlikte gelen 1. 600 adam |
vardı. Yaz sonunda geldikleri için tahıl ekmek için çok geç bir dönemdi. Yerli Querandí Kızılderilileri avcılık ve toplayıcılık yapıyorlardı ve İspanyollar tarafından Mendoza'nın birliklerine yiyecek sağlamalaya zorlandılar. Bunun üzerine onlar da sürekli olarak İspanyollara saldırdılar. Mendoza'nın sömürgecileri 1541 yılında bölgeyi terk etmek zorunda kaldılar.
Şehir 1580 yılında Juan de Garay tarafından "Ciudad de la Santísima Trinidad y Puerto Santa María de los Buenos Aires" (Kutsal Teslis'in Şehri ve Kutsal Güzel Hava Bakiresi Meryem'in Limanı) adıyla tekrar kuruldu. Bu sırada bugünkü Arjantin sınırları içinde, hepsi Kuzeybatı'da bulunan birçok şehir daha kuruldu. Bunlardan en eskisi bugünkü Arjantin'in Kuzeydoğu'sunda bulunan Santiago del Estero'dur.
Buenos Aires kurulduğu ilk zamanlardan beri şehrin etrafındaki Pampa bölgesinde beslenen hayvanlar ve İspanya ile yapılan ticaretle geçimini sağlamıştır. Ama 17. ve 18. yüzyılda İspanyol yönetimi Avrupa'ya gelecek bütün malların vergilendirilebilmesi için öncelikle Peru'daki Lima şehrine gönderilmesini zorunlu kıldı. Malların yollanmasını zorlaştıran bu olay Buenos Airesli tüccarların İspanya'ya karşı hoşnutsuzluklarını gitgide arttırdı ve kaçakçılık günden güne arttı. İspanya Kralı III. Karl otoritesinin gitgide azaldığını fark etti ve tahtta olduğu dönemde (1759-1788) önce ticari yaptırımları hafifletti ve en sonunda Buenos Aires'i serbest bir liman şehri olarak tanıdı.
Buenos Aires nihayet 1776 yılında Peru Eyaleti'nden ayrılıp Río de la Plata Eyaleti'nin başkenti oldu. Şehrin nüfusu Afrika'dan getirilen kölelerle birlikte büyük ölçüde arttı, 1778 - 1815 yılları arasında nüfusun hemen hemen üçte birini siyahlar oluşturuyordu.
İspanyolların Birleşik Krallık'a karşı Fransızların müttefiki olarak girdiği Sömürge Savaşları sırasında General William Carr Beresford yönetimindeki İngiliz birlikleri iki gün süren bir savaş sonunda şehri işgal ettiler. Şehir halkı İngilizlere karşı direndi ve Santiago de Liniers emrindeki yerel güçler 4 Ağustos'da şehri tekrar ele geçirdiler. Liniers bir İngiliz kuşatmasını daha başarıyla savuşturdu, bu da 7 Haziran 1807 tarihinde General John Whitelock'un kapitülasyonu ile sonuçlandı.
Kuşatmaların İspanyol birliklerinin değil de, kızgın halkın direnmesi sonucu başarısızlığa uğraması milliyetçileri cesaretlendirdi. Kral Naili'ne Cabildos Abiertos adı verilen yerel birliklere gitgide artan tavizler verdirerek ülkenin bağımsızlığa giden yolunu da açmış oldular.
25 Mayıs 1810 tarihinde Buenos Airesli silahlı güçler Kral Naili Baltasar Hidalgo de Cisteros y la Torre'yi şehirden attılar. 9 Haziran 1816'da Tucumán Kongresi resmi olarak 'Birleşik Río de la Plata Eyaletleri'nin bağımsızlığını ilan etti. Bağımsızlığın ilanından sonra Buenos Aires merkezli bir yönetimi savunan merkeziyetçiler ve eyaletlerin bağımsızlığından yana olan federalistler arasında tartışmalar yaşandı.
1829 yılında federalis Juan Manuel de Rosas vali olarak Buenos Aires'te yönetimin başına geçti. Mart 1835'te tekrar vali ve Başkumandan seçildi. Rosas'ın gücü zamanla inanılmaz derecede arttı ve bu onu bir diktatöre çevirdi. Brezilya, Uruguay ve Don Justo José de Urquiza'nın birliklerine karşı savaşırken öldüğü 1852 yılına kadar ülkeye hükmetti. Rosas'ın ölümüyle şehir kapılarını Avrupalı göçmenlere açtı.
Buenos Aires eyaleti 1853 yılında eyalet kongresine katılmayı reddetti ve Arjantin'den ayrıldı. 1859 yılında ise 1853'te kurulan "Arjantin Birliği"'ne (Federación Argentina) katıldı.
Buenos Aires 1880 yılında Julio Argentino Roca yönetiminde aynı ismi taşıyan eyaletten ayrılıp başkent ilan edildi. Buenos Aires 1890 yılında Latin Amerika'daki en büyük ve en önemli şehir konumundaydı. Yüzyıl başında nüfusu hemen hemen bir milyona yakındı.
1913 yılında Avenida de Mayo yönetiminde ilk metro hattı açıldı. Buenos Aires metrosu 1969 yılında Meksiko'da açılan metroya kadar Latin Amerika'daki ilk ve tek metro olarak hizmet verdi.
1919 yılında Hipólito Yrigoyen yönetimi sırasında askeri güç kullanılarak bastırılan bir işçi ayaklanması yaşandı. Olaylar La Semana Trágica (Trajik Hafta) ismiyle tarihe geçti. 1930'lu yıllarda şehrin bugün can damarlarını oluşturan Santa Fe, Córdoba ve Corrientes caddeleri yapıldı. İkinci Dünya Savaşı'ndan itibaren şehir büyüyerek eski birçok varoşu sınırlarına dahil etti. Bu tarihlerde Arjantin nüfusunun hemen hemen üçte biri Buenos Aires'te yaşıyordu.
1976 yılında Isabel Martínez de Perón'un baştan indirilmesiyle Arjantin'de askeri rejim başladı. Bu rejim sırasında askeri rejime karşı çıkan ya da askeri hükümete karşı şüpheli yaklaşan on binlerce insan ortadan kayboldu.
1976 yılından 1983 yılına kadar süren askeri diktatörlüğün tutuklamaları ilk başladığında askeri diktatörlük rejimi sırasında kaybolan insanların anneleri Plazo de Mayo (Mayıs Meydanı)'ndaki başkanlık sarayı Casa Rosada'nın önünde toplanarak protesto gösterileri yapmaya başladılar.
Kaybedilen Malvin Savaşı'ndan sonra askeri rejimi sürdürmek imkânsızdı, böylece tekrar demokratik seçimler yapıldı. Bu yeni dönemin ilk başkanı olarak Raúl Alfonsín seçildi. Arjantin'de yeniden demokrasiye geçişle birlikte 1 Arjantin Pezosu 1 dolara eşdeğer olurken Carlos Menem başkanlığında yapılan neoliberal reformlar sonucunda Arjantin ekonomisi büyük bir atılım gerçekleştirdi ve bu atılım sonucunda Buenos Aires şehrinde yapılanma büyük ölçüde arttı. Özellikle Retiro bölgesinde birçok yeni yüksek binalar inşa edildi.
17 Mart 1992 tarihinde Retiro bölgesinde İsrail Konsolosluğuna bırakılan bir saatli bomba 29 kişinin ölümüne ve 242 kişinin yaralanmasına yol açtı. Bu olayı 18 Temmuz 1994'te 86 (1'i saldırgan) kişinin ölümüne ve 300'den fazla kişinin yaralanmasına yol açan bir Yahudi kültür merkezine yönelik bir saldırı yaşandı. AMIA (Asociación Mutual Israelita Argentina "İsrail-Arjantin Birliği")'ya karşı düzenlenen bu saldırı hakkında yıllarca herhangi bir bilgi verilmedi, bu, her yıl saldırının yapıldığı gün, devlet kurumlarını konuya olan ilgisizliklerinden dolayı suçlayan protestolara yol açtı. 25 Ekim 2006 tarihinde savcılık tarafından yayınlanan raporda olayın Hizbullah tarafından gerçekleştirdiği iddia edildi; eski İran hükümetindeki sekiz kişi için uluslararası tutuklama kararı istendi. İki olay da şehirde büyük yaralar açtı ve yönetim binalarından sonra şehirde en iyi korunan binalar Yahudi kurumları haline geldi. Buenos Aires 180. 000 ile Latin Amerika'daki en büyük Yahudi nüfusuna sahip şehirdir.
Buenos Aires 1998 ve 2003 yılları arasında ekonomik bir kriz yaşayan Arjantin'de çatışmalara varan büyük gösterilerin merkezi oldu, 19 ve 20 Aralık 2001 tarihlerinde yapılan (ve Cacerolazo adı verilen) protesto gösteriler sonucunda devlet başkanı Fernando de la Rúa'nın istifa etmiştir. Bunun dışında 1999 yılından beridir şehrin önemli yollarını bloke eden "Piqueteros" isimli direnişçiler vardır. Bu direnişçiler 2003 yılından beridir millî anlamda da büyük bir güç faktörü haline geldiler.
31 Aralık 2004 tarihinde şehirde bugüne kadar gerçekleşen en büyük kaza meydana geldi: República del Cromañón adı verilen diskoda çıkan büyük bir yangında 190 kişi hayatını kaybetti. Bu kazanın ardından devrin belediye başkanı Aníbal Ibarra yangın kontrollerinin eksikliğinden dolayı sorumlu tutulduğundan görevi ihmalden hakkında dava açıldı. 7 Mart 2006 tarihinde Arjantin Temsilciler Meclisi Mahkemesi, Iberra'nın görevden alınması ve belediye başkanlığı görevinin vekili Jorge Telerman'a devredilmesine karar verdi.
1833 yılında Buenos Aires'in nüfusu 60.000 kadardı, bu rakam 1869'da 180.000'e yükseldi. 1890 yılına gelindiğinde Buenos Aires 661.000 kişilik nüfusuyla Latin Amerika'nın en büyük ve en önemli şehri konumuna gelmişti. Avrupa'dan sürekli göçmen alması sonucu 1914 yılında 1,6 milyona yükselen nüfus 2001 yılına gelindiğinde neredeyse 2,8 milyona yükseldi.
Şehir merkezi ve varoşlarının toplam nüfusu 11, 5 milyondur. "Gran Buenos Aires" bu nüfusuyla Arjantin'in en büyük metropolü ve São Paolo'nun ardından Güney Amerika'nın ikinci en büyük şehridir. Nüfusun çoğunluğunu İspanyol ve İtalyan kökenliler oluştur, bunun yanında Avrupa'nın birçok ülkesinden ve Orta Doğu ülkelerinden gelip Turcos (Türkler) diye adlandırılan birçok göçmen de yaşamaktadır. Buenos Aires'te İspanyol kökenli olmayan göçmenlerin sayısı Arjantin'in diğer bölgelerine oranla çok daha fazladır.
Buenos Airesli nüfus (Buenos Aires doğumlulara Porteños/Porteñas adı verilir) neredeyse istisnasız bir şekilde İspanyolca konuşur ve nüfusun çok büyük bir kısmı Katolik'tir.
Aşağıdaki grafik Buenos Aires'in yıllara göre nüfusunu gösteriyor. 1943 yılına kadar nüfus tahmini olarak ifade edilirken, 1947 - 2001 yılları arasında nüfus sayımı sonuçları ve 2005'te de yine tahmini nüfus verilmiştir. Kilometrekare başına düşen insan sayısı Berlin'den üç - dört kat daha fazladır ve Tokyo'nun 23 bölgesinden bile daha yüksektir.
Buenos Aires'in ana opera salonu Teatro Colón'dur.
Marmaraereğlisi
Marmara Ereğlisi, Tekirdağ ilinin bir ilçesidir. Silivri'ye 35, İstanbul'a 90, Tekirdağ'a 38 km uzaklıktadır.
Adı "Perinthos" iken "Heraklia" (Ἡράκλεια) olarak değiştirilmiştir. Osmanlı Türkleri Heraklia'ya Ereğli dediler. Diğerleriyle karışmaması için de Marmara Ereğlisi demeye başladılar.
Tarihi Bizans'a dayanan ilçenin eski adı Perinthos'tur ve MÖ 600 yılında Samoslu kolonistler tarafından kurulmuştur. Üç tarafı denizle kaplı bir yarımada şeklindeki ilçe uzun bir kıyı şeridine (32 km) sahiptir. Kapsamlı bir ticaret, gelişmiş bir ekonomi için büyük önem taşıyan iki önemli doğal limanı ve 3 iskelesi vardır.
Ayrıca deniz kenarında 3. yüzyıla ait kaya mezarları bulunmaktadır. İçerisinde bir açık hava müzesi bulunur. Fatih, Ereğli'nin gelirini İstanbul'daki imaretine vakfetmiştir. Cedid Ali Paşa fırtınadan kurtularak geldiği Ereğli'ye bir cami yaptırmış ve çok beğendiği bu yere gelip yerleşecek olanlara kolaylıklar sağlanacağını duyurdu. Böylece ilk Ereğli halkı oluşmaya başladı.
Osmanlı döneminde 1876'ya kadar barış içinde geçirmiştir. Deniz t |
aşıtlarının uğrağı ve önemli bir liman olmaya devam etmiştir.
Edirne Vilayet Matbaası Müdürü Şevket Dağdeviren'in yazdığı 1892 tarihli salnameye göre;
Edirne Vilayeti Tekfurdağı Sancağı’nın merkez kazasına bağlı olan bu nahiyede önemli bir liman ve deniz feneri vardır. 330 evdeki nüfusu Ermeni, Rum ve İslamlardan oluşur.
Yunanların 20 Ekim 1920'de İzmir tümenini Ereğli kıyılarına çıkarmalarının 30 Ekim 1922'ye kadar Yunan işgali altında kaldı. 1987'ye kadar bucak olarak bağlı olduğu Çorlu ilçesinden ayrılarak ilçe oldu ama Seymen köyü Çorlu'da kaldı.
Önemli geçim kaynakları balıkçılık, sanayi, tarım (kavun, karpuz, buğday, arpa, ayçiçeği) ve hayvancılıktır. İlçenin sahilleri balık bakımından oldukça zengindir. Çıkan başlıca deniz ürünleri tekir, barbunya, kılıç balığı, kolyoz, uskumru, palamut, torik, istavrit, sardalya, sinarit, levrek, midye ve kalamardır.
İlçenin sahil şeridi boyunca içkili ve içkisiz restaurantlar, hoteller, barlar, cafeler, discolar, kamp yerleri, halk plajları bulunmaktadır ve yerli ve yabancı turistlere hizmet vermektedir. İçerisinde Namık Kemal Üniversitesi'ne ait bir yüksekokul bulunduran ilçede öğrencilerin yaşamasına uygun kiralık ev ve pansiyonlar bulunmaktadır. Her yıl Ağustos ayında Karpuz Festivali düzenlenmektedir. İhtiyacı olan ailelerin çocuklarının sünnet ettirildiği bu festival birçok konsere ev sahipliği yapmaktadır.
Çorlu
Çorlu, Tekirdağ'a bağlı olan en büyük ilçedir. Çorlu, İstanbul'dan sonra Türkiye Trakyası'ndaki (Doğu Trakya) en büyük ikinci yerleşim yeridir.
Tekirdağ merkezine 38 km uzaklıkta olan Çorlu; Ergene havzasında, Trakya'nın orta yerinde, yayla yüzeyinin üstünde bir düzlükte yer alır. Elverişli doğal yapısı, güçlü ulaşım bağlantıları, önemli sanayisi, iş olanakları ve stratejik önemi ile Tekirdağ'ın en büyük ilçesi olan Çorlu, Türkiye'nin de en gelişmiş ilçelerindendir. Kuzeyden Tekirdağ'ın Ergene ve Çerkezköy ilçeleri, doğudan İstanbul'un Silivri ilçesi, batıdan Süleymanpaşa ve Muratlı ilçeleri, güneyden Marmara Ereğlisi ilçesi ve Marmara Denizi ile çevrilidir. İlçenin yüzölçümü 531 km²'dir. Şehrin nüfusu 2015 yılına göre 245.588'dir.
Çorlu'nun denizden yüksekliği 193 m'dir. Yıldız Dağları'nın uzantısı olarak sokulan sırtlar Çorlu'nun yüksek yerlerini oluşturur. Çorlu, Yıldız Dağları’ndan aşınarak, akarsulardan sürüklenerek gelen tortuların depolandığı bir dolgu bölgesidir. Ayrıca burası, Ergene Havzası ile Marmara kıyı şeridi arasındaki su bölümünün ayrım sınırıdır. Yine "Çorlu", Karadeniz ile Akdeniz arasında yer aldığı için bu iklim bölgelerinin etkisindedir. Kuzeyden inen soğuk hava ile güneydeki Akdeniz ile Ege’den gelen nemli-ılık hava akımları bölgenin iklim yapısını etkiler.
Çorlu adı ile değişik savlar ortaya atılmıştır. Eski atlaslarda kentin adı "Tzarylus", "Tzurulum", "Tzurulus", "Tzurule", "Tschurla", Tziraltum" olarak geçmektedir. Bizans döneminde peyniri meşhur olduğu için "peynir kasabası" anlamında "Tribiton" adı verilmiştir. Kimi yapıtlarda ise "Sirello" olarak geçtiği görülür. Halk arasında ise çorak, işe yaramaz anlamına gelen "çor" sözcüğünden geldiği, Türklerin Çorlu'yu alışında çok zorluk çekildiği için bu söze benzetme yapıldığı ileri sürülür.
Tarih öncesi döneme ait buluntuların elde edilmiş olması, bölge tarihini ilk Tunç çağı'na kadar götürmektedir. Bilinen en eski adı "Tzirallum/Tzirallun" veya "Tzirallon" olan Çorlu, MÖ. 1000 yıllarında Trako-Friglerin kurduğu koloni kentlerden biridir. Tarihin çeşitli dönemlerinde Frig, Yunan, İskit, Pers, Makedon, Roma ve Bizans egemenliğine girmiştir. Zaman zaman Hun, Avar ve Peçenek akınlarına da maruz kalmıştır. Ayrıca İstanbul üzerine çeşitli seferler düzenleyen Arap ordularının istilasına da uğramıştır. Kısaca; Trakya'nın yaşadığı her istiladan etkilenmiştir.
Ortaçağda burada, Bizans İmparatorluğu'nu korumak için kullanılan Tzirallum kale kentinin bulunması İstanbul yolu üzerinde yer alan Çorlu'ya askeri bir önem kazandırmıştır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde ise, Anadolu'dan Rumeli sınır boylarına uzanan anayol üzerinde konaklama yeri olmasından dolayı da önemli tarihi olaylara sahne olmuştur.
Çorlu 1357 tarihinde I. Murad tarafından fethedilerek Osmanlı topraklarına katılmıştır. Süleyman Paşa ve Orhan Gazi'nin ölümleri üzenine tekrar Bizans egemenliğine geçen Çorlu, 1361 tarihinde kesin olarak Osmanlı hakimiyetine girmiştir. I. Murad'ın emriyle Trakya'daki öteki Bizans şehirlerine ibret olması maksadıyla burayı savunan Bizanslılar ağır şekilde cezalandırılarak kale duvarları yıkılmıştır. Böylece Tzirallum'un askeri önemi de ortadan kaldırılmıştır. Bu sert davranış hemen etkisini göstermiş ve Trakya'nın fethi kolayca tamamlanmıştır. Yine "Çorlu", imparatorluk döneminde ilk defa II. Beyazıt ile oğlu Şehzade Selim (Yavuz) arasında geçen baba-oğul savaşında yer almıştır. Şehzade Selim ile II. Beyazıt Çorlu yakınlarındaki Uğraşdere'de karşılaşmış ve Şehzade Selim babasının kuvvetleri önünde yenilmiştir.
1512'de tahtını oğluna bırakan II. Beyazıt Dimetoka Sarayına giderken Çorlu konağında ölmüştür. Daha sonra Yavuz Sultan Selim'de İstanbul'dan Edirne'ye giderken 21 Eylül 1520 tarihinde aynı topraklarda ölmüştür. Bu suretle II. Beyazıt Dimetoka'ya, Yavuz da Edirne'ye varamamıştır. Eylül 1676'da son Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa, Çorlu ile Karıştıran arasındaki Karabiber çiftliğinde vefat etmiştir. Çorlu 18. yüzyılda Kırım'dan uzaklaştırılan Hanzadelerin ve Girayların sürgün yerlerinden biri olmuştur. 1830 yılında Rumeli Beylerbeyliği kaldırılıp Edirne vilayeti kurulunca, Çorlu bu vilayetin Tekirdağ sancağına bağlı bir kazası haline getirildi. 1870'te vilayetler örgütünün ıslahı sırasında durumunu olduğu gibi korudu. 1876'da geçici olarak Rusların eline düştü.
Edirne Vilayet Matbaası Müdürü Şevket Dağdeviren'in yazdığı 1892 tarihli salnameye göre;
Edirne Vilayeti Tekfurdağı Sancağı’nın bir kazası olan Çorlu Kasabası içindeki 12 mahalle ile 38 köyde 3389 hane ve 11032 çeşitli milletten nüfus vardır.
1912-1913 Balkan savaşları'nın birinci devresinde Osmanlı Doğu Ordusu Kumandanlığı karargahı Çorlu'da idi. 5-6 Aralık 1912 savaşlarından sonra Bulgarların eline geçti. Balkan Savaşları'nın ikinci devresinde Edirne'ye doğru ilerleyen Türk Ordusu tarafından 15 Temmuz 1913'te kurtarıldı. Kurtuluş Savaşı yıllarında ise Çorlu, 25 Temmuz 1920'de Yunan işgaline uğradı. 1918 yılından beri faaliyet gösteren ve Trakya'nın kurtuluş mücadelesini yöneten Trakya ve Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin kurduğu çeteler burada da faaliyetlerine devam ettiler. Mudanya Mütarekesi kararları ile 15 Ekim 1922'de savaşılmadan Yunan yönetimi tarafından Türk yönetimine devredilmiştir. Çorlu halen, II. Dünya Savaşı'ndan beri savunma bakımından önemli bir garnizon olma özelliğini devam ettirmektedir.
Çorlu, Türkiye'nin kuzeybatı (Trakya) bölgesinde olup, 41 derece 07 dakika 30 saniye doğu boylamı ile 27 derece 45 dakika kuzey enlemi arasındadır.Kırklareli, F-19 - c1, 1/25.000 ölçekli pafta üzerinde yer almaktadır. Çorlu'nun, denizden yüksekliği 150–180 m arasındadır. Çorlu, Ergene havzasında ve Trakya'nın merkezi bir yerinde bulunmaktadır. Doğudan; İstanbul'un Silivri ilçesi, Muratlı ilçesi ve Kırklareli'nin Lüleburgaz ilçeleri ile çevrilidir. Güneyde ise; Marmara Denizi ve Marmara Ereğlisi ilçesine komşu olmaktadır. Çorlu, Tekirdağ ilinde kapladığı alan bakımından dördüncü sıradadır. Çorlu'nun yüzölçümü yaklaşık 949 km²'dir. İlçe rakımı 183 m'dir. Yıldız Dağları'nın uzantısı halinde sokulan sırtlar, Çorlu'nun en yüksek kesimini oluşturur. Çorlu arazisinin büyük bölümü Ergene havzası içinde yer alır. Burası Yıldız Dağları'ndan taşınan ve akarsulardan sürüklenen tortuların depolandığı bir dolgu bölgesidir. Ayrıca bu bölge, Ergene Havzası ile Marmara kıyıları arasındaki su bölümünün ayrım sınırıdır.
Çorlu, iç kesimde yer alması nedeniyle Trakya'da en az yağış alan bölgedir. Yıllık yağış miktarı 545 mm (kg/m²) dir. Yağışların %20'si ilkbahar, %10'u Yaz, %30'u Sonbahar, %40'ı Kış mevsiminde düşmektedir. Ortalama rüzgarın yönü kuzey-kuzeydoğu'dur ve rüzgarın hızı 3.6 m/sn. kadar yükselir. Bu rüzgarlar fazla yağış getirmezler. Nemli hava kütlelerini getiren ve yağışa neden olan rüzgarlar güney - güneybatı yönlü Lodos ve Kıble'dir. Kışın kendisini hissettiren Karayel ise soğuk hava dalgasını getirerek kar yağışına sebep olur. Yıllık sıcaklık ortalaması 12.6 °C en yüksek sıcaklık ortalaması 18.2 °C en düşük sıcaklık ortalaması 8.1 °C'dir. Çorlu, Karadeniz ile Akdeniz arasında yer aldığı için bu iklim bölgelerinin etkileri altında kalır. Kuzeyden gelen soğuk hava kütleleri ile güneyden, Akdeniz ve Ege'den gelen nemlilik hava akımları bölge iklim yapısını belirler.
Çorlu deresi, çevreye kötü kokular yayar. Ayrıca fabrika atıklarının da bu dereye boşaltılması kötü kokunun nedenlerindendir. Derenin kenarına bir arıtma tesisi kurulmuştur. Temizlenmesi için çalışmalar devam etmektedir. Çorlu Deresi, Ergene Nehri olarak bilinen ve Trakya bölgesinin büyük oranda insan ve tarım ihtiyacını karşılamakta olan nehre dökülmektedir.
Trakya'nın ikinci büyük yeraltı sularına sahip bir bölgededir. Bir çanak gibi üstü kum çakıl olan arazi, bir süzgeç gibi yağan kar ve yağmur sularını yer altına geçirmektedir. Bu durum kirlilik açısından da tehlike arz etmektedir. Çöp atıklarının, sanayi atıklarının sızıntıları da bu yeraltı sularına karışmaktadır. Bu kirlenmenin acil olarak önlenmesi için gerekli tedbirlerin ele alınması kaçınılmazdır. Yöredeki yeraltı suyu potansiyelinin 274 hm³/yıl'ı, Ergene Havzası'ndan kaynaklanmaktadır. Tekirdağ'ın kullandığı su miktarı toplam suyun %42'sini oluşturmaktadır. Bu miktarın %61'inin (51.72 hm³/yıl) Çorlu ilçesine ait olduğu dikkat çekicidir. Ayrıca Çorlu ilçesinin içme, kullanma ve sanayi amaçlı çektiği su miktarının, sulama suyundan daha fazla olduğu görülmektedir.
Endüstrilerin günlük toplam su ihtiyacı 90.000 m³/gün'ü bulmaktadır. Bu miktar kuyular yardımıyla ve yeraltı suyunun plansız bir şekilde kullanılmasıyla karşılanmaktadır. Kum-çakıl açısından da bölgenin zengin yerinde bulun |
an Çorlu, Karatepe taş ocakları bölgenin yegane beton, beton agregası ve asfalt mıcırı üreten sahasıdır. Bütün beton santralleri, belediyeler, karayolları, köy hizmetleri, liman işletmeleri, hava meydanları işletmeleri ihtiyaçlarını Karatepe Taş Ocakları'ndan karşılamaktadır. Hatta İstanbul Fatih Sultan Mehmet Köprüsü, Mecidiyeköy üst geçidi, Haliç Köprüsü aşınma tabakalarını da burası sağlamıştır. Ayrıca, Yulaflı köyü yöresinde TPOAŞ'ın yaptığı sondajlarda yörede doğalgaza da rastlanmıştır.
1927'de 8.000 olan nüfus, 1965'te 25.000'i, 1970'de 45.000'i aşmış,1990'da 75.000'e dayanmıştır.Bu tarihten sonra gelişen sanayie paralel hızla göç almaya başlamış ve 1997'de 120.000'e ulaşan nüfus, 2007 yılında yapılan nüfus sayımında 190.712'i aşmıştır. Böylece Edirne (138.793) ve Tekirdağ (141.439) il merkezlerini de geçerek İstanbul hariç Trakya'nın en büyük kenti olmuştur. Türkiye nin en gelişmiş 10 ilçesi arasındadır. T.C. Başbakanlık Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) Veri Tabanı rakamları açıklandı. Buna göre (TÜİK) 2010 sayımına göre 252.974 nüfusu ile Çorlu şehir merkezinin 77 ilin merkezinden daha fazla nüfusa sahip olduğu ortaya çıktı.
Çorlu'nun coğrafi konumu dolayısıyla (Avrupa ile Asya arasında bir köprü) özellikle sanayinin bu ilçeye akın etmesine yol açmıştır. İstanbul, Kocaeli, Bursa ile beraber Türkiye sanayisinde önemli yer almaktadır.. Bundan 10 yıl öncesinde sakin bir ilçe olan Çorlu şu an tam anlamıyla bir sanayi kenti görünümünü almıştır. Bunun sonucu olarak göç artmış ve nüfus yoğunluğu hat safhaya çıkmıştır. Bu hızlı gelişimden ve hareketliliğinden dolayı Küçük İstanbul adını bile yakıştırmışlardır. Türk Hava Yolları iştiraki olan AnadoluJet’in Çorlu Havaalanı Ankara-Çorlu Seferlerine başlamıştır. Trakya'yı Anadolu'ya havayolu ile bağlayan ilk ve tek havaalanı pisti Çorlu'da bulunmaktadır.
TCG Adatepe (D-353)
TCG "Adatepe" (D-353), ABD Deniz Kuvvetleri'ne ait Gearing sınıfı bir denizaltı savunma harbi muhribi olan gemisi II. Dünya Savaşı sonunda, New York eyaletindeki Staten Island’da kurulu Bethlehem Steel Company tarafından 8 Haziran 1945’de kızağa kondu. 17 Ocak 1946 tarihinde denize indirilen tekne 29 Haziran 1946’da ABD Deniz Kuvvetleri'ne katıldı. USS "Forrest Royal" Kore Savaşı sırasında 1950-51 yılları arası Kore kıyılarında görev aldı.
1962 yılında diğer birçok Gearing sınıfı muhrip gibi FRAM (Fleet Rehabilitation and Modernization) Mk 1 Grup B modernizasyon programına tabi olan geminin bir adet 127 mm Mk 38 top tareti yerini Mk 32 üçlü torpido tüplerine bıraktı. Modernizasyon sırasında tekne ASROC lançeri ve AN/SQS-23 sonarı ile donatıldı. Ayrıca, program dahilinde ABD Deniz Kuvvetleri hizmeti sırasında gemiye DASH uzaktan kumandalı denizaltı savunma harbi helikopter kabiliyeti kazandırıldı.
USS "Forrest Royal" muhribini 1971 yılı içinde Türk Deniz Kuvvetleri’ne geçici olarak transfer etti. Sancak çekme töreni 27 Mart 1971 tarihinde Amerika'da yapıldı. 17 Aralık 1971’de Türk Deniz Kuvvetleri'ne katılan tekneye TCG "Adatepe" ismi ve D-353 borda numarası verildi. 1 Şubat 1973’de ABD Deniz Kuvvetleri'nin hizmet dışı bıraktığı muhrip kalıcı olarak Türk Deniz Kuvvetleri'ne satıldı. 1974 Kıbrıs harekatı sırasında görev yapan gemi, Türk Deniz Kuvvetleri’nde 6 Ağustos 1993 tarihine kadar hizmete devam etti. TCG "Adatepe" muhribi 1994 yılında sökülmeye başladı.
Amsterdam
Amsterdam, Hollanda'nın başkentidir. Ancak Hollanda, hükümetin ve meclisin bulunduğu Lahey'den yönetilir. Kent, ülkenin batısında, Kuzey Hollanda eyaletinde yer almaktadır. 12. yüzyılda Amstel ırmağının kıyısında bir balıkçı köyü olarak kurulan Amsterdam, bugün Hollanda'nın kişi sayısı bakımından en büyük, kültürel ve parasal yönden de en önemli kentidir. Kentte 2015 sayımına göre 847.176 kişi yaşasa da, bu sayı çevresiyle birlikte 2,5 milyonu bulur.
Adı, ilk kurulduğu zamanlarda Amstel ırmağının üzerine kurulan su bendi ("dam") olan Amstelredamme'ın zamanla Amsterdam olmasından gelir.
Amsterdam, çoğunlukla 17. yüzyıldan kalma yapılarıyla, Avrupa'daki en köklü kent dokularından birini barındırır. Kentin eski bölümü iç içe geçmiş ay biçimindeki kanallardan oluşur. Bu kanalların iki yakasındaki tarihî evlerin bir bölümü bugün ev, geri kalanı ise, kamu ya da özel işyeri olarak kullanılır. Özellikle, Amsterdam'da bulunan Dam Meydanı çok ünlüdür ve dünyanın birçok yerinden ziyaretçi akınına uğramaktadır.
Hollanda'nın birçok yerinde olduğu gibi, Amsterdam'da da kanallar bataklık olan bölgede öncelikle suları denetim altına almak için kazılmıştır. Bunun yanı sıra savunma ile ulaşım için de kullanılmıştır. Bazı kanalların üzerinde tekne evler bulunur. Bunlar genellikle eski tekneler ya da baştan ev olarak tasarlanmış teknelerdir. İlk olarak 60'lı 70'li yıllardaki konut sıkıntısının sonucu olarak ortaya çıkan tekne evler, bugünlerde yalnızca zorunluluktan değil, daha çok bir yaşam tarzı yeğlemesi olarak öne çıkmaktadır.
Ünlü Amsterdam sakinleri arasında Anne Frank, ressam Rembrandt van Rijn ve Vincent van Gogh adlı sanatçılar ve filozof Baruch Spinoza yer almaktadır. Tanınmış Concertgebouw ('konser yapısı') senfoni orkestrası ('Concertgebouworkest') Amsterdam'da bulunur.
Amsterdam, dünyada en çok ziyaret edilen 5. merkezdir. 2014 yılı verilerine göre Amsterdam yıllık 4.2 milyon turist ziyareti almaktadır. 17'si 5 yıldızlı olmak üzere 350 otel ile toplamda 45 bin yatak kapasitesi bulunmaktadır.
Şehirde birçok müze bulunmaktadır. Bunların en önemlileri Rjiksmuseum diğeri ise Van Gogh Museum'dur.
Bunların dışında, Amsterdams Historisch Museum, Rembrandthuis, Anne Frank Huis, Hermitage, Tropenmuseum, Verzetmuseum
Stedelijk Museum'u sayabiliriz.
Genelevlerin olduğu "Kırmızı Işıklar" bölgesi ("Red Light District") ile daha çok tütünle karıştırılarak ya da karıştırılmadan içilen esrarın, Space Cake (esrarlı kurabiye) ve mantarların(magic mushroom) satıldığı "kahvehane"ler ("Coffeeshop") kente gelenlerin ilgisini çeken yerler arasındadır.
Toplu taşıma otobüs ve tramvaylar ile sağlanır. Şehirde dört metro hattı bulunmaktadır, beşinci hat ise yapım halindedir (ancak kentin doğal dokusuna zarar vermemek için yapımı yavaş sürmektedir). Ayrıca birçok cadde ve sokak araç trafiğine kapatılmıştır.
Amsterdam bisiklet dostu bir şehirdir. Şehirde bisiklet yolları ve bisiklet park alanlarıyla "bisiklet kültürü"nün geliştiği bir merkezdir. Şehirde 1 milyonu bisiklet bulunduğu tahmin edilmektedir. Ancak bisiklet hırsızlığı oldukça yaygındır. Bu yüzden bisiklet sahiplerinin büyük kilitlerle bisikletlerini hırsızlara karşı koruma eğilimi vardır. Şehir içinde araç kullanmak tercih edilmez. Çünkü park ücretleri oldukça yüksektir.
Kent kanalları artık çoğunlukla yük ya da yolcu ulaşımı için değil, tekne gezintileri için kullanılmaktadır. Amsterdam ana tren istasyonu'ndan ve kentin öteki bir iki yerinden kalkan 40-50 kişilik gezinti tekneleri ile kentin kanalları gezilir. Bunun dışında özel tekneler ve pedallı 4 kişilik tekneler ("su bisikletleri") de kanal gezileri için kullanılır.
Amsterdam yakınlarında bulunan Badhoevedorp Kavşağı, 1932'den bu yana Hollanda'da otoyolların ana merkezidir. Amsterdam Havalimanı (Amsterdam Airport Schiphol), Amsterdam Ana Tren İstasyonu'ndan (NS Amsterdam Centraal Station) trenle yaklaşık 15-20 dakika kadar uzaktadır. Hollanda'nın bu en büyük havalimanı, Avrupa'da dördüncü, dünyada onuncu sıradadır. Yılda 44 milyon kişiyle dünyanın en kalabalık üçüncü havalimanıdır. İsmi her ne kadar Amsterdam Havalimanı diye geçse de aslında Amsterdam sınırları içinde olmayıp Haarlemermeer Belediyesi sınırlarındadır.
Amsterdam'da Amsterdam Üniversitesi (Universiteit van Amsterdam) ile Vrije Universiteit Amsterdam (Amsterdam Özgür Üniversitesi) adında iki üniversite vardır. Bunlar dışında üniversite olmayan, ancak bazıları lisans (B.Sc.) diploması veren birkaç yüksek okul da bulunur.
Kentin en büyük üniversitesi olan Amsterdam Üniversitesi 1632 yılında kurulmuş olup, Avrupa'nın değerli araştırma üniversitelerinden biridir. Amsterdam Özgür Üniversitesi ise 1880 yılında, sonradan başbakan olacak Abraham Kuyper'ce, tutucu-Protestan ( Kalvinci) yapıda kurulmuş olup, adını devlet ile kilise kurumlarından bağımsız olmasından alır.
Amsterdam'da üçüncü bir üniversite kurma çalışmaları başlamıştır. Kent ekonomisine daha da canlılık getirmesi, kenti uygulamalı bilimler konusunda yabancı kuruluşların yatırımları için daha da çekici yapması beklenen bu üniversitenin teknik bir üniversite olması düşünülmektedir. Amerika Birleşik Devletleri'nin önemli üniversiteleri (MIT, Duke,Kolombiya ile Stanford) bu yeni üniversitenin kurulumunda yer almak istediklerini belirtmişlerdir..
Özellikle Van Gogh ve Rijks müzeleri önünde oluşan uzun kuyruklardan dolayı biletlerin şehrin belirli bölgelerinde bulunan turist ofislerinden temin edilmesi zaman kaybının önüne geçmektedir.
1300 yılında Amsterdam nüfusu bin kişiydi. 1400 yılında 3 bindi. 1675'ten sonra nüfus hızla artarak 206 bine ulaştı. 1850'lere kadar nüfusta çok büyük bir artış yaşanmadı. Şehrin 1850'deki nüfusu 224 bindi. Şehrin günümüzdeki nüfusu 742 bindir.
Şehre 20. yüzyılda ilk toplu göç Endonezyadan geldi. Ardından Türkiye, Fas, İspanya, İtalya'dan işçiler 1960'larda göç etti. Surinam'ın 1975'te bağımsızlığını kazanmasıyla Surinam'dan bir göç dalgası yaşandı.
20. Yüzyılın sonlarına doğru özellikle müslüman azınlıklara karşı değişen politikalar, okullarda azınlık dillerinde verilen derslerin kaldırılması gibi kültürel baskılar Amsterdam kentinde de kendisini gösterdi. En büyük azınlık dilleri olan Türkçe ile Arapça dillerindeki TV kanalları temel Kablo TV paketlerinden kaldırıldı . Seçimlerde adayların azınlık dillerinde kampanya yürütmeleri eleştirildi ve bazı durumlarda basılı yayınlar toplatıldı. Bu baskıları yapan ve sonradan Amsterdam belediye başkanı olan zamanın 'Uyum' Bakanı van der Laan kendi partisinin PvdA adayınca ikiyüzlülükle suçlandı .
Hollanda 1. Ligi "Eredivisie"'de yeralan AFC Ajax takımı Amsterdam kentinin en büyük futbol |
kulübüdür. Takımın stadyumu olan Amsterdam ArenA şehrin güneydoğusu olan Bijlmer'da yer alır. Bunun yanında Amsterdam 1928 Yaz Olimpiyatları'na ev sahipliği yapmıştır. Olimpiyatlar için yapılmış olan Amsterdam Olimpiyat Stadyumu son yıllarda tamamen yenilenmiş olup spor müzesi olarak hizmet vermekte ve Amsterdam Maratonu gibi spor ve kültür etkinlikleri için kullanılmaktadır.
Amsterdam Şehri'nin şu yabancı şehirlerle resmi kardeș șehir bağlantıları vardır:
Caracas
Karakas, Güney Amerika ülkesi Venezuela'nın başkentidir.
Kent, ülkenin kuzeyinde, yakınındaki Karayip Denizi'nden yükseklikleri 2130 metreye dek çıkan dağlarla ayrılan ve iki yanındaki dağların arasında kıvrılarak ilerleyen dar bir ovada yer alır. Caracas'ın denizden yüksekliği 750 ile 900 metre arasında değişir.
Kent içinde ('Libertador Department' bölgesinde) 2004 sayımına göre 1,9 milyon kişi yaşasa da, bu sayı çevresindeki varoşlarla birlikte 5,1 milyonu bulur.
Karakas, 1567'de Santiago de León de Caracas adıyla İspanyol sömürgeci Diego de Losada tarafından kurulmuştur.
2015 yılında dünyanın şiddet oranı en yüksek şehirleri sıralamasında 100.000 kişi başına 120 cinayet ile ilk sırayı almıştır
Varoş
Varoş ya da banliyö; bir kentin, şehir merkezinden uzak, genellikle il veya ilçe sınırına yakın dış bölgelerine verilen ad. Türkçede bu sözcüklere karşılık olarak yörekent ve dolaylık sözcükleri oluşturulmuştur.
Varoşlar, genellikle anayollar veya demiryolları üzerinde kurulur ve şehir merkezine toplu taşımacılıkla ulaşım kolaydır.
Varoş sözcüğü, Macarca "" sözcüğünden gelir. Banliyö sözcüğü ise Fransızca "" sözcüğünden gelir ve kökü Ortaçağ avam Latincesindeki "banleuca" sözcüğüne dayanır. "Ban" (ferman) ve "leuca" (3 millik mesafe) sözcüklerinden oluşan bu kavram, şehir merkezinden uzak ancak yine de bir efendinin otoritesine bağlı anlamına gelir.
Gelişmiş ülkelerde varoşlar çoğunlukla durumu orta halli olan, orta ve üst katmanlardan kişilerin yaşadığı yerlerdir. Şehrin gürültü ve kirliliğinden kaçan insanların büyük ve rahat bahçeli evlerde yaşadıkları nezih yerleşim birimleridir. 20 ve 21. yüzyılda ulaşım alanında meydana gelen gelişmeler, demiryolu ağlarının gelişmesi, daha fazla kişinin taşıt sahibi olması, şehirlerdeki arazi kısıtlılığı, yeşil alanların yetersizliği gibi nedenler varoşları cazip hale getirmiştir.
Türkiye'de varoşların durumu ülkenin ekonomik durumuna bağlı olarak çoğunlukla, çoğu gelişmiş devletin tam tersi şekilde gerçekleşmiştir. Şehire oranla kiraların ve diğer giderlerin düşük olduğu, gecekonduların yaygın olduğu varoşlar, alt sosyo-ekonomik düzeyden insanların yaşadığı yerler haline gelmiştir. Bu nedenle varoş ve banliyö sözcükleri zaman zaman hatalı olarak gecekondu mahallesi anlamında kullanılır.
Fransa'da da banliyöler genellik düşük sosyo-ekonomik düzeyden insanların yaşadığı yerlerdir ancak üst tabaka banliyölere de rastlanır.
ABD'de banliyöler tipik olarak 2.Dünya Savaşı sonrası dönemde yapılmıştır ve genellikle:
Gearing sınıfı muhrip
Gearing sınıfı muhrip, II. Dünya Savaşı sonrasında ve kısa bir sürede ABD Deniz Kuvvetleri için yapılan 98 gemilik muhrip grubudur. Gearing tasarımı, önceki Allen M. Sumner sınıfı'nın küçük bir modifikasyonu ile olmuştur. Gövdede daha uzun menzile yer verilerek yakıt için daha fazla depolama alanı yaratıldı, böylece gemilerin gövdesi "Allen M. Sumners"lardan 14 ft (4.3 m) daha uzatılmış oldu.
İlk "gearing"ler 1945 yılının ortalarına kadar hizmete hazır değildi, bu yüzden nispeten daha az savaş hizmeti gördü. Gemiler bir dizi yükseltmelerle 1970'lere kadar hizmete devam etti. O zamanda diğer birçok ülkeye satıldı ve daha uzun yıllar görev yaptı.
İnşası gerçekleşen yukarıdaki 98 adet geminin yanı sıra kızağa konulan ve isim verilen, ancak inşası yarım kalan 7 adet "Gearing" sınıfı muhrip aşağıda belirtilmiştir:
1945 yılında II. Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile birlikte kâğıt üzerinde inşası planlanan 47 adet "Gearing" sınıfı muhrip daha kızağa konulmadan iptal edilmiştir. Bu gemilerin üç adedi hariç isimlendirilmedi. Sadece borda numaraları tahsis edilen gemiler aşağıdaki gibidir:
II. Dünya Savaşı’nın sonuna doğru 36 adet "Gearing" sınıfı muhrip, uçaklara karşı erken uyarı radarları ile donatılarak uzun menzilli radar-piket gemisi şeklinde tadil edildi. Tadilatların çoğu denize indirilmemiş inşa halindeki tekneler üzerinde gerçekleşti. Bu gemiler, Frank Knox sınıfı olarak da bilinir ve tanımlamaları DDR olarak değiştirilmiştir.
Yine II. Dünya Savaşı’nın ardından iki adet adet "Gearing" sınıfı muhrip, denizaltılara karşı avcı-katil (Hunter-Killer) muhribi şeklinde tadil edildi. Bu gemiler, Carpenter sınıfı olarak da bilinir ve tanımlamaları DDK olarak değiştirilmiştir. Aynı zamanda 13 adet "Gearing" sınıfı muhrip, denizaltı savunma harbi refakat muhribi şeklinde tadil edildi. Bu gemiler, Basilone sınıfı olarak da bilinir. Bu muhriplerin tanımlamaları DDE olarak değiştirilmiştir.
Yukarıda adı geçen tüm tekneler daha sonra standart denizaltı savunma harbi muhribi şekline geri döndü ve aşağıdaki başlıkta sözü edilen modernizasyon programlarına katıldılar.
Bu gemilerin dışında üç adet "Gearing" sınıfı muhrip çeşitli testlerde kullanmak amacı ile tadilata uğradı. DD-848 USS Witek ve DD-828 USS Timmerman tekneleri yeni tahrik sistemlerinin testlerinde, DD-712 USS Gyatt ise Terrier hava savunma füze sistemi denemelerinde kullanıldı. Bu üç tekne herhangi bir modernizasyon çalışması yapılmadan hizmet dışı kalmıştır.
"Gearing" sınıfı muhripler 1960'lı yıllarda FRAM (Fleet Rehabilitation and Modernization) modernizasyon programına tabi tutuldu. Modernizasyon sırasında teknelerin çoğu ASROC lançeri ve AN/SQS-23 sonarı ile donatıldı. Ayrıca, program dahilinde gemilere DASH uzaktan kumandalı denizaltı savunma harbi helikopter kabiliyeti kazandırıldı. Bu gemiler aşağıda belirtilen dört grup halinde modernize edildi:
1970’li yılların ortasında Amerikan Donanması’nda görev yapan modernize edilmiş "Gearing" sınıfı muhripler 30 yıllık ekonomik ömürlerini doldurdu. Bu muhriplerin çoğu Askeri Yardım Programı (MAP) çatısı altında müttefik ülkelere ödünç verildi. Bu muhriplerin bir kısmı transfer edildiği ülkeler tarafından daha sonra satın alındı. Bir kısmı ise Amerikan Donanması’na geri dönmeden hizmet dışı kaldı. Müttefik donanmalara transfer olmayan gemiler ise hedef gemisi olarak tatbikatlarda batırıldı veya sökülmek amacı ile satıldı. Tarihi sıralamaya göre Askeri Yardım Programı ile "Gearing" sınıfı muhrip alan 11 ülke aşağıda belirtilmiştir:
1971 ile 1980 yılları arasında altı adedi FRAM 1 ve bir adedi FRAM 2 modernizasyon seviyesinde olmak üzere toplam yedi adet "Gearing" sınıfı eski Amerikan muhribi teslim aldı. Bu gemiler Themistoklis sınıfı olarak da bilinir.
1971 ile 1980 yılları arasında 12 adedi FRAM 1 ve iki adedi FRAM 2 modernizasyon seviyesinde olmak üzere toplam 14 adet "Gearing" sınıfı eski Amerikan muhribi teslim aldı. Bu gemiler Fu Yang sınıfı olarak da bilinir.
1971 ile 1983 yılları arasında 9 adedi FRAM 1 ve üç adedi FRAM 2 modernizasyon seviyesinde olmak üzere toplam 12 adet "Gearing" sınıfı eski Amerikan muhribi teslim aldı. Bu gemiler Tepe sınıfı olarak da bilinir.
Toplam 12 adet Amerikan Donanması fazlası Gearing sınıfı ve Carpenter sınıfı denizaltı savunma harbi muhribi 1971-83 yılları arasında Türkiye’ye transfer edildi. Bu gemiler 1995 yılına kadar hizmete devam ettiler.
Mart 1971 ile Haziran 1980 ayları arasında sekiz adet Amerikan Gearing sınıfı muhrip Askeri Yardım Programı (MAP) dahilinde Türk Deniz Kuvvetleri'ne katıldı. 1974 Kıbrıs harekatı sırasında dost ateşi sonucunda batan () muhribinin yerine aynı ad ve borda numarası ile (aslında yedek parça olarak kullanılmak üzere alınan bir tekneydi) gemisi geçti.
Şubat 1981 ve 1982 arasında iki adet Amerikan Carpenter sınıfı muhrip Askeri Yardım Programı (MAP) dahilinde Türk Deniz Kuvvetleri’ne katıldı.
Ekim 1982 ve Mart 1983 ayları arasında iki adet Amerikan Gearing sınıfı muhrip Askeri Yardım Programı (MAP) dahilinde Türk Donanması’na katıldı.
Ayrıca, eski Amerikan USS McKean (DD-784) muhribi yedek parça olarak kullanılmak amacı ile "TCG Gayret" gemisinden önce, 2 Kasım 1982 tarihinde Türk Deniz Kuvvetleri’ne transfer edilmiştir.
1972 ile 1981 yılları arasında beş adedi FRAM 1 ve iki adedi FRAM 2 modernizasyon seviyesinde olmak üzere toplam yedi adet "Gearing" sınıfı eski Amerikan muhribi teslim aldı. Bu gemiler Chung Buk sınıfı olarak da bilinir.
1972 ile 1978 yılları arasında FRAM 1 modernizasyon seviyesinde beş adet "Gearing" sınıfı eski Amerikan muhribi teslim aldı. Bu gemiler Churruca sınıfı olarak da bilinir.
1973 yılında FRAM 2 modernizasyon seviyesinde bir adet "Gearing" sınıfı eski Amerikan muhribi teslim aldı. Bu gemiye D-27 ARA Comodoro Py adı verildi.
1973 yılında FRAM 1 modernizasyon seviyesinde iki adet "Gearing" sınıfı eski Amerikan muhribi teslim aldı. Bu gemiler Marcilio Dias sınıfı olarak da bilinir.
1977 yılından başlayarak FRAM 1 modernizasyon seviyesinde altı adet "Gearing" sınıfı eski Amerikan muhribi teslim aldı. Bu gemiler Tariq sınıfı (veya Tarık) olarak da bilinir.
1978 yılında FRAM 1 modernizasyon seviyesinde bir adet "Gearing" sınıfı eski Amerikan muhribi teslim aldı. Bu gemiye BAE Presidente Eloy Alfaro adı verildi.
1982 yılından başlayarak FRAM 1 modernizasyon seviyesinde iki adet "Gearing" sınıfı eski Amerikan muhribi teslim aldı. Bu gemiler Netzahualcoyotl sınıfı olarak da bilinir.
Uydu kent
Uydu kentler, ana kente bağlantılı olarak kurulan ve onun yükünü azaltmak için çevresinde oluşturulan yerleşim yerleridir.
Uydu kentlerin gecekondu bölgelerinden en büyük ayrımı, rastgele değil, alt ve üst yapılarıyla tasarlanarak yapılmış olmalarıdır. Uydu kentte yaşayanlar genellikle çalışmak için ana kente giderler.
Türkiye'deki uydu kentlerin ilk örneklerinden birisi olarak İstanbul'daki Bahçeşehir gösterilebilir. Daha yeni olanlar arasında yine İstanbul'daki Kayaşehir ve Ankara'daki Batıkent, Eryaman, İzmir'deki Mavişehir ile yine İstanbul'd |
aki Beylikdüzü, Ataşehir, Ataköy, Mimaroba, Sinanoba gibi yerleşimler sayılabilir. İstanbul Pendik'te yeni yapılanan Yenişehir de örnek gösterilebilir
San Salvador
San Salvador (koordinatlar 13°41′N 89°11′W) El Salvador'un başkentidir. Kentte 2004 sayımına göre 1.3 milyon kişi yaşar.
Kent, Orta Amerika'daki ve ABD'deki öteki kentleri birbirine bağlayan Pan American Karayolu'nun üzerindedir.Kentte; bira, tütün ürünleri, sabun üretiminin yanı sıra dokumacılık da gelişmiştir.
16. yüzyılda kurulan San Salvador'da izleyen yüzyıllarda önemli depremler olmuştur. Bunların en kötüsü 1854 yılında olanıdır. 2001 yılında olan en son deprem, kentin özellikle Las Colinas dolayında etkin olarak çok zarara yol açmıştır.
1980'li yıllarda ülkedeki iç savaş, kentteki birçok kişinin kentten ayrılmasına yol açmıştır.
Alfred Nobel
Alfred Bernhard Nobel (21 Ekim 1833, Stokholm – 10 Aralık 1896, San Remo), İsveçli kimyager ve mühendis, dinamitin mucidi. Vasiyetiyle Nobel Ödülleri'ni başlatmıştır.
1833'te varlıklı bir aileden gelen anne Andriette Ahlsell ile mühendis baba Immanuel Nobel'in üçüncü oğlu olarak Stokholm'de dünyaya geldi. Alfred doğduğunda, babası iflas etmişti, dolayısıyla ailesinin maddi durumu iyi değildi. Nobel ailesi 1837'de Finlandiya'ya, 1842 yılında ise Sankt-Peterburg'a taşınır. St. Petersburg'da babası Immanuel Nobel bir atölye açar, annesi ise bir bakkal dükkânı işletir. Baba Nobel, Sankt-Peterburg'da büyük başarı kazanır ve Rus ordusu için silah üretmeye başlar.
Alfred Nobel, özel öğretmenler tarafından eğitilir. Doğa bilimleri, dil ve edebiyat alanlarına yoğunlaşır. 17 yaşına geldiğinde İsveççe, Rusça, Fransızca, İngilizce ve Almanca'yı akıcı bir şekilde konuşabilmektedir. Fizik ve kimyanın yanı sıra, onun bir mühendis olmasını isteyen babasının pek hoşuna gitmese de Alfred İngiliz edebiyatına ve şiire de ilgi duymaktadır.
Babası onu kimya mühendisliği eğitimi görmesi için yurtdışına gönderir. İki yıllık süre içinde İsveç, Almanya, Fransa ve ABD'de bulunur. Paris'te bulunduğu süre zarfında dönemin ünlü kimyageri T. J. Pelouze'nin laboratuvarında çalışır. Burada ayrıca güçlü bir patlayıcı sıvı olan nitrogliserini keşfeden İtalyan kimyager Ascanio Sobrero ile tanışır. Alfred Nobel de nitrogliserin ile ilgilenmektedir. Nitrogliserin, baruttan daha güçlü olmasına karşın, basınç ve sıcaklığın etkisiyle kolayca patlamaktadır. Nobel'e göre bu durum nitrogliserinin pratik kullanımını sınırlandırmaktadır.
Alfred Nobel, 1852'de ailesi tarafından Sankt-Peterburg'a geri çağrılır. Nobel, nitrogliserin ile ilgili çalışmalarına burada devam etmeye çalışır. Ancak, babası Immanuel Nobel'in işleri bozulmaya başlar. Kırım Savaşı'nın sona ermesini takiben Rus ordusu baba Nobel'in işletmesinden silah sipariş etmeyi keser. Baba Nobel, bir kez daha iflas eder. Bunun üzerine baba Nobel iki oğlu Alfred ve Emil ile birlikte Stokholm'e geri döner (Diğer oğulları Robert ve Ludvig ise Sankt-Peterburg kalır).
Alfred Nobel, 1863 yılından itibaren nitrogliserin ile ilgili çalışmalarına Stokholm'de devam eder. 1864 yılında çalışmalarını yürütürken bir patlama olur. Kazada, küçük kardeşi Emil ile birlikte dört kişi hayatını kaybeder. Alfred Nobel'in Stokholm şehri sınırları dahilinde çalışma yapması yasaklanır. Bunun üzerine Alfred çalışmalarına Mälaren Gölü yakınlarındaki bir mavnada devam eder.
Nitrogliserin'i patlayıcı madde olarak kullanma yollarını araştırdı. 1863 yılında Stokholm'de az miktarda nitrogliserin yapmaya başladı. Birkaç ay süren araştırmaların sonunda bir patlama ile laboratuvar yıkıldı. Çalışmalarına devam eden Alfred Nobel 1865'te yeni bir fabrika kurdu, bir süre sonra ikinci fabrikasını da açtı. 1864 yılında araştırmalarının sonucunu aldı ve dinamit barutunu buldu. Araştırmalarına devam eden Nobel, 1877'de "Balistit" adını verdiği yeni bir çeşit barut tasarladı. 1879'da, Paris yakınlarındaki Servan'da bir laboratuvar kuran Nobel, buradaki çalışmaları sırasında "dumansız barut" adını verdiği ve eşit miktarlarda nitrogliserinle nitroselüloz karışımından oluşan, itici barutu buldu.
Birkaç yıl sonra "kordit" adlı patlayıcı madde konusunda İngiliz hükümeti aleyhine dava açtı, ancak davayı kaybetti. Bu dönemde Fransa'ya karşı kurulan bir ittifakta İtalya ile işbirliği yapan Nobel, aleyhindeki kampanyalar sonucunda Paris'i terk ederek İtalya'nın San Remo şehrine yerleşti, laboratuvarını da oraya taşıdı.
Nobel, San Remo'da 1896 yılında beyin kanaması sonucu öldü. Buluşları insan oğlunun yıkım gücünü arttırdı. Geri kalan yaşamında sürekli bunun pişmanlığını yaşadığı söylenmektedir.
Öldüğünde ise bir gazete manşette şu başlığı kullandı, " "Ölüm taciri öldü ! ( Le marchand de la mort est mort )"."
Vasiyetinde, mirasının Nobel Ödüllerinin enstitüleştirilmesi yönünde kullanılmasını ve 33.200.000 kronunun her yıl insanlığa hizmette bulunanlara sunulmasını istemiştir.
Bu ödüller, fizik, kimya, tıp veya fizyoloji, edebiyat ve barışa hizmet olmak üzere toplam beş dalda verilecekti. Nobel'in bu vasiyeti önceleri büyük tartışma yarattı. Ancak 1900 yılında İsveç hükümetinin Nobel Vakfı'nı kurmasıyla, Nobel Ödülleri düzenli olarak verilmeye başlandı. Daha sonra 1968'de İsveç Bankası Alfred Nobel'in anısına bir ekonomi ödülü vermeyi kararlaştırdı, ödül ilk kez 1969'da verildi.
Sentetik bir element olan Nobelyum onun anısına bu isim ile anılmıştır.
Nobel ödülleri her sene ölüm tarihi olan 10 Aralık'ta verilmektedir.
Grönlandca
Grönlandca, Grönland'daki 57.000 Grönland İnuiti tarafından konuşulan Eskimo-Aleut dili. Kanada'da konuşulan Doğu Kanada İnuitçesi gibi İnuit dilleriyle benzerlik gösterir.
Nuuk
Nuuk (), Danimarka'ya bağlı özerk bir bölge olan Grönland'ın başkentidir.
Grönland'a özerkliğin tanındığı 1979 yılında adı Nuuk'a çevrilmesine karşın, 'Godthåb' bugün de Danca ile Norveççede kullanılır.
Kent, 1728 yılında Norveçli misyoner Hans Egede tarafından "iyi umut" anlamına gelen Godthåb adıyla kuruldu. Bununla birlikte, kentin kurulduğu alanda daha önceleri İnuit (Eskimo) yerleşimleri olduğu bilinmektedir.
Kentte Grönland Üniversitesi (Ilisimatusarfik) bulunur.
David Eddings
David Eddings (d. 7 Temmuz 1931 - ö. 2 Haziran 2009), epik fantezi türünde yazan ABD'li yazar.
David Eddings'in eşi Leigh Eddings birçok kitabında adı geçmeden yardımcı yazar olarak katkıda bulunmuştur; son kitaplarında her iki yazarın da adı geçmektedir.
Doğum yeri Spokane, Washington, ABD'dir. Eddings Puget Sound'da büyüdü. Lisansını (BA) 1954'te Reed College'da ve lisansüstünü (MA) University of Washington'da 1961'de yaptı. Yazar olmadan önce Amerikan Ordusu ve Boeing'de çalıştı.
Eddings'in ilk kitapları genel kurgu (roman) türündeydi, sonra çok başarılı olduğu epik fantezi türüne geçti.
Belgariad Eddings'in ilk fantezi serisidir; Malloreon ise onun devamıdır. Seri Garion, Polgara, Belgarath ve arkadaşlarının maceralarını anlatır.
Elenium (ve devamı olan Tamuli) Sparhawk ve arkadaşlarının maceralarını anlatır.
The Dreamers Eddings'lerin son fantezi serisidir.
Hayran Siteleri
The Dreamers serisinin henüz türkçesi bulunmamaktadır.
Interpol
INTERPOL (İngilizce: "International Criminal Police Organization" - Uluslararası Kriminal Polis Teşkilatı), 1923 yılında uluslararası polis işbirliği sağlamak amacıyla kurulmuştur. INTERPOL, bir zamanlar sadece teşkilatın telgraf adresi olarak bilinirken, 1956 yılında resmi olarak teşkilatın yeni ismine dahil edilmiştir. Teşkilatın 1954 yılından önce tanınan adı "Uluslararası Polis Komisyonu"'dur. Tüm dünyanın ortak birimidir.
INTERPOL, Birleşmiş Milletler'den sonra, dünyanın ikinci büyük uluslararası örgütüdür; şu anda 190 üye ülkeye sahiptir. Teşkilat üye ülkelerin senelik katkılarıyla finanse edilmektedir ve bu miktar senede toplam 30 milyon Euro'yu bulmaktadır ama Europol senede 50 milyon Euro almaktadır. Teşkilatın merkez bürosu Fransa'nın Lyon kentindedir. INTERPOL'ün şimdiki başkanı Ballestrazzi'dir. Teşkilatın şu andaki genel sekreteri ise eski Amerika Birleşik Devletleri hazinesinden Ronald K. Noble'dir ve bu mevkide bulunan ilk Avrupalı olmayan kişidir.
INTERPOL politik anlamda tarafsız bir rol oynamak zorunda kaldığı için, anayasası teşkilatın birkaç üye ülkeyi kapsamayan, politik, askeri, dini, ve ırki suçlarına karışmasını engeller. Çalışmalarının çoğu kamu güvenliği ve terörizm, organize suçlar, yasa dışı madde üretimi ve madde kaçakçılığı, insan kaçakçılığı, sahte para üretimi, çocuk pornografisi, finansal ve teknolojik suçlar, ve yolsuzluk gibi alanlarda yoğunlaşır.
Ekim 2001 yılında, INTERPOL Genel Sekreterliği 54 ülkeyi temsil eden 384 personele iş vermiştir. Aynı ay INTERPOL 9 ve 5 arası olan çalışma saatlerini 24 saate çevirmiştir, ve bu nedenle daha kolay ve verimli işler başarmaktadır.
2001 yılında, yaklaşık 1,400 kişi INTERPOL bilidirileri sonucuyla tespit edilmiş veya tutuklanmıştır.
INTERPOL 1923 yılında Avusturya'da Uluslararası Polis Komisyonu olarak kurulmuştur. Almanya Avusturya ile politik birleşme (Anschluss) deklare edince, teşkilat Nazi Almanyası'nın kontrolü altına girmiştir. Nazi rejiminin Müttefik kuvvetlere yenildiği tarihe kadar, INTERPOL personeli ve çalışma yerleri Gestapo'nun bilgi toplama birimi olarak kullanılmıştır. II. Dünya Savaşı sonrası Birleşik Krallık, Fransa, Belçika ve İskandinav ülkelerinden askeri görevliler teşkilatı eski biçimine döndürmüşlerdir.
Amerika Birleşik Devletleri, belli bir izolasyon döneminden sonra 1961 yılında INTERPOL'a katılmıştır.
Her üye ülkeye ait olan Ulusal Merkez Büro'ları ("ing." National Central Bureau - NCB) o ülkede bulunan emniyet güvenlik personelleri tarafından hizmet vermektedir. Merkez büro INTERPOL Genel Sekreterliği, bölgesel bürolar ve yurt dışı araştırmaları ve kaçak tutuklamak amacıyla yardım isteyen üye ülkeler için düzenlenmiş irtibat yeridir. Bu birçok emniyet teşkilatına sahip olan ülkeler için önemlidir çünkü merkez büro diğer teşkilatları araya katmadan, herhangi bir üye ülkeyle irtibat etmenin en kolay yoludur.
INTERPOL henüz çözülmemiş suçlar ve suçu ispatla |
nmış ve ispatlanmamış suçluların bilgilerini içeren geniş kapsamlı veritabana sahiptir. Herhangi bir zamanda, bir üye ülke bu veritabanın belirli bölümlerine giriş hakkına sahiptir ve büyük bir suç işlendiği takdirde ülkenin emniyet güçlerinin INTERPOL tarafından tutulan bilgilere göz atmalarına destek verilir. Bu düşüncenin altında yatan mantık ise genellikle uyuşturucu madde kaçıranlar ve benzeri suçlular arasında uluslararası bağlar mevcuttur ve bu tip suçların politik sınırları aşacağı muhtemel bir olasılıktır.
Üye ülkenin emniyet güçleri diğer üye ülkelere INTERPOL aracılığıyla mesaj göndererek irtibata geçebilirler.
Film ve diğer hayal ürünlerinde bulunan bilgilere rağmen, INTERPOL memurları soruşturmalarını doğrudan doğruya üye ülkelerde yürütmezler.
Banco Ambrosiano
Banco Ambrosiano, 1982'de 700 milyon ile 1.5 milyar dolar arasında borçla batan İtalyan bankasıdır.
Paranın çoğunluğunun Vatikan bankası, Istituto per le Opere Religiose (Dinsel İşler Kurumu - IOR) aracılığıyla hortumlandığı ortaya çıktı.
Bankanın başkanı Roberto Calvi, İtalya'dan kaçtıktan sonra, Londra'da bir köprünün altında asılı bulundu.
Coanda etkisi
Coanda etkisi, hızla ilerleyen hava akımının doğru bir yol izlemek yerine, yakınındaki bir düzeye yapışarak, düzeyin eğimlerini izleyerek ilerlemesi olayıdır.
Bu fiziksel olaya, olayı ilk saptayan Romanyalı buluşçu Henri Coandă'nın adından esinlenerek Coanda etkisi denir. Henri Coanda konuyla, 1910'da kendi tasarladığı uçak ilkörneğinin (prototipinin) bu olay yüzünden düşmesiyle ilgilenmiştir.
Bu etkinin en yaygın uygulaması havacılıktadır. Uçak kanatlarında inerken ve durmak için aşağıya, kalkışta da yukarıya bükülen kanatçıklar bu etki temel alınarak tasarlanmıştır.
Satürn'ün halkaları
Satürn Güneş Sistemindeki en etkileyici halka sistemine sahip gezegendir. Satürn'ün halkaları ilk kez 1610'da Galileo Galilei tarafından fark edilmiş; ancak 1655'te Christiaan Huygens tarafından tanımlanmışlardır. Gezegen halkalarının bilinen yapısına uygun olarak, birbirinden bağımsız hareket eden çok sayıda küçük 'toz', 'buz', ve 'kaya' parçacığının Satürn ve uydularının çekim etkileri ile sürekli denetim altında tutulması sayesinde şeklini koruyan dinamik bir sistem oluştururlar.
Satürn halkaları, gezegen atmosferinin bulut tabakalarının çok az üzerinden ( yaklaşık 0,1 R - Satürn yarıçapı) başlayıp, en az 16 uydunun yörüngesini de içine alarak Satürn'ün merkezinden 480.000 km uzaklığa (8 R) kadar yayılırlar. Kalınlıkları ise büyük bir bölümünde birkaç yüz metreyi geçmez. Satürn'ün ekvator düzleminde yer aldıklarından, gezegenle birlikte yörünge düzlemine yaklaşık 27° açı yaparlar. Yeryüzünden fark edilebilen Cassini bölümü ve Encke bölümü adlı iki büyük kesintinin yanı sıra, uzay sondalarının elde ettiği görüntülerde izlenen binlerce dairesel boşluk ve halkacığın birbirini izlemesi sonucunda oluşan karmaşık bir yapıya sahip oldukları saptanmıştır. Halkaların parlaklığı gezegenin merkezinden uzaklığa göre çok büyük değişkenlik gösterir. Bunun halkaların içerdiği parçacık yoğunluğunun olduğu kadar, parçacık boyutlarının ve kimyasal bileşenlerin dağılımının da değişmesine bağlı olduğu sanılır. Yüksek yoğunlukta buz parçalarından oluşan B halkası 0,8 gibi çok yüksek bir beyazlık derecesindedir. Işık geçirgenliği de madde yoğunluğuna göre değişmekte ve değişen parlaklıklardaki yıldızlar, örtülme sırasında halkaların arkasından gözlenebilmektedir.
Halkaların çok geniş bir renk yelpazesinde yansıttıkları güneş ışınları ve örtülme sırasında içlerinden geçmesine izin verdikleri yıldızlara ait ışımanın tayfölçümsel incelemesi, kimyasal bileşimleri hakkında bilgi vermektedir. En önemli yapı taşının donmuş haldeki su olduğu, karbon, silisyum gibi hafif elementlerin Güneş nebulası oranlarına göre daha zenginleşmiş olduğu saptanmıştır. Yakın dönemde varlığı saptanan yüksek oranda atomik oksijen, serbest halde rastlanması olağan görülmeyen ve kısa ömürlü kabul edilen bir bileşen olarak, yakın tarihli şiddetli bir çarpışmanın belirtisi olarak yorumlanmıştır. Bu veriler halkaların hareketli bir evrimsel gelişimi olduğunu düşündürmektedir. Ancak renk farklılıklarının yerleşmiş bir biçimde varlığı, halkalarının değişik bölümleri arasında madde alışverişinin çok hızlı olmadığını göstermektedir.
Halkaları oluşturan küçük parçacıkların her biri, Kepler yasalarına uygun olarak kendi yörüngesini izler. Böylece halkaların gezegene daha yakın iç bölümlerini oluşturan parçacıklar daha hızlı bir dolanma ile kısa devirli elipsler çizerken, dış yörüngedekiler daha yavaş hareket ederler. Bu olgu, halkaların tayfölçümsel incelemesinde elde edilen Doppler çizgilerinde farklı kırmızıya kayma oranları ile kanıtlanmıştır. Parçacık yörüngelerinin dışmerkezlik ve eğikliklerindeki küçük farklılıklar, yörüngelerin kesişmesine ve çarpışmalara yol açar. Bu çarpışmalar Roche limitinin içinde gerçekleştiği sürece parçacıkların birleşerek daha büyük yapılar ve yeni uydular oluşturma olasılığı pek fazla değildir. Ancak çapışmalar sonucunda 'standarda uymayan' yörüngelerin giderek törpülendiği ve bugün gözlediğimiz halka yapısının korunduğu düşünülmektedir. Halkaların şaşırtıcı derecede ince olması bu şekilde açıklanır. Ortalama halka düzleminden yalnızca 100 metre sapacak şekilde eğik bir yörüngeye sahip bir parçacığın her devirde halka düzlemini bir kez aşağıdan yukarıya, bir kez de yukarıdan aşağıya en az 1 metre/saniye hızla geçmesi gerektiği hesaplandığında, olası çarpışmaların böyle bir yörüngenin uzun ömürlü olmasına izin vermeyeceği ortaya çıkmaktadır.
Satürn'ün uydularının çekim etkileri halkaların şekli üzerinde önemli rol oynar. Cassini Bölümü'nün, büyük uydulardan Satürn'e en yakın olanı Mimas'ın etkisi ile ortaya çıktığı düşünülmektedir. Halkalardaki bu boşluk Mimas ile 2:1 rezonans içinde bulunan yörüngeye denk gelir. Bu alanda bulunan parçacıklar, dolanım periyodu Mimas'ınkinin tam yarısı kadar olması nedeniyle her devirde Satürn ve Mimas ile aynı çizgi üzerine gelirler ve bu iki gökcisminin birleşen çekim etkileri ile yörüngelerinden saptırılırlar. Prometheus ve Pandora'ın F halkası'nı birbirine çok yakın yörüngeleri arasında sıkıca tutarak 'çobanlık' ettikleri görülür. Pan'ın A halkası içinde kalan yörüngesi boyunca parçacıklardan temizlenmiş bir açıklık bulunmaktadır. Aynı mekanizma ile Keeler Aralığı'nın oluşumundan sorumlu bir "uyducuk" Cassini uzay sondası tarafından saptanmış ve S/2005 S1 geçici adı verilmiştir. Bu uydunun Keeler Aralığı'nın her iki yanında yer alan halkalarda çekim etkisine bağlı dalgalanmalara neden olduğu da gözlenmiştir. Satürn ve çok sayıda uydusunun etkilerinin bileşimi ile binlerce küçük halkadan oluşan karmaşık yapı ortaya çıktığı gibi, halkalarda dairesel yapıdan dalgalanma şeklinde sapmalar, madde yoğunluğunda sarmal değişiklikler, ve hatta araba tekerleğinin çubuklarına benzer ışınsal yoğunlaşmalar gözlenmektedir.
Fransız matematikçi ve gökbilimci Edouard A. Roche tarafından 1847 yılında geliştirilen Roche limiti kavramı, bir gökcisminin büyük bir gökcismine olan uzaklığı belli bir sınırın altına indiğinde, kütleçekimi güçlerinin doğurduğu gel-git etkisiyle fiziksel bütünlüğünü koruyamayarak parçalanacağını öngörür. Aynı düşünce şekliyle, bir gökcismi etrafında, yoğunluğuna göre değişmekle birlikte, yaklaşık yarıçapının 2,5 katı kadar bir uzaklığa denk gelen alan içinde bulunan maddenin bir araya gelerek büyük yapılar oluşturması olanaksızdır. Bu bilgileri de içine alacak şekilde, Satürn'ün halkalarının kökeni hakkında değişik öneriler ortaya atılmıştır.
Halkaların renk ölçümleri genellikle yaşlarının birkaç yüz milyon yılı geçmediği izlenimini vermektedir. Bu tahminler halkaların Satürn'le eşzamanlı oluşumu görüşünün geçerliliğini azaltmaktadır. Diğer gaz devlerinin yeni bulunan halkalarına ilişkin gözlemlerle birleştirildiğinde, halkaların oluşumunda her üç mekanizmanın da payının olabileceği, her gezegenin kendi özel koşullarında ve yaşam öyküsü içinde bu süreçlerin belirli bir bileşimi ile halkaların evrimleştiği düşüncesi ağır basmaktadır.
Halka sisteminin parlaklığı en fazla ve ışık geçirgenliği en az olan üyesi B halkasıdır. Daha dıştaki A halkası yoğunluk sıralamasında onu izler. B halkasının tek başına tüm halka kütlesinin en az dörtte üçünü, A ve B halkalarının bir arada toplam kütlenin onda dokuzundan fazlasını barındırdığı sanılmaktadır. Radyo dalgaları ile yapılan ölçümler bu iki halkanın milimetreden küçük boyutlardan başlayarak onlarca metreye kadar tüm boy aralığındaki parçacıkları içerdiğini ortaya koymuştur. A ve B halkalarını ayıran Cassini bölümü'nün ise mutlak bir boşluk değil, halka materyalinin çok düşük yoğunlukta bulunduğu bir alan olduğu içinden geçen güneş ışınları ile aydınlanmasından anlaşılmıştır. B halkası, Cassini bölümü ve A halkasının Cassini bölümüne komşu iç kesimlerinin 5 cm.den küçük boyutlu parçacıklardan görece yoksun oldukları sanılır. A halkasının dış kesimleri ve C halkası ise küçük boyutlu parçacıklardan zengindir. En içteki D halkası çok daha siliktir ve kütlesi küçüktür. A halkasına göre daha dışta bulunan F halkası çoğunlukla 'duman' olarak nitelendirilebilecek mikrometre boyutunda parçacıklardan meydana gelir. Onu izleyen G halkası çok daha az yoğunlukta ve yüzlerce kilometreyi aşan kalınlıkta, seyrek bir 'bulut' yapısındadır ve büyükçe parçacıklardan oluşur. En dıştaki E dalgasının uydu Enceladus ile yakın ilişkide olduğu ve olasılıkla Enceladus üzerindeki geyzerlerden kaynaklanan sudan oluştuğu düşünülür.
Halkaların sıcaklığı 70 - 90K (-200 °C -180 °C) arasında ölçülmektedir.
Voyager sondalarının gönderdiği resimlerde Feibelman ve Guerin'in daha önce gördüğü halka yapıları net olarak gözlendi ve D ve E halkaları olarak adlandırıldı. Voyager'lar ayrıca G halkası adı verilen yeni bir halkanın keşfedilmesini sağladılar.
Voyager resimlerinde B halkasında ışınsal şekilde dağılmış, 'araba tekerleğinin çubukları'nı andıran yoğunluk dalgaları gözlendi. Bu alanlarda halka düzleminden kuzey ve güneye doğru ayrılarak dağılan ma |
dde akışının varlığı Satürn sisteminin bilinen kütleçekim ilişkileri içinde açıklanamadı. Ancak bu dalgaların Satürn'ün kendi etrafındaki Sistem III dönüş biçimine uyması, gezegenin manyetik alanı etkisi altında olan dalgalanmalar yönünde yorumlanmalarına neden oldu.
Voyager sondaları, F halkasında dalgalanma ve bükülmeler olduğunu saptadı. Bunların çoban uyduların çekim etkileri ile ilişkisi gösterildi.
Yeryüzünden bakıldığında en uygun gözlem koşullarının gerçekleştiği karşı konumda Satürn‘ün görünür açısal çapı 20 saniye kadardır. Bu konumda A ve B halkaları ise 45 saniyeye ulaşan bir görünür çapa sahip olurlar. Bu insan gözünün ayırma gücü olan 1 dakikanın çok az altındadır. Bu nedenle en uygun koşullarda bile çıplak gözle ancak bir nokta şeklinde görülebilen Satürn ve halkalarını, çok küçük büyütmeli bir dürbünle, halkaların konumuna göre bir elips şeklinde izlemek olasıdır.
Satürn'ün ve halkalarının gezegenin yörünge düzlemine göre 26,7°, ve tutulum düzlemine 24° -29° arasında açı yapması nedeniyle, yeryüzünden çoğunlukla halkaların belirli bir açıyla aydınlanmış yüzleri görülür. Halkaların en yüksek açıyla Güneş ışınlarını aldığı ve yansıttığı konumda, Satürn'ün parlaklığı -0,3 kadir derecesindedir. Gözlemcinin halkalar ile aynı düzleme geldiği ve Satürn'ün 30 yıl süren dolanımı içinde iki kez meydana gelen kesişme sırasında, halkalar görünmez olurlar. Bu dönemde yalnızca gezegenin yansıttığı ışık görülebildiğinden, karşı konumda dahi Satürn'ün parlaklığı +0,5'i geçmez. Buna bağlı olarak Satürn sisteminin çıplak gözle izlenmesinde, Yer'in güneş etrafında dolanmasıyla olan yıllık parlaklık değişimlerinin yanı sıra, Satürn'ün 30 yıllık dolanma devrine uyumlu parlaklık dalgalanmaları rol oynar.
Orta büyütmeli bir amatör teleskopla, Cassini bölümü ve A ve B halkaları arasındaki parlaklık farkı ayırdedilebilir. Satürn'ün Güneş Sistemi içinde Yer'e uzak konumu nedeniyle, gezegen ve halkaları yılın büyük bölümünde ışığı hemen hemen tümüyle karşıdan alır, ve iç gezegenlerde olduğu gibi evrelerden söz edilemez. Ancak, Satürn'ün 90° uzanımda olduğu dönemlerde ışık kaynağı (Güneş) ve gözlem noktası (Yer) arasındaki açının nispeten yüksek olmasından yararlanılarak, halkaların gezegen üzerine düşen gölgesi ve biraz daha zorlukla gezenin halkalar üzerine düşen gölgesi gözlenebilir.
Genel parlama
Genel parlama "(İng.: Flashover)"; bir yüzeyin ısınınca çıkardığı yanıcı gazların, tutuşacak dereceye dek ısınıp, birden parlayarak yüzeyi yakması.
Genel parlamanın en yaygın örneği, bir evin odasındaki mobilyaların yanması sonucu gözlemlenir. Yanan mobilyaların çıkardığı sıcak duman odanın tavanı boyunca yayılır. Buradan yayılan ısı, odadaki öteki yüzeyleri de ısıtarak, onların yanıcı gazlar çıkarmalarına neden olur. Yüzeylerin ısısı belli bir yüksekliğe ulaştığında, bu yanıcı gazlar birden parlar.
Montevideo
Montevideo, bir Güney Amerika ülkesi olan Uruguay'ın başkenti, en önemli limanı ve en büyük kentidir. Aynı zamanda en gelişmiş ve modern yönetim otoritelerinin var olduğu yerdir. Ülkenin parlamentosu bu kentte bulunmaktadır.
"Montevideo" kelimesi Portekizcede ""bir dağ görüyorum"" anlamına gelir. Bu bölgeye gelen Portekiz gemicilerinden biri, körfezin ardındaki dağı gördüğünde bu kelimeyi kullandı. Şehrin adı buradan gelmektedir.
Montevideo; ülkenin güneyinde, Uruguay ırmağı ile Prana ırmağının birleşerek denize döküldüğü geniş "Rio de la Plata" ("gümüş ırmak") koyunun kuzeyinde yer alır. Aynı koyun güneyindeki Buenos Aires'ten yaklaşık olarak 193 kilometre uzaktadır.
İklimi ılıman, ortalama sıcaklığı yaklaşık 15 santigrat derecedir.
İspanya ile aralarındaki Tordesillas antlaşmasına karşın, 17. yüzyılda Portekizliler, Colonia del Sacramento'u kurunca, 1724'te İspanyollar gelip Portekizlileri bölgeden çıkarmışlar ve önlem olarak da 1725'te kenti kurmuşlardır.
Kent 1828'de Uruguay'ın başkenti olmuştur.
'Montevideo' adının anlamını açıklayan en az iki değişik sav vardır: Birincisi Portekizce "Monte vide eu" ("bir dağ görüyorum") dan geldiği, ikincisi de İspanyolca "Monte VI De Este a Oeste" ("doğudan batıya altıncı dağ")'dan geldiğidir. Kentin tam adı San Felipe y Santiago de Montevideo'dur.
19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyıl başlarında, Arjantin ve Brezilya'nın artan etkisinden kurtulma çabaları Birleşik Krallık'ın etkisinin artması sonucunu doğurmuştur. Kent 1838 ile 1851 yılları arasında art arda Arjantin diktatörü Juan Manuel de Rosas tarafından ele geçirilmiş; 1860 ile 1911 yılları arasında Birleşik Krallık, kenti çevresine bağlayan geniş demiryolu ağı kurmuştur.
Küçük bir yerleşim olarak başlayan Montevideo'da yaşayan kişi sayısı 1860'ta ancak 37.787'ydi. Göçmenlerin de etkisiyle bu sayı 1884'te 104.472'ye yükseldi. Bu arada, kent tecimsel (ticari) açıdan Buenos Aires'e rakip olmuştu. 20. yüzyıl başlarında Avrupa'dan birçok göçmenin gelmesiyle, 1908'de yabancı bir ülkede doğmuş Montevideoluların oranı %30'lara dek çıktı.
20. yüzyıl ortalarında askeri diktatörlükler ve iktisadi bunalımlar kentte bugün de etkileri görülen gerileme dönemini başlattı. Köyden kente göçün sonuçları özellikle Ciudad Vieja'da (Eski Şehir) görülür. Son yıllarda ekonomide görülen iyileşme ve komşu ülkelerle daha sıkı tecimsel ilişkilerin tarımsal üretimde gelişmeyi sağlayarak, ilerisi için umut vermektedir. Ancak günümüzde Uruguay Pesosu'nun Arjantin Pesosu ve Amerikan Doları karşısında devamlı değer kaybetmesi ülke halkının gelir seviyesini ciddi şekilde etkilemiştir. Ortalama kişi başı yılık gelir hacmi 1500 Amerikan Doları civarında olan ülkede eğitim durumu da lise seviyesini çok fazla geçmemektedir.Ülkenin en büyük diğer özelliği futbola olan yoğun ilgidir. İlk Dünya Kupası'nın oynandığı stadyuma sahip olsa bile maddi zorluklar futbolun da çok gelişememesine sebep olmuştur.
2007 yılındaki sayıma göre, Uruguay'daki 3,5 milyon kişiden 1,5 milyonu Montevideo'da yaşamaktadır.
Pelin otu
Pelin otu ("Artemisia absinthium"), papatyagiller (Asteraceae) familyasından Anadolu'da doğal olarak bulunan bir yavşan türü. 120 cm'ye kadar uzayabilen bu bitki grimsi ya da beyazımsı yeşil renkli, parçalı yapraklıdır. Itırlı bir bitkidir. Hekimlikle kullanılır. Genellikle Akdeniz bölgesinde yetişir, kırmızı çiçekleri vardır.
Antik çağda ilaç olarak kullanılmış olan pelin otu, absinth, absinthe, absenta olarak da bilinen absent adlı alkollü içkinin ana maddesi olarak kullanılmaktadır. Bu içki rakı ya da brendi yapımına hazır mayşenin ya da daha önce damıtılmış tarımsal kökenli ispirtonun pelin otu ve başta anason olmak üzere başka baharatlarla beraber damıtılması sonucu elde edilir. Pelin otunun alkolle beraber damıtılmasından dolayı thujone ve anasondan dolayı da anethol içerir. Thujone uyuşturucu etkisi olan bir madde olduğu için absinthlerin içeriğindeki thujone miktarı kontrol edilir ve üzerlerinde alkol miktarının yazdığı yere not edilir. Bu içki askeri hekimlerce uzun yıllarca askerlerin savaş motivasyonunu yüksek tutmak amacıyla kullanılmıştır.
Pelin otu ayrıca beyaz şarabın brendi ile çeşnilendirilmesi sonucu yapılan vermut içkisinde de kullanılır.
Dağlarda yetişen tadı acı olan bir çiçektir ve ilaç-içki yapımında kullanılır. Oldukça acı bir ottur.
Mide ve bağırsak ülseri ile böbrek yetmezliği olanlar kullanmamalıdır
Volkanoloji
Yanardağ bilimi (ya da volkanoloji), yanardağlar, lavlar, magma ve ilişkili jeolojik ve jeofizik olguların incelenmesi ile ilgili bir bilim dalıdır.
Pinatubo'nun saldığı ve yaklaşık 20 milyon tona ulaşan sülfürik asit bulutu stratosferde (kat yuvarı) 20 km'yi aşan bir yüksekliğe ulaşmıştır. Püskürmeyi izleyen haftalarda bu bulut ekvatoru çevrelemiş, kutuplara yayılmış ve tüm gezegeni kaplamıştır. Parçacıklar güneş ışığını geri yansıtmış ve yeryüzünde soğumaya yolaçmıştır.
La Paz
La Paz (İspanyolca'da "barış"); bir Güney Amerika ülkesi olan Bolivya'nın yönetimsel başkentidir. Ülkede yasal başkent Sucre olmasına karşın, bakanlar kurulu La Paz'da yerleşiktir ve ülke buradan yönetilir. Kent ek olarak, La Paz bölgesinin de bölgesel başkentidir.
2001 Sayımına göre bir milyon kişinin yaşadığı La Paz kenti, deniz yüzeyinden 3600 metre yükseklikteki Chuquiago koyağında yer alır. Kentin havaalanı, 4082 metredeki El Alto uydu kentinde yer alır.
Kentte ortalama sıcaklıklar kışları 15 santigrad derece, yazları ise 22 derece dolaylarındadır. Yazlar genellikle yağmurlu, kışlar ise görece serin ama güneşli geçer.
Kent, 1548 yılında, Alonso de Mendoza'nun önderliğindeki İspanyollarca, Chuquiago adlı yerli yerleşim yerinde "Nuestra Señora de La Paz" ("Barışın kutsanmış Meryem Anası") adıyla kurulmuştur. Adındaki "barış" sözcüğü, önceki bir ayaklanmadan sonra barışın sağlanmış olmasındandır. 1825'de İspanya'dan bağımsızlık için savaşan cumhuriyetçilerin, Ayacucho'da İspanyol ordusunu yenmesinden sonra, kentin adı "La Paz de Ayacucho" ("Ayacucho Barışı") olarak değiştirilmiştir.
1898'de bakanlar kurulunun kente taşınmasıyla, kent ülkenin gerçek başkenti konumuna geçmiştir.
İbn-i Sina
İbn-i Sina (Farsça: ابن سینا; tam adı: Abū ʿAlī al-Ḥusayn ibn ʿAbd Allāh ibn Al-Hasan ibn Ali ibn Sīnā; d. 980 Afşana Köyü, Buhara - ö. 21 Haziran 1037 Hamedan) Tıp adamı, fizikçi, yazar, filozof ve bilim insanı.
Buhara yakınlarındaki Afşana köyünde (Özbekistan) M.S 980 yılında dünyaya gelmiş ve Hamedan şehrinde (İran) 1037 tarihinde vefat etmiştir. Tıp ve Felsefe alanına ağırlık verdiği değişik alanlarda 200 kitap yazmıştır. Batılılarca, Orta Çağ Modern Biliminin kurucusu,hekimlerin önderi olarak bilinir ve "Büyük Üstad" ismi ile tanınır. Tıp alanında yedi asır boyunca temel kaynak eser olarak süre gelen El-Kanun fi't-Tıb (Tıbbın Kanunu) adlı kitabı ile ünlenmiş ve bu kitap Avrupa üniversitelerinde 17. asrın ortalarına kadar tıp biliminde temel eser olarak okutulmuştur. Fars veya Türk bilim insanıdır
İbn-i Sina, Kuşyar isimli bir hekimin yanında tıp eğitimi aldı. Değişik konular üzerine 240'ı günümüze gelen 450 kadar makale yazdı. Elimizdeki yazıların 150 tanesi felsefe 40 tanesi de tıp üzerinedir. Eserlerin |
in en ünlüleri felsefe ve fen konularını içeren çok geniş bir çalışma olan "Kitabü'ş-Şifa" (İyileşme Kitabı) ile "El-Kanun fi't-Tıb"'dır (Tıbbın Kanunu). Bu iki eser ortaçağ üniversitelerinde okutulmuştur. Hatta bu eser Montpellier ve Louvain'de 1650 yılına kadar ders kitabı olmuştur.
Samanoğulları sarayı kâtiplerinden Abdullah Bin Sina'nın oğlu olan İbn-i Sina (Batı'da "Avicenna" adıyla tanınır), babasından, ünlü bilgin Natili'den ve İsmail Zahit'ten ders aldı. Geometri (özellikle Öklid geometrisi), mantık, fıkıh, sarf, nahiv, tıp ve doğabilim üstüne çalışmalar yaptı. Farabi'nin el-İbane's aracılığıyla Aristoteles felsefesini ve metafiziğini öğrenip, hastalanan Buhara prensini iyileştirince (997) saray kütüphanesinden yararlanma olanağına kavuştu. Babası ölünce, Cür-can'da Şirazlı Ebu Muhammed'ten destek gördü (Tıp Kanunu'nu Cürcan'da yazdı). Çağında tanınan bütün Yunan filozoflarının ve Anadolu doğacılarının yapıtlarını incelemiştir.
İbn-i Sina, İslam'ın Altın Çağı olarak bilinen ve Yunanca, Farsça ve Hintçeden eserlerin çevirilerinin yapılıp yoğun bir şekilde incelendiği dönemde önemli çalışmalar ve yapıtlar gerçekleştirdi. Horasan ve Orta Asya'daki Samani Hanedanı ve Batı İran ile Irak topraklarındaki Büveyhiler bilimsel ve kültürel ilerlemeye çok uygun bir ortam hazırlamışlardı. Bu ortamda Kur'an ve Hadis çalışmaları çok ilerlemişti. Felsefe, fıkıh ve kelam çalışmaları İbn-i Sina ve çağdaşlarınca oldukça geliştirilmişti. Râzî ve Farabi tıp ve felsefe alanında yenilikler sağlamışlardı. İbn-i Sina, Belh, Hamedan, Horasan, Rey ve İsfahan'daki muhteşem kütüphanelerden yararlanma olanağı elde etmişti.
İbn-i Sina 980 yılında günümüz Özbekistanında yer alan Buhara yakınlarındaki Afşana kentinde doğdu. (Öğrencisi Cocani'nin yazdığı kitaba göre doğum tarihi 979 olabilir.) Babası Abdullah, Samani İmparatorluğu'nun önemli şehri Belh'ten gelen saygın bir bilim adamıydı. Buhara'da iyi bir eğitim aldı. Olağanüstü hafızası ve zekası da bu konuda ona çok yardımcı olacaktı. 14 yaşına geldiğinde öğretmenlerini geçmeye başlamıştı. 16 yaşında tıbba döndü ve bu konudaki bilgileri öğrenmekle kalmayıp yeni tedaviler de geliştirdi. 19 yaşında doktor unvanı elde etti ve ücret almaksızın hastaları tedaviye başladı.
İbn-i Sina ilk olarak 997 yılında tehlikeli bir hastalıktan kurtardığı Emir'in yanında çalışmaya başladı. Bu hizmetinin karşılığında aldığı en önemli ödül Samanilerin resmi kütüphanesinden dilediğince yararlanmak oldu. Kütüphanede kısa süre sonra meydana gelen yangında düşmanları onu bilerek kundaklama yapmakla suçladı.
22 yaşında babasını kaybetti. 1004 yılının Aralık ayında Samani Hanedanı sona erdi. İbn-i Sina Gazneli Mahmud'un teklifini geri çevirdi ve batıya Ürgenç'e gitti. Buradaki vezir bilim dostuydu ve ona küçük de olsa bir maaş bağladı. Yetenekleri için kullanma sahası arayan İbn-i Sina Merv'den Nişabur'a ve Horasan sınırlarına kadar bölgeyi adım adım dolaştı. Kendisi de şair ve bilim adamı olan ve İbn-i Sina'ya sığınak sağlayan hükümdar Kâbus bu sırada çıkan ayaklanmada hayatını kaybetti. İbn-i Sina'nın kendisi de şiddetli bir hastalığa yakalanmıştı. Sonunda Hazar Denizi kıyısındaki Gorgan'da eski bir arkadaşına rastladı. Onun yanına yerleşti ve bu kentte mantık ve astronomi dersleri vermeye başladı. "Kanun" kitabının başlangıcı da bu döneme rastlar.
Daha sonra Rey'de ve Kazvin'de çalıştı. Yeni eserler yazmaya da devam etti. İsfahan valisinin yanına yerleşti. Bunu öğrenen Hamadan emiri İbn-i Sina'yı yakalattı ve hapsetti. Savaş sona erdikten sonra Hamadan emirinin yanında çalıştı. Kısa süre sonra İbn-i Sina, kardeşi, iyi bir öğrencisi ve iki köleyle kılık değiştirip şehirden kaçtı ve korku dolu bir yolculuktan sonra çok iyi karşılandıkları İsfahan'a ulaştı.
İbn-i Sina'nın kalan 10 ya da 12 yılı Ebu Cafer'in hizmetinde geçti. Burada doktor, bilim danışmanı olarak çalıştı ve hatta savaşlara bile katıldı. Bu yıllarda edebiyat ve filoloji çalışmaya başladı. Bir Hamedan seferi sırasında şiddetli bir kolit atağına yakalandı. Güçlükle ayakta duruyordu. Hamedan'a vardığında önerilen tedavileri uygulamadı ve kendisini kadere teslim etti. Ölüm yatağında mallarını yoksullara bağışladı, kölelerini azat etti ve son gününe dek 3 günde bir Kuran okudu. 1037 Haziranında Ramazan ayında 57 yaşında öldü. Kabri Hamedandadır.
Hamadandan bir resim, Avicenna Müzesi (İran) 15 KASIM 2005
İbn-i Sina'ya göre metafiziğin temel konusu, "vücudu mutlak" olan
Allah ile yüce varlıklardır. Vücut (var olan) üçe ayrılır: Olası varlık ya da ortaya çıkan ve sonra yok olan varlık; Olası ve zorunlu varlık (tümeller ve yasalar evreni, kendiliğinden var olabilen ve bir dış neden sayesinde gerekli olan varlık); özü gereği gerekli olan varlık (Allah). İbn-i Sina Allah'ı "Vacib-ül Vücud" yani 'varlığı zorunlu olan' olarak belirtir ve bu fikir ona hastır.
İbn-i Sina, ruhbilimin, metafizik ile fizik arasında bağlantı kuran ve bu iki bilimden de yararlanan bir bilgi alanı olduğunu savunmuş, ruhbilimini üç ana bölüme ayırmıştır: Akıl ruhbilimi; deneysel ruhbilim; tasavvuf ya da gizemci ruhbilim.
İnsanların ruhlarının müzikle tedavi edilebileceğini öne sürmüş ve bu yöntemi geliştirmiştir.
Bu konudaki görüşleri Aristotales ve Farabi'den farklı olan
İbn-i Sina'ya göre, akıl 5 çeşittir; "bilmeleke" (ya da 'olası
akıl' açık-seçik ve zorunlu olanları bilebilir);
"he-yulâni" akıl (bilmeyi ve anlamayı sağlar); "kutsi akıl" (aklın en yüksek aşamasıdır ve her insanda bulunmaz); "muste-fat akıl" (kendisinde bulunanı, kendisine verilen "makûllerin " suretlerini algılar);
"bilfiil akıl" ("makûl"leri yani kazanılmış verileri kavrar).
İbn-i Sina, akıl konusunda, Eflatun'un idealizmi ile Aristoteles'in deneyciliğini uzlaştırmaya, birleştirici bir akıl görüşü ortaya koymaya çalışmıştır.
İbn-i Sina'ya göre bilimler madde ve biçim ilişkisi bakımından üçe ayrılır: "El-ilm ül-esfel" (Doğa bilimleri ya da aşağı bilimler), maddesinden ayrılmamış biçimlerin bilimidir; "mabad-üt-tabia" (metafizik), "el-ilm'üll-âli" (mantık ya da yüksek bilimler) maddesinden ayrılan biçimlerin bilimleridir; "el-ilm ül-evsat" (matematik ya da orta bilimler) ancak insanın zihninde maddesinden ayrılabilen, bazen maddesiyle birlikte, bazen ayrı olan biçimlerin bilimidir.
Kendisinden sonraki Doğu ve Batı filozoflarının çoğunu etkileyen İbn-i Sina, müzikle de ilgilenmiştir. 250'yi aşkın yapıtının başlıcası olan Şifa ve Kanun, felsefenin temel yapıtı sayılarak, uzun yıllar boyunca pek çok üniversitede okutulmuştur.
Sucre
Sucre, Bolivya'nın başkenti olan şehir. 2006 sayımına göre 247,300 kişinin yaşadığı Sucre, Bolivya'nın anayasal başkenti olmasına karşın, ülke Bakanlar Kurulu'nun bulunduğu La Paz'dan yönetilir.
Sucre, Bolivya'nın Yargıtay'ı olan "Corte Suprema de Justicia"'yı barındırdığı gibi, Chuquisaca bölgesinin de bölgesel başkentidir.
Denizden 2800 metre yüksekte kurulu kent, geçmişinde "Charcas", "La Plata" ve "Chuquisaca" adlarını taşımıştır.
1991 yılında şehrin tarihi alanları UNESCO tarafından bir Dünya Mirası olarak ilan edilmiştir.
Bişkek
Bişkek (Kırgızca ve Rusça: Бишкек), Kırgızistan'ın başkentidir. 1878 yılında kurulan kentte, 2012 sayımına göre 874.400 kişi yaşar. Kent, Sovyetler Birliği döneminde (1926-1991 arasında), Bolşevik askeri önderlerinden Mihail Frunze'nin anısına Frunze adıyla anılmıştır.
Bişkek, geniş yolların, mermer devlet yapılarının Sovyetler Birliği biçeminde apartman bloklarının bir arada bulunduğu bir kenttir. Kent, bir satranç tahtası biçiminde tasarlanmış olup sokakların çoğunun iki yanında ağaçları sulama amaçlı dar parklar bulunur. Bu yolla sulanan ağaçlar yazları sıcakta gölgelik görevi gördükleri gibi kenti de güzelleştirirler.
Kentin adının nereden geldiği konusunda birçok sav vardır. Bunlardan birisi Kırk kız efsanesinden geldiği düşünülmektedir. Bu efsaneye göre Kırgız halkı kırk kızdan kırk boya ayrılan bir millettir.
Başka bir sava göre kırk kazıktan Kırgız ismi gelmektedir.
Bişkek isminden önceki ismi Pişpekti. Sonradan değişikliğe uğrayıp Bişkek adını almıştır.
İpek Yolu üzerinde bulunan ve kervanların dinlenme yeri olan yörede, 1825'te Özbek hanı Kokhand bir kale yaptırdı. Ruslar 1862'de kaleyi yakıp yıkarak bölgeyi de ele geçirdiler. Önceleri kalenin yerini garnizon olarak kullanan Ruslar, zamanla kenti geliştirip Pişpek olarak adlandırdıktan sonra Rus köylülerine verimli topraklar verip onların bölgeye yerleşmelerini özendirdiler. 1926'da kent yeni kurulan Kırgız Sovyet Cumhuriyetinin başkenti oldu. Yine 1926'da kentin adı, Rus devrimlerinde önemli roller oynamış, Lenin'nin yakın arkadaşı ve Bişkek doğumlu Mikhail Frunze'nin anısına Frunze olarak değiştirildi.
Sovyetler Birliği'nin 1991'de dağılmasından sonra, Kırgızistan 1991'de bağımsızlığını kazanınca, kentin adı Bişkek'e çevrildi. Kent bugün hızla yenilenen canlı bir yerdir. Sovyet döneminde bulunan birçok sanayi kuruluşu bugün ya kapanmış ya da küçülmüş olarak üretimlerini sürdürmektedirler. Bir zamanlar Bişkek'in barındırdığı önemli bir Sovyet savaş pilotu eğitim okulunu bitirenler arasında Mısır'ın devrik başkanı Hüsnü Mübarek de vardır.
2002'de ABD Manas uluslararası havaalanını antlaşmayla Afganistan ve Irak'a karşı kullanılmak üzere "Gancı ABD üssü"ne çevirince, Rusya da benzeri bir antlaşmayla Kant'da kendi hava üssünü kurmuştur.
Landseer
Landseer, Kanada'nın Newfoundland bölgesi kökenli, arama ve kurtarma çalışmalarında da kullanılan bir köpek ırkı.
Vincent van Gogh
Vincent Willem van Gogh (telaffuz: ; 30 Mart 1853 - 29 Temmuz 1890), Hollandalı art izlenimci ressam. Batı dünyası sanat tarihinin en tanınmış ve en etkili şahsiyetlerinden biridir. On yıldan biraz fazla bir süre içinde aralarında 860 yağlıboya tablonun da olduğu 2.100 kadar resim ve çizim çalışması üretti ve bunların çoğu yaşamının son iki yılında yapıldı. Bunların arasında manzaralar, natürmortlar, portreler ve otoportreler bulunmaktadır ve modern sanatın temelleri sayılan cür'etkâr renkler ile canlı, fevrî ve ifade dolu fırça darbeleriyle ayırt edilirler. 37 yaşında yıllardır sü |
ren zihin rahatsızlığı ve yoksulluğun ardından intihar etti.
Üst orta sınıf bir aileye doğan van Gogh çocukken ciddi, sessiz ve saygılıydı ve resim de yapmaktaydı. Gençliğinde sanat simsarı olarak çalıştı ancak Londra'ya gönderildikten sonra bunalıma girdi. Dine döndükten sonra Belçika'nın güneyinde Protestant misyoner olarak çalıştı. Sağlığı bozulup yalnızlık içinde yaşadıktan sonra ebeveynlerinin yanına döndü ve 1881 yılında resim yapmaya başladı. Küçük kardeşi Theo tarafından maddi olarak desteklendi ve ikisi yıllarca mektupla yazıştılar. Çoğunlukla natürmortlar ve çalışan köylülerin tasvirlerinden oluşan ilk çalışmalarında daha sonraki eserlerinin ayırt edici niteliği olan canlı renkler görülmez. 1886 yılında taşındığı Paris'te, izlenimci hassasiyete karşı tepki gösteren ve aralarında Émile Bernard ile Paul Gauguin'in de bulunduğu "avangart" üyeleriyle tanıştı. Çalışmaları geliştikçe natürmortlara ve yerel manzaralara yeni bir yaklaşım getirdi. Resimlerinde daha parlak renkler kullanmaya başladı ve daha sonra 1888'de Fransa'nın güneyinde kaldığı Arles'da ustalaşacağı kendine özgü bir üslûp geliştirdi. Bu dönemde zeytin ağaçları, selviler, buğday tarlaları ve ayçiçekleri de tuvallerine konu olmaya başladı.
Psikotik epizodlardan ve delüzyonlardan muzdarip olan van Gogh zihin sağlığından endişe duymasına rağmen fiziksel sağlığını ekseriyetle ihmal etmiş düzgün beslenmemiş ve aşırı alkol almıştır. Gauguin ile arkadaşlığı bir ustura ile yolunu kesmesi ve öfke nöbeti sonucu sol kulağının bir kısmını keserek yaralaması sonucu sona ermiştir. Bir dönem Saint-Rémy'de olmak üzere akıl hastanelerinde kalmıştır. Hastaneden kendi isteğiyle ayrıldıktan sonra Paris yakınlarında Auvers-sur-Oise'da Auberge Ravoux'ya taşındı ve homeopati uygulayan doktor Paul Gachet tarafından tedavi edilmeye başladı. Depresyonu devam etti ve 27 Temmuz 1890'da bir altıpatlarla kendini göğsünden vurdu. İki gün sonra yaraları nedeniyle öldü.
Yaşadığı sürede başarısız olan Van Gogh'a deli gözüyle bakılıyordu. İntiharından sonra şöhret kazanan ressam halkın imgeleminde tipik yanlış anlaşılmış dahi, "çılgınlık ve yaratıcılığın bir arada olduğu söylemlerini" gösteren bir ressam olarak yer almıştır. Resim üslûbunun ögeleri fovistler ve Alman dışavurumcuları tarafından kullanılmaya başladıktan sonra 20. yüzyılın başlarında ünü artmaya başlamıştır. Sonraki yıllar boyunca çok yaygın bir eleştirel, ticari ve popüler bir başarı yakalayan van Gogh sorunlu kişiliğinin romantik, azap çeken sanatçı idealini simgelediği önemli ama hüzünlü bir ressam olarak hatırlanmaktadır.
"Ayrıca bakınız: Vincent van Gogh'un mektupları"
Van Gogh hakkında en kapsamlı kaynak kardeşi Theo ile olan yazışmalarıdır. Onların yaşam boyu süren dostlukları ve Van Gogh’un sanat ile ilgili bilinen düşünce ve teorilerinin büyük çoğunluğu, iki kardeşin 1872-1890 yılları arasında birbirlerine gönderdikleri yüzlerce mektupta kaydolmuştur. Sanat simsarı olan Theo van Gogh, kardeşine hem finansal hem de duygusal yönden destek sağlamasının yanı sıra kardeşinin dönemin sanat dünyasının nüfuzlu kişilerine erişimine de önayak olmuştur.
Theo, Vincent'ın kendisine yazdığı mektupların hepsini saklarken Vincent aldığı mektupların çok azını saklamıştır. İki kardeş de öldükten sonra, Theo'nun dul eşi Johanna van Gogh-Bonger mektupların bazılarının yayımlanmasını sağlamıştır. Mektupların bir kısmı 1906'da ve 1913'te, kalanların çoğu ise 1914'te yayımlanmıştır. Vincent'ın mektupları çok güzel, etkileyici ve dokunaklıdır. "Günlük benzeri samimiyet" içerdiği belirtilmiş bu mektupların bazıları bir otobiyografi gibi okunabilmektedir. Çevirmen Arnold Pomerans "bu mektupların yayımlanması Van Gogh'un sanatsal başarılarını anlama konusuna taze bir boyut getirmiş ve bize hemen hemen başka hiçbir ressam tarafından sağlanmamış bir anlayış kazandırmıştır" diye yazmıştır.
Vincent'dan Theo'ya 600'den fazla, Theo'dan Vincent'a ise 40 civarında mektup vardır. Ayrıca kızkardeşi Wil'e 22, ressam Anthon van Rappard'a 58, Émile Bernard'a 22 ve Paul Signac, Paul Gauguin ile eleştirmen Albert Aurier'e birer mektup vardır. Mektupların bazılarında krokiler ve taslaklar bulunur. Birçoğuna tarih atılmamış olmasına rağmen, sanat tarihçileri mektupları genel olarak kronolojik sıraya koymayı başarmışlardır. Özellikle Arles'ten postalanmış olanlar için olmak üzere transkripsiyon ve tarihleme konusunda belirsizlikler sürmektedir. Arles’te yaşadığı dönemde arkadaşlarına Flemenkçe, Fransızca ve İngilizce 200 mektup yazmıştır. Vincent’ın Paris’te kardeşi ile birlikte yaşadığı ve bu nedenle mektuplaşma ihtiyacı duymadıkları dönem ise tarihçilerin analiz etmekte en çok zorlandıkları dönemdir.
Vincent Willem van Gogh 30 Mart 1853'te Hollanda'nın güneyinde çoğunluğu Katolik olan Kuzey Brabant'ta Groot-Zundert şehrinde doğmuştur. Hollanda Reform Kilisesi'nde rahip olan Theodorus van Gogh ile Anna Cornelia Carbentus'un yaşayan ilk çocukları olarak protestan bir ailede dünyaya gelmiştir. Van Gogh'a büyükbabası ile doğumundan bir yıl önce ölü doğan abisinin adı verilmiştir. Vincent, Van Gogh ailesinde yaygın kullanılan bir isimdi: Leiden Üniversitesi'nden 1811 yılında teoloji derecesi alan büyükbabası Vincent'ın (1789-1874) altı oğlundan üçü sanat simsarı olmuştur. Bu Vincent'ın adı da muhtemelen heykeltıraş olan büyük amcası Vincent'dan (1729-1802) gelmektedir.
Van Gogh'un annesi Lahey'de zengin bir aileden gelmekteydi; babası da bir rahibin en genç oğluydu. İkisi, Anna'nın küçük kızkardeşi Cornelia, Theodorus'un abisi Vincent (Cent) ile evlendiği zaman tanıştılar. Van Gogh'un ebeveyni 1851 Mayıs'ında evlendi ve Zundert'e taşındı. Erkek kardeşi Theo 1 Mayıs 1857'de doğdu. Theo'dan başka Cor adında bir erkek kardeşi ve Elisabeth, Anna ile Willemina ("Wil" olarak bilinir) adında üç kız kardeşi vardır. Yaşamının sonraki yıllarında Van Gogh yalnızca Willemina ve Theo ile temasta kaldı. Van Gogh'un annesi ailenin önemini çevresindekileri bunaltacak kadar vurgulayan katı ve dindar bir kadındı. Theodorus'un maaşı mütevazı ölçülerdeydi ama kilise aileye bir ev, bir hizmetçi, iki aşçı, bir bahçıvan, bir at ve at arabası sağlamıştı ve Anna çocuklarına ailelerinin yüksek sosyal konumunu koruma görevini aşılamıştı.
Van Gogh ciddi ve saygılı bir çocuktu. Evde annesi ve bir mürebbiye tarafından eğitildikten sonra 1860'ta köy okuluna başladı. 1864'te Zevenbergen'de bir yatılı okula gönderildi ama burada kendini terkedilmiş hissettiğinden eve geri dönmeye çalıştı. Bunun yerine ebeveyni 1866'da Van Gogh'u Tilburg'da bir ortaokula gönderdi ancak burada da çok mutsuzdu. Resme olan ilgisi küçük yaşlarda başladı, annesi çocukken resim yapmaya teşvik etti, ilk çizimleri anlamlıdır, ancak sonraki eserlerinin yoğunluğuna sahip değildir. Paris'te başarılı bir ressam olan Constantijn C. Huysmans Tilburg'da öğrencileri eğitiyordu. Huysman'ın felsefesi özellikle doğanın ve yaygın nesnelerin izlenimini yakalamak için teknikten vazgeçmekti. Van Gogh'un derin mutsuzluğu dersleri gölgede bırakmış olmalı ki derslerin çok az etkisi olmuştur; 1868 Mart ayında aniden eve döndü. Sonradan kardeşi Theo'ya yazacağı bir mektupta, çocukluk yıllarını "kasvetli, soğuk ve kısır" olarak betimleyecekti.
1869 Temmuz ayında, henüz on beş yaşındayken, amcası Cent aracılığıyla Lahey'deki Goupil & Cie adlı sanat simsarlığı firmasında iş buldu, Ocak 1873'te firmanın Brüksel ofisine geçti. Eğitimini tamamladıktan sonra 1873 Mayıs ayında firma Van Gogh'u İngiltere'ye Southampton Caddesi'ndeki şubesine yolladı. Londra'nın güneyinde Stockwell'de 87 Hackford Road adresindeki eve yerleşti. Bu dönem Van Gogh'un mutlu olduğu bir dönemdir; işinde başarılı olmuş ve 20 yaşında babasından çok para kazanmaya başlamıştır. Theo'nun eşi, daha sonra bu yılın Van Gogh'un yaşamının en iyi yılı olduğunu belirtecektir. Ev sahibinin kızı Eugénie Loyer'den hoşlanan Van Gogh ona açıldığında, gizlice başka bir kiracıyla nişanlandığını söyleyen kız tarafından reddedildi. Daha da içine kapanan Van Gogh dindarlığa yöneldi. Babası ve amcasının ayarlamasıyla 1875'te Paris'teki şubeye gönderildi. Burada şirketin sanatı metalaştırması gibi konulara içerlemeye başladı ve bir yıl sonra işten çıkarıldı.
1876 Nisan ayında İngiltere'ye döndü ve Londra'nın güneydoğusundaki Ramsgate kasabasında bir yatılı okulda gönüllü öğretmenlik yapmaya başladı. Okul Middlesex'te Isleworth'a taşınınca Van Gogh da buraya gitti. Daha sonra bu işi de bırakarak Metodist rahip yardımcısı olmaya karar verdi. Bu arada ebeveyni Etten'e taşınmıştı; 1876 Noel'inde eve döndü ve altı ay boyunca Dordrecht'te bir kitapçı dükkânında çalıştı. İşinden memnun değildi ve çalışırken zamanını karalama yaparak ve İncil'den bölümleri İngilizce, Fransızca ve Almancaya çevirerek geçirdi. Giderek daha da dindarlaşarak keşiş hayatı yaşamaya başladı. O zamanlar oda arkadaşı olan Paulus van Görlitz'e göre Van Gogh etten kaçınıyor ve çok az yemek yiyordu.
Dinî inançlarını ve rahip olma isteğini desteklemek amacıyla ailesi 1877'de Van Gogh'u tanınmış bir din bilgini olan amcası Johannes Stricker'le yaşaması için Amsterdam'a gönderdi. Van Gogh Amsterdam Üniversitesi teoloji giriş sınavına hazırlandı; ancak sınavda başarılı olamadı ve 1878 Temmuz'unda amcasının evinden ayrıldı. Brüksel yakınlarında Laken'de bir Protestan misyoner okulunda üç aylık kursa katıldı ama burada da başarılı olamadı.
1879 Ocak ayında Belçika'nın Borinage madenci bölgesinde Petit-Wasmes'ta misyoner olarak görevlendirildi. Yoksul olan cemaatine destek olduğunu göstermek için bir fırıncının yanında kaldığı odasını evsiz birine verdi ve saman üzerinde yatıp uyuduğu küçük bir kulübeye taşındı. Bu kötü yaşam koşulları kilise yetkilileri tarafından değerlendirilerek "rahiplik mesleğinin saygınlığını zedelediği" gerekçesiyle işine son verildi. Daha sonra 75 km.'lik yolu yürüyerek Brüksel'e geldi, kısa süreliğine Borinage'da Cuesmes'e geri döndü ancak ebeveyninin baskılarına dayanamayarak Etten'e döndü. Etten'de 1880 Mart ayına kadar kaldığı süre içince ebeveyni için hayâl kırıklığı konusu oldu. Ö |
zellikle emeklerinin boşa gitmiş olduğunu düşünen babası oğlunun Geel'deki tımarhaneye gitmesini önerdi.
Van Gogh 1880 Ağustos ayında Cuesmes'e dönerek Ekim ayına kadar burada bir madenciyle birlikte yaşadı. Burada çevresindeki insanlar ve manzaralarla ilgilenmeye başladı ve Theo'nun resim ile gerçekten ilgilenmeye başlaması önerisi üzerine insanları ve manzaraları çizmeye başladı. Aynı yıl içinde yine Theo'nun önerisi üzerinde Felemenk ressam Willem Roelofs ile çalışmak üzere Brüksel'e gitti. Van Gogh formel resim okullarını sevmemesine rağmen, Roelofs tarafından Académie Royale des Beaux-Arts'a girmeye ikna oldu. 1880 Kasım ayında akademiye kaydoldu ve burada anatomi ile birlikte gölgeleme ve perspektifin standart kurallarını çalıştı.
Van Gogh 1881 Nisan ayında Etten'e dönerek ailesi ile birlikte yaşamaya başladı. Sıklıkla komşularını konu olarak kullanarak çizmeye devam etti. 1881 Ağustos'unda annesinin ablası Willemina ile Johannes Stricker'in kızı olan yeni dul olmuş kuzeni Cornelia "Kee" Vos-Stricker Etten'i ziyarete geldi. Bu ziyarette heyecanlanan Van Gogh kuzeni ile uzun yürüyüşlere çıktı. Kee kendinden yedi yaş büyüktü ve sekiz yaşında bir oğlu vardı. Van Gogh, kuzenine aşkını açıklayarak ve ona evlenme teklif ederek herkesi şaşırttı. Kee teklifi "hayır, asla, hiçbir zaman" ("niet, nooit, nimmer") sözleriyle reddetti. Kee Amsterdam'a döndükten sonra Van Gogh resimlerini satmak ve ikinci dereceden kuzeni Anton Mauve ile görüşmek üzere Lahey'e gitti. Mauve, Van Gogh'un olmak istediği gibi başarılı bir ressamdı. Mauve onu birkaç ay içerisinde geri gelmesi için davet etti ve bu süre zarfında karakalem ve pastel çalışmasını önerdi; Etten'e geri dönen Van Gogh bu tavsiyeye uydu.
1881 Kasım ayının sonlarına doğru Van Gogh Johannes Stricker'a Theo'ya saldırı olarak tanımladığı bir mektup yazdı. Birkaç gün içinde Amsterdam'a gitti. Kee, Van Gogh ile görüşmek istemedi ve ebeveynleri "inadının "cankısıcı" olduğunu" yazdılar. Umutsuzluğa kapılan Van Gogh sol elini lamba alevine tutarak "Elimi alevin üstünde tutabileceğim süre boyunca onu görmeme izin verin" dedi. Bu olayı çok iyi hatırlayamamaktadır ancak daha sonradan eniştesinin lambayı söndürdüğünü varsaymaktadır. Kee'nin babası asıl olarak Van Gogh'un kendisine bakamaması nedeniyle ikisinin evlenemeyeceğini ve red cevabının dikkate alınması gerektiğini açıkça belirtmiştir.
Mauve, Van Gogh'u öğrenci olarak yanına aldı ve suluboyaya başlattı. Van Gogh, Noel için eve dönene kadar, bir ay boyunca suluboya çalıştı. Etten'de babası ile tartışıp kiliseye gitmeyi reddettikten sonra Lahey'e gitmek için evden ayrıldı. 1882 Ocak ayında Mauve Van Gogh'u yağlıboyaya başlattı ve verdiği ödünç parayla stüdyo kurmasına yardımcı oldu. Bir ay içinde muhtemelen alçı heykellerden resim çizilebilmesinin geçerliliği üzerine bir tartışma nedeniyle Van Gogh ile Mauve'un arası açıldı. Van Gogh model olarak yalnızca sokaktan toplayabildiği kişileri kullanabilecek kadar para ayırabiliyordu ve bu uygulamasını da Mauve onaylamıyordu. Haziran ayında Van Gogh belsoğukluğu krizi geçirdi ve üç hafta hastanede yattı. Hemen ardından Theo'dan ödünç aldığı parayla yağlıboya ile ilk resimlerini yaptı. Yağlıboyayı sevmişti; boyayı tuvale serbestçe yaydıktan sonra tuvalden kazıyarak ve fırçayla boyayı kaldırarak çalıştı. Sonuçların ne kadar iyi olduğuna şaşırdığını yazmıştır.
1882 Mart ayında Mauve'un Van Gogh'a karşı soğuk davranmaya başladığı ve mektuplarına cevap vermeyi kestiği görülür. Muhtemelen Van Gogh'un alkolik bir fahişe olan Clasina Maria "Sien" Hoornik (1850–1904) ve küçük kızı ile yaşamaya başladığını öğrenmiştir. Van Gogh, Sien ile beş yaşındaki kızı yanında ve hamile iken 1882 Ocak ayının sonuna doğru tanışmıştır. Sien'in daha önce iki çocuğu ölü doğmuştur ancak Van Gogh bunu bilmemektedir; 2 Temmuz'da bu sefer Willem adı verilen bir erkek çocuk doğurur. Van Gogh'un babası ilişkilerinin detaylarını öğrenince oğlun Sien'i ve iki çocuğunu terk etmesi için baskı uygular. Vincent başlangıçta babasına karşı çıkar, ve aileyi şehir dışına çıkarmayı düşünür ancak 1883'ün sonuna doğru Sien'i ve çocuklarını terkeder.
Yoksulluk Sien'i tekrar fahişelik yapmaya itmiş olabilir; ev yaşamı daha az mutluluk getirmeye başlamış ve Van Gogh aile yaşamının sanatsal gelişimi ile bağdaşamayacağını hissetmiş olabilir; Sien kızını annesine ve bebek Willem'i de erkek kardeşine verir. Willem 12 yaşında iken Rotterdam'ı ziyaret ettiğini; kendisini meşrulaştırmak için bir amcasının Sien'i evlenmeye ikna etmeye çalıştığını hatırlamaktadır. Babasının Van Gogh olduğuna inanmıştı ancak doğumunun zamanlaması bunu mümkün kılmamaktadır. Sien 1904 yılında Schelde Nehrine atlayarak intihar etti.
1883 Eylül ayında Van Gogh Hollanda'nın kuzeyinde Drenthe'ye taşındı. Aralık ayında yalnız kalmanın da etkisiyle Kuzey Brabant'ta Nuenen'e taşınmış olan ailesinin yanına yaşamak için gitti.
Van Gogh Nuenen'de kendini resme ve çizime verdi. Dışarıda hızlıca çalışarak dokumacıların ve kulübelerinin resimleri ve çizimlerini tamamladı. 1884 Ağustos ayından itibaren kendisinden 10 yaş büyük komşu kızı Margot Begemann ile bir ilişki yaşamaya başladı. Evlenmek isteseler de ikisinin de ailesi bunu istemedi. Bu duruma üzülen Margot striknin içerek intihar etmeye teşebbüs etti ama Van Gogh'un onu en yakın hastaneye götürmesiyle kurtuldu. Van Gogh'un babası 26 Mart 1885'te kalp krizinden öldü.
Van Gogh 1885'te çeşitli natürmort resim serilerini tamamladı. Nuenen'de kaldığı iki yıl boyunca sayısız çizim ve suluboya ile yaklaşık 200 yağlıboya resmi tamamladı. Paleti asıl olarak kasvetli toprak tonlarından ve özellikle koyu kahverenginden oluşuyordu ve daha sonraki çalışmalarını ayırt edecek olan canlı renkler bulunmuyordu.
1885'in başlarında Paris'ten bir sanat simsarı Van Gogh'un resimleri ile ilgilendi. Theo Vincent'a sergilemeye hazır resmi olup olmadığını sordu. Mayıs ayında Van Gogh ilk önemli eseri "Patates Yiyenler" ve birkaç yıllık çalışmanın sonucu olan "köylü karakter çalışmaları" serisi ile karşılık verdi. Kardeşi Theo'ya yeteri kadar resim satamadığı için sitem ettiğinde, Theo Paris'te renkli izlenimci resimlerin çok sattığını, Van Gogh'un resimlerinin ise fazla karanlık bulunduğunu yazdı. Ağustosta çalışmaları ilk defa olmak üzere Lahey'de Leurs galerisinde sergilendi. One of his Genç köylü modellerinden biri 1885 Eylül'ünde hamile kalınca Van Gogh kızı hamile bırakmakla suçlandı ve kasabanın rahibi kasabalıların Van Gogh'a modellik yapmasını yasakladı.
1885 Kasım'ında Anvers'e taşınarak rue des Images'da ("Lange Beeldekensstraat") bir boya satıcısının üst katında oda kiraladı. Yoksulluk içinde yaşadı ve çok kötü beslendi; Theo'dan gelen tüm parayı resim malzemelerine ve modellere harcadı. Öğünleri ekmek, kahve ve sigaradan ibaretti. 1886 Şubat'ında Theo'ya geçen mayıstan beri yalnızca altı sıcak yemek yediğini hatırladığını yazdı. Kötü beslenmeden gevşeyen dişleri ıstırap veriyordu. Anvers'de renk teorisi üzerine çalıştı ve özellikle Peter Paul Rubens'in eserleri olmak üzere müzelerde resimler üzerine inceleme yaptı ve paletine karmin, kobalt mavisi ile Paris yeşilini kattı. Van Gogh limandan Japon ukiyo-e tahta oymabaskıları satın aldı; sonradan bu stilin ögelerini bazı resimlerinin arka planında kullanmıştır. Akademik eğitime olan antipatisine rağmen Anvers'deki Güzel Sanatlar Akademisi'nin sınavlarına girdi ve 1886 Ocak ayında resim ve çizim bölümüne başladı. Yeniden çok fazla içmeye başlamıştı ve 1886 Şubat ve Mart ayları arasında hastaneye yatırıldı, bu sırada muhtemelen frengi için de tedavi edilmiştir.
Van Gogh 1886 Mart ayında Paris'e taşınarak Theo'nun Montmartre'de rue Laval'deki dairesine yerleşti ve Fernand Cormon'un atölyesinde çalışmaya başladı. Haziran ayında kardeşler rue Lepic 54 numarada daha büyük bir daireye taşındılar. Paris'te, Vincent arkadaşlarının ve tanıdıklarının portrelerini, natürmortlar, Le Moulin de la Galette manzaraları, Montmartre'dan sahneler, Asnières'den görünüşler Seine Nehri'nin kıyı manzaralarını resmetmiştir. 1885'te Anvers'de iken ilgilenmeye başladığı Japon ukiyo-e ağaç oymabaskıları atölyesinin duvarlarını dekore etmek için kullanmış ve Paris'te iken bu oymabaskılardan yüzlerce toplamıştır. Japonaiserie denemelerinde bulunmuş, "Paris Illustre" dergisinin kapağında bulunan Keisai Eisen röprodüksiyonunu kopyalamış ve büyüterek "The Courtesan" adlı resmi 1887'de yapmıştır.
Galerie Delareybarette'te Adolphe Monticelli'nin portresini gördükten sonra Van Gogh paletinde daha parlak renklere yer vermiş ve özellikle 1888'de yaptığı "Saintes-Maries'de deniz manzarası" resminde olmak üzere daha cesur fırça darbeleri kullanmaya başlamıştır. İki yıl sonra Vincent ve Theo, Monticelli resimleri üzerine bir kitabın basılması için para vermiş ve Vincent koleksiyonuna eklemek için Monticelli'nin bazı eserlerini satın almıştır.
Van Gogh Fernand Cormon'un atölyesini Theo'dan öğrenmiştir. Nisan ve Mayıs aylarında çalıştığı bu stüdyoda Avustralyalı ressam John Peter Russell'ın arkadaş çevresiyle birlikte olmuş, ve aynı atölyede Émile Bernard, Louis Anquetin ile pastel boya ile bir portresini yapan Henri de Toulouse-Lautrec'le tanışmıştır. O zamanlar Paul Cézanne'ın resimlerinin sergilendiği tek yer olan Julien "Père" Tanguy'un boya dükkânında tanışmışlardı. 1886'da burada ilk defa Noktacılık ve Yeni izlenimcilik ekollerinden resimlerin sergilendiği ve Georges Seurat ile Paul Signac'a gözleri çevirttiren iki büyük sergi yapılmıştır. Theo Montmartre bulvarındaki galerisinde İzlenimci tabloları sergiliyordu ancak Van Gogh resimdeki yeni gelişmeleri kabul etmekte biraz yavaş kalıyordu.
İki kardeşin arası biraz açılmıştı. 1886'nın sonlarına doğru Theo artık Vincent ile yaşamayı "hemen hemen dayanılmaz" bulmaya başlamıştı. 1887'nin başlarında ise araları düzelmiş ve Vincent Paris'in kuzeybatı banliyölerinden Asnières'e taşınmıştı. Van Gogh burada Signac ile tanıştı. Tuvale çok sayıda küçük renkli noktanın uygulanması ile uzaktan bakıldığında renklerin birbirine karıştığı optik bir etki bırakan No |
ktacılık tekniğinin ögelerini kullanmaya başladı. Bu ekolde mavi ve turuncu gibi tamamlayıcı renklerin çarpıcı kontrastlar yaratması özelliği vurgulanır.
