article
stringlengths
7.34k
10k
tlak monarşiden parlamenter rejime geçmesiyle o güne dek görülmemiş bir özgürlükler dönemine girmiştir. Bu büyük olayın bir ifadesi olarak meşhur Osmanlı aydınlarından ve dönemin Uzunköprü kaymakamı Mazhar Müfit Kansu ile Belediye Başkanı Hafız İsmail Yayalar’ın öncülüğü ve girişimleriyle 11 Aralık 1908’de köprünün ilçeye bakan sol baş tarafına dikilmiştir. 6 m yüksekliğinde olan anıt 2 m²’lik bir zemin üzerine inşa edilmiştir. İlk yapıldığında ön tarafına insanların, sol tarafına ise hayvanların kullanması için iki adet çeşme konulmuştur. Ancak 1938’de bu çeşmeler kaldırılmış ve üzerleri kapatılmıştır. Fransız İhtilali’nin dört büyük ilkesini ifade eden Hürriyet, Adalet, Eşitlik (Müsavat) ve Kardeşlik (Uhuvvet) sloganları tabletler üzerine yazılarak tüm Türk tarihinin ilk hürriyet ve demokrasi anıtı olan Hürriyet Anıtı’nın dört yüzüne yerleştirilmiştir. 1964 yılındaki köprü restorasyonu sırasında anıt asıl yerinin 1 m soluna taşınmış, bu taşınma işlemi sırasında ise orijinal tabletler kaybolmuştur. Günümüzde anıt üzerinde bulunan tabletler asılları olmayıp kaybolduktan sonra yaptırılan kopyalarıdır. Unutulmaya yüz tutmuş olan Hürriyet Anıtı yapılan restorasyonla tümüyle yenilenerek yapımından tam 104 yıl sonra 11 Aralık 2012 tarihinde ziyarete açılmıştır. Günümüzde Muradiye Mahallesi’nde bulunan II. Murad Camisi, Sultan 2. Murat tarafından 1443 yılında Uzunköprü ile beraber yaptırılmış ve 1444’te hizmete açılmıştır. Selatin camilerindendir . Muradiye Camii, asıl olarak etrafında imaret ve medreseyle birlikte bir külliyenin parçası olarak yapılmışsa da günümüzde sadece bu cami ayakta kalmıştır. Moloz taşından yapılan cami 22 m uzunluğunda 19 m eninde dikdörtgen planlıdır. İlk yapıldığında kubbeli olan caminin, 1621’de Sultan II. Osman döneminde yapılan onarımda kubbesi yıkılarak üzeri beşik örtülü çatı ile örtülmüş ve kurşun kaplanmıştır. Osmanlı döneminde yapılmış dikdörtgen beşik örtülü camilerin en büyüğüdür. 500 kişiyi alabilecek büyüklüktedir. Caminin yüksekliği 5.70 m olup, bu yükseklik bir cami için alçaktır. Bu nedenle de pencereleri üst örtünün saçaklarına kadar dayanmaktadır. Caminin önünde 3.80 m eninde 22.20 m uzunluğunda bir son cemaat sundurması yapılmıştır. İlk başlarda 12 ahşap direğin taşıdığı bu sundurmanın direkleri sonraki yıllarda yapılan onarımlarda kaldırılarak yerine bir duvar örülmüştür. Arka tarafında ise Uzunköprü’nün önde gelen şahıslarının defnedildiği bir mezarlık (hazire) alanı bulunmaktadır. Caminin duvarına bitişik olan minaresi kesme taştan olup, dikdörtgen bir kaide üzerinde Türk üçgenleri ile gövdeye geçilmektedir. Minare gövdesi yuvarlak ve tek şerefelidir. Caminin avlusu ikisi batıda biri doğuda olmak üzere üç kapılıdır. Batıda bulunan ana giriş kapısının üzerinde ünlü Osmanlı tarihçisi Abdurrahman Hibri tarafından yazdırılan ve caminin 1443’te II. Murat tarafından yaptırıldığını, 1621’de ise II. Osman tarafından tamir ettirildiğini belirten mermer bir kitabe bulunmaktadır. Caminin avlusunda ve giriş kapısının karşısında, piramit şeklinde bir külah ile örtülü şadırvan bulunmaktadır. Bu şadırvanın sekizgen prizma bir hazinesi ve sekiz musluğu vardır. Önceleri ahşap olan sekiz direği ise 1993 yılında yapılan yenileme çalışmasında demirli beton sütunlar ile değiştirilmiştir. Osmanlılarda ibadetlerden sonra cemaate ikram edilmek üzere şerbet dağıtma geleneği ilk defa Muradiye Camii şadırvanının musluklarından akıtılarak yapılmaya başlanmıştır. 1875 yılında o dönemde Uzunköprü’de yaşayan Rumlar tarafından Aziz İoannis Prodromos (Vaftizci Yahya) adına yaptırılan Ortodoks kilisesidir. Uzunköprü’nün Muradiye Mahallesi’nde bulunmaktadır. Moloz taştan inşa edilmiş, yer yer süs olarak tuğlalar kullanılmıştır. Üç nefli (salonlu) bazilika tipindedir. Yarım kubbelidir. Apsis (mihrap) ve çatısı alaturka kiremit ile kaplıdır. Apsis ve salonları yuvarlak kemerli dikdörtgen pencerelidir. Orta nefin duvarları altısı sağda altısı solda olmak üzere 12 Havari’yi tek tek betimleyen freskler ile bezenmiştir. Yapılış yılı olan 1875’ten Lozan Anlaşması’nda varılan Mübadele (Karşılıklı Yer Değiştirme ) kararı sonucu Rum ahalinin 1924’te bölgeyi terk etmelerine kadar kilisede 17.000 ‘den fazla kişinin vaftiz edildiği bilinmektedir. Rum ahali giderken çanı da dahil olmak üzere kilise içerisinde bulunan tüm taşınır eşyaları beraberlerinde Yunanistan’a götürmüşlerdir. Kiliseye ait olan büyük çan şu anda İskeçe Kilisesi’nde kullanılmaktadır. Bu tarihten 2011 yılına kadar kilise kullanılmadan atıl bir halde bırakılmıştır. Uzunköprü Belediyesi tarafından Kasım 2011 tarihinde başlatılan restorasyon çalışmaları 2013 yılında tamamlanmış, eski ihtişamlı görünümüne kavuşturulan tarihi kilise Fener Rum Patriği Bartholomeos’un da katıldığı büyük bir törenle 11 Mayıs 2013 tarihinde yeniden açılmıştır. Günümüzde kilise Kültür ve Sanat Merkezi olarak hizmet vermektedir. Osmanlı sultanları II. Murat ve Fatih Sultan Mehmet döneminin en önemli komutanlarından biri olan Gazi Turhan Bey için yapılan cami ve türbedir. II. Murat’ın damadı ve Fatih Sultan Mehmet’in kayınbiraderidir. Mora fatihi olarak bilinen Gazi Turhan Bey’in babası Paşayiğit ve oğlu Ömer Bey de dönemlerinin önde gelen komutanlarındandır. 2. Kosova ve Varna savaşlarında büyük yararlılıklar göstermiş, Balkanlar’da fethedilen yerlere Türkmen aşiretlerin yerleştirilmesinde önemli rol oynamıştır. İstanbul’un fethi sırasında Avrupa’dan gelen yardımı önleyen de kendisidir. Her ne kadar doğum ve ölüm tarihi tam olarak belli olmasa da kendisinin 1456 yılının ortalarına doğru vefat ettiği ve Kırkkavak Köyü’nde kendisi için yaptırılan türbeye defnedildiği bilinmektedir. Yaptığı önemli hizmetlerden dolayı 1454 yılında bugün Uzunköprü’ye 8 km uzaklıkta olan Kırkkavak köyü Gazi Turhan Bey’e vakıf olarak verilmiş, o da burada büyük bir Külliye inşa ettirmiştir. Meşhur Osmanlı seyyahı Evliya Çelebi 1658’de bu köyü gezmiş ve Seyahatname’sinde köyün güzel bir hanı, hamamı ve camisi olan bir yer olduğundan bahsetmiştir. Günümüzde ise bu Külliye’den geriye sadece cami ve türbesi kalmıştır. Gazi Turhan Camii ve Türbesi çağdaşı türbe ve camilerle yapısal olarak aynı karakteristik özellikleri taşımaktadır. Her ikisi de süsleme bakımından oldukça sade tutulan kompleksin camisi moloz taş ve tuğladan, türbesi ise kesme taştan kare planlı olarak inşa edilmiş ve üzerleri kurşun kaplı birer kubbeyle örtülmüştür. Tek şerefeli bir minareye sahip olan camide ahşaptan bir son cemaat sundurması da bulunmaktadır. Son zamana kadar oldukça kötü durumda olan cami ve türbe baştan başa bir restorasyondan geçirilerek 2008 yılında ziyarete açılmıştır. Uzunköprü Belediyesi Kent Müzesi eski Tekel (Reji) binasının restore edilerek müzeye dönüştürülmesi sonucu 16 Aralık 2013 tarihinde hizmete açılmıştır. Başlı başına tarihi eser niteliği taşıyan müze binası 1900’lü yılların başında özel konak olarak yaptırılmış, 1939’dan itibaren ise Tekel depo, satım ve lojmanı olarak kullanılmaya başlanmıştır. 1990’larda Uzunköprü’de Tekel işletmesinin kaldırılmasından sonra bina boş bırakılmış ve neredeyse yıkılma noktasına gelmiştir. Tarihi niteliğine uygun olarak müzeye dönüştürülerek kurtarılan bina, ilçenin sahip olduğu tarihi eserlere ev sahipliği yapan bir merkeze çevrilmiştir. İki katlı ve altı odalı olan müzenin her bir odası tarihi eserlerin türlerine göre ayrı ayrı sergilendiği bölümlere dönüştürülmüştür. Alt katta bulunan ilk üç bölümde kente ait olan tarihi eserler toplu olarak sergilenirken, Yaşam Odası, Gelin Odası, Kahve Köşesi gibi bölümlerin olduğu üst kattaki odaların her biri ise geçmiş hayatın tekrar canlandırıldığı ve ziyaret edeni o dönemin gündelik hayatından sahnelere götüren yerler haline getirilmiştir. Müzeye giriş ücretsiz olup Pazartesi hariç her gün ziyarete açıktır. Neptün Neptün, Güneş Sistemi'nin sekizinci ve Güneş'e en uzak gezegenidir. Adını Roma deniz tanrısı Neptunus'ten alan gezegen, çapına göre en büyük dördüncü, kütlesine göre ise en büyük üçüncü gezegendir. Dünya'nın 17 katı kütlesiyle ikizi sayılabilecek Uranüs'ten çok az büyük ve daha yoğundur. Güneş'e olan uzaklığı ortalama 30 Astronomik birimdir (AU). 23 Eylül 1846'da keşfedilen Neptün, deneysel gözlemlerden önce matematiksel tahminlerle bulunan ilk ve tek gezegendir. Alexis Bouvard, Uranüs'ün yörüngesindeki beklenmeyen değişikliklere, bilinmeyen bir gezegenin kütleçekimsel etkisinin sebep olduğunu öngördü. Daha sonra Neptün, Johann Gottfried Galle tarafından Urbain Le Verrier'in tahmin ettiği pozisyonun çok yakınında bir bölgede gözlemlendi. Kısa bir süre sonra da en büyük uydusu Triton keşfedildi. Kalan 12 uydusu ise ancak 20. yüzyılda keşfedilebildi. Neptün şimdiye kadar sadece Voyager 2 tarafından ziyaret edildi. Neptün'ün yapısı Uranüs'e çok benzemektedir, bununla beraber bu ikisi, daha büyük gaz devleri olan Jüpiter ve Satürn'ün yapısından biraz farklıdırlar. Neptün'ün atmosferi, Jüpiter ve Satürn'ün atmosferi gibi ağırlıklı olarak hidrojen ve helyum, ve az miktarlarlarda hidrokarbonlar ve azottan oluşmakla beraber, görece yüksek miktarlardaki su, amonyak ve metan buzları ile onlardan ayrılmaktadır. Gök bilimcilerin Uranüs ve Neptün'e bazen buz devleri demesinin nedeni de işte bu farklılığı vurgulamaktır. Neptün'ün iç katmanları, Uranüs'e benzer şekilde ağırlıklı olarak buz ve kayaç malzemelerden oluşmaktadır. Atmosferinin üst katmanlarında bulunan metan, gezegene mavi görüntüsünü vermektedir. Uranüs'ün durağan atmosferinin aksine Neptün'ün atmosferi hareketli ve göze çarpan hava olayları ile dikkat çekmektedir. Örneğin, 1989'daki Voyager 2 yakın geçişi sırasında gezegenin güney yarım küresinde Jüpiter'deki Büyük Kırmızı Leke'ye benzer bir Büyük koyu leke vardı. Bu atmosfer olayları, 2100km/s'e varan hızlara sahip Güneş Sistemi'ndeki en güçlü rüzgarlar tarafından gerçekleştirilmektedir. Güneş'e olan uzaklığı nedeniyle, Neptün'ün üst atmosfer katmanları, -218°C'ye kadar düşen sıcaklığıyla Güneş Sistemi'ndeki en soğuk yerlerdendir. Bununla birlikte, gezegenin merkezi yaklaşık 5000 °C kadar sıcak
tır. Neptün, 1960'larda fark edilen ve 1989'da Voyager 2 tarafından kesin olarak onaylanan çok ince ve parçalı bir halka sistemine de sahiptir. Neptün, Roma mitolojisi'sinde denizler, depremler ve atlar Tanrısıdır. Dünya paylaşımında: Jüpiter'e Gökler, Neptün'e Denizler, Plüton'a Yeraltı düşmüştür. Yunan mitolojisinde Poseidon olarak bilinir. Poseidon Yunanlar tarafından saygı görmektedir (çünkü Yunanlar denizciydi) fakat Neptün Romalılar tarafından hiç saygı görmemektedir (çünkü Romalılar denizden korkuyordu ve denizcilikte başarılı değillerdi). Galileo'nun çizimlerine göre o, Neptün'ü 28 Aralık 1612 ve 27 Ocak 1613'te gözlemlemiş. Ama Galileo iki seferde de, Neptün'ü hareketsiz görüntüsünden dolayı bir yıldız olarak değerlendirmiştir. Bu sebeple bu gözlemler Neptün'ün keşfi olarak sayılmamaktadır. Tam Galileo'nun ilk gözlemini yaptığı tarihlerde Dünya ve Neptün'ün yörüngedeki hareket yönleri tersine dönmekteydi. Bu kısa zaman aralığı boyunca gezegenler gökyüzünde sabitmiş gibi görünür. Bu da Galileo'nun o zamanki teleskobuyla gezegenin hareketini farketmesini iyice güçleştirmişti. Bununla birlikte, Temmuz 2009'da Melbourne Üniversitesi'nden bir fizikçinin açıklamalarına göre Galileo gözlemlediği bu gök cisminin hareketli olduğunu farketmiş olabilir. 1821'de Alexis Bouvard, Uranüs yörüngesinin astronomik çizelgelerini yayınladı. Takip eden gözlemler, hazırlanan çizelgelerde kayda değer hataların olduğunu ortaya koydu. Bu da Bouvard'ı, Uranüs ile henüz bilinmeyen bir gök cismi arasında olan kütleçekimsel etkileşimin buna sebep olduğunu düşünmeye itti. John Couch Adams, 1843 yılında elindeki verilerden yararlanarak Uranüs'ün yörüngesi üzerine çalışmaya başladı. Daha sonra George Airy'den yeni veriler edindi ve çalışmalarını 1846 senesine kadar sürdürdü. Yeni bir gezegenin varlığıyla ilgili bazı varsayımlar üretti fakat Airy'nin Uranüs'ün yörüngesiyle ilgili talebine karşılık vermedi. Aynı tarihlerde Urbain Le Verrier de Adams'tan bağımsız olarak kendi hesaplamalarını geliştirdi. 1846 Haziran'ında Le Verrier'in yayınladığı bulguları gören Airy, bunların Adams'ınkilerle örtüştüğünü fark etti ve Cambridge Gözlemevi müdürü James Challis'i bu öngörülen yeni gezegeni aramaya ikna etti. Challis Ağustos ve Eylül ayları boyunca gökyüzünü taradı fakat bir sonuç çıkmadı. Bir taraftan Le Verrier de Berlin Gözlemevi astronomu Johann Gottfried Galle'den gezegeni araştırmasını istedi. Gözlemevindeki öğrencilerden Heinrich d'Arrest, Galle'ye Le Verrier'in tahmin ettiği bölgenin güncel çizelgelerdeki durumuyla o anki gökyüzünün durumunu bir gezegenin sabit bir yıldıza göre yer değiştirmesini de göz önüne alarak karşılaştırmasını önerdi. Le Verrier'in mektubunu aldıkları 23 Eylül 1846 gecesi Neptün, Le Verrier'in tahmin ettiği yerin sadece 1°(Adams'ın tahmininin ise 12° yakınında) uzağında keşfedildi. Challis ise sonradan söz konusu gök cismini Ağustos ayında iki kere gözlemlediğini fakat peşindeki gezegen olduğunu fark edemediğini anladı. Keşfi ertesinde, Neptün, basitçe "Uranüs'ün ötesindeki gezegen" veya "Le Verrier'in gezegeni" biçiminde anılıyordu. İsim konusunda ilk öneri ""Janus"" olarak Galle'den geldi. Daha sonra Challis de "Oceanus" ismini önerdi. Keşfini isimlendirme hakkının kendisinde olduğunu söyleyen Le Verrier Neptün ismini önerdi. Daha sonra Ekim ayında, bu sefer kendi adı Le Verrier'i isim olarak önerdi ve bu öneri kendi ülkesinde destek de buldu. Fakat Fransa dışında kabul görmedi. Fransız almanaklarında Uranüs'ün adı Herschel(gezegenin kaşifi William Herschel'in adından) olarak değiştirildi ve yeni gezegen için de "Leverrier" ismi kullanıldı. 29 Aralık 1846'da Struve gezegen için Saint Petersburg Bilimler Akademisi'ne Neptün ismini önerdi. Daha sonra da Neptün ismi gezegenin uluslararası kabul görmüş ismi oldu. Roma mitolojisi'nde Neptün, deniz tanrısıdır. Dünya haricindeki tüm gezegenlerin ismi Roma mitolojisindeki tanrılardan geliyordu. Neptün için de bu ismin önerilmesiyle bu isimlendirme geleneği korunmuştur. Greko-Romen kültürle doğrudan bir ilişkisi olmayan ülkelerde bile bu ismin değiştirilmiş şekilleri kullanılmaktadır. Örneğin, Çince, Japonca ve Korece'de gezegen için "Deniz Tanrısı'nın Yıldızı" anlamındaki yerel sözcükler kullanılmaktadır. 1.0243 kg'lık kütlesi, Dünya'nın 17 katı fakat Jupiter'in 1/19'udur. Gezegenin yüzey kütleçekimini sadece Jupiter aşar. Güneş Sistemi'nde yüzey kütleçekimi Dünya'dan fazla olanlar, sadece bu iki gaz devidir. 24764 km'lik yarıçapı ile de Dünya'nın 4 katı kadardır. Neptün'ün iç yapısı Uranüs'e benzemektedir. Atmosferi toplam kütlesinin %5-%10 kadarını ve dıştan merkeze doğru olan mesafesinin de yaklaşık %10-%20'lik kısmını oluşturur. Atmosfer basıncı 10GPa'yı bulmaktadır. Metan, amonyak ve su oranları atmosferin alt katmanlarında daha yüksektir. Bu daha koyu ve sıcak bölge, derinlere gittikçe yavaş yavaş sıcaklığın 5000 °C'yi bulduğu, sıvı bir mantoya dönüşür. Manto, 10-15 Dünya kütlesine denk; su, amonyak ve metanca zengindir. 7000 km derinlikten itibaren çekirdeğe kadar ortam koşulları öyle bir hal alır ki metan, elmas kristallerine ayrışır. Neptün'ün çekirdeği ağırlıklı olarak demir, nikel ve silikatlardan oluşmaktadır, kütlesi 1.2 Dünya kütlesi kadardır. Basınç, merkezde 7Mbar(700GPa), sıcaklık ise 5400K civarındadır. Yüksek kısımlarında, Neptün atmosferi %80 hidrojen, ve %19 helyumdan oluşur. Eser miktarda metan da vardır. Metan, ağırlıklı olarak elektormanyetik tayfın kızıl ve kızılötesi bölgesine denk gelen 600 nm ve daha uzun dalga boylu ışınları soğurur. Bu sebeple, tıpkı Uranüs gibi Neptün de mavi görüntüsüne kavuşur. Bununla birlikte, Neptün'ün azur mavisi görünüşüne karşılık Uranüs, hafif turkuvaza çalan bir görünüme sahiptir. Uranüs ve Neptün atmosferindeki metan miktarları çok benzer olduğu için bu farkın nedeninin atmosferlerdeki henüz bilmediğimiz bazı farklı bileşenler olduğu düşünülüyor. Neptün atmosferi iki ana katmandan oluşur; içteki troposferde sıcaklık yükseldikçe azalır ve dıştaki stratosferde ise sıcaklık yükseldikçe artar. Bu iki katmanı ayıran tropopoz 0.1bar(10kPa) basınc seviyesindedir. Stratosferden sonra ise, 0.0001microbar ve daha düşük basınçtaki termosfer başlar. Ve son olarak termosferden sonra ekzosfer bulunur. Yapılan çalışmalar Neptün troposferinin, yüksekliğe bağlı olarak değişen bileşimlere sahip bulutlar barındırdığını göstermiştir. Yüksek seviylerdeki bulutlar, sıcaklığın metanın yoğunlaşmasına izin verdiği 1 barın altındaki basınçlarda oluşur. 1 - 5 bar arasındaki basınçlarda amonyak ve hidrojen sülfür bulutlarının oluştuğuna inanılıyor. 5 barın üzerindeki basınçlarda ise bulutlar amonyak, amonyum sülfit( (NH)S ) ve sudan oluşuyor olabilir. Daha derinlerdeki su buzu bulutları, sıcaklığın 0 °C'ya kadar yükseldiği 50 bar civarındaki basınçlarda meydana geliyor olmalı. Daha da alt kısımlarda amonyak ve hidrojen sülfit bulutları bulunabilir. Sebebi henüz bilinmeyen nedenlerden dolayı gezegenin termosferi 1000 °C gibi anormal derecede yüksek bir sıcaklığa sahiptir. Neptün, Güneş'ten morötesi ışınların bu sıcaklığı üretemeyeceği kadar uzaktadır. Atmosferle gezegenin manyetik alanındaki iyonların etkileşimi de olası sebeplerden biridir. Termosfer ayrıca eser miktarlarda karbondioksit ve su da içermektedir, bunun kaynağının da göktaşları ve tozlar olduğu sanılıyor. Neptün manyetosferi de Uranüs'ünkine çok benzemektedir. Manyetik ekseni, dönme eksenine göre 47° eğiktir. Voyager 2, Neptün'e varmadan önce Uranüs manyetosferinin eğikliğinin gezegenin aşırı eğik dönme ekseninin bir sonucu olduğu tahmin ediliyordu. Ama iki gezegenin manyetik alanlarını karşılaştırdıktan sonra, bilim adamları artık bu aşırı eğikliklere, gezegenlerin iç kısımlarındaki akıntıların neden olduğunu düşünüyor. Neptün'ün dipol manyetik momenti 2.2 T·m³'tür. Gezegen yarıçapının yaklaşık 35 katı kadar ötesinde, manyetik alanı Güneş rüzgarlarını yavaşlatarak bir şok dalgası oluşturmaktadır. Güneş rüzgarları basıncının dengelendiği manyetopoz ise Neptün'den, kendi yarıçapının yaklaşık 25 katı kadar ileridedir. Manyetik alanın kuyruğu ise gezegen yarıçapının 72 katı kadar geriye uzanmaktadır. Neptün, hızları 600m/sn'ye kadar çıkabilen rüzgarlarla, oldukça hareketli fırtına sistemlerine sahiptir. Bulut seviyelerinde ortalama rüzgar hızı, ekvator bölgesinde 400m/sn'den kutuplar civarında 250m/sn'ye kadar düşmektedir. Rüzgarların çoğu Neptün'ün dönüş yönünün tersine esmektedir. Atmosferdeki metan, etan ve asetilen yoğunluğu ekvatorda kutuplardan 10-100 kez daha fazladır. Bu da, ekvatorda yükselme, kutuplarda ise alçalma hareketlerine kanıt olarak yorumlanmaktadır. 2007'de ortalama −200 °C (70 K) sıcaklığıyla Neptün'ün güney yarıküresinde, troposferin üst katmanlarının Neptün'ün geri kalanından 10 °C daha sıcak olduğu keşfedildi. Bu sıcaklık farkı da atmosferin geri kalanında katı halde bulunan metanın gaz haline geçmesine yetmektedir. Bu "sıcak" bölgenin sebebi ise bu aralar Güneş ışınlarının güney yarıküreye vurması nedeniyle bu yarıkürenin "yaz" mevsimini yaşamasıdır. İleride mevsimlerin değişmesiyle, güney yarıküre kararacak ve kuzey yarıküre ışık almaya başlayacaktır ve böylece metan salınımı da, güneyden kuzey yarıküreye geçecek. Mevsimsel değişiklikler yüzünden 1980'lerden bu yana, bulutların gezegenin güney yarımküresinde yoğunlaştığı gözlenmiştir.Bu eğilimin 2020'lere kadar sürmesi bekleniyor. Uzun yörünge periyodu nedeniyle Neptün'de mevsimler 40 yıl sürer. 1989 yılında, yaklaşık 86milyon km² alana sahip antisiklonik bir kasırga olan "Büyük koyu leke" Voyager 2 tarafından keşfedildi. Kasırga, Jupiter'deki Büyük kırmızı lekeyi andırıyordu. Bununla birlikte 5 yıl sonra Hubble Uzay Teleskobuyla yapılan gözlemlerde bu leke gözlenemedi. Bunun yerine büyük koyu lekeye çok benzeyen bir kasırga gezegenin kuzey yarımküresinde görüldü. Gene Voyager 2'nin 1989'daki geçişi sırasında büyük koyu lekeye göre daha güneyde kalan ve siklonik bir kasırga olan "Küçük koyu leke" de gözlemlendi. Neptün'ün Uranüs'e göre daha değişken hava koşulları, iç ısısı
nın görece yüksekliğine bağlanıyor. Neptün Güneş'e, Uranüs'e oranla 1.5 kat uzak olsa da ve Uranüs'ün aldığı günışığının %40'ını alsa da yüzey sıcaklıklığı aşağı yukarı Uranüs'le aynıdır. Neptün troposferinin üst kısımları −221.4 °C sıcaklığa kadar düşer. Atmosfer basıncının 1 bar olduğu seviyede ise sıcaklık −201.15 °C'dir. Uranüs'te olduğu gibi bu ısının kaynağı bilinmemektedir ama tutarsızlıklar daha fazladır: Uranüs'ün yaydığı enerji, Güneş'ten aldığı enerjiye göre sadece 1.1 kat fazladır bununla birlikte bu oran Neptün'de 2.61'dir. Neptün Güneş'ten en uzak gezegendir ama barındırdığı enerji, Güneş Sistemi'nin en hızlı rüzgarlarını besleyebilmektedir. Olası nedenler arasında gezegen çekirdeğinden gelen radyoaktif bozunum kökenli ısı, yüksek basınç altında metanın hidrojen, karbon(elmas) ve uzun zincirli hidrokarbonlara bozunumu sonucu ortaya çıkabilecek enerji ve alt atmosfer katmanlarındaki konveksiyon sonucu stratosferde oluşan hava dalgalarıdır. Neptün, Güneş'ten ortalama 4.5 milyar km uzaktadır ve Güneş çevresinde bir turunu 164.79 yılda tamamlamaktadır. 12 Temmuz 2011 tarihinde Neptün, 1846'daki keşfinden sonra henüz ilk turunu tamamladı bununla birlikte, gökyüzünde tam olarak keşfedildiği noktada görünmeyecektir çünkü, dünya kendi yörüngesinde o güne göre farklı bir yerde bulunacaktır. Neptün'ün yörünge düzlemi Dünya'nınkiyle 1.77°'lik açı yapmaktadır. 0.011'lik dışmerkezliği dolayısıyla Neptün'ün Güneş'e en yakın olduğu uzaklıkla en uzak olduğu uzaklık arasında 101 milyon km fark vardır. Neptün'ün eksen eğikliği 28.32°'dir, bu açı Dünya(23°) ve Mars'ınkine(25°) çok benzerdir. Bunun sonucu olarak bu gezegen de benzer mevsimsel değişiklikler geçirir. Ama çok uzun yörünge periyodu dolayısıyla bir mevsimi 40 Dünya senesi sürer. Kendi ekseni etrafında bir turu ise kabaca 16.11 saat sürer. Neptün katı bir yapıya sahip olmadığı için, atmosferi enleme göre farklı hızlarda döner. Ekvatoral bölgenin bir tam tur dönüşü, 18 saate kadar çıkmaktadır. Kutup bölgelerinde ise bu süre 12 saate kadar düşmektedir. Güneş Sistemi'ndeki gaz devleri arasında, bölgeler arası dönüş farkı en fazla olan gezegendir. Bu büyük farklar da enlem bölgeleri sınırlarında çok güçlü rüzgarlar yaratır. Neptün, hemen ardından gelen Kuiper kuşağı üzerinde güçlü bir etkiye sahiptir. Kuiper kuşağı Mars'la Jupiter arasındaki ateroid kuşağına benzer olarak ufak, buzlu gök cisimlerinden oluşan bir halkadır. Güneş'e 30AU uzaktaki Neptün yörüngesinin hemen ardınan başlayıp yaklaşık 55AU uzaklığa kadar devam eder. Nasıl ki, Jupiter'in kütleçekimi asteroit kuşağını şekillendiriyorsa, Neptün kütleçekimi de Kuiper kuşağını şekillendirmektedir. Güneş Sistemi varolduğundan beri, Kuiper kuşağının belli bölgeleri Neptün kütleçekimi tarafından dengesizleştirilmekte, belli bölgelerde boşluklar oluşturulmaktadır. 40. ve 42. AU'lar bunun örnekleridir. Bununla beraber Güneş Sistemi'nin oluşumundan bugüne, bu bölgelerde varlığını sürdüren gök cisimleri de vardır. Varlıklarını ise 1:2 veya 3:4 gibi yörüngesel rezonanslara borçlular. Bu şu anlama gelmektedir: Eğer iki gök cisminden biri, Güneş'etrafında bir turunu tamamladığında diğer gök cismi yörüngesinin tam yarısını katetmişse bu iki gök cismi arasında 1:2'lik rezonans söz konusudur. Neptün'ün her 3 turuna karşılık 2 tur anlamına gelen 2:3'lük rezonans, Kuiper kuşağındaki 200 gök cisminde görülür. Bu, Kuiper kuşağı cisimleriyle Neptün arasındaki en yaygın yörüngesel rezonanstır, Plüton da bu gök cisimlerinden biridir. Eliptik yörüngesi nedeniyle bazen Neptün yörüngesine çok yakın geçmesine rağmen bu rezonans sayesinde Neptün'e hiçbir zaman çarpmayacaktır. Neptün ve Uranüs'ün oluşum süreçlerini doğru şekilde açıklamak şu anki bilgilerimizle çok zordur. Günümüzdeki modellere göre ilk zamanlarında Güneş Sistemi'nin dış bölgelerinde bu büyüklükteki yapıların oluşumu için yeterli madde miktarı yoktu. Bu nedenle sürekli etrafındaki kütleyi çekerek büyümeye dayalı geleneksel varsayımların yerine farklı modeller geliştirildi. Bu varsayımlardan birine göre bu gezegenler maddenin daha yoğun olduğu Güneş'e yakın bölgelerde oluştular ve yavaş yavaş günümüzde bulundukları yörüngelere kaydılar. Şu anda Kuiper kuşağındaki küçük cisimlerin çokluğunu da açıklayabilen bu varsayım gök bilimciler arasında en çok kabul gören varsayımdır. Göç eden Neptün'ün ve diğer gaz devlerinin Kuiper kuşağı üzerindeki etkilerini araştıran bu hipotez, Nice modeli olarak bilinir. Neptün'ün bilinen 14 uydusu vardır. Bunların içinde açık farkla en büyüğü; William Lassell tarafından, Neptün'ün keşfinden sadece 17 gün sonra gözlenen, Neptün etrafında dönen toplam kütlenin %99.5'ini oluşturan, ve ayrıca küresel şekle sahip olabilecek kadar kütleye sahip tek gök cismi olan, Triton'dur. İstisnai olarak, Güneş Sistemi'ndeki diğer tüm uydulara göre ters yönde bir yörüngeye sahiptir. Bu özelliği onun olduğu yerde oluşmadığını, Neptün tarafından yakalandığını gösteriyor. Eski bir Kuiper kuşağı cüce gezegeni olabilir. Triton yörüngesinde eş zamanlı olarak döner, yani Neptün'e hep aynı yüzü dönüktür. Gelgit ivmelenmesi nedeniyle de gezegenine git gide yaklaşmakadır, 3.6 milyar yıl sonra Roche limitine ulaştığında da parçalanarak yok olacaktır. 1989'da yaklaşık −235 °C (38 K) sıcaklığıyla Triton. Güneş Sistemi'ndeki en soğuk gök cismiydi. Neptün'ün ikinci keşfedilen uydusu, Güneş Sistemi'ndeki en eliptik uydu yörüngesiyle Nereid'tir. 0.7512'lik dışmerkezliğiyle; enöte uzaklığı, enberi uzaklığının 7 katıdır. 1989'da, Temmuz'dan Eylül'e kadar Voyager 2 altı yeni uydu daha keşfetti. Bunlar gezegenin ikinci büyük uydusu Proteus, en içteki dört uydusu Naiad, Thalassa, Despina ve Galatea ve en uzak uydusu Larissa'dır. Beş yeni, küçük ve düzensiz uydu 2004 yılında duyuruldu. Neptün, adını Roma deniz tanrısından aldığı için uydularına da daha küçük deniz tanrıları ve perilerinin isimleri verilmiştir. Neptün'ün 14. uydusu S/2004 N 1'in keşfi 15 Temmuz 2013'te duyuruldu. Neptün'ü, Jüpiter'in Galileo uyduları ve cüce gezegen Ceres'den bile düşük olan +7.7 ila +8.0 kadirden arasında değişen parlaklığı sebebiyle çıplak gözle göremeyiz. Bir teleskop veya güçlü bir dürbünle ufak mavi bir disk olarak gözlemlenebilir. Dünya'mıza olan uzaklığı sebebiyle görünür boyutları da oldukça küçüktür. Bu da gezegen üzerinde görsel verilere dayalı çalışmaları iyice güçleştirmişti. Hubble Uzay Teleskobu'ndan önce teleskoplardan elde edilen veriler oldukça sınırlıydı.. Voyager 2'nin Neptün yakın geçişi, 25 Ağustos 1989 tarihinde gerçekleşti. Daha sonra aynı gün içinde Triton'a da bir yakın geçiş yapıldı. Gezegenin manyetik alanının özellikleri, kendi ekseni etrafında dönüş süresi, hareketli atmosferi, uyduları ve halkaları hakkında birçok bilgi, Voyager 2'nin bu ziyareti sırasında edinildi. 2003 yılında NASA'nın Neptün'e yollanacak bir uzay aracı önerisi yayınlanmıştı. Uzay aracının 2016 yılında fırlatılması öngörülüyordu ama şu anda projenin geleceği belirsizdir. Makedonya Cumhuriyeti Makedonya (, ), resmî adıyla Makedonya Cumhuriyeti ( ), Balkanlar'da bir ülkedir. Kuzeyde Sırbistan ve Kosova, batıda Arnavutluk, güneyde Yunanistan, doğuda Bulgaristan ile komşudur. Birleşmiş Milletler tarafından 1993 yılında tanınan ülke, Yunanistan'ın itirazı sonucu Birleşmiş Milletler tarafından Makedonya Eski Yugoslav Cumhuriyeti adıyla tanınmaktadır. Makedon ve Yunan hükûmetleri, 12 Haziran 2018'de ülkenin adının Kuzey Makedonya olarak değiştirilmesi konusunda anlaşmaya vardı. Makedonya Cumhuriyeti topraklarında antik çağlarda Paeonia krallığı yer almaktaydı. Bu krallık Makedonya krallığının kuzeyindeydi; Paeonia halkıysa Traklara mensuptu. Kuzeybatıda Dardani, güneybatıda Enchelae, Pelagones ve Lyncestae adlı kabileler yerleşikti. Bunlardan ilk ikisi İliryalıydı, diğer ikisiyse kuzeybatı Yunanların Molosyalı kolundandı. MÖ 6. yüzyılın sonlarında I. Darius komutasındaki Pers Ahameniş İmparatorluğu bölgeyi ele geçirdi. Yunanistan'a ikinci Pers saldırısının başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından Persler günümüzün Makedonya Cumhuriyeti toprakları da dahil olmak üzere Avrupa'daki topraklarını terk etti. MÖ 356 yılında II. Filip Yukarı Makedonya ve güney Paeonia'yı Makedonya krallığına kattı. Oğlu Büyük İskender Paeonia'nın geri kalanını Scupi bölgesine ulaşacak şekilde ele geçirdi; ancak Scupi ve çevresi Dardani hakimiyetinde kaldı. MÖ 146 yılında Roma İmparatorluğu Makedonya eyaletini kurdu. Diocletianus dönemine gelindiğinde, bu eyalet güneyde antik Makedonya krallığını kapsayan "Macedonia Prima" ("İlk Makedonya") ve kuzeyde Paeonia'nın tamamıyla Dardania'nın bir kısmını, yani günümüzde Makedonya Cumhuriyeti topraklarının çoğunu kapsayan "Macedonia Salutaris" bölgelerine bölünmüştü. Stobi şehri bölgenin başkentiydi. Domitian döneminde (MS 81-96) Scupi bölgesi Roma egemenliğine geçti ve Moesia Superior eyaletine bağlandı. İmparatorluğun doğu bölgesinde Yunanca egemen dil olarak statüsünü korusa da Makedonya'da Latince yayılım gösterdi. MS 6. yüzyılda Slavlar Makedonya'ya yerleşti. 580'lerdeki Bizans kayıtları Ön Bulgarların yardımıyla Makedonya'daki Bizans yerleşimlerine akın eden Slavlarda bahseder. 680'lerde Kuber liderliğinde Ön Bulgarlar, Slavlar ve Bizanslılardan oluşan bir grup Manastır civarına yerleşti. Bulgar hanı I. Presyan döneminde Makedonya'daki Slavlar Bulgar yönetimine girdi. I. Boris döneminde bölgedeki Slavlar Hıristiyanlığı kabul etti. 1014 yılında Bulgaristan çarı Samuil'in ordusunu yenen II. Basileios komutasındaki Bizanslılar dört yıl içinde Makedonya da dahil olmak üzere Balkanlarda kontrolü sağladı. 12. yüzyıl sonlarına gelindiğindeyse bu kontrol zayıflamıştı. 13. yüzyılın başlarında İkinci Bulgar İmparatorluğu bölgeyi ele geçirdi. Bizans İmparatorluğu iç çekişmeler nedeniyle yıkılan bu imparatorluktan bölgeyi 14. yüzyıl başlarında geri aldı. 14. yüzyılda kendilerini Bizans zulmü altında ezilen Slavların kurtarıcısı olarak gören Sırp İmparatorluğu bölgeyi ele geçirdi. Üsküp Stefan Dušan'ın krallığının başkenti oldu. 1389 yılındaki I. Kosova Muharebesi
'nde Sırp ordusunu yenen Osmanlı İmparatorluğu, muharebe sonrasında Makedonya'yı ele geçirdi. Osmanlı idaresinde Makedonya adı kullanımdan kayboldu. 600 yıla yakın süre Osmanlı egemenliğinde kalan bölge, 20. yüzyılda Yugoslavya Sosyalist Federatif Cumhuriyeti'nin en güney kısımlarını oluşturmuştur. 1991 yılında özerk cumhuriyet Makedonya, Yugoslavya Sosyalist Federatif Cumhuriyeti’nin iç savaşlara girdiği dönemde bağımsızlığını ilan etmiştir. Makedonya Cumhuriyeti'nin tek büyük ırmağı tam ortasından geçen Vardar Nehri'dir. Ülkede yüksekliği 2,000 metreyi geçen 16 dağ bulunmaktadır. En büyük göller Arnavutluk, Yunanistan ve Makedonya Cumhuriyeti'nin kesiştiği noktada bulunan Ohri, Prespa ve Doyran Gölü'dür. Deniz kıyısı olmayan Makedonya Cumhuriyeti karasal iklimi vardır. Makedonya Cumhuriyeti'ndeki en önemli dağlar şunlardır: Makedonya’nın idari yapılanmasında aşağıdaki sistemlerden oluşur: Makedonya’nın istatistiksel bölgeleri şunlardır: Makedonya’da 84 belediye vardır. Ağustos 2004’te Makedonya idaresi tarafından, söz konusu 84 belediye yeniden düzenlenmiştir. Bu belediye merkezlerinden on tanesi Büyük Üsküp’ü oluşturur. Makedonya Cumhuriyeti nüfusu 2002 nüfus sayımına göre 2.022.547 kişidir. Halkın %58i büyük şehirlerde toplanmıştır. Makedonya Cumhuriyeti çok etnik yapıya sahip bir devlettir. 2002 sayımlarına göre en büyük nüfus 1.297.981 kişiyle Makedonlar’a aittir. Sonraki dağılım Arnavutlar 509.083; Türkler 77.959; Çingeneler 53.879; Sırplar 35.939; Boşnaklar 17.018; Ulahlar 9695 şeklinde oluşmuştur. 2002 sayımlarına göre ülkenin etnik yapısı: Makedonya Cumhuriyeti'nde en yaygın din %64,7 ile Makedon Ortodoks Kilisesi'ne bağlı Ortodoksluk, %34,3 ile en yaygın ikinci din İslam'dır. Makedonya Cumhuriyeti oran açısından Türkiye, Kosova, Arnavutluk ve Bosna-Hersek'ten sonra Avrupa'daki en büyük Müslüman nüfusu barındırır. Ülkede Müslümanlar'ın büyük çoğunluğunu Arnavutlar oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra Türkler, Boşnaklar ve 40.000 - 80.000 kadar nüfusa sahip oldukları tahmin edilen bir Müslüman Makedon topluluğu da vardır. Müslüman Makedonlar, Hristiyanlardan ayırt edilmek için kendilerine Torbeş demektedirler. Ülkede 1200 kilise, 750 cami bulunur. Üsküp'de Ortodoks ve İslam dinine mensup insanlar için değişik okullar vardır. Ülkenin başkenti Üsküp 500,000 civarındaki nüfusuyla aynı zamanda ülkenin en büyük şehridir. Ülkede Üsküp hariç büyük şehirler Manastır, Kumanova, Pirlepe, Kalkandelen, Ohri, Köprülü, İştip, Gostivar ve Ustrumca'dır. Ülkede 50 kadar doğal ve yapay göl ve yüksekliği 2,000 metreden fazla 16 dağ bulunmaktadır. Ülke Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, Frankofon, Dünya Ticaret Örgütü, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı'na üye olmakla birlikte Aralık 2005'den beri Avrupa Birliği ile müzakerede, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü'ne de adaydır. Ülke 1991 yılında Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti'nden "Makedonya" ismi ile bağımsızlığını ilan etti. Birleşmiş Milletler ülkeyi 1993 yılında Eski Yugoslav Makedonya Cumhuriyeti (EYMC) (Makedonca: "Поранешна Југословенска Република Македонија" ("ПЈРМ")) ismi ile tanıdığını duyurdu. Diğer uluslararası örgütler olan Avrupa Birliği, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü, Uluslararası Para Fonu, Avrupa Yayın Birliği ve Uluslararası Olimpiyat Komitesi gibi örgütler ülkeyi Eski Yugoslav Makedonya Cumhuriyeti (EYMC) adıyla tanıdı. Türkiye, Makedonya Cumhuriyeti'nin bağımsızlık ilanıyla beraber ülkeyi kendi ismi ile tanımıştır. Nitekim bu sebeple Makedonya'yı Eski Yugoslav Cumhuriyeti Makedonya ismiyle (FYROM) tanıyan NATO teşkilatına ait ve içinde Makedonya geçen tüm belgelerde metinde "FYROM" kısaltması geçerken belgenin sonundaki bir dipnotta Türkiye'nin ve diğer NATO üyeleri A.B.D, Arnavutluk, Bulgaristan, Estonya, Hırvatistan, İsveç, İzlanda, Kanada, Litvanya, Macaristan, Norveç, Polonya, Romanya ve Slovakya ile birlikte Makedonya'yı anayasal ismi ile tanıdığı ayrıca belirtilmiştir. Makedonya Cumhuriyeti'nin şu ülkelerde temsilcilikleri vardır: Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, Arnavutluk, Avustralya, Avusturya, Belçika, Birleşik Krallık, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Çin, Danimarka, Fransa, Hırvatistan, Hollanda, İspanya, İsveç, İsviçre, İtalya, Kanada, Katar, Macaristan, Mısır, Polonya, Romanya, Rusya, Sırbistan, Slovenya, Türkiye, Ukrayna, Yunanistan ve Vatikan. Kalibrasyon Kalibrasyon, dilimize Fransızcadan giren bu sözcük, Metroloji Bilimi içerisindeki tanımı; belirlenmiş koşullar altında bir ölçü aleti veya ölçme sisteminin gösterdiği veya bir ölçüt/ölçeğin ifade ettiği değerler ile, o sistemi ölçen/referans olarak değerleri bilinen cihaz/sistem arasındaki ilişkiyi oluşturan işlemler dizisi olarak tanımlanır. Kalibrasyon bir ölçme aleti veya düzeneğinin doğru sonuçlar verecek şekilde ayarlanması işlemi değildir. Özel ekipmanlarla, hassas olarak yapilip orijin kabul edilen referans cihaza uygunlugu, bir rapor veya sertifika ile kayit altına alınan ölçme aleti veya ölçüm cihazina ait bu belgelerin üzerinde, mutlaka aletin/cihazin marka, model, seri numarası ve sapma buyuklugu bulunur. Ayrıca, sertifikanın izlenebilirliğini takip edebilmek için, Rapor veya Sertifika numarası da içermektedir. Kalibrasyon işleminde, kalibre edilen ölçü aletinin hata miktarı, kendisinden daha yüksek doğruluk u (en az 10 kat), bir ölçü aleti referans alınarak belirlenir. Kalibrasyonda referans alınan ölçü alet(ler)inin kalibrasyon sertifikası üzerinden ulusal veya uluslararası temel referanslara izlenebilir olması gerekir. Böylelikle kalibre edilen ölçü aletinin de temel referanslara izlenebilirliği sağlanmış olur. Kalibrasyon işlemi bir deneysel çalışma olup, deneysel bir çalışmadan beklenen tüm gereklilikler karşılanmalıdır. Yani çalışmalar kontrollü bir ortamda, özenli ve yazılı çalışma alışkanlığına sahip eğitimli kişilerce yapılmalı, çalışmanın yapıldığı ortam özellikleri, kullanılan ekipman, uygulanan yöntem, ölçüm belirsizliği ve sonuçlar kalibrasyon raporunda belirtilmelidir. Kalibrasyon sonucu ölçü aletinin hatasının, kullanıldığı proses veya varsa ilgili standartlarda belirtilen limitlerin dışına çıktığı belirlenmişse bu hatanın ayarlanarak giderilmesine çalışılır. Ancak ayar sonrası kalibrasyonun tekrarlanması ve son durumun raporlanması zorunludur. Ölçü aletleri, ölçüm prensip ve teknolojileri ile kullanıma, bulunduğu ortam şartlarına bağlı olarak, etkilenirler ve zamanla yaşlanırlar. Bu nedenle belirli periyotlarla kalibrasyonun tekrarlanması gerekir. Söz konusu periyodlar deneyimli kullanıcılar tarafından cihaz özellikleri ve kullanım koşulları göz önüne alınarak belirlenmeli, periyodun sıklığı, kalibrasyon raporunda belirlenmelidir. Kalibrasyonun, kalite yönetim sistemlerinin bir beklentisi olmasının nedeni, işletmeler için bir ihtiyaç olmasındandır. Eğer işletme içinde bir büyüklüğü ölçme ihtiyacı varsa, orada kullanılan ölçü aletinin istenilen doğrulukta ölçüm yapıp yapmadığının belirlenmesi ihtiyacı da vardır. Kambiyo Kambiyo, para ya da para yerine geçen belgeler'in değiştirilmesi işlemidir. Para alım ve satımı ile ilgili işlemleri kapsar. Kambiyo senedi ise, kıymetli evrakın tüm özelliklerini taşıyan ve kıymetli evrak için yukarıda yapılan açıklamaların tümünü içeren ve uygulamada en yaygın olarak kullanılan kıymetli evrak çeşididir. Kanunen emre yazılı olarak düzenlenen,içerdikleri hak bakımından mutlaka bir para alacağını konu edinen, ekonomik alanda çok işlem ve etki gören önemlerine binaen Türk Ticaret Kanunu’nda özel olarak düzenlenmiştir. Bunun yanında Kambiyo İktisat literatüründe "döviz","efektif" anlamlarında da kullanılmaktadır. Ülkeler arasındaki ticari ilişkilerin gelişmesi için, kambiyo hukukunun birleştirilmesi gerekmiştir. Bu amaçla, 7 Haziran 1930'da İsviçre Cenevre'de üç sözleşme kabul edilmiş, bu sözleşmeler 1 Ocak 1934'te yürürlüğe girmiştir. Türkiye de 1957 yılında, Ticaret Kanunu sayesinde bu sözleşmelere taraf olmuştur. Türk Ticaret Kanunu'nda "kambiyo senetleri" terimi altında poliçe, emre muharrer senet ya da bono ve çek örnek olarak verilmektedir. Türkçe jargonda "ticari senet" olarak da geçebilmektedir. Türk Ticaret Kanunu aşağıdaki senetleri kambiyo senedi olarak düzenlemiştir: TTK. m. 730, çekle ilgili olarak poliçeye atıfta bulunmuş olup, diğer özel durumlar için ise özel hükümler içermektedir. Çekle ilgili çek kanunu da mevcuttur. Kliring Kliring, ülkeler arasındaki iki yanlı ticaret anlaşmalarının temelde malla ödemeyi öngören bir türü. Kliringde anlaşmalı ülkeler arasında ithalat ve ihracat işlemleri döviz kullanılmadan mahsup ve takas yoluyla ve kliring kurumları aracılığıyla gerçekleştirilir. Kliring kurumları merkez bankası ya da kliring ofisidir. Kliring anlaşması imzalayan ülkelerde ithalatçılar ithal ettikleri malların bedelini kendi ülkelerinde ulusal paralarıyla öderler. Bu paralar anlaşmalı ülkeye ihracatta bulunmuş kişilere alacaklarının ödenmesinde kullanılır. Böylece dövizle ödeme yapma zorunluluğu ortadan kalkar. Kliring uygulaması daha çok mallarını serbest dövizle satamayan ülkelerin başvurduğu bir yoldur ve çoğu durumda bir ülkenin dış ticaretini gittikçe bağımlı kıldığı için tercih edilmez. Bunun en iyi örneği II. Dünya Savaşı öncesi ve sırasındaki Türk-Alman dış ticaretidir. Kliring anlaşmaları genellikle kısa dönemler (genelde bir yıl) için yapılır. Dönem sonunda iki ülke arasındaki ihracat ve ithalat birbirine eşitlenmediği takdirde yani taraflardan birinin alacaklı veya borçlu olması durumunda hesapların altın veya konvertibl dövizlerle denkleştirilmesi gerekmektedir. İflas anlaşması İflas anlaşması veya konkordato (İtalyanca:concordato) batık durumdaki şirketlerin borçlarını karşılayabilecekleri koşullar dahilinde ödemek için alacaklılarıyla yaptıkları anlaşma. Bu anlamıyla tarihte "Papalık makamıyla başka hükümetler arasında yapılan anlaşmalar" için kullanılmıştır. Günümüzde ise hukuk ve ekonomi alanlarında batık durumunda, alacaklıların, alacaklarını belli bir plana göre almaları için aralarında yaptıkları sözleşme anlamında kul
lanılmaktadır. Türkçeye iflas anlaşması olarak geçen konkordato, borçlunun, alacaklılarının üçte ikisiyle anlaşarak borçlarının en az yarısını ödemesi ve kalanını da ödeme planına bağlamasıdır. Ticaret mahkemesinin onayladığı bu anlaşmada alacaklılar, alacaklarının belli bir bölümünden feragat eder ya da vadesi gelmiş borçların vadesi uzatabilirler. Şirketler birliği Konsorsiyum ya da Şirketler Birliği, iki ya da daha fazla işletmenin belirli bir projenin uygulanması konusunda yaptığı iş birliğidir. Belli bir konuda, ortak menfaati olan ve genellikle kredi verenlerin (bankaların) teşkil ettiği iktisadi bir grup. Uluslararası kuruluşların ve hükümetlerin iktisadi ve mali yardımları yürütmek için meydana getirdikleri birliklere de "konsorsiyum" denilmektedir. 1962 yılında Türkiye'ye dış kredi sağlamak üzere çeşitli batılı ülkelerle, uluslararası mali kuruluşların teşkil ettiği bir "Türkiye'ye Yardım Konsorsiyumu" kurulmuştur. Bu kuruluş Türkiye'nin üyesi bulunduğu Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) çerçevesinde faaliyet göstermektedir. Konsorsiyum, Türkiye'ye program, proje, borç tecili ve finansman kredileri vermektedir. GAP GAP (Güneydoğu Anadolu Projesi), Fırat ve Dicle Nehirleri üzerinde yapımı öngörülen barajlar, hidroelektrik santralleri ve sulama tesislerinin yanı sıra kentsel ve kırsal altyapı, ulaştırma, sanayi, eğitim, sağlık ve diğer sektörlerin gelişmesini ve hizmetlerini kapsayan entegre projedir. 2005 yılı verilerine göre toplam proje maliyeti 28 milyar dolardır. Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), "Yukarı Mezopotamya" olarak bilinen ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin, sosyal ve ekonomik kalkınmasını amaçlayan insan odaklı bir bölgesel kalkınma projesidir. Türkiye'yi bölgesel kalkınma konusunda dünyaya örnek konuma getiren GAP; Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde yapımı süren baraj ve hidroelektrik santralleri ile sulama tesislerinin yanı sıra kentsel ve kırsal altyapı, tarım, ulaştırma, sanayi, eğitim, sağlık, konut, turizm ve diğer sektörlerdeki yatırımları da kapsayan entegre ve sürdürülebilir bir kalkınma yaklaşımı içinde devam ettirilmektedir. Güneydoğu Anadolu Bölgesi, büyük bir tarım potansiyeline sahiptir. Bölgenin geniş toprakları, makineli tarıma elverişlidir. Ancak tarımda karşılaşılan en önemli sorun, su yetersizliğidir. GAP'ın tamamlanmasıyla sulanabilecek alanlar genişleyecektir. Böylece tarımsal ürün artacak, bazı alanlarda yılda birden fazla ürün alınabilecektir. GAP, Türkiye ekonomisinin kalkınması için büyük önem taşımaktadır. GAP, 25 büyük sulama projesini kapsayan ve tamamlandığında 1,8 milyon hektar tarım alanının sulamasını gerçekleştirecek olan dev bir projedir. Türkiye'de sulanabilir potansiyele sahip olan alanların 8.5 milyon hektar civarında olduğu düşünülürse bu projenin büyüklüğü daha iyi anlaşılır. Projenin toplam tutarı 32 Milyar Amerikan doları'dır. Projenin, 2013 yılına kadar tamamlanmış olması planlanmaktadır. Grev Grev; çalışanların, yaptıkları işi toplu reddedişinden kaynaklanan iş durdurma eylemidir. Grev genellikle çalışanların yaşadıkları memnuniyetsizliklere karşılık olarak meydana gelir. Grevler, fabrikalarda ve madenlerde toplu işgücünün öneminin arttığı Sanayi Devrimi sırasında önemli hale gelmiştir ancak fabrika sahiplerinin işçilerden çok daha fazla siyasi gücü olması nedeniyle çoğu ülkede grevler çabucak yasa dışı hale getirilmiştir. Çoğu batı ülkeleri 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında grevi kısmen yasallaştırmıştır. Nominal değer Nominal Değer (Par Value, Face Value), Para, çek, senet, hisse senedi, tahvil, pul vb menkul (taşınabilir) kıymetlerin üzerinde yazılı olan değerdir. İlgili kıymetin reel değerinden ayrımı kıymetin piyasadaki gerçek değerini yansıtmaması, sadece sayısal ifade odaklı olup alım gücünü belirtmemesidir. Piyasa koşullarına göre bu değerin altında veya üstünde fiyata alınıp satılabilirler. İhraç edilen devlet tahvillerinin nominal değeri o tahvilin geri ödeme günündeki değerini gösterir, dolayısıyla bir tahvilin piyasa değeri nominal değerinin altında olur ki, tahvili alarak devlete borç veren kişi kazanç elde edebilir. Örneğin, T.C. Hazine Müşteşarlığı tarafından çıkarılan her bir devlet iç borçlanma senedinin nominal değeri, üzerinde fiilen yazan değer olan 10 kuruştur. Benzer şekilde 1 TL'nin nominal değeri üzerinde yazan değer olan 1 TL'dir. Fonlama Fonlama (İng. ""), ekonomi jargonunda öz kaynaklarını kullanarak kaynak sağlama metodudur. Senet ihraç edilmesiyle şirketler, borç alarak ya da öz kaynaklarını kullanarak kendilerine kaynak sağlarlar. Bir maliyet olup karlılık hesaplamalarında kullanılır. Forfaiting Forfaiting vadeli mal ve hizmet ihracatından doğan ve belirli bir ödeme planına bağlı olarak tahsil edilecek olan alacakların daha önce bu hakkı elinde bulunduranlara rücu edilmeksizin (kayıtsız şartsız ve vazgeçilmez olarak), bir banka veya bu alanda uzmanlaşmış bir finans kuruluşu (forfaiter) tarafından satın alınarak iskonto edilmesidir. Latincede alacak hakkının kayıtsız ve şartsız olarak teslim edilmesi anlamındadır. Forfaiting işleminde satıcı, poliçeyi forfaiting şirketine satarak tüm tahsilat risklerinden kurtulmakta ve belli bir maliyet karşılığı poliçesini iskonto ettirmiş olmaktadır. Bu yöntemle rücusuz olarak forfaiter şirketine satan işletme, bilançosunun likiditesini de az tutmaktadır. Franchising Franchising (Frençayzing), sözleşmeye dayalı, direkt bütünleşmiş bir pazarlama sistemidir. Bu sistemde nasılınıbil (know-how) ve markanın imtiyaz hakkı sahibi, belirli süre, koşul ve sınırları kapsayan anlaşmayla bağımsız yatırımcılara sistemini ve markasını kullandırır. Veren pazarın her noktasını aynı etkinlikte ulaşamadığı takdirde, belirli yükümlüklerini ve haklarını bölgesel olarak bölge franchise alana devreder. Bölge franchise alan, kendisi işlemler açabilir veya alt franchise alanlara açtırabilir. Bir anlamda master franchise, belli bir bölge için verilen franchise alanıdır. Bölge franchise alan tarafından tek bir işletme için sistemi ve markayı kullanma hakkı verilen kişi veya kuruluştur. Franchise veren anlaşmada taraf veya lehtar olabilir. Franchise alanı sisteme girmek için franchise verene ödediği başlangıç bedelidir. Alanın işletme süresince sistemi ve markayı kullanması karşılığında periyodik olarak franchise verene ödediği sabit veya hasılata göre belirlenen bedeldir. Yurt dışında geliştirilmiş bir sistemin bir ülkedeki haklarını alan kişi veya şirket master franchise alan olarak adlandırılır. Sistemin ve markanın haklarına sahip olan ve franchise antlaşması ile bu hakları üçüncü yatırımcılara kullandıran kişi veya kuruluştur. Franchise verenin aynı sistemle çalışan kendi işletmesi veya işletmeleri de olabillir. Franchise veren sistemin gereği olan tanıtım, araştıma, eğitim, denetim ve bu gibi destekleri de üstlenir. Sistemin ve markanın belli bir satış-hizmet noktası ve/veya bölgesi için haklarını anlaşma ile alarak uygulayan bağımsız yatırımcıdır. Bilanço Bilanço, (İtalyanca'dan "bilancia", terazi; Latince "bilanx") bir şirketin dönemsel faaliyetleri sonucu, dönem sonunda hazırladıkları ve yayımladıkları tablolardır. Bilanço Eşitliği "Varlıklar = Sermaye+ Borçlar" 'dır. Bir kuruluşun, varlıklarını ve o varlıkların kaynağını teşkil eden unsurların belirli bir tarih itibarıyla gösterildiği hesap özetidir. Varlıklar kolonu ile Kaynaklar kolonunun dip toplamları her zaman birbirine eşittir. Bu eşitliğin nedeni varlığın elde edilme kaynağının özkaynak mı yoksa borç mu sorusuna yanıt vermesinden kaynaklanır. "Özkaynaklar =Varlıklar-Borçlar" şeklinde hesaplanır. İtalyan Din adamı luca bu sistemin temellerini atan ilk insandır. Tekdüzen Hesap Planı bilanço hesaplarını beş grupta toplamıştır. Tahkim Tahkim, taraflar arasında çıkan uyuşmazlıkların devletin resmi yargı organları yerine, kendileri tarafından belirlenen hakemlerce çözümlendiği bir uyuşmazlık çözüm yöntemidir. Kimi görüşlere göre bir alternatif uyuşmazlık çözümü yöntemi olan tahkim, kimilerine göre doğrudan yargısal bir faaliyettir. Tarafların tahkime gitme iradesi, uyuşmazlık çıkmadan veya çıktıktan sonra aralarında yaptıkları tahkim anlaşmasına dayanır. Tahkim aslında bir özel hukuk kavramı olmasına rağmen 1999 yılında gerçekleşen Anayasa değişikliğiyle İdare Hukukunda da uygulanmaya başlanmıştır. Türk hukukuna göre, uyuşmazlığın tahkim yoluyla çözülmesi için, uyuşmazlık konusunun tahkime elverişli olması gerekir. Tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edemeyecekleri konuda tahkime gidilemez. Örneğin, bir boşanma davası tahkim yoluyla çözülemez. Tahkim iç tahkim ve uluslararası tahkim olarak ikiye ayrılmaktadır. Eğer bir ilişkide hiçbir yabancı unsur yoksa böyle bir ilişkiden kaynaklanan uyuşmazlıklar için uluslararası tahkime gidilemez . Toptan Eşya Fiyat Endeksi Toptan Eşya Fiyat Endeksi. Değişimi aylık ya da yıllık enflasyon rakamının belirlenmesinde kullanılır. 2005 yılından itibaren Devlet İstatistik Enstitüsü DİE, Toptan Eşya Fiyat Endeksi'nin yerine Üretici Fiyat endeksi ÜFE'yi kullanmaya başlamıştır. Tüketici fiyatları endeksi TÜFE (Açılımı: "tüketici fiyatları endeksi") tipik bir tüketicinin satın aldığı belirli bir ürün ve hizmet grubunun fiyatlarındaki ortalama değişimleri gösteren bir ölçüttür. Yıllık enflasyon değerindeki değişimi ölçmek için kullanılır. TÜFE, İstatistik bilimindeki indeks sayılar ile hesaplanır. Belli bir yıl seçilir ve bu yıl temel yıl kabul edilir. Endeks değeri 100'dür. Bundan sonraki yıllar, yani cari yıllar enflasyon değerlerine göre değişkenlik gösterir ve temel alınan endekste oynamalar olur. 2003 Temel Yılı Tüketici Fiyat Endeksi Aylık Değişim Oranları (%) 2003 Temel Yılı Tüketici Fiyat Endeksi Yıllık Değişim (Önceki Yılın Aynı Ayına Göre Değişim) Oranları (%) TÜFE'nin yorumlanabilmesi için temel bir dönemin ve karşılaştırılmak istenen dönemin belirlenmesi yeterlidir. Karşılaştırılan dönemler arasındaki toplam ya da fark, belirli bir gelire sahip olan bireyin satın alma gücünün azalıp azalmadığını gösterecekti
r. Örneğin; Ocak 2005 döneminde aylık 1000 TL gelire sahip olan bireyin satın alma gücü Nisan 2008 dönemine kadar (Nisan ayı hariç) %27.38 ( 7.47 - .55 + 9.29 + 8.12 + .80 + 1.29 + .96 ) oranında azalmıştır. Böylece Ocak 2005 yılında aylık 1000 TL gelire sahip olan bireyin Nisan 2008'deki "reel geliri" 726.2 (1000 - 273.8) TL'dir. Birey, Nisan 2008 döneminde 1000 TL gelire sahip olsa bile bu onun "nominal (göstermelik) geliri" olacaktır. Ocak 2005 döneminin hesaplamaya katılmamasının sebebi (hesaplamada -.55 yazılmasının sebebi) ise bu dönemin temel dönem olarak kabul edilmesidir. Yüksek Hakem Kurulu Yüksek Hakem Kurulu, grevin yasak olduğu işyeri ve işletmelerdeki toplu sözleşme görüşmelerinden belirli bir zaman içinde anlaşma sağlanmaması üzerine toplu sözleşmenin imzalanmasına mutlak anlamda yetkili kuruldur. 5 Mayıs 1983 tarihinde yürürlüğe giren 2822 sayılı Toplu iş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu ile toplu iş uyuşmazlıklarının çözümü açısından Yüksek Hakem Kurulu'nun kuruluşunda ve işleyişinde önemli değişiklikler getirilmiştir. Yüksek Hakem Kurulunun (YHK) oluşmasında üçlü temsil sistemi esas alınmıştır. Birinci grupta tarafsız temsilciler yer almaktadır. Bunlar YHK başkanı olarak Yargıtay'ın iş davalarına bakan dairesininin başkanlığında, Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu'nca bakanlıklar bünyesi dışından seçilen tarafsız bir üye, üniversitelerin iş hukuku veya ekonomi öğretim üyeleri arasından Yüksek Öğretim Kurulu'nca seçilecek bir üye ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Çalışma ve Sosyal Güvenlik Genel Müdürü'dür. İkinci grup ta, en fazla üyeye sahip işçi konfederasyonunca seçilen iki üye, üçüncü grupta ise işverenler adına biri en çok işveren mensubu olan işveren konfederasyonunca, diğeri kamu işverenlerini temsilen Bakanlar Kurulu'nca seçilecek iki üye yer almaktadır. Seçimle gelen üyeler iki yıl için seçilirler ve yeniden seçilmeleri caizdir. Grev ve lokavtın yasak olduğu işlerdeki ve yerlerdeki grev ve lokavtın ertelendiği hallerde erteleme süresinin sonunda Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı YHK'ye başvurabilir. (m. 32, 52) Anlaşma olmaması nedeniyle uyuşmazlık tutanağının alınmasından itibaren altı işgünü içinde, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı'nın bizzat ve resmi arabuculu listesinden seçeceği bir arabulucu yardımı ile uyuşmazlığın çözümü için her türlü gayreti göstermesi yasada öngörülmektedir. (m. 34/1) Uyuşmazlığın her aşamasında başvurma olanağı bulunan özel hakem dışında, tarafların erteleme süresi içinde anlaşamamaları veya Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı ile resmi arabulucunun yardımlarından da yararlanarak uzlaşmaya varmamaları durumunda son çözüm YHK kararı ile getirilmektedir. Grev ve lokavt erteleme süresi ise Bakanlar Kurulu'nun karar verilmiş veya başlamış olan kanuni bir grev veya lokavtın genel sağlığı veya milli güvenliği bozucu nitelikte bulması nedeniyle erteleme kararı almasından itibaren altmış gündür. YHK uyuşmazlıkları ilke olarak evrak üzerinden inceleyerek çözüme bağlar. Ancak yeteri kadar aydınlatılmamış bulduğu yönleri ilgililerden sorarak tamamlayabilir. Ayrıca görüşlerini öğrenmek istediği kimseleri dinleyebileceği gibi, bunların görüşlerini yazılı olarak vermelerini de isteyebilir. YHK başvuru dilekçesini aldığı günden itibaren altı işgünü içinde üyelerinin tamamının katılmasıyla toplanır. Ancak, başkan hariç üyelerden ikisinin katılmaması toplantıyı engellemez. Karar toplantıya katılanların çoğunluğuyla verilir. Oyların eşit olması halinde başkanın bulunduğu taraf çoğunluğu sağlar (m. 54) Bu düzenlemeye göre işçi ve işveren temsilcilerinden ikisinin toplantıya katılmaması halinde karar tarafsız üyeler ile bir tarafın üyelerinin oyları ile verilebilecektir. Kanun YHK'nin kararını ayrıca bir süreye bağlamamıştır. YHK kararı kesindir ve toplu iş sözleşmesi hükmündedir. (m.55) Deflasyon Deflasyon, genel olarak piyasada fiyatların belirli bir zaman aralığında sürekli düşüş göstermesi durumudur. Bunun yanında enflasyon durumundan fiyat yükselişini durdurmayı ya da yavaşlatmayı veya enflasyon eğilimi karşısında fiyatları düşürmeyi öngören iktisat siyasetidir. Deflasyon, nicesel para teorisine dayanan bir siyasettir. Genellikle iktisadi durgunluk dönemlerinde, mal ve hizmet arzının talebini geçmesiyle beraber alım gücünün azaldığı durumlarda piyasadaki para arzının da azalmasından kaynaklanır. Deflasyonun üretim ve istihdam üzerinde olumsuz etkileri olur. Deflasyon, fiyatların artış hızının azalması anlamına gelen disinflation ile karıştırılmamalıdır. Disinflation, enflasyonun artış hızının azalması, deflasyon ise fiyatların azalmasıdır. Charls Rist'e göre üç tür deflasyon vardır; Döviz kuru Döviz kuru, bir birim ülke parasının diğer bir ülke parası cinsinden fiyatına, değerine denir. Bu kavram iki taraflı bir ilişkiyi içerir, bu yüzden iki taraflı (nominal) döviz kuru olarak da adlandırılır. Merkez Bankası Döviz Kurları Dezenflasyon Dezenflasyon; fiyat artış hızının, yani enflasyon oranın zaman içinde azalması anlamına gelmektedir. Yüksek enflasyondan düşük enflasyona geçiş sırasında yaşanan düşen enflasyon sürecini ifade eder. Kariyer yönetimi Kariyer yönetimi, İnsan kaynakları planları ile sistemin bütünleştirilmesi, kariyer yollarının belirlenmesi, kariyer bilgisinin artırılması için açık işlerin duyurulması, çalışanların başarımlarının değerlendirilmesi, astlara kariyer danışmanlığı yapılması, iş deneyimlerinin artırılması ve eğitim programlarının düzenlenmesi etkinliklerinin tümüdür. Değer zinciri analizi Değer zinciri analizi, bir organizasyonun kendi sunduğu servis veya ürünlere, belirli bir sırayla uyguladığı işlemlerin, yani bir değer zincirinin sayesinde anlam kattığını kabul eden işletme felsefesinde, bu zincirdeki güçlü ve zayıf yönleri sistematik olarak ortaya çıkarmak, tanımlamak ve analiz etmek için kullanılan analiz yöntemidir. Değer artışının nasıl sağlanabileceğini, bunun için hangi kritik faaliyetlerin ve faktörlerin göz önüne alınması gerektiği, düşük maliyet ve farklılaşmanın nasıl gerçekleşeceği, rakiplerin yetenek ve faaliyetleri ile karşılaştırarak sistematik bir şekilde bu analizle açıklanır. Halka arz Halka arz, hisse senetlerinin çok sayıda ve önceden bilinmeyen yatırımcılara çağrı ve ilan yoluyla satışı olarak tanımlanabilir. İnternet üzerindeki çeşitli kaynaklarda, Şirketlerin kaynak ihtiyacını karşılamak amacıyla özkaynak yoluyla senet ihraç ederek (fonlama) kaynak sağlaması olarak tanımlanmıştır. Bunun dışında, şirketlerin kaynak ihtiyaçlarını karşılamak için yabancı kaynaklardan borç alması da mümkündür. Halka arz yöntemleri 3 Nisan 2010 tarihinde, Sermaye Piyasası Araçlarının Halka Arzında Satış Yöntemlerine İlişkin Esaslar Tebliği ile düzenlenmiştir. İlgili tebliğ üç farklı halka arz yöntemi içermektedir : Hiperenflasyon Hiperenflasyon, enflasyonun yılda yüzde 200 sınırını aştığı anlardaki halidir. "Dörtnala enflasyon" olarak da adlandırılır. Paranın değerinin yitirdiği en şiddetli enflasyon biçimidir. Hiperenflasyonun en önemli nedeni aşırı parasal genişlemedir. Merkez Bankası bağımsız olmayan devletlerde para politikasını da hükümet yönetir. İşte bu noktada hükümetin maaşların ödenmesi, yatırım ya da bütçe açığının kapatılması için kontrolsüzce para basma kararı alması çok yüksek enflasyonlara neden olur. İkincil olarak, ülkede siyasi istikrarın olmadığı, hükümetlerin ortalama ömürlerinin 1-2 yıl olduğu durumlarda iktidar partisi, seçimlerin tekrarlanacağı ve halkın kendilerini cezalandırıp tekrar iktidara taşımayacağı beklentisi taşımaları durumunda kendilerinden sonra gelecek partinin iktisadi planlarını bilerek ve isteyerek bozacak kısa vadeli gayrı-iktisadi kararlar alabilirler. Özellikle gelişmemiş ve yeni gelişmekte olan ülkelerde gözlemlenen bu durum, ileride arz ve talep yönlü daralmalara yol açacak derin ekonomik krizlere sebep olabilir. Yüksek enflasyonla boğuşan ülkelerin hiperenflasyon tuzağına düşmelerinin nedenlerinden biri de bilerek ve isteyerek hedeflenenden daha yüksek bir enflasyon düzeyi yaratmaktır. Enflasyonun %80 olduğu bir ülke düşünün. Böyle bir durumda ülkeden yerli para cinsinden alacağı olan kişiler kendilerini enflasyonun yıpratma payına karşı kendilerini korumak "(örneğin memur sendikalarının zam haricinde enflasyon farkı da talep etmesi)" yerine belli bir para isterlerse hükümet o parayı değersiz konuma düşürecek enflasyonu bilerek veya isteyerek oluşturabilir. Hiperenflasyon durumlarında görülen bazı özel durumlar vardır. Örneğin hiperenflasyon dönemlerinde kredi talebi olağanüstü şekilde artar. Bunun da en temel nedeni kredi taksitlerini ödemenin zorluğunun dönemler içerisinde enflasyon oranına bağlı olarak git gide azalacak olmasıdır. Bunun yanı sıra hiperenflasyon durumlarında elde para tutmanın fırsat maliyeti çok pahalıdır. Bu durumda ülkedeki finansal okur yazarlık oranına bağlı olarak kişiler yerli parayı ya yüksek faizde değerlendirme ya da bir an evvel ellerinden çıkarma eğilimi gösterirler. İkinci durumun yoğun olduğu ülkelerde yüksek enflasyon düzeyine rağmen ekonomide sunni bir canlılık gözükebilir. Para İkamesi: Hiperenflasyon döneminde kişiler kendilerini enflasyonun etkisinden korumak için yabancı para tutmaya başlarlar. Hiperenflasyon süreci ne kadar uzarsa, yabancı para cinsinden alışverişin niteliği de o denli artar. Örneğin ev sahipleri kira ücretini yabancı para cinsinden istemeye başlarlar ya da kişiler maaşlarını alır almaz yabancı paraya çevirirler. Yerli paraya olan güvenin bu derece sarsıldığı ortamda kişiler ülkedeki döviz talebini inanılmaz şekilde arttırır. Bunun sonucunda piyasada gittikçe kıtlaşan dövizin değeri artar, döviz kuru yükselir. İlginçtir ki bu durum belli bir sınıra kadar ülkenin makro politikalarını belirleyenler için katlanılabilir bir maliyettir zira döviz kurunun yükselmesi öncelikle reel kuru, ardından da ihracatı yükseltip ülkenin makro dengelerinde kısa süreli bir iyileşmeye neden olur. Ama orta vadede yabancı para cinsinden borçlu olan kesimlerin, örneğin devletin ve şirketle
r kesiminin, borçlarını katlayarak arttıracağı için önce bütçe açıklarına, önlem alınmaması halinde ise ekonomik krizlere neden olabilir. Düşünülenin aksine kısa vadede %400'lük enflasyonu düşürmek %40'lık enflasyonu düşürmekten daha kolaydır. Çünkü böyle durumlarda daha önce siyasi maliyet yüzünden alınamamış tedbirler daha kolay alınabilmektedir. Üstelik %400'lük bir enflasyonu %200'e indirmenin siyasi kazancı, %40'lık enflasyonu %20'ye indirmekten daha fazla olabilir. İkincil olarak, çoğu zaman hiperenflasyona neden olan aşırı parasal genişlemeyi kontrol altına almak bile enflasyonu daha makul düzeylere indirmek için yeterli olabilmektedir. Uzun vadeli çözümler için bütçe disiplinini sağlayacak reformların yapılması ön koşuldur. Bunun için de kararlı bir finsal istikrar programı uygulanmalıdır. Bu program dahilinde kurumsal açıdan yapılanma, vergilendirilmeyen tabanı vergilendirmeye çalışma, vergi idaresinin iyileştirilmesi ve harcama önceliklerinin kesin olarak belirlendiği bir mali reform önşarttır. İşsizlik İşsizlik, herhangi bir ekonomik toplumda çalışmak istediği halde iş bulamayan yetişkinlerin bulunması durumu. İş bulamayan kimseye işsiz denir. Ekonomide genellikle 16 yaş ve üzeri kimseler işsiz grubuna dahil edilirler. İşsiz kişiler geçimlerini sağlamak üzere para kazanamazlar, bunun sonucu olarak kişiler mortgage ev kredilerini veya ev kiralarını ödeyemeyecek duruma düşüp, kaldıkları mekanlardan çıkmak zorunda kalabilirler. Bu da evsizlerin varolmasına neden olur. Ayrıca işsizlik kişinin üzerinde önemli bir psikolojik baskı yaratır, bu da kişiyi bunalıma kadar götüren bir ruhsal rahatsızlık süreci içerisine girebilirler. Ayrıca istatistiklere bakıldığında işsizliğin yüksek olduğu dönemlerde suç oranlarının yükseldiği gözlemlenmiştir. Sosyal-devlet yapısının daha geliştiği ülkelerde işsizlik sigortası uygulamaları görülmektedir. Ayrıca işini kaybetme korkusu bireylerde psikolojik rahatsızlıklara yol açabilir. Yüksek işsizlik oranına sahip bir ekonomi, sahip olduğu işgücünün önemli bir kısmını kullanamamaktadır.İşsizliğin yükselmesi toplumda bencillik ve yabancı düşmanlığına yol açabilir. Az miktarda olan iş imkânını diğer ülkelerden gelen yabancılara kaptırmak istememe yabancı düşmanlığı ve sınırlardaki geçişlerin azalmasına neden olabilir. Ayrıca toplumda bireyler mevcut işi kapabilmek için, kişilerin sağlığını olumsuz etkileyebilecek düzeye ulaşan bir yarışmaya dönüşebilir.Ayrıca yüksek işsizlik oranı işçiyi, patronun karşısında güçsüz bir duruma düşürebilir. İşveren, işçiyi onun yerine başkalarını alabileceği telkin ve tehtidine bulunarak işçinin üzerine baskı uygulayabilir. Sanayi Devrimi Sanayi Devrimi ya da Endüstri Devrimi, Avrupa'da 18. ve 19. yüzyıllarda yeni buluşların üretime olan etkisi ve buhar gücüyle çalışan makinelerin makineleşmiş endüstriyi doğurması, bu gelişmelerin de Avrupa'daki sermaye birikimini arttırmasına denir. Sanayi Devrimi, ilk olarak Birleşik Krallık'ta ortaya çıkmış, ardından Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya'ya sıçramış ve bütün dünyaya yayılmıştır. Düşünsel nedenlerin yanında, Sanayi Devrimini doğuran diğer nedenler şunlardır: Sanayi Devrimi'nin önce İngiltere'de başlamasının sebepleri şöyledir: Fabrika sistemi ile üretim, talep artışı doğrultusunda bir gereksinme olarak ortaya çıktı. Büyük makineler ev üretimi için elverişsizdi. Bu nedenle evler yerine işçilerin makinelerin bulunduğu büyük binalara giderek çalışma sistemi, başka deyişle fabrika sistemi süreç içinde meydana geldi. Fabrika sistemi hızlı üretim gibi olumlu sonuç yanında sosyal açıdan olumsuz birtakım sonuçlar da doğurdu. Erkek işçiler yanında, hatta onların yerine (daha ucuza çalıştıkları için) çocuk ve kadınlar çalıştırılmaya başlandı. 20 saate kadar varan iş saatleri küçük çocuk ve kadınları eziyordu. Buna rağmen ücretler yetersizdi. İşçilerin kalifiye olması artık o kadar önemli değildi. Makineler tekdüze, basit, mekanik hareketler yapabilen herkesle çalışabiliyordu. Kalifiye işçilerin normal ücretle iş bulması imkansızlaşıyordu. XVIII. yüzyılda önce İngiltere'de başlayan Sanayi Devrimi demir ve kömürün asıl enerji kaynağı ve hammaddeyi oluşturduğu bir makineleşme çağıdır. Kömür, buhar ve makinenin birleşiminin ortaya çıkardığı Sanayi Devrimi önemli ekonomik, siyasal ve toplumsal dönüşümlere yol açmıştır. Sanayi Devrimi, Avrupa'da burjuva sınıfının yapı değiştirmesine ve yeni bir işçi sınıfının doğmasına yol açmıştır. Eski burjuva sınıfına şimdi fabrika sahipleri de katılmıştı. Burjuva sınıfı artık her ülkede en zengin sınıfı oluşturuyordu. Ancak ülkelerin çoğunda orta sınıf pek çok siyasal ve sosyal haklardan mahrumdular. Bu haklarını elde etmek için 19. yüzyılın bitişini beklemek gerekecekti. Avrupa'da Sanayi Devrimi öncesinde de bir işçi sınıfı vardı. Bu sınıf her zaman çoğunlukta ancak bilinçsiz durumda idi. Sanayi Devrimi sonucunda işçi sınıfı bilinçlenmeye başladı. Toplumların hemen hepsinde en kalabalık sınıfını oluşturdu. İşçi sınıfı, yoğunluğuna karşın ekonomik ve siyasal haklardan mahrumdu. Ücretleri düşük, yaşama ve çalışma koşulları çok kötüydü. Çalışma saatleri uzun, fabrikalar havasız ve her türlü sağlık koşullarından uzaktı. Siyasal açıdan oy hakları yoktu. Sendikalaşma ve grev yasaktı. Ancak işçiler artık bu durumun farkında ve bilincindeydiler. Sanayi Devrimi'nin yarattığı işçi sınıfı hakları ile ilgili olarak sosyalizm görüşü ortaya çıktı. Bu görüş önceleri ütopik sosyalizm olarak gelişti. Daha sonra Karl Marx ve Friedrich Engels sosyalizmi geliştirerek bilimsel sosyalizmi ortaya koydular. Böylece toplumdaki uzlaşmaz sınıflar (burjuvazi ve proletarya) arasındaki çatışma daha çok keskinleşti. Sosyalizm, komünist topluma geçiş için bir araç olarak kabul edildi. Sanayi Devrimi'nin bir başka etkisi de nüfus artışı konusunda oldu. Sanayileşme sayesinde tarım makineleşmiş, böylece aynı miktar toprak daha fazla insanı besleyebilir hale gelmişti. Ayrıca kent sanayi tarım sektörü dışındaki insanlara iş sağlayarak daha fazla insanı besleyebilir duruma gelmişti. Sanayi Devrimi kentlerde nüfus yığılmalarına da neden olmuştur. 1920'lerde ABD (Amerika Birleşik Devleti) nüfusunun yarısı kentlerde yaşıyordu. Kentleşme önemli sorunları da beraberinde getirdi. Gecekondu bölgeleri büyüdü. Bu bölgeler pis ve kalabalıktı. İşçilerin fabrikalarda toplanması ve fabrikaların da kentsel alanlara yığılmasıyla giderek kentler kırsal alanları yutmaya başladı. Bu gelişme tıp bilimindeki yeniliklerle ortaya çıkan nüfus artışı ve bu nüfusu doyurmak için gıda maddesi bulma çabalarıyla birleştiğinde 20. yüzyılın değişmez özelliği olan kitle toplumu tarihteki yerini aldı. Scheme Scheme, Guy Lewis Steele Jr. ve Gerald Jay Sussman tarafından geliştirilmiş bir Lisp lehçesidir. Çok az sayıda programlama kuralıyla anlatımlar oluşturulmasını sağlar, pratik ve yalın yapısıyla günümüzde var olan pek çok programlama kavramını destekler. Scheme dilinde yazılmış programlar derleme işleminden geçmeden yorumlayıcı tarafından yorumlanır. Bu yöntem programı yavaş ve verimsiz kılar, fakat temel algoritmik kavramların anlaşılmasını kolaylaştırır. Bu yüzden Scheme, genelde uygulama geliştirmek yerine bilgisayar bilimleri eğitiminde yoğun olarak kullanılır. Scheme, IEEE tarafından 1978 ilâ 1990 yılları arasında standartlaştırılmışsa da dilin evrimini takip eden R"N"RS raporları pratikte standart yerine geçerler. Şu anda R6RS (Revised Report on the Algorithmic Language Scheme) en son kabul edilen rapordur. Japonya bayrağı Japonca'da resmi olarak Nisshōki (日章旗, "güneşli bayrak") veya Hinomaru (日の丸, "güneş dairesi") denilen Japonya bayrağının şekli, beyaz bir zemin üzerine konulmuş kırmızı bir dairedir. Kırmızı daire ülkeden doğan güneşi ifade eder. Ülkenin adı kendi dilinde 'güneşin kaynağı' anlamına gelen Japonya'da güneş, milli simgelerin en önemlilerinden biridir. Japon mitolojisine göre güneşin tanrıçası Amaterasu da Japon tanrılarının kraliçesi ve Japon imparator hanedanının anasıdır. Güneşli bayrağı bin yıldan beri Japon askerleri (samuraylar) ve gemileri çekmişti. 1868'da başlayan Meiji Restorasyonu'ndan sonra bu bayrak milli bayrak olarak itibar gördü. 1999'de kabul edilen Ulusal Bayrak ve Marş Kanunu bayrağın ölçülerini saptadı. Vampir Vampir, günbatımı ile şafak arasında dirilerek mezarından çıktığına, insanlara saldırıp kanlarını emdiğine inanılan mitolojik bir varlıktır. Vampir kültürü Babil'den kalan örneklere dayanır ve yüzyıllar boyunca değişimini inceleyen kapsamlı folklorik tarihsel araştırmalara konu teşkil eder. Kan emme ve öldükten sonra dirilme efsaneleri Orta Çağ’da yayıldı. 1200'lerde İngiltere'de Galli bir din adamı olan Walter Map bir vampirin bütün bir köy ahalisinin kanlarını emmek suretiyle öldürdüğünü iddia etti. Map’ın iddiasına göre köyde sağ kalan son kişi kılıcını çekip kana susamış cehennem yaratığının kafasını ensesine kadar ikiye bölmüş ve tehlikeyi sona erdirmişti. Vampir varlığına inanan bilim insanları vampirlerin kendilerince belirlenen özelliklerini şöyle özetlemişlerdir ; Acıyı en az düzeyde hissederler, vücutlarında özellikle de yüzlerinde çürüğe dayalı hafif çukurluklar ve izler bulunur, göz renkleri sürekli değişim içindedir ve iki göz asla aynı renkte bulunmaz. Beklenmedik zamanda, fark edemeyeceğiniz kadar hızlı ve bir o kadarda güçlü tepkiler verebilirler. Ten ısıları sürekli değişiklik içindedir. Gün ışığından etkilenmezler.(Vampirlerin güneş ışığında yok olduğu fikri Friederich Wilhelm Murnau'nun Nosferatu, Bir Dehşet Senfonisi filminde ortaya atılmış, Popüler kültür'e ait modern bir düşüncedir.) Düşünce okuyabilirler bu nedenle onlara karşı koymak imkânsız gibidir. Zekalarını ve güçlerini asla bir kitlenin anlayacağı bir şekilde dışarıya vurmazlar. Bahsedildiği gibi köpek dişleri ilgi çekici büyüklükte değildir. Sadece Hıristiyan Avrupa'da değil çeşitli toplumlarda vampir efsaneleri yaratıldı. Hindistan’da kimi kadınlar, uyurken kana susamış cinlerin saldırısına uğradıklarına inanırlar. M.Ö. 700 yılları civarında yazıldığı
tahmin edilen, orijinali Sanskritçe’den pek çok dile ve yerel Lehçeye çevrilen bir öykü ve efsane koleksiyonu olan Vikram ve Vampir bu inanışa örnektir. 1001 Gece Masalları’nda dişi vampirlerle ilgili öyküler yer almaktadır. Yeni Gine’nin Camma kabilesinde Ovengua cini ya da Borneo adasındaki Dayak kabilesinde Buau adlı varlık da benzer inanışlara dayanan yaratıklardır. Tarihçiler vampir kelimesinin Sırpça, Lehçe ya da Türkçe’den türetildiğini öne sürer. Bu efsanenin ayyuka çıktığı ve vampir avlarının düzenlendiği 1730'lu yıllarda Aydınlanmanın ünlü filozofu Voltaire konuya şöyle bir yorum getirir: “Gerçek kan emiciler mezarlarda değil, aramızda. Borsa spekülatörleri, tüccarlar ve işadamları halkın kanını her gün emmekteler. Bunlar kesinlikle ölmüyor ama yaşarken çürüyor.” Karl Marx'ın konuya yaklaşımı ise şu şekildedir: “Sermaye ölü emektir. Ancak canlı emeğin emilmesi ile vampirlere özgü biçimde hayat bulur. Ne kadar emerse o kadar hayat bulur.” 1820'lerde bir eleştirmen “Vampiri olmayan tiyatro yok“ diye veryansın etmiştir. Yazar Sheridan Lefanu‘nun 1872'de yazdığı “Carmilla” adlı öyküyle vampirler, aralarına ilk kez bir kadını almışlar buradan da "vamp" sözcüğünü türetmişlerdir. İrlandalı yazar Bram Stoker, 1897’de yazdığı “Drakula” adlı eserinde türün bütün mitlerini toparladı ve bu konudaki en iyi klasiği meydana getirdi. Bu kitap vampir efsanesinin sinemaya da atlamasına neden oldu. Alman dışavurumcu yönetmen Murnau, 1922’deki ünlü klasiği “Nosferatu” ile sinema tarihindeki ilk vampir filmini çevirdi. 1930'lu yıllarda Hollywood’un en gözde konularından biri vampirlerdi. Sinemanın en tanınmış vampir oyuncusu ise Christopher Lee'ydi. Zaman içinde vampirler pusuya yatmış canavar görünümünden kurtulup şık, baştan çıkartıcı, güzel yaratıklar haline geldi. Francis Ford Coppola ise Bram Stoker’ın romanından yaptığı özgün uyarlama ile vampirlerin hayatını bir trajedi olarak yorumladı. Stephenie Meyer'ın 2005 yılında yazmaya başladığı Alacakaranlık roman serisi (ve 2008'de başlayan film uyarlamalarıyla) vampirler canavarlıktan kahramanlığa terfi ettiler. Kaliforniya Üniversitesi araştırmacılarından kimya profesörü Wayne Tikkanen’in yaptığı araştırmaya göre vampirliğin asıl sebebinin Porfiria hastalığı olduğu tespit edilmiştir. 1700’lü yıllarda hastalık hakkında bilgisi olmayan Avrupalılar, hastaları "vampir" olarak niteleyerek lanetlemekteydiler. Bir çeşit kan zehirlenmesi olan Porfirya hastalığının ilerlemesiyle derinin kızılötesi ışınlara karşı zayıfladığı ve bu nedenle karardığını açıklayan Tikkanen, “Hastada anormal kıllanma görülür. Dudaklar kuruyup çekildiği için dişler ortaya çıkar. Hasta çok acı çeker. Sonunda çıldırır.” diyerek hastalığı açıklamıştır. Bu hastaların derilerinin hassaslığı nedeniyle sadece geceleri çıkabildiklerini ve tedavi amacıylada hayvan kanı içtiklerini belirten Tikkanen “Hikayelerde vampirlerin neden gece dışarı çıkıp kan içtiklerinin yanıtı işte bu.” demiştir. Ancak diğer bilimsel kaynaklar, porfiria hastalığının vampir efsanesini doğuruğu iddiasına şüpheyle yaklaşmaktadır. Hastalıkla anlatılan efsaneler arasındaki bazı uyuşmazlıklar vardır. Öncelikle portifia'nın birçok çeşidi bulunmaktadır va bunlardan sadece en az rastlananı deri bozukluklarına yol açmaktadır. Ki bu bozukluklar sadece diş etinin çekilmesi değildir,yüz derisinde çatlamalar, burnun veya parmakların düşmesi gibi belirtiler de vardır. Orta çağda mezarlıklarından çıkarılan kişilerin bu kadar aşırı görüntü bozukluklarına sahip olduklarından bahsedilmemiştir. Ayrıca bu güne kadar kayıtlı olan 200 hastalık vakası vardır, ki bu da böylesine büyük bir efsaneye yol açabilecek büyüklükte bir sayı değildir. Vampirlerin gün ışığına çıkamadıkları ilk defa roman yazarları tarafından söylenmiştir. Oysa 18 ve 19 yüzyıl vampirlerine gündüzleri de rastlandığına dair söylentiler vardır. Ayrıca Drakula her ne kadar bembeyaz bir cilde sahipse de, balkanlarda "al yanaklı" tasvir edilen vampir efsaneleri vardır. Queen Of The Damned filmindeki Akasha esmerdir. İnsan vücudu, sindirim sistemine giren her besini en küçük yapı taşına ayırıp, bundan kendi moleküllerini yapar. Portifia hastalarının ihtiyaç duyulan o karmaşık molekülü kan içerek sağlayamaz. Ayrıca sarımsakta portifinın etkilerini arttıracak maddelerin varlığı kesin olarak kanıtlanamamıştır. Orta çağda daha yaygın olan bir hastalığın daha bu inanışların kaynağı olabileceği düşünülmektedir. Bu hastalıkta kişi uzun bir süreliğine bayılır. Bilinci yerindedir ancak vücudunu kontrol edememektedir. Bir süre sonra hasta, büyük ihtimalle bir tabutta, ayılır/uyanır. Bu hastalık nadir de olsa günümüzde de görülmektedir. Discovery Channel'da bir kadın, üç defa morgda uyandığını anlatmıştır. Belki de bu mitin açıklamasını bu kadar uzakta aramaya gerek yoktur. Anahtarın efsanelerin ana kahramanları ölüler olma olasılığı da vardır. Ölülerin cildi zaten daha soluk olur. Basınçtan dolayı genelde ağzın kenarlarında patlayan damarlar, insanlara ölünün kan emdiği izlenimini verir. Ölümden sonra derinin çekilmesiyle saçlar ve tırnaklar uzamaya devam edermiş gibi görünür, bu da kişinin hala yaşıyor sanılmasına neden olur. Türk folklorunda sık karşılaşılmasa da Batı’nın literatürlerine girmiş kayıtlar mevcuttur (Vampir-cadı bağlantısı ve kriminoloji kayıtlarına girmiş olan 1970’li yıllarda Cihangir vampiri gibi olaylar da yaşanmıştır) 1884’te Budapeşte Üniversitesi öğretim üyelerinden ve şarkiyat akademisinin kurucusu Profesör Arminius Vambery, özyaşamsal kitabı “Arminius Vambery : Yaşamı ve Maceraları”nda Türkler'deki bazı vampir inanışlarına da değinmektedir. Macar dilinin köklerini araştırmak amacı ile Orta Asya’ya kadar derviş kılığında yolculuk eden Vambery’e göre: “ Osmanlılar’da yaygın bir inanışa göre vampirler ağaç kovuklarında gizlenirler ve oralarda avlanırlarmış. Ele geçirilen vampirler kelleleri kesildikten sonra bir çuvala konup denize atılırmış.” “Cadılar hortlayan ölülerdir” diye açıklar Prof. Pertev Naili Boratav ve ekler “Çokluk kadınların cadı olduğuna inanılır, ama erkeklerden de cadılaşanların bulunduğuna kanıt belgeler vardır. Türk geleneğindeki cadı aşağı yukarı Batı inanışlarındaki vampiri karşılar . Cadılar mezardaki taze ölüleri çıkartıp ciğerlerini yerlermiş. Bir Rumeli anlatmasından öğrendiğimize göre eskiden cadıları zararsız hale sokan uzman cadıcılar olurmuş.” Borotav’ın vurguladığı cadı vampir ilişkisini ve cadıcıları kanıtlayan ilginç bir belgeyi Mehmet Seyda sunmaktadır: Aşağıdaki yazı 1833 yılında Tırnova kadısı Ahmet Şükrü Efendi tarafından hükümet merkezine gönderilmiş ve Takvim-i Vekayi gazetesinin 68. sayısında yayınlanmıştır: Tırnova kadısının naklettiği olay türün literatürüne uygun bir vampir olayıdır. Arada küçük farkları olsa da klasik cadıcılık yöntemlerini izlemektedir. Örneğin kazık göbeğe değil de kalbin hizasına çakılır yürekleri kaynatmak kadar cesetlerin kellelerini uçurmak da geleneğe göre etkin bir çaredir. Bu tür asılsız söylentilerin halkı disiplinsiz yeniçerilere karşı harekete geçirmek için ortaya atıldığı sanılmaktadır. Meçkey - Türk, Anadolu ve Altay halk inanışında, batı dillerindeki karşılığı ile birebir örtüşen bir anlamla vampir demektir. Meçik de denir. Türk halk kültüründe ve halk inancında kendine özgü bir vampir türüdür. Bazı yönleri bütünüyle Türk kültürüne özgü olsa da Batı toplumlarının inanışlarına çok benzeyen bazı özellikleri de mevcuttur. Örneğin tıpkı Nosferatu'da olduğu gibi, "tağun" (yani veba) hastalığı taşıdığına inanılır. İnsanların kanını emer, içlerinde büyür. Ölüm saçan kambur bir yaşlı kadın (veya bazen yaşlı bir erkek) şeklinde düşünülür. Sözcük, biçmek (kesmek) fiili ile alakalıdır. Meç Moğolcada maymun, Mes ise silah demektir. Türklerde masal ve söylencelerde maymuna benzer varlıklara sıklıkla rastlanır. Asya'nın güney doğusunda genellikle hortlak benzeri yaratıklara ait inanışlar bulunuyor. Bunların da ani ve korkunç ölümler sonucu ölenlere ait ruhlar oldukları söyleniyor. Uzak doğu kaynaklı korku filmlerinde bunlar gibi bir travma sonucu ölen, ölümlerini kabul etmek istemeyen ve yaşayanlardan intikam almaya çalışanhortlaklar konu ediliyor. Bali, Malezya, Endonezya, Filipinler ve Kamboçya'da dişi vampir benzeri (Türk folklorundaki lohusa kadınlara musallat olduğu söylenen "al karısı" benzeri) bazı yaratıklara inanılıyor ama bunlar bilinen vampir stereotipinin epeyce dışında kalıyorlar. Daha çok hortlak ve cadı benzeri yaratıklar olarak tanınıyorlar. Sadece kan içmiyor, iç organlarla da besleniyorlar. Vücutlarını parçalayarak bölünebilme, yarasa kanatlarıyla uçabilme, uzun dilleriyle kan emebilme vb. özellikleri var. Genellikle de genç ve güzel kadınların intihar ya da doğum sırasında ölümleri nedeniyle ortaya çıktıkları söyleniyor. Özellikle Japon kültüründe hiçbir vampir inanışı bulunmuyor. Japon kökenli vampirler sadece mangalar ve sinemada bulunuyor. Çin'de ise zombi benzeri kara büyüyle yeniden diriltilen cesetler olduğuna inanılıyor ama bunların da yaşayan ölüler olmaları, uzun saç ve tırnakları dışında vampirlikle pek bir alakaları bulunmuyor. White Wolf tarafından kurgulanmış popüler RYO'lardan biridir. Oyun vampir faaliyetlerini insanlara belli etmeden yaşamanızı gerektiren bir dünyada geçer. İnsanların vampirlerin varlığını bilmesi gizlenmelidir. Ayrıntılı bilgi için bkz. . Gizemcilikle ilgilenenler arasında “Vampir İncili” olarak da bilinen “Delphi Yazıtları”nın Yunan mitolojisinin efsanevi Delphi kahinine ait olup olmadığı ya da tarihsel bir değer taşıyıp taşımadığı bilinmiyor. Yazıtların içinde yer alan bir bölüm, özellikle vampirlerin mitolojik kökenine ve nasıl ortaya çıktıklarına ışık tutan bir aşk hikayesinden oluşuyor. Tanrıça Selene’nin antik Yunan mitolojisindeki hikayesinden farklı bir çizgide ilerleyen bu hikayeye göre, ilk vampir ay ve av tanrıçası Artemis tarafından yaratılıyor. Metnin tamamına ulaşmak için bknz.Delphi Yazıtları: Ayışığı tanrıçası Selene Psikiyatrinin babası Carl Gustav Jung, kolektif bilinçaltı kuramında insanlığın ortak bir ruh alanında veya frekansı
nda bir bütün olduğunu veya iletişimde olduğunu savunur. Kolektif bilinçaltı zamanın başlangıcından beri insanlık tarafından paylaşılmakta, ilkel anıları ve örnek tavırları yani arketipleri içermektedir. İşte bu örnekler, insanları çeşitli biçimde etkiler: Hayallerde, rüyalarda, dini inançlarda, mitlerde, sanatta ve folklörde belirir. Jung'un bu kuramına göre, vampirler de kolektif bilinçaltındaki arketiplerden biri olarak yorumlanabilir. [""] "Ve Tanrının kendisi, Uriel'ın ağzından Kain'e son ve en büyük lanetini verdi: "Sen ve senin çocukların, bu diyarda gezdiği sürece karanlığa tutunacaklar. Sadece kan içecekler. Sadece kül yiyecekler. Bir ölü gibi yaşayacaklar, fakat ölmeyecekler. Son günlere kadar dokunduğunuz her şey yok olacak!" Bu lanetle Kain acı bir çığlık attı, gözlerinden kan geliyordu. Kanı bir kabın içine doldurdu ve içti. Kafasını kaldırdığında Cebrail karşısında duruyordu. Fırtına sonrası sessizliğinin verdiği yankıyla: "Âdem'in oğlu, Havva'nın oğlu; babamın bağışlayıcılığı sandığından çok daha büyük. Şimdi bile affedilmeye bir yol açıldı. Bu yola "Golconda" diyeceksin. Çocuklarına ondan bahset, çünkü sadece bu yolla yeniden ışıkta yürüyebileceksiniz."" Sümer mitolojisinde yer alan Emeş-Enten ve Lahar-Aştan hikayesinin bir benzeri olarak, Adem ve Havva’nın ilk oğulları olan Habil (Abel) ve Kabil’in (Cain) hikayesi İncil’in ilk bölümünü oluşturan Eski Ahit’te yer alıyor. Hikayeye göre Tanrıya adak adayan iki kardeşten yalnızca Habil’in adağı kabul görür, bunun üzerine Kabil duyduğu kıskançlıkla kardeşi Habil’i öldürerek lanetlenir ve kıyamet gününe dek durmadan yeryüzünü dolaşmak zorunda kalır. Kabil kardeşini öldürdüğünü anlayan insanların onu da öldüreceğini söyleyince Tanrı onun bedeninde lanetli olduğunu gösteren bir iz bırakarak şöyle buyurur: "Her kim Kabil'i öldürürse, intikam yedi kat fazlasıyla onun üzerine olsun". Böylece Kabil ilk katil ve ilk ölümsüz olarak dünyayı dolaşır. İncil’de bahsedildiğine göre Kabil’in çocukları da olur, bir şehir kurarak ona oğlu Hanok’un adını verir. Günümüzde bu şehrin Urfa olduğuna inanılıyor. Kuran’da da ayrıca Maide suresi içinde isimleri belirtilmeksizin Adem’in ilk oğulları arasında geçen bu hikâyeye yer verilmiştir. Kabil’in hikâyesinin geri kalanına kutsal kitaplarda değil ama Lilith ya da Enoch’un kitabı gibi doğruluğu kilise tarafından kabul edilmeyen kimi eski kitaplarda yer verilmiş. Bu kaynaklara göre, Kabil’in yaptıklarının cezasını çekmesi için taşıdığı ölümlü ruhundan mahrum bırakıldığı ve diğer ölümlüler gibi dünya nimetlerinden yiyemediği anlatılıyor. Kabil’in daha sonra Adem’in ona boyun eğmeyi reddettiği için sürgün edilen ilk karısı Lilith ile birleştiği ve Kızıldeniz civarında Nod adında bir kente yerleştiği belirtiliyor. İbrani mitolojisinde kabusların kraliçesi ve tüm iblislerin anası olan Lilith’in hiçbir şey yiyemeyen Kabil’i hayatta tutmak için ona kendi kanından verdiği ve böylece kendi soylarının ilk vampirleri oluşturduğuna inanılıyor. Günümüzde de pek çok vampir öyküsünün temelinde Kabil veya Lilith’e göndermeler yapılmaktadır. Judas İscariot, ("İscariot" latince katil anlamına gelmektedir) olarak bilinen "Yehuda"’nın da İncil’de adı geçen ilk vampir olabileceğine inanılıyor. Geleneksel vampir inanışına göre vampirlerin haç ve gümüşe karşı hassasiyet göstermelerinin nedeninin de bu hikayeye dayandığı düşünülüyor. Yehuda, geleneksel Hristiyan inancına göre İsa peygambere ihanet ederek onu otuz gümüş sikke karşılığında ele veren bir havarisidir. Yehuda’nın nasıl öldüğüne dair çok farklı inanışlar bulunmakla birlikte, bunlar içinde en bilineni Yehuda’nın İsa’yı çarmıhta görerek duyduğu vicdan azabı ve korkuyla kendini asarak intihar etmesidir. Öte yandan İncil’de ya da diğer kutsal kitaplarda “vampir” sözcüğü hiç kullanılmamıştır. Farklı kültür ve inanışlardaki vampir inanışları için bknz.Vampir Tanrıları III. Vlad namı diğer Kont Drakula, 1444'te, 13 yaşındayken kardeşi Radu ile beraber, devşirme olması amacıyla Edirne'ye getirilmiştir. 1447'de babası II. Vlad Dracul ve ağabeyi Mircea'nın Macarlar'la savaş sırasında ölmesinin ardından; Macarlar tarafından Eflak'ın başına getirilen II. Vladislav'ı devirmesi için 1448'de yanına bir de ordu verilerek salıverilir. Kardeşi Radu Osmanlılarla kalmayı tercih eder. Vlad, kraliyet ailesinin düşman kolundan olan II. Vladislav'ı devirir ama tahttaki ikinci ayında yine Macarlar tarafından Boğdan'a sürülür, II. Vladislav tekrar başa geçer. Üç sene sonra, 1451'de Boğdan prensi Bogdan'ın öldürülmesini fırsat bilerek Eflak'a döner. Geçen süre zarfında II. Vladislav Macar komutan János Hunyadi'ye ihanet ederek Osmanlı tarafına geçmiştir. Dracula'ya da Macarlar'ın tarafına geçmek düşer. 1456'da János Hunyadi ikinci Sırbistan seferine çıkarken Vlad da ikinci Eflak seferine çıkar, II. Vladislav'ı öldürür ve başa geçer. Bu olaydan sonra meşhur işkenceleri başlar. Tahta geçer geçmez ilk yaptığı işlerden birinin ülkesinde yoksul insan kalmasın diye dilencileri ve yoksulları toplayıp bir yemek vermek, ardından da hepsini diri diri yakmak olduğu söylenir. 1456'dan 1462'ye kadar süren altı senelik hükümdarlığı sırasında kadın, çocuk demeden; kimi kaynaklara göre 40 binden kimilerine göreyse 100 binden fazla insanı öldürtmüştür. 1462'de Osmanlı İmparatorluğu'nun Eflak'ı topraklarına katması üzerine kaçmak zorunda kalır, yardım beklediği Macar Kralı kendisini zindana atar. Osmanlılar, Eflak'ın başına Vlad Tepes'in kardeşi Radu'yu getirir. Radu 1473'e kadar tahtta kalır. 1475'teki ölümüne kadar geçen iki senelik sürede ise, rakip aile Danestiler'den yaşlı Başarab ile Radu arasında tam altı kere el değiştirir . Radu'nun ölümünden sonra bir buçuk sene kadar aralıksız tahtta kalan Basarab'ın saltanatı, Macar krallığının desteğini almayı basarıp 3. Eflak seferine çıkmış olan Vlad Tepes tarafından bozulur. Kazıklı, Moldova ve Transilvanya ordularının da desteğiyle 3. kez, ancak ilki gibi yine yalnızca iki aylığına tahta çıkar. Orduların Transilvanya'ya hareketini fırsat bilen Osmanlılar, Kazıklı'yı devirir. Rivayete göre öldürülüp başı İstanbul'a getirilmiş, vücudu Snagov'da bir manastıra gömülmüştür. Ancak manastırda 1931'de yapılan kazılarda mezarın boş olduğu görülmüştür. 1897 yılında Bram Stoker ölümsüz eseri Dracula'da Kazıklı'yı Kont Drakula adıyla diriltmiştir. Macaristan Krallığı’nın en ünlü soylu ailelerinden biri olan Bathory ailesinden gelen Kontes Elizabeth Bathory, tarihin en kötü şöhretli kadınları listesinde kuşkusuz ilk sıralarda yer alıyor. Bathory, 54 yıllık yaşamı boyunca işlediği korkunç cinayetler nedeniyle de dünyanın en ünlü kadın seri katili ünvanını taşıyor. 15 yaşındayken evlendirildiği kocası Ferenc Nádasdy’nin ölümünden sonra suç ortağı hizmetçileriyle birlikte yüzlerce (söylentiye göre 650) genç kızın işkence edilerek öldürülmesinden sorumlu tutulan Bathory, ömrünün kalan 4 yılını kendi şatosu olan Csejte’de küçük bir odaya hapsolmuş bir şekilde geçirdi. Cinayetleri bizzat işlettiği yardımcıları korkunç cezalar alırken Bathory bir soylu olduğu için ne yargı önüne çıkartılmış ne de söz konusu suçlardan hüküm giymiştir. Öte yandan Csejte şatosunda kapısı tuğlalara örülen bir odada unutulmaya terk edilen kontesin adını anmak bile yasaklanmıştır. Bathory’nin gençliğini koruyabilmek amacıyla bakire kızların kanlarıyla banyo yaptığı söylentileri onun uzak bir akrabası sayılabilecek Wallachia prensi Vlad Tepeş gibi bir vampir olduğuna inanılmasına yol açmıştır. Macarca ismiyle Erzsébeth Báthory, 1560 yılında doğdu ve çocukluğunu Ecsed şatosunda geçirdi. Macaristan’ın Osmanlılar ve Avusturyalılarla gerçekleştirdiği savaşların yaşandığı bu dönemde Bathory Latince, Almanca ve Yunanca dillerini iyi derecede bilen bir Protestan genç kız olarak yetiştirilmişti. Acımasızlığıyla şöhret kazanan kuzeni Transilvanya prensi Stephen gibi Elizabeth de çocukluğundan itibaren ani öfke nöbetleri geçirmekteydi. Araştırmacılar bunun aileden gelen genetik bir bozukluk olduğuna ve Bathory’nin epilepsi hastası olma ihtimaline inanıyor. Günümüzdeki tarih uzmanları ve psikiyatrlar Bathory’nin aynı zamanda cinsel kimlik bozukluğuna da sahip olduğunu belirtiyorlar. Henüz 14 yaşındayken hamile kalan Elizabeth, söylenene göre kadın ya da erkek istediği herkesle birlikte olabilmekteydi. Öte yandan Bathory’nin kimi akrabalarının da sicili pek parlak değildi. Halasının lezbiyen bir cadı, amcasının şeytana tapan bir simyacı ve erkek kardeşinin ise birlikte yalnız kalınmaktan korkulan bir cinsi sapık olarak tanınması Bathory’nin çevresinde öyküneceği yeterince kötü örnek olduğunu gösteriyor. Öte yandan çocukluğundan beri Elizabeth’le ilgilenen bakıcısının da kara büyüyle uğraşan ve ayinlerinde küçük çocukları kurban etmekten çekinmeyen biri olduğunu da eklersek Bathory’nin bu durumda bir seri katile dönüşmemesi neredeyse imkansızdı. Elizabeth, evlendikten sonra kocasının evlilik hediyesi olan Csejte şatosuna yerleşti. Şato etrafındaki birbirine bitişik 17 köy ve tarım arazileriyle çevriliydi ve Küçük Karpat dağlarının kayalıkları üzerinde yükseliyordu. Kocasının sürekli savaşta ve evden uzakta oluşu Bathory’i ticari ve politik konularla ilgilenmek zorunda bırakmıştı. Tarihçilere göre Bathory bu konuda da oldukça başarılıydı. Öte yandan Bathory güzelliğiyle övünmek, aynalar karşısında zaman geçirmek ve günde neredeyse beş defa kıyafet değiştirmekten de geri kalmıyordu. Bathory’nin babasından ve kocasından öğrendiği acımasızlığı sarayındaki hizmetçilere göstermesi ise en sıradan uğraşıydı. Yaşlanmaya başladığını düşündüğü andan itibaren cildini yenileyebilmek için kendini farklı büyülerle uğraşmaya verdiği de biliniyor. Öte yandan Bathory’nin bölgedeki savaşta çaresiz kadınların koruyuculuğunu üstelendiği söylentileri de var. Örneğin Bathory, kocası Osmanlıların elinde esir olan bir kadın ya da kızı tecavüze uğrayıp hamile bırakılan bir kadın için politik hünerlerini sergilemekten çekinmemişti. Diğer yandan şatosunun bir bölümünde istemeden hamile kadınların çocuklarının düşürüldüğü de biliniyor. Bathory bunla
rı kuşkusuz daha fazla genç kızı öldürebilmek için yaptığı düşünülüyor. Önceleri sadece köylü kızlarını katlederken kocasının ölümünden sonra artan kan arzusu bu seri katilin soyluların kızlarına da göz dikmesini sağlıyor. Böylece görgü ve terbiye öğrenmeleri için sarayına kabul ettiği kızların tamamı sırra kadem basıyor. Öte yandan bölgedeki kız kaçırma olayları da artıyor. Saray çevresindeki dedikodular ayyuka çıktığında kralın emriyle görevlendirilen György Thurzó şatoya incelemeye geliyor ve yaklaşık 300 kişilik bir tanık ordusu dinlendikten sonra korkunç gerçekle yüzleşiyor. Kralın Bathroy’nin kocasına olan borcu nedeniyle eyleme geçtiği ve böylece Bathory’den kurtulmak istediği de bir başka korkunç gerçekti. Bugüne dek Elizabeth’in suçsuzluğunu savunanlar krallık tarafından gerçekleştirilen bir komploya kurban gittiği ve bir Protestan olmanın cezasını çektiğini öne sürüyor. Elizabeth Bathory, özellikle kocasının ölümünün ardından işkence yöntemlerini giderek artırmıştı. Psikologlar Bathory’nin yaşlandıkça artan akıl hastalığının bu dönemde iyice kötüleştiğini iddia ediyorlar. İyi ödeme vaatleriyle kandırılan ya da kaçırılan genç kızlar mahzene kapatılıyor ve bedenleri tanınmaz hale gelene dek dövülüyor, sonra da yakılıyor ya da parçalanıyordu. Kurbanların ölesiye dövüldüğü, açlığa terk edildiği, canlı olarak yakıldığı, iğnelerle işkenceye uğradığı, kışın dışarıda üzerlerine su dökülerek donmaya bırakıldığı, yüzlerinin, kollarının ve cinsel organlarının ısırıldığı ve cinsel anlamda tacize uğradıkları da biliniyor. Bathory’nin bu korkunç işkencelerini 1585 yılından 1610’a kadar sahip olduğu tüm şatolarda gerçekleştirdiği ortaya çıkmıştır. 650 kişilik kurban sayısına Bathory’nin hala hükümet arşivlerinde saklı olduğuna inanılan günlük ve mektuplarından ulaşılmıştır. Bathory, bir seri katil olarak çok da becerikli sayılmazdı, bir asil olmasının avantajlarını sonuna kadar kullanmış fakat işlediği cinayetlerin üzerini örtmek konusunda da yeterince titiz davranmamıştır. Tüm bu imtiyaz ona sadece mahkeme aşamasında yaramıştır, yargılanmadan doğruca kendi şatosunda müebbet hapse konulmuştur. Öte yandan kralın Bathory'e borcunu ödemesine gerek kalmadığı hükmüne de varılmıştır. Bathory, Csejte şatosunda ölü bulunduğunda odasında el sürülmemiş pek çok kap yemek bulunuyordu, bu nedenle tam ölüm tarihi bilinemiyor. Önce Csejte kilisesinin bahçesine gömülen cesedi Csejte’li köylülerin ayaklanması sonucu Ecsed’deki Bathory aile kabristanına defnedilmek üzere buradan taşınmıştır. Kontes Bathory denince aklımıza gelen kan banyosunun bu efsaneye sonradan eklendiğini de belirtelim. Bathory aleyhine ifade veren tanıklardan hiçbiri bir kan banyosundan söz etmediği ve bunun sadece Transilvanya vampir inanışıyla alakalı olarak uydurulmuş olduğu bilinmektedir. Bathory’nin hikâyesi farklı perspektifler ya da kurgusal olaylar içeren pek çok filme de konu olmasının yanı sıra sulandırılarak “Kontes Dracula” ve benzeri filmlerin yapılmasına da esin kaynağı olmuştur. Richard Wagner Richard Wagner (22 Mayıs 1813, Leipzig – 13 Şubat 1883, Venedik), Alman opera bestecisi, tiyatro direktörü, müzik teorisyeni ve yazarı. Geliştirdiği birleşik sanat eseri kavramı (Gesamtkunstwerk) ile müzik dünyasını etkiledi. Gerek müzik ve drama alanındaki yenilikleri, gerekse Yahudi karşıtı görüşleri nedeniyle 20. yüzyılın en çok tartışılan müzik adamlarından olmuştur. 22 Mayıs 1813’te Almanya’nın Leipzig kentinde doğan Richard Wagner, polis memuru Friedrich Wilhelm – Johanna Wagner çiftinin 9 çocuğundan en küçüğüdür. Henüz 6 aylıkken babasını kaybeden Richard Wagner’in annesi Johanna, 9 ay sonra aile dostu olan ressam, oyun yönetmeni ve yazar Ludwig Geyer ile evlendi ve aile Dresden’e göçtü. Geyer, 1821’de öldü ve aile 1827’de yeniden Leipzig’e döndü. Wagner, küçük yaştan itibaren tiyatroya ilgi duymaya başladı. Diğer kardeşleri de meslek olarak oyunculuk ve şarkıcılığı seçmişlerdi. İlk yaratıcı çalışması, 15 yaşında "Leubald and Adelaide" adlı opera metni idi. Weber’in bir operasını ve Beethoven’in bir senfonisini dinledikten sonra ise müzik tutkusu kendisini gösterdi. Leipzig Üniversitesi’ne devam etmeye başlayan Wagner, ayrıca bir sinagogda koro şefi olan Christian Theodor Weinlig’den 6 ay boyunca müzik dersi aldı, armoni ve kontrpuan öğrendi. 1832’de belli başlı eserlerinden ilki olan "Do Major Senfoni"’yi besteledi; eser, Leipzig ve Prag’da seslendirildi ve ilgi gördü. 1833’ten itibaren çeşitli küçük tiyatro topluluklarında orkestra şefi olarak çalıştı; 1834’te "Die Feen (Periler" operasının müziğini ve metnini yazdı. Bu eser, o hayattayken hiç seslendirilmediyse de ikinci operası olan ve Shakespeare’in "Kısasa Kısas" oyunundan hazırladığı "Das Liebesverbot" "(Yasak Aşk)" operası 1836’da Magdeburg’da sahnelendi. 1836’da şarkıcı Minna Planer ile evlendi. Eşini evlenmeye razı etmek için 2 yıl uğraştığı halde, bu evlilik kısa zaman sonra sadakatsızlık nedeni ile bir hayal kırıklığına dönecek yine de 1866’ya kadar sürecekti. Evlendiği yıl Königsberg tiyatrosunda müzik direktörü olduysa da kısa bir süre sonra ayrılıp Riga’da benzer bir göreve başladı. Burada özellikle Beethoven eserlerini yönetti ve Rienzi operasını bestelemeye başladı. 1839’da alacaklılarından kaçarak önce Londra’ya gitti. Bir oyununun perdeye aktarılması sırasında yaşanan bir anlaşmazlık nedeni ile değerinin daha iyi anlaşılacağını düşündüğü Paris’e gitti. Berlioz ve başka sanatçılarla tanıştı. Yoksulluk içinde geçen Paris günlerinde Rienzi’yi tamamladı, Uçan Hollandalı operasının taslaklarına başladı. 1842’de Dresden Tiyatrosu Rienzi’yi sahnelemeye karar verince Paris’ten ayrılıp Dresden’e gitti. Eser, 6 saat süren çok uzun bir opera olmasına rağmen seyirciyi coşturmayı başarmıştı. Böylece Rienzi operası, Wagner’in Almanya’da adını duyurmasını sağlayan ilk eser oldu. 1843’de Uçan Hollandalı aynı kentte sahnelendi. Wagner, Dresden’de krallık orkestrası şefliğini yaptı. Romantik operası Tannhäuser 1845’de Dresden’de sahnelendiğinde geleneksel formların çok dışında bir eser olduğu için eleştirildi. Buna rağmen Franz Liszt, 3 yıl sonra Weimar’da bu eseri sahneledi ve Wagner’i her zaman destekledi. 1848 tanışan Wagner ile Liszt, ömürboyu dost oldular. Wagner, aynı yıl Löhengrin operasını tamamladıysa da sahneleme imkâni bulamadı. Yardımına yine Liszt koştu ve eseri 1850’de Weimar’da sahneledi. Wagner’in devrimci siyasi etkinliklerinden ötürü İsviçre’ye sürgüne gitmesi üzerine kariyerinde yeni bir dönem başladı. Sürgün yaşamı 1862’ye kadar süren Wagner, İsviçre’de "Der Ring der Nibelungen" "(Nibelungen Yüzüğü)" adı verilen opera dizisini yazdı.Bu eser 4 ayrı operadan oluşmaktaydı. Eserin "Nibelungen yüzüğü" adını almasının sebebi ise, hikâyelerin birbirinin devamı olarak yazıldığı bu 4 ayrı operanın art arda sahnelenmesi fikri idi. Bu arada varlıklı ipek tüccarı Otto Wesendonck ve eşi Mathilde ile tanıştı. Otto Wesendock, Zürih yakınlarındaki villasının bahçesindeki küçük bir köşkü Wagner ile eşi Minna’ya kiralayarak Richard Wagner ile eşi arasında doğan aşkın sürmesine farkında olmadan yardımcı oldu. Bu aşk, Wagner’e yeni eserleri için ilham verdi. Wagner böylece, operalarının en uzunu ve en zoru olan "Tristan ve İsolde"’i (1857-1859) yazdı. Eser, 1865’de Münih’te Bavyera Kralı’nın huzurunda sahnelendi. Wagner, tahta yeni çıkan Bavyera Kralı II. Ludwig tarafından davet edilince hemen Almanya’ya gitmişti. Kralın desteği ile ekonomik sıkıntıları sona erdikten sonra tek komik operası "Die Meistersinger von Nürnberg" Nürnberg'in Usta Şarkıcıları operasını yazıp besteledi ve bu eser de Münih’te sahnelendi. Bu arada Bavyera Parlamentosu ülke parasının besteciye yedirildiği inancıyla sanatçıyı eleştirmekteydi. Öte yandan Franz Liszt’in ünlü orkestra yöneticisi Hans von Bulow ile evli kızı Cosima ile yaşadığı aşk çevreden tepki toplamaktaydı. 1866’da eşinden ayrılan Wagner, 1870’te Franz Liszt’tin kızı Cosima ile evlendiğinde çiftin iki çocukları vardı. Wagner, orkestra eseri "Siegfried İdyll"’i 1870’de Coşima için besteledi. 1869-1870 yıllarında Yüzük operalarının ikisi Liszt tarafından sahnelendi.Bu sırada eserin tamamının sahneleneceği bir opera binası için kaynak bulma çabaları sürüyordu. Ümitsizliğe düştüğü anda Kral II. Ludwig’in desteği ile karşılaştı. Söylentilere göre eşcinsel olan Kral, Wagner'e ve onun müziğine duyduğu büyük aşkını kanıtlamak adına binanın yapımına yardım teklifinde bulundu. Bu büyük aşktan haberdar olan Wagner bu yardımı kabul etti. Opera binası 1874’te Bayreuth’ta birleşik sanat eseri (müzik, şiir, görsel sanatlar, dans gibi tüm sanatların operada harmanlanması) kavramına uygun olarak inşa edildi. Opera binasının inşa sürecinde Wagner kendi sanatının gereklerini göz önünde bulundurarak projenin büyük bölümüne çizimleri ile katkıda bulundu. 1876’daki ilk sanat festivalinde tamamı 18 saatlik bir eser olan Nibelungen yüzüğü sahnelendi. 1877’de Parsifal operasını yazmaya başlayan Wagner, “saf ırk” konusundaki polemik yaratan yazılarını yayınlamayı sürdürdü. Parsifal, 1882’de Bayreuth’ta sahnelendi. Wagner, 1883 kişini geçirmek için gittiği Venedik’te kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. Bayreuth’taki villasının bahçesinde kendi adına hazırladığı mezarına gömüldü. Patafizik Patafizik genelle değil özelle ilgilenir. "İstisnalar Bilimi" olarak da isimlendirilir. Metafizik ötesindeki alemi çalışma alanı olarak seçen psödofelsefedir. Modern bilimin kuram ve yöntemlerinin hicvidir ve çoğunlukla anlamsız ve deneysel bir dil kullanır. Terim ve kavram olarak Alfred Jarry tarafından üretilmiştir. GW-BASIC GW-BASIC, bir programlama dilidir. 1980'li yıllarda Microsoft'un ilk çalışanlarından Greg Whitten tarafından yazılan bir DOS tabanlı BASIC lehçesidir. QBasic, Turbo Basic gibi diller bu dilden türetilmiştir. Her satıra bir numara vermek ve program akışını GOTO deyimiyle değiştirmek bu dilin en temel özelliğidir. Satır numarası zorunluluğu vardır. Numaraların onar onar artmasının nedeni, daha sonradan araya satır ekleyebilmektir. Örnekteki pro
gram çalıştırıldığında önce ekrandaki önceki bilgiler temizlenir ve ekranın sol üst köşesine DENEME yazılır. Ayrıca, yazılan program sonlandırıldıktan sonra "OK" diye belirterek, programın sonlandırıldığını belirtir. CLS: Ekranı eski çıktılardan temizleyen deyimdir. Örneğin; yukarıdaki programa bakarsak, bu programda "cls" komutu kullanılmasa idi ne kadar programı çalıştırırsak çalıştıralım, o kadar "deneme" çıktısı alınacaktır. END: Programın sona erdiğini belirten deyimdir. Programın sonuna koymaya gerek yoktur. PRINT: Yukarıdaki programda verilen girdiyi çıktı olarak ekrana gelmesini sağlayan deyimdir. LOCATE: "PRINT" deyimi ile ekrana çıkan çıktının koordinatlarını belirtir. COLOR: "PRINT" deyimi ile ekrana çıkan çıktının yazı ve zemin renklerini belirtir. Bu örnekte turkuaz yazılı kırmızı renkli "deneme" sözcüğünü göreceksiniz. SCREEN: Ekran deyimidir. Bu komut ile grafik ekrana geçilebilir. Moda (anlam ayrımı) Robert Smithson Robert Smithson (2 Ocak 1938; Rutherford, New Jersey - 20 Temmuz 1973), Amerikalı sanatçı. Jeoloji, kristallografi, endüstriyel atıklar ve bilim kurgu gibi alanlarda da çalışan bir sanatçı. 1960'larda modüler birimleri ile çoğunlukla kristal yüzeyleri anımsatan minimalist çelik heykelleri ile dikkat çekti. Sonraki işlerinde özellikle yere atma ve dökme gibi işlemleri işin içine katarak yer çekimi kavramıyla uğraşan heykeller yaptı. 1970 Nisan'ında Utah'taki Büyük Tuz Gölü'nün kuzeydoğu kıyısına en ünlü eseri olan Spiral Mendirek'i ('Spiral Jetty') inşa etti. 'Spiral Jetty' dağınık kayalık bir alandır, kendi etrafında sarmalanmış ve bir çıkmazla sonlanmıştır. Mevsim değişimlerine karşı şaşırtıcı derecede duyarlıdır. Su yosunlarının miktarına ve değişen tuz tabakalarına maruz kalan kayalara bağlı olarak su renk değiştirir. 20 Temmuz 1973'te çevrenin keşfini yapmak üzere profesyonel bir fotoğrafçı ile birlikte havalanan Smithson'un uçağı düştü, içindeki üç kişi de öldü. Otuzbeş yaşında hayatını kaybeden sanatçının yarım kalan işi Amarillo Ramp'i eşi Nancy Holt tamamladı. Mila Rodino Mila Rodino (Мила Родино, "Sevgili Ana Vatan"), Bulgaristan'ın günümüzde kullanılan ulusal marşıdır. sözler, Tsvetan Radoslavov tarafından yazılan "Görkemli Eski Dağlar" adlı şiirinden aynen alınmıştır. Şair bu şiirini 1885 yılında, 1885 Sırp-Bulgar Savaşı'ndan döndükten hemen sonra yazmıştır. 1964 yılında Bulgaristan'ın ulusal marşı olarak kabul edilmiş, sözleri birçok değişikliğe uğramış ve günümüzdeki hali 1990'da benimsenmiştir. 1886 ve 1944 yılları arasında Bulgaristan'ın ulusal marşı "Meriç Gürüldüyor"'du. Judo Judonun ilk dönemlerinin ve onun temellerini atmış olan matematik öğretmeni Jigoro Kano (1860-1938) (Japonca'da soyadı önce gelir) tarihçesi birbirinden ayrı düşünülemez. Kano yapılacak işi olan bir ailede doğmuştu. Dedesi Japonya merkezindeki Shinto Bölgesinde kendi geçimini sağlayan bir sake üreticisiydi. Kano'nun babası en büyük evlat olmağı için işi devralmadı ve bir Shiton Rahibi ve Devlet Memuru olup, oğlunun Japonya İmparatorluk Üniversitesindeki ikinci senesine devam etmesini sağlayacak yeterli feyzi oğluna verdi. Kano 17 yaşında iken Jujutsu ile başladı, o zamanlarda bayındır bir sanattı, ama kendisini ciddiye alacak bir hoca bulmanın da zorluğu ile az bir ilerleme gösterdi. 18 yaşında edebiyat öğrenmek için gittiği üniversitede, dövüş sanatı çalışmalarını sürdürdü, sonunda yaşayan en yaşlı Kano öğrencisi ve sayılı bir Japon/Amerikalı Judoka olan Keiko Fukuda'nın Atası ve Tenjin Shinyo Ryu ustası Hachinosuke Fukuda'nın öğretilerini benimsedi. Fukuda Judo'da biçimsel idmanların üzerine önemli bir tekniğe sahip olmanın, Kano'nun vurguladığı randori veya serbest judo çalışmanın tohumlarını ektiğini söylemiştir. Kano, Fukuda'nın Okuluna katıldıktan bir yılı aşkın bir süre sonra Fukuda hastalandı ve öldü. Sonrasında Kano, biçimsel katalara Fukuda'dan daha çok önem veren Masatomo Iso'nun Tenjin Shinyo okuluna katıldı. Kano kendisini adayıp kısa zamanda shihan yani usta unvanını alıp Iso'nun yardımcısı olduğunda 21 yaşında idi. Iso'nun da hastalanması üzerine daha öğrenmesi gereken çok şey olduğunu düşünen Kano, başka bir stil daha edindi, Kito Ryu hocası Tsunetoshi Iikubo'nun öğrencisi oldu. Fukuda gibi likubo da serbest çalışmadan daha önemli olduğuna inanıyordu ve diğer yandan Kito Ryu fırlatma tekniklerine Tenjin Shinyo Ryu dan çok daha üst derecede önem veriyordu. Bu zaman içinde, Kano, "kata guruma", "uki goshi" gibi teknikler geliştiriyordu. Fikirleri çoktan Kito ve Tenjin Shinyo Ryu' nun ilkelerini genişletmenin ötesine geçmişti, yeni gayeler ile doluydu, kısmen eğitiminin bir sonucu olarak, sağlam bilimsel ilkelere dayanan tekniklerle ve dövüş sanatlarındaki ilerlemeye ilaveten genç insanların kafa, karakter, vücut gelişimine önem vererek, kafasında jujutsuyu yeniden biçimlendirmişti. Kano 22 yaşında üniversiteyi bitirdikten hemen sonra, Eishoji Tapınağında kendi himayesinden jujutsu çalışmak için Iikubo'nun okulundan 9 öğrenciyi yanına aldı. Yerleri bu isimle anılmadan önce iki yıl geçti, Kano henüz Kito ryu da usta unvanını almamıştı, Iikubo öğretime yardım için haftada üç gün tapınağa geldi. Kodokan veya "yolu öğrenmek için mekân" böyle kuruldu. Judo kelimesi, nazik olmak veya yol vermek anlamına gelen "ju" ve yaşamın yolu anlamına gelen "do", kanjilerinden türetilmiştir. Kelime karşılığı "nezaket yolu" veya "yol verme yolu" dur, "esneklik yolu", "uyum yolu", "bükülme yolu" şeklinde isimlendirildiği de olur. Judokaları teşvik etmek amacıyla her 6 ayda bir sınav yapılarak bir üst kuşağa geçmeye imkân verilir. Kyu(öğrencilik) devresi 6 kemer renginden oluşur. Bu devreleri geçiren sporcu zor ve meşakkatli bir imtihandan geçerek "Dan" ustalık derecesi olan "Siyah" Kemeri almaya çalışır. "Dan" alacak kişinin tüm teknikleri sağlı ve sollu olarak yapması,kombine ve kontraatakları bilmesi gerekir. Ustalık dereceleri 10 adettir: Judo sporu, mücadelenin iki safhadan oluştuğunu varsayar. Ayakta Tachi-waza ve yerde Ne-waza safhası. İlgilerine göre bazı judokalar bir safhada diğerine göre daha üstünken, birçok judoka her iki safhaya da eşit ağırlık verir. Ayaktaki safha başlangıç safhası olarak kabul edilen safhadır, rakipler birbirlerini yere atmaya çalışırlar. Rakibi, ayaktayken sırt üstü düşürmek maçı kazanmaktır ("İppon"-Tam puan). Yer safhasında ise rakibini belirnenen süre içerisinde, yerden kalkamayacak şekilde sabit tutarak("Osaeokomi-Waza") puan alma safhasıdır.Yere atış sonrasında ise 25 saniye (Bu kural 2013 yılı itibarı ile 20 olarak değiştirilmiştir.) tutuş yapılırsa, "İppon"-Tam puan ile maç kazanılır. Ayakta rakibini yere atarak puan alma şekilleri, "Yuko", "Waza-Ari" adı altında Japonca terimlerle ifade edilir. Judo teknikleri 3 kategoride toplanır. Her kategori kendi içinde bölümlere ayrılmıştır. "Nage Waza": Fırlatma teknikleri "Katame Waza": Tutma, yakalama teknikleri "Atemi Waza": Vuruş teknikleri 32. Gün 32. Gün, Mehmet Ali Birand ve ekibinin hazırladığı, 1985 yılında TRT'de yayınlanmaya başlamış olan ve günümüzde yayınlanmaya devam eden haber programıdır. 32. Gün'ün ünlü jenerik müziği olan "Eve Of The War" Jeff Wayne'a aittir. 32. Gün, TRT 1 (1985-1992), Show TV (1992-1998), atv (1995), Kanal D (1999, 2005-2014), CNN Türk (1999-2005), 360 (2015-2016) ve 24 (2016-günümüz) gibi kanallarda ekrana gelmiştir. Türk televizyon tarihinin en uzun soluklu ve en etkili haber programı olarak gösterilen 32. Gün, tam bir habercilik okulu gibidir. Ekrana ilk çıktığı yıllarda kadrosu Mehmet Ali Birand, Musa Çözen, Ali Kırca, Reha Muhtar gibi isimlerden oluşan 32. Gün, daha sonra Vahap Yazaroğlu, Mithat Bereket, Rıdvan Akar, Cüneyt Özdemir, Can Dündar, Turan Yavuz, Banu Avar, Banu Acun, Serdar Akinan, Çiğdem Anat, Bülent Çaplı, Deniz Arman, Coşkun Aral, Ahmet Sever, Cenk Başlamış, Ayfer Dedekorkut, Cem Öğretir, Kerem Şenel, Utku Başar ve Günel Cantak gibi isimlerin de okulu olmuştur. İlk başladığı yıllarda daha çok uluslararası siyaset konularının ağırlıkla işlendiği 32. Gün, daha sonra Türkiye'nin büyük çaplı politik sorunlarına da eğilmiştir. Bu nedenle program, bir dönem (1992), "32. Gün Dünya" ve "32. Gün Türkiye" isimleriyle ikiye ayrılmıştır. 32. Gün, sonraları giderek daha yoğun bir şekilde Türkiye gündemine yoğunlaşırken, programın araştırmacı gazetecilik boyutu da, eski gücünü yitirmiştir. Bunda, televizyon kanallarının bu tarz yapımların ekonomik getirisini yetersiz kabul etmesinin rol oynadığı söylenmektedir. Türk televizyonlarının uluslararası çapta en çok tanınan haber programı olarak gösterilen 32. Gün'de François Mitterand, Helmut Kohl, Muammer Kaddafi, Margaret Thatcher, Boris Yeltsin, Mihail Gorbaçov, Saddam Hüseyin, Jacques Chirac, Yaser Arafat ve daha çok sayıda dünya liderinin röportajları yayınlanmıştır. Mehmet Ali Birand, 32. Gün programının 10. yılında "32. Gün: 10 Yılın Perde Arkası", 20. yılında da "32. Gün: 20 Yılın Perde Arkası" isimleriyle iki kitap yazmıştır. Kanal D'de her Perşembe günü geceyarısını geçtikten sonra ekrana gelen ve daha çok tartışma platformu kimliğiyle seyirci karşısına çıkan 32. Gün programı Mehmet Ali Birand tarafından hazırlanmıştır. 1-7. Sezon arası TRT'de. 7-10. Sezon arası Show TV'de. 11. Sezon arası kısa bir süre atv'de. 11-13. Sezon arası tekrar Show TV'de. 14-15. Sezon arası Kanal D'de. 15-20. Sezon arası CNN Türk'te. 21-29. Sezon arası tekrar Kanal D'de. 30-31. Sezon arası 360'ta. 32. Sezondan itibaren 24'te yayınlanmaktadır. Birand'ın vefatı nedeniyle yerine oğlu Umur Birand tarafından sunulan programın Genel Yayın Yönetmenliğini Hilmi Hacaloğlu gerçekleşmektedir. Kanalizasyon Kanalizasyon ya da lağım döşemi, pis ve atık suların özel kanallar aracılığıyla toplanıp atılmasını sağlayan altyapı sistemidir. Bu kanallarda künk ya da büz adı verilen kalın borular kullanılır. Ayrıca bunların bir zarar görmesi ( delinme, yanma, kırılma ) sonucunda etrafa kötü koku yayılabilir. Yani kanalizasyon borularının çok sağlam olması lazımdır. Kanalizasyon hatları genellikle 1/2
dolulukta 2fps hızla akacak şekilde tasarlanır. Asgari akış hızı, boruların temiz kalmasını sağlar ve katı madde birikimini engeller. Bina içi sistemlerde eğim %1 ile %2 arasında olmalıdır. Bina dışındaki sistemin uç (dış) noktalarındaki borular, en az %1 eğimle tasarlanmalıdır. Bu uç noktalardaki borularda az akış olacağından, %1 eğim, boruların temiz kalmasına yardımcı olur. Yatay eğrilikli borular pek istenmese de bazı durumlarda gerekli olabilir. Böyle durumlarda, boru düzmüş gibi hesaplanır ve gerekli minimum eğime %50 eklenir. Böylece, borunun eğriliğinden kaynaklanan hidrolik enerji kaybı dengelenmiş olur. Menhol bağlantılarında, aynı çaplı borular bağlanırken, akış yönünde aşağıda kalan boru, yukarıdaki borudan en az 0,025 m daha alçak konulmalıdır. Eğer, boru çapı değişiyorsa, boruların çapının %80'ine karşılık gelen yükseklikleri eşleştirilmelidir. Kanalizasyon ağının bulunmadığı yerlerde genellikle lağım çukuru kullanılır. Baskılı devre kartı Baskılı devre kartı (BDK)(İngilizce PCB = Printed circuit board), elektronik devre elemanlarını monte etmek için yüzeyinde iletken (örneğin bakır) yollar ve adalar, yüzeyler arasında ise içi lehim kaplı delikler içeren değişik yalıtkan materyallerden yapılmış plakalardır. Delik içi kaplama, içi kaplanmış delik (ingilizce via), kartın katmanları arasında elektrik akımını taşıyan yollar arasında bağlantı sağlayan deliklerdir. Karta monte edilen bacaklı devre elemanları bu deliklere takılır veya sadece katmanlar arası iletim sağlamak için de yapılabilir. Yüzey montaj teknolojisinde elemanların üzerinde duracağı düz bir yüzey halinde olan bakırdan veya üzeri lehim kaplanmış adalar bulunur. Bazı iletken bakır bölgeler su yolları ile birbirlerine bağlantılıdır. Su yolları akımı geçirir. Çok fazla akım taşıyacak su yolları kalın tutulur az akım taşıyacaklar ince yapılır. BDK (PCB) çizimi genelde bilgisayar programları ile yapılır. En bilinen BDK (PCB) tasarım programlarına OrCad, Proteus (ISIS ve ARES) ve Protel, PCAD örnek verilebilir. PCB çiziminde, yol aralıkları, via genişlikleri, bypass kondansatörlerinin yerleştirilmesi, radyo frekans yayan parçalar var ise bunların mümkün olduğunca entegre devre elemanlarını etkilemeyecek şekilde yerleştirilmesi, aksi halde Faraday kafesi ile yalıtılması, dijital ve analog şaselerin (toprak-ground) ayrıştırılması gibi konulara dikkat edilir. Fiber vb malzemelerin üzerine ince film tabakası halinde bakır yapıştırılmış malzemeler bakırlı pertinaks olarak isimlendirilir. Bu malzeme üzerine, devre şeması (değişik şekillerde) hazırlanarak aktarılır. Aktarma işleminde bir çeşit boya ile akım taşıyacak yollar plakete çizilmiş olur. Daha sonra bu plaket özel bir asit karışımına atılır. Bu asit karışımı, boyalı yüzeylere etki edemezken, boyanmamış yüzeydeki bakırları eritir. Asitten çıkarılan plaket yıkanarak üzerindeki boya tabakası da kaldırıldığında devre hazır hale gelmiş demektir. Katmanlardaki iletken yollar ince bakır folyo tabakası şeklindedir. Bazı uygulamalarda teflon, poliamidler ve seramik de kullanılabilmektedir. Engels Aslan Mashadov Aslan Mashadov (tam adı: Aslan Aliyeviç Mashadov, Rusça: Аслан Алиевич Масхадов / "Aslan Aliyevich Maskhadov"; d. 21 Eylül 1951, Kazakistan – ö. 8 Mart 2005, Tolstoy - Yurt), Çeçenistan Özerk Cumhuriyeti devlet eski başkanı ve Çeçenistan Bağımsızlık Mücadelesi'nin lideriydi. 1957 yılında, altı yaşındayken ailesi Çeçenistan'a döndü. 1972 yılında Tiflis Askeri Topçu Akademisinden mezun oldu ve ardından Rusya'nın bazı bölgeleri ile Macaristan ve Litvanya'da görevlerde bulundu. Kızıl Ordu'da topçu albay rütbesine kadar yükselen Mashadov, SSCB dağıldıktan sonra ordudan ayrıldı. 1992 yılında ülkesi Çeçenistan'a dönerek genelkurmay başkanı oldu. 1996 yılında büyük oranda sonlanan Birinci Rus - Çeçen Savaşı'nın kazanılmasında büyük payı olduğu kabul edilir. Çeçenistan Devlet Başkanı Cahar Dudayev'in Rus birliklerince öldürülmesinin ardından, 1996'da geçici başbakan olarak atandı. Ardından da 1997'de rakibi Şamil Basayev karşısında büyük bir zafer kazanarak Çeçenistan Devlet Başkanı seçildi. Devlet başkanlığı sırasında dışarıda Rusya'ya karşı ılımlı, içeride ise radikal islâm karşıtı ve laik politikaları benimsedi. Ancak bu süreç içerisinde Şamil Basayev'e bağlı kuvvetler ve Çeçenistan'daki yabancı unsurlar üzerindeki denetimini yitirerek bu tür güç odaklarının suikast girişimlerine hedef oldu. 1999'da Rus hükümetinin kışkırtmaları sonucu Şamil Basayev Dağıstan'a girince, Rusya'daki Putin hükümeti Mashadov ile teması kesti ve ardından Rusya'nın kesin zaferiyle sonuçlanan İkinci Rus - Çeçen Savaşı patlak verdi. Bu yenilgiden sonra Mashadov gerilla lideri rolüne geri döndü. Bu rolü sırasında sivil hedeflere karşı terör amaçlı saldırıların karşısında yer aldı. Bu tutumunun pek çok yabancı gözlemci tarafından samimi bulunmasına rağmen Moskova hükümeti Rusya'daki pek çok terör eyleminin arkasında Aslan Mashadov'a bağlı güçlerin bulunduğu iddiasını sürdürdü. Mashadov'un Çeçenistan devlet başkanlığı görevi 2001'de sona erdi. Ancak bu tarihten sonra da ikinci savaş nedeniyle seçim yapılamadığı için hâlen görevde olduğunu iddia etmesine rağmen Rusya hükümeti bu iddiasını tanımadı. Mashadov 8 Mart 2005 tarihinde, Rus özel birlikleri Spetsnaz komandolarının Tolstoy - Yurt kasabasına düzenlediği bir operasyonda diğer Çeçen komutanlarıyla birlikte öldü. Ardında eşi Kusma, kızı Fatma ve oğlu Anzor'u bıraktı. Letonya Letonya (Letonca: ') ya da resmî adıyla Letonya Cumhuriyeti"' ("Latvijas Republika"), Kuzey Avrupa'da yer alan bir ülkedir. Kara sınırlarını kuzeyde Estonya, güneyde Litvanya; doğuda ise Rusya ve Beyaz Rusya ile paylaşmaktadır. Aynı zamanda Letonya, İsveç ile denizden sınırdaştır. Letonya'nın en büyük şehri ve başkenti Riga'dır. 1 Mayıs 2004'ten beri Avrupa Birliği üyesidir. Günümüzdeki Letonlar ve Litvanlar MÖ 2500 civarında Baltık Denizi civarında yerleşen Hint-Avrupa halklarının torunlarıdır. Dil yapısı bakımından komşuları olan Cermenler ve Fin-Ugor halklarından farklı olup Baltık halkları olarak adlandırılmaktadırlar. 12. yüzyılda bölgeye önce ticaret amacıyla gelen Cermenler Letonları zor kullanarak Hristiyanlaştırmışlar, 1201 yılında Letonya'nın başkenti olan Riga'yı kurmuşlardır. 13. yüzyılda Töton şövalyeleri Estonya ve Letonya topraklarında Livonya Konfederasyonu adı verilen bir konfederasyon kurdular. 1282 yılında Riga dahil birçok Leton şehri Kuzey Alman Ticaret Ortaklığı olan Hansa Birliği'ne katıldılar. Böylece Riga, Doğu Baltık ticaret yollarında önemli bir yer kazandı. 1558–1582 yılları arasında Rusya'yla Lehistan, Litvanya ve Danimarka arasında yapılan Livonya Savaşı Rusya'nın yenilgisiyle sonuçlanınca bölge önce Litvanya Grandüklüğü, sonra da Lehistan-Litvanya Birliği'nin eline geçti. Lehistan'ın 1793 yılında parçalanmasından sonra da Letonya Çarlık Rusyası'nın eline geçti. I. Dünya Savaşı'na kadar Rus İmparatorluğu'nun egemenliğinde yaşayan Letonya 18 Kasım 1918 tarihinde bağımsızlığını ilan etti. Letonya II. Dünya Savaşı'nda bir süre Nazi Almanyası tarafından işgal edildi. 1944 yılında kurulan Letonya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti 1990'lı yıllarda Sovyetler Birliği'nin parçalanmasına kadar bir Sovyet Cumhuriyeti olarak kaldı. 21 Ağustos 1991 tarihinde Letonya SSCB'den bağımsızlığını ilan etti. 2004 yılında da Avrupa Birliği'ne ve NATO'ya üye kabul edildi. Letonya'da resmi dil Letonca'dır. Günümüzde bu dil, sadece güney komşusu olan Litvanya ile akrabalık ilişkisi vardır. Yok olan Prusya dili ile de akrabalık bağı vardır. Baltık dili ailesine bağlı olan bu dil Hint-Avrupa dillerindendir. Nüfusunun yarıya yakını Rus olan Letonya'da Rusça da yaygın olarak kullanılmaktadır. Lutherci, Roma Katolikleri, Rus Ortodoksları. Avrupa Birliği'nin genişlemesi Litvanya Litvanya (), resmi olarak Litvanya Cumhuriyeti (), Kuzey Avrupa'da bulunan, üç Baltık devletinden biridir. Ülkede yerleşim daha çok Baltık Denizi boyunca yoğunlaşmıştır, kuzeyden Letonya, güneydoğudan Beyaz Rusya ve Polonya, batısındansa Rusya egemenliğindeki Kaliningrad ile sınır komşusudur. Deniz aşırı olaraksa; Baltık Denizi'nin karşısında bulunan İsveç'le komşudur. Ülkenin nüfusu yaklaşık üç buçuk milyondur. En büyük kenti ve başkenti Vilnius'tur. 14. yüzyıl sıralarında, Litvanya Avrupa'nın en geniş sınırlarına sahip devletlerinden biriydi, o dönemde: Beyaz Rusya, Ukrayna, Polonya ve Rusya'nın bir bölümü Litvanya Büyük Dükalığı'nın egemenliğindeydi. 1569'daki Lublin Birliği'yle, Polonya ve Litvanya yeni bir devlet olarak Lehistan-Litvanya Devleti'ni oluşturdu. Bu birleşmeden iki yüzyıl sonra 1772 ve 1795 yılları arasında bu ittifak bozulmaya başladı. Litvanya'nın parçaları Rus İmparatorluğu'nun eline geçti. I. Dünya Savaşı'nın sonrasında, ülkede bağımsızlık hareketleri başladı. 16 Şubat 1918'de ulusal egemenlik bildirisi yayınlandı. 1940'tan başlayarak Litvanya; Sovyetler Birliği ve Nazi Almanyası'nın etkisine girdi. 1944'te II. Dünya Savaşı'nın sonları yaklaştıkça ülke, Nazi Almanyası'nın egemenliğinden sıyrıldı. Böylece ülkede yeniden Sovyet egemenliği başladı. 11 Mart 1990'da, yayınlanan ulusal bir deklarasyonla Litvanya Sovyetler Birliği'nden ayrıldığını açıkladı ve bağımsızlığını ilan etti. Uluslararası finans araştırmalarına göre Litvanya Avrupa'nın en hızlı gelişen ekonomilerinden birine sahiptir. Litvanya; NATO, Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği'ne üyedir. Ülke, Avrupa Birliği'ne 21 Aralık 2007'deki Schengen Antlaşması'yla tam üye olmuştur. 2009'da, Vilnius Avrupa Kültür Başkenti seçilmiştir. Tarihte "Litvanya" ismine ilk rastlanılan tarih olan 1009 yılının bininci yıl dönümü, ülke genelinde çeşitli etkinliklerle kutlanmıştır. 1 Ocak 2015'te Euro resmi para birimi olarak benimsenmiş ve Eurozone'a dahil olan 19. ülke olmuştur. Litvanya'ya ilk insanlar, milattan önce 10 bin yıllarında -Buzul Çağı'nın sonlarına doğru- yerleşti. Milattan önce 2. binyıl ile 3. binyıl arasında ülke topraklarına Hint-Avrupa halkları'nın göçü başladı. Hint-Avrupa halkları, yerli halklarla karı
