article
stringlengths
7.34k
10k
evlenen kişinin baba ocağında oturması ender rastlanan bir durumdur. Bir hanede birden fazla kardeşin oturmasına sık rastlanmasına rağmen, bu kardeşler mal varlığı ve iş açısından birbirlerinden bağımsızdırlar. Ancak, bir konuk geldiğinde veya dışarıdan gelebilecek haksızlıklara karşı tek vücut olurlar. Çocuğa anası babası değil, dedesi ninesi (ya da yakın akrabadan veya dostlardan biri) ad verir. Kaşenlik, habze kuralları çerçevesinde, [[evli]] ya da [[nişanlı]] olmayan bekar kız ve erkeklerin arasındaki [[arkadaşlık]] ilişkisi olup bu ilişkiyi sürdüren her ikisine de kaşen adı verilir. Genç kız ve erkeğin ne kadar uzak olursa olsun akraba (aynı sülaleden/tlepkten) olmaması gerekir. Tanışma sürecinde akraba olduğunu öğrenen gençler kaşen olmamaktadır. Eskiden genç kız ve erkeğin aynı köyden olması yasaktı. Günümüzde ise hoş karşılanmamakla beraber izin verilir. Gençler birbirlerine saygılı davranmak zorundadır. Kız, genç erkekle tanışmak istemediğinde, erkek kızı rahatsız etmez. Çerkeslerin yazılı olmayan habze kurallarına uymak zorundadırlar. İki kardeş aynı anda toplantıda bulunmaz. Öncelik büyük kardeşindir. Kaşenler topluluk dışında buluşamazlar. Zehes esnasında genç erkeğin ayağa kalkması ve "toplum müsaaade ederse ... hanıma kaşenlik teklif ediyorum" demesiyle gerçekleşmesi adettendir. Genç kız da ayağa kalkarak cevap verir eğer ortamda akrabadan bir büyüğü varsa ona vekalet verir. Genelde köyün gençlerinin misafir kızlara kaşenlik teklif etmesi adeti vardır. Çerkes kız ve erkekleri birbirleri ile düğünlerde ("ceug"), toplantılarda, muhabbet ortamlarında birlikte olurlar. Sorumluluğu "thamate" adı verilen bir kişide olan bu toplantılar en yaygın olarak köylerde görülür. Bu tür toplantılarda genellikle birkaç köyün gençleri bir araya gelir. Sabahlara kadar süren sohbetler, oyunlar ve eğlenceler yapılır. Kız ve erkeklerin karşılıklı oturduğu bu geceler gençlerin birbirlerini tanımalarına yardımcı olmaktadır. Muhabbet geceleri bir eğlence kaynağı olduğu kadar aynı zamanda eğitim yeri de sayılmaktadır, zira kızlar ve erkekler belirli bir yaştan başlayarak bu tip toplantılarda Çerkes adet ve görenekleri çerçevesinde eğitilirler. Kaşenlik, Çerkeslerde sosyal dayanışmaya, toplum bütünleşmesine katkı yaptığı gibi, toplum düzenini sağlamada çok önemli bir işlev görmektedir ve esas olarak [[evlilik|evliliğin]] ilk adımıdır. Çerkeslerin çoğu kaşenlik süreci sonunda evlenmişlerdir. Her Çerkesin kaşeni vardır, fakat her kaşenlik evlilikle sonuçlanmaz. Pseluk ile başlayıp daha sonra da devam eden kaşenlik Çerkeslerde ciddi ve şaka kaşenlik olmak üzere iki tipte görülür. "Şaka kaşenlik" (semerko) sadece bir toplantı süresince yapılır ve gençlerin her toplantıda farklı kaşeni olabildiği için bir Çerkez kızının ya da erkeğinin evleninceye kadar çok fazla kaşeni olabilmektedir. "Ciddi kaşenlik" ise evliliğe yöneliktir ve başka toplantılarda da devam eder. Tam olarak karşılamasa da, günümüzde en yakın biçimde [[flört]] kavramıyla ifade edildiği de olur. Fakat flört ya da sevgili gibi yorumlanması yanlıştır. Zira, flörtte iki cins de üçüncü bir kişi olmadan başbaşa vakit geçirirken, kaşenler kesinlikle bir arada yalnız kalamazlar. Düğün de dâhil herhangi bir toplulukta, birbirini beğenip kaşen olan bir gençle bir kızın o topluluğu terk ederek bir odaya çekilmeleri veya birlikte dışarı çıkmaları doğru karşılanmaz. Bunu gizli yapsalar bile, terk ettikleri topluluğu hafife almak, geleneklere karşı çıkmak ve özellikle kızın ailesine hakaret kabul edilir. Eğlenceli bir toplantıda ve daha çok da düğünlerde kaşen olunur. Kaşenler söyleyecekleri her şeyi birbirine yine toplum içerisinde söyler. Baş başa sohbet yoktur. Kullanılan kelimeler, birbirlerini ve beraberlerindeki insanları rahatsız etmeyecek şekilde özenle seçilir. Kısaca sohbet karşılıklı iltifatlar şeklinde geçebilir. Kaşen olanlar bu düşünceyi daha da olgunlaştırıp evlilik ile de sonlandırabilir. Kaşenlik ile [[görücülük|görücü usulü evlilik]] arasında da benzerlik bulunmaz; zira, kaşenlikte gençler tanışır, birbirlerini beğenir ve severlerse evlenirler, ailelerin etkisi yoktur. Görücü usulü evlilikte ise aileler devreye girer ve daha önce birbirlerini tanımayan gençler evlendirilir. Kaşenlik; her Çerkes gencinde (kız-erkek) en tatlı anıları bırakan ve hayatının her döneminde, eşine bile eski kaşenini söylemekte sakınca göremeyeceği bir olaydır. Yapılan bir araştırmada [[küreselleşme]] ile beraber kaşenlik kavramının azaldığı ve kaşenlik geleneğinde bozulmalar olduğu tespit edilmiştir. Toplumsal değişmelerin yaşandığı günümüzde kaşenlik devamlılığını azalarak da olsa sürdürmektedir. Kişiler evlenmeye karar verirlerse bu sefer bunu kendi aralarında akitleşirler. Bu durumda da euç denilen bir hediye verilir. Euç söz karşılığı verilen maddi bir hediyedir. Söz verdi anlamına gelir. Kaşenlik neticesinde evlenmeyi kabul etti demektir. Bu hediyeyi erkek bayandan ister. Bayan da kendi inisiyatifinde bir hediye verir. Bu hediye bir boyun bağı, mendil, yüzük, bilezik olabilir. Erkek de bunun karşılığında kıza bir yüzük vermektedir. Bu karşılıklı hediyeleşme durumu sadece kız ve erkek arasında olmaz. Kızın ve erkeğin yanında arkadaşlarından veya akrabalarından birkaç kişi bulunmak durumundadır. Söz verme ve hediyeleşme hadisesi onların nezaretinde olmaktadır. Evlenmek amacıyla kaşen olan ve bunu akit altına alan genç kız ve erkekler bu durumda toplumdan ayrı bir yerde yalnız başlarına konuşamazlar. Onların yanlarında mutlaka arkadaşları da olmak durumundadır. Toplumun dışında ve toplumdan habersiz bir yerde konuşmaları yasaktır. Bu durum evleninceye kadar böyle devam eder. Kaşenlik sonucunda yapılan evliliklerde boşanmanın yok denecek kadar az yaşandığı tespit edilmiştir. Bu durumun nedeni evlenen kişilerin birbirlerini tanıdıktan sonra evlenmeleri olarak tespit edilmiştir. Bir başka nedeni ise Çerkeslerde boşanmanın ayıp olması ve yadırganmasıdır. Çerkeslerde erken yaşta [[evlilik]] görülmez ve geç evlenmeleriyle dikkati çekerler. Türkiye'de genelde [[Lazlar]]dan, Türklerden ya da [[Kürtler]]den daha geç evlenirler. Bir Çerkes [[atasözü]] «köpek niteliklerini üç yaşında, at dokuz yaşında, erkek otuz yaşında gösterir» der. Evlenme yaşı erkek için 25 – 35 arasıdır; zira aile sorumluluğunun bilineceği yaş olarak o yaşlar görülür. Büyük kardeş evlenmeden küçük kardeş evlenemez. Kafkasya'da sürgün öncesi güçlü sınıf ayrımı görülürken, sürgün sonrası toplumdaki sınıf farklılığının kopuk olmasına karşın yine de Türkiye'de yakın zamana kadar Çerkesler arasında soylu sınıftan birinin köle sınıfından biriyle evlenmemesi şeklindeki kuralların geçerliliğini koruduğu söylenebilir. Bunun yanında Çerkes olmayanlardan kız alıp vermemek şeklinde sürdürülen bir tavır gelenek ve göreneklerin daha az değişime uğramasında etkili olmuştur. Çerkeslerde [[iç güveyi]] uygulaması hemen hemen görülmez. Daha çok, genç yaşta dul kalmış çocuklu ve yalnız kadınlar, çok yoksul ya da azatlı köle erkekleri evlerine kabul etmiş ve evlenmişlerdir. Bu tür evlilik yapan erkeğe "tlekhehaj" denir. Kızlar evlenene kadar baba ya da erkek kardeşlerinin evinde yaşarlar. Kadının evindeki yaşamı çok rahattır; genç kızların baba evinde büyük özgürlüğe sahip olmalarına karşın evlendikten sonra bu rahatlıkları ortadan kalkar. Kız iken rahat olan Çerkeslerin gelin olduktan sonra sıkıntıya girmeleri bir Çerkes atasözünde "Çerkesin kızı Türkün gelini/Çerkese kız Türke gelin olacaksın" biçiminde dile getirilir. Yaşlıların bulunduğu büyük ailelerde gelin yemek yemez, konuşmaz, oturmaz ve çekingen davranır. Kardeşler evlendikten sonra ayrı ev kursalar bile, "büyük ev" ya da "ana ev" dedikleri baba evi ile ilişkilerini kopparmazlar. Çerkeslerde kız kaçırma yaygın bir gelenektir. Fakat zor kullanılmaz, kızın rızası olmadan kaçırılmaz. Kızı erkeğin arkadaşları kaçırır ve bir aileye teslime eder ve o aile kız evi rolünü yüklenir. Zehes ("зэхэс"), uzun kış gecelerini hoşça geçirmek, misafiri hoş tutmak gibi gerekçelerle bir araya gelen gençlerin, habze kuralları çerçevesinde kendilerinden daha olgun bir büyüğün (thamade) nezaretinde düzenlediği sohbet ve eğlence meclisleridir. Düğünler gibi zehesler de de bir çeşit okul işlevini görürler. Gençlerin tanışmaları için en uygun ortam olup ayrıca kaşenlerin seçildiği mekanlardır. Zeheslerdeki en gözde oyun el vurma (eguav "Ӏэгуау") oyunudur. Thamate ya da Thamade (Batı "тхьамат, тхьэматэ", Doğu "тхьэмадэ"), toplum düzeninin doğal temsilcileri olup eğlenceyi ("zehes"), düğünü ("gegu, cegu"), toplantıyı, herhangi bir elçi grubunu temsil eden ve yöneten, başkanı olan erkek kişidir. Kadınlardan thamate seçilmez. Toplantıda olan ve olacak olan bütün olayların sorumlusu ve hakimi olan thamateler cemiyet içerisinde hiçbir şekilde düzensizlik ya da kargaşa çıkmasına müsaade etmez, kurallara aykırı hareket eden kişileri uyarır. Toplantıyı yönetebilecek kabiliyete ve bilgiye sahip olan, habze denen Çerkes adetini çok iyi bilen kişiler arasından cemiyetteki fertler tarafından seçilir. Thamate seçiminde yaş ("nexhıjj thamade": yaşlı thamade) çok önemli olmakla beraber yöneticilik kabiliyeti yüksek, toplum içinde belli bir ağırlığı olan ya da savaşlarda kahramanlık göstererek öne çıkmış, doğal bir saygınlık kazanmış hatta asalet sahibi soylu gençler tercih edilebilir. Thamate ile topluluk arasında iletişimi sağlayan ve onun tarafından alınan bütün kararları topluluğa, topluluğun isteklerini de thamateye bildiren, sayıları (1-3) cemiyetin büyüklüğü ile orantılı olan yaverlerine/ulaklarına pşeriha/pşerah/pşşaf’e denir ve bunlar daha çok toplumdaki sorunlara hakim yetenekli küçük yaşta olanlar arasından seçilir. [[Dosya:Circassian Chief.jpg|thumb|200px|right|Çerkes beyi ve damgalı atı, 1843]] [[Dosya:Edil kabardiner.jpg|thumb|250px|left|[[Rus-Kafkas Savaşı]] ve [[Çerkes Sürgünü]]nde helak olan 20-30 Çerkes at ırkından günümüze ulaşabilen [[Kabardey atı]] ya da Şağdiy ("Шагъдий")]] [[Dosya:YaganHorse Kabardians.jpg|thumb|250px|left|Yeğan (егъэн) atı]] [[Dosya:Circassian saddle 1.jpg|thumb|200px|right
|19. yüzyıl sonu bir Çerkes eyeri]] Çerkeslerde gelişmiş bir atçılık kültürü görülür. [[At]] Çerkesler için değerli bir binit aracı idi. Çerkesler atı yalnızca binmek için yetiştirirler ve ancak aygırlara ve iğdiş edilmiş atlara (alaşe "алащэ", şıhu "шыхъу") binerlerdi. Atı iğdiş eden kişilere şıseç’ ("шысэкӀ") denir. Kısraklar (şıbz "шыбз") sadece üreme amacıyla tutulurdu. En varlıklı ve nüfuzlu at yetiştirici olan Çerkes beylerinin (pşı) sürüleri hiçbir zaman 150-200 kısrağı geçmezdi. Eskiden bey ailelerinin kendi adlarıyla anılan at ırkları vardı. En ünlü Çerkes atı ırkları Karaçay-Çerkesya'daki Zelençuk vadilerinde Şoloh ("щолэхъу") ve Adigey'deki Beçkan ("бэчкъан") idi. Bunlardan başka Zelençuk vadilerinde Alheskir ("алъэскир"), Hağundoko ("хьэгъундокъуэ"), Hatohşoko ("хьэтэхъушокъуэ") ırkları ile Yeceruakay'da Yivuan ("иуан") ırkı atlar biliniyordu. Diğer Çerkes cins at ırkları arasında Abuk ("абыку"), Açetır ("ачэтыр"), Ağan ya da Yeğan ("агъэн, егъэн"), Huara ("хуарэ"), Jaje ("жажэ"), Jeraştı ("жэращты"), Juhar ("жухьэр"), Kaban ("къэбан"), Kokşavul ("куэкушаул"), Kundeyt ("къундет"), Kuratı ("къураты"), Şeceroko ("шэджэрокъуэ"), Trama ("трамэ"), Yeseney ("есэней") sayılabilir. Yüz yıldan fazla süren yıkıcı Rus-Kafkas Savaşı ve sürgün Çerkes at cinslerinin çoğunun yok olmasına yol açmıştır. 20-30 Çerkes atı ırkından bugün sadece Şağdiy ("шагъдий") kalmış olup dünya atçılık literatüründe "Kabardin" olarak bilinir ve en iyi dağ atlarından biri kabul edilir. Çerkes [[eyer]]inin ön ve arkası iki çıkmalıdır ve bu yönüyle Asya ve Avrupa eğerlerinden farklıdır. [[Uzunyayla atı|Uzunyayla atları]] 1864 yılında Kafkasya’dan Anadolu’ya gelen Kabardey Çerkeslerinin beraberinde getirdikleri atların yetiştirilmesi ile ortaya çıkmış bir at ırkıdır. At ırkları arasında önemli bir yer tutan bu atlar ismini yetiştirildikleri [[İç Anadolu Bölgesi]]'nin [[Uzunyayla]] yöresinden almışlardır. Baş uzunluğu [[Malakan atı]] hariç Anadolu atlarının hepsinden uzun olduğu gibi, Türkiye atları içinde kulak uzunluğunun baş uzunluğuna oranı en küçük olanıdır. Çerkes at kültürünü habze şekillendirir. Bir kadının veya yaşlının önünden atla geçmek büyük ayıptır. Atlı 30-40 metre kala atından iner, karşılaştığı kişi yürüyorsa saygılı bir şekilde durur ve sağ taraftan geçmesini bekler. Karşılaştığı kişi duruyorsa, atının dizginlerinden tutarak saygılı şekilde yanından geçmesi gerekir. Bir kadınla veya büyükle atın üzerinde oturarak konuşmak ayıptır. [[Dosya:Circassian cart (A).jpg|thumb|200px|left|Çerkes at arabası, 1876]] Çerkesler (hem Adığeler hem de Türkiye'de Abaza ortak adıyla anılan Abazin ve Abhazlar) atlara düşkün insanlar olduğu için «[[at hırsızı]]» deyimi onlar için [[pejoratif]] değil, gururlu bir sıfattır. At çalmak yiğitlik sayılır. Çerkesler at çalmayı ("тыгъон, тыгъун") asla hırsızlıktan ("тыгъоныр, тыгъугъэр") saymadılar ve at çalıp getirmeyen delikanlıya da kız vermediler. Abhazlarda da at çalıp getirmeyen delikanlıya kız vermezlerdi. Kafkas-Rus savaşlarında, Çerkesler için en büyük prestij, akınlarla Rus askerlerinin bulunduğu yerleri basıp, oradan onların atlarını almaktır; bu baskınlarda elde edilen ve getirilen atlardan dolayı, zamanla evlenmek isteyen delikanlıların Rus birliklerine baskın yapıp at getirmesi istenmiş; bu yüzden de Türkiye’de böyle bir algı oluşmuştur; biraz da espri konusu yapılarak, biraz da abartılarak “Çerkesler, at hırsızı” denilmiştir; halbuki bu at getirme meselesi, Çerkeslerin cesaretinin bir göstergesidir. Çerkeslerde [[Başlık Parası|başlık]], Kafkasya'da evlenecek gencin sınırı aşıp Ruslardan bir at çalıp getirmesi ve atı kızın dayısı, amcası ya da oğullarından birine vermesi ve böylece yiğitliğini ispat etmesi şekli ile başlamıştır. [[Evliya Çelebi]] 1660’lı yıllarda Çerkes diyarında hırsızlık etmeyenlere, “yiğit değildir” diye kız verilmediğini, bu yüzden, Çerkesistan’da hırsızlığın bir sosyal gerçeklik olduğunu belirterek “öylesine hırsızdırlar ki gözden sürmeyi çalarlar, göz yerinde kalır” biçiminde [[mübalağa]] yapmıştır. Çerkesler için kullanılan "at hırsızı" nitelemesine Türk edebiyatında rastlanmaktadır: [[Dosya:Scènes, paysages, moeurs et costumes du Caucase dessinés d'aprés nature par le prince G. Gagarine.1.jpg|thumb|150px|right|[[Anapa]] Çerkes kıyafeti]] [[Dosya:Adyghe Sochi.jpg|thumb|150px|left|Soçi'deki yerel müzede sergilenen Çerkes kıyafetleri]] [[Dosya:Scènes, paysages, moeurs et costumes du Caucase dessinés d'aprés nature par le prince G. Gagarine.2.jpg|thumb|150px|right|[[Natuhaylar|Natuhay]] Çerkes kıyafeti]] [[Dosya:Cherkess7.jpg|thumb|150px|left|geleneksel Çerkes kıyafetleri]] [[Dosya:Circassians in Israel.Jpg|thumb|150px|left|[[Şapsığlar|Şapsığ]] Çerkesleri, Kfar Kama, İsrail]] [[Dosya:Scènes, paysages, moeurs et costumes du Caucase dessinés d'aprés nature par le prince G. Gagarine.18.jpg|thumb|150px|right|[[Kabardeyler|Kabardey]] Çerkes kıyafeti]] [[Dosya:CircassianKama.jpg|thumb|150px|left|Çerkes kaması (къамэ)]] Geleneksel kadın kıyafetleri çok çeşitli ve süslü olup bölgeye, kabileye, aileye ve sınıfa göre değişir. Ergenliğe adım atışından itibaren evlenene kadar kadınların giydiği [[korse]]/[[sutyen]] ya da "şohtan" keçi ya da kuzu derisinden işlenmiş [[sahtiyan]] denen ince ve yumuşak deriden yapılır ve bunlar biçim, malzeme, kullanım amacı, işlev ve yapılış biçimi yönünden Avrupa korselerinden ayrılır. Bey ve soylu kızları için kırmızı sahtiyan, özgür aileler için de kahverengi sahtiyandan dikilirdi. Şohtanlar gece gündüz giyilir ve yatarken ağaç ya da boynuzdan yapılma küçük çubukları çıkarılıp sabah kalkarken yerlerine takılırdı. Bu şohtan çubukları önden iki adet, arkadan ise sırt kemiklerine denk gelecek şekilde bir adet olurdu. Evlenip başka bir aileye giden kadınlar şohtanlarını çıkarıp birine verirlerdi, zira Çerkeslerde evli ya da dul kadınlar şohtan takmazlar. [[Patiska]] bezden dikilen [[içlik]]/[[fanila]] boyun kısmı alınmış, kolsuz ve diz üstüne uzanacak boyda olan bir iç giysisidir. İçliğin üstüne giyilen [[entari]] kolları uzun ve uçları bolca olup [[ipek]], [[Atlas (kumaş)|atlas]], [[saten]] ve [[basma]] kumaştan dikilir ve en çok işlemeli ipek ve atlas kumaşlar seçilir ve kaftanla aynı renkte olmasına özen gösterilirdi. Entari üzerine giyilen ince belli ve vücudu saran [[manto]] uzun kollu ve kol uçları bölünmüş ve açılır olup düğme ve düğme ilikleri bulunurdu. Mantonun etekleri pileli ve serbest/dalgalanır, boyun yakası dik olup gümüş düğmelerle iliklenirdi. Manto üstüne boynu yakasız [[kaftan]] bel hizasında düğme ve iliklerle düğümlenirdi. Kaftanın kolu kısa olup dirseğe kadar erişmez, kollara yassı kaşık biçimli uzun bir kol eki eklenirdi. Kaftanın ense bölümü ve ön kısmı, eteğin açıldığı bölümler, kaftanın uç ve kol eki kısımlarının üzerleri işlemelidir. Kol eki ile kollarında da altın işlemeli yumuşak süsler bulunurdu. Kaftan üzerinde gümüş düğmelere uygun düşecek bir gümüş [[Kemer (giyim)|kemer]] bulunur, gümüş omuzluk/apolet takılırdı. Kaftanın ön kısmındaki gümüş çiviler bazen büyük olurdu. Gümüş kemer üzerindeki kösteğe/kancaya bağlı dörtgen, üçgen ya da silindir biçimli bir gümüş çanta da bulunurdu. Kadın [[şapka]]ları değişik tiplerde olur. Bayramlık elbiseler daha çok ipek ve kadifeden yapılırdı. Kadın kıyafetlerinde geleneksel renkler olarak nadiren görülen mavi, yeşil ya da parlak tonlar yerine daha çok beyaz, kırmızı, siyah ve kahverengi görülür. Geleneksel erkek kıyafetleri esas olarak geniş kollu çuha kaftan, gömlek, pantolon, ayakkabı ve [[kalpak]]tan oluşur. Kaftan üzerine bele takılı [[kama]] ve [[kılıç]] bulunurdu. Savaşçılar savaşırken ayakbağı olmaması için kısa kollu kaftan giyerlerdi. Sosyal sınıfına bağlı olarak erkek giyiminde renkler değişkenlik gösterir. Beyaz renk beyler tarafından kullanılırken, soylular kırmızı rengi, köylüler ise gri, kahverengi ve siyah rengi seçerlerdi. Adığelerin çok değer verdiği ve hepsinin de çok severek dinlediği müzik aletleri Kamıl, Şıç’epşıne ve Pheç’iç'tir. [[Dosya:Circassian men Kfar Kama.jpg|thumb|200px|right|Pşıne çalan Şapsığ, Kfar Kama, İsrail, 2009]] Şarkılar (vered/орэд) konularına göre şöyle ayrılır: kahramanlık, tarihî, dinî, hissî, ağıt, saban sürme, hasat, düğün, dans ve diğerleri. Çerkes halk şarkıları temelde insan sesiyle şekillenir ve ezgiye çok seslilik hâkimdir. Çerkeslerde halk yaşamının sözlü efsaneler yoluyla sonraki kuşaklara aktarılmasında köy köy, meclis meclis dolaşan geguak’o/ceguak’o adındaki çok sesli koro ile birlikte yaylı ve telli çalgılar kullanan profesyonel müzik topluluklarının katkısı çok büyük olmuştur. [[Dosya:Nalmes Tlaparukh.jpg|thumb|200px|right|Dünyaca ünlü Çerkes dans topluluğu "Nalmes"]] [[Dosya:Qafa.png|thumb|200px|right|Kafe (къафэ)]] Türkiye Çerkeslerinde esas olarak dört ana dans görülür: wuic, kafe, tleperıfe ve şeşen. Çerkes diasporasının toplu halde yaşadığı Türkiye, Suriye ve Ürdün'de orijinal adını korumuş, ama tarihi vatan olan Kafkasya'da tamamen unutulmuş (ya da bilinmeyen) danslar vardır: "şeşen" dansı en yaygın hızlı dans, "kaşo bğunc" yan dans, "kaşo phenc" ters dans, "şıreç kaşo" üç kişilik dans ... [[Dosya:Ossetian dancer Alexander Dzusov.jpg|thumb|250px|left|[[Lezginka]] (Şeyh Şamil) oynayan Kabardey Çerkesi]] Çerkes yemekleri ("шхынхэр") daha çok et ve süt ürünlerine dayanır, sebzeye itibar etmezler. Çerkesler ekmeği (хьэлыгъу haluğ ekmek) az kullanırlar. Çerkesleri/Adığeleri tanıtan yemekler "şıpsı-p’aste" (щыпс-пӀастэ; soslu et suyu ve kaçamak) ile "şelame-halıjo"’dur (щэлэмэ-хьалыжъо; yağda kızartılmış ve içi peynirle doldurulmuş ince börek). Adiğelerin geleneksel yemekleri et, tahıl ve süt yemeklerinden oluşur. Çerkeslerde yemeğe başlamadan, sofra büyüğünün bir konuşma (dua) yapması adettir. [[Dosya:Circassian Cuisine P1150712.JPG|thumb|300px|left|Hal'vaz (sağ) ile Mat'za (sol), Şapsığlar, Kfar Kama, İsrail, 2012]] Tahıl yemekleri ("лэжьыгъэхэкӀ шхынхэр"): [[Çerkes tavuğu]] ya da şipsi (şıpsı "щыпс"): çoğu cevizden bulamayanlar yağda kavrulmuş undan ve bazıları da süt ilave ederek yaparlar. Şipsi daim
a pasta ile yenir. Pasta yemeğin “ekmek” olarak adlandırılabilecek kısmı iken, şıpsi da soslu kısımdır. Dövülmüş dana etinden yapılma şıps Bjeduğlar, kaymakla donatılmış beyaz renkli tavuk şıpsı Kabardeyler, içine dövülmüş çeviz katılan şıps Şapsığlar, sütlü hindi ile et suyu karışımı şıps Türkiye’deki Abzehler, içine dana ya da koyun eti doğranmış lıts’uk’u şıps Çemguylar arasında yaygındır. Çerkes pastası ya da pasta: [[Akdarı (yemek)|akdarı]], [[mısır]] ya da [[buğday]] unundan pişirilen ve ekmek yerine kullanılan lâpa. Türk mutfağındaki [[Kaçamak (yemek)|kaçamak]] gibidir. Pasta kelimesi Latince kökenli olup hamur demektir. Mamrıse: bir tür Çerkes kaçamağıdır. Pasta gibidir. Arap ülkelerinde yaşayan bazı Adiğeler pirinç kaçamağı yaparlar. Çerkes böreği ya da haluj: üçgen şeklinde yağda kızartılmış peynirli puf böreğidir. Kaynamış sütle, sıcak/ılık sütle, peynir suyu ile ya da sadece sıcak suyla yoğrulan una ufalanmış peynir konmuş biçimini K’emguylar, kızartılmış ve dövülmüş biber konmuşunu Bjeduğlar, doğranmış taze soğan ve maydanoz konmuşunu da Türkiye’deki bazı Adiğeler yaparlar. Thurıje halıjo, tavada tereyağı içinde kızartılmış börek. Tebe halıjo ya da goşe halıjo, tava içinde közde pişirilmiş börek. Haku halıjo ("хьаку хьалыжъо"), fırında pişirilmiş bir börek çeşidi. Halıjojıye, suda pişirilmiş peynirli börek; suda pişirilmiş börek. Çerkes mantısı (Batı "psıhaluj" «su haluju»; Doğu "psıhalıwe" "псы хьэлыуэ"): yarımay şeklinde hazırlanan [[mantı]] türüdür. Metaz, buğday unundan içine peynir konan ve suda pişirilen küçük ama kalınca börek. Şapsığlar buna “psıjo halıjo” derler. Şapsığ metaz’ı, içine peynir, dövülmüş soslu ceviz, vs konur, portakal iriliğinde mısır unundan hazırlanır ve suda pişirilir. Guıvbat, börek çeşidi, buğday unu, süt ve yağ ile birlikte yoğurulur, içine peynir konur ve ekmek fırınında pişirilir. Çerkes simidi ya da halvane, halguane. Seku: [[Düzce]]’de, özellikle de Haç’emzıy köyü K’emguyları tarafından yapılan bir darı yemeğidir. Hatık darı, mısır veya buğday unundan kaynar süt ile yoğrulmuş (çörek büyüklüğünden yumruk büyüklüğüne kadar) ufak parçacıkların fırında pişirilmesi ile yapılan bir tür çörek. Yoğrulduğu unun yapıldığı tahılın adına bağlı çeşitleri bulunur: mısır hatığı. Et yemekleri ("лыхэкӀ шхынхэр"): [[et]], [[Çerkes Mutfağı|Çerkes mutfağı]]nda geniş bir yer tutar. Eskiçağlarda Adığeler [[büyükbaş hayvan]]lar, [[küçükbaş hayvan]]lar ve [[domuz]] beslerlerdi. En çok tutulan etler [[koyun]] (özellikle de kuzu) etidir. Kümes hayvanları arasında, en çok [[tavuk]] ve [[hindi]] eti tercih edilirdi. [[Sucuk]]: dövülüp doğranmış et bağırsağa doldurulur, fırında ya da bacalara asılarak kurutulur. Corme: temizlenen [[işkembe]], bağırsak ve süt birlikte karıştırılır, ince bağırsaklara doldurulup bağlanır ve ocaklarda kurutulur. Yeneceği zaman tavada pişirilir. Thamç’eğunıb: karaciğer süt içine doğranır, içine bir miktar kemiksiz et konur, kalın ya da ince bağırsaklara doldurulur ve suda pişirilir. Lepsı: haşlanmış taze et suyu yemeği. Süt yemekleri ("гъэщхэкӀ шхынхэр"): Adiğe yiyecekleri içinde üçüncü sırayı oluşturur. [[Süt]] değişik biçimlerde üretilerek değerlendirilir: [[krema]], [[kaymak]], taze [[tereyağı]], kaynatılmış tereyağı, [[yoğurt]], peynir. Süt katılan değişik yiyecek ve katıklar olarak, süt, Kalmuk çayına katıldığı gibi, pirinç ve akdarı çorbası/fıgu hanthups, hagulıjo, mısır çorbası/natrıfıps ve cençıps/fasulye yemeği içine de katılır. Seku, [[sütlaç]]/şedes, pirinç lapası/pıncğapts'e ve fabe, su katılmadan sırf sütle yapılır. Hamur suyu ve hamur kabartması da sütle gerçekleştirilir. Süt ile halıjuap'e, şelame, mık'umıpş ve zetépşşıç' yoğurulur, mecac ve hatık kaynar süt ile yapılır. Şep'aste/sütlü kaçamak farklı bir yiyecek olup, bazen kaynamış sütlü kaçamak/şejo şep'aste yapılır. [[Peynir]] türleri arasında sepet peyniri/metekuaye ve şirdenli peynir/tletekuaye sayılsa da Türkiye'de adı çok duyulanı Çerkes peyniri ("Adiğe kueyey") denendir. Sofradan eksik edilmeyen yoğurt, özellikle öğle yemeğinde sıcak kaçamak ve etli yemeklerin üzerine tüketilir. Yoğurt yemeklerde de kullanılır. Yumurta [[çılbır]]ı, suda pişirilmiş ya da karıştırılıp tavada kızartılmış olan yumurta doğranıp yoğurdun üzerine konur ve karıştırılır. Cençtur, yoğurt ve kremaya pişmiş fasulye katılır. Kabtur, pişmiş kabak yoğurt-krema karışımına doğranır. Kundısıv, sütlü içeceklerden olup acılaşmış, turşu tadını almış peynir suyu kaynatılarak içine ekşimemiş süt konarak tüketilir. İçecekler ("шъонхэр"): Alkollü içkiler arasında yer alan [[şarap]] tüketilen içeceklerin başında gelir ve konuk ve düğün/şölen sofralarından eksik olmazdı. Sofraya konan şarabı konuklar tek kâseden sırayla içerlerdi. Darı, mısır ve baldan yapılan baksime (ya da maksime) az alköllü bir içecektir, alkolsüz olarak da boza yaygın şekilde imal edilir. Kabardeyler arasında içilen ve baskımeye benzeyen fakat ondan daha sert olan, darı ya da mısır unundan yapılan meremjıy. [[Çay (içecek)|Çay]] Türkiye'de bugün herkesçe yapılan biçimde olsa da, Kafkasya'da geleneksel olarak [[Kafkas ormangülü]] ("Rhododendron caucasicum") adı verilen bir [[ormangülü]] türünden yapılırdı. [[Kalmuklar]]dan alınıp bütün Kuzey Kafkasya kültürüne aktarılan ve benimsenen [[Kalmuk çayı]] Adığe kahvaltılarının vazgeçilmezi olmuştur. Kalmuk çayı esasen [[Tibet]]'e kadar uzanan Orta Asya halklarınca yaygın tüketilen sütlü ve terayağlı bir çaydır. Besleneyler [[kuşburnu]] dalının uç sürgünü, Hatkoylar ve diğerleri [[labada]] (şş’orey/kuzu kulağı "шӀорэй" ya da lebevıts/efelik, Çemguylar vılevıts derler) türlerinin tohumunu ya da dadıv denen bir bitki türünü kaynatarak suyunu süzerler ve içine süt, tereyağı ve tuz ile karabiber koyarak kabardıktan sonra kahvaltıda tüketirler. Aile içi sofra, pek çok kültürde olduğu gibi Çerkeslerde de [[kahvaltı]], [[öğle yemeği]] ve [[akşam yemeği]] olmak üzere 3 ana [[öğün]] olarak kurulur. Sabah kalvaltısında geleneksel olarak, [[Kalmuk çayı]] ve [[kaymak]]; ilkbahar sonu ile yazın taze peynir, sonbaharda isli peynir, kışın ve ilkbaharda kuru peynir, taze kaymak ve yeni dövülmüş tereyağı sofrada yer alırdı. Kalmuk çayına eşlik eden tahıl ürünleri arasında yağda kızartılmış ince börek olan sıcak şeleme/şeleme fabe, yağda kızartılmış sade börek olan thurıje haluj, fırınlanmış pide olan haku haluj, sütle yoğurulmuş ama kabartılmamış buğday hamuru içine peynir konup fırınlanan guvıvbat, kabartılmamış/mayasız ekmek, kabartılmış/mayalanmış ekmek, undan yapılma thurıje/börek çeşidi (ki hamur ince sürülür, sarılır, ikinci kez sürülür; çüvende pişirilir, katlarına ayrılmaya ve parçalanmaya uygun) olan zetepşş’ıç’, yağ, yumurta ve un karıştrılıp yağda kızartılan thujevıt gibi daha çok buğday unundan yapılanlar tercih edilse de, mısır unundan yapılan ve tavada pişirilen mecac ile akdarı ya da mısır unundan yapılan hatık gibi buğday dışı tahıl ürünleri de bazen sofraya konabilir. [[Dosya:Adyghe-Abazian Language.jpg|thumb|250px|right|[[Kuzeybatı Kafkas dilleri]] (Абазэ-Адыгэбзэхэр): Abaza dilleri (абазэбзэхэр) ile Adığe dilleri (адыгэбзэхэр)]] [[Dosya:SAWSROUQA.jpg|thumb|250px|right|[[Nart destanları]]nın kahramanı [[Sosruko]] (Batı "Саусырыкъо" Doğu "Сосрыкъуэ")]] [[Evliya Çelebi]] 1660’lı yıllarda gezip gördüğü Çerkes topraklarında konuşulan [[Çerkesçe]]yi "yüz kırk yedi lisanın hepsini gayet güzel yazdım ama bu Çerkes lisanı gibi [[saksağan]] sadalı lisanı yazamadım" demiştir. Rusya'da 1920 sonrasında üç lehçede ([[Doğu Çerkesçesi]]nden Kabardey ile [[Batı Çerkesçesi]]nden Çemguy ve Şapsığ) yazılan dört bölgesel edebiyat (Kabardey, Şerces, Adigey ve Şapsığ) doğmuştur. Bu dört edebiyattan ikisi, yani Kabardey ve Şerces bölgesel edebiyatları (bazı önemsiz kelimeler dışında) Kabardey edebî dilini benimsemiştir. Bu dört edebiyat 1945 yılına değin sürmüş, aynı yıl Şapsığların özerkliğine son verilmesi ile birlikte, Şapsığ edebiyatı ve yazılı yaşamı da son bulmuş, geriye sadece iki edebiyat dili (Kabardey ve Adigey) ve üç bölgesel edebiyat kalmıştır: Kabardey, Şerces (Çerkes) ve Adigey. Adığe edebiyatının sözlü ürünleri Abhaz ve Abaza dili ürünlerinden daha süslü ve duygulu olan anlatımlarıyla farklılaşır. 14 Mart 1853 tarihinde Abzehlerden Vımar/Wumar Bırsey ("Бырсэй Умар, Бэрсей Умар", Rusça: "[[:ru:Умар Хапхалович Берсей]]" 1807—1870) tarafından [[Tiflis]]'te ilk Adığe alfabesinin ve Adığece Sözlüğün ("Адыгэбзэ псэлъалъэр") yayımlandığı günün anısına her yıl Çerkesler tarafından 14 Mart [[Çerkes Dili Günü]] ya da Adığe Dili Günü/ Adığece Günü olarak kutlanmaktadır. Eskiden [[Ubıhça]] konuşmuş olan [[Ubıhlar]]ın da anadili haline haline gelen Çerkesçe, [[Çerkes Ermenileri]] ile [[Çerkes Rumları]] (Urımlar) tarafından konuşulduğu gibi, Karaçay, Balkar ve Abazalar (Abazin) arasında da konuşulabilmektedir. Sözlü edebiyatın başlıca türleri [[şarkı]]lar ve [[türkü]]ler ile [[bilmece]], [[atasözü]], [[masal]], [[öykü]], [[tekerleme]], vb'dir. Anlatımlarda sık sık [[mecaz]]a başvurulur. Sözlü ürünler içinde en geniş yeri tutan ve birçok öğesi eski Grek destanlarını hatırlatan [[Nart destanları]] ya da Nartlar 1946-1968 yılları arasında derlenen ve biriktirilen 705'tekstin bir araya getirilmesiyle 1968-1971 yılları arasında Maykop'ta yayımlanmıştır. Destan yeni derlemelerle 8 cilde ulaşmıştır. Destan 31 bölüme ayrılmaktadır. Her bir bölüm ayrı bir Nart kahramanını yaşamına ayrılmaktadır. Yaklaşık üç asırlık [[Koç'as]] destanı daha çok Batı Çerkeslerinde görülür. [[Şapsığ Ulusal Rayonu]] (1924-1945) Çerkeslerinin edebiyatı [[Şapsığlar]]ın özerkliğinin 1945 yılında [[Stalin]] tarafından kaldırılmasına kadar sürmüştür. Özerkliğin sürdüğü 21 yıl boyunca oluşturulan çalışmalar hakkında bir bilgi yoktur. Burada yazılı kullanımdan çıkartılan [[Şapsığca]] Osmanlı Çerkes diyasporasında Kabardeycenin yoğun olarak konuşulduğu yerler dışında ibadet dili olarak kullanılmaya devam etmiş 1906'da İstanbul'da yayımlanan [[Adıgece Mevlid]] (Адыгэ Мэулыд) Şapsığ lehçesiyle kaleme alınmıştır. 19. yüzyılda (tahminen 1820’li yıllarda) ilk Adiğe alfabes
i bir Şapsığ aydını olan Şeretlıko Netavko Hace ("ШэрэлӀыкъо НэтӀаукъо Хьаджэ") tarafından hazırlanmıştır. [[Adigey]] Cumhuriyetindeki Çerkeslerin (Rusça resmî adları: Adigeylerin) edebiyatının temelini düz yazı ustası [[Ç’eraşe Tembot]] atmıştır. Ancak, günümüzde şiir de gelişmiştir. Adigey Çerkes edebiyatı [[Çemguylar]]ın lehçesi esas alınarak yazılmakta ve geliştirilmektedir. Son zamanlarda Adıgey şiirinin gelişmesinde Meşbaşe İshak’ın etkisi yadsınamaz. Meşbaşe, romanda da aynı ustalığı göstermiştir. Nartolog ([[Nart destanları]] uzmanı) oluşunun yanı sıra, usta bir şair olan Hadağatle Asker’in şiirleri de Adıgey şiir sanatında önemli bir yer almaktadır. Meşbaşe İshak’ın ardından Kuyeko Nalby ve daha yüzlerce yazar, şair ve araştırmacı yetişmiştir. [[Karaçay-Çerkesya]] Cumhuriyetindeki Çerkeslerin (Rusça resmî adları: Şercesler/Çerkeslerin) düz yazı ve tiyatro yapıtları, 19. yüzyıl sonu ile 1920–30’lı yıllarda dikkat çekmeye başlamıştır. Abuk Halit, Dışe’c Muhammed, Temir Salih, Vokthuta Abdullah, Gueşoko Husin gibi yazarlar, Şerces edebiyatının temelini atmışlardır. Şerces edebiyatında, Hanfen Alim ile lirizm belirginleşmeye başlamıştır. Sonraki yıllarda Abıt’e H., Nehuş M., Şave E., Dığuıj K. gibi genç şairler görülür. [[Dosya:KBR-Nogmov.jpg|thumb|250px|right|Kabardey tarihçi, filolog, şair Shora Nogmov (Нэгумэ Шорэ Бэчмырзэ)]] [[Kabartay-Balkarya|Kabardey-Balkar]] Cumhuriyetindeki Çerkeslerin (Rusça resmî adları: Kabardeylerin) ilk yazarı tarihçi Negume Beçmırza ve ilk eser de onun "Adıge Yi Thıda" (Adıge Ulusunun Tarihi) adlı çalışmasıdır. Negume ayrıca biri Kiril (1840), diğeri Arap-İran harfli (1843) iki el yazması ilk Kabardey alfabesini hazırlayan kişidir. Aynı dönemin bir diğer önemli yazarı da, “kalemby” mahlası ile yazan K’aşe Adelceri’dir. 1920 sonrasının iki önemli yazarı, Türkiye’de eğitim görüp dönen ve “Şiirin Büyük Ustası” olarak da anılan Şocentsıuk Ali (1900-1942) ile ünlü derlemeci ve fabl yazarı Paş’e Beçmırza’dır. (1854 – 1936) Bu klasik şairleri izleyen K’işşokue Alim, K’uaşş Bet’al, Şortan Askerbiy, Thagazit Zuber, Akhsıra Zalimkhan, Tevune Haçim, Nalo Zavuır, Nalo Ahmethan Kabardey edebiyatının temel taşları olmuşlardır. Türkçeden kelime alan Anadolu Kabartay lehçesi ile Rusçadan kelime alan Kafkasya Kabartay lehçesi birbirinden leksik düzeyde farklılaşmaktadır. [[Dosya:Майкопская Соборная мечеть.JPG|thumb|200px|right|Adigey Cumhuriyeti 'nin başkenti [[Maykop]]'ta bulunan Maykop Merkez Camii ("Мыекъуапэ и Гупчэ Мэщыт")]] [[Dosya:Майкопская мечеть.JPG|thumb|200px|right|Adigey Cumhuriyeti 'nin başkenti [[Maykop]]'ta bulunan Maykop Merkez Camii ("Мыекъуапэ и Гупчэ Мэщыт")]] Çerkeslerde geleneksel din ("диныр") geçmişte [[animizm]] olsa da, günümüzde [[Kuzey Osetya]]’nın [[Mozdok rayonu]]nda yaşayan 3 bin kişilik bir Hıristiyan topluluk dışında Çerkeslerin tamamı Müslümandır. Çerkeslerin geleneksel inançları örfî habze kuralları çerçevesinde [[animizm]] ve [[büyü]]ye dayanırdı. Çerkesler suya, ateşe, bitkilere, ormanlara, kayalara, gök gürültüsüne ve yıldırımlara tapmışlardır. İbadet, dans ve müzik eşliğindeki tapınma eylemlerini, tapınak olarak kullanılan kutsal korularda yaparlardı. Töreni "thamate/thamade" adı verilen yaşlı bir bilge-rahip yönetir, törene "huaho" denilen, anlamı olmayan sözler ve yakarışlardan oluşan dua ve dilek şarkıları eşlik ederdi. Böylece hastalıklardan ve yeni doğan bebekleri nazardan korumak amaçlanırdı. Çerkeslerin mitolojik inançlarına [[Nart destanları]]nda rastlanmaktadır. Çerkeslerin baş tanrısı Tha için «büyük tanrı» anlamında Thaşho adı da kullanılır. Bu baş tanrı dışında yardımcı diğer tanrılar şöyledir: yaşam/ruhlar tanrısı, bereket/tarım ürünleri tanrısı, gök tanrısı, çiftçilerin koruyucu tanrısı, sığırların koruyucusu olan tanrı,atlıların koruyucu tanrısı, avcıların muhatap olduğu ormanların koruyucu tanrısı, çobanların muhatap olduğu koyunların koruyucu tanrısı, "Tlepş/Лъэпшъ" demirci ve ateş tanrısı ve tıbbın kruyucusu, denizlerin su tanrıçası, ırmakların su tanrıçası, bahçelerin koruyucusu olan tanrıça, "Тлохумишх" ile "Шеберис" Созерис'e yakarırken adları geçen tanrılar, öküz pulluklarının koruyucusu olan tanrı, gök tanrısı 8. yüzyılda [[Bizans İmparatorluğu|Bizans]]'tan kaçan yaklaşık 20 bin [[Yahudi|Yahudî]]nin ("джуртхэр" Curtḫer) Kafkasya'ya yerleşmesi ve Türk kökenli [[Yahudilik|Musevî]] [[Hazar Kağanlığı]] ile kurulan ilişkiler sonucunda bazı Çerkes kabileleri, geçmişte Musevîliği seçmiştir. Kafkasya’da [[Kuzey Osetya]]’nın [[Mozdok rayonu]]nda yaşayan 3 bin kişilik bir [[Hıristiyan]] Kabardey topluluk yaşamaktadır. Günümüzde Kuzey Osetya'nın üç köyünde ve [[Stavropol Krayı]]nın bir köyünde Hıristiyan Çerkesler bulunmaktadır. Günümüzde 3 bin kişilik bir Hristiyan topluluk dışında Çerkeslerin tamamına yakını; [[Sünnî]] [[Hanefî|Hanefî]] [[Müslüman]]dır ("мыслимэн"). Çerkesler 16-17. yüzyıllardan itibaren [[Osmanlı Türkleri]] ve [[Kırım Tatarları]] aracılığıyla görece geç [[Müslüman]] olan bir toplumdur. [[Kırım Hanlığı]]’nın Çerkeslerle ilişkileri sonucu İslâmiyet 16. yüzyılda Kabardey bölgesinden Hatujuka Adil Girey’in ve Molla İshak Abuk’un yardımları ile girmiştir. Osmanlı Türkleri ve Kırım Tatarları aracılığıyla yayılmaya başladığı anlaşılan Müslümanlık; 17–19. yüzyıllarda güçlenmiştir. [[Ferah Ali Paşa]]’nın Osmanlı Devleti tarafından Kafkasya bölgesine muhafız olarak gönderilmesinden sonra, İslâmiyet’in yine Osmanlı'dan gelen Çerkes asıllı hocalar vasıtası ile tanıtılmasına hız verilmiştir. 19. yüzyılda İslâmiyet, Kabardeyler dışında Çerkes kabileleri arasında pek yaygın olmadığı gibi; Çerkes toplumunda Müslüman [[ulema|ulemâ]] sınıfı da henüz oluşmamıştı. Din adamları; Çerkesler arasında sayıca ve de sosyal etki açısından fazla önem arz etmeyen bir tabaka hâlinde idiler ve öte yandan o dönemde Dağıstan ve Çeçenistan’da olduğu kadar bir toplumsal güce de sahip değillerdi. [[Kategori:Çerkesler| ]] [[Kategori:Kafkasya halkları]] [[Kategori:Rusya'daki etnik gruplar]] [[Kategori:Türkiye'deki etnik gruplar]] [[Kategori:Orta Doğu'daki etnik gruplar]] Ürgüp Ürgüp, Nevşehir İlinin 20 km doğusunda olan ilçesidir ve Kapadokya bölgesinin en önemli merkezlerindendir. Göreme'de olduğu gibi tarihsel süreç içerisinde çok sayıda isme sahip olmuştur. Bizans döneminde Osiana (Assiana), Hagios Prokopios (Prokopi); Selçuklular dönemi'nde Başhisar; Osmanlılar zamanında Burgut kalesi; Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren de Ürgüp adıyla anılmıştır. Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı veya tanınan adıyla Halikarnas Balıkçısı (17 Nisan 1890, Girit – 13 Ekim 1973, İzmir), Bodrum'a olan aşkı ile tanınan ünlü roman ve hikâye yazarıdır. 17 Nisan 1890 tarihinde, Osmanlı'nın son köklü ailelerinden Şakir Paşa Ailesine mensup babası yüksek komiser olarak görev yaptığı Girit'te doğdu. Babası Girit ve Atina'da sefirlik ve valilik yapan Mehmed Şakir Paşa, annesi Giritli Sare İsmet Hanım; amcası II. Abdülhamid devri sadrazamı Ahmed Cevad Paşa, dedesi Şurayı Askeri Dairesi Reisi Miralay Mustafa Asım Bey'dir. Kendisine, iki evliliğinden de çocuğu olmayan ve onu kendi çocuğu gibi seven amcasının ismi verildi. Cevat Şakir, altı çocuklu ailenin en büyük evladıydı. Ailesinin tüm fertleri sanatta yetenekliydi. Sırasıyla dünyaya gelen Hakkiye, Ayşe, Suat, Fahrelnisa ve Aliye adlı kardeşlerinden Fahrelnisa resim alanında, Aliye gravür alanında üne kavuştu; Hakkiye’nin kızı Füreya Koral, ilk Türk kadın seramikçi oldu; Fahrelnisa’nın çocukları Nejad Devrim ressam; Şirin Devrim ise tiyatrocu oldu. Cevat Şakir, çocukluk hayatının ilk yıllarını babası Şakir Paşa’nın elçi olarak bulunduğu Atina’da geçirdi. İlköğrenimini Büyükada'da, orta ve liseyi 1907'de Robert Kolej'de tamamladı. İlk yazısı aynı yıl İkdam Gazetesi’nde yayımlandı. Bu, İngilizce’den tercüme bir yazıydı. Lise öğreniminden sonra İngiltere’de denizcilik öğrenimi yapmak istediyse de ailesinin ısrarı ile Oxford Üniversitesi’nde tarih öğrenimi gördü. 1913’te İtalyan bir hanımla evlenerek İtalya’da kaldı, resim öğrenimi gördü. İstanbul'a döndüğünde gazete ve dergilerde yazılar yayınlamaya başladı. Aile, 1914 yılında maddi sıkıntı içine girmiş ve babası Mehmed Şakir Paşa Afyon’daki Kabaağaçlı çiftliğine yerleşmişti. Babasının çiftlikte bir tartışma anında Cevat Şakir’in silahından çıkan kurşunla vurularak ölmesi üzerine cinayet iddiasıyla yargılandı ve 15 yıl kürek cezasına çarptırıldı. Cezasının yedi yılını çektikten sonra baş gösteren verem hastalığından ötürü tahliye edildi. 1925 yılına kadar geçimini haftalık dergilerde tercümeler, yazılar yayınlayarak, resim ve yeni tarz tezhipler yaparak, karikatür yaparak, karikatür çizerek ve renkli dergi kapakları hazırlayarak temin etti. Türk basınında kapakçılığın gelişmesinde katkısı vardır. Dört asker kaçağının kadersizliğiyle ilgili olarak Hüseyin Kenan takma adıyla kaleme aldığı 13 Nisan 1925 tarihli "Hapishanede İdama Mahkûm Olanlar Bile Bile Asılmağa Nasıl Giderler" başlıklı öyküsünden ötürü İstanbul İstiklal Mahkemesi'nde yargılandı. ‘Memlekette isyan bulunduğu sırada, askeri isyana teşvik edici yazı yazmak’ tan suçlu bulundu. Mahkeme başkanı Ali Çetinkaya tarafından idama mahkûm edilmek istendiyse de, Kılıç Ali Bey'in önerisiyle kalebentlikle Bodrum'a sürüldü. 3 yıllık sürgünlüğünün yarısını Bodrum'da tamamladı. Cezasının son yarısını İstanbul'da tamamladıktan sonra, çok sevdiği insanları ve doğal güzellikleriyle kaynaştığı Bodrum'dan uzak kalamadı ve Bodrum'a yeniden dönüp yaklaşık 25 yıl kaldı. Bodrum'un antik çağdaki adı olan Halikarnas'ı mahlas olarak benimseyen Cevat Şakir, Bodrum'da balıkçılık dahil çeşitli işlerde çalıştı. Edebiyat sahasına giren eserlerinin büyük kısmını da Bodrum’da yazdı. İkinci evliliğini dayısının kızı Hamdiye, üçüncü evliliğini Hatice Hanım’la yapan Cevat Şakir'in üç evliliğinden beş çocuğu oldu. Çocuklarının ortaöğrenim çağına gelince, o yıllarda bu kasabada ortaokul bulunmaması sebebiyle ailesini İzmir’e nakletti. Yaşamını yazarlık ve turist rehberliği ile sürdürdü, rehberlik kurslarında da ders verdi
. 13 Ekim 1973'te İzmir'de kemik kanserinden vefat etti. Vasiyeti üzerine Bodrum'a gömüldü. Kabiri Bodrum-Gümbetteki Türbe Tepesinde manevi oğlu Şadan Gökovalı ile seçtiği yerde küçük bir müzesi ile birlikte "Halikarnas Balıkçısı Müzesi" adı altında bulunmaktadır. 1926'dan sonra deniz hikâyeleriyle tanındı. Konularını Ege Bölgesi ve Akdeniz Bölgesi kıyı ve açıklarında gelişen, denize bağlı olaylardan çıkardı. İçinde yaşadığı, en küçük ayrıntılarına kadar bildiği "hür ve asi denizi", kaderleri denizin elinde olan balıkçıları, dalgıçları, sünger avcılarını ve gemileri zengin bir terim ve mitologya hazinesinden güçlenerek, denize karşı sonsuz bir hayranlıktan gelen şiirli, yer yer aksayan, ama sürükleyip götüren bir anlatımla hikâye ve romana geçirdi. Yazı ve düşünceleriyle Azra Erhat gibi döneminin önemli aydınlarını etkilemiş bir kişi olarak, çeşitli dillerden yüz kadar da kitap çevirmiş olan ve kendi eserlerinin sonraki baskıları yapılagelen Halikarnas Balıkçısı'na Kültür Bakanlığınca 1971 Devlet Kültür Armağanı verilmiştir. Bodrum'da yaşadığı dönemde arkadaşları ile ilk Mavi Yolculuk fikirini ve uygulamasını gerçekleştirmişlerdir. Bu mavi yolculuklarda yanlarına aldıkları şeyler: Peynir, su, istanköy peksimeti, tütün ve rakı idi. Mavi yolculukta gazete okumaz radyo dinlemezlerdi. Amaç dünyadan kaçmak ve medeniyetten uzak olarak kafayı dinlemektir. Haftalarca denizde kalınır sadece acil ihtiyaçları temin etmek için karaya çıkılırdı. Oysaki bugün yapılan mavi yolculuklarda her türlü lüks mevcuttur. Bu yolculuklar yazarın edebî eserlerini de büyük oranda etkilemiştir. Geniş bibliyografyası "Yeni Yayınlar" dergisinin Ekim 1974 sayısındadır. Kızı İsmet Kabaağaçlı Noonan, oğulları, Dr. Sina Kabaağaç ve Suat Kabaağaçlı'dır. 17 Nisan 2015 tarihinde 125. yaşgünü nedeniyle Google tarafından özel bir doodle hazırlandı. İngiltere İngiltere (İngilizce: "England"), Birleşik Krallık'ı meydana getiren dört ülkeden en büyük ve merkezî olanı. Avrupa'nın batısında, Büyük Britanya adasında bulunur. İngiltere halkına İngilizler denir. "England" adı, 5. yüzyılda Saksonlarla birlikte adayı istila eden Cermen halkı Angluslardan (İngilizce: "Angle") kaynaklanır. "Angleland" (Anglus diyarı) olarak kullanılan isim, zamanla günümüzdeki şekline dönüşmüştür. Ülkeyi tanımlamak için Türkçede kullanılan "İngiltere" sözcüğü ise İtalyancadaki "Inghilterra" ve Fransızcadaki "Angleterre" adlandırmalarına dayanmaktadır. "Terra"; toprak, arazi anlamlarına gelmektedir. İngiltere adı günümüzde yaygın olarak uluslararası medyada ve zaman zaman da resmî düzeyde Birleşik Krallık veya Büyük Britanya anlamında kullanılır. İngiltere kavramının siyasi, ekonomik ve kültürel efsanesi yaşamakla birlikte; kendi yerel hükümetleri olan İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda'nın aksine günümüzde İngiltere isimli bir siyasî oluşum veya hükümet yoktur. İngiltere, Büyük Britanya adasının merkezi ve güney üçte ikisini kaplar. Kuzeyde İskoçya, Batıda Galler ile komşudur. Britanya takımadalarında Avrupa'ya en yakın olan ülkedir: Fransa'dan en dar kısmı 52 km genişliğinde olan Manş Denizi ile ayrılır. Manş Tüneli, ülkeyi Avrupa Kıtası'na bağlar. Fransa-İngiltere sınırı, kanalın tam ortasından geçer. İngiltere'nin iklimi değişken bir yapıya sahiptir ve kışlar yumuşak yazlar serin geçer. "Gulf Stream" sıcak su akıntısı iklim üzerinde etkilidir. İngiltere'nin büyük kısmı alçak tepelerle kaplıdır. Ancak kuzeye doğru biraz daha dağlık bir görünüm alır, Pennine Dağları ülkeyi kuzeyden güneye doğru ikiye ayırır. Buna karşın dağlar fazla yükselmez. En yüksek nokta, 978 m. irtifadaki Scafell Pike zirvesidir. Tepelik bölgeyle dağlık bölge arasındaki sınırı Tees-Exe hattının oluşturduğu kabul edilir. Doğuda düz bir bataklık bölge olan "the Fens" yer alır. Bataklığın büyük kısmı tarım amacıyla kurutulmuştur. İngiltere'nin en büyük kentlerinin hangileri olduğu tartışmalı bir konudur. Sıralama "kent" kelimesinin farklı tanımlanmasıyla değişmektedir, oturdukları şehrin önemini yüksek göstermek isteyenler kendilerine uygun tanımı seçmektedir. Ancak hangi tanım esas alınırsa alınsın, Londra İngiltere'nin en büyük kenti olduğu gibi dünyanın da önemli kentleri arasındadır. Özellikle merkezi ve kuzey İngiltere'deki bazı kentler nüfus ve faaliyetler açısından önem taşır: Manchester, Birmingham, Leeds, Liverpool, Newcastle, Sheffield, Bristol, Coventry, Leicester, Nottingham ve Hull gibi. İngiltere'nin en büyük doğal limanı merkezi güney kıyıda yer alan Poole'dür. Bu limanın, Avustralya'daki Sidney'den sonra, dünyanın en büyük ikinci doğal limanı olduğu iddia edilir. "Bu bölümde İngiltere tarihi konu edilmiştir. Birleşik Krallık'ın tümünün genel tarihi için bkz. Birleşik Krallık tarihi" İngiltere'nin bilinen ilk yerlileri Keltlerdir. Romalılar, Batı Avrupa'yı istila ederken İngiltere'yi de fethedip (MS 1. yüzyıl) adaya "Britania" adını verdiler. Roma egemenliğinin dört yüzyıl sürmesine karşın ülke bu durumdan fazla etkilenmedi. 5. yüzyıldan itibaren Anglus ve Sakson halklarının karışımından oluşmuş Anglosakson akınları, Keltleri kuzeydeki (İskoçya) ve batıdaki (Galler) dağlık yörelere göç etmek zorunda bıraktı. Bu göçler sonrasında İngiltere büyük ölçüde Anglosakson kültürü etkisine girdi. Anglosaksonlar 6 ve 7. yüzyıllarda birbirine rakip küçük krallıklar kurdular. 8. yüzyılda Roma İmparatorluğu ve İrlanda’nın etkisiyle Hristiyanlığı kabul ettiler. 795’te başlayan İskandinav istilası 11. yüzyılın başına kadar birkaç defa tekrarlandı. Danimarkalı Büyük Knud, Büyük Britanya adasını tamamen fethetti. Anglosakson hanedanından Edward (1042-1066) Ingıltere'nin bağımsızlığını sağladı. Onun ölümü üzerine tahta geçen Harold’u tanımayan Normandiya Dükü I. William ("Fatih William" diye de bilinir), taht üzerinde hak iddia etti ve ülkeye beş yıl süren savaşlar sonucunda egemen oldu. Normandiya kralları ve özellikle ilk Anjou’lu hükümdarlar Fransa’da geniş ve zengin topraklara sahiptiler. İngiltere Krallığı bir süre Avrupa’da Somme Vadisinden Pirene Dağları'na kadar uzanan büyük bir mülkün uzantısı gibi yaşadı. Norman işgalinin önemli bir sonucu, Anglosakson kültürüyle Fransa'dan gelen Norman kültürünün birbirine karışması oldu. İngiliz dili de bu kültür karışımından önemli ölçüde etkilendi. Avrupa ile ilişkiler İngiltere Krallığı ile Fransa Krallığı'nı uzun savaşlara sürükledi. Bunların başlıcası 1337-1453 seneleri arasında süren Yüzyıl Savaşlarıdır. Üçüncü Henry, Galler ülkesinde uç beyliklerinin gelişmesini destekledi ve 1170 yılında İrlanda’da "Pale" sömürgeleri kuruldu. Birinci Edward, Galler ülkesini fethetti. Etkisini İskoçya’ya kabul ettirmeyi denedi. 1215'de İngiltere Kralı John'a karşı ayaklanan asiller bu krala zorla Magna Carta adlı bir belge imzalatıp ilk defa o zamana kadar ancak tanrıya karşı yetkileri olduğu kabul edilen kralın halka karşı yetkileri de olduğunu kabul ettirmişlerdir. Bu belgenin insan haklarıyla ilgili ilk yazılı antlaşma olduğu kabul edilir. Daha sonra 14 ve 15. yüzyıllarda İngiltere Krallığı birtakım sosyal, dini, siyasi karışıklıklara sahne oldu. 1349'da İngiltere'ye gelen "Kara Ölüm" adı verilen Büyük Veba Salgını İngiltere nüfusunun çok büyük bir oranının ölmesine, şehirsel ve kırsal nüfusunun önemli kısımlarının kaybolup ülkenin sosyal ve ekonomik hayatının yeniden değişik kurumlarla yenileşmesine neden olmuştur. 1455-1487 döneminde York Hanedanı taraftarları ile Lancaster Hanedanı taraftarları arasında çıkan iki tarafın amblemi Yorkluların "beyaz gülü" ve Lancasterlıların "kırmızı gülü" dolayısıyla Güller Savaşı adını alan iç savaş İngiltere'yi çok etkilemiştir. Bu savaş sonunda Lancasterlılar galibiyet elde etmiş ve Tudor Hanedanı İngiltere Krallığı'nı eline geçirmiştir. Tudor Hanedanı Döneminde İngiltere Krallığı güçlenerek İskoçya'yı geride bıraktı. Tudor Hanedanı'ndan VII. Henry ve VIII. Henry (1458-1541), parlamentoyu kullanarak ülkede düzen ve birliği sağlamlaştırdılar, krallık otoritesinin halkın kabullenmesini sağladılar. VIII. Henry kilisede de reform yaptı ve İngiliz deniz gücünü kurdu. I. Elizabeth (1558-1603) Anglikanizmi İngiltere'nin resmi dini olarak kabul edip Katolik direnişini kırdı. I. Elizabeth 1588 yılında Avrupa'nın en güçlü donanması olan yenilmez İspanyol Armada'sını bozguna uğratarak Britanya İmparatorluğunun temellerini attı. İrlanda'yı İngiltere topraklarına kattı. Saltanatı döneminde edebiyat ve sanatta önemli gelişmeler yaşandı. İ. Elizabeth’in uzun ve başarılı saltanatında İskoçya’da İngiliz etkisinde farklılık görülmeye başlandı. İngiltere'deki "Tudor hanedanı"yla, İskoçya'daki "Stuart hanedanı" arasındaki evlenmeler, iki geleneksel düşmanı birbirine yaklaştırdı. 17. yüzyılda giderek güçlenen İngiltere Krallığı 1607'de kurulan Jamestown kolonisi ile başlayarak Kuzey Amerika'da koloniler kurdu. Birçok İngiliz ya yeni bir hayat yaşamak üzere ya da "Resmi Senetli Hizmetkar" olarak Kuzey Amerika'ya yerleştiler. 1603'te İskoçya Kralı Vİ. James, I. James adı ile İngiltere kralı oldu ve İngiltere Krallığı için "Stuart Hanedanı"'nı başlattı. 1603'ten 1707'ye kadar hem İskoçya Kralı ve hem de İngiltere Kralı olan aynı kişi, uluslararası hukuka göre iki ayrı devleti idareye başladı. I. James'in oğlu olan I. Charles döneminde krallığın mali masraflarını karşılama yüzünden 1642-1651'de parlamento ile krallık taraftarları arasında İngiliz İç Savaşı adı verilen bir savaş ortaya çıktı. Parlamento güçleri bir seri savaştan sonra Krallık taraftarlarına hakim geldi. Önce parlamento idaresinde (1649–1653) bir devlet kuruldu. Ocak 1649'da eski kral I. Charles Londra'da idam edildi ve İngiltere bir cumhuriyet haline geçti. Sonra da Oliver Cromwell iktidarında (1653–1659) kısa süren "Commonwealth" adı verilen bir cumhuriyet kuruldu. Cromwell'in ölümünün ardından parlamento iç karışıklıkları önlemek için 1658'de sürgündeki kral II. Charles'i krallığı yeniden kurmak üzere İngiltere'ye davet etti. 1658'den 1685e kadar Stuart Hanedanı hükümet dönemine "Restorasyon Dönemi" denilmektedir. Stuart hanedanından II. Charles'in kardeşi ola
n ve onun yerine 1685'te İngiltere Kralı olan II. James'in katoliklere karşı yakın tutumu dolayısıyla kızı II. Mary ve onun kocası Hollanda Cumhuriyeti Hükümdarı olan III. William "Muhteşem Devrim" adı verilen bir devrimle İngiltere Krallığı'nı ellerine geçirdiler. İİİ. William'ın krallık döneminden sonra 1702'de kızı Anne (Büyük Britanya) hem İngiltere Kraliçesi hem de İskoçya Kraliçesi olarak tahta geçti. Ayrıca İrlanda Kraliçesi unvanın da taşımaktaydı. 1707 yılında İngiltere Krallığı ve İskoçya Krallığı parlamentoları "1707 Birlik Kanunları" adlı kanunlar kabul edip iki krallığı birleştirdiler. Bu yıla kadar ayrı ayrı İngiltere Kraliçesi ve İskoçaya kraliçesi olan Kraliçe Anne yeni kurulan Büyük Britanya devleti kraliçesi oldu. Hukuken Kraliçe Anne ayrı olarak "İrlanda Kraliçesi" unvanını taşımaktaydı. 1800'de çıkarılan "1800 Birlik Kanunu" ile "Büyük Britanya Krallığı" ile "İrlanda Krallığı" birleştirilip "Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı" yani tek bir Birleşik Krallık kurulması bu devlet hukuken ortaya çıkmış oldu. Ama birçok tarihçi için Birleşik Krallık tarihi 1707'de kurulan "Büyük Britanya" ile başlar. 1707'den sonra Birleşik Krallık'ın tümünün genel tarihi için bkz. "Birleşik Krallık tarihi" İngiltere, Birleşik Krallığı oluşturan 4 ülkeden en geniş ve en kalabalık olandır. 60 milyondan fazla olan Birleşik Krallık nüfusunun %85'i (yaklaşık 50 milyon kişi) İngiltere'de yaşamaktadır. İngiltere’nin nüfusu 57.411.000’dir. Nüfusun % 80’i şehirlerde yaşar. Kilometre kareye 235 kişi ile dünyanın en büyük nüfus yoğunluğuna sahip ülkelerinden biridir. Geri kalan nüfusun yaklaşık 3 milyonu Galler’de, 5,5 milyonu İskoçya’da, 2 milyonu Kuzey İrlanda’da yaşamaktadır. Halk, geleneklerine çok bağlı bir millet olarak tanınır. Atalarından kalan kraliyet, cumhuriyet olsa bile bugün hâlâ devam etmektedir. Halkın kanunlara ve polise gösterdikleri saygıdan dolayı, İngiliz polisi silah taşımaz, yalnızca tahta bir jop bulundurur. Önemli şehirleri arasında Cambridge, Birmingham, Derby, Ipswich, Liverpool, Nottingham, Northampton, Oxford, Cardiff, Newpord, Tozfaen, Belfast, Down ve Iyrone’dir. Manchester şehri ise "kuzeyin başkenti" olarak adlandırılmaktadır. Halkın büyük bir kısmı üzerinde Anglikan kilisesi hâkimdir. İskoçya kilisesinin 1,3 milyon taraftarı vardır. 6 milyon civarında Katolik, Metodist ve Baptist mezhepleri de mevcuttur. Ayrıca Müslüman, Musevi ve Budist dinlerine mensup halk da vardır. Birleşik Krallık'ta 5 ila 16 yaş arasında eğitim zorunludur. Öğrencilerin %95’i devlet okullarında ücretsiz eğitim görürler. Ayrıca özel okullar da bulunur. Okulların sayısı 38.000’i bulur. Devlet okullarında ortalama 20 kişiye bir öğretmen düşer. Birleşik Krallık'ta 91 Üniversite,115 yüksek okul, ayrıca 700’ü aşkın teknik ve ticari kolej, sanat ve öğretmen okulları gibi çeşitli yüksek eğitim kurumları vardır. İngiltere’nin en eski üniversitelerinden biri olan Cambridge Üniversitesi çok uzun yıllar önce eğitime açılmıştır. Üniversite kitaplığında iki milyon civarında kitap bulunmaktadır. Diğer eski üniversitesi ise Oxford Üniversitesidir. Ayrıca 1440 yılında kurulan Eton Koleji eski okullardandır. İngiltere'de130 civarında üniversite bulunmaktadır ve bu üniversitelerin birçoğu dünya sıralamasında ilk 100'de yer alır. İngilizlerin eğitime önem vermeleri, ülkede birçok ilim insanının yetişmesine sebep olmuştur. Ünlü fizikçi Newton, Harvey ve Boyle,Halley, Watson, Dalton, Faraday, Boule, Hawking gibi bilim insanları bu ülkede yetişmişlerdir. İngiliz sosyal refah sistemi; sağlık hizmetini, personel sosyal hizmetlerini ve sosyal güvenliği ihtiva eder. Sağlık hizmeti, gelire bakılmaksızın İngiltere'de ikamet eden herkese verilir. Sosyal güvenlik sistemi, muhtaç durumda olan kimselere ve ailelere yardım sağlar. Hükûmet, sağlık hizmetinden doğrudan doğruya sorumludur. Sağlık hizmetleri ve sosyal güvenlik faaliyetleri mahalli sağlık kurulları ve sağlık yetkilileri tarafından yürütülür. Personel sosyal hizmetlerinden mahalli idareler sorumlu olmakla beraber, bu husustaki prensip ve talimatların tespit edilmesi hükûmetin vazifesidir. Personel sosyal hizmetleri, mahalli idareler ve sosyal yardım kuruluşları tarafından yerine getirilir. Bu hizmetler; yaşlılara, güçsüzlere, özürlülere, özürlü çocuklarla bakıma muhtaç çocuklara verilen hizmetlerdir. Birleşik Krallık, futbolun vatanı olarak gösterilir. Ülkede 25.520 spor kulübüne üye 70.000 dolayında futbol takımı ve bu takımlarda yer alan yaklaşık 750.000 lisanslı futbolcu vardır. İngilizlere mahsus olan polo, rugby, hokey, kriket, golf, badmington, squash bu ülkede doğmuştur ve bazıları sadece bu adalar devletlerinde oynanır. Ayrıca İngilizler birçok spor branşlarında başarı göstererek adlarını dünyaya duyurmuşlardır. Birleşik Krallık'ı meydana getiren her ülkenin birer millî takımı vardır. İngiltere futbolun merkezi olarak adlandırılır.Dünya çapında ün yapan futbol ligi FA Premier League'in anavatanıdır. İngiltere'nin Avrupa kupalarında başarılı olmuş bazı takımları, Liverpool FC, Nottingham Forest, Manchester United FC, Aston Villa FC, Chelsea FC, Arsenal FC, Tottenham Hotspur FC, Everton FC, Newcastle United FC, Leeds United'tır. İngiltere, FIFA Dünya Kupası'nı kazanan (1966) ülkeler arasındadır. İngiltere'de her yıl haziran ayında tenis sporunun en eski turnuvası olan Wimbledon Tenis Turnuvası düzenlenmektedir. Ülke ragbi ve kriket sporlarının da beşiği olarak bilinir. İngiltere, Birleşmiş Milletler tarafından düzenlenen çevre konferanslarının hepsine katılmıştır. İngiliz hükûmeti bir çevre fonu kurmuştur. Ayrıca İngiltere’de gönüllü çevre grupları mevcuttur. İngiltere’deki gönüllü kuruluşlar şunlardır: Çevrenin korunması için İngiltere’de kurulan Green Belts’in görevleri şunlardır: Çalışan nüfusun %40'ını sanayi kollarındakiler oluşturur. İngiltere sanayi devrimini Avrupa'da ilk gerçekleştiren ülkedir. Sanayi 18. yüzyıl'ın ikinci yarısında zengin taş kömürü yataklarının işletilmesiyle başlamıştır. Günümüzde taşkömürü üretimi azalmıştır (yılda 122 Mt) ve hepsi iç tüketimde kullanılmaktadır. Enerjinin ancak üçte biri kömürden sağlanmaktadır. Buna karşılık hidrokarbon tüketimi artmıştır. Bunun önemli bir bölümü (53 Mt petrol, 40 milyar doğalgaz) Kuzey Denizi'nden çıkartılmaktadır. Yine de yılda 20 Mt petrol dışalımı yapılmaktadır. Elektrik üretimi 288 milyar KWh'yi bulur ve bunun 37 milyar KWh'si nükleer santrallardan sağlanır. Çelik üretimi, çoğu dışarıdan satın alınan demir cevherinden olmak üzere yılda 20 Mt kadardır. Gemi yapımı ve motorlu taşıt endüstrileri çok gelişmiştir (2 milyona yakın taşıt, bunun %80'i binek otosu). Uçak sanayi ile birlikte daha birçok sanayi dalını bunlara eklemek gerekir (takım tezgâhları, tarım ve demiryolu makineleri, elektrikli makineler vb.) En eski endüstri kolu tekstildir. Ancak eski önemini yitirmiş durumdadır. Bununla birlikte dışarıdan alınan pamuk ve hem yerli hem ithal yünle yılda 90.000 ton pamuklu, 185.000 ton yünlü üretilmektedir. Sentetik tekstil üretimi ise 400.000 ton dolayındadır. Kimya endüstrisi tekstile göre daha yeni olmasına karşın büyük bir hızla gelişmiştir. Petrokimya sanayinin (plastik madde, sentetik iplik, kauçuk, vb.) önemi de diğer kimya dallarına (gübre, boya, sabun, vb. üretimi) göre daha fazladır. Endüstrinin yanında tarım ikinci plandadır. Çalışan nüfusun ancak %5'i tarım alanındadır. Gerçekte doğal koşullar da tarıma pek elverişli değildir. Yetiştirilen başlıca ürünler; buğday (5-10 Mt), patates, şeker pancarı, sebze ve meyvedir. Hayvancılık, tarıma göre daha geniş bir yer tutar: 15 milyon baş sığır, 30 milyon baş koyun. Yılda 1 Mt balık tutulmaktadır. Yoğun gübre kullanımına karşın tarım üretimi nüfusu beslemeye yetmemektedir. İngiltere'nin önemli gelir kaynağı eskiden bu yana ticaretti. Sömürgelerden ve geri kalmış ülkelerden alınan hammaddeler işlenerek yine bu ülkelere satıldığından ekonomik zenginlik büyük boyutlara ulaşmıştı. Sömürgeler bağımsızlıklarını kazandıktan sonra bu durum değişmiştir. Bununla birlikte çok uluslu İngiliz şirketleri (British Petroleum, Imperial Chemical Ins. ve Shell gibi) ve büyük bir ticaret filosu ticaret dengesini ülke lehine destekleyici etmenlerdir. Ancak gene de ülke ekonomisi zaman zaman bunalıma düşmekte, bu da toplumsal sorunlara yol açmaktadır. Dolayısıyla İngiltere giderek eski ekonomik gücünü yitirmektedir. Halikarnas (anlam ayrımı) Kharoon Kharoon ya da Kharon, ölülerin kayıkçısı. Kharon ölü ruhlarına Acheron ırmağını geçirtmek için para alır o nedenle ölülerin ağzına bir metelik konurdu. Para almazsa Kharon ruhları kovar, taş çatlasa yumuşamazdı. Hele toprağa gömülmeyen ruhların Hades bataklığını geçmeleri olanaksızdı. Kharon Etrüsk mezarlarında sık rastlanan bir simgeydi. Ölmekte olan insanı yer altı ülkesine almakla tam anlamıyla öldüren bir cin olarak gösterilir. Hermes'in kılavuzluğunda yer altına inen birçok ölü Kharonla ve kendi kendisiyle konuşur, ölümden sonra her türlü varlığın boş olduğu sonucuna varır. Ölüler ülkesi Hades'in anlatıldığı bölgenin görünüşü ürkütücü olarak tasvir edilir. Ölü ruhların içeri girmesi de kolay değildir. Ölü ruhları styx ırmağından geçiren bir sandalcı vardır. Kharon ölü ruhlarını geçirmek için para alır. Bu nedenle ölülerin ağızlarına bir obolos (metelik) konurdu. Zalim kayıkçı Kharon, bedel ödeyemeyen ruhları kovar ve asla yumuşamazdı. Toprağa gömülmeyen ruhların ise Hades’in ülkesine ulaşması mümkün değildi. Gömülmeyen ruhlar yüz yıl havada gezinip dururlardı. Bu efsanevi anlatım o kadar etkili olmuştur ki Yunanlar, ölüleri Hristiyanlığın ilk dönemlerindeki mağara ayinleri tasviri ile birlikte değerli eşyalarını da mezara koymayı adet olarak edinmişlerdir. Yunanlar, ölü ile birlikte “hediye parası” diye anılan bir tas içerisine 10 - 15 civarında para koymayı gelenekselleştirmişlerdir. Yahudilik Yahudilik ya da Musevilik (Arapça "yahūdī" Yehud kavmi ve dini; Latince Iudaismus; İbranice "yəhūdī") , ilk olarak İbranilerin Kutsal Kitabı (Tanah) ile gelen, ardından da Talmud'da ve diğer ku
tsal metinlerde daha da kapsamlı bir şekilde incelenip yorumlanan inanç, felsefe ve yaşam biçiminine ait uygulamalar bütününe verilen ad. Musevilik, dini Musevilere göre, İsrailoğulları (daha sonra da Yahudi ulusu) ile Tanrı arasındaki akde dayalı ilişkinin dışavurumudur. İlk tek tanrılı din ya da dinlerden biri olarak kabul edilmekte ve hâlen günümüzde uygulanan en eski dinî gelenekler arasında yer almaktadır. Tarihi, ilkeleri ve etiği ile Hristiyanlık ve İslamın yanı sıra, kimi İbrahimî olmayan dinleri de etkileyen Museviliğin dini metinleri ve geleneklerinin birçoğu diğer İbrahimî dinlerin de merkezinde yer alır. Batı Hıristiyanlığının temelini oluşturan Musevilik, birçok yönü ile laik Batı kavramları olan etik ve medeni hukukla da benzerlikler gösterir. Gerek sonradan bu dine geçen gerekse doğuştan Yahudi ulusuna mensup olan, Yahudiliğin takipçilerine Yahudi adı verilir. Yahudi topluluğu, kutsal metinlerinde bir dinin takipçilerinden ziyade, bir ulus olarak tanımlanmalarından ötürü bir dinsel etnik grup olarak kabul edilir. 2007 yılı itibarıyla, dünya üzerindeki Yahudi nüfusunun, yüzde 41'i İsrail'de, yüzde 40'ı ise Amerika Birleşik Devletleri'nde olmak üzere 13,2 milyon olduğu tahmin edilmektedir. Diğer bütün tek tanrılı dinlerde de olduğu gibi, Yahudilikte de farklı mezhepler vardır. Bunların en genişleri arasında, Ortodoks Yahudilik (Haredi Yahudilik ve Modern Ortodoks Yahudilik), Muhafazakar Yahudilik ve Reformist Yahudilik bulunur. Bu mezhepler arasındaki farklılığın temeli, Halaha’ya (Yahudilik kanunları) yaklaşımlarıdır. Ortodoks Yahudiliğe göre, Tevrat ve Halaha ilahidir, sonsuzdur, değiştirilemezdir ve her ikisine de sıkıca itaat edilmelidir. Muhafazakar ve Reformist Yahudilik daha liberaldir ama aralarındaki fark, Muhafazakar Yahudilik, Yahudiliğin gereksinimlerini yorumlarken, Reformist Yahudiliğe göre, daha geleneklere bağlı kalınmasını savunur. Reformist Yahudilikteki tipik düşünceye göre, Yahudilikle ilgili kurallar, kısıtlamalar ve zorunluluklardan ziyade, daha çok, bütün yahudilerin takip ettiği genel talimatlar olmalı.. Günümüz Museviliğinde, merkezi otorite tek bir kişi ya da kuruma değil, kutsal metinlere, din hukukuna ve bu metin ve kanunları yorumlayan bilge hahamlara verilmiştir. Yahudi geleneğine göre, Musevilik (M.Ö. 2000 civarında) Tanrı ile Yahudi ulusunun atası ve Yahudi soyunun başlatıcısı olan İbrahim arasındaki Akit ile başlar. Çağlar boyunca, Yahudilik bir dizi dini ilkeye riayet etmiş, bunların başında da evreni yaratan ve yönetmeye devam eden tek, her şeyi bilen, her şeye kadir, bağışlayıcı ve her yerde olan bir Tanrı'ya iman etmek gelmiştir. Museviliğin çoğu koluna göre, Tanrı İsrailoğulları ve onların soyundan gelenler ile bir akit yapmış, Tanrı'nın kanunları ve emirleri Sina Dağı'nda, Yazılı ve Sözlü Tora şeklinde vahyolunmuştur. Öte yandan, Karay Musevileri sadece Yazılı Tora'nın vahyolunduğuna inanırlar. Musevilikte, Tora çalışmaları ile Tora'da kayıt altına alınan ve Talmud'da tefsir edilen emirlere uyulmasına geleneksel olarak büyük önem atfedilmiştir. Musevilik, İbrani kutsal kitabında yer alan, Talmud ve diğer metinlerde de daha kapsamlı bir şekilde incelenip izah edilen ilke ve esaslar üzerine kurulu, tek tanrılı bir dindir. Yahudi inanışına göre, Musevilik Tanrı ile İbrahim arasında yapılan Akit ile başlar. Musevilik, teolojik açıdan tek tanrıcılığı daima son derece güçlü bir şekilde savunmuştur. Bununla beraber, Tanah'ta, birçok İsrailoğlunun Museviliğin inançlarından saptığı kaydadeğer dönemlerden bahsedilir. Tarihi olarak, Musevilik Yazılı ve Sözlü Tora'nın vahyolunduğu inancını ve kabulünü imanın temeli olarak değerlendirmişse de, Musevilikte dini dogmayı dikte ettiren merkezi bir otorite bulunmaz. Bu, Tora ve Talmud'un özünde var olan belirli teolojik inançlara dair birçok farklı düzenlemenin ortaya çıkmasına da yol açmıştır. Zaman zaman kimi hahamlar kati bir düzenleme üzerinde fikir birliğine varmışsa da, diğerlerinin muhalefeti ile karşılaşmışlar, birçok haham da bu tarz teşebbüsleri Tora'nın bütünüyle kabulüne zarar verdiği gerekçesi ile eleştirmiştir. Bilhassa Talmud'da, kimi inanç esasları (örn. Tora'nın Tanrısal kaynağı), reddedilmeleri halinde kişiyi ""apikoros"" (sapkın) konumuna düşürecek kadar önemli kabul edilir. Yüzyıllar içinde, Musevilikte inanç esaslarına dair bir dizi düzenleme ortaya çıkmış, her ne kadar kimi detaylar konusunda aralarında farklılıklar görülmüşse de, özlerinde yatan ideoloji açısından ortaklıklar sergilemişlerdir. Bu düzenlemelerden yetkinliği en yaygın kabul görenlerden biri de Musa ibn Meymun (Moşe ben Meymon) tarafından 12. yüzyılda belirlenen imanın 13 esası olmuştur. Bu esaslar ilk ortaya atıldıklarında tartışmalara yol açmış, Hasdai Crescas ve Joseph Albo'nun eleştirilerine hedef olmuştur. İbn Meymun'un on üç ilkesi Yahudi toplumunun büyük bölümü tarafından sonraki birkaç yüzyıl boyunca göz ardı edilmiştir. Zaman içinde, bu ilkeler şiir halinde yeniden ifade edilerek (""Ani Ma'amin"" ve ""Yigdal"") Museviliğin dua kitabına eklenmiş ve sonunda yaygın kabul görmüştür. İbn Meymun'a göre, belirlediği 13 esasın tekini dahi reddeden her Yahudi dönme ve sapkın olarak kabul edilmeliydi. Her ne kadar çoğu Yahudi alim ibn Meymun'un 13 esasından nispeten çok ufak farklılıklar gösteren görüş açılarına sahip olmuşlar ve Musevilikte bugüne kadar hiçbir zaman tek bir normatif ve bağlayıcı iman ikrarı görülmemişse de , ibn Meymun tarafından düzenlenen bu 13 esas, Yahudi inançlarının geniş kabul gören bir listesini yaratmaya en yakın çalışmadır. Joseph Albo ve Abraham ibn Davut, ibn Meymun'un listesini, doğru olmakla birlikte, aslında imanın temelini teşkil etmeyen, bu yüzden de sadece kusurlu görülmeleri gereken çok sayıda Yahudiyi "sapkın" kategorisine sokan, gereğinden fazla sayıda madde içerdiği için eleştirmiştir. Diğer birçok kişi de, bu tarz düzenlemeleri Tora'nın bütünü ile kabulüne zarar verdiği gerekçesiyle eleştirmiştir (bakınız yukarı). Bununla birlikte, belirtildiği gibi, ne ibn Meymun, ne de çağdaşları bu esasların Yahudi inanışının tümünü kapsadığını düşünmemiş, bunları daha ziyade Museviliğin kabulünün özünü oluşturan teolojik temeller olarak görmüşlerdir. Bu çerçevede, antik dönem tarihçisi Josephus, dini inançlardan ziyade uygulama ve göreneklere vurgu yapmış, sapkınlığı Yahudi hukukuna riayet edilmemesi ile ilişkilendirmiş, Yahudiliğe geçiş için gerekli şartların sünnet (Brit Mila) olmak ve geleneklere uymak olduğunu savunmuştur. Modern zamanda, Yahudilik, merkezi bir otoriteye sahip olmadığından, belirgin bir dogma dikte edilmiyor. Bu nedenle, temel ve basit bazı inançlar bile Yahudilik içerisinde farklılıklar gösterebiliyor . Bu farklılıklara rağmen, bütün mezhepler temelde Tevrat’tan, Talmud’dan ve Midraş gibi birçok dini tefsirden gelen ilkelere dayanır. Yahudilik, farklı mezhepler de dahil olmak üzere, evrensel olarak, Tanrı’nın İbrahim’le anlaşmasını ve Musa’nın en büyük peygamber olduğunu kabul eder Musevilik, Tora çalışmalarının yanı sıra diğer dini metinlere de daima önem vermiştir. Aşağıda, Musevilik uygulama ve düşüncesi açısında merkezi öneme sahip temel çalışmaların düzenli bir listesi bulunmaktadır. Tevrat Tanah'ın ilk beş bölümüne verilen isimdir. Çoğu zaman Yahudilerin kutsal kitabının tamamı "Tora" kelimesiyle açıklanır. İbranice bir kelime olan Tora, Arapça'dan Türkçeye geçmiş olan Tevrat'ın karşılığıdır. Tevrat kelimesi "Kanun, Töre, şeriat, emir, ders" vb. anlamlara gelir. Beş bölümden oluşan Tevrat, Tanrı'nın 7704 kelimeyle Musa'ya verdiği dini esasları içeren kitap olarak görülür. Tevrat metninin orijinal dili Kutsal Kitap İbranicesidir. Bir bakıma "Şeriat" diye de tanımlanabilen Eski Antlaşma'yı oluşturan kitapların sayısı, Yahudilerce 24, Hıristiyanlarca 39'dur. Kitapların sıralanışı ve gruplanışı konusunda da her iki din de farklı görüşlere sahiptir. Tora, Tanah'ın ilk beş kitabını (Pentatök) ve Sina Dağı'nda Musa'ya açıklanan «On Emir»i (Dekalogos) içerir; bunların tamamı, Tanrı'nın kullarıyla antlaşmasını içeren ve kutlayan bir dinsel yasayı oluşturur. Her sinagogda, yani Musevi tapınağında, Tora'nın makara şeklinde iki çubuğa (Ets Hayim) sarılmış deri üzerine el ile kopya edilmiş bir nüshası (Sefer Tora) bulunur. Haftada 3 gün, törende Hazan sinagogdaki cemaat ile beraber Tora'nın her hafta okunmak üzere 54 bölüme ayrılmış bölümlerinden birini (Peraşa) okur. Tanah yaklaşık olarak bin yıl içerisinde meydana gelmiştir. Ancak kitabın sınırlandırması M.S. 90 yılında toplanmış olan Yemnia Şurası'nda yapılmış ve bugünkü yazılar seçilerek tespit edilmiştir. Tanah ile birlikte hahamların nesilden nesile sözlü olarak aktardıkları sözlü kanunların bütününe Talmud adı verilir. M.S. 150 yıllarında Yehuda HaNasi adında bir haham, kendilerine kadar aktarılan sözlü kanunların kaybolmasından endişelenerek onları Mişna'da toplamıştır. "Tekrar edilmek suretiyle belletilen" anlamına gelen Mişna, Tevrat'ın tekrarı, kanunların açıklaması ve tefsiri sayılır. Ancak belli bir seviyedeki bilgiye sahip olanların anlıyabileceği dilde yazılmış olan Mişna'nın anlaşılmasını kolaylaştırmak amacıyla O'na Yahudi alimlerince şerhler yazılmıştır. Bu şerhlere ve açıklamalara Gemara adı verilir. Talmud, Mişna ve Gemara adı verilen eserlerin bütününe verilen isimdir. Kutsal Kitap dışında Musevi tasavvufuna ve gizemciliğine Kabala adı verilir. Kabala, İbranicede "gelenek görenek" anlamına gelir. Yahudilerin harfçilik ve sayıcılıkla karışık tasavvufî varlık bilgisi öğretisidir. Daha açık bir tanımla Kabala, Kutsal Kitap metinleri ile sözlü gelenekler üzerine yapılan her tür yorumların ve uygulamaların genel adıdır. Yanlış anlaşıldığı gibi Kabala bir kitap veya kitaplar toplamı değil "Evren'in görünür kargaşasını açıklamayı ve zıtlıklarını kolay anlaşılabilir bir kalıp haline getirmeyi amaçlayan bir doktrin"dir. Başlangıcı 2. Tapınak Dönemi'nin sonuna (I. yüzyıl) kadar uzanan Kabala, tam olarak Yahudi gizemciliğinin (esoterism) ortaya çıktığı tarih olan XIII. yüzyıldan başlayarak özel bir öğreti biçiminde geliş