Van Gogh Asnières'de iken parkları, lokantaları ve aralarında "Asnières'de Seine üzerinde köprüler" de olmak üzere Seine Nehrini resmetti. 1887 Kasım ayında Theo ve Vincent, Paris'e yeni gelen Paul Gauguin ile arkadaş oldular. Yılın sonuna doğru Van Gogh, Bernard, Anquetin, ve muhtemelen Toulouse-Lautrec, Montmartre'da 43 avenue de Clichy adresindeki Grand-Bouillon Lokantasında bir sergi düzenlediler. Bernard, o zamanlar bu serginin Paris'teki diğer sergilerden çok önde olduğunu yazmıştır. Bu sergide Bernard ve Anquetin ilk resimlerini sattı ve Van Gogh Gauguin ile eserlerini değiş-tokuş yaptı. Sergi sırasında resim, ressamlar ve sosyal durumları hakkında tartışmalar başladı ve sergiyi izlemeye gelen Camille Pissarro ile oğlu Lucien, Signac ve Seurat da tartışmalara katıldı. 1888 Şubat'ında Paris'teki hayattan sıkıldığını hisseden Van Gogh burada kaldığı iki yıl süre içinde 200'den fazla resim yaptıktan sonra şehirden ayrıldı. Ayrılmasından saatler önce Theo'nun eşliğinde Seurat'ın atölyesine ilk ve tek ziyaretini gerçekleştirdi.
İçkiden hastalanan ve sigara öksürüğünden muzdarip Van Gogh 1888 Şubat ayında Arles'e yerleşti. Arles'e bir sanat kolonisi kurma düşüncesiyle taşındığı görülmektedir; Danimarkalı ressam Christian Mourier-Petersen Van Gogh'a iki ay eşlik etti. Başlangıçta Arles egzotik göründü ve bir mektubunda Arles'i yabancı bir ülke gibi anlattı: "Zouavelar, genelevler, ilk komünyonuna giden tapılası güzellikte küçük Arlesli kız, beyaz keten cübbesi içinde tehlikeli bir gergedan gibi görünen papaz, absent içen insanlar, hepsi bana başka bir dünyadan yaratıklarmış gibi görünüyor."
Arles'de geçirdiği zaman Van Gogh'un en çok eser verdiği zamanlardan biri olmuştur: 200'den fazla resmin yanı sıra 100'den fazla karakalem ve suluboya da tamamlamıştır. Bölgenin manzarası ve ışığından büyülenmişti, bu dönem eserlerinde sarı, lacivert ve eflatun bolca görülür. Resimleri hasatları, buğday tarlalarını ve aralarında buğday tarlalarının kıyısındaki "Eski Değirmen" (1888) de olmak üzere bölgedeki yapıları konu almıştır. "Eski Değirmen", 4 Ekim 1888'de Paul Gauguin, Émile Bernard, Charles Laval ve diğer ressamlarla eser değiş-tokuşu için Pont-Aven'e gönderilen yedi tuvalden biridir.
Arles manzaralarının düz görünen ve perspektif içermeyen tarlalar ile caddelerinde Van Gogh'un Hollanda'da büyümesinin etkileri görülür. 1888 Mart ayında "ızgaralı perspektif çerçevesi" kullanarak manzara resimleri yaptı ve bunların üçü "Société des Artistes Indépendants"ın Paris sergisinde sergilendi. Nisan ayında, yakınlarda Fontvieille'de yaşayan Amerikalı ressam Dodge MacKnight tarafından ziyaret edildi. 1 Mayıs 1888'de aylık 15 franga, 2 place Lamartine adresindeki Sarı Ev'in doğu kanadını kiraladı. Odalarda eşya yoktu ve aylardır içinde kimse oturmamıştı.
7 Mayıs'ta Van Gogh Hôtel Carrel'den, arkadaşları Joseph ve Marie Ginoux'in sahibi olduğu Café de la Gare'a taşındı. Sarı Ev'in taşınmadan önce eşya alınması gerekiyordu ancak atölye olarak kullanabiliyordu. Eserlerini sergilemek için bir galeri istemişti ve bir dizi resim yapmaya başladı ki bunların arasında "Van Gogh'un Sandalyesi" (1888), "Arles'daki Yatak Odası" (1888), "Gece Kahvesi" (1888), "Kafe Terasta Gece" (Eylül 1888), "Rhone Üzerinde Yıldızlı Gece" (1888), ve "Natürmort: On İki Ayçiçekli Vazo" (1888) gibi resimler yer alacaktı. Bu resimlerin hepsi Sarı Ev'in dekorasyonu için yapılmıştır.
Van Gogh "Gece Kahvesi" ile "kafenin birinin kendini mahvedebileceği, çıldırabileceği ya da suç işleyebileceği bir mekan olduğu düşüncesini göstermek istediğini" yazmıştır. Haziran ayında Saintes-Maries-de-la-Mer'e gittiğinde Zouave asteğmeni Paul-Eugène Milliet'e ders verdi; denizde ve köyde kayıkları resmetti. MacKnight Van Gogh'u, bazen Fontvieille'da kalan Belçikalı ressam Eugène Boch ile tanıştırdı ve ikisi Temmuz ayında karşılıklı olarak birbirlerini ziyaret etti.
Gauguin 1888'de Arles'ı ziyaret etmeyi kabul edince Van Gogh arkadaşlık ve sanat kolonisi kurma düşüncesinin gerçekleşeceğini ümit etmişti. Ziyareti beklerken Ağustos ayında "Ayçiçekleri"ni yaptı. Boch tekrar ziyarete gelince Van Gogh hem onun portresini yaptı hem de "Yıldızlı Geceye Karşı Şair" çalışmasını gerçekleştirdi.
Gauguin'in ziyaretine hazırlık için, portresini yaptığı istasyonun posta müdürü Joseph Roulin'in tavsiyesi üzerine iki yatak satın aldı. 17 Eylül'de içinde hâlâ çok az eşya olan Sarı Ev'de ilk gecesini geçirdi. Gauguin Arles'da onunla birlikte yaşayıp çalışmaya karar verince de muhtemelen en gayretli çaba gösterdiği çalışma olan "Sarı Ev İçin Dekorasyon"a başladı. İki sandalye resmini tamamladı: "Van Gogh'un Sandalyesi" ve "Gauguin'in Sandalyesi."
Van Gogh'un ısrarları sonucunda Gauguin 23 Ekim'de Arles'a geldi ve kasım ayında birlikte resim yaptılar. Gauguin "Ayçiçeklerinin Ressamı" tablosunda Van Gogh'u resmetti; Van Gogh Gauguin'in tavsiyesine uyarak hafızasından resimler yaptı. Bu "hayalî" resimler arasında "Etten'deki Bahçenin Anısı" tablosu da vardır. Dışarıda yaptıkları ilk ortak çalışma Alyscamps'da olmuştur, burada "Les Alyscamps" ortak tablolarını yapmışlardır. Gauguin'in Arles'da kaldığında tamamladığı tek tablo ise"Van Gogh Ayçiçeklerini Boyarken" olmuştur.
Van Gogh ve Gauguin 1888 Aralık ayında gittikleri Montpellier'de Musée Fabre'da Courbet ve Delacroix'nın resimlerini gördüler. İlişkileri kötüleşmeye başladı; Gauguin'e hayranlık duyan Van Gogh ona eşitmiş gibi davranılmasını istiyordu, ancak Gauguin'in küstahlığı ve baskın karakteri Van Gogh'u hayalkırıklığına itiyordu. Sıklıkla tartışıyorlardı; Van Gogh giderek Gauguin'in kendisini terkedeceğinden korkuyordu ve Van Gogh'un "aşırı gerilim"li olarak tarif ettiği durum hızla kriz noktasına doğru ilerledi.
Van Gogh'un kulağını keserek kendini yaralamasına giden olaylar silsilesi tam olarak bilinmemektedir. Olaydan on beş yıl sonra Gauguin o gecenin arka arkaya fiziksel olarak tehdit içeren davranışlara sahne olduğunu iddia etmiştir. Karmaşık bir ilişkileri vardı ve Theo'nun Gauguin'e borçlu olması da mümkündür; Gauguin kardeşlerin kendisinden ekonomik olarak yararlandıklarından şüphelenmekteydi. Van Gogh'un, Gauguin'in yanından ayrılacağını farketmiş olması mümkündür. Yoğun yağmur yağışı nedeniyle iki ressam Sarı Ev'de kapalı kalmışlardı. Gauguin, yürümek için evden dışarı çıktığında van Gogh'un kendisini takip ettiğini ve "elinde açık bir ustura ile" üzerine geldiğini söylemiştir. Bu söylemler kanıtlanmamıştır; Gauguin büyük bir kesinlikle o gece Sarı Ev'de değildi ve bir hotelde kalıyordu.
Gauguin ile şiddetli tartışmasından sonra odasına dönen van Gogh, sesler duyar ve ustura ile sol kulağını keser ve aşırı kan kaybeder. Yarasını sardıktan sonra kulağını bir kağıda sararak, genelevde Gauguin ile birlikte gördükleri bir kadına götürür. Van Gogh ertesi sabah yatağında polis tarafından bilincini kaybetmiş olarak bulunmuş ve acilen hastaneye kaldırılmıştır. Hastanede hâlâ eğitim gören genç bir doktor olan Félix Rey tarafından tedavi edilmiştir. Kulak hastaneye getirilmiş ancak üzerinden çok zaman geçtiği için Rey kulağı yerine dikmeyi denememiştir.
Van Gogh'un olayı hiç hatırlamaması akut sinir rahatsızlığı yaşadığını düşündürmektedir. Hastanede konulan teşhis "genel deliriyum ile akut mani"dir, ve birkaç gün içinde yerel polis Van Gogh'un hastaneye kaldırılmasını istemiştir. Gauguin hemen Theo'ya haber verdi. Theo 24 Aralık'ta arkadaşı Andries Bonger'in kızkardeşi Johanna'ya evlilik teklif etmişti. Haberi alır almaz Theo Arles'a gece treni ile gelmek için harekete geçti ve Noel sabahı geldi. Bilinci yarı açık durumdaki Vincent'ı teskin etti. O akşam Paris'e geri döndü.
Tedavisinin ilk günlerinde Van Gogh tekrar tekrar Gauguin'i istedi. Gauguin ise olaya bakan polis memuruna "lütfen bu adamı uyandırırken nazik olun bayım ve eğer beni sorarsa Paris'e döndüğümü söyleyin; beni görmesi onun için ölümcül olabilir" demişti. Gauguin Arles'dan kaçarak gitti ve bir daha van Gogh'u görmedi. Mektuplaşmaya devam ettiler ve 1890'da Gauguin Anvers'de birlikte bir atölye kurmayı önerdi. Hastaneye gelen diğer ziyaretçiler arasında Marie Ginoux ve Roulin de vardı.
Kötümser bir teşhise rağmen van Gogh tedaviden sonra 7 Ocak 1889'da Sarı Ev'e geri döndü. Sonraki ayı, halüsinasyonlardan ve zehirlenme delüzyonlarından yakınarak hastane ile ev arasında geçirdi. Aralarında Günoux ailesinin de olduğu otuz kasabalının dilekçesiyle "le fou roux" ("kızıl saçlı deli") olarak tarif edilen van Gogh'un evi Mart ayında polis tarafından kapatılarak hastaneye döndü. Paul Signac Mart ayında onu iki kere hastanede ziyaret etti; Nisan ayında van Gogh, evinde yağmurlardan tablolarının zarar görmesi nedeniyle Dr Rey'in sahibi olduğu odalara taşındı. İki ay sonra Arles'dan ayrıldı ve kendi rızasıyla Saint-Rémy-de-Provence'da bir akıl hastanesine yattı. Bu sıralarda "Bazen tarif edilemez ıstırap hâlleri, bazen zamanın perdesi ile olayların talihsizliğinin bir anlığına parçalandığı zamanlar" diye yazmıştır.
Van Gogh 1889'da yaptığı "Doktor Félix Rey'in Portresi" tablosunu Dr. Rey'e vermiştir. Resimden hoşlanmayan doktor önce tavuk kümesini onarmak için resmi kullanmış sonra da birisine tabloyu vermiştir. 2016'da portre Moskova'da Puşkin Müzesi'nde bulunmaktadır ve değerinin 50 milyon ABD$'nın üzerinde olduğu tahmin edilmektedir.
Van Gogh Saint-Paul-de-Mausole akıl hastanesine 8 Mayıs 1889'da bakıcısı Protestan din adamı Frédéric Salles'ın eşliğinde girdi. Saint-Paul, Arles'a 30 km. uzaklıktaki Saint-Rémy'de bulunan eski bir manastırdı ve eski denizci doktor Théophile Peyron tarafından idare ediliyordu. Van Gogh'a biri atölye olarak kullanılmak üzere, pencereleri parmaklıklı iki hücre verildi. Klinik ve bahçesi resimlerinin ana konusu oldu. "Akıl Hastanesinin Holü" ve "Saint-Rémy" gibi hastanenin iç mekânları üzerine bazı çalışmalar yaptı. Bu dönem eserlerinin bazıları, "Yıldızlı Gece" tablosunda olduğu gibi gi |
rdapsı şekillerle tanınır. Bakıcı eşliğinde yapmasına izin verilen kısa yürüyüşler sonrasında "Alpilles Önünde Zeytin Ağaçları," "'Selviler 1889", "Selvili Mısır Tarlası 1889", "Gece Provence'da Köy Yolu 1890" gibi resimlerde selvileri ve zeytin ağaçlarını resmetti. 1889 Eylül'ünde "Arles'da Yatak Odası" tablosunun iki versiyonunu daha yaptı.
Klinik dışındaki yaşama sınırlı erişimi nedeniyle resme aldığı konularda azalma oluşmuştu. Van Gogh, Millet'nin "Tohum Serpen Adam", "Öğle Dinlenmesi" gibi diğer ressamların tablolarının yorumlarıyla ve kendisinin eski tablolarının varyasyonlarıyla çalışıyordu. Van Gogh Jules Breton, Gustave Courbet ve Millet'nin gerçekçiliğini takdir ediyor ve yaptığı kopyaları bir müzisyenin Beethoven'ı yorumlamasına benzetiyordu.
"Tutuklular Çemberi" (1890) adlı tablosu Gustave Doré'nin (1832–1883) bir oymabaskısından yapılmıştır. Tralbaut resmin ortasında bulunan mahkûmun yüzünün Van Gogh'a benzediğini iddia ederken Jan Hulsker buna karşı çıkmaktadır.
1890 yılının Şubat ve Nisan ayları arasında rahatsızlığı tekrar nüksetti. Depresyonda olan ve yazı yazamayan van Gogh yine de resim ve çizim yapmaya muktedirdi. Sonradan Theo'ya "hafızadan ... Kuzey'in anıları"nı gösteren birkaç küçük tablo yaptığını yazar. Bunların arasında "Günbatımında Karla Kaplı Tarlayı Kazan İki Köylü Kadın" tablosu da vardır. Hulsker, bu küçük tablo grubunun van Gogh'un o sırada çalıştığı birçok çizim ve eskizin çekirdeğini oluşturduğuna inanmaktadır. Bu kısa dönemin van Gogh'un hastalığının çalışmaları üzerinde etkisini gösterdiği tek dönem olduğunu söyler. Van Gogh annesine ve kardeşine 1880'lerin başında çalıştığı çizim ve eskizlerini göndermelerini yazdı, böylece eski çizimlerinden yararlanarak yeni tablolar yapmak istiyordu. Bu döneme ait olan renkli "Kederli Yaşlı Adam ("Sonsuzluğun Eşiğinde")" çalışmasını Hulsker "geçmişin diğer bir anısı" olarak tanımlar. Son dönem tabloları sanat eleştirmeni Robert Hughes'a göre "az ile çok anlatmayı ve zarafeti arayan" yeteneklerinin doruğunda bir ressamı gösterir.
Albert Aurier 1890 Ocak ayında "Mercure de France" dergisinde van Gogh'un eserlerini överek onu "bir dâhi" olarak tanımladı. Şubat ayında van Gogh, Madame Ginoux'nun iki ressam için Kasım 1888'de modellik yaptığında Gauguin tarafında çizilmiş eskizini temel alarak beş ayrı "L'Arlésienne (Madame Ginoux)" tablosu yaptı. Yine Şubat ayında van Gogh Brüksel'den avangart ressamlar topluluğu olan "Les XX" tarafından yıllık sergilerine katılması için davet edilir. Açılış yemeğinde "Les XX" üyelerinden Henry de Groux van Gogh'un eserlerini aşağıladı. Toulouse-Lautrec buna karşı duracağını söyledi ve Signac da eğer Lautrec geri çekilirse van Gogh'un onurunu savunmak için mücadeleye devam edeceğini belirtti. De Groux kabalığı için özür diledikten sonra yemekten ayrıldı. Daha sonra van Gogh'un eserleri Paris'te "Artistes Indépendants" ile sergideyken Claude Monet sergideki en iyi eserlerin van Gogh'a ait olduğunu söylemiştir. Yeğeninin doğumunda sonra van Gogh "Hemen onun için, yatak odasına asmak için, bir resim yapmaya başladım, mavi gökyüzüne karşı beyaz çiçek açmış badem dalları" diye yazmıştır.
1890 Mayıs ayında Saint-Rémy'deki klinikten ayrılarak hem Auvers-sur-Oise'da Dr. Paul Gachet'nin hem de Theo'nun yakınına taşındı. Gachet amatör bir ressamdı ve başka ressamları da tedavi etmişti. Van Gogh'a Gachet'yi Camille Pissarro önermişti. Van Gogh'un Gachet hakkındaki ilk izlenimi "benden daha hasta gibi geldi, ya da en az benim kadar hasta" olmuştur.
Ressam Charles Daubigny Auvers'e 1861 yılında taşındı ve Camille Corot ile Honoré Daumier gibi diğer ressamların da oraya gelmesine önayak oldu. 1890 Temmuz ayında, van Gogh "Daubigny'nin Bahçesi" adlı iki resmi tamamladı ki bunlardan bir tanesi muhtemelen son tablosudur.
Saint-Rémy'de son haftalarında düşünceleri tekrar "Kuzey'in anıları"nda yoğunlaştı ve Auvers-sur-Oise'da kaldığı 70 günlük süre içinde yaptığı 70 yağlıboya tablonun bazıları kuzey sahnelerini anlatır. 1890 Haziran ayında aralarında "Dr. Gachet'nin Portresi" de olmak üzere doktorunun birkaç portresini yaptı. Portrelerin her birinde Gachet'nin melankolik tavrına vurgu yapılmıştır. "Tepedeki Saz Çatılı Kulübeler" gibi muhtemelen tamamlanmamış tabloları da vardır.
Temmuz ayında van Gogh "tepelere uzanan uçsuz bucaksız, deniz gibi sınırsız ve hassas sarı düzlüklere" tamamen kendini verdiğini yazmıştır. Tarlalar ilk defa Mayıs ayında daha buğday taze ve yeşerirken ilgisini çekmiştir. Temmuz ayında Theo'ya tarlaları "karışık gökyüzü altında muazzam buğday tarlaları" olarak anlatmıştır.
Tarlaların kendi "üzüntüsünü ve aşırı yalnızlığı"nı yansıttığını söyleyerek "tuvaller kelimelere dökemediklerimi sana söyleyecek, yani kırsalı ne kadar sağlıklı ve canlandırıcı bulduğumu" diye yazmıştır. Hulsker, 1890 Temmuz ayında yapılan "Buğday Tarlası ve Kargalar" tablosunun "melankoli ve aşırı yalnızlık" ile bağlantılı olduğunu söyler. Hulsker Auvers'de "Buğday Tarlası ve Kargalar" tablosundan sonra yapılmış yedi tabloyu daha tanımlamıştır.
27 Temmuz 1890'da 37 yaşında iken van Gogh 7 mm.lik Lefaucheux "à broche" marka bir altıpatlar ile kendini göğsünden vurmuştur. Bu olaya tanık olan kimse yoktur ve olaydan 30 saat sonra ölmüştür. Kendini resim yaptığı bir buğday tarlasında ya da yöredeki bir ahırda vurmuş olabilir. Kurşun kaburgasına çarparak göğsünden iç organlara görülen bir zarar vermeden geçmiş ve muhtemelen belkemiğinde durmuş. Yürüyerek, Auvers'de kaldığı Auberge Ravoux'ya dönmüş ve burada iki doktor kendisine bakmıştır ancak bir cerrahın olmaması nedeniyle kurşun çıkarılamamıştır. Doktorlar ellerinden geldiğince yarasını tedavi etmeye çalışmış daha sonra onu piposunu içerken odasında bırakmışlardır. Ertesi sabah Theo kardeşinin yanına geldiğinde onu iyi bir ruh hâli içinde bulmuştur. Ancak birkaç saat içinde yaradan kaynaklanan tedavi edilememiş enfeksiyon nedeniyle durumu kötüleşmeye başlamıştır. 29 Temmuz'un ilk saatlerinde ölmüştür. Theo'ya göre, Vincent'in son sözleri ""La tristesse durera toujours"" ("Keder sonsuza kadar sürecek") olmuştur.
Van Gogh 30 Temmuz'da Auvers-sur-Oise'da belediye mezarlığına gömüldü. Cenazeye Theo van Gogh, Andries Bonger, Charles Laval, Lucien Pissarro, Émile Bernard, Julien Tanguy ve Paul Gachet ile birlikte yirmiye yakın aile üyesi, dost ve yerel halktan kişiler katıldı. Zaten hasta olan Theo'nun durumu abisinin ölümünden sonra daha da kötüleşti. Gücünü kaybeden ve Vincent'ın yokluğuyla başa çıkamayan Theo 25 Ocak 1891'de Den Dolder'de öldü ve Utrecht'e gömüldü. 1914'te, Johanna van Gogh-Bonger Theo'nun cenazesini mezarından çıkartırarak Auvers-sur-Oise'a getirtti ve Vincent'ın yanına gömdürdü.
Van Gogh'un hastalığı ve eserleri üzerindeki etkisi üzerine çok sayıda tartışma olmuş ve yine çok sayıda retrospektif tanı önerilmiştir. Van Gogh'un düzensiz nöbetlerle seyreden ve normal işlevlerine devam edebildiği dönemleri olan bir durumu olduğu konusunda görüşbirliğine varılmıştır. Bipolar bozukluk teşhisini 1947'de ilk olarak Perry önermiş ve bu teşhis psikiyatrlar Hemphill ve Blumer tarafından da desteklenmiştir. Biyokimyacı Wilfred Arnold ise semptomların akut intermitent porfiria ile daha çok örtüştüğünü belirtmiş ve bipolar bozukluk ile yaratıcılık arasında bağ olduğuna yönelik popüler görüşün asılsız olabileceğine dikkati çekmiştir. Depresyon nöbetleri ile görülen temporal lob epilepsisi de önerilen teşhisler arasındadır. Teşhisler ne olursa olsun durumunun kötü beslenme, aşırı çalışma, uykusuzluk ve alkol tüketimi ile kötüleştiği muhtemeldir.
Van Gogh okuldayken karakalem çizim ile suluboya çalışmıştır ancak günümüze çok az örnek gelebilmiş ve bunların da van Gogh'a ait olup olmadığı tartışmalıdır. Yetişkin iken tekrar resme giriş seviyesinden başladı. 1882'nin başında Amsterdam'da tanınmış bir sanat galerisi sahibi olan amcası Cornelis Marinus van Gogh'tan Lahey konulu çizimler istemiştir. Van Gogh'un bu çalışmaları beklenileni karşılamamıştır. Marinus bu sefer konuyu detaylı olarak tanımlayıp ikinci bir istekte bulunmuş ancak bu da hayalkırıklığı ile sonuçlanmıştır. Van Gogh yılmadan atölyesindeki kepenkleri değişik şekillerde kapatarak ışıklandırma ile ve değişik çizim malzemeleri kullanarak denemeler yaptı. Bir yıldan fazla süre tek figürler üzerine çalıştı ve bu çalışmaları oldukça ayrıntılı siyah-beyaz çizimlerdir ancak o sırada bu çalışmaları van Gogh'a yalnızca eleştiri getirmiştir. Sonradan ise bu çizimler ilk dönem şaheserler olarak tanınmıştır.
1882 Ağustos ayında Theo, Vincent'ın açık havada çalışabilmesi için malzeme satın almasına yardım etti. Vincent "yeni bir gayretle resim yapmaya devam edeceğini" yazmıştır. 1883'ün başından itibaren çoklu figür kompozisyonları üzerine çalışmaya başladı. Bu çalışmaların bazılarının fotoğrafını da çektirdi ancak Theo bu resimlerin canlılık ve tazelik barındırmadığını söyleyince hepsini yok ederek yağlıboya resme yöneldi. Lahey Ekolünün Weissenbruch ve Blommers gibi tanınmış ressamlarına başvurdu ve Ekolün ikinci jenerasyonundan De Bock ve Van der Weele gibi ressamlardan teknik tavsiyeler aldı. Drenthe'den sonra Nuenen'e taşınınca birkaç büyük tabloya başladı ancak bunların çoğunu yok etti. "Patates Yiyenler" ve ona eşlik eden resimler o dönemden kalan tek eserlerdir. Amsterdam'da Rijksmuseum'a yaptığı ziyaret sonrasında, van Gogh hatalarının çoğunun deneyim ve teknik bilgi eksikliğinden olduğunun farkına vardı. Dolayısıyla 1885 Kasım ayında önce Anvers sonra da Paris'e öğrenmek ve becerilerini geliştirmek için gitti.
Theo "Patates Yiyenleri" koyu renkleri yüzünden eleştirdi; bu renklerin modern üslûba uymadığını düşünüyordu. Van Gogh, Paris'te kaldığı 1886 ila 1887 yıllarında daha açık renkler içeren palet ile çalışmaya başladı. "Père Tanguy'in Portresi" (1887) daha parlak renklerle olan başarısını gösterdiği gibi gelişen kişisel üslûbunun da kanıtıdır. Charles Blanc'ın renk üzerine olan teziyle çok ilgilendi ve bu tez onu yardımcı renklerle çalışmaya itti. Van Gogh renk etkisinin betimleyici olmanın ötesine gittiğine |
inanmaya başladı; "renk kendi başına bir şeyler anlatır" diye yazmıştır. Hughes'a göre, Van Gogh rengi "psikolojik ve ahlâki bir ağırlığa" sahip olarak görüyordu; "insanlığın korkunç tutkularını ifade etmek" istediği "Gece Kahvesi"nin göz alıcı kırmızıları ve yeşilleri bu düşüncesinin bir örneğidir. Duygusal gerçekliği sembolize ettiğini düşündüğü sarı rengin onun için önemi çok büyüktü. Sarı rengi günışığı, yaşam ve Tanrı'yı sembolize etmek için kullandı.
Van Gogh kırsal yaşam ile doğanın ressamı olmaya çabaladı, ve Arles'daki ilk yazında manzaralar ile geleneksel kırsal yaşamı resmederken yeni paletini kullandı. Doğal olanın ardında bir gücün olduğuna dair inancı resimlerinde o gücün yarattığı hissi ya da doğanın özünü bazen semboller kullanarak yakalamaya itti. Başlangıçta Jean-François Millet'den kopyaladığı "tohum serpen adam" figürleri van Gogh'un dinsel inanışlarının yansımasıdır: tohum eken adam sıcak güneşin altında yaşam eken İsa'yı sembolize eder. Bu konu ve motifleri tekrar tekrar tablolarında kullanmıştır. Çiçek resimleri de sembolizm ile doludur ancak geleneksel Hristiyan ikonografisini kullanmak yerine yaşamın güneş altında sürdüğü ve çalışmanın yaşamın bir alegorisi olduğu kendi sembollerini yaratmıştır. Arles'da bahar tomurcuklarını boyadıktan ve parlak günışığını yakalamayı öğrendikten sonra güveni artmış ve "Tohum Serpen Adam" tablosunu yapmaya hazır hâle gelmiştir.
Van Gogh "gerçeklik kisvesi" diye adlandırdığı üslûbun içinde kalmış ve aşırı kalıplaşmış geleneksel resimlere eleştirel gözle bakmıştır. Sonradan "Yıldızlı Gece" tablosundaki soyutlamanın çok ileriye gittiğini ve gerçekliğin "arka planda çok geride kaldığını" yazmıştır. Hughes bu tabloyu olağanüstü düşsel bir coşkunluk anı olarak tanımlar: Yıldızlar Hokusai'nin "Kanagawa Oki Nami Ura" ("Kanagawa açıklarında dalga arkası") tahtabaskısını andıran büyük bir girdabın içindedir, gökyüzündeki hareket yeryüzündeki selvilerin hareketinde yansımasını bulur ve ressamın imgelemi "yoğun, vurgulu bir boya plazmasına dönüşmüştür."
1885 ila 1890 yılları arasında van Gogh kişisel imgelemini yansıtacak ve ticari olarak da başarılı olabilecek bir eser koleksiyonu üretiyor gibi görünmektedir. Blanc'ın gerçek bir resim için ressamın optimal renk, perspektif ve fırça darbeleri kullanması olan üslûp tanımından etkilenmiştir. Van Gogh hakkından geldiğini düşündüğü tabloları için "manidar" kelimesini kullanırken diğerlerini etüd olarak değerlendirmiştir. Çok sayıda etüd serisi yapmıştır; bunların çoğu natürmorttur ve renk denemeleri için kullanmış ya da arkadaşlarına hediye etmiştir. Arles'daki çalışmaları ulaşmak istediği eser koleksiyonuna çok yardımcı olmuştur: Van Gogh'un o dönem yaptığı resimler arasında en önemli olduklarını düşündükleri "Tohum Serpen Adam", "Gece Kahvesi", "Etten'deki Bahçenin Anısı" ve "Yıldızlı Gece" tablolarıdır. Geniş fırça darbeleri, yaratıcı perspektifleri, renkleri, konturları ve tasarımları ile bu tablolar aradığı üslûbu temsil etmektedir.
Van Gogh'un üslûbunun gelişmesi sıklıkla Avrupa'nın değişik yerlerinde yaşadığı dönemlerde ilişkilendirilir. Bulunduğu yerdeki kültüre ve ışık koşullarına kendini vermeye meyilliydi ancak yine de oldukça belirgin kişisel bir imgeleme sahipti. Ressam olarak gelişimi yavaş olmuştu ve kendi sınırlarının farkındaydı. Çok sık yer değiştirmesi muhtemelen yeni görsel uyarıcılara maruz kalarak teknik becerilerini geliştirmek içindi. Sanat tarihçisi Melissa McQuillan bu yer değiştirmelerin aynı zamanda üslûp değişikliklerini da yansıttığına, Van Gogh'un yer değiştirerek uyuşmazlıklardan kaçındığına ve idealist olan ressamın içinde bulunduğu koşulların gerçekliğiyle yüz yüze kaldığında bununla başa çıkma mekanizması olarak kullandığına inanmaktadır.
Portreler van Gogh'a tanınmak için en iyi fırsatı sağlamıştır. Van Gogh portrelerin resimde kendisini "derinden etkileyen ve sonsuzluk hissi uyandıran tek şey" olduğunu yazmıştır. Kızkardeşine yazdığı mektupta kalıcı olacak portreler yapmak istediğini ve fotoğrafik gerçekçilikten çok rengi kullanarak duyguları ve karakteri yakalamaya çalışmak istediğini yazmıştır. Van Gogh kendine en yakın olanların portrelerini çok sık yapmamıştır; nadiren Theo, Van Rappard ya da Bernard'ı tablolarında görebiliriz. Annesinin portrelerini ise fotoğraflardan yapmıştır.
1888 Aralık ayında, ayçiçekleri kadar iyi bir figür olduğunu düşündüğü "La Berceuse" tablosunu yaptı. Tablo sınırlı renklere, değişken fırça darbelerine ve basit konturlara sahipti. Bu tablo Kasım ile Aralık ayları arasında Arles'da tamamladığı Roulin ailesine ait portrelerin doruk noktası olarak görülmektedir. Portreler "Postacının Portresi" tablosundaki akıcı, sınırlı fırça darbeleri ve eşit yüzeylerden "Madam Rouline ve Bebeği" tablosundaki coşkulu tarza, kaba yüzeylere, geniş fırçalara ve palet bıçağının kullanımına kadar farklı üslûplar gösterir.
Van Gogh 1885 ila 1889 yılları arasında 43'ten fazla otoportre yapmıştır. Paris'te 1887 ortalarında yaptığı gibi otoportreleri genellikle seri hâlde yapmıştır ve ölümünden çok az bir süre önceye kadar devam etmiştir. Genellikle otoportreleri, başkaları ile görüşmek istemediği içine dönük dönemlerinde yaptığı ya da model bulamadığı için kendi resmini yaptığı etüdlerdir.
Otoportreleri sıradışı bir kendini gözlemleme düzeyini yansıtır. Sıklıkla yaşamındaki önemli dönemlere not düşmek için yapılmıştır. Örneğin Paris'te 1887'nin ortalarında yaptığı otoportre serisi Claude Monet, Paul Cezanne ve Signac'dan haberdar olduğu dönemde yapılmıştır. "Gri Fötr Şapkalı Otoportre"de, kalın fırça darbeleri tuvalin dışına doğru yayılır. O dönemin en tanınmış otoportrelerinden biri olan bu tablo "son derece organize ritmik fırça darbeleriyle ve yeni izlenimcilik repertuvarından türetilmiş alıılmadık hâle ile van Gogh'un 'manidar' diye adlandırdığı tuvallerden biridir."
Otoportrelerde çok geniş fizyonomik tasvirler görülür. Van Gogh'un ruhsal ve fiziksel durumu ekseriyetle barizdir; saçları dağınık, traşsız ya da bakımsız sakallı olarak, gözleri çökmüş, zayıf çeneli ya da dişlerini kaybetmiş olarak görünebilir. Bazılarında dolgun dudaklı, uzun suratlı ve çıkık alınlı ya da keskin ve tetikte bakışlar görülür. Saçları alışılmış kızıllıkta ya da bazen kül rengindedir.
Van Gogh'un bakışları nadiren izleyiciye dönüktür. Otoportreler yoğunluk ve renk açısından farklılıklar gösterir ve özellikle 1888 Aralık ayından sonra yapılanların canlı tonları derisinin bitkin solgunluğunu öne çıkarır. Bazılarında sakllı bazılarında sakalsızdır. Kulağını yaralamasının ardından yapılanlarda sargılar görülür. Yalnızca çok azında kendini bir ressam olarak tasvir etmiştir. Saint-Rémy'de yapılanlar başını sağdan, kesik kulağının aksi istikametinden gösterir; kendisini aynadaki aksine bakarak resmetmiştir.
Van Gogh aralarında güller, leylaklar, irisler ve ayçiçekleri de dahil olmak üzere çeşitli çiçekli manzara resimleri yapmıştır. Bazıları renk dili üzerine olan ilgisini, bazıları da Japon ukiyo-e tarzına olan ilgisini yansıtır. Kuruyan ayçiçeklerinin tasvir edildiği iki serisi vardır. İlk seri 1887'de Paris'te yapılmıştır ve yerde duran çiçekleri gösterir. İkinci seri bir yıl sonra Arles'da tamamlanmıştır ve sabahın erken saatlerindeki ışık altında vazoda tanzim edilmiş buketi gösterir. Her iki seri de kalın boya katmanları ile yapılmıştır ve Londra National Gallery'e göre bu teknik "ayçiçeklerinin tohumlarının dokusunu" andırır.
Bu seride Van Gogh alışıldığı gibi resimlerine öznellik ve duygu katmakla uğraşmamış daha çok gelmekte olan Gauguin'e teknik becerilerini ve çalışma yöntemlerini göstermek için bu iki seriyi yapmıştır. 1888 tarihli tablolar ressamın nadir iyimserlik döneminde yapılmıştır. Vincent Ağustos 1888'de Theo'ya "Bouillabasse yiyen bir Marsilyalının hazzıyla resim yapıyorum, büyük ayçiçeklerini boyama konusunda bu şaşırtıcı olmaz ... Eğer bu planı gerçekleştirirsem bir düzine kadar tuval olacak. Tamamı dolayısıyla mavi ve sarıdan ibaret bir senfoni olacak. Hepsini sabahları, gündoğumundan itibaren yapıyorum. Çiçekler çok çabuk solduğu için tamamını bir kerede yapmak gerekiyor."
Ayçiçekleri, Gauguin'in ziyaretine hazırlık olsun diye duvarları dekore etmek amacıyla yapılmıştır ve Van Gogh bu tabloları Arles'daki "Sarı Ev'in konuk odasının" duvarlarına asmıştır. Oldukça etkilenen Gauguin sonradan Paris versiyonlarının ikisini yanında götürmüştür. Gauguin'in ayrılmasından sonra Van Gogh ayçiçeklerinin iki önemli versiyonunu "Berceuse Triptiği"nin kanatları olarak düşünmüş ve Brüksel'deki "Les XX" sergisine dahil etmiştir. Günümüzde serinin ana tabloları ressamın en çok tanınmış tabloları arasında yer alır. Ayçiçekleri tabloları sarı rengin hastalıklı çağrışımları, Sarı Ev ile bağlantıları, fırça darbelerinin abartılı dışavurumculuğu ve koyu arka planlarla yaptığı kontrast ile bilinirler.
On beş tuvalde, Arles'da cazibesine kapıldığı selvileri resmetmiştir. Geleneksel olarak ölüm ile ilişkilendirilen bu ağaçlara yaşam getirmiştir. Arles'da başladığı selvi serilerinde ağaçlarda uzakta rüzgâr kesici olarak resmedilmişken Saint-Rémy'de selvileri tablolarında ön plana almıştır. Vincent Mayıs 1889'da Theo'ya şöyle yazmıştır: "Selviler hâlâ zihnimi meşgul ediyor, ayçiçekleri tablolarım gibi onlarla da bir şeyler yapmak istiyorum. Çizgi ve oran olarak Mısır dikilitaşları gibi güzeller."
1889'un ortalarında kızkardeşi Wil'in isteğiyle Van Gogh "Selvili Buğday Tarlası" tablosunun birkaç küçük versiyonunu yapmıştır. Bu eserler girdapları ve yoğun impasto tekniği ile tanınırlar ve içlerinde ön planına selvilerin hakim olduğu "Yıldızlı Gece" tablosu da yer alır.
Bu dönemdeki diğer eserleri arasında "Alpilles Önünde Zeytin Ağaçları" (1889, bir mektubunda bu tablo hakkında Theo'ya şöyle yazmıştır: "Sonunda zeytin ağaçları ile bir manzaraam var."), "Selviler" (1889), "İki Figürlü Selvi" (1889–90), ve "Selvili ve Yıldızlı Yol" (1890). Saint-Rémy'de iken Van Gogh zamanını dışarıda zeytin bahçelerinde ağaçları resmederek geçirmiştir. Bu eserlerde doğal yaşam, doğal dünyanın kişileştirilme |
si gibi eğri büğrü ve çarpık çurpuk resmedilmiştir ve bu tablolar Hughes'a göre "doğanın bir tezahürü olduğu sürekli bir enerji alanı" ile doludurlar.
"Çiçekli Meyve Bahçeleri" Van Gogh'un Şubat 1888'de Arles'a geldikten sonra tamamladığı ilk tablo gruplarından biridir. Bu grupta bulunan 14 tablo iyimser, neşeli ve tomurcuklanan baharın görsel dışavurumudur. Zarif bir hassalığa sahiptirler ve insan figürü içermezler. Hızlıca boyadığı bu tabloları izlenimciliğin bir versiyonu ile yorumladıysa da bu dönemde belirmeye başlayan kişisel üslûbu güçlü bir şekilde hissedilmektedir. Tomurcuklanan ağaçların geçiciliği ile mevsimin geçip gitmesi kendi süreksizlik hissi ile Arles'da yeni bir başlangıca inanmasıyla uyum göstermiş gibidir. O bahar mevsiminde ağaçların tomurcuklanmasında "bundan daha Japon olamayacak bir motifler dünyası" bulmuştur. Vincent 21 Nisan 1888'de Theo'ya "10 meyve ağacı ile bozduğum büyük bir kiraz ağacım [resmim] var" diye yazmıştır.
Bu dönemde Van Gogh gölgelere hükmederek ışık kullanımında ustalaşmış ve hemen hemen kutsal bir tarzda ağaçları ışık kaynağı gibi resmetmiştir. Ertesi yılın başında aralarında "Arles'dan Manzara, Çiçekli Meyve Bahçeleri" de olan daha küçük bir grup resim yapmıştır. Fransa'nın güneyindeki manzara ve bitki örtüsünden büyülenen Van Gogh sıklıkla Arles yakınlarında çiftlik bahçelerini gezmiştir. Akdeniz ikliminin canlı ışığında paletinde kullandığı renkler de önemli ölçüde parlaklaşmıştır.
Van Gogh Arles çevresinde yaptığı gezilerde çeşitli tablolar yapmıştır. Hasatların, buğday tarlalarının ve aralarında buğday tarlalarının sınırında pitoresk bir yapı olan "Eski Değirmen" (1890) de dahil olmak üzere bölgedeki önemli kırsal yapıları resmetmiştir. Bazen, Lahey'de, Anvers'de ve Paris'te manzaraları penceresinden bakarak tuvale geçirmiştir. Bu eserler Saint-Rémy'deki akıl hastanesinin hücresinden bakarak yaptığı Buğday Tarlası serisi ile taçlanmıştır.
Son tablolarının çoğu kasvetli ama özünde iyimserdir ve Van Gogh'un ölümüne kadar makul bir zihin sağlığına dönme arzusunu yansıtır. Yine de son eserlerinin bazıları derinleşen endişelerinin bir yansımasıdır. 1890'nın Temmuz ayında van Gogh Auvers'den yazarak "tepelere uzanan uçsuz bucaksız, deniz gibi sınırsız ve hassas sarı düzlüklere" tamamen kendini verdiğini söylemiştir.
Tarlalar ilk defa Mayıs ayında daha buğday taze ve yeşerirken ilgisini çekmiştir. "Auvers'de Buğday Tarlaları ve Beyaz Ev" tablosunda pastoral bir harmoni hissi uyandıran daha itaatkâr sarılar ve maviler görülür.
10 Temmuz 1890'da Theo'ya yazdığı mektupta "karışık gökyüzü altında muazzam buğday tarlaları"ndan bahsetmiştir. "Buğday Tarlası ve Kargalar" tablosu ressamın son günlerindeki ruh hâlini gösterir; Hulsker tabloyu "tehditkâr gökyüzü ve kötü alâmet içeren kargalarla kötü kaderle dolu bir resim" olarak tanımlar. Koyu renkleri ve ağır fırça darbeleri bir tehdit hissi uyandırır.
Van Gogh resimlerinde çok sayıda tarzı denemiştir. Sonunda kendine özgü bir üslûp geliştirmiştir. Van Gogh ressamların duyguları ifade edebileceğine ve bunların gerçekliğin bir taklidi olmadığına inanmaktaydı.
Van Gogh izlenimcilik ile Paris'te tanışmıştır. Figürlerinden vazgeçmeden duru ve anlaşılır resim tarzını heyecanla kendine uyarladı. Bir ara izlenimcilikten etkilenmiş olan van Gogh, Gauguin ve Cézanne art izlenimcilik akımının başlıca ressamlarıdır. Van Gogh özellikle Alman dışavurumculuğu ile fovizm gibi kendinden sonra gelen daha modern görsel sanat akımlarını da etkilemiştir. Ayrıca, Fransa'da dışavurumculuğu bildiren bir duyguyla resim yapmıştır. Aynı zamanda sanatı ile bir duyguyu anlatabilme amacı taşıdığı için sembolizmin hazırlanmasına da katkıda bulunmuştur.
İzlenimcilik, 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmış olan bir Fransız görsel sanatlar akımıdır. O zamana kadar ressamların yeğledği geçmişin büyük savaşları ya da İncil'den sahneler yerini artık kişisel bir bakış açısıyla resmedilmiş gündelik hayatın sahnelerine yerini bırakır. Aynı zamanda gerçekçi de olmak isteyen bu akımın ressamları canlı renklere ve ışık oyunlarına önem verirler. Açık hava ressamlığına önem veren bu ressamların resimlerinin vazgeçilmez ögesi ışıktır.
Monet, Manet, Renoir ve Degas gibi ressamlar tarafından öncülük edilen izlenimcilik, Seurat ve Signac gibi noktacılık ustası ressamların yeni izlenimciliği, Gauguin ve Pont-Aven Ekolü, Bernard ve cloisonnizm için, Toulouse-Lautrec, van Gogh ve sayısız "art izlenimci" ressam için başlangıç noktası olmuştur. Örneğin van Gogh'un "Çiçekli Meyve Bahçeleri" serisi doğa motifleri yoluyla ışık ve rengin arayışı ile izlenimciliğin tüm özelliklerinin değişik bir arayışını içeren versiyonlarıdır. Bu ressamlar açık havada çalışmayı tercih etmişlerdir. Mümkün olduğunca gri ve siyahı kullanmaktan kaçınmışlar ve önden bakış ile derinlik yanılsamasını kullanmamışlardır. Van Gogh'un "izlenimciliği" resmettiği anın ışık şiddetini ifade eden yansımaları, ışığın etkilerini kullanmasıyla gerçekleşmiştir. Tablolarında renkler tamamlayıcı renklerinin kontrastıyla birlikte algılanır, yani kırmızı ile yeşil "tam" bir imge oluşturur. Van Gogh'un bazı resimleri diğer izlenimci ressamların tablolarıyla birlikte bağımsız ressamların sergilerinde sergilenmiştir. Van Gogh aynı sergideki ressamların tablolarının Hollanda'da da tanınmasını istemiş ve değerlerinin zamanla tanınacağına inanmıştır.
1880'lerin genç ressamları o döneme damgasını vurmuş olan izlenimcilik ile karşı karşıya kalmışlardır. Yüzyılın sonuna kadar çok sayıda yenilikçi akım bir arada bulunmuştur. Art izlenimcilik sanat akımı, yeni izlenimcilik, sembolizm, Nabiler ve bunun gibi çok sayıda sanat akımının tamamına verilen addır. Sanat tarihinde art izlenimcilik kısa bir dönemde var olmuştur. Bu akım içinde resim sanatında bir devrim yaratmak isteyen Paul Cézanne, Vincent van Gogh, Paul Gauguin, Henri de Toulouse-Lautrec ya da Georges Seurat gibi ressamlar bulunmaktadır. Bu ressamların ortak noktası natüralizmi reddetmeleridir. Van Gogh gerçekliğin tasvirinin ötesine geçme isteğine hayrandır ve Theo'ya Cézanne hakkında "bir bölgenin tümlüğünü hissetmek gerekir" diye yazmıştır. Resimleriyle gerçekçilikten daha da fazlasını aktarmanın yolunu aramaktaydılar.
Van Gogh resimleri yoluyla bir imgeden daha fazlasını, duygularını ifade etmeyi ummaktadır. Auvers-sur-Oise'da kardeşine ve eşine "keder ve en uçtaki yalnızlığı ifade etmeyi aramaktan çekinmedim. […] Bu tuvallerin sözlerle ifade edemediklerimi size anlatacaklarına, taşrada neyin sağlık getirdiğini ve neyin güçlendirdiğini anlatacağına hemen hemen inanmaktayım." diye yazmıştır.
Dışavurumculuğun ilk örneklerine 19. yüzyılının son yirmi yılından itibaren, 1887'nin sonundan itibaren van Gogh'un eserleri ile birlikte Edvard Munch (özellikle "Çığlık") ve James Ensor'un tablolarında rastlanır. Bununla birlikte "dışavurumculuk" terimi ilk olarak 1911 yılının Ağustos ayında sanat eleştirmeni Wilhelm Worringer tarafından kullanılmıştır. Van Gogh 1888'de Arles'a geldikten sonra, Akdeniz ikliminin verdiği coşkuyla renkleri fethetmeyi aradığı resimlerde bu akımın özellikleri daha da vurgulanmıştır : "Yıldızlı Gece" ya da "Zeytin Ağaçları". Resimlerinde sahnelerin abartılması, basitleştirilmesi ve hatta karikatürize edilmesi, ressamların utanmadan fiziksel ve ruhsal sefaleti açığa çıkarmaya çalıştıkları dışavurumculuğun ilanıdır.
Ernst Ludwig Kirchner, Erich Heckel ve Oskar Kokoschka gibi dışavurumcu ressamlar van Gogh'un kalın ve tanecikli izler bırakan kaba fırça darbelerinden esinlenmişlerdir. Van Gogh'un ilk hayranlarından biri olan Octave Mirbeau'ya göre "Bu şekiller gökyüzünün hayran olunası çılgınlığına […], çıldırmış kuşlara benzeyen bu fantastik çiçeklerin ortaya çıkışına kadar çoğalır, karışır, bükülür, Van Gogh her zaman hayran olunası ressam özelliklerini korur."
Aynı zamanda van Gogh konuyu ifade edebilmek için doğal renkleri değiştirme serbestliğini kullanır: "Büyük hülyâlar gören bir ressam dostumun portresini yapmak istiyorum […] Bitirmek için renkleri gelişigüzel kullanacağım. Saçların sarısını abartıyorum, turuncu, krom rengi, soluk limon sarısına ulaşıyorum. Kafasının arkasında evin adi duvarlarını boyamak yerine basit, en zengin maviden bir arka plan yapıyorum […] açık sarı saçlara sahip kafası bu zengin mavi fonun önünde, koyu lacivert içindeki yıldız gibi gizemli bir hava veriyor."
Fovizm 1905 ile 1907 yılları arasında belirginleşmiş bir Fransız görsel sanat akımıdır. Bu akımda ressamlar nesne ile rengi ayırmayı ve önceliği renklerin ifadesine vrmeyi arzulamışlardır. Van Gogh bu akımın öncüllerinden biridir. Özellikle Arles'da yaptığı tablolarda kullandığı gözalıcı renk paleti ile fovist ressamları etkilemiştir. Bu dönemde van Gogh özellikle yardımcı renkler ile alışılmışın dışında renk tonlarını yan yana getirerek canlı renkler kullanmaktan çekinmemiştir. Van Gogh'un kullandığı bu parıltılı ve ışıltılı renkler Vlaminck ve Derain gibi fovist ressamların esin kaynağı olmuştur. Dolayısıyla fovist tablolarda van Gogh'un kullandığı renk düzenlemelerinin aynılarına rastlanır. Örneğin, de Vlaminck'in "Partie de campagne" ya da "La Seine à Chatou" tablolarında kırmızı ve yeşilin yakınlığı van Gogh'un "Gece Kahvesi" resmindeki gibi vurgulanmıştır.
Sembolizm ya da simgecilik, 1886 ila 1900 yılları arasında ortaya çıkmış, çeşitli alanlarda etkisini göstermiş bir sanat akımıdır. Gustave Moreau, Eugène Carrière, Edward Burne-Jones ve Martiros Sergeyeviç Saryan resim alanında bu akımı etkileyen ressamlardır. Sembolizm doğal gerçekçiliğe karşı bir tepkidir. Simgeciler, doğal gerçekçilerin aksine nesneyi olduğu gibi resmetmez aksine ideal bir dünyayı canlandıran bir izlenim, bir duyum arar ve ruh hâlinin ifadesine önem verirler. Simgeler duyarlılığın "üstün gerçekliğine" ulaşmaya yardımcı olurlar.
Mektuplarından birinde van Gogh sembolizm hakkında görüşlerini şöyle belirtir: "... her bir gerçeklik aynı zamanda bir simgedir." Aynı mektupta Millet ve Lhermitte gibi ressamları da sembolizm ile ilişkilendirir. Bu düşünceleri sembolizme olumlu |
bakışını gösterir ve kendi niyetini ve esin kaynaklarını gösterir. Kendini gerçekliğe adamıştır ancak bu gerçeklik fotoğrafla yakalanan gerçeklik değil "sembolik" bir gerçekliktir.
Sembolizm eylemin gücünde "şiirin özünü, yani saf şiirin, evrenin ideal yapısını ortaya çıkararak düşüncenin ve dünyanın nasıl meydana geldiğini söyleyen şiirin" özünü arar, "sembolizm şiiri gizeme katılmaya davet eder." Benzer arayışlar içinde olan van Gogh, kardeşi Theo'ya şöyle yazmıştır: "Ve bir resimde müzik gibi avunduran bir şeyler söylemek istiyorum. Bir zamanlar hâlenin sembolü olduğu ve ışıltılığın kendisiyle, renklendirmenin titreşimiyle ulaşmayı aradığım sonsuzluğun bilinmez tavrını taşıyan erkek ve kadınları resmetmek istiyorum." Van Gogh böylece, izlenimcilikten dışavurumculuğa modern resim sanatının gideceği yolu hazırlamaktadır.
Van Gogh'un 1880'lerin sonundaki ilk sergilerinden sonra ünü ressamlar, eleştirmenler, simsarlar ve koleksiyoncular arasında düzenli olarak büyüdü. 1887'de André Antoine Paris'te Théâtre Libre'de Van Gogh'un eserlerini Georges Seurat ve Paul Signac'ın tablolarının yanına astı; bunların bazıları Julien Tanguy tarafından edinilmiştir. 1889'da resimleri "Le Moderniste Illustré" dergisinde Albert Aurier tarafından "ateş, yoğunluk, günışığı" ile nitelenir diye tarif edilmiştir. On tablosu 1890 yılının Ocak ayında "Société des Artistes Indépendants" tarafından Brüksel'de sergilenmiştir.
Van Gogh'un ölümünen sonra anısına Brüksel, Paris, Lahey ve Anvers'de sergiler düzenlenmiştir. Aralarında 1891'de Brüksel'de retrospektif bir sergi olarak düzenlenen "Les XX" sergisindeki altı tablosu da dahil olmak üzere eserleri çeşitli üst düzey sergilerde yer almıştır. 1892'de Octave Mirbeau Van Gogh'un intiharı üzerine "sanat için sonsuz derecede üzücü bir kayıp ... her ne kadar insanlar muhteşem bir cenazeye gelmemiş olsa da ve bu dünyadan gidişi güzel bir deha alevinin sönüşü anlamına gelen zavallı Vincent van Gogh ölümüne uğurlanırken de yaşadığı gibi gözlerden uzakta ve ihmâl edilmişti" diye yazmıştır.
Theo 1891 Ocak ayında ölünce de Vincent'ın sesi çıkan ve bağlantıları iyi olan tanıtıcısı da yok olmuş oldu. Theo'nun dul eşi yirmilerinde bir Hollandalı olan Johanna van Gogh-Bonger ne eşini ne de kayınbiraderini çok uzun süredir tanımıyordu ve birdenbire kendini yüzlerce tablo, mektup ve çizimle buldu ve ayrıca küçük çocuğu Vincent Willem van Gogh'a da bakmak zorundaydı. Gauguin Van Gogh'u tanıtmak için yardımcı olmaya yanaşmadığı gibi Johanna'nın abisi Andries Bonger'da tablolara pek sıcak bakmıyordu. Eleştirmenler arasında Van Gogh'u ilk destekleyenlerden biri olan Aurier'de 1892'de 27 yaşında tifodan öldü.
1892'de Émile Bernard Paris'te yalnızca van Gogh'un resimlerinden oluşan küçük bir gösteri düzenledi ve Julien Tanguy bazıları Johanna van Gogh-Bonger'den satılmak üzere alınmış van Gogh tablolarını sergiledi. 1894 Nisan ayında Paris'te Durand-Ruel Galerisi 10 tabloyu satılmak üzere aldı. 1896'da, o zamanlar henüz tanınmamış bir güzel sanatlar öğrencisi olan Fovist ressam Henri Matisse, Bretanya açıklarında Belle Île'de John Peter Russell'ı ziyaret etti. Russell van Gogh'un yakın arkadaşıydı ve Matisse'i Hollandalının eserleriyle tanıştırdı ve van Gogh'un bir çizimini verdi. Van Gogh'dan etkilenen Matisse toprak renklerinden oluşan paletini bırakarak daha parlak renkler kullanmaya başladı.
Paris'te 1901'de Bernheim-Jeune Galerisi'nde büyük bir van Gogh sergisi verildi ve bundan etkilenen André Derain ile Maurice de Vlaminck Fovizm'in çıkışına katkıda bulundu. Sonderbund ressamları ile Köln'de 1912'de, New York'ta Armory Show'da 1913'te ve Berlin'de 1914'te olmak üzere önemli grup sergileri yapıldı. Henk Bremmer van Gogh hakkında konuşmak ve öğretmek konularında etkili olmuştur ve sonradan arzulu bir van Gogh koleksiyoncusu olacak olan Helene Kröller-Müller'i ressamın eserleriyle tanıştırmıştır. Alman Dışavurumculuğunun ilklerinden Emil Nolde van Gogh'un eserlerine borçlu olduğunu söylemiştir. Bremmer'in yardımıyla Jacob Baart de la Faille'in "catalogue raisonné"si "L'Oeuvre de Vincent van Gogh" ("Vincent Van Gogh'un Eserleri") 1928'de yayımlanmıştır.
Van Gogh'un ünü ilk doruk noktasına, Avusturya ve Almanya'da I. Dünya Savaşı'ndan önce 1914'te üç cilt hâlinde mektuplarının yayımlanmasıyla ulaştı. Mektupları içten ve sarihti ve kendi alanında 19. yüzyılın en önde gelenleri arasında olduğu tanımlanmıştır. Bu mektuplar sanatı için cefa çekmiş ve genç yaşında ölmüş, büyük ve kendini adamış bir ressam olarak çok kuvvetli bir van Gogh mitolojisinin başlamasına neden oldu. 1934'te romancı Irving Stone "Yaşama Tutkusu" adı ile van Gogh hakkında Theo'ya yazdığı mektupları temel alan biyografik bir roman yayımladı. Bu kitap ve aynı adı taşıyan 1956 yapımı film van Gogh'un ününü daha da artırdı.
1957'de Francis Bacon, van Gogh'un II. Dünya Savaşı sırasında yok olmuş olan "Tarascon Yolunda Ressam" adlı tablosunun kopyalarını temel alan bir dizi resim yaptı. Bacon "zihnine musallat olmuş" olarak tanımladığı bir imgeden esinlenmişti ve kendisinde yankısını bulduğu van Gogh'a toplumdan yabancılaşmış bir birey olarak bakıyordu. Bacon kendini van Gogh'un resim teorileriyle özdeşleştirdi ve Theo'ya yazılan şu satırlara atıfta bulundu: "[G]erçek ressamlar nesneleri olduğu gibi resmetmezler ... [O]nları "kendilerinin" nasıl olması gerektiğini hissettikleri gibi resmederler."
Van Gogh'un eserleri dünyanın en pahalı resimleri arasında yer alır. 100 milyon US$ (günümüzdeki eşdeğeri) üzerinde satılan tabloları arasında "Dr Gachet'nin Portresi","Joseph Roulin'in Portresi" ve "İrisler" bulunmaktadır. New York'ta bulunan Metropolitan Museum of Art'ın "Selvili Buğday Tarlası" versiyonu 1993 yılında 57 milyon US$'na koleksiyona katılmştır. 2015 yıında "L'Allée des Alyscamps" New York'ta Sotheby's müzayede salonunda 66,3 milyon US$'na satılmıştır.
Van Gogh'un aynı adı taşıyan yeğeni Vincent Willem van Gogh (1890–1978) annesinin 1925'te ölümünden sonra van Gogh'un tüm eserlerini miras yoluyla devraldı. 1950'lerin başında van Gogh'un mektuplarının tamamının dört cilt hâlinde ve farklı dillerde basılmasını ayarladı. Daha sonra Hollanda hükûmeti ile koleksiyonun tamamının satın alınması ve sergilenmesi için bir vakıf kurulması konusunda anlaştı. Theo'nun oğlu resimlerin mümkün olan en iyi şartlar altında sergilenebilmesi için projenin planlamasına katıldı. Proje 1963'te başladı ve binanın tasarımı mimar Gerrit Rietveld'e verildi ve onun 1964 yılında ölmesinin ardından Kisho Kurokawa görevi üstlendi. Açılışı için 1972 yılı hedeflenen proje 1960'lar boyunca devam etti.
Van Gogh Müzesi 1973'te Amsterdam'da Museumplein meydanında açıldı. Düzenli olarak yıllık 1,5 milyondan fazla ziyaretçisiyle Rijksmuseum'dan sonra Hollanda'nın en popüler ikinci müzesi olmuştur. 2015 yılında ulaştığı 1,9 milyon ziyaretçinin %85'i başka ülkelerden gelmiştir.
Van Gogh'un yaşamı, eserleri ve kişiliği çok sayıda filme esin kaynağı olmuştur:
Vincent van Gogh'un eserleri aşağıdaki müzelerde sergilenmektedir.
Turgut Özatay
Turgut Özatay (d. 30 Aralık 1927, Alaşehir, Manisa – ö. 26 Haziran 2002, İstanbul).Türk sinema oyuncusu.
1950'li ve 1960'li yıllardaki jön rollerinin ardından gerek Cüneyt Arkın gerekse Kemal Sunal filmlerinin önde gelen kötü adamlarından biri olmuştur.
Sezercik Küçük Mücahit filminde Eokacılar'ın başı, Kurban filminde Abbas, Umudumuz Şaban filminde arsa sahibi müteahhit, Ferdi Tayfur'un Yuvasız Kuşlar filminde giyim dükkânı sahibi ve ona eziyet eden Hilmi abiyi, Korkusuz Korkak filminde limona deli olan Ayı Abbas'ı, Üç Kağıtçı filminde minibüsçü Hasan, "Atla Gel Şaban" filminde "Şiki Şiki Baba" kasedini arayan Davut, "Keriz" filminde Zülfü'nün şehirde kabzımallık yapan köylüsü, "Talih Kuşu" filminde kumar masasında oyun oynayan adamlardan biri, "Zehir Hafiye" filminde "Manyak Mahmut" rollerini oynamıştır. 26 Haziran 2002'de akciğer kanseri nedeniyle hayatını kaybetmiştir.
Türk sinemasında en çok film çeviren 3. kişi olarak bilinir (497 filmde rol almıştır).
Kendisi Üsküp'den Balkan Savaşları öncesinde İzmir'e göç eden Balkan Türklerinden Emin Özatay'ın oğludur.
Bebop
Bebop veya bop, melodik bir yapıdan ziyade daha çok harmonik bir yapı üzerine kurulmuştur ve hızlı tempo ile doğaçlama (emprovizasyon) ile karakterize edilen caz türüdür. 1940'lı yılların başlarında ve ortalarında ortaya çıkmıştır. Hard Bop ise beboptan esinlenerek, Blues ile Gospel müziğinin birleştirilmiş bir şeklini oluşturmaktadır. Kurucuları arasında Dizzy Gillespie, Charlie Parker ve Kenny Clarke vardır.
Biyomedikal mühendisliği
Biyomedikal mühendisliği, geleneksel mühendisliğin analitik deneyimlerinden yararlanarak, biyoloji ve tıpta karşılaşılan problemlerin çözümü için çalışan ve sağlık bakımı konusunda genel anlamda ilerlemeler sağlamayı hedefleyen bir mühendislik dalıdır. Öğrencilerin bu mühendislik dalını seçmelerindeki etkenler; insanlara hizmet etme hazzı, canlı sistemlerle yapılan çalışmalarda görev alma ve en ileri teknolojileri tıbbi bakımın kompleks alanlarında uygulayabilme heyecanı olarak özetlenebilir.
Biyomedikal mühendis, doktor, hemşire, terapist ve teknisyen gibi tıbbın diğer profesyonelleriyle bir arada çalışır. Biyomedikal mühendislerin çalışma konuları, cihazların ve yazılımların tasarımından, pek çok teknik kaynaklardan bilgileri derleyip yeni prosedürler geliştirmeye ve klinik problemleri çözme amacıyla araştırmalar yapmaya kadar geniş bir alana yay teşhis ve tedavi amacıyla kullanılan mekanik ve elektronik cihaz ve sistemlerin tasarım, üretim, geliştirme, teknik işletme ve bakım-onarım faaliyetleri de yer alır. Bilgisayarlı tomografi, manyetik rezonans, nükleer tıp ve ultrasonik görüntüleme sistemleri,pet görüntüleme, renkli ultrasonik fiber endeskoplar, çeşitli tipte lazer cihazları, bu alanda kullanılan örnek cihazlardandır.
Jürgen Habermas
Jürgen Habermas (d. 18 Haziran 1929, Düsseldorf), Alman felsefeci/felsefe profesörü, sosyolog ve siyaset bilimci.
Eleştirel kuram ve Amerikan pragmatizmi geleneğine mens |
uptur. Kuramında temellendirdiği kamusal alan (public sphere) kavramı ve iletişimsel eylemin pragmatizmi ile tanınır. Çalışmaları bazen Yeni-Marksist olarak adlandırılır. Özellikle, sosyal kuramın temelleri ve epistomoloji; gelişmiş kapitalist endüstri toplumu ve demokrasi analizi; eleştirel sosyal evrimci içerikte yasaların hükmü; ve çağdaş –özellikle Alman– siyaset üzerine odaklanır.
Modern liberal kurumlar içinde gömülü akılcı-eleştirel iletişim ve insanların iletişim, tartışma ve akılcı çıkarlar peşine düşme yeteneklerinde aklın olabilirliğine, özgürleştirilmesine yönelik kuramsal bir sistem geliştirmiştir.
Kasım 2005 ve Haziran 2008 tarihlerinde ABD'den Foreign Policy ve İngiltere'den "Prospect" dergilerinin internet üzerinden okuyucu anketleri ile oluşturduğu Dünyanın ilk 100 entelektüeli listelerinde, 2005 yılında 7., 2008 yılında 22. sırada yer almıştır.
1961 yılında Marburg'da doçent oldu. 1961-1964 yılları arasında Heidelberg Üniversitesi'nde felsefe dersleri verdi.
1964 yılında Frankfurt Üniversitesi'nde felsefe ve sosyoloji profesörü oldu. 1971-1981 yıllarında Starnberg'deki, bilim-teknik dünyasının yaşam koşullarını araştıran Max Planck Enstitüsü'nün müdürlüğünü yaptı. 1981'de Berkeley Üniversitesi'nde konuk profesör olarak bulundu. 1982 yılında Frankfurt Üniversitesi'ne profesör olarak geri döndü. 1994 yılında buradan emekli oldu ve Northwestern Üniversitesi'nde konuk profesör olarak seminerler verdi. Prospect dergisi tarafında 2015 yılının Nisan ayında açıklanan ve yaklaşık 3000 kişi ile yaptığı dünyanın önde gelen düşünürleri anketinde Habermas yedinci sırada yer almıştır.
Habermas geniş çerçeveli bir sosyal kuram ve felsefeyle uğraşmıştır:
Jürgen Habermas, kendi en büyük başarısı olarak iletişimsel eylem ya da iletişimsel rasyonalizm kuramı ve kavramını görür. Bu akılcı gelenekten akılcılığı kişilerarası dilbilimsel iletişim yapıları içine yerleştirmesiyle ayrılır, kozmozun ya da bilme öznelinin yapılarına yerleştirmez. Bu sosyal kuram, kapsayıcı bir evrensel ahlaki çerçeve oluştururken, insan özgürleşmesi amaçlarına ilerler. Bu çerçeve evrensel pragmatiklik denilen –ki tüm konuşma eylemlerinin içsel bir telos’u (Yunanca amaç ya da hedef) vardır—karşılıklı anlayış hedefi ve insanoğlu böyle bir anlayış getirebilecek iletişimsel yeterliliğe sahiptir tartışmasına yaslanır. Habermas bu çerçeveyi, Ludwig Wittgenstein, J. L. Austin, ve John Searle’nin konuşma-eylemi (speech-act) felsefesi, George Herbert Mead’in zihin ve kendi’nin interaktif oluşumu sosyolojik kuramı, Jean Piaget ve Lawrence Kohlberg’in ahlaki gelişim ve Heidelberg’in çalışma arkadaşı Karl-Otto Apel’ın ahlak tartımı (discourse ethics) kuramları üzerinden inşa etmiştir.
Habermas, Kant’ın, aydınlanma ve demokratik sosyalizmin geleneklerini ilerletir; vurguladığı dünyayı dönüştürme gizilgücüyle ve daha insanca, adil ve eşitlikçi topluma insanın "akli gizilgücünün" gerçekleştirilmesiyle, kısmen de ahlaki tartım yoluyla ulaşılmasıdır. Habermas aydınlanmamın bitmemiş bir süreç olduğunu teslim ederken, düzeltilmesi ve tamamlanması gerektiğini tartışır, atılmasını değil.
Sosyoloji için, Habermas’ın en büyük katkısı "toplumun evrimi" ve "modernizasyonu" hakkındaki kapsamlı kuramıdır, bir yandan iletişimsel akılcılık ve rasyonalizasyon arasındaki ayrıma ve diğer yandan stratejik/araçsal akılcılığa ve rasyonalizme odaklanır. Bu, Talcott Parsons’un bir oğrencisi Niklas Luhmann’ın ayrım-bazlı sosyal sistemler kuramının, iletişimsel duruş açılı bir eleştirisini içerir.
Modernite ve sivil toplum savunusu pek çok başkaları için bir esin kaynağı olmuştur ve postyapısalcılık çeşitlemelerine karşı en önemli felsefi alternatif olarak adlandırılır. Ayrıca geç kapitalizm ile ilgili de etkili bir analiz sunmuştur.
Habermas'da toplumun akılcılaşması, insanlaşması ve demokratikleşmesi görüşü, salt insan türüne özgü iletişimsel yetkinliğinin doğasındaki akılcılık gizilgücünün kurumsallaştırılmasıdır. Habermas iletişim yetkinliğinin evrim sürecinde geliştiğine inanır, fakat çağdaş toplumda çoğu zaman bastırılmış ya da zayıflatılmıştır; pazar, devlet ve örgütler gibi sosyal yaşam ana alanlarında, stratejik/araçsal akılsallık tarafından galebe çalınarak ve böylece yaşamdünyası yerine sistem mantığı geçirilerek.
Jürgen Habermas, kamusal alan (public sphere) kavramı üstüne yoğun olarak yazmıştır. 18. yüzyılda Fransa’daki "café"lerde (coffee houses) geçen diyalogları kullanmıştır. Politik sorunların akılcı tartışıldığı yer kamusal alandı ki, burjuva kültürünün kahvehaneler, entelektüel ve edebiyat salonları ve yazılı basın gibi merkezler etrafında gelişmesiyle parlamenter demokrasi mümkün olabilmişti. Bu da Aydınlanmanın eşitlik, insan hakları ve adalet ideallerini ileri götürebilmişti. Halk alanında bir çeşit akılcı fikir alışverişi ve eleştirel tartışma normu kılavuzdu ve kişinin tartıştığı fikirlerin gücü kişinin kimliğinden daha önemliydi.
Habermas’a göre bu etkenlerin değişkenleri nihayetinde Aydınlanmanın burjuva halk alanının çürümesiyle sonuçlandı. En önemlisi, yapısal güçler, özellikle de ticari kitle medyası, öyle bir durumla sonlandı ki medya daha çok bir emtia –mal, tüketilecek bir şey oldu— halk tartışma alışveriş alanı aracı yerine.
Habermas bu alanı hem onu destekleyen gerçek bir içselyapısal hem de eleştirel politik tartımın yeşermesine yardım eden normlar ve pratikler olarak tanımlar. Kamusal alana bir kavram olarak bakmak ile tarihsel bir oluşum olarak bakmak arasında ayrım yapar. Görüşüne göre, kamusal alan fikri şu tasarımı da içerir, özel varloluşlar bir halk varoluşu olarak beraber gidecek ve akılcı mutaalalarla, devleti etkileyecek karar alımlarıyla uğraşacaktır. Tarihi bir yapılanma olarak halk alanı, aile yaşamından, iş dünyasından ve devletten ayrı bir “uzam” içerir.
Baş eseri Theory of Communicative Action -"İletişimsel Eylem Kuramı"- (1984) kitabında ekonomik ve yönetimsel akılcılaşma güçlerinin yaptığı tek yanlı modernleşme sürecini eleştirmiştir. Habermas günlük yaşamımızda resmi sistemlerin artan müdahalelerini, refah devleti, tekelci büyük şirket kapitalizmi ve kitle tüketim kültürü gelişmeleri paralelinde işlemiştir. Bu zorlayıcı eğilimler halk yaşamının gitgide daha geniş sahalarını akılcılaştırmaktadır, bunları etkililik ve denetimin genelleştirici mantığına indirgemektedir. Rutin politik partiler ve çıkar gurupları katılımcı demokrasinin yerini alırlar, toplum gitgide artarak yurttaşların girdilerinden uzak düzlemlerde yönetilmektedir. Sonuç olarak, halk (kamusal) ile özel, birey ile toplum, sistem ile yaşamdünyası arasındaki sınırlar bozuklaşmaktadır. Demokratik halk (kamu:public) yaşamı, yurttaşlara halkca önemli sorunları tartışabilmelerine kurumların izin verdiği yerlerde gönenebilir. “İdeal konuşma durumu”nun ("ideal speech situation") ideal bir tipini tanımlar; aktörler eşit tartışım yetenekleriyle donatılmıştır, birbirlerinin temel toplumsal eşitliğini tanırlar ve konuşma ideoloji ya da yanlış kabullerle çarpıtılmaz.
Habermas kamusal alanın yeniden canlandırılması konusunda iyimserdir. Ulus-devleti etnik ve kültürel benzerlikler temelinde aşmakta olan politik toplumun, eşit haklar ve yükümlülüklü yurttaşların yasal koruma donatılı olması halinde, yeni dönemdeki geleceği için ümitlidir. Demokrasinin bu değişkenlikli kuramı (discursive theory of democracy) öyle bi toplum gerektirir ki birlikte politik istem belirleyebilsin ve bunu yasama sistemi düzeyinde uygulayabilsin. Bu politik sistem eylemci bir kamusal alan gerektirir, burada ortak çıkar sorunları ve siyasi konular tartışılabilir, ve kamuoyunun gücü karar verme sürecini etkileyebilir.
Bazı önemli akademisyenler Habermas’ın kamusal alan görüşüyle ilgili çeşitli eleştiriler yapmışlardır. John Thompson, University of Cambridge sosyoloji profesörü, Habermas’ın kamusal alan görüşünün, kitlesel-medya iletişimlerindeki katlanarak büyümeden dolayı modasının geçtiğini savunur. San Diego University of California’dan Michael Schudson, daha genelde tartışır, kamusal alan saf akılcı bağımsız tartışmanın hiçbir zaman varolmadığı bir yerdir.
Avrupa kamusal alanında laiklik ve dinin yerine dair görüşlerini dile getirdiği, 2004’de yayımlanan Geçiş Zamanı adlı kitabında yer alan "Tanrı ve Dünya üzerine" başlıklı makalesinde geçen şu ifadesiyle takipçilerini şaşırtmıştır Habermas: "Batı uygarlığının dayandığı özgürlük, vicdan, insan hakları ve demokrasi kavramlarının temelinde Hıristiyanlık ve yalnızca Hıristiyanlık yatar." Ayrıca Habermas'a göre "bugün hâlâ bu temelden faydalanıyoruz - başka bir seçeneğimiz yoktur; geri kalan her şey postmodern zırvalamalardan ibarettir"
Habermas bir bilim insanı olduğu kadar halk aydını (public intellectual) olarak da ünlüdür, en çok, 1980’lerde popüler basını tarihçilere (yani Ernst Nolte, Michael Stürmer ve Andreas Hillgruber) saldırmakta kullanışıyla, ki onlar tartışılır olarak Nazi yönetimini ve soykırımı (Holocaust) genel Alman tarihinden ayrı tutmuşlar, Nazizmi Bolşevizme bir tepki olarak açıklamışlar, ve Alman ordusu (Wehrmacht)’ın 2. Dunya Savaşındaki kötü ününü kısmen iyileştirmeye çalışmışlardı. Daha yeni olarak, Habermas Amerika'nın Irak işgaline karşı olduğunu açıklamıştır.
Habermas ve Jacques Derrida 1980’lerden başlayarak derin anlaşmazlıklara düştüler ve sonuçta birbirleriyle konuşmaz oldular. Habermas’ın “Kökenlerin Geçicileştirilmiş Felsefesi Ötesi: Derrida”yı (Modernitenin Felsefi Tartımı içinde) yayınlamasından sonra, Derrida, Habermas’ı örnek göstererek şöyle dedi: “beni felsefeyi edebiyata, mantığa ya da söz sanatına indirgediğimi söyleyenler… açıkça ve dikkatle beni okumaktan kaçınmışlardır” (Felsefi Bir Dil Var mı? s. 218, Points… içinde). Diğer üst düzey postmodern düşünce üyeleri, özelde Jean-François Lyotard, Habermas ile çok daha kapsamlı bir polemiğe girmiş, Philippe Lacoue-Labarthe ise bu polemikleri üretkenlikkarşıtı diye nitelemiştir. Nihayetinde, bu rekabetçi fikir alışverişleri kıtasal felsefe içi ayrımlara denk düşmüş, ağırlıkla anlamlı bir modernlik postmodernlik tartışmasına odaklanmıştır – bu te |
rimler 1980’lerde kozmolojik değilse totemci (totemic) yükseltilmiştir bazen; bunda da Lyotard ve Habermas’ın eserleri ve onların Amerikan üniversitelerince pek şevkle, bazan tedbirsiz kabulü çok rol oynamıştır. “Postyapısalcılık” gibi bu şematik terminolojinin Birleşik Devletlerde yoğun trafiği olduğu fakat Fransa'da pek bilinmediği ifadesini Habermas’ın Fransız çağdaşları anlayışında buldu, beraberinde “kültür savaşları” bagajını da getirmesiyle o zamanlar Amerikan akademik çevrelerde fırtına gibi esti. Kısacası: Habermas ve Derrida (genel yapısöküm değilse de) arasındaki ayrılıklar çok derin olmasına rağmen, ille de uzlaşamazlık gerekşart değildi; onları bu ayrılıkların yanlış değerlendirmelerine polemiksel tepkiler ateşliyordu, bu da anlamı olan tartışmaları keskinlikle bastırıyordu.
9/11 sonrasında Derrida ve Habermas sınırlı bir politik dayanışma kurdular ve daha önceki anlaşmazlıkları geride bırakıp “dostça ve açık-fikirli alışveriş” başlattılar, Habermas’ın deyişiyle. Giovanna Borradori'nin Terör Çağında Felsefe: Jürgen Habermas ve Jacques Derrida ile Diyaloglar’ında, 9/11 ile ilgili bireysel göşlerini açıkladıktan sonra, Derrida bir önsöz yazarak Habermas deklerasyonuna (Şubat 15 ya da Eski Avrupa, Yeni Avrupa, Kor Avrupası (Verso, 2005) içinde) şartsız imza attığını belirtti. Habermas bir basın görüşmesinde bu deklarasyon için daha öte metin önerdi. Bundan çok faklı şekilde, Geoffrey Bennington, Derrida’nın yakın bir arkadaşı, uzlaşmaya yönelik daha öte bir jest olarak karşılıklı anlaşılabilirlik için bir yapısöküm (deconstruction) dökümü önerdi. Derrida her ikisinin yeni görüş alışverişleri başladığı o zaman zaten son derece hastaydı ve ikisi bunu geliştiremediler öyle ki önceki anlaşmazlıklara esaslı olarak tekrar dönemediler ya da Derrida ölmeden iyice tartışma fırsatı bulamadılar. Bununla birlikte, bu en son işbirliği bazı bilimcileri söz konusu durumları, yakın ya da eski olsun, birbirleriyle karşılıklı yeniden gözden geçirme cesareti verdi.
Mil (birim)
Mil bir mesafe ölçüm birimidir. İsim olarak ingilizce kökenlidir, tarihte değişik yöre ve ilgi alanlarında farklı uzunlukta kullanılmış ve halen kullanılmaktadır. Standart kısaltması; (mi)´dir.
Kara mil´i ("Statute mile") ve Deniz mil´i ("Nautical mile") olarak iki farklı uzunluklara ayrılırlar.
Bir Kara mil´inin uzunluğu metrik hesaba göre 1.609,344 metre ye eşittir.
Deniz mil ("Nautical mile")´inin uluslararası resmi bir kısaltması olmadığından, şu kısaltmalara rastlamak mümkündür.: M, NM, nm, ve nmi.
Bir deniz mil´inin uzunluğu metrik hesaba göre tam: 1.852,2 metredir.
Ayrıca, bir deniz mil´inin onda birine gomina denir ve 185,22 metredir.
Knot
Knot (//), saatte 1 deniz miline (nm) eşit hız birimi. 1 kn= 1 deniz mili/saat=1,852 km/saat≈1,151 mph. Yaygın olarak denizcilik ve havacılıkta kullanılır.
Knot sözcüğü İngilizcede "düğüm" anlamına gelir. Bu sözcüğün kullanılmasının nedeni eskiden gemi hızlarının, denize sarkıtılan halatların üzerlerine belli aralıklarla atılmış düğümlerin sayılması suretiyle parakete aracıyla ölçülmesiydi. Parakete savlası üzerindeki düğümlere de knot denir.
formula_1
1,852 km, uluslararası kabul edilen deniz milinin uzunluğudur. ABD uluslararası tanımı 1954'de kabul etmeden önce ABD deniz mili (1.853.248 m) idi. Birleşik Krallık ise uluslararası deniz mili tanımını 1970'de kabul etmeden önce Birleşik Krallık Amiral deniz mili (6,080 ft [1,853.184 m]) idi.
Gemilerin hızı akışkanlar ile ilgilidir. Onların seyahati (tekne hızları ve rüzgâr hızları) knot ile ölçülür. Uygunluk için, navigasyonel akışkanların hızları (gelgit akışları, nehir akışları ve rüzgâr hızları) da knot ile ölçülür. Bu yerdeki hız (havadaki cismin yere göre hızı) ve uzak bir noktaya doğru ilerleme oranı ("hız artışı") da knot olarak verilir.
Son (müzik)
Son, 19. yüzyılın ikinci yarısında Küba'nın Oriente bölgesinde ortaya çıkmış bir müzik türüdür.
Afrika tartımları, Yoruba kökenli vurgulu çalgıları ile İspanyol şarkılarının özelliklerini, gitarını kaynaştıran Son, ayrıca Salsa müzik türünün de en önemli bileşenlerinden biridir.
Afrika kökenli "changuí" müziğinden gelen Son, Afrika'dan getirilen kölelerle birlikte Küba'ya geldi ve kuşaktan kuşağa geçti. Afrika'lıların Havana'ya taşınmalarıyla işçi sınıfı arasında yaygınlaştı. Zamanla rumba, santeria, decima, guajira gibi İspanyol müzik türleri ile kaynaşan son, 1920'lerde Küba toplumunun bütün katmanlarının en sevilen müziği oldu. Kendisi de Afrika'lı ile İspanyol karışımı olan Küba toplumu için "ulusal müziğe" dönüştü. Özellikle Birinci Dünya Savaşından sonra Havana'ya gelen paralı gezginlerin etkisiyle Havana gece kulüplerinde yaygınlaşan son, buradan yeryüzünün birçok ülkesine yayıldı. En yaygın olduğu yerler Orta, Güney Amerika ile ABD (New York dolayları)'dır.
Son
Son şu anlamlara gelebilir:
Aram Haçaturyan
Aram Haçaturyan (Ermenice: Արամ Խաչատրյան, Rusça: Аpaм Ильич Xaчaтypян) (d. 6 Haziran 1903 - ö. 1 Mayıs 1978), Ermeni asıllı Sovyet besteci. Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Marşı'nın bestecisidir.
Aram ilyiç Haçaturyan Çarlık Rusya'sına bağlı Gürcistan'ın başkenti Tiflis'de fakir bir Ermeni ailesinin çocuğu olarak doğdu. Gençliğinde çevresinde duyduğu müzikle büyülenmişti ama başlangıçta müzik eğitimi almadı. 1921’de tek kelime rusça bilmeden Moskova’ya gitti. Daha önce bir müzik eğitimi almamasına rağmen yeteneği sayesinde Mihail Gnessin yönetimindeki Gnessin Enstitüsüne çello öğrencisi olarak kabul edildi. 1925’de kompozisyon sınıfına girdi ve 1929’da Nikolay Myaskovski yönetiminde çalışacağı Moskova Konservatuvarına geçti. 1930’larda sınıf arkadaşı Nina Makarova ile evlendi. 1951’de Moskova Gnessin Devlet Müzik ve Eğitim Enstitüsüsü’nde profesör olarak göreve başladı. Besteciler Birliğinde de önemli görevler aldı ancak, “şekilci” bulunarak Prokofyef ve Şostakoviç’le birlikte eserleri kınandı. Her şeye rağmen bu üçlü Sovyet müziğinin devleri olarak tanındı ve 20. yüzyılın önde gelen bestecileri olarak kabul edildi.
Haçaturyan komünizme büyük heves besledi. 1920’lerde Ermenistan bir Sovyet Cumhuriyeti ilan edildiğinde Gürcü-Ermeni sanatçılarla bir propaganda turuna katıldı. 1943’de Komünist Parti’ye katıldı. Ermenistan sevgisi ile beraber komünist ideallere bağlılığını eserlerinde görmek mümkündür. Özellikle Gayane adlı balesi bir kolektif çiftlikte geçer. İkinci senfonisi komünizme övgü olarak sunulmuştur. Ancak ironik olarak bu eseri Parti’nin gazabını üstüne çekmiştir. Yapıtı hakkında “... insanların benim eserde yazılı olmayan programımı anonssuz hissetmelerini istedim. Bu eserin Sovyet insanının büyük ve güçlü ülkelerinden duydukları kıvanç ve gururu ifade etmesini istedim” demiştir. Ama eser programında açıkça ifade edilmeyen bu niyeti geri tepmiş ve Parti sekreteri Andrey Jdanov tarafından çıkarılan hükümle Şostakoviç,Prokofyev,Haçaturyan ve bir kısım diğer Sovyet besteci şekilci ve halk karşıtı olmakla suçlanmıştır. O günler hakkında “zor ve trajik günlerdi. Meslek değiştirmeyi ciddi olarak düşündüm” diyecektir.
1 Mayıs 1978’de ölen besteci Erivan’da toprağa verilmiş ve 1998’de 50 dram’lık kâğıt para üstüne resmi konulmuştur.
Afife Jale
Afife Jale (1902, Kadıköy, İstanbul - 24 Temmuz 1941, İstanbul), Türk tiyatrosunda sahneye çıkan ilk Müslüman kadın oyuncudur. 3 Nisan 1919 tarihinde, Hüseyin Suat'ın "Yamalar" adlı oyununda, Emel rolü ile ilk kez sahneye çıktı. Asıl ismi Afife olan sanatçı, bu oyunda «Jale» takma ismini kullanmış ve daha sonraları "Afife Jale" adıyla anılmaya başlanmıştır.
1902 yılında İstanbul'un Kadıköy semtinde dünyaya geldi. Babası Hidayet Bey, annesi Methiye Hanım, kardeşleri Behiye Hanım ve Salâh Bey'dir. İstanbul Kız Sanayi Mektebi'nde eğitim görmüş, Darülbedayi'nin 10 Kasım 1918'de tiyatro kursları için açtığı sınavı kazandı. Müslüman kadınların sahneye çıkmasının halen geleneksel olarak yasaktı ancak Darülbedayi, Müslüman kadınların sadece kadınlara özel gösterilerde oynayacakları gerekçesiyle Müslüman kadınları bünyesine almıştı. Afife Hanım, kabul edilen beş Müslüman kadından biri idi. Diğer hanımlardan üçü kursu bıraktı; Refika Hanım suflör olarak Darülbedayi kadrosunda yer aldı. Afife Hanım ise "mülazim artistlik" (stajyer oyuncu) kadrosuna girdi. 1920 yılına kadar oyunların provalarına katıldı, fakat sahneye çıkamadı.
1919 yılının 13 Nisan gecesi Kadıköy'deki Apollon Sineması'nda ilk gösterimi yapılacak olan, Hüseyin Suat'ın "Yamalar" adlı oyununda, Emel rolünü oynayan Eliza Binemeciyan'ın Paris'e gidişi üzerine onun yerine “Jale„ takma adı ile sahneye çıktı. Böylece sahneye çıkan ilk Türk kadını olarak tarihe geçti. O günden sonra “Afife Jale” olarak anılan Afife Hanım, ertesi hafta "Tatlı Sır" oyunu ile sahneye çıktı ve o gece polis tarafından tutuklanmak istendi. Kınar Hanım'ın yardımıyla kaçtı. Üçüncü piyesi olan "Odalık" oynanırken tiyatro polis tarafından basıldı ve tutuklanmamak için kaçmak zorunda kaldı. Babası Hidayet Bey, tiyatro oyuncusu olmasına karşı idi. Afife Hanım, ayrılmak zorunda kaldı. Dahiliye nezaretinin Müslüman kadınların kesinlikle sahneye çıkamayacaklarına dair bildirisi Darülbedayi Yönetim Kurulu’na ulaştırılınca işten çıkarıldı.
Yaşadığı sıkıntılar nedeniyle şiddetli baş ağrıları çeken Afife Hanım, doktorunun morfinle tedavi yoluna gitmesi üzerine morfin bağımlısı oldu. Birkaç yıl sonra Burhanettin Tepsi Kumpanyası ile Anadolu'da turneye çıktı; daha sonra da Fikret Şadi'nin Milli Sahne'siyle çeşitli kentlerde temsiller verdi. 1923 yılında Türkiye'de cumhuriyetin ilan edilmesinden sonra yeni rejim Türk kadınlarının sahneye çıkması önündeki yasal engeller kaldırmış, tersine kadınların sahneye çıkmasına destek olmuştu. Ancak morfin bağımlılığı nedeniyle sanatçının sağlığı bozuldu ve tiyatroyu bırakmak zorunda kaldı.
1928 yılında gittiği bir Hafız Burhan konserinde ona tamburuyla eşlik eden Selahattin Pınar ile tanıştı ve 1929 yılında evlendi. Selahattin Pınar, "Nereden Sevdim O Zalim Kadını", "Anladım Sevmeyeceksin Beni Sen Nazlı Çiçek" gibi birçok şarkıyı onun içi |
n bestelediği düşünülür. Ancak Afife Hanım'ın morfin bağımlılığı evliliklerini olumsuz etkilediği için 1935 yılında boşandılar.
Uyuşturucu bağımlılığından kurtulamayan Afife Jale, son yıllarını Darülbedayi' deki dostlarının yardımıyla yatırıldığı Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi' nde geçirdi. Hastanenin morfimanlar koğuşuna 24 Temmuz 1941'de vefat etti. Mezarı Kazlıçeşme Kabristanındadır.
1997 yılından beri sanatçının anısında Yapı Kredi tarafından Afife Tiyatro Ödülleri düzenlenmektedir. Hayatı Şahin Kaygun'un yönettiği 1987 yapımı "Afife Jale" ve Ceyda Aslı Kılıçkıran'ın yönettği 2008 yapımı "Kilit" filmine konu olmuştur. Selahattin Pınar ile ilişkisi Can Dündar tarafından çekilen 2003 yapımı "Yüzyılın Aşkları: Afife ve Selahattin" adlı belgesele konu oldu.
Bestesi Turgay Erdener'e, koreografisi Beyhan Murphy'e ait "Afife Jale Bale Süiti" (1998) ve Selva Erdener'in "Afife" adlı müzik albümü sanatçının anısını yaşatan eserlerdendir.
Afife Jale'yi bir kez daha onurlandırmak adına 2016 yılında 20. Afife Tiyatro Ödülleri töreninde o güne kadar Muhsin Ertuğrul Özel Ödülü ve Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu ödüllerini almış yirmi oyuncunun Afife Jale olarak poz verdiği fotoğraflardan oluşan "Afife Jale'ye Saygı" adlı fotoğraf sergisi sergilenmiştir.
Şimşek ve yıldırım
Şimşek, bir bulutun tabanı ile yer arasında, iki bulut arasında veya bir bulut içinde elektrik boşalırken oluşan kırık çizgi biçimindeki geçici ışık. Yıldırım, gök gürültüsü ve şimşekten oluşan, gökyüzü ile yeryüzü arasındaki elektrik boşalmasıdır.
Şimşek, bir bulut kümesi aşırı miktarda + veya - elektrik yükü ile yüklendiğinde meydana gelen, gözle görülür elektrik boşalmasıdır. Elektrik yükünün hava direncini kıracak kadar çok olması gerekir. Şimşek ve yıldırım sadece kümülonimbüs bulutlarında görülür. Diğer bulutlarda sadece enerj akımı sayesinde görülebilir. Kar fırtınalarında, kum fırtınalarında ve hatta volkanlardan çıkan gaz ve toz bulutlarında da şimşeklere rastlanır. Bir oraj esnasında şimşekler; bulutlar arasında, bulutla hava arasında ve bulutla yer arasında gerçekleşebilir. Dünya genelinde saniyede 50 ila 100 şimşek çakar.
Yıldırım, bulut ile yer arasında oluşan, en tehlikeli şimşek türüdür. Çoğu çakma yeryüzüne negatif yük dağıtır ancak bir kısmı yeryüzüne pozitif yük taşır. Bu pozitif çakmalar sıklıkla bir orajın dağılma aşamasında oluşur. Pozitif çakmalar aynı zamanda kış ayları boyunca düşen toplam yıldırımların yüksek bir yüzdesini oluşturur.
Bulut ve yer arasındaki elektrik potansiyeli farkı 10 ila 100 milyon volttur ve yıldırımın dönüş darbesinin akımı yaklaşık 30.000 ampere, sıcaklığı 30.000 °C'ye ulaşır. Yıldırımın oluşması çok hızlı bir şekilde gerçekleşir. Öncül darbe buluttan yere yaklaşık 30 milisaniyede ulaşır ve yerden bulutun merkezine yaklaşık 100 milisaniyede döner.
Gök gürültüsü, şimşek çakması esnasında oluşan, patlamaya benzer çok yüksek sestir. Ses, ışıktan çok daha yavaş hareket ettiği için (deniz seviyesinde yaklaşık ses hızı 340 m/s) gök gürültüsü -gözlemcinin uzaklığına bağlı olarak- şimşeğin gözlenmesinden kısa bir süre sonra duyulur.
Gök gürültüsü, şimşek hattı boyunca havanın aniden ısınması ve hava basıncının artması nedeniyle oluşur. Aşırı basınç şimşek hattının sesten hızlı şekilde genişlemesine ve gök gürültüsü olarak adlandırılan sesi oluşturmasına neden olur. Gök gürültüsünü karakterize eden şaklama, patlama, gümbürtü gibi çeşitli farklı sesler şimşek hattının karmaşık geometrisi, atmosferin özellikleri, yerel arazi şekilleri ve yansımalar nedeniyle oluşur.
Yıldırım çarpması, bulut ile yer arasında oluşan bir şimşeğin canlılara isabet etmesidir. Yıldırım çarpması, elektrik yükü nedeniyle ölümcül sonuçlar doğurabilecek, oldukça tehlikeli bir hadisedir. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri'nde her sene ortalama 62 kişi yıldırım çarpması nedeniyle hayatını kaybetmekte, yaklaşık 300 kişi yaralanmaktadır. Dünya genelinde ise yılda ortalama 24.000 kişi ölmekte, 240.000 kişi yaralanmaktadır.
İstatistiksel olarak yıldırım çarpmasına en çok şu altı durumda rastlanır:
Binalara monte edilen ve paratoner denen metal kondüktörler, yıldırımın mümkün olan en düşük hasarla yeryüzüne transfer edilmesine yardımcı olurlar.
Eğer açık alanda iken civarda bir yere yıldırım düştüyse ve saçlarınız dikilmeye başladıysa hemen en yakındaki binaya girmelisiniz. Eğer yakında bina yoksa civardaki en alçak bölgeye gidip ayaklarınız yere basacak şekilde yere çömelmeli ve mümkün olduğunca bir top gibi küçülmelisiniz. Yıldırım tehlikesi varken "kesinlikle" yere yatılmamalıdır.
Eğer birine yıldırım çarptıysa sırasıyla şu işlemler yapılmalıdır:
Halk arasında, lastik tabanlı ayakkabıların veya otomobil lastiklerinin yıldırımdan koruyacağına inanılır. Bunların hiçbir faydası yoktur ancak otomobilin metal çerçevesi (vücuda temas etmiyorsa) çarpmanın etkilerinden korumada yardımcı olur.
Yine halk arasında aynı noktaya iki kere yıldırım düşmeyeceğine inanılır oysaki bunun gerçekleştiği pek çok olay kaydı mevcuttur.
Şimşek veya gökgürültüsünden kaynaklanan korku "astrafobi" olarak adlandırılır.
Aristoteles
Aristoteles ya da kısaca Aristo (Yunanca: Ἀριστοτέλης "Aristotelēs"; Eski Yunanca ; Yeni Yunanca ) (MÖ 384 – 7 Mart MÖ 322) Antik Yunan filozof. Platon ile Batı düşüncesinin en önemli iki filozofundan biri sayılır. Fizik, gökbilim, ilk felsefe, zooloji, mantık, siyaset ve biyoloji gibi konularda pek çok eser vermiştir.
Aristoteles adının Türk Dil Kurumu'nun yabancı özel adların yazılışı kuralına göre Arapça ve Farsça eserlerden yapılan çeviriler ile Türkçeye yerleştiği Aristo şeklinde yazılması önerilse de her iki ad da Türkçe akademik kaynaklarda yaygın olarak kullanılmaktadır.
MÖ 384 veya 385'te, günümüzde Athos tepesi olarak adlandırılan tepenin yakınlarında ufak bir Makedonya kenti olan Stageira'da, Makedonya kralı II. Amyntas'ın (Philippos'un babası) hekimi olan Nikomakhos'un oğlu olarak dünyaya gelir. MÖ 367 veya 366 'da 17 yaşında Platon'un Atina'daki akademisine (Akademeia) girmesiyle Platon'un en parlak öğrencilerinden biri olur. Tütör yahut yardımcı hoca olarak çalıştığı dönemde, okuma tutkusuyla tanınır; (Platon, belki de bir tür tenezzülle, ona "okuyucu" lâkabını takar) Daha sonraları Akademia'daki öğretime kendisi de katkıda bulunur: kimi zaman Platoncu savları rakip Isokratos okuluna karşı savunmak için geliştiren, hatta zaman zaman da "Evdamos" ya da "Can üzerine" (Peri tes Psykhes) yazılarında olduğu gibi, bu tezleri büyükseyen diyaloglar yazar. "Gryllos yahut Retorik üzerine" Aristoteles'in diyalog yazarlığı dönemine aittir.
Platon MÖ 347'de öldüğünde, Akademeia'nın başına ardılı olarak Spevsippos'u atamıştır. Antik Çağ'dan itibaren yaşam öyküsü yazarları her hâlde kötücüllüklerinden Platon'un bu seçiminde Aristoteles'in Akademeia'yı terk etmesinin asıl nedenini görüyorlar. Aristoteles'in en azından Spevsippos'a karşı kalıcı bir garez duyduğunu biliyoruz. Aynı yıl, belki de ustasının teşvikiyle, Ksenokratos ve Theophrastos ile bugün Biga Yarımadası olarak anılan Troas bölgesindeki Assos kentine gönderilir. Orada Tiran Atarnevs'li Hermias'ın siyasî danışmanı ve dostu olur. Aynı esnada, özgünlüğünü daha o zamandan belli eden bir okul kurar. Bu okuldaki girişimleri arasında yaşambilim üzerine çalışmaları yer alır. 345-344 yıllarında, belki de Theophrastos'un daveti üzerine, komşu Lesbos (Midilli) adasının Doğu kıyısındaki Mytilene (Midilli) kentine varır. 343'te Pella'daki (Bugün Ayii Apostili) Kral Makedonyalı Philippos'un sarayına, oğlu İskender'in eğitimini üstlenmek üzere çağırılır. 341 yılında Perslerin eline düşen Hermias'ın feci sonunu Pella'da öğrenir, anısına bir ağıt düzer. Gerek Pella'da ikamet ettiği sekiz senelik dönem, gerek eğitmenlik vazifesinin içeriği hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz. Philippos'un ölümüyle MÖ 335 İskender tahta oturur. Aristoteles Atina'ya dönüp Akademeia'ya rakip olarak Lykeion'u ya da diğer adıyla "Peripatos" 'u (öğrencileriyle içinde dolaşarak tartıştıkları bir tür çevresi sütunlarla çevrili avlu ya da galeri) kurar. Lykeion'lulara verilen Peripatetikoi adı buradan geliyor. Burada on iki sene ders verir. MÖ 323'te Büyük İskender'in bir Asya seferi esnasında ölmesi üzerine Atina'da Makedon karşıtı bir tepki dalgası peydah olduğu vakit, aslında Makedonculuk zannı taşıyan Aristoteles'e karşı, dine saygısızlık davası açılması söz konusu olur. Bir ölümlüyü -Hermias'ı- anısına bir ilâhi yazarak ölümsüzleştirmekle itham edilir. Bunun üzerine Aristoteles, Sokrates'in yazgısını paylaşmak yerine Atina'yı terk etmeyi seçer: kendi deyişiyle, Atinalılar'a "felsefeye karşı ikinci bir suç işlemeleri" fırsatını tanımak istemez. Annesinin memleketi olan Eğriboz (Evboia) adasındaki Helke'ye Khalkis sığınır. Ertesi yıl MÖ 322'de, altmış üç yaşında hayatını kaybeder.
Aristoteles'in yazıları iki kümeye ayrılır:
İlk kısım yazılar, "dışrak yapıtlar" olarak adlandırılırlar. Dışrak, yani ἐξοτερικά terimini Aritoteles kendisi Lykeion'dan daha geniş bir okuyucu kitlesine yönelik eserleri için kullanıyor. Bu yapıtlar, diğer birçok Eskiçağ metni gibi Milât'ı izleyen ilk asırlarda yitirilmiştir. Gerçi bu yapıtların en azından başlıklarını, Aristoteles'in yapıtlarının adlarını mahfuz listelerden biliyor, ardından gelen yazarların kaleme aldıkları taklit yapıtlardan ve yaptıkları alıntılardan da içerikleri hakkında muğlak da olsa bir fikir edinebiliyoruz.
Bu yapıtlar, yazınsal biçimleri itibarıyla, Platon'unkilerle mukayese edilebilir nitelikteler ve aralarından birçoğunun diyalog biçemleri takip edilerek yazılmış olduklarını düşünmemize yol açacak nedenler var. Cicero, Aristoteles'in stilinin "pürüzsüzlüğü"nü övüp yazısının akışını "altın bir ırmak"a benzetirken (Topikler I, 3; Acad., II, 38, 119) hiç kuşkusuz bu yapıtlara göndermede bulunuyordu. Ne var ki bir asırdır belli bir ölçüde yeniden oluşturulmaya çalışılan içeriği felsefe tarihçileri için sorun teşkil etmeye devam ediyor. Bunun en temel nedeni, "Yitik Aristoteles" külliyatının, korunan metinlerden anladığımı |
z Aristotelesçilik'le yakından uzaktan bir ilgisi olmaması; büyük ölçüde Platoncu temaları geliştiriyor, hatta bazen de ustasının çalışmalarıyla aynı doğrultuda kalmak kaydıyla daha öteye giden savlar sunuyor (Bu çizgide, örneğin "Evdemos ya da Ruh Üzerine" diyalogunda, ruhla beden arasındaki bağları doğa karşıtı bir birliktelik olarak nitelendirip, Tyrrhen korsanlarının tutsaklarına diri diri bir cesede bağlayarak yaptıkları işkenceye benzetiyor). Aristoteles'in yayıma yönelik olmayan eserlerinde eski Platoncu dostlarını eleştirdiğini fark ettiğimizde, acaba iki ayrı hakikat mi güttüğü sorunu depreşmeye başlıyor: bir büyük kitlelere yönelik "dışrak" (eksoterik) hakikat rejimi, bir de Lykeionlu öğrencilere münhansır "içrek" (esoterik) bir rejim. Ancak bugün yaygın kanı olarak bu yapıtların bir yerde Aristoteles'in hâlen Akademeia'ya mensup, yani Platon etkisi altında olduğu döneme ait gençlik yazıları olduğu da düşünülüyor. Hatta bu fragmanlar örneğin Jaeger gibi genetik Aristoteles okumaları yapan yorumcular için Aristoteles'in düşüncesinin evrimleşmesinin ilk noktasını tayin etmeğe kullanılmıştır.
Bu yitik yapıtların başta gelenleri şunlardır: "Evdemos ya da Ruh Üstüne" (Platon'un Phaidon'unun izinde), "Felsefe Üzerine" (Metafizik'in kimi temalarının ayırdına varabildiğiimiz bir tür tutum ibrazı yazısı), "Protreptik" (felsefî hayata teşvik), "Gryllos ya da Retorik Üzerine" (Isokrates'e karşı), "Adalet Üzerine" ("Politika" 'nın bazı temaları burada kendilerini belli ediyorlar), "Asalet Üzerine", bir "Şölen", vb.
İkinci küme Aristoteles'in büyük olasılıkla Lykeion'daki derslerini vermek için kullandığı notlardan ibaret bir yığın elyazmasından oluşuyor. Bu yapıtlara "esoterik" (içrek) hatta daha doğru bir anlatımla "akroamatik" (yani sözel öğretime yönelik) adı veriliyor. Eskiçağ'dan itibaren bu elyazmalarının ahlafa nasıl intikal ettiği üzerine romansı bir anlatı yayılmış (Plutarkhos, Sylla'nın Yaşamı, 26; Strabon, XII, 1, 54). Aristoteles ve Theophrastos'un elyazmaları, Theophrastos tarafından eski okul arkadaşı Nelevs'e bırakılmış; Nelevs'in cahil vârisleri Skepsis'te bir mağaraya gömmüşler metinleri, elyazmalarını Bergama krallarının kitapsever açgözlülüğünden kurtarmak için; uzun zaman sonra, MÖ birinci yüzyılda, bunların torunları yazmaları altın pahasına Peripatetisyen Teoslu Apellikon'a satmışlar. Apellikon bunları Atina'ya götürmiş. Son olarak, Mithridates'le savaştığı sırada Sylla Appellikon'un kitaplığını ele geçirip Roma'ya taşımış. Orda da bu kitaplık Tyrannion tarafından satın alınmış: Lykeion'un son skholarkh'ı (okul yöneticisi) Rodoslu Andronikos MÖ 60 civarında Aristoteles'in ve Theophrastos'un akroamatik eserlerinin ilk redaksiyonunu yayımlamakta kullanacağı nüshaları ondan almış.
Bu anlatı pek tutarlı gözükmüyor. Zira Aristoteles’in ölümünden sonra kesintisiz olarak etkinliğine devam eden Lykeion’un nasıl olup kurucusunun elyazmalarını yitirmiş olabileceğini anlamak güç. Herhâlükârda Aristoteles’in yapıtlarının ilk önemli yayımı –bu yapıtların önemini vurgulamak için yukarıda aktardığımız söyleni yayan kişi olmasına karşın- Andronikos’unki. Aristoteles’in yapıtları ancak Andronikos’la beraber, yani filozofun ölümünden üç asır kadar sonra, asıl mesailerine başlayacak, üzerlerine sayısız şerh yazılacaktır. Bugün Aristoteles’in metinlerini, Andronikos’un onlara verdiği biçimde ve yaygın olarak da yine Andronikos’un koyduğu başlıklar altında okuyoruz.
Bu olguların yapılan yorumların akıbetiyle olan ilişkisi göz ardı edilemez nitelikte. Nitekim, bundan şu çıkıyor ki, bugün Aristoteles’in kitapları olarak tanıdığımız yazıların hiçbiri Aristoteles’in kendisi tarafından neşredilmemiş. Aristoteles, örneğin “Metafizik”in değil; felsefe tarihinde nedenler teorisi, temel felsefî güçlükler, çokanlamlılık, edim ve güç, varlık ve öz, tanrı gibi konular üzerine yazılmış bir düzine kadar kısa incelemenin yazarı. Editörler daha sonraları bu risaleleri bir araya getirip, Aristoteles de bu konuda istemli bir ipucu vermediği için, kısmen keyfî Metafizik –yani Fizik’ten sonra okunacak inceleme- başlığı altında toplamışlardır. Bundan ötürü hem Metafizik’in ve hem Aristoteles’in diğer yapıtlarının çoğunlukla birbirinden az çok bağımsız, açıkça kavranabilir bir ilerleme sunmayan, kimi yinelemeler ve hatta bazen de çelişkiler içeren bir etütler topluluğu olarak ortaya çıkmasına şaşırmamalıyız. Yalnız tabiî ki, bu yazıları bitmemiş halleriyle umuma muhtemelen hiçbir zaman sunmayacak olan Aristoteles’e bu yüzden serzenişte bulunmak isabetsiz olur.
Öte yandan, Andronikos’un, sözü geçen risaleleri, hem lojik bir sıra, hem de didaktik kaygılar güden bir dizim içinde düzenlediğini görüyoruz (örneğin mantığın, yani bilgiye yazılmış propedötiğin, kendiliğinden bilimsel olarak nitelendirebileceğimiz incelemelerden; fiziğin de metafizikten önce gelmesi gibi...) Bu sistematik sıralamayı, eleştirellik kaygısı taşımaksızın kabul ettiğimizde bir takım terslikler de ortaya çıkmıyor değil: risalelerin –zaten farklı dönemlerde yazılmış disertasyonlarının tek bir başlık altında toplanmasıyla evvelden maskelenmiş olan- kronolojik, yani kaleme alınma sırasının kaçılınmaz olarak yerine geçen bu sıralamanın, Aristoteles külliyatının -Aristoteles adında bir filozofun varlığıyla ilişkisi erkenden unutulan- gayri şahsî bir bütün olarak tespitine az katkısı olmadığını gözlemliyoruz. Aristoteles felsefesine yorumcular tarafından sıklıkla atfedilen sistematik karakter, büyük ölçüde eserlere bütünüyle dışlak bir neşrî keyfiyetten doğmuş oluyor, bir taraftan da bu fikri saklanmış yapıtların eğitselliği kuvvetlendiriyor.
Bir yorum çalışması, bu metinlerin yalnız didaktik maksadını değil, aynı zamanda Aristotelesçi eğitimin, örneğin Sokratesçi gelelenekteki monologlu değil de diyaloglu eğitiminden ayrışan, kendine özgü niteliklerini de göz önünde bulundurmalıdır. Aristotelesçi eğitimde karşımızdaki yazarın tutumu, çömezleriyle diyalog halinde bir ustanınki olmasa da, gene de bir ustanın zihninde ve eserinde diyalog halinde olan, çoğu zaman geçmiş filozoflardan alıntılanmış, düşüncenin huzuruna çıkartılmış tezler. Böylelikle, Aristoteles’in yapıtlarında, bir doktrinin dogmatik sunumuna değil, güçlükler ve çelişkiler arasından kendine yol açan, zaman zaman büyük zahmetle yolunu arayan bir hakikatin oluşumuna tanık oluyoruz. Aristoteles’in incelemelerinde oldukça az sayıda tasımla karşılaşmamıza, bu incelemelerin silojistik üslupta değil de Aristoteles’in de dediği gibi “diyalektik” bir strüktürle tertiplenmiş olmasına öyleyse şaşmamalı: “diyalektik”, yani bir diyalog misali terakki eden, pro ve kontra argümanlar arasında gidip gelen.
Aristoteles'in düşüncesinin evrimi hakkında süregelen tartışma ne boyutta olursa olsun, Platoncu bir okulda yetiştiği için ilk önce bu felsefeyle kopuşunun nedenlerini belirgin biçimde ortaya koyma kaygısı taşıdığını düşünmemiz için geçer sebepler var. Homeros hakkında Platon'un bir sözünü Aristoteles'le beraber Nikomakhos'ta Etik'te yazdığı gibi yad edecek olursak, hem dostluk, ve hem hakikat onun için kıymetli olsa dahi, ikinciyi birinciye yeğlemek durumdadır.
Aristoteles, Eudemos’a Etik, (Çev., S. Babür), Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 1999.
Aristoteles, Fizik, (Çev., S. Babür) 2. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2001.
Aristoteles, Gökyüzü Üzerine, (Çev., S.Babür) 1. Baskı, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 1997.
Aristoteles, İkinci Çözümlemeler, (Çev., A. Houshiary), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2005.
Aristoteles, Kategoriler, (Çev., S. Babür) 2. Baskı, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2002.
Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, (Çev., S. Babür), Kebikeç Yayınları, Ankara, 2005.
Aristoteles, Poietika (şiir sanatı üzerine), (Çev., N. Kalaycı), Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 2005.
Aristoteles, Yorum Üzerine, (Çev., S. Babür) 2. Baskı, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2002.
Aristoteles, Atinalıların Devleti, (Çev., F.Akderin) 1. Baskı, Alfa Yayınları, İstanbul 2005.
Aristoteles, Poetika,(Çev.Yılmaz Onay), Mitos-Boyut Yayınları, İstanbul 2008.
Aristoteles ,Peri Poetika -Şiir Sanatı,Çeviren: Murat Temelli, ARK KİTAPLARI, İstanbul,2011
Aristote, Notes Sur L'Histoire des Animaux D'Aristote, Paris, 1783
Andrew Jackson
Andrew Jackson (d. 15 Mart 1767, Güney Karolina - ö. 8 Haziran 1845, Nashville, Tennessee), 7. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı
Yaşamının büyük bölümünü Tennessee eyaletinin Nashville kentinde geçirdi. Jackson, ABD'de iz bırakan başkanlardan biri olarak tarihe geçti. Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nda önemli rol oynayan John Adams, Thomas Jefferson ve James Madison'ın aksine, Andrew Jackson o eğitimli kesimden gelmeyen ilk başkandı. Asker kökenli Andrew Jackson'un seçilmesi, ABD'nin mazisi ile koptuğunun göstergesiydi. 1820 ve 1830'lardaki İkinci Parti Sistemi'nin hakim ve toplumu kutuplaştırıcı figürü olan Andrew Jackson, zamanında Amerikan Merkez Bankası'nı ortadan kaldırması ve Güneydoğu'dan Mississipi'nin batısına kadar olan alan içindeki Kızılderililer'in zorunlu tehciri ve yerleştirilmesini başlatmasıyla bilinir. Jackson'ın takipçileri modern Demokrat Parti'yi kurmuşlardır. 8 Haziran 1845'de Nashville, Tennessee'de öldü.
Sertliği ve agresif kişiliği yüzünden "Old Hickory" (Çetin Ceviz) lakabını almıştı. Kendisi aynı zamanda köle çiftliği sahibi zengin bir yerel eşraftı. Sık sık girdiği düellolardan bazıları rakiplerinin ölümüyle sonuçlanmıştır. Siyasette, sıradan vatandaşların oylarını çekmek için demokrat olmayan, aristokrat ve kapalı bir sınıf diye itham ettiği zümrelere karşı mücadele etmiştir. Siyasi tabanını güçlendirmek için başkanlığı süresince patronaj sistemini (Amerikan politikasında patronaj sistemi bir siyasi partinin seçimi kazandıktan sonra devlet memurluklarını kendisine oy verenlere ödül olarak dağıtması olarak tanımlanır. Liyakat sisteminin aksine, patronaj sistemiyle işe girenler memuriyetleri elde tutabilmek için partiye çalışmaya devam ederler) genişletmiştir.
Andrew Jackson mütevazı bir eğitim alabildi ve 18 yaşından sonra bir avukatın yanında ç |
alıştı. 1788'de, sonraları Tennessee eyaletine dahil olan Kuzey Karolina'nın batısında savcı oldu. Yeni kurulan Tennessee eyaletinin anayasasını ilan eden meclisin üyeliğinden sonra sırasıyla Temsilciler Meclisi'ne ve Senato'ya girmeyi başardı. 1798'den sonra Tennessee Yüksek Mahkemesi'nde hakim oldu. Görevdeki başkan Thomas Jefferson ile tartışmalar, siyasi yaşamdan geçici süre çekilmesine sebep oldu. 1805 ile 1812 arası çiftliğini yönetti. 1806 yılında silahlı düelloda ağır yaralandı. Bir kurşun iki kaburgasını deldi ve kalbini az payla ıskalayarak göğüs kafesine takıldı. İkili düellolara devam etti; Bir başka kurşun yarası sürekli devam eden mide ağrılarına sebep oldu. Esir düştüğü Britanyalıların elindeyken, bir Britanya subayı ondan çizmelerini parlatmasını istemiş, reddedince Britanyalı subay Jackson'un yüzünde kılıçla derin bir yara açmıştır.
Jackson, Adams'ın aksine, kökleri eski başkanlardan Jefferson, Madison ve Monroe günlerine kadar uzanan Cumhuriyetçi Parti’den çıkmış bulunan ve Demokrat Parti adı verilen kuruluştaki yandaşları başta olmak üzere halk tarafından çok seviliyordu. 1828 seçimlerinde ezici bir ikinci seçmen çoğunluğu elde ederek Adams’ı yenilgiye uğrattı. Batıdaki küçük çiftçilerin ve oylarını Endüstri Devrimi’nden sonra gelişmiş olan ticaret ve imalatla ilişkili çıkar çevrelerine direnmek amacıyla kullanmak isteyen Doğulu işçiler, zanaatkarlar ve küçük tüccarların desteğini sağlamıştı.
ABD devlet tarihinde hiç görülmemiş derecede bir kayırıcılık ekonomisi başlattı. Başkan seçilmesinden sonra başkentteki memurların birçoğunun yerine kendi taraftarları atandı, yeni kurumlar oluşturuldu. Söz konusu kayırıcılığı demokrasinin gelişmesi olarak görüyordu. Bu sayede siyasi kurumlar yeni halk tabakalarına da açılmıştı.
Görev sırasında, merkezi yönetimi güçlendirmek ve maliye faaliyetlerini yürütmek amacıyla 1816'da kurulan Birinci Birleşik Devletler Bankası'nın (First Bank of the United States) çöküşünden beş yıl sonra kurulan İkinci Birleşik Devletler Bankası'nı da (Second Bank of the United States) kaldırdı.
Jackson'ın bankayı kaldırma sebepleri:
Jefferson taraftarıydı ve cumhuriyetçi bir tarım ülkesi olması Amerika Birleşik Devletleri için en uygun olduğunu düşünüyordu. Bankanın çiftçilerin ve işçilerin aleyhinde vurguncuları ve sanayicileri kayırdığı fikrindeydi. Bankanın başkanıyla azgın kavgaların ardından, bankanın kurulmasını 1832'de yeniden engelledi. Bankaya karşı ancak kayıplı zafer elde edebildi, çünkü şimdi eyaletlerin küçük bankaları güçlenmeye başlamıştı.
Amerikanın Yerli Halklarına yapılan kıyımların ve zorlanmış göçlerin sorumlusudur.
Asıl etkiyi 1838 yılında bankanın imtiyazının uzatılmasıyla ilgili yasaya karşı koyduğu vetoda yer alan radikal demokratik pasajlar sayesinde uyandırdı. Zenginler ve güçlüler hükumet uygulamalarını haddinden fazla kendi çıkarları için suistimal etmişlerdi. İnsanlar tarafından yaratılan kurumlar belki yeteneklerde, tahsilde ve refahta eşitlik sağlayamazlardı. "Ama yasalar bu doğal ve adil avantajlara unvan, imtiyaz ve özel ayrıcalık sağlayarak ve zenginleri daha zengin, güçlüleri daha güçlü ederek suni ayırmalar eklerse; O zaman toplumun sade üyelerinin hükumetlerinin adaletsizliğini şikayet etmeleri hakkıdır."
O zamana dek hiçbir Amerikan başkanı, Amerikan ihtilalinin cumhuriyetçi ve radikal demokratik potansiyelinin hükumetin ahlaki vazifesi olduğunu daha güçlü ifade etmemişti.
Postmodernizm
Postmodernizm, modernizmin "sonrası" ve "ötesi" anlamında bir tanımlama olarak kullanılmaktadır ve modern düşünceye ve kültüre ait temel kavram ve perspektiflerin sorunsallaştırılmasıyla ve hatta bunların yadsınmasıyla birlikte yürütülmektedir.
Bu kavram 1960 lı yıllardan itibaren kullanılmaktadır.
1979 yılında Jean François Lyotard'ın "Postmodern Durum" adlı kitabıyla bir tartışma başlatmıştır.
Teori alanında modernist sanat biçimleri ve uygulamalarından koptuğu iddia edilen bir dizi kültürel yapıntıyı tanımlayan mimarlık, felsefe, edebiyat, güzel sanatlar gibi alanlarda yeni kültür biçimlerin işaretleri olarak başlamıştır. Bu tartışmalar zamanla diğer birçok alanlara ve disiplinlere de yansımıştır ve sonuçta bir bütün olarak modernitenin sorgulanmasına ve aşılması arayışına dönüşmüştür. Bununla birlikte postmodernizmi yeni bir tarihsel evre olarak anlamaktansa modernizmin kendi içinde bir aşama ya da özgül bir dönem olarak anlama çabaları da söz konusudur. Postmodernizm, bu anlamda kendine yönelik itiraz ve eleştirileri de içine alacak şekilde süregiden bir modernizm/modernite/modernlik soruşturması ve tartışması olarak görülmektedir.
Çoklu yapısı ve karmaşık değerlendirilmeleriyle, "Postmodernizm tam olarak nedir?" sorusuna tek yanıt vermek mümkün değildir. "Postmodernizm" kimilerine göre, bir dönemin adıdır. Buna nazaran, söz konusu dönem "Postmodern durum" (Lyotard) olarak adlandırılır. Aynı zamanda yeni bir felsefi konseptin, yeni bir düşüncenin, üslubun, yeni bir usçuluğun (modern usçuluğu aşan farklı bir usçuluğun), yeni bir söylemin "de" adıdır postmodernizm. Bu, hem kültürel hem düşünsel hem de maddi nitelikler açısından bir dönemin sona ermesi ve "kendi içinden" ötesine geçilmesi anlamında ileri sürülen bir kavramlaştırmadır.
Bazı yazarlara göre 1943 yılı modernitenin bittiği varsayılan tarihtir. Nitekim temel olarak, "Postmodernizm" olarak anılan düşünce ve pratiklerin tamamının II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıktığı görülür. Kesin bir dönemleştirme yapmak ve tarihsel sınırları saptamak olanaklı görünmemekte; hatta öncüllerinin bizzat modernizm içinde yer almasıyla birlikte, Postmodernizm olarak ifade edilen süreci ve düşünceleri, tarihsel zaman dilimi açısından II. Dünya Savaşı sonrasından itibaren ele almak yerinde olacaktır.
Daha sonra, özellikle 1960'lı yıllardan itibaren, Fransa'da görülen teorik çalışmaların ve felsefi tartışmaların sonucunda, Postmodernizm, felsefi olarak da kendini ifade etmeye başlar. Postyapısalcı felsefe, Postmodernizmin düşünsel felsefi arkaplanını doldurmaktadır. Bu dönemde modernitenin ülküleri ihlal edilmiş ve bu ülkülere kaynaklık eden düşünce biçimleri ya da temel kuramsal kavram ve kategoriler açıktan sorgulanmaya başlanmıştır; bilim, teknoloji, sanat, siyasal özgürlükler adına yapılan her şeyin ortak amacı ilerleme ve insanın özgürleşmesidir, oysa varılan sonuçların böyle olmadığı açıklık kazanmıştır.
Bu sürecin sonucunda varılan noktayı Lyotard, (ya da Büyük Anlatılar'ın) sonu olarak adlandırır. Bunları Aydınlanma, İdealizm ve Tarihselcilik olarak belirtebiliriz.
Modernitenin projelerinin ( Rasyonellik, Özgürlük, Evrensellik gibi) başarısızlıklarını değerlendirmek değil, bu başarısızlığın "teorik temellerini anlamak ve aşmak" postmodern düşüncenin temel hedefidir. Dolayısıyla yalnızca modern projelerin eleştirisi ve yeniden kullanıma sunulmasını sağlamak değil, bizzat modernitenin kendisini tanımlamakta kullandığı temel "argümantasyon yapısının" yapıbozum'a (daha doğru bir deyişle yapısöküm'e) uğratılması gerçekleştirilmiştir.
Postmodernizmdeki "post" eki "sonra" anlamına gelmekle birlikte modernizmden devam eden, ondan kaynaklanan ve onun sorunsallaştırılması ve aşılmaya çalışılması anlamlarına gelir. Postmodernizm, söylemlerinde görülen aşırılıklara rağmen bir çağın kapanıp başka bir çağın açılması anlamında bir kopuşu ifade etmez. Burada modernizmle paradoksal bir ilişki söz konusudur. Modernizmin kendi içinde varılan sınırların sonrası, o sınırlardan itibaren geriye dönük bir kökten sorunsallaştırma girişimi ve yeniden değerlendirme çabası olarak belirtilebilir.
Arnold Toynbee "Bir Tarih İncelemesi" adlı eserinde modern dönemin I. Dünya Savaşı'yla sona erdiğini, bundan sonraki dönemin postmodern dönem olduğunu ileri sürerek ilk kez "postmodern" terimini kullanmıştır. Yine 1934 yılında Amerika'da yayınlanan bir şiir antolojisinde postmodern sözcüğü yer almıştır. 1950'lerde modernizmdeki hemen tüm olgulara bir tepki olarak ortaya çıkıp mimarlık, sanat, politika, eğitim, toplum gibi çok farklı alanda kendinden iyice söz ettirmeye başlayan postmodernizm 1980'lerin başlarında yaygın olarak kullanılan bir kavram olmuştur.
Post-modernizm; belli bir anlamda belli bir ideolojiyi ya da öğretiyi hedeflemez. Bazı postmodern teorisyenlerin özellikle belli başlı ideolojilerle polemik halinde olması bunu yadsımaz. "Post" öneki burada, bir "sonralık" anlamına geldiği kadar, "ötesi" anlamına da gelir ve bu bağlamda tartışmalar belli bir ideoloji hakkında değil de daha çok ve asıl olarak, ideolojinin ideoloji olmaklığı hakkında yürütülür. Belli bir öğreti ya da felsefi fikir değil asıl olarak bütün öğretilerin ve felsefi sistemlerin üzerinde durdugu kuramsal zemin sorunsallaştırılır. Bu anlamda modernleşme projesinin ve hatta Batı felsefesi ya da Batı düşüncesi denilen düşünce yapısının başlangıcından itibaren "genel geçerliliğe" sahip olan Hümanizm, özgürlük, kurtuluş, evrensellik, bilim ve akıl gibi nosyonlar da sorunsallaştırılır ve yerlerinden edilir.
Postmodernizmin, ekonomik ve toplumsal koşullar anlamında başlangıcı ve kaynakları II. Dünya Savaşı sonrasında bulunabilir. Düşünsel temelleri ise karmaşık bir şekilde çok daha öncelere uzanmaktadır, ama yine de bir belirleme yapmak gerekirse Nietzsche ve sonrasında postmodernizmin düşünsel kavram ve kategorilerinin ipuçlarını bulabiliriz.
Postmodernizm, Postmodern durum, Postmodern felsefe, daha da özgül bir anlamda olan Postyapısalcı felsefe farklı anlamlarda ve içeriklerde ele alınıp değerlendirilmelidir.
Postmodernizm, belirli bir durum icinde ve olumlu ya da olumsuz anlamda modernizmden farklılaşan, tüm siyasal ve maddi/toplumsal değişimleri, öte yandan düşünsel ve kuramsal ürünleri ve kültürel pratikleri kapsayan bir formülasyondur.
"Postmodern durum", II. Dünya Savaşı sonrasında belirginleşen, sosyal, ekonomik ve siyasal düzenlenişlerle bağlantılı olarak ortaya çıkan genel "durumu" işaret ederken, "postmodern felsefe" postmodernizmdeki tutum ve eğilimlerin felsefi/ teorik arkaplanını göstermektedir.
Postmodern felsefe, genel olarak b |
elirgin bir şekilde Platon'dan günümüze uzanan felsefe geleneğinin ("metafiziksel felsefe" olarak adlandırılan) yadsınması girişimidir. "Özcülük", "temelcilik", "gerçekçilik", "nesnellik", "özne" ya da "ben" gibi modern felsefeye içkin kavramların genel geçerlilikleri sorgulanmakta ve büyük ölcüde yadsınmaktadır. "Postyapısalcı felsefe" ise, farklı düşünürlerce farklı şekillerde ortaya konulmuş "yapısalcılık-sonrası" belli bir felsefe eğiliminin genel adıdır ve postmodern düşüncenin en önemli kuramsal ayağını oluşturmaktadır.
Bu söylemde artık önemli olan "daha doğru bilginin" araştırılması değil, doğruluk kategorisinin işleyiş mekânizmalarının deşifre edilmesi ve bu bağlamda yeni doğruların oluşturulmasıdır. Genel ahlaksal anlayışlar ve ilkeler artık geçerliliğini yitirmiştir; ahlaksal normların kaynağı yaşanan koşullar, çağın gerekliliğidir. Postmodern Etik, modernizmin evrensel ve sabit ahlak ilkelerinin geçersizliğini göstererek, genel ahlak ilkelerini görelileştirir. Dinden sonra bilimin egemenliginin de yıkılmasıyla, "her şey uyar" noktasına varılmıştır. Bu önerme, öncelikle bilimin statüsünü ve doğruluk iddialarını görelilleştirmek üzere, bir bilim felsefecisi olan Paul Feyerabend'ten gelir.
Postmodernizmin, siyasal yönelimleri bakımından, "hem" radikal "hem" muhafazakâr olduğu söylenebilir.Hem her iki yönelimin postmodern temsilcileri söz konusudur, hem de belirli bağlamlarda her iki yönelimin de aynı noktada birlikte olması söz konusudur.Postmodernizmin tutarlilik kaygısı gütmeyişi (Eklektizm) siyasal alandaki konumlarda da görülebilir.
Birey, kimlik, kültür alanında "radikal," sistemi değiştirme alanında "muhafazakârdır". Ancak, radikallik ve muhafazakârlık kavramları da postmodern okumada anlam değişimlerine uğrar ya da başka bir deyişle bilinen anlam yapıları yapıbozuma uğratılır pek çok kavram ve kategoride olduğu gibi. Dolayısıyla postmodernizmin "ne" radikal "ne de" muhafazakâr olmadığı söylenebilir. Makro siyaset modeli Mikro siyaset anlayışıyla, Majör olan Minör olan ile yer değiştirir. Bunu geleneksel siyasal alanın kategorileriyle tanımlamak doğru sonuçlar vermeyecektir. Postmodernizm, en genel anlamda, "Büyük anlatılara", "Büyük projelere", "Büyük ilkelere" itirazdır ve bunların olanaksızlığı iddiasıdır. Buradan itibaren teorik ve politik alanda postmodern konumlanışların şeceresi çıkarılabilir.