ştı ve Baltık uluslarını oluşturdular. Tarihte ilk kez Litvanya adına, bir Alman el yazması olan ve 14 Şubat 1009'da telif edilen Kuedlinburg Yıllıkları adlı kitapta rastlanır. Başlangıçta parçalanmış Baltık kabileleri tarafından yerleşilen ülke, Mindaugas tarafından 1230'da birleştirildi ve Mindaugas 6 Temmuz 1253'da taç giyerek ilk Litvanya kralı oldu. 1263'te Mindaukas'a karşı yapılan suikastle birlikte; Litvanya Paganları; Haçlı Seferleri ve Töton Şövalyeleri'nin hedefi haline geldi. Uzun süren mücadelelere rağmen, Litvanya Büyük Dükalığı hızla Rus Knezlikleri'nin topraklarına doğru genişledi. 14. yüzyılın sonlarına doğru; Beyaz Rusya, Ukrayna, Polonya'nın bir bölümü ve Rusya dahil Avrupa'nın büyük bir bölümünü ele geçiren Litvanya, Avrupa'nın en büyük ülkesi haline geldi. Böylece Litvanya Dükalığı, doğu ve batının arasında çoklu bir kültür mirasına sahip; doğal sınırlara ulaşmış bir devlet halini aldı. İmparatorlukta var olan dinlere hoşgörülü davranan Litvanyalılar Slav kültüründen birçok ögeyi kendi kültürüne kattı, böylece Litvanya dilinde Slav etkisi arttı ve devletin resmî dili Slav kaynaklı Ruthenya Dili olarak kabul edildi. 1385'te, Polonya Kralı Jogaila ile yapılan antlaşmayla iki ulus birleşti. Böylece Pagan Litvanlar Hristiyanlığı kabul etti ve Litvanya-Polonya ulus birliği sağlandı. 1392'de (Görkemli Vytautas zamanında) Litvanya Dükalığında iki iç savaş çıktı. Buna rağmen Vytautas döneminde ülkenin topraklarının genişlemesi zirve yaptı, devlet kurumsallaşması başladı, ülkede soylular yönetimde söz sahibi haline geldi. 1410'daki Grunwald Savaşı'nda, Polonya ve Litvanya ordularının kurduğu birlik, Töton Şövalyelerine karşı Avrupa'da büyük bir zafer kazandı. Jogaila ve Vytautas öldükten sonra, Litvanya soyluları; Polonya ve Litvanya arasında kurulan birliği bozmak için, Jagiellon Hanedanı'nı bağımsız bir dük olarak atamak istedi. Bundan sonra, Litvanya kendine Polonya'nın yerine daha yakın bir ortak bulma çabasına girdi. 15. yüzyılın sonlarına doğru, Rus knezliklerinin artan gücü, Litvanlarla Ruslar arasında çıkan Livonya Savaşı'na neden oldu. 1569'da Litvanya-Polonya Birliği yeniden kuruldu. Bu birliktelikle beraber, Litvanya'da ayrı bir ordu, ayrı para ve yasal kanunlar dahil ulusal kurumlar korundu. Ancak bu; Polonya kültürünün, Litvanya kültürüne olan: Dil, politika, kültür ve hatta ulusal kimlik etkilerini azaltmadı. 16 ile 17. yüzyılın ortalarına doğru Litvanya ulusal kültüründe: Sanat, eğitim ve toplumsal yapı alanlarında Rönesans'ın etkisi baş gösterip; Protestan reform hareketleri başladı. 1573'te, Polonya kralı ve Litvanya dükü serbest seçimleri kabul etti. Ülkede artan özgürlük hareketleri ve baş gösteren anarşi ile birlikte ülkenin dağılması hızlandı. Kuzey Savaşları döneminde (1655–1661), Litvanya topraklarında ve ekonomisinde büyük bir İsveç yıkımı başladı. Bu savaşın yaraları tamamen sarılamadan; Litvanya, Büyük Kuzey Savaşı'da büyük bir darbe daha aldı (1700–1721). Bu savaşta, veba ve yoksulluk sonucunda ülke halkının yaklaşık %40'ı yaşamını kaybetti. Yabancı güçler -özellikle Rusya- ülke politikalarında önemli bir aktör haline geldi. Soyluların egemenliğindeki devlette, soyluların halka sunduğu özgürlük paketleri; dağılmayı engelleyemedi. Sonuç olarak, Litvanya-Polonya Birliği sırayla: 1772, 1792 ve 1795'te Rusya İmparatorluğu, Prusya ve Habsburg Monarşisi tarafından bölündü. Litvanya topraklarının en büyük bölümünü Rusya aldı. Bölünmenin ardından 1931'de ve 1863'te çıkan ayaklanmalar başarılı olamadı. Çarlık makamlarının tasarladığı bir dizi Panislavist politikayla birlikte, Litvanya'da basın yasağı da dahil olmak üzere, ülkedeki tüm eğitim ve kültür etkinlikleri denetim altına alındı. Litvanya Kuzey Kray denilen ve Beyaz Rusya'yı da kapsayan yeni bir yönetim biriminin parçası oldu. Sonrasında, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nda, Türklerin yanında ara buluculuk görevi üstlenen Almanya ile Rusya'nın arası açıldı. Rusya batıdaki potansiyel Alman tehditine karşı batı sınırına kaleler inşa etmeye başladı. 7 Temmuz 1879'da Rus Çarı II. Aleksandr komutasındaki Rus orduları Kaunas Kalesi'nde Almanlara karşı birinci sınıf bir savunma yaptı. Ülkedeki istikrarsızlıktan dolayı; 1868-1914 arasında, yaklaşık 635,000 insan -neredeyse nüfusun %20'si- Litvanya'yı terk etti. Açlık ve sefaletin neden olduğu bu göçlerin büyük kısmı ABD'ye oldu. Bu olaylar üzerine, Litvanya'da yaşamayı destekleyen fonlar ve Litvanya bağımsızlığına destek olan örgütler kuruldu. I. Dünya Savaşı yıllarına gelindiğinde, 16 Şubat 1918'de Litvanya Konseyi ("Lietuvos Taryba"); Litvanya bağımsızlığını temel alan bir deklarasyon yayınlandı. Bu Litvanya devletinin yeniden kurulması anlamına geliyordu. Litvanya bu yıllarda Almanya ve Polonya ile ülke sınırları konusunda sorunlar yaşadı. Vilnius bölgesi Litvanya'nın geleneksel başkentiydi (Daha sonra yasal olarak da başkent olarak ilan edildi). Vilnius, Polonyalı kumandan Żeligowski's Mutiny tarafından Ocak 1920'de Polonya tarafından işgal edildi ve iki yıl sonra Polonya topraklarına katıldı. Böylece 19 yıl Kaunas ülkenin geçici başkenti görevini gördü. Polonya'nın Vilnius'u işgali önemli olaylara yol açtı, iki ülke arasında; bu işgalle II. Dünya Savaşı arasında hiçbir uluslararası ilişki kurulmadı. 1923'te Klaipėda Ayaklanması sırasında ele geçirilen Klaipėda Bölgesi, Mart 1939'te Nazi Almanyası'nın verdiği bir nota üzerine Almanya'ya devredildi. Bu durum ülkenin ulusal çizgideki güçlerinin tepkisini çekti, milliyetçi politikalar izleyen Antanas Smetona ve Smetona'nın partisi olan Litvanya Ulusal Birlik Hareketi, 1926'da askerin yönetime el koymasından sonra iktidara geldi. Eylül 1939'da Sovyet güçlerinin Doğu Polonya'yı işgaliyle Vilnius yeniden Litvanya'ya bırakıldı. Ancak Litvanya, bu olaydan dokuz ay sonra bağımsızlığını kaybetti. Haziran 1940'ta, Kızıl Ordu Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı'na uygun olarak önce Litvanya'yı işgal etti ardından ülkeyi ilhak ettiğini açıkladı. Bir yıl sonra Almanların Barbarossa Harekâtı'yla Litvanya Alman işgaline uğradı. Bu işgal sırasında Naziler ve onların Litvanyalı destekçileri tarafından ülkedeki Yahudi varlığının %91'i anlamına gelen 190 bin Yahudi öldürüldü. 1944'te Alman Ordusu'nun ükeden çekilmesiyle birikte, Sovyetler Litvanya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ni yeniden kurdu. 1944'ten 1952'ye kadar yaklaşık 100 bin Litvanyalı bağımsızlık yanlısı; Sovyet güçlerine karşı gerila savaşı verdi. Rus güçleri tarafından, yaklaşık 30 bin Litvanyalı vatansever ve gerilla öldürüldü veya Sibirya'ya sürülüp sınır dışı edildi. II. Dünya Savaşı'nda Litvanya yaklaşık 780 bin yurttaşını kaybetti. Rusya'nın 1980'den sonra yürürlüğe koyduğu perestroyka ve glasnost planları, Litvanya'da Sąjūdis adı verilen reform hareketlerinin ilanına izin verdi; bu hareketer, ülke içinde anti-komünist bir harekete dönüştü ve ülke bağımsızlığının temelini oluşturdu. Sovyet kontrolündeki ülkede yapılan genel seçimlerin ardından, 11 Mart 1990'da Litvanya'da bağımsızlık genelgesi yayımlandı, böylece Litvanya Sovyet hakimiyetinden kurtulan ilk cumhuriyet oldu. Sovyetler Birliği, bu girişimi; ülkeye ekonomik ambargo uygulayarak bastırmaya çalıştı. 13 Ocak 1991'de Vilnius TV Kulesi'ne saldıran Sovyet güçleri, 14 Litvanyalı sivilin ölmesine neden oldu. 4 Şubat 1991'de, İzlanda Litvanya'nın bağımsızlığını tanıyan ilk ülke oldu. 1991 Sovyet darbe girişimi sonrasında, Litvanya uluslararası platformda geniş ölçüde tanındı ve 17 Eylül 1991'de Birleşmiş Milletler'e katıldı. Sovyet orduları ülkeyi 31 Ağustos 1993'te terk etti. Litvanya bağımsızlığına kavuştuktan sonra, 1994'te NATO üyeliğine aday oldu. Yapılan piyasa düzenlemeleriyle, serbest piyasa ekonomisine geçti. Ülke, 2004 Baharı'nda NATO'ya ve 2007'deyse Avrupa Birliği'ne tam üye oldu. Litvanya Doğu Avrupa'da bulunur ve 53 ve 57 kuzey paralelleri ve 21-27 doğu meridyenleri arasındadır. Ülkenin sahil şeridi 61 mil uzunluğundadır. Ülkenin Baltık Denizi'nde olan sahilinin uzunluğu 24 mildir. Kuronya Uzantısı sayılmazsa, Litvanya; Baltık ülkeleri arasında, Baltık Denizi'ne en az sınırı bulunan ülkedir. Litvanya'nın en büyük sıcak su limanı, Klaipeda'dır. Kuronya Uzantısı, Kuronya Lagünü'nden başlayıp (Litvanca: "Kuršiu marios"), Kaliningrad'a kadar uzanan bir deniz uzantısıdır. Ülkedeki temel akarsu, Neman Irmağı'dır. Bu ırmağın bazı kolları uluslararası taşımacılıkta kullanılmaktadır. Litvanya toprakları buzullar tarafından aşındırılmıştır. Ülkenin batısındaki yaylalarda ve doğusundaki dağlık arazilerde morenler geniş yer kaplar. Ülkenin en yüksek noktası Aukštojas Tepesi'dir, buranın yüksekliği 293 metredir. Ülke topraklarında Vištytis Gölü gibi çok sayıda göl ve sulak alan bulunur; ülke içinde karmaşık olarak yayılan ormanlıklar ülkenin yaklaşık %33'ünü kapsar. Ülkenin iklimi ılıman ve karasal iklimin etkilerinin görüldüğü karma bir iklimdir, ülkede yazlar ve kışlar ılıman geçer. Bir coğrafi hesaplama yöntemine göre, Litvanya'nın başkenti Vilnius'un birkaç km ötesinde Orta Avrupa iklimi başlar. Litvanya Orta ve Doğu Avrupa iklimlerinin karışmasıyla oluşan Sirkum-Borel İklim Bölgesi'ne dahildir. Litvanya'nın iklimi, deniz (ılıman) ve oransal olarak hafif karasal iklim arasındadır. Ocak ayında kıyılardaki ortalama sıcaklık −2.5 °C, temmuzdaysa 16 °C'dir. Ocak ayında başkent Vilnius'un ortalama sıcaklık değeri -6 °C iken, temmuzda bu ortalama 16 °C'ye yükselir. Ülke genelinde yaz dönemindeki ortalama sıcaklık gündüzleri 20 °C, geceleriyse 14 °C kadardır. Litvanya klimatoloji tarihine göre bu ortalamanın 30-35 °C'ye kadar yükseldiği de görülmüştür. Ülkede bazı kışlar aşırı soğuk olur. Sıcaklık değerleri hemen hemen her kış -20 °C'ye kadar düşer. Ülkenin sahil kesimlerindeki en düşük sıcaklık değeri -34 °C, doğusundaysa −43 °C olarak ölçülmüştür. Ülkenin kıyı bölgelerindeki yıllık yağış ortalaması 800 mm'dir. En çok yağış alan kuzey bölgelerinde ise bu oran 900 mm'ye kadar yükselir. Ülkenin doğusu yıllık ortalama 600 mm yağış alır. Kar, ülkede her yıl ekim ve nisan arasında görülen bir durumdur. Bazı yıllar mayıs ve
eylül aylarında karla karışık yağmur da görülür. Ekinlerin büyüme dönemi; ülkenin batı bölgelerinde 202 gün, doğu bölgelerinde ise 169 gündür. Ülkenin doğusunda seyrek olarak güçlü fırtınalar görülür, ancak kıyı bölgelerinde fırtınalar yaygındır. Baltık ülkelerinde sıcaklık değerlerinin kaydı 250 yıldır tutulmaktadır. Bu veriler ışığında 18. yüzyılın ortalarının ülkede sıcaklıklık değerlerinin yüksek olduğu zamanlar olduğu söylenebilir. Yine bu verilere göre 19. yüzyıl, 18. yüzyıla göre nispeten daha serin geçmiştir. 20. yüzyıla geldiğimizde 1930'lu yıllar oldukça sıcak geçmiştir, bu dönemden başlayarak ülke iklimi, 1960'larda hafif bir ılıma eğilimi göstermiştir. Bu eğilim günümüzde de sürmektedir. Litvanya 2002'de kuraklıkla mücadele etmiştir, bu yıl ülke turba ve orman yangınlarıyla uğraşmak zorunda kalmıştır. Ülke 2006 yazında Kuzey-Doğu Avrupa'yı etkisine alan bir sıcak hava dalgasından etkilenmiştir. Aylara göre Litvanya'daki en düşük ve en yüksek sıcaklık değerleri şöyledir: Litvanya, 11 Mart 1990'da bağımsızlığını yeniden kazandığında demokratik geleneğini korumuş bir durumdaydı. Bağımsızlığın ilanının ardından 25 Ekim 1992'de yapılan ilk genel seçimlerde 56.75%'lik bir oyla yeni anayasa kabul edildi. Anayasadaki cumhurbaşkanlığının rolü konusunda derin tartışmalar vardı. Bu sorunun çözümlenmesi için 23 Mayıs 1992'de anayasa oylamasından ayrı olarak halk oylamasına gidildi. Böylece Litvanya'da oluşturulacak rejimin parlamenter sistemi %41'lik bir katılımla belirlendi. Sonuç olarak ülkede, yarı başkanlık sistemi kabul edildi. Litvanya devletinin başında cumhurbaşkanı bulunur. Cumhurbaşkanının seçimlerin ardından dört yıllık görev süresi vardır ve art arda en fazla iki kez cumhurbaşkanlığı yapılabilir. Cumhurbaşkanı göreve devlet töreniyle gelir. Temel politik fonksiyonları yabancı devletlerle olan ilişkiler ve ulusal güvenlik olaylarıdır. Cumhurbaşkanı ayrıca başkomutan yetkisine de sahiptir ve Seimas adı verilen parlamentonun onayı ile seçilir. Ayrıca bazı üst düzey devlet görevlilerini ve ülkedeki yargıçları atar. Cumhurbaşkanı tarafından Anayasa Mahkemesi'ne ("Konstitucinis Teismas") seçilen üç yargıç burada dokuz yıl süreyle hizmet verir. Bu mahkemeye Yargıtay ve meclis başkanlığı da üçer yargıç seçimi yapar. Ülkede tek meclisli demokratik sistem vardır. Seimas'a yapılan seçimle beraber dört yıl süreyle 141 milletvekili belirlenir. Seçimlerde milletvekillerinin 71'i kendi seçim bölgelerinden aldıkları oylarla; geri kalan 70 milletvekili ise partilerinin ülkedeki genel oy ortalamasına göre mazbata almaya hak kazanır. Partilerin Seimas'a girebilmek için ülke genelinde en az %5 oy alması gereklidir. Litvanya Silâhlı Kuvvetleri 2,400 sivil personel dahil, 15 bin etkin çalışandan oluşmaktadır. Ordunun 100 bin civarında ise rezerve gücü bulunmaktadır. Litvanya'da Eylül 2008 tarihinde kaldırılan zorunlu askerlik Şubat 2015 tarihinde Doğu Avrupa'daki iç karışıklıklar ve Rusya tehdidine karşı zorunlu hale gelmiştir. Litvanya'nın ulusal güvenlik sistemleri "toplam ve koşulsuz savunma" üzerine kurulmuştur. Litvanya savunma teşkilatının temel amacı, muhtemel tehditlere karşı toplumu hazırlamak ve Batılı savunma birlikleriyle olan entegrasyonun gerçekleşmesidir. Ülkenin güvenlik güçleri Litvanya Savunma Bakanlığı'nın sorumluluğundadır. Litvanya'da ordu istihbarat ve arama-kurtarma etkinliklerine de katılmakla mükelleftir. Ülkede; 5,400 kişilik bir sınır koruma ekibi, "Litvanya İçişleri Bakanlığı"na bağlı olmak şartıyla, sınır güvenliğini sağlamaktadır. Bunun yanında bu güvenlik görevlileri sınırdaki pasaport denetimini de yapmaktadır. Ayrıca Litvanya donanması, kaçakçılık ve uyuşturucu ticaretiyle mücadelede için sınır güvenlik görevlilerine destek olmaktadır. Özel güvenlik görevlileri ise VIP alanları ve iletişim güvenliğini kontrol altında tutmaktadır. Ülkedeki güncel yönetim birimleri 1994'te oluşturuldu ve ülkenin 2000'de Avrupa Birliği'ne girmesiyle birlikte bu birimler yeniden gözden geçirildi. Litvanya üç ana yönetim birimine sahiptir. Bunlar: İller, belediyeler ve bucaklardır. Ülkede 10 il (Litvanca: "apskritis"), 60 belediye (Litvanca: "savivaldybė") ve 500 kadar bucak (Litvanca: "seniūnija") bulunur. İller merkezi hükümet tarafından atanan valiler (Litvanca: "apskrities viršininkas") aracılığıyla yönetilir. Valiler ildeki hukuk kurumları ve belediyeler gibi kamu kuruluşlarının Litvanya anayasasının kurallarıyla yönetilmesiyle sorumludur. İllerde yerel hükümetler vardır ve bu yönetimler ulusal yasaların, programların ve politikaların uygulanmasını sağlar. Litvanya parlamentosuna, illerin sayısının azaltılıp, etnografik yapıya göre yeni kentlerin kurulmasını ön gören sayısız teklif sunulmuştur. Kentlerin azaltılıp nüfusu 100 binin üzerinde beş büyük şehir kurulması, bu tekliflerin en dikkat çekenidir. Belediyeler çok önemli yönetim birimleridir. Bazı belediyelere tarihsel olarak "ilçe belediyeleri" denir, bunun için sık sık ilçe adıyla anılırlar. Bu yönetim birimleri için bazen "kent" sözcüğü de kullanılır. Her belediyenin kendi seçilmiş hükümeti vardır. Eskiden belediye seçimleri her üç senede bir yapılsa da, günümüzde seçimler dört yılda bir yapılmaktadır. Bucaklarda belediye meclis üyelerini belediye başkanı atar. Günümüzde belediye başkanı ve meclis üyelerinin doğrudan seçimle göreve gelmesi konusunda öneriler vardır, ancak bunun yapılması için anayasal değişiklikler yapılması gerekmektedir. Ülkede 500 kadar bucak vardır, bu birimler küçük yönetim bölgeleri olup ülke yönetiminde bir rolleri yoktur. Onların görevi sınırları içindeki kamu görevlerini yerine getirmektir; örneğin, kırsal alandaki ölüm ve doğum kayıtlarını yapmak gibi. Bucakların toplumsal sektördeki etkisi büyüktür: Yardıma muhtaç aileleri tespit edip onlara yardım dağıtmak ve yardım hareketlerini organize edip; toplumsal dengeyi korumak, bucakların bu konudaki en büyük görevidir. Bucaklar yerel sorunları çözmede inisiyatife sahiptir. Ancak bu yönetim birimleri nispeten çok önemli sorunlara çözüm aramaz, bir nevi arabuluculuk rolü üstlenir. Litvanya 18 Eylül 1991'de Birleşmiş Milletler'e üye olmuştur. Bazı uluslararası örgütlere katılmış ve uluslararası antlaşmalara imza atmıştır. Güvenlik alanında Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ve NATO'ya üye olan Litvanya, siyasi olarak Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği'ne üye olmuştur. 31 Mayıs 2001'de ise Dünya Ticaret Örgütü'ne katılmaya hak kazanmıştır. Litvanya ayrıca, OECD ve batılı örgütlere üye olmak istemektedir. Litvanya, altı kıtada 149 ülke ile diplomatik ilişkiler kurmuş ve konsolosluklar açmıştır. Ülkenin ulusal politikası "tek yol özgürlük" ilkesiyle bağdaşırken, ülke komşularıyla sorunlarını silme yoluna gitmiştir. 1991'de Polonya'da olan darbenin sonrasında, ülkede başlayan reform hareketleriyle birlikte Litvanya ile Polonya arasında yakınlaşma başlamış; ardından (1994'te) iki ülke arasında bir dostluk antlaşması imzalanmıştır. 1995'te ise Beyaz Rusya ile bir dostluk antlaşması imzalanmıştır. Litvanya hükümeti, Amerika Birleşik Devletleri ve diğer Avrupa devletlerinin de katılımıyla Beyaz Rusya'yı ekonomik ve demokratik reformlar yapmaya çağırmıştır. 2003'te, Avrupa Birliği'ne katılan Litvanya; aday ve üye ülkelere kıyasla yüksek bir gelişim eğrisi çizmiştir. Bunun sonucu olarak 2003'ün üçüncü çeyreğinde 8.8% büyümüştür. 2004'te - %7.4, 2005 – %7.8; 2006 – %7.8; 2007 – %8.9, 2008 Q1 – %7.0 büyüme rakamlarını yakalayan ülke, başarılı bir ekonomi yöntimi sergilemektedir. Litvanya, Avrupa Birliği ülkeleriyle önemli bir ticaret endeksine sahiptir. Birleşmiş Milletler sınıflandırmasına göre, Litvanya kişi başına düşen millî gelir bakımından, geliri yüksek ülkeler arasında sayılmıştır. Ülke dört şeritli otoyolları, hava alanları ve demir yolları altyapısı olarak gelişmiştir. Ekim 2008 verilerine göre, ülkedeki işsizlik oranı 4.7% kadardır. Nüfusun 2%'si ise yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Kurumsal rakamlara göre, ülke AB'nin en canlı ekonomilerinden birine sahiptir, bundan dolayı ülkeye olan yabancı kaynaklı yatırımlar artmakta ve turizm sektörü de gelişmektedir. Ülkenin eski ulusal para birimi olan Litvanya litası, 1 Ocak 2015 tarihinden itibaren kullanımdan kalkmış, yerine euro kullanılmaya başlanmıştır. Böylece Litvanya Eurozone'ye geçen 19. ülke olmuştur. Yapısal olarak, ülkede enformasyonel bilgi sistemine bağlı tutarlı bir ekonomik etkinlik sisteminin kurulması planlanmaktadır. Özellikle biyoteknoloji sektörü ülkede önemli bir sanayi kalemi olarak öne çıkmaktadır. Bu özelliğiyle Litvanya Baltık ülkeleri arasında sivrilmektedir. Ülkede ayrıca lazer sistemlerinin de üretimi yapılmaktadır. Ülkede mekatronik ve bilgi teknolojileri sektörünün gelecekte önemli bir yer edineceği tahmin edilmektedir. Birleşik Krallık bankası "Barclays", 2009'da Litvanya'ya yatırımlarını genişletmeye karar vermiştir. 2010'da IBM Şirketi Litvanya hükümetiyle yaptığı anlaşma ile ülkeye bir araştırma ajansı kurulmuştur. Ayrıca ülkenin ilk güneş pili tesisi kurulmuştur. Yine 2010'da uluslararası para transfer şirketi "Western Union" ülkeye bir merkez açmıştır. Litvanya hükümet stratejisini, Katma değeri yüksek ürün ve hizmet üretmek üzerine kurmuştur. Litvanya'da yerleşim Neolitik dönemde başlamıştır. Litvanya topraklarında etnik gruplar arasında büyük değişimler olmamıştır. Bundandır ki büyük olasılıkla, bugün Litvanya'da yaşayan insanların atalarının genetik özellikleri korunmuştur. Litvanya'da 2004'te yapılan MtDNA araştırmasına göre, Litvanların Fin-Ugor ile Hint-Avrupa dil ailelerine mensup Kuzey Avrupa halkları ile yakınlığı tespit edilmiştir. Y kromozomu SNP haplogrup analizinin ortaya çıkardığı bir sonuç olarak, Litvanlar, Estonlar ve Finler birbirine yakın üç ırktır. 2009 tahminlerine göre nüfusun yaş yapısı ortalamaları şöyledir: 0–14 yaş arasında, %14,2 (erkek 258.423/kadın 245.115); 15–64 yaş arasında: %69,6 (erkek 1.214.743/kadın 1.261.413); 65 yaş ve üstü: %16,2 (erkek 198.714/kadın 376.771). Ülkedeki ortanca yaş ortalaması 39.3 yıldır (erkeklerde: 36,8, kadınla
rda: 41,9). Ülkenin bugünkü nüfusu 3.349.900 kadardır; bu nüfusun %84'ü etnik olarak Litvan'dır ve ülkede resmî dil olarak Litvanca kullanılmaktadır. Ülkede oldukça büyük azınlıklar vardır: Lehler (%6,1), Ruslar (%4,9) ve Beyaz Ruslar (%1,1). Litvanya nüfusunun bileşimi aşağıdaki gibidir (2010 İstatistik Dairesi verilerine göre): Ülkede en büyük azınlığı Lehler oluşturur ve ülkenin güneyinde yoğundurlar (Vilnius bölgesinde). Ruslar en büyük ikinci azınlıktır, ülkenin iki büyük kentinde yoğunlaşmışlardır (Vilnius'un %14'ü ve Klaipėda'nın 28%'i). Ayrıca %52 ile Visaginas kentinin çoğunluğunu oluştururlar. Yaklaşık 3.000 Roman, çoğunluğu Vilnius ve Kaunas'ta olmak üzere Litvanya'da yaşamaktadır; ayrıca Panevėžys'te de Romanlar vardır. Romanlar çeşitli fon ve azınlık örgütlerince desteklenmektedir. Litvanya'da yaşayan Türk kökenli azınlıklar sayıları çok az olmakla beraber Karay Türkleri ve Tatarlardır. Tatarların önemli bir kısmı başkent Vilnius'a 40 km. uzaktaki "Kırk Tatarlar" (Keturiasdesimt Totoriu) isimli köyde yaşamaktadır. Köy nüfusu yaklaşık 700 kişi kadardır. Karay Türkleri ise Museviliği benimsemiş bir topluluktur. Kökenleri Hazar Kağanlığı'na dayanmaktadır. Günümüzde Karaylar daha çok ülkenin eski başkenti "Trakai" ve çevresinde yerleşmiştir. Litvan-Tatar Türkleri, Litvanya Büyük Düklüğü’ne 14. yüzyıldan itibaren Altın Orda Devleti’nin dağılmasından sonra Kazan, Astrahan ve Kırım hanlıklarından gelip yerleşmişlerdir. Bu göç 17. yüzyıla kadar devam etmiştir. Önceleri Litvan-Tatar Türkleri, Tatar Türkçesini bilmekteyken 16. yüzyılın sonu 17. yüzyılın başlarından itibaren unutmaya başlamışlardır. Bunun sonucunda Kur’an-ı Kerim mealleri, dua ve ilmihal gibi dinî kitapların çevrilmesine ihtiyaç duymuşlar, böylece Arap harfleriyle ilkin Beyaz Rus, sonradan da Leh diliyle Litvan-Tatar Türklerine ait el yazmaları geleneğini başlatmışlardır. Ülkede 2011'de yapılan nüfus sayımına göre bazı azınlıklar dahil ülkede yaşanların %84'ü ana dil olarak Litvanca'yı kullanmaktadır. Halkın %8,2'i Rusça, %5,8'i ise Lehçe konuşmaktadır. Ülke nüfusunun %60'tan fazlası akıcı düzeyde Rusça konuşabilirken nüfusun yalnızca %16'sı akıcı İngilizce konuşabilmektedir. Avrobarometre'nin 2005'te yaptığı bir ankete göre Litvanların %80'i Rusça konuşabilirken %32'si İngilizce konuşabilmektedir. Litvanya okullarında İngilizce birinci yabancı dildir; ama bunun yanında Almanca'da öğretilmektedir. Bazı okullardaysa Fransızca ve Rusça eğitimi verilmektedir. Lehçe ve Rusça bazı azınlıkların çokça bulunduğu bölgelerde birincil eğitim dili olarak kullanılmaktadır. Litvanya'da yaş ortalaması erkeklerde 66, kadınlarda ise 78 yaş civarındadır. Avrupa Birliği'nde erkek yaşam süresinin en az olduğu ülke olan Litvanya, erkek ve kadın yaşam süresinin farkı açısından da ekstrem bir durum teşkil etmektedir. 2008 itibarıyla ülkedeki bebek ölüm oranı 1,000 doğumda 5.9 olarak hesaplanmıştır. Yıllık doğum oranı olaraksa 2007'de ülkedeki doğum hızı 0.3%'tür. Bu oran 100,000 kişide 30.4 doğumdan daha azdır. Litvanya'da intihar oranlarında eski-Sovyet döneminde büyük bir artış görüldü, ülke bugünde intihar oranının en yüksek olduğu üçüncü ülkedir. 1995'ten bu yana intihar oranlarında bir azalma görülmektedir, bu tarihten önce 100,000'de 45.6 intihar oranıyla Litvanya; dünya tarihinin en yüksek intihar oranına sahipti. Bu Litvanya'nın bugünkü doğum hızından bile yüksektir. Ayrıca Litvanya, içerdiği bazı radikal (ahlaki-geleneksel) normların da etkisiyle AB'nin en yüksek cinayet oranına sahiptir. 2005 verilerine göre, Litvanya'nın %79'u Roma Katolik Kilisesi'ne bağlıdır. 14. yüzyılın sonlarına doğru kiliseninde yönlendirmesiyle Litvanya Hristiyanlığı bir mezhep halini almıştır ve bu etki 15. yüzyılda etkisini iyice göstermeye başlamıştır. Sovyet işgali sırasında ülkeye uygulanan baskı politikalarına rağmen bazı papazlar Komünist Diyalektik Sistemi'ne karşı çıkmıştır. 20. yüzyılın ilk yarısında, toplam nüfusun %9'una denk gelecek biçimde Litvanya Protestan Kilisesi'nin 200 bin civarında üyesi oldu, bununla birlikte Lütercilik 1945'e kadar bir gerileme dönemine girdi. Bugün ülkenin güneyinde ve batısında küçük Protestan cemaatleri vardır. Ülkede inananlar ve rahipler Sovyet dönemine katlanmak zorunda kalmış, bazıları öldürülmüş; kimileriyse Sibirya'ya sürgüne gönderilmiştir. 1990'da ülkede çeşitli Protestan Kiliseleri kurulmuştur. Ülkede %4,9 Ortodoks (Rus azınlığı arasında yaygındır), %1,9 Protestan, %9,5 deist (Tanrı'ya inanıp, dinlere inanmayan.) ve ateist vardır. İslam Litvanya'da ilk olarak 14. yüzyılda görüldü. Bu zaman diliminden sonra Lipka Tatarları (diğer adıyla Litvanya Tatarları) ülkede İslami varlığı ortaya çıkardı. Bunların yanında Litvanya'da Lehistan-Litvanya Birliği'nden kalma geleneksel dinler de hala varlığını devam ettirmektedir. Avrobarometre'nin 2005'teki son sonuçlarına göre, Litvanya'da halkın %12'si "Tanrı'nın varlığına, ruh ve ruhun gücüne" inanmamaktadır. Halkıın %36'si ise bu tür bir gücün bir türlü olabileceğini düşünmektedir. Halkın %49'u ise "Tanrı'nın ve ruh gücünün varlığına tamamen" inanmaktadır. Litvanya'da varlığı belgelenmiş ilk okul, 1387'de Vilnius'ta bir katedralde kurulmuştur. Bu okul, Hristiyanlık temelinde eğitim vermiştir. Ortaçağ'da Litvanya'da birkaç tür okul vardı. Bunlar: Katedral okulları, (papaz yetiştirmek için); kilise okulları (temel eğitim vermek için) ve soyluların çocuklarına özgü ev okullarıydı. 1579'da Vilnius Üniversitesi kurulana dek, ülkede yüksek öğretim yapmak isteyenler, Krakov, Prag ve Leipzig gibi önemli yabancı kentlere eğitim amaçlı gidiyordu. 20. yüzyılın ilk yarısında ise Vytautas Magnus Üniversitesi, Kaunas'ta kuruldu. Litvanya'da eğitim politika ve hedeflerini, "Bilim ve Eğitim Bakanlığı" organize eder. Daha sonra önergeler onay için parlamentoya (Seimas) gönderilir. Yasalarla belirlenmiş eğitim stratejisi, genel olarak eğitimin kalitesini yükseltmeye; mesleki eğitimi organize etmeye odaklıdır. Bunun yanında önergelerle: hukuk eğitimi, yetişkinlere dönük eğitim ve teknik eğitim... gibi eğitim bölümlerinin standartları belirlenir. Belde yöneticileri, belediye meclisleri ve okul fonları (devletin etkin olmadığı; dinsel ve gönüllü organizasyonlar da dahil olmak üzere) ülkedeki eğitime destek olur. Anayasal görev olarak, ülke vatandaşları 10 yıl formal eğitim almak zorundadır, ülkede zorunlu formal eğitim 16 yaşında biter. 1999'da Litvanya devlet bütçesinin yüzde 26'sı eğitim giderleri için tahsis edilmiştir. İlköğretim ve orta öğretim okulları, belediye veya il yönetimleri aracılığıyla devletten mali yardım alırlar. Ülkede yüksek öğretim kısmen devlet desteğiyle sağlanır; belirtilen ölçütlere göre iyi sayılan öğrencilerin masraflarını anayasa gereği devlet karşılar. 2002 verilerine göre, yüksek öğrenim öğrenciilerinin %68'ine devlet destekte bulunmuştur. Dünya Bankası'nın verilerine göre, 15 yaş ve üstü ülke nüfusunun %100'ü okur yazardır. 2008'de yapılan bir araştırmaya göreyse, 25-64 yaş arasında olan kişilerin %30.4'ünün üçüncü derecede eğitim aldığı verilerine ulaşılmıştır, nüfusun %60.1 ise ikinci derece ve orta öğretim üstü kurumlarda eğitim görmüştür. Litvanya'da yüksek öğrenim gören birey sayısı AB ortalamalarından yaklaşık iki kat yüksektir. Ayrıca ülke, bu konuda Baltık ülkelerinden de daha iyi bir durumdadır. Ülkede, istisna bölümler hariç normal lisans eğitimi üç yıldır. Ayrıca iki yıllık yüksek okullar da vardır. 2008 itibarıyla, ülkede 15 üniversite, 6 özel enstitü, 16 yüksek okul ve 11 özel yüksek okul bulunmaktadır. Vilnius Üniversitesi Kuzey Avrupa'nın en eski üniversitesidir. Kaunas Teknoloji Üniversitesi ise Baltık ülkelerinin ve Litvanya'nın en büyük teknik üniversitesidir. Ayrıca, başkentte bulunan Vilnius Üniversitesi ile Türkiye'deki bazı üniversiteler arasında Erasmus anlaşmaları mevcuttur. Litvanya, yabancı dil bilme düzeyinin en yüksek olduğu ülkelerden biridir. Nüfusun %90'ı en az bir yabancı dil; %50'si ise iki yabancı dil konuşabilmektedir. Ülkede en popüler yabancı diller Rusça ve İngilizce'dir. Litvanya'da başlıca altı kültürel bölge vardır: Litvanya Sanat Müzesi 1933'te kurulmuştur. Müze ülkenin en büyük sanat konservatuvarına ve sergi alanına sahiptir. Uluslararası bir üne sahip olan besteci Mikalojus Konstantinas Čiurlionis (1875–1911) Litvanya sanat camiasının içinde önemli bir yere sahiptir. 1975'te keşfedilen bir göktaşına, başarılarından dolayı "Čiurlionis" adı verilmiştir. Ülkede M. K. Čiurlionis Ulusal Sanat Müzesi'nin yanında, yalnızca Litvanya savaş tarihinin betimlendiği Vytautas Büyük Savaş Müzesi de bulunmaktadır (Kaunas'ta). 2011'de açılan Vilnius Guggenheim Uygarlık Kalıtları Müzesi, modern basın sanatı, New York filmleri seçkisi gibi yeni sayılabilecek temalarla hizmete girmiştir. Orta Çağ'da Litvanya'da bilimsel dil olarak Latince kullanılmakta ve kitaplar Latince yazılmaktaydı. Ülkedeki ilk yazılı belgeler Litvanya Kralı Mindaugas'ın fermanları olarak bilinmektedir. Gediminas Mektupları da önemli Litvanyalı Latin yazılarındandır. Litvanya edebiyatındaki ilk Litvanca eserlere 16. yüzyılda rastlanır. 1547'de Martynas Mažvydas tarafından kaleme alınan "Basit Kelimelerle İlmihal" adlı dinî eser, Litvanca telif edilen ilk yapıttır. Bunu Mikalojus Daukša'ın "Litvanya Propriyası" adlı eseri izlemiştir. 16 ve 17. yüzyıllarda, Litvanya edebiyatı Hristiyanlık üzerine kurulmuştu. Eski Litvan edebiyatı (14.–18. yüzyıllar) Litvanya tarihinin en önemli yazarlarından biri olan Kristijonas Donelaitis'in "Aydınlanma Çağı" adlı kitabı ile güç kaybetmeye başladı. Donelaitis'in "Mevsimler" adlı şiiri Litvanya ulusal epik söyleyişinin ve kurgusal edebiyatının bir başlangıç noktası oldu. Litvanya edebiyatında 19. yüzyılın ilk yarısında Klasisizm ve Coşumculuk etkili oldu. Antanas Strazdas, Dionizas Poška, Silvestras Valiūnas, Maironis, Simonas Stanevičius, Simonas Daukantas ve Antanas Baranauskas bu akımların en önemli temsilcileri haline geldi. Litvanya Rus işgali sırasında, büyük bir basın sansürüne uğradı, bu da ülkede yönetimden gizli
olarak kitap basımcılığının ortaya çıkmasına neden oldu. Litvanya edebiyatı 20. yüzyılda Juozas Tumas-Vaižgantas, Antanas Vienuolis, Bernardas Brazdžionis, Vytautas Mačernis gibi temsilciler yetiştirdi. Litvanya geleneksel müziğinin kökleri ülkedeki eski pagan kültürüne dayanır. Neolitik dönemin etkilerinin hissedildiği bu müzik türünde, birçok arkaik evrimleşmiş ritüel olgu bulunur. Ülkede en çok sevilen spor Basketbol'dur. Ülkede profesyonel ligler ve gelişim ligleri vardır. Litvanya Ulusal Basketbol Takımı'nın birçok uluslararası başarısı vardır ve FIBA verilerine göre dünyada 5. sıradadır. Ülke basketbolu geçmişte ve günümüzde pek çok NBA sporcusu çıkarmayı başarmıştır. Arvydas Sabonis, Šarūnas Marčiulionis, Linas Kleiza, Šarūnas Jasikevičius ve Žydrūnas Ilgauskas gibi ulusal takım oyuncuları, Avrupa basketbolu ve NBA'da önemli başarılar kazanmıştır. Litvanya, tarihinde ikincisi olmak üzere; EuroBasket 2011'e ev sahipliği yapmıştır. NHL'de mücadele eden buz hokeyi sporcuları Darius Kasparaitis ve Dainius Zubrus; dünyanın en güçlü adamlarından biri sayılan Žydrūnas Savickas, ünlü bisikletçi Ignatas Konovalovas ve olimpiyat rekortmeni disk atmacı Virgilijus Alekna, güncel olarak ülkenin en önemli sporcuları olarak göze çarpmaktadır. Slovakya Slovakya ( ) ya da resmî adıyla Slovak Cumhuriyeti ( ), Orta Avrupa'da bir ülkedir. Eski Çekoslovakya'nın bir parçasıdır. Başkenti ve en büyük şehri Bratislava'dır. 48.845 km² yüzölçümüne sahip ülkenin Avusturya ile 91, Çek Cumhuriyeti 215, Macaristan ile 515, Polonya ile 444, Ukrayna ile 90 olmak üzere toplam 1.355 km sınır uzunluğu vardır. Denize kıyısı yoktur. İklimi ılımandır. Orta kısımlar ve kuzeyde dağlar, güneyde alçak araziler yer alır. En alçak noktası Bodrok Nehri 94 metre rakımlıdır. En yüksek noktası ise Gerlachovsky Stit 2.655 metredir. Slavlar 5. yüzyılda günümüzdeki Slovakya topraklarına yerleşmişlerdir. 8. yüzyılda bölgede kurulan Nitra Prensliği komşusu olan Moravya'yla birlikte Büyük Moravya İmparatorluğu'nu oluşturdu. 1000 yılından sonra Slovakya'nın büyük bir bölümü Macaristan Krallığı'nın bir parçası haline geldi. Çek toprakları da Almanya tarafından işgal edildi. 1526 yılında Kanuni Sultan Süleyman'ın komutasındaki Osmanlı ordusu'nun Mohaç Muharebesi'ni kazanarak Budin (Budapeşte) kentini ele geçirmesi sonucu Macaristan'ın büyük bir bölümü Osmanlı Devleti'ne katıldı. Macarların geri kalan bölümü Habsburgların himayesi altında Slovakya topraklarında yaşadılar ve Bratislava bu bölgenin başkenti rolünü oynadı. 1663 yılında Fazıl Ahmet Paşa tarafından Osmanlı Devleti topraklarına katılan Slovakya 1685 yılında Avusturyalıların eline geçinceye kadar Uyvar Eyaleti şeklinde varlığını sürdürdü. 1683-1699 yılları arasındaki Osmanlı-Kutsal İttifak Savaşları'nı kaybeden Osmanlılar, Macaristan ve Slovakya'dan geri çekilmek zorunda kaldılar. Bu tarihten sonra Slovakya'nın önemi azaldı. Ama Slovakya 20. yüzyıla kadar Macaristan'ın bir parçası olarak Avusturya İmparatorluğu'nun içinde yaşadı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu I. Dünya Savaşı sonunda yıkılınca 1918 yılında Slovakya, Bohemya, Moravya, Silezya ve Karpat Rutenya ile birleşerek Çekoslovakya adında bir ülke haline geldi. II. Dünya Savaşı'nın başlamasından sonra Slovakya Nazi Almanyası'yla anlaşarak Çekoslovakya'dan ayrıldı. Nihayet 9 Mayıs 1945 tarihinde Sovyet ve Amerikan birlikleri ülkeye girerek Alman işgaline son verdiler. Çekoslovakya tekrar birleşti. 1948 yılında yönetim komünistlerin eline geçti. Bu tarihten sonra, 41 yıl boyunca Çekoslovakya Doğu Bloku'nda yer aldı. 5 Ocak 1968 tarihinde iktidara gelen Alexander Dubček siyasi bir liberalleşme dönemi başlattı. Ancak Prag Baharı adı verilen bu dönem aynı yılın 20 Ağustosunda Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı müttefiklerinin (Romanya hariç) ülkeyi işgal etmesi ile sona erdi. Kasım 1989'da Çekoslovakya Kadife Devrimi adı verilen kansız bir devrimle kapitalizme geçti. 1 Ocak 1993 tarihinde ülke barışçı bir biçimde Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olmak üzere iki ülkeye ayrıldı. Her iki ülkede geniş çaplı ekonomik reformlar yapıldı. Slovakya 29 Mart 2004 tarihinde NATO'ya, 1 Mayıs 2004 tarihinde ise Avrupa Birliği'ne üye oldu. Slovakya dağlık olmasıyla bilinen bir ülkedir, Karpatlar ülkenin neredeyse yarısını kaplar. Bu sıradağların arasında Tatra Dağları'nın yüksek zirveleri de mevcuttur. Kuzeyde, Polonya sınırı yakınlarında Yüksek Tatralar çok sayıda göl ve vadiye, bunun yanı sıra 2655 metre ile ülkenin en yüksek noktası olan Gerlachovský štít ile sembolik öneme sahip Kriváň Dağı'na ev sahipliği yapar. Slovakya'nın en önemli nehirleri Tuna, Váh ve Hron nehirleridir. Tisa Nehri bazı bölgelerde Macaristan sınırını belirler. Slovakya iklimi ılıman iklimle karasal iklimin arasında bulunur. Yazlar nispeten ılık, kışlar soğuk, bulutlu ve nemli geçer. Ülkede bölgeden bölgeye iklim farklılıkları vardır, bu farklılıklar Bratislava, Košice, Poprad ve Spiš yerleşimlerinde görülebilir. Hırvatistan Hırvatistan ( ), resmî adıyla Hırvatistan Cumhuriyeti ( ), Avrupa'da Orta Avrupa, Balkanlar ve Akdeniz'in kesişme noktasında bulunan üniter demokratik bir parlamenter cumhuriyet. Başkenti aynı zamanda en büyük kenti Zagreb olan devlet, başkentin dışında 20 idari bölgeye bölünmüştür. Hırvatistan kıtasal alanı ve binden fazla adasıyla 56.594 km²'lik bir yüzölçümüne sahiptir. Ülkenin 4,29 milyonluk nüfusunun büyük çoğunluğu Hırvat'tır ve en büyük din Katolikliktir. Hırvatlar ilk olarak 7. yüzyılın başlarında bugün Hırvatistan olarak bilinen bölgeye gelmişler ve 9. yüzyıla doğru iki düklükten oluşan bir devlet kurmuşlardır. Tomislav'ın 925 yılında ilk kral olmasıyla birlikte Hırvatistan bir krallığa dönüşmüştür. Hırvatistan Krallığı 2 yüzyıla yakın bir süre boyunca bölgede egemen olmayı sürdürmüş, Kral IV. Petar Krešimir ve Dmitar Zvonimir dönemlerinde altın çağını yaşamıştır. 1102 yılında Macaristan Krallığı ile birlik olmuş, 1527'deki Osmanlı fethinden sonra Hırvatistan Parlamentosu Habsburg Hanedanı'ndan I. Ferdinand'ı Hırvatistan tahtına çıkarmıştır. 1918 yılında I. Dünya Savaşı'ndan sonra Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'ndan bağımsızlığını ilan eden Sloven, Hırvat ve Sırp Devleti'nin içinde yer alarak Yugoslavya Krallığı'nın kurucuları arasında yer aldı. II. Dünya Savaşı boyunca kısa dönem faşist bir kukla devlet olan Hırvatistan Bağımsız Devleti adı altında yönetilen ülke savaştan sonra Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti'nin kurucu ve bileşenleri arasında yer aldı. Haziran 1991'de bağımsızlığını ilan eden 8 Ekim 1991'de bağımsız olan Hırvatistan, bağımsızlığın üzerine 4 yıl boyunca süren bir savaş geçirdi. Hırvatistan bugün oldukça yüksek hayat standartları, ortalama ömür, okur-yazarlık oranları ve homojen gelir dağılımı oranlarıyla Orta Avrupa ülkeleri arasında yüksek eğitim, sağlık, yaşam kalitesi ve ekonomik dinamizm standartlarına sahiptir. Uluslararası Para Fonu tarafından gelişmekte olan ülke olarak sınıflandırılan ülke, Dünya Bankası tarafından "yüksek gelirli ekonomi" olarak tanımlanmaktadır. Hırvatistan Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, NATO, Dünya Ticaret Örgütü ve CEFTA üyesi olup Akdeniz Birliği'nin kurucu üyelerindendir. 1 Temmuz 2013 tarihinden itibaren ise Avrupa Birliği üyesi olmuştur. Ülke ekonomisinin büyük bölümü hizmet sektörüne dayalıyken sanayi ve tarım diğer büyük sektörlerdir. Dünya'nın en çok tercih edilen 18. turistik ülkesi olan Hırvatistan, özellikle yaz ayları boyunca turizm sektöründen büyük gelir elde eder. Devlet, kayda değer hükümet harcamalarıyla ekonomiyi bir ölçüde kontrol eder. Avrupa Birliği ülkenin en önemli ticaret ortağıdır. 2000 yılından beri özellikle Pan-Avrupa koridorları üzerindeki ulaştırma rotaları ve tesisler üzerinde altyapı çalışmaları gerçekleştirmektedir. İç kaynaklar Hırvatistan enerjisinin kaydadeğer bir bölümünü oluşturmaktadır. Hırvatistan medya ve yayıncılık alanında çok sayıda kamu kurumunu ve kurumsal yatırımlar yoluyla kültürü desteklerken, evrensel bir sağlık sistemi ve ücretsiz ilköğretim ve ortaöğretim sağlar. Bugün Hırvatistan olarak bilinen bölgede tarihöncesi dönemde yerleşim bulunmaktaydı. Hırvatistan'ın kuzeyindeki Krapina bölgesinde ortaya çıkan Neanderthal fosilleri Eski Taş Çağı'na tarihlenmiştir. Ülkenin bütün bölgelerinde Eski Taş Çağı ve Bakır Çağı'ndan kalıntılar bulunmuştur. Ülkedeki antik yerleşimlerin büyük çoğunluğu ve en önemli üçü-Starčevo, Vučedol ve Baden kültürleri kuzeydeki nehir yataklarında bulunmaktadır. Hırvatistan'da Demir Çağı İlliryalı Hallstatt ve Kelt La Tène kültürlerinden izler bırakmıştır. Çok daha sonraları bölgeye bir yandan Liburniyanlar ve İlliryalılar gelirken diğer yandan ilk Yunan kolonileri Vis ve Hvar'da kuruldu. MS 9 yılında bölge Roma İmparatorluğu'na bağlandı. İmparator Diocletianus MS 305 yılında inzivaya çekilince Split kentine büyük bir saray inşa ettirdi. 5. yüzyıl boyunca son Batı Roma İmparatorlarından Julius Nepos, küçük imparatorluğu bu saraydan yönetmiştir. Bu dönem Avarlar ve Hırvatların 7. yüzyılın ilk yarısında bölgeye gelmesi ve neredeyse bütün Roma kentlerini yıkmasıyla sona erer. Roma'dan hayatta kalanlar kıyıdaki daha uygun alanlara, adalara ve dağlara çekildi. Dubrovnik bu kişilerden Epidarius tarafından kurulmuştur. Hırvatların etnogenetik kökeni bilinmemekle birlikte buna ilişkin birçok teori vardır. Bunlardan "Slav" ve "İranlı" teorileri en sık ortaya atılan teorilerdir. En çok kabul edilen görüş Kavimler Göçü'yle birlikte "Beyaz Hırvatlar"ın, "Beyaz Hırvatistan"dan göçtüklerini ileri süren "Slav" teorisidir. Buna karşın diğer teori ise Yunanca yazılan Tanais Tabletleri'ndeki "Χορούαθ[ος]", "Χοροάθος" ve "Χορόαθος" (Khoroúathos, Khoroáthos, ve Khoróathos) sözcüklerine dayanarak ortaya atılan, bu sözcüklerin İranlı kökene sahip Hırvatlar olduğunu ileri süren görüştür. 10. yüzyılda Bizans İmparatoru VII. Konstantinos tarafından yazdırılan "De Administrando Imperio"ya göre Hırvatlar bugün Hırvatistan olarak bilinen bölgeye 7. yüzyılın başlarında gelmişlerse de bu tez Hırvatların bölgeye 6. yüzyıl il
e 9. yüzyıl arasında geldiğini savunanlar tarafından çürütülmeye çalışılmaktadır. Sonraları doğrulanan Einhard'ın 818 yılında yazdığı kayıtlara göre, Ljudevit Posavski ve Borna tarafından yönetilen Pannonia ve Dalmaçya adı altında iki düklük kuruldu. Bunlar Francia'ya bağlı vassal bir bölge olan Hırvatların ülkesi hakkında yazılmış ilk belgelerdir. Bölgedeki Fransız üstünlüğü 20 yıl sonra Mislav'ın hükümdarlığı ile birlikte sona ermiştir. VII. Konstantinos, Hırvatların Hristiyanlaşma sürecinin 7. yüzyılda başladığını söylese de Hırvatların Hristiyanlaşması genellikle 9. yüzyıla tarihlenir. Papa tarafından tanınan ilk Hırvat hükümdarı Branimir'dir ve Papa VIII. Ioannes 878 yılında ona "Dux Croatorum" ("Hırvatların Dükü") lakabını takmıştır. Tomislav, Hırvatistan'ın Papalık tarafından kral olarak tanınan ilk hükümdarıdır. Papa VIII. Ioannes tarafından 925 yılında kendisine gönderilen bir mektupla bu unvanı almıştır. Macar ve Bulgar istilalarına karşı başarı göstererek Hırvat krallarının etkisini daha da yaymıştır. Orta Çağdaki Hırvat Krallığı, IV. Petar Krešimir (1058-1074) ve Dmitar Zvonimir'in (1075-1089) hükümdarlıkları dönemlerinde altın çağını yaşamıştır. 1091 yılında II. Stjepan'ın ölümüyle birlikte Trpimirović hanedanı sona ermiş, Macar Kralı Ladislaus, Hırvatistan Krallığı üzerinde hak iddia etmiştir. Bu iddialar karşısında bir savaş meydana gelmiş ve 1102 yılında Macar Kralı Coloman döneminde Hırvatistan, Macaristan ile birleşme yoluna gitmiştir. İlerleyen dört yüzyıl boyunca "Sabor" adında bir parlamento ve kral tarafından atanan "Ban" adında valiler tarafından yönetildi. Bu dönemde Osmanlı fetihleri ve kıyıların kontrolü için Venedik Cumhuriyeti ile mücadelelere girişti. Venedik, bağımsızlığına kavuşan Dubrovnik şehir devleti dışında, 1428'de Dalmaçya'nın büyük bölümünün kontrolünü ele geçirdi. Osmanlı fetihlerine karşı 1493'te yapılan Krbava Muharebesi ile 1526'da yapılan Mohaç Muharebesi kesin Osmanlı zaferiyle sonuçlandı. Kral II. Lajos'un Mohaç'ta ölmesinden sonra Cetin Parlamentosu, 1527 yılında Habsburg Hanedanı'ndan I. Ferdinand'ı, Osmanlı fetihlerine karşı koruma sağlaması koşuluyla Hırvatistan'ın yeni hükümdarı olarak seçti. Bu devir, Frankopan ve Šubić gibi soylu yerli ailelerden birçok kişinin Ban mevkisine yükselmesiyle sonuçlandı. Doğuda Sırbistan, güneydoğuda Bosna-Hersek, kuzeybatıda Slovenya, kuzeydoğuda Macaristan ve güneyde Karadağ ve Adriyatik Denizi ile çevrili olan Hırvatistan Orta ve Güneydoğu Avrupa'nın kesişim bölgesinde bulunur. 42°-47° kuzey paralelleri ile 13°-20° doğu meridyenleri arasında bulunan ülkenin en güneyde kalan bölümü Bosna-Hersek'in Neum kentinin araya girmesi nedeniyle ülkenin geri kalanıyla kara bağlantısına sahip değildir. Ülke 56.594 km²'lik bir alana yayılır ve bunun 56.414 km²'si kara, 128 km²'si ise iç sulardır. Bu yüzölçümüyle dünyanın en büyük 127. ülkesidir. Rakım Dinar Alplerine doğru yükselir ve güneyde Bosna-Hersek sınırına yakın bir noktada bulunan Dinara'da 1831 metre ile en yüksek noktaya ulaşır, ülkenin güneybatı sınırının tamamını kaplayan Adriyatik Denizi'nde 0'a iner. Ülke bin kadar ada ve adacığa sahipken bunların ancak 48'i yerleşime açıktır. En büyük adalar 405 km² kararlık yüzölçümleriyle Cres ve Krk adalarıdır. Büyük nehirler Sava, Drava, Kupa ve Tuna, Hrvatsko Zagorje'nin dağlık kuzey partları ve Slavonya'nın ovalık kuzey bölgelerinden geçer. Ülkenin en doğusundaki Vukovar boyunca akan ve ülkenin Sırbistan'la olan sınırının bir bölümünü çizen Tuna, Avrupa'nın en uzun ikinci nehridir. Adriyatik kıyısı ve adalara yakın orta ve güney bölgeler, alçak dağ ve ormanlık arazilerden oluşur. Ülkede işletmeye değer oranda petrol, kömür, boksit, düşük kalite demir cevheri, kalsiyum, alçıtaşı, doğal asfalt, silis, mika, kil, tuz ve hidroelektrik bulunur. Karst topografya ülkenin Dinar Alpleri başta olmak üzere yaklaşık yarısını meydana getirir. Ülkede birçok mağara bulunur ve bunların 49'u 250, 14'ü 500, 3'ü ise 1000 metreden daha derindir. Ülkenin en ünlü gölleri birbirine dolomit ve kireç taşı dizileri üstünden birbirine bağlanan 16 göl ve şelalelerinden oluşan Plitvice Gölleri'dir. Göllerin ünü birbirlerinden turkuaz, nane yeşili, gri ve mavi gibi değişik renkleriyle ayrılmalarıdır. Hırvatistan'ın çoğu Köppen iklim sınıflandırması tarafından tanımlanan ılık ve yağmurlu bir karasal iklimin etkisi altındadır. Aylık ortalama sıcaklık -3 °C (ocak) ile 18 °C (temmuz) arasında değişir. Ülkenin en soğuk bölgeleri 1200 metre yükseklikten sonra karlı orman ikliminin görüldüğü Lika ve Gorski Kotar iken en ılık bölgeler ise Akdeniz ikliminin görüldüğü Adriyatik kıyısı, özellikle de sıcaklığın deniz tarafından yönlendirildiği kıyının hemen iç kesimidir. Sonuç olarak sıcaklık farkları karasal bölgelerde daha belirgindir. Ülkede en düşük sıcaklık -35.5 °C ile 3 Şubat 1919'da Čakovec'de görülmüşken en yüksek sıcaklık 42.4 °C ile 5 Temmuz 1950'de Karlovac'da görülmüştür. Yıllık ortalama yağış miktarı coğrafi bölge ve egemen olan iklim türüne göre 600 mm ile 3500 mm arasında değişir. En düşük yağış miktarı Vis, Lastovo, Biševo, Svetac gibi dışta kalan adalarda ve Slavonya'nın doğu bölgeleriyken en yüksek yağış miktarı görülen yerler Dinar Alpleri ve Gorski kotar'dır. Egemen rüzgarlar kuzeydoğu ve güneydoğudaki bölgeleri hafif ılımanlaştırırken kıtasal alandaki egemen rüzgarlar kıtasal etkenler tarafından belirlenir. En hızlı rüzgarlar en soğuk aylarda kıyı boyunca genellikle bora ve kimi zaman sirokko şeklinde görülür. Ülkenin en güneşli bölgesi yıllık 2700 saatten fazla güneş gören Hvar ve Korčula iken onları yıllık 2000 saatten fazla güneşlenme süreleriyle Güney Adriyatik bölgesi, kuzey Adriyatik kıyısı ve Slavonya izler. Hırvatistan ilk kez Orta Çağ'da ilçelere bölünmüştür. İdari bölümler zaman içinde Osmanlı fetihlerinde kaybedilen topraklar, bu toprakların özgürlüğünü kazanması, Dalmaçya, Dubrovnik ve Istria bölgelerindeki politik statünün değişmesine bağlı olarak zaman içinde değişmiştir. Bu geleneksel bölünme 1920'lerde Sloven, Hırvat ve Sırp Krallığı, ardından Yugoslavya Krallığı'nın oluşturduğu oblastlar ve banovinalar nedeniyle tamamen ortadan kalkmıştır. Komunist yönetimindeki Hırvatistan, II. Dünya Savaşı'nda etken bir güç olan Yugoslavya'yı meydana getiren öğelerden biriydi ve bu dönemde idari yapılanma tümden değiştirilerek ülke 100 kadar belediyeye bölündü. 1992'de çıkarılan bir yasayla birlikte tekrar 1920'den önceki idari birimlere, ilçelere bölündü ancak 1918de Translithanyada oluşturulan 8 ilçe ve merkezleri Bjelovar, Gospić, Ogulin, Požega, Vukovar, Varaždin, Osijek ve Zagreb'in yanında 7 ilçe daha oluşturarak bölgeyi 15 ilçeye böldü. Ülke 1992'de tekrar ilçelere bölündüğünden beri 20 ilçe ve Zagreb Başkent Bölgesi'ne bölünmüştür. Zagreb bir ilçenin ve bir kentin sahip olduğu yetkilere sahiptir. İlçelerin sınırları birkaç kez değişikliğe uğradı; bu değişikliklerin en önemlisi 2006 yılında meydana gelmiştir. İlçeler toplam 127 kente ve 429 belediyeye bölünmüştür. Hırvatistan'da turizm hizmet sektörünün büyük bölümünü oluşturur ve Hırvatistan gelirlerinin yaklaşık %20'sini oluşturur. Turizm endüstrisi gelirleri 2011 yılı için 6.61 milyar € olarak tahmin edilir. Bu pozitif etki Hırvatistan'ın perakende sektörü, endüstri malı satışları ve mevsimlik işçilik gibi alanlardaki gelişmiş iş hacminin oluşmasına katkı sağlar. Turizm endüstrisi ülkenin dış ticaret açığının kapanmasına büyük katkı sağladığı için dış satım olarak değerlendirilir. Hırvatistan Bağımsızlık Savaşı'nın bitmesinden sonra ülkeye gelen turist sayısı 10 milyona yükselerek dört kata yakın bir artış göstermiştir. Hırvatistan'daki turistlerin çoğu Hırvat turistler ve bir o kadar Alman, Sloven, Avusturyalı ve Çek'tir. Ülkeye gelen turistlerin kalış süresi ortalaması 4.9 gündür. Ülkeye gelen turistlerin çoğu Adriyatik Denizi kıyılarını tercih etmektedir. Opatija, 19. yüzyılın ortalarında ülkenin ilk tatil kasabası haline gelmiştir. Bu kasaba 1890'lara kadar Avrupa'nın en önemli sağlık merkezlerinden birine dönüşmüştür. Kıyı ve adalar boyunca birçok tatil alanının açılmasından sonra, kitle turizminden yiyecek içecek pazarının büyümesine birçok servis sağlamıştır. Turizm sektörünün en önemli gelirleri deniz turizminden sağlanmakta olup ortaçağ kıyı kentleri ve yaz boyunca gerçekleştirilen birçok kültürel etkinlik dolayısıyla marinalara her yıl 16 bin kadar yat yaklaşmaktadır. Kıyıdan içeride kalan bölgeler dağ turizmi, agroturizm ve spalar gibi birçok alanda olanaklar sağlamaktadır. Bunların yanında başkent Zagreb de kıyıdaki kentler ve tatil kasabalarıyla yarışan önemli bir turizm bölgesidir. Kirlenmemiş deniz doğası, birçok doğal rezervleri ve 116 Mavi Bayraklı plajı ülke için bir övünç kaynağıdır. Bu özellikleriyle Hırvatistan dünyanın en çok turist alan 18. ülkesidir. 2011'deki nüfus sayımına göre 4.29 milyonluk nüfusuyla dünyanın 125. kalabalık ülkesi olan Hırvatistan'da kilometrekareye 75.9 kişi düşer ve ortalama yaşam süresi 75.7 yıldır. Kadın başına 1.5 çocuk düşer ve bu dünyanın en düşük oranlarından biridir. 1991 yılından beri ülkedeki ölüm oranı sürekli olarak doğum oranını geçmektedir. 1990'lı yıllardan beri ülke çok sayıda göçmen almaktadır ve bu sayı 2006 yılında 7000den fazla olmuştur. Hırvatistan İstatistik Bürosu'na göre ülkenin nüfusu 2051 yılına gelindiğinde doğum oranlardaki azalmalar ve göç oranlarında bağlı olarak 3.1 milyona kadar düşecektir. Hırvatistan'ın nüfusu 1857'de 2.1 milyondan, 1991'de 4.7 milyona yükselerek tavan yapmıştır. 1921 ve 1948'de iki dünya savaşı nedeniyle nüfus sayımı yapılmamıştır. Demografik geçiş sürecini 1970lerde tamamlayan ülkenin son zamanlarda nüfus artış hızı negatiftir. Yine son zamanlarda Hırvatistan hükümeti yabancı işçilere koyduğu kotayı %40 artırmak için baskı görmektedir. Göçmen politikasıyla uyumlu olarak Hırvatistan göçmenleri ülkeye geri dönmeleri için ikna etmeye çalışmaktadır. Ülkedeki nüfusun azalması problemi ayrıca Hırvatistan Bağımsızlık Savaşı'nın sonuçlarından biridir. Savaş boyunca birçok kişi yerinden olmu
ş ya da göç etmiştir. 1991'de Sırpların çoğunlukta olduğu bölgelerdeki 400.000'den fazla Hırvat ve diğer Sırp olmayan etnisiteler ya bulundukları yerlerden Hırvatistanlı Sırp güçleri tarafından uzaklaştırılmış ya da şiddetten kaçmak zorunda kalmıştır. 1995'te savaşın son günleri boyunca 120.000 binden fazla hatta belki 200.000 kadar Sırp Fırtına Harekâtı'yla yaklaşan Hırvat güçlerinin gelmesinden önce bölgeden kaçmıştır. Savaştan sonraki on yılda savaş boyunca yerlerinden olan 300.000 kadar Sırp'ın ancak 117.000'i ülkeye geri dönmüştür. Hırvatistan'da yaşayan Sırpların çoğu Hırvatistan Bağımsızlık Savaşı'nda işgal edilen alanlarda asla yaşamamıştır. Sırplar sadece daha önce yerleşik oldukları alanın bir kısmına Bosna-Hersek, özellikle de Sırp Cumhuriyeti'nden gelen Hırvat mültecilerin yerleştirilmesinin ardından kalan diğer alanlara yeniden yerleşmişlerdir. Hırvatistan nüfusunun %89.6'sı gibi bir rakamla büyük çoğunluğu Hırvattır. Geriye kalan nüfus %4.5 ile Sırplar ve %5.9 ile Boşnaklar, Macarlar, İtalyanlar, Slovenler, Almanlar, Çekler, Romanlar ve diğerleridir. En büyük dinler nüfusun %88'inin inandığı Katoliklik, %4.4'ünün inandığı Ortodoksluk, %0.4'ünün inandığı diğer Hristiyan mezhepleri ve %1.3'ünün inandığı İslam'dır. Geriye kalan nüfusun %5.2'si inançsızken %0.9'unun inancı bilinmemektedir. Hırvatistan'ın resmi dili Hırvatçadır ve Hırvatça 2013 temmuzunda Avrupa Birliği'nin de 24. resmi dili olmuştur.. Azınlık dilleri yerel yönetimlerde serbesttir. Bulundukları bölgelerde nüfusun 3'te birinden fazlasını oluşturan Çekçe, Macarca, İtalyanca, Rutence, Sırpça ve Slovakça yerel hükümetlerin tanıdığı yerlerde bölgesel dil statüsüne sahiptir. 2001 nüfus sayımlarına göre Hırvatistan vatandaşlarının %96'sı anadilini Hırvatça olarak beyan etmişken %1'i Sırpça'yı beyan etmiştir. Hırvatça ve Sırpça dışında hiçbir dil nüfusun %0.5'inden fazlasının anadili değildir. Hırvatça Güney Slav dilleri'nden bir dildir. Sözcüklerin çoğunun kökeni Hint-Avrupa dil ailesinin Slav koludur. Latin alfabesi ile yazılan Hırvatçanın sözcük dağarcığı, sesbilim ve söz dizimi yönlerinden birbirinden ayrılan 3 ana lehçesi vardır, bunlar: standartlaşan lehçe olan Štokavian lehçesi, Čakavian ve Kajkavian lehçeleridir. 1961-1991 yılları arasında resmi dil Sırp-Hırvatça idi. Ancak sosyalist dönemde bile Hırvatlar dillerini Hırvat-Sırpça ya da Hırvatça olarak tanımlamışlardır. Dilin Hırvatça ve Sırpça biçimleri o zamanlar ayrı diller olarak tanımlanmamış, bunun yerine dilin batı ve doğu versiyonları olarak belirtilmiş ve farklı alfabelerle yazılmışlardır, bunlar Latin ve Kiril alfabeleridir. Hırvatlar dilleri Hırvatçayı yabancı dillerin etkisinden korumak konusunda yapıcı olmuşlardır. Dile yerleşen yabancı dillerden gelen sözcükler; örneğin Almancadan, Macarcadan, İtaltancada ve Türkçeden tarihi nedenlerle gelen sözcükler değiştirilerek Slav görünüme ve söyleyişe sahip olmuşlardır. Hırvatça, yönetimdeki resmi dil statüsünü 19. yüzyılda Latinceden almıştır ve Hırvatçayı "Sırp-Hırvatça" ya da "Güney Slav dili"ne çevirme çabaları, Hırvatlar tarafından dil sadeleştirilerek boşa çıkarılmıştır. Hırvatistan'da okuryazarlık oranı %98.1'dir. Ağustos 2010'da "Newsweek" tarafından yayınlanan farklı ülkelerde yaşam kalitesi adlı araştırmaya göre, Hırvatistan'ın eğitim sistemi araştırmaya dahil ülkeler arasında 22.dir. Hırvatistan'da ilkokul eğitimi 6-7 yaşlarında başlar ve 8 yıl devam eder. 2007 yılında çıkarılan bir yasayla parasız, zorunlu olmayan eğitim süresi 18 yaşına kadar yükseltilmiştir. Zorunlu eğitim 8 yıldan oluşur. İlkokuldan sonra öğrenciler gymnasium ya da meslek eğitimi veren liselere giderler. 2010 yılı istatistiklerine göre ülkede 2131 ilkokul ve 713 lise vardır. İlkokul ve lise eğitimini tanınmış azınlık dilleri olan Sırpça, Macarca, İtalyanca, Çekçe ve Almanca alma imkanı vardır. Ülkede 84'ü ilkokul seviyesinde, 47'si lise seviyesinde olmak üzere 131 müzik ve sanat okulu varken engelli çocuk ve gençler için 92, yetişkinler için 74 okul vardır. Hırvatça, matematik ve yabancı dil olarak üç zorunlu bölüm ve bir seçmeli başlıktan oluşan lise bitirme sınavları () 2009-2010 yılından beri uygulanmaktadır ve bu sınav üniversiteye yerleşmek için önkoşuldur. Ülkede 8 üniversite vardır. Bunlar: Zagreb Üniversitesi, Split Üniversitesi, Rijeka Üniversitesi, Osijek Üniversitesi, Zadar Üniversitesi, Dubrovnik Üniversitesi, Uluslararası Dubrovnik Üniversitesi ve Pula Üniversitesi'dir. Ülkenin ilk üniversitesi 1396'da kurulan Zadar Üniversitesidir. 1807 yılına kadar eğitim veren üniversitenin 2002'de yeniden açılmasına kadar diğer eğitim kurumları en eski üniversite statüsünü Zadar'dan aldı. 1669'da kurulan Zagreb Üniversitesi, Güneydoğu Avrupa'da eğitimine ara vermeden devam eden en eski üniversitedir. Bunlar dışında ülkede 11 politeknik ve 19'u özel olan 23 yüksekokul vardır. Ülkede 145 bin öğrencinin eğitim gördüğü toplam 132 yüksek öğretim kurumu bulunmaktadır. Hırvatistan bilimsel araştırma yapan ve teknoloji geliştiren 205 şirket, devlet ya da eğitim kurumu ve kar amacı gütmeyen kuruluşa sahiptir. Bu kuruluşlar 2008 verilerine göre 3 milyon kuna (400 milyon €) dolayında harcama yapar ve 10.191 tam zamanlı araştırma görevlisine iş imkanı sağlar. Bu şekilde ülke, mucitler ve Nobel Ödülü sahipleri yetiştirmiştir. Hırvatistan mutfağı bir bölgeden diğerine değişiklik gösterir. Kıyı bölgeleri Yunan, Roma ve diğer Akdeniz mutfaklarından özellikle de deniz mahsülleri, pişmiş sebze ve kek yapımı yönünden ve ayrıca yemeğe tat veren zeytin yağı ve sarımsak kullanımı anlamında etkilenmiştir. İç kısımlarda kalan alan ise Macar, Avusturya ve Türk mutfaklarından etkilenmiştir. Bu bölgede etli yemekler, tatlısu balıkları ve sebze yemekleri en sık tüketilenlerdir. Hırvatistan'da iki farklı şarap üretim bölgesi bulunur. Kuzeydoğudaki kıtasal alanda, özellikle de Slavonya'da beyaz şarap başta olmaz üzere şarap üretimi yaygındır. Diğer önemli şarap üretim bölgesi ise kuzeydeki kıyı şeridi boyunca İstria ve Krk bölgeleridir ve bu bölgelerdeki şaraplar İtalya şaraplarına benzerken güneydeki Dalmaçya'da Akdeniz usulü şarap üretimi neredeyse standarttır. Ülkede yıllık şarap üretimi 140 milyon litreyi aşar. Bira ise ülkeye 18. yüzyılın sonlarında gelmesine rağmen yıllık tüketim 2007 yılına göre 83.3 litredir ve bu oranla Hırvatistan, dünyanın en çok bira tüketen ilk 15 ülkesi arasındadır. Gastroenteroloji Gastroenteroloji, sindirim sistemi hastalıklarıyla ilgilenen bilim dalı. Bu bilim dalı uzmanına "gastroenterolog" denilmektedir. Yemek borusu, mide, ince bağırsaklar, kalın bağırsaklar, karaciğer, safra kesesi, pankreas organlarını konu alan söz konusu bilim dalı; bu organların ülser, gastrit, sarılık, siroz, spastik kolon (irritabl bağırsak sendromu: İBS), safra kesesi taşları ve iltihabı, mide-bağırsak kanserleri, hemoroid (mayasıl, basur) gibi bilinen hastalıklarına çözüm arar. Teşhis amacıyla farklı tiplerde endoskoplar kullanılır. Yemek borusu, mide ve on iki parmak bağırsağını görüntülemek için özefagogastroduodenoskop (genel kullanımda kısaca endoskop denilir), kalın bağırsak için ise kolonoskop kullanılır. Gastroenterolojik hastalıklardaki klinik belirti ve bulgulardan başlıcaları şunlardır: Farz Farz (Arapça: الفرض) ya da “fariza”; Fıkıh bilginleri tarafından oluşturulmuş ve tanımlaması yapılmış olan bir İslâm dinî terimidir. Yine fıkıhçılar tarafından tanımlanan efâl-i mükellefînden sayılır. İslâmî anlayışta Allah'ın sözü sayılan Kur’an’da Müslümanlara yapılmasının açık bir şekilde emredildiği kurallar veya ibadetler olarak kabul edilir. Kur’an’da yapılması açık emir ve gereklilik ifade etmeyen fiiller ise vacip gibi başka kavramlar ile tanımlanır. Farz, haram, helal gibi kesin hüküm ve yargı ifade eden dinî kuralların kaynağı din açısından sadece Kur'an olabilir. Fıkıh açısından zanni deliller kabul edilen ve peygambere bir rivayet zinciri ile isnad edilen sözlerden ibaret olan hadisler, mesela miraç ile ilgili olanlar beş vakit namazın farziyyeti için delil teşkil etmezler. Hadis ve benzeri anlatımlar farzlar için faziletler ve sevap anlamında destekleyici, açıklayıcı ve teşvik edici olarak kullanılırlar. Dini anlamda farzları yapmayan kişinin günah işlediği, farz oluşunu ret edenlerin ise İslâm dîninden çıkmış oldukları kabul edilir. Mesela, klasik fıkıh anlayışına göre kabul edilebilir bir mâzereti olmadan namaz kılmayan bir Müslüman fasık sayılırken namazın farziyetini reddeden birisi dinden çıkmış sayılır. Şeriat hukukunda fasıkların şahitliği reddedilir, dinden çıkmış kişiler ise tövbeye davet edilir, hapsedilir ve fıskında ısrar eder öldürülür. Farzlar iki çeşittir: Mükellef olan her Müslümanın bizzat kendisinin yapması gereken farzlardır. Örnek: Namaz, oruç, hac, zekât gibi Farz terimi dinî veya sosyal zorunluluk ifadesi olarak kullanılır. Dinî kullanımda mesela ibadetlerin muhakkak yapılması farz olurken bunların miktarı, ne zaman ve nasıl yapılacağı gibi icrasıyla ilgili olan konular örfî konulardır ve büyük oranda sünnet, hadis veya din bilginlerinin tavsiyeleri ve yönlendirmeleri gibi geleneklerin etkisinde şekillendirilmişlerdir. Farz-ı kifâye, İslâmî anlayışta sosyal sorumluluk ifade eden bir tanımdır. Kur’an’da emredilmeyen ancak din âlimlerince sosyal hayat bakımından farz (gerekli) görülen bir davranışı, durumu veya görevi anlatır. Müslümanlardan bir kısmı yerine getirdiğinde diğerlerinin sorumluluktan kurtulduğu, gerektiği kadar Müslümanın yaptığında diğer Müslümanlara sorumluluk düşmeyen fiillerdir. Farz-ı kifâye, İslâmî toplumda gerekli olan işlerin kesinlikle yapılması gerektiğini ifade eder. Farz-ı kifâye sayılan fiillerden bazıları şunlardır: Bazen farzlar öğretilirken “32 farz” ve “54 farz” şeklinde sıralanırlar. Bu sıralamalara göre farzlar şunlardır: Otuz iki farz şunlardır: Daha geniş olan ikinci grup olan elli dört farz da şunlardır: AutoCAD AutoCAD, Amerika Birleşik Devletleri merkezli Autodesk şirketinin 1980'lerin başından beri geliştirdiği bir bilgisayar destekli tasarım (CAD = Compute
r Aided Design) programıdır. Teknik resim çizmek için kullanılan diğer programlar gibi vektör tabanlıdır. Yani CAD programı; çözünürlükten bağımsız, 2-boyutlu ve 3-boyutlu geometrik nesnelerin oluşturulduğu bir veri kümesidir. Bu alandaki ilk vektörel çizim programlarından biridir. AutoCAD'in dosya biçimi DWG'dir. DWG, DraWinG (çizim) anlamındadır. Dünyaya bu dosya biçimini tanıtan programdır. DWG dosya biçiminin diğer CAD programları tarafından da tanınıp okunabilmesi için, DXF (Drawing interchange [X] Format) adında bir çizim aradeğişim biçimi de yine Autodesk firması tarafından oluşturulmuştur. Üzerinde çalıştığı işletim sistemlerinin başında Microsoft Windows, Mac OS X, iOS, Android gelmektedir. İş istasyonu (workstation) sürümü de bulunur. 3 ve 2 boyutlu tasarım yapılmasını sağlamasının yanında, AutoLISP ve VisualBasic programlama dillerini de destekleyerek, programın özelleştirebilmesi ve otomatikleştirilebilmesini sağlar. Yani, bu programlama dilleri ile yazdığınız program parçalarını (rutinleri) AutoCAD programı içinde çalıştırarak, programı istediğiniz şekilde özelleştirebilir ya da komut akışını hızlandırıp otomatikleştirebilirsiniz. Farklı alanlar için üzerinde geliştirilmiş özel sürümleri vardır. Özel sürümlerin en yaygın kullanılanlarından bazıları şunlardır: Mühendisler, mimarlar, teknik ressamlar ve teknikerler tarafından kullanılan bir bilgisayar destekli teknik çizim ve tasarım programıdır. En yaygın kullanılan çizim programıdır. Deniz Harp Okulu Deniz Harp Okulu (kısaca DHO), 1773 yılında Cezayirli Gazi Hasan Paşa tarafından Kasımpaşa, İstanbul'da Mühendishane-i Bahr-i Hümayun adıyla kurulmuş olan ve 1985'ten itibaren Tuzla, İstanbul'da bulunan Türk Deniz Kuvvetleri'ne muharip subay yetiştiren eğitim kurumu. Mezuniyet törenleri her yıl 31 Ağustos'ta yapılan "Deniz Harp Okulu"nda, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı bağlısı birliklerde görev yapmak üzere subay yetiştirilmektedir. Okulda endüstri, elektrik-elektronik, bilgisayar, makine, iletişim, uluslararası ilişkiler ve gemi inşa mühendisliği bölümleri vardır. Ayrıca okulun "Pusula" adında bir de öğrenci dergisi mevcuttur. Yapay zekâ Yapay zekâ, bir bilgisayarın veya bilgisayar kontrolündeki bir robotun çeşitli faaliyetleri zeki canlılara benzer şekilde yerine getirme kabiliyeti. İngilizce "artificial intelligence" kavramının akronimi olan AI sözcüğü de bilişimde sıklıkla kullanılır. Yapay zekâ çalışmaları genellikle insanın düşünme yöntemlerini analiz ederek bunların benzeri yapay yönergeleri geliştirmeye yöneliktir. Bir bakış açısına göre, programlanmış bir bilgisayarın düşünme girişimi gibi görünse de bu tanımlar günümüzde hızla değişmekte, öğrenebilen ve gelecekte insan zekâsından bağımsız gelişebilecek bir yapay zekâ kavramına doğru yeni yönelimler oluşmaktadır. Bu yönelim, insanın evreni ve doğayı anlama çabasında kendisine yardımcı olabilecek belki de kendisinden daha zeki, insan ötesi varlıklar meydana getirme düşünün bir ürünüdür. Bu düş, 1920'li yıllarda yazılan ve sonraları Isaac Asimov'u etkileyen modern bilim kurgu edebiyatının öncü yazarlarından Karel Čapek'in eserlerinde dışa vurmuştur. Karel Čapek, R.U.R adlı tiyatro oyununda yapay zekâya sahip robotlar ile insanlığın ortak toplumsal sorunlarını ele alarak 1920 yılında yapay zekânın insan aklından bağımsız gelişebileceğini öngörmüştü. İdealize edilmiş bir yaklaşıma göre yapay zekâ, insan zekâsına özgü olan, "algılama, öğrenme, çoğul kavramları bağlama, düşünme, fikir yürütme, sorun çözme, iletişim kurma, çıkarımsama yapma ve karar verme" gibi yüksek bilişsel fonksiyonları veya otonom davranışları sergilemesi beklenen yapay bir işletim sistemidir. Bu sistem aynı zamanda düşüncelerinden tepkiler üretebilmeli ("eyleyici yapay zekâ") ve bu tepkileri fiziksel olarak dışa vurabilmelidir. "Yapay zekâ" kavramının geçmişi modern bilgisayar bilimi kadar eskidir. Fikir babası, "Makineler düşünebilir mi?" sorunsalını ortaya atarak makine zekâsını tartışmaya açan Alan Mathison Turing'dir. 1943'te II. Dünya Savaşı sırasında Kripto analizi gereksinimleri ile üretilen elektromekanik cihazlar sayesinde bilgisayar bilimi ve yapay zekâ kavramları doğmuştur. Alan Turing, Nazilerin Enigma makinesinin şifre algoritmasını çözmeye çalışan matematikçilerin en ünlü olanlarından biriydi. İngiltere, Bletchley Park'ta şifre çözme amacı ile başlatılan çalışmalar, Turing'in prensiplerini oluşturduğu bilgisayar prototipleri olan Heath Robinson, Bombe Bilgisayarı ve Colossus Bilgisayarları, Boole cebirine dayanan veri işleme mantığı ile Makine Zekâsı kavramının oluşmasına sebep olmuştu. Modern bilgisayarın atası olan bu makineler ve programlama mantıkları aslında insan zekâsından ilham almışlardı. Ancak sonraları, modern bilgisayarlarımız daha çok uzman sistemler diyebileceğimiz programlar ile gündelik hayatımızın sorunlarını çözmeye yönelik kullanım alanlarında daha çok yaygınlaştılar. 1970'li yıllarda büyük bilgisayar üreticileri olan Microsoft, Apple, Xerox, IBM gibi şirketler kişisel bilgisayar (PC "Personal Computer") modeli ile bilgisayarı popüler hale getirdiler ve yaygınlaştırdılar. Yapay zekâ çalışmaları ise daha dar bir araştırma çevresi tarafından geliştirilmeye devam etti. Bugün, bu çalışmaları teşvik etmek amacı ile Turing'in adıyla anılan Turing Testi ABD'de Loebner ödülleri adı altında makine zekâsına sahip yazılımların üzerinde uygulanarak başarılı olan yazılımlara ödüller dağıtılmaktadır. Turing Testinin içeriği kısaca şöyledir: birbirini tanımayan birkaç insandan oluşan bir denek grubu birbirleri ile ve bir yapay zekâ diyalog sistemi ile geçerli bir süre sohbet etmektedirler. Birbirlerini yüz yüze görmeden yazışma yolu ile yapılan bu sohbet sonunda deneklere sorulan sorular ile hangi deneğin insan hangisinin makine zekâsı olduğunu saptamaları istenir. İlginçtir ki, şimdiye kadar yapılan testlerin bir kısmında makine zekâsı insan zannedilirken gerçek insanlar makine zannedilmiştir. Loebner Ödülü kazanan yapay zekâ diyalog sistemlerinin yeryüzündeki en bilinen örneklerinden biri A.L.I.C.E'dir. Carnegie üniversitesinden Dr.Richard Wallace tarafından yazılmıştır.Bu ve benzeri yazılımlarının eleştiri toplamalarının nedeni, testin ölçümlendiği kriterlerin konuşmaya dayalı olmasından dolayı programların ağırlıklı olarak diyalog sistemi ("chatbot") olmalarıdır. Türkiye'de de makine zekâsı çalışmaları yapılmaktadır. Bu çalışmalar doğal dil işleme, uzman sistemler ve yapay sinir ağları alanlarında Üniversiteler bünyesinde ve bağımsız olarak sürdürülmektedir.Bunlardan biri, D.U.Y.G.U. - Dil Uzam Yapay Gerçek Uslamlayıcı'dır. İdealize edilmiş tanımıyla yapay zekâ konusundaki ilk çalışmalardan biri McCulloch ve Pitts tarafından yapılmıştır. Bu araştırmacıların önerdiği, yapay sinir hücrelerini kullanan hesaplama modeli, önermeler mantığı, fizyoloji ve Turing'in hesaplama kuramına dayanıyordu. Herhangi bir hesaplanabilir fonksiyonun sinir hücrelerinden oluşan ağlarla hesaplanabileceğini ve mantıksal ve ve veya işlemlerinin gerçekleştirilebileceğini gösterdiler. Bu ağ yapılarının uygun şekilde tanımlanmaları halinde öğrenme becerisi kazanabileceğini de ileri sürdüler. Hebb, sinir hücreleri arasındaki bağlantıların şiddetlerini değiştirmek için basit bir kural önerince, öğrenebilen yapay sinir ağlarını gerçekleştirmek de olası hale gelmiştir. 1950'lerde Shannon ve Turing bilgisayarlar için satranç programları yazıyorlardı. İlk yapay sinir ağı temelli bilgisayar SNARC, MIT'de Minsky ve Edmonds tarafından 1951'de yapıldı. Çalışmalarını Princeton Üniversitesi'nde sürdüren Mc Carthy, Minsky, Shannon ve Rochester'le birlikte 1956 yılında Dartmouth'da iki aylık bir açık çalışma düzenledi. Bu toplantıda birçok çalışmanın temelleri atılmakla birlikte, toplantının en önemli özelliği Mc Carthy tarafından önerilen yapay zekâ adının konmasıdır. İlk kuram ispatlayan programlardan "Logic Theorist" (Mantık kuramcısı) burada Newell ve Simon tarafından tanıtılmıştır. Daha sonra Newell ve Simon, insan gibi düşünme yaklaşımına göre üretilmiş ilk program olan Genel Sorun Çözücü ("General Problem Solver")'ı geliştirmişlerdir. Simon, daha sonra fiziksel simge varsayımını ortaya atmış ve bu kuram, insandan bağımsız zeki sistemler yapma çalışmalarıyla uğraşanların hareket noktasını oluşturmuştur. Simon'ın bu tanımlaması bilim adamlarının yapay zekâya yaklaşımlarında iki farklı akımın ortaya çıktığını belirginleştirmesi açısından önemlidir: Sembolik Yapay Zekâ ve Sibernetik Yapay Zekâ. Simon'ın sembolik yaklaşımından sonraki yıllarda mantık temelli çalışmalar egemen olmuş ve programların başarımlarını göstermek için bir takım yapay sorunlar ve dünyalar kullanılmıştır. Daha sonraları bu sorunlar gerçek yaşamı hiçbir şekilde temsil etmeyen oyuncak dünyalar olmakla suçlanmış ve yapay zekânın yalnızca bu alanlarda başarılı olabileceği ve gerçek yaşamdaki sorunların çözümüne ölçeklenemeyeceği ileri sürülmüştür. Geliştirilen programların gerçek sorunlarla karşılaşıldığında çok kötü bir başarım göstermesinin ardındaki temel neden, bu programların yalnızca sentaktik süreçleri benzeşimlendirerek anlam çıkarma, bağlantı kurma ve fikir yürütme gibi süreçler konusunda başarısız olmasıydı. Bu dönemin en ünlü programlarından Weizenbaum tarafından geliştirilen Eliza, karşısındaki ile sohbet edebiliyor gibi görünmesine karşın, yalnızca karşısındaki insanın cümleleri üzerinde bazı işlemler yapıyordu. İlk makine çevirisi çalışmaları sırasında benzeri yaklaşımlar kullanılıp çok gülünç çevirilerle karşılaşılınca bu çalışmaların desteklenmesi durdurulmuştu. Bu yetersizlikler aslında insan beynindeki semantik süreçlerin yeterince incelenmemesinden kaynaklanmaktaydı. Yapay sinir ağları çalışmalarının dahil olduğu sibernetik cephede de durum aynıydı. Zeki davranışı benzeşimlendirmek için bu çalışmalarda kullanılan temel yapılardaki bazı önemli yetersizliklerin ortaya konmasıyla birçok araştırmacılar çalışmalarını durdurdular. Buna en temel örnek, Yapay sinir ağları konusundaki çalışmaların Minsky ve Papert'in 1969'da yayınlan
an "Perceptrons" adlı kitaplarında tek katmanlı algaçların bazı basit problemleri çözemeyeceğini gösterip aynı kısırlığın çok katmanlı algaçlarda da beklenilmesi gerektiğini söylemeleri ile bıçakla kesilmiş gibi durmasıdır. Sibernetik akımın uğradığı başarısızlığın temel sebebi de benzer şekilde Yapay Sinir Ağının tek katmanlı görevi başarması fakat bu görevle ilgili vargıların veya sonuçların bir yargıya dönüşerek diğer kavramlar ile bir ilişki kurulamamasından kaynaklanmaktadır.Bu durum aynı zamanda semantik süreçlerin de benzeşimlendirilememesi gerçeğini doğurdu. Her iki akımın da uğradığı başarısızlıklar, her sorunu çözecek genel amaçlı sistemler yerine belirli bir uzmanlık alanındaki bilgiyle donatılmış programları kullanma fikrinin gelişmesine sebep oldu ve bu durum yapay zekâ alanında yeniden bir canlanmaya yol açtı. Kısa sürede Uzman sistemler adı verilen bir metodoloji gelişti. Uzman sistemler bir konuda belli ön koşullar aynı anda var olduğunda konunun bir uzmanın (bazen ne olasılıkla) ne harar alacağını belirleyen kuralların tümünü içeren bir programı gelen problemlere uygulamak temellidir. Bunun bir avantajı her verilen kararın hangi kurallar uygulanarak verildiğinin kolayca bilinmesi idi. Bu birçok kuralcı bürokratik karar örgütleri için kolayca uygulamalar geliştirilebilmesi demekti. Bu doğal olarak bir otomobilin tamiri için önerilerde bulunan uzman sistem programının otomobilin ne işe yaradığından haberi olmaması da demekti. Buna rağmen uzman sistemlerin başarıları beraberinde ilk ticari uygulamaları da getirdi. Yapay zekâ yavaş yavaş bir endüstri hâline geliyordu. DEC tarafından kullanılan ve müşteri siparişlerine göre donanım seçimi yapan R1 adlı uzman sistem şirkete bir yılda 40 milyon dolarlık tasarruf sağlamıştı. Birden diğer ülkeler de yapay zekâyı yeniden keşfettiler ve araştırmalara büyük kaynaklar ayrılmaya başlandı. 1988'de yapay zekâ endüstrisinin cirosu 2 milyar dolara ulaşmıştı. Antropoloji bilimi, gelişmiş insan zekâsı ile dil arasındaki bağlantıyı gözler önüne serdiğinde, dil üzerinden yürütülen yapay zekâ çalışmaları tekrar önem kazandı. İnsan zekâsının doğrudan doğruya kavramlarla düşünmediği, dil ile düşündüğü, dil kodları olan kelimeler ile kavramlar arasında bağlantı kurduğu anlaşıldı. Bu sayede insan aklı kavramlar ile düşünen Hayvan beyninden daha hızlı işlem yapabilmekteydi ve dil dizgeleri olan cümleler yani şablonlar ile etkili bir öğrenmeye ve bilgisini soyut olarak genişletebilme yeteneğine sahip olmuştu. İnsanların iletişimde kullandıkları Türkçe, İngilizce gibi doğal dilleri anlayan bilgisayarlar konusundaki çalışmalar hızlanmaya başladı. Önce, yine Uzman sistemler olarak karşımıza çıkan doğal dil anlayan programlar, daha sonra Sembolik Yapay Zekâ ile ilgilenenler arasında ilgiyle karşılandı ve yazılım alanındaki gelişmeler sayesinde İngilizce olan A.I.M.L ("Artificial intelligence Markup Language") ve Türkçe T.Y.İ.D ("Türkçe Yapay Zekâ İşaretleme Dili") gibi bilgisayar dilleri ile sentaktik ("Örüntü") işlemine uygun veri erişim metotları geliştirilebildi. Bugün Sembolik Yapay Zekâ araştırmacıları özel Yapay Zekâ dillerini kullanarak verileri birbiri ile ilişkilendirebilmekte, geliştirilen özel prosedürler sayesinde anlam çıkarma ve çıkarımsama yapma gibi ileri seviye bilişsel fonksiyonları benzetimlendirmeye çalışmaktadırlar. Bütün bu gelişmelerin ve süreçlerin sonunda bir grup yapay zekâ araştırmacısı, insan gibi düşünebilen sistemleri araştırmaya devam ederken, diğer bir grup ise ticari değeri olan rasyonel karar alan sistemler ("Uzman sistemler") üzerine yoğunlaştı. Gelecekte yapay zekâ araştırmalarındaki tüm alanların birleşeceğini öngörmek zor değildir. Sibernetik bir yaklaşımla modellenmiş bir Yapay Beyin, Sembolik bir yaklaşımla insan aklına benzetilmiş bilişsel süreçler ve Yapay Bilinç sistemi, insan aklı kadar esnek ve duyguları olan bir İrade ( "Karar alma yetisi" ), Uzman sistemler kadar yetkin bir bilgi birikimi ve rasyonel yaklaşımın dengeli bir karışımı sayesinde Yapay Zekâ, gelecekte insan zekâsına bir alternatif oluşturabilir. Bilginin hesaplanması matematiksel gelişme ile mümkün olabilir. Çok yüksek döngü gerektiren NP problemlerin çözümü, satranç oyununda en iyi hamleyi hesaplamak veya görüntü çözümleme işlemlerinde bilgiyi saymak yerine hesaplamak süreti ile sonuca ulaşılabilir. Yeni matematik kuantum parçacık davranışlarını açıklayacağı gibi kuantum bilgisayarın yapılmasına olanak verir . Bilişim uzmanları, bir insanın hepsi aynı anda paralel olarak çalışan 100 milyar nöron bağlantısının toplam hesap gücünün alt sınırı olan saniyede 10 katrilyon (1.000.000.000.000.000 = formula_1) hesap düzeyine 2025'te erişeceğini düşünüyorlar. Beynin bellek kapasitesine gelince, 100 trilyon bağlantının her birine 10.000 bit bilgi depolama gereksinimi tanınırsa, toplam kapasite 10^18 düzeyine çıkıyor. 2020'ye gelindiğinde insan beyninin işlevselliğine erişmiş bir bilgisayarın fiyatının 1000 dolar olacağı tahmin ediliyor. 2030'da 1000 dolarlık bir bilgisayarın bellek kapasitesi 1000 insanın belleğine eşit olacak. 2050'de ise yine 1000 dolara, dünyadaki tüm insanların beyin gücünden daha fazlasını satın alabileceksiniz. NTV Bilim Dergisi, sayı:1,2009 Matematiksel mantık Matematiksel mantık biçimsel mantığın matematiğe uygulanmasıyla ilgilenen bir matematik dalıdır. Metamatematik, matematiğin temelleri ve kuramsal bilgisayar bilimi alanlarıyla yakınlık gösterir. Matematiksel mantığın temel konuları biçimsel sistemlerin ifade gücünün ve biçimsel ispat sistemlerinin tümdengelim gücünün belirlenmesidir. Matematiksel mantık kümeler kuramı, model kuramı, hesaplanabilirlik kuramı ve tanıtlama kuramı alanlarına ayrılır. Bu alanlar mantığın, özellikle birinci-derece mantık ve tanımlanabilir küme konularındaki, temel sonuçlarını paylaşır. Çağdaş mantığın ve çağdaş felsefenin kurucusu Alman mantıkçısı Gottlob Frege, ""Matematik mantığın uygulama alanıdır."" görüşünden hareketle matematiğin, mantığın aksiyomatik sistemi üzerine kurulabileceğini düşünmüştür. Bu düşünceden hareket ederek aritmetiğin temelleri konusundaki felsefi çalışmaları için bir mantık sistemi geliştirmişti. Daha sonra, Frege'nin çalışmalarına dayanarak, Bertrand Russell ve Alfred North Whitehead 1910-1913 yılları arasında Principia Mathematica adını verdikleri eserde matematiği mantığa indirgeyerek formel bir sistem haline getirmeye çalıştılar. Fakat matematiğin formel hale getirilemeyeceğini Kurt Gödel 1933'te yayınladığı bir kitabındaki (Über formal unentscheidbare Sätze der Principia Mathematica und verwandter Systeme) meşhur teoremiyle gösterdi. John Alan Robinson, 1967'de çözülüm teorem ispatlama yöntemini geliştirdi. Bu yöntem 1972'de A. Colmaurer tarafından ilk mantık programlama dilinin (Prolog) geliştirilmesine yol açtı. Bu dil 1975'te D. Warren tarafından “Warren Abstract Machine” (WAM) olarak uygulandı. Kişisel bilgisayarlar üzerinde ilk uygulamalar 1980'lerde ortaya çıktı. Formel sistemler şu elemanlardan meydana gelir: Formel mantığın tanımlanmamış terimleri olarak, basit önerme (P) ve mantık bağlaçları (değil, ve, veya, eğer-ise, eğer ve ancak-ise) gösterilebilir. Tanımlanan terimlere örnek olarak bileşik önerme kavramını gösterilebilir. Aslında yukarıda verilen mantıksal bağlaçlar bir tek mantıksal bağlaç yardımıyla tanımlanabilir. Aşağıdaki cümleler önermelere örnektir: Dün hava güneşliydi. 3 asal sayıdır. Duygu 21 yaşındadır. 3 asal sayı değildir. Derya 21 yaşında değildir. Bir gün 24 saattir. Sıfır doğal sayıdır. Mantıksal bağlaçlar kullanarak basit önermelerden başka önermeler kurulabilir, ki bunlara “bileşik önermeler” denir.Önerme matematikte kesin bir hüküm bildiren ifadelere denir. Bir önerme “değil” eki ile karşıt ifadeye çevrilebilir; buna olumsuzunu alma denir. Bir hafta 7 gün'dür. Bir hafta 7 gün degildir. Olumsuz olacak harfin önüne - ifadesi eklenir. İki veya daha fazla önermeden "ve,veya,ise" mantıksal bağlaçlarını kullanarak bileşik önermeler kurulabilir. Örnek olarak: “Bugün hava açık ve sıcak” cümlesini verebilir. Doğal dilde bazen “fakat” bağlacını da kullanıyoruz. 'Örnek': “bugün gemiler 9'da veya 10'da sefer yapacak.” “arkadaşlarım sınıftadır veya arkadaşlarım bahçededir.” değili A' olarak gösterilir. İki veya daha fazla basit önermeden “veya” (ya da) mantıksal bağını kullanarak bilesik önermeler kurulabilir. "Örnek": “Bugün Arçelik veya Tedaş'tan ziyaretçiler gelecek.” Aynı şekilde, iki veya daha fazla sayıda önermeden (eğer-ise) bağını kullanarak şartlı önermeler kurulabilir. Örnek: “Eğer yağmur yağıyor ise, hava bulutludur.” Bazen “eğer-ise” bağı yerine doğal dilde “gerektirir” bağını da kullanabiliyoruz. Örnek: “Yağmurun yağıyor olması havanın bulutlu olmasını gerektirir.” Yine, “eğer ve ancak-ise” bağını kullanarak birden fazla önermeden çift şartlı önermeler kurulabilir. Bu tür önermeler doğal dilde daha az kullanılmasına rağmen, fizik ve matematikte sık sık kullanılmaktadır. Örnek: “Eğer ve ancak çalışanlar ücretlerde aşırı artış talep ederlerse enflasyon düşmez.” Aynı cümle şu şekilde de ifade edilebilir: “Eğer, çalışanlar ücretlerde aşırı artış talep ederlerse enflasyon düşmez, ve eğer enflasyon düşmezse çalışanlar ücretlerde aşırı artış talep ederler.” Cebirde olduğu gibi, sembolik veya matematiksel mantıkta da, önermeler yerine önermesel değişkenler kullanılır (P, Q, R, S, T harfleri gibi). Mantıksal bağlaçlar aşağıdaki sembollerle gösterilir: formula_1: değil formula_2: ve formula_3: veya formula_4: eğer-ise formula_5: ancak ve ancak Böylece şu ifadeler, önerme formülleri olacaktır: formula_6, formula_7, formula_8, formula_9, formula_10 "Örnek": "Eğer sendika veya fabrika yöneticileri inada devam ederlerse, grev ancak ve ancak hükümet bir kararname çıkarır ve fabrikaya polis göndermezse önlenir." P: Sendika inada devam eder Q: Fabrika yöneticileri inada devam eder R: Grev önlenir S: Hükümet kararname çıkartır T: Hükümet fabrikaya polis göndermez formula_11 => ise bu şekilde de gösterilir ancak ve ancak bu
şekilde de gösterilir. Mantıkta önermeler doğru ya da yanlış olabilir, fakat hem doğru hem yanlış olamaz. Bir önermeye yüklenen bu "doğru" ve "yanlış" yüklemlerine onun doğruluk değeri denir. formula_6, formula_7, formula_8, formula_9, formula_10 “Değil” sözcüğünün anlamından hareketle, eğer bir P önermesi doğru ise onun değillemesi, yani formula_6 yanlıştır, ve bunun tersi. Mesela, P önermesi “Ay dünyanın uydusudur” cümlesi yerine geçiyorsa, bunun değillemesi olan formula_6 yanlıştır. Genel, kural olarak iki veya daha fazla önermenin birleşimi, ancak birleşen bütün önermelerin doğru olması halinde doğrudur. Mesela, “3 asal sayıdır ve 2+2=5'tir” yanlış bir bileşik önermedir. Yine kural olarak, ayrık önermelerin doğru olabilmesi için bileşenlerden birinin doğru olması yeterlidir. Ayrık önermeler ancak bunları meydana getiren bileşenlerin hepsinin birden yanlış oldugu halde yanlış sayılır. Bileşik önermeler için doğruluk tabloları şu şekilde verilebilir: "D: doğru, Y: yanlış" formula_19 formula_20 formula_21 formula_22 formula_23 formula_24 formula_25 formula_26 A, A, ..., A |= B. Önermeler mantığının türetim kuralları matematik için yeterli olmadığı gibi gündelik dil için de yeterli değildir. Mesela, klasik mantıkta "Her asal sayı bir doğal sayıdır" ve "3 asal sayıdır" öncüllerinden, "3 doğal sayıdır" sonucunu çıkarabiliyoruz. Fakat bu akıl yürütmenin doğruluğu, önermeler mantığının kuralları çerçevesi içinde kanıtlanamaz. Bunun nedeni de şudur: Önermeler mantığı bileşik önermeler içindeki basit önermeler arasındaki mantıksal bağlaçlara ve basit önermelerin doğruluk değerlerine göre bileşik önermelerin doğruluklarını inceler. Diğer bir deyişle, önermeler mantığı bir önermeyi birçok maksat için yeterli ayrıntıda analiz etmez. İşte, terimler, yüklemler ve niceleyiciler diye isimlendireceğimiz mantıksal kavramlar yardımıyla gündelik dili ve matematiğin dilini büyük ölçüde sembolize edebiliriz. Yüklemler mantığında da aynı matematikte olduğu gibi, sabitler ve değişkenler kullanılır. Biraz önce bahsedilen "terimleri" iki sınıfa ayırabiliriz: Bireysel değişkenler, bireysel sabitler. Bireysel sabitlere örnek olarak birey olduğunu bildiğimiz varlıkları sayabiliriz: “Gökhan”, “Tekir”, “gül” gibi. Bunlar yerine de “insan”, “hayvan”, “bitki” kavramlarının çerçeveleri içinde olmak üzere x, y, z, değişken sembollerini kullanabiliyoruz. Matematikte değişkenler genellikle sayılar veya fonksiyonlar olabilir. Yüklemler mantığında ise bireysel terimler değişken olabildiği gibi, yüklemler de sabit veya değişken olabilir. Yüklemsel sabitlere örnek olarak önermeler içinde yer alan yüklemleri gösterebiliriz: “sayı”, “meyve”, “uydu”, “sert” gibi. Buna göre, "7 bir asal sayıdır." "Elma bir tür meyvedir." "Miranda, Neptün'ün uydusudur." "Demir sert bir metaldir." ...cümleleri içinde "7", "Elma", "Miranda", "Neptün" ve "demir" bireysel sabitler, “asal sayı, “meyve”, “uydu” ve “sert metal” de yüklemsel sabitlerdir. Yüklemsel ifadelerde yüklemler yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi bir veya iki terimli (veya argümanlı) olabildiği gibi, daha fazla sayıda argüman da içerebilirler. Mesela: “Beril, Akın ve Şebnem'nin önünde oturuyor” dediğimiz zaman, burada “önünde oturuyor” ifadesini yüklem olarak; Beril, Akın ve Şebnem isimlerini de bireysel sabitler olarak almış oluyoruz. Yüklemsel ifadeler yüklemin aldığı terim sayısına göre şu genel biçimlerde gösterilebilirler: P(a), Q(b,c), R(d,e,f), ... Bu ifadelerde, hemen görülebileceği gibi, bireysel sabitler yerine x, y, z gibi değişkenler koyarsak, P(x), Q(b,y), R(z,e,f) ...gibi değişken terimli yüklemsel ifadeler elde ederiz. A(x) yüklemsel bir formül olsun. Şu ifadeleri gözönüne alalım: a) formula_27 b) formula_28 c) formula_29 d) formula_30 Bunları doğal dile çevirirsek: a) Her şey A yüklemine (özelliğine) sahiptir. b) Bazı şeyler A yüklemine (özelliğine) sahiptir. c) Hiçbir şey A yüklemine (özelliğine) sahip değildir. d) Bazı şeyler A yüklemine (özelliğine) sahip değildir. Burada görüldüğü gibi, d, a'nın karşıtı (değillemesi), c de b'nin karşıtıdır. Şu halde, formula_28 yerine formula_32 kullanabiliriz, çünkü bunlar mantıksal olarak özdeştir, aynı şekilde formula_27 yerine formula_34 ifadesini kullanabiliriz. Yüklemsel ifadelerde değilleme ve niceleyicilerin yeri, anlam bakımından önemlidir. Örneğin: formula_35, “her sayı asal değildir” anlamına gelirken, formula_36 ise “hiçbir sayı asal değildir” anlamına gelir. formula_37 formula_38 formula_39 formula_40 formula_41 formula_42 formula_43 formula_44 Çözülüm teorem ispatlama, mantık teoremlerinin ispatlanması için A. Robinson tarafından geliştirilmiş bir tekniktir. Bu tekniğin esası şudur: Eğer “veya” bağı ile bağlı P, ..., P önermelerinden bir Q önermesi dedüktif olarak çıkarılabiliyorsa, o zaman Q'nun değillemesini bu önermelere “ve” bağı ile kattığımız zaman bir çelişki elde ederiz. Sembollerle gösterecek olursak: formula_45 ...çıkarımı geçerli ise, formula_46 ...bir çelişkidir. Bu yöntemin kullanılabilmesi için, P, ..., P önermelerinin, eşdeğerlik dönüşümleri kullanılarak “birleşimli normal biçim” denilen bir biçime getirilmesi gerekir. Bu biçim sadece “değil”, “ve” ve “veya” mantıksal bağlaçlarını içerir. "Örnek 1": Bu örnekte formula_9 şartlı önermesi yerine, eşdeğeri formula_48 konulmuştur ki bu, formula_9 önermesinin normal biçimidir. "Örnek 2": Çözülüm teorem ispatlama yöntemi, yüklemler mantığının teorem ispatlama problemlerinde de uygulanmaktadır. Yüklemler mantığında teorem ispatı sırasında bireysel sabitlerin değişkenlerin yerine konulmasına “birleştirme” denilir. "Örnek 3": Bulanık mantık 1960’ların ortalarında Lotfi Zadeh tarafından iki değerli mantık ve olasılık teorisine alternatif olarak geliştirilmiştir. Bulanık mantıkçılara göre iki değerli mantık ve kümeler teorisi daha genel çok değerli bir teorinin özel halidir. Zadeh (1965) bulanık kümeleri ve bulanık mantığı şu şekilde tanımlamaktadır: "Bulanık sistemlerde temel düşünce bulanık mantıkta doğruluk değerleri (veya bulanık kümelerde üyelik değerleri) 0 ile 1 arasında değişen değerlerdir ki burada 0 mutlak yanlış, 1 de mutlak doğru olmaktadır." Doğal dilde kullandığımız birçok cümlede “az”, “çok”, “orta” gibi kalitatif niceleyiciler kullanıyoruz. Bu tür cümleleri bulanık mantığın gösterimi ile ifadelendirmek daha kolay olmaktadır. Bulanık mantıkta “Ahmet yaşlıdır” ve “Bugün hava sıcaktır” cümlelerindeki “yaşlı” ve “sıcak” ifadelerine iki değerli mantıktaki gibi “doğru” veya” yanlış” yerine 0 ile 1 arasında değer verilebilmektedir. X, elemanları x’ler olan bir nesneler kümesi olsun, yani X = ( x ). X’in içinde bir A bulanık kümesi bir üyelik fonksiyonu mA(x) ile karakterize edilir. Bu fonksiyon X içindeki her nesneyi, 0 ile 1 arasındaki bir reel sayıya [0,1] tekabül ettirir. Yukarıdaki örnekte A, yaşlı insanlar kümesi olabilir. Ahmet de X insanlar genel kümesinin bir üyesi olarak yaşlı insanlardan biri olabilir, ki A’daki üyelik derecesine göre üyelik değeri [0,1] reel sayılar aralığında yer alır. mA(x) değeri 1’e yaklaştığında x’in A içindeki “üyelik derecesi” artar. Bütün x’ler için mA(x) = 0 ise, A boş bir küme olur ve bütün x’ler için mA(x) = mB(x) olduğunda da A=B olur. Bulanık kümelerle ilgili tarifler de şöyledir: Eğer X’in bütün x’leri için mC(x) = MAX[mA(x), mB(x)] ise, C, A ve B’nin birleşimidir. Eğer X’in bütün x’leri için mC(x) = MIN[mA(x), mB(x)] ise, C, A ve B’nin arakesitidir. Novell Novell merkezi Waltham, Massachusetts'de bulunan bir yazılım şirketidir. Özellikle sunucu sistemleri ve Linux alanında faaliyet gösterir. Novell mali bakımdan dünyanın 22'ci en büyük bilgisayar şirketidir. Novell, 1969 yılında Novell Data Systems Inc. olarak Provo, Utah'da kuruldu. Kurucuları George Canova, Darin Field ve Jack Davis'tir. Novell ismi, Fransızca yeni demek olan "nouvelle"den gelmektedir. Şirket sunucu işletim sistemi konusuna odaklanmıştır. Netware adlı bu ürün 80'li yıllardan itibaren yaygın kullanıma kavuşmuştur. Netware IPX/SPX teknolojisi ile yerel ağda bilgisayarların birbirleri ile haberleşebilmesi sağlamış, Remote Boot teknolojisi ile sabit disk olmaksızın işletim sistemi çalıştırabilmiş, Netware Directory Service ile kullanıcı hakları ve yetkilerini düzenleyebilen bir mimariyi ortaya çıkarmıştır. Bilişim alanında pek çok ilke imza atan Novell, istemci işletim sistemleri geliştirmemesi nedeniyle, 1990'lı yılların artan masaüstü bilgisayar kullanımından olumsuz etkilenmiştir. 2006 yılında OES (Open Enterprise Server) ile açık kaynak kodlu işletim sistemi üretimine başlamıştır. Bilgisayar virüsü Bilgisayar virüsü, kullanıcının izni ya da bilgisi dahilinde olmadan bilgisayarın çalışma şeklini değiştiren ve kendini diğer dosyaların içerisinde gizlemeye çalışan aslında bir tür bilgisayar programıdır. Terim genelde kötücül yazılım (malware) denilen geniş bir alanı ifade etmek için kullanılsa da, gerçek bir virüs aşağıda belirtilen iki görevi gerçekleştirmek durumundadır. Virüsler nasıl çalışır? Bilgisayar virüsleri, biyolojik virüslerin insandan insana bulaşması gibi bir bilgisayardan diğerine bulaşabilirler. Örneğin, uzmanların tahminine göre, Mydoom adlı solucan Haziran 2004 tarihinde bir gün içerisinde çeyrek milyon bilgisayara bulaştı. 2000 yılındaki bir diğer vakada ise I Love You virüsü, benzer etkileri yarattı. An itibarıyla bilişim dünyasında on binlerce virüs bulunmakta ve her gün yenileri tespit edilmekte. Bulaşma ya da yayılım şekillerindeki çeşitlilikten ötürü virüslerin nasıl çalıştıklarını tümü için geçerli olacak şekilde özetlemek zordur. Ancak, genelde çeşitli virüs tiplerini belirtmek için kullanılan geniş kategoriler bulunmaktadır. Ayrıca en güzel örnek spam virüsüdür. Bir disketteki bilgi için, bilgisayar, tıpkı DNA’yı kopyalamak isteğiyle vızıldayan hücre çekirdeği gibi, vızıldayan bir cennettir. Bilgisayarlar ve bunlara bağlı olan disket ve teyp sürücüleri, yüksek kopyalama doğrulukları amaçlanarak oluşturulmuştur. DNA moleküllerinde olduğu gibi, manyetize baytlar kopyalanmayı ‘dilemezler’.
Yine de, kendini çoğaltacak adımları atabilen bir bilgisayar programı yazabilirsiniz. Sadece kendini bir bilgisayarda çoğaltmakla kalmayıp, diğer bilgisayarlara da kendisini yayacak bir şekilde. Bilgisayarlar baytları kopyalamakta ve bu baytların içinde bulunan talimatlara körü körüne itaat etmekte o kadar iyidirler ki, kendini ikileştiren programlar için oturan ördek kadar kolay avdırlar: yazılım parazitlerinin yakıp yıkmasına karşı kapıları sonuna kadar açık bir şekilde. Bencil genler ve memler teorilerine aşina herhangi bir şüpheci, modern bilgisayarların ayrım gözetmeyen disket ve eposta hareketlerinin belaya davet olduğunu bilecektir. Günümüzdeki bilgisayar virüsü salgınlarının tek şaşırtıcı yanı, ortaya çıkmalarının çok üzün süre almış olmasıdır. DNA virüsleri ve bilgisayar virüsleri aynı neden için yayılırlar: içinde iyi kopyalama yapacak ve bu kopyaları etrafa yayacak ve virüslerin içerdiği talimatlara itaat edecek makinelerin bulunduğu bir çevrenin bulunması. Göreceli olarak, bu iki çevre sırasıyla hücresel fizyoloji ortamı ve geniş bir bilgisayar topluluğu ve veri işleme makineleri tarafından sağlanan çevredir. Başka bir yerlerde, başka ortamlar, başka vızıldayan ikileşme cennetleri var mıdır? Richard Dawkins, Bir Şeytan'ın Papazı Virüs tipleri birçok alt bölümde incelenebilir. Ana sınıflama bölümleri şunlardır: Dosya virüsleri, asalak ya da yürütülebilir virüsler olarak da bilinen ve kendilerini yürütülebilir dosyalara (sürücü ya da sıkıştırılmış dosyalara) tutturan ve konak program çalıştırıldığında etkinleşen kod parçacıklarıdır. Etkinleştikten sonra, virüs kendini diğer program dosyalarına tutturarak yayılabilir ve programlandığı şekilde kötü niyetli faaliyet gösterebilir. Birçok dosya virüsü kendilerini sistem hafızasına yükleyip sürücüdeki diğer programları araştırarak yayılır. Bulduğu programların kodlarını virüsü içerecek ve gelecek sefer program çalıştığında virüsü de etkinleştirecek şekilde değiştirir. Virüs tüm sisteme ya da bulaştığı programı ortak kullanan sistemlerin tüm alanlarına yayılana dek defalarca bunu yapar. Yayılmalarının yanı sıra bu virüsler hemen ya da bir tetikleyici vasıtasıyla etkinleşen tahrip edici bir tür bileşeni bünyelerinde barındırırlar. Tetikleyici özel bir tarih, virüsün belirli bir kopyalama sayısına ulaşması ya da önemsiz herhangi bir şey olabilir. Randex, Meve ve MrKlunky dosya virüslerine verilebilecek birkaç örnektir. Önyükleme sektörü sabit diske ait tüm bilgilerin saklandığı ve bir program vasıtası ile işletim sisteminin başlatılmasını sağlayan yerdir. Virüs, her açılışta hafızaya yüklenmeyi garantilemek amacıyla kodlarını önyükleme sektörüne yerleştirir. Bu, belki de, günümüzde sayıca azalmalarının da nedeni olmuştur. Programların disketler ile bir bilgisayardan diğerine taşındığı dönemlerde önyükleme virüsleri büyük bir hızla yayılıyordu. Ancak CD-ROM devrinin başlamasıyla, CD-ROM içerisindeki bilgilerin değiştirilemez ve kod eklenemez olmasından ötürü, bu tür virüslerin yayılımı durdu. Önyükleme virüsleri hala var olsa da yeni çağ zararlı yazılımlarına nispeten çok nadirler. Yaygın olmamalarının diğer bir sebebi ise işletim sistemlerinin artık önyükleme sektörlerini koruma altına almasıdır. Polyboot.B ve AntiEXE önyükleme virüslerine örnektirler. Makro virüsler, makrolar içeren çeşitli program ya da uygulamalarca yaratılmış dosyalara bulaşan virüslerdir. Microsoft Office programınca üretilen Word belgeleri, Excel elektronik çizelgeleri, PowerPoint sunumları, Access veritabanları, Corel Draw, AmiPro uygulamalarınca yaratılmış dosyalar vs. etkilenen dosya tipleri arasındadır. Makro virüsler işletim sisteminin değil ait olduğu uygulamanın dilinde yazıldığından platform bağımsızdırlar ve uygulamayı çalıştırabilen tüm işletim sistemleri (Windows, Mac vb.) arasında da yayılabilirler. Uygulamalardaki makro dillerinin sürekli artan kabiliyetleri ve ağlar üzerinde yayılma olasılıkları bu türden virüsleri büyük tehdit haline getirmektedir. İlk makro virüsü Microsoft Word için yazılmış ve 1995 Ağustos'unda tespit edilmişti. Bugun binlerce makro virüsü bulunmakta. Relax, Melissa.A ve Bablas makro virüs örnekleridir. Çoğalma bakımından worm(solucan)lara benzerler ama işlev yönünden farklılık gösterirler. Ağ virüsleri, yerel ağlarda ve hatta İnternet üzerinde hızla yayılmak konusunda çok beceriklidirler. Genelde paylaşılan kaynaklar, paylaşılan sürücüler ya da klasörler üzerinden yayılırlar. Bir kez yeni bir sisteme bulaştıklarında, ağ üzerindeki potansiyel hedefleri araştırarak saldırıya açık sistemleri belirlemeye çalışırlar. Savunmasız sistemi bulduklarında ağ virüsü sisteme bulaşır ve benzer şekilde tüm ağa yayılmaya çalışırlar. Nimda ve SQLSlammer kötü nam salmış ağ virüslerindendir. Eşlik virüsleri , konak dosyalarına tutunmuş değillerdir ancak MS-DOS'u suistimal edebilirler. Bir eşlik virüsü geçerli .EXE (uygulama ) dosyalarına ait isimleri kullanan genelde .COM nadiren .EXD uzantılı yeni dosyalar yaratmaktadır. Eğer kullanıcı belirli bir programı çalıştırmak için komut konsoluna sadece programın ismini yazıp .EXE uzantısını yazmayı unutursa DOS, ismi ve uzantıları aynı olan dosyalardan uzantısı sözlükte önde görünen dosyanın çalıştırılmak istendiğini varsayıp virüsü yürütecektir. Örneğin kullanıcı "dosya adı".COM (virüs dosyası) ve "dosya adı".EXE (yürütme dosyası) adlı iki dosyaya sahip olsun ve komut satırına sadece "dosya adı" yazmış bulunsun. Uzantılar incelendiğinde sonuç olarak dosya adı.com yani virüs dosyası yürütülecektir. Virüs yayılacak ve atanmış diğer görevleri yaptıktan sonra kendisiyle aynı isime sahip .exe dosyasını çalıştıracaktır. Böylece kullanıcı büyük ihtimalle virüsün ayırdına varamayacaktır. Bazı eşlik virüslerinin Windows 95 altında ve Windows NT'deki DOS öykünücüleri üzerinde çalışabildiği bilinmektedir. Yol eşlik virüsleri geçerli sistem dosyaları ile aynı ada sahip dosyalar oluşturur ve dizin yolu içinde bulunan eski virüsleri yenileri ile değiştirir. Bu virüsler MS-DOS komut istemini kullanmayan Windows XP'nin kullanıma sunulması ile giderek seyrekleşmişlerdir. Yazılım bombaları, gerekli şartlar oluşana dek atıl durumda kalan ve özel bir kodu işleyen yazılımlardır. Şartların olgunlaşması kullanıcıya mesajlar göstermek ya da dosyaları silmek gibi belirli fonksiyonları tetikleyecektir. Yazılım bombaları bağımsız programların içerisinde barınabildikleri gibi virüs ya da solucanların parçaları da olabilirler. Belirli sayıdaki konağı etkiledikten sonra etkinleşen yazılım bombaları örnek olarak verilebilir. Saatli bombalar, yazılım bombalarının alt kümeleri olup belirli tarih ya da zamanda etkinleşecek şekilde programlanmışlardır. Saatli bombalara ünlü Friday the 13th virüsü örnek verilebilir. Bir cross-site scripting virüsü (XSSV) çoğalabilmek için cross-site betik açıklarını kullanan virüslerdir. Bir XSSV yayılabilmek için web uygulamaları ve web tarayıcılarına ihtiyaç duyduğundan simbiyoz tip virüstür. Aslında xss bir virüs değil, sistem açığıdır. Php tabanlı sitelerde görülür. id= değişkeninden sonra kullanılan zararlı kod ile açık çağrılır. Açık bulunursa site adminine açıklı link yollanması ile cookieleri çalınabilir. Bu açık hotmailde de vardır bu yüzden mail güvenliği açısından gelen her adres açılmamalıdır Sentineller oldukça gelişkin virüs tipi olup yaratıcısına, bulaştığı bilgisayarları uzaktan kullanma yetkisi verir. Sentineller bot, zombi ya da köle adı verilen bilgisayarların oluşturduğu ve Hizmeti engelleme saldırısı gibi kötü niyetli amaçlarda kullanılacak geniş ağlar yaratmada kullanılırlar. Virüslerin, makinenize bulaşma ya da makinenizde etkin halde olmadan saklanma yolları pek çoktur. Ancak etkin olsun ya da olmasın virüslerin başıboş bırakılması çok tehlikelidir ve ivedi şekilde sorun halledilmelidir. Dos virüsleri bilgisayara donanımsal zarar veren tek virüslerdir. Uzantısı .bad biçiminde ve küçük boyutlu olan bu virüsler genellikle açıldığı anda işleme koyulurlar. Geçmişte bir bilgisayarı zor durumda bırakabilecek tek yöntem zararlı taşıyan disketleri bilgisayara yerleştirmekti. Yeni teknoloji çağının başlamasıyla, artık, neredeyse her bilgisayar dünyanın geri kalanına bağlanmış durumda. Dolayısıyla zararlı bulaşmalarının kaynak yerlerini ve zamanlarını kesin olarak tespit etmek gün geçtikçe zorlaşıyor. Bunlar yetmezmiş gibi bilgisayar çağında yeni tür zararlı yazılımlar türemiş durumda. Günümüzde virüs terimi, bir bilgisayarı zararlı yazılımlarca saldırıya maruz bırakacak tüm değişik yöntemleri belirtmekte kullanılan genel bir terim halini almıştır. Açıklanan virüs tiplerinin dışında günümüzde yenice karşılaştığımız problemler bulunmakta. Truva atları, ilgi çekici görünen ama aslında aldatmaya yönelik zararlı dosyalardır. Sistemde var olan dosyalara kod eklemektense ekran koruyucu yüklemek, elektronik postalarda resim göstermek gibi bir işle iştigal oldukları izlenimi uyandırırlar. Ancak, aslında arka planda dosya silmek gibi zararlı etkinlikler gerçekleştirmektedirler. Truva atları bilgisayar korsanlarının bilgisayarınızdaki kişisel ve gizli bilgilerinize ulaşmalarına imkân tanıyan gizli kapılar da yaratırlar. Truva atları aslında sanılanın aksine virüs değillerdir çünkü kendilerini çoğaltamazlar. Bir Truva atının yayılması için saklı bulunduğu eposta eklentisinin açılması ya da Truva atını içerir dosyanın internet üzerinden bilgisayara indirilip yürütülmesi gerekir. Hizmeti engelleme saldırısı (Denial of service attacks) Truva atlarının dayandığı temel düşünce kurbanın bilgisayarındaki İnternet trafiğini bir web sitesine ulaşmasını veya dosya indirmesini engelleyecek şekilde arttırmaktır. Hizmeti Engelleme Saldırısı Truva atlarının bir başka versiyonu mail-bombası Truva atlarıdır ki ana amaçları mümkün olabildiğince çok makineye bulaşmak ve belirli eposta adreslerine aynı anda filtrelenmeleri mümkün olmayan çeşitli nesneler ve içerikler ile saldırmaktır. Bu tür Truva atları en basit ve artık modası geçmiş Truva atlarıdır. Yaptıkları tek şey FTP transferleri için kullanılan 21. portu açmak ve h
erkesin bilgisayarınıza bağlanabilmesine imkân tanımaktır. Bu türün yeni versiyonları sadece saldırganın sisteminize ulaşmasını sağlayan parola korumalı yapıdadırlar. Aslına bakarsanız Trojan'ın modası geçmiş virüs olmasına karşılık halen kullanımı yaygındır. Bu tür virüsler sizin sisteminize girmeleriyle kalmaz gerekli bilgilerinizi çalabilirler,kredi kartı numaralarını ve buna benzer birçok şey yapabilirler. Günümüz teknolojisi bunu engelleyecek birçok program üretmiştir. Bu Truva atları makinenizi koruyan popüler antivirüs ve firewall yazılımlarının çalışmalarını engelleyerek saldırganın sisteminize erişimine olanak tanır. Yukarıda belirtilen Truva atı tiplerinden birini ya da birkaçını birden içerecek yapıda olabilir. Bilgisayar solucanları çoğalan, bağımsız şekilde çalışabilen ve ağ bağlantıları üzerinde hareket edebilen programlardır. Virüs ve solucanlar arasındaki temel fark çoğalma ve yayılma yöntemleridir. Bir virüs çalışmak için konak ya da önyükleme sektörü dosyalarına ihtiyaç duyarken, makineler arası yayılım için gene taşıyıcı dosyalara gereksinim duyar. Oysa solucanlar kendi başlarına bağımsız şekilde çalışabilir ve bir taşıyıcı dosyaya ihtiyaç duymadan ağ bağlantıları üzerinde yayılabilirler. Solucanların yarattığı güvenlik tehditleri bir virüsünkine eşittir. Solucanlar sisteminizdeki elzem dosyaları tahrip etmek, makinenizi büyük ölçüde yavaşlatmak ve bazı gerekli programların çökmesine neden olmak gibi bütün olası zararları yaratabilme yeteneğindedirler. MS-Blaster ve Sasser solucanları en tanınmış solucanlara örnektirler. Casus yazılımlar, reklam destekli yazılımları nitelemekte kullanılan diğer bir terimdir. Paylaşılan yazılımları üreten yazarlar, program içerisinde reklam yayınlatarak ürünü kullanıcıya satmadan da para kazanabilirler. Piyasadaki birçok büyük media şirketi yazarlara reklam bantlarını yazılımlarına yerleştirmelerini önerir ve reklam bantları sayesinde satılan her ürün için belirli bir oranda komisyon vermeyi vadeder. Eğer kullanıcı yazılımdaki reklam bantlarını can sıkıcı buluyorsa, lisans ücretini ödediği takdirde banttan kurtulmanın imkânına erişir. Bu bantları üreten reklam şirketleri, ek olarak internet bağlantınızı sürekli kullanarak internet kullanımınıza ait istatistiki bilgileri sizin bilginiz dahilinde olmadan reklam verenlere gönderen bazı izleme programlarını sisteminize yüklerler. Yazılımlara ait gizlilik politikalarında hassas ve tanımlayıcı verilerin sisteminizden toplanmadığı ve kimliğinizin belli olmayacağı belirtilse de kişisel bilgisayarınızı bir sunucu gibi çalışarak size ait bilgileri ve internet kullanımınıza ait alışkanlıklarınızı 3. kişi ya da kurumlara göndermektedir. Casus yazılımlar ayrıca bilgisayarınızı yavaşlatmakla, işlemci gücünün bir kısmını kullanmakla, uygunsuz zamanlarda sinir bozucu pop-up pencereleri ekrana getirmekle ve anasayfanızı değiştirmek gibi İnternet tarayıcısı ayarlarınızı değiştirmekle ünlüdürler. Ek olarak yasal olmayan bu tür yazılımlar büyük bir güvenlik tehdidi oluşturmakta ve sisteminizden temizlenmelerinin hayli güç olması virüsler kadar baş belası olabileceklerini açıkça göstermektedir. Bazı virüsler uygulamalara zarar vermek, dosyaları silmek ve sabit diski yeniden formatlamak gibi çeşitli şekillerde bilgisayara zarar vermek amacıyla programlanmışlardır. Bazıları zarar vermektense, sadece sistem içinde çoğalmayı ve metin, resim ya da video mesajları göstererek fark edilmeyi tercih ederler. Bu zararsızmış gibi gözüken virüsler kullanıcı için problem yaratabilir. Bilgisayar hafızasını işgal ederek makineyi yavaşlatabilir, sistemin kararsız davranmasına hatta çökmesine neden olabilirler. Ek olarak birçok virüs, hata (bug) kaynağıdır ve bu hatalar sistem çökmelerine ve veri kaybına neden olabilir. Bilgisayar virüsü terimi, biyolojik muadilinden türetilmiş olup onunla aynı mantıkta kullanılmaktadır. Tam olarak doğru olmasa da virüs terimi genelde Truva atı ve solucan da dahil olmak üzere tüm zararlı çeşitlerini ifade edecek şekilde kullanılmaktadır. Günümüzde en tanınmış antivirüs yazılım paketleri tüm saldırı çeşitlerini savunabilecek yapıdadır. Bazı teknoloji topluluklarında virüs terimi, küçümsemek maksadıyla, zararlı yazıcılarını da belirtecek şekilde kullanılır. Virüs terimi ilk olarak 1984'te Fred Cohen tarafından hazırlanan "Experiments with Computer Viruses" adlı tez çalışmasında kullanılmış ve terimin Len Adleman ile birlikte türetildiği belirtilmiştir. Ancak daha 1972'lerde David Gerrold'e ait "When H.A.R.L.I.E Was One" adlı bir bilim-kurgu romanında, biyolojik virüsler gibi çalışan VIRUS adlı hayali bir bilgisayar programdan bahsedilmiş. Gene bilgisayar virüsü terimi, Chris Claremont'in yazdığı ve 1982 yılında basılmış "Uncanny X-Men" adlı çizgi romanda geçmiş. Dolayısıyla Cohen'in virüs tanımlaması akademik olarak ilk kez kullanılsa da terim çok önceden türetilmişti. İlk olarak 1948 yılında John Von Neuman tarafından kendini kopyalayabilen bilgisayar programı fikri ortaya atılmıştır. Elk Cloner adlı bir program laboratuvar ya da bilgisayar dışında üretilmiş olup ilk bilgisayar virüsü olarak tanımlanmıştır. Rich Skrenta tarafından 1982 yılında yazılan virüs Apple DOS 3.3 işletim sistemine bulaşıp disketler vasıtasıyla yayılmıştır. Bu virüs aslında bir lise öğrencisi tarafından hazırlanan bir tür şaka idi ve oyun dosyaları içerisine gizlenmişti. Oyunu 50. çalıştırmada virüs salınıyor ve akabinde boş bir ekranda Elk Cloner adlı virüs hakkında bir şiir gösterilerek bulaşma işlemi tamamlanıyordu. Bilgisayar Virüsü konulu ilk doktora tezi 1983 yılında hazırlandı. İlk PC (Kişisel Bilgisayar) virüsü (c)Brain adında bir önyükleme sektörü virüsü idi ve 1986 yılında Pakistan'ın Lahore şehrinde çalışan Basit ve Amjad Farooq Alvi isimli iki kardeş tarafından yazılmıştı. Kardeşler virüsü, resmi olarak, yazdıkları yazılımın korsan kopyalarını engellemeye yönelik hazırlamışlardı. Ancak analizciler bir tür Brain türevi (varyant) olan Ashar virüsünün, kodlar incelendiğinde aslında Brain'den önce yaratıldığını iddia etmekteler. Bilgisayar ağlarının yaygınlaşmasından evvel, birçok virüs çıkarılabilir ortamlar, özellikle disketler, vasıtasıyla yayılmaktaydılar. Kişisel bilgisayar devrinin ilk günlerinde birçok kullanıcı bilgi ya da programları disketler ile bir bilgisayardan diğerine taşımaktaydılar. Bazı virüsler bu disketlerde bulunan programlara bulaşarak yayılmaktaydılar. Bazıları da kendilerini önyükleme sektörlerine yükleyerek bilgisayar çalıştırılır çalıştırılmaz etkin hale geçmeyi amaçlamaktaydılar. Geleneksel bilgisayar virüsleri de 1980'lerde kişisel bilgisayarların hızla yayılması sonucunda bilgisayarlı bilgi sistemlerinin ve modemlerin kullanımındaki artış sonucunda yazılım paylaşımı sıklaştı. Bilgisayarlı bilgi sistemleri (BBS) sayesinde yazılımların paylaşımı Truva atlarının yayılmasına katkıda bulunurken, çok kullanılan yazılımları etkileyecek özel virüsler yazılmaya başlandı. Gene paylaşılan yazılımlar (Shareware) ve kaçak yazılımlar, BBS'ler üzerinde virüslerin yayılımı için kullanılan genel taşıyıcılardı. Bir tarafta korsanlar, ticari yazılımların yasal olmayan kopyalarını pazarlarken, iş çevreleri de virüslerin açık hedefleri haline gelmiş güncel uygulamaları ve oyunları güvenli kılmakla uğraşmaktaydılar. 1990'ların ikinci yarısından itibaren makro virüsler sıklaştı. Bu türden virüslerin birçoğu Word ve Excel gibi birçok Microsoft programını etkileyebilen betik dillerinde hazırlanıyorlardı. Bu virüsler Microsoft Office ile yaratılmış belge ve elektronik çizelgelere bulaşmaktaydı. Word ve Excel Mac OS üzerinde de çalışabildiklerinden bu virüsler Macintosh bilgisayarlara da yayılmaktaydı. Bu türden virüslerin birçoğu virüs bulaşmış eposta gönderme yetisinde değildiler. Eposta yoluyla yayılım gösteren virüsler Microsoft Outlook Com arayüzününün avantajını kullanmaktaydılar. Makro virüsler özellikler tespit programları için problem teşkil etmektedir. Örneğin Microsoft Word'ün bazı sürümleri makroların ek boş satırlar ile çoğalmalarına izin vermekteydi. Bazı makro virüslerin de aynı şekilde davranmalarından ötürü normal makrolar yanlışlıkla yeni bir virüs olarak tanımlanmaktaydı. Bir başka örnekte ise iki makro virüsü aynı anda belgeye bulaştığında, ikisinin birleşimi çiftleşme olarak algılanıyor ve muhtemelen ebeveynden ayrı yeni bir virüs olarak tespit ediliyordu. Bir bilgisayar virüsü hazır mesajlaşma üzerinden de gönderilebilir. Virüs bulaştığı makineyi kullanarak bir web adresi linkini kişiler listesindeki tüm şahıslara hazır mesaj olarak gönderebilir. Mesajı alan kişi arkadaşından (ya da herhangi bir güvenilir kaynaktan) geldiğini düşündüğü linke tıklarsa, ulaşılan sitede bulunan virüs bilgisayara bulaşabilir ve yukarıda bahsedilen yöntemi kullanarak diğer kurban bilgisayarlara yayılabilir. Kasım 2001'de Outlook ve Outlook Express'teki güvenlik açığını kullanan "Badtrans" solucanı, virüslerin bulaşması için virüslü e-posta eklentileri açılmalıdır tezini çürüttü. Yeni tür bilgisayar virüsleri cross-site betik virüsleridir. Virüs araştırmalar sonucunda ortaya çıkarılmış ve 2005 yılında akademik olarak sunumu yapılmıştır. Virüs yayılmak için cross-site scripting açığını kullanmakta. 2005 yılından bu yana birçok cross-site scripting virüsü örneği gözlendi. Etkilenen belli başlı siteler arasında Myspace ve Yahoo bulunmakta. Biyolojik virüslerin aksine bilgisayar virüsleri kendi başlarına evrimleşemezler. Bilgisayar virüsleri ne kendiliğinden var olabilirler ne de yazılımlardaki hatalardan (bug) türeyebilirler. Programcılar ya da virüs yapma yazılımı kullanan kişiler tarafından üretilirler. Bilgisayar virüsleri ancak programlandığı etkinlikleri gerçekleştirmeye muktedirlerdir. Virüs yazıcılarının zararlıyı üretme ve yayma amacı çok çeşitli nedenlere dayandırılabilir. Virüsler araştırma projeleri amaçlı, şaka amaçlı, belirli şirketlerin ürünlerine saldırmak amaçlı, politik mesajları yaymak amaçlı veya kimlik hırsızlığı, casus yazılım ve saklı virüs ile haraç kesme gibi yöntemlerle finansal kazanç sağl
amak amaçlı yazılabilmektedir. Bazı virüs yazıcılar ürettiklerini sanat yapıtı olarak görmekte ve virüs yazmayı bir tür yapıcı hobi olarak tanımlamaktalar. Ek olarak birçok virüs yazıcısı, virüslerin sistemler üzerinde tahrip edici etkiler göstermesinden yana değildir. Çoğu yazıcı saldırdıkları işletim sistemini bir zihin egzersizi ya da çözülmeyi bekleyen bir mantık sorusu olarak görmekte ve antivirüs yazılımlarına karşı oynanan kedi fare kovalamacasının kendilerini cezbettiğini belirtmekteler. Bazı virüsler iyi virüsler olarak addedilir. Bulaştıkları programları güvenlik açısından geliştirilmeye zorlar ya da diğer virüsleri silerler. Bu tür virüsler çok nadirdir ve sistem kaynaklarını kullanır, bulaştıkları sistemlere yanlışlıkla zarar verebilir ve bazen diğer zararlı kodların bulaşması ile virüs taşıyıcı hale gelebilirler. Zayıf yazılmış bir iyi virüs gene yanlışlıkla zarar veren forma dönüşebilir. Örneğin iyi bir virüs hedef dosyasını yanlış tanımlayabilir ve masum bir sistem dosyasını yanlışlıkla silebilir. Ek olarak, normalde bilgisayar kullanıcısının izni olmadan işlemektedir. Kendini sürekli çoğaltan kodlar ek problemlere de neden olduklarından iyi niyetli bir virüsün, kendisini çoğaltmayan ve problemi halledebilecek geçerli bir programa kıyasla sorunu ne derece çözebileceği kuşku uyandırmaktadır. Kısaca virüs yazarları aleminin genelini belirtecek bir nitelemenin çıkarımı zordur. Birçok hukuk sahasında herhangi bir bilgisayar zararlısını yazmak suç sayılmaktadır. Bilgisayar virüsleri diskler ve veri hatları gibi elektronik ortamlarla sınırlanmamıştır. Virüs, bir bilgisayardan diğer bilgisayara olan yoluna basılmış mürekkeple, insan gözündeki ışık ışınlarıyla, optik sinir iletileriyle ve parmak kas kasılmalarıyla devam edebilir. Bir virüs programının kodlarını basarak okuyucularının ilgisine sunan bir bilgisayar meraklıları dergisi geniş bir kesimce kınanmıştır. Aslında, virüs programları hakkında herhangi bir çeşit ‘Nasıl yapılır’ bilgisi yayınlanarak, belirli tip çocuksu zihinlerin virüs fikrine dikkatlerinin böylesine çekilmesi, haklı bir şekilde sorumsuz hareket olarak görülür. Richard Dawkins - Bir Şeytan'ın Papazı Bir virüsün kendini çoğaltabilmesi için virüsün yürütülmeye ve hafızaya yazılmaya izinli olması gerekir. Bundan ötürü birçok virüs kendilerini geçerli programların yürütülebilir dosyalarına tuttururlar. Eğer bir kullanıcı virüs bulaşmış programı başlatmaya kalkarsa, ilk olarak virüsün kodu çalıştırılır. Virüsler yürütüldüklerinde gösterdikleri davranışlara göre iki çeşide ayrılırlar. Yerleşik olmayan virüsler hemen tutunacakları başka konaklar ararlar, bu hedeflere bulaşır ve nihayetinde bulaştıkları programa kontrolü bırakırlar. Yerleşik virüsler yürütülmeye başladıklarında konak aramazlar. Bunun yerine yürütümle birlikte kendilerini hafızaya yükler ve kontrolü konak programa bırakırlar. Bu virüsler arka planda etkin kalarak, virüs bulaşmış program dosyalarına erişen her programın dosyalarına ya da işletim sisteminin kendisine bulaşırlar. Yerleşik olmayan virüslerin keşfedici modül ile çoğaltıcı modülden oluştukları düşünülebilir. Keşfedici modül virüsün bulaşması için kullanılacak yeni dosyalar aramakla yükümlüdür. Keşfedici modülün karşılaştığı her yürütülebilir dosyaya çoğaltıcı modül çağrılmak suretiyle virüs bulaştırılır. Basit virüsler için çoğaltıcının görevleri şunlardır: Yerleşik virüsler yerleşik olmayan virüslerdeki örneğine benzer bir çoğaltıcı modül içerirler. Ancak yerleşik virüslerde çoğaltıcı modülü çağıran keşfedici modül bulunmamaktadır. Onun yerine, virüs yürütüldüğü vakit çoğaltıcı modül hafızaya yüklenir ve böylece işletim sistemi belirli tip bir görevi her seferinde uygularken çoğaltıcı modülün de yürütülmesi sağlanır. Örneğin işletim sistemi bir dosyayı her seferinde yürütürken çoğaltıcı modül çağrılabilir. Bu durumda virüs bilgisayarda yürütülmekte olan tüm uygun programlara bulaşabilir. Yerleşik virüsler, bazen hızlı bulaşıcılar ve yavaş bulaşıcılar olmak üzere alt kategorileri ayrılabilirler. Hızlı bulaşıcılar olabildiğince çok dosyayı infekte etmeye çalışırlar. Örneğin, hızlı bulaşıcı ulaşılan her potansiyel konak dosyasına virüs bulaştırabilir. Bu durum antivirüs programları için özel bir problem oluşturmaktadır, çünkü virüs tarayıcısı sistem genelinde tarama yaptığında sistemdeki tüm potansiyel konak dosyalarına erişecektir. Eğer virüs tarayıcısı sistem hafızasında virüsün bulunduğunu tespit edemez ise virüs, virüs tarayıcısını arkadan takip ederek tarama için erişilen tüm dosyalara bulaşacaktır. Hızlı bulaşıcılar, sisteme yüksek hızda yayılmalarına bel bağlarlar. Bu metotun sakıncası virüsün birçok dosyaya bulaşması ve kendisinin tespitini bir anlamda kolaylaştırmasıdır. Çünkü sistem hafızasını işgal eden virüsler giderek makineyi yavaşlatacak ve şüphe uyandıran eylemler gerçekleştirerek antiviruüs yazılımları tarafından fark edileceklerdir. Yavaş bulaşıcılar ise konak dosyalarını nadiren infekte edecek şekilde tasarlanmışlardır. Örneğin, bazı yavaş bulaşıcılar sadece kendilerini kopyaladıklarında dosyalara tutunurlar. Yavaş bulaşıcılar aktivitelerini sınırlayarak tespit edilmekten sakınmaya çalışırlar. Bilgisayarı fark edilebilir şekilde yavaşlatmaları olası değildir ve şüphe uyandıran davranışları tespit eden antivirüs yazılımlarını tetiklememek için ellerinden geleni artlarına koymazlar. Yavaş bulaşma ile tüm sisteme yayılma yaklaşımı bu tür virüslerin amaçlarına ulaşmalarına imkân vermemiştir. Kullanıcılar tarafından tespit edilmeyi güçleştirmek adına virüsler bazı aldatmacalar kullanmaktadır. Özellikle MS-DOS platformundaki bazı eski virüsler, konak dosyaya bulaşıp içeriği değiştirmelerine rağmen, "son değiştirme " tarihinin özellikle değişmeden kalmasını sağlarlar. Ancak bu yaklaşım ile antivirüs yazılımlarını aldatamazlar. Bazı virüsler, ulaştıkları dosyaların büyüklüklerini değiştirmeden ve dosyaya zarar vermeden bulaşırlar. Bunu yürütülebilir dosyadaki kullanılmayan alanların üzerine yazarak gerçekleştirirler. Bu türden virüsler boşluk virüsleri olarak adlandırılırlar. Örneğin bir zamanlar büyük tahribata neden olmuş Chernobyl virüsü taşınabilir yürütülebilir dosyaları etkiler çünkü bu tür dosyalarda çok sayıda boşluk bulunmaktadır. 1 KB boyutundaki virüs, dosyalara bulaştığında dosya büyüklükleri değişmeyecektir. Bir kısım virüsler antivirüs programları kendilerini tespit etmeden evvel bazı antivirüs program görevlerini sonlandırarak tespiti engellemeye çalışırlar. Bilgisayarlar ve işletim sistemleri gelişip karmaşıklaştıkça eski tip saklanma yöntemlerinin güncellenmeleri ya da yenileriyle değiştirilmeleri gerektiği açıktır. Bir virüs yayılıma devam edebilmek için mutlaka bir konağa tutunmalıdır. Bazı durumlarda konak programına bulaşmak iyi bir fikir değildir. Örneğin bazı antivirüs programları bütünlük kontrolü yaparak kendi kodlarını incelerler. Dolayısıyla bu türden programlara tutunmak virüsün açığa çıkmasına neden olacaktır. Bundan ötürü bazı virüsler, antivirüs programlarının parçaları oldukları bilinen bir kısım programlara tutunmayacak şekilde tasarlanırlar. Virüslerin sakındıkları bir başka konak türü ise olta (bait) dosyalarıdır. Olta dosyaları, antivirüs programları ya da antivirüs uzmanları tarafından virüsün bulaşmasına yönelik özel olarak hazırlanan dosyalardır. Bu dosyaların hepsi de virüsleri tespit etmeye yönelik olup çeşitli amaçlar için üretilmektedirler; Olta dosyaları, virüsleri tespit etmekte ya da tespit etmeyi kolaylaştırmakta kullanıldıklarından, bir virüs bu türden dosyalara bulaşmayarak kendine fayda sağlayabilir. Virüs bunu anlamsız komutlar içeren küçük program dosyaları gibi, şüpheli görünen programlardan uzak durarak gerçekleştirir. Virüsler için oltalanmadan sakınmanın bir diğer yolu da seyrek bulaşmadır. Bazen seyrek bulaştırıcılar, diğer şartlar altında tutunmaya uygun bir aday olabilecek konak dosyasına tutunmazlar. Örneğin bir virüs herhangi bir konak dosyasına bulaşıp bulaşmamaya rastgele bir şekilde karar verebilir ya da konak dosyalarına haftanın belirli günlerinde bulaşmayı tercih edebilir. Bazı virüsler, antivirüslerin işletim sistemine aktardığı bazı istekleri durdurarak antivirüs yazılımını kandırmaya çalışırlar. Bir virüs, antivirüs yazılımının işletim sistemine ilettiği "dosyayı okuma isteğinin" doğru hedefe ulaşmasını engelleyebilir ve hatta isteği kendine yönlendirmek suretiyle antivirüsten saklanmayı başarabilir. Virüs, daha sonra aynı dosyanın temiz bir versiyonunu antivirüse sunarak dosyanın "temiz gibiymiş" görünmesini sağlar. Modern antivirüs yazılımları virüslerin bu türden gizlenme tekniklerine karşı koymaya çalışmaktadır. Kaçaklığı engellemenin tek yolu sistemi temiz olduğu bilinen bir ortamdan önyüklemektir. Birçok antivirüs yazılımı, sıradan programların dosyalarını virüs imzalarını kontrol ederek taramakta ve muhtemel virüsleri bulmaya çalışmaktadır. Bir virüs imzası belirli tip virüsü ya da virüs ailesini belirten özel byte numunesidir. Eğer virüs tarayıcısı incelenen dosyalar içinde böyle bir numune ile karşılaşır ise kullanıcıyı virüs hakkında bilgilendirir. Kullanıcı bu durumda dosyayı silebilir ya da virüsten arındırabilir. Bazı virüsler, virüs imzaları ile tespit edilmeyi güçleştirecek ya da imkânsız hale getirecek teknikler kullanır. Bu türden virüsler her bulaşma esnasında kodlarını değiştirmektedir.Dolayısıyla her konak virüsün farklı bir versiyonunu bünyesinde bulundurmaktadır. Geçmişte virüsler kendilerini basit şekillerde değiştirebiliyorlardı. Örneğin virüsler, kaynak kodlarında yer alan ve görevleri benzer altprogram ünitelerini değiş tokuş etmekteydi. 2+2 yapısındaki bir virüs takas sonunda 1+3 forumuna dönerken işlevinde herhangi bir değişiklik olmuyordu. Günümüzde bu durum gelişmiş virüs tarayıcılar için bir problem oluşturmuyor. Daha gelişmiş bir yöntem ise virüsü basit şifreleme yöntemleri ile saklamaktı. Bu durumda virüs, ufak bir şifre çözücü modül ile virüs kodunun şifrelenmiş bir kopyasından oluşmaktaydı. Her dosya bulaşmasında virüs faklı bir an