miştir. Bazı Dinler Tarihçilerine göre Kabala'nın kökenleri eski gelenekte (Talmud dönemi) aranmalıdır. Kabala'nın öğreti ve uygulamaları ancak bir kılavuzun denetimi ve önderliğinde mümkündür. Kabala temelde her zaman sözlü geleneğe dayanmıştır. Tanrı'nın Musa'ya indirdiği yazılı olmayan Sözlü Tora vahyin gizli bilgisini taşımaktadır. Kabalanın en önemli kitabı 23 ciltten oluşan Sefer Zohar'dır. Kabala XV. yüzyıl Avrupa’sında da son derece yaygınlaşmıştır. Kabala'nın genel doktrinini, Evrenin bir bütün olduğu, belli bir düzene göre hareket ettiği, evrende görülen her şeyin Tanrı'nın bir parçası ve yer yüzündeki yansıması olduğu, insanın da, evrenin ve dolayısıyla Tanrı'nın bir parçası olma sebebiyle adeta küçük evren sayılması gerektiği şeklinde özetlemek mümkündür (Vahdet-i Vücud, Vahdet-i Mevcud, Macrocosmos, Microcosmos). Yahudi hukuku ve geleneğinin ("halaha") temelini aynı zamanda Pentakök ya da Musa'nın (Moşe Rabenu) Beş Kitabı olarak da bilinen Tora oluşturur. Rabinik geleneğe göre, Tora'da 613 yönerge vardır. Bu yönergelerin bazıları sadece erkeklere veya sadece kadınlara, kimileri sadece kadim mabet görevlileri Kohenler ile Levilere (Levi kabilesinin üyeleri), kimileri ise, sadece İsrail diyarındaki çiftçilere yöneliktir. Birçoğu sadece Kudüs Tapınağı'nın ayakta kaldığı dönem için geçerli olan bu emirlerden günümüzde hâlen uygulanabilir durumda olanların sayısı 300'den azdır. Her ne kadar inançlarının sadece Tora'nın yazılı metnine dayalı olduğu iddia edilen Yahudi grupları olmuşsa da (örn. Sadukiler ve Karaylar), Yahudilerin çoğu Sözlü Yasa'ya inanmıştır. Kadim Yahudiliğin Farisi mezhebi tarafından aktarılan bu sözlü gelenekler, daha sonraları yazılı hale getirilmiş ve hahamlar tarafından genişletilmiştir. Rabinik Yahudilik her zaman Tora kitaplarının (Yazılı Kanun olarak adlandırılır) daima sözlü geleneğe paralel olarak aktarıldığını savunagelmiştir. Bu görüşe gerekçe olarak da, Yahudiler birçok kelimenin belirsiz bırakıldığı ve birçok usulün herhangi bir açıklama veya talimat olmaksızın zikredildiği Tora'nın metnine dikkat çekerler; bu ise, okuyucunun detaylara diğer kaynaklardan (örneğin sözlü) aşina olduğunun varsayıldığı anlamına gelir. Tora'ya paralel giden bu maddeler esasında sözlü olarak aktarılmış ve zaman içinde "Sözlü Yasa" adını almıştır. Kudüs'teki 2. Mabet'in yıkılmasının ardından, bu maddelerin büyük kısmı Haham Yehuda haNasi tarafından (M.S. 200) Mişna adı altında düzenlenmiştir. Sonraki dört yüzyıl boyunca, bu kanun Kudüs ve Babil'de bulunan dünyanın en büyük iki Yahudi cemaatinde de tartışılmış ve bu cemaatlerin her birinden gelen Mişna tefsirleri zaman içinde düzenlenerek iki Talmud olarak bilinen derlemeler altında bir araya getirilmiştir. Bunlar, çağlar boyunca, çeşitli Tora alimlerinin tefsirleri ile de yorumlanmıştır. O halde, Yahudilikte Rabinik yaşam tarzını oluşturan Halaha, Tora ile sözlü geleneğin —Mişna, Midraş Halaha. Talmud ve tefsirleri— birlikte mütalaası üzerine kuruludur. Halaha, emsale dayalı bir sistem yoluyla zaman içinde gelişmiştir. Hahamlara yöneltilen sorular ve onların kesin cevaplarından oluşan yazına responsa (cevaplar; İbranice Şelot U-Teşuvot) adı verilir. Zaman içinde, göreneklerin ortaya çıkması ile, Yahudi hukukunu oluşturan kanunlar kaleme alınmaya başlamıştır; en önemli kanun olan Şulhan Aruh günümüzdeki Ortodoks dini uygulamalarına büyük ölçüde şekil vermektedir. Yahudi felsefesi, ciddi felsefe çalışmaları ile Yahudi teolojisi arasındaki birleşmeye gönderme yapar. Önde gelen Yahudi felsefeciler arasında, Solomon ibn Gabirol, Saadia Gaon, Musa ibn Meymun ve Levi ben Gerşon bulunmaktadır. Aydınlanmaya (1700'lerin sonu ile 1800'lerin başı) tepki olarak meydana gelen önemli değişiklikler sonucunda, Aydınlanma sonrası Yahudi felsefecileri ortaya çıkmıştır. Modern Yahudi felsefesi hem Ortodoks hem de Ortodoks olmayan yönelimli felsefeden oluşmaktadır. Önde gelen Ortodoks Yahudi felsefeciler arasında, Eliyahu Eliezer Dessler, Joseph B. Soloveitchik ve Yitzchok Hutner sayılabilir. Tanınmış Ortodoks olmayan Yahudi felsefeciler arasında ise, Martin Buber, Franz Rosenzeig, Mordecai Kaplan, Abraham Joshua Heschel ve Emmanuel Lévinas da bulunmaktadır. Yahudilik terimi Latince ludaismus, Yunanca Ιουδαϊσμός Ioudaïsmos ve İbranice יהודה, Yehudah, "Judah" tan türemiştir.[62][63] İlk olarak Helenik iudaismus olarak, 2. Maccabi döneminde, M.Ö. 2. yüzyılda ortaya çıktı. Bu dönemin koşullarında, terim, kültürel bir varlık oluşturma anlamını taşıdı. Terimin ilk İngilizce kullanımı, “Yahudi dinine uymak, yahudi dininin sistemi ya da yahudi nüfusunu anlatmak” için kullanıldı. Daniel Boyarin'e göre, din ile etnik kimlik arasındaki temel fark Yahudiliğe yabancı bir kavram olup kökleri Eflatun'un felsefesine dayanan ve Helenistik Yahudiliğe de nüfuz eden ruh ile beden arasındaki dualizmin bir biçimidir. Boyarin bundan ötürü, Yahudiliği din, etnisite ve kültür gibi geleneksel Batı kaynaklı kategoriler altına sokmanın kolay olmadığını savunur. Boyarin, bunun kısmen Yahudiliğin 4.000 yıllık tarihinin Batı kültürünün yükselişinin öncesine dayanmasından ve Batı'nın dışında gelişmiş olmasından kaynaklandığını belirtir. Bu süre zarfında, Yahudilerin başından kölelik, anarşik ve teokratik özyönetim, fetih, işgal ve sürgün deneyimleri geçmiş; Diyasporalarda, temas ettikleri antik Mısır, Babil, Pers ve Helen kültürlerinin yanı sıra, Aydınlanma (bkz. Haskala) gibi modern hareketlerden ve meyvesini Doğu Akdeniz'de bir Yahudi devleti ile verecek olan milliyetçiliğin yükselişinden de etkilenmişlerdir. Ayrıca, bir seçkin sınıfın (Hazarlar) Yahudiliğe geçişine, ardından da bulunduğu topraklardaki güç merkezi statüsünü bu toprakların önce Rusların ardından da Moğolların eline geçmesi ile yitirişine tanıklık ettiler. Boyarin'a göre, böylece "Yahudi kimliği hiçbir kimlik kategorisine uymaz, zira ne salt bir ulusa, ne bir soya, ne de bir dine ait olup diyalektik gerilim içinde bunların hepsini kapsar." Bu bakış açısına karşı, Hümanist Yahudilik gibi uygulamalar, Yahudiliğin dini yönlerini reddederek belirli kültürel gelenekleri korurlar. Geleneksel Yahudi Hukuku'na göre, bir Yahudi anneden doğan veya Yahudi Hukuku'na uygun şekilde Yahudiliğe geçen kişiye Yahudi denir. Amerikan Reform Yahudiliği ve Britanya Liberal Yahudiliği, anne-baba farkı gözetmeksizin ebeveynlerinden sadece biri Yahudi olan çocuğu ebeveynleri tarafından Yahudi kimliği ile yetiştirilmesi şartıyla, Yahudi kabul eder. Geleneksel olarak Yahudiliğe geçmek isteyenlerin cesareti kırılsa da, günümüzde Yahudiliğin tüm ana akımları içtenlikle din değiştirmek isteyenlere açıktır. Dine geçiş süreci bir otorite tarafından değerlendirilir ve kişi samimiyeti ve bilgisi konusunda bir sınamaya tabi tutulur. Din değiştirenlere, "ben Abraham Avinu" veya "bat Abraham Avinu" (İbrahim'in oğlu veya kızı) adının verildiği Yahudilikte, dine geçiş bir aile tarafından evlat edinilmeye benzetilebilir. Geleneksel Yahudilik, gerek Yahudi olarak doğan gerekse Yahudiliğe sonradan geçen her bireyin ebediyen Yahudi olarak kaldığını savunur. Bu yüzden, ateist olduğunu iddia eden ya da başka bir dine geçen bir Yahudi, geleneksel Yahudilik tarafından hâlen Yahudi kabul edilir. Öte yandan, Reform hareketi başka bir dine geçen bir Yahudinin artık Yahudi olmadığını savunur ; Yüksek Mahkeme davaları ve hükümleri sonucunda İsrail Hükümeti de bu duruşu benimsemiştir. İsrail Devleti'nde Yahudi kimliğini neyin belirlediği sorusu ise, 1950'lerde, David Ben-Gurion'un vatandaşlık ile ilgili meselelere bir cevap bulabilmek için dünyanın her yerindeki Yahudi dini otoriteleri ve entelektüellerden "Mihu Yehudi" ("Kim Yahudidir") sorusuna dair görüşlerini istemesi ile yeni bir ivme kazanmış oldu. Bu konu hâlen çözümlenmekten çok uzaktır ve dönem dönem İsrail siyasetinde de kendini gösterir. "Kimin Yahudi olduğu" tanımlamasının yapılmasında karşılaşılan sorunlar, dünya üzerindeki Yahudilerin toplam sayısını belirlemeyi de zorlaştırmaktadır; tüm Yahudiler kendilerini Yahudi olarak tanımlamamakta, kendini Yahudi olarak tanımlayanların bazıları ise diğer Yahudiler tarafından öyle kabul edilmemektedir. Yahudi Yıllığı'na (1901) göre, 1900 yılında dünya üzerindeki Yahudi nüfusu yaklaşık 11 milyondu. Yahudi Nüfus Araştırması'na göre, 2002 yılında dünyada 13,3 milyon Yahudi yaşıyordu. Yahudi Yılı Takvimi ise bu rakamı 14,6 milyon olarak vermektedir. Yahudi nüfusunun artış hızı 2000 – 2001 yılları arasında %0,3 büyüme ile hâlen yüzde sıfıra yakındır. Yahudiliğe yapılan geçişlerin kısmi olumlu katkısına rağmen karma evlilikler ve düşen doğum oranları Yahudi nüfus sayısını olumsuz yönde etkilemektedir. Kimi yazarlar tarafından Yahudilerin toplumda nüfuslarının ötesinde bir öneme sahip oldukları kaydedilmiştir. Bir örnekte, Mark Twain şu yorumu yapar: Avrupa ile Batı Asya'nın Hıristiyan ve Müslüman ülkeler arasında bölündüğü Ortaçağ'ın sonlarında, Yahudiler de kendilerini iki ana gruba bölünmüş buldular. Orta ve Doğu Avrupa'da, yani Almanya ve Polonya'daki Yahudilere Aşkenaz deniyordu. Sefarad Yahudilerinin geleneği ise, Müslüman hakimiyeti altındaki İspanya ve Portekiz başta olmak üzere Akdeniz ülkelerine dayanır. 1492 yılında buradan çıkarıldıklarında, Kuzey Afrika, Doğu Akdeniz, Uzak Doğu ve Kuzey Avrupa'ya yerleştiler. İki gelenek kimi ritüelik ve kültürel detaylarla birbirinden ayrılsa da, teolojileri ve temel dini uygulamaları aynıdır. Son iki yüzyıl içinde, Aşkenaz Yahudi cemaati bir dizi mezhebe bölünmüştür; bu mezheplerin her biri (her ne kadar Yahudilikte inanç uygulama ve görenekten daha düşük bir rol oynasa da) Yahudilerin riayet etmesi gereken inanç esasları ve kişinin bir Yahudi olarak hayatını nasıl yaşaması gerektiği konularında farklı bir anlayışa sahiptir. Doktrinden kaynaklanan bu farklılıklar Yahudi mezhepleri arasında bir ölçüde hizipleşmelere de yol açmıştır. Bununla birlikte, Yahudiler arasında belirli düzeyde bir birlik vardır. Örneğin, Muhafazakar bir Yahudinin Ortodoks ya da Reform sinagogunda ibadet etmesi sıradışı bir durum değildir. Başta
Amerika Birleşik Devletleri'ndekiler olmak üzere, Aşkenaz olmayan birçok Yahudi farklı hareketler ile ilişkili cemaatlere üye olsa da kendini özellikle bu mezhebin üyesi olarak tanımlamaz. Daha ziyade rahatlığından ötürü bunu yapan bu kesim dini uygulamalarını "Ortodoks" veya "Muhafazakar" değil, "geleneksel" ya da "mütedeyyin" şeklinde nitelendirir. Bu mezheplerin tümü İsrail'de de varlığını sürdürse de, İsrailliler Yahudi kimliğini diyasporadaki Yahudilerden daha farklı şekillerde tanımlarlar. Çoğu İsrailli Yahudi, kendini "laik" ("hiloni"), "gelenekçi" ("masorti"), "dindar" ("dati") veya Haredi şeklinde tanımlar. "Laik" tanımı, Yahudi kimlikleri yaşamlarında çok güçlü bir kuvvet olmakla birlikte, bunu büyük ölçüde geleneksel dini inanç ve uygulamalardan ayrı bir yerde tutan Batı (Avrupa) kökenli İsrailli aileler arasında daha revaçtadır. Nüfusun bu kesimi, gerek resmi İsrail hahamlığının (Ortodoks) gerekse diyasporadaki Yahudiler arasında yaygın olan liberal hareketlerin (Reform, Muhafazakar) önderliğindeki örgütlü dini yaşama katılmaz. "Gelenekçi" (masorti) tanımı ise, en çok "Doğu" kökenli (örn. Ortadoğu, Orta Asya ve Kuzey Afrika) İsrailli aileler tarafından kendilerini tanımlamakta kullanılır. Yaygın olarak kullanılan bu terimin resmi Masorti (Muhafazakar) hareketi ile ilgisi yoktur. İsrail'de "laik" ve "gelenekçi" terimlerinin kullanımı önemli belirsizlikler içerir. Bunlar sık sık çakışabilmekte, ideoloji ve dinin gereklerinin yerine getirilmesi açısından son derece geniş bir alanı kapsamaktadırlar. "Ortodoks" ise İsrail'de bu kategoriye giren Yahudilerin yüzdesinin diyasporadakilerden çok daha yüksek olmasına rağmen, ülkede kullanılan söylemde tercih edilen bir terim değildir. Diyasporada "Ortodoks" olarak adlandırılan mezhebin İsrail'deki muadili, ülkede genel olarak dati (dindar) ve haredi (Ultra-Ortodoks) olarak adlandırılan gruplardır. "Dati", "Dindar Siyonizm" ya da "Ulusal Dindar" topluluğun yanı sıra, son onyılda ortaya çıkan ve büyük ölçüde haredi yaşam tarzı ile milliyetçi ideolojiyi bir araya getiren "haredi leumi" (milliyetçi haredi) veya "Hardal"ı da içine alır. (Yidiş'de, mütedeyyin Ortodok Yahudilere "frum", daha liberal Yahudilere ise "frei" da denmektedir). Haredi, toplumun etnik ve ideolojik olarak kabaca üç farklı gruba ayrılabilecek bir kesimini içine alır: (1) Aşkenaz kökenli "Litvanyalı" (Hasidik olmayan) harediler; (2) Aşkenaz kökenli Hasidik harediler; ve (3) Sefarad haredileri. Bu gruplardan en büyüğünü oluşturan üçüncü grup, 1990'ların başından bu yana siyasette de en aktif olanıdır. Yahudi kimliğinin bu muhafazakar-liberal çizgi dışında kalan ifade şekilleri de bulunmaktadır. Geleneksel Rabinik Yahudiliğin modern zamanın radikal değişikliklerine maruz kalması sonucunda ortaya çıkan ideolojik tepkiler olan yukarıda sayılan mezheplerin aksine, Karaim Yahudiliği modern bir Yahudi hareketi olarak ortaya çıkmamıştır. Karaizmin takipçileri, Sadukiler gibi, İkinci Tapınak döneminin Rabinik olmayan Yahudi tarikatlarının devamı olduklarına inanırken, diğerleri bunun 8. ve 9. yüzyıllarda başlatılmış bir tarikat olduğunu iddia eder. Karaylar (ya da diğer adıyla, Yazıtların Halkı), sadece İbrani Kutsal Kitabı'nı ve Peşat'ı (Açık ve Yalın Anlam) kabul ederken, kutsal kitap haricindeki metinlerin yetkinliğini reddederler. Bazı Avrupalı Karaylar kendilerini Yahudi toplumunun parçası kabul etmese de çoğunluğu eder. İlginç şekilde, Naziler sıklıkla Karayları Yahudiler ile ilişkilendirmemiş ve bundan dolayı birçok Karay cemaati II. Dünya Savaşı'ndan sağ çıkabilmiştir. Bu sayede, Litvanya gibi Yahudi cemaatlerinin tümüyle yıkıma uğradığı yerlerde Karaylar bugün dahi varlığını sürdürmektedir. Yunanistan gibi diğer yerlerde ise, Naziler Karayları Yahudi geleneğinin bir parçası olarak görmüş ve onları da kötü muameleye maruz bırakmıştır. Etnik Yahudiler arasındaki bir başka tarihi grup da, Yahudiliğin ana kolundan farklı bir kültürel ve dini kimliğe sahip olan ve tümüyle Batı Şeria'daki Nablus/Şehem bölgesindeki Gerizim Dağı'nın etrafı ile Tel Aviv'in yakınlarındaki Holon'da bulunan Samirîlerdir. Kipa (İbranice: כִּפָּה, çoğul "kippot"; Yidiş: יאַרמלקע, "yarmulke"), kimi Yahudi erkekler tarafından, dua ederken, yemek yerken, şükür duası okurken ya da Yahudi dini metinleri üzerine çalışırken, kimi Yahudi erkekler tarafından da her zaman takılan, siperi olmayan, hafif yuvarlak bir takkedir. Ortodoks olmayan cemaatlerde, kimi kadınlar da kipa takmaya başlamıştır. Kipalar, sadece başın arkasını kapatan küçük yuvarlak olanlarından başın tepesini tümüyle örten büyük takkelere kadar çeşitli boyutlardadır. Tsitsit (İbranice: צִיציִת) (Aşkenazlar "Tzitzis" şeklinde okur) tallitin (İbranice: טַלִּית) (Aşkenazlar "tallis" şeklinde okur) veya dua şalının dört köşesinde bulunan özel olarak düğümlenmiş püsküllerdir. Tallit, dua sırasında Yahudi erkekler ve kimi Yahudi kadınlar tarafından giyilir. Bir Yahudinin tallit giymeye başlama zamanı ile ilgili adetler değişiklik gösterir. Sefarad topluluklarında, erkek çocukları talliti bar mitsva yaşından itibaren giymeye başlarlar. Bazı Aşkenaz cemaatlerinde ise, ancak evlilikten sonra tallit giyilmesi adettendir. Tallit katan (küçük tallit) ise gün boyunca elbisenin altına giyilen püsküllü bir giysidir. Kimi Ortodoks çevrelerde, püsküllerin giysilerin dışında serbestçe sallanmasına izin verilir. Tefilin (İbranice: תְפִלִּין), deri kayışlar yardımı ile biri alna takılan diğeri de kola sarılan, içinde Tevrat'tan ayetlerin bulunduğu, küp şeklindeki iki kutucuğa verilen addır. Mütedeyyin Yahudi erkekler ve bazı Yahudi kadınlar tarafından, hafta içinde, sabah duasında takılır. Kittel (Yidiş: קיטל), Ulu Günler'de duaya liderlik eden kişi ve kimi mütedeyyin gelenekçi Yahudiler tarafından kıyafetlerin üzerine giyilen ve diz hizasına kadar inen bir giysidir. Geleneksel olarak, aile reisi Pesah yemeğinde kittel giyer. Kimi damatlar da, Hupa (evlilik kubbesi) altında kittel giyerler. Yahudi erkekler, öldükten sonra, defin kıyafetleri arasında yer alan tallitin yanı sıra, kimi zaman kittel giydirildikten sonra defnedilirler. Geleneksel olarak, Yahudiler günde üç vakit ibadet ederler; buna Şabat ve bayramlarda dördüncü bir vakit daha eklenir. Her ibadetin merkezinde Amida bulunur. Birçok ibadette anahtar önem taşıyan bir başka dua ise, imanın beyanı Şema Yisrael'dir (kısaca Şema). Şema, Tora'dan bir ayetin okunmasıdır (Tesniye 6: 4): Şema Yisrael Adonay Eloheynu Adonay Ehad —"Dinle, Ey İsrail! Tanrı bizim Tanrımızdır! Tanrı Tektir!" Yahudilikte geleneksel ibadette okunan duaların çoğunluğu yalnızken de okunabilirse de cemaat ile birlikte yapılan ibadet daha makbuldür. Cemaat halinde ibadet etmek için on erişkin Yahudinin bir araya gelmesi, yani minyanın oluşturulması gerekir. Neredeyse tüm Ortodoks Yahudilerde ve çok az Muhafazakar çevrede, minyanda sadece erkek Yahudilerin sayısına bakılır; çoğu Muhafazakar Yahudi ve diğer Yahudi mezheplerinin üyeleri ise Yahudi kadınların sayısını da hesaba katar. İbadete ek olarak, mütedeyyin gelenekçi Yahudiler gün boyunca gerçekleştirdikleri çeşitli eylemler sırasında da dua okurlar. Sabah yataktan kalkarken, farklı yemekleri yemeden veya içmeden önce, yemekten kalktıktan sonra v.s. dualar okunur. Dualara yaklaşım Yahudi mezhepleri arasında da farklılık gösterir. Bu farklılıklar arasında, duaların metinleri, okunma sıklığı, çeşitli dini etkinliklerde okunan duaların sayısı, müzik enstrümanlarının kullanımı ve koro tarafından okunan ilahiler, duaların geleneksel litürjik dillerde mi yoksa yerel dilde mi okunduğu konusu da vardır. Genelde, geleneğe en sıkı riayet edenler Ortodoks ve Muhafazakar cemaatlerken, Reformcu ve Yeniden Yapılanmacı sinagoglar ibadetlerinde çevirilere ve çağdaş metinlere yer vermesi en muhtemel olanlardır. Ayrıca, birçok Muhafazakar sinagog ve tüm Reformcu ve Yeniden Yapılanmacı Yahudi cemaatlerinde, kadınlar erkekler ile eşit statüde ibadetlere katılabilmekte, Tora okuma gibi geleneksel olarak erkekler tarafından yerine getirilen rolleri de üstlenebilmektedirler. Bunun yanı sıra, birçok Reform mabedinde yer verilen orglar ve karma korolarla ibadete müzik ile de eşlik edilmektedir. Yahudi bayramlarında, yaratılış, vahiy ve kefaret gibi Tanrı ile dünya arasındaki ilişkiye dair merkezi temalar da kullanılır. Cuma gecesi günbatımından kısa bir süre önce başlayıp cumartesi gecesi günbatımından kısa bir süre sonra biten haftalık tatil günü Şabat, Tanrı'nın yaratılışın altı gününden sonra istirahat ettiği günün anısına idrak edilir. Şabat olgusu Yahudilik adetlerinde kilit bir rol oynar ve derin bir dini hukuk külliyatı ile düzenlenir. Cuma günbatımında, evin hanımı iki ya da daha fazla mum yakıp şükran duası okuyarak Şabat'ı karşılar. Akşam yemeği, bir bardak şarap üzerine yüksek sesle okunan Kiduş ve ekmek üzerine okunan Motzi şükran duaları ile başlar. Masa üzerinde iki somun örülmüş hala ("challah") ekmeği bulunması adettir. Şabat boyunca, Yahudilerin 39 "melaha" ("iş" olarak çevirilebilir) kategorisinden herhangi birine giren faaliyetleri yapması yasaktır. Aslında, Şabat'ta yasaklanan faaliyetler bilindik anlamda "iş"ler değildir: Bunlar arasında, ateş yakmak, yazı yazmak, para kullanmak ve kamusal alanda eşya taşımak da vardır. Modern zamanda, ateş yakma yasağı yakıt yakılmasını gerektirdiği için taşıt sürmeyi ve elektrik kullanmayı da içine alacak şekilde genişletilmiştir. Yahudi kutsal günleri ("haggim"), Mısır'dan çıkış ve Tora'nın indirilmesi gibi Yahudi tarihinin önemli günlerini kutlarken bazen mevsim dönümlerine ve tarım dönemlerindeki geçişlere de işaret eder. Üç önemli bayram olan Sukot, Pesah ve Şavuot'a ""Şaloş Regalim"" (İbranice ""regel"" vesile ya da ayak anlamına da gelir) adı da verilir. Üç regalde, İsrailoğullarının Tapınak'ta kurbanlar adamak üzere Kudüs'e hacca gitmeleri adetti. Ulu Günler ("Yamim Noraim") yargılama ve bağışlanma kavramlarına odaklanır. Hanuka ("Işık Bayramı"), İbrani takviminde Kislev ayının 25. günü başlar ve sekiz gün sürer. Bayram, festivalin sekiz geces
inin her birinde, mumların birer artırılarak yakılması ile Yahudi evlerinde idrak edilir. Bayrama, "adama/tahsis" anlamına gelen Hanuka adı verilmiştir, zira bu gün, Tapınak'ın IV. Antiokhos Epiphanes tarafından ele geçirilmesinin ardından yeniden Tanrı'ya adanmasını simgeler. Ruhani açıdan, Hanuka'da "Zeytin Yağı Mucizesi" anılır. Talmud'a göre, Makabilerin Selevkos İmparatorluğu karşısındaki zaferinin ardından Kudüs Tapınağı'nın yeniden Tanrı'ya adanması sırasında, Tapınak'daki ebedi ışığı sadece bir gün beslemeye yetecek kadar kutsal yağ bulunmaktaydı. Mucizevi bir şekilde, bu yağ, yeni yağın preslenmesi, hazırlanması ve kutsanması için gerekli süre olan sekiz gün boyunca yanmıştı. Tevrat'ta hiç bahsi geçmeyen Hanuka, Yahudilikte hiçbir zaman önemli bir bayram olarak görülmemişse de, özellikle Noel ile aynı zamanlara rastgelmesi ve İsrail Devleti'nin kurulmasından bu yana vurgu yapılan ulusal motifleri içermesinden ötürü modern zamanda çok daha yaygın şekilde kutlanmaya başlamıştır. Purim Purim, İran Yahudilerinin, Ester Kitabı'nda yazıldığı üzere, kendilerini yok etmek isteyen Haman'ın komplosundan kurtarılmalarının anıldığı, neşeli bir Yahudi bayramıdır. Bayramda, Ester Kitabı topluca okunur, karşılıklı yiyecek ve içecek hediye edilir, yoksullara sadaka verilir ve bir kutlama yemeği yenir (Ester 9: 22). Diğer adetler arasında, şarap içilmesi, hamanteş adı verilen özel hamur işlerinin yenmesi, maskeler takılıp kostümler giyilmesi, karnavallar ve partiler düzenlenmesi de vardır. Purim, her yıl Miladi takvimde Şubat veya Mart'a denk gelen, İbrani takviminin Adar ayının 14. gününde kutlanır. Aftara adı verilen, Tanah'ın diğer kitaplarından bağlantılı okumaların yanı sıra toplu Tora okumaları bayramların ve Şabat ibadetlerinin merkezinde yer alır. Sonbaharda, Simhat Tora'dan itibaren yıl boyunca, tüm Tora okunur. Sinagoglar, Yahudilerin ibadet ettikleri ve kutsal metinler üzerinde çalışmalar yaptıkları mekanlardır. Genellikle, ibadet için ayrı odalar (ana mabet), daha küçük etüd odaları ve sıklıkla da cemaat ve eğitim için bir alan içerirler. Sinagoglar için belirli bir plan olmadığı gibi sinagogların mimari şekilleri ve iç tasarımları da büyük farklılıklar gösterir. Reform hareketinde sinagoglara mabet denir. Her sinagogda geleneksel olarak şu unsurlar bulunur: Sinagoglara ek olarak, Yahudilikte önem taşıyan diğer yapılar arasında, "yeşiva" adı verilen Yahudi din okulları ve "mikve" adı verilen arınma havuzları da bulunur. Yahudi etiği Halaha’ya ait geleneklerle, diğer manevi ilkelerle ya da merkezi Yahudi erdemleriyle şekillenmiştir. Yahudi etiği tipik olarak, adalet, doğruluk, barış, sevmek ve naziklik, anlayış, alçakgönüllülük ve saygı gibi değerleri içerir. Bunlara ek olarak hayırseverlik (tzedakah) ve kötü konuşmaktan sakınmak (Lashon hara) gibi erdemlerde yahudi etiğinin parçalarıdır. Cinsellik ve diğer birçok konuda ise yahudiler arasında tartışma konularıdır. Yahudilikte beslenme yasalarına Kaşrut kuralları denir. Yahudi hukukunun gereklerine uygun gıdalara kaşer (İslamda "helal") adı verilirken, Yahudi hukukuna uygun olmayan gıdalara ise "trefa" (İslamda "haram") denir. Tora'da, kaşrut kuralları için hiçbir sebep gösterilmese de, hahamlar aralarında törensel arılık, insanlara dürtülerini kontrol etmenin öğretilmesi ve sağlık faydaları gibi farklı açıklamalar getirmişlerdir. Kaşrut, diğer hayvanları yiyen kuş ve hayvanların ve deniz tabanında gezinerek diğer hayvanların dışkıları ile beslenen yaratıkların tüketilmesinden sakınılmasını emreder. Pis bir hayvan olarak kabul edilen domuz eti ve kabuklularla yumuşakça deniz ürünleri ile ilgili ciddi yasaklar vardır. Hayvan kesimi özel bir işlemle yapılır ve kutsal kitapta yavruyu ana sütü içinde pişirmenin yasak edilmesinden ötürü et ile süt birlikte yenmez.Birçok türün kesin çevirileri günümüze kadar hayatta kalmamıştır. Birçok kaşer olmayan kuş türünün adları artık kesin değil. Ama birkaç kuşun kaşrut durumu gelenekler aracılığıyla günümüze kadar gelmiştir. Tavuk ve Hindi yenilebilir. Amfibiler, sürüngenler ve böceklerin çoğu yasaklanmıştır. Her ne kadar hijyenin sağlanması bir etken olmuş olabilirse de, kaşrutun daha derinde yatan anlamı yemek yeme fiiline ruhani bir boyut katmaktır. Bunun altında, Yahudilerin acı, hastalık, pislik ve hayvanlara eziyet gibi ruhsal "negatifler" içeren hiçbir şeyi ağızlarına koymaması düşüncesi yatar.. Ortodoks ve bazı Muhafazakar otoriteler, yahudi olmayan kişiler tarafından hazırlanmış işlenmiş üzüm ürünlerinin tüketilmesini yasaklar. Bunun nedeni antik çağda şarap kullanılarak yapılan rituellerdir. "Niddah" ("ayrı düşen" anlamına gelir; çoğu zaman "aile saflığı" olarak da adlandırılır) yasaları ve erkekler ile kadınlar arasındaki etkileşimi düzenleyen çeşitli başka yasalar (örn. tseniut, mütevazı giyim), özellikle de Ortodoks Yahudiler tarafından, Yahudi yaşamında hayati etkenler olarak görülürse de, Reformcu ve Muhafazakar Yahudiler bunlara nadiren uyar. Cinsel ilişkileri düzenleyen yasalardan biri, kadının adet döneminin başlamasından itibaren adet akıntısının bitiminden sonra yedi gün sayıp mikveye girene kadar cinsel birleşmenin olamayacağıdır. Yaşam evreleri, Yahudi kimliğini güçlendirmek ve kişi ile cemaat arasında bağ oluşturmak üzere bir Yahudinin yaşamı boyunca meydana gelen olaylardır. Yahudilikte Kudüs Tapınağı'nın işleri ve kurbanlardan sorumlu olan mabet görevliliğinin rolü İkinci Tapınak'ın M.S. 70 yılında yıkılmasından bu yana önemli ölçüde azalmıştır. Babadan oğula geçen bir statü olan Mabet görevliliği müessesesi, günümüzde artık törensel görevler dışında herhangi bir görevi olmamasına rağmen, halen birçok Yahudi cemaatinde saygı görür. Birçok Ortodoks Yahudi cemaatinde, gelecekteki Üçüncü Tapınak için Mabet görevlilerine ihtiyaç duyulacağına ve gelecekteki görevlerine hazır olmaları gerektiğine inanılır. Mişna ve Talmud zamanından günümüze dek, Yahudilik çok az ayin ve törenin uygulanması için uzmanlaşmış veya yetkin kişilerin bulunmasını gerektirmiştir. Bir Yahudi ibadet için gerekli koşulların çoğunu kendi başına yerine getirebilir. Tora ve aftara (Neviim kitabından ek kısımlar) okunması, matem tutanlar için dua edilmesi, damat ve gelin için bereketlendirme duası edilmesi, yemeklerden sonra şükran duası edilmesi gibi bazı faaliyetlerde minyan oluşturulması, yani on yetişkinin hazır bulunması gerekir (Ortodoks ve kimi Muhafazakar Yahudiler minyan için on yetişkin erkek bulunmasını şart koşarken, bazı Muhafazakar Yahudiler ile Reform Yahudileri kadınları da minyana dahil ederler). Bir sinagogda en yaygın olarak bulunan profesyonel din adamları şunlardır: Yahudi ayinlerinde, birçok cemaatte her zaman olmasa da bazen bir haham ve/veya hazan tarafından doldurulan iki özel rol vardır. Diğer cemaatlerde, bu roller ayinin bölümlerini dönüşümlü olarak yöneten cemaat üyeleri tarafından geçici olarak doldurulur: Başta büyük cemaatler olmak üzere, birçok cemaatte bir de "Gabbay" vardır: Bu üç vazife genellikle gönüllülük esasına dayanır ve bunları üstlenmek onur kabul edilir. Aydınlanma'dan bu yana, büyük sinagoglarda sıklıkla şatz ve "baal kriyah" olarak haham ve hazanlar işe alınmaktadır; birçok Muhafazakar ve Reformcu cemaatte hâlen bu uygulama söz konusudur. Öte yandan, Ortodoks sinagoglarında bu mevkiler dönüşümlü veya geçici olarak cemaat üyelerince doldurulur. Her ne kadar çoğu cemaat bir veya daha fazla hahamı işe alsa da, ABD'de profesyonel hazanların hizmetinden yararlanan cemaatlerin sayısı genelde düşerken diğer mevkiler için profesyonellerin kullanımı hâlen nadiren rastlanan bir durumdur. Özü itibarıyla, Tanah İsrailoğullarının tarihlerinin en başından İkinci Tapınak'ın yapımına kadar (M.Ö. 535 civarı) geçen dönemdeki Tanrı ile ilişkisinin hikâyesini anlatır. Bu, sıklıkla çekişmeli bir ilişki olmuş, İsrailoğulları Tanrı'ya olan inançları ile diğer tanrıların cazibesi arasında bocalamışlardır. Kutsal Kitap'ta yer alan gerçek üstü şahsiyetler arasında, inançları ile mücadele eden İbrahim, İshak ve Yakub ile İsrailoğullarını Mısır'dan çıkartan Musa da vardır. İlk İbrani ve Yahudi halkının babası olarak kabul edilen İbrahim, çevresinde gördüğü putperestliği reddederek tek tanrıcılığı benimsemişti. Tek Tanrı'ya iman etmesinin ödülü olarak, İbrahim'e kalabalık bir soy vaat edildi: "[Rab] sonra Avram'ı dışarı çıkararak, 'Göklere bak' dedi, 'Yıldızları sayabilir misin? İşte senin soyun o kadar çok olacak'" (Tekvin 15:5). İbrahim'in ilk çocuğu İsmail, ikinci oğlu ise Tanrı'nın İbrahim'in kültünü sürdürecek ve sürülüp kurtarıldıktan sonra İsrail Diyarı'nı (o zamanki adı ile Kenaan Ülkesi) miras alacak olan İshak'tı. Tanrı ata Yakub'u ve çocuklarını, birçok kuşaktan sonra esir edilecekleri Mısır'a gönderdi. Tanrı'nın Musa'ya İsrailoğullarını esaretten kurtarmasını emretmesinin ardından Mısır'dan Çıkış gerçekleşti. İsrailoğulları, M.Ö. 1313 (Yahudi Yılı 2448) tarihinde Sina Dağı'nda toplantılar ve onlara Tora indirildi. (Neviim ve Ketuvim ile birlikte, bu kitaplar Yazılı Tora olarak bilinirken, Mişna ve Talmud ise Sözlü Tora olarak bilinir.) Sonunda, Tanrı onları İsrail diyarına götürdü. Tanrı, Musa'nın erkek kardeşi Harun'un soyundan gelenleri İsrailoğlu toplumu içinde mabet görevlileri sınıfı olarak belirledi. İlk dinsel törenleri mişkanda (taşınabilir tapınak) yönettiler; sonrasında da onların soyundan gelenler Kudüs Tapınağı'nda ibadetten sorumlu oldular. İsrailoğulları İsrail diyarına yerleştikten sonra, taşınabilir tapınak Şiloh şehrine yerleştirildi ve 300 yılı aşkın bir süre boyunca da burada kaldı. Bu süre içinde, kimileri halkın günahlarının cezası olarak Tanrı tarafından gönderilen saldırgan düşmanlara karşı halkı toparlaması için Tanrı önemli erkekler, zaman zaman da kadınlar, gönderdi. Bu, Yeşu Kitabı ile Hakimler Kitabı'nda anlatılır. Zaman içinde, ulusun ruhani düzeyi öylesine düştü ki, Tanrı Kadim Filistinlilerin Şiloh'daki taşınabilir tapınağı ele geçirmesine izin verdi. Bunun üzerine, Samuel Kitapları'nda anlatıldığı gibi, İsrail halkı Samuel peygambere diğer
milletler gibi, daimi bir hükümdar tarafından yönetilmeleri gereken bir noktaya geldiklerini söyledi. Samuel, isteksizce bu talebi kabul etti ve büyük fakat çok mütevazı bir insan olan Saul'u Hükümdar olarak atadı. Halk, Saul'a baskı yaparak kendisine Samuel tarafından aktarılan bir emre karşı gelmeye itince, Tanrı Samuel'e onun yerine Davud'u atamasını söyledi. Kral Davud tahta geçtikten sonra, Nathan peygambere daimi bir tapınak yapmak istediğini söyledi ve yaptıklarının ödülü olarak, Tanrı Davud'a oğlunun tapınağı yapmasına izin vermeyi ve tahtın hep çocuklarında kalacağını vaat etti (Davud'un tapınağı inşa ettirmesine izin verilmemişti, zira, birçok savaşta yer aldığı için barışı temsil eden bir tapınak yaptırması uygun olmayacaktı). Bunun sonucunda, Tanrı'nın arzu ettiği ve Krallar Kitaplarında belirtildiği gibi, ilk daimi tapınağı Kudüs'te yaptıran da Davud'un oğlu Süleyman oldu. Rabinik gelenek, Sözlü Tora veya sözlü kanun olarak bilinen hukuki yorum ve ayrıntıların esasında Tanrı'nın Sina Dağı'nda Musa'ya söylediklerine dayanan yazılı olmayan bir gelenek olduğunu savunur. Ne var ki, Yahudilere yönelik baskıların artması ve ayrıntıların unutulma tehdidi ile karşı karşıya gelmesi sonucunda, bu sözlü yasalar Haham Yehuda haNasi tarafından M.S. 200 civarında derlenerek Mişna oluşturuldu. Talmud, Mişna ile sonraki üç yüzyıl boyunca redakte edilen haham yorumları olan Gemara'nın bir derlemesinden oluşuyordu. Gemara, Yahudi ilim dünyasının iki önemli merkezi Filistin ve Babil'den çıkmıştır. Daha eski olan derlemeye Kudüs Talmudu denir. Dördüncü yüzyılda, İsrail'de derlenmiştir. Babil Talmudu ise, I. Ravina, II. Ravina ve Rav Aşi tarafından M.S. 500'de derlenmiş, ancak daha sonraları da düzenlenmeye devam etmiştir. Eleştirel yaklaşan akademisyenler (mütedeyyin olan ve olmayan Yahudiler) aralarında İbrani Kutsal Kitabı'nın da bulunduğu kutsal metinlerin Tanrı tarafından dikte ettirildiğini reddederken kimileri bunların vahyolunduğu savını reddeder. Bunun yerine, bu metinlerin insanlar tarafından kaleme alındığını ve belirli tarihi ve kültürel bağlamlarda anlam kazandığını düşünürler. Bu akademisyenlerin birçoğu belgesel hipotezin genel ilkelerini kabul eder ve Tora'nın birbirinden ayrılan hikâyelere dikkat çekecek bir şekilde bir araya getirilmiş bir dizi tutarsız metinden oluştuğunu öne sürer. Bu akademisyenler, İsrailoğullarının ve İsrail dininin kökenlerine dair çeşitli teorilere sahiptir. Çoğunluğu, Birinci Tapınak döneminde İsrail ulusunu oluşturan insanların kökenlerinin Mezopotamya ve Mısır'a dayandığı konusunda birleşse de, bazıları bu halkların atalarının bir kısmının veya tümünün Mısır'da köle olup olmadığını sorgulamaktadır. Birçoğu, Birinci Tapınak döneminde, İsrail halkının henoteist olduğunu, yani her milletin kendine ait bir tanrısı olduğuna, ancak kendi tanrılarının diğerlerinin tanrılarından üstün olduğuna inandıklarını savunur. Kimileri ise, katı tek tanrıcılığın Babil döneminde, belki de Zerdüştlükteki dualizme bir tepki olarak geliştiğini savunur. Bu görüşe göre, Yahudilerin çoğunluğu kendi tanrılarının tek tanrı (dolayısıyla da herkesin tanrısı) olduğuna ve vahyin kaydının (Tora) evrensel gerçekleri içerdiğine ancak Helenistik dönemde inanmaya başlamıştır. Bu yaklaşım, Yahudi olmayanlar arasında Yahudiliğe olan ilgideki artışı (bazı Yunanlar ve Romalılar, görsel olarak temsil edilemeyen bir tanrıya olan inançlarından ötürü Yahudileri en "felsefi" halk olarak görüyordu) ve Yahudilerin evrensel gerçekleri belirlemeye çalışan Yunan fesefesine yönelik yoğunlaşan ilgisini yansıtıyor, dolayısıyla da –potansiyel olarak- en azından "tüm tanrılar birdir" anlamında tek tanrıcılık fikrine gidiyordu. "Yahudilik ile bire bir örtüşen, sınırları açık şekilde belirlenmiş bir Yahudi ulusu fikri de bu zamanda oluşmuştur." Bir akademisyene göre, nihayetinde Hristiyanlık dininin ve Rabinik Yahudiliğin doğuşu ile sonuçlanan ilk Hıristiyanlar ile Ferisiler arasındaki çatışma, Yahudilerin kendi ulusal adanmışlık iddiaları ile teolojik evrenselciliği bağdaştırma mücadelelerini yansıtıyordu. Tel Aviv Üniversitesi'nden Prof. Ze'ev Herzog'a göre, bir devlet dini olarak tek tanrıcılık muhtemelen "İsrail Krallığı'nın ortadan kaldırılmasının ardından, Yehuda Krallığı döneminde icat edilmiştir." Herzog şöyle devam ediyor: "Tek tanrıcılığın İsrail ve Yehuda krallıkları tarafından ne zaman benimsendiği sorusu, iki tanrıdan bahseden eski İbranice yazıtların keşfedilmesi ile ortaya çıkmıştır; Yehova ve Aşerah'ı. Negev tepesi bölgesinin güneybatısındaki Kuntiliet Ajrud ve Yahudiye eteklerindeki Khirbet el-Kom'daki iki kazı alanında, "Yehova ve Aşerah'ı," "Yehova Şomron ve Aşerah'ı," "Yehova Teman ve Aşerah'ı"ndan bahseden yazıtlar bulunmuştur. Yazıtları hazırlayanlar, iki tanrıyı, Yehova ve eşi Aşerah'ı tanıyorlar ve bu ikilinin adına şükranlarını sunuyorlardı." Yehova'nın kökenleri, merkezinde Yunan panteonuna çok benzer bir tanrılar panteonunun bulunduğu daha önceki Kenaan dinine dayanıyor olabilir. Bu panteonun en tanınan tanrısı, Tevrat'ta da ismi altmışdan fazla defa geçen Ba'al'di. Ba'al, tapılması Tanah'da defalarca yasaklanan fırtına ve bereket tanrısıydı. Hayatta kalmaya odaklanmış bir toplumda, bereket en yüksek faydayı temsil ediyordu. Bununla birlikte, Ba'al panteonun başı değildi. Bu unvan, Merhametli El'e aitti. İlk olarak Mendenhall tarafından ortaya atılan bir teoriye göre, kendi kendini marjinalize etmiş, bir grup mazlum insan, yani "apiru" (kurulu düzenin dışında duran insanları tanımlayan, muhtemelen İbrani kelimesinin de kökeni olan bir terim) baş tanrıları olarak El'e tapınmaya başladı. Esasında bir Kenaan tanrısı olmayan Yehova olarak bilinen tanrıya tapınma, muhtemelen Levant bölgesinin güneyindeki Midyan'da ortaya çıkmış, Levant bölgesine de güneyden bir grup göçebe tarafından getirilmişti (Tevrat geleneğine göre, Mısır'dan gelen köleler). Yabancı tanrı Yehova'nın yerel tanrı El ile birleştiği ve Yehova'nın El'in birçok özelliğini aldığına inanılmaktadır: yaşlı bir tanrı; bilge bir tanrı; hatta yaratıcı bir tanrı. Bu birleşmeye ek kanıt olarak, Tanah'ta Tanrı için "El" kelimesi kullanılır. Özellikle, Rabinik kaynaklarda Tanrı için "El-Şaday" terimi kullanılır. El-Şaday'ın, El'in yeryüzünde oturmasına yapılan bir gönderme ile, "Dağda oturan El" anlamına gelmesi kuvvetle muhtemeldir. Genellikle, İsraillilerin yeni, yerleşik bir etnik grup olarak konumlarını M.Ö. 12. yüzyılda pekiştirdikleri düşünülürse de, başta Israel Finkelstein olmak üzere bazı arkeologlar İsraillilerin baskı altındaki insanlar tarafından oluşturulmuş bir koalisyon olduğu iddiasını, Yahudi halkının ayrı bir etnik grup olarak ortaya çıkışının M.Ö. dokuzuncu veya sekizinci yüzyıla kadar gerçekleşmediğini savunarak reddetmektedir. Zaman içinde, Yahudilik Kenaan panteonunun diğer tüm tanrı ve tanrıçaları ile tüm bağlantılarını keserek tek tanrıcı bir din olmuştur. Ancak bunun ne zaman gerçekleştiği de ayrı bir tartışmanın konusudur. Yehova'nın El ile birleşmesinden ve sadece Yehova'ya ibadeti merkez alan resmi ortodoksluğun ortaya çıkışından çok daha sonra İsrailoğullarının Yehova'nın eşi olarak Aşerat'a da tapınması veya hürmet göstermesini savunan argümanlar ortaya konmuştur. Kenaan panteonunda El'in eşi olan Aşera'dan, genellikle bu tanrıçaya tapınmanın veya stylize edilmiş bir ağaç şeklinde olduğuna inanılan kült sembolünün kullanımının kınanması bağlamında Tanah'da kırktan fazla defa bahsedilir. Çok da puta benzemeyen bu sembolün özellikle İsrailoğulları kadınları arasında yaygın bir tapınma aracı olarak kullanılmasına (resmi ortodoksluk tarafından olmasa da halk arasında) hoşgörü gösterildiğine inanılmaktadır. Kuntillet Ajurd ve Khirbet el-Kom'da bulunan yazıtlarda, "Yehova ve Aşera'sına" atıfta bulunulmaktadır. Yazıtların tanrıça Aşera'ya mı yoksa Aşera kültünün bir sembolü olan "Aşera"ya mı atıfta bulunduğu tartışılmaktadır. Her iki durumda da, Yehova'nın Aşera ile ilişkilendirildiğine şüphe yoktur. Muhtemelen Yehova'nın El'in birçok özelliği ile birlikte, eşini de aldığı algılaması ortaya çıkmıştır. Aşera'nın ve tüm Kenaan tanrılarının İsrailoğullarının dininden kati olarak tasviye edilmesinde, M.Ö. 621 yılında Josiah tarafından gerçekleştirildiğine inanılan reformasyonun muhtemelen etkisi olmuştur. Başkenti Kudüs olan Birleşik Monarşi Saul'un hükümdarlığı döneminde kuruldu ve Kral Davud ve Süleyman'ın hükümdarlığında devam etti. Süleyman'ın ardından, ülke İsrail Krallığı (kuzeyde) ve Yehuda Krallığı (güneyde) olmak üzere iki ayrı krallığa ayrıldı. İsrail Krallığı, M.Ö. 8. yüzyılda Asur hükümdarı II. Sargon tarafından fethedildi ve ülkenin başkenti Samarya'dan çok sayıda insan esir edilerek Media ve Habur vadisine götürüldü. Yehuda Krallığı ise, M.Ö. 6. yüzyılda Babil ordusu tarafından fethedilene kadar bağımsız bir devlet olarak varlığını sürdürdü. Bu sırada, Yahudilikte ibadetin merkezinde yer alan Birinci Tapınak da yıkıldı. Yehudalı seçkinlerin Babil'e sürgün edilmesi ile ilk Yahudi diyasporası da oluşmuş oldu. Bu esaret döneminde, Babil'deki Yahudiler, "Babil Talmudu"nu, Yehuda'da kalan Yahudiler ise "Filistin Talmudu"nu kaleme almışlardır. Bunlar, Tora'nın ilk bilinen yazılı halleridir ve Babil Tamudu da günümüzde kullanılan Talmud'dur. Babil'in Persler tarafından fethedilmesinin ardından, Babil Sürgünü olarak da bilinen yetmiş yıllık dönemden sonra Babil'deki Yahudilerin birçoğu memleketine döndü. Yeni İkinci Tapınak inşa edildi ve eski dini uygulamalara yeniden başlandı. İkinci Tapınak'ın ilk yıllarında, en yüksek dini otorite, Büyük Meclis olarak bilinen başını Ezra Kitabı'ndan Ezra'nın çektiği bir konseydi. Büyük Meclis'in diğer başarıları arasında, Tevrat'ın son kitaplarının bu dönemde kaleme alınması ve kanunun kesinleştirilmesidir. Helenistik Yahudilik, M.Ö. 3. yüzyıldan itibaren Ptolomeos dönemi ve sonrası Mısır'da yayılmaya başlamış ve gnostisizm ile Erken Hıristiyanlığın yükselişine paralel olarak 3. yüzyıldaki düşüşüne kadar, Roma İmparatorluğu'nun her yerinde kayda değer bir hoşgörülen din ("reli
gio licita") haline gelmiştir. Milattan sonra 66'da, Roma yönetimine karşı patlak veren Yahudi ayaklanmasından sonra, Romalılar Kudüs'ü neredeyse tümüyle yıktı. İkinci bir ayaklanmanın ardından ise, Yahudilerin Kudüs şehrine girmesi yasaklanırken çoğu Yahudi ibadeti de Roma tarafından yasaklandı. Kudüs'ün yıkılmasının ve Yahudilerin sürülmesinin ardından, Yahudilerin ibadetinin Tapınak etrafında merkezlenmesi sona erdi, kurbanın yerini dua aldı ve ibadet, cemaatin öğretmeni ve önderi olarak hareket eden hahamlar etrafından yeniden şekillendirildi (bkz. Yahudi diyasporası). Milattan Sonra 1. yüzyıl civarında, aralarında Farisiler, Sadukiler, Zealotlar, Esseniler, Yazıcılar ve Hıristiyanların da bulunduğu çok sayıda küçük Yahudi mezhebi bulunuyordu. İkinci Tapınak'ın M.S. 70 yılında yıkılmasının ardından bu mezhepler de yok olmuştur. Hristiyanlık, Yahudilikten kopup ayrı bir din haline gelerek varlığını sürdürdü; Ferisiler ise Rabinik Yahudilik (günümüzde kısaca "Yahudilik") şeklinde ayakta kalmıştır. Sadukiler, Neviim ve Ketuvim'in vahyolunduğunu reddederek tek vahyolunmuş kitap olarak addettikleri Tora'ya dönmüşlerdir. Sonuç olarak, Ferisilerin inanç sisteminin (modern Yahudiliğin temelini oluşturan) bazı temel özellikleri Sadukilerden de kabul görmemiştir. Sadece Tora'yı esas alan Sadukiler gibi, 8. ve 9. yüzyıllarda bazı Yahudiler Mişna'da kayda geçen (ve daha sonra her iki Talmud ile hahamlar tarafından geliştirilen) Sözlü Yasa'nın otoritesini ve vahyolunduğunu reddetmiş, bunun yerine sadece Tanah'ı esas almışlardır. Bu gruplar kısa sürede, rabinik geleneklerden ayrılan kendi sözlü geleneklerini oluşturmuş, sonunda da Karaim mezhebini kurmuşlardır. Günümüzde hâlen az sayıda Karay varlığını sürdürmekte, bunların büyük bölümü de İsrail'de yaşamaktadır. Rabinik Yahudiler ve Karay Yahudileri birbirlerinin Yahudi olduğunu kabul etmekle birlikte, öteki inancın kusurlu olduğunu savunmaktadır. Zaman içinde, Yahudiler farklı etnik gruplara bölünmüşlerdir; diğerlerinin yanı sıra, Aşkenaz Yahudiler (Orta ve Doğu Avrupalı), Sefarad Yahudileri (İspanya, Portekiz ve Kuzey Afrika'dan), Etiyopya'dan Beta Israel ve Arap Yarımadası'nın güney ucundan Yemen Yahudileri. Bu kültürel bir ayrım olup herhangi bir doktrinel anlaşmazlığa dayanmamaktadır, ancak aradaki mesafe uygulama ve dualarda küçük farklılıklara yol açmıştır. Ana madde: Yahudilere yönelik baskılar, Antisemitizm ve Antisemitizmin tarihi Antisemitizm (Yahudi düşmanlığı), Ortaçağ'da ortaya çıkmış, kendini, baskılar, pogromlar, din değiştirmeye zorlama, sürülmeler, sosyal kısıtlamalar ve gettolara kapatma şeklinde göstermiştir. Bu niteliksel olarak, antik çağlarda Yahudilere yönelik baskılardan farklı olmuştur. Antik çağdaki baskı siyasi sebeplere dayanıyor, Yahudiler başka herhangi bir etnik gruptan farklı bir muameleye tabi tutulmuyorlardı. Kiliselerin yükselişi ile birlikte, Yahudilere yönelik saldırıların daha ziyade özellikle Hıristiyanlığın Yahudilere ve Yahudiliğe bakışından kaynaklanan teolojik değerlendirmelerden destek almaya başlamıştır. Ana madde: Hasidik Yahudilik Hasidik Yahudilik, "Baal Şem Tov" (veya "Besht") olarak da tanınan Yisroel ben Eliezer (1700-1760) tarafından kurulmuştur. Kökenleri, Yahudi halkının baskıya uğradığı, Avrupalı Yahudilerin kendi içlerine dönerek Talmud çalışmalarına odaklandığı bir döneme dayanır; çoğu kişi, Yahudi yaşamının birçok ifadesinin gereğinden fazla "akademik" hale geldiğini ve ruhaniyet ile neşe üzerinde hiç durmadığını hissediyordu. Müritleri birçok takipçi çekerek Avrupa'nın her yerinde sayısız Hasidik tarikatlar kurmuşlardır. Hasidik Yahudilik zaman içinde Avrupa'daki birçok Yahudinin yaşam biçimi haline gelmiş, 1880'li yıllardaki Yahudi göç dalgaları, bu akımı Amerika Birleşik Devletleri'ne de taşımıştır. Başlarda, Hasidik olan ve olmayan Yahudiler arasında ciddi bir hizipleşme yaşanmıştır. Avrupalı Yahudilerden Hasidik hareketi reddedenleri "Mitnagdim" ("Karşıtlar/Reddiyeciler") olarak adlandırıyordu. Hasidik Yahudiliğin reddedilmesinin sebepleri arasında, Hasidik ibadetin aşırı yoğun olması, liderlerine geleneklerin dışında yanılmazlık ve mucize yaratma özelliklerini isnat etmesi ve mesihçi bir mezhep haline gelebileceğine yönelik endişeler vardı. O zamandan bu yana, Hasidler ile rakipleri arasındaki farklılıklar kademeli olarak azalmış, bugün her iki grup da Haredi Yahudiliğin parçası haline gelmiştir. Ana madde: Haskala ve Reform Yahudiliği On sekizinci yüzyılın sonlarında, Avrupa Aydınlanma olarak da bilinen bir grup entelektüel, sosyal ve siyasi hareketin etkisi altına girdi. Aydınlanma, Avrupa'da Yahudilerin kendi dışlarındaki laik dünya ile etkileşimlerini yasaklayan kanunların azalmasına da yol açarak Yahudilerin laik eğitim ve deneyime erişimesine imkân vermiştir. Gerek Aydınlanma'ya gerekse bu yeni özgürlüklere tepki olarak özellikle Orta Avrupa'da Haskala veya "Yahudi Aydınlanması" adı verilen buna paralel bir Yahudi hareketi de başlamıştır. Hareket, laik toplum ile entegrasyona ve akıl gibi, dini olmayan bilgiye ulaşma çabasına önem veriyordu. Haskala'nın destekçileri ile daha geleneksel Yahudi kavramlarının takipçileri arasındaki etki ve tepkiler Yahudilikte bir dizi farklı kolun oluşumu ile sonuçlanmıştır: Haskala destekçileri Reform Yahudiliği ve Liberal Yahudiliği, gelenekselciler Ortodoks Yahudiliği, her iki taraf arasında bir denge noktası arayan Yahudiler ise, Masorti ve Muhafazakar Yahudiliği kurmuşlardır. Bu süreçte birkaç küçük grup da ortaya çıkmıştır. Amerika Birleşik Devletleri, İsrail, Kanada, Birleşik Krallık, Arjantin ve Güney Afrika gibi modern ekonomilere sahip sanayileşmiş ülkelerin birçoğunda, çok farklı Yahudilik uygulamaları bulunmakta, bunun yanı sıra, laik ve dindar olmayan Yahudilerin sayısında da artış görülmektedir. Örneğin, 2001 Ulusal Yahudi Nüfus Araştırması'na göre, dünyada en kalabalık ikinci Yahudi nüfusa ev sahipliği yapan Birleşik Devletler'deki Yahudi toplumunda, 5,1 milyon Yahudiden 4,3 milyonu din ile bir şekilde bağlantılıydı. Din ile ilgisi olan Yahudi nüfusun %80'i bir şekilde dini ibadete katılırken sadece %48'i bir sinagoga üyeydi. Bu durumu bir kriz olarak algılayan ABD ve Kanada'daki dini (ve laik) Yahudi hareketleri, Yahudi cemaatindeki karma evlilikler ve asimilasyon oranlarındaki artıştan büyük endişe duymaktadır. Amerikalı Yahudiler daha geç evlendikleri ve daha az sayıda çocuk sahibi oldukları için, ülkedeki Yahudiler arasındaki doğum oranları 2,0'dan 1,7'ye düşmüştür (nüfus ikame oranı 2,1'dir). Karma evlilik oranları ABD'de %40 ile 50 arasında iken, karma evlilik yapan çiftlerin çocuklarından sadece üçte biri Yahudi olarak yetiştirilmektedir. Karma evlilikler ve düşük doğum oranları yüzünden, ABD'deki Yahudi nüfusu 1990 yılında 5,5 milyondan 2001 yılında 5,1 milyona düşmüştür. Bu, Diyaspora'daki Yahudi cemaatindeki genel nüfus eğilimleri açısından da gösterge niteliği taşımakla birlikte, toplam nüfus üzerine odaklanılması, Haredi Yahudilik gibi bazı mezhepler ile cemaatlerdeki büyüme eğilimlerini gizlemektedir. Baal teşuva hareketi, dine "dönen" veya daha dindar hale gelen Yahudilerin oluşturduğu bir harekettir. Ayrıca bakınız: Judeo-Hıristiyan, Hristiyanlık ve antisemitizm, Yahudilikte İsa'ya bakış, İsa'nın kültürel ve tarihi geçmişi ve Hıristiyan-Yahudi uzlaşısı Tarihçiler ve teologlar bazı Hıristiyan gruplar ile Yahudi halkı arasındaki değişen ilişkiyi düzenli olarak gözden geçirmektedir; Hıristiyan-Yahudi uzlaşısı başlıklı makale güncel meselelerden birini ele almaktadır. İslam ve Yahudilik arasında karmaşık bir ilişki bulunmaktadır. Geleneksel olarak, İslam topraklarında zımmi statüsünde yaşayan Yahudilerin dinlerini uygulamalarına ve kendi iç meselelerini yönetmelerine, çeşitli koşullar çerçevesinde izin veriliyordu. Müslümanlara cizye (her özgür yetişkin gayrımüslüm erkekten alınan vergi) ödemek zorundaydılar. İslami yönetim altında, zımmiler düşük bir statüye sahiptiler. Silah taşımalarının ve Müslümanları ilgilendiren davalarda şahitlik etmelerinin yasaklanması gibi çok sayıda sosyal ve yasal engelleri vardı. Ancak bu engellerin büyük bölümü sembolikti. En onur kırıcı olanı ise, Kur'an'a ya da hadislere dayanmayan ancak Ortaçağ başlarında Bağdat'ta ortaya çıkan ve son derece düzensiz bir şekilde uygulanan ayırt edici kıyafet giyme zorunluluğuydu. Yahudiler dinleri yüzünden öldürülme ya da sürülme veya zorla din değiştirmeleri yönünde baskı ile nadiren karşılaşmışlar, çoğunlukla da ikamet ve meslek tercihlerinde serbest olmuşlardır. Nitekim, Emeviler ve Abbasilerin yönetimi altında 712-1066 yılları arası dönem İspanya'daki Yahudi kültürünün altın çağı olarak adlandırılır. Yahudilere yönelik katliamların en önemli örneklerinden biri, 12. yüzyıl Endülüs'ünde Muvahhid hanedanının hükümdarları tarafından Yahudilerin öldürülmesi ya da din değiştirmeye zorlanmasıdır. İkamet ettikleri yeri seçme özgürlüklerinin ellerinden alındığı örneklerin başında ise, Yahudilerin 15. yüzyıldan başlayarak, özellikle de 19. yüzyıl başlarından itibaren Fas'ta mellah adı verilen duvarlarla çevirili mahallelerde yaşamaya zorlanmasıdır. Hizbullah ve Hamas gibi Arap-İslami hareketlerin propragandasında, İran İslam Cumhuriyeti'nin çeşitli kurumları tarafından yapılan çeşitli açıklamalarda ve Refah Partisi'ne yakın gazete ve diğer yayınlarda standart antisemitik temalar yaygın olarak kullanılmaktadır. Yahudilikten unsurları diğer dinlerinkilerle birleştiren bazı örgütlenmeler de bulunmaktadır. Bunların en tanınmışı, çoğunlukla Yahudi olmayanların yanı sıra bazı etnik Yahudilerin de üyeleri arasında bulunduğu, Yahudileri Hıristiyanlığa çekmek amacıyla başlatılan, Mesihçi Yahudilik adlı Hıristiyan hareketidir. Mesihçi Yahudilik, tarihi olarak neredeyse tamamen İsa'nın ikinci defa gelmesi için Yahudilerin İsa'yı mesih olarak kabul etmesi gerektiği inancını savunan Hıristiyan Evanjelist örgütler tarafından maddi olarak desteklenmiştir. Bu gruplar, tipik olarak Hıristiyan teolojisini ve Kristoloji'yi Yahudi dini uygulamalarından oluşan ince bir cila ile bi
r araya getirirler. Bu gruplar arasından en tartışmalı olanı, ABD'nin büyük şehirlerinde sayısız misyonerlik kampanyaları ile etnik Yahudileri aktif şekilde Hıristiyanlığa çekmeye çalışan, İsa için Yahudiler'dir. Sinkretizmin diğer örnekleri arasında, Mesihçi Yahudilik gibi, pagan veya Vika inançlarını Yahudiliğin bazı uygulamaları ile bir araya getiren gevşek örgütlenmiş az sayıda Yahudinin oluşturduğu Judeo-Paganlar da vardır. Bir diğer gevşek örgütlü grup olan Yahudi Budistler ise, inançlarında Asya ruhaniliğine de yer verirler; bazı Yenilenmeci Yahudiler ise rahatça ve açık bir şekilde Budizm, Sufizm, Kızılderili dini ve diğer dinlerden de unsurları almaktadır. Yahudilikteki mistik Kabbala uygulaması, Kabbala Merkezi'nin temsil ettiği bir hareket doğurmuştur. Merkezde, çeşitli dinlerden öğretmenler görev almaktadır. Yahudilik'te ahiret inancı tarihi bir gelişme izlemiştir. Tevrat'ın bazı bölümlerinde ahiret inancına dair ipuçları bulunmaktadır. Bazı dinler tarihçilerine göre, yeniden dirilme ile ilgili metinler günümüze kadar ulaşmadığı için Yahudiler bu tür inançları Babil Sürgünü sırasında İran'dan almışlardır. Babil Sürgünü öncesi Yahudilik'te iyi, kötü, ölen bütün insanlar "Şeol" adı verilen bir yere gidecekler, orada üzüntülü bir şekilde varlıklarını sürdürecekler, ruhları da mezarda kalacaktır. Yahudilik'te ahiret inancı konusunda, daha sonraki dönemlerde birtakım gelişmeler olmuş, yeniden dirilme, yargılanma, sonsuz yaşam, cennet, cehennem gibi inançlar ortaya çıkmıştır. Yahudilik'teki cennet (Gan Eden), cehennem (Geinam), hüküm günü vb. ilgili emirleri Talmud açıklamıştır. Yahudilerin, Müslümanlık ve Hristiyanlık'ta olduğu gibi belli başlı iman esaslarına kavuşmaları filozof Rabbi Moşe ben Maymon (Maymonides, 1135-1204)'le mümkün olabilmiştir. O'nun meydana getirdiği günümüze ulaşan 13 Maddelik İnanç Esasları şudur; Yahudiler ibadetlerini sinagoglarda (Bet Kneset) yaparlar. Sinagoglar'da rulo halinde el yazması Tevrat tomarlarının konulduğu, Ehal HaKodeş adı verilen, Doğu'ya (Mizrah) yönelik kutsal bir bölme vardır. Sinagoglarda Yedi Kollu Şamdan (Menora) da bulunur. Bundan ayrı olarak Kral Davud'un mührü kabul edilen iki üçgenden meydana gelmiş Magen David denilen altı köşeli bir yıldız da vardır. Yahudiler sinagoglarda Tevrat'tan bazı parçaları sesli bir şeklide okurken bazı bölümler ise sessiz okunur. Tevrat rulolarının kılıfından çıkarılarak hazan tarafından okunması, ibadetin en önemli anıdır. Yahudilkte sinagog dışında evlerde de ibadet edilebilir ancak cemaat ile ibadet daha makbul sayılır. Musevi evlerinin giriş kapılarının ve tuvalet banyo hariç her kapısının sağ pervazında "Mezuza" denilen, rulo haline getirilmiş Tevrat'tan cümlelerinin yazılı olduğu kutucuklar çakılıdır. Eve giriş çıkışta Yahudiler bu kutucuğa dokunarak parmaklarını öperler. İbadet, Doğu yönüne yönelerek yapılır. Başa Kipa, adı verilen takke takılır. Erkekler her sabah sırtlarına beyaz renkte ve mavi çizgileri olan dua şalı Tallit giyerler. Kadınların ibadete katılma mecburiyeti yoktur, ancak başları örtülü olarak ibadete katılabilirler. Yahudi dininde ibadet esasını ilâhiler oluşturur. İbadet sırasında okunan bazı kalıplaşmış dua ve ilâhiler vardır. Dua, dindar Yahudinin yaşamında önemli bir yer işgal eder. Yahudilikte ibadet günlük ve haftalık olmak üzere ikiye ayrılır. Günlük ibadet sabah, öğle ve akşam yapılır. Haftalık ibadet ise Cumartesi (Şabat) günü havra (sinagog)'da yapılır. Yahudiler sabah ayininde bir dua şalı (Tallit) kuşanırlar. Bayram ve Cumartesi günleri dışında sabah ayininde, sol pazu (Solaklar sağ pazuya) ile alına içinde Tora'dan bölümlerin bulunduğu küçük kutucukların takılı olduğu birer dua kayışı Tefilin bağlanır. Dualar ayakta, oturarak vücudu sallayarak ve bazen öne hafifçe eğilerek okunur. Toplu dualar 13 yaşına girmiş en az 10 erkeğin (Minyan) iştirakiyle yapılır. Cumartesi ibadeti, cuma akşamı güneşin batmasıyla başlar, cumartesi akşamı güneşin batışından sonra sona erer. Bu ibadet sinagogda yapılır. Bu maksatla cumartesi günü ateş yakmak, çalışmak, taşıt kullanmak vb. yasaktır. Musevîlik'te Tanrının adını telaffuz etmek günah sayıldığından YHWH ismi yerine Elohim, Şaday, Adonay gibi isimler kullanılır hatta bunların da yerine Haşem yani "İsim" kullanılır. Yehova, Musevîlerin millî ve hâkim bir Tanrısı'dır. İnsan da O'nun kulu durumundadır. İnançlarına göre Yehova sadece İsrâiloğulları'na şefaat eden, kıskanç bir Tanrı'dır. İsrâiloğulları yabancı bir ülkede de O'nun tarafından korunacaktır. O, İbrahim, İshak ve Yakub'un Tanrısı'dır. Gemi inşaatı ve gemi makineleri mühendisliği Gemi inşaatı ve gemi makineleri mühendisliği, her türlü sivil ya da askeri deniz aracının (gemi, yat, denizaltı, açık deniz yapıları, platformlar), bu araçların makinelerinin ve diğer donanımlarının tasarım, üretim ve planlamasından sorumlu mühendislik dalı. İngilizce’de Naval Architecture and Marine Engineering olarak karşılık bulur. Temeli makine mühendisliğine dayanmakta olup zamanla ayrı bir disiplin haline gelmiştir. Deniz teknolojisi mühendisliği birçok ortak yönü olmakla beraber, Gemi makineleri işletme mühendisliği ile karıştırılmaması gerekir. Gemi inşaatı ve gemi makineleri mühendislerinin temel çalışma sahaları tersaneler, dizayn büroları, denizcilik şirketleri, denetim kuruluşları, üniversiteler, ürün ve servis sağlayıcı firmalar olmakla beraber farklı sektörlerde de çalışmak mümkündür. Ayrıca bazı ek eğitimlerin ardından gemilerde de uzakyol vardiya mühendisi yeterliliği ile çalışmak mümkündür. Daha sonra alınan eğitimler ve sınavlar sonucunda üst yeterliliklere terfi imkanı da vardır. Genel olarak tüm mühendislik alanlarında olduğu gibi becerilerinin iyi ve geliştirilebilir olması gerekmektedir. Türkiye’de gemi inşaatı ve gemi makineleri mühendisliği programında eğitim süresi 4 yıldır. Eğitim süresince birçok mühendislik alanında olduğu gibi temel bilim ve temel mühendislik derslerinin ardından, alan dersleri ile tamamlayıcı dersler verilmektedir. Eğitim kurumuna göre derslerin adı, içeriği ve kapsamı değişebilmekte, bölünmüş ya da bir diğeri ile iç içe olabilmektedir. Eğitim esnasında çeşitli ödevler, projeler ve sunumlar hazırlanır. Staj zorunluluğu vardır. Türkiye'de gemi inşaatı ve gemi makineleri mühendisliği eğitimi Karaburun Karaburun, Türkiye'nin İzmir iline bağlı bir ilçe. Karaburun Yarımadası'nda bulunan ilçenin 1 beldesi ve 13 köyü vardır. İlin en küçük ilçesidir. Karaburun ilçe merkezi Kaza, İskele, Burgaz Arkası ve Bodrum olarak 4 ana kısıma ayrılmıştır. İskele kazanın balıkçı barınağının bulunduğu yerdir. Aynı zamanda da akşamları insanların yürüyüş yaptığı kordon boyudur. Dalış merkezleri ve balık lokantaları bulunur. Burgaz arkası daha çok yazlık evlerin olduğu kesimdir. Bodrum ise ilçenin en işlek plajının bulunduğu kısımdır. Karaburun'da İskele'nin önünde Büyük Ada ve Burgaz Arkasına bakan Küçük Ada bulunmaktadır. İskelenin ilerisinde Karaburun Yelken Kulübü vardır. İzmir merkeze uzaklığı 106 km'dir. Merkezi aynı adlı yarımadanın kuzeydoğusundadır. İç denize bakan tarafının karşı kıyısında Foça, Küçükbahçe tarafında Çeşme ilçeleri yer alır. İzmir'e bağlı Üçkuyular semtinden kalkan Karaburun midibüsleri vasıtasıyla ulaşım sağlanmaktadır. 2007 yılında başlayan Üçkuyular-Karaburun İskele seferleri 2008 yılında durdurulmuştur. 2009 yılı itibarıyla Foça-Karaburun Saipaltı yazlık hafta sonu seferleri başlamıştır. İzmir yolu üzerinde bulunan Seferihisar ilçesi üzerinden ara bağlantılarla, doğrudan Selçuk'a geçiş mümkündür. 2013 yılında iyte mordoğan arasındaki yol yeni yapılmış ulaşım 56 km e düşürülmüştür . yolun Karaburun merkeze ulaştırılması çalışmaları devam etmektedir . İzmir büyükşehir belediyesi yeni aldığı katamaranlar ile Karşıyaka Karaburun arasında sefer düzenlemeyi planlamaktadır . Her ne kadar doğal zenginlikleri itibarı ile tatil turizminin tüm imkânlarına sahip olsa da, turistler açısından tenha denilebilecek bir durumdadır. Bunda en büyük etmen olarak çok virajlı ve dar yollara sahip olması gösterilmektedir. Tabii ki bu girintili çıkıntılı kıyı şeridi virajlar yanında birçok irili ufaklı koyları da beraberinde getirmektedir. Karaburun konumu itibarı ile açık denize baktığı için, suyun devirdaim içinde olması nedeniyle, temiz bir denize sahiptir. Lodoslu veya poyrazlı kötü hava şartları sebebiyle dalgalı ve çalkantılı durumlar dışında, deniz çok berraktır. Dik dağlık yapısı gereği kumsaldan çok kayalık yapıya sahip olan Karaburun, su altı zenginliği açısından dikkat çekmektedir. Bu yapısı ile tüplü ve tüpsüz dalış meraklılarının ilgisini çekmektedir. Balıkçılık ile ilgilenenler için de birçok imkân sunmaktadır. Turizm sayfiye ağırlıklı olsa da, bahar aylarında açan yüzlerce çeşit çiçekler temiz hava ve doğa meraklılarını kendine çeker. Özellikle kelebek ve çiçek fotoğrafçılığı ve trekking ile ilgilenen yerli turistlerin vazgeçilmez ziyaret noktalarından biridir Karaburun yöresi. Turist potansiyelini daha çok yazlığı olan yerli turistler oluşturmaktadır. Yabancı turistlere fazla rastlanmamaktadır. Buna bağlı olarak yazlık eğlenceye yönelik tesisleri sınırlıdır. Özellikle İskele mevkiinde deniz kenarındaki balık restoranları ve birkaç kafe dışında fazla tesis yoktur. İskele mevkiinin kuzeybatısında yaklaşık yarım mil açığında bulunan Büyük Ada turizme açık olup, ancak tekne kiralama ile ya da yerel halkın kendi tekneleri ile sağlanabilmektedir. Adada herhangi bir turistik tesis bulunmamakta sadece kuzey ucunda çakarlı deniz feneri bulunmaktadır. Adada ayrıca küçük keçi sürüsü de bulunmaktadır. Keçilerin mevcudiyeti ve sert hava koşulları yüzünden adada ağaç yetişmemekte, sadece maki tipi bitki türleri yetişmektedir. Adanın güneyinde poyrazdan korunaklı küçük bir koyu ve plajı vardır. İlçede üç adet turistik otel bulunmaktadır. Bunu dışında konaklama için ağırlıklı olarak butik tip pansiyonlar, pansiyonlar ve ev pansiyonculuğu kullanılmaktadır. Yaz aylarında öğleden sonra başlayıp hava kararıncaya kadar her gün düzenli esen imbat rüzg
arına sahiptir. Başlıca ticari ürünleri enginar, üzüm, nergis çiçeği, nar, narenciye, bademdir. Yöreye has olarak nitelendirilebilecek olan hurma zeytini ve kopanisti peyniri vardır. Yörede ayrıca balıkçılık da köylüler tarafından ağ veya olta aracılığı ile yapılmaya devam etmektedir. Özellikle gezgin balık türlerinden kefalin ağ (yörece dalyan tipi denilen ve kazıklar arasına yerleştirilen yatay ağ düzeneği) ile avlanması oldukça yaygındır. Ağustos ve Eylül aylarında topan kefal avcılığı verimli geçer. Bunun yanında açık denizde kalamar, mercan, istavrit, kolyoz avcılığı da amatör olarak yapılmaktadır. Koylarda ise kıyıdan veya küçük tekneler ile amatör olarak sargoz, kupes, melanur, hani avcılığına sıkça rastlanır. Karaburun Yarımadasında kurulu Karaburun ilçesine bağlı köyler, guruplar halinde birbirine uzaktır. Karaburun ilçesi; düşük nüfus yoğunluğuna karşın, yüzölçümü olarak geniş bir alana yayılmıştır. Yaklaşık 500 km². Eğlenhoca, Kösedere ve İnecik köyleri, birbirine yakın, Merkez ilçeye 15–16 km., Mordoğan beldesine 5–6 km., Küçükbahçe beldesine 35–37 km. uzaklıktadırlar. Tepeboz, Hasseki ve Sarpıncık köyleri, birbirine yakın, Merkez ilçeye 8–11 km., Mordoğan beldesine 23–26 km., Küçükbahçe beldesine 25–35 km. uzaklıktadırlar. Parlak ve Salman köyleri, birbirine yakın, Merkez ilçeye 15–18 km., Mordoğan beldesine 30–33 km., Küçükbahçe beldesine 11–14 km. uzaklıktadırlar. Bozköy, Ambarseki ve Saip köyleri, birbirine yakın, Merkez ilçeye 1–3 km., Mordoğan beldesine 18 –22 km., Küçükbahçe beldesine 23–25 km. uzaklıkta köylerdir. Yaylaköy de Merkez ilçeye 10 km., Mordoğan beldesine 26 km. ve Küçükbahçe beldesine 12 km. uzaklıktadır. Sazak köyü, bütünüyle terkedilmiştir. Köyler, tepelerin yamaçlarına ve ağırlıklı olarak denizden kolay görünmeyen noktalara eski zamanlardaki korsan tehlikesi yüzünden kurulmuştur. Bu nedenle, genelde her köyün, denize ulaşımı mümkün kılacak birer iskelesi vardır. Bu iskelelerin bir bölümü hala kullanılmakta ve geliştirilmektedir. İskele yerleşimlerinden bazıları giderek, köylerden daha büyük hale gelmiştir. Örneğin; Mordoğan olarak bilinen yerleşim, aslında Mordoğan İskelesi'dir ve gerçek Mordoğan Köyü, denizden 2–3 km. içeridedir. Aynı şekilde; Denizgiren yerleşimi Küçükbahçe köyünün, Kaynarpınar yerleşimi İnecik köyünün iskeleleridir. Mordoğan beldesinde bir Yat Limanı yapılmaktadır. Erasure Erasure, New Wave ve pop-rock/synthpop tarzında müzik yapan bir İngiliz grubudur. Grubun solisti Andy Bell'dir. Klavyede ise Vince Clarke bulunmaktadır. Analog DivX DivX, üstün sıkıştırma yöntemi ve kalite kaybını en aza indiren tekniğiyle son yıllarda kullanıcılar arasında olağanüstü rağbet görmüş "DivX, Inc." (eski adıyla, "DivXNetworks") tarafından geliştirilen görüntü sıkıştırma biçimidir ("video codec"). DivX, sayısal videoyu MPEG-4 bölüm 2 "Advanced Simple" profili uyumlu sıkıştırarak görece az görsel kayıpla videonun kompakt bir biçimde saklanabilmesini sağlar. Popülerlik ve yaygınlık nedeniyle, MPEG-4 standardı sadece görüntü kodlamasında kullanılmaktadır; DivX ile kodlanmış görüntü içeren dosyalarda ses kısmı AAC (MPEG-4 ses kodlama standardı) yerine MP3 ya da AC-3 ile kodlanır. Windows ve Macintosh ortamlarında çalışan DivX codec ve uygulaması dışında "DivX" logosu taşıyan oynatıcılar ya da oynatıcı yazılımları DivX yazılımı içermemekte, ancak DivX ile sıkıştırılmış filmleri oynatabilmektedir. DivX 3.11 Alpha ve önceki sürümler, Microsoft'un (sadece ASF içinde kullanılabilen) MPEG-4 Sürüm 2 video çözücü/açıcısı ("codec") kırılarak geliştirilmiştir. Bu şekilde codec'in AVI gibi ASF harici muhafazaları da desteklemesi sağlanmıştır. Daha sonra 2000 yılında sıfırdan geliştirilen DivX 4.0 piyasaya sürülmüş, bunu 2002'de DivX 5.0 ve 2005'te DivX 6.0 izlemiştir. DivX 4 öncesinde DivX Networks şirketi kurulmuş, daha sonra şirket DivX, Inc. adını almıştır. DivX 4, açık kaynak kodlu OpenDivX üzerine geliştirilmiş, ancak DivX Networks şirketi "amacına ulaştıktan sonra" OpenDivX kodu kapalı hale getirilmiştir. Kod kapatılmadan önce alınan kod parçalarıyla açık kaynak kodlu XviD codec'i geliştirilmiştir. XviD yazılımı da açık kaynak kodlu ve Microsoft çalışmasından bağımsız olmasına rağmen MPEG-4 video kodlamanın doğası gereği ABD ve Japonya'yı da içeren bir grup ülkede yazılım patentlerini ihlal ettiğine inanılmaktadır. DivX, DVD kopyalamanın kitleler için erişilemez olduğu bir dönemde çıkarak DVD filmlerin az görsel kayıpla CDlere yazılabilmesini sağladığı ve (3.11 alpha sürümünün) çıkış noktası itibarıyla korsan olmasıyla çok tartışılan bir yazılım olagelmiştir. Buna ek olarak, DivX 4.0-5.2 arası sürümler ile gelen kötü niyetli yazılımlar, kitleleri DivX alternatiflerine yöneltmiştir. DivX, aynı zamanda BS Player, VirtualDub ve FlaskMPEG gibi bir dizi programın da yaygınlaşmasını sağlamıştır. Günümüzde DivX sıkıştırma biçiminden daha yüksek verim sunan MPEG-4 bölüm 10 (AVC ve H.264) sıkıştırıcılar giderek daha popülerleşmektedir. Apple QuickTime ve x264 yazılımları H.264 sıkıştırmayı desteklemektedir. Stage 6 Winamp Winamp, Time Warner şirketine bağlı AOL tarafından satın alınan Nullsoft adına tescilli ve yine bu firma tarafından geliştirilen kişiselleştirilebilir, kişisel bilgisayar ve Android aygıtları için çoklu ortam oynatıcısıdır. Winamp skin adıyla bilinen dış görünüm ve plug-in adıyla bilinen eklentileriyle kullanıcıların isteklerine göre kişisel hale getirilebilmesiyle dikkat çekmiştir. AOL dan yapılan açıklama ile 20 Aralık 2013 tarihinden itibaren Winamp uygulaması ve ona bağlı web servisler artık erişilebilir olmayacağı açıklansa da, 14 Ocak 2014 tarihinde Radionomy şirketi Nullsoft şirketinin hisselerini, Winamp ve Shoutcast'ı satın alarak Winamp'ın devam edeceğini açıkladılar. Winamp'ın yürütebildiği ses dosyaları başta MP3, WAV, MIDI, MOD olmak üzere AAC, M4A, FLAC ve WMA dosyalarıdır. Ayrıca varsayılan olarak Ogg Vorbis yürütme desteği olan ilk ortam oynatıcısıdır. MP3 ve AAC için boşluksuz yürütme desteği bulunur. Albüm veya parçanın ses seviyesini eşitlemek için kullanılan ReplayGain desteği tercihen kullanılabilir. CDDA için CD-Text okuma ve yazma desteği seçeneğe bağlıdır. Winamp Windows Media Video ve Nullsoft Streaming Video desteğini dâhili olarak MPEG video, AVI ve diğer biçimleri için Microsoft'un DirectShow API'sini kullanır. Biçim ve kod çözücülerin izin verdiği 5.1 surround sesi desteklenmektedir. Winamp Nullsoft'un geliştirdiği Nullsoft Database Engine Veritabanı sistemini kullanarak ortam kitaplığı oluşturmayı ve yönetmeyi sağlar. Gelişmiş Veritabanı sorgulama veya Gracenote servisini kullanarak otomatik çalma listeleri oluşturabilir. Çoklu kullanıcılar için ayrı olarak yapılandırılır. Winamp Gracenote servisini kullanarak dosyaların etiket bilgilerini, sesi ve veriyi analiz ederek bulabilir. Etiket ve albüm kapaklarını el ile düzenleyebilir. Winamp Podcast içeriklerini yönetip otomatik indirme desteği sunmaktadır. Winamp taşınabilir ortam oynatıcıları ve çıkarılabilir aygıtlar, Microsoft PlaysForSure ve ActiveSync için desteği vardır. iPod için korumasız müzik senkronize edebilir. Winamp'ın en önemli özelliklerinden biri olan eklentilerle çalışma biçimi sonradan edinebileceğiniz eklentilerle genişletilebilir. Winamp grafiksel kullanıcı arayüzü (GUI) estetik tasarımlarımlar ile değiştirerek kullanılabilir. Winamp 2 ile dış görünüm oluşturmak ile ilgili belgeler yayınlamış ve kullanıcıların kendi tasarımlarını winamp.com üzerinde indirmeye sunmasıyla 2000 yılı itibarıyla 3000 adet dış görünüm aşılmıştır. Winamp3 ile sabit dış görünümler terk edilmiş daha esnek olan modern dış görünüm desteğine geçilmiştir. Winamp’ın modern dış görünümleriyle işlevselliği de geliştirilebilir. Winamp 5 klasik ve modern dış görünümleri kullanabilir. Dış görünümler indirmeler için paket olarak klasik için WSZ, modern dış görünümler için WAL uzantılarını kullanır. Winamp’ın dış görünümleri yanında eklenti olarak kurulabilen ve bir kod ile farklı dış görünümlerin oluşturulmasının kolay olduğu ClassicPro dış görünümlerini kullanılabilir. ClassicPro dış görünümlerinin adının önünde cPro ekiyle tanınır. Winamp ilk kez 1996 yılında Justin Frankel tarafından geliştirilip yayımlandı. Winamp'ı programlayanlar arasında Ben Allison (benksi), Will Fisher, Taber Buh, Maksim Tyrtyshny ve Chris Edward önemli yer tutar. Winamp, 2005 yılının sonunda 50 milyon kullanıcıya ulaşarak Windows Media Player'a ciddi rakip oldu. Hızla artan kullanıcı sayısı 2005'nin sonundan itibaren biraz yavaşlasa da Nullsoft geliştirdiği yeni dış görünüm ve AOL tecrübesini de arkasına alarak çevrimiçi hizmetler ile yeniden ilgi odağı olmayı başardı. Winamp, WinAMP, 0.20 sürümü ile ücretsiz olarak 21 Nisan 1997'de yayınlandı. Hiçbir ek penceresi olmayan sadece aç, kapat, duraklat ve devam et seçenekli basit bir menüden ibaretti. Mayıs 1997'de 0.92 sürümü yayımlandı. Standart Windows çerçeve ve menü çubuğu ile grafik arayüzlü (skin) ilk sürümü oldu. Bu dış görünüm koyu gri çerçeve ile 3B efektli saydam düğmeler, kırmızı/yeşil ses ayarı kaydırma çubuğu, yeşil göstergeli LED ve parça adı, MP3 bit hızı ve yeşil "örnekleme hızı" göstergesi vardı. Parçanın konumunu gösteren çubuk yoktu. Dalga çözücü ve titreşim izleyici efektleri daha sonra gözükecekti. Dosyalar çalma listesine komut satırı veya sürükle bırak yöntemiyle eklenebiliyordu. 7 Haziran 1997’de 1.006 sürüm numarasıyla "Winamp" (önceki WinAMP) adıyla yayımlandı. Titreşim izleyici (spectrum analyzer) ve sesin ayarına göre rengi değişen ses ayarı kaydırma çubuğu geldi, fakat waveform yoktu. Yardım menüsünde lisans bilgisi içeriyordu. Tomislav Uzelac söylediğine göre, 1 Haziran'da AMP 0.7 motoru lisanslandı. Bu arada Frankel, Nullsoft şirketini kurdu. Ücretsiz olan Winamp, Ocak 1998'de 10 dolarlık fiyatı ile ücretli hale geldi. Mart 98'de Uzelac, PlayMedia Systems adlı yeni bir şirket kurdu. Nullsoft ile AMP adı üzerinde sahiplik tartışması yaşadı. 1.90 sürümü 31 Mart 1998'de yayımlandı. Genel amaçlı ses yürütücüsü ve
winamp.com sitesi ile çeşitli belge, eklenti (MOD ve MP3) desteği ve görsel öğe desteği (visualization) sağlandı. 18 gün sonra 1.91 sürümü ile WAVE, CDDA ve Windows tray handling eklentileri ve sloganı olan ünlü "Winamp, it really whips the llama's ass" adlı DEMO.MP3 dosyası geldi. Bu slogan Wesley Willis adlı sanatçının 2000 yılında "Guitar Rock of Ages" adıyla çıkardığı albümündeki "Whip the Llama's Ass" adlı parçasından esinlenilmiştir. 8 Eylül 1998'de 2.0 sürümü yayımlandı. Bu 2x sürümleri en çok indirilen Windows programlarından biri oldu. Bu yeni sürüm iyileştirilmiş ve kullanılabilirliği kısmen iyi olan çalma listesi, daha doğru bir equalizer ve daha fazla eklenti içeriyordu. Çalma listesi ve equalizer pencereleri için "skin" adı verilen grafik arayüzü eklentileri kullanılabiliyordu. 1999 yılında AOL, 80 milyon dolara Nullsoft şirketini satın aldı. Yine bu yıl winamp.com sitesinde kolayca erişilip indirilebilen eklenti, dış görünüm, müzik dosyaları, forum ve çeşitli referans bilgilerini içeren içerikler yayımlandı. 2000 yılının ortalarında Winamp'ın kayıtlı kullanıcı sayısı 25 milyonu aştı. Winamp 2.8 ile bu serinin sonunu getirip Winamp3 geliştirilmeye başlansa da daha sonra bu seri için geri adımlar atıldı. Winamp için kayda değer ve önemli bir atılım sayılan sürümü Winamp3 ile geldi (Ağustos 1998). Yeniden yazılan ve pek çok özellik içeren ve bugünkü esnek yapısının temelleri atıldı. Winamp3 Winamp 2'nin devamı sayılır ancak çekirdek olarak farklılıklar içerir. Winamp3'ün geriye doğru eklenti uyumluluğu yoktu. Winamp 2 dış görünüm ve eklentileri, SHOUTcast kaynak eklenti desteği yoktu. Winamp3 sürümü ile SHOUTcast hiç yayınlanmadı. Pek çok kullanıcı Winamp3'ün Winamp 2'ye döndürülmesini istedi. Nullsoft, Winamp 2'nin devamı sayılan 2.9 ve 2.91 sürümleriyle bu isteklere yanıt verdi. Kendi inançları (vaftiz geleneği) gereği, 2+3=5 hesabına göre 4 atlandı ve 5. sürüm geldi. Winamp'ın belki de en önemli değişimi sürüm 5 ile geldi. Winamp 2 ve 3 sürümleri ile gelen ortak özellikler Winamp 5 ile bütünleştirildi. Winamp 5, Winamp 2'nin kod temeli üzerine yükseldi. Winamp3'ün hantal yapısı terk edildi. Winamp, 5 Aralık 2005'te yayımlandı ve günümüze kadar kod yapısında bir değişiklik olmadı. Winamp 5 üç farklı sürüm ile yayımlandı. Lite ve Full ücretsiz, Pro ise 19.95 dolar. Lite sürümü ile sadece mp3 dosyaları yürütülebilir. Full sürümü pek çok ses, müzik ve video dosyası yürütebilir, CD'ye yazabilir, çoklu ortam dosyaları farklı biçimlere dönüştürebilir. Pro sürümü ise sınırsız yazma hızı, CD'den direkt mp3 dosyası oluşturma gibi ek özellikleri içerir. Ekim 2007'de 10. yıl sürümü 5.5 yayınlandı. Tüm pencerelerin tek bir ekranda gösterildiği Bento dış görünümü eklendi. Bento ile yerleşik web tarayıcı desteği sağlandı. Özellikle yeni dış görünüm, Winamp için çok önemliydi. Çünkü dış görünümsüz bir Winamp hiçbir şeydir. Dış görünümler konusunda Almanların başarısını görüyoruz. Winamp'ın Modern dış görünümü bir Alman olan Sven Kistner tarafından geliştirilmişti. Bento dış görünümü de Ben Allison ile birlikte 2007'de 19 yaşında olan Alman Martin Pöhlman yazmış. Grafikleri Taber Buhl yaptı. Bu sürüm ile farklı Winamp uygulamaları yayımlandı. Winamp Remote ve Winamp Toolbar. Özellikle Winamp Remote uygulaması ilgi çekeceğe benziyor. Bu uygulama sayesinde Internet'in olduğu her ortamda evde, işyerinde, cep telefonunda, PlayStation, Wii, Xbox gibi oyun konsollarından kısaca Internet'in olduğu her ortamda müzik dinleyebilme ya da video seyredebilme imkanı sağlandı. Winamp Toolbar ise; Web tarayıcısına eklenen basit bir araç çubuğudur. Bununla web araması yapılabilir, Winamp eklentileri ve dış görünümleri bulunabilir ve indirilebilir. Ancak asıl dikkat çeken özelliği web tarayıcından çoklu ortam dosyası açma, müzik yürütme vs. işlevleri çubuğun üzerindeki düğmeler ile gerçekleştirilebilmesine imkân vermesidir. 30 Kasım 2010'da yayımlandı. Winamp 5.6 ile Android Wi-Fi desteği ve doğrudan fare tekerleği desteği sağlandı. VBR kodlama desteği ile Fraunhofer AAC Codec geliştirildi. Ayrıca, etiketleri (mp3, wma / wmv, OGG ve FLAC için) derecelendirme yazmak için seçenek eklendi. Macarca ve Endonezce kurulum ve kullanım için dil paketleri eklendi. 14 Ocak 2014 tarihinde AOL şirketi Winamp'ın sitesini tamamiyle kapatılmadığını açıkladı. Resmi gelen açıklamalara göre, Belçika kökenli çevrimiçi radyo toplayıcısı Radionomy, Nullsoft şirketinin hisselerini ve Winamp ile Shoutcast'ı satın aldı. Satınalma değeri konusunda ise açıklama yapılmadı. Winamp'ın önümüzdeki tarihlerde yeni arayüz ve yeni kullanım koşulları ile tekrar geri döneceği söyleniyor. Winamp, hakkında bilgi verilmeden, gizlenmiş özellikler olarak bilinen bir dizi sürpriz yumurtaları barındırdı. En çok bilinenlerden Winamp temel arayüz’ünde klavyeden nullsoft yazmaktır. L tuşu dosya aç ekranını getirdiği için bu ekranı ESC tuşuyla kapatmak gerekir. Diğer bir sürpriz ise hakkında penceresindeki animasyona ÜstKrk veya CTRL tuşlarıyla beraber çift tıkamaktır. Her sürüm ile değişen bu özellikler toplamda otuzu aşmaktadır. Çerkez Ethem Çerkez Ethem (d. 1886, Bandırma - ö. 21 Eylül 1948, Amman), Çerkes asıllı Türk asker. Türk Kurtuluş Savaşı'nda Kuva-yi Milliye birliklerinde komutandır. Bandırma'nın bir köyü olan Emreköy'e yerleşmiş Şapsığ Çerkes boyundan, Ali Bey'in beş oğlunun en küçüğüydü. Ağabeyleri, İlyas ve Nuri beyler, Rum eşkıyalarıyla çarpışırken ölmüşler, Reşit ve Tevfik beyler de 1901 ve 1902 yıllarında Harbiye'yi bitirerek subay çıkmışlardı. Reşit Bey çeşitli cephelerde çarpıştı, Son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ına Saruhan (şimdiki Manisa) Mebuslu olarak katıldı, oradan Birinci TBMM'ye geçti. Çerkes Ethem, evden kaçarak Bakırköy Süvari Küçük Zabit Mektebi'ne girdi. Balkan Savaşı'nda Bulgar cephesinde yaralandı. Kıdem zammı ve madalya aldı. I. Dünya Savaşı'nda Kuşçubaşı Eşref'in yönettiği Teşkilat-ı Mahsusa ile birlikte İran, Afganistan ve Irak'a yapılan akınlara katıldı. Yaralanarak savaş sonunda köyüne çekildi. 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir'in işgali üzerine, vatan savunmasına başlamak için vurucu güç olarak Kuva-yi Seyyare'yi kurdu ve "Umum Kuva-yi Milliye Komutanı" ve Ankara'daki 20. Kolordu Komutanı olan Ali Fuat Paşa ile istişare ederek İngiliz ve Yunan birliklerinin ilerlemesine karşı gerilla operasyonları düzenledi. Düzenli ordu kurulana dek TBMM'ye karşı girişilen ayaklanmaları bastırdı. Anzavur Ayaklanması, Çopur Musa Ayaklanması ile Gerede ve Yozgat isyanlarını bastıran Çerkes Ethem'in isyancıları yargılamadan derhal infaz etmesi TBMM üyeleri ve İstiklal Mahkemeleri tarafından onaylanmıyordu. 1920 yılının sonunda 20. Kolordu ve Komutanı Ali Fuat Paşa ile birlikte Gediz Muharebeleri'ne katıldı ve TBMM kuvvetleri, Gediz'i geri alarak, İzmir'in İşgali'nden sonra ilk defa Yunanların işgal ettikleri bir bölgeden geri çekilmelerini sağladı. Gediz Muharebeleri'nden sonra komuta kademesiyle yaşadığı anlaşmazlıklar ve düzenli ordu birliklerine katılmak istememesi yüzünden isyan etti. Ocak 1921'de İsmet Bey ve Refet Bey öncülüğündeki birliklerce Çerkes Ethem birliklerine harekat düzenlendi. Büyük bir çarpışma yaşanmadan, Çerkes Ethem'in birlikleri teslim oldu. Kardeşleri ve küçük bir grup yandaşı ile Yunanistan'a sığınmak zorunda kaldı. Yüzellilikler ismiyle anılan ve ülkeye girmesi yasaklanan kişilerden oluşan listede yer aldı. Savaştan sonra Ürdün'e geçti ve 21 Eylül 1948 tarihinde Amman'da vefat etti. Şok (dolaşım) Şok hayati doku ve organların yeterli perfüzyon sağlayamamasıdır. Kan dolaşımındaki yetersizlik sonucunda kan basıncı düşer ve iç organlarla çevre dokulara giden kan aniden azalır. Kan basıncı 80 mmHg'nın altına düşer. Sonuç olarak aşağıdaki belirtilerin Düşük tansiyon Düşük tansiyon ya da hipotansiyon, düşük kan basıncı demektir; sistolik kan basıncının (büyük tansiyon) 90 mmHg'dan az olmasıdır. Normal kan basıncının alt limitleri bireyden bireye değişmekle birlikte, sistolik 90, diastolik (küçük tansiyon) 60 mmHg kabul edilmektedir. Düşük tansiyonun nedeni parasempatik sinir faaliyetinin artması ya da başka rahatsızlıklardır ve genelde halsizlik sendromu göstermektedir. Vücuttaki sodyum ve iyonların dengesizliği ve yetersizliğinde de baş göstermektedir. Tansiyon düşüklüğünde sık görülen şikayetler baş dönmeleri, kulak çınlaması ve bayılmadır. Yüksek tansiyon Hipertansiyon ("HTN") veya yüksek tansiyon, bazen arteriyel hipertansiyon, atardamarlardaki kan basıncının yükseldiği kronik bir tıbbi durumdur. Bu basınç artışı sonucu, kalp kanın damarlarda dolaşımını sağlamak için normalden daha fazla çalışmak zorunda kalır. Kan basıncı iki, sistolik ve diyastolik ölçümü içermekte olup bunlar kalp kaslarının kalp atışları arasında kasılması (sistol / büyük tansiyon) veya gevşemesine (diyastol / küçük tansiyon) bağlıdır. Dinlenme halinde normal kan basıncı, büyük tansiyon 100–140 mmHg (en yüksek nokta) ve küçük tansiyon 60–90 mmHg (en alt nokta) arasında seyreder. Yüksek tansiyon, tansiyonun sürekli 140/90 mmHg ve üzerinde bir seviyede olmasıdır. Hipertansiyon birincil (sürekli) hipertansiyon veya ikincil hipertansiyon olarak sınıflandırılır. Vakaların yaklaşık %90–95’i "birincil hipertansiyon" olarak sınıflandırılmış olup bu, altta yatan herhangi belirli bir sebep olmadan kan basıncının yüksek olması anlamına gelir. Böbrekleri, atardamarları, kalbi veya endokrin sistemini etkileyen diğer durumlar ise vakaların geri kalan %5-10’luk dilimini oluşturur (ikincil hipertansiyon). Hipertansiyon; inme, miyokard enfarktüsü (kalp krizleri), kalp yetmezliği, atardamar anevrizması (örn., aortik anevrizma), periferik arter hastalığı için ana risk faktörü olup, kronik böbrek hastalığının da nedenlerinden biridir. Arteryal kan basıncının azıcık artışı bile ortalama yaşam süresinin kısalması ile bağlantılıdır. Beslenme ve yaşam şeklindeki değişiklikler tansiyon kontrolünü iyileştirebilir ve ilgili sağlık komplikasyon risklerini azaltabilir. Ancak, yaşam şeklindeki değişikliklerin etkili olmadığı veya yetersiz kaldığı kişile