Modernizm, aydınlanma ilkelerini temel alan toplumsal projenin adıdır. Aydınlanma ise, inanca karşı bilgiyi, teolojiye karşı bilimi ön plana alan bir düşünce sistemidir. Modernizm, aydınlanma düşüncesini temel alır. İlerlemeye inanır. Akıl ve bilimi ilerlemenin aracı olarak görür. Nesnel, evrensel ve yegâne bilginin akıl ve deney yoluyla edinilebilir olduğuna yönelik epistemolojik konum, bütün modernist öğretilerde sabit noktadır. Modernizm bu halde, her tür öğretiye dayanak olacak olan bir epistemolojik ve tarihsel bilinç zeminidir.
Kilisenin ve feodalizmin bin yıllık egemenliğine son veren burjuvazi 'eşitlik, özgürlük ve kardeşlik' ilkeleri ile tarih sahnesine çıkmıştı. Burjuvazi gerçekten bu ilkeleri gerçekleştireceğini düşünmüştü. Bilim, teknik ve sanat alanındaki ilerlemelerle insanlığın devamlı ileri gideceği ve özgür olacağı düşünülüyordu. Kendinin farkındalığı olarak öznenin bu ilerleme ve özgürleşmede tarihsel bilginin ve tarih yasalarının bilgisinin sahibi olarak yer alacağı da sabit bir veriydi. Modernizme ilk eleştirileri getiren Romantiklerden, yine aynı teorik zeminde modernizmin hedeflerine ulaşmaktaki başarısızlığının teorik eleştirisini oldukça derinlikli yapan Marksizme kadar her öğreti ya da felsefe dahil olmak üzere, sonradan postmodern felsefenin yoğun saldırılarına hedef olacak olan bu "konumlara" ve "hedeflere" sahiptir.
II. Dünya Savaşı'nın yarattığı yıkım, batı dünyasının ahlaki ve etik değerlerini altüst etmiştir. Buradan itibaren düşünürler bu tarihe sebep olan düşünsel temellerle de hesaplaşma arayışlarına yönelmişlerdir. Modern düşüncenin kendisini temellendirdigi ilke ve argümanlara yönelim bu şekilde kuramsal bir yönelim haline gelmiştir. Modernizm icerden eleştirisi postmodernizmden cok daha önce, bizzat modernizmin kuruluş ve gelişme evrelerin de bile görülür. Bu sorgulamalar postmodern konumlardaki gibi olmasa da önemli ölcüde modernizmi icerden zorlayan ve sınırlarına vardıran yönelimlerdir.Modernleşme hedeflerine ulaşılamadığı görüşünün yaygınlaşmasından sonra aydınlanma ilk olarak Marx, Nietzsche ve Freud gibi isimler tarafından eleştirilmeye ve sorunsallaştırılmaya başlanmıştır.
Marx, aydınlanmanın olumlu yanlarına (bilimin gelişmesi, inanç yerine bilgi, usa güven vb.) sahip çıkarken, aydınlanmanın sınırlarını ortaya koydu: 'Özel mülkiyet; eşitlik, özgürlük ve kardeşlik' ilkeleri ile zıtlık içindedir. Hümanizmi ve özgürlüğü getirecek sistem sosyalizmdir. Tarihin öznesi, işçi sınıfıdır ve gercek anlamda Aydınlanma projesini gerçekleştirecek olan da bu öznedir. Çünkü, aydınlanma düşüncesinin kurucusu burjuva sınıfı ve dolayısıyla burjuva toplumu belli bir anda aydınlanmacı ideallerle çelişkiye düşmektedir. Marx bu çelişkinin maddi olarak toplumsal, ekonomik ve siyasal yapısını göstermeye çalışmıştır yapıtlarında. Ancak Marx tüm bu köktenci eleştirilerinde yine de aydınlanmacı ilkelere (akıl, nesnellik,ilerleme, özgürlük vb.) bağlı kalır.Ama eleştirel çalışmasının toplamı, bir anlamda onun kendi hedeflerinden ve niyetlerinden de bağımsız olarak aydınlanmanın sınırlarını göstermekten geri kalmaz.
Hem sol hem de sağda taraftar bulan Nietzsche ise, 'Der Fortschritt ist bloss eine moderne Idee, das heisst eine falsche Idee.' (İlerleme yalnızca modern bir düşüncedir, fakat yanlış bir düşünce.) diyerek modernleşmenin temel ilkelerine karşı çıkmıştır. Nietzsche ilerleme, özgürlük ve hakikat kavramlari gibi temel aydınlanmacı kavramları sorunsallaştırmış ve çogu yerde yadsımıştır. O zamana kadar entelektüel çevrelerde geniş kabul gören dünya görüşü ve anlayış ("modern düşünce") geçerliliğini kaybetmeye başlamıştır. Daha iyi ve daha güzel bir dünyaya dair özlem ve hayaller artık sona ermişti. Bu özlem ve hayallerin kendilerinin sona ermesinden daha ziyade asıl olarak bunlara kaynaklık eden fikirlerin ve onların teorik dayanaklarının geçerliliklerinin sorgulanması ve yadsınması söz konusu olmuştur.
Modern düşüncenin sınırlarına varılmasında bir başka kaynak da Sigmund Freud olarak belirtilebilir. Psikanaliz kuramı ve özellikle de bilinçdışının keşfi aydınlanmacı ilkelerin temelindeki kavramları başka bir yönde sorunlu hale getirmiştir. Özne, öznellik, gerçeklik, benlik, bilgi, biliş vb. türde kavramlar, aklın niteligine ilişkin tartışmalar Freud'la birlikte ve Freud'dan sonra yeni bir yön kazanmıştır ve pek çok değişikliğin öncüsü olmuştur.Uygarlığın Huzursuzlukları 'nda Freud, mevcut toplumsal sistemin ve onun dayandığı uygarlık modelinin, kültürün yapısına ilişkin açıklamalarda bulunur.
Oysa birçok başka düşünür (Habermas, Anthony Giddens gibi) bir dönemin kapanması olarak modernizmin sona ermesini kabul etmezler. Böyle bir dönemleştirme onlara göre hem olanaksız hem de faydasızdır. Bununla birlikte bu düşünürler de postmodern düşüncenin öne sürdügü birçok olgu ve yeni durumları kabul etmektedirler. Fakat bu yeni gerçeklikler modernizmin içerisindeki olgular olarak degerlendirilir. Modernlik "tamamlanmamış bir proje" (Habermas) olarak ya da postmodernizm denilen yeni durum "modernliğin radiklalleşmesinin" (Giddens) bir sonucu olarak değerlendirilir bu eğilimlerde.
Bu karşıt konumları da göz önünde bulunduran Agnes Heller ve Ference Feher, postmodernizmi şu şekilde tanımlarlar;
Burada anlaşılacağı üzere, postmodernizmi kabul etmeyen düşünürler, genel bir yaklaşım olarak, postmodernizm olarak beliren "yeni" durumu modernitenin kendi içindeki özel bir evre ya da dönem olarak değerlendirmektedirler.Bunu formüle edişleri, çıkarsamaları ve postmodernizmi eleştirme yönelimlerindeki hedef ve gerekçeler değişmekle birlikte, genelde böyle bir yaklaşıma sahip oldukları söylenebilir.
Asıl başlık: Postmodern mimari
Fobi
Fobi, bir şeye karşı duyulan korkunun, bireyin gündelik yaşamını olumsuz yönde etkilemesi hali. Fobi kelimesi, Yunanca "Phobos" kelimesinden gelir. Phobos, Yunan mitolojisinde "korku tanrısı"dır.
Her canlı, birey olarak varlığını tehdit eden ya da tehdit riski taşıyan varlık ve durumlardan içgüdüsel olarak kaçınır. İnsan bilincinde bu kaçınma, korku olarak algılanmaktadır. Korku bu haliyle, kişinin varlığını, yaşamını sürdürmesine hizmet eden savunma sistemlerinin bir ön-uyarı mekanizmasıdır ve yaşamın sürdürülebilmesi için gereklidir.
Örneğin, her insan şu ya da bu ölçüde köpekten korkar. Hafif ya da ağır, hatta ölüme neden olabilecek bir tehlike kaynağı olabilecek köpekten korkmak, olağandır ve gereklidir. Bir köpekten gelebilecek tehlike için gereken önlemleri alarak bu korkunun üstesinden gelebilmek, böylece bir köpekle fiziksel ya da duygusal temas kurabilmek düzeyinde tutulabilen köpek korkusu, hastalıklı bir durum olarak kabul edilemez. Çünkü bu haliyle, kişinin kontrolünden çıkmış, onun istencine hükmeden, sonuçta günlük yaşamını olumsuz yönde etkileyen bir duygu-durum değildir.
Korkunun, "kontrolden çıkması", yaşamın sürdürülmesi için gerekli olan bir ön-uyarı sistemiyle uyum sağlanamaması anlamındadır. Kişi, o korkunun, onu kaçınmaya zorladığı durumlardan kaçınmayı sağlayamaz ya da bu kaçınma, onu duygusal olarak rahatlatmaz. Yine endişe ve korku içindedir ve bu anksiyete onun günlük yaşamını istediği tarzda sürdürmesine olanak vermez. Onun, sanki kendi dışında işleyen bir mekanizma gibi, kendi istencine hükmeden bir dış güç gibi işlev görür. Bu haliyle, yaşama hizmet eden korku, yaşama karşı olan fobiye dönüşür.
Belirli bir varlığa ve duruma bağlanamayan fobiler de vardır. Her şeyden önce, bireyin varlığını tehdit eden pek çok dış unsur olduğuna göre, pek çok korku ve fobi de vardır. Ancak kişinin varlığını tehdit eden dış unsurlar bazen, belirli bir varlık ya da duruma bağlı olmazlar. Kişinin, genel anlamda kendi varlığını tehd |
it altında algılaması durumunda, onun bilinçaltına yansıyan, bu tanımlanmamış, bir nesne ya da durumla ilişkilendirilememiş, belirsiz anksiyete, kişinin bilinçaltında işleyen bir mekanizmayla tanımlanabilir bir korku haline dönüştürülür. Korku haline dönüştüğü anda da, genel bir anksiyete olması sonucu, fobiye dönüşür.
Fobi toplumda sık görülen bir anksiyete bozukluğudur. Fobisi olan insanlar “fobik” diye adlandırılırlar. Yapılan araştırmalar toplumda %10 oranında fobi tespit etse de tahminen bu değer %25 dolaylarındadır. Fobiler halk arasında hastalıktan ziyade huy ya da kişilik özelliği olarak düşünüldüğünden tedaviye başvuranların sayısı azdır. Araştırmalarda fobi sıklığının beklenenden düşük çıkmasının en önemli nedeni budur. Kadınlarda erkeklere oranla iki buçuk kat daha fazla görüldüğü saptanmıştır.
Fobinin nedenleri konusunda farklı ekollerin farklı açıklamaları vardır. Freud, fobiyi bilinçaltı çatışmaları olarak tanımlar. Watson'a göre ise fobi, şartlı reflekse dayanır.
Korku yaratan obje, durum ya da aktivite ile karşılaşıldığında anksiyete belirtileri ortaya çıkar. Panik atakta görülen belirtilerin hemen hepsi fobik durumla karşılaşıldığında ortaya çıkabilir, hatta bazı vücut salgıları tutunmayabilir, kalbin durması ve ölüm görebilir. Fobi belirtilerden bazıları şunlardır:
Fobilerin tedavisinde ilaç ve psikoterapi birlikte uygulanır. İlaç tedavisi çoğu kez yeterli değildir ve antidepresan ilaçlar kullanılır.
Fobilerin tedavisinde en sık başvurulan yöntem, kişinin korkusuyla yüzleşmesinin sağlanmasıdır. Kişinin, anksiyete yaratan varlık ya da durumun üstüne giderek anksiyeteyi nasıl yaşadığını ve onunla nasıl başa çıkabileceğini öğrenmesi istenir.
Temel kuvvet
Temel etkileşimler aynı zamanda temel güçler olarak da bilinirler. Temel etkileşimler fiziksel sistemlerde daha temel etkileşime indirgenebilir olması görünmüyor. Dört geleneksel olarak kabul edilen temel etkileşimler vardır. Bunlar yerçekimsel, elektromanyetik, güçlü nükleer ve zayıf nükleer etkileşimlerdir. Her biri bir alan dinamikleri olarak anlaşılmalıdır. Yerçekimi kuvveti sürekli klasik alan olarak modellenmiştir. Diğer üçünun ayrı kuantum alanları şeklinde modelleşmiştir.
Iki nükleer etkileşimler küçük, atomaltı mesafelerde güçlü kuvvetler üretirler. Güçlü nükleer etkileşim atom çekirdeğinin bağlanmasından sorumlu değildir. Zayıf nükleer etkileşim de radyoaktif çürüme aracılık, nükleus etki eder. Elektromanyetizma ve yerçekimi etkileri günlük yaşamda doğrudan görülebilir makroskopik ölçeklerde önemli güçleri üretirler. (Gezegenler ve galaksiler ölçeğinde) büyük mesafeler üzerinden, yerçekimi dominant güç olma eğilimindedir, böylece elektrik ve manyetik alanlar, nesnelerin büyük koleksiyonları dikkate alındığında birbirlerini iptal etmek eğilimindedir.
Standart Model ötesinde çalışan teorik fizikçiler parçacık fizikçileri deneysel kuantum yerçekimi teorisi (QG) böylece verimli kabul teyit edebilirsiniz tahminlerin doğru yerçekimi alanı nicemlemek etmeye (Olayları uygun beşinci kuvvet-belki ilave bir yerçekimsel etki-model olarak yaygın olarak tartışmalı kalır.) Diğer teorisyenler Grand Unified Theory (GUT) içinde elektrozayıf ve güçlü alanlarını birleştirmek istiyoruz. Tüm dört temel etkileşimler yaygın bir derece küçük ölçekte uyum düşünülen ederken, parçacık hızlandırıcıları gibi sicim teorisi olarak deneysel (deneysel tür teorileri doğrulamak hangi.) O Planck ölçeğinde araştırmak için gerekli olan muazzam enerji düzeyleri Yine bazı teoriler, üretemez her şey (TEP) teorisi içinde kitle nesil ile birlikte dört temel etkileşimleri birleştirici bir çerçeve içinde hem QG ve GUT ararlar.
Onların durumları ve ilişkileri her yerde sabit bir hızda açılmak ederken yaptığı 1687 Teoride, Isaac Newton, böylece mutlak uzay ve zaman içinde, daha önce var olan sonsuz ve değişmez fiziksel yapı olarak yer öne ve tüm nesneleri çevresinde. Tüm nesneler sabit bir oranda kitle yaklaşım taşıyan, ancak kitlelerin orantılı etkisiyle çarpışır olduğunu çıkarım, Newton maddenin çekici bir kuvvet sergiler anlaşılmaktadır. Evrensel çekim avukatlık matematiksel tüm nesneler arasında anlık etkileşim olması, değilse aslında bir güç, bu (mutlak zaman rağmen) anında tüm evreni kapsayan belirtiliyor, ya da (mutlak uzay rağmen.) Geleneksel yorumlanmış gibi, Newton'un hareket teorisi modellenmiş Descartes, uzaktan hiçbir eylem tarafından belirtildiği gibi bir iletişim ortamı olmadan bir merkezi kuvvet [2]. Böylece Newton'un teorisi, mekanik felsefenin ilk ilkesi ihlal etti. Manyetizma açıklayan Tersine, 1820'lerde sırasında, Michael Faraday, uzay dolduran ve bu kuvvet ileten bir alan anlaşılmaktadır. Faraday sonuçta bütün güçleri birine birleşik olduğuna inanılır.
1870'lerin başlarında, James Clerk Maxwell, üçüncü sonucu bir vakum sabit bir hızda seyahat, ışık oldu bir elektromanyetik alanın etkileri gibi elektrik ve manyetizma birleşik. Elektromanyetik alan teorisi, Newton'un hareket teorisinin öngörüleri çelişiyor ışık saçan eter-tahmin düzenlenen böylece maddenin içinde ya da bir vakum ve elektromanyetik alan hizalanmış tüm fenomenleri tezahür edip tüm boşluğu doldurmak ve geçerli Newton prensibi görelilik fiziksel devletler sürece veya değişmezlik. Gözlenemeyen etmenlerin de hipotezini Disfavouring, Albert Einstein mutlak uzay ve zaman inkar ve göreceli uzay ve zaman belirterek görelilik ile aether ve hizalanmış elektrodinamiğinin atılır. Nesnenin hareket uzunluğu daralma ve zaman genişlemesi olmak ölçülen bir nesnenin çevresinde değişmiş iki fenomen 1905 yılında yayınlanan bağıl hareket Einstein'ın görelilik ilkesi, özel, olmak yaşadı.
Özel görelilik de bir teori olarak kabul edildi. Bu Newton fiziği sabit bir nesnenin kütlesi öne yana özellikle Newton'un hareket teorisi görünüşte savunulamaz hale. Özel görelilik bir sonucu kütlesi bir nesneye yoğunlaşmış bir enerji çeşidi formu, ediliyor. 1907 yılında Einstein tarafından yayımlanan denklik ilkesine, tarafından, kütleçekim belki bir mekanizma paylaşan iki fenomen ivme ayırt edilemez. O yıl, Hermann Minkowski uzay ve zamanın, 4D uzay-zamanın bir birleşmenin özel görelilik modellenmiştir. Zamanın okun tek bir boyut üzerine üç mekansal boyutları Stretching, Einstein olan fiziksel özellikleri bir nesneden hareket almak ve iletmek, bir maddenin, Einstein-aether olarak 1915 Einstein'ın yorumlanır uzayda genel görelilik kuramı geldi diğer nesneleri modüle olaylar açılım yaparken. Zaman olaylar daha yerel gerginlik yavaş-kuran açılmak genişletir enerji, kitle sözleşmeleri uzay eşdeğer. Nesne az direnç yolu boyunca ışık hızında bir serbest düşme benzerlik onu rahatlatır, 4D uzay kavisli yüzeyi üzerinde düz bir hattı eşdeğer bir yolu HAYAT ÇİZGİSİ olarak nitelendirdi.
Einstein ışık hızında evrenin karşısında hareket iletirken bir çekim alanı-4D uzay-o dalgalar teori ile uzaktan eylemi kaldırıldı. Tüm nesneler hep 4D uzay ışık hızında yolculuk. Sıfır göreceli hızlarda, bir nesne en hızlı uzayda hiçbiri, ama yaşı seyahat görülmektedir. Yani 3D alanında göreceli istirahat bir nesne 1D zaman akışı boyunca hıza sergileyerek bir gözlemci olan sabit enerjisini sergiler vardır. Tersine, en yüksek nispi hız, bir nesne ışık hızında 3D uzay erişir, ancak yaşlanmayan olduğunu 1D zaman boyunca akışı gibi iç hareket mevcut değişmeyen enerji hiçbiri. Newton atalet bir nesnenin idealize durumdur oysa ya dinlenme tutmak ya da madde, aksi takdirde yoksun bir evrende kendi varsayımsal varlığı ile sabit hız tutarak, Einstein atalet, bir çekim alanında muhtemelen maddenin tam dağıtılan mevcut tarafından hiçbir hızlanma karşılaşan bir nesneden farksızdır tekdüze. Tersine, hatta kütlesiz enerji tezahür gravitation-hızlanma-yerel nesnelerin 4D uzay yüzey "eğri" gereğidir. Fizikçiler hareketi kuvvet aracılık gerektiğini inancını vazgeçti.
Elektromanyetik, güçlü ve zayıf etkileşimler olan davranışları kuantum mekaniğinden modellenmiştir. Kuantum mekaniğinin olası sonuçlardaki tahmini başarısı için, bir tarlada parçacık fiziği geleneksel modeller KY olaylar özel görelilik, tamamen göreli kuantum alan teorisi olarak ayarlanmış. Kuvvet parçacıkları denilen göstergesi bozonlar kuvvet taşıyıcıları veya altta yatan alanlar-haberci parçacıkları madde parçacıklarının, denilen fermiyonlar ile etkileşim halindedir. Gündelik hayattaki atamolar üç farklı ferminyon tipinden oluşmuştur. Yukarı kuark aşağı kuark ve atomun çekirdeğinden oluşur. Atomlar emici ve fotonları yayan kendi elektronların arasında elektromanyetik etkileşimler yoluyla, form molekülleri ve tezahür başka özellikleri ile etkileşim halindedir.,hareket potansiyel olarak sonsuz mesafe engelsiz ise elektromanyetik alanın kuvvet taşıyıcı. Elektromanyetizmanın kuantum alan teorisindeki kuantum elektrodinamiktir.
Elektromanyetik etkileşim olan kuvvet taşıyıcıları elektrozayıf teori (EWT) 'de ufacık mesafe traversing W ve Z bozonları, olan zayıf etkileşim ile modellenmiştir. Elektrozayıf etkileşim tahminlere Big Bang sonrasında en kısa sürede böylesine yüksek sıcaklıklarda çalışır, ancak, erken evren soğutmalı olarak, elektromanyetik ve zayıf etkileşimler bölünmüş olacaktır. Kimin kuvvet taşıyıcı kuarklar arasında ufacık mesafe kateden gluon olduğu güçlü etkileşim, kuantum renk (QCD) modellenmiştir. EWT, QCD ve Higgs alanı, bazı kuantum parçacıkları ile etkileşime ve böylece kütle ile bu parçacıklar bağışlamak parçacık fiziğinin Standart Modeli (SM) oluşturan Higgs bozonların yoğunlaşmasını tezahür sayede Higgs mekanizması. Böyle pertürbasyon teorisi, bazı deneysel gözlemlerini modellemek için yetersiz olmasına rağmen tahminler genellikle kullanılan hesaplama yaklaşım yöntemleri kullanılarak yapılır (örneğin bağlı devletler ve solitonlar için.) Yine de, fizikçiler yaygın Standart Model kabul bilimin en deneysel olarak doğrulanmıştır teorisi gibi.
Standart Modelin Ötesinde, bazı kuramcılar Grand Unified Theory (GUT) içinde elektrozayıf ve güçlü etkileşimleri birleştirmek için çalışıyoruz. Guts bazı girişimleri "gölge" parçacıklar, hipotez şekilde keşfedilmemiş bir kuvvet parçacık |
ve tersi ile bilinen her türlü mesele parçacık ortakları, tamamen süpersimetri (SUSY). Diğer teorisyenler kendi varsayımsal kuvvet taşıyıcı, gravitonlardır modelleme davranışı ile yerçekimi alanı nicemlemek ve kuantum yerçekimi (QG) elde etmek için çalışırlar. QG bir yaklaşım kuantum çekim döngüsü (LQG) 'dir. Yine de diğer teorisyenler Everything (TEP) bir Teorisine dört temel etkileşimleri azaltarak, tek çerçevesinde QG ve GUT hem arıyorlar. Mesele parçacıkları modellemek için her ne kadar bir ayak en yaygın amacı sicim teorisi, bu zorlamak için SUSY ekledi parçacıkları-ve böylece, kesinlikle konuşma, süper sicim teorisi oldu. Çoklu, görünüşte farklı süper sicim teorileri bir omurga, M-teorisi üzerine birleştirildi. Standart Model ötesinde Teorileri harika deneysel destekten yoksun, son derece spekülatif kalır.
Temel etkileşimlerin kavramsal modelde, mesele 1/2 (ħ indirgenmiş Planck sabiti ħ/2 ± içsel açısal momentum) ± ücretleri ve spin denilen özellikleri taşıyan fermiyonların oluşur. Onlar çekmek veya bozonların yoğunlaşmasını alışverişinde birbirlerini iterler.
Pertürbasyon teorisi fermiyonların herhangi bir çift etkileşimi daha sonra bu şekilde modellenebilir:
İki fermiyonlar çıkmak değişti → İki fermiyonlar bozon değişimiyle → etkileşimi gidin.
Bozonları değişimi her zaman böylece onların hızını ve yönünü değiştirerek, fermiyonlar arasındaki enerji ve momentum taşır. Değişimi, aynı zamanda (örneğin, başka Fermiyon türünden diğerine bunları açmak) sürecinde fermiyonların ücretleri değişen fermiyonlar arasında bir ücret taşıma olabilir. Bozonlar açısal momentumun bir birim taşımak beri, fermiyonlar (azaltılmış Planck sabiti biriminde) yönünde böyle bir değişimi sırasında + 1/2 -1/2 (ya da tersi) çevirmek olacaktır dönerler.
Fermiyonlar bir etkileşim sonucu çekme ve birbirlerini iten için, "etkileşim" terimi, daha büyük bir güçtür.
Mevcut anlayışa göre, dört temel etkileşimler ya da güçler vardır: yerçekimi, elektromanyetizma, zayıf etkileşim ve güçlü etkileşim. Aşağıdaki tabloda açıklandığı gibi Onların büyüklüğü ve davranışları, büyük ölçüde değişir. Modern fizik bu temel etkileşimler her gözlenen fiziksel olguyu açıklamak için çalışır. Ayrıca, farklı etkileşim türlerinin sayısının azaltılması arzu olarak görülmektedir. Noktasında iki olgu birleştirilmesi şunlardır:
Elektromanyetizma içine elektrik ve manyetik kuvvet;
Elektromanyetik etkileşim ve elektrozayıf etkileşim içine zayıf etkileşim; aşağıya bak.
Hem büyüklüğü ("göreli gücü") ve "menzil", tabloda verilen, sadece oldukça karmaşık kuramsal çerçevede anlamlıdır. Aynı zamanda, aşağıdaki tabloda halen devam araştırma konusu olan kavramsal Şema özelliklerini listeler not edilmelidir.
Modern (tedirgemeli) yerçekimi dışındaki temel kuvvetlerin kuantum mekaniksel bakış madde parçacıkları (fermiyonlar) doğrudan etkileşim sanal parçacıklar (gösterge bozonları), birbirleri ile etkileşim, ama yerine bir yük taşıyan ve döviz kalmamasıdır taşıyıcılar veya kuvvet arabulucular. Örneğin, fotonlar elektrik yüklerinin etkileşimi aracılık ve gluonlar renk ücretleri etkileşimini aracılık eder.
Gravitasyon arayla dört etkileşim zayıf olduğunu. Yerçekiminin zayıflığı kolayca (örneğin, bir soğutma cihazı mıknatıs gibi), basit bir mıknatıs kullanılarak bir iğne süspansiyon ile gösterilebilir. Mıknatıs, tüm Dünya'nın çekim kuvvetine karşı pimi tutun yapabiliyor.
Yine yerçekimi makroskopik nesnelerin ve aşağıdaki nedenlerle makroskopik mesafelerde çok önemlidir. Gravitasyon:
-Kütle, enerji ve / veya ivme sahip tüm parçacıklar üzerinde hareket tek etkileşim
-Elektromanyetizma gibi, sonsuz bir dizi var ama güçlü ve zayıf etkileşim aksine
-Absorbe dönüştürülmüş, ya da karşı korumalı olamaz
-Daima çeker ve iter asla
Elektromanyetizma yerçekimi çok daha güçlü olsa da, elektrostatik çekim örneğin organlar proton ve elektronlardan eşit sayı içeren ve böylece sıfır net elektrik yükü vardır çünkü gezegenler, yıldızlar, galaksiler ve, gibi büyük gök cisimleri için geçerli değildir. Çekici veya itici olabilir elektrik güçleri aksine, sadece çekici olduğundan hiçbir şey yerçekimi "iptal". Öte yandan, kütleye sahip olan tüm nesnelerin sadece çeken çekim kuvveti, tabidir. Bu nedenle, sadece evrenin büyük ölçekli yapısı üzerinde konularda yerçekiminin.
Yerçekimi uzun menzilli galaksiler, kara deliklerin yapısı gibi büyük ölçekli olayların için sorumlu yapar ve evrenin genişlemesini geciktirir. [Kaynak belirtilmeli] Gravitasyon aynı zamanda gezegen yörüngeleri gibi daha mütevazı ölçeklerde astronomik fenomenleri açıklıyor yanı gündelik deneyim olarak: sonbahar nesneleri; onlar yere yapıştırılmış sanki ağır nesneler hareket ve hayvanların sadece bu kadar yüksek atlayabilir.
Gravitasyon matematiksel tarif edilecek ilk etkileşim oldu. Antik çağda, Aristoteles, farklı kitlelerin nesneler farklı oranlarda düşmesi varsaydık. Bilimsel Devrimi sırasında, Galileo Galilei deneysel bu davayı değildi tespit - bir atmosfer varsa hava direnci nedeniyle sürtünme ihmal ve kaldırma kuvvetleri (örneğin su dolu balon vs düştü hava dolu balon durumda) tüm nesneler aynı oranda Dünya'ya doğru hızlandırmak. (1687) Evrensel Çekim Isaac Newton kanunu çekim davranış iyi bir yaklaşım oldu. Kütleçekim Bizim bugünkü anlayış 1915 Görecelik Albert Einstein'ın Genel Teorisi kaynaklanıyor, uzay geometrisi açısından çekim açıklaması (özellikle kozmolojik kitleler ve mesafeler için), daha doğru bir.
Kuantum yerçekimi daha genel bir teori haline genel görelilik ve kuantum mekaniği (ya da kuantum alan teorisi) birleştiriliyor aktif bir araştırma alanıdır. Bu yerçekimi graviton denen bir kütlesiz spin-2 parçacık aracılık ettiğini varsayılmaktadır.
Genel görelilik deneysel küçük ölçeklerde ama üzerinde (en azından zayıf alanlar İçin) teyit edilmiş olmasına rağmen, yerçekimi rakip teoriler vardır. Fizik topluluğu tarafından ciddiye alınması olanlar hepsi bazı limiti genel görelilik azaltmak ve gözlemsel çalışmanın odak mümkündür genel görelilik itibaren neler sapmalar sınırlandırmaları kurmaktır.
Yerçekimi kuvveti çok zayıf neden Önerilen ekstra boyutlar açıklayabilir.
Elektromanyetizma ve zayıf etkileşim de günlük düşük enerjiler çok farklı olduğu görülmektedir. Onlar iki farklı teorileri kullanılarak modellenebilir. Ancak, birleşme enerjisi üzerinde, 100 GeV mertebesinde, tek bir elektrozayıf yürürlüğe birleştirme olacaktır. Elektrozayıf teori özellikle evrenin gelişti nasıl modern kozmoloji için çok önemlidir. Kısa bir süre Big Bang'den sonra, sıcaklık 10 üzeri15 K. Elektromanyetik kuvvet üzerinde yaklaşık oldu ve zayıf kuvvet kombine elektrozayıf yürürlüğe birleştirilmiştir olmasıdır. Temel parçacıklar arasındaki zayıf ve elektromanyetik etkileşime birleşmesi katkılarından dolayı, Abdus Salam, Sheldon Glashow ve Steven Weinberg, 1979 yılında Nobel Fizik Ödülü verildi.
Elektromanyetizma elektrik yüklü parçacıklar arasındaki hareket güçtür. Bu olgu, istirahat yüklü parçacıklar arasında hareket eden elektrostatik kuvvet ve birbirlerine göre hareket yüklü parçacıklar arasında hareket eden elektrik ve manyetik güçlere kombine etkisini de içermektedir.
Elektromanyetizma yerçekimi gibi değişmekteydi-sonsuz, ama çok güçlüdür ve bu nedenle böyle bir sürtünme, gökkuşağı, yıldırım gibi günlük deneyimin makroskopik olayların bir dizi ve televizyon, lazerler ve bilgisayar gibi elektrik akımını kullanarak insan yapımı cihazların anlatılmaktadır. Elektromanyetizma temelde tüm kimyasal bağ da dahil olmak üzere tüm makroskopik ve birçok atom seviyeleri, kimyasal elementlerin özelliklerini belirler.
Elektriksel ve manyetik olaylar çok eski zamanlardan beri gözlenmiştir, ancak yalnızca bu elektrik ve manyetizma aynı temel etkileşim iki yönü olduğu keşfedilmiştir 19. yüzyılda oldu. 1864 olarak, Maxwell denklemleri titizlikle bu birleşik etkileşimi miktarı almıştı. Vektör analizi kullanılarak yeniden Maxwell'in kuramı, en teknolojik amaçlar için uygun elektromanyetizmanın klasik teori vardır.
(Alışıldığı harfi "c" ile açıklanmıştır) bir ışığın boşluktaki sabit hız özel görelilik teorisi ile tutarlı Maxwell denklemlerinden, elde edilebilir. Işığın hızı ne olursa olsun gözlemci hareket ne kadar hızlı sabittir gözlem akar ancak özel Einstein'ın görelilik teorisi 1905, Maxwell denklemlerinin ima teorik sonuç doğası üzerine çok elektromanyetizma ötesinde derin etkileri vardır olduğunu gösterdi zaman ve uzay.
Klasik elektro-manyetizma ayrıldı başka çalışmada, Einstein da o ışık şimdi fotonları diyoruz quanta, iletilen edildi hipotez ile fotoelektrik etkiyi açıkladı. 1927 civarında başlayarak, Paul Dirac elektromanyetizmanın göreli teorisiyle kuantum mekaniğini birleştirdi. Şimdi kuantum elektrodinamiğinin, elektromanyetizma revize teorisi denilen bu teori, tamamlanan Richard Feynman, Freeman Dyson, Julian Schwinger ve Siniçiro Tomonaga tarafından 1940'larda ileri çalışmalar. Kuantum elektrodinamik ve kuantum mekaniği gibi elektrikle yüklü parçacıkların belli bir yüzdesi, klasik elektromanyetik teori altında imkansız olurdu şekillerde hareket hangi kuantum tünelleme gibi elektromanyetik davranışlarının teorik bir temel sağlamak, bu tür için transistörler gibi günlük elektronik cihazlar için gerekli olan işlevidir
Zayıf etkileşim ya da zayıf nükleer kuvvet gibi beta bozunumu gibi bazı nükleer olayların sorumludur. Elektromanyetizma ve zayıf kuvvet artık birleşik elektrozayıf etkileşim iki yönü olduğu anlaşılmaktadır - Bu keşif Standart Model olarak bilinen birleşik teori doğru ilk adım oldu. Elektrozayıf etkileşim teorisi, zayıf kuvvet taşıyıcıları W ve Z bozonları denilen büyük göstergesi bozonları vardır. Zayıf etkileşim parite korumak değil sadece bilinen etkileşim; bu sol-sağ bir asimetrik. Zayıf etkileşim bile CP simetrisini ihlal ama CPT tasarrufu yok.
Güçlü etkileşim, ya da güçlü nükleer kuvvet, esas olarak, çünkü o mesafeye göre değişir şekilde, en karmaşık etkileşimdir. 10 femtometers daha büyük mesafelerde, güçlü kuvvet pratik gözlenemeyen olduğunu. Ayrıca, sadece atom çekirdeğinin içinde tutar.
Çekirdek 1908 y |
ılında keşfedildi sonra, yeni bir güç pozitif yüklü protonlar elektrostatik itme, elektromanyetizma bir tezahürü, üstesinden gelmek için gerekli olduğunu açıktı. Aksi takdirde, çekirdek var olamaz. Ayrıca, kuvvet, tüm atom bunun 10-15 bir hacme protonları sıkmak için yeterince güçlü olması gerekiyordu. Bu kuvvetin kısa mesafeden, Hideki Yukava kimin kitle yaklaşık 100 MeV olan büyük bir parçacık ile ilişkili olduğunu öngördü.
Parçacık fiziğinin modern çağın başlattı pion 1947 keşif. Hadronların Yüzlerce 1960 1940'lardan keşfedildi ve hadronların son derece karmaşık bir teori olarak güçlü etkileşim parçacıkların geliştirilmiştir. Özellikle:
Cular vakum kondensatlarının salınımlar olduğu anlaşılmıştır;
Jun John Sakurai rho ve omega vektör bozonları taşıyan güç olarak öne
isospin ve hypercharge yaklaşık simetrileri için parçacıklar;
Geoffrey Edward K. Burdett ve Steven Frautschi dizeleri titreşim ve dönme zorlamalara olarak anlaşılabilir ailelerine ağır hadronlar gruplandırılmış, çiğneyin.
Bu yaklaşımların her biri derin anlayışlar sunulan iken, hiçbir yaklaşım temel bir teoriye yol açtı.
George Zweig ile birlikte Murray Gell-Mann ilk 1960'lar boyunca 1961 yılında kuark ücret fraksiyonel önerdi, kuarkların etkileşimleri basit modeller olarak kuantum renk (QCD) modern temel teorisine benzer farklı yazarlar kabul teorileri. QCD ve gluonlar hipotezini ilk kuark renk yükü tanıttı ve bir kuvvet taşıyan alanla ilişkili olabileceği varsayımında Moo-Young Han ve Yoichiro Nambu idi. O zaman, ancak böyle bir model kalıcı kuark sınırlandırmak nasıl görmek zor oldu. Kuarklar fraksiyonel sadece ortalama tahsil edildi, böylece Han ve Nambu ayrıca, her kuark rengin bir tam sayı elektrik yükü atanır ve onların modeli kuarklar kalıcı sınırlı beklemiyorduk.
1971 yılında, Murray Gell-Mann ve Harald Fritzsch Han / Nambu renk ayar alanı Kesirli yüklü kuarkların kısa mesafeli etkileşimler doğru teori olduğunu önerdi. Bir süre sonra, David Gross, Frank Wilczek, ve David Politzer, bu teori onları deneysel kanıt ile temas kurmaya izin asimptotik özgürlük özelliği olduğunu keşfetti. Onlar QCD tüm mesafe ölçeklerinde doğru güçlü etkileşimlerin tam teorisi, olduğu sonucuna vardı. Bu kuarklar kalıcı sınırlı ise güçlü etkileşimlerin bile uzun mesafeli özellikleri deneyi ile tutarlı olabilir netleşti beri asimptotik özgürlük keşif QCD kabul etmek çoğu fizikçileri açtı.
Kuarklar sınırlı olduğunu varsayarsak, Mikhail Shifman, Arkady Vainshtein ve Sevgililer Zakharov vakum açıklamak için sadece birkaç ekstra parametreler ile doğrudan QCD birçok alçak hadronların özelliklerini hesaplamak başardık. 1980 yılında, Kenneth G. Wilson QCD kuark sınırlandırmak edeceğini, kesin eşdeğer bir güven düzeyine kurulması, QCD ilk ilkelerine dayanan bilgisayar hesaplamaları yayınladı. O zamandan beri, QCD güçlü etkileşim kurulan teori olmuştur.
QCD Gluonlar adlandırılan 8 foton gibi parçacıklar vasıtasıyla etkileşim Kesirli yüklü kuarkların bir teoridir. Gluonlar dizeleri içine kuvvet .birleştirecek birbirleri ile, kuarklar ile ve uzun mesafelerde sadece satırları etkileşim. Bu şekilde, QCD matematiksel teorisi kuarklar daha uzun mesafeler boyunca tezahür Chew ve Frautschi tarafından keşfedilen, kısa mesafelerde değil, aynı zamanda dize benzeri davranış, üzerinde nasıl etkileşimde açıklıyor sadece.
Çok sayıda teorik çabalar elektrozayıf birleşme modeline varolan dört temel etkileşimleri sistematize yapılmıştır.
Büyük Unified Teorileri (bağırsaklar) yerçekimi dışındaki temel etkileşimleri, tüm, düşük enerji seviyelerinde yıkmak simetrileri ile tek bir etkileşimden ortaya göstermek için önerileri vardır. Guts SM ilgisiz olan doğa sabitleri arasındaki ilişkiyi tahmin. Bağırsaklar da, elektromanyetik, zayıf ve güçlü kuvvetler supersymmetric teorilerine 1991 Büyük Elektron-Pozitron Çarpıştırıcısı doğrulanmadı bir tahminin göreli güçlü için ölçü bağlama birleşmeyi tahmin.
Sicim teorisi, döngü kuantum yerçekimi ve twistor teorisi içerir hiçbir kuantum yerçekimi kuramları, geniş kabul garantiledi çünkü kuantum yerçekimi teorisi ile bağırsaklar entegre her şeyi Teorileri, daha büyük bir bariyer karşı karşıyadır. Diğerleri, döngü kuantum yerçekimi gibi, uzay-zaman kendisi buna bir kuantum yönü olabileceği ihtimalini vurgulamak Bazı teoriler, kuvvet taşıyan parçacıkların Standart Model listesini tamamlamak çekimsel arayın.
Standart Model ötesinde bazı teoriler varsayımsal beşinci kuvvet içerir, ve böyle bir kuvvet için arama fizik deneysel araştırmaların devam eden bir hattır. Süpersimetrik teorileri ise, sadece süpersimetri kırma etkileri ve yeni güçler arabuluculuk yapabilirsiniz modüllerine olarak bilinen bu parçacıkların, aracılığıyla kitleleri kazanmak parçacıklar vardır. Yeni güçlere bakmak için başka bir nedeni genel görelilik diğer modifikasyonlar muhtemelen sıfırdan farklı bir kozmolojik sabit açıklamak ve bir ihtiyacı doğuran, (aynı zamanda karanlık enerji olarak da bilinir) evrenin genişlemesi hızlandırıyor son keşif olduğunu. Beşinci güçler aynı zamanda CP ihlalleri, karanlık madde, karanlık ve akış olarak olayları açıklamak için ileri sürülmüştür.
Fütürizm
Fütürizm (Gelecekçilik), 20. yüzyılın başlarında (özellikle 1909 ile 1920 arasında) İtalya'da ortaya çıkmış, modern sanat ve toplumsal hareketlerin akımıdır.
Fütürizm akımını takip edenler her türlü sanat alanında; özellikle resim, heykel, seramik, grafik tasarım, iç mimarlık, sanayi ürünleri tasarımı, edebiyat, müzik, tiyatro, film, tekstil, moda, mimarlık ve gastronomi alanında eserler vermişlerdir.
Genel olarak fütürizm, büyük bir İtalyan fenomenidir. İtalyan fütüristlerinin başında gelen sanatçılar, Filippo Tommaso Marinetti, Umberto Boccioni, Carlo Carrà, Gino Severini, Giacomo Balla, Antonio Sant'Elia, Bruno Munarı, Benedetta Cappa ve Luigi Russolo'dur; ancak o dönemde, başta Rusya'da Natalia Göncharova, Velimir Hlebnikov, İgor Severyanin, David Burliuk, Aleksei Kruenykh, Vladimir Mayakovski, Portekiz'de Almada Negreiro, İngiltere'de Vortisizm gibi daha birçok ülkede, fütürizme paralel yönde sanat hareketleri ortaya çıkmıştır.
Bu akımın temel amaçları; geçmişteki estetik değerleri ve gelenekleri bütünüyle reddetmek, dünyanın geleceğinin "Modernlik" olduğunu savunmak, ülkeleri (özellikle İtalya'yı) geçmişin ağırlığından ayırıp modernleştirmek ve özellikle "Şehirleşmiş Medeniyet", "Makineleşme" ve "Sürat" kavramlarını toplumsal hayatta bir temel hale getirmektir.
Fütürizm akımın öncüsü ve şefi; İtalyan şair, romancı, oyun yazarı ve yayın yönetmeni Filippo Tommaso Marinetti, fütürizmin kurucusu olarak "İ manifesti del futurismo" veya "Manifesto Futurisita" (Fütürizm Bildirisi)'ni hazırlayarak yayımladı. Bu bildiri; ilk defa 5 Şubat 1909'da, "La Gazzetta dell'Emilia" gazetesinde, daha sonra Fransızcaya çevrilerek, 20 Şubat 1909'da Fransız günlük gazete olan "Le Figaro"da yayımlandı.
Marinetti, 1909’da yayımladığı "Fütürizm Bildirisi" 'nde, fütüristlerin büyük bir hırsla eski olan her şeyden, özellikle siyasi ve artistik geleneklerden nefret ettiğini bildirdi. ""Geçmişle hiç ilgimiz olmamasını istemekteyiz."" diyerek, geçmişi bütünüyle reddettiğini belirten fütüristler, geçmişi özleyip geçmişi tekrarlama ve geçmişi taklit etme inançlarına tümüyle karşı çıkmaktaydı. Fütüristler, ""Müzeleri, kütüphaneleri yerle bir ederek, ahlakçılık, feminizm ve bütün yararcı korkaklıklarla savaşacağız."" söyleminde bulundu. Fütüristler, söylemleri her ne kadar cesaret ve deliliğe yaklaşırcasına şiddet içerse bile, orijinalliği her zaman tercih edeceklerini bildirdi. Fütürizme atıfta bulunan bildiri "Biz genç ve güçlüyüz!" mesajı vermekteydi. Güzel sanatlar tarihçilerinin ve günümüz sanat eleştirmenlerinin işe yaramaz bir düşünce yapısına sahip olduklarını, onlara önem verilmemesi gerektiğini belirttiler. Güzel sanatlarda "İyiyi ve güzeli seçmek için" kullanılan "harmoni", "İyi şahsi yargılama ile yakışık olma" prensiplerine karşı isyan ettiklerini açıklayarak, kendilerinden önce ortaya çıkmış olan güzel sanatlar eserlerin, temalarının ve konularının bir tarafa atılmasını isterken, fütüristler bilimi ve teknolojiyi yüceltmekteydi.
Marinetti, fütüristlerin sürat, gençlik ve şiddete hayran olduklarını ifade ederken, modern teknolojik araçların, otomobil ve uçak ile sanayi şehrinin, insanlığın doğaya karşı zaferini gösterdiğini savundu. Süratin üstünlüğünü iddia eden Marinetti, bir yarış otomobilinin, klasik antik Yunan Semadirek Kanatlı Zaferi heykelinden daha güzel olduğunu belirtti. Buna ek olarak:
"Mutlak içinde yaşıyoruz, çünkü her yerde hazır ve nazır olan edebi sürati biz yarattık."
demiştir. Oldukça koyu bir milliyetçi olan fütüristler, aynı bildiride yer alan "Biz dünyadaki gerçekten sağlıklı tek şeyi, yani savaşa ve ölüme götüren güzel düşünceleri yüceltiyoruz." sözleri, siyasal alanda o dönemde gelişen faşizmden yana bir tavır sergilediklerinin açık göstergesiydi.
Marinetti'nin ilk fütürist bildirisinden sonra fütüristler, (sıklıkla Marinetti'ye danışarak) değişik konularda bildiriler yazıp yayımlamaya devam etti. Bildiri yazmak ve yayımlamak, Fütürizm akımının önemli bir ögesi haline geldi. Fütüristler; resim, mimarlık, din, giyim-kuşam ve hatta yiyecekler hakkındaki şahsi fikirlerini açıklayarak, bildiriler halinde ilan etti.
Fütürizmin kurulmasına öncü olan bildiri, sanatçıların takip edebilecekleri bir pozitif artistik program patikası içermekteydi. Bu eksikliği kapatmak için İtalyan fütürist ressamlar ve Marinetti 1914 yılında "Fütürist Resim İçin Teknik Bildiri" adını verdikleri yeni bir bildiri yayımladı. Bildiride fütürist ressamlar, kendilerini resim ile doğrudan doğruya temsil edilen "Evrensel Dinamizm" prensibine adadılar. Bu bildiri, "Evrensel Dinamizm" prensibinin temelini şu şekilde açıklamaktadır:
"Gerçekte bulunan nesneler birbirlerinden ve etrafındaki çevrelerden ayrılmış değildir ve resim, bu birliği yansıtmalıdır. Bir resmin konusu olarak, hareket halinde bir otobüs, bunun içinde resmin konusunun esas aktörü olan bir kişi ve bu esas aktör kişi ile birlikte otobüs içi |
nde 16 kişi bulunduğunu düşünelim. Önce sadece otobüs içindeki kişilere dikkatimizi teksif edelim. Dikkatimiz teksif ettiğimiz kişiler için dinamik duruma bakarsak, her bir kişi tek sıra ile ve aynı zamanda birinci, ikinci ya da on altıncı olabilir; ama bu sıra statik değildir. Dinamik bir durumda her bir kişi hareket edip sıra numarası değiştirebilir ve resim bu dinamik değişme olasılığını ihtiva etmelidir. Bu dinamik ele alış da, dinamik süreci tasvir etmeye yeterli değildir. Otobüs hareket halinde olduğu için, yol kenarındaki evler arasındaki hareket dinamik değişme halindedir. Evlerin kenarından geçerken otobüsle birlikte harekete geçip sanki kendilerini fırlatıp otobüsle birleşir. Bu dinamizm de resimde tasvir edilmelidir. "
Fütürist ressamlar ilk başta kendine has temalar, konular ve stiller bulup kullanmakta yavaş davrandı. 1910 ve 1911 yıllarında, Giovanni Segantini ile takipçileri "Bölücülük Tekniği (divisionism veya kromoluminarzim)" adı verilen bir teknik kullanarak, ışık ve renkleri noktalar ve küçük yollu çizgiler ile bir saha yüzeyi içinde ifade etmeyi denediler.
Bu teknik, sonradan Paris'te yaşayan ve oradaki avangart kübizm akımı ile ilişkileri olan Gino Severini tarafından eleştirildi. Gino Severini, kullanılan "bölücülük" tekniklerinin, stilinin ve yönteminin fütüristik modern prensiplerin gerektirdiğini, gerçekteki enerji ve dinamizmi kapsayacak bir teknik ve teorik güçte olmadığını ve bu tekniklerinin fütürizmin gerektirdiği geleceğe doğru dinamik bir bakım olmayıp, geriye bakış araçları olduğunu iddia etti. Gino Severini, resimde enerji ve dinamizmin kübizm akımı için geliştirilen teknikler ile ifade edilebileceğini savundu. 1911'de Paris'e gidip kübizm düşünce ve tekniklerini yakından inceleyip gören fütürist İtalyan ressamlar da bu akımın bir resimde bulunması gereken dinamik enerjiyi analiz edebileceğini ve dinamizmin böylece resim sanatı ile ifade edilebileceğini kabul etti. Böylece "kübo-fütürizm" adı verilen yeni bir fütürist resim akımı ortaya çıkarıldı.
İtalyan fütürist ressamlar birçok kez modern şehir manzaralarını resimlerine geçirdiler. Carlo Carrà'nin hazırladığı "Anarşist Galli'nin Cenaze Töreni" (1910–11) adlı tablosu büyük bir tuval üzerine yapılmış olup, ressamın 1904 yılında bizzat şahit olduğu olayları temsil etmektedir. Polisin gösteri düzenleyen halka müdahale etmesi ve çıkan arbedeler, diyagonal doğrular ve kırık yüzeyler, enerjik bir şekilde ifade edilmiştir.
Carlo Carra'nın "Tiyatro'dan Dönüş" (1910-1911) adlı tablosunda ise bir "Bölücülük" tekniği kullanmaktadır. Geceleyin sönük sokak lambalarının ışığı altında tiyatrodan evlerine gidenler, birbirinden ayrı ve yüzlerinin detayları görünmeyen figürlerden oluşmaktadır.
I.Dünya Savaşı'nın başlangıcı, İtalyan fütürizm akımının sona erdiği gerçeğini sakladı. 1914'dün sonunda Floransa Grubu, fütürist akımdan formel olarak ayrıldıklarını ilan etmişti. Boccioni askere alındıktan sonra tek bir savaş tablosu hazırlayıp sergiledi. 1916 yılında ise, savaş sırasında hayatını kaybetti. Gino Severini'de askere gidip 1915 tarihinde önemli savaş tabloları (örneğin "Muharebe", "Zırhlı Tren" ve "Kızıl Haç Treni") hazırladı. Ancak Paris'e döndüğünde, buradaki Fütüristlerin çoğunun kübizm akımına katılmış olduğunu gördü ve onlara katıldı. Diğer taraftan, savaştan sonra İtalyan ressamların çoğu da avangart modern sanat eğilimlerini geride bırakıp "Ritorno all'ordine" (Eski Düzene Dönüş) adı verilen geleneksel resim sanatına dönüşü kabul eden akıma katıldı.
Marinetti, savaş sonunda Fütürizm akımını yenileme gayretine geçti. Onun 1. Dünya Savaşı sonrası çabalarına, 1960'lı yılların sanat tarihçileri Il 'Secondo Futurismo (İkinci Fütürizm) adını vermişlerdir. Giovanni Lista adlı sanat tarihçisinin ortaya attığı bir teorik tarihsel analizde ise fütürizm akımı 10 yıllık bölümlere ayrılıp incelenmektedir. Birinci on yıllık bölüme "Palastik Fütürizm"; 1920'li yıllardaki ikinci on yıllık bölüme "Mekanik Sanat" ve 1930'lu yıllardaki üçüncü on yıllık bölümüne ise "Uçakresim" (Aeropittura) akımı adı verilmiştir.
Fütürizm'in kurucusu Marinetti, Avrupa’da birçok yazarı etkiledi.
Rusya’da Velemir Hlebinikov ve Mayakovski fütürizme yöneldi. Rus fütüristlerin her biri kendi bildirgelerini yayınladı; ancak Puşkin, Tolstoy ve Dostoyevski bunu reddetti. Şiirde sokak dilinin kullanılması istendi. 1917 Ekim Devriminden sonra da fütürizm akım güçlendi. Mayakovski’nin ölümüne kadar etkisini sürdürdü.
İtalya'daki fütürizm akımına uyan ilk şiir antolojisi 1912’de yayımlandı. Fütürizm, faşizm ile özdeşleşti ve 1920’lerin ortalarına doğru etkisini yitirdi. Eserlerinde mantıklı cümleler kurmayı reddeden fütüristlerin parolası, "Sözcüklere Özgürlük"tü. Ezra Pound, D. H. Lawrence ve Giovanni Papini de bu akımdan etkilenen yazarlardır.
Kübo-Fütürizm, (Rusça:Budetlyanstvo) diğer adıyla Rus Fütürizmi, 1913 yılından itibaren Rusya'da Kübizm'e etki eden ve geliştiren, Rus fütürizminin temel okuludur.
Kübo-Fütürizm, Kübizmin formları ve Fütürizmin dinamikliğini esas almıştır. Kazimir Malevich, Kübo-Fütürizm tarzını geliştiren kişidir. Bu tarz, 1912 yılında imzalanan ve 1913 yılında yapıldığı bilinen "The Knife Grinder" (Bıçak Bileyici) adlı eserinde görülebilir. Ancak Kazimir Malevich, Süprematizm olarak adlandırılan ve objektif olmayan bir tarz benimseyerek bu tarzı reddetmiştir.
İtalyan fütürist ve Mimar Antonio Sant'Elia, modernlik üzerine geliştirdiği mimarlık fikir ve projelerini "La Citta Nuova" (Yeni Şehir) adlı eserinde ortaya koymuş; fakat bu projelerin hiçbiri gerçekleşmeden I. Dünya Savaşı sırasında yaşamını yitirmiştir. Sant'Elia tarafından ortaya atılan fikirler ise, kendinden sonra yetişen mimar ve sanatkarları etkileyip, onlar için bir kılavuz olmuştur.
Sant'Elia'ya göre "Şehir", fütürist hayatın dinamizminin gerçekleşip yansıdığı bir arka ekrandır. Kırsal alanların yerini almış, heyecan verici, modern, dinamik hayatın oynandığı bir mizansendir. Sant'Elia'nin öngördüğü "Şehir" kavramı, süratle gelişen bir makine gibiydi. "Şehir" projesi için hazırladığı eskizlerde Sant'Elia, ışığın ve gerçek objelerin şekillerinin sanki birer heykel gibi olduğunu vurgulamaktadır. Barok stili kavisleri ve yapıları kalınca bir tabaka gibi süsleyen süs unsurlarını yapıların duvarlarından kaldırarak, yapıların esas formlarını oluşturan çizgisel şekillerin, o zamana kadar eşi benzeri görülmemiş şekilde, en basite indirilmiş bir halde açığa çıkarılmasını öngörmekteydi. Bu yeni şehirde, hayatın her açısı rasyonalize edilecek ve her yapı büyük bir enerji santrali gibi merkezsel bir öğe etrafında toplanacaktı. Şehir ve yapıları uzun zaman ortada kalmak için kalıcı olarak inşa edilmeyecek ve her yeni nesil, kendi görüşlerine uygun yeni şehir inşa edecekti. Böylelikle mimarlık, geçmişte kalmış yapı eserlerine bağlı olmayıp geleceğe bakacaktı.
Bu prensiplere uyan İtalya'daki fütürist mimarlar, kendilerine politik olarak yakın hissettikleri faşist mimar ve politikacılar ile zıtlığa düşmekteydi. İtalyan faşistler ve faşist mimarlar, kendilerine mimarlık kılavuzu almak üzere çok geriye bakmaktaydı ve Antik Roma İmparatorluğu'nun klasik estetiğini benimsediklerini açıkça ilan etmişlerdi. Buna rağmen faşistlerin İtalya'yi yönetimi sırasında (1920-1940 döneminde) demir yolu garları, yolcu limanı tesisleri ve postaneler gibi bazı kamusal yapıları fütürist mimarlık prensiplerine uyacak şekilde tasarlayıp inşa etmişlerdir. Bu fütürist mimarlık kalıpları uygulan yapılardan günümüze hala kullanılanlar arasında Angiola Mazzoni tarafından tasarlanmiş Trento Tren Garı, Giovanni Michelucci ve Italo Gamberini'yi ihtiva eden ve de Angiolo Mazzoni'yi danışman olarak dahil olduğu "Gruppo Toscano (Toskana Grubu)" adlı mimarlar grubu tarafından tasarlanan Floransa'nın merkez istasyonu olan "Floransa Santa Maria Novella Tren İstasyonu" bulunmaktadır.
Çayeli
Çayeli, Karadeniz Bölgesinde yer alan Rize'nin bir ilçesi.
Çayeli yerleşiminin Bizans, Trabzon İmparatorluğu ve Osmanlı imparatorluğu dönemlerinde kullanılan tarihi adı "Mapavri" olup, Özhan Öztürk'e göre Lazca mapavri "Efendiler, rahipler" anlamına gelmektedir. Yazar, Bizans döneminde Rumların, Lazlar ve diğer Kafkas halklarıyla etnik doğu sınırı olduğu ve Hıristiyanlık Trabzon üzerinden Kafkasya'ya yayıldığı için böyle isimlendiriliğini iddia etmiştir..
Rize'nin 18 km doğusunda yer alır. Yüzölçümü 473 km’dir. Doğudan Pazar, güneyinden Çamlıhemşin ve İkizdere, batıdan Rize merkez ilçeleri, kuzeyden Karadeniz ile çevrilidir.
Dar kıyı şeridi ve hemen arkasında yükselen, denize paralel sıradağlarıyla tipik bir Doğu Karadeniz kıyı ilçesidir. Büyük bir bölümü, Doğu Karadeniz dağları'nın en yüksek kesimini oluşturan Rize Dağları'yla kaplıdır. Güney ucunda yükselti 2,000 metreyi aşar.
Çayeli ve köylerindeki halk çeşitli Türkmen boylarından (Çepniler, Karamanoğulları) oluşur. Bazı dağlık köylerde ise bölgenin yerli halkı olan Hemşinliler oturur. Çayeli'nden sonraki ilçelerde ise (Pazar, Ardeşen, Fındıklı) Lazca da konuşulur.
İlçe ekonomisinin temeli çay üretimine dayanır. Yörede çay üretimi başlamadan önce ana ürün mısırdı.
Çayeli’nde hem yerleşime, hem de bitkisel üretime elverişli tek alan dar kıyı şerididir. Nüfusun büyük bir bölümü burada toplandığı gibi, çay ekimi de bu kesimde yoğunlaşmıştır. Türkiye’deki çay ekim alanlarının üçte ikisi Rize ilinde, bunun da %18’lik kısmı Çayeli ilçesinin sınırları içindedir.
Maden kasabasında bakır madeni çıkarılıp, işlenmektedir.
Eski çağlarda Kolhis kültür alanında ve eski Lazlar'ın yerleşim bölgesinde bulunan Mapaura, MS 1. yüzyılda Roma İmparatorluğu egemenliğine girdi. 6. yüzyıldaki Laz Savaşları sonucunda, Roma/Bizans İmparatorluğunun Karadeniz sahilindeki en son yerleşim noktası olma özelliğini kazandı. 1204 yılında Bizans imparatorluğunun geçici süreyle dağılması üzerine Trabzon'da kurulan Rum İmparatorluğu döneminde de Mapaura/Mapavri Rum egemenliğinin doğudaki son kalesi olarak kaldı. 1461’de II. Mehmed (Fatih)'in Trabzon devletini Osmanlı topraklarına katması üzerine Türk yönetim |
ine girdi. Bunu izleyen yaklaşık 50 yıl boyunca Mapavri Osmanlı Devleti'nin Karadeniz kıyısındaki sınır noktası idi.
1622’de Abaza korsanlarının saldırısına uğrayarak yağmalandı. Şemsettin Sami, Kamasü’l-Alam’da, Mapavri’den "Trabzon vilayetinin Lazistan sancağının Rize kazasına bağlı bir nahiye" olarak söz eder.
I. Dünya Savaşı sırasında iki yıl süreyle Rus işgali altında kalan yöre 9 Mart 1918’de yeniden Türk idaresine girdi. İlçeyi Rize'ye bağlayan sahil yolu Rus işgali döneminde inşa edildi.
Mapavri 1878’de nahiye 1944’de Çaybaşı adıyla ilçe oldu. Sonradan adı Çayeli olarak değiştirildi. Köy adlarının büyük çoğunluğu Rumcadır; ancak az sayıda Lazca ve Ermenice yer adları da vardır. 20. yüzyıl başlarından önce Türkçe yer adı kaydedilmemiştir.
Yorubalar
Yoruba ('Yorùbá'), bir Afrika ülkesi olan Nijerya'daki en büyük etnik topluluktur. Ülkede yaşayanların %26'sını oluşturmalarının yanı sıra, sayıları Batı Afrika bölgesindeki öteki ülkelerdekilerle birlikte 50 milyona yaklaşır.
Yoruba'ların çoğunluğu Nijerya'nın güneybatısında yaşasalar da, Benin, Togo, Sierra Leone, Küba gibi ülkelerde önemli Yoruba toplulukları yaşar.
Yoruba'ların gelenekleri Amerika devletlerininde Yoruba dini görüşlerine zemin olmuştur.
Orhun Yazıtları
Orhun Yazıtları, Göktürk Yazıtları ya da Köktürk Yazıtları, Türklerin bilinen ilk alfabesi olan Orhun alfabesi ile Göktürkler tarafından yazılmış yapıtlardır. Bu yazıtlar Türkçenin tarihsel süreçteki gramer yapısı ve bu yapının değişimiyle ilgili bilgiler verdiği gibi Türklerin devlet anlayışı ile yönetimi, kültürel öğeleri, komşuları ile soydaşlarıyla olan ilişkileri ve sosyal yaşantısıyla ilgili önemli bilgiler içermektedir.
Bilge Kağan ve Kül Tigin yazıtlarını Yollıg Tigin yazmıştır. Yollığ Tigin aynı zamanda Bilge Kağan'ın yeğenidir. Yazıtlarda bu abidelerin sonsuzluğa kadar kalması temennisi ile "Bengü Taşlar" denmiştir.
Yazıtlar, 1889 yılında Moğolistan’da Orhun Vadisi'nde bulunmuşlardır. Bu yazıtlar II. Göktürk Kağanlığı'na aittir. Yazılış tarihleri MS. 8. yüzyılın başlarına dayanmaktadır. Yazıtlardan Kül Tigin Yazıtı 732 yılında, Bilge Kağan Yazıtı 735 yılında yazılmışlardır.
1893 yılında Danimarkalı dilbilimci Vilhelm Thomsen tarafından, Rus Türkolog Vasili Radlof’un da yardımıyla çözülmüş ve aynı yılın 15 Aralık günü Danimarka Kraliyet Bilimler Akademisi'nde bilim dünyasına açıklanmıştır.
Orhun harfleriyle yazılan yazıtlardan 13. yüzyıl Moğol tarihçisi Alaaddin Ata Melik Cüveynî, Tarih-i Cihan-güşa adlı yapıtında söz etmiştir. Çin kaynakları da yazıtların dikilişini bildirmekteydi. Yine de bu durum 18. ve 19. yüzyıllara kadar bilim dünyasının bilinmeyeni olarak kalmalarına engel olamadı. İlk olarak Rus çarı I. Petro'nun emriyle Sibirya'nın bitki örtüsünü incelemek için görevlendirilen bitki bilimci Daniel Gottlieb Messerschmidt ve kendisine rehber olarak verilen İsveçli tutsak subay Johan von Strahlenberg, 1721 yılında Güney Sibirya'da, Yenisey Irmağı'nın yukarı mecrasında bu yazı ile yazılmış ve Kırgızlara ait oldukları düşünülen mezar taşlarını içeren Yenisey Yazıtları'ndan bir tanesini keşfetti. Bir yıl sonra tutsaklığı son bulan Strahlenberg, İsveç'e dönüşünde bu inceleme ile ilgili izlenimlerini kitap hâline getirip 1730 yılında Stockholm'de yayınladı. Böylece Orhun Yazıtları bilim dünyasının dikkatini çekmiş oldu.
Bu gelişmeye rağmen Sibirya'ya araştırma amacı ile ilk bilimsel heyetler ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru gönderilebilmiştir. Bu ilk heyetler 1887 ile 1888'de Finlandiya'dan Sibirya'ya gönderilen Fin araştırma heyetleri idi. Fin heyetlerinin bu bilimsel gezileri sonucu Yenisey mezar yazıtlarının kopyaları ilk kez olarak yayımlanmıştır. Aynı yıl Rus arkeologlarından Nikolay Mihailoviç Yadrintsev Moğolistan'da, Orhun Irmağı kıyılarında aynı yazı ile yazılmış çok daha büyük iki yazıt buldu. Yadrintsev'in Orhun Yazıtları adı verilen bu iki büyük yazıt ile ilgili eseri 1890 yılında yayımlandı. Moğolistan'daki bu yeni keşif üzerine Axel Olai Heikel başkanlığında bir Fin araştırma heyeti Orhun Irmağı kıyılarına gitti. Fin heyetinin yaptığı bu bilimsel gezi sonunda Orhun Yazıtları'nın mükemmel kopyaları yayımlandı.
Orhun Yazıtları aynı yıl Rusya'da da yayınlandı. Bu ikinci yayın Vasili Radlof'un başkanlığında yapılan Rus bilim heyetinin gezisi sonucu ortaya çıkmıştı.
Orhun Yazıtları'nın Finlandiya'da yayınlanan atlası bu taşlardan birinin üzerinde bulunan Çince yazıtın okunabilen kısımlarının bir çevirisini de içeriyordu. Bu kısa Çince metin hiç şüphesiz bilinmeyen bir yazı ve dille yazılmış olan asıl metnin çeviri olamazdı; fakat bu Çince metin bu iki yazıttan birinin 732 yılında ölen bir Türk prensinin anısına dikilmiş olduğunu haber veriyordu. Böylece, bu yazıtların kimlere ait olduğu ve hangi dilde yazıldığı sorusunu cevaplamış oluyordu. Bu iki yazıt Türklerin atalarından kalma idi; bunlarda kullanılan dil de eski bir Türk lehçesinden başka bir şey olamazdı.
Bu husus, ünlü Danimarkalı dilbilimci Vilhelm Thomsen'in 15 Aralık 1893'te Kopenhag Bilimler Akademisi'nin bir toplantısında Orhun ve Yenisey yazıtlarında kullanılan "runik" yazıyı çözümlediğini bilim dünyasına duyurduğu zaman hiçbir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde aydınlanmıştı. Thomsen'in eski Türk "runik" yazısının çözümü ile ilgili raporu çok geçmeden Danimarka Bilim ve Edebiyat Akademisi bülteninde yayımlandı.
Thomsen'in eski Türk "runik" yazısını çözümü bilim dünyasında, özellikle Türkologlar arasında büyük bir heyecan yaratmıştı. Vasili Radlof, daha 1894 Mart'ında Orhun Yazıtları üzerine hazırlayacağı eserinin ilk kısmı olan "Erste Lieferung"'u yayımladı. Bu eserin ikinci kısmı aynı yılın Mayıs ayında, üçüncü kısmı da 1895'te yayımlanmıştır. Orhun ve Yenisey yazıtlarının bu yayını acele ile hazırlanmış bir eser olduğundan okuma ve açıklama yanlışları ile doludur.
Radlof gibi aceleci davranmayan Thomsen ise iki büyük yazıtını yayınını 1896'da gerçekleştirmiştir. Birinci kısımda eski Türk "runik" yazısı ile yazının sistemi "runik" harfli örneklerle ayrıntılı şekilde incelenmektedir. Bu kısımda ayrıca eski Türk yazısının kökeni sorunu da ele alınmıştır. Eserin ikinci kısmı eski Türk tarihi ile ilgili bir inceleme yazısı ile başlamakta, bundan sonra da iki yazıtın yazı çevrimli metinleri ve Fransızca çevirileri verilmektedir. Metin ve çevirileri, açıklama ve yazıtlarda geçen kelimelerin alfabetik dizini izler. Thomsen'in yayını ayrıca Kül Tigin yazıtındaki Çince yazıtın Edward Harper Parker tarafından yapılmış İngilizce bir çevirisini de içermektedir. Thomsen'in bu başarılı yayını kendisinden sonra Orhun Yazıtları üzerine çalışan bilginler tarafından da örnek alınmıştır.
Radlof, 1897'de yazıtları incelediği eserinin ikinci basımını yayımlamıştır Kül Tigin yazıtının Rusça bir yayını da 1899'da Platon Mihayloviç Melioranski tarafından yapılmıştır. Aynı yıl, Radlof yazıtların yeni basımının ikinci cildini yayımlamıştır. Radlof'un bu eseri F. Klementz tarafından Bain-Tsokto mevkiinde bulunan Tonyukuk yazıtının "runik" harfli metni ile yazı çevrimi ve Almanca çevirisini içerir. Bunları açıklamalar ve sözlük bölümleri izler. Bu eserin devamına ayrıca çok önemli iki inceleme yazısı da eklenmiştir. Bunlar Friedrich Hirth'in ve Wilhelm Barthold'un deneyimlerinde oluşan incelemeleridir.
Türkiye'de Orhun Yazıtları ile ilgili ilk kitap 1924 yılında Türkolog Necib Asım tarafından Osmanlı Türkçesi ile yazılmış ve "Orhun Abideleri" adıyla yayımlanmıştır. Necib Asım bu kitabını Radlof ile Thomsen'in eserlerinden yararlanarak hazırlamıştır. Harf devriminden önce Osmanlı alfabesi ile yayımlanmış olan bu eserin bugün ise ancak tarihî değeri vardır.
Orhun Yazıtları ile ilgili bir kitap Türkiye'de ikinci kez Hüseyin Namık Orkun tarafından yayımlanmıştır. Dört cilt olarak yayımlanan bu eserin birinci cildi Kül Tigin ve Bilge Kağan yazıtlarına ayrılmıştır. Orkun, Thomsen'in yayınını örnek almış, onun daha sonradan yaptığı düzeltmeler ve Kâşgarlı Mahmud'un sözlüğünden yararlanmıştır. Orkun, Thomsen'in bazı okuyuşlarını düzeltmek istemiş ise de bu pek başarılı olamamış, Thomsen'in doğru okuduğu bazı kelimeleri de düzeltmek isterken yeni yanlışlar yapmıştır.
Orhun Yazıtları üzerinde Annemarie von Gabain de incelemelerde bulunmuş, 1941'de yayımlanan ünlü eski Türkçe dilbilgisi antolojisi kısmında Kül Tigin yazıtının metnini yayımlamıştır. Gabain, Kül Tigin yazıtının metnini hazırlarken Thomsen'in 1896'da yayımlanan ilk eserini esas almakla birlikte onun daha sonra yapmış olduğu düzeltmeleri de göz önünde bulundurmuştur.
Orhun Yazıtları Gabain'den sonra Rus Türkolog Sergey Yefimoviç Malov tarafından yayımlanmıştır. Malov, 1951'de yayımlanan eserinde Kül Tigin ve Tonyukuk yazıtlarının "runik" harfli orijinal metinleri ile Kiril harfli yazı çevrimlerini ve Rusça çevirileri vermiştir. Malov, 1959 yılında yayımlanan ikinci eserinde de Küli Çor ve Ongin yazıtları ile birlikte Bilge Kağan yazıtının Kül Tigin yazıtı ile ortak olmayan kısımlarının "runik" harfli metnini, yazı çevrimini ve Rusça çevirisini vermiştir. Malov, Orhun Yazıtları'nın yayınında Thomsen'in ve Radlof'un yayınlarından yararlanmış ve bazı düzeltmeler yapmıştır.
Kül Tigin ve Bilge Kağan yazıtlarının ilk yayınlarından sonra yazıtların türlü yerlerinde farklı okunan ve anlaşılan veya anlaşılmayıp bırakılan kelime ve ibareler üzerine türlü araştırmacılar tarafından incelemeler yayımlanmıştır. Orhun Yazıtları'nın dili üzerine bir gramer denemesi daha Radlof tarafından yapılmıştı. Thomsen'in yayını da gramerle ilgili notlarla gramer ve kelime dizinleri içermektedir. Ancak Kül Tigin ve Bilge Kağan yazıtlarının ilk grameri yine Radlof tarafından hazırlanmıştır.
Orhun Yazıtları'nın belirli bazı kısımları ile ilgili düzeltme denemeleri de Wilhelm Bang tarafından yapılmıştır.
20. yüzyıl başında Karl Foy, Orhun Türkçesi'nde kelimenin kök hecesindeki "ä,e" ve "ı" ünlüleri ve bunların ayırımı ile ilgili önemli bir araştırma yayımlamıştır. 1913'te Thomsen, Yenisey Yazıtları'nda geçen ve ses değeri daha önce bilinmeyen bir "runik" harf (kapali ė ünlüsü |
nü gösteren işaret) üzerine olan makalesini yayımladı. Thomsen'in bu makalesini yazıtların türlü yerlerinde düzeltmeler yaptığı eseri izledi.
1932'de Martti Räsänen Türkçede ünlü uyumunun tarihsel gelişimi ile ilgili bir makale yayımlamıştır. Räsänen bu makalesinde Orhun Türçesi'nde 3. kişi iyelik ekinin sadece "-i/-si" olduğu görüşünü destekleyen kanıtlar göstermiştir. Ancak bu görüş yeni değildi ve otuz yıl önce Radlof tarafından ileri sürülmüştü. Radlof, 3. kişi iyelik ekinden sonra gelen belirli nesne ekinin yazıtlarda daima N (ince n) harfi ile yazılmış olduğuna bakarak bu görüşü savunmuştu.
1936'da Türk dilinin gramer yapısı üzerine son derece önemli bir araştırma, Kaare Grønbech'in doktora tezi yayımlandı. Bu eserde Orhun Türkçesi ile ilgili pek çok sorun tartışılmış ve açıklığa kavuşturulmuştur.
1939'da Macar Türkolog Julius Nèmeth, Türk dilinde kapalı "e" (ė) sorunu üzerine önemli bir araştırma yayımladı. İki yıl sonra Eski Türkçenin ilk grameri Annamarie von Gabain tarafından yayımlandı.
1941'de Hüseyin Namık Orkun, Orhun ve Yenisey yazıtlarının sözlüğünü yayımlamıştır. Aynı yıl Nèmeth, Orhun Yazıtları'nda geçen ve pek iyi anlaşılmayan iki cümleyi açıklayan bir makale yayımlamıştır.
1947'de Martti Räsänen, Bilge Kağan yazıtının batı yüzündeki son parçayı yeniden incelemiş ve yorumlamıştır. İki yıl sonra, Orhun Türkçesi'nin kısa fakat ilginç bir fonolojisini Ahmet Cevat Emre yayımlamıştır.
1950'de Gabain Eski Türkçedeki bazı yer zarfları ile ilgili bir araştırma yayımlamıştır. Bundan iki yıl sonra, Eski Türkçede ünlü uyumu sorununu ele alan iki araştırma daha Gabain ve Alessio Bombaci tarafından yayımlandı.
Gabain, 1955'te Eski Türkçede tarihlendirme sistemi üzerine bir araştırma yayımladı. Ertesi yıl Ahmet Temir'in Eski Türkçedeki bağlama edatları ile ilgili bir makalesi yayımlandı. 1957'de Osman Nedim Tuna, Orhun Yazıtları'nda uygulanan bazı yazım kuralları ile ilgili bir araştırma yayımladı. Aynı araştırmacının 1960'ta iki makalesi daha yayımlandı.
1959'da Gabain Eski Türkçenin bir gramer özetini yayımlamıştı. Ertesi yıl Vladimir Mihailoviç Nasilov'un Orhun ve Yenisey kitabelerinin grameri yayımlandı. Nasilov, SSCB dışında bu konuda yayımlanmış olan eserleri dikkate almamış, bu nedenler de daha sonra düzeltilmiş olan bazı eski okuma yanlışları bu gramere yanlış haliyle girmiştir.
1963'te Omeljan Pritsak, Orhun Türkçesi üzerine bir araştırma yayımlamıştır.
1968'de Pritsak'ın bir diğer araştırması olan "Orhun Türkçesi Grameri" yayımlanmıştır. Eser beş yazıtın yazı çevrimli metinleri ve İngilizce çevirileri ile yazıtlarda geçen kelimelerin analitik bir sözlüğünü içermekteydi.
1970'te Muharrem Ergin'in "Orhun Abideleri" isimli eseri yayımlanmıştır. Bu eser, Kül Tigin, Bilge Kağan ve Tonyukuk yazıtlarının metinleri ve Türkçe çevirileri ile küçük bir sözlüğü içermekteydi.
Joseph Matuz, 1972'de Çek ve Moğol arkeologların 1958 yılında Kül Tigin yazıtında yaptıkları bilimsel araştırmalarda buldukları Kül Tigin yazıtından kopmuş parçalarla yazıta ait mermer kaplumbağa heykeli üzerindeki sekiz kelimelik yazıtı yayımladı. Matuz'un yayımladığı parçalardan birinin üstünde b(i)t(i)d(i)m(i)z "yazdık" kelimesi okunmaktadır. Bu kelime, Matuz'un tespit ettiği gibi, Kül Tigin yazıtının güneybatı kenarındaki "...t(a)ş bit(i)d(i)m yoll(u)g tig(i)n" ibaresinden sonra gelmelidir.
Bunun altındaki lgn:b harfleri ise aynı yazıtın güney yüzünün sonuna aittir: "Bu bit(i)g bit(i)gme (a)tısi yol(lu)g t[ig(i)n b]" ... Sonuncu harf "b" ile başlayan kelimede, b[it(i)d(i)m] "yazdım" kelimesidir.
İkinci parçada üst satırda "rI:bUlçA" harfleri okunmaktadır. Bu harf dizisi yazıtın yine güneybatı kenarındaki "b(e)g(im) tig(i)n yüg(e)rü t(e)ñ..." ibaresinin devamı olacaktır: "t(e)ñ[ri bolça]"...
1974 yılında Norveçli Türkolog Even Hovdhausen, Kül Tigin ve Bilge Kağan yazıtlarının orta kısımlarındaki ufak fakat önemli farklarla yazım yanlışlarını inceleyen bir araştırma yayımladı. Aynı yıl Fransız Türkolog Louis Bazin'in 12 Hayvanlı Türk Takvimi üzerine 800 sayfalık ünlü araştırması yayımlandı. Bazin, profesörlük tezi olan bu derin araştırmasında Orhun Yazıtları'nın yazılış ve dikiliş tarihleri ile Kül Tigin'in ve Bilge Kağan'ın ölüm ve cenaze törenlerinin tarihlerini de tam olarak saptamayı başarmıştır.
1980 yılında Sovyet Türkolog Andrey Nikolayeviç Kononov'un Orhun Yazıtları ile "runik" harfli bütün eski Türk yazıtlarının grameri yayımlandı. Kononov, bu eserinde Orhun Yazıtları üzerine yalnız SSCB'de değil SSCB dışında yapılmış araştırmaları da dikkate almıştır.
1983'te Osman Fikri Sertkaya, Kül Tigin ve Küli Çor yazıtlarında sık sık geçen "oplayu teg-" deyimi üzerine küçük fakat ilginç bir makale yayımlamıştır.
Ayrıca tarihçi Kazım Mirşan da yaptığı araştırmalarla yazıtların okunamayan bazı bölümlerini okumuş ve 1990'lı yıllarda yayınlamıştır. Kendisi yirmiden fazla Türk lehçesini konuşabildiği için birçok uzmanın yaptığı bazı çeviri hatalarını da düzeltebilmiştir.
Kül Tigin ve Bilge Kağan yazıtları Moğolistan'daki Orhun Irmağı'nın eski yatağı yakınlarında, Koço Çaydam gölünün civarındadır. Yazıtlar arasındaki uzaklık 1 kilometre kadardır. Matematik koordinatları 47 kuzey enlemi ve 102 doğu boylamıdır.(47°33'51"N, 102°49'55"E)
Orhun Yazıtları bir hitap metni özelliğindedir. ""Hem maddi bakımdan, hem manevi bakımdan bu yazıtlar birer abidedirler.(…) Kül Tigin abidesi, kağan olmasında ve devletin kuvvetlenmesinde birinci derecede rol oynamış bulunan kahraman kardeşine karşı Bilge Kağan’ın duyduğu minnet duygularının ve kendisini sanatkârane bir vecd ve coşkunluğun içine atan müthiş teessürün edebî bir ifadesidir.""
Metinlerin dili olan Türkçe kısımların dışında, Çince çevirisi de vardır. Bilge Kağan yazıtı, Bilge Kağan'ın ölümünden bir yıl sonra oğlu Tenri Kağan tarafından yaptırılmıştır. Yazıtta Bilge Kağan ve yeğeni Yolluğ Tigin'in sözleri yer almaktadır. Bilge Kağan yazıtı hem devrilmiş, hem de parçalanmıştır. O yüzden tahribat ve silinti Bilge Kağan yazıtında çok fazladır. Bu yazıtın etrafında yine türbe enkazı ve heykeller bulunmaktadır.
Kül Tigin yazıtı düşük nitelikli kireç taşı ya da mermerden yapılmış dört yüzlü tek parça büyük bir taştır. Taşın yüksekliği 3.75 metredir. Taşın doğu ve batı yüzleri dipte 1.32 metre, üstte ise 1.22 metre genişliğindedir. Yazıtın kuzey ve güney yüzlerinin eni de 46 ile 44 santimetredir.
Kül Tigin yazıtının bütün yüzleri 2.75 metre boyunda yazıtlarla kaplıdır. Batı yüzünde uzun bir Çince yazıt vardır. Yazıtın diğer yüzleri baştan başa Türkçe yazıtlarla doludur. Yazıtın doğu yüzünde 40 satır, güney ve kuzey yüzlerinde de 13'er satır vardır. Ayrıca, yazıtın kuzey ve doğu, güney ve doğu yüzleri ile güney ve batı yüzleri arasındaki kenar kısımlarında da küçük yazıtlar bulunmaktadır. Türkçe küçük bir yazıt da yazıtın batı yüzüne kazınmıştır.
Altın kaplumbağa heykeli biçimindeki mermer kaidesi üzerine de 8 satırlık, fakat 7-8 kelimesi okunabilen küçük bir yazıt yontulmuştur.
Bu yazıt, "koṅ yılka yiti yigirmike" yani "koyun yılının onyedisine" denk gelen 27 Şubat 731 tarihinde ölen Kül Tigin'in anısına dikilmiştir. Kül Tigin'in cenaze töreni "tokuzunç ay yeti otuzka" yani "dokuzuncu ayın yirmiyedisine" denk gelen 1 Kasım 731'de yapılmıştır. Batı yüzündeki Çince yazıt 1 Ağustos 732 tarihinde, Türkçe yazıtlar ise bundan yirmi gün sonra yani 21 Ağustos 732 tarihinde tamamlanmıştır. Buna göre yazıtın dikiliş tarihi de 21 Ağustos 732'dir.
Bilge Kağan yazıtı Kül Tigin yazıtından birkaç santimetre daha yüksektir. Ancak, bu yazıt Kül Tigin yazıtına göre daha kötü durumdadır. Yazıtın doğu yüzünde 41 satırlık, çok daha dar olan kuzey ve güney yüzlerinde ise 15'er satırlık Türkçe yazıt bulunmaktadır. Bilge Kağan yazıtının batı yüzünde de Kül Tigin yazıtında olduğu gibi, Çince bir yazıt vardır. Ancak bu yazıt büyük ölçüde tahribata uğradığından çok az kısmı okunabilmiştir.
Bilge Kağan yazıtının kuzey yüzündeki yazıt son 7 satırı dışında Kül Tigin yazıtının güney yüzündeki ile birebir aynıdır. Yazıtın doğu yüzündeki 2. ve 24. satırlar da ufak farklarla Kül Tigin yazıtının doğu yüzündeki 1. ve 30. satırlarla aynıdır.
Bu yazıt, "ıt yıl onunç ay altı otuzka" yani "köpek yılının onuncu ayının yirmialtısında" ölen hükümdar Bilge Kağan anısına dikilmiştir. Bilge Kağan'ın ölüm tarihi Bazin'in hesaplamalarına göre 25 Kasım 734'tür. Bilge Kağan'ın cenaze töreni yine yazıta göre "laģzin yıl bişinç ay yiti otuzka" yani "domuz yılının beşinci aynın yirmiyedisine" denk gelen 22 Haziran 735'te yapılmıştır. Bazin, yazıtın batı yüzündeki Çince yazıtın 19 Ağustos 735 tarihinde yazıldığından ve Türkçe yazıtların otuzdört günde tamamlandığından hareketle Bilge Kağan yazıtının 20 Eylül 735 tarihinde dikilmiş olduğunu tespit etmiştir.
Bilge Kağan yazıtı, Bilge Kağan'ın küçük oğlu Tenri Kağan tarafından diktirilmiştir.
Bilge Kağan yazıtında yer alan ve yazıtların en ünlü kısmı:
Tonyukuk yazıtı 731 yılında yazılıp dikilmiş olan Orhun Yazıtları'nın ilkidir. Bilge Kağan yazıtı ile Kül Tigin yazıtının doğusunda yer alır.
Dört yönlü iki taş üzerinde yazılmıştır. Birinci taş üzerinde batı ve doğu yüzlerinde 7'şer, güney yüzünde 10, kuzey yüzünde ise 11 satır olmak üzere toplam 35 satır yer almaktadır. İkinci taşın ise batı yüzünde 9, doğu yüzünde 8, güney yüzünde 6 ve kuzey yüzünde 4 olmak üzere toplam 27 satır vardır. İki taşın toplam satır sayısı 62'yi bulmaktadır. Yazıtı, Bilge Kağan dönemine kadar başkomutanlık ve vezirlik yapmış olan Tonyukuk dikmiştir. Metnin yazarı da yine Tonyukuk'tur.
Kül Tigin ve Bilge Kağan yazıtlarının yazıcısı Kül Tigin'in yeğeni Yolluğ Tigin'dir. Eski Türkçede yeğenin karşılığı olan "atı" bugün yalnızca Sarı Uyguca'da ati, hati şekillerinde yaşamakta olup "çocuk, torun" anlamlarına gelmektedir.
Kül Tigin yazıtının güneydoğu ve güneybatı kenarlarındaki yazıtlarla Bilge Kağan yazıtının güneybatı kenarındaki kısa yazıt Yolluğ Tigin'in sözleridir. Kül Tigin yazıtının güney yüzündeki son cümle de yine Yolluğ Tigin'e aittir.
Kül Tigin yazıtının doğu, güney, kuzey yüzleri ile kuzeydoğu |
kenarındaki yazıtlar ve Çince yazıtının bulunduğu batı yüzündeki iki satırlık Türkçe yazıt Bilge Kağan'ın ağzından yazılmıştır. Bilge Kağan yazıtının büyük kısmı da onun ağzından olmakla birlikte, yazıtın güney yüzündeki 10. satırın altıncı kelimesinde sonra yazıtı diktiren Tenri Kağan konuşmaktadır. Yazıtın Çince yazıtının bulunduğu batı yüzünün üst kısmındaki lirik yazıt da yine Tenri Kağan'ın ağzındandır.
Yolluğ Tigin, Kül Tigin yazıtını yirmi günde, Bilge Kağan yazıtını da otuz günde yazmıştır.
Moğollar ve Türkler, Hunlar zamanından beri gerçek anlamda binicilikte usta halklar olarak ün yapmışlardır. Önemli dil belgesi olarak kabul edilen Orhun Yazıtlarında, eğer yaya olarak gidilmek mecburiyetinde olunsaydı o zaman biz bunu büyük bir yoksulluğun işareti olarak kabul edecektik.
Yazıtlara baktığımızda; Köktürklerde sosyal devlet anlayışının,devrine göre oldukça ileri düzeyde olduğunu görmekteyiz.Yazıtların birçok bölümünde,devletin;fakir,yoksul ve aç milleti,zengin hâle getirip,karnını doyurduğundan,hatta çıplak kişilerin,giydirildiğinden,bahsedilir.Bu mesajların verildiği yerlerde,Türk milletinin,önceki yoksul dönemleri ile şimdiki zengin ve kalkınmış milletin de, mukayesesi yapılır.
Orhun Yazıtları'nda kullanılan Türklerin millî alfabesi olan eski Türk "runik" yazısı 38 harf veya işaretten oluşur. Bu harflerin dört tanesi ünlü işaretlerdir. Her ünlü işareti Türkçenin 8 temel ünlüsünden ikisini yazmakta kullanılır. Başka bir deyişle, eski Türk runik yazısında "a/e" için bir harf, "o/u" için bir harf ve "ö/ü" için de bir harf vardır.
Geri kalan 34 işaretin 20 tanesi "b, d, g, k, l, n, r, s, t" ve "y" ünsüzleriyle çifte harflerdir. Diğer bir deyişle eski Türk runik yazısında bu ünsüzlerin her biri için biri kalın öbürü de ince olmak üzere ikişer harf vardır. Kalın ünsüz işaretleri kalın ünlülü kelimelerin, ince ünsüz işaretleri de ince ünlülü kelimelerin yazımında kullanılır.
Orhun Yazıtları'nda uygulanan yazı sistemi, hece yazısı ile alfabetik sistemin bir karışımı gibidir. Ünlü işaretlerinin kullanılışı sınırlı olup belirli yazım kurallarına bağlıdır. Ünsüz işaretleri de çoğu kez ünlü ile başlayıp ilgili ünsüzle sona eren heceleri veya ses gruplarını gösterir. Belirli bazı durumlarda ise ünsüz işaretleri yalnızca ünlü veya ünsüz çifti değerindedir.
Orhun Yazıtları'nın okunuşunda bilim adamları arasında bazı okuma farkları söz konusudur. Bunlar yazıtın metinlerinin bütününe dair değil, bazı sözlerin okunuşuna dairdir. Bu sebeple aşağıda iki farklı okuma tipinden örnekler verilmiştir.
Yazıtlarda sözler arasına "iki nokta" (:) konulmuştur. Aşağıdaki metinlerin asıllarında da bu noktalar belirtilmiştir.
Türklerin İslam dinini kabul etmesinden önce yazılan Orhun Yazıtları, muhteva olarak Türk tarihi ve kültürü bakımından önemlidir. Yazıtlarda; Türklerin yabancıların siyasetine alet olduğu zamanlarda bozulduğu, devlet kademelerinde bilgili ve ehil olmayan kadronun iş başına getirildiği zaman yönetim düzeneğinin iyi çalışmayıp, ahalide hoşnutsuzluk görüldüğü, yabancı kültürünün Türk birliğini zedeleyip, kişiliğini kaybettirdiği, konuşma sanatına uygun bir anlatımla verilmiştir. Türk milletinin en zor şartlarda bile içinden kuvvetli şahsiyetler çıkıp, ülkeyi kurtarıp, devleti yeniden kurup, güçlendirdiği anlatılan abidelerde; devlet deneyimi yanında Türklük, bağımsızlık fikrine yer verilmiştir. Ayrıca bu yazıtlar, kağanların ulusa hesap vermesidir.
Orhun Yazıtları’nın bulunmasının ardından yazıtlar yorumlanmaya başlamış ve 1896’da Vilhelm Thomsen yazıtları ""Muhammed dünyasının soluğunun henüz ulaşmadığı Türk dili ve edebiyatının en eski anıtları"" olarak tanımlamıştır. Ardından kıyılarında tarih öncesi bir Türk halkının yaşadığı, eskiden var olmuş bir Orta Asya denizi varsayımını ortaya atmış olup, Mazarine Kitaplığı'nda başkan yardımcılığı yapan Fransız edebiyatçı Léon Cahun, Orhun Yazıtları'nı eski Türklerin yüceltilmesinde kullanılan formüllerin ilk defa ortaya çıktığı, Türk tarihçilerine Türk Tarih Tezi'ni hazırlamalarında ilham kaynağı olan, dahası bugünkü ortaöğretim ders kitaplarında rastlanılan söyleme son derece benzer Asya tarihine giriş adlı kitabını yayınlamıştır.
Azerbaycan'ın para birimi olan manatın arka yüzünde Orhun Yazıtları'ndan alıntı resmedilmiştir. Bu alıntı Bilge Kağan yazıtının doğu yüzünden alınmıştır.
TCG Anıttepe (D-347)
TCG "Anıttepe" (D-347), ABD Deniz Kuvvetleri'ne ait Gearing sınıfı bir denizaltı savunma harbi muhribi olan gemisi II. Dünya Savaşı sonunda, Texas eyaletindeki Orange kentinde kurulu Consolidated Steel tersanesi tarafından 30 Temmuz 1945’de kızağa kondu. 28 Aralık 1945 tarihinde denize indirilen tekne 15 Aralık 1949’da ABD Deniz Kuvvetleri'ne katıldı. "USS Carpenter" gemisinin tanımlaması 28 Ocak 1948 tarihinde inşa halinde iken hunter-killer muhrip (DDK-825) olarak değiştirildi. Böylece "USS Carpenter" kendi adı ile anılacak ve sadece iki tekneden oluşan Carpenter sınıfı’nın lider gemisi oldu. Kore Savaşı sırasında 1950-53 yılları arası Kore kıyılarında görev aldı.
4 Mart 1950’de bir refakat muhribi (DDE-825) olarak sınıflandırılan gemi daha sonra, 30 Haziran 1962’de kızağa konduğunda verilen tanımlama olan denizaltı savunma harbi muhribi (DD-825) şekline geri döndü.
1964 yılında diğer birçok Gearing sınıfı muhrip gibi FRAM 1C (Fleet Rehabilitation and Modernization) modernizasyon programına tabi olan geminin baş tarafındaki 76 mm Mk 33 top tareti yerini 127 mm Mk 38 topuna bıraktı. Modernizasyon sırasında tekne ASROC lançeri ve AN/SQS-23 sonarı ile donatıldı. Ayrıca, program dahilinde ABD Deniz Kuvvetleri hizmeti sırasında gemiye DASH uzaktan kumandalı denizaltı savunma harbi helikopter kabiliyeti kazandırıldı. Vietnam Savaşı’na da katılan gemi aynı sınıfa ait diğer bir gemi muhribi ile birlikte Türk Deniz Kuvvetleri’ne verildi.
ABD Deniz Kuvvetleri USS "Carpenter" muhribini 1981 yılı içinde Türk Deniz Kuvvetleri’ne geçici olarak transfer etti. Sancak çekme töreni 20 Şubat 1981 tarihinde Amerika'da yapıldı. 15 Haziran 1981'de Türk Deniz Kuvvetleri'ne katılan tekneye "TCG Anıttepe" ismi ve D-347 borda numarası verildi. 6 Ağustos 1987'de ABD Deniz Kuvvetleri'nin hizmet dışı bıraktığı muhrip kalıcı olarak Türk Deniz Kuvvetleri'ne satıldı. Türk Deniz Kuvvetleri'nde 20 Ekim 1997 tarihine kadar hizmete devam eden "TCG Anıttepe" muhribi 1998 yılında sökülmeye başladı.
Demokratik Sol Parti
Demokratik Sol Parti (DSP), Rahşan Ecevit tarafından 14 Kasım 1985'te kurulan Türk siyasi partisi. Özellikle 1990'lı yılların ikinci yarısı ile 2000'li yılların başında Türkiye siyasetinde etkili olmuştur.
Türkiye'de demokratik solun temelleri, Ortanın Solu adıyla 1960'ların başında atıldı. 1963'te demokratik işçi hakları için verilen ve kazanılan mücadeleden doğan bu hareket, İsmet İnönü'nün başkanlığını yaptığı Cumhuriyet Halk Partisi'nde parti içi muhalefete dönüştü.
Ortanın Solu hareketindeki "sol" sözcüğü parti içinde ve dışında yoğun tepkilerle karşılaştı; fakat hareketi başlatanların direnci Türkiye'deki solculuk anlayışına siyasal meşruluk kazandırdı. Ortanın Solu Hareketi bunu, Marksizm'den farklılığını vurgulayarak yaptı. Hareketi toplumsal ve ulusal özelliklere dayandırarak, inançlara saygılı laikliği benimsediler. Bu sayede halkın güvenini kazandılar.
Bülent Ecevit'in öncülüğündeki Ortanın Solu hareketi, 1960'ların sonlarında Demokratik Sol adını benimsedi. Bu hareket 12 Mart 1971 Muhtırası'nın ardından adeta bir demokrasi mücadelesine girişerek, askerin siyasete müdahalesine karşı çıktı. Bu konuda İnönü ile ters düşen Ecevit, genel sekreterlik görevinden istifa ederek, parti içinde çalışmalarını daha etkin bir biçimde sürdürdü. Milli Şef parti meclisi seçiminde Ecevit'e yenilerek, bunun üzerine 34 yıllık "(11 Kasım 1938 - 8 Mayıs 1972)" genel başkanlığını bıraktı.
Ecevit, 14 Mayıs 1972'de Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü'nün ardından Cumhuriyet Halk Partisi'nin üçüncü genel başkanı oldu. Parti, Ecevit'in genel başkanlığı ve Demokratik Sol akımıyla büyük bir ivme kazanarak yükselişe geçti. Bunun en somut göstergesi dönemin CHP'sinin oy oranlarındaki değişimdir. 1969 seçimlerinde CHP'nin oyları % 27,37'e kadar gerilemişken, 1973'te % 33.30'a, 1977'de % 41.38'e yükselmiştir. ""Umudumuz Karaoğlan!"" sloganları da 1973 Seçimleri'nde atılmaya başlanmıştır.
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yaptığı 12 Eylül 1980 Darbesi'nin ardından diğer parti başkanlarıyla beraber Bülent Ecevit de siyasetten uzaklaştırıldı ve bir süre gözaltında tutuldu. Daha sonra bütün partilerin ileri gelenleriyle birlikte 10 yıl süreyle siyasete girmesi yasaklandı. Ecevit gazeteciliğe döndü ve Şubat 1981'de Arayış dergisini çıkarmaya başladı. Arayış'a ya da başka kanallara verdiği demeçlerden dolayı yargılandı ve cezaevine girdi. MGK, 16 Ekim 1981'de tüm siyasi partilerle birlikte Cumhuriyet Halk Partisi'ni de kapattı.
12 Eylül Darbesinden sonra siyaset yasağı getirilen Ecevit, çevresindeki destekçilerini tek tek kaybetti. Bülent Ecevit, bu dönemle ilgili olarak ""Mücadelenin güçlüklerini göze alamayanlarla yollarımız ayrıldı."" demiştir. Bülent Ecevit, Demokratik Sol söylemi bir partiyle yeniden hayata döndürmek istiyordu. Bunun sonucunda, yasaklı olan Bülent Ecevit'in yerine eşi Rahşan Ecevit 14 Kasım 1985 bu projeyi hayata geçirdi ve Demokratik Sol Parti'yi kurdu. Rahşan Ecevit'in örgütlenme konusunda, kurduğu köylü derneklerinden gelen bir deneyimi vardı. İki odalı bir bodrum katında kurulan partinin gelişiminde rol oynayan etmenlerden biri de budur.
29 Aralık 1986 tarihinde, SODEP-Halkçı Parti birleşmesinden sonra partiden kopan milletvekillerinin kurduğu 'hülle partisi' Halk Partisi kendini feshederek DSP'ye katıldı. Böylece DSP, 25 milletvekiliyle TBMM'ne girmiş oldu.
14 Haziran 1987 tarihinde Rahşan Ecevit'e muhalif olan grubun gerçekleştirdiği 2. Kurucular Kurulu toplantısında muhalif harekete önderlik eden Celal Kürkoğlu, partiden ihraç edildiği belirtilen kurucu üyelerin katıldığı toplantıda, “Genel Başkan” ilan edildi. Bu süreçte muhalifler ve parti yönetimi karşılık |
lı suç duyurularında bulunuldu, parti içi tartışmalar, açılan davalarla mahkemelere taşındı. Yaklaşık üç ay süreyle “Genel Başkanlık” iddiasında bulunan Celal Kürkoğlu 14 Eylül 1987'de 15 arkadaşıyla birlikte SHP'ye katıldı.
6 Eylül 1987'de siyasi yasakların kalkması yönünde yapılan halkoylaması sonucunda eski siyasetçilerin önündeki siyaset yasağı kalktı. Bunun üzerine DSP'nin başına Bülent Ecevit geçti. Bülent Ecevit'in liderliğinde girilen 29 Kasım 1987 seçimlerinde parti 2.044.576 kişinin oyuyla %8.53'lük bir sonuç aldı ve TBMM dışında kaldı. Partisi barajı aşıp Meclis'e giremeyince Bülent Ecevit, 30 Kasım 1987'de aktif politikadan çekildiğini açıkladı. Eşi Rahşan Ecevit ile birlikte 2 Aralık 1987'de istifalarını verdiler, ancak baskılar üzerine kurultaya kadar kararı askıya aldılar.
Boşalan genel başkanlığa 7 Mart 1988'de Necdet Karababa getirildi. Genel başkanlık görevini bir yıldan az sürdüren Karababa'nın görevi bırakmasından sonra, 15 Ocak 1989'da Bülent Ecevit partililer tarafından liderliğe yeniden getirildi. Bu dönemin ardından 26 Mart 1989 yerel seçimlerinde % 9,09 oy alan DSP, 20 Ekim 1991 genel seçimlerinde %10.75 oy alarak TBMM'ye 7 milletvekiliyle girdi. Ecevit de 11 yıl sonra Zonguldak milletvekili olarak yeniden Meclis'e girdi.
Eylül 1992'de Cumhuriyet Halk Partisi'nin tekrar kurulmasından sonra bu sayı çeşitli istifalarla 4'e düştü. DSP'nin 3. Olağan Kurultayı 2 Ekim 1994 tarihinde toplandı. Ecevit bu kurultay sonucunda da genel başkanlığını sürdürdü.
DSP’nin oyları 24 Aralık 1995 erken genel seçimlerinde % 14.64’e, milletvekili sayısı 76’ya yükseldi ve Demokratik Sol Parti solun en büyük partisi konumuna geldi. 6 Mart 1996'da Anavatan Partisi ve Doğru Yol Partisi, Demokratik Sol Parti'nin dışarıdan desteğiyle ANAYOL Azınlık Hükümeti kuruldu. Bu hükümet Refah Partisi'nin verdiği gensoru önergesiyle 28 Haziran 1996'da düştü; yerine DYP ile RP'nin kurduğu REFAHYOL Hükümeti başa geldi. REFAHYOL Hükümeti 28 Şubat süreci içerisinde askerin yoğun baskısı sonucu istifa etti (Haziran 1997).
Eylül 1996'da kendilerine “Çile Çiçekleri” adını veren Erdal Kesebir ve 3 arkadaşı, partiden ihraç edildiler.
28 Şubat süreci ile birlikte; Demokratik Sol Parti, Anavatan Partisi ve Demokrat Türkiye Partisi ile 30 Haziran 1997'de Mesut Yılmaz'ın başbakanlığında kurulan ANASOL-D Koalisyon Hükümeti'nde yer aldı. Bülent Ecevit de 18 yıllık aradan sonra Başbakan Yardımcısı olarak yeniden hükümete girdi. 25 Kasım 1998'de Mesut Yılmaz için verilen gensoru önergesi TBMM'de kabul edildi ve Yılmaz başbakanlıktan istifa etti.
11 Ocak 1999'da ülkeyi seçime götürmek için, diğer partilerin de üzerinde anlaşması üzerine Demokratik Sol Parti tarafından bir azınlık hükümeti kuruldu. CHP dışındaki bütün partilerin ve çeşitli demokratik kitle ve sivil toplum örgütlerinin ortak desteğiyle kurulan DSP azınlık hükümeti ile Bülent Ecevit yaklaşık 20 yıl aradan sonra, dördüncü kez başbakanlık koltuğuna oturdu.
Yolsuzlukların ve siyasal yozlaşmanın arttığı bir dönemde Ecevit'in dürüst kişiliği ve DSP'nin yolsuzluğa bulaşmamış yapısı toplumda heyecan, umut ve güven yarattı. Böyle bir ortamda PKK'nın başının Kenya'da CIA ve Millî İstihbarat Teşkilatı'nın ortak operasyonu ile yakalanması da olumlu atmosferi pekiştirdi. 18 Nisan 1999 Seçimleri'nde DSP oylarını yüzde 14.65'ten yüzde 22,19'a çıkardı ve birinci parti oldu. DSP, ANAP ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile birlikte 57. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti kurdu. DSP, üçüncü kez hükümette yer alırken, Bülent Ecevit de siyasi yaşamında beşinci kez Başbakanlık görevini üstlenmiş oldu.
Süleyman Demirel'in ardından Cumhurbaşkanı olan Ahmet Necdet Sezer ile Hükümet arasında zaman zaman bazı yasaların iade edilmesiyle yaşanan gerginlik, 19 Şubat 2001 tarihinde yapılan Millî Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında doruğa ulaştı. Cumhurbaşkanı Sezer ile yaşadığı tartışma nedeniyle Başbakan Ecevit, MGK toplantısını terk etti. Yaşanan bu kriz ekonomide zor günlerin başlangıcı oldu. Ecevit'in Türkiye'ye çağırdığı Dünya Bankası Başkan Yardımcısı Kemal Derviş, 3 Mart 2001'de Devlet Bakanlığı'na atanarak ekonominin başına geçti.
29 Nisan 2001'de yapılan DSP 5. Olağan Büyük Kurultayında Bülent Ecevit 963 oyla yeniden genel başkan seçilirken, rakibi Aydın milletvekili Sema Pişkinsüt 68 oy aldı. 35 oy geçersiz sayıldı. Sema Pişkinsüt'ün Kurultay öncesi gerginlik yaratıcı bir üslup kullanarak Ecevit'e yüklenmesi sonucu kurultay gergin geçti. Kurultayın ardından İzmir Milletvekili Mehmet Özcan ile İstanbul Milletvekili Nazire Karakuş, DSP'den istifa ettiler.
Ecevit, 4 Mayıs 2002 tarihinde aniden rahatsızlanarak Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi'ne kaldırıldı ve 26 saat süren gözetimin ardından taburcu edildi. Bir süre evinde dinlenen Bülent Ecevit, 17 Mayıs'ta yeniden hastanede tedavi altına alındı ve 11 gün burada kaldı. Bu süreçte, Ecevit'in ilerleyen yaşı ve rahatsızlığı nedeniyle genel başkanlığı ve başbakanlığı devam ettirmesine karşı çıkanlar parti içinde bir bölünmeye neden oldu. Kendilerini “Dokuzlar” olarak adlandıran 9 milletvekili, 25 Haziran'da bir bildiri yayınlayarak, “Ecevitler öncülüğünde Ecevitsiz yaşama geçilmesini” istediler. 8 Temmuz'da Ecevit'in sağ kolu olarak nitelendirilen, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan Ecevit ile yaptığı görüşmeden sonra hükümetteki görevinden ve partiden istifa ettiğini açıkladı. Daha sonra aralarında Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in de olduğu bir grup DSP'li bakan ve milletvekili istifa etti.
Yaşanan süreçte, 8 Temmuz 2002'de 128 milletvekili bulunan DSP'nin sandalye sayısı iki hafta içinde yarı yarıya düşerek 64'e indi. Böylece, DSP Meclis'teki en çok milletvekili bulunan parti konumundan dördüncü parti durumuna geldi. DSP'den ayrılan milletvekilleri 22 Temmuz 2002'de Yeni Türkiye Partisi'ni kurdu. DSP'de yaşanan istifalardan sonra 57. Hükümet TBMM'deki güvenoyu için gereken koltuk sayısının altına indi. Koalisyon hükümetinin geleceğinin tehlikeye girmesi üzerine, koalisyonun en büyük ortağı haline gelen MHP'nin lideri Devlet Bahçeli'nin erken seçim çağrısı ile TBMM, 31 Temmuz'da, seçime 1 buçuk yıl olmasına rağmen erken genel seçimin 3 Kasım 2002 tarihinde yapılmasını kararlaştırdı. Üçlü koalisyon hükümeti sırasında yaşanan ekonomik krizin etkileri yeni yeni sarılmışken ve yapılan reformların olumlu sonuçları henüz hissedilmemişken gidilen erken seçim sonucunda DSP ve diğer koalisyon ortakları yüzde 10'luk seçim barajını geçemedi.
Ecevit, genel başkanlıktan ayrılma kararını 3 Kasım seçimlerinden önce olduğu gibi, seçimlerden sonra da zaman zaman dile getirdi. Ancak uzunca bir süre DSP'nin kurultay tarihi ile ilgili net bir açıklama yapılmadı. Ecevit, beklenen açıklamayı 22 Mayıs 2004'te yaptı ve Genel Başkan Yardımcısı Zeki Sezer'e görevi devretmek isteğini belirtti. 24 Temmuz 2004'te toplanan DSP 6. Olağan Kurultay'da, genel başkanlıktan ayrılan Bülent Ecevit'in yerine Zeki Sezer DSP Genel Başkanlığına seçildi.
2004 Türkiye yerel seçimleri'nde Bartın, Eskişehir (Büyükşehir) ve Ordu illerinin belediyeleriyle beraber toplam 30 belediye kazandı.
Bülent Ecevit'in 2006'daki vefatından sonra eşi Rahşan Ecevit'in parti içindeki etkisi azalmasına rağmen devam etti. Demokratik Sol Parti, 22 Temmuz 2007 genel seçimlerine katılmadı. Bu seçimlerde, CHP listesinden aday olan 13 DSP'li, milletvekili seçilerek, parlamentoya girdi. Demokratik Sol Parti, 2009 yerel seçimleri'nde oy oranını ve belediye başkanlığı sayısını artırmasına rağmen, seçim sonuçlarının beklenenin altında olması gerekçesiyle DSP içinde tartışmalar başladı. Ordu ve Eskişehir (Büyükşehir) belediyeleriyle beraber toplam 60 belediye kazandı. Daha sonra Bu iki ilin belediye başkanları görev sırasında partilerinden istifa ederek CHP'ye katıldı. Ahmet Tan, Mücahit Pehlivan, Tayfun İçli ve Recai Birgün DSP'nin seçim çalışmalarına katılmayıp CHP İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkan adayı Kemal Kılıçdaroğlu'nun seçim çalışmalarına katıldıkları gerekçesiyle Merkez Disiplin Kurulu'na sevk edildiler. 14 Nisan 2009'da Ahmet Tan DSP'den ihraç edilirken, diğer milletvekillerine uyarı cezası verildi. Zeki Sezer de 11 Nisan 2009 günü yaptığı basın toplantısıyla genel başkanlıktan istifasını açıkladı.
17 Mayıs 2009'da yapılan olağanüstü kurultayın 3. turunda kullanılan 834 geçerli oydan 431'ini alan Masum Türker genel başkanlığa seçildi. Kurultayın hemen ardından 2009 mayısından 2010 başlarına kadar devam eden süre içerisinde kurucu genel başkan Rahşan Ecevit ile Eskişehir milletvekili Tayfun İçli, Ankara milletvekilleri Emrehan Halıcı ve Mücahit Pehlivan, İzmir milletvekili Recai Birgün Demokratik Sol Parti'den istifalarıyla DSP'nin TBMM'deki sandalye sayısı 6'ya düştü.
Haziran 2009'da, DSP'den ayrılan Rahşan Ecevit ve arkadaşları Demokratik Sol Halk Partisi (DSHP)'ni kurdular.
6 Haziran 2010'da Ankara'da yapılan 8. Olağan Kurultay'da Masum Türker tekrar genel başkanlığa seçildi. 12 Haziran 2011 Genel Seçimleri'nde toplam oyların yüzde 0.25'ini aldı. Seçimlerden hemen sonra ,seçim sonuçlarındaki başarısızlık nedeniyle parti için muhalefetin yaptığı olağanüstü kurultay talepleri olumlu karşılandı; 10 Temmuz 2011'de, Ankara'da yapılan DSP Olağanüstü Kurultayı'nda, genel başkanlığa yeniden Masum Türker seçildi.
DSP 9. Olağan Kurultayı, 30 Haziran 2013 tarihinde, Ankara Selim Sırrı Tarcan Spor Salonu'nda düzenlendi. Kurultayda Genel Başkanı Masum Türker, eski DSP Gençlik Kolları Başkanı Emrah Konuralp'a karşı, kullanılan 635 oydan 448'ini alarak yeniden Genel Başkan seçildi.
DSP siyasi yelpazede merkez solda yer alan, parlamenter düzene ve anayasaya bağlı olan sosyal demokrat bir partidir.
Demokratik Sol Parti Meclisi'nin 3 Ekim 2003 tarihli toplantısında günün koşullarına göre yenilenmek için ele alınan programın tam metni, 6 Ekim 2003 Pazartesi günü açıklanmıştır.
Program; küreselleşme, kayıtdışı ekonomi, emek-sermaye ilişkisi, üretim, girişimcilik, işsizlik, kültür, bilgi toplumu, uzay teknolojisi, kamu yönetimi ve "yerel yönetim anlayışı", sendikalaşma ve "üniversitelere bak |
ış açısı" gibi çok sayıda konuyu içermektedir.
Gölbaşı
Gölbaşı ile şunlar kastedilmiş olabilir:
Konak, İzmir
Konak, Türkiye'nin İzmir ilinin bir ilçesidir. Kuzeyinde İzmir Körfezi ve Bayraklı, doğusunda Bornova, güneyinde Buca ve Karabağlar, batısında Balçova ilçeleri bulunmaktadır.
Antik çağdan günümüze taşınmış eserlerle, Osmanlı döneminden kalan eserlerle, ama en çok Cumhuriyet Döneminin eserleriyle karakterize olur. Konak, İzmir’in kültür, sanat ve eğlence merkezi olması nedeniyle yerli ve yabancı tüm turistlerin uğrak yeri durumundadır. Özellikle Kemeraltı Çarşısı İlçe ekonomisine ve İzmir'in tanıtımına önemli katkılar yapar. Yine Konak ilçesinde bulunan antik Smyrna kentinin Romalılardan kalma Agora ören yeri turistlerin ziyaretine açıktır. Konak ayrıca başta Karşıyaka gelmek üzere, İzmir'in diğer iskeleleri ile denizden bağlantıyı sağlayan Konak İskelesi ve Konak Meydanı ile de ünlüdür. Konak sahil yolu, yürüyüş parkurları özellikle hafta sonları bütün İzmirlilerle dolup taşar.
Konak, İzmir’in yönetsel, sanatsal, kültürel ve ticari merkezidir. Aynı zamanda köklü bir turistik gezi bölgesidir.
Toplam nüfusun tamamı kent nüfusudur. Hiç köyü veya beldesi bulunmamaktadır. İlçenin yüzölçümü 69 km²'dir.
6 Mart 2008 tarihinde kabul edilen 5747 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla Konak ilçesinden 55 mahalle ve 2 köy Karabağlar ilçesine bağlanmıştır. Konak ilçesinde 2008 yılı itibarıyla 113 mahalle bulunmaktadır. Toplam sokak adedi 2.905, cadde adedi 90, bulvar adedi 19, meydan adedi 14'tür.
Konak'ta yer alan tarihî ve kültürel mekânlara Agora, İzmir Saat Kulesi, Kadifekale, Kemeraltı, Kültürpark, Tarihî Asansör, Tarihî Havagazı Fabrikası ve Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi örnek verilebilir.
İlçede 73 İlköğretim Okulu, 78 Orta Öğretim Kurumu bulunmakta; 78.458 öğrencinin eğitim gördüğü bu okullarda, 4.271 öğretmen görev yapmaktadır.
İzmir Atatürk Lisesi, İzmir Kız Lisesi, Özel İzmir Amerikan Koleji, İzmir Özel Türk Koleji ve İzmir Saint Joseph Lisesi ilçedeki köklü eğitim kurumlarındandır.
İlçede ulaşım metro, banliyö, otobüs, vapur ve tramvay ile sağlanmaktadır.
Teknokrasi
Teknokrasi veya Uygulayımcıerki, bütün karar verme süreçlerinin teknik uzmanların ellerinde olduğu bir yönetim şeklidir. Yönetim kademelerinde sadece bilgi, deneyim ve yetenek sahibi bilim insanları, mühendisler ve teknolojistler yer alır.
Teknokrasinin başlıca özellikleri:
Teknokrasi taslağını ilk önce 1912 yılında Thorstein Veblen öne sürdü. Veblene göre, sibernetik sistemlere hakim oldukları için, mühendislerin devleti yönetmeleri gerekir. Daha çok Büyük Bunalım’ın egemen olduğu 1929 sonrasında zemin bulmuştur; günümüzde ise Tunus'ta Arap Baharı ile devrilen hükümetin yerine kurulmuş yönetimde görülmektedir.
Tango
Tango, Buenos Aires, Arjantin ve Montevideo, Uruguay kökenli bir dans ve müzik türüdür. Dansla beraber gelişen müzik tarzı da aynı adla anılmaktadır.
İlk yılların tangosu "tango criollo" veya "basit tango" olarak bilinmekle beraber, günümüzde Amerikan ve uluslararasi tango stilleri, Fin tangosu, Çin tangosu gibi çeşitli türler gelişmiştir. Ancak orijinal tango, doğduğu toprakların adıyla, "Arjantin tangosu" olarak anılmaktadır. Tangonun dramatik duygusu, dans sırasında çok zengin doğaçlama fırsatları yaratması, dansın özünde aşk ve melankoli tutkusunun yatmasından ileri gelmektedir.
Tango müziğinin temel çalgısı Alman icadı olan fakat ismini Arjantin Tango'su ile duyuran akordeonun akrabası bandoneon'dur.
Tango sözcüğünün dilbilimde kesin bir kökeni yoktur. “TANGO” adının, Afrika tamtamlarının çıkardığı "tan-go" seslerinden ya da Latince dokunmak anlamına gelen "tangere" fiilinden türediği sanılmaktadır. Tango kelimesi aynı zamanda Latin Amerika'da çok geniş bir siyahi topluluk tarafından kullanılmaya başlandı.
1800'lü yıllarda işçi sınıfından birçok kişi, büyük umutlarla Fransa’dan, İtalya’dan, Macaristan’dan, İspanya’dan ve Portekiz’den; Güney Amerika'ya göç etmiştir. Yabancı oldukları bir kıtada yaşanan, başta ekonomik ve sosyal sıkıntılar, beraberinde hayal kırıklıklarını getirmiştir.
Bu hayal kırıklıkları, geleceğe ait büyük umutlar ve geçmişten getirilen kültürle, harmanlanarak Tango müziğini oluşturmaya başlamıştır.
Tango, Buenos Aires’de, o dönem alt sınıf olarak adlandırılan, fakir ve en temel sosyal haklardan bile yararlanamayan, bu insanlar tarafından yaratılmıştır. Böylece belirgin bir şekilde 1865 ile 1880 arası ortaya çıkan Tango müziği, içerisinde hırçınlık, asilik, küstahlık gibi bazı duygular ile kalp kırıklıkları ve paramparça olan hayaller neticesinde melonkoliyi taşır.
Eşlerini, çocuklarını, yani ailelerini geçmişte bırakarak tek başlarına bu yabancı topraklara gelen göçmenler, doğal olarak erkek nüfusunun arttırmasına ve cinsiyetler arası büyük bir sayı farkı oluşmasına neden olmuştur. Boenos Aires’deki kadın nüfusunun bu azlığı, beraberinde fahişeliği gelişen bir endüstri haline getirmiştir. Böylelikle genelevler artarak kısa sürede işçi sınıfının eğlence mekanları halini almıştır. Bu mekanlarda da kadın sayısının az olması kapılarda uzun kuyruklar oluşmasına neden olurken, sırada bekleyen erkekleri eğlendirmek için küçük Tango müzik grupları çalıştırılmaya başlanmıştır. Genelev mekanları fakir kesimin yanı sıra orta ve daha üst kesimin de uğrak yeri olmuş her iki kültür burada birbirlerini tanımıştır. Böylelikle alt kesimin sokakta yarattığı Tango üst kesim tarafından bu mekanlarda tanınmıştır.
Tangonun müziksel kökeninde; İspanyol dans figürleriyle şekillenen ve Küba müziği ile harmanlanan “HABANERA”, dönemin Arjantin’li zencilerine ait “MILONGA” ve yine İspanyol asıllı “TANGO ANDALUZ” vardır.
Tango, alt kesime ait olması ve genelevlerde yayılması sebebiyle uzun süre ahlaka aykırı bulunmuştur.
Bu dönemde kadınlar için dövüşen ve yine onlarla iyi dans edebilmek için birbirleriyle dans pratiği yapan erkekler vardır. “Compadre” veya “Compadrito”adı verilen bu kabadayı tipilemelerinin eğlence anlayışı “şarap” ile “cana" (bir tür şeker kamışı rakısı) içip, şarkı söylemek ve dans etmektir.
Arjantin Tangosunun müziği 2/4’lük, 3/4’lük veya 4/4’lük ölçülerde olup, sert hatlıdır ve ritimleri belirgindir.
Arjantin Tango, Avrupa’ya 20.yüzyılın başlarında, gemilerle Fransa’ya, gelen Arjantin’li tangocular tarafından taşınmıştır. Öncelikle yine alt kesimlerce sevilip yayılan Tango zamanla üst kesimlerde de beğenilmeye başlar. Ancak Arjantin’deki stil ile Avrupa’da yapılması hoş karşılanmamış ve modernleştirme adı altında sadeleştirilmiştir. Böylelikle “Avrupa Tango”’su ortaya çıkmış, kısa sürede diğer Avrupa ülkelerine de yayılmıştır.
Bu dönemden sonra, özellikle Paris’lilerin bu dansa olan ilgisi sayesinde Tango, Arjantin sosyetesinde de değer kazanmıştır.
İlk kez 1917 yılında Carlos Gardel’in smokin giyerek, her türlü argo ve erotizmden uzak sözlerle tango söylemesi, müziğin üst kesimlerce değer kazanmasını hızlandırmıştır. Avrupa'nın ilk tango çılgınlığı Paris'ten sonra Londra, Berlin ve diğer başkentlere sıçradı. 1913'lerin sonlarına doğru, bu dans New York'u ve Finlandiya'yı da etkisi altına aldı.
Buenos Aires’te Tangonun üst kesimlerce de benimsenmesi ve dünyayı etkileyecek bir akım halini alması 1920 ile 1940 arasıdır. Bu dönem Tango’nun altın çağı olarak nitelendirilir. Artık Tango kendi içinde biraz daha yumuşayarak, Salon Tangosu halini almıştır.
İkinci Dünya Savaşı’na kadar zirvede olan tango, bu dönemden sonra, politik nedenlerle gerilemeye başlar. Özellikle de
1955 yılında Juan Domingo Peron’un askeri darbeyle devrilmesi ve ardından birbirini izleyen askeri darbeler neticesinde dans salonları kapatılmış, dans etmek yasaklanmıştır.
1983’de, Arjantin’de askeri junta ortadan kalkmış ve böylece tango, Buenos Aires’e eski görkemiyle geri dönmüştür.
Astor Piazzolla’nın müzikte başlattığı, ve kısa sürede dansa da yansıyan yenilikçi akım, Tangoya büyük bir zenginlik kazandırmıştır.
Türkiye'de de Cumhuriyetin ilanı ile oluşan çok sesli müzik gelişimi ile, Tango sevilmiş ve yayılmıştır. Necip Celal, Fehmi Ege ve Necdet Koyutürk pek çok tango besteleyerek Tango'nun Türkiye'de sevilmesi ve yayılmasını sağlamışlardır. Tangonun bu ithal versiyonları daha az vücut teması esasına dayalıydı ("Ballroom Tango") ama bununla beraber pek çokları için hala şok edici idi.
Profesyonel dansçılardan oluşan Tango dans grupları da, çeşitli ülkelerde yaptıkları koreografik şovlarla Tango müziğini ve dansını daha fazla tanıtmış ve dünyaya yeniden sevdirmişlerdir.
Bir zamanların ayıplanan ve hor görülen dansı, artık günümüzde ışıltılı dans salonlarında uygulanan, nezih bir eğlence halini almıştır.
Tango gerek Arjantin’in çeşitli bölgelerinde gerekse dünyanın çeşitli ülkelerinde farklı olarak biçimlenmiş ve ortaya az çok farklı stiller ortaya çıkmıştır. Tango’nun günümüzdeki belli başlı stilleri şu adlarla tanınır:
Kaan Altan
Kaan Altan, (d. Almanya) Türk müzisyen, gitarist.
Tarsus Amerikan Koleji'nde orta öğrenimini tamamlayan Altan, Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık Bölümü'nü kazanıp bir sene devam ettikten sonra özel yetenek sınavına girip yine aynı üniversitenin Endüstriyel Tasarım bölümüne ikincilikle girmiştir. Girdiği bir başka yetenek sınavını da geçerek Berlin Güzel Sanatlar Akademisi Design bölümüne kabul edilip burayı da başarıyla bitirmiştir.
Müzik hayatına, arkadaşlarıyla birlikte lise yıllarında kurduğu ve onu Wembley'de konser vermesini sağlayacak Mavi Sakal adlı rock grubuyla başlamıştır. "Kadıköy Sound" adlı girişimde yer alan Altan, grupta elektro gitar çalmasının yanı sıra besteleriyle ve sözleriyle de dikkati çekmektedir. Kaan Altan'a ait şarkılardan bazıları şöyledir:
"Balta", "Ne Kadar", "İki Yol", "İstanbul", "Ben Kimleyim", "Gönlümde", "Başladım Yürümeye", "Aşk Öldü", "Kan Kokusu", "Al Beni", "Yapay", "Sen Gelmeliydin", "Günler", "Yalnızım", "Müdür", "Rock'n Rollcuyuz", "Nalan".
Müzik kariyerine kurduğu Karapaks adlı grupla devam eden Kaan Altan, Kesmeşeker grubunda da gitar çalmaktadır.
Köyceğiz
Köyceğiz, Muğla'nın 13 ilçesinden birisidir.
Köyceğiz'in tarihi M. |
Ö. 3400 yıllarına kadar uzanır. Bu yörede varlık gösteren ilk uygarlık Karyalılardır. Sonra sırasıyla İskitler, Asurlular, İyonyalılar, Dorlar, Akalar, Persler, Hellenler, Seleykoslar, Romalılar, Selçuklular, Menteşeoğulları ve Osmanlılar yöreye hakim olmuştur.
Köyceğiz'in tarihi ile ilgili ilk bilgileri tarihçi Herodot, coğrafyacı Strabon ve İngiliz arkeolog Hoskin vermektedir.
M.Ö. 2000 yıllarında Yunanlar ve Akalar'ın deniz yolu ile Ege kıyılarına çıkmaları ile sahilde yeni koloniler kurulmuş, iç kısımlarda ise Karyalıların kolonileri ile gelişim sağlanmıştır. Böylece ilçe M.Ö. 1000 yıllarında oldukça iyi bir konuma gelmiştir. Köyceğiz Gölü'nün Akdeniz'le birleştiği yerde Kaunos şehri Karya'nın önemli limanlarından ve ticaret merkezlerinden biri olmuştur. Akropol, ünlü mabetler ile Harab ve Susan kaleleri önemli tarihi eserlerdir.
Osmanlılar döneminde ilçe Hurşit Paşa'nın Muğla Mutasarrıflığına getirildiği dönemde bugün bulunduğu yer olan Yüksekkum'a taşınmıştır (1884). İstiklal Savaşı'nda düşman saldırısına uğramış, 1919 yılı sonunda Tahirağa, Mehmet Zeki Osman Ağa ve Tevfik Bey'lerin öncülüğünde Kuva-i Milliye Teşkilatı kurularak yurt savunmasına dahil edilmiştir.Buranın Kuvai Milliye komutanı Dr Hikmet Kıvılcımlıdır. Köyceğiz adının nereden geldiğine gelince: Efsanelere göre Köyceğiz, gölün alanı üzerinde bulunan bir ovada kurulmuş. Bilinmeyen bir zamanda ovayı sular basmış. Felaketin seyrine gelenler gölün doğu kısmında kalan birkaç evi ve insanı görünce: "Bütün şehir batmış, sadece kıyıda bir Köyceğiz kalmış." demişler. Bugün hâlâ gölün altında bir batık şehir olduğuna inanılır.
Köyceğiz İlçesi, Akdeniz ve Ege Bölgeleri’nin birleştiği yerde, Muğla – Fethiye Karayolu’nun 60. km.’sinde, zengin doğal güzellikler ve narenciye bahçeleri içinde, sakin bir turistik ilçedir. İlçe, adını aldığı Köyceğiz Gölü’nün kuzeyinde kurulu olup, 1.758 km² yüzölçümündedir.
Köyceğiz'in kıyı kesiminde Akdeniz iklimi, dağlık bölgelerde ise Karasal iklim görülür. Türkiye'nin Rize' den sonra EN ÇOK yağış alan Köyceğiz'de kış yağmurlarının 2-3 ay sürdüğü görülmüştür.
İlçenin 2 beldesi ve 25 mahallesi bulunmaktadır.
İlçe nüfusunun % 85’i mahallede yaşamakta olup geçimini tarım, hayvancılık, ormancılık, turizm ile sağlamaktadır. İlçenin en büyük gelir kaynağı tarımdır. İlçede polikültür tarım yapılmakta olup, iklim ve coğrafi yapı birçok ürünün yetiştirilmesine elverişlidir.
İlçenin diğer bir geçim kaynağı, gezginci arıcılıktır. Köyceğiz Gölü ve gölü Akdeniz’e bağlayan Dalyan Boğazı’nda kefal balığı üretimi yapılmaktadır. Beyobası beldesinde alabalık tesisleri kurulu olup, üretimini sürdürmektedir.
İlçede 3 adet narenciye yıkama, mumlama, standardizasyon ve paketleme fabrikası kurulu olup, ihracatlar buradan yapılmaktadır. Ayrıca ilçenin adını taşıyan Köyceğiz Köyü’nde tarım alet ve makineleri üreten bir fabrika bulunmaktadır.
Köyceğiz Gölü ve gölün sahille birleştiği bölgede kurulan Karia’nın önemli limanlarından ve ticaret merkezlerinden Kaunos şehri ilçenin turizmdeki önemini arttırmaktadır.