ahtar ile şifreleniyor olsa da virüsün sürekli sabit kalacak tek bölümü, virüsün son bölümüne iliştirilen çözücü modül olacaktır. Bu durumda virüs tarayıcı virüs imzalarını kullanarak virüsü tespit edemeyecektir, ama sabit olan çözücü bölüm tespit edilerek virüsü dolaylı yollar ile bulmanın imkânı vardır. Genel olarak virüslerin uyguladıkları çözücü teknikleri basitti ve büyük çoğunlukla her byte'ı ana virüs dosyasında saklanan rastgele hale getirilmiş anahtar ve Xor takısı ile birleştirmek suretiyle elde ediliyordu. Şifreleme ve çözme düzenlerinin aynı olmasından ötürü Xor uygulamalarının kullanılması virüse ek avantaj sağlıyordu. Çokşekilli kodlar, tarayıcılara yönelik ciddi tehdit arz eden ilk teknikti. Şifrelenmiş virüslere benzer şekilde çokşekilli virüsler de dosyalara şifrelenmiş kopyaları ile bulaşmakta idi. Bununla birlikte şifre çözücü modül de her dosya bulaşmasında değişmekteydi. Dolayısıyla iyi yazılmış çokşekilli bir virüs her bulaşmada sabit kalacak hiçbir parçaya sahip değildi ve bu da virüs imzalarını kullanarak virüsü tespit etmeyi imkânsız hale getiriyordu. Antivirüs yazılımları virüsü, öykünücü (emulator) vasıtasıyla çözerek ya da şifrelenmiş virüs gövdesinin istatistiki model analizini yaparak tespit edebiliyorlardı. Çokşekilli koda sahip olabilmek için virüs, şifrelenmiş gövdesi içerisinde çokşekilli motora (değiştirme motoru ya da değişim motoru) sahip olmalıdır. Bazı virüsler çokşekilli kodları virüsün değişim hızını arttırmakta kullanmaktalar. Örneğin bir virüs zaman içinde yavaş biçimde değişim gösterecek şekilde programlanabilir ya da başka virüs kopyaları bulaşmış dosyalara tutunmaktan kendini alıkoyabilir. Bu türden yavaş çokşekilli virüslerin üstünlüğü, antivirüs uzmanlarının bu türden virüslere ait temsil numunelerini elde etmekte zorlanmalarıdır. Çünkü belirli bir zaman sürecinde olta dosyalarına sadece benzer ya da aynı tip virüs versiyonları bulaşacaktır. Bu durum açıkça gösteriyor ki bu türden virüslerin virüs tarayıcıları ile tespiti güvenilir değildir ve sonuç olarak virüsün bazı örneklerinin tespit edilmekten kaçabildiği açıkça belli olmaktadır. Öykünücüler (emulatorler) vasıtasıyla tespit edilmekten kurtulabilmek için her yeni yürütülebilir dosyaya bulaşmadan önce kendilerini tamamıyla yeniden yazan virüslerdir. Başkalaşım geçirebilmeleri için bu virüslerin başkalaşım motoru kullanmaları gerekir. Bir başkalaşım motoru genelde çok büyüktür ve karmaşıktır. Örneğin W32/Simile 14000 satır çevirici dili içerir ve %90'ı başkalaşım motoruna aittir. Biyolojik virüsler ile bilgisayar virüslerinin birçok yönden benzeştikleri bilindiktir. Bir topluluk içerisinde genetik çeşitlilik ne kadar fazla ise, herhangi bir hastalık virüsünün o canlı topluluğunu yok etmesi o derece zorlaşmaktadır. Aynı şekilde bir ağ üzerindeki yazılım sistemlerinin çeşitliliği, virüslerin tahrip ediciliğini sınırlamaktadır. Microsoft'un masaüstü işletim sistemleri ve ofis yazılım paketleri pazarında üstünlük sağladığı 1990'larda bu durum özel bir ilgi yarattı. Microsoft yazılımları kullanıcıları (özellikle Microsoft Outlook ve Internet Explorer gibi ağ yazılımları kullanıcıları) virüslerin yayılımı karşısında savunmasızdırlar. Microsoft yazılımları, şirketin masaüstü işletim sistemlerindeki nicelik olarak üstünlüğünden ötürü birçok virüs yazıcısının hedefidir ve virüs yazıcılar tarafından suistimal edilen birçok hata (bug) ve açıkları bünyelerinde bulundurduklarından sık sık eleştiri almaktadırlar. Gömülü (entegre) yazılımlar, dosya sistemlerine erişim imkânı tanıyan betik dillerini içerir uygulamalar (örneğin VBScript ve ağ oluşturma uygulamaları ) da saldırıya açıktır. Her ne kadar Windows virüs yazıcılar için en gözde işletim sistemi olsa da bazı virüsler diğer platformlarda da gözlenmektedir. Üçüncü parti yazılımları yürüten herhangi bir işletim sisteminde teorik olarak virüsler çalışabilir. Bazı işletim sistemleri diğerlerine nispeten daha az güvenlidir. Unix temelli işletim sistemleri (ve Windows NT temelli platformalar) kullanıcıların yürütülebilir uygulamaları sadece kendilerine ait sınırlandırılmış alanda çalıştırmalarına izin verirler. 2006 yılı olarak Unix tabanlı işletim sistemlerinden biri olan Mac OS X'i hedef alan açık suistimali (exploit) oldukça azdır. Bilinen güvenlik açıkları ise solucanların ve truva atlarının suistimal ettikleri açık sınıflandırmalarına dahil edilmektedirler. Apple'in Mac OS Classic olarak bilinen eski işletim sistemlerine yönelik virüslerin sayısı, bilgi kaynaklarına göre değişiklik arz etmekte. Apple sadece 4, bağımsız kaynaklar ise 63 kadar virüsün işletim sistemine bulaşabileceğini belirtmekte. Kesin olarak söylenebilir ki Unix tabanlı olmasından ötürü Mac Os işletim sistemlerinin güvenlik açıklarından suistimal edilmeleri diğer işletim sistemlerine nispeten daha güçtür. Macintosh bilgisayarların sayıca az olmasından ötürü Mac virüsleri sadece bir kısım bilgisayarı etkileyebilir ki bu durum virüs yazıcılarını pek cezbetmemektedir. Virüslerden etkilenme nitelikleri, çoğu kez Apple ve Microsoft arasındaki karşılaştırmaların temelini oluşturmaktadır. Windows ve Unix benzer betik yeteneklerine sahiptir, ancak Unix normal kullanıcıların işletim sistemi ortamına erişimini engelleyerek olası değiştirmelerin önüne geçerken, Windows bunu yapmaz. 1997'de Bliss olarak bilinen Linux'a yönelik virüs ortaya çıktığında, önde gelen antivirüs şirketleri Unix benzeri işletim sistemlerinin (Linux da Unix tabanlıdır) Windows gibi virüslerin esareti altına girebileceği öngörüsünde bulundu. Bliss, Unix sistemlere yönelik tipik bir virüstür. Bliss, kullanıcının "kendisini" çalıştırması ile aktif hale gelir ve sadece kullanıcının erişim haklarının olduğu alanları (ya da programları) enfekte eder. Windows kullanıcılarının aksine birçok Unix kullanıcısı, program yüklemek ve yazılım ayarlarını yapmak gibi durumlar haricinde yönetici hesabıyla oturum açmazlar, dolayısıyla kullanıcı virüsü çalıştırsa bile virüs işletim sistemi dosyalarına bulaşamayacağı için sisteme zarar veremez. Bliss virüsü hiçbir zaman çok yaygınlaşmadı ve daha çok araştırma merakı aracı olarak kaldı. Daha sonra kaynak kodu, yaratıcısı tarafından araştırmacıların nasıl çalıştığını inceleyebilmeleri adına Usenete postalandı. Yazılımlar sistem kaynaklarının izinsiz kullanımını engelleyecek güvenlik özellikleri ile tasarlandıklarından, birçok virüs sistem ya da uygulamalardaki yazılım hatalarını (bug) suistimal ederek yayılırlar. Yazılımlarda çok sayıda hata (bug) yaratan yazılım geliştirme stratejilerinde diretmek, aynı zamanda birçok potansiyel suistimalin de temel kaynağı olacaktır. Microsoft ve patentli yazılım üreten şirketlerin tercih ettikleri kapalı kaynak yazılım geliştirme süreci birçokları tarafından güvenlik zafiyetinin temel kaynağı olarak görülür. Açık kaynak yazılımlar (GNU Derneği Yazılımları vb.) kullanıcıların uygulama kodlarını incelemesine olanak tanır ve güvenlik problemlerini çözmek için sadece tek bir kuruma bağlı kalınmak zorunluluğunu ortadan kaldırır. Diğer taraftan bazıları açık kaynak yazılım geliştirmenin, virüs yazıcılarının kullanabilecekleri potansiyel güvenlik problemlerini açığa çıkardığını ve dolayısıyla suistimallerin görülme sıklığının artacağını iddia etmekte. Bu kişiler, ayrıca, Microsoft gibi popüler kapalı kaynak yazılımların çok fazla kullanıcısı olmasından ötürü süistimal edildiklerini ve yazılımın çokça kullanılması nedeniyle suistimal etkisinin geniş alanlara yayılmasının doğal karşılanması gerektiğini iddia etmekteler. Örnek bir virüsün kodu(Kesin ölüm virüsü):del C:/WINDOWS/system/MOUSE.DRV del C:/WINDOWS/system/KEYBOARD.DRV del c:\WINDOWS\system32\drivers\cdrom shutdown -s Antivirüs yazılımlarının virüsleri tespit etmekte kullandığı iki metot bulunmaktadır. İlki ve en yaygın kullanılanı, virüs imza tanımlarını kullanmaktır. Bu yöntemin mahzuru, kullanıcının virüs imza listelerinin sadece tespit edilmiş virüslere ait imzaları içermesinden ötürü yeni türeyen tehditlere karşı savunmasız kalmasıdır. İkinci method ise virüslerin genel davranışlarına odaklanarak tespiti gerçekleştiren buluşsal algoritmaları kullanmaktır. Bu method sayesinde antivirüs şirketlerinin henüz tespit edemedikleri virüslerin sisteminizde var olduklarını bulabilirsiniz. Birçok kullanıcı virüslere ait yürütülebilir dosyalar bilgisayara indirilmesi durumunda tespiti gerçekleştirecek ve dosyaları sistemden temizleyebilecek antivirüs programları kullanmaktadır. Antivirüs yazılımları bilgisayar hafızasını (RAM ve önyükleme sektörleri), sabit ya da çıkarılabilir sürücülerin (sabit diskler ve disketler) dosyalarını inceleyerek ve virüs imzaları veritabanı ile karşılaştırarak çalışırlar. Bazı antivirüs yazılımları aynı usul ile dosyalar açılırken hatta eposta alıp gönderirken tarama yapabilmektedir. Bu uygulamaya "on access" tarama denilmektedir. Antivirüs yazılımı, konak programların virüsleri yayma zaafiyetlerini (açıklarını) düzeltmezler. Bunu gerçekleştirecek birkaç adım atıldı ancak bu türden antivirüs çözümlerini benimsemek konak yazılımların garantilerini geçersiz kılabilmektedir. Dolayısıyla kullanıcılar sık sık güncelleme yaparak yazılımlara ait güvenlik açıklarını yamamalıdır. Kişi, ek olarak önemli verilerin ve hatta işletim sisteminin düzenli yedeklerini alarak virüslerin neden olacakları muhtemel zararları engelleyebilir. Yedeklerin sisteme sabit bağlanmamış, sadece okunabilir ya da erişim engelli (faklı dosya sistemleri ile formatlanmış) ortamlarda saklanması ise çok önemlidir. Bu yol ile, eğer virüs nedeniyle veri kaybı yaşanırsa en son alınmış yedek kullanılarak zarar telafi edilir. Aynı şekilde bir çalışan disk (livecd) işletim sistemi, asıl işletim sistemi kullanılamaz hale geldiğinde bilgisayarı açmak için kullanılabilir. Bir başka yöntem ise farklı işletim sistemlerine ait yedekleri farklı dosya sistemleri üzerinde saklamak. Bir virüsün tüm dosya sistemlerini etkilemesi pek mümkün değildir. Bu nedenle alınan veri yedeklerinin farklı tipte dosya sistemlerine aktarılması uygundur. Örne
ğin Linux, NTFS bölümlerine yazabilmek için özel yazılım kullanmak durumundadır, dolayısıyla kişi bu türde yazılımı kurmaz ve yedeğin aktarılacağı NTFS bölümünü yaratmak amacıyla MS Windows kurulumu gerçekleştirir ise, Linux yedeği virüslerinden korunmuş olacaktır. Bir bilgisayar, virüsün zararlı etkileri altındaysa, işletim sistemini yeniden kurmadan bilgisayarı kullanmaya devam etmek güvenli olmayacaktır. Bununla birlikte, bir bilgisayar virüs kaptığında tercih edilebilecek birçok toparlama seçeneği bulunmaktadır. Uygun olan uygulama virüs tipinin ciddiyetine bağlı olarak seçilir. 1. yöntem: Windows Xp üzerindeki bir olasılık, önemli kayıt ve sistem dosyalarını önceden kaydı yapılmış bir denetim noktasına geri döndürecek sistem geri yükleme aracını kullanmaktır. 2. yöntem: AntiVirüs ve AntiSpyware'ler ile silmektir. Aşırı ciddi durumlarda işletim sistemini tekrar kurmak gerekebilir. Bunu yapmak için tüm diski silmek ve virüs bulaşmamış temiz bir ortam aracılığıyla kurulumu gerçekleştirmek gerekir. Bilgisayar virüsleri kendilerini yasal programlara yamayan ve bu programların normal işleyişlerini bozan kod parçalarıdır. Değiş tokuş edilen disklerde, internette, yerel ağlarda dolaşabilirler. Kendileri bir program olan, genelde ağlarda dolaşan ve ‘solucanlar’ adı verilen programlardan teknik olarak farklıdırlar. Daha değişik bir tür, ‘Truva atları’, yıkıcı programların üçüncü üyesidir. Kendilerini kopyalamazlar fakat insanların onları pornografik veya diğer türlü çekici içerikleri yüzünden kopyalaması ilkesine dayanırlar. Virüs ve solucan programlarının ikisi de aslında bilgisayar dilinde ‘İkileştir Beni’ diyen programlardır. Her iki tür de varlıklarını hissettirecek ve belki de yazarlarının önemsiz kendini beğenmişlik duygularını tatmin edecek diğer işler yapabilirler. Yan etkileri ‘gülünç’ olabilir (Macintosh bilgisayarın dâhili hoparlöründen ‘Panik Yapmayın’ ifadesini seslendiren ve tahmin edilebileceği gibi bunun tersi bir etki yapan virüsler gibi); kötü niyetli olabilir (az sonra gerçekleşecek felaketi kıs kıs gülen bir ekranla haber verdikten sonra hard diski silen virüsler gibi); politik olabilir (İspanyol Telekom ve Pekin virüsleri sırasıyla telefon ücretlerini ve öğrencilerin katledilmelerini protesto ederler); ya da sadece beceriksiz olabilir (programcı etkili bir virüs ya da solucan yazmak için gerekli düşük seviye sistem çağrılarını idare etme konusunda beceriksizdir). 2 Kasım 1988’de ABD’nin bilgisayar gücünün büyük çoğunluğunu felç eden en ünlü İnternet Solucanı (çok) kötü niyetle yazılmamıştı fakat kontrolden çıktı ve 24 saat içerisinde yaklaşık 6000 bilgisayarın hafızasını işgal ederek, gittikçe artan bir hızda kendini kopyalamaya başladı. Richard Dawkins - Bir Şeytan'ın Papazı BirGün BirGün, Türkiye'de günlük olarak yayımlanan ulusal bir gazete. Gazetenin yazı işleri müdürü Berkant Gültekin, yayın danışmanı Barış İnce, sorumlu müdürü Cansever Uğur ve haber koordinatörü İbrahim Varlı'dır. Yayın hayatına 14 Nisan 2004'te başlayan gazetenin sahibi Birgün Yayıncılık ve İletişim Ticaret AŞ'dir. Gazetenin sermayesi, birçok ortaktan ve çeşitli sendika ile meslek odalarından topladığı paralarla oluşturulmuştur. BirGün'ün satışı 2013'ten itibaren, özellikle Gezi eylemleri sonrasında üç kat artarak 25 bine ulaşmıştır. 2007'de öldürülen Hrant Dink de BirGün'ün yazarlarındandı. Günümüzdeki yazarları arasında Hayri Kozanoğlu, Güven Gürkan Öztan, İlhan Cihaner, Enver Aysever, Ayça Söylemez, Melih Pekdemir, Harun Tekin, Kaan Sezyum ve İbrahim Kaboğlu gibi isimler bulunmaktadır. Gazetenin Pazar Eki'ne ise Taner Timur, Korkut Boratav, Gamze Yücesan Özdemir, Tülin Öngen, Önder İşleyen, Gökhan Atılgan, Hakan Güneş, Behlül Özkan, Ataol Behramoğlu, Ercan Kesal ve Haydar Ergülen gibi yazarlar katkı sunmaktadır. 8 Mayıs 2016'da gazetenin pazar ekinde, Mine G. Kırıkkanat'ın yeni çıkan kitabıyla ilgili bir röportajında yer alan, gazeteci Özlem Özdemir'in PKK içinde kadınların durumundan söz edilirken sarfettiği 'Kadınlar mal gibi yani?' sorusu tepki topladı. Gazete konuyla ilgili bir açıklama yaparak özür diledi ve internet sitesinde soruyu 'Kadınlar değersiz mi görülüyor?' olarak değiştirdi. Kırıkkanat, 9 Mayıs 2016'da Twitter hesabından yaptığı bir açıklamada; "Alıklık ve kabalıktan özür dilemek @BirGun_Gazetesi ne yakışmadı. Özgürlükçü demokrasi derken, baskıya ve korkuya teslim oldu." ifadelerini kullandı. BirGün yöneticilerinden Barış İnce, Berkant Gültekin ve Can Uğur, 17 Şubat 2015 tarihinde manşette yer alan "Katil ve Hırsız Erdoğan" sözlerinden ötürü Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a hakaretten yargılandılar. 1 ay 20'şer gün hapis cezasına çarptırılan gazetecilerin cezası ertelendi. Gazetenin yazarlarından Kemal Bekir Ulusaler, 18 Şubat 2015'de yayımlanan "Ayaktayız, ayakta" başlıklı yazısı sebebiyle Cumhurbaşkanı Erdoğan'a hakaret'ten 11 ay 20 gün hapis cezasına çarptırıldı ve cezası ertelendi. Barış İnce, "Ceplerine duble yol yapmışlar" başlıklı haberiyle ilgili Cumhurbaşkanı Erdoğan ve oğlu Bilal Erdoğan'ın şikayetiyle açılan davada 10.620 TL para cezasına çarptırıldı. İnce, mahkemede yaptığı akrostişli savunmasından dolayı hakkında açılan bir diğer davada Cumhurbaşkanı Erdoğan'a hakaret suçundan 21 ay hapis cezası aldı ve cezası ertelenmedi. Vatan Vatan, bir ulusun bağımsız ve egemen olarak üzerinde yaşadığı yeryüzü parçası ve onun hava sahası ile karasularına denir. Şu anlamlara da gelebilir: Del işlemcisi Yöney analizinde del işlemcisi, 3 boyutlu Kartezyen koordinatlarda nabla işlemcisine denk gelir ve formula_1 simgesiyle gösterilir. Bu işlemci fiziksel matematikte ve yöney (vektöre) analizinde büyük kolaylık sağlaması bakımından bir uzlaşımdır. Temelde kısmi türevdir ve tam türevin çarpanlarından biri olarak düşünülebilir. Bilinen çarpma ve çarpım işlemleriyle yöneysel (vektörel) ve sayıl (skaler) alanlara etkir. Ancak bilinen çarpmayla kullanıldığı halde değişmeli değildir, yazılımda sağ tarafındaki çarpana uygulanır. Del işlemcisi tam türevden tanımlanır: O halde, işlemci olarak tanımlanmış olur. Burada formula_4 işlemcisi kısmi türev, formula_5'ler de birim yöneydir. i=(1,2,3) "n" boyutlu Öklit uzayında bu gösterim: olarak genellenebilir. Buradaki formula_7 'ler birim yöneylerdir ve i=1,2...,n alınır. Ayrıca Einstein toplam uzlaşımı gereği nabla işlemcisi tensör olarak: şeklinde de gösterilebilir. Tensör gösteriminde "F" 'ye etkiyen del işlemcisi virgülle de gösterilebilir: Burada i=1,2,3 alınır. ifadesi geçerlidir ki burada formula_17 göndermesi, eğer "F" elektriksel kuvvetse elektrik alan, eğer "F" manyetik kuvvetse manyetik alan ya da eğer "F" kütleçekim kuvveti ise kütleçekim alanıdır. Genelde 3 boyutlu Öklityen uzay ile 4 boyutlu Minkowski uzayı arasındaki fark bu maddede de uygulandığı gibi, 3-yöneyler Latin harfleriyle (i,j,k...) gösterilirken 4-yöneylerin yunan harfleriyle (formula_20 ) gösterilmesi adet olmuştur. Del işlemcisi genel olarak her yöne ait kısmi türevdir. Einstein'ın Özel Görelilik kuramında 4-del işlemcisi şu şekilde tanımlanır: Burada formula_22 alınır ve c ışıkhızıdır. Tensör gösteriminde virgül türev olarak ifade edilir: Burada formula_24 alınır. Maxwell Denklemler tensörlerle ifade edilebilir. Kaldı ki bu şekilde dört tane olan denklem sayısı ikiye inmiş olur. Bu denklemleri daha da sade yazabiliriz: Buradaki formula_29 çarpanı Levi-Civita Tensörüdür. Diverjans Vektör hesaplamada, divergence (ıraksama, uzaksama, uzaklaşma) bir vektör alanının kaynak ya da batma noktasından uzaktaki bir noktada genliğini ölçen işleçtir; yani bir vektör alanının uzaksaması işaretli (artı ya da eksi) bir sayıdır. Örneğin ısındıkça genişleyen havanın hızını gösteren bir vektör alanının uzaksaması pozitif olacakdır, çünkü hava genişlemektedir. Eğer hava soğuyup daralıyorsa uzaksama negatif olacaktır. Bu özel örnekte uzaksama yoğunluğun değişiminin ölçüsü olarak düşünülebilir. Uzaksaması her yerde 0 olan vektör alanına selenoidal denir. formula_1 ile gösterilen bir vektör alanın diverjansı fiziksel anlamda en basit olarak alanın akısıyla betimlenebilir. Diverjans, hacim sıfıra giderken, formula_1'in birim hacime düşen akısı olarak tanımlanabilir. Sembolik olarak formula_3 burada formula_4 hacmi saran kapalı yüzeyi belirtmektedir. Diverjans teoremi yardımıyla, diverjansın nabla operatörü (formula_5) ile formula_6'nin skaler çarpımına eşit olduğu belirlenebilir. Kartezyen koordinatlarda formula_7 Genel olarak formula_8 gibi genel dik koordinatlarda formula_9 için diverjansın tanımı şöyledir, formula_10 burada formula_11 ilgili koordinatların metrik katsayılarının karekökünü belirtmektedir. Diverjansın tensör notasyonunda yazılımı, formula_12 veya formula_13 olur. formula_14 skaler bir alan, formula_6 ve formula_16 de vektörel bir alan olmak üzere, diverjans alma işleminin özellikleri şöyle sıralanabilir: formula_17 formula_18 formula_19 formula_20 Rotasyonel formula_1 ile gösterilen bir vektör alanının rotasyoneli, nabla operatörü (formula_2) ile formula_3'nin vektörel çarpımına eşittir. formula_4 Tensör gösterimi (formula_5, Levi-Civita tensörü olmak üzere): formula_6 formula_7 skaler bir alan, formula_3 ve formula_9 de vektörel birer alan olmak üzere, rotasyonel alma işleminin özellikleri şöyle sıralanabilir: formula_10 formula_11 formula_12 formula_13 Laplasyen Laplasyen formula_1, skaler bir formula_2 alanının gradyanı alınarak elde edilen vektörün diverjansıdır. Fizikteki birçok diferansiyel denklem laplasyen içerir. Kartezyen koordinat sisteminde Küresel koordinat sisteminde Silindirik koordinat sisteminde Tansör gösterimi Geniş alan ağı Geniş alan ağı, birden fazla cihazın birbiri ile bağlanmasına ve iletişim kurmasını sağlayan fiziksel veya mantıksal büyük ağdır. Yerel alan ağlarının birbirine bağlanmasını sağlayan çok geniş ağlardır. En meşhur geniş olan alan ağı İnternettir. WAN Tasarlama Seçenekleri WAN'lar, bir mekanda bulunan kullanıcı ve bilgisayarların başka bir mekanda bulunan kullanıcı ve bilgisay
arlarla iletişim kurabilmesi için LAN'ları ve başka tip ağları birbirine bağlamakta kullanılır. Birçok WAN tek bir organizasyon için kurulmuştur ve özeldir. İnternet Servis Sağlayıcıları tarafından kurulan diğer WAN'lar ise bir organizasyonun LAN'ından Internet'e bağlantı sağlar. WAN'lar genellikle kiralık devreler kullanılarak kurulur. Kiralık devrenin her iki ucunda, bir yönlendirici bir tarafı ve WAN içinde bir kablo göbeği de diğer tarafı LAN'a bağlar. Kiralık devreler çok pahalı olabilmektedir. Kiralık devre kullanmak yerine, WAN'lar daha ucuza mal olan devre anahtarlama veya paket anahtarlama metotlarını kullanarak da kurulabilirler. TCP/IP'yi de içeren şebeke protokolleri taşıma ve adresleme işlevlerini iletir. SONET/SDH, MPLS, ATM ve Frame Relay'in ötesinde Packet'i de içeren protokoller servis sağlayıcıları tarafından WAN'larda kullanılan bağları iletmek üzere kullanılır. X.25 eski ve önemli bir WAN protokolüdür ve Frame Relay'in bugün hala kullanımda olan, belli başlı birçok protokol ve işlevi gibi Frame Relay'in "babası" sayılır. WAN'lar üzerinde yapılan akademik araştırmalar üç alanda incelenebilir: Matematiksel Modeller, Şebeke Emülasyonu ve Şebeke Simülasyonu. Performans düzeltmeleri bazen WAF'lar veya WAN eniyileme algoritması ile iletilir. WAN bağlantı teknolojisi seçenekleri NonStop S-series sunucularına WANs bağlanmanın birçok yolu vardır. ServerNet Wide Area Network geniş alan ağı içeriğiyle veya SWAN 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10 değiştiricileri yardımıyla Ethernet girişlerine ve uygun haberleşme yazılımına sahip olan sunuculara WAN alıcı bağlantısını sağlar.Eşzamansız geniş alan ağı sunucusunu Asynchronous Wide Area Network da kullanabilirsiniz.WAN bağlantısı için birkaç yol kullanılabilir. Samuel Beckett Samuel Barclay Beckett (13 Nisan 1906; Foxrock, Dublin - 22 Aralık 1989, Paris), İrlandalı yazar, oyun yazarı, eleştirmen ve şair. 20. yüzyıl deneysel edebiyatının önde gelen yazarlarından biridir. James Joyce'un takipçisi olduğu için "son modernistlerden", daha sonraki pek çok yazarı etkilemiş olduğu için de "ilk postmodernistlerden" biri olarak değerlendirilir. Beckett ayrıca, Martin Esslin'in "Absürt Tiyatro" olarak adlandırdığı akımın en önemli yazarı sayılmaktadır. Eserlerinin çoğunu Fransızca ya da İngilizce yazıp, diğer dile kendisi çevirmiştir. En bilinen eseri Godot'yu Beklerken'dir. Beckett'in eserleri sade ve temel olarak minimalisttir. Bazı yorumlara göre, çağdaş insanın durumu hakkında oldukça kötümser, hatta hiççi eserler vermiştir. Gittikçe daha kısa ve özlü eserler veren Beckett, bu kötümserliği kara mizah yoluyla anlatır. "Roman ve drama türlerinde yeni formlarda oluşturduğu eserlerini, modern insanın yoksunluğu üzerine kurguladığı" için, 1969'da Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görülen Beckett, ayrıca 1984'te Aosdána'da Saoi seçilmiştir. Beckett ailesinin (aslı: Becquet) "Huguenot" yani Fransız Kalvinist kökenli olduğu ve 1685'te Nantes Fermanı'nın yürürlükten kaldırılmasıyla birlikte Fransa'dan İrlanda'ya göç ettiği söylenir. Ancak bu teorinin muhtemel olmadığı düşünülmektedir. Beckett'in babası inşaatlarda keşif uzmanı, annesi ise yazarın sözleriyle "neredeyse bir Quaker" kadar derin dinî inançlara sahip bir hemşireydi. İrlanda Anglikan Kilisesi'ne üye olan ailenin, Dublin'in Foxrock banliyösündeki "Cooldrinagh"'da bulunan evi, 1903 yılında Samuel'in babası William tarafından yaptırılmış, bahçesinde tenis kortu da bulunan büyük bir evdi. Beckett'in şiirlerinde ve düz yazılarında, bu evin, bahçenin, babasıyla gezintiye çıktığı kırların, yakınlardaki Leopardstown yarış pistinin, Foxrock İstasyonunun ve tren hattının sona erdiği Harcourt Street İstasyonunun izlerine rastlanır. Beckett bu evde 13 Nisan 1906'da doğdu. Ancak doğum belgesindeki tarih 13 Mayıstır. İnsanın dünyadaki varlığını, çekilmesi gereken bir çile olarak gören yazarın doğum gününü değiştirirken Paskalya'dan önceki son cumaya (Good Friday) denk gelen 13 Nisan tarihini özellikle seçtiği öne sürülmüştür. Kuvvetli ve uysal bir çocuk olan kardeşi Frank'in aksine Samuel zayıf, sağlıksız ve mızmızdı. Beş yaşındayken anaokuluna gitmeye başladı ve burada ilk müzik eğitimini aldı. Daha sonra şehir merkezinde Harcourt Caddesi'ndeki "Earlsford House School"'a devam etti. 1919'da Fermanagh, Enniskillen'de bulunan, Oscar Wilde'ın da okuduğu "Portora Royal School"'a geçti. Doğuştan atletik olan Beckett, solak bir vurucu olarak krikette çok başarılı oldu. Daha sonra, Dublin Üniversitesi takımında yer aldı ve Northamptonshire County Cricket Kulübü'ne karşı iki maçta oynadı. Böylece Beckett, kriketin kutsal kitabı sayılan "Wisden Cricketers' Almanack"'ta yer alan tek Nobel ödülü sahibi kişi oldu. Beckett, 1923 ile 1927 arasında Dublin'deki Trinity Koleji'nde Fransızca, İngilizce ve İtalyanca üzerine eğitim gördü. Buradaki hocalarından biri ünlü Berkeley araştırmacısı Dr. A. A. Luce idi. Beckett lisans eğitimini (B.A.) burada tamamladıktan sonra kısa bir süre Belfast'taki Campbell College'da öğretmenlik yaptı. Ardından Paris'teki École Normale Supérieure'de "lecteur d'anglais" olarak çalışmaya başladı. Burada yakın arkadaşı şair Thomas MacGreevy tarafından, ünlü İrlandalı yazar James Joyce ile tanıştırıldı. Bu karşılaşmanın genç Beckett üzerinde derin bir etkisi oldu. Beckett ,Joyce'a pek çok çalışmasında yardımcı oldu. Bunların başında, Joyce'un "Finnegans Wake" adıyla yayınlanacak olan kitabı için yaptığı araştırmalar gelir. Beckett 1929'da, basılan ilk eseri olan "Dante...Bruno. Vico..Joyce" isimli eleştiri denemesini yayınladı. Joyce'un eserlerini ve tarzını, ahlâksız, karanlık ve donuk olduğu iddialarına karşı savunan bu makale; Eugene Jolas, Robert McAlmon ve William Carlos Williams'ın da aralarında bulunduğu bir grup yazarın Joyce ile ilgili denemelerini içeren "Our Exagmination Round His Factification for Incamination of Work in Progress" isimli kitapta yer aldı. Beckett'ın, Joyce ve ailesiyle yakın bir dostluğu vardı. Ancak Beckett, Joyce'un kızı Lucia'nın kendisine duyduğu ilgiye karşılık vermeyince bu yakınlık bozuldu. Beckett'in ilk kısa öyküsü ""Assumption (Varsayım)"" da tam bu dönemde, Jolas'ın çıkardığı bir edebiyat dergisi olan "Transition"'da yayınlandı. Ertesi yıl Beckett, aceleyle yazılmış ""Whoroscope"" isimli şiiriyle küçük bir edebiyat ödülü kazandı. Şiir, Beckett'ın ödüle başvurmaya karar verdiği sırada okumakta olduğu René Descartes biyografisinden esinle yazılmıştı. Beckett 1930'da Trinity College'a okutman olarak döndü. Ancak dördüncü dönemin sonunda Aralık 1931'de buradan ayrıldı. Kendi seçtiği bu meslek, neredeyse patalojik derecede utangaç olması ve ders verirken insanların önünde olmaktan hoşlanmaması sebebiyle onda kısa sürede hayal kırıklığı yaratmıştı. Ayrıca, Beckett'ın derslerdeki zorlayıcı tutumu ve kıt notları sebebiyle öğrenciler tarafından şikayet edilmesi ve okul yöneticileri tarafından uyarılması da bu hayal kırıklığını artırdı. Beckett bu hayal kırıklığını Modern Language Society of Dublin'e bir oyun oynayarak gösterdi. Tümüyle hayal ürünü olan ve ortamdaki ukâlalıkla dalga geçmek için uydurduğu ""Concentrism (Eşmerkezcilik)"" akımının kurucusu Toulouselu yazar ""Jean du Chas"" hakkında kapsamlı bir makale hazırladı. Beckett 1931'de Trinity'deki görevinden ayrılarak kısa süren akademik kariyerini sonlandırdı. Hayatındaki bu dönüm noktasının anısına, Johann Wolfgang von Goethe'nin "Wilhelm Meister’in Çıraklık Yılları" romanından esinlenerek "Gnome" şiirini yazdı. Şiir nihayet 1934'te "Dublin Magazine"'de yayınlandı: Beckett Trinity College'den ayrıldıktan sonra Avrupa'da yolculuklara başladı. Bir süre Londra'da kaldı ve burada 1931'de, Fransız yazar Marcel Proust hakkındaki "Proust" isimli eleştirel çalışmasını yayınladı. İki yıl sonra, babasının ölümünün etkisiyle, Tavistock Kliniği'nde Dr. Wilfred Bion gözetiminde iki yıl sürecek olan bir tedaviye başladı. Bion, Beckett'in Carl Jung'un Tavistock'ta verdiği üçüncü derse girmesini sağladı. Beckett'in yıllar sonra bile hatırladığı bu ders "never properly born" hakkındaydı. Buradaki görüşlerin etkileri Beckett'in Watt ve Godot'yu Beklerken gibi eserlerinde görülür. Beckett 1932'de ilk romanı "Sıradan Kadınlar Düşü"'nü yazdı ancak pek çok yayıncının olumsuz cevabı üzerine kitabı yayınlamaktan vazgeçti. Bu roman 1993'e kadar yayınlanamamış olmasına rağmen, Beckett'ın birçok şiirine ve yayınlanan ilk kitabı olan 1933 tarihli "Aşksız İlişkiler" isimli öykü toplamına kaynaklık etti. Beckett bu dönemde bazı makaleler ve incelemeler yayınladı. Bunların arasında "Güncel İrlanda Şiiri" (The Bookman, Ağustos 1934) ve arkadaşı Thomas MacGreevy'nin şiirlerini incelediği "Hümanistik Dingincilik" (The Dublin Magazine, Temmuz - Eylül 1934) gibi yazılar da vardı. MacGreevy, Brian Coffey, Denis Devlin ve Blanaid Salkeld'in eserlerini incelediği bu yazılarda Beckett, bu şairlerin henüz yeterli başarıya ulaşmamış olmalarına rağmen, çağdaşları olan Kelt Uyanışı hareketinden daha üstün olduklarını savundu ve bu fikrini desteklemek için Ezra Pound, T. S. Eliot ve Fransız sembolistlerinin, bu şairlerin öncülleri olduklarını öne sürdü. Beckett bu şairleri ""İrlanda'nın yaşayan poetikasının çekirdeği"" olarak tanımlarken aynı zamanda modernist İrlanda poetikasının temel kurallarını da belirlemiş oluyordu. Beckett, "Echo's Bones and Other Precipitates" isimli şiir kitabını yayınladığı 1935'te aynı zamanda Murphy isimli romanı üzerinde çalışıyordu. O yılın mayıs ayında MacGreevy'ye yazdığı bir mektupta sinema hakkında okuduğundan ve Moskova'ya giderek Gerasimov Sinematografi Enstitüsü'nde Sergei Eisenstein ile birlikte çalışmak istediğinden bahsetti. 1936'nın ortalarında Sergei Eisenstein ve Vsevolod Pudovkin'e bir mektup yazarak yanlarında çalışmak istediğini bildirdi. Ancak Eisenstein'ın çiçek salgını sebebiyle karantinada olması sonucunda mektubun kaybolması yüzünden ve ertelenmiş bir film projesi olan "Bezhin Meadow"'un senaryosunu yeniden yazmaya yoğunlaşması nedeniyle, Beckett'ın bu girişimi sonuçsuz kaldı. Beckett bu arada "Murphy"'yi bitird
i ve 1936'da tüm Almanya'yı dolaşacağı uzun bir yolculuğa çıktı. Bu yolculuk boyunca, gördüğü önemli sanat eserlerini kaydettiği pek çok defter tuttu. Ayrıca tüm ülkeyi sarmaya başlamış olan Nazi hareketine karşı duyduğu hoşnutsuzlukla ilgili notlar aldı. 1937'de kısa bir süre için İrlanda'ya döndü ve "Murphy"'nin yayınlanmasıyla ilgilendi. Romanı ertesi sene kendisi Fransızca'ya çevirdi. Annesiyle yaşadığı bir anlaşmazlık, Paris'te yaşama fikrini daha da destekledi (Beckett 1939'da II. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla birlikte Paris'e temelli yerleşecekti, çünkü - kendi sözleriyle - "savaşta Fransa'yı, barışta İrlanda'yı" tercih ediyordu). Aralık 1937 civarında Beckett Peggy Guggenheim ile kısa süreli bir ilişki yaşadı. Paris'te Ocak 1938'de, ironik biçimde "tedbirli" lakabıyla tanınan ün salmış bir kadın satıcısının ısrarlarını geri çevirmeye çalışırken göğsünden bıçaklanan Beckett ölümden döndü. James Joyce, yaralı Beckett için hastanede özel bir oda hazırlattı. Paris'e daha önceki gelişinden Beckett'ı uzaktan tanıyan Suzanne Deschevaux-Dumesnil, olayın kamuoyunda duyulmasıyla birlikte yazara ilgi gösterdi ve aralarında yaşam boyu sürecek bir birliktelik başladı. Bir ön duruşma sırasında Beckett, kendisine saldıran adama bunun sebebini sordu ve ""Je ne sais pas, Monsieur. Je m'excuse."" ("Bilmiyorum, bayım. Üzgünüm.") cevabını aldı. Beckett 1940'taki Alman işgali sonrasında Fransız Direnişi'ne katıldı. İki yıl boyunca kurye olarak çalıştı ve birçok defa Gestapo tarafından yakalanma tehlikesi atlattı. Ağustos 1942'de birliğinin ihbar edilmesi sebebiyle, Suzanne ile birlikte güneye kaçtı ve Alpes-Côte d'Azur bölgesindeki Roussillon, Vaucluse kasabasında saklandı. Burada, evinin arka bahçesinde mühimmat saklayarak Direniş'e yardım etmeyi sürdürdü. Roussillon'da yaşadığı iki yıl boyunca, Maquis gerillalarının Vaucluse Dağları'nda Alman Ordusu'na karşı gerçekleştirdiği sabotajlara destek verdi. Fransız Hükümeti, Alman istilasına karşı savaşımdaki çabaları sebebiyle Beckett'ı, "Savaş Haçı (Croix de Guerre)" ve "Direniş Madalyası (Médaille de la Résistance)" ile ödüllendirdi. Ancak Beckett hayatının sonuna kadar, bu dönemdeki faaliyetlerini hep "izcilik işleri" olarak adlandırdı. Roussillon'da saklandığı süre boyunca, "bağlantısını koparmamak için" Watt isimli romanı üzerinde çalıştı. (1941'de başladığı bu roman 1945'te bitti, ancak 1953'e kadar yayınlanmadı.) Beckett 1945 yılında kısa süreliğine Dublin'e döndü. Ardından İrlanda kızılhaçının Saint-Lô'da kurduğu hastanede birkaç ay süreyle ambar görevlisi ve tercüman olarak çalıştı. 1946'da yeniden Dublin'e annesinin yanına gitti. Bu ziyareti sırasında, annesinin odasında bütün edebi hayatını etkileyip yön verecek bir şeyin farkına vardı. Bu deneyimini daha sonra, 1958'de "Krapp'ın Son Bandı" oyununda kurguladı. Oyunda Krapp’ın keşfi fırtınalı bir gece, Dún Laoghaire'nin bir Doğu Rıhtımında gerçekleşir. Bazı eleştirmenler Beckett'ı Krapp ile, Beckett'ın kendi sanatsal esininin de aynı yerde, aynı tür havada gerçekleştiğini ileri sürecek kadar özdeşleştirir. Oyun boyunca Krapp hayatının önceki döneminde yaptığı bir kaseti dinlemektedir; bir ara genç kendisinin şu sözleri söylediğini duyar: “...sonunda açıkça görüyorum ki hep bastırmaya çalıştığım karanlık, gerçekte benim en iyi...” Fakat Krapp kasedi ileri sarar ve seyirci keşfinin tamamını öğrenemez. Beckett daha sonra James Knowlson'a kayıttaki eksik kelimenin ""dostumdu"" olduğunu söyledi. Beckett'a göre, yaşadığı bu deneyim James Joyce ile olan ilişkisinden kaynaklanmıştı. Çünkü sonsuza kadar Joyce'un gölgesinde kalması ihtimali vardı, onu kendi oyununda hiçbir zaman yenemeyeceğinden emindi. Sonra bu deneyimi yaşadı ve Knowlson'a göre bu ""tüm kariyerini değiştiren bir dönüm noktasıydı."" Knowlson hazırladığı "Damned to Fame" isimli biyografide, Beckett'ın bu deneyimi kendisine nasıl açıkladığını şöyle anlatmıştır: "Bana bu deneyimini anlatırken Beckett, kendi ahmaklığının farkına varması üzerine odaklanıyordu, acizliği ile bilgisizliği karşısındaki kaygılarından bahsediyordu. James Joyce'a neler borçlu olduğunu anlatırken, bana bu durumu şöyle dile getirmişti: "Fark ettim ki Joyce, daha fazla bilmek, kendi malzemesine hâkim olmak konusunda gidilebilecek son noktaya varmıştı. Üstelik bunu sürekli geliştiriyordu. Fark ettim ki benim yolum sürekli fakirleşmek, bilgisizleşmek; bir şeyler eklemek yerine sürekli azaltmak yönündeydi." Beckett, daha çok bilmenin, dünyayı yaratıcı olarak anlamanın ve kontrol altına almanın bir yolu olduğunu savunan Joyce felsefesini reddediyordu. Bu yüzden gelecekteki eserleri yoksunluk, başarısızlık, sürgün ve kaybediş üzerine; kendi deyimiyle "bilmeyen" ve "yap-a-mayan" kişilere odaklanacaktı." 1946'da Jean-Paul Sartre'ın "Les Temps Modernes" dergisi Beckett'ın, daha sonraları "La fin" veya "The End" isimleriyle anılacak olan kısa hikâyesi "Suite"'in ilk bölümünü, yarısının teslim edilmediğini farketmeden yayımladı. Simone de Beauvoir hikâyenin ikinci bölümünü yayımlamayı reddetti. Beckett aynı yıl, 1970'e kadar yayınlanmayacak olan dördüncü romanı "Mercier ile Camier"'i de yazmaya başladı. Bu roman pek çok yönden, Beckett'in kısa süre sonra yazacağı en ünlü eseri "Godot'yu Beklerken"'in habercisiydi. Daha da önemlisi, Beckett'in doğrudan Fransızca yazdığı ilk uzun eseriydi. Beckett, "Molloy", "Malone Ölüyor" ve "Adlandırılamayan"'dan oluşan roman üçlemesi de dahil olmak üzere, daha sonraki çoğu eserini Fransızca yazacaktı. Anadili İngilizce olmasına rağmen eserlerini Fransızca yazmasının sebebi, kendi deyimiyle, "üslupsuz" yazmanın Fransızca'da daha kolay olmasıydı. Beckett Fransızca'nın onun için taşıdığı ""yabancılık kokusunu"" seviyordu ve ""bir anadili kullanımının özünde olan otomatizmlerden kurtulmak"" için Fransızca yazıyordu. Beckett şöhretinin büyük kısmını "Godot'yu Beklerken" isimli oyununa borçludur. Sıkça alıntılanan bir makalede eleştirmen Vivian Mercier, ""Beckett teorik olarak imkânsız bir şeyi, hiçbir olayın geçmediği ama yine de seyircinin koltuğuna yapışıp kaldığı bir oyun yazmayı başardı. Dahası, ikinci perdede, birinci perdenin kurnazca tekrarlandığı düşünülürse, hiçbir olayın geçmediği bir oyun yazmayı iki defa başardı."" demişti. 1947'den sonraki çoğu eseri gibi bu oyun da ilk olarak "En attendant Godot" adıyla Fransızca yazıldı. Beckett bu oyun üzerinde, Ekim 1948 ile Ocak 1949 arasında çalıştı. 1952'de yayınlanan oyun ilk defa 1953'te sahnelendi. İngilice çevirisi ise iki yıl sonra yayınlandı. Oyun Paris'te popüler oldu, eleştirel başarı elde etti ancak yine de çok tartışıldı. 1955'te Londra'da oynanmaya başladığında kötü eleştiriler aldı, ancak "The Sunday Times"'tan Harold Hobson'ın ve daha sonra da Kenneth Tynan'nın olumlu eleştirileri bu olumsuz havayı dağıttı. ABD'de oyun, Miami'de başarısız oldu, New York'ta ise 59 gösterim ile başarı elde etti. Daha sonra oldukça popüler olan oyun, ABD ve Almanya'da başarıyla sahnelendi. Beckett artık çoğunlukla Fransızca yazıyordu ve çevirisini Patrick Bowles ile birlikte yaptığı "Molloy" dışındaki bütün çalışmalarını kendisi İngilizce'ye çevirmişti. "Godot'yu Beklerken"`in başarısı yazarına tiyatroda bir kariyer açtı. Beckett uzun oyunlar yazmaya devam etti. Bunlar arasında 1957'de "Oyun Sonu", daha önce adı geçen "Krapp'ın Son Bandı" (İngilizce), 1960'da "Mutlu Günler" (İngilizce) ve 1963'te "Oyun" yer alır. 1961'de Beckett çalışmalarının tanınmasıyla, Jorge Luis Borges ile paylaşacağı Uluslararası Yayıncıların Formentor Ödülü'nü kazandı. 1960'lar hem yazarlığı açısından hem kişisel olarak Beckett için değişim dönemiydi. 1961'de İngiltere'de gizli bir törenle ve daha çok Fransız miras hukukuna bağlı nedenlerden, Suzanne ile evlendi. Oyunlarının başarısı üzerine dünyanın pek çok yerinde prova ve oyunlara davet ediliyordu. Bu sürecin sonunda tiyatro yönetmeni olarak yeni bir kariyer edindi. 1956'da BBC Third Programme'den ilk kez radyo oyunu "Tüm Düşenler" için bir ücret aldı. Düzensiz olarak radyo oyunları yazmayı sürdürdü, sonunda sinema ve televizyon için de yazmaya başladı. Ayrıca, yeniden eserlerini İngilizce yazmaya başladı. Öte yandan, yaşamının sonuna kadar kimi eserlerini Fransızca yazmaya devam etti. Aktör Cary Elwes, "Prenses Gelin" "(The Princess Bride)" filminin DVD ekindeki video-günlüğünde, Beckett'in Roussimoff ailesiyle komşu olduğunu ve ailenin çocuklarınından birini, çocuk çok iri olduğu için servise binemediğinden, her gün okula bıraktığını anlatır. André René Roussimoff adlı bu çocuk, ileride profesyonel güreşçi André the Giant (Dev André) olacaktır. Beckett 1969'da Suzanne'le Tunus'ta tatildeyken Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandığını öğrendi. Suzanne gözlerden uzak özel yaşamına aşırı derecede bağlı olan kocasının o andan itibaren şöhretin yükünü taşıyacağını görerek, ödülü "felaket" olarak nitelendirdi. Beckett ödülünü almaya gitmedi. Beckett söyleşilere çok fazla vakit ayırmamakla birlikte, zaman zaman sanatçılarla, edebiyat araştırmacılarıyla ve Montparnasse'deki evinin yakınında bulunan Paris' Hotel PLM'nin lobisinde kendisini arayan hayranlarıyla bizzat görüşüyordu. Suzanne 17 Temmuz 1989'da öldü. Anfizem ve muhtemelen Parkinsona yakalanan ve bir bakımevinde kalmakta olan Beckett da aynı yıl 22 Aralık'ta öldü. İkisi Paris'te Montparnasse Mezarlığı'nda birlikte gömülüdür ve Beckett'in "gri olmak şartıyla herhangi bir renk olur" direktifine uygun, mermerden bir mezar taşını paylaşmaktadır. Beckett'in yazar olarak kariyeri kabaca üç döneme ayrılabilir: 1945'de II. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar sürecek olan ilk çalışmaları; 1945'den 1960'ların ilk yıllarına kadar süren ve muhtemelen en iyi bilinen çalışmalarını çıkardığı orta dönem; 1960'ların ilk yıllarından ölümüne kadar süren son dönem. Bu son dönemde Beckett'in çalışmaları çok daha kısa olmaya yönelmiştir ve stili de çok daha minimalisttir. Beckett'ın erken dönem eserleri arkadaşı James Joyce'un eserlerinin yoğun etkisi altındadır. Titizlikle hazırlanmış ve Joyce'un tarzının türevi sayılabilecek bir dilde yazılmış bu metinlerin
bazı kısımları oldukça anlaşılmazdır. Kısa öykü toplamı olan "Aşksız İlişkiler" (1934) kitabının açılış cümleleri bu üslûba örnek gösterilebilir: Sabahtı, aydaki kantolardan ilkinde takılıp kalmıştı Belacqua. Kafası feci karışmıştı, hiçbir şey anlayamıyordu. Neşe saçan Beatrice oradaydı, Dante de; Beatrice ona ayın üzerinde görülen karaltıları açıkladı bir bir. Öncelikle nerede yanılgıya düştüğünü gösterdi, sonra kendi açıklamalarını aktardı. Tüm bunlar Beatrice'e, Tanrı'nın öğrettikleriydi, bu nedenle Belacqua doğruluklarına güvenebilirdi. Bu bölüm Dante Alighieri'nin İlahi Komedya'sına yapılan göndermelerle doludur ve bu eseri tanımayan okuyucular için kafa karıştırıcıdır. Yine de burada, Beckett'ın sonraki eserlerinin pek çok belirtisi mevcuttur: Belacqua karakterinin fiziki hareketsizliği, karakterin kendi düşüncelerine saplanıp kalmışlığı, son cümlenin saygısızca komik olması vb. Benzer unsurlar Beckett'ın yayınlanmış ilk romanı "Murphy"'de de (1938) görülür. Sonraki eserlerinde sürekli tekrarlanan delilik ve satranç temaları, bir ölçüde bu romanda da mevcuttur. Romanın açılış cümlesi, Beckett'ın tüm eserlerine hayat veren kötümser alt anlamların ve kara mizahın ipucunu verir: "Hep aynı dünyanın üzerinde ışıldıyordu güneş, başka seçeneği yoktu çünkü." II. Dünya Savaşı sırasında Roussillon'da saklanırken yazdığı "Watt" ise aynı temaları içermekle birlikte, daha az coşkulu bir üslûba sahiptir. Bu romanın bazı bölümlerinde insan hareketleri matematiksel permütasyon gibi kurgulanmıştır. Bu durum, Beckett'ın daha sonraki oyun ve romanlarında ortaya çıkacak olan, hareketlerin kesin şekilde tanımlanması kaygısının habercisidir. Beckett'ın Fransızca edebi metinler yazmaya başlaması da bu döneme denk gelir. Aynı dönemde İngilizce olarak yazılan ve "Echo's Bones and Other Precipitates " (1935) isimli kitapta toplanan şiirlerdeki yoğunluğun aksine Fransızca yazılmış bazı kısa şiirlerdeki arılık Beckett'ın tarzındaki - "Watt"'ta da belirtileri görülen - sadeleşmeyi, başka bir dili kullanarak da olsa başlattığını göstermektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Beckett, edebi dil olarak temelli Fransızca'ya yöneldi. Bu seçim ile yukarıda anlatılan, Dublin'de annesinin odasında yaşadığı, sanatının öznel olması ve tamamıyla kendi iç dünyasından kaynaklanması gerektiğini anlamasını sağlayan "deneyim", Beckett'in en bilinen eserlerini vermesiyle sonuçlanacaktı. Savaştan sonraki on beş yıl süresince Beckett dört uzun tiyatro oyunu yazdı: "En attendant Godot" (1948–1949; "Godot'yu Beklerken"), "Fin de partie" (1955–1957; "Oyun Sonu"), "Krapp's Last Tape" (1958; "Krapp'ın Son Bandı") ve "Happy Days" (1960; "Mutlu Günler"). Genelde, doğru ya da yanlış biçimde, absürt tiyatronun temel eserleri olduğu düşünülen bu dört oyunda, her ne kadar Beckett'ın kendisi varoluşçu olmasa da, dönemin varoluşçu düşünürlerinin eserlerindeki temalar kara mizah tarzıyla ele alınmıştı. "Absürt tiyatro" terimi ilk defa Martin Esslin'in aynı isimli kitabında ortaya çıkmış, bu kitabın önemli bir bölümü de Beckett ve "Godot"'ya ayrılmıştı. Esslin bu oyunların, Albert Camus'nün "saçma" kavramının tamamlayıcısı olduklarını öne sürdü ve Beckett bu sebeple sıklıkla - ve hatalı olarak - "varoluşçu" olarak nitelendirildi. Eserlerinde benzer temaları işlemiş olsa da, Beckett'ın varoluşçuluğa karşı bir ilgisi yoktu. Beckett ayrıca absürt tiyatro tanımına da karşı çıkıyordu. Genel anlamda oyunlar, anlaşılamaz ve akıl erdirilemez bir dünya karşısında hissedilen umutsuzluk ile bu umutsuzluğa rağmen yaşamda kalma isteğini anlatır. "Oyun Sonu"'nda çöp varillerinde yaşayan ve zaman zaman kafalarını dışarı uzatıp konuşan karakterlerden biri olan Nell'in sözleri, Beckett'ın orta dönem tiyatro oyunlarının iyi bir özetidir: Hiçbir şey mutsuzluktan daha gülünç değildir, kabul ediyorum... Evet, evet! Dünyadaki en gülünç şeydir o. Başlangıçta ona güleriz, yürekten güleriz. Ama hep aynıdır. Tıpkı sık sık anlatılan güzel bir fıkra gibi. Hep beğeniriz, ama artık ona gülmeyiz. Beckett'ın bu dönemde düz yazıdaki önemli başarıları, "Molloy" (1951), "Malone meurt" (1951; "Malone Ölüyor") ve "L'innommable" (1953; "Adlandırılamayan") isimli üç romandı. Yazarın açıkça aksini belirtmiş olmasına rağmen zaman zaman "üçleme" olarak değerlendirilen bu romanlar, gittikçe daha da yalınlaşmış, sadece temelde gerekli olan unsurları içerecek derecede sadeleşmişti. Bu sebeple bu üç romanda, Beckett'ın olgun dönemindeki tarzının ve kullandığı temalarının gelişimi gözlenebiliyordu. Örneğin "Molloy" zaman, mekân, eylem ve konudan oluşan geleneksel roman öğelerini içeriyordu ve bir bakıma bir dedektif romanıydı. "Malone Ölüyor"'da ise mekân ile zamanın akışı varlığını sürdürürken konu ve eylem büyük oranda ortadan kalkmıştı. Romandaki temel hareket unsuru, bir iç monolog şeklini almıştı. Son olarak "Adlandırılamayan"'da tüm zaman ve mekân duygusu yok edilmişti. Romanın ana teması bir "ses"in, var olmayı sürdürmek için sürekli konuşmak zorunda olması ile en az bunun kadar kuvvetli bir dürtü olan sessizliği arayışı arasındaki çatışmaydı. Bunda Beckett'ın, savaşın dünyayı ne hâle getirdiğine ilişkin deneyimlerinin izlerini bulmak mümkündür. Bu romanlar da örnek gösterilerek, Beckett'ın eserlerinin genelde kötümser olduğu kabul edilir. Buna rağmen "Adlandırılamayan"'ın sonunda yaşam kazanmış gibidir. Romanın son cümlesi bunu ima eder: "Devam edemem, devam edeceğim." Bu romanların ardından Beckett, sürdürülebilir bir düz yazı çalışmasına ulaşabilmek için çabaladı. Ancak bu çabaların sonucunda sadece, daha sonra "Texts for Nothing (Hiç İçin Metinler") adıyla bir araya getirilecek olan hikâyeler ortaya çıktı. Yine de Beckett 1950lerin sonunda, en radikal düz yazı eseri olan "Comment c'est" (1961; "Acaba Nasıl?") isimli kitabını yazdı. Konserve kutularıyla dolu bir çuvalı sürükleyerek çamur içinde emekleyen isimsiz bir anlatıcının başından geçenleri anlatan bu kitap, noktalama işaretleri kullanılmamış bir dizi paragraf halinde, telgrafvari bir üslupta yazılmıştır: Bunun ardından, Beckett'ın drama dışı bir düz yazı eser vermesi için neredeyse on yıl geçmesi gerekecekti. İçerik ve biçim olarak alışılmış tarzın oldukça ilerisine geçen "Acaba Nasıl" ile birlikte, Beckett'ın yazarlığında yeni bir dönem başladı. 1960'lar boyunca ve 1970'lerin başında Beckett, 1950'lerdeki eserlerinde de belirgin olan yoğunluğa daha da fazla yöneldi ve bu durum minimalist olarak tanımlanmasına sebep oldu. Bunun en uç örneklerinden biri, dramatik eserleri arasında olan 1969 tarihli Soluk'tur. 35 saniye süren ve hiçbir karakter içermeyen bu parça, "Oh! Calcutta!" revüsünde açılış parçası olarak kullanılmıştı ve muhtemelen bu revüye ironik bir yorum olarak yazılmıştı. Önceki oyunlarda zaten az sayıda olan karakterler, son dönem dramatik eserlerinde artık sadece en gerekli öğeleri içerecek şekilde daraltılmıştı. Örneğin, ironik bir isme sahip olan 1962 tarihli "Oyun"'da büyük cenaze vazolarına boyunlarına kadar gömülü olan üç karakter vardı. 1963'te aktör Jack MacGowran için televizyon draması olarak yazılan "Söyle Joe"'daki tüm hareket, sürekli olarak başkişinin suratına odaklanarak yakın çekime geçen bir kamera ile sağlanmaktaydı. 1972 tarihli "Ben Değil" oyunu ise, Beckett'ın sözleriyle ""gerisi karanlık bir sahnede hareket eden bir ağızdan"" ibaretti. "Krapp'ın Son Bandı"'nda ipuçları verilmiş olan bu son dönem oyunları temelde hafızayla; durgun bir şimdiki zamanda geçmişteki can sıkıcı olayların yeniden hatırlanmasıyla ilgiliydi. Dahası, bu oyunlarda sıklıkla kişiliğin sınırlandırılması teması mevcuttu ve bu durum "Söyle Joe"'daki gibi başkişinin kafasına dışarıdan gelen bir ses ile ya da "Ben Değil"'deki gibi başkişi hakkında başka bir karakterin yorumda bulunması şeklinde gerçekleşiyordu. Bu temalar Beckett'ın 1982'de yazdığı ve Václav Havel'e adadığı, en politik eseri sayılan ve diktatörlük kavramının ele alındığı "Felaket" oyununun da yolunu açmaktaydı. Bu dönemde ayrıca, Beckett'ın uzun süre suskun kalan şairliği yeniden ortaya çıktı. Beckett kimisi sadece altı kelime uzunluğunda olan aşırı kısa ve özlü Fransızca "mirlitonnades" şiirleri yazdı. Bunlar Beckett'ın, eserlerini bildiği diğer dile çevirmeye yönelik titiz uğraşlarının dışında kaldı. Daha sonra Derek Mahon gibi bazı yazarlar şiirleri çevirmeye çalıştılarsa da bu şiirlerin tamamlanmış bir İngilizce çevirisi hiç yayınlanmadı. Beckett'ın bu dönemdeki düz yazı çalışmaları, Amerikalı ressam Jasper Johns'un resimlediği 1976 tarihli kısa öykü toplamı olan "Fizzles (Fiyaskolar)" kitabında toplandı. Daha sonra "Nohow On" başlığıyla bir arada yayınlanan 1979 tarihli kısa romanı "Compagnie", 1982 tarihli "Mal vu mal dit" ve 1984 tarihli "Worstward Ho", Beckett'ın bu alanda bir nevi rönesans yaşadığını gösteriyordu. ""Kapalı alan" öyküleri" olarak adlandırılan bu üç eserde Beckett, oyunlarında sıkça kullandığı tema olan kişiliğin sınırlandırılması ve izlenmesi konusunu düz yazı yoluyla yeniden ele almıştı. Bu eserlerdeki bir başka tema ise, "Compagnie"'nin açılış cümlelerinde görüldüğü üzere vücutların boşlukta yerleşimi idi: Beckett'in son çalışması olan 1988 tarihli "What is the Word", yaşamının son günlerini geçirdiği hasta bakım evindeki yatağında yazıldı. Şiirin ayrıca Fransızca uyarlaması da mevcuttur. İngilizce eser veren tüm modernistler dikkate alındığında, realist geleneğe karşı en süreğen saldırıyı Beckett'ın eserleri oluşturur. Beckett, insanlığın içinde bulunduğu durumun temel bileşenlerine odaklanabilmek için, geleneksel konulardan, zaman ve mekân tekliğinden arındırılmış drama ve romanın yolunu açtı. Václav Havel, Aidan Higgins ve Harold Pinter gibi yazarlar, Beckett'a olan minnettarlıklarını açıkça belirttiler. Beckett'ın asıl etkisi, 1950'lerde Beat Kuşağı ile başlayıp 1960'lardaki olaylarla devam eden deneysel edebiyat üzerinde oldu. İrlanda'da ise John Banville ve Derek Mahon gibi şairleri etkiledi. Luciano Berio, György Kurtág, Morton Feldman, Philip Glass, Heinz Holliger ve Pascal Dusapin'in de aralarında bulunduğu birçok 20. yüzyıl bes
tecisi, müzikal çalışmalarını onun metinlerini temel alarak yarattı. Beckett'in çalışmaları, Bruce Nauman, Alexander Arotin ve Avigdor Arikha gibi birçok görsel sanatçıyı da etkiledi. Arikha, edebi dünyasından etkilendiği Beckett'ın birkaç portresini çizdi ve eserlerini resmetti. Amerikalı film yönetmeni Jim Jarmusch'un 1984 yapımı filmi '"Stranger Than Paradise"'ın iki önemli karakteri olan Willie ve Eddie, eleştirmenler tarafından, Godot'u Beklerken'in iki kahramanı Vladimir ve Estragon'a benzetildi. Beckett 20. yüzyıl yazarları arasında en çok takdir edilen ve üzerinde en çok tartışılanlardan biridir. Hakkındaki görüşler ikiye ayrılır. Jean-Paul Sartre ve Theodor W. Adorno felsefi eleştirilerinde, onu saçmalığı ortaya çıkardığı için, diğer bazı eleştirmenler ise eserlerinde basitliği reddettiği için övdü. Georg Lukacs gibi bazı eleştirmenler ise Beckett'i eserlerinde felsefi realizmin yer almaması sebebiyle eleştirdi. Beckett'ın bilinen en iyi fotoğraflarından birkaçı fotoğrafçı John Minihan'ın çektikleridir. 1980 ile 1985 arasında Beckett'ın fotoğraflarını çeken fotoğrafçı, yazarla çok iyi bir ilişki geliştirdi ve sonuçta yazarın resmi fotoğrafçısı oldu. Çekilen bu fotoğraflardan biri 20. yüzyılın en iyi üç fotoğrafı arasında gösterildi. Ancak, Beckett'ın en fazla yeniden basılmış fotoğrafını tiyatro fotoğrafçısı John Haynes çekti. Bu fotoğraf Knowlson'ın hazırladığı biyografinin kapağında da kullanıldı. Fotoğraf, Haynes'in pek çok Beckett prodüksiyonunu fotoğrafladığı, Londra'daki Royal Court Theatre'da bir prova sırasında çekilmişti. 2006 yılında, Beckett'ın doğumunun yüzüncü yılı anısına, İrlanda Merkez Bankası tarafından 20 avroluk altın hatıra paraları basıldı. 20.000 adet basılan ve 2 Mayıs 2006'da tedavüle çıkan paraların yazı tarafında İrlanda arpı ile "Samuel Beckett 1906 - 1989" yazısı bulunuyordu. Tura tarafında ise Beckett'ın yüzü ile en bilinen oyunu olan "Godot'yu Beklerken"'den bir sahne yer alıyordu. Beckett'in ölümünden bu yana oyunlarının tüm sahnelenme hakları, yazarın yeğeni Edward Beckett tarafından yönetilen Beckett Mirası'na aittir. Bu yönetim, oyunların nasıl sahneleneceğini çok sıkı kontrol etmekle ünlüdür ve oyunlardaki sahne talimatlarına uyulmayan prodüksiyonlara kesinlikle izin vermez. Tiyatro Radyo Televizyon Sinema Roman Kurgu dışı Kısa roman (novella) ve Öykü Yazılım Yazılım, değişik ve çeşitli görevler yapma amaçlı tasarlanmış elektronik aygıtların birbirleriyle haberleşebilmesini ve uyumunu sağlayarak görevlerini ya da kullanılabilirliklerini geliştirmeye yarayan makine komutlarıdır. Yazılım, elektronik aygıtların belirli bir işi yapmasını sağlayan programların tümüne verilen isimdir. Bir başka deyişle, var olan bir problemi çözmek amacıyla bilgisayar dili kullanılarak oluşturulmuş anlamlı anlatımlar bütünüdür. Yazılım için çeşitli diller mevcuttur. Bunlardan bazıları Pascal, C++ ve Java'dır. Bilgisayar yazılımları genel olarak 3 ana grupta incelenebilir. Bilgisayarın kendisinin işletilmesini sağlayan, işletim sistemi, derleyiciler (compilers) (Yazılım programında, yazılan programı makine diline çeviren program), çeşitli donatılar (facility) gibi yazılımlardır. Bu kullanıcıların işlerine çözüm sağlayan örneğin çek, senet, stok kontrol, bordro, kütüphane kayıtlarını tutan programlar, bankalardaki müşterilerin para hesaplarını tutan programlar gibi yazılımlardır. Bütün sistem programları içinde en temel yazılım işletim sistemidir ki, bilgisayarın bütün donanım ve yazılım kaynaklarını kontrol ettiği gibi, kullanıcılara ait uygulama yazılımlarının da çalıştırılmalarını ve denetlenmelerini sağlar. Herhangi bir dilde yazılan programı makine diline çeviren yazılımlardır. Sistem yazılımları bilgisayar kullanımı için gerekli ana fonksiyonları sağlar ve bilgisayar donanımına ve sistemin yürütülmesine yardımcı olur. Şu kombinasyonları içerir: Sistem yazılımı çeşitli bağımsız donanım bileşenlerinin uyum içinde çalışmalarından sorumludur. Sistem yazılımı bilgisayar donanımının işletilmesi ve uygulama yazılımının çalıştırılması için bir platform sağlamak için tasarlanmış bir bilgisayar yazılımıdır. En temel sistem yazılımı türleri şunlardır: Ayrıca sistem yazılımı terimi, bazı yayınlarda yazılım geliştirme araçlarını tanımlamak için de kullanılır. Bilgisayar alıcıları nadiren sahip olduğu işletim sistemini öncelikli olarak dikkate alarak bir bilgisayar alırlar. Fakat cep telefonu gibi aygıtları satın alan kişiler için bu durumun tersi geçerli olabilir. Çünkü iPhone örneğinde olduğu gibi bu tür aygıtların sistem yazılımlarının, son kullanıcı tarafından değiştirilmesi oldukça zordur. Ayrıca sistem yazılımı genellikle dahili ya da önceden yüklenmiş şekilde, yararlı ve hatta gerekli bir alt yapı kodu olarak görev yapar. Sistem yazılımının dışında, kullanıcıların dokümanlar oluşturmasına, oyun oynamasına, müzik dinlemesine ya da İnternet'te gezinmesine olanak sağlayan yazılımlara uygulama yazılımı denir. Nemrut (kral) Nemrut (İbranice: "נִמְרוֹד", Aramice: "ܢܡܪܘܕ",‎ Arapça: "نمرود"‎), Tekvin'e göre Nuh'un torunu ve Sümer (Shinar) kralıdır. Tanah'a göre güçlü bir kişi ve yetenekli bir avcıdır. Tevrat dışı dini kaynaklara göre O Babil Kulesi ile bağlantılı ve Yehova'ya karşı duran bir kraldır. İslam kaynaklarında İbrahim'i ateşe attıran zalim bir kral olarak resmedilir ve burnuna sinek kaçarak öldüğü anlatılır. Kalıntıları Nemrut Dağı'nda bulunan Nemrut Krallığı'nda (Kommagene) Nemrut isminde bir kral bulunmaz ve krallığın isim dışında Nemrut ile bir ilgisi yoktur. Ayrıca kuruluş tarihi tek tanrılı dinlerin atası ve M.Ö 2000'li yıllarda yaşayan İbrahim peygamberden yaklaşık 1000 yıl sonradır. Nemrut'un kimliği ve tarihsel-mitolojik kişiliklerden hangisi ile uyumlu olabileceği konusu birçok araştırmacı tarafından irdelenmiş ve değişik teoriler ileri sürülmüştür. Bunlardan bazılarına göre; Tümülüs Tümülüs "(tr:Höyük veya Kurgan)" Latince bir sözcük olup (çoğulu tümüli), bir mezar ya da mezarlık içeren, toprak yığılarak oluşturulmuş tepeciklere verilen addır. Höyük ve kurgan (Orta Asya'da) da denilen tümülüs yapma geleneğine sahip ulusların sayısı fazla değildir. Bunlara en çok Anadolu'da, Trakya'da, Orta Asya'da, Rusya'da ve Meksika'da rastlanır. Traklar'ın mezarları bu şekildedir. Trakya'nın en görsel anıtları tümülüslerdir. Trakya'nın tekdüze doğal yapısını süsleyen ve ona bir hareketlilik getiren tümülüslerin tam bir envanteri çıkartılmamıştır. Genel olarak mezarın üzerine yapılan her türlü yükselti tümülüs olarak adlandırılsa da, yapıldıkları döneme, tepenin ve mezar odasının biçimine, niteliğine, ölünün gömülüş şekline göre mezar tepelerinin değişen geniş bir çeşitlenmesi vardır. Mezarın yerini bir tepe ile belirleme geleneğinin bilinen ilk örnekleri Avrasya steplerinde, MÖ 4. binyılın başlarına aittir; kurgan olarak da adlandırılan bu mezar tepelerinin altında, ölü basit bir çukur ya da ahşap bir odaya yerleştirilmiştir. Bu geleneğin, steplerden gelen etki ile, Trakya'ya ilk olarak MÖ 3. binyıl içinde girdiği bilinmektedir. Trakya'nın Tunç çağ mezar tepeleri, daha sonraki dönemlerin tümülüslerine göre daha basık ve yayvan, çoğu kez de 2–3 m yüksekliğindeki tepeciklerdir; ancak Bulgaristan' da ender olarak yüksekliği 7 metreyi bulanlar da vardır. Tepelerin dolgu­larının toprak değil taş oluşturduğundan, bunlan "Taşlıtepe" olarak tanımlamaktayız. Bu tür mezar tepelerinde ölü, tepenin altındaki bir çukura, ve çoğu kez uzun olarak yatırılarak gömülmüştür. Tepenin değişik kesimlerinde münferit mezarlara da rastlanır. Taşlıtepeler tek olabilecekleri gibi, bazen tümülüs mezarlığı gibi, sayıları 30'u bulan topluluklar da oluşturabilir. İlk Demir Çağ'dan itibaren mezar tepeleri daha sivri ve konik bir biçim almış, dolgularında taş ile birlikte killi toprak da kullanılmıştır. Demir Çağı'nın ilk kısmına tarihlenen mezar tepelerinde gene ayrı bir mezar odası yoktur; ölü toprağa açılmış ve ahşap ile kaplanmış bir odanın içine yatırılmıştır. Orta Demir Çağı'ndan itibaren mezar odası ya da taş lahidi olan gerçek tümülüsler görülmeye başlar. Bu tür tümülüsler için genellikle uzaktan görülebilen sırt ve yamaçlar tercih edilmiştir İkili ya da üçlü tümülüsler yaygın olmakla birlikte, tümülüs mezarlığı şeklinde sayıları dokuz ile otuzaltı arasında değişen gruplara da rastlanmaktadır. toplu tümülüs mezarlıklarının, daha eski bir kutsal alanın üzerinde yer aldığı görülmektedir. Bintepe'deki Alyattes'in tümülüsü ile Nemrut Dağı'ndaki tümülüs Anadolu’nun bilinen en büyük tümülüsleri arasında yer alır. Frigyalılara ait tümülüsler de olmakla birlikte tümülüs yapımı daha çok Lidyalılar'da önem kazanmıştır. Aynı bölgede 100 Lidya tümülüsüne rastlanmıştır. Anadolu'nun en büyük tümülüsü olan Alyattes’inkinde 16 tonluk taş bloklar kullanılmıştır. Şamanist Türk ve Moğol boylarında ayrıca, Dünya Dağı’nı temsilen, “oba” adı verilen, taş yığınlarından kurgan (yapay tepe) oluşturma geleneği çok yaygındır. Zemberek Zemberek kelimesinin çeşitli anlamları ve kullanımları vardır: Cep bilgisayarı Cep bilgisayarı - PDA ("Personal Data Assistant - Kişisel Veri Yardımcısı)", taşınabilir küçük cep bilgisayarları. Küçük boyutlu bu bilgisayarlarda isim ve adreslerin saklanabildiği bir veritabanı, not defteri ve iletişim kurmayı sağlayan bölümler yer alır. Gelişen elektronik ve bilgisayar teknolojisi cihazların boyutlarını küçültmüş ve özelliklerini arttırmıştır. Cep telefonu, video ve fotoğraf çekimi, GPS gibi özellikleri olan örneklerinin üretilmesi ile cep bilgisayarlarının kullanımı yaygınlaşmıştır. PDA kelimesi ile ilk kez 1993 yılında Apple şirketi tarafından üretilen Newton OS sistemli MessagePad cihazı için kullanılmıştır. Ancak Message Pad'dan önce de PDA özelliklerine sahip olduğu söylenebilecek cihazlar bulunmaktaydı (Psion ve Sharp Wizard gibi). PDA'ların yaygınlaşması Palm tarafından 1996'da üretilen Palm Pilot'la birlikte başladı. Palm'in ilk modeli, kısa sürede PDA pazarının en popüler ürünü haline geldi. 90'lı yılların sonunda Microsoft tarafından üretilen mod
eller ise Pocket PC (Cep Bilgisayarı) adı ile anılmaya başladı. Microsoft için ilk Pocket PC 2000 yılında HTC tarafından tasarlandı ve üretildi. Cep bilgisayarlarının ilk örneklerinde; renksiz ekran, sınırlı işlem gücü ve düşük enerji tüketimleri sayesinde uzun pil ömrü özellikleri öne çıkar. Bu tür cihaz üretiminin öncülerinden Japon şirketi Casio'yu daha sonra birçok üretici takip etmiştir. İşletim sistemi basit ve alete özeldir. Genelde telefon defteri, adres defteri olarak ya da hesap makinesi olarak kullanılır. Casio FX-880P, PB-1000 ve PB-2000C gibi BASIC, Prolog, CASL, Assembler ve C dillerinde programlanabilir örnekleri de üretilmiştir. PB-2000C farklı ROM modülleri takılarak programlama dilinin değiştirilebildiği tek Casio ürünü olmuştur. PB-2000C sonrasında üretilen FX-890 modelinde tüm diller ROM'un içinde hazır halde bulunmaktadır. PB-1000 ve PB-2000C modellerinde hafızadaki programlar, diğer ürünlerden farklı olarak bir dosya sistemi içinde saklanırlar. Böylelikle programların içinden dosya üretmek, ekran görüntülerini hafızada saklamak ve hafızadan geri okumak mümkün olmuştur. Bu özellikleri ile Casio zamanının ötesinde ürünler ortaya çıkarmıştır. Monokromik ile başlayan renkli ekranlar, artan işlem gücü, görece uzun pil suresi ile karakterize edilir. Pocket PC'lerin piyasaya girmesi ile rakebet sonucu ekran renklenmiş, işlem gücü artmıştır. Doğal olarak da pil ömru azalmıştır. PalmOS denilen özel bir işletim sistemi kullanmaktadır. Palm'dan sonra birçok firma da bu tarz cep bilgisayarı üretimine yeltenmiş ama başarılı olamamıştır. En son Sony bu tür cihazların üretimini durdurduğunu duyurmuştur Microsoft'un PocketPC işletim sisteminin desteği ile piyasada yer bulmuştur. Renkli ekran ve güclü işlemci, multimedya işlemlerine (video gösterme müzik çalma) navigasyon ve cep telefonu olarak kullanılabilmesi nedeni ile yoğun ilgiyle karşılanmıştır. Tipik bir cep bilgisayarında veri girişi, duyarlı ekran üzerine kalem (stylus) ile veya sadece dokunmak sureti ile yapılır. 320x240 (QVGA), 640x480 (VGA) veya 800x480 (WVGA) piksel gibi çözünürlükteki duyarlı ekran sayesinde el yazısı veya ekran tuş takımı ile veri girişi yapılabilir. Ayrıca sesle komut alma gibi sabit görevleri algılayabilecek programlarda mevcuttur. Gelişen teknoloji ve günümüz kullanıcı isteklerine bağlı olarak yeni modellerde yer alan kayar klavyeler ile veri girişi daha da kolaylaştırılmıştır. Cep bilgisayarları, masa üstü bilgisayarlar veya diğer birimler ile USB üzerinden kablolu iletişim yapabilirler. Yeni nesil cihazlar Bluetooth veya Wi-Fi üzerinden ya da dahili GSM birimleri sayesinde bu protokol üzerinden kablosuz olarak da iletişim kurabilmektedir. Cep bilgisayarları; Wi-Fi, GSM veya Bluetooth üzerinden internet bağlantısı kurabilirler. Dosya, doküman ya da e-posta alıp gönderme, internet sayfalarını görüntüleme gibi işlemleri yababilirler. 3G (3. Nesil) Görüntülü telefon görüşmeleri, EDGE, HSDPA 'da yeni teknoloji ile orataya konulmuş bağlantı seçenekleridir. Cep bilgisayarları yaygın olarak Windows Mobile işletim sistemleri ile çalışırlar. Android, iOS, PalmOS gibi diğer mobil işletim sistemlerini kullanan cihazlar için tam bir Pocket PC tanımlaması yapılamamakla beraber farklı bir kategoride değerlendirilmektedir. 16 Şubat 2009'da Microsoft CEO'su Steve Ballmer Barselona'daki Mobile World Congress'de yaptığı açıklamada bu tarihten sonra Windows Mobile olarak geçen işletim sistemi isminin cihazlar ile bütünleştirilerek Windows Telefonu (Windows Phone) olarak anılacağını açıkladı. Windows Mobile işletim sistemi sürümleri; Cep bilgisayarlarında, uygun yazılım kullanarak neredeyse bir masa üstü bilgisayarında yapılabilen her işi yapabilmek olasıdır. Sıradan bir cep bilgisayarında standart olan özellikler; not defteri, kelime işlemci (Pocket Word vb.), hesaplama tablosu (Pocket Excel vb.), hesap makinesi, zamanlayıcı, çoklu ortam oynatıcı (Windows Çoklu Ortam Oynatıcı vs.), resim gösterici olarak sıralanabilir. Yeni teknolojiler ile PocketPC, PDA gibi cihazlar mevcut sunucular ile veri alışverişinde kullanılarak çok kullanışlı hale gelmiştir. Büyük işletmeler üretimlerini stoklarını müşteri ilişkilerini rahatlıkla takip edebilmektedir. Bu tip cihazlara program hazırlamak için Appforge firmasının üretmiş olduğu visual studio.net ile birlikte çalışan crossfire kullanılabilir. Not : Appforge firmasının sitesi oracle'a gitmektedir. http://www.appforge.com Windows Telefonları Resmi Sitesi Microsoft Windows Telefonu Resmi Blogu Windows Phone Uygulama Geliştiricileri Sitesi Yerba mate Yerba mate ("Ilex paraguariensis"), çobanpüskülügiller familyasından bir bitki türüdür. Bilinen diğer ismi "Paraguay çayı"dır. Anlam itibarı ile "yerba" bitki, "mate" de kap anlamına gelmektedir. Yerba mate Orta tropik bir bitki olarak, yüksek sıcaklığa ve yıllık 1500 mm üzerinde yağışa ihtiyaç duyar. Kuzey Arjantin, Paraguay, Uruguay, güney Brezilya ve Bolivya gibi tropik altı Güney Amerika ülkelerinde yerel olarak ve ticari amaçlı yetiştirilir. Avrupalılar tarafından "yerlilerin yeşil altını" olarak nitelendirilmiştir. Özellikle Arjantin'in günlük yaşamında önemi büyüktür; zaman zaman fabrika işçilerinin içmeleri yasaklanmıştır. İçeriğinde potasyum, magnezyum ve manganez bulundurmaktadır. Hafif uyarıcı etkisi varsa bile çay ve kahvenin yanında çok düşük kalmaktadır. İştah kesme ve diüretik özelliği bilinmektedir. Mate adını taşıyan içecek bitkinin öğütülmüş toz halinden hazırlanır. Genelde kendisine has kabında, mate tozunun üzerine sıcak su döküldukten sonra kendine has elekli pipeti ile içilmektedir. Aynı tozun üzerine defalarca (3-10) sıcak su döküp içmek mümkündür. Sütle karıştırıp içmek de mümkündür; genelde çocuklara bu şekilde verilmektedir. Güney Amerika'da çok popüler bir içecektir. Kuzey Amerika'da ise genelde kahve alışkanlıklarını bırakmak isteyenler ve zayıflama çayı olarak kullanılmaktadır. Arjantinli Che Guevara'nın astımına karşı sürekli tükettiği bilinir. Türkiye'de tarçın ya da nane katkılı çay poşeti şeklinde piyasada bulmak mümkündür. Diplomasi oyunu Diplomasi oyunu, 1950'lerde salon oyunu olarak başlayan ve Avrupa haritası üzerinde oynanan I. Dünya Savaşı simulasyonudur. Oyunun birçok değişik versiyonu bulunmakla birlikte orijinalinde ülkeleri temsil eden yedi kişi ve oyunu yöneten bir hakemle oynanmaktadır. Kişiler kura ile Almanya, Avusturya, Fransa, Birleşik Krallık, İtalya, Rusya ve Türkiye'yi seçmektedir. 1900 yılı ile başlayan oyunda ülkeler, her yıl için ilkbahar ve sonbahar olmak üzere toplam iki hamle hakkı elde etmektedir. Kışları elde ettikleri merkez kadar orduya üretme imkânı olan ülkeler satranç vari bir düzen içinde hareket etmektedir. Oyun genelde oyuncular arasındaki yoğun iletişime dayanmaktadır. Oyun, başka ülkelerin desteğini aramak ve karşılığında destek vadederek başlar. Müttefiksiz oyunu kazanmak zor olduğu gibi belli bir dönemde bazı müttefiklerden kurtulmak da zorunlu hale gelebilir. Dolayısıyla oyunda vaadleri tutup tutmamak serbestir. Diplomatik iletişimler kapalı yapıldığından, oyun ilginç bir politika çemberi içinde dönmektedir. Kuzey Amerika'da popüler olan Diplomasi oyunu, özellikle Almanya ve Fransa'da da büyük ilgi görmektedir. İnternete uyarlanan oyun için özel internet sunucuları kurulmuştur. Katılımı ve oynaması ücretsiz olan oyun genelde haftada bir ya da iki hamle halinde oynanmaktadır ve oyun bu sebepten ötürü birkaç ay sürebilmektedir. Risk oyununa benzese de zar kullanılmayıp, başlıca iletişime dayalı olması yüzünden farklı bir kategoridedir. ABD eski başkanlarından John F. Kennedy'nin severek oynadığı bilinir. Henry Kissinger'ın da oynadığı rivayet edilir. Kâğıt uçak "Bu makale bir hobi olan kâğıt uçak yapımı ile ilgilidir. Aynı ismi taşıyan Ankaralı müzik grubu için Kâğıt uçak (grup) sayfasına bakınız." Uçak şekline katlanan kâğıtlardan oluşan oyuncak maketlere "kâğıt uçak" denilir. Japon kâğıt katlama sanatı origaminin bir dalı olan aerogaminin belki de en yaygın biçimidir. Japoncada "kami hikoki" diye adlandırılır ("kami"=kâğıt, "hikoki"=uçak). Origami türleri arasında en basidi olan bu sanat, acemilerin kolayca ustalaşmasını sağlar. En basit kâğıt uçak bile altı katlamadan sonra doğru bir şekil alabilir. Son zamanlarda mukavvadan yapılanlarada kâğıt uçak deniliyor. Kağıt kullanarak yapılan oyuncakların başlangıcının 2000 yıl once Çin'de olduğu sanılıyor. O zamanlarda uçurtmalar popüler bir eğlence kaynağı sayılıyordu. Buna rağmen kâğıt uçakların tamamen ne zaman icat edildiğini belirlemek pek mümkün değil. Sürat, yükseliş ve moda tasarımları seneler geçtikçe gelişmiştir. Tahminlere göre kâğıt uçaklar ilk olarak 1909 yılında yaratılmıştır. Ancak en çok kabul edilen uyarlaması 1930 yılında Lockheed Corporation kurucularından biri olan Jack Northrop tarafından yaratılmıştır. Northrop kâğıt uçakları test aletleri olarak kullanarak gerçek uçakların tasarımlarını keşfetmeye çalışmıştır. Senelerce kâğıt uçakları havada en uzun zaman tutmayı deneyen birçok kişi olmuştur. Guinness Rekorlar Kitabında 13 sene (1983-1996) yerini alan Ken Blackburn, 8 Ekim 1998 tarihinde kendi rekorunu kırıp kapalı alanda kâğıt uçağını 27.6 saniye havada tutmayı başarmıştır. Bu rekor Guinness görevlileri ve CNN tarafındanda onaylanmıştır. IMAX IMAX (Image Maximum) yüksek boyutta ve netlikte görüntü kapasitesine sahip olan bir film gösterim sistemidir. Kanadalı bir eğlence teknolojisi firması olan IMAX Corporation tarafından bulunmuş ve geliştirilmiştir. Normal bir film karesi 35 mm formatındayken, IMAX filmleri 70 mm'dir. Imax teknolojisinde 2 boyutlu veya 3 boyutlu olmak üzere akan film 7 katlı bina yüksekliğinde ve bir basketbol sahası büyüklüğünde olan dev perdeye yansıtılır. IMAX sistemi bugüne dek yapılan en güçlü, 15 bin watt'lık projeksiyon lambasıyla yansıtılmaktadır. Bu ışığın Ay'dan bile görülmesi mümkündür. Görüntüye 6 kanallı dijital surround ses sistemi eşlik etmektedir. Standart IMAX ekranı 22 metre genişliğinde ve 16 metre yüksekliğindedir. Ayrıc
a omni-max olarak isimlendirilen bir IMAX türünde görüntü, balıkgözü mercekler yardımıyla küre biçimindeki perdeye yansıtılır ve yatay eksende 180 derecelik bir görüntü sağlar. IMAX dünyada büyük format halinde özel mekanlarda sunulan en başarılı film izletme sistemidir.Bazı dezavanajları da vardır.örneğin IMAX çekim yapan kameralar en az bir insan ağırlığındadır.Bu da filmlerde zor sahnelerin çekiminde sıkıntı yaratır.Ayrıca film standart sinema filmlerine göre en az 5 kat daha pahalıdır ve 1 dakikalık çekim binlerce dolara mal olmaktadır.Bu nedenle IMAX çekimde hataya yer olmadığından genelde belgesel filmler, doğa görüntüleri gibi çekimlerde kullanılırlar. Imax kameralar 15 / 70 filme uygun olarak tasarlanmış. Kameraları kullanılan filmin hacmi ve ağırlığından dolayı normalden çok büyük ve ağır olmaktadır. Imax kamerası 19 ile 45 kg arası, 3D kameralar ise 109 kg.'dır. Kameraların en önemli özelligi diğer kameralar gibi filmi düşey değil de yatay olarak pozlamasıdır. 3 Boyutlu (3 D) çekimler için ise aynı gövde içinde insanın iki gözünün açısına uygun biçimde yerleştirilmiş iki ayrı objektif ve iki ayrı film mekanizması tasarlanmış. Her objektif kendine ait filmi pozluyor. Her 3D filmde aslında aynı resim yatay açı farklı iki ayrı film olarak stereoskopik çekilmektedir. 2007 2007 (MMVII) pazartesi günü başlayan yıl. Dünya nüfusu Dünya nüfusu ya da dünya insan nüfusu, dünya üzerinde yaşayan insan sayısını verir. En güncel tahminlere göre dünya nüfusu 7,44 milyarı geçmiştir. Şimdiye kadar yaklaşık 110 milyar insan doğmuştur. 20. yüzyılın son 70 senesinde dünya nüfusu tarihte en fazla yükselişini göstermiştir. Hayfa Hayfa ("İbranice: חיפה; Arapça: حَيْفَا), İsrail'in kuzeyinin en büyük şehri ve ülkenin üçüncü büyük şehridir. İsrail'de yoğun olarak Arap nüfus barındıran bir kenttir. Kutsal Kitaplarda (Ahd-i Atik, Tevrat) adı geçmiştir. İbraniler, Romalılar, Araplar,Haçlılar, Osmanlılar Hayfa'yı yönetimlerinde tutmuşlardır. Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın kenti tekrar ele geçirmesi öncesinde Hayfa 1799'da Napolyon Bonapart tarafından da işgal edilmiştir. Kutsal Kitaplarda geçen Kermil Dağı Hayfa'dadır. Bu dağda Hristiyanlık, Müslümanlık için kutsal bir kalıntı olan İlyas Peygamberin mağarası vardır. Ayrıca bu dağ yamaçlarında Bahai Dininin Dünya Merkezi ile güzelliğiyle tanınmış bahçeleri ve terasları vardır. İngilizce İngilizce (, ) Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı, Amerika Birleşik Devletleri, Anglofon Karayipler, Avustralya, İrlanda, Kanada ve Yeni Zelanda'da yaşayanların çoğunun anadilidir. İkinci dil ve resmî dil olarak dünya genelinde, özellikle İngiliz Milletler Topluluğu ülkeleri ve çok sayıda uluslararası örgüt tarafından da kullanılmaktadır. Modern İngilizce, anadili farklı olan insanların konuştuğu ilk "küresel ortak dil" olarak tanımlanmaktadır. İngilizce iletişim, bilim, ticaret, havacılık, eğlence, radyo ve diplomasi alanlarında egemen uluslararası yardımcı dildir. Dilin Britanya Adaları'ndan öteye yayılmasında Britanya İmparatorluğu'nun büyük payı vardır. Amerika Birleşik Devletleri'nin II. Dünya Savaşı sonrasında artan ekonomik ve kültürel etkisi, İngilizcenin benimsenmesini önemli şekilde hızlandırmıştır. İngilizce, dünya üzerinde 1,8 milyar insan tarafından konuşulur. İngilizce günümüzde uluslararası dil, iletişim dili veya dünya dili olarak adlandırılır. İngilizce; artık birçok meslekte gereklilik haline gelmiştir. Dünya üzerinde birçok ülkede resmî dil İngilizcedir. Resmî dil olmadığı pek çok ülkede de yabancı dil olarak öğretilmektedir. Birleşmiş Milletler'in resmî dilidir. İngilizcenin hızla büyümesinin dünyada birçok dilin ölümüne neden olduğu ve dilsel çeşitliliği azalttığı iddia edilir; bununla birlikte İngilizcenin zamanla farklı diller üretme potansiyeline sahip olduğu da düşünülür. İngilizce, Cermen dil grubuna dahildir. Kavimler Göçü ile yer değiştirmiş Cermen kavimlerinin Britanya Adaları'nda yaşayan Keltleri sürerek bu adalara getirdikleri bir dildir. Adını adaya yerleşen ve Saksonlarla karışan Angluslardan almıştır. Bu kavimler dillerine "Anglik" demişlerdir. Cermen kavimleri tarafından Britanya Adaları'nda kullanılmasına dayandırılarak, filologlar tarafından kaynağının Almanca olduğu savunulmaktadır. Roma İmparatorluğu döneminde Britanya adalarına gönderilen rahipler, buraya İncil'in başlıca çevirilerinden birinin dili olan Latinceyi getirmiş ve uzun yıllar Latincenin etkisi baş göstermiştir. Daha sonra güneyden gelen Fransızlaşmış bir halk olan Normanların istilâları ile "Normanca" denilen Fransız lehçesi ile karışmıştır. Yönetici sınıf bu dili konuşurken köylü sınıfı olarak kabul edilen halk Eski İngilizceyi konuşmaktaydı. 1066'da Hastings Savaşı'yla Fâtih William adaları ele geçirirek uzun yıllar boyunca Normancanın yerleşmesine sebep olmuştur. Normanların İngiltere'yi fethi, aynı zamanda İngiltere'nin son fethidir. Günümüzde Amerika Birleşik Devletleri'nde, Birleşik Krallık'ta, Avustralya'da, Kanada'da, Güney Asya'nın bir bölümünde, Mısır'da ve Afrika'nın belirli kesimlerinde ana dil ya da ikinci dil olarak konuşulmaktadır. İngilizce; Çince (Mandarin Çincesi) ve İspanyolcadan sonra ilk resmî dil olarak dünyanın en çok konuşulan üçüncü dilidir. anadili İngilizce olanlar daha çok Amerika, Avustralya ve Britanya adalarında bulunmaktadır. Ayrıca Okyanusya'da da çok konuşulan bir dildir. Dünyada resmî dil olarak en çok kullanılan 3. dil olmasına rağmen dünyada en çok kullanılan 1. dildir. Dünyada İngilizce iletişim dili olarak kabul edilir. Bu yüzden 1 milyarı aşkın kişi en basit seviyede de olsa İngilizce bilmektedir. Bununla birlikte İngilizce en fazla bilinen 2. dil olma özelliğini de kapsar. İngilizce dünyanın çoğu yerinde konuşulur. anadili İngilizce olanların en fazla olduğu yer Amerika Birleşik Devletleri'dir. Kırım Tatarları Kırım Tatarları, anavatanları Karadeniz'in kuzeyindeki Kırım yarımadası olan Türk topluluğudur. 1783'te Kırım Hanlığı'nın Rusya tarafından ilhak edilmesiyle birlikte Osmanlı Devleti'ne zorunlu göçe tabii tutulmuşlar ve kendi vatanlarında azınlığa düşmüşlerdir. SSCB döneminde Stalin'in emriyle 18 Mayıs 1944'te sürgüne uğrayarak nüfuslarının yarısını yitirmişlerdir. SSCB'nin yıkılmasıyla sürüldükleri topraklardan Kırım'a geri dönen halk, Ukrayna'nın ana Müslüman unsurunu teşkil eder. Günümüzde Kırım Tatarlarının sürgünden dönen kısmı Kırım'da, sürgünden dönemeyenlerin çoğu Özbekistan'da, Rusya İmparatorluğu'nun Osmanlı İmparatorluğu'na zorunlu göçe tabii tuttuğu kısmı ise Dobruca(Günümüzde Romanya ve Bulgaristan'da kalmaktadır.) ve Türkiye'de yaşarlar. Kırım, konumu gereği tarih boyunca birçok göçebe ve yerleşik halka ev sahipliği yapmış bir yarımadadır. Kırım'ın kıyı kesimleri çoğunlukla denizcilikle ve ticaretle uğraşan halklarca yurt edilirken, Kırım'ın iç kesimleri ve kuzeyinde yer alan düzlükler göçebe halkların yurt tuttuğu bölgelerdir. Bu nedenle Kırım kıyılarına, Kerç boğazına ve Azak kıyılarına başta Antik Yunan kolonileri yerleşmiş, daha sonra onların yerini Bizans ve Ceneviz kolonileri almıştır. Kırım'ın iç kesimleri ve Karadeniz kuzeyinde yer alan düzlüklerde ise İskitler, Kimmerler, Hunlar, Alanlar, Hazarlar, Göktürkler ve Kıpçaklar gibi göçebe bozkır halkları yerleşmiştir. Moğol İmparatorluğu'nun orduları bu bölgeye geldiklerinde karşılarında Kıpçakları buldular. Deşt-i Kıpçak, Moğol hakimiyetine girdikten sonra bölgedeki tüm halklar da bu devlete tabii oldular . Ancak Moğol ordusunun yalnızca komuta kademesi Moğol olup, geri kalanı Türklerden oluşmaktaydı. Az sayıda Moğol askeri ve boyları da bu çoğunlukta Türkleşmişlerdir. Cengiz Han'ın ölümünden sonra Cuci'nin oğlu Batu Han'a düşen Deşt-i Kıpçak, Kafkasya, Rus prenslikleri, İdil boyu, Hazar'ın kuzey kıyıları ve batıda kalan tüm topraklar Altın Orda Devleti adı ile anılmıştır. Bu devletin ardılları olan Kırım Hanlığı, Kazan Hanlığı, Astrahan Hanlığı, Sibir Hanlığı ve Şeybani Hanlığı genel olarak Kıpçak kökenli Türklerden oluşmuşlardır. Bu ardıllardan Karadeniz'in kuzeyinde hükmeden Kırım Hanlığı'nın halkına Kırım Tatarları denmiştir. Türkiye'de Osmanlı dönemindeki yoğun zorunlu göç nedeniyle çok sayıda Kırım Tatarı olduğu bilinmekle birlikte, nüfus sayımlarında köken sorulmadığından kesin sayıları bilinmemektedir. Ancak, Osmanlı İmparatorluğu arşivleri baz alınarak yapılan hesaplamalara göre yaklaşık 1.200.000 kişi Osmanlı topraklarına Kırım Hanlığı'ndan göç etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin nüfus artış oranlarına düşünüldüğünde 5.000.000 Türk vatandaşının Kırım kökenli olması olasıdır. O dönem Osmanlı İmparatorluğu toprağı olan, günümüzde ise Romanya ve Bulgaristan arasında paylaşılan Dobruca bölgesinde de toplamda 50.000 civarı Kırım Tatarı'nın kaldığı düşünülmektedir. Burada yaşayan Kırım Tatarlarının önemli bir kısmı Türkiye'ye ve az bir kısmı da Kanada'ya göç etmişlerdir. SSCB'nin çöküşünden sonra Ukrayna'da kalan Kırım Özerk Cumhuriyeti'nde ise, sürgündeki Kırım Tatarlarının Kırım'a geri dönmelerine görünüşte müsaade verilmesine rağmen Kırım'daki Rus yetkililerce ve Moskova etkisindeki Kiev hükümetince sürekli zorluklar çıkarılmış ve geri dönüş yavaşlatılmaya çalışılmıştır. 1990 sonrası on binlerce Kırım Tatarı kendi imkanlarıyla Kırım'a döndükten sonra 2000'li yıllarda geri dönüş hızı binlerle ifade edilmeye başlanmıştır. Sürgünden Kırım'a geri dönen Kırım Tatarlarının sayısı 2014 Rus işgali öncesinde 350.000 kişi olduğu tahmin edilmekle birlikte Rus işgalinin getirdiği olumsuz koşullar, baskı ve insan hakları ihlalleri nedeniyle yaklaşık 20.000 Kırım Tatarı Ukrayna anakarasına zorunlu göçmek durumunda kalmıştır. Yan taraftaki demografik haritalarda da görüleceği üzere, 1939 yılına atıf yapan haritada Kırım Tatarları 18 Mayıs 1944 Kırım Tatar Sürgünü öncesinde kıyı kesimlerinde çoğunluktaydılar, iç kesimde yaşayan Kırım Tatarları ise Çarlık döneminde Osmanlı topraklarına zorunlu göçmek durumunda kalmışlardı. 2001 yılına atıf yapan haritada ise Kırım Tatarları iç kesimlere yerleşmek zorunda k
aldılar. Birçok insan vatandaşlık almaktan ve haklarını kullanmaktan yoksun kaldı, Kırım'da bıraktıkları hiçbir mülkü geri alamadılar ve geldikleri ilk yıllarda turistik Kırım kıyılarında yaşamaları yasaktı. Kırım'ın Rusya tarafından işgal edilmesi sonrası Kırım'da 300.000 ila 350.000 kişi olduğu tahmin edilirken, Kırım'dan Ukrayna'ya sığınan Kırım Tatarlarının sayısının 20.000 kişi olduğu düşünülmektedir. Bu sığınmacıların önemli bir kısmı Lviv ve Kiev'de yaşamaya çalışmaktadır. Ukrayna anakarasında ise 1990 yılı öncesinde sürgünden dönüp Kırım'a girmesi engellenen ve bu nedenle Herson'a yerleşen 10.000 ila 15.000 kişi bulunmaktadır. Ayrıca Kırım'ın Kerç boğazının karşı kıyısı olan Krasnodar'da da yine 1990 öncesi gelip Kırım'a girmesi engellendiği için oraya yerleşen 10.000 kişi kadar Kırım Tatarının olduğu tahmin edilmektedir. Kırım Tatar Sürgünü ile çoğunlukla Özbekistan'da olmak üzere eski Sovyet coğrafyasında önemli miktarda Kırım Tatarı yaşamaktadır. Özbekistan'da kalanların sayısının 150.000 ila 200.000 kişi olduğu tahmin edilmektedir. Eski Sovyet coğrafyasında yaşayanlar ise dağınık hallerde binlerle ifade edilmektedirler. Almanya, Amerika Birleşik Devletleri, Hollanda ve Kanada'da yaşayan Kırım Tatar diasporaları da çoğunlukla Türkiye'deki Kırım Tatar diasporasındandırlar. Asya Asya, Avrupa'nın doğusunda, Büyük Okyanus'un batısında, Okyanusya'nın kuzeyinde ve Arktik Okyanus'un güneyinde bulunan kıta. Tarihçi Herodot tarafından bu terim ilk kez bugünkü Salihli Ovası, sonraları da Gediz Havzası'nı nitelemek için kullanılmıştır. Sardes'in zenginliklerini anlatırken bu kenti Asya'nın başkenti olarak betimlemiştir. Zamanla Asya terimi önce Anadolu yarımadası sonraları ise Çin'e ve Moğolistan'a kadar (Marko Polo'nun keşifleriyle) olan toprakların tamamı için kullanıldı. Eski Dünya kara kütlesinin bir parçası olan Asya 44 391 163 km²'lik yüz ölçümü ile dünyanın en büyük kıtasıdır. Aynı zamanda 1.010 m'lik ortalama yükseltisiyle de dünyanın en yüksek kıtasıdır. Asya bu yükseltisini; dünyanın en yüksek zirvelerini bünyesinde barındıran Himalaya Dağları'na borçludur. Asya, kuzey-güney doğrultusunda 8 490 km genişliğindedir. Kıtanın en kuzeyinde, Rusya'da Çelyuskin Burnu (77° 42' 55" K paraleli) yer alırken, en güneyinde, Malakka Yarımadasındaki Buru Burnu (1° 14' 17" K paraleli) bulunur. Adaları esas aldığımız takdirde, Severneya Zemlya adası (81° 16' 23" K paraleli) ile Endonezya'ya bağlı Rudi Adaları (11° 00' 19" G paraleli) arasında 10 245 km'dir. Kıta doğu batı doğrultusunda; Türkiye'nin anakaraya bağlı en batı ucu olan Çanakkale'nin Ayvacık ilçesi (26° 24' 17" D meridyeni) ile Çukçi Yarımadasında Dejnev Burnu (169° 40' 17" D meridyeni) arasında 8 200 km'dir. Kıtanın özel konumu ise; Asya, kuzeyden Kuzey Buz Denizi ile sınırlıdır. Kuzey doğuda, Amerika'dan sığ bir deniz olan 100 km genişliğindeki Bering Boğazı vasıtası ile ayrılmaktadır. Kıta doğuda Büyük Okyanus ile sınırlanır. Ancak kıyı açıklarında okyanus tabanından yükselen kuzey-güney doğrultulu dağların su üzerine çıkan kısımlarını oluşturan ada ve takım ada girlandları yer almaktadır. Burada; Aleut, Japon, Bonin ve Marian derin deniz çukurluklarından geçen ve "Andezit Hattı" adı verilen bir çizginin batısındaki bölge ile orada yer alan ada ve takım ada girlantları Asya anakarasına aittir. Kıtanın güneydoğu sınırı biraz karışık olmakla birlikte Sunda Adaları ile Arafura Denizi arasından geçen hat sınır olarak kabul edilebilir. Kıtayı güneyden Hint Okyanusu sınırlandırmaktadır. Asya'nın, Avrupa'nın doğusu ile iç içe girdiği batı sınırı ise oldukça tartışmalı bir meseledir. Mesela Anadolu Asya kabul edilmesine rağmen Avrupa'nın güneydoğusuna daha çok benzemektedir ve Doğu Avrupa Ovası da Asya'nın kuzeydoğusuyla benzerlik gösterir. Bu konuda birçok araştırıcı farklı görüşler ileri sürse de, en doğru kabul edilen sınır; Ural Dağları, Ural Nehri, Maniç Oluğu, Karadeniz, İstanbul ve Çanakkale Boğazları, Ege Denizi, Akdeniz, Süveyş Kanalı ve Kızıldeniz üzerinden çekilecek bir hattır. Bu hattın doğusunda kalan Anadolu ve Kafkaslar Asya'dan sayılırken Trakya Avrupa'ya dahil edilmektedir. Dünya üzerinde bulunan çeşitli en büyükler Asya'da toplanmıştır. Asya; kıtaların en genişi (44 391 163 km²) ve ortalama yükseltisi en fazla olanı ( 1 010 m)'dır. Ayrıca dünyanın en yüksek tepesi (Everest tepesi, 8 848 m), en büyük gölü (Hazar Gölü veya Denizi), en derin gölü (Baykal Gölü), dünyanın deniz seviyesinden en alçak yeri (Lut Gölü, göl yüzeyi -392 m), ve dünyanın en alçak havzası (Turfan Havzası -154 m) Asya kıtasında bulunmaktadır. Asya; 3.5 milyarı aşan nüfusu ile dünyanın en kalabalık kıtasıdır. Dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin (1 284 303 705 kişi, 2002 tahmini) bu kıtada yer almaktadır. Asya dinlerinin de doğduğu kıtadır. Semavi dinler arasında İslamiyet, Hristiyanlık ve Musevilik dinlerinin her üçü de Ortadoğu'da ortaya çıkmıştır. Yine geniş kitlelere hitap eden Budizm ve Hinduizm de Asya menşeli dinlerdir. Asya aynı zamanda medeniyetler beşiğidir. Türk, Fars, Arap, Çin ve Hint medeniyetleri bu kıtada binlerce yıldır varlıklarını devam ettirmektedirler. Kıtada 100'ün üzerinde dil konuşulmaktadır. Kıtanın doğusunda sarı, güney kısmındaki adalarda siyah geri kalan kısımlarında ise beyaz ırktan insanlar yaşamaktadırlar. Çin Ticaret Bakanlığı'ndan bir yetkili kısa süre önce düzenlenen basın toplantısında, 2008 yılında Çin ile Asya ülkeleri arasındaki ekonomik gelişme hakkında bilgi verdi. Söz konusu yetkili şunları söyledi: "2008 yılının başlarından itibaren dünyanın ekonomik gelişmesinde olumsuz unsurlar sürekli arttı. Asya ekonomisi de tarihte eşi görülmemiş sorunlarla karşı karşıya bulunuyor. 2008 yılının başlarında buğday fiyatları yüzde 140, pirinç fiyatları da yüzde 80 arttı Petrolün varil fiyatı 150 Amerikan dolarına yaklaştı. Bu unsurların etkisiyle Asya ülkelerinde enflasyon oranı, gelişmiş ülkelerinkinin 2-3 katına çıktı. Asya Kalkınma Bankası'nın tahminlerine göre, 2008 yılında Asya ülkelerinin ortalama enflasyon oranı yüzde 7.8 oldu. Bu oran son 10 yılda en yüksek seviyeye ulaştı. Enflasyon, bölgenin ekonomik istikrarına zarar vermenin yanı sıra bazı ülkelerde siyasi çalkantıya yol açtı. Çin, Vietnam ve Hindistan borsalarında büyük dalgalanmalar yaşandı. Çin ve Japonya'nın da aralarında bulunduğu az sayıda ülkenin dışında diğer Asya ülkelerinin parasının Amerikan doları karşısındaki değeri önemli ölçüde düştü. Hindistan, Kore Cumhuriyeti ve Vietnam'da ticaret açığı arttı. Bunlara rağmen, Asya'nın genel ekonomik durumu halen iyi. Ülkeler etkili önlemler aldı. Asya ekonomisi genel olarak büyümeyi koruyacak. Dünya Para Fonu'nun tahminlerine göre, 2008 yılında Asya'nın ekonomik büyüme hızı yüzde 6.2 oldu. Her türlü iklimin görüldüğü Asya kıtasını dört iklim kuşağına ayırmak en uygun yoldur. Bunlar; Kuzey ve Kuzeydoğu Asya, Orta Asya, Güney ve Güneydoğu Asya ile Akdeniz ve Ekvator bölgesidir. Kıtanın kuzeyinde bulunan Kuzey Buz Denizi ve Kuzey Kutbu, bölgenin iklimini tamamen etkiler. Deniz, senenin birkaç haftası haricinde don halindedir. Irmaklar ancak yazın iki üç ay akabilir. Kalan zamanlarda don halindedir. Kuzeyi teşkil eden Sibirya bölgesinde sıcaklık kışın -50 dereceye kadar düşmekte, yazın ise, en sıcak mevsimde ancak 15 dereceye çıkabilmektedir. Kuzey kuşaktan hemen sonra gelen Orta Asya sert bir kara iklimine sahiptir. Tibet Yaylasının Himalaya ve diğer dağ silsilelerinin bulunduğu bölgede sıcaklık farkları çok yüksektir. Kara ikliminin bir başka özelliği olan yağışların az olması da haliyle mevcuttur. Güney ve Güneydoğu Asya bol yağışlı ılıman Muson iklimine sahiptir. Yağışlar mevsimlere göre değişiklik arz etmekte olup, yağışlarda en büyük tesir, yazın denizden karaya esen muson rüzgarlarıdır. Kışın tam aksi istikamette, yani karadan denize doğru esen muson rüzgarları, Hindistan' dan çıkıp denizi aşarak, Japonya' nın üzerinden geçerken, Japon adalarına bol yağmur yağmasına sebep olurlar. Ön Asya' da Akdeniz kıyılarında bulunan bölgelerde, ılıman Akdeniz iklimi hüküm sürer. Yaz mevsiminde çok sıcak olan bu bölge kış aylarında ılıman ve bol yağışlı olur. Ekvator bölgesindeki adalarda ise, bütün sene boyunca ortalama sıcaklığı 27 °C olan ekvator iklimi hakimdir. Asya kıtasının en sıcak bölgesi Arabistan ve Irak bölgesidir. Bağdat' ta yazın sıcaklık gölgede 50 dereceye kadar çıkar. Her yönde olduğu gibi yağışlarda da büyük farklılıklar göze çarpar. Yağış ortalaması kuzeybatıdaki çöllerde sıfırdır. Cava, Sumatra, Borneo adaları ile Birmanya' nın bulunduğu güneydoğuda yağış ortalaması 3000 milimetreyi geçer. Akdeniz kıyıları genellikle kış aylarında bol yağış alır. Hindistan ve Birmanya' da yaz mevsimi boyunca devam eden yağışların arkasından sık sık kış kuraklığı gelir. Kurak mevsimin uzun olduğu bölgelerde mahsul yılda ancak bir defa ekilir. Yağışlar olmadığı zaman ekim yapılamadığından mahsul seneye kalmaktadır. Bu sebepten Hindistan ve Çin' de yağışların yetersiz olmasından dolayı zaman zaman büyük kıtlıklar olmuştur. Kurak mevsimin uzun olmadığı bölgelerde bir yılda iki defa mahsul alınabilir. Bitki örtüsü, tabii olarak iklime bağlı olduğu içindir ki, Asya kıtasının bitki örtüsü de iklimi ile çeşitlilik arz eder. Kuzey Buz Denizi yakınlarında, buz ve soğuktan dolayı sadece buzlar eridiği zaman ortaya çıkan yosun ve bir iki çeşit bitkiden müteşekkil bir bitki örtüsü mevcuttur. Hiç ağaç bulunmayan bu ovalık bölgede bulunan bu tip bitki örtüsüne "tundra" adı verilir. Tundra bölgesinin güneyinde Tayga denilen bölge yer alır. Meşe, çam, ladin vs. ağaçlarından meydana gelen bu balta girmemiş ormanlık bölge, kıtayı doğudan batıya bir yeşil kuşak gibi aşar. Bu Tayga bölgesinin güneyinde Orta Asya' nın tipik karakteri olan bozkırlar ve çöller şeridi uzanır. Bu şeridin güney sınırı olan Orta Asya dağ silsilelerinin akabinde bulunan Muson bölgesinde yaprak döken ağaçlar bol bulunur. Bu daha ziyade kıyı bölgeleridir. Kuzey Buz Denizi kıyılarında ayıbalığı, fokbalığı, deniz ayısı, kutup ayıları ve bazı deniz kuşları bo
l miktarda bulunur. Sibirya ormanlarında ren geyiği, boz ayı, kurt, tilki, vaşak, kutup geyiği, sincap gibi orman hayvanlarına çok sayıda rastlanır. Bozkırlarında ceylan, karaca, at, deve, tarla faresi, dağ sıçanı, bıldırcın, bağırtlak, kırlangıç, çavuşkuşu gibi hayvanlar yaşar. Orta Asya çöllerinde ise kertenkele, yaban eşeği ve çöl geyiği gibi hayvanlar yaşamaktadır. Hindistan ve Çin, hayvan çeşidinin bol olduğu yerlerdir. Fakat ne yazık ki, bilgisizce ve usulüne uygun olmadan yapılan avlanmalar, çoğu hayvanın neslini tüketmiş, çoğunun ise tükenmeye yüz tutmasına sebep olmuştur. Kaplan ve panda, nesli azalan hayvan türlerinin başında gelmektedir. Çakal, misk kedisi ve firavun faresi, yaygın haldedir. Hindistan' da maymun, geyik, karaca, Hint gergedanı, Hindistan filleri, kartal, tavuskuşu, papağan, sülün, yalı çapkını, turna, balıkçıl, timsah, kobra yılanı ve komodo ejderi başta gelen hayvan türlerindendir. Tropikal bölgelerde maymun çeşitleri boldur. Arabistan'da ceylan sürüleri meşhurdur. Arap atı, bu bölgeye mahsus dünyanın en iyi cins atıdır ve kıymetlidir. Maden bakımından oldukça zengin olan Asya kıtasında dünyada nadir bulunan uranyumdan, en bol bulunan kömüre kadar bütün madenler çıkarılmaktadır. Arabistan Yarımadasında, Sibirya'da ve Tibet Yaylasında petrol; Sibirya'da elmas, demir, petrol, kurşun; doğuda, altın, demir, mangan; Hindistan'da alüminyum, mika, mangan, demir; Pakistan ve Afganistan'da krom en önemli madenlerdendir. Türkiye, Rusya, Kazakistan, Gürcistan ve Azerbaycan topraklarının bir kısmı Avrupa'dadır. Afrika Afrika, yüzölçümü ve nüfus yoğunluğu açısından dünyanın en büyük ikinci kıtasıdır. Kendisine bitişik kabul edilen adalar ile birlikte 30,8 milyon km²'lik alanı ile dünya yüzölçümünün %6'sını ve dünya üzerindeki toprakların %24,4'ünü kapsar. 1 milyar kişilik nüfusuyla dünya nüfusunun %15'ini barındırır. Afrika, kuzeyde Akdeniz, güneyde Hint Okyanusu, batıda Atlas Okyanusu, doğuda Sina Yarımadası, Kızıldeniz ve Süveyş Kanalı ile çevrelenmiştir. Madagaskar'ı ve çeşitli takımadaları bünyesinde barındırır. Kıtada 54 adet diplomatik olarak tanınmış bağımsız devlet, dokuz bölge ve 3 adet de sınırlı tanınmış devlet bulunur. Tüm kıtalar arasında en fazla genç nüfus Afrika'da bulunmaktadır. Afrikalıların %50'si 19 yaşının altındadır. Cezayir yüzölçüm olarak Afrikanın en büyük ülkesiyken, nüfus anlamında en büyük ülke ise Nijerya dır. Özellikle Batı Afrika'nın, insanoğlunun başlangıç noktası olduğu kabul edilir. Erken dönem büyük insansı maymunların yanı sıra, geç dönemdekileri yedi milyon yıl öncesinde olan "Sahelanthropus tchadensis", "Australopithecus africanus", "A. afarensis", "Homo erectus", "H. habilis" ve "H. ergaster" gibi türlerin evrimleşmesiyle oluştuğu kanıtlanan "Homo sapiens" yani modern insana dair bundan 200.000 yıl öncesine ait bulgular Etiyopya'da bulunmuştur. Afrika, çok çeşitli iklim bölgeleri bulunan ekvatorun her iki yanında ve dünya üzerinde her iki iklim kuşağında da bulunan tek kıtadır. Afrika etnik, kültür ve dil olarak çok büyük bir çeşitliliğe ev sahipliği yapar. 19. yüzyıl sonlarında Avrupa ülkeleri tarafından sömürge haline getirilmiştir. Afrika'nın modern devletleri 20. yüzyıldaki dekolonizasyon sürecinden sonra ortaya çıkmıştır. Afrika ülkeleri kısmen 1881-1914 yıllarındaki Afrika Talanı sırasında şekillenmiştir. Afrika adı, Kartaca'ya ilk defa ayak basan Romalılarca "Afri" veya "Africani" denilen oymakların adından esinlenerek verilmiştir. Bu adın yerel Libya kabilelerini betimlemek için kullanıldığı düşünülse de, genellikle Fenikece'de kullanılan "afar" yani "toz" kelimesi ile bağlantılıdır. Ancak 1981 yılında yapılan bir hipoteze göre bir Berberi kelimesi olan ve "deve" anlamına gelen "ifri"den gelir. Aynı kelime kuzeybatı Libya'da bulunan, orijinal ismi "Yafran"(veya "Ifrane") olan aynı zamanda Trablusgarb ve Cezayir dolaylarındaki Banu Ifran kabilesine verilen isimdir. Roma hakimiyetindeyken Kartaca, bugün Libya'nın sahil kesimleri dolaylarındaki Afrika Pronconsularis eyaletinin başkentiydi. Latin son eki "-ica" bir alanı tanımlamakta kullanılır. Antik Romalılara göre, Asya kelimesi Mısır'ın doğusunda kalan Anadolu ve ötesini ifade ederken, Afrika kelimesi Mısır'ın batısını tanımlamak için kullanılmaktaydı. Bu keskin çizgi Yunan coğrafyacı Ptolemy (85-165 MÖ) tarafından belirlenmiştir. Diğer etimolojik hipotezler ise; Afrika, birçok paleoantropolog ve arkeolog tarafından Dünya üzerinde insanlarca yerleşilmiş ilk yer olarak kabul edilmiştir. 20. yüzyılın ortalarındayken antropologlar, en erkeni yedi milyon yıl öncesine ait olduğu düşünülen birçok fosil kanıtı keşfetmişlerdi. Bunlar arasında Ardipitecus, Australopithecus ve Homo türlerindeki insan ataları yer almaktadır.Afrika arkeolojisinde dönemler Erken, Orta ve Geç Taş Çağları olmak üzere üçe ayrılır. Tüm insanlığın tarih öncesi gibi, Afrika'nın tarih öncesinde de ulus devletler mevcut değildi. Bunun yanında Khoi ve San gibi avcı ve toplayıcı grupların yerleşik hayata geçtiği görülür. Buzul Çağı'nın bitmesiyle, yani MÖ 10.500 civarlarında, Sahra yeşil ve bereketli bir vadiydi. Ancak MÖ 5000 civarlarında iklimin kuraklaştı ve Sahra bölgesi oldukça sıcak ve kavurucu bir hal aldı. Bu sebepten Sahra bölgesindeki nüfus, Nil nehri bölgesine doğru yürüyüşe geçti. Bu insanlar bu bölgede sürekli ve yarı sürekli olarak yerleşime geçmeye başladılar. Afrika'da büyükbaş hayvanların evcilleştirilmesi tarımdan daha önce olmuştur. Aşağı yukarı MÖ 6000'de Kuzey Afrika'da büyük baş hayvanlar çoktan evcilleştirilmişti. Nil - Sahra bölgesinde insanlar birçok hayvanı evcilleştirdiler. Bugünkü Cezayir'den Nubiya'ya kadar olan bölgede eşek ve vida boynuzlu keçiler de evcilleştirilmekteydi. MÖ 4000'e geldiğimizde, Sahra'nın iklimi çok hızlı bir şekilde kuraklaşmaya başladı. Bu iklim değişikliği bölgedeki göllerin ve nehirlerin büyük oranda küçülmesine ve büyük çapta çölleşmeye yol açtı.Bu durum elverişli arazi mikrarının azalmasına ve tarım ile uğraşan kesimin Batı Afrika'ya doğru göç etmesine neden oldu. MÖ birinci milenyumda, demir işlemeciliği Kuzey Afrika'da başladı ve ardından Sahra altı Afrika'ya doğru hızla yayıldı. MÖ 500'e gelindiğinde Batı Afrika'da metal işçiliği olağan hale gelmişti. M.S. ilk yüzyıla kadar diğer bölgeler demir işçiliği hakkında herhangi bir şey bilmemesine rağmen, Batı ve Kuzey Afrika'da demir işlemeciliği o tarihten 500 yıl öncesinde bile kullanılıyordu. MÖ 500'lere ait Mısır, Kuzey Afrika,Nabiya ve Etiyopya'dan gelmiş bakır objeler, Batı Afrika'daki kazılarda bulunmuştur. Bu durum Sahra ötesi ticaret ağının bu tarihlerde kurulmuş olduğunu göstermektedir. MÖ 3300'ler civarında, Antik Mısır'da Firavun medeniyetindeki okur yazarlığın yükselişiyle birlikte Kuzey Afrika'daki ilk tarihsel kayıtlar ortaya çıkmıştır. Dünya'nın en erken ve en uzun süreli yaşayan medeniyetlerinde biri olan Antik Mısır, MÖ 330 yılına kadar çevresindeki diğer bölgeleri de etkiledi. Afrika'nın Avrupa'lılarca keşfi, Romalılar ve Antik Yunan ile birlikte başlamıştır. MÖ 322'de Büyük İskender Mısır'ı Pers işgalinden kurtardı ve burada, ölümünden sonra Ptolemaios Krallığı'nın başkenti olacak olan İskenderiye'yi oluşturdu. Roma İmparatorluğu'nun Akdeniz şeridi boyunca Kuzey Afrika'yı fethinin ardından bölge, hem ekonomik hem de kültürel olarak Roma sistemine dahil olmuştur. Roma yerleşkeleri bugünkü modern Tunus'da ve o hat boyunca ortaya çıkmıştır. Bölgede Hristiyanlığın yayılması da MS 340'lı yıllara kadar sürmüştür. 7. yüzyılın başlarında Hilafet önce Mısır'a girdi ve ardından da Kuzey Afrika'ya yayıldı. Kısa dönemde, yerel Berberi kabileleri Müslüman Arap kabileleriyle bütünleştiler. Emevilerin başkenti olan Şam 8. yüzyılda düştünce, İslami merkez Akdeniz'de kayarak Kuzey Afrika'daki Kayravan'a geçmiştir. Kolonileşme dönemi öncesi Afrika'da takriben 10,000'den fazla farklı devlet ve politika, pek çok kurum ve kurallara göre nitelendirilmiştir. Bunların içersinde Buşmalar gibi küçük avcı toplayıcı gruplar, Bantu dillerini konuşan daha büyük ve yapılanmış aile klanları, çok daha büyük olan Afrika Boynuzu'ndaki klanlar, ve bunun yanında Akanlar, Yorubalar ve İbolar gibi otonom şehir devletleri veya krallıklardan oluşan birçok farklı oluşum mevcuttur. 9. yüzyılda Batı Afrika'dan gelen Hausa Krallığı gibi bir dizi hanedan devletleri, Sahra altı bölgesindeki savanaları aşarak bugünkü Sudan'ın ortalarına vardılar. Gana, Gao ve Kanem Krallığı bunların en güçlüleriydi. Gana 11. yüzyılda geri dönse de, Mali Krallığı Sudan'ın doğusunu 13. yüzyıla kadar muhafaza etti. Kanem Krallığı ise 11. yüzyılda İslamiyeti kabul ettiler. Batı Afrika'nın ormanlık alanlarında, kuzeydeki Müslüman kabilelerin küçük etkisiyle birlikte yeni bağımsız krallıklar türedi. Iboların kurduğu Nri Krallığı bunların ilkiydi. 9. yüzyıl ortaya çıkan Nri krallığı, günümüz Nijerya'sındaki en eski kabilelerden biridir. Bu kabileye ait ortaya çıkarılan bronz buluntular 9. yüzyıla aittir. "Ife" kenti, tarihsel olarak Yoruba'lar tarafından kurulan ilk şehir devletlerden bir tanesidir. Başında "oba" denilen ve Yoruba dilinde "kral" anlamına gelen bir yönetici bulunur. Ife özellikle içerisindeki bronz işlemeleriyle birlikte Afrika'nın en önemli dini ve kültürel merkezlerinden birisidir. Sahra'daki Berberi sülalesinden gelen Murabıtlar buradan yayılarak kuzeydoğu Afrika ve 11. yüzyılda İber Yarımada'sına kadar ulaşmıştılar. Ardından Banu Hilal ve Banu Malik gibi Arap bedevileri, Arap yarımadasından Mısır'a göç etmişlerdir. 11. ve 13. yüzyıl arasında gerçekleşen bu olay sonucunda Arap'lar ve Berberi'ler yerel kültürleri Araplaştırarak ve yerel kültürleri birleşik İslam kültürü ile emerek bölgede büyük değişikliklere yol açmışlardır. Mali Krallığı'nın bozulmasını takip eden süreçte, Sonni Ali (1464–1492) adındaki yerel lider, Sahra ötesi ticaret ağını kontrol ederek Songhay İmparatorluğu'nu oluşturdu. Sonni Ali 1468'de Timbuktu'yu ve ardından 1473'te Djenne'yi kuşattı. Ticaret gelirleri ve Müslüman tüccarları örgütleyerek güçlü bir imparatorluk oluştur
du. Onun halefi Ture Muhammed(1493–1528) İslamiyeti resmi din haline getirdi. 15. yüzyıla kadar, Hause Krallığı'na ait küçük şehirler bölgedeki ticaret ağında etkili olarak çeşitli taşımacılık ve üretim yaptılar. Kölelik, Afrika'da uzun süre uygulanmıştır. 7. ve 20. yüzyıl arasında Arap köle tüccarları yaklaşık olarak 18 milyon köleyi Afrika'dan Sahra ötesine ve oradan da Atlantik okyanusu rotasını izleyerek sattı. 15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar 7-12 milyon insan bu yolu izleyerek yeni dünyaya satıldı. Batı Afrika'da, 1820'li yıllarda bu ticaretin reddedilmesinin ardından büyük ekonomik sorunlar görüldü. İngiliz Kraliyet Donanması'nın Batı Afrika'daki varlığının artışıyla birlikte, bu bölgedeki devletler yeni ekonomik sisteme dahil olmaya zorlandılar. Bu durum Avrupa ve Amerika'da kölelik karşıtı hareketlerin artışına ve köle ticaretinin büyük oranda düşmesine neden oldu. Batı Afrika'daki İngiliz birlikleri 1808 ve 1860 yılları arasında yaklaşık 1600 köle gemisine el koydu ve kaçırılmış olan 150,000 Afrika'lıyı serbest bıraktı. Bu eylemler aynı zamanda İngilizlerin kaçak köle ticaretini önleme çabalarının da bir sonucudur, hatta bu sebepten Lagos Kralı 1851'de İngilizler tarafından devrilmiştir. Böylelikle kölelik karşıtı sözleşmeler 50'den fazla Afrikalı ülkenin de imzasıyla kabul edildi. Batı Afrika'nın büyük güçleri bu değişime uyum sağayabilmek için farklı yolları denemişlerdir. Bugün Batı Afrika'nın temel ihraç maddeleri olan kakao, hurma yağı, altın ve kereste ticaretinin başlangıcıdır. 19. yüzyılın sonrasında, Avrupa'nın emperyal güçleri kıta üzerinde büyük bir yarış içerisinde koloniler kurmak için mücade ettiler. Bu süreçte Afrika'da sadece iki tane tam bağımsız devlet kalmıştı, Etiyopya ve Liberya. Mısır ve Sudan bu dönemde resmi olarak hiç kolonileşmedi fakat 1882'deki İngiliz işgaliyle 1922'ye kadar işgal altında kaldı. 1884–85'te toplanan Berlin Konferansı Afrika'nın etnik grupları için oldukça önemli bir dönüm noktasıdır. Belçika Kralı Leopland II'nin çağrısıyla ve Avrupa'nın Afrika üzerinde egemen olan güçlerinin katılımı ile toplanmıştır. Bu toplantı sonucunda Afrika üzerindeki mücadeleye bir son verilerek Afrika'nın politik bölgeleri ve nüfuz alanları kabul edildi. Bağımsızlık mücadeleleri II. Dünya Savaşı'nın bitimine kadar sürdü ve bu mücadele sonunda hemen hemen tüm koloniler bağımsızlıklarını elde ettiler. Ancak II. Dünya Savaşından sonra büyük bir ivme kazandı. Özellikle büyük Avrupa'lı devletlerin geçirdikleri yıkıcı savaş sonrası bölgeye yeterince eğilememesi bu süreci hızlandıran en büyük etkendir. 1951'de Libya, İtalya'dan bağımsızlığını kazandı. 1956'da da Tunus ve Fas, Fransa'dan bağımsızlığı kazandılar. Mart 1957'de bu süreci Gana izleyerek Sahra altı Afrika'da bağımsızlığını kazanan ilk devlet oldu. Sonraki on yılda ise diğer devletler sırasıyla bağımsızlıklarını kazandılar. Özellikle Portekiz'in Sahra altı Afrika'dan çekilmesi 16. yüzyıldan 1975'e kadar sürmüştür. Rodezya, 1965'te tek taraflı olarak İngiltere'den bağımsızlığını kazandı. Ancak Rodezya, 1980'e kadar siyah milliyetçilerin gerilla savaşının beyaz azınlık yönetimini devirmesinin ardından Zimbabve olarak tanınabildi. Güney Afrika Cumhuriyetindeki apartheid rejimi ise 1994'e kadar sürdü. Bugün Afrika'da 54 adet bağımsız devlet var fakat bu devletlerin birçoğu özellikle istikrarsızlık, yolsuzluk, otoriter rejimler ve şiddet ile mücadele ediyor. Bu ülkelerin birçoğu başkanlık sistemi ile idare edilmekte. Ancak birçok ülkenin demokratikleşme süreçleri askeri darbeler, cuntalar ve askeri diktatörlüklerle sekteye uğramaktadır. İstikrarasızlık, birçok etnik grubun marjinalize olmasına ve liderlerinin isteği doğrultusunda çeşitli gruplara eklenmesine yol açıyor. Birçok lider bu tarz şiddetlenen çatışmalardan nemalanmakta. Askeri gruplar birçok ülkede etkin bir şekilde yönetimde yer almakta. Afrika'da 1960 ve 1980 arasında 70'ten fazla darbe ve 13 ülke liderinin suikaste uğradığı görüldü. Avrupa'lı emperyalistlerce belirlenen sınırlar birçok ülke ve grup için sıkıntılar yaratmaya devam ediyor. Soğuk Savaş sırasında Uluslararası Para Fonu bölgedeki istikrarsızlığı gidermeye yönelik çalışmalar yaptı. Bir ülke ilk defa bağımsızlığını kazandığında, iki süpergüçten bir tanesi ile ittifak kurmaya çabalamıştır. Kuzey Afrika'daki birçok ülke Sovyet yardımlarından yararlanırken, Orta ve Güney Afrika Batı bloğu tarafından desteklendi. Özellikle Etiyopa'da büyük bir açlık mevcut. Bazıları bu durumun Sovyet politikaları tarafından kötüleştirildiğini düşünmektedir. En kırıcı savaşlardan bir tanesi Kongo'da İkinci İç Savaş sırasında yaşanmıştır. 2008'de 5.4 milyon insan bu savaşta hayatını kaybetmiştir. 2003'ten beri süren Darfur'daki savaş büyük insanlık suçlarını içermektedir. 1994'te Rwanda'da yaşanan soykırım 800.000 insanın katledilmesiyle sonuçlanmıştır. Özellikle bu süreçte AIDS bölgenin mücadele ettiği en büyük sorunlardan bir tanesidir. Bütün bunlara rağmen 21. yüzyılda yaşanan çatışmalar büyük bir azalma eğilimi göstermektedir. Angola'da yaşanan iç savaş 30 yıl sürdükten sonra 2002'de sona ermiştir. Bu azalma birçok yerde komunist düzendeki ekonomik yapılanmadan açık pazar ekonomilerine geçişi hızlandırmakadır. Özellikle bölgede yaşanan istikrardaki yükselmei Afrika ülkelerine yapılan dış yatırımları arttırmaktadır. Özellikle Çin Halk Cumhuriyeti bu yatırımlarda başı çekmektedir. 2011'de bazı Afrika ekonomileri en hızlı büyüyen ekonomilerden bazıları olmuştur. İletşim devriminin bölgede yoğunluk kazanması ile birlikte Afrika dünyayla bağlantı düzeyini gün geçtikçe arttırmaktadır. Avrupa'dan Akdeniz ile ayrılan Afrika, Asya'dan Sina Yarımadası ile ayrılır. Ancak Jeopolitik olarak, Mısır'ın Sina Yarımadasındaki kısmı da Afrika'ya dahil olarak kabul edilir. Kıta doğuda Kızıldeniz ve Hint Okyanusu ile komşudur. Babülmendep Boğazı Arap Yarımadasına 18 km yaklaşır. Kıtanın güneyi yine Hint Okyanusu, batısı Atlas Okyanusu ile çevrilidir. Kıta kuzeybatıda Avrupa'dan 14 km genişliğindeki Cebelitarık Boğazı ile ayrılır. Afrika kuzey-güney doğrultusunda Tunus'taki Beyaz Burun (37° 22' 20" K Paraleli) ile Güney Afrika Cumhuriyeti'ndeki Agulhas Burnu (34° 50'28" G Paraleli) arasında 8.025 km boyunda, doğu batı doğrultusunda ise; Somali'deki Ras Hafun Burnu (51° 25' 27" D Meridyeni) ile Senegal'deki Yeşil Burun Adaları (17° 31' 17" B Meridyeni) arasında 7.416 km genişliğindedir. Afrika'nın kapladığı alan bakımından en büyük ülkesi Cezayir, en küçük ülkesi ise kıtanın doğusundaki Seyşeller takım adalarıdır. Ana karada ise en küçük yüzey alanı olan ülke Gambiya'dır. Jeolojik olarak Arap Yarımadası,Zagros Dağları ve Anadolu platosunun birbirini tetiklemesi ile Afrika Palatosu, Avrasya ile çarpışmaktadır. En yüksek noktası Kilimanjaro Dağı (5.895 m) olmakla birlikte en alçak noktası Assal Gölüdür (-156 m). Sahra Çölü hem tüm Afrika'nın hem de tüm dünyanın en büyük çölüdür. Hâlâ da genişlemeye devam etmektedir. Afrika iklimi bölgeden bölgeye değişiklik göstermektedir. En yüksek tepelerinde yarı Arktik iklimi görülür. Kıtanın kuzeyinin büyük bölümü çöl ve kuraktır, orta ve güney bölgeleriyse savanlar ve yağmur ormanları barındırır. Geçiş bölgelerinde bitki örtüsü sahel ve bozkır gibi değişik şekillerdedir. Afrika dünyanın en sıcak kıtasıdır, kurak alanlar ve çöller yüzeyinin %60'ını kaplar. Günümüze kadar ölçülmüş olan en yüksek sıcaklık 1922'de Libya'da ölçülmüştür (58 °C). Afrika dünyanın en fazla ve en yoğun vahşi hayvan kombinasyonlu nüfusuna sahiptir. Bütün bu hayvanlar vahşi yaşamlarında ve özgür bir biçimde yaşamaktadırlar. Kedigiller, otoburlar, sürüngenler ve yağmur ormanlarındaki yüzlerce tür tamamıyla vahşi bir doğanın içerisinde doğal yaşamlarını sürdürmektedirler. Birleşmiş Miletler Çevre Programı'na(UNEP) göre Afrika, ormanların zarar görmesinde en çok etkilenen ikinci kıtadır. Pennsylvania Üniversitesi Afrika Çalışmaları Merkezi'ne göre, Afrika'nın çayır alanlarının %31'i ve ormanlık alanlarının %19'u bozulmuş olarak sınıflandırılmaktadır. Bunun yanı sıra, Afrika her yıl dört milyon hektar ormanını kaybetmektedir. Bu oran dünyanın geri kalanı ile karşılaştırıldığında, ortalama ormansızlaşma oranının iki kat üzerindedir. Bazı kaynaklar ormansızlaştırmanın, Batı Afrika'daki bakir ormanların %90'ını yok ettiğini öne sürmektedir. İnsanoğlunun görülmeye başlandığı zamandan beri,yani 2000 yıllık süreçte, Madagaskar kendi orijinal ormanlarının %90'ını yitirmiştir. Afrika'nın tarım topraklarının %65'i erozyona maruz kalmaktadır. Afrika'da 3.000'den fazla korunan alanının yanında 198 deniz koruma alanı, 50 biyosfer rezerv ve 80 sulak rezerv vardır. Önemli yaşam alanı tahripleri, nüfus artışı ve kaçak avcılık Afrika'nın biyolojik çeşitliliğini düşürmektedir. İnsan zararları, toplumsal kargaşalar ve yerel olmayan türlerin kıtaya getirilmesi Afrika'daki bioçeşitliliği tehdit etmektedir. Bu durum idari ve finansal sorunların yanında yetersiz personel sebebi ile şiddetlenmektedir. Afrika'lı devletler özellikle 21. yüzyılda artan istikrarla birlikte birbirleri arasında daha sağlam ve önemli politik bağlar kurmaktadırlar. Bu bağlar çeşitli işbirliği ve uluslararası örgütler vasıtasıyla, ülkelerin hem bölgesel hem de uluslararası bağlantılarını güçlendirmektedir. Bu örgütlerin en önemlisi Afrika Birliği'dir. Afrika Birliği, Fas hariç tüm Afrika'daki 54 ülkeyi bünyesinde barındıran dünyanın önemli uluslararası örgütlerinden biridir. Örgütün merkezi Etiyopya'nın başkenti Addis Ababa'da bulunmaktadır. Burası aynı zamanda Afrika Birliği'nin de başkenti olarak kabul edilir. Birlik, 26 Haziran 2001 yılında genel merkezini açmıştır ancak birliğin resmen kuruluş tarihi 9 Temmuz 2002'dir. Afrika Birliği, kendisinden önce gelen Afrika Birliği Örgütü'nün yerine oluşturulmuş ve bundan daha geniş ve kapsamlı bir yapısı olması amaçlanmıştır. Temmuz 2004'te, Afrika Birliği'nin Pan-Afrika parlamentosu Güney Amerika'da Mitrand'a taşınmıştır. Fakat İnsan ve Halkların Hakları Komisyonu Addis Ababa'da kalmıştır. Bu düzenlemelerin sebebi birliğin me
rkezi bir yapılanma yerine, daha dağıtılmış ve diğer ülkelerde paylaşılmış bir biçimde olmasını amaçlamasından kaynaklanmaktadır. Afrika Birliği kendi içinde bir anayasal anlaşmaya tabiidir. Bu anayasal metin Afrika Ekonomi Birliği'ni dönüştürerek, federalize bir milletler topluluğu oluşturmayı amaçlamaktadır. Afrika Birliği, kendisine ait yasama, yürütme ve yargı organlarından meydana gelir. Pan-Afrika Parlamento'su başkanı aynı zamanda Afrika Birliği'nin başı ve temsilcisidir. Bu başkan, parlamento tarafından çoğunluğun desteğini alarak seçilir. Yetki ve görevleri Birlik anayasal metninde ve meclis iç tüzüklerinde belirtilmesinin yanı sıra, devralınan Afrika Birliği Örgütü'nün öngördüğü eski sözleşme ve anlaşmalarca da belirlenir. Afrika Birliği Hükümeti, tüm birliğin bölgesel, devletsel ve yerel otoritelerin yanı sıra kurumun iletişim halinde olduğu yüzlerce örgütle olan ilişkilerini de sürdürmekle görevlidir. Afrika Birliği, kıtanın kendi içinde ve dışında uygulamak ve sürdürmek istediği istikrarı ve ekonomik işbirliğini geliştirmeyi amaçlamaktadır. Özellikle halen Afrika'nın çeşitli bölgelerinde görülen yüksek insan hakları ihlallerine karşı da önlemler almaktadır. Özellikle Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Sierra Leone, Liberya, Sudan, Zimbabve,ve Fildişi Sahili'nde rapor edilen birçok insan hakları ihlali birlik bünyesinde çözülmeye çalışılmaktadır. Doğal kaynaklar açısından dünyanın en zengin coğrafyalarından biri olmasına rağmen Afrika dünyanın en gelişmemiş ve fakir bölgelerinden biridir. Bunun bir başka nedeni bölgenin çok çeşitli hastalıklarla (AIDS, sıtma) boğuşması, ciddi insan hakları ihlalleri, merkezi planlamada kaynaklanan başarısızlıklar, dış merkezlere girişte yaşanan zorluklar, yozlaşmış hükümetler ve sık sık yaşanan askeri ve iç çatışmalardır. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları raporlarına göre en sonda yer alan 25 ülkenin hepsi Arfika kıtasındadır. Kıtlık, cehalet, yetersiz beslenme ve yetersiz su kaynaklarının yanı sıra sağlık koşullarını bölgede yaşayan insanları çok derinden etkilemektedir. 2008 Ağustosu'nda Dünya Bankası'nın yayınladığı rapora göre, küresel kıtlık sınırı olan günlük $1.25'ın 80.5%'i Sahra Altı Afrika'da yaşamakta ve bölgenin birçoğu günlük $2.50'ın altında kazanç sağlamaktadır. 2005 yılında yapılan araştırmaya göre Afrika'da yaklaşık 380 milyon insan kıtlık çekmektedir. 1973'ten 2003'e kadar geçen zamanda Sahra altı Afrika'da yaşayan insanların ortalama günlük kazancı 70 cent olarak kalmıştır. Bu konudaki bazı raporlar dış yatırımların başarısız liberalleşme sebebiyle arttığını belirtse de, bazı kaynaklar bunların yerel idarede yaşanan başarısızlıklardan kaynaklandığını göstermektedir. Ancak 1995'ten 2005'e kadar Afrika'nın ekonomik büyümesi ortalama %5'tir. Özellikle Angola, Sudan ve Ekvator Ginesi gibi petrol kaynakları açısından zengin olan ülkeler halen daha yüksek büyüme oranları göstermektedir. Kaldı ki kıta, dünya kobalt ve platin rezervlerinin %90'ına, altın rezervlerinin %50'sine, krom rezevlerinin %98'ine, tantelit rezevlerinin %70'ine, manganez rezevlerinin %64'üne ve uranyum rezevlerinin üçte ikisine sahiptir. Demokratik Kongo Cumhuriyeti cep telefonlarının yapımında kullanılan Koltan mineralinin %70'ine ve ayrıca dünyanın elmas rezervlerinin %30'una sahiptir. Gine dünyanın en büyük boksit ihracatçısıdır. Ancak bu kaynaklara rağmen, Afrika'nın tarım ve üretimde olan niteliği ileriye doğru beklenen hızda gitmemektedir. Ayrıca 2008'de yaşanan Küresel Mali Kriz bölgenin gelişmesine ket vurmuştur. Bu kriz sonrasında yaklaşık 100 milyon insan açlık konusunda etkilenmiştir. Ancak özellikle son yıllarda Çin Halk Cumhuriyet'inin bölgeye yaptığı yatırımlar sebebiyle ekonomik hareketlenme artmıştır. Sadece 2007, yılında Çin'li yatırımcılar bölgeya 1 Milyar dolar yatırım yapmışlardır. Afrika nüfusu son 40 yılda önemli derece arttı ve bunun sonucu olarak da nüfusun büyük oranı gençlerden oluşmaktadır. Bazı Afrika devletlerinde nüfusun yarısından fazlası 25 yaşın altındadır. 1950'li yıllarda 221 milyon olarak kıtanın nüfusu 2009 yılında 1 milyara ulaşmıştır. Güney, Merkez ve Güney Doğu Afrika'da büyük oranda Bantu dili konuşulmaktadır. Bunun yanı sıra, bir takım Nilotik topluluklar Doğu Afrika ve Güney Sudan'da sırasıyla karmaşık Swahili Kıyısı'ndaki Swahili'ler , ve geri kalan yerel kabilelerin Khoisan ('San' ya da 'Bushmen') ve Pygmyler Bantu dilleri konuşulur. Bantu dili ayrıiyeten Gabon ve Ekvator Ginesinde de baskındır. Afrika'nın güneyindeki Kalahari Çölü, Busmanlar olarak da bilinen yerel topluluklar uzun süredir burada yaşamaktadırlar. Busman'lar ırk olarak diğer Afrika kabilelerinden farklıdır. Bantuların günümüze ulaşan belirgin topluluğu ise Pygmilerdir. Batı Afrika'daki ulusların çoğunluğu Nijer-Kongo Dil ailesinden gelen dilleri konuşmaktadırlar. Bunun yanında bu bölgede Afro-Asya dilleri ve Nil-Sahra dilleri konuşanlar da bulunmaktadır. Nijer Kongo dil ailesinin içinde Yoruba, Igbo, Fulani, Akan ve Wolof dilleri bulunmakta en karmaşık etnik gruplara ev sahipliği yapmaktadır. Merkez Sahra'da, Mandinka veya Mande toplulukları önemlidir ve Doğu Orta Afrika'da Nil-Sahra dil ailesinde bulunan Zaghawa, Baya, Kanuri ve Sao dilleri baskındır. Kuzey Afrika'daki topluluklar üç farkı ana gruptan oluşmaktadır: Berberiler kuzeybatı, Mısır ve Libyalılar kuzeydoğu, ve Nilo-Sahra dili konuşan topluluklar da doğuda bulunmaktadır. Bu bölgeye 7. yüzyılda gelmeye başlayan Araplar ile birlikte İslam bölgeye girmiş ve demokrafik yapıyı dönüştürmüştür. Kartaca) and Hiksos bulunan Semitik Fenikeliler, Indo-İranlar, Indo-Avrupalılar ve Roma ve Vandallar da bu bölgede tarihte önemli halklar olmuşlardır. Bugün Berberiler hala Fas ve Cezayir'de önemli ölçüde varlıklarını sürdürmektedirler. Bununla birlikte daha az sayıda da olsa Libya ve Tunus'da da Berberice konuşan topluluklar yaşmaktadır. Berberice konuşan Tuarekler ve diğer normadik topluluklar da Sahra çölünde yaşayan sakinleridir. Bölge büyük oranda Arap ve Müslüman etkisinde olsa dahi Moritanya bölgesinde halen daha Nijer Kongo dili konuşan topluluklar da halen yaşamaktadır. Sudan'da Arapça ve Arap kültürü hakim olsa da yüzyıllar boyunca Arap yarımadasından gelen değişik göçmenler Nubians, Nuba, Fur ve Zaghava halkları ile karışmış olan ve orijinal olarak Nil-Sahra konuşan gruplar yaşamaktadır. Afrika Boynuzu'nda bulunan halklar da Etiyopya ve Eritrealı topluluklar bulunmaktadır. Aynı zamanda bu bölgede Afro-Asyatik dillerinin bir kolu olan Semitik diller ailesinin dillerini konuşan Habeşliler yaşar. Kusitik dillerini konuşan Somalililer ve Oromolular da bu bölgede bulunmaktadır. İkinci DÜnya Savaşı sonrasında başlayan dekolonizasyon hareketinden önce Afrika kıtasında birçok Avrupalı bulunmaktaydı. 1960'lar ve 70'lerdeki dekolonizasyon hareketleri birçok beyaz Afrikalı'nın iltica etmesine neden olmuştur. Bu göçlerin büyük bir bölümü Cezayir ve Fas'dan ayrılan insanlardan oluşmaktadır. (Yaklaşık 1.6 milyon kişi Kenya, Congo, Rhodesia, Mozambique and Angola.) 1977 yılının sonuna kadar 1milyondan fazla Portekizli bulundukları yerlerden göç etmişlerdir. Yine de, birçok Beyaz Afrikalı halen daha Güney Afrika, Zimbabwe, Nabimia ve Réunion gibi birçok Afrika ülkesinde azınlık olarak yaşamaya devam etmektedirler. En fazla beyaz Afrikalı nüfusa sahip olan ülke Güney Afrika'dır. Afrikanerler bugün Afrika'da yaşayan en büyük Anglo-Afrikan azınlık grubudur. Kolonileşme dönemi dünyanın birçok bölgesinden(özellikle Hint ve Asyalı) insanların Afrika kıtasına gelmesine neden olmuştur. Özellikle Hint kökenli topluluklar büyük oranda Güney Afrika'da bulunmakta ve ayrıca küçük gruplar halinde Kenya,Tanzanya ve diğer Doğu ülkelerinde yerleşmiş halde bulunmaktadırlar. Uganda'daki büyük Hint kabilesi, Ugandalı diktatör Idi Amin tarafından 1972 yılında yaşadıkları yerlerden kovulmuştur. Ancak bugün birçoğu tekrar yurtlarına dönmüştür. Hint Okyanusundaki adalarda bulunan topluluklar da büyük oranda Asyalı ve Hint gruplardan oluşmaktadır. Madagaskar'da bulunan Malagasi halklarının büyük çoğunluğu Güney Doğu Asya ve Okyanusya dillerini konuşan insanlardan oluşur. Ancak bu topluluklar genellikle Bantu, Arap, Hint ve Avrupalı topluluklarla karışmıştırlar. 20. yüzyıl boyunca da Lübnan diasporası ve Çinli yatırımcılar küçük fakat ekonomik olarak çok etkili gruplar olarak Afrika'ya yerleşmeye devam etmişlerdir. have also developed in the larger coastal cities of West ve East Africa, respectively. Antarktika Antarktika, Güney Yarımküre'nin en güneyinde bulunan ve Güney Kutbu'nu içeren kıta. Afrika ve Okyanusya'nın güneyinde olan ve içinde ülke bulunmayan tek kıta. Dünyanın en kurak yeridir, kıtanın bazı yerlerine 2 milyon sene yağmur yağmamıştır. Güneydeki efsanevi kıtanın bulunması 200 yıllık bir arayıştan sonra; ancak 1840'ta başarıyla sonuçlanmıştır. Yelkenlisiyle kıyılar boyunca yaklaşık 2.000 km yol alan Charles Wilkes, denizlerden oluşan Kuzey Kutbu'nun tersine, Güney Kutbu'nun olduğu yerde gerçekten büyük bir kıta bulunduğunu kanıtlamıştır. 14,4 milyon km²'lik yüzölçümüyle bu kıta neredeyse Afrika’nın yarısı büyüklüğündedir. Bu bölgenin içinde Güney Shetland, Güney Georgia gibi birkaç takımada da yer alır. Adı, “Arktika'nın karşısındaki” (Yunanca: "Antarktikos") anlamına gelir. Antarktika'yı ortalama 2.000 m kalınlığında büyük bir buz katmanı zırh gibi örter. Bir zamanlar “ulaşılamaz” diye adlandırılan kutup noktasında buzun kalınlığı 4.335 m’yi bulur. Bu buz kütlesi 24 milyon km³'lük hacmi ile yeryüzündeki bütün buzların yüzde 92’sini oluşturmaktadır. Kıyılarından kopan 350–600 m kalınlığındaki buz parçaları günde 1–3 m hızla ilerler ve birbiri üstüne yığılır. Bu tür yüzen yığınlardan biri olan Ross Buz Sahanlığı 540.000 km²'yi bulan alanıyla neredeyse Fransa büyüklüğündedir. Gelgit olayının buzlardan kopardığı büyük parçalar yüzerek çevreye dağılır. Bu tür buzdağları arasında 20.000 km² büyüklüğe ulaşanlar olur. Güney Kutbu'nda yeryüzünün en soğuk ve en fırtınalı iklimi egemendir. Ortalama sıcaklık yaz aylarında -20 °C’dir ve bu,