r için genelde ilaçla tedavi gereklidir. Yüksek tansiyon sonucu Beyin Kanaması gerçekleşmesi oranı oldukça yüksektir. 18 yaş ve üstü yetişkinlerde, hipertansiyon, kabul edilen normal değerden (mevcut değerler 139 mmHg sistolik , 89 mmHg diyastolik: bkz. tablo — Sınıflandırma (JNC7)) daha yüksek bir sistolik ve/veya diyastolik kan basıncı olarak tanımlanmaktadır. Ölçümler 24-saat açık gezici hastane veya ev taraması esnasında yapılır ise, daha düşük eşik değerleri kullanılır (135 mmHg sistolik veya 85 mmHg diyastolik). Güncel uluslararası hipertansiyon kılavuzları, normal aralıktaki kişiler için yüksek tansiyon risk sürecini belirtmek için hipertansiyon aralığı altında da sınıflandırmalar yapmıştır. JNC7 (2003), 120–139 mmHg sistolik ve/veya 80–89 mmHg diyastolik aralığındaki kan basınçları için prehipertansiyon terimini kullanırken, ESH-ESC Kılavuzları (2007) ve BHS IV (2004) 140 mmHg sistolik ve 90 mmHg diyastolik altındaki basınçları sınıflandırmak için optimal, normal ve normalin üstü kategorilerini kullanmaktadır. Hipertansiyon şu şekillerde de alt sınıflara ayrılır: JNC7, 1. derece hipertansiyon, 2. derece hipertansiyon ve izole sistolik hipertansiyon olarak alt sınıflara ayırmıştır. İzole sistolik hipertansiyon, küçük tansiyon normal iken büyük tansiyonun yüksek olmasıdır ve yaşlılarda sıklıkla görülmektedir. The ESH-ESC Guidelines (2007) and BHS IV (2004), sistolik tansiyonları 179 mmHg’den veya diyastolik tansiyonları 109 mmHg’dan yüksek kişiler için üçüncü derece (3. derece) hipertansiyonu tanımlamıştır. İlaçlar kan basıncını normal seviyeye indiremez ise, hipertansiyon “dirençli” olarak sınıflandırılır. Yenidoğanlarda hipertansiyon nadiren görülmekte olup yenidoğanların sadece %0,2 ila 3'ü arasından gözlenmektedir. Sağlık bir yenidoğanda tansiyon rutin şekilde ölçülmez. Hipertansiyon, yüksek risk taşıyan yenidoğanlarda daha yaygındır. Yenidoğanda tansiyonun normal olup olmadığına karar verirken gebelik müddeti, postkonsepsiyonal yaş ve doğum ağırlığı gibi birçok faktör göz önüne alınmalıdır. Hipertansiyon, çocuk ve ergenlerde sıklıkla gözlenmekte olup (yaş, cinsiyet ve etnik kökene bağlı olarak %2–9 arası) hastalıklar açısından uzun vadeli risk yaratır. Artık, üç yaşından büyükçocukların düzneli muayene veya check-up’larda tansiyonlarını ölçürtmeleri önerilmektedir. Yüksek tansiyon, çocuğu hipertansiyon hastası olarak sınıflandırmadan önce sürekli muayeneler ile teyit edilir. Tansiyon, çocuklukta yaşa bağlı olarak artmakta olup çocuklarda hipertansiyon çocuğun cinsiyeti, yaşı ve boyuna uygun olarak ve üç veya daha fazla muayene sonunda yüzde 95'e eşit veya daha yüksek olan ortalama sistolik veya diyastolik kan basıncı olarak tanımlanmaktadır. Çocuklarda prehipertansiyon, yüzde 90'a eşit veya daha yüksek, ancak yüzde 95'ten daha az olan ortalama sistolik veya diyastolik kan basıncı olarak tanımlanmaktadır. Ergenlerde, hipertansiyon ve prehipertansiyonun yetişkin kriterleri kullanılarak tespit edilmesi ve sınıflandırılması önerilmektedir. Hipertansiyon nadiren semptom gösterir ve genellikle tarama esnasında veya alakasız bir sağlık sorunu için tıbbi yardım istendiğinde tespit edilir. Yüksek tansiyona sahip bazı kişiler baş ağrısı (özellikle ense kısmında ve sabahları) ve aynı zamanda sersemleme, baş dönmesi, tinnitus (kulaklarda çınlama veya tıslama), görme bozukluğu veya bayılma şikayelerinde bulunmaktadır. Fiziksel muayenede, oftalmoskopi kullanarak yapılan gözün arkasında bulunan gözdibi muayenesinde hipertansif retinopati tespit edildiğinde hipertansiyondan şüphe duyulabilir. Klasik olarak, hipertansif retinopati değişikliklerinin şiddeti I–IV arasında sınıflandırılmış olmakla beraber daha az şiddetli türlerin birbirinden ayırt edilmesi zor olabilir. Oftalmoskopi bulguları kişinin ne kadar süredir hipertansif olduğunu da ortaya koyabilir. Bazı ilave işaret ve semptomlar; böbrek yetmezliği veya endokrin hastalıkları gibi tanımlanabilir nedenlere dayalı hipertansiyon türü olan ikincil hipertansiyona işaret edebilir. Örneğin, göğüs ve karında obezite, glukoz intoleransı, ay yüz, "bufalo kamburu",ve mor çizgiler Cushing sendromunu göstermektedir. Tiroid hastalığı ve akromegali de hipertansiyona neden olabilir ve karakteristik semptomlara ve belirtilere sahiptir. Abdominal bruit, renal arteri stenozuna (böbreği besleyen arterlerde daralma) işaret edebilir. Bacaklarda kan basıncının azalması veya uyluk atardamar nabzının gecikmesi veya olmaması, aortik daralmaya (aort damarının kalbi terk ettikten hemen sonra daralması) işaret edebilir. Baş ağrısı, çarpıntı hissi, solgunluk ve terleme ile çeşitlilik gösteren hipertansiyon, feokromositoma şüphesine yol açmalıdır. Aşırı yükselen tansiyona (sistolik 180 veya diyastolik 110’a denk veya daha fazla, bazen kötü huylu veya hızlandırılmış hipertansiyon olarak da bilinir) "hipertansif kriz" adı verilmektedir. Bu düzeylerin üstündeki kan basıncı yüksek komplikasyon riski göstermektedir. Bu aralıkta tansiyona sahip kişilerde herhangi bir semptom bulunmayabilir, ancak bu kişilerde baş ağrısı (vakaların %22’si) ve baş dönmesi şikayelerinin olması genel nüfusa göre daha olasıdır. Hipertansif krizin diğer semptomları arasında görme bozukluğu veya kalp yetmezliğine bağlı soluksuzluk veya böbrek yetmezliğine bağlı genel halsizlik yer alabilir. Hipertansif kriz yaşayan kişilerin çoğunda yüksek tansiyon olduğu bilinmektedir, ancak ilave tetikleyiciler ani tansiyon yükselmesine neden olmuş olabilir. "Hipertansif tehlike", veya önceden adlandırıldığı gibi "kötü huylu hipertansiyon", aşırı derecede artan kan basıncı sonucunda bir veya daha fazla organda doğrudan hasar gözlemlendiğinde meydana gelir. Bu hasar, beyin tümörü ve fonksiyon bozukluğunun neden olduğu hipertansif ensefalopatiyi ortaya çıkarabilir ve baş ağrısı bozulmuş bilinç düzeyi (kafa karışıklığı veya sersemlik) ile karakterizedir. Retinal göz diski ödemi ve fundus kanama ve eksüda, hedef organ hasarının diğer belirtileridir. Göğüs ağrısı, kalp kası hasarının (miyokardiyal enfarktüse yol açabilir) veya bazen aortun iç çeperinin parçalanması anlamına gelen aortik diseksiyonun belirtisi olabilir. Nefes darlığı, öksürme ve kanlı balgam çıkarma akciğer ödeminin karakteristik işaretleridir. Bu durum, kalbin sol karıncık kısmının, kanı akciğerlerden atardamar sistemine yeterli olarak pompalayamaması anlamına gelen sol karıncık yetmezliğine bağlı akciğer dokusunun şişmesidir. Böbrek işlevlerinin hızla bozulması (akut böbrek yetmezliği) ve mikroanjiyopatik hemolitik anemi (kan hücrelerinin yok olması) de meydana gelebilir. Bu durumlarda, kan basıncının hızla düşmesi, devam eden organ hasarını durdurmak için zorunludur. Buna karşılık, hedef organ hasarına ait herhangi bir kanıtın bulunmadığı hipertansif acil durumlarda kan basıncının hızlıca düşürülmesi gerektiğine dair bir kanıt bulunmamaktadır. 24 ila 48 saat içince kademeli olarak kan basıncını düşürmek için hipertansif acil durumlarda ağızdan ilaç kullanımı tavsiye edilmektedir. Hamileliklerin %8-10’unda hipertansiyon görülmektedir. Hamilelikte hipertansiyon sorunu yaşayan kadınların çoğunda önceden primer hipertansiyon vardır. Hamilelikte yüksek tansiyon, hamileliğin ikinci yarısında ve doğumdan sonraki birkaç hafta için ciddi bir durum teşkil eden preklamsinin ilk belirtisi olabilir. Tansiyonun yükselmesi ve idrarda protein bulunması, preklamsi teşhisine neden olur. Preklamsi, hamileliklerin %5’inde görülür ve dünya çapında gebelikte anne ölümlerinin yaklaşık %16’sından sorumludur. Preklamsi aynı zamanda bebek ölümü riskini de ikiye katlamaktadır. Preklamside genellikle hiçbir semptom görülmez ve rutin taramalarda ortaya çıkar. Preklamsi semptomları belirirse, en yaygın olanları baş ağrısı, görme bozukluğu (genellikle “ışık çakması” şeklinde), kusma, epigastrik ağrı ve ödem (şişme)’dir. Preklamsi bazen hayati tehlike yaratan eklampsi halini alabilir. Eklamsi bir hipertensif acil durum olup çeşitli ciddi komplikasyonları vardır. Söz konusu komplikasyonlar arasında görme kaybı, beyinde ödem, nöbetler veya konvülsiyon, böbrek yetmezliği, akciğer ödemi ya da yaygın damar içi pıhtılaşması yer alır. ref name="ABC" /> Büyüme geriliği, nöbetler, irritabilite, enerji azlığı ve solunum güçlüğü yeni doğanlarda ve 0-6 aylık bebeklerde hipertansiyon ile ilişkilendirilebilir. 6-12 aylık bebeklerde ve çocuklarda, hipertansiyon baş ağrısı, açıklanamayan irritabilite, halsizlik, büyüme geriliği, bulanık görme, burun kanaması ve yüz felcine neden olabilir. Hipertansiyon dünya genelinde erken ölümlerde önlenebilir risk faktörlerinden en önemlisidir. İskemik kalp hastalığı felç, periferik vasküler hastalık, ve kalp yetmezliği, aort anevrizması, difüz damar sertliği ve akciğer ambolisi gibi diğer kardiyovasküler hastalıkların riskini artırır. Hipertansiyon ayrıca kognitif yetersizlik, demans vekronik böbrek hastalığı için de risk faktörü oluşturmaktadır. Diğer komplikasyonlar şunlardır: Birincil (sürekli) hipertansiyon, tüm hipertansiyon vakalarının %90-95’ini oluşturmakta olup hipertansiyonun en yaygın şeklidir. Çağdaş toplumların hemen hepsinde tansiyon, yaşlanma ile birlikte artar ve ilerleyen yaşlarda yüksek tansiyon hastası olma riski kaydadeğer ölçüdedir. Hipertansiyon, genler ve çevresel faktörlerin kompleks etkileşimi sonucunda oluşur. Tansiyon üzerinde ufak etkileri olan sayısız ortak genin yanı sıra tansiyonu büyük ölçüde etkileyen bazı nadir genler olduğu belirlenmiştir; ancak hipertansiyonun genetik temeli hâlâ tam olarak anlaşılmamıştır. Birçok çevresel faktör tansiyonu etkilemektedir. Besinsel tuz alımının azaltılması, meyve ve düşük yağlı ürünlerin tüketimin artırılması, tansiyonu düşüren yaşam tarzı faktörleri arasındadır (Hipertansiyonu Önleyen Besinsel Yaklaşımlar (DASH beslenme stili)). Egzersiz, kilo kaybı ve alkol alımının azaltılması da tansiyonu düşürmeye yardımcı olmaktadır. Stres, kafein tüketimi, ve D vitamini eksikliği gibi diğer faktörlerin oynadığı olası rolün hatları daha az keskindir. Obezitede yaygın olarak görülen ve X sendromu (veya metab
olik sendrom)un bir bileşeni olan insülin direncinin de hipertansiyona katkıda bulunduğu düşünülmektedir. Yapılan son çalışmalar, yaşamın erken dönemlerindeki olayların da (örneğin, düşük doğum ağırlığı, gebelikte sigara içme ve emzirme ile beslenmeden mahrum kalma) yetişkinlerde sürekli hipertansiyon için risk faktörleri olduğunu göstermektedir. Bununla beraber, bu maruziyetleri yetişkinlikte hipertansiyonla ilişkilendiren mekanizmalar belirsizliğini korumaktadır. İkincil hipertansiyon teşhis edilebilir bir nedenden kaynaklanır. Böbrek hastalığı hipertansiyonun en yaygın ikincil nedenidir. Hipertansiyona Cushing sendromu, hipertroidizm, hiportroidizm, akromegali, Conn sendromu ya da hiperaldosteronizm, hiperparatiroidizm ve feokromositoma gibi endokrin ile ilgili durumlar da sebep olabilir. İkincil hipertansiyonun diğer sebepleri arasında obezite, uyku apnesi, hamilelik, aort daralması, aşırı meyan kökü tüketimi ve belirli reçeteli ilaçlar, bitkisel ilaçlar ve yasadışı uyuşturucular yer alır. Yerleşmiş sürekli (birincil) hipertansiyonu olan kişilerin çoğunda, kan akışına karşı artan direnç (total periferik rezistans) yüksek tansiyonun nedeni olurken, kalp debisi normal seyrindedir. Prehipertansiyon ya da “sınır hipertansiyon”dan muzdarip daha genç bazı kişilerin yüksek kalp debisi, yüksek nabız ve normal periferik rezistansa sahip olduğuna dair bulgular bulunmaktadır. Bu duruma hiperkinetik sınır hipertansiyon adı verilmektedir. Bu kişiler, daha ileriki yıllarda yaşlanmayla birlikte kalp debileri düşüp periferik rezistansları arttığında, sürekli birincil hipertansiyonunun tipik özelliklerini gösterir. Whether this pattern is typical of all people who ultimately develop hypertension is disputed. Sürekli hipertansiyonda yüksek periferik rezistans esasen küçük arterlerde ve arteriyollerde yapısal daralmaya neden olmaktadır. Kılcal damarların sayısında veya yoğunluğundaki azalma da periferik rezistana katkıda bulunabilir. Hipertansiyon; kanın kalbe dönüşünü ve kardiyak ön yükü artırabilen ve sonuçta diyastolik disfonksiyona sebep olabilen, periferik damarlarda esnekliğin azalması ile de ilişkilidir. Kan damarlarında artan şekilde aktif daralmanın, yerleşmiş sürekli hipertansiyonda rol oynayıp oynamadığı kesin değildir. Nabız basıncı (sistolik ve diyastolik kan basıncı arasındaki fark), hipertansiyonlu yaşlı kişilerde çoğu kez artar. Bu durumda sistolik basınç anormal derecede yüksekken, diyalostik basınç normal ya da düşük olabilir. Bu duruma izole sistolik hipertansiyon adı verilmektedir. Hipertansiyon ya da izole sistolik hipertansiyon hastası olan yaşlılarda yüksek nabız basıncı, tipik olarak yaşla birlikte ortaya çıkan ve yüksek tansiyon ile artabilen atardamar sertliği ile açıklanmaktadır. Hipertansiyonda atardamar sistem içinde görülen direnç artışı için pek çok mekanizma öne sürülmüştür. Çoğu bulgu şu nedenlerden birini ya da her ikisini içermektedir: Bu mekanizmalar birbirini dışlamaz ve her ikisinin de sürekli hipertansiyona bir derecede katkıda bulunduğu muhtemeldir. Ayrıca, endotel disfonksiyonu (kan damarlarında işlev bozukluğu) ve vasküler enflamasyon da periferik rezistansın artmasına ve hipertansiyonda vasküler hasara neden olabilir. Hasta sürekli olarak yüksek kan basıncına sahipse hipertansiyon teşhis edilir. Geleneksel olarak, tanı tansiyon aleti ile bir aylık aralıklarla üç ayrı ölçüm yapılmasını gerektirir. . Hipertansif hastaların başlangıç değerlendirmesinde, tam öykü ve fiziksel muayene içerir. 24 saat ambulatuvar kan basıncı monitörleri ve evde kullanılan tansiyon ölçüm aletlerinin varlığı ile birlikte, beyaz önlük hipertansiyonu olan hastalarda yanlış tanıdan kaçınmanın önemi, protokollerde değişikliğe yol açmıştır. Birleşik Krallık'ta, mevcut en iyi uygulama ambulatuvar ölçümlerle tek bir artan klinik incelemeyi takip etmektir. Takip, daha az ideal olmakla birlikte, evde yedi gün boyunca tansiyonun izlenmesi ile de gerçekleştirilebilir. Hipertansiyon tanısı konulduktan sonra varsa, hekimler, risk faktörleri ve varsa diğer belirtilere dayanan nedeni belirlemeye çalışacaktır. İkincil hipertansiyon ergenlik öncesi çocuklarda daha sık görülür ve vakaların çoğunun nedeni böbrek hastalığıdır. Birincil ya da sürekli hipertansiyon ergenlerde daha sık görülür ve obezite ve hipertansiyon aile öyküsü dahil birden çok risk faktörü barındırır. İkincil hipertansiyonun olası nedenlerini tanımlamak ve hipertansiyonun kalp, göz ve böbreklerde hasara neden olup olmadığını belirlemek için laboratuvar testleri de yapılabilir. Diyabet ve yüksek kolesterol için ek testler yapılır, çünkü bu koşullar kalp hastalığı oluşması için risk faktörüdür ve tedavi gerektirebilir. Serum kreatinin hipertansiyonun nedeni veya sonucu olabilen böbrek hastalığı varlığını değerlendirmek için ölçülür. Tek başına serum kreatinin, glomerül filtrasyon hızını da yüksek gösterebilir. Yeni rehber ilkeler, glomerül filtrasyon hızını (eGFR) tahmin etmede, Böbrek Hastalığında Diyet Değişimi (MDRD) formülü gibi belirleyici denklemlerin kullanımını savunmaktadır. eGFR ayrıca bazı antihipertansif ilaçların böbrek fonksiyonları üzerindeki yan etkilerini izlemek için kullanılabilecek, böbrek fonksiyonu için temel ölçüt sağlamaktadır. protein için idrar tahlili yapılması da böbrek hastalığının ikincil göstergesi olarak kullanılır. Elektrokardiyogram (EKG / EKG) testi kalbin, yüksek tansiyondan baskı altında olduğunu kontrol etmek için yapılır. Aynı zamanda kalp kasının kalınlaşmasını (sol ventrikül hipertrofisi) ya da kalbin önceden sessiz kalp krizi gibi küçük bir rahatsızlık yaşayıp yaşamadığını gösterir. Kkalp büyümesi veya kalp hasarı bulgularını aramak için göğüs röntgeni veya ekokardiyogram yapılabilir. Hipertansif olan ancak bunun önemli olduğunun farkında olmayan insanların sayısı. Yüksek tansiyonun sonuçlarını azaltmak ve antihipertansif ilaç tedavisi ihtiyacını en aza indirmek için nüfusun geneline hitap eden önemler gereklidir. İlaç tedavisine başlamadan önce kan basıncını düşürmek için yaşam tarzında değişiklikler yapılması tavsiye edilir. Hipertansiyonun ilk aşamada önlenmesine yönelik olarak 2004 İngiliz Hipertansiyon Derneği rehber ilkeleri proposed the following lifestyle changes consistent with guidelines outlined by the US National High BP Education Program in 2002 şu şekildedir: Yaşam tarzında etkili değişiklikler, kan basıncını tek başına bir antihipertansif ilacı kadar düşürebilir. Yaşam tarzında iki veya daha fazla değişikliğin birlikte yapılması ise daha iyi sonuçlar verebilir. Hipertansiyon için birinci tip tedavi, önerilen önleyici yaşam tarzı değişiklikleri ile aynıdır and includes dietary changes physical exercise, and weight loss. These changes have all been shown to significantly reduce blood pressure in people with hypertension. Hhipertansiyon hemen ilaç kullanımını gerektirecek kadar yüksek olsa dahi yaşam tarzı değişiklikleri yine de tavsiye edilir. Biyolojik geri bildirim, gevşeme veya meditasyon gibi psikolojik stresi azaltmak için tasarlanmış farklı programlar hipertansiyonu azaltmak için önerilmektedir. Ancak, bilimsel çalışmalar genel olarak, bunların etkinliğini desteklemez çünkü çalışmalar genelde düşük kalitededir. düşük sodyum diyeti gibi bir beslenme değişikliği faydalıdır. Beyaz ırka mensup kişiler için uzun vadeli (4 haftadan fazla) düşük sodyum diyeti hem hipertansiyonu olan bireylerde hem de tansiyonu normal olan bireylerde tansiyonu düşürmede etkilidir. Ayrıca, National Heart, Lung, and Blood Institute tarafından desteklenen fındık, tahıl, balık,tavuk, meyve ve sebze açısından zengin bir diyet olan DASH diyeti kan basıncını düşürmektedir. Diyet potasyum, magnezyum, kalsiyum ve protein açısından zengin olmasına rağmen, planın önemli özelliği sodyum alımının sınırlandırılmasıdır]]. Günümüzde hipertansiyon tedavisinde kullanılan ve genel olarak antihipertansif ilaçlar olarak anılan çeşitli ilaç tedavisi sınıflandırmaları bulunmaktadır. Reçeteler yazılırken kişinin kardiovasküler riski (miyokardial enfarktüs ve felç riski dahil) ve kan basıncı değerleri göz önüne alınır. If drug treatment is initiated, the National Heart, Lung, and Blood Institute's Seventh Joint National Committee on High Blood Pressure (JNC-7), doktorun tedaviye olan tepkiyi görüntülemesini ve ilaç tedavisinden dolayı oluşan herhangi bir olumsuz reaksiyonu değerlendirmesini tavsiye etmiştir. Tansiyonun 5 mmHg düşürülmesi felç riskini %34 ve iskemik kalp hastalığı riskini %21 azaltabilir. Tansiyonun düşürülmesi ayrıca kardiovasküler hastalık nedeniyle demans, kalp yetmezliği ve ölüm oranı ihtimalini de azaltabilir. Tedavinin amacı, kan basıncını çoğu kişide 140/90 mmHg düzeyinden aşağıya ve diyabet veya böbrek hastalığı olanlar kişilerde daha da düşük seviyeye indirmek olmalıdır. Bazı tıp uzmanları, seviyenin 120/80 mmHg’den aşağıda tutulmasını tavsiye etmektedir. If the blood pressure goal is not met, more treatment is needed. İlaç tedavisinin belirlenmesine ve çeşitli alt gruplar için tedaviyi en iyi şekilde belirlemeye dair ana esaslar zaman içinde değişmiştir ve ülkelere göre farklılık gösterir. Uzmanlar en iyi ilaç tedavisi üzerinde fikir birliğine varamamaktadır. Cochrane işbirliği, Dünya Sağlık Örgütü ve Birleşik Devletler’in rehber ilkeleri, tercih edilen ilk tedavi olarak düşük dozlu Tiazid tabanlı diüretikler tedaviyi destekler. Birleşik Krallık’ın rehber ilkeleri, 55 yaş üstü ya da Afrika veya Karayip kökenli kişiler için kalsiyum kanal blokerlerinin (CCB) önemini vurgulamaktadır. Bu rehber ilkeler, daha genç kişiler için tercih edilen ilk tedavi olarak anjiyotensin dönüştürücü enzim inhibitörlerini tavsiye eder. Japonya'da, CCB, ACEI/ARB, tiazid diüretikler, beta blokerler ve alfa blokerler dahil olmak üzere altı ilaç tedavisi sınıfından herhangi biri makul kabul edilir. Kanada'da, alfa blokerler hariç diğer ilaç tedavileri olası ilk seçenekler olarak önerilir. Çoğu insan, hipertansiyonu kontrol altında tutmak için birden fazla ilaca ihtiyaç duyar. JNC7 ve ESH-ESC rehber ilkeleri tansiyon, sistolik hedefin 20 
mmHg üzerinde ya da diyastolik hedefin 10 mmHg üzerinde olduğu durumlarda tedaviye iki ilaç ile başlanmasını destekler. Tavsiye edilen kombinasyonlar, renin-anjiyotensin sistem inhibitörleri ve kalsiyum kanal blokerleri ya da renin-anjiyotensin sistem inhibitörleri ve diüretiklerdir. Kabul edilebilir kombinasyonlara şunlar dahildir: Kabul edilemez kombinasyonlar aşağıdaki gibidir: Yüksek akut böbrek yetmezliği riskinden dolayı mümkün olan durumlarda, bir ACE inhibitör veya anjiyotensin II reseptör antagonist, bir diüretik ve bir (selektif COX2 inhibitörler ve ibuprofen gibi reçetesiz ilaçlar dahil) NSAID (steroid olmayan anti-inflamatuar ilaç) içeren kombinasyonlar kullanmaktan kaçının. Kombinasyon Avustralya sağlık literatüründe, halk arasında "üçlü darbe (triple whammy)" olarak bilinir. İki sınıf ilacın sabit kombinasyonunu içeren tabletler mevcuttur. Kullanışlı olmakla beraber bu kombinasyonlar, tedavisi tekli bileşen üzerine kurulmuş olan kişilere mahsustur. 60 yaş ve üzeri kişilerde orta ve ciddi derecede hipertansiyonun tedavisi, ölüm oranlarını ve kardiyovasküler yan etkileri azaltmaktadır. 80 yaşın üzerindeki kişilerde, tedavinin ölüm oranlarını ciddi ölçüde azalttığı görülmemiştir ancak kalp hastalıkları riskini azaltmaktadır. Amerika'da tercih edilen ilaç tedavisi olan tiazid diüretikler ile önerilen tansiyon hedefi 140/90 mm Hg'den azdır. Yeniden düzenlenmiş olan Birleşik Krallık rehber ilkelerinde, hedef klinik ölçümlerde 150/90 mmHg'den az veya ambulatuvarda ya da evde tansiyon ölçümünde 145/85 mmHg'den az olan durumlar için tercih edilen tedavi kalsiyum kanal blokerlerdir. Dirençli hipertansiyon, farklı antihipertansif ilaç sınıflarına dahil olan üç antihipertansif maddelerin hepsinin kullanılmasına rağmen hedeflenen tansiyonun üzerinde kalan hipertansiyondur. Dirençli hipertansiyonun tedavisine dair rehber ilkeler Birleşik Krallık'ta yayımlanmıştır. and the US. 2000 yılı itibarıyla, neredeyse bir milyar insan yani dünyadaki yetişkin nüfusunun 26%'sının hipertansiyonu vardır. Hem gelişmiş (333 milyon) hem de gelişmekte olan (639 milyon) ülkelerde yaygındır. Ancak bu oranlar, Hindistan'ın kırsal bölgelerinde %3,4 (erkek) ve %6,8 (kadın) kadar düşük ve Polonya'da %68,9 (erkek) ve %72,5 (kadın) kadar yüksek olan değerlerle farklı bölgelerde değişkenlik gösterir. 1995 yılında Birleşik Devletler'de 43 milyon insanın hipertansiyonu olduğu veya antihipertansif ilaçlar aldıkları tahmin ediliyordu. Bu değer Birleşik Devletler yetişkin nüfusunun %24'ünü temsil etmektedir. Rates of hypertension in the United States were increasing and reached 29% in 2004. 2006 itibarıyla, hipertansiyon Birleşik Devletler’de 76  milyon yetişkini (nüfusun %34'ü) etkilemektedir ve Afrikalı Amerikalı yetişkinler %44 ile dünyadaki en yüksek hipertansiyon oranına sahiptir. Yerli Amerikalılar arasında daha yaygındır; beyazlar ve Meksikalı Amerikalılar arasında daha nadirdir. Oranlar yaşla beraber artış gösterir ve Birleşik Devletler'in güneydoğusunda daha yüksektir. Hipertansiyon, kadınlara nazaran(menopoz bu farkı azaltsa da) erkekler ve düşük sosyoekonomik duruma sahip olanlar arasında daha yaygındır. Çocuklarda yüksek tansiyon oranı artmaktadır. Çocukluk çağında özellikle ergenlikte hipertansiyon, altta yatan bir bozukluğun sonucudur. Obezite dışında, çocuklarda böbrek hastalıkları hipertansiyonun en yaygın (%60-70) nedenidir. Ergenlerde vakaların %85-95'ine tekabül eden birincil veya sürekli hipertansiyon vardır. Kardiyovasküler sistemin modern anlamda anlaşılması doktor William Harvey (1578–1657)'nin çalışmasıyla başlamıştır. Harvey "De otu ordis" ("Kalp ve Kan Hareketleri Üzerine") adlı kitabında kan dolaşımını anlatmıştır. İngiliz rahip Stephen Hales yayınlanan ilk tansiyon ölçümünü 1733 yılında gerçekleştirmiştir. Yüksek tansiyonun bir hastalık olarak tanımlanması, diğerleri ile birlikte, 1808 yılında Thomas Young ve 1836 yılında Richard Bright tarafından gerçekleştirilmiştir. Bir insanda böbrek hastalığı bulgusu olmaksızın yüksek tansiyon görüldüğü ilk kez Frederick Akbar Mahomed (1849–1884) tarafından rapor edilmiştir. Bununla beraber, yüksek tansiyonun klinik bir vaka olması 1896’da Scipione Riva-Rocci tarafından kolluklu tansiyon ölçme aletinin icat edilmesiyle gündeme gelmiştir. Bu buluş, tansiyonun kliniklerde ölçülebilmesine olanak sağlamıştır. 1905 yılında, Nikolai Korotkoff atardamar stetoskopla dinlenirken tansiyon ölçme aletinin kola geçirilen kısmındaki hava boşaltıldığında duyulan Korotkoff seslerini tanımlayarak sistemi geliştirmiştir. Tarihsel olarak, “sert nabız” olarak adlandırılan hastalığın tedavisinde kan boşaltma ya da sülük uygulamalarıyla kan miktarı azaltılıyordu. Çin’deki Sarı İmparator, Cornelius Celsus, Galen ve Hippocrates kan boşaltma yöntemini savunuyordu. Yüksek tansiyon için etkili bir farmakolojik tedavinin olmadığı 19. ve 20. yüzyıllarda, hepsi sayısız yan etkiye sahip üç tedavi yaklaşımı kullanmaktaydı. Bu yaklaşımlarda sodyum ciddi anlamda kısıtlanıyordu (örneğin, pirinç diyeti ), sempatektomi (sempatik sinir sistemi parçalarının ameliyatla çıkarılması), ve pirojen tedavisi (ateşe yol açan ve dolaylı olarak tansiyonu düşüren maddelerin enjekte edilmesi). Yüksek tansiyon için ilk kimyasal olan sodyum tiosiyanat 1900 yılında kullanılmıştır fakat pek çok yan etkisi vardır ve popüler olmamıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında çeşitli başka maddeler de geliştirilmiştir. En popüler ve makul derecede etkili olanlar tetrametilamonyum klorid ve türevi heksametonyum, hidralazin, ve reserpin (tıbbi "Rauwolfia serpentina bitkisinden elde edilmiştir") olmuştur. Ağız yoluyla alınan ve iyi tolere edilen ilk maddelerin keşfedilmesi çığır açan bir buluş olmuştur. Bunlardan ilki, ilk tiazit idrar söktürücü olan klorotiazid olup sulfanilamit antibiyotiğinden geliştirilmiş ve 1958’de kullanıma sunulmuştur. Bu madde, tuz atılımını artırırken sıvı birikimini önlüyordu. Gaziler İdaresi’nin sponsorluğunda yapılan rastgele kontrollü denemede, hidroklorotiazit artı reserpin artı hidralazin ile plasebo madde karşılaştırılmıştır. Tedavi görmeyen yüksek tansiyonlu kişilerin bulunduğu grupta tedavi edilen hastalara göre çok daha fazla komplikasyon geliştiğinden, çalışma erken safhada duruldurulmuş ve onların tedaviden mahrum bırakılması etik bulunmamıştır. Çalışmaya düşük tansiyonlu kişilerle devam edilmiş ve tedavinin orta derecede hipertansiyonlu kişilerde dahi kardiyovasküler ölüm riskimi yarıdan fazla oranda engellediği görülmüştür. 1975 yılında, klorotiazidi geliştiren ekibe Lasker Özel Halk Sağlığı Ödülü verildi. Bu çalışmaların sonuçları sayesinde, yüksek tansiyon hakkında halk bilincini artırma amaçlı halk sağlığı kampanyaları yapılmış ve yüksek tansiyonun ölçülmesi ve tedavisi teşvik edilmiştir. Bu tedbirlerin 1972-1994 yılları arasında felç ve iskemik kalp kastalığında görülen %50’lik düşüşe en azından kısmen katkısı olduğu görünmektedir. Dünya Sağlık Örgütü hipertansiyon, ya da yüksek kan basıncını, kardiyovasküler mortalitenin ana sebebi olarak tanımlamaktadır. 85 adet ulusal hipertansiyon topluluğu ve derneğinden oluşan bir şemsiye örgüt olan Dünya Hipertansiyon Derneği (WHL), dünya çapında hipertansif hasta olan kişilerin %50’den fazlasının durumlarının farkında olmadığını belirlemiştir. WHL bu sorunu ele almak için, 2005 yılında hipertansiyon hakkında farkındalık yaratma amaçlı küresel bir kampanya başlatmış ve her yıl 17 Mayıs gününü Dünya Hipertansiyon Günü (DHG) olarak kabul etmiştir. Son üç yıl içinde, daha fazla ulusal topluluk DHG’ye katılmış ve mesajlarını halka iletmek için yenilikçi yollar denemişlerdir. 2007’de, DHG’ye 47 üye ülkenin rekore katılımı sağlanmıştır. DHG haftası boyunca, tüm bu ülkeler yerel hükümetler, profesyonel topluluklar, sivil toplum örgütleri ve özel kuruluşlarla ortak çalışarak çeşitli medya ve kamu toplantıları yoluyla hipertansiyon farkındalığını artırmaya çalışmıştır. Internet ve televizyon gibi kitle iletişim araçları kullanılarak, verilmek istenen mesaj 250 milyondan fazla kişiye ulaşmıştır. Yıllar geçtikçe ivmesi artan DHG, yüksek tansiyondan müzdarip 1,5 milyar civarında olduğu tahmin edilen hemen herkese ulaşmak konusunda emin adımlarla ilerlemektedir. Yüksek tansiyon, Birleşik Devletler’de temel sağlık hizmeti veren kuruluşlara başvurulmasına neden olan en yaygın tıbbi kronik sorundur. Amerikan Kalp Derneği, 2010 yılında yüksek tansiyonun yol açtığı doğrudan ve dolaylı maliyetleri 76,6 milyar $ olarak tahmin etmiştir. Birleşik Devletler’de, yüksek tansiyonu olan insanların %80’i durumlarının farkındadır, %71 ise tansiyon düşüren bazı ilaçlar kullanmaktadır. Bununla birlikte, hipertansiyonu olduğunu bilen kişilerin sadece %48'i durumlarını gerektiği gibi kontrol etmektedir. Inadequacies in diagnosis, treatment, or control of high blood pressure can compromise the management of hypertension. Sağlık uzmanları tansiyonu kontrol etmeye çalışırken, istenen kan basıncı seviyesine ulaşmak için alınması gereken birden çok ilacın kullanılmasına direnç gösterilmesi dahil pek çok engelle karşılaşmaktadırlar. Ayrıca, tıbbi planlara sadık kalınması ve yaşam tarzında değişiklik yapılmasında da zorluklar yaşanmaktadır. Yine de, tansiyonda varılmak istenen hedeflere ulaşmak mümkündür. Tansiyonun düşürülmesi, ileri tıbbi bakımın yaratacağı masrafları belirgin şekilde azaltmaktadır. Obolos Obolos, Yunan parası Drahmi'nin 1/6'sı, gümüş meteliktir. Drahmi Drahmi (Yunanca: "Δραχμή"), Grekçe " avuç dolusu" anlamına gelen Draks kelimesinden gelir. 1 Drahmi=6 obol. 6 obol avuç dolusu olduğundan bu isim verilmiştir. Drahmi, 6 obol değerindeki gümüş sikkeye ve birimine verilen isimdir. Antik dönemden son döneme kullanılma biçimi ve bazı değerler söyledir: Arabistan ekonomisinde bilinen kullanım biçimi "dirhem" (Arapça: درهم), İslam öncesi zamanlarda Bizans'ta da kullanıldı. Tulay, S.A., Genel Nümizmatik Sözlüğü İbn Rüşd İbn Rüşd (; Künyesi "Ebū'l-Velīd Muḥammed ibn Aḥmed ibn Muḥammed ibn Rüşd" ابوالوليد محمد بن احمد بن محمد بن رشد; Latince: Averroes, d. 14 Nis
an 1126 - ö. 10 Aralık 1198), Endülüslü-Arap felsefeci, hekim, fıkıhçı, matematikçi ve tıpçı. Kurtuba'da doğdu ve Marakeş, Fas'ta öldü. İbn Rüşd'e göre biricik filozof Aristo'ydu. İbn Rüşd, en çok Aristo'nun eserlerinden yaptığı, bugün Batı'da pek çoğu unutulmuş Arapçaya tercümeleri ve şerhleriyle ünlüdür. 1150'den önce Avrupa'da Aristo'nun eserlerinin birkaç tercümesinden başkası yoktu ve bunlar da din adamlarınca rağbet görüp incelenmiyordu. Batı'da Aristo'nun mirasının yeniden keşfedilmesi, İbn Rüşd'ün eserlerinin 12. yüzyıl başlarında Latinceye tercümesiyle başlamıştır. İbn-i Rüşd'ün Aristo üzerine çalışmaları otuz yıllık bir dönemi kapsar ve bu dönem içinde erişemediği "Politika" dışında bütün eserlerine şerhler yazmıştır. Eserlerinin İbranice tercümeleri de İbrani Felsefesi üzerinde kalıcı bir etki bırakmıştır. İbn-i Rüşd'ün düşünceleri, Hristiyan skolastik gelenekten Aristo'nun mantık çalışmalarına değer veren Brabantlı Siger, Thomas Aquinas ve Dacialı Boetius gibi Paris Üniversitesi öğretim görevlileri tarafından özümsenmişti. Thomas Aquinas gibi meşhur skolastik filozoflar, ona ismi yerine "Şârih" (Yorumcu) ve Aristo'ya da "Filozof" diyerek yüksek derecede önem veriyorlardı. İslâm dünyasında bir okul bırakmamış ve ölümü Endülüs'teki serbest düşünce hayatının sonuna işaret etmiştir. Orta Çağ'ın Avrupalı skolastiklerinin kendisine gösterdikleri saygıdan ötürü Dante, İbn Rüşd'ü İlahi Komedya'da diğer büyük pagan filozoflarla beraber "iltifatın üne borçlu olunduğu" Limbo'da göstermiştir. Victor Hugo'nun, Quasimodo ile Esmeralda'nın talihsiz öyküsünün anlattığı, Notre Dame'ın Kamburu adlı eserinde, bilimle hukukun kaynaklarına değinildiği bir bölümde, İbn Rüşd referans verilir. Avrupa'da bilinen adıyla Avveroes ismiyle anılır. James Joyce'un Ulysess adlı eserinde ve Jorge Luis Borges'un La Busca de Averroes (Averroes'in Arayışı) eserinde de, İbn Rüşd anılır. İbn Rüşd'ün siyaset, din, hukuk, tıp ve felsefenin pek çok alanında 150'den fazla eser kaleme aldığı bilinmektedir. Özellikle Aristo'nun Organon külliyatı üzerine yazdığı pek çok şerh vardır. Bu şerhlerin boyutları küçük, orta ve büyük olmak üzere üç çeşittir. Küçük ve orta şerhler, ekseriya eserin tamamının şerhi olmamakla beraber bâzı kapalı ifadelerin sayfalar boyu analiz edildiği çalışmalardır. Biz burada İbn Rüşd'ün eserlerinin çokluğunun yanında birçok dile tercüme edildiğini de göz önünde bulundurarak çalışmaları hakkındaki bilgileri ayrıntısıyla aktaracağız. İbn Rüşd, Îsâġūcî adıyla Organon'un altı kitaplık külliyatına giriş mahiyetinde bir eser kaleme almıştır. Benzeri bir örneği İbn Sina'nın Şifa Külliyatı'na yazdığı el-Medhal isimli çalışmada görmekteyiz. İbn Rüşd bu eser için iki şerh kaleme almış, bunlardan eż-Żarûrî fi’l-manŧıķ adlı özetin İbrânî harfleriyle Arapça metninin iki nüshası günümüze ulaşmış, ancak İbrânîce ve Latince tercümeleri kaybolmuştur. Telħîśu medħali furfuryus adını taşıyan ve yukarıdaki eser üzerine yaptığı orta hacimde bir şerh kaleme almıştır. William de Lune tarafından Averrois, Commentarium medium. Super libri introductionum Porphyrii adıyla Latinceye tercüme edilen bu şerhin bir de İbrânîce tercümesi bulunmaktadır. Her iki tercüme Jacob Mantino tarafından yayımlanmıştır (Venedik, 1560). Herbert A. Davidson, Latince ve İbrânîce çevirilere dayanarak eseri İngilizce’ye tercüme edip “Corpus Commentariorum Averrois in Aristotelem” serisi içerisinde neşretmiştir Aristo'nun Kategoriler eserinin çevirisidir. Filozof bu esere iki şerh yazmış, Arapça küçük şerhinin orijinali kaybolmuştur. Palmesli Abraham’ın "Epistola de Primitate Praedicatorum" adıyla yaptığı Latince tercümesi basılmış olup (Venedik 1560) İbrânîce çevirisi kayıptır. Yukarıdaki Kategoriler çevirisine yazmış olduğu orta şerhtir. Arapça yazma nüshaları da günümüze ulaşmıştır. İbrânî harfleriyle yazılmış olan Arapça orijinalinden sadece bir nüsha mevcuttur. Orta şerhin Arapça metnini Maurice Bouyges neşretmiş (Beyrut, 1932), Gérard Jéhami daha sonra Floransa, Leiden ve Meşhed nüshalarını esas alarak bunu Telħîśu Manŧıķı Arisŧo içinde (Beyrut 1982, s. 1-77) yeniden yayımlamıştır. Bu orta şerh üç defa Latinceye tercüme edilmiştir. Jacob Mantino tarafından Commentum Averrois cordubensis expositione media adıyla yapılan çeviri basılmış (Venedik, 1552, 1562, 1573), anonim olduğu anlaşılan ikinci çeviri Liber praedicamentorum Aristotelis cum commeentariis Averrois (Lyon, 1542), yine anonim olan bir başka çeviri de Padoalı Nicolet tarafından Commentum Auerois super librum predica-mentorum Aristotelis (Venedik, 1483) adıyla yayımlanmıştır. Ayrıca Zacharias Zenari’nin 1560’ta Venedik’te eserin yeni ve farklı bir edisyonunu yaptığı görülmektedir. Eserin Jacob ben Abba-Mari Anatolio tarafından Napoli’de yapılan İbrânîce çevirisinden de günümüze iki nüsha ulaşmıştır. Herbert A. Davidson bu eseri Arapça, İbrânîce ve Latince tercümelerine dayanarak Middle Commentary on Aristotle’s Categoriae adıyla İngilizceye çevirmiş ve “Corpus Commentarium Averrois in Aristotelem” serisi içerisinde yayımlamış (Cambridge, 1969), Levi ben Gerson bu İbrânîce çeviri üzerine bir şerh yazmıştır. Aristo'nun Yorum Üzerine adlı eserinin Arapça çevirisidir. Balmesli Abraham tarafından Latinceye tercüme edilmiştir. İbn Rüşd, kendisinin Arapça çevirisi üzerine küçük ve orta olmak üzere iki şerh yazmıştır. Arapça küçük şerhin orijinali kaybolmuştur. Fakat bu şerhin Latincesi mevcut olup "Epithome in Libros Perihermenias" başlığı altında yayımlanmıştır (Venedik, 1560). Yorum Üzerine adlı eserinin orta büyüklükteki şerhidir. Arapça orijinali günümüze ulaşmış ve Gérard Jéhami tarafından neşredilmiştir. Bu şerhin Jacob Mantino’nun yaptığı, hâlen Venedik’te bulunan Latince tercümesi Cominum de Tridino tarafından "Aristotelis Perihermenias Commentum Averrois Cordobensis Expositione Media" adıyla basılmıştır (Venedik, 1560). Eserin ayrıca William de Lune’nun yaptığı bir başka çevirisi daha vardır. Felsefe üzerine sayısız eseri vardır. Aristo'nun Organon külliyatı üzerine küçük, orta ve büyük olmak üzere pek çok şerhi vardır. Şunları sıralayalım: İbn-i Haldun Ebu Zeyd Abdurrahman bin Muhammed bin Haldun el Hadramî (Arapça: أبو زيد عبد الرحمن بن محمد بن خلدون الحضرمي‎; ; 27 Mayıs 1332 / Hicrî: 732, Tunus - 19 Mart 1406 / Hicrî: 808, Kahire) veya tanınan kısa adıyla İbn-i Haldun (Arapça: ابن خلدون), modern historiyografinin, sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden kabul edilen 14. yüzyıl düşünürü, devlet adamı ve tarihçisi. Köklü bir aileden geldiği için iyi bir eğitim aldı. Tunus ve Fas'ta devlet görevlerinde bulunduktan sonra Gırnata ve Mısır'da çalıştı. Kuzey Afrika'nın o dönem istikrarsız ve entrikalarla dolu siyasal yaşamı 2 yıl hapiste yatmasına neden oldu. Bedevi kabilelerini çok iyi tanımasından dolayı aranan bir devlet adamı ve danışman oldu. Mısır'da 6 defa Maliki kadılığı yaptı. Şam'ı işgal eden Timur ile görüşmesi bir fatih ile bir bilginin ilginç buluşması olarak tarihe geçti. Siyasal yaşamdan çekildiği dönemlerde adını tarihe geçiren 7 ciltlik dünya tarihi Kitâbu’l-İber ve onun giriş kitabı olarak düşündüğü Mukaddime'yi yazdı. Eseri, Arap dünyasında etki yaratmasa da Osmanlı tarih anlayışını derinden etkiledi. Başta Katip Çelebi, Naima ve Ahmet Cevdet Paşa olmak üzere Osmanlı tarihçileri Osmanlı Devleti'nin yükseliş ve çöküşünü pek çok defa onun teorileriyle analiz etti. Arap dünyasında yeniden keşfedilmesi ancak Arap milliyetçiliğinin gelişmeye başlaması ile oldu. 19. yüzyıldan itibaren ise Avrupalı tarihçiler tarafından keşfedildi ve eserleri büyük takdir gördü. Öyle ki Toynbee, aradan geçen yüzyıllardan sonra onun için şöyle dedi: "Herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmış en büyük tarih felsefesinin sahibi". Tam adı Ebu Zeyd Abdurrahman ibn Haldun el-Hadramî ya da Abdurrahman b. Muhammed b. Ebu Bekr Muhammed b. Hasan’dır. Künyesindeki Ebu Zeyd büyük oğlu Zeyd'den gelir. Ayrıca Mısır'da Malikî başkadılığı yaptığı için Veliyüddin, ailesi Yemen'in Hadramut ilinden olduğu için Hadramî, kendisi Tunus'ta doğduğu için Tunusî, diğer mezheplere bağlı olan kadılardan ayırdedilmek için Malikî, hayatının önemli bölümünü Mağrip'te geçirdiği için de Mağribî gibi lakaplarla da anılmıştır. İbn-i Haldun'un yaşamı çok iyi belgelenmiştir. Hayatı hakkındaki en önemli kaynak, kendi yazdığı otobiyografisi "Et-Tarif" adlı eserdir. Bu eserde hayatına ilişkin çeşitli dokümanlar ayrıntılı şekilde aktarılmıştır. Bununla birlikte otobiyografisi, özel hayatı ve ailesinin geçmişi hakkında çok az bilgi içerir. Endülüs'te yaşayan ve Beni Haldun olarak anılan bir aileden olup, 1332'de (Hicri 732) Tunus'ta doğdu. Endülüs'te önemli devlet görevlerinde bulunan ailesi, 13. yüzyılın ortalarında Endülüs'ün Kastilya kralı III. Ferdinand tarafından ele geçirilmesinden sonra Tunus'a göç etti. Ailesi Tunus'taki Hafsi hanedanının yanında resmî hizmetlerde bulundu. Buna karşın İbn-i Haldun'un babası ve dedesi politik hayattan çekilmiş ve kendilerini mistik bir hayata vermişti. Erkek kardeşi Yahya İbn Haldun da tarihçi idi ve Abdülvadi hanedanı üzerine bir kitap yazmış ve sarayın resmî tarihçisi olmak isteyen bir rakibi tarafından suikasta uğramıştı. Özgeçmişinde İbn-i Haldun, kökeninin İslam Peygamberi Muhammed zamanındaki Yemenli Arap kabilelerinden Hadramut’a kadar uzandığından ve ailesinin İslamî fetih başlarında İspanya'ya geldiğinden bahseder. Kökenini dayandırdığı Vail bin Hacer, Muhammed'i ziyaret etmiş, hayır duasını almış ve ondan 70 hadis rivayet etmiş bir sahabedir. İbn-i Haldun'un ailesi 8. yüzyıl sonlarında Yemen'den Endülüs'e göç etmiş ve 12. yüzyılda Endülüs'ün İspanya kralı Ferdinand tarafından ele geçirilmesinden sonra Tunus'a göç etmiştir. "Haldun" aile isminin kökeni, öncülleri Osman bin Halid'ten gelir. Halid ismi Yemen halkının âdeti gereği vav ve nun harfleri eklenerek Haldun biçimine dönüşmüştür. Ben-i Haldun ailesi, birkaç kuşak boyunca Endülüs'ün Carmona ve Sevilla bölgelerinde yaşamıştır. İbn-i Haldun, otobiyografisinde "ve bizim ecdadımız, Ha
dramutlu Yemen Araplarından, Arapların en tanınmış, en saygınlarından olan Vail bin Hacer'den gelmektedir" der. Buna karşın biyografi yazarı Muhammed Abdullah Enan bu iddiayı sorgular ve İbn-i Haldun'un ailesinin o dönemde sosyal statü kazanabilmek için Arap kabilelerinden olduğunu iddia eden Muladilerden olabileceğini öne sürer. Enan, aynı zamanda bazı Berberi grupların da kendilerini Arap bir ecdada dayamak için aldatıcı ve abartılı bir çabaya girdiklerini ayrıntılı şekilde belgeler. Bu çabanın altında yatan nedenin politik ve sosyal nüfuz elde etme arzusu olduğunu belirtir. Başka bir görüşe göre ise, İbn-i Haldun doğduğu yerdeki yerli çoğunluk gibi aynı Berberi atalardan gelmektedir. Bu görüşe göre, Berberi kabilelere duyduğu hayranlık ve saygı yaşadığı dönemin geleneksel bakışına pek uymuyordu. Ayrıca eserlerinde Berberilere ayırdığı yer ve Araplarla karşılaştırmalarında iğneleyici ifadeler kullanması ve Mağrip'in dışındaki olaylara ve devletlere oldukça ilgisiz kalması onun Berberi olabileceğine dair varsayımlar üretilmesini sağlamıştır. Muhammed Hozien bu düşünceye "İbn-i Haldun'un ailesi Berberi olabilir, bununla birlikte ataları zamanında Endülüs'ten ayrılıp Tunus'a gelmişler ise atalarının Arap olduğunu iddia etme ihtiyacı duymazlardı. Çünkü Endülüs'te hüküm süren Muvahhidler ve Murabıtlar da Berberi idiler ve İbn-i Haldun Berberi kökenini inkâr etmeyi düşünmezdi" ifadeleriyle karşı çıkar. İbn-i Haldun'un en önemli eseri olarak kabul edilen "Mukaddime"nin en iyi denilebilecek çevirisini yapan Rosenthal ise bu konuda şöyle der: "Her ne kadar yazarımızın kişiliğindeki Berberi ve İspanyol katkıların sonradan işe karışmış olması mümkün olsa da, aklıselim, onun uzak geçmişten gelen Arap kökenine kuşku ile bakmamıza izin vermez". İbn-i Haldun'un dedesi, Tunus'ta Hafsî sarayında vezirdi. Babası Muhammed Vâbili kendini islami ilimler ve edebiyata adamış birisi idi. İlk öğretmeni babası oldu, öğrenimine ondan aldığı derslerle ve Kur'an'ı ezberleyerek başladı. Ailesinin konumu sayesinde Tunus'taki en iyi öğretmenlerden eğitim alma olanağına kavuştu. Kaliteli bir Arap eğitimi olan, Kur'an, Arap dilbilimi, Hadis ve Fıkıh eğitimi aldı. O dönemin tanınmış kıraat âlimi olan Şeyh Abdullah Muhammed bin Bezzal-i Ensari'den "Kur'an'ı Arapçanın yedi lehçesine göre yedi şekilde okumayı" (Kıraat-ı Seba) öğrendi. Şatibiyye ve Raiyye kasidelerini ezberledi. Kendi anlatımına göre Kur'an'ı 21 defa yedi kıraat üzerine hatmetti. Arap dili ve edebiyatını babasının dışında Şeyh Muhammet el-Arabi el-Hasayidi, Şeyh Muhammed Şevvaş el-Mezazi ve Şeyh Ebu Abbas Ahmed bin Kassar'dan öğrendi. Edebiyat ilmini Şeyh Ebu Abdullah bin Bahr'den okudu ve onun tavsiyesiyle Muallekatı (İslamdan önce Kâbe duvarına asılı olan yedi kaside), Mütenebbi'nin şiirlerini ve 10. yüzyıl şiirlerinin büyük bir derlemesi olan Egani kitabını okudu ve bazılarını ezberledi. Fıkıh ve hadis ilmini Şeyh Şemsettin Ebi Abdullah Muhammed bin Cabir, Şeyh Ebu Abdullah Muhammed bin Abdullah Ceyyani ve Şeyh Ebu Kasım Muhammed Kusayr'dan öğrendi. O dönemin ileri gelen aydınlarından olan Şeyh Ebu Abdullah Muhammed bin Süleyman Satti, Şeyh Muhammed bin İbrahim Eyli ve Kadı Şeyh Ebu Abdullah Muhammed bin Abdüsselam'ın meclislerine katılıp her birinden icazet aldı. Böylece hem aklî hem naklî bilimlerde kendini geliştirdi. Ayrıca matematikçi ve filozof olan el-Âbilî'den (1282/3-1356) matematik, mantık ve felsefe eğitimi aldı, İbn-i Rüşt, İbn-i Sina, Fahreddin Razî ve Şerafeddin el-Tusî'nin eserlerini okudu. 17 yaşında iken üç kıtayı ve bu arada Tunus şehrini de etkisi altına alan Büyük Veba Salgınında ailesini kaybetti. Eğitimi bitince Tunus şehrinde Hafsi hanedanından Sultan Ebu İshak İbrahim II. El-Mustansır'a yazman yapıldı. 1347 yılında Ebu Hasan Tunus'u işgal ettiğinde, henüz yirmi yaşında idi. Merini sarayı ile iyi ilişkileri olduğu için Tunus'tan Fas'a taşındı ve burada Sultan Ebu İshak'ın isteği ile İbn Tafragin'in kaleminde alâmet kâtibi olarak çalışmaya başladı. Alâmet katibinin görevi, besmele ile ondan sonra gelen resmî yazı arasına kaligrafi ile "Allah’a hamd olsun, Allah’a şükür" ifadesini yazmaktı. Bu dönemde, şu anda dahi Fas mimarisinin en güzel örneklerinden olan Ebu İnaniye medresesinde yaşadı ve çalışmalar yaptı. Dönemin Merini Sultanı Ebu İnan Faris, İbn-i Haldun'u daha sonraları sultan fermanlarını yazma görevine getirdiyse de, bu, genç İbn-i Haldun'un adının sultana karşı bir takım entrikalara karışmasının önüne geçemedi. 25 yaşında iken hapse atıldı ve Ebu İnan Faris'in ölümüne kadar, 22 ay hapiste kaldı. Ebu İnan Faris'in 1358'de ölümünden sonra oğlu ve halefi tarafından serbest bırakıldı. Bu sırada sürgünde yaşayan amcası Ebu Salim ile gizlice anlaştı. Ebu Salim, Fas'ın idaresini ele geçirince İbn-i Haldun'a sır kâtipliği ve hâkimlik gibi önemli görevler verdi. Ancak Ebu Salim'in İbn-i Haldun'un bir arkadaşı olan Ömer ibn Abdullah tarafından devrilmesinden sonra umutları yerle bir oldu. Çünkü ülkenin yeni hâkimi ona hiçbir görev vermediği gibi, Tilimsan'da iktidarda olan ve İbn-i Haldun'un politik yeteneklerini iyi bilen Abdülvadilerin de ona yardımcı olmalarını engelledi. İbn-i Haldun, buna rağmen, politik girişimciliğini sürdürme isteğinden vazgeçmedi ve 1362'de Cebelitarık'ın karşı kıyısına, Gırnata'ya taşındı. Fas'ta sürgünde olduğu sırada yardımcı olduğu ve sonradan Gırnata emiri olan V. Muhammed İbn-i Haldun'u çok iyi karşıladı. Emir onu bir barış anlaşması yapmak üzere Sevilla'daki Kastilya kralı olan Zalim Pedro'ya elçi olarak gönderdi. Kendinden istenen bu anlaşmayı başarıyla halletti. Bir zamanlar ailesinin sürüldüğü ülkenin kralını bilgisiyle etkilediği gibi, kralın, ailesinin zararlarını telafi etme ve oraya yerleşmesi için yaptığı teklifi de nazikçe reddetti. İbn-i Haldun'un Gırnata'dan ayrılmasına neden olan olaylara ilişkin bir belirsizlik vardır. Oryantalist Muhsin Mahdi'ye göre Gırnata'da yaşadığı sürede Sultan V. Muhammed ile olan yakın ilişkisi, kısa zamanda rakibi haline gelecek olan vezir Lisannüddin İbn Hatip tarafından artan bir huzursuzluk ile izleniyordu. İbn-i Haldun, genç sultan Muhammed'den idealindeki bilge hükümdarı yaratmaya çalışıyordu. Vezir İbn Hatip'e göre ise bunlar birer saçmalıktı ve ülkenin huzurunu bozmaktan başka işe yaramayacak şeylerdi. İbn Hatip'in çabaları sonunda İbn-i Haldun, Kuzey Afrika'ya geri gönderildi. İbn Hatip de bir süre sonra V. Muhammed tarafından zındıklıkla suçlandı ve öldürüldü. İbn-i Haldun, otobiyografisinde İbn Hatip'le çatışmasına ve Kuzey Afrika'ya geri dönüşüne çok az değinir. Muhsin Mahdi, İbn-i Haldun'un V. Muhammed'i yanlış değerlendirmiş olduğuna dair sonraki itiraflarından bu sonucu çıkarmıştır. Diğer bir görüşe göre ise, İbn Hatip ile iyi arkadaşlık kurmuş, ancak onun dinsizlikle suçlanıp halk tarafından taşlanarak öldürülmesi (bir başka kaynağa göre hapiste boğularak öldürülmüştür) İbn-i Haldun'un Gırnata'dan ayrılmasına neden olmuştur. Ancak İbn Hatip'in öldürülme tarihi Nasr'a göre 1374'tür ve bu tarihte İbn-i Haldun Gırnata'yı terkedeli yıllar olmuştur. Seyyid Hüseyin Nasr'a göre ise İbn-i Haldun, hem V. Muhammed hem İbn Hatip ile çok yakın arkadaş olmuştur, ama iki yıl sonra onların artık kendisine yakınlık duymadıklarını hissettiği için Gırnata'dan ayrılıp Kuzey Afrika'ya dönmüştür. İbn-i Haldun, Afrika'ya geri döndüğünde Hafsiler karışıklık içindeydi, Ebu İshak Tunus’ta, Ebu Abdullah Bicâye’de, Ebu Abbas ise Konsantine’de saltanat sürüyorlardı Bicâye'deki Hafsî sultanı Ebu Abdullah'ın veziri olma davetini severek kabul etti. Kendisine verilen görev, o dönem için oldukça maceralı bir iş olan, Berberi kabilelerden vergi toplamaktı. 1366'da Ebu Abdullah'ın ölümünden sonra, bu kez Tilimsan hâkimi Ebu Abbas'a yanaştı. Birkaç yıl sonra Tilimsan sultanını yenen ve tahtı ele geçiren Abdulaziz tarafından tutsak edildi. Ardından bir keşiş hayatına girdi, inzivaya çekildi ve 1370 yılında yeni bir sultan tarafından Tilimsan'a çağrılana kadar dinî çalışmalarla meşgul oldu. İbn-i Haldun, politik yönelimlerini ve tarafını sürekli değiştiren biri olmasına karşın, göçebe Berberi kabileleri ile ilişki kurma konusundaki politik yetenekleri dolayısıyla Kuzey Afrika'daki iktidarlar tarafından aranan biriydi. Steplerde ve dağlarda yaşayan Arap ve Berberi aşiret reislerinin, hizmet ettiği hükümdarlara siyasal olarak bağlanmalarında önemli rol oynadı. Aşiret reisleriyle ilişkilerinde kazandığı itibar, hükümdarın gözünden düştüğü zamanlarda bile ona faydalı oldu. 1375'de Tilimsan'daki Abdülvadi Sultanı Ebu Hammu tarafından bir görev için Biskra'daki Davadid Berberilerine gönderildi. Bundan sonra İbn-i Haldun Tilimsan ile Biskra arasında, Bicâye'nin güneyinde bulunan Kal'atu ibn Seleme adlı kalede Beni Arif kabilesinin himayesinde yaşadı. Burada tarih ve Berberi toplumları hakkındaki düşüncelerini geliştirmeye başladı ve geniş bir dünya tarihi olarak planladığı Kitâbu'l-İber'inin ilk bölümü olan Mukaddime'sini yazdı. Bu kalede dört yıla yakın süre inzivaya çekilip kitabını yazma olanağı bulmasına karşın, kitabının tamamlanabilmesi için daha fazla kaynağa ihtiyacı olduğunu görünce kaleden ayrıldı ve 1378'de tekrar Tunus'a döndü. Doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği bu topraklardan 20'li yaşlarında ayrılmış ve Fas, Gırnata ve Cezayir'de birçok yerde dolaştıktan sonra geri dönmüştü. Tunus'ta Kitâbu'l-İber'i üzerinde çalışmaya devam etti. Bu arada Tunus'u tekrar fetheden Ebu Abbas onu tekrar hizmetine aldı. İbn-i Haldun kendisini çalışmalarına ve eserini tamamlamaya verdi. Ebu Abbas İbn-i Haldun'un sadakatinden kuşkulu olduğu için ilişkileri gergindi. Eserini tamamlayıp sultana sunduğunda bu gerginlik iyice keskinleşti. Bunun nedeni eserinde alışılageldik şekilde sultana medhiyeler düzmeyi atlaması idi. Bunun üzerine Hacca gitme bahanesiyle sultandan izin istedi, ki hiçbir Müslüman sultan buna hayır diyemezdi. Ortaçağda hac, çoğu kez bir çıkmaza girdiklerini hisseden Müslümanlar için nihai bir çözüm yolu sayılıyordu. Hacca gitmek aylar sürdüğü için, böylelikle iç politik sorunlardan ve baskılardan da
uzak kalmış olunuyordu. Böylece İbn-i Haldun Tunus'tan ayrıldı ve Mısır'a yelken açtı. İbn-i Haldun, çeyrek asır boyunca Müslüman Batı'nın yaşadığı siyasal kargaşaya tanıklık etmişti. Saray entrikalarını, hapisliği, güç, itibar ve şerefli iktidar sahiplerini ve çöllerde yaşayan kabileleri gözlemlemiş, hepsini deneyimlemişti. Mısır'a yolculuğu ile hayatındaki ilk evre sona eriyor, ikinci ve yeni bir evre başlıyordu. İbn-i Haldun Mısır için "burayı görmeyen, İslam'ın gücünü anlayamaz" demişti. Çünkü diğer İslam ülkeleri, özellikle Müslüman Batı, sınır çatışmaları, işgaller ve iç kargaşalarla boğuşurken, Memlukların Mısır'ında refah ve kültürel zenginlik hüküm sürüyordu. İbn-i Haldun, Mağrip'ten sonra cennete gelmiş gibi hissetmiş olmalıydı. Fakat, hayatının geri kalanını geçireceği Mısır'da da politikadan tamamen uzak duramadı. Mısır'a gelmeden önce, muhtemelen Mukaddimesi nedeniyle Mısırlılar tarafından tanınıyordu. 1384'te Sultan Zahir Berkuk'a tanıştırıldı ve Kamhiye medresesi müderrisliğine ve Kahire Malikî başkadılığına tayin edildi. Maliki kadılığı dolayısıyla Veliyüddin unvanı verildi. Aynı zamanda Ezher Camisinde de dersler veriyordu. Ancak reformist yorumları Mısırlılar tarafından direniş ile karşılanınca, dava edildi. Sultanın huzurunda yapılan duruşmasında beraat ettiyse de gururu incinen İbn-i Haldun başkadılık görevini bıraktı. Bu kararı vermesindeki başka bir etken de ailesini kaybetmesi oldu. Ailesini de Mısır'a getirtmek istemişti, ancak Tunus'tan deniz yolu ile Mısır'a gelen gemi bir kasırgaya yakalandı ve eşini ve iki oğlu dışındaki çocuklarını bu kazada kaybetti. Nasr'a göre ise, eleştiriler dolayısıyla kadılık makamından alındı. Sultan'ın sarayındaki görevi kendisini iyice huzursuz ettiği için, Feyyum vahasındaki kendi mülküne taşındı. 1387 yılında hem hac görevini yapacağı hem de bir süre kütüphanelerinde çalışacağı Mekke'ye doğru yola çıktı. 1388'de Mısır'a geri dönüşünden sonra Sarğatmeş Medresesinde hadis müderrisliğine atandı. Bu görevi sırasında Berkuk'a karşı girişilen bir isyan sırasında, muhtemelen baskı altında kalarak, diğer bazı kadılarla birlikte Berkuk'a karşı bir fetva yayınlanmasına katıldığı için gözden düştü. Daha sonra Sultan Berkuk ile ilişkisini yeniden düzeltti ve bir kez daha Malikî kadısı olarak atandı. Ancak kadılığı bu sefer de uzun sürmedi, bir yıldan biraz fazla çalıştıktan sonra bu görevden alındı. 1401'de Timur İmparatorluğunun hükümdarı Timur ile görüşmeye gitmesinden ölümüne kadar dört kez, toplamda ise altı kez daha bu göreve atandı ve her seferinde başka bir nedenle görevden azledildi. 1400'de Berkuk'un oğlu ve tahtın yeni sahibi Farac, Şam'a saldırıya geçen Timur'a karşı askerî bir sefer hazırlığına giriştiğinde, bu sefere İbn-i Haldun da katıldı. Neredeyse 70 yaşına gelmiş olan bu devlet adamı aslında Mısır'dan ayrılmayı istemiyordu ve aynı zamanda bu seferin tehlikeli bir girişim olacağını düşünüyordu. Şüpheleri doğru çıktı ve ordu Şam önlerine geldiği sırada genç ve deneyimsiz Farac (10 yaşında tahta çıkmıştı ve sefer sırasında 12 yaşında idi) geride bıraktığı Mısır'da kölemen emirlerinin isyan çıkardığı haberini aldı. Ordusunu Şam önünde bırakarak Kahire'ye döndü. İbn-i Haldun diğerleriyle birlikte kuşatılmış Şam'da kaldı. Aralık 1400'de ve 1401 başında Timur ile İbn-i Haldun'un tarihî görüşmeleri gerçekleşti. Bu görüşmeleri otobiyografisinde detaylı biçimde anlatmıştır. İbn-i Haldun, Şam halkı adına Timur'la görüşmeye giden elçilik heyetinin içindeydi ve ondan şehre merhamet etmesini istedi. Ülkeleri fetheden Timur ile bir entelektüel arasında geçen bu görüşmeler iki haftayı buldu ve çok değişik konulara girildi. Timur, İbn-i Haldun'a özellikle Mağrip ülkelerindeki ilişkiler hakkında sorular soruyordu. Bunun üzerine, Timur'a kuzeybatı hanedanları hakkında uzun bir rapor sundu. Bu rapor bir Türkçe lehçesine tercüme edildi ancak bugün kayıptır. Prof. Barbara Stowasser'a göre Timur İbn-i Haldun'la Kuzey Afrika hakkında istihbarat toplamak amacıyla konuşmak istemişti. Ancak İbn-i Haldun bu tuzağa düşmeyecek kadar tecrübeliydi ve Timur'un istediği bilgiler yerine ona göçebe ve kente yerleşmiş topluluklar, uygarlıkların doğuşu ve yıkılışı konusunda uzun bir konferans verdi. Bu durum karşısında Timur da ondan bir hizmet talep etmekten vazgeçti. Aynı zamanda Fez sultanına da Tatar hükümdarı ve orduları hakkında uzun bir mektup gönderdi. İbn-i Haldun, otobiyografisinde Timur'un şehri ele geçirmesini, talan etmesini ve şehirde çıkan büyük yangını anlatmıştır. 1401 Mart ayında Kahire'ye geri döndü. Sonraki beş yılını otobiyografisi ve dünya tarihini tamamlama çabasıyla ve müderrislik ve kadılık yaparak geçirdi. Altıncı defa Maliki kadısı atanmasından bir ay sonra 17 Mart 1406'da hayata veda etti ve Nasr Kapısı dışında Sufiyye Kabristanı’na defnedildi. İbn-i Haldun, çeşitli yazarlar tarafından modern tarihçiliğin, siyasal bilimlerin ve sosyolojinin kurucusu olarak gösterilmiştir. Toynbee, ondan "herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmıs en büyük tarih felsefesinin sahibi" diye sözeder. Hitti’ye göre İbni Haldun, İslam’ın en büyük tarih felsefecisidir. Claude Huart, Italo Pizzi, Reynold Alleyne Nicholson (Arap Edebiyatı tarihçileri), T. J. de Boer (İslam-Arap felsefecisi), William Muir, August Müller (İslam tarihçileri), Eduard Meyer, Yves Lacoste (tarihçiler), ondan övgüyle söz ederler. A. Ferreira ve Ludwig Gumplowicz gibi sosyologlar İbn-i Haldun'u sosyolojinin habercisi ve öncüsü olarak nitelendirirler. Bazı kaynaklarda ise tarih sosyolojisinin, sosyal morfolojinin, genel sosyolojinin ve siyaset sosyolojisinin öncüsü olduğu ileri sürülür. Cemil Meriç'e göre İbn-i Haldun "kendi semasında tek yıldız"dır. İbn-i Haldun'un yaşadığı dönem Kuzey Afrika'da istikrarsızlığın hâkim olduğu bir dönemdi. İstikrarsızlık sürekli yeni ittifaklar ve ihanetler yaratıyordu. İbn-i Haldun'un karmaşık politik kişiliğini değerlendiren ve kendisi de Mısır'da yargıçlık yapmış olan Muhammed Abdullah Enan biyografisinde İbn-i Haldun'un bazı can sıkıcı özelliklerini hiç çekinmeden önümüze koyar: "İbn-i Haldun bir oportünist (intihâzî) idi. Her çareye başvurarak fırsatları yakalamasını biliyordu ve amaç, onun gözünde bu çareleri temize çıkarıyor, haklı kılıyordu (s. 15).", "Her zaman, hiç duraksamadan, "kazananın yanında" yer alıyordu (s. 19).", "Onun her zamanki davranışı, çığrından çıkmış bencilliğine, nankörlüğüne, hakkaniyeti ve borçluluğu, şükranı hiç kaale almadan her fırsattan yararlanma eğilimine tanıklık eder (s. 29)." Rosenthal da İbn-i Haldun'un bu özelliklerini yalanlamaz ve "Bütün deha sahibi insanlar gibi İbn-i Haldun’un davranışları ve istemleri çapraşıklıktan uzak ve yalındı... Her çare, her araç ona gerekli ve dolayısıyla da haklı görünüyordu ve o hoyratça ve oportünist bir biçimde amacına yöneliyordu” diye yazar. Hatta İbn-i Haldun'u "tüm zamanların en büyük şahsiyetlerinden biri" olarak nitelemesine karşın onun kendi makyavelizminin kurbanı olduğunu belirtir. Rosenthal'e göre "yakındığı entrikalar, kendi entrikalarına verilen yanıtlardan başka bir şey değildi". Ülker Gürkan'a göre İbn-i Haldun'u etkileyen herhangi bir düşünürden söz etmek zordur. Mukaddimesinde "Yunan" ve "Rum" düşünürlerden, özellikle Aristo ve Eflatun'dan bahsetmişse de, ne Aristo, ne Eflatun ne de sıkça karşılaştırılmış olduğu Tukididis'in doğrudan doğruya eserlerini okumuş olduğuna dair bir bilgi yoktur. Birçok yerde Aristo'dan küçümseyici bir dille bahsetmekte ve İslam düşünürlerine ise ancak onları yermek için değinmektedir. Farabi'nin "faziletli şehri"nden bahsederken, toplumsal gerçekliğin böyle bir devlet göstermediğini belirterek açıkça eleştirmiştir. Buna karşın Mustafa Yıldız'a göre İbn-i Haldun, bu filozofları eleştirse de, temel varsayımını onlardan alır. İbn-i Haldun, olayların yasalarını mantıksal çıkarımlar yoluyla değil, deneyimlerle elde etmek gerektiğini belirtse de, Platon ve Aristo'dan İslam düşünürleri Farabi ve İbni Sina'ya geçmiş olan insanın doğası gereği toplumsal/medeni olduğu düşüncesini kabul eder. İnsanların topluluklar halinde bir araya gelmesi bir zorunluluktur ve Tanrı, halifesi olan insanı dünyayı bayındır hale getirmesi için göndermiştir. Yine aynı şekilde insanların bir yasakçıya, yani devlete ihtiyacı vardır. İbn-i Haldun, bu noktada düşüncelerini benimsediği Farabi ve İbni Sina'dan ayrılır. Çünkü onlar bu yasakçı/devleti peygamberlerle sınırlamışlardır. Halbuki peygamber gönderilmemiş olan Mecusiler gibi kavimler de devletler kurup yeryüzünü bayındır etmiştir. Demek ki, devlet Tanrı'nın emrettiği ve peygamberlerin yerine getirdiği bir şey değil, toplumsal yaşamın pratik ihtiyaçlarının bir ürünüdür. Bu düşüncesi ile İbn-i Haldun, İbni Sina'dan ayrılıp kelamcılara daha çok yaklaşır. İbn-i Haldun, 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı tarihçileri tarafından tanınmaya başlanır. İlk örnekleri Kemalpaşazade'de görülen bu etki 17. yüzyıl tarihçilerinden Hezarfen Hüseyin (ö. 1691) ve Müneccimbaşı Ahmed Dede (ö. 1702) gibi tarihçilerde daha belirgindir. Kâtip Çelebi (ö. 1657) Dustûru’l Amel adlı eserinde Osmanlı Devletinin gerilemesini açıklarken İbn-i Haldun'un etkisinde olduğu görülür. İlk Osmanlı vakanüvisi Mustafa Naimâ Efendi'nin (ö. 1716) Hicri 1000 yılından sonraki olayları anlattığı ve "Naima Tarihi" adı verilen eserinde İbn-i Haldun'un tarih anlayışından etkilendiği görülür. Naima, İbn-i Haldun'un devletin beş döneminden oluşan teorisini özetleyerek Osmanlı tarihine uyarlar ve Osmanlı tarihinin dönemlerini bu şemaya göre açıklar. Naima'dan sonraki Osmanlı tarihçilerinin de, Osmanlı Devletinin gidişatını İbn-i Haldun'un devlet kuramına dayanarak açıkladıkları görülür. Osmanlı tarihçiliğinin dönüm noktası sayılan ve 19. yüzyılın en önemli Osmanlı tarihçisi Ahmet Cevdet Paşa'nın eseri olan 12 ciltlik "Tarih-i Cevdet"'te topluma ve devlete bakış tarzının İbn-i Haldun'un bakış tarzı olduğu görülür. İpşiroğlu'na göre "XVI. yüzyıl sonlarından XX. yüzyıla kadar Osmanlılarda, imparatorluğun çöküşü ile ilgili düşünceler ve bu
nu önlemek için yapılması gereken ıslahatları yansıtan eserlerde İbni Haldun’un görüşlerinin ve tarihçilik anlayışının özellikle “tavırla” telakkîsinin Osmanlı tarihçileri tarafından benimsendiği bilinmektedir." 20. yüzyılın sosyalist tarihçilerinden Hikmet Kıvılcımlı da Osmanlı tarihini İbn-i Haldun'un bakış açısıyla ele alır. Kıvılcımlı'ya göre Osmanlı Beyliği, göçebe Moğol ve Türk oymaklarının İslam medeniyetine yaptıkları "göçebe aşısı" ile ortaya çıkmış "tavâi’fül Mülük"tür. Bizans'ı da fethedince bir imparatorluk olur. İbn-i Haldun'a göre tarihin görünür yüzünde bir dizi olaylar yer alırken, tarihin asıl manası gizli yüzündedir. Mukaddimenin girişinde sırf nakil ve söylentilere dayanan bir tarih bilimine güvenilemeyeceğini, çeşitli milletlerin ve devletlerin gelişimlerinin peşpeşe sıralanmasının tarihi anlamaya hiçbir katkı sağlamayacağını belirtir. Önemli olan bu gelişmenin sırrını kavramaktır. Nakledilen bilgilerin ve olayların bir mantık süzgecinden geçirilip, gerçeğe uygun olup olmadığını anlamak gerekir. Peki toplumların gelişip değişmesiyle ilgili bu mantık süzgeci nedir? İbn-i Haldun'a göre tarihin gerçek bilgisine ulaşabilmek için sosyal olay ve olguların objektif gözleminden işe başlamak gerekir. Uygarlık ve toplulukların çeşitleri, zaman içindeki değişimleri ve bu değişimlerin nedenleri incelenmelidir. İşte bunu yapacak bir bilime ihtiyaç vardır. İbn-i Haldun, kendinden önceki düşünürlerin eserlerini tarar ve böyle bir bilimin oluşturulmamış olduğunu, oluşturulmuşsa da kendisinin buna ulaşamadığını belirtir. "Fars fetholunduğunda Halife Ömer'in eski Farslılardan kalma eserlerin yakılmasını emrettiğini", bu yüzden bu eserlerin yokolup gittiğini, Keldanilerin, Süryanilerin ve Babil ahalisinin eserlerinin kalmadığını söyleyerek bundan dert yanar. Halife Memun'un büyük paralar harcayarak çevirilerini yaptırdığı Yunanların eserlerinden bahseder. İbn-i Haldun'a göre "Aristo'ya nispet edilen ve önemli bir parçası ellerde dolaşan "Siyaset" adlı bir kitap vardır. Fakat, bu kitapta da bizim bu eserimizde incelenen konulara dair yeter bilgiler verilmemiş, delil ve burhanlar da lüzumu derecesinde anılmamış, başka sözlerle karıştırılmıştır." Ayrıca Fars din bilgini Mubezan ve Nuşirevan'dan da sözeder ve onların da Mukaddime'de incelediği ilimle ilgili bazı değinmeleri olduğunu belirtir. Bunun dışında İbni Mukaffa'nın risalelerinde ve Kadı Ebubekir Tartuşi'nin Sirac-ül-mülük adlı eserinde de bu konulara kendi kitabındaki başlıklara yakın başlıklarla değinildiğini ancak bunlarda yeterli delil ve açıklama olmadığını belirtir. İbn-i Haldun, ilk kez kendisi tarafından kurulduğunu yeminle belirttiği bu ilime "Ümran ilmi" der ki, gerçekten de bu keşfi ile bir taraftan bilimsel tarihçiliğin diğer taraftan da sosyolojinin temellerini atmıştır. İbn-i Hal­dun bu yeni bilimin araştıracağı konuları şöyle özetler: "Geç­miş çağlarda yaşamış kavimlerin durumları ve yaşayışlarında mey­dana gelen değişiklikler; bunların idareyi ve ülkeyi ellerine geçir­melerinin sebepleri; insan topluluklarının tabiatları, yerleşik veya göçebe hayat sürme, göçler ve nüfus hareketleri; devlet kurma, dev­letlerin kuvvet kazanmaları ve çökmeleri; üretim ve tüketim, bilim, sanat, ticaret, kâr ve zarar olayları; zamanın akışı içerisinde bu sayılan durumların değişmesi ve değişmelerin sebeplerinin incelen­mesi" İbn-i Haldun'un, "Tarih"i, felsefi ilimlerden biri olarak kabul ettirme çabası klasik felsefe anlayışı ile çelişir. Her ne kadar Aristo ve Platon'un toplum ve devlet konusundaki görüşleri tarihsel öğeler taşısa da, her ikisi de, tarihi, "bilgeliğin" bir dalı olarak görmezler. Aristo'ya göre şiir tarihe göre çok daha felsefi ve üstündür, çünkü tarih özel ve tikel olana yönelirken, şiir evrensel olana yönelmektedir. Farabi ve İbni Sina'nın bilimler sınıflandırmasında da "Tarih"in hiçbir yeri yoktur. İbn-i Haldun'un keşfettiğini ilan ettiği yeni ilmi kabul ettirmede karşılaştığı güçlüğü anlayabilmek için düşünürün yaşadığı dönemde bilim olarak algılanan şey ile bugünkü bilim algısı arasındaki farkı bilmek gerekir. Mustafa Yıldız'a göre "Tarih"in klasik felsefe tarafından bilim sayılmamasının iki temel nedeni vardır: Birincisi, tarihin nesnesi geçmişe ilişkindir, karşımızda bir nesne olarak bulunmaz, belirlenemez ve sürekli değişir. Halbuki bilgeliğin konusu ancak Platon'un "İdealar Evreni" ya da Aristo'nun "Devinmeyen Devindirici"si gibi değişmeyen şeyleri incelemek olabilirdi. İkinci güçlük ise nedensellik ilkesinin uygulanabilirliği konusundadır. Burada nedenselliği de bugünkü anlayışımızdan daha farklı şekilde anlamak gerekir. Klasik felsefede nedensellik tüm nedenlerin kendine bağlandığı bir "İlk "Neden" (Tanrı) düşüncesine gider ve felsefenin konusu bu İlk Neden'i incelemektir. Oysa İbn-i Haldun, somut olaylar arasındaki nedensellikten bahsetmektedir, yani nedenselliği tarihe uygulayarak, olaylar arasında geriye dönük bağlantılar kurarak, tarihe ve toplumlara ilişkin yasalar bulmaya çalışmaktadır. Tarihsel olayların doğruluklarını denetleyebilmek böylelikle mümkün olabilmektedir. Kendi deyişiyle: ""Umran ilmi" ile tarihte neyin olanaklı neyin olanaksız olduğu hakkında bir "zorunlu yasa bilgisi"ne ulaşılır ki, bu aynı zamanda tarihçilerin aktara geldikleri haberlerin doğruluk ve yanlışlıklarını sınama olanağı verir" İbn-i Haldun'un olayların nedenlerine, aralarındaki görünmeyen bu bağlantıya işaret etmesi, birçok yazar tarafından onun için determinist, pozitivist, tarihi materyalist, ampirist ve rasyonalist gibi tanımlamalar kullanılmasına yol açmıştır. Hatta İlyas Ba-Yunus ve Ahmed Ferid, "İbn Haldun'un İslam'a hizmet amacıyla eserlerini kaleme aldığı pek söylenemez" derler. İbn-i Haldun'a göre insan toplumsal bir hayvandır. Birkaç kişi Allah'ın verdiği düşünme gücüne dayanarak ve birbirleriyle işbirliği yaparak birtakım kurumlar yaratmaya başladıkları an, kültür ya da kendi deyimiyle ümran doğmuş demektir. İnsanın soyunu sürdürebilmesi için aklı ve eli yeterli olmamış, aynı zamanda dayanışması ve toplumsal şekilde yaşaması gerekmiştir. İnsan topluluklarına bakıldığında bunların birbirlerinden farklı oldukları görülür. İbn-i Haldun, bunun sebebinin, kendi deyimiyle "geçinme şekil ve tarzlarının bir­birinden başka ve türlüce olması" olduğunu belirtip, bunun dışında toplulukların yerleştikleri coğrafî yer, iklim, iktisadî şartlar, üretim şekil ve iliş­kilerinin de bu farklılıkları doğuran etkenler olduğunu ekler. Benzer özelliklerine bakarak bu toplulukların sınıflandırılabileceğini söyler ve biribirine zıt özelliklere sahip iki grup sayar. Bunları hadarî (yerleşik toplumlar (Gürkan), kentsel çevre (Stowasser), gelişmiş toplum (Yıldız)) ve bedevî (göçebe toplumlar (Gürkan), çöl çevresi (Stowasser), ilkel toplum (Yıldız)) olarak adlandırır. Bir de ücra, kırsal yerleşim birimlerinde olup, tarımla uğraşan, yerleşik hayata geçmekle birlikte henüz bir uygarlık kuramamış küçük topluluklar vardır. Bu son gruptaki topluluklardan, yerleşik bir topluma bağlı olmaksızın sahralarda yerleşerek ekincilik ve tarımla uğraşan grupların durumları iyi ve rahatken, yerleşik topluluklara tabi olan ve dolayısıyla kendilerinden vergi alınanların durumu pek kötü ve aşağılıktır. İbn-i Haldun bu son gruba kısaca değinip geçer ve iki ana grupla ilgilenir. İbn-i Haldun'a göre göçebe yaşam, toplum halinde yaşamanın ilk örneği olup yerleşik yaşamdan önce gelir. Göçebeler ikiye ayrılabilir. Birinci grup olan "Çoban göçebeler" koyun ve inek beslerler. Türk, Türkmen ve bazı Berberi topluluklar bu gruptandır. İkinci göçebe gruba ise deve besleyen Araplar, Batı Afrika'daki Berberiler ve Kürt göçebeler girer ki, bunlar otlak aramak için çöllerin derinliklerine kadar girerler. İşte göçebe toplumların asıl karakteristik özellikleri bu ikinci grupta görülmektedir. Göçebeler uzak ve tenha yerlerde yaşadıkları ve diğer toplumlarla temas imkânı bulamadıkları için utangaç, kaba ve sert tabiatlı, fakat şehirlilere göre iyi ahlaklı olurlar. Barınakları, yiyecek ve içecekleri açısından kanaatkârdırlar. Egoist değillerdir, kabilelerinin çıkarlarını kendi çıkarlarından üstün görürler. Bu yüzden cesaret ve kahramanlık, başlıca değer yargılarıdır. Kendilerini koruyacak bir devlet teşkilatı olmadığı için topluluğun her bireyi, her an olabilecek bir saldırıya karşı tetikte ve atik olmalıdır. Sürekli güvenlik sorunu yaşadıklarından, yabancılara karşı çekingen, ancak kendilerine güvenen, savaşçı ve cesur kişilerdir. Bu toplumlar şehir yaşamının rehavetine dalmış yerleşik toplumlar için daima tehlike oluştururlar. Yerleşik toplumlar devletin kurulmasından hemen sonra veya devletin kuruluşu ile beraber ortaya çıkmaktadır. Bedevi yaşam biçimi sadece yaşamı sürdürebilmek için gerekli şeylerin üretilmesi ile sınırlıdır. Toplumsal üretimde güç, zenginlik, rahatlık ve boş zaman isteği ile artı değerler artmaya başlar ve böylece toplum hadari (yerleşik) yaşam biçimine doğru ilerler. Göçebe toplumların bu yerleşik hayata geçme eğilimi kasaba ve şehirlerin kurulması ile kendini gösterir. Ancak bütün göçebe toplumlar devlet kuramazlar. Bir kısmı kurulmuş bir devlete tabi olarak yerleşik hayata geçerler. Sadece asabiyye bağları güçlü olan toplumlar devlet kurmayı başarır. Devletin kurulması ile gelinen bu aşamada artık göçebelik dönemindeki kan bağı yeterli olmaz. Toplumsal dayanışmayı sağlayacak yeni bağlara ihtiyaç duyulur. Böylece "hanedana bağlılık ve din duygusu" devreye girer. Din, burada oldukça önemli bir rol oynar. Farklı kan bağına sahip olan asabiyyeler arasındaki çekişmeyi giderip hepsinin tek bir amaç etrafında bir araya gelmesini sağlayacak olan dindir. İbn-i Haldun, kan bağına dayalı olan asabiyye olmaksızın dine çağrını yetmeyeceğini belirtir. Başka deyişle, din, kan bağına dayalı asabiyyesi en güçlü olan grubun içinde gelişir ve sonra diğer gruplara yayılır. Ancak devlet bir kez kurulduktan sonra artık insanları dış tehlikelerden koruyan bir siyasi örgüt varolduğu için insanlar askerlikten ve tekdüze bir iş olan üretim yapmaktan vazgeçerler ve sanat, edebiyat, mimarlık gibi kül