Ayrıca ilçenin Sultaniye Köyü’nde mevcut olan Sıcak-Soğuk Termal Kaplıcaları, sağlık turizmi bakımından önemli bir merkez teşkil etmektedir. Diğer taraftan Yayla Köyü ve kuzeyindeki Gökçeova, safari turizmi ile ilgi görmektedir. Çandır Köyü Horozlar mevkiinde çamur banyoları ve tesisleri bulunmaktadır.
Köyçeğiz'in Akdeniz kıyısında bulunan mahallesi Ekincik Koyu, uzun plajı, nefis koyu ve yat limanıyla, su sörfü, su kayağı ve yüzme için elverişli yerlerden biridir.her gelenin eşsiz bir yer keşfettim dediği ekincik tatilde sessizliği,huzuru,güzel deniz ve ormanı arayanlar için ideal bir koydur.
Köyceğiz Gölü, Dalyan Kanalı, kaplıca ve çamur banyoları, 10 km. uzaklıktaki 800 m. rakımlı Ağla Yaylası, Şelale, Yuvarlakçay görülmeye değer yerlerdir. Dalaman Çayı, rafting ve trekking için önemlidir. Ağla Yaylası için yayla turizmi çalışmaları sürdürülmekte olup ayrıca göl çevresinde, Köyceğiz-Dalyan arasında bisiklet parkuru için alt yapı çalışmaları yapılmaktadır.
Köyceğiz Gölü’nün batısında Ölemez Dağı doğusunda Sultaniye Köyü sınırları içinde, kıyı boyunca çok sayıda termal kaynaklar vardır. Turizm ve Sağlık Bakanlığı’nca uzmanlara yaptırılan araştırma ve incelemeler sonucu çok sayıda ılıca-kaplıca ve içme kaynakları tespit edilmiştir. Bu termal kaynakların en önemlileri ve sağlık amaçlı olarak işletilenleri, Hasan Çavuş Ilıcası ve Kokar Girme denilen kaplıcalarıdır.
Sultaniye Kaplıcaları’nın tarihi çok eskilere dayanmaktadır. Milattan önceki yüzyıllardan itibaren bir şifa yurdu olarak işletilmiştir. Roma, Bizans, Osmanlı ve Selçuklu döneminde halkın hizmetine sunulmuştur. Roma döneminde 400 hastaya aynı anda hizmet verecek kadar gelişmiş bir hastane durumundaydı. Kaynaklara göre, hastanenin girişinde “Tanrılar adına buraya ölüm giremez” diye yazılmıştır. Ölemez Dağı da adını kaplıcalardan almıştır.
2015 yılının Temmuz ayında Şamanizm ve Tangrizim inancına sahip olan insanların katılımıyla Ayata Festivali düzenlenmiştir.
Dobruca
Dobruca ( trl: "Dobruđa", Rumence: "Dobrogea"), Karadeniz ile Tuna Nehri arasında kalan, Romanya'nın Köstence ve Tulça illeri ile Bulgaristan'ın Dobriç ve Silistre illerini kapsayan yoğun Türkmen nüfusun yaşadığı tarihi bir bölgedir.
Dobruca sınırlarının Romanya'da Tuna Nehri'nin denize döküldüğü nokta olan Sulina ("eski adıyla Sünne") kasabasından başlayarak Tuna hattı boyunca uzanan bir şekilde Bulgaristan'daki Tutrakan ("eski adıyla Turtukaya") şehrine kadar devam ettiği, buradan Karadeniz'e uzanan bir çizgi ile de Dobriç ilinde Balçık şehrinin aşağısındaki Ekrene (Kranevo) sahil kasabasının güney sınırını oluşturduğu kabul edilir. Sünne-Ekrene sahil şeridi 320 km uzunluğundadır.
Yüzölçümü 23,262 kilometrekare olup, bunun 15,402 kilometrekaresi "Eski Dobruca" denilen ve 1877-1878 yıllarında yapılan 93 Harbi sonucunda Romanya'ya koşulan Köstence ve Tulça sancaklarını, 7,780 kilometresi güneydeki "Yeni Dobruca" denilen bölgeyi içerir. Karadeniz kıyısı 320 kilometre uzunluğundadır. Dobruca'dan geçen Romanya-Bulgaristan kara sınırının uzunluğu 205 kilometredir.
Bölge, Osmanlı Devleti döneminde Silistre Eyâletine tâbi iken bu eyâlet ile Niş ve Vidin Eyâletlerinin birlestirilmesi ile, 1864'te kurulan yeni Tuna Vilayetine dâhil edilmiş, 93 Harbi sonrasında Berlin Antlaşması ile Kuzey Dobruca Romanya'ya, Güney Dobruca Bulgaristan'a koşulmuş, Balkan Savaşları sonrasında 1913 Bükreş Antlaşması ile Romanya Dobruca'nın hemen hemen tamamı üzerinde hakimiyet kurmuş, bu sınır I. Dünya Savaşı sonrasında Neuilly Anlaşması ile teyid edilmiş, II. Dünya Savaşı sürerken Mihver Devletleri tarafından 1940'da dayatılan Krayova Anlaşması le Bulgaristan Güney Dobruca'yı geri almış, bu sınır Paris Antlaşması (1947) ile onaylanmıştır. Günümüzde Romanya-Bulgaristan arasından kara sınırının yer aldığı tek bölge olan Dobruca'da iki ülke arasındaki sınırın uzunluğu 240 km'dir.
Bölge bereketli topraklarıyla bilinir ve tarih boyunca pek çok farklı kavmin yerleşimine konu olmuştur. Yerleşimler silsilesi içinde Milattan Sonra erken yüzyılllardan başlamak üzere birden fazla Türk halkı da yer almış, son olarak Osmanlı Devleti döneminde kült ve kültür tarihi açısından Güney Dobruca uzantısındaki Deliorman bölgesi Şeyh Bedreddin ile Kuzey Dobruca ise Sarı Saltuk ile özdeşleşmiştir.
Mecidiye, Köstence
Mecidiye, (Rumence, "Medgidia") Romanya'nın Dobruca bölgesi, Köstence ilinde bulunan, 43.800 kişilik nüfuslu (2003) olan bir şehir.
Osmanlı döneminde Dobruca’da çok sayıda yerleşim yeri kuruldu. Bunların başında Mecidiye gelmektedir. Kırım Savaşı’ndan sonra Dobruca’ya Kırım’dan gelen göçmenler için büyük bir yerleşim merkezi yapma fikri ortaya çıktı. Köstence’ye 45 km. uzaklıktaki Karasu yerleşiminin yeri uygun görülerek burada yeni ve büyük bir kasaba kuruldu. Kasabanın adı değiştirilerek Osmanlı Sultanı Abdülmecid’e izâfeten Mecidiye kondu. İdare binaları, cami inşa edildi. Kasaba bugün adını muhafaza etmektedir. 2 Eylül 1856'da Sultan Abdülmecit Karasu üzerinde Mecidiye'nin kuruluşu ile ilgili fermânını yayımlattı. 150. kuruluş yılı kutlamalarında Mecidiye Belediyesi'nin fahri hemşehri ilan ettiği Sultan Abdülmecit, geleneksel olarak şehrin kurucusu kabûl edilmektedir.
Köstence - Boğazköy (Cernavoda) - Bükreş demiryolu ve Tuna - Karadeniz kanalı Mecidiye'den geçiyor. Bolgede üzüm bağları olup önemli bir şarap üretim merkezidir. Şehirde yaşayan Türk - Kırım Tatar nüfusu varlığını devam ettirmektedir.
Köstence
Köstence (Rumence: "Constanţa", ), Romanya'nın Dobruca bölgesinde, Karadeniz kıyısındaki en büyük liman şehri.
Şehirde önemli bir Türk-Tatar azınlık varlığını devam ettirmektedir. Şehirde yaşayan Çingeneler de Türkçe konuşmaktadırlar.
Köstence, içinde yer aldığı bölgedeki diğer yerleşimlerinde olduğu gibi Paleolitik Çağ'dan kalma bir şehirdir. Arkeolojik kazılarda Neolitik, Tunç ve Demir çağlarına ait kalıntılar bulunmuştur. Köstence bu özellikleriyle bölgenin en eski yerleşim birimidir.
Antik Tomis-Constanta Kalesinin kuruluşuna kadar uzanan zamanda önemli tarihi sahnelere tanık olmuştur M.Ö 6. yüzyılda Miletos kolonisi olarak kuruldu. M.Ö 1. yüzyılda Roma idaresine geçti. Romalı ünlü şair Ovidius buraya sürgüne gönderilmiştir. M.S 1 ve 3. yüzyıllar arasında gelişerek liman kenti konumuna ulaştı.yüzyıllar arasında büyük bir gelişme gösterdi. 3. yüzyılda birkaç defa Gotlar’ın istilasına uğradı. Sonrasında Roma'nın Küçük İskitya bölgesinin merkezi oldu. 4. yüzyılda yaşayanların büyük çoğunluğunun Hristiyanlığı benimsediği şehirde piskoposluk kuruldu. Bu yüzyılda İmparator II. Konstantius tarafından yeniden inşa ettirilmesi nedeniyle şehir ona izâfeten Constantiana olarak adlandırıldı. 7. yüzyılda Bulgar saldırılarında tahrip olan şehir, Bulgar egemenliğinde küçük bir kasaba konumundaydı. 971 yılında yeniden Bizans egemenliğine girdi. 14. yüzyılda Dobruca Prensliği hakimiyetinde olan yerleşim, 1402 yılında I. Mircea tarafından Eflak Prensliği topraklarında katıldı. 1419'da Dobruca bölgesindeki diğer yerleşimlerl |
e birlikte Osmanlı idaresine geçti. Osmanlı döneminde "Kötence" adını alan yerleşim başlarda küçük bir liman şehri konumundaydı. 16. yüzyıl kaynaklarında küçük bir yerleşim olan yerleşim, 17. yüzyıl başlarında Kazak saldırılarında tahrip olsa da konumu nedeniyle önemi artan bir liman şehri oldu.
1768-1774, 1787-1792 ve 1828-1829 Osmanlı-Rus savaşlarında Ruslar tarafından ele geçirilen yerleşim antlaşmalar uyarınca Osmanlı'ya bırakıldı. Kırım Savaşı sırasında yeniden Rus egemenliğine geçen yerleşim 1854'de yeniden Osmanlı kontrolüne geçti. Bu dönemde stratejik önemi artan yerleşim, 1860'da tamamlanan demiryolu hattı, limanın genişletilmesi ve yeni binaların inşa edilmesiyle kaza merkezi konumuna ulaştı. 93 Harbi’nde Ruslar tarafından ele geçirildikten sonra Ayastefanos ve Berlin antlaşmaları neticesinde 1878 yılında Romanya topraklarına katıldı.
1890-1895 yılları arasında ünlü Romen mühendis Anghel Saligny Avrupa’nın en uzun, dünyanın ise 3. uzun köprüsünü inşa etti. 1985-1909 yılları arasında Köstence limanı büyük bir yeniden yapılandırma projesiyle modernleştirildi. Birçok ülkeden yüzlerce geminin uğrak yeri haline gelen liman böylelikle güçlenmeye başladı. Ayrıca yine bu dönemlerde şehrin altyapısı kurularak karayolları ve demiryolları yapıldı. Güzel dizaynlara sahip binalar inşa edildi.
I. Dünya Savaşı (1914-1918) boyunca Köstence, Almanlar ve çoğunlukla Bulgarlar tarafından harap edilerek görkemli dönemine son noktayı koydu. Mayıs 1918'deki Bükreş antlaşması madde 10.b. (Antlaşma hiçbir zaman Romanya tarafından onaylanmadı) Köstence merkez güçlerin (Alman, Türk, Bulgar) kontrolü altında kalıyordu.
Şehir birleşik orduların Yunanistan'daki başarılı saldırıları sonucu Bulgaristan'ın savaş dışı kalmasıyla özgürlüğüne kavuştu.
2 savaşın arasındaki dönemde (1918-1940 yılları arasında) Köstence liman kenti olmasına dayanarak ekonomik ve ticari ilişkilerini yeniden güçlendirdi. Köstence ülkedeki tüm denizcilik faaliyetlerinde %70 pay aldı. Bu dönemde Köstencedeki tersane en güçlü dönemini yaşayarak bölgenin en girişimci unvanını ve en çok istihdam yaratma olgusunu kazandı.
Ne yazık ki II. Dünya Savaşıyla birlikte Köstence yeniden sahip olduğu güçleri kaybetti. Sovyet işgalciler tarafından Romen donanmaları yokedildi ve liman işgalciler tarafından yönetilmeye başlandı. Köstence limanının öneminden dolayı bölgede komunist rejim uygulanmaya başlandı. Şehir, Sovyet endüstrileşmesiyle özellikle 1960-1975 yılları arasında gelişti. Tersane geliştirildi (150.000 gemi), ticari filolar arttırıldı (1985’de 250.000 civarı gemi), birçok fabrika açıldı ve özellikle deniz kenarları turistik amaçlı geliştirildi. Aralık 1989’dan sonra Köstence Bükreş’ten sonra Romanya’nın en önemli 2. şehri olarak yerini korudu ve şehir gelişim arayışları içerisindedir.
Yörede maden suyu kaynakları vardır. Ayrıca deniz banyosu yazın pek çok turisti çeker. Ana yerel endüstri tanen asidi ve petrol tamburası üretimidir. Özellikle "Mamaia" kuzeyde sahil dinlenme yeridir.
Şimdiki Köstence başkanı Sosyal Demokrat Parti'li Radu Stefan Mazare dir.
Köstence belediye meclisi 2004 yılı yerel hükümet seçimlerinde seçildi. 27 üyeden meydana gelen meclisin kompozisyonu aşağıdaki gibidir.
2002 nüfus sayımına göre, Köstence şehrinin nüfusu 310.471 idi. Köstence çevresindeki alanlarda Navodari 32.400, Ovidiu 13.134 ve Basarabi 19.857 kişilik nüfuslarıyla ve komünleri Cumpana 12.532, Lumina 7.858 (2004 yılı), Valu lui Traian 8.824 ve Agigea 5.482 kişilik nüfuslarıyla Köstence şehrinin nüfusunu artırarak 401.613'e ulaştırır.
1895'te Bükreş demiryolunun açılmasıyla, (Tuna'yı Cernavoda'daki bir köprüyle geçen) Köstence'ye hububat ve petrolde hatırı sayılır bir büyüklükte transit ticareti getiriyordu. Kömür ve kok kömürü geniş bir şekilde ithal listesi başındaydı. Bunları makineler, demir malzemeler, pamuk ve yün iplikleri takip ediyordu. Köstence'yi Bükreş'e bağlayan A2 transit yolu hemen hemen tamamlanmakta olup, halen Bükreş'ten Cernavoda'ya çalışmaktadır, 2008 yılına kadar Köstence'ye açılacaktır.
Köstence limanı girişinde bir feneri olup, dalgakıran tarafından korunmaktadır.
Kuzey rüzgârlarından iyi korunur. Fakat güney, güney doğu ve güney batı rüzgârları bazen hayli tehlikeli olur. Romanya donanmasının Karadeniz filosu için burası bir üstür. Geniş kanal (Tuna-Karadeniz kanalı) Tuna nehrini Karadeniz'de Köstence'ye bağlar.
Kötence'de toplu taşıma sistemi "Regia Autonoma de Transport in Comun Constanta" (RATC) dir. 17 otobüs hattı, 2 tramvay hattı ve 2 troleybüs hattı vardır. Şehir 2002 başında, yaşlanan DAC otobüsleri yerine 130 yeni MAZ ötobüsleri satın aldı. Şimdi otobüs filosunun %90'ı yenidir. Otobüsler parlak renklerde pembe, sarı ve yeşil boyalıdır.
Köstence tipik olarak Akdeniz iklimi benzeri olup farklı dört mevsim içerir.
Yazlar sıcak kurak ve güneşli Temmuz sıcaklık ortalaması 23 °C'dir. Karadeniz'in ılıman etkisinden dolayı Köstence, iç bölgelerde sıkca bulunan sıcak günleri nadiren yaşar. Yaz 15 Haziran'da başlar ve Eylül'ün sonuna kadar devam eder.
Ve oldukca ılıktır. Geceler hâlâ tropikaldır (ısı 20 °C'nin üzerindedir), Eylül ayının on günlük ortalamasında. Karadeniz'in ısıyı yığmasından dolayı Eylül, Haziran ayından daha ılıktır. İlk don olayı Kasım ayının 19'unda vuku bulur. Kış daha ılıktır, Romanya'nın güneyindeki şehirlerle kıyaslandığında. Çok az kar olur fakat hava çok rüzgârlıdır. Bu nedenle hoş değildir. Kış iç bölgelerden çok daha sonra gelir. Aralık'ta hava sık sık yumuşaktır. Isı 12 °C'ye ulaşır. Ocak ayı ortalama sıcaklığı +4 °C dir. İlkbahar erken gelir fakat çok serindir. Nisan ve Mayıs ayları Karadeniz sahilleri en serin yerdir Romanya'da.
Yeşil çay
Yeşil çay, "Camellia sinensis" yapraklarından elde edilen çay. Aynı bitkiden elde edilen siyah çay için yapraklar yavaş yavaş kurutulur, yeşil çay ise yaprakların toplanır toplanmaz kavrulup hızla kurutulması ile elde edilir. Siyah çay kurutulurken oksijenle tepkimeye girer, yeşil çayın ise tepkimeye girmesine izin verilmez.
Her iki çayda da kafein bulunmaktadır, ancak yeşil çaydaki kafein oranı daha düşüktür. Siyah çayın da, yeşil çayın da antioksidan özellikleri vardır, ancak daha az işlem gördüğü için yeşil çaydaki antioksidan miktarı daha fazladır.
Çay tarımı ve üretimi; büyük oranda ekvatoral ve ekvatora yakın bölgelerde yapılmaktadır. Bu bölgelerdeki çay ürününde bakteriyel ve mantarı hastalıklar ile bitki hastalığına sebebiyet veren 160'a yakın böcek çeşidi bulunmaktadır. Bu hastalık ve böceklerle kimyasal zirai mücadele yapılmaktadır. Mücadele sonucunda bir miktar ilaç kalıntısı çay yaprağı üzerinde kalmaktadır. Bu durum; siyah ve yeşil çayda insan sağlığına zararlı 70 çeşit pestisid kalıntısını da beraberinde getirmektedir. Ekolojik şartlar nedeniyle, Türk çaylarının tarımında kimyasal zirai mücadele ilacı kullanılmadığından Türkiye'de üretilen siyah ve yeşil çaylarda pestisid kalıntısı bulunmamaktadır. Türk çaylarında pestisid kalıntısı bulunmaması, ülkemizi sağlıklı bir yeşil çay üretimi için ideal ülke durumuna getirmektedir.
Buğday
Buğday ("Triticum"), buğdaygiller familyasından bütün dünyada ıslahı yapılmış tek yıllık otsu bitki cinsi. Değişik araştırmacıların yaptıkları araştırmaların ışığında buğdayın gen merkezi olarak Anadolu, Batı İran ve Kafkasya kabul edilir.
Karasal iklimi tercih eder. Buğday; un, yem üretilmesinde kullanılan temel bir besin maddesidir. Kabuğu ayrılabileceği gibi kabuğu ile de öğütülebilir. Buğday aynı zamanda çiftlik hayvanları için bir yem maddesi olarak da yetiştirilmekdedir. Hasattan sonra atık ürün olarak saman balyası çıkar. enerji miktarı 1.18dir.
Sınıflandırmada ilk ele alınan bitki buğdaydır. Sınıflandırmada önce başak özellikleri dikkate alınmıştır. Kılçıklılık, kılçıksızlık, kavuz rengi, dane rengi ele alınan ilk kriterler olmuştur. Daha sonraları başak sıklığı buğdayların sınıflandırılmasında rol oynamıştır. Rusya taksonomistleri buğdayları sınıflandırmak için ekotipler ve biyotipler üzerinde durmuşlardır. Ekotip ve biyotiplerin sınıflandırılması morfolojik karakterlere göre olmuştur. Stoloji alanındaki ilerlemeler sonucu, buğdayların sınıflandırılması kromozom sayılarına göre yapılmaya başlamıştır. Kromozom sayıları sonucu buğdayların genom sayıları ve genom formülleri üzerinde durulmuştur. Kromozom sayıları ve genom formüllerine göre yapılan sınıflandırmalarda buğdaylar üç gruba ayrılır:
Her grubun da yabani formları, kavuzlu ve çıplak kültür formları vardır.
Tür ve alttür üzerindeki çalışmalar sonucunda tetraploid ve hekzaploid gruptaki bütün buğdaylar tek tür altında toplanmıştır. Daha önce tür kabul edilen buğdaylar ise çeşit grupları haline sokulmuştur. Son olarak kromozom sayılarına göre buğdaylar, diploid ve alloploid olarak iki grupta toplanmıştır. Diploid buğdayların en önemlisi "Triticum monococcum"’dur. Alloploid buğdaylardan 2n= kromozomlu "Triticum aestivum" en önemli türleridir.
Belirsizlik ilkesi
Belirsizlik ilkesi, 1927 yılında Werner Heisenberg tarafından öne sürüldü. Kuantum fiziğinde Heisenberg'in belirsizlik ilkesine göre, bir parçacığın momentumu ve konumu aynı anda tam doğrulukla ölçülemez (momentum değişimi = kütle değişimi x hız değişimi). Belirsizlik ilkesini daha da genellenmiş olarak anlatmak istersek şunları söyleyebiliriz. Kökleşik (klasik, deterministik) fizikten ayrı olarak Kuantum fiziğinde her fiziksel niceliğe denk gelen bir reel sayı değil, bir işlemci vardır. Bu işlemciler, kökleşik mekanikten ayrı olarak sayısal değerler ile değil matrisler ile temsil edilir. Dolayısıyla, kuantum mekaniğinde ölçülen fiziksel niceliğin ölçüm sırası önemlidir. Herhangi iki fiziksel niceliği (örneğin: konum ve momentum) ele alalım. Eğer bu fiziksel niceliklere denk gelen iki işlemci yer değiştiremiyorsa bu iki niceliğin (örneğin: momentum ve konum) aynı anda ölçülmesi olanaksızdır. Bu durumda kesin sonuçlardan değil, bir ortalama değer yakınlarında dalgalanan değerlerden söz edebiliriz. Belirsizlik ilkesi determinizmin "her şeyi kesin olarak belirleyebilme" önermesini tamamıyla y |
ıkmıştır, ancak determinizmin temel aldığı nedensellik ilkesinin geri kalanı ayakta kalabilmiştir.
Bir parçacığın konumu ne denli doğrulukla ölçülürse (yani konumunun belirsizliği ne denli küçük olursa), buna karşılık momentumunun belirsizliği aynı oranda büyük olur. Tersine, momentumdaki belirsizlik küçüldükçe, aynı oranda konumunun belirsizliği büyür. Ancak bu belirsizlik deneysel ölçümlerden değil doğrudan matematikten elde edilmiştir. Fourier analizinde x ve k uzayları arasındaki dönüşümler ele alınırsa,
formula_1
eşitsizliğinden yola çıkılarak De Broglie-Einstein denklemlerinden momentum ile ilgili anlatım yerine konulursa;
formula_2
formula_3
elde edilir. Burada formula_4, x konumundaki belirsizliği, formula_5 ise x yönündeki momentumdaki belirsizliği temsil eder. Görüldüğü üzere birbirine dik eksenlerde herhangi bir belirsizlik yoktur, diğer bir deyişle y yönündeki konumla x yönündeki momentum aynı anda sonsuz duyarlılıkla elde edilebilir.
Belirsizlik ilkesi enerji ve zaman ilişkisi için de geçerlidir. Belirsizlik ilkesinin daha iyi anlaşılması için benzer bir örnek: Bir elektromanyetik dalganın sıklığını (titreşim sayısını) ölçmek için belli bir süre beklemek gerek. Yani dalganın sıklığını belli bir anda ölçmek olanaksızdır. Bekleme süresi uzadıkça zaman belirsizleşir.
Titreşim sayısı ve enerji niceliği az formula_6 Dalga boyu uzun formula_6 Bekleme süresi uzun formula_6 Belirsizlik büyük
Titreşim sayısı ve enerji niceliği çok formula_6 Dalga boyu kısa formula_6 Bekleme süresi kısa formula_6 Belirsizlik küçük
Enerji niceliği ne denli azsa, aynı oranda dalga boyuyla bağlantılı olarak bekleme süresi uzar ve ölçülen zaman belirsizleşir.
Tersine; Enerji niceliği ne denli çoksa, aynı oranda dalga boyuyla bağlantılı olarak bekleme süresi azalır ve ölçülen zamanın belirsizliği azalır.
Uluslararası buğday üretimi istatistikleri
Aşağıdaki tabloda yer alan Uluslararası buğday üretim miktarları, FAOSTAT verileri kullanılarak oluşturulmuştur. Tablo'daki üretim miktarları milyon tondur.
Brian May
Brian Harold May 19 Temmuz 1947 doğumlu, Queen grubunun gitaristi. Müzik hayatına başladığı günden itibaren babasıyla birlikte yaptığı "Red Special" isimli gitarı kullanmaktadır. Gitarından elde ettiği değişik tonda, pena yerine 5 peni kullanmasının da etkisi büyüktür. Gelmiş geçmiş en iyi rock gitaristlerinden biri olarak kabul edilmektedir.
Solo Single'ları
Brian May Videografisi
Solo Video Klipleri
Queen ile birlikte yayınladığı albümler
Queen albümlerinde bulunan şarkıları
Doğu Azerbaycan Eyaleti
Doğu Azerbaycan Eyaleti (, ), İran'ın 31 eyaletinden birisidir. İran Azerbaycanı denilen ve İran'ın 6 eyaletini kapsayan bölge içinde yer alır. Aynı zamanda Azeri Türklerinin İran içinde en yoğun bulunduğu eyalettir.
Ülkenin kuzeybatısında yeralan Doğu Azerbaycan'ın kuzeyinde; Ermenistan ile Kuzey Azerbaycan, doğusunda Erdebil, güneyinde Zencan ve batısında Batı Azerbaycan eyaletleri bulunur. Nüfusu 3.603.456 ve yüzölçümü 47.830 km² olan eyaletin merkezi Tebriz'dir. Halkın çoğunluğu Azeri Türküdür ve Türkçe konuşmaktadır.
Eyalet yaklaşık 47.830 km ² lik bir alanı kaplamaktadır ve dört milyon kişilik bir nüfusa sahiptir. İdari merkez Tebriz, ülkenin en eski ve önemli şehirlerinden birisi ve bu eyaletin en önemli kültürel, siyasi ve ticari merkezidir. Eyaletin, Ermenistan ve Nahçıvan ile ortak sınırları vardır. Karayolları ve demiryolları ile İran'ın diğer bölgelerine ve komşu ülkelere bağlantıları vardır.
Doğu Azerbaycan'ın en yüksek zirvesi, Tebriz'in güney kısmında Garmadüz (Ahar) civarındaki 3.722 m.'lik Şahand Dağı'dır. Eyaletteki diğer önemli yükseltiler Karadağ, Bozkuş dağları ve Kaflan Dağları'dır .
Genel olarak Doğu Azerbaycan, dağlık bir bölgede olması nedeniyle serin ve kuru bir iklime sahiptir. Ancak Hazar Denizi nedeniyle güneyden gelen hafif rüzgarlar havayı yumuşatır. Ortalama sıcaklıklar 8,9 °C Tebriz, 20 °C Marage. Kış aylarında ise ortalama sıcaklıklar -10, -15 °C arasındadır. Doğu Azerbaycan'ı ziyaret etmek için en ideal zaman bahar ve yaz aylarıdır.
Doğu Azerbaycan Eyaleti, 20 şehristan ve 44 bahşa ayrılmıştır. Eyaletin yönetim haritası ve yönetim yapısı aşağıda gösterilmiştir.
İslam cumhuriyeti
İslam Cumhuriyeti, İslam dinine dayalı cumhuriyet tarzına denir.
Bu yönetim şekli bazı İslam ülkelerinde geçerlidir; Afganistan, İran, Moritanya, Pakistan gibi. İslami yasaların anayasanın üzerinde olduğu, bunun yanında yönetimin monarşik olmayıp yöneticilerin seçimle işbaşına geldiği bir düzeni amaçlar.
Tahran
Tahran (), İran'ın başkenti, Tahran Eyaleti'nin merkezi ve 15 milyonu aşan metropol nüfusuyla İran'ın en büyük kentidir. Hazar Denizine yaklaşık 100 km uzaklıkta, Elburz Dağlarının güney yamaçlarında bulunur.
Eskiden başkent Rey'in yakınlarında küçük bir köydü. Rey'in İS 1220'de Moğollar tarafından yıkılmasından sonra kent halkının büyük bölümü Tahran'a yerleşti ve Tahran bir kent olarak gelişmeye başladı; Rey'in kalıntıları günümüzde Tahran'ın güneyindedir.
Kaçar Hanedanı'nı (1779-1925) kuran Ağa Muhammed Han, 1785'te ele geçirdiği Tahran'ı 1788'de başkent ilan etti. Bu tarihten sonra hızla gelişen kent günümüze değin İran'ın başkenti olarak kaldı. Kaçar Hanedanı'nın 1925'te devrilmesinden sonra tahta çıkan Şah Rıza Pehlevi'nin (hükümdarlığı 1924-41) hükümdarlığı sırasında büyük ölçüde genişledi. II. Dünya Savaşı sırasında, kentte Tahran Konferansı olarak bilinen bir toplantı düzenlendi (1943). Muhammed Rıza Pehlevi'nin hükümdarlığı sırasında (1941-79), petrol sanayisindeki gelişmenin de etkisiyle kent hızla modernleşti. 1979'da Şah'ın devrilerek İran İslam Cumhuriyeti'nin kurulmasından sonra, ekonomik ve siyasal sorunlar nedeniyle kent bir duraklama dönemine girdi.
Tahran başkent olarak, İran'ın ekonomik ve sosyal yaşamına yön veren en çağdaş kentlerinden birisidir.
1979 İran İslam Devrimi'nden sonra ülke nüfusuna paralel olarak kentin nüfusu 2,5 kat artmış ve 13 milyona yaklaşmıştır.
Kentin kuzey kesimindeki gösterişli modern semtlerle güneydeki eski kent ve çarşı tam bir karşıtlık içindedir. Kentteki başlıca yapılar Sipahsalar Camisi, meclisin bulunduğu Baharistan Sarayı, Şemsü'l-İmare ve Niavaran Sarayı'dır. Ünlü tavuskuşu tahtının ve değerli taşlarla süslü Nadiri tahtının bulunduğu Gülistan Sarayı, Sadabad Sarayı ve Mermer Saray günümüzde müze olarak kullanılmaktadır. Kentte ayrıca bir arkeoloji müzesi ve etnografya müzesi vardır. Tahran Üniversitesi, İran Ulusal Üniversitesi ve Şerif Vagefi Teknik Üniversitesi kentteki başlıca yükseköğretim kurumlarıdır.
Kent, Elburz Dağları eteklerindeki bir yaylaya kurulmuş olduğundan ve çevresinde nehir, göl, deniz gibi bir su kaynağı bulunmadığından (başta hava kirliliği olmak üzere) ciddi çevre sorunlarıyla boğuşmaktadır. Kenti tehlikeli bir biçimde etkileyen hava kirliliğinin bir nedeni de Tahran'ın dünyaca ünlü trafik sorunudur. Çevre yollarının göreceli olarak geç yapılması ve yetersiz oluşu; kentteki toplu taşımacılığın tekerlekli taşıtlarla yapılması; kullanılan araçların eskiliği buna neden olmaktadır. Ama trafik sorunununa çözüm olarak Ortadoğu'daki en büyük metro ağlarından biri olan Tahran metrosu yapılmıştır ve hatları uzatılmaya devam edilmektedir.
Tipik bir bozkır ikliminin hüküm sürdüğü Tahran'da kışlar soğuk ve kar yağışlı, yazlar ise sıcak ve kuraktır. Yağışlar en çok kış mevsimindedir ve ilkbahar ve sonbahar mevsimlerinde de görülür. Kışın kar yağışı ve don çok şiddetli olabiliyor. Gece ile gündüz, yaz ile kış mevsimi arasında önemli sıcaklık farkları bulunur.
Tahran şehri 22 alt ilçeye ayrılmıştır. Bu ilçeler ve büyük semtler aşağıdaki haritada gösterilmiştir.
Tahran'ın büyük semtleri şunlardır: Abbas Abad, Afsariye, Amaniye, Amir Abad, Aryashahr, Bagh Feiz, Baharestan, Dereke, Darband, Dardasht, Dar Abad, Darrous, Dehkadeh Olampik, Ekhtiyariyeh, Ekbatan, Elahiyeh, Evin, Farmanieh, Fereshteh, Gheitariye, Gholhak, Gisha, Gomrok, Hasan Abad, Jamaran, Jannat Abad, Javadiyeh, Jomhuri, Jordan, Lavizan, Mehran, Narmak, Navab, Nazi Abad, Niavaran, Park-e Shahr, Pasdaran, Piroozi, Punak, Ray, Sa'adat Abad, Sadeghiyeh, Seyed Khandan, Sohrevardi, Shahrara, Shahr-e ziba, Shahrak-e Gharb, Shemiran, Tajrish, Tehranno, Tehranpars, Tehransar, Vanak, Velenjak, Yaft Abad, Yusef Abad, Zafaraniye.
Pirinç
Pirinç veya çeltik, buğdaygiller (Poaceae) familyasından mısır ve buğdaydan sonra en fazla ekimi yapılan otsu bir bitki türü. Dünya nüfusunun yarısından fazlası için beslenmede büyük bir önem taşır. En çok Muson Asyası'nda yetişir.
Çeltik daha ziyade tropikal ve suptropikal iklim şartlarında, güney ve güneydoğu Asya ile Afrika'da yaygın olarak yetiştirilir.
100 g pişirilmemiş haşlanmış pirinçte mineral ve vitaminler:
Momentum
Klasik mekanikte momentum ya da devinirlik (çoğul momenta; SI birimi kg·m/s ya da eşdeğer olarak, N·s), bir nesnenin kütlesi ve hızının çarpımıdır; (p = "m"v). Hız gibi, momentum da vektörel bir niceliktir, yani büyüklüğünün yanı sıra bir yöne de sahiptir. Momentum korunumlu bir niceliktir (çizgisel momentumun korunumu); yani bu, eğer kapalı bir sistem herhangi bir dış kuvvetin etkisi altında değilse, o kapalı sistemin toplam momentumunun değişemeyeceği anlamına gelir. Momentum benzer bir konu olan açısal momentum ile karışmasın diye, bazen çizgisel momentum olarak da anılır.
Her ne kadar Newton'un ikinci yasası şeklinde ifade edilse de, momentumun korunumu Özel görelilik teorisi çerçevesi içinde de geçerlidir ve bazı uygun tanımlarla birlikte, (genelleştirilmiş) bir momentum korunum yasası Elektrodinamik, kuantum mekaniği, kuantum alan teorisi ve genel görelilik teorileri içinde de geçerliliğini korur. Göreli mekanikteki momentum, göreli-olmayan momentumun, fazladan Lorentz faktörü ile çarpılmasıyla elde edilir.
Bir nesne herhangi bir gözlem çerçevesinde hareket halinde ise, o çerçeve içinde bir momentuma sahiptir. Momentumun çerçeveye bağımlı olduğunu belirtmek önemlidir. Yani aynı nesne, bir gözlem çerçevesinde belli bir momentum değerine sahip olabilirken, başka bi |
r gözlem çerçevesinde ise başka bir momentum değerine sahip olabilir. Örneğin, hareketli bir nesne, yere göre sabit bir noktaya göre seçilen bir gözlem çerçevesinde momentumu olmasına rağmen, kütle merkezine iliştirilen bir gözlem çerçevesinde ise sıfır momentumu vardır.
Bir nesnenin sahip olduğu momentumun miktarı, iki fiziksel büyüklüğe bağlıdır: Kütlesi ve o gözlem çerçevesindeki hızı. Fizikte, momentum için kullanılan sembol genellikle kalın p harfidir (kalın yazılmasının nedeni vektör olmasındandır.); böylece şöyle ifade edilebilir;
burada p momentum, "m" kütle ve v hızdır.
Örnek: kuzeye doğru yere paralel düz bir rotada 1 m/s hızına ve 1 kg kütleye sahip model bir uçağın momentumu yere göre ölçüldüğünde, kuzey yönünde 1 kg•m/s ‘dir. Kokpitin içindeki bir pilot, kokpit gözlem çerçevesine göre uçağın hızını sıfır ölçeceğinden, momentumunu da sıfır ölçer.
Newton’un ikinci yasasına göre, bir parçacığın momentumunun değişim hızı, parçacık üzerine etki eden net kuvvetle doğru orantılıdır ve yönü ise bu net kuvvetin yönündedir. Net kuvvetin, momentumdan türetilmesi aşağıdaki gibidir.
Eğer kütle zaman içinde sabitse, türevin ikinci terimi (thrust terimi denir) (formula_3). Böylece şunu yazabiliriz:
Ya da daha basit olarak,
burada F’nin net kuvvet olduğu anlaşılmalıdır.
Örnek: yine bir model uçak, 1 kg kütleli, 1 s içinde kuzeye doğru sıfır hızdan 1 m/s hızına ivmelensin. Bu ivmelenme için gerekli kuvvet 1 newtondur. Momentumdaki değişim 1 kg•m/s’dir. Kokpitteki pilot için ise momentumda bir değişim yoktur. İvmelenme sırasında pilotun sırtının koltuğa yapışması, bu itme'ye tepki kuvvetine karşı dengelenmedir.
Çok-parçacık sisteminin çizgisel momentumu, sistem içindeki ayrı ayrı tüm nesnelerin momentalarının vektörel toplamlarına eşittir.
burada p parçacık sisteminin toplam momentumu, "m" vev "i"’inci nesnenin sırasıyla kütlesi ve hızı, ve "n" ise sistemdeki nesnelerin sayısıdır..
Gösterilebilir ki, kütle merkezi çerçevesinde herhangi bir sistemin momentumu sıfırdır. Dahası, bu kütle merkezi çerçevesine göre hızı v olan başka bir çerçevedeki momentum basitçe aşağıdaki gibidir:
burada:
Bu Euler'in ilk yasası olarak bilinir.
Birçok-parçacıklı sistemin çizgisel momentumu, toplam kütle "m" ile kütle merkezi hızı v’nin çarpımı olarak da tanımlanabilir.
Bu Newton'un ikinci yasasının özel bir halidir (eğer kütle sabitse).
Tensörler kullanılarak yapılacak daha genel bir türetim için, bir "t" anında, "V" hacmini kaplayan, bir "S" yüzey alanına sahip, stres vektörü formula_10 ile temsil edilen birim yüzey alanı başına yüzey kuvvetinin ettiği, "V" hacmi içinde her noktadaki birim hacim başına olan "F" gövde kuvvetinin etkidiği, cismin gövdesi boyunca belirlenmiş "v" hız alanı ile belirlenmiş, sürekli bir ortam olduğu varsayılan, hareket halindeki bir cismi düşünelim(şekile bakın).
Tanım gereği stres vektörü formula_12’dir, o halde
Gauss'un diverjans teoremini kullanarak , yüzey integrali hacim integraline çevrilirse, (burada formula_14 ile diferansiyel işlemci belirtilmektedir), bu bize şunu verir:
Artık sadece bu eşitliğin sağ tarafıyla ilgilenebiliriz. Bu noktada dikkat etmemiz gereken, diferansiyel işlemciyi sadece integranda uygulamamaktır. Çünkü bu sürekli ortama sahip gövdenin hareketi esnasında, gövde katı bir cisim olmak zorunda olmadığından, integre ettiğimiz hacim de zaman içinde değişebilir. O halde yukarıdaki integral şu hali alır:
Birinci kısımda türev alınır ve ikinci kısma diverjans teoremi uygulanırsa:
Artık integralin içindeki ikinci terim şudur: formula_18 Bunu önceki denklemde yerine koyup, terimleri düzenledikten sonra, şunu elde ederiz:
Yukarıdaki denklemlerdeki iki integral terimini kolayca tanıyabiliriz. İlk integral hız alanının konvektif türevini ve ikinci integral ise kütlenin zaman içindeki akışını ve değişimini ihtiva eder. Şimdi ise sistemde ne bir kaynak (source) ne de bir gider (sink) olduğunu varsayalım, yani kütle korunuyor olsun, o halde bu ikinci terim sıfırdır.Böylece şunu elde ederiz:
Bunu orijinal denkleme geri koyarsak:
Herhangi bir hacim için integrand sıfır olması gerektiğinden, Cauchy hareket denklemlerini elde ederiz
Görüldüğü gibi bunu elde etmek için sadece hiçbir kütle kaynağı veya kütle giderinin olmadığını, yani kütlenin korunduğu varsayımını yaptık. O halde bu denklem herhangi bir sürekli sistem için, akışkan sistemlerde dahi geçerlidir. Eğer yalnızca elastic sürekliliği inceliyorsak, konvektif türevin ikinci terimi ihmal edilebilir ve bu durumda bize hız alanının sıradan zaman türevi kalır.
Bir sistem dengede ise, ivmesi olmayacağından, momentumunun zamana göre değişimi sıfırdır.
Ya da tensör gösterimiyle,
Bunlar, çizgisel elastisite problemlerini çözmek için katılar mekaniğinde kullanılan denge denklemleridir.
Mühendislik gösteriminde, denge denklemleri kartezyen koordinatlarda şöyle ifade edilirler:
Çizgisel momentumun korunumu yasası doğanın temel bir yasası olup, eğer kapalı bir sisteme etkiyen hiçbir dış kuvvet mevcut değilse, o kapalı sistemin momentumunun sabit kalacağını söyler. Bu yasanın sonuçlarından bir tanesi ise; herhangi bir nesneler sisteminin kütle merkezi, sistem dışı bir kuvvete maruz kalmadığı sürece, her zaman aynı bir hız ile hareketini sürdürecektir.
Momentumun korunumu, matematiksel bir özellik olan uzayın homojen olmasının bir sonucudur (bir nesnenin uzay içindeki konumu, momentumuna kanonik olarak eşleniktir). O halde momentumun korunduğu bir sistemin içinde fiziksel olarak ne olup bittiği, o sistemin uzaydaki konumunun nerede olduğu ile bir ilgisi bulunmamaktadır.
Analitik mekanikte momentumun korunumu, Lagranjiyenin, ötelemeler altında değişmez kalmasının bir sonucudur. Toplam momentumun hareket sabiti olduğu, Lagranjiyene sonsuz küçük bir öteleme yapılıp, bunu ötelenmemiş Lagranjiyenle eşitlenerek ispatlanabilir. Bu Noether teoreminin özel bir halidir
Kapalı bir sistem için (eğer dış kuvvetler yoksa) toplam momentumun korunumu aslında, Newton'un birinci hareket yasasıdır. Newton'un üçüncü yasası olan, alt sistemler arasında etkiyen kuvvetlerin büyüklükleri aynı ve yönleri zıttır şeklinde ifade edilen, etkiye tepki yasası ise momentum korunumunun bir sonucudur.
Uzaydaki konum, vektörel bir nicelik olduğundan, konuma kanonik eşlenik olan momentum da vektörel bir niceliktir—bir yöne sahiptir. O halde, bir silah ateşlendiğinde, sistemin (silah ve merminin) toplam momentumu, bu iki cismin momentumlarının vektörel toplamlarıdır. Ateşlemeden hemen öncesinde silah ve merminin duruyor oldukları farzedilirse (ki bu sistemin başlangıç momentumunun sıfır olmasıdır), sistemin son toplam momentumu da sıfır olmalıdır.
Sadece iki nesneye sahip kapalı bir sistemde, nesnelerden birindeki momentum değişimi, diğerinkine büyüklük olarak eşit ve yön olarak ters olmalıdır. Matematiksel olarak,
Momentum, yine kapalı bir sistemde, çarpışmalarda ve iç patlamaların sebep verdiği ayrılmalarda dahi korunur. Kinetik enerji, öte yandan, çarpışmalar esnek değilse, korunmaz. Momentum korunduğundan dolayı, bu bir çarpışma ya da ayrılmayı takip eden durumda bilinmeyen bir hızı, eğer diğer kütle ve hızların bilinmesi durumunda, hesap edilebilir.
Bu gerçeğin gerekli olduğu, fizikte sık raslanan bir problem, iki parçacığın çarpışmalarıdır. Momentum her zaman korunuyor olacağından, çarpışma öncesi momenta toplamı, çarpışma sonrası momenta toplamına eşit olmalıdır:
Burada;
"formula_30" ve "formula_31": Çarpışma öncesi hızlar, formula_32 biriminde.
"formula_33" ve "formula_34": Çarpışma sonrası hızlar, formula_32 biriminde.
"formula_36": Kütle, formula_37 biriminde.
İlk hızlardan, son hızların belirlenmesi (ya da tam tersi), çarpışmanın çeşidine bağlıdır. İki çeşit momentum koruyan çarpışma vardır: Kinetik enerjiyi de koruyan esnek çarpışmalar ve kinetik enerjiyi korumayan esnek olmayan çarpışmalar.
İki bilardo topunun çarpışması, sertliklerinin yüksek olmasından dolayı, “neredeyse” tamamen esnek bir çarpışmaya örnek olarak verilebilir. Tamamen esnek olan çarpışmalar sadece teoride, sertlikleri matematiksel olarak sonsuz olan iki cisim arasında var olabilir. İki topun çarpışması esnasında momentumun korunmasının yanı sıra, çarpışma öncesi kinetik enerjilerin toplamı, çarpışma sonraki toplama eşit olmalıdır:
Başlangıç hızları bilindiğinde, kafa-kafaya olan çarpışmalardaki son hızlar şöyle verilir:
Birinci cismin kütlesinin diğerinkinden çok daha fazla olduğu durumda (yani, ), son hızlar yaklaşık olarak şöyledir:
O halde daha fazla kütleli cisim hızını değiştirmez, ve daha az kütleli cisim, diğerinin hızının iki katı kadar daha hızlı ve kendi orijinal hızı kadar daha yavaş hareket eder.
Eşit kütleli iki cismin kafa-kafaya çarpışmasında (yani, ), son hızlar şöyle verilir
Yani hızlar basitçe değiş tokuş edilirler. Eğer birinci cisim sıfır olmayan u ilk hızına sahip olup ikincisi ise duruyorsa, çarpışmadan sonra birinci cisim duruyor olup, ikincisi u son hızı ile hareketine devam edecektir. Bu fenomenin temsili Newton beşiği ile gösterilebilir.
Merkezi esnek çarpışmalarda hareket doğrultusunda bir değişme olmaz. Bu çarpışmalarda kinetik enerji ve momentum korunur. Aşağıdaki iki formül merkezi esnek çarpışma problemlerinde kullanılır:
Birden daha üst boyutlardaki, kafa-kafaya olmayan çarpışmalardaki gibi çarpışmalarda, hız vektörü, çarpışma düzlemine dik ve çarpışma düzlemine paralel olmak üzere, iki ortogonal bileşenine ayrılır. Çarpışma düzlemine dik hız bileşenleri değişmeden kalırken, çarpışma düzlemindeki hız , bir boyutlu durumdaki gibi hesaplanabilir.
Örneğin, iki-boyutlu bir çarpışmada, momenta "x" ve "y" bileşenlerine ayrıştırılabilir. Bundan sonra her bileşeni ayrı ayrı hesaplayıp, sonuçları vektörel olarak birleştirip hesaplayabiliriz. Bu vektörün büyüklüğü, kapalı sistemin son momentumudur.
Mükemmel esnek-olmayan çarpışmaya verilen ortak bir örnek, iki kartopunun çarpışıp, akabinde birbirlerine yapışmalarıdır. Bu durumda momentumun korunumu denklemi şöyledir:
Mükemmel, esnek-olmayan çarpışmalar, gösterilebilir ki, kinetik enerjinin mak |
simum oranda diğer enerji biçimlerine dönüştüğü çarpışmalardır. Örneğin, eğer çarpışmadan sonra iki cisim yapışıp, ortak bir son hız ile hareket ediyorlarsa, daima, nesnelerin hızlarının sıfır olduğu ve böylece kinetik enerjilerinin %100’ünün dönüştürüldüğü bir gözlem çerçevesi bulunabilir. Bu göreli durumda dahi doğru olup, parçacık hızlandırıcılarında , kinetik enerjiyi etkin bir biçimde, kütle-enerjinin değişik formlarına çevirmek için,(yani kütleli parçacıklar elde etmek için), kullanılır.
Tazmin( restitution) katsayısı, göreli uzaklaşma hızının, göreli yaklaşma hızına oranı olarak tanımlanır. Bir oran olduğundan, boyutsuz bir niceliktir. Tazmin katsayısı, iki çarpışan nesne için, şöyle verilir:
burada
Mükemmel bir esnek çarpışma, C ‘nin 1 olduğunu ima eder. Böylece mükemmel esnek çarpışmada, çarpışan cisimlerin göreli yaklaşma ve göreli uzaklaşma hızları eşittir.
Esnek-olmayan çarpışmalar, (C < 1) eşitsizliğine sahiptirler. Mükemmel bir esnek-olmayan çarpışma durumunda, çarpışan cisimlerin kütle merkezlerine göre hızları sıfırdır. Böylece cisimler, çarpışmadan sonra birbirlerine yapışırlar.
Patlamalar, bir zincirleme reaksiyon sonucunda, potansiyel enerjinin kinetik enerjiye dönüşmesiyle çevrede bulunan materyallerin yer değiştirmesi şeklinde oluşurlar. Patlamalar potansiyel enerjiyi korumaz. Bunun yerine kimyasal, mekanik ya da nükleer biçimlerinde bulunan potansiyel enerjiyi, kinetik enerji, akustik enerji ve elektromagnetik ışınım biçimlerine çevirir.
Göreli mekanikte, korunabilmesi için, momentum şöyle tanımlanmalıdır
burada "m" cismin değişmez kütle si ve " ϒ "
İle verilen Lorentz çarpanıdır.
burada "v" cismin hızı ve "c" ışık hızıdır. Tersine bağıntı şöyle verilir:
Burada formula_51 momentumun büyüklüğüdür..
Göreli momentum, değişmez kütle ile cismin has hızının çarpımı olarak da verilir. Cismin has hızı, cismin, gözlemcinin kendi gözlem çerçevesinde ölçtüğü konumunun, cismin kendi üzerinden geçen zamana göre(yani cismin has zamanına göre) olan değişim hızıdır. Klasik mekaniğin geçerli olduğu bölgede, göreli momentum, Newtonsal momentuma yakınsar: düşük hızlarda, "γm"v , yaklaşık olarak "m"v Newtonsal momentum ifadesine eşittir.
Bir cismin toplam "E" enerjisi, göreli momentumu ile şöyle ilintilidir
burada "p" , p’nin büyüklüğüdür. Bu göreli enerji-momentum bağıntısı, foton gibi kütlesiz parçacıklar için bile geçerlidir; seçilirse
olur.
Hem kütleli hem de kütlesiz parçacıklar için de, göreli momentum, de Broglie dalgaboyu "λ"’ya şöyle bağlıdır.
burada "h" , Planck sabitidir.
Göreli dörtlü momentum, dörtlü vektörlerin Lorentz ötelemeleri altında değişmez kalmalarından dolayı, Albert Einstein tarafından önerilmiş tir. Dörtlü-momentum P şöyle tanımlanır:
burada "E" = "γm""c" ,sistemin toplam göreli enerjisi, ve "p", "p", ve "p" sırasıyla göreli momentumun "x"-, "y"-, ve "z" bileşenlerini temsil eder.
Momentum dörtlü vektörünün büyüklüğü || P || , "m""c"’ye eşittir, çünkü
dir ve her gözlem çerçevesi için değişmezdir. Kapalı bir sistemde, toplam dörtlü momentum korunur ki bu en nihayetinde hem enerjinin hem de momentumun korunumunu birleştirip, bir tek denkleme indirgemiş olur. Örneğin, in the radiationless collision of two particles with rest masses formula_57 ve formula_58 kütleli , formula_59 veformula_60 ilk hızlarına sahip göreli iki parçacığın ışımasız çarpışmalarındaki, formula_61 ve formula_62 son hızları, dörtlü momentumun korunumundan aşağıdaki gibi bulunabilir
burada
Esnek çarpışmalarda, durgun kütle değişmez iken (formula_65 and formula_66), esnek olmayan çarpışmalarda durgun kütlelerde değişiklik olur. Dörtlü momentumun korunumunun, uzay-zamanın homojen olmasının bir sonucu olduğu ispatlanabilir.
Momentum, öteleme invaryansının Noether yüküdür. Öyle ki, sadece parçacıklar değil, alanlar ve diğer her şey momentuma sahip olabilir. Ancak uzay-zamanın eğri olduğu yerlerde, öteleme invaryansı için hiçbir Noether yükü yoktur.
Kuantum mekaniğinde, momentum, dalga fonksiyonu üzerine etkiyen bir işlemci olarak tanımlanır. Heisenberg belirsizlik ilkesi , bir sistemin aynı anda hem konumunu hem de momentumunu ne kadar hassas olarak belirleyebileceğimizin sınırların tanımlar. Kuantum mekaniğinde, konum ve momentum, eşlenik değişkenlerdir.
Konum tabanında tasvir edilen bir parçacığın momentum işlemcisi şöyledir;
burada ∇ gradyen işlemcisi, "ħ" indirgenmiş Planck sabiti, ve i sanal birimdir. Bu momentum işlemcisinin çokça kullanılan şeklidir, ancak değişik başka tabanlarda değişik biçimler alabilir. Örneğin momentum tabanında, momentum işlemcisi şöyle temsil edilir
burada ψ(p) dalga fonksiyonuna etkiyen işlemci p, dalga fonksiyonu kere p değeri sonucunu verir. Bu aynı konum işlemcisinin dalga fonksiyonuna etkidikten sonra, konum değeri x çarpı dalga fonksiyonunu vermesi gibidir.
Elektrik ve magnetik alanlar, durağan ya da zaman içinde değişip değişmediklerine bakılmaksızın, momentum taşırlar. Bir metal küre, silindirsel kapasitör veya mıknatıs bir çubuğun üzerindeki elektrostatik(magnetostatik) alanın "P" basıncı aşağıdaki gibidir.
Ara Güler
Ara Güler (, d. 16 Ağustos 1928), Türkiye Ermenisi gazeteci, foto muhabiri ve yazar.
1928'de Beyoğlu, İstanbul'da doğdu. Çocukken sinemadan çok etkilendi. 1951 yılında Getronagan Ermeni Lisesi'nden mezun oldu. Lisedeyken film stüdyolarında sinemacılığın her dalında çalıştı. Muhsin Ertuğrul'un yanında tiyatro ve oyunculuk eğitimi almaya başladı. Amacı rejisör veya oyun yazarı olmaktı. 1950'de "Yeni İstanbul" gazetesinde gazeteciliğe başladı. Bu yıllarda Ermenice gazete ve edebiyat dergilerinde öyküleri yayınlandı. Aynı zamanda İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'ne devam ediyordu. Ancak gazeteci olmaya karar verdi.
1962 yılına kadar "Hayat" dergisinde fotoğraf bölümü şefi olarak çalıştı. 1961'de Birleşik Krallık'ta yayınlanan "Photography Annual", onu dünyanın en iyi yedi fotoğrafçısından biri olarak tanımladı. Aynı yıl Amerikan Dergi Fotoğrafçıları Derneği'ne kabul edildi ve bu kuruluşun Türkiye'den tek üyesi oldu. Fotoğraf dünyasının çok önemli yayınlarında fotoğrafları kullanıldı, kendisinden bahsedildi. ABD'de, Almanya'da, Paris'te çeşitli sergiler açtı. Bu arada, Bertrand Russell, Winston Churchill, Arnold Toynbee, Picasso, Salvador Dali gibi birçok ünlünün fotoğrafını çekti, röportajlar yaptı.
1979'da Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin foto muhabirliği dalındaki birincilik ödülünü aldı. 1980'de fotoğraflarının bir kısmı Karacan Yayıncılık tarafından kitap haline getirildi. 1986'da Hürriyet Vakfı'nca basılan, Prof. Abdullah Kuran'ın yazdığı "Mimar Sinan" kitabını fotoğrafladı. Bu kitap 1987de Institute of Turkish Studies tarafından İngilizce olarak yayınlandı.
1989'da Hil Yayınları "Ara Güler'in Sinemacıları" kitabını yayınladı. Yıllarca üstünde çalıştığı Mimar Sinan yapıtlarının fotoğrafları, 1992'de Fransa'da Edition Arthaud, ABD ve Birleşik Krallık'ta Thomas and Hudson, Singapur'da Archipelago Press tarafından "Turkish Style" başlığıyla, Fransa'da ise Albin Michel yayınevi tarafından "Demeures Ottomanes de Turquie" adıyla yayınlandı. Dünya Şirketler Grubu 1994'te "Eski İstanbul Anıları", 1995'te "Yitirilmiş Renkler" kitabını yayınladı. Ana Yayıncılık ise 1994'te "Bir Devir Böyle Geçti, Kalanlara Selam Olsun ve 1995'te Yüzlerinde Yeryüzü" adlı kitapları yayınladı.
Ara Güler'in fotoğraflarının büyük bir bölümü Fransa, ABD ve Almanya'da çeşitli müzelerde sergilenmekledir. Fotoğraflarında Leica makinasını kullanmıştır. Fotoğrafın sanat dalı olmadığını düşünmektedir. Ara Güler kendisini: "Ben de gazeteciyim. Fotoğrafçı değilim. Fotoğrafçı ile gazeteci arasındaki fark budur. Fotoğrafçı bomba patlar kaçar. Ama gazeteci peşinden gider olayı yakalamaya çalışır. Ben de bu yaşa kadar ona göre çalıştım" şeklinde tanımlıyor.
Gazeteci Nezih Tavlaş'ın, fotoğrafın efsane ismi Ara Güler'in hayatını anlattığı "Foto Muhabiri" adlı 343 sayfalık kitapta Ara Güler'in doğduğu günden bugüne kadar tanık olduğu olaylar kronolojik bir sırayla anlatılırken bir yandan da Türkiye'nin 80 yıllık tarihi yer alıyor. Kitabın sonunda Ara Güler ile yapılan bir nehir söyleşi ve aile albümünden fotoğraflar yer alıyor.
Bu arada bütün dünyayı gezerek foto röportajlar yaptı ve bunları Magnum ajansı ile dünyaya duyurdu. İsmet İnönü, Winston Churchill, Indira Gandi, John Berger, Bertrand Russell, Bill Brandt, Alfred Hitchcock, Ansel Adams, Imogen Cunningham, Salvador Dali, Maria Callas, Fikret Mualla, Picasso gibi birçok ünlü kişi ile roportajlar yapmış ve fotograflarını çekmiştir.
En ünlüsü fotoğrafcılara poz vermeyen Picasso'dur. Yıllarca üstünde çalıştığı Mimar Sinan yapıtlarının fotoğrafları 1992'de Fransa'da, ABD ve Britanya'da Sinan, Architect of Souleiman the Magnificent adlı kitabı yayımlandı. Aynı yıl Living in Turkey adlı kitabı Britanya, ABD ve Singapur'da Turkish Style başlığıyla, Fransa'da Demeures Ottomanes de Turquie adıyla yayımlandı. 1994'de Eski İstanbul Anıları, 1995'de Bir Devir Böyle Geçti, Yitirilmiş Renkler ve Yüzlerinde Yeryüzü, fotograf kitapları yayımlandı.
Ara Güler hâlâ fotoğraf çekmektedir. Kendisi fotoğraf sanatçısı tanımını kabul etmeyip foto muhabiri olduğunu söylemektedir.
Marmara Üniversitesi
Marmara Üniversitesi İstanbul'da bulunan bir devlet üniversitesidir. Türkiye’nin önde gelen yükseköğretim kurumlarından biridir. Üniversite bünyesinde 16 fakülte, 11 enstitü, 5 yüksekokul ve 4 meslek yüksekokulu bulunmaktadır. Akademik birimlerinde Türkçe, İngilizce, Fransızca, Almanca ve Arapça olmak üzere beş dilde eğitim verilmektedir.
16 Ocak 1883 tarihinde Hamidiye Ticaret Mekteb-i Âlisi ismi altında Ticaret ve Ziraat Orman ve Maadin Nezareti’ne bağlı olarak Cağaloğlu’nda İstanbul Kız Lisesi’nin arkasındaki bir evde eğitime başlamış olan Marmara Üniversitesi ilk mezunlarını (13 kişi) 1887’de vermiştir. 21 Eylül 1889’da Maârif Nezâreti’ne bağlanan okul, 1893 yılında ileride ıslahı ve tekrar açılışı düşünülmek üzere lağvedilmiştir. 15 Ekim 1897 tarihinde yine Maârif Nezâreti’ne bağlı olarak yeniden açılmış ve o günden bugüne kes |
intisiz olarak eğitim faaliyetlerini sürdürmüştür.
1959 yılında İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi haline dönüşmüş, 1982 yılında gerçekleştirilen düzenlemelerle de Marmara Üniversitesi adıyla Türk Yükseköğretim Kurumları arasındaki yerini almıştır.
Marmara Üniversitesi, 1982 - 1983 eğitim ve öğretim yılında 9 fakülte, 1 yüksekokul, 1 enstitü ile eğitim ve öğretime başlamıştır. Bugün fakülte sayısı 16’ya, yüksekokul sayısı 9’a, enstitü sayısı da 11’e yükselmiştir. Üniversitede halen açık olan önlisans ve lisans program sayısı 199’dur.
Marmara Üniversitesi İstanbul’un Anadolu ve Avrupa yakasına dağılmış 14 kampüst faaliyet göstermektedir. Bunlardan Acıbadem, Anadoluhisarı, Bağlarbaşı, Başıbüyük, Göztepe, Haydarpaşa, Kartal ve Pendik kampüsleri Anadolu yakasında, Bahçelievler, Beyazıt, Nişantaşı, Sultanahmet, Şişli ve Tarabya kampüsleri ise Avrupa yakasındadır.
Toplam 617.782,9 m² olan kampüsler içinde alan itibarıyla en büyüğü 181.754 m² (181,7 dönüm) ile Başıbüyük Kampüsü’dir. Göztepe Kampüsü 153.394 m² (153,3 dönüm), Anadoluhisarı Kampüsü 121.992 m² (121,9 dönüm) ve Haydarpaşa Kampüsü 62.029 m² (62 dönüm) büyüklüktedir. En küçük kampüsler ise yalnızca birer binadan ibaret olan Şişli (170 m²), Beyazıt (525 m²) ve Kartal (1.000 m²) kampüsleridir.
Frekans
Frekans veya titreşim sayısı bir olayın birim zaman (genel olarak 1 saniye) içinde hangi sıklıkla, kaç defa tekrarlandığının ölçümüdür, matematiksel ifadeyle periyodun çarpmaya göre tersidir.
Bir olayın frekansını ölçmek için o olayın belirli bir zaman aralığında kendini kaç kere tekrar ettiği sayılır, sonra bu sayı zaman aralığına bölünerek frekans elde edilir.
SI birim sisteminde frekans, Hertz (Hz) ile gösterilir. Bir Hertz, bir olayın saniyede bir tekrarlandığı anlamına gelir. Olayın iki Hertzlik bir frekansa sahip olması ise, olayın saniyede kendini iki kere yinelediğini ifade eder. Frekansı ölçmenin başka bir yolu ise olayın kendini tekrar etmesi arasında geçen süreyi tayin etmektir zira frekans bu sürenin çarpmaya göre tersi olduğundan dolaylı olarak elde edilebilir. İki yineleme arasında geçen süreye periyot denir ve fizikte genellikle T ile gösterilir.
Bir dalganın frekansı, dalgaboyuyla ilişkilidir. Dalganın dalga boyuyla frekansının çarpımı, o dalganın hızını belirler. Dolayısıyla dalga boyu bilinen bir dalganın frekansı bu ilişki kullanılarak belirlenebilir.
Bu ifadede v hızı λ (lamda) ise dalga boyunu temsil eder. Özel bir durum olarak elektromanyetik bir dalga olan ışık boşlukta ışık hızıyla hareket ettiği için bu denklem
ifadesine dönüşür. Dalgalar bir ortamdan başka fiziksel yoğunluğa sahip bir ortama geçtiklerinde frekansları değişmez ancak hızları ve dolayısıyla dalga boyları değişir. Doppler Etkisi dışında frekans hiçbir fiziksel olay dolayısıyla değişmez, diğer bir deyişle evrensel bir fiziksel değişmezdir.
Flor
Flor (Fransızca: "fluor"), atom numarası 9, atom ağırlığı 19, yoğunluğu 1,265 olan, kokusu ozonu andıran, kahverengimsi sarı renkte, halojenler grubunun ilk elementidir (simgesi F). 1529 yılında Georigius Agricola, kalsiyum florür bileşiğini tanımlamıştır. İlk defa 1886 yılında Henri Moissan tarafından izole edilmiştir.
En önemli minerali "fluorit" veya "florspati" denilen CaF dir. Florun saf olarak eldesi (1:2) oranında sıcak erimiş KF, HF bileşiklerinin elektrolizi ile gerçekleşir.
Flor en reaktif element olup O ve asal gazlar dahil tüm elementlerle tepkimeye girer. Fazla reaktif olmasının nedeni F-F bağının kolay kopması yani dissiyasyon enerjisinin az olmasıdır. Sadece (-1) oksidasyon sayısına sahiptir, yani tek bağ yapabilir. Fakat ortaklanmamış elektronları sayesinde metallerle –F şeklinde köprülü bileşikler yapabilir. Bir içme suyunda 1 ppm'den fazla flor olursa dişlerde sarı plaklar olur. Ayrıca Flor asal gazlardan Ksenonla bile tepkimeye girmiştir.
Diş macunları ve deodorantların yapısında bulunur.
Halojenler arasında en az polarize olabilen elementtir.
Periyodik sıralamada bulunmaktadır.
Pek çok kimyasalın yapısında bulunur
Dalga-parçacık ikiliği
Dalga-parçacık ikililiği teorisi tüm maddelerin
yalnızca kütlesi olan bir parçacık değil aynı zamanda da enerji transferi yapan
bir dalga olduğunu gösterir. Kuantum mekaniğinin temel konsepti, kuantum
düzeyindeki objelerin davranışlarında ‘’parçaçık’’ ve ‘’dalga’’ gibi klasik
konseptlerin yetersiz kalmasından dolayı bu teoriyi işaret eder. Standart
kuantum yorumları bu paradoksu evrenin temel özelliği olarak açıklarken,
alternatif yorumlar bu ikililiği gelişmekte olan, gözlemci üzerinde bulunan
çeşitli sınırlamalardan dolayı kaynaklanan ikinci dereceden bir sonuç olarak
açıklar. Bu yargı sıkça kullanılan, dalga-parçacık ikililiğinin
tamamlayıcılık görüşüne hizmet ettiğini, birinin bu fenomeni bir veya başka bir
yoldan görebileceğini ama ikisinin de aynı anda olamayacağını söyleyen Kopenhag yorumu ile açıklamayı hedefler.
İkililik fikrinin temeli 17. Yüzyılda Christiaan
Huygens ve Isaac Newton arasında ışık ve maddenin doğası hakkındaki ışım hem dalgadan(Huygens)
hem de parçacıktan(Newton) oluşur tartışmalarına dayanır. Max Planck, Albert
Einstein, Louis de Broglie, Arthur Compton, Neils Bohr ve diğer birçok bilim
adamının çalışmaları sayesinde şu andaki bilimsel teori olan ışığın hem parçacık
hem de dalga (ya da tam tersi) olduğu teorisi geçerli. Bu olgu yalnız orta
boyuttaki parçacıklar için değil ayrıca atom ve moleküllerin temel bileşenleri
içinde geçerlidir. Gözle görülebilir parçacıklar için ise aşırı derecede kısa
dalga boylarından dolayı dalga özelliği saptanamıyor.
Aristoteles ışığın doğası hakkında hipotez kuran ilk
kişilerden biriydi ve ışığı havadaki elementlerin ayrışması olarak düşünüyordu
(dalga teorisi). Diğer bir yanda ise Demokritos ışıkta dahil olmak üzere
evrendeki her şeyin daha küçük ayrılamaz parçalardan oluşması yargısına karşı
geldi. 11. Yüzyılın başlarında, Arap bilim adamı Alhazen optik üzerine;
kırılma, yansıma ve ufak boyuttaki mercekleri kullanarak ışınların çıkış
noktasından göze gelene kadarki yolunu anlatan konular hakkındaki ilk kapsamlı
tezi yazdı. Bu ışınların birleşik ışığı oluşturduğu iddiasında bulundu.
1630’da René Descartes’ın ışık üzerine yazdığı tezindeki ters dalga tanımı
ışığın davranışının dalga dağılımı modellemesiyle ışığın tekrar
yaratılabileceğini gösterdi. 1670’in başlarında ve 30 yıllın üzerindeki
çalışmayla Isaac Newton parçacık hipotezini sunarak ışığın yansımasının
gösterdiği düz çizgiyle sadece parçacıkların böyle bir düz çizgi üzerinde
gidebileceğini savundu. Işığın kırılmasını ise daha yoğun bir ortama geçen
ışığın hızlandığını varsayarak açıkladı. Yaklaşık olarak aynı zamanda,
Newton’un çağdaşları Robert Hooke ve Christiaan Huygens ve sonrasında
Augustin-Jean Fresnel matematiksel olarak dalga görüşünü farklı ortamlarda
farklı hızlarla giden ışığın kırılmasının ortama bağlı olduğunu gösterdi.
Huygens-Fresnel prensibinin sonuçları ışığın davranışını belirlemede oldukça
başarılıydı ve sonradan Thomas Young’un çift gişirim deneyiyle ise ışığın
parçacık olduğu görüşüsünün sonu başlamış oldu.
Parçacık teorisini son darbe James Clerk Maxwell’ın
daha önceden bulunmuş olan titreşen elektrik dalgaları ve manyetik alanlarla
ilgili dört basit denklemi birleştirdiğinde vurulmuş oldu. Titreşen bu elektro
manyetik dalgaların yayılma hızı hesaplandığında ışık hızı açığa çıkmış oldu.
Görünür ışık, morötesi ışık ve kızıl ötesi ışığın çeşitli dalga boylarındaki
elektro manyetik dalgalar olduğu açığa kavuşmuş oldu. Dalga teorisi galip
geldi, ya da öyle olduğu düşünüldü.
19. yuzyılın başlarındaki dalga teorisinin ışığı
tanımlamasındaki başarıları sırasında maddeyi tanımlayan atomic teori ortaya
çıkmaya başladı. 1789 yılında Antoine Lavoisier kimyayı simyadan kesin ve
tutarlı yöntemlerle ayırarak maddenin korunumunu ve birçok kimyasal element ve
bileşik buldu. Ancak bu temel kimyasal elementlerin doğası bilinmezliğini
korudu. 1799 yılında Joseph Louis Proust elementlerin sabit oranlarla
birleştiğini göstererek kimyayı atomik düzeyde ilerlemiş oldu. Bu gelişmeler
Jhon Dalton’u Democritus’un atom hakkındaki görüşlerini tekrar ortaya çıkardı,
elementleri görünmez bileşenler olarak tanımlaması oksijenin neden metal oksitlerin 1:2 oranında
başka bir oksijenle birleştiğini açıkladı. Ancak Dalton ve o zamanın diğer
kimyacıların göz önünde bulundurmadığı şey bazı elementlerin tek atomlu (Helyum
gibi) ve diğerlerinin çift atomlu (Hidrojen gibi) ya da su gibi H2O yerine daha
basit ve sezgisel HO bu yüzden atomik ağırlık değişken ve çoğunlukla yanlış
olarak gösterildiğiydi. Ek olarak HO oluşumu iki parka hidrojen gazı ve bir
parça oksijen gazının ikiye bölünmesini gerektirmektedir gerektirmektedir. Bu
problem reaksiyona giren gazların hacimlerinin üzerinde sıvı ve katı gibi çalışan
Amedeo Avogadro tarafından çözüldü. Eşit hacimde element gazının eşit hacimde
atom içerdiğini öne sürerek H2O nun iki parça H2 ve bir parça O2 den meydana
geldiğini gösterdi. Çiftatomlu gazları bularak temel atom teorisini tamamlayan
Avogadro çokca bilinen bileşiklerin doğru moleküler formüllerini ortaya koyarak
daha düzenli bir şekilde olmasını sağladı. Klasik atom teorisine son darbe
Dimitri Mendeleev’in elementleri gösteren sıralı ve simetrik bir tablo
oluşturmasıyla geldi. Ancak Mendeleev’s tablosunda hiçbir elemental
doldurulamayacak boşluklarda vardı. Ancak bu boşluklar zamanla yeni
elementlerin oluşturulmasıyla giderildi. Periyodik tablodaki başarı atom
teorisine karşı olanlara yanıt olmuştu, ancak laboratuvarda herhangi bir tek
atom gözlemlenmemesine rağmen kimya bir atom bilimiydi.
19. yüzyılın bitiminde, fizik yoluyla atomun
doğasına ve kimyasal reaksiyonların işleyişine karar vermek atom teorisinde
indirgemeciliğin atomun kendi içine ilerlemesini sağladı. İlk başta akışkan
sanan elektrik daha sonradan elektron ismi verilen parçacıklardan oluştuğu
anlaşıldı. İlk defa J. J. Thomson tarafından 1897 yılında katot ışın tüpü
kullanarak vakumlu ortamda elektrik yüklerinin hareketi gözlemlendi. Vakum
elekt |
rik akışkanına hareket için ortam sağlamadığından dolayı bu buluş sadece
negatif yüklü parçacığın vakumlu ortamda hareketi sayesinde açıklanabilir.
Elektronlar yıllardır elektriği akışkan olarak gören klasik elektrodinamikle
karşı karşıya geldi. Daha da önemlisi, elektrik yükü ve elektromanyetizma
arasındaki yakın ilişki Michiael Faraday ve James Clerk Maxwell tarafından
belgelenmiş oldu. Elektromanyetizmanın değişen bir elektrik veya manyetik alan
tarafından oluşturulan bir dalga olarak bilinmesinden beri elektrik ve yükün
atomik/parçacık tanımı yersizdi. Dahası, klasik elektrodinamik tamamlanmayan
tek klasik teori değildi.
Bir objenin sıcaklığından dolayı kaynaklanan elektro
manyetik bir enerji yayılımı olan kara-cisim ışıması klasik yargılar tarafından
tek başına açıklanamazdı. Tüm klasik termodinamik teorilerin temeli olan klasik
mekaniğin eşbölüşümü teoremi, bir nesnenin enerjisinin nesnenin titreşim
modları arasında eşit olarak paylaştırıldığını belirtir. Bu teori titreşim
modlarını oluşturan atomların hızları olarak tanımlarken ve hız
dağıtımının eşitlikçi olarak dağıtarak
deneysel sonuçlarla eşleşti ve işe
yaradı. Kinetik enerjinin ikinci dereceden bir denklem olmasından dolayı
hız ortalama hızdan daha büyüktür ancak yüksek enerjili atomların sayısı
düştüğünde aynı zamanda düşüşte o kadar çok olacaktır ve hız atomlar arasında
eşit olarak dağıtılacaktır. Yavaş hız modlarında görünürde hız dağıtımı eşit
olacaktır, yavaş hız modları daha az enerji istediğinden 0 hız modu hiç enerji
harcamayacaktır ver sonsuz sayıda atoma dağıtılabilir. Ancak bu durum atomlar
arasındaki etkileşimin yokluğunda meydana gelebilir; atomlar arası çarpışması
olduğunda yavaş hız modu devreye girecektir. Ayrıca denge durumu hızın sıcaklığa
oranıyla da sağlanabilir.
Ama bu durumu elektromanyetik yayılımda olaylar
termal nesnelerde olduğu gibi değildir. Termal nesnelerin ışık yayılımı yaptığı
uzun süredir bilinmektedir. Sıcak metaller kırmızı renkte parlar ve eğer daha
fazla ısı alırlarsa renkleri beyaza döner. Işığın bir elektromanyetik dalga
olarak bilinmesinden dolayı fizikçiler bu ışımayı klasik yasalarla açıklamaya
çalışmıştır. Bu durum kara-cisim problem olarak bilinmektedir. Eşitdağılım
teorisi termal objelerin titreşim modları için kullanıldığından beri bu durumun
eşit olarak ışıması varsaymak önemsiz olacaktır. Ancak bu çıkarım ışığın
titreşim modları için kullanıldığında çabucak bir sorun ortaya çıktı. Bu sorunu
basitleştirmek için olabilecek en uzun dalgaboyu termal nesenin oyukları olarak
tanımlandı. Herhangi bir dengedeki elektromanyetik mod yalnızda bu oyuklarının
duvarlarını boğum noktası olarak kullanarak var olabilirdi. Böylece dalga boyu
oyuğun(L) iki katından büyük bir dalga olamadı.
İlk birkaç mod uygulanabilir olduğundan dalga boyları 2L, L, 2L/3, L/2 vs. Dalga
boyunda kısalma limiti olamamasına rağmen 2L uzunluğunu asla geçememektedir
darken kısadalga boyları dağıtımda üstünlük sağladı ve oyuk nerdeyse tamamiyle
kısa dalga boylarıyla dolmaya başladı. Eğer her mod eşit enerji dağılımı almış
olsaydı kısa dalgaboy modları bu enerjinin hepsini özümserdi. Rayleigh-Jeans
yasasından sonra uzun dalgayı boyu ışımalarının yoğunluğu doğru olarak
öngörülürken, sonsuz enerjinin sonsuz sayıdaki kısa dalgaboylarıyla mümkün
olacağı düşünüldü. Bu durum morötesi felaketi olarak bilinmektedir.
Çözüm 1900 yılında Max Planck’ın kara cismin
tarafından yapılan ışık yayılımının frekansı bu yayılımı yapan osilatörün
frekansına bağlı olduğu ve bu osilatörün
enerjisinin ışıkla düz orantılı olarak arttığı hipoteziyle bulunmuştur(E =hv ).
Görülebilir osilatörlerin aynı mantıkla çalışıtığı düşünülerek bu hipotezin
yanlış olduğu çıkarılamaz ; aynı genlik ve farklı frekanstaki beş farklı
harmonik osilatör kullanılarak en fazla frekansa sahip olanın en çok enerjiyede
sahip olan olduğu görülmüştür. Buna dayanarak yüksek frekanslı ışık eşit
frekanstaki osilatörden yayılmış olmalıdır ve buna dayanarak bu osilatör düşük
frekanslılara göre daha fazla enerjiye sahiptir, böylece Plank herhangi bir
felakti önlemiş oldu, böylece eşit dağılıma göre yüksek frekanslı osilatörler
daha düşük frekanslı osilatörlerin birleşimiyle oluşabilir. Maxwell-Boltzmann
dağılımında olduğu gibi yüksek enerjili
ve yüksek frekanslı osilatörlerin baskısı altında kalan düşük frekanslı ve
düşük enerjili osilatörlerinde frekansı ve enerjisi artar. Planck’ın kara-cisim
ile ilgili yargısındaki en devrimsel parça termal dengedeki osilatörlerle
elektromanyetik alanların doğasının aynı tam sayıya dayanıyor olması. Bu
osilatörler tüm enerjilerini elektromanyetik alana verir ve elektromanyetik
alan tarafından uyarıldığı kadar bir ışık kuantumu oluşturur ve bu ışık
kuantumunun özümseyerek aynı frekansta osilasyona başlar. Planck istemli olarak
kara-cismin atomik teorisini oluşturmasına rağmen oluşturduğu ışığın atomik
teorisi istemsizdi.
Planck’ın morötesi felaketini atom ve kuantize
elektromanyetik alan kullanılarak çözmesinden sonra çoğu fizikçi çabukça
Plank’ın ‘’ışık kuantumu’’ teorisinin kaçınılmaz açıkları olduğunu fark etti.
Kara-cisim ışıması için daha tamamlayıcı bilgi kuantizasyonsuz
tamamen sürekli, tamamen dalgasal elektromanyetik alan kullanılarak
oluşturuldu. 1905 yılında Albert Einstein Planck’ın kara-cisim modelini
kullanarak o zamanın çözülemeyen sorularından biri olan, enerji alan atomların
elektron yaymasıyla oluşan fotoelektrik olaya çözüm buldu.
1902 yılında Philipp Lenard atomdan çıkan
elektronların enerjisinin ışın yoğunluğu yerine frekansına bağlı olduğunu
buldu. Böylece bir atoma düşük frekanslı az parlaklıkta bir ışık tutulmasıyla
yine aynı frekanstaki parlak bir ışığın tutalmasında kopan elektronun enerjisi
eşik olduğu görüldü. Daha yüksek enerjiye sahip elektronlar için daha yüksek
frekanslı ışık tutulmalıdır. Ne kadar fazla ışık olursa o kadar elektron
koparılmış olur. Kara-cisim ışımasında olduğu gibi ışıma ve madde arasındaki
enerji transferinin başlaması teoride şanstı. Ancak maddenin kuantum mekaniği
doğasına rağmen hala ışığın klasilik tanımı kullanılarak açıklanabilir.
Planck'ın kuantum enerjisini kullanan ve verilen
frekansta elektromanyetik radyasyon isteyen, sadece kuantum hv sinin tam
katları kadar enerjiyi maddeye transfer edebilir.Bundan sonra fotoelektrik etki
daha kolay açıklanabilir. Düşük frekanstaki ışık yalnızca düşük enerjili
elektronları koparır çünkü her bir elektron fotonların emilimiyle uyarılır.
Düşük frekanslı ışığın yoğunluğunun arttırılması, enerjileri yerine yalnızca
uyarılan atomların sayısını arttırır çünkü her bir fotonun enerjisi yine aynı
kalır. Yalnızca ışığın frekansı arttırılarak ve böylece fotonların enerjisini yükselterek
daha yüksek enerjili elektron koparılabilir. Planck sabiti h I kullanarak
fotonların frekansına bağlı olarak enerjisi bulunabilir, ayrıca koparılan
atomun enerjisi de frekansa bağlı olarak lineer artış gösterir; doğrunun eğimi
ise Planck sabitini gösterir. Bu sonuçlar Robert Andrews Milikan’ın 1915’te
elektron yükünü Einstein’ın tahminlerinin deneysel sonuçlarını kullanarak
bulmasına kadar onaylanmadı. Koparılan elektronun enerjisinin Planck sabitini
göstermesine rağmen fotonların varlığı foton antigruplaşması efektinin
bulunmasına kadar kesinleşmemişti. Bu fenomen yalnızca fotonlarla
açıklanabilirdi. Einstein 1921 yılında Nobel Ödülünü aldığında özel ve genel
görelelik teorisi matematiksel olarak zor olmamasına rağmen tamamen devrimci ve
ışığın kuantizasyonundan bahsediyordu. Einstein’ın ışık kuantası 1925 yılına
kadar foton olarak isimlendirilmedi ancak 1905 te bile mükemmel bir şekilde
dalga-parçacık ikililiğini örnekler nitelikteydi. Elektro manyetik ışımı linear
dalga denklemleri sağlamaktadır ancak yalnızca soyuk elementler tarafından
yayılabilir ya da emilebilir böylece hem dalga hem de parçacık özelliği gösterir.
İlk kapsamlı ışık teorilerinden biri ışığın dalga
teorisini öne sürüp dalgaların nasıl düzgün bir hat üzerinde girişim yaptığını
gösteren Christiaan Huygens’ten gelmişti. Ancak bu teori Isaac Newton’un ışığın
parçacık teorisi ile birlikte geride bırakılmış oldu. Newton bu teorisinde
ışığın ufak parçacıklardan oluştuğunu öne sürerek yansıma olgusunu kolayca
açıklayabilmişti. Oldukça zor olsa da ayrıca ışığın lensten kırılmasını ve güneş
ışığından gökkuşağı oluşumunu da açıklamıştı. Newton’un parçacı görüşüne
yüzyıldan uzun süre kimse meydan okuyamadı.
19.yüzyılın başlarında Young ve Fresnel’in çift
yarık deneyi Huygens’in dalga teorisi için kaynak sağlar nitelikteydi. Çift
yarık deneyinde sisteme gönderilen ışıktan su dalgalarındakine benzer gibi
karakteristik bir girişim kalıbı gözlendi ve dalga boyu bu kalıplar
kullanılarak ölçüldü. Dalga görüşü parçacık ve ışın görüşlerinin yerini hemen
alamamasına rağmen 19.yüzyılın ortalarına doğru polarizasyon olgusuyla birlikte
bilimsel düşüncelerde baskınlık kurmaya başladı.
19.yüzyılın sonlarına doğru James Clerk Maxwell,
Maxwell denklemlerine göre ışığın elektromanyetik dalga yayılması olduğunu
açıkladı. Bu denklemler 1887’de Heinrich Hertz’in denklemleri tarafından
doğrulandı ve dalga teorisi Kabul edilmeye başlandı.
1901 yılında Max Planck parlayan bir cismin yaydığı
ışığın gözlemlenen spektrumlarını yeniden oluşturmayı başaran analizini
yayınladı. Bunu başarmak için Plank radyasyon yayılımı yapan osilatörün
kuantize enerjisini ad hoc matematiksel varsayımını kullanarak buldu. Einstein
daha sonradan elektromanyetik radyasyonun kendisinin kuantize olduğunu ve
yayılan atomların enerjisi olmadığını öne sürdü.
1905 yılında Albert Einstein dalga teorisinin eksik
yönlerine fotoelektrik efekt deneyiyle açıklık getirdi. Bunu fotonun varlığını
ve ışık enerjisinin kuantasının parçacık özelliklerini varsayarak yaptı.
Fotoelektrik olayda bir metal üzerine düşürülen parlayan bir ışığın devrede
elektrik akımı oluşturduğu gözlemlendi. Bunun sebebinin ışığın elektronları
sökerek devrede bir akım oluşturduğundan dolayı olduğu düşünüldü. Örnek olarak
potasyumu kullanırken loş mavi ışığın yeterli akımı oluşturmasına rağmen en
güçlü ve en par |
lak kırmızı ışığın akım oluşturmadığı gözlemlenmiştir. Işık ve
maddenin klasik teorisine bakılarak, bir ışık dalgasının gücü ve büyüklüğü
parlaklığıyla orantılıdır: parlak ışık kolaylıkla yeterli akımı oluşturmalıdır.
Ancak o bilinenin aksine öyle değildi.
Einstein bu karışıklığı elektronların yalnızca
elektromanyetik alanlarla enerji alabilceğini var sayarak giderdi: enerjinin
miktarı E is ışığın frekansı f ile bağlantılıdır.
h Planck sabiti(6.626 × 10−34 J saniye). Yalnızca
yeterince yüksek frekansa sahip fotonlar elektrik koparabilirler. Örnek
olarak mavi ışık fotonları elektron koparmak için yeterli enerjiye sahipken
kırmızı ışık fotonları bu enerjiye sahip değildir. Gereken frekans eşiğini
geçtikten sonra ışık şiddetinin arttırılması koparılan elektron sayısını
arttırır. Bu yasayı çürütmek için henüz üretilmemiş yüksek yoğunluklu lazerler
gerekli.yoğunluğa bağımlılık fenomeni bu sıralar detaylı bir şekilde
araştırılıyor
1924 yılında, Louis-Victor de Broglie de Broglie
hipotezini formülleştirerek sadece ışık değil diğer tüm maddelerin dalga
yapısında olduğunu ve bir dalgaboyuyla(λ ile gösterilir), momentum(p şeklinde gösterilir) sahip
olduğunu gösterdi.
Einstein’ın denkleminin yukarıdaki genellenmiş hali
fotonun momentumunu "p" = formula_3 ve dalgaboyunu (vakumlu ortamda) "λ" = formula_4, şeklinde vakumlu
ortamdaki ışık hızına c diyerek göstermiştir.
De Broglie’ in
formülü elektronlar için üç yıl sonra elektron kırınımının iki bağımsız deneyde
gözlemlenmesiyle onaylanmış oldu. Aberdeen Üniversitesinden
George Paget Thomson ince metal film içerisinden elektron geçirerek öngörülen
girişim kalıplarını gözlemdi. Bell Laboratuvarında
Clinton Joseph Davisson ve Lester Halber Germer ışınlarını kristal bir
düzenek bir düzenek boyunca ilerletti. De Broglie 1929 yılında tezinden dolayı
Nobel Fizik Ödülünü
kazanmıştır. Thomson ve Davisson ise
1937 yılında deneysel
çalışmaları sonucunda Nobel Fizik Ödülünü paylaşmışlardır.
Wener Heisenberg’in kuantum mekaniğini
formülleştirmek için varsaydığı belirsizlik prensibinde
formula_5
formula_6 standard sapmayı, yayılımı ya da belirsizliği;
x
ve p parçacığın konumunu ve lineer
momentumunu.
"formula_7" düşürülmüş Planck sabiti (Planck sabitinin 2formula_8' bölümü)
Heisenberg temel olarak konumun ve momentumun aynı anda
tutarlı olarak ölçülemeyeceğini savunarak de Broglie hipotezine bağlı
örneklerle bu durumu açıklamıştır.
De Broglie dalga-parçacık ikililiğini gözlemlemek için
pilot dalga inşa etmiştir. Böylece
her bir parçacık iyi
tanımlanmış bir konum ve momentuma sahip olmuştur, ancak Schrödinger’in
denkleminden yaptığı çıkarımla doğru sonuca ulaşmıştır.
Pilot dalga teorisi
ilk başlarda birden çok
parçacık içeren sistemlere uygulandığında yersiz sonuçlar ortaya çıkardığından
dolayı reddedilmişti. Yersizlik kısa süre sonra kuantum teorisinin
integrali kullanılarak giderildi ve Dovid Bohm,
de Broglie
modelini genişleterek dahil etti. De Broglie-Bohm teorisi ya da Bohmian
mekaniği, dalga-parçacık ikililiğini maddenin özelliği
olarak değil, parçacığın hareketinden dolayı kuantum potansiyelinden
kaynaklandığını göstermiştir.
Foton
ve elektronların dalga-parçacık özelliği göstermesi üzerine aynı deneyler
nötron ve protonlar üzerinde de uygulandı.
Bu deneyler arasında en ünlüleri
1929’da yapılan Estermann ve
Otto Stern dir. Birbirine benzer bu iki atom ve molekül kullanılarak
yapılan deneylerin yazarları bu büyük parçacıklarında dalga özelliği
gösterdiğini tanımlamıştır.
Yer
çekiminin dalga-parçacık ikililiği üzerindeki etkisinde karar kılmak için nötron
girişim sayacı kullanılarak bir dizi deneyler yapılmıştır.
Atom çekirdeğinin
parçalarından biri olan nötron, çekirdeğin kütlesinin
büyük kısmını oluşturduğundan dolayı sıradan madde olarak kullanılmıştır. Nötron girişimölçerde, yerçekimi kuvvetinden
etkilenen kuantum mekaniksel dalgalar gibi hareket ederler. Sonuçlar yerçekiminin her
şey üzerinde etki ettiği bilindiğinden dolayı şaşırtıcı değildi, Yerçekimsel alandaki
büyük çaptaki kuantum mekaniksel ferminyon dalgalarının kendi aralarındaki
girişimi daha önceden deneysel olarak onaylanmamıştı.
1999 yılında C fullreneleri
Vienna Üniversitesinde bulunan
araştırmacılar tarafından raporlandı. Oldukça büyük ve ağır
bir nesne olan fullreneler yaklaşık 720 u atomik kütlesine
sahiptir. 2.5pm olan De Broglie dalga boyu
1 nm olan molekülün yarı
çapından yaklaşık kat 400 küçüktür.
Dalga-parçacık
ikililiği kuantum mekaniğinin yapı taşlarından birini oluşturur. Teorinin
formülleştirilmesinde, parçacık hakkındaki tüm bilgi dalga
fonksiyonunda şifrelenmiştir, karmaşık değerli bir
fonksiyonun değeri yaklaşık olarak uzaydaki
her bir noktadaki
dalgaların büyüklüğü kadardır. Bu fonksiyon diferansiyel
denklemler sayesinde ortaya çıkar. Kütlesi olan parçacıklar için bu çözüm dalga
denklemi kullanılarak yapılabilir. Böyle dalgaların
yayılımı dalga fenomenindeki girişim ve kırınımlarla olur. Foton gibi kütlesiz
parçacıkların Schrödinger denkleminde çözümü yoktur.
Parçacık
davranışı kuantum mekaniğindeki ölçümlemelerde en çok karşımıza çıkar. Parçacığın konumunu
ölçerken belirsizlik ilkesinden dolayı parçacığın daha kesin bir konumu
olmasına zorlar. Kütleli parçalar için parçacığın yerini belirli
bir noktada saptamak için dalga fonksiyonunun o noktadaki büyüklüğünün
karesinin alınması yeterlidir.
Günümüzdeki
gelişmeler sayesinde kuantum alan teorisindeki belirsizlikler ortadan kalkmış
oldu. Alan dalga fonksiyonlarının dalga denklemleriyle çözülmesine olanak
sağlamıştır. Parçacık terimi
Lorentz grubunun parçalanamaz oluşunu
tanımlamaktadır.
Muhyiddin İbnü'l-Arabî
Muhyiddin İbnü'l-Arabî (; d. 28 Temmuz 1165 - ö. 10 Kasım 1240) ya da tam adıyla Muhyiddin Muhammed bin Ali bin Muhammed el-Arabî et-Tâî el-Hâtimî (), ünlü İslam düşünürü, mutasavvıf, yazar ve şair. Şeyhü'l Ekber unvanı ile de bilinir.
Muhyiddin İbn-i Arabi, Muvahhidun döneminde, 27 Ramazan 560'ta Mursiye (Murcia), Endülüs'te (bugünkü İspanya) doğdu. Bilinmeyen bir sebeple 8 yaşında ailesiyle birlikte İşbiliye'ye (bugünkü Sevilla) geldi (muhtemelen babasının memuriyeti nedeniyle). Ailesi Arap Tayy kabilesine mensuptu. Yakın cedleri hakkında fazla bir şey bilinmiyorsa da, anne ve baba tarafından nüfuz ve itibar sahibi kimseler olduğu anlaşılıyor. Akrabaları arasında tasavvufî bilgilere sahip kimseler vardı.
İlk tahsilini bu şehirde yaptı, uzun bir süre burada kaldı. Çocuk yaşlarında 'Ahmed İbnu’l-Esirî' adında genç bir Sufi ile arkadaş oldu. Hakkındaki kayıtlara göre İbnu'l-Arabî, bu tahsil sırasında bir aralık Halvet'e çekilen İbnu'l-Arabi, halvetinden keşf yoluyla edindiği çeşitli bilgilerle çıkmıştır.
Endülüs'te bir süre daha kaldıktan sonra, seyahate çıktı. Şam, Bağdad ve Mekke'ye giderek orada bulunan tanınmış alim ve şeyhlerle görüştü. 1182'de İbn-i Rüşd ile görüştü. Bu görüşmeyi eserinde anlatır. Bu İbnu Rüşd’ün bilgi'nin akıl yolu'yla elde edileceğini söylemesiyle meşhur olduğu yıllardır. 17 yaşındaki genç Muhyiddin gerçek bilgi'nin sadece aklımızdan gelmediğine, böyle bir bilginin daha çok ilham ve keşf yoluyla elde edilebileceğine inanmıştı.
Bu senelerde 'Şekkaz' isminde bir şeyh'le tanıştı. Bu zat küçük yaşlardan itibaren ibadete başlayan, Allah korkusu taşıyan, hayatında bir kerecik olsun ‘ben’ dememiş olan ve uzun uzun secde eden bir kimsedir. Muhyiddin o ölene kadar onunla sohbete devam etti. 1182-1183'de İşbiliyye’ye bağlı Haniyye’de 'Lahmî' isimli bir şeyhden, bu zatın adını taşıyan bir mescidde Kur'an dersi aldı.
1184-1185'de 'Ureynî' isimli bir şeyh’le tanıştı. Eserlerinde Ondan ilk hocam diye bahseder, çok faydalandığını söyler. 'Ureynî', Ubudiyet [kulluk] meselesinde derin bir bilgiye sahipti. Bu yıllar'da 'Martili' adlı bir şeyhten de istifade etti. Ureynî O’na:’Sadece Allah’a bak’ derken Martilî‘Sadece Nefsine bak, nefsin hususunda dikkatli ol, ona uyma’ diye öğüt vermişti. Martilî’ye bu zıt önerilerin içyüzünü sordu. Bu zat, kendi nasihatinin doğruluğunda ısrar edecek yerde, ‘Oğlum, 'Ureynî'’nin gösterdiği yol, doğru yolun ta kendisidir. Ona uyman lazım. Biz ikimiz de, kendi halimizin gerekli kıldığı yolu sana göstermişizdir’ dedi.
Bu yıllarda İşbiliyye’de Kordovalı Fatma adında yaşlı bir kadına (tanıştıklarında 96 yaşındadır) 14 sene hizmet etti. Bu kadın, erkek ve kadınlar arasında müttaki ve mütevekkile olarak temayüz etmişti. Çok iyi bir kimseyle evliydi. Yüzünün İbn Arabi'nin bakmaktan utanacağı kadar güzel olduğu söylenir.
1189'da Ebu Abdullah Muhammed eş-Şerefî adında biriyle tanıştı. Kendisi doğu İşbiliyye’li olup, Hatve ehlindendi. Beş vakit namazını Addis Camii'nde kılan bu zatın ibadete aşırı düşkünlüğünden namaz kılmaktan ayaklarının şiştiği söylenir.
Arabi, İşbiliyye’deyken (1190) hastalanıp okuma kabiliyyet'ini kaybetti. İki yıl bu halde kaldıktan sonra 589'da (Hicri) Sebte Şehri'ne giderek orada ahlak makamına erdiğini söylediği İbnu Cübeyr ile tanıştı. Bir süre sonra İşbiliyye’ye döndü. Aynı yıl Tlemsen’e geldi. Burada Ebu Medyen (ö.594)[1] hakkında gördüğü bir rüyayı anlatacaktır.
1196'da Fas’a gitti. Orada yaptığı Seyahatler sırasında büyük şöhret kazandı. 1198'de tekrar Endülüs’e geçti. Gırnata Şehri dolaylarındaki Bağa kasabasında Şekkaz isimli bir şeyhi ziyaret etti. Onun Tasavvuf yolu'nda karşılaştığı en yüce kimse olduğunu söyler. 1199-1200'de İlk defa Hac için Mekke’ye gitti. Orada [el-Kassar] (Yunus ibnu Ebi’l-Hüseyin el-Haşimi el-Abbasi el-Kassar) isimli bir şahıs'la sohbet etti. Hac’dan sonra Mağrib’de, oradan da Ebu Medyen’in şehri olan Becaye'de bulundu. Bir süre sonra tekrar Mekke’ye geldi ve "Ruhu’l-Kuds", "Tacu'r-Rasul" adlı eserlerini yazdı.
1204'de Medine, Musul, Bağdad'da bulundu. Musul'da, "et-Tenezzülatu'l-Musuliyye"yi yazdı. Musul’dan ayrıldıktan sonra Konya’ya geldi. Orada tanıştığı Sadreddin Konevî’nin dul annesi ile evlendi. Konya’da iken "Risaletü’l-Envar"ı yazdı. Selçuk Meliki tarafından hürmet ve ikram gördü. Sonra Mısır’a geçti. Orada Futuhat-ı Mekkiye'deki sözlerinden ötürü Mısır uleması tarafından hakkında verilen idam fetvasıyla yüz yüze gelinc |
e gizlice oradan kaçtı. Tekrar Mekke’ye geldi ve burada bir süre kaldı. Bağdad ve Halep’te bir süre dolaştıktan sonra 612/1215 de tekrar Konya’ya geldi. 617 de Şam’a yerleşti. Zaman zaman civar şehirlere seyahatler yaptı.Şam'da kendisinin Fütuhat'tan sonra en büyük eseri olarak kabul edilen Fusus'u kaleme aldı (627/1230). İbn Arabi bu eseri rüyası sında Peygamber'den ümmetine aktarmak üzere aldığını belirtir. 638 de 22 R.Evvel’de (1239) Şam'da öldü. Kabri Şam şehri dışında Kasiyun dağı eteğindedir. 1516 yılında I. Selim, Şam’ı Osmanlı toprağı yaptığında oraya türbe, camii ve imaret inşa ettirdi. Medfun bulunduğu türbenin kubbesinde -İbn Arabi'nin kendisine ait olduğu iddia edilen- 'bütün yüzyıllar yetiştirdikleri büyük insanlarla tanınır, benden sonraki yüzyıllar benimle anılacak' mealindeki bir beyit yazılıdır.
Varlık birliği "(Vahdet-i Vücud)" öğretisinin baş sözcüsü olmakla birlikte kendisinden sonra Vahdet-i Vücud görüşünü benimseyen sufiler için Muhyiddin İbn Arabi'nin lakaplarından olan Şeyh-i Ekber'e atıfla "Ekberî" sıfatı kullanılmıştır. Her ne kadar varlığın bir olduğunu kabul etmiş olsalar da Ekberi sufiler kimi görüşlerinde farklılıklar sergilemişlerdir. Örneğin Abdülkerim el-Cili ve Sadreddin Konevî her ikisi de Ekberî olmakla birlikte özgün görüşleri de olan ve başlı başına bir sufi metafiziği ve felsefesine sahip olan düşünürlerdir.
Muhyiddin İbn Arabi'ye karşı öğretisini benimseyenlerce Şeyh-i Ekber (en büyük şeyh), öğretisine karşı çıkanlar veya düşmanları tarafından Şeyh-i Ekfer (en kafir şeyh) gibi birbirine taban tabana zıt lakapların verilişi, Muhyiddin İbn Arabi'nin İslam tarihinde üzerine en sert tartışmaların yapıldığı kişilerden biri hatta en ünlüsü olduğunun da bir göstergesidir. Öğretisini benimseyen birçok sufi/filozoflara göre Muhyiddin İbn Arabi diğer sufilerin yaşadıkları ve bildikleri ancak toplumsal, teolojik gerekçelerle sözünü etmekten kaçındıkları bir durumu ilk ifade edenlerden biridir. Esasen Muhyiddin İbn Arabi de öğretiyi kendisinin keşfettiğini asla söylememiş tersine diğer sufilerin bu hallerini kendisinin açıkça ifade eden ilk kişi olduğunu belirtmiştir. Bu açığa vurmanın sebebini de Fusus adlı eserinde kendi iradesine değil peygamberin doğrudan emrine dayandırmıştır.
İbn Arabi varlığın birliği dolayısıyla varlığın Tanrı olduğunu söylemesi sebebiyle hem bazı fakihler, kelamcılardan hem de bazı sufilerden bazıları ılımlı bazıları sert eleştiriler almıştır. İbn Arabi'nin bu yaklaşımının yaratıcı ve yaratık arasındaki ikiliği kaldırdığı dolayısıyla dinin gerektirdiği emir ve yasakları ihlal etme veya küçümsemeyle sonuçlanacak etkileri olabileceği düşünülmüş ve kimi eleştirmenler bunun önüne geçebilmek amacıyla insanların İbn Arabi'nin kitaplarını okumalarının yasaklanmasını savunmuş, kimileri de şeyhin kafirliğine hükmetmiştir. İbn Arabi'nin görüşlerine katılmayan ancak onu kafirlikle suçlamayanlar da eserlerinin tevili yani yorumu gerektirdiği ve bu yorumu bilmeyenler tarafından okunmasının doğru olmadığını iddia etmişlerdir. Akademik, ilmi çevrelerde doğru olmadığı bilinmekle birlikte halk arasında İbn Arabi'nin eserlerinin onun tarafından yazılmadığı dahi söylenebilmiştir.
İbn Arabi'nin en sert eleştirmenlerinin başında gelen kişi Hanbeli mezhebi geleneğinden beslenen alim İbn Teymiyye'dir. Arabi'nin vefatından yirmi sene sonra Harran'da doğan İbn Teymiye Arabi'nin görüşlerini kıyasıya eleştirmiştir.
Hanefiler’den Ali el-Kârî, İbn Teymiyye’yi savunarak İbn Arabi hakkında Sert Eleştiriler'de bulundu. Bu eleştiriler İsmail Fenni Ertuğrul tarafından göğüslenmeye çalışıldı. Burhaneddin Ebu’n-Nasr Parsa, Fusus için Can, Fütühat için Gönül Tabir'ini kullanır.
Alem'in kıdem'i inancını savunan bu sözü Zahirî Mütekellimlerce Küfür sayılmıştır. Eğer Fikirlerinde bir Değişme meydana gelmemişse Futuhat’ta savunduğu tez'in ışığında bu söz'ü anlamak gerekir.
Futuhat’ta Araz olduğunu söylediği Alem’in Fusus’ta insan sözkonusu edildiğinde A’yan-i Sabite yani Allah’ın İlmi'nde olan Sureti (Suver-i İlmiye) yönüyle ezeli olduğunun (Feyz-i Akdes) savunulduğu görülür. Çünkü O’nun ilmi kadimdir.
Bu yoruma imkân veren gerekçe, bir Şey'in hem Hadis, hem de Ezelî olacağının söylenmesinin mantıklı olmamasıdır. Fusus’taki Cümle'den anlaşılan mana, Alem'in bir itibara göre Hadis (Feyz-i Mukades), diğer bir itibara göre de Ezelî olması gerektiğidir (Feyz-i Akdes).
Aliyyu’l-Karî, bu Söz'ün Açık bir Küfür olduğunu söyler. Çünkü İnsan'ın Zat ve Sıfat'ı ancak, Hulul ve İttihat ve Vucudiyye (Panteizm) Mezhebi'nce Allah’ın aynı ve Sıfatı Kabul edilir.[12]
İsmail Fenni ise bu Metni şu Anlam'da okuyarak [Aliyyu’l-Karî]’ye katılmaz:
Molla Cami, bir Bağdad Şeyhine dayanarak O’nun 500 kadar Eseri olduğunu nakleder. Kendisi dostlarının yardımıyla tasnif ettiğini söylediği firhistinde, çoğu tasavvufla ilgili olan 250'yi geçmeyen eserini sayar. En büyük eleştiriyi de ‘Fususu’l-Hikem’ dolayısı ile aldığını söyler. O’na göre ‘onun ıstılahlar'ını anlamadan, tenkidler'in düşünülmeden veya bir başkasının farkındaki söz ve tenkidleri göz önünde bulundurularak yapılmaktadır bu eleştiriler. O, çözüm'ü şu tavsiyeler'de arayacaktır:
Bazı eleştirmenlere göre "Varlıkta ancak Allah vardır", veya "Varlıkta ancak bir vardır: Suyun rengi kabının rengidir." diyen İbn Arabî, bu sözleriyle inancını ifade ederken Kur'ân âyetlerini de hiçbir kural tanımaz tavırla yorumlamıştır.
Bazıları için safi küfür olan bu itikadı yumuşatmak için çeşitli yorumlar yapılmıştır.
Bazı tasavvuf ehilleri Muhyiddin İbn-i Arabi'nin geldiği idrak ve ilahi anlayış seviyesinin, -peygamberler hariç- insanlığın gelebileceği en yüksek seviye olduğu görüşündedirler. Tasavvuf çevrelerindeki genel kanaat gelmiş geçmiş en büyük birkaç şeyhten biri olduğu yönündedir; bu da "Şeyh-ül-Ekber" yakıştırması ile paraleldir. Muhyiddin İbn-i Arabi'nin öğretisinin ve anlayışının ancak onun düzeyinde olanlarca anlaşılabileceği yani irade-i cüzinin tamamen devre dışı bırakılması ile ancak anlaşılmasının mümkün olabileceği; aksi halde irade-i cüziden tamamen kopamayan ve ilahi irade ile tamamen bütünleşemeyen bir kişinin Muhyiddin İbn-i Arabi'nin bu yöndeki söylemlerini dillendirmesinin bir anlamda yalan beyan olacağı ifade edilmektedir.
Nefahat'a göre, Bağdad Uleması’ndan birisi "Muhyiddin İbnu’l-Arabî" üzerine bir Kitap Te'lif etmiş ve bu Kitap’ta Musannefat’ının 500’den fazla olduğunu söylemiştir. "İbnu’l-Arabî"’nin Eserlerinin sayısı kendine de Malum değildi, denir. Hayat’ında Dostlar’ının İsteği üzerine birkaç defa bunların Fihristini yapmak istedi. Bu Fihristler birbirinden ayrı 3 yazma halinde bugüne geldi. Bugüne gelenlerin bazıları:
dizisinde Osman Soykut tarafından canlandırılmaktadır.
Servet-i Fünûn edebiyatı
Servet-i Fünûn edebiyatı veya topluluğun kendini anarken kullandığı Edebiyat-ı Cedîde, II. Abdülhamid döneminde, Servet-i Fünûn adlı derginin çevresinde toplanan sanatçıların Batı etkisinde geliştirdikleri bir edebiyat hareketidir.
Servet-i Fünûn, Türk edebiyatında 1860’tan beri devam eden Doğu-Batı mücadelesinin kesin sonucunu –Batı edebiyatının lehine olarak– tayin eden sonuncu safhasıdır. Gerçekten pek yoğun ve pek dinamik çalışmalarla geçen bu sıcak safhanın sonunda Türk edebiyatı, gerek zihniyet, gerek temalar ve gerekse teknik bakımlardan tamamıyla Avrupaî bir mahiyet kazanabilmiştir.
1895 sonlarında "Malumat" dergisinin başyazarı Mehmet Tahir Efendi ile Recaizade Mahmud Ekrem arasında kafiye konusunda çıkan bir tartışma, "Malumat" gazetesinin Recaizade'ye ait öyküsünü izinsiz yayımlamasıyla büyür. Recaizade, büyüyen bu tartışmalar karşısında öğrencisi Ahmet İhsan'ın çıkardığı "Servet-i Fünûn" dergisini araç olarak kullanmaya karar verip Tevfik Fikret'i söz konusu derginin yazı işleri müdürlüğüne getirir. Bu atamayla beraber "Servet-i Fünûn" dergisi bir edebiyat dergisi kimliğine bürünür ve aktif olduğu 5 yıl içerisinde Türk edebiyatı, zamanın başat akımları olan sembolizm ve parnasizm etkisinde yeni bir üsluba bürünür.
Dergi, 16 Ekim 1901 yılında Hüseyin Cahit Yalçın'ın Fransızcadan çevirdiği "Edebiyat ve Hukuk" başlıklı, Fransa'nın 1789 rejimini değerlendiren makalesi, dönemin sansür heyeti tarafından sakıncalı bulundu dergiye 6 haftalık zorunlu tatil verildi. Kapatılma, Servet-i Fünûn şairleri arasında hali hazırda mevcut olan gerginliği tırmandırdı ve edebi çevre tamamen dergiden uzaklaştı.
Dergi, ceza bitiminde Ahmet İhsan'ın imtiyazı altında tekrar çıkmaya başlasa da edebi kimliğini tamamen yitirmiş ve bir bilim dergisi halini almıştır.
Divan edebiyatınde kafiye, iki mısrada bir, Arap alfabesindeki harflerin tekrarıyla oluşturulur. Şiirin anlamı ve beyitlerin bütünlüğü bu kafiye sayesinde bütünleşir. Türk edebiyatında bu kural, Türkçe fonetiğine uygun biçimde düzenlenmemiş ve Türkçede aynı sesi karşılayan farklı harfler yerine Arap abecesindeki aynı harflerin tekrarı esas alınmıştır. Ancak bu durum Tanzimat edebiyatının getirdiği şekilde ve içerikte yenileşme çabası içinde ufak adımlarla çözülmeye çalışılmıştır.
Şinasi, Alphonse de Lamartine'den Meditations şiirinden dört kıtayı çevirirken yeni kafiyeleniş şekilleri arar. Bir sonraki adım da da Ethem Pertev Paşa'nın Victor Hugo'dan tercüme ettiği Tıfl-ı Naim isimli şiirinin eski edebiyat ile ilgisi yoktur. Bu kafiyedeki yenilenme çabaları içerisinde Abdülhak Hamit Tarhan'ın Duhter-i Hindu piyesiyle yeni nazım şekilleri gelir. Bu hareketler, bize şiirde şekil değişikliğine yönelişi gösterir. Bu değişim çabalarının içerisinde Hasan Asaf isimli bir genç, 1895 tarihinde Malumat Gaztesi'nde Bürhan-ı Kudret isminde bir şiir yayımlar.
Bürhan-ı Kudret şiirindeki "Zerre-i nurundan iken muhtebes / Mihr ü mehe bakmak abes" beytindeki kafiye unsuru olan s, muktebes (مقتبس) sözcüğünde sin harfi ile abes (عبث) sözcüğünde ise s harfi ile yazılmıştı. Bu basit olay, devam etmekte olan eski - yeni tartışmasını daha sistemli bir zemine oturmasına yardımcı olur ve yenilikçi grup Recaizade Mahmud Ekrem'in çağrısıyla Servet-i Fünûn dergisi etrafında toplanır. Böyl |
e bir toplaşma, güçlerini birleştiren yenilikçi kanada, herkesin dikkate alacağı bir vizyon sağlar ve bu bağlamda Servet-i Fünûn dönemi başlamış olur.
Ali Ekrem Bolayır, Servet-i Fünûn şiirinin kusurlarından bahseden "Şiirimiz" başlıklı yazısını dergiye gönderir. Tevfik Fikret yazıyı, bazı değişiklikler yaptıktan sonra yayımlar. Yazı tepkiyle karşılanır ve Ali Ekrem Bolayır da yazısının kısaltılmasından duyduğu rahatsızlıkla dergiden ayrılır. Halihazırda 1897'de Ali Ekrem'in Servet-i Fünûn'da yayımlanan Vasiyyet şiiri çok beğenilmiş ve Tevfik Fikret ile aralarında bir çekişme başlamıştı. Şiirimiz makalesi ile bu gerginlik büyüdü ve Ali Ekrem'in dergiden ayrılışını Ahmet Reşit Rey, Samipaşazade Sezai ve Menemenlizade Tahir Bey izledi. Tevfik Fikret de kısa bir süre sonra Ahmet İhsan Tokgöz ile aralarında çıkan bir tartışma sebebiyle dergiden ayrıldı ve yerine Hüseyin Cahit Yalçın geçti. Hüseyin Cahit Yalçın, 16 Ekim 1901 tarihli derginin 553. sayısında Fransızcadan çevirdiği "Edebiyyat ve Hukuk" makalesini yayımladı. Makale, II. Abdülhamid tarafından sakıncalı bulundu ve dergi altı haftalık kapatma cezası aldı. 5 Aralık 1901'de tekrar yayın hayatına başlamış olsa da dergi, ilk hali olan fen dergisi kimliğine dönmüş, bünyesindeki tüm edebiyatçılar dağılmıştı.
Murat Belge
Mehmet Murat Kadri Belge (d. 16 Mart 1943, Ankara), Türk yazar, çevirmen, siyasi aktivist ve akademisyen. Sanatçı Hale Soygazi'nin eşidir.
Ankara'da doğan Belge, iş adamı ve Demokrat Parti'den milletvekilli olan Burhan Asaf Belge'nin oğludur. Yazar Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun yeğenidir. Nişantaşı'nda High School'da yatılı öğrenim gördü ve AFS ile Amerika'da Massachusetts eyaletine değişim öğrencisi olarak gitti. 1966'da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nin İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Asistanlık ve doktorasını aynı bölümde yapmıştır. Tezi Marksist düşünür Christopher Caudwell üzerinedir. Aynı dönemde William Faulkner ve James Joyce çevirilerini yaptı.
12 Mart döneminde iki yıl cezaevinde kaldı. Bu dönemde Veli Küçük'ün Ziverbey köşkünde kendisine işkence yaptığını söylemiştir. . 1974 yılında üniversiteye döndü. Berna Moran, Mina Urgan ve Akşit Göktürk ile aynı üniversite ortamında yetişmiştir. 1970'de "Halkın Dostları", 1975'de "Birikim" dergilerinin kurucuları arasında yer aldı. Bu dergilerde sosyalist teori ve siyasete ilişkin yazılar yazdı. Fransız düşünürü Althusser’in görüşlerini savundu. 1980'de doçent oldu. 1981'de YÖK yasasının çıkmasından sonra üniversiteden ayrıldı. "Demokrat" ve "Cumhuriyet" gazetelerinde yazılar yazdı. 1983'te "Yeni Gündem" dergisinin ve İletişim Yayınları'nın genel yayın yönetmenliğini üstlendi. "Yeni Gündem" dergisinde bir dönem Sadık Özben takma adıyla mizah yazıları yazdı.
İlerleyen yıllarda İstanbul'un tarihi bölgelerinde, Boğaziçi'nde düzenlediği kültür turlarıyla tanındı; yemek ve mutfak kültürü ve gezilerine ilişkin kitaplar, bir gezi rehberi ve popüler tarih kitaplarına imzasını attı. İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde Türkiye'nin ilk Karşılaştırmalı Edebiyat bölümünün bölüm başkanlığını kurulduğu yıl olan 1996'dan beri sürdürmekte ve bölümde edebiyat dersleri vermeye devam etmektedir. 24 Mayıs 2008'e kadar köşe yazılarını sürdürdüğü "Radikal" gazetesinden ayrılıp, Taraf gazetesinde yazmaya başladı. Açık Radyo'da ve NTV'de yayınlanan "Gerçek Orada Bir Yerde" programlarında yer aldı. Helsinki Yurttaşlar Derneği'nin aktif üyelerinden biridir. Halen T24'te ve Birikim dergisinde düzenli olarak yazılar yazmaktadır.
Titian
Titian ya da tam adıyla Tiziano Vecellio (1488/1490, Pieve di Cadore - 27 Ağustos 1576, Venedik), İtalyan ressam.
Genç yaşta önce Sebastiano Zuccato isimli bir ressam ve mozaikçinin, daha sonra da Gentile ve Giovanni Bellini kardeşlerin atölyesine girdi. ilk yapıtlarından olan Aziz Petrus'a takdim edilen Jacopo Pesaro'da Gentile'nin etkisi görülür. Burada uzun süre etkisinde kalacağı Giorgione ile tanıştı. Beraber 1508'de Alman ticaretinin Venedik'teki merkezi olan Fondaco dei Tedeschi'nin cephesini süslediler. Ancak nemli hava yüzünden bu yapıtlar yok olmuştur. Kısa sürede dengeli kutleler, yaygın ritimler ve yeni bir figür anlayışı getirerek kişiliğini buldu. 1510'da dostu Giorgione ölünce Tiziano Padova'ya gitti. Orada Scuola del Santo (1511) ile Scuola del Carmine fresklerini yaptı.
1513'te Venedik'e döndü. Palazzo Ducale'nin büyük toplantı salonu için kompozisyonu yaptı. 1516'da ustası Giovanni Bellini ölünce Venedik Cumhuriyeti'nin başressamı unvanını aldı. Ayrıca kendisi 10. Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman'ın portresini çizmiştir.
Tallinn
Tallinn, Estonya'nın başkenti ve ana liman kentidir. Baltık Denizi kıyısında, Finlandiya'nın başkenti Helsinki'nin 80 kilometre güneyinde yer alır.
Kentin tarihteki diğer isimleri Kolõvan, Lindanise, Lindanisa (Lindanäs) ve "Reval" türevleri - Revalya, Revel, Revelin'dir. Tallinn kelimesinin tam olarak nereden geldiği bilinmese de, kelime kökeni olarak "Taani-linn" (Danimarkalılar'ın Kenti) veya "talu linn" (çiftçi kenti) olduğu muhtemeldir. Tallinn ismi, 1918 yılında Estonya bağımsızlığını kazandıktan sonra resmi olarak kabul edilmiştir. 1918 öncesi ise kentin adı Reval'di. Şehir Turku'le birlikte (Finlandiya) 2011 Avrupa Kültür Başkenti seçilmiştir.
Tallinn'in tarihi yerleri üç bölüme ayrılır:
Tallinn'in tarihi sayısız işgaller ve saldırılarla doludur. En son II. Dünya Savaşı sırasında ağır bombardıman altında kalan kentin tarihi bölümü ayakta durmayı başarmıştır. Tallinn 1997'de Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) tarafından Dünya Mirası listesine eklenmiştir.
15. yüzyılda inşa edilen 159 metre yüksekliğindeki gotik mimarisiyle Aziz Olaf Kilisesi, Avrupa'daki uzun yapıydı. Yangınlar yüzünden, kilisenin tekrar restore edilmiş olmasına karşın, yapının bugünkü boyu 123 metreye inmiştir.
Tallinn'deki üniversitesiter:
1980 Olimpiyatları yelkenli kayık yarışmaları Tallinn'de yapıldı. Kent merkezinde birçok bina, olimpik otel, postahane ve yelkencilik merkezi olimpiyatlar zamanında yapıldı.
Tallinn nüfusu 2005 yılı sayımına göre 401.694'dür.
Nüfus değişimi
Avrupa Birliği'nin istatistik ajansı Eurostat'ın verilerine göre, Avrupa Birliği içinde Tallinn %27,8 ile A.B. harici yabancı nüfusun en çok yaşadığı kenttir.
Tallinn garından Tartu, Pärnu, Narva, Riga, Moskova ve St. Petersburg'a tren hatları mevcuttur. Ayrıca otobüs ile ülkedeki diğer kentlere de ulaşım münkündür. Tallinn, Baltica otobanı ile Polonya'ya bağlanmıştır.
Tallinn'den yapılan başlıca feribot seferleri:
Tallinn Estonya'nın Harjumaa bölgesinde yer alır.
Tallinn'in en büyük gölü Ülemiste'dir. Bu göl aynı zamanda kentin içme suyu ihtiyacını karşılar.
Sevgi Soysal
Sevgi Soysal (d. 30 Eylül 1936, İstanbul - ö. 22 Kasım 1976, İstanbul), Türk yazar.
Aslen Selanikli mimar-bürokrat bir babayla Alman bir annenin altı çocuğundan üçüncüsü olarak büyüyen Sevgi Yenen, 1952’de Ankara Kız Lisesi’ni bitirdi. Bir süre Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Arkeoloji okudu.
1956 yılında şair ve çevirmen Özdemir Nutku ile evlendi, birlikte Almanya’ya gittiler. Göttingen Üniversitesi’nde arkeoloji ve tiyatro dersleri izledi. 1958’de Türkiye’ye döndü ve Korkut adını verdikleri bir oğlu oldu. 1960 ile 1961 tarihlerinde Ankara’da Alman Kültür Merkezi ve İrtibat Bürosu’nda ve Ankara Radyosu’nda çalıştı. Bu dönemde, toplum karşısında bireyin tedirginliğini öne çıkaran ‘‘yeni gerçeklik’’ akımından izler taşıyan öykü ve yazıları ""Dost"", ""Yelken"", ""Ataç"", ""Yeditepe"" ve ""Değişim"" dergilerinde yayımlandı.
1961’de Ankara Meydan Sahnesi’nde Haldun Dormen’in yönettiği ""Zafer Madalyası"" adlı oyunda tek kadın rolünü oynadı. İlk öykü kitabı Tutkulu Perçem, 1962 yılında yayımlandı. ""Zafer Madalyası"" oyununda tanıştığı Başar Sabuncu ile 1965'te evlendi. Aynı yıl TRT’de program uzmanı olarak çalışmaya başladı. 1965-1969 yılları arasında ""Papirüs"" ve ""Yeni Dergi""’de öyküleri yayımlandı. Bu arada tezini vererek arkeoloji diplomasını aldı. Teyzesi Rosel’in kişiliğinden yola çıkarak, birbirine bağlı öykülerden oluşan ""Tante Rosa""’yı yazdı. Kadın-erkek ilişkisi ve evlilik temasını işlediği ilk romanı ""Yürümek""'le TRT Sanat Ödülleri Yarışması Başarı Ödülü’nü kazandı.
12 Mart dönemi, Sevgi Soysal’ın hayatı ve yazarlığı üzerinde derin izler bırakan bir dönem oldu. Yürümek, müstehcenlik gerekçesiyle toplatıldı ve Sevgi Soysal, kısa bir tutukluluk ardından TRT’den ayrılmak zorunda kaldı. Anayasa profesörü Mümtaz Soysal’la, Soysal’ın komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle tutuklu kaldığı Mamak Cezaevi’nde evlendi. Siyasal nedenlerle tekrar tutuklandı ve sekiz ay Yıldırım Bölge’de, iki buçuk ay da sürgüne gönderildiği Adana’da kaldı. Cezaevinde yazdığı Yenişehir'de Bir Öğle Vakti adlı romanıyla 1974 yılında Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazandı. Kızları Defne Aralık 1973’te, Funda ise Mart 1975’te doğdu. Adana’da sürgünde bulunan bir kadının başından geçen olaylar etrafında 12 Mart’ı eleştirdiği romanı Şafak, 1975’te yayımlandı. Bu dönemde Anka Haber Ajansı ve Sosyalist Kültür Derneği’nin kuruluşunda rol aldı. Politika gazetesinde tefrika edilen cezaevi anıları Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu başlığıyla kitaplaştırıldı (1976).
Yakalandığı kanser hastalığı nedeniyle 1975 sonbaharında bir göğsü alındı. Hastalık izlenimlerini ve 12 Mart sonrası değişimi anlatan öykülerini topladığı Barış Adlı Çocuk, 1976’da yayımlandı. Eylül 1976’da bir ameliyat daha geçirdi ve tedavi için eşiyle birlikte Londra’ya gitti. Üzerinde çalıştığı son romanı Hoşgeldin Ölüm’ü tamamlayamadan 22 Kasım 1976’da İstanbul’da 40 yaşında öldü. Yeni Ortam ve Politika gazetelerine yazdığı yazılar, Bakmak (1977) adlı kitapta toplandı.
Radyoaktivite
Radyoaktivite (Radyoaktiflik / Işınetkinlik) , atom çekirdeğinin, tanecikler veya elektromanyetik ışımalar yayarak kendiliğinden parçalanmasıdır, bir enerji türüdür. Çekirdek tepkimesi sırasında ortaya çıkar. İnsan vücudunun da, birçok nesnenin de içinden geçebilir. Yalnızca |
toprağın, kayaların ve özellikle kurşunun içinden rahatça geçemez. Radyasyon yayan nesneler, radyoaktif olarak adlandırılır.
Çevremizde her zaman için bir miktar radyasyon bulunur, fakat radyasyonun fazlası insan sağlığını tehdit ettiği gibi, daha ileri safhalarda ölüme yol açabilir.
Doğal radyasyon uranyum gibi bazı kimyasal elementler ile uzay boşluğundaki yıldızlar ve bazı nesneler tarafından üretilir. Bazı nesneler bir saniyeden çok daha az süreyle radyoaktif kalabilirler, bazıları ise binlerce yıl radyoaktif özelliğini koruyabilir.
Radyasyon özel makineler sayesinde de üretilebilir, bu makinelere Siklotron (ivme makinesi), doğrusal hızlandırıcı veya parçacık hızlandırıcı adı verilir. Bazı bilim insanları bu makineleri üzerinde çalışabilecekleri radyasyonu üretebilmek için kullanırlar. Röntgen cihazları az miktarda üretilen (X ışınları) sayesinde insan vucudunun iç kısımlarının görüntülenmesini sağlar.
Nükleer silahlar (atom bombaları), yapıları tahrip etmek ve insanları öldürmek amacıyla çok hızlı bir şekilde çok yüksek miktarda radyasyon ortaya çıkarırlar. Bu konuda en büyük ve insanlığın hafızasına kazınmış en acı deneyim, Amerikan ordusunun II. Dünya Savaşı’nın sonunda (1945) Hiroşima ve Nagazaki’ye attığı bombalardır. Öte yandan nükleer silahlar, II. Dünya Savaşı’ndan seksenli yılların sonuna kadar Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği başta olmak üzere, kapitalist ve sosyalist bloklar arasında meydana gelen Soğuk Savaş’ın temelini oluşturmuştur. Uzun yıllar boyunca devam eden karşılıklı nükleer tehditler, insanlık için korkutucu bir deneyim meydana getirmiştir.
Nükleer reaktörler elektrik üretmek için kullanılmaktadırlar. Bunlar da çok miktarda radyasyon meydana çıkarırlar, bu nedenle radyasyonun reaktörden dışarı sızmasını önleyecek şekilde dikkatlice inşa edilirler. Fakat birçok insan, reaktörlerde bir sorun oluşması durumunda radyasyonun çevreye yayılabileceğinden ve insanlara ve diğer canlılara zarar verebileceğinden endişe duymaktadır. 26 Nisan 1986’da Ukrayna’nın Çernobil şehrinde meydana gelen ve kanserojen etkileri Sovyetler Birliği, Avrupa ülkeleri ve Türkiye’yi de içine alan geniş bir alanda bugün dahi hissedilen büyük felaket, bu korkunun başlıca temelidir. Öte yandan, nükleer reaktörlerin parçaları ve atıkları büyük sorun oluşturmaktadır. Kimi parçalar, yüzlerce, hatta binlerce yıl boyunca radyoaktif kalabilmekte ve çevreye zarar verebilmektedir. Bu nedenle, bunların güvenli bir şekilde nasıl saklanması gerektiğine ilişkin tartışmalar, günümüzde bile canlılığından bir şey kaybetmiş değildir.
Bu olayı ilk kez 1 Mart 1896 yılında Fransız fizikçi Henri Becquerel uranyum üzerinde ortaya çıkarmıştır. Becquerel, buluşunu 1898 yılına kadar Becquerel ışınları olarak adlandırmış, daha sonra ise bu buluşuna, radyoaktivite ismini vermiştir.
Doğada kendiliğinden radyoaktif olan bazı elementler vardır, bunlar dört grupta ele alınır:
Bu serilerde radyoaktifliğin çeşitli tipleri ile karşılaşılır:
1 nötron; 1 protona dönüşürken 1 elektron ve 1 antielektron nütrinosu fırlatır. Buna Beta ışıması denir.Proton sayısı 1 artar. Nötron sayısı 1 azalır. Kütle numarası değişmez.
1 proton; 1 nötrona dönüşürken 1 pozitron ve 1 elektron nütrionusu fırlatır. Buna Pozitron ışıması denir. Proton sayısı 1 azalırken, nötron sayısı 1 artar. Kütle numarası değişmez.