güneyden fırtınalar estiğinde -70 °C'ye kadar düşebilir. Coğrafi Güney Kutbu noktasında bulunan ABD gözlem istasyonunda yapılmış ölçümlerde sıcaklığın yıllık ortalamasının -50 °C olduğu, en sıcak ayda ancak -29 °C'ye yükseldiği belirlenmiştir. Yani yeryüzünün bu en büyük buzdolabının sıcaklığı Kuzey Kutbu'ndan ortalama 22 derece daha düşüktür. Antarktika'nın uluslararası telefon kodu +672'dir. Yunancada "Arktos" ("ἄρκτος") “ayı” anlamına gelmektedir. Kuzey yarıkürede görülebilen Büyük Ayı takımyıldızına verilen addır. Kuzeydeki yerleri işaret etmek için “Ayının yanındaki” anlamında "Arktikos" ("ἀρκτικός") kullanılmaktadır. Sözcük günümüze Arktik ("Arctic") olarak gelmiştir. Dünyanın bilinen kuzey bölümünü dengelemek için güneyde olması gerektiği düşünülen henüz bilinmeyen topraklar için de "Arktos"un zıddı olarak "Antarktikos" ("ἀνταρκτικός") adı kullanılmıştır. Birleşik ve eril bir ad olan "Antarktikos" Yunancanın romanizasyonu ile Latinceye dişil versiyonu olarak "Antarktiké" biçiminde geçmiştir. “Kuzeyin karşıtı, güneye ait olan” anlamındadır. Günümüzde kullanılan Antarktik ("Antarctic", "Antarctique") adının kökeni budur. MS birinci yüzyıldan itibaren ve coğrafi keşifler dönemi boyunca güneydeki bilinmeyen donmuş toprak kütlesini tanımlamak için kullanılmıştır. Günümüzde ise Güney Kutbu, Antarktika kıtası, buz sahanlıkları, çevre sular, Yakınsama alanı, Güney Okyanusu ve buralardaki adalardan oluşan kutup bölgesini tanımlamaktadır. Okunuşundaki ilk /k/ ya da yazılışındaki ilk ‘’c’’ etimolojik nedenlerle yazıma eklenmiş, orta çağda okunmadan telaffuz edilirken daha sonraları yazıldığı gibi okunur hâle gelmiştir. Bugünkü coğrafi kullanımından önce, “Antarktik” adı kuzeyin karşıtı anlamında başka yerler için de kullanılmıştır. Örneğin 16. yüzyılda Fransızlar tarafından Brezilya’da kurulan kısa ömürlü bir koloniye ""France Antarctique"" denilmiştir. "Antarktik" adının geçirdiği serüvenin bir uzantısı olarak "Antarktika" adı ilk kez İskoç coğrafyacı ve haritacı John George Bartholomew tarafından Okyanus biliminin öncülerinden Sir John Murray’ın bir makalesi için 1886 yılında çizdiği haritada kullanıldı. Haritada kıta toprakları "Antarctica" olarak isimlendirilmişti. Bu harita daha sonra çizilen haritalardaki kullanımın temelini oluşturdu, kıta için Antarktika adının kullanımı giderek yaygınlaştı ve 1920’lerde bütünüyle kabul gördü. Antarktika’nın keşif süreci, MÖ 600-300 yıllarında Yunan filozofların dünya ile ilgili olarak ortaya koydukları "simetri" ve "denge" düşüncesi ile Batlamyus’un MS 2. yüzyılın ilk yarısında simetri ve denge için güneyde bir büyük toprak parçasının varlığına ikna olduğuna dair yazdıkları üzerine şekillenen ve yüzyıllarca süren "Terra Australis"’i arama çabaları ile başladı. 15. Yüzyılda Avrupalı kaşifler Vasco de Gama ve Bartolomeu Dias’ın Afrika kıtası boyunca gidip Ümit Burnunu dolaşarak yeni rotalar bulmaları; 1520’de Portekizli denizci Ferdinand Magellan’ın batıya yönelip Magellan Boğazı adı verilen kanalı keşfederek Pasifik Okyanusu'na ulaşması; Amiral Drake’in 1578’de Güney Amerika ve Antarktika’yı ayıran ama o tarihte böyle olduğu bilinmeyen Drake Boğazı’nı keşfetmesi; 1599’da Dirck Gerritsz’in, 1603’de Gabriel de Castilla’nın, 1615’te Jacob le Maire ve Willem Schouten ile 1619’da Garcia de Nodal kardeşlerin yolculukları; Anthony de la Roché‘un 1675’de Güney Georgia Adaları’nı keşfetmesi; 1699’da Edmond Halley’in, 1720’de Yüzbaşı George Shelvocke’in keşif yolcukları; 1739’da Jean-Baptiste Charles Bouvet de Lozier’in Bouvet Adası‘nı, 1771’de Yves-Joseph de Kerguelen-Trémarec’in Kerguelen Adaları’nı, 1772’de Marc-Joseph Marion du Fresne’nin Crozet Adaları’nı keşfetmeleri; James Cook’un 1769-1771’deki birinci ve 1772-1775’deki ikinci keşif yolculukları Antarktika’nın keşif sürecinin parçaları oldu. 17. yüzyılda Avustralya’nın keşfedilmesi ve devamındaki keşif seferleriyle coğrafyacılar "Terra Australis"’in nihayet bulunduğuna ve Avustralya’dan daha güneyde başka bir önemli kara kütlesi daha bulunmadığına ikna olmuşlardı; kıtaya "Avustralya" adı bu yüzden verilmişti. Özellikle, kaşif Matthew Flinders, "Terra Australis" adının Avustralya adına çevrilmesinin yaygınlaştırılmasında etkili olmuştur. Coğrafya haritaları da Kaptan James Cook'un "Resolution" ve "Adventure" gemileri ile 17 Ocak 1773’de, Aralık 1773 ve Ocak 1774’de değişik enlem ve boylamlarda, üç kez Güney Kutup Dairesi'ni geçmesine kadar bu hipotezi destekler görünüyordu. Cook 1773’ün Ocak ayında buz engeli nedeniyle devam etmeyi tehlikeli bularak geri dönmeden önce 71. güney enlemini geçerek Antarktika kıyılarına 121 km yaklaşmıştı. Cook’un ikinci seferindeki karmaşık ve inişli çıkışlı rota, Avustralya ve Ateş Toprakları arasında hiçbir önemli kara parçası olmadığını kanıtladı. Böylece, güneyde yaşanabilir bir kıta olduğu efsanesini sona erdirmesine rağmen gelecekte Antarktika’nın keşfi için yolu açık tuttu. Ona göre 60. güney enleminin ılıman tarafında topraklar vardı fakat ötesi için ulaşılması zor ve hiçbir ekonomik değeri olmadığına kendini ikna etti. Sonraki elli yıl boyunca Kuzey denizlerinde balinaların azalması üzerine güneye inen balina avcılarının dışında Güney Okyanusu ve civarına sefer düzenlenmedi, Antarktika'nın aranması için herhangi bir girişimde bulunulmadı. Antarktika'ya ilk kimin ayak bastığı konusu tartışmalı olmakla birlikte; Ulusal Bilim Vakfı, NASA, Kaliforniya Üniversitesi, San Diego ve diğer araştırmalarAvrupalı ve Amerikalı kaşiflerin Antarktika ile ilk doğrulanan karşılaşmasının 1820 yılında gerçekleştiği konusunda hemfikirdirler. Buna göre; Rus İmparatorluk Donanması’ndan Fabian Gottlieb von Bellingshausen, Kraliyet Donanması’ndan Edward Bransfield ve Amerikalı denizci Nathaniel Palmer komutalarındaki mürettebatla birlikte kıtayı veya buz sahanlıklarını ilk görenlerdir. Bellingshausen liderliğindeki Rus seferinde Bellingshausen ve Mikhail Lazarev kaptanlığındaki "Vostok" ve "Mirny" gemileri bugünkü adıyla Kraliçe Maud Toprakları'ndan 32 km uzaklıktaki bir buruna ulaşarak bugünkü adıyla Prenses Martha Sahili'ndeki Fimbul Buz Sahanlığı'nı gözlemleyerek kayıt altına aldı. Bundan üç gün sonra Barnsfield, on ay sonra da Palmer ana karayı gördüler. Antarktika kıtasına ilk belgelendirilmiş ayak basma, bazı tarihçilerin karşı çıkmalarına karşın Amerikalı denizci John Davis tarafından gerçekleştirildi. Davis 7 Şubat 1821 tarihinde Batı Antarktika'daki Charles Burnu yanındaki Hughes Koyunda karaya çıktı. Kıta topraklarına ilk kaydedilen ve teyit edilen ayak basma ise 1895 yılında Adare Burnu'na oldu. 1838-1842 Birleşik Devletler Keşif Seferi’nin bir parçası olarak Amerika Birleşik Devletleri Donanması tarafından yürütülen ve 1839 yılının Aralık ayında Sydney, Avustralya’dan Güney Okyanusu’na düzenlenen seferde (Wilkes Seferi ya da Ex. Ex. Seferi olarak da anılır) 25 Ocak 1840 tarihinde Ballany Adaları’nın batısındaki Antarktika kıta topraklarına ulaşıldı. Burası sonradan Wilkes Toprakları olarak adlandırıldı. Batı kıyısındaki Balleny Adaları’nın keşfedilmesinden iki gün sonra 22 Ocak 1840’da Jules Dumont d'Urville’in 1837-1840 seferindek mürettebatın bazı üyeleri Adélie Toprakları kıyısından 48 km uzaklıkta Dumoulin Adaları adı verilen bir grup kayadan oluşan adaların en yükseğine çıktılar. Bazı mineral, yosun and havyan örnekleri topladılar. 1841 yılında James Clark Ross HMS Erebus ve HMS Terror gemileriyle günümüzde bilinen adıyla Ross Denizi’ni geçti ve Ross Adası’nı keşfetti. Buzdan bir duvar gibi yükselen Ross Buz Sahanlığı boyunca seyretti ve sefere katılan gemilerinin adı verilen Erebus Dağı ile Terror Dağı’nı keşfetti. Mercator Cooper 26 Ocak 1853’te Doğu Antarktika’ya ayak bastı. 1907’de Ernest Shackleton liderliğindeki Nimrod Seferi’nde Edgeworth David’in liderliğini yaptığı grup ilk kez Erebus Dağı’na tırmandı ve Manyetik Güney Kutbuna ulaştı. Tehlikeli geri dönüş yolculuğunda grubun liderliğini 1931 yılında keşif seferlerini bırakıncaya kadar birkaç sefere daha katılacak olan Douglas Mawson üstlendi. Shackleton ve seferin üç üyesi Aralık 1908 ve Şubat 1909 arasında birçok ilki gerçekleştirdiler: Ross Buz Sahanlığı’na karadan ilk ulaşan oldular; Beardmore Buzulu üzerinden geçerek Transantarktik Dağları’nı aştılar; Antarktika Yaylası’na ayak basan ilk insanlar oldular. 14 Aralık 1911’de Norveçli kutup kaşifi Roald Amundsen, Whales Körfezi’nden başlayan ve Axel Heiberg Buzulu üzerinden devam eden bir rota kullanarak Coğrafi Güney Kutbu’na ilk ulaşan kişi oldu. Scott’ın talihsiz seferi Amundsen’den bir ay sonra gerçekleşti. Roald Amundsen yolculuk sonunda sağ salim dönerken, Robert Falcon Scott geri dönüş yolculuğu sırasında donarak yaşamını yitirdi. Sir George Hubert Wilkins liderliğindeki Wilkins-Hearst Seferi’nde Wilkins ve Carl Ben Eielson 16 Kasım 1928’de Weddel Denizi’ndeki Hearst Adası üzerinden uçarak Antarktika’daki ilk uçuşu, 20 Aralık 1928’de Deception Adası ve Graham Toprakları üzerinde uçarak da kıta üzerindeki ilk uçuşu gerçekleştirdiler. 1928 yılında Richard E. Byrd liderliğinde iki gemi ve üç uçakla düzenlenen seferde bazı bilimsel deneylerin yanı sıra kıtanın üzerinde gerçekleştirilen uçuşlarla havadan keşif ve fotoğraflamalar yapıldı. 28 Kasım 1929’da Byrd ekibiyle birlikte güney kutbuna kadar uçtu. Byrd’ün liderliğinde 1928-1947 yılları arasında Antarktika’ya düzenlenen dört seferde birçok ilk gerçekleştirildi, jeolojik ve biyolojik araştırmalar yapıldı. Uluslararası Jeofizik Yılı nedeniyle Antaktika 1956-1958 yıllarında tüm dünyanın ilgi odağı oldu. Birçok ülke Antarktika ile ilgili bilimsel programlarını bu etkinlik döneminde başlattı. Kıta üzerinde çok sayıda araştırma istasyonu kuruldu. Başta jeolojik araştırmalar olmak üzere sonraki yıllara da taşınan çok sayıda araştırma başlatıldı. Kıtanın keşfedilmeyen yerlerine çok sayıda sefer düzenlendi. Antarktika, Güney Kutbu çevresinde asimetrik olarak yerleşmiş ve büyük bölümü Güney Kutup Dairesi içinde kalan bir ana ada ve çevresindeki adalardan oluşan, Güney Okyanusu ile çevrili en güneydeki kıtadır. Güney P
asifik, Atlantik ve Hint Okyanusu ile çevrili olarak kabul edilebilir. Kıtanın sınırlarını kuzeyde 60. güney enlemi belirler. 14 milyon km²'lik yüzölçümüyle Asya, Afrika, Kuzey Amerika ve Güney Amerika'dan sonra beşinci büyük kıtadır. Antarktika, yaklaşık olarak Güney Amerika kıyılarına 1000 km, Avustralya'ya 3100 km, Afrika kıyılarına ise 3980 km uzaklıktadır. Bir uçtan bir uca uzaklığı yaklaşık 4500 km'dir. Kara kitlesinin en kuzeyinde Antarktika Yarımadası'nın ucundaki Hope Koyu bulunur. Ancak, Antarktika kıtasının kuzey noktası Güney Shetland Adaları'nın bir bölümünü oluşturan Seal Adaları'ndan birinde yer almaktadır. 60. güney enleminin güneyinde kalmasına rağmen Seal Adaları'ndan daha kuzeyde yer alan Güney Orkney Adaları Antarktika'ya dahil edilmemektedir. Kıtanın en güney ucu Dünya'nın da en güney ucu olan Coğrafi Güney Kutbu'dur. Kıyı şeridi 17.968 km uzunluğundadır ve buz oluşumları ile karakterize edilir. Antarktika Weddell Denizi'nden Ross Denizi'ne uzanan Transantarktik Dağları ile kabaca baş meridyen tarafından bölünen Batı ve Doğu yarıkürelerine denk gelecek şekilde Batı Antarktika ve Doğu Antarktika olarak ikiye ayrılır. Antarktika'nın en yüksek noktası 4892 metreyle Vinson Dağı'dır. Antarktika hem anakarasında, hem de çevresindeki küçük adalarda birçok dağı bulundurur. Ross Adası'ndaki Erebus Dağı, Dünya'nın güneye en yakın aktif yanardağıdır. 1970 yılındaki devasa patlamasıyla tanınan başka bir yanardağ ise Deception Adası'ndadır. Diğer keşfedilmemiş yanardağlar potansiyel olarak aktif olabilir. 2004'te potansiyel olarak aktif bir su altı yanardağı, Antarktika Yarımadası'nda Amerikan ve Kanadalı araştırmacılar tarafından bulunmuştur. Antarktika'nın %98'i buz tabakası ile kaplıdır. Antarktika buz tabakasının ortalama kalınlığı 2133 metredir. Dünyadaki buzların yaklaşık %90'ı ve tatlı suyun %70'ini oluşturan bu buz tabakasının tümünün erimesi halinde tüm dünyada deniz seviyesinin yaklaşık 60 m yükseleceği hesaplanmıştır. Antarktika Dünya'nın en soğuk kıtasıdır. Dünya üzerinde ölçülen en soğuk doğal sıcaklık −89.2 °C (−128.6 °F) olarak 21 Temmuz 1983 tarihinde Rusya'nın (eski Sovyetler Birliği'nin) Antarktikadaki Vostok İstasyonunda ölçülmüştür. Antarktikanın doğu bölümü yüksekliğinden dolayı batısından daha soğuktur. Antarktika'nın bazı bölgeleri 2 milyon yıldır yağmur yüzü görmemiştir. Bu nedenle Dünya'nın en kurak yeri Antarktikadır. Kıtada bazı devletlerin kalıcı insanlı araştırma istasyonları bulunmaktadır. Kıta etrafındaki adalarda çalışan, bilimsel çalışmalarda bulunan ve diğer işlerde çalışanlarla birlikte kıtanın nüfusu kışın 1.000, yazın ise yaklaşık 5.000 kadardır. Sıcaklığın çok düşük olması doğal olarak yaşam koşullarını etkilemektedir. Kuzey Kutbu'nda 400'e yakın çiçek açan bitki türü sayılabilirken, burada çiçek açan tek bir bitki türü bile yoktur. Dondurucu soğukluklar, kötü toprak kalitesi, nem ve güneş ışığı eksikliği bitkilerin büyümesini engellemektedir. Bunun sonucu olarak bitki çeşitliliği dağılımı çok düşük ve sınırlıdır. Kıtanın florası büyük ölçüde Biryofitlerden oluşur. Kıtanın kıyılarında ve açık denizlerinde çok sayıda hayvan yaşar. Penguenler, martılar, kuşlar, foklar, kalamarlar ve balinalar soğuk, ama besin maddesi açısından zengin Güney Kutbu denizlerindeki planktonları ve balıkları yiyerek yaşamlarını sürdürürler.Bu canlılardan sadece penguenler bu kıtaya mahsustur. Kutup ayıları Antarktika'da yaşamaz. Kıtada 35 penguen türü, 200 balık türü, 12 balina, onlarca farklı kuş türü yaşamaktadır. Antarktika ekosisteminde bulunan Kril adlı planktonun gıda eksikliği çeken ülkelerin sorunlarına çare olacağı düşünülmektedir. Kril günümüzde 100 bin ton gibi az bir miktar avlanmaktadır. Dünyada bir yılda tutulan balık miktarınca (70 milyon ton) avlanılmasının sorun olmayacağı hesaplanmaktadır. Antarktika'da hükümet mevcut değildir, buna rağmen çeşitli ülkeler bazı bölgelerinde egemenlik iddia ederler. Ayrıca bu birkaç ülke karşılıklı olarak birbirlerinin hak iddialarını kabul etseler de evrensel nitelikte tanınmış bir egemenlik söz konusu değildir. Kıtanın keşfinden sonra, özellikle 1910'lu yıllardan itibaren yoğun olarak toprak sahiplenme mücadelesi başladı. 1940'lı yılların sonunda yedi ülke (Arjantin, Şili, Avustralya, Fransa, Norveç, Yeni Zelanda, Birleşik Krallık) Antarktika'da toprak hakimiyeti iddiasında bulundu. Bazı ülkelerin aynı alanlar üzerinde hak iddia etmesinin yanında dünyanın geri kalanı bu iddiaları kabul edilmedi. (Kıtanın ancak %15'i üzerinde hak iddiası olmamıştır.) Bir kıtanın yedi devlet tarafından sahiplenilmesi dünyada tepki oluşturdu. New York Times 1947 yılında kıtanın tüm milletler adına Birleşmiş Milletler tarafından yönetilmesini önermiştir. 1948'de aynı görüşleri ABD savunmaya başladı. Kıtanın "dünya toprağı" olması gerektiği 1956'da Yeni Zelanda tarafından ileri sürüldü. 1959'dan beri Antarktika Üzerindeki yeni egemenlik iddiaları askıya alınmış ve Antarktika'nın siyaseten tarafsız olduğu öngörüsü hakim olmuştur. Kıtanın statüsü 1959 Antarktik Antlaşma ve diğer ilgili kabullerle Antarktik Antlaşma Sistemi olarak adlandırılıp düzenlenmiştir. Anlaşma Sistemi'nce 60 derece enleminin güneyindeki tüm kara ve buzul parçaları Antarktika ismiyle tanımlanmıştır. Anlaşma: Sovyetler Birliği'ni (sonradan Rusya), Birleşik Krallık'ı, Arjantin'i, Şili'yi, Avustralya'yı ve ABD'yi de içeren 12 ülke tarafından imzalanmıştır. Böylece Antarktika'ya sağlanan bilimsel korumanın yanında bilimsel inceleme özgürlüğü ve çevreci koruma tahsis edilmiş Antarktika'da askeri faaliyetler yasaklanmıştır. Bu anlaşma Soğuk Savaş sürecindeki ilk silahsızlanma anlaşmasıdır. 1983'te Antarktik Antlaşma'nın tarafları Antarktika'da madenciliği konuşmaya ve tartışmaya başladılar. Uluslararası bir örgütler koalisyonu kurularak bölgeden mineral çıkarılmasını engellemek için toplumsal baskı kampanyası başlattı, Greenpeace tarafından daha da büyütülen bu eylemler, protestocuların kendi bilimsel istasyonlarını kurmalarına yol açtı (Ross Sea bölgesindeki World Park Base) ve insanların Antarktika üzerindeki çevresel etkilerinin belgelenmesi için yıllık keşifler düzenlendi. 1988'de Antarktik Mineral Kaynaklarını Düzenleme Kongresi [Convention on the Regulation of Antarctic Mineral Resources (CRAMRA)] kuruldu. Sonraki yıl, Avustralya ve Fransa kongreyi onaylamadıklarını bunun hayata geçmesinin bütün amaç ve niyetleriyle ölümcül derecede zıt olduğunu duyurdular. Avustralya ve Fransa bu tarz bir uygulama yerine Antarktik çevrenin korunması için kapsamlı bir müzakerenin yapılmasını önerdi. Antarktik Antlaşmaya Çevresel Koruma Protokolü (Madrid Protokolü) diğer ülkelerce takip edilerek önerildi ve 14 Ocak 1998'de protokol yürürlüğe girdi. Madrid Protokolü Antarktika'da madenciliği tamamen yasaklayıp Antarktika'yı "bilime ve barışa adanmış doğal bir rezerv" tayin ediyordu. Antarktik Antlaşma, Antarktika'da askeri üs ve garnizon kurulmasını, askeri manevraları ve silah testlerini de içeren her türlü askeri faaliyeti yasaklıyor. Askeri personel ve ekipmanlar sadece bilimsel ve diğer barışçıl amaçlar için serbest bırakılmıştır. Belgelenmiş tek askeri kara manevrası Arjantin Ordusunun yaptığı Operasyon DOKSAN (Operación 90)'dır. Amerika Birleşik Devletleri Silahlı Kuvvetleri Antarktika'da iki altı aylık sezon boyunca araştırma görevinde bulunan ordu mensuplarına veya sivillere Antarktika Servis Madalyası verir. Madalya "Wintered Over" yazan bir şeritle verilir, madalyanın arka yüzünde deniz canlıları ve penguen motifleri vardır ortasında "COURAGE (CESARET), SACRIFICE (FEDAKARLIK) ve DEVOTION (ÖZVERİ)" yazar. 10 Şubat 2015'te Norveç Kralı V. Harald dünyanın ilk Antarktika'yı ziyaret eden monarkı oldu, V. Harald özellikle Norveç'e bağlı Kraliçe Maud Toprakları'nı gezdi, bu ziyaret V. Harald'a "Antarktika Kralı" () unvanını kazandırdı. Arjantin'in, Britanya'nın ve Şili'nin topraklar üzerindeki hak iddiaları birbirlerinin iddialarıyla çakışıyor ve bu durum çeşitli sürtüşmeleri beraberinde getirmiştir. 18 Aralık 2012'de Birleşik Krallık Dışişleri Bakanlığı, II. Elizabeth'in hükümdarlığının 60. yıl dönümü kutlamaları için daha önce adlandırılmamış bir bölgeye Kraliçe Elizabeth Toprakları ismini verdi. 22 Aralık 2012'de BK Arjantin Büyükelçisi, John Freeman Arjantin Hükümeti tarafından bu isimlendirmeyi protesto etmek için çağırıldı. Zaten Arjantin-BK ilişkileri 2012 yılında Falkland Adaları'nın egemenliği ve Falkland Savaşı'nın 30. yıldönümü nedeniyle zarar görmüştü. Avustralya'nın ve Yeni Zelanda'nın şu anda kendi bölgeleri olarak gösterdikleri yerler bu ülkelere bağımsızlık verilmeden önce BK'nin topraklarıydı. Avustralya Antarktika üzerinde en büyük alanda hak iddiasında bulunan devlet durumundadır. BK'nin, Avustralya'nın, Yeni Zelanda'nın, Fransa'nın ve Norveç'in iddiaları birbirlerince tanınmaktadır. Antarktika'da toprak edinme konusunda hevesli diğer ülkeler, Antarktik Antlaşma'nın tarafları olarak antlaşmaya katılıyorlar çünkü antlaşmaya katılmış olsalar da antlaşmanın yürürlükteki yasaları katılımcıların ve ismi geçmeyen ülkeler dışındaki devletlerin Antarktika toprakları üzerinde hak iddia etmelerine ve bu iddialarının tanınmasına izin vermiyor. 60 yıl kadar önce bazı bilimadamları kıtanın ekonomik bir değerinin olmadığını iddia etmiştir. Yapılan araştırmalarda kıtada bakır, kobalt, kurşun, altın, manganez, titanyum, nikel, çinko ve uranyum gibi metaller ve hidrokarbon yatakları tespit edilmiştir. Büyük miktarlarda doğal gaz (115 trilyon kübik) ve petrol (45 milyar varil) rezervleri bulunur. Kıtada bugün ekonomik ve bilimsel nedenlerle kullanılamayan donmuş halde dev tatlı su kaynakları bulunmaktadır. Bir yıl kıtadan kopan buz parçalarının 5 milyar kişinin yıllık tatlı su ihtiyacını karşılayacak miktardadır. 688 km3 miktarındaki su, dünyadaki tüm nehirlerden akan tatlı sudan daha fazladır. Yüzen buzdağlarının su sıkıntısı çeken ülkelere taşınması tartışılmıştır. 1959 yılında imzalanıp, 1961 yılında uygulanmaya başlanan Antarktika antlaşmasına göre kıtada sadece bilimsel a
raştırmalar yapılabilmektedir. Günümüzde kıtada 29 ülkenin 101 araştırma istasyonu bulunmaktadır. İstasyonlardan 46 adeti Antarktika Yarımadası ve çevredeki adalarda bulunur. Brezilya, Polonya, Bulgaristan, Peru, Kore, Çek Cumhuriyeti, ve Ukrayna'nın birer adet araştırma istasyonu bulunmaktadır. Avrupa Avrupa, Afrika'nın kuzeyinde, Asya'nın batısında ve Atlas Okyanusu'nun doğusunda bulunan, yarımada şeklindeki kıta. Dünyanın en küçük ikinci kıtasıdır. Avrupa, Sami dillerde Erep (yahut Irib), "güneşin battığı taraf" anlamına gelir. Fenikelilerden Yunanlara geçen bu ad, Yunancada Europa olmuş ve Ege Denizi'ne göre batıda bulunan ülkelere bu ad verilmiştir. Ayrıca mitolojide Finike kralı Agenar ile Telepassa'nın kızının adıdır. Boğa şekline giren Zeus tarafından İda'ya kaçırılmış, Zeus'tan Minos, Sarppedon ve Rhadamnthys isminde üç oğlu olmuştur, adı bu yarımadaya verilmiştir. Öteden beri büyük krallık ve imparatorluklara beşiklik yapmış bu yarımada, endüstri devriminden sonra da gelişmişliğini korumuş ve diğer tüm kıtalara göre endüstrileşmesini kısa sürede tamamlamıştır. Avrupa'nın önemi, konumu, yüz ölçümü, doğal kaynakları, nüfusu ve fiziki özelliklerinden değil sahip olduğu insan kaynağı ve onun niteliklerinden ileri gelmektedir. İyi eğitilmiş insanlardan oluşan nüfus, bilim ve teknolojide göstermiş olduğu ilerlemeler sayesinde ekonomik yönden de gelişmiş ve yüksek bir hayat standardına ulaşmıştır. Doğal kaynakları görece az olan Avrupa, bu gelişmesini tamamen eğitimli insan kaynağına ve sömürgecilik sisteminin kazanımlarına borçludur. Günümüzde dünyanın en büyük güç odağı olan ABD'nin halkı da büyük oranda Avrupa kökenlidir. Ayrıca bilimsel ve teknolojik gelişmelerin kilometre taşları olan önemli buluşların çoğu da Avrupalılar tarafından gerçekleştirilmiştir. Avrupa ülkelerinin her yönden birleşmesini amaçlayan ve bu yolda önemli aşamalar gerçekleştiren Avrupa Birliği, Avrupa'nın yeryüzündeki gücünü ve önemini daha da artırmaktadır. 1990 yılına kadar (Soğuk Savaş'ın bitimi) Avrupa'da birbirinden farklı siyasal ve ekonomik sistemler ve bunların temsilcilerinden oluşan bloklar mevcuttu. Bunlardan biri, şimdi de mevcut olan çok partili demokratik sistemi ve serbest piyasa ekonomisini uygulayan Batı Bloku, diğeri ise tek partili sosyalist siyasal sistemle ekonomiyi uygulayan Doğu Bloku'ydu. Ancak Doğu Bloku'nun lideri olan SSCB'nin ekonomik ve siyasal sisteminin iflas etmesiyle doğu bloğu da çökmüştür. Eski Doğu Bloku ülkeleri, ekonomik ve siyasal sistem olarak Batı Bloku'na yakınlaşma yolunda önemli adımlar atmışlardır. Çok partili demokratik sisteme ve serbest pazar ekonomisine geçiş yapmanın sancıları büyük oranda atlatılmıştır. Avrupa Birliği'ne yapılan başvurular olumlu karşılanmış ve başvuran ülkeler ile AB arasında uyum çalışmaları sürdürülmektedir. Doğu Bloku'nun askeri örgütü olan Varşova Paktı da dağıtılmış ve eski Doğu Bloku ülkeleri, Batı Avrupa'nın askeri örgütü olan NATO'ya girmek için başvuruda bulunmuşlar, bu konuda önemli gelişmeler sağlamışlardır. Böylece Avrupa'da 1990 öncesinin askeri, ekonomik ve siyasi kutuplaşması önemli ölçüde ortadan kalkmıştır. Avrupa geleneksel olarak Dünya'daki 7 kıtadan biri olarak düşünülmekle birlikte aslında Asya ile coğrafi açıdan bağlantılı bir kıtadır ve bazen Avrasya adı altında anılır. Avrupa'nın geleneksel tanımına göre Ural Dağları Avrupa'nın doğudaki sınırını oluştururlar. Güneydoğu'daki sınırını Ural Nehri oluşturur. Sınır Hazar denizi, Kafkas Dağlarının zirveleri boyunca devam eder, Karadeniz, İstanbul Boğazı, Marmara Denizi ve Çanakkale Boğazı'yla belirlenir. Akdeniz Avrupa'nın güney sınırını, Kuzey Buz denizi kuzey sınırını, Atlas Okyanusu ise kuzey ve batı sınırını belirler. İzlanda Avrupa'dan çok Kuzey Amerika'ya yakın olmakla birlikte Avrupa'nın bir parçası olarak sayılmaktadır. Avrupa yarımadası güneyde Afrika kıtasına oldukça yaklaşır (Cebelitarık Boğazı 14 km). Güneydoğuda ise Asya ile hemen hemen bitişir (İstanbul Boğazı 0,7 km., Çanakkale Boğazı 1,3 km.). Avrupa'nın yüzölçümü 10.523.000 km² dir. Bu ise yeryüzünün %2'i, karaların % 7'si Avrasya'nın 1/5'i demektir. Avrupa, yaklaşık olarak harita üzerinde 35 ile 70 kuzey paralel daireleri ile 10 ile 60 doğu meridyenlerinin çerçevelediği bir üçgene benzer. Yarımadada 0-4 saat dilimleri yer alır. Avrupa'nın uç noktaları ise; kuzeyde Kuzey burnu (71° 10' kuzey enlemi), güneyde Mora'nın Matapan burnu (36° 23' kuzey enlemi), Batıda Rocca (Portekiz) burnu (9° 29' batı boylamı), doğuda Ural dağları (60° doğu boylama)'dır. Rocca burnu ile Ural Dağları arasındaki uzunluk 5500 km, Kuzey burnu ile Matapan burnu arasındaki genişlik 3800 km'dir. Avrupa ülkeleri kültürleri, coğrafi konumları, yani bulundukları yer, ekonomik, sosyal gelişmişlik gibi kriterler göz önünde bulundurularak; Batı Avrupa ülkeleri, Kuzey Avrupa Ülkeleri (İskandinavya ve Baltık ülkeleri), Akdeniz ülkeleri, Orta Avrupa ülkeleri, Doğu Avrupa ülkeleri ve Balkan Ülkeleri gibi guruplara ayrılmaktadır. Avrupa'nın genel coğrafî özellikleri şöyledir: Avrupa ekonomisi, 50 farklı devlet içinde 710 milyondan fazla kişiyi kapsar. Benzer diğer kıtalar, Avrupa devletlerinin farklı zenginlikleri, en fakirlerinin diğer kıtalardaki en fakir devletlerin yaşam standartlarından ve GSYİH koşullarından çok üstünde olmasına rağmen. Zenginlikler farkı en kabaca Avrupa boyunca batı-doğu bölümünde görülebilir. Batı Avrupa ülkelerinin hepsi yüksek GSYİH ve yaşam standartlarına sahipken Avrupa ekonomilerinin pek çoğu hala eski Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti ve çöken Sovyetler Birliği'nden hasıl olmaktadır. Buradaki Avrupa sözcüğü Avrupa ekonomisi sınırlarını Asya'da Kıbrıs sınırı olarak içerir. Kıta olarak Avrupa dünyada en büyük ekonomiye sahiptir. Avrupa'nın en geniş ulusal ekonomisi Almanya olup, nominal GSYİH sıralamasında dünyada 3.ncü sırada, satın alma gücü paritesi'ne (SAGP) göre beşinci sıradadır. Avrupa'nın ikincisi Birleşik Krallık olup, nominal GSYİH'de dünya üçüncüsü ve SAGP'de altıncıdır. Avrupa Birliği dünyanın en geniş (IMF ve Dünya Bankası'na göre 2005) veya ikinci en geniş ekonomisidir(CIA World Factbook-2006) Okyanusya Okyanusya, Büyük Okyanus'a dağılmış adaları içine alan ülkelerden ve Avustralya'dan oluşan kıta. Asya'nın güney ve güneydoğusunda, Antarktika'nın kuzeyinde ve Büyük Okyanus ile Hint Okyanusu'nun arasında yer alır. Dünyanın, birer kıta olan diğer parçalarından farklı olarak, bu parçaya bütünlüğü sağlayan ve adını veren okyanustur. Yüzölçümü 8.970.000 km², nüfusu 35,669,267'dir. Büyük Okyanus'taki adaların hepsi Okyanusya'ya bağlı değildir. Asya ve Amerika yakınındaki takımadalar, bu kıtaların parçasıdır. Amerika kıyıları açığındaki adalar, Aleut Adaları ve özellikle Uzak Doğu'daki Japon takımadaları, Endonezya ve Filipinler Okyanusya'ya katılmazlar. Malezya takımadaları zaman zaman Okyanusya'ya bağlı sayılmışsa da, halkları, medeniyetleri ve tüm faaliyetleri bakımından Güneydoğu Asya'ya daha yakındır. Okayanusyanın bir kıt'a olduğunu herkes bilmez, kimi zaman ülke olarak da karıştırılabilir. Okyanusya dört kısıma bölünür. Avustralya, Melanezya, Polinezya ve Mikronezya. Gerçek bir küçük kıta olan ve Büyük Okyanus ile Hint Okyanusu arasında yer alan, Avrupa'nın dörtte üçü büyüklüğündeki (7.704.000 km²) Avustralya, en kalabalık bölgeleri Büyük Okyanus'a dönük olduğu için bir Okyanusya toprağıdır. Diğer yandan, tarihi de Avrupalıların Okyanusya'yı keşfetmeleri ve yerleşmeleriyle ilgilidir. Melanezya, Avustralya ve Endonezya'nın doğusundaki adaları içine alır. Bu adalara genellikle Yeni Gine de dahildir. Polinezya, Yeni Zelanda takımadaları ile Ekvator'un kuzey ve güneyindeki Orta Büyük Okyanus adalarını kapsar. Mikronezya, Malezya'nın kuzeyindeki takımadaları içine alır. Çeşitli takımadaların adaları genellikle kuzeybatıdan güneydoğuya doğru uzanır ve çoğunlukla yay şeklinde dizilmiştir. Avustralya dışında, Okyanusya adaları başlıca üç türdür. 1. Yeni Zelanda, Yeni Gine ve Melanezya'nın bazı adaları dağlık yüzey şekillerini ve bugünkü biçimlerini toprak hareketleri sonucunda almıştır. Kıvrılmalar ve kırılmalar genellikle çok yenidir ve bu adalarda sık sık deprem olur, yanardağlar püskürür. 2. Polinezya, Melanezya ve Mikronezya takımadalarının çoğu yüzeyden az çok uzak bir denizaltı tabanının üzerindeki volkanik akıntıların sonucudur. Bazıları halâ etkin olan yanardağlar çok yüksektir. Hawaii takımadalarında bu yükseklik 2.400 m'yi bulmaktadır. 3. Dönenceler bölgesinde yer aldıklarından, adaların çoğu mercan kayalıklarıyla çevrilidir. Örneğin, Avustralya'nın kuzeydoğusundaki Büyük Set. Fakat, Yeni Zelanda'da Avustralya'nın güneyinde ve bazı takımadalarda mercan kayalıkları yoktur. Örneğin, Markiz Adaları.Üstelik denizaltı sığlıkları bazı mercan oluşumlarına taban yerine geçmiş ve bazı takımadalar tamamıyla atollerden oluşmuştur. Örneğin, Tuamotu, Gilbert vb. Okyanusya adalarının hemen hepsi tropikal bölgededir. Yeni Zelanda takımadalarında, Tazmanya'da ve Avustralya'nın güneydoğusu ile güneybatısında okyanus veya akdeniz tipinde ılıman iklim hüküm sürer. Diğer kısımlarda sıcaklık yılın her ayı yüksektir. Fakat, birçok adanın iklimini doğudan batıya doğru esen alizelerle kara ve deniz meltemleri yumuşatır. Adaların alizelere açık dağlık yamaçları, rüzgâraltı olan koruntulu yamaçlardan ve düz mercan adalarından daha çok yağış alır. Melanezya adalarının bazılarında güç katlanılan bir ekvator iklimi hüküm sürer. Yeni Gine, Salomon Adaları ve Yeni Hebrides adalarının alçak topraklarını sıtma kırıp geçirir. Büyük Okyanus'taki diğer adalarda bu hastalığa rastlanmaz. Büyük Okyanus'un tüm takımadalarına yüzyıllar boyunca cüretli deniz seferlerine çıkan batı halkları yerleşti. Örneğin, Melanezyalılar, Polinezyalılar. Okyanusya'nın yerli halkı, 3.100.000 kişi (2.500.000'i Malinezya'da) olarak hesaplanmıştır. Avustralya'daki çok ilkel yerli halkların nüfusu az (50.000 kişi) ve dağınıktır. Diğer tüm adalarda, salgınların ve 19. yüzyıl sonunda geleneksel yaşayışın bozulmasının sonucu olarak gerileyen yerli h
alkların nüfusu bugün, giderek azalmaktadır. Bu yenilenme özellikle Yeni Zelanda Maori'lerinde (130.000 kişi) ilgi çekicidir. ayrıca ılıman iklime de sahiptir Commonwealth, Fransa ve ABD, Okyanusya'nın üç büyük devletidir. Avrupalılar, Okyanusya'nın çeşitli kısımlarını siyasî bakımdan kontrol etmekle yetinmeyerek iklimi elverişli topğraklara yerleştirler. Örneğin, Avustralya, Yeni ZelandaYeni Kaledonya ve Hawaii. Dönenceler arasındaki diğer adalarda özellikle hindistancevizi içi, takımadaların çoğunun başlıca gelir kaynağıdır. Bazı maden yatakları çok önemlidir. Örneğin, Yeni Kaledonya'da nikel, fosfatlar vb. Okyanusya'ya hiçbir zaman büyük ölçüde yerleşme olmamıştır. Eski tarihlerdeki yerleşme, göç dalgalarının değil, kısa mesafelerde yer değiştiren, sürekli olarak birbiriyle kaynaşan ve ayrılan küçük grupların sonucudur. Kıtanın ilk halkı oldukları sanılan Papuzlar ve Pigmeler, Yeni Gine'ye, Salomon Adaları'na ve Yeni Hebrides Adaları'na yerleştiler. Tarımla geçinen bu halklardan bazı gruplar, balıkçılık ve gemicilikle uğraştı. Sayısız yasak koyan gizli derneklerin hâkim olduğu bu toplumda, önderlerin görevi sınırlıydı. Sonra, Tazmanyalılar, Avustralya'lı ilkel halklar tarafından püskürtülmeden önce Avustralya'yı işgal ettiler. Çok geri olan Tazmanyalılar sadece avcılık ve devşirmecilikle geçiniyorlardı. Avustralya yerlilerinin de başka geçim kaynağı yoktu ama teknikleri daha gelişmişti. Daha sonra gelen Melanezyalılar, Yeni Gine'ye Salomon Adaları'na ve Yeni Hebrides Adaları'nın bir kısmına yerleştikten sonra, Yeni Kaledonya, Fiji Adaları ve Mikronezya'ya geçtiler. Medeniyetleri çok yakından ilgili oldukları Papuların medeniyetine benziyordu. Polinezyalılar geldikleri sırada Fiji Adaları'nda ve Yeni Kaledonya'da Melanezyalılar yerleşmişti. Malezya asıllı olduğu sanılan Polinezyalılar, birdenbire çoğaldığı için veya iç savaşlar yüzünden Büyük Okyanus'un her yanına dağıldı. Mikronezya'yı aştıktan sonra, Hawaii, Cemiyet, Samoa ve Tanga Adaları'na, Paskalya Adası'na ve Yeni Zelanda'ya 14. yüzyılda yerleşti. Yeni Hebrides Adaları'nna ve Yeni Kaledonya'da Melanezyalılarla karıştı. Polinezyalıların sağlam bir hiyerarşiye dayanan toplumlarını çok eski çağdan beri veraset yoluyla işbaşına gelen önderler yönetiyordu. Balıkçılık ve tarımla geçinen Polinezyalılar, Paskalya Adası'ndaki heykeller ve taraçalar gibi çok büyük işler başardılar. Kuzey Amerika Kuzey Amerika, kuzey yarım kürede bulunan, kuzeyde Arktik Okyanusu, doğuda Atlas Okyanusu, güneyde Karayip Denizi ve kuzeybatıda Büyük Okyanus ile çevrili olan kıtadır. 24.230.000 km²'lik bir alan oluşturmaktadır. 2001 yılındaki ortalama nüfusu 454.225.000'dir. Asya ve Afrika'dan sonra üçüncü büyük kıtadır ve nüfus olarak da Asya, Afrika ve Avrupa'dan sonra en kalabalık dördüncü kıtadır. Yeni Dünya olarak da adlandırılan kara kütlesinin kuzey kısmında bulunmaktadır. Kuzey Amerika'nın Güney Amerika'ya tek kara bağlantısı dar Panama Kanalı'dır. Kıta dört büyük bölgeye ayrılabilir: Meksika Körfezi'nden Kanada Arktiği'ne kadar, Great Plains; Rocky Dağları, Great Bas, Kaliforniya ve Alaska'yı içeren, jeolojik olarak genç, dağlık batı; kuzeydoğuda yüksek ama nispeten düz Kanada bölgesi; ve Appalachian Dağları'nı ve Florida Yarımadası'nı içinde bulunduran doğu bölgesi. Güney Amerika Güney Amerika, Amerika'nın güney yarısını oluşturan bir kıta. Büyük Okyanus'un doğusunda, Atlas Okyanusu'nun batısında, Kuzey Amerika'nın güneyinde ve Antarktika'nın kuzeyinde bulunur. Güney 17.840.000 km kare lik bir alana sahiptir. Yaklaşık olarak Dünya yüzeyinin %3,5'idir. 2005 yılına göre nüfusu tahminen 371.000.000 dan daha fazla idi. Güney Amerika alan sıralamasında dördüncü (Asya, Afrika ve Kuzey Amerika'dan sonra) ve nüfusta beşincidir. Kültür Kültür, toplumların kendilerine özgü olan ve gelecek nesillere aktardıkları maddi veya manevi her şey. İnsana ilişkin bir kavram olarak kültür, tarih içerisinde yaratılan bir anlam ve önem sistemidir. Bir grup insanın bireysel ve toplu yaşamlarını anlamada, düzenlemede ve yapılandırmada kullandıkları inançlar ve adetler sistemidir. Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre ise, kültür (ekin, eski dilde hars) kavramının tanımı şu şekildedir: Sosyolojik olarak, kültür bizi saran, insanlardan öğrendiğimiz toplumsal mirastır. Kültürün oluşmasında iki süreç vardır; birinci süreçte insan pasif ve alıcı konumdadır. Belli bir coğrafi çevrede yaşıyor, beslenme ve barınma ihtiyaçlarını orada gideriyordur. Doğayla kurulan bu öncül ilişki, yani ihtiyaçları doğrultusunda edindiği bilgi, dili, davranışları ve maddi üretim ve tüketim aletleri kültürün yaratılmasında birinci aşama olarak karşımıza çıkar. İkinci aşamada ise insan alıcı konumdan çıkar ve üretmeye başlar; yani yaşadığı çevreye etkin ve aktif bir güç olarak katılır. Bu süreç ilk aletlerin yaratılmasıyla sınırlı olarak başlayıp Neolitik Çağ’la birlikte hız kazanmıştır. Kültür birikimle birlikte ivmesi artan bir toplumsal yapı bileşenidir. Giderek her nesil miras aldığı kültüre maddi ve manevi bir katkı yapar ve onu kendinden sonrakilere miras bırakır. Bireyler için ise yargılama, zevk ve eleştirme yeteneklerinin öğrenme ve tecrübeler yoluyla geliştirilmiş olan biçimine o kişinin kültürü denir. Bireyin edindiği bilgileri anlatmak için de kültür sözcüğü kullanılır. Kültür sözcüğü Latince "cultura"dan gelir. "Cultura", inşa etmek, işlemek, süslemek, bakmak anlamlarına gelen Colere'den türetilmiştir. Örneğin Romalılar 'mera işlenmesine' agri cultura demişlerdir. Türkçenin batı dilleri etkisine girmesinden önce (Cumhuriyet döneminde de) kullanılan "hars" sözcüğü ise Arapçadır ve "tarla sürmek" anlamına gelir. Her iki kelimenin de tarımla ilgili olmasından kaynaklanıyor olsa gerek, 20. yüzyıl'da Türk Dil Kurumu tarafından uygun görülen "ekin" sözcüğü, bu yabancı kökenli kelimelere alternatif olarak önerilmiştir. Kültürler, kültür kavramına ilişkin olarak bir sıfat halini ifade etmektedir. Tek başına kullanıldığında kültür, aşağı yukarı insan yaşamının tümünü ifade eder. Kültürler kavramı ise, kültürün oluşum yönüne atıfta bulunmaktadır. İş kültürü, uyuşturucu kültürü, siyasi, ve kültür terimleri yaşamın ilgi alanlarını, kavramlaştırma, sınırlama, yapılanma ve düzenlenme biçimleri de dahil denetleyen inanç ve adetler için kullanılır. Eşcinsel, gençlik, kitle ve çalışan sınıf kültürü gibi terimler bu grupların toplum içindeki yerlerini ve iç ve dış ilişkilerini yürütme biçimlerini ifade eder. Mesleki branşlaşma ve uzmanlık alanlarına, herhangi bir sektöre yönelik bir atıfla kültür kavramı da yerleşik kullanım halindedir. Kültürel süreçler, kültür gibi sosyal antropolojinin kavramsal araç ve gereçlerdir. Kültürel süreçler oluşum biçimlerine göre beş tanedir. Kültürlenme "(enculturation)", ya da edilgen biçimiyle "kültürlenme", bireylerin içinde yaşadıkları kültürün gerekliliklerini öğrendikleri, davranış normları ve değer yargılarını edindikleri süreçtir. Bu süreçte bireyi biçimlendiren, sınırlandıran ya da yönlendiren etkiler ebeveynler, diğer yetişkinler ve yaşıtlardan oluşur. Kültürleme başarılı olursa dilde, değer yargılarında ve mantıksal ritüellerinde yeterlikle sonuçlanır. Kültürleşmenin toplumsallaşma ile ilişkisi vardır. Kimi akademik alanlarda toplumsallaşma, bireyin kasıtlı biçimlendirilmesi anlamına gelir. Kimi alanlardaysa toplumsallaşma sözcüğü hem kasıtlı hem resmi olmayan kültürlenmeyi kapsar. İki ya da daha fazla kültürün etkileşimleri sonucu benzeşme yönünde değişmeye uğramalarıdır. Kültürel süreçlere örnekler şöyle sıralanabilir: Bir kültürde ortaya çıkan maddi veya manevi kültür öğesinin dünyadaki başka kültürlere yayılmasıdır. Kendi kültür ortamından başka bir kültür ortamına katılan bireylerin yaşadıkları bunalım ve uyumsuzluk durumudur. Kültürel asimilasyon, ikincil grubun, anadilini ve kültürünü dominant kültür grubunun baskısıyla yitirmesi sürecidir. Örnek olarak; Öklid geometrisi Öklidci geometri, Yunan matematikçi Öklid tarafından ortaya atılan bir geometri sınıfıdır. Öklid'in beş aksiyomu şunlardır: Bir dik üçgende hipotenüse ait yükseklik uzunluğunun karesi, hipotenüs üzerinde ayırdığı 2 kenarın çarpımına eşittir. Bir dik üçgende bir dik kenarın uzunluğunun karesi, bu kenarın hipotenüs üzerindeki dik izdüşümü ile hipotenüs uzunluğunun, çarpımına eşittir. Bu bağıntıya Öklid’in Dik Kenar Bağıntısı denir. II. Abdülhamid II. Abdülhamid (Osmanlı Türkçesi: "`Abdü’l-Hamīd-i sânî"- d. 21 Eylül 1842 – ö. 10 Şubat 1918), Osmanlı İmparatorluğu'nun 34. padişahı ve 113. İslam halifesidir. Bunalımlı bir dönemde tahta çıkan Abdülhamid, Batı'ya karşı dengeci, Doğu'ya karşı İslâmî politikalar izlemiş, ülke içinde mutlakıyeti (monarşiyi) güçlendirmiştir. Sultan Abdülmecid'in oğludur. Henüz 10 yaşındayken annesi Tirimüjgan Sultan ölünce bakımını Abdülmecid'in diğer çocuksuz eşi Piristû Kadın Efendi üstlendi. Piristû Kadın Efendi, Abdülhamid'i kendi çocuğu gibi büyüttü. Babasının ölümünden sonra yerine geçen amcası Abdülaziz, diğer şehzadelerle birlikte Abdülhamid'in eğitimiyle de yakından ilgilendi. 1867 yılında çıktığı Avrupa gezisine Abdülhamid'i de beraberinde götürdü. Amcası Abdülaziz'in 1876'da tahttan indirilmesi ve şüpheli şartlarda ölümü, ağabeyi V. Murat'ın tahta geçirildikten üç ay sonra ruhî çöküntü geçirdiği iddiasıyla tahttan indirilerek Çırağan Sarayı'na hapsedilmesi olaylarına şahit oldu. 31 Ağustos 1876'da padişah ilân edildi ve 7 Eylül günü Eyüp'te kılıç kuşandı. Ağabeyinin yerine tahta geçirildikten sonra her iki saltanat değişiminin mimarı olan Mithat Paşa'yı sadrazam yaptı. Abdülhamid tahta çıktığında Osmanlı İmparatorluğu büyük bir buhrandaydı. 1871'de Âli Paşa'nın ölümünden sonra saray ile Bâb-ı Âli arasındaki çekişme alevlenmiş, 1875'te devlet, borçlarını ödeyemez hâle düşerek Muharrem Kararnamesi ile moratoryum ilan etmiş, Rusya'nın başını çektiği Panslavizm akımının etkisiyle Balkanlar'da millî isyanlar baş göstermişti. Yurt içinde meşrutiyet yanlısı görüşler güçleniyor, hatta padişahlığın tasfiyesiyle cumhuriyet ilânı fikri tartışmaya açı
lıyordu. Abdülhamid, tahta geçmeden Mithat Paşa'ya verdiği taahhüt uyarınca 23 Aralık 1876'da ilk Osmanlı anayasası olan Kanun-ı Esasî'yi ilan etti. Meclis-i Mebusan ve Âyan Meclisi üyelerinden oluşan ilk meclis, 19 Mart 1877'de açıldı. Böylece I. Meşrutiyet dönemi başladı. Padişah ile meclisin ülkeyi birlikte yönetmesi ilkesine dayanan anayasayla yargı bağımsızlığı ve temel haklar teminat altına alınmasına rağmen hâkimiyetin esas kaynağı yine padişahtı. Abdülhamid, Kanun-ı Esasî'nin 113. maddesiyle kendisine tanınan "idarî sürgün yetkisi"ni kullanarak daha meclis toplanmadan Mithat Paşa'yı sürgüne yolladı. II. Abdülhamid, Osmanlı Devleti'nin en bunalımlı günlerini yaşadığı bir dönemde 31 Ağustos 1876 tarihinde tahta çıktı. Abdülaziz döneminde (1861-1876) 1875 yılında başlamış olan Hersek İsyanı ve Bulgar İsyanları sürerken V. Murad döneminde Sırbistan ve Karadağ ile savaşlar da Balkan topraklarını savaş alanına çevirmişti. Bu isyanları kışkırtan ve destekleyen Rusya, Şark meselesini halletmek üzere fırsat kollamakta idi. Kırım Savaşı (1853-1856) sırasında Rusya, aralarında Osmanlı Devleti'nin de bulunduğu Batı ittifakına yenilmiş ve yalıtılmıştı. Rusya, dikkatini 1860'larda itibaren Kafkasya'daki son direnişi kırmaya (1863-1864) ve Orta Asya'daki Türk hanlıklarının topraklarının ele geçirmeye (1866-1876) vermiş, aynı dönemde ise Birleşik Krallık ve Fransa'nın dikkati 1871'de Almanya'nın birleşmesi ve İtalya'nın birleşmesiyle Avrupa kıtasında oluşan yeni dengelere yönelmişti. Birleşik Krallık'ta Kırım Savaşı'nda Osmanlı Devleti'ni destekleyen Palmerston (1855-1865) döneminin aksine Gladstone (1868-1874, 1880-1885 ve 1892-1894) Osmanlı muhalifi bir siyasî tutum içine girmiş, muhalefetteyken de özellikle Bulgar İsyanları'nın bastırılması sırasında Osmanlı Devleti'nin katliamlar yaptığı iddialarını gündeme taşımış; bu da Macar devrimcilerinin Osmanlı Devleti'ne sığınmaları (1848) ve Kırım Savaşı (1853-1856) sırasındaki müttefiklik sayesinde Türklere yönelik olumlu bakış açısını tersine çevirmeye başlamıştı. Yine Abdülaziz’in son yıllarında Sadrazam Mahmud Nedim Paşa’nın dış borçların ödenmesiyle ilgili moratoryum kararı ("Tenzil-i faiz kararı") Avrupa’da büyük tepkilere yol açmış ve bu yüzden Balkanlardaki ayaklanmaların bastırılması için yeni bir malî yardım alınması imkânsızlaştığı gibi Avrupa kamuoyu da iyice Osmanlı Devleti aleyhine dönmüştü. Sırbistan 1815 yılında özerklik kazanmış, bu özerklik, Ruslarla imzalanan Akkerman Antlaşması (1826) ve Edirne Antlaşması ile teyit edilmiş, 1835 yılında Sırbistan'ın ilk anayasası kabul edilmiş, 1867 yılında ise Batılı ülkelerin baskısıyla Türk birliklerinin Sırbistan'daki bütün kalelerden çekilmesi üzerine Sırbistan, görünüşte özerk, ancak fiilen bağımsız bir yapıya kavuşmuştu. Karadağ ise İşkodra'ya bağlı bir sancak olmakla birlikte Osmanlı hâkimiyeti için askerî harekât yapılmasına lüzum görülmeyen çorak bölgede "vladika" adlı yöneticiler kısmî bir özerklik yaşamakta olup 1852 yılında Rusların da desteğiyle Karadağ Prensliği adıyla bu özerkliğini resmiyete kavuşturmayı başarmışlardı. 1858 ve 1862 yıllarındaki Osmanlı-Karadağ savaşlarının sonucunda imzalanan belgelerde Karadağ'ın sınırları da belirlenmişti. Sırbistan ile savaş, başlangıçta Osmanlı ordularının başarısıyla sonuçlandı. Sırpların Niş, Pirot ve Sofya hedeflerine yönelik başlattıkları taarruzları durduran Türk birlikleri karşı taarruza geçti ve 1 Eylül 1876 tarihinde Aleksinaç Muharebesi'nde Sırpları kesin bir yenilgiye uğrattı. Ekim ayında Sırpların savunmasının tamamen çökmesi ve Osmanlı ordusuna Belgrad yolunun açılması üzerine Rusya, 48 saat içinde silahlı çatışmaların durdurulması hususunda Osmanlı Devleti'ne ültimatom verdi. Rus baskısına boyun eğmek zorunda kalan Osmanlı Devleti ateşkes yaptı. 15 Ocak 1877 tarihi itibarıyla Sırbistan ile savaşın ilk merhalesi kesin olarak sona erdi. Karadağ ile 18 Haziran 1876 tarihinde başlamış olan savaşta ise Osmanlı ordusu başarısız oldu. 18 Temmuz'da Niksiç Muharebesi'nde yenilgiye uğrayan Osmanlı ordusu geri çekilmek zorunda kaldı. Balkanlarda ortaya çıkan buhranı çözüme kavuşturmak gayesiyle ve Osmanlı Devleti'nin Balkanlardaki eyaletlerinin idarî şartlarını düzenlemek üzere Avrupa ülkelerinin baskısı ile İstanbul'daki Haliç tersanelerinde 23 Aralık 1876 tarihinde Tersane Konferansı toplandı. Aynı gün Meşrutiyet ilan edildiyse de bunun Batılı ülkelerin kararı üzerinde bir etkisi olmadı. Nitekim bu konferansta Sırbistan ve Karadağ için bağımsızlık, Bulgaristan ve Bosna-Hersek içinse özerklik kararı alındı. Osmanlı Devleti 18 Ocak 1877 tarihinde bu kararları reddedince Rusya 24 Nisan 1877 tarihinde savaş açtı. Ruslarla harbin çıkması üzerine hem Sırbistan, hem de Karadağ ile muharebeler de yeniden başladı. Osmanlıların neredeyse bütün birliklerini Ruslarla savaşa teksif ettikleri bir dönemde Sırbistan ve Karadağ'daki az sayıdaki birlikle savunmada kaldılar ve mağlup oldular. Sırplar 1878 yılında Niş, Pirot ve Vranje'yi ele geçirirken Karadağlılar da Nikşiç, Podgorica, Bar ve Ülgün'ü işgal ederek Adriyatik Denizi'ne çıktılar. Osmanlı Devleti 1878 yılında imzalanan Ayastefanos Antlaşması ve Berlin Antlaşması ile Karadağ ve Sırbistan'ın bağımsızlıklarını tanıdığı gibi kaybettiği toprakların bu iki ülkeye ait olduğunu da kabul etti. Savaş neticesinde imzalanan Berlin Antlaşması'na göre Karadağ bağımsız olmuştur. 1879'dan itibaren Karadağ'la diplomatik ilişkilerin de başladığı bu dönemde ilişkilerde mühim bir mesafe kat edilmiştir. Balkan Savaşları'na kadar küçük sınır çatışmaları haricinde Osmanlı-Karadağ ilişkilerinde savaşsız bir dönem geçirilmiştir. Rusya'nın Balkanlar'da ıslahat için verdiği tekliflerin 12 Nisan 1877'de İbrahim Ethem Paşa hükûmeti tarafından reddedilmesi üzerine 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı patlak verdi. Abdülhamid'in karşı olmasına rağmen Mithat Paşa, Damat Mahmud Paşa ve Redif Paşa gibi devlet adamlarının ısrarlarıyla girilen savaşta Rus orduları Balkan ve Kafkas cephelerinde Osmanlı kuvvetlerini bir sıra mağlubiyete uğratarak doğuda Erzurum'u, batıda ise Bulgaristan'ın tamamı ile Trakya'nın İstanbul surlarına kadarki kısmını işgal ettiler. Meclis-i Mebusan'da hükûmetin savaş politikalarına yöneltilen ağır tenkitler üzerine Abdülhamid, meclisi 18 Şubat 1878'de tatil etti. Takip eden 30 yıl boyunca meclisi bir daha toplantıya çağırmadı ve bu süre zarfında meşrutiyet anayasası olan Kanun-ı Esasî'yi kâğıt üzerinde de olsa muhafaza ederek aldığı kararları yine bu anayasaya göre yürürlüğe koydu. 93 Harbi, 3 Mart 1878'de İstanbul surları dışındaki Ayastefanos'ta karargâh kuran Rus kuvvetlerinin dikte ettiği Ayastefanos Antlaşması ile sona erdi. Anlaşmaya göre Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı, sınırları Tuna'dan Ege'ye, Trakya'dan Arnavutluk'a uzanacak bağımsız bir Bulgaristan Prensliği kurulacak, Bosna-Hersek'e iç işlerinde bağımsızlık verilecek, Sırbistan, Karadağ ve Romanya tam bağımsızlık kazanacak ve sınırları genişletilecek, Kars, Ardahan, Batum ve Doğubayazıt Rusya'ya verilecek, Teselya Yunanistan'a bırakılacak, Girit ve Ermenistan'da ıslahat yapılacak, Osmanlı İmparatorluğu Rusya'ya 30.000 ruble savaş tazminatı ödeyecekti. Oldukça ağır şartlar içeren bu antlaşmaya Rusya'nın aşırı derecede güçlenmesinden kaygı duyan diğer Avrupa devletleri karşı çıktılar. 13 Temmuz 1878'de Ayastefanos Antlaşması'nın yerine geçen Berlin Antlaşması imzalandı. Yeni antlaşmayla Rusya'nın toprak kazanımları geri alındıysa da Romanya ve Karadağ'a bağımsızlık verilirken Bulgaristan'da Almanya ve Avusturya-Macaristan himayesinde özerk bir prenslik oluşturuldu. Avrupalı devletlerin katılımıyla 13 Temmuz 1878'de Berlin'de bir toplantı düzenlenmiş, toplantıya katılan Avusturya-Macaristan temsilcisi Kont Andrassy Osmanlı Devleti'nin hâkimiyeti altındaki Bosna-Hersek'te asayişi sağlayamadığını ve bu durumun kendilerini rahatsız ettiğini söylemiş, bunun üzerine Birleşik Krallık temsilcisi Lord Salisbury, Bosna-Hersek'in Avusturya tarafından işgalini önermiştir. Teklif, Rusya temsilcisi tarafından da kabul görünce Osmanlı temsilcisi Alexandır Karatodori Paşa teklife şiddetle karşı çıkmış, ancak Prens Bismarck, kongrenin yapılmasının gayesinin Osmanlı'nın menfaatlerini savunmak değil, Avrupa'nın menfaatlerini korumak olduğunu söylemiştir. Aynı toplantının ardından Avusturya-Macaristan'ın Bosna işgaline izin verilmiş, Yenipazar Osmanlı'ya bırakılmıştır. Bu kararın ardından Osmanlı birebir Avusturya—Macaristan ile müzakerelere girdiyse de Avusturya-Macaristan'nı işgâl kararından geri çevirememiş, 29 Temmuz'da başlayan işgâl, yoğun Boşnak direnişi sonrası ancak 28 Ekim 1878'de tamamlanmıştır. 19. yüzyıl başlarında İngilizler arasında Kıbrıs'ı ele geçirmeye yönelik düşünceler belirmişti. Birleşik Krallık'taki hükûmet tarafından Osmanlı'daki elçi Henry Layard'a gönderilen 1878'deki bir telgrafta Kıbrıs'ın Osmanlı'dan istenmesinin sebepleri anlatılıyordu. "Osmanlı Hükûmeti çaresizlik içindedir. Bunlar, çöküşün açık delilleridir" ifadesinin yer aldığı telgrafta Birleşik Krallık, Rusya karşısında Osmanlı'yı savunabileceğini belirterek askerî ve stratejik gerekçelerle Kıbrıs'ı istiyordu. Mayıs 1878'de Osmanlı Devleti'ne resmen başvurmuş olan Birleşik Krallık, Kıbrıs'ın kendilerine verilmesi için bir anlaşma yapılmasını istedi. Osmanlı Dışişleri Bakanı Saffet Paşa, Birleşik Krallık'ın isteklerini yumuşatmak istediyse de İngiliz elçi gerekirse Kıbrıs'ı zorla işgâl edebileceklerini söyleyerek Osmanlı'yı tehdit etti. Bu tehdidin ardından anlaşmanın en geç 3 Haziran 1878 akşamına kadar yapılması için Osmanlı'ya yönelik baskı arttırıldı. Baskılar neticesinde Osmanlı, anlaşmayı kabul etti. Osmanlı Devleti ile Birleşik Krallık arasında Kıbrıs'ın yönetiminde değişiklik yapılmasını öngören anlaşma 4 Haziran 1878'de imzalandı. 7 Temmuz 1878'de de İngilizlerin Kıbrıs'a asker çıkarmalarına izin veren emir çıkarıldı. Böylece 12 Temmuz 1878'de Kıbrıs'a asker çıkaran İngilizler, Kıbrıs'taki Osmanlı bayrağını indirip yerine kendi bayraklarını çektiler. Türk bayrağının indirilme
si üzerine "Yaşasın İngiltere!" diye bağıran Rumlar, memnuniyetlerini belirttiler. Böylelikle her ne kadar "geçici" olacağı söylense de Kıbrıs tamamen İngilizlere bırakılmış oldu. Birleşik Krallık'ın Asya'daki en önemli rakibi olan Rus İmparatorluğu'nun, 93 Harbi neticesinde imzalanan Ayastefanos Antlaşması ile Osmanlı üzerinde elde ettiği haklar, iki büyük güç arasındaki dengeyi bozacak vasıfta idi. Birleşik Krallık bölgede rakibi Rusya'nın Ayastefanos Antlaşması ile elde ettiği etkinliği azaltmak üzere siyasî ve askerî girişimlerde bulunmaya başlamıştı. Bu girişimlerin sonucunda Ayastefanos Antlaşması'nın tadili maksadıyla uluslararası bir kongrenin, Berlin Kongresi'nin toplanmasına karar verilmiş, Yeşilköy'e kadar ilerlemiş olan Rus kuvvetleri Birleşik Krallık Hükûmeti çıkarları açısından tehdit olmuştur. Rusların Anadolu içlerine doğudan da saldırması ihtimalini gündeme getiren Birleşik Krallık, Kars, Ardahan ve Batum’u işgâl eden Rusların Anadolu'daki gayrimüslimleri ve Suriye-Irak bölgesindeki ahaliyi Osmanlı Devleti'ne karşı kışkırtabileceğini iddia edip böyle bir durumun Osmanlı Devleti'nin sonu olacağını Birleşik Krallık Hükûmeti Osmanlı Devletine tebliğle bildirmiştir. Bu durum karşısında çözümün Türk-İngiliz ittifakı olduğunu iddia eden İngilizler, bunun karşılığında Osmanlı Hükûmeti'nden iki talepte bulunmuş, ilk talebi Asya'da bulunan Hıristiyan ve sair tebaanın hâlini ıslah için Osmanlının teminat vermesi, ikinci talep ise Birleşik Krallık'ın Rusları işgal ettikleri yerlerden çıkarmak ve Osmanlı topraklarını tecavüzden korumak taahhüdünü yerine getirebilmesi için Birleşik Krallık'a Osmanlının Suriye veya Anadolu sahillerine yakın bir yerin vermesidir. Kıbrıs'ın Osmanlı Devletine ait olacağını, vermekte olduğu vergiyi Osmanlı Hazinesi'ne ödemeye devam edeceği, sadece askerî ve stratejik mülahazalarla Birleşik Krallık tarafından kullanılacağı o dönem Birleşik Krallık'ın Osmanlı Hükûmeti'ne verdiği tebliğde belirtmiştir. Rusların işgâl ettikleri yerlerden çekildikleri vakit Birleşik Krallık'ın da Kıbrıs'tan çekileceği taahhüt edilmiştir. Tebliği Padişah II. Abdülhamid'e ileten İngiliz elçisi, dönemin Hariciye Nazırı'nın itirazı üzerine "Eğer Osmanlı Hükûmeti bu antlaşmayı kabul etmezse kongrede (Berlin Kongresi) barış şartlarını değiştirmeye İngiliz murahhısları çalışmayacak ve İngiliz Devleti donanması kuvvetiyle cebren Kıbrıs'ı işgal edecektir" diyerek açık bir tehditte bulunmuş, bu durum üzerine Padişah II. Abdülhamit, "Hukuk-u şahaneme asla halel gelmemek şartı ile muahedenameyi tasdik ederim" notunu metne yazarak muahedeyi tasdik etmiştir. Bu durum tahlil edilirken Rus kuvvetlerinin Yeşilköy'e kadar geldikleri ve ani bir baskınla İstanbul'un tamamını ele geçirebilme ihtimalleri göz ardı edilemeyeceği düşünülmüştür. Ancak durum, Osmanlı Devleti'nin I. Dünya Savaşı'na girmesiyle değişti. Savaşın başlamasını müteakip 5 Kasım 1914 günü Birleşik Krallık Bakanlar Kurulu hem Osmanlı Devleti'ne resmen savaş ilânı, hem de Kıbrıs'ı ilhak kararı almıştır. Kabine toplantısında alınan kararda Osmanlı Devleti ile Birleşik Krallık arasında başlayan savaş sebebiyle 1878 Berlin Antlaşması'nın geçerliliği kalmadığı belirtilmiş ve "Yukarıda belirtilen tarihten itibaren Kıbrıs Adası ilhak edilecek ve Majestelerinin mülkünün bir parçası hâline gelecektir. Bu kararnâme, 1914 Kabinesi'nin Kıbrıs'ı ilhak kararı adını taşıyacaktır" denilmiştir. Bu karar tek taraflı idi, 1878 Berlin Antlaşması'na ve uluslararası hukuka aykırı, kanundışı bir karardı. 1914 ilhakı ile beliren bu yeni durum karşısında İngiliz tebaası (uyruğu) olmak istemeyen bir kısım Türk, Kıbrıs'tan ayrılarak Türkiye'ye göç etmiştir. Böylece 1878'de başlayan nüfus dengesindeki bozulma, 1914'te daha büyük göçlerle devam etmiştir. Fransa, Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu buhrandan faydalanıp bazı sınır olaylarını da gerekçe göstererek Tunus konusunda harekete geçti. Fransız birlikleri 1881 yılının başlarında Tunus'a girdi. 12 Mayıs 1881 tarihinde Tunus Beyi ile Bardo Antlaşması'nı imzalayan Fransa, Tunus'u kendi himayesine aldığını duyurdu. II. Abdülhamid'in tutuklatmak istediği Midhat Paşa ise Bardo Antlaşması'nın imzalanmasından beş gün sonra İzmir'deki Fransız Konsolosluğu'na sığındı. II. Abdülhamid de Midhat Paşa'nın teslim edilmesini istedi. II. Abdülhamid'in bu isteğine karşı gelmek Fransa'nın Tunus'a el koyma politikasını sekteye uğratabileceği ve geciktirebileceği için Fransa, Midhat Pasa'yı teslim etmeye karar verdi. Böylece Midhat Paşa Osmanlı Hükümeti'ne teslim oldu. Fransa'nın Midhat Paşa'yı çabuk teslim etmesi, Tunus sorununda II. Abdülhamid'in yumuşamasını sağladı. II. Abdülhamid'in politikasındaki bu değişiklik, Tunus sorununun Fransa'nın çıkarına göre gelişmesini hızlandırmış ve Tunus'un Osmanlı'nın elinden çıkmasını kolaylaştırmıştı. 8 Haziran 1883'te Mersâ Antlaşması imzalanınca Tunus, Fransa'nın resmen idaresine girdi. Böylelikle Osmanlı Devleti de Tunus gibi çoğunlukla Müslümanların yaşadığı bir toprak parçasını daha kaybetmiş oldu. Dış borçların içinden çıkılmaz bir hâle gelmesi, 1881 yılında Düyun-u Umumiye'nin kurulmasına yol açtı. Düyun-u Umumiye, Osmanlı'nın en büyük iki alacaklısı olan Fransa ve İngiltere tarafından kontrol ediliyordu. Osmanlı Devleti'nin neredeyse bütün maliyesini yönetecek duruma gelen Düyun-u Umumiye'nin idaresinde İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya-Macaristan temsilcileri yer alıyordu. Bazı vergilerin toplanma yetkisi Düyun-u Umumiye'ye bırakıldı. Böylelikle Osmanlı Devleti iktisadî bağımsızlığını kaybetti. Düyun-u Umumiye idaresinin kurulmasıyla beraber başlangıçta Osmanlı Devleti'nin borçlarının önemli bir bölümü silindiyse de 1881'den 1908 yılına kadar 12 borç sözleşmesi imzalandığı için dış borçlanma sürdü. Mısır'da bazı çevreler, yabancı müdahalesine karşı oldukça tepkiliydi. Gelişen bazı olaylar üzerine İsmail Paşa Mısırlılardan oluşan bir hükûmet kurdu, ancak İngiltere ve Fransa'nın baskısı üzerine II. Abdülhamid tarafından görevden alındı. Mısırlılar, Urâbî Paşa etrafında toplanarak isyan edince İngiltere de İskenderiye'yi topa tuttu. 13 Eylül 1882'de Urâbî Paşa yandaşları ile İngiliz ordusu Tellülkebîr'de karşı karşıya geldi. Çarpışma neticesinde İngiltere Mısır'ı fiilen işgal etmiş oldu. Osmanlı Devleti böylece önemli bir toprak parçasını daha kaybetti. 1870'lerin ortasında Mısır Hidivi İsmail Paşa, Kuzey Somali'nin kıyı bölgelerini ele geçirdi. Her ne kadar Kuzey Somali taraflarında kontrolü eline aldıysa da tam olarak bölgeye hâkim olamadı. Bu bölge, 1884'ten itibaren İngiltere'nin eline geçti. Berlin Antlaşması, Doğu Anadolu'daki Ermenilerin Rus himayesine yönelmelerine engel olmak amacıyla Osmanlı İmparatorluğu'ndan bu bölgedeki Ermenilerin durumunu düzeltmeye yönelik bir sıra reform yapmasını talep etti. Abdülhamid yönetiminin bu reformları ertelemesi ve bölgedeki Kürt aşiretlerini muhtemel bir Ermeni isyanına karşı silahlandırma yoluna gitmesi üzerine Ermeniler arasında devrimci ve milliyetçi örgütler güç kazandı. 1887'de Maraş'a bağlı Zeytun'da, 1891'de ise Siirt'e yakın Sason'da Ermeni devrimci örgütlerince desteklenen direniş hareketleri başlatıldı. 1895'te bu olayların ülke çapında bir ihtilâle dönüşmesi ihtimalinin doğması ve İstanbul'da Ermeni teşkilatlarının Kumkapı'da Batı kamuoyununu etkilemeye yönelik bir ayaklanma düzenlemesi üzerine Kâmil Paşa hükûmeti tarafından Anadolu'da Ermeni topluluklarına yönelik sert bastırma tedbirleri alındı. IV. Ordu Komutanı Müşir Zeki Paşa, Ermeni isyanını bastırmakla görevlendirildi. Doğuda Kürt aşiret reisleri Hamidiye Alayları adı altında düzensiz milis birliklerinde örgütlendi. 1895 yazında bütün Anadolu taşrasında gerçekleşen kanlı olaylar, Batı kamuoyunda genellikle Hamidiye Katliamları olarak adlandırıldı ve liberal Avrupa basınında Abdülhamid aleyhine şiddetli bir kampanya başlatılmasına sebep oldu. 2 Nisan 1892 tarihinde belden bağlanmış siyah çarşaf giyen Müslüman kadınların örtünmemiş denecek hâlde açık-saçık bulundukları ve matem tutan Hristiyanlara benzedikleri ve güvenlik bakımından da problem yaratacağı gerekçeleriyle II. Abdülhamid tarafından kadınların çarşaf giymesi . Kuveyt Emirliği, Osmanlı'ya bağlı olmakla beraber idarede bağımsız sayılabilecek bir durumdaydı. Vergi vermeyen Kuveyt'te Osmanlı Devleti tarafından tayin edilen bir kadı bulunurdu. Kuveyt Emiri Mübarek el-Sabah, 23 Ocak 1899 tarihinde İngilizlerle gizli bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşmaya göre Kuveyt, İngiliz hükûmetinin izni olmaksızın hiçbir ülkenin siyasî temsilcisini kabul etmeyecek, topraklarından herhangi bir parçayı İngiltere'den başka bir devlete terk etmeyecek veya kiralamayacaktı. Bunun karşılığında çeşitli yardımlar ve silâh alacaktı. Bu anlaşmayı kabullenemeyen Osmanlı ise İngilizlerle anlaşan Kuveyt Emiri'ne karşı rakibini destekledi. Almanların etkisiyle II. Abdülhamid, İbnürreşid'in Kuveyt'e saldırmasını emretti. II. Abdülhamid'i bu işe yönlendiren Alman İmparatoru, bu defa II. Abdülhamid'e başvurarak askerî birliklerini geri çekmesini istedi. Bu olaydan sonra Kuveyt'teki İngiliz nüfuzu dokunulmazlık kazanmış kadar oldu. Yahudilerin Filistin'e yerleştirilmesini amaçlayan siyonist lider Theodor Herzl, 17 Mayıs 1901 tarihinde II. Abdülhamid ile görüştü. Bu görüşmede Herzl'e bir Mecidiye nişanı verildi. II. Abdülhamid ile görüşmesinden sonra konu hakkında Daily Mail gazetesine mülakat veren Herzl, görüşmeden duyduğu memnuniyeti vurgulayıp Yahudilerin II. Abdülhamid'den daha iyi bir dostu ve seveni olmadığını ifade etti. II. Abdülhamid, belirli bir yerde toplu hâlde olmamak şartıyla Yahudilerin Osmanlı topraklarına gelmelerini kabul etti, ancak Filistin'e yerleşim konusunda bir adım atmadı. Herzl'in asıl isteği ise Yahudilerin doğrudan Filistin'e yerleşmesini sağlamak idi. Bunun karşılığında da Osmanlı borçlarının önemli bir kısmını ödeyecekti. II. Abdülhamid, Yahudilerin dağınık bir şekilde Mezopotamya'ya yerleşmelerini teklif etti, ancak bu teklif Herzl tarafından kabul edilmedi. Çünkü Herzl, ilave yerleşim yeri olarak Filistin, Hayfa
ve çevresini istemekteydi. Konu hakkında Osmanlı Arşivleri'nde bulunan belgeler, II. Abdülhamid'in Herzl'i huzurundan kovmadığını ve Padişahın Yahudilerin yerleşimi için Mezopotamya'yı teklif ettiğini göstermektedir. 1908'de Bosna-Hersek'in Avusturya-Macaristan tarafından ilhak edilmesiyle patlak veren ve I. Dünya Savaşı'na kadar giden süreçte II. Meşrutiyet sebebiyle Osmanlı yönetimi etkisiz kalmış, Avusturya'nın Bosna-Hersek'i ilhak ettiği gün karışıklıktan yararlanan Bulgaristan, tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan etmiştir. Osmanlı Devleti ise hukuken olmasa da bilfiil bu emrivâkîyi kabullenmek zorunda kalmıştır. II. Abdülhamid Meclis'i kapatarak yönetimi kendi eline aldıktan sonra Osmanlı tarihinde ilk defa geniş kapsamlı bir polis ve istihbarat örgütü kurdu. 1880 yılında Yıldız İstihbarat Teşkilatı'nı kurdu. Çok sayıda hafiyeden meydana gelen bu teşkilatın gayesi Abdülhamid'in siyasî rakipleri hakkında bilgi toplamak ve Abdülhamid'e karşı hazırlanan darbe veya isyan teşebbüslerini önlemekti. Hafiyeler sadece kendi başlarına bilgi toplamakla kalmıyor, halk arasında çok sayıda kişiye maaş bağlayarak geniş bir istihbarat ağı oluşturuyorlardı. Jurnalci adı verilen bu kişiler, Abdülhamid yönetimine karşı olabilecek faaliyetleri bildiriyor, böylece her türlü hareketin önü önceden kesilmiş oluyordu. II. Abdülhamid, 13 Şubat 1878'de Meclisi tatil etti. Durumdan rahatsız olan Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı, V. Murat'ı Padişah, Mithat Paşa'yı sadrazam yapmak için Genç Osmanlılardan Ali Suavi'yi tahrik ederek tarihe Çırağan Baskını olarak geçen başarısız darbeyi yaşattı. 23 ihtilalcinin ölümü ile sonuçlanan bu sonuçsuz darbe, II. Abdülhamid'in hafiye denilen gizli teşkilatını kurarak daha sıkı idareyi ele almasına mecbur etti. Abdülhamid’in örfî idaresine karşı muhalefet de giderek güçlendi. 1889'da İttihat ve Terakkî Cemiyeti kuruldu. 1908'de İttihat ve Terakkî yanlısı bazı subaylar Manastır ve Selanik kentlerinde ayaklandı. Bu baskıların üzerine Abdülhamid, 24 Temmuz 1908'de anayasayı yeniden yürürlüğe koymak zorunda kaldı ve II. Meşrutiyet ilan edildi. Yapılan seçimlerle oluşturulan yeni meclis, 17 Aralık 1908'de açıldı. Ancak artan huzursuzluklar ve İttihat ve Terakkî muhaliflerinin baskıları sonucunda 13 Nisan 1909'da İstanbul’da isyan çıktı. Rumî takvimle 31 Mart günü patlak verdiği için bu isyan, 31 Mart Vak'ası olarak bilinir. Selanik'te kurulan Hareket Ordusu 23-24 Nisan gecesi İstanbul'a girerek isyanı bastırdı. İkinci Meşrutiyet dönemi ağırlıklı olarak İttihat ve Terakkî hükûmetlerinin yönetiminde geçti. Devlet yönetiminde İttihat önderleri Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa etkili oldu. Bu dönemde Osmanlı Devleti, Trablusgarp, I. ve II. Balkan Savaşları ve I. Dünya savaşlarına girdi. I. Dünya Savaşı'nın hemen ardından VI. Mehmet, İtilaf Devletleri’nin baskısıyla 21 Aralık 1918'de parlamentoyu kapattı. 12 Nisan'ı 13 Nisan'a bağlayan gece, Taksim Kışlası'ndaki Avcı Taburu'na bağlı askerler subaylarına karşı ayaklanarak kendilerine önderlik eden din adamlarının peşinde Heyet-i Mebusan'ın önünde toplandılar ve ülkenin şeriata göre yönetilmesini istediler. Hüseyin Hilmi Paşa hükûmeti isyancılarla uzlaşma yolunu seçti ve hükûmet üyeleri tek tek istifa etti. İsyan, Heyet-i Mebusan üzerinde de etkili oldu. O gün İttihat ve Terakkî üyesi mebuslar, can güvenlikleri olmadığı için meclise gitmedi. Bazıları İstanbul'dan uzaklaşırken bazıları da şehir içinde saklandı. Bu arada isyancılar, İttihatçı subaylarla mebusları buldukları yerde öldürüyorlardı. Hükûmetin ve meclisin etkisiz kalmasıyla II. Abdülhamid yeniden duruma hâkim oldu. İsyanı başlatan muhalefet ise herhangi bir programdan mahrum olduğundan önderliği elde edemedi. İttihat ve Terakkî, asıl güç merkezi olan Selanik'teki 3. Ordu'yu harekete geçirdi. Böylece isyanı bastırmak üzere Hareket Ordusu kuruldu. İsyancılar 23 Nisan'ı 24 Nisan'a bağlayan gece İstanbul'a girmeye başlayan Hareket Ordusu'na başarısız bir direniş çabasından sonra teslim oldular. Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Âyan da bir gece önce Yeşilköy'de toplanarak Hareket Ordusu'nun girişiminin meşruluğunu tasdik etti. İsyanın bastırılmasından sonra sıkıyönetim ilan edildi ve isyancıların önderleri divan-ı harpte yargılanarak ölüm cezasına çarptırıldılar. Muhalefet hareketi önemli kayıplara uğradı. Ama en önemli gelişme, Meclis-i Umumî Millî adı altında birlikte toplanan Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Ayan'ın 27 Nisan'da II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesini, yerine V. Mehmed'in geçirilmesini kararlaştırmasıydı. Ayrıca II. Abdülhamid'in İstanbul'da kalması da mahzurlu bulunarak Selanik'te oturması münasip görüldü. Divan-ı Harp, II. Abdülhamid'i yargılamak istediyse de yeni kurulan Hüseyin Hilmi Paşa hükûmeti bunu kabul etmedi. Üç sene Selanik'teki Alatini Köşkü'nde ev hapsinde tutulduktan sonra II. Abdülhamid, 1912'de İstanbul'daki Beylerbeyi Sarayı'na getirildi. 10 Şubat 1918'de İstanbul'da vefat etti. Mezarı, büyük babası için Divanyolu'nda yaptırılmış Sultan II. Mahmut Türbesi'nde bulunmaktadır. Sultan Abdülhamid uzunca boylu, esmerce tenli, uzunca burunlu, elâ gözlü, hafif kıvırcık sakallı idi. Zekâ ve hafızasının güçlü olduğu, açık bir tarzda konuştuğu, kendisine anlatılanları uzun müddet sabırla dinlediği söylenen Sultan Abdülhamid, oldukça dindar bir insandı. Kızı Ayşe Sultan, babasının dindarlığını şöyle anlatmıştır: Günde muntazam 15-16 saat çalıştığı söylenmektedir. Çalışma saatleri dışında hobi olarak marangozlukla uğraşırdı. Gençliğinde binicilik, yüzme, atıcılık, güreş gibi sporlar yaptı. Tiyatro ve operaya ilgi duyardı. Yıldız Sarayı'nda yaptırdığı tiyatroda çeşitli oyun ve operaları hususî olarak getirtir ve ailesiyle birlikte seyrederdi. Abdülhamid, matbaa ve yayın işlerine çok meraklıydı. Modern matbaa makinelerini Türkiye'ye getirtip kaliteli divan eserleri bastırdı. Mesela Cem Sultan Divanı'nı bastırıp bazı nüshalarını Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı'na, Almanya'ya ve Amerika'ya gönderten Sultan Abdülhamid, dedektif romanlarına ve seyahatnamelere çok meraklı bir padişahtı. Abdülhamid'in iki ile beş bin adet arasında olduğu rivayet edilen bir polisiye roman koleksiyonu vardı ve bunların birçoğu Yıldız Yağması sırasında ortadan kayboldu. Sherlock Holmes'un bütün maceralarını eksiksiz olarak Osmanlıcaya tercüme ettirmişti. Sultan Abdülhamid, Yıldız Sarayı'nda çok büyük bir kütüphane kurdurtmuştu. Bu kütüphane dört bölümden meydana geliyordu. Bunlar arasında "yabancı dillerde Türkiye ile ilgili yazılmış eserler" vardı. Bu ederlerin içerisinde el yazması pek çok kitap olup özel olarak tercüme ettirilerek telif hakkı ödenmişti. Dolayısıyla bunları basmak ve dağıtmak yasaktı ve tek nüsha idiler. "Gazeteler" konusunda kütüphane, Avrupa'da çıkan bütün önemli gazetelere aboneydi. Dolayısıyla son derece zengin bir süreli yayın koleksiyonu mevcuttu. "Roman ve hikayeler" bakımından 6.000 kadar kitap özel olarak saray için tercüme edilmişti. Bu romanlar haremde de okunur ve elden ele gezer, sonra kütüphaneye teslim edilirdi. Mesela Carmen Silva'nın bütün eserleri mevcuttu. Kütüphanenin bir de Arapça ve Farsça eserleri ihtiva eden kısmı vardı. Fakat bu kısım diğerlerine nazaran fakirdi. "Coğrafya ve seyahatnameler" konusunda Yıldız Sarayı'na kapanmış bir hayat süren Abdülhamid'in Dünya'yı bu eserler sayesinde tanıdığı ve takip ettiği söylenir. Özellikle Ermeni isyanını bastırırken kullandığı tedbirler sebebiyle Batılı tarihçiler ve muhalifleri tarafından "kızıl sultan" diye anılmıştır. Diğer taraftan taraftarları onu "ulu hakan" gibi yüceltici lakaplarla anarlar. Önceleri İttihat ve Terakkî Fırkası içinde Sultan Abdülhamid'e karşı olan Filozof Rıza Tevfik ve Süleyman Nazif, sonradan duymuş oldukları pişmanlıklarını şiirleri ile dile getirmişlerdir. Kızıl Sultan iddiası, Albert Vandal adlı bir Fransız yazar tarafından ortaya atılmıştı. Atılış sebebi, Abdülhamid'in Ermeni isyanlarını bastırtmış olmasıdır. Başta Birleşik Krallık ve Fransa olmak üzere Avrupa kamuoyunda Abdülhamid'in kan dökücü bir padişah olduğu propagandası başlatıldı. 1879'da Osmanlı İmparatorluğu'nun hezimetiyle sonuçlanan 93 Harbi'nden sonra, Sultan II. Abdülhamid, Rus Yayılmacılığı'na karşı Osmanlı Ordusu'nun modernleşmesi gerektiğine karar verdi ve bu yayılmacılıktan etkilenen diğer ülke olan Almanya ile işbirliğine karar verdi. Aralarında sonradan Müşir rütbesi verilecek olan Baron Von der Goltz komutasında bir Alman askerî heyeti İstanbul'a geldi. Von der Goltz, askerî okullarda köklü reformlar gerçekleştirip genç subayların yetiştirilmesi için ön şartları tespit etti. Ancak bununla birlikte Von der Goltz, Türk generallerinin günümüze kadar dayanan, herkesten daha modern yöntemlerle eğitilmiş olma ve en yeni askerî teknolojileri takip etme şuurunun temel taşını meydana getirdi. Mamafih Prusya ananesinin bir diğer temeli olan askerlerin sivil siyasete karışmama prensibini aşılamakta başarılı olamadığı, Bâb-ı Âli Baskını ile ortaya çıktı. II. Abdülhamid döneminde borçların artmaması, genel durum gibi sebeplerle (ki gemiler hep borçlarla alınıyordu) Osmanlı Donanması'nın gücü azaldı. Osmanlı Donanması Haliç Tersanesi'nde kalmıştır. Bu dönemde Dünya'da ilk defa Osmanlı tarafından denenen "Abdülhamid" ve "Abdülmecid" zırhlı denizaltıları denemelerde başarılı olmuştur. Ayrıca ilk deniz müzesi de bu dönemde açıldı. (1897) Fakat muhtelif sebeplerden dolayı Osmanlı Devleti denizaltı yarışına I. Dünya Savaşı'nda elinde tek denizaltı bile olmadan devam etmiştir. En uzun süre bahriye nâzırlığı yapan Hasan Hüsnü Paşa döneme damgasını vurmuştur. Ordunun von der Goltz tarafından yeniden yapılandırılmasıyla birlikte Osmanlılar, Krupp ve Mauser gibi Alman şirketlerine ilk kapsamlı silah siparişlerini verdiler. Von der Goltz, Almanya'nın ve Osmanlı Devleti'nin doğudaki nüfuzunu garantilemek için Bağdat tren yolunun inşa edilmesini de destekledi. Bu fikir, yeni pazarlar bulmak için tren yollarının yapılmasını destekleyen Alman ekonomisinin çıkarlarıyla da örtüşüyordu. 1888 yılında Sultan II. Abdülh
amid, Bağdat tren hattı inşası lisansını Alman Bankası Deutsche Bank tarafından yönetilen bir Alman konsorsiyumuna verdi. Osmanlı Ordusu'nun modern silâhlar kullanmaya başlaması, 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'nda hemen semeresini gösterdi. Osmanlı Ordularının Atina'yı tekrar ele geçirmelerine ancak Rus Çarı II. Nikolay'ın Sultan II. Abdülhamid'e haber göndererek eğer derhal ateşkes sağlanmazsa Rus Ordularının Erzurum'a hücum edeceğini bildirmesi mâni oldu. İlk kız okulları II. Abdülhamid zamanında açılmıştır. Bununla birlikte bilgili bir kişi olan Abdüllatif Suphi Paşa'nın ilk defa bir kız sanat okulu açma teşebbüsünde tereddüt geçirmesi ve titizlenmesi üzerine Abdülhamid, ""Sen mektebi aç, ben arkandayım""diyerek açıktan destek vermiş ve çevresini daima kızların okuması için ilk adımları atmaya teşvik etmiştir. Osmanlı tarihinin en canlı eğitim hamlesi Abdülhamid dönemine rastlar. Tahta geçtiği yıl 250 olan rüştiye sayısı, 1909'da 900'e, altı olan idadi sayısı 109'a çıkmıştır. 1877'de İstanbul'da sadece 200 modern ilkokul varken 1905'te 9.000'e çıkmıştı. Büyük ölçüde gerçekleşen projelerden birisi Hicaz Demiryolu'dur. Bu proje Almanların finanse edip Haydarpaşa-Ankara arasında gerçekleştirdikleri Bağdat Demiryolu'nun aksine finansmanıyla, inşaatıyla, tasarımıyla, İslâm âleminden toplanan bağışlarla tamamen yerli bir girişimin eseridir. Sirkeci ve Haydarpaşa garları Abdülhamid'in yaptırdığı mühim binalardır. Haydarpaşa Garı'nın yapımına 30 Mayıs 1906'da başlanmıştır. 1881'de 1780 km olan demir yolu uzunluğu 1907-1908 dönemine kadar 5883 km'yi bularak Abdülhamid'in hükümdarlığı boyunca üç misli bir artış göstermiştir. II. Abdülhamid zamanında bütün Anadolu'yu baştan başa dolaşacak bir kara yolu ağının (şose şebekesinin) projelendirilip tatbikata geçirildiği çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir. 1869 yılında getirilen bir sistemle halkın kara yollarının yapımına katılması sağlanmıştı. Buna göre 16-60 yaş arası erkek nüfus ile her hanenin sahip olduğu yük ve araba hayvanları senede dört gün yol inşaatında çalışacaktı. Bu sayede inşaatın hızla bitirilmesi sağlanmıştır. Gümüşhane-Bayburt-Erzurum-Doğubayazıt-İran kara yolu (1879) haricinde 12.000 kilometrelik bir güzergâha sahip Samsun-Bağdat şosesi 1895 yılına kadar tamamlanmıştı. Açılan yollar Samsun'a göçü başlatmış ve bu şehrin önemli ölçüde büyümesi, Abdülhamid döneminde olmuştur. Bursa için de durum böyledir. Hem şehir içi, hem de şehirler arası yollarla Bursa, yeniden bölgenin önemli bir karayolu kavşağı haline gelmiştir. İlk olarak 1877'de Posta Telgraf Teşkilatı konuya daha etkenlik kazandırmak için aynı isimle bakanlık hâline getirildi. Ayrıca 27 Haziran 1900'de Posta Telgraf Teşkilatı'nda ilk defa bir "havale kalemi" devreye sokulmuş, 30 Mayıs 1901'de Şehir Postaları kurulmuş, 30 Ağustos 1901'de ise postaların yerine daha hızlı ulaşabilmesi için demir yolları (o zamanki adı Şark Şimendiferleri) şirketiyle özel bir anlaşma yapılmıştır. Telefon ise Avrupa'da kullanılmaya başlandığı tarihten (1876) sadece beş sene sonra, yani 1881'de İstanbul'a getirilmiş ve sınırlı da olsa istifadeye sunulmuştur. Telgraf hatları döşenmesine onun zamanında hız verilmiş, hatta bu hatların her birinde meteorolojik gözlemler yapılması için talimat verilmiştir. Böylece telgraf hatlarının yaygınlaşmasıyla birlikte, hatların ulaştığı noktalardaki hava durumunun merkeze bildirilmesi imkân dahiline girmekte, böylece bu çabalar çağdaş 'hava durumu' raporlarımızın başlangıcını oluşturmaktadır. 1899 yılında, halen faaliyette olan Şişli Etfal Hastanesi'ni kurdu. 25 Mart 1906 tarihli fermanıyla Okmeydanı'ndaki Darülaceze'yi kurdurmuştur. II. Abdülhamid 20. yüzyılın başlarında İstanbul'da Haliç'e, dahası Boğaziçi'ne birer köprü yaptırmayı düşündü, bunun için projeler hazırlattı. Ferdinand Arnodin (1845-1924) adlı Fransız mimarın 1900 tarihinde bir, Boğaziçi Demiryolu Kumpanyası'nın iki Boğaz köprüsü projesi, gerçekleştirilememiş olsa da, en azından belgeleri, çizimleri, resimleri bulunmaktadır. Gerçekleşemeyen ama projesi çizdirilen, fizibilitesi çıkartılan ve ihalesi yapılarak inşasına başlanan projelerden birisi de Yemen Demiryolu'dur. Raporu 1898'de o zamanlar Yemen Valisi olan (sonradan Sadrazam olan) Hüseyin Hilmi Paşa vermiş ve 1913 yılında inşasına başlanmıştır. Ancak İtalyan kuvvetlerinin Yemen'deki Cibana limanını topa tutmasıyla çalışmalar durmuş ve proje iptal edilmiştir. II. Abdülhamid'in padişahlığı döneminde sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmelerden bazıları şunlardı; Kızı Ayşe Sultan'a göre, babası II. Abdülhamid'in 13 eşi olmuştur. Bazı kaynaklara göre ise, bu sayı 16'dır. National Public Radio NPR (National Public Radio), ABD'nin bağımsız haber radyosudur. Devletten mali destek görmekte ise de, gerek haber gerekse eleştiri olarak bağımsız bir radyo olup birçok ABD medya kanallarından daha ciddi ve tarafsız haber vermektedir. Yayınları arasında dönem dönem halktan bağış istemesiyle meşhurdur. 6 Kasım 2003 tarihinde McDonalds hissedarı yaşlı bir bayandan 200 milyon dolar kadar bir bağışı almış olmasına rağmen seyircilerin sorusu üzerine bağış istemeyi kesmeyeceklerini açıklamışlardır. O zaman verilen bilgiye göre yıllık toplam bağış miktarı 10 milyon dolar civarındadır. NPR'ın 2003'teki toplam bütçesi 100 milyon dolardı. Aynı mantıkla kurulan bir de TV kanalı PBS vardır. PBS PBS (İngilizce: ""), ABD'nin bağımsız televizyon kanalı. Her ne kadar devletten malî destek alsa da, gerek haber gerekse eleştiri olarak bağımsız bir kanal olup birçok medya kanallarından daha tarafsız haber yayınlarıyla ve kaliteli belgeselleriyle meşhurdur. Aynı esasa dayanarak kurulan bir de radyo servisi NPR vardır. Car Talk Car Talk, arabalar üzerine ABD'de yayınlanan popüler radyo programı. Program İtalyan asıllı Tom and Ray Magliozzi kardeşler (Tappet Brothers) tarafından haftada bir NPR'da yayınlanmakta olup, 1 saat sürmektedir. Araba üzerine izleyicilerin soruları ve sorunları cevaplanmaktadır. İyi tavsiyelerle dolu olan program espirilerle cazip hale getirilmiştir. Tom ve Ray Magliozzi kardeşler Eylül 2012'de, 25 yıllık bir süreden sonra programı sonladırmaya karar verdiler. Ermenistan Ermenistan (Ermenice: Հայաստան "Hayastan", ) ya da resmî adıyla Ermenistan Cumhuriyeti (Ermenice: Հայաստանի Հանրապետություն "Hayastani Hanrapetut‘yun", ), Güney Kafkasya'da denize kıyısı olmayan bir ülkedir. Daha önce Sovyetler Birliği'ne bağlı bir cumhuriyet iken Eylül 1991'de bağımsızlığını ilan etmiştir. Kuzeyinde Gürcistan, doğusunda Azerbaycan, güneyinde İran, batısında ise Türkiye ve Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti bulunur. 1 Ocak 2011 itibarıyla nüfusu 3.262.600 kişidir. Başkenti ve en büyük şehri Erivan'dır; Gümrü, Vanadzor, Eçmiadzin ve Hrazdan da ülkenin diğer önemli şehirlerindendir. Ermenistan Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, Bağımsız Devletler Topluluğu, Karadeniz Ekonomik İşbirliği, Dünya Ticaret Örgütü ve yaklaşık otuz diğer örgütün üyesidir. Bir coğrafi tanım olarak Arminiya veya Armaniya adına en erken eski Fars (Pers) imparatoru I. Darius'un yaklaşık MÖ 510 tarihli Bisutun Anıtı'nda rastlanır. MÖ 399 yılında bölgeyi gezerek ayrıntılı tasvirler yapan Yunan tarihçi Ksenofon'un eserinde ülke adı Armenia olarak geçer. Strabon "Coğrafyasında (MS 1. yüzyıl) ve Roma İmparatorluğu'nun idari bölünümünde Armenia"' sınırları şöyle tanımlanır: Batıda Fırat nehri, güneyde Güneydoğu Toros sıradağları, güneydoğuda Hakkâri dağları ve Urmiye Gölü, kuzeydoğuda Sevan Gölü ve Karabağ, kuzeyde Çıldır Gölü ve Doğu Karadeniz Dağları. Ortaçağ Arap kaynaklarında aynı bölgenin adı "Armaniyya" veya "Ermeniyye" (Ar: أرمنية) olarak geçer. Eski Türkçe metinlerde "Ermeniyye" adına 15. yüzyıla kadar rastlanır. Yüzyıllarca sadece tarihi bir isim olarak hatırlanan "Armenia/Ermenistan" adı, 19. yüzyılın milliyetçi politikaları döneminde tekrar güncel anlam kazanmıştır. Tarihi Ermenistan'ın bir kısmı olan bugünkü Ermenistan, Kaçar Hanedanı'na bağlı Revan Hanlığı'ndan ibaretti. 1827'de Paskeviç yönetimindeki Rus ordusu tarafından fethedilmiş ve Kaçarlar 22 Şubat 1828 tarihli Türkmençay Antlaşması ile 4. Maddesi gereğince Revan Hanlığı üzerindeki hak talebinden vazgeçmşitir. 21 Mart 1828'de reorganize edilen idari birime Ermeni Oblastı (Армянская область / Armyanskaya Oblast) adı verilmiştir. Oblastın o tarihte %18 dolayında olan Ermeni nüfusu, Rus yönetimi tarafından davet edilen İran Ermenilerinin göçü sonucunda 20. yüzyıl başında %48 düzeyini bulmuştur. I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğundan mülteci olarak gelen Ermenilerle birlikte bu sayı %70'lere ulaşmıştır. 1850'da Erivan Guberniyası (Эриванская губернія / Erivanskaya Guberinya) kurulmuştur ve Guberniya 27.830 kilometre karelik bir alana sahipti. 1897'de yapılan nüfus sayımına göre Erivan Guberniyası'nın nüfusu 829.556 kişi olup toplam nüfusun % 56'sı Ermeni, % 37,5'i Azeri, % 5,5'i Kürt ve % 0,6'sı Rus'u etnik gruplardan ibaretti. I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu'nda gerçekleşen etnik çatışmalar Ermeni Kırımı'na sebep oldu ve günümüzde modern Ermenistan ile Osmanlı İmparatorluğu'nun halefi Türkiye arasındaki gergin ilişkilerin temelini oluşturdu. 1917 Devrimi'nden sonra Rus Devletinin çöküşü üzerine kurulan Transkafkasya Federasyonu 26 Mayıs 1918'de üç cumhuriyete bölündü ve 28 Mayıs 1918'de Erivan'da Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti ilan edildi. İkibuçuk yıl süren bağımsızlığı sırasında ekonomik, askeri ve siyasi krizlerle sarsılan cumhuriyet 1920 Kasım ayında Türk ve Sovyet ordularının eş zamanlı işgaline uğrayarak bağımsızlığını kaybetmiş ve 2 Aralık 1920'de Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adıyla Sovyetler Birliği'ne katılmıştır. Sovyetler Birliği'nin son döneminde 7 Aralık 1988 tarihinde Leninakan (zamanımızda Gümrü) ve Spitak şehirlerinde 6,9 magnitüd büyüklüğünde bir sarsıntı yer aldı. Bu deprem, şehirleri yıktı ve yaklaşık 25.000 kişinin hayatına mal oldu. Özellikle Sovyet ekonomisi için daha olumsuz bir tesadüf olamazdı: SSCB aynı zamanda Sovyet-Afgan Savaşı yer almakta idi ve
iki sene önce Ukrayna SSC'nde yer alan Çernobil reaktör kazası, insanî ve ekolojik bir felaket olması dışında SSCB için çok büyük bir finansal sorun oldu. Sovyet yetkililer, depremin ekonomik etkilerinin altından kalkma problemi ile karşılaştılar. Aynı senede Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti ile Azerbaycan arasında Dağlık Karabağ ("Nagornıy Karabağ") bölgesi üzerinde anlaşmazlık çıktı. Azerbaycan'a ait olan; fakat nüfus çoğunluğu Ermenilerden oluşan bir özerk bölge olan Dağlık Karabağ Özerk Oblastı'nda Ermeniler ayaklanarak ayrı bir cumhuriyet ilan ettiler. Ermenistan ile Azerbaycan savaşın eşiğine gelirken her iki cumhuriyette Azeri ve Ermeni azınlıklar şiddet olaylarına maruz kaldı. Çatışmalar sürerken Mayıs 1990'da Yeni Ermenistan Ordusu kurularak Sovyet ordusundan fiilen bağımsız bir ordu yapısı oluşturuldu. Sovyetler Birliği'nin dağılması üzerine Ermenistan 23 Ağustos 1991'de bağımsızlığını ilan etti. Şiddetlenen Ermeni-Azeri savaşında Ermenistan, D. Karabağ ile Ermenistan arasındaki Laçın Koridoru'nu da işgal ederek D. Karabağ'ı fiilen kendisine ilhak etti. Azerbaycan'ın Ermenistan'a uyguladığı ekonomik ambargo, ülkede büyük sıkıntılara yol açtı. 1993'te Türkiye de Ermenistan'a karşı ambargoya katıldı. D. Karabağ savaşı 1994'te Rusya'nın dikte ettiği ateşkesle sona erdi. Hâlen Ermenistan, Birleşmiş Milletler tarafından Azerbaycan'a ait sayılan toprakların %20'ni (D. Karabağ ve Laçin Koridoru dahil) işgal altında bulundurmaktadır. Türkiye bu durumu gerekçe göstererek Ermenistan Cumhuriyeti ile diplomatik ilişki kurmaktan kaçınmış ve bu ülke ile sınırlarını trafiğe kapatmıştır. Ermenistan siyasetinde D. Karabağ kökenli siyasi örgüt ve kişilerin egemenliğine dikkat çeken bazı gözlemciler, Ermenistan'ın D. Karabağ'ı değil, aksine D. Karabağ'ın Ermenistan'ı ilhak ettiğini ileri sürmüşlerdir. Nisan 2008'den beri devletin Dışişleri Bakanı Eduard Nalbandyan'dır. Ermenistan'da 30 büyükelçilik bulunmaktadır, ve yurtdışında Ermenistan'ın 36 dış temsilciliği vardır. Eski Sovyetler Birliği cumhuriyeti olması nedeniyle Ermenistan Cumhuriyeti bir Bağımsız Devletler Topluluğu üyesidir. 2 Mart 1992 tarihinde bir Birleşmiş Milletler üyesi olmuştur. 25 Ocak 2001 tarihinde Azerbaycan ile Avrupa Konseyi üyeliğini kazanmıştır, Ermenistan Cumhuriyeti yaklaşık kırk uluslararası örgütün üyesi veya gözlemcisidir. Azerbaycan ile ilişkileri soğuktur, bu iki ülkenin arasında diplomatik ilişkiler olmamaktadır. Özellikle Karabağ Savaşı ve bunun etkileri nedeniyle gerilimler vardır. 1994'te bir ateşkes anlaşması yapılmasına rağmen, savaştan önce Azerbaycan toprağı olan bölge (eski sınırların %16'sı) günümüzde Ermenistan'lılar tarafından kontrol edilmektedir.; Azerbaycan'da yaşadığı yerden zorunlu göç etmek zorunda kalan yaklaşık 528.000 kişi ve Ermenistan'dan kaçan 300.000 Azeri sığınmacı bulunmaktadır. Türkiye, Ermenistan'ın bağımsızlığını 16 Aralık 1991 tarihinde tanıyarak ülkeyi tanıyan dünyanın ilk ülkelerinden birisi olmuştur. Buna rağmen, Ermenistan ile Türkiye arasındaki diplomatik ilişkiler henüz soğuktur. 1993'te Türkiye, Azerbaycan'da yer alan Ermeni işgâlleri nedeniyle Ermenistan ile paylaştığı sınırı kapatmıştır ve bu sınır halen kapalıdır. Ermeni diasporası faaliyetleri de bir anlaşmazlık nedenidir. 1977 yılında inşa edilmiş olan Santral eski teknolojisi ve taşıdığı büyük risk sebebiyle, Ermenistan'ın Türkiye ve Avrupa ilişkilerinde önemli konu olmuştur. Keza Metzamor Nükleer Santrali bugün dünyadaki mevcut santraller içerisinde en güvensiz reaktör olma özelliğini taşımaktadır. Yapılan araştırmalar göstermekte ki, eskiyen teknolojisi ve yakıt tanklarının soğutma teknolojisinin günümüze uygun olmaması sebebiyle kapatılması gereken bir Nükleer Santral olarak kabul edilmektedir. Çernobil ile kıyaslanacak olursa bugünkü Metsamor'un taşıdığı risk daha iyi anlaşılır. Çernobil Faciası sonucu ortaya çıkan nükleer felaket sonrası bile günümüzde kazanın olduğu yer çevresinde 30 km. çaplık bir daire (aşırı radyoaktivitenin halen olması sebebiyle) yasak bölge ilan edilmiştir ve girişler şu anda da yasaktır. Santral Ermenistan'ın başkenti Erivan'a 32 km, Kars'a 100 km, Iğdır'a ise 30 km uzaklıkta olması sebebiyle yaklaşık 4 milyon kişilik bir Nükleer sızıntı tehlikesi ile karşı karşıya kalabilir endişesi sebebiyle, Avrupa Birliği tesisin kapatılması koşuluyla ülkeye 100 milyon Euro yardım etmeyi taahhüt etmiştir. Fakat Ermenistan tesisin yıkılma kararını 2004'de ertelediğini tek taraflı bildirmiştir. Keza 2000'ler sonrası baş gösteren enerji krizi Ermenistan'ın bu tek taraflı kararı aldığını düşünülmektedir. Ermenistan'ın enerji ihtiyacının yaklaşık %40'ının Metsamor'dan karşıladığı tahmin edilmektedir. Ermenistan on bir bölgeye (մարզ, ""marz""; çoğul. մարզեր, ""marzer"") bölündürülmektedir. Ancak ülkenin başkenti Erivan, hem şehir hem de marz olarak sayılmaktadır. Her marz, devlet hükûmeti tarafından idare edilmektedir; her marzın valisi hükûmet tarafından seçilir, ve bu valiler, hükûmetin bölgesel politikasını yerine getirmeleri ve cumhuriyete ait yürütme organlarının bölgesel işlerini düzenlemeleri gerekmektedir. Ermenistan, Asya'nın Güney Kafkasya bölgesinde bulunan, denize kıyısı olmayan bir ülkedir. Karadeniz ve Hazar Denizin arasında bulunarak, kuzeyinde Gürcistan, doğusunda Azerbaycan, güneyinde İran ve batısında Türkiye ve Azerbaycan'ın Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti ile sınır paylaşmaktadır. Ermenistan'ın toplam alanı 29.743 km'dir. Toprakları dağlık, yüksek rakımlı ve engebelidir; toprakların %90'ı 900 metreyi aşan yükseltilerden oluşur ve tarıma uygun çok az toprak vardır. Ülkenin en yüksek dağı, 4.090 metre rakımı olan Alagöz Dağı'dır; en düşük rakımı ise 400 metre yükseklikte olan Debed Nehri'nde bulunmaktadır. Ülkenin iklimi karasaldır; yazlar sıcak ve kurak, kışlar ise soğuk oluyor. Isı derecesi genellikle rakıma göre değişiyor. Ermenistan'ın dağları, Karadeniz ve Akdeniz'in iklimsel etkilerini engelliyor, ve böylece mevsimsel çeşitlilik var. Ermeni Platosu'nda kış ortası ortalama derecesi 0°C, yaz ortası ortalama derecesi 25 °C'i aşıyor. Ülkenin ortalama yağış oranı, Aras Vadisi'nde senede 250 milimetre, en yüksek rakımlarda ise 800 milimetre. Ermenistan bakır, demir, boksit, molibden, altın, kurşun ve çinkoca zengindir. Büyük ponza, mermer, tüf, perlit, kireç taşı, bazalt ve tuz yatakları da bulunmaktadır. Ermenistan, Arap ve Avrasya levhalarının yöneldiği bölgesinde bulunmaktadır ve bundan dolayı tarihi boyunca birçok büyük deprem ülkede yer almıştır. Zaten Kafkas Dağları, yaklaşık 25 milyon sene önce bu levhaların arasında bir levha hareketi nedeniyle oluştu. Ülkede yer alan en son önemli sarsıntı, 25.000 kişinin ölümüne ve Spitak şehrin neredeyse tamamen yıkılmasına sebep olan 1988 Spitak Depremidir. Ocak 2008 itibarıyla Ermenistan'ın toplam nüfusu 3.230.100 kişi civarındadır, ve nüfusun büyüme oranı yaklaşık %0,2'dir. Ekonominin son on yıldaki ortalama büyüme oranı %5,2'dir. 2010-2013 arasında ise %3 küçülmüştür. Ülkenin başkenti Erivan, 1.107.800 kişi nüfusu (toplam nüfusunun %34,3'ü) ile nüfus bakımından hem ülkenin en büyük şehri hem de en büyük marzıdır. Ermenistan'ın nüfus yoğunluğu, km başına 109 kişi, ve Erivan, km başına 4.480 kişi ile yine de ülkenin en büyük nüfus yoğunluğuna sahip olan marzıdır. Ülkenin nüfus yoğunluğu, Moldova'dan sonra eski Sovyetler Birliği ülkelerinin arasında en büyük ikinci nüfus yoğunluğudur, ve dünya çapında ise 98-inci. Toplam nüfusunun %64,1'i kentlerde ve %35,9'u köylerde yaşamaktadır. Her 100 kadına 87,3 erkek bulunmaktadır; bu kadınların lehine olan dünyanın en yüksek yedinci cinsiyet oranıdır. Ermenistan'da eğitim, yasal olarak bir insan hakkıdır, ve temel eğitim şarttır. Devlet ortaeğitim okullarında da eğitim ücretsizdir. Ermenistan'daki okuryazarlık oranı %99,4 (erkek oranı %99,7, kadın oranı %99,2). Neredeyse bütün Ermenistan nüfusu Ermenilerden ibarettir, ancak en son nüfus sayımına göre Ezidi (40.620 kişi), Rus (14.660 kişi), Süryani (3.409 kişi), Ukrayna (1.633 kişi), Kürt (1.519 kişi), Yunan (1.176 kişi) ve diğer toplumlar (4.640 geri kalan kişi) da var. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından önce büyük bir Azeri toplumu da vardı (1989'daki Sovyet nüfus sayımına göre Ermenistan nüfusunun %2,5'i, yani 84.860 kişi, Azeri idi), ama toplumlar arası gerilimler, özellikle Karabağ Savaşı nedeniyle neredeyse hiç Azeri kalmamış. Ermenistan'da en çok konuşulan dil Ermenice; asıl ülkede konuşulan Ermenice türü Doğu Ermenicesi'dir. Sovyet dönemi boyunca Ermenistan'daki okulların öğretim dilleri Ermenice ve Rusça idi, ve böylece neredeyse bütün kent nüfusu ve köy nüfusun tamamı Rusça konuşabiliyordu. Günümüzde ise ülkenin en çok konuşulan ikinci dil hâlâ daha Rusça'dır, ve İngilizce gibi Batı Avrupa dilleri pek bilinmiyor. Azınlıklar tarafından konuşulan diller Kürtçe, Süryanice, Pontus Rumcası ve Karabağ Savaşı'ndan önce Azerice. 301 yılında Ermenistan, Hristiyanlığı devletin dini olarak uygulayan dünyanın ilk ülkesi olmasıyla birlikte Hristiyanlık, özellikle Ermeni Apostolik Kilisesi Ermenistan'daki en yaygın dinidir (nüfusun ≈%94'ü Ermeni Apostolik'tir), ancak zamanımızda anayasal olarak Ermenistan seküler bir ülkedir, böylece vicdan ve din özgürlüğü kanunen desteklenmektedir (diğer yasalara aykırı değil ise). Nüfusun geri kalanına ait en büyük dinler, diğer Hıristiyan tarikatları (Katolisizm, Rus Ortodoks v.s.), Ezidilik ve İslam'dır. Basketbol, voleybol ve hokey gibi sporlar Ermenistan'da popülerdir, fakat Ermenistan'daki en popüler spor futboldur. Bardzraguyn humb ve Ermenistan millî futbol takımını düzenleyen Ermenistan Futbol Federasyonu 1992'de kuruldu ve aynı seneden beri Avrupa Futbol Federasyonları Birliği (UEFA) üyesidir. Mamâfih, bu yana kadar Ermeni takımı ne FIFA Dünya Kupası ne de Avrupa Futbol Şampiyonası için kalifiye olabilmiştir, ve Nisan 2009'dan beri takımın ortalama FIFA dünya sıralaması 106'dır (Mart 2009 ayında 120). Bunun dışında satranç da çok popülerdir ve satranç dalında Ermenistan çok daha başarılıdır. Garri Kasparov, Levon Aronian, Ti
gran Petrosian, Rafael Vaganian ve Vladimir Akopian gibi birçok meşhur Ermeni asıllı satranç oyuncuları vardır. Ülkenin çok büyük ekonomik sorunlarına karşın 1996'da yapılan 32. Satranç Olimpiyatı Erivan'da sunuldu. 2006'da Ermenistan, Torino'daki 37. Satranç Olimpiyatı'nı kazandı ve iki yıl sonra Dresden'de tekrar kazandı. Ermenistan Millî Olimpiyat Komitesi 1990 yılında kuruldu ve 1993'te Uluslararası Olimpiyat Komitesi tarafından tanındı. 1992'den önce Ermeniler, 1912 Yaz Olimpiyatları'nda Türkiye'yi temsil ederek ilk defa katıldılar; Ermenistan sonra Sovyetler Birliği'nin bir parçası olunca Sovyetler Birliği'ni temsil ederek katılırlardı ve Hrant Şahinyan, Helsinki'deki 1952 Yaz Olimpiyatları'nda altın madalya kazanan ilk Ermeni oldu. Ermenistan'ın Sovyetler Birliği'nden bağımsızlığını kazandıktan sonra 1992 Yaz Olimpiyatları'nda tek ülke olarak değil, 11 diğer eski SSCB cumhuriyeti ile Birleşik Takım üyesi olarak katıldı; bu takımda beş Ermeni atlet vardı ve bunların dördü madalya kazandı (üç altın, bir gümüş). Ermenistan, ancak 1994 Kış Olimpiyatları'na bağımsız bir ülke olarak ilk defa katıldı, ve bu yana kadar Olimpiyat Oyunları'nda toplam 9 madalya kazanmıştır (7 bronz, 1 gümüş, ve Atlanta şehrinde sunulan 1996 Yaz Olimpiyatları'nda Grekoromen güreşi dalında Armen Nazaryan tarafından kazanılan bir altın madalya). Her iki sene Pan-Ermeni Oyunları Erivan'da yer almaktadır. Pan-Ermeni Oyunları, amacı basketbol, voleybol ve yüzme gibi bir sürü sporda 68 şehirden Ermeni diasporası takımları ve Ermenistan'daki Ermenileri beraber getirmek olan bir spor turnuvasıdır. Ermenistan'da ve Ermeni diasporası tarafından birçok dinî ve resmî bayram kutlanmaktadır. Dinî bayramların bazılarının tarihleri her sene değişiyor, o yüzden aşağıda sadece tarihleri belli olan bayramlar gösterilmektedir; bunların neredeyse hepsi resmîdir. Ermenilerin kutladıkları dinî bayramların neredeyse hepsi değişken tarihlere sahiptir. 2009'da Paskalya bayramı (Զատիկ, "Zatik"), Ermeni Kilisesi tarafından 21 Nisan tarihinde kutlanacaktır. Vartavar (Վարդավար) bayramı, her sene Paskalya'dan 14 hafta sonra kutlanır. Pazarlama Pazarlama firmaların, hangi malların veya hizmetlerin müşterilerinin ilgisini çekeceğini tayin etmeleri ve satışlar, iletişim ve işletme idaresi geliştirmeleri için stratejileri belirlemeleri sürecidir. Pazarlama süreci, bir bütünleştirilmiş süreç olup bunun vasıtasıyla firmalar müşterileri için değer yaratmakta ve bunun karşılığında müşterilerden deger kapabilmek için güçlü müşteri ilişkileri kurmaktadırlar. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları,silahlı pazar savaşlarının nelere neden olduğunu gösterir niteliktedir.Savaş sonunda işgücü tedarikinde önemli sorunlarla karşılaşıldı;tükenen halkın satın alma gücü düştü.Artık hiç kimse savaştan söz edilmesini istemiyordu.Öte yandan ,savaş ekonomisine dayalı olarak örgütlenen işletmelerin ellerinde birkmiş korkunç bir teknoloji ve bilgi vardı.Bunu durdurmak hem haksızlık hem de tehlikeli olurdu.Üretim devam etmeliydi.Ama ne üretilecekti? İşletme sahip ve yöneticileri, pazara bakış açılarını değiştirmek zorunda olduklarını anlamaya başladılar.Sınırları silah gücüyle değil, ticaret yöntemleriyle aşmanın daha akıllıca olduğunu kavradılar.Bunu gereği olarak da,dikkatlerini tüketicilere çevirerek onlar neler satabileceklerini düşünmeye başladılar.İşte,böyle düşünenler, 1910'larda filizlenmeye başlayan yeni bir düşünce akımını geliştirerek;yeni bir bakış açısı,yeni bir felsefe ve yeni bir disiplin geliştirdiler ve adına "pazarlama" dediler. Pazarlama müşterileri tanımlamak, halihazırdaki müşterileri gelecekte de tutmak ve müşterileri tatmin etmek için kullanılır. Bütün pazarlama faaliyetleri müşteriler üzerinde odaklandığı için pazarlama işletme ve idaresi işletme idaresinin en önemli bir parçasıdır. Son iki küsür yüzyıl içinde pazarlamanın işletme içinde gittikçe önem kazanmasının en uygun açıklaması pazarların gelişip olgunlaşması ve hatta müşterilerin talep kapasiteleri üzerine ulaşmasıdır. Özellikle gelişmiş, yarı gelişmiş ve hızla gelişmekte olan ülkelerde bu nedenle firmaların etkin ve kârlı olmaya ve kârlarını artırmak hedefiyle önemli olarak dikkatlerinin odaklaması üretim süreçleri ve ürün olmaktan ayrılmış ve müşteriler, dolayısıyla pazarlama süreci üzerine yönelmiştir. İşletme objektiflerine erişmek için firmanın, hedef olarak seçilen piyasada bulunan veya bulunabilecek müşteri ihtiyaçlarının ve gerçek taleplerinin öğrenilip bilinmesi ve arzu edilen tatmin kaynaklarının bu piyasaya yönelmesini sağlamaya "pazarlama konsepti" adı verilmiştir. "Pazarlama konsepti" organizasyon objektiflerini tatmin etmek için, bir organizasyonun müşterilerinin ihtiyaçları ve taleplerini daha önceden sezip ve tahmin edip bunları rakiplerinden daha etkin surette tatmin etmesini öngörmektedir. Amerikan Pazarlama Derneği'nce 1984 yılındaki toplantısında yapılan tanımı şöyledir: ""Pazarlama, kişisel ve örgütsel amaçlara ulaşmayı sağlayabilecek mübadeleleri gerçekleştirmek üzere malların, hizmetlerin ve fikirlerin geliştirilmesi, fiyatlandırılması, tutundurulması ve dağıtılmasına ilişkin planlama ve uygulama sürecidir."" Malların üretim yerlerinden satış yerlerine hareketini sağlayan faaliyetler pazarlama içinde düşünülür. Üretim ve pazarlama faaliyetlerini birlikte yürüten bir işletmede bu faaliyetler şöyle sıralanır; Yukarıdaki tanımların sonucunda ulaşılanlar ise; Pazarlama, toplumun ve bireyin sosyo-psikolojik yapılarını ilgili bilim dallarından yararlanarak inceleyen ve onların gerçek tutum ve davranışlarını öğrenmeye çalışan, mal ve hizmetlerin tüketicilere ulaştırılmasında kullanılan yöntemlerden de yararlanarak tüketicilerin istek ve ihtiyaçlarına uygun pazarlama uygulamalarının bulunmasını sağlayan bir faaliyettir. Ayrıca pazarlama, yerel, bölgesel ve ulusal pazarların birbirine bağlanmasında rol oynayan faktörlere ilgi gösterir... Pazarlama kavramının temelini değişim süreci (prosesi) teşkil etmektedir. Sözlük tanımı olarak, pazarlama " iki veya daha fazla taraf arasında gerçekleşen bir değişim/mübadele sürecidir" şeklinde tanımlanmaktadır. Pazarlama aşağıdaki şekilde görüldüğü gibi üreticilerle tüketiciler arasında yer alan bir ara-yüzey fonksiyonu olarak değerlendirilebilir.Bir ara-yüzey fonksiyonu olarak pazarlama faaliyetlerinin amacı tüketici ihtiyaç ve isteklerine uygun mal ve hizmetlerin, arzu edilen zaman ve mekanda uygun bir fiyatla tüketiciye ulaştırılmasıdır. Ancak, pazarlama bağlamında, değişim olayının gerçekleşebilmesi için belirli şartların mevcut olması gerekmektedir. Buna göre, pazarlama bağlamında bir değişimden bahsedebilmek için, belirli bir ödeme gücüne sahip kişilerin, kendi hür iradeleri ile bir fayda beklentisi içinde (pazarda) diğer kişilerle mal veya hizmet mübadelesine girmesi gerekmektedir. Baskı altında gerçekleşen veya taraflardan birinin karşı tarafa önerebileceği bir değer ifade eden bir şeye sahip olmaması durumunda değişim sürecinden bahsetmek mümkün olmayacaktır. Pazarlama içeriğinde yönlenme, bir firmanın sağladığı mala veya hizmete karşı, özellikle müşterileri ve nihai-kullanıcıları ile ilişkili olarak gösterdiği algılamalar ve davranışlarla ilgilidir. Tarih boyunca pazarlama, müşterilerin zevklerinin daha da hızlanarak değişmesi dolayısıyla, çok dikkat çekecek şekilde bir değişim göstermiştir. Amerikan pazarlama otoritesi olan Kotler'e göre firmaların "pazarlama yönlenmesi" daha önceki yönlenmeler (yani imalat ve üretim yönlenmesi, ürün yönlenmesi, ve satıcılık yönlenmesi) evriminden geçerek ortaya çıkmıştır. Bu pazarlama evriminin gelişmiş olan Batı Avrupa zaman çerçevesi burada verilmiştir. Bu pazarlama evriminin Türkiye için ortaya çıkıp çıkmadığı; çıktı ise zaman çerçevesi ve ülke içinde nasıl yayılma gösterdiği daha araştırması yapılmamış; ama çok ilginç inceleme ve araştırma projesi olabilecek bir konudur. Amerikalı pazarlama otoritesi Adcock pazarlamanın günümüzdeki yaklaşımları olarak müşterileri odaklayan "ilişkiler pazarlaması"; tedarikçileri ve tedarik sağlanan işletmeleri ve organizasyonları odaklayan "işletme pazarlaması" veya "sanayi pazarlaması" ve topluma yarar sağlamaya hedefli "sosyal pazarlama" yaklaşımlarına işaret etmektedir. Son yıllarda bilgisayar kullanımının yaygınlaşması ve İnternetin çok popüler olarak, neredeyse elzem olarak, bir iletişim aracı olarak kullanılışı dolayısıyla bir diğer yönlenme daha ortaya çıktığı söylenebilir. Bu yeni yönlenme genellikle internet pazarlaması olarak anılmakta veya daha değişik cephelerine "e-pazarlaması", "online pazarlaması", "arama aracı pazarlaması", "masa-üstü reklamlama" veya "internet sosyal ilişkiler pazarlaması" gibi değişik isimler verilebilmektedir. Bu yönlenmenin çok zamandır bilinmekte olan "pazar kesimleme stratejisi"nin daha ileri bir şekli olduğu da iddia edilebilir. Bu pazarlama yönlenmesi gerçek ve potansiyel müşterileri çok daha detaylı ve iyi şekilde tanımlayıp pazarlamayı tek kesim olarak tek bir müşteriye şahsen hedefleme yani "şahsilestirilmiş pazarlama" hatta "teke-tek pazarlama" olarak da tasvir edilebilmektedir. Pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi esnasında bir pazarlama yöneticisinin üzerinde karar vermek zorunda olduğu temel değişkenlere pazarlama bileşenleri veya pazarlama karması adı verilmektedir. Pazarlama yöneticisinin karar vermek zorunda olduğu bu temel değişkenler aynı zamanda pazarlama yönetimi fonksiyonlarını da oluşturmaktadır. Pazarlama karması ürünler için dört tanedir: mamul, fiyat, tutundurma ve dağıtım. Pazarlama yönetimi fonksiyonları da şu şekilde özetlenebilir: Müşteri memnuniyetini sağlama açısından sunulan mevcut ürün ya da hizmette değişiklikler ve/veya geliştirmeler olacağı gibi, yeni ürün ya da hizmetler de söz konusu olabilir. Tüm bu çalışmaların sürekli olarak planlanması ve geliştirilmesi gerekmektedir. Değişik etkenler göz önüne alınarak en uygun dağıtım kanal bileşiminin (perakendeci, toptancı vb.) seçimi ve fiziksel dağıtımdan (ulaştırma, depolama, stoklama ve yardımcı aktiviteler) oluşur. Ürün ya da hizmetin,
işletme amaçlarını gerçekleştirecek fiyatlarının gerçekçi bir şekilde belirlenmesi ve yönetimidir. Reklam, kişisel satış ve satış geliştirme (sergi, gösteri, kupon verme, eşantiyon dağıtma gibi yardımcı aktiviteler) çalışmalarından oluşur. Tutundurma faaliyetleri içerisinde en maliyetli ve en etkili olanı reklam çalışmalarıdır. Yaygın kanının aksine tutundurma çalışmaları sadece ürünün fiyatını aşağı çekerek talebi arttırmayı hedeflememektedir. (İngilizce Promotion kelimesi günümüzde Türkçede promosyon olarak karşılık bulmaktadır. Promosyon ise toplumda fiyat indirimi olarak algılanmaktadır.) Asıl amaç tüketicinin gözünde markanın ve ürünün bilinirliğini ve ürünün değeri, satışı ve imajı gibi kriterlerin değerini arttırmaktır. Dijital pazarlama karması ise 7P den oluşmaktadır. 4p + people, process, physical evidence Hedef kitlenin ön plana çıktığı 5. P’de yaşanmış deneyimler önem kazanmaktadır.Değişen pazarlama anlayışı ile birlikte insan, dolayısıyla tüketici üretimden önce, üretim esnasında ve üretimden sonra; işletmenin ürün ve pazarlama çalışmalarına doğrudan müdahale edebilmektedir. Bu haliyle insanın, tüketici kisvesini üzerinden atıp türetici (yapıcı – onarıcı – geliştirici) rolünü benimsediğini söylemek yanlış olmayacaktır. İşletmeler açısından hem çalışanlar hem de türetici özellikleriyle müşteriler ürün ya da hizmetlerin geliştirilmesine katkı sağlamaktadır. Dijital pazarlama ile birlikte, aslında eskiden de varolan süreç daha da önem kazanmaya başlamıştır. Tüketiciler açısından en etkili ve hedef kitleyi etkileyebilecek içerikler oluşturulmasından başlayarak, sıkça sorulan sorular (SSS) hazırlayarak, onların aklındaki soru işaretlerini yok etmek, sorularını yanıtlamak süreç üzerinde yapılan birkaç düzenleme olarak görünse de; eski süreci revize etme yolunda atılan önemli adımlardır. Üretimi kimin için? neden? nasıl yapacağız? soruları ile başlayan süreç, üretim, pazarlama, satış, teslimat, satış sonrası destek ve en önemlisi müşteri memnuniyeti yaratma zorunluluğu ile devam etmektedir. Buradan hareketle dijital pazarlama karmasında yapılan her türlü plan ve uygulama, birbiriyle bağlantılı bir süreçten geçerek sürdürülmektedir. O nedenle süreç, yeni pazarlama karmasının olmassa olmazlarındandır. Geleneksel pazarlamada fiziksel kanıt; işletmenin üretim yeri, satış yeri ve bayileri gibi somut yerleri ifade ederken, dijital pazarlama ile birlikte mağaza atmosferinin karşılığı kurumsal web siteleri olarak belirlenmiştir. Kısıtlı olan mağaza düzeninden çok daha fazlasını tüketicilere sunan web siteleri, onlara 24 saat kesintisiz ulaşabilmek, indirim kuponları, satın alma aşaması, ödeme, ürünün teslimat aşaması dijital pazarlamada fiziksel kanıt olarak kabul edilmektedir. Dijital reklam çalışmaları, içerikler, ürün kullanım ve özellik videoları bu bağlamda fiziksel kanıtın bir diğer örneğini teşkil etmektedir. Pazarlama araştırması pazarlama faaliyetlerine destek sağlamak için verilerin bilgiye dönüştürülmesi için istatistiksel veri analizi kullanma suretiyle yapılan araştırmadır. Elde edilen bu bilgiler bundan sonra işletme idarecileri tarafından firmanın pazarlama çevresini değerlendirmek, pazarlama faaliyetlerini planlamak ve girdi tedarik edici işletmelerden yeni bilgi toplayıp bunu değerlendirmek için kullanılır. Pazarlama araştırmacıları, nicel araştırma, nitel araştırma, istatistiksel grafik teknikleri, Ekonometri, betimsel istatistik, parametrik hipotez sınaması ve ke-kare sınaması gibi çıkarımsal istatistik, korelasyon, regresyon, çoklu-değişirli istatistiksel analiz teknikleri vb. kullanıp ve bunları yorumlayarak, elde ettikleri veri bulgularını bilgiye dönüştürürler. Pazarlama araştırma süreci çok çeşitli aşamaları içermektedir. Bu aşamalar arasında bir problemin tanımlanması, bir araştırma planının geliştirilmesi, verinin toplanıp istatistiksel metotlar kullanarak sonuçların yorumlanması ve elde edilen bilginin resmen bir rapor halinde hazırlanıp bunu ilişkili organizasyon mensuplarına dağıtımı ve bu mensuplara gerekirse bu konu üzerinde destek sağlama bulunmaktadır. Pazarlama araştırmasının görevi işletme idarecilerine konuya ve maksada uygun, yanlış olmayan, guvenilir, geçerli temellere oturtulmuş ve nispeten güncel bilgi sağlamaktır. Pazarlamacılar "pazarlama araştırması" ile "pazar veya piyasa araştırması" arasında çok belirli bir fark olduğunu bilmektedirler. Pazar veya piyasa araştırması belirlenmiş bir piyasada yapılan araştırma hakkındadır. Örneğin bir firma uygun bir piyasa kesimini seçtikten sonra belirli bir hedef piyasada pazar araştırması yapmak isteyebilir. Buna karşılık pazarlama araştırması firmanın pazarlama alanında yaptığı tüm araştırmalar hakkındadır. Böylece pazar veya piyasa araştırması sınırlı, küçük ve pazarlama araştırmasının ufak bir kısmı olarak görülür. 8. Pazarlama nedir? Sion Tarikatı Sion Tarikatı, (İngilizce: "Priory of Sion", Fransızca: "Prieuré de Sion"), çeşitli komplo teorilerinde adı geçen, bin yıllık olduğu iddia edilen, gizli politik ve dini örgüt. Yakın dönemde Dan Brown'un Da Vinci Şifresi kitabıyla tekrar gündeme gelmiştir. 1099'da kurulmuş olan gizli Avrupa cemiyeti gerçek bir topluluktur. Fransız tacında hak iddia eden Pierre Plantard tarafından Sion Tarikatı isimli bir örgüt kuruldu. Sion Tarikatı Fransız yasaları gereği 20 Temmuz 1956'da resmi olarak kayıt edildi. Plantard bu örgütü kraliyet destekçisi bir mason locası olarak kurmuştu. Örgütün monarşinin desteklenmesinde ve kendisinin kral olmasında etkili olacağını umuyordu. Örgüt ismini Kudüs'teki Sion Dağı'ndan alır. Ayrıca Fransa'nın Annemasse bölgesinde de aynı isimli bir tepe bulunmaktadır. Kudüs'teki Sion Dağı daha önce de bazı dini kuruluş ve tarikatlar tarafından kullanılmıştır. Bazı ezoterik tarihçiler, tartışmalı filozoflardan Sicilya'lı Julius Evola'nın fikirlerinin, Pierre Plantard'ın iddialarına temel teşkil ettiğini düşünmektedirler. Bu örgütün tarihi kökenleriyle ilgili iddialar ve kanıtlar birçok önemli tarihçi ve akademisyeni tatmin etmemiş, sonradan örgütün kökenleri ile ilgili bazı kanıtların Plantard ve arkadaşları tarafından Fransa'nın çeşitli yerlerine yerleştirildiği ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte komplo teorisyenleri örgütün varlığı ve gücü konusunda ısrarcıdırlar. Kaos Kaos sözcüğü ile, Türkçede birden fazla kavram belirtilmek istenebilir: Filiki Eterya Filiki Eterya (Yunanca: Φιλική Εταιρεία), Osmanlı Devleti'nden bağımsızlık kazanmak amacıyla bir grup Yunanın 1814 yılında kurmuş olduğu bir dernektir. Anlamı "Dostluk Cemiyeti"dir. Batı Avrupa'daki gizli mason cemiyetlerinin kuruluş ve işleyiş yöntemini benimsediler. Filiki Eterya 1814 yılında Emmanouil Ksantos, Nikolaos Skoufas ve Athanasios Tsakalof adlı üç Yunan tarafından, o zamanki Rusya'da günümüzde Ukrayna'nın sınırları içinde kalan Odesa (Hocabey) kentinde kuruldu. Amacı Yunan Bağımsızlık Savaşı hareketini gerçekleştirip Bizans'ı tekrar canlandırmaktı. Bu örgüt paralar toplamış, silah dağıtmış, ayaklanma için propaganda faaliyetlerinde bulunmuştur. Hareketin lideri Aleksandro İpsilanti'ydi. Bu kararlarda birleşen derneğin merkezi 1815 yılında İstanbul'a taşındı. 12 Nisan 1820 tarihinde yapılan toplantıda, derneğin başına Çar I. Aleksandr'ın yaveri Aleksandros İpsilantis getirildi. Eflak-Boğdan hareketlerinde, Mora (1821) ve Girit ihtilallerinde (1897) etkin rol oynayan Filiki Eterya, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılma döneminde asıl amaçlarından saparak "Megali İdea" (Büyük Yunanistan) fikrini savunarak emperyalist bir nitelik kazanmışlardı. Yunanca Yunanca (Yunanca: Ελληνικά Helence veya Eλληνική γλώσσα Helen dili ) ya da Helence, Yunanistan'ın ve Kıbrıs Cumhuriyeti'nin resmî dilidir. 4.000 yıllık bir geçmişe sahiptir. Hint-Avrupa dil ailesinde kendi başına bir kol oluşturur. Bazı dilbilimciler Yunanca ve Ermeniceyi Hint-Avrupa dil ailesi içinde Greko-Grabar olarak bir üst grupta birleştirir. Antik Yunanca, Klasik Yunan uygarlığının dili olarak kullanılmıştır. Modern Yunanca, Antik Yunanca'dan oldukça farklı olmakla birlikte köken olarak ona dayanır. Yunanca, Yunan alfabesi kullanılarak yazılır. Yunanca, dünyada çoğunluğu Yunanistan'da olmakla beraber Avustralya, Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşayan yaklaşık 13 milyon kişinin anadilidir. Türkiye'de anadili Yunanca olan yaklaşık 2.500 Rum olduğu tahmin edilmektedir. Bunların hemen hemen hepsi İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada'da yaşar. Bunun yanında 15 ve 17. yüzyıllarda İslamlaşan Trabzonlu ahali tarafından konuşulmaktadır. 1965 nüfus sayımında 4,535 kişi anadilini Pontus lehçesi (Yunanca) olarak kaydetmişti. Yunanistan ve Kıbrıs'tan Türkiye'ye göç eden Yunanca konuşan kayda değer Müslüman da vardır. Bunların da büyük bir kısmı Batı Anadolu ve Mersin yöresine yerleşmişlerdir. Yunanca, devamlı olarak kullanılmış ve tarihi tespit edilmiş en eski dillerden biridir. Tarihin büyük bir kesiminin her devrinde önemli bir edebi eser verebilmiş sayılı dillerdendir. Yunancanın medeniyete, özellikle Avrupa ve Ortadoğu medeniyetlerine katkısı çok büyük olmuştur ve antikitenin ortaçağa ve günümüze bağlantısındaki aracı konumu dolayısıyla insanlık tarihinde en çok iz bırakmış dillerden biridir. Bu sebeple bilim, felsefe ve sanat terminolojisinde ve dünyanın diğer dilleri üzerinde Yunancanın etkisi çok görülür. Yunan dilinin tarihi gelişimi şu bölümlerden oluşur: Miken Yunancası: Dor istilası öncesi Yunancadır. Mora ve Girit bölgesinde konuşulmuş ve Fenike alfabesi “Abjid”’den türetilen Lineer B ile yazılmıştır. Hint-Avrupa dillerinin Helen kolunun bilinen en eski dilidir. Klasik Yunanca: Dor istilası sonrasında Ege denizi’nin iki yanında konuşulan lehçelerin toplamıdır. Klasik Yunanca dört önemli lehçeye ayrılmaktaydı: Dorik lehçe: Epir, Mora, Girit, Oniki Adalar, Bodrum-Gökova-Datça çevresinde Aiolik lehçe: Teselya, Sporadlar ve Çanakkale-İzmir arası Batı Anadolu çevresinde İonia-Attika lehçesi: Atina çevresi (Attika), Euboia, Kikladlar ve İzmir-Güllük arası Arkadia-Kıbrıs lehçesi: Merkezi Mora ve Kıbrıs Helenist
ik Yunanca: Atina’nın siyasi üstünlüğü sonucu bu dört lehçe Attika lehçesi çevresinde birleşmiş ve Koine (Kine) – Ortak dil oluşturulmuştur. Helenistik Yunanca antikitenin sonunda Makedonya’dan Hindistan’a kadar geniş bir coğrafyada konuşulmuş; Doğu Akdeniz havzasının, Ortadoğu’nun ve Kuzey Afrika’nın lingua-franca’sı haline gelmiştir. Yeni Ahit Yunancası da Roma İmparatorluğu'nun resmi dili olan Yunanca da bu ortak dildir. Ortaçağ Yunancası: Helenistik Yunanca’nın erken ortaçağdan itibaren Doğu Roma’nın halk diline dönüşmesi evresidir. Bütün Doğu Akdeniz havzasında, Karadeniz’in kuzeyi ve güneyinde, Ortadoğu’da “Rum - Romalı" denilen halkın gündelik dili haline gelmiştir. Modern Yunanca: Yunanistan'ın kurulmasıyla devletin resmi dili Kathareuousa ilan edildi. Bu dil Eski Klasik Yunanca’nın diriltilmeye çalışılmış bir haliydi. Okullar ve resmî dairelerde sadece bu diyalekt kullanıldı; ancak halk bu diyalekte yabancı olduğundan evlerde ve sokaklarda Halk Yunancası (Demotiki) konuşulmaya devam edildi. Demotiki'de birtakım bozulmalar olunca 1964'te okullarda Demotiki'nin de okutulmasına izin verildi. Bu çift dillilik 1976 yılına kadar devam etti. 1976'da Yunanistan’da çıkan bir kanun ile Kathareuousa devletin resmi dili olmaktan çıkartıldı ve Demotiki resmi dil haline getirildi böylece okul, resmî daire ve evlerde konuşulan dilin aynı olması sağlandı. 1982 yılında kabul edilen ikinci bir kanunla Politonik (Polytonic) sistem terk edilip Monotonik (Monotonic) sisteme geçilmiştir. Yani sözcük üzerlerinde vurgulu heceyi belirtmek için kullanılan aksan işaretleri üç çeşitten teke indirgenmiştir. Bu reform tutucu çevrelerce büyük bir tepkiyle karşılanmış ve ""Yunancanın Katli"" olarak yorumlanmıştır. Bugün dahi tutucu çevreler hala Politonik sistemi kullanmakta ısrar etmektedirler. Fakat gazete, dergi, medya ve devlet yeni düzeni sürdürmektedir. Yunan ve Türk kültürünün yüzyıllarca iç içe olması, kültürler arasında büyük etkileşim yaratmıştır. Türkçedeki meyve, sebze ve balıkçılık terimlerinin çoğu Yunancadan Türkçeye girmiştir. Birçok şehir ismi, denizcilik ile ilgili terimlerin çoğu Yunan kaynaklıdır. Bunun yanında Yunancaya da Türkçeden girmiş birçok sözcük vardır. Demotiki, (Dimotiki okunur). Günümüzde Yunanca denilince anlaşılan; Yunanistan ve adalarında, ufak kelime ve telaffuz farklılıklarıyla; Kıbrıs Cumhuriyeti'nde ise halkın konuştuğu lehçedir. Bu ülkelerde bugünkü resmî lehçe Demotiki olup; Kilise yazışmaları hariç; Halk, eğitim, basın-yayın, devlet organları bu lehçeyi kullanırlar. 19. yüzyılda Adamantios Korais'in büyük çabalarıyla, Antik Yunanca ile Modern Yunanca arasındaki geçişi en iyi temsil eden, modern sözcüklere eski Yunancadan karşılıklar bulmak, Yunan dilini Avrupa ve özellikle Türkçe kökenli sözcüklerden arındırmak için hazırlanmış bir lehçedir. Her ne kadar 1976'ya kadar devletin resmî dili olarak kabul edilse de, halkın Demotiki lehçesi konuşması engellenememiştir, 1976 yılında okullardaki zorunlu Kathareuousa lehçesindeki eğitim kaldırılmış, devlet yazışmaları ve medyada da kullanımı durdurulup resmi dil olmaktan çıkarılmış, revize edilmiş Demotiki resmi lehçe ilan edilmiştir. Günümüzde hala Kıbrıs Başpiskoposluğu'nda, Antakya Patrikhanesi ve Kudüs Patrikhanesi'nde yazışma dili olarak kullanılan lehçe Kathareuousa'dır. Demotiki lehçesinden ayrı bir dil olacak kadar farklı bir lehçedir. Köken olarak Yunancanın Dor lehçesinin devamıdır. Yunanistan'ın Mora Yarımadası'nda bulunan birkaç köydeki yaklaşık 3.000 kişinin anadilidir. Romeika lehçesi, büyük çoğunluğu 1923 mübadelesinde Yunanistan'a göçmüş olan ve bugün kuzey Yunanistan'da varlığını sürdüren Karadenizliler, Trabzon ve Rize'nin bazı köylerinde yaşayan Müslümanlar ile başta Ukrayna olmak Karadeniz sahilinde yer alan eski Yunan kolonilerinde yaşayan Ortodoks Yunan azınlıklar konuşulmaktadır. Romeika en az 5.000'i Türkiye'de, 200.000'i Yunanistan'da olmak üzere toplam 325.000 kişi tarafından ana dil olarak konuşulmaktadır. Türkiye'de bu lehçeyi konuşanlar, konuştukları dili çoğunlukla "Rumca veya "Rumlara özgü" anlamına gelen "Romeika" olarak adlandırırken, Yunanistan'da 19. yüzyıldan itibaren coğrafyaya vurgu yapılarak "Karadeniz'e özgü" anlamında "Pontiaka" olarak adlandırılmıştır ve günümüzde dil bilimciler tarafından da bu şekilde bilinmektedir. Türkiye ve Gürcistan'da yaşayan Rum topluluklarınca Pontiaka adı bilinmemekte veya yeni duyulmakta olup, onlar dillerini "Romeika" olarak adlandırmaya devam etmektedirler. Romeika lehçesi, bir yandan Türkçe, Farsça, Ermenice, Lazca ve diğer Kafkas dillerinden etkilenirken, başta Trabzon ağzı olmak üzere Türkçenin Karadeniz lehçelerinin tümünü, Lazca ve yerel Ermeniceyi de aynı oranda etkilemiştir . Özhan Öztürk'ün Karadeniz Ansiklopedisi'ne göre Türkiye'de (Karadeniz Bölgesi) Romeika lehçesinin ana dil olduğu yerler şunlardır : Kapadokya lehçesi, Bizans Yunancası'ndan doğmuş, Orta Anadolu'da konuşulmuş bugün ise ölmek üzere olan lehçelerden biridir. 1071 yılında Malazgirt Meydan Muharebesi'nden sonra Kapadokya lehçesinin Yunanca konuşulan diğer yerlerle bağlantısı kesildiğinden, bu tarih, lehçenin gelişim sürecinin durmasının başlangıcıdır. Bununla birlikte, Türkçe çoğunluk dili hâlini almıştır. İki halk arasındaki hızlı kültürel etkileşim Yunancadan ayrılmaya başlamış olan Kapadokya lehçesini, daha da başka bir çehreye bürümüştür. Türkçe seslerden, sesli uyumlarına kadar birçok konuşma ve yazı kuralı bu dile girmiştir. Dimotiki lehçesinde hiç bulunmayan, Ü, Ö, Ş, Ç seslerinden, cümledeki öge dizilişine kadar birçok kural bu dile geçmiştir. İtalya'nın Yunanistan'a en yakınlaştığı yerlerde, Apulia ve Kalabriya bölgelerinde konuşulan lehçedir. Çok öncelerde buralarda koloni kurmuş Yunanlar tarafından konuşulmaktadır ve Ortaçağ Yunancası'ndan çok fazla etkilenmiştir. Yevanik, (İbranice: Yevan = Yunan) artık konuşanı neredeyse bulunmayan Helen lehçelerinden biridir. Uzun yıllar Yahudiler tarafından konuşulmuştur. Lehçenin yazımı için çoğu zaman İbranî alfabesi kullanılmıştır. Konuşanlarının Yunan, Bulgar ve Türk toplulukları ile kaynaşmasından dolayı asimile olmaları, İsrail Devleti bağımsızlığını ilân edince, kişilerin buraya göç etmesinden ve Yahudilerce kutsal sayılan İbranîce'nin İsrail'de resmî dil olması ve Yahudi Soykırımı sonucu yok edilmelerinden dolayı, kullananların sayısı önemli ölçüde azalmıştır. 1987'de yapılan araştırmalar sonucu 35'i İsrail'de olmak üzere dünyada toplam 50 kişi Yevanik bilmektedir, ancak gelecek 15-20 yıl içinde bu dilin ölü bir dil olma ihtimali çok yüksektir. Yunancada bakıldığında ilk göze çarpan sesli harfler üzerindeki vurgulardır. Yunancada Τόνος (tonos) olarak adlandırılan bu vurgu işaretleri, gerek sözcüğün telâffuzunu, gerek ise anlamını değiştirebilir. İki veya daha fazla heceye sahip tüm sözcüklerde vurgu olur. Çoğu zaman verilen şu örneği incelediğimizde vurgu işaretinin önemini görebiliriz: Είμαι γερός: "sağlıklıyım" diyoruz; fakat vurguyu yanlış yerde kullanırsak, anlam tamamen değişir: Είμαι γέρος: "ihtiyarım". Yunancada tek heceli sözcüklerde vurgu kullanılmaz, fakat bu kuralın üç istisnası vardır: πού (pu): nerede, nereye πώς (pos): nasıl ή (i): veya, ya da. Türkçede sözcüklerde vurgu genellikle son hecede bulunur. Türkçeye diğer dillerden geçmiş kelimelerde ve birleşik kelimelerde vurgu sonda olmayabilir. Bazı şehir isimlerini ele aldığımızda, vurgunun nasıl değiştiğini görürüz. Uşak ve uşak iki aynı sözcük olmasına rağmen, anlamı il olan Uşak sözcüğünde vurgunun birinci heceye kayması nedeniyle, aklımızda iki farklı kavram oluşur. Eğer bunu vurgu işareti ile belirtecek olsaydık; Úşak: Bir il Uşák: Erkek hizmetçi Áydın: Bir il Aydín: Düşünür, âlim Denízli: Bir il Denizlí: Denizi olan bölge Bódrum: Bir tatil yöremiz Bodrúm: Evlerin alt katlarındaki depo Éyüp: İstanbul'un bir ilçesi Eyűp: Bir bay ismi Yunancada karşılığı olan, yabancı dillerden birçok sese özel harf bulunmazken, dilin genelinde Türkçedeki, Ö, Ü, C, Ç, I, H, J, Ş sesleri bulunmaz. Bunun aksine Türkçede de Yunancadaki Θθ Δδ Χχ (Χχ = Türk şiveleri hariç) sesleri bulunmaz. Yunancada fiiller, ve sıfatlar Almancadakine benzer bir şekilde çekimlenir. Üç ana fiil çekim türü vardır. Fakat bazı düzensiz fiiler bu üç kurala da uymayabilir. Türkçede olduğu gibi, çekimli fiilden önce özne kullanmaya gerek yoktur. Yâni; Ben gidiyorum yerine Gidiyorum dememiz gibi. Fakat Türkçedekinin aksine bu dilde sıfatlar da çekimlenir. Sıfatlar da çekimlenirken cinsiyet baz alınır. Yunancada isimler, eril, dişi ve nötr olarak üçe ayrılır. Dişi isimler η, eril isimler ο, nötr isimler ise το artikeli ile belirtilir. Bu kavram Türk diline yabancı bir kuraldır. Türkçe ve herhangi bir akrabasında isimlerden önce tanımlık kullanılmaz. Harfler için detaylı bilgi: Yunan alfabesi. Aşağıdaki listede yer alan kelimeler köken bakımından değişik dillere aittir. Bu kelimelerden bir kısmını kökeni Türkçe, bir kısmının kökeni Fransızca, İtalyanca, bir kısmını kökeni de Yunancadır. 0: μηδέν (Miden) 1: ένα (Ena) 2: δύο (Ḍio) 3: τρία (Tria) 4: τέσσερα (Tesera) 5: πέντε (Pende) 6: έξι (Eksi) 7: εφτά ((Efta(Epta)) 8: οχτώ (Oħto) 9: εννιά ((Enea(Enya)) 10: δέκα (Ḍeka) 11: ένδεκα (Enḍeka) 12: δώδεκα (Ḍodeka) 13: δεκατρία (Ḍeka Tria) 14: δεκατέσσερα (Ḍeka Tesera) 15: δεκαπέντε (Ḍeka Pende) 16: δεκάξι (Ḍekaksi) 17: δεκαεφτά (Ḍeka Efta) 18: δεκαοχτώ (Ḍeka Oħto) 19: δεκαεννιά (Ḍeka Enya) 20: είκοσι (İkosi) 30: τριάντα (Trianda) 40: σαράντα (Saranda) 50: πενήντα (Peninda) 60: εξήντα (Eksinda) 70: εβδομήντα (Evdominda) 80: ογδόντα (Oğdonda) 90: ενενήντα (Eneninda) 100: εκατό (Ekato) 200: διακόσια (Diakosia) 300: τριακόσια (Triakosia) 400: τετρακόσια (Tetrakosia) 500: πεντακόσια (Pendakosia) 600: εξακόσια (Eksakosia) 700: εφτακόσια (Eftakosia) 800: οκτακόσια (Ohtakosia) 900: εννιακόσια (Enniakosia) 1000: χίλια (Hilia) İlçe İlçe, Türkiye'de idari bakımından mülki taksimatta ilden sonra gelen yerleşim birimidir. İlçe, ilin genel yönetiminin bir alt kademesini ol
uşturur. İl düzeyinde örgütlenen merkezî yönetim kuruluşlarının çoğu, ilçe ölçeğinde de teşkilatlarını kurmuşlardır. Bunlara “ilçe kuruluşları”, başındaki yöneticilere de “ilçe müdürleri” denilir. Bir kısım bölge kuruluşunun da ilçe örgütü bulunmaktadır. İlçe yönetiminin başında kaymakam bulunmaktadır. Kaymakam, ilçede hükûmetin temsilcisi durumundadır. Kaymakam görevlerini, valinin denetimi ve gözetimi altında yürütür. Vali gibi siyasi bir niteliği bulunmayan kaymakam, bir meslek memurudur. Kaymakam, “ortak kararname” ile atanmaktadır. Kaymakam, ilçede dirlik ve düzeni sağlamakla yükümlüdür. Kaymakam ayrıca yasa, tüzük, yönetmelik ve hükûmet kararlarının yayınlanmasını sağlar; valinin talimat ve emirlerini yürütmekle görevlidir. Valiler ilçeye ait bütün işleri doğrudan kaymakama yazarlar. Kaymakamlar, normal hâllerde ilçenin işleri hakkında bağlı bulundukları valilerle yazışırlar ve görüşürler; olağanüstü hâllerde, İçişleri Bakanlığı ve diğer bakanlıklar ile muhabere edebilirlerse de, söz konusu muhabereden valiye bilgi vermekle yükümlüdürler. İlde olduğu gibi, ilçede de kaymakamın başkanlığında idare kurulu görev yapar. İlçe idare kurulu, tahrirat kâtibi (yazı işleri müdürü), mal müdürü, hükûmet tabibi, millî eğitim müdürü, tarım ve köy işleri müdüründen meydana gelir. Benito Mussolini Benito Amilcare Andrea Mussolini (29 Temmuz 1883, Predappio - 28 Nisan 1945, Giulino di Mezzegra), Ulusal Faşist Parti'nin kurucusu ve lideri olan İtalyan politikacı, devlet adamı ve siyasî bir önder. 31 Ekim 1922 ve 25 Temmuz 1943 tarihleri arasında İtalya Krallığı'nın başbakanı, 23 Eylül 1943 ve 25 Nisan 1945 tarihleri arasında ise İtalyan Sosyal Cumhuriyeti'nin devlet başkanı olarak görev yaptı. İtalya'yı yönettiği dönem boyunca Duce, yani "Lider" unvanını kullanmıştı. II. Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında önemli bir rol oynamıştır. Adolf Hitler ile birlikte faşizmin en önemli isimlerinden birisidir. Politikacı olmanın yanı sıra bir gazeteci ve öğretmendi. 29 Temmuz 1883'te demirci bir babanın oğlu olarak Predappio, Forli'de doğdu. Mussolini, ilk ve ortaöğrenimi sırasında disiplinsiz ve saldırgan davranışları nedeniyle iki kez okuldan uzaklaştırıldı. Gençliğinde sosyalist düşüncelere ilgi duydu. Lozan Üniversitesi'ndeki eğitiminin ardından öğretmenlik yaparak çalışmaya başladı. 1902'de zorunlu askerlik görevinden kaçmak için İsviçre'ye gitti. 1904'te İtalya'ya geri dönerek İtalyan Sosyalist Partisi'ne katıldı ve partinin yayın organı olan "Avanti" gazetesinde çalıştı. Bir süre gazetenin başyazarlığını da üstlenen Mussolini, I. Dünya Savaşı'nın başlaması üzerine orduya yazıldı. I. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla birlikte, tarafsızlık politikası izlenmesi gerektiğini söylemekte olan Sosyalist Parti ile çelişkiye düştüğü için gazeteden uzaklaştırıldı. İki yıl boyunca piyade olarak askerlik yapan Mussolini savaşta yaralandıktan sonra Milano'ya döndü ve burada sağ görüşlü "Il Popolo d'Italia" gazetesinin editörü oldu. "Il Popolo d'Italia" gazetesini çıkarmaya başladıktan birkaç ay sonra da Sosyalist Parti'den atıldı. Artık Mussolini'nin siyasi görüşü tamamen değişmişti. Sosyalist düşünceleri bir kenara bıraktı ve ""faşizm"" ismini vermiş olduğu yeni ideolojinin temellerini atmak için harekete geçti. Çökmüş ekonomi ve siyasi kargaşa içindeki İtalya’da Mussolini 1919 senesinde çeşitli sağcı, anti-komünist ve anti-kapitalist grupları kurduğu Faşist Mücadele Birliklerinin İttifakı örgütünde bir araya getirdi. 1921'de ise Faşist Mücadele Birliklerinin İttifakı'nı lağvederek Ulusal Faşist Parti'yi bünyesinde topladı. ""Il Duce"" unvanını kullanan Mussolini, ülkenin problemlerini çözeceğini vadediyor ve eski Roma İmparatorluğu'nun ihtişamlı günlerine geri dönüleceğine söz veriyordu. Partinin yarı askeri milis kuvveti olarak kurulan Kara Gömlekliler örgütü ise ekonomik durumun kargaşasından faydalanarak büyük bir sıçrama yapan komünist gruplarla, grevci işçilerle çatışıyordu. 1922'nin Ekim ayında Mussolini önderliğindeki faşistler toplam 26.000 kişi ile beraber Napoli'den Roma'ya yürüme kararı aldılar. Savaş sonunda istediğini elde edemediği için hayal kırıklığına uğramış olan İtalyan halkının durumunu Mussolini'nin düzeltebileceğine inanan Kral III. Vittorio Emanuele, toplumsal krizi şiddetsiz bir yolla çözmek için 31 Ekim 1922 tarihinde Mussolini'yi başbakan olarak atadı. Zaten Faşist Parti 1921 yılında çok düşük bir oy almıştı ancak 1922'de ise Mussolini'yi destekleyenlerin sayısı kat kat artmıştı. Kralın komünist hareketin önüne geçmek istemesi de bu durumu kolaylaştırmıştı. Ve bu yürüyüşle beraber ardından yaşananlar, yıllar sonra Üçüncü Reich'ı ilan edecek olan Adolf Hitler'in de ilham kaynağı oldu. İktidar olduğunda önceleri liberallerin desteğini alan Mussolini, diktatörlüğün koyu ve keskin uygulamalarını birer birer hayata geçirmeye başlamıştı. İtalya kısa zamanda bir polis devleti haline getirildi. Kitap ve gazetelere getirilen sansür, seçim sisteminde yapılan düzenlemeler ve Faşist Parti dışındaki diğer partilerin kapanması gibi uygulamalar gerçekleştirildi. Mussolini, sendika hareketlerini de kanun dışı ilan etti ve eğitimi kontrol altına aldı. Ayrıca ekonominin faşistleştirilmesi amacıyla da tüm ülkeyi tren rayları ve otobanlarla kaplayan Mussolini, çiftçileri sürekli teşvik ederek tarım ve endüstrinin canlanmasını sağladı. Gerçekleştirdiği bu değişiklikler ve yeni uygulamalarla İtalya'da işsizlik azalmıştı ve bu da Mussolini'nin popülaritesinin artmasına neden oldu. 1922 yılının bazı dönemlerinde ülkenin iç ve dış işlerinden, kolonilerden ve kamu çalışmalarından sorumlu olan Mussolini, aynı zamanda orduyu da idare ediyordu. Tüm bakanlıkların görevlerini kendisi üstlenmişti. Bu şekilde tüm gücü elinde tuttuğuna inanan Mussolini, rekabet yaratacak herhangi bir durumun da önüne geçmiş oluyordu. Ancak bu durum kurduğu rejimin daha verimli çalışmasını engelliyor ve sıkıntı yaratıyordu. Diktatörlük altındaki İtalya'da kanunlar yeniden yazılmış, üniversitedeki öğretim görevlileri faşist rejimi savunacaklarına dair yemin etmek zorunda bırakılmışlardı. Gazete editörleri Mussolini tarafından özel olarak seçiliyor ve Faşist Parti'den sertifikası olmayan hiç kimse gazeteci olamıyordu. Amaç tüm İtalyan halkını, şirketleri ve dernekleri kontrol altında tutmaktı. Mussolini'nin dış politikada amacı ise pasifist anti-emperyalizmin yerine agresif milliyetçilik getirmekti. Bunun ilk örneği 1923'te Corfu'nun bombalanması sırasında olmuştu. Ardından Arnavutluk'un kukla rejimine geçmesi ve Libya'nın yeniden fethi geldi. Uluslararası arenada güçlendiğini ispat etmek için 1935'te Habeşistan'a asker çıkardı. Uzun ve nedensiz bir savaş sonunda Habeşistan'ı işgal eden İtalya, 1936 yılında Almanya ile Berlin-Roma Mihverini kurdu. Berlin-Roma Mihveri'nin kurulmasıyla Adolf Hitler'in İtalya üzerindeki etkisi arttı ve bu durum Kral III. Vittorio Emanuele ile birlikte İtalyan halkını endişelendirmeye başladı. İtalyan askerleri Alman askerleri gibi yürümeye başlamışlardı, Alman nazizmi İtalyan faşizminden daha koyuydu. Faşizm, nazizme göre bir ölçüde daha ılımlıydı. Sanayinin devletleştirilmesine ve kapitalist sınıfın ortadan kaldırılmasına da kesinlikle karşı bir rejimdi. Hitler öncelikle Orta Avrupa, ardından Doğu ve Batı Avrupa'yı Almanya topraklarına katmak amacındaydı ve bu amaçla 1 Eylül 1939 sabahı Polonya sınırlarını geçti. Bu taarruzla II. Dünya Savaşı başlamış oldu. Daha önce Malta, Korsika ve Tunus'u İtalyan topraklarına katma ve "Roma İmparatorluğu'nu canlandırma amacı" taşıdığını söyleyen Mussolini de Almanya ile birlikte Mihver Devletleri bloğunda savaşa girdi. Birçok faşistin karşı çıkmasına rağmen 10 Haziran 1940'ta savaşa girdiklerini resmen ilan eden Mussolini, Kuzey Afrika ve Balkanlar'da Müttefik kuvvetlerine karşı mağlup oldu. Almanya'dan aldığı destek ile işgal ettiği bölgelerde direndi ancak İtalya'da gücünü kaybetmeye başladı. Komünistler önderliğindeki direnişçilerin ülkede etkili olması ve müttefiklerin 1943'te Sicilya'ya çıkartma yapmasının ardından Kral III. Vittorio Emanuele, Mussolini'yi görevden aldı. Almanya; Kuzey İtalya'yı işgal etti ve Hitler'in emriyle, başlarında Otto Skorzeny'nin bulunduğu özel bir Fallschirmjäger birimi, Mussolini'yi 12 Eylül 1943'te Gran Sasso'da tutuklu bulunduğu otelden kurtararak Fieseler Storch model uçakla önce Roma'ya, sonra aynı günün akşamı bir "Luftwaffe" nakliye uçağı ile Viyana'ya kaçırıldı. Birkaç gün sonra ise Hitler'in karargahı'nın bulunduğu Rastenburg'a götürüldü. Mussolini, burada Adolf Hitler tarafından karşılandı. Burada oğlu ile beraber karargah'a götürülüp Hermann Göring'in sığınağına yerleştirildi. Mussolini Wolfsschanze'den Münih'e gitti. Orada oğlu ve İtalya'dan gelen karısı ile beraber, Bavyera kraliyet ailesi Wittelsbacher'lerin şatosuna yerleşti. Mussolini bundan sonra Kuzey İtalya'ya döndü; Garda Gölü kıyısında "Rocca delle Caminate" denilen ücra bir yere yerleşti. Özel bir "SS-Leibstandarte" kıtası kendisini sürekli olarak koruyordu. Cumhuriyetçi Faşist Parti'yle beraber İtalyan Sosyal Cumhuriyeti'ni kurdu. 15 Eylül 1943'te hükümet işlerini üstlendi. Ancak kurduğu bu hükümet sadece bir gölge hükümetti ve Almanların kukla rejimi olmaktan öteye gidemedi. Asıl söz, Alman işgal yetkililerindeydi. Mussolini'nin hükümeti sivil idare işleri ve Almanya'ya işgücü temin edilmesiyle uğraştı. Savaşın son günlerinde, 25 Nisan 1945'te, bir Alman delegesini bekleyen Mussolini, kimsenin gelmemesiyle şaşkına dönmüş, "Aldatıldık, yine Almanlar tarafından aldatıldık" demişti. 27 Nisan sabahı zırhlı bir araba ve yirmibeş kamyon ile beraber yola koyuldu. Amacı İspanya'ya kaçmak için bir uçağa binmek üzere İsviçre'ye gitmekti. Yolda ilerlerken partizanlarla "Musso" adı verilen yerde çatışmaya girdi. Faşistler hemen teslim olsalar da Mussolini zırhlı arabayla kaçmayı başardı. Mussolini ve beraberindekiler, komünist partizanlar "Valerio" ve "Bellini" ve 52. Garibaldi Tugayı Siyasal Komiseri Urbano Lazzaro tarafından, Dongo köyü (Como Gölü) yakınlarında durduruldu. Part