türel alanlarla ve ticaret ve zanaat gibi daha çok para kazandıran işlerle uğraşmaya başlarlar. Güvenlik, bol para ve işbölümü insanlarda daha güzel, daha ince ve yeni ihtiyaçların oluşmasına yol açar. Böylece toplum yerleşik hayata geçtikçe daha çok rahatına ve zevkine düşkün, daha egoist olur ve giderek kötü alışkanlıklar sahibi olur. Kolaylıklar ve lüks ancak çok sayıda insan kümeler halinde bir arada yaşadığı zaman ortaya çıkar. Bu lüks ve ihtişam beraberinde soysuzlaşma ve gerileme tohumlarını getirir. Başlangıçtaki grupta varolan saf bağlılık, yalın güç ve sadelik yozlaşmaya başlar. Toplumun rahata alışması, kendilerini güvenli hissettikleri kaleler içinde huzurlu şekilde yaşamaları, göçebelik dönemindeki cesaret ve savaş kabiliyetlerini yitirmelerine neden olur. Devleti idare edenlerden gelen emirlere uymayı da alışkanlık haline getirirler. İdareciler de zulme ve şiddete başvurdukça, göçebelik dönemindeki bağımsızlık ve onur duygularını iyice yitirerek kendine güveni olmayan, korkak, sinsi ve dalkavuk kişiler haline gelirler. İbn-i Haldun'un toplumsal örgütlenmelerin nicelikleri, çapları, güçleri ve başarıları açısından farklılaşmalarını açıklamak için kullandığı önemli bir kavram "asabiyye"dir. Sözcük Arapça "tutmak, bağlı olmak" anlamına gelen "asabe" kökünden gelmektedir. Farklı araştırmacılar tarafından "yakınlık bağı", "topluluk duygusu", "dayanışma duygusu", "ortak ruh", "toplumsal uyuşma", "toplumsal dayanışma", "milliyetçilik fikri", "askerî ruh" gibi karşılıklar verilmiştir. İlerlemeci bir yaklaşımla "toplumların ilkellikten uygarlığa doğru ilerlemesini güdüleyen güç" olarak yorumlanabilecek olan asabiyye en açık şekliyle kan bağıyla bağlı olan yakın akrabalık ilişkilerinde görülür. İbn-i Haldun'a göre kabilelerin çeşitli yollarla nüfusu arttıkça bu bağ kan bağından bir kabile veya kavim bağına dönüşür. Bir akrabası hakarete veya saldırıya uğrayan bir kişi bu saldırı kendisine yapılmış gibi faile düşmanlık besler. İbn-i Haldun, benzer bir davranış özelliğini çöllerin derinliklerinde yaşayan, soyları bozulmamış Arap kabilelerinde de görür. Ancak bu saflık durumu sürekli olmaz; savaş, barış ve evlenmelerle başka soyları da içine alarak büyüyen kabilede başkanlık da asabiyye bağı daha güçlü olan grupta kalır. Çeşitli nedenlerle kendi soylarını kaybedip başka bir kabileye sığınan topluluklarla da hami-mahmi, efendi-köle ilişkilerinden doğan yapma bir akrabalık bağının yarattığı yeni bir asabiyye bağı ortaya çıkar. Başlangıçta yaşlı ve akil olanların hakemliği ile çözümlenen çatışmalar, kabile büyüdükçe gruplaşmalara ve grup içi çatışmalara yol açar. En yoğun grup içi dayanışması olan, başka deyişle asabiyye bağı en güçlü olan grup diğerlerine üstün olur ve hükümranlığı eline geçirir. Asabiyye bağı bu grup içindeki yardımlaşma ve şeref duygusundan gelen ve dış düşmanlarla uğraşma gücü veren bir bağdır. Eğer tüm topluluklar eşit oranda işbirliği yapmış olsalardı böyle farklılıklar olmazdı. Toplumsal örgütlenmenin çap ve yoğunluğunu belirleyen değişken grup duygusu, grup dayanışması Asabiyye'dir. Tüm ilkel gruplarda dayanışma, direniş gücü ve cesaret vardır ve hepsi de zenginliğe ve boş zamana ulaşmak isterler. Grup dayanışması onları fetihler yapmaya da götürür. Ya varolan bir devleti fethederler ya da yenisini kurmaya çalışırlar. Ancak devlet kurma aşamasında kan bağı yeterli gelmez. İhtiyaç duydukları yeni gücü ise dinde bulurlar. Din, asabiyyesi en güçlü olan grubun içinde gelişir ve yayılır. Din, dünyevi istekler ve hısımlığın ötesine geçtiği için kan bağına dayalı asabiyyeden çok daha güçlü bir sadakat duygusu yaratır. İbn-i Haldun'a göre din, bir uygarlığın yaratılışındaki en üstün güçtür ve aynı zamanda o uygarlığı korumak için de en etkili olanıdır. İbn-i Haldun, toplum (cemiyet) ile devleti ayrı ayrı varlıklar olarak ele alır. Toplum, insanların doğa ile mücadelelerinde birbirlerine ihtiyaç duymalarından dolayı bir araya gelmelerinden oluşurken, devlet insanı hemcinslerinin saldırıları ve zulmünden korumak için oluşturulan bir şeydir. İnsanlar hemcinslerinin tacizinden korunabilmek için bir yasakçıya ihtiyaç duyar ve onun otoritesine boyun eğerler. Devlet de toplum gibi doğal bir şeydir, tüm insan topluluklarını kapsar, ancak bu ne Tanrı buyruğudur ne de tek tanrılı dinlere özgü bir durumdur. İbn-i Haldun, burada İslam düşünürlerinden ayrılır ve hükümdarlık ile peygamberliği karıştırdıkları için onları eleştirir. Ehl-i kitap olmayan kavimlerin de çok sayıda devlet kurduğunu, hatta bunların sayısının Ehl-i Kitap olanlardan çok daha fazla olduğunu söyler. Ona göre, peygamberlik ile hükümdarlık arasında hiçbir mantıki ve zorunlu ilişki yoktur. İbn-i Haldun'a göre devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Buna göre, devletin geçirdiği aşamaları beşe ayırır. Hatta bu beş aşamanın üç ya da dört kuşağın ortalama ömrü olan 120 yılda tamamlandığını ileri sürer. İbn-i Haldun'un bu süreyi tespit ederken, zamanında doktor ve müneccimlerin, normal insan hayatının 120 yıl olduğu iddiasına dayandığı ve bu yüzden devletlerin normal yaşam sürelerinin de 120 yılı aşamayacağını düşündüğü ileri sürülmüştür. "Birinci aşama" fetih ve kuruluş aşamasıdır. Bu aşamada yerleşik bir yönetimin elinden askeri güç ile iktidar alınır. Asabiyye bağlarının çok güçlü olduğu, hükümdarın bir lord ya da kraldan çok bir şef olduğu dönemdir. "İkinci aşama"da hükümdar iktidarı tekeline almaya başlar. Bunun için kendisinin başa gelmesini sağlayan doğal dayanışmayı tasfiye etmeye başlar, onunla güç paylaşanları ortadan kaldırır, kan bağına dayalı dayanışma yerine doğrudan kendisine bağlı paralı asker ve bürokratlardan oluşan bir grup oluşturmaya başlar. Bunların dışında bilginlerden oluşan danışmanlar da bulur. İbn-i Haldun'a göre bilginler en kötü siyasal danışmanlardır. Ayrıntıdan çok evrenseli, insan türü yerine tüm türleri görmek üzere eğitildikleri ve toplumsal ve siyasal olayları tek başlarına görmek yerine birbirleriyle kıyaslayarak gördükleri için olumsuz siyasal önerilerde bulunurlar. Hükümdarlara asıl yararlı olan öğütleri ise "ortalama zekâya sahip, alelade kişiler" verirler. "Üçüncü aşama" ekonomik refahın arttığı, kültürel unsurların geliştiği bir yükseliş ya da lüks ve debdebe aşamasıdır. Bu aşamada hükümdar kişisel gelirini artırmak, tebaasının vergilerini azaltarak devletin mali kaynaklarını artırmak ve yeniden düzenlemek, kentleri güzelleştirmek için uğraşır. Herkes ekonomik refahtan payını alır, güzel sanatlar, bilim ve el sanatları teşvik görür, hâkim sınıflar kültürel projelerin koruyucuları olarak boy gösterirler. Refah ve serbestlik devletin egemen iklimi haline gelir. "Dördüncü aşama" doyum, tatmin ve kendini beğenme aşamasıdır. İstikrar ve barışın egemen olduğu, yönetimde yenilikçi hiçbir girişimin olmadığı, eski yönetimlerin taklit edildiği ve bundan ayrılmanın devleti yıkacağına inanılan bir aşamadır. Hem yönetenler hem yönetilenler bu istikrar ve refahın ebediyen devam edeceğine inanırlar. Devlet kurucularının gücü ve başarılarına göre bu durum gerçekten de uzun sürebilir. Ancak bu aşama içinde farkına varılmadan gerileme ve çözülme başlamış ve devlet son aşaması olan sefahat ve israf aşamasına geçmektedir. "Son aşama" sefahat, israf ve çöküş aşamasıdır. Bu aşamada hükümdarın ekonomik ve toplumsal olayları kişisel arzularına göre yönetmeye çalışmasıyla, devlette iyileşmesi olanaklı olmayan hastalıklar ortaya çıkar. Hükümdarın lüksünü ve desteğini, satın almış olduğu ordu ve bürokrasinin desteğini sürdürebilmesi için vergileri artırması gerekir. Artan vergi oranları ekonomik faaliyetlerin azalmasına neden olur ve hükümdarın amacının tersine devlet gelirleri azalır. Yönetilenlerin devletten beklentileri zayıflar ve umutsuzluk yayılır. Ekonomik faaliyetler duraklar, insanlar uzun vadeli planlar yapamaz olurlar. Doğum hızı geriler, kalabalık kentlerde nüfus ve çevre sorunları ortaya çıkar. Devlet çözülmeye başlar. Merkezden uzak bölgelerdeki valiler, generaller, prensler ya da başka devletler belli toprak parçalarını koparmaya başlarlar. Başkentte bile ordu ve bürokratlar hükümdarın otoritesini ele geçirmeye, hükümdarı sadece makam ve sıfattan oluşan bir şeye dönüştürmeye başlar. Sonunda dışarıdan gelen, asabiyyesi güçlü genç, sağlıklı bir topluluk devleti istila eder ve çürüyen yapıyı ortadan kaldırıp yenisini kurar. Toplumsal ve siyasal koşullar devletin bu aşamalarında bir takım değişiklikler yapabilse bile İbn-i Haldun'da katı bir belirlenimcilik vardır. Her devlet bu süreçleri yaşar ve bunlar döngüsel bir şekilde sürekli tekrarlanır. Görüldüğü gibi bir aşamadan diğerine geçiş toplumsal yapıdaki doğal güçlerle açıklanır. İbn-i Haldun'a göre bu süreç bir toplumsal yasadır ve kişilerin iradesinden bağımsızdır. İbn-i Haldun, yerleşik yaşamın ortaya çıkardığı karmaşık sorunları çözebilmek, hükümdarın yetkilerini sınırlandırıp, belli kurallara uymasını sağlamak ve devleti çökmekten kurtarabilmek için belli bir siyaset izlenmesi gerektiğini ileri sürer. Ona göre üç tür siyaset vardır: Akli siyaset: İnsanların akılları ile bulup koydukları kanunlar aracılığı ile devleti yönetmeleridir. Siyasetçi akla dayanarak kimi zaman yöneticinin iyiliğini, kimi zaman da yönetimin/sistemin iyiliğini araştıran kişidir. İbn-i Haldun bu siyaseti de ikiye ayırır. Birinci tipi bilgiye ve akla dayandığı için iyidir. Akli siyasetin diğer bir şeklinde ise devlet yönetimi şiddet ve cebire dayanır. Bu siyaset biçimi akli siyasetin kötü bir biçimi olduğu halde gerek Müslüman gerek Müslüman olmayan çok sayıda devlette uygulanır. Medeni siyaset: Filozofların ileri sürdükleri ideal bir siyaset biçimi olup, gerçekle ilgisizdir. İdare eden bir otorite olmaksızın, insanların barış ve huzur içinde yaşaması şeklindeki bir sistemdir.(krş. Anarşizm) İbn-i Haldun'a göre böyle bir sistemin gerçekleşebilmesi için her bir ferdin fazilet ve bilgi sahibi olması gerekir ki, pratikte bu gerçekleşmesi uzak bir ihtimaldir. Nitekim filozoflar da bu gerçeği kabul ederler. Dinî siyaset: Devletin peygamber tarafından bildir
ilmiş olan Tanrı buyrukları ile idare edilmesidir. Dinî kurallar insanların davranışlarını gösterdiği kadar, devletin izlemesi gereken yolu da gösterir. Peygamberden sonra da halifeler tarafından yürütülür. Bu yüzden hem bu dünya hem ahiret için faydalı bir siyasettir. İbn-i Haldun'a göre İslam devletleri telifçi bir yol izlemişler, önce şeriat hükümlerine, sonra da filozofların ortaya koydukları etik kurallara uymaya çalışmışlardır. Buna örnek olarak da Halife Memun zamanında Sultan Tahir bin Hüseyin'in oğluna devleti nasıl idare etmesi gerektiği hakkında tavsiyeleri taşıyan bir mektubunu örnek gösterir. Medeni siyaseti tamamen hayalî bir tarz olarak tanımlayarak devre dışı bırakan İbn-i Haldun, akli ve dinî siyaset türlerini karşılaştırır ve dinî siyasetin akli siyasetten üstün olduğunu ileri sürer. İbn-i Haldun'da batı dünyasında sonradan gelişen din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması şeklindeki fikre hiçbir şekilde rastlanmaz. Bu anlamda ortodoks islam siyasi düşünce biçimine bağlıdır. Dünyada çok sayıda akli/dünyevi siyaset yürütüldüğünü gören İbn-i Haldun, İslam toplumlarını bunlardan ayırır. İslam toplumunun devam edebilmesinin yolunun peygamberin koyduğu kuralların sürdürülmesinde olduğunu, halifelik kurumunun da bunun için gerekli olduğunu belirtir. İbn-i Haldun, bu çerçevede İslam devletinin geçirdiği aşamaları inceler. Buna göre Muhammed'den Halife Ömer'e kadar olan süreçte dinî siyaset uygulanmışken, Emevi hanedanı ile islam devleti dinî siyasetten ayrılmış ve akli/dünyevi siyasete geçmiştir. Bu yüzden yıkılmış ve iktidar Abbasilere geçmiştir. Abbasi halifesi Mutasım'ın saltanatı ile benzer bir durum yaşanmış ve bundan sonra Arap asabiyyesi bozulmuştur. İbn-i Haldun, henüz gençliğinde yazdığı Şifâu’s-Sâil adlı tasavvufa dair kitabında iki tür ilim olduğunu belirtir: Birincisi cisim âlemine ilişkin olan "kesbî" ilimler, diğeri ise ruhlar âlemine ilişkin olan "vehbî" ilimlerdir. Kesbî ilimler duyular aracılığıyla yapılır. Bu ilimlerde eşyaya ilişkin sentez, analiz ve kıyaslamalar yapılır. Başka deyişle akli/felsefi ilimlerdir. Kesbî ilimler mantık, tabiat, metafizik ve matematiksel ilimlerden oluşur. Matematiksel ilimler de kendi içinde hendese, aritmetik, musiki ve astronomi olarak dört kısımdan oluşur. İbn-i Haldun, metafiziği akli/felsefi ilimler içerisine koymakla birlikte metafiziğin akılla kavranamayacağını ileri sürer. "Vehbî" ilimler ise ruhlar âleminden melekler aracılığıyla yapılır. En yüce ilim bu ilimdir. Vahiy bu ilimi elde etmenin en üst aşaması iken daha alt bir aşamada "kalbe üfleme" yer alır. Bu iki aşamanın da altında ise "kalbe doğma" şeklinde başka bir aşama vardır. İbn-i Haldun, Mukaddime'sinde ise ilimleri amaçlarına göre sınıflandırır. Burada ilimleri "amaç ilimleri" ve "araç ilimleri" şeklinde iki gruba ayırır. Amaç ilimlerde detaylı açıklamalar yapmak gerekirken, araç ilimlerde gerekmez. Buna göre amaç ilimlere örnek, dinî ilimlerden tefsir, hadis, fıkıh ve kelam, felsefi ilimlerden tabiat ve ilahiyatken, araç ilimlere örnek dinî ilimler için Arapça ve miras ilmi, felsefi ilimler için ise mantık ilmidir. Aristo ve onu islami çerçevede yorumlayan birçok islam filozofu gibi İbn-i Haldun da varlıkları aşağıdan yukarıya belli bir düzene göre sıralar ve yine benzer şekilde ruhani âlem, cismani âlem gibi ayrı âlemlere yerleştirir. İbn-i Haldun, varlıkların içinde olduğu üç âlemden sözeder. Bunlar duyularımızla idrak edilen ve içinde maden, bitki ve Hayvanların bulunduğu "duyular âlemi" veya "maddi ve cismani âlem", içinde insanların bulunduğu ve düşünce ile idrak edilen "düşünce âlemi" ya da "beşeri âlem" ve rüyalar ve kalbe ilham gelmesi gibi daha farklı şekillerde hissettiğimiz "melekler ve ruhlar âlemi"dir. Bu âlemlerdeki varlıklar da yukardan aşağıya bir düzen içinde sıralanırlar. Her âlemin en üst basamağındaki varlık, kendinden sonra gelen âlemin en alt basamağındaki varlığa geçiş özelliğine sahiptir. Örneğin bitkiler âleminin son basamağında yer alan üzüm ve hurma ile hayvanlar âleminin en alt basamağındaki salyangozun böyle bir ilişkisi vardır. Benzer şekilde duyular âleminde en üst seviyede olan maymun ile düşünceler âlemindeki insan da böyle bir ilişkiye sahiptir. Peygamberlerin de, insan görünümünde olmalarına karşın, en üst basamakta oldukları için bir üst âlem olan "melekler âlemi"ne geçmeleri mümkündür. İnsan düşüncesinin çeşitli dereceleri vardır. "İlk derece" "temyizi akıl"dır. İnsan bu akıl sayesinde kendisini tehlikelerden korur, para kazanır ve yaşamını sürdürür. "İkinci derece" "tecrübi akıl"dır. Toplum içerisinde ilişkiler kurma, toplumsal kuralları oluşturma bu akıl sayesinde gerçekleşir. "Üçüncü derece" ise "nazari akıl"dır ve "varlık"ı olduğu gibi tüm özellikleriyle bu akıl kavrayabilir. İbn-i Haldun'un akıl konusundaki düşünceleri Farabi'nin düşünceleriyle örtüşür. Farabi ve İbn-i Rüşd de aklı "amelî" ve "nazari" akıl olarak iki gruba ayırırlar. İbn-i Haldun'a göre ilimler sosyal şartlarla birlikte gelişen "tecrübi akıl"ın ürünleridir. İnsanda aklın oluşumu konusunda İbn-i Haldun, idealist filozoflardan ayrılır ve Farabi, İbn-i Sina ve bazı Kuran ayetlerinin benimsediği gibi insanın doğuştan bilgi getirmediğini düşünür. Bilgi "a posteriori"dir, sonradan edinilir. İnsan dünyaya geldiğinde zihni boş bir levha gibidir. İbn-i Haldun, bazı yönlerden Farabi ve İbn-i Sina ile ortak yaklaşımlara sahip olsa da, "ruhani âleme" ait bilgiye insanın akıl yoluyla ulaşabileceğini reddeder. Ona göre, insan bu bilgiye vahiy dışında bir yolla erişemez, bizim erişebileceğimiz sadece "beşeri âlem"in bilgisidir. Mukaddime'nin 6. bölümünde "Felsefe ve Filozoflara Reddiye" başlığı altında bu görüşlerini açıklar. İbn-i Haldun'a göre ilk üretim tarzı bedeviliktir. Göçebe yaşamın ihtiyaçları sınırlıdır. Hayvancılık ve tarım sade bir yaşam tarzı getirir. Şehir hayatında ise üretim artar, bu ticareti geliştirir ve insanlar artan zamanlarını zanaat alanlarına ayırırlar ve ihtiyaçlar giderek çeşitlenir. Bu çeşitlenme tüketim ve israf artışını da beraberinde getirir. İhtiyaçları karşılamak için emek sarf etmek gerekir. Bu yüzden üretimde "emeğin rolü" üzerine değinir. Malın değerini iki şey belirler: Biri harcanan emek, diğeri ise mala olan talep. Eğer elde edilen kazanç, o kazancı sağlayan kişinin harcamalarına gidiyorsa "geçim aracı"dır, ihtiyaçtan fazla oluyorsa "sermaye" haline gelir. Şehirlerde emek arzı fazla olduğu için sermaye ortaya çıkar. İbn-i Haldun ekonomik faaliyetler konusunda liberal bir görüşe sahiptir. Özel girişimciliği savunur ve devletin ekonomik hayata müdahale etmesine karşı çıkar. Ona göre ekonomik olayların da kendine has kanunları vardır ve bunlar üzerinde uygulanacak bir baskı ekonomiyi altüst eder. Ekonomik şartların bozuk, ticari hayatın dengesiz, gelir dağılımının adil olmadığı bir toplumda refah ve sağlam bir ahlaki hayat da ortaya çıkamaz. Devletin görevi ekonomik hayatın bir düzen içinde gelişmesini sağlamaktır. Devletin ekonomiye adil olmayan müdahaleleri, haksız vergilendirmede bulunması veya mülkiyete el koyması ekonomiyi olumsuz etkiler ve devlet varlığını devam ettirmesi için gereken vergilerden mahrum kalır. Devletin gelirleri azalınca da asıl yapması gereken adalet, savunma, diplomasi gibi faaliyetlerini yapamaz hale gelir ve çöker. İbn-i Haldun'a göre ekonomide ücret, kâr ve vergi'den oluşan bir döngü vardır. Ücretler azalmadığı sürece pazara gelir, pazarda elde edilen kazanç kâr yaratır, artan kâr ise vergiye dönüşür. Bu döngünün sürmesini sağlamak ve dengeli bir ekonomik politika izlemek devletin görevidir. "Ücret ve aylıkları eksiltmek devletin gelirini eksiltir" der. Çünkü azalan ücretler ekonomiyi durgunluğa sürükleyecek ve bu da vergileri azaltacaktır. Aynı şekilde vergilerin düşük olması da vergi gelirlerinin artması ile sonuçlanacaktır. Düşük vergiler yatırımcıları teşvik edecek ve hem yatırımlar hem de istihdam artacaktır. İbn-i Haldun, devletin ticaret yapmasına da karşı çıkar. Ona göre, bu, üreticiler için zararlıdır ve vergi düzenini bozar. Devletin rekabet ettiği bir alanda çiftçiler ve tüccarlar rekabet edemez. Çünkü devlet hem üretimi için gereken girdileri, diğer girişimcilerden çok daha ucuza alabilir, hem de diğer girişimcileri ürettiği malı çok daha pahalıya satın almak zorunda bırakabilir. Bu durumda haksız rekabet ortaya çıkar, devlet arz-talep dengesini bozarak her iki tarafın da zarar etmesine neden olmuş olur. Tüccar ve çiftçilerin geliri düştüğü için hem yeni girişimler olmaz, hem de vergilerde azalma olur. Birçok Arap aliminin aksine, İbn-i Haldun büyük dünya tarihi olan "Kitâbu'l-İber" dışında fazla bir eser kaleme almamıştır. Kendi otobiyografisinde de diğer yazılarından hiç sözetmemiş olması, bazı tarihçiler tarafından düşünürün tarihçi olarak ve "Kitâbu'l-İber" yazarı olarak tanınmak istediği şeklinde değerlendirilmiştir. Buna karşın, diğer bazı kaynaklardan Kuzey Afrika'da ve Endülüs'te yaşadığı yıllar boyunca başka eserler kaleme aldığı bilinmektedir. Tam adıyla "Araplarla Arap Olmayanların ve Berberilerin ve Aynı Devirdeki Bü­yük Kudret Sahiplerinin Muharebelerine ait Kaynak ve Haberleri Toplayan ve Yorumlayan Kitap" (كتاب العبر وديوان المبتدأ والخبر في أيام العرب والعجم والبربر ومن عاصرهم من ذوي السلطان الأكبر‎; "Kitâbul-Iber ve Dîvânul-Mubtede vel-Haber fî Eyyâmil-Arab vel-Acem vel-Berber ve men Asarahum min zeviyiyîs-Sultânil-Ekber") adlı bu eser İbn-i Haldunun yedi ciltten oluşan ve onu ölümsüzleştiren en önemli eseridir. Kitabın adında geçen "iber" sözcüğü "ibret" sözcüğünün çoğuludur. Mustafa Yıldız'a göre Yahudi-Hıristiyan çizgisel tarih anlayışını benimseyen İslamiyete göre tarih, peygamberlerin topluma vermek istediklerini öğrenmek, doğru yoldan çıkmamak ve hatalardan ibret almak için önemlidir. Bir dünya tarihi niteliğinde olan eser üç bölüme ayrılır. İbn-i Haldun'un en çok tanınan eseri "Mukaddime" (Arapça: "المقدّمة"; "el mukaddime") büyük tarih kitabının 1. cildidir. Aslında "Mukaddime" İslami tarihi eserlerde bir gelenek olan "Tarihe övgü" öndeyişi olarak yazılmıştır ve kısa
bir bölümdür. Bu kısa bölüm 7 kitaptan oluşan Kitâbu’l-İber'in tamamına bir "Giriş" olarak yazılmıştır. 7 ciltlik tarih kitabının ilk cildi olan "Kitab-ı Evvel" ise yazarın teorik görüşlerini açıkladığı oldukça kapsamlı bir eser haline gelmiş (3 cilt halinde yayınlanıyor) ve daha İbn-i Haldun hayatta iken "Mukaddime" diye anılmaya başlanmış ve kendisi de bunu benimsemiştir. Bu yüzden Ümit Hassan, Z.F. Fındıkoğlu'nun bu kısa giriş bölümünü "Mukaddime'nin Mukaddimesi" adlandırmasını doğru bulmaz. Bu kısa metin birinci cilt olan "Kitab-ı Evvel"in değil tamamı 7 cilt olan "Kitâbul-İber"in Mukaddimesidir. İbn-i Haldun, bir önsözde kitabını tanıtır ve tarih ilminin öneminden bahseder. Giriş bölümünde ise tarih ilminde yöntem sorununa değinir ve özellikle İslam tarihçilerinin hatalarını gösterip, yöntemlerini eleştirir. Toplumların gelişim ve hareket süreçlerine dair değerlendirmeleri içeren "Mukaddime" 6 bölümden oluşur: İlk kitabı "Lubâb'ul-Muhassal", (لباب المحصل في أصول الدين‎; "Lubâb'ul-Muhassal fî Usûli'd-Dîn") Fahreddin Razi'nin El-Muhassal isimli kitabının bir özeti ve yorumu olup 19 yaşında iken Tunus'ta hocası el Âbili'nin denetiminde yazılmıştır. Kapağında İbn-i Haldun'un imzası olan kitabın orijinali (imzası yandaki resimde görülüyor) Madrid'e 45 km. uzaklıktaki Escorial kütüphanesinde korunmaktadır. 4 bölümden oluşan kitap, İspanyolca'ya da çevrilmiş ve günümüze ulaşmıştır. "Şifâus-Sâil" (شفاء السائل‎;) diye anılan bu kitabı tasavvufa dairdir ve "Mukaddime"den önce 1372 ile 1374 yılları arasında yazmış olduğu kabul edilir. Eser, Muhammed Tavit et-Tanci tarafından 1358'de yayınlanmış, Süleyman Uludağ tarafından da 1977’de Türkçeye çevrilmiştir. "Et-Târif bi ibn Haldun" ("Et-Tarifu bi-İbni Haldun ve Rıhletehu Garben ve Şarken" التعريف بابن خلدون ورحلته غربا وشرقا) yazarın otobiyografisidir. Bu eseri Mısır'da yazmaya başlamış ve ölümünden bir yıl öncesine kadar olan hayatını, yolculuklarını ve anılarını anlatmıştır. Bu otobiyografiyi daha sonra Kitâbu’l-İber adını vereceği dünya tarihinin 7. ve son cildine eklemiştir. "Mukaddime"nin klasikleşen çevirisini yapan Franz Rosenthal'e göre İbn-i Haldun'un yazdığı otobiyografisi İslam edebiyat tarihinin en ayrıntılı otobiyografisi olmakla kalmaz, İslam dışı değişik çağ ve uygarlıklarda yazılmış otobiyografiler arasında da hem yazılışındaki dikkat ve özen hem de olayları anlatışındaki ayrıntı zenginliği açısından önemli bir yere sahiptir. Otobiyografi ilk kez Kitâbu’l-İber'in 1867 yılındaki Bulak baskısında yayınlanmıştır. "Mukaddime" üzerine yapılan çalışmalar geliştikçe bu metnin tatminkâr olmadığı görülmüş ve "Mukaddime"nin 1904'teki Kahire baskısında genişletilmiş haliyle yeniden yayınlanmıştır. Bu metin de sadece 1394'e kadar olan olayları içeriyordu. Eserin devamı ise ancak 1951 yılında bulunmuş ve "Muħammad ibn-Tāwīt at-Tanjī" tarafından Kahire'de yayınlanmıştır. Eser bu haliyle 1405 yılı ortalarına kadar, yani ölümünden bir yıl öncesine kadar olan süreci kapsamaktadır. İbn-i Haldun'un eksik bıraktığı bazı otobiyografik notlar ise arkadaşı İbn el-Hatip'in "el-İhata fı ahbar el-Gırnata"sından öğrenilmektedir. İbn-i Haldun ile ilgili biyografilerin yazılması ise ancak 1950'den sonra gerçekleşmiştir. Yukarıda sayılan eserlerin dışında İbn-i Haldun'a ait 6 eser daha bulunmaktadır: İbn-i Haldun, Mukaddime'yi yazdığında 45 yaşında idi. Bundan sonra ölünceye kadar geçen sürede eseri üzerinde pek çok değişiklik yaptı, yeniden düzenledi. Dolayısıyla eserin farklı yazmaları oluştu. İbn-i Haldun hayatta iken yazıldığı düşünülen dört yazma bugün Türkiye'dedir. İki yazma da hemen ölümünden sonra yazılmış izlenimi vermektedir. Türkiye'de Süleymaniye, Nuruosmaniye, Topkapı Sarayı, Atıf Efendi, Ragıp Paşa, Murat Molla, Millet, İstanbul Üniversitesi, Orhan Bey Camii kütüphanelerinde Mukaddime yazmaları bulunmaktadır. İbn-i Haldun'un yaşadığı dönem için oldukça yeni ve modern olan düşünceleri Doğu'da yeterince ilgi görmemiştir. Görüşlerinin 14. yüzyılın sonu ve 15. yüzyılın başında Arap düşünce dünyası üzerinde etkisi olduğuna dair hemen hiçbir kanıt yoktur. İbn-i Haldun'u 16. ve 17. yüzyılda yeniden keşfedenler Osmanlılar oldu. Osmanlılarda tarih ve siyasal düşünce üzerine yoğunlaşma eğilimi vardı ve doğal olarak İbn-i Haldun Osmanlı aydınlarının ilgisini çekti. 16. 17. ve 18. yüzyılda İbn-i Haldun'un eserlerinin incelenmesi Osmanlı düşüncesinin gelişiminde önemli yer tutar. Avrupa'da tanınmaya başlaması ise ancak 19. yüzyılda olmuştur. Kâtip Çelebi, Naima ve diğer Osmanlı tarihçilerinin Mukaddime'nin yazmalarından faydalandıkları bilinmektedir. Eserin Türkçeye ilk çevirisi ise III. Ahmet döneminde 1730'da Pîrîzâde Mehmet Sâhib Efendi (1674-1748) tarafından yapılmıştır. Pîrîzâde eserin ilk 5 bölümünü çevirmiş, kalan 6. bölümü (ya da 3. cildi) ise daha sonra Ahmet Cevdet Efendi çevirmiştir. Pîrîzâde'nin metni 1859'da Kahire'de basılmıştır. Litograf olarak basılan bu metin 617 büyük sayfadan oluşmaktadır. Bunun dışında Rosenthal Mısır'da Kavalalı Mehmet Ali Paşa için yapılan bir Türkçe çeviriden de bahsetmektedir. Eser bir yıl sonra, 1860'da Ahmet Cevdet Paşa'nın çeviriyi tamamladığı haliyle İstanbul'da basılmıştır. Aynı yıllarda Kitâbu’l-İber'den ilk çeviriler ise Abdüllatif Suphi Paşa tarafından yapılmıştır. Pîrîzâde/Ahmet Cevdet çevirisinin yayınlandığı yıl eserin Arapça tam metni de Paris'te basılmış ve birkaç yıl sonra De Slane tarafından Fransızca'ya çevrilmiştir. De Slane daha sonra Kitâbu’l-İber'in 6. ve 7. ciltlerini de Arapça ve Fransızca olarak yayımladı. Kitâbu’l-İber'in tamamı ise 1867-68'de Bulak/Kahire'de yayımlandı. 1900'lerin başına kadar İbn-i Haldun ve Mukaddime'si üzerine İngilizce ve Fransızca olarak çeşitli makaleler yazıldı. Örneğin Silvestre de Sacy "Chrestomathie Arabe" adlı eserinde Mukaddimeden seçme parçalara yer vermiş, Joseph von Hammer-Purgstall ise "Notice sur L'Introduction â la Connaisance de L'Histoire, Celebre Ouvrage Arabe d'Ibn Khaldoun"da Mukaddime'nin ilk 5 bölümünün bir tasvirini yapmıştır. 1835'de Jakob Grefve, 1852'de Quatremère de Quincy de İbn-i Haldun'u batı dünyasına tanıtmış ve nihayet de Slane'in çevirileri yayımlanmıştır. Bütün bunlara karşın İbn-i Haldun'un sosyoloji alanında ilgi çekmesi Robert Flint'in 1893'de yazdığı "History of Philosophy of History" (Tarih felsefesinin tarihi) sayesinde olmuştur. Ardından Gumplowicz'in "Soziologische Essays"da yazdığı bölüm ile düşünüre olan ilgi artmış ve ardından İbn-i Haldun üzerine sayısız kitap ve makale yazılmıştır. Bunlar: İbn-i Haldun'un ve Mukaddime'nin batı dünyasında tanınmaya başlanmasıyla aynı dönemde, Mukaddime ve İbn-i Haldun İslam dünyasında da Arap toplumlarının uluslaşma süreci için yararlanılan bir kaynak oldu. Bu çerçevede Mukaddime Arap toplumlarının sosyo-ekonomik gelişmesi sürecinde siyasal hedefler çıkarma amacıyla kullanılmaya çalışıldı. Mukaddime'nin Arapça dışında İngilizce. Fransızca, Almanca, Türkçe, Farsça, Urduca, Hintçe, Portekizce, İbranice tam çevirileri bulunmaktadır. Mukaddime çevirilerinde öncelikle Arapça metnin esas alınması düşünülür. Ancak metnin Arapça baskılarının hayret verecek derecede yanlış basılmış olduğu ortaya çıkmıştır. Güvenilir bir Arapça baskı bulmak oldukça zordur. Bunun dışında İbn-i Haldun'un Mukaddime'yi ilk yazışından sonra defalarca değiştirdiği, bazı bölümleri çıkardığı, eklemeler yaptığı biliniyor. Bu da çeviri yaparken, elde bulunan çok sayıda el yazması nüshayı karşılaştırarak bir inceleme yapmak gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. Bugüne kadar yapılan çeviri girişimlerinden Franz Rosenthal ve Zakir Kadiri Ugan çevirileri bu açılardan en başarılı çeviriler olmuştur. Mukaddime'nin en değerli yazmaları Türkiye kütüphanelerinde bulunmaktadır. Rosenthal Süleymaniye Kütüphanesindeki dört, Nuruosmaniye Kütüphanesindeki yedi, Topkapı, Atıf Efendi, Ragıp Paşa, Murat Molla, Millet, İstanbul Üniversitesi ve Orhan Bey Camii kütüphanelerindeki birer adet yazmanın tümünü inceledi. Beş yazmayı çevirisine esas aldı ve diğerlerinden de yararlandı. Esas alınan yazmalardan, özellikle Yeni Cami ve Atıf Efendi yazmaları tüm dünya kütüphanelerindekilerin en önemlileridir. Atıf Efendi yazmasında, İbn-i Haldun'un kendi el yazısıyla "bu yazmayı incelediği, düzelttiği ve Mukaddime'nin hiçbir yazmasının bundan doğru olmadığı" şeklinde bir not vardır. Rosenthal, 10 yıl süren bir çalışmanın sonunda nitelikli ve yoğun emek içeren Mukaddime çevirisini tamamladı. Rosenthal'in çevirisi Arapça bulunabilecek herhangi bir Mukaddime nüshasından çok daha güvenilirdir. Bu sorunların dışında Mukaddime çevirilerinde en çok karşılaşılan sorunlardan biri yazarın düşüncelerini çağdaş bir yazarın kaleme alabileceği biçimde yazarak, yazarın düşüncelerini modernleştirmektir, ki De Slane'in çevirilerinde böyle bir tehlike ortaya çıkar. Bir diğer sorun ise kullanılan terimlerde ortaya çıkar ki, yeni bir ilim geliştirdiği iddiasında olan İbn-i Haldun, doğal olarak bazı terimler üretmiş, bazılarına da yeni anlamlar vermiştir. Rosenthal çevirisi bu açılardan metnin orijinaline oldukça yakındır ve "ümran", "asabiyyet", "bedevî" gibi terimleri olduğu gibi bırakır. Zeki Velidi Togan, Rosenthal çevirisini "muazzam" diye niteleyerek diğer çevirilerin eksiğini şöyle açıklar:"Eserin Bulak tabı, onun Tunus'ta yazılmış ilk hali idi. Quatremère'nin istifade ettiği nüsha onun biraz sonra Mısır'da iken yazdığı redaksiyonu idi. İstanbul ve Bursa kütüphanelerindeki yazmalar ise eserin en son redaksiyonlarından ibarettir. F. Rosenthal bu nüshalardan kâmilen istifade etmiş. Bir de İbn Haldun'un Suriye Seyahatnamesini ve Kitap al-Muhassal nam eserini görmüş, bu sayede Mukaddime'deki bazı muğlak noktaların doğru izahını yapabilmiştir. Fakat M. Tanci'nin yayınladığı Şifa ül-Mesail'ini maalesef görememiştir." Rosenthal çevirisi bir çeviri olmanın sınırlarını aşmış, yazmalar arasındaki farklılıkları ve en son redaksiyonları gösterdiği için 1958'den beri yaygın, güvenilir temel referans metni haline gelmiştir. Mukaddime çok sayıda Osmanlı tarihçisi tarafından yararlanılmış bir es
er olmasına karşın, yazılışından 500 yıl sonra II. Abdülhamit "serbest görüşlerinden ötürü" kitabın okunmasını ve satılmasını yasakladı. Pîrîzâde'nin yazınladığı ilk çeviriden sonra yeni alfabe ile yapılan ilk çeviri Zakir Kadiri Ugan'ın çevirisi oldu. Bu çeviri Millî Eğitim Bakanlığı tarafından 3 cilt halinde yayınlandı ve ilk baskısı 1954 ile 1957 arasında, ikinci baskısı 1968-70 yıllarında yapıldı. Eserin ikinci defa Türkçeye çevirisi Turan Dursun tarafından yapıldı. Kitabın ilk cildi Onur Yayınları tarafından 1977'de yayınlandı. 12 Eylül darbesi ve kitabı ilk baskıya hazırlayan İlhan Erdost'un öldürülmesinden dolayı ikinci cildi ancak 1989'da yayınlanabildi. Turan Dursun'un planına göre kitap 4 cilt halinde yayınlanacaktı. Ancak üçüncü kitabın çevirisini yayınevine bıraktıktan bir süre sonra 1992'de silahlı bir saldırı sonucu ölmesi üzerine çeviri yarım kaldı. Daha sonra Sevim Belli Vincent Monteil'in Fransızca çevirisinden ikinci kez Onur Yayınları için çevirdi. Mukaddime'nin üçüncü çevirisi Süleyman Uludağ tarafından yapıldı. Çeviri, Dergah Yayınları tarafından 2 cilt olarak yayınlandı. Kırbaşoğlu, bu çeviriyi Rosenthal ve Ugan çevirileriyle karşılaştırdı ve çeviriye sert eleştiriler yöneltti. Ayrıca çevirinin önündeki uzun giriş metninin de intihal olduğunu ileri sürdü. Mukaddime Mukaddime, İbn-i Haldun'un en ünlü eseridir. Tarih, iktisat, sosyoloji, ve siyaset gibi birçok sosyal bilim için temel teşkil eden görüşleri içinde barındırır. İbn-i Haldun eserini 1375'te Kal'atu ibn Seleme adlı kalede Beni Arif kabilesinin himayesinde yaşadığı dönemde kaleme aldı. Mukaddime bir kitabın asıl metninden önceki yazısı, önsözü anlamına gelir. Klasik kaynaklarda "mukaddimetu’l-kitâb" ve "mukaddimetu’l-ilim" olarak ikiye ayrılır. Birincisi kitaba bir giriş, ikincisi ise eserin ait olduğu ilim dalı ile ilgili temel bilgilerin verilmesini amaçlar. Mukaddime yerine "İftitâh", "Fâtihatu’l-Kitâb", "Tavtıe", "Temhîd", "Tasdîr", "Dîbâce" ve "Medhal" gibi terimler de kullanıldığı olur. Bu giriş yazısına "konuyu okuyucuya takdim eden, arz eden" anlamında Mukaddime denildiği gibi, eserin başında ilk olarak yer alan, öne geçirilen anlamında Mukaddeme de denilir. Arap edebiyatında Hicri 3. yüzyıl ortalarından itibaren El-Cahız ve öğrencisi İbn-i Kuteybe () sayesinde Mukaddime bağımsız bir ebedi tür haline geldi. Özellikle tefsirlere yazılan Mukaddimeler başlı başına önemli bir alan oluşturdu. 2009 yılında yazılmış bir doktora tezi erken dönem Tefsir Mukaddimelerini inceler. İbn-i Haldun, Mukaddime'yi büyük tarih kitabı Kitâbu’l-İber'in birinci cildi olarak tasarladı. İslami tarih kitaplarında "Tarihe övgü" bölümü yazmak geleneğine uygun olarak bu hacimli eserin ilk cildi olarak Mukaddimeyi yazdı. Kitâbu’l-İber 7 ciltlik bir kitap oldu. Ancak bu 7 ciltlik kitabın birinci cildi olarak planlanan "Kitab-ı Evvel" Haldun, henüz hayatta iken Mukaddime adıyla sanki ayrı bir esermiş gibi anılmaya başlandı ve Haldun'un kendisi de bunu benimsedi. Bu yüzden Ümit Hassan, Z.F. Fındıkoğlu'nun bu kısa giriş bölümünü "Mukaddime'nin Mukaddimesi" adlandırmasını doğru bulmaz. Bu kısa metin birinci cilt olan "Kitab-ı Evvel"in değil tamamı 7 cilt olan Kitâbu’l-İber'in Mukaddimesidir. Haldun, Mukaddime'yi yazdıktan sonra üzerinde defalarca değişiklikler yaptı, bazı bölümleri çıkarıp bazı bölümler ekledi ve yeniden düzenledi. Dolayısıyla zamanla eserin farklı yazmaları oluştu. Bu farklı yazmalar da sonradan başkaları tarafından çoğaltıldı. Mukaddime'nin en değerli kopyaları Türkiye kütüphanelerinde bulunmaktadır. İbn-i Haldun hayatta iken kaleme alındığı düşünülen 4 elyazması bulunmaktadır. İki yazma da yazarın ölümünden hemen sonra kaleme alınmış izlenimi vermektedir. Mukaddime el yazmalarını kapsamlı bir şekilde incelemiş olan Rosenthal'ın tespit ettiği el yazmaları şöyledir: Rosenthal kitabının başında yukardaki el yazmalarından en eski ve en önemli olanları hakkında kısaca bilgi verir. 433 folyodan oluşur ve tarihsizdir. İbn-i Haldun'un 7 ciltlik dünya tarihi Kitâbu’l-İber'in 6 bölümünü içeren "Damat İbrahim 867" ile aynı kişi tarafından yazılmış olduğu bellidir. Bu ikinci el yazması ise 12 Kasım 1394 tarihlidir. Yazan kişi adını "Abdullah bin Hasan bin Şihib" olarak vermektedir. Bu isim, ilginç bir şekilde, Yeni Cami el yazması ile aynı olmasına karşın el yazıları birbirinden farklıdır. Diğer el yazmalarına benzer şekilde, farklı üstbaşlıklar ve fihristler içeren iki bölüme ayrılmıştır. Altı ana bölümden oluşan Mukaddime'nin ilk 3 bölümü birinci, geri kalan kısmı ikinci bölümde yer alır. El yazmasının başında, Memluk Sultanı Berkuk'un kütüphanesinde yazılmış olduğu belirtilmiştir. İbn-i Haldun elyazmasının başına sultan Berkuk'a uzun bir ithaf yazmış ve hatta bölüm başlıklarını değiştirip sultanın lakabı olan az-Zahiri'yi metne geçirmiştir. Bunlar el yazmasının Berkuk hayatta iken yazılmış olduğunu göstermektedir. Bu elyazması korunmuş olan elyazmalarının içinde en eskisi olmasına karşın Yeni Cami ve Atıf Efendi elyazmaları kadar önemli değildir. Profesyonel bir şekilde kopyalanmış olup ve adeta matbaada basılmış kadar güvenilir bir kopyadır. Quatremère de Quincy'nin Fransızca Mukaddime çevirisi bu metnin bir kopyasından yapılmıştır. 273 büyük boy folyodan oluşmakla birlikte bir folyosu kayıptır. Elyazması 9 Şubat 1397 olarak tarihlendirilmiş, kopya eden kişi olarak Abdullah bin Hasan bin el-Fakhar olarak belirtilmiştir. Bu kişi aynı zamanda Fas'taki tam seti ve Ayasofya ile Topkapı sarayında bulunan İbn-i Haldun otobiyografisini kopyalayan kişidir. Kopya orijinal metindeki eklemeleri ve küçük notları da içerir. İbn-i Haldun'un bu metni gözden geçirmiş olduğuna dair bir de ibare bulunur. Elyazması iki bölüme ayrılmamıştır. Başındaki içindekiler bölümü bütün bölümü kapsar. İbn-i Haldun'un orijinal elyazmasına yaptığı eklemeler metnin içine eklenmemiş, ayrı kâğıtlar halinde metne iliştirilmiştir. 303 folyodan oluşur. Elyazmasının başında yazımın bitiş tarihi olarak 1401 tarihi görülmektedir. Yazmanının adı verilmemiştir, ancak İbn-i Haldun'un kendisi değildir. Elyazması 302. folyoda kesilir ve ardından başka bir elyazısı ile birkaç satır ve İbn-i Haldun'un onay yazısı ile son bulur. 129 ile 130'uncu folyonun arasında başka bir elyazısı ile yazılmış 7 folyoluk bir tabaka eklenmiş Arapça olarak şöyle bir not düşülmüştür: "Burdan sonra bir tabaka kayıptır. İnşallah tanrı düzeltir." Hemen ardından Türkçe olarak "rahmetli Veysi Efendi'nin elyazması" şeklinde not düşülmüştür. Veysi Efendi 1561 ile 1628 arasında yaşamış ünlü bir yazman olup 7 Nisan 1598'de bu elyazmasını Kahire'den satın aldığını belirtmiştir. Elyazmasının başında, Şaban 804 (Nisan 1402) tarihli başka bir notta da Muhammed bin Yusuf bın Muhammed el-İsfiyabi adı görülmektedir. Yazmanın sol üst köşesinde altın bir çerçeve içinde İbn-i Haldun'a ait bir not bulunur. Burada hiçbir elyazmasının bu elyazmasından daha güvenilir olmadığı belirtilir. Muhtemelen yazmanın sonraki sahipleri İbn-i Haldun'un imzasına dikkat çekmek için bu bölümü altın çerçeve içine almıştır. Elyazmasının başlığında başka satış notları da bulunur. Bazıları Tantada ailesine aittir. Öyle görünüyor ki, 1400 ile 1483 arasında yaşamış olan kör bir alim olan Bedrettin Hasan el-Tantada 1465'de bu elyazmasını satın almış, sonra oğlu Bahaattin Muhammed tarafından kardeşlerinden satın alınmıştır. Başlık sayfasından yazmanın el değiştirmeleri anlaşılabilir. Veysi Efendi'den sonraki sahibinin 1665/66 tarihli notu ve daha sonra 1705/6 tarihi ile bir Mekke yargıcından bahsedilir. Bu metin Mukaddime'ye yapılan eklemeleri ve düzeltmeleri içerir. Muhtemelen bu elyazması Mukaddime'nin ilk elyazmalarından birinden İbn-i Haldun'un kontrolünde kopyalanmış ve üzerinde değişiklikler yapılmıştır. İbn-i Haldun 1401 yılında Mukaddime üzerindeki çalışmasını sonlandırmış, aynı yılın sonlarında da el-İsfiyabi yazmayı okuduktan sonraki ilk sahibi olmuştur. Atıf Efendi elyazması sonraki yüzyıllarda birçok defa kopyalanmıştır. Örneğin Mehmet Müezzinzade Nuruosmaniye 3424 ve Hamidiye 892 bu elyazmasının kopyaları gibi görünmektedir. 239 folyodan oluşur. 20 Şubat 1404 tarihlidir. Yazmanının adı olarak İbrahim bin Halil es-Sadiaş-Şafii el Mısri verilmiştir. Kapağındaki nottan 1446/47 yılında sahibinin Yahya bin Hicci aş-Şafii olduğu görülmektedir. Bu elyazması Atıf Efendi yazmasını temel almış ya da ondan türetilmiş olmalıdır. Atıf Efendi'deki hatalı yazımların bu yazmada da aynen tekrarlanmasından bu anlaşılabilmektedir. Bu yazma sonraki yıllarda başka kopyalar üretmek için sıkça kullanılmıştır. Nuruosmaniye 3423 bu yazmanın, 15. yüzyılda üretilmiş bir kopyasıdır. Bir baska kopyası ise 1706 tarihli Hekimoğlu Ali Paşa 805 kopyasıdır. Halet Efendi 617'nin ikinci kısmı da yine bu yazmanın bir kopyasıdır. "Ahmet III, 3042" 297 folyodan oluşur. Tarihlenmemiştir ancak üzerindeki nottan 1415/16 yılındaki sahibinin Muhammed bin Abdurrahman ad Darib olduğu anlaşılmaktadır. Bu elyazmasının önemi Mukaddime metninin önemi Mukaddime metninin ilk versiyonlarından birini içeriyor olmasından gelir. "Halet Efendi 617" 235 ve 181 folyoluk iki bölümden oluşur. İkinci bölüm Hüseyin Çelebi 793'ün bir kopyasıdır. İlk bölüm 15. yüzyıla tarihlenmiştir. 1449 yılındaki sahibi Muhammed bin Muhammed el-Kusavi olarak görülmektedir. "Ragıp Paşa 978" 382 folyodan oluşur. 18. yüzyıldan daha eskiye gitmez. Ancak bu yazmayı ilginç kılan şey, yazmanı Abu Salih Muhammed el-Hanefi el-Katari'nin yazmayı "orijinal elyazmasından" kopyalamış olduğunu not düşmüş olmasıdır. Nuruosmaniye 3066 ve Nuruosmaniye 9065 de aynı yazmanın elinden çıkmış olup, bir notta el-Katari'nin Cidde'deki Vezir camii imamı olduğu belirtilmiştir. Ne yazık ki, el-Katari'nin bahsettiği orijinal elyazmasına dair başka bir bilgi yoktur. Batılılar İbn-i Haldun’u 'Tunus’lu Büyük Bilge' olarak tanırlar. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde Ahmet Cevdet Paşa’nın üzerinde derin tesirleri hissedilen İbn-i Haldun’un Mukaddimesi ismi bilinen ancak muhtevası üzerinde fazla durulmayan bir kitap haline
gelmiş. Aynı yıllarda tercümesi yapılmış olmasına rağmen, kitabın içindeki önemli bilgiler, asıl kitabın okunmasını kolaylaştıracak detaylar içerisine serpiştirildiği için, amatör okuyuculara ağır geldiğinden, fazla itibar görmemiş. Asrın sonlarına doğru sosyal çalkantılarla burun buruna gelen Batılı tarihçiler Mukaddime’yi tarih felsefesinin el kitabı olarak okudular. İngiliz tarih felsefecisi Toynbee için Mukaddime bir hazineydi: “Mukaddime’deki tarih felsefesi, nevinin en büyük eseri. Şimdiye kadar, hiçbir ülkede, hiçbir çağda, hiçbir insan zekası böyle bir eser ortaya koyamamıştır.” Cemil Meriç'e göre İbn-i Haldun “Kendi semasında tek yıldız”dır. Endonezya Endonezya (Endonezce: "Indonesia") ya da resmî adıyla Endonezya Cumhuriyeti (Endonezce: "Republik Indonesia"), Güneydoğu Asya ve Okyanusya'da yer alan bir ülkedir. Endonezya 17.508 adadan oluşur. 250 milyon civarında nüfusuyla dünyanın en kalabalık dördüncü ülkesi ve aynı zamanda en kalabalık Müslüman ülkesidir. Endonezya halk tarafından seçilmiş meclisi ve devlet başkanı ile bir cumhuriyet'tir. Ülkenin başkenti Cava adasındaki Cakarta şehridir. Sınır komşuları, Papua Yeni Gine, Doğu Timor ve Malezya'dır. Diğer komşu ülkeleri Singapur, Filipinler, Avustralya, Andaman ve Nikobar adalarıdır. Endonezya ASEAN'ın kurucu üyelerinden ve G20 üyesi ülkelerdendir. Endonezya takımadaları yedinci yüzyıldan sonra Srivijaya ve Majapahit'in Çin ve Hindistan'la ticarete başlamasıyla önemli bir ticaret bölgesi haline gelmiştir. Yerel liderler ilk çağlardan beri yabancı kültür, din ve politik sistemleri yavaş yavaş özümsediler ve böylelikle Hindu ve Budist krallıklar kuruldu. Endonezya tarihi ülkedeki doğal kaynakları elde etmek isteyen yabancı güçlerin etkisinde kalmıştır. Müslüman tüccarlar bölgeye İslamı getirdiler. Avrupalı güçler ise Coğrafi keşifler ile "Baharat Adası" adı verilen Maluku'yu elde edip bölgedeki ticareti tekelleri altına almak için birbirleriyle savaştılar. Endonezya İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle birlikte üç buçuk asır süren Hollanda sömürgeliğinden kurtularak bağımsızlığını elde etti. Endonezya tarihi daha sonra doğal afetler, rüşvet, bölünme, Suharto sonrası demokratikleşme süreci ve hızlı ekonomik değişikliklerle çalkantılı geçti. Şu anki Endonezya Cumhuriyeti üniter bir devlet olmakla birlikte otuzüç eyaletten oluşur. Pek çok irili ufaklı adaya sahip olan Endonezya farklı dil, din ve kültüre sahip etnik gruplardan oluşur. Cavalılar politik güç olarak baskın en büyük etnik gruptur. Endonezya ulusal bir dil, etnik çeşitlilik ve çoğunluğu Müslüman olmak üzere farklı dinlerin bir araya gelmesiyle ortak bir kimlik geliştirmiştir. Endonezya'nın "Çoklukta birlik" anlamına gelen ulusal sloganı ""Bhinneka Tunggal Ika"" çeşitliliğin ülkeyi şekillendirdiğini ifade eder. Çok büyük nüfusuna rağmen Endonezya, el değmemiş doğa alanlarıyla dünyanın en büyük ikinci biyoçeşitliliğine ev sahipliği yapar. Çok zengin doğal kaynaklarına rağmen günümüz Endonezya'sında fakirlik yaygındır. "Endonezya" ismi Latince "Indus" ve Yunanca "nesos" kelimelerinden türetilmiştir ve "ada" anlamına gelmektedir. Bu isim Endonezya'nın bağımsızlığından çok önceye, 18. yüzyıla dayanır. 1850'de İngiliz etnolojist George Earl yayınladığı bir eserle, bölgedeki Hint ve Malay takımadalarında yaşayanlar için "Indunesians" ve "Malayunesians" isimlerini önerdi. Aynı eserde George Earl'ün öğrencilerinden James Richardson Logan "Endonezya" ismini "Hint Takımadası" ile eşanlamda kullandı. Bununla birlikte Hollandalı akademisyenler sömürge döneminde yazdıklari eserlerde "Endonezya" ismini kullanmaktan imtina ettiler. Bunun yerine "Malay Takımadası", "Hollanda Doğu Hindistanı", "Doğu Hindistan" ve "Insulinde" isimlerini kullandılar. 1900'lerden sonra "Endonezya" ismi Hollanda dışındaki akademik çevrelerde yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Hollanda sömürgeciliğine karşı Endonezyalı milliyetçi gruplar bu ismi siyasi bir bakış açısını belirtmek üzere kullanmaya başladılar. Berlin Üniversitesi'nden Adolf Bastian yayınladığı "Indonesien oder die Inseln des Malayischen Archipels" eseriyle "Endonezya" ismini 1884–1894 yılları arasında yaygınlaştırdı. "Endonezya" ismini ilk kullanan Endonezyalı eğitimci Hollanda'da 1913 yılında kurduğu basın bürosuna "Indonesisch Pers-bureau" adını veren Suwardi Suryaningrat (Ki Hajar Dewantara) idi. Endonezya’nın tarihi hakkında bilinen en eski bilgiler, 4-5 bin yıl kadar önce, Malezya’dan halkın gelip yerleştikleri hakkındadır. Eski çağlardan beri ülkenin üzerinde bulunduğu adaların deniz ticaretinde ehemmiyeti çok büyük olmuştur. Bu sebepten, halk genellikle denizci veya tüccardı. Tarih çağlarında ülke, Çin, Hindistan, İran ve Bizans İmparatorluğunun deniz ticâret yolu idi. Hâlen bu özelliğini muhafaza etmektedir. Eski çağlarda ticâret gemileri buraya uğrar, baharat, reçine ve değerli kereste alırlardı. Ticâretteki bu ehemmiyeti sebebiyle, dünyanın çeşitli yerlerinden Endonezya’ya gelip yerleşen insanlar ülkede yeni fikir ve geleneklerin yerleşmesine sebep olmuşlardı. Bu devirlerde ülkede aşîret idâreleri krallık hâline geldi. Öyle ki her ada ayrı bir krallıktı. Yedinci ve on üçüncü asırlara kadar bölgenin en güçlü krallıkları, Sumatra ve Cava krallıkları idi. Güçlü olmalarının bir neticesi olarak da bölge ticâretine hâkimdiler. On ikinci ve on beşinci asırlarda Hindistan ve Malezya’dan ticâret için buraya gelen Müslüman tâcirler İslâmiyetin yayılmasına vesile olmuşlardır. Portekiz 1511 yılında Malakka'yı işgal etti. Bundan sonra İspanya, Hollanda ve İngilizler ülkeyi istilâ ettiler. Bu devletler Endonezya’yı sömürmenin yanı sıra Hindistan’ı da sömürgelerine katmak için üs olarak kullanmakta idiler. On altıncı asrın sonlarında Hollandalılar, Doğu Hindistan, Cava ve Moluk’da kurdukları şirketlerle bölge ticâretini ele geçirdiler. Bunun yanı sıra Cakarta’ya üs kurmalarıyla Hollanda’nın bölgedeki nüfuzu arttı. Diğer sömürgeci devletlerin anlaşmaları neticesinde 18. asrın sonlarında Hollanda ülkeyi tam mânâsıyla egemenliği altına almıştır. 1900’lü senelerin başlarından îtibâren gün geçtikçe anti-emperyalist fikirlerin kuvvetlenmesi sonucu Hollanda sömürgeciliğine karşı, milliyetçilik ve bağımsızlık mücadelesi fiilen başladı. Bu mücâdelenin önde gelen liderlerinden Ahmed Sukarno 1927’de kurulan Milliyetçi Partinin başkanı oldu. Endonezya halkının başlattıkları ve her geçen gün kuvvet kazanan bağımsızlık mücadelesi karşısında Hollanda endişeye düştü. Halk tamamen Hollandalı sömürgecilerin menfaatleri doğrultusunda yönetilmekteydi. Milliyetçilik ve bağımsızlık hareketlerini yatıştırmak ve sömürgeciliğini devam ettirmek için Hollanda siyâsî bir oyun olarak yerli halka idârede kısmen iştirak hakkı tanıdı. Bu oyuna kanmayıp tam bir bağımsızlık isteyen halkın mücâdelesi çok kanlı bir şekilde bastırılmaya çalışıldı. Mücadelenin liderlerinden Ahmed Sukarno ve arkadaşları yakalanarak sürgüne gönderildi. İkinci Dünyâ Savaşında Japonya, Endonezya’yı işgal etti. Siyâsî olarak Japonlar ülke halkının Hollandalılara karşı yaptıkları bağımsızlık mücâdelesini desteklediler. Japonlar, milliyetçilerin hükümet kurmalarına müsaade etti. 17 Ağustos 1945’te Japonların teslim olmalarıyla Endonezya’da Ahmed Sukarno başkanlığında bir hükümet kurularak bağımsızlıklarını îlân ettiler. Hollanda, Endonezya’nın bağımsızlığını tanımadı. Endonezya ve Hollanda arasında bu sebepten başlayan mücâdele, Endonezya’nın zaferiyle neticelendi. Hollanda, “Endonezya Birleşik Devletleri”ni resmen tanımak zorunda kaldı. 1950 senesinde devletin adı “Endonezya Cumhuriyeti” olarak değiştirildi. Ülkenin kurulu olduğu adalardan Yeni Gine Hollandalıların elinde kaldı. Endonezya ancak 1962 senesinde adanın batı kısmını Hollandalılardan kurtardı. 1965 Mayıs'ında Çin ve SSCB destekli bir devrim teşebbüsü oldu. Çeşitli birliklerden solcu general ve subayların ve Endonezya Komünist Partisi'nin öncülük ettiği bu girişim ABD gizli servislerinin büyük komploları sonucu ve ülkedeki Marksist kültürün çok yetersiz oluşu sebebiyle bastırıldı. 1.000.000 civârında insanın öldüğü iç savaşta komünistler ve komünist olduğundan şüphelenilenler dünyada eşine az rastlanan bir katliamla ortadan kaldırıldılar.Özellikle Çinli azınlık bertaraf edildi. Devletin kuruluşundan itibaren meydana gelen hâdiselerde oldukça yıpranan Ahmed Sukarno iktidarı, 1967’de General Suharto tarafından yapılan hükümet darbesi ile son buldu. Darbe sonunda başa geçen General Suharto daha sonra yapılan seçimleri de kazandı. 1982’de Sebker seçimleri kazandı. 1983’te Suharto dördüncü defa 10 Mart 1988’de beşinci defa başkan seçildi. Fakat 1998 yılındaki büyük bir ayaklanmayla Suharto ve siyasi rejimi devrildi. Ülke olağan bir parlamenter demokrasiyle idare edilmeye başladı. Kişi başına düşen millî geliri yıllık 2239 dolardır. Karma ekonominin hüküm sürdüğü Endonezya'da özel sektör ile devlet ekonomide güçlü bir etkisi vardır. Güneydoğu Asya'nın en büyük ekonomisi olup G20 ülkeleri arasındadır. Endonezya’nın üzerinde bulunduğu adalardan büyük olan beş tanesi, Sumatra, Borneo, Cava, Selebes ve Yeni Gine’dir. Yeni Gine Adasının Endonezya’ya âit olan batı kısmına İrian Barat adı verilir. Borneo Adasının Endonezya’ya ait olan kısmına ise Kalimantan adı verilir. Sumatra, Borneo, Cava ve Selebes adalarına Büyük Sunda Adaları; Bali, Lombok, Sumba, Sumbawa, Flores, Timor gibi orta büyüklükteki adalara Küçük Sonda Adaları; Buru, Ceram, Halmehera vb. adalara ise Moluk Adaları ismi verilir. Adalar arasında çeşitli iç denizler mevcuttur. İç denizlerle beraber yüzölçümü yaklaşık 5.000.000 km olan Endonezya’nın kara parçalarının toplam yüzölçümü ise 1.919.443 km2dir. İç denizleri, Cava, Sunda, Banda, Flores, Selebes ve Moluk denizleridir. Adaları birbirinden ayıran deniz ve boğazların önemli özellikleri derin olmalarıdır. Endonezya'nın başkenti Cakarta, Endonezya genel yapı îtibâriyle volkanik adalardan müteşekkildir. Çoğu sönmüş vaziyette yaklaşık 150 civarında volkan bulunmaktadır. Ülke Ekvator çizgisi üzerindedir. Büyük adalardan olan Sumatra ülkenin batısı
nda olup, Malakka Boğazı ile Asya kıtasından, kuzey batı, güney doğu doğrultusunda, güney doğuda Sonda Boğazı ile Cava Adasından ayrılmıştır. Birmanya’daki sıradağların bir uzantısı Sumatra Adasının batı kıyılarında devam eder. Bu sıradağlar sönmüş ve halen faaliyette bulunan pek çok volkandan müteşekkildir. 3000 m’yi aşan yüksekliklere sahip bu dağ silsilesinin kuzeyinde geniş ve verimli vâdiler, büyük göller bulunur. Adanın doğu kesimleri, düz ve basık olan ovalıktır. Bataklıklar doğu sahillerinde oldukça geniş yer kaplar. Büyük ırmaklara sâhiptir. Cava Adası, Sumatra ile Küçük Sonda adalar dizisinin en batısındaki Bali Adası arasında batı doğu istikametinde yer alır. Yaklaşık 1000 km boyunda ve 200 km eninde olan bu adada ekvatora paralel sıradağlar vardır. Bu sıradağlar, güneye daha yakın olup, üzerinde çok sayıda, bazıları hâlen tütmekte olan volkanlar mevcuttur. Adanın kuzeyi düz ovalı olmasına rağmen güney kıyıları yüksektir. Güney de deniz dibi fazla kayalık değildir. Bu da gemilerin adanın güney kıyılarına rahatlıkla yaklaşmalarını sağlamaktadır. Bu sebepten limanlar güneyde kuzey kıyılarına nispeten daha çoktur. Cava Adasının doğusunda yer alan orta büyüklükteki adalar topluluğu olan Küçük Sonda Adaları da fizikî yapı îtibâriyle diğer Sumatra ve Cava Adalarından pek farklı yapıya sâhip değildir. Topluluğu meydana getiren adaların hepsi volkanik olup, kıyıları düz ovalıktır. İrian Barat denilen Yeni Gine’nin Endonezya’ya âit batı kısımları da fizikî yapı olarak pek fazla değişmez. Bradjamusti Sıradağları, bölgenin ortasında batı doğu doğrultusunda yer alır. Güney kısmı verimli ovalarla kaplı olan bölgenin kuzeyinde orta kesimlerindekine nazaran daha alçak olan sıradağlar, paralel olarak yer alır. Bu iki dağ silsilesi arada yer alan ova ile birbirinden ayrılır. Her iki sıradağlardan inen çok sayıdaki ırmak tarafından sulanan ova oldukça verimlidir. Yeni Gine Adasının batı kısmı olan bu bölgenin ortasındaki Bradjamusti Sıradağlarında yer alan Carstenz Tepesi 5050 m ile ülkenin de en yüksek noktasıdır. Yeni Gine ve Selebes adaları arasında yer alan pek çok ada ve adacıktan müteşekkil olan Moluk Adaları da dağlıktır. Kıyıları çok girintili çıkıntılı, aynı oranda kayalık olan adalar gemilerin yanaşmasına müsait olmadığı halde bâzı yerler gemiler için iyi bir barınak vazifesi görmektedirler. Selebes Adası, adanın tam ortasındaki dağların dört farklı yöne açılması ile bir ahtapot görünümü arzetmektedir. Dört yarımadanın arasında kalan üç körfez de derin ve oldukça geniştir. Dağların en yüksek noktası 3840 m ile Latimodjang Tepesidir. Selebes Adası yakınlarında pek çok küçük adacıklar mevcuttur. Endonezya’yı meydana getiren adaların en büyüğü Borneo’dur. Bu ada siyasî bakımdan üç bölgedir. Kuzeyde ve kuzey batıda Malezya’ya bağlı Sarawak ve Sabah bölgeleri ve bu iki bölge arasında kalan bağımsız Brunei Devleti ile bu bölgelerin dışında kalan, adanın orta ve güney kısmını teşkil eden Endonezya’ya bağlı Kalimantan adı verilen bölgedir. Güney-batı, kuzey doğu istikametinde, Endonezya, Malezya sınırının bir kısmında dağlar uzanır. Kalan geniş kısımları düz ovalık, kıyı kesimleri ise bataklıktır. Genellikle alçak ve bataklık olan kıyılarında gemilerin yanaşmasına elverişli pek çok körfez vardır. Önemli akarsuları ülkenin büyük adalarında bulunmaktadır. Sumatra Adasındaki ırmaklar, Musi, Kampar, Rokar ve Hari’dir. İrian Barat bölgesindeki en önemli akarsu ise adanın ortasındaki sıradağlardan çıkıp, kuzeyde Büyük Okyanusa dökülen Mamberamo Irmağıdır. Borneo Adasının Endonezya’ya âit kısmı olan Kalimantan bölgesindeki en önemli akarsuları ise, Kayan, Mahakam, Barito ve Kapuas ırmaklarıdır. Ülkenin en önemli gölleri ise Sumatra Adasının kuzeyinde yer alan Toba Gölü, Selebes Adasındaki Towuti ve Poso gölleri ile Kalimantan bölgesindeki Semajang ve Djempang gölleridir. Endonezya, Hollanda’nın her ne pahasına olursa olsun, sömürge olarak kullanmaktan vazgeçmek istemediği seviyede bol doğal kaynaklara sahip bir ülkedir. İkliminden dolayı gür, tropik ormanlar ülkenin bitki örtüsünü meydana getirir. Ülkede bol ve çeşitli bitkiler vardır. Bataklıkların çok bulunduğu kıyı bölgelerinde bataklık bitkileri ve mangrovlar hâkim bitki örtüsüdür. Dağ yamaçlarının gür ormanlarla kaplı bulunduğu Sumatra’da bazı bölgelerde kauçuk ormanlarına da rastlanır. Küçük Sonda Adalarında, kerestesi makbul ağaçlarla kaplı ormanlar daha çoktur. Ülkede hemen hemen 2500 m yüksekliklere kadar ekvator bitkilerinin meydana getirdiği ormanlar vardır. Selebes Adasında düzlük olan bölgelerde iri yapraklı bitkiler daha hâkim olurken, yükseklere çıkıldıkça kerestesi mobilyacılıkta çok değerli olan abanoz ve tek ağaçları yaygınlaşır. Borneo Adasının kıyı kesimlerinde bataklıklar yoğun olduğundan bu bölgelerde bataklık bitkileri hâkimdir. Burada da iç kısımlarda ormanlar, değerli tropik ağaçlar barındırırlar. Bambu, ülkenin her yerinde en bol bulunan ağaçtır. Palmiye, muz, hint kirazı ve turunçgillerin yaygın olduğu Endonezya’da, yüksek ve yağışın daha az bulunduğu bölgelerde ormanlar seyrekleşir ve yerlerini savanlara, tik, kazein, okaliptus ağaçlarına bırakır. Hayvan çeşitleri çok boldur. Dünyâda kuş çeşitlerinin bolluğu ile meşhurdur. Tropik ormanlarda kaplanlar, leoparlar, büyük orangutanlar, maymunlar, her boyda yılanlar, sürüngenler, bataklık bölgelerinde timsahlar ülkenin her bölgesinde bulunan hayvanlardır. Sumatra ve Kalimantan’da Hindistan filleri, Sumatra ve Cava adalarında ise gergedanlar bol olarak bulunur. Yer altı zenginlikleri bakımından da yer üstü zenginliklerinde olduğu gibidir. Bol ve çok çeşitli madenler mevcuttur. Kalay, petrol, doğalgaz, kömür, boksit, manganez, altın ve gümüş yatakları dünya rezervleri arasında önemli bir yer işgal eder. Ayrıca bunlardan başka nikel, bakır ve iyot ile tuz da zengin yeraltı madenleri arasında yer alır. 2010 nüfus sayımına göre Endonezya nüfusu 237.64 milyondur. 2015 yılında 255.4 milyon olarak tahmin edilmektedir. Nüfusun %58'inin yaşadığı Cava adası, dünyanın en yoğun nüfuslu kalabalık adasıdır. Ülke, en kalabalık İslam nüfusunu barındırır. Ülkenin en dikkat çekici özelliklerinden biri de nüfus dağılımının çok düzensiz olmasıdır. Cava adası nüfus yoğunluğunun en fazla olduğu bölgedir. İrian Barat ise yoğunluğun en az olduğu bölgedir. Ülke yüzölçümünün % 7’sini teşkil etmesine rağmen Cava’da nüfus yoğunluğu kilometre kareye 450 kişidir. Yoğunluğun en az olduğu İrian Barat bölgesinde ise kilometre kareye 1,7 kişi düşer. Ülkenin başşehri olan Cakarta, Cava adasında bulunmaktadır. Endonezya’nın önemli şehirleri de buradadır. Halk genellikle tarımla uğraşır. Buna rağmen nüfusu milyonları aşan pek çok büyük şehirleri vardır. Ülke halkının başlıca besin maddesi pirinçtir. Halkın % 50'si köylerde yaşar. Kıyı bölgelerinde yaşayan halk ile iç kesimlerde yaşayanlar arasında hayat tarzı ve kültür farklılıkları oldukça fazladır. Halk güzel evler yapmaya düşkünlükleri ile meşhurdur. Yaptıkları evler iklim ve imkânlar icâbı, daha ziyade kazıklar üzerine kurulmuş, çatıları çok dik, genellikle bambudan yapılmıştır. Temel gıda maddeleri pirinç olmasına rağmen, bazı fakir bölgelerde mısır ve manyok bitkilerinin pirinç yerine ikâme olduğu görülmektedir. Erkek ve kadınlar gelenek halinde olan, kain veya sarong adı verilen, vücuda sarılan elbiselere bürünürler. El sanatları, özellikle kumaş dokuma ve işleme yönünde çok yaygındır. Batik denilen egzotik renk ve desenli kumaşlar en fazla işlenen el sanatı ürünleridir. Endonezya anayasası seküler bir anlayıştadır. Ancak değişik dini inanışların ülkedeki politik, ekonomik ve kültürel yaşayışa etkisi önemli düzeydedir. 2010 nüfus sayımına göre halkın % 87,18'i Müslümandır. Kalanı ise Hristiyanlık, Konfüçyanizm, Budizm ve Putperestlik gibi inançlara sahiptirler. Ülkede 300 farklı etnik grup bulunmakla birlikte, bunların %95'i yerel Endonezya halklarıdır. Nüfûsun büyük bir kısmını meydana getiren halklardan başka Papular, Bataklar, Alaslar, Kabauslar, Gojolar, Araplar, Çinliler ve Hindular da etnik grupları teşkil eder. Ülkede, birbirine çok benzeyen 250’den fazla dil kullanırlar. Bağımsızlıktan sonra yapılan çalışmalarla ülkenin resmî dili olarak, kullanılan farklı lehçelerin ortak kısımlarını ihtiva eden “Bahasia” denilen lisan kabul edilmiştir. Hollandalılar sömürge zamanlarında kendi dillerini okullarda zorunlu tutmuşlardı. Fakat, halk bunu kabul etmemiştir. Okuma yazma oranı toplam nüfusa göre % 75’tir. Bu oran bağımsızlıktan önce % 50’nin altındaydı.Günümüzde 8-14 yaş arası öğretim zorunlu ve parasızdır. 14’ü bağımsızlıktan sonra kurulmuş olmak üzere 17 üniversite vardır. Endonezya’da başkanlık sistemine dayalı, cumhûriyet rejimi vardır. Parlamento, 460 üyeli Millet Meclisi’nden meydana gelmektedir. 1967’ye kadar ülkeyi Achmed Soekarno başkanlığındaki hükümet yönetti, bundan sonra da Soeharto başkanlığa geçti. Ülke idari bakımdan 21 bölgeye ayrılmıştır. Ülkede uzun yıllar baskın durumda olan ve tek başına iktidar görevini yürüten partisi, 1999 seçimlerinde oy oranını %74.51'den %22.46'e düşürdü. Ardından 1999 ile 2002 yılları arasındaki anayasal reformlar sonrasında rejimde köklü bir değişim yaşandı. Bunların arasında en çok iki defa beş yıllığına görev yapacak başkan ve başkan yardımcısının doğrudan halk tarafından seçilmesi de bulunuyordu. Daha önce anayasaya göre en yüksek seviyede olan hem anayasaya bağlı diğer kurumlar düzeyine indirildi, hem de başkanı seçme alındı. 2004 yılında ilk kez başkan ve yardımcısı halk tarafından seçildi ve 2004 ile 2009 yıllarında 'den Susilo Bambang Yudhoyono başkan seçildi. 20 Ekim 2014 tarihinde adına aday olan ve mecliste azınlıkta olan partilerin desteklediği Cakarta valisi Joko Widodo, %53,15 oyla başkan seçildi. Böylece 10 yıldır başkanlığı elinde bulunduran Susilo Bambang Yudhoyono'nun dönemi sona erdi. (Oysa Widodo'yu destekleyen partilerin yalnız 6 ay önce 9 Nisan 2014 seçimlerindeki oy oranlarının toplamı %40.88 idi.) Ekonomide tarımın hala kuvvetli bir ağırlığı bulunmaktadır. Fakat bağımsızlığına kavuştuğundan
beri sanâyi, mâdencilik ve ticârette çok önemli ilerlemeler kaydedilmiş ve bu ilerlemeler devam etmektedir. Topraklarının sadece %7,5’u ekilebilir durumdadır. Sulanabilen arâzilerde senede iki defa mahsul almak mümkündür.Ayrıca orman ürünü ihraç eden ülkeler arasındadır. Ülkede en çok ekilen tarım ürünü pirinçtir. Pirincin çok yetiştirilmesine rağmen, halkın temel beslenme maddesi olduğu için ülke ihtiyacını dahi karşılayamamaktadır. Ekilebilir arâzilerinin çoğunluğu Cava, Bali ve Sumatra adalarındadır. Bu durum nüfus dağılımının en etkili faktörüdür. Pirincin yanında çay, baharat, tütün, mısır, yer fıstığı, şekerkamışı, manyok, patates, kahve, soya fasulyesi yetiştirilen önemli ürünlerdir. Ülkenin üçte ikisinin ormanlık olması ekonomiye orman ürünlerinin katkısını arttırmaktadır. Orman ürünlerinde dünyâ ülkeleri arasında ikinci sırayı almaktadır. Kerestesi değerli olan abanoz ve hint meşesi ağaçları, kauçuk ormanlarından elde edilen kauçuk, kına ağacı kabuklarından elde edilen kinin ülke ekonomisine büyük katkısı bulunan orman ürünleridir. Dünyâ kinin ihtiyacının % 90’ını Endonezya karşılamaktadır. Ormanlar devlet kontrolündedir. Giderek büyüyen dünya ekonomisinin etkisiyle Endonezya da dış ülkelerle olan ticari ve endüstriyel ilişkilerini artırmış ve yıllık 100 milyar doların üzerinde ihracat yapmaya başlamıştır. Bunda en büyük etken olağanüstü bir kalkınma süreci gösteren Doğu Asya ekonomilerinin ülkenin yanıbaşında bulunmasıdır.Özellikle Çin ve Japonya ile ilişkiler Endonezya ekonomisine büyük bir ivme kazandırmaktadır. Madenlerin işletilmesi sömürge devrine göre, ülke için daha faydalı hâle gelmesine rağmen, ekonomi halen dışa bağımlı, dış yatırımlara muhtaçtır. Senelik 50 milyon ton olan petrol üretimi ülke petrol rezervlerinin pek azının değerlendirilmesi ile elde edilir. Petrol rafinerilerinin gelişmesi her geçen gün petrol üretimini artırmaktadır. Petrol en ziyâde Sumatra ve Kalimantan bölgelerinden elde edilmektedir. İhracatının yarısını petrol tutmaktadır. Petrol ve tabiî gaz istihsalinden sonra ülke maden üretiminde ikinci sırayı teşkil eden kalay istihsalinde dünyâ devletleri arasında üçüncü sırayı almaktadır. Sanâyi, ancak bağımsızlıklarına kavuştuktan sonra kurulmaya başlandı. Petrol rafinerileri, demir-çelik sanâyii, lâstik, çimento, kâğıt, kinin, gübre, dokuma fabrikaları her geçen gün çoğalmaktadır. Tuz üretimi devlet tekelinde olup, ülke ihtiyacını karşılayacak seviyededir. Limanları her tonajdaki gemilerin yanaşmasına elverişli, tersaneleri de her geçen gün gelişmekte olmasına rağmen kendi deniz filosu yetersizdir. Ülkenin en çok sıkıntı çektiği husus elektrik enerjisinin yeterli olmamasıdır. Fakat son yıllarda bu konuda kayda değer çalışmalar yapılmaktadır. Makina, elektronik, dokuma ve kimya sanayi gelişme içerisindedir. Hayvancılık ülke ekonomisinde fazla bir yer tutmaz. Sâdece koyun, keçi ve kümes hayvanları beslenmesi yaygındır. Ülkenin fizikî yapısı icabı balıkçılık ekonomide geniş bir yer tutar. Son zamanlarda senelik balık istihsali iki milyon ton dolaylarına erişmiştir. Genellikle kıyı balıkçılığı olarak yapılan balıkçılık, ülke için ticârî bir vasıf taşımaz. Japonya’nın yardımlarıyla balıkçılık gelişmekte, açık deniz balıkçılığı için çalışmalar yoğunlaşmaktadır. Karayolu ulaşımı önemli olmadığı için fazla gelişmemiştir. Hava ve deniz ulaşımı ülke ihtiyacını karşılayacak seviyededir. Paris Paris, Fransa'nın başkenti ve Île-de-France bölgesinin merkezidir. Sen Nehri'nin üzerine, Paris Havzası'nın ortasına kurulmuştur. Paris'te ikamet edenlere "Parisien(ne)" diye hitap edilir. Tüm dünyada anıtları, sanatsal ve kültürel yaşamı ile bilinen Paris, aynı zamanda dünya tarihinde önemli bir şehir olmakla birlikte, başlıca ekonomik ve politik merkezler arasında yer almakta ve uluslararası taşımacılığın geçiş noktalarından birini oluşturmaktadır. Moda ve lüksün dünya başkenti olan Paris, "Işık Şehir" ("Ville Lumière") diye de anılmaktadır. Paris şehrinin özlü sözü Latince ""Fluctuat nec mergitur"" yani "Sallanır ama batmaz" (Fransızca: « Il est battu par les flots sans être submergé »). Şehrin armasındaki ""Scilicet"" yani gemiyi anlatmak için kullanılır. Bu gemi Ortaçağ'da şehri yöneten güçlü "Gemiciler" (Nautes) ya da "Su tüccarları"nın kurduğu birliği sembolize eder. Şehrin koruyucusu, 5. yüzyılda Attila'yı şehri yıkmaması için ikna ettiğine inanılan Azize Geneviève'dir. 2007 yılında Paris şehir sınırları içindeki nüfusun 2.200.000 kişi olduğu INSEE ("Institut national de la statistique et des études économiques" - Ulusal istatistik ve ekonomik çalışmalar enstitüsü) tarafından tahmin edilmektedir. 20. yüzyılda şehir sınırlarının dışına taşarak büyümüş ve banliyöleriyle birlikte 2007'de 11,8 milyonluk nüfusa ulaşmıştır.. Paris adını Galya halklarından Parisii lerden almaktadır. "Paris" aslında Romalıların "Lutetia" yerine kullandıkları "Civitas Parisiorum" (Parisiilerin şehri) adının zamanla değişmesi sonucu oluşmuştur. "Paris" aynı zamanda şehrin etrafındaki yöreye de ("Parisis") verilen isim olmuştur. Cormeilles-en-Parisis ve Fontenay-en-Parisis gibi şehirlerin isimlerinde buna rastlanır. Bu adın kaynağı tam olarak bilinememektedir. Paris bölgesinde çokça bulunan taş ocaklarına istinaden Galce ""kwar"" ("taş ocağı") kelimesinden geliyor olabilir. Başka etimolojilerde önerilmiştir. Pierre Hubac ve Cheikh Anta Diop'a göre, Parisiilerin adı Mısır tanrıçası İsis'ten gelmektedir çünkü Paris bölgesinde İsis'e adanmış birçok tapınak ya da Eski Mısır dilinde ""per Isis"" bulunmaktaydı. Bir efsane de Paris adını dalgalar altında kalıp denize batan efsanevi Ys şehriyle birlikte anar. Maurice Druon ""Paris de César à Saint Louis"" (Sezar'dan St.Louis'ye kadar Paris) adlı kitabında Paris adının Galce ""par"" (gemi) sözcüğünden geldiğini iddia eder. Şekli gemiye benzeyen, su üzerine kurulmuş, geçimini suya borçlu olan ve ismini de belki sudan almış olan bir şehir. Bir ada olan Lutèce'in refahı "gemiciler" tarafından sağlanıyordu ve bu gemicilerin sembolü olan gemi de şehir armasını oluşturmuştur. Seine nehri kıyılarında yapılan teraslama çalışmaları sırasında bulunan oymataş el aletlerinin gösterdiği gibi Paris kent alanı yaklaşık 40.000 yıldır insanlar tarafından yerleşim alanı olarak kullanılmaktadır. En önemli arkeolojik bulgular 12. bölge'de 1991 yılında ortaya çıkartılan Paris bölgesindeki en eski kalıcı insan yerleşimine ait kalıntılardır. Bercy'de yapılan altyapı çalışmaları sırasında MÖ 4.000 ile 3.800 yılları arasında avcılık dönemine ait Seine nehrinin eski kıyısında yerleşik bir köyün izlerine rastlanmıştır. Bu kalıntılar çok önemli arkeolojik değere sahip olan birçok tahtadan oyma kayık, topraktan çanak çömlek, ok ve yaylar, kemik ve taştan aletlerdi. Diğer buluşlar da 14. bölge ile 13. bölge arasındaki su kemerleridir. Aşıklar şehri olarak bilinir. Tarih öncesi yerleşimlerle Galya-Roma dönemi arasında olup bitenler hakkında pek bir şey bilinememektedir. Tek emin olunan nokta Sezar'ın birlikleri ülkede dolaşırken bölgenin hâkimlerinin hala Parisiiler olduğudur. Bazıları Parisiilerin Paris'i kurmasının tarihi olarak MÖ 250 ile 200 yılları arasını göstermektedir ancak önemli kanıtları yoktur. MÖ 52 yılında Jül Sezar'ın teğmeni Labienus Paris şehrini ele geçirdiğinde Romalılar tarafından ""Lutetia"" (Fransızcası: Lutèce) diye adlandırılmıştır. Galya'nın başkenti görevini "Lugdunum" (Lyon) şehri yapmaktaydı. O zamanki Galya şehrinin tam olarak nerede yerleştiği konusunda kesin bilgi yoktur. Uzun süre buranın île de la Cité'de olduğu düşünülmüştür ancak metro çalışmaları nedeniyle baştan aşağı bu adada kazı çalışmaları yapılmış ve hiçbir ize rastlanmamıştır. Galya şehri île Saint-Louis'de ya da bugün artık karşı kıyı ile birleşmiş olan ve Bièvre nehri'nin yarattığı delta üzerinde bulunmuş olan bir adada da bulunmuş olabilir. Çok tartışılan başka bir varsayıma göre ise ilk kurulan Galya köyünün Nanterre'deki Valérien tepesi'nden çok uzak olmadığı yönündedir. Roma şehri 1. yüzyılda nehrin sol kıyısına kurulmuştur. Şehrin Saint-Germain Bulvarı'ndan Val-de-Grâce'a ve "rue Descartes"'tan jardins du Luxembourg'a kadar uzandığı düşünülmektedir. Lutèce şehri bir cardo (Roma şehirlerinde kuzey-güney doğrultusundaki ana cadde) olan "rue Saint-Jacques" çevresinde dik kesen sokaklardan oluşan bir şehir yapısıyla yerleşmişti. Roma şehirlerinde olduğu gibi forum, hamamlar, tiyatro, arena ve nekropol bu şehirde bulunmaktaydı Paris şu andaki adını 5. yüzyılda alır ve Romalılar'a karşı elde ettiği zaferin ardından Frankların kralı Merovenj Hanedanından I. Clovis 508 yılında Paris'e yerleşerek burayı başkenti yapar. Nehrin sağ kıyısına 6. yüzyıldan itibaren bir kilisenin kurulduğu dikkat çeker: Saint-Gervais kilisesi (günümüzde "Hôtel de ville" 'in arkasında bulunmaktadır. 9. yüzyılda Saint-Gervais ve Saint-Germain-l'Auxerrois kiliselerinin (günümüzde Louvre'un yakınında bulunmaktadır) çevresinde koruma amaçlı duvarlar inşa edilmiştir. Nehrin sol kıyısı 885 yılında Vikingler tarafından tamamen yokedilmiştir. Taht 987 yılında Capet hanedanına geçti. Paris, Orleans şehri ile birlikte bu hanedanın kişisel serveti içinde yer alıyordu. Bu hanedanın atası I. Eudes şehri Vikingler'e karşı savunmasıyla ünlenmiştir. Paris, II. Dünya Savaşı'nda, 14 Haziran 1940 tarihinde, Alman ordusu tarafından işgal edildi. 25 Ağustos 1944 günü, şehir Fransızların 2. Zırhlı Tümeni ve Amerika Birleşik Devletleri Ordusu 4. Piyade Tümeni tarafından kurtarıldı. Meryem Ana'ya adanarak yapılan bu gotik katedral, Sein Nehri'nin ortasındaki Île de la Cité'nin doğu kısmında bulunur.Bu katedral Paris'in sembollerinden biri haline gelmiştir.19. yüzyılın başlarında yıkılma kararı alınan katedralin kurtarılması için ünlü Fransız yazar Victor Hugo "Notre Dame'ın Kamburu" adlı romanı yazmıştır.Halkın da desteğiyle yıkılmaktan kurtulmuştur. 1793'te açılan ve müze yapılan bina aynı zamanda Fransa'nın ilk devlet müzesidir.Koleksiyonunda La liberté guidant le peuple,Mona Lisa, Winged Victory of Samothrace ve Venus de Milo gibi birçok