Radyoaktif dönüşümler az veya çok hızlı olurlar. Göz önüne alınan element çekirdeğin yarısının parçalanması için gerekli süreye Periyot (radyoaktiflik) veya yarılanma süresi denir. Çekirdeğin yapısı, en önemli unsurdur. Bir saniyenin milyarda birinin binde biri ( 10-12 ) kadar süren periyotlar olduğu gibi 1017 yıla ulaşan periyotlar olduğu bilinmektedir. Nükleer tepkimelerde, doğada bulunmayan radyoaktif çekirdekler elde edilebilir. Bu olaya suni radyoaktiflik denir.
Çekirdeği kararsız, radyoaktif bir atomun hiçbir dış etkiye bağlı kalmaksızın, kendiliğinden ışımalar yaparak başka çekirdeklere dönüşmesi olayına doğal radyoaktiflik denir.
Doğal radyoaktif çekirdek tepkimeleri;
şeklindedir.Tepkimedeki X, doğal radyoaktif atomu, Y ise oluşan yeni atomu göstermektedir.
Radyoaktif olmayan bir atom çekirdeğinin, temel taneciklerle(alfa,nötron,proton...) bombardıman edilerek kararsız çekirdek haline dönüştürülmesi olayına yapay radyoaktiflik denir.
Yapay radyoaktif çekirdek tepkimeleri,
şeklindedir.Tepkimedeki X kararlı çekirdeği, a ise bombardıman taneciğini gösterir.X, bombardıman edilerek Y kararsız taneciğine dönüşürken bir de ışıma yapmaktadır.Oluşan Y çekirdeği, doğal radyoaktif bozunmaya uğrayarak başka çekirdeklere dönüşür.
Bombardıman etme işlemlerinde kullanılan en uygun tanecik nötrondur.Çünkü nötron yüksüz olduğu için çekirdek tarafından itilmez ve böylelikle kolayca etkileşime girilebilir.
Fisyon, kütle numarası çok büyük bir atom çekirdeğinin parçalanarak kütle numarası küçük iki çekirdeğe dönüşmesi olayıdır. Fisyon reaksiyonlarında radyoaktif elementler kullanılır ve tepkimeler için bir ilk enerjiye (aktiflenme enerjisi) ihtiyaç vardır. Reaksiyon sonucunda kararsız çekirdekler ve nötron oluşur. Oluşan nötronların her biri yeni bir uranyum atomu ile tepkimeye girer. Bu esnada açığa çıkan nötronlar ortamdan uzaklaştırılmazsa tepkime zincirleme olarak devam eder.
Nükleer füzyon, nükleer kaynaşma ya da kısaca füzyon; iki hafif elementin nükleer reaksiyonlar sonucu birleşerek daha ağır bir element oluşturmasıdır. Çekirdek tepkimesi olarak da bilinen bu tepkimenin sonucunda çok büyük miktarda enerji açığa çıkar. Bu işlemle oluşturulabilecek en ağır element demirdir.
Bir maddenin radyoaktifliğine etki eden en önemli faktör, maddenin atomlarının çekirdekleri ile ilgilidir. Nötron proton dengesizliği radyoaktiviteye neden olur.
Bunun dışında sıcaklık da radyoaktiviteye etkiler. Sıcaklık arttıkça radyoaktif bozunma hızı azalır. Bunu veren formül de şu şekildedir ;
formula_1
Bu ifadede;
Lambda , bozunma hızını
k , Boltzmann sabitini
T , sıcaklığı
m , kütleyi
c , ışık hızını temsil eder.
Buna göre , maddenin sıcaklığı arttıkça bozunma hızı azalır. Ancak bu formülle ilgili bir ayrıntı vardır. Formülün payda kısmındaki formula_2 ifadesi açılırsa ; paydada kalan ifadede , sıcaklığın bağlı olduğu formula_3 değerinin , formula_4 ifadesi yanında hesaplamaya değer bir seviyeye ulaşabilmesi için sıcaklık çok fazla olmalıdır. Oda sıcaklığında maddenin kinetik enerjisi 0,05 eV kadarken , ancak 11.000°K sıcaklıkta kinetik enerji 1 eV lik enerjiye ulaşır. Sıcaklığın , radyoaktiviteye gözle görülür bir etki yapması içinse kinetik enerji 1 GeV olmalıdır. Bu da milyarlarca kelvin dereceye eşittir. Güneşin çekirdeği bile ancak 13,600,000°K sıcaklığıa sahiptir. Yani sıcaklığın radyoaktiviteye etkisi , güneşin çekirdeğinde bile gözlemlenemeyecek kadar azdır. Gözlemleme ve deney yapma olanaksızlığı yüzünden çoğu yerde sıcaklığın radyoaktiviteye etkisi yok kabul edilse de , sıcaklık radyoaktiviteye etki eden bir unsurdur. Özellikle de dev yıldızlarda.
Radyoaktiflik hemen hemen bütün bilimsel ve teknik alanlarda geniş bir uygulama alanı bulur. Radyoaktif izotopların nükleer tepkimelerinden tekniğin birçok dalında kontrol aracı olarak faydalanılır. Bu kontrolde özellikle radyoaktif bir elementin radyoaktif olmayan bütün izotoplarıyla aynı özellikleri göstermesinden yararlanılır. Radyoaktif uygulamalardan bazı bilim dallarında şu şekilde yararlanılmıştır:
Bilimsel sınıflandırma
Bilimsel sınıflandırma veya biyolojik sınıflandırma, biyologların yaşayan veya soyu tükenmiş canlılara ait türleri nasıl gruplandıracaklarına veya kategorize edeceklerine dair bilimsel temelleri ortaya koyar. Modern sınıflandırma, Carolus Linnaeus'un, türlerin fiziksel özelliklerine göre sınıflandırılması sistemini temel alır. Bu sınıflandırma Linnaeus'dan beri Darwinci prensibin genel kuralları ışığında birçok düzenlemeye uğramıştır. Moleküler sınıflandırmanın, kullandığı DNA analizi yöntemi ile bu sınıflandırmanın birçok ilkesi de değişmiştir ve değişmeye devam etmektedir. Bilimsel sınıflandırma bir bilim olarak taksonomi veya sistematik ile ilişkilidir.
Sınıflandırmanın tarihi milattan önceye dayanır. Eski Yunan bilginlerinden Hippocrates (Hipokrat) (MÖ 460-377), hayvan türlerini saymış olmakla beraber, çalışmasının takibeden bölümlerinde bunların sınıflandırılması için çaba sarfetmemiştir. Yaşam formlarının sınıflandırılmasına ait bilinen en eski çalışma, Yunan filozof Aristoteles (Aristo) (MÖ 354-291) tarafından yapılmıştır. Aristoteles yaptığı sınıflandırmada yaşam ortamlarını (hava, kara ve su) temel olarak almıştır.
Sevilla kadısı İbn-i Rüşd, 1172 yılında, Aristoteles'in kitabını "de Anime" (Hayvanlar) adıyla kısaltıp tercüme etmiştir. Bu kitap daha sonraları Mitchell the Scot tarafından latinceye çevrilmiştir.
Bilimsel sınıflandırmanın gelişmesinde, sonraki önemli değişiklik İsviçreli profesör Conrad Gesner (1516-1565) tarafından yapılmıştır. Gesner'in çalışmaları aynı zamanda, yaşam alanında bilinen en eski derlemelerdir. Gesner'in 1558 yılındaki biyolojik gözlemleriyle bilim dünyasına sağladığı katkılar, ölümünden ancak 58 yıl sonra basılabilmiştir. Ulisse Aldrovandi'nin 1602 yılında yayımlanan araştırmaları, böceklerin sınıflandırılmasına dair ilk denemelerdir.
Yeni Dünya (Amerika)'nın bir bölümünün keşfedilmesi hayvan yaşamının yeni keşfedilen formlarına ait örnekler verilmesine ve tanımlamalar yapılmasına neden olmuştur. 16. yüzyılın sonları ve 17. yüzyılın başları, hayvanlar üzerine dikkatli araştırmaların yapılmaya başladığı dönemdir. Bu çalışmalar öncelikle ailesel türlere yönelmiştir. Böylece organların benzerliği ile başlayan sınıflandırma yavaş yavaş gelişerek anatomik temellere dayandırılmaya başlanmıştır. Girolamo Fabrizio (1537 - 1619), Petrus Severinus (1580 - 1656), William Harvey (1578 - 1657), Edward Tyson (1650 - 1708), Marcello Malpighi (1628 - 1694), Jan Swammerdam (1637 - 1680), ve Robert Hooke (1635 - 1702) bilimsel sınıflandırmanın gelişmesinde katkıları olan biliminsanlarıdır.
İngiliz doğacı John Ray (1627-1705) bitkiler, hayvanl |
ar ve din teolojisi hakkında önemli eserler yayımlamıştır. "Historia Plantarum" adlı eserinde bitkilerin sınıflandırılmasına getirdiği yaklaşım modern taksonomi için önemli bir adımdır. Ray bu eserinde daha önce kullanılan sınıflandırma sistemlerini reddetmiş, bunun yerine gözlemler sonucu ortaya çıkan benzerliklere ve farklılıklara göre bir sınıflandırma yapma yoluna gitmiştir.
Sanat açısından büyük değer taşıyan çizimler, Anna Maria Sibylla Merian (1647-1717) tarafından yapılmıştır. Merian sadece ressam değil, aynı zamanda bir tabiat araştırıcısıydı. 1699 yılında Güney Amerika'nın bugün bile en vahşi doğasının bulunduğu Surinam bölgesinde yaptığı çalışmaları 1705 yılında 54 Tablo halinde yayınlanmıştır. Merian, Entomoloji literatürüne aynı zamanda sanat yönünden en değerli ilk eserleri kazandırmıştır.
John Ray'in ölümünden iki sene önce Carolus Linnaeus (1707-1778) doğmuştur. Yapıtı Systema Naturae yaşamı sırasında on iki baskı yapmıştır. (1. baskı: 1735) Linnaeus modern sınıflandırma için bilinen en iyi metodu tanıtmış ve sistematik zooloji, sistematik botanik ve bilinen diğer sistematik türlerini oluşturmuştur.
Linnaeus, John Ray'in türler hakkındaki yaklaşımını benimsemiştir. Her türün iki Latince kelimeden oluşan bir birim ile adlandırılmasını önermiş ve bu kullanımda ısrar etmiştir. Bu iki kelimelik yapının ilk kelimesi, yaşam formunun ait olduğu cinsin ismidir. İkinci kelime ise o cinsin değişik türlerini belirtmek için kullanılan ve türün genel özelliklerine bağlı olarak seçilmiş bağımsız bir kelimedir. Bu yaklaşım günümüzde kullanılan iki kelimelik isimlendirme için temel teşkil etmiştir. Bu iki kelimelik isimler, türlere ait bilimsel isimler veya türlerin sistematik isimleridir. Türlerin ayırt edilmesini daha da kolaylaştırmak için iki kelimelik isimlendirme kullanılmaktadır. Bilimsel adların doğru yazılması için; cins isimleri büyük harfle başlamalı, tür isimleri ufak harfle başlamalı, yazar ismi ve yayın notu eklenmelidir.
Linnaeus'dan önce, bazen tanımlayıcı bir sıfat içeren bazen ise farklı birçok kelimeden oluşan isimlendirme kullanılıyordu. Bilim insanları aynı tür için farklı isimler de kullanabiliyorlardı. Bu adlandırma bilim dünyasında birçok karışıklığa neden oldu. Linnaeus'un sistemi, bitki ve hayvan türlerine verilen bu farklı isimlendirmeleri bir standarda ve kolay anlaşılan bir şekle kavuşturdu. Linnaeus sistemini, cins, takım, sınıf gruplarını ekleyerek daha da geliştirdi.
Linnaeus sistemi, organizmaları gruplar hiyerarşisi içinde düzenleyerek çalışır. Her grup kendinden daha alt basamaktaki grupları içerir. Kolayca bilinen iki kelimelik bilimsel isim diğer altı basamak ile de tanımlanabilir.
Taksonomide en fazla kullanılan takson basamakları şunlardır;
Ancak daha geniş bir şekilde takson basamakları şöyle yazılabilir:
Yukarıdaki sıralamadan da görüldüğü üzere takson basamaklarında alt seviyelere inildikçe ortak özellikler artmakta ve bu nedenle bazen ön eklerle ara basamaklar da oluşturulabilmektedir. Örnek olarak;
Linnaeus'un geliştirdiği türlerin sınıflandırılması yaklaşımı ve takson basamakları en az iki yüzyıl boyunca biyolojide aynen kullanıldı.
Kara karınlı sirke sineği ("Drosophila melanogaster"), insan ("Homo sapiens") ve büyük çiçekli manolya ("Magnolia grandiflora")'ya ait sınıflandırmalar aşağıdadır:
Not: Bu örnekte birçok takson, cinsten sonra isimlendirilmiştir, manolya bu cinse ait ilk türdür ve yazılışı cins ismi ile aynıdır. Manolya ve birçok bitki, çiçeklere sahip olmalarından dolayı "Çiçekli bitkiler" veya "Kapalı tohumlular" olarak adlandırılırlar.
Cinsten daha büyük takson basamaklarına ait isimler cins isimlerine yapılan ekler ile türetilmiştir. Bu isimlerin türetilmesinde kullanılan ekler aşağıdaki tabloda listelenmiştir.
Thomas Young
Thomas Young (13 Haziran 1773; Milverton, Summersetshire - 10 Mayıs 1829, Londra), İngiliz bilgin, fizikçi, fizyolog, filolog. Görme alanları, ışık, katı mekaniği, enerji, fizyoloji, dil, müzikal armoni ve Mısırbilim alanlarında önemli bilimsel katkılarda bulundu, "Özgün ve anlaşılır yenilikler" yaptı. Mısır hiyerogliflerinin, özellikle de Rosetta Taşı'nın deşifresindeki çalışmaları Jean-François Champollion'un çalışmalarının önünü açtı. William Herschel, Hermann von Helmholtz, James Clerk Maxwell ve Albert Einstein tarafından çalışmaları dile getirilen bir bilim adamıdır.
Young 1773 yılında on çocuklu bir ailenin en büyük çocuğu olarak Milverton, Somerset'de dünyaya geldi. Ailesi Quaker mezhebine mensuptu. 16 yaşına geldiğinde Latince ve Yunanca'yı öğrenmiş, Fransızca, İtalyanca, İbranice, Almanca, Keldanice, Süryanice, Sümerce, Arapça, Farsça, Türkçe ve diğer dillerle yakından ilgilenmişti.
Young, tıp okumak üzere 1792'de Londra'ya 1794'de Edinburg'a gitti. 1795'de Almanya’nın Aşağı Saksonya bölgesindeki Göttingen Üniversitesi'ne başladı ve bir yıl sonra fizik doktoru derecesini elde etti. 1797 yılında Cambridge Üniversitesi’ne bağlı Emmanuel College’da çalışmaya başladı. Aynı yıl dayısı Richard Brocklesby’ten miras olarak kalan emlak nedeniyle mali açıdan bağımsız hale geldi ve 1799’da Londra’da hekim olarak çalışmak üzere kendi muayenehanesini açtı. İlk akademik makalelerini hekimlikle ilgili olarak yayınladı. 1801 yılında Kraliyet Enstitüsü’nde doğa felsefesi profesörü oldu; iki yıl içinde 91 ders verdi. 1802’de doğa bilimlerinin geliştirilmesi için kurulmuş olan Royal Society’de yabancılar sekreterliğine getirildi. Görevinin tıp çalışmalarına engel olacağı kaygısıyla 1803 yılında profesörlükten istifa etti. Üniversite’de verdiği doğa felsefesi derslerinin notları 1807’de basıldı ve daha sonraki teorik çalışmaları için birer öngörü oldu.
Young , 1911’de St. George Hastanesi’de hekimlik yapmaya başladı ve 1814’de Londra’da gazla aydınlanan yerlerdeki tehlikelerle ilgili çalışan bir komitede hizmet verdi. 1818 yılında Boylam Kurulu’na sekreter oldu. ardından HM Denizcilik Almanak Ofisi’nde yöneticiliğe getirildi.
Ölümünden birkaç yıl önce Hayat sigortası ile ilgilenmeye başladı. 1827 yılında Fransız Bilimler Akademisi’ne seçilen sekizinci yabancı oldu. 1828 yılında İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi’nin fahri üyesi seçildi.
Thomas Young 10 Mayıs 1829 tarihinde Londra'da öldü ve Kent bölgesindeki Farnborough’da bulunan St Giles Kilisesi'nin mezarlığına defnedildi. Hudson Gurney tarafından Westminster Abbey Kilisesi’ne anısını yaşatmak için mermerden sembolik bir mezartaşı konuldu.
Young kendi alanındakilerce biliniyor olsa da toplum tarafından bilinen bir bilgin değildi. Sonradan gelen akademisyen ve bilim adamları Young’ın çalışmalarını övmüşlerdir. Çağdaşı Sir John Herschel "gerçekten orijinal deha" olduğunu vurgulamış, Albert Einstein, Newton’un 1931’de yeniden basımı yapılan ‘’“Opticks”’’ eseri için yazdığı önsözde Young’ı övmüştür. Fizikçi Lord Rayleigh ve Nobel ödüllü Philip Anderson, Young’ın hayranlarıdır.
Thomas Young ismi, malzeme teorisi ve simülasyon yapan akademik araştırma gruplarının birliği’ne verilmiştir. Thomas Young Merkezi (Thomas Young Center) araştırma grupları arasında işbirliğini oluşturmak için lisans üstü çalışmalara kaynak sağlamaktadır.
Young’un başarılarının en önemlisi Işığın Dalga Teorisi’ni kurmak olmuştur. 19. yüzyılın başlarında Young, 17. ve 18. yüzyılda ışığın yayılma modeli olarak kabul edilen ışığın parçacık teorisini test ederek ışığın dalga teorisini oluşturan bir takım nedenleri ortaya koymak ve bu bakış açısını desteklemek için iki deney geliştirdi. Dalgalanma tankı ile su dalgalarının bağlamında girişim fikrini gösterdi. Çift yarık deneyi ile de dalga ışık bağlamında girişimi gösterdi. Deneylerindeki “girişim” sayesinde ışığın dalga boyunu ölçmüştür.
Young tarihi deneyini ve vardığı sonuçları 24 Kasım 1803’de Royal Society’de açıkladı. Konuşması ertesi yıl ‘’“Philosophical Transactions”’’’da yayınlandı. Günümüzdeki basımı okunacak bir klasiktir.
1804 yılında yayınlanan “Deneyler ve Fiziksel Optik Göreli Hesaplamalar” çalışmasında “Işık demeti” ile oynayarak yaptığı bir deneyi açıklar. Bu deney “ışık dalgaları oluşmaktadır” savını destekler. Ayrıca lif ve uzun dar şeritler kullanarak iki önemli kırılma deneyi daha yapar. 1807’de “Doğal Felsefe ve Mekanik Sanatlar Teorisi” kursu verir. Sonraki on yılda Young çalışmalarını çoğaltmış ve daha sonra Fresnel tarafından devam ettirilmiştir.
Young, 1807 yılında “Doğal Felsefe ve Mekanik Sanatlar Teorisi” kursunda zamanla Young modülü olarak bilinir hale gelen çalışmasında elastisite karakterizasyonu tarif etmektedir. Ancak kavramı ilk ele alan ve deneyleyen 1782 yılında Giordano Riccati olmuştur. Dahası fikir Leonhard Euler tarafından 1727 yılında yayınlanan çalışmaya kadar geri izlenebilmektedir. Young katsayısı farklı zorlanmalara bağlı olarak değişen farklı gerilmelerin oranı olarak tanımlanır.
Young Fizyolojik optiğin kurucusu olarak da bilinir. 1793 yılında gözdeki lensin eğriliğindeki değişikliklere bağlı olarak farklı mesafelerde gözün aldığı durumu açıkladı. 1801 yılında ise Astigmatizm’i ilk tanımlayan oldu ve sonradan Hermann von Helmholtz tarafından geliştirilen görme algısının retinadaki üç çeşit sinir lifinin varlığına bağlı olduğu hipotezini sundu.
Young, 1804’de yüzey gerilimi ilkesinde kılcal fenomen teorisini geliştirdi. Ayrıca katı yüzey ile sıvının temas açısının sabitliğini de gözlemlemiştir. Kılcal eylem olgularını anlamak için bu iki ilkenin nasıl olduğunu gösterdi.
1805^de Fransız filozof Pierre-Simon Laplace kılcal hareket ile ilgili olarak bir tarafı içbükey diğeri dışbükey merceklerin yarıçaplarının önemini keşfetti
1830’da Alman matematikçi Carl Friedrich Gauss bu iki bilim adamının çalışmalarını birleştirerek iki statik akışkan arasındaki arabirimde sürekli kılcal basınç farkını açıklayan formülünü üretmek için Young-Laplace denklemini kullandı.
Young, modern anlamda enerji dönemini tanımlayan ilk kişi oldu.
Young’ın denklemi düz bir katı yüzey üzerinde bir sıvı damlanın temas açısı yüzey serbest enerjinin bir fonksiyonu gibi ara yüzey serbest enerjisi ve sıvının yüzey gerilimini açıklar |
. Young’ın denklemi yaklaşık 60 yıl sonra Dupré tarafından termodinamik etkileri hesaba katarak daha da geliştirildi. Bu denklem Young-Dupré denklemi olarak bilinir
1808 yılında "Kalp ve Damar Fonksiyonları" üzerine verdiği konferansta Fiyzolojide hemodinamikler için önemli bir katkı yaptı. Nabız dalgası hızı için bir formül üretti. “Tıp Literatürüne Bir Giriş” , " Pratik Burunoloji Sistemi" (1913) ve " Veremin Pratik ve Tarihsel Risalesi" (1915) adlı tıp yazıları vardır.
Young, çocuklarda ilaç dozu belirlemek için de pratik bir kural geliştirmiştir.
Göttingen Üniversitesi’nde verdiği tezin ekinde Fransızca ve İngilizce çekilen 16 "saf" ünlü sembollerini, burun ünlülerini, çeşitli ünsüzleri ve bunların örneklerini içeren evrensel bir fonetik alfabe öneren dört sayfa vardır. Britannica Ansiklopedisi’ne yazdığı "Diller" makalesinde Young, 400 dili gramer ve sözcük bakımından karşılaştırmıştır. 1813 yılında Hint-Avrupa Dilleri terimini tanıtmıştır.
Young 1802 yılında Johan David Åkerblad tarafından düşünülen 29 harflik (14 tanesinin yanlış olduğu ortaya çıktı) bir demotik alfabe yardımıyla Mısır hiyerogliflerini deşifre etmeye çalışan ilk kişilerdendi. Rosetta taşındaki hiyaroglifleri tercüme etmeyi başardı. Sonrasında Mısır hiyeroglif alfabesi üzerinde çalıştıysa da başaramadı.
Fransız dilbilimci Jean-François Champollion 1822 yılında hiyerogliflerin çevirisi ve gramer sisteminin anahtarını yayınladığı zaman Young ve diğerleri çalışmaları övmüşlerdi. 1823’de Champollion'un sisteminin temel olarak tanınması için "Eski Mısır Eserleri ve Hiyeroglif Yazısındaki Yeni Keşiflerin Önemi"ni yayınladı. Young altı işaretin ses değerini bulduğunu, ancak dilin gramerini ile ilgili sonuca varamadığını belirtti. Bulgularının çoğunu 1816’da yayınladığını ve Paris’e gönderdiğini açıkça belirtti. Champollion, paylaşma konusunda isteksizdi. Bunu takip eden o zamanın siyasi gerilimleri ile motive olan hizipleşmelerde İngilizlerin şampiyonu Young, Fransızların şampiyonu Champollion’du. hiyeroglif grameri için ortaya kuyduğu bakış Young tarafından yapılan hataların aynını göstermesine rağmen Champollion yalnızca kendisinin hiyeroglifleri deşifre ettiğini ileri sürüyordu. 1826’dan sonra Louvre Müzesi'nin müdürü de olan Champollion, Young’un hiyeroglif el yazmalara erişimine izin vermedi.
Young, müzik aletlerinin ayarlanması için adına “Young Akordu” adı verilen bir yöntem geliştirmiştir.
TCG Yücetepe (D-345)
TCG "Yücetepe" (D-345), USS "Orleck" (DD-886), ABD ve Türk Deniz Kuvvetleri'nde hizmet vermiş Gearing sınıfı bir muhriptir. İlk ismini 9 Eylül 1943'te ölen "Nauset" (T-90) gemisi kumanda subayı Teğmen Joseph Orleck'ten almıştır.
Gemi 28 Kasım 1944'de Teksas'da yapıldı ve USS "Orleck" (DD-886) adı ile ilk kez 12 Mayıs 1945'te denize indirildi. 15 Eylül 1945'de göreve başladı. Vietnam ve Kore savaşlarında kullanıldı.
1 Ekim 1982'de hizmetten alındı ve Türk Deniz Kuvvetleri'ne verildi (ABD donanma kayıtlarından resmi olarak çıkartılış tarihi 6 Ağustos 1987'dir.), adı "D-345 TCG Yücetepe" olarak değiştirildi. 16 yıl daha hizmet verdikten sonra hizmetten alındı.
İzmir'de faydalı malzemesi söküldükten sonra, çekilerek ABD'ye götürüldü, orada müze gemi olarak kullanılmaktadır.
Prolog
Mantık programlama dilidir. Yapay zekâ uygulamalarında kullanılan beşinci nesil bilgisayar dili ailesindendir. 1970'li yılların başlarında Fransa'nın Marseille Aix Üniversitesi'nde Alain Colmerauer ve çalışma grubu tarafından icat edilmiştir. Fransızca "Programmation en Logique" kelimesinden gelmektir. Mantığın doğrudan doğruya bir bilgisayar dili olarak kullanılabilmesini sağlamak amacıyla yapılan çalışmalar da 1980 yıllarının başlarında da yoğunluk kazanmıştır. 1981 yılında Japonlar beşinci nesil bilgisayar projesini açıklamalarıyla da konuya olan ilgi büyük bir ölçüde artmıştır. Prolog üzerine çeşitli amaç ve seviyelerde birçok kitap yayınlanmış ve dilin bir standardı oluşmuştur.
Bilgisayarın belirli bir problemi çözebilmesi için kendisine problemle ve çözüm yoluyla ilgili bilgi verilmesi gereklidir. Programlama dilleri aracılığıyla insan bilgisayarlarla iletişim kurabilir. Prolog mantıksal ve sembolik düşünmeye uygun yapısıyla , problemin tanımlanması ve çözümü için gerekli yöntemlerin geliştirilmesi aşamalarında insanoğluna yardımcı olan bir araçtır.
Bir örnek verecek olursak "Sokrat bir insandır" ve "Tüm insanlar ölümlüdür" cümlelerinden , "Sokrat ölümlüdür" sonucuna varırız. Şimdi bu basit mantık probleminin bir prolog programı olarak nasıl ifade edilebileceğini görelim. Problem önce dilin iki öğesi olan, "gerçekler" ve "kurallar" aracılığıyla tanımlanır. Gerçekler, matematiksel aksiyomlar gibi, bir veya daha fazla nesne arasında bulunan bir ilişkiyi veya bir nesneyle ilgili bir özelliği, "deklare etmek" için yazılan Prolog tümceleridir. Prolog tümceleri mantıktaki Horn cümlelerini ifade eder.
GPRS
GPRS (İng: "General Packet Radio Service"), mevcut 2G cep telefonu şebekesi üzerinden paket anahtarlamalı olarak veri iletimi sağlayan teknoloji. Genellikle cep telefonları ve internet arasında, küçük veri paketlerinin alışverişi amacıyla kullanılır.
Üçüncü nesil UMTS (3G) mobil iletişimden önce CSD GSM'e göre hızlı bağlantı imkânı tanıdığı için mobil teknolojilerde 2.5G ve 2.75G isimli ara nesiller oluşturmuştur. Pratikte saniyede 30-50 Kbit'e kadar veri akışı sağlayabilir.
Türkiye'de, GPRS'e ek olarak bu standardın daha da hızlandırıldığı EDGE teknolojisi kullanılabilir.
Edge
Edge şu anlamlara gelebilir:
UPnP
UPnP, Universal Plug&Play'in kısaltması. Evrensel Tak&Çalıştır adı verilen teknoloji sayesinde birçok elektronik cihaz kolayca birbiriyle uyumlu çalışabilir hale gelmektedir. Elektronik cihazlar bağlantı özelliği kazansa bile standart haberleşme protokolleri kullanmadığı sürece birbiriyle uyumlu çalışamazlar. Uluslararası UPnP Forumu adı verilen kuruluş tüm cihazlar için standart bir tak&çalıştır mimarisi geliştirmektedir.
UPnP ağında aşağıdaki işlemler sırasıyla gerçekleştirilir:
UPnP Ağı üzerindeki her cihaz kendisine otomatik IP adresi atayacak bir DHCP sunucusu arar. Bunu bulması halinde uygun IP adresini alıp ağa dâhil olur. Ağ üzerinde IP numarası sağlayacak herhangi bir DHCP sunucusu bulunmaması halinde ise cihaz kendine uygun olan otomatik bir IP adresi atar.
UPnP ağı üzerinde bir ağın bulunması işlemi cihazın ağa bağlanması ile başlar. SSDP olarak tanımlanan protokole göre cihaz ağa bağlandığı anda üzerinde barındırdığı hizmetlerin bilgisini ağdaki denetleme birimlerine yayınlamaya başlar. Aynı zamanda ağa bir denetleme birimi bağlandığı anda SSDP, denetleme biriminin ağda kendisiyle ilgili cihazları aramasına olanak sağlar. SSDP protokolü her iki yönlü durum için birkaç cümlelik arama ve tanımlama bilgisi adresi mesajını kullanır.
Cihazın bulunmasının ardından denetim birimi hâlâ cihaz hakkında çok az bilgiye sahiptir. Ancak cihazın bulunduğu anda kendisine gelen yanıtın içinde cihazın tanımlama bilgisine ulaşılabilecek XML belgesinin adresi bulunmaktadır. Denetim birimi bu adresten ilgili belgeyi alarak cihazın özelliklerini öğrenir. Bu XML belgesi içinde cihazın üreticisi, markası, modeli, seri numarası, üretici internet siteleri gibi bilgiler verilir. Aynı zamanda cihaz üzerindeki tüm hizmetlerin listesi, denetim, olay ve sunum adresleri de bu belge de yer alır.
Cihaz özelliklerinin öğrenildiği esnada denetleme birimi denetleyebileceği hizmetlerin bilgisi alır ancak bu hizmetlerin izlenme ve ayarlanma detaylarını öğrenmek için yine her hizmetle ilgili XML formatında hazırlanmış belgelere başvurur. Denetim birimi bir cihazı denetlemek için cihazın hizmetine bir istek gönderir. Bu işlem, cihaz tanımlama belgesinde tanımlanan denetim adresine bir denetim mesajı göndererek sağlanır. Burada kullanılan mesajlar da yine SOAP adı verilen protokolle XML formatında oluşturulmuş mesajlardır. Gelen denetim mesajlarına cevap olarak hizmetler durum veya hata mesajları döndürürler.
Cihazlar üzerinde çalışan hizmetlerin durumlarını kayıtlı denetleme birimlerine periyodik olarak bildirirler. Bu bilgilendirme mesajları GENA adı verilen protokol ile yine XML formatında hazırlanan bir belge ile gerçekleştirilir. Ayrıca denetleme birimleri ağa ilk dâhil olduklarında özel bir bilgilendirme mesajı yayınlanır. Bu sayede bilgilenme için kayıt olan denetleme birimleri, hizmetlerin durum modelleri hakkında bilgi sahibi olurlar. Çoklu denetleme birimlerinin de beraber çalışabilmesi için olay bilgilendirme mesajları tüm kayıtlı denetim birimlerine iletilir.
Bazı UPnP destekli cihazlar üzerlerinde bir internet sayfası barındırarak denetleme birimlerinin izleme ve ayarlama işlemlerini bu sayfa aracılığıyla yapmasına olanak sağlar. Böyle bir sayfadan yapılabilecek ayarlar sayfanın ve cihazın kabiliyetlerine bağlı olarak değişiklikler göstermektedir.
Yukarıda da değinildiği gibi UPnP’de bazı temel haberleşme protokollerinin yanı sıra kendi ihtiyaç duyduğu birkaç özel protokolü daha kullanır.
SNMP
Basit Ağ Yönetim Protokolü, (İngilizce: Simple Network Management Protocol) bilgisayar ağları büyüdükçe bu ağlar üzerindeki birimleri denetlemek amacıyla tasarlanmıştır. Cihaz üzerindeki sıcaklıktan, cihaza bağlı kullanıcılara, internet bağlantı hızından sistem çalışma süresine kadar çeşitli bilgiler SNMP'de tanımlanmış ağaç yapısı içinde tutulurlar.
SNMP, ağ cihazlarında yönetimsel bilgi alışverişinin sağlanması için oluşturulmuş bir uygulama katmanı protokolüdür. TCP/IP protokolünün bir parçası olan SNMP; ağ yöneticilerinin ağ performansını arttırması, ağ problemlerini bulup çözmesi ve ağlardaki genişleme için planlama yapabilmesine olanak sağlar. Günümüzde kullanımda olan 3 tane SNMP sürümü mevcuttur. 3. sürüm SNMP'ye pek çok güvenlik özelliği getirmiştir.
MIB’ler hiyerarşik bir yapıda kayıtlı tutulan bilgi koleksiyonudur. SNMP’de belirli bir değişkenin değerine ulaşmak için evrensel olarak belirlenmiş bu koleksiyonun ilgili birimi kullanılır. Örneğin bir cihazın üreticisi tarafından atanan cihaz açıklaması için 1.3.6 |
.1.2.1.2 birimindeki bilgiye ulaşmak gerekir.
Ağaç yapısında bu rakamların karşılığı iso. identified-organization. Dod. internet. mgmt. mib-2. description değerine karşılık gelmektedir.
SNMP istek gönderme ve cevap bekleme ile çalışan bir protokoldür. Ağ yönetim sistemi uygulaması ajan uygulama çalıştıran cihaza ihtiyaç duyduğu bilginin isteğini gönderir ve isteği alan cihaz yönetim uygulamasına ilgili değeri döndürür. Burada UDP ve IP gibi geçmişten günümüze sıklıkla kullanılan iletişim protokollerinden birisi kullanılabilir. SNMP’de yönetim ve izleme SNMPv1 adı verilen ilk sürümünde sadece 4 çeşit işlemle gerçekleştirilir:
SNMPv2 adı verilen ikinci sürüm ise ilk sürümün geliştirilmesi ile ortaya çıkarılmıştır. Örneğin iki yeni işlem ilave edilmiştir:
Bunun yanı sıra MIB’ler için kullanılan bilgi saklama değişkenlerinin kapasitesi arttırılmıştır. Örneğin 32 bitlik sayaçların yanı sıra 64 bitlik sayaçlar kullanılmaya başlanmıştır. Her ne kadar bir geliştirilme ile ortaya çıkarılsa da bu iki sürüm birbiriyle uyumlu değildir. Ancak her iki sürümü destekleyen sistemler de mevcuttur.
SNMP büyük ve uzaktan yönetilme zorunluluğu doğan ağ cihazlarının tek bir merkezden gözlenmesi ve ayarlanmasına olanak sağlar. Sunucular, routerlar, modemler ve kişisel bilgisayarlar gibi ağı oluşturan tüm birimlerde birer SNMP ajanı bulunabilir. Bunlar Ağ Yönetim Sisteminin çalıştığı birime istek üzerine çalıştırdıkları hizmetlerle ilgili bilgileri sağlayabilecekleri gibi oluşan herhangi bir acil durumu da bu sisteme bildirip sorundan en hızlı şekilde haberdar edilmesini sağlayabilirler. Güvenlik açıklarından dolayı güvenliği sağlanmamış ağlarda kullanımı hâlâ bir tehdit olduğundan SNMP kişisel ağlarda pek fazla uygulama bulamamıştır. Her ne kadar üçüncü sürümde güvenliği sağlayıcı bazı önlemler alınmış olsa bile kullanımı artmamıştır.
Pi
Pi, aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Biyokimya
Biyokimya, bitki, Hayvan ve mikroorganizma biçimindeki bütün canlıların yapısında yer alan kimyasal maddeleri ve canlının yaşamı boyunca sürüp giden kimyasal süreçleri inceleyen bilim dalıdır.
Biyokimyanın amacı her şeyden önce, hücre nin temel bileşenleri olan protein, karbonhidrat, lipit gibi organik bileşiklerin ve yaşamsal önem taşıyan kimyasal tepkimelerde en büyük rolü oynayan DNA nükleik asitlerin, vitaminlerin ve hormonların yapısal ve nicel çözümlemesini yapmaktır. Canlılardaki protein bileşimi, besinlerin enerjiye dönüşmesi, kalıtsal özelliklerin kimyasal mekanizmalarla iletilmesi gibi yaşam süreçlerinin araştırılması da yine biyokimyanın ilgi alanına girer
Her yaşam bilimi ve kimya ile uğraşmakta olan fakültede (tıp, eczacılık, biyoloji, ziraat, veteriner vs.) ilgili biyokimya kürsüsü bulunur. İnsan sağlığıyla ilgili bilimler de iki alanda incelenir: 1. Temel biyokimya 2. Klinik biyokimya.
Klinik biyokimya laboratuvar uzmanlığı ise, klinik laboratuvar bilimi ve teknolojisinin hasta bakımı için kullanıldığı bir tıp disiplini olup, sağlık ve hastalıktaki biyokimyasal mekanizmaları, hastalıkların önlenmesi, tanı ve ayırıcı tanı, prognoz ve tedavinin izlenmesindeki testleri, laboratuvar sonuçlarının tıbbi yorumlarını, klinisyenlere konsültasyonunu ve laboratuvar tanıyı içeren, tıbba ve kliniğe özgün bir laboratuvar bilimi ve uzmanlık alanıdır. Türkiye'de tüm tıp uzmanlık alanlarında olduğu gibi, bu alanın uzmanları da 1219 sayılı Tababet ve Şuabatı San'atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun'un 9 uncu maddesine göre, 19/06/2002 tarih ve 24790 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Tıpta Uzmanlık Tüzüğü'ne göre yetişmektedirler.
Bu bilim alanının lisans eğitimi Türkiye'de ilk olarak Ege Üniversitesi Biyokimya Bölümü'nde verilmeye başlanmıştır. Bölümde aynı zamanda biyokimya ağırlıklı biyokimyagerlik ve biyoteknoloji ağırlıklı biyokimyagerlik opsiyonları bulunmaktadır. 2011 yılında ise Cumhuriyet Üniversitesi de Biyokimya bölümünü Fen Fakültesi bünyesinde açmıştır.
21. yüzyılın biyolojik bilimler ve biyoteknoloji çağı olacağı kabul edilmektedir. Bilim ve teknolojinin amacı sağlıklı bir çevre ve sağlıklı bir yaşamdır. Bu nedenle bugün hayal bile edilemeyecek olanakların insanlığın hizmetine sunulmasında en büyük pay gelecekte bu meslek üyelerinin olacaktır. Son yılların Nobel bilim ödüllerinin büyük oranda biyokimyasal çalışmalara verilmiş olması bunun en güzel kanıtıdır. İş olanaklarının, biyokimya, biyoteknoloji ve gen teknolojisinde gözlenen gelişmelere paralel olarak yoğunlaşması gelişmiş ülkelerde yayınlanan bilimsel dergilerdeki iş ilanlarının büyük bir kısmının bu alanlara yönelik oluşu ile kanıtlanmaktadır
Megalit
Megalit bir yapı veya anıt oluşturmak amacıyla kullanılan büyük bir taştır. Bu yapılar bir veya birkaç megalitten oluşabilir. Megalitik sıfatı bu tür taşlardan yapılmış anlamını taşır, taşlar harçla değil birbirlerine geçmeli olarak bir arada dururlar. Sözcük, Yunanca μέγας megas (büyük) ve λίθος lithos (taş) sözcüklerinden türetilmiştir.
Megalitler başlıca iki grupta toplanabilir: Dayanak gerektirmeden ayakta duran taşlar; bunlar yalnızken menhir, bir doğru veya daire şeklinde dizilirse "Cromlech" (Kromlek) adını alırlar.
Paralel düzenlenmiş bir döşemeyi taşıyan taşlardan meydana getirilen odalara dolmen denir, bunlar mezar odalarıdır. Bu mezar odalarının üstü toprakla örtülürse, ortaya çıkan tepeciklere tümülüs veya höyük adı verilir.
Kırıkköy Megalitleri
Zeki Demirkubuz
Zeki Demirkubuz (1 Ekim 1964, Isparta) Türk film yönetmeni, senarist, yapımcı, oyuncu.
Zeki Demirkubuz 1964 yılında Isparta'da doğdu. Ortaokulu Isparta'da, Gönen Öğretmen Okulu'nda bitirdikten sonra İstanbul'a yerleşti. Liseye İstanbul'da başladıysa da ilk sömestreden sonra okulu bırakarak fabrika ve atölyelerde çalışmaya başladı. 1980 darbesinden sonra tutuklanıp üç yıl hapis yattı, işkence gördü. Bu dönemde edebiyata ilgi duymaya başlayıp, Dostoyevski'yi keşfetti. Özellikle Suç ve Ceza'nın üzerindeki kalıcı etkileri o yıllarda oluştu. Tahliyesinden sonra Anadolu'nun çeşitli kentlerinde işportacılık yaptı. Askerliğini erteleyebilmek için okula dönmeye karar verdi ve liseyi dışarıdan bitirerek İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'ne girdi.
Sinemaya 1986 yılında Zeki Ökten’in asistanlığını yaparak başladı. İlk uzun filmi C Blok’u (1994) çekene kadar çeşitli yönetmenlerin asistanlığını yaptı. C Blok’tan sonra Demirkubuz, kendi senaryolarını yazan bağımsız bir yönetmen olarak çalışmaya devam etti. Uluslararası eleştirmenler ve izleyiciler, Demirkubuz’u Venedik Film Festivali’nde gösterilen ikinci filmi Masumiyet’le tanıdılar. Demirkubuz’un üçüncü filmi olan Üçüncü Sayfa, Türkiye’deki film festivallerinin yanı sıra Locarno ve "Rotterdam Film Festivalleri" de dahil olmak üzere Avrupa’da yapılan çok sayıda film festivalinde gösterildi. Bu dönemde Zeki Demirkubuz “"Karanlık Üzerine Öyküler"” adını verdiği üçlemesinin çalışmalarına başladı. Üçlemenin ilk iki filmi, Yazgı ve İtiraf, 2002 yılında Cannes Film Festivali'nin “"Un Certain Regard"” bölümünde gösterildi. Üçlemesini başrolünü de üstlendiği Bekleme Odası’yla (2003) tamamlayan Demirkubuz, daha sonra Masumiyet’in başlangıç öyküsünü anlatan Kader’i çekti. (2006). Demirkubuz’un son filmi, 2009 yılında gösterime giren Kıskanmak’tır. 'Kıskanmak' filminin ardından, 'Yeraltı' (2012) adlı filmi çekmiştir. Bulantı ve Kor filmlerini 2015 itibarıyla tamamlamıştır.Kemal Sunal'ın oynadığı yoksul filminde oynamış Ayrıca, İşler Güçler dizisinin final bölümünde rol almıştır.
Beşiktaş JK taraftarı olan Demirkubuz'un en sevdiği futbolcu İlhan Mansız'dır. Bir röportajında Türk sinema tarihinde en sevdiği yönetmenin Yılmaz Güney olduğunu dile getirdi.
Ringo Starr
Ringo Starr gerçek ismi Richard Starkey (d. 7 Temmuz 1940, Liverpool, Birleşik Krallık), İngiliz müzisyen. The Beatles müzik grubu üyesi.
Gerçek ismi Richard Starkey olan İngiliz müzisyen Ringo Star, 7 Temmuz 1940 tarihinde doğdu. 1962-1970 yılları arasında Beatles grubunun bateristiydi. Müzik hayatına Rory Storm and the Hurricanes adlı Liverpool'lu bir grubun bateristi olarak başladı; 1959 yılından 1962 yılına dek bu grupta çaldı. 16 Ağustos 1962 tarihinde Beatles, bateristleri Pete Best'i gruptan atınca onun yerine Ringo'yu seçtiler.Ringo Beatles için 2 şarkı yazdı; Octopus's Garden ve Don't Pass Me By. 1968 yılında gruptan ayrılsa da, kısa bir süre içinde geri döndü. Beatles dağıldıktan sonra Ringo Starr, solo çalışmalara başladı. Ayrıca bazı filmlerde rol almıştır.
Fildişi Sahili
Fildişi Sahili ya da resmî adı ile Fildişi Sahili Cumhuriyeti (ülke ismi Fildişi Kıyısı ya da Fildişi Kıyısı Cumhuriyeti olarak da kullanılabilmektedir) (Fransızca: "Côte d’Ivoire" [kot diˈvwaʀ]), Afrika kıtasının batı kısmında yer alan bir ülkedir. Ülkenin sınır komşularını (kuzeyden saat yönünde ilerlendiğinde) Mali, Burkina Faso, Gana, Liberya ve Gine oluşturmaktadır. Bunun haricinde ülkenin güneyinde Atlas Okyanusu yer almaktadır. Ülkenin başkenti Yamoussoukro'dur.
Ülkenin kurulu olduğu bölgelerde sahip olduğu çok sayıda fil nedeniyle 16.yüzyılda Portekizliler tarafından fildişi elde edebilmek ve ticaretini gerçekleştirebilmek adına fil avı gerçekleştirilmiş ve birçok fil avcılar tarafından öldürülmüştür. Bu olay nedeniyle ülkenin ismi Fransızca "Fildişi Sahili" anlamına gelen "Côte d’Ivoire" olarak belirlenmiş, fildişi uzun yıllar ülkenin en önemli ihracat kaynaklarından birini oluşturmuştur. Ancak ülke isminin her bir dilde farklı versiyonlarda söylenmesi (Fildişi Sahili, Elfenbeinküste, Ivory Coast, Costa de Marfil vb.) ve uluslararası alanlarda karışıklıklara neden olması nedeniyle 1985 yılında dönemin devlet başkanı Félix Houphouët-Boigny aldığı karar ile ülke isminin bundan sonra sadece Fransızca hali ile kullanılabileceğini ve diğer dillere birebir çevrilemeyeceğini belirtmiştir.
Ülkenin toplamda sahip olduğu 3.458 km sınırın 545 km'si Burkina Faso, 720 km'si Gana, 816 km'si Gine, 778 km'si Liberya ve 599 km'si Mali ile oluşurken, ülkenin ayrıca Gine Körfezi'nin batısında Atlas Okyanusu'na 515 km'lik sahil şeridi bulunmaktadır.
Ülkenin y |
üzey şekilleri genel itibarıyla yassı bir görünüme sahip olmakla birlikte ülkenin yüzeyi çoğunlukla yayla ve ovalardan oluşmaktadır. Ülkenin sadece batı kesimleri deniz seviyesinden ortalama 1.000 m daha yüksekte yer almaktadır. Ülkenin en yüksek noktasının Gine sınırına yakın konumda bulunan 1.752 m yüksekliğe sahip olan Nimba Dağı oluşturmaktadır. Ülkenin kuzey kesimlerinin bir bölümü Yukarı Gine Yaylaları olarak adlandırılan oluşumun içerisinde yer almaktadır. Bunun dışında kalan bölgelerde ortalama yükseklik 200 m ila 350 m arasında yer almaktadır.
Ülkenin yüksek kesimlerinde yer alan yaylalar engebeli bir arazi yapısına sahip olup, zemin sert bir yapıdadır. Alçak kesimlerde yer alan bölgelerde zemin daha yumuşak bir yapıya sahip olup, daha düz bir arazi yapısı mevcuttur. Ülke içerisinde birçok akarsu bulunmaktadır. Bunlardan en önemli dört tanesi Cavallah Nehri (700 km), Sassandra Nehri (650 km), Bandama Nehri (1050 km) ve Comoé Nehri'dir (1160 km). Fildişi Sahilinin en önemli gölleri baraj yapımı sonucu ortaya çıkmış olup, Kossou Gölü, Buyo Gölü ve Ayamé Gölü bu göllere örnek olarak verilebilmektedir.
Fildişi Sahili konum olarak 4° ve 10° kuzey enlemleri arasında yer almakta olup, Ekvator ülkenin güney sahiline 400 km uzaktadır. Ülkenin güney kesimlerinde bu yüzden nemli tropikal iklim gözlemlenmekte olup, ülkenin en kuzey bölgelerinde kurak bir iklim hakimdir. Ülke genelinde ortalama sıcaklık değerleri 28 °C düzeyinde yer alsa da, ülkenin kuzey kesimleri ile güney kesimleri arasında keskin sıcaklık değerleri gözlemlenebilmektedir.
Fildişi Sahili genelinde rüzgarlar iklim üzerinde önemli bir etkene sahiptir. Özellikle kuzeydoğu yönünde esen Alizeler ve güneybatı yönünde esen muson rüzgarları ülkede etkendir. Alizeler kış aylarında sıcak, kurak ve Sahra tozu içeren bir havanın hakim olmasına neden olmakta ve ülkede kuraklığa neden olabilmektedir. Ülkenin güney kesimlerinde ise Gine Körfezi'nden gelen Batı Afrika muson rüzgarının etkisi gözlemlenmekte olup, nemli ve sıcak bir ortamın oluşmasına neden olmaktadır. Bu rüzgarlar ülkenin güney kesimlerindeki iklimini belirlemekte olup, kuzey kesimlerinde yaz yağmurlarına neden olmaktadır.
Fildişi Sahili bitki örtüsü ve yaban hayat çeşitlilik arz etmektedir. Ülke güneyde "Gine Bölgesi", kuzeyde ise "Sudan Bölgesi" olarak iki farklı bölgenin etkisi altındadır. Ülkenin güney kesimlerinde her daim yeşil olan yağmur ormanları ve mangrov ormanları yer alırken, kuzey kesimlerinde kurak dönemlerde yapraklarını döken ağaçları içeren ormanlar ve sahra yer almaktadır. Burada özellikle kurak ormanlar, yağmur ormanları ile sahra arasındaki geçişte arada yer almaktadır.
Ülke genelinde agaç türü olarak Baobab ağaç türleri, dutgiller ailesine mensup ağaçlar, epifit ve salepgiller ailesine mensup ağaçlar sıklıkla gözlemlenebilmektedir.
Fildişi Sahili genelinde yaban hayatta çeşitlilik göstermektedir. Ülkeye ismini de veren fil bir dönem hem ormanlık alanlarda hem de sahrada yoğunlukla bulunmasına rağmen, yıllar içerisinde yaşanan kaçak avcılık ve yaşam alanlarının daraltılması gibi nedenlerde nüfusu azalmış, günümüzde de çoğunlukla oluşturulan rezerv alanlarda yaşamlarını sürdürebilmektedirler. Ülke genelinde fil harici su aygırı, yaban domuzu, duiker, primat üyeleri, kemiriciler, peygamberdevesi ailesi üyeleri ile leopar gibi kedigiller üyesi, kuyruksürengiller ailesine mensup hayvanlar ile naja, kara mamba, şişen engerek, gabon engereği, çıngıraklı yılanlar, Afrika kaya pitonu gibi yılan türleri gözlemlenebilmektedir. Ayrıca ülkenin steplerinde asıl sırtlanlar ve çakallar, nehir gibi sulak alanlarda da timsah yaşamaktadır. Dünya genelinde az sayıda bulunan Cüce suaygırı da ülkenin güneybatı bölgelerinde yaşam sürdürmektedir. Ülke genelinde bulunan şempanze gibi birçok hayvan ya çok az görülmekte ya da nesli tükenmek üzere bir konumdadır.
Fildişi Sahili'nde son olarak 2014 yılında gerçekleştirilen resmi nüfus sayım sonuçlarına göre 22.671.331 nüfus tespit edilmiştir. Bu güncel olarak son resmi sayım konumunda olup, 2015 tahmini sayım sonuçlarına göre ülkede 23.295.302 nüfus yaşadığı tahmin edilmektedir.
Fildişi Sahili genç bir nüfusa sahip olup, 2016 tahmini verilerine göre nüfusun %58,38'i 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %3,42'si 65 yaş ve üzerindedir.
0-14 yaş: %37.45 (erkek 4,483,215/kadın 4,407,595)
15-24 yaş: %20.93 (erkek 2,504,188/kadın 2,463,970)
25-54 yaş: %34.05 (erkek 4,133,975/kadın 3,950,734)
55-64 yaş: %4.15 (erkek 493,722/kadın 491,230)
65 yaş ve üzeri: %3.42 (erkek 389,551/kadın 422,244)
Şehirde yaşayanların oranı 2015 verilerine göre %54,2 olan ülkede, nüfusun yıllık artış oranı 2016 tahmini verilerine göre %1,88 düzeyindedir.
Fildişi Sahili genelinde yaklaşık olarak 60 etnik grup yaşamaktadır. Ülke genelinde etnik gruplar kültür ve dil açısından dört grupta toplanmaktadır:
Afrika kökenli etnik gruplarda çoğunluğu %77 düzeyinde Fildişi Sahili vatandaşı olarak yaşarken, %20 düzeyinde Liberya, Burkina Faso ve Gine gibi diğer Afrika ülkelerinden bu ülkeye çalışmak için gelen Afrikalı yaşamaktadır. Afrika kökenli topluluklar haricinde ülkede farklı kıtalardan da yabancılar yaşamaktadır. Bu topluluklar içerisinde çoğunluğu Fransa vatandaşları oluştururken ikinci büyük yabancı topluluğu Lübnan vatandaşları oluşturmaktadır. Bu iki topluluk haricinde Vietnamlı, İspanyol, Birleşik Devletler ve Kanada vatandaşları da Fildişi Sahili'nde yaşamaktadır.
Tüm bu veriler doğrultusunda ülkenin etnik grup dağılımı sırasıyla şu şekildedir:
Ülkenin tek resmi dili Fransızca'dır. Bu dilin haricinde ülke genelinde 77 farklı dil konuşulmaktadır. Bu diller arasında Baoulece ve Dioulaca en yaygın kullanılan dillerdir. Bunun dışında yerel etnik bazlı Senufoca, Yacoubaca, Anyice, Attiece, Kulangoca, Tagwanaca ve Lobice gibi farklı dillerde kullanılmaktadır.
Resmi dilin haricinde açık ara konuşulan diğer Dioulaca'dır. Ülke nüfusunun %61'i bu dili bilip konuşabilmektedir. Özellikle ülkenin kuzey kesimlerinde yaygın olan dil, aynı zamanda ticaret dili olarak da kullanılmaktadır. Ancak ülkenin Fransa kolonisi olmasından sonra ülkede resmi olarak kullanılan dil Fransızca'dır.
Ülke genelinde İslamiyet en yaygın din konumunda olup, nüfusun %40,2'si islami inancına göre yaşamlarını sürdürmektedir. Ülkenin en yaygın ikinci din ise %38,7 ile hristiyan dinidir. Bu oran içerisinde katolik mezhebine mensup hristiyanların oranı %19,3, protestan mezhebine mensupların %19,3 düzeyindedir. Bu iki din haricinde 2011-2012 verilerine göre yerel Afrika dinlerine inananların mevcudiyetinin haricinde herhangi bir dine mensup olmadığını beyan eden küçük bir grupta mevcuttur.
Ülkenin ilk devlet başkanı olan Félix Houphouët-Boigny doğum yeri olan ve ileride de başkent olarak ilan ettiği Yamoussoukro'da dünyanın en büyük bazilikası olan "the Basilica of Our Lady of Peace of Yamoussoukro" inşa ettirmiştir. Bu bazilika Vatikan'daki bazilikadan yedi kat daha büyük bir konumdadır.
Ülke vatandaşı olan birçok kişi yurt dışında yaşamaktadır. Yurt dışında bulunan kişilerinden bir bölümü bulundukları ülkelere yasal olmayan yollardan girdikleri ve yaşadıkları için ülke dışında bulunan Fildişi Sahili vatandaşlarının tam olarak sayısı bilinmemekle birlikte tahmini verilere göre 1,500,000 kişinin başka ülkelerde yaşadığı düşünülmektedir. Yurt dışına giden ülke vatandaşlarının ilk tercihleri arasında Fransa, Belçika, İsviçre, Almanya, İtalya gibi Avrupa ülkelerinin yanı sıra Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada gibi Amerika kıtası ülkeleri yer almaktadır. Bu ülkelerde yaşayanların ülkelerinde bulunan yakınlarına gönderdikleri paralar ile ekonomiye katkı sağlamakla birlikte, Fildişi Sahili'ne geri dönüşlerinde ülke piyasasında önemli yer edinebilmektedirler.
Ülkede temiz su kaynaklarına ulaşabilen nüfusun oranı genel Afrika ortalamasına göre yüksek düzeyde olup, 2015 tahmini verilerine göre nüfusun %81,9'u temiz kaynaklardan su temin edebilmektedir. Ancak bu oran şehir merkezlerinden kırsal kesime ilerlendiğinde düşmektedir. Bunun yanı sıra nüfusun sadece %22,5'i tam teçhizatlı sağlık hizmetlerinden yararlanabildiği ülkede, nüfusun %77,5'i ilkel şartlarda sağlık hizmeti alabilmektedir. Ülke içerisinde ishal, hepatit, sıtma, humma, tifo, kuduz ve menenjit çok sık görülen hastalıklar arasındadır. AIDS, Afrika kıtasının genelinin aksine düşük oranda görülmekte olup, bu oran 2014 tahmini verilerine göre %3,46 düzeyindedir.
Fildişi Sahili genelinde 15 yaş ve üzerinde olan nüfusta okuma yazma bilenlerin oranı 2015 verilerine göre %43,1 düzeyindedir. Bu oran erkeklerde %53,1 iken, kadınlarda %32,5 seviyesindedir. Açıklanan bazı verilerde ülke nüfusunun %61,1'inin, kadın nüfusunda ise %73,6'sının hiçbir şekilde okuma yazma bilmediği ifade edilmektedir.
Zorunlu eğitimin olduğu ülkede ortalama okula gitme yılı dokuz yıl düzeyinde olup, bu erkek çocuklarda on yıl, kız çocuklarında ise sekiz yıl düzeyindedir. Ülke genelinde eğitimler ücretsiz olarak verilmekte olup, kitap ve diğer kaynaklar için resmi bir ücret talep edilmemektedir.
Eğitim çağına girmek üzere olan ya da eğitim çağında olan 1,796,802 çocuğun çocuk işçi statüsünde çalıştığı bildirilmektedir. Bu veri ile 2015 tahminine göre ülkenin çocuk nüfusunun %35'i çocuk işçi olarak çalışmaktadır.
Dünya genelinde en önemli kakao üreticilerinden biri konumunda olan Fildişi Sahili'nde insan hakları örgütleri 12.000 kadar çocuğun kakao plantasyonlarında köle olarak çalıştırıldığını ifade etmektedir.
Günümüzde ülkenin kurulu olduğu bölgelerin güney kesimlerinde kolonileşme dönemi öncesinde bir devlet yapısı oluşturulamamıştır. Buna karşılık ülkenin kuzey kesimleri 11. yüzyıl itibarıyla Sahra imparatorlukların etkisi altına girmiştir. Özellikle 13. yüzyıldan sonra Mali İmparatorluğu gibi imparatorlukların bu bölgelerde etkinlik sağlamıştır. Bu süreçte gerçekleştirilen ticari faaliyetler ile islam dini ile de tanışan bölgede, 17. yüzyılda bölgede güç haline gelen Kong Krallığı ile birlikte önemli islami öğretinin merkezlerden biri olan en güçlü krallıklardan |
biri kurulmuştur.
17. yüzyılda Fildişi Sahilinin günümüzde bulunduğu bölgenin tamamen içerisinde kurulan krallıklar arasında Abron Krallığı ilk sırada yer almıştır. Akanlar etnik grubuna mensup kişiler Ashanti Krallığı içerisinde yaşarken yaşanan sorunlar nedeniyle göç ederek söz konusu krallığı kurmuşlardır.
Ülkenin bulunduğu kıyı bölgelerinde yaşayanların Avrupalılar ile ilk teması 15. yüzyıldan itibaren gerçekleşmiş, bu dönemde bu bölgelere gelen Portekiz gemileri, yerel halk ile ticari faaliyetlerde bulunmuştur. Portekizli tüccarlar burada uzun yıllar ticari faaliyetlerde bulunmalarına rağmen Avrupalılar Altın Sahili gibi doğuda bulunan komşu diğer bölgelerde inşa edilen üsleri burada kurmamışlardır. 17. yüzyıldan itibaren bölgede bulunan Portekiz, Fransa tüccarlarının gelmesi ile birlikte bölgeden uzaklaştırılmıştır. Bölgede hakimiyet kurmaya çalışan Fransa, 1698 yılında ahşap da olsa ilk üs kurma girişiminde bulunmuş, Assinie'de St. Louis adında üs kurulsa da 1704 yılında kapatılmıştır. 19. yüzyılın ortalarına doğru yerel halk ile ilk kalıcı bağlantıları sağlayan Fransa, bölgeye yerleşmeye başlamıştır. 1839 yılında dayanan belgelerde Fransız amiral Louis Edouard Bouet-Willaumez'in bölge için kullandığı "Côte d’Ivoire" (Fildişi Sahili) ilk defa gözlemlenmiş olup, Bouet-Willaumez 1843 ve 1844 yıllarında kıyı kesiminde bulunan Grand-Bassam ve Assinie'deki yerel yöneticiler ile anlaşmalar yaparak bu bölgelerin Fransa himaye bölgesi olması konusunda adımlar atmıştır. Fransa ilerleyen dönemlerde Afrika kökenli askerlerin de yardımı ile bu bölgeden hareket ederek tüm Fildişi Sahili'ni kolonisi haline getirmiştir. Fransa-Prusya Savaşı'nda elde edilen mağlubiyet sonucu 1871 yılından itibaren ilerleme de hız kaybeden Fransa, 1885'te gerçekleştirilen Berlin Konferansı mutabakatı ile Afrika kıyılarını 1890 yılında itibaren de iç kısımların bölüşümü ile ilgili anlaşmalar neticesinde kolonileşme adına yeniden hız kazanmıştır. Gerçekleştirilen bu konferanslarda herhangi bir bölgenin koloni bölgesi olarak ilan edilmesi için o bölgenin gerçek anlamda o ülke kuvvetleri tarafından işgal ve idare ediliyor olması gerektiği karara bağlanmış, "sıradan seremoniler" ile herhangi bir bölgenin ele geçmiş olarak değerlendirilemeyeceği ifade edilmiştir. Konferansın gerçekleşmesinden sonra Avrupa ülkeleri arasında başlayan ve Afrika Talanı olarak adlandırılan süreç başlamış, bu sürecin bir etkisi olarak Fransa 1893 yılında Fildişi Sahili'ni resmi olarak kolonisi ilan etmiştir. Koloni bölgesinin ilk başkenti Grand-Bassam olarak ilan edilmiş, Bölgenin ilk valisi olarak atanan Louis-Gustave Binger bölgenin sınır komşuları olarak doğuda bulunan Britanya kolonisi Altın Sahili, batıda bulunan bağımsız Liberya ile sınır hatları konusunda anlaşmalar sağlamış ayrıca Kong Krallığı'nın Fransa tarafından himayesine yönelik antlaşmaları imzalamıştır. Burada gerçekleştirilen anlaşmalara rağmen kıyı kesimler ile en uç kuzey bölgelerde Samori Ture önderliğindeki birliklerin direnişi ile karşılaşan Fransa, 1891 ile 1918 yılları arasında ya ayaklanmalar ile meşgul olmuş ya da farklı topluluklar ile savaş içerisinde bulunmuştur. Burada en yoğun direnişi gösteren ve bu süreçte Kong Krallığı'nı da elen geçiren ve burada yeni bir imparatorluk oluşturan Ture ve birliklerine karşı mücadelede yoğun çaba harcayan Fransa, Ture'nin kendisine Ashanti Krallığı'nın ele geçirmesi nedeniyle komşu olan Britanya'ya, Fransa'ya karşı birleşme çağrısı yapmış ancak Britanya bu çağrıya karşılık vermemiştir. Bunun yanı sıra Fransa'nın bölgeyi hem batı, hem güney hem de kuzeyden abluka altına alarak saldırıda bulunmuş, bu süreçte Britanya'nın da doğu koridorunu kapatması ile arada kalan Ture ve birlikleri teslim olmak durumunda kalmıştır. Fransa bu süreçte önceleri kendisine doğduğu bölgelerde güvenli bir yaşam teklif etmiş, bu teklif de Ture tarafından kabul edilmiş olsa da, verilen söz tutulmamış ve Ture kısa bir süre sonra Fransa'ya ait başka bir koloni bölgesi olan ve 1900 yılında da hayatını kaybedeceği Gabon'a sürgün edilmiştir.
Ture ve birliklerinin bölgenin kuzey kesimlerinde gösterdiği direnişin bir benzerini kıyı kesimlerinde gösteren Akanlar etnik grubuna mensup Baouleler ve Agniler, 1891 yılından itibaren bu direnişi başlatmış, grupların merkezi bir yönetim ile direnişi gerçekleştirmemesinin bir nedeni olarak uzun yıllar süren ve gerilla savaşı olarak adlandırılan teknikler kullanılarak direniş taktiğini sürdürmüşlerdir. İlk dönemlerde himaye antlaşmaları ile korumaya alınan bölgelerde bulunan yerel şef seçimlerine Fransa'nın müdahale etmesi ve erkek nüfusun zorunlu olarak çalıştırılmak istenmesi gibi nedenlerle başlayan görüş ayrılıkları, Fransa'nın 1893 yılında başlattığı demiryolu hattı için erkek çalışan talebi ile hattın geçeceği yerleri ilhak etmesi ile had safhaya ulaşmıştır. 1908 yılına gelindiğinde kıyı kesiminde bulunan küçük bir bölgeyi gerçek anlamda hakimiyeti altında tutan Fransa, aynı yıl vali değişikliğine giderek bölgeye vali olarak Gabriel Angoulvant atamıştır. Yeni vali çözümü şiddetli askeri yöntemlerde aramış ve isyancıların yaşam alanlarını tahrip ederek, insanların daha kolay gözlemlenebileceği büyük yaşam alanlarında yaşamaya zorlamıştır. Birçok Afrikalı yerel lider sürgün edilmiş, zorunlu çalışma sistemi ile de isyancılar kontrol altında tutulmaya çalışılmıştır. Tüm bu uygulamalar neticesinde 1915 yılında bölgede kontrolü yeniden ele alan Fransa, 1916 yılında çıkan kısa süreli bir isyanı da bundan önceki süreçteki gibi bastırabileceğini ifade etmesi sonrasında sonlandırmıştır.
1904 yılında Fransız Batı Afrikası koloni sisteminin bir parçası haline gelen Fildişi Sahili'nde yeni başkent Bingerville olmuştur.
Bölgenin kuzey kesimlerinde yaşayan ve bu bölgede toplumun üst kesimi konumunda olan kişiler kendilerine kıyı bölgelerinde bulunan şehirlere ulaşım imkanı sağladığı gerekçesiyle koloni güçleri ile işbirliği yapılması yönünde görüş belirtmekteydi. Koloni güçleri de yine aynı şekilde kendilerine bölgenin orta kesimlerinde bulunan ormanlık alanlarda ve kauçuk, palmiye yağı, kakao gibi plantasyonlarda çalışacak iş gücünü kuzey kesimlerinden temin etmekteydi. Burada bulunan iş gücünün güneye yönelmesi ile birlikte kuzey kesimlerinde ekonominin kalkınması açısından olumsuz bir durum yaratmıştır. Fransa kontrolü altına aldığı ve o güne kadar "devlet otoritesi" yaşanmayan bölgelerde belirledikleri yerel kişileri "geleneksel şef" düşüncesi ile yönetici konumuna getirmiş olsa da, bu kişiler yerel halk tarafından pek kabul görmemiştir. Bu süreçte katolik kilise de bölge genelinde ilkokullar açmış, söz konusu süreçte burada bulunan ve geleneksel hristiyan dini ile yerel motifleri birleştiren, Afrika'da yaygın dini inanış olan "Harristen Kilisesi" kurucusu olan Liberyalı William Wadé Harris'ın sadece 1914 yılında 120.000 kişiyi hristiyan yaptığı ifade edilmiştir. Ayrıca bölgede yaşayan çok küçük bir azınlık 1930 yılına kadar Fransız vatandaşlığına hak kazanırken, çoğunluk "vatandaş" dahi sayılmadan Fransa'nın sadece aynı yurtta yaşanan yurttaşları (Fr.:"sujet") olarak görülmekteydi.
Bu kişilerin yaşamları "Code de l’indigénat" adı verilen yönetmeliklere göre düzenlenmekteydi. Bu yönetmelikte yer alan düzenlemelere göre örneğin her bir yetişkin yerel erkek on gün boyunca herhangi bir ücret talep etmeden zorunlu işe tabi tutulabiliyordu, ancak bu kişilerin herhangi bir siyasi hakkı bulunmamaktaydı. Fransa'nın bir bölümünün 1940 yılında Almanya tarafından işgal edilmesi ile birlikte ülkeye bağlı koloni bölgelerinde de sıkıntılar yaşanmıştır. İşgal altında bulunmayan bölgelerde Vichy hükumeti iktidarı ele alırken, Londra'da kurulan ve işgale karşı mücadele etmeyi ön gören sürgün hükumeti olan Özgür Fransa hükumeti de Charles de Gaulle önderliğinde Vichy hükumetine karşı iktidar mücadelesine girmiştir. Bu süreçte Fransa'da yaşananlar neticesinde Fransa koloni bölgeleri de her iki hükumet arasında seçim yapmak zorunda kalmış, Özgür Fransa hükumetine desteğini açıklayan Fransız Ekvatoral Afrikası hariç Fildişi Sahilinin de içinde bulunduğu Fransız Batı Afrikası, Vichy hükumetinin yanında yer almıştır. Vichy hükumetinin desteklendiği Fransız Batı Afrikası'nda ırkçılık baş göstermeye başlamış, Nazi Almanyası'nda görülebilen ırkçı yasalar işleme alınarak ırk ayrımına gidilmiştir. Bu süreçte otellerde, kafelerde ve diğer benzeri toplu yaşam alanlarında "Sadece Beyazlara" yazan tabelalar asılmış, siyahi müşterilere ayrı bir noktada hizmet sunulmuştur. Siyahi yerel erkeklerin zorunlu çalışmasına sadece Fransız firmalarında izin verilmiş, beyazlardan elde edilen mahsüle iki katı ücret ödenirken siyahilerden elde edilen mahsüle bu uygulanmamıştır. Almanya'nın ve dolayısıyla Vichy hükumetinin yenilgisi ile sonuçlanan savaş sonunda bu tür ırkçı yaklaşımlar da Fransa koloni sisteminden uzaklaştırılmış, Fildişi Sahili'de 1943 yılında Vichy yanlısı Fransız Batı Afrikası koloni yönetiminin de teslimi ile bu tür ırkçı yasalardan kurtulabilmiştir.
Özgür Fransa'nın galibiyeti ile sonuçlanan gelişmeler, Fransa'nın tüm koloni politikasında değişikliğe gitmesine neden olmuştur. Fransız Batı Afrikası'nın yanı sıra kısa bir süre Özgür Fransa'nın da başkentliğini gerçekleştirilen Brazzaville'de yapılan Brazzaville Konferansı'nda Özgür Fransa temsilcileri ile koloni yönetiminin üst yetkilileri bir araya gelmiş, koloni bölgelerinin savaş sonrası ülkenin yeniden inşası için çalışacak olan Fransa meclisinde temsil edilmesi gerektiği konusunda kararlar almışlardır. Aynı konferansta koloni bölgelerine özerklik verilmesi, siyahi yerliler ile beyazların aynı meclis içerisinde temsil edilmesi, Code de l’indigénat ile zorunlu çalıştırılmanın tamamen kaldırılması tavsiye edilmiştir. Bu gelişmeler neticesinde beyaz üreticelere öncelik tanınmaması adına yerli bitki üreticileri "Syndicat Agricole Africain" kurmuş, ilerleyen süreçte ülkenin ilk başkanı olarak görev alacak ve ülke siyasetini 40 yıl yönetecek olan ve o dönem varlıklı bir üretici konumunda olan Félix Houphouët-Boigny kuru |
cu üye olarak bu oluşum içerisinde yer almıştır. Houphouët-Boigny, 1945 yılında bölge genelinde gerçekleştirilen ancak sadece belli bir kesimin katılabildiği ilk yerel seçimler sonucunda ülkeyi temsilen Paris meclisine gitmeye hak kazanmıştır. Aynı süreçte beyazlar da bir temsilciyi Fransa'ya göndermişlerdir.
1946 yılında zorunlu çalıştırılma tamamen yasaklanmış, bu adım Houphouët-Boigny bir başarısı olarak görülmüştür. 1946 yılında ülkenin ilk siyasi hareketi olarak ön plana çıkan Fildişi Sahili Demokratik Partisi ("Parti Democratique de la Côte d’Ivoire" - "PDCI"), Houphouët-Boigny liderliğinde kurulmuştur. Aynı yıl içerisinde PDCI, diğer Fransız koloni bölgesindeki partiler ile Rassemblement Démocratique Africain çatısı altında birleşmiştir. Houphouët-Boigny'nin başında olduğu RDA'nın amacı Fransa'nın koloni bölgelerinin bağımsızlığını sağlamak değil, bu bölgelerin Fransa'nın önderliğinde Fransa Birliği'ne dahil edilerek anavatan ile eşit haklara sahip olmaktı. Bu süreçte 1946 ile 1950 yılları arasında Fransız Komünist Partisi ile ittifak içerisine giren Houphouët-Boigny, 1947 yılına kadar Fransa'da hükumet içerisinde yer alan bir parti ile hedeflere daha kolay ulaşılabileceğini düşünmekteydi. Aynı partiden koloni bölgesine vali atanmış, ancak komünist vali Georges Orselli 1948 yılında görevi bırakmak durumunda kalmıştır. Orselli'nin ardından valilik görevine getirilen Laurent Péchoux, Houphouët-Boigny ile partisi RDA'ya karşı sert yaptırımlar uygulamış, 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başında yaşanan olayları hatırlatacak şiddet olayları ise son dönemdeki gelişmeler neticesinde yerlilerin "kendinden emin" hareketleri nedeniyle rahatsızlık duyan bölgedeki Fransız vatandaşlarından destek görmüştür. Houphouët-Boigny destekçisi yerleşim yerlerinden ilave vergiler alınmış, birçok yerel kabile şefi görevinden uzaklaştırılmış ve RDA'nın toplantıları yasaklanmıştır. Houphouët-Boigny'nin cezevine gönderilmek istenmesi sonrası kalabalık protesto gösterileri düzenlenmiş ve Avrupalı ürünler boykot edilmiştir. Houphouët-Boigny bu süreçte hristiyan güney bölgesinin yanı sıra müslüman olan kuzey bölgelerde de destek bulmuştur. Yaşanan tüm bu olaylar neticesinde 1950 yılına ülkeyi terk eden Houphouët-Boigny, hayatından endişe ettiği için Paris'e gitmiştir. Bu süreçte Fransız Komünist Partisi ile olan ittifakını da sona erdiren Houphouët-Boigny, gelecekte Fransa devlet başkanı olacak François Mitterrand'ın partisi olan "Union démocratique et socialiste de la résistance" ile ittifak kurmuştur.
Bu ittifak ile yeniden "iktidarın" yanında yer alan bir parti konumuna geçen RDA, Pechoux'un koloni bölgesini terk etmesi ve Togo'ya tayin edilmesi sonrası ülkede Houphouët-Boigny ile koloni yönetimi arasında 180 derece değişen bir politika izlenmiştir. Son yıllarda cezaevine gönderilen birçok RDA yetkilisi serbest bırakılmış, koloni yönetimi RDA'yı açıkça destekler adımlar atmıştır.
1956 yılında özerk bir yapıya kavuşan ülkede Houphouët-Boigny 1957 yılına kadar birçok Fransa hükumetlerinde yer almış ve aynı zamanda Fransız Batı Afrikası'nın başkanlığını da yürütmüştür. 1958 yılında Charles de Gaulle'ün tüm koloni bölgelerine "bağımsızlık ya da Fransa Birliği" arasında seçim yapmaları gerektiğini vurguladığında, Fildişi Sahili büyük çoğunlukla Fransa Birliği içerisinde kalmayı tercih etmiştir.
Fildişi Sahili'nde bu süreçte gerçekleştirilen kakao ve kahve ihracatı ile yaşanan olumlu ekonomik gelişmeler, Houphouët-Boigny'nin 1959 yılında Fransız Batı Afrikası'nın dağılmasına katkı vermesini sağlamıştır. Houphouët-Boigny ekonomide yaşanan bu olumlu havayı diğer Fransız Batı Afrikası ülkeleri ile paylaşmanın doğru olmayacağını düşünmekteydi.
1959 yılına kadar bağımsızlığı kesinlikle düşünmeyen Houphouët-Boigny, de Gaulle'ün bağımsızlık sonrası da Fransa'ya bağlı kalınabileceğini açıklamasından sonra resmen bağımsızlık talep etmiştir. Bu talep neticesinde imzalanan anlaşmalar sonucunda ülke "République de Côte d’Ivoire" ismi ile 7 Ağustos 1960 tarihinde bağımsızlığını elde etmiştir.
Ülkenin 1960 yılında bağımsızlığını ilan etmesinden sonra iktidarı hem devlet başkanı hem de hükumet başkanı (1990 yılına kadar) ele alan Houphouët-Boigny, bu görevi hayatını kaybettiği 1993 yılına kadar sürdürmüştür. Ülkeyi tek parti düzeni ile yöneten Houphouët-Boigny, kurduğu "Parti Democratique de Côte d’Ivoire" partisi ile izlediği batı yanlısı politika ile piyasa ekonomisi merkezli icraatları ile Fildişi Sahili'ni batı Afrika'nın en zengin ülkelerinden biri haline getirmiş ve siyasi bir istikrar sağlamıştır. Birleşmiş Milletler 23 Ağustos 1960 tarihinde gerçekleştirdiği ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 160 sayılı kararını aldığı oturumda oy birliği ile ülkenin BM'nin yeni üyesi olduğunu kabul etmiştir.
1990 yılında yaşanan huzursuzluklar sonucunda çok partili siyasi hayata geçen ülkede, aynı zamanda başbakanlık makamının da oluşturulmasına neden olmuştur. Houphouët-Boigny 1993 yılında hayatını kaybetmesi sonrasında o dönemde meclis başkanı olan Henri Konan Bédié yasa gereği başkanlık makamına gelmiş, 1995 yılında gerçekleştirilen seçimlerle de ikinci bir dönem bu görevde kalmıştır. Bu süreçte gerçekleştirilen yasa değişikliği ile 1960 yılında bu yana en fazla beş yıl süren devlet başkanlığı süresi düzenleme ile yedi yıla çıkartılmıştır.
1999 yılında özellikle kakao ücretlerinin düşmesi sonucu yaşanan ekonomik sıkıntılar, aynı yıl Bédié'ye karşı kansız bir darbe yapılmasına neden olmuştur. Robert Guéï önderliğinde gerçekleştirilen darbe ile görevden uzaklaştırılan Bédié'nin yerine Guéï kısa süreliğine tüm görevleri üstlenmiştir. Bu süreçte ülke genelinde baş gösteren yabancı düşmanlığı ve gerçek "Ivoirité" (Fildişi Sahilli) olup olmadığı tartışmaları ile özellikle ülkenin kuzey bölgelerinde yaşayan etnik gruplara karşı düşmanca eğilimlere ve ayrımcılığa neden olmuştur.
2000 yılında gerçekleştirilen devlet başkanlığı seçimlerinde muhalefetin adayı Alassane Ouattara'nın Burkina Fasolu olduğu gerekçesiyle izin verilmediği bir ortamda Laurent Gbagbo kazanarak devlet başkanlığı makamına seçilmiştir. Bu seçimlerde de baş gösteren kimin gerçekten Fildişi Sahilli olup olmadığı kavgası 2002 yılında günümüzde de devam eden iç savaşın yaşanmasına neden olmuştur. 2002 yılında ordunun bir kısmı "Forces Nouvelles" adı ile Gbagbo'ya karşı mücadeleye girişerek, ülkenin kuzeyini kontrolleri altına almışlardır.
Birleşmiş Milletler ülkenin kuzeyini ve güneyini birbirinden ayıran tampon bölgeye 6300 kişilik Birleşmiş Milletler Barış Gücü konuşlandırılmasını kararlaştırmış, bunun haricinde Fransa'da 4500 askerini bu bölgeye gönderme kararı almıştır. Fransa hazırladığı barış planı ile Gbagbo'ya bağlı FPI ile Forces Nouvelles isyancıları arasında güç bölüşümünü öngörmüş, bu plan dahilinde de savaşın sona erdiği açıklanmıştır. Ancak bu süreç Kasım 2004'te sona erdilmiş, bunun sebebi olarak da hükumet güçlerinin 4 Kasım 2004'te kuzeyde hedefleri vurması gösterilmiştir. Aynı süreçte Abican'da muhalefet binaları ile bağımsızlı gazete binaları saldırıya uğramıştır. Ülkede yeniden alevlenen çatışmaların üçüncü gününde dokuz Fransız askerin bir hava saldırısı sonucu hayatını kaybetmesinin ardından Fransa bir gün içerisinde Fildişi Sahilinin sahip olduğu tüm hava kuvvetlerine ait uçak ve helikopterleri imha etmiştir.
Güney Afrika Cumhuriyeti'nin önderliğinde 9 Temmuz 2005 tarihinde gerçekleştirilen yeni bir barış sürecinde her iki tarafta silahsızlanmayı ve güç dağılımını kabul etmiş, 30 Ekim 2005 tarihinde devlet başkanlığı seçimlerinin yapılası konusunda anlaşmıştır. Bu anlaşma sonrasında her iki tarafta iç savaşın ikinci defa sona erdirildiğini açıklamıştır.
Ancak bu açıklamaların aksine ne silahsızlanma gerçekleştirilmiş ne de devlet başkanlığı seçimleri yapılmıştır. Birleşmiş Milletler bu olaylar neticesinde devlet başkanı Gbagbo'nun görev süresini bir yıl daha uzattığını açıklayarak, bağımsız olan Charles Konan Banny'yi başbakan olarak atadığını bildirmiştir.
Uzun görüşmeler neticesinde 4 Mart 2007 tarihinde Burkina Faso devlet başkanı Blaise Compaoré önderliğinde yeniden buluşan taraflar, birkez daha anlaşmaya vararak Ouagadougou Antlaşması'nı imzalamışlardır. Anlaşmadan kısa süre sonra tampon bölge kaldırılmaya başlanmış, devlet başkanı Gbagbo beş yıllık bir aradan sonra ülkenin kuzey kesimlerine ziyaret gerçekleştirmiştir. Bu ziyaretlerin birinde resmi bir seremoniye katılarak birçok Afrika ülkesi liderinin katılımında silahlar yakılarak gömülmüştür.
Anlaşmalar kapsamında 2010 yılında yapılan devlet başkanlığı seçimlerinde mevcut devlet başkanı Gbagbo elde ettiği %38 oy ve muhalefetin adayı Alassane Ouattara %32 oy ile ikinci tura kalan adaylar olmuş, ikinci tur sonucunda da Ouattara oyların %54'ünü alarak seçim komisyonunun da açıklamalarına göre de seçimlerin galibi olmuştur. Ancak Anayasa Konseyi daha sonra yaptığı açıklamada dört bölgede elde edilen oyların geçersiz olduğunu bildirmiş ve bu sonuca göre Gbagbo'nun seçimleri kazandığını açıklamıştır. Birleşmiş Milletler yaptığı incelemelerde seçim komisyonunun açıklamasının doğruluğunu teyit ederek Ouattara'nın seçim galibiyetinin doğru olduğunu ifade etmiştir. Tüm bu gelişmeler neticesinde her iki aday da görev yemini ederek göreve başladıklarını ifade etmişlerdir. Bu süreçte BM, Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri Gbagbo'nun başkanlığını tanımadıklarını açıklamış, Uluslararası Para Fonu ülkeyi boykot etmekle tehdit etmiştir. Gbagbo'nun 11 Nisan 2011 tarihinde tutuklanmasına kadar devam eden belirsizlik bu olay sonrasında sona ermiş ve Ouattara tek yetkili devlet başkanı olarak makamda kalmıştır. Gbagbo daha sonra Kasım 2011'de Uluslararası Adalet Divanı'na teslim edilerek yargılanması sağlanmıştır.
Fildişi Sahili anayasa ile yönetilen bir cumhuriyettir. Günümüzde yürürlükte olan anayasa 23 Temmuz 2000 yılında yapılan referandum sonucunda kabul edilerek yürürlüğe girmiştir. Ülke çok partili bir siyasi sisteme sahip olup, başkanlık sistemi ile yönetilmektedir. Fildişi Sahili devlet başkanı d |
evletin en üst noktasında görev yapmakta olup aynı zamanda Fildişi Sahili silahlı kuvvetlerin de başkomutanı konumundadır. Fildişi Sahili devlet başkanı beş yıllık bir süreç için seçilmekte olup, seçilen devlet başkanı en fazla iki dönem üst üste bu göreve seçilebilme imkanına sahiptir. Söz konusu makam için gerçekleştirilen seçimlerden adaylarnda bir tanesi ilk turda çoğunluğu elde edemediği takdirde gerçekleştirilen ikinci tur seçimlerinde bir önceki turda en çok oyu alan ilk iki sıradaki aday tekrar yarışmaktadır. Devlet başkanının hayatını kaybettiği, istifa ettiği ya da görevden alındığı durumlarda ulusal meclis başkanı bu göreve vekaleten olmak üzere en fazla 90 günlük bir süre için atanmaktadır.
Ülkede hükumetin başkanı olan başbakanı, devlet başkanı atanmakta olup, yine aynı devlet başkanlığı makamı tarafından görevden uzaklaştırılabilmektedir. Fildişi Sahili devlet başkanının ülkede bulunmadığı durumlarda bu görevi vekaleten yürüten başbakanın mecliste çoğunluğu bulunan partiden seçilme zorunluluğu bulunmamaktadır.
Fildişi Sahili parlamentosu tek kanattan oluşmakta olup, bu ulusal meclistir. Ulusal mecliste bulunan 255 sandalye için beş yılda bir gerçekleştirilen seçimlerde vekiller seçilmektedir.
Ülkenin 1933 ile 1983 yılları arasında başkentliğini yapan Abidjan'ın, ülkenin ilk devlet başkanı olan Félix Houphouët-Boigny tarafından değiştirilmiştir. Yamoussoukro, Fildişi Sahilinin yüz yıllık bir süre içerisinde dördüncü başkenti olarak ön plana çıkmıştır. Bu yüz yıllık süreçte Grand-Bassam (1893-1900), Bingerville (1900-1933) ve Abidjan'dan (1933-1983) sonra bu görevi üstlenen Yamoussoukro, Félix Houphouët-Boigny'nin doğduğu yer olarak ön plana çıkmaktadır. Şehir 1983 yılından bu yana başkent olmasına rağmen ülkenin ticari ve idari merkezi olarak Abidjan günümüzde de merkezi bir konumda olmaya devam etmektedir. Günümüzde önemli kamu binaları da hala Abidjan'da bulunmaktadır.
Ülkenin silahlı gücü olan "Forces armées de Côte d’Ivoire (FACI)" Fildişi Sahili Cumhuriyeti'nin ordusunu oluşturmaktadır. FACI toplamda dört farklı kuvvetlerden oluşmakta olup, bunlar "L’Armée de terre" (Kara Kuvvetleri), "La Marine nationale" (Deniz Kuvvetleri), "L’Armée de l’air" (Hava Kuvvetleri) ve "La Gendarmerie nationale" (Jandarma) kuvvetleridir.
Silahlı kuvvetlerde Aralık 2010 verilerine göre 12.000 yedek personel olarak 60.000 personel bulunmaktadır. Ülkenin ilk devlet başkanı Félix Houphouët-Boigny ülkenin genel olarak düşük bir ordu personeline sahip olmasının nedenini olası bir darbe girişiminin önüne geçmek olarak açıklamıştır.
Ülke 28 Eylül 2011 tarihinden bu yana 12 ilçe ile 2 özerk şehirden oluşan toplamda 14 ilçeden oluşmaktadır. Bu tarihten önce 19 tane bölge en üst idari yapıyı oluşturmaktaydı. Yeni oluşturulan ilçeler kendi içerisinde 31 bölgeye, bölgeler ise 107 departmana, departmanlar ise 197 belediyeye ayrılmaktadır. Yeni idari yapılanma neticesinde ortaya çıkan iller şu şekildedir:
Fildişi Sahili 2011 yılındaki yeni idari yapılanma kabul edilene kadar "régions" olarak adlandırılan 19 bölgeden oluşmaktaydı. 2011 yılına kadar geçerli olan idari yapılanma şu şekildeydi:
Fildişi Sahilinin en büyük şehri Abidjan'dır. 1933 ile 1983 yılları arasında ülkenin başkenti konumunda olan şehirde 2014 verilerine göre 4,395,243 kişi yaşamaktadır. Ülkenin 1983 yılından bu yana başkenti olan Yamoussoukro'da ise aynı yılın verilerine göre 281,735 kişi yaşamaktadır.
Fildişi Sahili "En Az Gelişmiş Ülke" statüsünde olmayan on dört Sahra güneyi Afrika ülkesinden biri konumundadır. Zengin doğal kaynakları ve yabancı yatırımlarıyla Batı Afrika Ekonomik ve Parasal Birliği (UEMOA) toplam GSYİH'nin %40'ını oluşturan Fildişi Sahili'nde, 1999 askeri darbeyle başlayan ve 2011 yılında sona eren siyasi ve askeri kriz ekonomiye büyük zarar verdiği ifade edilmektedir. Bu süreçte ülke içerisinde yaşanan şiddet olayları ve kuzey ve güney olarak fiili bölünme ekonomide hasara yol açmasına rağmen UEMOA bölgesinin hala en gelişmiş ekonomisine sahiptir. Ülke Batı Afrika genelinde de Nijerya'dan sonra en büyük ikinci ekonomisi konumundadır. Batı Afrika kıyılarının en büyük limanı konumunda olan Abidjan limanı bölgenin doğrudan denize çıkışı olmayan kara ülkelerine de hizmet veren bir liman durumundadır.
Fildişi Sahili'nde tarımsal faaliyetler de en önemli ekonomi dallarından biri konumundadır. Ülke genelinde faaliyet gösteren işçilerin üçte ikisi bu sektörde faaliyet göstermektedir. Tarımsal ürünlerden elde edilen ihracat gelirleri %70 düzeyindedir. Tarım sektöründe üretilen ürünlerde kahve, kakao tanesi, muz, palmiye çekirdeği, mısır, pirinç, manyok, tatlı patates, şeker ve pamuk önde gelmektedir. Bunun haricinde doğal ortamda çok sık bulunan kauçuk ve kerestede önemli ihracat kaynaklarından birini oluşturmaktadır. Bir zamanlar Batı Afrika'nın en geniş ormanlarına sahip olan Fildişi Sahili'nde kereste üretimini karşılamak için ormanlık alanlarda bulunan ağaçlar kesilmekte, kereste üretimi ile birlikte ülke Brezilya'dan bile fazla ihracat yapmaktadır. Ülke genelinde tarım yapılabilir alanlar %10 düzeyinde olup, bu oran bağımsızlığın kazanıldığı 1960'lı yıllarda %5 düzeyinde gözlemlenmekteydi.
Dünyanın en büyük kakao çekirdeği üreticisi olan Fildişi Sahili'nde yılda 1,5 milyon ton üretim gerçekleştirilmektedir. Son on yılda ise yıllık ortalama 1,2 ile 1,4 milyon ton arasında üretim gerçekleştirilmektedir. Fildişi Sahili bunun haricinde tatlı patates ve kaju fıstığında dünyanın üçüncü büyük üreticisi konumundadır. Ayrıca dünyadaki en iyi on beş kahve üreticisi içinde yer alan Fildişi Sahili, palm yağında da dünyada yedinci büyük üretici durumundadır.
Zengin demir cevheri ve bakır madenlerine sahip olan ülkede, son dönemlerde geniş nikel, fosfat, boksit ve kobalt rezervlerinin olduğu saptanmıştır. Bunun haricinde ülke önemli petrol üreticilerinden biri konumundadır. Günde 32,900 varil petrol üreten Fildişi Sahilinin toplam 220 milyon varil petrol rezervine sahip olduğu tahmin edilmektedir.
Bunların haricinde doğal gaz, elmas, mangan, demir cevheri, bakır, altın, nikel, tantal, silisli toprak, kil, önemli madenleri oluşturmaktadır.
Ülke ekonomisinin en önemli ihracat ürünlerini kakao, kahve, kereste, petrol, pamuk, muz, palmiye yağı ve balık gibi ürünler oluşturmaktadır. Ülkenin 2014 verilerine göre ihracat yaptığı ilk sekiz ülke şu şekildedir:
Ülke ekonomisinin en önemli ithalat ürünlerini makine ve ulaştırma ekipmanları, yakıt, tekstil ve gıda maddeleri oluşturmaktadır. Ülkenin 2014 verilerine göre ithalat yaptığı ilk dört ülke şu şekildedir:
Ülke genelinde inşa edilmiş olan 35 havaalanının 7 tanesi asfalt pistlere sahiptir.
Ülke genelinde en çok sevilen spor türü futboldur. Fildişi Sahili millî futbol takımı Afrika kıtasının en başarılı on takımında biri konumundadır. Fildişi Sahili millî futbol takımı uluslararası şampiyonalarda en büyük başarılarını 1992 ile 2015 yıllarında elde edilen Afrika Uluslar Kupası şampiyonluğu olmuştur. Bunun haricinde aynı şampiyonada 2006 ile 2012 yılları arasında elde edilen ikincilik ile 1992 yılında düzenlenen ve FIFA Konfederasyonlar Kupası'nın ilki olarak gerçekleştirilen Kral Fehd Kupası'nda elde edilen dördüncülük olmuştur. Fildişi Sahili millî futbol takımı bunların haricinde 2006, 2010 ve 2014 FIFA Dünya Kupası'nda yer almış ancak her üç şampiyonada da grupları aşamayarak ilk turda elenmiştir.
Ülkede futbol 1960 yılında kurulan Fildişi Sahili Futbol Federasyonu ("Fédération ivoirienne de football") tarafından yönetilmektedir. Ülkede on dört takımın katıldığı ve Ligue 1 olarak adlandırılan ulusal bir lig düzenlenmektedir. Ülkenin en başarılı futbol kulübü elde ettiği 24 şampiyonluk ile ASEC Mimosas takımıdır.
Fildişi Sahili millî futbol takımı Mayıs 2016'da açıklanan FIFA sıralamasında 34. sırada yer almakta olup, en yüksek sıralamasını 2012 yılında 14. olarak elde etmiştir.
Kelebek etkisi
Kelebek etkisi, bir sistemin başlangıç verilerindeki küçük değişikliklerin büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilmesine verilen addır. Edward N. Lorenz'in çalışmalarından biri olan Kaos Teorisi ile ilgilidir. Daha sonralarda hava durumuyla ile ilgili verdiği şu örnek ile ünlenmiştir.
Amazon Ormanları'nda bir kelebeğin kanat çırpması, ABD'de fırtına kopmasına neden olabilir. Farklı bir örnekle bu, bir kelebeğin kanat çırpması, Dünyanın yarısını dolaşabilecek bir kasırganın oluşmasına neden olabilir.
Fakat daha çok yaratılan bir kaosun büyüyerek artmasını ifade eder.
Kriptografik öz işlevleri, girdinin boyutundan bağımsız olarak sabit değerli özler üretecek biçimde hazırlanırlar ve veri bütünlüğünün güvence altına alınmasında kullanılırlar. Bundan ötürü, verideki en küçük değişiklik, sonuç değerinin yarısından fazlasının değişmesine neden olur. Bu etkiye kriptografide ""çığ etkisi"" adı verilir.
Örnek olarak MD5 algoritmasının verinin bir harfinin değişmesine olan tepkisi şöyle özetlenebilir:
Değişkenin baş harfini değiştirdiğimizde
Liberal Demokrat Parti (Türkiye)
Liberal Demokrat Parti, sivil özgürlükleri ve serbest piyasayı destekleyen klasik liberal görüşteki Türk siyasî partidir. Parti, Besim Tibuk başkanlığında Liberal Parti adıyla 26 Temmuz 1994 tarihinde kurulmuştur.
Bazı güncel politik görüşleri arasında devlet harcamaları ile vergi sayısının azaltılması ve vergi oranlarının düşürülmesi, devlet bürokrasisinin azaltılması, zorunlu Genel Sağlık Sigortasının kaldırılarak gönüllü özel sağlık sigortası sistemine geçiş, zorunlu askerliğin sonlandırılması bulunmaktadır.
Partinin 2015 yılının Aralık ayında yayınlanan verilere göre üye sayısı 6.245'tir. Parti, resmî Twitter hesaplarında alışılmışın dışında mizahi bir dil kullanmaktadır.
Eski Genel Sekreter Yardımcısı Tarık Beyhan görevdeyken marihuananın yasallaştırılması gerektiğini savunmuştur. Bu sayede Türkiye'de marihuananın yasallaştırılması gerektiğini söyleyen ilk parti olmuştur.
Partinin kurucusu Besim Tibuk, 25 Kasım 2002'de istifa etmiştir. İstifasından sonra yerine Emin Şirin seçilmiş ancak parti ile olan görüş ayrılıkları |
sebebiyle kısa zamanda ayrılmıştır.
Gençlik kolları ve kadın kolları yönetimde yaş ve cinsiyet ayrımı yapmama ilkeleri nedeniyle bulunmayan parti, medyada kendisine yer ayrılmadığı gerekçesiyle 2010 yılında LDP TV adlı İnternet medya televizyonu kurarak video ve görsel propaganda işlemlerini kurdukları bu İnternet sitesi aracılığıyla sürdürmektedir.
2012 yılının başlarında tanıtım etkinlikleri hızlanmıştır. Eski Genel Başkan Cem Toker sıklıkla üniversiteleri ziyaret etmekte ve çeşitli konferanslar vermektedir. LDP, ayrıca halka kendini anlatabilmek ve halkın sorunlarını dinlemek için Halk Toplantıları düzenlemektedir. Liberal Demokrat Parti, 14 Temmuz gününü "Vergiden Kurtuluş Günü" olarak kutlamaktadır.
Parti içinde çıkan tartışmalar sonucu Cem Toker Kasım 2016'da muhaliflerini pasif görevlere almaya çalışınca, kongrede seçilmiş Başkan Yardımcıları ve Genel Sekreter istifa etti, LDP yönetim kadrosu yenilendi.
29 Ocak 2017'de yapılan 8. Olağan Kongre'de Cem Toker, 20 Haziran 2005'ten beri yürüttüğü Genel Başkanlık görevini Gültekin Tırpancı'ya devretmiştir.
RTÜK yerine, basına bakan mahkemeler veya benzeri ihtisas mahkemeleri kurularak yapılan şikayetlerin hızla sonuçlandırılmasına gidilecektir. Örneğin, radyo ve televizyon yayınlarına ilişkin bir şikayet üzerine ilgili kaset derhal bilirkişiler tarafından incelenecek ve bir hafta gibi bir süre içinde konuya bakmakla ilgili mahkeme kararını verecektir. Davaya ilişkin tüm masraflar kaybeden tarafa yüklenecektir.
LDP'nin ekonomi, dolayısı ile KOBİ'ler açısından en önemli projesi vergi reformudur. LDP iktidarında şu anda bütün işletmelerin belini büken yüzlerce farklı vergi, harç ve fon kaldırılacak, sadece üç çeşit vergi tahsis edilecektir. Sadece 5 kişiden fazla işçi çalıştıran işletmelerden alınacak gelir vergisi, KDV aksine sadece son tüketiciden tahsil edilecek tüketim vergisi ve belediye masraflarını finanse edecek olan emlâk vergisi.
Gelir vergisinde tavan %10 olmakla beraber bazı kilit sektörler tamamen vergi muafiyeti kazanacaklardır. Bu sektörler finans, ulaşım, medya, kültür ve sanat, eğitim ve sağlık sektörleridir. Tüketim vergisi illerin zenginliklerine göre farklı oranlarda olacak, il bazında yapılacak düzenlemelerle zengin iller nispeten daha yüksek (ki bu oran %18’i geçmeyecektir) fakir iller ise nispeten daha az tüketim vergisi oranlarına sahip olacaklardır. Emlak vergileri de illerin gelişmişliklerine göre, dolayısı ile belediyelerin maddi ihtiyaçlarına göre şekillendirilecektir.
LDP, DPT gibi devlet kurumları kapatılmasını desteklemektedir ve KOBİ'lerin izin, ruhsat ve imza peşinde koşması sonlandırılacaktır. Şirket kurma ve kapama işlemleri basitleştirilecek, Merkez Bankası payı adı altında kesilen haraçlar dâhil bütün vergi ve harçlar kaldırılacaktır. LDP, sanayi ve ticaret odalarına mecburi üyeliğin kaldırılmasını desteklemektedir.
Liberal Demokrat Parti "profesyonel ordu"yu savunmaktadır. Oluşturulması gereken profesyonel orduda askerlik mesleğini seçmek isteyen, bu işe istekli kişiler yer alacaktır.
LDP, iktidarı döneminde sadece üç çeşit vergi olacağını duyurmaktadır. Bunlar; emlak vergisi, gelir vergisi ve tüketim vergisidir. Emlak vergisi sadece belediyelerin giderlerini karşılayacak ve illere göre farklı oranlarda olacaktır. Belediye hizmetleri bir şehre değerini veren en önemli faktörlerden biri olacağından, yaratılan değer yine vergi verenlere geri dönecektir.
Gelir vergisini sadece kurumlar ödeyecek ve oran %10'u geçmeyecektir. Bu vergiden 5 kişiye kadar işçi çalıştıran küçük esnaf, finans (bankalar, borsa aracı kurumları, sigorta şirketleri, vs), ulaşım (Otobüs işletmeleri, havayolları, mal taşıma şirketleri vs), kültür ve sanat (Plastik sanatlar, sinema. tiyatro, vs), medya (Televizyonlar, gazeteler, radyo, internet, vs), sağlık (hastahaneler, klinikler, vs) ve eğitim (tüm okullar, kurslar, vs) sektörleri muaf tutulacaktır.
Tüketim vergisi ise KDV'den farklı olarak, ürün ve hizmet her el değiştirdiğinde değil, sadece son tüketiciye satıldığında tahsil edilecektir. Tüketim vergisi oranları illerin gelişmişliklerine göre farklılık gösterecektir.
Liberal Demokrat Parti'nin anlayışına göre devletin asli görevi, bireyin mal ve can güvenliğini sağlamaktır; hukukun üstünlüğünün olduğu bir ülkede devlet, temel birey haklarını korumak dışında keyfi kurallar, uygulamalar ve yasaklar getiremez. Parti, en temel haklarını kullanan ve cezalandırılan kişilerin cezaevlerinden çıkarılacağını ve ellerinden alınan hakları iade edeceğini söylemektedir.
Parti, politik veya dini gerekçelerle bireylere yönelik kıyafet kısıtlamalarına karşıdır. Kişiler siyasi amaçla bir kıyafet giyiyorlarsa bunun fikir ve ifade özgürlüğünün, dini inançları gereği belli bir kıyafet giyiyorlarsa din ve vicdan özgürlüğünün dahilinde bulunduğuna ve devletin bu özgürlükleri kısıtlama yetkisine sahip olmaması gerektiğini savunur.
LGBT hakları bireysel özgürlükler kapsamına girdiğinden dolayı Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans bireylere yönelik ayrımcılık uygulanamayacağını belirten parti, LGBT haklarına yönelik eğitim veren sivil toplum kuruluşlarına yapılan bağışların vergiden muaf tutulması ve LGBT bireylere yönelik şiddet olaylarına karşı cezaların artırılmasını savunmaktadır.
Parti, kadınlara yönelik şiddet olaylarına karşı cezaların artırılması ve kadın haklarına yönelik eğitim veren sivil toplum kuruluşlarına yapılan bağışların vergiden muaf tutulmasını desteklemektedir.
LDP, yerel seçimler tarihindeki ilk belediye başkanlığını 2014 yılında Muş'un Malazgirt ilçesinin Konakkuran beldesinde kazanmıştır. Seçimi kazanan Bülent Ateş, liberal ideolojiye inanmadığını ve sadece amblemi hatırda kalıcı bir parti olduğu için LDP'den aday olduğunu belirterek daha sonra 5 meclis üyesiyle birlikte Demokratik Bölgeler Partisi'ne geçmiştir.
12 Meclis üyeliğinden 5'i Bülent Ateş ile birlikte Demokratik Bölgeler Partisi'ne geçtikten sonra, Ağrı Patnos'ta bir meclis üyesi de Adalet ve Kalkınma Partisi'ne geçti.
Liberal Demokrat Parti’nin resmi duruşunu yansıtmak için Başkanlık Divanı'nda İhsanoğlu'nu destekleme kararı alınmış, aday belirleme süreci çoğulcu olmadığı için üyeleri ve seçmenine hür iradeleriyle istedikleri kişiye oy vermeleri çağrısında bulunmuştur.
Arjantin
Arjantin Cumhuriyeti (İspanyolca: "República Argentina") 34° 36’ Güney enlemleri ve 58° 27’ Batı boylamları arasında, Güney Amerika Kıtası’nda yer alan bir ülkedir. Arjantin’in toplam yüzölçümü 2.791.810 km² – Türkiye'den yaklaşık 3,5 kat büyük, nüfusu ise 2001 yılı nüfus sayımı rakamlarıyla 36.260.130 kişidir .
Arjantin Güney Amerika Kıtası’nın güney kesiminde, And Dağları ve Atlas Okyanusu arasında uzanan bir devlettir; kıyı şeridinin uzunluğu 4989 km’dir. Arjantin’in sahip olduğu toprak Güney Amerika Kıtası’nda 2. dünya genelinde ise 8. en büyük topraktır. Şili (5308 km), Bolivya (832 km), Paraguay (1880 km), Brezilya (1261 km) ve Uruguay (580 km)'la sınırı bulunmaktadır.
Arjantin’in adı Latince ‘’Argentum’’ (gümüş) kelimesinden gelir. İspanyol kolonicilerinin bu topraklarda bulmayı umduğu madenin ne olduğu ülkenin isminden de açıkça anlaşılabilir. Ülkede yaşayanların çoğu İspanyol ve İtalyan göçmenlerin torunlarıdır.
Arjantin yaklaşık 2,8 milyon kilometrekarelik alanıyla, uzun bir kareyi anımsatan bir şekilde kuzeyden güneye doğru indikçe daralır. Kuzeyden güneye kadar olan uzunluğu 3694 km ve batıdan doğuya uzanan en geniş topraklarının uzunluğu ise yaklaşık 1423 km’dir. Doğu kıyıları boyunca Atlantik Okyanusu uzanır, batısında Şili, kuzeyinde Bolivya ve Paraguay, kuzeydoğusunda ise Brezilya ve Uruguay bulunur.
Geniş ve soğuk bir çöl olan Patagonya 2001 yılındaki ekonomik krizin ardından tarıma açılmıştır.
Arjantin’in yüzey şekillerinin temel özelliğini Doğudaki ovalar ile Batıdaki dağlar arasındaki büyük karşıtlık oluşturur.
Jujuy, Salta, Tucumán havzalarının üst kesiminde Sierralar biçiminde sıralanan billurlu yüksek kütleler bulunur. Daha Güneyde kütle, kapalı havzalar ve yükselmiş bloklar halinde parçalara ayrılır ve iklim kuraklaşır. Bu kurak Catamarca la Rioja Andları Mendoza dağ eteği ile Santiago havzası arasında, yüksek bir dağ sırası (Aconcagua 6959 metre ile Arjantin’in de en yüksek noktası) biçiminde uzanır. Bu dağ ayrıca hem Batı yarıküresinin hem de Güney yarıküresinin en yüksek noktasıdır. Ülkenin en alçak yeri Santa Cruz eyaletindeki Laguna del Carbón'dur, deniz seviyesinin 105 metre altındadır. 36˚ Güney enlemine doğru, And Dağları daralır, alçalır ve büyük enine kopmalarla parçalanır. Dördüncü Zaman buzullaşması bu kesimde etkin olmuş ve enine vadiler ile göllerin (Nahuel Huapí vb.) oluşmasında katkıda bulunmuştur.
Ülkenin büyük bir bölümünü kaplayan ovalar ve platolar, geniş ölçüde alçalmış Brezilya eyerleşmesinin üzerinde yayılır. Brezilya kalkanı yalnızca Andlar’ın önündeki kesimde, Córdoba’nın büyük orta kütlesinde (Batıdan ufku kapatan ve yüksekliği 2000 metreyi aşan gerçek bir duvardır) çok yüksek kütleler oluşturur; ovanın güneyindeyse çok daha az yüksek biçimlere bürünür. Paraguay sınırından Colorado Nehri’na kadar uzanan bir milyon kilometrekarelik bir alanı kaplayan bölgenin topografyasının basıklığı ve hiçbir düzenli akarsu ağının bulunmaması şaşırtıcıdır. Üçüncü Zaman sonunda ve Dördüncü Zaman başında yığılmış rüzgâr çökelleri, tuzlu ve çoğunlukla üstü kabuk tutmuş kalın balçık tabakaları oluşturmuş, ama bu tabakalar da yakın buzul dönemlerinde Doğuda ve Kuzeyde löslerle, Batıda ve orta kesimde kumlarla kaplanmıştır. Yüzey şekilleri ayrıntıda çok çeşitlidir ve iklimsel özelliklere bağlıdır.Yarı tropikal iklim kuşağında kalan Chaco’da yer yer palmiye ağaçları görülen savanlı bir bitki örtüsü görülürken, Doğuda ve Güneyde daha ılıman iklim enlemlerinde yer alan Pampa bölgesi doğal çayırlarla örtülüdür. Çeşitli türlerden oluşan çayırları, gevşek, derin ve verimli siyah ya da kahverengi toprakları Pampa’ya bütün dünyaca ünlü verimliliğini kazandırır.
Paraná ve Paraguay Doğuda ovanın sınırını belirleyen gerçek bir ırmak seti oluşturur (söz konusu ırmaklar eskiden |
okyanustan ovaya ulaşılmasını sağlıyorlardı). Doğuda Paraná Irmağı’yla Uruguay Irmağı arasında bir bütün (bir çeşit Mezopotamya) oluşturan Entre Ríos’un tepeleri, Corrientes’in sular altında kalan ovaları ve Misiones’in bazaltlı sırtları uzanır.
Güneyde 700.000 km²’lik bir alanı kaplayan Patagonya, içinde And Dağları’ndan inen birkaç ırmağın (Negro, Chubut, özellikle de Santa Cruz) dar ve derin vadiler oyduğu, çakıllı, kurak, soğuk ve rüzgârlı bir yüksek platolar bölgesidir. Atlas Okyanusu kıyısındaki Pampa kesiminin düz, kumullarla örtülü kıyıları ile Patagonya kıyılarının yüksek yalıyarları büyük çelişki yaratır. Alüvyonların aşağı yukarı doldurduğu Río de la Plata halicinden Macellan Boğazı kıyılarındaki Gallegos Irmağı’nın ağzına kadar doğal limanlara çok seyrek rastlanır. Pampa ile Patagonya sınırındaki Bahía Blanca tek doğal limandır ve kıyısında kurulan kentin büyük ölçüde gelişmesini sağlamıştır.
Arjantin Andları'nda 6000 metrenin üstüne çıkan birçok dağ bulunmaktadır. Arjantin'in ve Amerika Kıtası'nın en yüksek tepesi (Aconcagua) ve dünyanın en yüksek iki yanardağı Ojos del Salado (6880 m) ve Monte Pissis (6795m) burada yer alır. Andlar'ın güney kesimlerinde yüksek dağlar daha seyrektir, ama serin ve soğuk iklimin etkisiyle karlarla kaplıdırlar.
Sierras Pampeanas'ta da yer yer yükseltilere rastlamak mümkündür. La Rioja eyaletindeki Sierra de Famatina da 6000 metrenin üzerindedir. Fakat bu sıradağların yükseklikleri doğuya gidildikçe azalır, Sierras de Córdoba'da dağların yükseklikleri en fazla 2800 metre civarındadır.
Mesetas Patagónicas (Patagonya Ovaları)'nın kuzey kısmında,Mendoza'nın güneydoğusunda yükseltiler 4700 metreyi bulurken, bu yükseltiler güneydoğuya gidildikçe azalır. Arjantin'in diğer bölgelerindeki dağlar çok nadir 1000 metreyi aşar. Bu nadir durumlara örnek olarak Atlantik kıyısındaki ve Misiones'in dağlık bölgesindeki "Sierras Australes Bonaerenses" (Sierra de la Ventana ve Sierra de Tandil)
Arjantin'de bulunan nehirlerin kaynağı büyük ölçüde Río de la Plata'dır. Río de la Plata'ya dökülen nehirler 5. 200. 000 km²'lik bir alana yayılmıştır ve bu alanın hemen hemen üçte biri Arjantin sınırları içinde bulunur, kalan alan ise Bolivya, Brezilya, Paraguay ve Uruguay sınırlarındadır. Río de la Plata'ya dökülen iki büyük nehir Paraná Nehri ve Uruguay Nehri'dir. Kuzeyde, Brezilya sınırında dünyanın da en büyük şelalelerinden sayılan Iguazú ve Iguazú Milli Parkı bulunur.
İkinci en büyük nehir Patagonya'nın kuzeyinde bulunan Río Colorado'dur. Onun en önemli kolu olan Río Salado del Oeste Batı Arjantin'in büyük bir kısmını sular, ama kurak iklim dolayısıyla yer yer kurumuş ve bataklığa dönüşmüş bir nehirdir.
Arjantin'de iki büyük göller yöresi bulunmaktadır. İlki ve büyük olanı Güney Andlar'ın eteklerinde başlayıp bir zincir gibi Neuquén'den Ateş Toprakları'na (Tierra del Fuego) kadar birbirini izleyen tatlı su göllerinin bulunduğu yöredir. İkincisi ise Pampa'nın batı kısmında ve Chaco'nun güneyinde bulunan alçak ve genellikle tuzlu olan göllerdir.
Özellikle Córdoba'daki Laguna Mar Chiquita (5770 km²) ve Los Glaciares Milli Parkı'nda bulunan ve UNESCO tarafından dünya mirası olarak kabul edilen Lago Argentino (1415 km²) ve Lago Viedma (1088 km²) önemli göller arasında sayılabilir. Ünlü Perito Moreno Buzulu da bu parkta bulunmaktadır.
Arjantin çok uzun bir sahil şeridine sahip olan bir ülke olmasına karşın, çok az sayıda adaya sahiptir. En büyük adası Tierra del Fuego Takımadaları'na ait olan 47.000 km²'lik Ateş Toprakları Adası ("Tierra del Fuego")'dır. Bu adayı Arjantin (21.571 km²) ve Şili (25.571 km²) paylaşmıştır. Bunun dışında Arjantin'in hak talep ettiği, ama Birleşik Krallık yönetiminde bulunan Falkland Adaları ("Las Islas Malvinas/Falkland Islands") vardır. Arjantin'in 2. Nisan 1982 yılında adayı işgal etmesinin ardından 14. Haziran 1982'ye kadar süren Falkland Savaşı başladı ve bu savaş Arjantin'in mağlubiyeti ile sona erdi. Falkland Takımadaları'nın en büyük adası doğudaki Soledad (East Falkland) -6683 km²- ve Gran Malvina (West Falkland) - 5278 km²-'dir. Güney Georgia ve Güney Sandviç Adaları da aynı statüde bulunmaktadır.
Önemli sayılabilecek diğer adalar ise Buenos Aires Eyaleti'nin güneyinde Bahía Blanca ve Bahía Anegada Körfezleri'nin arasındaki bölgede bulunan adalardır. Buradaki adalar düzdür ve "San Blas" kaplıcasının bulunduğu
Jabalí Adası dışında tamamen boştur. En büyük ada 207 km²'lik alana sahip olan Trinidad Adası'dır. Patagonya kıyılarında da birkaç ufak tefek ada da bulunmaktadır.
Ülkenin okyanus cephesindeki güney ucu nemlidir ve sıcaklıklar da hiçbir zaman yüksek değildir. Ushuaia’da yaz mevsiminde 9,2˚C, 3700 km uzaklıktaki kuzey uçta, yani Misiones Eyaleti'ndeyse, iklim sıcaktır, yağışlıdır ve burada çay yetiştirilir. Ülkenin geri kalan bütün bölgelerinde Kuzeyden Güneye doğru sıcaklıklar azalırken, iklimin başlıca özelliği kurak olmasıdır. Arjantin’i Kuzeybatıdan Güneybatıya doğru geniş bir kurak kuşak boydan boya aşar. Bu “kurak köşegen” And Dağları’ndaki yüksek platolarda ve havzalarda başlar, dağ eteklerinde sürer (Mendoza’da yılda 193 mm yağış görülür) ve Patagonya kıyısında sona erer (200 mm’nin altında yağış). Pampa’da iklim Atlas Okyanusu kıyısından iç kesime doğru gittikçe değişir. Río de la Plata yakınında yağışlı (1200 mm) ve genellikle yumuşak olan iklim iç kesimde karasal ve kuraktır. Yağışlar, yaz mevsimi boyunca giderek yoğunlaşır ve getirdikleri nem, hemen büyük bir buharlaşmaya uğrar. 600 mm eşyağış eğrisi, Bahía Blanca’dan Córdoba’ya kadar geniş bir yay çizer. Böylece “yağışlı” Pampa’dan “kurak” Pampa’ya geçilir.
Anlatılan bu koşullar nedeniyle Arjantin’de orman azdır. Ülkenin büyük bir bölümü, çayırlar ve dikenli çalılıklarla kaplıdır. Ülkenin Patagonya’nın Kuzeyinde kalan batı yarısı ağaçsılardan ve az çok dikenli, az yapraklı küçük ağaçsılardan oluşan seyrek bir bitki topluluğuyla (monte) örtülüdür. Patagonya çakılları arasında az miktarda çalılık ve bazı buğdaygiller tutunmuştur. Doğal halinde yüksek otlardan oluşan uçsuz bucaksız bir çayır ve kötü bir otlak olan Pampa, Avrupa’dan yeni ot türlerinin getirilmesiyle ve üçgül ile yoncanın yaygınlaştırılmasıyla değiştirilmiştir. Ağaç da dikilmiştir ama gerçek ormanlar Güney Andlar’daki göller yönetim bölgesinde (Arokarya Ormanları) ve Macellan Boğazı dolaylarında (kayın ormanları) yer alır. Kuzeyde büyük tropikal orman, iki yerde Arjantin’e sokulur: Misiones’te ve Tucumán Andları’nın doğu yamaçlarında Orta Chaco’da, sert keresteli, kabukları bakımından zengin türlerin ağır bastığı bir orman (Quebrachos) yer alır.
Arjantin 23 eyalete ("provincias") ve bir federal bölgeye ("distrito federal") ayrılmıştır:
Eyaletler:
Amerika kıtası keşfedildikten sonra Avrupa devletleri hızla bu kıtada koloniler kurmaya başladılar. 1536’da Arjantin’e gelen İspanyollar bugün Buenos Aires olarak bilinen yerde ilk koloniyi kurdular. Fakat şehre yerleşme ancak on sekizinci yüzyılda oldu. Arjantin 1776’ya kadar İspanya’ya bağlı Peru Genel Valiliğince idare edildi. Bu seneden sonra La Plata Genel Valiliği kuruldu ve Buenos Aires genel valiliğin başkenti oldu.
1806’da Buenos Aires’in İngilizler tarafından kısa bir müddet işgal edilmesi, Arjantin’in istiklal mücadelesi için bir başlangıç olmuştur. 1808’de Napoleon’un İspanya’ya girmesi bağımsızlık mücadelesini hızlandırdı. Ülke 1812’ye doğru istiklalini kazandıysa da, 1816 yılına kadar müstakil bir devlet olduğu resmen ilan edilmedi. İstiklal hareketinin baş lideri ve kahramanı, Şili’nin de kurtarılması için öncelikle sorumlu bir kimse olan General Jose de San Martin’dir.
İkinci Dünya Savaşı esnasında Arjantin hükumetlerinin gizli ve kamufle edilmiş Nazi taraftarı tutumları, Amerika Birleşik Devletleri ve batı yarım küresinin diğer ülkeleri ile münasebetlerinin gerginleşmesine ve Arjantin’in Pan-Amerikan Konseyinden çıkarılmasına sebep oldu. Resmiyette bütün harp esnasında tarafsız kalan Arjantin, 1945 ilkbaharında müttefikler tarafına girdi. Geniş ölçüde ABD’nin desteği sebepiyle o sene sonuna doğru Birleşmiş Milletler üyesi oldu ve teşkilatın meselelerinde önemli bir rol oynadı.
Harpten sonra general olan Juan Domingo Peron kendine kuvvetli bir pozisyon hazırlamayı başarmış ve 1946 Şubatında Arjantin Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Eşi Eva Peron’un yardımıyla enerjik ve sert bir idare kurmayı başararak, zamanında, siyasi desteğini silahlı kuvvetlerden almaya çalışan sınıflara sözünü geçirmesini bilmiştir. Basını bir devlet organı haline getirmiş ve totaliter bir rejimin başkanı olarak kendisine daha büyük yetki vermesi için anayasayı değiştirmiştir.
Peron, işçi sınıfları arasında çok sevilmiş ve hatta kahraman olarak tanınmıştır. Fakat askeri bir darbe ile 1955’te devrilmiş, uzun seneler sürgünde yaşamış ve bilahare dönerek 1973’te devlet başkanı olmuştur. Bir yıl sonra ölmesi üzerine İsabel Peron olarak tanınan üçüncü karısı devlet başkanı oldu. Ülkenin birlik ve beraberliğini sağlıyamayınca 1976’da ordu tarafından devrildi.
Arjantin’in eski devlet başkanlarından General Galtier İngiltere’ye ait, fakat kendilerine çok yakın olan Falkland adalarını Nisan 1982’de işgal etti. İngiltere ile olan savaşı Arjantin kaybetti ve adaları İngilizler tekrar geri aldılar. Gerek yapılan savaş ve gerekse bu durumda bazı devletlerin uyguladıkları ekonomik ambargo, Arjantin’in iktisadi durumunu çok sarstı. Bu durumda askeri idare 1983 yılı sonlarında seçime giderek idareyi sivillere teslim etti. Böylece yedi sene süren askeri idareden sonra normal idare tekrar tesis edildi.
1930’dan bu yana Arjantin’de hiçbir sivil idare 6 seneden fazla iktidarda kalamamıştır. 1819 yılından bu yana 46 devlet başkanından sadece ikisi, askeri darbesiz seçimle görevini devir-teslim etmiştir. 1989’da Raul Ricardo Alfonsin’in yerine Carlos Menem (El Turco) seçilmiştir.
Arjantin’e insanların yerleşmesi kuzeybatıdan Bolivya’daki yüksek yaylalardan ve madencilik bölgelerinden gelen İspanyolların And dağ eteğine inmeleriyle gerçekleşti. Bu ilk Arjantin, sözkonusu madencilik bölgelerinin tahıl, ko |
yun ve yük hayvanları (özellikle katır) sağlayan bir uzantısı gibiydi. Atlas Okyanusu cephesiyle uzun süre ilgilenilmedi. Dolayısıyla kuzeybatıda And eteklerinin tarım ve çobanlığa dayalı ekonomisi XVIII. yüzyılın ortasına kadar ağır bastı ve İspanyolların kurdukları kentler melez Arjantin’in temelini oluşturdu.
XIII. yüzyılın ikinci yarısında Kral Naipliği’nin kurularak (başkenti Buenos Aires’ti) Buenos Aires limanının daha bağımsızlıktan önce Atlas Okyanusu ticaretine açılmasıyla, Arjantin’in ağırlığı And Dağları’ndan Plata halicine “kaymaya” başladı ve kesin dönemeç modern Arjantin’in tam anlamıyla oluşturduğu XIX. yüzyılın son çeyreğinde gerçekleşti.
Bu gelişmede başlıca rolü İspanyolların fethi sırasında Pampa’da başıboş dolaşmaya bırakılan sığırların, ticari anlayışla yetiştirilmeye başlaması oynadı. Avrupa’ya XIII: yüzyıl’da deri, XIX. yüzyılın ilk yarısında kurutulmuş et satılırken, 860’a doğru bu ürünlerin yerini koyun yünü aldı. Bu tarihten sonra Pampa’daki çayırların sahipleri, Buenos Aires’te, zamanla da bütün Arjantin’de liman işlerini elinde tutan yabancı burjuvaziyle yakından ilişkili başlıca ekonomik ve siyasal güç haline geldi. Avrupa kent pazarları, sermayeleri, teknikleri hatta insanlarıyla 1800 – 1900 yıllarında Arjantinlilerin önce ülke topraklarının bütününe yerleşmelerini, sonra da bu toprakların tamamını donatıp işlemelerini sağlandı.
Ülke 1929 Büyük İktisadi Bunalımı’na kadar bütünüyle dışsatım’a (Birleşik Krallık'a) dönük tarım ürünlerinin değerlendirilmesine dayanan büyük bir refah dönemi yaşadı. Pampa’ya hayvancılık yapılan çok büyük çiftlikler (‘estancia) yapıldı ve toprak sahipleri bu çiftliklere yerleştirdikleri yarıcılara önce buğday, keten, mısır ektirdiler, sonra sığırlar için yonca yetiştirilen geniş alanlar ayırdılar. Büyük çiftlikler, İngiliz kasaplarının dondurulmuş et gereksinimlerini karşılamaya başladı. Paraná yakınındaki Rosario Santa Fe Pampa’sı bölgesinde ve kurak Pampa’nın birçok kesiminde büyük toprak sahipleri, topraklarını parsellere ayırıp İtalya’dan hatta Doğu Avrupa’dan gelen çiftçilere kiraladılar ya da ortak ektirdiler. Bu tek tip ürün yetiştirilen tarım alanları, 1930 yıllarına doğru Arjantin’i uluslararası ticarette başlıca buğday, mısır ve yağ satan bir ülke haline getirdi.
Ülkenin kenar bölgeleri işletmeye açılarak her birinde iç tüketime yönelik bir tarıma ağırlık verildi (yalnızca Patagonya bunun dışında kalarak koyun – yünleri yurt dışına satılıyordu – yetiştiren büyük şirketlere bırakıldı). Yarıtropikal kuzeybatı bölgesi şekerkamışı, Mendoza Andları dağ eteği büyük sulama çalışmaları sayesinde üzüm, Negro Irmağı’nın yukarı vadisi sulamayla meyve üretim bölgesi oldu; güney Chaco’da büyük şirketler Quebracho Ormanı’nı yok ederek tanen elde ettiler; kurak kuşağın başladığı orta bölgelerde, Orta Avrupa’dan gelen göçmenler sayesinde pamuk ekimi gelişti.
19. yüzyıl ortalarıyla 20. yüzyıl ortaları arasında 6,2 milyon göçmenin (yarısı İtalyan, üçte biri İspanyol) geldiği Arjantin, beyazların yaşadığı “yeni” bir ülke haline geldi. Ülke ürünleri Pampa’daki sık demiryolu ağı ve kenar bölgelere giden kolları aracılığıyla aşağı Paraná kıyısındaki, Bahía Blanca’daki limanlara, özellikle de Buenos Aires limanına “akıtılıyordu”. Nüfus, az sayıda büyük toprak sahibinin mülkiyetindeki kırsal kesimde toprak bulamadığından, akın akın kentlere göçmekteydi.
Kentleşmedeki bu gelişmeyi, iktisadi bunalım daha da arttırdı; özellikle köyden kente göç olayının olağanüstü boyutlara ulaştığı Buenos Aires aşağı yukarı bomboş bir ülkede, 13 milyon kişi ile dünyanın en büyük anakentlerinden biri haline geldi. Devlet, sanayinin gelişmesini destekledi. 1947’den sonra Peron’un başkanlığı döneminde devlet, kamu hizmetlerini ve büyük donatım çalışmalarını üstlendi, korporasyoncu bir sendika akımı ile ordunun denetimine verilen “ağır sanayi” kesimine dayanan ulusal özel kesim arasında işbirliği destekledi. Dış pazarların bulunmaması nedeniyle Pampa tarımı II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar durakladı; oysa aynı dönemde, tarım dışındaki kesimlere sistemli bir biçimde aktarma yapma siyasetinin sürdürülmesi (tarım ürünlerine ısrarla düşük fiyat uygulanması bunu gösterir) sonucu açlık çeken Avrupa buğday ve etten mahrum kalmıştı. İç pazara yönelik yeni ürünlerin (süt, yağ çıkarılan bitkiler) gelişmesine karşın, köyden kente göç dev boyutlara ulaştı. 1950’li yılların sonunda bu büyük tarım ülkesi, yeni ülkelerin Anglosakson tipi tarımındaki olağanüstü gelişmelerin sonucunda, dünya pazarında tam anlamıyla dışlandı. Yüzyılın başından kalma ortak donanımlar, özellikle demiryolu ve denizyolu taşımacılığı açısından eskimişti. Bununla birlikte, çeşitli hafif sanayi gelişirken, petrol ve demir-çelik sanayisi gibi birkaç önemli yeni kol kuruldu. Arjantin, uçsuz bucaksız toprakları bomboş bir ülkeyken, kentleşmiş bir ülke, hatta bir “kent-ülke” haline geldi.