izanlar arabayı ararken battaniyeye sarılmış bir erkek buldular. Arabanın içindekiler "Zavallı bir sarhoş" diye geçiştirmeye çalışsalar da battaniyeyi kaldıran partizan Mussolini'yi tanıdı ve böylece yakalanmış oldu. Partizanlar tarafından birkaç kez Como'ya götürülmek istendi fakat başarısız olununca Mezzegra'ya getirildiler. Orada De Maria ailesinin çiftlik evinde son gecelerini geçirdiler. Ertesi gün 28 Nisan'da Ulusal Kurtuluş Komitesi'nden Mussolini'yi öldürme emrini alan asıl adı Walter Audisio olan Albay rütbeli komünist partizan Colonnello Valerio, Mussolini ve Petacci'yi vurarak öldürmüştür. Öldürülme olayı resmi versiyonuna göre şöyle gelişmiştir: Audisio, Mussolini ve metresi Petacci'nin tutuklu oldukları çiftlik evine gitti ve tutuklu kaldıkları odaya girdi. Onlara "İtalyan ulusuna adaleti iade etmek üzere görevlendirilmiş bulunuyorum" diyerek çok kısa bir konuşma yaptı. Sonra ikisine de "Çökün" diye emretti ama bunu reddeden Petacci, Mussolini'ye sarıldı. Audisio'nun elindeki makineli tüfek tutukluk yaptı, patlamadı. Bir ikinci silah da tutukluk yaptı. Sonunda dayanamayan Albay Audisio, muhafızlardan birinin makineli tüfeğini kaparak ikisine doğrulttu. Audisio ilk önce Mussolini'nin metresi Petacci'ye ateş etti ve Petacci vurularak yere düştü. Tam o sırada Mussolini ceketini açtı ve "Göğsümden vur beni!" diye haykırdı. Audisio hiç beklemeden ateş ederek Mussolini'yi göğsünden vurdu. Mussolini yere düştü ama ölmedi ve ağır nefes alıyordu. Audisio yanına gitti ve göğsüne bir kurşun daha sıktı. Audisio savaştan sonra yayınladığı anılarında, Mussolini ve metresini toplam 5 kurşun ile vurarak öldürdüğünü belirtmiştir. Mussolini'nin maiyetindeki diğer üyeler (başta bakanlar ve İtalyan Sosyal Cumhuriyeti yetkilileri) aynı gün akşama doğru bir idam mangası önünde idam edilmiştir. Ertesi gün Mussolini'nin, sevgilisinin ve birkaç yandaşının cesedi Milano'da Loreto Meydanı'ndaki Esso benzin istasyonunun çatısından başaşağı sallandırıldı. Teşhir edilen vücudu, halk tarafından tekmelendi ve tükürüldü. Devrik liderin cesedi alaya ve istismara maruz kaldı. Ölümünden ve Milano'da cesedinin halka gösterilmesinden sonra, Mussolini'nin cesedi kentin kuzeyinde, Musocco mezarlığındaki bir mezara gömüldü. 1946'da cesedi Domenico Leccisi isimli bir İtalyan politikacı ve iki neo-faşist tarafından mezarı kazılıp kaçırılmıştır. Cesedi Milano dışında, Certosa di Pavia'da 11 yıl boyunca bir gardıropta saklanmıştır. Umberto Eco, "Sıfır Sayı" kitabında, gazeteci Braggadocio (İngilizce anlamı palavra) karakterinin ağzından Mussolini'nin halka ilan edildiği tarihte ölmediğine, onun yerine dublörünün öldürüldüğünü ve kendisinin ise Vatikan'da ya da Arjantin'de uzun bir süre saklandığına dair bir iddiayı aktarmış ve kitap boyunca bunu işlemiştir. Bu iddiaya da şu dayanaklar sunulmuştur: Mussolini ile ilgili kısa bir film. İnebolu İnebolu, Türkiye'de Kastamonu iline bağlı ilçe. Geleneksel yerli mimarinin birçok örneğine sahip bir Karadeniz liman şehridir. 22 bin 144 kişinin yaşadığı ilçe, 302 km²'lik bir alanı kaplar ve ilçenin deniz seviyesinden yüksekliği 25 m.'dir. İnebolu çevresindeki yerleşmelerin ne zaman başladığı tam olarak belirlenemese de ilçenin Lidyalılar döneminde Sinop'a bağlı olarak kurulduğu tahmin edilmektedir. İlk olarak "her yere hakim bir kale" anlamına gelen Abunoteichos adını alan bölge, Lidya Krallığı'nın yıkılmasından sonra Pers Krallığı'nın daha sonra Roma İmparatorluğu’nun egemenliğinde kalmıştır. 2. yüzyılda Roma İmparatorluğu hükümdarı Marcus Aurelius döneminde "İyonya kenti" anlamındaki Ionopolis adı verilmiştir. Şehrin adı Selçuklular döneminde şimdiki halini almıştır. 1071 Malazgirt Savaşı'ndan sonra Anadolu'ya akın eden Türk Selçuklu Beyleri'nden Emir Karatekin 1084-85 yıllarında bölgeyi Türk topraklarına katmıştır. Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından sonra Candaroğulları Beyliğinin sınırları içinde kalan ilçe; 1383’de 1.Murat zamanında Osmanlı Devleti’ne katılmıştır. 1402 Ankara Savaşından sonra İsfendiyaroğulları Beyliği'nin bir parçası olan bölge, daha sonra yeniden Osmanlı Devleti'ne katılmıştır. Osmanlı Devleti'nde yönetimsel anlamda yapılan düzenlemelerle 1800'lü yılların sonunda İnebolu ilçeye dönüştürüldü. 1880 ve 1885’te iki büyük yangın geçiren kentin ve çarşısı tamamen yanmıştır. Devrin Padişahı II. Abdülhamit zamanında Kastamonu valisi olan Abdurrahman Paşa tarafından yapılan planla kent mimarisi yeniden düzenlenmiştir. İnebolu, Çanakkale Savaşında 138 şehit verdi.I. Dünya Savaşı sırasında 19 Temmuz ve 20 Eylül 1915 ile 8 Ocak 1916 tarihlerinde Ruslar tarafından bombalandı. Osman Nuri Bey tarafından 25 Kasım 1919'da "İnebolu Müdafaa-i Hukuk" kuruldu. Yönetime Müftü Ahmet Efendi seçildi. İnebolu'dan Zeki Bey Sivas Kongresi'nde Kastamonu'yu temsil etti. 10 Aralık 1920 İnebolu'da Esliha ve Cephane Komisyonu ve Menzil Nokta Komutanlığı kuruldu ve başına Erzincan Küçük Zabit seçildi. Kurtuluş Savaşı için, sıralamayla bitmeyen birçok isimler el ele verdi. Dönemin önemli bir ticaret merkezi olan İnebolu ve İnebolu Limanı Kurtuluş Savaşı'nda stratejik olarak önemli bir rol oynamıştır. Kurtuluş Savaşı'na katılmak için Ankara'ya gitmek isteyenlerin bir bölümü teknelerle İnebolu İskelesine geliyor ve buradan Anadolu'ya geçiyordu. İstanbul ve SSCB'den gelen savaş gereçlerinin Anadolu'ya giriş noktası da İnebolu iskelesi olmuştu. Bunu fark eden Yunanlar Karadeniz'deki donanmalarıyla iskeleyi denetlemeye başladı. Bundan sonuç alamayan Yunan savaş gemilerinden Panter ve Kılkış adlı iki Yunan zırhlısı 9 Haziran 1921'de İnebolu limanına geldi. Şehrin ileri gelenlerine ültimatom vererek cephane ve silahları iki saat içinde teslim etmesini söyledi. Savaş gemilerinin İnebolu'ya doğru hareket ettiği haberi zırhlılardan önce İnebolu'ya ulaşmış ve cephaneler bombalama karşında zarar görmemesi için iç kısımda kalan İkiçay Mevkii'ne, tepenin arkasında kalan ve zırhlıların top atışlarının ulaşamayacağı yerlere taşınmaya başlamıştı. Cephanelerin teslim edilmemesi üzerine Yunan savaş gemileri İnebolu'yu bombaladı. Ama Yunanlar Kurtuluş Savaşı'nın gereksinimi olan insan ve cephanenin Anadolu'ya giriş yeri olan bu iskeledeki etkinliği önleyemedi. İnebolu kayıkçılarının gayret ve başarıları 9 Nisan 1924 tarihli TBMM kararıyla Beyaz Şeritli "İstiklâl Madalyası" ile ödüllendirilmiştir. 1923’de Cumhuriyet’in ilanından sonra Yunan Hükümeti ile yapılan mübadele anlaşmasından sonra ilçe çevresindeki Rumlar Yunanistan’a göç etmişler, böylece İnebolu’da hiç Rum kalmamış, İlçedeki köylerin Rumca isimleri de Türkçeleştirilmiştir. Atatürk 23 Ağustos 1925'te Kastamonu'ya gelmiştir. Burada İnebolu heyetini kabul etmiş ve yapılan davet üzerine 25 Ağustos 1925 Salı günü saat 11.00'de Kastamonu'dan İnebolu'ya hareket etmiştir. 27 Ağustos 1925 Perşembe günü İnebolu Türk Ocağı'nda tarihi Şapka Nutku'nu söylemiştir. İlçenin Şeref ve Kahramanlık Günü olan 9 Haziran her yıl büyük bir coşkuyla kutlanmakta, ayrıca Mustafa Kemal Atatürk'ün önce İstiklal Madalyası ve Beratı ile taltif ettiği kayıkla kağnının mucizeler yarattığı beldemiz İnebolu'ya 1 gün için gelip, 3 gün onurlandırdığı, Şapka ve Kıyafet Devrimi'nin ilk Nutkunu söylediği, ""Bu Serpuşun İsmine Şapka Denir" dediği 25-28 Ağustos tarihleri arasında her yıl törenler yapılmaktadır." İnebolu Karadeniz Bölgesi’nin Batı Karadeniz bölümünde yer almaktadır.Anadolu Yarımadası’nın kuzeyinden geçen 42 derece kuzey paraleli ile 34 derece doğu meridyeninin kesiştiği noktanın yaklaşık 25 km batısındadır. 89 km. güneyinde yer alan Kastamonu’nun kıyı şeridindeki şirin bir ilçesidir. Kuzeyden Karadeniz’le çevrili olan ilçemiz doğuda Abana ve Bozkurt, batıda Cide, güneyde ise Devrekani, Küre ve Azdavay ilçelerine komşudur. Batı Karadeniz bölümünün hemen kıyı gerisinden itibaren yükselen, kıyıya paralel uzanan İsfendiyar(Küre) genç kıvrım dağlarının kuzey eteklerinde yer alan ilçe, batıda Terme Çayı’na kadar sokulmaktadır. 599 km²'lik alan sahip olan İnebolu’nun kıyıdan 14–18 km kadar içerilerine sokulan güney sınırı Zarbana Çayı’nın ikiye ayrıldığı kısmın biraz kuzeyinde Karadeniz’e yaklaşmaktadır. Merkez Nüfusu 9800 dür. Bölge genel olarak Tipik Karadeniz iklimine sahiptir. Fakat özellikle bahar aylarında meydana gelen sisle Karadeniz Bölgesi tipik ikliminden biraz farklılıklar göstermektedir. Kışları; ılık ve yağışlı, yaz ayları; sıcak fakat kurak değildir. Nispi nem seviyesi hem mevsim yüksek olan ılıman bir iklime sahiptir. İnebolu’nun uzun yıllar (1960-2005) değerlerine bakıldığında; sıcaklık ortalaması: 13,1 derecedir. Ekstrem sıcaklık değerlerine bakıldığında; En yüksek sıcaklık 1977 yılı Ağustos Ayında 35,8 derece, en düşük sıcaklık ise 1985 yılı Şubat ayında -9,2 derece olmuştur. İlçemiz yıllık ortalama 1000mm. civarında yağış almaktadır. Genelde İlçe Merkezine yağmur yağışı düşmesine rağmen biraz yukarılara doğru çıkıldıkça kar yağışı oranı artarak devam etmektedir. İlçeye kar düşse de genelde erimesi birkaç günü geçmemektedir. İlçemize en çok kar yağışı 1985 yılında 146 cm. yağmıştır. Bir sene içerisinde yağışlı gün sayısı 140 gündür. En çok yağış Aralık-Mart ayları arasında olmaktadır. Yağışlar genelde normal ve sağanak şeklinde yağışlardır. İlçemizde yılda ortalama 21 gün sis, 3 gün kırağı görülmekte, sıcaklığın (-) ye düştüğü gün sayısı ile 19 gün olarak tespit edilmiştir. Hakim rüzgar yönü SSW (Güney-Güney Batı) yönüdür. Deniz Suyu Sıcaklığı Ortalaması; 13,8 derecedir. Yüksek sıcaklık frekanslarının düşük ve okyanusal hüküm sürdüğü kıyı kesimlerde, 250–300 m kadar sıcaklık istekleri, yüksek bazı maki elemanları ile Karadeniz’in daha nemcil türlerinin bir arada bulunduğu psödomaki yaygındır. Daha gerideki platolar sahasında, yerini kestane ve meşe ormanlarına bırakır. Plato sahasından dağlık alanların kuzeyinde kayın ormanları, güneyinde meşeler daha yaygındır. Daha yukarılarda ise karaçam ormanları yaygındır. Yüksek ve engebeli bir yapıya sahip olan ilçe arazisine yerleşmiş bulunan akarsular, sularını denizlere gönderebilmek için üzerinde yer aldığ
ı yataklarını, derin bir şekilde kazmışlardır.İsfendiyar Dağları’nın denize bakan yamaçlarından doğarak denize ulaşan çaylardan ibaret olan ilçe akarsuları içinde, önemli bir akarsu mevcuttur. İki çay adı verilen bu akarsuyun rejimi düzensizdir ve ilçeyi ikiye ayırır diğerleri ise şunlardır: Karacehennemboğazı Çayı, Kızılkara Çayı, Manastır Çayı, Adıyaman Çayı, Gemiciler Çayı. Belirtilen çaylar da rejimi düzensiz akarsulara dâhildir. İlçe çevresinde, yükseklikleri 400 m ile 1200 m arası değişen tepeler mevcuttur. İlçenin yer aldığı vadinin, ağız kısmının doğu ve batı bölümlerinde yer alan tepelerden, güneydoğuda yer alan Geriş Tepesi 495 m güneybatıda yer alan İslam Tepesi 589 m yüksekliğe sahiptir. Diğer tepeler ise; doğuda Darıca Tepesi, batıda Abaş Tepesi, daha batıda Kaleştiren Tepesi, doğuda Manastır Tepesi, güney batıda Çuha Tepesi, güneydoğuda Yukarı Vozu tepesidir. İnebolu ilçesi mülki alanı, merkezi 9,5 km² toplamda ise 395 km² dir. İlçenin toplam olarak 34 km sahil kıyı şeridi bulunmaktadır. İlçe sınırları içinde 1 belediye teşkilatı, 81 köy ve 138 bağlı mahalle bulunmaktadır. İlçe Merkez Belediyesi 10 mahalleden oluşmaktadır. Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi'nin 2015 verilerine göre İnebolu'nun genel nüfusu 22.144’tür. Bu nüfusun 9 bin 509'u ilçe merkezinde, 12 bin 635'i ise köylerde yaşamaktadır. İnebolu'da tutulan hamsi ve diğer balıklar tüm Türkiye'ye gönderilmektedir. İnebolu köylerinin genel geçim kaynağıdır. İnebolu Limanı her türlü yolcu giriş çıkışına açık olup, ithalat ve ihracat yapılabilmektedir. Kapasite artırımı çalışmaları devam eden limana 10.000 grostonluk gemiler yanaşabilmekte olup, ahşap doğrama, yonga levha, ağaç parke, bakırlı prit, sigara kağıdı, kristal şeker, gübre vb. ürünlerin ihracı ve ithalatı yapılmaktadır. Yılda çokça turizm amaçlı yat ve gezi teknesinin uğradığı ve konakladığı liman sahasında bir ahşap Tekne-Yat yapım tersanesi ve balıkçı barınağı bulunmaktadır. ayrıca Rusya'dan gelen özel gemilerinde dinlenme tesisi de denilebilir. Küre'de çıkarılan bakır madeni İnebolu Limanı'ndan gemilerle taşınmaktadır. Bir dönem madenin Küre'den limana nakli için ETİ Bakır A.Ş. tarafından Alman PWAŞ firmasına 5 milyon dolara yaptırılan teleferik ise 1988 yılında hizmete girdikten 1 yıl sonra işletmeci firma tarafından elektrik maliyetlerinin yüksek bulunması, verimsizlik gibi sebepler gösterilerek devre dışı bırakılmıştır. İnebolu Evleri genelde 3 katlı bahçeli yapılardır. Bahçelerde erik, fındık, dut, elma, ceviz gibi meyve ağaçları bulunur. Hemen hemen her bahçede su kuyusu bulunur. Ayrıca bahçelerde yaz sohbetleri için çardak veya avlu içinde oturma mekanları bulunur. Evler genelde bordo-beyaz renktedir. Bordo rengini Aşı Köyü'nden çıkarılan toprakla yapılan Aşı Boyasından alır. Aşı boyası bu ahşap evleri 20 yıl boyunca rahatlıkla koruyabilmektedir. Evin çatısı genelde dört tarafa eğimlidir. Çatı denizden çıkarılan ve Marla Taşı (Arduaz) denilen geniş ve ince taşlarla örtülmüştür. Çatıda taş kullanılmasının sebebi son derece sert Karadeniz poyraz rüzgarlarında çatının dayanıklı olmasıdır. Marla taşı ise ince, düz yapısı ve ısı yalıtımına sağladığı katkıdan dolayı tercih edilmiştir. Bodrum kat soğuktan korunmak ve rutubeti önlemek amacıyla taştan yapılır. İnebolu merkezinde bu bodrum katları iş yeri veya kiler olarak, kırsalda ise ahır olarak kullanılır. Her kat yüksek tavanlı, bol pencereli ve bağımsız bir daire şeklinde ana salona açılan odalar şeklinde tasarlanmıştır. Kat girişleri ana kapı girişinden veya dışarıdan merdivenle ayrılır. Bunun amacı ise aile genişledikçe bağımsız olarak evin rahat bir şekilde kullanılabilmesidir. Her katta tuvalet ve banyo bulunmaktadır. Bunun yanı sıra yatak odasında dolap denilen bugünkü kullanımda ebeveyn banyoya karşılık gelen ilk bakışta gardrop izlenimi uyandıran küçük banyo bulunur. Bazı evlerde iki odadan oluşan çatı katı da bulunur. Bu tarihi evler Kültür Bakanlığı, Kastamonu Valiliği ve Ankara Mimarlar Odası'nın İnebolu Evlerini Yaşatma Projesi (İNEYAP) çerçevesinde koruma altına alınmıştır. Birçok evin de restorasyonu yapılmaktadır. İnebolu Kayığı, Denk Kayığı, İnebolu Kütüğü, Taş Kayığı, Pazar Kayığı gibi isimler altında bilgilere rastlanan ve literatüre İnebolu Kayığı olarak girmiş Pereme tipi teknedir. Önce "kabuk tekniği" ile yapılmış tek Anadolu teknesidir. Bu teknik günümüzdeki gemi yapım tekniğinin bir önceki şekli ve temeli olarak bilinir. Ortalama boyu 10-11 metredir. Bu teknikle yapılmış ve bütün olarak korunabilmiş dünyadaki tek tekne İstanbul'daki Deniz Müzesi'nde sergilenmektedir. Sergilenen bu teknenin diğer bir özelliği ise, Kurtuluş Savaşı'nda ikmal amacıyla bölgede kullanılan bir tekne olmasıdır. İnebolu'da denize bakan yamaçta kurulmuş, şu an terk edilmiş, 145 senelik bir deniz feneri vardır. İnebolu ilçesinde bulunan eğitim kurumları şunlardır: İneboluspor İnebolu'nun amatör futbol takımıdır. 1960'lardaki Doğanspor ve Güneşspor rekabeti sonrasında iki takımın birleşmesiyle kurulmuş ve 1970'li yıllarda Kastamonu Amatör Ligi'nde defalarca şampiyon olmuştur. Ancak son yıllarda eski başarısını yakalayamamıştır. İnebolu'da çim zemini olan bir stadyum bulunmaktadır. Ayrıca Özlüce'de (Zarbana) her yıl amatör futbol turnuvaları düzenlenmektedir. İnebolu'da 2. spor kulübü İnebolu Gençlik ve Spor Kulübü adı altında 2007 yılında kuruldu. İnebolu Gençlik ve Spor Kulübü'nde Halkoyunları, Futbol, Taekwondo, Masa Tenisi branşlar bulunmaktadır. Bu branşlarda 400 sporcu bulunmaktadır. İnebolu'da son yıllarda özellikle okullarda voleybola ve masa tenisine olan ilginin arttığı görülmektedir. İnebolu, son yıllarda ilgi çekmeye başlayan turistik yerlerdendir. Denizin yanında özellikle doğal güzelliği, yemyeşil tepeleri hayranlık uyandırmaktadır. 2 adet plajın yanı sıra Cide ve Abana yolları güzergahında birçok güzel koylardan plaj olarak yararlanılmaktadır. Özellikle Özlüce köyü sahillerinin güzel kumsallar çadır ve karavan turizmi için çok elverişlidir. İnebolu'da çeşitli gazeteler yayımlanmıştır. Daha önce İnebolu ve Hakkın Sesi gazeteleri yayımlanmıştır. Şu anda Yeni İnebolu Gazetesi, İnebolu Postası yanı sıra, internet üzerinden hizmet veren ve açıldığı günden beri yüzbinlerce kullanıcının ziyaret ettiği İnebolu Haber Gazetesi yayımlanmaktadır. Moren Moren (Türkçe: buzultaş, Fransızca: moraine, Almanca: Moraene), doğrudan doğruya buzulların ilerlemesi veya gerilemesi sırasında, buzulun taşıyarak oluşturduğu tabakalaşmamış depolara genel olarak verilen bir terimdir. Glasiyal koşullar ve süreçler ile taşınan ya da biriktirilmiş olan malzemenin her tanesine Moren adı verilir. Moren;Fransızca kökenli olup, Türkçedeki kelime karşılığı Buzultaş'tır. Moren, buzulun zeminden veya yamaçlardan kopardığı parçalar ile buzulun üzerine yamaçlardan düşen veya çığlarla yuvarlanan maddelerden oluşur. Moren depoları taş, toprak, kum ve çakıl boyutundaki irili ufaklı, genellikle de köşeli malzemeden oluşur. Bunların içine yer yer küçük kaya ve blok parçaları da karışmış olabilir. Bütün bu malzeme düzensiz yığılmış bir depo görünümündedir ve herhangi bir tabakalaşma göstermezler. Gerek vadi buzulları gerekse örtü buzullarında yaygın olarak görülen morenlerdir. Buzulun büyüklüğüne, anakayanın özelliğine bağlı olarak değişmekle beraber , % 30 oranında kil ve kumdan meydana gelirler. Bununla birlikte, içlerinde yer yer kaya ve blok büyüklüğündeki malzemeye de rastlanır. Taban morenleri biriktirme sonucu drumlin adı verilen yer şekillerini oluştururlar. Az eğimli yamaçlar veya düzlüklerde biriken taban morenleri, düzenli bir dağılım ve ardalanma göstermeyen buzul depolarını oluştururlar. Buzulun ilerlemesi ya da geri çekilmesi sırasında, tabanında bir örtü oluşturacak şekilde, taşınmış enkaz malzemelerin birikmesiyle oluşur. Basal tillinin üstüne yer alırlar. Buzulun çekilmesi sonrasında ablasyon morenleri ile karışırlar. Bu yüzden çoğu kez taban moreni depoları basal till, taban moreni, ablasyon moreni gibi buzul yüklerini içerir, ayrım yapmak zordur. Bu malzemelerin tümüne birden Taban tilli adı verilir. Buzulun aşındırma ile oluşturduğu yükü genellikle ana kaya malzemeleridir. Buzulun taban kısmında bulunan taban morenlerini heterojen yapan unsurlar ise çoğunlukla rüzgâr ile taşınan veya çevreden kar veya yamaçlardan enkaz çığları ile buzula katılan malzemelerdir. Taban morenlerinin tekstüründe iri çakıldan kum boyutuna küçülen tanelerin miktarında düzenli bir azalma trendi görülmektedir.   Taban moreni depolarının tekstür ve strüktüründeki çeşitlilik kalınlık ve yüzey engebeliliği konularında da dikkate geçer. Yüzey engebeliliği ana kaya engebeliliğinden kaynaklanabileceği gibi ayrıca biriken morenlerin depo kalınlıkları ile de ilgilidir. Ana kaya yüzey engebeliliği belirgin topografik değişikliklere sahipse, bu topografik özellik moren birikimini kontrol eder. Moren deposunun kalınlığı ve buzulun yüzeyinde ve içinde bulundurduğu yükü de bu konuda etkili olan bir diğer faktörlerdir. Buzul vadilerinin tabanlarında morenlerin belirli bir düzene sahip olmayan karmaşık tepe, sırt ve çukurlardan oluşan depolanma şekillerine sıklıkla rastlanır. Düzensiz moren depolarına İskoçya’da  “Hummocky” adı verilir. Glasiyal depolardaki çukurlarının bir başka örneği ise tabakalı glasiyal depolar içinde meydana gelen “Çökme Çukurları (Çanak)(Kettle)’dır. Buzul depoları üzerindeki çanak şekilli çukurluklara Anglo Sakson ülkelerinde Kettle, Baltık ülkelerinde ise Söl adı verilir. Eğer erime ve çökme yolu ile meydana gelen bu çanağın tamamı veya bir kısmı su tablasından daha derinde ise çanağın içi su dolar ve Kettle Gölü oluşur. Taban morenleri, buzulun ortadan kalkmasıyla yükseltileri yer yer 10 m'yi bulan tepeciklerden oluşan dalgalı bir topografya meydana getirirler. Örtü buzullarının geliştiği sahalarda bu morenler binlerce kilometrekarelik bir alan (Örneğin Kanada’da) kaplarlar ve drumlin denilen özel topografyanın ortaya çıkmasını sağlarlar. Bu topografya kaşık tersine benzeyen asimetrik sırtlar ve tepelerle oluşur. Uzunl
ukları 800 ila 2000 m, genişlikleri ise 300 ila 400 m arasında değişir. Bu sırtların eğimi, buzulun geldiği yönden başlayarak uzandığı yöne doğru artar. Aşınma ve çığ yoluyla vadi duvarlarından buzulun ucuna dek sürüklenen ve buzul gerilemesiyle bir sırt uzantısı biçiminde çökelen döküntü malzemeden oluşur. Tabakasız birikim şekillerinden biri olan yan moreni depoları karakteristik olarak vadibuzulları tarafından oluşturulur. Buzul vadisinin her iki yamacı boyunca,buzula paralel uzanan ve morenlerden meydana gelen çizgisel sırtlar şeklindeki morfolojileri, yan moren depolarının karakteristik şekilsel özellikleridir. Yan moreni depolarını oluşturan malzeme birikimi büyük oranda; buzulun içinde bulunduğu vadinin her iki yamacında, özellikle fiziksel parçalanma ile meydana gelen enkazın yer çekimine bağlı olarak hareket edip buzul kenarında toplanması ve ayrıca kısmen de buzul tarafından yataktan enkazın koparılması ile gerçekleşir. İki buzul akıntısının kesişmesiyle uzun, ince bir hat ya da kuşak biçiminde biriken döküntülerden oluşur. Ortaya çıkan moren, birleşen iki buzulun ortasında yer alır. Orta morenler, kabaca buz hareketinin yönü doğrultusunda bir sırt biçiminde çökelir. Orta moreni depoları da yan moreni gibi vadi buzullarının karakteristik birikim şekillerindendir. İki vadi buzulunun birleşmesi halinde, birleşen buzulların birbirine yakın yamaçlarındaki yan morenleri bu birleşme ile buzulun ortasında ve büyük kısmı buzulun yüzey ve yüzeye yakın kesiminde kalırlar. Böylece; eski yan morenler, yeni orta morenleri durumuna gelmiş olurlar. Orta morenlerin bir diğer özelliği ise konumlarının; yan morenleri gibi buzul ilerleme istikametinde olup, vadinin her iki yamacına kabaca paralel şekilde vadiboyunca olmasıdır. Meydana gelmiş olmalarıdır. Buzulun sona erdiği dil kısmında yer alan morenlerdir. Bunlar tek sıra halinde bulunabilecekleri gibi birden fazla sıralar halinde de görülebilirler. Cephe morenlerinin yükseltileri farklıdır. 40–50 m yüksekliğinde olanları bulunduğu gibi, 5–10 m'lik yüksekliğe sahip olanları da vardır. Değişik boyuttaki malzemeden oluşurlar. Örtü buzullarının kenarlarında, dağ buzullarının ise vadi buzulu, sirk buzulu veya diğer türlerinin hareket istikametlerine göre ön kısımlarında bulunan ve moren sırtlarından oluşan buzul biriktirme şekillerine Cephe Moreni Depoları adı verilir. Cephe moreni depoları şekilsel olarak, kabaca kavisli çizgisellik gösteren buzul birikinti sırtlardır. Bu depoların hacimsel büyüklükleri; buzulun yükü, ne süre ile orada sabit kaldığı ve buzulun büyüklüğü ile doğru orantılıdır. Buzulun ilerlemesi ya da gerilemesi sırasında meydana gelen duraklamalar cephe moreni depolarının oluşmasına fırsat verir. Bir cephe moreni deposunun buzulun ilerlemesi sırasında mı yoksa gerilemesi sırasında mı oluştuğunu anlamak mümkündür. Cephe morenlerinin özellikle oluşum şekillerini dikkate alarak şu şekilde sınıflamak mümkündür: a. İtilme moreni depoları: Buzulun; mevsimlik ya da daha uzun süreli ilerlemesi ve gerilemesi sırasında farklı kökenli suya doygun tabansal till depoları, tabanındaki kil, silt gibi ince taneli malzemeler ve kısmen de önündeki ayrışma ürünü enkaz malzemeyi iterek, öteleyerek yığmak sureti ile cephe moreni depolarının bir türünü oluşturur. b. Nihai moreni depoları: Genellikle buzul önü arazisindeki sediment malzemesi olan farklı boyutlardaki irili-ufaklı taneli malzemelerden, glasiyo-flüviyal kökenli elenmiş sedimentlerden, kütle hareketi enkazı ve az da olsa tabansal tillden oluşur. En belirgin şekilde dağ buzullarında görülen moren deposu türüdür. Buzulların erimesi ile birlikte buzul yükünün taban morenleri üzerine birikmesi ile meydana gelir. Düşey kesiti incelendiğinde ağırlıklı olarak ince taneli malzemelerden oluşan taban yükü üzerine, daha çok kenarlı köşeli olan buzul içi ve yüzey yükünün düzensiz olarak geldiği bir strüktür gözlemlenir. Bu anlamda tekstür farklılığı da dikkat çekicidir. Ablasyon moren depoları; öncelikli olarak buzul yüzey yükü olmak üzere ayrıca buzul içi yükü ve buzul altı (taban) yüklerinden oluşur. Ablasyon moren deposunun birikimi; durağan buzul yükünün depolanması ile gerçekleşir. 5. TUROĞLU, H. 2011. Buzullar ve Buzul Jeomorfolojisi (Birinci Baskı), ISBN 978-975-9060-82-4, Çantay Kitabevi, İSTANBUL.  .wikipedia.org/wiki/Moraine Kısa dalga radyo Kısa Dalga yayınları almak üzere tasarlanmış radyo Elektromanyetik tayfin YF "yüksek frekans" (HF- High frequency) (3Mhz- 30Mhz arası) yayınlarını alan alıcı. TV, telefon, internet yaygınlaşmadan önce oldukça popüler olan bu tür radyolar özellikle uluslararası yayınları da alabildiklerinden zamanında oldukça değerli bir bilgi kaynağı olmuşlardır. Bu frekans bandındaki radyo alıcıları kalite ve özelliklerine göre çok değişik modellere ayrılabilmektedir. Hassaslık ve seçicilik bu tür radyolarda kalite kıyaslama unsurudur (Q faktörü). Tasarımlarına göre başlıca analog ve sayısal olmak üzere ikiye ayrılırlar. Prensip olarak iki alıcı da aynı temele dayansa da sayısal alıcılar genelde seçicilikte, analoglar da hassasiyette daha iyidir. Kabaca antenden gelen sinyali geniş band dalga güçlendirici karşılar, çıkış belli bir ara frekans ile karıştırılır ve elde edilen frekans filtrelenip dinlemek istenen istasyona göre ayarlanmış bir osilatörün çıkışı tekrar karıştırılıp ses dalgasına çevrilir. İlk karıştıma bölümünde iki frekans kullanan alıcılar (süper hetorodin) hayal sinyalleri çok daha iyi baskılayabilmektedirler; piyasada 3 ara frekans kullanan modeller de bulunmaktadır. Aşağıdaki bandlar uluslararası yayın yapan kurumlara ayrılmıştır. Bu istasyonlar genelde AM (genlik modülasyonu) ile yayın yapmaktadır. Bu tür yayınları dinleyenlere SWL (Short Wave Listener- Kısa Dalga dinleyici) denmektedir. Band (Metre) Frekans aralığı (kHz) 120 2300 - 2495 90 3200 - 3400 75 3900 - 4000 60 4750 - 5060 49 5730 - 6295 41 6890 - 6990 41 7100 - 7600 31 9250 - 9990 25 11500 - 12160 22 13570 - 13870 19 15030 - 15800 16 17480 - 17900 17 18900 - 19020 13 21450 - 21750 11 25670 - 26100 Bu bandların arasında amatör radyoya, ticari gemilere ve silahlı kuvvetlere ayrılmış bandlar bulunmaktadır. Genelde bu yayınlar SSB,CW, RTTY modülasyonlarını içermektedir. Bu tür yayınları almak için radyonun BFO (Beat Frequency Oscillatör -Vuru Frekans Osılatoru) neden ek bir devreye ihtiyacı vardır. Taşıyıcı suni olarak yaradan bu devre bazı üst model radyolarda senkronizasyon tuşu "Sync" olarak normal AM yayınlardaki alışı netleştirmektedir. Bu tür radyolarda ses bandının genişliğini de değiştirmek mümkündür. Elektromanyetik tayf Elektromanyetik tayf veya elektromanyetik spektrum (EMS), evrenin herhangi bir yerinde fizik kurallarınca mümkün kılınan tüm elektromanyetik radyasyonu ve farklı ışınım türevlerinin dalga boyları veya frekanslarına göre bu tayftaki rölatif yerlerini ifade eden kavramdır. Herhangi bir "cismin elektromanyetik tayfı" veya "spektrumu", o cisim tarafından çevresine yayılan karakteristik net elektromanyetik radyasyonu tabir eder. Elektromanyetik tayf, dalga boylarına göre atomaltı değerlerden başlayıp ("bkz. Gama ışını veya X-ışını") binlerce kilometre uzunlukta olabilecek radyo dalgalarına kadar birçok farklı radyasyon tipini içerir. Elektromanyetik tayf teoride sonsuz ve sürekli olsa da, pratikte kısa dalga boyu ("yüksek frekans") ucunun limitinin Planck uzunluğuna, uzun dalga boyu ("alçak frekans") ucunun limitinin ise evrenin tümünün fiziksel büyüklüğüne eşit olduğu düşünülmektedir. Metinde geçen morötesi sözcüğü doğrudur ancak kızılötesi sözcüğü doğru değildir; doğru sözcük "kızılaltı"dır. Elektromanyetik tayf binlerce kilometreden atomaltı uzunluklara kadar geniş bir yelpazedeki dalga boylarında ışınımları kapsar. 30 Hz ve altındaki frekansların ("uzun-dalga") radyoastronomide bazı nebulalar tarafından üretildiği ve bu yapıların araştırılmasında kullanıldığı, 2,9 * 10 Hz değeri civarında frekanslara sahip ışınımların da çeşitli kozmik kaynaklardan yayıldığı bilinmektedir. Boşlukta, belirli bir dalga boyundaki "(λ)" elektromanyetik enerjinin bu dalga boyu ile orantılı bir frekansı "(f)" ve foton enerjisi "(E)" bulunmaktadır. Bu yüzden elektromanyetik tayf bu üç değerden herhangi biri kullanılarak ifade edilebilir. Değerler birbirine aşağıdaki formüller ile bağlıdır: formula_1frekans x dalga boyu veya formula_2, ve formula_3 veya formula_4 Burada; formula_5 m/s (ışık hızı) ve formula_6 de Planck sabiti formula_7'dir. Buna göre; sahiptirler. Görünür ışık veya başka bir elektromanyetik türü belli bir madde içerisinde yaratılır veya içerisinden geçerse "(örneğin atmosfer)", bu ışınımın dalga boyu artacak, dolayısıyla frekansı düşecektir. Bu değişiklikten dolayı, ışınımların elektromanyetik tayf değerleri ile ilgili rakamsal bilgiler verilirken genellikle söz konusu ışınımlar uzaydaki "(boşluk)" sayısal değerleri ile ifade edilir. Spektroskopi ile insan gözünün algılayabildiği 400 ile 700 nm'lik dalga boyları arasındaki görünür ışık bandı dışındaki diğer ışınım aralıkları da algılanabilir. Normal bir laboratuvar spektroskobu 2 ile 2500 nm arasındaki dalga boylarını kolayca algılayabilir. Cisimlerin, gazların ve hatta yıldız ve galaksilerin fiziksel özellikleri ile ilgili birçok veri, bunlardan yayılan elektromanyetik ışınımın bir spektroskop yardımıyla analiz edilerek öğrenilebilir. Örneğin hidrojen atomları 21,12 cm'lik dalga boyunda spesifik bir radyo dalgası yayar. Söz konusu ışınım algılandığında, mesela uzak bir gezegenin atmosferinde hidrojen gazı da bulunduğu anlaşılabilir. Bu, teknik astrofizik araştırmalarda yaygın olarak kullanılmaktadır. Elektromanyetik radyasyon başlıca yedi kategoride incelenir. Bunlar düşük frekanstan yüksek frekansa doğru radyo dalgaları, mikrodalga, kızıl ötesi, görünür ışık, mor ötesi, X-ışınları ve Gama ışınlarıdır. Yukarıda verilen sınıflandırma genelde doğru olsa da, söz konusu kategoriler arasında kesin sınır çizgileri yoktur ve bazı durumlarda aslında belirli bir kategoride yer alan bir ışınım, bir başka kategorinin dal
ga boyu aralığında bulunabilir. Örneğin, bazı az enerjili gama ışınları aslında bazı yüksek enerjili X-ışınlarından daha uzun dalga boyuna sahiptir. Bunun sebebi, "gama ışını" teriminin nükleer bozunum veya başka bir atomaltı işlem sonucu oluşan fotonlar için kullanılırken X-ışınlarının atom çekirdeğine yakın yüksek enerjili iç elektronların orbital değişimleri sonucu oluşmasıdır. Sonuç itibarıyla X-ışınları ile gama ışınları arasındaki belirleyici fark dalga boylarında değil, söz konusu ışınımları yaratan kaynaklardadır. Ancak gama ışınları genellikle X-ışınlarından daha yüksek frekanslı ve dolayısıyla daha yüksek enerjilidir ve bu yüzden kendi kategorilerinde değerlendirilir. Başlıca elektromanyetik tayf bantları ve yaklaşık sayısal değerleri: Radyo dalgaları binlerce kilometreden yaklaşık bir milimetreye kadar dalga boylarındadır ve sahip oldukları rezonansa uygun antenler ve modülasyon teknikleri kullanarak analog veya sayısal veri aktarımı kanalları olarak değerlendirilebilirler. Televizyon, cep telefonu, MRI, kablosuz bilgisayar ağları ve benzeri uygulamalar radyo dalgalarını kullanır. Radyo dalgalarının veri taşıma özellikleri dalga yüksekliği, frekans ve faz belirli bir bant aralığında modüle edilerek belirlenir. Elektromanyetik spektrumun bu bölümünün kullanımı birçok ülkede çeşitli resmî kuruluşlar tarafından kısıtlanmakta ve denetlenmektedir. Elektromanyetik radyasyon bir iletkene empoze edildiğinde, iletkenin yüzeyindeki atomların elektronlarını daha enerjik kılarak iletken yüzeyinde küçük bir elektrik akımı oluşmasını sağlar. Radyo antenlerinin çalışma ilkesi bu etkiye dayanır. Mikrodalgalar tipik olarak uygun çap ve şekilde metal dalga kılavuzu tüpler kullanabilecek kadar kısadırlar ve magnetron veya klistron tüpler kullanarak istenen faz ve frekansta üretilebilirler. Mikrodalga üretimi TED ve IMPATT gibi katı yapılı diyotlar kullanılarak da yapılabilir. Çeşitli frekanslardaki mikrodalga enerjisi bazı materyaller tarafından emilebilir ve bu süreç sonucunda ısı açığa çıkar. Mikrodalga fırınlar su moleküllerinin bu özelliğini kullanır. Wi-Fi gibi kablosuz sinyal aktarımında da düşük yoğunluklu mikrodalga kullanılır. Mikrodalga fırınlar bu yüzden çalışır durumda ve yeterince yakın mesafede olduklarında cep telefonu ve diğer bazı elektronik cihazları etkileyebilirler. Terahertz "(THz)" radyasyon, elektromanyetik tayfta uzak kızıl ötesi ile mikrodalgalar arasındaki frekans bandında bulunur. Yakın zamana kadar spektrumun bu bölgesi büyük oranda ihmal edilmişti ancak günümüzde bu milimetre altı bant özellikle haberleşme, doku gösterimi ve savunma teknolojilerinde kullanılmaktadır. Bu bandın askerî amaçlı uygulaması şimdilik düşman askerleri üzerine yansıtılan terahertz ışınımı suretiyle derilerinde yanma hissi yaratarak bu tehditleri etkisizleştirme uygulaması ile sınırlıdır. Aynı ışınım söz konusu hedeflerin elektronik ekipmanını da iş göremez hâle getirecektir. Kızıl ötesi radyasyon yaklaşık olarak 300 GHz ile 400 THz frekansları ve 1 mm ile 750 nm arasındaki dalga boylarını kapsar. Üç ana kategoride incelenir: İnsan gözünün "ışık" veya "renk" olarak algıladığı aralığa denk gelen elektromanyetik enerjidir. Beyaz ışık bir prizmadan geçirildiğinde bileşenleri olan diğer dalga boylarına ayrılabilir. Her dalgaboyu farklı bir frekansa sahiptir ve göz tarafından farklı bir renk olarak algılanır. Dalga boyu görünür ışıktan daha kısadır. Oldukça enerjik olduğu için mor ötesi "(UV)" ışınım kimyasal bağları bozup çeşitli molekülleri iyonize edebilir veya katalizör etkisi gösterebilir. Güneş yanıkları mor ötesi radyasyonun insan derisi üzerindeki yıkıcı etkisine örnek olarak verilebilir. Bazı durumlarda kanserojen etki yapabilir. UV ışınım ayrıca etkin bir mutajendir ve hücrelerin DNA yapısını bozarak kontrolsüz mutasyona sebep olabilir. Dünya'ya Güneş'ten gelen UV radyasyonunun büyük bir kısmı yüzeye ulaşmadan önce atmosferdeki ozon tabakası tarafından emilir. X-ışınları, mor ötesi ışınlardan daha kısa dalga boyuna, dolayısıyla daha yüksek frekans ve enerjiye sahiptir. Çeşitli materyallerin içinden geçebildikleri için tıpta organ ve kemiklerin görüntülenmesinde sıkça kullanıldığı gibi, ayrıca yüksek-enerji fizik ve gökbilim uygulamalarında da kullanım alanı bulmuştur. X-ışınlarının bir başka adı Röntgen ışınlarıdır. Gama ışınları 1900 yılında Villiard tarafından bulunmuştur. Bilinen en enerjik elektromanyetik radyasyon türü olan gama ışınları nükleer aktivite ve çeşitli kozmik kaynaklar tarafından üretilirler. Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu (BGST), 1995 yılında, üniversite sonrasında sanatsal faaliyetlerini sürdürmek isteyen Boğaziçi Üniversitesi mezunlarınca kurulmuştur. Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği bünyesinde çalışmalarını yürüten BGST zaman zaman bağımsız zaman zaman ortak çalışmalar yapan tiyatro, dans ve müzik birimlerinden oluşmaktadır. Tiyatro Boğaziçi, BGST Dansçıları, Kardeş Türküler, 45'lik Şarkılar sahne sanatları alanında faaliyet göstermektedir. 2004 yılında oluşturulan Kuramsal Eğitim ve Araştırma Birimi ise ekonomik, politik, toplumsal ve kültürel alanlarda ve çevre-ekoloji sorunları hakkında eğitim ve araştırma faaliyetleri yürütmektedir. Mimarlık Mimarlık veya mimari, binaları ve diğer fiziki yapıları (okul, gökdelen...vb.) tasarlama ve kurma sanatı ve bilimidir. İnsanların yaşamını kolaylaştırmak ve barınma, dinlenme, çalışma, eğlenme gibi eylemlerini sürdürebilmelerini sağlamak üzere gerekli mekânları, işlevsel gereksinmeleri ekonomik ve teknik olanaklarla bağdaştırarak estetik yaratıcılıkla inşa etme sanatıdır. Başka bir tanımlamayla, yapıları ve fiziksel çevreyi uygun ölçülerde tasarlama, inşa etme sanatı ve bilimidir.İnsan barınmak için yaşamak ve doğa şartlarından korunmak için bir mekân ihtiyacı duyar ve bu mekânı kendine özgü kültürel, fonksiyonel, teknik ve farklı zevklerde yaratır. Bu zevkler sınırlandırmalarla belirlenebileceği gibi mimar tarafından hayal gücünü somutlaştırarak belli başlı tasarım çizgisinin de dışına çıkmaya dolayısıyla bireyin kendini keşfetmesine, kendi içindeki uzayı ortaya çıkartmasına, yarayan işlevsel bir araçtır. Mimarlık mesleğinin kapsamına dini yapılardan saraylara, bir kentin dokusunu oluşturan basit konut tiplemelerine kadar her türlü açık ve kapalı mekân ve çevre (peyzaj mimarlığı) girer. Bu çevre kırsal veya kentsel olabileceği gibi, yapıları veya mekânları kuşatan yakın dış çevre diğer bir ifadeyle peyzaj tasarımı da, mimari tasarımı da olabilir. Mekân, içinde yaşamın gerçekleştiği fiziki ortam olarak tanımlanabilir. Mekânın oluşabilmesi ve üretilebilmesi için yapılara, yaşamın her gün artan çeşitliliği göz önüne alınırsa, oldukça karmaşık ilişkiler düzeni içinde yapılaşmış fiziki çevre; peyzaj mimarlığı çalışmalarına gereksinim vardır. Mimari tasarımın öznesi olan yaşam, coğrafi, iklimsel, kültürel, demografik farklılıklar içerir. MÖ 1. yüzyılda yaşamış olan Roma'lı mimar Vitruvius "De Architectura" adlı kitabında başarılı bir mimarlık için "Utilitas, Firmitas, Venustas" (kullanışlılık, sağlamlık, güzellik) etmenlerinin gerekli olduğunu ileri sürmüştür. Rönesans' ta bu tanım, "Comodita, perpetuita, bellezza" (kullanışlılık,süreklilik- kalıcılık, güzellik) olarak benimsenmiştir. 1581'de bir İngiliz yazarı mimarlığı "yapı bilimi" olarak tanımlarken 19. yüzyılda İngiliz eleştirmen John Ruskin mimarlığın "yapılara uygulanan süslemeden başka bir şey olmadığı" nı ileri sürüyordu. Amatör bir eleştirici olan Sir Henri Watton "The Elements of Architecture" (1624) adlı kitabında mimarlığın üç koşula (kullanılışlılık, sağlamlık, güzellik) yanıt vermesi gerektiğini belirtir. Frank Lloyd Wright'a göre de "mimarlık biçim haline gelmiş yaşamdır." Mimarlık ve yapı sektörü birbiriyle direkt ilgilidirler. Bunun yanında bu mesleğin mensupları; inşaat mühendisliği, makina mühendisliği, elektrik mühendisliği, peyzaj mimarlığı ve iç mimarlık gibi disiplinleri yönlendirerek sağlıklı bir çalışma ortamı oluşturur, ortaya bir proje çıkması için gerekecek sistemli organizasyonu yaparak, bu disiplinler tarafından planlanan, tasarlanan ve üretilen çeşitli ölçek ve kapsamdaki projelerin organizasyonu yapar. Mimarlık okullarından mezun olanların, mesleğin ilgi alanının çok geniş bir yelpazeyi kapsaması nedeni ile, birbirinden çok farklı alanlarda çalışabildikleri gözlemlenmiştir. PC PC, şu anlamlara gelebilir: İstatistiksel değerlendirme İstatistiksel değerlendirme temelde 4 farklı metot uygulanır: Karadeniz Bölgesi Karadeniz Bölgesi, ismini Karadeniz'den alan, Sakarya Ovası'nın doğusundan Gürcistan sınırına kadar uzanan Türkiye'nin yedi coğrafi bölgesinden biridir. Gürcistan, Doğu Anadolu, İç Anadolu ve Marmara Bölgeleriyle ve adını aldığı deniz ile komşulardır. Türkiye'deki bölgeler arasında büyüklük bakımından üçüncü sırada yer almaktadır, ayrıca doğu batı genişliği ve yerel saat farkı en fazla olan bölgedir. Karadeniz Bölgesi'nin en büyük ve gelişmiş şehirleri sırasıyla 1.250.076 nüfusuyla Samsun ardından Trabzon ve Ordu'dur. Batı Karadeniz; Orta ve Doğu Karadeniz bölümünden daha düz olduğu için burada nüfus dağınık olarak serpilmiştir. Orta ve özellikle Doğu Karadeniz bölümünde ise engebe ve yükselti fazla olduğundan dolayı nüfus toplu olarak dağılmıştır. Batı Karadeniz Bölümü, Karadeniz Bölgesi'nin üç bölümünden, en batıda olanıdır. Kızılırmak deltasının batı kenarından başlayıp Adapazarı ve Bilecik'in doğusuna kadar uzanır. Bölüm genel olarak dağlıktır.. Orman ürünleri ve ormancılık önemli gelir kaynağıdır. Bolu ve Düzce çevresinde çok sayıda kereste fabrikası bulunmaktadır. Zonguldak çevresi maden çıkarımı, Ereğli-Karabük çevresi maden işletmeleri ile Türkiye ekonomisine önemli katkıda bulunur. Batı Karadeniz'in en önemli katkısı ise maden çıkarma ve işleme alanındadır. Bölgenin önemli şehirlerinden birisi olan Karabük'de giderek gelişimini sürdürmektedir. Özellikle son yıllarda Batı Karadeniz bölgesinin en önemli gelir kaynaklarından biri turizmdir. Bölgedeki Amasra
, Kastamonu, Safranbolu, Ereğli, Eskipazar ve Bolu gibi turistik merkezler yerli ve yabancı turistlere alternatif turizm hizmetleri sunarak ekonomiye önemli katkı sağlamaktadır. Eskipazar'da Hadrinapolis antik kenti bulunmaktadır. Yağış miktarı 1500-1600 milimetre arasındadır. Orta Karadeniz Bölümü, Karadeniz Bölgesi'nin orta bölümüdür. Melet Çayı'ndan Sinop'un doğusuna kadar uzanır. Doğu Karadeniz Bölümü'ne göre güneye daha fazla sokularak Tokat ve Çorum illerinin büyük bölümleri ile Amasya ilinin tamamını içine alır. Yer şekilleri Doğu ve Batı Karadeniz'e oranla daha sadedir. Dağların yükseltisi azalmış ve dağlar içeriye çekilmiş durumdadır. Bunun sonucunda tarım alanları ve ulaşım çok gelişmiştir. En gelişmiş şehri Samsun'dur. Orta Karadeniz, Doğu Karadeniz'e nazaran en az yağış alan, kıyı ile iç kesim arasında farklılığın en az olduğu bölümdür. Yine de yağış boldur ve yağışlar her mevsime dengeli olarak dağıldığından kurak mevsim yoktur. Türkiye ekonomisine katkısı daha çok tarım alanındadır. Yağış miktarı 1000 milimetreye kadar çıkmaktadır. Dağları kıyıya paralel uzanır. Başlıca dağları Canik Dağları, Akdağ ve Kocadağ'dır. Bu bölümde tarım alanları daha çoktur. Yeşilırmak, Kızılırmak ve Kelkit Çayı'nın aşağı kesimleri buradadır. Yeşilırmağın denize döküldüğü kesimde Çarşamba delta ovalarını oluşturmuşlardır. Ayrıca iç kesimlerde Suluova, Niksar, Erbaa ve Merzifon ovaları yer alır. Bu bölümde yağışlar doğu bölümüne göre daha azdır.Çünkü burada ki dağlar,doğudakiler kadar yüksek değildir. Denize etkisi iç kesimlere kadar sokulabilmektedir.Bu durum,kıyı ile iç kesimler arasındaki iklim farklılıklarının belirgin olmamasına neden olmuştur. Doğu Karadeniz Bölümü, Karadeniz Bölgesi'nin en dağlık, en fazla yağış alan, bulutlanmanın çok olduğu, nem oranının en fazla olduğu bölümdür. Bölgede en çok balıkçılık ve tarım yapılan bölümdür ve halk geçimini balıkçılık ve tarımdan kazanır. Ayrıca Karadeniz Bölgesi'nin en çok çay, fındık ve mısır yetiştirilen bölümüdür. Ulaşımın en zor, engebeli ve en çok göç veren bölümüdür. Tarım alanı kıyı şeridi boyunca dardır. Bölgenin engebeli olmasından dolayı makineleşme azdır. Rize, Artvin, Trabzon, Giresun, Gümüşhane ve Bayburt önemli yerleşim merkezidir. Bölgenin en gelişmiş illeri Trabzon ve Rize'dir. Türkiye'de yaylacılık merkezi olan alpin çayırlıkların en güzel örnekleri Doğu Karadeniz Bölümü'nde, özellikle Rize çevresinde görülür. Ayder, Anzer, Çağırankaya yaylaları bunlara örnektir. Yıllık yağış oranı 2500 milimetreye kadar ulaşır. Bölgede eski adı "Şerah" olan bir krater gölü Uzungöl bulunur. Uzungöl yaklaşık 1000 metre uzunluğu, 500 metre eni ve ortalama 15 metre derinliğe sahip bir dağ gölüdür. Ormanlar arasında yer alan gölde alabalık yetiştirilir. Of'a olan uzaklığı yaklaşık 38 kilometredir ve Of'dan dolmuşlar bulunmaktadır. Yolun büyük kısmı asfalttır. Kıyı ile iç kesimler arasında iklim ve bitki örtüsü birbirinden tamamen farklıdır. Kıyı şeridinde tipik Karadeniz iklimi hüküm sürer. Doğu Karadeniz Bölümü'nde işletilen en önemli yer altı zenginliği, Artvin yakınlarındaki Murgul'da bulunan bakır madenidir. Türkiye'de üretilen bakırın büyük bir kısmı bu bölümdeki yataklardan elde edilir. Çıkarılan bakır cevheri Murgul ve Samsun'daki fabrikalarda işlenir. Trabzon'daki Atatürk Köşkü, Giresun Kalesi, Doğu Karadeniz'deki tek ada olan mitolojik Giresun Adası ("Aretias"), Kümbet Yaylası ve Bektaş Yaylası, Maçka'daki Sümela Manastırı ve her yıl düzenlenen yayla şenlikleri bölümün önemli turizm değerleridir. Akarsu açısından Türkiye'nin en zengin bölgelerinden birisi olup, Karadeniz Bölgesi'nden çıkan sular Karadeniz'e dökülmektedir. Türkiye'nin en uzun nehri Kızılırmak, bölgenin Orta Karadeniz bölümü kıyısında denize dökülmektedir. Orta Karadeniz bölümünün bir diğer önemli akarsuyu da Samsun ilinin Çarşamba ilçesinden Karadeniz'e dökülen Yeşilırmak'tır. Sakarya Nehri de Marmara Bölgesi sınırları içinde denize dökülmektedir. Çoruh Nehri, dünyanın en hızlı akan nehirlerinden biridir ve Artvin ilinin en büyük akarsuyudur. Bu illerdeki hemen hemen bütün çay ve dereler Çoruh’un kollarını oluştururlar. Kaynağını Mescid Dağı'nın batı yüzünden alır. Önce batı doğrultusunda akıp Bayburt ve İspir’den geçtikten sonra bir yay çizerek, Yusufeli'nin Yokuşlu köyü önünde Artvin il sınırlarına girer. Yusufeli, Artvin ve Borçka’nın içerisinden geçtikten sonra Borçka’nın Muratlı kasabasından geçerek burada il ve ülke sınırlarını terk eder ve Batum’da Karadeniz’e dökülür. Toplam uzunluğu 376 km'dir. Doğu Karadeniz bölgesindeki en önemli akarsulardan biri de Kelkit Çayıdır. Uzunluğu 320 km olan Kelkit Çayı, Sivas'ın Karadeniz bölgesindeki Akıncılar, Suşehri, Gölova, Koyulhisar ilçeleri ile, Giresun'un Şebinkarahisar, Alucra ve Çamoluk ilçelerinden geçerek Orta Karadeniz bölgesine ulaşarak vadiler aracılığı ile Karadeniz'e dökülür. Karadeniz Bölgesi sınırları içinde birçok doğal ve yapay göl vardır. Başlıca doğal göller Yeniçağa, Efteni ve Abant gölleridir. Karagöl, Şavşat ilçe merkezinin 48 km kuzeyinde yer almaktadır. Sahara Yaylası ise ilçe merkezine 17 km uzaklıktadır. Başlıca yapay göller Sarıyar, Çamlıdere ve Gökçekaya baraj gölleri ile Tortum, Sera, Abant, Yedigöller ve Zinav gölleridir. Ordu'nun Ulubey ilçesi Ohtamış köyünde bulunan Ohtamış Şelalesi 30 metre yüksekliğiyle Karadeniz'in en büyük şelalesidir. Turizm için ideal yerlerden biridir. Bunun dışında Karadeniz Bölgesi'nde fındık, çay, kivi gibi besinler çok üretilir. Bu da ülke ekonomisine katkıda bulunmaktadır. Fındık, sahil şeridi boyunca yetiştirilir. Türkiye'nin kuzeyinde, Sakarya’nın doğusundan Gürcistan’a kadar Karadeniz’e paralel olarak bir şerit gibi uzanır. Gerçek alanı olan 122.121 km² ile Türkiye topraklarının %18’ini kaplar. Bölge doğu ve batı doğrultusunda 1400 km, kuzey ve güney doğrultusunda 100–200 km ile bir şeride benzer. Bölgedeki milli parklar; Kastamonu ve Bartın sınırları içinde kalan Küre Dağları Millî Parkı, Trabzon ilindeki Altındere Millî Parkı Milli Parkı, Kastamonu ili ile Çankırı ili sınırları içerisinde yer alan Ilgaz Dağı Millî Parkı, Bolu ilinin Zonguldak iline komşu olduğu kesimde kurulan Yedigöller Millî Parkı ve büyük bir bölümü Rize ili Çamlıhemşin ilçesi, küçük bir bölümü de Artvin ili Yusufeli ilçesi sınırları içinde kalan Kaçkar Dağları Millî Parkı'dır. 51.500 hektarlık bir alanı kaplayan Kaçkar Dağları, 1994 yılında milli park ilan edilmiştir. Türkiye'deki 33 Milli Park alanından birisi olan Hatila Vadisi Millî Parkı sahası, merkez ilçe sınırları içerisindedir, Hatila Vadisi'ndeki Hatila Deresi ve birçok yan derelerini içerir. Karagöl Sahara Millî Parkı, Türkiye'deki 33 Milli Park alanından birisidir ve Artvin'in Şavşat ilçesi sınırları içerisinde yer almakta olup iki ayrı sahadan oluşur: Bunlar Karagöl ve Sahara Yaylası'dır. Kıyıda yıl boyu yağışlı ve ılıman Karadeniz iklimi görülür. Bu iklimin oluşmasının sebebi; Karadeniz'den gelen nemli hava kütlelerinin kıyıya paralel uzanan Kuzey Anadolu dağ yamaçlarına bol yağış bırakmasıdır. Türkiye'nin en yağışlı bölgesi olan Karadeniz'de yağışlar bir mevsimde yoğunlaşmamış, yıl geneline yayılmıştır. Karadeniz Bölgesi'nde yaz kuraklığı ve orman yangınları yaşanmaz. Nemlilik ve bulutlanmanın fazla olması nedeniyle yıllık ve günlük sıcaklık farkları en az bu bölgededir. Dağlar kıyıya paralel uzandığından, dağların gerisinde kalan iç kesimleri deniz etkisi altına alamamış ve iklim karasallaşmıştır ve kuraklaşmıştır. Bununla birlikte Orta Karadeniz bölümünde yükseltinin az olması, Kızılırmak ve Yeşilırmak Vadileri'nin varlığı, bu bölümde denizel etkinin vadi tabanlarından iç kesimleri sokulmasına sebep olur. Bölgenin doğal bitki örtüsü, kıyılarda nemlilik ve yağışın fazla olması sebebi ile geniş yapraklı gür ormanlardan oluşur. Türkiye ormanlarının %25'ini barındırır ve sahip olduğu ormanlar bakımından Türkiye'nin en çok orman olan bölgesidir. Eskiden deniz yolundan başka ulaşım olanağı olmayan Karadeniz Bölgesi, günümüzde ulaşım olanağı açısından gelişmiş bir düzeydedir. Birçok iskelesi de bulunan bölgenin başlıca limanları Zonguldak, Samsun ve Trabzon kentlerindedir. Zonguldak ve Samsun limanları birer demiryolu hattıyla Anadolu'nun iç kesimlerine bağlanır. Karadeniz kıyı yolu, bölgenin kıyı kesiminde yer alan birçok kenti birbirine bağlar. Bu yolun en doğusunda yer alan Sarp sınır kapısı, Türkiye ile Gürcistan arasındadır. Amasya, Trabzon, Ordu-Giresun, Tokat, Samsun, Zonguldak, Sinop ve Kastamonu'da havaalanları vardır. İl merkezleri temel alındığında, Karadeniz Bölgesi sınırları içinde yer alan 18 ili şunlardır: Game Boy İlk Game Boy, Nintendo'da çalışan Gunpei Yokoi ve ekibi tarafından tasarlanmıştır. Gunpei Yokoi "Game & Watch" türünde bir aletle, çok başarılı olmuş "NES" oyun sisteminin özelliklerini eklemek istiyordu. İlk prototipi 1987 yapılmış olan cihazın, büyük bir başarı kazanacağı "Nintendo" tarafından beklenmiş hatta "Nintendo" Japon'nun başkanı "Hiroshi Yamauchi" cihazın üç yıl içinde 25 milyon adet satacağını öngörmüştü. "Game Boy" ilk olarak 1989'da Japon pazarına sunuldu. Yüksek olan beklentileri de geride bırakarak piyasaya çıktığı ilk üç yıl içinde 32 milyon adet sattı. Bu noktadan sonra daha da güçlenerek 90'larda bir fenomen haline gelmeyi başardı. Büyük başarısının ardından yeni nesil "Game Boy" 'lar "Nintendo" tarafından piyasaya sürüldü.Gameboy un yaratıcısı Gunpei Yokoi 1997 de bir trafik kazasında ölmüştür.Yokoi aynı zamanda Snk Pocket versiyonu Hand Held konsolununda tasarımcısıdır. RAM Rastgele erişimli hafıza (İng. , "RAM") mikroişlemcili sistemlerde kullanılan bir tür veri deposudur. Buna karşın diğer hafıza aygıtları (manyetik kasetler, diskler) saklama ortamındaki verilere önceden belirlenen bir sırada ulaşabilmektedir, çünkü mekanik tasarımları ancak buna izin vermektedir. Bir RAM yongasında herhangi farklı iki veriye ulaşmak için aşağı yukarı aynı süre harcanmaktadır. Buna karşılık disk ve benzerleri okunan verinin başı bulunan noktaya yakınsa az zaman, uzaksa çok zaman harcamakta
ve baş konumu sürekli yer değiştirmektedir. RAM, genellikle bilgisayardaki ana hafıza ya da birincil depo; yükleme, gösterme, uygulamaları yönlendirme ve veri için çalışma alanı olarak düşünülür. Bu tip RAM genelde tümleşik devre biçimindedir. Yaygın olarak hafıza çubuğu veya RAM çubuğu isimleriyle anılır çünkü devre kartı üzerine, küçük devreler hâlinde, plastik paketleme yardımıyla birkaç sakız paketi boyutundadır. Çoğu kişisel bilgisayarda RAM eklemek veya değiştirmek için yuva bulunur. Çoğu RAM hem yazılıp hem okunabilir. Bu yüzden RAM sık sık "okunan-yazılan hafıza" ismiyle yer değiştirmiştir. Bu bağlamda RAM, ROM'un tersi, daha doğrusu sıralı ulaşılabilir hafızanın tersi olarak kabul edilir. RAM hafızalar genelde (2²) byte şeklinde paketlenmiş olarak piyasada bulunur. Yazılabilir RAM'in modern çeşitleri, bilgileri genellikle ya disket içinde (SRAM [statik RAM] gibi) ya da bir kondansatör içinde (DRAM [dinamik RAM], EPROM, EEPROM, usb gibi)depo eder. Bazı çeşitleri, rastgele hataları ortaya çıkarmak ve doğrulamak için eşlik biti veya hata düzeltme kodları kullanır. RAM'in salt okunur tipi olan ROM, RAM yerine kalıcı-devre dışı seçilmiş transistör sağlamak için metal kalıp kullanır. SIMM ve DIMM hafıza modülleri özel husustur. Disk ve manyetik bantlar gibi bilgisayar depolama diğer formları, kalıcı depolama olarak kullanılmıştır. Birçok yeni ürünün yerine verileri korumak için flaş hafıza itimat değilken PDA ya da küçük müzik çalarlar gibi kullanmak içinde. çok sağlam bilgisayarlar ve netbook gibi bazı kişisel bilgisayarlar, aynı zamanda flash sürücüler ile manyetik disklerin yerini almıştır. flash hafıza ile sadece NOR tipi ve doğrudan kod çalıştırılmasına, gerçek rastgele erişim yeteneğine sahip ve bu nedenle sık sık ROM yerine kullanılır; daha düşük maliyetle NAND tipi yaygın hafıza kartları ve solid-state sürücüler toplu depolama için kullanılır. Ekonomik nedenlerden dolayı, kişisel bilgisayarlarda, iş istasyonlarında, kontrol edilmeyen oyun konsollarında (Playstation, Xbox gibi) geniş hafızalar dinamik RAM'lerden oluşur. Bilgisayarın diğer kısımları zula hafıza (ön hafıza) ve diğer disklerdeki veri tamponları statik RAM kullanır. Dinamik rastgele erişimli hafıza (DRAM) tümleşik devrelerin plastik ambalaja metal iğnecikler ile bağlanıp, sinyaller ile kontrol edilecek biçimde üretilir. Dinamik denmesinin nedeni enerjiyi saklamak için saniyede yüz defaya yakın içinde bulunan kondansatörlerin yüklenmesi gerekir. Günümüzde bu DRAM'ler kolay kullanım için rahat takılacak modüllerden oluşur. Her hücre için altı adete varan transistör kullanılır. Bu tip RAM'lerde bilgiler yüklendikten sonra sabit kalır. Sürekli enerji tazelemesi gerekmemektedir. SRAM (statik RAM), DRAM'den daha hızlı ve daha güvenilirdir ama onun kadar yaygın değildir. SRAM'lerin üretim maliyetlerinin DRAM'lerinkine oranla çok daha yüksektir. Bilindiği gibi bilgisayardaki bilgiler 1 ve 0’lardan oluşmaktadır. Bu değerler bazen ortam hataları, elektronik parazitler veya kötü bağlantılar gibi sebeplerden değişebilmektedir. Mesela 1 değeri 0’a dönüşebilir. Bu durum karşısında hatayı düzeltmek için ECC parite biti kullanılır. Günümüzde kullandığımız pek çok bireysel bilgisayarda kolayca yükseltilebilir olan RAM'ler kulanılır. Bunlara DRAM modülleri veya hafıza modülleri denilebilir. Bu modüllerin boyutu birkaç adet sakıza eşdeğerdir. Zarar gördüklerinde veya kapasiteleri yetersiz geldiğinde kolayca yenileriyle değiştirilebilir. Ayrıca RAM'in az miktardaki kısmı (genellikle SRAM) işlemci, sabit diskler, disk sürücüleri gibi birçok sistem bileşeniyle tümleşik olarak kullanılır. Yoğun uygulama periyotları devam ederken RAM'in yetersiz kaldığı durumlarda birçok CPU yapısı ve işletim sistemleri bir tür sanal hafıza yaratma işlemi yürütür.Bu işlemde sabit disk üzerindeki geçici bir alan kullanılır. Temelde sabit disk RAM'den oldukça yavaş olduğundan bu mekanizmanın aşırı kullanımı sistem performansını yavaşlattığından tercih edilmemektedir. RAM, "Random Access Memory" (Rasgele Erişimli Bellek) kelimelerinin baş harflerinden oluşan bir kısaltmadır. RAM bilgilerin geçici olarak depolandığı bir hafıza türüdür. Bilgisayarlar genellikle o an üzerinde çalıştıkları programlar ve işlemlerle ilgili bilgileri RAM denen bu hafıza parçasında tutarlar. RAM ve sabit sürücü temel olarak aynı bilgileri saklarlar, ancak işlemcinin RAM'deki bilgilere erişme ve onları işleme hızı, sabit sürücüdeki bilgilere erişme ve onları işleme hızından çok daha büyüktür. Bilgisayarlar işlem yaparken program kodları ve veri tutmak için RAM kullanırlar. RAM'in karakterini tanımlayan özelliği bütün hafıza noktaları neredeyse aynı hızda erişilebilir olmasıdır. Diğer teknolojilerin çoğu belirli bir bit veya byte okuduklarından gecikmelere sebebiyet verir. Birçok RAM türü uçucudur. Bunun anlamı disk ve kaset gibi hafıza depolama aygıtlarından farklı olarak bilgisayar kapatıldığında içerdiği veriyi kaybetmesidir. Yeni nesil RAM'ler, bir bitlik veriyi dinamik RAM'lerdeki gibi kapasitörde akım olarak ya da statik RAM'lerdeki gibi bir flip-flop'ta durum olarak saklar. Yazılımlar RAM'leri ayırarak bir kısmının daha hızlı sabit disk gibi çalışmasını sağlayabilir. Buna ‘RAM Disk’ denir. Kullanılan hafıza kaydedilmemiş ise, RAM disk bilgisayar kapandığında veriyi kaybeder. Ama kaydedilmemiş hafıza ayrı bir güç kaynağına sahip ise -pil gibi- veriyi kaybetmez. İlk zamanlar yaygın yazılabilir RAM, 1949-1952 yılları arasında geliştirildi. Manyetik çekirdek hafıza olarak birçok bilgisayarda kullanıldı.Daha sonra 1960'ların sonu ve 1970'lerin başında statik ve dinamik entegre devreler geliştirildi. İlk ana hafıza sistemleri, bugünkü RAM gibi, vakum tüplerinden oluşturulmuştur, ama sıklıkla başarısız olmuşlardır. Çekirdek hafıza, küçük ferrit elektromanyetik çekirdeklere tellerle bağlanan, eşit ulaşım zamanlamasına pek sahip değildi. Çekirdek terimi bazı programcılar tarafından RAM'lerin bilgisayarın ana hafızası anlamında kullanılmaktadır. Tüp ve çekirdek hafızanın temel konsepti günümüz RAM'lerindeki tümleşik devrelerde kullanılır. Alternatif birincil depolama mekanizmaları genellikle tek biçimli olmayan hafıza erişim gecikmelerini içerir. Gecikme satır hafızası bitleri tutmak için cıva dolu tüplerde ses dalga dürtü serisi kullanılmıştır. Tambur hafıza günümüz sabit diskleri gibi sürekli yuvarlak manyetik bantlarda veriyi saklamıştır. Hafıza duvarı teriminden, ilk olarak "Hafıza Duvarına Çarpmak: Belli Olanın Anlamı"nda bahsedilmiştir. Bu CPU ve hafıza hızı arasının açılmasına dikkat çekmek için söylenmiştir. 1986'dan 2000'e, CPU hızı yıllık %55'lik bir hızla gelişirken hafıza hızı %10'luk bir gelişme göstermiştir. Bu yüzden hafıza gecikmesinin bilgisayar performansı açısından çok büyük bir darboğaz yaratması beklenmiştir. Şu sıralar, CPU hızının gelişmesi fiziksel bariyerler dolayısıyla önemli bir şekilde yavaşlamıştır. Intel firması bunu "Platform 2015" belgesinde şöyle açıklamaktadır: "İlk olarak yonga geometrilerinin küçülmesi, ve saat hızlarının artışı, transistördeki kaçak akımın artması, güç tüketiminin çoğalmasına ve ısınmaya yol açmaktadır. Intel'in yeni TRİ-GATE'i bu problemi çözebilir. Hafıza gecikmelerinden dolayı yüksek saat hızının avantajları yararlığını kaybetmektedir.Çünkü hafıza gelişimi, saat frekansı gelişiminden geride kalmıştır. Bazı belli başlı uygulamalar için, geleneksel seri mimari işlemcilerin hızlanmasıyla verimliliğini yitirmektedir. Buradaki kazançtan kısılması, frekansın kazancının artmasına neden olabilir. Ek olarak sinyal iletimindeki direnç-kapasitör (RC) gecikmeleri işlemciler küçüldükçe, büyümektedir. Bu da yeni darboğazlar yaratmaktadır." Sinyal üretimindeki RC gecikmeleri "saat hızı ve IPC: Geleneksel Mimari İçin Yolun Sonu" adlı kitapta belirtilmiştir. Burada anlatılan 2000-2014 arasında yıllık CPU gelişiminin maksimum %12.5 olacağıdır. Intel'in yeni işlemcilerinde görüldüğü gibi bu yavaşlama belirginleşmiştir. Fakat yine de Core2, Pentium 4'ten sonra epey kayda değer bir gelişme olarak görülmektedir. Basit modellerin aksine (ve belki ortak inanç) modern SDRAM modülleri içeriğini bilgisayar kapatılmadan hemen kaybetmez.Bu süreç oda sıcaklığında birkaç saniye sürer ama düşük sıcaklıklarda dakika kadar uzatılabilir.Bu nedenle normal çalışma belleğinde saklanan tüm verileri kurtarmak mümkündür (SDRAM modülleri gibi). Bu bazen bir soğuk çizme saldırısı ya da buz adam saldırısı olarak adlandırılır. Kapatıldığında ise uçucu olmayan yani verileri koruyabilecek birkaç RAM türü geliştirilmektedir. Bu gelişmelerde kullanılan teknolojiler ise karbon nanotüpler ve manyetik tünel etkisi kullanan yaklaşımlar içerir. 2006'dan bu yana, kapasiteleri 64 GB olan ve performansları alışılagelmiş disklerin çok üstünde olan Katı Hâl Sürücüler (Solid-state Drives) (flash hafıza tabanlı) mevcut duruma gelmiştir. Sadece okunabilir bellek Sadece okunabilir bellek (İngilizce: "Read-only Memory", ROM). ROM, bilgisayarlarda ve diğer elektronik aletlerde kullanılan bir depolama birimidir. RAM gibi yazılıp silinebilen bir depolama birimi değildir. ROM içeriği sadece üretim anında yazılır. Kullanıcının kendi isteği doğrultusunda programlanamaz. Yazılımı: Elektrikle değiştirilebilir ROM bu tür için, yazma hızı her zaman çok hızlı okuma ise daha yavaştır. ve olağanüstü yüksek voltaj, sinyalleri etkinleştirmek yazmak uygulamak için jumper fişlerinin hareketi ve / komut kodları kilidini özel kilit gerekebilir. Modern NAND Flash (ihtiyaç) bellek hücrelerinin büyük bloklar aynı anda yazılı izin vererek, 15 MB / s gibi yüksek hızlarda (veya 70 ns / bit) ile, herhangi bir yeniden yazılabilir ROM teknolojisi yazma hızı en yükseğe ulaştırır. Okunma hızı: RAM ve ROM hızlarının kıyası zaman içinde çeşitlilik göstermesine rağmen,2007 itibarıyla büyük RAM çipleri birçok ROM'dan daha hızlı okunmaktadır.Bu nedenle (ve standart erişime izin vermek için) ROM içeriği bazen RAM'e kopyalanır ya da ilk kullanımdan önce geçici olarak saklanır ve daha sonra RAM tarafından okunur. Dayanıklılık ve
Veri Saklama: Yeniden yazılabilir ROM ancak belli bir yazma sayısına kadar dayanıklıdır çünkü elektronların serbest transistör geçişi üzerindeki elektrik izolasyon katmanının içinden geçmesiyle yazma işi gerçekleşir.Her geçiş izolasyon katmanında belli bir hasara neden olur.İzolasyon katmanında kalıcı bir hasar olmadan önce ROM döngüsünü tamamlar.İlk çıkan EAROMlarda bu sınır 1.000(bin) yazma işlemiyle sınırlıyken modern Flash EEPROMlarda dayanıklılık 1.000.000(bir milyon)'a kadar ulaşmıştır.Yine de bu sınırsız sayıda yazma işlemi anlamına gelmemektedir.Bu dayanıklılık sınırı ve bit başına düşen yüksek değer gösteriyor ki yakın gelecekte flash tabanlı belleklerin manyetik disk sürücüleri tamamen yerinden etmesi pek mümkün değildir. Tam olarak okunabilen ROM'un üzerindeki zaman aralığı yazma döngüsüyle sınırlı değildir. EPROM, EAROM, EEPROM, ve Flash'ın veri saklaması, hafıza hücre transistörlerinden sızan dalgalı geçişler tarafından sınırlandırılabilir. Bu sızıntı yüksek sıcaklık ya da radyasyon tarafından hızlandırılabilir. Gizlenmiş ROMlar ve fuse/antifuse PROMlar bundan etkilenmezler, onların veri saklaması fiziksel etkilerden ziyade dahili devrenin elektriksel kalıcılığına bağlıdır. Tarihçesi: En basit yapılı transistörlü ROM, transistörün kendisi kadar eski bir tarihe sahiptir. Bileşimli mantıksal kapılar, m-bit veri çıktısının isteğe bağlı değerleri üzerine n-bit adres girdisi planı oluşturmak için elle birleştirilebilir. ROM, entegre devrelerin icadıyla Mask ROM'a haline gelmiştir. Komünizm Komünizm (Latince kökenli "communis" - ortak, evrensel); üretim araçlarının ortak mülkiyeti üzerine kurulu sınıfsız, parasız ve devletsiz bir toplumsal düzen ve bu düzenin kurulmasını amaçlayan toplumsal, siyasi ve ekonomik bir ideoloji ve harekettir. Sadece üretim araçlarının ortaklaşalığına dayanan sosyalizmden ayırt edilmesi gerekir. 20. yüzyılın başından beri dünya siyasetindeki büyük güçlerden biri olarak modern komünizm, genellikle Karl Marx'ın ve Friedrich Engels’in kaleme aldığı Komünist Parti Manifestosu ile birlikte anılır. Buna göre özel mülkiyete dayalı kapitalist toplumun yerine meta üretiminin son bulduğu komünist toplum gerçektir. Komünizmin temelinde yatan sebep, sınıfsız, ortak mülkiyete dayalı bir toplumun kurulması isteğidir. Sınıfsız toplumlarda en genel anlamıyla tüm bireylerin eşit olması, karşıt görüşlüleri için "ütopya" olarak atfedilir ve zorla yaşanmaya çalışılırsa kaosa yol açacağına inanılır. Paris Komünü, komünist sistem yaşayabilmiş ilk topluluktur. Bunun dışında Mahnovist hareket öncülüğünde Ukrayna ve İspanya iç savaşı sırasında Anarko-komünist hareketle şekillenen (yaklaşık 4 yıl sürmüştür) toprakların kolektifleştirilmesi esasına dayalı olarak komünist topluluklar da kurulmuştur. Komünizm devlet rejimi olarak ilk kez 1917 Ekim Devrimi 'nden sonra kurulan Sovyetler Birliği'nde uygulanmıştır. Komünizmi savunan akımlar arasında en yaygını Marksizm-Leninizm'dir. Marksizm-Leninizm'e göre komünizme giden süreç burjuvazinin ortadan kalkmasını sağlayacak olan proletarya rejimi başlatılacak ve ardından komünizmin hazırlayıcısı sosyalizm aşamasına geçilecektir. Marksist kuramda son aşama olan komünizmin gerçekleşmesiyle devlet ortadan kalkacaktır. Leninizm dışında iki komünist akım daha bulunmaktadır. Bunlardan ilki Marksizm'in temel görüşlerini benimseyen fakat Leninist modelle komünizm hedefine ulaşılamayacağını iddia eden sol komünizm veya konsey komünizmi olarak adlandırılan akımdır. Lenin'in "Sol" Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı adlı eserine cevaben yazılan Herman Gorter'in "Yoldaş Lenin'e Açık Mektup", Gilles Dauvé ve François Martin'in "Komünist Hareketin Güneş Tutulması ve Yeniden Ortaya Çıkışı" isimli kitaplar bu akımın takipçilerinin yarattıkları eserlerdir. Diğer bir komünist akım ise anarşist komünizmdir. Anarşizmin bireyci ve kolektivist akımlarından ayrılan anarşist komünizm fikri, komünizme devlet aygıtını ele geçirerek geçilebileceğini reddeder ve bunu savunan Marksizm'i eleştirir. Peter Kropotkin, Nestor Makhno, Errico Malatesta, Carlo Cafiero anarşist komünizm düşüncesinin temellerini atan düşünürlerden ve eylemcilerden bazılarıdır. Anarşist komünizm, anarşizmden "sınıf" gerçeğine göre hareket etme ve örgütlenme temelinde ayrılır. Savunucuları komünizmin, bilimsel sosyalizm olmadan gerçekleştirilebileceği üzerinde birleşir. Anarşist komünizm, devletin kapitalizm için bir kılıf olduğunu ve bu yüzden de sınıfsız bir topluma gidilecek süreçte kullanılmasının sonucunda "diktatörlük", "devlet kapitalizm"i ya da "bir sözde zümre"nin, toplum üzerinde iktidarına yol açacağını düşünür. Komünizm fikri Batı düşüncesinde Marx'tan ve Engels’ten çok önce oluşmuştur. Antik Yunan’da zaten komünizm mülkiyet gelmeden önce toplumun tam uyum içinde yaşadığı, insanlığın “altın çağına” dair bir mitolojiyle ilişkilendirilirdi. Kimileri Platon’un Devlet adlı eserinin ve diğer antik kuramcıların bir çeşit komünal yaşam içinde komünizmi savunduğunu belirtir. Pek çok erken Hıristiyan mezhebi (ve Elçilerin İşleri bölümünde de belirtildiği üzere özellikle erken dönem Kilise), Kolomb öncesi Amerika’daki yerli kabileler komünizmi komünal yaşam ve ortak mülkiyet biçiminde uygulamışlardır. 16. yüzyılda İngiliz yazar Thomas More Ütopya adlı incelemesinde, ortak mülkiyet üzerine kurulu bir toplumu tasvirlemiştir. 17. yüzyılda komünist düşünce İngiltere’de tekrar tartışma konusu oldu. Eduard Bernstein 1895’te yazdığı Cromwell ve Komünizm adlı eserinde İngiliz İç Savaşı içindeki grupların, özellikle de Kazıcıların (Diggers) açıkça komünist, tarıma dayalı düşünceleri desteklediğini ve Cromwell’in bu gruplara yaklaşımının olsa olsa değişken, sıklıkla da düşmanca olduğunu iddia eder. Özel mülkiyet fikrinin eleştirisi 18. yüzyıl boyunca süren Aydınlanma döneminde de, Jean Jacques Rousseau gibi düşünülerle devam etti. Robert Owen gibi “ütopyacı sosyalist” yazarlar da bazen komünist sayılırlar. Karl Marx insanlığın klasik toplum, feodalizm ve şimdi içinde bulunduğu kapitalizm dönemine yükselmesinde ilkel komünizmi ilk ve asıl çıkış noktası olarak görür. Ardından sosyal evrimdeki sonraki adımın komünizme geri dönüş olacağını gösterir ancak bu insanlığın zaten deneyimlediği ilkel komünizmden çok daha yüksek bir seviyede olacaktır. Komünizm çağdaş formunda 19. yüzyılın işçi hareketiyle birlikte Avrupa’da yükseldi. Bu sırada Sanayi Devrimi ilerliyordu. Sosyalist eleştirmenler kapitalist iktisadın uygunsuz koşullarda şehirdeki fabrikalarda çalışan işçiler olan proletaryayı ve zengin ile yoksul arasında giderek açılan bir uçurumu ortaya çıkardığını gördüler.Aslında gerçek anlamda komünizm,19. yüzyılın ortalarından itibaren filizlenmiştir.Komünizmin tabiri,Karl Marx ve Fredrih Engels'in ortak yapıtları olan "Komünist Manifesto" adlı kitapta açıklanmıştır.Burdan yola çıkarsak,aslında komünizmin yaklaşık 1,5 asırlık bir geçmişi vardır. Anarşist Komünizm 14. yüzyılda bir red ve bir istekten doğan anarşizmin komünist koludur. Reddedilen otoritedir. Nitekim anarşist kuramcı Proudhon 1851'de "artık ne kilise'de ne de devlet içinde,ne toprakta ne de parada da otorite olmalıdır" diyordu. İstenilen de özgürlüktür. Anarşist düşünce Marx'ın bilimsel sosyalizmiyle çelişir. Anarşizmin ispanyadaki kurucusu Guiseppe Fanelli ile 1. Enternasyonale katılan Bakunin, "dünyada eşitlik, komünler içinde serbestçe örgütlenmiş ve federasyon haline gelmiş üretim birliklerindeki kolektif mülkiyetin ve emeğin kendiliğinden örgütlenmesiyle gerçekleşmek zorundadır" der. Nitekim, daha Enternasyonal'ın başlangıcında işçiler ikiye bölünmüştü. Biri Marxçı diğeri Proudhoncu olan bu iki akım özellikle Cenevre(1866) ve Lozan(1867) kongrelerinde çatıştı. 1. Enternasyonal'den sonraki kongrelerde anarşistler yenik düştü. Anarşistlerin öncülerine göre yapacakları propaganda yeniden gözden geçirilmeliydi. Bu düşünceden hareketle İtalyan anarşistler,1877 de şiddet kullanmayı önerdiler: "Sosyalist ilkelerin eylemlerle ortaya konmasına yönelen ayaklanma, en etkin propaganda aracıdır. Bu araç kitleleri yanıltmadan ve bozmadan en derin toplumsal katmanlara nüfuz edebilir ve Enternasyonal'in desteklediği mücadelede insanlığın diri güçlerini yanına çekebilir"(1876 da Cafiero'nun Malatesta'ya yazdığı mektup). Bu düşünceden hareket eden İtalyan anarşistleri, Benevento'da taşra arşivlerini ateşe vermeye ve yoksullara para dağıtmaya giriştiler. yapılan baskılar Anarşist düşüncenin yayılmasına, özellikle İspanya ve Rusya'da engel olamadı. Bu arada Bakunin ve Kropotkin, eksiksiz ve evrensel nitelikte olduğunu düşündükleri bir eğitim sistemi ortaya koyarak Proudhon'un düşüncelerini geliştirdiler. Anarşist Komünizmin örgütlü pratikleri, kendisini tarihte Ukrayna ve İspanya iç savaşında gösterir. Diğer sosyalistler gibi Marx ve Engels de kapitalizme ve işçinin sömürülmesine son verme yolları aradılar. Fakat erken dönem sosyalistler genellikle uzun süreli bir sosyal reformu önermekte iken, Marx ve Engels devrimin sosyalizme giden tek yol olduğunu söylediler. Marksizm’de, sınıflı toplumdaki insanın temel özelliği yabancılaşmadır ve komünizm insanlığın özgürlüğünün tam olarak gerçekleştirilmesi demektir. Marx burada Hegel ’i izleyerek özgürlüğü yalnızca kısıtlamaların yokluğu olarak değil, ahlakî bir özü olan hareket olarak alır. Komünizm yalnızca insanlar ne yapmak istiyorlarsa onu yapmalarını sağlamaz, ama aynı zamanda onları öyle koşullar ve diğer insanlarla öyle ilişkiler içine koyar ki, artık sömürme ihtiyacı hissetmezler. Ancak Hegel’e göre bu dünya asla ulaşılamayacak olan idealar dünyası tarafından yönetilirken, Marx’a göre komünizm maddeler dünyasından, özellikle de üretim araçlarının gelişiminden ortaya çıkar. Marksizm sınıf çatışma ve devrimci mücadele sürecinin proletarya için zaferle sonuçlanacağını ve özel mülkiyetin zamanla ortadan kalkarak üretim araçlarının topluma ait kılınacak bir komünist toplumun kurulacağını ileri sürer. Marx komünist yaşam hakkında az şey yazmış ve yalnızca komünist toplumu oluşturan en temel belirtileri vermiştir. Açıktır
ki, bu insanın altından kalkabileceği tasarıların çok az sınırlandığı bir bolluğu gerektirir. Komünist hareket tarafından benimsenmiş bir sloganda komünizm “Herkesten yeteneğine göre alınan, herkese gereksinimine göre verilen” bir dünya olarak açıklanır. Alman İdeolojisi (1845) Marx’ın komünist geleceği detaylıca açıkladığı az sayıdaki yazılarından biridir: Oysa herkesin bir başka işe meydan vermeyen bir faaliyet alanının içine hapsolmadığı, herkesin hoşuna giden faaliyet dalında kendini geliştirebildiği komünist toplumda, toplum genel üretimi düzenler, bu da, benim için, bugün bu işi, yarın başka bir işi yapmak, canımın istediğince, hiçbir zaman avcı, balıkçı ya da eleştirici olmak durumunda kalmadan sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam hayvan yetiştiriciliği yapmak, yemekten sonra eleştiri yapmak olanağını yaratır. 19. yüzyılın son yarısında sosyalizm ve komünizm terimleri genellikle birbirlerinin yerine kullanılmaya başladılar. Marx ve Engels sosyalizmi toplumun üretim araçlarını ortak olarak kullandığı ama bazı sınıf farklılıklarının hâlâ bakî olduğu bir geçiş aşamasını tanımlamak için kullandılar. Komünizm terimini de tüm sınıf farklarının ortadan kalktığı, insanların uyum içinde yaşadığı ve devlete artık ihtiyaç duyulmadığı nihai bir aşama için kullandılar. Komünizm ve sosyalizm birbirlerine muhtaçtılar, çünkü sosyalizm basamağı gerçekleşmeden komünizme ulaşılması mümkün görülmüyordu. Özellikle daha sonra Lenin tarafından geliştirilen bakış açıları, 20. yüzyılın komünist partilerinin harekete geçirici niteliklerinin temelinin oluşturulmasını sağladı. Sonraki yazarlar Marx’ın bakış açısını biraz değiştirerek, komünizm tam olarak yerleşmeden önce uzun bir sosyalizm sürecinin gerektiğine inanmış ve böyle toplumların geliştirilmesinde devlete merkezî bir rol tanımışlardır. Marx’ın Mihail Bakunin gibi çağdaşları benzer fikirleri desteklediler ama sınıfsız topluma nasıl ulaşılacağı konunda fikir ayrılığına düştüler. Günümüzde işçi hareketinde Marksistler ve anarşistler arasında bir ayrım vardır. Anarşistler tüm devlet biçimlerine karşıdır ve onu ortadan kaldırmak isterler. Anarşist komünistler sınıfsız topluma derhal geçilmesini ister. Modern dünyada geniş ölçekli bir sosyalizm kurma fikri üzerine ilk çaba Rusya’da 1917 Ekim Devrimi ’nde gerçekleşti. Bolşevikler ve Lenin ’in önderliğinde yapılan devrim, Marksistlerin kendi arasında da komünizm üzerine önemli pratik ve kuramsal tartışmalar başlattı. Marx’ın kuramı devrimlerin yerleşik ve büyük bir işçi sınıfının oluştuğu ileri kapitalist ülkelerde olacağını farz ediyordu. Bununla birlikte muazzam büyüklükteki Rusya cahil köylüleriyle ve küçük sanayisiyle Avrupa’nın en fakir ülkesiydi. Bu şartlar altında onların ideolojik vazifelerine göre öncelikle bir işçi sınıfının yaratılması gerekiyordu. Bu nedenle sosyalist Menşevikler, kapitalizm oluşmadan evvel sosyalist devrim isteyen Lenin’in komünist Bolşeviklerine karşı çıkıyorlardı. Bolşevikler iktidara geldiklerinde Rusya’nın Birinci Dünya Savaşı’yla olan ilgisinin kesilmesini isteyen halkın ve toprak reformuna isteyen köylülerin desteğini elde eden pragmatik ve siyasî olarak başarılı “barış, ekmek ve toprak” sloganlarının ötesinde bir programdan yoksun kaldılar. Komünizm ve sosyalizm terimlerinin kullanımları 1917 yılında Bolşevikler partinin ismini Rusya Komünist Partisi olarak değiştirdiklerinde ve sosyalist ilkelere bağlı tek parti rejimi kurduklarında değişti. Devrimci Bolşevikler ılımlı sosyalist hareketlerle olan bağlarını kopardılar ve İkinci Enternasyonal'den çekilerek 1919 yılında Üçüncü Enternasyonal'i ya da Komintern'i kurdular. Bundan böyle Komünizm terimi Komintern şemsiyesi altında toplanan partilerin ideolojilerini belirtmek için kullanılır oldu. Programları sosyalist iktisadın geliştirilmesini olduğu kadar, proletarya diktatörlüğünün kurulmasını sağlayacak olan dünya işçilerinin devrim için birleşmesi çağrısında bulunuyordu. Sonunda devletin yavaş yavaş yok edilmesiyle uyumlu bir sınıfsız toplum oluşturacak programları tuttu. Sovyet komünistleri 1920’lerin başında, eski Rus İmparatorluğu'ndan Sovyetler Birliği'ni kurdular. Lenin’in demokratik merkeziyetçilik ilkesini izleyerek, komünist partiler hiyerarşik bir yapıyla örgütlendiler. Tabanda yalnızca partinin yüksek üyeleri tarafından onaylanmış ve parti disiplinine tamamen uyan seçkin kadrolardan oluşan etkin hücre üyeleriyle örgütleniyorlardı. 1918 ile 1920 arasında, Rusya İç Savaşı’nın ortasında yeni rejime tüm üretim araçlarını devletleştirdi. Ayaklanmalar ve köylülerin rahatsızlığı başlayınca, Lenin Yeni Ekonomi Politikası'nı (YEP/NEP) açıkladı. Sovyetler Birliği ve Komünist Partiler tarafından yönetilen diğer ülkeler sosyalist iktisadi esaslar üzerine kurulu Sosyalist devletler olarak tanımlanırlar. Bu kullanım, onların sosyalist programı üretim araçlarının özel mülkiyetini ortadan kaldırmak ve iktisat üzerinde devlet kontrolünü kurmak için benimsediklerini belirtir; bununla birlikte, kendilerini tam anlamıyla komünist olarak tanımlamazlar çünkü ortak mülkiyet henüz yoktur. Sosyalizmin Stalinist versiyonu, bazı önemli değişikliklerle birlikte Sovyetler Birliğini ve dünya çapındaki Komünist Partileri şekillendirdi. Bu görüş büyük bir sanayileşme ve kamulaştırma programıyla komünizmi kurma ihtimali üzerinde duruyordu. Sanayinin hızlı gelişimi ve hepsinin ötesinde Sovyetler Birliği ’nin İkinci Dünya Savaşı’nı kazanması, bu bakış açısına dünya çapında bir destek sağladı ve hatta Stalin’in ölümünü izleyen on yılda, parti otuz yıl içinde komünizmin kurulmasını vadeden bir program benimsedi. Bununla birlikte Stalin’in önderliğindeki Sovyet modelin iskeletiyle komünizme ulaşma düşüncesindeki bazı gedikleri kanıtlar gösterdi. Stalin Sovyetler Birliği’nde hayatın yönünü kontrol eden baskıcı bir devlet kurdu. Stalin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği’nin yeni lideri Nikita Kruşçev bu baskının büyüklüğünü kabul etti. Daha sonra bu büyüme azaldı, devlet memurları arasında Sovyet sisteminde gediklere yol açan rantçılık ve bozulma arttı. Komintern’in faaliyetine rağmen, Sovyetler Birliği Komünist Partisi Stalinist bir kuram olan “tek ülkede sosyalizm”i benimsedi. Sınıf mücadelesinin sosyalizmde daha zorlaşacağını söyleyen Stalinist görüşe göre eğer gerekliyse tek ülkede sosyalizmi kurmak mümkündü. Marksist enternasyonalizmden bu kopuş, “sürekli devrim” kuramını ortaya atarak dünya devriminin gerekliliğini vurgulayan Leon Troçki tarafından eleştirildi. Troçki ve destekçileri “Sol Muhalefet”i oluşturdular ve platformları Troçkizm olarak anıldı. Fakat Stalin Sovyet rejiminin tam kontrolünü ele geçirmeyi başardı ve onların Stalin’i iktidardan indirme girişimleri 1929 yılında Troçki’nin sürgün edilmesiyle sonuçlandı. Troçki’nin sürgün edilmesinin ardından, dünya komünizmi iki farklı fraksiyona ayrıldı: Stalinizm ve Troçkizm. Troçki daha sonra 1938’de Komintern’e bir meydan okuma olan Dördüncü Enternasyonal ’i kurdu. Bugün Troçkizm’i izleyen bazılarına göre, bu ideoloji Sovyet bloğundaki Komünist çevrelerde Stalin’in ölümünden sonra bile kabul görmemiş ve Troçki’nin komünizm konusundaki açıklamaları devleti yıkacak koşulları hazırlayacak siyasî bir devrime önderlik etmede başarılı olmamıştır. Bununla birlikte Troçkist fikirler sosyal değişim deneyimleri yaşayan ülkelerde (örneğin Venezuela’nın başbakanı Hugo Chavez’le ilişkisi olan Alan Woods'un Marksist Enternasyonal Komitesi gibi) zaman zaman yankı bulmaktadır. Büyük Britanya, Fransa, İspanya ve Almanya gibi gelişmiş ülkelerde birçok parti politik arenadadır. Kapitalizmin destekçisi olan partilere katkıda bulunan Troçkist grupların, böyle davranılmasını uygun bulmayan diğer Troçkistler tarafından oportünizmle (fırsatçılık) suçlandığını unutmamak gerekir. Sovyetler Birliği’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan galibiyetle çıkmasının ardından Doğu Avrupa’da önemli müttefikler kazanmasıyla birlikte, komünizm hareketi birkaç yeni ülkede daha başladı ve Maoizm gibi birkaç değişik komünizm düşüncesinin yükselmesine de yardımcı oldu. Sosyalizm birçok yeni ülkenin Sovyetlere eklenmesiyle ve Doğu Avrupa’ya yayılarak güçlendi. Arnavutluk, Bulgaristan, Çekoslovakya, Doğu Almanya, Polonya, Macaristan ve Romanya’da Sovyet Komünizmi örnek alınarak yönetimler kuruldu. Yugoslavya’da da Josip Tito’nun önderliğinde komünist bir yönetim yaratıldı ama Tito’nun bağımsız politikaları, Yugoslavya’nın Komintern’in yerine kurulan Kominform’dan çıkarılmasına yol açtı. Titoizm hareketi de deviasyonist (sapma) olarak adlandırıldı. 1950 itibarıyla Çin Marksistleri Tayvan hariç tüm Çin'i ellerinde tutarak, dünyanın en kalabalık ülkesini yönetiyorlardı. Diğer bölgelerdeki komünist güçler, emperyalist dünya üzerinde huzursuzluk yaratıyor ve emperyalistler Orta Asya’daki ve Afrika’daki huzursuzlukları bastırmak için savaşa başvuruyorlardı. Bunların en acı sonuçlar doğuranlarından birisi Vietnam Savaşı ’dır. Değişik oranlarda başarılar sağlayan Komünistler, bu fakir ülkelerdeki ulusal ve sosyalist güçlerle birlikte Batı emperyalizmine karşı savaş verdiler. 1953’te Stalin’in ölümünün ardından, Sovyetler Birliği’nin yeni önderi Nikita Kruşçev, Stalin’in suçlarını ve yaptığı kişisel propagandayı ifşa etti. Lenin’in prensiplerine geri dönüş çağrısı yaptı ve böylece Komünist yöntemlerdeki bazı değişiklikleri haber vermiş oldu. Bununla birlikte, Kruşçev’in ıslahatları özellikle 1960'lar ve 1970'lerde daha görünür hale gelen Çin ve Sovyetler Birliği arasındaki ideolojik farkları arttırdı. Uluslararası Marksist hareketteki Çin-Sovyet bölünmesi açık bir düşmanlığa dönüşürken, Maoist Çin kendisini gelişmemiş dünyanın iki süpergüç olan ABD ve Sovyetler Birliği karşısındaki önderi olarak gösterdi ve Maoculuk dünyada Marksizm'in yeni bir dalı olarak kabul edildi. 1985 yılında Mihail Gorbaçov Sovyetler Birliği ’nin önderi oldu ve glasnost (açıklık) ve perestroika (yeniden yapılandırma) projeleriyle merkezi kontrolü azalttı. Polonya, Doğu Almanya, Çekoslovakya, Bulgaristan, Romanya ve Macaristan Komünist yönetimi 1990 yılında te
rk ettiklerinde Sovyetler Birliği onlara müdahale etmedi ve 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin kendisi de dağıldı. 21. yüzyılın başıyla birlikte, Komünist partiler Çin, Küba, Laos, Kuzey Kore ve Vietnam’da iktidardalar. Moldova’nın başkanı Vladimir Voronin Moldova Komünist Partisi’nin üyesi olmakla birlikte ülke tek parti önderliğinde yönetilmiyor. Bununla birlikte Çin, Maocu mirasın birçok bakış açısını yeniden değerlendirdi ve Çin, iktisatta büyümeyi arttırmak için devlet kontrolünü azalttı. Komünist partiler ya da onların izleyicileri, birçok Avrupa ülkesinde ve özellikle de Hindistan’da siyasi olarak hala önemlerini koruyorlar. Doğu Avrupa ülkelerinde sosyalist devrimlerin ardından komünizmin neden başarılı olamadığına dair Marksist teoriler, kapitalist dış ülkelerin baskısı, devrimlerin gerçekleştiği ülkelerin görece az gelişmiş olması ve devleti kendi çıkarları doğrultusunda yöneten yeni bir bürokratik tabaka ya da sınıfın oluşması gibi etkenler üzerinde durmaktadır. Sovyetler Birliği’ne ve Sovyet sistemine yönelik Marksist eleştiriler, Sosyalist devletlerin “devlet kapitalizmi” ya da bürokratik diktatörlük haline geldiğini ve Sovyet sisteminin Marx’ın komünist idealinden çok uzağa düştüğünü söylemektedir. Devletin ve partinin bürokratik seçkinlerinin ağır bir şekilde merkezileşmiş ve baskıcı bir siyasal araç haline gelmiş aygıtta bürokrasinin sınıflı sisteme özgü bir sınıfmış gibi hareket etmeye başladığı vurgulanır. Marksist olmayanlar ise devlet kapitalizmi terimini Komünist Parti tarafından yönetilen tüm topluluklar ve böyle ulus-devletler yaratma niyetinde olan herhangi bir parti için kullanırlar. Sosyal bilimlerde, Komünist Partiler tarafından yönetilen topluluklar tek partili yönetimlerinden ve sosyalist iktisadi tabanlarından dolayı ayrı tutulurlar. Antikomünistler böyle toplumlar için totaliterlik terimini kullansalar da, birçok sosyal bilimci böyle devletlerde bağımsız politik faaliyetler yürütmenin imkânlarını tanımlamışlar ve bunun gelişimini 1980ler ve 90ların başında Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki müttefiklerinin dağılmasından sonrasına kadar vurgulamışlardır. Kaldı ki, zaten Marx'a göre proletarya diktatörlüğü, komünizm aşamasına ulaşmak için geçilmesi gereken bir aşamadır. Dolayısı ile burjuva düzenlerinde olduğu gibi çok partili bir sistem kurulması zaten mümkün değildir. Bazı komünistler, sosyalist bir yönetimin totaliter bir yönetime dönüşmesinin, ancak halkın yönetime katılmasının engellenmesi ile olabileceğini savunmaktadırlar. Bugün Marksistler ve anarşistler dünyanın pek çok bölgesinde faaliyettelerdir.Latin Amerika'da marxsizm gelişmiştir. Bugün; Küba, Venezuela, Bolivya, Çin, Kuzey Kore, Laos, Vietnam, Moldova Nikaragua ve Yunanistan sosyalist ve komünist partilerin iktidarlarıyla yönetilmektedir. Çok çeşitli görüşlerdeki yazarlar ve siyasi eylemciler antikomünist eserler yayımlamışlar. Sovyet bloğuna muhalif olan Aleksandr Solzenitsin ve Vaclav Havel; Friedrich Hayek, Ludwig von Mises ve Milton Friedman gibi ekonomistler; Hannah Arendt, Robert Conquest, Daniel Pipes ve R. J. Rummel gibi tarihçiler ve sosyal bilimciler bunlardan bazılarıdır. Bazı yazarlar Komünist rejimle yönetilen ülkelerdeki, özellikle de Stalin dönemindeki insan hakları ihlallerini komünizmin eleştirisi olarak sunmaktadır. Fakat bunu eleştiren insanların büyük kısmının, kapitalist ülkelerin yaptığı insan hakları ihlallerine değinmemesi, bu tür eleştirilerin komünistler başta olmak üzere bazı insanlar tarafından antikomünist propaganda olarak yorumlanmasına yol açmaktadır. Bu eleştirilerin bazıları, komünist partilere karşı doğru noktalara değinmekle birlikte, hepsinin bilimsel bir yaklaşım olarak komünizme karşı geçerli olamadıkları iddia edilmektedir. Ve Varşova Paktı'na dahil olmayan birçok komünist partisi arasında çok önemli farklılıklar vardır; bundan dolayı hiçbir eleştiri hepsi için geçerli olamaz. Birçok ülkede komünizmle mücadele, fikri eleştirilerle sınırlı kalmamış, fiziksel karşı koyuşlarla da çerçevesini genişletmiştir. RMS Richard Matthew Stallman Özgür Yazılım , GNU projesi, League for Programming Freedom ve Özgür Yazılım Vakfı'nın kurucusu Royal Mail Ship İngiliz posta gemilerinde kullanılan kısaltma Rasyo Marketing Sistem Rasyo Medya firması tarafından geliştirilen Web tabanlı canlı destek ve ziyaretçi takip sistemi Demirci Demirci, Türkiye'nin Ege Bölgesi'nde bulunan Manisa ilinin ilçelerinden biridir. İlçenin merkezi, eski çağlarda Lydia Bölgesi ile Misis Bölgesi arasında doğal sınır olarak kabul edilen Demirci Dağı'nın batı eteklerinde kurulmuştur. Yontma Taş, Cilalı Taş, Bakır ve Tunç devirlerini yaşamış yerleşim alanıdır. Hitit, Frigo, Lidya, Pers, İskender, Bergama, Roma'nın ikiye ayrılmasından sonra Bizans (Doğu Roma) egemenliklerini tanıyan, yeni yerleşimlerle gelişen ilçe, Anadolu Beylikleri döneminde Türk egemenliği altına girmiştir. Bütün Anadolu'nun Türkleşmeye başladığı bir sırada, Batı Anadolu'ya bir uçbeyi olarak atanan Saruhanoğulları "Gaza ve Cihad" geleneği ve fethedilen yerlerin fethedenlere yurt olarak verilmesi geleneği içinde, Demirci ve çevresi 1310 yılından sonra Karesi egemenliğine girmiştir. Karesioğullarının Osmanlı'ya bağlanmasından sonra Yıldırım Beyazıt, Saruhanoğlu Hızır Şah'a Demirci, Adala, Gördes, Kayacık ve Kemaliye taraflarının yönetimini bırakmıştır. Hızır Şah döneminde Demirci, İcikler, Borlu ve çevre köylerinde birçok vakıf yapılmıştır. Kültürel yatırımlar gerçekleşmiştir. Osmanlı belgeleri Hızır Şah'ın adından da çok söz etmektedir. 1410'da Hızır Şah'ın öldürülmesiyle Devlet Han'ın oğlu Yakup Bey, Demirci'de hüküm sürmüştür. Saruhanoğulları'nın hâkimiyetinin 1412'de sona ermesi sonucu o tarihten 1920 tarihine kadar, yani Yunan işgaline kadar Osmanlı egemenliğinde kalan Demirci, Saruhan Sancağı'na bağlı olarak 1595 yılına dek veliaht şehzadelerin yönetimi altında bulunmuş bir kaza merkeziydi. Kadılık idaresi 1754 yılına kadar sürmüş, o tarihten sonra Demirci, ayanların eline geçmiştir. Voyvoda Kocabaşı ile başlayan ayanlık yönetimi, Demirci'de belediye yönetimi kurulana kadar devam etmiştir. Demirci, Kurtuluş Savaşı yıllarında sürekli işgal altında kalamamış ve özellikle Demirci Kaymakamı İbrahim Ethem’in örgütlediği akıncılarla Yunanlara karşı başarılı bir direniş gösterilmiştir. Demirci, Kurtuluş Savaşı'nın en sıkıntılı günlerinde ümit ışığının parıldamasına neden olmuştur. Demirci zaferinin kazanılması; Bursa'nın Yunan işgali altına düştüğü, bu yüzden TBMM'nin heyecanla çalkalandığı ve bazı üyelerinin kendilerini tutamayarak ağladığı, Bursa Komutanı Bekir Sami Bey'in ve Alaşehir Havalisi Komutanı Aşir Bey'in görevlerinden alındığı bir dönemde bu olayların yatışmasına sebep olmuştur. İlçe, Ege Bölgesinin iç batı Anadolu bölümünde yer alır. İl merkezine 165 km. uzaklığı nedeniyle diğer ilçelere nazaran en uzak ilçe konumundadır. Doğu ve kuzeydoğusunda Kütahya, kuzeyinde Balıkesir ili ile sınır teşkil eder ve güneyinde Manisa ilçelerinden Selendi, Kula, batısında ise Gördes ile kısmen de Köprübaşı ilçeleri ile çevrili bir konuma sahiptir. Kapalı havza konumunda olan ilçe; Simav Dağları ve 1475 m. yükseklikteki Akçakertik Sırtı, 1487 m: yükseklikteki Türkmen Dağı, 1535m. yükseklikteki Asi Tepesi bulunmaktadır. Demirci Simav Dağlarında Damcık, Ziyaret Tepe 1795 m. yüksekliktedir. İlçede kuzeyden güneye akmakta olan Demirci Çayı bulunmaktadır. İlke çayının kollarını ise Asi Tepesi dağının güney ve doğusuna düşen sahalarda sırayla Gümele Deresi, Değirmen Dere ve Iklıkçı Derelerinin birleşmesiyle Alaağaç Deresi ve nihayet daha doğuda Minnetler deresi oluşturmaktadır. Bir Manisa ilçesi olmasına rağmen kültürel yapısı Kütahya'ya daha yakın durmaktadır. Zaten, Demirci ilçe merkezi Kütahya il sınırına 20 km. uzaklıktadır. Bu nüfus Celal Bayar Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nin kurulmasıyla 20.000'in üzerine çıkmıştır. Öğrenci sayısının fazlalığı ilçeye hem sosyolojik hem de ekonomik bir katkı sağlar. İlçenin 96 mahallesi bulunmaktadır. Köyleri ile beraber 1.233 km² alana sahiptir. Demirci halıları diğer bir manisa ilçesi olan Gördes'in halıları gibi meşhurdur. Dağlık bir bölge olmasından ve ulaşım sıkıntıları yüzünden yıllardır bir türlü büyük bir gelişme gösterememiştir. Celal Bayar Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nin kurulmasıyla gözle görülür bir gelişme gösterdiği de bir gerçektir. Başlıca geçim kaynakları az miktarda hayvancılık ve tarımdır. Tütün, üzüm, kiraz, zeytin ve elma başlıca tarım ürünleridir. Bunun dışında, öğrenciler ekonomiyi oldukça olumlu yönde etkiler. Ayrıca, dünyaca ünlü halı fabrikalarıyla da ekonomiye büyük katkıda bulunur. Son yıllardaki en büyük geçim kaynaklarından birisi de yün cami halısı üretimidir. Dünyanın her kıtasında Demirci'de üretilen yün cami halılarına rastlamak mümkündür. İhracat kaydı ile yapılan satışlar, Demirci'ye giren döviz miktarında da çok önemli bir artış olmasını sağlamıştır. Demirci halıları Manisa'nın Demirci ilçesinde halıcılık yüzyıllardan beri faal bir geçim kaynağıdır. Orta Asya 'dan Türkler tarafından Anadolu'ya getirilen halıcılık, Selçuklular tarafından daha da iyileştirilerek Anadolu'nun her tarafına iletilmiş ve bu arada Demirci'ye getirilmiştir. Osmanlı imparatorluğu zamanında hükümdarlıkça Demirci'ye gönderilen malzeme ve desenler Demirci'de dokunulmuş olup saraylarda kullanılmıştır. 1990'lı yıllarda Demirci de önemli bir yapısal değişime uğramıştır. Makina halıcılığı alanında büyük yatırım ve tesisler kurulmuştur. Fakat Demirci tesislerini geliştirememesi ve piyasaya ayak uyduramaması sonucu piyasadaki pazarını büyük bir kısmını kaybetmiştir. Demirci makina halıcılığında kaybettiği bu pazarı duvardan duvara ve cami halıcılığı ile piyasaya geri dönmüştür. Cami halısında Türkiye'de ve yurt dışında pazarın büyük kısmını ele geçirmiştir. Demirci makine halıcılığındaki tıkanmayı kaliteli el halıcılığıyla aşma yolunu seçmiştir. 21.000 el halısı tezgâhı ile iç ve dış piyasada söz sahibidir. Halıcılık Demirci'de atadan gelen meslek olması sebebiyle piyasa şartla
rını ve piyasa modellerine çok çabuk adapte olabilmektedir. Teorem Teorem, matematik ve mantıkta kanıtlanmış yani ispat edilmiş sav, önerme; kanıtsav. yükseklik Teori Bilimde teori veya kuram; bir olgunun, sürekli olarak doğrulanmış gözlem ve deneyler baz alınarak yapılan bir açıklamasıdır. Teori, herhangi bir olayı, vakayı, görüngüyü açıklamak için kullanılan düşünce sistemidir. Genel anlamda, kuram, bir düşüncenin genel, soyut ve rasyonel olmasıdır. Ayrıca bir kuram, açıklanabilir genel bağımsız ilkelere dayanmaktadır. Bu ilkelere bağlı kalarak doğada sonuçların nasıl örneklendirileceğini açıklamaya çalışır. Kelimenin kökü Antik Yunan’dan gelmektedir. Fakat günümüze birçok farklı anlamlarda kullanılmaktadır. Kuram, hipotezle aynı anlama sahip değildir. İkisinin de anlamı başkadır. Kuram bir gözlem için açıklanabilir bir çerçeve sağlar ve kuramı sağlayacak olan varsayımların test edilebilir hipotezleri tarafından desteklenir. Modern anlamlarından biri de spekülatif ve genelleme doğasına vurgu yapmaktadır. Örneğin sanat ve felsefede kuramsal sözcüğü kolaylıkla ölçülebilir olmayan fikirleri ve deneysel olayları tanımlamak için kullanılabilir. Felsefedeki anlam uzantısı olan “kuram” hala teolojik bağlamında kullanılan bir kelimedir. Zaten Aristoteles'in tanımı olarak, saf kuram anlamına tamamen karşı olan “pratik”, kuram tanımının çok sık çeliştiği bir kelimedir. Tıp’ın pratik tarafı insanları sağlıklı yapmaya çalışıyor iken tıbbi kuram, sağlık ve hastalık doğasını ve nedenleri anlamaya çalışıyor. Bu örnek tıpta kuram ve pratiğin bir ayrımıdır. Bu iki olay birbiriyle ilişkilidir fakat hasta tedavi etmeden araştırma yapmak ya da bu tedavinin nasıl olduğunu bilmeden bir hastayı tedavi etmek mümkündür. Modern bilimde, kuram, bilimsel kuram anlamı taşır ve bilimsel yöntem ile tutarlı bir şekilde yapılan ve modern bilimin gerektirdiği kıstaslarına uygun açıklamalardır. Kuram alanında bir bilim adamını anlamak için kuramının doğruluğunu olduğu gibi yanlışlığını da deneysel olarak ispatlamak gerekir. Bilimsel kuramlarda bir şeyin hala kanıtlanmamış olduğunu ya da düşüntülü olduğunu hipotez kelimesi ile belirtilir, kuram yaygın kullanımlarının aksine, bilimsel bilginin en güvenilir, titiz ve kapsamlı bir biçimidir. Bilimsel kuramlar kendi başsına deneysel olarak test edilebilir. Hipotezlerden ve doğanın kesin koşulları altında nasıl davranış göstereceğini açıklayan bilimsel yasalardan ayrılırlar. Bir kuram düzgüsel (veya kuralcı) ne üzerine ise varsayılabilir. Bu hedefleri, normları ve standartları belirler. Bir kuram bilgi tabanı oluşturabilir ve bu taban açıklayıcı modelleriyle uyuşmayabilir. Kuramsal yaklaşmak bu bilgi tabanını geliştirmektir. Türkçeye Fransızcadan geçen "teori" sözcüğü Yunanca "theoros" 'gözlemci, izleyici' kelimesinden türemiştir. "Kuram" sözcüğü Türkçe 'kurmak' kökünden türetilmiştir. Teori (θεωρία, "theoria") kelimesi Antik Yunan filozofisinden teknik terim olarak türetilmiştir. Günlük kullanımda kuram “dikkatlice bakmak, seyretmek” demekti. Teknik anlamı doğasal olayların kuramsal ve uzun uzun düşünülmüş açıklamalarına denk gelmektedir. Aynı doğasal filozoflar gibi dalgın ve düşüntülü anlayış içindeydiler ve aynı yetenekli yazıcı ve esnaflar gibi bilgiyi öğrenmenin pratik yolları aramaktaydılar. Kuram kelimesi İngilizcede 16. Yüzyıldan beri kullanılmaktadır. Kuramın modern kullanımı gerçek anlamından türetilmiştir ancak yeni anlamlarda kazanmıştır. Yine de kuram gerçek anlamından temel alınarak doğanın düşünülmüş ve rasyonel yanımıdır. İngiliz anlamına rağmen Yunanca'da daha olağan anlamları vardır. Görünen o ki θεωρία kelimesi Yunan dilinde eski kayıtlara göre daha özel bir kullanıma sahiptir. Francis Comford “From Religion To Philosopy” kitabından Orphinclerin kuram kelimesini “tutkulu sempatik niyet” anlamında kullandıklarını öne sürmüştür. Pisagor kelimenin anlamını matematik ve bilimsel bilginin tutkulu sempatik niyeti olarak değiştirmiştir. Çünkü o böyle bir entelektüel takipçiliği varoluşun en yüksek mertebesine ulaşma yolu olarak kabul etmiştir. Pisagor’un yüksek bir mertebeye çıkmak için kuramı, duyguları ve bedensel arzuları bastırarak düşünmeyi sağlamaktır. Buna göre kuram kelimesine kesin anlamını veren Pisagor, klasik ve modern anlamından farklı olarak, doğal düşünce ve pratik olduğunu söylemiştir. Kuramlar belirli bir konuyu anlamak açıklamak ve gelecekle ilgili tahminler yapmak için kullanılan analitik araçlardır. Çok sayıdaki çeşitli konularda kuramlar vardır, sanat ve bilim gibi. Resmi bir kuram belirli bir içeriğe uygulanarak dilsel bir anlam yüklenirse anlamlı olur. Farklı alanlardaki kuramlar doğal dille ifade edilir, ancak genel formları daima matematiksel mantığın resmi diliyle aynı anlama gelecek şekilde oluşturulurlar. Kuramlar matematiksel, sembolik veya normal dille ifade edilebilirler ancak genellikle rasyonel düşünce ya da mantık prensiplerini takip etmeleri beklenir. Kuramlar tartışılan konu hakkında doğru önermelerle ilgili cümlelerle oluşturulurlar. Fakat bu cümlelerde herhangi birinin doğruluğu her zaman kuramın tamamına göre değişir(görecelidir). Bu yüzdendir ki bir kurama göre doğru olan bir önerme başka bir kurama göre yanlış olabilir. Buna göre “O çok kötü bir insan” önermesi kişinin kim olduğuna ve “kötü insan” kuramının ne olduğuna göre doğru ya da yanlış olarak kabul edilemez. Bazen iki kuram tamamıyla aynı açıklama gücüne sahiptirler çünkü aynı tahminlerde bulunurlar. Bu kuramlara, çiftine ayırt edilemez kuramlar denir ve ikisi arasındaki seçim uygunluğa veya felsefi tercihe indirgenir. Matematiksel mantıkta kuramlar formu resmi olarak incelenir, özellikle de model kuramında. Kuramlar matematikte incelendiğinde genellikle resmi bir dille ifade edilirler ve netice kuralları diye adlandırılan izlekler altında kapalı önermelerdir. Bunun özel bir durumu aksiyomatik kuramdır, aksiyomlardan ve netice kurallarından oluşur. Kuram ise bu aksiyomlara netice kurallarını uygulayarak türetilebilir. Uygulamalarda kullanılan kuramlar gözlemlenmiş görüngülerin alıntılarıdır ve sonuç olarak ortaya çıkan kuramlar gerçek dünyada karşımıza çıkan olaylarla örtüşürler. Göze çarpan örnekler arasında aritmetik(Sayılardan soyutlaşan kavramlar), geometri(uzay kavramları) ve olasılık(rastgelelik kavramı) sayılabilir. Gödel’in tamamlanmama kuramı gösteriyor ki, doğal sayıların ifade edilebilindiği tutarlı hiçbir kuram onunla ilgili bütün doğru önermeleri içeremez. Sonuç olarak, bazı bilgi tanım kümeleri matematiksel kuram olarak tamamen ifade edilemez. Fakat bu kısıtlama hiçbir şekilde bilimsel bilgiyi resmileştiren matematiksel kuramların oluşumuna ön aşama değildir. Eğer kuramı destekleyen bir delil varsa ve bu delile karşıt bir kuram mevcutsa, bu kuram delillere dayanıyorsa. Kuram belirsiz (aynı zamanda kuram bilgisinde belirsizlikte denebilir) olur. Belirsizlik epistemolojik delil ve sonuç arasındaki ilişkinin durumudur. Eğer görüngü açıklamada ve öngörmede eski bir kuramdan daha iyi yeni bir kuram varsa yeni kuramın gerçekliği daha iyi açıkladığı inancında haklı olur. Buna kuramlar arası azalma denir çünkü eski kuramın terimleri yeni kuramınkilere azaltılabilir. Mesela, ışık, ses ve ısı ile ilgili geçmişte anladıklarımız bugün sırasıyla dalga sıkışmaları ve seyrelmeleri, elektromanyetik dalgalar ve moleküler kinetik enerji olarak azaltılmıştır. Birbiriyle ilişkilendirilen bu kuramlara interteoretik kimlikler denir. Eski bir kuramla yeni bir kuram bu şekilde paralelse aynı gerçekliği daha bütünsel bir şekilde açıkladığımız sonucuna varabiliriz. Yeni bir kuramın yeni terimleri eski kuramların terimlerini azaltmıyorsa, bunun yerine tamamen yeni terimler koyuyorsa bu aslında interteoretik elemenin yanlış yorumlanmasıdır. Örneğin kalorik sıvıyla ilişkili olarak ısı transferi anlayışı ortaya koyan eskimiş bilimsel kuram ısının enerji kuramı ortaya konunca elenmiş oldu. Ayrıca phlogiston maddesinin yanıcı ve yıpratıcı materyallerden açığa çıktığı bir madde olduğu kuramı oksijenin reaktivitesi incelendiğinde elimine edilmiştir. Deneysel veri içermeyen kuramların bilimsel ve felsefi fikir alanında olduğu gibi farklılıkları bulunur. En azından bazı temel filozofik teoremlerin açıklamalarının doğruluğu bilimsel deneysel gözlemlerle kesin olarak test edilemez. Bazı çalışma alanları “kuram” olarak adlandırılır çünkü bunların amacı bir konuya alanın yaklaşımını açıklayan itirazlardır. Bu varsayımlar has kuramın basit teoremleridir ve bu alanın aksiyomları olarak düşünülürler. Çoğunlukla bilinen örnekleri sayı kuramı ve set kuramıdır, yine de edebiyat kuramı, kritik kuram ve müzik kuramı da bazı çeşitleridir. Felsefi kuramının çeşitlerinden birisi metakuramıdır. Metakuramı bir kuram hakkındaki konu ve meselelerle ilgilidir. Kısaca metakuramı bir kuram hakkındaki bir başka kuramdır. Metakuramlar diğer kuramların üst kuramlarıdır. Politik kuramlar yasa ve hükümet hakkındaki etik kuramlardır. Politik kuram konusunu genel bakış, özel etik, politik inanç ve tutum ya da siyasetten alır. Buna göre bir kuramı desteklemek için belirtilen mevcut kanıtların ışığında, ona zıt ve onunla tutarsız bir rakip kuram vardır. Bilimde kuram, genel gerçeklerin tekrarlanarak kabul gören gözlem ve deneyleri baz alınarak doğal dünyanın bazı görünüşlerinin iyi doğrulanmış açıklamalarıdır. Kuramlar aynı zamanda kesinlikle uzak düşüncelerle uyuşmalıdır, çürütülebilir tutarlı doğru bir bilimsel araştırma yapma yeteneği ve birçok bağımsız kaynaktan güçlü bir delil lehine kuram üretmek gibi. Bilimsel kuramın kuvveti çeşitli görüngülere göre çürütülebilir tahminler üretme yeteneğine göre ölçülebilir. Kuramlar daha çok delil toplandıkça geliştirilebilir (ya da daha iyisiyle yer değiştirilebilir): bu doğruluk artışı bilimsel bilgide artışa neden olur. Bilim adamları teknolojiyi keşfetmek, bir hastalığı tedavi etmek yani bilimsel bilgiyi ileri taşımak için kuramı bir dayanak olarak kullanır. Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Bilim Akademisi bilimsel kuramları şöyle tanımlar: Kuramın resmi bili
msel tanımı kelimenin gündelik anlamından oldukça farklıdır. Doğanın geniş bir bölümünün kapsamlı açıklamalardan geldiğini destekler. Birçok bilimsel kuramın onları değiştirecek yeni bir kanıtı yoktur. Örneğin, hiçbir kuram Dünyanın güneş etrafında dönmediğini söyleyecek kanıtı yoktur. Bilimsel kuramların en kullanışlı özelliklerinden biri de henüz gözlenmemiş olan doğal olaylar veya olgular hakkında öngörülerde bulunmak için kullanılabilir olmasıdır. O kuruluşa ait olmayan başka bir tanım ise şöyledir: Bilimsel kuramlar doğada defalarca denenmiş ve teyit edilmiş olması gerekmektedir. Gerçek olgulara dayalı kuramlar sadece bir tahmin değildir. Onlar doğanın gerçekleridir. Biyolojik evrim kuramı “bir kuram”dan daha fazladır. Yerçekimini anlama çalışmalarımız hala devam etmektedir. Ama yerçekimi olgusu da, evrim gibi kabul edilen bir gerçektir. Mantıklı pozitivistler bilimsel kuramları, çıkarım kuramları olarak düşünürler. Bu kuramların içeriği genel mantık sistemine ve aksiyomlara dayalıdır. Çıkarım kuramlarında herhangi bir ya da daha fazla aksiyomun mantıklı sonuçları bu kuramın bir ibaresidir. Bu, kuramın görülen gösterimi olarak söylenir. Kuramın alınan gösterimi yerini büyük ölçüde kuramın şematik gösterimi almıştır. Bu kuramlar bilimsel modelleridir. Gerçekliği gösterme niyetindeki mantıksal yapı model (“gerçeklik modeli”), bir şehrin ya da ilin bölgesinin grafiksel model haritasına benzetilir. Bu yaklaşımla, kuramlar önemli kıstasları dolduran özel kategori modelleridir. Fizikte kuram terimi genellikle matematiksel sistemlerde –elde edilmiş küçük temel muhasebe kurallarında(genellikle simetri, uzay veya zamandaki uzaklık eşitliklerinde, elektronlar arası özdeşliklerde vb.)– verilen fizik sistemleri kategorisinde deneysel tahminler üretmekte kullanışlı olurlar. İyi örneklerinden biri klasik elektromanyetizmadır, ayar simetrisinin Maxwell denklemleri denilen birkaç denklemle çevrelenmesidir. Eğer kuram çoktan güçlü bir delil ile yeterince destekletilmişse, bu kuramının kabulü için tüm ana tahminlerinin test edilmesine ihtiyaç duyulmaz. Örnek olarak önemli testler imkânsız veya teknik olarak zor olabilir. Sonuç olarak kuramları tahminlerinin kesinliği kabul edilmemiş ya da yanlış olduğu ispatlanmamış olabilir. Bu durumda bu tahminlerin sonuçları "kuramsal" kelimesiyle açıklanabilir. Bu tahminler zaman içerisinde test edilebilir ve eğer yanlışlarsa kuram reddedilir. Bilimsel teori kavramı açıklanırken sıklıkla hipotez kavramı ile karşılaştırılır. Hipotez, bilimin ilgi alanındaki bir konunun anlaşılması için -başlangıç olarak- sınırlı sayıdaki kanıta, geçmiş bilgilere veya gözlemlere dayanarak ileri sürülen, test edilebilir bir tahmin veya açıklamadır. Bir hipotez deneyler veya daha fazla gözlem yaparak desteklenebilir veya çürütülebilir. Örneğin bir psikolog, öğrencilerin çalışma disiplini ve anksiyete düzeyi arasındaki ilişkiye dair bir çalışma yapmadan önce "düzenli çalışan öğrencilerin anksiyeteden daha az muzdarip olurlar," şeklinde bir hipotez ortaya atabilir. Çalışma sonuçları bu hipotezi destekleyebilir veya çürütebilir. Benzer bir şekilde, deterjanların etkinliği ile ilgili bir deneyden önce "deterjanların temizleme gücü arasında fark yoktur" hipotezi ortaya atılabilir. Eğer deneyler esnasında belirli bir leke sadece bazı deterjanlar tarafından temizlenebiliyorsa bu hipotez çürütülmüş olur. Teori doğal Dünya ile ilgili belirli bir alanda sağlam temellere oturtulmuş prensipler ve açıklamalar bütünüdür. Teori bünyesinde farklı konularda defalarca 'test edilmiş', desteklenmiş ve 'geniş şekilde kabul görmüş' hipotezleri barındırır. Bunun dışında olguları ve bilimsel yasaları barındırır. Teori açıklanırken olgu ve yasa kavramlarına da değinilmelidir. Bilimde olgu; gözlem, hesaplama ve(ya) deneylerle defalarca doğrulanmış ve bilinen tüm pratik amaçlar için doğruluğu kabul edilmiş bir bilgidir. Örneğin kütlesel çekim farkı nedeniyle Dünya üzerinde 1000 Newton ağırlığında olan bir astronotun Mars üzerinde 380 Newton olacağı veya insan ile Bonobo şempanzelerinin DNA'larının %98,7 oranında aynı olduğu bilgileri bilimsel olgulardır. Bilimsel yasalar ise doğal Dünya'daki herhangi bir durumun belirli şartlar altında nasıl gerçekleşeceğini açıklarlar. Örneğin Newton'un hareket yasalarının birincisine göre sabit hızla doğrusal hareket halindeki bir cisme etki eden bileşke kuvvet sıfır ise cisim aynı hızda doğrusal hareketine devam eder. Mendel'in kalıtım yasalarının üçüncüsüne (baskınlık yasası) göre heterozigotlarda (bir baskın, bir çekinik alelli genlerde) genin sadece baskın aleli fenotipte gözlenir ve çekinik alel gizli kalır. Bilimsel bir teori; hipotezlerin, olguların ve yasaların anlamlı bir bütün oluşturacak şekilde birleştirilmesinden meydana gelir. OLED Organik LED "(Işık yayan diyot)" "Organic Light Emitting Diode" Kodak şirketi tarafından geliştirilmiş bir teknolojidir. OLED'ler çoğunlukla düz ekran için kullanılmaktadır. LCD teknolojisine alternatif olarak sunulmaktadır. Normal operasyonda düşük enerji tüketmesi, ince ve hafif olması sayesinde son zamanlarda cep telefonlarında kullanımı yaygınlaşmıştır. Zamanla parlaklıklarını yitirdikleri şeklinde eleştiriler almaktadır. Gelişmekte olan ve gelecek vadeden bir teknolojidir. Işık yayan diyot(LED) familyasının son türü "Organic Light Emitting Device" ya da "Organic Light Emitting Diode" açılımına sahip bir akronimdir. "Organic Electroluminescent Device" (OEL) olarak da anılır. Tipik olarak iki elektriksel kontak(elektrot) arasında kalan ve ışık yayan bir dizi ince film organik katmandan oluşur. OLED'ler molekül ağırlığı düşük organik malzemeler (SM-OLED)veya polimer bazlı materyalden (PLED , LEP) oluşur. Farklı katmanlara sahip LCD'ler ve FED‘ lerden farklı olarak OLED'ler monolitik (tek katmanlı)dırlar. Çünkü yapılışı sırasında her katman diğeri üzerine kaplanarak yekpare olacak şekilde üretilir. Başlangıçta gösterge uygulamaları için geliştirilen OLED'ler parlak renkli görüntüleri ile düşük güçte geniş görüş açısı sağlayan ekranların yapılabilmesini sağladılar. LCD ekranlarda olduğu gibi bunlar için arkadan aydınlatma gerekmez. OLED'ler genelde cam üzerinde üretilirler ancak plastik ve kıvrılabilir malzeme üzerinde olabiliyorlar. Örneğin Universal Display'in yaptığı fleksibl(kıvrılabilir) OLED modeli "FOLED" böyledir. Bu türden ekranların üretilmesinin ileride taşınabilir cihazlarda devrim yaratacağı konuşuluyor. Örneğin cebinizden bir kalem çıkarıyorsunuz. Çekince açılıyor, üzerine rulo şeklinde sarılmış ekran ortaya çıkıyor. LED LED ("Light Emitting Diode", Işık Yayan Diyot), yarı-iletken, diyot temelli, ışık yayan bir elektronik devre elemanıdır. 1920'lerde Rusya'da icat edildi ve 1962 yılında Amerika'da pratik olarak uygulanabilen elektronik bir bileşen haline getirildi. Oleg Vladimirovich Losev adlı bir radyo teknisyeni radyo alıcılarında kullanılan diyotların ışık yaydığını fark etti ve 1927 yılında bir Rus gazetesinde LED hakkında buluşlarını yayımladı. Başlangıçta yalnızca zayıf kuvvetli kırmızı ışık verebiliyorlardı ama çağdaş ledler görünür ışık, morötesi, kızılötesi gibi çeşitli dalga boylarında, yüksek parlaklıkta ışık verebiliyor. Düşük enerji tüketimi, uzun ömrü, sağlamlığı, küçük boyutu ve hızlı açılıp kapanabilmesi gibi geleneksel ışık kaynaklarına göre bir dizi avantajı vardır. Ancak, biraz daha pahalıdır. LED, çeşitli alanlarda uygulanabilmektedir. Ayrıca Bağlantıların her birinde karışık led çeşitleri kullanılabilir. Her çeşidin kendine göre ileri ön-gerilimi vardır. Dolayısıyla böyle bir kullanımda tüm hesaplar ayrı ayrı yapılmalıdır. Seri bağlantıda 20 mA altında ledin ileri ön gerilimi bilinmelidir. N tane ledi birbirine seri bağlıyorsak ledlerin üzerinde toplamda U_ledT = X * U_led (ya da U_ledT = U_led1 + U_led2 + ... + U_ledN) Voltluk bir gerilim oluşur. Elimizde muhtemelen bir gerilim kaynağı olacaktır. Devreye seri olarak bağladığımız dirençte de geri kalan gerilim düşmelidir. Yani U_direnç = U_kaynak - U_ledT Led sisteminden 20 mA geçtiği bilinmektedir. Buna göre direnç hesaplanabilir: R (K ohm)= U_direnç (V) / 20 (mA) Ledlerde mavi ışığın kullanılabilmesi ile RGB (Kırmızı Yeşil Mavi) aydınlatma mümkün olmuş ve birçok sektörde uygulama alanı bulmuştur. Özellikle Aydınlatma, sinyalizasyon ve mimari aydınlatma alanlarında diğer ışık kaynaklarının yerini hızla almaya başlamışlardır. Ledlerin enerji sarfiyatlarındaki düşüklüğünün en önemli sebebi kayıplarının az olmasıdır. Ayrıca ömürleri oldukça uzun olan bu diyotlar diğer ampuller gibi flaman taşımadıklarından dolayı hemen her koşulda sorunsuz kullanılabilirler. Bugün ulaşılan aydınlatma değerleri beyaz renk için 140 Lümen/Watt gibi oldukça yüksek bir değerle floresant lambaları geçmiş bulunmaktadır, Bazı prototiplerde 180 lümen/watt oranına ulaşılmıştır. Boğaziçi Köprüsü'nde 2008 yılında yapılan ışıklandırmada da LED teknolojisi kullanılmıştır. LEDler üzerlerine, yaydıkları ışığın frekansı ile aynı veya daha yüksek bir frekansta ışık düşürüldüğünde fotodiyot özelliği gösterirler. Bu özelliklerinden yararlanılarak elektronik cihazlarda tuş olarak da kullanılmaktadırlar.Makineler, TV ve monitörlerde de kullanılmaktadır. Piyanist Piyanist, piyano çalan kişiye verilen ad. Klasik müzik, caz ve blues gibi geleneksel türlerin yanında popüler müzik ve rock müzik de piyanistler tarafından çalınmaktadır. Birçok piyanist, aralarında synthesizer, organ ve klavyenin bulunduğu farklı müzik aletlerini çalma becerisine de sahiptir. LSD Liserjik asit dietilamid, kısaca LSD ya da LSD-25, halk arasında asit olarak bilinir. İlk olarak 1936-1943 yılları arasında Albert Hoffman tarafından çavdar mahmuzundan sentezlenmiştir. Elde edilişi doğal, sentezi kimyasal, yarısentetik psikoaktif bir halüsinojendir. Açık ve kapalı göz halüsinasyonları, değişen boyutsal zaman algısı, sinestezi etkisi, ruhani deneyimleri ve değişen düşünce süreci gibi psychedelic etkileri ve 1960'ların karşı kültüründeki yeri sebebiyle çok yaygın olarak bilinir. Ön beyinde 5-HT
2A'nın doğrudan agonistidir. Tıp dünyasına göre bağımlılık yapmaz. Dünya üzerinde en güçlü halüsinasyon gördüren madde olarak kabul edilmektedir. O kadar kuvvetli bir halüsinojendir ki yarattığı etkiler yıllar sonra bile ortaya çıkabilir. Halüsinasyon gördüren mantarlardan 100 kat, Meskalin'den 4000 kat daha güçlüdür. Albert Hofmann “Lysergic Acid Diethylamide"yi ilk defa 16 Kasım 1938 tarihinde tesadüfen sentezler. LSD; oksijen, morötesi ışık ve çözelti içinde klora karşı duyarlıdır ve ışık ve nemden uzak tutulursa uzun yıllar dayanabilir. Saf haliyle kokusuz, renksiz ve hafif acı bir tada sahiptir. LSD yaygın olarak emici kurutma kağıdı, jel tabletler, şeker küpü ve jelatin üzerinde ağız yoluyla alınır. Sıvı halinde damar içi ya da kas içi enjeksiyon ile de vücuda alınabilir. LSD çok etkilidir ve eşik dozu 20-30 mikrogramdır. Albert Hoffman 1943 yılında, LSD’nin fizyolojik ve ruhsal etkilerini kendi üzerinde denemiş ve gözlemlerini "My Problem Child" adlı kitabına yazmıştır. “19 Nisan 1943 Pazartesi günü saat 16.00’da Lysergic Acid Diethylamide Tartarat’ın %0,5 santimetre küp 0,25 miligram LSD içeren tatsız, yavan sıvıyı içtim. Saat 17.00’da baş dönmesi, endişe, kaygı ve tedirginlik başladı. Görmem bozuldu, düşüncelerim dağıldı, içimden gülme isteği geliyor, anlamlı konuşmak için büyük çaba sarf ediyorum, görme alanım sanki karşımda, eşyaların biçimi değişiyor, çevremi lunaparklarda olduğu gibi olağanüstü görüyorum. Bir süre sonra bunların hepsi geçti. Bütün bunları hatırlıyorum, baş dönmesi, görme bozuklukları, çevredeki eşyaların acayip gülünç ve kaba şekilleri... Renkli yüzler belirdi. Belirli bir tedirginlik vardı. Aralıklı olarak başımın, ayaklarımın ve bütün gövdemin ağırlığını duyuyorum, sanki madenle doldurulmuş gibi. Ayaklarda kramplar oluyor... Ellerde soğukluk ve sanki eriyip gidiyormuş gibi bir duygu var. Ağzımda maden tadında bir kuruluk, boğazda sıkışma, korku ve endişe, bilinçte bulanıklık... Bu arada içinde bulunduğun koşullarla gerçek arasında ayrım güçlüğünden doğan bir karışıklık. LSD’yi aldıktan altı saat sonra eski durumuma döndüm. Ancak ufak tefek görme bozuklukları kaldı. Her şey sallanıyor, eşyaların boyutları değişiyor. Sanki onların dalgalanan sudaki yansımasını izliyorum. Üstelik bütün eşyalar hoş olmayan görünümler kazanıyor. Renkler durmadan değişiyor. Yeşil ve mavi renkler üstünlük kazanıyor. Gözlerimi kapayınca fantastik, gerçekdışı biçimler görüyorum. Dikkati çeken bir nokta bütün seslerin gözüme yansıması ve türlü biçimlere dönüşmesi... Her ses, renk bir sanrıya (gerçekte olmayan olguları var gibi algılamak) dönüşüyor. Bunlar renk ve gölge olarak sürekli değişiyor. LSD’yi aldıktan sekiz, on saat sonra şiddetli bir uyku bastırdı. Ertesi gün biraz yorgun kalktım.”- Albert Hoffman 1943 1947 yılında Santos Laboratuvarları tarafından "Delysid" adıyla çeşitli psikiyatrik kullanım amaçlarıyla piyasaya sürülmüş bir ilaçtır. LSD hızlı bir şekilde umut veren bir tedavi ajanı olarak görüldü. CIA, 1950'lerde LSD'yi kimyasal silah ve akıl kontrolü için uygulanabilir olduğunu düşündü ve MKULTRA araştırma programı kapsamında genç askerler ve öğrenciler üzerinde denendi. Sonrasında 1960'larda Batı dünyasındaki genç neslin eğlence amacıyla ilacı kullanması politik tartışmalara yol açtı ve sonrasında ilaç yasaklandı. Halen kimi kurumlar LSD ve benzeri uyuşturucuların tıbbî ve ruhanî kullanımı için yapılacak araştırmalar için fon ayırmakta, teşvikte bulunmakta ve koordine etmektedir. Halüsinojenler içerisinde en kuvvetli olandır. Algılama yapısını tamamen değiştirir ve kullanan kişiyi başka bir dünyaya (hayaller alemine) yollar. LSD etki sürecince, kişiyi gerçek dünyadan soyutlar ve kullanan kişinin ruh haline göre etki eder. Kişinin ruh hali duyduğu seslere, gördüğü görüntülere göre değişmekte, ses algısı dozuna göre değişmekle beraber görüntüleri çoklu, daha renkli ve farklı görmektedir. Çok mutlu olan biri LSD kullandığında cennete gittiğini görebilmektedir. Ama mutsuz olan kişileri iyi olmayan bir hayaller alemine götürür. LSD, kuşlarla beraber havada uçmak, uzay yolculuğu yapmak gibi, kişi için imkansız olanakları birebir gerçekmiş gibi yaşatır. LSD kullanan kişi, hayatında önemli bir yeri olmuş olan insanları da tekrar görebilir, onlarla iletişim kurabilir. LSD etkisinde kişi, genellikle etkilendiği konular üzerine hayaller görür. Çevresindeki nesneler de dahil, bu hayallere göre şekillenir. Her şey kişinin hayal kurmasına bağlıdır. LSD, bilinçaltında olan, eskiden yaşanmış olayları tekrar yaşamanıza/görmenize bile sebep olabilir. LSD etkisinde olan biri her türlü nesneyle iletişim kurabilir ve o nesnelerin onla diyaloğa girdiğini işitebilir. Şimdiye kadar aşırı doz kullanımından herhangi bir ölüm rapor edilmemiş olmakla beraber, kullanıcılara LSD olarak 25-i NBOMe verilmesi sonucu ölümler olmuştur. Kromozomlarda ve beyinde yol açtığı hasarlar birçok araştırmaya konu olmuştur. LSD maddesinin esas riskleri çoğunlukla psikolojiktir. Akut negatif tecrübeler (bad trip – kötü yolculuk) LSD kullanımı ile anılan en belirgin sorundur. Kötü yolculuklar ilk kez kullananlarda olasıdır. Özellikle uygun olmayan mekanlarda doz ayarlaması yanlış yapılarak yaşanır. Hoş olmayan ve korkunç tecrübeler daha çok kullanan kişi zaten tedirgin (örneğin neler olacağı üzerine) veya melankolik ise yaşanmaktadır. Böyle bir kimse paniğe kapılabilir ve paronaya yaşar. Özellikle yabancı, yoğun veya karışık ortamlarda tetiklenmesi daha sık görülür. LSD merak edilir ve özenilecek etkisi göz önünde bulundurulduğunda kayıtlara geçen kötü yolculukların sayısı 1960’lı yılların medya konusu olmasıyla büyük oranda artmıştır. Kötü yolculuk tecrübeleri, medyanın ilgisinin 1960’ların sonuna doğru gittikçe azalmasıyla beraber düşmüştür. Diğer yandan 1970’li yıllarda LSD kullananların sayısı artmaya devam etmiştir. LSD kullanımı çoğu zaman önceden tahmin edilemeyen ve önemsenmesi gereken bir çıldırma riskiyle beraber anılmaktadır. Bunun yanında kalıcı beyin yıpranmaları da küçümsenmeyecek risklerdendir. Klinik araştırmalar incelendiğinde, kronik problemsel etkileri, yaşandığı takdirde, çoğunlukla zaten var olan, madde alımından önce de mevcut psikolojik sorunlardan kaynaklanmaktadır. Nadir de olsa bir LSD fenomeni “flashback” (geriye dönüş) halen hafife alınmayacak kadar kötü sonuçlar yaratmaktadır. Genellikle yaşanan veya korkulan geriye dönüş tecrübeleri çoğunlukla abartılı olsalar da bazı kullanıcılarda görülen “Halüsinasyonların sebep olduğu algılama bozukluğu” üzerine çalışmalar devam etmektedir. Yapılan detaylı araştırmalarda LSD kullanıcılarının şiddetli patlamalara ve garip davranışlara eğilimleri ortaya çıkmıştır. Uçacaklarına inanarak binaların tepelerinden atlayabilirler. Kör olana kadar güneşe bakabilir, gözlerini yuvalarından çıkarabilir ve hatta cinayet işleyebilirler. Ayrıca, 1 gram LSD 10.000 doz için yeterlidir. Bir toplu iğne başı kadar LSD; kullanan şahsın kendisinden geçmesini sağlaması için yeterlidir. Sıvı olarak jelibon, şekerlere damlatılarak ortaya çıkmıştır ve LSD genellikle ağızdan (oral olarak) alınır. Elde edilen LSD örneklerinin kuvvetleri doz başı yirmi ile seksen mikro gram arasında değişiklik göstermektedir. Bazen “mikrodot” tabletler veya “windovsplains” jelatin formlarında bulunsalar da, LSD genellikle “kâğıt parça asit” olarak satılmaktadır. Farklı bir şekilde anlatmak gerekirse, mürekkeple yazı yazıldığında fazla mürekkebi emen kâğıt gibi renkli, parlak, çıkartma gibi veya emici kâğıt tabakalarında emdirilmiş olarak, renkli tabletler veya emici kâğıt şeklinde, su gibi renksiz sıvı ve ince jelatin karaleri şeklinde satılır. Son zamanlarda bant ya da çıkartma benzeri parçaların da işlendiği ortaya çıkmıştır, vücuda yapıştırılan bant LSD'nin vücut ısısı etkisiyle kana karışması sonucu etkisini gösterir. LSD’nin sokaktaki veya zamana göre değişik formlarını tanımlamak amacıyla her dozda ve tabakada değişik tasarımlar olduğu görülmüştür. Gözlemlenebilen etkiler: göz bebeklerinin büyümesi, kalp atışındaki artış, kan basıncının artması ve vücut ısısının artması, terleme, iştah kaybı, uyku, ağız kuruması ve titreme olarak belirtilebilir. Bazı kişiler, LSD’nin etkisi altında iken çok değişken duygusal tepkiler de verebilir. Diğer kişiler ile konuşmada ve ilişkide zorlanmalar görülebilecek diğer etkilerdendir. Ayrıca beyinde serotonin hormonunun salınımına sebep olduğundan dolayı serotonin hormonları kaslara etki eder ve bunun sonucu kullanıcılar etkisindeyken çene kaslarının aşırı kasılması sonucu ağızlarını sıkı tutarlar, diğer vücut kaslarında uyuşukluk da görülür. Miniatürk Miniatürk ya da Minyatür Türkiye Park, Türkiye'deki çeşitli yapıtların maketlerinin sergilendiği 60.000 metrekareyle dünyanın en geniş alana kurulmuş minyatür parkıdır. Miniatürk, Haliç kıyısında bulunan eski bir park alanına kurulmuştur. 30 Haziran 2001 tarihinde temeli atılan Miniatürk, 2 Mayıs 2003 tarihinde ziyarete açılmıştır. Miniaturk 02 Mayıs 2003 tarihinde ziyarete açılmış, "Büyük Ülkenin Küçük Bir Modeli" sloganıyla yola çıkan Miniaturk Türkiye'nin vitrini oldu ve binlerce tarihi eser arasından, bilinirliğine, dönemini temsil yeteneğine ve maketi yapılabilirliğine göre seçilen 122 mimari eserin, 1/25 oranına küçültülmüş minyatür modellerine yer verildi. Eserlerin yanındaki sesli rehberlik sistemi de ilk kez Miniaturk'te uygulanıyor. Sistem, dokuz farklı dilde bilgi veriyor. Gücünü ve güzelliğini arkasındaki 3000 yıllık uygarlıklardan alan Miniaturk, hoş bir gezi parkı olmasının yanı sıra, aynı zamanda bir kültür ve sosyal sorumluluk projesi. Genç kuşaklar ne kadar köklü bir uygarlıkla beslendiklerini Miniaturk'te keşfediyorlar. Yerli ve yabancı turistlerin İstanbul turlarında ilk adres olan Miniaturk, kısa sürede muhteşem bir Türkiye turu atmak isteyenler için de ideal bir mekân, kısacası: Miniaturk de ayrıca "Panorama Zafer Müzesi" ve "Kristal İstanbul Müzeleri"ne yer verilmektedir. Çocukların ve gençlerin hoşça vakit geçireceği oyun alanı, go-card, kumandalı tekne, tranbolin ve bütün alanı boydan boya ge