şaheser görülebilir.Sadece dış görünüşü bile insana bu sarayın harikuladeliğini gösterir.Mimarinin en muhteşem örneklerinden biridir ve Fransız usulü dik çatıları da dikkat çekicidir. Avrupa'nın ve Dünyanın en büyük müzesi olarak bilinmektedir. Ayrıca, Avrupa'da en çok ziyaret edilen müzelerden biridir. Bunun yanında, Paris'te gezilecek yerler bakımından en önemli ve en merak edilen yerlerden biridir. Müzede, toplamda 70.000 sanat eseri yer almaktadır. Şüphesiz müzenin en önemli eseri "Mona Lisa"dır. İnşasını Napoleon'un emrettiği kilise, Fransız Ordusu'nun ululuğuna ve görkemliliğine yaraşır bir zafer tapınağı olması için yapılmıştır. 1806'da Pierre-Alexandre Vignon tarafından tasarlanmıştır. Korint tarzı sütunlarla çevrelenmiş tapınak, Boubonlar'ın yönetimi ele geçirmesiyle Hristiyan kilisesine dönüştürülmüştür. Adını Yunan mitolojisinde cennet olarak gösterilen Elysion ovalarından almıştır. Paris'in en güzel caddesi olarak bilinir. Cadde, yukarı doğru çıkarsanız sizi Zafer Takı'na, aşağı doğru inerseniz sizi Concorde Meydanı'na çıkarır. Daha ilerde ise Jardin des Tuileries ve Louvre Müzesi vardır. Birçok gösterinin yapıldığı bu cadde adeta Paris'in kalbidir. İsmini, inşa ettiren firma olan Gustave Eiffel'den alır. Kule tüm dünyaya kendini Fransa'nın sembolü olarak tanıtmıştır. Muhteşem bir mühendislik eseri ve estetik bir kuledir. Fransız Devrimi'nin kutlamaları için düzenlenen Paris fuarına kapı olarak yapılmıştır. Kule sadece 20 yıl kalması için inşa edilmişti. 1909'da yıkılması gereken kule Atlantik ötesi haberleşmeye imkan tanıdığından kalmasına izin verildi. İslam İşbirliği Teşkilatı İslam İşbirliği Teşkilatı ya da kısaca İİT (Arapça: منظمة المؤتمر الإسلامي, İngilizce: "The Organisation of Islamic Cooperation", Fransızca: "Organisation de la Coopération Islamique"), Eylül 1969 tarihinde Fas'ın başkenti Rabat'ta toplanıp İslam ülkelerini çatısı altında toplamak üzere kurulan 57 üyeye sahip, uluslararası hukuk tüzel kişiliğini haiz bir uluslararası teşkilattır. 38. Dışişleri Bakanları toplantısında alınan karar gereğince örgütün ismi İslam İşbirliği Teşkilatı olarak değiştirilmiştir. "Church of God" adlı tarikata bağlı Denis Michael Rohan adında Avustralyalı bir Hristiyan'ın 21 Ağustos 1969 tarihinde Mescid-i Aksa'yı kundaklamayı denemesinden sonra İslam ülkeleri başkanları BM'de daimi olarak temsil de edilen "İslam Konferansı Teşkilatı"nı kurdular. Pakistan'daki ikinci toplantılarında İslam Kalkınma Bankası'nın kuruluş planı gündeme getirildi. Bunun ardından İKÖ maliye ve ekonomik işleri bakanları 1973 yılında katıldıkları Cidde toplantısında mali ve parasal bir müessesenin kuruluşunun önemini vurguladılar. Nihayet İslam Konferansı Teşkilatı'nın 20 Ekim 1975 tarihli zirve toplantısında İslam Kalkınma Bankası'nın kuruluş planı onaylandı. Bugün İslam ülkelerinin tek çatı altında toplandığı tek kuruluş sıfatına sahiptir. Siyaset yapan en yüksek organı olan, üye devletlerin devlet başkanları ve hükümet yetkililerinin katıldığı ve her üç yılda bir yapılan İslam Zirvesi'nde alınan kararların işleyişini incelemek için üye ülkelerin dışişleri bakanları her yıl toplanır. Organizasyonun yönetici organı ise daimi sekreterya, iki organın kararlarının uygulanması ile görevlendirilmiştir ve merkezi Suudi Arabistan'ın Cidde şehrinde yer alır. Şu anki Genel Sekreter 2016'dan beri Yusuf Bin Ahmed El Useymim'dir. İslam İşbirliği Teşkilatı'nın başlıca organları şunlardır; İç hastalıkları İç hastalıkları, tıbbın bir ana bilim dalıdır; "Dahiliye" olarak da bilinir. İnsanın sindirim sistemi, böbrek, kalp, akciğer, kan hastalıkları, kanserin dahili tanı ve tedavisi, romatizmal, hormonal ve alerjik hastalıklar, yaşlı hasta grubunun sağlığı ve hastalıkları ile ilgilenir. José Ortega y Gasset José Ortega y Gasset (d. 9 Mayıs 1883, Madrid - ö. 18 Ekim 1955, Madrid), İspanyol filozof. Madrid ve Alman üniversitelerinde okudu. 1910'da doğduğu kente (Madrid) dönerek metafizik profesörü oldu. Çeşitli dergiler çıkararak İspanya'da kültür ve edebiyatı yeniden canlandırma hareketinde önemli bir isim oldu. "La Revista de Occidente" bu dergilerin en tanınmışıdır. İç savaşın çıkmasıyla İspanya'dan ayrılan Gasset, önce Fransa'da, sonra Arjantin'de yaşadı. Yaşamının son yıllarında tekrar İspanya'ya döndü ve 1955'te Madrid'te öldü. Ne söylediği kadar nasıl söylediğine de önem veren bu İspanyol filozof, Camus'ye göre ""Nietzsche'den sonra belki de en büyük Avrupalı yazar""dır. Varoluşçu düşünce içerisinde anılması gereken önemli düşünürdür. Kültürel ve siyasi açıdan muhafazakâr biri olan Gasset, tıpkı diğer varoluşçu düşünürler gibi, insan söz konusu olduğunda, varoluşun özden önce geldiğini söyler. Ona göre, taşa bir varoluş verilmiştir, onun olduğu şey olması için çarpışması, mücadele etmesi gerekmez. Oysa insan, içinde bulunduğu her anda, varoluşunu yeniden yaratmak, özünü belirlemek durumundadır. Gasset'nin bitiremediği büyük yapıtının derslerinde de kullandığı uzun bir bölümü, 1957'de "El hombre y la gente" (İnsan ve "Herkes") adıyla yayımlandı. Ortega y Gasset'nin Türkçedeki ilk kitabı 1968 yılında May Yayınları tarfından çıkarılan "Kitlelerin Ayaklanışı"(')dır. Bilgisayar ağı Bilgisayar ağı, küçük bir alan içerisindeki veya uzak mesafelerdeki bilgisayarların ve/veya iletişim cihazını iletişim hatları aracılığıyla birbirine bağlandığı, dolayısıyla bilgi ve sistem kaynaklarının farklı kullanıcılar tarafından paylaşıldığı, bir yerden başka bir yere veri aktarımının mümkün olduğu iletişim sistemi. En az iki bilgisayarı birbirine bağlayarak bir ağ oluşturulur. 1980'li yıllarla birlikte, Ethernet ve LAN teknolojisinin gelişmesiyle, kişisel bilgisayarlar ve ofisler bilgisayar ağlarına kavuşmuştur. En bilinen ve en büyük bilgisayar ağı, İnternettir. İlk bilgisayar ağı, İleri Araştırma Projeleri Ajansı'nın Amerikan Savunma Bakanlığı için geliştirdiği İleri Araştırma Projeleri Ajansı Bilgisayar Ağı yani ARPANET (Advanced Research Projects Agency Network)'tir. 1960'lı yılların sonlarında Hawaii Üniversitesi ALOHA adını verdiği bir geniş ağ kurdu. Üniversitenin amacı kampüsün değişik noktalarına yayılmış olan bilgisayarları birbirine bağlamaktı. Bu network modelinin günümüze kadar gelen en önemli özelliği CSMA/CD olarak adlandırılan tekniktir. CSMA/CD nin açılmış hali carrier detect, multiple access with collusion detect (taşıyıcı sinyalin algılanması, çoklu erişimce çarpışmanın tespiti). Taşıyıcı sinyalin algılanması -carrier sence- ağ kartının kablodan bilgi transfer etmeden önce belirli bir süre hattı dinlediği anlamına da gelir. Çoklu erişim, aynı kabloya birden fazla bilgisayarın bağlanabileceğini belirtir. Çarpışmanın tespiti ise hattaki verilerin çarpışmasını engellemek için alınmış bir güvenlik önlemidir. Bu eski ağ tasarımı bugünkü ethernetin temelidir. 1972 yılında XEROX firması deneysel amaçlı ilk ethernet kartını üretti ve 1975 yılında ilk ethernet ürününü piyasaya sürdü. Bu ürünün orijinal versiyonu 2.95 Mbps hızında 1 km kablo ile 100 den fazla bilgisayarı birbirine bağlamak üzere tasarlanmıştı. XEROX ethernet kartı çok başarılı oldu. Intel, Xerox ve Digital 10 Mbps ethernet konusunda yeni bir standart getirdiler. Oluşturulan bu standart bugün kabul gören IEEE 802.3 standardı ile büyük benzerlikler göstermektedir. Ethernet yerel iletişim ağı altında sistemleri birbirine bağlayan bir tür kablolama ve sinyalleşme biçimidir. Bilgisayar haberleşmesinin temelinde OSI modeli geçerlidir. OSI modellemesinde ilk iki katmanda (1. katman -fiziksel- ve 2.inci katman -data link-) belirlenen Ethernet, ilk kez 1980'lerde Xerox firmasının DEC ve Intel firmalarıyla ortaklaşa yaptığı çalışmalar sonucunda, Ethernet Versiyon I. için `Blue Book Standard' (Standart Mavi Kitap) adı altında, bu versiyonun kullandığı standartları açıklayan bir kitap ortaya çıkarılmıştır. Burada açıklanan standartlar arasında, `baseband' tekniği, CSMA/CD (Carrier Sense Multiple Access/Collision Detect) network standardı ve ethernetin ilk dönemlerinde kullanılan ve uzun yıllar yaygın bir şekilde uygulanan coaxiel kablo kullanım standartları anlatılmaktadır. Bu standart daha sonra 1985 yılında çıkan Ethernet II adlı yeni standartla revize edilmiştir. IEEE (Institute of Electrical and Electronics Engineer) 802 numaralı projesinde ve 802.3 CSMA/CD network standardının oluşumunda, Ethernet II Versiyonu baz alınmıştır. Genelde de ethernet paketinin başında yer alan bilgi (header) dışında bir farkları olmadığı için, ikisi birbirlerinin yerine anılırlar. Karasal mikrodalgalar dünya tabanlı alıcı ve vericiler kullanır. Bu ekipmanlar çanak antenlere benzerler. Karasal mikrodalga hattı düşük gigahertz aralığı kullanır. Mikrodalga antenler genellikle binalar, kuleler, tepeler ve dağ zirveleri üstüne yerleştirilir. Bilgisayar ağları çeşitli amaçlar için kullanılır: Bilgisayar ağları büyüklüklerine, topolojilerine ve kullanılan protokollere göre çeşitli türlere ayrılırlar. Ağ katmanının ana görevi yönlendirmedir (routing). İletilen veri blokları ağ katmanına geldiğinde paket olarak adlandırılır. Yönlendirme işlemi paketlerin yerel network dışında diğer bilgisayar ağlarına gönderilmesini sağlar. Ağ katmanında iki istasyon arasında verinin iletimi kontrol edilir. Bu veri iletilmesi sırasında bunun en ekonomik yoldan gerçekleşmesine dikkat edilir. Bu katman sayesinde verinin routerlar aracılığıyla yönlendirilmesi sağlanır. Yönlendirme işleminde verinin ağ adreslerine bakılır. Bilgisayar ağı aşamasında mesajlar adreslenmesi ve mantıksal adreslerin fiziksel adreslere çevrilmesi gerçekleştirilir. Bu aşamada ağ (network) trafiği ve yönlendirme (routing) gibi işlemler de yapılır. Jorge Luis Borges Jorge Francisco Isidoro Luis Borges Acevedo veya bilinen adıyla Jorge Luis Borges (d. 24 Ağustos 1899 - ö. 14 Haziran 1986), Arjantinli öykü, deneme yazarı, şair ve çevirmen. Büyülü gerçekçilik akımının önde gelen isimlerindendir ve gerçeküstücülük konusunda yazdığı denemeleri ile ünlüdür. Borges, 24 Ağustos 1899 tarihinde Buenos Aires'te
doğdu. Babasının annesi İngiliz olduğu ve evde iki lisan birden konuşulduğu için daha çocukken her iki lisanı da çok güzel konuşabiliyordu. Oğluna satranç tahtasında Zeno'nun paradoksunu öğreten Jorge Guillermo Borges avukat ve psikoloji öğretmeniydi. Evlerinde Borges'in muhayyilesini sürekli olarak işgal edecek bir bahçe ve kütüphane vardı. Babasının görme yetisinin azalması üzerine, aile tedavi için I. Dünya Savaşı'ndan önce (1914) Cenevre'ye taşındı. Burada kaldıkları süre boyunca Borges Calvin Koleji'ne devam ederek, Lâtince, Fransızca ve Almanca öğrendi. Sembolizm akımının örneklerinden Verlaine, Rimbaud ve Mallarmé'in eserleriyle bu sırada tanıştı. Schopenhauer'a olan sevgisi ve Walt Whitman'ı keşfetmesi de Cenevrede'yken başladı. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra ailesiyle birlikte İspanya'ya taşındı. Borges artık yazar olmaya karar vermişti, babasına 1870'lerde geçen bir roman yazmaya yardım ediyordu. Birkaç edebî gruba girme çalışmasından sonra, kendine akıl hocası buldu: Endülüs'lü şair Rafael Cansinos-Asséns. Onun etkisiyle kendisini "ultraistler" grubundan saymaya başladı ama kısa zamanda aidiyet hissinden sıkılarak kimseye bağlı olmadan bir şeyler yapmaya çalıştı. Denemelerle ve şiirle pasifizm, anarşi, Rus devrimi gibi bâzı şeyleri övdüğü, genel düşüncelerini dile getirdiği iki kitap yazdı. Ama sonra yazdıklarından utanarak, her iki kitabı da İspanya'dan ayrılmadan önce imha etti. 1921'de ailesiyle Buenos Aires'e geri dönmesinden sonra, babasının arkadaşı Macedonio Fernandéz'in düşüncelerinden etkilenmesi, düşüncenin yeni yollarına yönelmesine neden oldu. Fernandez'in düşünceleri Schopenhauer, Berkeley ve Hume'ün bir yansıması idi. Edebî stili ekzantrik ve düşünce tarzı karmaşıktı. Borges'e en büyük etkisi her şeye kuşkuculukla bakmasını sağlamasıdır. 1923'te ilk kitabı olan "Buenos Aires Tutkusu" ("Ferver de Buenos Aires")'i çıkardı. 1924-1933 arası Borges için oldukça heyecan verici bir zamandı. Bu dönemde pek çok yazısı ve şiiri basıldı. "Luna de Enfrente" 1925'te, "San Martin Defteri" ("Cuaderno San Martín") 1929'da basıldı. 1933-1934 yıllarında "Crítica'da Alçaklığın Evrensel Tarihi" ("Historia universal de la infamia") yayımlandı. Bu öykü dizisi, önceden basılmış bâzı hikâyelerden alınan karakterler ve fikirler üzerine yeniden hikâye yazmakla oluşmuştu. Gerçeği ve hikâyeyi harmanladığı bu hikâyeler gerçeküstü bir otantizm taşıyorlardı. Daha sonraları bu tarz "büyülü gerçekçilik"in ilk örneklerinden sayılacaktı. Ama onun asıl kariyeri 1935'te yazdığı "Borges stili"nin ilk örneği denilen, hayâlî bir romanı eleştirdiği "Al-Motasim'e Bir Bakış" isimli öyküsüdür. 1936'da denemelerini topladığı Sonsuzluğun Tarihi "Historia de la Eternidad" basıldı. Bu sırada maddî sıkıntılar çekiyordu, bu nedenle 1937'de Belediye Kütühânesi'nde çalışmaya başladı. Kütüphânedeki işi hafif olan yazar, iş günlerinin kalanını klâsikleri okuyarak ve modern edebiyatın uluslararası örneklerini İspanyolca'ya çevirerek geçirmiştir. Virginia Woolf'un ve William Faulkner'ın kitapları İspanyolcaya ilk kez bu dönemde Borges tarafından kazandırılmıştır. Yaratıcılığını kaybetmekten korkan Borges, eşşiz bir eser yazmak istedi ve "Pierre Menard, Don Quixote'un Yazarı"'nı kaleme aldı. Ardından da "Tlön, Uqbar, Orbis Tertius" geldi. Her iki hikâye Victoria Ocampo'nun "Sur" edebiyat dergisinde yayınlandı. Bunların başarısının verdiği motivasyonla Babil Kütüphanesi'nin çalışmalarına başladı. 1941'de bu öykülerin toplandığı Yolları Çatallanan Bahçe basıldı. Aynı hikâyeler toparlanarak ""Artifices""e eklendi ve ve 1944'de "Ficcione"s adıyla yeniden basıldı. 1942'de "Bustos Domecq" takma adı altında Adolfo Bioy Casares ile birlikte polisiye hikâyeler dizisi olan Don İsidro İçin Altı Problem'i yazdılar. Felsefe, gerçekler, fantazi ve gizemleri harmanladığı bu yeni öykülerin yanında, El Hogar'da anti-semitizmi, faşizmi ve nazizmi eşeltiren politik makaleler de yazıyordu. Bu makalelerle oldukça tanındı. 1946'da Juan Peron'un iktidara gelişiyle, kütüphânedeki işinden atıldı. Bu işten atılma onun için bir tür kurtuluş olmuştu, çünkü hem Arjantin'den Uruguay'a kadar pek çok yeri gezip, Budizmden Blake'e kadar pek çok konuda seminerler veriyor, hem de iyi para kazanıyordu. Ama ailesi Peron'un baskıcı rejiminde zor günler geçirdi, annesi ve kız kardeşi hapse girdi. 1949'da ikinci önemli kısa hikâyeler kitabı Alef ("El Alef") basıldı. 1955'de Peron devrilince Borges hayâlindeki meslek olan Arjantin Ulusal Kütüphânesi Müdürlüğü'ne getirildi. ailesinden gelen hastalık nedeniyle görme bozukluğu çeken Borges bu dönemde görme yetisini tamamen kaybetti. "Bana aynı anda hem 800,000 kitabı hem de karanlığı veren Tanrı'nın muhteşem ironisi" diyerek bu gerçeği kabûllenmiştir. (Umberto Eco unutulmaz romanı Gülün Adı'nda yer alan ana karakterlerden kör kütüphaneciyi Borges'ten esinlenerek oluşturmuştur.) 1956'da Buenos Aires Üniversitesi'nde İngiliz ve Amerikan edebiyatı profesörlüğüne atandı ve 12 yıl bu görevi yürüttü. 1961'de Samuel Beckett'le birlikte Uluslararası Yayımcılar Ödülü'nü (Formentor Ödülü) kazandı. Bu ödül ona gecikmiş bir uluslararası ün kazandırdı. Gözlerinin görmeyişini şiire yönelerek telâfi etmeye çalıştı. 1970'li yıllarda ABD'de çeşitli üniversitelerde dersler verdi. 1973'te Peron geri dönünce, görevinden istifa etti. Ders vererek ve yolculuk yaparak geçirdiği zamanın meyvesi 1975'te basılan toplama hikâyelerin olduğu Kum Kitabı ("El libro de arena") oldu. Dünya gezilerinin sonucu ona eşlik eden Maria Kodama'nın resimlerini çektiği yazılarını ise kendi yazdığı Atlas(1984)'la sonuçlandı. Zannedilenin aksine, Nobel ödülünü alamadan 87 yaşında, 14 Haziran 1986'da Cenevre'de karaciğer kanserinden hayatını kaybetti. Oscar Wilde Oscar Fingal O’Flahertie Wills Wilde (16 Ekim 1854, Dublin - 30 Kasım 1900, Paris), İrlandalı oyun yazarı, romancı, kısa öykücü ve şair. İğneli uslubu ile geç Victoria dönemi Britanya'sının en başarılı ve ünlü yazarları arasına girdi. Bir dava sonucu fiili livata ve ahlaksızlıktan suçlu bulununca büyük bir düşüş yaşadı ve doğduğu ortamla tam bir zıtlık içinde Paris'de fakir bir otel odasında öldü. Oscar Wilde İrlanda'nın tanınmış göz cerrahlarından olan Sir William Wilde ve başarılı bir yazar, genç İrlandalı devrimcilere örnek bir şair olan Jane Francesca Wilde'ın ikinci çocuğu olarak Dublin'de doğdu. Babası 1864’te tıp bilimine hizmetleri nedeniyle şövalye unvanı almıştı. Haziran 1855'te aile lüks bir bölgeye taşındı. Wilde’ın kardeşi Isola burada doğdu. Jane Wilde burada cumartesi akşamları Sheridan le Fanu, Samuel Lever, George Petrie, Isaac Butt ve Samuel Ferguson gibi isimleri davet ettiği partiler düzenlerdi. Wilde 9 yaşına kadar evde eğitim gördükten sonra Portora Kraliyet Okulu’na kaydoldu. Yazları aileyle geçiren Wilde kardeşler George Moore’la oyunlar oynardı. Portora’dan mezun olduktan sonra Dublin’deki Trinity Kolejinde 1871'den 1874'e kadar eğitim gördü. Sıradışı bir öğrenciydi, Trinity öğrencileri için en büyük ödül olan Berkeley altın madalyasını, ve aynı zamanda Oxford Üniversitesi Magdalen Koleji’nden bir burs kazandı. Burada 1874’den 1878’e kadar eğitimine devam etti ve en önemli ilkelerinden biri hayatı sanata yaklaştırmak olan estetik akımının bir parçası oldu. Magdalen’deyken 1878 Newdigate Ödülü’nü Ravenna şiiriyle kazandı. Bu şiiri Encaenia’da okuyup kaybetmiş, fakat ödülü daha sonra Tarihsel Eleştirinin Yükselişi makalesiyle almıştı. Oxford'dan mezun olduktan sonra Wilde, Florence Balcomb ile tanışacağı yer olan memleketi Dublin’e gitti. Fakat Florence, yazar Bram Stoker ile nişanlanınca Oscar, ona İrlanda’yı terk edeceğini yazdı. 1878’de İrlanda’dan ayrıldı ve buraya küçük ziyaretler gerçekleştirmek için, sadece iki kez döndü. Sonraki altı yılını Paris, Londra ve ABD’de geçirdi. Londra’da kraliçenin danışmanlarından olan Horace Lloyd’un kızı Constance Lloyd ile tanıştı. Wilde ve Lloyd 29 Mayıs 1884’te Paddington, Londra’da evlendiler. Constance’ın 250 sterlinlik maaşı ikisinin de lüks bir yaşam sürmesini sağlıyordu. Çiftin bu evlilikten iki çocukları oldu: Cyril (1885) ve Vyvyan (1886). Babalarının yankı yaratan davasından sonra Constance ve çocuklar Holland soyadını aldılar. Constance 1898’de geçirdiği belkemiği ameliyatından sonra öldü. Cyril ise I. Dünya Savaşı’nda Fransa'da savaşırken öldü. Vyvyan uzun süre çevirmenlik ve yazarlık yaptı. Anılarını 1954’te yayımladı. Vyvyan’ın oğlu Merlin dedesi hakkında araştırmalar yaptı. Wilde’ın yeğeni Dolly, yazar Natalie Clifford Barney ile yaşadığı lezbiyen ilişkiyle tanınmaktadır. Magdalen Koleji’ndeyken Wilde estetizm hareketindeki fikirleriyle tanındı. Saçlarını uzattı, "eril" sporlara karşı küçümsemesini her fırsatta dile getirdi ve odasını papatya, lale ve benzeri objelerle dekore etti. Söylentilere göre bu hareketi ona River Cherwell’de bir boğma girişimine ve odasının dağıtılmasına yol açtı, fakat estetizm fikri halk arasında daha tanıdık ve olağan bir hale geldi. "Springfield Republican" gibi bazı yayınlar, Wilde’ın Boston gezisi sırasındaki estetizm ile ilgili konuşmalarından sonra onun anlayışının, güzelliğe ve estetiğe övgüden çok şöhret amacıyla yapılan bir hareket olduğuna karar verdi. Ayrıca Wilde’ın giyim tarzı da Higginson gibi eleştirmenlerin odak noktası haline geldi. Higginson, "Unmanly Manhood" gazetesine yazdığı mektupta Wilde’ın dişiliğinin erkek ve kadınların davranışlarını etkileyeceğinden ve şiirinin erkekleri dişil züppeliğe yaklaştıracağından endişe duyduğunu belirtti. Ek olarak Wilde’ın edebiyatı, eşcinselliği ve kişisel imajını inceleyerek onun hayat tarzını ve eserlerini ahlaksız bulduğunu açıkladı. Wilde, John Ruskin ve Walter Pater’dan derin anlamda etkilenmişti. Bu iki edebiyatçı sanatın hayattaki yeri üzerine makaleler yayımlamışlardı. Wilde daha sonra ironik bir biçimde Pater’in depresif duyguları hakkında yorum yapacaktı: Pater’in ölüm haberi üzerine ""O hiç yaşamış mıydı ki?”" demişti. Pater’in üslubuyla Dorian Gray’in Portresi’nde “Bütün sanatlar aslında kullanışsızdır." demişti. Bu yorum ede
bi anlamda okunmalıydı çünkü filozof Victor Cousin tarafından oluşturulan "Sanat sanat içindir." ideolojisini içinde barındırıyordu. 1879’da Wilde, Londra’da estetizm dersleri vermeye başladı. William Morris ve Dante Gabriel Rosetti’nin okulunun tanıttığı estetizm, İngiliz mimarisinde büyük yer edinmişti. İngiltere’nin önde gelen estetik sanatçısı Wilde zamanının en göze çarpan simalarından biri oldu. Yine de zaman zaman paradoksları ve esprili sözleri nedeniyle garipsendiği de oluyordu. Estetizm, genel olarak Gilbert ve Sullivan’ın operası "Patience" (1881)’ta karikatürize edilmişti. Patience, New York’ta büyük başarı sağlamışken; Estetizm, Amerika’nın kalan kısımları için hala anlamsız bir isimdi. Bu nedenle Richard D’Oyly Carte, Wilde’ı Amerika’da yapılacak bir konferanslar serisine davet etti. D’Oyly Carte bu gezinin Patience’ın başarısını daha da artıracağına inanıyordu. Bu gezi Wilde’ın 3 Ocak 1882’de "SS Arizona" gemisiyle Amerika’ya varmasıyla başladı. Bu olaya ait bir kanıt olmamasına rağmen, Wilde'ın bir gümrük memuruna ""Deham dışında beyan edecek hiçbir şeyim yok."" dediği rivayet edilir. Amerika ve Kanada’ya yaptığı tur sırasında Wilde birçok kasaba eleştirmeni tarafından ayıplandı. "The Wasp Wilde", estetizmi küçümseyen bir karikatüre gazetesinde yer verdi. İngiltere’ye döndükten sonra Wilde, Pall Mall Gazette’de 1887’den 1889’a kadar köşe yazarlığı yaptı. Daha sonra Woman’s World dergisinin editörü oldu. Wilde hayatının büyük bir bölümü boyunca sosyalizmi destekledi. Ayrıca özgürlükçü yanını da "Sonnet to Liberty" şiiriyle gösterdi. Wilde ayrıca bir pasifistti. Ve ""Özgürlük kanlı elleriyle geldiğinde onunla el sıkışmak zor olacak."" demişti. Politika hakkındaki ana yazısı ""Sosyalizmin Etkisindeki İnsan Ruhu"" dışında "Daily Chronicles"’a hapishane reformunu destekleyen yazılar yazmıştı. Lady Florence Dixie’nin 1890’da yazdığı "Gloriana ya da 1900 Devrimi" adlı romanda Hector l'Estrange kılığındaki Gloriana’nın Avam Kamarası'na seçilmesiyle kadınlar oy hakkı kazanıyordu. Dixie’nin l’Estrange karakterini yaratırken Wilde’ı temel aldığı açıktır. Wilde çoğu yerde biseksüel olarak nitelendirilmesine rağmen kendini Yunan kültüründen gelen bir erkek aşkı geleneğine bağlıyor ve Sokratik olduğunu iddia ediyordu. Şu kişilerle birliktelik yaşamıştı (kronolojik sıraya göre): Frank Miles, Constance Lloyd (karısı), Robert Baldwin ve Lord Alfred Douglas. Wilde ayrıca birçok jigoloyla da beraber olmuştu. Tarihçiler genellikle Wilde’ın homoseksüelliğinin farkına 17 yaşındaki Robert Ross’a âşık olduktan sonra vardığını söylerler. Neil McKenna’nın "The Secret Life of Oscar Wilde" adlı biyografisinde Wilde’ın homoseksüelliğinin farkına 16 yaşındayken başka bir genç erkeği öptüğünde fark ettiği yazar. McKenna’ya göre Wilde 1874’te Oxford’a vardıktan sonra cinselliğin keşfetti ve daha çok esmer ve sıska erkeklerden hoşlandığını öğrendi. 70'lerin sonlarına doğru Wilde eşcinsel aşkı konusunda kendisiyle aynı düşüncelere sahip bir arkadaş grubuna sahipti ve bu sıralarda Walt Whitman’la tanıştı. Bir arkadaşına Whitman’ın cinsel tercihini açık edecek biçimde "Walt’ın öpücüğü hala dudaklarımda" dediği bilinir. Wilde, 1884’de Constance Lloyd ile evlendi. Wilde, Ross’la ilk tanıştığında kendi cinselliği konusunda hala tam olarak bilgili değildi. Ross, Wilde’la tanışmadan önce de ona hayrandı ve Victoria döneminin katı ahlak anlayışına karşı ilgisizdi. Sonraları Ross, Lord Douglas’a Wilde’ın ilk erkeğinin kendisi olduğunu söyleyerek aralarında büyük bir kıskançlık başlattı. Wilde kısa zamanda içinde genç erkeklerin bulunduğu bir hayata atıldı. Ona göre ilişki panterlerle ziyafet çekmek gibiydi ve tehlike zevkin yarısıydı. Hemcins aşkı ilk kez Bay W.H.'nin Portresi adlı yapıtında işledi. 1891 yazında Lord Douglas onu şair Lionel Johnson’la tanıştırdı. Aralarında büyük bir dostluk başladı. Bu ilişkinin cinsel bir içeriği olmadığını, sadece entelektüel seviyede olduğunu daha sonraları Lord Douglas söyleyecekti. Bir süre sonra Wilde’ın Lord Douglas ve Alfred Taylor’la ilişkileri basında yer etmeye başladı. Aktör Charles Brookfield’in de yardımıyla polisler Wilde’ın Londra suçlularıyla olan ilişkisini açığa çıkardı ve Wilde dava edildi. Dava halkın büyük ilgisiyle 3 Nisan 1895’te başladı ve aynı şekilde 25 Mayıs’ta Wilde’ın büyük ahlaksızlık suçu nedeniyle iki yıl kürek hapsine çarptırılmasıyla bitti. İlk başta Pentonville’de ve sonra Wandsworth’te yatan Wilde en sonunda Reading Zindanı'na transfer edildi. Bundan sonra mahkûm C.3.3. olarak bilinen Wilde’a ilk başta kalem kâğıt bile verilmemişti; fakat daha sonra bu ihtiyacı karşılandı. Hapis günlerinde Douglas’a 50.000 kelimelik bir mektup yazdıysa da gönderme şansı bulamadı. Ölümünden sonra mektup Ross tarafından kısaltılarak De Profundis adıyla basıldı. 1962’de tam haliyle "Oscar Wilde’ın Mektupları" adı altında yayımlandı. Hapis hayatı Wilde’a hiç yaramamıştı ve hayatının kalan üç yılını beş parasız bir halde geçirdi. Yine de hızlı bir biçimde eski zevklerine döndü. Reading Zindanı Baladı bu yıllarda yayımlandı. Son yıllarını geçirdiği "Hotel d’Alsace"ta, daha önce hiç yapmadığı kadar cüretkar şeyler yaptığı söylenir. Wilde, 30 Kasım 1900'de Ben Barnes'de menenjitten öldü. Ölmeden hemen önce Peder Cuthbert tarafından Katolikliğe tekrar kabul edildi. Ölürken otel sahibi ve papaz yanındayken ünlü "Ya duvar kağıdı gider, ya ben." sözünü söylemiştir. Vefatının ardından "Cimetiere de Bagneur" mezarlığına gömüldüyse de, daha sonra yine Paris’teki ünlü "Pere Lachaise"’e taşındı ve "Sir Jacob Epstein" tarafından tasarlanan ve üzerinde erkek melekler olan mezartaşının altına gömüldü. Mezarı bugün bile hayranlarının öpücük izleriyle kaplıdır. Jane Wilde Jane Francesca Agnes, Lady Wilde (d. 27 Aralık 1821, Dublin - ö. 3 Şubat 1896, Londra) ""Speranza"" takma adıyla da yazan, İrlandalı şair, çevirmen, İrlanda halk masallarının derleyicisi ve ulusal hareket destekçisi. 12 Kasım 1851'de evlendiği Sir William Wilde'dan üç çocuğu oldu: William 'Willie' Charles Kingsbury Wilde (1852-1899), Oscar Wilde (1854-1900) ve Isola Francesca Emily Wilde (1857-1867). Jane Wilde, Wexford'da hukuk görevlisi olan Charles Elgee (1783–1824) ve eşi Sarah'nın (d.1851) dört çocuğunun sonuncusu olarak Dublin'de dünyaya geldi. Büyük dedesi 18. yüzyılda Wexford'a gelmiş olam bir italyandı. Gotik oyunlar ve romanlar yazan Charles Maturin'in yeğeni olan Lady Wilde, 1940'larda Genç İrlanda Hareketi'ne katıldı. "Speranza" takma adıyla "The Nation" (Ulus) gazetesinde şiirleri yayınlandı. Bağımsız İrlanda'dan yana ve İngiliz karşıtı yazıları nedeniyle zaman zaman ""Speranza of the Nation"" (Ulusun Umudu) olarak adlandırılıyordu. "Speranza" gazetede silahlı devrim çağrısı yaptığında, Dublin Kalesi'ndeki yetkililer gazeteyi kapattılar ve editör Charles Gavan Duffy'i mahkemeye çıkardılar. Duffy makaleyi yazanın adını vermeyi reddetti. "Speranza" mahkemede ayağa kalktı ve sorumluluğu üstlendi ancak itiraf yetkililer tarafından göz ardı edildi; ama her durumda gazete İngiliz yetkililer tarafından kalıcı olarak kapatıldı. Jane Wilde, kadın haklarının ilk savunucularındandı ve ve kadınlar için daha iyi bir eğitim kampanyaları düzenledi. Kadınlara oy hakkı için mücadele eden ünlü eylemci Millicent Fawcett'i kadın özgürlüğü üzerine konuşma yapması için evine davet etti. 1883'te evli kadınların mülkiyet hakları ile ilgili yasanın çıkmasına destek verdi. 1864 yılında eşine şövalyelik unvanı verilmesi nedeniyle Jane Wilde, "Lady" oldu. Aynı yıl içinde aile Mary Travers adında genç bir kadınla ilgili Dublin mahkemesinde görülen dava ile ilgili bir skandalla sarsıldı. 1867 yılında, kızı Isola dokuz yaşındayken yüksek ateş nedeniyle öldü. 1876 yılında da eşini kaybetti. Aile, Sir William'ın ölümünün ardından iflasın eşiğine geldiklerini öğrendi. Lady Wilde 1879 yılında Dublin'i terkederek edebiyat çevrelerinde yeni yeni isim yapmakta olan oğulları Willie ve Oscar'ın yanına Londra'ya taşındı. Geriye kalan yaşamını kocasının İrlanda folkloru ile ilgili araştırmalarını yayınlayarak ve moda dergileri için yazarak yoksulluk içinde büyük oğlu ile birlikte geçirdi. Lady Wilde, 1896 Ocak ayında bronşit oldu ve ölmeden önce cezaevindeki oğlu Oscar ile görüşmek istedi; ancak isteği geri çevirildi. 3 Şubat 1896'da Chelsea'deki evinde öldü. 5 Şubat'ta düzenlenen cenaze töreninin ardından Londra'da Kensal Green Mezarlığı'da, çok masraflı olduğu için bir mezar taşı bile konmadan anonim bir mezara gömüldü. 1999 yılında Oscar Wilde Derneği tarafından Kensal Green Mezarlığı'na Kelt haçı şeklinde bir anıt dikildi. 1911 yılında Lady Wilde ile yakın bir dostluk kurmuş Amerika doğumlu yazar Anna de Brémont ""Oscar Wilde and His Mother"" (Oscar Wilde ve Annesi) adlı bir anı kitabı yayınladı. Père Lachaise Mezarlığı Père-Lachaise Mezarlığı (Fransızca: "Cimetière du Père-Lachaise"), Paris'in merkezindeki en büyük (43,93 hektar) mezarlıktır. Paris'in 20. bölgesinde bulunur. 1803 yılında yapımına başlanan mezarlığın inşaatının mimarı Alexandre Théodore Brongniart'dir. 18 Mayıs 1804 tarihinde küçük bir kızın gömüldüğü bir törenle mezarlık açılmıştır. Mezarlık Paris'te ikamet edenler için inşa edilmesine rağmen, o zamanlarda Paris dışında kaldığı için pek kullanılmadı. 1804 yılında , Père Lachaise'de 13 mezar bulunmaktaydı. 1805 yılında 44; 1806 yılında 49, 1807 yılında 62 ve 1812 yılında 833 mezar bulunuyordu. 1817 yılında, mezarlığı popüleştirme amacıyla Paris Belediyesi, Héloïse d’Argenteuil, Pierre Abélard, Molière ve Jean de La Fontaine'in mezarlarını Père Lachaise Mezarlığı'na taşıdı. Mezarlıkta 1830 yılında 33.000 mezar bulunuyordu. O tarihlerde Père Lachaise Mezarlığı'na 5 yenileme yapılmıştır: 1824, 1829, 1832, 1842 ve 1850 yıllarında. Bu yenilemelerden sonra mezarlık büyümüş ve 17 hektardan bugünkü haliyle 43 hektarı bulmuştur. 70.000 mezar, 5.300 ağaç, yüzlerce kedi ve iki milyon ziyaretçi ağırlamaktadır. Père Lachaise Mezarlığı'na defnedilenler listesi Honoré de Balzac Honoré de Balzac (asıl ismi Honore Bal
ssa; 20 Mayıs 1799, Tours - 18 Ağustos 1850), Fransız yazar. Asıl adı Honore Balssa'dır. Ancak ismini Balzac olarak değiştirmiş ve De ön takısını eklemiştir. Köy kökenli bir ailenin çocuğudur. Babası tüccardır. 6 yıl Vendome'da College des Oratoriens'te öğrenim gördü. Napolyon'un devrilmesinden sonra ailesi Paris'e taşındı. Burada 2 yıl daha okula gitti. 3 yıl bir avukatın yanında çalıştı. Ama küçük yaşlardan beri edebiyata gösterdiği eğilim ağır bastı. Trajedi türünü denediği 1819'da yazılmış "Cromwell" başarı kazanamayınca romana yöneldi. Para kazanmak için tarihsel, mizahi ve gotik romanlar yazdı. Bunları değişik adlarla yazdı. Basımcılık, yayıncılık, hatta dökümcülük yaptı. Başarılı olamayınca tekrar edebiyata döndü. Edebiyat hayatında çok başarılı eserler sundu. Birçok ülkede satılan romanları ve kitapları çok büyük ilgi gördü ve tepkileri üstüne topladı. Edebiyatta başarılı olan Balzac hayatının sonuna kadar edebiyatla uğraştı. 1829'da yazdığı "Les Chouans" isimli tarihi roman tanınmasını sağladı. Bu eser Türkçeye (Köylü İsyanı 1974 ve Şu Anlar 1977 olarak) çevrildi. 1824-1834 arasında yayıncılarından aldığı parayla bohem bir yaşam sürdü. 1829-1831 arasında yergici gazetelere yazılar yazdı. 1830’lardan sonra bir toplum tarihi yazmak amacıyla, eski ve yeni romanlarını üç bölüm altında toplamaya karar verdi. Örf ve âdet incelemeleri, felsefi incelemeler ve çözümleyici incelemeler. Bu tasarı 1834-1837 arasında 12 cilt olarak gerçekleşti. 1840’ta bu yapıtların hepsine Dante'yi anımsatan bir başlık koydu: "İnsanlık Komedisi". 1842-1848 arasında 17 ciltlik bir baskı yapıldı. 1869-1876 arasında da 24 cilt olarak yayınlandı. Eserlerinde aynı kahramanlara tekrar tekrar yer verme düşüncesini geliştirdi. Bunu gerçekçiliğin baş romanı kabul edilen ve 1834'te yayınlanan "Goriot Baba"da uyguladı. 1836 ve 1837'de İtalya gezisine çıktı. 1828'de Versailles yakınlarında pahalı bir ev yaptırdı. Borç sorunu nedeniyle Passy'de bir eve yerleşti (Bugün Balzac müzesi). Para kazanmak için tiyatroda başarısız denemeler yaptı. Edebiyatçılar Derneği başkanı olarak yazar haklarıyla ilgili girişimlerde bulundu. 1847'de Polonya'da sevgilisi Eveline Hanska'nın şatosunda kaldı. 1850'de Eveline ile evlendi Paris'e döndüler. Birkaç ay sonra yaşamını yitirdi. Geride 85’i tamamlanmış, 50’si taslak halinde eser bıraktı. Romanda gerçekçilik ve doğalcılık akımlarının yaratıcısı olarak kabul edilir. Mantıksal bir sıra izleyen olayların her şeyi gören bir gözlemcinin ağzından anlatıldığı, kahramanların tutarlı bir biçimde sunulduğu, kuralları belli "klasik roman tekniğini" Balzac'ın kurduğu benimsenir. Olağanüstü bir gözlem yeteneği ve güçlü bir hafızası vardı. Kendisini başka insanların yerine koyup onların duygularını paylaşmayı biliyordu. Eserlerinde nedenselliği ve arka plan ile karakterler arasındaki ilişkiyi açıklamakta ustadır. Bütün bu özellikleriyle "romanın Shakespeare'i sayılır. 1789’la başlayan ve uzun bir süreç alan Fransız Devrimi sırasında gelişen toplumsal değişimi anlatan; çatışmaları, iyiyi kötüyü ortaya koyan, Cumhuriyetçiler ve Kraliyetçiler’in 1830’da ülkeyi bırakıp gitmek zorunda kalan X. Charles’e dek yaptıkları kanlı kansız tüm çekişmeyi özellikle göz önüne seren, bireylerin bu çatışmadaki ulu düşüncelerin altında aslında kendi çıkarlarını nice korumaya çalıştıklarını betimleyen; sevgi, güç gibi evrensel konuları tüm çıplaklığı ve eleştirel bir yaklaşımla inceleyen; günümüz okuruna sıkıcı gelebilecek ama öncelikle Fransa ve demokrasiyi algılayabilmekte yardımcı olması bakımından tüm dünya için önemli bir Roman yazardır. Fransız Devrimi’nin geçmişsel belgesidir kitapları. İnsanlık Güldürüsü, yazarın 1830’da kendi yapıtlarını toplamaya başladığı bir üst yapıttır. Şu anda emin değiliz ama belki de 1830’da Kraliyetçiler’in yenilgisini perçinleyen sürgünden sonra devrimdeki ulu düşüncelerin bir yalan olduğunu düşünerek böyle bir yola gitti. Dorian Gray'in Portresi Dorian Gray'in Portresi, Oscar Wilde'ın 1891 yılında yayımlanan felsefi romanı. Wilde'in yayımlanmış tek romanıdır. Kendisi yerine tuvaldeki portresinin yaşlanması dileyen ve bu dileği gerçekleşince yoldan çıkıp yozlaşan haz ve güzellik tutkunu yakışıklı bir adamı konu alır. İlk kez Temmuz 1890'da İngiltere ve Birleşik Amerika'da eşzamanlı olarak "Lippincott's Monthly Magazine" adlı dergide tefrika edilmeye başladı ve ahlaksızlığı yücelttiği gerekçesiyle özellikle İngiliz basınında büyük tepkiyle karşılandı. Sanatın özünde ahlakdışı olduğunu ve herkesin Dorian Gray’de kendi günahını göreceğini savunan Wilde, ertesi yıl eseri genişletip sanat anlayışını açıklayan bir önsözle birlikte kitap olarak yayımladı. Roman, yayımlanışından sonra meydana gelen olaylar, skandallar ve davalar nedeniyle Victoria devri insanlarının edebiyata bakışlarının; içinde yaşadıkları dünyayı, özellikle cinsellik ve erkeklikle ilgili olarak, algılama ve anlama biçimlerinin değişmesine yol açmıştır. Dorian Gray, yüksek sınıfa mensup çok yakışıklı genç bir adamdır. Yeni bir sanat denemesi peşinde koşan ressam Basil Hallward, onun güzelliğinden çok etkilenmiştir ve bir portresini yaparak bu portre aracılığıyla onunla adeta bütünleşir. Dorian, Basil'in evinin bahçesinde Basil'in arkadaşı Lord Henry Wotton ile tanışır. Zevk ve güzelliğe düşkün Lord Henry, Hazcılık üzerine kurulu bu düşüncelerini Dorian'a anlatır. Dorian, Lord Henry'nin sözleri üzerine güzelliğini bir gün yitireceğini fark edince ağlayarak onun yerine Basil'in çizmekte olduğu protresinin yaşlanmasını ne kadar çok istediğini dile getirir. Dorian'ın bu dileği gerçekleşir. Ancak portresi işlediği her günahın izini taşımak üzere işaretlenir; artık bu günahların her biri portresinde kusur veya yaşlanma belirtisi olarak yer alacaktır. Dorian'ın hayatının geri kalan Lord Henry'nin etkisi altında geçer. Onun öneri ve rahatlatmalarıyla Dorian üst üste günahlar işler. Günün birinde genç bir tiyatrocu kıza aşık olup evlenmeye karar verir. Bu evliliği onaylamayan dostları Basil ve Lord Henry'e nişanlısı Sibyl'i göstermek için tiyatroya götürür ancak nişanlısının sahnede kötü bir performans sergilemesi üzerine ona olan duyguları değişir. Sibyl, Dorian'ın onu terk edişinin gecesinde intihar eder. Dorian bu intihardan da kendini sorumlu hissetmez ve yeni günahlar işleyerek yaşamına devam eder. Hiç yaşlanmaz ne var ki tablosuna her baktığında yaşlanıp çirkinleştiğini görerek melankoliye sürüklenmektedir. Güzelliğinin bedelini gittikçe kötüleşen ruh hali ile öder. Dorian, kimseye göstermediği resmini sonunda ressam Basil'e gösterir ve üstündeki lanetten ötürü sanatçıyı suçlayarak öldürür. Günah işlemeye devam ettikçe gittikçe yalnızlaşır ve portresini seyrederek içindeki karanlığı keşfeder. Melankoliden kurtulmak için tabloyu yok etmeye karar verir. Portresini bıçakla doğramaya kalktığı an kendini öldürür. Uşakları onu bulduğunda yerde yaşlı ve çirkin bir bedenle yatmaktadır, bu cansız bedeni uşaklar tanımazlar. Yanıbaşındaki tabloda ise Dorian Gray'in genç portresi vardır. Bir mektupta Wilde, karakterlerin kendisini yansıttığını belirtmiştir. "Basil Hallward kendi hakkımda düşündüklerim: Lord Henry dünyanın hakkımda düşündükleri: Dorian -belki başka yaşlarda- olmak istediğim." Diğer karakterler: Bologna Bologna (Bologna lehçesi: "Bulåggna"), İtalya'nın kuzeyinde Emilia-Romagna bölgesinde yer alan bir şehirdir. Emilia-Romagna bölgesi ve ayni ismi tasiyan Bologna ili (BO) merkezidir. "Kızıl Şehir" olarak da anılan Bologna, Orta Çağ mimarisinin birçok örnekleriyle doludur ve ismini de binaların çoğunun kırmızı tuğlalı olmasından almıştır. Aynı zamanda "Bolonez sos" adını bu şehirden almıştır. Şehir ayrıca lâkabındaki "kızıl"a da gönderme yapılabilecek düzeyde solcu bir şehir olmasıyla tanınır. 1088'de kurulan üniversitesi, Avrupa'nın en eski üniversitesi olarak bilinir. Dante, Erasmus ve Kopernik Bologna Üniversitesi'nin ünlü öğrencilerinden bazılarıdır. Bologna, sık sık üst şehirlerden biri olarak sıralanır, İtalya'daki yaşam kalitesi koşullarında: Bologna 2006 yılında 5nci ve 2007 yılına ise 12. olup; 103 İtalyan şehrinin dışındadır. Bu durum onun, kuvvetli endüstriyel geleneği, hayli gelişmiş geniş sosyal hizmet alanı ve onun ülke içindeki çok önemli transit ve demir yollarının çapraz noktada bulunmasından kaynaklanmaktadır. Diğer bir özelliği de İtalya gibi futbol fanatiği bir ülkede basketbola olan tutkusudur. Devamlı EuroLeague'de oynayan iki önemli basketbol takımına sahiptir. Bologna komününün belediye sınırları içinde nüfusu (30.6.2010 itibarıyla) 379.778 kisidir. Bu belediye sinirlari icindeki nüfusun 19. ve 20. yüzyıllarda gelişmesi resmi nüfus sayımı sonuçlarına göre şu gösterimde özetlenmiştir: Bologna komünü şu komünlerle sınır komşusudur: Anzola dell'Emilia, Calderara di Reno, Casalecchio di Reno, Castel Maggiore, Castenaso, Granarolo dell'Emilia, Pianoro, San Lazzaro di Savena, Sasso Marconi, Zola Predosa Bologna şu kentlerle kardeş şehir bağlantısı kurmuştur: Monarşi Monarşi, bir hükümdarın devlet başkanı olduğu bir yönetim biçimidir. Saltanatın bir başka adıdır. Seçim dışı yöntemler kullanılır. Bu hükümdar, Türkçede kral, imparator, şah, padişah, prens, emir, kağan, hakan gibi çeşitli adlar alabilir. Monarşiyi diğer yönetim biçimlerinden ayıran en önemli özellik, devlet başkanının bu yetkiyi yaşamı boyunca elinde bulundurmasıdır. Hükümdar öldükten sonra onun soyundan biri gelir (oğlu, kardeşi gibi). Yani yetki genellikle babadan oğula geçer. Demokrasilerde ise devlet başkanı seçimle işbaşına gelir. “Monarşi” sözcüğü dilimize Fransızca "Monarchie" kelimesinden gelir. Cezalandırma ve bağışlama yetkileri sadece hükümdarın elindedir. Otoritenin bir kralın veya bir imparatorun elinde olduğu yönetim türüdür. Etimolojik anlamına bakılırsa monarşi bir kişinin yönettiği bir dev­let düzenidir. Gerçekte ise bu terim, iktidarın aynı aile. Bu soydan geçme yoluyla kalması biçiminde nitelendi­rilebilecek bir yönetim biçimini ta­nımlar. Monarşi, yüzyıllar boyu, dünyada en yaygın yönetim biçimiydi. Bun
lar çoğu zaman, geleneksel tanı­ma en yakın, tanrısal hakka dayanan monarşilerdi: prens, iktidarı tek ba­şına elinde tutardı ve Tanrı'dan başka kimseye hesap vermek zorunda de­ğildi, çünkü otoritesini Tanrı'dan aldığına inanılıyordu. Aslında, bu tip yönetim hiçbir zaman tam anlamıyla uygulanamadı. Gerçekten, en müstebit hükümdarlar bile, uyruklarının bazıları­nı (zengin ve güçlü soylular, etkili din adamları gibi) kollamak zorundaydı­lar; üstelik ulaşım ve haberleşme araçlarının yavaşlığı da onları, uzak bölgelerdeki topraklarını başkaları eliyle yönetmeye zorluyordu. Bunun­la birlikte otorite, kralın ve­ya danışmanlarının elinde toplan­mıştı ve halk alınan kararlara karışamıyordu. Birçok ülkede toplumsal ve siyasal gelişim, özellikle XVIII. yüzyıl sonların­da, Meşrutîyet adı verilen yeni bir tür monarşinin doğmasına yol açtı: buna göre hükümdarın yetkileri, yazılı bir anayasa ile tanımlandı ve sınırlan­dı. Bu monarşi genellikle parlamenterdir ve demokrasiye pek yakındır: kral, devletin sim­gesi olarak kalır, ancak yürütme yet­kisini bir hükümete bırakır. Hükü­met de halk tarafından seçilmiş bir millet meclisinin kararlarına uymak zorundadır. Sözgelimi Hollanda, Danimarka, Birleşik Krallık, İspanya, İsveç ve Belçika'da bugünkü durum böyledir. Tüm toplumlar, tarihlerinin şu veya bu evresinde monarşiyi yaşamış ve ona kutsal bir nitelik vermiştir. Her eylemin bir ayin görünümüne büründüğü kalıcı bir dini ortam içinde yaşanılan bir dünyada, kral, ancak tanrının (İbranilerde) veya tanrıların seçtiği bir kişi, hatta mısır firavunları gibi tanrının kendisi de olabilirdi. Monarşilerin bu ağırlıklı dini niteliği bu yönetim biçiminin ortadan kalkmasından sonra bile varlığını korudu: Mesela, Atina'da demokratik dönem içinde, yargıç kral, sitenin tüm dini hayatını denetimi altında tutuyordu. Tanrılar ve insanlar arasında aracılık görevini üstlenen hükümdar, kendisini destekleyenlerin ve iktidarını kabul ettirmek için gerekli olan kişilerin gücünün, kendi iktidarını sınırladığını görüyordu. Mısır'da kral, defalarca rahiplerin engellemesiyle karşılaştı ve onlarla uzlaşmak zorunda kaldı; yine mikenai dönemi Yunanistan'ında krallık gücü, ayrıntılı ve bürokratik bir saray yönetimine dayanıyordu. Kral, aynı zamanda ordunun başıydı ve savaşlarda kendine eşlik eden savaşçılar sınıfını göz önünde bulundurmak zorundaydı. Monarşilerin en mutlak nitelik kazandığı ve en uzun süre varlığını koruduğu bölgeler, tarımın sulamaya dayandığı ve karmaşık bir örgütlenme gerektirdiği yerlerdi (Nil Vadisi ve mezopotamya deltası). Atina, Sparta veya Roma gibi başka yerlerde, oligarşi kısa süre içinde kralın yetkisi yerine kendi yetkisini kabul ettirdi. Bununla birlikte, İskender'in fethi sonucunda, Yunanistan'da doğu monarşilerinin kutsal niteliğinden geniş ölçüde esinlenen bir monarşi türü ortaya çıktı. Rüzgarlı Mimas Karaburun'un MÖ 4000 yıllarına kadar dayanan mitolojik adı. Homeros'un ünlü eseri "Odysseia"' da Rüzgarlı Mimas olarak geçen "Mimas Dağı", Mordoğan-Karaburun arasındaki bugün Bozdağ diye adlandırdığımız dağdır. Gene Narsisus'un adını alan ve bugün aynı özelliklerle sadece Karaburun Yarımadası'nda yetişen "Nergis" çiçeği arasında bir bağ bulunmaktadır. Yine Yunan mitolojisine göre Tanrıların tanrısı Zeus'un kıskanç karısı Hera çapkın kocası Zeus'un ölümlü kadınlar ve diğer tanrıçalarla olan ilişkilerini gözetlemek ve kendisini haberdar etmek üzere yüksek tepelere iki gözcü yerleştirir. Bunlardan biri olan İris'i Mimas dağına gönderir. Bugünkü İris gölü belki de adını buradan almaktadır. Prehistorik Çağdan beri yerleşimin var olduğu bölge, gerek mitolojik öykülerde yer alması ve gerekse Antik Çağ'da içinde bulunduğu coğrafyanın önemli uygarlıklara ve zenginliklere sahip olması itibarıyla gözalıcı bir tarihi ve kültürel mirasın sahibidir. Narcissus Nergis Nergis, nergisgiller (Amaryllidaceae) familyasından "Narcissus" cinsinden bitki türlerinin ortak adı. Bu bitkilerde sap 20–80 cm kadar yükselebilmektedir. Soğanlı olan bu bitkilerde taç yaprakları beyaz veya sarının karışımları şeklindedir. Anavatanı Avrupa olan bu bitkilerin en çok tür zenginliğine İspanya ve Portekiz'de rastlanmaktadır. Ancak doğal olarak tüm Akdeniz kıyılarında, hatta bunun uzantısı olan Japonya'ya kadar aynı enlem dereceleri arasında görülmektedir. Dünyada Avrupa, Kuzey Amerika, Kuzey Afrika ülkelerinde tarımı yapılmaktadır. Bu bitkinin soğanları en az 1 sene ara ile kullanılmaktadır. Zira çiçeğini vermiş olan soğan ekilirse, bir dahaki seneye çiçek vermez. "Narcissus poeticus", Türkiye'de Ege Bölgesi'nde özellikle Karaburun ve Mordoğan'da yetiştirilmektedir. Narsisizm Narsisizm veya özseverlik, kişinin kendisine tapması, kabaca tabirle kişinin kendisine aşık olması olarak tanımlanan bir terimdir. Farklı tanımları ve kullanımları mevcuttur. Sigmund Freud Narsisizmi ‘Dış dünyadan soyutlanan libidonun (cinsel enerji) egoya (ben) yönlendirilmesi’ şeklinde açıklamıştır. Yani libidonun büyük bir depoda toplanır gibi egoda toplanması ve daha sonra nesnelere yönlendirilmesi; fakat kolaylıkla tekrar soyutlanarak egoya yönlenmesi durumudur. Bebek dış dünya ile ilişki kuramadığı erken bebeklik döneminde gerçek bir narsisizm durumu içindedir. Libido dış dünyaya yönlendirilmemiştir. Bebeğin nesneleri 'ben olmayan nesneler' olarak algılaması aylar alır. 'ben' ve 'ben olmayan' arasında bir ayrım yapamaz. Dış dünyaya ilgi duymuyordur ve dış dünyada bile değildir. Bebek için tek gerçek kendisidir. Acıkması, susaması, üşümesi bebek için tek gerçekliktir. Bu durum 'birincil narsisizm' olarak tanımlanır. Bebek büyüdükçe dış dünya ile ilişkileri artar ve dış dünya kurallarını öğrenir. Giderek libidosunu nesnelere yönlendirir; nesne sevgisi ve giderek nesnel düşünce ağırlık kazanır. İnsan her ne kadar libidosuna nesne bulabilse de mutlaka görece olarak bir ölçüde narsisist kalır. Bu durumu 'ikincil narsisizm' olarak tanımlanmıştır. Narsisizm insan için yaşamını sürdürebilmesi açısından bir ölçüde gereklidir. Bazı durumlarda; kişinin narsisizmi toplum için, hatta kendi akıl sağlığı için makul oranlarda değilse; kişi akıl hastalıklarıyla karşılaşabilir. Önemli psikiyatrik rahatsızlıklar olan nevroz, paranoya hatta psikozda narsisizm etkileri görülmektedir. Birincil narsisizmde bebek dış dünyanın ayrımına varmamışken; ikincil narsisizmde dış dünya gerçekliğini yitirmiştir. Narsisizmin çok özel bir türü de; Roma sezarları, Mısır firavunları, diktatörler gibi çok güçlü kişilerde bulunan türüdür. Bu insanlar adeta nefes alıp yürüyen yeryüzü tanrıları gibidirler kendi gözlerinde. Yaşam ya da ölüm gibi önemli doğa olaylarına bile bir tek cümleyle karar verebilmekteydiler. En büyük korkuları güçlerini kaybetmeleri, ölüm, etraflarındaki herkesin kendilerine düşman olmasıydı. Güçlerinin ve şehvetlerinin bir sınırı yokmuş gibi davranmaya çalışırlar, sayısız insan öldürüp, sayısız şatolar kurarlardı. Varlıklarının kendilerinin de çözemediği sorununu insan değilmiş gibi çözmeye çalışsalar da aslında durumları düpedüz deliliktir. Dış dünya 'ben' olmadığı için, narsisist kişi dış dünyayı anlayamaz/algılayamaz ve bu durum kişide korku yaratır. Diktatör gitgide daha yıkıcı, daha yalnız ve korkak olur. Narsisistik kişilik bozukluğu olan kişiler, başkalarının düşünce ya da isteklerine gereken ilgiyi gösteremeyen kişilerdir. Plan ve hedeflerine ulaşamadıklarında, gereken ilgiyi göremediklerinde aynı Narkissos gibi erirler, çökerler. Başkalarının hakkına saygı göstermeden ve gerçeklerle bağdaşmasa bile daima kendilerini haklı göstererek ve o hedefi, gerekli emeği vermeden bile hakketmiş sayarak en önde, en gözde ve tek olmak isterler. Kendilerini başkalarının yerine koyamaz ve başkalarını anlayamazlar. Sanki her şey sadece kendileri için vardır ve ne olursa olsun her şeyin kendi amaçlarına hizmet etmesi gerekir. Başkalarının fikir ve hareketleri kendi amaçlarına hizmet ediyorsa vardır, aksi halde bu fikir ve hareketler tahammül edilemez düşüncelerdir. Gerçekle bağdaşmayan, başkalarının zararına olup sadece kendi çıkarlarına uygun, kendi plan ve hedeflerine hitap eden maddi ve manevi kazanç sağlayabilecek plan ve hedeflerine ulaşamadıklarında öfkelerine hakim olamaz, saldırganlaşır, çöker, hatta ağır psikotik tablolara girerler. Botanik Botanik veya bitki bilimi, bitkileri inceleyen bilim dalına denir. Bitki morfolojisi birçok alt dala ayrılır. Gentoo Linux Gentoo, kaynak kod temelli bir Linux dağıtımıdır. Kaynak kod tabanlı kurulumunun zorluğu sebebiyle, diğer Linux dağıtımları kadar popüler olamasa da; kaynak kurulumlu dağıtımlar arasında en popüleridir. Özelleşmiş Linux dağıtımları hazırlanırken temel olarak kullanılmaya uygundur. Gentoo, kelime anlamı olarak bir çeşit penguenin adıdır. İlk sürümü 31 Mart 2002 tarihinde sunulan Gentoo, 2004 yılına kadar 1.4 sürümüne kadar ulaşmış, bu tarihten sonra yıl içerisindeki sürümler 2004.0, 2004.1, 2004.2 ve 2004.3 olarak gelişmiştir. Hemen hemen tüm bilgisayar mimarilerinde çalışabilen Gentoo; kurucusu Daniel Robbins'in 26 Nisan 2004 tarihinde Gentoo Foundation'u kurarak başından ayrılmasıyla demokratik olarak seçimlerle işleyişine devam etmektedir. Gentoo kurulumu canlı CD aracılığıyla yapılmaktadır. Canlı CD'ler içinde üç temel seçenek bulunmaktadır. İlki Minimal canlı CD'dir. Bu canlı CD sadece komut satırı araçları içermektedir ve kurulum sırasında yapılacak işlerin büyük bir kısmı kullanıcı tarafından elle yapılmalıdır, kaynak kodları ve Portage verileri internetten indirilmelidir. İkinci seçenek olan Universal CD, Minimal CD'ye ek olarak kaynak kodlar ve Portage verileri içerir; ağ bağlantısı olmayan bilgisayarlara kurulum için tasarlanmıştır. Üçüncü seçenek Gentoo Installer LiveCD kullanmaktır. Bu seçenek grafik ortamda çalışan bir gentoo kurulumunun denenmesine olanak sağlar, ayrıca kurulum işlemi de grafik arayüz ile yapılmaktadır. Kurulumu; derleme işlemleri ve kurulum adımların elle uygulanmak zorunda olması sebebiyle uzun sürebilen Gentoo'nun resmi web sitesinde, kurulumunu adım adım anlatan de
taylı bir kurulum belgesi bulunmaktadır. Büyük bir sorun yaşanmadığı müddetçe bu belge takip edilerek kurulum başarıyla tamamlanabilir. Kurulum işlemi sırasında Linux Çekirdeğini derlemek, disk bölümlerini bağlamak(mount), açılış yöneticisini ayarlamak tamamen kullanıcıya bırakılmıştır. Gentoo kurulumunun tamamen kullanıcıya bırakılması, olası zorluklarının yanında kullanıcıya sistemin işleyişini ve detaylarını öğrenebilmesi için büyük olanak sağlamaktadır. Kullanıcı Gentoo'yu ilk defa kurarken edindiği deneyim sayesinde, daha sonraki kurulumları çok fazla zorlanmadan ve zaman harcamadan tamamlayabilir. Gentoo'da edindiği genel Linux bilgisinden diğer sistemleri kullanırken de faydalanabilir. Sistemde temel işleyiş için ihtiyaç duyulanlar dışında hiçbir paketin kurulu gelmemesi, kurulum aşamasının tamamen kullanıcıya bırakılmasının getirilerindendir. Bu sayede kullanıcı, ihtiyacı olmayan hiçbir paketin getireceği ek sorunlar ve güvenlik açıklarıyla uğraşmak zorunda kalmaz. Bu özellik, Gentoo'yu özellikle sunucu sistemlerde tercih edilen bir dağıtım yapmaktadır. Bir masaüstü sistemde kurulduğunda ise ihtiyaç duyulan bütün çokluortam uygulamaları, grafik tabanlı uygulamalar vb. Gentoo'nun paketleri arasından bulunup sadece birkaç komut ile kurulabilir. Gentoo'nun diğer bir avantajı da, hakkında yazılmış kapsamlı belgeleri, wiki sayfası ve pek çok soruna hazır çözüm bulunabilen forumlarıdır. Gentoo'da her ne kadar programların kurulumları uzun sürebilse de programların derlenmesi sırasında yapılacak ayarlarla, programların çalışma zamanındaki hızları attırılabilmektedir. Bunun yanında, bütün programlar kurulu olduğu sistemin özelliklerinden en iyi faydalanacak şekilde derlenebileceği için, kullanılan sistemden verimli bir şekilde yararlanılabilir. Paket yöneticisi olarak portage'ı kullanan Gentoo; uçbirimde yazacağınız basit bir "emerge world" komutu ile tüm programlarınızı en son sürümleriyle güncelleştirebilmektedir. Portage ile paket bağımlılıklarını otomatik olarak çözen gentoo, paketleri indirmek, derlemek ve sistemde gereken yerlere kopyalamak adımlarının hepsini otomatik olarak yapmaktadır. Paketlerin derlenmesi sırasındaki seçenekleri "/etc/make.conf" dosyasında tanımlanmış olan değerlerden alır. Ayrıca bu dosyada çeşitli "use flag"ler tanımlanabilir. Use flagler sayesinde, her programın derleme zamanında kazanabileceği özellikler belirtilebilir. Örneğin "jpeg" use flaginin varlığı, programların Jpeg desteğine sahip olacağını belirtirken, "-jpeg" şeklinde kapatılmış bir use flag, derlenen programların Jpeg desteğini içermeyeceğini belirtir. Use flag mekanizması ile, tam olarak kullanıcının isteklerine göre şekillenmiş bir sistem elde edilir. Kullanıcı ihtiyaç duyduğu bütün özelliklere use flagleri kullanarak sahip olurken, istemediği hiçbir özelliği kurmak zorunda değildir. Gentoo'nun esnekliğinin ve özelleştirilebilirliğinin bir kısmı, paket yöneticisi portage'ın bu özelliklerinden ötürüdür. Brezilya Brezilya (Portekizce: "Brasil") ya da resmî adıyla Brezilya Federal Cumhuriyeti (Portekizce: ""), Güney Amerika'da yer alan, kıtanın en büyük ve en kalabalık ülkesidir. Uzun bir Atlas Okyanusu kıyısı vardır. Komşuları, güneyden kuzeye: Uruguay, Arjantin, Paraguay, Bolivya, Peru, Kolombiya, Venezuela, Guyana, Surinam, Fransız Guyanası'dır. (Ekvador ve Şili hariç tüm Güney Amerika ülkeleriyle komşudur.) Brezilya Bayrağında renkler, ormanları ve madenleri değil eskiden görev yapmış Kraliyet ailelerini simgeler. 21 Nisan 1500 tarihinde Portekizli bir gemici olan Pedro Alveras Cabral, Hindistan'a gittiği düşüncesiyle Güney Amerika'ya ayak bastı ve ülkeyi Portekiz kralı adına zaptettiğini ilan etti. 1530 yıllarında Martin Alfonso de Sousa liderliğindeki bir keşif gezisi esnasında, stratejik noktalar olan yerlere, Rio de Janerio ile bir yıl sonra da bugünkü Santos şehrinin banliyosü olan Sao Vicente şehirlerini kurdular. Piratiningo şehri de 1532 yılında Sao Vicente yakınlarında yüksek bir bölgede kuruldu. Portekizlilerin İspanya hâkimiyetine girdiği 1580'den 1640 tarihine kadar Brezilya bir İspanya sömürgesi oldu. 1640'ta Portekizliler Brezilya'yı tekrar ele geçirdiler. Hükumet merkezi 1763'te Salvador'dan Rio de Janeiro'ya taşındı. Zira burası coğrafi ve stratejik bakımdan merkez olmaya daha uygundu. 1698 yılında Sao Paulo'da bol miktarda altın bulundu. Daha sonra iç kesimlere Amazon havzasına yapılan keşif gezileri sonucu altından başka madenler de bulundu. Bölgede çeşitli feodal gruplar ortaya çıktıysa da fazla yaşamayıp yeniden birlik sağlandı. 1572 yılında Brezilya'yı yönetim bakımından Salvador ve Rio de Janerio'dan ibaret olmak üzere ikiye ayıran sistem, 17. yüzyıl çeyreğine kadar devam etti. 16 ile 17. yüzyılda İspanyollar, İngilizler, Fransızlar ve Almanlar zaman zaman bu bölgeyi ele geçirmek istedilerse de muvaffak olamadılar. 1807'de Portekiz'in Napolyon Bonapart tarafından işgal edilmesi üzerine kral ailesi ve devletin bazı ileri gelenleri Brezilya'ya kaçtılar ve ertesi sene hükumet merkezini Rio de Janerio'da kurdular. Bu esnada Brezilya'nın nüfusu 2.500.000 olup bunun 400.000'i beyaz 1.300.000 siyahi ve 800.000'ini yerli halk teşkil ediyordu. Zenciler büyük şekerkamışı çiftliklerinde ve madenlerde çalıştırılmak üzere 1538 yılında Afrika'dan köle olarak getirilmişlerdi. 1819'da Napolyon'un Avrupa devletlerine yenilmesi üzerine Portekiz Kralı VI. João, oğlu Dom Pedro'yu, Brezilya Genel Valisi bırakarak Portekiz'e geri döndü. 1822'de Portekiz parlamentosu ilk koloni statüsüne geri dönmek isteyince, Brezilyalılar, Dom Pedro Jose Boni Facia de Andrada Silvan'ın liderliğinde bağımsızlık hareketlerini başlattılar ve 7 Eylül 1822'de bağımsızlıklarını ilan ettiler. Kurulan Brezilya İmparatorluğu 1824'te liberal bir anayasa kabul etti. Düzensiz savaşlardan sonra Portekizliler Brezilya'nın bağımsızlığını kabul etmek zorunda kaldılar. Brezilya İmparatorluğu 1889 yılına kadar sürmüştür. Latin Amerika'da uzun süre krallıkla idare edilen tek ülke Brezilya idi. 1831 yılında Dom Pedro, oğlu İkinci Dom Pedro'ya tahtı terk etmek zorunda bırakıldı. İkinci Dom Pedro zamanında modern Brezilya'nın temelleri atıldı. 1888'de 800.000 köylüye hürriyet verildi. 1889'da kansız bir darbe ile krallık idaresi yıkılarak cumhuriyet idaresi kuruldu. 15 Kasım 1889'da yapılan askerî darbeyle İmparator II. Pedro iktidardan indirilip 1822'den beri monarşiyle yönetilen ülkede cumhuriyet ilan edildi ve darbenin lideri Manuel Deodoro da Fonseca ülkenin ilk cumhurbaşkanı oldu. 1914'te siyasi birliği temin eden Brezilya, bütün dünya ülkeleri tarafından tanındı. Brezilya'da tropik bir iklim mevcuttur. Yazlar doğu ve kuzey doğu bölgesinde sıcak,kışlar kıyıda 20 dereceye kadar ulaşabilir. Brezilya'nın dağlık arazisinde daha soğuktur. Güney'de nemli ve astropikal bir iklim vardır. Brezilya kültürü, Portekiz İmparatorluğu'yla olan güçlü bağlarından dolayı Portekiz kültüründen türemiştir. Portekizliler, Brezilyalılara Portekizceyi, Roman katolikliğini, Manueline mimari tarzını tanıtmışlardır. Ancak Brezilya kültürü; Afrika, Kızılderili, Portekiz dışındaki Avrupa ülkelerinin kültürleri ve geleneklerinden de fazlaca etkilenmiştir. Brezilya kültürünün bazı yönleri, 19 ve 20. yüzyılda, Brezilya'nın güney ve güneydoğu bölümlerinde büyük bir nüfusa ulaşan İtalyan, Alman ve diğer Avrupalı göçmenlerin, ayrıca Japon, Yahudi ve Arap göçmenlerden etkilenmiştir. Yerli Kızılderililer Brezilya'nın dilini ve mutfağını; Afrikalılar ise dilini, mutfağını, müziğini, dansını ve dinini etkilemiştir. Resmî dili Portekizce olan Brezilya’da başkan, milletvekilleri, senatörler, valiler, belediye başkanları, eyalet ve şehir meclisleri üyeleri dört senede bir yapılan seçimlerle belirlenir. 110 milyon seçmenin katıldığı 2002 yılı seçimlerinde tüm bölgelerde elektronik seçim sandıkları kullanılmıştır. Nüfusu 1 milyonun üzerinde on üç şehri olan Brezilya’nın en büyük şehirleri São Paulo (11 milyon) ve Rio de Janeiro’dur (6,6 milyon). Kişi başına gelirin 13.000 dolar olduğu nüfusunun %81’i Katolik, %18’i Protestan, %1’i ise Müslüman ve Musevidir. Katoliklerden 20 milyon kadarı aynı zamanda Afrika kökenli dinlerin ayinlerine de gitmektedirler. Brezilya’da 8 senelik zorunlu eğitim devlet okulları tarafından ücretsiz bir şekilde sağlanmaktadır. Bunun yanında, yüksek öğrenim de dahil olmak üzere, devlet okullarının yanı sıra özel okullar da etkinlik göstermektedirler. Beş kez Dünya şampiyonu olduğu futbolun yanı sıra voleybol, basketbol, tenis, yüzme, plaj voleybolu, sörf, otomobil yarışları ve yelkencilik Brezilya'nın Dünya çapında başarılar elde ettiği spor dallarıdır. Ayrıca Capoeira ve samba, özellikle ülkenin Afrika kökenli kültürünün, bütün dünyada dikkat çektiği folk etkinlikleridir. Dünya Futbolu'na önemli oyuncular katmıştır ve katmaktadır. Girit Girit (Eski Yunanca: Krētē; modern Yunanca Κρήτη - Kriti)- (Osmanlıca گريد), Yunanistan'ın en büyük, Akdeniz 'in beşinci büyük adasıdır. Ege denizi'nin güneyinde yer alır. Girit dünyaca tanınmış bir turizm merkezidir. En ilgi çeken turistik ziyaret yerleri arasında Knossos, Faistos ve Gortis 'deki arkeolojik sitler, Retimnon (Resmo)'daki Venedik kalesi ve Samarya, Aya İrini ve Aradena geçitlerinin doğal güzellikleri sayılabilir. Girit Avrupa'nın ilk uygarlıklarından biri olan Minos krallığına (yaklaşık MÖ 2000-1400 arası) beşiklik etmiştir. İngiliz arkeolog Arthut Evans’ın bölgede rastladığı oyulmuş mühür taşlarına olan ilgisi, onu 1900 yılında Knossos’da düzenlediği kazı sonucu Doğu Akdeniz’de “başka bir uygarlığın zanaatkârlığı ve işçiliğinin bir devamı olarak görmediği” bu saraylarının en büyüğüne rastladı. Yapılan kazılar sonucu ortaya çıkan bu medeniyete bir isim vermek gerekiyordu. Bunun için her zaman olduğu gibi efsanelere başvuruldu. Efsanelere göre Zeus’un oğlu olduğu farz edilen Kral Minos’a Girit’in yönetimi verilmişti. Minos’tan sonra gelen hanedan fertlerinin de haliyle “Minos” adıyla anılacağını düşünen İngiliz Arkeologlar Girit Uygarlığını tüm dünyaya “Minos” adıyla yayıp bunlara da
“İlk Yunanlar” demiş olsa da, hakikat, o dönemin Giritli sakinlerinin kendilerine ne dediğinin halen bilinmemekle birlikte: arkeolog Arthur Evars’ın başvurduğu efsanelerin tabletlerdeki kayıtlardan çok sonrasına ait olduğuydu. Dolayısıyla bu verilerle Girit adasında izlerine rastlanan ilk sakinlerin “İlk Yunanlar” olduğunu söylemek mümkün olmamakla birlikte, “ilk dönemlere ait definler, adadaki toplumun klanlar ya da geniş aileler halinde yaşadıklarını düşündürüyor ve sarayların etrafındaki kasabalarda yapılan kazılar, kendi ambarlarını kontrol eden geniş ve bağımsız ailelerin varlığını gösteriyordu. Ayrıca, Knossos ile Kandiye arasında kalan, "Khaniale Tekke", Teke ya da Tekke adındaki bölgedir Tunç Dönemine ait oldukça zengin saraylar bulunmuştur. 1. Dünya savaşı sırasında bulunan mezarlar sonrasında birçoğu yağmalanmıştır. Yakın yüzyılda, Girit adasındaki pek çok yer isimlerinin değiştirilmiş olması, adres bulmak ve belgelemek açısından araştırmacıları oldukça zora sokmuştur. 1967’de Tekke mezarlarına da Payne tarafında bulunanlarına da “Fortetsa” adı verilmiştir. Bugün ise Girit'de "Khaniale Teke" antik saray ve mezarlarının olduğu yeri sorsanız, kimse bunların yerini size gösteremeyecektir. Ada, Roma ve Doğu Roma İmparatorluğu egemenliklerinden sonra Arap işgaline uğramış ve 828-961 arasında Abbasiler'e bağlı Hafsiler tarafından yönetilmiştir. 6 Mart 961'de tekrar Doğu Roma egemenliğine girmiştir. Doğu Roma İmparatorluğu'nun çözülme döneminde Venedikliler tarafından ele geçirilmiştir. Girit, 1645'te İbrahim saltanatı döneminde Sünbül Ağa hadisesinin tetiklemesi üzerine başlatılan fetihle Osmanlı idaresine geçmiş, Venedik Cumhuriyeti'nin ada üzerinde 1204'den beri devam eden hakimiyetine böylece son verilmiştir. Adanın hemen hemen tamamı ve bu arada Hanya ve Resmo gibi önemli kentler Osmanlı İmparatorluğu tarafından kolaylıkla fethedilebilmişse de, en büyük merkez olan Kandiye kalesinin alınması 24 yıl sürmüş, 1669'da Fazıl Ahmet Paşa tarafından tamamlanabilmiştir. Adanın Osmanlı hakimiyetine geçişi ile Venedik Cumhuriyeti 'nin Doğu Akdeniz'de yüzyıllardır süregelen önemli rolü son bulmuştur. Ege Denizi'nde ve Mora'da Venedik hakimiyetinde kalan birkaç küçük ada ve kale de müteakip yıllarda Osmanlı Devleti tarafından alınmıştır. Bölgedeki isyankar Rum aileleri bugünkü Trabzon'un Of ilçesi civarlarına yerleştirilmiştir. Kos, Yasiciannis(Yazıcı) ve Dmitris(Çelikler) bugün bilinen ailelerin başlıcalarıdır. Meşhur papaz Igor Yasiciannis 'den sonra ailelerin dili dönüştürülmüştür. Bu durum, Osmanlı fütuhatı açısından, Fatih Sultan Mehmet zamanından beri teker teker alınan Ege adalarının ve kıyı kalelerinin ve nihayet 1571'de Kıbrıs'ın (yine Venedik'ten) alınmasının mantıklı bir uzantısını teşkil etmiştir. 24 yıllık fetih süreci ve hemen sonrasında, ilki Batı Avrupa medeniyeti açısından, ikincisi de Osmanlı kültür mozaiği bakımından önem arzeden iki ilginç gelişme cereyan etmiştir. Ada halkı 450 yıl süren Venedik yönetimi bünyesinde orijinal bir entelektüel kültür ve zümre yetiştirmiş bulunmaktaydı. Bu oluşumda Girit'in antik çağlardan beri muhafaza ettiği özgün benliğin ve 1453 'den sonra Bizans kültür odaklarının artık tarihe karışmalarının veya köklü bir kimlik değişimi yaşamalarının da etkisi olmuştur. Osmanlı fethi ile birlikte Venedikli Girit kültürel birikimin temsilcilerinden bir kısmı eski idarecileri ile birlikte Batı Avrupa'ya geçmişlerdir. Batı Avrupa 'da aydınlanma çağı ruhunu besleyecek olan bu Giritli aydın şahsiyetler arasında en önemlisi İspanyol resim sanatının temel taşlarından biri haline gelecek olan El Greco, veya asıl adıyla Domenikos Theotokopulos'tu. Aynı dönemde bir kısım Giritli de doğuya yöneldi. O dönemde olgunluk çağına ermiş bulunan Osmanlı bürokratik geleneğinin düzenli kayıtlarından takip edilebildiği üzere, fethin hemen ardından Girit yerli halkı arasında bir ihtidâ (İslamiyet’i kabul) süreci yaşandı. Osmanlı'nın Venediğe kıyasla dini inançlara müsamaha ve vergilendirme konularında ada halkı açısından kurtarıcı kimliğine bürünmüş olduğu rahatlıkla iddia edilebilir. Girit'teki 250 yıllık Osmanlı yönetimi altında bu nüfus zaman içinde adaya Türk göçleri ile karıştı. Sonraki yüzyıllarda Girit Türkleri, bir yandan özgün bir kültür geliştirirken, bir yandan da Osmanlı Devleti'ne ve Anadolu'ya geri göçten sonra da Türkiye Cumhuriyeti'ne yönetim, edebiyat, bilim, eğitim alanlarında önemli katkılarda bulundular. Girit Adası İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası tarafından işgal edildi. İngiliz birlikleri, 3 Kasım 1940'ta Yunan Hükümeti'nin izni ile Girit'e indi. Mihver güçleri tarafından anakara Yunanistan'ın işgali 6 Nisan 1941 tarihinde başladı ve Yunanistan ile birlikte Commonwealth ordularının müdahalelerine rağmen birkaç hafta içinde bu işgal tamamlandı. Kral II. Yorgos ve Emmanouil Tsouderos Hükümeti Atina'dan kaçmak zorunda kalarak 23 Nisan tarihinde Girit'e sığındılar. Anakara Yunanistan işgalinden sonra Almanya, Girit ve Balkan seferinin son aşamasına geldi. (20 ve 31 Mayıs 1941 tarihleri arasında) on gün süren Nazi Almanyası ve müttefikler (İngiltere, Yeni Zelanda, Avustralya ve Yunanistan) arasındaki sert ve kanlı çatışmaların ardından Girit adası da Almanya tarafından işgal edildi. 20 Mayıs 1941 sabahı, Girit tarihinin ilk büyük havadan saldırı başladı. Üçüncü Reich "Mercury Operasyonu" (Girit Muharebesi) kod adı altında Girit'e bir havadan işgal başlattı. General Kurt Student komutasındaki 17.000 paraşütçü, Maleme, Kandiye ve Rethymnon olmak üzere hava meydanları ile üç stratejik konumlara indirildiler. Paraşütçülerin amacı Kraliyet Donanması ve hala denizleri kontrol eden Yunanistan Donanmasının çökertilerek Anakara Yunanistan'daki Luftwaffe tarafından helikopterle takviye gelişini sağlamak için üç havaalanını işgal etmek ve kontrol etmekti. Müttefikler 1 Haziran 1941 tarihinde Girit adasını tamamen boşalttı. Alman işgalcilerinin zaferine rağmen, özel eğitimli Alman paraşütçüleri, Müttefik askerler ve yunan sivil direnişçileri, çok ağır kayıplar verdiler. Adolf Hitler bu yüzden savaşın geri kalanında bu tür büyük ölçekli hava operasyonlarını yasakladı. Girit Yunanistan'ın 13 idari bölgesinden biridir. Yunanistan'ın en büyük, Doğu Akdeniz'in Kıbrıs'tan sonra ikinci büyük, Akdeniz'in beşinci büyük adasıdır. Girit Ege Denizi'nin güney sınırlarını belirler ve yüzölçümü 8,336 km²'dir. 2005 itibarıyla nüfusu 650,000'dir. Adanın uzunluğu 260 km olup, genişliği ise Diyon burnu ile Litinon burnu arasındaki 60 km'lik en geniş mesafeden, doğu ucundaki Yerapetre kıstağında sadece 12 km'lik bir mesafe arasında değişmektedir. Girintili çıkıntılı sahil şeridinin toplam uzunluğu 1,000 km'ye ulaşmaktadır. Yunanistan anakarasının yaklaşık 160 km güneyinde yer alır. Ada oldukça dağlık bir araziye sahiptir ve bu özelliğini en batıdan en doğuya uzanan aşağıdaki sıradağ zincirleri boyunca korumaktadır: Bu dağlar zincirinin arasında Lasiti, Omalos ve Nida ovaları gibi verimli düzlükler, Diktaion ve Idaion mağaraları ve ünlü Samarya geçidi gibi tabiat harikaları yer almaktadır. Girit iki farklı iklim kuşağının etkisindedir: ağırlıklı olarak Akdeniz iklimi ve yer yer Kuzey Afrika iklimi. Bu durumuyla Girit özellikle ılıman iklimin etkisi altındadır. Nemlilik denize yakınlığa göre değişmekte, ovalarda kışın kar yağışı istisnai kalırken dağ zirvelerinde sık sık görülmektedir. Yazları sıcaklık 25-35 derece arasında değişmektedir. Güney kıyılarında yer alan ve Kuzey Afrika ikliminden etkilenen Mesara ovası ve Asterusya dağları gibi bölgelerde yazlar daha sıcak ve uzun geçmektedir. Evvelce tarıma dayalı olan Girit ekonomik yapısı 1970'lerden itibaren temelden değişmeye başlamıştır. Tarım ve hayvancılık ada ekonomisinde hala önemli bir paya denk gelmekle birlikte, adanın ikliminden ve engebeli coğrafyasından kaynaklanan engeller nedeniyle tarıma dayalı sanayi üretimi belli bir düzeyin ötesine gidememiş, ancak özellikle turizm ile bağlantılı hizmetler sektörlerinde kaydadeğer ilerlemeler sağlanmıştır. Yine de özellikle zeytincilik adada oldukça gelişmiş olup, resmi kayıtlara göre 300.000 zeytin ağacı bulunmaktadır. Girit'te kişi başına düşen yıllık gelir Yunanistan ortalaması ile aynı düzeyde olup, işsizlik ise ülke genelindeki oranın yaklaşık yarısı düzeyinde seyretmektedir. Adada üç büyük havaalanı bulunmaktadır: Kandiye'deki Nikos Kazancakis havaalanı, Hanya'daki Daskaloyannis askeri havaalanı ve Sitia'daki yeni açılmış sivil havaalanı. Girit Yunanistan'ın en popüler turizm bölgelerinden biridir. Yunanistan'a turistik girişlerin % 15'i Kandiye'deki havaalanından veya limanından gerçekleşmektedir, bu şehre inen charter uçaklarının sayısı Yunanistan'a inen toplam charter uçaklarının beşte birine denk gelmektedir. 2004 içinde toplam iki milyon turist Girit'i ziyaret etmiştir. Girit'te turizm Yunanistan genelinden de daha hızlı gelişmektedir. 1986-1991 döneminde Girit'teki otel yatak sayısı % 53 artarken Yunanistan'ın diğer bölgelerinde bu artış % 25'te kalmıştır. Lüks otellerden aile pansiyonlarına her çeşit turistik tercihe hitap edecek altyapı mevcuttur. Girit'in başlıca şehirleri: Girit adası 4 vilayete (Yunanca nomos, νόμοι) ayrılmıştır. Bunlar: Amatör radyoculuk açısından Yunanistan'dan ayrı bir bölge olarak telakki edilmektedir. Alan kodu SV9'tür. Ayrıca, Ortodoks mezhebi idari yapısı açısından Girit Başpiskoposluğu, Atina merkezli Yunanistan otosefal kilisesi'ne değil, Fener Patrikhanesi'ne bağlıdır ve Oniki Adalar ve diğer bazı Ege adaları'nın metropolitlerini idaresi altında toplamaktadır. Girit halkının kendisini Yunan dünyasının diğer bölgelerinden farklı görme dürtüsü yüksektir ve zaman zaman spazmodik ve folklorik boyutları pek de aşmayan ayrılıkçı hareketler cereyan etmiştir. Sarıyer Sarıyer İstanbul'un Avrupa yakası'nda yer alan ilçedir. Güneyde Beşiktaş, güneybatıda Şişli ve batıda Eyüp ilçeleri ile doğuda İstanbul Boğazı, kuzeyde Karadeniz ile çevrilidir. Sarıyer İlçesi toplam 35 mahalleden oluşmaktadır. Bahçeköy Belediyesi'nin 2009 yılında fe
shedilerek Sarıyer ilçesinin bir mahallesi olması, 2012 yılında da Şişli sınırları içinde yer alan Ayazağa, Maslak ve Huzur mahallelerinin bu ilçeye dahil edilmesiyle son halini alan ilçe İstanbul'un en kuzeydeki ilçelerinden biridir. İlçenin ilk adı Simas'tır. Sarıyer adının kökeni konusunda, kimisi yakıştırma olduğu hemen belli olan farklı anlatımlar vardır. Fatih Sultan Mehmed'in iki sarışın askerinin burada Merkez Camii yanında gömülü oldukları, bu yüzden “Fatih'in sarı erleri”nden bozularak yöreye Sarıyer dendiği veya öteden beri mesire yeri olan yörede Mısırlı zenginlerin harcadıkları altınları yüzünden bölgenin adının “Sarı lira yer”den Sarıyer'e dönüştüğü gibi rivayetler yanında tutarlı görülen varsayım, Sarıyer'in kuzeybatısında Maden Mahallesi'ne doğru sırtların altın madeni ve kil yüzünden sarı renkte olmaları ve buradaki yerleşmeye bu sarı topraklar nedeniyle önce Sarıyar adı verilmiş olmasıdır. Osmanlı kaynaklarında XIX. yüzyıla kadar Sarıyar kullanımı sürmüştür. Yar sözü uçurum anlamının yanı sıra dağ yamacı, dağ sırtı anlamını da taşır. Bir başka rivayet de bölgede doğal yayılım gösteren katırtırnağı bitkisinin çiçeklendiği zaman tüm bölgenin belirgin bir şekilde sarı olmasından aldığı yönündedir. Sarıyer İlçesi sınırları içindeki bazı yerleşme alanlarının Bizans döneminden beri meskun olduğu bilinir. Bunlar özellikle kıyılardaki koylarda bulunan bazı ayazma, kilise, eski liman, sarnıç ve eski kaleler çevresindeki birkaç hanelik küçük kırsal yerleşmelerden oluşuyordu. Buralarda yaşayanlar geçimlerini genellikle balıkçılıktan sağladıklarından bu yerleşimler bir balıkçı köyü niteliği taşıyordu. Türklerin ilk kez bu köylerden Baltalimanı'na yerleştiği söylenir. İstanbul Boğazı'na dökülen bütün akarsular gibi Baltalimanı Deresi'nin de ağız bölümü eskiden bir haliçti. Bu küçük haliç, boğazda seyreden tekneler için önemli bir doğal barınaktı. Buradaki büyük sarnıcın, yanaşan gemilerin su ihtiyacını karşılamak amacıyla yaptırıldığı sanılır. İstanbul'un fethinden önce Kaptan-ı Derya Baltaoğlu Süleyman Bey'in donanmasını burada korumaya aldığı ileri sürülür. Eski kaynaklarda rastlanmamasına karşın Baltalimanı adının bu olay nedeniyle Baltaoğlu Süleyman Bey'den geldiği söylenir. Boğaz kıyısındaki küçük köylerin gelişmeye başlaması 16. ve 17. yy'lara rastlar. Bu dönemde Sarıyer, Yeniköy ve Rumeli Hisarı gelişmiş birer köy haline geldi. 18. yy'a gelindiğinde saraya yakın bazı kişilere ait yalılar bu kıyıda belirmeye başladı. Padişah izniyle bazı gayrimüslim ailelerin bu köylere yerleşmeleri de aynı yüzyıla rastlar. 19. yy'ın başlarında şayak ve fes boyama sanatını öğretmeleri için Trakya'dan bazı köylüler İstanbul'a getirildi ve Baltalimanı ile Emirgan arasına yerleştirildi. Bu köylülerin yerleştirildiği Baltalimanı ile Emirgan arasındaki alan Boyacıköy olarak adlandırıldı. İstanbul'daki elçilikler bu yüzyılda yazlık olarak kullanmak üzere kıyı boyunca uzanan geniş arazileri elde ettiler. Bütün bu gelişmelere karşın İstanbul Boğazı kıyısındaki köyler balıkçılıkla uğraşma geleneğini yakın zamana kadar sürdürdü. Bu köylerin iskelelerine bağlı çok sayıda balıkçı teknesinin yanı sıra Boğaz'ın çeşitli yerlerinde dalyanlar vardı. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde, bugünkü Sarıyer ilçe sınırları içindeki yerleşimler, gelişimi donmuş köyler biçimindeydi. Kırsal alandaki köyler Kilyos Nahiyesi'nin sınırları içindeydi ve bu nahiye de Çataca Vilayeti'ne bağlıydı. İlçenin İstanbul Boğazı kıyısındaki kesimi ise Beyoğlu Kazası'nın sınırlarına dahildi. 1926'da Çatalca'nın kaza yapılarak İstanbul Vilayeti'ne bağlanmasından sonra da bu yönetsel durumda herhangi bir değişiklik olmadı. 1930'da yapılan bir yönetsel düzenleme sonucunda bugünkü Sarıyer İlçesi kuruldu. İlçe merkezinde Sarıyer Belediyesi'nin kuruluşu da aynı tarihe rastlar. 1936'da Kemerburgaz nahiyesinin o yıl kurulan Eyüp ilçesine, 1954'te Maslak ve Ayazağa köylerinin de o yıl kurulan Şişli ilçesine verilmesiyle ilçe sınırları daralmıştır. 1960'lara değin ilçenin Boğaz kıyısındaki semtleri, daha çok yazın kalabalıklaşan sayfiye yeri niteliği taşıyordu. Her semtte bir iskele vardı ve ulaşımda daha çok 19. yy'dan beri yararlanılan suyolu kullanılıyordu. Zaman içinde vapur seferlerinin sıklaşması kıyı semtlerinin gelişmesinde önemli bir etkendi. Bu semtlerin bazılarında kıyı boyunca gazinolar ve yazın büyük ilgi gören plajlar inşa edildi. Ayrıca Belgrad Ormanı'ndaki su başları ve bentler yıl boyunca İstanbulluların ilgisini çeken mesire yerleriydi. Daha sonra hem Maslak üzerinden gelen Büyükdere Caddesi'nin yapılması, hem kıyıyı izleyen sahil yolu'nun genişletilmesi sonucunda karayolu ulaşımı gelişti. Böylece semtlerinin doğrudan birbirine bağlanması sonucunda bu ulaşım eksenleri boyunca mevcut semtlerin gelişmesi ve bu semtler arasındaki boş alanların yerleşime açılması süreci başladı. Kıyı kesiminde daha çok üst gelir gruplarına ait konutlar ve köşkler, sırt biçiminde uzanan yüksek alanın yamaçlarında da gecekondu mahalleleri ortaya çıktı. İstanbul Boğazı'na bakan yamaçlarda oluşan bu yapılaşmalar bir yandan ilçenin doğal yapısını tahrip ederken öbür yandan da yörenin görünümünü önemli ölçüde çirkinleştirdi. 1980'lerin sonundan itibaren köylerin, hem İstanbul şehir merkezine yakın olmak isteyen hem de doğaya yakın olmak isteyen üst gelir grubunun yerleşmeye başlaması sonunda çehresi önemli ölçüde değişmiştir. İlçe toprakları, Çatalca Yarımadası'nın en doğu kesiminde yer alan sırtın, bir yandan İstanbul Boğazı'na, öbür yandan da kuzeyde Karadeniz'e doğru alçalan bölümlerden oluşur. Kuzey-güney doğrultusunda uzanan bu sırtın batı yamaçlarından çıkan sular (Göksu Deresi, Şeytandere ve Ayazağa Suyu) Kağıthane Deresi aracılığıyla Haliç'e, kuzey kesiminden doğan sular Karadeniz'e, doğu yamaçlarından kaynaklanan sular da İstanbul Boğazı'na ulaşır. Günümüzde bunlardan en önemlileri İstanbul Boğazı'na doğru akan Sarıyer, Bakla ve Baltalimanı dereleridir. Sarıyer İlçesi'nin Karadeniz kıyısı yer yer düz ve kumsal, bazı kesimlerde de falezlidir. Batıda, Kısırkaya'dan Kilyos'a (Kumköy) kadar uzanan kıyıdaki kumsal, doğuda Kilyos ile Rumelifeneri arasında, yerini kayalık falezlere bırakır. İstanbul Boğazı girişindeki Rumelifeneri açıklarında yer alan kayalıklara Öreke Adaları denir. İlçenin İstanbul Boğazı kıyıları oldukça girintili çıkıntılıdır. Bu kıyıdaki en önemli girinti Çayırbaşı'na doğru bir körfez gibi sokulan Büyükdere Koyu, başlıca çıkıntı ise doğuya doğru bir burun oluşturan Yeniköy'dür. Boğaz kıyısında yer alan başlıca küçük ve dar girintiler ise Tarabya ve İstinye koylarıdır. Sarıyer, doğal bitki örtüsü açısından İstanbul'nin zengin ilçelerinden biridir. Belgrad Ormanı'nın doğu ucu ilçe sınırları içine sokulur. Ayrıca Rumelikavağı-Rumelifeneri-Kilyos üçgeni içinde kalan alan, büyük ölçüde ormanlarla kaplıdır. Eskiden bu alanda çok daha sık olan ormanlar, varlıklı İstanbullular için ikinci konut yapımına girişen kooperatifler tarafından yer yer tahrip edilmiştir. Bugünkü ilçe toprakları 1930'a kadar Beyoğlu Kazasıyla Çatalca Vilayeti sınırları dahilindeydi. 1930'da yapılan bir yönetsel düzenleme sonucunda bugünkü Sarıyer ilçesi kuruldu. İlçe merkezinde Sarıyer Belediyesi'nin kuruluşu da aynı tarihte olmuştur. 1990'larda belediye olan Bahçeköy Beldesi 2008 yılında fesh olarak Sarıyer ilçesinin mahallesi oldu. 2012 yılında da Şişli sınırları içinde yer alan Ayazağa, Maslak ve Huzur mahalleleri bu ilçeye dahil edildi. Yine aynı düzenlemeyle 8 köyün mahalle statüsüne geçmesiyle ilçenin mahalle sayısı 38'e yükselmiştir. Sarıyer, doğal ve tarihsel değerler açısından zengin bir ilçedir. Orman varlığının yanı sıra su kaynakları da eskiden beri İstanbul için önem taşımıştır. Bu su kaynaklarından en ünlüleri Çırçır, Hünkar, Kocataş ve Sultan sularıdır. İlçe arazisindeki akarsular küçük olmalarına bakılmadan çok eskiden beri İstanbul'un su ihtiyacını karşılamak için değerlendirilmiştir. Bu amaçla dereler üzerinde bazı bentler ve bentlerin ardında biriken suları kente akıtmak için sukemerleri inşa edilmiştir. Bunlardan II. Mahmut, Topuzlu, Kirazlı ve Valide bentleri ile Bahçeköy ve II. Mahmud sukemerleri ilçe sınırları içindedir. İstanbul'un akciğerlerini oluşturan alanlardan biri olan Belgrad Ormanı'nda yer alan gezi yolları ve piknik alanları özellikle hafta sonlarında halkın ilgisini çeker. Belgrad Ormanı içindeki İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi'ne bağlı Atatürk Arboretumu bilimsel araştırmalara her yönü ile açık bir canlı laboratuvar olarak hizmet vermektir. İlçe, eskiden kıyılarındaki plajlarıyla da ünlüydü. Ama günümüzde İstanbul Boğazı kıyısında yalnızca Altınkum ve Tarabya plajları faaliyet halindedir. Deniz kirliliğinin yoğunlaşması nedeniyle, dalyanlar gibi Boğaz'daki öbür plajlar da kapanmıştır. İlçenin en gözde plajı Kilyos'tadır. Sarıyer'ın, özellikle Karadeniz kıyısındaki plajları, yaz aylarında bir turistik cazibe merkezi halini alır. Özellikle kıyı kesiminde otel, motel, lokanta ve bar gibi işyerleri yıl boyunca İstanbulluların ilgisini çeker. İlçede mimari değer açısından önem taşıyan birçok yapı vardır. Bunlar arasında konsolosluk binaları, kasırlar, köşkler, yalılar, iskeleler, kiliseler dikkati çeker. Ayrıca Rumelifeneri'ndeki Ceneviz kalesi de görülmeye değer yerlerindendir. İstanbul Teknik Üniversitesi, Marmara Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi, Koç Üniversitesi, Işık Üniversitesi, Beykent Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi, Türk Silahlı Kuvvetleri Harp Akademileri ile Adile Sadullah Mermerci Polis Meslek Yüksekokulu Sarıyer İlçesi'nde bulunan yüksek öğretim kurumlarıdır. 2009 yılı itibarıyla Sarıyer İlçesi sınırları içinde 47 okulöncesi, 50 ilköğretim ile 31 lise ve dengi eğitim kurumu vardır. Liseler: Ali Akkanat Anadolu lisesi Behçet Kemal Çağlar Lisesi ITU Geliştirme Vakfı Okulları Sarıyer Firuzan Kemal Demironaran Lisesi Sarıyer Vehbi Koç Vakfı Lisesi Rotary 100. Yıl Anadolu Lisesi Mustafa Kemal Anadolu Öğretmen Lisesi F.M.V. Özel Ayazağa Işık Lisesi İstek Özel Kemal Atatürk Lisesi İstek Özel Anadolu Gü