Arjantin denince Pampa, topraklarının verimliliği, etinin kalitesi, tahılların bolluğu ve gaucho efsanesi (günümüzde ücretle çalışan bir çoban haline gelmiş atlı özgür adam) akla gelir. Oysa günümüzde Pampa, traktörler, bankalar, otomobiller, tüccarlar ve kooperatifler ülkesidir. ABD’nin orta-batı eyaletlerindeki çiftçileri örnek alan Arjantinli çiftçiler de kentlileşmektedir. Özelikle de Pampa tarımı makineleşmekte, tekniklerini yenilemektedir, ama bu işte rakiplerine oranla on – yirmi yıl geri kalmıştır. 1976’dan bu yana askeri diktatörlüğün uygulandığı liberal ekonomi rejimi, ülkenin yeniden uluslararası pazarlara girmesini ve uluslararası fiyatlara uyarlanmasını sağlamıştır. Sanayi ülkelerinin isteklerini göz önünde tutan tarımcılar, Avrupa’da yetiştirilen hayvanlar için yemlik bitki tarımına ağırlık vermiştir. 3,5 milyon ton soya, 6,5 milyon ton sorgum, 9 milyon ton mısır, 1,5 milyon ton ayçiçeği küspesi. Buna karşılık yılda 5-10 milyon ton arasında üretilen buğday, artık dünya ticaretindeki önemini yitirmiştir. Bütünüyle ele alındığında 1970 – 1980 yılları arasında tahıl üretimi değişmeden kalmış (20 – 25 milyon ton arasında), oysa yağ bitkileri üretimi 1970’te 2 milyon ton iken 1980’de 6 milyon tonu aşmıştır. Hayvancılığa gelince gerek koyun (150 000 ton yün), gerek süt domuzu (yıllık kesim sayısı 2 500 000 başla sınırlıdır) açısından gelişmemekte, sığır sürüsüyse (yaklaşık 60 milyon baş) çok yavaş artmaktadır. Yalnızca Pampa’nın orta kesimindeki besicilik, yemlik bitki tarımından yararlanır. Tümü ele alındığında tarım ve hayvancılık ürünleri hâlâ, ülke dışsatımının 3/4’ünü karşılar. Gelişmeler, özellikle tarım alanlarının yarısını kaplayan küçük ve orta boy çiftlikler (1,200 hektar kadar) sayesinde gerçekleştirilmektedir; oysa yeterince işletilmeyen ya da otlarla kaplı alanlar halinde nadasa bırakılan büyük topraklar, Arjantin Pampa’sını dünya ölçüsünde bir “rezerv”e dönüştürmektedir. Buna Andlar’ın eteğinde, Patagonya’daki Río Negro’dan, dönenceler bölgesindeki Río Bermejo’ya kadar uzanan bölgede sulamadaki gelişmenin sağladığı olanakları eklersek, kent ve sanayi ekonomisine tanınan otuz yıllık öncelikten sonra tarımda ne kadar büyük aşamalar kat edildiği anlaşılır. 2007 itibarıyla Arjantin ihraç ürünlerinin beşte birinden fazlası ham zirai ürünlerdir (soya fasulyesi, buğday ve mısır). Buna ek bir üçte bir de işlenmiş zirai ürünlerden oluşur (hayvan yemi, un, bitkisel yağ gibi).
Arjantin’in sanayi alanında da önemli sayılabilecek kaynaklara sahip olduğu kesindir. Brezilya’dan gelen ırmakların (Uruguay ve Paraná Irmakları’nda düzenleme çalışmaları yapılmaktadır) sağlayabileceği su enerjisi çok büyük boyutlardadır; buna, batıdaki dağ kütlelerinden inen bütün ırmaklar (sulamada ve elektrik üretiminde yararlanmak için) üzerinde kurulan tesisler de eklenir. Uranyum madeni boldur (yaklaşık 400 000 ton rezerv). Buenos Aires yakınlarındaki Atucha’da bir nükleer santral hizmete girmiş, yenilerinin de yapımına başlanmış ya da yapılmaları tasarlanmıştır. Ayrıca Arjantin, petrol üreticisi ülkelerdendir (25 Mt) ve 1950 yıllarından bu yana iç tüketiminin %90’ını kendi karşıladığı gibi, günümüzde denizde petrol aramalarına da başlanmıştır. Doğalgaz üretimi de önemli sayılır (yaklaşık 10 milyon metreküp). Daha sınırlı, ama çeşitli olan öbür maden kaynakları da, dışarıdan satın alınan madenlerin miktarını azaltma şansını doğurmaktadır.
Aslında sanayinin gelişmesi tüketim mallarından başlamış ve yavaş yavaş işlenmiş ürünler dışalımını (Paraná ve Buenos Aires liman kentlerinde gerçekleştiriliyordu) azaltmıştı. Ama sanayideki gerçek patlama, ülkenin 1958’den bu yana Arjantin’de üretim yapmaya başlayan çokuluslu şirketlere açılmasıyla oldu. Bu açılma, çelik sanayisinden elektronik sanayisine kadar bütün dallara yayıldı. Sanayiyi yönlendiren dal, otomobil yapımıydı; ama dışarıdan alınan bu sanayi, Arjantin özel girişimcileri için çok geçmeden geri tepti; başlangıçta sanayiye egemen olan bu girişimciler çok geçmeden küçük ortaklar ya da taşeron şirket sahipleri haline düştüler. Perón rejiminden sonra güçlenen sendikacılık hareketi de, olaydan aynı derecede zarar gördü. Kapitalist ekonomi, sermayelerin ve malların uluslararası çalkantısına doğrudan açık ya da bağımlıydı. Ortalama yaşam düzeyi hızla düşmektedir (ama hâlâ kıtadaki öbür devletlerden yüksektir), özellikle yüksek öğrenim görmüş gençler yurtdışına göçmektedir, bunun tek nedeni ideolojik ve polis rejimi baskısı değildir.
Sonuç olarak Arjantin, büyük, geleceği parlak, ama çok eşitsiz biçimde gelişmiş, iki yüzyıllık yoğun bir tarihin sonucu olan şaşırtıcı derecede karmaşık toplumunu oluşturan çeşitli kesimlerin dönem dönem kabul ettirmeye çalıştıkları gelişme stratejileri arasında kırk yıldır bocalayan bir ülke olarak görülmektedir.
2009 itibarıyla Arjantin'de yaklaşık kırk milyon insan yaşar. Nüfusun %25,2'sini 0-14 yaş grubu, %61.1'ini 15-64 yaş grubu oluştururken 65 yaşının üstündekiler Arjantin nüfusunun %10,6'sıdır. 2006 rakamlarıyla Arjantin'de nüfus artma oranı %0,96 olarak hesaplanmıştır.
Temmuz 2010'da Arjantin, bütün ülke çapında eşcinsel evliliği yasallaştıran ilk Latin Amerika ülkes |
i ve dünyadaki onuncu ülke. Bir ankete göre Arjantinlilerin %70'inden fazlası eşcinsel evliliğin yasallaştırılmasını destekliyor.
Madencilik 1980'de GSMH'nin %'sinden günümüzde %4'e ulaşmıştır. Kuzeybatı ve San Juan eyaletleri bu etkinliğin başlıca merkezleridir. Santa Cruz eyaletinde bakır çıkar. Arjantinde çıkarılan en önemli madenler; bor, gümüş, toryum, krom, bakır, altın ve linyittir. Maden ihracı 1996'da US$ 200 milyon US$'dan 2004'te 1.2 milyar US$'a, ve 2007'de 2 milyar US$'in üstüne çıkmıştır.
1976 ve 1982 yılları arasında, Arjantin'de darbe sonucu ülke yönetimini ele geçiren generaller, "Ulusal Uzlaşma Süreci" adı verilen, ve hapishaneye atılanlar hariç olmak üzere en az 30.000 insanın ortadan kaldırıldığı bir döneme imza attılar. Ülkede her şey Hıristiyan değerleri korumak ve komünizmi engellemek adı altında yasaklanmıştı, iki kişiden fazlasının yan yana gelmesi ve konuşması suçtu. Ancak 1977'de bir grup anne ve büyükanne hükümet binası önünde bulunan Plaza del Mayo'da (Mayıs Meydanı) her şeyi göze alarak bir araya gelmeye başladı. Kayıp olan oğullarını, kardeşlerini ve torunlarını seslerini hiç çıkarmadan sadece hükümet binasının karşısında durarak talep ediyorlardı. Sayıları giderek arttı, birçok soruşturmaya ve dayağa maruz kaldılar, ancak başlarına beyaz başörtülerini takıp meydana çıkmaktan vazgeçmediler ve tüm dünya da onları bu şekilde tanıdı. Ülke normal yönetimine kavuştuktan sonra yapılan araştırmalar kayıpların çoktan öldüğünü ve cesetlerinin yokedildiğini ortaya çıkardı, ancak bu anneler generallerden hesap sorulması için eylemlerine devam ettiler.
Erwin Rommel
Erwin Johannes Eugen Rommel (15 Kasım 1891, Stuttgart – 14 Ekim 1944, Ulm), II. Dünya Savaşı sırasında Alman Afrika Kolordusu komutanlığını da yapmış olan sıradışı mareşal. Kuzey Afrika'da İngiliz birliklerine karşı kazandığı başarılar nedeniyle "Çöl Tilkisi" ("Wüstenfuchs", ) lakabıyla anıldı. Sadece askeri başarılarıyla değil rakiplerine karşı olan şövalyevari tutumuyla da hatırlanır.
Rommel, Ulm'un 33 km kuzeyindeki Heidenheim kentinde doğdu. On dört yaşındayken bir arkadaşıyla birlikte tam ölçekte bir planör yapmayı başardılar. Genç Erwin'in mühendis olma düşüncesine karşın 1910 yılında babasının ısrarıyla 124. Württemberg Piyade Alayına subay adayı olarak katıldı ve kısa süre sonra da Danzig'teki Subay Hazırlama Okuluna gönderildi. Kasım 1911'de okuldan mezun olarak Ocak 1912'de Teğmenliğe atandı.
Savaş öncesinde Rommel tabur komutanlıklarında bulundu ve 1929-1933 arasında Dresden Piyade Okulunda ve 1935-1939 arasında da Potsdam Savaş Akademisinde öğreticilik yaptı. Rommel'in savaş hatıratı Piyade Hücumu (Infanterie greift an) 1937'de yayınlandıktan sonra bir askeri başvuru kaynağı olarak ilgi gördü ve aynı zamanda Adolf Hitler'in de ilgisini çekerek Hitler Gençliğinin (Hitlerjugend) eğitiminden sorumlu komutan görevine getirilmesine neden oldu.
1938'de artık albay olan Rommel Wiener Neustadt'daki Savaş Akademisi komutanlığına atandı. Burada, Piyade Hücumu'nun devamı olan Tank Hücumu'nu (Panzer greift an) yazmaya başladı. Ancak bir süre sonra görevden alındı fakat Hitler'in özel koruma taburunun (LSSAH Führer-Begleitbattalion) komutanlığına getirildi.
1940'ta Fransa'nın işgalin başlamasından sadece üç ay önce 7. Panzer Tümeni'nin komutanlığına atanmıştı. Bu tümen daha sonra "Hayalet Tümen" ("Gespenster-Division") olarak bilinecektir. O kadar süratli ve şaşırtıcı hareket ediyordu ki Alman yüksek komutası bile zaman zaman tümenin konumunu haritalar üzerinde işaretleyemiyor, tümenle iletişim kuramıyordu.
Bu, Rommel'in ilk zırhlı birliği deneyimiydi fakat bu görevde ne kadar yetenekli olduğunu gösterdi ve Arras'ta, İngiliz Yurtdışı Sefer Kuvveti'nin karşı saldırısını başarılı bir şekilde püskürttü. Meuse Nehri'ni geçen ilk birlik Rommel'in birliğiydi. 7. Panzer Tümeni Manş Denizi'ne ilk ulaşan Alman birliklerinden biriydi (10 Haziran'da) ve hayati öneme haiz Cherbourg limanını ele geçirdi (19 Haziran). Ödül olarak Rommel terfi ettirildi ve 5. Hafif Tümen (daha sonra 21. Panzer Tümenine dönüştürüldü) ve 15. Panzer Tümeni'nin komutanlığına atandı ki bu tümen 1941 başlarında yenik ve demoralize İtalyanlar'a yardım etmek için Libya'ya konuşlandırıldı ve Alman Afrika Kolordusu ("Deutsches Afrika Korps") oluşturdu. Afrika, Rommel'in komutan olarak en büyük ününü kazandığı yer oldu.
Rommel, 1941 yılının büyük kısmını kendi organizasyonunu oluşturmak ve Tuğgeneral Richard O'Connor komutasındaki İngiliz kuvvetlerine karşı bir dizi mağlubiyet alarak dağılmış olan İtalyan birliklerini toparlamakla geçirdi. Aslen buradaki savunmaya yardım amacıyla gönderilen Rommel kendinden birkaç kat üstün İngiliz kuvvetleri önüne katmış ve El Alamein'e kadar kovalamıştır. Kendisine ünlü Çöl Tilkisi ("Desert Fox") lakabı da bu yaptıklarından sonra takılmıştır.
Pek çok şaşırtmaca kullanmıştır. Bunlardan bazıları; tankların ve araçların arkasına çalı çırpı bağlatarak tozu dumana katmasıdır, ki bunu gören İngilizler çok büyük bir gücün kendilerine saldırdığını sanarak geri çekilmişlerdir. 88'lik topların yarısını toprağa gömdürmüş, yaklaşan İngilizlere acı bir sürpriz yaşatmıştır. Mayın dedektörlerini yanıltmak için her mayının yanına konserve kutuları gömdürmüştür. Bazen araçları tahtadan tank haline getirip, şaşırtmaca da kullanmıştır.
Başarılı bir saldırıyla İngiliz birlikleri Libya'nın dışına çıkarıldı ancak Mısır'a az bir mesafede saldırı tükendi ve çok önemli Tobruk limanı kuşatılmış olduğu hâlde Avustralyalı general Leslie Morshead komutasındaki Müttefik kuvvetlerinin elinde kaldı. Müttefik Kuvvetler Komutanı General Archibald Wavell'in kuşatmayı kırmak amacıyla yaptığı iki saldırı (Brevity Harekatı ve Savaş Baltası Harekatı) başarısızlıkla sonuçlandı.
Pahalıya malolan Savaş Baltası Harekatı'nın başarısızlığı sonrası Wavell'ın yerine Hindistan İngiliz Birlikleri Komutanı General Claude Auchinleck atandı. Auchinleck, Tobruk'u kurtarmak için 18 Kasım 1941 tarihinde büyük bir taarruz başlattı ("Haçlı Harekatı") ve başarılı da oldu.
Crusader, Rommel için bir bozgun olmuştur, 7 Aralık 1941 günü tüm birliklerine geri çekilme emri verecektir. Alman ve İtalyan birliklerinin Tobruk civarından çekilmekte olduklarını gören Auchinleck, başarıyı genişletmek amacıyla bu birlikleri izlemeye karar verecektir. Birlikleri düzenli bir biçimde çekilmekte olan Rommel, 20 Ocak 1942 tarihinde birliklerini geri çevirerek kendilerini izleyen müttefik kuvvetlerine bir karşı taarruz düzenler. İngiliz kuvvetleri, bu beklenmedik saldırı karşısında Tobruk'a geri çekilerek savunma pozisyonu almak zorunda kalmışlardır.
Klasik bir Yıldırım savaşı taktiği ile Rommel, 24 Mayıs 1942 günü taarruza geçerek, Gazzala'da İngiliz kuvvetlerini kanadının dışından dolanan bir çevirme harekatına girişmiştir. Bu çevirme harekatı, Bir-Hakem'deki kuvvetli birliklerini, pozisyonlarını savunamayacak duruma düşürmüştür. Bunun üzerine İngiliz birlikleri, kaçınılmaz görünen kuşatmadan kurtulabilmek için hızla geri çekilmek zorunda kaldılar.
Rommel'in bu saldırısı sonucunda Tobruk, kuşatılmış bir vaziyette Afrika Kuvvetleriyle Mısır arasındaki tek engel olarak kaldı.
Ocak 1942'de Rommel'in direktifi ile bir haber el altından, Rommel'in karargâhından İtalyan Kuzey Afrika baş komutanlığına doğru sinsice yayıldı: 'Rommel çekilmeye hazırlanıyor'. İtalyan komutanlar ve kurmay subayları hayretler içinde kalmıştı.18 Ocak'ta Kahire'de duyulan bu haber hayret uyandırmakla beraber İngiliz Baş komutanı Auchinleck buna pek de inanmamıştı. Auchinleck ısrarla Londra'dan daha fazla bilgi istiyor, herkes merakla cevabı bekliyordu. Acaba Berlin ne biliyordu? Ajanlar ufacık bir bilgiyi bile havada kapacak konumda bekliyorlardı. Herkes bu soruları sorarken 21 Ocak günü Rommel emrini orduya dağıttı. Düşmanı imha maksadıyla taarruza geçilecekti. 21 Ocak 1942 günü Merselbrega'daki İngiliz İleri Karakolları saat 08.30'da Alman tanklarının olanca hızıyla kendilerine doğru geldiğini görünce hayretten ağızları açık kalmıştı.
21 Haziran 1942'de hızlı, koordine ve başarılı bir kombine saldırı ile Tobruk, 33.000 askerle birlikte teslim oldu. Daha önce sadece Singapur'un düşüşünde bu büyüklükte bir İngilz askeri birliği teslim olmuştu. Müttefikler tartışmasız bir şekilde yenilmişti ve haftalar içinde Mısır'a kadar çekilmek zorunda kaldılar. Rommel'in, İngilizlerin "Çöl fareleri", 'Desert rats' olarak bilinen bu afrika ordusu karşısındaki keskin başarıları onu yaşayan bir efsane haline getirdi ve Desert Fox (çöl tilkisi) lakabını kazandı ve Afrika savaşları boyunca bu isimle anıldı.
Rommel'in saldırısı, Kahire'ye 90 km mesafedeki El-Alameyn'de durdu. Birinci El-Alemeyn Savaşı, bazı ikmal problemleri ve müttefiklerin inşa ettiği mevziler nedeniyle Rommel'in aleyhine sonuçlandı. Müttefikler, arkalarını duvara yaslamış, destek hatlarına çok yakın olduklarından sürekli ikmal yapabiliyor ve yeni birliklerle mevzilerini güçlendirebiliyorlardı. Auchinleck'in zayıf İtalyan birliklerine sürekli ve tekrarlayan saldırıları Rommel'i Alman Afrika Birliklerini ("Deutsches Afrika Korps") bir tür ilk yardım ekibi gibi kullanmak zorunda bıraktı. Bu da inisiyatifi Müttefiklere verdi. Rommel'in Alam Halfa Savaşında Müttefik hatlarını kırma girişimi Afrika'ya yeni gönderilen Tümgeneral Bernard Montgomery tarafından kararlı bir şekilde püskürtüldü. Bunun nedeni bölgenin haritasını çıkarmaya çalışan Alman keşif kollarının çöl'de aslen İngilizler tarafından patlatılmış bir keşif aracının içinde buldukları ve gerçek haritaların basıldığı İngiltere'de bir karargahta basılan haritaydı. Harita o kadar gerçekti ki üzerinde seri numarası bile vardı. Ancak Rommel yine de karamsar davrandıysa da kurmaylarının ısrarıyla buna kandı ve belki de tüm savaş boyunca en büyük hatasını yapmış oldu. Harita öylesine ustaca yapılmıştı ki bütün yollar Almanları İngilizlerin olduğu yöne doğru sevkediyordu. Yolların yerinde kum tepeleri, düzlüklerin yerinde de yükseltiler mevcuttu. Haritaya göre geçilmesi mümkün olmayan yerlerde düzgün yollar ve patikalar b |
ulunuyordu.
Almanlar bunu ancak saldırıya başladıkları 30 Ağustos günü fark edebilmişlerdi. Bunun sonucunda kendilerini piyade tümenleri yerine tanksavar tümenlerinin, İngiliz tanklarının karşısında bulan Alman panzerleri hedeflerine ulaşamamıştır. Tanklar mayınlar yüzünden çok yavaş ilerliyor ve yoğun düşman ateşi altında kalıyordu. Rommel en sonunda 1 Eylül'de yenilgiyi kabul etti ve ilk başlangıç noktasına çekildi.
İkmal hatlarının Malta üzerinden sürekli baltalanması ve çölde katetmek zorunda kaldıkları uzun mesafeler nedeniyle Rommel'in El-Alameyn'i uzun süre elinde tutması mümkün değildi. Yine de Rommel'in kuvvetlerini geri çekilmeye zorlamak için İkinci El-Alameyn Muharebesi gibi büyük çaplı bir operasyon gerekti. Hitler ve Mussolini'nin bütün baskılarına rağmen Rommel'in kuvvetleri Tunus'a girene kadar bir daha durup savaşmadı. O zaman bile İngiliz Sekizinci Ordusuyla değil Amerikan 2. Kolordusuyla savaştılar. Rommel, Kasarin Geçidi Savaşında Amerikan birliklerine ağır bir darbe indirdi. Kendisi 1.000 asker ve 20 tank kaybederken Amerikalılara 6.000 asker, 183 tank ve 200 top gibi ağır bir kayıp verdirdi.
Rommel birliklerini Tunus'a kadar geri çekerek Hitler'in Tobruk zaferinden daha büyük zaferler elde etme hayaline darbe vurmuş olsa da, Stalingrad'da Hitler'in emirlerine uyup ordusunun yok olmasına neden olan Friedrich Paulus'un aksine o, birliklerini kurtarmış oldu.
Rommel'in Kuzey Afrika'daki başarılarından sonra, 1942 yılında Winston Churchill Avam Kamarasında yaptığı konuşmada şöyle demiştir: "Singapuru kaybettik, doğudaki topraklarımız elden gidiyor, ama savaşın tüm karışıklığına rağmen şunu diyebilirim ki, en azından karşımızda (Rommel'i kast ederek) çok cesur ve yetenekli bir general var."
Almanya'ya dönünce Rommel bir süreliğine "işsiz" kaldı. Ancak savaşın gidişatı Almanya'nın aleyhine dönmeye başlayınca Hitler onu olası bir Müttefik işgaline karşı Fransa sahilini korumak üzere Ordu Grubu B'nin başına getirdi. Bulduğu durum karşısında rahatsız olan ve çıkartmanın sadece bir-iki ay ötede olduğunu fark eden Rommel kontrolü ele aldı ve onun direktifleriyle kısa sürede milyonlarca mayın ve binlerce tank tuzağı ve engeli sahil boyunca döşendi.
Afrika'daki savaşlarından sonra Rommel, ezici Müttefik hava üstünlüğü nedeniyle herhangi bir saldırı planının işe yaramayacağı sonucuna vardı. Tank birliklerinin küçük gruplar halinde sahile yakın iyi korunaklı yerlerde konuşlandırılarak çıkartma anında hızla çatışma bölgesine gelmeleri gerektiğini öne sürdü. İşgalin daha sahildeyken durdurulması gerektiğini savunuyordu. Ancak komutanı olan Gerd von Rundstedt hava kuvvetleri kadar üstün ateş gücüne sahip Kraliyet Donanması nedeniyle işgalin sahilde durdurulmasının imkânsız olduğunu düşünüyordu. Ona göre tank birlikleri büyük gruplar halinde oldukça içeride, Paris yakınlarında konuşlandırılarak Müttefiklerin içlere doğru yayılmasına izin verip arkaları sarılarak ikmal yolları kesilmeliydi. İki plan da Hitler'e sunulduğunda Hitler, tankları ortada bir yere yerleştirerek hem Rommel'in hem de von Rundstedt'in planlarını işe yaramaz hale getirdi.
Çıkartma günü bazı tank birlikleri, özellikle 12. SS Panzer Tümeni "Hitlerjugend" sahile yeterince yakındılar ve ciddi zorluk çıkardılar. Ancak Müttefiklerin ezici sayısal üstünlüğü ve Hitler'in yedek birlikleri zamanında serbest bırakmaması sonucu köprübaşı elde edildi.
17 Haziran 1944'te Rommel'in makam aracı Kraliyet Hava Kuvvetlerine ait bir Spitfire tarafından saldırıya uğradı ve Rommel başından ciddi yaralar aldı. Bu arada 20 Temmuzdaki başarısız Hitler suikastı sonrasında Wehrmacht (Alman Ordusu) içinde sıkı bir soruşturma başlatılmıştı. Soruşturmalar, Rommel'in en yakın yardımcılarının komployla direkt bağlantısı olduğu yolunda sonuçlar gösteriyordu. Aynı anda yerel Nazi görevlileri de Rommel'in hastanedeyken Nazi liderliğini aşırı bir şekilde eleştirdiğini rapor ediyordu. Bormann, Rommel'in harekete dahil olduğundan emindi, Goebbels ise emin olamıyordu.
Rommel'in gerçekte suikast girişimiyle ne kadar ilintili olduğu veya ne kadar bilgi sahibi olduğu hala belirsizdir. Savaş sonrasında karısının ifadelerine göre Rommel, gelecek nesil Almanlara savaşın bir arkadan bıçaklama ("Dolchstosslegende" I. Dünya Savaşının kaybedilmesinin nedeni olarak içerdeki Alman olmayan unsurların arkadan vurduğu inancı) yüzünden kaybedildiği düşüncesinin hakim olmaması için suikaste karşı idi. Rommel'e göre Hitler bir darbeyle yakalanmalı ve halkın önünde hesap vermeliydi.
General Carl-Heinrich von Stülpnagel, başarızlığa uğrayan intihar teşebbüsünden sonra, Verdun Hastanesi'nde gözleri kör ve kendini bilmez bir durumda yatarken Rommel'in adını ağzından kaçırmıştı. Sonradan da Albay Caesar von Hofacker, Berlin'de Prinz Albrechtstrasse'deki Gestapo zindanlarında yapılan işkenceler sırasında çözülmüş ve Rommel'in komplodaki rolünü anlatmıştı. Rommel'in, "Berlin'dekilere (komploculara) söyleyin, bana güvenebilirler" dediğini açıklamıştı. Bu söz Hitler'in kulağına gider gitmez çarpılmış ve Almanya'da halkın en çok tuttuğu generalin ölmesi gerektiğine karar vermişti.
Rommel o sırada kafatasında, şakaklarında ve elmacık kemiklerinde derin çatlaklar, sol gözünde ağır bir yara, başı mermi parçalarıyla delik deşik, Bernay'daki Sahra hastanesinde yatıyordu. Müttefikler ilerleyince ele geçmemesi için hemen St. Germain'e nakledildi. Oradan da 8 Ağustos'ta, Ulm yakınlarında Herrlingen'deki evine götürüldü. Eski Kurmay Başkanı General Hans Speidel'in kendisini Herrlingen'de ziyaret ettiğinin ertesi günü yani 7 Eylül'de yakalanınca Rommel başına geleceklerini o zaman anladı.
Rommel, SD'lerin evini gözetlediğinin farkındaydı. Uçaksavar bataryasından izinli gelen 15 yaşındaki oğlu Manfred Rommel (d. 1928 - ö. 2013) ile yakınlarındaki ormanda gezinirken ikisi de tabanca taşıyorlardı. Hitler o sırada Rastenburg'taki karargahında Albay Hofacker'in Rommel'i ele veren ifadesinin bir suretini okumuştu. Hemen fakat çok özel bir şekilde öldürülmesini emretti. Wilhelm Keitel'in sonradan, Nürnberg Mahkemeleri'ndeki sorgusu sırasında söylediğine göre, Hitler "Alman halkının en çok sevdiği ünlü bir Feldmareşalin yakalanmasını ve Halk Mahkemesi önüne çıkarılmasının Almanya'da büyük bir skandal yaratmasından korkuyordu". Bunun üzerine, Hitler'le Keitel, aleyhine verilen ifadelerin Rommel'e anlatılmasına, intihar ya da Roland Freisler'in meşhur Halk Mahkemesi önüne çıkarılma yollarından birini seçmesinin kendisine bırakılmasına karar verdiler. Eğer birinci yolu seçecek olursa kendisine büyük bir askeri cenaze töreni yapılacak ve ailesine dokunulmayacaktı.
Bundan sonra Hitler'in karargahından iki general 14 Ekim 1944 günü öğleden sonra Rommel'in evine geldiler. Bu sırada evin etrafı beş zırhlı otomobille takviyeli SS kuvvetlerince çevrilmiş bulunuyordu. Gelen generallerinden biri Wilhelm Burgdorf idi. Yanındaki yardımcısı da Ordu Personel Dairesinde çalışan Ernst Maisel adında bir generaldi. Rommel'e haber göndererek, "kendisine bundan sonra verilecek görevi" görüşmek üzere bizzat Hitler tarafından gönderildiklerini bildirdiler.
Wilhelm Keitel Nürnberg'teki yargılanması sırasında "Burgdorf'a yanına bir zehir almasını, gerekirse zehiri Rommel'e vermesini söyledim" demiştir.
Burgdorf ile Meisel'in, Rommel'e yeni verilecek görevi görüşmek için gelmedikleri hemen anlaşıldı. Feld-Mareşal Rommel ile yalnız başlarına görüşmek istediler. Sonra Rommel'le birlikte çalışma odasına çekildiler.
Rommel Afrika'da kullandığı deri ceketini giydi ve eline Feld-Mareşallik asasını aldı. İki generalle birlikte otomobile bindi. Araba bir ormanın kenarındaki şosede üç kilometre gitti. Sonra durdu. General Maisel ile SS şoför otomobilden atladılar. Rommel ile General Burgdorf'u arkada yalnız bıraktılar. İki adam bir dakika sonra otomobile döndüler. Rommel arabanın arkasında kendisini salıvermişti. Ölmüştü. Rommel'in karısıyla vedalaşmasından on beş dakika sonra beklenen telefon geldi: Başhekim, iki generalin Rommel'in cesedini getirdiklerini, belki de kafatasındaki çatlaklardan ötürü beyin kanamasından ölmüş olabileceğini söyledi. Burgdorf otopsi yapılmamasını emretmişti. "Cesede dokunmayın, Berlin'de her şey hazır" diye bağırmıştı. Berlin'de her şey hazırdı.
Walter Model, Feld-Mareşal Rommel'in 17 Temmuz'da almış olduğu yaralardan öldüğünü bir günlük emirle bildirdi ve "ulusumuzun en büyük komutanlarından birini kaybettik" dedi.
Hitler de Rommel'in karısına bir telgraf çekti. Telgrafta: "Kocanızın ölümüyle uğradığınız büyük felaket karşısında duyduğum içten yakınlığı lütfen kabul ediniz. Rommel'in adı Kuzey Afrika'daki kahramanca savaşlardan hiçbir zaman ayrılmayacaktır" Hermann Göring'de gönderdiği telgrafla sessiz acısını bildiriyordu.
Hitler millî bir cenaze töreni yapılmasını emretti ve Rommel'in onurlu bir şekilde askeri törenle gömülmesine izin verildi.
Savaş sonrasında Rommel'in anıları "Rommel Belgeleri" adıyla yayımlandı. Adına ve kariyerine adanmış bir müze olan tek 3. Reich üyesi odur. 1960'ta bir Alman savaş gemisine adı verildi.
Mutlu Tönbekici
Mutlu Tönbekici (1970, İsviçre), Türk köşe yazarı.
1970 İsviçre doğumlu olan Mutlu Tönbekici 9 yaşında Türkiye’ye döndü. İlk, orta ve lise eğitimini Bursa’da tamamladı, üniversite eğitimi için İstanbul’a geldi. Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Politik Bilimler bölümünü tamamladıktan sonra, gazeteciliğe başladı. ATV, Hürriyet ve Show TV’de muhabirlik yaptı, Ahmet Utlu ile belgesel yapımı, Sabah ve Vatan gazetelerinde köşe yazarlığı görevlerini aldı. 2007'den bu yana ablası Müjde (Nişanyan) Tönbekici ile, 1997'den bu yana çıkmakta olan, Türkiye’nin en sevilen seyahat rehberleri arasında olan Küçük Oteller Kitabı’nı yayımlamaktadır.
"Tuğçe Baran", yazarın Vatan gazetesindeki yaziları için kullandığı müstear isimdir. 16 Mayıs 2008 itibarıyla bu ismi kullanmaya son verdiğini açıklamıştır.
Volker Beck (siyasetçi)
Volker Beck (d. 12 Aralık 1960, Stuttgart), Alman Yeşiller Partisi’nin eşcinsel milletvekilidir. Yeşiller Partisi Meclis Grup B |
aşkanı ve Yeşiller Partisi Federal Meclis Sözcüsüdür.
Alman Yeşiller Partisi’nin Federal Meclis Grubu Başkanı Volker Beck, Rusya’da aşırı sağcı bir grubun saldırısına uğradı. Moskova’da eşcinsellerin sorunlarının ele alındığı bir konferansa katılan Beck, 20 kadar aşırı sağcı tarafından dövüldü. Eşcinsellerin düzenlediği konferansı sabote etmeye çalışan aşırı sağcıların gösterilerinde 120 kişi gözaltına alındı.
Duman
Duman, bir maddenin yanması ile çıkan ve içinde katı zerrelerle buğu bulunan kara veya esmer renkli gazdır.
Duman ile sis birbirine çok benzeyen, ancak aynı olmayan şeylerdir. Eğer gaz içinde ince sıvı damlacıkları yayılmış ise bu sistir. Duman ise katı, sıvı ve gazların karışımıdır. Bacadan çıkan dumanda kül, yanmamış kömür, karbon (is), yoğunlaşmış su damlacıkları ve katran tanecikleri bulunur. Duman yukarıya doğru yükselirken hava tabakalarına çarpar ve kendine uygun bir yol bulur. Kendisinde bulunan enerji zamanla kaybolur, rüzgar varsa duman hemen havaya karışır.
Âlem (biyoloji)
Âlem (Latince: Regnum), taksonomide organizmaların bilimsel sınıflandırmasında kullanılan en üst sınıflandırma taksonudur.
Modern sınıflandırmanın temeli Carolus Linnaeus'a kadar uzanır. O zamandan bu yana çeşitli sınıflandırma yöntemleri önerilmiştir. Bunlar;
Günümüzde Whittaker'in beş âlemden oluşan sistemi, genel olarak değişmemiş olmakla birlikte sürekli iyileştirilmiş olduğundan yaygın olarak kullanılmaktadır.
Canlıların hepsi hücrelerden oluşmuştur. Hücrenin ilkelliğine göre Prokaryotik (ilkel) ve Eukaryotik (Ökaryotik) (gelişmiş) canlılar olmak üzere ikiye ayrılırlar.
İlk zamanlar sınıflandırma şöyle yapılmıştır; öncelikle "bitkiler" ve "Hayvanlar" diye canlılar ikiye ayrılmaktaydı. Sonradan bakteriler gibi tek hücreli canlılar keşfedilip ne bitki ne hayvan özellikleri gösterdikleri fark edilince üçüncü grup olarak "tek hücreliler" grubu ortaya çıktı (Haeckel 1894). Sonradan fark edilen ise bu tek hücrelilerin de prokaryotlar ve ökaryotlar olmak üzere iki çeşitli olduklarıydı. Dolayısıyla tek hücreliler grubu "monera" (prokaryotik) ve "Protista" (ökaryotik) olmak üzere ikiye bölündü. En son olarak da, daha önceden bitkiler grubunda yer alan mantarların aslında fotosentez yapamadıkları fark edildi; bitki sayılamayacakları düşünülerek onlara da ayrı bir grup açıldı (Whittaker 1959) ve bugünkü sınıflandırma sistemi elde edilmiş oldu.
Tartu
Tartu (Almanca: Dorpat), Estonya'nın en büyük ikinci kentidir. 38,8 kilometre karelik yüzölçümü olan kentin nüfusu 2004 sayımına göre 100.482'dir. Tartu ile ilgili ilk yazılı belgeler 1030'a kadar dayanmaktadır.
Estonya'nin finansal ve siyasi başkenti olan Tallinn'den farklı olarak Tartu entelektüel ve kültürel merkez olarak ön plana çıkar. Ülkenin en eski ve en prestijli üniversitesi olan Tartu Üniversitesi de bu kettedir. Tallinn'in 180 kilometre güneyinde olan kent, aynı zamanda Güney Estonya'nın merkezi konumundadır. Estonya'nın en büyük iki gölünü birbirilerine bağlayan Emajõgi, Tartu'dan da geçmektedir.
Toome Tepesi'nin (Toomemägi) doğusuna, MS 600 yılında Estonlar bölgeye ilk defa Tarbatu Kalesi'nin inşa etmişlerdir.
Tartu hakkına ilk yazılı belge ise 1030 yılına dayanmaktadır. Kiev Prensi I. Yaroslav Tarbatu Kalesi'ni alıp buraya "Yuryev" adındaki kendi kalesini dikmiştir.
Tartu Orta Çağ'ın ileri dönemlerinde bölgede hatrı sayılır bir ticaret merkezi ve Dorpat Piskoposluğu'nun merkeziydi. Bugünkü bütün Estonya ve Letonya topraklarında olduğu gibi, Tartu da MS 12. yüzyılda Alman Kılıç Kardeşliği himayesi altına girdi.
20. yüzyıla kadar, kent, Almanlar'ın kültürel, dini, mimari ve siyasi yapısından yoğun bir şekilde etkilendi. Örneğin zamanında Darpot meydanı olarak bilinen yer Alman kenti Rostock'lular tarafından inşa edildi. Ketteki ana üniversite ise yine Almanlar tarafından yapıldı.
16. yüzyılda, Listonya ve Tartu birlikte Polonya yönetimi altına girdi ve burada dini Cizvit gramer okulu 1583'te yapıldı. Buna ek olarak, Tartu'da papaz okulu da faaliyetlere başladı.
Papaz okulu ve gramer okulu 1601'deki Polonya-İsveç savaşı sırasında kapatıldı. Savaşın ardından Tartu İsveçliler tarafından alındı. 1632 yılında İsveç Kralı II. Gustav Adolf, üniversiteyi kontrolü altına aldı. 1721 yılında kent Rus İmparatorluğu ele geçirildi ve 1918 yılına kadar imparatorluğun sınırları içinde kaldı.
I. Dünya Savaşı sonrasındaki iç savaş sırasında, Sovyet Rusya hükümeti ile Estonya arasında 2 Şubat 1920'de Tartu'da yapılan altlaşmada Estonya Sovyetler Birliği'ne katıldı.
II. Dünya Savaşı sırasında, kentin aralarında Rus Kraliçesi II. Katerina'nın yaptırdığı tarihi "Kivisild"'in de (taş köprü) bulunduğu büyük bir bölümü Sovyet orduları tarafından yok edildi.
1990 yılında Estonya bağımsızlığını ilan etmesiyle Tartu bu ülkeye bağlandı.
Kent, 1632'de İsveç Kıralı II. Gustaf Adolf'un yaptırdığı Tartu Üniversitesi ile ünlüdür.
Şumnu
Şumnu ya da Şumen (, trl: "Šumen"), Bulgaristan'ın kuzeydoğusunda, Deliorman bölgesinde bulunan il (oblast) ve bu ilin merkezi olan şehirdir.
Şumen (ya da yaşlı Türklerin telaffuz ettiği şekliyle "Şumnu") adının kökeni hakkında pek çok rivayet vardır, değişik kaynaklarda değişik teoriler ileri sürülmektedir. Bunlardan birisi 7. yüzyılda bu bölgede yaşayan "Şu" adlı bir Türkmen derebeyinin buraya kendi adını verdiğidir. Bir diğeri, Bulgar Hanı Şimeon'un şehre bu adı verdiği; bir diğeri de Bulgar Hanı'nın şehrin kurulduğu yerin zengin doğal yapısından meydana gelen orman ve hayvan gürültüsünden dolayı şehre Bulgarcada "gürültülü" anlamına gelen "Şumen" adını verdiğidir.
Osmanlı Devleti zamanında, ordu karargahlarının bulunduğu, büyük stratejik önemi olan bölgenin en önemli şehirlerinden olan Şumnu, zamanla Türklerin Türkiye'ye göçmesiyle nüfusunun çok büyük kısmını kaybetmiştir. Yeşil bir dağ yamacının eteğinde kurulan Şumnu'nun sosyalizm döneminde büyük zarar gören eski mahallelerde hala bazı tarihi binalar ve evler korunmaktadır. Çömlekçi, Kılyak (Grivica) mahallelerin yakınında olan eski şehir merkezi de sonradan biraz güneye kaydırılmıştır. Eski merkezinde hala çok sayıda Türk oturmaktadır, köylerden göç eden Türkler de genellikle bu mahallelere yakın yerleşmektedir. Ayrıca eski Ermeni mahallesi, eski Yahudi mahallesi de bu bölgededir.
Şumnu, 1389 yılında Çandarlı Ali Paşa tarafından Osmanlı toprağına katılan, stratejik önemi olan ve Osmanlı İmpatorluğu'na askeri üs ve doğal kale görevi yapmış bir şehirdir. 1810 yılında Osmanlı-Rus savaşlarında Ruslar 50.000 ölü vererek savaşı kaybetmişlerdir. Şehirde tarihi Tombul bir diğer adıyla Şerif Halil Paşa camisi de bulunmaktadır. Bu Cami Balkanlar yarımadasında Hristiyan bir ülkedeki en büyük ikinci camiîdir. Dilimize de yerleşmiş olan, babanın oğluna "Ben sana vali olamazsın demedim, adam olamazsın dedim" deyimi bu caminin önünde yaşanan bir olaydan kalmıştır.
Osmanlı döneminde 63’ü şehir merkezinde olmak üzere, tarihi belgelere baktığımızda Şumnu’nun genelinde 229 Osmanlı eseri bulunuyordu. Şehirde Osmanlı'dan bugüne kalan en belirgin mekân 1741 yılında Şerif Halil Paşa tarafından yaptırılan Tombul Camii’dir. Şerif Halil Paşa camii ve medresesi, Türkçede sık kullanılan bir deyiş olan “Ben sana paşa değil, adam olamazsın dedim” diyen babayı memnun etmek için yapılan camidir. Yine Şerif Halil Paşa tarafından yaptırılan Kurşun çeşmesi. Ayrıca Şumnu Saat Kulesi, Mehmet Doducuoğlu tarafından yapılmış. 1740 yılından beri her 15 dakikada bir Çan sesi ile Şumnu’yu çınlatıyor.
Osmanlı haberleşme tarihindeki ilk telgraf görüşmesi 1855 yılında Şumnu-İstanbul arasında yapılmıştır. İstanbul-Edirne, İstanbul-Şumnu hattının tamamlanmasıyla ilk telgraf Şumnu'dan İstanbul'a gönderildi. Kırım Savaşı'ndan bilgi veren telgrafta, müttefik askerleri Sivastopol'a girmişlerdir. yazılıydı. Osmanlı birlikleri de müttefikler arasındaydı. 1922 yılında tamir gören tarihî Bedesten 17. yüzyıl Osmanlı eseri. Bedestenin yanı başındaki Köprübaşı hamamı 1990'larda terk edilmiş. 1749 yılında yapılan Kalak camii ve 1851 yılında Rıfat paşa tarafından yaptırılan Rıfat Paşa Tatar cami ve medresesi hala ibadete açıktır. 1654 yılında yapılan Ravna çeşmesi kurumuş, oluk ve kürünü parçalanmıştır.
Şerif Halil Paşa Camii karşısında Erkek İmam Hatip lisesi başka bir adla Nüvap okulu bulunur. Şumnu’da şehre hakim bir tepe üzerinde bir Osmanlı eseri vardır. Geçmişte zindan olan bu eser bir süre lokanta olarak kullanılmış. Zindanın karşısındaki kale Osmanlı döneminde çok az kullanılmasına rağmen tahminen 3.000 yıllık bir geçmişe sahiptir.
Efsanevi Güreşçi Koca Yusuf ve yine Osmanlı'nın başpehlivanlarından Katrancı Mehmet Pehlivan Türk politikacı Ahmet Fikri Tüzer’in de doğum yeridir.
Teğbiköy (Kapitan Petko-Капитан Петко) ilçesi
AKYAR-(Bjal Brjag-Бял бряг)
Ceviz
Ceviz, cevizgiller (Juglandaceae) familyasından "Juglans" cinsinden tek tüysü yaprakları karşılıklı dizilmiş ve aromatik kokulu ağaç türlerinin ortak adı.
Kışın yaprağını döken ağaçlardır. Genç sürgünlerin özü bölmelidir. Tomurcuklar az sayıda pullarla örtülmüştür. Yaprakçıkların kenarları bazı türlerde ince dişli, bazılarda ise düzdür (tam kenarlı). Yaprakçık sayısı türlere göre (3) 5-23 arasında değişir.
Çiçekler bir evcikli dir. Erkek çiçekler bir önceki yılın sürgünlerinde yan durumlu, aşağıya sarkan kedicik halinde kurul oluşturur. Kurullar dallanmamıştır. Her bir erkek çiçeğin 1 brahte, 2 brahtecik ile 3-4 loplu bir çevre yaprağı (çanak) vardır. Etamin sayısı 7-105 dir.Dişi çiçekler ise yeni sürgünlerin ucunda terminal (tepede) durumlu dik duran 2-8 çiçekli fakir kurullar oluşturur. Dişi çiçeğin de 1 brahte, 2 brahtecik, 4 loplu çevre yaprağı vardır. Bunlar ovaryumla kaynaşmıştır, yalnız uçları serbesttir. Ovaryum alt durumludur; etli kalın 2 stigması oldukça gelişmiştir.
Sonbaharda olgunlaşan büyük çekirdekli sulu meyvenin iç kısmı 2 bölmeye ayrılmıştır. Tohum 2 loplu, yağlı ve lezzetlidir.
Odununun özü koyu, dış kısmı açık renkli, ağır ve güzel cila kabul eden odunları vardır.
Yerel alan ağı
Yerel alan ağı (İngilizcesi: "Local area network"), |
ev, okul, laboratuvar, iş binaları gibi sınırlı coğrafi alanda bilgisayarları ve araçları birbirine bağlayan bir bilgisayar ağıdır.
LAN'ların özellikleri ise WAN'ların (Türkçesi: "Geniş alan ağı", İngilizcesi: "Wide area network") aksine daha yüksek veri aktarımı, daha küçük bir alan, ve daimi bağlantıyı sağlamak için aylık kira karşılığı bir ara elemana (İngilizcesi: "Leased telecomminication lines") gerek olmamasıdır. ARCNET, Token Ring ve diğer teknolojik uygulamalar geçmişte kullanıldı, fakat günümüzde elektromanyetik paraziti önleyen kablolamanın (İngilizcesi, "twisted pair") da bulunmasıyla ethernet, ve kablosuz internet yaygınlaşmıştır.
Büyükçe olan ve "Octopus" ağlarının büyümesini detaylandıran 1970 tarihli bir rapor bu durumun iyi bir göstergesidir.
Cambridge Ring, 1974 yılında Cambridge'de geliştirilmiş fakat hiçbir zaman başarılı bir ticari ürün haline dönüştürülmemiştir.
Ethernet 1973-1975 yıllarında Xerox PARC'ta geliştirilmiş ve 4,063,220. Amerikan patenti olarak dosyalanmıştır. 1976 yılında, sistem PARC’ta kurulduktan sonra, Metcalve ve Boggs şekillendirici makalelerini yayınladılar: ""Ethernet: Distributed Packet-Switching for Local Computer Networks"".
ARCNET, Datapoint şirketi tarafından 1976’da geliştirildi ve 1977'de duyuruldu.
1970’lerin sonunda CP/M tabanlı, 1981'de DOS tabanlı kişisel bilgisayarların gelişmesi ve artması, bir tek yerde düzineler ve hatta yüzlerce bilgisayar bulunması demekti. Bunları ağ haline getirmenin ilk cazibesi, o zamanlar her ikisi de pahalı olan disk yerini ve lazer yazıcıları paylaşmaktı. Bu kavrama çok ilgi vardı ve yıllarca, 1983'ten itibaren, bilgisayar sektörü uzmanları düzenli olarak gelecek yılı “LAN yılı” olarak ilan ederlerdi.
Pratikte uyumlu olmayan fiziksel tabaka ve ağ protokol uygulamalarının artmasıyla ve kaynak paylaşım yöntemlerinin fazlalığıyla bu kavram bozuldu. Tipik olarak, her sunucunun kendine has ağ kartı, kablolaması, protokolü ve ağ işletim sistemi bulunurdu. Onlarca kart/kablo çeşitleri için tarafsız destek ve çoğu rakiplerinden çok daha sofistike işletim sistemi sunan Novell NetWare’in başlamasıyla çözüm oluştu. Netware, 1983 yılında kuruluşundan 1990'ların ortalarında Microsoft’un Windows NT gelişmiş sunucu ve Windows for Workgroups piyasaya sunmasına kadar kişisel bilgisayar LAN piyasasına hakim oldu.
NetWare’in rakipleri arasında, yalnızca Banyan Vines’ın benzer teknik gücü vardı fakat Banyan hiçbir zaman güvenli bir tabana sahip olmadı. Microsoft ve 3Com basit bir ağ iletişim sistemi yaratmak için birlikte çalıştılar. Bu da 3Com’s 3+Share, Microsoft’un LAN Yöneticisi ve IBM’in LAN sunucusu’nun temelini oluştursa da bunların hiçbiri özellikle başarılı olamadı. Aynı dönemde, Sun Microsystems, Hewlett-Packard, Silicaon Graphics, Intergraph, NeXT ve Apollo gibi sunuculardan oluşan Unix bilgisayar iş istasyonları TCP/IP tabanlı ağ oluşumu kullanıyorlardı. Bu pazar segmenti şimdilerde çok daha küçülmüş olsa da, bu alanda geliştirilmiş olan teknolojiler hem Internet hem de Linux ve Apple Mac OS X ağ oluşumları üzrinde etkili olmaya devam etmekteler. Şimdilerde ise, IPX, AppleTalk, NBF ve en başlarda PC LANlarda kullanılan diğer protokollerin yerini neredeyse tamamen TCP/IP protokolü almış durumda.
Erişim metodu, ağda bulunan bilgisayarların iletişim ortamını nasıl paylaşacağını yöneten kurallar kümesidir. 3 önemli erişim metodu vardır.
Contention: Contention-based sistemlerde, ağdaki bilgisayarlar iletişim ortamını kullanmak için sürekli bir yarış içerisindedir ve her zaman veri gönderebilirler.
CSMA (Carrier Sense, Multiple Access / Collision Detection): Bu teknikte paket gönderilmeden önce kablo kontrol edilir. Diğer bir iletişimin oluşturduğu trafik yoksa iletişime izin verilir. İki bilgisayarın birden kabloyu kullanmaya çalışması collision yani çatışma olarak adlandırılır ve böyle bir durumda ikisinin de trafiği kaybolur.
En yaygın olan ve en çok kullanılan topolojiler BUS, Ring, Star ve Mesh topolojileridir.
Bus topolojisinde ağdaki tüm bilgisayarlar aynı kabloya bağlıdır. Ethernet buna iyi bir örnek olarak verilebilir.
Ring topolojisinde bilgisayarlar birbirlerine dairesel bir şekilde bağlanır. Her bir bilgisayar komşusu olan diğer bilgisayara bağlıdır ve veri daire etrafında sadece bir yöndedir.
Tüm bilgisayarların merkezi bir sunucuya doğrudan bağlanması esasına dayanır. Şu an ek çok kullanılan ağ topolojisidir. ADSL modem bu topolojiyi kullanır. En büyük avantajı bir kabloda oluşan problemin sadece o kabloya bağlı bilgisayarı etkilemesidir.
Tüm bilgisayarlar birbirlerine ayrı kablolar ile bağlıdır. İki bilgisayar arasındaki sorun diğer bilgisayarları etkilemez. Sisteme yeni bilgisayar eklenince aradaki kablo sayısı katlanarak arttığı için gerçek hayatta çok özel durumlarda ve az sayıdaki bilgisayarlar arasında kullanılır.
Ethernet: Ethernet ve türevleri olan Fast Ethernet, Gigabit Ethernet CSMA/CD(Carrier Sense, Multiple Access/Collision Detection) erişim metodunu esas almış çok popüler bir ağ mimarisidir. Günümüzde 10Mbps, 100Mbps, 1000Mbps hızlarında çalışan türevleri geliştirilmiştir.
Ethernet teknolojisine dayalı ürünler desteklediği kablo türüne göre sınıflanırlar.
Aşağıdaki şekillerde koaksiyel kablo ve UTP kablo uygulamaları görülmektedir. Koaksiyel kablo uygulaması düşük hızlarda kaldığı için günümüzde pek tercih edilmemektedir.
Jetonlu halkada düğümler birbirine halka biçiminde bağlandığından her düğüm fiziksel olarak komşu iki düğüme bağlıdır. Jetonlu halka ağının kurulması için MAU ya da MSAU (MultiStation Access Unit) olarak adlandırılan ve üzerinde uç sistemlerin bağlanması için birden çok Token Ring potru bulunan cihazlar kullanılır. MAU cihazlarına bağlanacak bilgisayarlar üzerinde 4,16 veya 100 Mbps hızında Token Ring NIC’ler olmalıdır. Bunlar adaptör kablolarla MAU cihazlarına bağlanırlar.
Jetonlu halkada, biri veri aktarımı, diğeri jeton aktarımı için iki tür çerçeve kullanılır. Veri çerçevesi, bir düğümden diğerine bilgi aktarılan çerçevedir; Jeton çerçevesi ise halkaya veri çerçevesi çıkarmak isteyen düğüme o hakkı vermeyi sağlayan özel bir kısa çerçevedir.
Token Ring mimarisi daha çok endüstriyel uygulamalarda kullanılır. Bunun en önemli nedeni, çatışma olmaması ve bir düğümün yolu belli bir zaman dilimi içerisinde ele geçirme garantisinin olmasıdır.
ATM ağlar için UNI (User-to-Network Interface) ve NNI (Network-to-Network Interface) olarak adlandırılan iki çeşit bağlantı arayüzü tanımlanmıştır. UNI ATM portu olan cihazın ATM ağa bağlanması için kullanılırken, NNI ise ATM bulutu oluşturan anahtar cihazların birbirlerine bağlanması için kullanılır.
ATM ağda hücre aktarımı için, önceden ilgili iki düğüm arasında sanal bir devre kurulmuş olmalıdır. Sanal devrelerin oluşturulmasında biri SVC (Switched Virtual Circuit), diğeri PVC (Permanent Virtual Circuit) olarak adlandırılan iki farklı yöntem vardır. SVC anahtarlamalı, PVC kalıcı sanal devre ortamı sağlar. SVC yöntem olarak dial-up bağlantıyı andırırken, PVC kiralık hat uygulamasını andırır.
ATM tabanlı bir ağ, Ethernet, Jetonlu halka, FDDI gibi diğer ağ teknolojileriyle bütünleştirilebilir. Bu amaçla kısaca LANE diye adlandırılan LAN emülasyonu kullanılır.
Vakıf
Vakıf, kişiler veya kurumlarca kurulmuş, yasayla görev ve yetkileri belirlenen tüzel kişiliktir.
Geleneksel olarak, bir hizmetin gelecekte de yapılması için belli şartlarla ve resmi bir yolla ayrılarak bir kimse tarafından bırakılan mülk veya paraya 'vakıf' denir. Bu geleneksel yapının Türkiye Anayasası ile kurumsallaştırılması ile oluşmuştur. Anayasaya göre "Dernekler ve vakıflar kendi konu ve amaçları dışında toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleyemezler." Yani belirli bir amaç için kurulur ve bunun dışında etkinlik gösteremezler. Türkiye'de Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından denetlenirler.
DNS
DNS (İngilizce: "Domain Name System", Türkçe: Alan Adı Sistemi), internet uzayını bölümlemeye, bölümleri adlandırmaya ve bölümler arası iletişimi organize etmeye yarayan, bilgisayar, servis, internet veya özel bir ağa bağlı herhangi bir kaynak için hiyerarşik dağıtılmış bir adlandırma sistemidir.
İnternet ağını oluşturan her birim sadece kendine ait bir IP adresine sahiptir. Bu IP adresleri kullanıcıların kullanımı için www.site_ismi.com gibi kolay hatırlanır adreslere karşılık düşürülür. DNS sunucuları, internet adreslerinin IP adresi karşılığını kayıtlı tutmaktadır.
Katılımcı kuruluşların her birine atanmış alan adları çeşitli bilgileri ilişkilendirir. En belirgin olarak, insanlar tarafından kolayca ezberlenebilen alan adlarını, dünya çapında bilgisayar servisleri ve cihazlar için gerekli sayısal IP adreslerine çevirir (dönüştürür). DNS, çoğu internet servisinin işlevselliği için temel bir bileşendir, çünkü Internetin temel yönetici servisidir.
Alan Adı Sistemi DNS her alan için yetkili ad sunucuları atayarak alan adlarını atama ve bu adların IP adreslerine haritalanması sorumluluğunu verir. Yetkili ad sunucuları desteklenen alanları için sorumlu olmakla görevlidirler ve diğer ad sunucuları yerine alt alanlara yetki (otorite) verebilirler. Bu mekanizma dağıtılmış ve arızaya toleranslı servis sağlar ve tek bir merkezi veri tabanına ihtiyacı önlemek için tasarlanmıştır.
DNS aynı zamanda özünde (çekirdekte) bulunan veritabanı servisinin teknik işlevselliğini de belirtir. DNS protokolünü – DNS’de kullanılan veri yapılarının ve veri iletişim alışverişinin (değiş tokuş) detaylı tanımlaması- İnternet Protocol Suite’in bir parçası olarak tanımlar. Tarihsel olarak DNS’ den önceki yönetici servisleri orijinal olarak metin dosyalarına ve belirgin bir şekilde HOSTS.TXT çözücüsüne dayandığı için büyük veya küresel yöneticilere göre ölçeklenebilir değildi. DNS 1980’ den bu yana yaygın olarak kullanılır olmuştur.
İnternet hiyerarşi alan adı ve İnternet Protokol (IP) adres boşluğu olmak üzere iki ana ad boşluğunu sağlar. DNS sistemi alan adı hiyerarşisi sağlar ve onunla adres boşluğu arasında çeviri servisi sağlar. İnternet adı sunucuları ve iletişim protokolü Domain Name Sis |
temini etkin kılar. Bir DNS ad sunucusu, alan DNS kayıtlarını alan adı için depolayan bir sunucudur; DNS ad sunucusu veri tabanına karşı sorulara cevaplarla karşılık verir.
DNS veri tabanında depolanan en yaygın kayıt türleri; DNS bölgesinin yetkisi otoritesi (SOA), IP adresleri (A ve AAAA), SMTP posta değiştiriciler (MX), ad sunucuları (NS), ters DNS aramaları için işaretçiler (PTR) ve alan adı takma isimleridir (CNAME).
Genel amaçlı bir veri tabanı olmak için tasarlanmamasına rağmen, DNS diğer veri türleri için DNSSEC kayıtları gibi şeyler için otomatik makine aramalarını ya da Sorumlu kişi (RP) kayıtları gibi insan sorularını da depolayabilir. DNS kayıt türlerinin tam listesi için, DNS kayıt türlerinin listesi bakın. Genel amaçlı veritabanı olarak, DNS veri tabanında saklanan gerçek zamanlı kara delik listesi kullanılarak istenmeyen e-posta (Spam) ile mücadelede kullanımında da DNS görülebilir. İnternet adlandırma için veya genel amaçlı kullanımlar için olsun, DNS veritabanı, yapılandırılmış bölge dosyasında geleneksel olarak depolanır.
İnternette bulunan her nesnenin, etkileşime giren her sunucu ve ucun bir internet adresi olması gerekir. Bu adres, protokol seviyesinin IPv4 ve IPv6 olmasına göre 32 bit ya da 128 bit uzunluğundadır. Alan adı, bu 32 ya da 128 bit uzunluğundaki sayı yerine insanların anlayacağı, akılda tutacağı, kurumsal kimlik ve marka ile özdeşleştirebileceği isimlerin kullanılmasını sağlar. Örneğin tr.wikipedia.org alan adı ile 207.142.131.210 şeklindeki IP nosu ile bağlantıyı Alan Adı Sistemi sağlar. Sırayla; org, wikipedia.org ve tr.wikipedia.org iç içe geçmiş İnternet alanları ya da bölmeleridir.
İnsan dostu bilgisayar sistem adlarını IP adreslerine çevirerek İnternet için telefon rehberi hizmeti sunan sitem, DNS i tanımlamak için sıkça kullanılan bir benzetmedir. Mesela, alan adı www.example.com, 93.184.216.119 (IPv4) ve 2606:2800:220:6d:26bf:1447:1097:aa7 (IPv6) adreslerine çevrilir. Bir telefon rehberi aksine DNS aynı ana bilgisayar adını kullanmaya devam eden son kullanıcıları etkilemeden ağdaki servisin konumunun değişmesine izin vererek çabuk bir şekilde güncellenebilir. Kullanıcılar anlamlı bir Değişmeyen Kaynak Konum Belirleyici (URL) ve bilgisayarın servisleri nasıl yerleştirdiğini bilmek zorunda kalmadan e-mail adresi kullandıklarında bundan avantaj sağlarlar.
Alan Adı Sistemi'nin yarattığı ilişkiler birebir ilişki olmak zorunda değildir. Bir alan adına birden fazla IP adresi atanabilir. Bu yoğun talep olan hallerde geçerlidir. Wikipedia.org, yahoo.com, google.com gibi adreslerde bu çok olur. Ama daha yaygını, birçok alan adı tek bir IP'ye atanabilir. Buna da "Sanal Evsahipliği" (Virtual Hosting) denir.
Alan Adı Sistemi hiyararşik bir yapı gösterir. En üste .com, .org, .net, .int, .edu, .info, .biz, .aero, .travel, .jobs, .gov, .mil gibi "jenerik" üst düzey alanlarla (gTLD) .tr, .us, .de, .uk, .jp, .az gibi ülke alanlarından (ccTLD) oluşur. Buna son olarak .eu ve .asia gibi bölgesel birkaç üst düzey alan adı daha eklenmiştir.
Bilgisayar ağları üzerindeki isimlendirme sorunu ilk olarak internetin babası sayılan Arpanet zamanında ortaya çıkmıştır. 1970’lerde ArpaNet günümüz ağları ile karşılaştırılamayacak kadar küçük durumdaydı ve yalnızca birkaç yüz ile ifade edilebilen sisteme hizmet veriyordu. Bu tarihlerde isimlendirme için tek noktada tutulan bir dosyanın bulunması ve diğer tüm sistemlerin bu dosyayı belli aralıklarla kendi taraflarında güncellemesi isimlendirme sorununu çözmüştü.
Adres-isim tanımlamalarını içeren HOSTS.TXT dosyası SRI tarafından SRI-NIC (Stanford Research Institute – Network Information Center) adında bir bilgisayar üzerinde tutulmaktaydı. Bu dosya her adrese bir isim karşılık gelecek şekilde düzenlenmişti. Arpanet üzerindeki yeni isim tanımlamaları ve değişiklikleri SRI’ya gönderilen e-postalar arcılığı ile yapılıyor ve HOSTS.TXT’in kopyası File Transfer Protocol ile alınıyordu.
Arpanet üzerinde TCP/IP kullanımına paralel olarak ortaya çıkan bağlantı patlaması, isim çözümü için birçok sunucuda ve her bilgisayara özgün bir isim atanmasında problemler yaşanmaktaydı. Ayrıca yalnızca isim çözümlenmesi için oldukça yüksek miktarda bant genişliği harcanmaktaydı. Buna rağmen kullanılan isim veritabanlarının uyumlu olması her zaman sağlanamamaktaydı.
Bu durumun ortaya çıkmasından sonra Arpanet daha ölçeklenebilir bir isim çözümleme yapısı için araştırmalara başladı. Paul Mockapetris bu işle görevlendirildi. Mockapetris 1984 yılında Domain Name System (DNS)’i tanımlayan RFC 882 ve RFC 883’ü yayınladı. Bunlar daha sonra hâlen geçerli olan RFC 1034 ve RFC 1035 tarafından güncellendiler.
DNS sistemi, isim sunucuları ve çözümleyicilerinden oluşur. İsim sunucuları olarak düzenlenen bilgisayarlar, host isimlerine karşılık gelen IP adresi bilgilerini tutarlar. Çözümleyiciler ise DNS istemcilerdir. DNS istemcilerde, DNS sunucu ya da sunucuların adresleri bulunur.
Bir DNS istemci bir bilgisayarın ismine karşılık IP adresini bulmak istediği zaman isim sunucuya başvurur. İsim sunucu, yani DNS sunucu da eğer kendi veritabanında öyle bir isim varsa, bu isme karşılık gelen IP adresini istemciye gönderir. DNS veritabanına kayıtların elle, tek tek girilmesi gerekir.
İnternet adresleri, ilk önce ülkelere göre ayrılır. Adreslerin sonundaki tr, de, uk gibi ifadeler adresin bulunduğu ülkeyi gösterir. Örneğin tr Türkiye'yi, de Almanya'yı, uk İngiltere'yi gösterir. ABD adresleri için bir ülke takısı kullanılmaz çünkü DNS ve benzeri uygulamaları oluşturan ülke ABD’dir. Öte yandan, ABD'ye özel kuruluşlar için us uzantısı oluşturulmuştur. İnternet adresleri ülkelere ayrılıdıktan sonra com, edu, gov gibi daha alt bölümlere ayrılır. Bu ifadeler DNS'te üst düzey (top-level) domain'lere karşılık gelir. Üst düzey domain'ler aşağıdaki gibidir.
DNS; mail sunucuları, domain isimleri ve IP adresleri gibi bilgileri tutan hiyerarşik bir yapıdır. Bir DNS istemcisi, ad çözümlemesi yapmak için DNS sunucularını sorgular. DNS hizmetleri; kullanıcının girdiği bir DNS adını çözüp, IP adresi gibi o ad ile ilişkili bilgileri oluşturur.
DNS sorgulaması yapmadan önce yapılan bir tarama sonucunda, DNS bilgileri 'name servers(NS)' ya da 'domain servers' olarak görülür. Bu bilgiilerin erişiminden sonra DNS sorgulamasıyla daha fazla bilgiye ulaşılır.
Yanlış yapılandırılmış bir DNS sunucusu sonucunda 'Bölge Transferi(Zone Transfer)' olarak bilinen atak yapılabilir. Bölge transferi ile DNS sorgusu yapılan hedefle ilgili birçok bilgiye ulaşılabilir. Bölge transferi; DNS sunucusunun çalıştığı domain ile ilgili bütün verileri içerir. Bu önemli bilgilerin içinde e-posta sunucusunun ismi, IP adresi, kullanılan işletim sistemi ile ilgili bilgiler vardır.
Bölge transferlerine karşı bir önlem olarak güvenlik duvarında(firewall) veya ağ geçitlerindeki yönlendiricilerde 53 numaralı TCP portu gelen tüm yetkisiz bağlantılara karşı kapalı tutulmalıdır.
DNS sorgulasından bir korunma yöntemi olarak alan adı bir domain değilse, -.tr uzantı ile sonlanmıyorsa 'private domain' haline getirmek bazı tehlikelerden korur. Private domain olan alan adlarında kişisel bilgiler 'Private' halini alır. Yani gerçek bilgiler gizlenir. Ama, private domain her domain sağlayıcıda yoktur.
Bu isimlere yakın zaman önce biz gibi uzantılar da eklenmiştir. Alan isimleri, ağaç yapısı denilen ve belli bir kurala göre dallanan bir yapıda kullanılmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri haricinde, internete bağlı olan tüm ülkelerdeki adresler, o ülkenin ISO3166 ülkekodu ile bitmektedir. Türkiye'deki tüm alt alan adresleri, .tr ile bitmektedir. Örneğin; marine.ulakbim.gov.tr adresinde;
Atom
Atom veya zerre, bilinen evrendeki tüm maddenin kimyasal ve fiziksel niteliklerini taşıyan en küçük yapıtaşıdır. Atom Yunancada bölünemez anlamına gelen atomustan türemiştir. Atomus sözcüğünü ortaya atan ilk kişi MÖ 440'lı yıllarda yaşamış Demokritos'tur. Gözle görülmesi imkânsız, çok küçük bir parçacıktır ve sadece taramalı tünel mikroskobu (atomik kuvvet mikroskobu) vb. ile incelenebilir. Bir atomda, çekirdeği saran negatif yüklü bir elektron bulutu vardır. Çekirdek ise pozitif yüklü protonlar ve yüksüz nötronlardan oluşur. Atomdaki proton sayısı elektron sayısına eşit olduğunda atom elektriksel olarak yüksüzdür. Elektron ve proton sayıları eşit değilse bu parçacık iyon olarak adlandırılır. İyonlar oldukça kararsız yapılardır ve yüksek enerjilerinden kurtulmak için ortamdaki başka iyon ve atomlarla etkileşime girerler.
Bir atom, sahip olduğu proton ve nötron sayısına göre sınıflandırılır: atomdaki proton sayısı kimyasal elementi tanımlarken, nötron sayısı da bu elementin izotopunu tanımlar. Her elementin radyoaktif bozunma veren en az bir izotopu vardır.
Elektronlar belirli enerji seviyelerinde bulunur ve foton salınımı veya emilimi yaparak farklı seviyeler arasında geçişlerde bulunabilirler. Elektron, elementin kimyasal özelliklerini belirlemesinin yanı sıra atomun manyetik özellikleri üzerinde de oldukça etkilidir.
Aristoteles'in maddeye bakışı kendinden önce yaşamış olan filozoflara olan tepkisini ifade eder. O, Empedocles'in düşüncesine katılmış ve her şeyin dört ana maddeden yapıldığını savunmuştur. Bu dört ana madde ateş, su, toprak ve havadır.
Bu dönemi izleyen çağlarda bu düşüncelere bir ilave yapılmadı, ilk kez 1803 yılında John Dalton modern atom kavramını ortaya attı. John Dalton, kimyasal reaksiyonlarda maddenin tam sayılarla belirlenen oranlarda tepkimeye girdiğini gösterdi ve dolayısıyla, maddelerin atom denen sayılabilir ama bölünemez parçalardan oluştuğunu ifade etti. Buna ek olarak, atomların kütlelerini ortaya koyan bir tablo hazırladı.
1869 yılında Rus kimyacı Dmitri Mendeleyev o zaman için bilinen elementleri düzenleyen bir periyodik tablo geliştirdi. J.J. Thomson 1897 yılında elektronu keşfetti. 1911 yılında Ernest Rutherford günümüz atom modelinin temelini teşkil eden yapıyı ortaya koydu: atomun, kütlesinin büyük bir kısmını oluşturan bir çekirdek ve bu çekirdek etrafında dönen elektronlardan oluşmaktadır. Rutherfor |
d çekirdeği oluşturan pozitif yüklü parçacığa proton adını verdi.
1932 yılında James Chadwick nötronu (adı, elektrik yükü 0 olduğundan, yani nötr olduğundan, nötron olmuştur.) buldu ve bu sayede 1935'te Nobel Fizik Ödülü'nü aldı. Daha sonra kuantum teorisi doğrultusunda Niels Bohr, Bohr atom modelini ortaya attı ve elektronların belli yörüngelerde bulunabildiğini ve bunun Planck sabiti ile ilgili olduğunu ifade etti. Bohr'un modelinin üzerinde, daha sonraki deneylerde bulunanlarla örtüşmesi için birçok ekleme ve çıkarma yapıldı. Bohr modelinin "yamalı bohça" lakabını alması bundan ileri modelini yapmıştır.
Niels Bohr'un modeli ise modern atom teorisine en yakın modellerinden biridir. Bohr'a göre elektronlar çekirdeğin çevresinde rastgele yerlerde değil, çekirdekten belirli uzaklıklarda bulunan katmanlarda döner. Bohr da tasarladığı bu modelle Nobel ödülüne de lâyık görülmüştür.
Atomun yapısını açıklayan ve bugün için kabul edilen son teori Kuantum Atom Teorisi'dir. Kuantum Atom Teorisi'ne göre atom modeli Bohr atom modelinden farklıdır. Bohr Atom Modeli'ne göre atomun merkezindeki çekirdeğin etrafında elektronlar çember şeklindeki yörüngelerde dolanmaktadırlar. Her bir çember yörünge belli enerji seviyesine sahiptir. Yörüngeler arası elektronik geçişler atomun renkli görünmesine neden olur. Ancak belli bir zaman sonra Bohr atom modelinin birçok spektrumu açıklayamadığından yetersizliği ortaya çıkmıştır.
Kuantum Atom Modeli'ne göre ise atomun merkezinde bulunan çekirdeğin etrafındaki elektronlar belli bölgelerde yani orbitallerde bulunurlar. Belli enerji seviyelerine sahip orbitaller atomu oluşturan küresel katmanlarda bulunur. Portakal kabuğu şeklinde iç içe geçmiş küresel katmanlardaki orbitallerin belli şekilleri ve açıları(yönelmeleri) mevcuttur. Orbitallerin bulunduğu katmanların enerji seviyelerinin başkuantum sayısı belirler. n = 1,2,3. . .gibi tam sayılarla ifade edilir. Orbitallerin şeklini ise l yan kuantum sayıları belirler. l = 0(s), 1(p), 2(d). .(n-1) e kadar değerler alır. Orbitallerin doğrultularını(açılarını) veren ml yan kuantum sayısı ml=-l. . .0. .+l değerlerini alır. Elektronların spini gösteren ms kuantum sayısı da +1/2 veya -1/2 değerlerini alabilir.
Bir atomun çapı, elektron bulutu da dahil olmak üzere yaklaşık formula_1 cm civarındadır. Atom çekirdeğinin çapı ise formula_2 cm kadardır. Atomlar, boyutlarının görünür ışığın dalga boyundan çok küçük olması sebebiyle optik mikroskoplarla görüntülenemezler. Atomların pozisyonlarını belirleyebilmek için elektron mikroskobu, x ışını mikroskobu, nükleer manyetik rezonans (NMR) spektroskopisi gibi araç ve yöntemler kullanılır.
Yalnız elektronlar çekirdek çevresinde ancak belirli enerji seviyelerine sahip yörüngelerde dönerler, konumları ancak bir olasılık fonksiyonu ile ifade edilebilir. Elektronlar çekirdeğin etrafında bulutsu bir şekildedir.
Atom sözcüğü her ne kadar “daha küçük parçacıklara bölünemeyen” gibi bir anlam taşısa da, çağdaş bilimde atom “atomaltı parçacıkların birleşimi” olarak tanımlanır. Atomdaki üç temel parçacık elektron, proton ve nötrondur. Bütün elementlerin atomlarında bu üç parçacık mutlaka bulunur; tek istisnası hidrojen-1 atomudur ki bu atomda nötron yoktur. Ayrıca herhangi bir hidrojen katyonunun elektronu da yoktur. Bundan dolayı hidrojen-1 atomunun katyonuna proton da denir.
Negatif yüklü olan elektron, bu parçacıklar arasında 9.11 kg ile en hafif olanıdır. Boyutlarının ölçümü mevcut tekniklerle mümkün değildir. Proton pozitif yüklüdür ve kütlesi, 1.6726 kg, yani elektronun kütlesinin 1836 katıdır. Protonun kütlesi, atomdaki bağlanma enerjisine göre değişiklik gösterip azalabilir. Nötron ise yüksüz bir parçacıktır ve kütlesi 1.6929kg’dır. Nötron ve protonların boyutları, her ne kadar yüzeyleri tam olarak tanımlanamasa da, birbirlerine yakın değerdedir.
Standart modele göre, proton ve nötronlar kuark adı verilen temel parçacıklardan oluşurlar. Kuarklar bir çeşit fermiyondur ve maddenin iki temel bileşeninden (diğer bileşen leptondur) biridir. Her biri +2/3 veya -1/3 yüklü olan altı çeşit kuark vardır. Protonlar iki yukarı kuark bir tane de aşağı kuarkdan oluşur. Böylece yükü " 2.(+2/3) + 1.(-1/3)= +1 ", yani pozitif olur. Nötronlar ise iki aşağı kuark bir de yukarı kuarktan oluşur ve " 1.(+2/3) + 2.(-1/3) = 0 " sonucu yüksüz olurlar. (Bu hesaplarda +2/3 yukarı kuark, -1/3 ise aşağı kuarkları gösteriyor). Bileşimlerindeki bu farklılık yüklerinin yanı sıra kütlelerinin de değişik olmasına neden olur. Kuarkları, gluonlar aracılığıyla, güçlü çekirdek kuvveti bir arada tutar. Gluon, fiziksel kuvvetleri sağlayan gauge bozonlarından biridir.
Bir atomdaki bütün Proton ve Nötronlar, atomun boyutuna kıyasla çok küçük bir alana sahip olan çekirdektedir. Proton ve nötronun ikisi birden nükleon olarak adlandırılır. Bir çekirdeğin yarıçapı, toplam nükleon sayısı A olan bir atomda formula_3 fmdir. Nükleonları "residual strong force" adı verilen kısa menzilli bir çekici güç bir arada tutar. Bu kuvvet 2.5 fmden daha kısa uzaklıklarda, pozitif yüklü protonların birbirlerini itmelerine neden olan elektrostatik güçten çok daha güçlü bir kuvvettir.
Bir atomdaki proton sayısına atom numarası denir. Bir elementin bütün atomlarındaki proton sayısı aynıdır. Örneğin demirin atom numarası 26’dır ve dolayısıyla 26 proton bulunduran bütün atomlar demir elementine aittir. Bir elementin atomları arasında nötron sayısı farklılık gösterebilir. Farklı nötron sayılarına sahip aynı element atomlarına izotop denir. Nötron sayısının proton sayısına oranı çekirdeğin kararlılığını belirler.
Nötron ve protonlar farklı fermiyon türleridir. Kuantum mekaniğinin kurallarından Pauli dışarlama ilkesine göre iki benzer fermiyon aynı zaman içinde aynı kuantum durumunda bulunumaz. Yani her proton ve nötron farklı bir yerde bulunmalıdır. Bu yasak, aynı kuantum durumda bulunan bir proton ve nötron için geçerli değildir.
Barındırdığı nötron ve proton sayılarının çok farklı olduğu bir çekirdek, radyoaktif bozunmaya uğrayıp daha düşük bir enerji seviyesine geçerek nötron ve proton sayılarını birbirine yakın değerlere çeker. Birbirine yakın sayıda proton ve nötron içeren çekirdekler radyoaktif bozunmaya karşı daha kararlıdır. Ancak atom numarası arttıkça, protonların birbirlerine uyguladıkları elektrostatik itme kuvvetleri artacağından, protonlar arasına girerek bu itmeleri azaltan nötron sayısı giderek çoğalır. Bunun sonucunda atom numarası 20’nin üzerinde (20, kalsiyumun atom numarasıdır) nötron ve proton sayıları eşit kararlı çekirdekler bulunmaz. Atom numarası arttıkça, kararlı bir çekirdek için gerekli olan nötron/proton oranı 1.5’e doğru kayar.
Atom çekirdeğindeki proton ve nötron sayıları değiştirilebilse de bu çok büyük bir enerji gerektirir ve bu olay sonucunda, çekirdeğin değişmesi için emilen enerjiden daha fazla enerji dışarı salınır. Çekirdeğin daha az sayıda nükleon içeren çekirdeklere bölünmesine fizyon denir. Birden fazla çekirdeğin birleşerek daha çok nükleon içeren çekirdeklere dönüşmesine ise nükleer füzyon denir ve füzyonun gerçekleşmesi için gerekli olan enerji, nükleer fizyon için gerekli enerjiden çok daha fazladır. Yine füzyon sonucunda ortaya çıkan enerji, fisyonun ortaya çıkardığı enerjiden de fazladır. Yıldızlardaki muazzam enerji salınımının kaynağı füzyondur. Düşük enerjili yıldızlarda küçük atom numaralı çekirdekler (hidrojen, helyum), yüksek enerjili yıldızlarda ise daha büyük atom numaralı (karbon, oksijen) çekirdekler füzyona uğrar. Yıldızdaki çoğu çekirdek demire dönüştüğünde, demirin füzyonu için gerekli yüksek enerji sağlanamadığından yıldız kütlesine göre bir beyaz cüce, kızıl dev veya kara delik dönüşür.
Fen
Lise
Lise, Türk eğitim sistemine göre, sekiz yıllık ilkokul ve ortaokulu bitirmiş olan 14-18 yaşlarındaki öğrencileri, en az dört yıllık bir eğitimle yükseköğretime hazırlayan ortaöğretim kurumudur. Lise, ilköğretimin ardından Türk eğitim sistemine 2012-2013 dönemi itibarıyla zorunlu okullar sınıfına alınmıştır.
Lise sözcüğü, Türkçeye Fransızca olan "lycée" sözcüğünden geçmiştir.
Fahir Atakoğlu
Fahir Atakoğlu, Türk piyanisttir. Avrupa, Japonya ve Kuzey Amerika'da da tanınmaya başlamıştır. Müziği, farklı müzik kültürlerini etnik enstrümanlar ve klasik ifadeler gibi değerler sayesinde orijinal ve sıradışı nitelik taşımaktadır.
Küçük yaşlarında eski piyanosuna hayat veren Atakoğlu, 7-8 yaşlarına geldiğinde annesine yaptığı ısrarların sonucunu almış ve yeni piyanosuna kavuşmuştu. Hocası Muzaffer Uz tarafından Cemal Reşit Rey ile tanıştı. 1977 - 1979 yılları arasında Rey tarafından çalıştırıldı. Ardından İstanbul Devlet Konservatuvarı'na giren Atakoğlu 1980'de Londra'ya giderek, Croydon College'da (Kıraydın Kolej'de) eğitim aldı. Londra'da çeşitli deneyimler edindi.
1983'te Türkiye'ye geri dönerek reklam müzikleri üzerinde çalışmaya başladı. Ayrıca belgesel müzikleri yaparak bu alandaki başarısınıda kanıtlamış oldu. Bunun dışında Türkiye'deki çeşitli sanatçılar ile beraber müzik yapmıştır. Bunların başında Mazhar-Fuat-Özkan, Sertab Erener ve Sezen Aksu gelmektedir. Yurt dışında beraber çalıştığı kişiler arasında ise Yunan şarkıcı Notis Sfakinakis gelmektedir. Yunanistan'da oldukça ses getiren Telos-Dios-Telos şarkısı 480.000 adet satmıştır. Eserleri belgesellerle beraber özdeşleşmiştir.
“Cumhuriyet”, “Sarı Zeybek” ve "Demir Kırat" gibi Türkiye’nin yakın tarihini anlatan üç önemli belgeselin fon müzikleriyle kariyerine başlayan sanatçı böylece geniş kitlelerle buluşmuştur. 2008 yılında yayınladığı “İz” adını verdiği yeni albümüyle müzikseverler tarafından geniş ilgi görmüş bestecinin kariyeri boyunca bestelediği tüm şarkılarını bu albümünde; Sezen Aksu, Nilüfer, Tarkan, Sertab Erener ve Levent Yüksel gibi sanatçılar Atakoğlu'nun fonlarıyla yorumlamışlardır.
Kariyerini Amerika’da sürdüren sanatçı 2011 yılında; kariyerinin 25. sanat yılında 2008 yılında “Istanbul In Blue” albümü ile Grammy ödüllerine 3 dalda aday gösterilmiş, İstanbul in Blue albümünde Atakoğlu'yla birlikte çalışan Grammy ödüllü vurmalı |
çalgılar virtüözü Horacio ’El Negro’ Hernandez ve Kanadalı basçı Alain Caron birlikte Türkiye'ye gelerek 10 Mayıs 2011’de Beyoğlu'nda bulunan Indıgo Kulüp de konser veren sanatçı senfonik çalışmaları ve film müzikleriyle olduğu kadar caz albümleriyle de bilinmektedir. Başarısı pek çok uluslararası ödülle tescil edilen piyanist ve besteci Fahir Atakoğlu albüm çalışmalarının yanı sıra belgesel, film ve dizi müzikleri çalışmalarıyla adından söz ettirmektedir.
Fatih (anlam ayrımı)
Fatih, İstanbul'un bir ilçesidir.
Fatih ayrıca şu anlamlara gelebilir:
Neşter
Neşter, genel olarak tıbbi amaçla cerrahide, ve kimi zaman çeşitli sanat ve zanaatlerde kesim yapmak için kullanılan çok keskin ufak bıçak.
Cerrahide kullanılan bıçaklar gamma ışınları ile steril edilmişlerdir. Gamma ışın dalgaları, çok sert cisimlere girebilen (çelik vs.) ve gözle görülemeyen bakteri, virüs gibi zararlı canlıları yok edebilen bir ışın dalgasıdır. Cerrahide kullanılan neşterlerin ağızları lazer ile inceltilir ve keskinleştirilir.
Santimetre'nin %1'i kalınlığındadır. Genel olarak karbon çeliğinden imal edilirler. 11,13,17,21,22 santimetre gibi değişik boyutluları vardır.
Kan
Kan, atardamar, toplardamar ve kılcal damarlardan oluşan damar ağının içinde dolaşan; akıcı plazma ve hücrelerden (alyuvar, akyuvar ve kan pulcukları) meydana gelmiş kırmızı renkli hayati sıvı.
Kana; latincede hema, kanı inceleyen bilim dalına ise hematoloji denir. Bu sözcükler eski Yunanca'da kan sözcüğünü karşılayan "haima"dan türetilmiştir. Kolloit bir madde olup homojen görünse bile, heterojen bir karışımdır. Normal bir erişkinin vücut ağırlığının ortalama 1/13'ünü oluşturmaktadır.
Kan sürekli hareket halinde olan sıvı bir yapıdadır ve kan hücrelerinden oluşur. Bu kan hücreleri, çeşitli şekillerden ve plazmalardan oluşmaktadır. Dış bölümde kalan plazma, kanın hacminin %55'ini oluşturmaktadır. Plazmanın bazı kaynaklara göre %92'lik kısmı, bazı kaynaklara göre ise %90'ı sudan oluşur ve geriye kalan bölümü organik ve inorganik maddeler olan plazma proteinleri, aminoasitler, karbonhidratlar, yağlar, hormonlar, üre, ürik asit, laktik asit, enzimler, antikorlar, sodyum, potasyum, iyot, demir, bikarbonat gibi elementlerden oluşmaktadır. Bunlara NPN bileşikleri de denilir. Plazmanın asıl amacı, kanın dokuların ilgili bölümüne taşınmasını sağlamaktır. Plazmada bulunan katı maddelerin büyük miktarı proteinlerden oluştuğu da bilinmektedir. Plazma yalnızca kanın vücutta dolaşmasına yardımcı olmakla kalmaz. Aynı zamanda, atık ürünlerinde hücrelerden alınmasını sağlar. Plazmanın bileşenleri sürekli olarak yenilenmektedir. Hücrelerin beslenmesine ve atıklarının alınmasına yardımcı olan plazmalar, bağışıklık sistemi hücrelerini de içinde barındırırlar. Kan plazması kendisini 48 saatte bir yenilemektedir.
Plazmadan alınan gıdaların metabolizma ürünleri olan ürik asit, kreatinin, amino asitler gibi bir grup organik moleküller de bulunmaktadır. Diğer organik maddeler ise glikoz, yağlar ve kolesteroldür. Plazmanın ana inorganik bileşenleri elektrolitlerdir. Bunlar; sodyum (Na+), klor (Cl-), kalsiyum (Ca++), fosfat (PO 4-3), sulfat (SO 4) -2 ve magnezyumdur (Mg++).
Eritrositlerin 1 mm oranındaki kanda bulunan sayısı erişkin erkekte 4,5- 6 milyon, erişkin bir
kadında ise 4- 5 milyondur. Eritrosit sayısının normalden fazla olmasına polisitemi (poliglobuli) adı verilir. Eritrosit sayısının veya hemoglobin miktarının normalden düşük olmasına ise anemi (kansızlık) denmektedir.
Kanın koruma, taşıma, savunma ve düzenleme görevleri bulunmaktadır.
Koruma görevi: Vücudun herhangi bir yerinde meydana gelen yaralanma sonucunda açılan yaradan akan kan oksijenle temas ettiğinde kurur ve yaranın kapanmasına sebebiyet verir. Trombositler oksijenle temas ettiklerinde pıhtılaşma diğer manasıyla kanın kuruması gerçekleşerek vücudun kan kaybı engellenir.
Taşıma görevi: Kan, sindirim sisteminin parçaladığı besinleri hücrelere taşır. Akciğerlerden vücuda alınan oksijeni dokulara, metabolizma sonucu oluşan karbondioksiti ise akciğerlere taşır.
Savunma görevi: Vücuda giren yabancı maddeler (virüs, bakteri) kan tarafından fagosite edilerek zararsız bir duruma getirilir. Ayrıca vücuda giren yabancı maddeler için antikor yapımını da sağlar.
Düzenleme görevi: Metabolizma ile oluşan ısıyı bütün vücuda dağıtıp vücut ısısını dengede tutar. Vücut sıvılarının ise pH dengesini ayarlar.
İnsanlardaki kanın özelliklerini belirtmek amacıyla, antikorlara ve antijenlere bakılarak belirlenmiş olan sınıflandırma sistemine denmektedir. Alyuvarların üzerinde, kan proteinlerine göre oluşan gruplar bulunmaktadır. Bu proteinler, A, B ve RH proteinleri olmak üzere 3 çeşide ayrılırlar ve aralarında 8 adet kan grubu oluştururlar. Bağışıklık sisteminin ürettiği antikorlar da kanda bulunmaktadır. Bunlar da A, B ve RH antikoru olarak adlandırılır. Bilinen hiçbir kanın yapısında antikorlar ve protein yan yana bulunmaz. Eğer birlikte olursa, birbirlerini tutarak katılaşır ve çökelirler. Kişiler arasında kan transfüzyonu yapılabilmesi için, alıcı ve vericilerin kanlarındaki protein ve antikorların incelenmesi gerekmektedir. Farklı gruplara sahip kişiler arasında kan alışverişi yapılamaz. Sadece AB grubu içerisinde bulunanlar "genel alıcı" (A, B ve 0 gruplarından kan alabilir, yani evrensel alıcıdır), 0 grubu içinde olanlar ise "genel verici"dir (diğer kan gruplarının hepsine verebilir, fakat yalnız 0 grubu kan alabilir).
Kan grubu
Kan grubu, insan kanındaki antikorlara bakılarak, kanın özelliğini belirtmek için oluşturulmuş sınıflandırma sistemidir. A, B, AB ve 0 türleri mevcuttur. Bundan bağımsız olarak, Rh değeri + veya - değerinde olabilir. Bu iki sistemin kombinasyonundan 8'li kan grubu tablosu oluşmuştur. Türkiye'de iki sistem yan yana yazılarak belirtilir. Örneğin; A türü kanda Rh değeri negatif ise, o kan için A Rh (-) grubu denir. Türkiye'de Kızılay'ın verilerine göre en fazla bulunan ve en çok ihtiyaç duyulan grup A Rh (+)'dir. RH faktörü, Rhesus (rezüs) maymunun kanındaki antikorların var olup olmaması anlamına gelir.
Her ne kadar aşağıdaki tablo genel olarak doğru ise de uzun dönem kan tranfüzyonu gerektiren kişilere kendi kan gruplarının aynısının verilmesi zorunludur. Çok ama çok acil durumlarda RH (-), RH (+)'ye kan verebilir.
Kan grubunu belirleyen A ve B genleri, kanımızda bulunan alyuvarların zarlarında A ve B tipi proteinlerden hangisinin yer alacağını belirlerler. Kan grubunuz A ise alyuvarlarınızın çeperinde yalnızca A tipi protein, B ise yalnızca B tipi protein, AB ise her ikisinden de, 0 ise alyuvarlarınızın çeperinde her ikisi de yoktur demektir. Alyuvar çeperinde bulunan ve kan grubunuzun belirlenmesinde rol oynayan bu proteinlere aglütinojen denir. Ancak kanda, kendinizinkinden farklı bir kan grubuna ait alyuvar hücrelerinin vücudunuza girmemesini sağlayarak sizi koruyan aglütinin adlı antikorlar bulunur. Protein yapısında olan aglütininler de tıpkı aglütinojenler gibi A ve B tipinde olurlar.
Kan transfüzyonlarının, kan grupları hakkında hiçbir bilgi olmadığı halde önceleri başarıyla sürdürülmesi dikkat çekicidir. Landois 1875’de köpek kanının başka bir cinsin kanı ile karıştırıldığında 2 dk. içerisinde hemen daima lizise (hücre parçalanması) neden olduğunu bildirmiştir. Bu çalışmadan haberdar olan Karl Landsteiner 22 kişide yaptığı çalışmada eritrosit ve serum arasındaki reaksiyonları tarif ederek 1901’de sonuçlarını yayınlamıştır. Landsteiner önceleri A, B, C olmak üzere üç kan grubu tanımladı. Sonraki yıl öğrencileri olan DeCastello ve Sturli 155 kişiyi kapsayan daha geniş bir çalışma ile kan grup sistemini A, B, O, AB olarak tanımladılar (1902). (19. yy’ın ikinci yarısında Alman bir doktorun şu sözleri şaşırtıcı değildi. Koyun kanı nakletmek için üç tane koyuna ihtiyaç vardır; ilki kanı alınan, ikincisi kanın nakledilmesine müsaade eden, üçüncüsü ise nakli gerçekleştiren olarak). 1922’de Amerika Birleşik Devletleri’ne göç eden Landsteiner 1930 yılında Nobel Tıp Ödülü’ne layık görülmüştür.
Diğer kan grup sistemleri tanımlanmadan neredeyse yarım yüzyıllık bir zaman geçmiş ve 1939’da Phillip Levine tarafından sunulan bir olgu ile Rhesus (Rh faktörünün bulunduğu maymunun adı) faktörünün varlığına dikkat çekilmiştir. Sonraki birkaç yıl içerisinde yapılan benzer çalışmalarla yeni antijen sistemleri tanımlanmıştır.
Anne ve baba A ve B grubu olduğunda;
Anne ve baba A ve 0 grubu olduğunda;
Anne ve baba A ve AB grubu olduğunda;
Anne ve baba A ve A grubu olduğunda;
Anne ve baba B ve 0 grubu olduğunda;
Anne ve baba B ve AB grubu olduğunda;
Anne ve baba B ve B grubu olduğunda;
Anne ve baba AB ve 0 grubu olduğunda;
Anne ve baba AB ve AB grubu olduğunda;
Anne ve baba 0 ve 0 grubu olduğunda;
Ateroskleroz
Ateroskleroz, atardamarları (arterleri) etkileyen bir hastalıktır. Yaygın olarak "damar sertleşmesi" olarak adlandırılan arteriosklerozun bir türüdür. Orta boy ve büyük arterlerde görülen "aterom" veya "plak" olarak adlandırılan yapısal bozukluklardan (lezyonlardan) oluşur. Aterom, hangi safhada olduğuna bağlı olarak çeşitli yapılar barındırabilir:
Aterom, damarın yüzey tabakası kalınlaşmış büyük bir alanının ortasında bulunan, yumru gibi, yumuşak sarımsı bir birikimdir. Arter lümenine yakın noktalarda makrofajlardan oluşur. Bunun altında bazen kolesterol kristalleri ve ilerlemiş lezyonların tabanında kireçlenme (kalsifikasyon), hatta bazen kemikleşme de olabilir. "Ateroskleroz", ateromların, içi yumuşak, dışı sert yapısından dolayı Yunanca "athero-" (lapa) ve "-sclerosis" (sertleşme) sözcüklerinden türetilmiştir.
Ateroskleroz iki patolojik sorun oluşturur. Birincisi, aterom zaman içinde yırtılabilir ve içinden çıkan parçalar akıntıyla gidip daha dar damarları tıkayabilir (tromboz). İkincisi, aterom yırtılmasa da büyümesi sonucunda damarın daralmasına (stenoz) yol açabilir. Her iki durumda da damar tarafından beslenen organa yetersiz kan gitmiş olur. Hastalığın izleyebileceği alternatif bir yol ise anevrizma olarak adlandırılır; bu durumda ateromun kalınlaşmasının tel |
afisi için damar genişler ama bunun sonucunda damar duvarı zayıflar, en zayıf noktasından balon gibi şişip patlar ve iç kanamaya varır.
En yaygın görülen süreç, hassas plak olarak adlandırılan yumuşak plakların yırtılmasıdır. Bunun sonucunda oluşan kan pıhtısı, kanı 5 dakika gibi kısa bir sürede yavaşlatır veya durdurur ve ölüme yol açabilir. Bu olaya enfarktüs denir. Bunun en yaygın senaryosu kalp krizidir, yani trombozun bir koroner arterin içinde meydana geldiği miyokardiyal enfarktüstür. İlerlemiş aterosklerozda görülen başka bir yaygın senaryo ise kladikasyon olarak adlandırılır, bu durumda stenoz ve anevrizmanın birleşimi sonucu bacaklara yeterli kan gitmez ve bunun sonucu hasta topallar. Böbrek, bağırsak ve diğer organlardaki arterler de aterosklerozdan etkilenebilir.
Ateroskleroz genelde erken ergenlik çağında başlar, çoğu büyük arterde bulunur ancak kendini belli etmez ve çoğu tıbbi tanı yöntemiyle de fark edilmez. Kalbi besleyen koroner dolaşıma veya beyni besleyen serebral dolaşıma etki ettiği zaman hastalık ciddi anlamda ortaya çıkar. Kalp krizi, akut inme, kalp yetmezliği ve genel olarak çoğu kalp hastalığının altında yatan neden aterosklerozdur. Kol ve bacak arterlerinde ateromlar yüzünden dolaşım yetmezliğine periferik tıkayıcı arter hastalığı denir.
ABD 2004 yılı verilerine göre erkeklerin %65'i ve kadınların %47'sinde aterosklerotik kardiyovasküler hastalığın ilk belirtisi bir kalp krizi veya ani kardiyak ölüm (ilk belirtilerden sonraki bir saat içinde ölüm) olmuştur.
Arterde kan akışını bozan olayların çoğu lümen tıkanmasının %50'den az olduğu yerlerde olur. Bu olaylarda ortalama stenoz oranı %20'dir. Dolaşım sorunlarını test etmek için kullanılan en yaygın test olan Kardiak stres testi ancak %50'den fazla tıkanmayı algılayabilmektedir.
"Aterojenez", aterom plaklarının gelişme sürecidir.
Aterosklerozun mikroskop altında görülebilen ilk aşaması "yağ çizgileri" oluşumudur. Bunlar endotelin altında bulunan, içi lipit dolu hücre topluluklarıdır; yağ çizgileri gelip geçici olabilir. Arter damarlarında hücrelerin (özellikle monosit türevi makrofaj gibi lökositler) ve değişime uğramış lipoprotein birikmesine paralel olarak arter yapısı değişime uğrar. Bunu izleyen yangı (enflamasyon), arterin "intima" tabakasında aterom plaklarının oluşumuna yol açar. İntima, damarda endotel ile media ve adventitia arasındaki kısımdır. Bu plaklar aşırı yağ, hücreler, kollajen ve elastinden oluşur. Lümen diye adlandırılan arter boşluğunda başlangıçta herhangi bir daralma (stenoz) oluşturmazlar.
Aterosklerozun nasıl başladığına dair iki hipotez vardır. Bu iki hipotezi de destekleyen bulguların varlığına bakılırsa muhtemelen ikisi de en azından kısmen doğrudur.
Kan plazmasında bulunan LDL endotelin içine sızıp yükseltgendiği (oksitlendiği) zaman kalp hastalığı için risk oluşturur. LDL oksidasyonuna etki eden karmaşık biyokimyasal reaksiyonlar zinciri vardır, bunlar en çok, endotelde bulunan serbest radikallerden kaynaklanır.
Damar duvarının hasar görmesi, bir yangı tepkisi doğurur. Bir akyuvar türü olan monositler kandan gelip arter duvarının içine girer, ayrıca trombositler de duvara yapışır. Ardından, monositler değişime uğrayıp makrofaj olur, bunlar da oksitlenmiş LDL'yi içlerine alarak zamanla "köpük hücre"lere dönüşür. Böyle adlandırılmalarının nedeni sitoplazmaların içinde çok sayıda kesecik (vezikül) ve yüksek miktarda lipit birikmesidir. Mikroskop altında lezyon artık bir yağ çizgisi olarak görünür. Köpük hücreler sonunda ölür ve bu yangı sürecini daha da yaygınlaştırır.
Ateromdaki kolesterolün kaynağı LDL'dir. Dokulardaki kolesterolü karaciğere geri taşıyan HDL miktarı az ise bu LDL birikiminin başlattığı süreç daha da hızlanır. Köpük hücreleri ölünce içlerindeki kolesterol ve diğer lipitler ateromda birikmeye başlar.
Köpük hücreleri ve trombositler düz kas hücrelerinin hareketini ve çoğalmasını teşvik eder; düz kas hücrelerinin yerine kollajen gelir ve bu hücreler de köpük hücrelerine dönüşür. Lipit birikintileri ile damarın intima tabakası arasında koruyucu bir fibröz örtü oluşur.
Russell Ross ve John Glomset tarafından öne sürülen (İngilizce "Response to Injury" olarak adlandırılmış olan) bu hipoteze göre endotel tabakaya hasar veren herhangi bir etmen, trombositlerin endotel altına girip yapışmasına neden olur, ardından monosit ve T lenfositler gelir, bu hücrelerin salgıladığı büyüme faktörleri düz kas hücrelerinin mediadan intimaya geçip orada çoğalmasına, bağ dokusu ve proteoglikan imal etmesine ve fibröz plak oluşturmasına neden olur.
Bu iki hipotez birbirini dışlamaz. Oksitlenmiş LDL endotel hücrelerine toksik olduğu için bir hasar unsuru sayılabilir. Ayrıca yenilenen endotel hücreler tamamen normal olmaz ve plazmanın LDL'nin endotel tabakada alıkonmasına neden olabilir. Ancak kronik endotel hasar hipotezi lipit kökenli olmayan (örneğin enfeksiyon sonucu) aterom oluşumlarına açıklama getirir.
Yukarda belirtilen süreçte damardaki düz kas tabakasında, özellikle ateromun hemen yanındaki düz kas hücrelerinde, mikroskopik kireçlenmeler (kalsifikasyonlar) başlar. Zaman içinde bu hücreler kas tabakası ile ateromun dış kısımları arasında kalsiyum birikimleri meydana gelir.
Bu örtülü yağ birikintileri (bu aşamada artık aterom olarak adlandırılırlar) arterin zaman içinde genişlemesine neden olan enzimler salgılarlar. Arterin genişlemesi ateromun fazladan kalınlığını telafi ettikçe damar boşluğunda bir daralma (stenoz) olmaz. Arterin kesiti yumurta şekilli olarak genişlemeye devam eder. Ancak eğer bu genişleme aterom kalınlığıyla orantısız olursa bir anevrizma meydana gelir .
Mikroskopla bakıldığında iki plak türü ayırt edilebilir:
Damarın kas tabakası ateromu tutmaya yetecek büyüklükte küçük anevrizmalar oluşturur. Aterom plağının varlığını telafi edecek şekilde yapısını değiştirmesine rağmen kas tabakası genelde dayanıklılığını sürdürür.
Ancak, damar duvarının içindeki ateromlar yumuşak ve yırtılmaya müsaittir, fazla bir esneklikleri yoktur. Arterler kalp atışlarıyla sürekli genişleyip büzülürler, yani nabız atarlar. Ayrıca ateromun dış kısmıyla kas duvarı arasındaki kireçlenme de, aterom ilerledikçe esneklik kaybına ve damarın sertleşmesine yol açar.
Kireç birikimleri yeterince ilerlediğinde bilgisayarlı tomografi (BT) veya elektron demet tomografisi ("electron beam tomography") ile koroner arterlerde görüntülenebilir. Bu yöntemlerle bakıldığında kalsifikasyonlar ateromları çevreleyen yüksek radyografik yoğunluklu halkalar olarak görünür. BT tekniği ile Hounsfield skalasında 130 birimden fazla (bazılarınca 90 birimden fazla) bir radyografik yoğunluk, arterlerde açıkça kalsifikasyon olduğunun bir belirtisi sayılır. Anjiyografi veya intravasküler ultrasonla bakılıp arter lümeninde bir daralma görülmese dahi bu kalsifikasyonlar hastalığın, üstelik ileri bir aşamada olduğunun tartışmasız delili sayılırlar.
Hastalık onlarca yıl yavaşça ilerlemesine rağmen, arterin bir aterom tarafından tıkanmasına kadar fark edilmez. Tipik olarak şöyle meydana gelir: Aterom yırtılması, yırtığın üzerinde pıhtılaşma ve fibröz yapılanma ve bundan kaynaklanan stenoz. Bu süreç bir kere veya tekrar tekrar olabilir. Stenoz yavaş ilerleyebilir, buna karşılık plak yırtılması ani bir olaydır. Yırtılma, ince ve zayıf fibröz örtülü "hassas" ateromlarda olur.
Lümenin tamamen tıkanmasına neden olmayan ama yinelenen plak yırtılmalarının üzerindeki pıhtı örtüsü ve pıhtıyı sabitleştirici fizyolojik tepki, çoğu stenozu meydana getiren süreçtir. Stenozlu bölgelerde akış hızının yüksek olmasına rağmen bunlar sağlamdır, genelde parçalanmazlar. Kan akışını durduran yırtılma olayları genellikle az daralma yapmış büyük plaklarda meydana gelir.
Klinik araştırmalarda, yırtıldıktan sonra arterin tamamen tıkanmasına neden olan plaklardaki stenoz miktarının ortalama %20 oranında olduğu bulunmuştur. Yüksek oranda stenoz oluşturmuş plaklar çoğunlukla ciddi sonuçlar doğurmaz. Klinik araştırmalarda, %75'ten fazla oranda daralma olan plakların yalnızca %14'ünün kalp krizine neden olduğu bulunmuştur.
Eğer yumuşak ateromu kandan ayıran fibröz örtü yırtılırsa, alttaki doku parçaları kanın içine saçılır, kan ateromun içine girer ve bunun sonucunda ateromun hacminde ani bir büyüme meydana gelebilir. Doku parçalarında kollajen ve doku faktörü bulunduğu için trombositleri uyarıp kan pıhtılaşma sistemini harekete geçirirler. Sonuç, ateromu kaplayan ve kan akışını ileri derecede engelleyen bir kan pıhtısı, yani "trombus"dur. Kan akışının engellenmesiyle daralma noktasının ötesindeki dokular oksijen ve gıdadan mahrum kalır. Eğer bu doku kalp kası (miyokardiyum) ise göğüs ağrısı (anjina) veya kalp krizi (miyokardiyal enfarktüs) meydana gelir.
Kalp hastalıkları için kullanılan anjiyografi ve kardiak stres testi teknikleri damarlarda ciddi daralma (stenoz) noktalarını belirlemeyi amaçlar. Bu teknikler aterosklerozu doğrudan farketmeye yaramaz. Oysa klinik çalışmalar, ciddi olayların meydana geldiği yerlerin büyük plaklı ama az daralmalı olduğunu göstermiştir. Plak yırtılması saniyelerle dakikalar arasında bir sürede arter lümeninin tıkanmasına ve potansiyel olarak hastanın daimi sakatlanmasına veya ölümüne yol açabilir. Bu yüzden 1990'lardan beri tedavinin hedefi olarak daha ölümcül olan "hassas plak"lara odaklanılmıştır.
Vücuttaki her arterde plak oluşabilse de, hayatî organları besleyen arterlerdeki tıkanmalar özellikle farkedilir. Kalp kaslarını besleyen damarların tıkanması kalp krizine, beyni besleyen damarların tıkanması inmeye yol açar. Bu dokular zarar gördüğü zaman sadece %2 oranında yenilendikleri için meydana gelen hasarların sonucu hastayı öldürmese dahi kalıcı bir etki bırakır.
Aterosklerozla ilişkili çeşitli anatomik, fizyolojik ve davranışsal risk faktörleri bilinmektedir:
Yukardaki listede '+' işaretli maddeler "metabolik sendrom"un belirtisi sayılır.
Eğer ateroskleroz semptom gösterirse semptomlar (örneğin anjina pektoris) tedavi edilebilir. Önce sigrayı bırakmak veya düzenli egzersiz gibi ilaçsız tedavi yöntemleri denenir. Bu yön |
temler fayda etmezse kardiyovasküler hastalıkların tedavisinde ilaç kullanımına geçilir. Yeni ilaçlar keşfedildikçe bu yaklaşım daha etkili olmaktadır. Ancak ilaçlar patent kontrolünde, pahalı ve bazen de yan etkili olmalarından dolayı eleştirilmektedir.
Klinik araştırmalarda yararlı olduğu bulunan tedavi hedefleri şunlardır: lipoprotein dengesizlikleri, yüksek kan şekeri (yani diyabet), yüksek kan basıncı, homosistein, sigara terki, pıhtı faktörlerini hedefleyen pıhtıönler (antikoagulan) almak, tuzlu su kaynaklı balık eti yiyerek Omega-3 yağlar almak, egzersiz yaparak kilo kaybetmek. Hedef serum kolesterol düzeyi 4 mmol/L'nin altıdır (trigliseritler için de 2 mmol/L'nin altı).
Statinler olarak adlandırılan ilaç grubu, aterosklerotik hastalıkla ilişkili olayların önüne geçmekte çok başarılı olmuştur. Ancak fizyolojik risk faktörlerinde önemli bir azalma elde etmek için birden fazla ilacı birlikte kullanmak ve gündelik ve süresiz olarak almak gerekmektedir. Karmaşık ve etkili tedavi rejimleri izleyen hastaların fizyolojik özelliklerinin damarlarda yağ çizgilerinin görülmesinden evvelki çocukluk dönemine benzediği gözlemlenmiştir.
LDL'nin bir kalıtsal çeşidi olan Lipoprotein küçük a'nın azaltılması gündelik yüksek vitamin B3 (niasin) dozları almakla mümkündür. Niasin aynı zamanda LDL taneciklerin daha büyük olmasını ve HDL işlevinin artmasını sağlar. Statinlerle niasin'in, bağırsak kolesterol emilme inhibitörleri ("ezetimibe" ve daha az etkili olan "fibrat"ların) hastanın dislipipidemik özelliklerini iyileştirdiği ve klinik olayların tekrarını azalttığı bulunmuştur. Koruyucu tedavide kolesterol azaltıcı ilaçların ölüm oranlarını azaltmıştır (örneğin AFCAPS/TexCAPS denemesinde). Aynı sonuçlara ulaşmak için beslenme değişikliği yapmak genelde ilaç tedavisinden çok daha az etkili olmuş ve kişilerin sağlıklı bir diyeti sürdürme başarıları düşük olmuştur.
Halen aterosklerozu olmayan diyabetli kişilerin aterosklerozlu diyabetsizlere kıyasla uzun vadede aterosklerozdan çok daha kötü etkilendikleri bulunmuştur. Bu yüzden diyabet, ileri ateroskleroz dengi olarak görülmektedir.
Homosistein seviyelerinin normal düzeye düşürülmesi, özellikle bunun beslenmede Omega-3 yağ kullanımı ile yapılmasının koruyucu etkileri olduğu altı klinik çalışma tarafından gösterilmiştir.
Aerobik egzersiz, kilo kaybı ve beslenme değişiklikleri de faydalı olmakla birlikte genelde daha az etkilidir ve çoğu kişi için uzun süre devam ettirilmesi sorunludur.
Tibbi tedaviler genelde semptomlara odaklıdır. Ancak uzun dönemde hastalığın nedeni olan süreçleri düzeltme yönündeki tedavilerin daha etkili olduğu gösterilmiştir.
Kısa dönemde yararlı olan cerrahi müdaheleler arasında, daralmış damarları genişletmek için anjiyoplasti ve daralmış damarların etrafından yeni bağlantılar oluşturan baypas ameliyatı sayılabilir.
Antioksidan korumayı artırmak amacıyla yüksek dozlu E veya C vitamini kullanımının bir faydası olduğu çift kör bir klinik çalışmada gösterilememiştir. Ancak bu çalışmalar, etkili olduğu iddia edilenden daha düşük dozlar kullanılarak yapılmıştır.
Statin ilaçlarının başarısının arkasında yatan, kullananların ölüm oranlarında gözlemlenen azalmalardır. Bu ilk olarak "4S" olarak adlandırılan, kalp krizi geçirmiş ve ilerlemiş hastalığı olan kişilerde yapılmış olan ilk geniş çaplı, plasebo kontrollü, randomize klinik denemede gösterilmiştir. 4S'de statin kullananların mortalite oranı plasebo alanlara kıyasla %30 daha düşük olmuştur. Bu çalışmaya katılanlar arasında dıyabetli olan bir alt grup için statin ile plasebo arasındaki mortalite farkı %54 olmuştur. 4S'den sonra yapılan diğer klinik denemelerde mortalite oranında daha da büyük düşüşler bulunmuştur. ASTEROID denemesinde (ref. 3) plak hacminde gerileme görülmüştür.
Özetle, hastalığın en etkili tedavisi için, çok yönlü ve sinsi yönlerini anlayıp bir veya birkaç tedavi yöntemi yerine birçok ve
farklı tedavi stratejisini birleştirmek etkili olmaktadır. Kan lipitlerinin lipoproteinler tarafından taşınma özelliklerini değiştirmek gibi başarılı olmuş yaklaşımlarda, semptomlardan hem önce hem de hemen sonra saldırgan tedavi kombinezonları kullanmak daha iyi sonuç vermiştir. Aterosklerozla ilişkin risk taşıyan hastalara koruyucu olarak düşük doz aspirin ve bir statin verme uygulaması yaygınlaşmaktadır. Ancak, semptomsuz kişilerin tedavi edilmesi tıp camiasında tartışmalıdır.
Korzo
Korzo sözcük olarak eski Yugoslavya ulus ve halklarının ortak bir geleneğidir. Her ne kadar genç erkeklerin ya da kızların kendilerine eş arama, tanışma ve flört etme gibi birtakım sosyal ilişkilerini temel alıyorsa da, aslında korzo değişik ulus ve halkları, çalışma yaşamları dışında da kaynaştırmaya yönelik hümanist bir gelenektir. Ancak uygulamada bunu görmek mümkün değildir. Kosova’da ve Makedonya’da çeşitli ulus ve halklara mensup insanların kentin en büyük ve tarihi caddesinde bir sıra halinde yürüyerek ortak bir sorunu tartışmaları beklenirken, uygulamada ise, insanlar kendi gruplarını oluşturmakta ve kendi dilleriyle, kendi ortak sorunlarını tartışmaktadırlar.
Pîrî Reis
Pîrî Reis (; 1465-1470, Gelibolu - 1554, Kahire), Osmanlı Türk'ü denizci ve kartografı.
Asıl adı Muhyiddin Pîrî Bey'dir. Künyesi Ahmet ibn-i el-Hac Mehmet El Karamani'dir.
Amerika'yı gösteren Dünya haritaları ve Kitab-ı Bahriye adlı denizcilik kitabıyla tanınmıştır.
Karamanlı bir ailenin çocuğu olan Ahmet Muhyiddin Pîrî'nin ailesi II. Mehmed devrinde padişahın emri ile Karaman'dan İstanbul'a göç ettirilen ailelerdendir. Aile bir süre İstanbul'da yaşamış, sonra Gelibolu'ya göç etmiştir. Pîrî Reis'in babası Karamanlı Hacı Mehmet, amcası ise ünlü denizci Kemal Reis'tir.
Pîrî denizciliğe amcası Kemal Reis'in yanında başladı; 1487-1493 yılları arasında birlikte Akdeniz'de korsanlık yaptılar; Sicilya, Korsika, Sardunya ve Fransa kıyılarına yapılan akınlara katıldılar. 1486'da Endülüs'te Müslümanların hakimiyetindeki son şehir olan Gırnata'da katliama uğrayan Müslümanlar Osmanlı Devleti'nden yardım isteyince o yıllarda deniz aşırı sefere çıkacak donanması bulunmayan Osmanlı Devleti, Kemal Reis'i Osmanlı Bayrağı altında İspanya'ya gönderdi. Bu sefere katılan Pîrî Reis, amcası ile birlikte müslümanları İspanya'dan Kuzey Afrika'ya taşıdı.
Venedik üzerine sefer hazırlığına girişen II. Beyazid'in Akdeniz'de korsanlık yapan denizcileri Osmanlı donanmasına katılmaya çağırması üzerine 1494'te amcası ile birlikte İstanbul'da padişahın huzuruna çıktı ve birlikte donanmanın resmi hizmetine girdiler.
Pîrî Reis, Osmanlı Donanması'nın Venedik Donanması'na karşı sağlamaya çalıştığı deniz kontrolü mücadelesinde Osmanlı donanmasında gemi komutanı olarak yer aldı, böylece ilk kez savaş kaptanı oldu. Yaptığı başarılı savaşların sonucunda Venedikliler barış istediler ve iki devlet arasında bir barış anlaşması yapıldı. Pîrî Reis, 1495-1510 yıllarında İnebahtı, Moton, Koron, Navarin, Midilli, Rodos gibi deniz seferlerinde görev aldı. Akdeniz'de yaptığı seyirler sırasında gördüğü yerleri ve yaşadığı olayları, daha sonra Kitab-ı Bahriye adıyla dünya denizciliğinin de ilk kılavuz kitabı olma özelliğini taşıyacak olan kitabının taslağı olarak kaydetti.
Pîrî Reis, 1511'de amcasının bir deniz kazasında ölümünden sonra Gelibolu'ya yerleşti. Barbaros Kardeşler'in idaresi altındaki donanmada halaoğlu Muhiddin Reis ile Akdeniz'de bazı seferlere çıktıysa da daha çok Gelibolu'da kalıp haritaları ve kitabı üzerinde çalıştı. Bu haritalardan ve kendi gözlemlerinden yararlanarak 1513 tarihli ilk dünya haritasını çizdi. Atlas Okyanusu, İber Yarımadası, Afrika'nın batısı ile yeni dünya Amerika'nın doğu kıyılarını kapsayan üçte birlik parça, bu haritanın günümüzde elde bulunan bölümüdür. Bu haritayı dünya ölçeğinde önemli kılan, günümüze kalmamış olan, Kristof Kolomb'un Amerika haritasındaki bilgileri içeriyor olması rivayetidir.
Barbaros Kardeşler, 1515 yılında dünyanın en büyük deniz güçlerinden birisini oluşturmuş ve Kuzey Afrika'da fetihler yapmışlardı. Pîrî Reis, Oruç Reis'in kaptanlarından birisi olarak hediye sunmak üzere yardımını bekledikleri Yavuz Sultan Selim'e gönderildiğinde Yavuz'un yardım olarak verdiği iki savaş gemisi ile geri döndü. Pîrî Reis, 1516-1517 yıllarında İstanbul'a geldiğinde tekrar Osmanlı donanmasının hizmetine girdi; Derya Beyi (Deniz Albayı) rütbesini aldı ve Mısır seferine gemi komutanı olarak katıldı. Donanmanın bir kısmı ile Kahire'ye geçip Nil ırmağını çizme fırsatı buldu.
Pîrî Reis, İskenderiye'nin ele geçirilmesinde gösterdiği başarılar ile padişahın övgüsünü kazandı ve sefer sırasında haritasını padişaha sundu. Günümüzde bu haritanın bir parçası mevcuttur, diğer parçası kayıptır. Bazı tarihçilere göre, Osmanlı padişahı dünya haritasına bakmış ve ""Dünya ne kadar küçük..."" demiştir. Sonra da, haritayı ikiye bölmüş ve ""biz doğu tarafını elimizde tutacağız.."" demiştir.. Padişah, daha sonra 1929'da bulunacak olan diğer yarıyı atmıştır. Bazı kaynaklarca, günümüzde bulunamamış olan doğu yarısını, Hint Okyanusu'nun ve onun Baharat yolunun kontrolünü ele geçirmek için Padişahın yapacağı olası bir sefer için kullanmak istediği bile iddia edilmektedir.
Pîrî Reis seferden sonra, tuttuğu notlardan Bahriye için bir kitap yapmak amacıyla Gelibolu'ya döndü. Derlediği denizcilik notlarını bir Denizcilik Kitabı (Seyir Kılavuzu) olan Kitab-ı Bahriye'de bir araya getirdi.
Kanuni Sultan Süleyman'ın dönemi, büyük fetihler dönemiydi. Pîrî Reis, 1523'deki Rodos seferi sırasında da Osmanlı Donanması'na katıldı. 1524'de Mısır seyrinde kılavuzluğunu yaptığı sadrazam Pargalı Damat İbrahim Paşa'nın takdiri ve desteğini kazanınca, 1525'te gözden geçirdiği Kitab-ı Bahriye'sini İbrahim Paşa aracılığıyla Kanuni'ye sundu.
Pîrî Reis'in 1526'ya kadar olan yaşamı Kitab-ı Bahriye'den izlenebilir. Pîrî Reis, 1528'de, ilkinden daha içerikli ikinci dünya haritasını çizdi.
1533 yılında Barbaros Hayreddin Paşa kaptan-ı derya olunca Pîrî Reis de Derya Sancak Beyi (Tümamiral) unvanı aldı. Pîrî Reis, sonraki yıllarda, güney sularında devlet için çalıştı. Barbaros'un |
1546'da ölümünün ardından Mısır Kaptanlığı (Hint Denizleri Kaptanlığı da denilirdi) yaptı, Umman Denizi, Kızıl Deniz ve Basra Körfezi'ndeki deniz görevlerinde yaşlandı. Osmanlı donanmasında yaptığı son görev idamıyla sonuçlanan Mısır Kaptanlığı oldu.
Pîrî Reis, Kanuni devrinde Portekiz ile sürekli savaş halindeydi. 80 yaşındayken Aden şehrindeki Arap isyanını bastırmakta başarılı olduğu için kendisine yeni bir görev verildi. Süveyş'ten donanma ile Basra'ya gidip, buradaki 15.000 askeri ve diğer gemileri de yanına alarak, Hürmüz adasını ele geçirmesi istendi. Bu adaya mümkün olduğunca Portekizlilere bulaşmadan ulaşması isteniyordu. Hint Okyanusu'na otuz civarı gemi ile açılan Piri Reis, kendisinden iki kat sayıca fazla Portekiz gemisini burada yenmeyi başardı. Savaştan kurtulup kaçan kimi Portekizliler Hürmüz adasındaki kaleye sığındı. Kalenin etrafı sarıldı fakat buradaki Portekiz garnizonu hazırlıklı olduğu için işgal edilemedi. Kuşatma kaldırıldı. Bazı tarihçiler bu kuşatmanın kaldırılma nedeninin Piri Reis'in Portekizlilerden rüşvet alması olduğunu iddia ederler. Bölge halkının Portekizlilere yardımı üzerine kızan Piri Reis, burayı yağmaladı.
Bu yağma onu idam sürecine götüren olayı başlattı. Basra valisi Ramazanoğlu Kubad Paşa'dan yardım istedi. Fakat vali onu bu yağmadan dolayı tutuklamak ve mallarına el koymak istedi. Portekiz donanmasının geniş bir kuvvetle Basra körfezini kapatmak üzere yola çıktığını haber aldı. Piri Reis'in donanması bakım ve onarım yaptırıyordu. Portekizlilerin ablukasına maruz kalmamak için askerlerini bırakarak 3 gemi ganimet ile Süveyş'teki donanma merkez tersanesine geri döndü. Basra valisinin şikayeti Mısır valisine ulaştı. Piri Reis tutuklandı. Mısır valisinden divana iletilen konuda Piri Reis kuşatmayı kaldırmak ve donanmayı bırakmak suçlarından yargılandı. Kendisi bakımsız donanma ile denize açılmasının sakıncalarını dile getirdiyse de suçlu bulunmasına engel olamadı. Kanuni Sultan Süleyman'ın fermanı üzerine 1554'te Kahire'de boynu vurularak idam edildi. İdam edildiğinde 80 yaşının üzerinde olan Pîrî Reis'in terekesine devletçe el konuldu.
Ubisoft'un yapımcılığını yaptığı "" oyununda Pîrî Reis donanma için çalışan ve suikastçi birliğinin üyesi olan önemli bir karakterdir.Ayrıca bu oyunda bomba yapımında usta biri olarak dünyaya tanıtılmıştır
Hıdırellez
Hıdırellez ya da Hıdrellez, Orta Asya, Ortadoğu ve Anadolu'da kutlanan mevsimlik bayramlardan biridir.
"Ruz-ı Hızır" (Hızır günü) olarak adlandırılan Hıdırellez günü, dünyada darda kalanların yardımcısı olduğu düşünülen Hızır ile denizlerin hakimi olduğuna inanılan İlyas'ın yeryüzünde buluştukları gün olarak düşünülür ve kutlanır.
Gregoryen takvimi (Miladi takvimi)ne göre 6 Mayıs, eskiden kullanılan Rumi takvim olarak da bilinen Jülyen takvimine göre 23 Nisan Hıdırellez günüdür. 6 Mayıs'tan başlayıp 4 Kasım'a kadar olan süre "Hızır Günleri" adıyla yaz mevsimini, 8 Kasım'dan 5 Mayıs'a kadar olan süre ise "Kasım Günleri" adıyla kış mevsimini oluşturmaktadır. Bu yüzden 5 Mayıs günü gecesi kış mevsiminin bitip sıcak yaz günlerinin başladığı anlamına gelmektedir. Türkiye'de Hıdrellez Bayramı 5 Mayıs'ı 6 Mayıs'a bağlayan gece kutlanır. Bugün Hıristiyanlarca da baharın ve doğanın uyanmasının ilk günü olarak kabul edilir; bu günü Rum Ortodoks Patrikhanesi¦Rum Ortodokslar Aya Yorgi, Katolikler ""Aziz George" günü olarak kutlamaktadırlar.
Hıdırellez'in UNESCO'nun 'İnsanlığın Somut Olmayan Kültür Mirası Listesi'ne alınması amacıyla 2010 yılında çalışmalar başlatılmıştır.
Hızır ve Hıdırellezin kökeni hakkında çeşitli fikirler ortaya atılmıştır. Bunlardan bazıları Hıdırellezin Orta Asya, Ortadoğu ile Anadolu kültürlerine ait olduğu; bazıları ise İslamiyet öncesi Orta Asya Türk kültür ve inançlarına ait olduğu yolundadır. Hıdırellez Bayramı'nı ve Hızır düşünüşünü tek bir kültüre mal etmek olanaksızdır. İlk çağlardan itibaren Mezopotamya, Anadolu, İran,Osmanlı itibâriyle Balkanlar ve hatta bütün Doğu Akdeniz ülkelerinde bahar ya da yazın gelişiyle belli başlı sevinç kutlamaları yapılmaktadır.
Kimi yazılı eserler bu tipteki en eski ritüellerin milattan evvel Mezopotamya'daki Ur şehrinde yapıldığını göstermektedir. Kışın bitişiyle "Tammuz" ismi altında kutlanan bu ritüeller Mezopotamya ovasını sulayan Fırat ve Dicle nehirlerinin uyaran gücünü temsil etmektedir.
Hızır ın; yaşam suyu (ab-ı hayat) içerek ölümsüzlüğe ulaşmış; özellikle de baharda insanlar arasında dolanarak, bolluk ve sağlık dağıtan, darda kalıp başı sıkışanlara yardım eden bir veli (Tanrı nazarında makbul, ermiş bir ulu) veya nebî (peygamber) olduğuna inanılır. Hüviyeti tam olarak bilinmese de halk arasında ve İslam mitolojisinde bir Hızır geleneği vardır. Hızır’ın bir isim değil, bir lakap olduğu genel olarak kabul gören bir kanaattir. Ancak çeşitli kaynaklarda adı ve nesebi hakkında çeşitli fikirler öne sürülmüştür. Bazıları Hızır ile İlyas peygamberin aynı şahıs olduklarını öne sürmüştür.
Halkın Hızır hakkında kanaat ve inanışı onun ebedi olduğu ve baharda tabiatın uyanmasını sağladığı yönündedir. Anadolu'dan başka Kafkasya, Trakya, Kırım, Azerbaycan ve Suriye’nin birçok yerinde makamları vardır; bu da onun İslam aleminde hemen her yerde varlığına inanılan, ancak belirli bir kişi olmadığı bir simgeden ibaret olduğunu anlatır. Hızır doğasal bir durumu, baharla vücut bulan yaşamın tazelenmesini simgeler.
Halk arasında Hızır'ın sahip olduğuna inanılan vasıflar insanlara şifa, sağlık, uğur getirdiği tabiattaki diriliş, uyanış ve canlılığın insana yansıması şeklinde ortaya çıkar. İslamiyet öncesi ""Gök Sakallı, Ak Sakallı Kocalar"" gibi medet umulan, yardım istenen, akıl danışılan, kılavuzluk etmesi beklenen, barış, mutluluk, sağlık, refah getirdiğine inanılan bir kurtarıcı güç olarak düşünülür.
Kur'an'da Kehf Suresi'nde (60-82) Musa ve bir gencin kıssası anlatılmaktadır. Kehf Suresi'de dahil olmak üzere hiçbir yerde Hızır ismi geçmemektedir ancak çeşitli hadislerde bu şekilde anılmaktadır. Olayın yaşandığı yer için "iki denizin birleştiği yer" denilmektedir. Uzun bir yolculuk yapan Musa ile yanındaki gencin beraberlerinde, yemek için getirdikleri balığın kaçması ile başlayan olay sonrasında, 65. ayette ""Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik."" denilerek gönderme yapılan Hızır'dan söz edilir.
Halk huzura kavuşmak ve türlü dileklerde bulunmak için kışın sona erdiği tabiatın uyandığı hıdrallez'de çeşitli çarelere başvurur. Anadolu'da halk tercihen beyaz elbiseler giyerek gün doğmadan önce yeşil ve bol sulu kırlara gidilip eğlenilir. Kutlamalar yeşillik, ağaçlık alanlarda, su kenarlarında, bir türbe ya da yatırın yanında yapılmaktadır. Bu gibi yerlere bu nedenle "Hıdırlık" denildiği de olur.
Hızır'ın gezdiği kabul edilen yeşil yerlerde dolaşıp çiçek toplanır, oyunlar oynanır, baharın ilk kuzusu kesilerek yenilir. Toplanan çiçekler kaynatılıp içilirse hastalıklara iyi geleceğin; bu su ile kırk gün yıkanan kişinin gençleşip güzelleşeceğine inanılır.
""Hızır Hakkı"" için kuzu kesmek, Hızır geleneğinin yayıldığı her yerde görülen genel bir adettir. Diyarbakır'da "Ciğaret" adıyla ayrı bir tören yapılır. Baharın bu taze kuzusunu yemekle bedenlerin sağlık ve canlılık kazanacağı inanışı vardır.
Hızır'ın eli değen şeylerin dolup taştığı rivayeti nedeniyle Hızır günü arifesinde yiyecek kaplarının, ambarların ve para keselerinin ağzı açık bırakılır. Ev, bağ, bahçe isteyenler herhangi bir yere istediklerinin küçük bir modelini yaparak; altın ve benzeri ziynet eşyası isteyenler ağaç yapraklarını kollarına veya boyunlarına takarak isteklerine kavuşacaklarına inanır.
Anadolu'nun bazı yerlerinde Hıdrellez Günü yapılan duaların ve isteklerin kabul olması için sadaka verme, oruç tutma ve kurban kesme adeti vardır. Kurban ve adaklar ""Hızır hakkı"” için olmalıdır çünkü tüm bu hazırlıklar Hızır’a rastlamaya yöneliktir.
Bazı yerlerde hastalıklar, ağrılar için şifa olduğuna inanılan "Hızır Sopası" geleneği vardır. Bu sopa ağrı-sızı olan yerlere vurulursa ağrıların geçeceğine inanılır.