zdiren Miniaturk Express tren bulunmaktadır. Yılın 365 günü açık bir "Açık Hava Müzesi" olan Miniatürk, resmi tatillerde ve bayramlarda da açık olup girişinde 500 araçlık büyük bir otopark bulunmaktadır. Miniatürk ziyaret girişi için meslek ve diğer kriterlere göre farklı ücret tarifi uygulanmaktadır. Kenan Evren Ahmet Kenan Evren (17 Temmuz 1917; Alaşehir, Manisa - 9 Mayıs 2015; Ankara), Türk asker ve devlet adamı; Türkiye'nin 7. Cumhurbaşkanı ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 17. Genelkurmay Başkanı. Kenan Evren, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi'nden sonra devlet başkanı unvanını almış, 1982 Anayasasının halkoyuna sunulup yürürlüğe girmesi ile birlikte Türkiye'nin yedinci cumhurbaşkanı olmuştur (1982-89). 18 Haziran 2014 tarihinde, Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 12 Eylül 1980'de dönemin başbakanı Süleyman Demirel'e muhtıra vermek, T.C. Anayasasını ve Türkiye Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmaya ve görevini yapmasını engellemeye teşebbüs suçundan müebbet hapis cezası verilmesine ve orgenerallik rütbesinin erliğe düşürülmesine karar verildi. Yargıtay'da onanmalarıyla kesinlik kazanacak kararların, 24 Kasım 2014 itibarı ile Yargıtay sürecine henüz başlanmamıştı. Evren'in ölümünün ardından Yargıtay süreci devam eden kamu davası düşmüş oldu. 9 Mayıs 2015'te, tedavi gördüğü Gülhane Askerî Tıp Akademisi'nde 97 yaşında hayatını kaybetti. Her ikisi de Balkan göçmeni olan Hayrullah Evren (d. 1877 - ö. 1957) ile Naciye Evren'in (d. 1885 - ö. 1983) dördüncü ve son çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Hayrullah Evren bugün Makedonya'da bulunan Üsküp'ün Preşova kasabasından İstanbul'daki amcasının yanına yerleşmiş, Düyun-u Umumiye (Genel Borçlar) teşkilatında aşar kontrol memuru olarak görev yapmıştı. Anne tarafı ise Bulgaristan'ın Ziştov kentinden göç ederek Soma'ya yerleşmişti. İlkokulu doğum yeri Alaşehir'de, ortaokulu Manisa'da, liseyi İstanbul'da, Maltepe Askeri Lisesi'nde okudu. 1938'de Kara Harp Okulu'nu bitirerek topçu asteğmen, Şubat 1939'da teğmen oldu. 1940'ta Topçu Okulu'nu bitirdikten sonra çeşitli birliklerde görev yaptı. Ağustos 1942'de üsteğmenliğe yükseldi. 1946 yılına kadar çeşitli topçu birliklerinde Batarya Takım Komutanı ve Batarya Komutanı olarak görev yaptı. 1946 yılında girdiği Kara Harp Akademisi'ni 1949 yılında kurmay yüzbaşı olarak bitirdi. Daha sonra Genelkurmay Eğitim Şubesi kısım amirliği, 1. Ordu Harekat Dairesi başkan yardımcılığı yaptı, Kara Harp Akademisi'nde öğretmenlik etti. 1958-1959 yıllarında, Kore Savaşının ardından Güney Kore'de kalan Türk Tugayında harekat ve eğitim şube müdürü ve kurmay başkanı olarak görev aldı. Türkiye'ye döndükten sonra 1959-61 arasında Ordu Donatım Okulu kurmay başkanlığı ve 2. Ordu harekat eğitim başkanlığı görevlerini üstlendi. O sırada 27 Mayıs Darbesi'yle ordu yönetime el koymuştu. 227. Piyade Alayı komutanlığı, 9. Kolordu kurmay başkanlığı, Kara Kuvvetleri Okullar Dairesi başkanlığı yaptı. 1964'te tuğgeneral, 1967'de tümgeneral oldu. 58. Er Eğitim Tümeni komutanlığı ve 2. Ordu kurmay başkanlığı görevlerine atandı. 1970'te korgeneralliğe yükseldi. 2. Kolordu komutanlığı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı Denetleme Kurulu başkanlığı görevlerinde bulundu. 1974'te orgeneral olarak Genelkurmay ikinci başkanlığına getirildi.. 1976 ile 1977 yıllarında Ege Ordusu komutanlığı görevinde bulundu. Kara Kuvvetleri Komutanı Namık Kemal Ersun'un 1 Haziran 1977'de, Kanlı 1 Mayıs'tan (1 Mayıs 1977) sonra darbe girişiminde bulunacağı iddiasıyla dönemin başbakanı Süleyman Demirel tarafından 200 asker ile birlikte resen emekliye sevkedilmesiyle Kenan Evren'e Genelkurmay Başkanlığı yolu açıldı. Gelecekteki Genelkurmay Başkanı olmasına kesin gözüyle bakılan Ersun’un emekliye ayrılması Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki dengelerin ve kıdem geleneğinin bir anda altüst olmasına neden oldu. Bu karışık dönem nedeniyle Genelkurmay Başkanı Semih Sancar'ın görev süresi bir yıl uzatılırken. Bu arada Kara Kuvvetleri Komutanlığına yani bir yıl sonra Genelkurmay Başkanı olacak isim konusunda bir anlaşmazlık baş gösterdi; Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk 1. Ordu Komutanı Adnan Ersöz’ü isterken, Başbakan Demirel, 3. Ordu Komutanı Ali Fethi Esener’in Kara Kuvvetleri’nin yeni komutanı olmasını istedi. Ancak Ne Demirel ne de Korutürk geri adım atmayınca her iki komutan da görev süreleri bittiğinden 30 Ağustos 1977’de emekliye ayrıldı. Böylece en kıdemli olan Orgeneral Kenan Evren, beklenmedik biçimde 5 Eylül 1977 tarihinde Kara Kuvvetleri Komutanı oldu. 1977-78 yıllarında Kara Kuvvetleri Komutanlığı yapan Evren, 6 Mart 1978'de Genelkurmay Başkanlığına atandı. 27 Aralık 1979'da kuvvet komutanlarıyla birlikte imzalayarak cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e gönderdiği ve "adresi meçhul mektup" olarak tarihe geçen uyarı mektubunda iki büyük siyasal partinin ülkenin sorunlarının çözülmesinde uzlaşmaya varmalarını, ülkeyi birlikte yönetmelerini öneriyordu. Dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, askerlerin talebi doğrultusunda mektubu 2 Ocak 1980 tarihinde hükümet ve siyasi partilere gönderdi. 30 Ağustos 1980'de, Zafer Bayramı dolayısıyla radyo ve televizyonda yayımlanan konuşmasında alınmasını gerekli gördüğü önlemleri dile getirdi. 12 Eylül 1980 tarihinde yapılan askeri darbe ile ülke yönetimine el konulması ve Türkiye'deki bütün özgürlükler askıya alınmasından sonra yasama ve yürütme yetkilerini kullanmak üzere Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren'in liderliğinde, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun'dan oluşan Millî Güvenlik Konseyi (MGK) kuruldu. Evren bu dönemde, MGK ve Genelkurmay başkanlığının yanı sıra devlet başkanlığını da üstlendi. MGK başkanı imzasıyla yayımladığı bildiride, Türkiye'nin iç ve dış düşmanlarının tahriki içinde olduğunu, devletin başlıca organlarının işlemez duruma getirildiğini, siyasal partilerin kısır çekişmeler içinde bulunduğunu, ülkenin savaş eşiğine getirildiğini belirtiyordu. TBMM ve hükümeti feshetti, bütün ülkede sıkıyönetim ilan etti. 20 Eylül'de Deniz Kuvvetleri eski komutanı emekli oramiral Bülent Ulusu'ya hükümeti kurma görevi verdi. Devlet başkanı olarak yurt gezilerine çıkarak 12 Eylül Darbesinin amaçlarını halka anlattı. 12 Eylül Darbesinin birinci yıldönümünde Danışma Meclisi'nin toplanacağını açıkladı. Üyeleri MGK tarafından seçilen Danışma Meclisi'nce hazırlanan ve MGK'ce denetlenen anayasanın kabul edilmesi için yoğun bir propaganda kampanyası yürüttü. 1982 Anayasası, 7 Kasım 1982 tarihinde yapılan referandumda yüzde 91.37'lik 'evet' oyuyla kabul edildi. Evren, yeni anayasanın 1. geçici maddesi uyarınca, yedi yıllık bir süre için, Türkiye'nin 7. cumhurbaşkanı sıfatını kazandı. MGK ve Genelkurmay başkanlığını da sürdürdü. Darbenin yapılmasının ardından CIA Ankara Bürosu Şefi Paul Henze, Washington’daki Beyaz Saray’dan bir telefon alacak ve “Paul, senin çocuklar başardı” denecektir. Kenan Evren'in bu dönemde NATO içerisinde gizli bir örgütlenme olan stay-behind kontrgerilla ordusunun başında bulunduğu iddia edilmektedir. 12 Eylül Darbesiyle başlayan dönemde demokrasiden uzaklaşılması Avrupa ülkelerinde tepkiyle karşılandı. Buna karşın Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile ilişkilerde yakınlaşma oldu. Yunanistan'ın NATO'nun askeri kanadına dönmesi için kolaylık gösterildi. Özellikle Orta Doğu ülkeleriyle yakınlaşma başladı. 1 Temmuz 1983'te Genelkurmay başkanlığı görevini Kara Kuvvetleri komutanı Nurettin Ersin'e devrederek askerlikten emekliye ayrıldı. 4 Kasım 1983'te seçimlere iki gün kala TRT'de üstü kapalı bir biçimde Anavatan Partisi (ANAP) lideri Turgut Özal'ı eleştiren bir konuşma yaptı. Ancak Evren, bazı çevrelerce bu hareketiyle askeri yönetimin güdümünde gösterilen ve giderek zayıflayan Milliyetçi Demokrasi Partisi'nin (MDP) oylarını artırmaktan çok askeri yönetime duyulan tepkiyle Turgut Özal'ın oylarını artırmayı hedeflemişti. Millî Güvenlik Konseyi'nin varlığı, 6 Kasım 1983'deki genel seçimlerin ardından, TBMM Başkanlık Divanı'nın oluştuğu 7 Aralık 1983'te sona erdi.. Kenan Evren devlet başkanlığı ve cumhurbaşkanlığı sırasında yurt içinde ve dışında birçok gezintiye çıktı. Evren ile Pakistan devlet başkanı Ziya ül Hak arasında karşılıklı ziyaretlerle pekiştirilen büyük bir dostluk kuruldu. Eylül 1982'de bir Uzakdoğu gezisine çıkan Evren, Bangladeş, Pakistan, Güney Kore, Çin ve Endonezya'yı ziyaret etti. Bu ülkelerle Türkiye arasındaki ilişkilerin gelişmesinde önemli bir adım atılmış oldu. Ocak 1984'te toplanan IV. İslam Zirve Konferansı'na Türkiye ilk kez cumhurbaşkanı düzeyinde katıldı. Evren konferans başkan yardımcısı seçildi. İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) Ekonomik ve Ticari İşbirliği Komitesi başkanı olarak, İslam ülkeleri arasında ekonomik bağların güçlendirilmesini, alınan kararların bir an önce uygulanmaya konmasını istedi (15 Kasım 1984). V. İslam Zirve Konferansı'na katılan Evren, konferansın sonuç bildirisinde, Kıbrıs Türkleri ve Bulgaristan'daki Türk azınlığın durumu gibi konulara yer verilmesinde etkin rol oynadı (30 Ocak 1987) . 1983 Seçimlerinde iktidara gelen ANAP'ın lideri Turgut Özal ile genelde uyum içinde çalıştı. 9 Kasım 1989'da Cumhurbaşkanlığı görevi sona eren Evren, yerini Turgut Özal'a bıraktı. 1990'da Atatürk Uluslararası Barış Ödülü'ne layık görüldü. Kasım 1990-Eylül 1991 arasında, "Kenan Evren'in Anıları" adıyla 6 ciltten oluşan otobiyografisi yayımlandı. Kenan Evren, 3 Kasım 1984'te Muş'a yaptığı gezide, 19 yaşındaki Erdal Eren’in idam edilmesi hakkında: "Şimdi ben; bunu yakaladıktan sonra mahkemeye vereceğim ve ondan sonra da idam etmeyeceğim, ömür boyu ona bakacağım!.. Bu vatan için kanını akıtan, bu Mehmetçiklere silah çeken o haini ben senelerce besleyeceğim. Buna siz razı olur musunuz?"” demiştir. 2000 yılında Adana savcısı Sacit Kayasu Kenan Evren hakkında iddianame hazırladı. Fakat, Kayasu'nun iddianamesi kabul edilmedi. Kayasu ilk olarak, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından kınama cezası aldı. Daha sonra Yargıtay tarafında
n "görevi kötüye kullanmak" ve "askeri kuvvetleri tahkir ve tezyif" suçundan mahkûm edilen Kayasu'yu Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu meslekten ihraç etti. Avukatlık yapma hakkı dahi elinden alınan Kayasu, ihraç kararı üzerine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde dava açtı. 2008'de sona eren davada "ifade özgürlüğünü kısıtladığı" için Türkiye 41 bin avro tazminata mahkûm edildi. 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandumda anayasa değişikliklerinin kabul edilmesiyle 12 Eylül Darbesinin sorumlularının yargılanmasını engelleyen Anayasa'nın "geçici 15. madde"si yürürlükten kaldırıldı. 13 Eylül 2010 tarihinde Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP) İzmir İl Yönetimi Kenan Evren hakkında "darbe yapmak, anayasa değiştirmek, hükümeti yıkmak, sistemli bir şekilde planlayarak ve tasarlayarak adam öldürmek, kasten yaralamak, işkence yapmak, eziyet etmek, hürriyetten yoksun bırakmak ve cinsel saldırıda bulunmak" gibi suçlardan suç duyurusunda bulundu. Bunun yanı sıra Ankara, İstanbul ve Bursa gibi Türkiye'nin değişik illerinde de 2010 Anayasa değişikliği referandumundan “evet” çıkmasının ardından Anayasa’nın Geçici 15. Madde’sinin yürürlükten kaldırılması ve 12 Eylül 1980 darbesini yapanlara yargı yolunun açılması üzerine savcılıklara suç duyurusuna başlandı. Suç duyurularının ardından 8 Nisan 2011'de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturma başlatıldı. Soruşturma kapsamında Kenan Evren ve hayatta kalan tek MGK Üyesi olan Tahsin Şahinkaya’nın ifadesi alındı. Ocak 2012'de tamamlanan soruşturma sonucunda hazırlanan iddianamede, dönemin Genelkurmay Başkanı, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya'nın "şüpheli" olarak yer aldı. İddianamede, Evren ve Şahinkaya'nın, 765 sayılı TCK'nın "Devlet Kuvvetleri Aleyhinde Cürümler"e ilişkin 146. maddesi ile 80. maddesi uyarınca "ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına" çarptırılmaları istendi. İddianame, 10 Ocak 2012'de Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesin tarafından kabul edildi ve 4 Nisan 2012'de 12 Eylül 1980 tarihinde gerçekleştirilen askeri darbenin sorumlularının yargılanmalarına başlandı. 22 Ağustos 2012'de Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi tarafından 12 Eylül Davası'nın görüldüğü Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderilen raporda, sanık Kenan Evren'in duruşmaya katılmasının "tıbbi açıdan uygun olmadığı" bildirildi. Bunun üzerine Mahkeme, Dava'nın sanıkları Evren ve Şahinkaya'nın savunmalarının, sesli ve görüntülü iletişim teknolojisiyle alınmasına karar verirken, sanıkların mal varlıklarına tedbir konulması yönündeki talebi reddetti. Evren tedavi gördüğü Ankara GATA'daki odasında kurulan kamera ve ses sistemi ile mahkemeye katıldı. 13 Şubat 2013'te, Kenan Evren ile Tahsin Şahinkaya haklarında açılan 12 Eylül dönemine ilişkin dava nedeniyle haklarının ihlal edildiği ileri sürerek Anayasa Mahkemesi'ne başvurdular. 25 Ekim 2013'te Cumhuriyet Savcısı Selçuk Kocaman, 12. Ağır Ceza Mahkemesine verdiği 18 sayfalık esas hakkındaki görüşte, Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya'nın, TCK'nın "devlet kuvvetleri aleyhine cürümler" başlıklı 146. maddesi uyarınca ağırlaştırılmış müebbet hapisle cezalandırılmasını ve rütbelerinin sökülmesini istedi. Dava Mart 2014'te, Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi'nin kapatılmasının ardından Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi'ne devredildi. 18 Haziran 2014 tarihinde, Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 12 Eylül 1980'de dönemin başbakanı Süleyman Demirel'e muhtıra vermek, T.C. Anayasasını ve Türkiye Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmaya ve görevini yapmasını engellemeye teşebbüs suçundan müebbet hapis cezasına ve orgenerallik rütbesinin erliğe düşürülmesine karar verildi. Kesinleşmeleri için Yargıtay'da onanmaları gereken kararların, 24 Kasım 2014 itibarı ile altı aydır temyiz incelemesi için Yargıtay’a gönderilmeyerek yerel mahkemede bekletildiği ortaya çıkmıştı. Evren'in ölümüyle Yargıtay sürecindeki dava düştü ve kararlar kesinleşmedi. 9 Mayıs 2015 tarihinde beyin ölümünün gerçekleşmesiyle Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nde (GATA) 98 yaşında hayatını kaybetti. Ölümünden bir hafta önce kalçasında oluşan kırıktan dolayı hastaneye kaldırılarak ameliyata alındı. Ameliyattan sonra ilerleyen saatlerde durumu ağırlaşmıştı. 12 Mayıs 2015 tarihinde naaşı, askeri cenaze aracıyla GATA'dan alınarak Genelkurmay Başkanlığına götürüldü ve askeri tören düzenlendi, törene sivil olarak sadece ailesi katıldı. Cenazesi, Ahmet Hamdi Akseki Camii’nde kılınan öğle namazını müteakip Devlet Mezarlığı’nda toprağa verildi. Evren'in cenaze namazı için camiye gelenler arasında Eski Başbakan Bülend Ulusu eski İçişleri Bakanı Mehmet Ağar, Fenerbahçe kulübü eski Başkanı Ali Şen, Fenerbahçe eski II. Başkanı ve iş adamı Nihat Özdemir, Eski meclis başkanları, İsmet Sezgin, Kaya Erdem, eski Genelkurmay Başkanları Necdet Üruğ, Işık Koşaner, Hilmi Özkök, eski Genelkurmay II. Başkanları Çevik Bir, Hulusi Akar ve kuvvet komutanları vardı. 27 Mayıs 1944'te Sekine Evren (d. 1922 - ö. 1982) ile hayatını birleştiren Evren'in bu evlilikten Şenay, Gülay ve Miray adlı üç kızı oldu. Daihatsu Daihatsu 1907'de kurulan Japon otomobil markası. 1998 yılından itibaren Türkiye’de bulunan Daihatsu, 2005 yılından bu yana Daihatsu Türkiye Motorlu Araçlar A.Ş. ismiyle faaliyet göstermektedir. Türkiye’de toplam 3 adet binek araç modeline sahiptir. 2006 Mayıs ayında satışa sunulan tasarım ödüllü SUV modeli Terios 1.5 lt (ikinci nesil), şehir içi sürüş için mükemmel kullanım olanağı sunan 4X4 Terios 1.3 lt, ekonomik ve çevreci TeriosECO (LPG'li) Daihatsu’nun, Türkiye’deki mevcut modelleridir. Türkiye'de satılmış/satılmakta olan modeller Yurtdışında satılmış/satılmakta olan modeller Orhan Gencebay Orhan Gencebay ya da gerçek adıyla Orhan Kencebay (d. 4 Ağustos, 1944; Samsun, Türkiye) Türk besteci, ses sanatçısı, şair, enstrümanist, aranjör, müzik yapımcısı, müzik direktörü ve aktördür. Müzik dünyasında ‘‘Orhan Baba’’ olarak tanınır. Arabesk müzik olarak adlandırılan, fakat kendisinin bu terimi "yanlıştır ve eksiktir" gerekçesiyle reddedip Serbest Türk müziği, özgür Türk müziği, serbest çalışmalar ve Gencebay müziği gibi kavramlarla adlandırdığı, 1960'larda yayılan Türk müziği tarzının yaratıcı ve öncülerindendir. Gencebay, 33. Türkiye Hükûmeti'nde Kültür Bakanlığı'nın tavsiyesiyle verilmeye başlanan Devlet Sanatçısı unvanına 1998'de lâyık görüldü. Müziğe 6 yaşında, Rus konservatuvarı mezunu ve aslen Kırım göçmeni eski bir opera sanatçısı olan klasik batı müzisyeni Emin Tarakçı'dan keman ve mandolin dersleri alarak başladı. 7 yaşında bağlama ve Türk halk müziği dersleri almaya başladı. 10 yaşında ilk beste çalışması olan "Kara Kaşlı Esmerdi Kim Bilir Kimi Sevdi" isimli eseri yaptı. 13 yaşında Türk Sanat Müziği ve tambur eğitimi almaya başladı. Ortaokul ve lise yıllarında Samsun, Edirne ve İstanbul musiki cemiyetlerinde yaylı tambur, THM cemiyetlerinde ise bağlama çaldı. Samsun ve İstanbul'da halk evlerinin kuruculuğunu yaptı. Kendi açtığı müzik dershanelerinde öğretmenlik yaptı. Çocukluk yıllarında en çok etkilendiği kişi zamanının bağlama üstadı Bayram Aracı'ydı. Gencebay'a o yıllarda bu nedenle küçük Bayram diyorlardı. İlk profesyonel bestesi "Ruhumda Titreyen Sonsuz Bir Alevsin"i 14 yaşında yapan Orhan Gencebay, 16 yaşından itibaren caz ve rock müziği ile ilgilenmeye başladı, batı nefesli sazlardan oluşan orkestralarda tenor saksofon çaldı. İstanbul'a gelerek, Türkiye'nin ilk konservatuarı ve eski adı Dârülelhan olan İstanbul Belediye Konservatuvarı'na girdi, bir süre icra heyetinde bulundu. 1964 yılında TRT Ankara Radyosu sınavına girdi ve yüksek başarıyla kazandı. Fakat, sınavda usulsüzlük olduğu gerekçesiyle sınav iptal edilince, müzik çalışmalarına ara vererek askerlik sebebiyle İstanbul'a gitti. Vatani görevini Heybeliada'da bahriyeli olarak sürdürdüğü yıllarda merasim bölüğü bandosunda saksafon çalmaya devam etti. 1966'da TRT İstanbul Radyosu sınavlarına girdi ve iftiharla kazandı. Aynı yıl, Türkiye çapında yapılan bağlama çalma yarışmasında Arif Sağ ve Cinuçen Tanrıkorur ile birlikte derece aldı. TRT İstanbul Radyosu'nda 10 ay bağlama sanatçılığı yaptı. Kurumun müzikal anlayışının ilerlemeye elverişli ve özgür olmadığı gerekçesiyle 1967 yılında kendi isteği ile ayrıldı. TRT'den ayrıldıktan sonra, Arif Sağ ile birlikte 1966-1968 arası dönemde Muzaffer Akgün, Yıldız Tezcan,Gülden Karaböcek, Ahmet Sezgin, Şükran Ay, Sabahat Akkiraz, Nuri Sesigüzel gibi birçok sanatçıya bağlama çaldı. Bu dönem içinde Kızılırmak Karakoyun, Ana, Kuyu gibi Türk filmlerinin müzik direktörlüğünü yaptı. İstanbul'daki halk evlerinde Abdullah Nail Bayşu, İsmet Sıral, Burhan Tonguç, Erkin Koray, Ömer Faruk Tekbilek, Vedat Yıldırımbora, Özer Şenay, Neşet Ertaş gibi sanatçılarla sık sık bir araya gelip müzik yaparak gelecekte kendi ortaya koyacağı müziksel sentezin ilk meyvelerini verdi. "Ağlıyorum Yana Yana, Gönül bağları, Yıldız Akşamdan Doğarsın, Neredesin Leylâm" gibi türkü plakları çıkardı. Sevemedim Karagözlüm, Sabır Taşı, Goca Dünya gibi besteleri çeşitli sanatçılar tarafından okunmaya, sanat dünyasında adı besteci ve bağlama virtüözü olarak duyulmaya başlandı. Türkü plâklarından sonra, 1968 yılında ilk serbest çalışmalar plâğı "Sensiz Bahar Geçmiyor-Başa Gelen Çekilirmiş"i çıkardı. Bundan sonra Topkapı Plak ve İstanbul Plak'tan seri olarak plaklar çıkarmaya devam etti. 1969 yılında çıkardığı "Bir Teselli Ver-Yorgun Gözler" 45'liği ile Türkiye çapında ün yaptı. Bestekâr ve enstrümanist kimliğinin yanı sıra, yorumcu kimliği ile ön plana çıkmaya başladı. "Ben Eski Halimle Daha Mesuttum", "Hor Görme Garibi", Severek Ayrılalım, Ümit Şarkısı, Sevenler Mesut Olmaz gibi plaklara imza attı. 1971 yılında ise İstanbul Plak'a ortak oldu. 1972 yılında Yaşar Kekeva ile birlikte Kervan Plak şirketini kurdu, şirketin yöneticisi oldu. Kervan Plak, Türkiye'nin ilk yerli sermayeli plak şirketiydi. Bünyesine Erkin Koray, Ajda Pekkan, Muazzez Abacı, Mustafa Sağyaşar, Ahmet Özhan, Kamuran Akkor, Semiha Yankı, Samime Sanay, Neşe Karaböcek, Bedia Akartürk, Nil Bu
rak, Ziya Taşkent, Semiramis Pekkan, Ferdi Özbeğen, Gönül Yazar, Sezen Aksu gibi starları alan Kervan Plak, dönemin plak piyasasının en güçlü şirketlerinden biri oldu. Orhan Gencebay, bugüne kadar 35 (31 sinema, 4 televizyon) filminde başrol oynadı, 90'a yakın filmde müzik direktörlüğü yaptı. 1000'den fazla bestesi bulunan Orhan Gencebay, bunların 300'e yakınını kendisi seslendirdi. Orhan Gencebay'ın yaptığı çalışmalara TRT denetleme kurulunca arabesk dendiyse de, Orhan Gencebay bu değerlendirmeyi "yanlıştır ve eksiktir" diyerek kabul etmedi. Yasal olarak 67 milyon civarı plak ve kaset tirajı olan Orhan Gencebay'ın, korsan üretimlerin yasal üretimlerden 2 kat fazla olduğu düşünülürse, yasal olmayan üretimlerle birlikte 200 milyon civarı tirajı olduğu tahmin ediliyor. Bu da, dünyanın sayılı tiraj rakamlarındandır. Beyaz Kelebekler grubununda eski solisti olan ses sanatçısı Azize Gencebay'dan boşanan Orhan Gencebay'ın Sevim Emre ile 30 yılı aşkın bir süredir resmî birlikteliği devam etmektedir. Oğlu Altan Gencebay halen Kervan Plak prodüktörlüğünü yürütmektedir. Orhan Gencebay, 29 Kasım 2009 tarihinde Milliyet Gazetesi'nden Olcay Ünal Sert'e verdiği röportajda "Batsın Bu Dünya, Türkiye'nin ağıtıdır. Şu bir gerçek, 70’li yıllar çok kötü yıllardı. Günde 100 - 150 kişi öldürülüyordu. 1975’te böyle bir Türkiye’de yaptım ‘Batsın Bu Dünya’yı. O, Türkiye’nin ağıtıdır, ağlanacak parçasıdır." demiştir. 17 Eylül 2012'de Orhan Gencebay'a saygı için Poll Production'dan yayınlanan "Orhan Gencebay ile Bir Ömür" albümünde Türkiye'nin önde gelen sanatçıları yer alarak Gencebay'ın bestelerini seslendirmiştir. Yıldız Savaşları (anlam ayrımı) Yıldız Savaşları, George Lucas tarafından oluşturulan kurgusal evren. ALGOL ALGOL, yüksek düzey bir programlama dilidir. Adı "ALGOritmic Language" 'den gelmektedir. ALGOL evrensel bir programlama dili yaratmak için yapılan çalışmalar sonucu doğmuştur. Amerika ve Avrupa'da hızla gelişen bilgisayar bilimi sonucunda tasarlanmış birçok programlama dili vardı. Özellikle Amerikan tekelinde kalmak istemeyen Avrupalı bilim insanları da programlama dilleri üzerinde çalışmalar yapmaktaydılar. "GAMM" (Almanca'da Uygulamalı Matematik ve Mekanik Örgütü'nün kısa adı) her makine üstünde çalışabilen evrensel bir programlama dili üzerinde çalışıyordu. Amerika Birleşik Devletlerinin "GAMM" 'ı ikna etmesiyle Avrupa ve Amerika evrensel bir programlama dili üstünde çalışmaya karar verdiler. 1958'de 27 Mayıs'dan 1 Haziran'a kadar Zürih'de yapılan toplantıda evrensel bir programlama dili üstünde çalıştılar. Toplantı sonunda "ALGOL 58" adıyla ilk "ALGOL" doğmuş oldu. Aslında toplantı sonunda programlama dilinden çok bir taslağı çıkmıştı. Amerikalı ve Avrupalı bilim insanlarının birçok konuda yeni fikirler üretmelerine rağmen, toplantılar bazı zamanlar anlamsız tartışmalarla geçiyordu. (Küsüratlı sayılar için nokta mı (Amerikan yöntemi) yoksa virgül mü (Avrupalı yöntemi) kullanılacak gibi.) Toplantı sonunda evrensel bir programlama dili için bir umut doğmuş da olsa "ALGOL 58" pek kullanılan bir dil olmadı. Özellikle "FORTRAN" 'ın "IBM" tarafından çıkarılmış olması ve "IBM" 'in kendi diline ağırlık vermesi ve Amerikan Ordusunun kendi programlama dilini tercih etmesi de bunu etkiledi. "ALGOL 58" Avrupalı yaratıcıları tarafından da sahiplenilmedi. İkinci toplantı 1960'da Paris'de oldu. 1958'deki toplantının aksine bu seferki bir hafta sürdü. Fakat bu bir haftada büyük gelişmeler kaydedildi. "John Backus" ve "Peter Naur" tarafından yaratılan "BNF" (Backus-Naur form) toplantının en önemli olaylarından biriydi. İkinci toplantının ardından "ALGOL 60" beklenen etkiyi yapmadı. Ne Amerika'da ne de Avrupa'da geniş kitlelere ulaşabildi. Bunun en büyük sebeperinden bir tanesi o zamanki programcıların "ALGOL" 'u biraz fazla karışık bulmalarıydı. Özellikle dilin daha kolay anlaşılması için çıkmış olan "BNF" onlar için tam bir karmaşaydı. Büyük bilgisayar firmalarının ("IBM" vb.) da "ALGOL" 'u desteklememesi sonucu bu programlama dili geniş kitlelere hiç ulaşamadı. Her ne kadar geniş kitlelere ulaşamamış da olsa evrensel bir programlama dili yaratmaya çalışan ALGOL : "PL/I, SIMULA 67, ALGOL 68, C, Pascal, Ada, C++" ve "Java" gibi dillerin atası sayılabilir. Ayrıca "BNF" formatının çıkması, ayrıştırma teorisinin şekillenmesi, derleyici tasarımı gibi alanlarda yapılan çalışmalarla "ALGOL" bilgisayar bilimine büyük katkılar sağlamıştır. Algol (anlam ayrımı) Ümit Kıvanç Ümit Kıvanç (d. 1956), Türk belgesel sinemacı ve yazar. 1956'da İstanbul'da doğdu. İstanbul Erkek Lisesi'ni ve İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu'nu bitirdi. Altın Kitaplar Yayınevi, Birikim dergisi, Milliyet yazıişleri, Cumhuriyet Haber Merkezi’nde ve Yeni Gündem haftalık haber dergisinde çalıştı. Radikal gazetesinde ve 2012 yılına değin Taraf gazetesinde köşe yazarı olarak yazdı. Yazarlık çalışmaları dışında İletişim Yayınları için kapak tasarımları yaptı. Mozaik'te ve Ayşe Tütüncü Piyano-Perküsyon grubunda davul çaldı. Birçok romanı 1989’dan itibaren yayımlandı. Halen Birikim Dergisi'nde ve dijital olarak yayınlanan Gazete Duvar'da yazıyor. Belgesel ve kısa film çalışmaları yapmaktadır. Halit Kıvanç'ın oğludur. Ian Murdock Ian Murdock (d. 28 Nisan 1973, Konstanz, Almanya – ö. 28 Aralık 2015), Debian adını verdiği GNU/Linux açık kaynaklı özgür yazılım projesinin kurucusu ve ana geliştiricisidir. Progeny Debian ticari etkinliklerini sürdürdüğü şirketidir. Debian Manifestosunu 1993 yılında Purdue Üniversitesi'nde bir öğrenciyken yazmıştır. Yine aynı üniversitede 1996 yılında bilgisayar bilimleri konusunda lisans derecesi kazanmıştır. 28 Aralık 2015'te evinde ölü olarak bulunmuştur. Ölüm nedeniyle ilgili resmi bir açıklama yapılmamış olup, ölümünden 1 gün önce tutuklanmış, polis tarafından şiddet görmüş ve hastaneye kaldırılmıştır. BSD BSD (Berkeley Software Distribution), Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley'in kaynak kodu dağıtımı olan, AT&T'nin UNIX'i için bir eklentiler zinciridir. Birçok açık kaynak kodlu işletim sistemi projesi, 4.4 BSD-Lite olarak bilinen kaynak kodu dağıtımını temel kabul eder. Ek olarak bunlar, özellikle GNU projesi olmak üzere diğer birçok açık kod projesini de kapsar. Linux çekirdeğinden farklı olarak kapasite ve güçte birçok farklı BSD çekirdeği vardır. BSD C kütüphanesi GNU projesi tabanlı değildir, Berkeley kodu temellidir. Bazı araçlar dışında birçoğu projesinden sağlanmıştır. Birçok BSD türevinde kullanılan X Window sistemi ayrı bir proje olan XFree86™ projesi'nde devam ettirilmektdir. Linux da bu sistemi kullanmaktadır. BSD KDE ya da GNOME gibi bir görsel masaüstü ile öntanımlı olarak gelmez. Fakat istenirse bunlar da kullanılabilir. Kaynak kodu Kaynak kodu (İngilizce: "source code"), herhangi bir yazılımın işlenip makina diline çevrilmeden önce insanların okuyup üzerinde çalışabildiği programlama diliyle ya da Assemblyle yazılmış halinin bir IDEde açılabilen ya da derlenebilen çalışabilir kaynak kod dosyalarının tümü. Kâr amaçlı kuruluşlar ekseriyetle ürünlerinin kaynak kodlarını çeşitli algoritmalar kullanmak suretiyle gizlerler. Linux türevli sistemler ise kaynak kodlarını gizlemez ve bunun için 'açık kaynak', 'özgür yazılım' şeklinde nitelendirilirler. C dilinde yazılmış örnek bir kaynak kod: Bu örnek kod ekrana "Merhaba Dünya" yazdırır. C# dilinde yazılmış bir kaynak kod: Ekrana mesaj kutusu içerisinde "Merhaba Dünya" yazdırır. Devlet başkanı Devlet başkanı, bir devletin en yüksek seviyedeki yöneticisidir. Devlet başkanına Cumhuriyet ile yönetilen ülkelerde cumhurbaşkanı, mutlakî ya da meşrutî monarşi ile yönetilen ülkelerde ise genellikle kral adı verilir. (Bunun bir istisnası, Amerika Birleşik Devletleri de bir cumhuriyet olmasına rağmen, ülkenin resmî adında cumhuriyet geçmemesi sebebiyle ABD cumhurbaşkanı çoğunlukla sadece başkan olarak adlandırılır.) Devlet başkanının yetkileri ülkenin yönetim sistemine göre değişiklik gösterir. Parlamenter sistemde devlet başkanının yetkileri çoğunlukla semboliktir, asıl yetkileri elinde bulunduran bir hükûmet başkanı (genellikle başbakan) bulunur. Başkanlık sisteminde ve mutlak monarşide ise devlet başkanı aynı zamanda hükûmet başkanıdır ve fiilî yönetim yetkilerini elinde bulundurur. Türkiye Sakatlar Derneği Türkiye Sakatlar Derneği (TSD) merkezi İstanbul'da bulunan bir sivil toplum kuruluşudur. Türkiye Sakatlar Derneği İstanbul Şubesi(TSD) 1958 yılında Cerrahpaşa Hastanesi'nin karşısındaki mahallede Ali Paşa kahvesinde gününü geçiren Nafi Tuna, Cenani Çalışan ve birkaç arkadaşı tarafından önceki adı Felçliler Derneği olarak kurulmuş ve iki yıl devam etmiştir. Zamanın İstanbul valisi Vefa Poyraz tarafından İstanbul Tıp Fakültesi ile Çapa Öğretmen Okulu arasında kalmış bir tek katlı bina derneğe tahsis edilmiş ve dernek oraya taşındıktan sonra İstanbul Tıp Fakültesi Ortopedi Kliniğinin hocaları da işin içine girerek derneği daha kapsamlı bir hale getirmişler. 1960 yılındaki genel kurul da derneğin adını Türkiye Sakatlar Derneği olarak değiştirip daha çok kitleye hitap etmişlerdir. Bu arada zamanın İstanbul sosyetesi, emekli paşalar, İstanbul Tıp Fakültesi'nden Profesör ve Doktorlar katkı da bulunmuşlar , ortaokul ve lise öğrencileri boyunlarına kumbara takarak sokakta vapur iskelelerinde vatandaşların yakasına rozet takarak kampanyalar düzenlenerek derneğe gelir getirici faaliyetler yapmışlardır. 1963 yılında Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu'na müracaat ederek derneğin kamu yararına çalışması için kamu yararı onayı almıştır. Bugün var olan mevcut yasalar; 1475 sayılı iş yasası, 1968 yılında Bülent Ecevit'in Çalışma Bakanı iken çıkarılan vergi yasası, özel tertibatlı otomobil yasası, ehliyet yasası vs. zamanın Türkiye Sakatlar Derneği yöneticilerinin Ankara'da meclisin önünde günlerce yatarak takip ettikleri kazanımlarıdır. Dernek 1975 li yıllardan sonra ilk orta ve liselerde zaman zaman sakatlığı önleyici paneller vermiştir , Türkiye Sakatlar Derneği her Cumhuriyet Bayramı, 23 Nisan Egeme
nlik ve Çocuk Bayramı, İstanbul'un Kurtuluşu, 30 Ağustos Zafer Bayramı törenlerine tekerlekli sandalyeli, üç tekerlekli motosikletleri ile dernek üyeleri resmi geçitlere katılmaktadır. 12 Eylül 1980 yılından önce 25-31 Mart tarihleri arası Sakatlar Haftası olarak kutlanırdı. Bu hafta süresince tüm İstanbul, sakatların sorunlarını konu alan bez ve duvar afişleri ile süslenirdi dernek kuruluşlarından bu güne ülkenin ulaşım mimari vs. sorunlarından dolayı evinden dışarı çıkıp dolaşma imkânı olmayan üyelerini bahar aylarında topluca pikniğe götürüp orada bir takım yarışmalar, oyunlar, sosyal aktiviteler ile güzel bir gün yaşatmak ve üyelerin birbirleri ile kaynaşmalarını sağlamıştır. Artık, 10-16 Mayıs arası Sakatlar Haftasıdır. Sakatlık insanlığın ortak sorunudur. Bu yüzden Sakatlar Haftası yalnız Türkiye'de değil Birleşmiş Milletlere üye 156 ülkede aynı zamanda değerlendirilir. Ülkemizin sosyal yapısı itibarı ile dernek kuruluşundan bu güne ihtiyaç sahibi üyelerine ortez, protez, koltuk değneği, tekerlekli motorlu ve motorsuz sandalye, maddi, manevi yardımlar gıda ve giyecek yardımı, okuyan sakat öğrenciye karşılıksız burs yardımı, tedavi-ameliyat ve medikal yardımlar yapılmaktadır. Dernek kuruluşundan bu güne sakat hakları konusunda yerel yönetimler yasası, eğitim yasası, iş yasası, emeklilik yasası, vergi indirim yasası, 2022 sayılı yasa, yürürlükte olan tüm yasalar konusunda çok büyük mücadeleler vermektedir. Tüm toplumu bilinçlendirmek ve kamuoyunu bilgilendirmek maksadıyla hizmeti tüm ülkede yaygınlaştırmak amacıyla ülke genelinde 67 şube kurarak faaliyetlerine her geçen gün yenilikler katmaktadır. 1991 yılında Sevgi Çemberi isimli aylık bir yayın organı çıkararak sakatların sorunlarını ve anayasal haklarının takipçisi olmuştur. Sakat hakları konusunda sürekli gündemin takipçisi olmuştur. Sakatların ülke içerisinde ve dışında var olan haklarını yeniliklerini yasaları, güncelleştiren internet sitesi kurarak her gün ortalama 250 kişinin ziyaret ettiği mail attığı ve cevap aldığı www.tsd.org.tr sitesinde hizmet vermektedir. Türkiye Sakatlar Derneği Şubesi olabilmek için, ile genel merkeze başvurmaları gerekmektedir. Başka dernekler şube olmazlar, ancak yeni bir Türkiye Sakatlar Derneği şubesi kurup, var olan derneklerini fes ederek mal varlıklarını Türkiye Sakatlar Derneğine aktarırlar. Linux Belgelendirme Çalışma Grubu Linux ve özgür yazılım belgelerini Türkçeye çevirmenin dışında, üretilmiş özgün Türkçe içeriği de derleyen geliştiricilerin oluşturduğu topluluk. GNU Genel Kamu Lisansı GNU Genel Kamu Lisansı (GNU GPL ya da GPL) yaygın kullanılan bir özgür yazılım lisansı. İlk sürümü 1989 yılında Richard Stallman tarafından GNU Tasarısı için kaleme alınmıştır. Üçüncü ve son sürüm ise Richard Stallman'ın yöneticisi olduğu Özgür Yazılım Vakfı (FSF), Eben Moglen ve Yazılım Özgürlüğü Hukuk Merkezi tarafından kaleme alındı ve özgür yazılım topluluklarının çeşitli itiraz ve katkılarıyla son halini aldı. Bu lisansın güncel sürümü (GPL s3), Özgür Yazılım Vakfı tarafından 29 Haziran 2007'de yayınlandı. GNU Kısıtlı Genel Kamu Lisansı yani LGPL ise GPL'in daha çok yazılım kütüphanelerine yönelik olarak düzenlenmiş sürümüdür. Telif feragatlı (copyleft) lisansların en güçlü ve en yaygın örneği olan GNU GPL, günümüzde birçok yazılım bileşeninde kullanılmaktadır. Özgür Yazılım Vakfı (FSF) tarafından kaleme alınan GNU Genel Kamu Lisansı, dört temel özgürlüğü güvence altına almayı amaçlar. Bu dört temel özgürlük sırasıyla şunlardır: GNU GPL lisans anlaşması, 1983 yılında Richard Stallman tarafından geliştirilmiş, çok akıllıca detaylarla bağlayıcılığı bulunan, teşvik edici, gerek kullanıcı gerekse üretici tarafa büyük olanaklar sağlayan bir lisans türüdür. GPL'in en çok üzerinde durduğu konu yazılımların kaynak kodu ile birlikte dağıtılmasının gerekliliğidir. Üretici firma yazılımını ikili dosya şeklinde (binary) dağıtsa bile kaynak kodunu herkes tarafından erişilebilir bir yere bırakmak zorundadır. Kullanıcı, bu kaynak kodu alıp inceleyebilir, üzerinde istediği değişikliği yapabilir, kendi projelerinde, yazılımlarında kodun tamamını ya da bir parçasını kullanabilir. Hatta başkasının kod parçasını alıp, üzerinde değişiklik yapıp satarak maddi kazanç da elde edebilir. Ama tek bir şartla, yeni üretilen program da GPL ile lisanslanmak zorundadır. GPL, yazılımın ücretlendirilmesi hakkında hiçbir fikir beyan etmez. GPL yazılımları ücretsiz olmak zorunda değildir. Üretici firma ya da kuruluş, yazılımını GPL ile lisanslayıp, dağıtabilir ve karşılığında da bir ücret talep edebilir. Bu madde en baştan beri sözleşme içerisinde olmasına rağmen, GPL yazılımların çok büyük bir kısmı ücretsizdir. Genel yaklaşım yazılımdan değil, kullanıcıya sunulan kurulum, eğitim, yönetim ve ek modül yazma gibi süreçlerden para kazanılması şeklindedir. Bu özelliğiyle GPL pek çok lisanstan ayrılmaktadır. Turkuaz (anlam ayrımı) Turkuaz ya da bazı kaynaklarda Turkuvaz aşağıdaki anlamlara gelebilir: Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı Ankara Devlet Konservatuvarı, Ankara'da Hacettepe Üniversitesi'ne bağlı müzik ve sahne sanatları okulu. Cumhuriyet'in ikinci yılında Ankara'da müzik öğretmeni yetiştirilmesi amacıyla "Musiki Muallim Mektebi" açılmasını takiben, Atatürk'ün direktifleriyle müzik ve sahne sanatlarının gelişmesi için, Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı bir konservatuvar kurmak amacıyla 1934 yılında, Berlin'de öğrenci müfettişi olan Cevat Dursunoğlu'nu görevlendirdi. 1935 yılında ünlü besteci Prof. Paul Hindemith ile anlaşma yapıldı. Bu anlaşmaya göre Hindemith, Türkiye'de müzik kurumlarının yeniden yapılandırılması işlerinde danışman olarak incelemelerde bulunup, konservatuvarın kuruluş esaslarını hazırlayarak bir rapor verecekti. Hindemith 6 Nisan 1935 yılında yurdumuza gelerek, bir yıl ara ile iki incelemede bulundu. Bu incelemeler sonucunda konservatuvarın; serbest müzik okulu (konservatuvar), öğretmen yetiştiren okul (Musiki Müallim Mektebi) ve tiyatro okulundan oluşmasına karar verdi. Bu nedenle konservatuvarın tiyatro ve opera bölümünü kurmak üzere Almanya'dan Prof. Carl Ebert getirildi. Konservatuvar önce Musiki Muallim Mektebi içerisinde açıldı. 6-12 Mayıs 1936 tarihleri arasında öncelikle Musiki Muallim Mektebi öğrencileri sınavdan geçirilerek, kimileri tiyatro, kimileri de müzik bölümüne alındı. 1 Kasım 1936 tarihinde de öğrenime başlandı. 1938 yılında, Müzik öğretmeni yetiştirilen bölüm Gazi Eğitim Enstitüsü'ne bağlanarak konservatuvardan ayrıldı ve 1940 yılında da konservatuvar yönetmeliği kabul edilerek yürürlüğe girdi. Devlet tarafından davet edilen ve batılı anlamda bir bale okulunun açılmasına öncülük eden Dame Ninette de Valois, İstanbul'da “Yeşilköy Bale Okulu” olarak bilinen “çekirdek kuruluş” özelliğindeki okulla dans stüdyolarının çekirdeğini oluşturdu. Çağımızın önde gelen bale otoritelerinden olan ve İngiliz Kraliyet Balesi’nin (o dönemdeki adıyla SADLER’S WELLS Balesi’nin) yöneticileri arasında bulunan Dame Ninette de Valois Ankara ve İstanbul'daki ilkokulları gezerek çocukların bedensel yapılarını ve yeteneklerini incelemiş, ve bale okulunun alt yapısını hazırladı. 1947’de tekrar Türkiye’ye gelerek incelemelerde bulanan ve bir rapor hazırlayan Ninette de Valois, daha sonra yayımladığı anılarında o günler için şunları söylüyordu: “Bu işe atılışımı herkes Binbir Gece Masalı’na benzetti; gerçekte benden başka kimse bu işi ciddiye almadı.” Valois, karşılık beklemeden kendini bu işe adamıştı. İstanbul’da Yeşilköy’deki bir yapı, bale okulu olarak hazırlanıyordu. 6 Ocak 1948’de resmen açılan Yeşilköy Bale Okulunun yöneticiliğine, Sadler’s Wells’in kurucularından öğretmen Joy Newton, Londra Kraliyet Dans Akademisi’nden Audrey Knight ise eğitmenliğe atandı. Okulun ders programı, o zamanki adıyla Sandler’s Wells olan İngiliz Kraliyet Balesi örnek alınarak hazırlanmıştı. 6 Ocak 1948 yılında açılan Yeşilköy Bale okulunun, 1950 Mart ayında yürürlüğe giren bir yasayla Ankara’daki konservatuvarı desteklemek ve sağlam bir sanat geleneği oluşturmak amacıyla, Ankara’ya taşınmasına karar verildi. Böylelikle okul bünyesinde günümüz Türkiye'sinde bale eğitiminin çekirdeğini oluşturan öğretmen, Koreograf ve dansçıları yetiştirdi. bir de bale bölümü kurulmuş oldu. Yetenek sınavıyla öğrenci almaktadır. 4 yıllık lisans eğitimi veren konservatuvarda toplam 13 kadrolu eğitim görevlisi ve üniversite dışı kurumlardan gelen 30 dolayında ek öğretim elemanından oluşmaktadır. 1982 yılına kadar Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı olarak eğitim veren "Ankara Devlet Konservatuvarı", aynı yıl Yükseköğretim Kurulu kapsamına alınarak Hacettepe Üniversitesi'ne bağlanmıştır. Toksikoloji Toksikoloji yani zehir bilim, kimyasallar ile biyolojik sistem arasındaki etkileşimleri, zararlı sonuçları yönünden inceleyen bilim dalıdır ya da kimyasalların zararsızlık limitlerini belirleyen bilim dalıdır. Hemen hemen herkes, uygun kullanılmadığında zararlı olacak kimyevi maddelerle temas halindedir. Pek çok ölüm ve belki bunun yüz katı kadar fazla kaza kimyevi maddelerin dikkatsiz kullanılması sonucu meydana gelmektedir. Toksikoloji üç ana alt dala sahiptir: Bunlardan sanayi toksikolojisi, hava ve sudaki kimyevi kirleticilerin zararlı etkilerini inceler. Bunun yanında çalışma ve ev ortamında mevcut olanları da konu alır. Ekonomik toksikoloji ise ilaçlarda, yiyeceklere ilave edilen maddelerde, kozmetik, gübre ve veteriner ilaçlarındaki kimyevi maddelerle meşgul olur. Adli toksikoloji de özellikle ölüm veya ciddi yaralanmayla sonuçlanan vakaların tıbbi yönüyle meşgul olur. Her kimyevi madde, toksik etkisine bağlı olarak altı sınıftan birinde mütalaa edilir. Çok fazla toksik, çok toksik, orta derecede toksik, az toksik, oldukça toksik olmayan ve oldukça zararsız. Zehir, çok fazla veya çok toksik olan kimyevi maddelere verilen isimdir. Bunların az miktarları ciddi zarara veya ölüme sebep olur. Deney hayvanının her kilogramı için 50 miligram ağızdan verildiğinde, 48 saat içinde, bu hayvanların en az %
50'sinin ölümüne sebep olan maddeye kimyevi olarak "zehir" etiketi konulur. İnsanlar için bu miktar yaklaşık olarak bir çay kaşığı dolusu kadardır. Toksikoloji, hayvanlar üzerinde deney yaparak, kimyevi maddelerin toksisite derecesini belirlemeye çalışır. Bu maksatla pek çok hayvan kullanılır. Fareler bu iş için kullanılan küçük; maymun ve çiftlik hayvanları büyük hayvanlar arasındadır. Hayvanlar üzerinde yapılan deneylerin tamamlanmasından ve sonucun insanlar üzerindeki etkisi tahmin edildikten sonra sınırlı sayıda deneyin insan üzerinde yapılmasıyla makul bir emniyet elde edilir. Buna kimyevi maddelerin insan derisi üzerinde etkisinin araştırılması misal gösterilebilir. Eğer kimyevi maddelerin hastalık veya ölüme sebebiyet verdiği zannedilirse, ölünün kanı, idrarı ve kas parçaları adli toksikolojiye analiz için verilir. Yapılan deneylerle, zararlı kimyevi maddeler ve miktarları tespit edilebilir. Toksikoloji denilince akla ilk olarak Paracelsus gelir. 16. yüzyılda Paracelsus'un (1493-1541) zehiri tanımlarken kullandığı "Her madde zehirdir. Zehir olmayan madde yoktur; zehir ile ilacı ayıran dozdur" şeklindeki ifade, bugünkü modern toksikolojinin de çıkış noktasıdır. Her kimyasalın doza bağımlı olarak toksik etki gösterebilmesi gerçeği, toksikolojinin uğraş konularını; Bütün bu kimyasallara, "organizmaya yabancı" anlamına gelen "zenobiyotik" yahut "ksenobiyotik" adı da verilmektedir. Endüstri ilişkileri Üretime konu olan her yerde ortaya çıkan, sosyo-ekonomik çevreye bağlı olarak değişebilen, ücretli çalışanlar ile işverenler arasında yürütülen ve merkezinde ücret pazarlığı olan kurumsallaşmış ilişkiler bütünüdür. Burada “endüstri sektöründeki” işçi - işveren ilişkilerinin ve genel çalışma koşullarının belirlenmesi, düzenlenmesi ve daha iyiye yönlendirilmesi amaçlanırken, daha da “kurumsal” nitelikteki ilişkiler kastedilmektedir. Kurumsal ilişkinin anlamı da en azından çalışan tarafın örgütlenmiş olması veya kendisi adına hareket edecek bir kuruma (sendika) sahip (üye) olmasıdır. Kavram etimolojik olarak incelendiğinde de bu çerçevede kullanıldığı görülecektir. Bu yaklaşım, literatürde endüstri ilişkilerinin dar anlamı olarak yerini almıştır. Yani sadece “endüstri sektörü”ndeki kurumlaşmış işçi-işveren ilişkileri endüstri ilişkilerini dar anlamdaki tanımı olarak karşımıza çıkmaktadır. İlk zamanlarda endüstri ilişkileri yalnızca endüstri sektörünü konu alsa da günümüzde gelişen yapısıyla çalışma hayatının tüm sektörlerini içine almaktadır. Buna karşılık, endüstri ilişkileri sadece endüstri sektöründe değil, “tüm sektörlerde” çalışan ücretlilerin istihdam ilişkilerinden doğan her türlü “bireysel” ve “kolektif” ilişki ve bu ilişki çerçevesinde oluşan çalışma koşullarını inceleyen bir alan olarak geniş anlamda da kullanılmaktadır. Geniş anlamdaki endüstri ilişkileri deyimi, ücretlilerin istihdam ilişkilerinden doğan çalışma hayatının hemen her konusunu ele aldığından “çalışma ilişkileri” veya “istihdam ilişkileri” yerine de kullanılmaktadır. Endüstri ilişkileri kurumsallaşmış ilişkileri ifade ederken belli başlı ilkeleri göz önüne alır. Türk (anlam ayrımı) Türk aşağıdaki anlamlara gelebilir: Türk filmleri Yabancı filmler GS Kallithea Kallithea FC (Yunanca : " Γ.Σ. Καλλιθέα" GS Kallithea, "Gymnasticos Syllogos Kallithea"), Yunan futbol kulübü. Atina'nın Kallithea bölgesinin futbol takımıdır. 1966 yılında dört yerel futbol takımı Esperos, Iraklis (Hercules), AE Kallitheas ve Kallithaikos'un birleşmesiyle kuruldu. Sonraki yıl bunlara, bir başka yerel takım Pyrsos eklendi. Kulübün arması ndaki beş yıldız kulübü kuran bu beş takımı temsil eder. 1966'da Yunan üçüncü liginde oynayan Kallithea 1969 da ikinci lige çıktı. 2002 yılından beri ise birinci ligde oynamaktadir. 2003-2004 sezonunda ligi 12.tamamlamıştır. Kallithea FC maçlarını 5.000 kişi kapasiteli Gregoris Lambrakis stadyumunda oynamaktadır. Stadyum, etrafı kayalık Sikelia tepeleriyle çevrili olduğu için El Paso olarak da adlandırılır. EBay eBay Inc., İnternet üzerindeki en büyük açık artırma usulü alışveriş sitesi olan Amerikan şirketi. eBay, 3 Eylül 1995'te İran asıllı Amerikalı girişimci Pierre Omidyar tarafından San José, Kaliforniya'da kuruldu. Şirket, yönetim merkezinin bulunduğu Amerika Birleşik Devletleri dışında Arjantin, Avustralya, Avusturya, Belçika, Brezilya, Kanada, Çin, Fransa, Almanya, Hong Kong, Hindistan, İran, İrlanda, İtalya, Kore, Malezya, Meksika, Hollanda, Yeni Zelanda, Filipinler, Singapur, İspanya, İsveç, İsviçre, Tayvan, Birleşik Krallık ve Türkiye'de faaliyet göstermektedir. Site, satıcı ve alıcı arasında, ürünü sitesinde yayınlayarak, aracılık etmektedir. Satılacak ürün için önce listeleme parası ve eğer ürün satılırsa bir de satış fiyatı üzerinden kesinti olmak üzere satıcıyı ücretlendirir. Alıcı kapanış fiyatı ve belirtilen posta ücreti dışında bir ücret ödemez. Uluslararası para göndermek için ödeme şekline ve tarzına göre aracı kuruma para ödemek gerekebilir. En popüler ödeme şekli PayPal olmakla birlikte Western Union, kredi kartları ve bankalar arası para transferi, posta havalesi ve hatta nakit para da bazı satıcılar tarafından kabul edilmektedir. eBay'de her ürünün satıcısı farklı olduğundan her sunulan ürünün tanımı ve ödeme şekli değişiktir. En çok sorun bu alanda olmakla birlikte, postada kaybolma ve zarar görmeye karşı sigorta, eğer sunulmuşsa, eklenmesi tavsiye edilir. Her alışveriş sonrası, satıcı ve alıcının karşılıklı birbirlerine puan vermeleri (pozitif, nötr, negatif) ve yorum yazmaları vasıtasıyla işlem yapan kişiler için genel bir kanaat oluşmaktadır. Puanlama sistemi alışverişin riskini azaltmayı amaçlamaktadır. Zorunlu değildir ancak yorum bırakılması tavsiye edilir. Genelde, satıcı ödeme eline ulaşınca alıcı da ürün teslimatının ardından birbirlerine puan verir. Her kullanıcı adından yanında sahip oldukları olumlu geri besleme yüzdesi görülür. Örneğin bir satıcı 10 mal sattıysa, alıcıların hepsi satıcıya not verdiyse ve alıcılardan sadece biri olumsuz not verdiyse, satıcının adı yanında parantez içerisinde 10 rakamı, adının altında da "%90 olumlu geri besleme" ifadesi görülür. Bu yüzde, alıcılara bu satıcının ne kadar güvenilir olduğu konusunda bir fikir verir. Benzer şekilde satıcılar da alıcılara not verir. Satıcılar -bazı şartlara bağlı olmakla birlikte- yakın zamanda pek çok olumsuz not almış veya daha önce hiç mal almamış alıcılara ürün satmayı reddedebilir. Yedi gün içinde ödeme yapmayan alıcı, eger satıcı ebay'e bildirirse, uyarı alır. Alıcı bu uyarı sonrasında da ödeme yapmazsa satıcıya satış fiyatı üzerinden kesilen ücret geri ödenir. Alıcı 3 ayrı uyarı ile sistemden çıkartılır. Bu negatif puanlamadan farklı bir süreçtir. 2007 yılı Mayıs ayında dünyanın en büyük e-ticaret sitesi EBay, GittiGidiyor'a ortak oldu. Bu stratejik ortaklık ve karşılıklı know how transferiyle GittiGidiyor, hizmet çeşitliliğini artırdı. 2011 yılı Mayıs ayında EBay'in GittiGidiyor'un %93 hissesini satın alması ile GittiGidiyor tam anlamı ile EBay ailesine katıldı. Akışkanlar mekaniği Akışkanlar mekaniği, akışkan olarak adlandırılan maddelerin (genel olarak sıvılar ve gazlar, bunların dışında da bazı diğer maddeler) fiziksel davranışlarını inceleyen bilim dalıdır. Başlıca "akışkan statiği" ve "akışkan dinamiği" olmak üzere ikiye ayrılır. Akışkanlar mekaniği bilimi temel mühendislik bölümlerinden olan gıda, hidrojeoloji, inşaat, makine, maden, nükleer enerji, kimya, tekstil ve su ürünleri mühendisliklerinde zorunlu olarak okutulur. Akışkanlar mekaniği konuları basit bir boyut analizi ile baslayip vizkozite ardından sıvı ve gaz basınçlarının incelenmesiyle devam eder. Bernoulli süreklilik denklemleriye değişkenlerden bilinmeyenler bulunabilir. Navier-Stokes denklemleri yardımıyla 3 boyutlu basınç gradyenlerine ulaşılabilir. Bunlar oldukça karmaşık olduklarından genelde çözümlerinde çok güçlü bilgisayarlar kullanılmaktadır. Akışkanlarla ilgili bilinen ilk çalışmalar Archimedes (MÖ 285-212) tarafından yapılmıştır. Archimedes suyun kaldırma kuvvetinden hareketle, akışkanlar için bir takım hesaplama yöntemleri geliştirmiştir. Ancak, akışkanlarla ilgili esas gelişmeler Rönesans’tan sonra olmuştur. Akışkanlar mekaniğinde en önemli gelişmeyi Leonardo da Vinci (1452-1519) yapmıştır. Vinci, tek boyutlu-sürekli akış için süreklilik denklemini çıkararak dalga hareketleri, jet akışları, hidrolik sıçramalar, eddy oluşumu ve sürüklenme kuvvetleri hakkında bilgiler vermiştir. Newton’un (1642-1727) yerçekimi kanununu bulmasından sonra yerçekimi ivmesi de hesaplara katılmıştır. Sürtünmesiz akışlarda en önemli gelişmeleri Daniel Bernoulli (1700-1782), Leonard Euler (1707-1783), Joseph-Louis Lagrange (1736- 1813) ve Pier Simon Laplace (1749-1827) yapmışlardır. Euler şimdi Bernoulli denklemi olarak bilinen bağıntıları ilk geliştirendir. Açık kanal akışları, boru akışları, dalgalar, türbinler ve gemi sürüklenme katsayıları üzerinde Antonie de Chezy (1718-1789), Henri Pitot (1695-1771), Wilhelm Eduard Weber (1804-1891), James Bicheno Françis (1815- 1892), Jean Louis Marie Poiseouille (1799-1869) yaptıkları deneysel çalışmalarla akışkanlar mekaniğinin geliştirilmesinde önemli katkılarda bulunmuşlardır. William Froude (1810-1879) ve oğlu Robert (1846-1924) modelleme kanunlarını geliştirmesinden sonra, lord rayleigh (1842-1919) boyut analizi tekniğini ve Osborne Reynolds (1842-1912) klasik boru deneyini (1883) geliştirerek akışkanlar mekaniğinde çok önemli olan boyutsuz sayıları bulmuşlardır. Henri Navier (1785-1836) ve George Stokes (1819-1903) Newtonian akışlara sürtünme terimlerini de ilave ederek, bütün akışları analiz etmede başarıyla uygulanan ve günümüzde Navier-Stokes denklemleri olarak bilinen momentum denklemlerini bulmuşlardır. Ludwig Prandtl (1875-1953) yüzeye yakın yerlerde sınır tabakanın (1904) etkili olduğunu onun dışında ise sürtünme kuvvetlerinin olmadığı durumlarda Bernoulli denkleminin uygulanabileceğini göstermiştir. aynı şekilde çok geniş teorik ve deneysel çalışmalar Thedo
re von Karman (1881-1963) ve Geofrey Taylor (1886-1975)’un yanında pek çok araştırmacı tarafından da yapılmış ve yapılmaktadır. Akışkanlar mekaniği çalışmaları; Antik Yunanistan'da Arşimet'in akışkanlar statiği araştırmalarına kadar gitmekle beraber, akışkanlar mekaniği üzerine ilk çalışma kabul edilen Arşimet Prensibi'ne kadar dayanan bir geçmişe sahiptir. Akışkanlar mekaniğindeki hızlı gelişme; Leonardo da Vinci (gözlem ve deneyler), Evangelista Torricelli (barometrenin icadı), Isaac Newton(viskozite araştırmaları) ve Blaise Pascal (hidrostatik araştırmaları ve Pascal yasası ile başlamıştır. Hidrodinamikteki matematiksel akışkan dinamiğine girmesi ile Daniel Bernoulli tarafından devam ettirilmiştir. Akışkanlar dinamiğinde herhangi bir akışı tarif etmek için çok çeşitli hesap yöntemleri kullanılmaktadır Öykü (anlam ayrımı) Mustafa Horasan Mustafa Horasan (d. 1965, Karacasu, Aydın) Türk ressam. İlk ve orta öğrenimini İzmir'de tamamlayan Mustafa Horasan, 1986 yılında Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Grafik Ana Sanat dalı, Özgün Baskıresim Bölümü’nden mezun oldu. Almanya, Fransa, Hollanda, İspanya, ABD ve İtalya’da sanatsal çalışmalar yapan sanatçı halen İstanbul’da kendi atölyesinde çalışmalarını sürdürmektedir. Maltepe Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak da çalışan sanatçının, yurtiçi ve yurtdışı özel koleksiyon ve müzelerde eserleri bulunmaktadır. Ayrıca sanatçının İstanbul Modern sürekli sergisinde bir eseri de yer almaktadır. Sanatçı, Mehmet Uygun, İrfan Önürmen,Temür Köran, Serdar Şencan, Alp Tamer Ulukılıç, Altan Çelem kuşağı figüratif resim sanatçılarından biri olarak anılır. İstanbul Sanat Fuarı, Kazım Taşkent Sanat Galerisi, Galerist gibi yerlerde birçok karma sergiye de katılmış olan Mustafa Horasan’ın kişisel sergilerinden bazıları şunlardır: Rodos Rodos (Yunanca: Ρόδος) Ege Denizi'nde ada, Oniki Adaların en büyüğü, Yunanistan'ın, Meis adası hesaba katılmazsa, en doğuda bulunan adası, adanın aynı adlı idari merkezi. Türkiye kıyılarının en yakın noktası olan Bozburun Yarımadası'ndan 18 km (11 mil) mesafededir. Adanın 2004 nüfusu 130.000 olup, bunun 55.000'i Rodos şehrinde yaşamaktadır. Rodos şehri Yunanistan'ın On İki Adalar (Δωδεκάνησα, "Dodekanisa") idari bölgesinin ve (Sömbeki, Herke, İleki ve Meis adalarını da içeren) Rodos ilinin ("nomos") merkezidir. Dünyanın yedi harikasından biri kabul edilen Rodos Heykeli (Kolossos) MÖ 280 yılında Dorlar tarafından Rodos liman girişinde inşa edilmiştir. Rodos şehrinin Tapınak Şövalyeleri tarafından inşa edilmiş kalesi ve Orta Çağ'dan kalma mahallesi UNESCO Dünya Mirası Listesi'ndedir. Adada ayrıca, Rodos Diagoras Uluslararası Havaalanı ile Rodos şehri arasında kalan kesimde toplanmış 3.500 nüfusluk bir Türk azınlık bulunmaktadır. İç kısımları ormanlıktır ve Türk çamı da denilen "Pinus brutia" ağaçları kızılçamlar ile kaplıdır. Adanın flora ve faunasının, genel olarak, Yunanistan'ın kalan kısımlarından ziyade Türkiye'nin batı sahillerini andırdığı kabul görmektedir. Adanın kuzey ucundaki Rodos dışındaki en önemli yerleşim, güneydoğu sahilindeki Lindos'tur. Rodos adası mızrak ucu benzeri biçimdedir. 79,7 km uzunluk ve 38 km genişlik ile toplam alanı yaklaşık 1.398 km² dir(540 mil kare).Deniz sahili yaklaşık 220 km dir. Rodos şehri adanın kuzey ucu sonundadır. Antik çağ sitesi ve modern ticaret limanını içerir. Ana havayolu kapısı "Diagoras International Airport"tur. Havalimanı Paradisi şehrinin 14 km güney batısındadır. Karayolu ağı şebekesi şehirden doğu ve batı sahilleri boyunca yayılır. Ada Rodos geyiğine anayurttur. "Petalus" yani "Kelebekler Vadisi"nde yazın çok sayıda kelebek toplanır. "Attaviros dağı" 1.215 metre irtifasıyla adanın en yüksek noktasıdır. Sahiller taş gibi katı iken ada ekilebilir topraklara sahiptir. Burada turunçgiller, şaraplık üzüm, sebzeler, zeytin ağaçları ve diğer mahsüller yetiştirilir. Rodos'un dışında ada küçük köyler ve dinlenme sahilleri ile noktalanır. Bunların içinde Faliraki, Lindos, Arçangelos, Afandu, Koskinu, Embona, Paradisi ve Tiranta sayılabilir. Turizm, adanın birincil gelir kaynağıdır. Adaya yerleşimi kayıtlı tarihi MÖ 2500 den önceki dönemlere dayanmaktadır. MÖ 16. yüzyılda Girit Uygarlığı adaya yerleşti. Ondan daha sonra Yunan Mitolojisi, yeni bir Rodos ırkı isimlendirdi, "Telchines". Rodos ve Danaus (Mitolojik bir karakter) ile ilişkilendiriliyordu. Bazen takma adı "Telchinis" ile adlandırıldı. M.Ö 15. yüzyılda "Achaeans" istila etti. MÖ 11. yüzyılda Dorianların gelmesiyle ada gözde olmaya başladı. Daha sonra adanın üç büyük şehri olan; Lindos, Lalyssos ve Kameiros Dorlar tarafından inşa edildi. İstanköy, Knidos ve Halikarnassos ile birlikte. Şair Pindar methiyesinde ""Ada, güneş tanrısı Helios ve Rodos perisinin birliğinde doğdu ve şehir onların üç oğlu için isimlendirildi" "der. "Roda" adanın doğal çiçekli bitkisi pembe "Hibiscus"dur. Pers istilasının adayı kaplamasının ardından MÖ 478'de Perslerin Atina güçleri tarafından yenilmesi ile Rodos adası şehirleri Atina Birliği'ne (Atina tarafından yönetilen, MÖ 5. yüzyıldaki Yunan şehir devletleri birliği) bağlandı. MÖ 431 yılında "Pelepones Savaşı" çemberi yardığında Rodos geniş bir şekilde tarafsız kalıyordu. Birliğe bağlı olmasına rağmen savaş 404 yılına kadar sürdü. Fakat Rodos bu zamanda çatışmadan tamamen geri çekildi ve kendi yoluna devam etmeye karar verdi. MÖ 408 yılında şehir devletleri bir ülke oluşturdular ve yeni Rodos'u yeni başşehir olarak adanın en kuzey ucunda inşa ettiler. Onların düzenli planı Atinalı mimar "Hippodamus" tarafından gözden geçiriliyordu. Mamafih Pelepones savaşları tüm Yunan kültürünü zayıflatmıştı ve istilaya açık tutuyordu. MÖ 357 yılında ada Karyalılar tarafından kral "Mausolus tarafından" fethedildi. Daha sonra da MÖ 340'ta Persler'in eline geçti. Fakat onların dönemi kısa oldu, bu şehir halkı için rahatlatıcı bir durum oldu. Rodos MÖ 332'de "Makedonyalı Alexander III" ün Persleri yenmesinden sonra büyüyen bu imparatorluğun bir parçası haline geldi. Alexander ın ölümünü takiben onun generalleri krallığı kontrol etme çekişmesine girdiler. Onların üçü "Ptolemy", "Seleucus" ve "Antigonus" krallığı kendi aralarında bölmeyi başardılar. Rodos, "Ptolemies" ile ticari ve kültürel bağlarını İskenderiye ile kuvvetlendiriyordu.Ve baraberce şekillendirdikleri Rodos-Mısır birliği Akdeniz'nde ticareti boydan boya kontrol ediyordu. MÖ 3. yüzyılda şehir denizcilik, ticaret ve kültür merkeziyle gelişti ve şehrin parası Akdeniz'in her tarafında dolaşımda idi. Rodos'un meşhur felsefe okulu bilim, edebiyat ve hitabeti İskenderiye'li üstadları ile paylaşıyordu. Tanınmış isimler Rodos'ta bir okul kuran Atinalı hitabet "Aeschines", "Apollonius of Rhodes" (MÖ 3. yüzyıl-MÖ 246, epik şair, bilim adamı ve İskenderiye kütüphanesi direktörü),astronom "Hipparchus" ve "Geminus" ve hitabetçi "Dionysios" Trax. Heykel okulu zenginlik, dramatik stilde gelişti. Ve bu "Hellenistic Baraque" Hellenistik Barok tarzı olarak karakterize edilebilir. 1309'da Bizans çağı, adanın Hospitalier Şövalyeleri (1080 yılında Kudüs'de kurulan ve Saint John Kudüs, Rodos ve Malta tarikatı, Malta şövalyeleri, Rodos şövalyeleri ve Malta silahşörlerini içeren bir organizasyon) tarafından zapt edilmesiyle son buldu. Yeni ismiyle "Rodos Şövalyeleri" yönetimi altında şehir ortaçağ Avrupa ideal modeline göre yeniden inşa edildi. Şehrin meşhur anıtlarının çoğunu "Palace of the Grand Master" Büyük Üstatların Sarayı içerir. Bu dönemde yapılmıştır. Şövalyelerin inşa ettiği bu kuvvetli duvarlar 1444 deki Mısır Sultanı ataklarına ve II. Mehmed'in 1480 deki ataklarına karşı koyup ayakta kaldılar. Son olarak Rodos Kanuni Sultan Süleyman'ın 29 Aralık 1522 deki geniş ordusuna karşı yenik düştü. Kalan birkaç şövalyeye Sicilya Krallığı'nda istirahat etmelerine izin verildi. Şövalyeler daha sonra onların operasyon merkezi Malta'ya hareket edeceklerdi. Ada yaklaşık 400 yıl Osmanlı İmparatorluğu mülkiyetinde kalmıştır. 1912'de Trablusgarp Savaşı sırasında Rodos İtalya tarafından işgal edildi. Rodos, Onikiada'nın diğer adalarıyla birlikte, İtalya'nın 1947'de Paris Antlaşması'nı imzalamasıyla beraber Yunanistan'a katıldı. Adada bulunan Türk azınlık 1923'teki Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi sırasında İtalya topraklarında sayıldıkları için mübadeleden kurtuldular. Bu nedenle günümüzde Rodos'ta küçük bir Türk azınlığı bulunmaktadır. Ege’nin güneyinde, Muğla ili sınırları içerisinde yer alan turistik bölgemiz Fethiye‘den Rodos Adası‘na yıl boyunca düzenli olarak feribot seferleri yapılmaktadır. Doğal bir liman olma özelliği sayesinde yatçılık ve deniz taşımacılı konusunda gelişmiş bir yer olan Marmaris, On iki Yunan Adaları’nın en büyüğü olan Rodos‘a açılan tatil kapısı olmayı başarmıştır. Marmaris’ten Rodos’a düzenli olarak feribot seferleri düzenlenmektedir. Olimpos Olimpos ya da Olympus aşağıdaki anlamlara gelebilir: Antik çağda toplam 19 dağ Olimpos ismini taşımıştır (eski Yunanca'da ve bağlı kaynaklarda Olympos, Latince'de ve bağlı kaynaklarda Olympus). Bunlardan bazıları, Bu tarihi isimden esinlenerek, ABD'de iki dağa ve Mars'ta bir dağa aynı isim verilmiştir. Olympos Yunanca bir kelime olmadığına dair varsayımlar da bulunmaktadır. Bu adın kaynağı ve anlamı tam anlamıyla bilinmese de eski Anadolu dillerinden geldiği ve çoğunlukla "yüksek dağ" anlamını taşıdığı anlaşılmaktadır.Gökyüzündeki bulutlara kadar doruğu uzanan ve tanrıların yerleşim edindiği inancı Sümerlerden Yunan'a girmiştir. Yunan mitolojisi Yunan mitolojisi, Antik Yunan'da dünyanın yaratılışı, tanrı, tanrıça ve kahramanların hayatı hakkındaki söylence ve öğretileri içermekle kalmayıp aynı zamanda Eski Yunan dininin gövdesini oluşturmaktadır. Günümüzde, bu mitoloji hakkındaki bilgilerimizi bu sözlü edebiyatın yazılı hallerinden alıyoruz. Tarihçiler, mitoloji hakkında daha ayrıntılı bilgi almak için de bazen zamanın sanatındaki ip uçlarını bile toplar. Genel olarak Yunan mitolojisi Yakın Doğu ve birçok Avrupa mitolojisini etkilemiş
tir. Yunan Tanrılarının her biri Romalılar tarafından kabul görmüş ve farklı isimler kullanılmıştır. Roma mitolojisi neredeyse tamamen Yunan mitolojisini baz almıştır. Yunan mitolojisindeki efsanelerde çoğu eski Yunan tanrıları insan şeklindedir. Yunan tanrılarının yaratılış hikâyeleri seçilmiş 12 tanrı (ki bu 12 tanrı, 4 kadın ve 8 erkekten oluşur) Olimpos Dağı'nda otururlar, her şey Olymposlu Tanrılarla Titanların savaşlarıyla başlar ve Olymposluların zaferiyle son bulur. Savaştan sonra Titanlar cezalandırılır. Gaia, Khaos (Khaos zaten Titanlar tarafından yok edilmişti.), Phoebe ve Kronos (bkz.: Titan) gibi Titanlar Tartarus'a gönderilir (Tartoros bir titan fakat Tartarus sonsuzluğa kadar giden bir yeraltı yeridir.). Tartarus'ta sonsuza kadar süren bir cezaya Olimpos Tanrıları tarafından bırakılır. Yerküreyi taşımak ile cezalandırılan Atlas gibi, bununla birlikte Titanlardan Olimposluların yanına geçen Titan tanrılarıda vardır Prometheus gibi,Yunan Tanrıları dünyayı Olympos Dağının tepesindeki bulutların üzerinden idare ederler. Toplamda 12 Tanrı bulunur. Bu 12 sayısı hiç bozulmaz, bir tanrı eklenirse bir başkası bu listeden çıkar. Örneğin Dionysos pantheona dahil olduğunda Hestia Olimpos'tan ayrılmıştır. Şimşeklerin efendisi Zeus nice savaşlar vererek yönetimi babası Kronos ve onun yardakçıları titanların elinden almış, 3 erkek kardeşiyle dünyayı bölüşmüştür. Çekilen kuraya göre gökyüzü Zeus'a, denizler Poseidon'a, yeraltı da Hades'e düşer. Herkes görev dağılımından sonra Olimpos'a çıkar ve dünyayı yönetmeye başlarlar. Mitolojik anlatım, Yunan edebiyatının neredeyse her türünde önemli bir rol oynamaktadır. Yunan antik çağından kalma tek genel mitoloji el kitabı Bibliotheca'dır. Atinalı Apollodorus MÖ 180-125 arasında yaşamış ve bu konuların çoğunda yazmıştır Bu eser, şairlerin çelişkili masallarını uzlaştırmaya çalışır ve geleneksel Yunan mitolojisinin ve kahraman efsanelerinin kapsamlı bir özetini sunar. Yazıları mitolojinin temelini oluşturuyor olsa da, ölümünden sonra gerçekleşen olaylar dolayısıyla Bibliotheca tartışılmaktadır. En eski edebi kaynaklar arasında Homeros'un iki destansı şiiri İlyada ve Odysseia bulunur. Geleneksel adına rağmen, "Homerik İlahiler"'in Homeros ile doğrudan bağlantısı yoktur. Bunlar Lirik çağının önceki bölümlerinden gelen koro ilahileridir. Hesiodos, Theogonia adlı eserinde, dünyanın yaratılışıyla uğraşan en eski Yunan mitlerinin en kapsamlı açıklamasını yapar; Tanrıların, Titanlar'ın ve devlerin kökeni; Aynı zamanda soykütüklerini, hikâyeleri ve etiolojik mitleri ayrıntılı bir şekilde anlatır. Hesiodos'un İşler ve Günleri, tarım hayatı hakkında öğretici bir şiir olmasının yanında, Prometheus, Pandora ve Soylar efsanelerini de içerir. Lirik şairler genellikle konularını mitlerden aldılar, ancak gelişimleri kademeli olarak daha az anlatılı ve daha imalı hale gelmiştir.Pindar, Bacchylides ve Simonides gibi Yunan lirik şairleri ve Theocritus ve Bion gibi pastoral şairler, bireysel mitolojik olaylarla ilgilidir. Buna ek olarak, mitoloji klasik Atinalı dramanın merkeziydi. Tragedya oyun yazarları, Aeschylus, Soophocles ve Euripides, eserlerinin çoğunu kahramanların ve Truva Savaşı'nın efsanelerinden aldı. Büyük tragedya öykülerin birçoğu, (Agamemnon ve çocukları, Oedipus, Medea, vb.) bu oyunlar ile klasik halini aldı. Komedya oyun yazarı Aristophanes, Kuşlar ve Kurbağalar'da efsaneleri kullandı. Tarihçiler Herodot ve Diodorus Siculus ve coğrafyacılar Pausanias ve Strabo, Yunan dünyasında dolaşıp ve duydukları hikâyeleri kayıt ederek, birçok yerel mitoloji ve efsaneleri genellikle az bilinen alternatif versiyonlar vererek sundu. Özellikle Herodot, çeşitli gelenekleri araştırdı ve Yunanistan ile doğu arasındaki çatışmalarda tarihi ya da mitolojik kökenleri buldu. Herodot, kökeni ve farklı kültürel kavramların harmanlanmasını bağdaştırmaya çalıştı. Helenistik ve Roma çağlarının şiirleri öncelikle kült egzersizinden ziyade edebi bir besteden oluşur. Bununla birlikte, birçok önemli detayları içerir. Bu kategori aşağıdakilerin yazarları kapsamaktadır. Aynı dönemlerden, mitolojilere atıfta bulunan yazarların arasında Apuleius, Petronius, Lollianus ve Heliodorus bulunmaktadır. Son olarak, Bizans Yunan yazarlarının birçoğu, daha önce kaybedilen Yunan eserlerinden türetilen, efsanenin önemli ayrıntılarını sunar. Arnobius, Hesychius, John Tzetzes ve Eustathius bu yazarlara örnektir. Genellikle mitolojiyi Hristiyan ahlakından bakan bakış açısıyla ele alırlar. 19. yüzyılda Alman amatör arkeolog Heinrich Schliemann tarafından keşfedilen Miken uygarlığı ve yirminci yüzyılda İngiliz arkeolog Sir Arthur Evans tarafından Girit'te keşfedilen Minoan uygarlığı, Homeros'un destanları hakkında mevcut birçok soruyu açıklamaya yardımcı oldu ve tanrı ve kahramanlar hakkında birçok mitolojik ayrıntı için arkeolojik kanıt sağladı. MÖ sekizinci yüzyılın çanak çömlekleri üzerindeki geometrik desenler, Truva döngüsünün sahnelerini ve Herakles'in maceralarını tasvir ediyor. Mitlerin bu görsel temsilleri iki nedenden dolayı önemlidir.İlk olarak, pek çok Yunan efsanesi, edebi kaynaklardan önce vazoların üzerine işlenmiştir. İkincisi, görsel kaynaklar bazen varolan edebi kaynaklarda tasdik edilmemiş mitler ya da efsanevi sahneleri temsil eder. Bazı durumlarda, geometrik sanatta bir efsanenin ilk bilinen temsili, geç arkaik şiirde ilk bilinen temsilinden birkaç yüzyıl öncesine dayalıdır.Arkaik dönem (MÖ 750-50), Klasik (MÖ 480-323) ve Helenistik (MÖ 323-146) dönemlerinde, Homerik ve diğer çeşitli mitolojik sahneler belirir ve mevcut edebi kanıtları tamamlar. Yunan mitolojisine göre başlangıçta Khaos vardı. Yunanca anlamı açık ya da boşluk olan Khaos,Hesiodos'a göre sonsuz bir boşluk. Bu boşluktan ilkin Gaia doğar, sonrasıda Ölüler Ülkesi'nin en derin yeri Tartaraos; daha sonra Eros (bazı kaynaklara göre Afrodit'in oğlu); sonra yeraltı karanlığını simgeleyen Erebos ve yeryüzü karanlığını simgeleyen Nyks("Gece") doğar. Hesiodos'un Thegonia'sında şöyle anlatır Khaos ve sonrasında olanları. Düzensiz boşluktan çıktıktan sonra Gaia bir başına Uranos ("Gök") ve Pontos'u ("Deniz") doğurur, dağları yaratır. Ardından, oğulları Uranos ve Pontos ile birleşir ve yaratılan evreni tanrısal varlıklar ile doldurur. İlkin Uranos ile birleşir. Bu birleşmeden altı erkek: Okeanos, Koios, Krios, Hyperion, İapetos, Kronos altı dişi: Theia, Rhea, Themis, Phoebe, Tethys ve Mnemosyne olmak üzeri on iki tane titan, Türkçeye "tepegöz" olarak çevrilen ve tanrılara benzeyen üç Kyklop: Brontes ("Gök gürültüsü"), Steropes ("Şimşek"), Arges ("Yıldırım") ve yüz kollu olarak anılan Hekatonkheirler: Kottos, Briareus, Gyes doğdu. Annesi Gaia ile Pontos'un birleşiminden deniz tanrıları ve tanrıçaları oluşur. Nereus,Phorkys,Thaumas, Toprak Ana ve Deniz'in üç oğlu, Eurybia ve Keto iki kızıdır. Yazar Özhan Öztürk'e göre Yunan dini, gökyüzü, şimşek, nehir, deniz, ateş, rüzgâr gibi tabiat elementlerinin ilahi nitelikler kazandırıldığı, tanrıların sevgisi dualarla kazanmaya, öfkesini ise kurbanlarla yatıştırmaya çalışan bir tabiat dini olup, Yunan söylencelerinin çok azı tarihsel döneme dayanmakta büyük çoğunluğu Yunan uygarlığının köklerine dek inmektedir. MÖ 8. yüzyılda yazıya geçirilmeye başlanan bu kadim söylenceler kamu hayatını derinden etkilemiş, MÖ 5. yüzyıla gelindiğinde tüm festivallerde epik destanların anlatılması gelenek haline dönüşmüştür. Titanların devrilmesi ile Olymposlu tanrıların başa geçmesinden sonra, farklı bir düzen oluşur. Yeni tanrı ve tanrıçalar tayin edilir.Olymposlu on iki büyük tanrı Olimpos Dağı'nda Zeusun gözetimi altında ikâmet eder.Olymposlu tanrıların yanı sıra Yunanlar farklı kırsal tanrılara da inanırdı. Antik Yunan mitolojisinde tanrılar olağanüstü yeteneklere sahip, hastalıktan etkilenmeyen, sadece bazen olağandışı durumlarda yaralanan, ölümsüz ve ölümsüz olma özelliklerinin yanında nektar ve ambrosia ile beslendikleri için solmayan gençliğe sahiptir. Çoğu tanrı hayatın belirli yönleriyle ilişkilidir. Örneğin Aphrodite, aşk ve güzellik tanrıçası, Ares, savaş tanrısı, Hades, yeraltı dünyasının hükümdarı, Athena, bilgelik ve savaş tanrıçası, Poseidon, denizin mutlak sahibidir. Bir söylenceye göre başlangıçtan beridir insanlardan yana olan Prometheus insanın yapıcısıdır.Efsaneye göre Prometheus kil ve sudan yaptığı çamurdan bedene hayat soluğunu üfler. Bir başka söylenceye göre ise insana ilk hayatı ve ruhu veren Athena'dır. İlk insan soyu Kronos'un egemen olduğu zamanda olur. Altın soy: Kronos döneminde yaşayan ilk soy olan altın soy. Tanrılara denk, kaygıdan uzak, rahat içinde ve kedersizdir. Dünyada mevsim hep bahardır ve bütün nimetleri onlarındır. Toprak nimet saçar, bitkiler kendiliğinden büyürdü. Uykuya dalar gibi ölüyorlardı. Ölüp toprağa karıştıkları vakit, Zeus'un emriyle, iyi birer cin olurlar. Gümüş soy: Zeus, Kronos'u egemenliğinden edince tanrılar, gümüş soyu yarattı. Coşkuları ölçütsüz olan ve tanrılara saygı duymayan gümüş soyu Zeus gömer toprağa ve yeraltı cinleri olurlar. Tunç soyu: Üçüncü bir kuşak yaratır Zeus. Bunlar ötekilere hiç benzemez. Güçlü kuvvetlidirler, yürekleri taş gibidir ve sürekli savaşmaktır işleri, birbirlerini öldürmek. Yok olup giderler sonunda Hades'in karanlığına. Kahramanlar soyu: Yarı tanrı kahramanlarının soyudur dördüncüsü. İnsanlığın adını yücelten, daha bereketli ve daha becerekli olan bu soyda çetin savaşlarla yok olup giderler. ("Bu soyu Homeros destanlarında sözü geçtği için eklemiştir.")" Demir soyu: Hepsinden daha beter olur demir soyluların sonu. Hristiyanlığın yaygın kabulü mitlerin popülerliğini azaltmadı. Rönesans sırasında klasik dönem baştan keşfedildiğinde Ovidius'un şiirleri şairler, tiyatro yazarları ve ressamlar üzerinde büyük etkiye sahip oldu. Rönesans'ın erken dönemlerinden itibaren, Leonardo da Vinci, Michelangelo ve Rafael gibi ressamlar geleneksel Hristiyan temalarının yanında Yunan mitolojisine dair temalar da işledi. Latince yazın ve Ovidius'un eserleri aracılığıyla Yunan mitolojisi İtalya'da ortaçağ ve Rönesans döneminde Pet
rarca, Boccaccio ve Dante gibi şairleri etkiledi. Kuzey Avrupa'da Yunan mitolojisi görsel sanatlarda aynı derecede bir etkiye sahip olmasa da edebiyata olan etkisi açıktır. Chaucer'dan başlayarak, Milton, Shakespeare ve daha yakın zamanda Robert Bridges'ın aralarında olduğu İngiliz yazarların imgeleminde Yunan mitolojisi yer tuttu. Fransa'da Racine, Almanya'da Goethe Yunan tiyatrosunu ve bu süreçte Yunan mitolojisini uyarladı. 18. yüzyıl aydınlanmasında Yunan mitolojisine karşı Avrupa çapında bir tepki doğsa da mitoloji tiyatro yazarları için önemli bir esin kaynağı olmaya devam etti. Bunun örnekleri arasında Handel ve Mozart'ın operaları için yazılan librettolar vardır. 18. yüzyılın sonlarına doğru romantizm mitoloji de dahil Antik Yunanistan'ın tüm mirası üzerine yeni bir heves getirdi. Britanya'da Yunan tragedyalarının ve Homeros'un yeni çevirileri Tennyson, Keats, Byron, Shelley gibi şairlere, Leighton, Lawrence Alma-Tadema gibi ressamlara ilham kaynağı oldu. Christoph Gluck, Richard Strauss, Jacques Offenbach gibi sanatçılar Yunan mitolojisinin temalarına besteler yaptı. Thomas Bulfinch ve Nathaniel Hawthorne gibi 19. yüzyıl Amerikan yazarları klasik dönem mitleri anlaşılmadan İngiliz ve Amerikan edebiyatının anlaşılamayacağı görüşündeydi. Daha yakın zamanlarda klasik temalar Fransız tiyatrosunda Jean Anouilh, Jean Cocteau ve Jean Giraudoux, ABD tiyatrosunda Eugene O'Neill ve İngiliz tiyatrosunda T. S. Eliot tarafından yeniden yorumlanmıştır. Nesirde benzer bir yeniden yorumlama James Joyce ve André Gide tarafından gerçekleştirilmiştir. Ekho Ekho, Yunan Mitolojisi'nde bir Nemf. Hakkındaki hikâyeler, rivayetler çeşitlilik göstermektedir. Bunlardan bazıları şunlardır: Yüzme (spor) Yüzme sporu, uluslararası standartlarda boyutu olan (50 metre, 8 kulvar) havuzlarda bedenin kulaç ve ayak hareketlerinden başka bir yardım almadan, her yarışmacının kendi kulvarında, serbest, sırtüstü, kelebek ve kurbağa stillerinin her birinde veya dördü birden karışık olarak, 50, 100, 200, 400, 800, 1500 metrelerde bireysel veya ekip olarak yaptıkları yarışmaya denir. Odd Nerdrum Odd Nerdrum (8 Nisan 1944, Helsingborg, İsveç), Norveçli figüratif ressam. Rembrandt ve Edvard Munch ekolünün özgün bir takipçisidir. Eserleri genellikle zamandışı ve mekansızlık duygusu uyandırır, kahramanları çoğunlukla sıradışıdır. Hermafroditler, ölüler, dev ikizler, sakatlar ve dramatik sahnelerle kurgulanmış klasik resim tarzında çalışmalar. Çok sayıda otoportre tablo yapmıştır. Saldırgan ve umursamaz içeriklerine karşın, teknik olarak kusursuz eserlerdir bu otoportreler. 20. yüzyılın önemli ressamlarından biri olarak, yaygın bir üne sahiptir. Bilinçli biçimde kitsch yaparak, sanatın herkesce anlaşılmasını amaçlamış, elitist anlayışa karşı çıkmıştır. "Kitsch yaşama hizmet eder" demiştir. Kral Arthur Kral Arthur, Britanya mitolojisindeki efsanevi Camelot kralı. Hikâyeleri, 5. yüzyıl sonları ya da 6. yüzyıl başları Britanya'sında geçen Arthur, Britanyalılar için savaşta ve barışta ideal kralın simgesi olmuştur. Arthur'un, Sakson istilacılara karşı Kelt asıllı Britonların koruyucusu olduğuna inanılır. Arthur adına ilk kez, 6. yüzyıla tarihlenen, erken dönem Kelt halk şiirlerinde rastlanılmıştır. Kral Arthur hakkındaki ilk öykülere ise Ortaçağ'da yazılmış romanslarda rastlanır. 9. yüzyıl civarına tarihlenen ve birkaç farklı derlemesi olan Galli rahip Nennius'un "Historia Brittonum" ("Britonlar Tarihi")'nde kral olarak değil, tek eli ile 960 kişiyi öldüren bir komutan olarak geçer. Arthur efsanesi ile ilgili en önemli kaynak Monmouthlu Geoffrey'in 1136 yılında yazdığı "Historia Regum Britanniae" ("Britanya Kralları Tarihi")dir Kral Arthur'un gerçekten Britanya Kralı olup olmadıysa bilinmemektedir. Kimi tarihçiler buna candan inanırken kimileri ise onu bir asilzade ve dönemin güçlü bir komutanı olarak sayar. Taştan sökerek aldığı kılıcı Ekskalibur, büyücüsü Merlin ve meşhur Yuvarlak Masa Şövalyeleri, aslında daha çok Arthur'u konu alan edebiyatçıların ürünleridir. Kral Arthur'un mezarının Avalon'da olduğu iddia edilmektedir. Aslında bütün hikâye bu sözle ve efsanevi kılıcı daha 15 yaşındayken taştan çıkarmasıyla başlar. Çocuk Arthur’un ailesinden olan (aslında evlatlık) Ector babası, Kay kardeşi idi ancak kılıcı çıkarsa bile İngiltere kralı olamayacağı çünkü ailesinin soylu bir aileden gelmediği öne sürülmüştü. Bunun üzerine Ector onu evlatlık edindiğini söylemek zorunda kalmıştır. O sıraların en büyük kahini (Druid’i) olan Merlin bu evlatlık olayını onayladı ve Merlin’in de yardımıyla Arthur tahta çıktı. Gerçekte ise babası Britanya Kralı Uther Pendragon, annesi ise Cornwal Düşesi Igraine idi. Tamamen kralın soyundan geliyordu. Arthur kral olduktan sonraki dönemler ise çok daha karanlıktır. Genel inanışa göre topraklarını genişletmiş ve halka kendini zamanla sevdirmiştir. Margawse evlendi, İrlanda seferinden sonra ancak evlilikleri tanrıları çok kızdırdı ve ikisini lanetlediler. Arthur’un bilmediği şey Margawse’nin aslında öz kardeşi olduğudur ve Merlin’in bununla ilgili de bir sözü vardır: “Bu birleşmeden doğacak çocuk sana elleriyle ölümü getirecek.” Arthur doğacak bütün soylu çocukları bir gemide topladı ve denizaşırı ülkelere yollanmasını emretti, bunun üzerine yalnızca bir oğlu kurtuldu. Kıyılarda bir adam buldu onu ve adını Mondred yaptı. Daha sonraları yeni bir yasal varis arayışına giren Kral Arthur Sör Leodegrance’nin kızı Guinevere ile evlendi, bu da onu hem yuvarlak masa şövalyelerinin en büyük söz sahibi hem de imparatorluğa yeni bir veliaht verme imkanı doğurdu. Kral Arthur bu sıralarda büyük Roma İmparatorluğu’na bile kafa tutacak bir hale gelmişti, nitekim de zaferle sonuçlamıştı. Yanında ise sadık dostu Lancelot vardı ancak zamanla bu yakın dost ona ihanet edecek ve Guinevere ile Lancelot arasındaki yakınlaşma aşka dönüşecekti. Arthur’un ve şövalyelerin güvenini kaybeden Lancelot’un en büyük destekçisi Gawain de artık onun düşmanıydı. Çünkü Lancelot’un gözünü bürüyen bu lanetli aşk, kraliçesini kaçırmaya çalışırken Gawain’in kardeşlerini de öldürmesine yol açmıştı. Mondred, kraliçeye ve tüm imparatorluğa sahip olacağını ve Arthur’un artık yaşamadığını söyledi herkese. Bunun üzerine tekrar İngiltere’nin korunması için bir sefer birlik verildi ve eski dostlar tekrardan birleşti. Ancak Arthur ve Mondred çoktan savaşa başlamışlardı bile. Arthur’un, oğluna son kılıç darbesini vuracakken Mondred’den ölümcül bir darbe aldığı söylenir. Arthur sonunda son nefeslerini veriyordu. Son isteği olarak ölürken, yanındaki Bedivere’den Excalibur’u alıp göle atmasını istedi. Ancak bunu başaramadı. Kılıç göz kamaştırıcıydı ve bunu yapamadı, elleri titredi ancak 3. bir sefer denemesinde attı. Arthur artık ölmüştü, yuvarlak masa şövalyeleri dağılmıştı. Lancelot ise kralının kılıcının bekçisi olarak Excalibur’un taşının etrafına bir kilise yaptırıp o kilisede bir papaz olarak yaşadı, son nefesine kadar orayı korudu. Arthur'un kökeni hala bir tartışma konusudur. Kimileri Latin aile ismi olan Artorius'tan türediğini söylemektedirler (fakat muhtemelen Mesapik ya da Etrüsk kökenli). Diğerleri Galler dilinde "ayı" anlamına gelen "arth" ile "ur" un birleşmesiyle "ayı-adam" olduğunu söylemektedirler, gerçi bu teori sağlam değildir. Eski Galler dilindeki "Artgur" ve Orta/Modern Galler dilindeki "Arthur"'un kökü, "Arthur" değil, bir Briton ismi olan "Arto-uiros" olmalı (Galler şiirlerinde "Arthur" ismi hep "-ur" hecesiyle biten kelimelerle kafiye oluşturur, "-wr-" ile değil. Bu da gösterir ki ikinci element "[g]wr" "adam" olamaz). Belki de bunun, eski Latin Arthur mitolojisi yazılarında Arthur'un ismi "Arthur" ya da "Arturus" diye yazıldığı, hiçbir zaman "Artorius" diye yazılmadığıyla bir ilgisi vardır. Her halükarda bu, "Arthur" isminin kökeni hakkında bir şey açıklamış olmayabilir, Sembolü ve adının anlamı ayı olan Kelt tanrıçası "Artio" da Arthur'la bağlantılı sayılmıştır."Artorius" Galler dilinden alındığı zaman kendi kendine "Art(h)ur" olmuş olabilir; John Koch'un söylediğine göre bunun açıklaması, tarihî Artur'un şu anki Latin kaynakları (eğer Artorius denilseydi ve bir efsane olmasaydı) 6. yüzyıl'dan sonra yazılmış olması lazımdır.Başka bir ihtimal ise Arthur'un 5.yüzyılda yaşamış Britanya kralı Riothamus olmasıdır. Sabahattin Ali Sabahattin Ali (25 Şubat 1907, Eğridere - 2 Nisan 1948, Kırklareli), Türk yazar ve şair. Edebi kişiliğini toplumcu gerçekçi bir düzleme oturtarak yaşamındaki deneyimlerini okuyucusuna yansıttı ve kendisinden sonraki cumhuriyet dönemi Türk edebiyatını etkileyen bir figür hâline geldi. Daha çok öykü türünde eserler verse de romanlarıyla ön plana çıktı; romanlarında uzun tasvirlerle ele aldığı sevgi ve aşk temasını, zaman zaman siyasi tartışmalarına gönderme yapan anlatılarla zaman zaman da toplumsal aksaklıklara yönelttiği eleştirilerle destekledi. "Kuyucaklı Yusuf" (1937), "İçimizdeki Şeytan" (1940) ve "Kürk Mantolu Madonna" (1943) romanları Türkiye'deki edebiyat çevrelerinin takdirini toplayarak hem 20. yüzyılda hem de 21. yüzyılda etkisini sürdürdü. Eğridere'de doğan Sabahattin Ali, ilk hikâye ve şiir denemelerine Balıkesir'de başladıktan sonra İstanbul'daki edebiyat öğretmeni Ali Canip Yöntem'in desteğiyle ilk kez "Akbaba" ve "Çağlayan" dergilerinde şiirlerini yayımlattı. Anadolu'da kısa süre öğretmenlik yaptıktan sonra Türk devleti tarafından dil eğitimi için Almanya'ya gönderildi. Türkiye'ye döndüğünde Almanca öğretmeni olarak göreve başlasa da önce komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla bir süre tutuklandı, ardından ise Türk devlet yöneticilerini eleştirdiği iddiasıyla tekrar tutuklandı. Bu dönemde memurluktan ihraç edilince görevine geri dönebilmek için Atatürk hakkında bir şiir yazdı ve tekrar devlet kurumlarında görevlendirildi. Ayrıca kendisine yüklenen sosyalist algısını kırmak için de "Esirler" adlı bir oyun kaleme aldı. Hayatının son yıllarında Türk milliyetçileriyle yaşadığı tartışmalarla da öne çıktı, özellikle Türkçü-Turancı yazar Nihal Atsız ile yaşadığı gerilim gid
erek artarak Irkçılık-Turancılık davasının bir parçası oldu. Bu dönemde Aziz Nesin'le beraber çıkardığı "Markopaşa" dergisinde siyasileri eleştirmesi yüzünden çeşitli davalarla uğraşmak zorunda kaldı. Hakkındaki davaların aleyhinde seyrettiği bir dönemde Türkiye'den ayrılmak istedi ve Bulgaristan sınırını geçmek isterken kendisine kaçma girişiminde rehberlik eden Ali Ertekin tarafından milliyetçi gerekçelerle öldürüldü. Sabahattin Ali, Karadeniz kökenli bir aileye mensuptur. Büyükbabası Bahriye Alay Emini Oflu Salih Efendi'dir. Sabahattin Ali'nin Mehpare Taşduman'a yazdığı 24 Ağustos 1928 tarihli mektupta geçen "Babam İstanbul'un eski ve asil bir ailesinin çocuğu idi." cümlesi, büyükbabasının gençken veya çocukken İstanbul'a gelip yerleştiğini göstermektedir. Bazı kaynaklar ise Sabahattin Ali'nin büyükbabasının Yüzbaşı Mehmet Ali Bey olduğunu hatalı bir şekilde yazmaktadır. "İçimizdeki Şeytanlar" adlı eserinde Nihal Atsız, Sabahattin Ali'nin kendisine Oflu bir babanın çocuğu olduğunu söylediğini belirtti. Aliye Ali, Ramazan Korkmaz'ın kendisiyle yaptığı özel bir görüşmede, eşinin Karadeniz kökenli olduğunu fakat büyükbabasının sonradan İstanbul'a yerleştiğini söyledi. Yazarın babası Ali Selahattin Bey (1876-1926) Eğridere'de zabit olarak çalışırken kendisinden on altı yaş küçük olan Hüsniye Hanım'la tanıştı ve evlendi. Bu evlilikten Sabahattin (1907) ve Fikret (1911) adında iki çocuğu oldu. Ali Selahattin Bey I. Dünya Savaşı yıllarında "Divan-ı Harb Orfi Reisi" olarak Çanakkale'ye çağrıldı ve eşi ile çocuklarını alarak Çanakkale'ye gidip dört yıl kadar bir süre orada kaldı. Sabahattin Ali burada geçirdiği yıllardan zaman zaman mektup ve yazılarında bahsetti. Ali Selahattin Bey biriktirdiği para ile İzmir'e gelerek tiyatro veya gazino işleriyle uğraşmak istemekteydi. Belirli bir süre yolunda giden işleri, İzmir'in işgali ile sekteye uğradı. Daha sonra ise ailecek Edremit'e göç ederek Hüsniye Hanım'ın babasının yanına gittiler. 1920'ye gelindiğinde aileye Süheyla (Conkman) adında bir kız çocuğu katıldı. Süheyla aile içinde "Süha" olarak çağırılırdı. Sabahattin Ali 25 Şubat 1907 tarihinde Edirne Vilayeti'nin Gümülcine Sancağı'na bağlı Eğridere'de doğdu. Babası Ali Selahattin Bey, dönemin entelektüel kesiminden olan Tevfik Fikret ve Prens Sabahaddin'le olan dostluğundan dolayı çocuklarına bu kişilerin isimlerini vermeyi düşünmekteydi ve bu doğrultuda ilk oğluna Sabahattin, ikincisine ise Fikret ismini verdi. Sabahattin Ali yedi yaşına geldiğinde İstanbul'da Üsküdar'ın Doğancılar mahallesinde Füyûzâtı Osmâniye Mektebi'ne başladı. Aynı dönemde Ali Selahattin Bey'in Çanakkale'ye tayini çıktı ve ailecek oraya taşındılar. İlköğrenimine Çanakkale İptidai Mektebi'nde devam ederken seferberlik ilan edildi ve okul öğretmensiz kalınca kapandı. Daha sonraları Ali Selahattin Bey'in de çabalarıyla okul tekrar açıldı. Sabahattin Ali'nin annesi on altı yaşında evlendi ve ruhsal sorunlarından ötürü defalarca intihara kalkıştı. Yazarın Edremit'ten çocukluk arkadaşı olan Ali Demirel, anne Hüsniye Hanım'ın çok sinirli bir insan olduğunu ve diğer oğlu olan Fikret'e daha fazla yakınlık gösterdiğini söyledi. Ayrıca bir hatırasında Edremit'teki İptidai Mektebi'nde okurken (1918-1921) yazarın dış çevreye kapalı bir görünüm verdiğini belirterek o günlerde Sabahattin Ali'nin arkadaş ortamlarında oynanan oyunlara katılmadığını, kendi halinde takılmayı tercih ettiğini, ya eve gidip kitap okuduğunu ya da resim çizdiğini söyledi. Buna karşın Sabahattin Ali, Ünsal Akpak'a göre Edremit İptadi Mektebi'nde sınıfının başarılı öğrencilerinden biri oldu; Gümülcine'den babasının arkadaşı Mehmet Şah Bey'in özel ilgisi ile okumaya daha fazla özendi ve kesintilere rağmen başarılı bir öğrencilik dönemi geçirdi. Yazar 1921 yılında Edremit İptidai Mektebi'ni bitirdikten sonra İstanbul'daki büyük dayısının yanına gitti ve burada bir yıl kaldı. Ardından Balıkesir'e dönerek 1922-1923 ders yılının başında Balıkesir Muallim Mektebi'ne kaydoldu. Burada şiir ve hikaye deneyimlerini geliştirmeye başlayarak okulun ikinci yılında gazete ve dergilere yazılar gönderdi. Ayrıca arkadaşlarıyla birlikte bir okul gazetesi çıkardı. Bu okulda geçirdiği süre içerisinde günlük tutmaya başladı, tiyatro ve sinemaya daha fazla gitti ve bunların sonucunda sanata olan ilgisi arttı. Sanata ve serbest bir yaşama daha fazla özenen Sabahattin Ali, okulun disiplinli ortamından sıkılıp fırsat buldukça kaçarak sinema ve tiyatroya gitmeye başladı. Bunun farkına varan okul müdürü ise kendisini ailesinin yanına göndermekle tehdit etti. Sonrasında Sabahattin Ali intihar etmeye kalkıştı. Kendisinin blöf olarak nitelendirdiği bu intihar girişimi, arkadaşı ve öğretmenleri sayesinde engellendi. Ardından okul müdürünün de desteğiyle İstanbul'a naklini aldırdı. Bu dönemlerde edebiyat öğretmeni olan Ali Canip Yöntem'in desteğiyle, "Çağlayan" ve "Akbaba" gibi dergilere şiir ve hikâyeler gönderdi. Belirli bir süre düzenli bir hayat sürdürürken annesinin sağlık sorunları arttı. 21 Ağustos 1927 tarihinde öğretmenlik diplomasını aldı. Sabahattin Ali öğretmenlik diplomasını aldıktan sonra Ankara'da bir hastanede baştabip yardımcısı olarak görevini sürdüren dayısı Rıfat Ali Ertüzün'ün yanına gitti. Dayısının Yozgat Devlet Hastanesi'nde başhekimlik görevi için tayini çıkınca, yeğenini yanına almak isteyen Ertüzün, dönemin mebuslarından Cevat Dursunoğlu ile görüştü ve yeğeninin Yozgat Merkez Cumhuriyet İlkokulu'na öğretmen olarak atanmasını sağladı. Sonrasında ailecek Yozgat'a gittiler. Burada yazarın çevresi, dayısının da etkisiyle gelişti. Fakat burada kendi söylemiyle yazdığı şiirleri ve hikâyeleri okuyacak, kendisini anlayacak kişiler bulmakta zorlanmaktaydı. Buradaki durumunu İstanbul'daki yakın arkadaşı olan Nahit Hanım'a yazdığı 24 Kasım 1927 tarihli mektupta sitemli bir şekilde anlatmaktaydı ve yalnızlığından şikâyet etmekteydi. Nahit Hanım, öğretmenlik stajında tanıştığı Sabahattin Ali'nin sevdiği kişilerden biridir. Önce dostluk havasında yürüyen arkadaşlıkları zamanla tek taraflı bir aşka dönüştü. Yozgat'ta yazdığı şiirlerin ana temasında Nahit Hanım'a duyduğu sevgi vardır. "Servet-i Fünun" dergisinin 2 Şubat 1928 tarihli sayısında yayınlanan "Bir Macera" adlı şiiri Nahit Hanım'a ithaf edilmiştir. Yazar, karşılık görmeyen aşkını "Ne Kazandık" (1927), "Kalbimde Aşkınız" (1927), "Ebedi" (1928), "Yat ve Uyu" (1928), "Bütün İnsanlara" (1928), "Firar" (1928) ve "Kudurmak" (1928) adlı şiirlerinde işledi. Yazar, Yozgat'ta geçirdiği bir yıllık süreden sonra İstanbul'a dönmek istedi. Dayısı Rıfat Ali Ertüzün de Ankara'da özel bir hastane açarak oradan ayrıldı. İstanbul'a tatile giderken Ankara Mili Eğitim Bakanlığından tanıdığı kişilere uğradı ve onlara şaka ile karışık bir şekilde Yozgat'tan ayrılmak istediğini ve geri dönmesi halinde alacaklılarının kendisini öldürme ihtimalinden bahsetti. Yetkililer ise kendisinin genç bir öğretmen olmasına dikkat çekerek onu Avrupa'ya gitmeye teşvik ettiler. Nitekim, yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti tarafından 1928 yılı Kasım ayında Almanya'ya eğitim amacıyla gönderildi. Sabahattin Ali, on beş gün Berlin'de kaldıktan sonra Potsdam'a yerleşti. İlk olarak dil öğrenmek için yaşlı bir kadının evine pansiyoner olarak girdi. Daha sonra Almancasını güçlendirmek için özel bir kurum olan Deutsches Institut Auslander'ın kurslarına başladı. Ayrıca I. Dünya Savaşı'nda Türkiye'de bulunan ve biraz Türkçe bilen eski bir subaydan dersler aldı. Yazar burada Almanya'ya giden ekipten olan Melahat Togar'la da görüşmekteydi. Melahat Togar "Arkadaşım Sabahattin Ali" yazısında yazarın Almancayı tam öğrenmeden Almanca üzerinden Rus yazarlarını okuduğunu belirtti. Sabahattin Ali bu yönü sayesinde İvan Turgenyev, Maksim Gorki, Edgar Allan Poe, Guy de Maupassant, Heinrich von Kleist, ETA Hofmann ve Thomas Mann gibi isimleri tanıdı ve onların eserlerinden ilham aldı. Potsdam'da kaldığı süre içerisinde İstanbul'u ve karşılıksız kalan aşkını özlemekteydi. 1 Ocak 1929 tarihinde Nahit Hanım'a yılbaşı hediyesi olarak yazdığı şiirleri gönderdiyse de cevap alamadı. Postdam'daki dil kurusunu bitirdikten sonra Berlin'de yatılı bir okula yerleşti. Almanya'ya altı veya yedi yıl kalmak için gönderildiğini düşündüyse de aslında bu süre dört yıl olarak planlanmıştı. Buna karşın yazar ikinci yılını tamamlayamadan Türkiye'ye geri döndü. Geri dönüşü hakkında farklı iddialar mevcuttur. Bu iddialar Sabahattin Ali'nin Nihal Atsız'a anlattığına göre; "Bu parazit Türkleri buradan atmalı!" diyen Alman öğrenciyi dövmüş olduğu veya Alman öğrencilere komünizm propagandası yaptığı şeklindedir. İkinci iddia yazarın Almanya dönüşü Nihal Atsız'la görüşmesi, Türk Ocakları'nı ziyaret etmesi ve "Atsız Mecmua"da hikâye ve şiirler yayımlatmış olmasından dolayı zayıf bir ihtimal dahilindedir. Ayrıca yazarın bazı yorumlarında Almanları sevmediği ve onları domuz değerinde gördüğü ifade edilmektedir. Sabahattin Ali'nin Almanya'dan dönüşü 1930 yılının Mart ayı ortalarına denk gelmektedir. Döndükten sonra İstanbul Yüksek Muallim Mektebi'nde yatılı okumakta olan Nihal Atsız, Pertev Naili Boratav, Orhan Şaik Gökyay, ve Nihad Sâmi Banarlı gibi arkadaşlarının yanında kaldı. Daha sonra bu okulun müdürünün de yardımıyla Bursa'nın Orhaneli ilçesine ilkokul öğretmeni olarak atandı. Aynı yılın eylül ayında ise Gazi Terbiye Enstitüsü'nde açılan Almanca yeterlilik sınavına girdi, ardından da Aydın Ortaokulu'na Almanca öğretmeni olarak atandı. Burada komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla hakkında soruşturma açıldı. 1931'in mayıs ayında mahkeme için İstanbul'a sevk edildi, iki gün sonra mahkeme tutuksuz yargılanmasına karar verdi. Daha sonra soruşturmalar derinleştirildi ve kendisinin tutuklu yargılanmasına karar verildi. 9 Eylül 1931 tarihine kadar Aydın Hapishanesi'nde tutuklu kaldı. Serbest kaldıktan yirmi bir gün sonra ise Konya Ortaokulu'na Almanca öğretmeni olarak atandı. Sabahattin Ali, Yozgat'ta iken Nahit Hanım'a, Almanya'da iken Frolayn Puder'e, Aydın'da iken bir miralayın kızına ve Konya'da ise Melahat Muhtar adlı öğrencisi
ile Muhsine adındaki bir şarkıcıya ilgi duydu. Melahat Muhtar'a duyduğu ilgi karşılık buldu, ona atfen "Çocuklar Gibi" adlı şiiri yazdı. Bu şiirde eski aşklarını birkaç günlük düşkünlükler şeklinde yorumladı. Bu sevgisinden Pertev Naili Boratav'a yazdığı mektuplarda bahsetti. Fakat yazarın bu ilgisi ilerleyen dönemlerde tutuklanması ile yarım kaldı. Bir toplantıda okuduğu şiir ile Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü gibi Türk devlet yöneticilerini yerdiği iddiasıyla 22 Aralık 1932 tarihinde tekrar tutuklandı. Tutuklanmasına sebebiyet veren şiiri "Hey anavatanından ayrılmayanlar" şeklinde başlamaktaydı. Bu şiiriyle Atatürk'ü tahkir ettiği iddiasıyla Konya Asliye Ceza Mahkemesi tarafından bir yıllık cezaya çarptırıldı. Fakat daha sonra davaya temyizde iki ay daha eklendi ve ceza on dört aya çıkarıldı. Sabahattin Ali Konya Cezaevi'nden yakın arkadaşı Ayşe Sıtkı'ya gönderdiği bir mektubunda bu olaylardan şöyle bahsetti: 29 Nisan 1933 tarihinde memurluktan kaydı silindi. Daha sonra Konya'dan Sinop Cezaevi'ne gönderildi. Koğuştan bazı arkadaşları yazarın cezaevinde geceleri sürekli okuduğunu, gündüzleri ise bir sandık üzerinde yazı yazdığını söyledi. Yaşamındaki değişimleri eserlerine yansıtan yazar, bu cezaevinde edindiği tecrübe ve gözlemlerini de "Bir Şaka", "Kanal", "Kazlar", "Bir Firar", "Katil Osman" ve "Çaydanlık" adlı hikâyelerinde kullandı. On ay yedi gün süren tutukluluğunun ardından Cumhuriyet'in 10. kuruluş yıl dönümü sebebiyle çıkan genel aftan yararlanarak serbest kaldı. Sabahattin Ali, tutukluluğu bittikten sonra İstanbul'daki yakınlarını ziyaret etti, ardından da yeniden göreve atanabilmek için Ankara'ya gitti. Burada dönemin Orta Öğretim Genel Müdürü Reşat Şemseddin Sirer ve Müsteşar Vekili Rıdvan Nafiz Edgüer'e danıştı. Tutuklu kalma gerekçesi Atatürk'ü tahkir etmek olduğu için bu kişiler sorumluluk almaktan kaçındı. Ancak Reşat Şemseddin Sirer bu durumdan Hasan Ali Yücel'e bahsetti. Yücel ise yazarın durumunu yakın arkadaşı olan maarif vekili Hikmet Bayur'a bildirdi. Yazar bir mektubunda Hikmet Bayur'la olan görüşmesinde "ikinci bir şiir yazmamı mı istiyorsunuz" şeklinde bir cümle kurduğunu yazdı. Hikmet Bayur ise Müdürler Encümeni tarafından verilecek karara uyacağını söyledi. Kurul toplantısında Sabahattin Ali'nin öğretmenlik dışında başka bir göreve atanması kararlaştırıldı. Fakat Maarif Vekili eski düşüncelerini değiştirmediği sürece yeniden atanmasını doğru bulmayarak kurul kararını reddetti. Sabahattin Ali yeniden atanmak için uğraştığı süre içerisinde dayısı Rıfat Ali Ertüzün'ün evinde kaldı ve küçük tercümeler yaptı. 1934 yılında ise kendisinden Atatürk hakkında bir kaside yazılması istendi. Kendisi de bu istek doğrultusunda "Varlık" dergisinin 15 Ocak 1934 tarihli 13. sayısında "Benim Aşkım" adında bir şiir yazdı. Fakat bu şiirinden sonra da göreve atanabilmek için bir süre daha bekletildi. Ardından Maarif Vekili ile görüşen yazar, kendisine atfedilen edilen komünist sıfatının doğru olmadığını ispat edebilmek için yazılar yazdığını ve "Esirler" adlı oyununun halkevleri tarafından sahneye konacağını söyledi. Göreve atanabilmek için beklerken arkadaşı Ayşe Hanım'a yazdığı mektubun sonuna bir not bırakarak kendisine evlenme teklifi etti. Ayşe Hanım ise 22 Şubat 1934 tarihli mektubunda Sabahattin Ali'nin bu teklifini şaka olarak niteleyerek geri çevirdi. Yazar sonrasında ise Atatürk'ten izin alınarak önce geçici olarak Orta Tedrisat Şube Müdürlüğüne (Mayıs 1934), ardından da asli olarak Milli Talim ve Terbiye'ye atandı. Sabahattin Ali'nin eski sevdiklerinden Nahit Hanım evlenmişti; arkadaşı Ayşe Hanım da evlilik teklifine red cevabı vermişti. Aliye Hanım'la ise 1932 yazında İstanbul'da eczacı Salih Başotaç'ın evinde tanıştı. Kendisiyle yaptığı evlilikte Başotaç ailesinin etkisi büyük oldu. Aliye Hanım'ın ailesi Sabahattin Ali'nin poliste sicil kaydının bulunduğunu gerekçe göstererek evliliğe mesafeli yaklaştı. Fakat sonradan Aliye Hanım'ın da isteği ile evliliğe izin verdiler. İkilinin nikahları 16 Mayıs 1935 tarihinde Kadıköy Evlendirme Dairesi'nde kıyıldı. Sabahattin Ali ve eşi nikahtan sonra Ankara'ya gittiler ve buradaki düğünün ardından Ulus'ta bir apartman dairesine yerleştiler. Sabahattin Ali ilerleyen dönemlerde "mümeyyizlik" görevinden başka bir göreve atandı, ayrıca bir ortaokulda Almanca dersleri verdi. Bu dönemlerde maddi açıdan rahatlayan yazar, "Varlık"ta "Kağnı", "Arap Hayri", "Pazarcı" adlı hikâyelerini yayınladı, Knut Hamsun, Liam O'Flaherty ve Panteleymon Romanov'tan tercümeler yaptı; "Ayda Bir" adlı dergide ise "Kamyon", "Bir Şaka", "Apartman", "Arabalar Beş Kuruşa" ve "Düşman" adlı öykülerini yayınladı. Sabahattin Ali'nin ailesi Soyadı Kanunu sonrasında "Şenyuva" soyadını aldı. Fakat yazar babasının ön adı olan "Ali"yi kullanmak istedi. Ayrıca çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanan şiir ve hikayelerinde "Sabahattin Ali" imzasını kullandı. Yazar soyadını bu yönde değiştirebilmek için nüfus müdürlüğe gitti fakat "Ali" ismini soyadı olarak kullanmasına izin verilmedi. Kendisi de buna karşılık olarak "O halde 'Alı' olsun." şeklinde beyanat bildirdi (1936). Ramazan Korkmaz çeşitli sıkıntılar yaşamış ailenin "Şenyuva" soyadını almasına yazarın tahammül edemediğini belirterek "Ali" tercihinin babasına duyduğu sevgiden olduğunu belirtti. Aliye Ali ise "Alı" soyadını "Ali" tercihi için bilinçli bir gerekçe olduğunu söyledi. Yazar otuz yaşına gelince İstanbul Eski Harbiye'de askerliğe başladı ve 2 ay er, 6 ay da yedek subay öğrencisi olarak eğitim gördü. Eşi Aliye Ali'yi de askerlik süresince bulunduğu şehirlere götürdü. İstanbul'da askerlik yaptığı dönemde kızları Filiz Ali (1937-) doğdu. Askerlik bitiminde ise Musiki Muallim Mektebi'ne Türkçe öğretmeni olarak atandı ve Ankara'ya yerleşti. Ankara'da geçirdiği dönemlerde Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Mediha (Berkes) Esenel ve Niyazi Ağırnaslı gibi isimlerle yakın ilişkiler kurdu. İlerleyen dönemlerde Devlet Konservatuvarı'na atanarak Karl Albert'in asistanlığını yaptı. Çevresindeki hareketliliğin azalması sonrasında edebi çalışmaları yoğunlaştı ve "İçimizdeki Şeytan" adlı eserini (1939) yazdı. Bu roman yayımlandıktan sonra siyasi tartışma konusu haline geldi. Nihal Atsız bu romana karşılık olarak Sabahattin Ali'nin hayatı hakkında çeşitli bilgiler de içeren "İçimizdeki Şeytanlar" adlı eserini yayınladı. II. Dünya Savaşı öncesinde çıkarılan seferberlik sonrasında tekrar askere alındı ve dört ay İstanbul'da askerlik yaptı. İkinci kez askere alındığı bu dönemde "Kürk Mantolu Madonna"yı yazdı ve "Hakikat" gazetesinde tefrika ettirdi (18 Aralık 1940-8 Şubat 1941). Ankara'daki çevresi genişleyen yazar, dönemin siyasileriyle de yakın ilişkiler kurdu. Aliye Ali, eşinin Şükrü Saracoğlu ile siyasi düşünceleri farklı olmasına rağmen iyi anlaştığını ve bazen de ailecek görüştüklerini belirtti. Sabahatin Ali 1940 - 1943 yılları arasında Adelbert von Chamisso, Ludwig Tieck, Heinrich von Kleist ve Friedrich Hebbel gibi isimlerden çeviriler yaptı. Yine bu dönemlerde çeşitli dergilere yazılar gönderen yazar, ayrıca Millî Eğitim Bakanlığı'na bağlı Türk Dil Kurumu ve Tercüme Odası gibi yerlerde görev yaptı. Ekonomik anlamda rahatlaması, çevresi tarafından lüks bir yaşam sürmesi ve savunduğu fikirlere aykırı olması gibi düşünceler doğrultusunda eleştirildi. Samet Ağaoğlu yazarın ölümünden sonra "Böylece hiçbir zaman gerçek bir komünist olamadı. (...) Hikayelerinin aksine realitede burjuva manzarası gösteriyordu." ifadelerini kullandı. Arkadaşı Emin Türk de yazarı savunduğu düşüncelere aykırı olmakla itham ederek bencil ve gösteriş düşkünü olmakla suçladı. Adalet Cimcoz'un eşi Mehmet Ali Cimcoz ise yazarın yaşam tarzına yönelik olarak "gösterişi seven, alkışı seven bir insan", "bugün anladığımız gibi bir komünist değildi" şeklinde ifadeler kullandı. Yazar, sağ ve sol kesim tarafından birtakım eleştirilere maruz kaldı. Ülkenin sol kesimi kendisini lüks ve burjuva görünümlü yaşantısından dolayı daha radikal tavırlar almaya zorlarken, sağ kesim de sosyalist misyon yüklenmek istenen birisinin Dil Kurumu azalığı gibi görevlere getirilmesini doğru bulmuyordu. Sağ kesimin eleştirilerinin başlıca kaynaklarından birisi de Sabahattin Ali'nin Almanya'dan dönen öğrenci grubundaki kişilerden daha önce ve daha etkili görevlere getirilmesiydi. Nihal Atsız, "Orhun" dergisinde Şükrü Saracoğlu'na atfen yazdığı yazıda (1 Nisan 1944) Sabahattin Ali'nin "herkesçe bilinen bir komünist olduğunu, Hasan Âli Yücel'in şahsi sempatisi yüzünden göreve getirildiğini ve daha önceden Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve Ali Çetinkaya gibi isimlere hakaret ettiğini" söyleyerek yazarı vatan haini olarak niteledi ve devlet tarafından korunmasını kınadı. Bu mektup üniversite öğrencileri ve halk arasında etki uyandırdı, Nihal Atsız ise görevden alındı. Sabahattin Ali mektup sonrasında Nihal Atsız'a hakaret davası açtı ve ilk duruşma 2 Nisan 1946'da yapıldı. Dava öncesinde adliye sarayı önünde toplanan ve çoğunluğu Siyasal Bilgiler ve Tıp Fakültesi öğrencisi olan kişiler yazarın aleyhinde gösteri yaptı. Davaya Sabahattin Ali avukatsız olarak katılırken, Nihal Atsız'ı ise Hamit Şevket İnce başkanlığındaki avukatlar savundu. Dava görülürken içeride ve adliye önünde "İstiklâl Marşı" okundu, ortam gerilince de dava başka bir tarihe ertelendi. İlk duruşmadan sonra konservatuvarda İsmet İnönü ile görüşen yazar, İnönü'nün "Nasılsın?" sorusuna "Sağ olun, iyim paşam." şeklinde cevap verdi ve İsmet İnönü'den "Daha iyi olacaksın." cevabını aldı. İlerleyen dönemlerde Hamit Şevket İnce, Nihal Atsız'ın avukatlığından istifa etti. Yine bu dönemde Falih Rıfkı Atay, "Ulus" gazetesinde Sabahattin Ali lehinde seri yazılar yazdı. İkinci duruşmada savcı Nihal Atsız'ın Sabahattin Ali'ye vatan haini diyerek hakaret ettiğini söyledi ve cezalandırılmasını talep etti. Üçüncü duruşmada ise Nihal Atsız altı ay ceza aldı fakat "mazisinin temiz olması" ve "millî tahrik" gibi gerekçelerle bu ceza dört ay indirilerek tecil edildi. Dava sonrasında konservatuvardaki görevine bir süre devam etti, ardından d
a üçüncü kez askere çağrıldı. Çankırı'da bir buçuk ay görev yapan yazar, mesleğine geri döndü. Daha sonra ise bakanlık emrine alınarak konservatuvardan ayrıldı. 4 Aralık 1945 günü İstanbul'da çıkan komünizm karşıtı gösterilerde Sabahattin Ali'nin de faaliyet gösterdiği bazı kurumlara çeşitli saldırılar oldu. 1944 sonrasında "Markopaşa", "Malum Paşa" veya "Ali Baba" gibi yerlerdeki yazılarında daha sert ve daha eleştirel bir dil kullandı. Zekeriya Sertel'e 1946 yılında söylediğine göre siyaset ve politikayla daha fazla ilgilenmek istiyordu. Yine aynı yıl ailesini Ankara'da bırakarak İstanbul'a geldi ve Aziz Nesin'le beraber "Markopaşa" dergisini çıkardı. "Markopaşa" ilk üç sayısında tırajını artırarak yayın hayatına devam etti. Daha sonra da mizahî yönünden çok siyasî yönüyle tartışmalara neden oldu. İlerleyen dönemlerde dergide çıkan ve çoğu imzasız olan yazılardan ötürü derginin sorumluluğunu üstlenen Sabahattin Ali'ye davalar açıldı. Davaya konu olan yazılardan biri dışındaki yazılar Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz'a aitti; fakat derginin sorumlusu olduğu için Sabahattin Ali hapis cezasına çarptırıldı. İstanbul ve Paşakapısı Cezaevi'nde bir süre yatan yazar, 10 Eylül 1947 tarihinde tahliye oldu. Yine bu dönemlerde "Markopaşa" kapatıldı, bunu takiben de "Merhum Paşa" ve "Malum Paşa" gazeteleri çıkartıldı. İlerleyen dönemlerde yazar hakkında tekrar tutuklama kararı çıkartıldı fakat tutuklama işlemi gerçekleşmedi. Bu dönemlerde "Ali Baba" dergisini çıkardı ve "Sırça Köşk" adlı öyküsünü yayınladı. Bu öykü Bakanlar Kurulu kararıyla toplatıldı, kendisi de Sultanahmet Cezaevi'ne gönderildi. 31 Aralık 1947 tarihinde serbest kalan yazar, ekonomik sıkıntılar çekti ve "Ali Baba" dergisi kapatıldı. Daha sonra nakliyecilik yapmak istedi ve Adalet Cimcoz'un da yardımlarıyla bir kamyon aldı. Yazarın M. Ali Cimcoz'a anlattıklarına göre bu mesleğe başlamasında şehirlerin sıkıcı etkisinden kurtulmak, yeni insanlar tanımak ve edebi eserleri için malzeme toplamak gibi amaçlar gütmesi etkiliydi. Eşi Aliye Ali bu dönemler için "1947'de "Markopaşa"nın çıkmasıyla hayatımız bozuldu. Yurt dışına gitmek istiyordu: İngiltere veya Fransa'ya falan" ifadelerini kullanmıştır. Niyazi Berkes'in aktardığı bilgiler Sabahattin Ali'nin Fransa'ya gitmek istediğini fakat kendisine pasaport verilmediği yönündedir. Nihayetinde Sabahattin Ali 1948 yılı Mart ayı sonlarında arabasının tamirini yaptırdı ve "Edirne'ye peynir götüreceğim" diyerek M. Ali Cimcoz'la sabah beş civarı vedalaşarak ayrıldı. Sabahattin Ali'nin Edirne'ye gitmekteki amacı peynir taşımak değil, Bulgaristan sınırını aşarak Avrupa'ya ulaşmaktı. Kendisine yasal yollardan pasaport verilmediği için kaçak yollarla bu amacına ulaşmaya çalıştı. Bulgaristan sınırını denemeden önce de Suriye sınırından kaçmak istedi fakat başarılı olamadı. Avrupa'ya kaçmak istediği dönemler ise hakkındaki davaların aleyhinde seyrettiği zamanlardı. Evinde kaldığı Mehmet Ali Cimcoz'la vedalaşırken asıl amacını söylemedi. Çünkü Cimzoz'un Millî Emniyet Hizmetleri (MAH) ajanı olduğundan şüphelenmekteydi. Avrupa'ya kaçış için kendisine yardım edecek kişi Üsküdar Paşakapısı Cezaevi'nden Berber Hasan'dı. Berber Hasan, Sabahattin Ali'yi Ali Ertekin'le tanıştırdı. Sabahattin Ali'ye rehberlik edecek Ali Ertekin eski bir subaydı ve silah çalmak suçundan ordudan ihraç edilmişti. Sabahattin Ali ve Ali Ertekin tanıştıktan bir süre sonra Kırklareli'ne doğru kamyonla yol aldılar. Kamyonda ilk başta üç kişi olsalar da daha sonradan şoför Salim'i bırakıp beraber yola devam ettiler. Ali Ertekin'in Kırklareli Cumhuriyet Savcılığına verdiği ifadeye göre Sabahattin Ali'nin kendisine sınırı geçtikten sonra Bulgaristan ve Rusya'da çalışmalar yaparak Türkiye'de komünist bir ihtilal çıkaracağını söylediğini ve konuşmalarından onun kötü bir insan olduğunu düşündüğünü söyledi. "Nokta" dergisindeki bir röportajında ise yol boyunca Sabahattin Ali'yle tartıştıklarını ifade etti. İlerleyen vakitlerde Ertekin, Sabahattin Ali'yi kitap okuduğu sırada elindeki bir sopayla kafasına defalarca vurarak öldürdü. Öldürmesine gerekçe olarak da millî hislerini tahrik ettiğini öne sürdü. Ayrıca Ali Ertekin'in Millî İstihbarat Teşkilatı mensubu olduğu da iddia edilegeldi. Ali'nin bedenini bir çoban buldu ve 16 Haziran 1948 günü jandarmaya giderek durumu bildirdi. Yapılan incelemeler sonucunda ölünün kimliği teşhis edilemedi. Bu dönemlerde İstanbul polisi Bulgaristan'a adam kaçıran bir şebekeyi yakaladı. Sabahattin Ali'yi öldüren Ali Ertekin de bu şebekenin mensubuydu ve yakalanınca Sabahattin Ali'yi öldürdüğünü itiraf etti. Ali Ertekin idam cezasıyla yargılanmasına rağmen dört yılla hüküm giydi, kısa bir süre sonra da serbest kaldı. Sabahattin Ali'nin cesedi üzerinden çıkan giysilerle Ali Ertekin'in verdiği bilgiler doğrultusunda ele geçirilen eşyaları yakın çevresi tarafından teşhis ettirildi. Bu dönemlerde ölümü üzerine farklı spekülasyonlar yapıldı ve yazılı medyada yaşayıp yaşamadığına dair farklı iddialar yer aldı. Ayrıca ölüm şekli ve ölüm yerine yönelik olarak da farklı iddialar mevcuttur. Rasuh Nuri İleri, Sabahattin Ali'nin sınırı geçtiğini sandığını bir yerde yakalanıp ardından da Kırklareli'nde yargılandığı sırada işkenceden öldüğünü öne sürdü. Yalçın Küçük ise Rasuh Nuri İleri ve Kemal Bayram Çukurkavaklı'nın "işkencede öldü" iddiasını "kahrolası bir köylü ideolojisi" ile öne sürüldüğünü belirterek Sabahattin Ali'nin kaçakçı şebekesine karşı emniyetle işbirliği yaptığını ve sınırda çıkan bir çatışmada öldüğünü iddia etti. Yalçın Küçük'ün diğer bir iddiası ise Sabahattin Ali'yi Ali Ertekin'in öldürmediği ve suçun onun üzerine kaldığı yönündeydi. Sabahattin Ali'nin ölümünün siyasi nedenlerden olduğunu savunanlar da vardır. Arkadaşı Aziz Nesin ise Sabahattin Ali'yi MİT'in öldürmediğini iddia ederek Ali'nin "kişisel kusurları yüzünden" ölüme gittiğini söyledi. Sabahattin Ali fikir hayatına Türkçülük düşüncesiyle başladı ve Ziya Gökalp'i "Milliyet aşkını gönüllere serpen nebi" diye niteledi. Nihal Atsız, Sabahattin Ali'nin Türk Ocakları'na gittiğini ve oradaki ortama uygun şiirler yazdığını söyledi. Kendisinin komünizmle tanışmasının Almanya'da olduğunu ve propaganda yaptığı iddiasıyla Türkiye'ye geri gönderildiğini iddia edenler vardır. Fakat kendisinin Nihal Atsız'a anlattığına göre Türklüğe hakaret eden bir Alman'ı dövdüğü için Almanya'dan geri gönderilmişti. Sabahattin Ali, Almanya dönüşünde hem "Resimli Ay" dergisinde hem de "Atsız Mecmua"da şiir ve yazılar yazdı. Ayrıca romantik karakterli hikâyeler yerine toplumsal içerikli hikâyelere yöneldi. Kendisinin toplumcu gerçekçi yönüyle yazdığı hikâyeler "Resimli Ay"da takdir ve kabul gördü. Bu durum Nâzım Hikmet'in "Türk edebiyatında hikayeci olarak yalnız sen varsın!" tepkisiyle karşılık buldu. Türk devlet büyüklerine hakaret ettiği iddiasıyla tutuklanmasının ardından tek parti yönetimine karşı daha sert ve eleştirel bir üslup kullandı. Hasan İzzettin Dinamo, Sabahattin Ali'nin tutukluluğu hakkında "Konya'daki bu şiir ihbarı olmasaydı onun solculuğu tatlı bir gevezelik olarak kalacaktı." ifadelerini kullandı. Nâzım Hikmet ise 1952 yılında "Novoye Vremya" gazetesinde yayınlanan bir yazısında, Sabahattin Ali'nin Sovyetler Birliği'ne derin bir sevgi beslediğini iddia etti. Sabahattin Ali, "Markopaşa" gibi yerlerde yazdığı yazılarında yabancı sermayelerin Türkiye'de ikinci kapitülasyonlar dönemini başlatacağını ve ülke bağımsızlığını etkileyeceğini; niteliksiz yöneticiler ve yarı aydınların kendi çıkarları için ülkeyi Amerikan ve İngiliz emperyalizmine peşkeş çekeceğini ve bunun tehlikeli sonuçlar doğuracağını söyleyerek millet idaresine dayalı nitelikli politikalar üretilmesi gerektiğinden bahsetti. Bu konudaki bir görüşü şu şekildedir: Genel olarak tek parti yönetimine karşı sert ve eleştirel bir tutum sergileyen Sabahattin Ali, partinin çalışmalarını da "baskıcı" şeklinde nitelendirdi. Ayrıca Bakanlar Kurulu tarafından toplatılan "Sırça Köşk" adlı eseri bu tutumundan izler taşımaktaydı. Kendisinin ırkçılık ve Turancılık gibi fikirler ile yozlaşmış dini kalıplara yönelik yazıları da vardır. Sabahattin Ali'nin Marksist yönü de edebi eserlerine yansıdı fakat bu fikirleri bir yaşam tarzı olarak görmemekteydi. Kendisi bu yönü hakkında çeşitli eleştirilere de maruz kaldı. Girmek istediği bir işçi partisi ise kendisini güvenilir kabul etmeyerek onu parti üyeliğine almadı. Arkadaşı Emir Türker de Sabahattin Ali'yi öyküleri dışında Marksist bir yönünün olmamasını gerekçe göstererek eleştirdi. Ayrıca Samet Ağaoğlu ve M. Ali Cimcoz da kendisini bu yönde eleştiren diğer isimlerdir. Sabahattin Ali ilk yıllarında sanatı "İçinde yaşanan cemiyet şartlarının şuurlu veya şuursuz bir ifadesi" olarak yorumlamaktaydı. Daha sonra da sanatın yalın bir yansıtma işi olmasına karşı çıkarak "sanatın bir maksadı olmalı" değerlendirmesinde bulundu. Bir mülakatında ise sanatın insanı yükseltmek ve daha iyiye götürmek dışında bir maksadının olmadığını vurguladı. Dönemin sanatkârlarını "eski gazelhanlar" ve "sahib-i mezak" olarak değerlendirdi, halktan yana olmayan eserler verdiklerini, yüksek zümreye hitap ettiklerini ve zamanla unutulup gideceklerinden bahsetti. Yeni edebiyatçıların da kalıcı olabilmeleri için realist olmaları gerektiğini söyledi. 1938 yılında kendisiyle yapılan bir söyleşide ise şiir hakkında "Bence şiirin eskisi yenisi yoktur. İyi şiir, muhakkak ki insana bir şey ilave eder, bu şey bazen tez olur, bazen bizim manen daha genişlememizi temin eden bir heyecan olur." ifadelerini kullandı. Sabahattin Ali, öykü ve roman gibi türlerde kalıcı olabilmek için seçilen karakterlerin canlı olmasını ve konuların güncelliğini yitirmeyecek türden olması gerektiğini savundu. Edebi eserler üzerine yapılan eski-yeni tartışmasını ise lüzumsuz olarak değerlendirdi, eserlerin iyi-kötü ölçeğinde değerlendirilmesi önerisinde bulundu. Bu önerisine örnek olarak da yeni ve kalitesiz yazarlar yerine eski ve kaliteli yazarların okunacağını, hatta kendisinin Fuzûlî ve Şeyh Galip gibi isimleri okuduğunu belirtti. Yaşar Nabi Nayır'a
gönderdiği bir mektubunda ise Orhan Veli Kanık'ın öncülüğünü yaptığı Garip hareketini halktan uzak, lüzumsuz ve anlaşılmaz olarak değerlendirdi. Dilde sadeliğe de büyük önem veren Sabahattin Ali, bu düşüncesini eserlerine de yansıttı. Dergide yazdığı bazı öykülerinin kitap olarak toplatılmasından sonraki hali daha sade bir görünüme sahiptir. Bir mektubunda da bazı hikâyelerini sadeleştirme gereği duyduğunu yazdı. Dilde sadeleşmeyi desteklemekle beraber Öz Türkçede aşırıya gidilmesine de karşı çıktı, dile yerleşen ve kalıplaşan kelimelerin kullanılmasının gerektiğini düşündü. Sabahattin Ali'nin üç romanı önce tefrika edildi, ardından da kitap olarak yayımlandı. İlk romanı olan "Kuyucaklı Yusuf"un gazetelerdeki tefrikası zaman zaman kesintiye uğradı. Roman, "Tan" gazetesinde tamamı tefrika edildikten sonra kitap olarak ilk kez 1937 yılında basıldı. "İçimizdeki Şeytan" adlı romanı "Ulus" gazetesinde seksen yedi bölüm şeklinde tefrika edildi, 1940 yılında ise kitap olarak basıldı. "Hakikat" gazetesinde tefrika edilen "Kürk Mantolu Madonna" romanı ise "Büyük Hikâye" başlığı altında toplamda elli gün olmak üzere kırk sekiz sayı şeklinde yayımlandı. Sabahattin Ali bu romanına, İstanbul'da bulunan Büyükdere asker çadırında başladı ve romanını günü gününe yazıp gazeteye gönderdi. Yedi Meşaleci Cevdet Kudret Solok, Sabahattin Ali'nin bu romanı için "Lüzumsuz Adam" başlığını düşünüp sonra da vazgeçtiğini dile getirdi. Pertev Naili Boratav ise Sabahattin Ali'nin "Kürk Mantolu Madonna"yı ilk önce bir öykü olarak yazdığını dile getirip başlığını da "Yirmi Sekiz" şeklinde koyduğunu ve öykünün ilk sayfasını da kendisine gösterdiğini dile getirdi. Sabahattin Ali'ye ait romanlarda ilk olarak bireysel temalar ön plana çıkar. İşlediği bireysel konular sevgi ve aşk kavramlarıdır. Bu kavramlardan sonra ikinci olarak evlilik teması üzerinde yoğunlaşır. Eserlerinde diğer öne çıkan konular ise sosyal sorunlar, iletişimsizlik ve yalnızlıktır. Sosyal ve toplumsal konuları işlerken köylü, işçi, mesai arkadaşı, esnaf ve memur gibi sıfatlara sahip olan karakterler yer alır. Aydın kesim insanlarına değindiği romanlarında ise eleştirel ve realist bir tavır sergiler. "İçimizdeki Şeytan" aydın kesime yönelik eleştirel ifadelerinden izler taşımaktadır. "Kuyucaklı Yusuf" romanında aşk teması ön plana çıkar. Evlilik ile Anadolu'nun sosyal ve ekonomik yapısı diğer ana temalardır. "İçimizdeki Şeytan" ve "Kürk Mantolu Madonna" romanlarında da öne çıkan tema aşk ve evliliktir. Bu evlilikler genelde sağlıklı bir şeklide yürümedikleri görünümünü verir. Yazara ait üç romanın sonu birbirlerine benzemektedir: "Kürk Mantolu Madonna"da Maria Puder ve "Kuyucaklı Yusuf"da Muazzez karakteri romanın sonunda ölen kişiler olurken, "İçimizdeki Şeytan"'da ise Macide son olarak Bedri'ye yönelir. Romanlarındaki yozlaşma konusu ise daha çok kırsal kesimde ele alınır. "Kuyucaklı Yusuf"taki Şahinde, Hacı Etem, Şakir ve Hilmi Bey; bir tür toplumsal yozlaşmanın örneğidir. Aydın kesimdeki yozlaşmalara ise "İçimizdeki Şeytan" romanında değinir. Romanda Ömer'in yakın çevresi belirli bir eğitim görmüş ve çeşitli sıfatlara sahip kişilerdir; fakat davranışları sahip oldukları eğitim ve sıfatları gölgelemektedir. Sabahattin Ali, romanlarındaki kişileri konunun geçtiği mekanlara göre seçer. "Kuyucaklı Yusuf"ta köylüler, kasabalılar, memurlar; "İçimizdeki Şeytan"da yazar, öğretmen ve profesör gibi sıfatlara sahip kişiler; "Kürk Mantolu Madonna"da ise Raif Bey'in çalıştığı yerdeki arkadaşları, Almanya'da tanıştığı kişiler ve aşık olduğu Maria Puder roman kadrosunu oluşturur. "Kuyucaklı Yusuf" romanı en geniş karakter kadrosuna sahip romanıdır. Üç romanında, Yusuf, Ömer ve Raif Efendi ana erkek kahramanlardır. Sabahattin Ali romanlarında erkek karakterler daha ön plandadırlar; fakat bu kişiler güçlü ve etkin bir görünüme sahip değillerdir. Ana erkek kahramanların ortak özellikleri bulundukları çevreye uyum sağlayamamış kişiler olmalarıdır. Kısa sürede ciddi değişimler yaşayan bu karakterler olayları yönlendirmede güçlük çekmektedirler. Buna örnek olarak Yusuf karakterinin çözümü yakın çevresindekileri öldürmekte bulması veya Raif Bey karakterinin soğuk havalarda saatlerce sokaklarda gezmesi verilebilir. Romanların kapsadığı zaman dilimi farklılıklar göstermektedir. "Kuyucaklı Yusuf" ve "Kürk Mantolu Madonna" romanlarında on iki ila on beş yıllık bir zaman diliminde yaşanan olaylar anlatılmaktadır. "Kuyucaklı Yusuf"ta olaylar ileriye doğru anlatılır ve özet yöntemiyle de zamanlar arasında geçiş yapılır, "Kürk Mantolu Madonna" ise ileriye doğru yazılmamış olup, geriye doğru giden bir anlatıma sahiptir. "İçimizdeki Şeytan" romanındaki gelişmeler ise yaklaşık üç ile beş ay arasında gerçekleşir. Romanlarındaki olayların geçtiği mekânlar birbirlerine göre farklılık göstermektedir. "Kuyucaklı Yusuf" romanındaki mekan bir kasabayken, "İçimizdeki Şeytan" romanında ise İstanbul'dur. Bu romanda deniz kenarı ve cadde kaldırımları da seçilen mekanlardandır. Roman karakterlerinden Macide'nin Balıkesirli olmasından dolayı bu şehirden de kısaca söz edilmektedir. "Kürk Mantolu Madonna" romanında ise mekan olarak Berlin seçilmiştir. Romanın sonlarına doğru ise olaylar Ankara'da geçmektedir. İlk romanı olan "Kuyucaklı Yusuf"ta ise olaylar Kuyucak köyünde başlayıp Edremit'te devam eder. Bu romanındaki diğer mekanlar ise Burhaniye ilçesi ve Yusuf'un tahsildarlık yaptığı köylerdir. "Kuyucaklı Yusuf" romanı kırsal kesimde geçtiği için doğa da mekan olarak kullanılmıştır; romanda bağ ve bahçeler karakterlerin toplu olarak bulunduğu yerlerdir. Sabahattin Ali'nin 1935'te çıkardığı ilk öykü kitabı "Değirmen"de on altı, 1936'daki "Kağnı"da on üç, 1937'deki "Ses"de beş, 1943'teki "Yeni Dünya"da on üç ve 1947'deki "Sırça Köşk"te on üç öykü olmak üzere toplamda altmış öyküye sahiptir. Ardından da son kitaplarında dört öykü daha yayınlayarak bu sayıyı altmış dörde çıkardı. Romanlarında olduğu gibi öykülerinde de dönemin siyasi ve sosyal özelliklerini görmek mümkündür. Öykülerindeki temel kavramlar sevgi, aşk ve kırsal kesim sorunlarıdır. Kırsal kesimi işlediği öykülerinde çeşitli toprak ve miras kavgaları gibi nedenlerden dolayı işlenen cinayetlere de yer verir. Sabahattin Ali öykülerinde öne çıkan konulardan birisi de hapishanelerdir. Çeşitli dönemlerde, farklı sebeplerden dolayı hapse atılan Sabahattin Ali; bu yaşantısını öykülerine de yansıtır. "Bir Şaka", "Candarma Bekir", "Duvar", "Kazlar" ve "Katil Osman" adlı öykülerinde hapishane yaşamı ve mahkumlar konusu üzerine durur. Türk edebiyatında toplumcu gerçekçi kişilerin başında gelen Sabahattin Ali, öykülerindeki karakterleri tasvir yoluyla anlatarak iyi veya kötü yanlarını ortaya koyar. Öykülerindeki tasvirler romanlarında olduğu gibi uzun ve ayrıntılı değildir. Öykülerindeki karakterler ilk zamanlar hayvanlar olurken daha sonra çeşitli insan tiplerini karakter olarak seçer. "Kırlangıçlar" ve "Bahtiyar Köpek" adlı öykülerinde karakter olarak hayvanlar daha ağır basmaktadır. "Kırlangıçlar" adlı öyküsünde hiçbir insan karakteri bulunmaz, Sabahattin Ali bu eserinde birbirine aşık olan iki kırlangıcın hikâyesini anlatır. "Bahtiyar Köpek" adlı eserinde insanlar bulunsa bile asıl önemli rolü köpek karakterine verir. İnsanları ve insan ilişkilerini ön plana çıkardığı öykülerinde ağırlıklı olan karakterler erkektir. Eserlerindeki erkek karakterleri daha hırslı ve daha yoğun düşünen tipler olup genellikle işsiz durumdadırlar. Öykü karakterlerde en fazla ortaya çıkan meslek grubu memurlardır. Köyde geçen öykülerinde daha çok ağa, imam, muhtar ve köylü insanı gibi karakterler öne çıkar. Kırsal kesimi anlattığı öykülerinde, halkın tarlasını ve mahsullerini yöneten köyün ağaları bulunur. Ağalar gerekirse cinayet işletir ve suçu başka birisinin üzerine yıkar. Hapishane öykülerinde ise: cezaevi müdürü, jandarma ve gardiyan gibi karakterler ön plandadır. Öykülerinde kadın karakter sayısı azdır ve genellikle kadınlar ikinci plandadır. Öykülerindeki kadınlar, tarlada ve bahçede çalışan; çamaşırla ve ev hizmetiyle uğraşan tiplerdir. Köy öykülerindeki kadınlar evlerine ve eşlerine bağlıdır. Sabahattin Ali "Kazlar" öyküsünde hapiste olan eşini rahat ettirebilmek için komşusunun kazını çalan kadının hapse düşmesi olayını anlatır. Öykülerinde güçlü ve çekici görünen kadın sayısı az da olsa vardır. Bu kadınlar genellikle toplumca yadırganan yönleriyle ele alınır. İstanbul'da geçen öykülerinde ise güzel ve varlıklı kadınlara rastlanır. Öykülerindeki çocuklar ise genellikle bir fon değerindedir. Öykülerindeki memur karakterleri genellikle yoksul, geçim sıkıntısı yaşayan, silik ve etrafınca fazla önemsenmeyen insanlardır. Memurlar genel olarak dürüst ve adil olmayan bir şekilde davranır. Bir dönem Almanca öğretmenliği de yapan Sabahattin Ali, öykülerinde öğretmenlere de yer verir. Öğretmenlerin iyi yanlarını daha çok göstermekle beraber olumsuz yanlarına da değinir. Doktor karakterleri ise genellikle çıkarcı ve duyarsız bir görünüm verir. Öykülerindeki mekanlar ağırlıklı olarak Anadolu ve İstanbul'dur. Yurt dışında geçen öykülerine örnek olarak "Köstence Güzellik Kraliçesi" adlı yapıtı verilebilir. Bu yapıt Romanya'da başlar ve Berlin'de devam eder. "Bir Gemici Hikayesi" adlı yapıtında ise mekan olarak Kızıldeniz (Şap Denizi) ve Akdeniz kıyısında bulunan Port Said kentinin adı geçmektedir. "Viyolonsel" adlı öyküsü, bir gemi kazası sonucunda gelişir ve Afrika'nın sığ bir ormanında geçer. Sabahattin Ali'nin Anadolu anlayışı genellikle Orta Anadolu ve Ege Bölgesi ile sınırlıdır. Bu sınırlamayı "Kuyucaklı Yusuf" romanında da görmek mümkündür. Bazı öykülerinde mekan olarak doğa öne çıkar. Kapalı mekanlara ise hastane, otel, han ve cezaevleri örnek gösterilebilir. Öykülerinde yalın bir dili tercih eder. Romanlarında sık rastlanan ve günümüzde çok kullanılmayan ifadelere öykülerinde daha az rastlanır. Karakterleri konuştururken yerel ifadeler ve şive özelliklerini vermek zaman zaman tercih edilir. Karakterlerin yerel ağızlarını yansıtırken ölçülü bir üslubu tercih eder. Öyküleri