zel Sanatlar Lisesi Özel doğa Lisesi Özel B.J.K Lisesi Özel Cent Lisesi Özel Daruşşafaka Lisesi Özel Erol Altaca Lisesi Özel Yeni Yıldız Lisesi Özel Açı Lisesi Özdemir Sabancı Emirgan Anadolu Lisesi Sarıyer Hüseyin Kalkavan Lisesi Mesleki eğitim veren Liseler Anadolu İmam Hatip Lisesi Cevat Koçak Ticaret Meslek Lisesi Mehmet Şam Ticaret Meslek Lisesi Mustafa Kemal Anadolu Öğretmen Lisesi Sarıyer Kız Meslek Lisesi Şükran Ülgezen Kız Teknik Ve Meslek Lisesi Devlet Liseleri Sarıyer Yaşar Dedeman Lisesi Sarıyer İstinye Lisesi İlçe sınırları içinde 5 hastane (Metin Sabancı Baltalimanı Kemik Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, İstinye Devlet Hastanesi, İsmail Akgün Devlet Hastanesi, Özel Acıbadem Maslak Hastanesi, Özel Acıbadem Zekeriyaköy Hastanesi), 23 sağlık ocağı, 99 eczane ve 7 poliklinik bulunur. Sarıyer İlçesi'nde yaşayanlar deniz ve kara yollarından yararlanarak kentin öbür kesimlerine ulaşırlar. Denizyolu ulaşımı semtlerdeki iskelelerden (Sarıyer, Rumelikavağı, Yeniköy, Emirgan, İstinye, Büyükdere) İDO'nun vapurlarıyla sağlanır. İlçe kıyılarında balıkçı teknelerinin sığındığı bazı iskeleler vardır. Bunlardan başlıcaları Rumelifeneri'ndeki balıkçı barınağı ile Sarıyer'deki küçük dalgakırandır. Kentin batı kesimini İstanbul Boğazı yakınından Karadeniz kıyısına bağlayan karayolları Sarıyer İlçesi'nde sona erer. İlçede üç önemli karayolu ekseni vardır. Bunlardan biri Boğaz kıyısını izleyen ve değişik semtlerde farklı adlar taşıyan “sahil yolu”, ikincisi ise Zincirlikuyu'dan gelip Tarabya kavşağından sonra Hacı Osman Bayırı adıyla anılan ve Kefeliköy'de sahil yoluna bağlanan Büyükdere Caddesi'dir. Büyükdere Caddesi, İstinye'den ve Tarabya'dan da sahil yoluna bağlanmaktadır. Üçüncü önemli karayolu ekseni, batı ayağı Rumelihisarı'nda olan Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'yle Avrupa Yakası'nı Anadolu Yakası'na bağlayan batı-doğu doğrultulu O-2 Otoyolu'dur. Sarıyer İlçesi'ne, İstanbul'un geneline olan kara ulaşımının yalnızca bu iki aks üzerinden olması nedeniyle “çıkmaz sokak” da denir. İlçe merkezinden Beşiktaş ve Taksim'e otobüs, 4. Levent ve Beşiktaş'a da minibüs seferleri vardır. Ayrıca ilçe halkı şu an için M2 Metro Hattının en kuzeydeki dört istasyonu olan Hacıosman, Darüşşafaka, Atatürk Oto Sanayi ve İTÜ Ayazağa istasyonlarından metroya binerek Levent, Mecidiyeköy, Taksim güzergahından Yenikapı durağına kadar ulaşabilmektedirler. İlçenin en ünlü takımı olan, adını ilçeden alan futbol, voleybol ve boks dallarında faaliyet gösteren Sarıyer Spor Kulübü 1940 yılında kurulmuştur. 1982-1994 ve 1996-1997 yılları arasında Süper Lig'de oynamış olan Beyaz Martılar, boğazın en büyük takımı ve bir zamanlar üç büyüklerin korkulu rüyası olmuştur. Kulübün renkleri lacivert ve beyazdır; Lacivertin asaleti, beyazın ise temizliği simgelediği kabul edilmiştir. 1980'ler ve 1990'ların ilk yarısında altın dönemini yaşayan Sarıyer 2009-2010 sezonunda 2. Lig'de mücadele etmektedir. İç saha maçlarını Yusuf Ziya Öniş Stadı oynar. İlçenin diğer ünlü takımıysa 2003-2005 arasında 3. Lig'de (4. Kademe) oynamış olan Yeniköyspor'dur. Ayrıca Sarıyer Belediyespor, Ferahevlerspor, Bahçeköyspor Pınar İY., Pınarspor, İstinye, Reşitpaşa, Kireçburnu, Madenspor, Rumelikavağı, Çayırbaşı, Büyükdere, Çayırbaşı Özkan gibi takımlar amatör futbol liglerinde mücadelelerine devam etmektedirler. Galatasaray (futbol takımı)'nın iç saha maçlarını oynadığı Türk Telekom Arena TEM Otoyolu'nun kuzeyinde yer alır. 52.883 seyirci kapasitesi ile Atatürk Olimpiyat Stadyumu'ndan sonra Türkiye'nin ikinci en yüksek kapasiteli stadyumudur. İlçedeki diğer önemli spor tesisleri; Çayırbaşı Stadı, Kilyos Stadı, Mersinli Ahmet Kamp Eğitim Merkezi, Orhan Keçeli Stadı, Sarıyer Kapalı Spor Salonu, Yusuf Ziya Öniş Stadı, Enka Spor Kulübü Sadi Gülçelik Spor Sitesi ile Darüşşafaka basketbol takımının iç saha maçlarını oynadığı Ayhan Şahenk Spor Salonu'dur. İstinye ve Zekeriyaköy'de binicilik tesisleri bulunur. Sarıyer İlçesi'nde iktisaden faal olan nüfusu oluşturan kesim, daha çok ilçe dışındaki işyerlerinde çalışır. İlçede fazla sanayi tesisi yoktur. Geçmiş yıllarda kibrit, kablo ve vinç fabrikaları taşınmış, İstinye'deki tersane kaldırılmıştır. Hizmet işkolu ilçenin en canlı ekonomik etkinlik alanını oluşturur. Özellikle kıyı kesiminde lokanta ve bar gibi işyerleri yılboyunca İstanbulluların ilgisini çeker. Borsa İstanbul İstinye'de bulunmaktadır. Ayrıca ABD, Avusturya, Çin, Irak ve Özbekistan'ın İstanbul başkonsoloslukları Sarıyer İlçesi sınırları içindedir. 2013 ADNKS verilerine göre Sarıyer İlçesi'nin nüfusu 335.598'dir. Bill Gates William Henry "Bill" Gates III (d. 28 Ekim 1955, Seattle) ya da daha çok bilinen adıyla Bill Gates, ABD'li yazar, yazılımcı, girişimci, yatırımcı ve iş adamı. Gates, Microsoft şirketinin kurucularındandır ve şirketin başkanlığını ve baş yazılım mimarlığını yapmaktadır. Gates, Ağustos 2016 itibarıyla 90 milyar dolar net değer ile dünyanın en zengin insanıdır. ABD'li girişimci Gates iki kişilik şirketini (Microsoft) başta gelen bir yazılım şirketine dönüştürdü. Gates 20. yüzyılın son döneminde en başarılı şirket patronlarından biri oldu. Seattle/Washington'da avukat bir babayla öğretmen bir annenin oğlu olarak dünyaya gelen Gates, henüz on iki yaşındayken özel bir okulda ilk informatik (bilişim) kurslarına gitti. Okul arkadaşı Paul Allen ile birlikte boş zamanlarını çoğunlukla bilgisayar yazılımları üzerinde çalışarak geçiriyordu. Yakınlarındaki bir şirketin büyük bilgisayarını para ödemeden kullanabilmek için, iki arkadaş kullanıcılar için yazılım hatalarını arayıp buluyorlardı. Bu şekilde bilgisayar konusunda uzmanlaşan öğrenciler, 1972'de ilk şirketlerini (Traf-O-Data) kurdular. Bu şirket bir trafik sayım ve kontrol sistemi için yazılımlar üreterek hemen 20.000 dolarlık satış yaptı. Gates bundan bir yıl sonra TRW adlı silah işletmesinde staj gördü. Kişisel bilgisayarlar 1970'li yılların ortasında henüz gelişimlerinin ilk aşamasında bulunuyorlardı. MITS şirketinin Altair adını verdikleri en önemli numunesi henüz tekbiçim, kullanılabilir bir yazılıma sahip olmayıp ancak tamamlanmamış bir işletim sistemine sahipti. Gates ve Allen'ın, Altair için 1974'te geliştirdikleri yazılım dili BASIC sayesinde bilgisayar kullanıcıları programlarını kendileri yazabiliyorlardı. MITS şirketi genç araştırmacılardan pazarlama ruhsatını satın alarak kendilerine sistemi daha da geliştirmeleri için sipariş verdi. Gates bunun üzerine tahsilini bırakarak Allen ile birlikte Albuquerque/New Mexico'da Microsoft adlı şirketi kurdu. Microsoft, kendini sebatla mikro bilgisayarlar için yazılımı geliştirmeye adayan ilk işletmelerden biridir. Aradan kısa bir süre geçtikten sonra General Electric gibi şirketler, devamlı müşterileri arasında bulunmaktaydı. Gates 1977'de, aletlerini BASIC ile donatabilmek amacıyla, Apple, Tandy ve Commodore gibi PC ("Personal Computer" - Kişisel Bilgisayar) üreticileriyle lisans sözleşmeleri imzaladı. Ayrıca FORTRAN, COBOL ve Pascal gibi yazılım dillerini geliştirmekle, Microsoft'a bir üstünlük ve uluslararası pazar yolunun kendilerine açılmasını (1978'den sonra ilk Japonya olmak üzere) sağladı. Gates 1979'da yalnızca 13 çalışanıyla yaklaşık 3 milyon dolarlık bir satış gerçekleştirebildi. PC'ler için yazılması gereken işletim sistemi teklifinin Gary Kildall tarafından reddedilmesinin ardından IBM, Gates'e yöneldi. Gates, Seattle Computer Products(SCP) şirketinden 50.000 USD karşılığında DOS işletim sistemini satın aldı ve SCP'de DOS yazılımcılarından biri olan Tim Paterson'ı kadrosuna dahil etti. DOS işletim sistemi IBM'in ihtiyaçları doğrultusunda değiştirilerek MS-DOS adını aldı. MS-DOS (Microsoft Disc Operating System - Diskli İşletim Sistemi) 1980'li yıllarda dünya çapında satış rekorları kırdı (120 milyon kopya). Gates akıllıca bir öngörüyle haklarını saklı tutarak diğer donanım üreticilerine de satış yapabildi. Bunu izleyen zamanda giderek daha çok şirket IBM ile bağdaşan aygıtları piyasaya sürünce, geliştirdikleri işletim sistemi bütün bilgisayarlar için tekbiçim hale geldi. Bu arada 1.000 çalışanı olan şirket, 1980'li yılların ortasından sonra Avrupa'da şubeler kurdu. Şirketin başkanlığını yürüten Gates, tutarlı ekip çalışmasına ve katı bir verim ilkesine önem veriyordu. Bütün çalışanların verimleri altı ayda bir değerlendirilmekteydi. Gates işletim sistemine paralel olarak uygulama yazılımları alanında da son derece başarılı çalışmalar ortaya koyuyordu. Multiplan Çizelge Hesap Yazılımından (1982) sonra, 1983'te ilk kez fareyi (mouse) kullanan Word adlı metin işleme sistemini başlattı. Özellikle "Word" Avrupa'da çok satılırken, ABD'de Lotus 1-2-3 ve WordPerfect adlı rakipleri karşısında, ancak yavaş yavaş başarıya ulaşabildi. Microsoft'un yazılım alanındaki kesin başarısı, Apple şirketinin kendilerine verdikleri siparişle gerçekleşti. Macintosh adını verdikleri örnek oluşturacak nitelikteki bilgisayar için çeşitli uygulama sistemleri (örneğin Word ve Excel) geliştirildi. Gates şirketini 1986'da anonim şirkete çevirdi. Aradan çok geçmeden yalnız kendi payının (% 45) borsa değeri 1 milyar doların üzerindeydi. MS-DOS işletim sisteminin grafik bir iyileştirmesi olan Windows'un geliştirilmesi çalışmalarına Gates 1985 yılında başlamıştı. Windows'u piyasaya sürdükten (1987) üç yıl sonra bir pazarlama kampanyasıyla başarılı oldular. Microsoft bu sistemi sürekli olarak daha ileri yazılım elemanlarıyla genişletiyordu. Gates özellikle Windows'u daha basit ve daha kullanışlı bir biçime sokmaya önem veriyordu. Microsoft 1993'te tartışmasız piyasanın lideriydi (yıllık ciro: 36 milyar dolar; borsa değeri: 140 milyar doların üstünde). Microsoft, 20 Kasım 1985 tarihinde Windows'un ilk versiyonu piyasaya perakende ve Ağustos ayında, şirket OS / 2 olarak adlandırılan ayrı bir işletim sistemi geliştirmek için IBM ile bir anlaşma yaptı. yeni sistemin ilk versiyonunu geliştirdi. İki şirketin ortaklık bozulmasına neden olsa da, Bill Gates Microsoft IBM önderliğindeki bağımsız OS / 2 sürümünü geliştirdi. Fakat 1991 yılında son
a erdi. Bill Gates 2008 yılında Microsoft'un reklamlarında yer aldı. Reklamda Gates'in 1977 yılında tutuklandığı resim kullanıldı. Ayrıca ünlü komedyen Jerry Seinfeld de bu reklamda yer aldı. İkinci reklamda ise yine Gates ve Seinfeld var idi, ancak bu sefer bir evde yemek yiyorlardı. Bill Gates, Dünya'nın en zengin insanlarından biri olarak görünür. Evinin büyüklüğü 6100 m²'dir. Gates'in evinde bir sualtı müzik sistemi ile 18 metrelik yüzme havuzu, 230 metrekarelik bir spor salonu ve 93 metrekarelik yemek odası bulunmaktadır. Evinde ünlü ressam Da Vinci'nin el yazma kitaplarını bulundurmaktadır. Saniyede 230$ kazanmaktadır. İstinye İstinye, İstanbul'da Sarıyer ilçesine bağlı bir semttir. Bizans dönemindeki adı Stenia'dır. Kuzeyde Yeniköy, güneyde Emirgan semtleriyle sınırlıdır. Semt, Boğaz'ın büyük koylarından biri olan İstinye Koyu'nun kuzey ve kuzeybatı doğrultusundaki sahil şeridinde ve yamaçlarında yerleşim gösterir. 1912 yılında kurulmuş olan İstinye Tersanesi 1991 yılında kaldırılmıştır. İstinye, İstanbul boğazı'nın Rumeli yakasında yer alan bir sahil semtidir. kuzeyinde Yeniköy, güneyinde Emirgan ile komşudur. istinye çok eski bir yerleşim bölgesidir. İlçe olarak Sarıyer'e bağlıdır. İstinye'nin antik çağdaki adı Leosthenion'dur. Ancak yine aynı dönemlerde Lasthenes ve Sosthenion adlarıyla da anılmaktaydı. Helen dilindeki adı Sosthenion'du. Bu ad, saos/sos (güvenli) ve Sthenion (güçlünün -Athena'nın- yeri) sözcüklerinden türetilmiş olup "güçlü tanrıça Athena'nın güvenli koyu" anlamına gelmektedir. Bundan da anlaşıldığı gibi istinya adını güvenli koyundan almaktadır. İstinye'de antik çağda bir adak yeri vardı. Buradaki adak yerinin Argaunotların, Bebrik kralı Amyknos'u yenmelerine karşı saygı ve zafer ifaedesi olarak inşa etmişlerdi. Bu adak yerini yani başka bir deyişle tapınağı, Argaunotların kaptanı Iasson yaptırmıştı. İstinye Argaunotlar zamanında çok seçkin bir yerdi. Bizans döneminde İstinye'nin adı "Stenos" oldu. Yine aynı dönemde "Stenia" adını aldı. Eski dönem isimlerinden Stenia'ya uyarlanan en yakın isim İstinye olduğu için bu ad benimsenmiş olmalıdır. Bir başka söylenceye göre bu semt de Eskiye adında bir din adamının burada yaşadığı ve bir tapınak yaptırdığı için semtin adı İstinye olmuştur. Argaunotların yaptırdıkları adak yerini(tapınak), Bizans kralı Konstantin, kendi adına kiliseye çevirdi. Daha sonra ise Makedonyalı Basil onardı. O dönemde İstinye'de " Romanos " adlı imparatorluk sarayı vardı. Bu saray 921 yılında, Tuna kıyısından gelen Bulgarlar tarafından yıkılmıştır. Bu arada o devirlerle ilgili bir rivayet vardır ki: Bizans döneminde bir münzevi olan Daniel adlı kişi, otuz üç yıl boyunca İstinye'de bulunan bir sütun üzerinde oturmuş, yaz kış gelen ziyaretcilere bıkmadan usanmadan vaaz ederek sütunun üzerinde kalmayı sürdürmüştür. Bu rivayet ne derece doğru bilemeyiz. İstinye koyu, derin ve korunaklı olduğu için, Bizans döneminden beri iskan edilmeye başlanmıştır. Hemen her dönemde Karadeniz'den gelen donanmalar İstinye koyunda demirlemişlerdir. Megaralılar, Argaunotlar, Bebrikler, Gotlar, Cenevizliler ve Bizanslılar İstinye koyunu kullanmışlardır. Zaman zaman İstanbul'un Karadeniz'e yakın semtlerine baskın yapan Don kazaklarının da uğrak yeri olmuştur. Osmanlı döneminde de aynı üs olarak kullanılan İstinye koyu, aynı zamanda tersane ve kalafat yeri olarak da kullanılmıştır. İstinye 16. yüzyıldan itibaren gelişmeye başladı. Köy, tersane ve kalafat yeri olarak iş yeri havasına girerken, Neslişah Sultan da semtin gelişmesi için buradaki mevcut yerleşmeye bir mahalle kurarak ve bir mescit yaptırarak (1547) katkıda bulundu. Evliya çelebi ünlü seyahatnamesinde İstinye ile ilgili şöyle yazar: "Bin parça gemi alır büyük limanı vardır. Han ve Medrese yoktur. Bağ ve bahçesi çoktur. Ahalisinin fukaraları bahçevan ve balıkçıdır. kasaba, körfez dahilinde olduğundan havası o kadar iyi değildir. Liman burnunda bir misafirhanesi vardır. Limanı rüzgardan emindir." 18. yüzyılda İstinye'de sahil boyunca yerleşme başlar ve yalılar, konaklar yer almaya başlar. Mahalle tarihi eser bakımından zengin yerleşim bölgelerinden biridir. Tarih boyunca uygarlıklara kucak açan İstinye, pek çok kez Bulgarlar, Hunlar, kazaklar ve Rusların saldırısına uğramış ve yıkılıp tahrip olmuştur. İstinye'deki tarihi eserlerden biri, Neslişah Sultan Camii'dir. İstinye'de Değirmen sokakta bulunan cami, II. Beyazıt'ın torunu Neslişah sultan tarafından 1540 yılında yaptırıldı. Cami yol çalışmaları nedeniyle 1957 yılında yıktırıldı. Arsasının bir kısmının yola verilmesine rağmen diğer kısmı üzerinde aynı ismi taşıyan bir cami yaptırıldı. Kürkçübaşı Mescidi Çayır sokaktadır. Padişahın kürkçübaşısı tarafından 17. yüzyıl başlarında yaptırılmıştır. Yapım tarihi bilinmeyen bu mescit, yangın sonucu tahrip olduktan sonra yeniden inşa edilmiştir. Onarımlar sonucu bu mescidin tarihi özelliği tamamen kaybolmuştur. Mahmut Çavuş mescidi, İstinye devlet hastanesine yakın bir yerde ve ana cadde üzerindedir. Mahmut çavuş isimli bir kişi tarafından yaptırılmış olup yapım tarihi bilinmemektedir. Zaman içerisinde yıpranan cami, 1974 yılında yeniden yapılmıştır. Son kez 2004 yılında onarım gördü. Ahşap olan bu cami 1930 lu yıllarda üç sınıflı okul olarak da kullanıldı. İstinye'nin koru mevkiinde Boğaziçi Camii var. Bu caminin de tarihi özelliği yoktur. İstinye'de kaplıcalar mevkiinde de bir cami bulunmaktadır. Ayrıca İstinye Çarşısı'nda ve İstinye İtfaiyesi müştemilatı içerisinde de bir itfaiye mescidi vardır. İstinye Hamamı, Neslişah Sultan Camii karşısında İstinye Hamamı Sokağı ile İstinye Değinilen Sokağı'nın birleştiği yerdedir. Hamam 1460 yılında Gazi Semiz Ali Paşa tarafından yaptırılmış ve vakfedilmiştir. Aslında aynı yerde iki hamam yaptırılmış ancak biri yıkılmıştır. Halk arasında bu hamama, Neslişah sultan hamamı da denilmektedir. Dilencilerin rağbet ettiği hamam aynı zamanda "dilenciler hamamı" olarak da anılırdı. Bizans imparatoru Büyük Konstantin (324-337) "baş melek" Arhistratigos Mihail'in anısına şimdiki mevcut kiliseyi (iki melek) yaptırdı. Bu, Taksiarhon Mihail ve Gavril Kilisesi'dir. Bugünkü kilise 1820 yılında Rus gemiciler tarafından yeniden inşa edilmeye başlanmış, 1938 yılında ancak tamamlanmıştır. Bu kilise Fener Patrikhanesi'ne bağlıdır. Mahallede bir adet Müslüman mezarlığı bulunmaktadır. Azınlıklara ait mezarlık ise yoktur. İstinye'deki çeşmelerin en eskisi, Ahmet Şemsettin efendi çeşmesidir. Çeşme İstinye meydanındaki küçük parkın içinde olup, 1767 yılında Ahmet Şemsettin efendi tarafından yaptırılmıştır. Çeşmelerin su yolları, 1926 yılında İslamiyeti kabul eden Trandıl Şem-i Nur adını alan bir hanım tarafından onarılmıştır. I. Abdülhamit Çeşmesi, İstinye Camii Sokak'ta Neslişah Sultan Camii'nin avlu kapısı bitişinde olup 1782 yılında yaptırılmıştır. II. Mahmut Çeşmesi de 1834 yılında yapılmış ve günümüze ulaşmamıştır. İstinye sahil yolunda ve Toprak ailesine ait binanın bahçe duvarına bitişik olarak yaptırılan Rizeli Hacı Bayram Kaptan çeşmesi, duvar çeşmesi hüviyetinde olup yapım yılı 1900 yılıdır. Tarihi çeşmelerdendir. Mimar yapısı ile dikkati çeken İskele çeşmesi 1908 yılında yaptırılmış olup, Vapur iskelesi karşısındadır. Bu çeşmeyi kimin yaptırdığı bilinmemektedir. İstinye, tarihi eser özelliği taşıyan bina bakımından zengindir. Özellikle, 19. yüzyılda yapılan Faik bey yalısı, harika mimarisi ile dikkati çeker. Bina daha sonra el değiştirdiği için Pakize hanım yalısı olarak da anılır. Recaizade (Hancıoğlu) yalısı, İstinye vapur iskelesi yanındadır. Yalı 19. yüzyılın ikinci yarısında yapılmıştır. Zamanla harap olan yalı, 1970'li yıllarda yıkılmış, 1985 yılında yeniden yapılmıştır. Yeniköy'den İstinye'ye girişte, sağ tarafta ve tam köşedeki beyaz yalı denilen yalı da İstinye'nin göz okşayan tarihi binalarındandır. Bu binayı geçtikten sonra, hastanelere varmadan sağ tarafta harap görünümdeki tarihi binalar ile, büyük bahçe içesindeki Toprak ailesine ait köşk ve müştemilatı dikkati çeker. İstinye deresinin ve halı sahasının yanındaki tarihi İbrahim Efendi köşkü de harap haldedir. İstinye'de sokak aralarında pek çok tarihi bina vardır. Bunların bir kısmı restore edilmiş, bir kısmı da harap haldedir. İstinye-Emirgan yolu üzerinde ve deniz tarafındaki Müşir (Deli) Fuat Paşa Yalısı da tarihi eserlerdendir. Yalı 19. yüz yılın ikinci yarısında yapılmış olup, ilk sahibi Billuri Mehmet efendidir. Sonra sırası ile İran Sefiri Muhsin Han, Hicaz kralı Şura-ı Devlet azalarından Şerif Hüseyin Bey yalının sahibi olmuştur. Son sahibi ise, Müşir(deli) Fuat paşa'dır. Müşir Deli Fuat Paşa, başarılı bir asker ve devlet adamı olması, bildiklerini ve düşündüklerini çekinmeden ve dürüstce söylemesi nedeniyle kendisine " deli " lakabı takılmıştır. Bu nedenle yalı son sahibinin ismiyle anılır. Yalı daha sonra Deniz Yolları idaresine satıldı. 1991 yılında, tersane alanı boşaltılınca onarıma alındı. Nihayet 1999 yılında Karadeniz Ekonomik işbirliği D8 Uluslararası sekreteryası, Dış işleri bakanlığının, Türkiye temsilciliğinin kullanımına verildi. İstinye'nin yerli halkı, Bizans dönemine kadar Rum ve diğer azınlıklardan oluşuyordu. Ancak 1877 Rus harbi(93 harbi) göçleri, Balkan harbi(1912) göçleri ve Rize'nin Ruslar tarafından işgali nedeniyle İstinye, en çok göç alan yerleşim alanlarından biri olmuştur. Yirmi-otuz yıl öncesine kadar İstinye halkının büyük çoğunluğunu Rize, Ardeşen, Hopa, Fındıklı ve Artvin halkı oluşturuyordu. Balkanlar'dan gelenler de az değildi. Bu yöre toplulukları yine bu bölgede ikamet etmekte ve İstinye'nin yerli halkını oluşturmaktadırlar. Ne var ki son yıllarda yapılaşma, siteleşme ve yeni yerleşim alanlarının meydana gelmesi nedeniyle nüfus da büyük bir artış meydana gelmiştir. İstinye denince akla koyu, tersanesi, kalafat yerleri, balıkçılığı, taş ve kireç ocakları ve topraklarının verimli olması nedeniyle bahçecilik gelir. İstinye'de Rumlar ve Türkler iç içe yaşamazlardı. Rumlar genelde deniz kıyısını tercih ederken Türkler iç kısımlarda yaşarlardı. Denizi ve koyu ile dikkat çeken İstiny
e'de ilk deniz hamamı, 05.10.1877 tarihinde Vilayet-i Belediye kanunu gereğince, halkın açıktan denize girmelerini önlemek amacıyla, 1878 yılında açıldı. Bu deniz hamamı çok uzun yıllar kullanıldı. Günümüzde İstinye'de plaj (deniz hamamı) yoktur. İstinye'nin bağ ve bahçelerinde yetişen bostanlar, sebzeler, meyveler ve özellikle Osmanlı çileği ünlüdür. Günümüzde az da olsa Osmanlı çileği hala yetiştirilmektedir. İstinye koyunda yıllarca kefal, istavrit, levrek gibi balıklar avlandı. Günümüzde koyda kirlilik nedeniyle balık avı yapılamamaktadır. İstinye denince akla tersane gelirdi. Büyük bir iş merkezi olan tersane yüzlerce işçi barındırıyor ve İstinye ile özdeşleşiyordu. " Küçük Haliç " olarak bilinen İstinye koyu, Osmanlılar döneminde Kaptan-ı Derya Cezayirli Gazi Hasan Paşa'nın isteği ve ısrarı ile tersane ve kalafat yeri olarak kullanılmıştır. İstinye koyunda modern bir tersane yapılması için ilk adım 1856 yılında atılmış ve Zaptiye Müşiri (Deli) Fuat Paşa'nın bu bölgedeki arazisi üzerine ticaret gemileri için bakım onarım ve gemi inşa tersanesi yapım ruhsatı verilmiştir. Tersane yapımına 1909 yılında İtalyanlar talip olmuş, fakat Trablusgarp harbi nedeniyle çalışmalar yarıda kalmıştır. 1911-1912 yıllarında Fransız şirketi tersane yapımını üstlendi ve ismi "Boğaziçi İstinye Havuz ve Destgahları Anonim Şirketi" olan bir tersane kurdular. Tersane 1912 yılında hizmete girdi. 1918 yılında Mondros Mütarekesinden sonra İngilizler tarafından tersane işgal edilmiş ise de, Fransızlar tersane üzerinde hakimiyet kurmuş ve 1928 yılına kadar çalıştırmışlardır. 1928 yılında tersane, devlet tarafından satın alındı. Önce Denizbank'a sonra Deniz İşletmeleri'ne, 1944 yılında ise Devlet Deniz Yolları ve Limanları Genel Müdürlüğü'ne bağlandı. İstinye Tersanesi'nde üç havuz vardı. Biri 137.15 metre uzunluğunda ve 21.3 metre genişliğinde, diğeri 67.32 metre uzunluğunda ve 29.4 metre genişliğinde sonuncu ve üçüncü havuz ise, 152.1 metre uzunluğunda ve 29.4 metre genişliğinde idi. Bu ölçülerden daha uzun bir şilep ya da tanker geldiğinde, ikinci ve üçüncü havuzlar birleştirilerek çok daha uzun bir havuz oluşturuluyor ve tersaneye gelen gemiye rahatlıkla hizmet veriliyordu. Bostancı (1956), Caddebostan (1956), Çengelköy (1962), Suadiye (1964), şehit Temel Şimşir (1977), Aydın Güler (1981), Rumeli Feneri (1988) ve Kızıltoprak (1988) yolcu gemileri ile Celal Atik (1988), Hamit Kaplan (1988) tarak gemileri İstinye Tersanesi'nde inşa edilmiştir. Uzun yıllar Türk ve Dünya denizciliğine hizmet eden tersane, Boğaziçi yasasının 12. maddesi gereğince, 26.08.1991 tarihinde kapatılmış ve bu arazi turizm alanı ilan edilmiştir. Bu tarihi tersane de İzmir Alaybey tersanesine nakledilmiştir. Boşaltılan alan turizm ve eğlence merkezi olarak kullanılmakta, sosyal ve kültürel etkinlikler bu alanda yapılmaktadır. Bu geniş alan üzerinde ve Tokmakburnu yönünde, İstanbul Gemi Trafik hizmetleri merkezi vardır. Boğaz geçişleri bu merkezden yönlendirilmektedir. İstinye, Sarıyer ilçesinin sanayi bölgesidir. İstinye'nin iç kısımlarında taş ve kireç ocakları vardı. Bunlar terk edildikten sonra buralarda binalar yapılmaya başladı. İstinye'nin iç kısımlarında Kavel Kablo fabrikası, Türkay Endüstri ve Ticaret A.Ş. (Türkay Kibrit Fabrikası), Beldeyama, Beldesan, Termo teknik fabrikaları bulunmaktaydı ve bu fabrikalar nedeniyle İstinye ilçenin sanayi merkezi konumundaydı. Ancak, günün koşulları dikkate alınarak bu fabrikaların büyük bir kısmı şehir dışına taşındı. Boşalttıkları alanlar ya konut inşaatına açıldı ya da değişik iş alanlarına dönüştürüldü. Borusan oto, Otokoç, Maxicenter, ChampionSA, Carrefour, Migros, İstinye Park gibi büyük iş yerleri ve alışveriş merkezleri ile İstinye, Boğaziçi'nin en hareketli ve en canlı iş bölgesidir. İstinye'de bir de itfaiye teşkilatı bulunmaktadır. Bu teşkilat 1926 yılında İstanbul Belediyesi tarafından " deniz itfaiyesi " olarak kuruldu ve 1960 yılına kadar hem deniz hem de kara itfaiyesi olarak görev yaptı. Deniz itfaiye gemisi ömrünü tamamladığından hizmetden kaldırıldı. Ancak İstinye itfaiyesi kara müfrezesi ile görevine halen devam etmektedir. ABD Başkonsolosluk binası da İstinye semti sınırları içerisindedir. Sarıyer ilçesinin önemli hastanelerinden İstinye Devlet Hastanesi, İstinye'nin sahil kesiminde bulunmaktadır. Semtte iki adet önemli lise bulunmaktadır. Bunlar İstinye İmam Hatip Lisesi ve İstinye Şükran Ülgezen Kız Teknik ve Meslek Lisesi'dir (karma). İstiklal Caddesi İstiklâl Caddesi (Osmanlıca: (1927'den önce) "Cadde-i Kebir", Büyük Cadde, Fransızca: " Grande Rue de Péra"), İstanbul'un Beyoğlu ilçesinde, Tünel ile Taksim Meydanı arasında uzanan ve 19. yüzyılın sonlarından beri Türkiye'nin en ünlü caddelerinden biri olma vasfını koruyan cadde. 1.400 metre uzunluğundaki caddenin orta noktası Galatasaray Lisesi'nin yanından geçen Yeniçarşı Caddesi'nin caddeyi kestiği ve 50. Yıl Anıtı'nın bulunduğu yer kabul edilir. Paralelinde uzanan Tarlabaşı Bulvarıyla beraber Beyoğlu ilçesinin ana eksenini oluşturur. Ortalama olarak 74 metre yükseklikte yer alan İstiklal Caddesi idari olarak 9 ayrı mahalleyi kapsar. Caddenin ilk şekillenmeye başlaması Haliç'in İstanbul yakasının ve karşısındaki Galata'nın aksine, Bizans döneminden sonraya rastlar. Bizans döneminde Galata surlarla çevrili bir Cenova kolonisiyken ve çeşitli Latin topluluklarını, Katolik ruhbanının kilise ve manastırlarını bulundurur ve Haliç'in bu yakasına Pera (karşı yaka) adı verilirken, nüfusun hemen tamamı surlar içindeydi. Haliç ve Boğaziçi arasında burun yapan Galata sırtlarının en yüksek noktasını ortalama 110 m eğrisinden geçen uzunlamasına ve bugün burunda dar açıyla başlayıp sonra genişleyen Beyoğlu Platosu denilen morfolojik yapı oluşturmaktaydı. Doğuda Boğaziçi'ne, batıda ise Haliç'e hakim olan bu tepe, bağlar, mezarlık, koruluk ve av alanlarıyla kaplıydı. Galata Kulesi'nin biraz kuzeyindeki sur kapısının ilerisinde yokuş yukarı, kent dışına çıkılınca sırtın güney ucuna varılıyor (bugünkü Tünel Meydanı), ondan sonra da mezarlıklar, bağlar, bahçeler arasında dar bir yol uzanıyordu. Burada tek tük bağ evleri ya da yazlık konutlar bulunmaktaydı. Bizans döneminde Galata'nın canlılığı ve ticari özellikleri, kentin Osmanlılara geçmesinden sonra çeşitli güvencelerle daha da gelişince, surlar içine sığamayan Latinler, dışarı doğru taşmaya, gerek Boğaz'a, gerek Haliç'e bakan yamaçlara taşınmaya başladılar. Bu arada sırt boyunca uzanan dar yol da yavaş yavaş değerlendiriliyor ve Grand Rue de Pera'nın nüvesi oluşuyordu. Galata'nın ve giderek Pera'nın ticari önemi arttıkça, İstanbul yakasındaki Venedik, Pisa, Amalfi kolonileri de Pera bağlarına göçecekler, ayrıca Avrupa'dan hem İtalya Yarımadası'ndan, hem de Osmanlı imtiyazlarına sahip Fransızlardan, ama aynı zamanda Hollandalılar ve İngilizlerden de gelip yerleşenler olacaktı. 16. yüzyılda iyice belirginleşen bu nispi Avrupalı akını sonucunda, Galata surları içinde açılan Fransız Sefareti, bir veba salgınından sonra Pera (Beyoğlu) bağlarının içindeki ve bugünkü İstiklal Caddesi'ne çok yakın bir konuta taşınacak, sonra da Maison de France (Fransız Sarayı) inşa edilecekti (Fransız Elçiliği binası). Bu binayı, biraz ötede, ama sırtın Haliç'e bakan kesiminde inşa edilecek İngiliz Sarayı izleyecekti (İngiltere Elçiliği Binası). Bugünkü İstiklal Caddesi alanına giren yöredeki ilk Müslüman yerleşimleri ise 1491'de II. Bayezid'in armağan olarak verdiği arazi üzerinde İskender Paşa'nın bir mevlevi tekkesi kurmasıyla başlar (Galata Mevlevihanesi). Gene II. Bayezid, o zaman “Dörtyol” (Yunanca: "Stavrodromion") denilen mevkide bir mescit yaptırmıştı. Asmalı olmasından dolayı böyle bir tanımlama sıfatıyla anılan mescit bugün yerinde yoksa da, adı Asmalımescit Sokağı'nda yaşamaktadır. Aynı dönemde, bugünkü Galatasaray mevkiinde Acemioğlanlar Kışlası kurulmuş, bu kışla I. Süleyman döneminde (1520-1566) yıktırılıp yeniden yaptırılmıştır (Galatasaray Lisesi). Böylece 15. yüzyılın sonlarından itibaren Müslümanların yerleşmesi de cadde üzerinde ve çevresinde başlıyordu. Bununla birlikte yöreye esas olarak yabancılar yerleşmekteydi. Avrupa'dan gelenler, kendi geleneklerini, kültürlerini ve yaşam tarzlarını da getirip Pera'da sürdürüyorlar, yabancı nüfus çoğaldıkça onlara hizmet verecek dükkanlar da artıyordu. Grand Rue de Pera'nın, Osmanlıcasıyla Cadde-i Kebir'in yavaş yavaş bir alışveriş ve zanaat merkezi haline dönüşmesi, Avrupalı ya da İstanbullu gayrimüslim esnaf ve zanaatkarlarla başlar. Gene bu dönemde Fransız Sarayı yanında yapılan St. Louis Kilisesi de Beyoğlu'nun ilk Latin kilisesi olarak bilinir (1628). 17. yüzyıl'da Cadde-i Kebir, Galata surlarının kuzeyinde Galata Kulesi yakınındaki Kule Kapısı'ndan başlayıp, Galata Sarayı adı verilen kışla mektebine dek sürüyordu. 17. yüzyıl gezgini Eremya Çelebi orada gördüğü bellibaşlı binaları, Galata Sarayı'na doğru, Ceneviz elçisinin evi, Hollanda Elçiliği, Fransisken Kilisesi, Terra Sainte Kilisesi, onun biraz aşağısında Venedik Elçiliği onun da yakınında Fransız Elçiliği, ileride tepede, Kasımpaşa'ya bakan bir mevkide İngiliz Elçiliği olarak belirtiyordu. 18. yüzyılda Grand Rue de Pera ekseni etrafında Beyoğlu'nun oluşması devam etti. Bugünkü Hollanda İstanbul Başkonsolosluğu'nun bulunduğu bina (Hollanda Elçiliği binası) eski elçilik binasının yanması üzerine, şimdiki yerinde inşa edildi, İsveç Sarayı da (İsveç Elçiliği binası) bu yüzyılın ortalarında satın alınıp genişletildi. Sent Antuan Bazilikası da ilk kez 1752'de yapılmıştır. Santa Maria Draperis Kilisesi ise yangın ve deprem geçirerek bugünkü haliyle 1769'da inşa edilmiştir. 18. yüzyılın sonu gelindiğinde Cadde-i Kebir karşılıklı binalarla dolmuştur, ama Galata Sarayı'ndan sonrası gene boştur, tek tük evler vardır. O dönemin seyyahlarının yazdıklarına göre kalabalıklaşmasına ve konut fiyatlarının hayli artmasına rağmen, birkaç kagir bina dışında, evler genellikle ahşaptır, bazı bölümleri ise kerpiçtir. 19. yüzyıla girildiğinde Grand Rue de Pera eksenli Beyoğlu hala bir çeşit sayfiye yer ya da Galata'nın
bir banliyösü gibiydi. Cadde-i Kebir'in bugünkü tarzının gerçek şekillenmesi 19. yüzyılın ikinci yarısında başlar ve böyle bir caddenin oluşması Tanzimat'ın ürünü sayılabilir. Osmanlı toplumunun üstten gelen reformlarla Batı'ya açılması, kuşkusuz ki birçok Osmanlı aydını, genç soylusu ve zenginini Avrupa yaşam tarzına “alafranga” veya “Frenk usulü” denilen yaşama yönelttiği gibi, İstanbul'daki Levantenlerin ve konuk Avrupalıların ıslahatlarla elde ettikleri imtiyazlar birleşince Grand Rue de Pera birdenbire lüks, şık binaların yapıldığı, Avrupalı dükkanların, eğlenme ve dinlenme yerlerinin açıldığı son derece önemli bir merkez haline dönüştü. Gelişme özellikle Abdülaziz döneminde hızlandı ve yüzyıl biterken, Paris'teki La Belle Epoque tarzı yaşam ve tüketim Türkiye'de Grand Rue de Pera'da somutlaştı. Bu süre içinde sokakların taşla döşenmesi, gazla aydınlatılması, kanalizasyonların yapılması, daha sonra elektriğin getirilmesi, Tünel'in inşası, atlı tramvaylar, elektrikli tramvaylar vb ile çok sayıda altyapı hizmeti gerçekleştirildi. Bütün bu hizmetler özellikle Tünel-Taksim ekseni aksında yoğunlaşmaktaydı. Ona paralel Şişhane-Tepebaşı-Tarlabaşı-Taksim ekseni ise Cadde-i Kebir'in gelişmesinin yanında ikincil kalıyordu. Kısacası, servet, zenginlik, ihtişam bu caddede toplanıyordu. 20. yüzyıl'ın ilk yarısı, savaşlara, işgallere, karartmalara rağmen adı Cumhuriyetin ilanı'ndan sonra İstiklal Caddesi'ne dönüşen caddenin altın çağı oldu. Sinema ve tiyatrolarıyla, önemli lokantalarıyla, kafeleriyle, pastaneleri ve otelleriyle cadde görkemini her koşul altında sürdürdü, belki de en olağanüstü dönemini 1917 Ekim Devrimi'nden ve özellikle iç savaştan sonra ülkelerinden kaçan Beyaz Rusların kültürleriyle, müzikleriyle, alışkanlıklarıyla, özgül giysileriyle, askeri üniformalarıyla caddeyi ve arka sokaklarını kapladıkları yıllarda yaşadı. 19. yüzyılın sonlarında ve özellikle 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Cadde-i Kebir çok sayıda dilin konuşulduğu, Osmanlılarda var olan bütün etnik toplulukların, pek çok ulustan Levantenin ya da yabancının yaşadığı, gezdiği, eğlendiği, alışveriş yaptığı inanılmaz derecede kozmopolit bir yerdi. Cumhuriyetin ilanı'ndan sonra geçen zaman içinde, belli bir Türkleştirme politikası izlenmekle birlikte, Beyoğlu ve onun ekseni olan İstiklal Caddesi değişik renklerini, tonlarını korudu. Ama kuşaktan kuşağa Levantenler azaldı, yabancılar ülkelerine döndüler. Gayrimüslimlere yönelik olarak II. Dünya Savaşı sırasındaki Varlık Vergisi ile 1955'teki 6-7 Eylül Olayları gibi politikalar İstanbul'dan göçlerle sonuçlandı; özellikle Rum nüfus düştü, İsrail devletinin kurulması ise Yahudilerin göç etmesine neden oldu. Gidenlerden boşalan yerlere aynı zanaatlar, beceriler, ilgi alanları ikame edilemedi. İstiklal Caddesi yeni bir kimlik kazanamadı, tersine eski kimliği dejenere oldu, kültürel dokusunun içi boşaldı. Böylece Beyoğlu ve İstiklal Caddesi yavaş yavaş köhneleşmeye, fakirleşmeye, zevksizleşmeye terk edildi. Binalar bakımsız kaldı, yıkılıp yerlerine çirkin ve ucuz yapılar inşa edildi. 1950'lerde başlayan büyük kentlere olağanüstü göçlerden, en çok da İstanbul nasibini aldı. Anadolu'dan gelenlerden işçileşenler gecekondu semtlerini oluştururken, lümpenleşenler de İstiklal Caddesi'nin yan sokaklarını mesken tuttular. Sayısız kahvehane, aşhane, batakhane erkek olsun, kadın olsun lümpenlerin barınağıydı ve hepsi de İstiklal Caddesi ekseni etrafında toplanmışlardı. Bunun sonucu 1960'lı, 1970'li ve 1980'li yıllarda İstiklal Caddesi çok kötüledi, alışveriş merkezi niteliğini Halaskargazi Caddesi, Nişantaşı ve Etiler ile paylaşmak zorunda kaldı. Ama 1990'lı yılların başından itibaren İstiklal Caddesi'nde yeniden bir düzelme gözlenmeye başlandı, mimari değer taşıyan eski şık binalar onarıldı, ön cepheleri temizlendi, cadde o eski köhneliğinden sıyrılmaya yöneldi. Yan sokakların hiç değilse caddeye açılan kesimleri çoğunlukla trafiğe kapatıldı, zemin taşları yenilendi, kadınların da gidebilecekleri, oturup vakit geçirebilecekleri birçok yer açıldı. İstiklal Caddesi ve çevresi geçmişten kalma olumlu ve olumsuz özelliklerini bir arada sürdürmekle beraber Türkiye'nin istisnasız en kozmopolit bölgesi olma özelliğini de taşımaktadır. İstanbul'a gelen yabancı ve yerli ziyaretçilerin olmazsa olmaz ziyaret mekanı olan İstiklal Caddesi sabaha karşı sayılabilecek saatler dışında hemen hemen günün her saatinde her daim kalabalıktır. Dünyaca ünlü markalardan ucuz giysi satan pasajlara kadar cadde bugün alışveriş bakımından çok büyük ölçüde bir giyim mağazaları kompleksi gibidir. Giysi, iç çamaşır, aksesuar, bijuteri, kundura-çanta dükkanları, cadde üzerindeki alışveriş yerlerinin takriben yarısını oluşturmaktadır. Geri kalanları ise bankalar ile neredeyse her türlü damağa ve bütçeye hitap eden çabuk yemek (fast food) büfelerinden, küresel lokanta zincirlerine, balık lokantaları, muhallebiciler, tatlıcılar ve börekçiler gibi geleneksel tatlara uzanan lokantalar oluşturur. Gece gezmeleri için ise meyhanelerden türkü evlerine, fasıl mekanlarından rock barlara, striptiz kulüplerinden eşcinsel barlarına kadar uzanan muazzam genişlikteki bir yelpazeye sahiptir. Cadde ayrıca, tiyatro, sinema, kitabevleri ve sanat galerileri gibi birçok kültür merkezine ev sahipliği yapar. Aynı zamanda yıllardır haklarını savunmak, seslerini çıkarmak ve bu toplumda görünür olmak isteyen birçok kişi bu caddede buluşup, haklarını savunmuşlardır. 15 Mayıs 2011 tarihinde onbinlerce kişi Türkiye'de 22 Ağustos 2011 tarihinde yürürlüğe girecek olan yasayı protesto etmek için toplanmışlardır. Yani tek bir Beyoğlu, tek bir İstiklal Caddesi yoktur ya da Beyoğlu'nu ve İstiklal Caddesi'ni tek yönlü, tek boyutlu görmemekte yarar vardır. İstiklal Caddesi ve civarı çok parçalı bir bütündür. Tramvay hizmeti 1869'dan 1966'ya kadar İstanbul'da önce atlı sonra da elektrikli olarak sürdürülmüştü. Tramvay 1990 yılı sonlarında motorlu araç trafiğine kapatılan Tünel-Taksim arasında “Nostaljik Tramvay” adıyla tekrar işletmeye alındı. 1,65 km uzunluğundaki bu güzergah tek hatlı olup bir matris ve römorktan oluşan iki vagonludur. Günlük ortalama 2.500 yolcu kapasitesiyle ulaşımdan çok turistik amaçlı bir hizmettir. 1990'lı yıllarda tramvay raylarına paralel olarak dikilen ağaçlar 2005'te söküldü. Tünel'den Taksim'e doğru İstiklal Caddesi üzerindeki kayda değer yapılardan bazıları; İlhan Berk İlhan Berk (18 Kasım 1918 - 28 Ağustos 2008), Türk şair. Balıkesir Necatibey Öğretmen Okulundan mezun oldu, Espiye'de iki yıl ilkokul öğretmenliğinden sonra Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü'ne girdi. Enstitünün Fransızca bölümünden 1944'te mezun olan Berk, 1945-1955 yılları arasında Zonguldak, Samsun ve Kırşehir'de ortaokul ve liselerde Fransızca öğretmenliği yaptı. 1956 yılından itibaren 13 yıl boyunca Ankara'da T.C. Ziraat Bankası'nın Yayın Bürosu'nda çevirmenlik yaptı. Bu süre içinde modern dünya şiirinin iki büyük şairi sayılan Arthur Rimbaud ve Ezra Pound'un şiirlerini çevirerek kitaplaştırdı. Bu tarihten sonra kendini tümüyle yazmaya verdi ve bir anlatı kitabı dışında, yalnız şiir ve şiire ilişkin eserler ürettı. "Kül" adlı kitabıyla 1979 yılında Türk Dil Kurumu ve "İstanbul Kitabı" ile de 1980 yılında ilk Behçet Necatigil Şiir Ödülünü kazandı. 1983'te "Deniz Eskisi" adlı kitabıyla, Yeditepe Şiir Armağanı'nın 1988'de de "Güzel Irmak" adlı kitabıyla Sedat Simavi Edebiyat Ödülü'nü aldı. 28 Ağustos 2008 tarihinde Bodrum'da 90 yaşında vefat etmiş, cenazesi Bodrum'da defnedilmiştir. İlhan Berk, ilk şiirlerini Manisa Halkevi'nin dergisi Uyanış'ta yayımlamıştır. (1935) Berk, 17 yaşındayken Güneşi Yakanların Selâmı adıyla kitaplaştırdığı bu şiirlerinde "hece vezni" kullanmakta ve o dönemin şiir anlayışına özgü bir karamsarlık taşımaktaydı. "Sonsuzluk", "kızıl", "hulya", "ateş" en sevdiği sözcükler olarak görülmektedir. Sembolist şiirden esinlenilmiş izlenimi veren imgeler kullanmayı sevmektedir: "Bir karanlık gecenin masmavi seherinde / Kızıl başörtünle gül yüzlü bahçede görün". Dil anlayışı da henüz döneminden kopamamıştır ki, bunu da genç bir şair için doğal karşılamak gerekir: "Kıpkızıl hulyalı bir renge yükselmeden gün / Bir devrin neşesini taşımakta yüzün". Berk'in ilk kitabına adını veren şiirinin son kıtası da şöyledir: "Neler, neler beklenmez nihayetsiz bir yerden / Güneşi içelim mor şafaklar gecesinden / Selâm! Sonsuzluklara, hasret gönüllerden / Selâm, güneşe, göğü yakanlar bahçesinden!". İlhan Berk, daha sonra 1940'lara doğru Yeni Edebiyat anlayışı içinde yer almış, Servet-i Fünun (Uyanış), Ses, Yığın, Yeryüzü, Kaynak gibi dergilerde yazmıştır. Türk şiirinin en deneyci şairlerinden biri olan İlhan Berk, durmadan yatak değiştirerek, ama bazı sorunsallara hep bağlı kalarak şiirini günümüze kadar eskitmeden getirmeyi başarmıştır. “Yazmak mutsuzluktur, mutlu insan yazmaz. bu yeryüzünü olduğu gibi görmeme engel olan ve bana bu yeryüzünü cehennem eden bu yazmak eyleminden kurtulduğum, mutlu olduğum bir tek şey var: resim yapmak.” İlhan Berk Ne Böyle Sevdalar Gördüm Ne Böyle Ayrılıklar Beyoğlu Beyoğlu, İstanbul'un Avrupa yakasında bulunan ilçelerinden biri. Beyoğlu ilçesini kuzeybatıdan Kâğıthane, kuzeyden Şişli, doğudan Beşiktaş ve İstanbul Boğazı, güneyden ve batıdan Haliç çevrelemektedir. Yüzölçümü 8.76 km²'dir. İlçe 45 mahalleden oluşmaktadır. Adını, Pera da denen, Tünel-Taksim arasında uzanan İstiklal Caddesi ve ona açılan sokakların belirlediği alanı kapsayan Beyoğlu semtinden alır. Tarihî yarımadanın ve Haliç'in karşısında gelişen bölge Orta Çağdan itibaren, Yunancada "karşı yaka", "öte" anlamına gelen "Pera" (Πέρα) adıyla anılmaktaydı. Türkler tarafından kullanılan "Beyoğlu" adının, bir beyin oğlunun bölgedeki konağından kaynaklandığı ileri sürülür. Bu konuda öne sürülen iki rivayetten ilki; Osmanlı Padişahı II. Mehmed döneminde, Trabzon İmparatorluğu Prensi Aleksios Komnenos'un İslamiyeti kabul ederek bu bölgeye yerleşmesinden; ikincisi ise Padişah I. Süleyman döneminin Venedik elçisi Andrea Gritti'nin, Rum bir kadınla evlenmesi sonucu
nda dünyaya gelen oğlu Luigi Gritti'nin Taksim dolaylarında bir konakta oturmasından dolayı bu Beyoğlu adının kullanılmaya başlanıldığını belirtir. 1925 yılında Pera kullanımı resmî yazışmalardan çıkarıldı ve Beyoğlu ismi kullanılmaya başlandı. Galata'nın ilk çağlara dek uzanan tarihine karşın, Beyoğlu, 16. yüzyılın ilk yarısında, içinde tek tük yapıların yer aldığı, bağlık bahçelik bir alandı. Beyoğlu, Galata'dan gelen Hıristiyanlarla yabancıların, elçilikler dolaylarına ve o zamanlar "Grand Rue de Pera" denilen İstiklal Caddesi boyunca yerleşmesiyle Avrupa kenti görünümünde bir yerleşme olarak ortaya çıktı. Böylece, İstanbul içinde farklı bir topluluk 17. yüzyılda gelişmeye başladı. İlk önceleri, Fransız ve Venedik elçilikleri ile onların çevresinde yerleşmiş Fransisken misyonerleri yerleşmenin çekirdeğini oluşturuyordu. 17. yüzyılın başlarında Galata'yı gösteren bir gravürde surların dışında çok az bina gözükmektedir. 1700'lerde Beyoğlu, bugünkü Tünel-Galatasaray caddesinin iki tarafı ile, bu caddenin yan sokaklarına yayılmıştı. Dörtyol, merkez olmak üzere Beyoğlu gelişmişti. Batısında mezarlıklar ve doğusunda ise elçilikler vardı. 18. yüzyılda yavaş yavaş Avrupa etkisi artmıştır. 18. yüzyıl sonunda, İstiklal Caddesi'nde, yapıların tamamı taş veya tuğla ya da alt katları taş ve üstleri ahşaptır. 18. yüzyılın sonunda İstanbul'a gelen Dallaway, Beyoğlu'nu Galata'nın yazlığı olarak tanımlıyor, yolların düzensiz olduğunu belirtiyor ve bu bölgede Fransız, İngiliz, Hollanda, Venedik, Rusya, İsveç, İspanya, Prusya ve Napolili diplomatların kışlık malikanelerinin bulunduğunu yazmıştır. Beyoğlu, genel olarak 19. yüzyılda gelişmiştir. Bu gelişmenin nedeni, bu döneme Osmanlı dış ticaretinin daha önceki dönemlerde görülmemiş boyutlarda büyümesi ve ulaşımın gelişmiş olmasıdır. 19. yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğu'nun dünya kapitalist sistemi ile bütünleşmesi sonucu, Beyoğlu uluslararası bir ticaret merkezi olmuştur. 19. yüzyılın başında, Beyoğlu, bahçeli evleriyle hala bir banliyö görünümünde idi. Bu yüzyılın ilk yarısında, Beyoğlu ve çevresi henüz tam olarak kentleşmemişti. İkinci yarısında ise Galatasaray ile Taksim arası gelişti. Beyoğlu, artık kapitülasyonların koruması altındaki yabancıların, tüccarların, bankerlerin, armatörlerin ve kozmopolit bir çevreye yerleşmek isteyen zenginlerin Paris modasını taklit ederek yaşadıkları bir yer olmuştur. Yüzyılın sonunda, burada, Paris'in en ünlü sahne oyunlarını aynı zamanda gösteren üç tiyatro vardı. Bu tarihte, modern toplumun gereksinim duyduğu tramvay, gaz, su gibi altyapı hizmetleri sağlanmıştı. Bu kuruluşların işletme ayrıcalıkları çok uzun süreli sözleşmelerle yabancılara ya da azınlık mensuplarına verilmişti. Bu dönemdeki hızlı yapılaşma, Batı'daki örneklerden etkilenmekle birlikte Osmanlı etkisinde de kalmıştır. 20. yüzyılda Beyoğlu'nda Galatasaray ile Taksim arası önem kazandı. Bu alanda hala bahçeli konakların bulunması ve bunların apartmana dönüşmesi olanağı, buranın gelişmesini sağlamıştır. Ayrıca 1913'te ilk elektrikli tramvayın Beyoğlu'nu Şişli'ye bağlaması Galatasaray-Taksim arasını, Tünel-Galatasaray arasına göre daha merkezi bir duruma getirmiş, Beyoğlu'nun en kolay ulaşılabilir ve gözde yeri yapmıştır. Bu dönemde Beyoğlu'nun çevresindeki semtlerde çağdaş binalar yapılmış ve yeni semtler gelişmiştir. 20. Yüzyılın başlarında Beyoğlu'nda da yapılan apartmanların cephelerinde Art Nouveau üslubu uygulanmıştır. Cumhuriyet Dönemi'nde 1950'lere kadar yabancılardan ve onlar için çalışan azınlıklardan boşalan yerlere, yeni yetişen Türk iş adamları ve Beyoğlu yakasını kentin en çağdaş semti bilen aydın Türkler ilgi gösteriyorlardı. Sinema ve tiyatroları, lokanta ve pastaneleri, sanat galerileri ve mağazalarıyla hala kentin en seçkin semti idi. 1950'lerden sonra, kırsal göç ve hızlı kentleşme sonucu İstanbul'un aşırı büyümesi, yeni semtlerin gelişmesi, eğlence kuruluşlarının, ticaretin ve zengin ailelerin bu yeni gelişen çağdaş alt merkezlere dağılımı ve toplumun kültürel değişimi Beyoğlu'na olan ilgiyi azalttı. Hala bazı lüks mağazaların İstiklal Caddesi'ni terketmeyişi ve yoğun bir trafik akışı üzerinde oluşu eski kültürel düzeyinde olmasa bile Beyoğlu'nun canlılığını korumasını sağlamaktadır. Bununla birlikte, pek çok bina boş durmakta ya da atölye olarak kullanılmaktadır. Bu özellikler Beyoğlu'nda yavaş yavaş çöküntü alanının ilerlediğini göstermektedir. Beyoğlu, ilk önceleri bir diplomasi merkezi olarak gelişmiş, fakat daha sonraları yabancı ticaretinin, ekonomik kontrolünün artması ve burada yoğunlaşması sonucu İstanbul'un ticaret merkezi durumuna dönüşmüştür. Ticaretin yanı sıra eğlence, kültür kuruluşlarının da burada yer alması ve konumu, bütün İstanbul'un odak noktası olmasını sağlamıştır. Beyoğlu İstanbul'un en İstanbul kokan ilçesi olarak tanımlanabilir, kozmopolit teriminin hayat bulduğu yerdir. İstiklal Caddesi ve çevresindeki sokaklar yalnızca Beyoğlu'nun değil İstanbul'un da merkezi sayılabilir. İstiklal Caddesi dışında Cumhuriyet, İnönü ve Cihangir caddeleri de ticaret ve eğlence fonksiyonunun en belirgin oldukları yerlerdir. İlçe sınırları içinde yer alan çeşitli kültürel etkinliklerin yapıldığı tesisler, ilçenin bir kültür merkezi olmasını da sağlamıştır. Sinemalar, tiyatrolar, gösteri merkezleri gibi yerler, Beyoğlu İlçesi'nde yaşayan nüfustan çok fazla nüfusun faydalandığı, İstanbul ve Türkiye genelinde bir anlam ifade eden yerlerdir. Ayrıca Beyoğlu Gürcü ressamların oluşturduğu Pirosmani Sanat galerisine de ev sahipliği yapmaktadır. Beyoğlu ilçesi, 20 Nisan 1924 tarihinde yürürlüğe giren 491 sayılı kanunla kurulmuştur. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında Beyoğlu ilçesi; Merkez, Beşiktaş, Kemerburgaz, Şişli ve Taksim bucaklarından meydana geliyordu. 1930'da Beşiktaş ilçesinin kurulmasıyla önce Beşiktaş bu ilçeden ayrıldı. 1935 sayımında Merkez bucağının 3, Kemerburgaz bucağının 10, Şişli bucağının 2 köyü ve Taksim, Beyoğlu ilçesini oluşturuyordu. Kemerburgaz bucağı 1936'da kurulan Eyüp ilçesine, Şişli bucağı da 1954 kurulan Şişli ilçesine bağlandı. 1970'ten beri Beyoğlu ilçesi, mahallelerden oluşan bir idari yapıya sahiptir. Bugün Beyoğlu ilçesi 45 mahalleden oluşmaktadır. 1984'e kadar İstanbul Belediyesi'ne bağlı şube olarak şube müdürlerince yönetilen Beyoğlu, 1984’de büyükşehir ve ilçe belediyeleri için çıkartılan "Yerel Yönetimler Kanunu" çerçevesinde yeniden yapılanarak mevcut statüsünü aldı. Beyoğlu İlçesi bugünkü sınırlarına ulaştığı 1950'lerden beri 220-250 bin arasında dalgalanan nüfus grafiğine sahiptir. Bunun başlıca sebebi normal gelişme süreci içinde gelişebileceği herhangi bir yer kalmaması nedeniyledir. Beyoğlu İlçesi eğitim kurumları açısından zengindir. İlçe sınırları içindeki yükseköğretim kurumları arasında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi merkez kampüsü, İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu ve Taşkışla Kampüsleri ayrıca Beykent, Haliç ve Bilgi üniversitelerinin bazı birimleri bulunur. Beyoğlu İlçesi'nde 15 yaşın üzerindeki nüfusta okuma yazma bilenlerin oranı yüzde 84.83'tür. İlçe sınırları içinde 31 ilköğretim okulu ve 30 ortaöğretim kurumu vardır. Galatasaray Lisesi, Beyoğlu Anadolu Lisesi, İstanbul Özel Alman Lisesi, İtalyan Lisesi, Saint Benoît Fransız Lisesi, Avusturya Lisesi, Sainte-Pulchérie Fransız Lisesi Beyoğlu'ndaki yüzyıldan eski eğitim kurumlarıdır. Ayrıca Ermeni ve Rum azınlıklara yönelik hizmet veren eğitim kurumları da vardır. İlçe sınırları içinde 12 hastane, 29 poliklinik ve dispanser ve 7 sağlık ocağı bulunur. Türkiye'nin en köklü spor kulüplerinden biri olan Galatasaray Spor Kulübü'nün ortaya çıktığı Galatasaray Lisesi Beyoğlu'ndadır. Galatasaray dışında Kasımpaşa ve Beyoğluspor diğer ünlü spor kulüpleridir. İlçedeki spor tesislerinden biri Kasımpaşa Stadı'dır. Lidya Lidya, Anadolu'da Tunç Çağı'nın sonlarından başlayarak M.Ö. 6. yüzyıla kadar hüküm süren Lidya medeniyetinin beşiğini ve merkezini oluşturan bölge. Esas olarak Gediz Nehri (antik Yunancadaki adı ') ve Küçük Menderes (') Irmağı vadilerini kapsayan ve günümüzde yaklaşık olarak Manisa ve Uşak illerine denk gelen bölgedir. Lidya medeniyetinin tarih sahnesinden çekilmesinden sonra da Roma İmparatorluğu dönemine kadar bu isimle anılmıştır. Kuzeyinde Misya, güneyinde Karya, doğusunda Frigya, batısında ise İyonya bölgeleri bulunmaktadır. Ayrıca Manisa şart beldesinde harabeleri bulunmaktadır. Lidyalıların aynı bölgede yaşadıkları kayda geçmiş İyonyalılarla henüz kesinleştirilememiş bir ilişkisi bulunmaktadır. Homeros, bu bölgeyi anarken Lidyalılardan değil, Tmolos Dağı "(Bozdağ, Ödemiş - İzmir)" eteklerinde yaşayan Meonyalılardan söz eder. Nitekim Antik Çağ boyunca Lidya'da Meonia isimli bir şehir vardı. Bu isim, Kula'ya bağlı olan ve hâlihazırdaki adı "Gökçeören" olan köyün yakın geçmişe kadar geçerli kalmış ismi olarak Salihli yolu ile günümüze kadar da ulaşmıştır. Meonialıların Lidyalılar için kullanılmış daha eski isim olduğu veya Lidyalılardan önce bu bölgede yaşamış, daha sonra da Frigyalıların bir uç kolu olarak tarihte beliren Lidya halkı ile ya kısmen kaynaşmış ya da güneydeki dağlık bölgeye sürülmüş bir kavim oldukları, öne sürülen teoriler arasındadır. Lidya ismi Âsur kayıtlarına Lud-du şeklinde geçmiştir. Lidya hayvansal, bitkisel ve madenî kaynaklar açısından çok zengin bir bölgede yer almaktaydı. Dağları sık ormanlarla kaplı olup vadilerinde buğday yetiştirilmekte, büyük hayvan sürüleri otlatılmaktaydı. Nitekim Lidyalılar sonradan süvari birlikleri ile meşhur olmuşlardır. Ayrıca başkent Sardes'in içinden geçen Sart Çayı'nın () getirdiği altın tozu, Lidya'nın zenginliğine katkıda bulunmaktaydı. Lidya'da üç kral hanedanı hüküm sürmüştür: Sırasıyla "Atyadlar", "Heraklidler" ve "Mermnadlar". İlk iki hanedan ve bunların kralları hakkında fazla bir bilgi yoktur. Sadece bu iki hanedanın M.Ö. 2. binyılın son yüzyıllarında hüküm sürdükleri, efsanevî Kral Lid'in ismine dayanarak halkın Lidyalılar diye anılmaya başlandığı bilinmektedir. Bu manada Lidya isminin ortaya çıkışıyla güney komşuları ve akrabaları Kar
yalıların (efsanevî kralı Kar'a dayalı) ve Karya isminin ortaya çıkışı benzerlik göstermektedir. Lidyalıların bilinen en parlak dönemi M.Ö. 700-550 yılları arasıdır. Bu dönem, Mermnadlar Hanedanlığı dönemidir. Lidya adı Mermnadlar Hanedanı'nın ilk kralı olan Gyges'ten itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Gyges hakkında bilinenler, eski Yunan tarihçisi Herodot'a dayalıdır. Herodot, Gyges'in Miletos, Smyrna ve Kolofon'a karşı saldırgan bir politika izlediğini söylemiştir. Gyges'ten sonra sırasıyla Ardys, Sadyattes, Alyattes ve Kroisos hüküm sürmüşlerdir. Yine Herodotos, Alyattes'in Smirna ve Klazomenai (Urla) şehir devletlerine saldırdığını söylemiştir. Fakat Herodot'a göre Alyattes, Klazomenaililerle yaptığı savaşta yenilmiştir. Lidyalılar açısından Anadolu'nun batı kıyılarındaki eski Yunan kolonileri, Lidya devleti ile deniz arasında bir engel oluşturmuşlardır. Hâlbuki Lidya tarihinin henüz efsanelerle karışık olduğu çağlarda İzmir Körfezi kıyılarından hareketle yurtlarından ayrılan Tirenyalıların Akdeniz'de bir süre ciddi bir güç oluşturdukları bilinmekte, bu denizciler daha sonra günümüzdeki kuzey İtalya'da kurulan Etrüsk Medeniyeti ile ilişkilendirilmektedir. Lidyalıların Yunanlarla en fazla ilişki kurdukları dönem, Kārun "(Kroisos)" (M.Ö. 560-M.Ö. 547) dönemidir. Kroisos da İyonya şehir devletlerine karşı saldırgan bir politika izlemiş, fakat adalarda oturanlarla iyi ilişkiler içine girmiştir. Lidya Devleti'ni gücünün zirvesine ulaştıran Kroisos "(Kārun)"'un adı, şaşaalı zenginlik ifade eder tarzda hem Batı kültürlerinde, hem de "Karun" şeklinde Doğu kültürlerinde efsaneleşmiştir. Yine Lidyalıların doğudaki Medlerle Kızılırmak (Eski Yunanca'da "") yöresinde yaptıkları savaş, Alyattes döneminde olmuştur. Lidyalıların yenildikleri bu savaş esnasında Miletli Thales, ilk olarak bir Güneş tutulmasını doğru olarak tahmin etmiştir (28 Mayıs M.Ö. 585). M.Ö. 546 yılında Ahameniş İmparatorluğu, Lidya Krallığı'nın başkenti Sardes'i ele geçirip Lidya Krallığı'na son vermiştir. Böylelikle Anadolu, 200 yıllık Pers hâkimiyeti dönemine girmiştir. Lidya'nın insanlık tarihine en büyük katkısı, parayı icat etmiş olmalarıdır. Paktalos Irmağı'nın alüvyonlarında tabii olarak bulunan altın-gümüş karışımı "elektrum" madeninden basılan ilk sikkelerin üzerinde Lidya Krallığı'nın arması olan arslan başı bulunuyordu. İlk Lidya sikkeleri muhtemelen Alyattes döneminde basılmıştır. Sikke basımının daha iyi bir duruma gelmesi ve elektrum yerine altın ve gümüşten ayrı olarak sikke basımı, Kral Kroisos "(Karun)" zamanında ortaya çıkmıştır. Askerleri de paralı olduğu için Lidya'nın askerî kuvveti gittikçe zayıflamıştır. Seramik kapların özelliğinden Lidyalıların batıdaki komşuları İyonya ile çok öncelere giden bir ilişkileri olduğu tespit edilmiştir. Yine Lidyalıların İyonyalılarla ticarî ilişkilerinin yanı sıra dinî ilişkileri de vardı. Lidya dininde en mühim kültler ana tanrıça Artimu (Artemis) veya Kybele, Luvi tanrıçası Kuvava, tarım tanrısı Baki (Dionysos), yağmur tanrısı Leus (Zeus) ve mezarların koruyucusu Santas'dır. Lidya dili, Hint-Avrupa dil ailesine ait olup Frig ve daha öncesinde Hitit dilleri ile, ayrıca komşuları Karyalıların ve Misyalıların konuştuğu dille benzerlikler göstermektedir. Frigya Frigya, Sakarya Irmağı ile Büyük Menderes'in yukarı çığırları arasında kalan bölgenin eski çağdaki adıdır. Bu ad, Balkanlar’dan gelip bu bölgeye yerleşen Friglerden geliyordu. Frigler önce Bitinya bölgesine yerleştiler ve M.Ö. 12. - M.Ö 7. yüzyıllar arasında Orta Anadolu'nun batısına egemen oldular. Ama yeni göç dalgası Frigleri daha iç bölgelere itti. Frigler önce Sakarya Irmağı çevresine, ardından batıda Gediz ve Büyük Menderes’in yukarı vadileri ile doğuda Kızılırmak ve Tuz Gölü yöresine yerleştiler. Friglerin bir bölümü Burdur Gölü, Erciyes Yaylası ve Yeşilırmak vadisine kadar ilerlediler. Batıda Gordion kentini başkent edinen asıl Frigler ilk kralı Gordios'tu. Frigler Urartularla birleşerek Asurlulara karşı savaştılar. En parlak dönemlerini M.Ö. 9.-8. yüzyıllarda yaşayan Frigler, Hitit topraklarının neredeyse tümünü ele geçirdiler. M.Ö. 7'de başa geçen Gordios'un oğlu efsanevi kral Midas, Asurlularla anlaşma yolunu seçti. Midas döneminde başkent Gordium’un yanı sıra Midas Kenti ve Pessinus de çok gelişmişti. M.Ö. 7’lere doğru Kafkasya’dan Anadolu'ya giren Kimmerler, Frigler’in başkenti Gordium’a kadar ilerlediler. Kenti ele geçirerek yaktılar. Bu yenilgi karşısında Kral Midas’ın kendisini öküz kanı içerek öldürdüğü söylenir. Strabon’da, M.S. I. yy’de, Frigya’nın bir kısmı Büyük Frigya, yani "(Phrygia Magna)" olarak geçer; burası erken dönemde Midas’ın hüküm sürdüğü ve daha sonra bir kısmı Galatlar tarafından işgal edilen topraklardır. Hellespontos üzerindeki ve Olympos’un etrafındaki kısım ise Küçük Frigya, yani "(Phrygia Epiktetos)" olarak geçer . Latince’de Büyük Frigya anlamına gelen "Phrygia Magna" veya Hellespontos Phrygia’sı denen bölgeyi (Troas ve Mysia bölgelerinde yer alan) asıl Frigya’dan ayırmak için kullanılmıştır. Phrygia Epiktetos, “ilaveten kazanılmış, ilaveten fethedilmiş Phrygia” anlamına gelir. Phrygia’nın Pergamon krallarınca kurtarılıp kendi ülkelerine katılan kuzeybatı bölümüne denmiştir . Aezanis, Nakoleia, Kotiaeum, Midaeium ve Dorylaeum Phrygia Epiktetos’un başlıca kentleridir. Ayrıca, Mysia’ya ait olduğu kabul edilen Kadoi’yi de Strabon bu kentler arasında göstermiştir. Phrygia Epiktetos içinde yer alan ve Phrygia Paroreia olarak adlandırılan kısımda, Phrygia’nın Pisidia boyunca uzanan parçası ile Amorium dolayındaki kısımları, Eumeneia, Synnada ve Phrygia kentlerinin en büyükleri olan Laodikeia ile Apameia bulunur. Bunlara komşu olarak kasabalar yer alır ve diğer kentler arasında Aphrodisias, Kolossae, Themisonium, Synaos, Metropolis ve Apollonias; bunlardan daha uzakta ise Peltae, Tabai, Eukarpeia ve Lysias kentleri bulunur . Strabon’da şu şekilde geçmektedir: “Phrygia Paroreia doğudan batıya uzanan bir çeşit dağ silsilesine sahiptir, onun eteklerinde her iki tarafta geniş bir ova uzanır ve yakınında kentler vardır; kuzeye doğru, Philomelion ve Pisidia yakınındaki Antiokheia bulunur”. M.S. 400 yılından önce, kısa bir süre için, Phrygia Romalılar tarafından iki ile bölünmüş, birine Phrygia Prima (Birinci Phrygia), diğerine Phrygia Secunda (İkinci Phrygia) denmişti. M.S. 400’den sonra birincisine Pacatiana, ikincisine Saluratis denmiştir. Afyon ili güney yarımını, Denizli ili kuzey yarımını içeren bölüme “Phrygia Pacatiana” adı verilmiştir. Geriye kalan bölüme “Phrygia Salutaris” deniyordu. Burası Afyon ilinin kuzey yarısı ile Kütahya ilinin yakın çevresini içeriyordu. Frig Devleti bir kral tarafından yönetiliyordu. Ama topraklarının rahiplerin denetiminde olduğu sanılır. Eski Yunan belgelerine göre Frigler tarım ve hayvancılıkla uğraşıyordu. Bu belgelerde Friglerin büyük sürüler beslemeleri, özellikle at yetiştirmeleri, bağ ve bahçelerinin verimliliği övgüyle anlatılır. Çöken Hitit Devleti'nin kentlerine yerleşen Frigler bugünkü Ankara, Çorum, Yozgat, Afyonkarahisar ve Eskişehir'i içine alan topraklarda yaşadılar. Anadolu'da bir karayolu ağı kurarak doğudaki Asur ve Luvi devletleri, Ege kıyılarındaki Ege uygarlıkları ile ticaret ilişkilerine girdiler. Eskiçağ yerleşmeleri Midas, Ayazini, Aslantaş, Yazılıkaya, Gordion, Pazarlı, Alişar Höyüğü, Alacahöyük ve Boğazköy'de Friglerle ilgili kalıntılar bulunmuştur. Bu eski Hitit yerleşkelerinde yaşayan Frigler, Hitit uygarlığından etkilendiler ve kendileri de güçlü bir uygarlık yarattılar. Frig sanatı, Hititlerin yanı sıra Urartu, Asur ve Eski Ege uygarlıkları sanatının da izlerini taşır. Frigler, kaya anıtları çeşitli insan ve hayvan motifleriyle bezediler. Tanrıça Kibele için yaptıkları tapınakların duvarlarını, pişmiş topraktan levhalarla süslediler. Frig mimarisinin ve mühendisliğinin en önemli ürünü M.Ö. 8.yüzyılda inşa edilmiş olan başkent Gordion’daki kaledir. Kale, M.Ö. 4.yüzyıla kadar ayakta kalmıştır. Kalenin anıtsal bir kale kapısı vardı. Kalenin içinde ise megaron denilen dikdörtgen yapılar ve krallık sarayı bulunuyordu. Yapıların içinde çakıl taşı mozaik döşemeleri vardı. Frigler bu bezemeci döşeme yönteminin mucididirler. Maden ve ağaç işlemeciliğinde de gelişmişlerdi. Kazılarda makara kulplu bronz tabaklar, kazanlar, altın, gümüş ve bronz yaylı çengelli iğneler, değerli madenlerden giysi kemerleri, tokalar ve zengin bezemeli dokuma ürünleri, ahşaptan ve seramikten hayvan heykelcikleri ve geometrik desenlerle süslü ev eşyaları bulunmuştur. Özellikle çengelli iğne (fibula) yapımında kullandıkları teknolojinin o döneme göre çok ileri olduğu görülür. Frigler dokumacılıkta çok ustaydılar. Günümüzde Anadolu kilimlerindeki ve diğer Türk devletlerindeki binlerce yıllık motiflerin, Frig Motifleri'nde de var olmasının nedeni,halen çözülememiştir. Friglerin müzik alanında da ileri oldukları ve birçok müzik aleti geliştirdikleri bilinmektedir. Frig kültürünün en önemli özelliği ise tümülüslerdir. Bunlar, M.Ö. 8.yüzyıl ile M.Ö. 6.yüzyılın ilk yarısı arasında yapılmış yapay mezarlardır. Sayıları yüz civarındadır. Friglerden önce bu yapılar Anadolu’da görülmemiştir. Büyük olasılıkla Frigler Avrupa’daki ölü gömme geleneklerini Frigya'ya yerleşince de devam ettirdiler. Tümülüslerin içindeki oda mezar, ana zemin üzerine inşa edilmiştir. Friglere ait yazılı belgeler, M.Ö. 8.yüzyıl ile M.Ö. 4.yüzyıl arasındaki dönemden kalmadır. Bugüne kadar ele geçen yazılı metinler sayısı az ve içeriği de kısa olduğu için tam olarak çözülememiştir. Ancak Frigler Hint-Avrupa kökenli bir dil konuşmuşlardır. Günümüzde Eskişehir, Kütahya ve Afyon il sınırları içerisinde kalan bölgeye yayılmış olan ve Frigya medeniyetinden izler taşıyan tarihi kalıntıları ve antik eserleri bünyesinde barındıran bölgeye Frig Vadileri denir. FRİGKÜM tarafından vadiyi içerisine alan bir Frig vadisi gezi rotası hazırlanmıştır. Grekçe Grekçe (kendilerince Ἑλληνική, "Helenike") veya Antik Yunan dili (kendilerince Αρχαία Ελληνική γλώσσα, "Arkhea Helenike Glossa"), Antik Yunanistan'
da ve Doğu Akdeniz havzasında M.Ö. 9. yüzyıldan M.S. 6. yüzyıla kadar konuşulmuş olan ölü bir dildir. Arkaik, Klasik ve Helenistik dönemleri vardır. "Antik Yunanca" olarak da bilinir Bugünkü Yunancanın atası sayılmakla beraber gerek farklı harfler ihtiva etmesi gerek telaffuz farkları gerekse gramer yapısı ve oldukça gelişmiş bir vurgu sistemi ile bugünkü Yunancadan oldukça farklıdır. Bu sebeple bugünkü Yunanca ile benzerliği sıradan bir Hint Avrupa diline olan benzerliği kadardır. Anadolu'da Antik Roma tiyatroları Anadolu'da Antik Roma Tiyatroları, Anadolu yarımadasındaki Roma dönemlerinden kalma açık hava tiyatrolarını ifade eder. Anadolu yarımadasında Yunan ve Roma dönemlerinden kalma elliden fazla antik tiyatrodan çoğu Roma döneminde inşa edilmiştir (Aspendos, Perge, Limyra, Myra, Hierapolis gibi); bir kısmı ise Yunan tiyatrolarının Roma mimarisine uygun biçimde yapılan eklemelerle dönüşüme uğramış binalardır (Priene, Milet, Efes, Bergama gibi). M.Ö. 129'da Roma'nın Asya Eyaleti olan Anadolu'da kamuya hitap eden yapıların inşasıyla yerel halkı hoşnut edip, Romalılaştırma hareketlerine destek vermek üzere politikası güdülmüştü. Bu politikanın sonucu olarak Roma döneminde Anadolu'da tiyatro yapıları inşa edilmiştir. Anadolu'daki Antik tiyatrolar yarımadanın güney ve batı bölgelerinde yoğunlaşır. Birçoğu günümüzde kullanılmaktadır. M.Ö. 240 yılında Helenler tarafından birinci bölümünü yapılmıştır ve M.S. 302'ye kadar sahne ve kaveaları büyütülerek inşa edilmiştir. Romalılar döneminde 15,000 kişilik bir kapasiteye ulaşmıştır. Bir yamaç üzerine oturmuştur. Auditorium ve orkestra yarım daire biçimlidir. İmparatorluk döneminde skeneye bir kat daha eklenerek üç katlı hale getirilmiştir. Sahne sütunlar ve kabartmalarla süslenmiştir. Yine bu dönemde anıtsal giriş ve merdivenler ile auditorium üzerine sütunlu galeri eklenmiştir. Oturma sıralarının orkestradan daha yüksek bir seviyede başlaması burada venationes denilen gladyatör-vahşi hayvan dövüşleri düzenlenmiş olduğunu gösterir (aynı özellik Ksanthos Tiyatrosu'nda da görülmektedir). Ayrıca venationes sahnelerinin canlandırılmış olduğu friz parçaları ele geçmiştir. Bununla birlikte üzerinde bir üç ayaklı kazanın iki yanında duran iki antitetik grifonun betimlendiği bir Dionysos sunağı bulunmuştur. Yaklaşık 15.000 kişi kapasitelidir. Helenistik dönemde M.Ö. 2. yüzyılın sonlarında inşa edilmeye başlanmış; Cladius döneminde eklemeler yapılmış, Trajan döneminde tamamlanmıştır. Sahne binasının ilk iki katı Neron döneminde , üçüncü kat ise Septimius Severus döneminde inşa edilmiştir. Analemma duvarları 92-112 yılları arasında, velarium (tente) ve scaenae frons süslemeleri 140-144 yılları arasında, velarium yenilemesi ise 200-210 arasında yapılmıştır. Sahnenin ön yüzü nişler, sütunlar, kabartma ve heykellerle bezenmiştir. Auditorium üzerinde sütunlu bir galeri yer almaktadır. Orkestrası yarım daire biçimlidir. Paradoslar ise Grek özelliği gösterir. Auditoriumu iki diazoma ile üç bölüme ayrılmıştır ve en alt oturma sırasında orkestrayı çevreleyen korkuluklar yer almaktadır. Yamaca yaslanmış olması, auditoriumunun at nalı biçimli olması, ve paradosların çapraz olması Hellenistik özellikleridir, orkestra yarım daire biçimiyle ve sahnenin düzenlenişi Roma planındadır. Auditoriumun genişliği 145 metre, yüksekliği 30 metredir. Yaklaşık 24-25 bin kişi kapasitelidir. Sahne 25x40 metre ölçülerindedir. At nalı biçimli auditoriumu nedeniyle daha önce bir Hellenistik tiyatro olduğu düşünülür. Caveanın alt kısmında 26, üst kısmında 16 oturma sırası bulunur. Proskenionu, imparatorluk döneminde yenilenmiştir. Skene ön cephesinde Dor düzeninde yarım sütunlar yer almaktadır. Skenenin arkasındaki koridorun iki ucundaki odaların kapıları üzerinde “Homerites”, “Olimpionikos”, “Asttonikos” gibi oyuncu isimleri bulunmaktadır. Paradoslar herhangi bir değişikliğe uğramamıştır. Güney paradosta yer alan yazıtta logeion ve proskenenin 10 kez üst üste stephanephores olmuş G. Iulios Zolios tarafından yaptırılıp tanrıça Aphrodite ve Demos’a ithaf edilmiş olduğunu bildirir. Bu yazıtta bahsedilen kişi M.Ö. 39 – 27 arasında yaşamış olmalıdır. Başka bir yazıtta ise cunei’de yapılan çalışmaların Aristocles Mosollos tarafından Artemis ve Sebastoi’ye ithaf edildiği görülmüştür. Bu yazıt da 1. yüzyıl tarihi vermektedir. Antonius Pius (138-161) dönemi’nde yaşamış T. Cladius Zoilos tarafından ve M. Aurelius (161-180) zamanında yaşamış M. Aurelius Menestheus Scopas orkestrada çalışmalar yaptırmışlardır. Yaklaşık 10.000 kişi kapasitelidir. Asya kıtasında sahne binası ayakta kalmış tek Roma tiyatrosu olan yapı, halen tiyatro binası olarak kullanılır. Klasik Roma açıkhava tiyatrosu olan Aspendos, ele geçen bir yazıttan öğrenildiğine göre M. Aurelius döneminde mimar Theodoros’un oğlu Zenon tarafından tasarlanmıştır. Sahne binasının her iki yanındaki giriş bölümleri üzerine işlenmiş olan Grekçe ve Latince yazıtlar Curtius Crispinus ile Curtius Auspicatus’un tiyatroyu “ülkenin tanrılarına ve imparatorluk evine” sunduklarını belirtmektedir. Küçük bir bölümü yamaca dayanmış olan Aspendos Tiyatrosu’nun üst kesimi tonozlu üzerine inşa edilmiştir ve auditoriumu at nalı biçimlidir. Böyle bir biçim Hellenistik geleneğe bağlılık ya da mimari zorunluluk olarak ortaya çıkmış olabilir. Paradoslar paraleldir ve tonozludur, bunların üzerinde localar yer alır. Auditorium bir diazoma ile iki kısma ayrılmış ve üstteki bölümün en üst sırası 50 sütunlu bir revak ile örtülmüştür. Sahne binası, scaenae frons ve proskeneden oluşmaktadır ve iki katlıdır. Scaenae fronsun proskeneye açılan 5 kapısı vardır. Bunlardan ortada yer alan büyük kapı “porta regia”, küçük olanlar ise “porta hospitales” olarak adlandırılıyordu. Skene frons günümüze ulaşmayan zengin bir sütun mimarisi ile bezenmişti, sütunlar dönüşümlü olarak yuvarlak ve üçgen alınlıklar taşıyorlardı. Sahne dış duvarı iç düzenleme ile uyumludur. Dış duvarın en üst sırasındaki 17 pencere, auditoriumdaki kemerli bölüme karşılık gelmektedir. Dış yüzdeki basit bir silme ile yapının iki katlılığı vurgulanmıştır. Perge tiyatrosunda Roma ve Grek mimari özellikleri bir arada görülmektedir. Tonozlarla taşınan diazoma, auditoriumun üst kesimini çeviren sütunlu galeri ve yüksek sahne binası Roma mimari özellikleri gösterir. Buna karşın bir yamaç üzerine inşa edilmiş olması, üstü açık paradoslar ve at nalı biçimli auditorium ve orkestra ise Grek özelliğidir. Yaklaşık 15.000 kişi kapasiteli olan tiyatroya diazomanın iki yanında bulunan kapılar ve paradoslardan geçilerek girilebilmekteydi. 2. yüzyılın ikinci yarısında inşa edilmiş olan sahne iki katlıydı ve oldukça zengin biçimde bezeliydi. Gladyatör ve vahşi hayvan dövüşleri yapılıyor olması nedeniyle auditoriumun en alt sırasına orkestrayı çevreleyen korkuluklar eklenmiştir. Bir arşitrav yazıtında Marcus Plancius Rutlius Varus isimli Pergeli bir senatörün tiyatro inşaatında finansör olduğu bilgileri vardır. Başka bir yazıtta Tacitus döneminde (272-276) orkestra ve sahnedeki değişikliklere işaret eder. Sahne binasının Dionysos ile ilgili frizi Antoninler (117-193), Kentauromakhia ve Gigantomakhia frizleri Gallienus (260-268) dönemi özellikleri göstermektedirler. Yapının son şeklini alması Nero döneminden (54-68) Tacitus dönemine kadar devam eden süreç içinde gerçekleşmiştir. Eski Side sınırları içinde Helenistik zamanların ve Roma İmparatorluğu'nun çok zengin bir döneminde yapılmıştır (M.S.120 ve M.S.175-200). Tonozlu temeller üzerine oturtulan yapı, bu biçimdeki inşa sistemiyle Doğu Akdeniz'deki tek örnektir. Skene arkasındaki yer alan agora ile birlikte auditoriumun yerleştirildiği tonuzlu ve iki katlı konstrüksiyonun Side'nin kuzey-güney yönlü caddesine dayanması, halkın rahatlıkla ve kısa zamanda yapıya girip çıkmasını sağlamıştı. Ancak auditoriumun yarım daireyi aşan şekli Hellenistik geleneğe uygundur. Sahne binası üç katlı ve auditorium ile aynı yükseklikte olmalıydı. Sahne binasının ön yüzü sütunlar, heykeller ve nişler ile zengin bir biçimde süslenmiştir. Proskenionun arkasında, skenenin alt bölümü mitolojik olayları tasvir eden kabartmalarla bezelidir. Paradoslar tonozlarla kapatılmıştır ve auditoriuma çapraz şekildedir. Auditoriumun her iki ucundaki iki küçük şapel ile auditorium sıralarında rahiplerin oturacağı yerler yazıtlarla gösterilmiştir ki bu da tiyatronun 5.-6. yüzyıllarda kilise olarak kullanıldığı göstermektedir. Tsunami Tsunami (okunuşu: "Tsunami". Japonca'da liman dalgası anlamına gelen 津波 (つなみ) sözcüğünden) okyanus ya da denizlerin tabanında oluşan deprem, gök taşı düşmesi, deniz altındaki nükleer patlamalar, volkan patlaması ve bunlara bağlı taban çökmesi, zemin kaymaları gibi tektonik olaylar sonucu denize geçen enerji nedeniyle oluşan uzun periyotlu deniz dalgasını temsil eder. Ayrıca kasırgalar da tsunamiye neden olabilmektedir. Önceleri tsunami dalgalarına med-cezir dalgaları da denmiştir. Tsunamilerin %80'i Pasifik Okyanusu'nda gerçekleşmektedir. Yunan tarihçi Tukididis, tsunamileri denizaltı depreminden kaynaklandığını Peleponnes Savaşı'nın Tarihi adlı kitabında öne sürdü. Tukididis'in, bu teoriyi ileri süren ilk kişi olarak bilinmesine rağmen tsunaminin oluşumu hakkında 20. yüzyıla kadar pek bir şey bilinmemekteydi. Konu, hâlâ araştırılmaktadır. İlk jeolojik, coğrafik ve oşinografik makaleler, tsunamileri "sismik deniz dalgaları" olarak adlandırmaktadır. Tropikal kasırga gibi bazı meteorolojik şartlar, büyük alçak basınç alanlarını oluşturarak İngilizce "storm surge" denilen fırtınalarda denizin fazla yükselmesi olgusuyla meteotsunamilere neden olabilir. Meteotsunamiler de deniz seviyesini gelgit normalin birkaç metre üstünde çıkartabilir. Bu değişim, alçak basınç alanındaki düşük atmosfer basıncından kaynaklanır. Bu "storm surge"ler kıyıya erişince etrafı suya boğarak tsunamiye benzetilebilirler. Gelincik Gelincik şu anlamlara gelebilir: Cevdet Sunay Cevdet Sunay (10 Şubat 1899, Çaykara – 22 Mayıs 1982, İstanbul), Türk asker ve devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti'nin beşinci cum