Hıdrellezde baht açma törenleri oldukça yaygın olarak uygulanır. Talih ve kısmet açtırmak isteyen genç kız ve kadınlardan yüzük, küpe gibi eşyalarını çömleğe atmaları istenir ve çömleğin üzerine su eklenerek ağzı kapatılır. Kapalı çömlek bir gece boyunca bir gül ağacının dibinde bekletilir. Ertesi günü bir araya toplanan kadınlar, çömleği ortaya koyarak maniler eşliğinde eşyaları çıkarmaya başlarlar. Bu törene İstanbul ve çevresinde “"baht açma"”, Denizli ve çevresinde “"bahtiyar"”, Yörük ve Türkmenlerde “"mantıfar"”, Balıkesir ve çevresinde “"dağara yüzük atma"”, Edirne ve çevresinde “"niyet çıkarma"”, Erzurum’da “"mani çekme"” adı verilir
Kütahya'nın Tavşanlı ilçesine bağlı Yörük köylerinde bir yıllık yoğurt mayası, Hıdırellez ve bu günü takip eden 2 gün süresince sabah ezanı ile tan ağarması arasındaki sürede doğadaki bitkilerin üzerinden toplanan çiy tanelerinden sağlanır.
Trabzon-Şalpazarı İlçesi'nde maya katılmadan yoğurt yapılır. Mayalama sıcaklığındaki sütün içine besmeleyle bir tahta kaşık konur. Bu şekilde elde edilen maya bir yıl kullanılır ve gelecek yıl tekrar değiştirilir.
Sünnet
Atasözü
Atasözü geçmişten günümüze gelen, uzun deneyimlerden yararlanarak kısa ve özlü öğütler veren, toplum tarafından benimsenerek ortak olarak kullanılan kalıplaşmış sözlerdir. Türkçede "sav" ve "irsal-i mesel, darb-ı mesel" olarak da adlanılır.
Atasözleri bir toplumun duygu, düşünce, inanç ve kültür yapısını yansıtır. Atasözleri, kim tarafından ne zaman söylendiği bilinmediğinden anonimdir. Bu sözler topluma mâl olmuş, toplum tarafından benimsenmiş ve yüzyılların düşünce ve mantık isteminden geçerek günümüze ulaşmış kısa ve özlü sözlerdir. Atasözleri, bir düşünce açıklanırken ya da savunulurken tanık olarak da gösterilirler.
Atasözleri, halkın yalnızca ortak duygu ve düşüncelerini değil ortak dil zevkini de yansıtır.
Türkçede atasözleri biçim ve anlam özelliklerine göre şu şekilde sınıflandırılır:
|
Atasözleri, biçim yönünden diğer yazı türlerine göre farklı özellikler gösterir. Öykü, roman, şiir, deneme gibi yazı türleri pek çok tümcenin bir araya gelmesi ve anlam yönünden bütünleşmesiyle oluşur. Buna karşın atasözleri genellikle bir, en fazla iki tümceden oluşur. Bütün duygu ve düşünceler bu tek tümceye sığdırılır. Bu tümceler kişiden kişiye değişmez. Halkın ortak malıdır ve halk tarafından aynı biçimde söylenir. Atasözlerinde biçim özellikleri şu başlıklar altında toplanabilir:
Atasözleri bir toplumun ortak kullandığı kalıplaşmış sözlerdir. Bu nedenle herhangi bir kimse, atasözlerindeki sözcükleri ya da sözcüklerin sırasını değiştiremez. Örneğin "Dikensiz gül olmaz." atasözü "Gül dikensiz olmaz" şeklinde söylenemez. Bu tümcedeki 'kaz' kelimesi yerine 'ördek' veya 'horoz' denmez. Bunun nedeni, atasözlerinin bir kişinin değil, bütün toplumun ortak malı olması ve o toplumun düşünce ve dil zevkini yansıtmasıdır.
Ancak, bazı atasözleri tarihsel süreç içinde değişikliğe uğramıştır. Örnek: "Ayağını yorganına göre köskıl" → "Ayağını yorganına göre uzat." Bu atasözündeki 'köskıl' kelimesinin yerine günümüzde 'uzat' kelimesi kullanılmaktadır. Tarih boyunca dilde ve kültürde oluşan değişmeler atasözlerine de yansımıştır.
Kalıplaşmanın bir istisnası da bir atasözünün farklı bölgelerde değişik şekillerde söylenmesidir.
Örnek: "Mum dibine ışık vermez" → "Çıra dibi karanlık olur"
"Er ekmeği er kursağında kalmaz" → "Er lokması er kursağında kalmaz"
Örneklerdeki gibi bazı atasözlerinde, hem sözcüklerin sırası hem de sözcükler değişebilmektedir. Ancak, bu değişiklik kişiden kişiye değil bölgeden bölgeyedir. Bu durum, atasözlerinin tarihsel süreç içinde ve farklı bölgelerde değişikliğe uğrayabildiğini gösterir.
Türkçede bulunan bütün tümce türlerine atasözlerinde de rastlanır. Atasözleri kısa ve özlü sözler olduğu için genelde bir veya iki cümleden oluşur. Daha uzun cümlelerden oluşan Türk atasözlerinin sayısı azdır. Atasözlerinde kullanılan cümle türleri şu şekilde sıralanabilir:
Atasözlerinin çoğu yalın cümle biçimindedir. İçinde sadece bir yargı bulunan atasözleri genellikle yalın cümleler biçiminde anlatılır. Örneğin; "Ağaç kökünden yıkılır", "Aç köpek fırın duvarını deler" ve "Vakit nakittir".
İçinde iki yargı bulunan atasözleri genelde birleşik cümle biçiminde kurulur. Örneğin, "Dağ ne kadar yüce olsa, yol üstünden aşar" , "Erkek aslan aslan da, dişi aslan aslan değil mi?", "Elin ağzı torba değil ki büzesin".
Atasözlerinde şiirsel bir anlatıma özen gösterildiğinden pek çok atasözü devrik cümlelerle kurulmuştur. Örneğin, "Gülme komşuna, gelir başına", "Besle kargayı, oysun gözünü", "Sık gidersen dostuna, yatar arka üstüne".
Ad cümleleriyle kurulan atasözlerinde yüklem ad ya da ad soylu sözcüklerden oluşur. Örneğin, "Almak kolay, ödemek "güçtür"", "Akıl için yol "birdir"", "İki el bir baş "içindir"".
Ad tümceleriyle kurulan atasözlerinde "var", "yok" sözcükleri ek eylem alarak yüklem olur. Örneğin, "Kalpten kalbe yol "vardır"", "Ölümen öte köye köy "yoktur"".
Ad tümceleriyle kurulan atasözlerinin çoğunda ek eylem "-dır" söylenmez. Bu durumda genellikle herhangi bir anlam kaybı söz konusu olmaz. Örneğin, "Can tümceden aziz", "Hizmetçi kırarsa şuç, hanım kırarsa kaza".
Eylem tümceleriyle kurulan atasözlerinde yüklem eylem olur. Eylem tümcesiyle kurulan atasözlerinin sayısı ad tümcesiyle kurulanlara nazaran daha çoktur. Örneğin, "Can boğazdan "gelir"","Zorla güzellik "olmaz"", "İki at bir kazığa "bağlanamaz."".
Bazı atasözlerinde eylem söylenemez. Anlam kendiliğinden ortaya çıkar. Örneğin, "Ata arpa, yiğide pilav", "Bakarsan bağ,olur bakmazsan dağ olur".
Bazı atasözleri ek eylemle kurulurlar. Örneğin, "Akıl için yol bir"dir"", "Yiğidin malı arsıza kalmaz".
Atasözleri, uzun tarihî bir süreçte oluştuğu ve çağlar boyu geçerli olduğu için genellikle geniş zaman kipiyle kurulmuştur. Doğrudan öğüt veren atasözlerinde emir kipinin kullanıldığı görülmektedir. yküleme ya da rivayet biçiminde söylenen atasözlerinde belirsiz geçmiş zaman kipinin kullanıldığı görülür. Belirli geçmiş zaman ve şimdiki zaman kipleriyle kurulmuş atasözü sayısı oldukça azdır.
Atasözleri belli bir toplumun ve/veya bütün insanlığın yaşam felsefesidir. İnsanlarda bulunan sevgi, kıskançlık, bencillik, dostluk, düşmanlık gibi duygular evrenseldir. Bu nedenle bu duyguları yansıtan atasözleri de evrensel olarak kabul edilmektedir. Dünyada pek çok ulusun kullandığı atasözleri karşılaştırıldığında, bu atasözlerinin pek çoğunun aynı ya da benzer olduğu görülmüştür. Atasözleri evrensel değerler yanında bir ulusa özgü kültürel değerleri de yansıtır. Örneğin "Gözden ırak olan, gönülden ırak olur", "Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur", "Vakit nakittir" gibi atasözleri evrenseldir. Bunlara benzer atasözlerini bütün dillerde bulmak mümkündür. "Osmanlı, tavşanı araba ile avlar", "Türk'ün aklı aldadır" gibi atasözleri ise ulusaldır. Bunlara benzeyen atasözleri bir ulusun kültürünü yansıtır.
Atasözlerinin konulara çoğu zaman kullanıldıkları bölgeye ve ülkeye göre değişiklikler gösterir. Türk toplumunda tarih boyunca askerlik ve çiftçilik önemli olduğu için at, it, kurt, koyun, silah ve yiğitlik konusunda Türkçede pek çok atasözü vardır. Buna karşın Alman atasözlerinde daha çok ayı, kartal gibi Almanya'nın sembolü haline gelmiş konulara yer verilir. Bu nedenlerle, atasözlerinde evrensel ve toplumsal düzen ile bu düzendeki iyi, kötü bütün özellikler görülür.
Atasözlerinin çoğunda sözcükler kendi anlamlarında kullanılmaz. Tümceler kurulurken genelde konular somutlaştırılır. Kısa ve özlü bir anlatımla konu daha güzel, etkili ve çarpıcı biçimde sunulur. Genellikle sözcükler benzetme, örnekleme yoluyla başka anlamlarda kullanılarak anlatıma şiirsel bir güzellik katılır. Bazı atasözlerinin dizeler ve beyitler biçiminde oluşu, halkın atasözlerinde şiirsel anlatıma verdiği önemi gösterir.
Örnekler:
"Sakla samanı, gelir zamanı" atasözünde saman sözcüğü gerçek anlamında kullanılmamıştır. Bu atasözünde, en değersiz şeylerin bile saklandığı zaman günün birinde işe yarayabileceği belirtilmektedir.
"Yuvayı dişi kuş yapar" atasözünde ev düzeni ile ilgilenen kadın, yuvayı yapan dişi kuşa benzetilmiştir. Dolayısıyla dişi kuş sözcük öbeği kadın sözcüğünün yerine kullanılmıştır.
"Koyun can derdinde, kasap et derdinde" atasözünde koyun sözcüğü büyük sıkıntılar içinde çırpınan insanı, kasap sözcüğü bu insanın düştüğü kötü durumdan yararlanmak isteyen ya da yalnızca kendi çıkarını düşünen kimseleri temsil etmektedir.
"Aç köpek fırın duvarını deler" atasözünde aç bir insanın neler yapabileceği etkili biçimde anlatılmaktadır.
Atasözlerini birkaç konuyla sınırlandırmak mümkün değildir. İnsan yaşamında yer alan doğum, ölüm, evlilik, arkadaşlık, dostluk, düşmanlık, hırsızlık, gelin,
Atasözlerinin genel konusu yaşamın temel kuralları ve toplumda uyulması gereken temel ilkelerdir. Bu kural ve ilkelere uymayan kimselerin zarar gördüklerine inanılır. Atasözleri başarılı, sağlıklı ve mutlu bir yaşam için insanlara genel uyarılarda bulunur; verdikleri öğütlerle yaşamın temel kural ve ilkelerinin bilinmesine yardımcı olurlar.
Evrendeki her şeyin zıddıyla varolduğu olgusu atasözlerine de yansımıştır. Olumlu öğütlerin yanı sıra, yalnızca çıkara yönelik olumsuz öğütler veren atasözleri de vardır. "Devletin malı deniz, yemeyen keriz" atasözü bunun örneklerinden birisidir.
Çelişkili atasözleri, ayrıca, toplumda ayrı düşünen grupları ve bu gruplar arasındaki ayrılıkları/çelişkileri ortaya koymaktadır.
Örnekler:
Atasözleri ve deyimlerin birbirleriyle ortak ve birbirinden ayrılan bazı özellikleri vardır. Birbirleriyle ortak olan en önemli özellikleri, her ikisinin de toplum tarafından ortak olarak benimsenen ve kullanılan kalıplaşmış sözler olmalarıdır. Genellikle bu ortak özelliklerinden dolayı atasözleri ve deyimler birbirine karıştırılır. Oysa her ikisini birbirinden ayıran bazı önemli özellikler vardır:
Deyimler bir anlatım biçimidir. Bir kavramı en güzel, en etkili biçimde anlatmayı amaçlar. Bu nedenle de deyimlerde, atasözlerinde olduğu gibi bir öğüt verme ya da bilgece sözler söyleme çabası yoktur. Attan inip eşeğe binmek, etekleri zil çalmak, ok yaydan çıkmak, bin dereden su getirmek gibi deyimlerde herhangi bir öğüt veya yargı yoktur. Ancak, "Ağaç yaşken eğilir", "Ne ekersen onu biçersin" gibi atasözlerinde yargı bulunmaz. Atasözleri ile deyimleri birbirinden ayıran en önemli özellik budur.
Bazı deyimler tümce biçimindedir. Tümce biçiminde olan bu deyimlerde yargı vardır. Bu nedenle atasözleri ile karıştırılabilir. Dağ fare doğurdu. / Delik büyük, yama küçük./ Yorgan gitti, kavga bitti. / Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş. gibi deyimlerde de yargı vardır, ama öğüt yoktur. Atasözleri ve deyimler arasındaki bir fark da deyimlerin "öğüt" vermemesidir.
Birçok atasözü deyim olarak da kullanılır. Ancak deyimler genelde atasözü olarak kullanılmazlar. "Ne ekersen onu biçersin." atasözü bir konuşma ya da yazıda ""Hamdi" ektiğini biçti." şeklinde kullanıldığında deyim haline dönüşür. Örnek:
"Ayağını yorganına göre uzat" (atasözü) → "Ayağını yorganına göre uzatmak" (deyim)
"Doğmadık çocuğa don biçilmez" (atasözü) → "Doğmadık çocuğa don biçmek" (deyim)
"İtle yatan, bitle kalkar" (atasözü) → "İtle yatıp bitle kalkmak" (deyim)
"Aman diyene kılıç kalkmaz" (atasözü) → "Aman diyene kılıç kaldırmak" (deyim)
Atasözlerinin çoğu bir anlatım biçimine dönüştüğü zaman deyim olur. Örnek:
Recep, "ayağını yorganına göre uzatmadığı" için iflas etti.
"Otu çekip, köküne bakmadan", yani adamın ailesini iyice araştırmadan evlenirsen pişman olabilirsin.
Bazı sözler hem atasözü hem de deyim özelliği taşır. Ancak bunların sayıları oldukça azdır. Aşağıda örnek olarak verilen sözler öğüt olarak kullanıldıklarında atasözü, konuşma biçimi olarak kullanıldıklarında deyim olur: "Üzümünü ye, bağını sorma", "Sen ağa ben ağa, bu ineği kim sağa?",
"Çamsakızı çoban armağanı" "Atın ölümü arpadan olsun".
Deyimler genellikle büyük eylem çekimlerine girer. Bu bakımdan atasözlerine nazaran çok daha fazla esn |
eklik gösterirler. Oysa atasözlerinde bu esneklik yoktur. Atasözleri genellikle şimdiki zaman, belirli geçmiş zaman ve gelecek zaman kipiyle kurulurlar. İşte sizlere düşündürücü atasözlerinden bazıları;
Ahmet Özdemir, Türk Atasözlerinden Seçmeler, Bordo Siyah İst. 2007.
Deyim
Deyim, dil biliminde, kavramları, durumları hoşa giden bir anlatımla ya da özel bir yapı veya söz dizimi içinde belirten ve çoğunlukla gerçek anlamlarından ayrı anlamlara gelen sözcüklerden oluşan kalıplaşmış sözcük topluluğu ya da cümledir. İki veya daha çok sözcükten kurulu bir çeşit dil ifadesi olan deyimler, duygu ve düşünceleri dikkati çekecek biçimde anlatan ad, önad, belirteç, yalın ve birleşik eylem görünüşlü dilsel yapılardır. Ya tam bir tümcedirler ya da bir söz öbeğidirler.
Deyim sözcüğü Türkiye Türkçesinde ortaya çıkmıştır. Bu sözcükten önce onun yerine Arapça kökenli "tabir" sözcüğü kullanılmaktaydı. Öz Türkçe kökten gelen deyim sözcüğü, demek eyleminin "de-" kökünden, eylemden ad türeten "-im" yapım eki kullanılarak; "y" kaynaştırma harfi yardımıyla türetilmesiyle oluşmuştur. Terim anlamı dışındaki en yalın haliyle deyim "denen şey", "denmiş şey" anlamlarındadır.
Çoğunlukla gerçek anlamları dışında kendilerine özgü anlamlara gelen deyimler, karşılık gelen sözcükler ve aynı dil bilgisi biçimleriyle başka dillere çevrilemezler. Gerçek anlamındaki deyimler ise çevrilebilir. İki durumda da genellikle çeviri diğer dilde bir anlam ifade etmez. Çünkü, dillerdeki her deyim bir kültür birikiminin sonucunda oluşmuştur. Aynı anlamı verilebilse bile, diğer dilde deyimin hoşa gitme, çekicilik özellikleri sağlanamaz.
Helva
Helva, Türkiye'de ve pek çok Orta Doğu ülkesinde yaygın bir tatlıdır. Helvanın birçok farklı ülkede birçok çeşidi vardır. Amin çorbası olarak da bilinir. Yemekte en son gelir.
Türk mutfağında özellikle un helvası, irmik helvası yaygındır. Temel malzemeleri un ya da irmik, yağ, şeker, süt, kaymaktır.
İrmik unu, şeker, su, tuz ve tarçın çeşitlemeleri ile yapılan özellikle Ortadoğu ve ön Asya'da sevilen tatlı çeşitleridir.
Türkiye gelenek ve göreneklerine göre doğumlarda, ölümlerde, askere giderken, hac dönüşünde, okula başlayan çocuklar için, yeni bir eve sahip olunca, okul bitince, yağmur dualarında, kuzunun sütten kesilme günü olan "yoğurt bayramı"nda, "çiğdem düğünü"nde (ilk çiğdemin görüldüğü gün) Osmanlı evlerinde kesinlikle çeşitli helvalardan biri yapılır ve eşe dosta dağıtılır.
Farklı kültürlerde farklı çeşitlerine rastlamak mümkündür. Balkanlar ve Orta Doğu'da tahinle yapılanların yanı sıra Hindistan ve Bangladeş'te bezelye ve havuçtan mamul koyu kıvamlı bir akıcı tatlı olarak da yapılmaktadır.
Son yıllarda tahin helva sanayinde şeker yerine glikoz oranı yüksek fruktoz oranı düşük mısır şurupları, yağ ve proteini bağlayıcı çeşitli katkılar (konsantre soya proteinleri ve bitkisel lifler) kullanılmaktadır.
İslam dininde, "3 Aylar" diye bilinen (Hicrî Recep, Şaban, Ramazan) aylarının ilk gününde ev helvası yapılarak küçük kaseler içerisine konularak kapı atlamadan her komşuya dağıtılır.
Helva kelimesi Arapça'da tatlı, güzel anlamına gelen حلوى "Halwa" kelimesinden türemiştir.
Yağlı güreş
Yağlı güreş, geleneksel bir Türk sporudur. Güreşçiler vücutlarına yağ sürerek güreştikleri için bu şekilde adlandırılır. "Er Meydanı" denilen alanlarda yapılır.
Güreşçilerin vücutlarının yağlanması nedeni birbirlerini tutmaları zorlaştığından, büyük güç ve ustalık gerektiren bir spordur.
Bugün resmî müsâbakalarda yer alan Serbest ve Greko-Romen güreş türlerinin dışında, sırf millî geleneklerimiz arasında yer alan yağlı güreş ise, Türklerin Anadolu’dan Rumeli’ye geçtikleri tarihten beri memleketimizde yapılagelen bir güreş türüdür. Bugün, yurdumuzda yağlı güreş, düğünlerin, panayırların, mola veren askerî birliklerimizin en önemli eğlencesidir.
Her yıl, Haziran ayında Edirne’nin Sarayiçi mevkiinde yapılan tarihî Kırkpınar güreşleri, Süleymân Paşa komutasında, bir gece Çanakkale Boğazı'nı geçerek, Gelibolu’ya çıkan ve Rumeli fetihlerine katılan Müslüman kırk Türk yiğidinin hâtırasını anmak gâyesiyle yapılmaktadır.
Osmanlılar zamanında saray dışında yapılan güreş müsabakaları; panayırlarda, düğünlerde, bir hayır kurumu yararına veya bu işi meslek edinmiş kişilerin özel yer ve salonlarında yapılırdı. Ayrıca düğün ve Ramazan güreşleri adı altında düzenlenen etkinlikler de yapılmıştır. Buna örnek: Koca Yusuf, Büyük Cemre, vb.
Boğa güreşi
Boğa güreşi (), iki boğanın çeşitli amaçlarla güreştirilmesini ya da matador adı verilen bir insanın boğayı gittikçe yorup öldürmesini esas alan eğlence ve yarışma biçimi.
Artvin Kafkasör boğa güreşleri ile nefes kesen görüntülerin sergilendiği bir ildir. Her yılın Haziran ayının üçüncü haftası boyunca geleneksel olarak düzenlenen festivalin ilginç yanı boğa güreşleridir. İlin her yanından getirilen boğalar boyun kalınlığına ve kilolarına göre sınıflandırılıp güreştirilir.
Bu güreşler yapıldığı tarihten itibaren, boğaların zarar görmemesi ve herhangi bir şekilde eziyete uğramamaları için dikkat edilmekte, belirli kurallar uygulanmaktadır. Güreş sırasında güçsüz görülen boğanın çekilmesi halinde yenik kabul edilir ve güreş meydanında ayrılan bölümden ilgililerce boğa alandan uzaklaştırılırlar. İlgililer ellerindeki uzun sopalarla gerektiğinde güç kullanmaktadırlar. Böylece, Kafkasör boğa güreşleri, kendi kuralları içinde güç gösterisi olarak bir spor ve şenlik ortamına dönüşür.
Karakucak güreşleri ve folklor gösterilerinin de yapıldığı festivalde, çevre ilçe ve köylerinden gelen halk şairlerinin atışmaları ilgiyle izlenir.
İspanya'da yoğun olarak düzenlenen boğa güreşlerinde matador olarak adlandırılan kişi önceden yorulmuş ve kan kaybetmesine yol açacak şekilde yaralanmış boğayı öldürür.
Katalunya Otonom Bölge Parlamentosunda alınan karara göre 2012 yılından sonra boğa güreşi Katalunya'da yasaklanmıştır.
Meddah
Meddah (Arapça: مداح, "meddâh") veya kıssahan, bir topluluk önünde çeşitli hikâyeler anlatan ve taklit sanatı yapan kişiye denir. Bu oyuna ise meddah oyunu denir. Bir tek oyuncunun çeşitli kılıklara girerek bir oyunu canlandırmasıdır.
Meddah genellikle bir konu içinde geçen farklı karakterlerin seslerini, mimiklerini ve hareketlerini canlandırır. Genelde kahvehane gibi halkın topluca bulunduğu alanlarda, küçük bir sahne üzerinde taklit ve güldürmek amaçlı oyunlar yapar.
Meddahın anlatısını, günlük yaşamdaki olaylar, masallar, destanlar, öyküler ve efsaneler oluşturur. Meddah oyun esnasında bir hata yaptıysa oyununun sonunda özür diler ve bir sonraki oyunun nerede oynanacağını söyler. Aşkî ve Sururî, 20. yüzyıldaki önemli meddahlar arasındadır.
Meddah olayları canlandırırken seyircinin rahatça görebileceği şano türü yüksek bir yere oturur. Bir eline mendil bir eline değnek alır. Mendili farklı karakterlerin seslerini taklit edebilmek için kullanır. Değneği ise çeşitli sesleri çıkarmak için kullanır.
Kukla
Kukla, tek aktörlü, üç boyutlu, taklit ve söze, karşılıklı konuşmaya dayalı geleneksel seyirlik oyundur.
Türkçe oyuncak bebek anlamına gelen ve bugün Anadolu'da yaşayan korçak, kudurcuk, kaburcuk, koğurcak, kavırçak, lubet, gibi isimlerle yaşayan kukla seyirlik oyunların en eskilerindendir. "Korkolçak", "Çadır hayal" (ipli kukla) adı ile yaşayan kukla Orta Asyada da aynı isimle yaşatılmakta ve Orta Asya'dan getirildiği sanılmaktadır.
Birçok Türk boyunda kendine özgü basit teknik içinde görülen ve 17. yüzyıldan beri Türkiye'de şehirlerde kukla adı ile bilinen oyun Anadolu'da köylüler arasında "bebek, çömce gelin, karaçör" gibi isimlerle yaygındır. Konusu günlük yaşamdan ve edebi hikâyelerden alan kukla bir hareket ve hacim oyunudur. 14. yüzyıldan bu yana oynatıldığı bilinmektedir. Bu oyunun baş kahramanı "İbiş" ve ihtiyardır. İbiş kurnaz ve hazırcevaptır. İhtiyar ise varlıklı bir kişidir.
El kuklacısı, küçük bir sahnenin ardından iki eliyle kuklaları karşılıklı konuşturur, oynatır. İpli kuklada ise sahnenin üstünden iplerle kuklaları hareket ettirir. Sahnenin üstünde kukla köprüsü denilen bir yerde vardır kuklacı buraya çıkarak kendisi gözükmeden kuklasını oynatır. Sözlü sözsüz kukla olabilir. Eğer kukla oyunu sözlüyse perdenin arkasında seslendirilir.
Bir dönem kuklalar politik amaçlı kullanılmıştır. Ayrıca Hristiyan kiliselerinde dini konular kuklalar oynatılarak insanlara anlatılmaya çalışılmıştır.
Türkiye'de ipli kukla, el kuklası, araba kuklası, iskemle kuklası, yer kuklası, ayak kuklası, baş kuklası gibi türlerle bilinen kukla sanatı 19. yüzyıl sonlarında önemini kaybetmeye başlamıştır. Cumhuriyet döneminde sınırlı sayıda sanatçı yaşatmaya çalışmıştır.
Türkiye' de en çok bilinen Karagöz Hacivat kuklalari gölge oyunu kategorisinde yer alır
Koç katımı
Koç katımı, hayvan yavrularının, kışın soğuğa ve açlığa dayanıksız oluşlarından dolayı, yavrulama zamanlarının denetim altına alınması amacıyla sürülerden ayrılan erkek hayvanların sürüye geri salındığı zamandır. Bir tür mevsimlik bayram niteliğindedir.Koç katımı genellikle Ekim ile Kasım ayları arasında olur. Gündönümünde (21Haziran) bir köyün bütün koçları sürüden ayrılıp ayrı bir otlakta koçları çobanın gütmesine verilir. Sürülerde ortalama 25-30 koyun için bir koç beslenir.
Gravür
Bir baskı tekniği olarak matbaacılıkta ve sanat ürünlerinin yaratımında kullanılan gravür, bir kazıma şekli, çukurbaskı veya oyma baskı olarak adlandırılabilir. Baskı yapılacak görüntü ahşap, metal veya taş levha üzerine çeşitli yöntemler (elle kazıyarak veya asite yedirme) aktarıldıktan sonra levha mürekkep ile sıvanır. Levhanın yüzeyi temizlenince mürekkep yalnız çukur yerlerde kalır ve levhanın üzerindeki görüntü baskı uygulanarak kağıda aktarılır.
15. yüzyıldan sonra ortaya çıkışından itibaren gravür, günümüze kadar sanatçıları tarafından yaygın bir biçimde kullanılmış ve geliştirilmiştir. Günümüzde birçok sanatçı gravür baskı tekniğinden sanat baskılarının üretilmesinde yararlanmaktadır. Matbaacılıkta ise 19. yüzyılın sonlarına kadar basımı yapılan kitaplarda yer alan resimlerin kalite |
li reprodüksiyonu için kullanılan gravür, bir baskı tekniği olarak günümüzde fotogravür ya da tifdruk baskı (rotagravür) biçiminde kullanılmaktadır.
Genel olarak gezi eserleri içine serpiştirilen gravürler kimi eserlerde ayrı bir ciltte albüm ya da taşbaskılarını albüm şeklinde yayınlamıştır.
Batı dünyasında yayınlanan kaliteli dergilerde Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili daha çok haber niteliğindeki yazılar gravürlerle süslenerek zenginleştirilmiştir. 1854-1856 Kırım Savaşı ve 1877-1878 Türk-Rus savaşı sırasında başta İstanbul Ve İstanbul’da günlük yaşam olmak üzere, İmparatorluğun diğer kentlerinin görüntüleribu dergilerde oldukça çoktur.Bu dergilere örnek olarak Paris'te yayınlanan "L'Illustration", Londra'da yayınlanan "The Illustrated London News" ve "The Graphic" gösterilebilir. Bunun yanı sıra İstanbul ile ilgili nefis gravürler içeren Leipzig’de yayınlanan “Hesperos” da ve Londra’da yayınlanan “He brettanikos aster” adlarında kaliteli iki Rumca dergi vardır. İstanbul’da çıkan Servet-i Fünun da gravür ve taşbaskı resimleriyle yayınlanan dergilerden biridir.
Bu tür eserlerin başında Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili tarihi ve sosyal içerikli yayınlar gelir. Mouradgea d’Ohsson’un “Tableau général de l’Empire Othoman”, Dimitri Kantemir’in “The history of the growth and decay of the Ottoman Empire”, 1877-1878 Türk-Rus savaşı kaleme alınan “Cassell’s illustrated history of the Russo-Turkish war” ve "Russed et Turcs: la guerre d’Orient” adlı eserleri örnek olarak gösterebiliriz.
Dokuma
Dokuma, atkı ve çözgü ipliklerinin dikey açı yapacak şekilde, birbirinin altından, üstünden geçirilmesiyle ortaya çıkan düz yüzeyli üründür.
Dokuma tezgâhlarında çözgü denilen yan yana duran ipliklerin gücü nire denilen araçlarla bir kısmının yukarı kaldırılması, diğer kısmının aşağı çekilmesi suretiyle açılan aralıktan ki bu aralığa ağızlık denir, mekik yardımıyla atkı denilen iplikle yapılır.
Dokuma, atkı ve çözgü ipliklerinin dikey açı yapacak şekilde, birbirinin altından, üstünden geçirilmesiyle ortaya çıkan düz yüzeyli üründür.
Dokuma tezgâhlarında çözgü denilen yan yana duran ipliklerin gücü nire denilen araçlarla bir kısmının yukarı kaldırılması, diğer kısmının aşağı çekilmesi suretiyle açılan aralıktan ki bu aralığa ağızlık denir, mekik yardımıyla atkı denilen iplikle yapılır.
Dokumacılık, yapım teknikleri ve kullanılan araçlara göre üç grup altında incelenir.
Gücüler yardımıyla gruplar halindeki çözgüler arasında oluşturulan aralıktan, atkı ipinin mekikle geçirilmesi sonunda elde edilen düz yüzeyli dokumalardır.
Çeşitli kumaş dokumaları, Siirt battaniyesi, kolanlar ve grup içinde yer almaktadır. Siirt battaniyesi düz bez ayağı dokumalardandır.
Geleneksel Türk dokumaları, ev, çarşı, saray dokumaları olarak sınıflandırılabilir. Kadınlar tarafından evlere yün, ipek, keten veya pamuk kullanılarak yapılan bu dokumalar el sanatı örneklerindendir. Kumaş, çevre, peşkir, yağlık gibi çeşitlilik göstermektedir.
Dokuma yapılan tezgâhları kullanım biçimleri ve tiplerine göre şu şekilde sınıflandırılabilir:
Hat
Hat şu anlamlarda olabilir:
İslam
İslâm, İslâmiyet veya Müslümanlık (Arapça: / "El-İslām"), tek tanrı inancına dayalı en yaygın İbrahimî dinlerden biridir. İslâm Peygamber Muhammed aracılığıyla 7. yüzyılda ortaya çıkmış ve yayılmıştır.
İslâm'a inanan kişilere "iman etmiş, inançlı" anlamında mü'min veya "Allah'a teslimiyet gösteren" anlamında Müslüman denir. Çeşitli kaynaklarda kullanılan "Muhammedîlik" veya "Muhammedizm" tanımlaması Müslümanlarca tercih edilmez.
İslâm inancına göre, İslâm'ın kutsal kitabı Kur'an'ı oluşturan ayetler ve sureler Cebrail isimli melek aracılığıyla sözlü olarak Muhammed'e vahyedilir. İslâm'ın temelinde, "tevhid" inancı yatar ki bu kavram ilah olarak Allah'ın varlığına eşi ve benzeri olmadığına inanmak anlamına gelir.
Başlarda siyasî, sonra da teolojik-kavramsal farklılıklar kazanmış olan Şiîlik ve ana akımı temsil eden Sünnilik, başlıca İslam mezheplerini oluşturur. İslâm toplumlarında inanç ve uygulama konuları ile ilgili çok sayıda mezhep bulunur.
Muhammed, İslâm dinini yaymasının yanı sıra daha sonraları halife ve hanedanlarca yönetilen bir İslâm Devleti de kurmuştur. İleride imparatorluğa dönüşen bu devletin bölünmesiyle farklı bölgelerde yeni Müslüman devletler oluşmuştur.
İslâm Arapçada "s-l-m" kökünden türemiştir. İslâm kelimesi kökün etken ortaç şekli olan "esleme"den türer ve "teslimiyet" anlamına gelir. Sonuçta "İslâm", "teslimiyet" anlamına gelirken "Müslüman" da "teslim olan" demektir; burada teslim olunan tek Tanrı olduğu kabul edilen Allah'tır. Sözlükte "kurtuluşa ermek, boyun eğmek, teslim olmak; teslim etmek, barış yapmak" anlamlarındaki "silm" (selm) kökünden türemiş olan İslâm'ın etimolojisini yapan ilk âlimlerden İbn Kuteybe kelimeyi "boyun eğmek (inkıyat) ve itaat etmek" şeklinde açıklamıştır. Sonraki kaynaklara da genellikle bu açıklamalar tekrar edilmiş, "sulh ve selâmet gayesiyle boyun eğmek, tâbî ve teslim olmak" manaları öne çıkarılmıştır..
"Müslüman" kelimesi Arapça kökenli "müslim" kelimesinin Farsça dil bilgisi kurallarına göre çoğulu olan "Müslimân"'dan gelir. Ancak Türkçede tekil olarak kullanılır ve çoğulu "Müslümanlar"dır.
Sünnilikte inanç esasları, amentü ("İmanın Şartları") olarak adlandırılır. Klasik kelam mezhepleri imanın şartlarından birini kabul etmeyen kişiyi kâfir veya mürted sayarlar. Kur'an'dan alınarak özetlenen iman esasları şunlardan oluşur:
Şiilikte inanç esasları, usul-i din olarak adlandırılır ve genellikle 5 unsur ile tanımlanır.
"Adalet" Şiilikte özel bir anlam içerir. Şiilikte eşyanın bazısının doğası hasebiyle içten iyi, bazısınınsa kötü olduğu inancı mevcuttur. Olayların arkasında her daim gizli bir hikmet yatmaktadır ve kul her ne kadar bu hikmete nail olmaya çalışmalıysa da bunu tamamen anlaması pek mümkün değildir. Kişilerin yaptıkları eylemlerde hür olduklarının, Allah'ın da adalet sıfatı sebebiyle kişilerin iyi eylemlerine iyi, kötü eylemlerine karşı kötü bir sonuç yaratmasının "zorunluluk" olduğu görüşündedirler. Yani Allah adalet sıfatından dolayı iyiliği her daim iyilik, kötülüğü ise kötülük ile sonlandırır.
İmamet unsuru Şiilikte iman esaslarından biridir. Şii mezheplerinde imamet konusu yorumlama ve kimlerin imam sayılıp sayılmayacağı hususları bazı farklılıklar arz eder. Şiilikte imamların masumiyeti, yanılmazlığı, sözlerinin dinde delil kabul edilmesi sebebiyle konu ayrıca önemlidir.
Bunların dışında "şart" olarak sıralanmasa da, Şiilerde meleklere ve kitaplara inanılır.
Kadere iman Şiilikte yoktur ve Kur'an'da geçmemektedir.
İman esaslarının birincisi ve diğerlerinin temeli Allah'a, onun varlığına, yaratıcı olarak ibadet edilmeyi hak eden tek tanrı olduğuna, onun dışında ibadet edilen her şeyin ise batıl olduğuna inanmak, yani tevhiddir. İslam'a göre içerisindeki her şeyle birlikte evrenin yaratıcısı doğma ve doğurma sıfatlarından münezzeh, tek tanrı olan Allah'tır. Varlığı ezeli ve ebedidir. Her şeye gücü yeter. Allah'a iman, İslamiyet'teki iman esaslarının birincisidir.
İslam' toplumunda "Allah" ismi tanrının özel adı gibi kullanılmakla birlikte Allah için kullanılan başka isimler de vardır. Bu isimlerden derlenen 99 tanesi özel bir şekilde ele alınır ve birçoğu Kur'an'da Allah için kullanılan ifadelerden köken alan bu isimlere topluca "Güzel İsimler" anlamına gelen "Esma-ül-Hüsna" denir.
Kelam, İslam inanç felsefesini oluşturan bilim dalının adıdır. Tanrı hakkında teşbihi antropomorphic bir dil kullanılıp kullanılamayacağı konusunda Yahudi, Hıristiyan ve İslam düşünce tarihinde oldukça yoğun tartışmalar olmuştur. Kutsal kitaplarda Tanrı’yı hem teşbih eden hem de tenzih denilen olumsuzlama örneklerine rastlanmaktadır. Üç dinin de bu konuya yaklaşımını incelediğimizde hem Kur’an’ın hem de Kitab-ı Mukaddes’in olumsuz nitelemeler yanında olumlu nitelemeleri çok daha fazla kullanıldığı görülecektir; yani
vahiyde tenzihten çok teşbih vardır.
Allah inancı ve diğer inanç sorunları üzerinde kelamcılar ve imamlar tarafından yürütülen tartışmalar sonucunda birçok kelam ekol ve mezheplerinin ortaya çıktığı görülür:
İslam inancında, melekler Allah'ın kendisine ibadet etsinler ve emirlerini yerine getirsinler diye nurdan (tanrısal ışıktan) yarattığı üstün, nuranî ve ruhanî varlıklardır.
Allah onlara özel görevler vermiştir. Büyük meleklerden Cebrail, Allah'ın katından peygamberlere vahiy (mesaj/kitap) indirmekle; Mikâil, doğa olaylarıyla; İsrafil, Kıyamet Günü ve yeniden diriliş günü Sûr'a üflemekle; ölüm meleği olan Azrail, hayatı sona erdirmekle görevlidir.
İslam kültüründe melekler dışında, iyi ve kötülerinin bulunduğuna ve değişik kılıklara girebildiklerine inanılan cinler, bulunur. Kur'an'da 72. sure Cin Suresidir ve birçok Kur'an ayetinde onlardan bahsedilir. Muhammed de insanların ve cinlerin peygamberi şeklinde vasıflandırılır.
Şeytan ve iblis Kur'an'da değişik ayetlerde geçer. Müslümanlar, her Kur'an okumaya başladıklarında Euzü Besmele çekerek,(Allah'ın huzurundan) kovulmuş veya lanetli şeytanın şerrinden Allah'a sığınırlar.
İslamda diğer Semavi dinlerin de zaman zaman İslam olarak adlandırıldığı, yoldan çıkan ve sapıtan insanları Allah'a çağırmak için bazılarının adı Kur’an'da anılmış olan peygamberler gönderildiğine inanılır. Hristiyanlık ve Musevilik'te aziz, din büyüğü, ata ya da siyasî şahsiyetler olarak kabul edilen bazılarından da peygamber olarak bahsedilir ve onlara dair kıssalar büyük benzerlik gösterir.
İslam’a göre insanın ve peygamberlerin tarihi ilk insan ve peygamber sayılan Âdem'le başlar. Son peygamber ise Muhammed'dir. Kur'an'da peygamberlerin sayısına dair bir ifade bulunmaz ve 25 peygamber ismen anılır. ""And olsun, senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana anlattıklarımız da var, anlatmadıklarımız da var. Hiçbir peygamber Allah'ın izni olmadan bir mucize getiremez. Allah'ın emri gelince de hak yerine getirilir. İşte o zaman bunu batıl sayanlar hüsrana uğrarlar." (Mümin: 78)" Hadislerde peygamberlerin sayılarıyla ilgili çokluk ifade eden rakamlar ve |
rilir.
İslamda peygamberlerin bir takım üstün sıfatlar (zekâ, anlayış, doğruluk, günahsızlık, vb.) ile donatıldıklarına mucizeler göstererek insanları doğruya çağırdıklarına, Muhammed'in geleceğini ve Kıyamet'i haber verdiklerine inanılır. Bunlardan Adem, ilk peygamber olmasıyla; Nuh, tufan olayıyla; İbrahim, tevhid mücedelesiyle; Yusuf, kendi adını taşıyan kıssasıyla; Musa, Davut, İsa ve Muhammed ise getirdikleri şeriat ve kitaplarıyla öne çıkarlar. Musa'ya Tevrat, Davud'a Zebur, İsa'ya İncil'in indirildiğine inanılır.
İslam'da peygamberlik misyonu iki kategoride değerlendirilir: Nebiler ve resuller. Buna göre resuller kendileriyle birlikte yeni bir şeriat (dinî hükümler) gönderilen, "Allah'ın elçileri" olarak tanımlanır. Her resulün nebi olduğu, buna karşılık her nebinin resul olmadığı söylenir. Nebiler şeriat getirmedikleri için kendilerinden önceki son resulün şeriatına uyar. Bu anlayışta Muhammed bir resul, İslam şeriatı da son ve geçerli sayılan tek şeriattır.
Muhammed bin Abdullah (d. 570/571 - ö. 632), İslam'a göre son peygamberdir ve kendisine Allah tarafından Kur'an'ın vahyedildiğine inanılır. Resul bir peygamber olarak ortaya koyduğu şeriat Müslümanlar tarafından uymakla yükümlü olduklarına inanılan son şeriat sayılır. Mekke'de 570 ya da 571 yılında doğmuş, Veda Hutbesi'nden sonra Medine'de 632 yılında vefat etmiştir.
İslam inancında diğer din mensuplarının, önceki peygamberlerin getirdiği dini tahrif etmelerinden dolayı Muhammed’in Allah tarafından aynı mesajın bazı tamamlayıcı değişikliklerle ve mükemmel bir din olarak yeniden gönderildiğine inanılır. Müslümanlar tarafından Muhammed son peygamber veya Ahirzaman peygamberi olarak tanımlanır: ""Muhammed yalnızca bir elçi ve peygamberlerin sonuncusudur." (Ahzâb: 40)"
Muhammed'in söz ve fiilleri (hadis ve sünnet), Kur'an'ın yanında ikinci derecede kaynak kabul edilir ve İslam hukukunun iki temel kaynağından biri sayılır.
Müslümanlar Allah'ın peygamberleri aracılığıyla içinde doğru yolu, iyiliği ve kurtuluşu gösteren ayetler ve sözler bulunduğuna, inandıkları dini metinlere inanırlar. Bunlar Adem, Şit, İdris ve İbrahim'in sahife (tablet)leri ile Musa, Davut, İsa ve Muhammed’in Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an ismi verilen Kutsal kitaplardır.
Kuran-ı Kerim İslam peygamberi Muhammed'e Allah tarafından melek Cebrail aracılığıyla gönderildiğine inanılan kutsal kitaptır. Müslümanlar ""Hiç şüphe yok ki, Kur'ân'ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız"" ayetine dayanarak Kur'an'ın orijinal olduğuna değiştirilmediğine inanırlar; Kur'an'da dini emir (farz) ve yasaklar (haram), sosyal düzenlemeler, nasihatler, teşvik ve korkutmalar ile önceki peygamberlerin hikâyeleri içerik olarak önemli yer tutar. İslam inançları ve şeriatın ana kaynağı Kur'an'dır.
Kur'an ayetleri "sure" adı verilen bölümleri oluşturur. Kur'an'da 114 sure bulunmaktadır. Kronolojik olarak Kur'an'ın ilk yazılan ayetin Alak suresinin birinci ayeti olduğuna inanılır: ""Oku O yaratan Rabbinin adıyla!""
Kur'an ayetlerinin ne şekilde anlaşılması ve yorumlanması gerektiği ile ilgili mezheplerin değişik görüşleri olmuştur:
Dünyanın sonu olan Kıyamet gününe, ve yeniden diriliş ve hesaba çekilme zamanı olan Ahirete iman İslam'ın temel inançlarındandır. Ahiret günü; Allah'ın insanları yeniden diriltip bir arada toplayacağı gündür. O gün insanlar ya nimetleri bol olan Cennet’e ya da elem verici azabın olduğu Cehennem'e gireceklerdir. Kur'an'da ahirete iman çeşitli ayetlerde vurgulanmış, Bakara suresi 62. ayette ise Allah'a inançla birlikte kurtuluşa erecekleri tanımlamakta kullanılmıştır:
Kadere iman; hayır veya şer, her işin Allah'ın irade, takdir ve yaratmasıyla olduğuna inanma şeklinde tarif edilir. Sünni İslam ilahiyatında Allah'ın ezelî ve ebedî ilmi ve bilgeliğinin gereği olarak her şeyin onun bilgisi dâhilinde olduğuna ve bu bilgilerin miktar, ölçü anlamında bir deyim olarak Kur'an'da da geçen, “Levh-i Mahfûz”da yazılı kader olduğuna, zamanı geldiğinde de bu bilgilerin kuvveden fiile çıktığına (kaza) inanılır.
Kader Kur'an'da imanın bir unsuru, parçası olarak geçmez. Bununla birlikte Cibril Hadisi'nin bazı sürümlerinde Muhammed imanı tanımlarken kader de geçmektedir. Kadere iman Sünni İslam âlimleri tarafından imanın şartlarından birisi olarak görülür iken, Şiilikte "usul-i din"den değildir.
Kader, kelamcılar arasında en çok tartışılan konulardandır. Kaderin iman tanımı içerisinde geçip geçmemesi gerektiği yanında, kadere karşı insan iradesinin gücü, kaderin değişip değişmeyeceği ve kader karşısında insanın sorumluluğu gibi konular uzun tartışmalara sebep olmuştur.
Mutezile ve Kaderiyye mezhepleri katı kaderci Cebriyye mezhebinin tam karşısında yer almış ve kaderi reddetmişlerdir. Sünni mezhepleri ise kadere inanmayı esas almakla birlikte kelamcı gelenek, bu inanışı insanın iradesi ile dengelemeye çalışan açıklamalara yer vermişlerdir.
İslamda inanan insanların Allah'a ibadet etme ile ilgili birtakım dini yükümlülüklerinin bulunduğuna inanılır. Bununla beraber bu yükümlülükler mezhepten mezhebe değişir. Namaz, oruç, hac, kurban kesme gibi ibadetler İslam öncesi Araplarda da bulunmaktaydı. İslamiyet bu tapınmaların bir kısmını korumuş, bazılarını yeniden düzenlemiş, bazılarını ise kaldırmıştır.
Sünni islam anlayışına yol gösteren bir hadise göre İslamın beş şartı bulunur ve inananlar için bunları yerine getirmek farzdır. Bu yükümlülükleri terkedenler İslamda büyük günah işlemiş olurlar. Bu yükümlülüklerin akil-baliğ veya reşit olma ile başladığına inanılır. Abdullah bin Ömer'in rivayet ettiği "Cibril Hadisi"nde melek Cebrail sahabelerden Dıhye kılığına bürünerek peygamber ve arkadaşlarını ziyaret eder, peygambere çeşitli sorular sorar:
Namaz, oruç, hac, zekât gibi ibadetlerin zamanları ve miktarları İslam mezheplerinde bazı farklılıklar gösterir. Kişi, yaptığı her ibadetle sevap kazanırken farz olmasına rağmen yapmadığı ibadetlerle günaha girer.
İbadetin İslam akidesinin bir parçasını teşkil edip etmediği hususunda değişik görüşler vardır:
İslam'ın ilk şartı, tanrı olarak sadece Allah'a inanmak ve Muhammed'i onun elçisi kabul etmek anlamına gelen kelime-i şehadeti getirmektir.
Namaz (Arapça: صلاة "Salah") İslam'ın her inanana farz kıldığı bir ibadetdir. Kur'an'da günün belli vakitlerinde abdestle birlikte duaya kalkılması ifadesi bulunur. Kur'an’a göre namaz Allah'ı anarak teslimiyetin gösterildiği bir arınma biçimi ve İbrahim'e öğretilen bir ibadet şeklidir.
Farz fıkıh dilinde Kur'an'ın açık olan ve yoruma dayanmayan emirlerine denir. Günlük 5 vaktin farz olduğu inancı, Kur'an'ın emirleri, yorum ve hadislere dayanan ve Sünni İslam toplumlarınca benimsenen bir uygulamadır.
Şii ve Kur'ancılar (hadislerin dini referans olmasını reddeden grup) günlük 3 vakit namaz kılarlar. Ancak bu üç vakit namaz'ın hangileri olduğu konusu da çok açık değildir. Örneğin bu üç vakte bir anlayışa göre öğle-ikindi, akşam-yatsı ve sabah olarak, bir başka uygulamada akşam, yatsı, ve sabah olarak rastlamak olasıdır. Prof. Dr. Süleyman Ateş'e göre Kur'an'da geçen namazlar sabah, akşam ve gece namazı (teheccüd)ından ibarettir. Alevilikte ise namaz reddedilmemekle birlikte herhangi bir şart (vakit, şekil, kıble, vb.) belirtilmemiştir.
Dini terminolojide "asli ihtiyaçlar" dışında nisap miktarı mala sahip olan ve zengin sayılan Müslüman'ın, bu zenginliği üzerinden 1 tam yıl geçtiğinde vereceği şartları ve oranları belirlenmiş zorunlu bir ödemeyi ifade eder. Ayrıca ödenmesi mecburi olmayan, belirli şartlarla kısıtlanmayan bağışlar için de sadaka kelimesi kullanılır. Tevbe suresi 60. ayetinde zekatın verileceği sayarken kullanılan kelime ise bu anlayışın aksine sadakadır; ""Sadakalar, Allah'tan bir yükümlülük olarak, yoksullara, düşkünlere, bu konuda çalışan görevlilere, sempatizanlara, kölelerin özgürlüğü için, borçlulara, Allah yoluna ve yolda kalmışlara verilmeli. Allah Bilendir, Bilgedir.""
Fıkıhta kişinin zengin sayılması için ev, bina, elbise, ev eşyaları, bir yıllık yiyecekleri gibi asli ihtiyaçları dışında sahip olması gereken 80 gr altın veya eşdeğer mal miktarına nisap denir. Asli ihtiyaçlar kişinin yaşadığı zaman, mekan, sosyal çevre ve anlayışa göre değişkenlik gösterir.
Müslümanlar arasında zekat bir vergi midir, yoksa bir ibadet midir tartışması bulunur. Zekatın bir vergi olduğu anlayışına göre Şeriat yönetimi altında bulunmayan Müslümanların, yaşadıkları ülkenin vergi yasalarına göre vergi ödedikleri için dini açıdan ayrıca zekat ödemelerine gerek bulunmamakta, ibadet olarak değerlendirilmesi durumunda ise ödemeleri gerekmektedir. Zekatın şartları ve miktarı belirli, zorunlu bir ödeme türü olması onun "bir çeşit vergi" olarak anlaşılmasının temel dayanağıdır.
Oruç, niyet edip imsak vaktinden (alacakaranlık) akşam günbatımına dek, bir şey yeyip içmemek ve cinsel aktiviteyi terk etmek olarak tanımlanır. Oruç tutmak, sadece Ramazan ayı boyunca farz kılınmış, bayram günleri haricinde de faziletli olarak görülmüştür. Kur'an'da oruç Bakara suresinin şu ayetleri ile emredilmiştir:
183. ""Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.""
184. ""Sayılı günlerde olmak üzere. Sizden her kim hasta yahut yolcu olursa diğer günlerde kaza eder. Oruç tutmaya güçleri yetmeyenlere bir fakir doyumu kadar fidye gerekir.""
185. ""Öyle ise sizden ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa başka günlerde kaza etsin.""
187. ""Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Sabahın beyaz ipliği, siyah ipliğinden ayırt edilinceye kadar yeyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın.""
Zilhicce ayında, Arafat'da dua edilmesi, Kabe'nin ziyaret edilmesi, şeytan taşlama ve kurban kesilmesi gibi bazı uygulamaların belirli kurallar içinde ve bir arada yapıldığı, yalnızca zengin müslümanlara farz olan bir ibadettir. Şeriat hukukunda namaz, oruç, zekat gibi farz kabul edilen dini hükümleri yapmayanlar veya terkedenler için belirli cezalar öngörülür iken hac yapmayanlar için benzer yaptırıml |
ardan söz edilmez. Şu ayetler ile Hac emredilmiştir:
Şiilik'te "Füru-ı Din" denilen dini emirler Sünnilik'te farz olan Namaz, Oruç, Hac ve Zekât'a ilave olarak, Hums, Cihat, Emr-i bi'l ma'rûf ve Nehy-i anil münker, Tevella, ve Teberra olarak sıralanır.
Şiîlik'te sahip olunan eşyanın veya kârın beşte birlik değerine denk gelen bir vergidir. Dayanağı Enfal Suresi 41. ayetidir;
""Şunu da bilin ki, eğer Allah'a ve hak ile batılın ayrıldığı gün, iki ordunun çarpıştığı gün kulumuza indirdiklerimize iman etmiş iseniz, "ganimet" olarak aldığınız herhangi bir şeyin "beşte biri" Allah'a, peygambere, yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir.""
Sünnilikte hums "ganimet malı" olarak savaşta el konulan malların beyt-ül mal denilen hazineye devredilmesinden ibarettir. Nereye harcanacağına da emir sahipleri olan yöneticiler karar verir.
Şii inancında ise bu vergi Muhammed'in bir yakını veya soyundan gelen bir kimse, yetimler, ihtiyaç sahipleri veya yurdundan ayrı düşmüş ve yurduna dönecek maddi imkânı bulunmayan kişilerin hakkı olarak tanımlanır.
Ayette geçen "ganimet" sözcüğü Şiilerde ise genel bir "kâr"ı ifade eder ve bu sebeple kârın söz konusu olduğu her durumda beşte birlik bir kısım vergi olarak ayette belirtilen yerlere verilmelidir..
İyiliği emretmek ve kötülükten men etmek demektir. İnananların diğer kişileri Allah'ın emrettiklerine davet etmesi, iyi şeyleri emir veya nasihat etmesi, kötü şeylerdense alıkoyması, men etmesidir. Bu iki kural Kur'an'da anlamsal açıdan benzer şekillerde (Âl-i İmrân suresi, Tevbe suresi gibi) birçok yerde geçmektedir.
Ehl-i Beyt ve takipçilerini sevmek olarak yorumlanır. Şiilikte İmamet/Hilâfet inanç esasları arasında yer alır ve Muhammed sonrasında Ali üzerinden (12 imam) denilen Muhammed'in soyu ile devam eder. Şiilikte bunları, takipçilerini, sevenlerini sevmek (veli-dost edinmek) şarttır. Prensip Şura suresinin 23. ayetine dayandırılır;
Şiiler ayette geçen ve kurba (yakınlar) sözcüğünü Ehl-i Beyt ve soy anlamında anlamışlardır.
Ehl-i Beyt'in düşmanı olan kişileri sevmemek; İnananların Ehl-i Beyt'i sevmeyenleri sevmemeleri, Ehl-i Beyt düşmanlarına düşman olmaları anlamına gelir ve Şiilikte önemli bir yere sahiptir.
Bu anlayış sebebiyle şiiler, sünnilikte sahabe olarak bir çeşit kutsallık atfedilen ilk müslümanlardan bazılarına karşı nefret olarak tanımlanabilecek antipatik duygular gösterirler. Anlayışın etkileri hadis gibi dini referanslarda görülebileceği gibi günlük yaşamda, çocukların isimlendirilmesi gibi hususlarda da net olarak görülür. Yine bu sebeple Şii ve Alevi inancına mensup olan Müslümanlar geleneksel olarak Allah, Muhammed adının yanında ilk halifeler olan Ebubekir, Ömer ve Osman'ın adlarının da süsleme olarak duvarlarına asıldığı Sünni ibadethanelerine gitmezler.
Şeriat (Arapça: شريعة), İslam hukuku anlamında olup, İslam dinindeki ibadetler, muameleler ve cezaları içerisine alan, dini hukuka ait tüm kavram ve kurallara verilen isimdir. Şeriat için Kur’an temel kaynaktır ve Kur'an'da geçen emir ve yasaklar temelinde kararlar alınır. Şeriat'ın ikinci kaynağını hadisler oluşturur. Bazı İslam hukuku ekolleri, Kur'an'da geçmemekle birlikte Kur'an'da geçen bir başka emir veya yasakla aynı illete (sebebe) dayanan konularda da Kur'an'daki emir veya yasağa kıyas yoluyla karar verirler.
Bölgesel anlayışların etkisi; Özel durumlar dışında Haram ve helal yiyeceklerin belirlenmesinde, Şafiî ve İbn Kudame gibi bazı fakihler haram ve helalliğin kriterini "Arabın tabiatına uygunluk ve aykırılık" ile sınırlamışlardır.
Tanımlamalar; dini açıdan kaynağın kendisinin veya kaynaktaki ifadenin anlam ve kapsam açısından ifade etmesi gereken kesinlik algısına göre mezhepler ve anlayışlara göre değişebilmektedir. Örneğin balık dışı deniz ürünleri, mut'a nikahı, tesettürde haram sayılan bölgeler vb. Fıkıh, Kur'an ve hadisten türetilen anlayış ve yorumların toplamıdır ve bir bakıma şeriat'ın ne olduğunu fıkıhçılar belirler. Bu şekilde bir anlayış veya yorum, dinsel zorunluluklar arasına girer. Fıkıhçılar veya ulema değişik İslam ülkelerinde Müftü, kadı, fakih, şeyhulislam, imam molla gibi değişik isimler alırlar ve İslami emir, yasak ve yasaları yorumlama, kıyas yoluyla yeni kurallar koyma veya muhtelif konuları dini açıdan, Farz, Vacip, Sünnet, Müstehap, Helal, Mekruh, Haram veya caizdir-değildir şeklinde etiketleme yetkisine sahip olurlar.
Kelamcılar bir şey'in kötü olduğu için mi yasaklandığı, yoksa yasaklandığı için mi kötü kabul edilmesi gerektiğini de tartışmışlardır. Akılcılara göre her yasak şeyin yasak olmasının akla, nesle, toplum hayatına zararının dokunması gibi bir sebebinin bulunması ve yasağın veya kötülüğün bu sebebe bina edilmesini savunurlar. Onlara göre bu illet tespit edildiğinde aynı sebepler çerçevesinde dini yasakların kapsamı genişletilebilmektedir. Örneğin içki yasağına kıyas edilerek sarhoşluk veren her şey için haram olduğuna karar verilebilir. Ancak bir şey yasak olduğu için kötüdür inancına sahip olanlara göre ise böyle bir kıyaslama kabul edilemez. Onlara göre Allah yasaklamak isteseydi içki gibi diğer zararlı veya sarhoş eden şeyleri, ör. uyuşturucu, sigara vb. yasaklardı.
Fıkıhta insan davranışları değişik kategorilere ayrılır ve bunları uygulama veya sakınma mecburiyeti bulunur. Bazı eylemler ise mübah, helal, küçük günah veya büyük günah olarak değerlendirilir. Bu değerlendirmeler fıkıh, mezhep, meşrep ve anlayışa göre şekillenir, ve farklı topluluklarda farklı etiketler alır. Bu kuralları ihlal etmenin şeriat kanunlarına göre müeyyide ve karşılıkları bulunur.
Fıkıhta farz ve haram denilen hükümler Kur'an'a dayandırılır. Hanefi fıkhında diğer mezheplerde bulunmayan bir kavram olan vacip (gerekli), Kur'an'da geçen, ancak farzlar gibi kesinlik göstermeyen Kurban kesme gibi dini emirleri ifade etmede kullanılan bir tanımlamadır.
İslam toplumunda hem ibadet (namaz, oruç, vb.) hem de sosyal alanda (selamlaşma, erkek çocukların sünnet edilmesi, cenaze namazı, domuz eti yememe, alkol yasağı, hayvan keserken besmele çekilmesi gibi) genel kurallar bulunur.
Aralarında bazı küçük farklılıklar olmakla birlikte, İslam mezhepleri kadın vücudunun örtülmesi gerektiğini (Tesettür) ifade etmişler, ancak zaruri durumlarda geçerli olmak üzere ve kendi yakınları ile sınırlı belirli bölgelerin açılabilmesine izin vermişlerdir. Bunun yanında, Hanefi ve Maliki mezheplerinde kadının el ve yüzünün "fitneye yer vermeyecek şekilde" açılabilmesine müsaade edilmiştir.
İslam'da nikah ile gerçekleştirilen meşru evlilik dışında cinsel yaşam men edilmiş ve zina olarak tanımlanmıştır. Nikah, İslam hukukunda bir sözleşmedir. Fıkıhta geçerli sayılması için nikahın şahitlerin huzurunda yapılması, icap ve kabul, erkeğin gayrimüslim olmaması, mehir ve sözleşmenin ilanı gibi şartlar ileri sürülmüştür. Şii mezhebinde ise mut'a, geçerli ve meşru bir ilişki tarzıdır. Mut'a Sünni mezheplerde zina olarak tanımlanır ve haram kabul edilir. İslamda zina ve eşcinsel ilişkiler için cezai müeyyideler öngörülmüştür. Erkekler 4 kadınla (aralarında adaleti sağlamak ve onlara haksızlık etmemek şartıyla) evlenebilirlerken, kadınlar tek erkekle evlenebilirler. Boşanma hakkı erkeklere verilmiştir.
Kıbrıs NEU ilahiyat fakültesinde yapılan bir çalışmada cahiliye dönemine ait vergilerle ilgili veriler ve bunların Kur’ân’daki malî yükümlülüklerle ilişkisi araştırılmış, Kur’ân’ın söz konusu vergilerinin İslam öncesi Güney, Kuzey ve Hicaz Araplarında hatta daha eski toplumlarda yer alan düzenlemelerin aynısı olduğu sonucuna varılmıştır.
İslamda dinler, İslam, Yahudilik, Hristiyanlık ve putperestlik olarak formüle edilir. İslam'a göre Allah yanında tek din İslam'dır. Muhammed'in getirdiği din, "yeni" bir din değildir. O, daha önceki peygamberlerin mesajını, tekrar açıklamış ve tamamlamıştır. İslamda İbrahimî dinlerin peygamber veya kutsal kişi kabul ettiği kimseler çoğunlukla peygamber; Tevrat, Zebur ve İncil ise tahrif edilerek hükümsüz kalmış kutsal kitaplar olarak kabul edilir.
Maide suresinde Yahudiler ve kendilerine "müşrikler" diye hitap edilen paganlar düşman olarak tanımlanır (ayet 51) iken Bakara Suresi'nde daha yumuşak bir tutumla ""Şüphe yok ki, iman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiiler; bunlardan her kim Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve iyi bir amel işlerse, elbette bunların Rableri yanında mükâfatları vardır."" denilmektedir. (2:62)
Kur'an'da İsa'dan peygamber ve "Allah'ın ruhu" (ruhullah) olarak bahsedilir, ancak Baba, Oğul ve Kutsal Ruh'tan oluşan teslis inancı şirk gerekçesiyle reddedilir.
İslam'ın bir unsuru olarak sayılan cihad, her ne kadar Allah adına savaşmak anlamına gelse de, her zaman fiziki bir savaşı tanımlamaz hatta "büyük cihat" kişinin kendi nefsiyle olan savaştır ve daha zordur. Kişinin İslam adına yaptığı farklı emek ve çabalar da cihat tanımına girebilir.
Kur'an'da değişik cihat ayetleri bulunur.
Cihatçılar bir İslam devleti ve şeriata uygun toplum yapısı kurma amacıyla İslamı bir ideoloji olarak kabul eden ve bunu diğer insanlara da uygulatmayı amaç edinen, çoğunlukla bu amaçla terörist yöntemlere de başvuran kendilerini İslami akım sayan gruplardır.
İslamiyet 7. yüzyılda İslâm Peygamberi aracılığıyla Mekke ve Medine şehirlerinde din olarak kabul görmüştür. Vefatından sonra İslâm Devleti'nin başına Dört Halife olarak bilinen Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali geçmiştir. Dinin Arap Yarımadası'nda yayılma süreci de bu dönemde tamamlanmıştır. Ali'nin ölümünden sonra kısa süreliğine Müslümanların biatıyla Hasan halife olmuş, fakat daha sonra elindeki gücü kullanarak Muaviye hilafeti eline geçirmiş, iktidar olmuştur.. Peygamberin ölümünden sonra iktidara gelen ilk dört halifeye Sünnî edebiyatında sıkça "Hulefâ-i Râşidîn", yani "Doğruluk üzere bulunan halifeler" denmiş ve bazen bunlara Hasan da eklenmiştir. Bununla birlikte Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ın halifelikleri genel olarak Şiî ve Alevîler tarafından tanınmaz. Haricîlerin bugün hâlâ devam eden bir kolu olan İbadiyye ise sadece ilk iki halife olan Ebu Bekir ve Ömer'i kabul eder ve "Doğrul |
uk üzere halife" olarak görür.
Ebu Bekir döneminde öncelikle peygamberin ölümü sonrası Arap Yarımadası'nda başlayan kargaşalar giderilmiş, zaman içinde Sâsânî İmparatorluğu ve Doğu Roma İmparatorluğu'na doğru ilerlenmiştir. Ömer'in hilâfeti sırasında İslâm Devleti sınırları büyük ölçüde genişlemiş, Mezopotamya fethedilip ele geçirilmiş, Mısır, İran, Filistin, Suriye, Kuzey Afrika ve Ermenistan'ın çeşitli bölümleri ele geçirilmiştir. Daha sonra üçüncü halife olarak seçilen Osman'ın hilâfeti sırasında İran'ın tamamı, Kuzey Afrika'nın tamamına yakını, Kafkaslar ve Kıbrıs ele geçirilmiş, İslâm Devleti topraklarına katılmıştır. Bununla birlikte kendi zamanında bazı yakınlarının önemli görevlere tayini ve diğer bazı iç sorunlar sebebiyle Osman öldürülmüştür. Osman'ın öldürülüşü ve ortaya çıkan iç savaş ortamı sebebiyle Ali'nin döneminde hilâfet iç meselelere yönelmiş, çıkan iç savaşla uğraşmıştır. İç savaş ve iç gerilimler sonucunda Ali de öldürülmüş, kendisinden sonra halife olan oğlu Hasan ise hilâfeti Muaviye'ye teslim etmek zorunda kalmıştır. Muaviye, İslâm Devleti'nin başkentini Şam'a taşımış, imparatorluk benzeri bir yapının temellerini atmış, kendisinden sonra oğlu Yezid'i bu makama tayin ederek İslâm siyasî tarihinde saltanatı başlatmıştır. Bu harekâta karşı ayaklanan İslâm Peygamberi'nin torunu, dördüncü halife Ali bin Ebu Talib'in oğlu Hüseyin ise Yezid tarafından gönderilen askerlerce, Kerbela'da taraftarlarıyla birlikte öldürülmüştür. Nitekim bu noktadan sonra daha katı bir Şiî ayrılması söz konusu olmuştur. Muaviye ile birlikte başlayan yeni döneme "Emevîler Dönemi" denmiştir. Emevîler Dönemi'nde büyük bölgeler zapt edilmiş, İslâm Devleti İber Yarımadası'na kadar ilerlemiştir. Her ne kadar siyasî yayılma yükselişe geçmiş olsa da aynı şey dinî yayılma için söylenemez; nitekim bu dönemde dinî yayılmanın devletin gayrimüslimlerden aldığı vergi göz önünde bulundurularak pek teşvik edilmediği de öne sürülmüştür.. Emevîlerden sonra Miladî 750 yılı civarı kurulan Abbasî Hükümdarlığı, Emevî Hanedanlığı'nın kontrolünü, Endülüs (İber Yarımadası'ndaki kısım) haricindeki bütün toprakları da ele geçirmiştir. Abbasîlerin iktidara gelişiyle Abbasiler Dönemi başlamış ve Abbasilerin Hilâfeti 750 yılından 1258 yılına kadar sürmüştür. Abbasiler zamanında hilafet başkenti tekrar değişmiş, Şam'dan Bağdat'a alınmıştır.
Emevîler ve Abbasîler döneminde yapılan fetihler sonucu ele geçirilen yeni topraklardaki halklar, aynı zamanda İslâm'la da tanışmış oluyorlardı. Bunun sonucu olarak zaman içinde birçok bölgeye İslâm Dîni yayıldı. Önce yakın bölgelerde yaşayan İranlılarda, 10. yüzyılda ise kitleler hâlinde Türkler arasında İslâm yayılmaya başladı. Tüccarlar aracılığıyla Müslümanlıkla tanışan ve Müslümanlığı kabul eden İdil Bulgarları ilk Müslüman Türk Devleti oldu. Karluk, Yağma ve Çiğil Türkleri ise Orta Asya'daki ilk Müslüman Türk Devleti olan Karahanlı Devleti'ni (840), Oğuzlar ise Büyük Selçuklu Devleti'ni (1038) kurdular. Abbasîler yönetiminde askeriyede büyük rol verilen Türklerin oluşturduğu Memlûkler güçlenirken Abbasîler iki yüzyıllık hâkimiyetlerinin son dönemlerinde çöküşe geçmiştir. Nitekim 1250'de Mısır'da Memlük Sultanlığı başlamış, Memlûklerin buradaki hâkimiyeti 1517 yılına kadar devam etmiş, 1517 yılında Mısır'ı Osmanlılar ele geçirmiştir ki bu fetihten sonra Osmanlılar, hilafeti kendi iktidarları olarak kabul edip ilan etmiş, Osmanlı padişahları aynı zamanda halife unvanını taşımışlardır.. Abbasî Hanedanlığı'nın sonu ise 1258 Bağdat'ın Moğol istilacıları tarafından yağmalanmasıyla son bulmuştur.. Endülüs'teki Emevî kontrolü ise 13. yüzyılda düşüşe geçmiş, bölgedeki en son İslâm Hükümdarlığı olan Gırnata Emirliği 1492'de düşmüştür. Bunların dışında 909 yılından 1171 yılına kadar Mağrip ve Mısır'daki çeşitli bölgelere Fatimîler isimli Arap Şiî (İsmailî) Hanedanlığı hükmetmiştir. Hanedanlığın başındaki halife Şiî İsmailî imamıydı ve bu sebeple seküler gücünün yanı sıra İsmailî İmamet anlayışında da önemli bir yere ve tarihî öneme sahip olmuşlardır. Fatımîlerin 12. yüzyıldaki çöküşleriyle birlikte Doğu'da hükmetmiş oldukları Mısır, Suriye, Yemen ve Hicaz gibi bölgelerde Eyyûbî Hanedanlığı başa geçmiştir. 1517 yılında Osmanlıların ilan ettikleri halifelik 1924 yılına kadar devam etmiş, 1924 yılında Osmanlı'nın mirasçısı durumundaki Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin meclisinin (TBMM) aldığı bir kararla feshedilmiş, yönetim sistemi değişmiştir. Osmanlı Devleti tarafından yapılan fetihlerle Anadolu'nun tamamı ve Balkanlar'da Müslüman nüfus artmış, İslâm yayılmıştır.
Mezhepler dini önderlerin veya toplulukların din algılarıdır. Ayrıca İslamda siyasi etkenler gibi değişik sebeplere dayanan mezhepsel bölünmeler de olmuştur. Bunlardan Babilik ve bahailik gibi derin inançsal ayrılık gösteren bazıları İslam orijinli bağımsız dinler olarak değerlendirilebilirler. Bunun dışında dini önderlerin yerleşik hale gelmiş farklı anlayış ve yorumlarından kaynaklanan mezhepler vardır.
Geleneksel Sünni-Şii mezhepleri dışında islam dünyasında etkinliğini devam ettiren başlıca akımlar Batıni - Sufi eğilimler, Selefi-Vahhabi akımı Ahmediyye, Kur'ancılar, Yezdanilik gibi akımlardır.
Muhammed Ebu Zehra, daha sonra klasikleşen "Mezhepler Tarihi" adlı kitabında İslam dini mezheplerini üç kategori altında işler: Siyasi mezhepler, itikadi mezhepler ve fıkhi mezhepler.
Siyasi mezhepler kategorisi içerisinde Sünnilik, Şia (Şiilik) ve Haricilik mezhepleri bulunur. Bu mezheplerin ortaya çıkması ve ayrışması İslam tarihi açısından önemli bir olaydır ve siyasi etkileri başta olmak üzere birçok çeşitli etkileri olmuştur.
Muhammed öldükten sonra ortaya çıkan devletin liderliği sorununda belirli bir ayrışma gerçekleşmiştir. Bazı kişiler devletin lideri, imam konumunda Ali'yi görmek istemişlerdir. Nitekim Şiilik inancına göre imamet Ali'nin hakkıdır ve peygamber bunu yaşarken ima etmiştir. Sünniler Ali'nin de imamete uygun olduğunu kabul etmekle birlikte, peygamberin yaşarken kendisinden sonra Ali'nin imam olması gerektiğini ima ettiğine inanmazlar. Nitekim Şiilerin büyük çoğunluğu Ali öncesindeki 3 halifeyi kabul etmezken, Sünniler kabul eder. Şiilik ve Sünnilik arasındaki tartışma bu şekilde siyasi bir tartışma ile (kimin imam olması gerektiği) başlamış, zaman içinde iki grup ibadetler ve çeşitli akide konuları açısından da ayrışmıştırlar. Üçüncü siyasi grup olan Hariciler ise başta Ali taraftarı kişilerdi. Bununla birlikte Sıffin Savaşı sonunda hakem tayin edilmesi olayına sonradan karşı çıkmış, bu hakemliğin küfür olduğunu öne sürmüş ve ayrı bir grup olarak ortaya çıkmışlardır.
Dünyadaki en yaygın siyasi mezhep Sünniliktir ve günümüzdeki Müslüman topluluğun çoğunluğu Sünni'dir. Sünniler Şiâ'dan farklı olarak peygamberin ölümünden sonra halife olan ilk dört halifenin (Hulefa-i Raşidin) hepsini tanır ve dört halifeyi "doğruluk üzere olan halifeler" olarak saygı ve sevgiyle anarlar. Sünnilikte farklı alimler farklı imamet, hilafet tanımları yapsalar da ortak nokta herhangi bir kimsenin soyunun imameti hak ettiği fikri bulunmaz ve bu da genel olarak Şia ile arasındaki en büyük ayrılıklardandır. Nitekim imamet, halife makamı Sünnilik'te önemli olsa da Şia'nın çoğu mezhebinde olduğu gibi itikatta bir yere sahip değildir. Aynı şekilde peygamberin torunu Hüseyin'in Kerbelâ'da öldürülmesi hadisesi genel olarak üzücü bir olay olarak kabul edilip, Yezid Sünni cemaat içerisinde sıklıkla yerilse ve Sünnilikte isim olarak neredeyse hiç kullanılmasa da, Şia'dakine benzer bir şekilde Kerbelâ Olayı her yıl törenlerle anılmaz. Şiâ'daki çeşitli mezheplerde bulunana benzer bir Mehdi inanışı olmadığı gibi, imamet anlayışının farklılığı sebebiyle herhangi bir imamet silsilesi de bulunmamaktadır. Ek olarak Şia'da birçok mezhebin kabul ettiği imamların üstün akli kabiliyeti, bilgi ve hikmeti olduğu, günahsız ve hatasız oldukları gibi fikirler Sünnilikte bulunmaz. Ayrıca Şia'da çoğunluk imamların sözlerini de hadis külliyatından sayarken Sünnilikte hadis külliyatı sadece Muhammed'in sözlerini ve eylemlerini kapsar.
Sünnilerin takip ettikleri akide (inanç) mezhepleri üç tanedir: Matüridilik, Eş'arilik ve Selefiyye. Matüridilik ve Eş'arilik aralarında teorik fıkıhta yirmi kadar noktada farklılık varsa da birbirlerine çok benzerler. Bu iki mezhebin dışında Sünnilerin takip ettiği ve her ne kadar her daim bir itikat mezhebi olarak anılmasa da, inanç ile ilgili kararlar veren bir başka mezhep de Selefiliktir. Gerek Matüridilik gerekse Eşarilik itikadi meselelerde müteşabih ayetleri yorumlarken akla başvursa da Selefilik bunu doğru bulmaz; bunun yerine müteşabih ayetleri olduğu gibi kabul eder. Ayrıca iman tanımı, Matüridilik ve Eşarilikte büyük oranda benzerken Selefilikte daha farklıdır. Örneğin Matüridilikte imanda artma veya azalma mümkün değilken ve ibadet farz olsa da imanın bir parçası sayılmazken Selefiliğe göre imanda artma ve azalma mevcut olduğu gibi ibadet de imanın bir parçasıdır. Sahabeleri hayırla anarlar. Ehl-i Sünnet i'tikadında yaygın olan dört büyük fıkıh mezhebi bulunur. Bunlar: Hanefîlik, Şafiîlik, Malikîlik ve Hanbelîlik'tir. Bu mezheplerin arasında Hanefilik ve Şafiilik sıklıkla Matüridilik ve Eşarilik bazlı itikadi görüşlere sıcak bakarken, Hanbelîlik ise Eşarilik ve Selefilik bazlı görüşlere sıcak bakmıştır ve Hanbeliliğin kurucusu olan Ahmed bin Hanbel genel olarak bir Selef âlimi sayılır. Sünni fıkıh uygulamalarında temel kaynaklar iki tanedir; Kur'an ve Sünnet. Bu temel fikir dört büyük fıkıh mezhebi tarafından da kabul edilmiştir.
Sünni mezhebinde mensupları tanımlamak için Ehl-i Sünnet lafzı da sıklıkla kullanılır. Ehl-i Sünnet'e Matüridi, Eş'ari ve Selefiler dâhil edilir. Bunun dışındakilerin Ehl-i Sünnet'ten sayılıp sayılmadığı farklı âlimlerce farklı yorumlanmıştır. Örneğin Abdulkadir el-Bağdadî'ye göre şeriata bağlı Sufiler ve ""Ehl-i bid'ate meyletmeyen sarf, nahv, lugat ve edebiyat âlimleri"" de Ehl-i Sünnet'e dâhildir. Gerek Ehl-i Sünnet'te yaygın olan dört büyük fıkıh mezhebinin kurucusu sayılan âlimler gerekse yaygın itikadi mezhepler |
in kurucuları önde gelen Ehl-i Sünnet âlimlerindendirler.
Sünnilik'ten sonra dünyada en yaygın ikinci İslam mezhebidir. Sünnilik'ten farklı olarak imamet, hilafet makamı, Şiilikte çok önemlidir ve sıklıkla itikadda geçer. Her ne kadar Şia içindeki farklı mezhepler özellikle imamet hususunda farklı inanç ve görüşlere sahip olsalar da, Şiiler genel olarak Sünnilerden farklı olarak Osman bin Affan'ın halifeliğini kabul etmez, büyük çoğunluğu Ebu Bekir ve Ömer bin Hattab'ın da halifeliklerini kabul etmezler. Ayrıca büyük bir kısmı imameti tanrısal bir makam olarak görür ve imamlara peygamberlerinkine benzer ek özellikler atfederler. Ayrıca Allah'ın adaletinin bir özelliği olduğuna inanılır ve Ehl-i Beyt'ten çıkan imamlar desteklenir. Şiiler genellikle Ali taraftarı olmayan sahabeleri benimsemezler.
Şiâ kendi içerisinde birçok alt mezhebe, fırkaya bölünmüştür. Bu mezheplerin en büyüğü "Onikiciler" olarak adlandırılan "İsnaaşeriyye"dir. Türkiye'deki Şiiler de bu fıkhı esas alır. İsimlerini 12 tane imamı kabul etmelerinden alırlar. İsnaaşeriyye inanışına göre on birinci imam olan Hasan el-Askerî'nin bir oğlu bulunmakta idi fakat on ikinci imam olacak bu çocuk gayba karışmış, Allah tarafından insanların çoğunluğundan saklanmıştır. İnanışa göre daha sonra Mehdi olarak zuhur edecek kişi bu imamdır ve bu sebeple "Muhammed el-Mehdi" olarak da anılır. Bu kola bazen İmamiyye veya Caferiyye de dendiği olur. Nitekim Ali Zeynelabidin'in oğlu Muhammed el-Bakır'ın oğlu olan Cafer es-Sadık'ın mezhepte önemli bir yeri vardır ve İsnaaşeriyye'nin kurucusu gibi görüldüğü de olmuştur. Nitekim Muhammed el-Bakır ve oğlu Cafer es-Sadık'la birlikte İsnaaşeriyye'nin temel öğretilerinden birkaçı ortaya atılmıştır. Örneğin imamların ilâhî bir şekilde seçildiğine, Ali'nin hakkından sonra imam olması gerekenlerin Hasan bin Ali ve Hüseyin ibn Ali olduğuna, onlardan sonra ise sırasıyla soydan gelen bir sonraki oğula aktarılmasına ve böylece babadan oğula geçerek devam etmesine inanılmıştır. Ek olarak imamların masum yani günahsız ve hatasız olduğuna inanılmıştır. Aynı zamanda yoğun bir Mehdi inancı bulunmaktadır; buna göre son imam kaybolmuştur, gayba karışmıştır ve Mehdi olarak çok uzun bir zaman sonra gelecek ve kurtuluşu getirecektir. Bu temelden de kaynaklanarak Cafer es-Sadık kendi taraftarlarına sabretmeleri, isyan ve ayaklanmalardan uzak durmaları hususunda telkinde bulunmuştur. Bazı İslam tarihçilerine göre Şia'da yaygın olan "takiyye" yani kişinin Şii olduğunu ve Şiilikle ilgili özelliklerini toplumdan saklayarak gizli bir biçimde yürütmesi prensibi Cafer es-Sadık'a dayanır. 1501'de Şah İsmail tarafından kurulan Safevi Devleti İsnaaşeriyye tarihinde önemli bir rol oynamıştır. İran'da kuralan bu Türk devletinin dini resmen İsnaaşeriyye Şia'sı olmuştur ve İsnaaşeriyye bu dönemde gelişme ve yayılma fırsatı bulmuştur. Daha sonraları Safevi Devleti'ne komşu durumundaki Osmanlı Devleti'nin halifeliği ilan etmesi hilafet bazlı Sünni-Şii gerilimi tarihte önemlidir.
Bir diğer Şia kolu olan Zeydiyye'nin ise kurucusu ve isim babası Ali bin Ebu Talib'in oğlu, peygamberin torunu Hüseyin'in soyundan gelen ve bir fıkıh alimi olan Zeyd bin Ali'dir. Zeyd bin Zeynelabidin olarak da anılan Zeyd, ayrıca Hüseyin'den sonra, Hüseyin'in soyundan gelip de Emeviler'e karşı direniş başlatan ilk kişidir. Zeydiyye mezhebi ilk Şii mezheplerindendir. Bununla birlikte görüş olarak Zeydiyye Ehl-i Sünnet'e diğer Şii mezheplerine oranla daha yakındır. Örneğin Zeydiyyede imamın Ehl-i Beyt'ten çıkması bir zorunluluk değildir, fakat Ehl-i Beyt'ten çıkan imam mutlaka desteklenir. İmamette önemli olanın halk desteği olduğuna, soya bağlı bir sıralamaya inanılır. Yine İsnaaşeriyye'den farklı olarak Zeydiyye'de imamların hatasız ve günahsız olduklarına inancı bulunmaz. Ek olarak Zeyd bin Zeynelabidin Ebu Bekir ve Ömer'in imamlıklarını, Ali'ye tercih etmemekle birlikte, kabul etmiştir ve bu onun direnişine başta destek veren birçok kişinin ondan kopmasına ve Cafer es-Sadık'a yaklaşmasına da sebebiyet vermiştir. Zeyd’îyye'nin bir önemli noktası da İsnaaşeriyye'den farklı olarak imametin sağlanmasında aktif bir yol seçilmesidir. Her ne kadar her zaman bir imam olacağı görüşü olmasa da bir imam olduğu takdirde imametin sağlanması için aktif bir yol seçilir ki Zeyd kendi zamanında direnişe geçmiştir. Bugün özellikle Yemen'de hâkim olan bir Şii koludur.
Bunların dışında bir diğer büyük Şiî mezhebi de İsmailîlik'tir ve bugünkü Şiî nüfusunun İsnaaşeriyye'den sonraki en büyük ve önemli bölümünü oluştururlar. Diğer Şiâ ve Sünni mezheplerine oranla İslam'ın bâtınî bir yönü olduğu inancı ve bu yönünün araştırılması, tecrübe edilmesine büyük önem verirler. Bu sebeple Şiîliğin daha ezoterik bir şeklini benimsedikleri söylenebilir. Özellikle ilk dönem İsmailîlik'te dinî metinlerin zâhirî ve bâtınî olarak iki anlamlı sayılması ve bâtınî tarafının incelenmesi çok büyük önem arz etmiştir. İsmailîler, adlarını Cafer es-Sadık'ın büyük oğlu İsmail bin Câfer el-Mûbarek'den alırlar. Bazen, İsmailîliğin Mustâlîlik ve Nizarîlik kolları da yediden fazla imâma sahip olmalarına rağmen ""Yediciler"" olarak adlandırılmaktadırlar. 909 yılında kurulan ve varlığını 1171'e kadar sürdüren Fatımi devleti (Fatımiler) İsmaililer tarafından kurulmuştur. Bu dönem İsmaililerin altın çağı olarak da adlandırılmıştır; zira bu dönemde İsmaili kültür oldukça gelişmiş, İslam medeniyetine İsmaililerin katkısı oldukça artmıştır. İsmaililer kendi içlerinde ayrı kollara ayrılırlar. Bu kollardan en büyük ikisi Nizari İsmaililik ve Davudi İsmaililik'tir. Nizari İsmaililik'te imamet hâlâ devam etmektedir ve 2014 yılı itibarıyla, 49. imamları olan Kerim Şah'a (IV. Ağa Han) bağlıdırlar. İsmaililikte dönüm noktasını oluşturan ve Nizari mezhebinin kurulmasına yol açan ayrışma 1409'da Fatımi sultanı ve (onsekizinci) İsmaili imamı olan el-Mûstensir'ın ölümüyle başlamıştır. Tahta geçmesi düşünülen halef olan oğul Nizar yerine tahta diğer oğul el-Mustali'nin geçmesiyle birlikte İsmaililik'te ayrışma baş göstermiş, İsmaili topluluğun bir kısmı, özellikle İran bölgesinde yaşayanlar ki bunların büyük bir kısmı o zaman Hasan Sabbah yönetimindeydi, Nizar'ın imametini takip etmişlerdir. Diğer bölgelerde, özellikle Kahire ve Yemen'de, kalan İsmaililer ise el-Mustali'yi desteklemişlerdir. Nizari İsmaililik özellikle İran'da Hasan Sabbah önderliğinde yükselişe geçmiş, önce İran'da daha sonraları ise Hindistan ve Asya'nın farklı bölgelerinde yayılmış ve İsmailî halk yüzyıllarca zaman zaman isyan ederek zaman zaman mutasavvıf veya İsnaaşerî Şiiler kılığına bürünerek varlığını bugüne kadar sürdürmüştür. Mustalilik kolu ise daha sonraları Hafızi ve Tayyibi isimli iki kola ayrılmıştır. Bu ayrışmanın sebebi Fatımi sultanlarından ve İsmaili imamlarından olan el-Âmir'in ölümü üzerine gerçekleşmiştir ki daha sonra tahta geçen sultanların imametini takip eden grup olan Hafızîler, Fâtımîler hükümdarlığının çöküşüyle birlikte yavaşça yok olmuşlardır. Daha sonra Tayyibi kolu da ""Davudî İsmailîlik"" ve ""Süleymanî İsmailîlik"" olarak ikiye ayrılmıştır.
Ali'nin çocukları ve İmamet'te İkinci ve Üçüncü imam olan Hasan bin Ali ve Hüseyin bin Ali, Şiâ'da büyük rol oynar. Bunların dışında altıncı imam olan İmam Cafer-i Sadık da birçok hadisin kaynağı olduğundan çok önemlidir.
Hariciler, Ali bin Ebu Talib'in grubundan ayrılarak ne onu, ne de Osman bin Affan'ı halife olarak kabul etmişlerdir. İslam'ın en radikal gruplarını oluşturan bu mezhep grubunun çoğunluğu çeşitli günahları işleyen kişilerin kâfir olduğuna ve katledilmeleri gerektiğine inanmıştır. En "aşırı"ları, yalnızca kendi mezheplerinden olan Haricileri kabul etmiş, diğer Haricilerin de katlinin farz olduğuna inanmışlardır. Tabiatıyla kendileri Abbasiler devrinde öldürülmüşlerdir. Bugün bu mezhep grubuna bağlı kimselerden sadece Umman'daki İbadiler kalmıştır; fakat bu grup, Haricilerin en ılıman olan grubunu oluşturur.
Sıffin Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan Hariciler bir dönem sık sık isyan ederek Emevi Devleti için tehlike oluşturmuşlardır. Sıffin Savaşı'nda önce Ali'nin hakem ile tayini kabul etmesi sebebiyle bir grup ayrılmış ve Haruri olarak anılan ilk Haricileri oluşturmuştur. Sıffin Savaşı ve hemen sonrasında hakemlik fikrine sıcak bakanların bir kısmı da daha sonra hakeme gitmenin dinden çıkaran bir tür günah olduğu kararına varıp, tövbe etmiş ve Haricilerin saflarına katılmışlardır. İsyan amacı gütmeyen ve ayaklanmayan bu ilk grup sadece Ali bin Ebu Talib taraftarları ve Muaviye taraflarından ayrılan, üçüncü bir grup oluşturan ayrılıkçı bir gruptur. İlk dönemdeki Haricilere "el-Şurat" da denmekteydi. "Satan" anlamına gelen sözcük genelde Haricilerin kendileri için kullandıkları bir isimdi ve Allah'a ve Allah'ın yoluna ruhlarını sattıkları, verdikleri anlamını ima etmekteydi. Bu ilk dönem Haricilerinin büyük çoğunluğu Bedevilerden oluşmaktaydı. Muaviye'ye karşıt eylem hazırlığında olan Ali Haricileri kendisiyle birlikte savaşmaya çağırmış fakat olumsuz yanıt almıştır. Nitekim daha sonra gerçekleşen Nahrevan Savaşı'nda Ali taraftarları ve Hariciler savaşmıştır. Bu savaşta Hariciler ezici bir yenilgiyle karşılaşmış ve büyük kayıplar vermişlerdir. Nitekim bu savaş sonucunda Ali'nin taraftarları ile Hariciler arasındaki ayrılık iyice keskinleşmiştir ki Ali'nin ölümü de bir Harici olan Abdurrahman İbn-i Mülcem'in onu katletmesi sonucu gerçekleşmiştir. Hariciler, Ali'nin ve Ali taraftarlarının yenilgisinden sonra başa geçen Emevilere karşı büyük saldırılar gerçekleştirmişler, zaman zaman belirli bölgelerin kontrollerini ele geçirmişler hatta kısa bir süreliğine Mekke ve Medine'yi de ele geçirmişler, zaman içinde geniş ordulara sahip olmuşlardır. Bu dönemlerde en yaygın ve geniş kitle Ezarika ve İbadiyye idi; özellikle Emevilerin çöküşe geçtiği dönemde Harici saldırıları güçlenmiş ve sıklaşmış, İbadiyye kolu bu saldırılarda başı çekmiştir. Devletin başına Abbasiler geçtikten sonra da Harici isyan ve saldırıları devam etmiştir.
Hariciler kendi içlerinde birçok kola bölünmüşlerdir. Bu kollardan bir döne |
m en büyük çoğunluğa da sahip olan ve en aşırısı sayılan Ezarika, Harici tarihinde önemli bir yere sahiptir. Bu kolun isim babası ve taraftarlarının takipçisi olduğu kişi Nafi bin el-Ezrak'tır. Ezarika kolundan olan Hariciler, Harici olmayan tüm Müslümanları, çocuklar dâhil, katletmenin helal olduğuna inanırlardı. Diğer büyük Harici kolu sayılan ve bugüne kadar varlığını kitlesel bir şekilde sürdürebilmiş tek Harici kolu olan İbadiyye ise Ezarika'ya oranla daha ılımlı olduğu gibi Ehl-i Sünnet'e de diğer kollara oranla daha yakındır. Bugün İbadiyye özellikle Umman'da yoğun olarak bulunmaktadırlar. Umman dışında, Kuzey Afrika ve Zengibar'da da bulunmaktadırlar.
Harici inanışı itikadî meselelerde Sünni ve Şia'ya oranla farklılıklar içerir. Örneğin Harici inanışında şeriatın bir emrine uymamak veya şeriatta yeniliğe gitmek büyük bir günah sayıldığı gibi bu günah sebebiyle kişinin küfre girdiğine ve tövbe etmesi gerektiğine yoksa bir kâfir olarak ölmüş olacağına ve (birçok Harici mezhebine göre) katlinin helal olacağına inanılır. Buradan hareketle üçüncü halife Osman bin Affan'ın katillerini temiz görmüşler, Ebu Bekir ve Ömer ibn Hattab'in ise hilafetlerini kabul etmişlerdir. Şeriatı sıkı bir şekilde takip etmeye çalışıp, ibadete büyük önem verirler. İlk itikat mezhepleri arasında ihtilafın yaşanmasına konu olan kader konusunda her ne kadar kadere inanmış olsalar da, Eş'ariyye'nin kurucusu el-Eş'ari, Mu'tezile'nin görüşünü benimsediklerini rivayet etmiştir. Kader konusu özellikle İbadiyye mezhebi arasında tartışma konusu olmuştur. Ebu Ubeyde'nin imam olduğu dönemde, İbadiyye mezhebinde kader konusu tartışılmış, Ebu Ubeyde Allah'ın her şeyi bildiği her şeye gücünün yettiğini fakat kişilerin eylemlerini ve olayları belirleyen olmadığını, kişilerin bunları kendi iradeleriyle belirlediğini ilan etmiştir .
İnanç mezhepleri veya "İtikadi mezhepler" kategorisi, diğerlerine oranla daha geniş olmakla birlikte, bir mezhep olarak tanımlanabilecek kadar gelişmiş olan beş mezhep, genelde bu kategoride zikredilir. Bunlar: Mürcie, Mutezile, Eş'ârîlik, Mâtûridîlik ve Selefîliktir. Bunların dışında Kaderiyye, Cebriyye, Müşebbihe ve Mücessime gibi mezhepler de bulunur; bununla birlikte bu mezhepler diğerlerine göre çok daha küçüktür ve son üçü bugün varlığını koruyan temel siyasî mezhepler olan, Sünnilik ve Şia tarafından İslam dışı kabul edilir.
Bu mezheplerden ilki sayılan Mürcie diğer gruplar tarafından, imanlı kişinin günahının önemli olmadığını öne sürmesi başta olmak üzere çeşitli itikadi görüşleri sebebiyle Müslümanların çoğunluğu ve diğer mezheplerce İslam dışı kabul edilir. Mürcie isminin kökeni "ertelemek", "umut vermek" anlamlarına gelen irca köküdür. Nitekim bu hareket ilk kez Osman'ın halifeliği sırasında, iç çekişmeler ve gerilimler yaşanmaya başlayınca çıkmış ve dünyada kişilerin yaptıkları kötülüklerin veya büyük günah işleyenlerin hesabını öteki dünyaya (ahirete) bırakma, "erteleme" fikrinden köken almıştır. Ayrıca Mürcie mezhebinin ana görüşü olan imanlı kişinin hangi günahı işlerse işlesin azap görmeyeceği ve günahlarının imanının yanında bir etkisinin olmadığı inancı da isimlerinin kökeni olan "irca"nın "umut vermek" anlamıyla ilişkilendirilebilir. Başlarda Mürcie mezhebi Osman ve Ali gibi kişilerin Hariciler tarafından kâfir olarak görülmesine karşı bir tepki olarak doğmuştu ve günahın etkisiz olduğu fikrine sahip değildi; sadece müminler için sonsuz azap olduğunu reddetmekteydiler ki bu Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğunluğunun da görüşüydü. Bununla birlikte zaman içinde Mürcie bu hususta daha uç bir noktaya gitmiş ve imanlı kişinin günahlarının tamamen önemsiz olduğu fikrini ortaya atmışlardır. Genel olarak Mürcie mezhebi Haricî mezhebinin tam diğer uçtaki aşırı dengi olarak görülmektedir.
Mutezile mezhebi bu mezheplerin arasında en akılcı olandır ve genel olarak Ehl-i Sünnet içerisinde hoş karşılanmaz; tekfir edildiği de olmuştur. Mutezile mezhebi her ne kadar bugün pek yaygın olmasa da, özellikle Abbasiler döneminde güçlenmiştir. Mutezile'de akıl ile nass (örneğin bir ayet) çelişkili durduğunda nass akla uygun olacak şekilde tevil edilir (yorumlanır). Mutezile'nin bu tutumu özellikle gelenekçi akımlardan büyük eleştiri almıştır. Mutezile mezhebine bağlı kişilerin inandıkları belirli esaslar bulunmaktadır, bunların başlıcaları şu beşidir: Tevhid, adalet, söz ve tehdit ("el-Va'd ve el-Va'id"), iki konum arasındaki bir konum ("El Menzile beyne'l-menzileteyn") ve iyiliği emretmek-kötülükten men etmek ("Emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i anil münker"). Bu beş esasa "usûlü'l-hamse" denir. Tevhid esası Allah'ın varlığı ve birliği anlamındayken adalet esası kader tartışmasıyla ilgili ve Cebriyye'ye bir tepki olarak doğmuş bir esastır. Buna göre insan fiilerinde tamamen hürdür ve fiilerini, Allah'ın ona bahşettiği bir güçten yararlanarak, kendisi yaratır. Mutezile argümanlarına göre eğer kişinin durumu bu olmasaydı da Allah onun fiilerini yaratmış olsaydı, kişi davranışlarında hür olmasaydı, Allah'ın kişiyi davranışlarından, fiilerinden dolayı cezalandırması adil olmazdı. Oysaki İslam anlayışına göre Allah adaletin kaynağıdır. Nitekim bu esasın ismi de buradan doğmuştur. "Söz ve tehdit" yani Arapça özgün tabiri ile "el-Va'd ve el-Va'id" ise Mürcie mezhebine tepki olarak ortaya çıkmıştır ve Allah'ın sevap işleyenlere söz verdiği (vaad ettiği) iyiliğin, günah işleyenlere ise tehdit ettiği cezanın gerçekleşeceğini kasdetmektedir. Mutezile mezhebinin bu husustaki mantığı Mürcie mezhebinin tam zıddıdır ve şöyle ilerler: Eğer kişinin imanı yanında günahları etkisiz olsaydı Allah'ın günahlara karşı insanları azap ile korkutması anlamsız olurdu; bu sebeple Allah'ın vadettiği iyilik de ceza da kaçınılmazdır. "İki konum arasındaki bir konum" esası ise "söz ve tehdit" esasıyla ilişkilidir; buna göre büyük günah işleyen Mümin tövbe etmeden ölürse azap görür. Bununla birlikte bu kişinin (büyük günah işlemiş Müminin) konumu kâfirlik değildir; bu kişiye fasık denir ve iman ile küfür arasında bir konum olduğuna inanılır ve nitekim esasta ismini bundan almıştır. "Emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i anil münker" yani "iyiliği emretmekten ve kötülükten men etmek" ise Mu'tezile'de önemli bir yere sahip bir esastır. İnananların birbirlerine iyiliği tavsiye etmeleri, emretmeleri, kötülükten ise alıkoymaları, men etmeleri anlamına gelmektedir. Mu'tezile'nin bu beş ana esasını ilk ortaya atanın Mutezili düşünür Ebu'l-Huzeyl olduğu düşünülmektedir. Her ne kadar Mutezile bugün ayrı bir itikadi mezhep olarak yaygın olmasa da, önemli Şia kolları, Zeydiyye ve İsnaaşeriyye, Mutezili görüşlerin çoğunluğunu kabul etmiştirler ve bu sebeple itikadda Mutezili bir tavırları vardır. Mutezililerin birçoğu fıkıh mezhebi olarak (yani amelde) Hanefi mezhebine bağlıdır.
Akla itikadi konularda verilen değer ve akıl bazlı bir metodolojinin itikadi yorumlama ve kararlar için kullanılması hususunda, Selefilik Mutezile'nin tam zıddı konumda bulunan bir itikat mezhebidir. Selefiliğe göre nakillerin zahirî (görünen, sözlük veya terim anlamı) ele alınır ve hiçbir nas tevil edilmez. Takdis, tasdik, aczini itiraf etmek, sükût, imsak, keff ve marifetin ehlini teslim Selefîliğin başlıca esaslarıdır.
Aklın itikaddaki yeri hususunda Matüridilik ile Eşarilik bu iki mezhebin ortasında bir konumda yer alsalar da, Matüridilik akla Eşariliğe oranla daha fazla yer ve ağırlık verir. Ehl-i Sünnet'te en yaygın ve başlıca itikadi mezhepler Matüridilik ve Eşariliktir. Matüridilik özellikle Ebu Hanife'nin itikadi konulardaki görüşlerinden etkilendiği için bazı bilim insanları bu mezhebi Hanefiliğin itikadi açıdan devamı saymışlardır. Kurucusu, mezhebe ismini veren, Ebu Mansur el-Matüridî'dir. Eşariyye veya Eşarilik ise ismini kurucusu olan Ebu Hasan Eş'ari'den almaktadır ve özellikle Mutezileye karşıt bir tepki olarak doğmuştur. Nitekim bu tepki daha sonraları, İslam filozoflarına da kaymış, Eşari kelamcıları ile İslam filozofları arasında önemli tartışmalar yaşanmıştır. Her ne kadar Eşarilik ile Matüridilik birbirlerine benzeseler ve çok yakın olsalar da, özellikle ayrıntılarda ve çeşitli hususlarda birbirlerinden ayrılmıştırlar. Amelde Maliki ve Şafii olanların çoğunluğu Eşariyken Hanbeli ve Hanefi olanların küçük bir kısmı Eşaridir.
Fıkıh mezhepleri, İslam hukuku olan fıkhın farklı yorumlanması nedeniyle oluşmuş mezheplerdir. Bunlar temelde itikadî konularla yani inanç esaslarıyla ilgilenmeseler de, İslam hukukunda kullandıkları metodolojiye yakın bir metodolojiyi kullanan çeşitli itikadî mezheplerle yakınlaşmışlar, belirli itikadî fikirleri savunmuşlardır. Nitekim zaman zaman fıkıh âlimleri itikadî eserler de vermiştir; örneğin bir Sünni fıkıh mezhebi olan Hanefîliğin kurucusu konumundaki Ebu Hanife'nin çeşitli itikadî fikirleri bulunmaktadır ve kendisinden sonra gelen bazı itikat, kelam alimleri bu fikirleri kullanmışlardır.
Sünni fıkhi mezheplerinin başlıcaları: Hanefîlik, Şafiîlik, Malikîlik ve Hanbelîlik mezhepleridir. Başlıca Şii fıkıh mezhebi ise İsnaaşeriyye'den olan Caferîlik'tir. Bunların dışında bugün kitlesel anlamda varlığını sürdürmeyen fakat fıkıh meselelerinde tesiri olmuş, tarihî açıdan önemli fıkıh mezhebi de Zahiriyye'dir.
Caferilik ismini Ali bin Ebu Talib'in torunlarından olan fıkıh alimi Cafer-i Sadık'tan almaktadır. Her ne kadar mezhep genel olarak bir Şii ya da Alevi mezhebi sayılsa da Cafer-i Sadık Sünnilerce önem verilen bir âlimdir. Nitekim kendisi, Sünnilikte önemli bir yere sahip, kendi adlarına ekol bulunan çeşitli fıkıh alimlerine, örneğin Hanefiliğin isim babası Ebu Hanife ondan ilmî açıdan yararlanmıştır. Fıkhî açıdan Caferîlik (veya İsnaaşeriyye) Sünni fıkıh mezhepleriyle benzer kaynaklara ve metodolojilere dayanır. Bununla birlikte özellikle fakihlerin (fıkıh bilginlerinin) ağırlıkları ve önemleri, Sünni mezheplere oranla çok daha önemli bir etki ve yere sahip olmuş, Sünni mezheplerden farklı olarak önemli bir hiyerarşik yapıyı ortaya çıkarmıştır.
Sünnî fıkıh okullarından olan Hanefîlik ismini, temel aldığı alim olan Ebu Hanife'den alır ve bugün dünya çap |
ında en yaygın olan fıkıh mezhebidir. Ebu Hanife'nin metodu akılcı bir yaklaşım izler ve Sünnî fıkıh mezhepleri arasında bir fıkhî yol olarak kıyasa en çok değer veren mezheptir. Ayrıca fıkıh mezhepleri arasındaki en liberal mezhep olduğu görüşürü yaygındır. Her ne kadar mezhebin kurucusu olarak Ebu Hanife ismi zikredilse de, mezhebin gelişiminde Ebu Hanife'nin iki öğrencisi Ebu Yusuf ve Muhammed bin Hasan eş-Şeybanî'nin rolleri büyüktür ve bu iki imama birlikte "imameyn" lakabı takılmıştır. Nitekim Hanefîlikte daha sonraları, imameynin ortak görüş belirttiği ve görüşlerinin Ebu Hanife'den farklı olduğu durumlarda, imameynin görüşleri kabul görmüştür. Orta Asya ülkelerinde, Hindistan, Pakistan ve Afganistan gibi ülkelerdeki Sünni nüfusta yaygın olan Hanefilik, ayrıca Orta Doğu'da Türkiye ve Irak gibi ülkelerde de oldukça yaygındır.
Malikîlik ismini fıkıh alimi ve hadis alimi ("muhaddis") olan Malik bin Enes'den alan bir Sünni fıkıh mezhebidir. Temel fıkıh kaynaklarına yaklaşımı Ebu Hanife'ninkine benzemektedir. Her ne kadar re'y ve kıyasla hiç hükmetmediği iddiaları doğru olmasa da, re'y ve kıyası sık kullanmamıştır. Malik icmayı diğer alimlerden daha sık kullanmıştır ve Malikîlikte icma diğer mezheplere oranla daha sık kullanılagelmiştir. Ayrıca sahabe kavli, sahabelerin icraatları ve maslahatlar Malikî mezhebinde diğer mezheplere oranla daha önemli bir kaynak teşkil eder ve daha önemli bir yere sahiptirler. Bugün dört mezhepten üçüncü en büyüğü olan Malikîlik özellikle Kuzey Afrika ve Batı Afrika'da yaygındır.
Şafiîlik ismini el-Şafiî (Muhammed bin İdris Kureyşî) isimli fıkıh alimden alan bir Sünnî fıkıh okuludur. Gerek Ebu Hanife gerekse Malik'ten (Malik bin Enes) oldukça etkilenmiş olan el-Şafiî aynı zamanda "Usûl'ül-Fıkıh" yani Fıkıh Usûlü ilminin de kurucusudur. İtikadda Şafiîler Eşariliği takip ederler. Bugün Şafiilik Mısır, Somali, Yemen, Hicaz, Endonezya, Malezya ve Etiyopya gibi birçok ülkede yaygındır. Ayrıca Hindistan'ın bazı bölgelerinde de Sünnî Müslümanlar arasında yaygın bir mezheptir.
Sünnî fıkıh mezheplerinden Hanbelîlik adını fıkıh âlimi ve muhaddis Ahmed bin Hanbel'den almaktadır. Ahmed bin Hanbel aynı zamanda Selefîlik ekolü içinde önemli bir yere sahiptir. Hanbelîlik mantıkî metodolojilere en düşük önemi veren fıkıh mezhebi sayılabilir; nitekim özellikle ilk dönemlerde çoğu akılcı metod ve fikri reddetmişlerdir. Eğer bir hususta Kur'an'da ve sahih hadislerde bir karar bulunmuyorsa sahabe kavline, eğer sahabe arasında bir ihtilaf varsa Kur'an ve Sünnet yönünden en güçlü olan tarafın kararına uyulur. Eğer bunların hiçbiri mümkün değilse fakat zayıf bir hadisin varlığı mümkünse, zayıf hadisi takip edilir. Eğer bu da mümkün değilse, en son çare olarak kıyasa başvurulur. Bugün özellikle Arap yarımadasında yaygın olan mezhep aynı zamanda tarih boyunca farklı ekolleri etkilemiştir. Örneğin çağdaş Vahhabilik hareketi Hanbelîlikten büyük ölçüde etkilenmiştir.
Bugün müntesibi bulunmayan fakat birçok konuda hâlâ etkilerini sürdüren bir başka fıkıh mezhebi de Zahiriyye'dir. Bazen belirli tarihî dönemler için Sünnî gelenek içerisindeki beşinci fıkıh mezhebi olarak anıldığı da olur. Kurucusu Davûd el-Isbehânî olan mezhep, fıkıhta aklî metodların çoğunluğunu reddetmesi ve nassların (ayet ve hadislerin) görünen anlamlarını (zahirî anlamlarını) temel alması sebebiyle "Zâhîrîyye" olarak adlandırılmıştır. Mezhebin gelişiminde büyük rol oynamış ve özellikle Endülüs'te yayılmasına sebep olan başlıca alim ise Ebû Muhammed İbn Hazm'dır. Her ne kadar etkisini yitirse ve zaman içinde kitlesel varlığını kaybetse de, 20. yüzyılda da çeşitli fıkhî eserlerinde Zahirî etkisi ve fıkıh anlayışı devam etmiştir.
Çeşitli mezhep ve gruplar, bazı âlimlerce mezhep, bazılarınca ayrı bir din bazılarınca ise dinî farklılıklardan ziyade etnik farklılıklarla ayrışmış gruplar olarak kabul edilirler. Zaman zaman bir mezhep olarak ortaya çıkan ayrı gruplar, zaman içinde gelişerek yeni bir din olmuşlar ve İslam'dan ayrılmışlardır.
Etnik unsurların ve kültürün mezheplerle ve İslam ile kaynaşması sonucu oluşan gruplara bir örnek bugün Türkiye sınırları içerisinde kalan, Anadolu'daki, Alevîlerdir. Anadolu Alevîleri, İran'daki Alevîler farklı olduğundan İran'dakiler, Şiîliğin bir mezhebi sayılırken Türkiye'deki Alevîlerin ayrı din olarak görenler de vardır ve ayrı bir din mi yoksa bir mezhep mi olduğu tartışma konusudur. Zaman zaman Anadolu ve Balkan Alevîlerinin Şia'nın İsnaaşeriyye kolunun Türkî bir yorumu olarak kabul edildiği iddia edilir.
Alevîlik, Sünnîlik'ten sonra Türkiye'de en yaygın ikinci mezheptir. Sıklıkla ansiklopedilerde ve bilimsel kaynaklarda Şiiliğin Türkiye'deki bir mezhebi olarak tanımlanır. Çıkış noktası İsnaaşeriyye Şiiliği olmasına rağmen uygulamada ve anlayışta oldukça büyük farklılıklar içerdiği gibi Türk kültür ve geleneklerinden büyük oranda etkilenmiştir; özellikle Alevi büyükleri antik Türk inançlarından, örneğin kamcılıktan, Aleviliğin büyük ölçüde etkilendiği ve çeşitli unsurlar barındırdığını ortaya atmışlardır. Nitekim Batılı kaynaklarda Alevilik, "Türk veya Osmanlı Şiiliği" olarak adlandırılır. "Alevî" sözcüğünün kökeni Ali bin Ebu Talib'in taraftarı anlamına dayanır ki Şiilikte peygamber sonrası ilâhî bir şekilde seçilmiş olan halifenin Ali olduğu inancı Alevilikte mevcuttur. Bununla birlikte kendine has özelliklerinden ötürü, diğer bazı Alevi olarak adlandırılan gruplar gibi (örneğin, Dürziler ve Nusayriler), Şiilik ve Sünnilik dışı ayrı bir mezhep olarak da görüldüğü olmuştur. Ek olarak Alevîlik Türk (Orta Asya ve Anadolu) Sufî gelenekleri ve tasavvuf akımlarından büyük oranda etkilenmiş, Şii unsurların çoğunluğu tasavvufî kavram ve unsurlarla bütünleşmiştir. Bunların dışında çeşitli Türk ve İslam kültürleri dışı etkilerin ve kökenlerin de olduğu bilim insanlarınca öne sürülmüştür: Gnostikler, Zerdüştlük, Manihaizm (Mani dini) ve panteizm gibi. Aleviliğin tanımlamasında son yıllarda Aleviliği ayrı bir din (veya İslam dışı) gibi görme tartışmaları ortaya çıkmış olduğu gibi, bazı bilim insanları Alevileri bir dinî azınlıktan ziyade etnik bir azınlık olarak görmüş ve tanımlamıştırlar. Aleviliğin Türk kültürüyle sık sık bağdaştırılması ve zaman zaman "Türk İslamı" olarak yorumlanmasının, özellikle Kürt-Alevi etnik grubu bazlı ayrılıkçı hareketlere karşı geliştirildiğini savunan bilim insanları da olmuştur.
Alevilik özellikle Bektaşilik ile büyük ölçüde paraleldir ve bugün iki isim sıklıkla birbiri yerine kullanılır. Bununla birlikte Bektaşilik daha ziyade bir tasavvuf tarikatıdır ve temel nitelikleri, özellikleri de tasavvufîdir. Nitekim Aleviliğin Bektaşilikle iç içeliği sonucu birçok tasavvufî öğe, Bektaşî geleneği Aleviliğe dâhil olmuştur. Cem ayinleri, dede, pir ve mürşitlerin eğitiminde kurtuluşa erecek Sufî yolun takip edilmesi, her ne kadar her Alevi tarafından sıkıca takip edilmese de, Bektaşilik ile Aleviliğin paylaştığı temel unsurlardandır. Bektaşî-Alevî geleneğinde, tasavvufî unsurlarla bütünleşmiş yolu benimseyenlerle, etnik olarak ilgili gelenekten olanlar arasında ayrım yapılır: Hacı Bektaş'ın yolunu takip eden Bektaşi-Alevilere Yol Evladı tabiri kullanılırken, etnik olarak gelenekten olanlara Bel Evladı tabiri tercih edilir.
Alevîler'in ibadet yeri cemevidir. Aslen Bektaşî geleneğinde bir tür inisiasyon ritüeli olan cem ayini (ayin-i cem) Alevi ibadetinde çok önemli bir yer tutar ki nitekim liturji açısından İsnaaşeriyye ile Alevilik arasındaki büyük farklılıkların bir göstergesidir. Cem ayinlerinde birçok Şii temelli sembol bulunur: Kötü bir sonla karşılaşan imamlar Hüseyin ve Hasan'a atfen on iki mum söndürülür, özellikle On İki İmam, Kerbela gibi şeyleri konu edinen "nefes"ler söylenir ve semah yapılır. Şii ve Sünnilerin genelinden farklı olarak Ramazan ayında oruç tutmazlar. Kendileri Muharrem ayının 10'unda, üçüncü imam Hüseyin'in Kerbela'da öldürüldüğü günü oruç tutarak geçirirler. Nitekim Şiiler ve Sünnilerce uygulanan ve Sünnilere ve her iki grup tarafından da İslam'ın şartlarından kabul edilen hac da Aleviler tarafından uygulanmaz. Alevilikteki davranışsal temel ise ünlü bir Alevi deyişiyle şöyle tanımlanmıştır: "eline, diline, beline sahip ol".
Türkiye'de bulunan Şiilerin ve dolayısıyla Alevilerin nüfusunun kaçta kaçını oluşturduğu net olarak bilinmemektedir; bununla birlikte Caferilerin ve Alevilerin toplamda nüfusun %7 ile %30 arasında bir kısmını oluşturduğuna yönelik tahminler ve çalışmalar bulunmaktadır. Bir AB raporuna göre Türkiye'de 15-20 milyon Alevi bulunmaktadır. Birçok Alevi yazara göre de Türkiye'deki Alevi nüfusu, Türkiye toplam nüfusunun üçte biri kadardır ki bu yaklaşık 20 milyon veya üzeri bir rakama işaret eder. Bununla birlikte daha düşük tahminler de yapılmış. Bu tahminlere göre Alevi nüfus daha ziyade 10 veya 12 milyon civarıdır; bununla birlikte nüfusa oranı %10'un altına düşüren, net sayıyı 5 milyon civarında tespit eden başka tahminler de vardır. Alevilik tanımının göreceli yönlerinin bulunmasından dolayı tüm tahminlerin doğruluk payı olduğu fikrini ortaya atan bilim insanları da olmuştur.
Tasavvuf veya "Sufizm" bir mezhep olmamakla birlikte, kendisine birçok farklı mezhepte yer bulmuş, çileci, zaman zaman ezoterik, monistik veya panteistik yönleri de olan tarikat ya da İslam akımıdır. Tasavvuf veya Sufi kelimelerinin kökeni konusunda ihtilaf olduğu gibi ortaya çıkışı hususunda da ihtilaf vardır. Din bilimleri açısından tasavvuf akımının hicrî ikinci yüzyıldan itibaren başladığı özellikle İslam'ın yaygınlaşması ve yeni toprakların İslam devletine katılmasıyla birlikte yaygınlaştığı bilinmektedir. Cabir bin Hayyan, Ebu Haşim el-Kûfî ve Abduk es-Sûfî birçok araştırmacı tarafından ilk mutasavvıflardan sayılmışlardır. Tasavvuf akımı kendisinden önce ve sonra ortaya çıkan farklı dini veya mistik akımlardan büyük ölçüde etkilenerek ortaya çıkmıştır. Nitekim tasavvuf tarihçelerinde, Antik Çağ'dan tanınmış bazı âlim ve düşünürler, özellikle Hindistan ve Mısır'daki gizemci bazı mezhepler ve felsefeler övülmüş, tasavvufla ilişkilendirilmiş bu felsefelerin |
tasavvufî düşünceyle ortak bir paydada buluştuğu ifade edilmiştir; Örneğin, batı mistiklerinden Pisagor, birçok mutasavvıf ve eser tarafından sıklıkla övülmüş, tasavvufla ilişkilendirilmiştir. Oryantalist De Lacy O'Leary tasavvufun üzerinde oturduğu temel eylemler, davranışlar ve kavramların İslam'da bulunmadığını ve dışarıdan İslam kültürüne geldiğini iddia etmiştir.. Bu fikirler mutasavvıflar arasında bazen kabul görüp, bazen görmemektir. Genelde mutasavvıflar tasavvufî görüşlerin ve kavramların Kur'an temelli olduğunu ve peygamber ile sahabe zamanında olduğuna inanırlar. Tasavvufî düşünce kendi içinde birçok gruba ayrılır ve bu grupların her birine "tarikat" denir. Tarikatlar, geçmişlerinin peygamberin zamanında yaşayan Müslümanlardan birine kadar gittiğini iddia ederler ve o zamandan günümüze kadar düşüncesel anlamda önderlik etmiş şahısların bir silsilesini oluştururlar. Bazı din bilimciler Batı'daki panteistik düşüncelerle tasavvuftaki ontolojik düşüncelerin benzerliğini savunsa da, birçok mutasavvıf bunu reddetmiştir. Nitekim tasavvufta ontolojik yapı tarikatlar arası farklılık göstermektedir.
Tasavvufun temelinde sıklıkla, Allah'ın tek olduğu, sadece tanrısal anlamda değil varlıksal anlamda da tek olduğu, onun dışında hiçbir varlık bulunmadığı, evrenin ve içindeki canlı cansız her şeyin Allah'ın varlığının bir yansıması olduğu fikri yatar (Vahdet-i Vücut, Panteizm). Bu noktada ontolojik anlayış çoğu tasavvufî akımda benzer olsa da, ayrıntılarda farklar görülür. Tasavvufta Kur’an’da hayatın her alanında zahirî (görünen) şeylerin ardında kalan daha derin bir anlam olduğu fikri egemendir. Bunun dışında özel bir zühd kavramı vardır ve mutasavvıflar hayata dair zevklerden ruhanî zevklere ulaşabilmek için kaçınmalıdırlar. Yoğun bir çilecilik anlayışı mevcuttur fakat bu çileciliğin tezahürleri tarikattan tarikata farklılaşabilir. Tasavvufta farz ve nafile ibadetlerin dışında uzun toplu veya bireysel zikir önemli bir ibadettir. Ayrıca tasavvufta, kişinin kendisini tasavvufî anlamda geliştirmesi için, bir şeyhe bağlanması şarttır. Tasavvufa göre kişi tasavvufta ilerledikçe çeşitli varlıksal mertebelerden geçer ve sonunda kemâle erer. Ayrıca beden ve nefis doğaları gereği kötü ve hakir görülür, nefse ve bedensel ihtiyaçlara sıklıkla yenilecek bir düşman, aşılacak bir engel olarak bakılır. Buna göre Allah'ın bir parçası olan ruhun, onun varlığında farkındalığına kavuşması için bunlar şarttır. Nitekim bu da çileciliğin tasavvuftaki yerinin sebeplerindendir. Ayrıca tasavvufta Allah'a karşı duyulan ve önemli bir yeri olan aşk kavramı mevcuttur. Nitekim sıklıkla yapılan ibadetlerin cennet arzusu veya cehennem korkusu yerine bu aşk uğruna yapılması gerektiği vurgulanır. Bu aşk kavramı tasavvuf edebiyatında da kendisine önemli bir yer bulmuştur ve gerek Allah'tan gerekse Muhammed'den tasavvuf edebiyatında sıklıkla sevgili olarak söz edilmiştir.
Tasavvuf, özellikle şeyh-mürid ilişkisi ve barındırdığı çeşitli ontolojik fikirler (örneğin vahdet-i vücud) sebebiyle zaman zaman çeşitli din âlimlerince kınanmış ve hatta tekfir edilmiştir. Bu âlimlere bir örnek İbn Teymiye'dir. Gazali gibi bazı İslam âlimleriyse tasavvufî görüşe hak vermiş ve İslam dairesi içinde, saf ve hakikî bir yol olduğunu savunmuş, tasavvufun gelişimine katkılarda bulunmuştur.
Tasavvufun İslam kültüründeki yeri büyüktür ve gerek Sünnî gerekse Şii topluluklarda önemli bir yer tutar. Tasavvuf edebiyatı ve musikîsi İslam kültüründe önemli bir rol oynamıştır. Tarih boyunca birçok tanınmış mutasavvıf şair vardır ve gerek tasavvuf edebiyatı gerekse Doğu edebiyatında önemli bir yere sahiptirler. Bunlara Celaleddin-i Rumî, Şeyh Galib, Feridüddin Attar, Hâfız, Sadi Şirazi, İbn Ferid ve Yunus Emre gibi isimler örnek olarak verilebilir.
İslam dini, 1.3 - 1.5 milyar inananıyla Hristiyanlıktan sonra dünyanın en yaygın ikinci dinidir.
Dünyadaki Müslümanların çoğu Orta Doğu'da, Afrika'nın ortasında ve kuzeyinde, Asya'nın batısı ve güneydoğusunda ve Balkanlar'da yaşamaktadır. Ayrıca Avrupa, Avustralya ve Amerika gibi diğer kıtalarda da on milyonlarca Müslüman yaşamaktadır.
Nüfusunun %100'üne yakını Müslüman olan Suudi Arabistan, Müslüman nüfusun tüm nüfusa oranı bakımından dünya birincisidir. Endonezya, sayısal açıdan dünyanın en fazla Müslüman nüfusa sahip ülkesidir. 237.5 milyon nüfusa sahip Endonezya'nın nüfusunun %85-90'ı Müslümandır. Hindistan ise sayısal açıdan dünyanın en büyük Müslüman azınlık nüfusunun (138 milyon) yaşadığı ülkedir.
İslamî sanatlar İslam kültürünün büyük bir bölümünü oluştururlar. İslamî sanat(lar) terimi görece yeni bir terimdir ve genel olarak modern bir kavram olarak ele alınabilir. Terim ile kastedilen İslam topraklarında üretilen, İslam kültürünün izini taşıyan sanat eserleridir; eserlerin illâ ki Müslüman için veya Müslümanlar tarafından yapılmış olması gerekmez. Nitekim birçok Hindu, Hristiyan ve Yahudi sanatçılar İslamî sanat eserleri verdikleri gibi, Müslümanlar tarafından yapılan bazı sanat eserlerinin alıcıları, sahipleri gayrimüslimdir. Zaman zaman tarihi İslamî sanat eserleri ve sanatçılar çağdaş zamanlarda dinîden ziyade millî sanat açısından değerlendirilmiştirler; bununla birlikte bu genelde yanlış bulunur zira İslamî sanatlarda tarih boyunca ortak olan değer ve vurgu İslamdır ve sanatlar birçok etnik grubun katkısının sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Nitekim o dönemlerde İslam topraklarında bulunan vatandaşların da ayırıcı özelliği etnik gruplarından ziyade dinleriydi ve bu sebeple de bugün birçok tarihî İslamî sanatçının yaşadığı toprağa bakarak etnik kökenini bilmek çok zordur.
İslam itikadındaki Allah inancında antropomorfizme yer verilmemesi ve buna kesin bir şekilde karşı çıkışı, Allah'ın sureti olmadığı için betimlenemeyecek olduğu inancı Hristiyanlıktakine benzer bir ikona ve dinî resim geleneğinin oluşmasını engellemiştir. Ayrıca İslam'da peygamberlere tanrısal özelliklerin izafe edilmemesi peygamberlerin de betimlenmesini dinî anlamda büyük ölçüde gereksiz kılmıştır. Ek olarak İslam'ın putperestliğe karşıt oluşu ve Kur'an'da putperestliğin şiddetli bir şekilde reddedilmesi özellikle heykel gibi sanatlara Müslümanların, özellikle de aktif pagan putperestliğinin devam ettiği çağlarda, mesafeli durmasına sebep olmuştur. Bununla birlikte Kur'an'da heykel sanatına veya insan (peygamberler dahil) suretlerinin betimlenmesine, tapınmak yani putperestlik için yapılmadıkları sürece, karşıt bir ayet bulunmaz. Nitekim sonraki yüzyıllarda özellikle yeni fethedilen topraklarda var olan sanat gelenekleri ile İslam'daki kavram ve sembollerin kaynaşması sonucu, özellikle İran bölgesinde, gerek Muhammed gerekse diğer peygamberleri betimleyen görsel eserler de, nadir de olsalar, yapılmışlardır ve figüratif betimleme yedinci yüzyılın ilk dönemlerine kadar pek de sorunsal olmamıştır. Bununla birlikte özellikle peygamberin betimlemeleri dinî bir bağlamda değil de tarihî bir bağlamda yapılmıştır.
Batı'da sanatın önder türleri resim ve heykelken, İslam'da bu formlar yukarıda belirtilen sebeplerin de etkisiyle benimsenememiştir. Bunun yerine ahşap, metal işlemeciliği, dekoratif sanatlar, seramik ve cam sanatları ile ciltleme ve hat sanatları büyük yer ve öneme sahiptir. Süsleme sanatlarında özellikle geometrik ve simetrik motifler sıklıkla yer almıştır.
Gerçekçi suret betimlemesinden uzak duran İslam sanatı, daha hayalcî bir tarza sahip olan minyatür sanatını geliştirmiştir. Gerek açı, gerekse özgün stilleriyle minyatür sanatı farklı bir görsel sanat dalıdır ve İslam sanatında büyük yer tutar, başlıca figüratif sanattır. Buna ek olarak, İslam'da önemli bir yer tutan yazıyı baz alan güzel sanat türü, "hüsn-ü hat", yani hat sanatı İslam toplumundaki suret karşıtlığından da yararlanarak büyük ölçüde gelişmiştir. Hat sanatında birçok tarz ve üstat geliştiği gibi, farklı İslam devletlerinde, Arap alfabesini kullanan farklı dillerde, daha farklılaşmış stiller ortaya çıkmıştır. Hat sanatı gelişiminde zaman zaman soyut da olsa figüratif özellikler de kazanmıştır; örneğin zoomorfik hat eserlerine sıklıkla rastlanır. Özellikle hat sanatıyla birlikte anılan tezhip sanatı dekoratif bir sanat olarak öne çıkmış, Kur'an nüshalarının oluşturulmasında hat ile birlikte dekoratif ve estetik açıdan önemli bir yere sahip olmuştur. Gerek ciltcilik gerekse süsleme açısından en güzel örnekleri sunan Kur'an nüshaları olmuştur. Kur'an nüshalarında hat ve tezhibe sıklıkla rastlanırken, figüratif dekorasyonlara ve betimlemelere rastlanmaz. Bunun yerine minyatür gibi figüratif betimlemeler destan ve manzum hikâyelerin nüshalarında sıklıkla kullanılmıştır.
Bunlara ek olarak İslam sanatında mimari önemli bir yere sahiptir. İlk dönemlerde (gerek İslam öncesi ve İslam'ın ortaya çıktığı dönemlerde) İslam'ın geliştiği merkezler olan Mekke ve Medine'de mimari açıdan gelişmemiş şehirlerdi. Özellikle İslam devletinin yönetiminin saltanata geçişinden sonra, yapılan fetihlerle de mimariye olan ilgi artmış, zaman içinde farklı toprakların mimarisinden de etkilenerek farklı mimari stillerde camiler, mescitler, medreseler, saraylar, köprüler ve kervansaraylar yapılmaya başlanmıştır. İslam’a has ibadet yeri olan camilerin mimarisi özellikle İslam mimarisi içerisinde önemli bir rol oynamıştır; ilk fethedilen topraklarda, özellikle Suriye'de, kiliseler camiilere çevrilmişken daha sonra fethedilen yeni topraklarda ve kurulan yeni şehirlerde Müslüman camiler inşa etmeye başlamışlardır. Farklı iklimlerden ve etnik kültürlerden etkilenerek camii mimarisi bölgeden bölgeye farklılık gösterir. Bu tip (cami, medrese vs.) dinî mekânların mimarisinde suret betimlemesine pek yer verilmez, bunun yerine dekoratif, sık sık geometrik ve arabesk türde süslemeler mevcuttur. Bununla birlikte dinî olmayan seküler mekânların mimarisinde suret betimlemelerine yer verilmiştir; örneğin özellikle eski hamamlarda ve saraylarda buna rastlanır. Bununla birlikte seküler mekânlar zaman içinde dinî mekânlar kadar iyi korunmamıştır.