nde yerel olarak ifade edilebilecek argo sözcükler de bulunur. Sabahattin Ali'nin yazınsal olarak etkin olduğu döneminde Türkiye'de harf inkılabı gerçekleşmiştir. Türk dilindeki değişimler onun eserlerine de zamanla yansır. Sabahattin Ali kendi şiir ve öykücülüğü hakkında şu ifadeleri kullanmıştır: Sabahattin Ali'nin toplamda yetmişten fazla şiiri bulunur. Bu şiirlerinden 28 tanesini "Dağlar ve Rüzgar" adlı kitabında yayımladı. Bu kitap yazarın 1931-1934 yılları arasında yazdığı şiirlerden oluşmaktadır. Ayrıca kitabın ön sözü de ona aittir. Kitapta bulunan beş şiir daha önceden dergilerde yayımlanmış olan şiirleridir. Diğer şiirler ise ilk kez bu kitapta yayınlandı. 1926-1928 yılları arasında yazdığı şiirlerden 21 tanesini ise "Kurbağanın Serenadı" adlı defterde topladı. Almanya'da eski harflerle yazılan bu defter, zamanla el değiştirmiş olup son olarak da Asım Bezirci tarafından muhafaza edildi. Bu defterdeki sekiz şiir daha önceden yayınlanmamış olan şiirleridir. Şiirlerindeki temalar ise tıpkı romanlarında olduğu gibi sevgi ve aşk kavramlarıdır. Hapishaneleri konu edinen şiirlerinde, hapishane yaşamının zorluğu üzerinde dururken aşk temasına ise tekrar değinir. Karamsarlık, bireysel yalnızlık, bunalma ve kaçış gibi konular da şiirlerinin diğer temalarıdır. Kişileri konu edinen şiirlere de sahiptir, bu kişiler babası Selahattin Bey, Mustafa Kemal Atatürk, Abdülkâdir Geylânî ve Ziya Gökalp'tir. Sinop Hapishanesi'ndeyken "Hapishane Şarkısı" adıyla oluşturduğu beş parçalık bir şiir bütünü bulunur. Bu şiirler birden beşe kadar numaralandırılmış şekildedir ve ilerleyen yıllarda ise Ahmet Kaya, Zülfü Livaneli ve Edip Akbayram gibi isimler tarafından bestelenmiştir. Sabahattin Ali şiirleri üçlük, dörtlük ve daha değişik sayıda dizeden oluşan bentlerden oluşur. Bazı şiirleri düz uyak biçiminde yazılmıştır; "Gazel Naziresi", "Terkib-i Bend Risalesi", "Mesnevi" başlıklı şiirlerindeyse Divan şiiri gelenekleri görülür. Üçlüklerle kurulan şiir sayısı dokuz, dörtlüklerle kurulan şiir sayısı elli, serbest ölçüdeki şiirlerinin sayısı dokuzdur; fakat bu dokuz şiirden sadece "Sokakta Kalan Adam" adlı şiir ölçüsüz ve uyaksız olarak yazılmıştır. "Gazel Naziresi", "Terkib-i Benci Risalesi" ve "Mesnevi" adlı şiirlerinde aruz ölçüsü kullanırken diğer yetmiş iki şiirinde ise hece ölçüsünü tercih etmiştir. Genellikle hecenin sekizli kalıbıyla şiirler yazmıştır. "Dağlar ve Rüzgar" adlı kitapta bulunan şiirlerden biri hariç geriye kalan şiirlerin çoğu hecenin sekizli kalıbıyla yazılmıştır. Sabahattin Ali'nin tercih ettiği şiir kalıplarından bir diğeri ise on dörtlü kalıptır, bu tarzda ise yirmi şiir yazmıştır. Bu kalıpların dışında bazı şiirlerinde yedili, on birli, on üçlü kalıpları kullanmıştır. "Kurbağa" adlı iki dizeden oluşan şiirde ise on yedili kalıbı tercih etmiştir. Sabahattin Ali'ye ait "Esirler" adında yayımlanmış tek bir oyun mevcuttur. Bu oyun bir tablo ve üç perdeden oluşmaktadır ve Türk tarihindeki Kürşad İhtilali'nden esinlenilerek yazılmıştır. Sabahattin Ali, Ayşe Sıtkı İhlal'e yazdığı mektuplarında bu oyundan sıkça söz eder. Mektuplarında oyunu bitirdiğini ve Ayşe Sıtkı İhlal'e okuması için göndereceğini belirtir. Bir başka mektubunda "Esirler" oyununu, Pertev Naili Boratav aracılığı ile Muhsin Ertuğrul'a verilmesini ister. 15 Ocak 1934 tarihli bir mektubunda ise oyunun Ulvi Cemal Erkin tarafından bestelendiğini ve müzik öğretmenliği öğrencileri ile oynanmasının kararlaştırıldığı yazar. Sabahattin Ali Türk edebiyatının önde gelen yazarlarından biridir. Sait Faik Abasıyanık ile beraber kendisinden sonraki Türk öykücülüğüne yön vermiştir, bu iki yazarın doğrultusunda iki öykücülük geleneği gelişmiştir. Sabahattin Ali çizgisinde yazan yazarlar arasında Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Kemal Bilbaşar, Samim Kocagöz, İlhan Tarus gösterilir. Genel olarak "toplumcu gerçekçi yazarlar" kategorisine dahil edilmektedir. "Kürk Mantolu Madonna", "İçimizdeki Şeytan" ve "Kuyucaklı Yusuf" romanları Türk edebiyatının önemli yapı taşlarındandır. Özellikle "Kürk Mantolu Madonna" Türkiye'de en çok okunan kitapların başında gelmektedir. Türk Kütüphaneciler Derneği'nin yayımladığı istatistiklere göre 2015 yılında Türkiye'de en çok okunan kitaptır. Romanın bu denli popüler olmasının altında okullarda öğrencilere önerilmesi ve sosyal medyada çok fazla paylaşım alması gibi nedenler vardır. Almanca, Arapça, Rusça, İngilizce, İspanyolca ve İtalyanca gibi çeşitli dillere çevirilen "Kürk Mantolu Madonna" İran gibi İslamist ülkelerde bazı kısımlarında sansüre uğramıştır. "Kuyucaklı Yusuf" romanıysa aralarında Yaşar Kemal ve Fakir Baykurt'un da bulunduğu köy çevresini konu edinen roman yazarları üzerinde etki sahibi olmuştur. Samim Kocagöz'ün "Onbinlerin Dönüşü" romanı da "İçimizdeki Şeytanlar" etkisinde yazılmıştır. Kocagöz, lisedeyken Sabahattin Ali'nin eserlerini okumuş, yazarın "bambaşka bir açıdan" baktığını ve eserlerinin "edebiyatımızın geçmişi içinde gelip durulan büyük bir aşama" teşkil ettiğini düşünmüş ve etkisi altında kalmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı tarafından ortaöğretim öğrencilerine tavsiye edilen ve MEB 100 temel eserden biri olan "Kuyucaklı Yusuf" ile yazarın "Hanende Melek", "Hasanboğuldu", "Komik-i Şehir", "Kağnı", "Ses", "Gramofon Avrat" ve "Ayran" gibi hikâyeleri Metin Erksan, Yılmaz Duru ve Feyzi Tuna gibi yönetmenlerce sinema ve televizyona uyarlandı. "Aldırma Gönül", "Leylim Ley", "Çocuklar Gibi", "Kız Kaçıran" ve "Göklerde Kartal Gibiyim" adlı şiirleri ise Ahmet Kaya, Sezen Aksu, Nükhet Duru, Volkan Konak, Edip Akbayram ve Zülfü Livaneli sanatçılarca bestelendi. Süreç içerisinde popüler kültürün bir ögesi olan yazarın hayatı ve eserleri akademik olarak birçok kez incelendi. Ramazan Korkmaz 1991 tarihli "Sabahattin Ali İnsan ve Eser" adındaki doktora tezini daha sonra kitaplaştırdı. Sevengül Sönmez "A' dan Z' ye Sabahattin Ali" kitabı ile geniş çaplı bir çalışma yayımladı. Hıfzı Topuz ise yazar hakkındaki "Başın Öne Eğilmesin" adlı eseriyle Orhan Kemal Roman Armağanı ödülünü kazandı. Ayrıca yazarın yakın çevresinden Kemal Bayram Çukurkavaklı, Asım Bezirci ve kızı Filiz Ali'nin de benzer çalışmaları mevcuttur. Yapı Kredi Yayınları 14 Şubat - 27 Nisan 2018 tarihleri arasında İstanbul'da "Şehirlere Alışamadı: Sabahattin Ali’nin Şehirleri” adlı sergiyi organize etti. Küratörlüğünü Sevengül Sönmez'in yaptığı sergide Ali'nin hayatından kesitler, yaşadığı şehirler, bu şehirlere dair görüşleri ve çeşitli fotoğraflar gösterildi. Sergi'de Sabahattin Ali Arşivi’nden çıkan yeni belgeler, Tarih Vakfı Arşivi ve Ömer M. Koç Koleksiyonu’ndaki belgeler kullanıldı. Şutruk-Nahunte Şutruk-Nahunte Elam İmparatorluğu'nu MÖ 1185 - MÖ 1155 yılları arasında yöneten kraldır. Şutruk Hanedanı'nın ikinci kralıdır. İmparator Kulübü adlı filmde insanlığa katkıda bulunmadığından hatırlanmayan kral olarak refere edilmiştir. Elam Elam (Elam dilinde ""), İran'ın güneybatısında M.Ö. 3000'li yıllarda var olmuş antik bir medeniyet ve tarihsel bölge. Elam ülkesi, bugünkü İran'ın güneybatısındaki Huzistan Eyaleti ve civarındaki topraklara denk düşer. Elam'ın başkentinin Susa olmasından dolayı eski kaynaklarda bazen "Susiana" olarak geçer. Elam, tarihöncesi dönemin sonlarından itibaren Mezopotamya ile yakın ilişkili bir medeniyet olarak yükseldi. Elamlılar, Mezopotamya'dan etkilenerek Sümer-Akad çivi yazısını kabul ettiler. Elam, İran Platosu üzerinde, merkezi Anşan ve Susa (Şuşan) olan krallıklardan oluşuyordu. Elam, "İran kültür ve medeniyeti"'nin teşekkülünde çok önemli bir role sahiptir. Elam dili, izole dil olarak kabul edilmektedir. Amon "Amon" ("Amen, Amun, Ammon, Amoun"): "Amen" ""saklı olan"" demektir. Amon, Teb'in baş tanrısıdır ve ilk tanrıdır ve bütün tanrıların tanrısıdır. Eşi Amunet'le birlikte tanrıdır. Kutsal hayvanları kaz ve koçtur. Orta Krallık Dönemi'nde sadece yerel bir tanrıydı ama Tebliler Mısır'a hakim olunca Amen önemli bir tanrı oldu. 18. Hanedan'dan itibaren Tanrıların Kralı oldu. Ünlü Amen Tapınağı Karnak, dünyanın en büyük dinî yapısıdır. 19. ve 20. Hanedanlar Amen’in “görünmeyen yaratıcı güç” olduğunu cennetteki, dünyadaki, engin derinlerde ve yer altı dünyasındaki hayatın temeli olduğunu düşünürlerdi. Amon daha sonra Ra ile birleşerek dini törenlerde adı anılan ve kendisine yücelikler atfedilen Mısırın en güçlü tanrısı oldu. Kral IV. Amenhotep Amon hoşnuttur anlamına gelen adını Akhenaton (Aton'un hizmetkarı) olarak değiştirdi ve Mısırda herhangi bir betimleme yapılmayan Aton dinini kurdu ve diğer tanrılara tapınmayı yasakladı. Kralların da tanrı değil insan olduğu düşüncesini yaydı. ancak Amon rahipleri bu durum karşısında ayaklandılar. Akhenaton'un ölümünden sonra Aton'un tek tanrıcı "Güneş dini"' tarihten silindi. Güncel etkiler; Amon'un adı günümüze kadar dini tören ve dualarda Âmin, Âmen şeklinde tekrarlanmaktadır. AJ Auxerre Association de la Jeunesse Auxerroise kısaca AJ Auxerre, Fransız futbol takımıdır. Bourgogne bölgesinin Auxerre kentinin takımı olarak 1905 yılında kurulmuştur. Forma renkleri mavi-beyaz olan kulüp, maçlarını 23.467 kişi kapasiteli Stade de l'Abbé-Deschamps'ta oynamaktadır. Takımın lakabı mavi meleklerdir. Takımın çalıştırıcılığını 1961 yılından, 2005 yılına kadar yapan Guy Roux, bu alanda kırılması güç bir rekora imza atmıştır. Roux, Auxerre'i, en alt kümeden 1980 yılında 1. Lige kadar çıkartmış, 1996 da ise Ligue 1 şampiyonluğuna ulaştırmıştır. Fransız yönetmen Jean-Jacques Annaud'un 1978 tarihli filmi, Coup de tête Auxerre-Troyes maçından çeşitli görüntüler içermesi ve Auxerre'den bahsetmesi sebebiyle, Auxerre sinemada da kendine yer edinmiştir. "1 Eylül 2012 itibarıyla" Mozaik (müzik grubu) Mozaik, Ayşe Tütüncü, Bülent Somay, Mehmet Taygun, Ümit Kıvanç, Timuçin Gürer, Saruhan Erim'den oluşan ve 1990'dan sonra dağılmış müzik topluluğu. Kurucu kadro çok daha kalabalıktı. Aralarında Sumru Ağıryürüyen, Mehmet Tütüncü, Ezel Akay sayılabilir. Gruptan bazı isimler Ayşe Tütüncü'nün caza yönelmesiyle ona eşlik etmeye devam ediyorla
r. Mozaik oldukça deneysel çalışmalarda bulunmuştur. Grup 2014'te bütün kasetlerini ve ev kayıtlarını da kapsayan bir külliyat yayımladı. Türkiye başbakanları listesi Aşağıda Türkiye'nin başbakanlarının ve hükûmetlerinin bir listesini bulabilirsiniz. Türkiye'de 1960 yılından bu yana yürütme yetkisi ve ülke adına karar alma başbakanın görevidir. Başbakan, kelime anlamı olarak hükümetin ve bakanlar kurulunun başı, kabinenin başı, başvekili ifade eder. Özellikle Cumhuriyet ile yönetilen toplumlarda yürütmenin başı olan ve devletin atacağı adımlara karar veren kişidir. Başbakan, Türkiye Cumhuriyeti'nde de yürütmenin başıdır. Bakanlar Kurulu'na başkanlık eder. Hükûmeti ve icraatlarını yönetir. Türkiye Cumhuriyeti'nde her bir 4 yılda bir genel seçimle oluşan halk tarafından Başbakan, 4 yıl süre ile seçilir. Türkiye Cumhuriyeti'nde sık sık koalisyon hükûmeti dönemi görülmektedir, bu durumda listeye başbakanın partisi yazılmıştır. Başbakanlar iki farklı şekilde numaralandırılabilir. İlk sütunda her yeni başbakana bir numara verilmiş, ikinci sütunda ise aynı kişinin tekrar başbakan olması hâlinde yeni numara verilmemiştir. İki numaralandırma şekli de resmî değildir. Resmen sadece hükûmetler numaralandırılır. Mezun olduğu en üst seviye eğitim kurumuna göre Türkiye başbakanlarının listesi aşağıdaki gibidir: Fethi Okyar Ali Fethi Okyar (29 Nisan 1880, Pirlepe - 7 Mayıs 1943, İstanbul), Türk asker ve siyaset adamı. Cumhuriyeti kuran öncü kadro içinde yer almış, Başbakanlık ve TBMM Başkanlığı yapmış, Atatürk'ün talimatıyla kurulan muhalefet partisi Serbest Cumhuriyet Fırkası'nı yönetmiştir. Yaşamı boyunca Mustafa Kemal Atatürk'ün en yakın kişisel arkadaşlarından biri olmuştur. 1880'de bugün Makedonya'da bulunan Pirlepe'de Çerkes kökenli bir ailede doğdu. 1898'de Harbiye Mektebi'ne girdi ve 1900'de Piyade Teğmen rütbesiyle mezun oldu. 1904'te Kurmay Yüzbaşı olarak Selanik'te bulunan 3. Ordu emrine verildi. Burada İttihat ve Terakki Cemiyetine katılarak, 1908 Devrimini hazırlayan kadro içinde yer aldı. 1908'de binbaşılığa yükseltilerek Selanik Jandarma Subay Okulu Komutanlığına getirildi. 12 Ocak 1909'da Paris Askeri Ataşesi oldu. 3 Temmuz 1911'de Arnavutluk Harekâtında İşkodra Müretteb Kuvvetler Kurmay heyetine atandı. 6 Ekim 1911'de Enver Bey ve Mustafa Kemal ile birlikte Trablusgarp'a gelerek savunma kuvvetlerinde görev aldı. Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nın II. Dönemi için 13 Nisan 1912'de yapılan seçimde Manastır Milletvekili oldu. Meclisin kapatılmasından sonra orduya dönerek 17 Kasım 1912'de Çanakkale Boğazı Müretteb Kuvvetler Kurmay Başkanlığına atandı. 13 Ekim 1913'te Sofya Elçisi oldu. Aynı dönemde askeri ataşe olarak Sofya'da bulunan Mustafa Kemal'le dostluğu burada pekişti. Meclis-i Mebusan'ın III. Döneminin son yılında 8 Aralık 1917'de İstanbul Milletvekili seçilerek elçilik görevinden ayrıldı. İttahat ve Terakki'nin düşmesinden sonra 14 Ekim 1918'de kurulan Ahmet İzzet Paşa hükümetinde Dâhiliye Nazırı oldu. 8 Kasım'da eski rejim ileri gelenlerinden Talat, Enver, Cemal ve Sait Halim Paşaların yurt dışına kaçışına İçişleri Bakanı olarak engel olamamakla suçlanması, Ahmet İzzet Paşa kabinesinin istifasına neden oldu. 1 Kasım - 21 Aralık 1918 tarihleri arasında Mustafa Kemal ile birlikte Minber gazetesini çıkardı. İttihatçı gizli örgüte mensup olduğu iddiasıyla 10 Mart 1919'da tutuklandı, 2 Haziran 1919'da Malta'ya sürgüne gönderildi. Malta sürgünlüğü 30 Mayıs 1921'de serbest bırakılmasıyla sona erdi. 15 Ağustos 1921'de İstanbul Milletvekili olarak TBMM 1. Dönem'e katıldı. 10 Ekim 1921 - 4 Ekim 1922 arasında Dâhiliye Vekilliği yaptı. TBMM 2. Dönemde yeniden İstanbul Milletvekili seçildi. 14 Ağustos 1923'ten cumhuriyetin ilanına kadar İcra Vekilleri Heyeti Reisliği ve Dâhiliye Vekilliği yaptı. Fethi Bey kabinesinin istifasına yol açan siyasi olaylar, 29 Ekim 1923'de bir anayasa değişikliği ile Cumhuriyet'in ilanına neden oldu. Cumhuriyetin ilanından hemen sonra, 1 Kasım 1923'te TBMM Başkanı seçildi. 1 Kasım 1924'te yine Başkan seçildi. Ancak aynı ay içinde Kâzım Karabekir ve Ali Fuat Paşaların liderliğinde bir grup milletvekilinin Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası adıyla muhalif bir parti kurmaları üzerine 22 Kasım 1924'te İsmet Paşa yerine Başbakanlığa getirildi. Bu atamada, sertlik yanlısı olarak tanınan İsmet Paşa'ya karşılık Fethi Bey'in ılımlı ve uzlaşmacı kimliği rol oynadı. Ancak üç ay sonra Doğu'da Şeyh Sait İsyanının patlak vermesi üzerine uzlaşma politikası iflas etti. 2 Mart 1925'te hükümet istifa etti, İsmet Paşa yeniden başbakan oldu. Aynı gün ilan edilen Takrir-i Sükûn Kanunu ile ülke çapında muhalefet susturuldu. Terakkiperver Fırka kapatıldı. Fethi Bey Paris Büyükelçiliğine atanmayı isteyerek Türkiye'den uzaklaştı. 9 Ağustos 1930'da Atatürk'ün talimatıyla büyükelçilikten istifa ederek Serbest Cumhuriyet Fırkası'nı kurdu ve partinin genel başkanı oldu. Gümüşhane Milletvekili olarak tekrar Meclise girmesi sağlandı. Muvazaa amacıyla kurulan partinin, İzmir Mitinginden sonra irtica yanlısı bir harekete dönüşmeye başladığı suçlaması üzerine, kendi isteği ve Atatürk'ün talimatıyla 17 Kasım 1930'da partisini feshetti. Tekrar yurt dışına gitti. 31 Mart 1934'te Londra Büyükelçiliğine atandı. İkinci Dünya Savaşı öncesinde Türkiye ile Birleşik Krallık arasında gerçekleşen diplomatik ve askeri yakınlaşmada önemli bir rol oynadı; Montreux Antlaşması'nın mimarları arasında bulundu. 1937 yılında Manevralarına katılarak yabancı heyetlere eşlik etti. Atatürk'ün ölümünden kısa bir süre sonra, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün eski hasımlarıyla barışma politikası uyarınca 4 Ocak 1939'da Bolu Milletvekilliğine atandı; büyükelçilik görevinden ayrılarak yurda döndü. Aynı yıl seçilen 8. Meclis'e de Bolu Milletvekili olarak girdi. 2. Refik Saydam Kabinesinde Adalet Bakanı oldu ve bu görevini 12 Mart 1941'e kadar sürdürdü. 7 Mayıs 1943'te İstanbul'da vefat etti. Mezarı Zincirlikuyu Mezarlığı'ndadır. Fethi Okyar diplomatik yetenekleri ve ılımlı, akılcı kişiliğiyle her dönemde saygı topladı. Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri'nde uygulandığı şekliyle, millet iradesine dayanan demokratik, liberal ve pragmatik bir siyasi görüşü savundu. İttihat ve Terakki içinde önemli görevler üstlendiği halde parti üst yönetiminin yolsuzluk ve cinnetlerinden uzak durdu; bu sayede İttihat ve Terakki'nin çöküşünden sonra da saygınlığını koruyabildi. Yakın arkadaşı Rauf Bey'in aksine, siyasi kariyeri boyunca Mustafa Kemal'e ters düşmemeyi başardı. Uzun süre İsmet İnönü'nün başlıca rakibi olarak görüldüğü halde 1938'den sonra onunla barıştı ve yeniden üst düzey siyasi mevkilere getirildi. Refik Saydam İbrahim Refik Saydam (8 Eylül 1881, İstanbul - 8 Temmuz 1942, İstanbul) Türk hekim ve siyasetçi. Türkiye Cumhuriyeti'nin 4. başbakanıdır. 8 Eylül 1881 günü İstanbul'un Fatih ilçesinde, Çırçır Mahallesi'nde dünyaya geldi. Mahalle mektebinin ardından 1892 yılında Fatih Askeri Rüştiyesi'ne ve 1896 yılında İstanbul Kuleli Askeri İdadisi'ne girdi. 22 Ekim 1905 tarihinde Askeri Tıbbiye'den Tabip Yüzbaşı rütbesiyle mezun oldu. Üç yıl Gülhane Askerî Tıp Akademisi'nde Embriyoloji ve Histoloji bölümlerinde çalıştı. 1910 yılında eğitim için yurt dışına gitti. Almanya'da Berlin askeri tıp akademisinde Brandenburg, Danzig, Spandou ve Scharite'te eğitim gördü. Balkan Savaşı'nın çıkacağı belli olunca 1912 yılında İstanbul'a döndü. Balkan Savaşı'nda Antalya'da ve Çatalca cephesinde Kolera hastalığını önleyici çalışmalar yaptı. 1914 yılında atandığı sahra genel sağlık müfettiş muavinliği sırasında bakteriyoloji enstitüsünü örgütleyerek tifo, dizanteri, veba ve kolera aşılarının, tetanos ve dizanteri serumlarının burada üretilmesini ve I. Dünya Savaşı boyunca ordu ihtiyacının karşılanmasını sağladı. Salgın hastalıklarla mücadelesini Hasankale'de cephe hizmetinde sürdürdü. Tifüse karşı hazırladığı aşı tıp literatürüne geçti ve I. Dünya Savaşı'nda Alman ordusunda ve Kurtuluş Savaşı'nda kullanıldı. 1919'da 9. Ordu Sağlık Müfettiş Muavinliği görevi ile Mustafa Kemal Paşa'nın yanında Samsun'a çıktı. Erzurum'da Mustafa Kemal Paşa'nın karargâhı dağıtıldıktan sonra Erzurum askeri hastanesi bulaşıcı hastalıklar servisi şefliğine atandı. Fakat bu görevi kabul etmeyerek ordudan ayrıldı. Erzurum ve Sivas kongrelerine katıldı. 1920 yılında TBMM'ye Doğubayazıt mebusu olarak seçildi. Aynı zamanda Millî Savunma Vekaleti'ne bağlı Sıhhiye Dairesi Başkanı olarak görev yaptı. TBMM'nin II. döneminden itibaren İstanbul mebusu olarak görev yaptı. 10 Mart 1921 tarihinde TBMM tarafından Sıhhiye ve Muavenet-i İçtimaiye Vekilliği görevine seçildi. Bu görevini 20 Aralık 1921 tarihine kadar sürdürdü. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilanından sonra 30 Ekim 1923 tarihinde 1. İsmet Paşa Hükûmeti'nde Sağlık Bakanı olarak görevlendirildi. Bu görevini 2. İsmet Paşa Hükûmeti'nde de 21 Kasım 1924 tarihine kadar sürdürdü. 4 Mart 1925 tarihinde 3. İsmet Paşa Hükûmeti'nde yeniden Sağlık Bakanlığı görevine atandı. Bu görevini 25 Ekim 1937 tarihine kadar sürdürdü. Kesintilerle 14 yıl süren Sağlık Bakanlığı döneminde sağlık hizmetlerinin temellerini attı. 1924 yılında Ankara'da ve daha sonra Erzurum, Diyarbakır, Sivas ve diğer birçok ilde memleket hastaneleri, doğum ve çocuk bakım evleri açtı. Ayrıca bu konuda nitelikli eleman yetiştirilmesine önem vererek sağlık kursları, tıp öğrenci yurtları 1928 yılında Hıfzısıhha Enstitüsü ve Mektebi'ni, İstanbul ve Ankara'da veremle savaş dispanserlerini kurdu. Soyadı Kanunu'nun yürürlüğe girmesinden sonra Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından "Saydam" soyadı verildi. 1931-1938 yılları arasında zaman zaman Millî Eğitim ve Maliye Bakanlıklarına vekalet etti. Atatürk'ün ölümünden sonra İçişleri Bakanlığı, CHP Genel Sekreterliği ve 15 yıl Kızılay Başkanlığı yaptı. 1939-1942 yılları arasında Türkiye Başbakanı olarak görev yaparken, sağlık konusuna bakanlığı dönemindeki gibi önem verdi. "Devlet idaresi A'dan Z'ye bozuktur, düzeltmek ister." diyerek devlet yönetiminde köklü bir reform taraftarı olduğunu dile getirdi. 8 Temmuz
1942 tarihinde İstanbul'da besin sorununun düzenlenmesi için yaptığı inceleme gezisinde hayatını kaybetti. Mezarı Cebeci Asri Mezarlığı'ndadır. Poliamori Poliamori, bireylerin birden çok sevgiliye sahip olabildikleri, söz konusu ilişkiye dahil olan herkesin bu durumun bilincinde olup bunu onayladığı, monogaminin (tekeşliliğin) ya da monamorinin tersi niteliğinde, insanlararası ilişki türü. “Poliamori” sözcüğünin kökü Yunanca ve Latinceye dayanır. Yunancada poli “çok”, Latincede amor “aşk” anlamına gelir. Bu anlamda poliamori sözcüğünü “çoklu aşk” olarak çevirmek mümkündür. Çoklu aşk, hem tekeşli ilişkilerde karşılaşılan ve çoğunlukla bir ilişkinin bitip diğerinin başlamasıyla sonuçlanan "aldatma" pratiğini, hem duygusal süreklilikten koparılmış rastgele-geçici cinsel ilişkileri, hem de 60'lı yılların cinsel devrim kuram ve pratiklerinin aşırılıklarını ve açmazlarını sorgulayarak daha gerçekçi, sağlıklı ve temkinli bir bakış açısı geliştirme çabasına dayanır. Kavramın tarihi 60’lı yıllara uzanır. 60’lı yılların “serbest aşk” kavramından çıkarılan derslerle, 70’li yıllarda “sorumlu tekeşlilik-dışı ilişkiler” (responsible non-monogamy) kavramı ortaya çıkmıştır. 80’li yılların başından itibaren kısaca “poliamori” kavramı kullanılmaya başlamış ve bu kavram 90’lı yılların ortasında yaygınlaşarak özellikle Kuzey Amerika ve Avrupa'da gündelik dilin bir parçası haline gelmiştir. Poliamori ya da çoklu aşk, “sorumlu, açık, dürüst ve uzun vadeli” duygusal birliktelikleri içerir. Bu tanıma dayanarak çoklu aşkın üç ayırdedici özelliğinden söz etmek mümkündür. Birincisi, çoklu aşk ilişkiye taraf olan herkesin bilgisi ve onayı ile yürür. Bu anlamda “radikal dürüstlüğe” dayanır ve “aldatma” pratiklerinden ayrılır. İkincisi, uzun vadeli duygusal yakınlıkları temel alır, ve bu anlamda “çapkınlık”, “tek gecelik ilişki”, “poligami” gibi cinsellik üzerinden tanımlanan ilişki biçimlerinden ayrılır. Üçüncüsü, çoklu aşkta temel sorun bağlanma-bağlanmama ya da özgürlük-güvenlik ikilemi değil, birden fazla sevgi ilişkisinin nasıl sürdürülebileceği sorusudur. Hem özgürlüğün hem de güvenlik duygusunun insanın temel gereksinimleri olduğu, ve günümüzde bu gereksinimleri hala “aile” kurumunun karşıladığı kabul edilir. Bu anlamda, 60’lı yılların aile-karşıtı söyleminden farklı olarak sorun “aile” kavramının kendisinde değil, içeriğinin doldurulma biçiminde görülür. Aile kurumu ile karşılanan insani gereksinimlerin (çocukların bakımından gündelik yaşamın yeniden üretimine dek), alternatif yaşam tarzlarının inkar etmesi gereken değil, tam tersine başka biçimlerde karşılaması gereken gereksinimler olduğu vurgulanır. Bu gereksinimleri karşılamak için de kuralsız bir serbesti yerine, açıkça tanımlanmış kuralları olan alternatif düzenlemeler yapılması önerilir. Çoklu aşkın pek çok değişik biçimi vardır. Aslında her ilişki kendi dinamiklerine özgü bir biçim yaratır. Yine de birkaç ana eğilimden söz etmek mümkündür. “Açık ilişki” (open relationship) olarak tanımlanan modelde, bir çift birlikteliklerini sürdürürken, başka yakın ilişkiler kurarlar. Bu modelin kendine özgü terimleri de vardır. Aynı evde yaşamayı sürdüren çiftin arasındaki ilişki “birincil” (primary), sürekli ilişki içinde oldukları sevgiliyle ya da sevgililerle kurdukları ilişki ise “ikincil” (secondary) olarak adlandırılır. (Burada birincil-ikincil ayrımında ölçütün genellikle duygusal bağın gücü değil, gündelik pratiğin gerekleri olduğu vurgulanır). “Yakınlık ağı” (intimacy network) denilen ikinci bir model, birbirleriyle farklı düzeylerde yakınlıkları olan tekil insanlar için kullanılır. Bu modelde birbirini seven bir ikilinin başka sevdikleri genellikle birbirleriyle aynı ölçüde yakınlık ya da ilişki kurmaz, böylece ilişkiler farklı boyutlarda yakınlıklar ağı biçimini alır. “Çoklu sadakat” (polyfidelity) denen üçüncü modelde ise, hepsi birbirini seven üç ya da daha çok kişi birlikte yaşar. Bu tarzı seçenler, ilişkilerini başkalarına açabildikleri gibi, kapalı da tutabilirler. Çoklu aşkı seçenler, bunun tekeşliliğe üstün bir yaşam tarzı olmadığını ısrarla vurgularlar. Çoklu aşkı, propagandası yapılacak bir düşünsel akım olarak değil, yalnızca duygusal-cinsel bir yönelim olarak görürler. Tek-eşlilik gibi çoklu aşkın da kendine özgü olumlulukları ve zorlukları vardır. Olumlulukların başında, sevgi ilişkilerinin sürekliliği, bir başka deyişle, bir başkasını sevdiğinde varolan sevgi ilişkisini sonlandırmak zorunda kalmamak gelir. Ancak bu her zaman kolay bir süreç olmaz. En büyük sorunların başında kıskançlıkla nasıl baş edileceği gelir. Kıskançlığın çoklu aşk ilişkilerinde tekeşli ilişkilerde yaşandığından daha az yaşanacağına dair hiçbir güvence yoktur. Tam tersine, bilinen kalıpların var olmadığı bir durumda kıskançlıkla nasıl baş edileceği daha can yakıcı bir sorun halini alır. Bu konuda 90’lı yılların başında geliştirilen ilginç bir kavram da vardır: compersion. “Sevilen kişinin bir başka kişi ile yaşadığı sevgi ilişkisinden zevk almak” anlamına gelen bu kavram, temelde sevilen kişinin kendi yaşamında güzel bir duygu yaşadığını hissetme anlamında bir tür empatiye dayanır. Çoklu aşkı seçenler, kıskançlık ve yanlış anlamalarla baş etmek için bir şeyin daha çok önemli olduğunu vurgularlar: konuşmak. Sürekli iletişim, her türlü yanlış anlamaya karşı tek çözüm olarak görünür. Zaten kamusal alanda kullandıkları sembol de bunu yansıtır: papağan. Çoklu aşkı seçenler tekeşliliği mücadele edilmesi gereken bir şey olarak değil, meşru bir duygusal-cinsel yönelim olarak görürler. Tek talepleri, kendi yönelimlerinin de meşru bir tercih olarak görülmesi ya da “farklarının tanınması”dır. Bu konuda eşcinsel hareketinin talepleri ve tarzları ile büyük paralellikler gösterirler. Nasıl eşcinsel hareketi, eşcinselliğin heteroseksüelliğe bir üstünlüğü olmadığını ama heteroseksüellik karşısında bir “sapkınlık” da olmadığını, yalnızca farklı bir duygusal-cinsel bir yönelim olduğunu anlatmaya çalıştıysa, çoklu aşkı seçenler de tek eşliliğe üstünlük iddiaları olmadığını, ama bir sapkınlık ya da hastalık olarak da görülmemeleri gerektiğini anlatmaya çalışmaktadır. Ve yine eşcinsel hareketinde olduğu gibi, mücadelelerini yavaş yavaş hukuksal düzleme de taşıyarak, yasal metinlerde kullanılan dili dönüştürme çabası içindedirler. Bu anlamda çoklu aşkı seçenler henüz yolun çok başındadır ve uzun bir mücadele süreci onları beklemektedir. Ancak yine eşcinsel hareketinde olduğu gibi, kendi kimlik mücadelelerinde ortaya attıkları sorulardan ve kavramlardan herkes bir şeyler öğrenmektedir. Ferdinand de Saussure Ferdinand de Saussure (d. 26 Kasım 1857, Cenevre – ö. 22 Şubat 1913, Vufflens-le-Château), İsviçreli 20. yüzyılda dilbilimde kayda değer gelişiminin birçoğu için fikirleriyle temel hazırlamış dilbilimci. Genellikle 20. yüzyılın dilbiliminin ‘babası’ olarak düşünülmektedir. Özellikle yapısalcılık ve göstergebilim alanında adını duyurmuştur. Ferdinand, doğabilimcisi Henri de Saussure ve Louise Elisabeth de Pourtalès’in oğlu ve Nicolas Theodore de Saussure’ün torunudur. Ferdinand Almanya’nın Leipzig şehrinde üniversite eğitimi almıştır ve Berlin'de bir dönem Heinrich Zimmer'in yanında Hint-Avrupa Dilleri üzerine çalışmıştır. Leipzig'te doktorasını yazdıktan sonra 1881 yılından 1891 yılına kadar Paris'te École pratique des hautes études okulunda ders vermiştir. 1891 yılından ölümüne kadar Cenova Üniversitesi'inde Tarih ve Hint Avrupa dillerinin karşılaştırılması alanında profesörlük yapmıştır. Ferdinand de Saussure, Cenova Üniversitesi’nde 1906 yılından 1911 yılına kadar Genel dilbilim üzerine dersler vermiştir. Saussure’ün şöhreti yaşamı boyunca Slav dilleri araştırmacısı olarak yaptığı çalışmalarında mevcuttur. “Mémoire sur le système primitif des voyelles dans les langues indo-européennes“ (Memory auf dem primitiven System der Vokale im Indo-Europäischen Sprachen/Hint Avrupa Dillerindeki Seslerin İlkel Sisteminin Hafızası-1879) isimli eserinde Saussure daha 21 yaşında bir öğrenciyken dilbilgisel yöntemleri uygulayarak "Laringeal" kuramını geliştirmiştir. Hint Avrupa ses sisteminin yeniden yapılandırılması sürecinde Saussure kaybolan ses katsayılarının (coefficients sonantiques) varlığını kuramsal olarak talep etmektedir. Bu ses katsayılarını daha sonraları Danimarkalı dil araştırmacısı Hermann Møller de 19. yüzyılda "Laringeal" olarak tanımlamıştır. Saussure'ün ölümünden sonra 1914 yılında Bedřich Hrozný bu noktada Hint Avrupa dili olarak belirtilen Hititçe’yi çözümlemiştir. Sausure’ün kendi ses katsayılarını yeniden yapılandırdığı bazı durumlarda Polonyalı dilbilimci ve Slav dilleri araştırmacısı Jerzy Kuryłowicz Hititçedeki "Laringeal"i bulmuştur. Önemli kısıtlamaların hesaba katılmasına rağmen Hititçedeki "Laringeal" genel anlamda Saussure’ün yeniden yapılandırmasının onaylanması olarak kabul edilmektedir. 1857'de Cenevre'de, Sigmund Freud'dan bir yıl sonra, Emile Durkheim'dan ise bir yıl önce doğan Saussure, tanınmış bir doğabilimcinin oğluydu. Ailenin doğabilimleri konusunda güçlü bir başarı geleneği vardı. Saussure'ü erken yaşlarda dil bilimi çalışmalarına bir filolog ve aile dostu, Adolphe Pictet yöneltti. On beşinde, Fransızca, Almanca, İngilizce ve Latince dillerine Yunancayı da ekledikten sonra, Saussure genel bir dil dizgesi oluşturmaya çalıştı. Ve Pictet için, tüm dillerin kökünde iki ya da üç temel ünsüzden oluşan bir dizgenin olduğunu öne süren 'Diller Üstüne Deneme'yi yazdı. Pictet bu gencecik çabanın aşırı indirgemeci özelliğine gülümsemekten kendini alamamış olabilir ama daha okuldayken Sanskrit öğrenmeye başlayan, himayesi altındaki bu öğrencinin cesaretini kırmadı. 1875'te Saussure, Cenevre Üniversitesi'ne girdi. Aile geleneğini izleyerek fizik ve kimya öğrencisi olarak kayıt yaptırmakla birlikte Yunan ve Latin dil bilgisi derslerine girmeyi sürdürdü. Bu deneyim onu, mesleğinin dil incelemesi konusunda olacağına inandırdı. Çünkü yalnızca profesyonel bir dil derneğine, Paris Dil Bilimi Derneği'ne katılmakla kalmayıp Cenevre'de ilk yılının büyük ölçüde boşa gittiğini düşü
nerek onu Hint-Avrupa dillerini incelemek için Leipzig Üniversitesi'ne yollamalarının gerekliliğine ana babasını inandırdı. Leipzig şanslı bir seçim oldu, çünkü genç dil tarihçileri okulunun Junggrammatiker ya da 'Yeni Dil Bilgiciler'in merkeziydi; Saussure, ilk kez kendi zekâsını gününün en yaratıcı dilcileri ile karşılaştırabiliyordu. Leipzig'deki öğretmenlerinden biri, Brugmann, Saussure'ün birkaç yıl önce öne sürdüğü fakat ünlü dilcilerin varsayımlarına karşıt düştüğünden vazgeçtiği "genizsil selenliler" (nasal sonans) yasası denen şeyi bulduğunda, kendi yeteneklerine inancı kuşkusuz onaylandı. Saussure, Berlin'deki on sekiz aylık bir ara dışında dört yıl boyunca Leipzig'de kaldı ve 1878 Aralık ayında yirmi bir yaşındayken, bir dilcinin 'şimdiye dek yazılımş en yetkin karşılaştırmalı filoloji yapıtı' dediği Mémoire sur le sytème primitif des voyelles dans le langues indo-européennes (Hint-Avrupa Dillerindeki Ünlülerin İlk Dizgesi Üstüne İnceleme)sini yayımladı. Bu yapıtın en etkileyici yanı genç dilcinin tarihsel dil bilimindeki en büyük ve en temel soruna el atmış ve yöntemsel sorunların önemini vurgulamış olmasıdır. Önsözünde, 'anlaşılmaz kuramsal sorunlar üstüne düşünceler kurmuyorum; konunun temelini, yokluğunda her şeyin başıboş, nedensiz ve belirsiz kalacağı temeli sorguluyorum' diyordu. İnceleme, birçok çevrede iyi karşılandı. Saussure, Berlin Leipzig'e döndüğünde, bir profesör ona İnceleme'nin yazarı, İsviçreli büyük dil bilimci Saussure ile uzak yakın bir akrabalığı olup olmadığını sordu. Bununlu birlikte, Saussure, Almanya'yı kendine yakın bulmamış olmalı ki, Sanskrit'te tamlayan durumunun kullanımı üstüne yazdığı (Summa cum laude ile ödüllendirilen) doktora tezinin savunmasından hemen sonra Paris'e döndü. Fransa'da oldukça başarılıydı. Hemen École pratique des hautes études'de Sanskrit, Gotik ile Eski Yüksek Almanca öğretmeye başlayıp, 1887'den sonra öğrettiklerini de genel olarak Hint-Avrupa filolojisini kapsayacak biçimde genişletti. Paris'tesi Société linguistique'de etkin olduğu gibi genç Fransız dil bilimci kuşağının biçimlenişini de önemli katkılarda bulundu. Ama 1891'de Cenevre'de bir profesörlük önerilince, İsviçre'ye dönmeye karar verdi ve kendinden yaşlı meslektaşlarının ona Légion d'Honneur Nişanı'nı sunmalarının onuru bile onu Paris'te tutamadı. Cenevre'de öğrencileri sayıca daha az ve daha geriydiler. Genel olarak Sanskrit ve tarihsel dil bilimi öğretiyordu. Evlendi, iki oğlu oldu; çok az yolculuğa çıktı; besbelli aklı başında bir taşralı belirsizliğe yerleşmeye başlıyordu. Git gide daha az, daha acıyla ve isteksiz yazmaya başladı. Elimizdeki birkaç açıklayıcı kişisel belgeden biri olan, 1894'de yazılmış bir mektupta, sonunda bir yayımcının eline bıraktığı bir yazısına değinir ve sürdürür: ...ama bütün bunlar ve dil bilimi konusunda aklı başında on satırcık bile yazmanın güçlüğü canıma yetti. Uzun süredir kafam her şey bir yana dil bilimi olgularının ve onlara bakış açılarımızın sınıflandırılması düşüncesiyle dopdolu; dil bilimciye ne yaptığını göstermek için göze alınması gereken işin ölçülemeyecek denli çok olduğunu git gide daha iyi fark ediyorum... Kullanılan terimlerin kesin yetersizliği, bunların yeniden gözden geçirilmesinin gerekliliği ve bunu başarabilmek için dilin ne tür bir nesne olduğunu göstermek, (genelde, dilin niteliğini düşünmek zorunda bırakılmamak en büyük isteğim olmakla birlikte) filolojiden aldığım tadı sürekli bozuyor. Bu beni kendi istemim dışında, dil biliminde neden benim için bir anlam taşıyan bir tek terim bile olmadığını açıklayacağım bir kitap yazmaya itiyor. Açık söyleyeyim, ancak bundan sonra, işimi bırakacağım yerden sürdürebileceğim. (4 Ocak 1894 tarihli mektup, 'Letter de F. de Saussure a Antoine Meillet', Cahiers Ferdinand de Saussure 21 (1964) Kitabı yazamadı. Litvanya dili, ortaçağ Alman destanları ve Latin ozanların şiirlerinde gizlenmiş özel isim çevriklemeleri üstüni bir kuramla uğraştı. Ama 1906'da, bir profesörün emekli olmasıyla, üniversite ona genel dil bilimi öğretme görevi verdi; böylece sırasıyla 1907, 1908-1909, 1910-1911 yıllarında, sonunda Course de Linguistique Génerale olacak dersleri verdi. 1912 yazında yatağa düştü; 1913 Şubat'ında 56 yaşında öldü. Kaynak: (Jonathan Culler, Saussure, (Çeviren: Nihal Akbulut), Afa Çağdaş Ustalar Dizisi 8, İstanbul, 1985, s.13-16.) Saussure’ün görüşlerine göre dilin bakış açısı üç farklı biçimde sınıflandırılmaktadır: İnsanların konuşmasını ifade eden “Langage” kavramı, soyut kurallar sistemini ifade eden “langue” kavramı ve konuşmayı ifade eden “parole” kavramıdır. İnsanların konuşma yetisine Saussure de Noam Chomsky gibi insanlarda biyolojik olarak var olan bir yeti olarak bakmaktadır. “Langage” kavramı insan dilini konuşanların konuşma yetkinliği içerisinde karşılaştığı kuram öncesi olgusal bir alan olarak tanımlamaktadır. Buna karşılık “langue” kavramı kuramsal bir dil kavramı olarak anlaşılmaktadır. Bu kavram bilgi-mantıksal bir düzeni “langage” kavramının ve insan konuşmasının kuram öncesi olgusal alanında bulunmaktadır. “Langue” kavramı aynı zamanda dilbilimsel bakış açısı altında “langage” olarak kabul edilerek tanımlanabilmektedir. Bu kavram sosyal ve bireysel bir boyut da ortaya koymaktadır. Bu kavramın sosyal boyutunda “langue” kavramı özneler arası kabul edilen toplumsal bir kurum ve dilsel alışkanlıkların sosyal olarak oluşturulduğu, konuşanın kafasındaki geleneksel bir sistemdir. Bu kavram bireysel boyutunda öznel olarak içselleştirilmiş tekil bir dildir (bu duruma “langue” kavramının öznel olarak ifade edilmesi de denilebilmektedir.). Ayrıca “parole” kavramının da sosyal ve bireysel bir tarafı bulunmaktadır. Bu kavram bir yandan somut bir söz eylem kuramını (konuşma yetisini) ifade ederken diğer taraftan da her bir konuşan aracılığıyla “langue” kavramının bireysel olarak gerçekleştirilmesini ifade etmektedir. Aynı zamanda "parole" kavramı bulunduğu yerdeki sosyal boyutunda ele alındığında yeni dilsel anlamların diyaloglu olarak oluşturulmasını ve “langue” kavramının değişimini ifade etmektedir. “Langue” ve “parole” kavramları karşılıklı bağımlılıklarının karmaşık ilişkisi içerisinde de bulunmaktadır. Bir yandan “langue” kavramı içerisinde “parole” kavramına dair hiçbir şey bulunmazken diğer yandan da “parole” kavramının her bir sosyal üretim sayesinde “langue” olarak adlandırılması mümkündür. Ayrıca “parole” kavramı aracısız gözlemlere ait "langue" kavramından uzaklaşmaktadır. “Parole” kavramı insan konuşmasının kuramsal bakış açısı olarak anlaşılmaktadır. “Langage” kavramı ise dilsel göstergelerin ve bu dilsel göstergelerin seslerinin oluşturulmasının oluşum sürecindeki yeniden yapılandırılması olarak ifade edilebilmektedir. Langue (frz.: dil, dil sistemi) Ferdinand de Saussure’e göre işaretlerin ve dil bilgisi kurallarının (genel, bireyler üstü, sosyal) sistemidir ve yine ona göre parole (konuşma) kavramının karşıtıdır ve somut ifadelerde langue'un somut, mekânsal ve zamansal gerçekleşmesi olarak tanımlanmaktadır. Langue kavramı Saussure tarafından "Genel Dilbilimin Temel Sorunları" (Cours de linguistique générale, 1916/dt. 1967) eserinde ele alınmıştır. Saussure langue kavramıyla dili sistem, sosyal olgu olarak ve bununla birlikte ortaya çıkan dilsel işaretlerin yerleşmesi olarak tanımlamıştır. Langue/parole dil kavram çifti tüm yapısalcı ve sonradan yapılandırılan dilbilimin dayanak noktasını temsil etmektedir. Langue ve parole içerikli ayrım ve çift kutuplu yaklaşım konusunda çeşitli öncü, benzeri ve sonraki çeşitlemeleri vardır; bunlar: dil sistemi – güncelleştirilmiş konuşma (von der Gabelentz [1891]) Langue, Saussure'ün terminolojisinde “Langage”dan (bunu ya langue ve parole’ün üst başlığı olarak ya da insan ve hayvanın dil yetisinin ayrılmasında kullanılan faculté de langage, yani dil kullanma becerisi olarak “dil”den) ayrılmalı. Parole, Ferdinand de Saussure’ün konuşma, bireysel dil kullanımın (performance, Noam Chomsky’nin anlayışına göre) Fransızca tanımı olarak seçtiğidir. John Langshaw Austin’in dil edimi kuramı da bu terimi kullanmaktadır. Saussure’deki karşıt terim langue, -yani ulusal dil- sistem olarak algılanan langage'ın genişletilmişi, insanın dil yetisi. Saussure ile özdeşleşmiş yapısalcılıktaki langue sosyallik için, parole ise bireysellik içindir. Kaynak Saussure, dilsel göstergeleri, anlamları ilişkilendirilen ses birimleri olarak kavramaktadır. Ayrıca dilsel göstergeleri, anlamları ele alınabilen biçimler olarak ve konuşmacının bu dilsel biçimleri diğer dilsel biçimlerle “Parole” kavramı aracılığıyla anlaşılabilir hale gelen dilsel ifadeler olarak anlatmaktadır. Buna göre dilsel göstergeler boğumlama sürecinde ortaya çıkan karmaşık birer zihinsel ve psikolojik birimdir. “Cours de Linguistique générale” eserinde de gösterge kavramının kullanımı bulunmaktadır (Erken Romantizm dönemindeki bu konudaki uyum tartışmaları özellikle Novalis hakkında bulunmaktadır). Dilsel göstergenin zihinsel ve ses bilimsel yanı gösterilen (signifié = gösterilen, gösterge içeriği) ve gösteren (signifiant = Dış gösterge biçimi) olarak sınıflandırılmaktadır. Gösterge kavramı Saussure’un kuramsal bakış açısında daha önceden bulunmaktadır. Çünkü Saussure genç dilbilgisel ve genç dilbilgisi araştırmacıları gibi çok yaygın ikili göstergeler anlayışını artık devralmıştır. İkili bir gösterge kavramı düşünsel ve ses bilimsel tarafını bağımsız, özgür düşünülebilir gösterge bölümleri olarak bir araya getirmektedir. Bu anlayıştan yola çıkarak Saussure sentetik bir gösterge kavramına ulaşmıştır. Saussure bütün göstergeler için “Sème” kavramını kullanmıştır, “Sème” kavramının ses bilimsel kısmı için “Aposème” ve zihinsel göstergelerin bakış açısı için de “Parasème” kavramlarına yer vermiştir. “Sème” kavramı daima tüm göstergeler anlamına gelmektedir, yani kişiliğin bir türünü birleştiren gösterge ve anlamı ifade etmektedir. Ayrıca ya ses bilimsel (ya da düşünsel) taraftan üstünlüğü ortadan kaldırabilmesi anlamına gelmektedir. “Parasème” ve “Aposème” kavramları da “Sème” k
avramının bir kısmını ifade etmemektedir, aksine bunların bakış açıları anlamına gelmektedir. Bu bakış açıları “Sème” kavramında konuşma sırasında oluşan mantıksal olarak farklı birimler değildir. Bu durum şu anlama gelmektedir: Sadece zihinsel olarak var olan anlamlar aynı zamanda var olan seslerle ilişkilendirilmemelidir. Dil sadece düşünceleri oluşturmamaktadır. Dil daha fazlasını oluşturmaktadır. Örneğin ilk olarak konuşan kişinin eylemi, boğumlaması, dil öncesi ilişkisini ve bundan dolayı da düzensiz ve ses bilimsel maddelerle sanki iz bırakmadan kaybolup giden düşünceleri gerçekleştirmektedir. Bu süreç zaman içerisinde doğrusal olarak meydana gelmektedir. Sözcükler birbiri ardına değişmektedir. Ses oluşturma süreci düşüncenin akışını sınıflandırmaktadır ve her şeyden önce bu nedenle ortaya çıkan ifadeyi bir düşüncenin ifadesi olarak oluşturmaktadır. Bununla birlikte de düşünceleri tanımlanabilir ifadeler olarak dilsel bağlamda ele almaktadır. İlk olarak ses oluşturma eylemi düşüncelere birer kimlik ve farklılık vermektedir. Bu durum düşüncelere varsayılan içsel biçimde gösterge analizinin kabul edilmesine izin vermektedir. Göstergelerin ses bilimsel - düşünsel bakış açısında daima göstergelerin oluşumu, gösterge sentezi sonradan anlaşılarak sınıflandırılmaktadır. Var olan göstergelerin tümü ve “Sème” kavramı her iki göstergenin de önemli koşulu durumunda bulunmaktadır. “Aposème” ve “Parasème” kavramları “Sème” kavramının bağımsız birer parçaları değildir; aksine sadece Dilbilim araştırmacıları tarafından ele alınan birer görüşüdür. Bu kavramlar Saussure için bir sayfa kâğıt ile karşılaştırılabilmektedir: Düşünce, sayfanın ön yüzüdür, ses ise sayfanın arka yüzü. İnsan sayfanın arka yüzüne zarar vermeksizin sayfanın ön yüzünü ne kadar az parçalara ayırıp zarar verebilirse, o ölçüde de düşünce sesten ayrılabilmektedir. Yukarıda gösterildiği gibi Saussure'e göre anlam mantıklı olarak olması gereken işaret bireşiminden başka bir şey değildir, aksine somut olarak sosyal değişimde, işaret bireşiminde ortaya çıkarılmaktadır. Hangi anlamın hangi işaretle ortaya çıkacağı, tanımlayan ve tanımlanan arasında giderek birbirine benzeyen iç bağlantılarla belirlenmektedir. İşaretin içinde belli bir anlamı savunabilecek bir kalite bulunmamaktadır. Saussure tarafından dil dizgesinin yargısal (arbitrar) ilkesi olarak adlandırılan bu kavramı, Türkçeye keyfilik olarak çevirmek mümkündür. Arbitrar ilkesi işaretin belirli bir tanımlayıcı işlevi bakımından özgürce seçilmesini kastetmemektedir. Burada kastedilen kendi içinde bulunmayan ve dizge bireşimi özelliğiyle bir anlama bağlı işaretin serbestliğidir. Bu hem farklı dillerin farklı işaretleri aynı anlam için kullanmasının hem de işaretlerin anlamının zamanla değişmesinin duruma göre değişebileceğine göstermektedir. Anlam, işaretin (ontolojik) özelliği değildir, tam tersine Parole’ün dilsel bağlamda kaldığı sürece dil toplumu tarafından dilin kullanımının bir etkisidir. Aynı zamanda dil işaretlerinin bir dizgenin kısımları (langue) olmasında bu etkinin varlığından bahsetmemek mümkün değildir. Bir dizgenin içinde bir işaret, diğer bütün işaretlerden ayrılmaktadır. Dilsel biçim ancak anlam dizgesel bir ilişki içinde diğer biçimleri kastederse anlam kazanmaktadır. Bir işaret aynı zamanda kendi anlamı içinde kendinden yola çıkarak olumlu bir anlam edinmemektedir, hatta anlamdaki değişiklik farklı işaretlerle ifade edilmektedir. Saussure ile birlikte anlam "sürekli yandan" gelmektedir, hatta diğer işaretlere yönelik muhalefet yoluyla ortaya çıkmaktadır. Burada –kendi içinde anlamsız olan- işaretin olumsuzluğundan bahsetmek mümkündür („nullité du sème en soi“; sème’nin kendi içindeki sıfırlık hali). Saussure anlamın değişim mantığına göre belirlenmesinin sistematik açısını “valeur”, yani işaretin sistemik değeri olarak tanımlamaktadır. Bu işaret belirlemesinin ön koşulu arbitrar ilkesinin yanı sıra ses varlığının konuşulduğu gibi sürdürülmesi, yani boğumlamadır. İlk zamansal olarak farklılık gösteren art arda dizilme, boğumlamadaki düşüncenin yapılandırılması dilsel birliğin sınırlandırılması ve farklılaşması için ön koşul oluşturmaktadır. Bununla birlikte ortaya çıkan diğer bir koşul da, dilsel birliğin kimliğinin ortaya çıkmasıdır. Bir tarafta langue’un bireysel söz dağarcığı olarak öznel ve sosyal karakteri, diğer yanda bireysellikten uzak dil kullanım alışkanlıklarının sistemi ve bunun kendini diyalog biçiminde anlam gelişen yer olarak parole’nin içinde sağlamlaştırmasından, Saussure tarafından belirlenen dilin zaman içindeki yaşam prensipleri sonucu çıkmaktadır. Bu prensipler ilk başta çelişkili gibi görünmektedir, yani dilin karakteristik özelliği, onun devamlı değişmesi gibi zaman içindeki sürekliliğidir. Dilin sürekliliği, onun belirli bir zamanın belirli bir dil evresindeki anlamında eşzamanlı (senkron) düzlem olarak tanımlanırken; artzamanlı (diyakron) düzlem dilin zaman içerisindeki değişikliğini dikkate almaktadır. Yöntemsel olarak bu iki düzlemi dilin zaman içerisindeki dilbilimsel uygulamada birbirinden kesin olarak ayrılmaktadır. Gerçekten de bu iki kavram oldukça iç içedir. Dilin süreklilik yönü, onu sosyal ve tarihsel bir gerçeklik olarak adres göstermektedir. Felsefede dilin kökenine, yani dünyadaki doğal adlandırmalar sürecine yönelik sıkça sorulan soru Saussure için bir şey ifade etmemektedir; çünkü tanımlamalar üzerindeki doğal bir uzlaşı fikri kavramlarla örülü bir dünyayı ve bununla birlikte zaten dilin varlığını ön görmektedir. Öte yandan dilin sürekliliği, eşzamanlılıkla iç içe daima konuşanın bilincine belirli zamanlar arasında özneler arası ayrılmış anlam ufukları ve anlam oluşmalarına dayanan olası uzlaşı imkânlarına bağlıdır. Yani dilin sürekliliği onun sosyal karakterinin temelini oluşturmaktadır. Bu sosyal karakteri, sürekli ve ortaklaşa dili kullanan konuşmacılar bu durumu dilin devamlı değişimine borçludurlar. Dilin hareketi- sistemli konuşulan: bağlantılı dil dizgesinin devam eden düzenlemesi, langue- durdurulamazdır ve kendi haline bırakılmıştır. Bu hareket genelde konuşanlar tarafından algılanmamaktadır. Dilin varlığı bu nedenden ötürü –dil bilimci Christian Stetter’in bir sözü ile- akıcıdır: sabit durmayan ve aynı şekilde sürekli değişen maddedir. Ferdinand de Saussure 1876 yılından 1880 yılına kadar Leipzig Üniversitesi’nde genç gramercilerin yanında eğitim görmüştür. Karl Brugmann’ın burundan hecelenenlere dair yazısının yayımlanmasından sadece iki yıl sonra o zamanlar sadece 21 yaşında olan Saussure 1878 yılında çığır açan makalesini kaleme almıştır. Leipzig öğrencisinin bu yazısından ötürü çoğu Hint-Avrupa dil bilimcisi Hint-Avrupa dilinin ilk evrelerinde ne *a ne de *o olmadığından yola çıkmışlardır. *E ya da *ai *o harfinden oluşmuştur, bunu da gırtlak yapısı etkilemiştir. Gırtlak harfleri diğer fonetiksel gerçekleşmelerinin tek başına gerçekleştiği ünsüzlerdir ve cırtlak sesler olarak karakterize edilmektedirler. De Saussure eski Hintçedeki belirgin görüngüleri bir birimsel sistem içinde açıklayabilmek için gırtlak harflerini keşfetmiştir. İlk başta sadece birkaç araştırmacı onun fikrini takip etmiştir. Saussure’e olan ilgi, Türkiye’de bundan yaklaşık 100 yıl öncesi, kesin tarih olarak 1917 yılında, yani; Saussure’ün ölümünden dört yıl sonra kerpiç bir tahtanın keşfedilmesiyle artmıştır. Bu kerpiç yazı tahtasında yazan yazı Hititçeydi. Çorum Alacahöyük’te bulunan bu kerpiç yazı tahtasının heyecan yaratmasının iki sebebi vardır: İlk olarak bu tahta bugüne kadar kaydedilen en eski Hint-Avrupa diline tanıklık etmektedir; bu konuya ilişkin en eski metinler milattan önce 1700 yılına uzanmaktadır. İkinci ve çoğu araştırmacıya göre daha önemli neden ise Hitit dilinin Saussure'ün kuramını tasdik ediyor olmasıdır; çünkü Polonyalı dil bilimci Jerzy Kuryłowicz (1895-1978) Hitit dilinde Hint-Avrupa diline özgü kelimeler keşfetmiştir. Bu kelimeler Saussure’ün ortaya koyduğu h-sesini içinde bulundurmaktaydı. Bugün Hint-Avrupa dilbilimcilerinin çoğu gırtlak harfleri kuramını (bir ya da diğer biçimde) kabul etmektedirler. Saussure 1880 yılında Leipzig kentinde doktorasını tamamladıktan sonra önce Paris’e ve 1891’de de Cenova’ya taşınmıştır. Saussure Cenova’da kendini, kurucusu olarak kabul edildiği Modern Dilbilime, yani Linguistic’e daha fazla adamıştır. Saussure’ün öğrencisi Antoine Meillet (1866-1936) ve onun sayısız öğrencileri sayesinde Saussure’ün dört yıl boyunca bilimsel çalışma yaptığı memleketi olan Leipzig dünya genelinde en önemli Hint-Avrupa dilleri öğretilen ve bu diller hakkında araştırma yapılan yer olarak kabul görmüştür. Haluk Bilginer Nihat Haluk Bilginer (d. 5 Haziran 1954, İzmir), Türk oyuncu ve tiyatro yönetmeni. 5 Haziran 1954 günü sigortacı Tahsin Bey ile ev hanımı Bedriye Hanım'ın üç çocuğunun ortancası olarak dünyaya gelmiştir. İzmir Türk Koleji mezunudur. Lise son sınıfta okulunun tiyatro koluna girdi ve Cahit Gürkan'ın öğrencisi oldu. Demokrat İzmir Gazetesi'nin açtığı liselerarası tiyatro yarışmasında ilk ödülünü aldı. Jürideki tiyatro müdürü Ragıp Haykır'ın davetiyle İzmir Devlet Tiyatrosu'nda konuk oyuncu olarak çalıştı. Gençlik yıllarında İngiltere'de ünlendi. Öyle ki, İngiltere'deki bir dergiye "en seksi Türk" başlığıyla kapak oldu. 1987 yılında ilk defa "Gecenin Öteki Yüzü" adlı film çekimi için İstanbul'a geldi ve bu filmin setinde 1992'de evleneceği Zuhal Olcay ile tanıştı. Hayatını bir süre İstanbul-Londra arasında sürdürdü. 1992'de evlendikten sonra çift, Hollywood'da "Indiana Jones" dizisinde, Türkiye'de de Yavuz Özkan'ın "İki Kadın" filminde birlikte rol aldı. 1996'da Tomris Giritlioğlu'nun 80. Adım filminde, ardından ""İstanbul Kanatlarımın Altında"," ""Usta Beni Öldürsene"," ve ""Masumiyet" "gibi ödüllü filmlerde rol aldı. Oyunculuğunu tiyatro sahnesinde sürdürmek isteyen Haluk Bilginer, 1990 yılında Ahmet Levendoğlu ve Zuhal Olcay ile Tiyatro Stüdyosu'nu kurdu. Tiyatro Stüdyosu`nun "Aldatma" (Harold Pinter), "Kan Kardeşleri" (Willy Russell), "Derin Bir Soluk Al" (Ben Elton), "Çöplük" (Turga
y Nar), "Histeri" (Terry Johnson) ve "Balkon" (Jean Genet) oyunlarında başrolleri üstlendi. 1993'te Türkiye'nin ilk reality showu olan Sıcağı Sıcağına'yı sundu. Bir tiyatro salon sahibi olmak için Odeon Sineması'nı kiralayıp inşaata başladı ancak 1996'da çıkan yangınla bütün emekler boşa gitti; yine de yılmayan Bilginer ve Olcay topluluktan ayrılarak 1999'da Moda'da baştan yaptıkları bir salonda Oyun Atölyesi'ni kurdular. 1992 yılında evlendiği Zuhal Olcay'dan 2004 yılında ayrıldı. Pop müzik sanatçısı Aşkın Nur Yengi ile 2006 yılında evlenen sanatçının bu evlilikten Nazlı adında bir kızı bulunmaktadır. 2012 yılında Aşkın Nur Yengi ile boşanmıştır. İngiltere Türkiye ! colspan="3" style="background: #DAA520;" | Altın Portakal Zuhal Olcay Zuhal Olcay (d. 10 Ağustos 1957; Üsküdar, İstanbul), Türk oyuncu ve şarkıcı. Babası erkek berberi Cevat İşanç, annesi ev hanımı Süheyla İşanç'tır. Konservatuvarda piyano öğretmeni olan teyzesinin teşviki ile Ankara'ya giderek tiyatro eğitimine başladı. 1976'da Ankara Devlet Konservatuvarı yüksek bölümünü bitirdi. Aynı yıl sınıf arkadaşı Selçuk Yöntem ile evlendi. Bir sene Londra'da eğitim gördü. Üç yıl süren ilk evliliğinin ardından iş adamı Zafer Olcay ile evlenen Zuhal Olcay, İzmir'e yerleşti ve İzmir Devlet Tiyatrosu’nda oyunculuğa başladı. 1981 yılında kızı Ceren dünyaya geldi. 1983'ten itibaren çeşitli televizyon yapımlarında rol aldı; ilk televizyon filmi olan "Sönmüş Ocak"'tan sonra "Parmak Damgası" adlı yapım ile tanındı. Film festivallerinde aldığı ödüller ününü arttırdı. Sinema oyunculuğu ile birlikte tiyatro oyunculuğunu da sürdüren Olcay; 1986'da "Mart"daki Nina rolüyle Avni Dilligil Tiyatro Ödülü'nü, 1988’de "Balkon"daki İrma rolüyle Ankara Sanat Ödülü'nü kazandı. 1989'da "Evita" adlı müzikalde Evitayı oynadı. Bu müzikaldeki başarısı üzerine şarkıcılık kariyeri başladı. "Dünden Sonra, Yarından Önce" adlı filmde şarkıları seslendiren Olcay, daha sonra Onno Tunç'un bestesi olan parçayı bir albümde seslendirdi. 1989'da "Sahte Cennete Veda" adlı filmdeki rolüyle Almanya’da Altın Film Şeridi En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazanarak uluslararası bir başarı elde etti. 1987'de eşinden ayrılan Olcay, üçüncü evliliğini 1992’de Londra’da tiyatro oyuncusu Haluk Bilginer ile yaptı. 1990'da Haluk Bilginer ile birlikte Tiyatro Stüdyosu adlı özel tiyatronun kurucuları arasında yer aldı ve bu tiyatroda Aldatma, Kankardeşler, Histeri, Balkon gibi oyunlarda başrol üstlendi. Çeşitli siyasi eylemlere de katılan Olcay’a Bakırköy Belediye Başkanı Adaylığı teklif edildi. Üsküdar’da kiralayıp restore ettikleri Tiyatro Stüdyosu’nun 1996’da yanması üzerine 1999’da Haluk Bilginer ile birlikte Oyun Atölyesi'ni kurdu. Olcay, Oyun Atölyesi’nin sahnelediği ilk oyun olan Steven Berkoff’un "Dolu Düşün Boş Konuş" adlı oyunundaki rolüyle Afife Tiyatro Ödülleri "En İyi Komedi Kadın Oyuncusu" Ödülü'nü aldı. Çift, İstanbul’un Moda semtinde bir apartmanı restore ederek oluşturduğu tiyatro mekanını 2002’de açtı. Zuhal Olcay'ın Bilginer ile olan evliliği 2004 yılında sona erdi. Müzik çalışmalarını önce Vedat Sakman, daha sonra Bülent Ortaçgil ile devam eden ve Küçük Bir Öykü, 'İyisin gibi parçalarla müzik listelerine giren Olcay’ın Küçük Bir Öykü (1989), İki Çift Laf (1990), Oyuncu (1993), İhanet (1998), Başucu Şarkıları (2001), Başucu Şarkıları-2 (2005), Aşk'ın Halleri (2009) ve Cengiz Onural'la ortak çalışması olan Hiçbiryerde isimli albümleri vardır. 2008 senesinde TV8'de her perşembe "Mevzuhal" adıyla canlı performans programını sundu. Son olarak 2015 senesinde "Başucu Şarkıları 3" albümünü yayınlamıştır. Ekrem Akurgal Ord. Prof. Dr. Ekrem Akurgal (30 Mart 1911 - 1 Kasım 2002), Türk arkeolog. 1911 yılında annesinin ailesinin Filistin'deki çiftliğinin bulunduğu Hayfa yakınlarındaki köyü Tulkarem'de doğdu (Tulkarem aynı zamanda sonradan arkeoloji dünyasında büyük önem kazanacak antik Caesareia kentinin kalıntılarının bulunduğu yerdir). Osmanlı'nın Hersek vilayetine müftüler ve yöneticiler yetiştirmiş köklü bir aile olan Rizvanbegovic ailesinden gelen babası başkentte doğmuş görünmesini yeğlediği için nüfusuna İstanbul yazdırmıştır. Akurgal 2 yaşındayken ailesi İstanbul'a dönmüş, bir süre Adapazarı'nın Akyazı ilçesindeki çiftliklerinde kalmışlardır. 6 yaşından itibaren halasının eski Hersek müftüsü olan ve Darülfünun 'da Arap edebiyatı müderrisliği yapan kocası Cabizade Ali Fehmi Efendi'nin evinde kalmaya başlamış ve ilk eğitimini burada almıştır. 1931'de İstanbul Erkek Lisesi'ni bitirdi. Devlet sınavını kazanarak Almanya'da arkeoloji öğrenimi gördü.1934 yılında Soyadı Kanunu çıkınca, babasının isteği üzerine, bir Sümer kralının adı olan ve Sümerce'de a-'baba, su' kur- 'ülke' ve gal-'büyük' kelimelerinin yan yana gelmesinden oluşan Akurgal soyadını aldı. A-KUR-GAL Türkçeye tercüme edilmek istenirse: "Büyük su ülkesi" anlamına gelmektedir. 1957 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde ordinaryüs profesör oldu. Ege'de Foça (Phokaia), Çandarlı (Pitane), Çeşme - Ildırı Erytrai ve Smyrna/Bayraklı-Tepekule Höyüğü) antik kentlerini ortaya çıkarmıştır. Ölümüne dek uzun süre Bayraklı -Eski İzmir kazılarını yürüttü. Eski Yunan, Hitit – Hatti ve eski Anadolu Uygarlıkları üzerine çeşitli dillerde sayısız eseri yayınlanmıştır. Türkiye İnsan Hakları Kurumu Vakfı (TİHAK) kurucu üyesiydi. Çalışmaları, kendisi de bir uzman arkeolog olan ve sağlığında en yakın asistanlığını yürüten eşi Meral Akurgal tarafından sürdürülmekteydi. Akurgal, Türkiye'de arkeoloji bölümlerinde akademik olarak görev yapmış ve yapmakta olan birçok arkeoloğun hocasıdır. Bu yüzden "Hocaların Hocası" olarak anılır. Akurgal, Avrupa'da yedi akademiye üyedir ve dünyadaki pek çok bilim kuruluşunun şeref üyesidir. Akurgal, 2002 yılında İzmir'de öldü. Ordinaryüs Prof. Ekrem Akurgal’ın 30 yılını verdiği Smyrna kazısına gömülme isteği yerine getirilmedi. Gaziemir Gaziemir, İzmir Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı metropol ilçelerden biridir. Batısında ve kuzeyinde Karabağlar, doğusunda Buca, güneyinde Menderes ilçeleri ile çevrilidir. İlçenin yüzölçümü 63 km²’dir. Köyü yoktur, 1 beldesi (Sarnıç) bulunmaktadır. 1965'e kadar taşıdığı tarihi ismi Seydiköy'dür. Gaziemir’de 13 İlkokul, 12 Ortaokul, 8 Orta Öğretim Kurumu bulunmakta; 18,669 öğrencinin eğitim gördüğü bu okullarda, 782 öğretmen görev yapmaktadır. İlçede, sağlık hizmetleri, 1 semt polikliniği, 6 sağlık ocağı, 2 sağlık evi ve 1 verem savaş dispanseri tarafından verilmektedir. Rumeli göçmenlerinin ağırlıklı unsuru oluşturduğu bir nüfus yapısına sahip olan Gaziemir, günümüzde ilçe hudutları içinde bulunan askeri birliklerin çekirdeğini teşkil eden Hava Teknik Eğitim Komutanlığı'nın kurulması ve sonraki yıllarda gelişen Ulaştırma Tugay Komutanlığı ile önemli bir askeri potansiyeli bünyesinde barındıran farklı bir yerleşim birimi haline gelmiştir. Gaziemir, son yıllarda sanayinin ve ticaretin geliştiği bir bölge olarak ortaya çıkmıştır. Merkezde, Akçay Caddesi üzerinde tekstil ve mobilya üretim imalathaneleri ve satış mağazaları yer alır. Sarnıç beldesi etrafında sanayi kuruluşları toplanır. Gaziemir, sanayi ve ticaret gücü yanında, sahip olduğu üstün konut potansiyeliyle de önem kazanmıştır. Adnan Menderes Havalimanı, İzmir Fuar Kompleksi, Ege Serbest Bölgesi ve Uzay Kampı Türkiye, Gaziemir sınırları içerisinde yer almaktadır. Ayrıca İzmir Optimum Outlet buradadır. Seydiköy ve civarı Türk hakimiyetine halk arasında Aydınoğulları Beyliği'nin kurucusu ve Umur Paşa olarak tanınan, Aydınoğlu Gazi Umur Bey döneminde geçmiştir. Seydiköy'de bulunan ve kuruluş tarihi kesin olarak bilinmeyen Seyyid Mükremeddin Zaviyesi ve Dizdar Hasan Ağa vakfiyesi bir cami ve çeşme, buradaki ilk Türk yerleşiminin çekirdeğini oluşturmuştur ve bunların ilki yerleşime ismini vermiştir. Seydiköy Türk yerleşimi ile ilgili en erken tarihli belge 1530 tarihli "tapu tahrir defteri"dir ve Seydiköy'ün Konya'dan göçmüş Yörük boyları tarafından kurulmuş olduğuna işaret etmektedir. 18. yüzyıldan itibaren Batı Anadolu'nun zeytin/üzüm/incir/pamuk ihracatına dayalı olarak uluslararası boyutta gelişiminin bir sonucu olarak Seydiköy, Ege Adaları kaynaklı yoğun bir Rum nüfus akınına konu olmuş ve 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren, bir yandan İzmir'e güneyden giriş öncesinde kilit bir idari merkez olma özelliğine kavuşmuş, bir yandan da Türk nüfus ağırlığını kaybetmiştir. Bu gelişimin en önemli faktörlerden birisi, tren yolu ile birlikte bugünkü yerinde tesis edilmiş olan Gaziemir İstasyonu olmuştur. Yunan işgali sırasında yıkıma uğramış olduğu için ve 1923 Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi sürecinde nahiye merkezi bir süre Cumaovası'na (bugünkü Menderes) taşınmıştır. Kavala'dan mübadil olarak getirilip iskan edilen yaklaşık 2.500 kişi (529 aile) Seydiköy'ün yeniden imar ve inşası bakımından önemli rol oynamıştır. Bu nüfusa, 1944 başta olmak üzere, sonraki yıllarda iskan edilmiş olan Bulgaristan göçmenlerinin eklenmesiyle ilçe günümüzdeki sosyo-kültürel çehresine kavuşmuştur. Seattle Seattle, Amerika Birleşik Devletleri'nin Washington eyaletinde bulunan bir şehirdir. ABD'nin en kuzeybatı ucunda, King County'de yer alır. Şehrin adı, şehrin kuruluşundan önce bölgede ikamet etmiş olup daha sonra göç ettirilen Kızılderili Duwamish ve Suquamish kabilelerin önderi Şef Seattle ()'dan alındı. Seattle, ABD'nin en büyük ilk on şehrinden biridir. Kanada'da altın bulunması ile Kaliforniya'daki altın avcıları Kanada'ya hücum etmiştir. Kanada hükümeti bir kural getirip altın avcılarının tam teçhizatlı olarak Kanada'ya girmelerini zorunlu tutmuş ve Seattle, Kanada'dan önceki son ABD şehri olduğundan bu sayede oldukça kalkınmıştır. Ayrıca Nirvana, Alice in Chains, Pearl Jam, Soundgarden gibi pek çok grunge müzik grubu bu şehirden çıktığı için şehir grunge müzikle anılır olmuştur. Meşhur Starbucks cafelerinin de doğduğu yerdir. 1990'da 516.332 olan nüfus, 2006'da 582.484 rakamına ulaşmıştır. Seattle'da yaşayan nüfusun %12'si 65 yaşın üzerindedir. 2000 yılı değerlerine göre işs
izlik oranının %4.2 olduğu Seattle'da halkın ortalama olarak %5.3'ü İspanyol ve Latin Amerika, %8.4'ü Afrika, %13.1'i ise Asya kökenlidir. Seattle, kuzeybatısındaki Tacoma ve Olympia gibi kentlerin de etkisiyle ABD'nin geneline kıyasla daha çok demokratların hakim olduğu, sola yatkın bir yerdir. Yine de metro bölgesi gibi, liberallerin yoğunlukta olduğu yerler de vardır. ABD'nin en açık görüşlü yerlerinden biri olarak bilinen Seattle'ın Capitol Hill bölgesinde de hayli geniş bir eşcinsel topluluk yaşamaktadır. Ocak ayı ortalama sıcaklığı 4,5 °C iken, Temmuzda 18,4 °C'dir. 1961 - 1990 yılları arasındaki ölçümlere göre yıllık olarak ortalama 944,6 m³ yağış almaktadır. Seattle'ın doğal konumu çok etkileyicidir. Puget Sound'daki körfezi, karla kaplı, arka planda beliren Olympic ve Cascade dağlarıyla yemyeşil bir eyalet olan Washington, ve hepsinin üzerinde yükselen 4.400 metrelik Rainer Dağı'yla çevrelenmiştir. İklim, şehre "Zümrüt" unvanını kazandıracak kadar canlı ve nemlidir. İlkbahar ve yaz mevsiminde burası gerçekten de pırıl pırıldır. Seattle'in resmen 22 tane kardeş şehri vardır: Ege Bölgesi Ege Bölgesi, Türkiye'nin yedi coğrafi bölgesinden biridir. İsmini kıyısında olduğu Ege Denizi'nden alır. Ege (Asıl Ege, Kıyı Ege) ve İç Batı Anadolu (İç Ege) olmak üzere iki bölüme ayrılır. Kuzeyde Marmara, doğuda İç Anadolu, güneyde Akdeniz bölgeleriyle ve batıda Ege Denizi'yle çevrilidir. Türkiye'nin en uzun kıyı şeridine sahip bölgesidir. Tarihi mekanlar çoktur örneğin; Efes Antik Kenti daha birçok tarihi mekanlar vardır. Ege Bölgesinin iklimi Akdeniz İklimi'dir. Bölgenin Sınırları; Kuzey; Kaz Dağı, Madra Dağı, Simav Dağları ve Dominiç Dağıdır. Doğuda; Türkmen Dağı ve Emir Dağlarıdır Güneyde; Karakuş Dağı ve Göreli Dağıdır. Batıda; Çanakkaleye bağlı Bababurundan başlayarak tüm Edremit Körfezi, İzmir ve Aydın illerinin tüm kıyı şeritleri ve Muğla'da, Köyceğiz hariç olmak üzere, kuzeyden güneye Köyceğiz kıyılarına kadardır. Ovalar: Ege Bölümü'nde horstlar arasında kalan grabenler birer alüvyon ovasıdır. Bunlar Bakırçay, Gediz, Büyük ve Küçük Menderes grabenleridir. Bu graben ler fiziksel bir haritada yeşil renk ile gösterilir. Gediz ağzında Menemen Delta ovası, Büyük Menderes ağzında Balat Delta ovasından oluşmuştur. Kentleşmenin en yoğun yaşandığı bölge konumundadır. Ege Bölgesi'ndeki kentler, çoğunlukla ana yolların geçtiği oluklar ve verimli ovaların kenarlarında yer alır; kıyı kesiminde ise körfezlerin kenarlarında bulunur. Kırsal yerleşmeler, genellikle ovalardaki akarsu kenarlarında ve vadi içlerinde görülür. Türkiye nüfusunun 1/8 kadarı Ege Bölgesi'nde yaşamaktadır. Bu nüfusun yarıdan fazlası (%62,2) kentlerdedir. Ege Bölgesi'nin ortalama nüfus yoğunluğu ise Türkiye ortalamasının üzerindedir. Nüfus yoğunluğu açısından Marmara Bölgesi'nden sonra ikinci sırada bulunur. Ege Bölümü'ndeki ovalar üzerinde fazla olan nüfus yoğunluğu, İç Batı Anadolu Bölümü'nde ve Menteşe Yöresi'nde azalır. Nüfus bakımından Ege Bölgesi'ndeki illerin sırası şöyledir : Ege Bölgesi’nde nüfusun çoğunluğu iklim toprak koşulları ve ulaşım kolaylıklarının da elverişliliğiyle geçimini tarımdan sağlar. Ege bölümünde Akdeniz iklimine uygun bazı bitkiler (zeytin, üzüm vb.) ağır basar. Ege bölümünden, İçbatı Anadolu bölümüne geçildikçe, tarımın niteliği değişir; tahıl ekimi artar ve hayvancılık geçimde daha önemli yer tutar. Tahıl ekiminde buğday başta gelir, onu arpa ve mısır izler. Buğday özellikle Afyon ve Denizli’de üretilir, Bu illeri İzmir, Aydın ve Muğla izler. Arpa ise Afyon ve Manisa illerinde, mısırın da başlıca ekim alanı Manisa’dır. Pirinç ekimine ovalarda az miktarda yer verilir. Bölgede yaş ve kuru sebze üretimine de önem verilir. İklim koşulları uygun olduğu için, turfanda sebze (domates, fasulye vb.) yetiştirilerek diğer bölgelere yollanır. Soğan ve patates ekimi yaygındır; baklagillerden en çok nohut ekilir. Kavun ve karpuz üretimi de yaygın biçimde yapılmaktadır. Bölgede yetiştirilen sanayi bitkileri arasında tütün, pamuk, susam, keten ve şekerpancarı baş sıralarda yer alır. Edremit Körfezi kıyıları yağ zeytini üretimi kesir ağaç sayısı bakımından önemlidir. Üzüm bağlarına da bölgenin her yerinde rastlanır. Üzüm ayrıca şarap ve pekmez yapımında da kullanılır. Kuru üzüm Manisa-İzmir civarında, kış soğuna dayanamayan incir ise kıyı kesimlerde özellikle Aydın'da yetişir. Türkiye'deki incir ağaçlarının yaklaşık olarak %81’i Ege Bölgesi’ndedir. Turunçgiller bölgenin özellikle güney kesiminde yetişir; Kuşadası Körfezi ve Bodrum Yarımadası’nda mandalina; Aydın ve Nazilli arasında portakal, limon, mandalina ve turunç yetişir. Ege bölgesinde hayvancılık çok gelişmemiştir. Üstelik yakın dönemde otlakların daralması nedeniyle, hayvan sayısında azalma gözlenmektedir. Kıyı kesimde daha çok kıl keçisi, tiftik keçisi ve koyun, iç kesimlerde sığır ve manda besiciliği yaygındır. Balıkçılık ise eski önemini kaybetmiştir. Özellikle İzmir Körfezi ’nin sularının pis olmasından dolayıdır. Yine eski önemini yitirmiş olmakla birlikte Bodrum kıyılarında sünger avcılığı yapılmaktadır. Aynı zamanda Ege Bölgesi'nde kümes hayvancılığı ve arıcılık da yapılır. Sanayi bakımından Marmara Bölgesi'nden sonra ikinci sırada gelir. Bölümler arasında gelişmişlik ve sanayi oranı bakımından büyük farklılık vardır. Asıl Ege Bölümü sanayi bakımından daha gelişmiştir. Zaten bölgenin en büyük ve gelişmiş kenti İzmir de bu bölümde yer alır. İzmir sanayisi, fuarı, ve ihracat limanı ile bölgenin önemli kentidir. İzmir’de Aliağa Petrol Rafinerisi de bulunmaktadır. İzmir'de otomotiv, madeni eşya, kimya, seramik, dokuma, çimento, sigara ve zeytinyağı, Edremit ve Ayvalık'ta zeytinyağı, Aydın tarım, Manisa sanayi ve tarım, Denizli ve Uşak'ta dokuma, Uşak'ta şeker, seramik, kümes hayvancılığı, altın madenciliği ve deri Afyon Karahisar'da şeker , çimento ve mermer, Uşak, Gördes, Kula, Demirci ve Simav'da halıcılık sektörleri, Aydın da incir işleme fabrikaları vardır. İhracat sıralamasında İzmir , Manisa ve Denizli ilk 10 da kendilerine yer bulmaktadır. İşsizlik oranın en düşük olduğu illerin başında Denizli gelir, nüfusuna oranla en fazla sanayi ve ticaret hacmine sahip olması bu durumda etkilidir. Ege Bölgesi'nde üretilen incir, zeytin gibi ürünlerin sanayileri yapılır. İzmir'de toplanmış olan başlıca sanayi kolları arasında dokumacılık da vardır. Dokumacılık ve tekstil Denizli ve Uşak'ın ilçelerinde oldukça fazladır. Ege Bölgesi turizm potansiyeli olarak Türkiye'de Akdeniz Bölgesinden sonra gelmektedir. Birçok tarihi eser, yapıt, kalıntı Efes, Didim, Pamukkale,Hiearpolis,Laodikeia gibi tarihi yerler ve buna ilave olarak doğa harikası sahilleri Fethiye, Bodrum, Marmaris, Didim, Kuşadası ve Çeşme gibi önemli plajları mavi bayraklı sahilleri ile gözde turizm ve tatil bölgeleri mevcuttur. Ege bölgesinde karayolu ulaşımı oldukça gelişmiştir. Başlıca ulaşım merkezleri: İzmir, Afyonkarahisar, Manisa ve Denizli önemli kavşak yolları üzerindedir. İzmir, Çeşme, Aliağa, Çandarlı, Ayvalık, Didim, Bodrum, Fethiye, Marmaris. İzmir, Dalaman, Bodrum, Denizli, Kütahya, Edremit, Uşak. Bölgede demiryolu ulaşımı özellikle yük ve yolcu taşımacılığında kullanılır. Türkiye'nin ilk demiryolu İzmir ve Aydın arasına döşenmiştir. Novindus Novindus fantazi yazarı Raymond E. Feist'in "The Riftwar" kitap dizisinde bulunan bir kıtadır, Adalar Krallığı'ndan, denizi geçerek gidilir. Çocuk edebiyatı Çocuk Edebiyatı, çocuklar için konuları, karakterleri ve kullanılan dil özelleştirilerek hazırlanan edebi eserlerin oluşturduğu edebiyat koludur. Anton Çehov gibi edebiyat dünyasının önemli bazı isimleri bu kavramın bir edebiyat türü olarak ele alınamayacağını, yalnızca 'doz' olarak edebî vurgunun hafifletilerek sunulduğunun altını çizmektededirler. Edebiyatın dozunun hafifleştirilmesine Türk edebiyatından örnek olarak Ömer Seyfettin, Kemalettin Tuğcu eserleri ya da Yaşar Kemal, Aziz Nesin gibi yazarların çocuk öyküleri gösterilebilir. Akademik olarak kesin çizgilerle bir tanımı olmasa da, çocuklara yönelik olan edebî ürünler yeni bir sektör yaratmış; böylece, "çocuk edebiyatı" alt başlığında bir edebiyat türü olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Çocuklara yönelik edebi eserleriyle dünya çapında en önemli isimlerden biri olan Enid Blyton, aynı zamanda kitapları başka dillere en çok çevrilen İngiliz yazarlardan biridir. Bu durum, çocuk edebiyatına dünya çapında gösterilen büyük ilginin bir önemli bir göstergesidir. Öte yandan, çoğu zaman bu edebiyat türü içinde değerlendirilen masallar ise, akademik edebiyat tanımı içinde kesinlikle ayrı bir türdür ve "çocuk edebiyatı" içinde değerlendirilmez. Karaburun Yarımadası Karaburun yarımadası, İzmir'in batısında kuzey-güney doğrultusunda bir yarımadadır. Türkiye'nin en büyük yarımadasıdır. Yaklaşık yüzölçümü 550 km²'dir. Karaburun Yarımadası, Anadolu Yarımadası'nın batısının büyük bir bölümünü oluşturan Ege Bölgesi'nin Ege Denizi'ne doğru uzanan ve en çıkıntı yapan kara parçası olan Urla Yarımadası'nın Kuzey bölümünü oluşturur. İzmir'in batısında kuzey-güney doğrultusunda bir yarımadadır. Yarımada genelde oldukça engebeli bir yeryüzü yapısına sahiptir. Orta bölümünde kuzey-güney istikametinde uzanan Bozdağ kütlesi, yarımadanın en yüksek kesimini oluşturur. Dağlar denize dik inerler ve bu durum Karaburun Yarımadası' nın yerleşimini oldukça etkilemiştir. Mordoğan, Yeniliman, Badembükü ve Denizgiren mıntıkalarının bir bölümü ovalıktır. Sarpıncık Feneri İzmir Körfezi'ne giriş noktasında bulunmaktadır. En yüksek tepesi 1218 m. yüksekliğindeki Akdağ'dır ve kuzeyde yer alır. Engebeli bir kütle oluşturur; Paleozoik, ikinci zaman ve neojen tortulları ile andezit bazaltlardan oluşan karmaşık bir jeolojik yapısı vardır. Yer yer kireçtaşlarına bağlı olarak çeşitli boyutta karst şekilleri de gelişmiştir. Karaburun Yarımdası'nın büyük bir kısmını İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü kaplamaktadır. İYTE bölgenin kalkınmasında en büyük etken olacaktır. Karaburun'a gitmek için İzmir-Çeşme otoyolunu izlemek gerekiyor. Bu yol Karaburun sapağına kada
r 45 kilometre. Sapaktan sonra ise 55 kilometre daha yol almak gerekiyor. Özellikle Karaburun'a yaklaşırken yol oldukça virajlı ve zorludur. İzmir Karaburun arası yaklaşık 100 kilometredir. Karaburun'a en yakın havaalanı İzmir'dedir. İç Anadolu Bölgesi İç Anadolu Bölgesi, Anadolu'nun orta kısmında yer alan Türkiye'nin yedi coğrafi bölgesinden biridir. Türkiye'de gelişmiş bölgeler arasında yer alır. Bu konumu sebe­biyle bu bölgeye "Orta Anadolu" da denir. İç Anadolu Bölgesi'nin yüz ölçümü 151.000 km² olup bu alan Türkiye topraklarının %21'ini kaplar. Yüzölçümü bakımından Doğu Anadolu'dan sonra ikinci büyük bölgedir. Güneydoğu Anadolu Bölgesi dışında diğer bölgelerin hepsiyle komşudur. Aynı zamanda Türkiye'de "tahıl ambarı" olarak da anımsanır.İç Anadolu Bölgesinde toplam 13 il vardır. İl merkezleri temel alındığında, İç Anadolu Bölgesi sınırları içinde yer alan 13 ili şunlardır: Bu illerden Ankara, Eskişehir, Çankırı ve Yozgat'ın bazı ilçeleri Karadeniz Bölgesi'ne, Sivas'ın bazı ilçeleri Karadeniz ve Doğu Anadolu Bölgesi'ne, Konya, Karaman ve Niğde'nin güney ilçeleri Akdeniz Bölgesi'ne, Kayseri'nin bazı ilçeleri Akdeniz ve Doğu Anadolu Bölgeleri'ne girer. Ayrıca Afyonkarahisar, Bilecik, Çorum ve Tokat illerinin bazı ilçeleri bu bölgeye girer. Karasal iklim görülür. Curaçao Curaçao (; Papiamento: "Kòrsou"), Karayip Denizi'nin güneyinde ve Venezuela'nın kuzeyinde yer alan bir ada. Hollanda Krallığı'nı meydana getiren dört ülkeden biridir. Başkenti Willemstad şehridir. Yüz ölçümü olan adanın nüfusu 150.000'den fazladır. 10 Ekim 2010'dan önce Hollanda Antilleri'nin bir parçasıydı. Adada (çoğunluğu başkent Willemstad'da olmak üzere) yaklaşık 150 bin kişi yaşar. Halkın çoğunluğu Afrika kökenli olup Arap (Lübnan), Çin, Hint, Avrupa, Kolombiya, Venezuela kökenli kişiler de vardir. Halkın dili Papiamento olmasına karşın, resmî dil 2007'ye dek yalnızca Felemenkçe iken, o yıl Papiamento da ikinci resmî dil olarak eklenmiştir. 2001 sayımına göre, toplumun %81'i evde Papiamento konuşurken %8'i Felemenkçe, %6'sı İspanyolca, %3'ü İngilizce ve %2'si de öteki dilleri konuşmaktadır. 2001 sayımına göre, Curaçao toplumunun %80,1'i Katolik, %4,6'sı dinsiz, %3,6'sı Protestan, gerisi de öteki dinlerdendir. Karst Karst, kayaçların erimesiyle yer altı akıntıları olan, kireç taşı ve dolomit bölgesi. Aşınıma karşı dirençsiz, kolay eriyebilen kayalardan oluşan arazilere karstik araziler denir. Örneğin kalker, kolay eriyebilen bir kayadır. Yeraltı ve yerüstü suları, kalkerden oluşan sahaları, eriterek bazı şekiller oluşturur. CaCO3 (kalsiyum karbonat) ve su ile oluşmuş dış kuvvetlerdir. Karadeniz ve Akdeniz'de kalker, İç Anadolu'da tuz ve jips etkilidir. En küçük aşındırma şekli lapyadır. Daha sonra büyüklük sırasına göre dolin, uvala, obruk ve en büyüğü polyedir. Mağara bir aşındırma şekli, içindeki sarkıt, dikit ve sütun biriktirme şeklidir. Kireç taşı Kireç taşı ya da kalker; kireç elde etmekte kullanılan, kalsiyum karbonat tuzundan oluşan tortul bir kayaçtır. Kireç taşının diğer adı "kalker"dir. Yapısında en az % 90 CaCO (kalsiyum karbonat) bulunduran kayaçlara kalker denir. Kalker, çimento yapımında kullanılır. Kalsiyum karbonatlı kalsit ve aragonit ile magnezyum karbonatlı dolomit kireç taşını oluşturan başlıca minerallerdir. Çoğunlukla beyaz ya da krem renginde olan bu kayacın süngerimsi bir yapısı vardır. Bu yapısı ona kolay işlenebirlik özelliği katar. Fakat bunun negatif bir yönü ise bu durumun kayacın, kendisine göre daha sert diğer kayaçlara göre hassas ve narin bir yapıda olmasını sağlamasıdır. Binaların cephe kaplama çalışmalarında kullanılır. Dolomit Dolomit, kalsiyum ve magnezyumlu karbonat birleşiminde bir mineraldir. Kırılgan bir mineral olup özgül ağırlığı 2,8 g/cm³ ve sertliği 3,5-4 arasındadır. Isıtıldığında köpürerek çözündüğü için kalsitten ayrılır. Dolomit hem bir minerali CaMg(CO) hem de bu minerali ana bileşen olarak içeren kayacı tanımlada kullanılan bir sözcüktür. Dolomit minerallerinin oluşturduğu kayaçlara dolotaşı adı da verilmektedir. Bu kayaçların oluşumu dolomitlerin doğrudan kimyasal bir çökelme ile değil kireçtaşlarının magnezyum bakımından zengin suların etkisi altında oluştuğu bilinmektedir. Aşırı buharlaşmanın olduğu denizden bir yükselti ile ayrılmış yarı kapalı ortamlarda suyun magnezyum bakımından giderek zenginleşmesi, tabana çökmüş kalsitten ibaret çamurun bu yoğun çözeltilerle etkileşmeye girerek dolomitleşmesi mümkün olabilir. Dolomit, basta demir-çelik sanayi olmak üzere cam, seramik, boya, gübre, tugla, çimento ve insaat sanayilerinde, tarimda toprak islahi gibi çok genis bir alanda kullanilmaktadir. Dünya’da ve Türkiye’de oldukça genis bir yayilima sahip olup rezerrv problemi olmayan bir mineraldir. 120 milyon ton civarinda olan dünya üretiminin yariya yakini ABD’de gerçeklestirilmektedir. Amerika Birleşik Devletleri'nin dışında Birleşik Krallık, Avusturya, Belçika, Japonya, Polonya, İspanya, Kanada, Brezilya, Almanya ve Avustralya yılda 1 milyon tonun üzerinde dolomit üreten ülkelerdir. Dünya’da 3 milyon tonun üzerindeki ihracatin 2 milyon tonunu Belçika ve Kanada yapmaktadir. 2 milyon ton civarindaki ithalatin ise 1,3 milyon tonu Japonya tarafından yapilmaktadir. Dünya’da dolomit büyük miktarlarda ve çok değişik sektörlerde kullanilmasina ragmen Türkiye'de üretimin çok önemli bölümü sadece demir-çelik ve cam sanayinde kullanilmaktadir. Petrolün hazne kayacı özelliği göstermesinden dolayı dolomitler jeolojide büyük önem taşımaktadır. Symbian (işletim sistemi) Symbian, Symbian Vakfı tarafından cep telefonları ve bilgisayarları (PDA) gibi çeşitli taşınabilir iletişim aygıtları için geliştirilmiş ve 2000'li yıllarda yaygın olarak kullanılmış bir işletim sistemiydi. Symbian, başlangıçta Symbian Ltd tarafından 1998'de PDA'lar için kapalı kaynaklı bir işletim sistemi olarak geliştirildi. Symbian OS, Psion'un EPOC sisteminin soyundan geldi ve yalnızca ARM mimarisi işlemcileri üzerinde çalıştı, ancak yayınlanmamış bir x86 bağlantı noktası mevcuttu. Symbian, Nokia, Samsung, Motorola, Sony Ericsson gibi birçok büyük cep telefonu markası tarafından kullanılıyordu. Akıllı telefon endüstrisini kuran öncü olarak, akıllı telefonların sınırlı kullanımda olduğu, Android tarafından geçildiğinde, 2010'un sonuna kadar dünya çapında en popüler akıllı telefon işletim sistemiydi. Symbian OS (2001'den itibaren) aslında bir kabuk sistemiydi ve komple bir işletim sistemi oluşturmak için ek bir kullanıcı arabirimi (ara katman olarak) gerektirdi. Symbian OS, ilk önce 2002'de piyasaya sürülen ve çoğu Nokia akıllı telefonunu çalıştıran, Nokia tarafından inşa edilen S60 (eski 60 Serisi) platformunda öne çıktı. Symbian sonunda en yaygın kullanılan akıllı mobil işletim sistemi haline geldi. UIQ, çoğunlukla Motorola ve Sony Ericsson tarafından kullanılan başka bir Symbian kullanıcı arabirimi idi; Japonya'da da MOAP platformu vardı. Bu arabirimlerin uygulamaları, her biri Symbian OS üzerine inşa edilmesine rağmen birbirleriyle uyumlu değildi. Nokia, Symbian Ltd.'deki çoğunluk hissedarıydı ve 2008'de tüm hisseyi satın aldı. Daha sonra kar amacı gütmeyen Symbian Foundation, Symbian işletim sistemine telifsiz bir halef getirmek için kuruldu - platformu birleştirmek isteyen S60, Foundation'ın tercih ettiği arayüz oldu ve UIQ geliştirmeyi durdurdu. Symbian ^ 1 (veya S60 5inci Sürüm), 2009 yılında bir sonuç olarak yaratılmıştır. Symbian ^ 2, yalnızca Japon pazarında NTT DoCoMo taşıyıcısı tarafından kullanılmıştır. Symbian ^ 3, 2010'da olduğu gibi piyasaya çıktı ve bu tarihte tamamen açık kaynak oldu. Symbian ^ 3, Anna ve Belle güncellemelerini 2011'de aldı. Symbian Foundation, 2010 yılının sonlarında parçalara ayrıldı ve Nokia, işletim sistemi geliştirme denetimini geri aldı. Şubat 2011'de Nokia, birincil akıllı telefon platformu olarak Microsoft'un Windows Phone sisteminin Windows phone 7 sürümünü kullanacağını açıkladı; Symbian yavaş yavaş ortadan kaldırılacaktı. İki ay sonra, Nokia OS'yi kapalı lisansa taşıdı ve daha sonra Symbian'ın geliştirilmesini Accenture'ye devretti. Son destekçisi Nokia, 2011 yılında aygıtlarında işletim sistemi olarak Symbian'a verdiği desteği keseceğini ve artık Windows Phone 8 kullanacağını açıklamıştır. Ocak 2014'te Nokia, geliştiricilerden yeni veya değiştirilmiş Symbian yazılımlarını kabul etmeyi bıraktı. Duyuruya göre Symbian'a verilen destek 2016 senesine kadar sürecek, bu tarihten sonra güncelleme desteği olmayacak veya yeni bir Symbian cihaz üretilmeyecekti. Bu duyuru üzerine Nokia, Nokia Store ve Symbian platformu geliştiricilerinin büyük bir kısmını kaybetmiştir. Nokia 808 PureView resmi olarak Nokia'nın en son Symbian akıllı telefonu oldu. Bununla birlikte, NTT DoCoMo, hala Symbian üzerinde middleware olarak hareket eden Japonya'da OPP (S) (MOAP'ın ardılı Operatör Paketi Symbian) aygıtlarını serbest bırakmaya devam etti. Bunu çalıştıran telefonlar arasında Fujitsu'nun F-07F ve 2014'te Sharp'ın SH-07F modeli yer aldı. Symbian, 1990'lı yıllarda Psion tarafından yaratılmış bir işletim sistemi olan EPOC32'den kaynaklanmıştır. Haziran 1998'de Psion Software, Psion ve telefon üreticileri Ericsson, Motorola ve Nokia arasındaki büyük ortak girişim olan Symbian Ltd. oldu. Ardından farklı cep telefonu üreticilerinin oluşturduğu gruplar tarafından desteklenen Symbian için farklı yazılım platformları oluşturuldu. S60 (Nokia, Samsung ve LG), UIQ (Sony Ericsson ve Motorola) ve MOAP (S) (yalnızca Fujitsu, Sharp gibi) içerir. O halde akıllı telefon işletim sisteminde önemli bir rekabete rağmen (Palm OS ve Windows Mobile nispeten küçük oyunculardı) Symbian 2006'da küresel akıllı telefon pazar payının% 67'sine ulaştı. O zamanki pazar payı büyük olmasına rağmen Symbian, şu an için çeşitli aşamalarda zorluklar yaşıyordu: İlk OPL ve Symbian C ++ gibi yerel programlama dillerinin karmaşıklığına ve işletim sisteminin kendisinin karmaşıklığına bağlı olarak, 2000'lerin ortalarından ortalarına doğru inatçı geliştirici bürokrasi, ayrıca çeşitli IDE'lerin ve SDK'
ların yüksek fiyatlarıyla seçiliyordu. Bu kırıcı cesaret üçüncü parti geliştiricilerin hepsi, Symbian için yerli uygulama ekosisteminin daha sonra Apple'ın App Store veya Android'in Google Play hizmeti tarafından ulaşılabilen bir ölçekte gelişmesine neden olmadı. Buna karşılık, iPhone OS (2010'da iOS olarak yeniden adlandırıldı) ve Android, karşılaştırmalı olarak daha basit bir tasarıma sahipti, üçüncü taraf uygulamaları yaratmak ve elde etmek için daha kolay ve çok daha merkezi bir altyapı sağlıyordu, belirli geliştirici araçları ve programlama dillerini yönetilebilir düzeyde bir karmaşıklıkla sundu. Haziran 2008'de Nokia, Symbian Ltd.'in satın alımını ilan etti ve Symbian Vakfı adlı yeni ve bağımsız bir kar amacı gütmeyen kuruluş kuruldu. Nokia, NTT DoCoMo, Sony Ericsson ve Symbian Ltd. tarafından Symbian platformunu ücretsiz telifli, açık bir platform olarak yaratmak amacıyla Symbian OS ve onun ilişkili kullanıcı arayüzleri S60, UIQ ve MOAP sahiplerine katkıda bulundu. OSI ve FSF tarafından onaylanan Eclipse Kamu Lisansı (EPL) kapsamında bir kaynak yazılımdır. Symbian Vakfı'nın Nisan 2009'daki resmi lansmanını takiben, platform Symbian işletim sisteminin devamı niteliğindeydi. Symbian platformu resmi olarak Şubat 2010'da açık kaynak kodu olarak kullanıma sunuldu. Nokia, Symbian işletim sisteminin çekirdeği ve kullanıcı arabirimi için geliştirme kaynaklarına sahip olduğu için Symbian'ın koduna büyük katkıda bulundu. O zamandan bu yana Nokia, platform geliştirme için kendi kod havuzunu korudu ve düzenli olarak geliştirme çalışmalarını kamuya açık depoya bıraktı. Symbian'ın Haziran 2008'de ilan edilen ve Nisan 2009'da resmen başlatılan Symbian Foundation liderliğindeki bir topluluk tarafından geliştirilmesi amaçlanmıştır. Amacı, Symbian platformunun tamamı için kaynak kodunu OSI ve Özgür Yazılım Vakfı onaylı Eclipse Kamu Lisansı (EPL) kapsamında yayınlamaktı. Kod, 4 Şubat 2010'da EPL kapsamında yayınlandı; Symbian Foundation, bu etkinliğin, tarihte Açık Kaynak'a taşınan en büyük kod tablası olduğuna dikkat çekti. Bununla birlikte, Symbian OS içindeki bazı önemli bileşenler üçüncü taraflardan lisans almıştı ve bu da vakfın tam kaynağını derhal EPL'de yayınlanmasını engelledi; Bunun yerine kaynağın büyük kısmı daha kısıtlayıcı bir Symbian Foundation License (SFL) altında yayınlandı ve üyelik herhangi bir kuruluşa açık olmasına rağmen tam kaynak koduna erişim sadece üye şirketlerle sınırlıydı. Ayrıca, açık kaynaklı Qt çerçevesi Symbian'ı üst seviye cihazlarda değiştirmek ve yerine koymak için bir sonraki mobil işletim sistemi olacak olan MeeGo'nun birincil yükseltme yolu 2010 yılında Symbian'a tanıtıldı; Qt doğası gereği özgür ve özgürce gelişmek için oldukça kullanışlıydı. Platformda standart C / C ++, Python, Ruby ve Flash Lite gibi başka birçok çerçeve dağıtıldı. IDE'ler ve SDK'ler geliştirildi, ücretsiz olarak serbest bırakıldı ve Symbian için uygulama geliştirildi. Kasım 2010'da Symbian Foundation, küresel ekonomik ve piyasa koşullarındaki değişikliklerden (ve aynı zamanda Samsung ve Sony Ericsson gibi üyelerin desteğinin olmamasından dolayı) yalnızca lisansa açık bir kuruluşa geçeceğini açıkladı; Nokia, Symbian platformunun sorumluluğunu üstleneceğini açıkladı. Symbian Foundation, ticari marka sahibi ve lisanslama birimi olmaya devam edecek ve yalnızca icrada görevli olmayan direktörlere sahip olacaktır. Pazar payı 2010'un üçüncü çeyreğinde% 39 iken 2010'un son çeyreğinde% 31'e geriledi. Symbian, 2010'un son çeyreğinde Android'in ardından hızlıca iOS ve Android'i kaybetti. Stephen Elop Eylül 2010'da Nokia'nın CEO'luğuna atandı. O, 11 Şubat 2011'de Microsoft'un, Windows Phone'u birincil akıllı telefon platformu olarak benimsemesine ve Symbian'ın MeeGo ile birlikte aşamalı olarak kaldırılmasına ilişkin bir ortaklık duyurusunda bulundu. Sonuç olarak, Symbian'ın pazar payı düştü ve Symbian için uygulama geliştiricileri hızla düştü. Haziran 2011'de yapılan araştırmalar, Symbian'ı yayın anında kullanan mobil geliştiricilerin % 39'undan fazlasının platformu terk etmeyi planladığını gösteriyor. 5 Nisan 2011'e kadar Nokia, Symbian yazılımının herhangi bir bölümünü açık kaynaktan çekmeyi bırakmış ve işbirliğini Japonya'daki önceden seçilmiş küçük bir grup ortağına indirmiştir. EPL kapsamında yayınlanan kaynak kodu, üçüncü taraf depolarında mevcuttur. 22 Haziran 2011 tarihinde Nokia, bir dış kaynak kullanımı programı için Accenture ile bir anlaşma imzaladı. Accenture, Symbian tabanlı yazılım geliştirmeyi ve 2016 yılına kadar Nokia'ya destek hizmetleri sağladı; Yaklaşık 2,800 Nokia çalışanı Ekim 2011'den itibaren Accenture çalışanları oldu. Transfer 30 Eylül 2011'de tamamlandı. Nokia, 1 Ocak 2014 tarihinden itibaren Symbian için yazılım geliştirme ve bakım desteğini sonlandırdı; bundan sonra Nokia Deposunda yeni veya değiştirilmiş Symbian uygulamaları veya içeriği yayınlamayı reddetti ve yazılım sertifikası için 'Symbian Signed' programını sona erdirdi. Symbian-ın temeli, Psion şirketinin geliştirdiği EPOC işletim sistemine dayanmaktadır. Symbian, geçmişte oldukça popülerdi ve oldukça büyük bir pazar payına sahipti. Bunun nedeni ise, karşısında yeteri kadar gelişmiş rakibinin bulunmamasıdır. Ancak, 2008 yılı ve sonrasında Symbian pazar payını kaybetmeye başlamış ve yerini Android işletim sistemine kaptırmıştır. Symbian yerine Android akıllı telefonlarının tercih edilmesinin nedenleri şu şekilde sıralanabilir: Symbian akıllı telefonların çabucak ününü kaybetmesine neden olmuştur. Google, Android ile birlikte Open Handset Alliance'ı kurduğunda, açık kaynak ve Linux geliştiricilerinin büyük bir bölümünün ilgisini çekmiş oldu. Nokia ise Symbian Vakfı ile birilikte Symbian'ın kaynak kodunu açık hale getirmeye çalıştı. Ancak daha sonra kaynak kod yalnızca belli bir kesim için açık hale getirildi ve Symbian Vakfı Nokia'nın Symbian'ın tüm hisselerini ve lisanslarını alması sonucu kapatıldı. Symbian Vakfı yerine http://symbian.nokia.com adresi açıldı. Bu sırada S60.com da kapatıldı. Symbian Vakfı'ndan kalan kaynak kod hâlâ internette paylaşılmaktadır ancak Nokia Belle kaynak kodu Nokia tarafından açılmamaktadır. Nokia, mobil geliştiricilerin dikkatini çekebilmek ve eğitim verebilmek amacıyla Forum Nokia'yı duyurdu. Çok geçmeden Forum Nokia kapatıldı ve yerine Nokia Developer hizmete sunuldu. Şu an Nokia Developer hala hizmet vermektedir ve Türkçe desteği de kazandırılmaktadır. Nokia, Symbian işletim sistemi için gerekli uygulamaların bir adresten indirilebileceği WGZ tabanlı bir Mağaza geliştirdi ve N97 ile birlikte tüm S60v5 cihazlar için kullanıma soktu. Çok geçmeden Mağaza'nın ismi (Ovi) Nokia'nın internet servisleri için kullanılan genel bir isim haline geldi. (Ovi Mail, Ovi Müzik gibi) Ancak Microsoft ile yapılan anlaşma sonrası Nokia'nın internet servislerinin ismi değiştirildi. Fince'de "kapı" anlamına gelen Ovi yerine Nokia getirildi. Bu sayede Ovi Mağaza Nokia Mağaza, Ovi Mail de Nokia Mail ismini aldı.Ovi Mağaza'nın ismi Nokia Mağaza olarak değiştirildi ancak daha sonra tekrar Ovi Mağaza olarak değiştirildi. Çok geçmeden bazı internet servislerinin kapatılacağı duyuruldu. Symbian işletim sisteminin son sahibi ve geliştiricisi Nokia'ydı. Nokia Symbian'ın tüm hisselerini 2008'de satın almış ve Symbian Vakfı'nı kurarak işletim sistemini açık kaynak hale getirmiştir. Ancak Android OS çıktıktan sonra vakfa üye firmalar Symbian'ı bir bir terk etmişlerdir. En sonunda vakıfta sadece Nokia ve Japonya dışına çıkmayan Fujitsu kalmıştır. Bu yüzden Nokia Symbian Vakfı'nı kapatmış ve işletim sisteminin açık kaynak kalacağını açıklamıştır ancak 5 Nisan 2011 tarihinde Symbian'ın kaynağını kapatmıştır. Kaynak kodun son açık sürümünün arşivleri gönüllüler tarafından Symbian Dump ve Symbian Incubation Projects gibi Nokia'dan bağımsız sitelerde barındırılmaktadır. Symbian işletim sistemini kullanan birkaç farklı arayüz bulunmaktadır. Bunlar arasında, Sony Ericsson'un UIQ ve Nokia'nın Series 60, Seri 80 ve Series 90 ara birimleri bulunur. Bu arayüzlerden günümüzde sadece Series 60 varlığını sürdürmektedir. İşletim sistemi Symbian ismini almadan önceki dönemlerde EPOC OS ismi ile daha çok PDA'larda kullanılmaktaydı. Bugün ise Symbian OS adını almıştır ve çoğunlukla akıllı telefonlarda kullanılmaktadır. Symbian OS sürümleri şunlardır: EPOC16, EPOC OS R1, EPOC OS R2, EPOC OS R3, EPOC OS R4, EPOC OS R5, ER5U, Symbian OS 6.0, Symbian OS 6.1, Symbian OS 7.0 ve 7.0s, Symbian OS 8.0, SymbianOS 8.1, Symbian OS 9.0, Symbian OS 9.1 Symbian OS 9.2, Symbian OS 9.4 (S60v5), Symbian^3, Symbian Anna ve Symbian Belle. Symbian Seri 60 (kısaca S60) platformu, Nokia tarafından geliştirilmiştir ve bugün Symbian'a sahip Akıllı telefonların çoğu S60 platform'una dayalıdır. Bunlara örnek olarak Nokia X6, Nokia 5800 ve Nokia C5-03 verilebilir. Ancak, Symbian^3 serisi çıkınca; Nokia S60'ın tüm orijinal internet bağlantılarını kesmiştir. Bunun en büyük örneği ise resmi s60 sitesi www.s60.com'un kapatılmasıdır. Ancak Symbian S60 serisine dayalı telefonlar hâlâ Nokia tarafından piyasaya sürülmektedir. Bu sürüm ile Symbian akıllı telefonlar büyük bir çağ atlamışlardır. Normalde tuşlu arayüz üzerinde kullanılan Symbian, Nokia tarafından ilk olarak Nokia 5800 XpressMusic altında kullanılmak üzere dokunmatik arayüze uyarlanmıştır. Ancak bu arayüzün, tuşlu arayüzden pek bir farkının olmaması nedeniyle; dokunmatik arayüzdeki parmak hareketlerini çok daha iyi inceleyen ve kullanıcılarına sunan iOS ve Android, öne geçmişlerdir. Şu anda Symbian S60v5, birçok Nokia akıllı telefonda kullanılmaktadır. En son çıkan S60v5 akıllı telefon Nokia C5-03'tür. Symbian^3 tamamen Nokia tarafından geliştirilen, ve geliştirilmesi devam eden bir Symbian platofrmudur. S60v5'ten sonra gelen platform, 200'den fazla yeni özelliği barındırmaktadır. Bu özelliklerin en bilinenleri yeni geliştirilmiş ana ekran ve menü düzeni, geliştirilmiş coverflow özelliğine sahip müzikçalar ve USB On The Go'dur. Symbian^3, şu anda yalnızca Nokia akıllı telefonlarda kullanılmaktadır. Bu akıllı tel
efonlar, N8, C7, Oro, C6-01, E6, E7, X7, 500, 600, 603, 700, 701 ve 808'dir. Nokia, Symbian Anna güncellemesinden sonra gelen Symbian Belle yazılımının ismini "Nokia Belle" olarak değiştirmiş ve bundan sonraki ürünlerinde Symbian ismini kullanmayacağını göstermiştir. Kullanıma sunulmuş en güncel Symbian OS sürümü Nokia Belle Feature Pack 1 olup şu an için Nokia 808 PureView, Nokia 701, Nokia 700 ve Nokia 603'te kullanılabilmektedir. Gelecek güncellemenin ismi ise Nokia Belle Feature Pack 2'dir. Aynı zamanda Nokia tarafından düzenlenen geliştirici konferansında Symbian OS'in (Belle sürümden sonra) gelecek iki sürümünün isimleri verilmiş (Symbian Carla ve Symbian Donna) ancak sonradan isimler Feature Pack olarak değiştirilmiştir. Symbian, kuruluşundan beri AVKON (eskiden Series 60 olarak da bilinir) olarak bilinen bir grafik araç setine sahipti. S60, 15 tuşlu genişletilmiş telefon tuş takımı veya mini QWERTY klavyeler gibi klavye benzeri bir arayüz metaforu ile işlenebilecek şekilde tasarlanmıştır. AVKON tabanlı yazılım, Symbian ^ 3'e kadar ve Symbian sürümleri ile ikili olarak uyumludur. Symbian ^ 3, yeni uygulamalar için önerilen kullanıcı arabirimi araç kiti olan Qt çerçevesini içeriyor. Qt ayrıca eski Symbian aygıtlarına da kurulabilir. Symbian ^ 4, özellikle Qt Widget'ın üzerine kurulmuş olan "UI Extensions for Mobile" veya UIEMO (dahili proje adı "Orbit") olarak bilinen dokunmatik arayüz için özel olarak tasarlanmış yeni bir GUI kütüphane çerçevesi oluşturmak üzere planlandı; Ocak 2010'da bir önizleme çıktı, ancak Ekim 2010'da Nokia, Orbit / UIEMO'nun iptal edildiğini açıkladı. Nokia şu anda geliştiricilere hem Symbian hem de MeeGo için geliştirmeye izin veren, görsel olarak zengin dokunmatik ekran arabirimleri oluşturmak için QML'yi, yeni üst düzey bildirimsel arayüz ve komut dosyası çerçevesinde Qt Quick'ı kullanmasını öneriyor; Mevcut Symbian ^ 3 cihazlarına bir Qt güncellemesi olarak teslim edildi. Daha fazla uygulama kademeli olarak Qt'da yeniden işlenmiş bir kullanıcı arabirimini içerdiğinde, eski S60 çerçevesi (AVKON) kullanımdan kaldırılacak ve artık eski cihazlarla olan ikili uyumluluğu bozarak bazı noktalarda yeni cihazlara dahil olmayacaktır. Symbian^3 ve önceki sürümlerinde yerleşik bir WebKit tabanlı tarayıcı olan Nokia Browser tarayıcısı vardır. Bu tarayıcı ayrıca S60 sistemi'nin de varsayılan tarayıcısı idi. Symbian, WebKit'i kullanan ilk mobil platformdu. Bazı eski Symbian modelleri, varsayılan tarayıcı olarak Opera Mobile'a sahiptir. Nokia, geliştirilmiş hız ve geliştirilmiş kullanıcı arabirimi ile Symbian Anna'nın piyasaya sürülmesi ile yeni bir tarayıcı çıkardı. Symbian, güçlü yerelleştirme desteğine sahiptir ve üreticilerin ve üçüncü parti uygulama geliştiricilerin Symbian tabanlı ürünlerinde küresel dağıtımı desteklemek için yerelleştirmelerine olanak tanır. Mevcut Symbian sürüm (Symbian Belle) Nokia'nın cihazda dil paketleri halinde kullanıma sunduğu 48 dil desteği bulunuyor. Symbian, 2010 yılından itibaren Qt Oluşturan veya Carbide.c ++ ile birlikte kullanılabilen ana SDK olarak Qt ile standart C++ kullanmaya geçti. Qt, eski Symbian / S60 3'ü (Feature Pack 1'den başlayarak, S60 3.1'den itibaren) ve Symbian / S60 5inci Sürüm'de (S60 5.01b), yeni Symbian platformunu destekliyor. Maemo ve MeeGo, Windows, Linux ve Mac OS X'i de destekliyor. Alternatif uygulama geliştirme, Python, Adobe Flash Lite veya Java ME kullanılarak yapılabilir. Symbian OS, daha önce yerel uygulama geliştirme ortamı olarak Carbide.c ++ entegre geliştirme ortamı (IDE) ile birlikte Symbian'a özel bir C ++ sürümü kullandı. Web Çalışma Zamanı (WRT), S60 Platformunda widget'lar oluşturmaya izin veren taşınabilir bir uygulama çerçevesidir; Birden fazla tarayıcı örneğini ayrı JavaScript uygulamaları olarak başlatmaya izin veren S60 WebKit tabanlı tarayıcının bir uzantısıdır. Symbian tasarımı her biri birkaç yazılım paketi içeren teknoloji alanlarına bölünmüştür. Her teknoloji alanının kendi yol haritası vardır ve Symbian Vakfı, bu teknoloji alan adı yol haritalarını yöneten bir teknoloji yöneticileri ekibine sahiptir. Her paket, paketin katkıda bulunduğu ve etkilenebileceği genel işlev alanına dayalı olarak tam bir teknoloji alanına tahsis edilir. İlgili paketleri temalar halinde gruplayarak, Symbian Foundation, güçlü bir topluluğu kendi etrafında şekillendirmeye, tartışma ve inceleme üretmeye teşvik etmeyi umuyor. Symbian, diğer işletim sistemleri gibi (özellikle de masaüstü bilgisayarlarda kullanılmak üzere oluşturulmuş olanlar gibi) önleyici çoklu görev ve bellek koruma özelliklerine sahiptir. EPOC'un çoklu görev becerisine olan yaklaşımı VMS'den esinlenmiştir ve asenkron sunucu tabanlı olaylara dayalıdır. Symbian OS üç sistem tasarım ilkeleri göz önüne alındığında yaratılmıştır: Bu ilkeleri en iyi şekilde izlemek için, Symbian bir mikrokernel kullanıyor, servislere bir istek ve geri çağrı yaklaşımı var ve kullanıcı arabirimi ile motor arasındaki ayrımı koruyor. İşletim sistemi, düşük güçte batarya tabanlı cihazlar ve ROM tabanlı sistemler için (ör. XIP ve paylaşımlı kütüphanelerde yeniden giriş gibi özellikler) için optimize edilmiştir. Uygulamalar ve işletim sistemi kendisi, nesne yönelimli bir tasarım izler. Daha sonra OS yinelemeleri bu yaklaşımı özellikle 8 ve 9 sürümlerinde bir gerçek zamanlı çekirdeğin ve bir platform güvenlik modelinin piyasaya sürülmesiyle pazar taleplerine yanıt olarak seyreltti. Kaynakların korunması için güçlü bir vurgu vardır; bu açıklamalar, tanımlayıcılar ve bir temizleme yığını gibi Symbian'a özgü programlama deyimleriyle örneklenmiştir. Depolama alanını korumak için benzer yöntemler mevcuttur. Ayrıca, tüm Symbian programlama olay tabanlı ve uygulamalar doğrudan bir olayla uğraşmadığında merkezi işlem birimi (CPU) düşük güç moduna geçiriliyor. Bu, aktif nesneler olarak adlandırılan bir programlama deyimi aracılığıyla yapılır. Benzer şekilde, iş parçacıkları ve süreçler için Symbian yaklaşımı, genel giderleri azaltarak yönlendirilir. Temel Hizmetler Katmanı, kullanıcı tarafındaki işlemler tarafından erişilebilen en düşük seviyededir; Mağaza, Merkezi Depo, DBMS ve şifreleme servislerini yöneten bir Eklenti Çerçevesi olan Dosya Sunucusu ve Kullanıcı Kitaplığı'nı içerir. Ayrıca, Metin Penceresi Sunucusu ve Metin Kabuğu'nu da içerir: daha üst katmanlı hizmetler gerekmeden tamamen işlevsel bir bağlantı noktasının oluşturulabileceği iki temel hizmetdir. Symbian'ın mikrokernel mimarisine sahip olması, sağlamlık, kullanılabilirlik ve yanıt vermeyi en üst düzeye çıkarmak için çekirdeğin içinde gerekli olan minimumun olması anlamına geliyor. Bir zamanlayıcı, bellek yönetimi ve aygıt sürücüleri içerir, ancak ağ hizmetleri, telefon ve dosya sistemi desteği gibi diğer hizmetler OS Hizmetleri Katmanı'na veya Temel Hizmetler Katmanına yerleştirilir. Aygıt sürücülerinin eklenmesi, çekirdeğin gerçek bir mikrokernel olmadığı anlamına gelir. Nanokernel olarak adlandırılan EKA2 gerçek zamanlı çekirdeği, yalnızca en temel ilkelleri içerir ve diğer soyutlamaları uygulamak için genişletilmiş bir çekirdek gerektirir. Symbian'ın mikrokernel mimarisine sahip olması, sağlamlık, kullanılabilirlik ve yanıt vermeyi en üst düzeye çıkarmak için çekirdeğin içinde gerekli olan minimumun olması anlamına geliyor. Bir zamanlayıcı, bellek yönetimi ve aygıt sürücüleri içerir, ancak ağ hizmetleri, telefon ve dosya sistemi desteği gibi diğer hizmetler OS Hizmetleri Katmanı'na veya Temel Hizmetler Katmanına yerleştirilir. Aygıt sürücülerinin eklenmesi, çekirdeğin gerçek bir mikro çekirdek olmadığı anlamına gelir. Nanokernel olarak adlandırılan EKA2 gerçek zamanlı çekirdeği, yalnızca en temel ilkelleri içerir ve diğer soyutlamaları uygulamak için genişletilmiş bir çekirdek gerektirir. Symbian, diğer aygıtlarla, özellikle çıkarılabilir medya dosya sistemleriyle uyumluluğu vurgulamak için tasarlanmıştır. EPOC'un erken gelişimi, FAT'ı iç dosya sistemi olarak kabul etmeye yol açtı ve bu kalırken, POSIX tarzı bir arabirim ve akışlı bir model sağlamak için temel FAT üzerinde nesne odaklı bir kalıcılık modeli yerleştirildi. İç veri biçimleri, tüm dosya manipülasyonlarını çalıştırmak için verileri oluşturan API'leri kullanmaya dayanır. Bu, veri bağımlılığı ve değişiklikler ve veri taşıma ile ilgili zorluklarla sonuçlandı. ETEL (EPOC telefon), ESOCK (EPOC soketleri) ve C32 (seri iletişimden sorumlu) olmak üzere üç ana sunucu bulunan geniş bir ağ ve iletişim alt sistemi vardır. Bunların her biri eklenti düzenine sahiptir. Örneğin, ESOCK farklı ".PRT" protokol modüllerinin çeşitli ağ protokol düzenlerini uygulamasına izin verir. Alt sistem aynı zamanda Bluetooth, IrDA ve USB gibi kısa menzilli iletişim bağlantılarını destekleyen bir kod da içerir. Ayrıca kullanıcı arabirimi (UI) Kodu'nun büyük bir kısmı da var. Symbian işletim sisteminde yalnızca temel sınıflar ve altyapı mevcuttu; gerçek kullanıcı arayüzlerinin çoğu üçüncü şahıslar tarafından korunuyordu. Artık böyle değil. S60, UIQ ve MOAP olmak üzere üç ana kullanıcı arabirimi 2009'da Symbian'a katkıda bulunuldu. Symbian ayrıca grafik, metin düzeni ve yazı tipi işleme kitaplıklarını da içeriyor. Tüm yerli Symbian C ++ uygulamaları, uygulama mimarisi tarafından tanımlanan üç çerçeve sınıfından oluşturulmuştur: bir uygulama sınıfı, bir doküman sınıfı ve bir uygulama kullanıcı arabirimi sınıfı. Bu sınıflar temel uygulama davranışını oluşturur. Geriye kalan ihtiyaç duyulan işlevler, uygulama görünümü, veri modeli ve veri arabirimi, bağımsız olarak oluşturulur ve yalnızca kendi API'leri aracılığıyla diğer sınıflarla etkileşime girer. Birçok şey daha bu modele uymuyor - örneğin, SyncML, Java ME, ve multimedya'nın çoğunun üzerinde başka bir API seti sağlıyor. Bunların çoğu çerçeveler ve satıcıların üçüncü taraflardan bu çerçevelere eklentiler sağlamaları bekleniyor (örneğin, Multimedya codec'leri için Helix Player). Bu, bu gibi işlev alanlarına API'lerin birçok telefon modelinde aynı olması ve bu satıcıların çok fazla esneklik kazanması avantajına sahiptir. Fakat bu,
telefon üreticilerinin bir Symbian OS telefonu yapmak için çok fazla entegrasyon çalışması yapması gerektiği anlamına geliyor. Symbian, "TechView" adı verilen bir referans kullanıcı arabirimi içerir. Özelleştirmeye başlamak için bir temel sağlar ve çok sayıda Symbian testinin ve örnek kodun çalıştığı ortamdır. Psion Seri 5 kişisel ajandasındaki kullanıcı arabirimine çok benzer ve herhangi bir üretim telefon kullanıcı arayüzü için kullanılmıyor. Symbian OS üzerinde çalışan veya temel alan Kullanıcı Arayüzleri platformları şunları içerir: S60, Symbian, Series 60 olarak da bilinir. 16 Kasım 2006'da sistem'le çalışan 100 milyonuncu akıllı telefon sevk edildi. 21 Temmuz 2009 tarihi itibarıyla, Symbian OS çalıştıran 250 milyondan fazla cihaz üretildi. 2006 yılında, Symbian akıllı telefon pazarının% 73'üne, 2011 yılının ikinci çeyreğinde pazarın % 22.1'ine sahip oldu. Symbian, pazara yeni giren rakip platformların pazara girmesiyle pazarın dramatik bir şekilde büyüdüğü yıllar boyunca pazar payını kaybetti, ancak satışları aynı zaman aralığında arttı. Örneğin, Symbian'ın küresel akıllı telefon pazarındaki payı 2008'de % 52.4, 2009'da % 47.2'ye düşmesine rağmen, Symbian cihazlarının gönderimleri 74.9 milyon adetten 78.5 milyon adete % 4.8 arttı. 2009'un ikinci çeyreğinden 2010'un ikinci çeyreğine kadar, Symbian cihazlarının sevkıyatı 19.178.000 adet olan 27.129.340'tan 8.0 milyon adetle % 41.5 arttı; Android için 9.6 milyon adet, RIM için 3.3 milyon adet ve Apple için 3.2 milyon adet arttı. Şubat 2010'da yayınlanan cihaz gönderileriyle ilgili önceki raporlar, RIM'in % 20.8, Apple'ın % 15.1 (iOS üzerinden), Microsoft'un % 8.8 (Windows CE ve Windows Mobile üzerinden) ve Android'i n% 4.7 olması ile Symbian cihazları 2009'da gönderilen akıllı mobil cihazların % 47,2'sini oluşturdu. "Akıllı mobil cihaz" satışlarında Symbian cihazlar 2010 yılının pazar lideriydi. İstatistikler, Symbian cihazlarının akıllı mobil cihazların% 37,6'sını oluşturduğunu gösterdi; Android % 22,7, RIM % 16 ve Apple % 15.7 (iOS aracılığıyla) idi. Bazı tahminler Symbian işletim sistemi ile 2010'un ikinci çeyreğine kadar taşınan mobil cihazların sayısının 385 milyon olduğunu belirtti. Motorola, Samsung, LG ve Sony Ericsson, 2009-10 döneminde Google'ın Android, Microsoft'un Windows Phone sistemi de dahil olmak üzere alternatif platformların lehine Symbian'tan çekildiğini açıkladı. 2012 yılının ikinci çeyreğinde, IDC'ye göre dünya pazar payı, tüm zamanların en düşük seviyesi olan% 4.4'e düştü. Onkoloji Onkoloji kanserin oluşumu, nedenleri, kalıtımla ilişkisi, tanısı, tedavisi, kanserle ilgili istatisikler ve kanserden korunmayla ilgilenen tıp dalıdır. Kanser bir tümör türüdür, kötü huylu (kötücül, habis, malin) tümörleri ifade eder. Onkoloji Türkçede 'kanserbilim' olarak ifade edilebilir. Radyasyon Onkolojisi ve Tıbbi Onkoloji (Medikal Onkoloji), kanserli hastaların takip ve tedavisini yapar. Bu hastaların takip ve tedavisinde gerektiğinde ilgili cerrahi uzmanları ile iş birliği yapılır. Medikal Onkoloji bilim dalının uzmanlarına tıbbi onkoloji uzmanı, radyasyon onkolojisi Ana Bilim Dalı uzmanlarına ise radyasyon onkolojisi uzmanı denir. Radyasyon Onkolojisi uzmanlarının radyoaktif ışınlarla uyguladığı etkin tedavi yöntemidir. Radyoterapi tedavisi gelişmiş radyoterapi cihazları ile uygulanır. Bu tedavide amaç tümörlü bölgeyi normal dokulara zarar vermeden yok etmektir. Tıbbi onkolojinin kanserli hastalardan gerekli görülenlere uyguladığı kimyasal ilaç tedavisidir. Kullanılan ilaçlar kanser ilacı (antikanser ilaç, antineoplastik ilaç) olarak bilinen kemoterapötiklerdir. (kimyasal ilaçlardır). Babaeski Babaeski, Kırklareli'nin ilçesidir. Babaeski Marmara Bölgesi'nin Trakya kesiminde, Kırklareli'ye bağlı bir ilçedir. Kuzeyinde Merkez ilçe, doğusunda Lüleburgaz, güneybatısında Pehlivanköy, güneyinde Tekirdağ, batısında da Edirne bulunmaktadır. Küçük bir şehir yerleşmesidir. Tarım ve sanayi başlıca geçim kaynağıdır. İlçe toprakları Ergene Ovası'nda olup, yüksek alanlar ve dağlar yok denilecek kadar azdır. İlçenin kuzeyini yükseklikleri 150 m'yi geçmeyen Yıldız Dağlarının uzantıları engebelendirmektedir. Bunlar Babaeski'nin başlıca yükseltileridir. Ergene Ovası, Ergene Nehri'nin suladığı oldukça geniş bir düzlüktür. Ayrıca yükseklikleri 50–150 m arasında değişen irili ufaklı ovalar bulunmaktadır. Bütün bu ovalar ilçenin tarım alanlarını oluşturmaktadır. İlçe topraklarını Ergene Nehri'nin bir bölümü sulamaktadır. Bunun dışında Kavak Deresi (Cürtlen Dere) ile Şeytan deresi de bulunmaktadır. Babaeski ismi yörede bulunan Baba Kavağı ağacından gelmiştir. Eski Osmanlıda Babaeski civarındaki kavak/kayın ağacından yapılan oklar ve yaylar çok meşhurdu. Saltukname'de Babaeski'den ve bu yörede yetişen Baba Kavağından bahsedilir. Ağaç dikmek Türklerde çok eskiden beri var olan kutsal bir gelenektir. Yakutlar'da gençlerin, şaman olmaya niyetlenince hemen bir ağaç diktiklerini ve bu ağaç büyüdükçe rütbelerinin arttığını belirtmektedir. Saltukname'de, Sarı Saltuk'un diktiği kavak ağacı 10 kişinin kucaklayamayacağı kadar büyüktür. Buna "Baba Kavağı" denilmektedir Babaeski'de bulunan ve Baba Kavağı denilen bu ağacın kayın ağacı olduğu da söylenmektedir. Eski Türkler'de okların kayın ağacından yapıldığı bilinir. Adil Sultan Destanı'nda Babaeski'nin okları, Edirne'nin yayları ile meşhur olduğu ifade edilmektedir. Saltukname'de adı geçen Baba Kavağı denilen kayın ağacı ile Babaeski'nin meşhur okları arasında efsanevi bir münasebet vardır. MÖ 5. yüzyıl ortalarında burada kurulan Trakların Odrys kolunun kurduğu devletini Makedonya Kralı II. Phillip yıkmış, bunu Bithynia Krallığının egemenliği izlenmiştir. MÖ 46'da Roma İmparatoru Cladius Trakya ile birlikte Kırklareli yöresine de hakim olmuşlardır. Bizans İmparatoru I. Anastasius'un (491-518) yaptırdığı Marmara'dan Karadeniz'e kadar uzanan büyük liman suru Babaeski'nin yakınında geçmekte idi. I. Justinianus (527-533) bu surları onarmış, ancak bunlar sürekli saldırılara uğradığından günümüze ulaşamamıştır. Bu iki Bizans imparatorunun üzerinde özenle durduğu surların yapımındaki amaç, Balkanlardan gelecek akınlara karşı İstanbul'u korumaktı. Bizanslılar zamanında adı Boulgarophygon (Βουλγαρόφυγον) olan Babaeski'de bu dönemde karışıklıklar ve ayaklanmalar olmuş; 1047 yılında Leon Tornikios'un liderliğindeki isyancıların eline geçmişse de İmparator IX. Konstantinos tarafından geri alınmıştır. Ertuğrul Gazi'nin üç oğlu vardı. En büyük oğlu Savcı Bey genç yaşta şehit olduğu için beylik, diğer oğulları Gündüz Alp ve Osman Bey tarafından sürdürülmüştür. Ertuğrul Gazi yaşlanınca Kayı Boyunun başına Gündüz Alp'i geçirdi. Bir süre sonra da vefat etti. Ertuğrul Gazi ölmeden önce rüyasında, küçük oğlu Osman'a çok büyük bir devlet nasip olacağını görmüş, bu yüzden beyliğin başına onun geçmesini vasiyet etmişti. Osman Gazi büyüdüğü zaman Gündüz Alp, babasının vasiyetine uyarak beyliği kardeşine devretti. Böylelikle Kayı Boyunun liderliği Osman Gazi'nin soyuna geçmiş oldu. Gündüz Alp'in soyundan gelenlere halk arasında "Amucalar" denmeye başladı. Amucalar, komutan ve idareci olarak devlet hizmetine uzun yıllar devam ettiler. Örneğin Gündüz Alp'in oğullarından Aydoğdu Bey, Bizans'la yapılan Koyunhisar Savaşı'nda Osmanlı birliklerine komuta ederken şehit düşmüştür. Osmanlı Devleti Kuruluş Döneminde, Türkmenlere büyük önem vermiş, önemli mevkilere onları atamışlardır. Yükselme Döneminde ise bu uygulama kalkmış ve devşirmeler değer kazanmıştır. Osmanlılar, Türkmenlerin iktidarı ele geçirip kendilerini ortadan kaldırmasından çekindikleri için onları yönetimden uzaklaştırmışlardır. Amucalar da bu yeni politikadan zarar gördüler. Amucalar, zaman içinde çoğalıp kabile haline gelmişler ve güçlenmişlerdi. Ertuğrul Gazi soyundan geldikleri için Devlet üzerinde hak iddia edebilirlerdi. bu yüzden Balkanlara sürülüp yerleştirildiler. Kabilenin bir kısmının da önce Sivas’a daha sonra Kars dolaylarına yerleştiği sanılıyor. Kabilenin Trakya’ya geliş tarihi kesin olarak bulunamamıştır. Amuca köylerinden Malkoçlar’ın 1491 yılı kaydı olması, bu konuda dikkat çekmektedir. Amucalar Trakya'da ilk olarak Yıldız Dağları'nın eteklerinde Keşirlik bölgesinde on tane köy kurdular. Bu köyler; Ahmetler, Karaabalar, Ahlatlı, Topçular, Malkoçlar, Kocatarla, Börklüce, Dikence, Gaybılar ve Gündüzler'dir. (93 Harbi'nden sonra Keşirlik Bölgesinin bir kısmı Bulgaristan'da kalmıştır. Türkiye'de kalan kısmının adı daha sonra Kofçaz olarak değiştirilmiştir.) İlk kurulan on köyden sonra Amucalar, nüfusları çoğaldıkça Burgaz ve Stara Zagora bölgeleri başta olmak üzere Bulgaristan'ın doğu kesiminde yayıldılar ve 93 Harbi’ne kadar (22.6.1877–31.1.1878) 33 köy kurdular ve bunlara yakın şehirlere yerleştiler. Osmanlı-Rus savaşı sonrasında, sınırlar belli olmaya başladığında Amucaların bir kısmı Bulgaristan’da kalmıştır. Sınır sadece Bulgaristan ile Osmanlı devletini değil, Amucaları da ayıran sınır olmuştur. Böylece, akrabalıklar kaybolmuş, aileler parçalanmıştır. Ekonomik sıkıntılar baş göstermiş, mal ve can kayıpları olmuş, pek çok değerler yok olmuştur. Bulgaristan'da kalan Amucalar'ın büyük bir kısmı ise Bulgar egemenliği altında yaşamaya razı olmayıp 1878'den itibaren yeni çizilen Osmanlı sınırlarının içine göç etmeye başladılar. Gelenlerin çoğu Kırklareli'de yeni köyler kurdular. Tekirdağ, Balıkesir ve Eskişehir'de de az sayıda köyler kurdular. Bir kısmı da İstanbul'a yerleşti. Babaeski yöresi, Sultan I. Murat döneminde Balaban Bey tarafından 1359'da Osmanlı topraklarına katılmıştır. Bizans döneminde Bulgaraphygon ismi Fatih Sultan Mehmet'in burayı ziyaretinden sonra, yöreyi yeniden düzenleyen Ahi Baba’dan ötürü Babaeski olarak değiştirilmiştir. Babaeski adını alması ise, Fatih Sultan Mehmet’e dayandırılmaktadır. Bir söylentiye göre Fatih Sultan Mehmet İstanbul'un fethi için Edirne’den yola çıkıp buraya geldiğinde, Eski Cami önünde gördüğü yaşlı bir tamirciye beldenin ne zaman kurulduğunu sormuş ve aldığı yanıt, “Eskidir, eski,” olmuştur. Padişah, yaşlı
adamın kendi yaşını sorduğunda da yine, “Baba, eski,” yanıtını alır. Bunun üzerine beldenin adı "Babaeski" olarak anılmaya başlanmıştır. Cumhuriyet döneminde de bu isim kullanılmaya devam etmiştir. Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde Babaeski'deki mimari eserlerle ilgili şöyle nakletmiştir: Slackware 1992 yılında Patrick Volkerding tarafından başlatılan Slackware Linux, hâlen geliştirilen en eski Linux dağıtımıdır. İlk kararlı sürümü 1993 Temmuz'unda yayınlanmıştır. Grafiksel konfigürasyon araçları ve basit arayüzler sunmaktan ziyade, sizin Linux'a aşina olmanızı bekleyen bir yapıya sahiptir. Diğer dağıtımlar geliştirmesi zor fakat kullanması kolay arayüzler sunarken, Slackware'de her şeyi konfigürasyon dosyalarına bizzat el atarak halletmeniz gerekir. Bundan dolayı Slackware kullanmayı düşünen acemiler Linux öğrenmek için zaman harcamaya hazır olmalıdırlar. Yüksek düzeyde kararlı ve güvenli bir yapısı vardır - sunucu olarak kullanmaya son derece uygundur. Deneyimli Linux yöneticileri onu, dağıtım üreticilerinin çeşitli yamaları ve eklentilerinin azlığından dolayı hatasız ve kararlı bulurlar. Yeni versiyonlarının dağıtım sıklığı düşüktür (yaklaşık yılda bir kez ), ancak güncel paketleri her zaman bulunabilmektedir. Slackware, Linux ile ilgili derinlemesine bilgi sahibi olmak isteyenler için ideal bir dağıtımdır. Latin Amerika Latin Amerika, Latin dilleri konuşan Amerika ülkelerine ve çevresine işaret eder. Diğer bir deyişle bu bölgenin Anglo-Amerikan ve Cermen dilleri konuşan bölgeler ile zıtlık oluşturduğu da söylenir. Latin Amerika tanımı üzerinde kesin bir mutabakat olduğu söylenemez. Çeşitli disiplinler ve araştırmacılar bölgenin tanımını farklı yapmışlardır. Uluslararası ilişkiler açısından daha çok bağımsız ülkeler ele alınmıştır. Bazı araştırmacılara göre ABD'nin güneyindeki tüm ülkeler Latin Amerika'dır. Bu durumda Fransızca, İspanyolca, Portekizce ve İngilizce konuşan tüm Karayip, Orta ve Güney Amerika ülkeleri ile Meksika bu sınıfta değerlendirilebilir. Bölge aşağıdaki 34 ülkeden oluşur: Latin Amerika ülkeleri arasında çok sayıda birleşme çabası da olmuştur. Avrupa Birliği örneğinden ilham olan bu çabaların çok başarılı olduğunu söyleyebilmek zordur. Commonwealth Commonwealth şu anlamlara gelebilir: Türkiye'de elektrik mühendisliği Türkiye'de elektrik mühendisliği; Elektrik enerjisinin üretimi, iletimi, dağıtımı, enerji sistemleri ve alternatif akımda çalışan yüksek güçlü cihazların (elektrik makinaları, güç transformatörleri vb.) tasarımı, geliştirilmesi, korunması, denetimi, güvenliği ve işletilmesi konularıyla ilgilenir. Diğer adı güç mühendisliğidir(power engineering). Afyon Kocatepe Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Kocaeli Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi olarak 4 üniversitede eğitimi verilmektedir. Bunun dışında Elektrik-Elektronik mühendisliğine gidenler 3. veya 4.sınıfta güç mühendisliği ile ilgili opsiyonları seçerlerse (Elektrik tesisleri, elektrik makinaları, yüksek gerilim tekniği vb.) 1kV üstü yüksek gerilim için imza yetkisine sahip olur. Bu alan 19. yüzyıl sonlarında elektrikli telgraf ve güç kaynaklarının ticarileşmesiyle meslek olarak tanımlanmaya başlamıştır. William Gilbert'in 1600'lerde yazdığı De Magnete adlı eseri "elektrik" teriminin orijinini oluşturmaktadır. Birçokları tarafından elektrik mühendisliğinin ya da elektriğin babası olarak nitelendirilmektedir. Geniş çalışma alanları vardır: Tulum Tulum, Anadolu'nun kuzeydoğusunda Rize ve Artvin de kullanılan nefesli bir halk çalgısının adıdır. Trakya bölgesi, Balkan yarımadası ve İskoçya'da kullanılan gaydadan en önemli farklı pes sesleri kontrol edebilen boruya sahip olmamasıdır. Tulum'un bir enstrüman olarak kullanılmaya başlandığı tarih hakkında kesin bir bilgi olmamakla birlikte Mezopotamya'da ortaya çıktığı sanılmaktadır. Aristophanes'in Akharniyalılar oyunundan (MÖ 425) ve Suetonius’un imparator Nero'nun (MS 54–68) hayatını anlattığı eserinde Utricularius adlı bir tulumcunun varlığından Antik Çağ'da Akdeniz uygarlıklarınca ödünçlendiği anlaşılmaktadır. İskoç gaydasının atası olan gayda-tulum benzeri nefesli sazların Romalılar tarafından Mısır, Anadolu veya Trakya üzerinden kıta Avrupasına taşındığı teorisi bu yüzden kabul görmektedir. 17. yüzyılda bölgeye gelen Evliya Çelebi seyahatnamesinde "dankiyo tulum sazı" ve "Sazende-i dankiyo düdüğü" olarak tanımladığı enstrümanı Trabzon yakınlarında yaşayan halkın icat ettiğini bildirmiştir. Bununla birlikte Antik Yunanca olup "Hayvan derisinden yapılmış torba" anlamına gelen dankiyo kelimesi bugün Trabzon'da neredeyse hiç bilinmediği gibi dini sebeplerle ya da küçükbaş hayvancılığın terkedilmesiyle unutulmuştur.. 1923 mübadelesine kadar Rumlar tarafından özellikle Maçka ve Kuzey Gümüşhane'de (Krom, Santa, İmera) yoğun olarak kullanılmaktaydı. Yine 1900 lü yıllara kadar Araklı Karadere vadisindeki Hemşinli orjinli köylerde çalınmakla beraber günümüzde sadece halk tarafından eskiden çalındığı bilinmektedir. Bunun yanı sıra Bayburt'un kuzeyinde yer alan ve Trabzon' a komşu olan bazı köylerde kullanılmaktadır. 1970'lere dek Holo boğazı köylerinde de çalındığı bilinmekte, kemençenin bazı parçaları çalmak için tulum gibi akort edildiğinden Trabzon folklorunda etkisi sürmektedir. Çayeli ilçesinden doğuya doğru Rize'nin Pazar, İkizdere'nin Bazı Köyleri, Ardeşen, Çamlıhemşin, Fındıklı ve Artvin'in Arhavi, Hopa, Borçka,Yusufeli,Şavşat,Meydancık belde Murgul ilçelerinde, Erzurum'un İspir ilçesinde ve Gürcistan sınırında geleneksel olarak çalınır. Artvin'in iç bölgelerinde Gürcüler tarafından da geleneksel enstrüman olarak kullanılmakta. İç bölgelerde Tatos dağları sınırından itibaren yerini davul-zurnaya bırakmaktadır. Tüyleri temizlenmiş çebiç adı verilen oğlak derisinden delik yerleri bağlanıp, gövde bölümü elde edilir. Ön ayaklardan birine lülük, birine de nav takılarak yapılmaktadır. Geleneksel olarak boynuzdan yapılan navlar günümüzde ahşaptır. Mübadele ile Yunanistan'a göçen Karadeniz Rumları nav bölümünü boynuzdan yapmaya devam etmektedir ve içine yöresine göre zimbon (Trabzon), çimon/çibu (Rize), zimbon ve çimon kelimeleri Latince "tulum" anlamına gelen tsimpona teriminden ödünçlenmiştir. Terim Yunanca'ya zampuna (ζαμπούνα η) İtalyanca ise sampogna “tulum, koyun postundan yapılan çoban çalgısı" formunda geçmiştir. Adı verilen kamıştan yapılan komalı-pentatonik sipsi yerleştirilmektedir. Lülükten dudula adlı ağızlıktan üflenerek şişirilen enstrümanda sıkışan hava nav içinde bulunan zimbona gelir ve burada parmaklar sayesinde istenilen ses elde edilir. "B - si" "A -la" "G -sol" karar seslerinde akort edilen ve komalı pentatonik bir enstrüman olup tek oktavlık ses rengine sahiptir. Türkçe tulum "deri kap". 13. yüzyıl öncesinde ilk olarak Hakas lehçesinde tulug formunda tespit edilmiştir. Çeşitli dillerde tulum terminolojisi: Kalecik, Ankara Kalecik, İç Anadolu Bölgesi'nde Ankara'ya bağlı bir ilçedir. Kalecik ve çevresi, tarihi MÖ 4000 yıllarına kadar uzanan, çok eski bir yerleşim bölgesidir. MÖ 4000 yıllarında Hititler'in bu bölgede yaşadığına dair bazı kalıntılar bulunmuştur. Daha sonraları bölge,Büyük İskender'in ve ardından Doğu Roma İmparatorluğu'nun hakimiyetine girmiştir. 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi ile Türklerin Anadolu’ya gelişinden sonra 1075 yılında Kalecik Kalesi, Selçuklu Türkleri tarafından zaptedilmiş ve onların hakimiyetine geçmiştir. Selçuklu Devletinin yıkılmasından sonra yörede beylikler döneminde Candaroğulları'nın hüküm sürdüğü anlaşılmaktadır. Yıldırım Bayezid zamanında Ankara ile birlikte Kalecik Kalesi de Osmanlılar tarafından zaptedilmiştir. Timur’un çekilmesinden sonra tekrar Candaroğulları yörede yeniden kısa bir hakimiyet kurmuşlar, sonra tekrar Osmanlıların hakimiyetine geçmiştir. Kalecik, Osmanlı döneminde uzun yıllar Çankırı sancağına bağlı bir kaza olmuştur. Anadolu Tarihi Coğrafyası üzerinde araştırmaları bulunan W.Ramsay Kalecik'in çevresinde Acıtorızıacum isimli bir kentten söz etmiştir. Ayrıca araştırmalarında W.Ramsay, Kalecik'i Eçelriga olarak tanımlamıştır. Ayrıca yakın tarihimizde Kurtuluş Savaşında nokta hizmeti vermek, Kuva-yi Milliye güçlerine lojistik destek sağlamak bakımından hizmet etmiştir. 1925 yılında Mustafa Kemal Atatürk Kastamonu yolculuğu sırasında bölgeyi ziyaret etmiştir. İlçe, Ankara'nın kuzeydoğusunda yer alır. İlçenin doğusunda Sulakyurt, güneyinde Kırıkkale ve Elmadağ, batısında Çubuk, kuzeyinde de Çankırı (Şabanözü) bulunmaktadır. İlçenin batı ve güneydeki dağlık ve engebeli kesimler ile güney-kuzey doğrultusunda Kızılırmak Vadisinden oluşmaktadır. Batısını Karbasan Dağı, güneyini de İdris Dağı yer almaktadır. Doğuda Kızılırmak'ın kıyısında ise ova düzlükleri bulunur. İlçenin ekonomisi tarıma dayalıdır. Hayvancılık ikinci plandadır. İlçe topraklarında bentonit ve mermer yatakları ve krom cevheri bulunmaktadır. İlçe merkezinde hakim bir tepede bulunan Kalecik Kalesi Romalılardan kalma olup, Osmanlılar zamanında onarım görmüştür. Kalecik Osmanlılar döneminde oldukça gelişmiş bir kasaba olarak bilinmektedir. Evliya Çelebi'nin seyahatnamesinde adı zikredilen yerlerden birisidir. O tarihlerde Ahilik yörede yaygınlık kazanmıştır; tabakçılık, bakırcılık ve kumaş dokumacılığı dönemin gelişmiş el sanatlarındandır. Hasbey, Hamdi, Saray, Tabakhane camileri ile Kazancı Baba Türbesi ve Kızılırmak üzerindeki Develioğlu Köprüsü belli başlı tarihi eserleridir. Kalecik Karası Kalecik Karası, Kızılırmak Vadisinin Ankara ili Kalecik ilçesi sınırları içerisindeki yetişen, kırmızı şaraplık üzüm çeşididir. Orta Anadolu Bölgesinde bağcılık adına 1950'lerden bu yana yaşanan gerileme sürecinde en fazla etkilenerek kaybolmanın eşiğine gelen bu değerli çeşidimiz Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Bahçe Bitkileri Bölümünde Fidan ve ark. (1.2) tarafından yürütülen toplu ve teksel seleksiyon çalışmaları ile yöreye yeniden kazandırılmıştır. Bu çalışmalar sonucunda 45 adet klon baş omcası arasından seçilen en üstün 3 klon (9, 12 ve 15 no’lu klonlar) belirlenmiştir.