hurbaşkanı. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 12. Genelkurmay Başkanı. İlk ve orta öğrenimini Erzurum, Kerkük, Edirne ve Kuleli Askerî Lisesi'nde yaptı. I. Dünya Savaşı sırasında, 1917 yılında subay adayı olarak eğitim kampına katıldı. Aynı yıl Filistin Cephesinde görev aldı. 1918 yılında Mısır'da İngilizlere esir düştü. Esaretten döndükten sonra, Kurtuluş Savaşı'na katılarak, Güney Cephesinde görev aldı. Sonradan Batı Cephesinde görevini sürdürdü. 1927 yılında Harp Okulu öğrenimini tamamladı. 1930 yılında Harp Akademisi'ni bitirdi. Silahlı Kuvvetler'de çeşitli görevler almıştır. 1949 yılında Tuğgeneral rütbesine terfi etti. Tuğgeneral rütbesi ile 3. Zırhlı Tugay Komutanlığı ve Genelkurmay Harekât Daire Başkanlığı yapmıştır. 1952 yılında Tümgeneral rütbesine terfi etti. Tümgeneral rütbesi ile Genelkurmay Harekât Daire Başkanlığı ve 33. Tümen Komutanlığı görevlerinde bulundu. 1955 yılında Korgeneral rütbesine terfi etti. Korgeneral rütbesi ile 9. Kolordu Komutanlığı, Genelkurmay Harekât Başkanlığı ve Genelkurmay II. Başkanlığı görevlerinde bulunduktan sonra 1958 yılında Orgeneral rütbesine terfi etti. Orgeneral rütbesinde Genelkurmay II. Başkanlığı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevlerini yürüttü. 2 Ağustos 1960 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı görevine atandı. 15 Mart 1966 tarihinde kendi isteği ile emekli olmuş ve aynı yıl kontenjan senatörü seçildi. Cemal Gürsel'in rahatsızlığı sebebiyle görevden ayrılması üzerine, 28 Mart 1966'da Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Türkiye'nin beşinci Cumhurbaşkanı seçildi. 28 Mart 1973 tarihine kadar devam eden Cumhurbaşkanlığı zaman zaman sıkıntılı günler geçirdi. Sırasıyla Süleyman Demirel, Nihat Erim ve Ferit Melen'in hükümet kurdukları bu dönemde en uzun müddet hükümet başında kalan (27.10.1965-19.03.1971) Süleyman Demirel'dir. Demirel bu dönem için Sunay'ın ölümünden sonra: "Beş yıl, Cumhurbaşkanı Sunay ile rahat çalıştık. Birbirimizi anlıyorduk. Çankaya ile hükümet arasındaki bu uyum Türkiye'ye pek çok şey kazandırmıştır" demiştir. Türkiye'de sol hareketin ivme kazanması, CHP'nin "Ortanın Solu" sloganı, Ecevit'in adının duyulmaya başlaması, öğrenciler arasındaki sağ-sol kavgası, Yassıda Mahkemesi'nde yargılanıp hapse mahkûm olan ve Kayseri Kapalı Cezaevinde kalan başta Celâl Bayar olmak üzere Demokrat Parti milletvekillerinin affı ile siyasî haklar verilmesi mevzusunda o günlerin partileri arasındaki mücadele, Suat Hayri Ürgüplü'nün başbakanlığa getirilip (29 Nisan 1972) kurduğu hükümetin Sunay tarafından önce uygun görülüp sonra reddedilmesi, üniversitelerde zaman zaman arama yapılması, hatta bazen kapatılması, İsmet İnönü'nün irtica ve Nurculuk kelimelerini sık sık tekrarlaması, 1967 Kıbrıs olayları, ABD Başkanı Johnson'un mektubu, Yargıtay Başkanı İmran Öktem'in cenaze merasimindeki olaylar (1969) ve sonrasındaki gösteriler, Birinci Boğaz Köprüsü, İstanbul ve Ankara'da bazı resmî binaların bombalanması Genelkurmay Başkanı Cemal Tural'in Askeri Şûra'ya alınarak Orgeneral Memduh Tağmaç'ın Genelkurmay Başkanı olması (12 Mart 1969), Millî Nizam Partisi'nin kurulması (26 Ocak 1970), İsrail Başkonsolosu'nun kaçırılması ve daha sonra öldürülmesi, üç İngiliz teknisyenin kaçırılıp öldürülmesi, Boğaziçi adlı yolcu uçağının Bulgaristan'a kaçırılması, Deniz Gezmiş ve iki arkadaşının idamı, İsmet İnönü'nün önce CHP liderliğinden daha sonra CHP'den ve milletvekilliğinden istifası, birinci ve ikinci Nihad Erim hükümetleri (1971-1972), sonra Ferid Melen'in başbakanlığı ve benzeri olaylar ve meşhur 12 Mart Muhtırası Cevdet Sunay'ın Cumhurbaşkanlığı döneminde cereyan etmiştir. Yedi yıllık görev süresini 28 Mart 1973 tarihinde tamamladı ve cumhurbaşkanlığından ayrıldı. 1929 yılında Atıfet Hanım'la evlenen ve üç çocuğu olan Cevdet Sunay 22 Mayıs 1982'de 83 yaşında vefat etmiştir. Cenazesi, 28 Mayıs 1982'de törenle, Ankara Cebeci Asri Mezarlığında toprağa verildi. 6 yıl sonra, 30 Ağustos 1988'de, Büyük Zafer'in 66. yılı nedeniyle, Devlet Mezarlığına nakledilmiştir. Arazi sanatı Land art, 1960'ların sonunda ABD'de ortaya çıkmış, 1970'lerde tüm batı ülkelerini etkilemiş avant-garde sanat türüdür. Çağdaş sanatın non–art veya anti-form hareketleri içinde yer alan Land art akımı hiçbir sanatsal "-izm" ile açıklanamaz. Bu akım, doğanın geniş alanlarına insan müdahalesi olarak düşünülebilir. Taş, toprak ve birçok doğal malzemenin kullanılmasıyla gerçekleştirilen bu sanatta, çok çeşitli uygulama biçimleri vardır, örneğin doğada hendekler açma, toprağa gömme, galeri mekanı içinde toprak, gübre, taş ya da insan ürünü çevresel nesneler… II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan yenilikçi sanat tavrı resim, heykel ve benzeri disiplinler arasındaki sınırları kaldırırken sınırsız malzemeyi barındıran çevreye yönelim başlamıştır Doğa sanatı niteliği altında toparlanmış sanatsal çalışmalar iki düşünce altında irdelenebilir. Birincisi, sanatsal malzeme ile doğaya uyumlu çalışma ve ikincisi doğadan sanata aktarma. Doğaya uyumlu çalışmada ‘sanat doğa içindir’ düşüncesi ile birlikte sanatsal biçimlendirme yolu seçilmiştir. Yani zaman aynı anda bir sanatsal etken de olmaktadır. Sanat yapıtları zaman içinde yok olurlar. Land-art aynı zamanda galericilik düzenine karşı oluşmuş bir akımdır. "Land-art" akımı içerisinde yer alan sanat eserleri zaman zaman galerilerde sergilenmiştir, ancak bu işlerin asla satışı yapılamamıştır. Çünkü Richard Long’un Wyoming Çemberi isimli eserinde olduğu gibi oluşturulan düzenleme, aynı şekilde bir kez daha asla oluşturulamaz ya da Andy Goldsworthy’nin ‘Çamur Kaplı Taş’larında ve kardan,buzdan yaptığı heykellerinde olduğu gibi zamana karşı koyamayarak yok olur. New Jersey, Rutherford’da doğan ve çok iyi eğitim alan sanatçı jeoloji, kristalografi, endüstriyel artıklar ve bilim kurgu gibi alanlarda çalıştı. İlk olarak 1960’larda modüler birimleri ile çoğunlukla kristal yüzeyleri anımsatan minimalist çelik heykelleri ile dikkat çekmiştir. Daha sonraki işlerinde heykelle alakalı olan oluşmaya karşı özellikle yere atma ve dökme gibi işlemlerin farkında olduğunu ortaya çıkarıyor. ‘Yavaş akış’ kavramını sürdürerek yerçekimi kuvvetine karşılık verir. 1970 Nisan’ınında Smithson, en ünlü yeryüzü eseri haline gelecek olan ’i (Spiral Mendirek) Utah’taki büyük Tuz Gölü'nün kuzeydoğusundaki dondurucu kıyılarına inşa etti. Spiral Jetty dağınık konmuş kayalık bir alandır, kendi etrafında sarmalanmış ve bir çıkmazla sonlanmıştır. Spiral Jetty sezon ve iklimsel değişimlere şaşırtıcı derecede duyarlı olmuştur. Su yosunlarının miktarlarına ve değişen tuz tabakalarına maruz kalan kayalara bağlı olarak su renk değiştirir. Smithson, Spiral Jetty’i yaptığı gibi kazıklarla eseri oluşturmak için gölün içine tıkaçlar yaptı. 20 Haziran 1973’te Smithson ve bir profesyonel fotoğrafçı, alanın keşif ve dokümanlarını oluşturmak için küçük bir uçakla havalandılar ve uçak bir süre sonra düştü, içindeki üç kişi de öldü. Otuzbeş yaşında hayatını kaybeden sanatçının yarım kalan işi 'i eşi Nancy Holt tamamladı. Michael Heizer temiz kesim geometrik soyutlamalar yapmak peşindeydi. 1972’de Heizer 1800 dönümlük Nevada’da, Los Angeles’in yaklaşık yüz seksen mil kuzeyinde Garden Valley’i satın aldı. Burada,masif toprak ve beton formlardan oluşan bir çeşit yeryüzü işleri şehri inşa etmeye başladı. İlk eleman ‘Complex One’ 1974’te tamamlandı ve bir mastabayı anlatıyordu. 1980’e kadar Heizer Complex Two, Complex Three ve Complex Four üzerinde çalışmıştır. ‘Complex Two’ çeyrek milden daha uzundur ve yarısı yeryüzüne, yarısı da yeraltına yerleştirilmiştir. Heizer'in Double Negative’i ve Smithson’un Spiral Jetty’si hiç şüphesiz, çağdaş sanatın daimi klasikleri haline gelerek, en etkileyici ve üzerinde en çok konuşulmuş erken dönem yeryüzü eserlerindendir. Ama Landart’ta minik patlamaya katkısı olan pek çok eser vardır.’ (Bourdon David,1995 Canon Canon Inc.(キヤノン株式会社), Japonya merkezli çokuluslu şirket. Resim ve optik ürünleri, kameralar, fotokopi makineleri ve stepper ürünleriyle tanınmaktadır. Merkezi Öta/Tokyo'da bulunmaktadır. Takeshi Mitarai, Goro Toshida, Saburo Uchida ve Takeo Maeda Canon Inc.'i kurmadan önce 1937 yılında "Precision Optical Instruments Laboratory" (Hassas Optik Aletler Laboratuvarı)'i kurdu. Canon dijital kamera üretmeye RC-701 modeli ile 1984'te başlamıştır. RC serisini PowerShot ve Digital IXUS serisi izlemiştir. D-SLR lensleri geliştirerek EOS serisini piyasaya sürmüştür. Canon uzun yıllardan beri ev bilgisayarları için yüksek kaliteli tarayıcılar üretmektedir. Bu ürünlerin en ünlülerinden biri CanoScan 8800F modelidir. Canon Nisan 2009'da CanoScan LiDE 700F adlı yeni bir modelin çıkacağını duyurmuştur. Canon 1983 yılında 2 tane MSX ev bilgisayarı üretti. V-20 modelinde dijital fotoğraf makinesinden bilgisayara transfer yapılabiliyordu. Canon'un Amerika, Avrupa, Orta Asya, Afrika, Japonya, Asya ve Okyanusya'da merkez binaları bulunmaktadır. Canon 1976'da Motreal's Olympics Games'in resmi kamera sponsoru olmuştur. Bülent Özcan Bülent Özcan, (d. 25 Şubat 1973, Sarız, Kayseri) Şair. Ahmet Ozan Akgüneş, Özlem Günay Aytekin, Can Ozan imzalarını da kullanmıştır. İlk, orta ve lise öğrenimini Gaziantep’te tamamladı. Londra’da Southgate, Nottingham’da New Kolejde okudu. 1995 yılında Anadolu Üniversitesi İşletme Fakültesi’ni birinci sınıfta iken yarıda bıraktı. Gaziantep’te yayımlanan Doğuş, Önder, Sizin Gazete, Gaziantep Ekspres ve Arena gazetelerinde sanat yönetmenliği yaptı. Gaziantep 27 gazetesinde felsefe ve kültür sanat üzerine yazılar yazdı. Doğan ve Şok gazetelerinde yazı işleri müdürlüğü görevlerinde bulundu. Şiir sergileri açtı. Şiirleri; Ana, Aykırı Sanat, Gülpınar, Şiir Defteri, Damla, Kuzeysu, Şafak (Yunanistan), Kırk Merdiven, Hürriyet Kelebek, Müzik Magazin, Hayat, Ses, Berfin Bahar, Çalı, Edebiyat Gündemi, Köşe Taşı (İngiltere), Öteki-siz, Dem Gazetesi (Almanya), Wird (Almanya), Demokratik Gündem Gazetesi(Almanya), Avrupa Gazetesi (İngiltere), Olay Gazetesi (İngiltere) başta olmak yüzlerce yayın organında yayımlandı. Çeşitli antolojilerde şiirleri yer
aldı. 1988 yılında Türkiye Çocuk dergisi tarafından “Yılın Araştırmacısı” seçildi. Şiir sanatına yapmış olduğu katkılardan dolayı 1990 yılında, Müzik Magazin dergisi tarafından “Onur Belgesi” ile ödüllendirildi. 1992 yılında İsveç’te bulunan Hümanist Enternasyonal tarafından Jüri Özel Ödülü’nü, Türkiye Dergisi ve Bay Ajans tarafından düzenlenen şiir yarışmasında ise “Barış Şiiri” ödülünü aldı. Şiirleri Naser Feiz, Hengameh Heidari, Kadir Dilavernijad ve Khazar Ahmetnijadi tarafından Farsçaya ve Azerice'ye çevrilerek, İran'ın önde gelen sanat edebiyat dergilerinde yayımlandı. Şiirlerinin bir bölümü Ali Ekber Eren, Birol Topaloğlu, Cihangir Bostancı, Gül Kansu, Suat Adalar tarafından bestelendi. Bülent Özcan Türkiye; Yazarlar Sendikası, Edebiyatçılar Derneği ve Kilis Gazeteciler Cemiyeti üyesidir. İnsanların toplumsal olaylara karşı duyarsızlığını eleştirmek amacıyla, bir dizi protesto girişiminde bulunma kararı aldı: 8 Kasım 1996'da, Galata Köprüsü üzerinde kitaplarını denize attı. 25 Şubat 1997'de ise, Gaziantep Asrî Mezarlığı'nda, ölülere bir şiir dinletisi sunarak, mezarlıklara şiir kitaplarını bıraktı. Mayıs 1997’de Türkiye’den ayrılarak Londra'ya yerleşti. Londra'da yayımlanan Londra Olay gazetesinin kültür sanat yönetmenliğini yapan Bülent Özcan'ın şiirleri, İngilizce’ye çevrilerek İngiltere ve Amerika’da yayımlanan antolojilerde yayımlandı. Anadolu Anadolu ya da diğer adıyla Küçük Asya, Asya kıtasının en batısında Karadeniz, Akdeniz ve Ege denizi arasında kalan yaklaşık 755,000 km²'lik bir alanı kaplayan dağlık bir yarımadadır. Osmanlı döneminde "Anadolu"nun geleneksel doğu sınırı olarak Fırat Nehri kabul edilirken, Cumhuriyetle birlikte Birinci Türk Coğrafya Kongresinden sonra Türkiye'nin Asya'da kalan kısmının tümü aynı coğrafî terime dâhil edilmiştir. Günümüzde yaygın olarak Türkiye'nin Asya kıtasında kalan topraklarının adı olarak kullanılır. Anadolu, Asya ve Avrupa'nın birleşim noktasındaki stratejik konumu nedeniyle, tarih öncesi çağlardan beri birçok medeniyetin beşiği olmuştur. Yeryüzünün en eski yerleşkelerinden bazıları Cilalı Taş Devri'nde Anadolu'da kurulmuştur. Çatalhöyük, Çayönü, Nevali Çori, Hacılar, Göbekli Tepe ve Mersin (Yumuktepe) yerleşkeleri Cilalı Taş Devri'nden kalmadır. Truva yerleşkesi de Cilalı Taş Devri'nde kurulmuş ve Demir Çağı'na doğru uzanmıştır. Sümer, Asur, Hitit, Yunan, Lidya, Kelt, Pers, Roma, Doğu Roma (Bizans), Selçuklu, Safevi, Moğol ve Osmanlı gibi onlarca medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Yüzlerce dil ve lehçeyi barındırır. Anadolu, Hristiyanlığın ilk doğduğu ve geliştiği topraklardan biridir. Uzun yıllar Doğu Roma topraklarının esasını teşkil etmiştir. 11. yüzyıldan itibaren Türkler tarafından iskân edilmiş ve yönetilmiştir. Özellikle 1071 yılındaki Malazgirt Meydan Muharebesi'nden itibaren Müslüman Türkler Anadolu'ya akın etmiştir; ancak İslamiyet'ten önce Balkanlarda Türkler vardır. Anadolu sözcüğü Yunanca doğu anlamına gelen "Ανατολή" sözcüğünden türemiştir. Bizans İmparatorluğu döneminde orta Anadolu'nun bir kısmı imparatorluğun merkezine doğuda olmasından kaynaklı doğu askeri idari birimi ya da Anatolikon Theması (Θέμα Άνατολικῶν, Thema Anatolikōn) olarak adlandırılmaktaydı. Anatolikon Theması Afyon, Isparta, Konya, Kayseri ve Mersin yörelerini kapsamaktaydı. Osmanlı döneminde ise "Anadoli" veya "Anadolu", merkezi Amasya olan ve Sivas ve Kastamonu'yu kapsayan bir eyaletin adıdır. 19. yüzyılda genel anlamda imparatorluğun Asya kıtasında kalan ve Türklerle meskûn olan bölgesini tanımlamak için kullanılmıştır. Anadolu, kuzeyde Karadeniz, güneyde Akdeniz, batıda Ege denizi, kuzeybatıda Marmara denizi ile sınırlanmış bölgedir. Doğuda ise, tarihsel olarak, İskenderun Körfezi'nden Karadeniz'e uzanan belirsiz bir hatla sınırlanmıştır. Cumhuriyetin ilanından itibaren ise, Anadolu Türkiye'nin Asya'da kalan kısmıyla eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Anadolu coğrafik olarak daha çok Avrupa'ya benzemektedir. Çünkü bütün Akdeniz'in kuzeyi Avrupa kabul edilmektedir. Anadolu da coğrafik olarak, kendisinden çok farklı özellikler barındıran Asya ülkelerinden (Çin, Hindistan, İran vb.) çok, Akdeniz'in kuzeyindeki Yunanistan, İtalya ve İspanya gibi Avrupa ülkelerine benzemektedir. Doğal sebepler siyasi olayları da etkilediği için Anadolu'nun, tarihte Asya'dan çok Avrupa ile münasebetleri olmuştur. Bütün bunlara rağmen Anadolu'nun Asya içinde düşünülmesi, onun güçlü bir Asya kültürüne sahip olmasındandır. Tarih boyunca Asya kültürü, kendisinin batısındaki Anadolu'ya akımıştır. Asya kökenli Türklerin, "eski Yunan-Roma coğrafyası olan Anadolu"'daki (ki Diyar-ı Rum tabiri tam da bunu anlatır) varlığı bunun maddi bir göstergesidir. Anadolu'nun tarihi bir anlamda Balkanlar, Kafkasya ve Ön Asya'dan gelen işgal, istila ve fetih dalgalarının tarihidir. Asya ve Avrupa'nın stratejik kesişme bölgesinde olmasından dolayı Anadolu, tarih öncesi çağlardan beri pek çok uygarlık için beşik olmuştur. Neolitik yerleşim olarak Taşhöyük Pottery Neolithic, Çayönü Pre-Potttery Neolithic A to Pottery Neolithic, Nevali Cori Pre-Pottery Neolithic B, Hacılar Pottery Neolithic (Türkiye'de şimdiki Burdur ilinin 25 km güney batısında, Göbeklitepe Pre-Pottery Neolithic A ve Mersin ile. Truva yerleşimi Neolithic çağ ile başlar ve Demir çağı içinde devam ederek ilerler. Anadolu'da MÖ 2. ve 1. binyıllarda kullanılan bir grup Hint-Avrupa diline Anadolu dilleri adı verilir. Bu diller arasında en önemlisi ve en iyi tanınanı, MÖ 1600-1100 yılları arasında yazılı belge bırakmış olan Hititçe'dir ("nesili"). Hitit imparatorluğu döneminde, Hititçe ile akraba diller olan Luvice (Luwili) ve Palaca da konuşulmuştur. Luvicenin yayılım alanı Güney ve Batı Anadolu, Palaca'nınki ise Kuzeybatı Anadolu (Kastamonu yöresi)'dir. Erken antik çağda, Luvice'den türemiş olduğu tahmin edilen Lykia dili, Lysia dili, Karia dili, Pisidia dili, Side dili ve kökenleri yeterince bilinmeyen Paphlagonia dili ile Kappadokia dili kullanılmıştır. Bu dillerin tümü MÖ 1. yüzyıla doğru Yunanca'nın egemen dil olması üzerine tarih sahnesinden çekilmişlerdir. 21. yüzyılda ise Anadolu-Mezopotamya bölgesinde Hint-Avrupa diline mensup Kürtçenin Kurmanci ve Kırmancki lehçesi kullanılır. Anadolu'da çok uluslu yapı 20. yüzyıla kadar sürmüştür. 1923 yılında üzerinde Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla birlikte Anadolu topraklarının büyük bir kısmı Türkiye'nin denetimine girmiştir. Şu anda Türkiye halkının demografik yapısının büyük bir kesimini Türkler oluşturmaktadır. Günümüzde Anadolu'da yaşayan halkın büyük bir kısmı Türkçe konuşmaktadır. Anadolu Türkçe ile 11. yüzyılda Selçukluların fethi ile tanışmıştır. Buna rağmen çok kültürlü yapısını Selçuklular ve Osmanlılar döneminde devam ettirmiştir. Ayrıca Kuzeydoğu Anadolu'da Manav, Kuzeydoğu Anadolu'da Laz, Gürcü ve Doğu ve Güneydoğu Anadolu (Kuzey Mezopotamya'nın bir kısmı)'da Kürtlerin, Zazalar' ın ve Araplar' ın yanı sıra az sayıda Süryani de bulunur. Ayrıca özellikle 19. ve 20. yüzyılda çeşitli göç hareketleriyle gelerek Anadolu' ya yerleşen Çerkesler ve Boşnaklar da bulunmaktadır. Anadolu'nun çeşitli bölgelerine yayılmış Rumlar çoğu Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki mübadelede, Yunanistan'daki Müslüman olan halkla değiş-tokuş edilmişlerdir. Bugün Anadolu'da yaşayan halkın çoğunluğu Müslüman'dır. Sinyal işleme Sinyaller ve sistemler kavram ve teorisi diğer birçok mühendislik ve bilim dallarıyla birlikte, elektrik ve elektronik mühendisliğinin hemen her alanında gerekli olup, haberleşme, sinyal işleme, devreler ve sistemler ve kontrol sistemleri gibi alanlardaki ileri düzeyde çalışmaların matematiksel temelini oluşturur. Elektrik ve Eletronik mühendisliği alt disiplinleri matematiksel ve fiziksel olmak üzere temelde iki köke bağlanırlar. Fiziksel köke bağlanan alanlar, mikroelektronik (VLSI), antenler ve mikrodalga, devreler ve sistemler, güç elektroniği ve sistemleri ve biyomedikal iken, Matematiksel köke bağlı olan alanlar haberleşme, kontrol, sinyal işleme, devreler ve sistemler ve bilgisayar sistemleridir. Matematiksel köke bağlı olan alanların ortak dili temelde iki konuyla özetlenir: 1- sinyaller ve sistemler teorisi , 2- olasılık ve rastgele süreçler teorisi. Klasik sinyaller ve sistemler teorisi, doğrusal ve zamanla değişmeyen sistemleri (DZD) inceler ve temelde matematiğin şu alanlarına dayanır: 1-İntegral ve diferansiyel hesap (Calculus) ve 2- Analiz (gerçel, karmaşık (kompleks), harmonik ve işlevsel (fonksiyonel) alt dalları olmak üzere). Ayrıca gerekirci (deterministik) olmayan durumlar için de rasgele süreçler teorisini kullanarak analiz yapar. Yüksek lisans ve doktora seviyelerinde verilen şekli ile doğrusal sistemler teorisi (linear system theory) kapsamında, matematiğin doğrusal cebir , vektor uzayları konularını da içerecek şekilde genişleyerek modern analiz dilini (Hilbert Uzayları , Doğrusal Dönüşümler ve Integral Dönüşümler) kullanmaya başlar. İbrahim Sadri İbrahim Sadri (Eren) (d. 1963), Türk sunucu, televizyoncu, şair ve tiyatrocu. İstanbul'da doğan İbrahim Sadri aslen Erzincan Kemah Yücebelen'lidir, ilk ve orta öğrenimini istanbul kasımpaşa'da tamamladı. İstanbul Üniversitesi işletme Fakültesi'nde okuduktan sonra, yedi yıl tiyatroyla uğraştı. Turnelere çıkarak, Anadolu'yu yakından tanıma imkânı buldu. Çeşitli gazete ve dergilerde yazı ve şiirleri yayımlandı. Radyo ve televizyonlarda programcılık ve sunuculuk yaptı. Halen bir özel televizyonda program yapmaktadır. Şiir ve tiyatro kasetleri de bulunan şairin, şiir kitapları da mevcuttur. ""Adam Gibi"" İbrahim Sadri'nin 1998'den beri devam ettirdiği şiir-kaset serüveninin altıncısı ve kendinden en çok söz ettireni oldu. Aslında kendini bir şair gibi görmediğini ama şiirlerinin olduğunu ve bu şiirlerini yıllardır okuduğunu söylüyor. Kendisinin iyi bir şiir okuyucusu olduğunu belirtiyor. Eski kasetlerinde de bulunan 'fondaki müzik', 'Adam Gibi'de oldukça fonksiyonel olarak yer alıyor. İbrahim Sadri'nin şiirlerinin belli bir dönemin ruh yapısını yansıttığı belirtiliyor. Şiirlerinde, Türkiye
'de 60'lı yıllarda doğan ve 70'li, 80'li yılların kargaşa ile sükun arasında aykırı yaşam biçimlerini idrak eden gençlerin bakış açılarını, yaşadıklarını ve geçirdikleri süreçleri ifade ediyor. İbrahim Sadri bu dönemin kuşağına ve yaşadıklarına tanıklık etmek istediğini sık sık belirtmiştir. İbrahim Sadri her ne kadar tiyatro, şiir, mizah ve televizyon alanlarında çalışmış ve çalışıyor olsa bile, kendisini "tiyatrocu" olarak gördüğünü ifade etmekle beraber, tiyatroyu bırakmasını tiyatronun kurumsallaşmamış olmasına ve ekmek kapısı olarak yeterli olmamasına bağlıyor. Ümit Yaşar Oğuzcan Ümit Yaşar Oğuzcan, (22 Ağustos 1926, Tarsus - 4 Kasım 1984, İstanbul), Türk şair. Tarsus'ta doğan şair, 1946 yılında Eskişehir Ticaret Lisesi'ni bitirdi. Ardından Türkiye İş Bankası'na bankacı olarak girerek Adana, Ankara ve İstanbul'da çalıştı. Halkla ilişkiler müdür yardımcısı görevinde iken hizmette otuz yılını doldurunca kendi isteğiyle Haziran 1977'de emekliye ayrıldı. İstanbul'da kendi adını taşıyan bir sanat galerisi kurdu. Şiir hayatına 1940'da "Yedigün şairleri" arasında başlayan ardından 1975 yılında 33 şiir, 4 düzyazı kitabı, 13 antoloji ve biyografik eser, toplam 50 kitap çıkarmış bulunan, şiir plakları, şarkı sözleri ve yergileriyle tanınan Oğuzcan, günümüzde bilinen popüler şairlerinden biridir. Genellikle Faruk Nafiz Çamlıbel duyarlılığında ve aşk, ayrılık, özlem temaları ekseninde çoğalttığı şiirini, 1973 yılında büyük oğlu Vedat Oğuzcan'ın vefatı üzerine, hayatın boşluğu, ölüm ve acı gibi derinliklere, öz ve biçim yoğunlaştırmalarına yöneltti. Şairlik başarısını, daha etkili, aruzla yazdığı rubailerinde gösterdi. Alupka Alupka (Kırım Tatarcası: Alupka, Ukraynaca: Алупка, Rusça: Алупка) Ukrayna'nın Kırım Özerk Cumhuriyeti'nde bulunan bir sahil kasabasıdır. Musti Musti, Murat Yalçın Murat Yalçın (d. 1970, İstanbul), öykücü ve "Kitap-lık" dergisinin editörü. İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümü'nü bitirdi. 1997 yılından beri Yapı Kredi Yayınlarında çalışıyor, 2000 yılından beri Kitap-lık Dergisi editörü. "Aşkımumya" (1995), "Hafif Metro Günleri" (1998), "İma Kılavuzu" (2003), "Şen Saat" (2006), "Kesik Hava" (2009), "Karga Zarif" (2012), "İçimde Oğuz Atay ile Orhan Gencebay İkizi Yaşıyor" (2013), "Kontrol Kalemi" (2015), "Pera Mera" (2017) yayımlanmış kitaplarıdır. Dublör Notre Dame de Sion Fransız Lisesi Notre Dame de Sion Fransız Lisesi, İstanbul'da, bulunan 1856'da kurulmuş özel Fransız lisesi. Osmanlı Devleti'nin ilk kız lisesi olarak eğitim hayatına başlayan kurum, günümüzde Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı karma bir okuldur. Eğitim süresi hazırlık hariç dört yıldır. Türkçe ve Fransızca dillerinde eğitim yapılır. Okul, Taksim-Harbiye arasında Cumhuriyet Caddesi üzerinde bulunuyor. Ekim 1856'da, İstanbul'a gelen 11 rahibenin Harbiye semtinde, o güne kadar "Filles de la Charité" teşkilatına bağlı rahibeler tarafından idare edilen ""Maison du Saint-Esprit"" adlı yatılı okulun yönetimini devralması ile 27 Kasım 1856 tarihinde, "Notre Dame de Sion" yatılı okulu Türkiye'de resmen açılan ilk kız lisesi olarak hizmete girdi. Önceleri, yaklaşık tümü yatılı olan Hristiyan öğrencilere kısa bir süre sonra Musevi öğrenciler, 1863 yılında padişahın ilgisi ve İmparatorluğun ileri gelenlerinin teklifleri ile de Müslüman öğrenciler katıldı. I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti ve Fransa karşı cephelerde yer aldığı için Fransız rahibelerin ülkeyi terk etmeleri üzerine kapanan kurum, önce mühendislik okulu, daha sonra da, rahibelerin çalıştığı bir hastane olarak kullanıldı. 1919 yılında öğretime tekrar başlayan okul, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla T.C. Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlandı. Bu yeni yapılanma ile birlikte kadrosunda Türk yönetici ve öğretmenler yer aldı. Okuldaki dini simgeler kaldırıldı, rahibeler kıyafetlerini çıkardılar, ders programı laik ve milli bir karaktere kavuştu. 1935'te Türk vatandaşlarının ilköğretimi Türk okullarında görmesi zorunlu kılındığından ilkokul kısmına sadece yabancı uyruklu öğrenciler alınmaya başlandı. 1960'ların sonuna doğru bele kemer takmak, öğrencileri gülden taçlarla ödüllendirmek gibi gelenekler son buldu. Notre Dame De Sion Fransız Lisesi zamanla toplumun tüm kesiminden gündüzlü öğrencileri de kabul etmeye başladı. kurumun İlkokul bölümü 1971 yılında, yatılı kısmı 1972 yılında kapandı. 1989'a kadar rahibeler tarafından yönetilen okulda bu tarihten sonra da rahibeler çalışmaya devam ettiler ancak yönetime laik bir müdür getirildi. 140 yıl boyunca kız lisesi olarak hizmet veren kurum, 1996 - 1997 öğretim yılında geleneksel özelliklerini karma eğitimde sürdürmeye karar vererek erkek ögrenci kabul etmeye başladı. 1997'de, sekiz yıllık ilköğretim okulları döneminin başlamasıyla, orta okul kısmı kapanan okul, özel bir liseye dönüştü. Okulun adının ilk harflerinin daha çok bilinmesi nedeniyle, ilköğretim kısmına "Neslin Değişen Sesi" ismi verilmiştir. Hakan Haslaman Hakan Haslaman, Hollywood'da eğitimi görmüş bir Türk dublördür. Aynı zamanda yönetmenlik, yapımcılık ve senaristlik de yapmaktadır. Stunt sanatı için Almanya’da birçok yeni icadı oldu ve Avrupa aksiyon filmlerine Asya Stunt yöntemini getiren ilk kişilerdendir. Stuntman eğitimini değişik aksiyon film prodüksiyonlarında yaptı ve değişik uluslararası olan filmlerde çalıştı. Bu çalışmalarından dolayı, Hollywood filmlerinin aksiyon yönetmeni Monty Simmons’un (Terminator 2, Blade 2 vs… filmlerinden tanınan) aksiyon gurubunda çalışıp, Hollywood sanatları üzerine yüksek tecrübe sahibi oldu ve tüm bilgisini kendi yazdığı Stunt kitabı Stunts'da yayınladı. Türkiye üzerine yeni projeler çizip, aksiyon filmlerini Türk sinemasına getirip, Türkiye’nin en büyük aksiyon sinema film çalışmalarını gerçekleştirmekte. Hakan Haslaman aynı zaman’da eski Türklerin ilk dövüş sanatı olan Amarok’un (Alpağutnung Mengü Azrak Oğuz Köreşi) kurucusu’dur. Amarok, eski Türk kültür ve geleneklerinin köklerinden oluşan bir dövüş sanatıdır. Hakan Haslaman Orta Asya’da yaptığı çalışmalar sonucu elde ettiği kaynakları bir sistem sekline getirip, bu sanatı geliştirdi ve adını Amarok koydu. Bu sistem uluslararası dünya dövüş sanatları federasyonlarından ilk orijinal eski Türk dövüş sanatı olarak 1995 yılında onaylanmıştır. İki bölümde’de Hakan Haslaman birçok başarılara imza atmıştır. Dövüş sanatında dünya rekoru kırıp, Guinness Rekorlar Kitabı'na girmiştir. Aynı zamanda dünyanın en iyi Stuntman’leri arasına girip, Hollywood Taurus World Stunt Awards Academy’ye ilk Türk Stuntman olan üye olarak seçilmiştir. Dağcılık Dağcılık, dağlarda yürüyüş ve kamp kurmanın yanı sıra tırmanma sporunu da kapsayan bir doğa sporudur. 18 le 19. yüzyıllarda Avrupalı (İngiliz ve Fransızlar başta olmak üzere) zenginlerin boş zamanlarını değerlendirme ve hayatlarının rutinlerini yeni maceralarla süsleme arayışı neticesinde bir spor sayılmaya başlanan dağcılık, 20.yüzyılın başında diğer ulusların da ilgisini çekmeyi başarmıştır. Uluslararası bir spor haline gelmesi ise, 1931 yılında, merkezi Cenevre'de olan Uluslararası Dağcılar Birliği (UIAA)'nin kurulmasıyla mümkün olmuştur. İzleyen yıllarda, belirli teknik ve emniyet yöntemlerinin geliştirilmesine paralel olarak kendine özgü disiplini ve ilkeleri olan bir spor haline dönüşen dağcılık, birçok doğa sporunun da önünü açmıştır. Günümüzde en çok rağbet gören doğa sporlarından biri olsa da, bu spora "eklenebilecek yeniliklerin azalması", yeni neslin yeni doğa sporlarına daha fazla ilgi duyması ya da bu tür sporlara yönelmesi nedeniyle, 20. yüzyılın başındaki popülaritesini kaybetmeye başlamıştır. Türkiye'deyse dağcılık, Üniversite Kulüpleri (örneğin: UDK,HÜDDOSK, Doğa Sporları Kulüpleri (örneğin: ANADAK, ZİRVE ve Türkiye Dağcılık Federasyonu (TDF) bünyesinde canlılığını korumaktadır. Hafifliğin ve hızın ön plana çıktığı ve aynı zamanda teknik tırmanış içeren dağcılık sporunun esas ruhunu temsil eden tırmanış sitilidir. Ana ve ara kamp yoktur. Hızlı ve hafif olmak için tek kamp noktasından hareket edilir. 'Temiz tırmanış' diye tabir edilen ve tırmanış sonrası rotayı değiştirmeyen 'doğal' yöntemler kullanılır. Yapay yöntemlerden tamamen uzak olan bu tırmanış stilinde tırmanıcılar bütün zorluklar ve risklerle kendi başlarına başa çıkarlar. Temelindeki bu yöntemlerden dolayı 'macera ruhu' ile beslenir. Türkçede Dağ veya doğa yürüyüşü olarak kullanılmasına karşılık dağ ve doğa yürüyüşünün tam karşılığı 'hiking'dir. Günü birlik olarak yapılır ve kamplı konaklama içermez. Eğer bu aktivite kamplı olacaksa adı 'trekking' olur. Uzun zaman gerektiren ve tırmanılan yükseklik bakımından vücudun iklime uyum sağlayabilmesine olanak sağlamak amacı ile bol miktarda iniş çıkış içeren Yüksek İrtifa Tırmanışı'nın İngilizce adıdır. Tırmanıcılar zirveye çıkana kadar kendi kamp yüklerini bir üst kampa taşırlarken birden fazla gitgel yaptıkları faaliyettir. Kayaya sabitlenmiş metal merdivenleri kullanarak tırmanma stilidir.Dağcılıkta en kolay stillerden birisidir. Genellikle kaya üzerinde ya da yapay duvarlarda kullanılan tırmanma stilidir. Kendi içinde dört ana kısma ayrılır. En çok kullanılan tırmanış türü. Free climbing denilen bu tırmanışta, yükselmek için yapay teknikler kullanılmamaktadır.. İp ise tırmanan kişiyi, düşüş ihtimaline karşı, tehlikeden korumak için kullanılır. Hiçbir emniyet aleti kullanılmadan, kaya tırmanış ayakkabısı ve toz torbasıyla yapılmaktadır. Free-solo fazlasıyla deneyim gerektirir. Dünya genelinde Bu türde tırmanıcı sayısı oldukça azdır. Bu stilde tırmanmak için fiziksel olduğu kadar psikolojik olarak da hazır olmak gerekiyor. Çünkü, yapılan hata çoğunlukla ölümle sonuçlanabilmektedir. Yükselmek için çeşitli aletlerden faydalanılarak yapılan tırmanış türüdür. Yapay tırmanışta, sikke, jumar, hook, ip, merdiven gibi aletler kullanılır. Çıkışta, lider tırmanıcının örneğin sikkeye (emniyet noktası oluşturmak için kayaya çakılan metal) basması durumuna yapay çıkış adı verilir. Kaya tırmanışı eğitimi veren birçok doğa sporu merkezi vardır. Eğitimin ilk aşaması te
orik dersler; Öncelikle, tırmanış teknikleri, stilleri, tırmanış ve iniş istasyonlarının kurulması, top- rope (tırmanış ipi) ve malzemeler hakkında ayrıntılı teorik eğitim alınıyor. Bir sonraki aşamada uygulamaya geçiliyor. Malzeme takıp çıkartmak, yerden birkaç metre yükselerek yapılan egzersizlerle ip inişi ve top rope tırmanış uygulaması yapılıyor. En son aşamada lider tırmanışın (eğitim alındıktan sonraki uzmanlaşılan tırmanış) temel bilgileri alınıyor ve tecrübeli bir kaya tırmanışçısıyla beraber uzun rotalarda tırmanışlara başlanıyor. Kaya tırmanma tekniklerini ve emniyet malzemelerini kullanarak bir ip boyundan daha yüksek olan kaya üzerinde yapılan tırmanış şeklidir. Çoğunlukla kapalı alanlarda kimyasal malzemeler kullanılarak yapılan, sabit veya ayarlanabilen duvar sistemlerine tırmanma etkinliğidir. Yarışma etkinlikleri veya antrenmana yönelik hazırlanan yapay duvarlar, farklı biçimlerde ve aralıklarda basamak ve tutamakları içerir. Yapay duvar tırmanışlarında, duvara dağcılıkta kullanılan teknik malzemelerin yerleştirilmediği, "top rope" (üstten emniyetli ip) tekniği de kullanılmaktadır. Amarok (dövüş sanatı) Amarok, eski Türklerin ilk dövüş sanatı. Modern hali, 1995 yılında kurucusu Hakan Haslaman tarafından sistematikleştirilmiş ve uygulanmıştır. AMAROK, Alpağutnung Mengü Az Rak Oğuz Köreşi'nin kısaltmasıdır. Bu spor özgün uzun adı yerine genelde Amarok kısaltmasıyla tanınır ve Hakan Haslaman tarafından açıklamasıyla bu ad uygun bulunarak verilmiştir. Amarok çok eski bir sanat olduğu için kaynakçası yoktur. Rivayete göre tekniğini iyi bilen biri, tek vuruş ile at veya deve öldürebilmekdeydi. Amarok 1995 yılında International Martial Arts Association tarafından uluslararası ilk Türk dövüş sanatı olarak onaylanmış ve kurucusu Hakan Haslaman birlikte uluslararası kayıta alınmıştır. 1999 yılında Amarok sistemi International Budo Do Federation ve 2000 yılında International Federation of Martial Arts and Culture'da kayıtlara geçmiştir. Amarok'un kurucusu Hakan Haslaman, bu yöntemde uluslararası Amarok'un ilk Kağan ünvanını taşıma hakkına sahip olmuştur ve sistemin adıyla birlikte tüm haklarına sahiptir. Alpağut Mengü Az Rak Oğuz Köreş Çufutkale Çufutkale ya da Çıfıt Kale (Kırım Tatarcası: Çufut Qale, Ukrayna dili: Чуфут-Кале, Rusça: Чуфут-Кале, Karayca: Джуфт Къале, "Cuft Kale") Ukrayna'nın Kırım Özerk Cumhuriyeti'nde Bahçesaray civarında 8. ila 19. yüzyıllar arasında yerleşime açık kalmış Orta Çağ kalesi ve mağara kenti. Bahçesaray’ın bulunduğu dar vadinin doğu yönündeki Zincirli Medrese’den yukarı bakıldığında, üzerinde Çufutkale’nin de yer aldığı büyük kaya kütlesi ile karşılaşılır. Çufutkale ya da Çufut Kale görülmeye değer, günümüze kadar ulaşabilmiş bir Ortaçağ mağara kasabasıdır. Kalenin doğu duvarı da hala ayakta kalabilmiş durumdadır (1396 - 1433). Bahçesaray'dan 3,5 km mesafede, bir uçurum kenarında yer alan Çufutkale’ye ulaşmak için, Zincirli Medrese yolundan devam etmek gerekmektedir. Çufutkale asırlar öncesine uzanan tarihi, içinde barındırdığı eserleriyle önemli bir kültür hazinesidir. Aynı zamanda Kırım Tatar tarihinde de önemli bir yer tutmaktadır. Bahçesaray civarındaki kireçtaşından kayalıklarda doğal aşınmalarla oluşan mağaralarda Neolitik Çağ'dan beri birçok milletten insanlar yaşamıştır. Yahudi kalesi de denen Çufutkale de bu sarp vadinin dik kayalıklarına inşa edilmiştir. Çufutkale’deki mağaraların her yere çıkışları vardır. Bu mağaralar barış zamanı depolama, savaş zamanı saklanma amaçlı kullanılmıştır. Savunma amaçlı güçlü istihkamları, kuleleri, mağaraları, zaptedilemez duvarları, doğal engelleri ve uçurumları vardır. Doğudan gelen tehlikelere karşı halk verimli ve uygun vadiler yerine bu mağaralarda yaşamışlardır. Mağaralarda keşişlerin yaşadığı hücreler, çile odaları, yeraltı mezarları, tapınaklar ve zirai amaçlı binalar yer almaktadır. Popüler kültürde, Jasper Kent tarafından yazılmış "The Danilov Quintet" (Danilov Beşlemesi) isimli roman serisinin ikinci kitabı olan "Thirteen Years Later" (On üç yıl sonra) isimli romanda Çufutkale'den ayrıntılı olarak bahsedilir. Çufutkale, Hazar Türkleri döneminde 8. yüzyılda yapılmıştır. En erken referanslar kasabanın bir Bizans ileri karakolu olduğunu gösterir. 1299’da Tatarlar tarafından ele geçirilmiştir. Cenevizliler tarafından Potmay olarak adlandırılan Çufutkale’ye Altın Orda orduları tarafından fethedildikten sonra Gevherkermen adı verilmiştir. Yine bazı kaynaklarda buranın ismi Çiftkale olarak geçmektedir. Tatarlar kasabada 16. yüzyıla kadar yaşamışlardır. Bu tarihten sonra vadinin aşağısına göçmüşler ve şimdiki Bahçesaray’da yaşamaya başlamışlardır. Tatar hakimiyetinde Karaim (Karay) Türkü esnaf ve tüccarlar kasabaya yerleşmişlerdir. Tatarlar göçtükten sonra da orada yaşamaya devam etmişlerdir. Musevi dinine mensup Karay Türkleri, dinlerini yaşama imkânları sınırlanınca, 14. yüzyıl itibarıyla bu yalçın ve sarp bölgeye çekilmişlerdir. Çufutkale tam bir "kaya şehir" görünümündedir. Kayalar oyularak merdivenler, yağmur sularının aktığı muhtemelen biriktirilmesine de yarayan su kanalları, gıdaların saklandığı depolar ve ibadet hücreleri, taştan binalar ve dini yapılar inşa edilmiştir. Çufutkale’de binalar, birbirine paralel iki cadde üzerine yerleştirilmiştir. Karay Türkleri 'nin Kenesa dediği ve 14. ile 18. yüzyılda inşa edilmiş günümüzde kısmen restore edilmiş iki adet ibadethane, kalenin vadiye bakan sarp tarafında, vadinin başındaki platoda yer almaktadır. Karaimlere göre, Karaizm bir Musevilik dini, bağımsız, bağnaz olmayan, tektanrılı İbrahim’in dinidir. Şu anki Karaite dininin kurucusu Anan Ben David Eski Ahit'te (Tevrat) yazılanlara geri dönüşü vaazında belirtir. O Talmudic düşünceyi reddetmiştir. Bu din, Rabbinical Yahudilikten çok farklıdır. Şu an Kırım’da aktif bir Karaim topluluğu bulunmaktadır. Kalede Karay Türklerinin yaptığı eserlerin dışında başka eserler de mevcuttur. Özbek Han’dan sonra tahta çıkan altın Orda Hanı Canıbek Han tarafından 1340’larda yaptırılan ve Kırım Hanı Hacı Giray Han tarafından tamir ettirilen (1454) Canıbek Han Camii günümüzde harap bir vaziyettedir. Çufutkale’deki bir diğer tarihi eser olan Hanike (Canike) Hanım Türbesi ise nispeten iyi durumdadır. Altın Orda Hanı Toktamış Han’ın kızı olan ve Kırım genelinde oldukça etkin bir konumda bulunan Hanike (Canike) Hanım vefat ettiğinde kendisi için 1437 yılında bu türbe inşa edilmiştir. 6 ila 12. yüzyıla tarihlenen kalenin içinde han ailesine ait başka türbeler de bulunmaktadır. Çufutkale, Hanlık döneminde Karay Türklerinin en önemli ikamet yerlerinden biri idi. Hatta Kırım Hanlığı’nın bir dönem darphaneleri de buradaydı. Çufutkale’deki darphanede Kırım Hanlığı’nın kurucusu Hacı Giray Han ile daha sonra I. Mehmet Giray Han, I. Sahib Giray Han ve I. Devlet Giray Han para bastırmış, daha sonraki hanlar zamanında ise paralar Bahçesaray’da basılmıştır. Kırım Hanlığı döneminde Çufutkale’nin altındaki mağaralar aynı zamanda zindan olarak kullanılmaktaydı. Korkunçluğu ile ünlü bu zindanlar o dönemde özellikle Han’a karşı gelen muhaliflerin ve esirlerin muhafaza edildiği yerlerdi. Kırım’ın Ruslar tarafından işgal edilmesinin ve Karayların Bahçesaray ile diğer şehirlerde yerleşeceklerinin ilanının ardından, 19. yüzyılın ortalarından itibaren yavaş yavaş terk edilmeye başlanmış, özellikle 1920’den sonra ise, tamamen boşalmıştır. Mangup Mangup, Ukrayna'nın Kırım Özerk Cumhuriyeti'nde Bahçesaray'ın hemen yakınlarında Hoca Sala köyü civarında tarihi bir kaledir. Ortaçağ'daki adı, "Doros" olarak geçer. Yayla dağlarının Sivastopol'dan başlayarak kuzeye doğru uzanan silsilenin kuzey kesimlerinde, nispeten dağlık ve ormanlar içindeki bir bölgede yer almaktadır. Kale, etrafı düz ve yeşillik bir sahada göğe yükselen yüksek bir dağın zirvesinde, beyaz bir kaya üzerinde Rumlar tarafından inşa edilmiştir. Kalenin asıl ismi Theodoro Kalesi'dir. Trabzon ve İstanbul hükümdarlarının soyundan Rum Knezler tarafından yönetilmekteydi. İstanbul'un fethinden sonra, 1475 yılında Osmanlı orduları tarafından kuşatılarak Rum prenslerin elinden alınmıştır. Evliya Çelebi, "Kırım Vilayeti'nin "Kahkaha Kalesi" olan Mankup (Mankop) Kalesi'ne geldik. Ceneviz keferesi yapısıdır. Bayezid Velî Han zamanında Gedik Ahmet Paşa fethidir. Kale muhasara ile alınabilecek iken hücum ile yedi bin yeniçeri kırdırdığı için Gedik Ahmet Paşa katledilmiştir. İç kale kapısından doğuya yüz adım yerde Bayezid Velî Camii vardır. Üzerindeki tarihi 1056 (1646?) dır. Bu camiden aşağıda bir müslüman mahallesi, bir mescidi, yüz evi, bir küçük hamamı, iki çeşmesi vardır" der. Mangup, günümüzde özellikle yürüyüş turlarını tercih edenlerin önemli güzergâhlarından birisidir. Otto Liman von Sanders Otto Liman von Sanders (17 Şubat 1855, Stolp - 22 Ağustos 1929, Münih), Alman general ve Osmanlı mareşali olan asker. 17 Şubat 1855'te o dönem Almanya'ya bağlı Pomeranya bölgesindeki Stolp'da (bugün Polonya'da Slupsk) doğdu. Babası Yahudi bir asilzade idi. Aristokrat ailelere mensup diğer birçok Prusyalılar gibi o da askere katıldı. 1874'te Essen muhafız birliğinde subaylığa başladı. 1877 yılında Darmstadt'ta Amelie von Sanders ile evlendi ve von Sanders soyadını eşinden aldı. 1904 yılında Albay rütbesine terfi etti. 1908 yılında Tümgeneral rütbesine terfi etti ve 22. Piyade Tümeni'nin komutanlığına atandı. 1911'de Korgeneral rütbesine terfi etti. 30 Haziran 1913 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Alman Askerî Misyon Başkanlığı görevine atandı. Bu göreviyle birlikte 1. Ordu komutanlığına atandı. 1915 yılında Gelibolu ve Çanakkale Boğazı'nı savunan 5. Ordu komutanlığına atandı. Bu görevindeki başarıları nedeniyle Osmanlı Ordusu'nda Müşir rütbesine terfi ettirildi. 1918 yılında Sina ve Filistin Cephesi sırasında General Erich von Falkenhayn'ın yerine Yıldırım Ordular Grubu komutanlığına atandı. 1918 sonunda İngiliz General Edmund Allenby tarafından yenilgiye uğratıldı ve savaş sona erdikten sonra savaş suçu işlediği iddiasıyla Şubat 1919'da Malta'da tutuklandı. Altı ay s
onra serbest bırakıldı ve Alman Ordusu'ndan o yıl emekli oldu. 1927 yılında savaş sırasında ve öncesinde kendi deneyimleri hakkında Malta'da tutsak kaldığı yıllara ait yazdığı bir kitabını yayınladı. 22 Ağustos 1929'da Münih'te 74 yaşında öldü. Darmstadt'ta eşi Amelie von Sanders'in yanında defnedildi. Mezarı'nın yeri Darmstadt Alter Friedhof'da 2 N 28 numaradadır. Klâsik mekanik Klâsik mekanik makroskopik boyutlarda (~10m >) cisimlerin hareketlerini hem deneysel hem de matematiksel olarak inceleyen, fiziğin iki ana dalından biridir. Klâsik mekanik basit kristal modellerinden, galaksilerin hareketlerine kadar oldukça geniş bir büyüklük skalasında tutarlı sonuçlar vermektedir. Bunların yanı sıra, çevremizde gördüğümüz birçok mekanik olay klasik mekanik kullanılarak oldukça yüksek bir doğrulukla hesaplanabilir. Klâsik mekanik, Newton mekaniği, klasik istatistik mekanik ve klâsik elektromanyetik teori alt dallarını içinde barındırır. Özel ve genel görelilik kuramları bazı kaynaklarca klasik mekaniğin bir alt dalı olarak kabul edilse de bu kuramların yapıları gereği klasik mekanğin veya kuantum mekaniğinin bir alt dalı olmak yerine bu kuramları, ışık hızına yakın hızlarda veya kütle çekimin büyük olduğu durumlarda modifiye ettiğini söylemek daha doğru olur. Klâsik mekanik günlük olaylar çerçevesinde oldukça kesin sonuçlar üretmektedir, ancak ışık hızına yakın hızlarda hareket eden sistemler için göreli mekanik (relativistic mechanics), çok küçük uzaklık ölçeklerinde sistemler için nicemleme mekaniği (quantum mechanics) ve her iki özelliğe sahip sistemler için de göreli nicemleme alan teorisi (relativistic quantum field theory) kullanılmalıdır. Klasik mekaniğin araştırma dalları için yandaki şablonu kullanabilirsiniz. Noktasal bir parçacığın konumu uzayda rastgele seçilen O referans noktasından, parçacığa çizilen vektördür. Hız ya da yerdeğiştirmenin zamana oranı, konumun zamana göre birinci türevi olarak tanımlanır. İvme ya da hızın zamana oranı, hızın zamana göre türevi (aynı zamanda konumun ikinci türevi) olarak tanımlanır. Klasik mekaniğin birçok dalı genel göreliliğin ve göreli istatistiksel mekaniğin basitleştirilmiş ve günlük yaşama uyarlanmış halidir. Özel görelilikte, bir parçacığın momentumu şudur: "m" parçacığın kütlesi, v hızı ve "c" ışık hızı Eğer v "c" ye göre çok küçükse kökün içi yaklaşık 1 olur ve Böylece klasik mekaniğin p="m"v eşitliğinin aslında ışık hızına göre çok daha küçük hızlarda hareket eden cisimler için basitleştirilmiş bir eşitlik olduğu görülebilir. Klasik mekanik, ilk önce geleneksel üç ana dala ayrıldı: Bütün mekaniksel büyüklükler kütle (kilogram), uzunluk (metre) ve zaman (saniye) cinsinden ifade edilebilmektedir. Kâzım Karabekir Musa Kâzım Karabekir (23 Temmuz 1882, İstanbul - 26 Ocak 1948, Ankara), Türk asker ve siyasetçi. "Alçıtepe Kahramanı" namıyla tanınır. Türk Kurtuluş Savaşı'nı başlatan komutanların arasında yer alarak Doğu Cephesi'nde gösterdiği başarılardan dolayı Kırmızı-Yeşil şeritli İstiklâl Madalyası ile taltif edildi. Jandarma Alaybeyi Mehmed Emin Bey'in oğlu olarak 23 Temmuz 1882 tarihinde İstanbul'da doğdu. 1902 yılında Harbiye Mektebi'nden, 1905 yılında Mekteb-i Erkân-ı Harbiye'den mezun oldu. 1907'de Enver Paşa ile birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Manastır şubesini kurdu. 1909'da 31 Mart Olayı'nı bastırmak için kurulan Hareket Ordusu'na katıldı. 1912'de I. Balkan Savaşı'nda yer aldı. Avrupa'nın genel bir savaşa sürüklendiği bu dönemde görevli olarak Paris'te bulunmaktaydı. Fakat bu durumu fark etti. 14 Temmuz 1914 tarihinde İstanbul'a geri döndü. 3 Ağustos 1914 tarihinde Genelkurmay II. (İstihbarat) Şube Müdürü olarak görevlendirildi. Savaş konusundaki düşünceleri, İstanbul ve Çanakkale boğazlarını kuvvetlendirmek, boğazlardaki kuvvetleri desteklemek, savaşa girmekten mümkün olduğunca kaçınmaktı. Genelkurmay'daki görevini devam ettirirken, Konya'ya bir soruşturma sebebiyle gönderilmişti. 29 Kasım 1914 tarihinde "Üç Yıl Hazerî Kıdem Zammı" adı ve bunun sonucunda 9 Aralık 1914 tarihinde Yarbay rütbesine terfi etti. 6 Ocak 1915 tarihinde Mürettep 1. Kuvve-i Seferiye Komutanı olarak İran Harekatına gönderildi. Halep'e geldiğinde, 3. Ordu'nun Sarıkamış'ta büyük bir felakete uğramış olduğunu, komutasına verilen kuvvetlerin Doğu Cephesi'ne kendisinin de Süleyman Askeri Bey'in yerine Irak Havalisi Kuvvetleri Komutanlığı'na ve Basra Valiliğine atandığını öğrendi. Böylece Süleyman Askeri Bey'in yerine geçmek üzere İstanbul'a geldi. 6 Mart 1915 tarihinde İstanbul'a gelince 5. Kolordu'ya bağlı İstanbul Kartal'da bulunan 14. Tümen Komutanlığına atandı. Bu görevde bulunduğu esnada, Marmara Denizi ve Karadeniz kıyılarının tahkimatı ile uğraştı. Ancak 14. Tümen'in Gelibolu'ya gönderilmesi ile bu bölgede Seddülbâhir ve Kerevizdere'deki (12-13 Temmuz 1915) savaşlarda bulundu. Kerevizdere'de bulunduğu sıralarda Fransızlar, Haziran'dan itibaren Zığındere ve Kerevizdere bölgelerinde taarruzlar yapmakta idi. Fransızların amacı, Türk ordusunun dikkatini güney bölgesine çekmekti. Böylece Ağustos ayında Anafartalar'a yapılacak olan çıkarmanın başarısını garanti altına almak istiyorlardı. Fransızların planı amacına ulaştı ve Türk kuvvetlerinin çoğu güney bölgesine kaydırıldı. Bu amacın gerçekleşmesi için İngilizler I. Tümen ile Türk kanadına, Kereviz Dere bölgesine, 12 Temmuz sabahı saat 07.00'da taarruza başladılar. Türk tümenlerinin batıdan itibaren 1., 4., 7. ve 9. tümenleri cephede, 6. Tümen ise geride bekletilmekte idi. 7. Tümen cephesine taarruz eden İngiliz Tümeninin her iki günündeki taarruzları da başarısızlıkla sonuçlandı. 4. Tümen cephesine taarruz eden Fransızların taarruzları ise beklemedeki 6. Tümen'in de bölgede kullanılması üzerine gelişme gösteremedi. Birkaç metrelik ileri geri hareketler şeklinde gelişen muharebede oldukça fazla kan döküldü ve Türk kaybı 9700 kişiye ulaştı. Kerevizdere Muharebeleri sırasında 5. Kolordu Komutanlığına bağlı 14. Tümen Komutanı olarak bulunmaktaydı. Bu görevi sırasında 6-13 Ağustos 1915 Muharebeleri'nde de görev aldı. Bu muharebeler sırasında İtilaf kuvvetleri Arıburnu ve Anafartalar bölgesine, çıkarma ile takviye ederek yapacağı taarruza karşılık güney cephesinden Türk kuvveti kaydırılmasını engellemek amacıyla 6-7 Ağustos tarihlerinde bu cephenin merkezine Kirte istikametinde taarruzlar ettiler. Ancak her iki taarruzda zayiat verilerek püskürtüldü. Sonraki küçük çaptaki taarruzlarda sonuçsuz kaldı. Bundan sonra da bu cephede düşmanın tahliyesine kadar mevzii muharebeleri devam etti. Böylece İtilaf kuvvetleri, çıkarmanın ilk günü almayı planladığı Alçıtepe'yi ele geçiremedi. Her yönden sayıca üstün olmasına karşın Türk direnişi karşısında sadece 5 km ilerleyebildi. Bu muharebeler sırasında düşmana karşı 3.5 ay başarıyla savaştı. Askerî kişiliği açısından takdir toplayarak Muharabe Gümüş Liyakat Madalyası ile taltif edilerek Miralay rütbesine terfi etti. Ayrıca Almanya'dan İkinci Rütbeden Kron Dö Braş Kılıçlı Nişanını, Osmanlı'dan da Gelibolu Şeref Nişanı'nı ve Muharebe Madalyası'nı aldı. Eylül 1915 - 9 Ocak 1916 Mevzi Muharebeleri'nde Güney Grubu Komutanlığına bağlı 2. Bölge Komutanlığı'nda 14. Tümen Komutanı olarak görevlendirildi. Muharebeler devam ettiği sırada komutasındaki 14. Tümen, 11 Ocak 1916 tarihinde bölgeden ayrıldı. Çanakkale Cephesi'ndeki taarruz savaşlarının, siper muharebelerine dönüşmesi ile birlikte, Gelibolu'dan alınarak 26 Ekim 1915 tarihinde İstanbul'daki 1. Ordu Kurmay Başkanlığı'na atandı. Daha sonra da 6. Ordu Kurmay Başkanı olarak Irak Cephesine gönderildi. Bu arada Gelibolu'daki başarılarından dolayı "Üç Yıl Savaş Zammı" alarak 14 Aralık 1916 tarihinde Mirliva rütbesine terfi etti ve "Paşa" oldu. Almanya'dan ikinci kez "Alman Demir Haç Nişanı" aldı. 24 Nisan 1916 tarihinde Kût'ül-Amâre'yi kuşatmakta olan 18. Kolordu Komutanı olarak görevlendirildi. Bu cephedeki başarılarından dolayı 8 Şubat 1917 tarihinde yeniden "Altın Muharebe Liyakat Madalyası" ile taltif edilerek "İki Yıllık Kıdem Zammı" verildi. Cafer Tayyar Paşa ile o yıllarda yapılabilen karşılıklı yer değiştirme (becayiş) usulü ile Kafkas Cephesindeki 2. Kolordu Komutanı olarak atandı. Bu Kolordu Van Gölü'nün güney mıntıkası, Bitlis, Muş, Murat Çayı ve Palu Doğusu'na kadar olan geniş bir araziyi savunmakla görevliydi. Bu dönemde Osmanlı Devleti, toplam dört kolordusu olan iki ordusunu Van Gölü ile Karadeniz arasında bulundurmaktaydı. Bu orduların en güneyde olanı komutanı olduğu 2. Kolordu idi. Bu kolorduda on aya yakın bir süre görev yaptı. Bölgedeki başarılarından dolayı 23 Eylül 1917 tarihinde padişah iradesiyle "Kılıçlı İkinci Mecidi Nişanı" ile taltif edildi. 2 Mart 1919 tarihinde Erzurum'daki 15. Kolordu Komutanlığı'na atandı. Türk Kurtuluş Savaşı'nı başlatan komutanların arasında Anadolu'ya ilk geçen komutan oldu. 19 Nisan 1919 tarihinde Trabzon'a geldi. 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun'a çıkarak Kurtuluş Savaşı'nı başlatmış olan 9. Ordu Müfettişi Mirliva Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'daki Osmanlı padişahı Mehmed Vahdettin ile haberleşmeleri sonucu görevinden istifa etmesi üzerine, İstanbul'dan bizzat kendisine gönderilen ve Mustafa Kemal Paşa'yı tutuklamasını emreden telgrafa rağmen "Ben ve kolordum emrinizdedir Paşam!" sözünü söyleyerek Mustafa Kemal Paşa'nın emrine girdi. Ardından Erzurum Kongresi'nin düzenlenebilmesi için büyük gayret gösterdi ve askeri güvenliği sağladı. 93 Harbi sırasında Rus Çarlığına kaybedilen Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin ve Batum'u Eylül 1920 tarihinde kurtarıp, Türkiye'nin doğu sınırlarında Misak-ı Milli'yi gerçekleştirdikten sonra 31 Ekim 1920 tarihinde TBMM tarafından Ferik rütbesine terfi ettirildi. Mustafa Kemal Paşa, Nutuk'ta ""Kâzım Karabekir Paşa ve adamları Kurtuluş Savaşı'nda canları pahasına savaşarak galip geldiler. Bu galibiyet sadece onların değil bütün Türk milletinin galibiyetidir."" diyerek onun başarılarını takdir etti. Savaştan sonra Doğu Cephesi'nde gösterdiği başarılardan dolayı TBMM tarafından Kırmızı-Yeşil şeritli İstiklâl Madalyası ile taltif edildi.
Sovyet Rusya ile imzalanacak dostluk antlaşması için Bekir Sami Bey başkanlığında bir delegasyon, 11 Mayıs 1920 tarihinde Ankara’dan hareketle 19 Temmuz 1920'de Moskova'ya ulaştı. Dostluk antlaşmasının esasları 24 Ağustos 1920 tarihinde hazır olmakla beraber, Bekir Sami Bey'in bu antlaşmayı imzalaması mümkün olmadı. Çünkü Sovyet Rusya, Bitlis, Van ve Muş illerinin Ermenistan'a terk edilmesini istedi. Fakat Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki Türk kuvvetleri Eylül 1920 tarihinde taarruza geçip, Brest-Litovsk Antlaşması ile Türkiye'ye verilen ve Misak-ı Milli hudutları dahilinde olan Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin ve Batum'u aldıktan sonra Gümrü'yü de ele geçirince, Menşevik iktidarı altındaki Ermeni hükûmeti barışa yanaşmak zorunda kaldı ve 3 Aralık 1920 tarihinde Ermenistan ile Gümrü Antlaşması imzalandı. Bu arada, Bolşevikler de Ermenistan'da iktidarı ele geçirmişlerdi. Bu şekilde Ermenistan meselesi kendiliğinden çözümlenmiş oluyordu. Kazanılan bu zaferler üzerine Sovyet Rusya, Millî Mücadele'ye daha fazla önem vermeye başladı. 3 Aralık 1920 tarihinde TBMM Murahhası sıfatıyla Gümrü Antlaşması'nı imzaladıktan sonra; 18 Ekim 1921 tarihinde biten Kars Konferansı'na Türkiye Baş Murahhas olarak katıldı. Ayrıca bu konferansa başkanlık yaparak; 13 Ekim 1921 tarihinde Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan ile Kars Antlaşması'nı imzaladı. Kütahya-Eskişehir Muharebeleri'nden hemen sonra yapılan Sakarya Meydan Muharebesi sonrasına denk gelen bu antlaşma ile Batum'un Sovyetler Birliği'ne terk edilmesi karşılığında karşı taraftan belli miktarlarda silah, cephane ve altın alınacaktı. 15 Ekim 1922 tarihinde Ankara'ya geldi. Edirne Milletvekili sıfatı ile 30 Ekim'den itibaren meclis çalışmalarına devam etti. 17 Şubat 1923 tarihinde Türkiye'de ilk defa toplanan İzmir İktisat Kongresi'ne başkanlık yaptı. 29 Haziran 1923 tarihinde TBMM'nin İkinci Devresi'nde İstanbul Milletvekili seçildiği dönemde; Doğu Cephesi komutanlığı görevini de fiili olarak devam ettirmekte idi. 21 Kasım 1923 tarihinde "Millî Mücadelemizde Siyasi ve Savaş Yararlılığı" görülenlere verilen kırmızı ve yeşil şeritli İstiklal Madalyası ile ödüllendirildi. 21 Ekim 1923 tarihinde Birinci Ferik rütbesine terfi etti ve son askeri görevi olan 1. Ordu Müfettişliği'ne atandı. 26 Ekim 1924 tarihinde bu görevinden istifa ederek sadece siyasi alanda faaliyet gösterdi. 9 Kasım 1924 tarihinde CHP'den istifa etti. 17 Kasım 1924 tarihinde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurucuları arasında yer aldı ve bir süre sonra da bu partinin genel başkanı oldu. İsmet Paşa Hükümeti'nin Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarmasından sonra Doğu'da Şeyh Said İsyanı çıktı ve bu isyanda TCF'nin de rolü olduğu iddia edildi. İsmet İnönü başkanlığındaki hükûmet tarafından bu olay bahane edilerek 5 Haziran 1925 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile tüm muhalif gazeteler ve partilerle birlikte TCF de temelli kapatıldı. Ayrıca Kâzım Karabekir, Haziran 1926 tarihinde Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal'e düzenlenen İzmir Suikastı girişimi ile ilgili olarak tutuklandı ve İstiklal Mahkemesi'nde idam ile yargılandıysa da beraat etti. 1927 yılında TBMM'nin ikinci Dönemi sona erince milletvekilliği son buldu. Ordu açığında 5 Aralık 1927 tarihinde "Müşir" rütbesine hazırken resen emekliye sevk edildi. Bu dönemden sonra uzun bir süre siyasetten uzaklaştırılarak inzivaya çekilmek zorunda kaldı ve yönetimle olan anlaşmazlığı yüzünden sıkıyönetim altında tutulması istenen 84 kişilik "muhalifler" listesinin başında yer aldı. 10 sene sürekli takip ve gözaltında tutuldu ve hatıralarını yazdığı "İstiklal Harbimiz" adlı eseri zamanın hükûmetinin kararıyla "Takrir-i Sükun" kanunu uyarınca toplatıldı. Belki de en sıkıntılı yıllarını bu dönemde geçirdi. Mustafa Kemal Atatürk'ün vefatının ardından 26 Ocak 1939 tarihinde İstanbul Milletvekili seçildi. 1943 yılında tekrar milletvekili seçildi ve 5 Ağustos 1946 tarihinde yapılan TBMM başkanlık seçimlerinde Meclis Başkanı seçildi. 26 Ocak 1948 tarihinde 66 yaşında iken geçirdiği bir kalp krizi sonucu Ankara'da vefat etti. Törenle Cebeci Askeri Şehitliği'ne defnedilen cenazesi sonraki yıllarda Devlet Mezarlığı'na nakledildi. 2010 yılının başında dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ Kâzım Karabekir'in ölüm yıl dönümünü ilk kez andı. Bulgarca, Fransızca, Almanca ve Rusça bilmekteydi. Evlilik hayatına 1924 yılında 42 yaşındayken Aydınlı Cemal Bey'in kızı İclal Hatun (1900-1954) ile adım attı. Bu evlilikten 1927 yılında Hayat (1927-?) ve Emel (1927-1984) adında ikiz ve Timsal (26 Ocak 1941-?) adlarında üç kız çocuk sahibi oldu. 1968 yılında Erzurum'da inşa edilen Cemal Gürsel Stadyumu'nun adı, 10 Ağustos 2012 tarihinde alınan bir kararla Kâzım Karabekir Stadyumu olarak değiştirildi. Mehmet Esat Bülkat Mehmet Esat Bülkat veya Esat Paşa (18 Ekim 1862, Yanya - 2 Kasım 1952 İstanbul), Türk asker. Balkan Savaşları sırasında Yanya'da gösterdiği savunma ve direnişi ile tanınan Esat Paşa, Çanakkale Savaşı'nda büyük başarı göstermiş; düşman kuvvetlerinin boğazı geçip İstanbul'a varmasını önleyen komutanlardan biri olmuştur. 1862'de Yanya'da dünyaya geldi. Esat Paşa’nın soyu Özbekistan’dan Anadolu’ya gelen ve buradan da Rumeli’ye geçen bir Türk boyu olan “Kaçı” veya “Kaçın” boyudur. Bu boya mensup Taşkentli Mehmet Ağa, Selanik’te Osmanlı Hükümdarı II. Murat’ın hizmetine girmiş ve Hükümdar tarafından Yanya “mütesellim”liğine tayin edilmiştir. 1890'da kurmay yüzbaşı olarak Erkan-ı Harbiye Mektebini bitirdi. Aynı yıl Almanya'ya giderek burada askeri görevlerde bulundu. Temmuz 1893'de Kıdemli Yüzbaşı olarak İstanbul'a döndü. 5 Kasım 1893'de Binbaşı oldu ve Osmanlı Ordusu'nu düzenlemekle görevli Goltz Paşa'nın yardımcılığına atandı. Osmanlı-Yunan Savaşı çıkınca 18 Nisan 1897'de Yanya Kolordusu Kurmay Başkanlığı'na atandı. Burada gösterdiği başarıdan dolayı 31 Ocak 1898'de rütbesi Albaylığa yükseldi. 1899'da Harbiye Mektebinin ders nazırlığına, daha sonra da kurmay başkanlığına atandı. Harbiye mektebindeki hizmetlerinden dolayı 27 Kasım 1902'de Mirlivalığa ve 17 Ocak 1906'da Ferik rütbesine yükseltildi. 15 Temmuz 1907'de Selanik'teki 3. Ordu Komutan Yardımcılığına getirildi. 1908 devrimiyle yönetime gelenler, daha önce çok çabuk ilerleyenlerin rütbelerini 1909'da "Tasfiye-i Rütep" kanunuyla geri alınınca Mirliva rütbesine indirildi. 1911'de Gelibolu'da 5. Nizamiye Tümeni, çok geçmeden de Tekirdağ'da 2. Kolordu ve 12 Temmuz 1911'de İşkodra Müretteb Kuvvetleri Komutanlığına atandı. İtalya'nın savaş ilan etmesi üzerine 16 Eylül 1911'de Yanya Bağımsız Tümen Komutanı ve seferberlik gereği olarak 10 Ekim 1911'de Yanya Kolordusu komutanı oldu. Balkan Savaşları'nda 5 Mart 1913'e kadar Yanya ve civarını üstün düşman kuvvetlerine karşı savunarak büyük bir kahramanlık gösterdi. 16 Ocak 1913'de Tekirdağ'da 3. Kolordu Komutanlığına ve I. Dünya Savaşı'nda Gelibolu Yarımadasında 3. Kolordu ve Arıburnu Kuzey Grubu Komutanlığına atandı. Burada Çanakkale Boğazı'nın kilidi sayılan Conkbayırı'nı düşman kuvvetlerine karşı büyük fedakarlıklara katlanarak savundu. Çanakkale'deki hizmetlerine ödül olarak 15 Eylül 1915'de rütbesi tekrar Ferikliğe yükseltildi. Goltz Paşanın Bağdat Komutanlığı'na gitmesi üzerine 3 Kasım'da 1. Ordu Komutanlığına atandı. Almanya'nın Doğu ve Batı cephelerini görmek üzere 1917'de Berlin'e gitti ve burada incelemelerde bulundu. Yurda dönünce 21 Şubat 1918'de Bandırma'da 5. Ordu Komutanlığı'na ve 22 Haziran'da Batum'da 3. Ordu Komutanlığı'na atandı. Bundan sonra 2. Ordu Genel Müfettişliği'nden 22 Kasım 1919 tarihinde emekliğe ayrıldı. Hulusi Salih Paşa kabinesinde Bahriye Nazırlığı görevinde bulundu. ""Çanakkale Hatıraları"" (4 cilt) ve ""1912-1913 Balkan Harbi"" adlı iki eseri vardır. 2 Kasım 1952'de İstanbul'da hayatını yitirdi. Karacaahmet Mezarlığı'na gömüldü. 25 Nisan 1915'de İngiliz ve Fransız birliklerinin Seddülbahir Cephesi ve Arıburnu Cephesini açmalarıyla Çanakkale Kara Savaşları başlamış oldu. Haziran ayına kadar süren saldırılar Türk kuvvetleri tarafından karşılandı ve düşmanın geri çekilmesi sağlandı. Bunun üzerine tekrar saldırı kararı alan İtilaf Kuvvetleri haziran ve Temmuz ayı boyunca Türk mevkilerini sürekli ateş ve bombardıman altında tuttular. Bu sırada Gelibolu'daki savunma hattı iki kısma ayrılmıştı. Esat Paşa Arıburun Kuzey Grubu komutanı olarak, kardeşi Vehip Paşa da Güney Grubu Komutanı sıfatıyla düşmanın kuvvetli saldırılarına karşı direniş göstermekte idi. Kuzey Grubu komutanı Esat Paşa Haziran ve Temmuz aylarında İngiliz ve Fransız birliklerinin Arıburnu'na yaptıkları taarruzlar karşısında zor şartlar altında düşmanı karşılamış ve geri püskürtmüştür. Bundan sonra Ağustos ayında düşman kuvvetleri Conkbayırı denen mevkii üzerine harekete geçmiş ve burayı ele geçirmek için hazırlıklara başlamıştır. 6 Ağustos'ta başlayan düşman taarruzu Conkbayırı'nı korumakla görevli Esat Paşa emrindeki Türk kuvvetleri tarafından karşılanmış ve düşman yenilgiye uğratılmıştır . Ağustos sonuna kadar devam eden savaşlar sonunda İtilaf Kuvvetleri mevki yönünden çok önemli olan Conkbayırı'nı ele geçirememiş ve Çanakkale'den geçerek İstanbul'u işgal etme emelleri suya düşmüştür. Özellikle Conkbayırı savaşlarında büyük kahramanlık gösteren Esat Paşa, Mustafa Kemal Atatürk'ün de bu bölgede Anafartalar Cephesi'nde zafer kazanmasında büyük paya sahiptir. Çünkü Mustafa Kemal'in Anafartalar Kumandanlığına atanmasını sağlamış ve onun burada yeteneğinin görülmesi ve dünyaca tanınan bir asker olması bu sayede mümkün olmuştur. Esat Paşa, İtilaf Kuvvetlerinin Çanakkale Boğazını geçerek İstanbul'a gelmesini önleyen üç önemli kumandandan biri olarak ortaya çıkmaktadır. Diğer iki kişi, Çanakkale Müstahkem Mevki komutanı Cevat Paşa ve Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa'dır. Kuvvet Kuvvet, Fizik'te kütleli bir cisme hareket kazandıran etkidir. Hem yönü hem de büyüklüğü olan kuvvet vektörel bir niceliktir. Newton'un ikinci yasasına göre sabit kütleli bir cisim, üzerine uygulanan net kuvvetle doğru cismin kütlesi ile ters orantılı bir şekilde hızlanır. Bir cisme uygul
anan net kuvvet cismin kazandığı momentumun zamana bağlı değişimine eşittir. Üç boyutlu nesnelere uygulanan kuvvet de nesnenin dönmesine, şeklinin bozulmasına, basınçta değişime ve bazı durumlarda hacmin değişimine sebep olabilir. Bir eksen etrafında dönme hızında değişime sebep olan kuvvet eğilimine tork denir. Deformasyon(şekil değişikliği) ve basınç bir nesne dahilindeki zorlama kuvvetlerinin sonucudur. Eski zamanlardan beri bilim insanları kuvvet kavramını durağan ve hareket eden nesnelerin araştırmalarında kullanır. M.Ö. üçüncü yüzyıl filozofu Arşimet basit makineler üzerindeki çalışmalarıyla ilerleme kaydettiyse de Aristo tarafından yapılan kuvvet tanımının beraberinde getirdiği temel yanlış anlamalar yüzyıllar boyunca sürdü. On yedinci yüzyılla birlikte Sir Isaac Newton'un matematiksel içgörü ile yaptığı düzeltmeler yaklaşık üç yüz yıl boyunca değişmeden kaldı. Yirminci yüzyılın başlarında Einstein, genel görelilik teorisinde uzay-zaman sürekliliği kavramıyla Newton'un kütle çekim modelinin hatasını başarılı bir şekilde öngördü. Kuvvet vektörel bir büyüklüktür. Dolayısıyla vektörlerle ilgili bütün özellikler kuvvetler içinde geçerlidir. Kuvvet "F" harfi ile gösterilir ve "dinamometre" denilen yaylı kantarla ölçülür. Kuvvet kavramı ilk olarak klasik mekaniğin ikinci hareket yasasında görülmektedir. Bir cisim üzerine etkiyen bir net kuvvet onun momentumunun değişmesine neden olur. Kuvvetin Sl birim sisteminde (uluslararası birim sistemi) birimi Newton'dur.Newton biriminin kısaltılması (N)dir. Dolayısıyla: formula_1 Momentum p=mv ile: formula_2 geçerlidir. Eğer kütle (m) değişmezse(mesela raketlerde değişir) formula_3 olduğundan kuvvet için terimin sadece ikinci kısmı önemlidir. Kuvvet (formula_4), kütle m, ivme de formula_5 olmak üzere, formula_6 şeklinde ifade edilir. Kuvvet, niteliği gereği yöneysel bir büyüklüktür, belirleyici dört unsuru vardır; başlangıç noktası, doğrultusu, şiddeti ve yönü. Birimi de Newton ya da formula_7'dir. Kırım Savaşı Kırım Savaşı, 4 Ekim 1853-30 Mart 1856 tarihleri arasındaki Osmanlı-Rus savaşıdır. Birleşik Krallık, Fransa ve Piyemonte-Sardinya'nın Osmanlı tarafında savaşa dâhil olmasıyla savaş, Avrupalı devletlerin Rusya'yı Avrupa ve Akdeniz dışında tutmak amacıyla verdiği bir savaş halini almıştır. Savaş, müttefik güçlerinin zaferiyle sonuçlanmıştır. Rusya, 1853 yılından itibaren Kavalalı Mehmet Ali Paşa bunalımı sırasında takip ettiği zayıf bir Osmanlı Devleti üzerinde etki alanı kurma politikasını bırakarak, bu devleti yıkma politikası takip etmeye başladı. Bunu gerçekleştirebilmek için de kutsal yerler sorununu kullandı. Osmanlı Devleti, Hristiyanlarca kutsal sayılan Kudüs ve çevresinde Katolik ve Ortodoks cemaatlerine çeşitli ayrıcalıklar tanımıştı. 1853 yılına gelindiğinde ayrıcalıklar konusunda Rusya ile Katolikliğin dünya çapında savunuculuğunu yapan Fransa çatışmaya başladılar. Bu durumu bahane eden ve asıl amacı "Hasta adam" gözüyle baktığı Osmanlı Devleti'ne ve onun bekasına son vermek isteyen Rusya, Birleşik Krallık'a mirasın paylaşılması teklifinde bulundu. Ancak, çıkarları gereği Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünün muhafazasından yana olan Birleşik Krallık bu teklifi kabul etmedi. Bunun üzerine Rusya, tek başına harekete geçerek, Osmanlı Devleti'ne bir ittifak teklifinde bulundu ve bu devletin sınırları içinde yaşayan Ortodoksların koruyuculuğunun Rusya'ya bırakılmasını önerdi. Osmanlı Devleti, Britanya'nın da desteğine güvenerek Rus isteklerini reddetti. Bu bağlamda gelişen Osmanlı-Rusya gerginliği, Birleşik Krallık başta olmak üzere Avrupa devletlerinin de ilgisini çekmekte gecikmedi. Birleşik Krallık hükümeti, 1853'te yaşanan gerilim sırasında Rusya'ya karşı Osmanlı Devleti'ni destekleme politikasını benimsedi. Bu tercih, Osmanlı Devleti'ne destek olma isteğinin ötesinde, Avrupa'daki güç dengelerini yeniden tanımlama amacı taşıyordu. Avusturya İmparatorluğu'na karşı 1848 yılında başlayan Macar ayaklanmasının Rusya'nın yardımıyla kanlı bir şekilde bastırılması, bu dönemde Rusya'nın Avrupa'da artan bir şekilde güç kazanmasının göstergesi olarak yorumlanmıştı. Birleşik Krallık, bu ve benzer nedenlerle Avrupa'daki güç dengesinin kendi aleyhine bozulmasını engellemek istiyor, bu amaç doğrultusunda Rusya'nın güçlenmesinin önüne geçmeye çabalıyordu. Bunun yanında, Osmanlı Devleti'nin dağılması Rusya'nın topraklarını güneye doğru genişletmesi anlamına gelecekti; bu durum Birleşik Krallık'ın Asya'daki kolonilerine (özellikle Hindistan'a) ulaşmasını zorlaştıracaktı. Fransa Rusya'nın Avrupa güçler dengesinin dışında tutulması konusunda Büyük Britanya hükümetiyle benzer bir politika izliyordu. Rusya'ya bağlı olan Polonya topraklarında yeniden bir bağımsız Polonya kurulması ve bu bağımsız devletin Fransa'nın müttefiki olması olasılığı da Fransa'yı Rusya'ya karşı cephe almaya teşvik ediyordu. Bu ve benzer nedenlerle, Rusya'ya karşı girişilebilecek bir müdahale, Fransa'yı Avrupa'da yeniden üstün duruma getirebilirdi. Bu nedenlerle Fransa, Osmanlı Devleti-Rusya geriliminde, tıpkı Birleşik Krallık gibi, Osmanlı Devleti'nden yana bir tutum takındı. Prusya başta olmak üzere merkezi Avrupa devletleri bu düşüncelere karşıydı. Özellikle Avusturya, savaş sonunda yapılacak antlaşmadan ve ortaya çıkacak yeni statükodan endişeli idi. Rusya'nın İstanbul'da görevli elçisi Aleksandr Mençikof isteklerinin reddedilmesi üzerine 19 Mayıs 1853'te İstanbul'dan ayrıldı. Rus orduları savaş dahi ilan etmeden 22 Haziran 1853'de Eflak ve Boğdan'ı işgale başladılar. Çar I. Nikolay, bu hareketinin bir savaş başlangıcı kabul edilmemesi gerektiğini açıkladı ve bu teşebbüsün bir güvenlik tedbiri olduğunu belirtti. Ancak, bu durum Avrupa'nın statüsünü değiştirmeye yönelikti. Bunun üzerine Avusturya'nın teklifi ile Viyana'da bir konferans toplandı. Fakat toplantıdan sonuç alınamadı. Bu sırada İstanbul'da, Rusya'ya karşı savaş ilanı için halk padişaha baskı yapmaya başladı. 4 Ekim 1853'te Rusya'ya bir nota verildi ve Eflak ile Boğdan'ın 15 gün içinde boşaltılması istendi. Rusya bu notaya kayıtsız kaldı ve tanınan sürenin sonunda savaş fiilen başladı. Savaşın başlangıcında Osmanlı Ordusu Balkanlar'da başarılı oldu. Fakat Batum'a yardım götüren Osmanlı donanması 30 Kasım 1853'te Rus Donanması tarafından Sinop açıklarında batırıldı. Rusların bu ani hareketi ve Karadeniz'de durum üstünlüğü sağlamaları Boğazlar'ı ve İstanbul'u tehlikeye düşürdü. Bu durum Avrupa devletlerini endişelendirdi. Birleşik Krallık ve Fransa devreye girerek tarafları uzlaştırmak istedi, ancak yapılan teklifi Rusya reddetti. Bunun üzerine Fransa ve Birleşik Krallık, Rusya'ya bir ültimatom verdiler ve taraflardan şu isteklerde bulundular: Osmanlı Devleti'nden; Çar, ültimatomu ve istekleri kabul etmedi ve Rus ordusuna Tuna nehrini geçerek ilerleme emrini verdi. Birleşik Krallık ve Fransa, 12 Mart 1854'te Rusya'ya savaş ilan ettiler. Birleşik Krallık ve Fransa, Osmanlı Devleti lehine savaşa girerken Avrupa kamuoyunu tatmin edecek ve özel menfaatler sağlayacak tedbirleri almayı da ihmal etmediler. Bu maksatla 12 Mart 1854'te İstanbul'da; 10 Mayıs 1854'te Londra'da ve 14 Haziran 1854'te Avusturya ile antlaşmalar imzaladılar. Avusturya ile yapılan antlaşma Tuna eyaletlerinin Rus ordusundan boşaltılmasını öngörüyordu ve Avusturya, gerekirse asker göndermeyi taahhüt etmekteydi. Bu nedenle 15 Mart 1855'te Sardinya Krallığı da ittifaka katıldığını açıkladı. Savaş devam ederken Osmanlı ülkesinin Epir, Etolya ve Teselya eyaletlerinde Rum halkının isyan hareketleri başladı. Yapılan ikazlar dikkate alınmadı ve bunun üzerine Fransızlar Pire limanına asker çıkararak Yunanistan'ı abluka altına aldılar. Bu hareket Yunanistan'ı tarafsızlığa mecbur etti ve Rusya da bir müttefikini kaybetti. Savaş; Tuna, Kafkas ve Karadeniz'de yoğunluk kazandı. Tuna cephesinde durum önce Osmanlılar lehine gelişti. Fakat bir süre sonra Rus ordusu Silistre'ye kadar ilerledi (Silistre Kuşatması). Bunun üzerine Britanyalılar ve Fransızlar Gelibolu yarımadasına asker çıkardılar. Çıkan birlikler Varna'ya sevk edildi. Bu sırada Avusturya da Rusya'yı baskı altına aldı. Rus ordusu Silistre önlerinden çekilmeye mecbur kaldı. Müteakiben de Eflak ve Boğdan'ı tahliye ederek savunmaya geçti. Rus Ordusu'nu takibe başlayan Serdar-ı Ekrem Müşir Ömer Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu Ağustos ayında Bükreş ve İbriş'e girdi. Seferberlik ilan eden ve Rus Ordusu'na saldıran Avusturya Ordusu da Yaş kentine girdi. Müttefikler, Rusya'yı barışa zorlamak için Kırım yarımadasında da bir cephe açmaya karar verdiler. 20 Eylül 1854'te 30 bin Fransız, 21 bin Britanyalı ve 60 bin Osmanlı askerinden oluşan müttefik kuvveti 89 harp ve 267 nakliye gemisiyle Kırım'a çıkarıldı. Ancak Kırım Savaşı düşünüldüğü gibi kısa sürede tamamlanamadı. 1855 ilkbaharında 140 bin kişilik bir müttefik kuvveti daha bölgeye çıkarıldı. Ruslar mağlup oldu ve çekilmek zorunda kaldılar. Kafkas cephesinde ise Ruslar başarı kazandılar ve Kars'ı ele geçirmeye muvaffak oldular. Bu sırada Çar I. Nikolay öldü, yerine geçen II. Aleksandr barış istemek zorunda kaldı. Barış şartları Avusturya tarafından kendisine verilen bir ültimatomla bildirildi. II. Aleksandr istenen şartları esas tutarak barış teklifini kabul etti. Önce 15 Mayıs'tan 14 Haziran 1855'e kadar Viyana'da barış için hazırlık görüşmeleri yapıldı ve Paris Konferansı esasları tespit edildi. Rusya ile Osmanlı Devleti, Birleşik Krallık ve Fransa arasında Paris Antlaşması'nın imzalanmasıyla savaş sona erdi. Kırım Savaşı'nda devletlerin harcama tablosu İngiliz Sterlini cinsinden şöyledir: Osmanlı devletinin ağır diye nitelendirdiği harcamalar diğer devletlerin harcamalarının yanında kısıtlı kalmıştır. Kâğıt üzerinde, savaşın galiplerinden olan Osmanlı Devleti, aslında savaştan çok büyük zarar alarak çıkmıştır. Çok pahalı olan bu savaşı yürütebilmek için Osmanlı devleti, ödeme yeteneğinin çok üstünde borç almıştır. Endüstrileşmeyi kaçırdığı için ekonomisi çağdışı kalmış olan devlet, bu borçların altından kalkamayacak ve 1881 yılında II. Abdülhamit
döneminde Düyunu Umumiye idaresinin kurulmasıyla, Avrupalı devletlerin mali denetimi altına girip, ekonomik bağımsızlığını kaybedecektir. Kırım Savaşı'nın sonunda ilan edilen Islahat Fermanı, Osmanlı reform hareketlerinde çok önemli bir yer tutar. Islahat Fermanı'nın amacı, imparatorluk içindeki herkese Osmanlı yurttaşlığı vererek, yasalar önünde dine bakılmaksızın eşitlik sağlamaktı. Islahat Fermanı ile Batı'da dolaşan liberal düşünceler Osmanlı Devleti'ne girmeye başlayacaktır. Kırım Savaşı, İtalya birliğine giden yolu hızlandırmıştır. Savaşa asker göndererek Birleşik Krallık'ın sempatisi ve Fransa'nın etkin desteğini kazanan Sardinya-Piemonte Krallığı, savaşı izleyen yıllarda İtalya birliğini kuracaktır. Ödemiş Ödemiş (Yunanca: Οδεμήσιο), İzmir'e bağlı ilçe ve ilçe merkezidir. Ödemiş, İzmir ilinin Bergama'dan sonra en geniş yüzölçümüne sahip ilçesidir. İzmir'in en kalabalık 12. ilçesidir. Ayrıca Küçük Menderes ilçeleri arasında yüzölçümü en geniş ilçe ve en kalabalık 2. ilçedir. Ödemiş, İzmir ilinin merkez ilçeleri dışında en büyük ilçesidir. 2004 verilerine göre Ödemiş'in tarımsal üretim değerinin ülke içindeki payı 0,70675'dir. Bu oranla tarımsal üretim değer sıralamasında ülke içinde 13. sırada yer almıştır. Ödemiş ilçesinin ismi hakkında pek çok görüş vardır. Kimi görüşlere göre Ödemiş ismi Yunanca Eudaimos (Mutluluk) ya da Adamis (Ana Tanrıça) kelimelerinden gelmektedir. Fransız oryantalist Vital Cuinet'in V.La Turquie d’Asie eserine göre bölgenin ismi Teke Türkmenlerine bağlı Ötemiş oymağından gelmektedir. Ayrıca Refik Ahmet-Anadolu Türkmen Aşiretleri eserinde de bu görüşe yer alır. Ödemiş Türkiye’nin batısında Ege bölgesinde İzmir iline bağlı bir ilçedir. 2015 yılı nüfus verilerine göre toplam nüfusu 132.028'dir. Ödemiş´in İzmir’e uzaklığı 113 kilometredir. Denizden yüksekliği 123 metre olup en yüksek noktası 2157 metre ile Bozdağlar'dır. Yüzölçümü 107.900 hektardır. Büyük bir kısmı ovalık olan arazinin ortasından Küçük Menderes Nehri akmaktadır. Gölcük Gölü ilçe topraklarında bulunur. Bölge Akdeniz ikliminin etkisi altındadır. İlçede yazlar sıcak ve kurak, kışlar ılık ve yağmurlu geçer. Bozdağlar ve Aydın Dağları'na kar yağar, nem oranı %64 dür. Ödemiş bitki örtüsü genelde makidir. Dağlarda meşe ağacı türleri, kestane menengiç ve kızılçam ağaçları yetişmektedir. Ovada ise ceviz, incir, kavak, fıstıkçamı, turunçgiller, zeytin ve meyve ağaçları yer almaktadır. Ödemiş'in ekonomisi tarıma dayalı olup ilçe yüzölçümünün %36 sı tarım arazisidir. 21 binden fazla aile tarımla uğraşmakta ve geçimini böylelikle sağlamaktadır. Başlıca tarım ürünleri patates, incir, zeytin, karpuz, susam, kestane, tütün, üzüm ve yaş sebzelerdir. Yöre verimli topraklara sahip olup, tarlalardan bir yılda üç ürün kaldırılabilmektedir. Ayrıca Bademli yöresi meyve fidanı yetiştiriciliği ve kiraz üretimi alanlarında Türkiye ekonomisinde büyük bir paya sahiptir. Ayrıca Ödemiş'te üretilen bir diğer önemli ürün ise Ödemiş Deri Tulum Peyniri'dir. Tüm Ege bölgesinde enfes tadını bilmeyen yoktur. Ege bölgesinde Deri Tulum Peyniri sadece Ödemiş'te yapılmaktadır. İlçe'nin ilçe halkı tarafından "kompir" olarak nitelendirilen sarı renkli patatesi sadece Ege Bölgesi'nde değil tüm Türkiye pazarlarında görülebilen en meşhur tarım ürünüdür. İlçenin hazır yemek kültürünün en meşhur örnekleri Ödemiş Kebabı, Ödemiş Sandviçi ve Töngül Pidesi'dir. Ev yemek kültüründe ise sebze ve et yemeklerine ilaveten birçok bölgede bilinmeyen ebegümeci, ısırgan, iğnelik, sarmaşık gibi çeşitli otlardan yapılan leziz ot kavurmaları mevcuttur. Ödemiş'in sanayi yapısı da tarımsal hammaddelere dayalıdır. Ayrıca imalat sanayi içinde değerlendirilecek iş makineleri, çelik döküm, elektronik, süt ürünleri, plastik, ağaç ürünleri, zeytinyağı vb. fabrikalar ve işletmeleri bulunmaktadır. Sanayileşme yönünde özellikle son yıllarda önemli adımlar atılmaktadır. Ödemiş ilçesinde bulunan turistik yerler şöyledir: İlçede büyük market olarak 6 tane A101, 5 tane Şok,13 tane Karabıyık Market, 2 tane Pehlivanoğlu, 2 tane UCZ Sistem, 5 tane BİM, 2 tane Migros, 2 tane Kipa vardır. Giyim mağazası olarak: Koton, Defacto, LC Waikiki, Şanel, S-Wass gibi mağazalar vardır. Ödemiş bölgesine ait tarihi sit alanları şöyledir; Hypaipa (Günlüce), Dios Hieron (Birgi), Digda (Ovakent), Potamia (Bademli), Ayasurat (Türkönü), Torrhebia (Gölcük), Mesotmolos (Bozdağ), Bazdegümi (Yolüstü), Medeksis (Ortaköy), Adagüme (Konaklı), Bükürgüme (Bademli). Ödemiş ilçesine ait yöresel yemekler şöyledir: Ödemiş Kebabı, Töngül Pidesi, Keşkek, Ekmek Dolması, Yağlı Sulu Akıtma, Kestirme Çorbası, Höşmerim, Heybeli Çorba, Yağlı Ekmek, Sinkonta, Isırgan Avukması, Dibile, Kabakaşı Tatlısı, Kalburbastı Tatlısı. İzmir'den Aydın Otoyoluna girip Torbalı-Ödemiş kavşağından çıkarak Bayındır-Ödemiş yoluna girerek Ödemiş'e varılır. Ankara-İzmir yolundan geliyorsanız Salihli ilçesinden Bozdağ-Ödemiş yönüne sapılır ve Ödemiş'e varılır. Denizli'den geliyorsanız Buldan ilçesinden Alaşehir Yoluna girilir ve Alaşehirden Kiraz-Ödemiş yönüne sapılarak Ödemiş'e varılır. Demiryolu ile İzmir(Basmane)-Torbalı-Bayındır-Ödemiş istasyonları arası günde 7 kez karşılıklı 100 dk süren modern tren seferleri düzenlenmektedir. Torbalı(İZBAN) - Ödemiş arasında 795 numaralı düzenli ESHOT seferleri düzenlenmektedir. İzmir, Balıkesir, Bursa, İstanbul, Uşak, Afyon, Ankara ve Antalya otogarından karşılıklı otobüs seferleri de düzenlenmektedir. Ayrıca ilçe merkezinden Tire, Bayındır, Kiraz, Aydın, Nazilli, Beydağ, Alaşehir, Salihli ve Kuşadası’na karşılıklı minibüs seferleri vardır. Cemal Gürsel Cemal Gürsel (10 Haziran 1895; Hınıs, Erzurum - 14 Eylül 1966, Ankara), Türk asker ve siyasetçi. 1960 Darbesi sonrası oluşturulan Millî Birlik Komitesi başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin dördüncü Cumhurbaşkanıdır. Cemal Gürsel, asker bir babanın 5 çocuğundan (Kemal, Celal, Cemile ve Sırrı) ikincisiydi. İlk öğrenime Ordu ilinden sonra Erzincan'da devam eden Gürsel, orta eğitimini tamamladıktan sonra İstanbul Kuleli Askerî Lisesi'ne askeri öğrenci olarak girdi. Kuleli'de son sınıf öğrencisiyken Birinci Dünya Savaşı'nın başlaması üzerine 16 Ekim 1914'te askeri eğitimine ara verdi ve 4. Kolordu'da subay olarak göreve başladı. 1 Eylül 1922'de yüzbaşı rütbesine terfi etti. Bir yıl Kara Harp Okulu'nda eğitim aldı. 1 Ekim 1926 tarihinde Harp Akademisi'ne başladı ve 1 Eylül 1929 tarihinde kurmay subay olarak Akademi'den mezun oldu. Gürsel, 27 Ocak 1927 tarihinde Melahat Hanım ile evlendi ve bu evlilikten Özdemir (1928-9 Eylül 1995) adını verdikleri bir oğlu oldu. Gürsel çiftinin Hatice Ergün adlı bir evlatlıkları da bulunmaktaydı. Birlik komutanlıkları ve karargâh görevlerinde 45 yıl süren askerlik hizmetinde bulundu. Gürsel, aktif askerlik görevine Çanakkale Savaşı'na katılarak başladı. 45 yıl süren askerlik kariyerinde, Türk Kara Kuvvetleri'ne bağlı çeşitli birliklerde komutanlık ve karargâh görevlerinde hizmet verdi. Askeri ögrencilik yıllarından itibaren, popülerliği ve kendisine duyulan sevgi nedeniyle arkadaşlarınca "Aga" lakabı verildi ve vefatına kadar hep Cemal Aga olarak bilindi. Gürsel, Çanakkale, Filistin, Suriye ve Kurtuluş savaşlarında yer aldı. 1914 ve 1917 yılları arası topçu teğmen olarak Çanakkale Savaşları'nda 1. Topçu Alayı'nın 1. Bataryası'nda savaştı. Çanakkale Savaşı sonrası, 1 Eylül 1917'de 41. Tümen Obüs Bataryası Komutanlığı'na atanarak Sina ve Filistin Cephesi'ne gönderildi. Filistin ve Suriye cephesindeki bütün savaşlarda 41. Alay'ın 5. Bağımsız Batarya olarak görev aldı. İngilizlere Gazze cephesinde 19 Eylül 1919'da esir düşerek Mısır'da iki yıl esir kaldı. 6 Ekim 1920 tarihinde serbest kalınca İstanbul'a dönüp, Erzurum Kongresi'ni izleyen günlerde Anadolu'ya geçerek, Kurtuluş Savaşı'nın Batı Cephesindeki bütün savaşlara katıldı. 1. Tümen'de üstün başarı ile verdiği hizmetleri için kıdem zammı ile taltif edildi. Büyük Taarruz'da fiilen görev başında muharebede bulunarak Harb Madalyası ve İstiklal Madalyası ile taltif edildi. Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Harp Okulu'nda bir yıl okudu; 1926'da Harp Akademisi'ne girdi, 1929'da kurmay oldu. Bu tarihten sonra çeşitli görevlerde bulunan Gürsel 1940'ta albay, 1946'da tuğgeneral oldu. Bir süre 65. Tümen komutanlığı yaptı, 1948'de tümgeneralliğe yükseldi. 12. Tümen komutanlığı, 18. Kolordu komutanlığı ve 2. Yurtiçi Bölge komutanlığı görevlerinde bulundu. 1953'te korgeneral, 1957'de orgeneral oldu. 7 Aralık 1957'de 3. Ordu müfettişliğine atandı. 27 Mayıs Darbesi öncesinde Kara Kuvvetleri Komutanı oldu (25 Ağustos 1958). 2 Mayıs 1960 tarihinde ziyareti sırasında sohbet ettiği Millî Savunma Bakanı Ethem Menderes'e ve dolayısıyla hükümete görüşlerini açıkladı. 3 Mayıs 1960 tarihinde Cumhurbaşkanı Celâl Bayar'ın istifasını istediği tarihi mektubu yazdı. Bu mektubunda Başbakan Adnan Menderes'in halk tarafından çok sevildiğini belirterek Bayar yerine Cumhurbaşkanlığına getirilmesini önerdi. Bunun üzerine iki ay sonra res'en emekliliğe sevk edilmek üzere zorunlu izinle İzmir'e gitti. Silahlı Kuvvetlerin tüm kademelerine iletilen ve ordunun mutlaka siyasetten uzak kalmasını tavsiye eden veda mektubunda Gürsel'in ifadeleri: "Ordunun ve taşıdığınız üniformanın şerefini daima yüksek tutunuz. Şu sırada memlekette esen hırslı politika havasının zararlı tesirlerinden kendinizi korumasını biliniz. Ne pahasına olursa olsun politikadan katiyyen uzak kalınız. Bu, sizlerin şerefi, ordunun kudreti ve memleketin kaderi için ehemmiyeti haizdir." idi. 27 Mayıs 1960 tarihinde albay ve daha alt kademedeki subaylarca gerçekleştirilen darbe sonrasında 3. Ordu Komutanı Orgeneral Ragıp Gümüşpala'nın Millî Birlik Komitesi'ne (MBK) liderlerinin kim olduğunu sorması ve eğer başlarında kendisinden daha kıdemli bir asker olmadığı takdirde 3. Ordu ile birlikte Erzurum'dan Ankara'ya yürüyüp isyana son vereceğini bildirmesi üzerine, ihtilalciler zorunlu izindeki Orgeneral Cemal Gürsel'i askeri uçakla İzmir'den Ankara'ya getirdiler. Gürsel MBK'nın daveti ile başkanlık görevini üstlendi ve ihtilal lide