Tekstil bazlı sanatlar da İslami sanatlar açısından önemli bir yere sah |
iptirler. Ticari açıdan da büyük bir gelir kapısı oluşturan tekstil üretimi çok gelişmişti ve çok çeşitli ham maddeler kullanmaktaydı. Halılardan çok amaçlı kumaşlara, tülbentlere kadar birçok farklı tekstil ürünü farklı tarz ve tekniklerle dokunarak hazırlanır,önemli bir kısmı ithal edilirdi. Nitekim Orta Çağ'da kiliselerde azizlerin kemiklerinin sarılıp saklandığı işlemeli kumaşların çoğunluğu İslam topraklarından gelmekteydi ve bugün varlığını sürdüren bu kumaşlar o dönemlerdeki İslam kumaş sanatlarının güzel örneklerini oluşturmaktadır.
İslam'ın yoğun bir şekilde yayıldığı ve İslam devletlerinin yükselişte olduğu İslam'ın altın çağlarında İslam topraklarında birçok bilim insanı yetişmiş ve bilimsel faaliyetler çok yoğunlaşmıştır. Bilim anlamına ve İslam kültüründe önemli bir yere sahip olan özgün terim "ilm"dir ki bu sözcük Türkçede de bilim anlamında, "ilim" şeklinde, eskimiş olsa da, yer almaktadır. İlm terimi aslında "bilgi" anlamında da kullanılır. Her iki anlamı da İslam ile bütünleşmiştir ki nitekim İslam literatüründe ve zaman içinde İslam tarihinde İslam öncesi ve ilk vahyin geldiği döneme "Cahiliyye Devri" (veya Cahiliyye Dönemi) denir. İslam devletlerinde ortaya çıkan bilimsel anlayışlara, bulgulara ve bilim insanlarının bütüne zaman zaman İslamî bilimler dendiği olur; bununla tam olarak neyin kastedildiği zaman zaman tartışma konusu olmuş olsa da genel olarak Müslümanlar tarafından yapılan bilimsel çalışmaların bütünü anlamındadır. İslamî bilimsel çalışmalar ve bilim insanları, Arap bilimsel çalışmalar ve bilim insanları olarak görülmemelidir; her ne kadar ortak dilleri Arapça olsa da bu dönemdeki bilimsel çalışmaları yapan kişiler birçok farklı etnik gruptan gelmekteydi ve ortak noktaları etnisiteden ziyade İslam devletlerinde yaşayan Müslümanlar olmalarıydı.
İslamî bilimsel gelişmeler ve bilim tarihinde Yunan filozoflarının eserlerinin İslam kültürüne girişi ve çevrilmesi önemli bir yer tutar ve 8. yüzyılda gerçekleşmiştir. Nitekim daha sonra Batılı kaynaklar bu filozofların birçoğunun unutulmuş veya kaybolmuş eserlerini İslam devletlerinde bu eserlerin varlıklarını sürdürmeleri sayesinde keşfetmiş olduğu gibi Müslüman bilim insanlarınca bu bilgiler ışığında ortaya konan bilimsel yenilik ve keşifleri de tanıma fırsatı bulmuştur. Yunan filozoflarının eserlerinden büyük ölçüde etkilenen ve diğer bazı dış faktörlerden de beslenen bir İslam felsefesi ve bilimleri geleneği oluşmuştur. Farabi, İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd tanınmış ve önemli İslam filozoflarındandır. İslam felsefesi içinde birçok akım oluşmuştur, bunların bazısı İslam'ın ana hatlarını kabul ederken bir kısmı reddetmiştir; örneğin materyalist bir felsefeyi savunan Maddeciler veya Dehriyyûn Tanrı'nın varlığını reddederlerdi. Bununla birlikte, İslam felsefesi içerisinde oluşan akımların büyük bir kısmı İslamî temelleri benimsemiş, İslam ile Yunan filozoflarının görüşlerini kaynaştırmaya ve uzlaştırmaya çalışmıştır. Bu açıdan çıkan en büyük ve en çok tartışma yaratan meselelerden bazıları ahiretin salt ruhanî mi yoksa bedensel de mi olacağı, evrenin ezelî olup olmadığı ve dolayısıyla "creatio ex nihilo" (Tanrı'nın "yoktan var etmesi") gibi meselelerdir. Akılcı ve dış etkilerden etkilenen bir başka akım da kelam yani İslam teolojisidir. Bununla birlikte zaman içinde İslam filozofları ve kelam âlimleri ayrışmış ve sıklıkla tartışmalarda karşıt taraflarda bulunmuşlardır; İslam filozofları Yunan filozofların eserlerini ve görüşlerini İslamî bir temelde ele alıp, çeşitli nassları tevil ederken kelam âlimleri daha geleneksel bir yolu edinmiş, Yunan filozoflarının görüşlerini ikinci plana itmişlerdir. Özellikle Eşari kelamcıları bu konuda ileriye gitmiş ve bilimsel nedenselliği reddetmiştir.
Gerek Kur'an'da insanlara düşünmeyi nasihat eden ayetlerin bulunması, gerekse ilmi öven hadislerin bulunması, İslam'da genel olarak akıl ile dinin birbiriyle karşıt olmadığı fikri, fetihlerin de ardından zenginleşen ve yayılan İslam devletlerinde bilimsel gelişme buluşların artmasına sebep olmuştur. Bu sebeple,
Orta Çağ başta olmak üzere, çeşitli dönemlerde İslam devletlerinde önemli bilim insanları yetişmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır: İbn el-Heysem, Ebu Reyhan el-Biruni, İbn Nefis, İbn Bace, İbn Tufeyl, Harezmi, Cabir bin Hayyan, Ömer Hayyam, Cezeri, İbn Haldun, Nasîrüddin Tûsî ve Takiyüddin. Batı bilim tarihinde bu bilim insanların birçoğunun buluşları daha sonradan tanınmıştır. Bu Müslüman bilim insanlarının buluşları ve çalışmaları çok çeşitliydi ve felsefeden, matematiğe, matematikten tıbba, tıptan hukuka, hukuktan astronomiye, astronomiden sosyolojiye kadar çok çeşitli ve geniş bir alanda, birçok farklı dilim dalını kapsayacak şekildeydi.
İslam'ın eleştirisi değişik şekillerde yapılmıştır. Bunlar sadece Kur'an'ı temel alarak "geleneksel İslam"ın eleştirisini yapan, İslamın içinden grup kişilerin eleştirileri, Muhammed eleştirisi, Kur'an eleştirisi, Hadis eleştirisi, Şeriat eleştirisi gibi başlıklarda toplanabilir.
İslam'da inanılan birçok inanç, uygulama ve kavramın kaynakları Arap ve Orta Doğu mitolojilerinde, Zerdüştlükte, Yahudi-Hıristiyan kültürlerinde, Sümer-Mezopotamya bölgesi ve Hint kültürleri gibi Orta Doğu'ya komşu bölgelerin inançlarında bulunabilir. Bu kavramların kısmen veya tamamen söyleyiş ve içerik değişimlerine uğrayarak İslami literatür içerisine yerleşmiş oldukları düşünülmektedir. Bazı araştırmalarda bir kısım İslami kavramın vedic orijinlerine dikkat çekilmiştir.
İslam'da ve diğer Orta Doğu dinlerindeki büyük oranda Sümer kaynaklı olan Evren'in ve Âdem'in yaratılışı ile Tufan mitosu aynen paylaşılır. Kur'an'da Allah'ın Evren'i 6 günde yaratıp sonra da Arş'a çekildiği anlatılır. Âdem ve eşi Havva cennette çamurdan tek bir nefsten yaratılır ve onlara Allah kendi ruhundan üfler. Âdem ve Havva İblis'in kandırması ile nefislerine yenik düşerler ve yasak meyveyi yedikleri için cennetten çıkarılarak Yahudi inancındakine benzer şekilde 7000 yıl önce olduğuna inanılan bir zaman diliminde dünyaya gönderilirler.
Eski toplumlardan kaynaklanan veya sonradan üretilmiş değişik İslami söylence örneklerinden bazıları;
Demir Demirkan
Demir Demirkan (d. 12 Ağustos 1972, Adana), Türk şarkıcı-şarkı yazarı ve yapımcı.
Demir Demirkan 12 Ağustos 1972 tarihinde Adana'da doğdu. Liseyi İzmir Özel Çamlaraltı Koleji'nde tamamladı. Bilkent Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde öğrenim gördü. Üniversite yıllarında Pentagram grubuna gitarist olarak katıldı.
Pentagram grubu ile "Trail Blazer" albümünü tamamladıktan sonra Los Angeles'a taşınarak 1992'de Musicians Institute'da eğitime başladı. Paul Hanson, Scott Henderson, Frank Gambale gibi birçok müzisyenle beraber çalıştı. Mezuniyetinden sonra da Los Angeles'ta kalarak
pop - jazz, afro, latin ve rock gibi birçok müzik tarzında kayıtlarda bulundu, gitar çaldı ve şarkı sözü yazdı.
1996'da İstanbul'a döndü. Dönüşünde Pentagram grubu ile "Anatolia" albümünün kayıtlarını yaptı, ve Şebnem Ferah'ın "Kadın" albümünün yapımcılığını üstlendi. Aynı yıl Sertab Erener'in "Sertab Gibi" albümünün prodüksiyonunu gerçekleştirdi (1997). Yapımcılık tarafı ağır bastığı için Pentagram gurubundan ayrıldı. 1999 yılında Şebnem Ferah, "Artık Kısa Cümleler Kuruyorum" ve Sertab Erener'in kendi adını taşıyan "Sertab Erener" albümünü hazırladı. Ricky Martin ve Sertab Erener'in düet yapığı, yapımcılığını Desmond Child'ın üstlendiği "Private Emotions" adlı şarkının kayıtlarında bulundu, bu versiyon Orta Doğu ülkelerinde yayınlandı.
1999 yılında Sony Müzik Türkiye ile antlaşma imzaladı. İlk solo albümü "Demir Demirkan" adıyla 2000 yılının Mayıs ayında yayımlandı.
İki televizyon filminde yardımcı roller aldı. 2000 yılının sonunda Sertab Erener'in "Turuncu" albümü için tekrar stüdyoya girdi. 2002 yılının Mart ayında ikinci solo albümü "Dünya Benim"i yayımladı.
Demir Demirkan, 2002'nin Ekim ayından itibaren Show TV'de yayınlanmaya başlayan "5'i Bir Yerde" adlı dizisinin başrolünde yer aldı. Jenerik şarkısı ve müziklerini yazan Demirkan, "Hayat Sensiz Olmuyor" adlı şarkıya da diziden alınan görüntülerin de bulunduğu bir klip çekti.
2003 yılının Eurovision Şarkı Yarışması'nda Türkiye'ye birincilik getiren "Every Way That I Can" adlı şarkının sözlerini yazdı ve Sertab Erener ile birlikte besteledi.
2004 yılında üçüncü solo albümü "İstanbul 2004"ü, 2007 yılında dördüncü solo albümü "Ateş Yağmurunda Çırılçıplak"ı yayımladı. 2008'de "Yolun Yarısı" adlı beşinci solo albümünü yayımladı. "Öfkem ve Ben"i 2010 yılında yayımladı. 2012'de "2000-2012"yi yayımladı. Aynı yıl sonunda "Hatırla"yı yayımladı. Daha sonra 2014'te altıncı solosu "Tam Ölmek de Değil"i, 2015'te "Günahı Boynuma" teklisini yayımladı.
"WAR 3" adlı rock/metal üçlemesinin ilk bölümü olan ve tamamı İngilizce parçalardan oluşan "WAR 3 - Awakening" EP'sini Şubat 2018'de yayımladı.
Lens
Lens, aşağıdaki anlamlara gelebilir
Tekel
Tekel ya da monopol, bir pazarda belirli bir ürün için üretici ya da dağıtımcı olarak tek bir firmanın bulunması durumudur. Bir monopol, rakip firmaların daha düşük fiyat koyması korkusu olmadan kendi fiyatını belirleme gücüne sahiptir. Monopoli, serbest rekabeti ortadan kaldırarak kaynakların verimli kullanımını önleyen bir durum yaratır.
Pazarın durumu nasıl olursa olsun, bir sektördeki her firmanın amacı karlarını maksimum seviyeye çıkarmaktır. Serbest rekabet ortamında firmaların pazara girişinde veya çıkışında herhangi bir engel olmazken, bu durum her zaman geçerli olmayabilir. Bazı durumlarda firmalar pazara girmek istese bile birtakım engellerden dolayı girmekten vazgeçebilirler. Tekeller de bu tür engellerin varlığında ortaya çıkarlar.
Birinci olarak, pazardaki Batık maliyetlerin yüksek olması durumunda firmalar, pazara girmekten vazgeçebilir ya da bu maliyetleri karşılayabilecek pazarda tek bir firma olabilir. Bu durumda bu sektöre girmek isteyen firmaların sermaye ve mali yapısının güçlü olması gerekliliği, firmalar için bir engel teşkil eder.
İkinci olarak, bir şirketin sadece belli bir ürünün üretimini bi |
lmesi ya da o ürünü pazardaki diğer firmalardan daha ucuza üretebilecek bilgiye sahip olması durumunda bile, pazarda tekel durumuna gelebilir. Bir firma, başkalarının taklit edemediği yeni veya daha iyi bir ürün üretebilmeye imkân sağlayan özel bir bilgiye ya da teknolojiye sahip olabilir. Firma bu bilgiyi sır olarak saklayıp rakip firmaların bu ürünü taklit etmesine engel olabilir. Bu durum, firmayı bu pazarda tekel durumuna getirir.
Tekellerin bir diğer çıkış noktası ise, devlettir. Devlet, bazı firmalara bazı ürünleri üretmesi için ayrıcalıklı ve o firmaya özel yasal haklar verebilir. Bu durumda bu firmanın dışındaki diğer firmalar bu yasal hakka sahip olmadıklarından, pazara giremezler. Patentler de bu duruma dahildir. Örneğin devlet, bazı ilaçların patentini ve üretim hakkını sadece belli başlı firmalara verebilir. Bu da ilaç sektöründe her bir ilaç için pazarın tekelleşmesine sebep olur.
Eğer bir sektör halihazırda zaten tekelleşmişse, ve bu tekel firma da belli bir tarihe ve üne sahipse, konumunu tekel olarak korumaya devam edebilir. Tekel firmanın ününden ve pazardaki tanınmışlığından dolayı, yeni firmalar pazara girmekte zorlanabilir ve bu da pazardaki tekelin devamına sebep olur.
Serbest rekabet ortamında firmaların ürünleri için belirlediği fiyat, marjinal maliyete eşittir. Serbest rekabet ortamında fiyatlar sabit, talep eğrisi de düzdür.(eğimi yoktur) Tekellerde ise durum daha farklıdır. Tekellerde, negatif eğimli bir talep eğrisi görülür ve bu durum, tekele kendi isteğine göre bir fiyat belirleme olanağı verir. Elbette tekelin de amacı karlarını maksimize etmektir. Tekel, karını maksimize edecek bir şekilde fiyat ve miktar belirler. Bunu da yaparken marjinal maliyeti, marjinal gelire eşitler çünkü firma fiyatlarını, fazladan üretilecek her bir üründen elde edeceği gelir(marjinal gelir), fazladan üretilecek her bir ürünün maliyetine(marjinal maliyet) eşit olana kadar arttıracaktır. Sonuçta bir tekelin belirlediği fiyat, serbest rekabet ortamındaki bir firmanın koymuş olduğu fiyattan daha fazla olacaktır. Bu durumda da tekel, serbest rekabet ortamındaki bir firmanın edeceği kardan daha çok kar edecektir. Ama tekelin daha yüksek fiyat koyuyor olması, tekelin her zaman pozitif kar edeceği anlamına da gelmez çünkü maliyetler hala elde edilen geliri aşıyor olabilir.
Daha önceden de değinildiği gibi, tekeller serbest rekabet ortamında oluşan pazar fiyatının üstünde bir fiyat belirlerler. Bu durumda tüketici, aldığı malı serbest rekabet ortamındakine göre daha pahalı bir fiyata satın almış olur. Tüketici, tekelin olduğu bir pazarda zararda olan taraftır. Tekel ise serbest rekabet ortamındaki fiyattan daha yüksek bir fiyata ürünlerini sattığı için kazançlı olan taraftır. Bunun yanı sıra her iki tarafın da bir kazancı olmadığı boşa giden bir miktar da ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla tekeller, serbest rekabet ortamı ile karşılaştırıldığında toplum refahını azaltıcı etki gösterirler.
Tekel bir firma, kendi sektöründe tek olduğu için verimli bir şekilde çalışmak zorunda değildir. Serbest rekabet ortamında tüm firmalar birbirlerinin hareketlerini izleyebildiklerinden ve her firmanın kendisi için en iyisini yaptığını bildiklerinden verimlilik daha fazladır. Dolayısı ile tekel firmaların tam verimle yönetilme olasılığı genel olarak serbest rekabet ortamındaki bir firmaya göre daha azdır. Bu da firmanın kendini geliştirme ve böylece topluma katkıda bulunması açısından olumsuz bir özelliktir.
Toplum refahına olan olumsuz etkisini tekeller, araştırma-geliştirme(AR-GE) faaliyetleri ile kapatmaya çalışırlar. Tekelin elde ettiği yüksek miktarlardaki kar oranı, firmanın ARGE çalışmaları için gerekli olan sermayeyi elde etmesine olanak verir. Firma böylece yeni ürünler geliştirebilir, ürünlerini yenileyebilir ya da daha düşük maliyetli imalat yöntemleri geliştirebilir.
Tekelleşme, serbest rekabeti ortadan kaldırdığı için, ürünlerin ya da verilen hizmetin fiyatının yükselmesine sebep olur. Bu da tüketicinin zararınadır. Tekelleşme durumda en kazançlı olan tekel firmanın kendisidir. Pek çok hükümet, tüketicinin kazancını ve sektörün verimliliğini arttırmak amacı ile piyasalardaki tekelleşme eğilimlerini giderici düzenlemelerle önlem almaktadırlar.
Tekelleşmeye karşı alına önlemlerden birkaçı olarak şunlar sıralanabilir:
Uzun Dönem
Uzun dönem; ekonomide üreticinin üretim için kullandığı bütün girdi (üretim faktörleri: emek, sermaye, yer) miktarlarını değiştirebileceği uzunluktaki zaman periyodunu tanımlar. Kısa dönemde sermaye, teknoloji, yer sabit, sadece kapasite kullanımı değişkenken; uzun dönemde hepsi değişkendir.
Haksöz
Haksöz, 1991 yılından bu yana Türkiye, İstanbul merkezli olarak yayın yapmakta olan aylık dergi ve aynı adla anılan harekettir. Hareket kendisini daha ziyade bir İslami uyanış hareketi olarak tanımlar.
1991 yılında İstanbul'da yayın yapmaya başlayan "Haksöz" dergisi kendisini çağdaş İslami ihya ve öze dönüş hareketinin bir parçası olarak görmekte ve metodolojik olarak Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, Seyyid Kutup, Ali Şeriati, Reşid Rıza, Muhammed İkbal gibi öze dönüş ve uyanış yanlısı düşünür ve yazarların izinden gitmektedir.
Haksöz hareketinin çekirdeğini "Haksöz" dergisi oluşturmuştur. Dünya'da ve Türkiye'de cereyan eden dini ve siyasi olayları yorumlayarak halka istikamet veren bir yayın takip etmiştir. Yaptığı dini, felsefi, edebi içerikli yayınlarla hem halkı bilinçlendirmiş, hem de zamanla okurlarının teşkil ettiği bir topluluğun oluşmasını sağlamıştır.
Haksöz hareketi 2007 yılı itibarı ile yaygın anlamda Özgür Düşünce ve Eğitim Hakları Derneği (ÖZGÜR-DER) çerçevesinde faaliyet yürütmektedir. Özgür-Der 28 Şubat darbesinden sonra okullarına alınmayan üniversiteli başörtülü bazı öğrencilerin öncülüğü ve Müslüman önderlerin girişimleri sonucu kurulmuştur.
Hareketin "Haksöz" yanında katkı yaptığı ve editörlüğünü sürdürdüğü "Kudüs" dergisi gibi yarı akademik nitelikli bir üç aylık periyodik yayını ve Türkiye solunun Özgür-Üniversite deneyimine benzeyen alternatif yaygın eğitim faaliyetleri bulunmaktadır. Hareket Türk bölgelerinde olduğu kadar Türkiye'deki Kürt bölgelerinde de yaygınlaşmaktadır. 90'lı yıllarda çıkan ancak şu an yayın yapmayan yarı akademik nitelikli "Dünya ve İslam" dergisi de hareketin üretim faaliyetlerinden biridir. Hareket Ekin Yayınları ile İslami uyanış sürecine dair eserleri yayınlamakta ve çeşitli akademik ve yarı-akademik platformlarda varlık göstermektedir. İslam Dünyası Tarih ve Kültür Araştırmaları Merkezi (İDKAM) ve bazı vakıf ve derneklerde örgütlenmektedirler.
Fotoğrafçılık
Fotoğrafçılık, kamerayla ışığı hassas bir yüzey üzerine kaydederek görüntü oluşturma işidir. İşlevsel uygulamaları nedeniyle bir zanaat olduğu gibi, estetik yönüyle bir sanat olarak kabul edilir. Teknik olarak lensler, bir pozlamada ışığa duyarlı yüzeye (sensör) yansıyan veya yayılan ışığa odaklanmak için kullanılırlar. Bir elektronik görüntü sensöründe fotoğraf, her bir piksele elektrik yüklenmesi ve elektronik olarak bu fotoğrafın işlenmesi sonucu oluşur.
Bildiğimiz kadarıyla Mart 14 1839'da Sir John Herschel Royal Society of London'da bir dersinde fotoğrafçılık (photography) kelimesini dünyaya tanıtmıştır. Ancak aynı senenin 25 Şubat'ında Vossische Zeitung adında bir gazetede Johann von Maedler bu kelimeyi kullanmıştır. Fotoğrafçılık (photography)kelimesi Yunanca'dan gelmektedir; φωτός (phōtos).
Fotoğrafçılık birkaç teknik buluşun bir araya gelmesi sonucu oluşmuştur. İlk fotoğraflar yapılmadan uzun zaman önce Çinli filozof Mo Di ve Yunan matematikçiler Aristoteles ve Öklid M.Ö. 5. ve 4. yüzyıllarda bir iğne deliği kamerasından bahsetmişlerdir. MS 2. yüzyılda Bizanslı matematikçi Anthemius deneylerinde bir tür karanlık oda kullanmıştır. Ünlü optik bilimcisi İbn-i Heysem'in (965-1040) karanlık odalar ve iğne deliği kamerası hakkında araştırmaları vardır. Albertus Magnus (1193-1280) gümüş nitratı (AgNO) keşfetti ve Georges Fabricius (1516-1571) gümüş klorürü (AgCl) keşfetti. Wilhelm Homberg 1694 yılında bazı kimyasalları ışığın nasıl kararttığını (fotokimyasal etki) açıklamıştır. Fransız yazar Tiphaigne de la Roche'nin 1760 senesinde yayınlanan Giphantie adlı romanında fotoğrafçılığın ne anlama geldiği hakkında önemli yorumlar yapmıştır.
19. yüzyılın ilk on senesinde icat edilen fotoğrafın (kamera yolu ile) resim ve heykel gibi geleneksel sanatlardan daha fazla bilgi ve ayrıntı yakaladığı görülmüştür. 1820 senesinde kimyasal fotoğrafçılığın keşfedilmesi modern fotoğrafçılığın önemli dönüm noktalarında biri olmuştur. İlk kalıcı iz bırakan fotoğraf (photoetching) Fransız mucit Nicéphore Niépce tarafından 1822 senesinde üretilmiştir. Ancak Niepce fotoğrafı çoğaltmak isterken maalesef tahrip etmiştir. 1825 senesinde ise Niepce yeniden başarılı olmuştur. İlk kalıcı doğa fotoğrafını (View from the Window at Le Gras) karanlık oda ile 1826 senesinde yapmıştır. Ancak fotoğraları çok uzun sürede çekim yapabildiği için (8 saat) yeni sistemler üzerinde çalışmıştır. Louis Daguerre ile birlikte, 1816'da Johann Heinrich Schultz tarafından keşfedilen gümüş ve kireç karışımlarının ışığa maruz kaldığında kararmasının sonucu olarak gümüş bileşimlerle çalışmışlardır. Niépce 1833 yılında öldü, fakat Daguerre çalışmalarına devam etti. Daguerre 1838'de, Paris sokaklarının dagerreyotipisini çekerken bir yaya ayakkabısını boyatıyordu (pozlamada görülebilecek kadar uzun bir süre-birkaç dakika) ve bu fotoğraf dünyanın ilk insan fotoğrafı olarak kabul edilmiştir.En sonunda Fransa 1839 yılında Daguerre'nin buluşunu tüm dünyaya Fransa'nın hediyesi olarak tanıtma sözü karşılığında (ki bunu gerçekleştirmiştir) Daguerre 'ye emekli aylığı ödemeyi kabul etmiştir.
Bu arada, Hercules Floransa ve İngiliz mucit William Fox Talbot zaten 1832 yılında Brazilya'da Photographie olarak adlandırdığı çok benzer bir işlemle daha önceden gümüş işleme resmi düzeltebilmişlerdir ancak bunu gizli tutmuşlardır. Talbot, Louis Daguerre'nin icadını duyduktan sonra insanların kolayca portre fotoğraflar çektirebilmeleri i |
çin kendi işlemini saflaştırmıştır.
1840'ta Talbot negatif görüntüler oluşturan kalotip işlemini icat etmiştir. Talbot'un 1835 basımlı "Oriel window in Lacock Abbey" adlı fotoğrafı bilinen en eski negatiftir. John Herschel'in birçok yeni yönteme önemli katkıları olmuştur. Herschel cyanotype işlemini icat etmiştir, bugünkü ozalit (mavi baskı). Herschel fotoğrafçılık,pozitif,negatif gibi terimleri kullanan ilk kişidir.
19. yüzyıl boyunca fotoğrafik cam levhalar ve baskı alanında birçok gelişmeler yaşanmıştır. 1884 senesinde George Eastman fotoğrafik levhaların yerini alacak olan film'i icat etmiştir. 1908 senesinde Gabriel Lippmann, Lippmann levhası olarak da bilinen girişim fenomenine dayalı ışığın fotoğrafik olarak yeniden çoğalması metoduyla fizik alanında Nobel Ödülü'nü kazanmıştır.
Tüm fotoğraflar aslında monokromdu yani siyah-beyazdı. Renkli film kullanılabilir hale getirildiği zaman dahi siyah-beyaz filmler hem düşük maliyeti hem de fotoğraflar "klasik" görünüm verdiği için uzun seneler renkli filmlere karşı baskınlığını korumuştur. Şunu da belirtmek lazım ki tüm siyah beyaz resimler sadece siyah ve beyaz değildir,işlemelere bağlı olarak başka renkler de barındırırlar. Bazı tam renkli dijital fotoğraflar çeşitli teknikler kullanıp işleyerek siyah-beyaz hale getirilebilir. Hatta bazı üretici firmalar sadece monokrom fotoğraf çekebilen dijital makineler üretmiştir.
Renkli Fotoğraf 19. yüzyılın ortalarından itibaren icat edilmiş ve geliştirilmiştir. Renkli fotoğraflar üzerinde yapılan ilk deneyler son derece uzun pozlamalar gerektirmiş (saatler hatta bazen günler) ve beyaz ışığa maruz kalan renkli fotoğraflar kısa sürede solmuştur.
İlk kalıcı renkli fotoğraf, fizikçi James Clerk Maxwell'in üç renk ayrımı ilkesine dayanarak 1861 senesinde çekilmiştir.
İlk dijital fotoğraf makinesi 1975 yılında Kodak'ta mühendis olarak çalışan Steven Sasson ve bir grup teknisyen tarafından yapıldı.Kitlesel pazara sunulan ilk renkli dijital fotoğraf makinesi ise 1994 yılında Apple tarafından ABD'de piyasaya sürüldü.
Kamera görüntüyü oluşturan cihazdır ve fotoğraf filmi ya da elektronik sensör algılayıcı ortamdır. Fotoğrafçılar kamerayı ve lensi kontrol ederek, ışık kaydeden maddeye (mesela film) gerekli ışığı pozlayarak "gizli resim" (filmde) veya "raw" (dijital makinelerde) dosyalarının bazı işlemler sonucu oluşmasını sağlarlar. Dijital kameralar ışığa duyarlı elektronik görüntü sensörü kullanır.
Kurt Cobain
Kurt Donald Cobain (20 Şubat 1967 - 5 Nisan 1994), ABD'li şarkıcı-söz yazarı, müzisyen ve sanatçı. Nirvana grubunun vokalisti, ritim ve solo gitaristiydi.
Cobain, 1985 yılında Krist Novoselic ile birlikte Nirvana'yı kurmuş, 'Bleach' isimli ilk albümlerini bağımsız olan plak şirketi Sub Pop'dan 1989 yılında çıkartmışlardır. DGC Records ile imzalanan anlaşma sonrasında, grubun ikinci albümü 'Nevermind' 1991 senesinde yayınlandı ve "Smells Like Teen Spirit" ile çığır açan bir başarı yakaladılar. 'Nevermind'ın başarısının ardından Nirvana, X Kuşağı'nın 'bayrağı önde götüren grubu' olarak etiketlendi ve Cobain 'bir neslin sözcüsü' olarak nitelendirildi. Ancak Cobain'in kendi kişisel sorunlarının sık sık medyanın ilgisini çekmesi ve onun mesajının kamuoyu tarafından yanlış yorumlanması yüzünden sık sık rahatsızlandı ve sinirlendi. Nirvana, son stüdyo albümü 'In Utero' (1993) ile dinleyicilere meydan okudu.
Hayatının son yıllarında Cobain uyuşturucu bağımlılığı, ünü ve imajının yanı sıra kendisi ve eşi Courtney Love'ı çevreleyen baskılar ile mücadele etti. Ayrıca hastalığı ve mide ağrıları da son yıllarında mücadele ettiği diğer faktörlerdi. 8 Nisan 1994 tarihinde Cobain, Seattle'daki evinde ölü bulundu. Resmî açıklamada kendisini av tüfeğiyle kafasından vurduğu açıklandı. Öldüğü zaman içinde bulunduğu koşullar halk tarafından sıkça tartışılan bir konu haline gelmiştir. Nirvana, sadece ABD sınırları içinde 25 milyon albüm sattı, dünya çapında ise bu rakam 50 milyonu geçti.
Wendy ve Donald Cobain’in oğlu olarak Hoquiam'da dünyaya geldi. Kurt 6 aylıkken Cobain ailesi Aberdeen'e taşındı. Kurt orada büyüdü.
Kurt 8 yaşındayken anne ve babası boşandı.Annesine göre Kurt’un bunalım günlerinin başlangıcıydı bu olay. 9 yaşına kadar sadece Beatles dinleyen Kurt, babasının bir plak şirketine üye olmasıyla Led Zeppelin, Black Sabbath ve Kiss gibi grupları dinlemeye başladı. Daha sert ama melodik şeyler arıyordu aslında. 12 yaşında Aberdeen‘da çalan The Melvins grubuna takılmaya başladı, gitar çalmayı öğrendi. Bu arada annesi onu evden kovdu. Nedeni okulu bitirmek için yeterli sayıda krediyi toplayamamış olmasıydı. Okulu bıraktıktan sonra bir askeri denizcilik okulundan burs kazandı. Fakat bursu kabul etmeyerek dağınık yaşantısını sürdürmeye devam etti..
1985 yılında The Melvins davulcusu Dale Crover ile birlikte Fecal Matter adında bir grup kurdu ve ilk demosunu kaydetti.
Çeşitli gruplarda çaldıktan sonra 1987 yılında başka bir isimle ve Krist Novoselic'le beraber bir grup kurdu, çeşitli konserler verdi. Grup 1988 yılında Sub Pop Records adlı küçük plak şirketine bağlanıp ilk single'ı "Love Buzz/Big Cheese"i çıkarana dek çeşitli davulcularla çalıştı. Bu boşluğu Chad Channing doldurdu. Ertesi sene ise 606 dolara kaydettikleri ilk albümleri Bleach'i yayınladılar. Hatta bu albümün ücreti, yeterli miktara sahip olmadıkları için grubun davulcusu tarafından karşılanmıştır.
Daha sonra Guns N’ Roses ve Cher’in de plak şirketi olan DGC ile anlaşma yaptılar. Bu anlaşmadan sonra da, gruba Dave Grohl davulcu olarak katıldı.
1992 yılında Nirvana, MTV Video Müzik Ödülleri'nde en iyi yeni grup ve en iyi alternatif klip ödülüne aday gösterilerek tırmanışa geçti. İkinci albümleri "Nevermind"ın satışı sadece ABD sınırları içinde 5 milyonu aştı.
Nirvana, diğer underground müzikler yapan gruplar içinde parlasa da, yine de bu akımın bir parçasıydı ve punk müziğin gelişmesinde büyük rol oynamıştı.
Cobain; “Bunu o zaman itiraf etmedim. Sadece bunun bizimle sona ermeyeceğini umut ediyorum. Umarım bunu sürdürecek diğer gruplar da çıkar.” diyordu...
“Müziğimin çoğu hayat tecrübelerim ve duygularım kadar özel. Ama şu şarkı sözlerinin çoğu bu derece kişisel değil. Daha çok TV’den,
kitaplardan veya arkadaşlardan öğrenilmiş hikayeler. Ancak verilen duygu ve his kesinlikle bana ait”
Gitar çalmak, söz yazmak, şarkı söylemek harikaydı ama Kurt ünlü olmak istemiyordu. İnsanların aşırı ilgisi onu rahatsız ediyor ve saçma geliyordu. Bu nedenle hayranlarına bazen kötü davrandığı bile oluyordu. Bir süre sonra Kurt‘un sorunlarına bir yenisi eklendi: Mide ağrıları. Bu dayanılmaz ağrılardan kurtulabilmek için eroine başvurdu. Aynı zamanda nedeni belli olmayan sırt ağrıları ve bazen sahne arkasında bile uyuyakalmasına neden olan narkolepsi hastalığı vardı.
"Yıllarca uyuşturucu bağımlısı olmakla suçlandım. Oysa yıllardır berbat mide ağrılarını çekiyorum ve bu ağrılar turneleri çok zor bir duruma sokuyor. İnsanlar beni bir köşede tek başıma hasta ve ümitsiz bir halde oturmuş görüyorlardı. Bu durum, mide ağrılarımla cebelleşiyor olmamdandı; yediklerimi kusmamaya çalışıyordum. İnsanlarsa bana baktığında keş olduğumu düşünüyorlardı. Üç hafta boyunca eroin kullandım. Sonra bir temizlenme programından geçtim, kendime yeniden çeki düzen vermek için. Bu gerçekten uzun bir zaman aldı, yaklaşık bir ay."
1989’da, yorucu bir Avrupa turnesinin sonlarına doğru, Roma’daki bir gösteride sahnede bir sinir krizi geçirdi. 4 ya da 5 şarkı sonra çalmayı bıraktı ve hoparlör sisteminin tepesine aşağı atlamak üzere tırmandı. Korumalar paniğe kapılmıştı ve herkes aşağı inmesi için ona yalvarıyordu. Ve Cobain’in tek söylediği şuydu: “Hayır hayır, sadece bir dalış yapacağım”. Belli ki gerçekten de dayanma sınırını aşmıştı. İnsanlar epey korkmuştu. Nihayet Cobain aşağı inmeye ikna edildi.
Kurt dayanılmaz mide ağrıları yüzünden eroin kullanıyordu. Krist ve Dave ise eroine karşı olduklarından bu konuda onu desteklemiyorlardı. Bu konu grup içinde bir huzursuzluğa da neden olmuştu. Kurt Cobain mide ağrıları çekiyordu ve acısı arttıkça daha çok eroin kullanıyordu.
“Şarkı söyleme tarzımın yoğunluğu genelde karnımın üst kısmında toplanır; burası benim haykırdığım, hissettiğim, içimdeki her şeyin dışarı döküldüğü yerdir.”
Johan Swinburne, Kurt Donald Cobain hakkında yaptığı bir röportajda: "Kurt Cobain'i bedenimi hissetmeye başladığım günden bu yana çok seviyorum. Annem, bir ya da iki yaşlarımdayken ağladığımda Nirvana grubunun Smells Like Teen Spirit şarkısını açtığını ve benim şarkı bitmeden önce uyuduğumu söyler. Oysaki ben o günlerde Kurt Cobain'in kim olduğu hakkında en küçük bir fikre bile sahip değildim. Bu yaşımda ona nasıl bu kadar bağlı olabiliyorum, bunu ben bile bilmiyorum." dedi.
Nirvana, 1992 yılı sonunda beklenen albüm “Incesticide”ı çıkardı. Ama pek beklendiği gibi bir çıkış yapamadı. Çünkü bir önceki Nevermind albümünün gölgesinde kalmıştı. Herkesin dilinde halen 'Smells Like Teen Spirit' parçası vardı. Belki Nevermind çok üstündü, belki de yeni albümde bir şeyler eksikti.
Bu arada medyada bir dedikodu hakimdi. Cobain'in, Nirvana gibi müzik yapan Hole adlı grubun lideri Courtney Love ile beraber olduğu duyulmuştu.
Bir süre sonra da, Courtney Love’ın hamile olduğu öğrenildi.
24 Şubat 1992 tarihinde, Kurt Waikiki şehrinin ıssız bir bölgesinde, hiçbir mezhebe ait olmayan bir bayan rahip ve şahit olarak da bir yolcu eşliğinde Love ile evlendi.
Bir süre sonra Cobain eroin tedavisi için kliniğe yattı.
“Mideme dokunduğunu gördüğüm için artık kullanmıyorum. Vücudum ben istesem de uyuşturucu almama izin vermiyor, çünkü çok zayıfım. Tüm uyuşturucular zaman kaybıdır. Hafızanı, kendine olan saygını ve özsaygının getirdiği her şeyi yok ederler. Bunun zararları hakkında sağda solda vaaz verecek değilim. Bu sizin seçiminize bağlı bir şey, ama kendi deneyimlerime dayanarak bunun zaman kaybı olduğunu düşünüyorum.”
Fakat bu işe yaramadı. Uyuşturucuya devam etti ve ancak bebekleri doğmak üzere iken bir kür tedavisini kabul etti. 1992 Ağustos’unun başında bir Los Angeles hastanesine yatt |
ı. Courtney de bu hastanenin başka bir bölümünde doğum yapmak üzere bulunuyordu.
18 Ağustos 1992 günü kızı Frances Bean dünyaya geldi. Kurt o zaman hayatıyla oyun oynamayı bıraktı, temizlendi. Birkaç ay sonra bir doktor, mide ağrısının kapanmış omurga sinirlerinden kaynaklanabileceğini söyledi ve bundan sonra uygulanan bakım ve egzersizler acısını hafifletti. Hayranları bebeğin hayatında olumlu etkisi olduğuna inanıyorlardı. Böylece Kurt sağlıklı bir durumda, bir sonraki albümlerinin kayıtlarına başladı.
Bütün dünya "Nevermind" benzeri bir albüm beklerken grup stüdyoya, The Pixies ve The Breeders gibi grupları yaratan prodüktör Steve Albini ile girdi.
Albini’nin kayıt stili, Nirvana’nın Nevermind’da düzleştirip güzelleştirdiklerini hissettikleri sesin özünü ele geçirmek için ümit ettikleriyle uyuşuyordu ve In Utero ortaya çıktı.
“Bazıları albümü beğenmedi ve bize bunu söylediler. Bazıları ise çok sevdi. Ne yönden bakarsak bakalım, biz istediğimizi yaptık. Çünkü kontratımız bize yüzde yüz sanatsal kontrol vermişti. Stüdyodan aldığımız kasetleri evde dinlediğimizde, gerçekten kulağa çok hoş geliyordu.”
“Bu albümde ötekilerden daha belirgin noktalar var. ‘Scentless Apprentice’ okumaktan bıkmayacağım bir kitap hakkında; Patrick Süskind’ın Koku’su. ‘Rape Me' ise, cesur bir şekilde, tecavüze karşı bir şarkı yazmaya çalıştım. Şunu fark ettim ki, eğer bir şey anlatmaya çalışıyorsanız, açık ve net olmalısınız. Çoğu insan şarkıların böyle olmasını istiyor. Şarkıların, suratlarının ortasına fırlatılması gerek”
Daha sonra her şey yeniden başladı. Turneler, dedikodular ve eroin. İnsanlar Kurt’un yorulmuş olduğunu düşünüyorlardı. Belki de haklıydılar.
“Hayatta kalmak için son zamanlarda gruptan oldukça çekildim. Tek ihtiyaç duyduğum, bir süre ara vermek; böylece stresim sona erecek. Konserlerden sonraki partilere katılmıyorum. Doğruca oteldeki odama gidip uyuyorum ve sabahleyin bir şeyler yemeye konsantre oluyorum. Bu gibi şeylerle uğraşmayı tercih ediyorum. Gruptaki arkadaşlığımız bu yüzden tehlikeye girmiyor, ancak bu son turne kesinlikle hayatımızdan birkaç yıl götürdü. Değişiklikler yapmayı planlıyorum. Tekrar sağlığıma kavuşup yeniden başlayacağım.”
Grohl ve Novoselic, bu sözlere saygı duydular ve grup kısa bir ara verdi.
Nirvana, New York’taki Roseland dans salonunda kısa bir şov ile sahnelere döndü. Bir saat boyunca "In Utero" ve "Nevermind"dan seçmeler çaldılar. Böylece onları izlemeye gelen kalabalık coştu.
9 Nisan 1993’te, Bosna’da tecavüze uğrayanlar için bir konser verdiler. Ekim’de de gruba gitarist Pat Smear katıldı. Smear, Kurt’e biraz olsun moral veriyordu. Kurt Cobain’in yaşamındaki bir başka önemli olay da, kızı Frances’tı.
3 aylık bir Kuzey Amerika turnesinden sonra MTV kanalı için New York’ta bir Unplugged konser verdiler. Bu konserde Kurt cover parçalar söyledi. Seçtiği şarkılar genelde ölüm ve şöhret hakkında idi.
1994 yılı başındaki Avrupa turnesinden sonra, grup elemanları Amerika’ya dönerken, Kurt Roma’ya gitti. 4 Mart 1994 günü, kaldığı otel odasında Rolphnol adlı çok güçlü ama yasal bir uyku ilacını ve şampanyayı aşırı dozda birbirine karıştırarak komaya girdi.
Tesadüf budur ki Courtney Love kocasını görmek istemiş ve Kurt ölümden kıl payı kurtulmuştur.
Bu olaydan sonra Nirvana’nın menajerleri, Cobain'in aşırı dozda uyuşturucu ve alkol almasının bir kaza olduğunu belirten bir bildiri yayınladılar.
Bu olayın ardından tekrar uyuşturucu tedavisi gördü. Gerçi uzun süredir uyuşturucu ile olan mücadelesini sürdürüyordu ama üstün gelmeyi başaramamıştı. Hastaneden çıkınca Seattle’a döndü ve kendini av tüfeğiyle birlikte bir odaya kilitledi.
18 Mart akşamı Courtney Love eve çağırdığı polislere, Cobain’in kendisini bir odaya kilitlediğini ve intihar edeceğini söyleyip, odada bir tüfeğin olduğunu da ekledi.
Cobain ise polislere, kendisini karısından uzak kalmak için kilitlediğini ve kendini öldürmeye de bir niyeti olmadığını söyledi. Belli ki karısıyla kavga etmişti.
Polisler karısını sorguya çektiklerinde ise, Courtney onlara Kurt’u aslında silahla görmediğini ve kocasının ona intihar edeceğini söylemediğini belirtti.
Polis evde yaptığı aramada 4 tüfek, 25 kutu mermi, 38 kalibrelik bir el tabancası, birkaç tane kalibresi bilinmeyen Taurus marka altı-patlar ve bir adet Colt AR-15 yarı otomatik tüfek ve çeşitli haplar buldu.
Kurt karısıyla birlikte Los Angeles'ta bir uyuşturucu tedavi merkezine gitti ama orada sadece 48 saat geçirdikten sonra merkezi terk etti.
Kurt’un annesi Wendy O’Connor, oğlunun 6 gündür kayıp olduğundan şüphelenmiş ve ölü bulunacağından korktuğunu söylemişti. Bu ihbarla Cobain yeniden polis raporlarına geçti. Zaten raporlarda, Cobain’in polisle son bağlantısının 2 Nisan’da olduğu yazıyordu. Cobain gerçekten de 6 gündür kayıptı.
8 Nisan 1994‘te Kurt’un cesedi, Seattle'daki evinin garajının üzerindeki odada, alarm sistemi yerleştirmek için gelen bir elektrikçi tarafından bulundu. Kotunu, gömleğini ve ayakkabılarını giymiş olan Kurt, göğsünün üzerinde bir pompalı silah ile sırt üstü uzanmış durumdaydı. Tek bir kurşun ile suratını dağıtmıştı. Cesedin yanında birtakım kişisel eşyalarla birlikte 'To Boddah' diye başlayan bir de intihar mektubu bulundu. Ama zamanla ortaya çıkan deliller ölümünün intihar olup olmadığı konusunda kafa karıştırdı. Örneğin Cobain'ın kanında yaklaşık 1,52 mg eroin bulundu. Bu yaklaşık 3 tane iğneyi peş peşe vurmaya denkti ve bu imkansız olarak bilinir. Ayrıca kendini vurduğu zannedilen tüfeği vücuduna aldığı bu kadar fazla uyuşturucu ile kaldırıp, yüzüne doğrultarak tetiği çekmesi imkansızdır ve kendini vurduğu zannedilen tüfekte öldüğü gün elleri çıplak halde olmasına rağmen parmak izine rastlanmamıştır. Bu yüzden ölümünün cinayet mi yoksa intihar mı olduğu tam olarak kanıtlanmamıştır.
İntihar olgusuna Cobain ailesinin geçmişinde çok sık rastlanılmaktadır. Burle Cobain adında bir akraba, kendini karnından vuruyor, bundan beş yıl sonra da Burle’in kardeşi Kenneth kafasına sıktığı tek kurşunla ölüyordu. Aslında bu tür ölüm Aberdeen'da oldukça yaygındı.
Olayın ardından Courtney Love, dikkatleri üzerinden atmak için ısrarla Kurt Cobain'in ailesindeki intiharlardan bahsetti ve bunun için "Cobain Laneti" yorumunu yaptı.
KNBC-TV'yle yaptığı bir röportajda elektrikçi, Cobain'in intihar mektubunun saksıdaki bir bitkiden gelen çamurla kirlenmiş olduğunu ve "sizi seviyorum, sizi seviyorum" sözcükleriyle sona erdiğini belirtiyordu.
Cesedin bulunmasından iki gün sonra yakma töreni düzenlendi. Törenden sonra on bin Kurt Cobain hayranı Seattle'da toplandı. Kasetten Courtney Love, Kurt Cobain'in son notundan bölümler okudu.
"Boddah", Kurt Cobain'in çocukluktaki hayalî arkadaşı. Kurt Cobain intihar mektubuna "Boddah'a" diyerek başlamıştı. Bu mektubun son dört satırının ve 'Boddah'a' yazısının sonradan eklendiğine ilişkin iddialar ve araştırmalar yapıldı.
Annesi Wendy Cobain'in dediğine göre Kurt, Boddah'ın gerçekten varolduğuna inanıyordu. Boddah ile yaptığı sohbetler ilerlediğinde annesi Kurt'un dayısından yardım istemiş, dayısı da o sırada Vietnam'a askere çağırılınca Kurt'e "Boddah askere gitti" denilmişti.
Nirvana ile Sub Pop arasında imzalanan ilk sözleşmenin üst köşesinde de 'Boddah' yazar.
Courtney Love, ölümünden sonra ona yardım etmek için daha fazla ne yapması gerektiğini bilemediğini söyledi. Hiçbir şey işe yaramamıştı. Ne gerçek aşk, ne güçlü sevgi, ne kızları Frances Bean, ne rehabilitasyon, ne tedavi, ne de dualar. Love, Cobain’in intiharını engelleyecek hiçbir şey yapamadığını düşünüyordu.
Kurt Cobain’in ölümüyle, Nirvana grubu dağıldı. Dave Grohl, Foo Fighters adlı grubu kurdu. Krist Novoselic de Sweet 75 adlı gruba katıldı.
1993 sonu kaydettikleri "MTV Unplugged In New York" ve canlı performanslarından oluşan "From the Muddy Banks of the Wishkah" albümleri grubun hayranlarına buruk elvedası oldu.
12 Kasım 2002 tarihinde, içinde daha önce yayınlanmamış parçaların da yer aldığı bir Best Of Nirvana albümü piyasaya çıktı, müzik marketlerindeki yerini aldı.
Courtney Love, 10 yıl önce intihar eden eşinin küllerinin gömüldüğü arazinin el değiştirmesi nedeniyle Kurt’a yeni bir mezar arıyor. Kurt’un küllerinin havaya serpilmesini arzuladığını dile getiren Love "Bana kalsa Kurt'u rüzgara bırakırım gider ama hayranları çok sevdikleri idollerini ziyaret edecekleri bir yer olsun istiyor. Bunun için uğraşıyorum” diyor.
Courtney Love, Kurt’u kurtarmak istediği uyuşturucu yüzünden kızı Frances’in velayetini 2 kez kaybetti. Geçtiğimiz günlerde tedavi olan Love’a mahkeme kızını tekrar verdi.
Usta yönetmen Gus Van Saint Kurt Cobain’in son günlerini anlatan “Last Days” filmini yaptı. Film, Cannes Film Festivali'nde gösterildi. Türkiye'de gösterime girmedi.
, Max Wallace ve Ian Halperin’in kitabı. Özel dedektifler, gazeteciler, Cobain'in kimi arkadaşları o dönemde ısrarla bunun bir cinayet olduğunu savunsalar da konu kapanmıştı bir kere. Başta polisler ve adli tabip olmak üzere kimse işini baştan savma yaptığını kabul etmek istemiyordu. Cobain'in ölümünün göründüğünden daha karışık olduğunu iddia eden birçok gazeteci vardı ama Wallace ve Halperin'in hazırladığı Cobain dosyası dikkat çekiyordu çünkü bir araştırmacı gazetecilik örneğiydi.
Aşk ve Ölüm'deki temel iddia Kurt Cobain'in intihar etmiş olamayacağı, çünkü kanında kafasına kurşun sıkmasına izin vermeyecek ölçüde yüksek miktarda uyuşturucu bulunmuş olduğu.
4 Mayıs 2015 tarihinde Kurt Cobain'in hayatını belgesel olarak anlatan Montage of Heck filmi ABD'de vizyona girdi. Filmin yapımcılığını Cobain'in kızı Frances Bean üstlendi. Filmde Nirvana’nın hafızalara kazınan şarkılarının yanı sıra hikâyeleri, Cobain'in günlükleri, bilinmeyen demoları ve 200 saatlik hiç yayınlanmamış müzik kayıtları da yer aldı.
Atina
Atina, (Yunanca: "Αθήνα", "Athina") Yunanistan'ın başkenti ve yaklaşık 4 milyon kişilik nüfusuyla en büyük şehridir.
Eski Yunan medeniyetinin de merkeziydi. Etrafı tepelerle çevrilidir ve yalnız batı kısmı açıktır. Limanı olan Pire'ye 7 kilometre uzaklıktadır.
Kozmopolit ve modern bir şehir olan |
Atina, antik çağlarda da önemli bir ticaret ve kültür merkeziydi. İsmi, koruyucusu olan savaş tanrıçası Athena'dan gelmektedir. 1896 ve 2004 Yaz Olimpiyatlarına ev sahipliği yapmıştır. Kentin yüzölçümü 39 km², metropoliten alanın yüzölçümü ise 427 km²'dir.
Orta Doğu'dan bakıldığında Atina ilk Avrupa kentidir. Avrupa'dan bakıldığında ise Batı'dan Doğu'ya geçişin ilk belirtisidir. Ama Atina'yı Doğu ile Batı'nın bir karışımı olarak değerlendirmek de yanlıştır. Atina kendine özgü tarihiyle bir Yunan kentidir. Atina'nın nüfusu 1830'lardan sonra gözle görülür biçimde arttı. 1920'lerde Anadolu'dan gelen göçmenler, daha sonra da II. Dünya Savaşı ile 1946-49 arasındaki iç savaş sırasında kırsal bölgelerden kente akın, bu artışı hızlandırdı. 1960'lara gelindiğinde Atina büyük ve kozmopolit bir kent görünümüne bürünmüştü. Halkın çoğunluğu Ortodoks mezhebine bağlıdır. Atina'daki ruhani meclisçe yönetilen Yunan Ortodoks Kilisesi, Yunan dilinin, geleneklerinin ve edebiyatının canlı tutulmasında başlıca rolü oynayan kurumlardan biridir.
Atina, Yunan Bağımsızlık Savaşı sırasında tümüyle boşaltılmıştı. 1833'te yalnızca Akropolis'in kuzeyindeki küçük, dağınık evlerde 4 bin dolayında Atinalı vardı. Bavyera'dan Yunanistan'a kral olarak getirilen 18 yaşındaki Otho, kentin iki katlı tek taş yapısında oturmak zorunda kalmıştı. Otho Alman mimarlara bir saray yaptırdı. Sarayın aşağısında geniş bir bahçe alan (Sintagma Meydanı) düzenlendi. Victoria dönemi Londra'sında egemen olan mimarlık üslubunda binalar yapıldı. Buna Atina'da Otho üslubu denmektedir. Bu dönemde yeni başkentin yıllık büyüme hızı yüzde 7'ye ulaştı. Nüfusu 1907'de 167,479 oldu. Omonia Meydanı'nın açılmasını, Atina-Pire demiryolunun yapımı izledi. Sarayın Alman mimarlarının yaptıkları Atina Akademisi, Atina Üniversitesi ve Ulusal Kitaplık binaları Yunan Canlandırmacılığı üslubundadır.
Atina'nın düzenli gelişimi 1920'lerde Türkiye'yle Yunanistan arasındaki Ahali Mübadelesi'yle altüst oldu. 1 milyonu aşkın Rum Anadolu'dan Yunanistan'a göç etti. Yeni gelenler Atina ve Pire'nin çevresinde gecekondu bölgeleri oluşturdular. Nüfusu 473 binden 718 bine çıkan kent güneyde Pire'ye, kuzeyde Kifisia köyüne doğru büyümeye başladı. 1940'larda Alman işgali sırasında kent bakımsız ve harap kaldı. Atina'da 1941-1942 ve 1942-1943 yılının kış ayında 100.000'den fazla insan açlıktan öldü. İşgalin sona ermesiyle başlayan iç savaş boyunca da kentin bu durumu sürdü. Yunanistan'da 1944-1949 yılında İç Savaş başkenti sarstı. 3 Aralık 1944'te polis tarafından Syntagma Meydanı'na kitlesel bir gösteri oldu. ELAS birimleri polis karakolları saldırıya uğradı ve İngiliz kuvvetleri sokak savaşlarında savaştı.
1950'lerde Atina'da bir inşaat patlaması baş gösterdi. Rastgele yapılan apartmanlar kentin görünümünü önemli ölçüde değiştirdi. Bir anayol şebekesi düzenlendi, açık alanlar neredeyse tümüyle ortadan kalktı. Eskiden kentin dışında kalan Likavittos Tepesi, kentin bir parçası oldu. Kent deniz yönüne doğru büyüyerek Pire'yle birleşti. Nazım plan, büyüme hızına uygun olarak birkaç kez genişletildi ve kent merkezindeki arsa fiyatlarında büyük artışlar oldu. Trafik sıkışıklığı önemli ölçüde arttı. Marathon'daki yapay göl kentin su gereksinimini karşılamaya yetmeyince, Mornos Nehrine bir baraj yapıldı. Atina'nın hızlı değişimine karşın, 1931-60 arasında bütünüyle onarılan antik Agora ile çevresindeki caddelerde ve Akropolis'in kuzeyinde yer alan Plaka'da hala eski kentten izler bulmak olasıdır.
Atina Neolitik Çağdan bu yana bir yerleşim alanıdır. En eski yapıların tarihi Son Tunç Çağına değin uzanır. O dönemde, kale işlevi gören Akropolis'in doruğuna kiklop (büyük boyutlu) taşlardan örülmüş dev bir duvar çevreliyordu. Duvarlarının sağlamlığından ya da coğrafi konumundan dolayı Atina, Son Tunç ve İlk Demir çağlarının karışık dönemlerini büyük yıkıma uğramadan atlattı. Ele geçen çanak çömlek üsluplarından Atina'daki uygarlığın kesintiye uğramadan geliştiği anlaşılmaktadır. Milattan Önce (MÖ) 1000'lerde kent kuzeybatı yönünde yayılmaya başladı. MÖ 6. yüzyılda, özellikle Peisistratos ve oğullarının egemenliği döneminde (MÖ y. 560-510) olağanüstü bir gelişme gösterdi. MÖ 580'de bugün Parthenon'un bulunduğu yere Hekatompedon olarak bilinen bir Athena Tapınağı yapıldı. MÖ 566'da Peisistratos, Athena'nın onuruna dört yılda bir yapılmak üzere Panathenaia Oyunları'nı yeniden düzenledi. MÖ 530'da Akropolis'te Athena Polias için büyük bir tapınak daha inşa edildi. Akropolis böylece kaleden çok, bir kutsal yer işlevi görmeye başladı. Kentin hızlı gelişmesi karşısında eski agora yetersiz kalınca Akropolis'in kuzeybatısındaki evler yıkılarak burada yeni bir agora düzenlendi. Burası siyasal, hukuksal, dinsel ve ticari amaçlı bir toplanma alanıydı. Ayrı bir tiyatronun inşa edilmesinden önce de oyun yarışmaları düzenlenirdi. Alanın çevresinde çeşitli kamu yapıları ve kutsal yapılar yer alırdı. MÖ 480'de Atina'yı ele geçiren Persler kenti yakıp yıktılar. Akropolis'teki yapılar ve yamaçlardaki pek çok ev yerle bir oldu.
Milattan Önce 479'da kenti geri alan Atinalılar daha büyük surlar yaptılar. Bu tarihten 20 yıl kadar sonra kenti, limanı Pire'ye bağlayan yolun iki yanında ünlü Uzun Duvarlar örüldü. Pers istilasından sonraki 30 yılda Atinalılar yalnızca surlar, agorada Stoa Poikile ve kent meclisi yürütme kurulunun toplantı salonu gibi kamusal yapılar inşa ettiler. MÖ 449'da Perslerle varılan anlaşmadan sonra Atina yeni bir kalkınma dönemine girdi. Güney Attika'daki zengin Laurium (Lavrion) gümüş madenleri de yeniden işletilmeye başladı. Perikles, Perslere karşı Atina önderliğinde kurulan Delos Birliği'ni oluşturan kent devletlerinden para almayı savaştan sonra da sürdürdü. Bu kaynaklarla kent tarihinin en büyük yeniden inşa hareketi başlatıldı. Kırk yıl içinde Akropolis baştan aşağı yeniden yapıldı.
Yapımına MÖ 447'de başlanan Parthenon, MÖ 438'de bitirildi. Tapınağın yapımında Kallikrates, İktinos, Phidias gibi mimarlar görev aldılar. MÖ 431'de Peloponnesos Savaşı patlak verdiğinde Akropolis'in anıtsal kapısı Propylaion'un yapımı bitmek üzereydi. Nikias Barışı (MÖ 421) döneminde Erekhtheion Tapınağı'nın yapımına başlandı. Sicilya'ya düzenlenen sefer yüzünden (MÖ 415-413) Erekhtheion ancak MÖ 406'da tamamlanabildi. Atina'nın Peloponnesos Savaşı'ndan yenik çıkması üzerine tüm yapım etkinlikleri bir süre için durdu. MÖ 394'te Knidos açıklarında Spartalılara karşı bir deniz zaferi kazanan Konon, 10 yıl önce Spartalıların yıkmış olduğu Uzun Duvarlar'ı yeniden yaptırdı. MÖ 338-322 arasında devletin mali kaynaklarının denetlenmesinde görev yapan hatip Lykurgos yeni bir bayındırlık hareketi başlattı. Pnyks Tepesinde büyük bir toplantı salonu yapılırken, Dionysos Tiyatrosu yeniden inşa edildi. Panathenaia Stadionu da bu dönemde gerçekleştirilen yapılar arasındaydı. Bu dönemde Atina'daki mimarlık atılımlarının yanı sıra, felsefe okulları ortaya çıktı. Platon (MÖ 428/427-348/347) Akademia'da, Aristoteles ve yandaşları Lykeieon'da, Antisthenes ve Kynikler, Kynosarges gymnasion'unda felsefe okulları oluşturdular. Zenon agoradaki Stoa Poikile'de ders verirken, Epikuros ve izleyicileri kent içindeki bahçeli bir evde toplanıyorlardı. Ama görkemli tapınaklar, kamu yapıları ve caddeler dışında kentin pek etkileyici bir görünümü yoktu. Su sıkıntısı çekiliyordu. Sokaklar dar ve dolambaçlı, sokağa bakan evler de penceresiz, çirkin yapılardı.
Helenistik ve Roma dönemlerinde yabancı hükümdarlar da Atina'nın gelişmesine katkıda bulundular. Bunlar arasında en önemlileri Pergamonlu Attalos hanedanından II. Eumenes (hükümdarlığı MÖ 197-159) ile II. Attalos'tu (hükümdarlığı MÖ 159-138). İkisi de Akropolis yakınlarında ikişer katlı birer stoa yaptırdılar. MÖ 86'da kenti kanlı bir biçimde ele geçiren Romalı general Sulla, pek çok evi yıktırdı. Perikles Odeionu da savunma sırasında yandı, ama birkaç yıl içinde yeniden yapıldı. Roma döneminde eski agoranın doğusunda bir pazar yeri, gene agorada bir konser salonu, bir kütüphane, Akropolis'te İmparator Augustus ile Tanrıça Roma için bir tapınak yapıldı.
İmparator Hadrianus (hükümdarlığı Milattan Sonra 117-138) yapımına 600 yıl önce başlanan büyük Zeus Olympia Tapınağı'nı tamamladı. Ayrıca bugün Zappion Parkı'ndaki ünlü Hadrianus Kapısı'nı, bir kütüphane, bir gymnasion ve bir pantheion ile bugün hala kullanılan sukemerlerini yaptırdı. Yıkılmış olan Atina kent surları, Valerianus döneminde (Milattan Sonra 253-260) yeniden yapıldı. Ama MS 267'de bir Cermen kavmi olan Heruli istilası sırasında surlar bir kez daha yıkıldı. Kentin aşağı bölümü yağmalandı, agoranın tüm yapıları yakılıp yıkıldı. Probus döneminde (267-282) yıkılan evlerin taşlarından yeni bir duvar örüldü. 4 ve 5. yüzyıllarda Atina, Yunan dünyasının kültür merkezi olmayı sürdürdü. Ama 529'da İmparator Justinianus'un felsefe okullarını kapatması, kentin kültür yaşamını söndürdü. Bu dönemden sonra Atina Bizans İmparatorluğu'nun merkezi Konstantinopolis'in yanında bir taşra kasabası görünümüne büründü.
Milattan Sonra 51'de Aziz Paulus'un Atina'ya gelmesi küçük bir Hıristiyan topluluğun doğmasına yol açmıştı. 4-6. yüzyıllarda Hıristiyanlığın resmen tanınması ve putperestliğin yasaklanmasından sonra kiliseler yapılmaya başladı. 11 ve 12. yüzyıllarda Atina bir ölçüde eski zengin yaşamına döndü. Kapnikaria, Aziz Theodoros gibi Bizans üslubunda, taş ve tuğla almaşık duvarlı küçük kiliseler bu dönemin beğenisini yansıtır.
IV. Haçlı Seferi sırasında istilaya uğrayan kent, 1204'ten sonraki 250 yıl boyunca Latin boyunduruğu altında kaldı; bu dönemde fazla değişikliğe uğramadı.
1458'de Osmanlılar Atina'yı ele geçirdiler. Latinler tarafından Katolik kilisesine çevrilen Parthenon, cami haline getirildi. Kentin alt bölümlerinde de camiler inşa edildi. Evliya Çelebi 1667-1670 arasında yöreyi ziyaret etmiş ve kentte dört cami, yedi mescit, bir medrese, üç mektep, iki han ve üç hamam olduğunu yazmıştı. Kentte ilk inşa edilen camilerden Fethiye Camisi, bugün müze deposu olarak kullanılmaktadır. Çeşitli dönemlerde yapılan sekiz camiden pek azı bugün ayak |
tadır. Hamamlar ise halen kullanılmaktadır. Barutun kuşatmalarda kullanılması ile birlikte kentin klasik mimarisi değişti. 17. yüzyılın ortalarına değin ayakta kalabilen Akropolis, kuşatmalar sırasında top atışıyla tahrip oldu.
1821'de Yunan başkaldırısının başlamasıyla ayaklanmacılar Atina'yı ele geçirdi. 1826'da Osmanlılar kenti geri aldı. Akropolis top ateşine tutulduktan sonra ele geçti. Bu sırada Erekhtheion hasar gördü. Yunan Ordusu 25 Mart 1833'te Atina önlerine gelerek şehrin derhal kendilerine teslimini istedi ve dış mahalleleri işgal etmeye başladı. Bunun üzerine tahliye edilen şehirdeki son Osmanlı askerinin de 31 Mart 1833'te ayrılmasıyla birlikte Atina'da 350 yıldan fazla süren Türk egemenliği de sona ermiş oluyordu. 1834'te Atina, yeni devletin başkenti oldu. I. Dünya Savaşı'nda Atina, Kral Konstantinos'un tahttan indirilmesine yol açan 1916-17 olaylarına sahne oldu. II. Dünya Savaşı'nda Alman birlikleri kenti işgal etti.
Atina'nın tam merkezinde ve deniz düzeyinden 150 m yükseklikte yer alan Akropolis, eski dönemlerden beri kale ve tapınak olarak kullanılıyordu. Buradaki yapıların en ünlüsü Parthenon'dur. Eski Yunan'da kentin koruyucusu sayılan Tanrıça Athena'nın baş tapınağı olarak inşa edilen, dev sütunlarla çevrili, dikdörtgen biçimindeki Parthenon, tarihin çeşitli dönemlerinde kilise ve cami olarak da kullanıldı. 26 Eylül 1687'de Osmanlılara saldıran Venedik topçusunun ateşi sonucunda içerideki barut deposu isabet aldı ve buradaki cami ile binanın iç bölümleri yıkıldı. 1801'de Britanya büyükelçisi Lord Elgin, Akropolis'teki Türk evlerinin yıkılıp heykel kalıntılarının aranması için Padişah III. Selim'den izin alarak Atina'ya gitti. Parthenon'dan geriye kalan heykellerin çoğunu ve başka bazı kalıntıları Londra'ya götürüp British Museum'a sattı. Elgin Mermerleri olarak bilinen ve sökülüp götürülmesi büyük eleştirilere konu olan bu paha biçilmez koleksiyon, halen bu müzede sergilenmektedir.
Akropolis'teki öbür tapınaklardan Erekktheion MÖ 5. yüzyılda Tanrıça Athena ve Tanrı Poseidon için yapıldı, Bizans döneminde kilise, Osmanlı döneminde de konut olarak kullanıldı. Akropolis'in özenli giriş kapısı Propylaion, surların tek açık yeriydi. Frank dükleri ortaçağda Propylaion'un kuzey kanadında da iki katlı bir yapı inşa ettiler. 12. yüzyılda da Rum Ortodoks piskoposları burada oturdular. Propylaion'un sağındaki Athena-Nike Tapınağı'nın taşları Venedik saldırısı sırasında sökülerek kale tahkiminde kullanıldı. Tapınak 1836'da kötü bir onarım gördü. 1936'da ise yeniden onarıldı.
Atinalı heykelci ve mimar Phidias'ın Milattan Önce 5. yüzyılda yaptığı ve Propylaion'un arkasındaki açıklıkta durduğu sanılan 9 m boyundaki Tanrıça Athena Promakhos heykeli ile Parthenon'daki gene Phidias'ın yapıtı olan fildişi ve altından Athena heykelini Bizans imparatoru Justinianus, Konstantinopolis'e (İstanbul) götürdü. Bu yapıtlar 1204'te Konstantinopolis'in Haçlılar tarafından yağmalanması sırasında kayboldu.
Zengin bir Romalı olan Herodes Atticus MS 161'de Akropolis'in güney yamacında bin kişilik bir tiyatro yaptırdı. Sonraları onarılan bu yapı günümüzde de müze olarak ve tiyatro festivallerinde kullanılmaktadır. Milattan Önce 5. yüzyılda yapılmış olan Dionysos Tiyatrosu'nda da Şarap ve Eğlence Tanrısı Dionysos için bahar şenlikleri düzenlenirdi. Roma dönemindeki onarımlardan sonra bugünkü görünümünü alan 13 bin kişilik bu tiyatroya Yunanistan'ın birçok yöresinden, ayrıca İtalya ve Anadolu'dan izleyiciler gelirdi. Düzenlenen yarışmalarda birinci gelen koronun onuruna bir anıt dikilirdi. Bunlardan günümüze kadar kalabilen Lysikrates Anıtı MÖ 334 tarihlidir. Tiyatronun doğu yönünde Perikles Odeionu ile Asklepieion kutsal yeri kalıntıları (MÖ 420) ve Akropolis'in güneybatısındaki Nymphalar Tepesinde MS 2. yüzyılda Roma konsülü olan Suriyeli Philopappus'a adanmış mermer anıtın kalıntıları yer alır. Pnyks Tepesindeki ekklesia'da (meclis) Atinalı hatipler dinlenmek için 18 bin Atinalı bir araya gelirdi. Ares Tepesinin kuzeyinde kalan Agora'nın yakınında en iyi korunmuş Yunan tapınağı olan Theseion vardır (MÖ 5. yüzyıl). Bir başka önemli anıt sekizgen biçiminde ve 13 m yüksekliğindeki antik saat kulesi Horologion'dur. Bu anıt Sokrates ve Platon'un mezarı olduğu inancıyla Osmanlılar zamanında korunmuştur. Bizans dönemi yaptlarından üç kilise de günümüze değin kalabilmiştir.
Atina'nın tarihsel ve anıtsal yapıları uzun süre bakımsız ve yıkık halde kaldıktan sonra Kral Otho'nun gelmesiyle yeniden ele alındı. Otho bu kalıntıları incelemeleri ve eski yapıtları ortaya çıkarmaları için bilim adamlarını görevlendirdi. Klasik dönem sonrası yapılarını ortadan kaldırtarak, anıtların eski durumlarına getirilmesi için çalıştı.
Yunanistan'ın tarihsel başkenti olan Atina, Ege Denizine açılan ve artık kentle birleşmiş olan Pire limanının bulunduğu Faliron Körfezinden 8 km içeride, kuzey-güney doğrultusunda bir dizi tepeyle kesilen kurak bir havzada yer alır. Yazları kuruyan Kifisos Nehri kentin batı yarısından, genellikle kuru olan Ilisos Nehri de doğu yarısından geçerek denize dökülür. Kenti Parnis (1,413 m), Pendeli (1,096 m), İmittos (1,026 m), Aigaleon (468 m) dağları kuşatır.
Atina, Köppen iklim sınıflandırmasına göre yarı kurak bir iklime sahiptir. Atina'nın iklimi yumuşaktır. Kışları kar çok az yağar, don ender görülür (sıcaklık 0 °C'nin altına pek inmez). Yazları sıcak (ortalama en yüksek 34 °C) ve kurudur. Yazın çoğu zaman gün boyunca poyraz eser, geceler serindir. Atina ikliminin bütün bu özellikleri kentte açık hava etkinliklerinin yaygınlaşmasını sağlamış, mimarlık üslubu, toplumsal yaşam ve siyasal kurumlar üstünde önemli belirleyici etkiler yapmıştır.
2001 itibarıyla kent nüfusu 745,514'tü. Atina, çevresiyle birlikte 3,761,810'a ulaşan nüfusuyla tüm ülke nüfusunun yaklaşık üçte birini barındırır. 1896 ve 2001 yılları arasında şehir nüfusu tablodaki gibidir.
I. Dünya Savaşı'ndan sonra Atina bir iç ve dış ticaret merkezi oldu. Bugün Pire'yle birlikte ülkenin en önemli sanayi kentidir. Başlıca sanayi dalları pamuklu dokuma, içki, çömlekçilik, sabun, kimyasal maddeler, halıcılık ve tabakçılıktır. Atina'dan zeytinyağı, domates ürünleri, şarap, çimento, dokuma ürünleri ihraç edilir. Yayımcılık da önemli bir etkinlik alanıdır. 1980'lerden itibaren hava kirliliğinin büyük ölçüde artması yüzünden kentteki sanayi tesislerinin çoğalmaması ve başka yörelere kaydırılması için çeşitli önlemler alınmıştır.
Yunanistan'daki otomobil, traktör ve otobüslerin yarısından çoğu Atina'da bulunur. 1960'ların sonunda hükümet, Yunan gemi sahiplerine yabancı bandıralı gemilerini Yunanistan'a getirmeleri için bir çağrıda bulundu. Bunun ardından Yunan bandıralı gemileri sayısında önemli bir artış oldu. Ticaret gemilerinin büyük çoğunluğu ülkenin en büyük limanı ve deniz taşımacılığının önemli merkezlerinden Pire'ye kayıtlıdır.
Kentin transit sistemi elektrikli tren, otobüs ve tramvaydan oluşur. Elektrikli tren hattı güneydeki Pire'yi kuzeydeki Kifisia banliyösüne, başlıca demiryolu istasyonu olan Larissa da Atina'yı ülkenin öbür bölgelerine ve Avrupa'ya bağlar. 2000 yılında hizmete giren Atina metrosu toplam 47 km uzunluğunda 2 hattan oluşur. 2001'de hizmete giren Elefterios Venizelos Uluslararası Havalimanı şehirn doğusundadır.
Efsaneye göre Atina'nın anlamı Athena'nın Şehri'dir. Mitolojide Atina şehrine ismin verilmesi tanrılar arasındaki müsabaka sonucu olmuştur. Denizler tanrısı Poseidon şehre sahip olabilmek için üç dişli yabasını kayaya vurmuş ve vurduğu yerden at ortaya çıkmış, bazı söylencelere göre de su kaynağı fışkırmıştır. Bunun üzerine Zekâ tanrıçası Athena, yaldızlı mızrağını yavaşça yere dokundurmuş, oradan dalları pıtrak gibi olgun meyvelerle dolu gümüş yapraklı güzel bir zeytin ağacı bitmiştir. İnsanlar zeytin ağacını daha yararlı bulup beğendiklerinden şehir Atina adını alıp Athena'nın olmuştur.
Selanik
Selanik (Yunanca: Θεσσαλονίκη "Thessaloniki" ), Yunanistan'ın ikinci büyük kenti ve Yunanistan Makedonyasının yönetim merkezidir. Belediye Başkanlığını Yannis Butaris yürütmektedir.
Selanik'in nüfusu 363.987'dir ve coğrafi koordinatları 40°38′ kuzey enlemi ve 22°58′ doğu boylamındadır. Önemli turistik ziyaret yerleri Beyaz Kule, Galerius Kemeri Arkeoloji Müzesi ve Atatürk'ün doğduğu evdir.
Kent, MÖ 315 yılında Makedonya kralı Kassandros tarafından bugünkü Thermi'de kurulmuştur. Kassandros, Makedonya tahtında hak iddia edebilmek için evlendiği Büyük İskender'in kızkardeşi Thessalonike'nin adını bu şehre verdi. "Thessalonike" adı aynı zamanda Teselya'nın Makedonlar tarafından fethedilmesini de hatırlatır.
Makedonya Krallığı'nın Yıkılmasından sonra, Milattan önce 168 yılında Roma Cumhuriyeti'nin egemenliği altına giren şehirde Milattan sonra 50 yılında Aziz Pavlus bir hıristiyan cemaat oluşturdu ve Hıristiyanlığı yaymaya başladı. 4. yüzyılın son on yıllarına doğru İmparator Theodosios tarafından şehrin etrafı surlarla çevrildi. Selanik 550-750 yılları arasında Makedonya’nın Slav ve Avar işgallerine uğraması sırasında en önemlisi 607 yılında olmak üzere dört defa kuşatıldı, fakat alınamadı ve Ortodoks Hıristiyanlığı’nın “bir kalkanı” olarak kalmayı başardı. 620’de büyük yıkım getiren bir deprem şehrin en eski yapılarını ve sütunlu sokaklarını yerle bir etti; böylece antik yerleşim yeri bütünüyle ortadan kalktı. Bundan sonra Selânik dar, eğri büğrü sokakları, binalar arasında bahçeleri ve yeşilliğiyle Ortaçağ Bizans modeline uygun biçimde yeniden inşa edildi.
904 yılı yazında Girit’ten gelen bir Arap donanması şehri ele geçirdi, on gün süren yağmanın ardından 22.000 esir alarak Girit’e döndü. 10 ve 11. yüzyılların başında Bulgar çarları Büyük Simeon ve Samuel’in şehri alma teşebbüsleri başarısızlıkla sonuçlandı. Şehir 1204 yılında, başkent Konstantinopolis Dördüncü Haçlı Seferi sırasında işgal edilince Bizans'ın elinden çıktı ve Latin Selânik Krallığı’nın merkezi haline geldi. Aziz Demetrios, Aya Sofya gibi birçok önemli Ortodoks kilisesi yerel halkı rencide edecek biçimde Roma Katolik kilisesine dönüştürüldü. Şehir 1246 |
yılında Bizans tarafından tekrar geri alınmıştır.
Selanik ilk olarak Osmanlı Devleti tarafından 1387 baharında Çandarlı Hayreddin Paşa ve Gazi Evrenos kumandasındaki birlikler tarafından uzun süren bir abluka neticesinde ele geçirildi. Yıldırım Bayezid, Selânik karşısındaki bir tepeye Türk garnizonunun varlığını belirten bir burç ya da kale yaptırdı. 1402 Ankara bozgunundan sonra Bizans İmparatoru II. Manuil, Selânik’i alıp kaleyi de yıktırdı. Emîr Süleyman Çelebi ile Bizanslılar arasında Gelibolu’da yapılan antlaşma uyarınca Selânik 1403’te resmen Bizans idaresine geçti ve Çelebi Mehmed dönemi boyunca bu şekilde kaldı.
II. Murad tahta geçince Selânik’i abluka altına aldı. Bizanslılar da koruyamadıkları Selânik’i 1423’te Venedik’e sattı. Osmanlılar buna itiraz etti ve Venedik’e karşı savaş açtı. Konstantin Jireček ya da Apostolos Bakalopoulos gibi tarihçiler, Venedik idaresini şehrin tarihinde görülen en kederli dönem diye nitelemiştir. Venedikliler büyük bir donanma göndermemiş, yeterli miktarda asker yollamamış ve şehir halkına karşı zorbaca davranmıştır. Bir zamanların canlı, zengin ve nüfusu kalabalık tüccar şehrinde bu dönemde açlık ve sefalet hüküm sürdü; halkın çoğu şehri terketti. II. Murad savaşmadan teslim olmaları halinde şehir halkına imtiyazlı bir statü sağlamayı teklif etti, Rum halk bu teklife olumlu yaklaştıysa da Venedik yönetimi II. Murad’ın teklifini reddetti. 29 Mart 1430’da bir ay süren şiddetli bir kuşatmanın ardından bizzat II. Murad önderliğindeki Osmanlı birlikleri surları aştı. Johannes Anagnostos’un anlatımına göre kanlı bir çatışma vuku buldu ve halktan birçok kişi esir edildi. Ancak daha sonra II. Murad fidye karşılığı esirleri serbest bıraktı. II. Murad, Venedikliler döneminde şehri terkedenlere geri dönmeleri çağrısında bulundu ve bunlara önceden edindikleri mal ve mülklerini iade etti. Aynı zamanda civardaki Osmanlı merkezi olan Yenice-i Vardar’dan 1000 kadar Türk’ü Selânik’e yerleştirdi.
1492’de İspanya’dan kovulan Yahudilerin bir bölümü başta Selanik olmak üzere Osmanlı topraklarına yerleştirildi. İspanya’dan kovulan yahudiler Selânik’in sur içi kısmına yerleştirilmişti. Burada küçük çaplı dokuma sanayi kuruldu. Yahudiler, yerleştikten pek az bir zaman sonra kayda değer bir bilimsel etkinlik içerisine girerek hukuk ve İbrânî bilgini Rabbi Samuel de Medina’nın liderliğinde zengin kütüphanesi olan bir bilim akademisi oluşturdular. 16. yüzyılın başında Selânik’te kitap basımını tanıttılar. Selanik bu dönemdenitibaren çeşit çeşit Hıristiyan, Yahudi ve Müslüman toplumların hep birlikte uyum içinde yaşadığı önemli bir kültür ve ekonomi merkezi haline geldi.
17. yüzyılda, Selanik, İzmirli bir Yahudi olan Sabetay Sevi’nin Sabetaycılık hareketiyle de adından çok söz ettirmiştir. Sabetay Sevi, Yahudi nüfusunun yoğunluğundan dolayı Selanik'te oldukça rağbet gördü. Sabetay Sevi, 1666’da Edirne Sarayı’nda mahkemeye çıkarıldı, kerhen Müslüman oldu. İnananların çoğu peşini bıraktı fakat Sabetay İslâm’a geçtiğinde Selânikli birçok Yahudi onu izledi ve kendilerini diğer Yahudi ve müslüman topluluklardan ayırdı (Sabatayist). Bunlar dış görünüşte Müslüman gerçekte Kabbala Musevi inancına sahip günümüze kadar gelen bir cemaat idi. Osmanlı idaresinin son yıllarına kadar bu grup kentin iktisadî hayatında ve uluslararası ticaretinde nüfuz sahibi olmayı sürdürdü.
Rumelide 1826 itibarıyla farklı bir teşkilatlanmaya gidildi. Bu tarihte Selanik'in bağlı olduğu Rumeli Eyaleti lağvedilip onun sınırları içerisinde, Manastır, Selanik, Yanya Eyaletleri kurulmuştur. 1839’da Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra Selanik, ticaret ve kültür alanında büyük bir gelişme gösterdiği gibi Batı’daki Rönesans ve Fransız İhtilali’nden sonra gelişen fikir akımlarından da en yoğun etkilenen şehirlerden biri oldu. 1850 yılında bir kız lisesi açıldı. Yahudilerin okullarının yanı sıra Türklere ait modern okulların sayısı da oldukça fazla idi. Mithat Paşa tarafından yaptırılan bir sanat okulu Selanik Askeri Rüştiyesi ve 1879’da açılan Selanik Askeri İdadisi de bunlar arasında idi. 1863 yılından itibaren atlı tramvay işletilmeye başlanmıştır. Sultan Abdülaziz döneminde Rumeli Demiryolları projesi kapsamında 1871’de Selanik’ten Vardar Vadisi boyunca demiryolu döşenmeye başlandı ve bu hat Üsküp’e bağlandı. Bu hat 1890’da Manastır’a kadar uzatıldı. 1896’da ise İstanbul’a bağlandı. 1897-1903 yılları arasında yeni liman tesisleri yapıldı. Selanik Sultan II. Abdülhamid devrinde ülkedeki diğer şehirlere göre her konuda büyük gelişme göstermiştir. 19. yüzyılın ikinci yarısında Selânik’teki hızlı nüfus artışı, dış dünya ile yapılan yoğun ticaret ve büyük ölçüde Rumeli demir yollarının yapımıyla ilgilidir. Selanik modern ulaşım olanaklarına sahip Osmanlı kentlerinin başında gelmekte idi. 1907’de elektrikli tramvay şehre geldiğinde İstanbul’da bile elektrikli tramvay yoktu.
Selanik, Osmanlı modernleşmesinin merkezi konumunda olması Jöntürk hareketinin gelişmesine ev sahipliği yapması, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin merkezi olması nedeniyle de ayrı bir önem taşımaktadır. Selanik özellikle Sultan II. Abdülhamid istibdadının baskısından İstanbul’a nazaran uzak kalması nedeniyle özgürlükçü fikirlerin gelişip kök saldığı bir yer haline gelmiştir. Osmanlı Devletinin son dönemine damgasını vuran İttihat ve Terakki Cemiyeti bu kentte örgütlendiğinden dolayı ve cemiyetin askeri kanadından Selanik merkezli 3. Ordu subaylardan bir kısmı isyan bayrağını kaldırarak 27 Temmuz 1908’de Rumeli’de hürriyet ilan edip Sultan II. Abdülhamid’e Meşrutiyeti yeniden ilan ettirmelerinden dolayı İttihat ve Terakki taraftarları buraya “Kabe-i Hürriyet” “Mehti Hürriyet” gibi adlar vermişlerdir. 1909’da 31 Mart Vakasını takiben isyanı bastırmaya İstanbul’a gelen Hareket Ordusunun Selanik’ten yola çıkmış, Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirildikten sonra Selanik’e sürgüne gönderilmiştir. Fakat Selanik 3 yıl sonra Balkan Savaşları sırasında Yunanların eline geçince İstanbul'a geri gönderilmek zorunda kaldı.
Osmanlı Devleti'nin İstanbul'dan sonra 2. büyük kenti olan Selanik, Balkan Savaşları sırasında, 9 Kasım 1912'de merkezden destek alamayan ve panik içinde dağılan Osmanlı Ordusu'nun direnişinin mümkün olmayacağını düşünen garnizon komutanı Tahsin Paşa Yunan Ordusu'na hiçbir direniş göstermeden şehri teslim etmiştir. Şehirde bulunan 25.000 kişilik Osmanlı Ordusu'nun direniş göstermeden teslim olması halkta büyük bir şaşkınlık ve panik ortaya çıkarmış ve binlerce Müslüman Osmanlı vatandaşı Yunanlar tarafından katledilmiştir.
1800'lü yılların sonları ve 1900'lü yılların başlarında Selanik şehrin etnik yapısı:
9 Kasım 1912'de Balkan Savaşları sonunda 25.000 kişilik Osmanlı Ordusunun direniş göstermeksizin teslim olması neticesinde şehir Yunanistan yönetimine geçti. Osmanlı orduları, şehri Yunan çetelerine savaşmadan, ancak şehirdeki Türklerin can güvenliğinin sağlanması ve Tütün Reji imtiyazının devamı koşuluyla bıraktılar. Osmanlı Ordusu'nun Selanik'te bulunan kuvvetleri de silahlarını Yunan çetelerine teslim ettiler. Ancak Yunan çeteleri şehri teslim aldıkları günün gecesi kentte yaşayan pek çok Türkü, aralarında Osmanlı askerleri de bulunmak üzere katletmişlerdir. Şehrin simgesi olan Osmanlıların inşa ettiği Beyaz Kule sembolik bir vaftiz işleminden geçerek beyaza boyandı. O günden beri Beyaz Kule adıyla anılan bu yapının beyaz boyaları zamanla aşınıma uğradı ve eski rengini tekrar kazandı.
1917 yılında çıkan büyük bir yangın şehrin Türk bölgesini neredeyse tamamen yok etti. 1924 nüfus mübadelesi sonunda şehirde geride kalan bütün Türkler Türkiye'ye göç etmek zorunda bırakıldı ve Anadolu'dan gelen Rum göçmenler giden Türklerin yerini aldı. Kısa bir süre içinde şehrin nüfus yapısı tamamen değişti. Yunanlar Selanik'te azınlıktayken kısa bir süre içinde ezici çoğunluk haline geldiler. Böylece Selanik'in Osmanlı-Türk kültüründe oynadığı rol son bulmuş oldu. Atatürk 10. Yıl Nutku'nda "Keşke Selanik'i de misak-ı milli sınırları içerisine alabilseydik" diyerek kentin Türkler için önemini vurgulamıştır.
Kısa bir süre içinde camilerin minareleri yıkıldı. Bazı cami ve sinagoglar kiliseye çevrildi. Eski Osmanlı evleri bakımsızlıktan yok oldu. Kentin geçmişiyle bağlantısı kesilerek bir Avrupa şehri haline getirildi.
II. Dünya Savaşı'nda neredeyse tüm Sefarad Yahudi cemaati (50.000 kişi) Alman işgalciler tarafından toplama kamplarına yollanıp öldürüldü. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'ndan kalma son eski ve köklü bir cemaat yok edilmiş oldu.
Selanik, 1997'de Avrupa kültür başkenti seçildi.
Selânik Akdeniz iklimine sahiptir. Şehrin kuzeyi karasal iklim etkisi altında kaldığı için kışlar daha soğuk geçer ve kar yağışı da görülür.
Selanik'in diğer kardeş şehirleri şunlardır:
Akdeniz
Akdeniz (Osmanlı Türkçesi: بحر سفيد "Bahr-i Sefīd" , آق دڭيز "Akdeniz" ya da بحر متوسط, "Bahr-i Mutavassıt"), Atlas Okyanusu'na bağlı, kuzeyinde Avrupa, güneyinde Afrika, doğusunda Asya kıtaları bulunan deniz. 2.5 milyon km² bir alan kaplayan deniz Cebelitarık Boğazı ile Atlas Okyanusu'ndan; Süveyş Kanalı ile de Kızıldeniz'den ayrılır. Akdeniz’in tuzluluk oranı ‰ 38 (binde 38) olup tuz oranı fazla olan denizler grubunda değerlendirilir.
İngilizcede "Mediterranean Sea" denilir. Bu da Latincedeki "Mediterraneus"tan ("Medi": Orta + "terra": Toprak, yer) gelmektedir. Yunancada "Mesogeios" denir. Arapçadaki karşılığı البحر الأبيض المتوسط (El Bahre-l Ebyedu'l-Mutavassit) “'ortada yer alan beyaz deniz'” anlamındadır. Farsça'da Akdeniz için kullanılan "Bahr-i Sefid" ismi Osmanlı dönemi haritalarında da gözükmektedir. Romalılar da "Mare Nostrum" derler ki bu da "Bizim Deniz" anlamına geliyordu.
“Akdeniz” isminin kaynağıyla ilgili inanılan iddialardan bir diğeri de eski Türklerde “mavi” rengin doğunun, “ak” rengin batının, “kırmızı” rengin güneyin ve “kara” rengin kuzeyin sembolü olarak kullanılmış olmasıdır. Bu iddiaya göre Akdeniz adlandırmasını ortaya koyan dil bilincinde Ege ve Akdeniz'i tek bir deniz olarak gören yaklaşım vardır. Bu yaklaşıma göre Türkiye'nin kuzeyindeki denize Karade |
niz adının verilmesinin sebebi de budur.
Dünyanın en büyük iç denizidir. Derin bir denizdir ve derinliği 4000 metreyi geçen birçok çukura sahiptir. Doğu Akdeniz Havzası, Batı Akdeniz Havzası'ndan daha derindir. Özellikle Doğu Akdeniz olmak üzere tuzluluk oranı yüksektir. Kıbrıs ile Mısır arasındaki kısımda tuzluluk oranı binde 39'a ulaşır.Akdeniz'e kıyısı olan 22 ülke vardır.
5. http://biltek.tubitak.gov.tr/merak_ettikleriniz/index.php?kategori_id=21&soru_id=4891
Dobriç
Dobriç (Bulgarca: Добрич / Dobriç, ), Osmanlı Devleti zamanında ve bölgede yaşayan Türkler arasında Hacıoğlu Pazarcık olarak adlandırılan, Bulgaristan'ın kuzeydoğusunda, Tuna düzlüğünün doğusunda, Dobruca platosunun güneyinde 43˚34’ kuzey enlemi 27˚50’ doğu boylamında bir şehirdir. Aynı adı taşıyan eyaletin (oblast) merkezidir. Sahil şeridinde önemli turistik merkezler bulunmaktadır.
Bu eski yerlesiminin ikinci kez iskânı 16. yüzyılda Hacıoğlu isimli bir Türk taciri tarafından kurulmuştur. Bulgaristan'da Türkçe ismi Pazarcık kelimesini içeren başka yerleşimler de bulunduğundan Tatarpazarcık gibi Hacıoğlu Pazarcık şeklinde anılmıştır.
93 Harbi sırasında 27 Ocak 1878'de Osmanlı yönetiminden çıkmış ve 19 Şubat 1882'de adı Dobriç olarak değiştirilmiştir.
10 Ağustos 1913 tarihli Bükreş Antlaşması ve 27 Kasım 1919 tarihli Neuilly Antlaşmasıyla Romanya'ya verilmiş ve adı Güney Dobruca'nın diğer kısımları gibi Bazargic olarak değiştirilmiştir.
II. Dünya Savaşı sırasında 7 Eylül 1940 tarihinde imzalanan Craiova Anlaşması gereği 25 Eylül'de Bulgaristan'a geri verilmiş ve adı tekrar Dobriç olmuştur.
Komünist döneminde, II. Dünya Savaşı'nda Bulgaristan'ı "kurtaran" Kızıl Ordu Mareşali Fyodor İvanoviç Tolbuhin'in anısına Tolbuhin ("Толбухин")olarak değiştirilmiştir.
10 Kasım 1989'da Todor Jivkov yönetimi devrildikten sonra 19 Eylül 1990'da devlet başkanının emriyle tekrar Dobriç olarak değiştirilmiştir.
2001 Bulgaristan Nüfus Sayımı verilerine göre Dobriç ili nüfusu 215.200 kişidir. Etnik kökenini 164.200 kişi Bulgar, 28.200 kişi Türk, 18.200 kişi Roman olarak beyan etmiş, yaklaşık 3.500 kişi de başka etnik gruplara mensup olduğunu belirtmiş veya bu konuda bildirimde bulunmamıştır. Anadil söz konusu olduğundan Romanların sayısından Türklerin sayısına yaklaşık 5.000 kişilik bir kayma olmakta, 33.600 kişi Türkçeyi anadili olarak beyan ederken, anadili Romanca olanların sayısı 13.800'e inmektedir. Diğer gruplardaki sayılar aşağı yukarı aynı kalmaktadır. Dini aidiyet konusunda yaklaşık 7.000 kişi için bu bilgi açıklanmamış iken, Müslümanlar'ın 44.200 kişilik bir topluluk oluşturdukları görülmektedir.
Obroçişte (eski adı Tekke) köyünde, Bektaşi babası Akyazılı Baba'nın türbesi bulunmaktadır.
Rositsa (еski adı Saraca) köyünde Saraca Şah Veli Baba Türbesi bulunmaktadır. Kendisi 15.-16.yy.da İran'dan göç etmiş bir Türkmen'dir.
Silistre
Silistre ( "Silistra", Rumence: "Durostor"), Bulgaristan'ın kuzeydoğu kesiminde, Romanya sınırında, Tuna kıyısında şehir. Aynı adlı Silistre ilinin idari merkezi olan Silistre, tarihî Güney Dobruca bölgesindeki en önemli şehirlerden biridir.
Şehrin güneyinde ve güneydoğusunda eski kalelerin kalıntıları vardır. MS 2. yüzyılın başlarında Romalıların müstahkem bir kışla kurduğu Durostorum (ortaçağda Dristra, Bizans döneminde Dorostolon, Bulgarca Drster ya da Drustur) daha sonradan Moesia bölgesinin önemli kentlerinden biri olmuştur.
Roma İmparatorluğu ikiye bölündükten sonra (395) Bizans devletinin (Doğu Roma) payına düşen Silistre, sırasıyla Avarların (584), Kiev Knezliği'nin (977), yeniden Bizanslılar'ın (981) ve Bulgarların (1197) eline geçti.
I. Murat döneminde Bulgaristan üzerine yürüyen sadrazam Çandarlı Ali Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu tarafından ele geçirilen kent (1388) Rumeli Eyaleti'ne bağlı bir sancak haline getirildi. İlk sancakbeyliğine atanan Mihaloğlu Firuz Bey, Eflak voyvodası Mircea'nın düzenlediği saldırılara başarıyla karşı koydu; şehir Mircea'nın eline geçtiyse de (1392) yine aynı yıl Mircea'yı tutsak alan Osmanlı kuvvetlerince ele geçirildi.
Osmanlı yönetimine karşı ayaklanan Bulgar kralı İvan Şişman'ın bir ara denetimi altına aldığı kent, Yıldırım Bayezid'in Bulgaristan'ı Osmanlı topraklarına katmakla görevlendirdiği büyük oğlu şehzade Süleyman Çelebi tarafından üçüncü kez ele geçirildi ve Rumeli Eyaleti'nin Rusçuk Sancağı'na bağlı bir kaza merkezi yapıldı (1393). Ankara Savaşı'ndan sonra başlayan Fetret Devri'nde (1402-13) otorite boşluğundan yararlanan Eflak voyvodası Mircea'nın eline geçtiyse de Şeyh Bedrettin Ayaklanmasının bastırılması sırasında I. Mehmet tarafından geri alınarak Rumeli Eyaleti'ne bağlı bir sancak merkezi durumuna getirildi (1420).
Osmanlılar'a karşı oluşturulan Kutsal İttifak'a katılarak Silistre'ye saldıran ve kenti yağmalayan Eflaklılar, sancakbeyi Mustafa Bey tarafından püskürtüldüler (1595). III. Mehmet döneminde bir eyalet merkezi durumuna getirilen Silistre'yi Kırım hanı Gazi Giray'a arpalık olarak vermek isteyen eski serdarıekrem Satırcı Mehmet Paşa, bu yüzden Belgrad'da idam edildi (1599).
Zamanla bir ticaret merkezi ve önemli bir Osmanlı kalesi durumuna gelen Silistre, Osmanlı-Rus savaşlarında (1768-74, 1806-12, 1828-29, 1853-56 ve 1877-78) birçok çarpışmaya sahne oldu. 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, ordusuyla Tuna'nın güney yakasına geçen mareşal Romanzov, Silistre üzerine yürüdü. Ancak, kenti ve kalesini savunan Osmanlı kuvvetleri karşısında yenilgiye uğrayarak Tuna'nın kuzey kıyısına çekilmek zorunda kaldı (1773). Bu parlak zaferden sonra serasker Osman Paşa'ya "Gazi" uvanı verildi. Osmanlı yönetimine karşı ayaklanarak Silistre'ye saldıran Pazvantoğlu Osman'ı yenen serasker Küçük Hüseyin Paşa, böylece kenti ayaklanmacıların istilasından kurtardı (1797). 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı'nda Silistre valisi Alemdar Mustafa Paşa kent üzerine yürüyen düşman kuvvetlerini bozarak (1807) Rus saldırısının hızını bir süre için kestiyse de Silistre'yi daha sonra kuşatmadan kurtaran Baba Paşa tutsak düşünce, kent kalesiyle birlikte Ruslar'a teslim oldu (1810). Bükreş Antlaşması'yla (1812) yeniden Osmanlı yönetimine giren Silistre, 1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı'nda ikinci kez Rusların eline geçti. Edirne Antlaşması (1829) gereğince Osmanlılar'da kalması kararlaştırılan Silistre, ancak 1836'da Ruslar tarafından boşaltılarak Osmanlı Devleti'ne geri verildi. Kırım Savaşı'nda (1853-56 Osmanlı-Rus Savaşı) Rus ordusu kenti kuşattıysa da başarılı olamadı (Silistre Kuşatması).
1864'te Tuna Vilayeti'nin kurulması üzerine bu vilayete bağlı bir sancak merkezine dönüştürüldü. 93 Harbi'nde (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) yeniden Rusların eline geçti ve Berlin Antlaşması'yla (1878) Bulgaristan'a bırakıldı. II. Balkan Savaşı'ndan (1913) sonra bütün Güney Dobruca (Romencesi "Cadrilater") gibi Romanya topraklarında kaldıysa da 1940'ta yeniden Bulgaristan'a verildi.
Günümüzde modern bir kent olan Silistre'de mobilya, tuğla, kiremit, hasır örgü ve paketleme malzemesi üretimi ile dokumacılık gelişmiştir. Nehir limanı tahıl taşımacılığı bakımından önem taşır. Kentin Rusçuk-Varna hattıyla demiryolu, Romanya ile karayolu bağlantısı vardır.
Silistre, Bulgaristan'ın kuzeydoğu kesiminde, Tuna Nehri'nin güney kıyısında yer alır. Silistre Belediyesi şehir merkezi ve kapsadığı 18 köyle birlikte 516 km²'lik bir alanı, yerleşim yerleri dışındaki bölgelerle birlikte 27.159 km²'lik alanı kaplar. Romanya sınırında bulunan Silistre başkent Sofya'ya 431 km, Varna'ya 141 km ve Rusçuk'a 119 km uzaklıktadır.
2012 yılı itibarıyla Silistre şehir merkezinin nüfusu 35.230 kişi, Silistre Belediyesi'nin nüfusu 50.780'dir. 2011 yılına ait etnik dağılıma göre Silistre sakinlerinin kendi beyanlarına göre yapılan dağılıma göre nüfusun yüzde %88,3'ü Bulgar, %10,3'ü Türk, %0,4'ü Çingene'dir.
Silistre'de, Romalıların kurduğu ve Osmanlı döneminde de birkaç kez elden geçirilen kalenin surlarından bir bölümü günümüzde de sağlamdır. XIX. yy. başlarında kale onarılırken valilerin oturması için Paşa sarayı inşa edilmiştir. Ayrıca Tuna Nehri üzerine büyük bir köprü yaptırılmıştır (XIX. yy. ikinci yarısı). Kentteki önemli Osmanlı camilerinin çoğu (Sinan Paşa'nın yaptırdığı Kurşunlu Cami, I. Bayezid'in yaptırdığı Kale Camisi vd) Osmanlı-Rus savaşları sırasında yıkılmıştır.
Java EE
Java EE (Java Enterprise Edition, eski adıyla J2EE), özellikle büyük çaplı projelerin ihtiyaçları için geliştirilmiş Java teknolojilerinin bütünün oluşturduğu çerçevenin ve standardın ismidir. Java EE servislerini sunan yazılımlara uygulama sunucusu denir. Java EE'yi oluşturan teknolojilerin bir kısmı aşağıda sıralanmıştır:
Son zamanlarda özellikle EJB'lere yönelen eleştiri okları Hibernate ve Spring gibi açık kodlu projelerin popülerleşmesine ve alanlarında de-facto standart haline gelmesine yol açmıştır. Buna ek olarak, Java EE sunucularının bileşenleri ve kendileri arasındaki senkronizasyonu sağlamak için de JGroups gibi teknolojiler de kullanılmaktadır.
Sun, kendi yazdığı Java EE sunucusuna ek olarak başka Java EE sunucularına "Java EE uyumluluk sertifikası" verir. Bu sayede, sunucuların belli bir kalitede olduğu rahatça görülebilir. En popüler Java EE sunucuları şunlardır:
Kahve
Kahve ağacının ilk bulunduğu yer olan Habeşistan'ın Kaffa yöresinin Arapça karşılığı "qahwah " dır. Araplar bugün bilinen kahveyi henüz tanımıyorken kelime keyif veren içki, şarap anlamında kullanmaktaydı. Bugünkü anlamını 14. yüzyılda kazanmaya başlamıştır. Bu Türkçede "kahve"ye dönüşmüş, buradan da Avrupa'da café, caffe, koffie, coffee, koffie, Kaffee şekline gelmiştir.
Çiçekleri beyaz ve hoş kokulu, kirazı andıran kırmızı meyvesinin içinde iki çekirdek bulunan, dikildikten yaklaşık 3 yıl sonra meyve vermeye başlayan ve 30-40 yıl boyunca aralıksız meyve veren bir ağaç türüdür. Doğal haline bırakıldığında 8-10 metreye kadar uzayan ağaç, meyvelerin kolay toplanabilmesi için sürekli budanarak 4-5 metre uzunluğunda bir çalı boyutunda tutulur. Kahvenin defne yaprağına benzer derimsi ve kenarları dalgalı kışın dökülmeyen koyu, parlak ve sivri |
uçlu yaprakları vardır. Bol yağış alan, ortalama sıcaklığın 18-24°C arasında bulunduğu ve don olayının görülmediği, ekvatorun 25 Kuzey'i - 30 Güney'i arasındaki kuşakta yetişir. Soğukta ağaç ölür, ayrıca ani ısı değişiklikleri de ağaca zarar verir. Nemli ortamı sevdiğinden, kahve ağacının düzenli yağışın olduğu tropik bölgelerde yetiştirilmesi gerekir. Doğada pek çok yetişen türü olmasına rağmen yalnızca coffea arabica ve coffea robusta adındaki türlerin tarımı yapılmaktadır.
Bol yağışların ardından kahve ağacı, yılda iki ya da üç kez bembeyaz muhteşem çiçekler açar. Güçlü ve keskin kokuları kimi zaman yasemini kimi zaman portakal ağacının çiçeğini andırır. Yeni çiçek vermeye başlamış bir ağaç, dallarında bir yılda toplam 20-30 bin çiçek taşır.
Kahve çiçekleri açtıktan birkaç saat sonra solmaya başlar ve yavaşça meyve olmak için hazırlanırlar.
Kahve çiçeği beyaz renktedir ve yasemin gibi kokar. Kahve meyvesi; büyüklüğü, şekli ve rengindeki benzerlikler nedeniyle "kahve kirazı" olarak da adlandırılmaktadır. İçinde ince iki çekirdek bulunur. Çekirdeklerin birbirine bakan tarafı düz, dış tarafı yuvarlaktır. Her çekirdeğin içinde aynı biçimde bir tohum (kahve tanesi) vardır. Tanenin düz yüzeyinde, içi sert bir besidokusu ile dolu olan, derin bir çizgi yer alır, Besidokusunun dış tabakası ince bir zarla kaplıdır. Zarın dışında ise daha sert bir kabuk vardır. Eğer kahve çekirdeği daha sonra tohum olarak kullanılacaksa çekirdek kabuktan ayrılmaz.
Bazı kahve ağaçlarının meyvesinden iki yerine bir tane çekirdek çıkar. Bu çekirdek (peaberry), diğerlerine göre çok daha yuvarlak bir şekle sahiptir. Tek olarak çıkan çekirdekler, diğerlerinden ayrılarak üretim sürecinden geçirilir. Genellikle fiyatları da normal kahveye göre çok daha pahalıdır.
Kahve meyvelerinin çok düzenli kontrol edilmeleri gerekir, çünkü olgunlaştıktan sonra 14 gün içinde çürümeye başlarlar.
Yengeç ve Oğlak dönencesi arasında tropikal iklimli bölgelerde ağırlıklı olarak tarımı yapılmaktadır. Toprak, aldığı su, güneşlenme zamanı, nem kahvenin tadını ve aromasını değiştirmektedir. Eğer kahve yanardağın eteğinde yetiştiriliyorsa kül kokuyor. Muz ağaçlarının gölgesinde yetişiyorsa daha aromatik bir tadı oluyor.
Brezilya kahve üretiminde dünya birincisidir. Onu Vietnam ve Kolombiya ülkeleri takip eder.
Etiyopya'da keşfedilen ilk kahve bitkisinden türemiş olan "Coffea Arabica", daha çok yüksekliği 800-2000 metre arasında olan dağlık platolarda veya volkanik yamaçlarda yetişir. Her yağmurlu dönemin ardından çiçek açar ve meyvelerinin olgunlaşması için yaklaşık 9 ay gerekir. Tipik bir arabica ağacı, bir yılda yaklaşık 5 kg meyve verir ve bu meyvelerden 1 kg kahve çekirdeği elde edilir. Yeşilimsi sarı renkteki oval arabica çekirdeklerinden üretilen kahve, Robusta'ya göre daha az kafein içerir. Ayrıca daha lezzetli ve tatlı bir aromaya sahiptir. Arabica kahvesi dünya kahve üretiminin %70'ini oluşturur. Ancak hastalıklara ve iklim koşullarına çok dirençli olmadığından yetiştirilmesi daha zordur ve daha pahalıdır. En çok bilinen çeşitleri; Brezilya, Orta-Doğu Afrika, Hindistan, Endonezya'da yetişen "Bourbon" ve Latin Amerika'da yetişen "Typica"dır. Bunları Tico, Blue Mountain, Mundo Novo, Caturra ve San Ramon izler. Arabica türünün asit oranı Robusta'ya göre daha az ve aromalıdır. Bu yüzden damak tadı için en çok bu türü tercih edilir. Türkiye'de ise yalnızca Mersin ve Anamur'da deneme dikimleri iyi sonuç vermiştir. Hali hazırda 850 hektar alanda kahve tarımı yapılmaktadır.
Bilinen adıyla "Coffea robusta", 0-600 metre arasında yetişir. Arabica'nın tersine düzensiz olarak çiçek açar ve meyvelerinin olgunlaşması için yaklaşık 10-11 ay gerekir. Sarımsı kahverengindeki yuvarlak Robusta çekirdeklerinden üretilen kahve, Arabica'ya göre yaklaşık iki kat daha fazla kafein içerir. Robusta kahvesi dünya kahve üretiminin yaklaşık %30'unu oluşturur. Hastalıklara ve iklim koşullarına çok dirençli olduğundan yetiştirilmesi çok daha kolay ve ucuzdur. En çok bilinen çeşitleri ise Java-Ineac, Nana, Kouliou ve Congensis'tir.
Kahve içerdiği kafein maddesinin uyarıcı niteliği yüzünden dikkat artırıcı ve stimülan özelliğe sahiptir. Ağrı kesicilerin etkisini %40 arttırmaktadır.
Kahve’nin anavatanı olan Etiyopya’nın yüksek yaylaları, yabani kahve bitkisinin doğal olarak yetiştiği bölgelerde yerli halk bu bitkinin tanelerini un haline getirip bir çeşit ekmek yapıyordu. Meyveleri kaynatıldıktan sonra suyu içilmek suretiyle tıbbi amaçlı kullanılıyor ve "sihirli meyve" olarak adlandırılıyordu. Kahve, ünüyle birlikte hızla Arap Yarımadası'na yayıldı ve 300 yıl boyunca Habeşistan'da keşfedilen yöntem ile içilmeye devam edildi. 14. yüzyılda ise yepyeni bir keşif ile ateşte kavrulan kahve çekirdekleri, ezildikten sonra kaynatılarak içime sunuldu. Kahve’yi ilk olarak işleyip içmeye başlayan Yemen'deki sufi tarikatıdır. Buradan 1470’li yıllarda Aden’de, 1510’da Kahire’de 1511’de Mekke’de görülmüştür.
Yavuz Sultan Selim döneminde (1517) Yemen Valisi Özdemir Paşa, Yemen'de içtiği ve çok sevdiği kahveyi İstanbul'a getirmiştir. Kahve, kısa zamanda itibarlı bir içecek olarak saray mutfağında yerini aldı ve büyük ilgi gördü. Saray görevleri arasına "kahvecibaşı" adında bir de rütbe eklendi. Padişahın ya da bağlı olduğu devlet büyüğünün kahvesini pişirmekle görevli olan kahvecibaşı, sadık ve sır tutmasını bilenler arasından seçilirdi. Osmanlı tarihinde kahvecibaşılıktan sadrazamlığa yükselenlere bile rastlandı.
Saraydan konaklara ardından evlere giren kahve, İstanbul halkının kısa sürede tutkunu olduğu bir lezzet haline geldi. Satın alınan çiğ kahve çekirdekleri tavalarda kavrulup, dibeklerde dövüldükten sonra cezvelerde pişiriliyordu.
1544 yılında İstanbul’da Tahtakale’de iki Suriyeli Arap ilk kahvehaneyi açmışlardır. O zamanlar kahvenin faydalı olup olmadığı tartışma konusudur. Kendinden önceki şeyhlülislamların aksine Bostanzade Mehmet Efendi kahvenin haram olmadığını, hatta faydalı olduğuna dair fetva vermiştir.
İstanbul'a gelen Venedikli tacirler, çok sevdikleri bu içeceği Venedik'e taşıdı. Böylece Avrupalılar kahveyle ilk kez 1615'te tanışmış oldu. Önceleri limonata satıcıları tarafından sokaklarda satılan kahve, 1645'te açılan İtalya'nın ilk kahvehanesinde yerini aldı. Kısa zamanda sayıları hızla çoğalan bu kahvehaneler de; diğer pek çok ülkede olduğu gibi özellikle sanatçıların, öğrencilerin ve her kesimden halkın bir araya gelerek sohbet ettikleri en gözde yerler oldu. Kahve Paris’e 1643, Londra’ya 1651’de ulaştı.
Avrupalılar dünyanın çeşitli yerlerinde kahve plantasyonları kurdular. Endonezya-Cava’da 1712 yılında kahve tarımı başladı. Hollanda Cava ve Doğu Hint Adaları’nda, Fransa Antiller'de kahve yetiştirdi.
8. yüzyıl ortalarında Habeşistan Kaffa'da yaşayan Khaldi adındaki bir çobanın bir çalıya ait kırmızı meyveleri yemesinin ardından hayvanlarının daha hareketli oldukları dikkatini çekmiş ve kendisi de bu meyveyi denemiştir. Verdiği hissi ve keyfi sevince diğerlerine de haber vermiş ve kahve bugünlere kadar gelmiş.
Habeşistanlı (Etiyopya) bir Arap olan Şeyh Şazili 14. yüzyıl sonlarında yaşamış olması muhtemel bir Sufi Şeyhi’dir. Kahveyi ilk içtiği rivayet edilen kişilerden biridir. Gece ibadetinde dinç ve uyanık kalabilmek için özellikle geceleri kahve içtiği, ve kahveyi ilk kullanan sufilerden biri olduğu belirtilmiştir.
16. yüzyılın Arap yazarı Ceziri’ye göre kahve’yi ilk içen kişi ez-Zebhani olarak bilinen Yemenli Cemalleddin Ebu Abdullah Muhammed İbn Said’dir. Bir olay yüzünden Aden’i terkederek Etiyopya’ya giden Zebhani orada kahve içen insanlarla karşılaşmış; Aden’e döndüğünde hastalanmış ve aklına kahve içmek gelmiş. Kahve onu iyileştirmiş. Kahve’nin yorgunluk ve uyuşukluk giderme, canlılık ve dinçlik kazandırma özelliklerini keşfetmiş.
Bazı rivayetlere göre de kahveyi içen ilk kişi Süleyman'dır. Süleyman yolculukları sırasında uğradığı bir şehirde şehrin sakinlerinin bilinmeyen bir hastalığa yakalandığını görür ve Cebrail’in buyruğu üzerine Yemen’den gelen kahve çekirdeklerini kavurarak bundan hazırladığı içeceği hastalara verir. Bunu içen hastalar iyileşir.
Dünya’da petrol’den sonra en büyük ticaret alanını oluşturan üründür. Bu nedenle kahvenin dünya ticaretinde büyük önemi vardır.
İlk kez 1727 yılında Brezilya’dan kahve ithal edilmeye başlanmıştır. Türkiye’deki en eski kahveci 1871 yılında kurulmuş Kurukahveci Mehmet Efendi'dir. Anadolu’da kahve ekimi ile ilgili çalışmalar yapılmış fakat başarılı olunamamıştır. 2.Dünya Savaşı sırasında Tekel kapsamına alınmıştır. 1980’li yıllarda Nestlé firması Nescafé’yi piyasaya sürmüştür. 2004'ten beri Türkiye'de sadece Mersin Antalya ve Anamur'da 16 hektarlık bir alanda kahve tarımı yapılmaktadır.
Kahve tarımı aynı cins kahvelerden de yapılsa yetiştikleri bölgenin toprak, iklim yapısı ve o bölgedeki geleneklerden gelen işleme yöntemlerine göre değişiklik gösterebilirler. Sıklıkla bilenen yöresel kahveler aşağıdaki gibidir:
MALECKA, Anna, “How Turks and Persians Drank Coffee“, Turkish Historical Review , 6/2 (2015).
Gheorghe Hagi
Gheorghe Hagi (d. 5 Şubat 1965, Săcele), orta saha mevkiisinde oynamış Rumen eski futbolcu, teknik direktör. "Karpatların Maradonası" lâkābı ile anılsa da bundan hiç hoşlanmamıştır.
Hagi 1982-1983 Romanya Liga 1'inde Farul Constanţa forması giydi 18 maçta 7 gol attı ve çok sayıda asist yaptı buradaki performansı ile Sportul Studențesc kulübünün dikkatini çekmeyi başardı.
1983-1984 sezonunda 18 yaşında Romanya'nın Sportul Studențesc kulübüne transfer oldu. 3 sezonda 92 maçta oynadı ve bu maçlarda orta sahada olmasına rağmen 53 gol attı ve çok sayıda asist yaptı. Sportul takımının lideri oldu ve kulübe tarihindeki en parlak dönemini yaşattı, bu dönemde Sportul iki lig 3.lüğü ve Hagi'nin son senesinde kulüp tarihindeki en yüksek lig derecesi olan lig 2.liğini kazanmıştır, ayrıca kulüp bu dönemde bir kere de Romanya Kupası 3.lüğü yaşamıştır. Hagi bu dönemde Sportul Studenţesc forması ile iki kere gol kralı oldu ve bir kere de Yılın futbolcusu seçildi. Futbolcuyu takibe alan Romanya'nın |
dünya çapında takımlarından Steaua București 1986-1987 sezonunda Hagi'yi transfer etti. Gheorghe Hagi'nin takımdan ayrılması takımı çok ciddi bir biçimde etkiledi zira sonraki sezon Sportul ligi ancak 8. tamamlayabildi
Çoğu spor yazarı ve kendisine göre Steaua Bükreş'te oynadığı dönem, kariyerinde en üstün performans gösterdiği dönemdir. Hagi bu dönemde çoğunlukla forvet arkası bazen ise orta sahanın solunda görev almasınana rağmen dört sezonda çıktğı 97 maçta 85 gol attı ve pek çok asist yaptı. O yıllarda asist sayımı yapılmaya başlanmadığından kaç asist yaptığı tam olarak bilinmemektedir. Steaua, Hagi'nin oynadığı dört yıl içerisinde 4 Romanya Lig Şampiyonluğu ve 3 Romanya Kupası'nın yanı sıra 1 Avrupa Süper Kupası, 1 UEFA Şampiyonlar Ligi Finali, 1 UEFA Şampiyonlar Ligi Yarı Finali ve 1 FIFA Kulüpler Dünya Kupası Finali oynama başarısı göstermiştir. Steau'da oynadığı dönemde Juventus, Liverpool, Chelsea ve özellikle AC Milan tarafından defalarca istenmesine rağmen dönemin komünist rejimi nedeniyle transfer gerçekleşememiştir. 1990-1991 sezonunda komünist rejimin değişmesinin ardından Hagi 25 yaşında İspanya'nın dünyaca ünlü kulübü Real Madrid'in çabaları sayesinde, Romanya'da dönemin bonservis bedeli rekorunu kırarak bu kulübe transfer oldu.
Büyük beklentilerle transfer edilen Hagi ilk senesinde istenilen performansı sergileyemediği için kulüpten gönderilmesi gündeme geldi. Takımdan ayrılmak istemeyen Hagi bir şans daha istedi ve kulüp yönetimi oyuncuyu satmaktan vazgeçti. Real Madrid'teki 2. sezonunda Hagi beklenmedik bir şekilde takımın liderliğini üstlendi ve istenilen performansa ulaştı. Ancak şampiyonluk, Hagi'nin 1 gol, 1 asist ile oynadığı, son haftadaki Tenerife maçının 3-2 kaybedilmesi ile Barcelona'nın oldu. Bunun üzerine sözleşmesi sona eren "Gica" İspanya'da mutsuz olduğunu gerekçe göstererek Madrid'in yeni sözleşme teklifini reddetti ve beklenmeyen bir karar vererek Lucescu'nun teklifi ile Real Madrid'de geçirdiği 2 sezonun ardından 1992-1993 sezonunda İtalya'nın Brescia takımına transfer oldu. Hagi Real Madrid forması ile 64 maça çıktı ve 15 gol atıp 42 asist yaptı.
Hagi Real Madrid'de geçirdiği iki sezonun ardından İtalya'nın Brescia takımına transfer oldu, takımdaki 2. sezonunda kaptanlığı üstlendi. Kulüpteki 2.yılında, Brescia Calcio tarihindeki en önemli başarılardan biri olan Anglo-İtalya Kupası'nı kazandı.
Brescia'da geçirdiği 2 yılın ardından Hagi, 1994 yılında Amerika'da yapılan Dünya Kupasında Romanya millî takımı ile yüksek performans göstererek Barcelona'nın Hollandalı teknik adamı Johan Cruyff'u etkiledi. Cruyff bir açıklamasında "bu sene dünyanın en iyi futbolcusu tartışmasız Gheorghe Hagi'dir" demiştir. 1994-1995 sezonunda Cruyff'un çabaları ile Hagi tekrar İspanya'ya döndü ve iki sezon Barcelona forması giydi. Hagi Barcelona'da geçirdiği iki sezonda kimi zaman maçlara yedek başlamasını ve Cruyff ile sık sık tartışmasına rağmen 51 maça çıktı(36 lig, 6 kupa, 2 İspanya süper kupası, 7 Avrupa kupası) ve 11 gol atıp 10 asist yaptı. Johan Cruyff'la yıldızı barışmayan Hagi, 1996 Avrupa Futbol Şampiyonası sonrası Fatih Terim'in ısrarlarıyla 31 yaşında Galatasaray ile sözleşme imzaladı
Hagi'nin transferi Türk basınında eleştiriler aldı. Hagi'nin yaşının 31 değil 35 olduğu iddia edildi. Hagi eleştirilere sahada karşılık vereceğini söyledi ve Galatasaray'daki ilk üç lig maçında galibiyeti getiren golleri attı. Daha sonraki yıllarda ise, Hagi takımın gizli lideri oldu. Takıma kazandırdığı kupaların yanı sıra oynadığı 132 maçta 110 gol attı ve attırdı (59 gol, 51 asist).
Hagi'nin en çok forma giydiği takım 5 sezon ile Galatasaray oldu. Ünlü "10 numara", çektiği sert, isabetli şutları ve frikikten attığı gollerle Galatasaray seyircisinin unutulmazları arasına girmeyi başardı. Attığı goller sonrasında Galatasaray tribünleri "I Love You Hagi" şeklinde tezahürat yaparak Hagi'ye olan sevgilerini gösterdiler.
Gheorghe Hagi 2000-2001 sezonu sonunda dünya çapında yıldızların oynadığı bir jübile maçı ile Galatasaray'da taşıdığı 10 numaralı formasıyla 36 yaşında yeşil sahalara veda etti. Veda ettiği sezon sonunda futbolu bıraktığını açıklamasına rağmen İtalya'nın FC Internazionale Milano ve İspanya'nın Real Madrid kulüplerinden futbola dönmesi için teklif aldığı İnter ve Madrid yöneticileri tarafından doğrulandı. Fakat Hagi, tekliflere teşekkür ederek Galatasaray'da mutlu olduğunu ve futbola burada veda edeceğini söyledi. Galatasaray Kulübü Hagi'nin taşıdığı 10 numaralı formayı 2002 yılına kadar müzeye kaldırdı. 2002-2003 sezonunda Fatih Terim' in gelişiyle Brezilyalı Jorge Felipe formayı giydi 2003-2004 sezonunda Galatasaray'a geri dönen Hakan Şükür 10 numarayı bir sezon giydi. Hakan Şükür formasının arkasına Hakan Şükür değil, H. Şükür (Hagi'nin "H" si) yazdırarak 10 numaralı formayı ondan daha fazla hak etmediğini ve saygısını göstermek istemiştir.
Hagi, bir orta saha oyuncusu olmasına rağmen futbol yaşamında %50 (485 maçta 242 gol) gol oranı ile oynamıştır. Kariyeri boyunca kaç asist yaptığı ise tam olarak bilinmemektedir (Galatasaray hariç (51 asist)) ancak kulüp takımlarında 200 ila 250, millî takımda ise 20 ila 30 arasındaki bir sayıda asist yaptığı tahmin edilmektedir.
Futbolu bıraktıktan sonra Hagi çeşitli ödüller almaya devam etmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır: 2004' te UEFA Jübile Ödülü almıştır, yine 2004 yılında Pele nin düzenlediği FIFA 100 listesine girmiştir, 2007 yılında Romanya'nın en büyük futbol efsanesi ilan edilmiştir, 2005 yılında ise Hagi World Soccer tarafından Dünya'nın gelmiş geçmiş en iyi 25. futbolcusu seçilmiştir. Hagi son olarak 2010 yılında Dünya Kupaları tarihinin en değerli 100 futbolcusu arasına seçilmiştir.
Hagi ülkesi Romanya'da kariyeri boyunca 7 kez yılın futbolcusu ve son olarak da yüzyılın futbolcusu seçildi. Hagi bu ödül dalında ayrıca 6 kere ikinci, 2 kere üçüncü, 1 kere de beşinci olmuştur (Yılın Romanyalı futbolcusu ödülleri))
İlk olarak 1983 yılında 18 yaşında yer aldığı Romanya millî futbol takımının formasını 17 yıl boyunca 3 Avrupa Futbol Şampiyonası ve 3 FIFA Dünya Kupası da dahil olmak üzere toplamda 125 kere giymiş ve millî maçlarda 35 gol atmıştır. Hagi daha 18 yaşında iken A millî takım formasını giymeye başladı ve yaklaşık iki yıl sonra 20 yaşında millî takımın kaptanı oldu. Sonraki yıllarda Romanya millî takımı ile 3 Avrupa Şampiyonası ve 3 FIFA Dünya Kupasına katılarak Romanya millî takımı ile en çok uluslararası turnuvaya katılan futbolcu oldu. Ayrıca Hagi'nin 1994 FIFA Dünya Kupası'nda, taç çizgisi kenarından, kaleye yaklaşık 45 metre uzaklıktan Kolombiya'ya attığı gol, halen Dünya Kupaları tarihinin en güzel 10 golü arasında gösteriliyor. Hagi halen (Adrian Mutu ile birlikte) 35 golle Romanya millî futbol takımının tarihindeki en çok gol atan futbolcusudur.
Hagi, futbolu bırakır bırakmaz Romanya millî takım teknik direktörlüğüne getirildi ancak başarılı olamadı. Daha sonra çalıştırdığı diğer bir takım Süper Lig ekiplerinden Bursaspor oldu. Bursaspor'da istenilen ortamı sağlayamaması sebebi ile sezon bitmeden ayrıldı ve birkaç ay sonra Fatih Terim'in istifası ile Galatasaray teknik direktörlüğüne getirildi. Birkaç yıl önce oyuncu olarak yeraldığı takıma bu sefer hoca olarak gelen Hagi, Galatasaray'ın Fenerbahçe'yi finalde 5-1 gibi bir skorla yenip Türkiye Kupası'nı kazandığı maçta takımın teknik direktörü idi. Galatasaray'dan sonra, Romanya'nın Politehnica Timişoara ve sonra da Steaua București takımlarını çalıştırdı. Ardından teknik direktörlüğü bırakarak kendi ismiyle açılan futbol okulunun başına geçti.
21 Ekim 2010 tarihinde Frank Rijkaard'ın ayrılmasının ardından Galatasaray'ın teknik direktörlüğüne yeniden getirildi. 22 Ekim 2010'da Florya Metin Oktay Tesislerinde 1.5 yıllık sözleşme imzaladı. 25 Mart 2011 tarihinde sözleşmesi feshedildı. .
Metin Oktay
Metin Oktay (2 Şubat 1936; Karşıyaka, İzmir - 13 Eylül 1991, İstanbul), Türk futbolcu ve teknik direktör. Golcülüğü ve yaşadığı gol krallıkları sayesinde "Taçsız Kral" lakabıyla da anılmaktadır.
Futbol kariyerine 1952 yılında, İzmir'in yerel takımlarından Damlacıkspor'da başladı. 1953-1954 yılları arasında Yün Mensucat'ın altyapısında oynamasının ardından 1954-55 sezonu öncesinde İzmirspor'a transfer olarak profesyonel kariyerine başladı. Buradaki tek sezonunda İzmir Profesyonel Ligi şampiyonluğu ve gol krallığı yaşadı. 1955'te Galatasaray ile anlaştı. 1956-56 ve 1957-58 sezonlarında İstanbul Profesyonel Ligi şampiyonlukları yaşarken; ligde attığı gollerle üç sezon üst üste gol kralı oldu. 1959'da kurulan Millî Lig'de de gol krallıkları yaşamaya devam etti ve ligin ilk üç sezonunda gol kralı unvanını korudu. 1961 yılında Serie A'da mücadele eden Palermo ile sözleşme imzaladı. Burada bir sezona yakın top koşturduktan sonra ertesi yıl Galatasaray'a döndü. Sarı-kırmızılı takımdaki ikinci döneminde üç lig, dört Türkiye Kupası ve iki Cumhurbaşkanlığı Kupası şampiyonluğu yaşadı. Öte yandan 1962-63, 1964-65 ve 1968-69 sezonlarında üç gol krallığı daha elde etti. 1962-63 sezonunda attığı 38 gol, onu Süper Lig tarihinin bir sezonda en çok gol atan oyuncusu yapsa da bu rekor 1987-88 sezonunda 39 gol atan Tanju Çolak tarafından kırıldı, 1996-97 sezonunda ise Hakan Şükür tarafından egale edildi. Ancak o sezon ligde tutturduğu maç başına 1,46 gol ortalamasıyla lig tarihinin bir sezondaki en verimli golcüsü oldu. Galatasaray formasıyla toplamda 324 lig maçına çıkan Oktay, attığı 294 golle hem Galatasaray'ın hem de Türk futbolunun en çok gol atan oyuncuları arasına girdi.
İlk kez 1955 yılında giydiği Türkiye millî futbol takımı forması altında 36 maça çıktı ve 19 gol atmayı başardı. Oktay; Hakan Şükür (51), Tuncay Şanlı (22) ve Lefter Küçükandonyadis (21)'in ardından, Cemil Turan, Nihat Kahveci ve Burak Yılmaz ile birlikte millî takım tarihindeki en golcü dördüncü oyuncu konumundadır.
Futbolculuk kariyerini sonlandırdıktan hemen sonra, 1969-70 sezonunda Galatasaray teknik direktörü Tomislav Kaloperović'in yardımcılığına getirildi; fakat sezon sonunda takımın teknik |
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.