Yukarıda sözü edilen yüksek verimli ve kaliteli klonlardan elde edilen şarapların haklı şöhreti, Kalecik yöresinde ününe sahip bağcılığın yüksek kazançlı bir sektör olarak yeniden ön plana çıkmasına neden olmuştur. Bugün kökenini tamamen sözü edilen klonların oluşturduğu Kalecik Karası bağlarının yörede hızla genişlemektedir. Pedometre Adımölçer ya da pedometre, adım ölçen alet olarak tanımlanabilir. Mekanik harekete duyarlı sensör, mikroişlemci, LCD ekran, pil ve bunları içeren plastik kutudan oluşur. Sensörün duyarlılığına göre hassasiyetleri değişmektedir; gömülü yazılımın kabiliyetlerine göre de kalori, alınan mesafe ve sesli ikaz özellikleri olabilir. Genelde hafif ve ufak olması için saat pilleri kullanılır. www.pedometers.com (İngilizce) Enderûn Enderûn Mektebi, (Osmanlı Türkçesi: اندرون مکتب) I.Murad zamanında Edirne alındıktan sonra 1363 yılında kurulup, zamanla çeşitli değişikliklere uğramakla beraber Osmanlı Devleti'nin son zamanlarına kadar (1908) varlığını sürdüren bir saray okuludur. Hıristiyan ailelerden devşirilen çocukların zeki ve gösterişlileri saraya alınarak özel bir şekilde yetiştirilirlerdi. Fatih Sultan Mehmet döneminde geliştirilmiştir. Enderun, Farsça "sarayın iç kısmı" demektir. Enderûn mektebine alınan çocuklara, Kur'an-ı Kerim, tefsir, hadis, kelâm gibi dini dersler, edebiyat, inşa (şiir), dil bilgisi, Arapça, Farsça gibi dil ve edebiyat dersleri ve matematik, coğrafya, mantık gibi müspet ilimler dersleri okutulurdu. Bir taraftan da Osmanlı saray geleneği ve görgüsüyle, protokol kaideleri ve bürokratik işler öğretilirdi. Bunların yanında çeşitli sanat kollarında beceriler kazandırıldığı gibi sportif faaliyetlere de yer verilirdi. İç oğlanı denilen Enderûn talebesi ortak bir kültürü özümseyerek, saray ve padişah hizmetlerinin yürütülmesini sağlarlar, böylece Osmanlı Devleti'nin sarayda, yönetimde, ordu ve bürokraside ihtiyaç duyulan kadrolarının bir kısmı bu şekilde yetiştirilmiş olurdu. Sarayda kademe kademe yükselerek sancakbeyi rütbesiyle taşrada görev alırlardı. Osmanlı devrinde Türkçenin devlet dili olarak hakim olmasının bir başka sebebi de Enderûn Mektebi'dir. Enderûn, saray içinde bir okuldur. Sarayda, orduda ve hükumet işlerinde çalışacak memurları ve hizmetlileri yetiştirmek bu okulun görevi idi. Fatih tarafından açıldığı bilinen bu okula, acemi oğlanlar arasından öğrenci seçilirdi. Enderunda eğitim beş konu üzerinde toplanmıştı: Topkapı Sarayı'nda Enderun 7 ayrı bölümden oluşmaktadır: 1) Küçük odalar 2)Büyük odalar 3)Doğancı koğuşu, 4)Seferli odası, 5) Kiler, 6)Hazîne odası, 7)Has oda Enderûndan sadrazamlar, kaptan paşalar, yeniçeri ağaları, eyalet valileri, sancak beyleri, daha başka hizmetler için ünlü kişiler, ayrıca şairler, edipler, ressamlar, mimarlar, müzikçiler, tarihçiler, fen ve matematik bilginleri (ve öğretmenleri) ve daha bunlar gibi medresenin yetiştirmediği bilginler de yetişmiştir. Askerlik, siyaset ve teknik konuların ağırlıklı olarak okutulduğu Enderûn okulunun temel özelliği, saray içinde bulunması ve bütün derslerin Türkçe okutulmasıdır. Fatih Kanunnamesi ve Enderûn mektebinin durumu da gösteriyor ki, Osmanlı devrinde Türkçeye devlet dili olarak önem verilmiştir. Enderûn mektebinden eğitim ve öğretim sultan II. Mahmud devrine kadar sistemli bir şekilde devam etti. 18. yüzyılın sonlarında devşirme sisteminin bozulmasıyla darbe yiyen okul, 1826'da Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasından sonra Asâkîr-i Mansûre-i Muhammediyye ordusu için yetiştirilmesi gereken küçük ve büyük rütbeli subayların büyük bir kısmının Enderûn mektebinden seçilmesi ile sarsıldı. Daha sonra batı metotları ile harp okullarının açılması ve bunların gitgide çoğalmasıyla mektebin önemi iyice azaldı. Modern eğitimin gittikçe yerleşip yayılması karşısında, Enderûn mektebi de modern eğitimin ilkelerini uygulamaya başladı. Ancak şehirde Türk ve ecnebi olmak üzere çeşitli genel kültür kurumlarının ve meslek okullarının açılması, özellikle Enderûn mektebinden çıkanların, Tanzimât'tan önceki devirde olduğu gibi, devlet görevlerine tâyinlerdeki üstün durumlarını kaybetmeleri, halk arasında özellikle devlet ileri gelenleri katındaki değerini sarstığından, Enderun 1908 İkinci Meşrutiyetin ilanını takip eden günlerde tamamen kapatıldı. Godot'yu Beklerken Godot'yu Beklerken (Fransızca: En attendant Godot, İngilizce: Waiting for Godot), Samuel Beckett'ın 1949 yılında Fransızca olarak yazılan ve ilk kez 1953'te Paris'te sahnelenen ünlü eseridir. Zamanla ülke çapında ün kazanıp 1954 yılında Beckett tarafından bazı değişikliklerle İngilizceye çevrilmiş ve başka ülkelerde de sahnelenmeye başlanmıştır. Avangard olarak nitelenmesine karşın hızla klasikleşmiştir. Oyunun varoluş sancıları çeken kahramanları Vladimir ve Estragon, yolları kesiştiğinde birbirleriyle iletişim kurmaya çalışır. Her gün yinelenen bu ritüelde bellek, işlevini yerine getiremeyince de gerçekliğin kesinliğinden uzaklaşmaya başlarlar. Eylemsizliklerine yenilmiş insanların, Godot adında ne olduğu bilinmeyen bir kimse veya "şeyi" beklemelerini konu alan en önemli absürt tiyatro eserlerinden biridir. Oyun Türkiye'de 1954 yılında İstanbul'da Küçük Sahne Tiyatrosu tarafından, 1963 yılında da Ankara Sanat Tiyatrosu tarafından sahnelenmiştir. Godot'yu Beklerken, AST'nin sahneye koyduğu ilk oyundur. 1998'de Orhan Alkaya'nın yönetmenliğinde İstanbul Şehir Tiyatrolarında sahnelenen oyunda Savaş Dinçel, Engin Alkan, Taner Barlas ve Burak Davutoğlu rol almıştır. Beckett yazmaya başladığında Vladimir ve Estragon için herhangi bir görsel öğeye sahip değildi. Roger Blin: "Beckett seslerinin duymasına rağmen karakterleri bana açıklayamıyordu. Bana şöyle dedi: 'Emin olduğum tek şey melon şapka giydikleri." Beckett'ın yaşadığı dönemde ve yerde melon şapka babasını da barındıran topluluk tarafından giyilirdi. Vladimir ile konuşulduğunda o bir şair olmalı diye düşündürür ve Estragon Vladimir'in şair olduğunu söyler. Laurel ve Hardy'i hatırlatan özellikler mevcuttur. Oyunun çoğunda Estragon oturuken ve hatta uyuklarken Vladimir ayakta durur. "Estragon uyuşuk, Vladimir ise huysuzdur." Vladimir gökyüzüne bakar derin bir şekilde filozofik ve dinsel konuları düşünür. Estragon ise "taşa aittir-uyuşuktur", zihnini ne yiyeceğini veya nasıl hareketlerini ve ağrılarını kolaylaştıracağı üzerine meşgul etmektedir. Estragon direkt ve kolay biridir. Alzheimer hastalığından acı çekmektedir. Al Alvarez şöyle yazmıştır: "Ama belki de Estragon'nun unutkanlığı aralarındaki ilişkinin yapışkan bağdır. Estargon sürekli unutur, Vladimir ise hatırlatır. Aralarında zaman geçirirler." Ne kadar zamandır bir arada bulundukları bilinmemektedir. Hacı Abdullah Lokantası Hacı Abdullah Lokantası. Türkiye'de Osmanlı-Türk yemekleri üzerine hizmet veren ender lokantalardan biridir. İlk 1888'de Karaköy Rıhtımı'ndan "Abdullah Efendi" adıyla açılan lokantanın işletme ruhsatı bizzat Sultan II. Abdülhamit tarafından verilmiştir. İstanbul'u ziyaret eden yabancı resmî ve özel heyetler burada ağırlanmıştır. 1915 yılında lokanta Karaköy Rıhtımı'nda Beyoğlu'na taşınır. İstiklâl Caddesi üzerinde bulunan Rumeli Han'ının zemin katında hizmetine devam eder. 1940 yılında usta çırak nöbet değişimiyle Sadri Alışık Sokağı'na (eski adı ile Bursa Sokağı veya Ahududu Sokağı) taşınır ve "Hacı Salih" ismini alır. 1958 yılında şu an bulunduğu yerine, Ağa Camii yanındaki Sakızağacı Caddesi'ne taşınır. Lokantanın ismi 1983 yılında resmî prosedür gereği değişerek "Hacı Abdullah" olmuştur. "Hacı Abdullah"'taki gelenek, günümüzde unutulmaya yüz tutan "Âhilik" ocağının bir örneğidir. Teknik resim Teknik resim, bir şeyin nasıl çalıştığını veya üretildiğini anlamak üzere yapılan çizim. Mühendisler arasındaki iletişimi en kolay ve en doğru şekilde sağlaması açısından büyük öneme sahip teknik bir alfabedir. Temelde doğrular ve eğrilerin çeşitli şekillerde bir araya gelmesiyle oluşan teknik resim, yapılması istenen konstrüksiyon ve tasarımın kâğıt üzerinde tanımlanması sanatıdır. Teknik resim, tasarımdan üretime, pazarlamadan kullanıma kadar bir ürünün başından geçen her aşamada ilgili kişilere yol gösterir. Teknik resim, ürünün malzemesini, nasıl imal edileceğini, boyutlarını, toleranslarını, yüzey kalitesini, sertlik değerlerini, ısıl işlemini vb. tüm imalat yöntemlerini daha sonrasında ürünün montajını, taşınmasını ve hatta kullanımını belirli kurallar ve standartlar çerçevesinde anlatır. Daha önceleri çeşitli takımların (cıvata, somun ve sembol şablonları, aydınger kağıdı, iletki (minkale), gönyeler, kurşun kalemler, silgiler, resim kâğıtları, çini mürekkebi, resim masası, resim tahtası, cetvel, daire şablonu, pistole'ler (yay cetvelleri), yazı şablonları, rapido takımı, T cetveli (85 veya 100 cm), pergel takımı vs.) yardımıyla el ile çizilen teknik resimler, gelişen teknolojiye ayak uydurmuş ve günümüzde büyük bir oranda bilgisayarlarda CAD (Computer-Aided Design) programları yardımıyla çizilmektedir. Solid Edge 2D Drafting ücretsizdir.Yani çizim masasından kalkıp bilgisayara geçmek istiyorsanız hemen indirin-kurun-çizin.Solid Edge 2D Teknik resim programı parametrik yapıya sahiptir.kullanımı son derece kolaydır. En yaygın çizim programı AutoCAD'dir. Ancak katı modelleme (3 boyutlu çizim) kabiliyetleri gelişmiş değildir. Bu tür çizimler için 3ds-max, Sketchup, CATIA,UGNX ,Solidworks, Autodesk Inventor Solid Edge ve PRO/ENGINEER gibi programlar kullanılır.Günümüzde kullandığımız birçok araç ve alet bu programlarla tasarlanmaktadır. AutoCAD ile sayılan diğer programlar arasındaki fark, 3 boyutlu çizim kabiliyetlerindeki gelişmişlikten çok parametrik (ölçülerin ve çizimlerin geri dönüşümlü değiştirilebilinirliği) olup olmamalarından kaynaklanmaktadır. AutoCAD bir parametrik çizim programı değildir. Bu tip çizim ya da modelleme programları sayesinde günümüz teknolojik koşulları çerçevesinde CNC tezgâhlarda üretim yapılmaktadır. Bu tür uygulamalar için CAM (Computer Aided Manufacturing) programları kullanılmaktadır. T cetveli, teknik resimde kullanılan, boyu 7
5 ile 100 cm arasında olan bir mühendislik cetvelidir. Günümüzde T cetvelininde yerini Paralel'ler almıştır. Türkiye'deki futbol kulüpleri listesi Türkiye'deki futbol kulüpleri listesi 2017-18 sezonunda Türkiye Futbol Federasyonu'na bağlı profesyonel liglerde mücadele eden takımların listesidir. Toplumsal yapı Toplumsal yapı toplumda organize olmuş ilişkiler bütünüdür. Toplumun bir çerçevesini oluşturur ve bu çerçeve birey doğmadan önce kültürle korunmuş ve ilişkiler sistematik bir şekilde örgütlenmiştir. Toplumsal yapıyı oluşturan bileşenler, kültür, toplumsal sınıflar, statü, statüyle bağlaşık roller ve organik bütünlüğünün devam etmesi için gerekli olan kurumlardır (sağlık, eğitim, güvenlik vb.). Toplumsal yapının bileşenleri bireyin toplumsallaşma sürecine de yoğun etkide bulunur; bireyin hangi kültüre bağlı olduğu, sınıfsal konumu, kendisine miras kalan edinilmiş statüsü, zamanla sahip olduğu kazanılmış statüleri, buna bağlı rolleri onun karakter ve kimliğinin oluşmasında birinci dereceden etkilidir. Böylece toplumsal yapı geçmişin mirasını bugüne taşımakla kalmaz, mirasın bugündeki hayat damarlarıdır ve gelecekte nasıl bir ilişkiler bütünü yaşayacağımızın da belirleyicisidir. Salihli Salihli, Türkiye'nin Ege Bölgesi'nde bulunan Manisa ili ilçelerinden biridir. Odun köftesi, kirazı ve üzümü ile meşhurdur. Tarihte ilk paranın basıldığı ve günümüzde UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'ne giren Sardes antik kenti bu ilçede bulunmaktadır. İlçe, bölgenin tarih, doğa ve termal turizm bakımından en önemli merkezlerindendir. Salihli, tarihi, tarıma elverişli toprakları, termal enerjiye dayalı seraları, hızla gelişen Organize Sanayi Bölgesi, Bakanlar Kurulu Kararı ile resmileşen ve bina inşaatı devam eden İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi ve turizm yatırımları ile öne çıkmaktadır. Salihli, İzmir-Ankara (E-96) karayolu ve İzmir-Uşak-Afyon demiryolu üzerindedir. Ayrıca İstanbul-Antalya Karayolu ile İzmir-Ankara Karayolları, Salihli'nin doğu çıkışındaki köprülü kavşakta kesişirler. Yapımı devam eden Ankara-İzmir hızlı tren hattının ilçeden geçmesi ve burada da bir istasyonun yapılması planlanmaktadır. Proje aşamasında olan Ankara-İzmir Otoyolunun da ilçeden geçmesi planlanmaktadır. Manisa il merkezine 72 km ve İzmir il merkezine yaklaşık 96 km uzaklıkta bulunan ilçe, batıdan Ahmetli, kuzeybatıdan Gölmarmara, kuzeyden Gördes ve Köprübaşı, kuzeydoğudan Demirci, doğudan Kula, güneydoğudan Alaşehir ve güneyden Ödemiş tarafından çevrilmiştir. Salihli ilçesi, güneyinde Bozdağlar Silsilesi, (2.157 m) kuzeyinde Gediz Ovası ile kaplı olup, ovanın kuzeyinde Dibek Dağları (1.120 m), kuzeydoğusunda Üşümüş Dağları (2095 m) bulunmaktadır. Şehrin nüfusu 2013 yılı sonuçlarına göre 156.330'dur. 1973'te 67.000 olan nüfusu 1990'da 83.861'e, 2000'de 96.600'e, 2007'de 101.000'e çıkmış, 2013 yılında Manisa'nın Büyükşehir olması sonrası nüfusu 156.330'a ulaşmıştır. Salihli'nin diğer ilçelere uzaklıkları şu şekildedir: Salihli'nin diğer il merkezlerine uzaklıkları şu şekildedir: Yöre tarihinin çok eskilere dayandığı, baraj gölü yakınlarındaki Sindel ve Çarıklar köylerinin civarında bulunan fosil ayak izlerinden anlaşılmaktaysa da, bilinen en eski önemli yerleşim merkezi, Salihli'nin 7 km kadar batısında yer alan Sart (Sardes) şehridir. Dünya tarihinde paranın ilk basıldığı yer de burasıdır. MÖ 547 yılına kadar "Lidya" toprakları olan bölge, bu tarihte Perslerin eline geçmiş ve MÖ 334 yılına kadar Pers yönetiminde kalmıştır. Kralların mezarı olan Bin Tepeler (Anadolu Piramitleri) Salihli-Gölmarmara yolu üzerinde olup yağmalanmış haldedir. Bu tarihten sonra sırayla Makedonya, Bergama, Roma ve Bizans egemenliğinde kalan yöre, 1300'lerin başında Saruhanoğulları’nın, 1400'de Osmanlı İmparatorluğu'nun yönetimine giren Sart, Aydın Sancağı’na bağlı bir kaza olmuştur. O tarihlerde Sart Kazası’na bağlı bir köy olan ve Veled-i Salih (Salihoğlu) adıyla anılan şimdiki ilçe merkezinin, zaman içinde Sart’a oranla daha hızlı bir gelişim göstererek 18. yüzyıl başlarında kasaba, 1872’de ise Saruhan Sancağı’na bağlı kaza olduğu belgelerden anlaşılıyor. 1927 yılında Saruhan Sancağı’nın adının değiştirilmesinden sonra Manisa’ya bağlı en büyük ilçelerden biri durumunda olan Salihli, 24 Haziran 1920–5 Eylül 1922 tarihleri arasında işgal altında kalmıştır. Salihli'nin Yunan işgali sırasında dönemin Belediye Başkanı Hacı Davut ULAŞ ve encümen üyesi 2 arkadaşı Yunan mandasını kabul etmedikleri için sürgün gitmişler ve savaş sonrasında da esir mübadelesinde geriye gelmişlerdir. İlçe ekonomisinde, tarım ve tarıma dayalı ticaret ve sanayi ağırlıktadır. Başlıca yetiştirilen tarımsal ürünler çekirdeksiz üzüm, buğday, arpa, pamuk, tütün ve mısırdır. Ayrıca çeşitli sebze ve meyve yetiştirilmekte olup, bunlardan Gökköy ve Allahdiyen köylerinde yetiştirilen kiraz çevrede "Napolyon" kirazı, üniversitelerde de "SALİHLİ" kirazı adıyla literatüre geçmiştir. Hayvancılık da, önemli gelir kaynağı olup, 2000'li yıllardan sonra besicilik sayısında artış görülmüştür. İlçe merkezindeki sanayi çarşısına ek olarak; Salihli-Alaşehir-Kula üçgeninde 111 hektarlık alan üzerinde kurulan Salihli Organize Sanayi Bölgesi'nin Salihli'nin ekonomik yaşamına önemli ölçüde katkı sağlayacağı düşünülmektedir. İlçede birçoğu 2001'den sonra açılmış 32 adet tuğla ve kiremit fabrikası, 2 adet un fabrikası, 2 adet valeks fabrikası, 10 adet pamuk-çırçır fabrikası, 2 adet üzüm işleme tesisi, 2 adet yem fabrikası, 1 adet tüp fabrikası, 1 adet salça fabrikası, 4 adet zeytinyağı fabrikası, 2 adet meşrubat fabrikası, 2 adet salamura gıda fabrikası, 3 adet ham pamuk yağı fabrikası, 1 adet su şişeleme fabrikası, 1 adet maden suyu fabrikası ve 1 adet zımpara taşı fabrikası bulunmaktadır.İlçe topraklarında tuğla, kiremit hammaddesi içeren yatakları ile altın ve uranyum içeren cevher yatakları da vardır. Yeraltı zenginliklerinden maden suyu kaynakları, sıcak su kaynakları, kaplıca turizmi açısından yöresel önem taşır. Sıcak su kaynaklarının turizme dönüştürülmeye çalışıldığı (Salihli Belediyesi denetiminde) Kurşunlu Kaplıcaları ; ve Çamur Banyoları; romatizmal hastalıklar, siyatik, lumbago, kireçlenmelerde, nevrid, nevralji gibi hastalıklarda, kırık çıkık sekeleri, çeşitli cilt hastalıklarında, bazı kadın hastalıklarında, böbrek rahatsızlıkları ile taş ve kum dökümünde yarar sağlamaktadır. Ayrıca, bu sıcak su kaynakları sayesinde Salihli kentinin Jeotermal enerji ile ısıtılması projesi başlamış, kentin bir kısmına bağlanan sistem çalışmaları devam etmektedir. Ayrıca, Salihli'ye İhlas Holding tarafından 2009 yılında faaliyete geçecek,Türkiye'nin en büyük maden tesisi kurulması kararlaştırılmıştır. Mersindere Köyü mevkiinde 111 milyon 541 bin (21 tonu altın) rezerve sahip bu alana kurulacak tesiste, altın, gümüş, krom, kurşun, çinko, titanyum, zirkonyum, magnezyum ve kuvars işlenecektir. Salihli Organize sanayi bölgesinde 42 fabrika bulunup bunların içinde ünlü fabrikalar da vardır. Bunlar Sardes Gıda, Tukaş, Frida Maden Suyu, Okyap, Bimisblok, Ünalan Kolektif, Özbaş Demir Çelik, Keskinoğlu Rusya Beyaz Et İhracat AŞ vb şirketlerdir. Ayrıca Türkiye'nin en büyük modern serası olan Lider Gıda Sera İşletmeleri burada bulunur. Salihli'de Altınordu, Beşeylül, Atatürk, Namık Kemal, Kırveli ilkokulları en eskiler olmak üzere birçok ilkokul bulunmaktadır. Orta öğretimde Salihli Lisesi Ortaokulu ve 50. Yıl Ortaokulu ilk orta okullardı. Sonradan orta öğretim ilkokullarla birleşti. Salihli Lisesi Salihli'nin en eski lisesidir. Yatılı bölümü de vardır. 1942-1943 öğretim yılında 2 Kasım 1942 tarihinde ortaokul olarak öğretime başlamıştır. Salihli’de bir liseye duyulan ihtiyaç nedeniyle ikinci binanın yapımına başlanmış ve 1958-1959 öğretim yılında ortaokulla birlikte Salihli Lisesi olarak hizmete açılmıştır. Ancak öğrenci sayısının hızla artması nedeniyle üçüncü binanın yapımına ihtiyaç duyulmuş, 1967-1968 öğretim yılında üçüncü binamızın da yapımı tamamlanarak hizmete girmiştir. Ayrıca Endüstri Meslek Lisesi de bulunmaktadır. Daha sonra Sakine Evren Anadolu Lisesi açıldı. Salihli Sekine Evren Anadolu Lisesi Manisa'nın en eski anadolu lisesidir. Okulun yapılmasında 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile ilçe Ticaret ve Sanayi Odasının büyük katkıları olmuştur. Sekine Evren Anadolu lisesi 150 kişilik erkek pansiyonu ile civar ilçe ve köylerden gelen öğrencilere barınma imkânı sağlar. Salihli'de eğitim, sağlık ve kültür hizmetleri birçok komşu ilçeye de hizmet verir konumda olup bölgesel niteliktedir. C.B.Ü. Salihli Meslek Yüksekokulu, 2 özel okul ve 10 adet dershane ile Salihli, eğitimde iyi bir yerdedir. Salihli’de 92 okul ve 1 Meslek Yüksek Okulu mevcut olup 92 okulun açılımında 81 adet İlköğretim okulu 11 lise mevcuttur. 81 ilköğretim okulunda toplam öğrenci sayısı 19.880, öğretmen sayısı 793, derslik sayısı 1004’tür. 11 lisede öğrenci sayısı 6959 öğretmen sayısı 445 derslik 772’dir. Salihli ilköğretim okullarında derslik başına düşen öğrenci sayısı 27 öğretmen başına düşen öğrenci sayısı 21’dir. Salihli'nin ulaşımdaki en büyük artısı İzmir-Ankara karayolu ve İzmir-Uşak (daha sonra doğu-güneydoğu hattıyla da bağlandı.) demir yolu üzerinde olmasıdır. İlçeye en yakın deniz ve hava limanları ise 96 km'lik uzaklıktaki İzmir'dedir. Ayrıca Salihli Güven Turizm'de İzmir'e her gün belirli saatlerde sefer düzenlemektedir. Minibüslerle şehir içi çalıştığı gibi, günde birkaç kez de köylere sefer düzenlemektedir. Kent içinde ise, Özel Halk Otobüsleri sürekli hareket halindedir. Salihli'de Akdeniz İklimi hakimdir. Yıllık sıcaklık ortalaması 16,4 °C dir (kış: 3-4 °C, yaz: 17 °C). İstisnalar haricinde sıcaklık yıl boyu +5 ila 30 °C arasında seyretmektedir. Cephe sistemlerinin bazen fazlaca etkili olması durumunda bahar aylarında günde 4 mevsim yaşanabilmektedir. En yüksek nem ocak, şubat aylarında, en düşük nem ise, temmuz, ağustos aylarında ölçülür. Yıllık ortalama yağış miktarı 500 mm civarındadır. Akdeniz yağış rejiminde olması dolayısıyla yağışın %48'i kış, % 27'si ilkbahar, %8'i sonbahar, %7'si de yaz
mevsiminde düşmektedir.Ancak bazı yaz aylarında hiç yağış düşmediği de görülebilmektedir. Salihli ilçesi; konumu, iş gücü, doğal kaynakları ve diğer imkanları itibarıyla Ege'nin birçok il ve ilçesine göre yatırıma daha elverişlidir. İlçede kurulan her sektörden firma-atölye için gerekli "eğitimli personel" rahatlıkla temin edilebilmektedir. İlçenin, elde edilen ürünün bölge, ülke ve dünya pazarına sunulması için gerekli nakliye yollarını ihtiva etmesi, üretim maliyetlerini önemli ölçüde düşürmekle birlikte pazar alanını da genişletmektedir. Salihli'de halen gıda, otomotiv, turizm ve tarım başta olmak üzere birçok sektörden firmalar iş hayatına devam etmektedir. Bunun yanında Alaşehir yolu üzerine kurulan Organize Sanayi Bölgesinin kullanıma açılması ile eski sanayi bölgesinde bulunan işyerlerinin taşınma süreci 2012 yılı itibarıyla devam etmektedir. Halihazırda Türkiye'nin tuğla-kiremit ihtiyacının önemli bir bölümünü karşılamakta, tarım açısından da dünyaca meşhur "Bahçecik Kirazı" Salihli'de yetişmektedir. Ayrıca Kurşunlu bölgesinde çıkarılan jeotermal su, kolaylık sağlaması nedeniyle bölgede yeni sera alanlarının kurulmasında etkili olmuştur. Kurulan sera alanlarının büyüklüğü nedeniyle seracılık, ilçenin ekonomisine yakın gelecekte önemli katkılarda bulunacak gibi görünmektedir. Salihli'de en büyükleri Tesco Kipa AVM ve Salihli Festiva Outlet olmak üzere çeşitli mağazalar bulunmaktadır. Ayrıca kent pazarı da oldukça revaçtadır. Şehrin Alışveriş ihtiyacının çoğunluğu buralardan karşılanmaktadır. (Çarşamba günleri merkez pazaryeri ve Cumartesi - Pazar günleri de semt pazarları kurulmaktadır) İzmir yolu üzerinde EGE Max Outlet Mağazaları da bulunmaktadır. Salihli'nin muhteşem manzarasını izleyebileceğiniz, bir seyir terası konseptindeki "Bizim Ev Sosyal Tesisleri", bir kent ormanı konseptindeki Büyük Park (Binbaşı Fevzi Tüzünalp Parkı) içerisindeki Bizim Kafeterya, Çınarlı Caddesindeki Kahve Diyarı Salihli'de vakit geçirebileceğiniz nezih mekanların başında gelmektedirler. Çınarlı (Atatürk Caddesi), Şüheda Caddesi, Sevgi Yolu (Mithatpaşa Caddesi) ve Kurudere caddesi en hareketli bölgelerdir. Şehir içinde dinlenebileceğiniz Salihli Belediyesi tarafından düzenlenmiş ve devamlı bakımı yapılan çok güzel parklar-bahçeler (Kenan Evren Parkı vb.) vardır. Bu caddeler üzerinde hoşça vakit geçirebileceğiniz simit sarayı, kafeterya ve pastane gibi mekanlar mevcuttur. Özellikle de Sevgi Yolu (Mithatpaşa Caddesi) üzerinde çorbacıları ve Salihli'nin meşhur Odun Köftesini tadabileceğiniz restaurantlar da bulabilirsiniz. Silivri Silivri, Marmara Bölgesi'nde bulunan İstanbul iline bağlı bir ilçe, İstanbul il merkezinin 69 kilometre batısında, D-100 (eski E-5) karayolu üzerinde bulunan bir sâhil şehri. Kardeş şehirler;Velingrad İstanbul Avrupa yakası'nın batı kısmında, 41 derece, 3 dakika kuzey paraleli ve 28 derece, 20 dakika doğu meridyenlerinin kesiştiği noktadadır. Batısında Tekirdağ iline bağlı Çorlu ve Marmara Ereğlisi ilçeleri, doğusunda İstanbul iline bağlı Büyükçekmece ilçesi, kuzeyinde İstanbul iline bağlı Çatalca ilçesi, kuzeybatıda Tekirdağ iline bağlı Çerkezköy ilçesi, güneyinde ise Marmara Denizi yer alır. Marmara Denizi'ne kıyılarının uzunluğu yaklaşık 45 km. olan ilçenin yüzölçümü yaklaşık 760 km²'dir (tarım arazileriyle birlikte 860 km²). 18 mahallesi ve 8 beldesi bulunan ilçenin merkezi ise 7 mahalleye ayrılmıştır. Beldeleri şunlardır: Selimpaşa, Değirmenköy, Gümüşyaka, Çanta, Celaliye-Kamiloba, Ortaköy, Kavaklı ve Büyük Çavuşlu. Köylerin adları ise; Akören, Alipaşa (5216 Sayılı Büyükşehir Belediyesi Yasası ile Silivri'nin mahallesi konumuna düşürüldü), Bekirli, Beyciler, Çayırdere, Çeltik, Danamandıra, Fener, Gazitepe (5216 Sayılı Büyükşehir Belediyesi Yasası ile Silivri'nin mahallesi konumuna düşürüldü), Kadıköy, Küçük Kılıçlı (5216 Sayılı Büyükşehir Belediyesi Yasası ile Silivri'nin mahallesi konumuna düşürüldü), Büyük Kılıçlı, Kurfallı, Sayalar, Seymen, Küçük Sinekli, Büyük Sinekli ve Yolçatı'dır. İlçe toprakları genelde az eğimli alanlardır. Silivri yöresinin içinde bulunduğu bölgedeki topografya, hafif dalgalı düzlükler biçiminde, yüksekliği 60 metreyi geçmeyen tepeler şeklindedir. Söz konusu topografya; güneyde deniz kıyısından başlamakta ve kuzeye doğru yavaş yavaş yükselmektedir. Doğuda, Muratçeşme bölgesindeki Keltepe ile Araptepe, başlıca engebeleri oluşturmaktadırlar. İlçe dahilinde yüksek dağlar bulunmamaktadır. İlçe sınırlarında çok önemli akarsu yatakları olmayıp Boğluca Deresi, Çanta Deresi, Gelevri Deresi, Kova Deresi, Tuzla Deresi ve Karılar Deresi gibi küçük dere ve çaylar bulunmaktadır... Silivri'nin metrekareye düşen kişi sayısı 1990 yılında 90 iken, 2000 yılında 126'ya yükselmiştir. Silivri'nin nüfusu 1997'deki verilere göre 38.932 iken 2000'de 44.530'a yükselmiştir. 2007 itibarı ile ise tahminen 72 bin. 2013 Yılı nüfusu 155.923 kişidir. En kalabalık mahallesi Yeni mahalledir. 2013 nüfus sayımında Yeni Mahallede 26.278 kişi kayıtlara işlenmiştir. En küçük mahallesi ise 140 kişi ile Küçüksinekli'dir. Onu 211 kişiyle Bekirli takip etmektedir. Köy nüfusu giderek azalmakta ve kırsal alanlardan kentsel alanlara göç yoğunlaşmaktadır. 1970'lere kadar birçok yerde bağ olmasına rağmen, günümüzde üzüm yetiştiriciliği neredeyse hiç yapılmamaktadır. Bağcılığın yok olmasının sebebi, ilçedeki Rumlar'ın göçe zorlanmış olmasıdır. Sebze yetiştiriciliğinin de günden güne azaldığı görülen Silivri'de, karpuz yetiştirme konusunda bir saplantı olduğu görülmektedir. Çok az miktarda arıcılık yapılmakla birlikte, büyükbaş hayvan yetiştiriciliği de günden güne azalmaktadır. Genellikle sığır-inek ve koyun yetiştirilmekte olup Danamandıra Köyü'nde manda yetiştiriciliği az da olsa devam etmektedir. Ilıman iklim kuşağı özelliklerine sahiptir. Uzun yıllar ortalamasına göre Silivri'de yağışlar sonbaharda başlamakta ve özellikle kış aylarında yoğunlaşmaktadır. Bölgede, Trakya ikliminin özellikleri görülmektedir. Kışlar genellikle soğuk ve yağışlı, yazlar ılık geçmektedir.Her kış olmasa da bazı kışlar ilçe merkezinde kar yağışı görülebilmektedir. Yıllık ortalama yağış miktarı 600–700 mm'dir. Kuzeye ve batıya gidildikçe kara ikliminin etkileri artmaktadır. Yıllık ısı ortalaması 13,7 C'dir. En sıcak ay (35,4 C) Ağustos, en soğuk ay ise (ortalama 2,0 C) Şubat ayıdır. Yıllık rutubet ortalaması yüzde 77, yağış ortalaması ise 691,4 mm'dir. Silivri esasen ağaçsız bir bitki örtüsüne sahip olup, hakim görünüş steptir. Az değişen ve tek dize halinde görülen bir örtü, bölgeyi kaplar. Kuzeyde dağ köylerine doğru çıkıldığında, yükseklik ve rutubetin daha elverişli şartlarda olması nedeniyle ormanlık bölgeler bulunmaktadır. Bugün görülen şekil, genel olarak gövdeli ağaç ve yer yer çalılıklardan ibarettir. Bu topluluğu meydana getiren ağaçlar arasında daha çok yaprağı dökülen çeşitler fazlalıktadır. En fazla görülen ağaçlar arasında gürgen, akağaç, meşe ve kayını sayabiliriz. Yapraklarını dökmeyen çeşitler arasında ardıç ve özellikle bodur meşe sayılabilir. Hakim topluluk içinde bulunan bodur meşenin daha çok yer alması, bölgenin Akdeniz iklimini daha iyi açıklar. Bu topluluk yanında kekik otu, yabani nane ve sazlar görülür. Dağ köyleri bölgesinin karakteristik bitkisi funda ağacıdır (erica arborea). Orman bölgelerinde yer yer, adacıklar halinde çalı süpürgesi görülür. 1990'ların başlarındaki verilere göre Silivri'deki ormanlık alan 27.453 hektardır. Silivri bölgesindeki ormanlık alanlarda meşe ve gürgen çeşitleri, ardıç, ıhlamur, kızılcık, fındık, söğüt, orman kavağı, muşmula, yabani elma ve ahlat doğal olarak; karaçam, sahilçamı, fıstıkçamı, akasya, ceviz ve selvi ise dikim şekliyle yetişmektedir. Silivri bölgesindeki ormanlık alanlarda domuz, tavşan,eşek, kurt, çakal, tilki, gelincik, sansar, kokarca, porsuk, köstebek, fare, sincap, yılan, bıldırcın, çulluk, ördek, kaz, güvercin, doğan, şahin, atmaca ve az sayıda da karaca görülmektedir. Cebir Cebir, parçalanmış veya birleşmesi gereken parçalar anlamına gelir. Bu kelimelere sayı teorisi, geometri ve analiz de dahildir. Matematik ilkokul işlemlerinden çember daire alanları bulmaya kadar gider. Kolay olan matematik ilkokul (öncül matematik), bir üstü kuramsal matematik ve modern matematiktir. İlkokul matematiği basit matematik matematiğin her alanında kullanılmaktadır ve bunlara bilim mühendislik ve eczacılık örnek olarak verilebilir. Kuramsal matematik ileri matematiğin ağır ve sadece profesörler tarafından çalışılan bir koludur. Matematikle ilgili ilk çalışmalar yakın doğuda Harezmi tarafından yapılmıştır ve Ömer Hayyam (1050-1123) gibi isimler tarafından devam ettirilmiştir. Temel ilkokul matematiği aritmetikten daha farklıdır çünkü aritmetikte bilinmeyen değerleri temsilen harfler kullanılmaktadır. formula_1 denkleminde formula_2 bir bilinmeyendir ve formula_2 in değeri her iki tarafa -2 eklenmesiyle formula_4 şeklinde bulunabilir. Kütle hız ilişkisinde formula_5: formula_6 ve formula_7 harfleri bilinmeyen değişkenleri ifade eder formula_8 ise sabit sayıdır. Cebir birçok matematiksel ifadenin çözümünde yardımcı olur. Tarihsel açıdan cebirin birçok anlamı vardır, bunun sebebi cebirin anlamsal bolluğu ve çevresindeki anlam değiştiren etkenlerdir. Matematik gibi bir dalda bir kelimenin birden fazla anlamının olması karışıklıklara yol açabilir. Bu yanlış anlamaları engellemek için kelimenin etrafına bazı sözcükler eklenir. Cebirin oluşma dönemi ilk olarak bazı matematiksel sayıları harflerle simgeleyerek başladı. Örneğin bazı üstel fonksiyonlarda: formula_9 formülündeki formula_10 harflerine verilebilecek değerler ile formula_2in değerleri bulnabilir ancak formula_12nın formula_13 olmaması gerekir. İlerleyen dönemlerde cebir, matemetiğin birçok farklı dallarındada kullanılmaya başlamıştır; vektörler, martisler ve polinomlar gibi. Daha sonra bu tanımlar cebirsel birimler olarak isimlendirilmiştir ve gruplar, yüzükler ve alanlarda kullanılmıştır. 16. yüzyıl'dan önce matematikçiler; cebirciler ve geometriciler olarak iki gruba ayrılmışlardı. 16. ve 17. yüz
yıllar sonucunda matematiğin şu anki haline ulaşmasında cebirin büyük katkısı olmuştur. 19. yüzyıl'ın ortalarında matematiğe yeni konular ve yeni dallar eklenmesine rağmen cebirden her zaman faydalanılmıştır. Şu günlerde cebirin konu yelpazesinden bazı parçalar çıkarılmış olsa da (Mathematics Subject Classification 08-Genel cebir sistemleri, 12-Alan teorisi ve polinomlar, 13-Birleşik cebir, 15-Lineer cebir ve multilineer cebir; matris teorisi, 16-Bağlantılı alan ve halka cebri, 17-Bağlantısız alan ve yüzük cebiri, 18-Kategori teorisi; homolojik cebir, 19-K-teorisi ve 20-Grup teorisi)gibi birçok temel konuyu içerisinde barındırmaktadır. Cebir kelimesinin kökeni Hârizmî tarafından yazılmış "Ilm al-jabr wa'l-muḳābala" arapça kitaptan gelmektedir. Kitabın isminin anlamı zorla yani cebirle bir hesabın yapılması bilimi olarak çevrilebilir. Kelimenin algebra (al-gebra) şeklinde İngilizceye eklenmesi ise ortaçağdaki İspanyol, İtalyan veya latinler sayesinde olmuştur. 12. yüzyıldan başlayarak İtalyanların öncülüğünde Arapça yazılan eserler batı dillerine çevrilmeye başlanmıştır, Harazmi'nin Cebir kitabının da bu dönemde çevrilmiş olması ihtimali yüksektir. Cebir kelimesi İspanyolcada halen acil operasyon, ameliyat olarak kullanılmaktadır daha sonra matematiksel anlamları eklenmiştir. François Viète in 16. yüzyılın başlarından itibaren yapmış olduğu çalışmalar cebirin temellerini oluşturmuştur. 19. yüzyılın sonlarına kadar cebir genel olarak sadece denklem teorileri barındırıyordu. Cebir ilk olarak Babilliler tarafından matematiksel prorblemleri çözmek amaçlı kullanılmıştır. Matematikte şu an lineer denklemler veya orta dereceli lineer denklemler kullanarak çözülen problemlerin temellerini Babiller cebiri geliştirerek bulmuşlardır. Eski dönemlerde yaşamış olan çoğu Mısırlı, Çinli ve Yunan matematikçiler problem çözümlerinde geomteri kökenli çözüm yollarını tercih ediyorlardı. Yunanlar kendi yarattıkları element matematiğini kullanırlardı ve bu yöntem ile birçok karışık sorunları çözmeyi başarmışlardır ancak bu yöntemleri orta çağ İslamına kadar fark edilememiştir. Plato'nun döneminde birçok yunan matematikçi ani ve şiddetli bir değişime girmiştir. Yunanlar bu dönemde kendi yarattıkları geometrik çözüm yollarını geliştirerek geometrinin temel kuramlarını kullandılar. O yılların belki de en iyi matematikçilerinden biri olan Diophantus ve aynı zamanda "Arithmetica" kitabının yazarı, cebirsel ifadelerin matematiksel yollarla çözümleri için birçok formülü geliştiren kişi olmuştur ve ilerleyen zamanlarda sayı teorisinin ve kendi yarattığı Diophantus denklemlerinin çıkmasını sağlamıştır. Matematiğin geliştiği ilk dönemlerde Harizmi (d. 780–ö. 850) nin yazdığı "The Compendious Book on Calculation by Completion and Balancing" isimli kitabı matematikte bazı görüşlerin oluşmasına neden oluyordu çünkü cebirin ve matematiğin temel disiplin kurallarının geometri ve aritmetikten farklı olduğunu söylemiştir. Helenistik matematikçiler Diophantus ve Alexandria ve Hindistanlı matematikçi Brahmagupta, Mısır ve Babillilerin yaratmış olduğu matematik kurallarını devam ettirdiler ve üzerlerine bir şeyler eklemek için çabaladılar. Yazmış oldukları kitaplardanda faydanalarak ilk kez içerisinde sıfır ve eksi sayıların olduğu denklemleri çözmeyi başardılar. Denklemler teorisine göre incelenen cebirin en önemli iki ismi Diophantus ve al-Khwarizmi'nin çalışmaları yıllarca incelenmiştir. Genellikle cebirin babası olarak Diophantus bilinir ancak Harizmi'nin al-jabr disiplin kuralları sonucunda bu unvana onun sahip olması istenmektedir. Diophantus'u destekleyen kişiler "Al-Jabr" deki cebirin biraz daha elementsel olduğunu ifade etmişlerdir kendi savundukları "Arithmetica" ve "Arithmetica" kitaplarının "Al-Jabr" 'dan daha teorisel olduğunu söylemişlerdir. Al-Khwarizmi yi destekleyenler ise "çıkarma" ve "dengeleme" (toplamanın tersi ve elemanların birbirlerini sıfırlaması) "al-jabr" kitabının cebiri her şeyden ayrı tutup yeni teoriler üzerine kurulmuş olmasından dolayı sevmişlerdir. İranlı matematikçi Ömer Hayyam cebirsel geometrik çözümler ve küplü denklemler üzerinde çalışmış biridir. Bir diğer İranlı matematikçi ise Şerafeddin el-Tusî'dir. O da fonksiyonların gelişiminde etkili biri olmuştur. Hint matematikçiler Mahavira ve II. Bhaskara, İranlı matematikçi Al-Karaji, ve Çinli matematikçi Zhu Shijie birçok küplü denklemin çözümünde etkili olmuşlardır. 1545'te İtalyan matematikçi Girolamo Cardano "Ars magna" -"Muhteşem sanat" isimli kitabını yayınladı, 40 bölümlük harika bir sanat eseri ve ilk defa küplü ve üstlü denklemleri anlatılmıştır. François Viète'nin 16. yüzyılın sonlarına doğru yapmış olduğu çalışmalar cebirin klasik disiplin temellernin atılmasını sağlamıştır. 1637 yılında René Descartes, "La Géométrie" isimli kitabını yayınlamıştır ve analitik geometrinin ilk temelleri atılmıştır. Bir diğer önemli gelişmelerden biri ise 16. yüzyılın ortalarına doğru köklü ve küplü denklemlerin çözülmesidir. Determinant formülü Japon matematikçi Kowa Seki tarafından 17. yüzyılda bulunmuştur ve buna takiben Gottfried Leibniz 10 sene sonra lineer denklemlerin çözümünü kolaylaştırma adına matris'i yaratmıştır. Soyut cebir 19. yüzyılda geliştirilmiştir, şu anda Galois theory olarak bilinen denklemleri çözebilmek için geliştirilmişlerdir. "Modern algebra" 19. yüzyıla kökleri dayanan önemli bir konudur örneğin, Richard Dedekind ve Leopold Kronecker,cebirsel sayı teorisi ve cebirsel geometri'yi yarattığı kabul edilen ve kullanan kişilerdir. Matematiğin alanları, Birçok matematiksel terim cebir olarak tanımlanır; İlkokul cebiri genellikle sadece aritmetik bilgisi olan öğrencilere cebirin temel kurallarını öğretmek amaçlı gösterilen bir cebir türüdür.En temel ve basit cebir türüdür. Aritmatikte sadece sayılar ve aritmatiksel işlemler(+, −, ×, ÷) kullanılır. Cebirde ise sayılar genellikle değişken kabul edilir ve harflerle ifade edilir ("a", "n", "x", "y" ya da "z") gibi. "ax" + b"x" + c biçimindeki fonksiyonların x değerlerinin sıfır olduğu noktalarda çözüm kümesi bulunması denklemleridir. Her denklemin derecesine bağlı olarak kök türleri ve kök sayıları değişme gösterir. Fonksiyon ve polinomlar birbirlerine bağlı birimlerdir ve matematik ile cebirin önemli ve ileriye bağlı konularının temelleriin oluşturan ciddi konulardır. Temel, basit cebirin genellikle on bir yaşına gelmiş olan çocuklara anlatılması tercih edilir. Amerika'da genellikle sekizinci sınıfta temel cebir öğretimi başlar. 1997'den beri Virginya Üniversitesi gibi birçok üniversite bilgisayar yardımlı ve küçük gruplar halinde gençlere temel cebir eğitimi vermektedir. Soyut cebir genellikle aritmatik ve sayı teorilerinin birleşimini ifade eden bir cebir türüdür; Setler:Sayı türlerini incelemekten ziyade soyut cebir matematiğin tüm birimlerini bir çatı altında inceler ve tüm bu setler matrisler ve üstlü denklemler içerebilir bunlara ikinci veya üçüncü dereceden polinomların incelenmeside dahildir. Denklemler arası işlemler: + ve - işlemlerinin yanı sıra * ve / işlemleri cebirin temel işlemlerindendir ve her denklem veya fonksiyon,polinom için çözülebilmeleri için gerekli tanım araşlıkları ve çözüm kümelerinin bulunduğu alanlar sorularda önceden ayarlanmış ve bildirilmiş olmalıdır. Etkisiz eleman: Bir denklemde sonucu yapılan işleme göre değiştirmeyen veya aynı tutan elemanlara etkisiz eleman denir. Yapılacak matematiksel işlemin türüne göre etkisiz elemanlar değişkenlik gösterir örneğin bir çarpma işleminde etkisiz eleman bir iken, bir toplama işleminde bu eleman sıfırdır. Ters elemanlar: Ters elemanlar bir sayının bölüm halinde yazılması ile oluşurlar "a" ∗ "a" = 1 ve "a" ∗ "a" = 1 gibi. Dağılma özelliği: Matematiksel bir işlemde toplam veya çarpım halindeki elemanların grup halinde yerlerinin değiştirilmesi sonuçta bir değişikliğe neden olmaz. genel olarak ("a" ∗ "b") ∗ "c" = "a" ∗ ("b" ∗ "c") ifade edilebilir. Değişken özelliği: Toplamda veya çarpma işlemlerinde elemanların yerlerinin değiştirilmesi sonucu etkilemez ve buna cebirin değişme özelliği denir. 2 + 3 = 3 + 2 ve "a" ∗ "b" = "b" ∗ "a" Gruplar genel olarak bir tanım aralığındaki setler ve bir çarpım işlemi olarak tanımlanır ve sonuç olarak: Cebirsel işlemlerde gruplar arasında genellikle tek işlem bulunur en azından basit cebir kurallarına göre böyle kabul edilir. Detayı incelendiği zaman cebirsel alan ve yüzük önemli bir hale gelir. Bir "yüzük matematiğinin" iki temel işlemi vardır (+) ve (×), × , + işlem sıraına göre daha öndedir. İlk işlem (+) sonucunda bir "abelian grubu" oluşur. İkinci işlem sonucunda (×) dağılma özelliği ile işleme etki eder, ancak bu işlemler oluşurken herhangi bir şekilde bir kesir işlemini tanımsız duruma getirme veya fonksiyon tersi alınmasına ihtiyaç duyulmadğı için cebirsel sistemde bir sorun oluşmamaktadır. Toplam işlemlerinin (+) etkisiz elemanı 0 olarak kabul edilir ve toplam işlemlerini tersi "a", −"a" olarak yazılabilir. "Dağılma özelliğinde" ve eşit olduğu için cebirsel sistemde çarpımın dağılma özelliği kullanılmış olmuştur. Pyotr Kropotkin Pyotr Alekseyeviç Kropotkin (d. 9 Aralık 1842 - ö. 8 Şubat 1921) anarko komünist Rus yazar, anarşizm kuramcısı. 9 Aralık 1842’da Moskova’da doğdu. Babası Prens Aleksei Kropotkin; annesi ise Yekaterina Nikolaevna'dır. 1846'da anneleri veremden ölünce, Peter ve kardeşleri daha katı olan babaları tarafından büyütülür. Kropotkin Ağustos 1857’de on beş yaşındayken Sankt-Peterburg’daki Pages Taburuna katılır. Bu taburda çoğunluğu soylu sınıfından 150 genç eğitim görmektedir. Kropotkin sınıf arkadaşları ile ilişkilerini geliştirmekte zorlanır; taburdan ayrıldığı 1862’ye kadar zamanının büyük bir bölümünü kitap okumaya, mektup yazmaya ve dergi çıkarmaya ayırır. Pages Taburu mezunlarının Rus ordusunda istedikleri yerde göreve gitme hakları bulunmaktaydı. 1862’de mezun olan Kropotkin ise Sibirya’yı tercih etti. Böylece on yıl sürecek bir gezginlik dönemi başlamış oldu. Sibirya’da aldığı görevler Kropotkin’de hükümete karşı bir hayalkırıklığı oluşmasına ned
en oldu. 1864’de işinden istifa etmeyi düşündüğü bir sırada, kendisine Mançurya'nın coğrafik araştırmasına katılması teklif edildi. Teklifi kabul eden Kropotkin 1865 yılında kendisini tamamen bu coğrafi araştırmaya adadı. Kropotkin 1867 Nisan'da nihayet ordudan ayrıldı; ve Irkutsk'u terk ederek St. Petersburg'a döndü. Burada Merkezi İstatistik Komitesi’nde çalışmaya başladı. Bir taraftan da Coğrafya Topluluğu için yaptığı çalışmalara devam ediyordu. Üniversiteye kayıt yaptırdı, ama mali sorunlar yüzünden mezun olamadı. 1868-1870 yıllarında zamanını tamamiyle coğrafya çalışmalarına ayırdı. 1871 Sonbaharında babası ölür. Aynı yıl Kropotkin kamu görevlerinden ayrılır. İmparatorluk Coğrafya Topluluğu ona sekreterlik görevi teklif eder. Bu onun yaşındaki birisi için büyük bir onur sayılan bir görevdir; ancak Kropotkin orada yapacağı kariyeri boşa geçirilmiş olarak değerlendirerek, teklifi reddeder. 1871 Paris Komünü'nün etkisi ile işçi hareketlerine olan ilgisi artar; işçi hareketleri hakkında daha çok şey öğrenmek için yurtdışına seyahat etmeye karar verir. 1872 Şubat'ta Rusya'dan ayrılarak İsviçre'ye hareket eder. Zürih'e varır varmaz hemen Enternasyonal'in yerel şubesine üye olur. Ancak bir süre sonra daha radikal olan Jura Federasyonu'nun Neuchatel'deki merkezini ziyaret eder. Buradaki izlenimleriyle anarşizmi benimser. Kropotkin 1872 Mayıs'ta Rusya'ya döner; nihilistlerin liderliğindeki Chaikovski Çevresi içinde devrimci görüşlerin yayılmasında önemli bir rol üstlenir. 1873 yılında Peter Kropotkin tutuklanarak hapse atılır; 1876'da İngiltere'ye kaçar. Burada kısa bir süre kaldıktan sonra İsviçre'ye giderek Jura Federasyonuna katılır. 1877'de Paris'e gider; burada sosyalist hareketin başlatılmasına katkıda bulunur. 1878'de İsviçre'ye döner; Jura federasyonunun devrimci gazetesi Le Révolté'ye yazılar yazar. 1881'de, Çar II. Alexander'ın suikaste uğramasından kısa bir süre sonra Kropotkin İsviçre'den sınırdışı edilir. Thonon (Savoy)'da kısa bir süre kaldıktan sonra Londra'ya gider. Burada bir yıl kadar kaldıktan sonra 1882'nin sonlarına doğru tekrar Thonon'a döner. Burada Fransız hükümeti tarafından tutuklanır. Lyon'da yapılan duruşmada Enternasyonal üyesi olduğu gerekçesiyle beş yıl hapis cezasına çarptırılır. 1886'da serbest bırakılınca Londra'ya yerleşir. Aynı yıl Sibirya'ya sürgün edilen kardeşi Alexander intihar eder. 1890larda zamanının çoğunu yazmakla geçirir; kitaplarında anarşist-komünizmi teorisini geliştirmeye çalışır. 1897'de Kanada ve ABD'yi ziyaret eder. Amerikan dergisi "Atlantic Monthly" anılarını basmayı kabul eder. 1901-1909 yılları arasında daha çok Rusça yazılar yazar. 1905 devriminin başarısızlığa düşmesi hayal kırıklığına uğramasına yol açar. 1909'de İsviçre'ye döner; Lena altın madenlerinde 270 işçinin katledilmesi olayının gündeme getirilmesi için çalışır. Ancak bu çabaları I. Dünya Savaşı ile kesintiye uğrar. I. Dünya Savaşı sırasında işçi sınıfına karşı en büyük tehdit olarak gördüğü Alman emperyalizmine karşı devletler arası ittifakı destekleyen bir tavır alır. Bu tavrı birçok kişi tarafından sert şekilde eleştirilir; Errico Malatesta gibi pek çok anarşist bu dönemde Kropotkin'den uzaklaşır. Bu tavır en net biçimiyle Onaltılar Manifestosunda görülebilir. 1917'de Petrograd'a gider; burada Aleksandr Kerenski hükümetine yardımlarda bulunur. Ancak Bolşeviklerin iktidara gelmesiyle bu çabaları da sona erer. Pyotr Kropotkin 8 Şubat 1921'de ölür. Bolşevik lider Lenin'in kişisel izni ile Novodevichy mezarlığında anarşistler tarafından büyük bir cenaze töreni düzenlenir. Bu, anarşistlerin kitlesel olarak Rusya'daki son bir araya gelişi olur. Beşiktaş, İstanbul Beşiktaş, İstanbul'un bir ilçesidir. Adını İstanbul'un en eski semtlerinden bir olan Beşiktaş semtinden alır. 8,4 km uzunluğunda sahili olduğu İstanbul Boğazı’nın Rumeli yakasında yer alan ilçe batıda Şişli ve Kağıthane, güneybatıda Beyoğlu, kuzeyde Sarıyer ilçeleriyle komşudur. Yüzölçümü 11 km², nüfusu ise 2014 ADNKS verilerine göre 188.793'tür. Hem nüfus, hem de alan olarak İstanbul kentinin küçük ilçelerinden biri olmasına karşın iki kitayı ve İstanbul'un iki yakasını birbirine bağlayan Boğaziçi ve Fatih Sultan Mehmet köprülerinin bağlantı yollarını bulundurduğu için günlük ortalama 2 milyon kişinin geçtiği, sahip olduğu son dönem Osmanlı mimarisi eserleri, Boğaziçi yamaçlarındaki doğa manzaraları, üniversiteler ve Levent-Maslak hattındaki iş merkezlerinin yer aldığı canlı bir alandır. Beşiktaş tarih boyunca birçok adla anılmıştır. Bunun temel nedeni Osmanlı dönemine kadar sürekli bir yerleşim yeri niteliği kazanamamasıdır. Dolayısıyla zaman içinde çeşitli olaylara, buradaki önemli yapılara ya da anıtlara göre adlar almıştır. Çeşitli tarihçilere ve Beşiktaş'ın sakinleri arasında yaygın olan ve yazılı kaynaklarla da desteklenen bir teze göre Beşiktaş adının aslı Beştaş'dır; Barbaros Hayreddin Paşa'nın gemilerini bağlamak üzere diktirdiği beş taş direk anlamındaki beştaş'dan bozularak bugünkü adını aldığı kabul edilir. Beşiktaş'ın adına ilişkin en ciddi incelemeyi yapan ordinaryüs tarihçi Mehmet Cavit Baysun ise eski kaynaklarda bu adın "Beşiktaşı" biçiminde geçtiğine dikkati çekerek Topkapısı'nın Topkapı'ya dönüşmesi gibi Beşiktaşı'nın da halk ağzında Beşiktaş'a dönüştüğünü savlar. Beşiktaş'ın, Osmanlı öncesi dönemde, "Kune Petro" (taş beşik), "İasonion", "Sergion" ya da "Dafne" (Defne) olarak adlandırıldığı iddia edilir. Ayrıca Beşiktaş'ın diğer bir eski adının çifte sütun anlamında "Diplokionion" olabileceği de ileri sürülmekle beraber çağdaş tarihçilere göre bu yakıştırma doğru değildir. Zira söz konusu çifte sütunu ünlü İtalyan gezgin Cristoforo Buondelmonti'nin 15. yüzyılda yaptığı İstanbul haritasında Galata surlarının dışında bir yerde resmettiğine dikkat edilirse, ille de Beşiktaş'ın "Diplokionion" olarak adlandırılmış olacağı anlamı çıkmaz. Merkezi ve çarşısının bulunduğu bölge, bazı Beşiktaşlılarca bugün dahi "Köyiçi" olarak anılır. Bizans döneminde (4.-15. yüzyıl) günümüz Beşiktaş'ının kıyıları şu üç önemli yapıyla tanınırdı: "Auaplus"ta (akıntıya karşı) bulunan Ayios Mihael Kilisesi, İmparatorların yazlık ikametgâhı olan Ayios Mamas saray kompleksi ve Fokas Manastırı. Bunlardan Ayios Mihael Kilisesi Konstantinopolis'in kurucusu olan I. Konstantin (305-337) döneminde inşa edilmişti ve Rum, Ermeni, Gürcü Hıristiyan hacıların ziyaret ettiği çok ünlü bir hac merkeziydi. Beşiktaş bir yerleşim yeri kimliğini Osmanlı döneminde kazanmıştır. Bizans dönemi boyunca Boğaziçi özellikle Karadeniz'den gelen Gürcü yağmacıların akınlarına uğramış, bunların yarattığı tahribat ve saldıkları korku surdışı yerleşmelerin gelişmesini engellemiştir. Beşiktaş'ın Osmanlı döneminde bir yerleşim yeri kimliği kazanması Karadeniz'in geniş ölçüde Osmanlı Devleti'nin denetimi altına girmesi sayesinde olmuştur. Beşiktaş Kaptan-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa döneminde bilhassa denizcilik açısından büyük önem kazandı. Beşiktaş'ın bulunduğu bölge o zamanlar liman olarak kullanılmaya uygun bir koydu. Barbaros Hayreddin, Beşiktaş koyunu Osmanlı donanmasının gemilerini demirlemek için kullandı. Ayrıca burada kendisine bir yalı yaptırarak İstanbul’da olduğu zamanlarda Beşiktaş’ta ikamet etti. Aynı bölgede kendi adına bir cami, bir medrese, bir de sübyan mektebi inşa ettirdi. 1546 yılında vefat ettiği zaman Barbaros Beşiktaş'ta defnedildi. 17. yüzyılda Beşiktaş koyu doldurulmaya başlandı. Bu bölge padişahların dinlenme ve eğlenceleri için düzenlenen bir "hasbahçe"ye dönüştürüldü. Bu bahçede çeşitli dönemlerde yapılan köşkler ve kasırlar topluluğu, uzun süre Beşiktaş Sahilsarayı adıyla anıldı. III. Selim bu bölgede batı tarzında yapılar yaptıran ilk padişah oldu. Dolmabahçe'den Ortaköy'e kadar uzanan kıyı şeridinde birçok yapılar yaptırdı ve mevcut olanları genişlettirdi. III. Selim'in kızkardeşi Hatice Sultan için Fransız mimar Melling'e inşa ettirdiği saray İstanbul halkı ve kentte yaşayan Avrupalılar arasında büyük bir ün kazandı. III. Selim sık sık kızkardeşinin sarayına uğramaktan çok zevk alırdı. II. Mahmut da III. Selim gibi Beşiktaş sahillerine büyük ilgi duymaktaydı. 31 yıllık saltanatı süresince resmen Topkapı Sarayı'nda ikamet etmesine rağmen fiilen zamanının büyük bir bölümünü Beşiktaş sahilindeki çeşitli saray ve kasırlarda geçirirdi. II. Mahmut zamanında artık Osmanlı tahtı resmen olmasa da fiilen Haliç'in karşı tarafına taşınmış, Beşiktaş bölgesine yerleşmişti. II. Mahmut'un oğlu Abdülmecit Dolmabahçe Sarayı'nı inşa ettirerek bu duruma resmiyet kazandırdı. Bundan sonraki bütün padişahlar Dolmabahçe Sarayı'nın yanı sıra bugünkü Beşiktaş ilçesinde yer alan Yıldız Sarayı ve Çırağan Sarayı gibi çeşitli saraylardan ikamet ettiler. Beşiktaş ilçesi imparatorluğun yıkılmasına kadar Osmanlı tahtına ev sahipliği yaptı. 13 Ocak 1910 tarihinde Türkiye'nin ilk spor kulübü olarak Beşiktaş'ta kurulan Beşiktaş Jimnastik Kulübü halen kökü Beşiktaş'a dayanan en tanınmış kurumdur. Mustafa Kemal Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'nda önce annesi Zübeyde Hanım’ın Akaretler'de bulunan evinde (bugün Akaretler Mustafa Kemal Müzesi) ikamet ettiği bilinmektedir. Cumhuriyetin ilanından sonra Beşiktaş ilçesinin önemi azalmakla birlikte Atatürk'ün yaşamının geri kalan dönemi boyunca İstanbul'a geldiği zaman Dolmabahçe Sarayı'nda kalması nedeniyle Beşiktaş ilçesi önemini biraz olsa korudu. Önceleri Beyoğlu’na bağlı bir nahiye olan Beşiktaş 1930 yılında ilçe yapıldı. Beşiktaş 1930'da ilçe olduğunda 14 mahalleden oluşuyordu. Bu mahallelerden Teşvikiye 1954'te ilçe olan Şişli'nin sınırları içine katılmıştır. 1950'den sonra oluşan yeni yerleşmelerle mahalle sayısı 23'e ulaşmıştır. Beşiktaş'a ilk kez 1956'da ayrı bir belediye şube müdürü atanmış, 1984'te çıkarılan Büyükşehir Belediyesi Yönetimi Hakkında Kararname ile metropol alan içinde kalan Beşiktaş Belediyesi İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin bir şubesi olmaktan çıkıp ayrı bir belediye durumuna gelmiştir. Beşiktaş'ın nüfusu 1935-1985 arasındaki 50 yıl içerisinde yavaş ama düzenli bir artış göstermiştir.
1980'lerden itibarense 180 bin-200 bin arasında seyretmiş, neredeyse durağanlaşmıştır. Bunun nedeni ilçedeki konut alanının büyük ölçüde sınır noktasına varmış olması kadar belirli bölgelerin merkezi iş alanı özelliği kazanması, dolayısıyla nüfus sayımlarında esas alınan gece nüfusunun giderek azalma eğilimi göstermesidir. Beşiktaş İlçesi'nin çekirdeğini oluşturan Beşiktaş, Yıldız, Ortaköy, Kuruçeşme, Arnavutköy, Bebek gibi tarihsel semtler dışındaki yerleşim yerleri 1950'li yıllardan itibaren ortaya çıkmışlardır. 1950'de tarihi Levent Çiftliği arazisi üzerinde bahçeli evler düzeninde başlatılan toplu konut uygulamasıyla Levent mahallesi'nin temelleri atılmış, daha sonra Etiler, Konaklar, Akatlar, Nisbetiye, Levazım ve Kültür mahalleleri oluşmuştur. 1980'lerden itibaren Boğaziçi kıyısı boyunca uzanan yamaçlardaki koruların imara açılmasıyla Beşiktaş'ın doğal yeşil örtüsü hayli tahribata uğramıştır. Günümüzde tümüyle kentsel alan içinde kalan Beşiktaş'ta Karanfilköy dışında gecekondu yerleşimi yoktur. Beşiktaş İlçesi'nin yeryüzü biçimleri ikili özellik taşır. İlki İstanbul Boğazı'nın biçimlediği kıyı kesimi, ikincisi art bölgeler. Kıyı kesimi denize paralel uzanan yamaçlar biçimindedir. Bu yükseltiler yer yer vadilerle bölünmüş ve hemen her vadi tabanında da bir derenin yatağı oluşmuştur. Art bölgeler ise batıda Beyoğlu platosunun devamı niteliğindeki az engebeli düzlükler ile kuzeyde ve doğuda vadilerin biçimlediği küçük düzlüklerden oluşur. Yükselti eğrisine bir örnek vermek gerekirse Barbaros Bulvarı başlangıcında 1,5 m iken Zincirlikuyu'da 135 m'ye ulaşır. Beşiktaş'ın iklimi doğal olarak İstanbul'un ikliminin bir parçasıdır. Ancak kıyı kesiminde nem oranı daha yüksektir. Akdeniz iklimi ile karasal iklim arasında kalan İstanbul'un bu karma özelliği Beşiktaş'ta da kendini gösterir. Yazları sıcak ve yağışsız, kışları ılıman ve yağışlı geçer. Beşiktaş İstanbul ilinin bir ilçesidir. İl topraklarının Avrupa yakasında yer alır. 1930 yılında Beyoğlu'ndan ayrılarak ayrı bir ilçe haline gelmiş, Beşiktaş Belediyesi de 1984'te kurulmuştur. 23 mahalleden oluşan Beşiktaş'ta 875 sokak ve cadde vardır, bunlardan 31'i Büyükşehir Belediyesi'nin sorumluluğundaki ana arter niteliğindedir. Beşiktaş ilçesi, 23 mahalleden oluşmaktadır. Arnavutköy: Bebek'le Kuruçeşme arasında yer alır. İlkçağda adı "Hestai" idi. Bizans döneminde "Promotu" ve "Anaplus" olarak da bilinirdi. Boğaziçi'ndeki önemli ibadet yerlerinden biri olan Ayios Mihael Kilisesi buradaydı. I. Konstantin tarafından yaptırıldığı söylenen bu kilisede Başmelek Mihael'in mozaik bir ikonası saklanıyordu. Arnavutköy adını hangi nedenle ve ne zaman aldığı kesinlikle bilinmemektedir. Bir rivayete göre, Fatih Sultan Mehmet Arnavutluk'a egemen olmasından sonra yöreden getirilen Arnavutları bu semte yerleştirmiştir. Aşiyan: Bebek ile Rumelihisarı arasında, bugün aynı isimle anılan mezarlık sırtlarında bulunan semt. Sahilden denizin içine uzanan dil, Boğaz'ı çok daralttığı için buraya Yunanca Lomekopi, Türkçe olarak da Boğazkesen denilmişti. Semt bugünkü adını şair Tevfik Fikret'in bu mahalledeki evinden almaktadır. Farsça bir sözcük olan "âşiyan"ın anlamı "kuş yuvası"dır. Balmumcu: Barbaros Bulvarı üzerinde Yıldız'la Zincirlikuyu kavşağı arasında kurulu mahalle. Bugünkü Balmumcu Mahallesi'nin bulunduğu yerde II. Mahmut döneminde (1808-1839) aynı adla anılan bir çiftlik bulunuyordu. Balmumcu Kasrı denilen köşk daha sonra Abdülaziz döneminde yapılmıştı. Bebek: Osmanlı döneminde Bebek'e ve Bebek adının kökenine ait ilk bilgiler İstanbul'un fethinin hemen öncesine gider. Fatih Sultan Mehmet'in Rumeli Hisarı'nın yapımı ve kuşatma sırasında asayişi sağlamak üzere buraya Bebek Çelebi adlı veya lakaplı bir bölükbaşı tayin ettiğini; Bebek Çelebi'nin semtte bir köşk ve bir bahçe kurduğunu, ölümünden sonra semtin onun adıyla anıldığını yazmaktadır. 18. yüzyıl sonundan 19. yüzyıl ortalarına kadar olan dönemi kapsayan Bostancıbaşı Defterleri'nden, Arnavutköy iskelesinden Rumeli Hisarı'na uzanan bu sahilde, şeyhülislam, Rumeli kazaskeri, reisülküttab, hekimbaşı gibi devlet ricalinin, birkaç nesil aynı ailenin elinde kalmış ya da kalacak olan 40 kadar sahilsaray ile bahçelerinin bulunduğu anlaşılmaktadır. Beşiktaş: İstanbul’un en eski semtlerinden biri olup ilçeye adını vermiştir. Barbaros Bulvarı, Beşiktaş Caddesi ve Çırağan Caddesi'nin kesiştiği noktada yer alır ve Sinanpaşa mahallesi sınırları içinde bulunur. Beşiktaş Barbaros Hayrettin Paşa İskelesi, Barbaros Anıtı, Barbaros Hayreddin Paşa Türbesi, Sinan Paşa Camii ve İstanbul Deniz Müzesi önemli yapıları içinde barındırır. Kuruçeşme: Ortaköy'den Defterdarburnu ile; Arnavutköy'den Sarrafburnu ve Çorlulu Ali Paşa Yalısı (bugünkü Robert Lisesi girişi) ile ayrılan sahil boyunca ve arkasındaki sarp kayalık tepelerde yer alır. Semt sakinleri, koruları ve bol akar suları yüzünden, eski isminin Koruçeşme olduğunu iddia ederler. Tarih boyunca yeşil koruları ile anılan Kuruçeşme gravürlerde de böylece resmedilmiştir. Başvekâlet arşivinde Asâkir-i Mansure teşkilatı zamanında sayıları 28 olarak tespit edilen bahçeler arasında adı sayılmaktadır. Sultanlara ve zamanın yüksek rütbeli kişilerine ait olan sahilhane ve köşk bahçelerine çok önem verilmiş, hatta zaman zaman Avrupa'dan bahçıvanlar getirtilerek bahçeler düzenletilmiştir. Yıldız: Yıldız'ın sınırlarını kuzeyde Barbaros Bulvarı'ndan ayrılan Beşiktaş-Boğaziçi Köprüsü bağlantı yolu ve aynı noktadan ayrılarak güneydoğuya yönelen Palanga Caddesi, kuzeybatıda Emirhan Caddesi, batıda Ihlamur ve Dikilitaş semtleri, doğuda Yıldız Parkı, güneybatıda Abbasağa Mahallesi, güneyde Serencebey Yokuşu ve güneydoğuda Çırağan semtleriyle çizmek olanaklıdır. Bu sınırlar içinde Yıldız Sarayı ve Yıldız Parkı en geniş yeri tutar. Yerleşme bölgesi Barbaros Bulvarı'nın batısında kalan Ihlamur-Yıldız Caddesi ve Yıldız Posta Caddesi çevresidir. Güneyde, ayrı küçük bir semt olarak bilinen Serencebey Yokuşu çevresini de semtin geniş sınırları içinde saymak mümkündür. Saray ve semt bu bölgedeki tepelerden Beşiktaş ve Ortaköy'e doğru inen, tümüyle koruluk yamaçlar üzerinde kurulmuştur. Çırağan Sarayı, Dolmabahçe Sarayı, Yıldız Sarayı, Feriye Sarayı, Naime Sultan Yalısı, Hıdiva Sarayı, Esma Sultan Yalısı, Arnavutköy Karakolu, Orhaniye Kışlası, Süslü Karakol ve Yıldız Çini Fabrikası tarihi mimari yapılardandır. Ortaköy Camii, Mecidiye Camii ve Yıldız Camii ile geçmişleri Bizans dönemine tarihlendirilen Ayios Haralambos ve Profitis İlias Kiliseleri önemli dini yapılardır. İlçenin kuzeyindeki Levent mahallesi ise birçok modern alışveriş ve iş merkezine ev sahipliği yapmaktadır. Türkiye'nin ikinci en yüksek binası olan 181.2 metre yüksekliğindeki İş Kulesi ilçede yer alan önemli modern yapılar arasındadır. Türkiye'nin refah, yaşanabilirlik ve kültürel düzey bakımından en yüksek dereceye sahip olan A ilçeleri arasında, 2013 yılının ilk yarısında yapılan sıralamada Beşiktaş ilk sırayı almıştır. Yine aynı araştırma sonuçlarına göre yüzde 34 ile yüksek öğretim oranının en yüksek olduğu ilçedir. 19. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı hanedanının önce Dolmabahçe, sonra da Yıldız Sarayı'na yerleşmesi sarayla ilintili her düzeydeki birçok görevlinin de Beşiktaş'ta konaklar, evler, yalılar yaptırmasına yol açmış, bu da alışveriş ortamının genişlemesini sağlamıştır. Cumhuriyetin ilanı ve başkentin Ankara'ya taşınmasıyla bu ayrıcalıkları kaybeden Beşiktaş'ın ekonomik yaşamı durgunlaşmıştı. 1950'lerde iç kesimlerin iskana açılması, Levent ve Etiler mahallelerinin doğuşu, Barbaros Bulvarı'nın inşası, Boğaziçi sahil yolunun genişletilmesi gibi kent içi ulaşımı artıran etkenler ekonomik yaşamı da canlandırmıştır. Bu canlılık 1970'lerde Boğaziçi Köprüsü'nün (1973) açılmasıyla artarak sürmüş, 1980'lerde ise Beşiktaş'ı merkezi iş alanı durumuna getiren bir sıçramaya dönüştürmüştür. Bu dönemden itibaren İstanbul'u uluslararası bir iş ve turizm merkezi yapmaya yönelik politikalar sonucu Beşiktaş'ta da iş merkezleri, alışveriş merkezleri ve beş yıldızlı oteller birbiri ardınca yükselmiştir. İş merkezleri daha çok Barbaros Bulvarı ve onun devamı niteliğindeki Büyükdere Caddesi'nde toplanmışır. Türkiye'de faaliyet gösteren en büyük ticari bankalar arasında olan Türkiye İş Bankası, Garanti Bankası, Yapı Kredi, Akbank ve Fibabanka'nın genel müdürlükleri ilçe sınırları içindedir. Eğlence mekanları Boğaziçi kıyıları ile Nisbetiye Caddesi'nde yoğunlaşmıştır. Beşiktaş'ta bulunan İstanbul geneliyle ilgili önemli kamu kuruluşları arasında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı İstanbul İl Müdürlüğü, Türkiye İstatistik Kurumu İstanbul Bölge Müdürlüğü, Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürlüğü, İstanbul Jandarma Bölge Komutanlığı, İstanbul Merkez Komutanlığı, TRT İstanbul Televizyonu, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Gayrettepe Ek Hizmet Binası yer alır. Azerbaycan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bulgaristan, Danimarka, Güney Afrika Cumhuriyeti, İsrail, İspanya, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Mısır ve Suudi Arabistan'ın İstanbul konsoloslukları Beşiktaş'tadır. Beşiktaş yaşayan en eski Türk spor kulübünün kurulduğu yerdir; ilçeyle aynı adı taşıyan Beşiktaş Jimnastik Kulübü Türkiye'nin, doğduğu semtle en güçlü aidiyet bağları olan kulüplerindendir. Beşiktaş'ın taraftar grubu olan Çarşı toplumsal gelişmelere olan tepkileriyle de ün kazanmıştır. Gene en eski spor kulüplerinden sayılabilecek Ortaköy Spor Kulübü de Beşiktaş İlçesi'nin bu alandaki köklü kurumlarından biridir. İstanbul Yüzme İhtisas Kulübü ise Türkiye'de yüzme dalında kurulmuş ilk ihtisas kulübü olma özelliğini taşır. Bu nitelikleriyle öne çıkan üç kulüp dışında çoğunluğu yalnız futbol dalında faaliyet gösteren Boğaziçi Spor Kulübü, Dikilitaş Spor Kulübü, Levent Spor Kulübü, Muradiye Spor Kulübü, Kuruçeşme Spor Kulübü, Yıldız Spor Kulübü, Etiler Spor Kulübü, Akatlar Spor Kulübü ve Arnavutköy Spor Kulübü adlı amatör spor kulüpleri de vardır. Bunlara Levent Tenis Kulübü de eklenebilir. Beşiktaş İlçesi'nde, halka açık olan spor tesislerinin başlıcalarından olan Vodafone Arena, Akatlar Spor ve
Kültür Kompleksi, Süleyman Seba Spor Salonu, Çilekli Spor Tesisleri ve Fulya Şan Ökten Kamp Tesisleri, Beşiktaş Jimnastik Kulübünün yönetimindedir. Sınırları içinde Boğaziçi, Yıldız Teknik, Galatasaray ve Bahçeşehir Üniversitelerinin merkez kampüsleri, Türk Silahlı Kuvvetleri Harp Akademileri ile Beykent, Kadir Has, İstanbul Teknik ve Mimar Sinan üniversitelerinin bazı ana birimlerini bulunduran Beşiktaş İlçesi'nde 15'i özel 44 ilköğretim okulu ile 5'i anadolu lisesi, 11'i özel olmak üzere toplam 27 lise ve dengi okul bulunmaktadır. Müzeler Aşiyan Müzesi, BJK Müzesi, Deniz Müzesi, Mimar Sinan Üniversitesi Resim Heykel Müzesi, İstanbul Şehir Müzesi, Yıldız Sarayı Müzesi ve İtfaiye Müzesi'dir. 1994'te Necati Akpınar ve Yılmaz Erdoğan tarafından kurulan Beşiktaş Kültür Merkezi tiyatro, televizyon, sinema ve organizasyon alanlarında zamanla adından söz ettirmiştir. Bunların dışında Ortaköy, Mustafa Kemal, Levent ve Akatlar Kültür Merkezleri ile Kuruçeşme Arena önemli şov ve gösteri mekanları arasındadır. 2014 itibarıyla ilçe sınırları içinde 13 sinema salonu vardır. İstanbul'un en merkezi ilçelerinden biri olan Beşiktaş bu nedenle ulaşım konusunda büyük avantaja sahiptir. Boğaziçi ve Fatih Sultan Mehmet köprülerinin Avrupa yakasındaki ayakları Beşiktaş ilçesindedir. İstanbul şehir içi toplu taşıma sisteminde en büyük paya sahip olan otobüslerin yanı sıra dolmuş ve minibüsler de ilçenin İstanbul'un geneliyle olan ulaşımında büyük paya sahiptir. Beşiktaş İskelesi'nin önündeki park alanınından hareketle Edirnekapı, İstanbul Otogarı (Bayrampaşa), Topkapı, Derbent, İstinye, Mecidiyeköy, Mescid-i Selam (Sultangazi), Sarıyer, Gaziosmanpaşa, Güzeltepe-Kağıthane gibi kentin diğer bölgelerine otobüsle doğrudan ulaşım vardır. Barbaros Bulvarı, Dolmabahçe Caddesi, Büyükdere Caddesi, boğaziçi sahil yolu ve Nisbetiye Caddesi gibi ana arterler hem şehir içi ulaşımda hem de toplu taşıma da büyük öneme sahiptir. Beşiktaş'tan Taksim ve Harbiye'ye dolmuş, Sarıyer'e de minibüs hattı çalışır. Metrobüs'ün Avrupa'dan Asya yakasına geçmeden önceki son durağı olan Zincirlikuyu durağı da Beşiktaş İlçesi'ndedir. Yenikapı-Hacıosman Metro Hattı'nın 4.Levent ve Levent istasyonlar ilçe sınırları içindedir. Beşiktaş İskelesi'nden Üsküdar, Barbaros Hayrettin Paşa İskelesi'nden Kadıköy'e şehir hatları seferleri düzenlenmektedir. Ortaköy, Arnavutköy ve Bebek iskeleleri ise daha çok gezinti amaçlı boğaz turlarında kullanılmaktadır. Beşiktaş ile Üsküdar arasında ayrıca motor seferleri de vardır. Radyoloji Radyoloji, x ışınları ve diğer görüntüleme yöntemlerinin tıpta tanı ve tedavi amacıyla kullanılmasıdır. Tanı ve tedavi amacıyla kullanılan yöntemlerden bazıları; ultrason, bilgisayarlı tomografi (CT), manyetik rezonans görüntüleme(MR), nükleer tıp yöntemleri, pozitron emisyon tomografi (PET), mamografi, floroskopi ve X ışını kullanan diğer bazı yöntemler olarak sıralanabilir. Bu yöntemlerin tanı amacıyla kullanımı elde edilen görüntülerden hastalıkların tespitinde yararlanılması şeklinde olurken, tedavi amacıyla kullanımı ise bazı cerrahi işlemlerin görüntüleme yöntemleri sayesinde daha az zararla yapılmasını sağlamalarıdır. Radyoloji iki ana başlığa ayrılır. Bunlar, "Diagnostik Radyoloji" ve "Radyoterapi" dir. Bazı radyolojik yöntemler aşağıda verilmiştir. Genel olarak vücuttaki damarların kontrast maddeler kulanılarak görüntülenmesidir. Özellikle kalp ve beyin damarlarının görüntülemesinde kullanılır. Teleradyoloji, radyoloji görüntülerinin dijital olarak bilgisayarlar arasında internet ya da başka bağlantılar aracılığıyla bir noktadan bir başka noktaya gönderilebilmesidir. Bu yolla çok uzaklarda, hatta başka bir kıtada çekilen bir radyoloji görüntüsü saniyeler içinde binlerce kilometre uzaktaki bir radyolog tarafından değerlendirilebilmekte ve raporlanabilmektedir. Radyolog açığı olan bölgeler için oldukça yararlı bir işlemdir. Daha da ileriki yıllarda Pacs( resim arşivleme ve iletim sistemi)oldukça yaygın kullanılır hale gelecektir. Tomografi, Fransız hekim Boccage tarafından 1915 yılında icat edildi. Tomografi bir organın 1 mm ile 10 mm arasında kesitlerinin görüntülerini verebilen tıbbi görüntüleme cihazıdır. Tomografi vücudun veya organların önden arkadaya, yukarıdan aşağıya ya da yatay sagital düzlemde incelenmesini sağlar. Tomografide de radyasyon mevcuttur. Radyolojik görüntülemeye nispeten hasta daha fazla x ışınına maruz kalır ve daha çok radyasyon alır. Tomografi denince akla Bilgisayarlı Tomografi (BT) gelir. Tomografi ile Bilgisayarlı Tomografi arasında bir fark yoktur aslında sadece isim farkıdır. Gelişen tıbbi teknolojiler sayesinde tomografi de sürekli gelişmektedir. Verilen radyasyon dozu azaltılmakta, görüntü kalitesi iyileştirilmektedir. Aruba Aruba (), Karayip Denizi'nin güneyinde, Küçük Antiller'in yaklaşık 1,600 kilometre batısında ve Venezuela'nın 29 kilometre kuzeyinde yer alan bir ada. Kuzeybatı ile güneydoğu ucu arası 32 kilometre, en geniş noktası ise 10 kilometre uzunluğundadır. Bonaire ve Curaçao ile birlikte ABC Adaları olarak adlandırılmaktadır. Aruba, Hollanda Krallığı'nı meydana getiren dört ülkeden biridir. Başkenti Oranjestad şehridir. Yüz ölçümü olan adanın nüfusu 2010 sayımına göre 102.484'tür. Aruba'nın resmî dili Felemenkçe ile Papiamento adlı karma ("pidgin") dildir. Arubalılar İngilizce ve İspanyolcayı da az seviyede konuşabilirler. Papiamento örnekler: Leonardo da Vinci Leonardo di ser Piero da Vinci () (15 Nisan 1452 - 2 Mayıs 1519), Rönesans döneminde yaşamış İtalyan hezârfen, döneminin önemli bir filozofu, astronomu, mimarı, mühendisi, mucidi, matematikçisi, anatomisti, müzisyeni, heykeltıraşı, botanisti, jeoloğu, kartografı, yazarı ve ressamıdır. En tanınmış yapıtları Mona Lisa (1503-1507) ve Son Akşam Yemeği'dir (1495-1497). Rönesans sanatını doruğuna ulaştırmış, yalnız sanat yapısına değil, çeşitli alanlardaki araştırmaları ve buluşlarıyla da tanınan, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük sanatçılarından ve dehalarından biri kabul edilir. 2. milenyumun adamı seçilmiştir Leonardo, genç bir noter olan Messer/Ser (Üstad anlamında) Piero da Vinci'nin ve muhtemelen bir çiftçi kızı olan Caterina'nın evlilik dışı çocuğu olarak Vinci kasabası yakınlarındaki Anchiano'da dünyaya geldi. Avrupa'daki modern isimlendirme kurallarının yerleşmesinden önce dünyaya tam ismi, "Vincili Üstad Piero'nun oğlu Leonardo" manasına gelen Leonardo di ser Piero da Vinci'dir. Eserlerini "Leonardo" ya da "Io, Leonardo (Ben, Leonardo)" olarak imzalamıştır. Somut kanıtlar bulunmasa da, Leonardo'nun annesi Caterina'nın, babası Piero'ya ait Ortadoğulu bir köle olduğu tahmin ediliyor. Babası, Leonardo’nun doğduğu yıl, Albiera adındaki ilk eşi ile evlendi. Leonardo’ya bebekliğinde annesi baktı, annesi başka biriyle evlendirilerek komşu kasabaya yerleşince, babasının nadiren uğradığı büyükbabasının evinde yaşamaya başladı; arada sırada Floransa'ya babasının evine giderdi. Babasının ilk eşinden çocuğu olmadığı için aileye kabul edilmişti ama amcası Francesco dışında ailedeki kimseden sevgi görmedi. 14 yaşına kadar Vinci’de yaşayan Leonardo, büyükanne ve büyükbabasının ardı ardına ölmesi üzerine 1466'da babası ile birlikte Floransa'ya gitti. Evlilik dışı çocukların üniversiteye gitmesi yasak olduğundan üniversite öğrenimi görme şansı yoktu. Küçük yaştan itibaren çok güzel çizimler yapan Leonardo’nun resimlerini babası, dönemin ünlü ressam ve heykeltıraşı Andrea del Verrocchio'ya gösterince, Verrochio onu çırak olarak yanına aldı. Leonardo Verrocchio'nun yanında Lorenzo di Credi ve Pietro Perugino gibi ünlü sanatçılarla çalışma fırsatı buldu. Atölyede sadece resim yapmayı değil, lir çalmayı da öğrendi. Gerçekten de iyi çalıyordu. Floransa'yı 1482'de terkederek Milano Dükü Sforza'nın hizmetine girdi. Dükün hizmetine girebilmek için köprüler, silahlar, gemiler, bronz, mermer ve kilden heykeller yapabileceğini anlattığı ancak göndermediği mektubu bütün zamanların en olağanüstü iş başvurusu olarak kabul edilmiştir. Leonardo, 1499’da şehir Fransızlar tarafından alınıncaya kadar 17 yıl boyunca Milano Dükü için çalıştı. Dük için sadece resim ve heykeller yapmak, festivaller organize etmekle uğraşmadı, aynı zamanda bina, makine ve silah tasarımları yaptı. 1485 - 1490 yıllarında doğa, mekanik, geometri, uçan makinelerin yanı sıra, kilise, kale ve kanal yapımı gibi mimari yapılar ile ilgilendi, anatomi çalışmaları yaptı, öğrenciler yetiştirdi. İlgi alanı o kadar genişti ki, başladığı çoğu işi bitiremiyordu. 1490 - 1495 yıllarında çalışmalarını ve çizimlerini deftere kaydetme alışkanlığı geliştirdi. Bu çizimler ve defter sayfaları, müzeler ve kişisel koleksiyonlarda toplanmıştır. Bu koleksiyonculardan birisi de Leonardo’nun hidrolik alanındaki çalışmalarının el yazmalarını toplayan Bill Gates’dir. 1499’da Milano'yu terkeden ve yeni bir koruyucu ("hami") aramaya başlayan Leonardo, 16 yıl boyunca İtalya’da seyahat etti. Pek çok kişi için çalıştı, çoğu eserini yarım bıraktı. İnsanlık tarihinin en iyi resimlerinden birisi kabul edilen Mona Lisa için 1503’te çalışmaya başladığı söylenir. Bu resmi tamamladıktan sonra hiç yanından ayırmamış, tüm seyahatlerinde yanında taşımıştı. 1504’te babasının ölüm haberi üzerine Floransa’ya döndü. Miras hakkı için kardeşleri ile mücadele etti ancak çabası sonuçsuz kaldı. Ancak çok sevdiği amcası tüm varlığını ona bıraktı. 1506 yılında Leonardo, bir Lombardiya aristokratının 15 yaşındaki oğlu olan Kont Francesco Melzi'yle tanıştı. Melzi, hayatının geri kalanında onun en iyi öğrencisi ve en yakını oldu. 1490’da 10 yaşında iken korumasına aldığı ve Salai adını verdiği genç de 30 yıl boyunca onunla beraber olmuş, ancak öğrencisi olarak bilinen bu genç hiçbir sanatsal ürün üretmemişti. 1513-1516 arasında Roma’da yaşadı ve Papa için geliştirilen çeşitli projelerde yer aldı. Anatomi ve fizyoloji alanında çalışmaya devam etti ancak Papa, kadavralar üzerinde çalışmasını yasakladı. 1516’da koruyucusu Giuliano de' Medici’nin ölümü üzerine Kral 1. Francis’ten Fransa’nın baş ressam, mühendis v
e mimarı olmak üzere davet aldı. Paris’in güneybatısında, Amboise yakınlarındaki Kraliyet Sarayı’nın hemen yanında kendisi için hazırlanan konağa yerleşti. Leonardo'ya büyük hayranlık duyan kral, sık sık ziyarete gelir ve sohbet ederdi. Sağ koluna felç inen Leonardo da Vinci, resimden çok bilimsel çalışmalara ağırlık verdi. Kendisine dostu Melzi yardımcı olmaktaydı. Salai ise Fransa’ya geldikten sonra onu terk etmişti. Leonardo 2 Mayıs 1519’da Amboise’daki evinde 67 yaşında öldü. Kralın kollarında can verdiği rivayet edilir, ancak, 1 Mayıs günü kralın bir başka şehirde olduğu ve bir gün içinde oraya gelemeyeceği bilinmektedir. Vasiyetinde mirasının esas bölümünü Melzi’ye bıraktı. Amboise'daki Saint Florentin Kilisesi’nde toprağa verilmiştir. Fiziksel temastan hoşlanmadığı iddia edilir: “Üreme faaliyeti ve bununla bağlantılı olan her şey o kadar iğrençtir ki insanlar hoş yüzler ve duygusal eğilimler de olmasa kısa sürede yok olacaktır” sözü daha sonra Sigmund Freud tarafından analiz edilmiş ve Freud, Leonardo’nun frijit olduğuna hükmetmiştir. 1476 yılında, sevgilisi Verrocchio ile birlikte yaşarken 17 yaşındaki model Jacopo Saltarelli ile sodomist (eşcinsel) ilişki kurduğu gerekçesiyle adı bilinmeyen bir kişi tarafından suçlanmıştır. İki ay süren soruşturma sonucu, Leonardo’nun babasının saygın konumuna da bağlı olarak hiç şahit bulunamaması nedeniyle dava düşmüştür. Bu olayın ardından Leonardo ve arkadaşları Floransa’daki “Gecenin Bekçileri” isimli örgüt tarafından bir süre takip edilmiştir. (Gecenin Bekçileri'nin İtalya’da Rönesans döneminde kurulan ve sodomizmin bastırılmasına yönelik faaliyet gösteren bir örgüt olduğu Podesta’nın yasal kayıtlarında da yer almaktadır) “Salai” veya “il Salaino” takma adlarıyla da bilinen Gian Giacomo Caprotti da Oreno Giorgio Vasari tarafından “Leonardo’nun büyük keyif aldığı harika kıvırcık saçları olan ışıltılı ve güzel genç” olarak tanımlanmıştır. Il Salaino, 1490 yılında henüz 10 yaşındayken Leonardo’nun evinde hizmetçiliğe başlamıştır. Leonardo ve il Saliano arasındaki ilişki “kolay” olarak değerlendirilmez. 1491 yılında Leonardo il Salaino’yu “hırsız, yalancı, inatçı ve pisboğaz” olarak nitelendirmiş ve onun için “Küçük Şeytan” benzetmesini yapmıştır. Yine de, il Salaino 30 yıl boyunca yoldaşı, hizmetçisi ve asistanı olarak Leonardo’nun hizmetinde kalmıştır. Leonardo, il Salaino'yu "Küçük Şeytan" olarak çağırmaya devam etmiştir. Leonardo’nun sanatçı defterlerinde çıplak olarak çizilen il Salaino yakışıklı ve kıvırcık saçlı bir ergen olarak tasvir edilir. Bazı araştırmacılar, il Salaino'nun Vitruvius Adamı olduğunu ileri sürer. 1506 yılında Leonardo, 15 yaşındaki Kont Francesco Melzi ile tanışmıştır. Melzi, Leonardo’nun kendisine karşı hislerini bir mektubunda “a sviscerato et ardentissimo amore” (çok ihtiraslı ve fazlasıyla yakıcı aşk) olarak nitelendirmiştir. il Salaino bu yıllarda Melzi’nin sürekli olarak Leonardo’nun yanında olmasını kabullenmek zorunda kalmıştır. Melzi, Leonardo’nun önce öğrencisi sonra da hayat arkadaşı olmuştur. Ayrıca, Leonardo Da Vinci'nin; Fransa'nın, kuruluşu çok eskilere dayanan (1099 MS) Sion Tarikatı'na 1510-1519 yılları arasında üstatlık (Başkanlık) yaptığı bilinmektedir. Leonardo’nun genç erkeklere olan ilgisi 16. yüzyılda da tartışma konusu olmuştur. 1563’te Gian Paolo Lomazzo tarafından yazılan “Il Libro dei Sogni”de (Düşler Kitabı) yer alan “l’amore masculino”daki (erkek aşkı) kurmaca bir diyalogda, Leonardo başkahramanlardan biri olarak yer almış ve “Biliniz ki erkekler arasındaki aşk çeşitli arkadaşlık duygularıyla erkekleri bir araya getiren bir erdemdir. Bu durum onları daha erkeksi ve yürekli hâle getirir” sözü Leonardo’nun ağzından verilmiştir. Leonardo’nun çalışmalarından ve biyografisini yazan erken dönem yazarlardan anlaşıldığı üzere Leonardo dürüst ve ahlaki konularda duyarlı bir kişiydi. Hayata duyduğu saygı onun en azından yaşamının bir evresinde vejetaryen olduğunu göstermektedir. Leonardo Da Vinci,ilk öğrenim yıllarında aritmetik ve geometride öğretmenlerini sorduğu sorularla şaşırtacak kadar çabuk ilerledi.Keskin zekası ve yetenekleriyle küçük yaşlarda bile dikkat çekiyordu.Müzikle de ilgileniyor ve oldukça iyi bir şekilde lir çalıyordu.Fakat çocukluk yıllarında en gözde uğraşı resimdi.Babası da bunu fark edince,onu Floransa'nın en önemli atölyelerinden birine verdi. Leonardo'nun insan vücuduna ilgisinin temelini, figür eskizleri için incelemeler oluşturur. İnsanı olabildiğince canlı ve tüm hareketleri gerçeğe en yakın şekilde çizmek için dış gözlemleri yeterli görmemiş, vücudun içini de görmek, kemiklerin, kasların ve eklemlerin birbirleriyle ilişkilerini kavramak istemiştir. Anatomi araştırmaları, giderek daha çok zaman ayırdığı başlı başına bir ilgi alanı haline gelmiştir. İnsan organizmasına, çalışma prensiplerini merak ettiği mükemmel bir makine olarak yaklaşmıştır. O dönemin tıp bilimine temel oluşturan antik çağ hekimi Galen’in metinleri, merakını ancak kısmen giderebilmişti. Aklına gelen her soruyu sormaya başlamıştı. Leonardo, gördüklerini çizerek açıklığa kavuşturuyordu. Kesitlerle, ayrıntılı görünüşlerle ve farklı açılardan yaptığı çizimlerle anatominin detaylarını ortaya çıkarıyordu. Çizimleri, bazı detaylardaki yanlışlıklara karşın son derece nettir. Anne karnındaki bebek çizimi için bir insan kadavrasına disseksiyon yapmamış, inekleri inceleyip, oradan elde ettiği sonuçları insan anatomisine uyarlamıştı. Papa, Leonardo’nun insan kadavraları üzerinde disseksiyon yapmasını yasakladığında, dolaşım sistemi üzerine yaptığı araştırmayı devam ettirebilmek için sığır kalpleri kullanmıştı. Satürn (anlam ayrımı) Ayrıca benzer yazılımları; Hawk-Eye Hawk Eye (), tenis ve kriket gibi oyunlarda topu sayısal ortamda izleyen sistemin adı. 2001 yılnda Dr. Paul Hawkins tarafından geliştirilmiştir ve birçok spor karşılaşmasında TV kanalları tarafından kullanılmaktadır. Sistem, bilgisayara bağlı saha çevresine yerleştirilmiş 8 kameradan oluşmaktadır. Bilgisayar gerçek zamanda, kameralardan aldığı bilgilerle topun 3 boyutlu trajesini ve hızını hesaplamaktadır. Daha sonra bu görüntü istenen açıdan tekrar oluşturabilmektedir. Böylece topun saha içine veya dışına çıkıp çıkmadığı daha objektif belirlenebilmektedir. Sistemin hassasiyeti 2–3 mm arasındadır. Hawk Eye (Şahin Gözü) teknolojisi, profesyone teniste 2006 yılının mart ayında Miami Masters turnuvasında resmi olarak denenmiştir. Teknoloji US Open 2006'da ilk kez bir Grand Slam turnuvasında yer almıştır. Hawk Eye teknolojisinin tenis sporunun içine girmesiyle yeni bir kural da oyuna eklenmiş oldu. Buna göre oyuncular, her sette hakemin kararına karşı üçer kez itiraz (challenge) haklarını kullanarak sonucu Hawk Eye teknolojisinin belirlemesini tercih edebilirler. Tribünlerin de görebileceği dev bir ekrana yansıtılan animasyon sonucu oyuncu haklı çıkarsa, itiraz hakkı saklı kalır. Eva Perón Arjantin'in Los Toldos kentinde, beş çocuklu fakir bir ailenin en küçük çocuğu olarak dünyaya geldi. Babasını yedi yaşındayken kaybetti ve 14 yaşında aktris olmak için Buenos Aires'e gitti. Buenos Aires'te bir süre işsiz ve parasız kaldıktan sonra radyolarda çalışmaya başladı. Radyoda şovlar yaparak ve tiyatroda küçük rollerde oynayarak hayatını devam ettiren Evita, 1944 yılında Juan Domingo Peron ile tanıştı. Genç bir subay olan Juan Peron, 1943 yılında ülke yönetiminde önemli bir görev üstlendi. “Teniente Coronel” yani albay unvanlı Juan Domingo Peron, 1943 yılındaki askeri darbede rol oynayarak siyasete girdi. Çalışma Bakanı olarak hükümette yer aldı ve 'emekçi babası' olarak tanındı. Düşük gelirli işçilerin durumlarını düzeltmeye yönelik çalışan Juan Domingo Peron, 1944 yılındaki darbenin ardından tutuklansa da Eva Peron ve arkadaşlarının işçileri yanlarına alarak başlattıkları grevler neticesinde serbest bırakıldı. Bundan çok kısa bir süre sonra da Eva ile Juan Peron evlendi. Juan Peron, 1946 tarihinde de Başbakan oldu, iki defa seçildi ve 1955 yılında yine bir askeri darbe ile ayrıldı. Birkaç darbe daha geçtikten sonra 1973 yılında Peron bir kere daha seçimle başa geldi, 1974 yılında ise öldü. Bu sefer Evita'nın ölümünden sonra evlendiği yeni eşi Isabel Peron başa geçti. 1976 yılında ise Isabel de hükümetle beraber düştü. Evita, kocasının diktatörlüğü döneminde kadın hakları için çalıştı ve aktif anlamda siyasetin içinde yer almamasına karşılık, her zaman siyasetle ve halkla iç içe oldu. İşçi sendikalarının örgütlenmesinde önemli rol üstlendi ve 1947 yılında kadınların oy verme hakkı elde etmesini sağladı. Fakir halka yiyecek, para ve ilaç yardımında bulundu, çocuklar için de yardım kampanyaları düzenledi. Evita Peron, 26 Temmuz 1952’de 33 yaşında kanserden öldü. Peron'un iktidardan düşmesinden sonra gömüldüğü yerden çıkartılan cesedi 16 yıl saklandıktan sonra önce eşinin yanına, sonra da aile mezarlığına defnedildi. Hayatını anlatan "Evita müzikali yıllar sonra sahnelendi. Madonna daha sonra bu müzikalin beyaz perde uyarlamasında rol aldı. Eserin en önemli parçası "Don't Cry for me Argentina!”' (Benim İçin Ağlama Arjantin!) dir. Troya Truva veya Troya (Hititçe: "Vilusa" ya da "Truvisa", Yunanca: "Τροία" ["Troia"] veya "Ίλιον" ["İlion"], Latince: "Troia" veya "Ilium") Kaz Dağı (Antik İda Dağı) eteklerinde, Çanakkale il sınırları içinde yer alan tarihî kent. Homeros tarafından yazıldığı sanılan iki manzum destandan biri olan İlyada'da bahsi geçen Truva Savaşı'nın gerçekleştiği antik kenttir. 1870'lerde Alman amatör arkeolog Heinrich Schliemann tarafından Tevfikiye köyü civarında keşfedilen antik kentte çıkan eserlerin çoğu günümüzde Türkiye, Almanya ve Rusya'dadır. Antik kent, 1998 yılından beri Dünya Miras Listesi'nde, 1996 yılından beri de Millî Park statüsündedir. Fransızcanın etkisiyle antik kentin bu dildeki ""Troie"" kelimesinin okunuşundan Türkçeye "Truva" olarak geçmiştir. Kentin adı Yunanca belgelerde Τροία (Troia) olarak geçer. Bazı uzmanlar, kentin Türkçe ""Troya"" olarak anılmasının daha doğru olduğunu savunmaktadır. Bununla birlikte
Türkçe belgelerde Truva adı Truva Savaşı, Truva Atı örneklerinde görüldüğü gibi yaygın olarak kullanılmaktadır. Antik kent, Çanakkale merkez ilçesini bağlı Tevfikiye köyünün batısında, ""Hisarlık Tepesi"" nde bulunur (). Tepe, 200x150m boyutlarında, 31.2m rakımlı ve aynı zamanda geniş bir kalker tabakasının parçasıdır. Hisarlık Tepesinde bir antik kentin olduğu uzun süre bilinmese de, tepenin isminden de anlaşılacağı gibi bölgede arkeolojik kalıntıların yüzeye yakın olduğu ve bu yüzden yerel sakinlerince tepeye Hisarlık adı verildiği görüşü savunulabilinir. Ayrıca Troya kentinin kurulduğu zamanlarda Hisarlık Tepesi, Karamenderes ve Dümrek Çaylarının döküldüğü ve Çanakkale Boğazı'na açılan bir koyun kenarında, bugüne göre denize çok daha yakın bir yerde bulunduğu düşünülür. Kentin bulunduğu ve adını verdiği, bugün yaklaşık olarak Çanakkale İli'nin Asya kıtasında temsil eden tarihsel bölge Troas (ya da Troad) olarak adlandırılır. İlk olarak Efes ve Milet antik kentleri gibi denize yakın olan kent, Çanakkale Boğazının güneyinde bir liman kenti olarak kurulmuştur. Zamanla Karamenderes nehrinin kent kıyılarına taşıdığı alüvyonlar nedeniyle denizden uzaklaşmış ve önemini yitirmişitir. Bu yüzden yaşanan doğal felaketler ve saldırılar sonrasında yeniden iskan edilmeyip, terk edilmiştir. Troyalılar, Sardis kökenli Herakleid hanedanının yerine geçmiş ve Anadolu'yu 505 yıl boyunca Lidya krallığı Candaules (MÖ 735-718) dönemine dek yönetmişlerdir. İyonlar, Kimmerler, Frigyalılar, Miletliler onlardan sonra Anadolu'da yayılmış, ardından MÖ 546 yılında Pers istilası gelmiştir. Troya antik kenti, Athena tapınağı ile özdeşleşmiştir. Pers egemenliği sırasında imparator I. Serhas çıktığı Yunanistan seferinde, Çanakkale Boğazını geçmeden önce kentte gelerek bu tapınağa kurban sunduğu, aynı şekilde Büyük İskender'in de Perslere karşı giriştiği mücadele sırasında kenti ziyaret ettiği ve zırhını Athena tapınağına bağışladığı tahrihsel kaynaklarda belirtilir. 1871'de amatör arkeolog Heinrich Schliemann tarafından keşfedilen antik şehrin kalıntılarında, ilerleyen zamanlarda gerçekleştirilen kazılar sonucu, aynı yerde yedi kez -farklı dönemlerde- kent kurulduğu ve farklı dönemlere ait 33 katman olduğu saptanmıştır. Şehrin bu karmaşık tarihsel ve arkeolojik yapısı, daha kolay inceleyebilmek için kent tarihsel dönemlere göre sırayla roma rakamlarıyla ifade edilen 9 ana bölüme ayrılmıştır. Bu ana dönemler ve bazı alt dönemler aşağıda verilmiştir; Troya antik kentinin Hisarlıkta olabiliceğine ilişkin ilk yorumlar, 1822 İskoç Charles Maclaren tarafından yapılmıştır. İlk arkeolojik araştırma, bölgede bir höyüğün olabileceğini tespit eden İngiliz Frank Calvert tarafında 1863-1865 yıllarında yapılmıştır. Fakat bu kentin Troya olduğu görüşünün kesinlik kazanması ve yaygın şekilde tanınması Alman Heinrich Schliemann tarafından yapılan kazılar sonucunda olmuştur. Aslen tüccar olan Heinrich Schliemann, Hisarlıkta ilk geniş kapsamlı kazıları yapan ve ""Troya Hazinesi"" ya da ""Priamos Hazinesi"" adlı koleksiyonu bulan kişidir. Osmanlı Devletinden kazı izni alarak 1870 yılında tamamlanan sondaj çalışmaları neticesinde, 1871-1874 yılları arasında ilk grup kazılarını yapmıştır. Bir dönem sıtma hastalığına yakalanan Schliemann, kazılara ara vermiş ve ilk kazılar kadar yoğun olmamakla beraber 1890'lara kadar kazılara devam etmiştir. Schliemann'ın kazılarda bulduğu hazineleri yurtdışına kaçırdığı da bilinmektedir. Gerek Schliemann'nin arkeoloji kökenli olmayışı, gerekse arkeoloji biliminin o dönem yeterince gelişmemiş olması dolayısıyla bu dönem yapılan kazılarda çıkan eserler yeterince iyi değerlendirilememiştir ve birçok başka arkeolojik bulguda tahribata yol açmıştır. Mimar olan ve Schliemann kazılarınada eşlik eden Wilhelm Dörpfeld, Schliemann'nın ölümü sonrası 1893-1894 yıllarında kazıları üstlenir. Kentin katmanlı yapısının tespiti Dörpfeld'e aittir. Bir süre ara verilen kazılar Türkiye Cumhuriyeti döneminde Amerikalı arkeolg Carl W. Blegen tarafından tekrar başlatılır. Kazılar Cincinati Üniversitesi desteğiyle 1932-1938 döneminde yapılmıştır. Blegen özellikle Truva Savaşının geçtiği dönem olarak düşünülen Troya VIIa dönemini üzerine çalışmalarıyla özdeşleştirmiştir. Yaklaşık yarım asırlık ikinci bir duraklama döneminde Tübingen Üniversitesi adına kazı başkanı olan Alman arkeolog Manfred Korfmann tarafınan 1988 yılında yeniden başlar. Ölümüne yani 2005 yılına kadar kazı başkanlığı görevini sürdüren Korfmann, antik kentin kazı tarihinde önemli bir yere sahiptir. 2003 yılında Türkiye vatandaşı olup, Osman adını ikinci isim olarak almıştır. Antik kent aynı zamanda önemli bir turistik gezi noktası olduğu için Korfman'nın kazılarına ilk olarak ören yeri düzenleme çalışması ile başlamıştır. Daha sonraki yıllarda hem yaptığı arkeolojik çalışmalar hem de kentin millî park olmasına verdiği destek ve antik kentte turistlere yönelik çalışmalarıyla hatırlanır. Pernicka, 2006 yılından beri kazıları yürütmektedir. Almanya: Heinrich Schliemann Troya'da bulduğu hazineyi önce Yunanistan'a daha sonra da Almanya'ya kaçırdı. II. Dünya Savaşı'ndan önce Almanya'da olduğu bilinmekte olan hazine savaş sonrası kayıplara karıştı. Günümüzde Almanya'nın elinde hala yaklaşık 480 Troya eseri olduğu sanılmaktadır. Bu eserlerin Berlin'de bulunan Neues Müzesinde 103 ve 104 nolu salonlarda sergilenmektedir fakat koleksiyon II. Dünya Savaşı'nda kaybolduğu için sergilenen bazı eserler, asıllarının kopyalarıdır. Türkiye'nin 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Nejdet Sezer, 2001 yılında Almanya'nın Stuttgart kentinde düzenlenen ""Truva, Düşler ve Gerçek"" adlı sergi açılışında, dolaylı yoldan eserlerin Türkiye iadesini istedi ve bunu şu sözlerle dile getirdi: ""Burada sergilenen kültür hazinesi, dünya kültür mirasının bir parçasıdır. Bu yapıtlar, ait oldukları uygarlıkların topraklarında daha büyük bir anlam ve zenginlik kazanmaktadırlar"" Rusya: Troya hazinesinin Berlin'de kaybolan kısmının II. Dünya Savaşı sonunda, müttefik kuvvetlerce işgal edilen Berlin'de, saklandıkları Berlin Hayvanat Bahçesi'nden Ruslar tarafından alınıp götürüldükleri ortaya çıktı. Uzun süre eserlerin ülkesinde olduğu iddialarını reddeden Rusya, 1994 eserlerin ülkesinde olduğunu kabul ederek, bunların savaş tazminatı olduğunu belirtti. Eserlerin Türkiye tarafından istenmesine konusunda ise eserler Almanya'dan getirdiği için Türkiye'nin bunları isteme hakkı olmadığı yönündedir. Rusya'daki eserler 1996 yılından beri Moskova'da bulunan Puşkin Müzesi'nde sergilenmektedir. ABD: Troya'nın Erken Tunç Çağı'ndaki 2. Dönemi'nden kalma küpe, kolye, diadem, bilezik, pendant gibi 24 parçadan oluşan eser 1966 yılında Penn Müzesi'nce satın alındı. Ancak bu parçalar 2009'da dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın başlattığı görüşmeler öncülüğünde Türkiye'ye iade edildi. Mitolojide şehrin kurulduğu tepe, Zeus'u kandırdığı için Zeus tarafından Olympus'tan aşağı atılan tanrıça Ate'nin ilk düştüğü yerdir. Kentin kurucusu Tros'un oğlu İlios'tur. Çanakkale yakınlarındaki Dardanos kenti kralı Dardanos (mitoloji)'un soyundandır. Frigya Kralının düzenlediği bir yarışmayı kazanır ve ödül olarak verilen siyah boğayı takip ederek, boğanın durduğu yere bir kent kurmaya karar verir. Boğa, tanrıça Ate'nin düştüğü yerde yere çöker ve İlios kentini bu tepeye kurar. Kente kurucusundan dolayı İllion, İlios'un babası Tros'dan dolayı da Troya denir. Kentin Akalar tarafından yıkılmasıyla ise bu tanrıçanın getirdiği kötü şansa bağlanır. Zeus, tarafından kaçırılan Ganymede'nin babası olan kral, kötü kişiliği ile tanınır. Ganymede'ye karşılık kral özel atlar verir. Kendisini devirmek isteyen Poseidon ve Apollon'un tuzağından, tanrıça Thetis tarafından kurtulan Zeus, Poseidon ve Apollon'a kentin surlarını yapma cezası verir. Bu görevi tamamlayınca karşılık olarak Kral Laomedon, önerdiği altınları vermez. Poseidon da Troya'a bir deniz canavarı saldırtır. Yarı-tanrı Herkül ise kralın atlarına karşılık canavarı öldürür. Kral ise sözünü yine tutmaya yanaşmayınca, Herkül Kral Laomedon'u öldürür ve kralın oğlu son Troya kralı Priamos tahta geçer. Truva Savaşı, Kaz Dağındaki tanrıçalar arası güzellik yarışması sonucu, dünyanın en güzel kadının aşkını kazanan Priamos'un oğlu Paris, bu evli kadın Hellen'i kaçırmasıyla başlayan ve Troya'nın yıkılmasına yol açan İlyada'ya da konu olmuş savaştır. Truva atı, savaş bitmesi amacıyla şehre gizlice girmek için yapılarak, surlar içerisine sokulmak üzere karşı tarafa hediye edilen tahta attır. Odysessus'un fikri olan iş boş tahta at Troyalılara hediye gibi sunulur. Atın içine gizlenen askerlerden habersiz Troyalılar anıtı şehre taşır ve kutlamalara başlarlar. Akşam ise askerler dışarı çıkarak şehrin yağmalanmasına başlarlar. Truva atı tabiri o kadar yaygınlaşır ki deyim olarak da kullanılmaya başlar. Mitolojide bahsi geçen Troya'lı ünlü kişiler şunlardır; 15. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa'da büyük bir güç kazanmaya başlamasıyla birlikte Rönesans dönemi hümanist düşünürleri Türklerin soyları hakkında fikir yürütmeye başlamıştı. En büyük görüş ise Türklerin Truvalıların soyundan geldiği iddiasıydı. Birçok rönesans düşünürü eserlerinde Truva şehri Yunanlar tarafından ele geçirildikten sonra Asya'ya kaçan Truvalı bir grubun, yani Türklerin Anadolu'ya geri dönerek Yunanlardan intikam aldığını anlatırlardı. Daha eski tarih olan 12. yüzyılda, Tyreli William, Türklerin göçebe kültüründen geldiklerini belirterek köklerinin Truva'ya dayandığını belirtmişti. İstanbul'un fethinden önce İspanyol Pero Tafur 1437'de Konstantinopolis (İstanbul) şehrine uğradığında insanlar arasında ""Türkler Truva'nın intikamını alacaklar"" sözünün dolaştığını söyler. 1453’te İstanbul’un muhasarası sırasında kentte bulunan Kardinal İsidore yazdığı bir mektupta Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmet’ten "Troyalıların Prensi" şeklinde söz etmişti. Fatih Sultan Mehmed'in vakanüvisi Kritovulos, Fatih'in Midilli seferi sırasında Çanakkale'de Truva kalıntılarının bulunduğu bölgeye gelerek burada Truva savaşı kahramanları h
akkında hayranlık hislerini belirterek onları methettiğini belirtmiştir. Kritovulos, Fatih'in başını sallayarak Truva medeniyetiyle ilgili şu sözleri sarfettiğini yazmıştır: "Allah beni bu şehrin ve halkının dostu olarak bugüne kadar sakladı. Biz bu şehrin düşmanlarını yendik ve onların vatanlarını aldık. Burayı Yunanlar, Makedonyalılar, Teselyalılar ve Moralılar ele geçirmişlerdi. Bunların biz Asyalılara karşı kötülüklerini aradan birçok devir ve yıl geçmesine rağmen onların torunlarından aldık." Aynı şekilde Sabahattin Eyüboğlu'nun ‘Mavi ve Kara’ adlı denemeler kitabında Yunanlara karşı Kurtuluş Savaşı'nı yöneten Mustafa Kemal Atatürk’ün yanındaki bir subaya ‘'Dumlupınar’da Truvalıların öcünü aldık’' dediğini iddia eder. Kültür Bakanlığı tarafından Troya antik kentinde çıkarılan eserlerin sergilenmesi amacıyla bir müze yapılması planlanmaktadır. Bu doğrultuda düzenlenen ""Troya Müzesi Mimari Proje Yarışması"", 2011 yılı Mayıs ayı sonunda sonuçlanmıştır. 2011 yılı Troya kazı başkan yardımcısı Doç. Dr. Rüstem Aslan, projenin yaklaşık 15 yıldır, kimi çevreler tarafından dile getirildiğini, müzenin yapılmasıyla dünyada 44 farklı koleksiyon olarak sergilen Troya eserlerinin tek bir yerde sergilenmesine imkan bulunacağını ve müzenin yurtdışındaki Troya kökenli eserlerin, Türkiye'ye iadesinde bir araç olabileceğini belirtmiştir. Filmler Diğerleri La Gioconda La Gioconda şu içeriklerde olabilir: Mona Lisa Mona Lisa (La Gioconda veya La Joconde olarak da bilinir), İtalya'nın Floransa şehrindeki Rönesans sırasında Leonardo da Vinci tarafından kavak bir pano üzerine Sfumato tekniği ile resmedilmiş 16. yüzyıl yağlıboya portresidir. Resim halen Paris'teki Louvre Müzesi'nde "Francesco del Giocondo'nun karısı, Lisa Gherardini Portresi" başlığı altında sergilenmektedir. Tabloda oturmuş bir kadın resmedilmiştir, kadının yüzünün kime ait olduğu hala gizemini korumaktadır. Yüz ifadesindeki belirsizlik, kompozisyonundaki anıtsallık, atmosferdeki ilginçlikler, tablo hakkındaki çalışmaları devam ettirmektedir. Bu tablo, geniş ölçüde tanındı; karikatürleri yapıldı, araştırıldı ve Louvre Müzesi'nin en önemli eserlerinden olarak düşünüldü. Leonardo da Vinci, bu tabloya 1503 veya 1504 tarihinde, İtalya'nın Floransa kentinde başladı. Da Vinci'nin çağdaşı, sanat tarihçisi Giorgio Vasari, ""... Tablo üzerinde dört yıl oyalandı ve tabloyu bitirmedi..."" demiştir. Bu, Leonardo için alışagelmiş bir davranıştı ve hiçbir çalışmayı tamamen bitiremediği düşüncesi üzerine pişman olmuştu. Sonra, Fransa'ya yolculuğun ardından 3 yıl süreyle tablo üzerine devam etmeyi tekrar düşündü ve bunu gerçekleştirdi. Da Vinci Fransa'ya gitmişti ve tablo üzerine çalışmalar devam ediyordu, Kral I. François tarafından, yakınındaki kaleye davet edildi. Bu, Leonardo'nun mirasçılarından olacak asistanı Salai ile doğrudan ilgiliydi, sonra dönemin kralı, tabloyu 4.000 écus ile satın aldı ve Fontainebleau Sarayı'nda XIV. Louis himayesinde asıldı. Daha sonra tablo, Versay Sarayı'na taşınacaktı. Fransız İhtilali'nin ardından, tablo Louvre Sarayı'na taşındı. Napolyon Bonapart tarafından Tuileries sarayı'na taşınsa da, daha sonra tekrar Louvre Sarayı'na döndü. 1870 - 1871 aralığında gerçekleşen Fransa-Prusya Savaşı sırasında tablo, Fransızların askeri bölgesi ""Brest Arsenal""e taşındı. Tablodaki manzara ve model ile ilgili birçok spekülasyon çıktı. Örneğin, da Vinci'nin modeli güzel yanlarıyla resmettiği düşüncesi vardı, tablonun 21. Yüzyıl standartlarında olduğu da düşünülmüştür. Doğulu bazı sanat tarihçileri, örneğin Yukio Yashiro, tablodaki manzaranın Çin'li sanatçıların eserlerinden etkilendiğini öne sürmüştür ama kanıtlarının yetersizliğinden dolayı birçok itiraz çıkmıştır. Mona Lisa tablosu, 19. Yüzyıla değin gizemi hakkında düşünce oluşmamıştı, henüz kavranmakta olan Sembolizm akımı sayesinde, tabloda var olduğu düşünülen simgeler için birçok düşünce çıkmıştır. Eleştirmen Walter Pater, 1867 yılında tablo üzerine, kadınlıkla ilgili gizli semboller içerdiğini belirtmiştir. "Mona Lisa"da Lisa del Giocondo resmedilmiştir; Gherardini ailesine mensup birisiydi ve tüccar Francesco del Giocondo'nun karısıydı. Giocondo'nun ikinci oğlu Andrea'nın doğumu anısına tablonun yapıldığı tahmin edilmektedir. Tabloda oturan kadının kimliği, 2005 yılında, Heidelberg Üniversitesi'nin kütüphanesinde bulunan Agostino Vespucci'ye ait bir not ile tespit edilmiştir. Fakat başka uzmanlar tarafından, tablodaki kadın için üç farklı şahsiyet de öne sürülmüştür. Da Vinci'nin annesi "Caterina Buti del Vacca" de öne sürüldüyse de, çoğu uzman tarafından düşük ihtimal olarak değerlendirilmiştir. Milano düşesi "Isabella of Aragon", Cecilia Gallerani, düşes "Costanza d'Avalos" (La Gioconda olduğu söylenir) öne sürülen diğer şahsiyetlerdendir. Tablodaki kadının da Vinci tarafından adlandırıldığı da öne sürülmüştür. Öne sürülen bu karakterler, Giorgio Vasari'nin yazdığı Leonardo da Vinci'nin biyografisindeki tariflerine göre tahmin edilmiştir. Vassari'nin yazdığı biyografide ""Leonardo resmetmeyi üstlendi, tüccar Francesco del Giocondo için, onun karısı..."" cümlesine dayanılmaktadır (İtalyanca: "Prese Lionardo a fare per Francesco del Giocondo il ritratto di mona Lisa sua moglie"). Da Vinci'nin ölümünün ardından, tablo asistanı Salai'ye geçti ve özel yazılarında tablodan "la Gioconda" olarak bahsetti. Da Vinci, tablo için ilk başta piramit tasarımı kullandı, basitçe kadın bir piramitten oluşacaktı. Tablodaki kadının kıvrılmış elleri piramidin köşesi idi. Göğüsü, boynu ve yüzü ellerine göre çok daha parıltılıdır. Işık, aslında çizimin altında geometrik çizimin yattığı göstermektedir. Aslında da Vinci, tabloda oturmakta olan normal bir kadını resmetmiştir: fakat o zamanlarda oturmuş bir kadının resmi yaygın değildi. Açıkçası, oturan kadının gözlemci ile arasındaki mesafeyi göstermiştir. Kol dayama yerleri, gözlemci ile oturan kadını ayıran bir sınırdır. Leonardo Hollanda Antilleri Hollanda Antilleri (Felemenkçe: "Nederlandse Antillen"), eski adıyla Hollanda Batı Hint Adaları, Karayip denizinde iki ada topluluğu olarak Küçük Antiller'in bir parçası olup Hollanda Krallığı'nın özerk bir bölgesini oluşturmaktaydı. Adaların ekonomileri genellikle turizm, kıyı bankacılığı ile petrol rafinerilerine (Aruba, Kurasao'da) dayalı olmaktaydı ve yasa dışı uyuşturucu kaçakçılığının da önemli bir gelir kaynağı olduğu öne sürülmekteydi. Ancak 10 Ekim 2010'da yapılan referandum sonucunda, Hollanda Antilleri dağılmış, Bonaire, Seba ve Sint Eustatius adaları BES Adaları'nı meydana getirip Hollanda'nın üç özel belediyesi olmuştur. Aruba (1986'da Hollanda Antilleri'nden ayrıldı), Curaçao, Sint Maarten ise doğrudan Hollanda Krallığı'na bağlı 3 özerk bölge olmuştur. Adalar önce İspanya sonra bazıları Büyük Britanya, sonra da 17. yüzyılda Hollanda sömürgeleri olmuştur. Hollanda Batı Hint Ortaklığınca Afrika'dan Amerika'ya köle taşımacılığında aktarma noktaları olarak kullanılmışlardır. Bu durum köleliğin yasaklandığı 1863 yılına dek sürmüştür. 1954 yılında, adalar sömürge konumundan Hollanda Krallığına bağlı özerk bölgeler konumuna yükseltilmişlerdir. Aynı krallığa bağlı Hollanda ile sözde eşit konumda olmalarına karşın, altyapı, hayat standardı, sağlık güvencesi gibi konularda Hollanda'dan çok gerisinde idi. Son yıllarda, turizme bağlı olarak hızlı gelişme göstermelerine rağmen; Hollanda'nın yardımları gelirlerinde önemli yer tutmaktaydı. Aruba adası 1986 yılında Hollanda Antilleri'nden ayrılıp, doğrudan Hollanda Krallığı'nın özerk bölgesi olmuştur. Öteki adalar da, zaman zaman konumlarını sorgulamakta, tam bağımsızlıktan, özerkliğin bile olmadığı "Hollanda ili" olmaya kadar değişen seçenekler tartışılmaktadır. İlk olarak, 1982'deki Ada Düzenlemesi, Hollanda Antilleri'ne bağlı 4 bölgeyi belirledi, Bonaire, Curaçao, Aruba ve Rüzgârüstü Adaları. Ancak 1983'te Rüzgârüstü Adaları 3'e ayrıldı ve Bonaire, Curaçao ve Aruba ile birlikte Sint Maarten, Sint Eustatius ve Saba'da Hollanda Antilleri bölgelerine eklendi. 1 Ocak 1986'da, Aruba, Hollanda Antilleri'nden ayrıldı ve direkt Hollanda Krallığı'na bağlı özerk ülke oldu ve böylece ilk ayrılık gerçekleşmiş oldu. Bu sayede Hollanda Antilleri'ne bağlı bölge sayısı 6'dan 5'e düştü ve diğer bölgelerde özerk olma fikrini düşünmeye başladı. 2005'teki ilk referandumda, Hollanda Antilleri'nin dağılmamasına karar verildi. Ancak, 10 Ekim 2010'da yapılan referandum sonucunda, Hollanda Antilleri dağılmış, Bonaire, Seba ve Sint Eustatius adaları BES Adaları'nı meydana getirip Hollanda'nın üç özel belediyesi olmuştur. Aruba (1986'da Hollanda Antilleri'nden ayrıldı), Curaçao, Sint Maarten ise doğrudan Hollanda Krallığı'na bağlı 3 özerk bölge olmuştur. İşte oluşan yeni bölgeler; Ülkenin baş yöneticisi yerel olarak vali tarafından temsil edilen Hollanda kral ya da kraliçesi idi. Aynı sistem ise oluşan yeni bölgelerde de geçerli olacak. Vali, yerel bakanlar kuruluna da başkanlık yapmaktaydı. Yasama ise iki düzeyde yapılır; üst düzeyde, her adanın bir yetkilisinin bulunduğu Hollanda Antilleri bakanlar kurulunca yapılırdı, yerel olarak ise her adanın kendi bakanlar kurulunca yapılırdı. 2004 yılında Hollanda Antilleri ile Hollanda'nın oluşturduğu bir kurul Hollanda Antilleri'nin gelecekteki konumu konusunda bir rapor hazırlamıştır. Kurul raporda, Hollanda Krallığının tüzüğünün Hollanda Antilleri'nin kaldırılması yönünde değiştirilmesini salık vermiştir. Oneriye göre Hollanda Krallığına bağlı iki yeni özerk bölge oluşturulmalıdır: Kurasao ile Sint Maarten. Bonaire, Saba ile Sint Eustatius ise doğrudan (kendisi de Hollanda Krallığı'na bağlı olan) Hollanda'ya bağlanmalıdır. 8 Nisan 2005'te yapılan %54 katılımlı halkoylamasında, Kurasaolıların %70'i Kurasao'nun özerk bölge olarak (arada Hollanda Antilleri olmadan) Hollanda Krallığına bağlanması, %23'ü ise doğrudan (bir ili olarak) Hollanda'ya bağlanması yönünde oy kullanmışlardır. Bu halkoylaması bağlayıcı olmasına karşın uygulanma tarihi yönünde daha açıklama yapılmamıştır. Sint Eustatius'ta ise yaşayanların %76'sı
şu andaki durumu koruyarak, Hollanda Antilleri'nin parçası olarak kalmak istediklerini belirtmişlerdir. 10 Ekim 2010'da yapılan referandum sonucunda, Hollanda Antilleri dağılmış, Bonaire, Seba ve Sint Eustatius adaları BES Adaları'nı meydana getirip Hollanda'nın üç özel belediyesi olmuştur. Aruba (1986'da Hollanda Antilleri'nden ayrıldı), Curaçao, Sint Maarten ise doğrudan Hollanda Krallığı'na bağlı 3 özerk bölge olmuştur. Adalar üç bin kümeden oluşuyordu: Venezuela açıklarında (Aruba'ya yakın): Kuzeyde, Porto Riko'nun doğusunda yeralan: Adaların tümü yanardağla oluşmuş olup, dağlık olduğu için tarıma elverişli alanları sınırlıydı. Hollanda Antilleri'nin ikliminde tüm yıl boyunca ılık ve sıcak olup, yaz aylarında kasırgalar görülüyordu. Turizm, petrol taşımacılığı ve rafinerileri (Kurasao'da) yanı sıra kıyı bankacılığı ekonomideki ana etkinliklerindendi. Adalar bölgedeki öteki ülkelerle karşılaştırıldıklarında kişi başına gelir düzeyi ile altyapı olarak daha gelişmiş olmakla birlikte, Hollanda'ya göre daha geride idi. Hemen hemen bütün tüketim/üretim ürünleri dışalımla sağlanmaktaydı. Dışalım, özellikle Venezuela, ABD, Meksika ile adalara önemli ölçüde yardım eden Hollanda'dan yapılıyordu. Adalardaki toprağın niteliksizliği ile yeterli su olmaması tarımın gelişmesini engellemekteydi. Hollanda Antilleri Guldeni, değişmez bir oranla (1.70:1) ABD dolarına bağlanmıştır. Kamunun çoğunluğunun (%85'i) kökeni 17. ile 19. yüzyıllar arası Afrika'dan getirilen kölelere dayamaktaydı. Kamunun geri kalanının kökeni Karayipler yerlileri, Avrupalılar ile Asyalılara dayanmaktaydı. Yasal dil Felemenkçe, Papiamento ve İngilizce olmasına karşın, Curaçao ile Bonaire'de yaygın dil Papiamento'nun (Karayio yerli dili) yanı sıra İngilizce ile İspanyolca da konuşulmaktaydı. Sint Maarten, Saba ile Sint Eustatius'da ise İngilizce en yaygın dildi. En yaygın ve resmi din katolik ve protestan Hristiyanlık olmasına karşın, özellikle Curaçao'da Müslüman ve Museviler de bulunmaktaydı. Son 20-30 yılda, özellikle, gençler ya da iyi eğitimliler arasında Hollanda Antilleri'nden Hollanda'ya olan göçün büyük oranda artması, adalarda toplumsal, ekonomik sorunlara yol açmıştır. Venezuela Venezuela, Güney Amerika'da yer alan bir ülkedir. Resmi adı İspanyolca República Bolivariana de Venezuela olup Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti anlamına gelir. Kuzeyinde Karayip Denizi, doğusunda Guyana, güneyinde Brezilya ve batısında Kolombiya ile çevrilidir. Venezuela açıklarında Küçük Antiller adaları olan Aruba, Kurasao, Bonaire (son ikisi Hollanda Antilleri'ne bağlı) ile Trinidad ve Tobago ada devletçikleri bulunur. İspanyolların Güney Amerika'da ilk sürekli yerleşimlerinden biridir. Başarısız birkaç ayaklanmadan sonra ülke, sonunda İspanya'dan bağımsızlığını ünlü Simón Bolívar önderliğinde 1821'de kazanmıştır. Bağımsızlığının ilk yıllarında şimdiki Kolombiya, Panama ile Ekvador'la birlikte Büyük Kolombiya'nın bir parçasını oluşturan Venezuela, 1830 yılında bu birlikten ayrılmıştır. Venezuela'nın yakın tarihinde 19. yüzyılın tümü ile 20. yüzyıl başları siyasal çalkantılar, diktatörlükler ve devrimlerle doludur. Siyasi yaşama baktığımızda 1948'de Acción Democratica (Demokrasi Hareketi) partisinin lideri Rómulo Gallego’nun iktidarına son veren Marcos Pérez Jiménez’ün diktatörlüğü 10 yıl sürmüştür. Daha sonra 1958’de uzun yıllar egemen olacak sistemin başlangıcı sayılan Punto Fijo anlaşması büyük politik partiler arasında imzalandı. Aralık 1958’deki seçimleri Rómulo Betancourt kazanmıştır. Bu tarihten sonra iktidarın merkez sol parti Acción Democratica (AD) ve sosyal-Hristiyan eğilimli parti COPEI arasında gidip geldiği bir süreç görülür. Punto Fijo sürecinin o dönem diğer Latin Amerika ülkelerine demokrasiye geçişin nasıl olması gerektiğine dair önemli bir model olarak gösterildiğini belirtmektedir Fernando Casado Gutiérrez, ülkenin politik hayatını bir takım dönemlere ayırır: 1958-1968 arasında demokratik sistem kurulmuş ve kurumsallaştırılmış; 1988’e kadar iki partili bir sistem yürümüş ve 1989-1998 arasında ise sistem zayıflamış ve krize girmiştir. Bir görüşe göre, mevcut partilerin seçim başarısına odaklanmış olmasının ve ideolojilerinin birbirinden farksız hale gelmesinin sisteme olan güvenin azalmasında önemli payı olmuştur. Gözlemciler özellikle 1980’lerden itibaren varolan sistemi “Partidokrasi” olarak tanımlarlar ve bu dönemde iki partinin (AD ve COPEI) ülkede yeni açılımların oluşmasını tıkadıklarını söylemektedirler. Caracazo 1989’da IMF’nin yapısal uyum programları uygulanmaya konulmasına tepki olarak ortaya çıkan olaylara verilen isimdir. Bu politikalar faiz oranlarının serbest bırakılması, kamu hizmetlerine uygulanan vergilerin arttırılması, ithalat vergilerinin büyük ölçüde kaldırılması, bütçe açığında %4 oranında indirime gidilmesi ve yabancı firmalara karlarının tamamını ülkelerine aktarabilmesi gibi yeni-liberal politikaları içermiştir. Oluşan tabloda ise enflasyonun %80,7’lere ulaşması, işsizliğin %14’e yükselmesi ve halkın %80,42’sinin fakirlik içinde yaşaması gibi sıkıntılar ortaya çıkmıştır. İktidardaki AD’nin lideri Calos Andrés Perez’in politikalarına tepki için sokaklara dökülen resmi olmayan rakamlara göre yaklaşık 3000 kişi hükümet güçleri tarafından öldürülmüştür ve bu olaylar huzur içinde yaşayan ülke açısından çok önemli bir kırılma olmuştur. 1980’lerde Hugo Chávez profesyonel bir askerdir ve 1982’de arkadaşlarıyla birlikte Movimiento Bolivariano Revolucíonario 200 (Bolivarcı Devrimci Hareket - MBR 200) isimli gizli ve kendisine yakın genç subayları örgütlemeyi amaçlayan bir yapı kurmuşlardır. Bu hareket 4 Şubat 1992’de Chavez ve arkadaşlarının darbe girişimiyle birlikte kamuoyu tarafından tanınmıştır. Bu darbe girişiminin yeni-liberal politikaların uygulanmasına tepki olarak ayaklanan halkın hükümet tarafından sert bir şekilde bastırıldığı Caracazo olaylarına tepki olarak doğduğu belirtilmiştir. Darbe sonuç olarak başarısız olmuş, Chavez hapse düşmüş ama kamuoyu Chavez’i tanıma fırsat bulmuştur. Chavez teslim olduktan sonra diğer isyancılara teslim olmaları için çağrı yapması için televizyonda bir dakika konuşmasına izin verilmesini istemiştir ve kendine verilen sürede “yeni olanakların ortaya çıkacağını ve ülkenin daha iyi bir geleceğe doğru ilerleyeceğini” belirterek isyanı sonlandırdıklarını açıklamıştır. 1993’de başkan Perez kamu fonlarını kötü yönde kullandığı için görevden alınmıştır ve 1994’de yeni kurulmuş merkez sağ parti Convergencia’nın lideri Rafael Caldera MAS adında küçük sol partinin de desteğiyle başkan seçilmiştir. MBR 200 bu seçimleri boykot etme çağrısı yapmıştır. Caldera yoksul halkın sevgisini kazanmış olan Chávez'i serbest bırakmıştır. Daha sonra, 1998 başkanlık seçimlerine yeni kurulan "Beşinci Cumhuriyet Devinimi" adlı partiyle katılan Chávez, oyların yüzde 56'sını alarak başkan seçilmiştir. 1999 Yılında bu partinin girişimleriyle yeni anayasa hazırlanmış ve halkoylamasıyla kabul edilmiştir. 2000 Yılında oylarin % 59'unu alarak yeniden başkan seçilen Chávez'e meclis Kasım 2000'de bir yıl boyunca ülkeyi kararname ile yönetme yetkisi vermiştir. Bu bir yıl içerisinde Chávez'in özellikle tarım ile petrol alanlarında büyük düzenlemeler içeren 49 kararname çıkarması, ülkedeki o ana kadar egemen olan güçler arasında tedirginlik yaratmış ve düzenlemelerin dirençle karşılaşmasına ve kutuplaşmalara yolaçmıştır. 2001'in Aralık ayında ülkenin büyük işveren ve işçi sendikaları genel işi bırakma eylemi girişiminde bulunmuşlardır. 2002'de ordu ile sivil toplumun bazı öğeleri Chávez'i darbe ile başkanlıktan düşürmüşler, ancak Chávez halk ve ordu desteği ile 48 saat içerisinde görevine geri getirilmiştir. Venezuela petrolünün en büyük alıcısı olan ABD'nin başarısız darbedeki rolü tartışılmış ama kanıtlanmamıştır. 15 Ağustos 2004'te yapılan halkoylamasını Chávez oyların %58'ini alarak kazanmıştır. Ülkedeki Chávez karşıtı güçler halkoylamasınde yolsuzluklar olduğunu öne sürmüşlerse de, oylamanın geçerliliği Amerika Devletler Örgütü ile ABD'deki Carter Kurumunca onaylanmıştır. Venezuela Güney Amerika Uluslar Topluluğu'nun bir üyesidir. Güney Amerika'nın kuzeyinde, Karayip Denizi ve Kuzey Atlas Okyanusu kıyısında, Kolombiya ile Guyana arasında yer alır. 8 00 Kuzey enlemi, 66 00 Batı boylamında, Güney Amerika, Orta Amerika ve Karayipler ile sınırlı. Tropikal iklime sahiptir. Kuzeybatıda And Dağları ve Maracaibo ovaları, orta kısımda ovalar, güneydoğuda Guyana dağlık arazisi yer alır. Venezuela Cumhuriyeti, Başkanlık Tipi Cumhuriyet ile yönetilir. Başkent Karakas olup; idari bölümler; 23 eyalet,1 federal bölge, ve 1 federal bağımlı; Amazonas, Anzoategui, Apure, Aragua, Barinas, Bolivar, Carabobo, Cojedes, Delta Amacuro, Dependencias Federales, Distrito Federal, Falcon, Guarico, Lara, Merida, Miranda, Monagas, Nueva Esparta, Portuguesa, Sucre, Tachira, Trujillo, Vargas, Yaracuy, Zulia. Bağımsızlık günü, 5 Temmuz 1811 (İspanya ve Venezuela'dan), Milli Bağımsızlık Günü'dür. Ve 14 Eylül 1904 Venezuela*dan Milli bayramıdır. Milli Savuncu Günü*dür. Venezuela Cumhuriyeti*nin cumhurbaşkanının doğum günüdür. Venezuela son yıllarda yapılan keşifler sonucunda 2012 yılında dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip ülkesi durumuna gelerek, bu alanda Suudi Arabistan'ı geçmiştir. Böylece petrol rezervleri konusunda Suudi Arabistan yaklaşık 70 yıldır sürdürdüğü liderliğini kaybetmiştir. Venezuela, OPEC resmi verilerine göre 296 milyar varil ham petrol rezervlerine sahiptir. Örnek vermek gerekirse bu miktar petrol, Türkiye'nin 1220 yıllık ihtiyacını karşılamaya yeterlidir. Böylece Venezuela ekonomik ve politik olarak son derece stratejik bir konuma yükselmiş olmaktadır. İnternet ülke üst seviye alan adı İnternet Ülke Alan Kodu, (İngilizce ccTLD: "country-code Top Level Domain") İnternet adreslerinde ülkeyi belirten iki harflik en son uzantı. Örnegin www.istanbul.com.tr adresinde ".tr" Türkiye için İnternet Ülke Alan Kodunu gösterir. Örneğin bu kod Rusya için ".ru", İtalya için ".it"dir. Her internet adresinde
ülke alan kodu bulunmaz. Ülke Alan Kodu, Genel Alan Kodu (gTLD) ve Altyapı Alan Kodu (iTLD) ile birlikte kullanılan 3 çeşit en üst düzey alan uzantılarından biridir. Bu uzantılar ABD denetiminde bir kuruluş olan "IANA" tarafından belirlenmiştir. İktidar İktidar, yönetme gücünü elinde bulunduran kişi ya da kişiler. Örneğin, krallıkla yönetilen bir ülkede iktidar kraldayken demokrasiyle yönetilen bir ülkede iktidar, seçimle iş başına gelen seçilmişlerdir. Yöneten ve yönetilenlerin olduğu bir toplumda var olan kısıtlı kaynakları yönetilenlere tek başına dağıtma şansını elinde bulunduran kişidir. Ağ Ağ şu anlamlara gelebilir: Sovyetler Birliği Sovyetler Birliği () resmî adıyla Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ( - "Soyuz Sovetskih Sotsialistiçeskih Respublik") kısaca SSCB veya Sovyetler, Rus İmparatorluğu'nun Vladimir Lenin önderliğindeki Bolşeviklerce 1917 Ekim Devrimi'yle yıkılmasından sonra 1922 yılında kurulan ve 1991 yılına dek varlığını koruyan devlet. Avrupa'nın doğu kesimiyle, Asya'nın kuzey kesimi boyunca yayılan SSCB, II. Dünya Savaşı'ndan sonra 22.403.000 km²'lik yüzölçümüyle dünyanın en büyük ülkesiydi. Nüfus bakımından da 293.047.571 (Haziran 1991) kişiyle 3. sırada yer alıyordu. Aynı zamanda dünyanın başlıca siyasî ve askerî güçlerinden biri olan Sovyetler Birliği'nin batısında Norveç, Finlandiya, Baltık Denizi, Polonya, Çekoslovakya, Macaristan ve Romanya, güneyinde Karadeniz, Türkiye, İran, Afganistan, Çin, Moğolistan ve Kuzey Kore yer alıyordu. Kuzey ve doğu sınırlarını ise Kuzey Buz Denizi ve Büyük Okyanus çiziyordu. Birliğin başkenti Moskova, para birimi ise Sovyet Rublesiydi. 1917 Ekim Devrimi ile iktidara gelen Vladimir Lenin önderliğindeki Bolşevikler tarafından 1922 yılında kurulan SSCB, Soğuk Savaş sürecinde Amerika Birleşik Devletleri'nin karşısında önemli bir güç konumunda idi. 1985 yılında iktidara gelen Mihail Gorbaçov'un başlattığı Glasnost ve Perestroyka denilen ve 6 yıl süren reformların ardından 1991 yılının sonunda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği resmen dağıldı. Birliğin dağılmasıyla bağımsız olan 15 cumhuriyetten 12'si bir araya gelerek Bağımsız Devletler Topluluğu'nu oluşturdu. Miladi takvime göre 7 Kasım (Jülyen takvimine göre 25 Ekim) 1917'de Rusya'da Bolşevikler geçici hükümeti devirerek iktidarı ele geçirdiler. 8 Kasım'da Sankt-Peterburg'da açılan Rusya İşçi ve Asker Sovyetleri II. Kongresi'nde devrim lideri Lenin, Halk Komiserleri Konseyi (hükümet) başkanı seçildi. Lenin ilk olarak savaşan tüm hükümetlere ilhaksız ve tazminatsız bir barış önerisinde bulundu. Barış kararnamesini toprak kararnamesi izledi. Büyük mülk sahipliği yasaklandı. Kilise ile devletin ayrılması, medeni nikah, kadınlar ile erkekler arasında hak eşitliği, işletmeler üzerinde işçi denetimi, bankaların ulusallaştırılması, ulusal topluluk hakları vb. pek çok hak ve özgürlük getirildi. Fabrikalar işçi konseylerine devredildi. Büyük çoğunluğu Batı Avrupa devletlerince işletilen maden ocakları millileştirildi. Soyluluk unvanları kaldırıldı ve herkes kanun önünde eşit kabul edildi. İşçilerin günlük çalışma süresi 8 saate indirildi. Çocuk işçi çalıştırılması yasaklandı. Çalışan herkese, çocuklara ve çalışamayacak durumda olan yaşlı ve hastalara sosyal güvence sağlandı. Hafta sonları tatil ilan edildi. Bolşevikler eğitime çok önem veriyordu. Amaçları modern, prolekült anlayışıyla yetişmiş, milliyetçiliğe ve köhne geleneksel düzene düşman yeni bir "Sovyet insanı" yaratmaktı. Çocuk ve yetişkin herkes için eğitim seferberliği başlatıldı. Çarlık döneminde halkın sadece % 5'i eğitim imkanlarından faydalanabildiği için okur-yazar oranı oldukça düşüktü. Bu nedenle yetişkinler için işçi fakülteleri (rabfak) kuruldu. Bu fakültelerde işçilerin hem temel ve teorik, hem de mesleki ve pratik eğitim almaları sağlandı. Eğitim tüm toplum için ücretsiz ve mecburi hale getirildi. Böylece 1932'de çocukların %98'i bilfiil okula gidiyor olacaktı. Daha sonra Sovyetler Birliği %100'lük okuma-yazma oranıyla bu konuda dünyada birinci oldu. Eğitim-öğretim seferberliği Sovyet halklarını ilim ve teknolojide büyük başarılara imza atan bir toplum haline getirdi.. 25 Ocak 1918'de toplanan III. Sovyetler Kongresi'nde Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin kurulduğu ilan edildi. Eski Rus Çarlığı toprakları özerk cumhuriyetlere ayrıldı ve her ulusa yerel yönetimlerini örgütleme hakkı tanındı. Ülkede kısa sürede birçok reform yapılmasına karşın siyasi alanda önemli sorunlar yaşanmaktaydı. Almanya savaştan çekilen Sovyet hükümetine çok ağır şartlar içeren bir barış anlaşması önerdi. Dışişleri Bakanı Trotski Almanya'nın önerisine toprak talebinin olmadığı bir barış teklifiyle cevap verdi. Ancak bunu reddeden Almanya Doğu Cephesi'nde Rusya üzerindeki saldırılarını arttırdı. Petrograd'a saldırı tehlikesi üzerine hükümet güvenlik amacıyla Moskova'ya taşındı. Moskova Rusya'nın yeni başkenti oldu. Trotski Almanya'nın dayattığı ağır barış koşullarını kabul etmeyince görevden alındı ve yerine Litvinov getirildi.. Mart 1918'de Beyaz Rusya'nın batı toprakları Almanya'ya bırakılarak Brest Litovsk Anlaşması imzalandı. Almanya'da devrim olacağını uman Lenin, böylece verilen tavizlerin telafi edileceğini ifade ediyordu. 1919'daki devrim girişimi başarısız olsa da Almanya I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıktığı için Lenin'in vadettiği gibi verilen tavizler geçersiz oldu. Lenin I. Dünya Savaşı'nda Avrupa'daki sosyal demokratların çoğunun kendi hükümetlerinin saldırgan politikalarını desteklemelerini ve hükümetlerinin savaş bütçelerini onaylamalarını Marksizm'e ihanet olarak değerlendirdi. Bu nedenle Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin adının Komünist Parti olarak değiştirilmesini önerdi. Mart 1918'de parti resmi olarak Rusya Komünist Partisi adını aldı.. Rusya’da devrim başarıya ulaşmasına rağmen Bolşevikler merkezi Rusya dışında özellikle toprak aristokratlarının yoğun olduğu kırsal bölgelerde yeterince güçlü değildi. 1918'de çar yanlısı generaller, Birleşik Krallık, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri'nden aldıkları maddi ve askeri destekle Bolşeviklere karşı saldırıya geçtiler.. Lenin'in emperyalist savaş sırasında Çar ile diğer İtilaf devletleri arasında yapılan gizli paylaşım anlaşmalarını açıklaması Rusya'nın eski ortaklarını zor durumda bıraktı. Zaten müttefiklerinin savaştan çekilmesine karşı çıkan ve komünizmin kendi ülkelerinde de yayılmasından korkan emperyalist devletler gizli anlaşmaların da açıklanmasıyla Bolşeviklere karşı savaşmak üzere asker sevkiyatına başladılar.Bolşevikler bir yandan Anton Denikin, Aleksandr Kolçak, Pyotr Vrangel gibi monarşi yanlısı generaller ve onların müttefiki dış mihraklarla, diğer yandan fırsattan istifade ederek toprak kazanma amacıyla Rusya'yı işgale başlayan Romanya, Polonya ve Japonya ile mücadele etmek zorunda kaldılar. Lenin bu saldırılar karşısında Kızıl Ordu'yu örgütledi. Silahlı Kuvvetler Halk Komiseri olan Lev Trotski cepheye giderek Beyazlara karşı mücadeleyi organize etti. İçerideki karşı-devrimcilerle mücadele etmek için de Çeka kuruldu. Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin ilk istihbarat ve gizli servisi olan Çeka'nın kurucu önderi Feliks Dzerjinski devrimi sabote etmeye çalışanlara ve devlet dairelerine sızan rejim düşmanlarına karşı sert tedbirler aldı. Ancak monarşi taraftarları Bolşevik hükümetini devirebilmek için Beyaz Terör hareketlerine giriştiler.. Bunun üzerine özgürlükler geçici olarak kısıtlandı ve "Savaş Komünizmi" olarak adlandırılan bir dönem başladı. 1918 yazında saldırılar şiddetlendi. Almanya ile yapılan anlaşmayı bozarak Rusya'yı yeniden savaşa sürüklemek amacıyla Alman Büyükelçisi Mirbach temmuz ayında düzenlenen bir suikastla öldürüldü. 30 Ağustos 1918'de ise Fanya Kaplan adında bir teröristin düzenlediği suikast Lenin'in ağır bir biçimde yaralanmasına sebep oldu. Ancak o gün Kuzey Komünü Bolşevik Komiseri Moisei Uritski öldürüldü. İç savaş döneminde Beyazların Sovyet hükümetini devirebilmek için batılı emperyalistlerle iş birliği yapmaları ve batılı askeri birliklerin Rusya'yı işgaline izin vermeleri toplumda infial yarattı ve tarafsız kitlelerin de Kızıl Ordu'ya katılımında etkili oldu. Bu sayede 1919 yılından itibaren Bolşevikler Beyaz Terör'ü yenmeyi ve monarşi yanlısı beyaz orduları geri püskürtmeyi başardılar. Anti-komünist birliklerin düzensiz hareket etmesi ve Sovyet hükümetine desteğin artması üzerine daha fazla kayıp vermek istemeyen ABD, Fransa ve İngiltere 1920 yılında Beyaz komutanları yalnız bırakarak ülkeyi terk ettiler. Desteksiz kalan monarşi taraftarı generaller de ülkedeki Beyaz askerleri kaderine terk ederek kaçmaya başladılar. 1919'da devrimin tüm dünyada yayılması amacıyla Komünist Partileri bir araya getiren III.Enternasyonal kuruldu. İtalya, Fransa, İspanya, Portekiz ve daha pek çok Avrupa ülkesinde Komünist Partiler kurularak Komintern'e katıldı ve sosyalizmin yayılması için dünya genelinde örgütlü bir mücadele başladı.. 1921'de Bolşevikler iç savaştan zaferle çıkarak tüm Rusya'da otoriteyi sağladılar. Belarus, Ukrayna, Orta Asya ve Transkafkasya’da da Bolşevikler muhaliflerini bertaraf etmeyi başardılar. 1922'de savaş döneminde mecburi olarak kabul edilen sıkı politik ve ekonomik önlemler kaldırıldı. Lenin'in belirlediği ve Nikolay Buharin'in önemli ölçüde katkıda bulunduğu yeni ekonomik atılımları içeren NEP (Novaya Ekonomiçeskaya Politika / Yeni Ekonomi Politikası) kabul edildi. Toprak aristokratlarının sabotaj faaliyetlerine, kolektif çiftlikleri yağmalayarak üretimi düşürme çabalarına, karaborsacılık ve kasıtlı kıtlık yaratma girişimlerine karşı önlem amacıyla köylülerin serbest ticaret yapmalarına izin verildi. NEP emperyalist savaş ile iç savaşta daha da sarsılan ekonominin kısa sürede toparlanmasını sağladı. 1922 yılında devletin federal yapısı konusunda tartışmalar yaşandı. Milliyetler Halk Komiseri olan Stalin tüm cumhuriyetlerin Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti içinde özerk nitelikte teşkilatlanmaları gerektiğini savunuyordu. Lenin buna şiddetle karşı çıkarak tüm cumhuriye
tlerin eşit statüde, egemenlik haklarının korunduğu birleşik bir federasyon planı hazırladı. Plana göre her cumhuriyetin birlikten ayrılma hakkı vardı. Sonunda federasyonun oluşturulmasında Leninist ilkeler kabul edildi. 30 Aralık 1922'de Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin, Belarus SSC, Ukrayna SSC, Orta Asya ve Kafkas cumhuriyetleriyle birleşmesiyle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği resmen kuruldu. 1917 yılında ilk sosyalist hükümeti kurmayı başaran ve bu hükümeti yaşatabilmek için zorlu koşullarda bedel ödemek pahasına da olsa mücadele veren Vladimir Lenin iç savaşın bitimiyle birlikte enkaz halindeki ülkeyi yeniden inşa edebilmek için sosyalist ilkelerden kısmen taviz vererek NEP'i uygulamaktan çekinmedi. Enerjinin ülke kalkınmasındaki önemini belirten Lenin ekonomik politikaların da buna göre uygulanması gerektiğini savundu. Tarım ile sanayinin modernize edilmesinin önemini vurgulayarak, tarımda ilkel yöntemlerin derhal terk edilebilmesi için güçlü bir sanayi hamlesine ihtiyaç olduğunu ifade etti. Uluslararası alanda ise sosyalist devrimlerin yaygınlaşması için özellikle batılı sosyalist partilere destek vermekten çekinmeyen Lenin, Almanya'da 1919 yılındaki Spartaküs hareketinin başarısızlığı üzerine mücadelenin yönünü sömürge altındaki ülkelere çevirdi. Dünyanın pek çok yerinde emperyalist hegemonya altındaki halklara bağımsızlık çağrısı yaptı. 1922 yılının Mayıs ayından itibaren sağlığı bozulan Lenin, vasiyetname olarak kabul edilen ünlü notlarını yazdırdı. Bu vasiyetnamede Komünist Parti'de önde gelen mücadele arkadaşlarının olumlu ve olumsuz yönlerini sıralayarak çeşitli uyarılarda bulundu. Partinin iki önemli ismi Stalin ve Trotski arasındaki çatışmanın tehlikesini vurgulayan Lenin, 1922 yılında Komünist Parti Genel Sekreteri seçilen Yosif Stalin'in yetkilerinin daraltılmasının gerekliliğini sebepleriyle birlikte açıkladı. Ancak Mart 1923'te felç olan ve konuşamaz hale gelen Lenin resmi liderliğini sürdürse de politikadan uzaklaşmak zorunda kaldı. SSCB'nin siyasal ve ekonomik temellerini atarak dünyadaki ilk ve en büyük sosyalist devleti kuran Lenin 21 Ocak 1924'te öldü. Devrimin liderinin ölümüyle ülkede bir hafta sürecek yas ilan edildi. Birkaç günde 1 milyon insan Lenin'in naaşı önünde saygıyla eğildi. Lenin'in naaşı tahnit edilerek, 27 Ocak 1924'te düzenlenen büyük bir cenaze töreniyle Moskova Kızıl Meydan'da bulunan Lenin Mozolesi'nde daimi istirahatgahına konuldu. Lenin'in ölümünden sonra bir süre ülke onun istediği gibi kolektif iktidar (troyka) tarafından yönetildi. Ancak birlik ve beraberlik yönünde verilen onca demeç partideki rekabeti gizlemeye yetmedi. 1922'de Komünist Parti Genel Sekreterliğine getirilmiş olan Stalin bu yetki ile troyka içerisinde ön plana çıkmaktaydı. Zaten asıl rekabet de Kızıl Ordu'nun önderi Lev Trotski ile Milliyetler Halk Komiseri Yosif Stalin arasında yaşanmaktaydı. Özellikle izlenecek ekonomik politika konusunda görüş ayrılıkları bulunmaktaydı. Lenin dönemindeki ekonomik politikanın belirlenmesinde etkili olan Buharin ısrarla NEP'i savunurken kimi Bolşevikler de hızlı bir şekilde kolektivizasyona geçilmesini savunuyordu. Stalin ise önceleri bu tartışmalarda hakem rolü üstlenerek iktidarda daha geniş destek sağlamaktaydı. Stalin özellikle partide etkili konumda olan Zinovyev ve Kamenev'in desteğini alarak Kızıl Ordu'nun lideri Trotski'yi güçsüz bırakmayı başardı. Partide nüfuzunu kaybeden Trotski 1927'de ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Buharin'in savunduğu NEP'in gerekli iyileştirmeyi sağladığı savıyla sosyalizm için gerekli olan kolektif ekonomiye geçilmesi kararı alındı. 1924'te yeni anayasa kabul edildi. 1927'de Tüm Birlik Sovyetleri Beşinci Kongresi'nde SSCB'nin ulusal ekonomik gelişimini sağlayacak olan Birinci Beş Yıllık Plan hazırlanarak kabul edildi. Planın ilkeleri sanayi ve tarım alanlarında tek tek belirlendi. Lenin'in enerjiyi kalkınmanın temeli olarak kabul ettiği komünizm Sovyet iktidarı ve elektirifikasyonla sağlanır sözüne dayanarak enerji yatırımlarına ağırlık verildi. Ülkenin her yerinde hidroelektrik santralleri kuruldu. Ağır sanayiye de öncelik verildi. Tarımda kulakların (büyük toprak sahibi zengin köylüler) tasfiyesi ve tüm toprakların kolektifleştirilmesi kararı alındı. Topraklar kolhoz ve sovhoz olarak ikiye ayrıldı ve traktör gibi tarım araçlarıyla ilkel tarımdan modern tarıma geçildi. Ancak özellikle Ukrayna'nın batısında toprak aristokratları kolektifleştirmeye karşı gelerek kasıtlı olarak tarımsal verimi düşürme amacıyla sabotaj faaliyetlerine giriştiler. Traktör istasyonlarını yağmalayarak, kolektif çiftlikleri yaktılar. Bu durum hükümetin sert tedbirler almasına sebep oldu. Böylece Birinci Beş Yıllık Planın hedeflerine dört yıl üç ay gibi bir sürede ulaşıldı. 1933'te başlatılan İkinci Beş Yıllık Plan döneminde SSCB'de 4500 fabrika ve enerji tesisi yapılarak hizmete açıldı. Üçüncü Beş Yıllık Planın 1938-1941 arasındaki döneminde 3000'e yakın sanayi tesisi kuruldu. Böylece II. Dünya Savaşı öncesi planlı dönemde 9000 dolayında büyük ölçekli sanayi tesisi açılmış oldu. 1940 yılı sonunda SSCB ağır sanayi üretimi 1913'tekinin 12 katına ulaştı. Sovyetler dünyanın üç büyük ekonomisinden biri oldu. Tarım alanında Birinci Beş Yıllık Planda 210.000 kolhoz oluşturuldu. II. Dünya Savaşı öncesinde 6000'e yakın makine ve traktör istasyonu hizmete açılmış ve bu istasyonlarda yarım milyon traktör mevcut hale getirilmişti.. 1936'da yeni anayasa kabul edildi. Bu anayasada işçi ve köylülerin sosyalist devletinde sınıfsız toplumun sağlandığı gerekçesiyle ülkenin tüm yurttaşlarına oy hakkı tanındı. Bu dönemde Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan ve Türkmenistan'ın sınırları yeniden düzenlendi ve son şeklini aldı. Stalin döneminde dış politikada ise Sovyetler Birliği'nin kapitalist devletlerle barış içinde yaşama politikasına karşın batı Avrupa ülkelerindeki işçi hareketlenmeleri dolayısıyla tedirgin olan kapitalist cephe Nazi Almanyası ile ittifak oluşturmaktan çekinmedi. 1933'te Almanya'da iktidara gelen nazizm, sosyalizmin batıda yayılmasına karşı bir kalkan vazifesi görüyordu. Almanya ve İtalya'da devrimci güçlerin imha edilmesi ABD ve Birleşik Krallık tarafından memnuniyetle karşılandı. 1938'de Fransa ve Birleşik Krallık Almanya'nın Çekoslovakya'yı işgaline izin veren Münih Anlaşması'nı imzaladı. Bu durum Çekoslovakya'nın toprak bütünlüğünü tehdit eden bir duruma karşı saldırıya geçebileceğine dair 1924'te güvence veren Sovyetler Birliği için şok etkisi yarattı. Fransa'nın da bu konuda teminat sunmasına rağmen 1938 Münih Anlaşması'nı çekinmeden imzalaması Sovyetler tarafından şiddetle eleştirildi. Sovyetler Birliği 1939'da Almanya ile saldırmazlık paktı imzaladı. Stalin'in Nazi tehdidine karşı ülkesinin güvenliğini temin etme amacıyla imzaladığı bu pakt Hitler'in Polonya ve Fransa üzerine saldırı başlatması için bir fırsat oldu. Nazi Almanyası ile ilişkileri bozulan Batı Avrupa devletleri ve ABD daha önce Sovyetlerin uzlaşı çabalarına karşın Hitler ile yaptıkları ittifaka rağmen bu defa Stalin'in Saldırmazlık Paktı'nı imzalamasını eleştirdiler. 1939'da Moldova, Litvanya, Letonya ve Estonya cumhuriyetleri SSCB'ye katıldı. Belarus'a ait olup 1920'de mecburi olarak Polonya'ya bırakılan topraklar da geri alındı ve batı sınırları da hemen hemen son şeklini aldı. Böylece Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği 15 birlik cumhuriyetinden oluşan bir devlet haline geldi. Almanya 1939'da saldırmazlık paktı imzalamasına rağmen 22 Haziran 1941'de savaş ilanı yapmaksızın Sovyetler Birliği'ne ani bir saldırı başlattı. Rusya'nın iklim koşulları dikkate alınarak yazın başlatılan ve Barbarossa Harekatı adı verilen bu saldırıya hazırlıksız yakalanan Ruslar önceleri geri çekilmek zorunda kaldı. Sovyet generallerin Hitler'in imzaladığı pakta güvenmemesi gerektiği konusundaki uyarılarına rağmen yeterli hazırlığı yapmayan Stalin bu ani saldırı karşısında şok yaşadı. Nazilerin doğuya yönelmesi batı cephesindeki yükün hafiflemesi dolayısıyla müttefik devletler tarafından memnuniyetle karşılandı. Almanlar Ukrayna'nın batısında Katolikler ve eski toprak aristokratı ailelerden aldıkları destekle kısa sürede Moskova ve Leningrad önlerine ulaştı. Geçtikleri her yeri ve bu arada büyük ve küçük ölçekli 32.000 sanayi kuruluşunu yağma etti. Üçüncü Beş Yıllık Plan yarım kalırken metalürji tesisleri, maden ocakları, tren istasyonları, demiryolları, sovhoz ve kolhozlar, makine ve traktör istasyonları imha edildi. Ancak Stalin doğru bir politikayla bu tesislerdeki taşınabilir olanları Ural dağlarının doğusuna taşınması emrini verdi. 1941'de Savunma Sanayi Halk Komiseri olan Dmitri Ustinov askeri sanayi tesislerinin Ural Dağları'nın doğusuna nakledilmesi görevini üstlendi. 80'den fazla askeri sanayi tesisi, 600.000 işçi, teknisyen, mühendis Leningrad'dan tahliye edildi. Stalin 7 Kasım 1941'de Ekim Devrimi'nin 24.yıldönümünde Kızıl Meydan'da büyük bir geçit töreni düzenleyerek cepheye gidecek Kızıl Ordu askerlerine anavatan savunması konusunda kutsal mücadele çağrısı yaptı. Devrimin şehri Leningrad Naziler tarafından ablukaya alındı. Moskova'da ise güçlü bir savunma hattı oluşturan Ruslar Almanların şehre 100 km'den fazla yaklaşmasına izin vermedi. Bunun üzerine merkezi Rusya'yı doğudan abluka altına almayı ve Hazar petrollerine ulaşmayı amaçlayan Hitler emrindeki subayların uyarılarına rağmen Nazi ordusuna Stalingrad'a hücum etme emri verdi. Volga nehrinin iki yakasında kurulu şehrin yarısı Nazilerin işgali altına girdi. Şehirde partizan savaşları başladı. Önceleri cephe savaşları ile üstün gelen Almanlar partizan direnişi karşısında ise tam bir hezimete uğradı. Binlerce subayını partizan direnişinde kaybeden Naziler bozguna uğradı ve geri çekilmeye başladı. Mihver Devletleri'nin Doğu Cephesi'ndeki Nazi subayı Paulus kumandasındaki en büyük ordusu olan 6. Ordu tamamen imha edildi. Sovyet halkı ağır kayıplar verse de Kızıl Ordu 1943'te karşı harekatı başlattı. Leningrad kuşatması yarıldı. Kızıl Ordu Nazileri Sovyet topraklarından kovmayı başardık
tan sonra Polonya'dan itibaren tüm Doğu Avrupa'yı Nazi işgalinden kurtardı. Polonya'daki Nazi toplama kampları kapatıldı ve esirler serbest bırakıldı. Stalin Kızıl Ordu'ya Berlin'e ilerleme emri verdi ve Nisan 1945'te Kızıl Ordu Berlin'e girdi. Mayıs ayında da Nazi Almanya'sı teslim olarak barış anlaşması istedi. Böylece II. Dünya Savaşı sona erdi. Savaşın yıkımı Sovyet halkı için ağır oldu. Sovyetler Birliği 27 milyon kayıp verdi. Ekonomi sarsıldı. Savaştan sonra Sovyetler Birliği'nin desteğiyle Çekoslovakya, Bulgaristan, Macaristan, Yugoslavya, Arnavutluk, Demokratik Alman Cumhuriyeti, Polonya ve Romanya'da sosyalist halk cumhuriyetleri kuruldu. Bunların yanında Çin ve Kuzey Kore'nin de sosyalizme yönelmesi yalnız olan Sovyetler Birliği'ne müttefik kazandırdı. Ancak ABD ve müttefiklerinin komünizmin yayılmasından endişe etmesi ve Marshall Planı'nı uygulaması uluslararası gerilimin yaşanmasına sebep oldu. Ayrıca ABD ve uydu devletlerinin 1949'da kısaca NATO denilen Kuzey Atlantik Paktı ile Sovyetler Birliği'ne karşı askeri ittifak kurması dünyada yeni bir savaş tehlikesi yarattı. Dördüncü Beş Yıllık Plan ülke ekonomisinin yeniden toparlanmasını sağladı. Planlı ekonomiyle 1950'lerde sanayi ve tarımda savaş öncesinden daha iyi bir düzeye ulaşıldı.. Sanayide makine üretimine öncelik verilirken tarımda kolektivizasyon tamamlandı ve bakir toprakların da tarıma açılmasıyla üretim yeniden arttı. Ekim 1952'de Rusya Komünist Partisi (Bolşevik) Sovyetler Birliği Komünist Partisi adını aldı. Stalin’in son dönemlerinde Politbüro’da iktidar hesapları yapılmaya başlandı. Stalin devletin istikrarı açısından etrafındakilere yeterince itimat etmiyordu. Özellikle KGB şefi Lavrenti Beria’nın partide savaş sonrasında yaptığı tasfiye hareketleri ciddi tedirginlik yaratıyordu. Ancak Stalin gayri-resmi de olsa halefini seçmişti. 1946 yılında SBKP Merkez Komitesi Dış Politika Bölümü Başkanı olan, 1947'de ise Propaganda Bölümü Başkanlığı'na atanan Mihail Suslov iktidar hırsı yapmayan bir kişi olarak Stalin'in dikkatini çekmişti. Rus siyasi analist Jores Medvedev'e göre Stalin en çok, partinin ideoloji ve propaganda sorumlusu kabul edilen Suslov'a güveniyordu ve hatta ölümünden sonra onu genel sekreterliğe varis tayin etmişti. Ancak Suslov’un iktidar konusunda çaba göstermemesi partide diğer adaylara fırsat veriyordu. Stalin 5 Mart 1953'te öldü. Stalin'in tarihsel rolü dikkate alınarak bedeni mumyalandı ve naaşı Lenin Mozolesi'ne konuldu. Sovyet halkında şok etkisi yaratan Stalin'in ani ölümüyle birlikte ülkede iktidar mücadelesi başladı. 1953'te Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreterliği'ne Nikita Kruşçev, hükümet başkanlığına Georgi Malenkov getirildi. Troyka iktidarı ile yönetimde parti sekreteri, hükümet başkanı ve Yüksek Sovyet Prezidyumu başkanı bulunuyordu. Stalin'in ölümüyle iktidarı almaya çalışan ve Sovyet istihbarat servisi NKVD'in başkanı olarak Stalin dönemi tasfiyelerinin asıl sorumlusu olan Lavrenti Beria Aralık 1953'te idam edildi. 1956'da partide Kruşçev'e karşı muhalefet hareketi oluştuysa da Merkez Komite Başkanı Suslov'un desteğini alan parti sekreteri konumunu koruduğu gibi yetkilerini de genişletti. Sovyet siyasetçi ve dönemin Politbüro üyesi Mikoyan'ın daha sonra yapacağı açıklamaya göre Kruşçev güçlü bir muhalefete karşın Mihail Suslov sayesinde iktidarda kalmıştı. Kruşçev 1956'da Komünist Parti 20.Kongresi'nin gizli oturumunda Stalin'e yönelik ağır eleştirilerde bulundu. Stalin dönemi tasfiyelerinin partiye büyük zarar verdiğini ve Stalin kültünün yıkılması gerektiğini ifade etti.. Ancak Stalin'in tarihsel rolü ve Sovyetler Birliği'nin kalkınmasındaki liderlik vasfı hiçbir zaman tartışma konusu edilmedi. Siyasi tutuklular serbest bırakıldı. Kongreden sonra toplumda Stalin'e yönelik sevgiden dolayı halkın tepkisini çekmemek ve toplumsal infial yaratmamak için Stalin heykelleri sessizce ve yavaş yavaş kaldırıldı. 1961 yılında Stalin'in tahnit edilmiş naaşı Lenin Mozolesi'nden çıkarılarak Kremlin Duvarı Mezarlığı'na defnedildi. Kruşçev dış politikada kapitalist devletler ile uzlaşmaya çalışsa da ABD hegemonyasına karşı savunma tedbirleri almaktan da çekinmedi. NATO ittifakına karşı 1955'te sosyalist devletlerle birlikte Varşova Paktı'nı kurdu. Kruşçev'in uluslararası arenada izlediği politika bazı müttefik devletlerle gerilim yaşanmasına sebep oldu. SSCB'nin ABD ile yakınlaşma politikası Çin ile ilişkilerin bozulmasına sebep oldu. Mançurya'daki sınır problemini henüz halledememiş olan ancak müttefik oldukları için bu konuyu sorun haline getirmemeye çalışan iki devlet Kruşçev'in Washington ziyaretleri ve batı ile iş birliği çabaları sebebiyle siyasi bir gerilim yaşadı. Çin Sovyetler Birliği Komünist Partisi'ni Marksizm-Leninizm'e ihanet etmekle suçlarken, Kruşçev buna Lenin'in batı ile dost olma politikasıyla cevap verdi. SSCB ekonomide, bilim ve teknolojide sağladığı büyük başarılarla dünyada iki süper güçten biri haline geldi. 1957'de Sputnik adı verilen ilk uydu uzaya gönderilerek dünyanın yörüngesine yerleştirildi. 1961'de Yuri Gagarin uzaya giden ilk insan olarak tarihe adını yazdırdı. Sovyetler Birliği başarılarıyla ABD'den bir adım önde olduğunu gösterdi. SSCB'nin dahili başarılarının yanında dışarıda da komünizm hızla yayılmaktaydı. 1959'da Küba'da Fidel Castro'nun önderliğindeki devrimin başarılı olması ve bu ülkede sosyalizmin ilan edilmesi ideolojinin ABD kapılarına dayandığını gösteriyordu. Castro'nun sık sık yapacağı Moskova ziyaretleri ve devrim dalgasının tüm Latin Amerika'da yayılmaya başlaması NATO üyesi devletleri işçi hareketlenmelerine karşı yeni tedbirler almaya yöneltti. ABD ve müttefikleri ile ilişkilerin geliştirilmesi çabalarına karşın, sömürge altındaki ülkelerdeki devrim hareketlerinden endişelenen ABD, SSCB'ye karşı uydu devletlerde füze konuşlandıracak, bunlar da yeni bir savaş tehlikesi yaratacaktı. Kruşçev döneminde SSCB'de bilimsel-teknik ve ekonomik ilerlemelere karşın bazı siyasi sorunlar yaşanacaktı. Komünist sistemi tehlikeye sokacak bazı icraatlar ve anti-komünist saldırganlığa verilen tavizler dikkati çekerken, tarımsal alanda da problemler ortaya çıkmaktaydı. İşlenen topraklar ve tarımsal üretim artıyordu ama hasılat hızla artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılayamıyordu. Bu nedenle buğday başta olmak üzere bazı tarım ürünlerinin ithalatı artmaktaydı. Tüm bu sorunlar partide Kruşçev'e karşı muhalefet hareketlerinin oluşmasına sebep oldu. Moskova hizbi olarak adlandırılan bu muhalefet hareketinde liderliği üstlenen Politbüro başkanı ve ideolojik yetkili Mihail Suslov önceleri desteklediği Kruşçev'in artık yetkilerini kötüye kullandığı, Stalin'e yönelik eleştirilerinin kişisel bir düşmanlık haline geldiği, Anti-Stalinizasyon kampanyasının yıkıcı bir etki yarattığı savıyla genel sekreterlik görevinden alınması çağrısında bulundu. Partide güçlü bir nüfuzu olan Suslov'un bu çağrısı üzerine Yüksek Sovyet Ekim 1964'te Kruşçev'i azletti. 14 Ekim 1964’te Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreterliğine Leonid Brejnev, Hükümet Başkanlığına Kosigin, Yüksek Sovyet Prezidyumu Başkanlığına ise Mikoyan getirildi. Mikoyan Prezidyum Başkanlığı'nı daha sonra Nikolay Podgorni'ye, o da genel sekreterin siyasi etkisini arttırmasıyla ve anayasal değişikliğe gidilmesiyle 1977 yılında bu makamı Leonid Brejnev'e bıraktı. 1965-1970 yılları arasındaki yeni ekonomik planda kabul edilen reformlar olumlu sonuçlar alınmasını sağladı. Dünyadaki petrol fiyatlarının yükselmesinin de etkisiyle VIII. Beş Yıllık Plan'ın sonuçları yıkılışa kadarki ekonomik planlar içerisinde en verimlisi oldu. Bu dönemde Sovyetler Birliği ekonomik açıdan iki süper güçten biri haline geldi. 1966'da işletmecilerin yetkisini genişleten reform önerisi kabul edildi. Verimliliği arttırmak için işletmelerin karlılık esası üzerinden değerlendirilmesi kararlaştırıldı. Sosyo-ekonomik alanda da önemli gelişmeler söz konusuydu. Kentsel nüfus artmış, kültür seviyesi yükselmiş ve okuma-yazma oranı %100'e ulaşmıştı. Dünya Bankası verilerine göre 1970 yılında SSCB'de finansman kaynakları itibarıyla eğitim harcamalarının GSYİH’ya oranı % 7'ydi.. Halen G 7 ülkelerinden dahi bazılarında bu oran % 5-6 civarındadır.. Bilim ve teknoloji alanındaki ilerlemeler Nobel ödüllerinin sıralanarak adeta övünç kaynağı olmasını sağladı. Vietnam'ın ve bazı Afrika ülkelerinin sömürgeciliğe karşı bağımsızlık mücadelelerinde Sovyetler Birliği'nden yardım almaları ve komünizmi tercih etmeleri SSCB ile ABD'yi pek çok kez karşı karşıya getirdi. 1963 yılında Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi (Vietkong)'nin Fransız sömürgeciliğine karşı başlattığı bağımsızlık hareketi ABD'nin ülkeyi işgal etmesine sebep oldu. Sömürgecilerle iş birliği yapan güneylilere karşı Vietkong gerillaları Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerin maddi yardımlarıyla desteklendi. Kuzey Vietnam'ın 1975'te mutlak zafer kazanması ABD'nin tek kutuplu dünya arzusuna ket vururken, SSCB'nin uluslararası prestijini arttırdı. Buna rağmen Brejnev'in Lenin'in barış politikasını devam ettirme konusundaki ısrarcı politikası sayesinde ABD ile silahsızlanma antlaşmaları imzalandı. Ancak bu anlaşmalar Küba ile ilişkilerin bozulmasına sebep oldu. ABD'nin hegemonyacı siyasetine ve ülkesini işgal etme tehdidine karşı Sovyetler Birliği'nden yeni ve güçlü bir savunma hattı isteyen Küba lideri Castro'nun talebi Brejnev tarafından reddedildi. Bundan sonra Sovyetler Birliği ile Küba arasındaki ilişkiler ticari alışverişten öteye gidemedi. Fidel Castro da Sovyetler Birliği Komünist Partisi'ni Marksizm-Leninizm'e ihanetle suçladı. Paris'te başlayan ve önce Avrupa'ya daha sonra tüm dünyaya yayılan 1968 Mayıs hareketi ise Marksizm-Leninizm'in uluslararası siyasi arenada güçlenmesini sağladı. Fransa'da De Gaulle yönetiminin ekonomik politikasını ve işsizliği protesto amacıyla öğrencilerin başlattığı gösteriler işçilerin katılımıyla arttı. Protestolar pek çok ülkede yayıldı ve uluslararası düzeyde Vietnam Savaşı, ABD, faşizm ve sömürgecilik karşıtı isyanlar halini aldı. 1968'de Çekoslovakya'dak
i Prag isyanı ise Moskova'nın güdümüne karşı çıkan Çek Sosyalistlerinin bir direniş hareketi olarak başladı. Çekoslovakya Komünist Partisi'nin lideri olan Alexander Dubček ülkesinde reform hareketlerine girişerek Moskova'dan bağımsız bir sosyalist politika uygulayınca Varşova Paktı ülkeleri Prag'a askeri müdahalede bulundu. Her şeye rağmen Çekoslovak halkının Moskova yönetimini eleştiren ancak Marksizm-Leninizm'e sahip çıkan pankartlarla bu müdahaleyi protesto etmesi insancıl sosyalizme olan inançlarının bir kanıtı olarak dikkat çekti. 1970'li yıllara gelindiğinde Sovyetler Birliği artık gücünün doruklarındaydı. Uzay Çağı'nı başlatan ve ABD ile uzay yarışına giren SSCB, Doğu Avrupa'daki sosyalist ülkelerle kurduğu ticari iş birliği örgütü COMECON ile de Avrupa Ekonomik Topluluğu karşısındaki rekabetçi gücünü gösteriyordu. 1971-1975 arası dönemi kapsayan IX. Beş Yıllık Plan döneminde ise sanayi üretiminde % 43 artış sağlanırken, enerji ve yakıt üretimine özel bir ağırlık verildi. Bu dönemde SSCB kömür, demir cevheri, çelik, petrol, çimento, yapay gübre üretimi gibi alanlarda dünyanın en büyük üreticisi ve ihracatçısı durumuna geldi.. Dönem boyunca ulusal gelir artışı % 28'i buldu. Devletin temel görevi halkın gelir seviyesini yükseltmekti. Bu ekonomik politikayla işçi ve memurların ortalama aylık ücreti 1970-1985 arasında % 50'den fazla arttı. Aynı dönem içinde toplam perakende fiyat endeksi ise sadece % 8 artış gösterdi. Söz konusu fiyat artışı altın, pırlanta ve kürk gibi bazı lüks eşyalara yapıldı. Sovyetler Birliği'nde halkın lükse olan ilgisini azaltma çabası ilk dönemlerden itibaren geçerli bir politikaydı. Ancak halkın temel ihtiyaçlarını karşılayabilmesi adına gıda maddeleri ve tüm temel tüketim mallarının fiyatları aynı kaldı. Bu da Sovyet halkının alım gücünün hızla yükselmesini sağladı. Yine 1970-1985 yılları arasında toplumsal tüketim fonları iki kattan fazla büyüdü. Bu fonlar sayesinde halka parasız ilk, orta ve yüksek öğretim, herkes için parasız sağlık hizmeti, ev kirasıyla belediye hizmetleri ve kent içi toplu taşıma ücretlerinin üçte ikisinden fazlası, emekli maaşları, burs, yardım parası, kreş ve ana okulu harcamalarının tümü ve birçok başka ödemeler sağlandı. Böylece halkın gerçek geliri % 40 oranında daha artmış oldu. Kültür ve sanat alanındaki gelişmeler de dikkat çekiciydi. Halkın sanatsal etkinliklere ilgisini arttırmak adına sinema, tiyatro, bale, konser gibi etkinlikler oldukça düşük ücretle toplumun hizmetine sunuldu. Lenin'in "sinema sanatlar içerisinde en önemlisidir" sözü Sovyet sinemacılığına önemli bir ivme kazandırdı. Sosyalist ülkelerde ilgiyle izlenen Sovyet filmleri kapitalist ülkelerde ise ideolojik etkenlerden dolayı yayınlanmadı. Okur-yazar oranının en yüksek seviyeye ulaşması diğer devletlerle adeta yarış yaparcasına toplumun kültür düzeyini arttırmaya çalışan devletin uluslararası alanda prestijini arttıracak önemli gelişmeleri de beraberinde getirdi. 1925 yılında yayınlanmaya başlayan Komsomolskaya Pravda gazetesi 1970'li yıllarda 17 milyona ulaşan günlük tirajı ile tüm dünyada en çok satan gazete unvanını kazandı. Önceleri Komsomol örgütüne bağlı gençlik gazetesi olarak çıkan ancak zamanla toplumun her kesiminden vatandaşların okuduğu bu gazete mevcut tirajıyla devletin Sovyet toplumunu batıdaki toplumsal yozlaşmalarla kıyaslaması için bir nevi gurur kaynağıydı. Çocuklar için yayınlanan Pionerskaya Pravda, Komünist Parti'nin resmi yayın organı Pravda, emekçi gazetesi Trud vb. toplumun her kesimi için yayınlanan gazetelerin olması halkın kültür seviyesini yükseltmek adına verilen bir mücadelenin kanıtıydı. 1976 yılındaki SBKP XXV. Kongresi'nde gelişmiş sosyalist topluma denk düşecek yeni bir anayasa hazırlanması kararı alındı. Büyük Ekim Sosyalist Devrimi'nin 60.yıldönümüne yetiştirilecek şekilde yapılan çalışmalarla 1977 yılında SSCB'nin yeni anayasası kabul edildi. Bu anayasada devlet çok uluslu sosyalist federasyon olarak tanımlandı. Ülkede burjuvazi ve sömürücü sınıflar kalmadığı için anayasadaki işçi ve köylülerin sosyalist devleti ifadesi kaldırılarak tüm halkın sosyalist devleti ifadesi getirildi. Sadece sanayi ve tarım sektöründe çalışanlar değil hizmet sektörü de dahil tüm ekonomik faaliyetlerde görev alanlar ve dolayısıyla tüm halk emekçi sınıfı olarak kabul edildi. Sovyetler Birliği Marşı'nın sözleri yeniden düzenlendi ve Stalin'e yönelik atıflar kaldırıldı. Brejnev Ekim Devrimi'nin 60.yıldönümünde yaptığı konuşmada Avrupa'daki bazı Komünist Partilerin Marksizm'i terk ederek Eurokomünizm fraksiyonuna yönelmelerine cevap olarak Komünist Parti'nin Marksizm-Leninizm'e olan bağlılığını ve Lenin'in ilkelerinden ödün verilmeyeceğini açıkladı. Avrupa'daki durumun aksine Güneydoğu Asya ve Afrika'daki Komünist Partiler ise Sovyetler Birliği ile ilişkilerini geliştirme yönünde bir politika izlediler. Brejnev döneminde dış politikada Sovyetler Birliği'nin etkisi giderek artmaktaydı. 1978'de Afganistan'da sosyalistler iktidara geldi ve Afganistan Demokratik Cumhuriyeti kuruldu. Ancak 1979'da ABD destekli terör örgütleri yeni Afgan hükümetini devirebilmek için saldırıya geçti. ABD tarafından silahlandırılan Taliban vs. terör örgütleri ülkede iç savaş başlattı. İktidarı tehlikeye düşen sosyalist Babrak Karmal Sovyetler Birliği'nden yardım istedi. Bu gelişmeler üzerine Kızıl Ordu Afganistan'a girdi. Ancak Afganistan'a asker sevkiyatı, bu müdahalenin maddi külfetinden dolayı ülkede ciddi bir muhalefet hareketinin oluşmasına sebep oldu. Fakat kısa süre önce Prezidyum Başkanlığı'nı da alarak gücünü pekiştiren Brejnev, Silahlı Kuvvetler Komutanı Dimitri Ustinov'un da müdahaleyi desteklemesiyle muhalif hareketleri kolayca bertaraf etmeyi başardı. Brejnev döneminde Fransa ve Almanya Federal Cumhuriyeti başta olmak üzere pek çok Avrupa ülkesiyle ekonomik, kültürel ve toplumsal antlaşmalar yapıldı. Sibirya'daki doğalgazın batı Avrupa ülkelerine taşınması için büyük bir boru hattı projesi başlatıldı. ABD'nin ambargo ve ticari kısıtlama çabalarına karşın Brejnev batı Avrupa devletleriyle ticari alışverişi geliştirme yönünde çaba sarf etti. 1981'deki SBKP XXVI. Kongresi'nde Brejnev uluslararası alanda barışın sağlanmasının en önemli sorun olduğunu belirtti. 1982'de de Dışişleri Bakanı Andrey Gromiko SSCB'nin nükleer silahı kullanan ilk ülke olmayacağı ve topraklarında nükleer silah bulundurmayan ülkelere karşı nükleer silah kullanmayacağı taahhüdünde bulundu. Brejnev iktidarı genel olarak ülkede bir istikrar dönemi olarak sürdü. Ekonomik kalkınma, halkın refah seviyesinin yükselmesi toplumsal barış ortamının korunmasında belirleyici oldu. Ancak yaşlı lider Brejnev'in 10 kasım 1982'de ölmesi SSCB'de sık sık liderlerin değiştiği bir dönemin başlamasına sebep oldu. Brejnev'in yerine SBKP Genel Sekreterliğine KGB şefi Yuri Andropov getirildi. Andropov genel olarak Brejnev'in istikrar sürecini devam ettirmeye yönelik bir politika izledi. SSCB'de toplumsal refahın korunmasında etkili olan bu politika batılı kapitalistler tarafından muhafazakarlık olarak değerlendirildi. Andropov 1984 Şubat'ında ölünce yerine Konstantin Çernenko getirildi. Ancak Çernenko da 1985 Mart'ında ölünce SBKP Genel Sekreterliğine daha genç biri olarak Mihail Gorbaçov getirildi. Gorbaçov iktidara geldikten sonra Sovyetler Birliği'nde pek çok değişiklik yapma konusunda adımlar attı ancak bu adımlar SSCB'yi altı yıl içinde parçalanmaya götürecek olaylara zemin hazırladı. Şubat 1986'da toplanan SBKP XXVII. Kongresi'nde siyasal alanda glastnost (açıklık) ile sosyal ve ekonomik alanda perestroyka (yeniden yapılanma) ilkeleri kabul edildi. Ancak açıklık politikası ile birlikte cumhuriyetlere sızan batılı sivil toplum kuruluşları ile basın ve medyanın Rus olmayan uluslar üzerinde yaptığı ayrılıkçı propagandalar milliyetçi taleplerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Yeniden yapılanma ise ekonomide aşırı merkeziyetçilikten adem-i merkeziyetçiliğe geçilmesini ve kısmi özel girişimciliğe izin verilmesini hedefliyordu. Ancak bu konuda da hızlı ve hatalı dönüşümler ekonominin her alanında hızlı bir gerileme yaşanmasına sebep oldu. Sanayide, madencilikte ve tarımsal alanda üretim düştü. Halkın gelir seviyesi ve alım gücü hızla azaldı. Gorbaçov 1987'de Büyük Ekim Sosyalist Devrimi'nin 70.yıldönümü kutlamalarında yaptığı konuşmada Stalin ve Trostki'ye yönelik ağır suçlamalarda bulundu. Partide yaşanan tasfiyelerden dolayı Stalin'i ve uzlaşmaz tavırlarından dolayı da Trotski'yi eleştirdi. Stalin'in ülkenin ekonomik kalkınmasındaki rolünü kabul etse de tasfiye hareketlerinin partiye büyük zarar verdiğini ifade etti ve ülkenin yaşadığı mevcut sorunların temelinde Stalin'in hatalarının olduğunu belirtti. 1989 yılında iki Alman devleti Demokratik Alman Cumhuriyeti ve Federal Alman Cumhuriyeti'nin birleşmesine izin verildi ve bu birleşme resmi olarak 1990 yılında gerçekleşti. 1989 yılında diğer sosyalist halk cumhuriyetlerinde batılı devletlerin başlattığı anti-komünist propagandaya müdahale edilmemesi ve bunun sonucunda sosyalist iktidarların birer birer düşmesi bu ülkelerle siyasi ve ticari birlik örgütleri kuran SSCB'yi ekonomik olarak daha da sarstı. SSCB'de daha önce olmayan enflasyon serbest piyasa ekonomisine geçişle birlikte ortaya çıktı ve kısa sürede önemli bir sorun haline geldi. 1990'da piyasada fiyatların serbest bırakılması ve hızla yükselmesi halkın temel ihtiyaçlarını bile karşılamasını zorlaştırdı. Yanlış politikalar sonucu gelen ekonomik çöküş milliyetçi taleplerin daha da artmasına sebep oldu. İlk isyan ABD merkezli sivil toplum kuruluşlarının faaliyet gösterdiği ve halkı tahrik ettiği Baltık ülkelerinde oldu. Mart 1990'da Baltık ülkesi Litvanya'nın ayrılığını ilan etmesi Kremlin'in müdahalesine sebep oldu. Ancak gelişmeler yeni reformların yapılmasını gerekli kıldı. 1990'da başkanlık sistemine geçildi ve Gorbaçov SSCB Devlet Başkanı seçildi. 1991'de Komünist Parti'nin yönetici rolü kaldırılarak çok partili sisteme geçildi. 1990 yılının Aralık ayında Gorbaçov Sovyet cumhuriyetlerine yenilenmiş birlik anlaşması ça