ri olarak kabul edildi. Kendisiyle yapılan 16 Temmuz 1960 tarihli bir gazete (Cumhuriyet) görüşmesinde ise, ‘Şebeke zaten hazırdı. Ben şahsen ordunun siyasete katılmasını istemiyor ve genç arkadaşlarımın (ihtilal) girişimlerine engel oluyordum. İşler öyle bir seviyeye geldi ki, ordunun siyasete karışmasına karşı olmama rağmen, onları görevlerinde serbest bıraktım. Şimdi bütün hedefim, adalet ve ahlak prensiplerine dayalı bir idareyi yeniden kurmaktır.’ açıklamasında bulundu. Cemal Gürsel, 27 Mayıs 1960 günü öğleden sonra, İstanbul ve Ankara Üniversiteleri Hukuk Fakültelerinin öğretim üyeleri Ordinaryüs Profesör Sıddık Sami Onar, Ord. Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Prof. Ragıp Sarıca, Prof. Naci Şensoy, Prof. Hüseyin Nail Kubalı, Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, Doç. Dr. İsmet Giritli, Prof. İlhan Arsel, Prof. Bahri Savcı, Prof. Muammer Aksoy ve hocalarına yardım eden İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi asistanı (eski YÖK Başkanı ve uzmanlık alanı Anayasa hukuku olan) Prof. Erdoğan Teziç'i kabul etti. Ord. Prof. Sıddık Sami Onar, heyet adına : "Bugün içinde bulunduğunuz durumu adi ve siyasi bir hükümet darbesi saymak doğru değildir." ifadesinde bulundu. Heyet, Gürsel tarafından yeni bir Türkiye’nin anayasa (1961) taslağını hazırlamakla resmen görevlendirildi. Cemal Gürsel, 30 Mayıs 1960 tarihinde TBMM Genel Kurulu'nda okunan programda "İkinci Cumhuriyet" tanımını ilk kez şu cümlelerle kullandı: “İkinci Cumhuriyet'in Anayasa'sı, ilmin ve geçmiş uzun yılların acı tecrübelerinin ışığı altında, memleketin mümtaz ilim adamlarının geceli gündüzlü çalışmaları memleket aydınlarının bu çalışmalara anketler vasıtasıyla katılmaları suretiyle hazırlanmaktadır. Birleşmiş Milletler Anayasası, İnsan Hakları Beyannamesi, Hukuk prensipleri ve millî ruh ve ihtiyaçlardan doğmuş olan eski Anayasamız ile millî gelenekler ve yurdumuzun özellikleri yeni Anayasamız için ilham alınan başlıca kaynakları teşkil etmektedir.” Tutuklu gazeteci ve öğrencilerin serbest bırakılmasını, yasaklı kapatılmış gazetelerin yeniden açılmasını sağladı. Emekliye ayrilan Orgeneral Ragıp Gümüşpala'ya Demokrat Partilileri bir araya getiren Adalet Partisi'ni kurma gorevini verdi. Anayasanın ardından en önemli sorun Yassıada'daki yargılamanın sonuçlarıydı. Bu noktada Cemal Gürsel'in gücü ancak 15 idamı üçe indirmeye yetti. Devlet Başkanı Cemal Gürsel ve İsmet İnönü’nun, diğer dünya liderleri ile birlikte Adnan Menderes ve diğer iki kabine uyesinin idam cezalarının affı dilekleri, Millî Birlik Komitesi'nin idam cezalarının onaylanma kararlarının seçimle kurulacak olan yeni meclis tarafından verilmesi dilekleriyle birlikte, yönetimi sivil iradeye bırakmaya yanaşmayan Silahlı Kuvvetler Birliği tarafından reddedildi. Başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı görevleri için Ankara ve İstanbul'daki çeşitli akademisyenlere ve doktorlara teklifte bulundu ve destek verdi. Kendisinin seçilmesi için dolaylı ya da doğrudan hiçbir girişim ya da lobi faaliyetinde bulunmadı. Halk oyuna sunulan ve kabul edilen yeni Anayasa gereğince, 10 Ekim 1961'de yapılan genel seçimlerden sonra oluşturulan yeni Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından cumhurbaşkanlığına seçildi. Yüksek Adalet Divanı tarafından verilen idam kararlarının onaylanmasıyla ilgili aleyhte oy kullanmıştır. Türkiye'nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine 1961 ylılında kabulünü sağladı. Meclis'te çoğunluğa sahip iktidar partisinin her istediğini kontrolsüz yapabilme zihniyetini politikadan uzaklaştırmak için, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile verilen görevleri yapmak ve yetkileri kullanmak üzere demokrasinin "emniyet supabı" olarak görülen Anayasa Mahkemesini, Cemal Gürsel, 25 Nisan 1962 tarihinde Ankara'da ilk defa yürürlüğe soktu. Kutsal Emanetler, Topkapı Sarayı muhafaza depolarından ilk olarak, 31 Ağustos 1962 tarihinde modern müzecilik anlayışına uygun bir şekilde Türk halkına ve dünyaya sergilenmeye başlandı. Kendisinin direktifi ile "Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun" 22 Haziran 1965 de kabûl edilmiş ve Diyanet İşleri Başkanlığı'na yeni bir yapı kazandırılmıştır. ABD ile SSCB arasındaki Küba Füze Krizinde, batı tarafında Türkiye'nin komünizme karşı koruyuculuk görevini yürüttü. Britanya kraliçesi II. Elizabeth ve ABD başkan yardımcısı Lyndon B. Johnson'u konuk etti. Birleşik Krallık askeri uçaklarının Türk hava sahasını Kuveyt'i tehdit eden Irak'a karşı kullanması için izin çıkardı. Avrupalı liderlerle olan yakın diplomatik ilişkileri sayesinde, Avrupa Birliği 1963 Ankara Anlaşması'nı ve bir yıl sonra da Assosiye Üyelik konumuna Türkiye'nin ulaşmasını sağladı. Kıbrıs'taki Türklere uygulanan mezalim ve katliamın devamı üzerine, 7 Ağustos 1964 tarihinde Türk Hava Kuvvetlerine bağlı savaş uçakları Kıbrıs üzerinde ihtar uçuşu yaptı. Kıbrıs'ta Rumlar saldırılarını ve katliamlarını artırınca, Başkomutan ve Cumhurbaşkanı Cemal Gursel'in emriyle 8 Ağustos 1964 tarihinde askeri hedefler bombalamaya başlandı. Kore Savaşı'ndan sonraki bu ilk Türk askeri harekâtı, Sovyetler Birliği Başkanı Nikita Kruşçef'in Başbakan'a mesaj göndererek itidal tavsiye etmesi üzerine, 10 Ağustos 1964 tarihinde tamamlandı. O günkü şartlarda, İstanbul ve Ankara radyolarının dinlenemediği Doğu Anadolu'da daha sonra bütün Doğu Anadolu'ya hitap edecek olan ilk radyo istasyonunun merkezi konumlu Erzurum'da kurulmasını sağladı ve açılış konuşmasında "Aziz Doğulu vatandaşlar; Sizleri yabancı radyoları dinlemekten kurtarmak için Erzurum'da bir radyo istasyonu tesis ettik. Ve bugün neşriyata başlıyoruz. Yabancı radyolardan çok defa fesat, fitne hatta zehir gelir. Erzurum radyosu sizleri bu kötülüklerden koruyacak, kendi temiz sözlerimizle millî meselelerimizi öğrenecek, güzel seslerimizle şarkılarımızı dinleyeceğiz. Erzurum radyosu, doğu illeri ve yurdumuz için mutlu olsun. Bu vesileyle, tüm doğulu vatandaşlarıma sevgi ve saygı hislerimi ifade ederim.” ifadelerini kullandı. Daha sonra Türkiye Radyo ve Televizyon Devlet Kurumu'nu başkent Ankara'da organize ederek, televizyon hizmetlerinin yurda ilk kez getirilmesini sağladı. Türkiye tarihinde ilk kez planlı ekonomiye geçiş, Devlet Planlama Teşkilatı ve Devlet İstatistik Enstitüsü kuruluşu, 5 yıllık kalkınma planları, sendikalar, grev ve toplu sözleşme yasalarının çıkarılması, Ortak Pazar üyeliği, SSCB ile iyi ilişkiler kurulması, Kıbrıs'a garantör ülkeler tarafından müdahalesi, Cumhuriyet öncesi Erzurum ve Doğu Anadolu'da işgalcilerle işbirlikçi, isyancı azınlıklarca katledilen 250.000 sivil Türk halkının anıtsal temsili konusunda ulusal ve tarihsel önderlik niteliğinde çalışmalar yaptı. Millî İstihbarat Teşkilatı Kuruluşu yasası ve düzenlemesi, Millî Güvenlik Kurulu'nun başlangıç ve geliştirilmesi, Türk ordusunun modernizasyonu, İran, Pakistan ile birlikte bölgesel kalkınma organizasyonunun kurulması, Avrupa ve Orta Asya memleketlerini bağlayan mikrodalga radyo iletişim ağı kurulması, Güneydoğu Anadolu'nun kalkınma ve geliştirilmesi planları, Basın Yayın Yüksek okulunun ilk kuruluşu, Turizm Bakanlığı'nın kurulması da yine kendisinin Türkiye'ne olan katkılarıdır. Ayetullah Humeyni ve Mustafa Barzani'ye Türkiye'ye sığınma izni ve korunma verdi. Sinema ve görsel sanatlara duyduğu ilgi ve verdiği destek ile ülkenin batıda turistik amaçlarla kitlelere tanıtılabilmesi fikri, İngiliz yazar Eric Antler'in romanının Paris ve İstanbul'da çekilen, Peter Ustinov'un oynadığı "Topkapı" isimli popüler filme başarıyla uygulanması ile birleştirildi. Aynı bağlamda, Turizm'de Türkiye'nin dış propagandasına yardım amacıyla, ABD başkanı John F. Kennedy'nin en sevdiği kitaplardan olan Ian Fleming'in "Rusya'dan Sevgilerle" (James Bond, From Russia with Love) romanının İstanbul'da 1962-63 yıllarında filme çekilmesinde öncülük etti. Cumhurbaşkanı onayına sunulan yasa tekliflerini bir kez daha Meclis’te görüşülmek uzere geri gönderme uygulamasını 1963’de başlattı. Milletvekili gazeteci Cihat Baban, Politika Galerisi isimli kitabında Cemal Gürsel’in kendisine "Eğer Süleyman Demirel Adalet Partisi'nin başına geçebilirse bütün dertleri hallederiz. Aydın adam, yobazlığa yüz vermez. Benim gözüm de arkada kalmaz. O başkan olsun diye ben çok çalışıyorum. Bir muvaffak olursam rahat edeceğim.." dediğini iddia eder. Toplumda görme kaybı ve körlüğün önlenmesi için hayır yardımı amacını güden uluslararası Lion's kulübü’nün Türkiye'de hizmete girmesi (1963), Türkiye Radyo ve Televizyon (TRT) Kurumu'nun başlangıcı (1964), ilk millî nüfus kontrol planlama çalışmaları (1965), ülkede ilk bilgisayar kullanımı, demir çelik üretimi gelişmesi (AET demir çelik birliği doğrultusunda), petrol boru hattı inşası Cemal Gürsel’in idaresi altında gerçekleşti. Cumhurbaşkanı Celâl Bayar ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun'a verilen hapis cezalarını affetti. İlk Devlet Araştırma Kütüphanesi ve hükümete yol göstericilik görevini yasayla verdiği Türkiye Bilimsel Teknik Araştırma Kurumunu kurdu. Ordunun binek otomobil ihtiyacını karşılamak amacı da güden, ilk yerli ve seri üretimi hedefleyen Devrim Otomobili projesini başlattı. Devlet başkanlığı ve cumhurbaşkanlığı görevlerini ve ilgili masraflarını devletten maaş almadan, emekli asker maaşıyla karşıladı. Gürsel, 1960'ta hafif bir felçle başlayan hastalığının gitgide ilerlemesi üzerine 2 Şubat 1966'da Başkan Lyndon B. Johnson'un özel uçağıyla tedavi için Amerika Birleşik Devletleri'ne gitti. Kısa süre sonra komaya girince 26 Mart'ta Ankara'ya getirildi. Hekimler kurulunun, sağlığının görevini sürdürmeye engel olduğuna ilişkin raporu üzerine, TBMM kararıyla 28 Mart tarihinde cumhurbaşkanlığına son verildi. Yerine, eski Genelkurmay Başkanı ve kontenjan senatörü Cevdet Sunay seçildi. Yaklaşık 7,5 ay komada kalan Gürsel, 14 Eylül 1966 günü vefat etti. Geriye hiçbir vasiyet ve kendisi ile ilgili dilek bırakmadı. 18 Eylül 1966 Pazar günü Naaşı, Anıtkabir devrim şehitleri bölümünde toprağa verildi. Naaşı, 30 Ağustos 1988'de Anıtkabir'den alındı ve 2549 Sayılı kanun ile, Devlet Mezarlığı'na nakledildi. "General Gürsel, modern Türkiye'nin Ata'sı olan M
ustafa Kemal Atatürk'e benzer bir şekilde, ikinci Türkiye'nin babası olarak tarif edilebilir. Derin bir bölünme zamanında Gürsel, kendisini millî bütünlüğün bir simgesi olarak gören Türk Milleti'nin saygı ve sevgisini kazanıp devam ettirdi. Vefat ettiğinde, ulusun güven duyulan babası kimliğine sahipti." (Vefatı üzerine tüm Türk gazetelerinde yayınlananan baş sağlığı mesajıdır.) Prof. Bernard Lewis, 15 Eylül 1966 Ölümünden sonra o dönemin Yargıtay Başkanı İmran Öktem'in 1967-1968 Adli Yıl Açılış Konuşmasında Onun hakkındaki düşünceleri şu şekildeydi: "Zeki, şefkatli, sağ duyusu kuvvetli, kararlarında isabetli, olduğu gibi görünmesini, gösterişten uzak kalmasını seven, sadelik içinde büyük olan, büyüklüğünü belli etmek için bir çaba ve gayret göstermek lüzumu duymayan, Atatürk Devrimleri'ne bağlı, devrimleri korumayı amaç edinmiş, gericiliğin amansız düşmanı, milletine daha çok ve dürüst çalışmayı daima tavsiye eden Cemal Gürsel, büyük mümtaz vasıflarıyla ve büyük devrim ve Devlet adamı olarak Türk Tarihi'nde müstesna bir yer almıştır. Olağanüstü devrim idaresinin Anayasa kuruluşlarına arızasız olarak intikalinde ve demokrasinin yerleşmesinde Cemal Gürsel'in büyük etkisi olmuştur. Bunu sağlamak için geceli gündüzlü çalışmış, sağlığını ve hayatını yitirmiştir. Devrimci Türk Milleti sana minnettardır." İsmi, çeşitli okullar, caddeler ve silahlı kuvvetler karargâh binalarına verildi. 2008 yılında gösterime giren "Devrim Arabaları" filminde Sait Genay tarafından canlandırıldı. Görüntüleme Yöntemleri ve Ana Prensipler W.C. Röntgen'in x-ışınlarını buluşundan sonra, görüntüleme yöntemleri hızla geliştirilmiş ve yüz yıllık bir süre içresinde, Röntgen'in bilimsel atılımı, günümüz teknolojisiyle birleşmiş, yeni görüntüleme yöntemleri ve akıllara durgunluk verecek teknikler geliştirilmiştir. Geliştirilen yeni yöntemlerin farklı farklı fiziksel prensipleri vardır. Görüntüleme yöntemlerinde, başlıca üç ana prensip kullanılmaktadır. Enerji kaynağı vücuttadır. Görüntüyü oluşturmak için vücuttan salınan enerjinin alınması ve işlenmesi gerekmektedir. Vücutta sinyal veren enerjiyi oluşturabilmek için ya radyonüklid görüntülemede (RG) radyonüklid maddelerin değişik yollarla doku ve organlara ulaştırılması ya da manyetik rezonans görüntülemede (MRG) olduğu gibi radyofrekansla dokuların uyarılması gerekmektedir. Bu prensiple geliştirilmiş görüntüleme yöntemlerinde kullanılan enerji, vücudu geçer ve öbür taraftaki alıcıya ulaştırılır. Enerji kaynağı ve alıcı farklıdır. Burada kullanılan enerjinin vücudu geçebilecek kadar güçlü olması gerekir. Röntgen ve bilgisayarlı tomografi yöntemlerinde transmisyon söz konusudur. Enerji kaynağı ve alıcı hastanın aynı tarafında bulunur. Üretilen enerji vücuda gönderildikten sonra, vücuttan yansıyan enerji alınarak görüntüleme sağlanır. Ultrasonografi (US) yöntemi, refleksiyon prensibiyle geliştirilmiştir. Görüntüleme yöntemleri; röntgen, bilgisayarlı tomografi, manyetik rezonans görüntüleme, ultrasonografi ve radyonüklid görüntüleme olmak üzere beş ana grupta toplanabilir. Röntgenin, günümüzde bilgisayar teknolojisinin gelişmesiyle artık dijital röntgen gibi hızla gelişen bir alt grubu vardır. Bu yöntemlerin her biri farklı fiziksel prensibe dayanmaktadır. Görüntü elde etmek için kullanılan enerji ve görüntü alıcı sistemleri farklıdır. Kullanılan enerjiye bağlı bazı yöntemlerin riskleri vardır. Elde edilen görüntü,iki boyutlu ya da üç boyutlu (kesitsel) olmak üzere yöntemden yönteem değişiklik göstermektedir. Röntgen, yaygın kullanılan şekliyle üç boyutlu objenin, iki boyutlu bir izdüşümünün elde edilmesidir. Bunuls birlikte, röntgen'in bir alt dalı olan konvasiyonel tomografide kesitsel görüntü lde edilir. Radyonüklid görüntülemede de SPECT ve PET yöntemleri kesitsel görüntüleme sağlamaktadır. Yöntemlerin farklı fiziksel prensiblere dayanması nedeniyle görüntü zenginleştirmede kullanılan kontrast maddelerin türleri de farklıdır. Elektromanyetik radyasyon Elektromanyetik radyasyon, elektromanyetik ışınım, elektromanyetik dalga ya da elektromıknatıssal ışın (genellikle EM radyasyon veya EMR olarak kısaltılır) bir vakum veya maddede kendi kendine yayılan dalgalar formunu alan bir olgudur. Elektromanyetik dalgalar, yüklü bir parçacığın ivmeli hareketi sonucu oluşan, birbirine dik elektrik ve manyetik alan bileşeni bulunan ve bu iki alanın oluşturduğu düzleme dik doğrultuda yayılan, yayılmaları için ortam gerekmeyen, boşlukta c ışık hızı ile yayılan enine dalgalardır. Elektromanyetik dalgalar, frekansına göre değişik tiplerde sınıflandırılmıştır. Bu tipler sırasıyla (artan frekansa ve azalan dalga boyuna göre) Çeşitli organizmaların gözleri bu ışınların sadece küçük bir frekans aralığındaki ışınları algılayabilir. Buna “ışık” ya da “görülebilir tayf” denir. Elektromanyetik dalga kavramı ilk olarak James Clerk Maxwell tarafından ortaya atılmış ardından Heinrich Hertz tarafından doğrulanmıştır. Maxwell elektrik ve manyetik alanların dalga benzeri yapılarını ve simetrilerini açığa çıkaran alan dalga formu denklemleri elde etmiştir. Maxwell, ışığın ölçülen hızının, dalga denklemlerinden çıkan EM dalgaları hızları ile çakışık olmasından dolayı ışığı da bir elektromanyetik dalga olarak kabul etmiştir. Maxwell’in denklemlerine göre, hareketsiz bir elektrik yükü etrafında bir elektrik alan oluşturur. İvmeli hareket eden bir elektrik yüküyse oluşturduğu elektrik alana ek olarak manyetik alan oluşturur. Bu alanlar birbirlerine dik olarak salınırlar ve EMR oluşur. Maxwell denklemlerine göre,Elektromanyetik dalga asıl olarak bir yükün bir doğrultuda ivmeli salınım hareketi(harmonik hareket) yapması sonucu oluşur.Faraday'ın Elektrik alan teorisinde,durgun bir yükten uzayın her yönüne elektrik alan kuvvet noktacıkları saçılır,bu noktacıklar aynı yükten belli doğrultularda peşi sıra saçıldıkları için elektrik alan kuvvet noktacıkları birleşerek bir doğru halini alırlar,bu doğrulara elektrik alan kuvvet çizgileri yayılır. Şimdi sayfa düzlemindeki bir" durgun pozitif yükü "ele alalım.Bu pozitif yükü,sayfa "düzlemini dik kesen bir doğrultuda",önce sayfa düzleminden içeri doğru sonra da sayfa düzleminden dışarı yönde ivmelenecek şekilde, sürekli bu sırayla giden bir harmonik hareket yaptırırsak,yükten çıkan "elektrik alan kuvvet noktacıklarının" yükten ayrıldıkları konum sürekli değişeceğinden, yukarı aşağı salınım hareketi yapan yükten" peşi sıra saçılan noktacıklar "bu sefer bir" dalgasal hareket görüntüsü oluşturacak şekilde bir yörüngede yükten uzaklaşmış olurlar". Sonuçta "durgun veya sabit hızda" hareket eden bir yükten elektrik alan kuvvet çizgileri yayılırken; "salınım yapan" bir yükten elektrik alan kuvvet dalgası yayılır denir. Yine bu pozitif yük harmonik hareket yaptığı için, ivmeli olarak sayfa düzlemine göre yukarı aşağı "salınım hareketi" yapan bu pozitif yük,Maxwell denklemlerine göre uzaydaki elektrik alanın değerinin ivmeli bir şekilde değişimine neden olur ve yine Maxwell denklemlerine göre uzayın elektromanyetik eylemsizliği nedeniyle , ivmeli olarak sırayla artan ve azalan elektrik alanı dengelemek amacıyla uzay tarafından oluşturulan manyetik alan kuvvet çizgilerinin şiddeti de harmonik olarak artar ve azalır, böylece manyetik alan kuvvet çizgilerinin şiddeti de bir dalgasal hareket görüntüsü oluşturmuş olur.Pozitif yük salınım yaparken hareket yönü sürekli değiştiği için yükten yayılan elektrik alan kuvvet dalgasına daima dik yönde olan manyetik alan kuvvet dalgası da sırasıyla bir düzlemden içeri ve aynı düzlemden dışarı olacak şekilde yön değiştirecektir. Böylece elektrik alan dalgasının yayılım düzlemine dik düzlemde ve elektrik alan dalgasının yayıldığı düzlemden içeri ve dışarı salınım hareketi yapan bir manyetik alan kuvvet dalgası oluşacaktır.Bu da bir elektromanyetik dalga olan ışığın yapısıdır. Sonuç olarak, "salınım yapan her yükten elektromanyetik dalga (radyasyon) saçılır" denir.(Bakınız:Maxwell Denklemleri) James Clerk Maxwell bunu matematiksel olarak kanıtlayan ilk bilim adamıdır. Manyetik alan ve elektrik alanı kuvvet noktacıklarının yükten salındıktan sonra yükten uzaklaşarak uzayda hareket etmeleri,vakum uzayda ışık hızıyla(c) gerçekleşir.Bu nedenle elektrik ve manyetik alan kuvvet noktacıklarının birlikte olup dalgasal bir hareket yaptığı elektromanyetik radyasyonun hareket hızı vakum uzayda ışık hızıdır ve elektromanyetik dalgaların yayılım hızı, uzaydaki hızı ne olursa olsun her gözlemci için aynı hızdadır.Bu bilgi üzerinden A.Einstein , görelilik teorilerini oluşturmuştur.Bu teorilerde ışık hızına yakın hızlarda hareket eden bir cisim için göreli olarak zamanın yavaş aktığını, cismin içerisindeki taneciklerin hareketinin yavaşladığını, bu nedenle cisme uygulanacak herhangi bir kuvvetin cismi daha az ivmelendireceğini, yani hızlanan cisimlerin kuvvete karşı direncinin artacağını bu nedenle teorik olarak hızlanan cisimlerin kütlesinin artması gerektiğinden tutun da her cismin bir iç enerjisinin mc2 kadar olduğuna dek birçok evrensel kanun bulunmuştur.Bunların hepsinin hareket noktası ışık hızının sabit olduğunu ifade eden Maxwell denklemleridir. Faraday'a göre bir yükten her doğrultuda peşi sıra elektrik alan kuvvet noktacıkları saçılır ve birleşerek elektrik alan kuvvet çizgilerini oluşturular,uzayın her yönüne yayılarak elektrik alan kuvvetini oluşturmuş olurlar.Maxwell denklemlerine göre uzay hem elektrik alan yönünden ve manyetik alan yönünden (elektromanyetik) olarak eylemsizlik kuralını sergiler.Yani,sayfa düzlemi üzerinde sabit hızla hareket eden bir elektronu ele alalım, elektronun hareket yönündeki uzay parçasında herhangi bir konumda elektrik alan kuvvet çizgilerinin yoğunluğu arttığı için, uzay kendi iç enerjisiyle bir bu artış etkisine tepki vererek, elektronun kendi üzerine hareketine karşıt olan bir negatif yük akımı oluşturur,böylece uzaklaşan negatif yükler artan elektrik alan kuvvet çizgilerinin yoğunluğunu azaltarak,elektronun hareketinden kaynaklanan artışı dengelemeye çalışarak bir eylemsizlik sağlamış olur.Buna uzayın elek
tromanyetik eylemsizliği denir.Bu karşıt yönlü negatif yük akımıyla oluşan manyetik alan da elektronun hareket yönünün sağında sayfa düzleminden içeri, solunda sayfa düzleminden dışarıdır.Bu durum sağ el kuralına göre oluşan manyetik alan kuvvet çizgilerinin yönünü verir.Teoriye göre,uzay kendi eylemsizliği adına, yük akımları ve manyetik alanlar oluşturabilecek bir iç enerjiye sahiptir.Manyetik alan kuvvet çizgileri daima elektrik alan kuvvet çizgilerine dik olan bir düzlemde oluşmak zorundadır. EMR fiziğinin adı elektrodinamiktir. Elektromanyetizma, elektrodinamik teorisi ile ilişkili bir fiziksel olaydır. Elektrik ve manyetik alanlar süperpozisyon ilkesine uygun olduklarından, herhangi bir parçacık ya da zamana bağlı elektrik veya manyetik alan aynı yerdeki mevcut alanlara vektör alan oldukları için vektörel olarak toplanırlar. Örneğin bir atom yapısı üzerinde seyahat halindeki bir EM dalgası yapının atomları içinde salınım indükler, böylece kendi EM dalgalarını yaymalarına sebep olur. Bu özellikler kırılma ve kırınım gibi çeşitli olaylara neden olur. Kırılma, bir dalganın bir ortamdan yoğunluğu farklı başka bir ortama geçerken hızını ve yönünü değiştirmesidir. Ortamın kırılma indisi kırılma derecesini belirler ve Snell yasası ile özetlenmiştir. Işık da bir salınım olduğundan, vakum gibi doğrusal ortamda statik elektrik ya da manyetik alan boyunca seyahat etmekten etkilenmez. Ancak bazı kristaller gibi doğrusal olmayan ortamlarda ışık ve statik elektrik ve manyetik alanlar arasında Faraday etkisi ve Kerr etkisi gibi etkileşimler görülebilir. Elektromanyetik ışımaların ortak özellikleri şunlardır; EMR hem dalga hem de parçacık özellikleri taşır . Her iki karakteristik çok sayıda deney ile onaylanmıştır. EM radyasyon nispeten geniş zaman ölçeklerinde ve büyük mesafelerde incelendiğinde dalga karakteristiği daha belirgin, küçük zaman ölçeklerinde ve mesafelerde parçacık karakteristiği daha belirgindir. Örneğin EMR madde tarafından emildiğinde ve ilgili dalga boyunun küpü başına 1 den az foton düştüğünde parçacık benzeri özellikler daha açıktır. Işık emilimi durumunda düzensiz enerji birikimini deneysel gözlemlemek zor değildir. Açıkçası bu gözlemler tek başına ışığın parçacık davranışına kanıt değildir, o maddenin kuantum niteliğini yansıtır. Tek fotonun kendi kendine parazitlenmesi gibi, aynı deneyde elektromanyetik dalgaların hem dalga hem de parçacık niteliklerinin ortaya çıktığı durumlar vardır. Gerçek tekil-foton deneyleri (kuantum optik duyarlılıkta) bugün lisans düzeyinde yapılabilmektedir. Bir tek foton girişimölçer üzerinden gönderildiğinde, her iki patikayı da izleyerek, dalgalar gibi kendisi ile etkileşir, karışır ancak ışıl çoğaltıcı ile ya da benzer hassas algılayıcılar ile ancak bir kez tespit edilebilir. Işığın doğasının önemli bir yönü frekansıdır. Bir dalganın frekansı salınım hızıdır ve Hertz birimi ile ölçülendirilir. Bir Hertz saniyede bir salınıma eşittir. Işık genelde, toplamı bileşke dalgayı veren frekanslar tayfına sahiptir. Farklı frekanslar farklı kırılma açılarına maruz kalır. Bir dalga peşi sıra tepelerden ve çukurlardan oluşur. İki çukur ya da tepe noktası arası mesafe dalga boyunu verir. Elektromanyetik tayf dalgaları boylarına göre sınıflandırılır, bina büyüklüğündeki radyo dalgalarından atom çekirdeği büyüklüğünde gamma ışınlarına kadar. Frekans şu denkleme göre dalga boyuna ters orantılıdır: Denkleme göre, “v” dalga hızı (vakum ortamda hız “c” olur), “f” frekans, “λ” ise dalga boyudur. Dalgalar değişik ortamlar arasından geçerken hızları değişir ama frekansları aynı kalır. Girişim, iki ya da daha fazla dalganın çakışması sonucu yeni bir dalga şekli oluşmasıdır. Eğer alanlar aynı yönde bileşenler içeriyorsa yapıcı girişim, ayrı yönlerde ise yıkıcı girişim]] yaparlar. Elektromanyetik dalga enerjisi bazen “ışıyan enerji” olarak adlandırılır. Elektromanyetik radyasyonun foton denen farklı enerji paketleri (kuanta) olarak parçacık benzeri özellikleri vardır. Dalganın frekansı dalganın enerjisi ile doğru orantılıdır. Çünkü fotonlar enerji taşıyıcıları olarak davranırlar, yüklü parçacıklar tarafından yayılır ve soğurulurlar. Foton başına enerji Planck-Einstein denklemi ile hesaplanır: formula_2 Burada “E” enerjiyi, “h” Planck sabitini, “f” ise frekansı temsil eder. Bu foton-enerji ifadesi ortalama enerjisi Planck yayılım yasasını elde etmek için kullanılan daha genel bir elektromanyetik osilatörün enerji seviyelerinin özel bir durumudur. Bu enerji seviyesinin düşük sıcaklıkta eşdağılım prensibi ile tahmin edilenden kesin bir farkla ayrıldığı gösterilebilir. Bu eşdağılım hatası düşük sıcaklıklardaki kuantum etkisinden dolayıdır. Bir foton bir atom tarafından soğurulduğunda bir elektronunu uyararak onu daha yüksek onu daha yüksek bir enerji seviyesine çıkartır. Eğer enerji yeterince yüksekse yüksek enerji seviyesine zıplayan elektron çekirdeğin pozitif çekiminden kurtulup atomdan kurtulabilir, buna fotoelektrik etki denir. Tersine bir elektron daha düşük enerji seviyesine indiğinde enerji farkı kadar foton yayar. Her element, atomların içindeki elektronların enerji seviyeleri ayrı olduğundan, kendi frekansında yayar ve soğurur. Bütün bu etkiler birlikte yayılım ve soğurma tayfını açıklar. Soğurma tayfında koyu bantlar karışık ortamdaki atomların değişik frekanstaki ışığı soğurmasından kaynaklanmaktadır. Işığın geçtiği ortamın bileşimi soğurma tayfının yapısını belirler. Örneğin uzak bir yıldızın yaydığı ışıktaki koyu bantlar yıldızın atmosferindeki atomlardan kaynaklanır. Bu bantlar atom içinde izin verilen enerji seviyelerine karşılık gelir. Benzer bir durum yayım için de oluşur. Elektronlar daha düşük enerji seviyelerine indiklerinde bu düşüşü temsil eden bir tayf yayılır. Bu durum, bulutsu yayılım tayfında kendini gösterir. Bugün bilim adamları bu durumu yıldızların hangi elementlerden oluştuklarını bulmak için kullanmaktadırlar. Ayrıca aynı durum tayfın kırmızıya kayma (redshift) yönteminde kullanılarak yıldızların uzaklıklarını hesaplamada kullanılır. İvmelenen herhangi bir elektrik yükü ya da herhangi bir değişen manyetik alan EMR üretir. Herhangi bir kablo (ya da anten gibi herhangi bir iletken) alternatif akım ilettiğinde, elektromanyetik radyasyon akımla aynı frekansta yayılır. Kuantum seviyesinde ise elektromanyetik radyasyon yüklü parçacığın dalga paketi dalgalandığında ya da ivmelendiğinde oluşur. Durağan haldeki yüklü parçacıklar hareket etmez ama bu hallerin birbirleriyle çakışması (süper pozisyonu) yüklü parçacığın kuantum halleri arasında radyasyonsal geçiş (radiative transition) durumuna sebep olur. Elektro manyetik radyasyon koşullara bağlı olarak dalga ya da parçacık davranışı gösterir. Dalga durumunda radyasyon hızı (ışık hızı), dalga boyu ve frekansı ile karakterize edilir. Parçacık olarak ele alındığında (foton), her parçacığın dalganın frekansı ile ilişkili enerjisi vardır. Bu enerji Planck’ın "E=hf" ilişkisinden bulunur. Burada “E” fotonun enerjisi, h=6.626 x 10 Js ise Planck sabitidir, “f” ise dalganın frekansını simgeler. Bir kurala koşullar ne olursa olsun uyulur: vakum içindeki EM radyasyon gözlemciye göre, gözlemcinin hızı ne olursa olsun, her zaman ışık hızında yol alır. (Bu gözlem Albert Einstein’ın özel görelilik kuramını geliştirmesini sağlamıştır.) Bir ortamda (vakum dışında), hız faktörü ve kırılma indisi frekansa ve uygulamaya bağlı olarak dikkate alınır. Her ikisi de vakumda hızlanan bir ortamın hız oranıdır. EM dalgalar dalga boylarına göre radyo dalgaları, mikrodalga, kızılötesi, görünür ışık, morötesi, X-ray ve Gama ışını olarak ayrılırlar. EMR'nin maddeyle etkileşimi üç şekilde olur: yansıma, soğurma ve maddeyi geçebilme (aktarma) . Bu etkileşimi EMR'nin dalga boyları belirler. Radyo dalgaları, radyo antenleriyle alınabilir. Mikrodalgalar bazı maddeleri ısıtabilmektedir. Görülebilir ışık, görme hücrelerini (çubuk ve koni) etkileyecek boyuttadır. Morötesi ışın ve X ışını ise atom ve atom altı parçacıklarla etkileşir. Görülebilir ışık fotonu maddeye çarptığında madde uyarılır ve foton, maddenin moleküler yapısına göre değişen diğer bir ışık fotonu şeklinde yansıtılır. Bir madde, günışığında eğer kırmızı görülüyorsa, bu madde gün ışığındaki kırmızı dışında tüm görülebilir ışık fotonlarını soğurur, yalnınca uzun dalga boylu olan kırmızı ışığı yansıtır. Görülebilir ışığı geçiren maddeler saydam (transparent), yarı geçirgen maddeler translusent, geçirmeyen maddeler ise opak olarak adlandırılır. Radyolojide kullanılan tanısal amaçlı X-ışınını fazla geçiren vücut yapıları (akciğerler, yağ dokusu gibi) radyolusent, az geçiren vücut yapıları (kemik, kalsifikasyon gibi) ise radyoopaktır. Anime , Japon çizim sanatıyla çizilmiş sanat eseridir, kendine özgü çizim tekniklerinden oluşur. アニメ kelimesi İngilizcedeki animation kelimesinin kısaltılmış halidir. Animeler, genelde mangaların televizyona ya da sinemaya uyarlanmasıdır. OAV veya OVA denilen video, DVD, BR şeklinde de piyasaya sürülebilirler. Manga çizimleri animeye göre daha abartılı olur. Anime çizim tekniklerine örnek verilirse, kendine özgü çizim tekniği vardır, onun dışında insan gözleri genelde büyük çizilir, 1,70 cm boyundaki bir kişi çizimlerde 2m olarak çizilebilir. Animeler, el çizimi veya bilgisayar yapımı olabilir. Animeler konusu her şey olabilir, her türü mevcuttur, bu yüzden çok küçük çocuklar için eğitim ve komedi türü içeren animeler olduğu gibi tamamen yetişkinlere yönelik, felsefe, psikoloji, savaş, şiddet, cinsellik gibi konuların işlendiği film kalitesinde senaryoları olan animeler vardır. Osamu Tezuka, Japonya'da çağdaş animenin öncüsü olarak kabul edilir. Genç yaşta 8 mm'lik kamerasıyla küçük animasyonlar çekmeye başlamış ve bu animasyonlarında Walt Disney ve Max Fleischer'ın eserlerinden ilham almıştır. Onun izinden yürüyen sanatçıların yapıtlarıyla anime adı verilen yeni bir stil ortaya çıkmıştır. Anime tarihi 20. yüzyıl başlarında Japon film yapımcılarının Fransa, Almanya, Amerika Birleşik Devletleri ve Rusya'daki animasyon tekniklerini keşfetmesiyle b
aşlamıştır. Bu dönemde Japonya'da filmlere alternatif bir hikâye anlatımı sunabilen animasyon oldukça popüler olmuştur. Amerika'da filmler ve şovlar için oldukça büyük bütçeler mevcut iken, Japonya'da küçük bir piyasayı ve bütçe, yer, ve aktörlük eksikliklerini de taşıyordu. Batılı aktörlere benzeyen aktörlerin bulunmaması Avrupa, Amerika ve fantezi dünyalarında Asyalı oyuncuların varolmasını imkânsız kılıyordu. Animasyonun değişik kullanımları Japonlar'a benzemeyen karakterler ve yerlerin yaratılmasına sebep vermiştir. 1970'li yıllarda manga çizimleri büyük bir ilgi çekmiştir. Bu çizimlerin büyük çoğunluğu da animasyonlarda kullanılmıştır; özellikle Osamu Tezuka bir efsane ve "Manga'nın Tanrısı" haline gelmiştir. Eserlerinin ve diğer tasarımcıların da etkisiyle, anime günümüzdeki sanatın mutlak karakteristiklerini ve türlerini yaratmıştır. Mecha tarzı Tezuka tarafından şekil almış, Go Nagai ve diğerleri de geliştirmiştir. Yoşiyuki Tomino'nun katkısıyla da bir devrim gerçekleşmiştir. Gundam ve Macross gibi mecha animeleri 80ler'in klasikleri arasına girmiştir ve mecha türü anime günümüzde hala Japonya'da ve dünyada popülerdir. 1980ler'de anime Japonya'da ana görüş haline gelmiştir ve büyük bir üretime geçmiştir. Bununla beraber manga da popülaritesini Japonya'da ve dünyada zirveye taşımıştır. 1990lar'ın ortasında ve sonunda, ayrıca 2000ler'de anime tüm ülkelerde popüler olmuştur. Anime bir çizim sanatıdır, çizgi dizilerle aynı teknik özelliklere sahip olsa da çizimleri her yaştan insanlara hitap etmektedir. Çizgi diziler genel olarak çocuklara hitap eder ve kültürümüzdeki kalıplaşmış çizgi dizi teriminden oldukça farklıdırlar animeler. bkz: duygusal, drama, fantastik, doğaüstü özellikler gibi birçok sayısız özel türü bünyesinde barındırır. Bazı animelerin içerisinde yoğun küfür , kan , şiddet ve cinsellik unsurları bulunabilir. 18 yaşından küçük çocukların yanlarında ebeveynleriyle birlikte olmak kaydıyla izleyebileceği türleri de vardır. çizgi dizilerin alt dallarından biridir sonuç olarak fakat algılardaki çizgi film teriminden oldukça farklıdır. Gerçek hayattan bire bir görüntülenmeyip karakterleri canlı olmayan yapılardır çizgi filmler. İnsanların hayal gücüne ve tasarım yeteneğine dayalıdırlar. Dijital veya elle çizilmiş herhangi bir materyali renklendirip ya da renklendirmeden saniyede 16'dan başlayıp 26 arasında değişen karelere sahip şeydir çizgi film. Anime 2D animayon tekniği ile yapılır. Her sahne ayrı ayrı çizilir. Bu sahneler saniyede 25 sahne hızında oynatılarak animasyon haline getirilir. Japon çizgi filmleri her zaman batı kökenli çizgi filmlerden farklı olmuşlardır. Batı çizgi filmleri genelde genç yaşlara hitap eder. Japon çizgi filmleri ise her yaştan kitleye hitap eder. TDK:Anime kelimesi Türkçeye Japon çizgi film'i olarak geçmiştir. Bazı animelerde karakterlerin büyük gözleri, uzun bacakları vardır. Bunu Japonlar'ın kısa boylu ve çekik gözlü olmalarının yarattığı bir komplekse bağlayarak açıklayanlar vardır ancak bu açıklama çizimlerin kökeninde batılı örnekler olduğunun bilinmemesinden kaynaklanır. İlk Walt Disney çizgi filmlerindeki karakterlerin büyük gözleri ve uzun bacakları vardı (Bambi vb.). Bu çizim tarzı bugün bazı batı animasyonlarında hala kullanılmaktadır. Örnek olarak Show TV ve TRT'de yayınlanmış olan Genç Pocahontas'ı ve İngiltere'de yapılmış olan Genç Robin Hood'u gosterebiliriz. Bu çizgi filmlerde de büyük gözleri, uzun bacakları olan karakterler kullanılmıştır ama bunlar anime değildir.Konu olarak daha çok büyüklere hitab eder. Walt Disney'den etkilenen Osamu Tezuka'nın yapmış olduğu animeler Disney'in bu tür çizimlerini kullanmışlardır ve bu uygulama bazı animelerde bugün de sürmektedir. Ve genel olarak bilinenin aksine; bütün animelerde uzun bacak ve büyük göz kullanılmayabilir. Japonlar'ın boy-göz takıntıları nedeniyle böyle şeyler yaptıklarına dönük inanç tamamen bir Aristo Mantığı'nın bir çıkarımıdır. Yani "biber acıdır, hayat da acıdır, demek ki hayat biberdir" gibi bir önermedir. Bu konuda doğru ve gerçek yorumlar yapabilmek için derin bir tarih ve psikoloji bilgisine ihtiyaç vardır. Uzakdoğu insanında böyle bir takıntı olduğu yadsınamaz. Japonya'da çoğu genç kız uzun topuklu ayakkabı giyer. Ama unutulmaması gereken bir şey varsa bunun sadece uzakdoğuya özgü bir takıntı olmadığıdır. Bu takıntı az veya çok yeryüzündeki bütün ülkelerde, bütün ırklarda vardır. Ama animelerde sadece büyük gözler uzun bacaklar değildir göze çarpan, çoğunluğunda bizim normal hayata verdiğimiz tepkiler mimikler ve jestler daha fazla abartılı bir görsellikle ifade edilir. İlk renkli anime sinema filmi olan 1958 yapımı The White Snake Enchantress'ın Venedik, Meksika ve Berlin festivallerinde ödüller kazanmasının ardından dünya çapında söz sahibi olmaya başlayan animeler, uluslararası yarışmalardaki bu başarılarını her yıl daha da arttırarak sürdürmektedirler. Anime'nin başarısına doğal olarak batılı animasyon şirketleri de kayıtsız kalmamaktadır. Uzun süredir batılı şirketlerle ortaklaşa birçok proje yapılmaktadır ve sonuçta ortaya mükemmel animeler çıkmaktadır. Buna Fransız-Japon ortak yapımı olan Mysterious Cities of Gold (Türkiye'de bilinen ismiyle Güneşin Oğlu Esteban) gibi birçok örnek sayılabilir. Ayrıca, batı animasyonun temsilciliğini yapan Disney de artık animelerin başarısını açıkca kabul et Japon animasyonunun en büyük temsilcisi olan Studio Ghibli'nin anime filmlerinin dünya çapında dağıtımını ve pazarlanmasını üstlenmiştir. Ayrıca Disney, Studio Ghibli'nin hazırladığı anime filmlerinin üretim masraflarının bir kısmını karşılayarak bu filmlere yatırım yapmaya başlamıştır. Mesela Studio Ghibli'nin Tonari no Yamada-kun (My Neighbours the Yamadas) adlı filminin 2.4 milyar yen tutan üretim maliyetinin %10'u Disney tarafından ödenmiştir. Ayrıca Disney, anlaşma uyarınca dağıtımını üstlendiği Studio Ghibli filmlerinden olan Princess Mononoke'nin İngilizce dublajı için 2.4 milyon dolar harcayarak animelere verdiği önemi bir kez daha vurgulamıştır. Anime karakterlerinin ve resimlerinin hayranları tarafından çizilen resim çalışmalarıdır. Anime serileri hakkında hayranlarının kendi yazdığı öyküler anlamına gelir. Animede beğenmediği ya da hoşuna gitmeyen her şeyi değiştirebilir veya tamamen kendine ait olan bir öykü yazabilir. Ama çoğunlukla animelerdeki karakterleri içerir. Anime serilerine veya filmlerine, Fan Sub grupları tarafından çevirisi yapılarak, özel font, stil ve karaoke gibi özellikler eklenmiş, çoğunlukla videoya gömülmüş olan altyazılara verilen addır. Beğenilen anime ve oyun karakterlerinin kostümleri ile gerçek hayatta onlara benzemek ve bir bakıma eğlenmek amacıyla insanların gerçeklerştirdiği yaratıcı deneyimdir. Anime Otaku şeklinde kullanıldığında: hayatını animelere adamış kişi anlamını çağrıştırır, özellikle de anime memleketi japonya'dan çıkan bir kelime olduğu için günümüzde Anime otakulara sadece otaku denir. Elvis Presley Elvis Aaron Presley (8 Ocak 1935, Tupelo, Mississippi – 16 Ağustos 1977, Memphis, Tennessee), ABD'li şarkıcı, müzisyen, aktör. Dünya çapında Rock'n Roll'un kralı ya da kısaca kral olarak tanınır. Diğer lakabı olan Elvis The Pelvis ise 1950'li yıllarda kendisine takılmıştır. Böyle söylenmesinin nedeni ise ilginç dansı olduğu kadar argo bir ifade ile o zamanların tutucu toplumunda yakışıklı ve seksi olduğunu ifade etmek amaçlı uygun bir argo söylem daha doğrusu modern bir deyim olmasıdır. Presley'in sahip olduğu en büyük avantajlardan biri ise sesiydi. Zenci ve beyaz tonlarını rahatlıkla kullanabiliyordu. Kilise müziğinden, popüler müziğe; Rock'n Roll'dan Blues tarzına kadar çok çeşitli türlerde eserler verdi. It's Now or Never gibi opera tarzında yakın parçalar seslendirdi. My Way gibi bazı "cover" çalışmalarının şöhreti asıllarını dahi geride bıraktı. Yaşamı boyunca her türlü şöhret, unvan ve zenginliği yaşayan Presley'in şöhreti hayata gözlerini kapatmasından bu yana onyıllar geçmesine rağmen hiç azalmadı. Dünyanın her köşesinde taklit yarışmaları yapıldı. Hayran kulüpleri ve web siteleri kuruldu. Sayısız televizyon, radyo programı ve belgesele konu oldu. Hayranları ona o kadar bağlandılar ki halen onun ölmediğine ve ıssız bir yerde şöhretten uzak bir yaşam sürdüğüne inananlar dahi vardır. Ayrıca özellikle ABD'de ölümden dönen insanların "Işıklı bir tünel gördüm. Elvis bana tünelin sonundan el sallıyordu" anlatımları bilimsel araştırmalara konu olan bir fenomene dönüştü. Elvis'in babası, Vernon (10 Nisan 1916 – 26 Haziran 1979), tarlalarda düşük ücretle çalışır ve zaman zaman da kamyon şoförlüğü yapardı. Annesi, Gladys Love Smith (25 Nisan 1912 – 14 Ağustos 1958) ise bir dikiş makinesi operatörüydü. Tupelo, Mississippi'de tanışıp 17 Haziran 1933 tarihinde evlendiler. Presley babasının yaptığı iki odalı bir evde doğdu. İkizi doğumdan önce öldüğünden tek çocuk olarak büyüdü ve annesine daha yakındı. Yoksulluk sınırına çok yakın şartlarda yaşayan Presley ailesi kilise'ye de düzenli olarak giderdi. Vernon sorumluluğunun bilincinde ve çalışkan bir adamdı ancak 1938 yılında sadece 8 dolarlık bir borç yüzünden hapse girdi. Onun yokluğunda Elvis'in annesi borçlar yüzünden evlerini kaybetti.. Annesi daha sonraları eşi Priscilla tarafından alkolik olarak nitelendirilecekti. Elvis okulda arkadaşlarınca hor görülüyordu. Sakin bir anne kuzusu olarak tanınırdı ve sessizliğinden yararlanan arkadaşları ona meyve parçaları gibi şeyler fırlatırdı. 10 yaşında iken Mississippi-Alabama Fuar ve süt ürünleri şovundaki bir şarkı yarışmasına katılarak ilk performansını sergiledi. Elvis burada kovboy kıyafeti giymişti ve mikrofona ulaşmak için bir sandalyede olduğu halde, "Old Shep" adlı şarkıyı söyledi ve ikincilik ödülü kazandı.. Bu arada Elvis zaman zaman Pentecostal kilise korosunda şarkılar söyledi. 1946 yılında, Presley ilk gitarını aldı. 1948 kasım ayında Presley ailesi alelacele Memphis, Tennessee'ye taşındı. Bu ani taşınmanın nedeni hem Vernon'un yasadışı içki işinden dolayı kanundan kaçması hem de acele yeni bir işe ihtiyaç duymasıyd
ı.. 1949 yılına gelindiğinde ailecek "Lauderdale Courts" adı verilen Memphis'in en fakir semtlerinden birinde yaşıyorlardı. Elvis çamaşır yıkama odasında gitarıyla pratik yapıyor ve aynı zamanda dört gençle birlikte bir grupta çalıyordu. Komşularından, Johnny Burnette, onun için, "Nereye gitse gitarı sırtında asılı olurdu" diyordu...Aynı kişinin anlattığına göre o bir kafe ya da bara gittiğinde bazıları hemen: "Hadi bize birşeyler söyle çocuk" derlerdi. Elvis L. C. Humes Lisesi'ne devam ederken daha büyükçe olan öğrenciler onun tarzı ve müziğinden pek hoşlanmıyorlardı. Öğrencilerden birinin anlattığına göre o utangaç, mutsuz ve hiç de çekici olmayan bir çocuktu ve gitarıyla birlikte söylediği şarkıların hiç şansı yoktu. Başkaları da Elvis için işe yaramaz züppe müziği yapan işe yaramaz adamın teki diyorlardı. Elvis ara sıra aile bütçesine katkı amacıyla akşamları çalışıyordu. Bu arada favorilerini uzatmaya başladı be Beale sokağındaki Lansky Kardeşler mağazasından alınmış olan parlayan ve dikkat çeken kıyafetler giymeye başladı. Okuldan mezun olduğunda halen ailesinden ayrı bir gece bile geçirmemiş utangaç bir gençti. Crown Elektrik firması için kamyon şoförlüğü yapıyordu ve favorilerini de o zamanki kamyoncularınkine ayak uydurmaya başlamıştı. Ailesi ile birlikte gittiği Pentecostal kilisesinde dinlediği kilise şarkıları ona müzikal anlamda ilk etkileri bırakmaya başladı. İncil o günlerde onun karakteri ve yaşamı üzerinde oldukça etkiliydi. Meşhur olduktan sonra dahi bazı konser ve kayıtların ardından tek başına veya başkalarıyla ilahiler söylemeyi huy edinmişti. Genç Presley sıklıkla yerel radyo'yu dinlerdi. Müzikal anlamda ilk kahramanı aynı zamanda bir aile dostları olan Tupelo şehri WELO radyosunda program yapan şarkıcı "Mississippi Slim" di. Presley zaman zaman Slim’in cumartesi sabah programı olan "Singin’ and Pickin’ Hillbilly" de şarkılar söylüyordu. Slimin küçük kardeşi ve Elvis'in altıncı sınıftan arkadaşı olan James Ausborn onun için "Müzik için çıldırıyordu... Konuştuğu tek şey müzikti" diyordu. O sıralar müzik onun en çok tükettiği tutkusuydu. Blues ve caz müzikle tanışması ve bu müzik türlerine ilgi duyması onu şarkı söylemeye itti. 1953 yılında Lise’den mezun olduğunda daha 18 yaşındayken müzik firmalarının kapısını aşındırmaya başladı. ‘My Happiness’ ve ‘That’s When Your Heartaches Begin’ parçalarını annesine doğum günü armağanı olarak yazmıştır. Memphis Recording ve Sun Recording’e giderek sesini dinlemelerini istedi. Plak yapımcısı ve müzik şirketi sahibi Sam Phillips, Elvis’in ses tonundan ve müzik tarzından çok etkilendi. 1954 yılında Gitarda Scotty Moore, basgitarda Bill Black ile birlikte üçlü ilk stüdyo kayıtlarını yaptılar. "That's All Right" ve "Blue Moon of Kentucky" country, blues tarzında hareketli rock’n roll parçalarıydı. Sun Records’la yaptığı kontrat RCA Record firmasına satılınca yavaş yavaş kariyer basamaklarını tırmanmaya başlamıştı. Bu sıralarda çıkardıkları 5 single gençlerin ilgisini çekerek müzik listelerinde ilk ona girmeye başlamıştı. Bu 5 single içinde en ilgi çeken parça ise "I Forgot to Remember to Forget" ti ve Country listelerine 1 numaradan girmişti. "Heartbreak Hotel" parçası ise Elvis Presley’in tekrar müzik listelerine girip 8 hafta boyunca listelerde kalmasıyla son buldu. Ed Sullivan’ın televizyon programına çıkan Elvis Presley, hareketleri ve konuşmasıyla ilgi çekti. Bu ilginin farkına varan ve onların doğrudan kalplerinde son bulan parçalarla karşılık veren Elvis bu dönemde "Don't Be Cruel," "Hound Dog," "Love Me Tender," "All Shook Up" ve "Jailhouse Rock." parçalarını yaptı. "I Want You", "I Need You", "I Love You" parçasıyla 11 hafta boyunca listerde kalan Elvis hızla yükseliyordu. 1956 Kasım’ında "Love Me Tender" filmiyle kamera karşısına geçti, böylece ileride 31 filmde yer alacağı Hollywood stüdyolarıyla tanışmıştı. Bu filmden iki ay once Ed Sullivan’ın televizyon programında ‘Love Me Tender’ı televizyon ekranlarında onu izleyen 54 milyon izleyici önünde söyleyerek ününe ün katmıştı, artık Amerika onu konuşmaya, onu dinlemeye başlayacaktı. Bir gün şöyle demişti: 'Çocukken gerçek anlamda hayaller kuruyordum. Çizgi roman okur, kendimi çizgi kahraman hayal ederdim. Film seyreder, filmdeki kahramanla kendimi özdeşleştirirdim. Aslında tüm kurduğum hayaller bir gün gerçek oldu. Hatta defalarca. Çocukluğumda öğrendiğim bir cümle var: Şarkısız bir gün yaşanmış değildir. Yaşamınızda müzik yoksa arkadaşınız da yoktur. Şarkısız yolculuk bitmez. Ben de hep şarkı söylüyorum. Kendim için, sizler için" 1959 yılında askerliğini Almanya'da yaparken NATO ülkelerine ziyaret kapsamında Türkiye'de konser vermesi planlanmış, ancak bu konser daha sonradan iptal edilmiştir. Elvis son yıllarda obezite'ye yakalanmıştı. Sabahları kahvaltıda onlarca sosis, bal, tereyağı ve ekstra malzemeler içeren hemen hemen yarım metrelik bir sandviç yiyordu. 1973 yılında eşinden boşanan Elvis Presley, 1977 yılında Indianapolis’deki son konserinden sonra 16 Ağustos 1977 tarihinde öldü. Ölümünden sonra açıklama yapan Doktor Jerry Francisco ölümüne kalp yetmezliğinin neden olduğunu söyledi. Tüm dünyada milyonlarca hayranı bulunan Elvis Presley, Rock’n Roll müziğinin öncüsü, kralı ve babası olarak anılır. Onlarca filmde oynamıştır ve milyonlarca insanın gönlünde taht kurmuştur. Kral'ın cenaze törenine yüzbinlerce hayranı ve seveni katılırken, o dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter ın isteği üzerine resmî bir başsağlığı mesajı yayınlamış, Elvis Presley'in Graceland'daki evi ise daha sonra müzeye çevrilerek önemli bir turizm mekanı haline dönüştürülmüştür. Elvis'in evi önünde her sene ölüm yıldönümünde sevenleri toplanarak onu anarlar. Sayıca hiç de az olmayan bir kısım hayranı ise onun ölmediğini, ölemeyeceğini başka bir diyarda olduğunu anlatan sözler sarfeder ve bunu anlatan giysiler giyerler. Michael Jackson John Lennon Phil Spector Paul McCartney John Lennon Hal Wallis Bruce Springsteen Mick Jagger Carl Perkins James Brown Robbie Williams Michael Jackson Michael Joseph Jackson (29 Ağustos 1958; Gary, Indiana - 25 Haziran 2009; Los Angeles, Kaliforniya), ""Pop'un Kralı"" olarak tanınan Afro-Amerikalı şarkıcı, müzisyen, besteci, söz yazarı ve dansçı. Jackson ailesinin dokuz çocuğunun yedincisi olarak dünyaya gelen Michael Jackson, babasının kurduğu Jackson 5 grubunda 1964 yılında henüz 6 yaşındayken müzik yaşamına atılmıştır. Daha sonra Off the Wall (1979), Thriller (1982), Bad (1987), Dangerous (1991), HIStory (1995) gibi milyonlarca satan solo albümlere imza atan Jackson, büyük bir şöhret kazanmış ve “Popun Kralı” () olarak anılmaya başlanmıştır. Albümleri tüm dünyada 140 milyon üzerinde satmıştır. Michael Jackson sadece stüdyo albümleri olarak 125 milyon albüm satışı ile stüdyo albümleri dünyada tüm zamanların en çok satmış müzisyenidir. Thriller albümü 55 milyon üzeri ile dünyada en çok satan 1. albümdür, ayrıca ABD'de en çok satan 1. albümdür. Dünyanın en çok satan albümleri listesinde beş albümü ile listeye en çok girmiş 1. kişidir ve Thriller ile 1 numaradadır. Tamamen kendine ait dans tarzı ile, dansa yeni bir soluk getirmiş, herkesi etkilemiş, dünyaca ünlü R&B müzisyenlerin danslarında Michael Jackson figürleri görmek klasik hale gelmiştir, R&B kliplerindeki birçok dans hareketinin orijini Michael Jackson'a aittir, dünyanın en iyi dansçılarından biri olarak gösterilir. Guinness Rekorlar Kitabı'na da girmiştir. Michael Jackson, özellikle ölümünden önceki son yıllarda bazı sağlık sorunları ve skandallarla gündeme gelmiştir. Üç çocuk babası olan Michael Jackson, 25 Haziran 2009 günü Los Angeles'taki evinde geçirdiği rahatsızlık sonucu koma hâlinde hastaneye kaldırılmış fakat kurtarılamamıştır. Ölüm nedeni kalp durması sanılsa da, Los Angeles Adli Tıp Kurumu'nun yaptığı otopsi ile ölüm nedeninin uykusuzluk tedavisinde kullandığı çok güçlü anestezi ilacı propofol olduğu açıklanmıştır. Propofol ve sakinleştirici lorazepam ilaçlarının Jackson'ın ölümünün en önemli nedenleri olduğu kaydedilen açıklamada, Jackson'ın kanında midazolam, diazepam, lidocaine ve ephedrine ilaçlarının da bulunduğu söylenmiştir. Olayın cinayet olmasından şüphenilmekle birlikte Jackson'ın şahsi doktoruna Şubat 2010'da "kazara ölüme sebebiyet verme" suçundan dava açılmıştır. Bu dava doktorun mahkeme kararıyla hapis cezasına çarptırılmasıyla sonuçlandı. 29 Ağustos 1958 tarihinde, Amerika'nın Indiana eyâletinin, Gary şehrinde doğdu. Dokuz çocuklu bir ailenin yedinci üyesi olarak dünyaya gelen sanatçının tam adı, Michael Joseph Jackson'dır. Şarkıcının fabrika işçisi olan babası, Joseph Jackson, müziğe tutku derecesinde bağlıydı ve boş zamanlarında gitar çalıyordu. Eşi Katherine (Scruse) ile evlenip kalabalık bir aile haline geldikten sonra, bu ilgisini çocuklarına da aşıladı. 60'lı yılların başlarında büyük erkek kardeşleri, Jackie, Tito ve Jermaine, babaları tarafından organize edilen "The Jacksons" adında bir grup kurarak, kulüplerde şarkı söylemeye ve yarışmalara katılmaya başladılar. Jackson'ın sahip olduğu ses ve dans yeteneği, kısa zamanda fark edildi. Henüz yaşı küçük olmasına rağmen, özellikle solo şarkılardaki performansı nedeniyle, 1963'te, diğer kardeşi Marlon'la birlikte gruba dahil edildi. Artık beş üyeden oluşan kardeşler, grubun adını "The Jackson 5" olarak değiştirdi. 1968'e kadar geçen süreçte, amatör çalışmalarına gece kulüplerinde ve barlarda devam eden grup, Harlem, New York'ta bulunan Apollo Tiyatrosu'nda düzenlenen bir yarışmada birinci gelerek, dönemin en ünlü R&B plak şirketi Motown'ın kurucusu Berry Gordy'nin dikkatini çekti. 1968'te Motown'la imzaladıkları sözleşmeden sonra Kaliforniya'ya taşınan grubun yıldızı hızla parlamaya başladı. Söz konusu şirketten Suzanne de Passe’ın menajerliğinde çıkan ilk dört tekli, "I Want You Back", "ABC", "The Love You Save", "I'll Be There" listelerde bir numaraya oturdu. O-Jays grubu ve James Brown gibi soul müziğin önderlerinin izinden giden The Jackson 5, 70'lerin başında zenci pop ve soul vokal gruplarının dünya çapında bir numara
lı temsilcisi haline gelmişti. Michael Jackson ise, bu yeni müzik tarzını kendi içerisinde, dansıyla birlikte harmanlayarak, özgün bir tarza dönüştürecek, kendi kulvarında yalnız koşacaktı. Grubun bu hızlı yükselişinden sonra, güçlü sesiyle, farklı dansıyla oldukça sivrilen ve öne çıkan Michael Jackson, 1971-1976 yılları arasında halen The Jackson 5'a bağlı olarak, yine Motown'dan, "Got To Be There", "Ben", "Music and Me" ve "Forever Michael" adlı ilk solo albümlerini çıkardı. Artık Jackson için bireysel kariyerin önü açılmıştı. Walt Disney Pictures tarafından, 1971'de grubun çizgi filmi yapıldı ve yayına verildi. Ününü tüm dünyaya duyuran Jackson kardeşler, uluslararası konserler serisine 1972'de İngiltere'den başladılar ve gittikleri her yerde kapalı gişe yaptılar. Bu dünya turnelerinde Commodores ve Lionel Richie, The Jackson 5'ın alt grupları olarak sahneye çıkmıştı. 1973'ten itibaren grubun satış rakamlarının düşme eğilimi göstermesiyle birlikte, Motown kontrolü ele alarak, bundan böyle şirket tarafından seçilecek şarkıların seslendirilmesi konusunda Jackson'lara baskı yapmaya başladı. Sıkıntılı günler geçiren grup, 1976'da şirketten ayrılma kararı alarak, Epic Records'la sözleşme imzaladı. Şirketin sahibi Berry Gordy'nin kızıyla evli olan Jermaine Jackson, taraflar arasındaki bu ihtilaftan dolayı, gruptan ayrılarak Motown'da kaldı. İsim hakkını kaybeden Jackson kardeşler ise, Jermaine'in yerine en küçük kardeşleri Randy'i gruba dahil ederek, The Jacksons olarak ismini değiştirdi. Yenilenen grup için artık yeni bir dönem başlıyor; Michael ise zirveye doğru koşar adım ilerliyordu. The Jacksons kısa zamanda toparlandı ve 1976 - 1984 yılları arasında, ağırlıklı kendi parçalarından oluşturdukları albümler ve teklilerle kariyerlerinde yükselmeye devam etti. Yeni şirketlerinden altı yeni albüm çıkaran grubun, 1978'deki Destiny çalışması neredeyse patlama yaptı ve Jackson kardeşlerin en başarılı albümleri arasında yer aldı. Bu albümün Michael için de ayrı bir önemi oldu. Çünkü kendi bestelediği şarkılar, dünya çapında büyük beğeni topladı ve grubun klasikleri arasına girmeyi başardı. Böylece Michael'ın "beste yapabilme" gibi başka bir yeteneği daha ortaya çıkmış oldu. Söz konusu albüm iki milyondan fazla satarak, grubun ve özellikle de Michael'ın ününe ün kattı. 1978'e gelindiğinde ise, Michael için farklı tecrübeler söz konusu olacaktı. Jackson, korkuluğu canlandırdığı "The Wiz" adlı müzikal filmde, aralarında aşk dedikodusunun çıktığı Diana Ross ile birlikte rol aldı. Tam da bu dönemde, müzikalde kullanılacak olan şarkıları aranje eden Quincy Jones'la Michael'ın yolları kesişti. Jones, ünlü pop starın gelecekteki başarısının ortaklarından biri olacaktı. Çünkü, film prodüksiyon aşamasındayken, Jackson'la Jones oldukça uyumlu bir ortaklık kurdular ve Michael'in bağımsız ilk solo albümünü birlikte yapmak için anlaştılar. Böylece 1979'da, ünlü şarkıcının ilk bağımsız solo albümü olan "Off the Wall", Jones'un yapımcılığında Epic Records'tan çıktı. "Don't Stop 'Til You Get Enough", "She's Out Of My Life", "Off The Wall", "Rock With You" gibi dünya çapında ses getiren birçok hit parçayı içinde barındıran bu albüm, inanılmaz satış rakamlarına ulaşarak, Michael'ı pop müzik ve eğlence dünyasının idolü haline getirecek; sanatçıya ilk önemli ödüllerini kazandırmaya başlayacaktı. 1980 yılında, American Music Awards tarafından 3 dalda ödüle layık görülen albüm (En İyi Soul/R&B Albümü - Off the Wall, En İyi Soul/R&B Erkek Şarkıcı, En İyi Soul/R&B Şarkı - Don't Stop 'Til You Get Enough), birçok liste başarı ödülünün de sahibi oldu. Aynı yılın Şubat ayına gelindiğinde, Michael yine "Don't Stop 'Til You Get Enough"la "En İyi R&B Erkek Vokal" dalında ilk Grammy ödülünü aldı. Bir caz müzisyeni olan Jones'un, albümdeki parçalarda bu müzik türünü altyapıya yerleştirmesi doğal karşılanırken, bununla yetinilmeyip disco ve funky tarzı ritimlere de yer vermiş olması, sadece Michael'e özgü yeni bir müzik türünün ortaya çıkmasına neden oldu. Elbette bu da, Jackson'a benzersiz ve evrensel bir ün getirdi. İlk olarak yakın arkadaşı, Elizabeth Taylor tarafından kendisine atfedilen ve sonraları yaygın bir ifade şeklini alan "pop idolü" benzetmesi, özellikle bu dönemlerde anılmaya başlandı. İlk solo albümünün getirdiği başarıların yanı sıra, Jackson kardeşlerle de çalışmaya devam eden Michael, 1980'de grupla birlikte "Triumph" albümünü çıkardı. Bestelediği şarkılar ve bunlara yazdığı sözlerle Triumph'a damgasını vuran yine Michael oldu. "Can You Feel It"e çekilen farklı klip de büyük ses getirdi ve sanatçının dans yeteneği milyonlarca müziksever tarafından yansındı. 1982'de ise, ünlü pop yıldızına, En İyi Çocuk Albümü dalında Grammy ödülü kazandıracak olan E.T. (Extra-Terrestrial) filminin orijinal soundrack'i "Someone in the Dark" şarkısını seslendirdi. 1982 yılı, ünlü pop yıldızı için neredeyse bir dönüm noktası oldu. Jackson'ı hemen hemen bugün bulunduğu noktaya getiren ve efsaneleştiren albüm, "Thriller", Epic Records'tan yine Quincy Jones yapımcılığında müzikseverlerin beğenisine sunuldu. Genellikle arka arkaya, tekli halinde piyasaya sürülen albümün "Wanna Be Startin' Somethin'", "Billie Jean", "Beat It"i de içeren her şarkısı hit oldu ve müzik tarihinde tüm zamanların en yüksek satış rakamına ulaşarak rekor kırdı. Şarkıların yanı sıra, dört hit parça için kısa film tadında çekilen, güçlü ve geniş bütçeli prodüksiyon gerektiren ilginç klipler de büyük yankı uyandırdı. MTV, Billie Jean'le, ilk defa siyahi bir şarkıcının video klibini yayınlamış oldu. Fantastik bir konuyla kurgulanmış ve danslarla görsel bir şölene dönüştürülmüş Thriller şarkısının 13 dakikalık klibi ise, patlama yaptı ve gelen talepler üzerine VHS formatında piyasaya sunularak, yine ulaşılamayacak bir satış rekoruna imza attı. Klipte Michael'in sergilediği özgün dans koreografileri, birçok gence ilham kaynağı oldu. Özellikle Jackson kardeşler olarak katıldıkları Motown'ın 25.kuruluş yıldönümünde, Billie Jean'i seslendirirken sergilediği moonwalk denilen ayak kaydırma hareketi, Jackson'ın imzasıyla tarihe geçti. 37 hafta zirvede kalan ve Billboard albüm listesinde 122 hafta geçiren Thriller, elbette birçok ödülü de beraberinde getirdi. 1984 yılında, 12 dalda aday gösterildiği Grammy'den 8 ödülle ayrılan Jackson, bir gecede en çok ödül alan sanatçı unvanını, 2000 yılında Carlos Santana egale edene kadar elinde tutmayı başardı (Ödüllerin yedisi Thriller'a giderken, biri de, 1982'de seslendirdiği "Someone in the Dark"a verildi). Albüm aynı yıl, 8 Amerikan Müzik Ödülü, 4 Amerikan Video Ödülü, 3 MTV Video Müzik Ödülü ve Üstün Başarı Ödülü almaya hak kazandı. Bu sırada, Pepsi-Cola'yla sponsorluk anlaşması imzalayan ve kardeşleriyle birlikte şirketin reklam filmlerinde rol alan Jackson'ın başına talihsiz bir olay geldi. Reklam çekiminde, havai fişek gösterisi esnasında saçları alev alarak cildinde ciddi hasar meydana geldi. Jackson, gördüğü fiziksel zarardan şirketi sorumlu tuttu ve tazminat davası açtı. Lehine sonuçlanan davadan kazandığı astronomik meblağı ise, tedavisini yürüten hastaneye bağışladı. 1984'te, Thriller rüyası devam ederken, kardeşleriyle tekrar bir araya gelerek "Victory" albümünü çıkardılar. Bu albümde de Michael tarafından yazılmış ve bestelenmiş hit parçalar bulunuyordu. Jackson kardeşlerin en başarılı albümü olan Victory için 5 aylık uluslararası dev bir turne düzenlendi. Turne gelirinin tümünü bağışlayacaklarını duyurması üzerine, Jackson'ın adı, jest olarak Hollywood yıldızlar geçidine eklendi. Turneden 5 milyon $ gelir elde edildi. 1985'te, "Beat It" adlı şarkısını, alkollü araba kullanmaya karşı televizyonlarda ve diğer basın-yayın organlarında yürütülen kampanyalarda kullanılmak üzere bağışlaması nedeniyle, dönemin devlet başkanı Ronald Reagan tarafından, teşekkür amacıyla Beyaz Saray'a davet edildi. Jackson ileriki yıllarda, ünlü bir dünya starı olarak, çok daha fazla ses getirecek sosyal sorumluluk ve insani yardım projelerini hayata geçirecekti. Bunlardan en önemlisi, USA for Africa kampanyası çerçevesinde, özellikle Doğu Afrika'da açlık sınırında ve yardıma muhtaç bir şekilde yaşayan insanlar için, Lionel Richie ile birlikte yazdığı "We Are the World" parçasıydı. Dünya çapında en çok satış rakamına sahip tekli olma özelliğini hala taşıyan şarkı, Stevie Wonder, Tina Turner, Diana Ross, Ray Charles, Cindy Lauper, Bob Dylan, Bruce Springsteen gibi ünlülerin de aralarında bulunduğu 40'tan fazla popüler sanatçı tarafından seslendirildi. Bu başarının ardından, We Are the World'le Richie ve Jackson, Yılın Şarkısı dalında Grammy Ödülü'nü almaya hak kazandı. 1985 yılı yıldız şarkıcı için yalnızca övgülerle geçmedi. Jackson, içinde birçok ünlü sanatçı tarafından seslendirilmiş parçanın yanı sıra, özellikle Beatles'a ait 200'den fazla şarkının telif hakkını bulunduran ATV Müzik'in en büyük hissesini satın alarak, birçok tartışmaya neden oldu. En sert tepki de müzayedeyi düzenleyen yakın arkadaşı, söz yazarı Paul McCartney'den geldi. Bu olay, dostluklarının ve bilhassa ortak söz yazarlığı çalışmalarının sonu oldu. Söz konusu tartışmaların ardından, birtakım basın ve medya çevreleri, uzun süre yaşamak için Elephant Man'ın kemiklerini satın almaya kalkıştığından, ilginç tavırlarına kadar birçok konuda sanatçıya karşı alaycı bir üslup kullanmaya ve adından "Wacko Jacko" gibi irrite edici şekilde bahsetmeye başladı. 1986'da, George Lucas'ın yapımcılığında ve Francis Ford Coppola'nın yönetmenliğinde çekilen "Captain EO" adlı kısa filmde Jackson, Kaptan EO rolüyle ekranların karşısına geçti. 17 dakika olmasına rağmen yaklaşık 17 milyon dolara malolan film, o güne kadar çevrilmiş, dakika başına en büyük maliyete sahip filmdi. Disneyland'da gösterime giren film için Jackson, "Another Part Of Me" (sonradan "Bad" albümünde de yer aldı) ve "We Are Here To Change The World" adlı iki yeni parça seslendirdi. 1987'de, pop yıldızı, "Bad" albümüyle müzik severlerin karşısına çıktı. Quincy Jones'un yapımcılığını üstlendiği son Michael Jackson albümüydü ve yine E
pic Records etiketi taşıyordu. "I Just Can't Stop Loving You", "Bad", "The Way You Make Me Feel", "Man in the Mirror" ve "Dirty Diana" gibi tekliler listelerde bir numaraya oturarak, Bad Amerikan müzik tarihinde beş şarkısı Amerikan müzik listesinin zirvesine yerleşen ilk albüm oldu. 2008 itibarıyla, albüm, ABD'de sekiz milyon gönderileri de dahil olmak üzere dünya çapında 30 milyon kopya satmıştır. Albümün tanıtımından sonra Jackson, yine Pepsi sponsorluğunda, on altı ay gibi oldukça uzun bir zaman alacak ilk solo dünya turnesine çıkarak hayranlarıyla buluştu; 123 konser verdi. Bu arada Pepsi reklamlarıyla ekranlarda boy gösterdi. Dönüşündeyse, Bad şarkısına, Martin Scorsese yönetmenliğinde 18 dakikalık, yine kısa film niteliğinde bir klip çekildi. Ancak klipteki yeni Michael Jackson görüntüsü, neredeyse şarkıdan daha çok konuşulur hale geldi. Çünkü ünlü şarkıcının hem yüzünde, hem de ten renginde çok belirgin ve şaşırtıcı değişiklikler vardı. Medya, sanatçının, zenci olmaktan utandığı için ten rengini beyazlatmaya çalıştığı, burun estetiği, alın kaldırma ve dudak inceltme operasyonu gibi birçok ameliyat geçirdiği iddialarını ortaya attı. Ancak şarkıcı, 1988 yılında kendi yazmış olduğu Moonwalk adlı otobiyografisinde, sadece iki tane estetik operasyon yaptırdığını ve çenesindeki yaralardan dolayı da cildi için cerrahi işlem uygulandığını yazdı. Bad'in klibi de tüm bu sansasyonlara rağmen, oldukça iyi bir satış rakamına ulaştı. Jerry Kramer ve Colin Chilvers tarafından yönetilen; Kellie Parker, Sean Lennon ve Brandon Adams'ın Jackson'a eşlik ettiği "Moonwalker" adlı müzikal film, 1988 yılında gösterime girdi ve izleyiciler tarafından büyük ilgi gördü. Filmin VHS sürümü bir milyon satış adediyle yeni bir rekora imza attı. Artık yıldız sanatçı, pop,rock ve soul müziğinin kralı ilan edilecek ve Elvis Presley, Beatles, Frank Sinatra gibi dünya çapında üne kavuşarak zirveye oturmuş bir idol haline gelecekti. Filmin başarısından sonra, paparazzilerden ve hakkında türetilen dedikodulardan bunalan Michael, Hayvenhurst'te ailesiyle birlikte yaşadığı evi terk ederek, 2700 dönümlük dev bir alana kurulu Neverland çiftliğini satın aldı ve orada gözlerden uzak yaşamaya başladı. Çok küçük yaşta hayata atılmak zorunda kaldığı için, özlemini kurduğu çocukluk günlerini yaşayabilmek adına, lunaparktan hayvanat bahçesine, büyükçe bir göle kadar kendine apayrı bir dünya kurdu bu çiftlikte. 1991'de, Jackson, müzik şirketini değiştirerek astronomik bir rakamla Sony'le sözleşme imzaladı. 15 yıllık bir sürece ve altı albüm ile bir film çalışmasına dayanan kontrat, Michael'e sağladığı ekonomik getiriyle, adından çok söz ettirdi. Aynı yılın Kasım ayında, sanatçının yeni albümü Dangerous piyasaya çıktı. Albümün hit parçası olan "Black Or White"a John Landis yönetmenliğinde çekilen klip, olay yarattı. Klip, şiddet ,cinsellik ve ırkçılık gibi öğelere gönderme yapıyor; özellikle sonlarına doğru görülen bazı sahnelerle şimşekleri üzerine çekiyordu. Söz konusu klibin, medya ve kamuoyunda yarattığı tartışmalar nedeniyle, Jackson bir basın bülteni yayınlayarak üzüntüsünü ifade etti ve ihtilafa konu olan bölümleri kaldırttı. sansasyonlara rağmen, "Remember The Time", "In The Closet", "Jam" gibi hit parçalar daha çıkaran albüm, sonraki albüm "HIStory"'nin yayımlanmasına kadar dünya çapında yirmi iki milyon adet satmıştı.. Sanatçının çıktığı ikinci dünya turnesi, hemen her ülkenin basın-yayın organları tarafından birebir takip edildi. 1992'de, MTV tarafından kanalın ilk uluslararası yarışması yayınlanmaya başladı. Dünya çapında birçok insanın katılabildiği yarışmanın ödülü ise, Michael'la bir akşam yemeğiydi. Oldukça büyük ilgi uyandıran yarışmanın talihlileri, ünlü sanatçının "In the Closet" adlı teklisinin klip çekimlerinde bir araya geldi. Ertesi yıl ise, ABC kanalınca Jackson kardeşlerin gerçek hayat hikâyelerine dayanan görsel biyografileri "The Jacksons: An American Dream" yayına sunuldu. Gerçekten de, neredeyse bir rüyanın dünyanın gerçek olgularıyla yakın temasa geçtiği bir hikâyeye sahip olan Michael ve kardeşlerinin, evrensel popülaritesinin altında yatan neden belki de buydu. Aynı yıl, Jackson, sosyal sorumluluk çerçevesinde, hümanist projelere imza atmaya devam etti ve "Heal the World Foundation" adı altında bir fon kurdu. Fonun amacı, çocukların daha iyi ve eşit yaşam koşullarına sahip şekilde büyümesini, yaşadıkları topluma faydalı hale gelmesini sağlamaktı. Kuruluşun faaliyet merkezi Kaliforniya civarında, Santa Ynez'di ve yardıma muhtaç çocuklar, ünlü yıldızın Neverland çiftliğindeki oyun alanlarından yararlanıyordu. Jackson bu fon için 3.5 milyon kişiye 67 tane konser verdi. Konserlerin tüm geirleri bu fona yatırıldı. O $ 20 milyon, bir rekor daha kırma için halen ayakta olan HBO ile yaptığı anlaşmayla "Dangerous" dünya turu için yayın haklarını sattı. 1993'te 27. Superbowl maçının devre arasında mini bir konser veren Michael, Amerikan televizyonlarında o zamana kadar elde edilmiş en büyük izlenme payına sahip oldu ve yaklaşık 100 milyon kişiyi ekranları başına topladı. Şubat ayında düzenlenen 35. Grammy Ödül töreninde, Jackson'a "Yaşayan Efsane" ödülü verildi. Mart ayında ise, Soul Train tarafından Yılın Hümanisti ödülüne layık görüldü. Jackson, "HIStory: Past, Present And Future" adlı yeni albümününün birinci bölümünü, 1995'in Haziran ayında çıkardı. HIStory Begins, albüm serisinin başlangıcıydı ve cover'lanmış 15 eski hit parçadan oluşuyordu. Serinin ikinci bölümü, HIStory Continues ise, 15 yeni parçayla piyasaya sürülmüştü. İlk albümün ilk teklisi, büyük liste başarısı sağlayan "Scream" oldu. Kızkardeşi Janet Jackson'la birlikte seslendirdiği bu parçaya çekilen klip ise, tüm zamanların en pahalı videosu oldu. Jackson, yarım şirket sahipliğini korunur gibi hatta daha fazla şarkı için haklarını açık $ 95 milyon kazandı. Jackson kardeşler "Scream"le, MTV Video Müzik Ödülleri gecesinden, farklı kategorilerde 3 ayrı ödülle ayrıldı. Anti-Semitik ifadeler içerdiği için Yahudi toplumunun tepkisini çeken "They Don't Care About Us" şarkısı, HIStory albümünden çıkan dördüncü tekli oldu. Parçanın anti-semitik sözleri, sonraki düzenlemelerde sound'a uygun bir şekilde değiştirildi. Bu arada Michael; Elvis Presley'in kızı olan Lisa Marie Presley ile evlendi. Ancak evlilik 18 ay gibi kısa bir zaman sürdü. Albümün başarısı üzerine 1996'da yine dünya turnesine çıkan Jackson, henüz konserler devam ederken Deborah Jeanne Rowe ile evlendi. Sansasyona neden olan şey, çocukların velayet davasıydı. Popun kralı hakkında yapılan tartışmalar bununla da sınırlı kalmadı. 1996'da Brit Ödülleri gecesinde, "Earth Song" adlı parçasını, beyazlara bürünmüş ve çevresini sarmış birçok küçük çocukla seslendiren Jackson, iki ağaç arasında kollarını açtığı figürü nedeniyle, kendisini Mesih gibi gördüğü iddiaları ile karşı karşıya kaldı. 1997 yılına gelindiğinde, ünlü pop şarkıcısı, HIStory albümünün hit parçalarının remix'lerinden oluşan "Blood On The Dance Floor: HIStory in the Mix" i piyasaya çıkardı. Albümün çıkış parçası "Blood On The Dance Floor", "Is It Scary" ve "Ghosts" büyük ilgi gördü ve iyi bir liste başarısı kazandı. Michael, bu albümünü, büyük yardımını gördüğü Elton John'a ithaf etti. "Is It Scary" ve "Ghosts"a, Jackson ile Stephen King tarafından yazılan, Stan Winston tarafından yönetilen 35 dakikalık bir klip çekildi. Halen dünyanın en uzun müzik videosu olma özelliğini koruyan klip, yine uluslararası bir başarı kazandı. 2001'de Jackson, 13 ülkenin pop müzik listesinde bir numaraya oturacak olan "Invincible"'ı çıkardı. "You Rock My World", "Cry" ve "Butterflies" gibi hit teklilerle piyasalarda fırtına gibi esti. Ancak, albüm çıkmadan önce, ünlü yıldızın, Sony Müzik'in sahibi Tommy Mottola'yı, süresi dolmak üzere olan kontratlarını yenilemeyeceği doğrultusunda uyarmasına rağmen, Jackson'la şirketin arası açıldı. Yasal prosedürler nedeniyle, albümle ilgili tüm promosyonlar ve tekli satışları iptal edildi. Mottola'nın, Afrika kökenli Amerikan sanatçılara saygısız davrandığını ve hakaret içerikli konuşmalar yaptığını iddia eden Michael, şirketin zenci artistleri çıkarları doğrultusunda kullandığı yönünde bir açıklama yaptı. Sony ise, sanatçının iddialarında doğruluk payı olmadığını savundu. 2001 yılının eylül ayında, yıldız şarkıcı, solo kariyerinin otuzuncu yılını doldurması şerefine, Madison Square Garden'da bir kutlama partisi düzenledi. Partide Michael'ın yakın dostlarından efsane aktris Elizabeth Taylor, bir zamanların ünlü çocuk yıldızı Macaulay Culkin ve Chris Tucker da yer almıştır. Bu özel gecede, Usher, Dionne Warwick, Whitney Houston, Destiny's Child, James Ingram, Gloria Estefan, Liza Minelli, Marc Anthony, Shaggy gibi ünlülerden bazıları Michael'ın hafızalara kazınmış şarkılarını okurken, bazıları da kendi parçalarını seslendirerek geceye renk kattılar. N'sync ve Britney Spears Michael'la düet yapma şansını yakalamışlardır. Michael kardeşleriyle de özel bir performans sergiledi. Bu gece ile yıllarca ara verse dahi Michael’ın en üstün sahne sanatçısı olduğu ve King Of Pop lakabını layıkıyla almış olduğu akıllara bir kere daha kazındı. 2003'te, Jackson, "Resurrection" adında bir albüm çıkaracağı haberini verdi ve albümün promosyonunu kısa bir filmle yaptı. Aynı yılın Mart ayında, "Xscape" şarkısının çıkacağı, yayın organlarında duyulmasına rağmen, bilinmeyen nedenlerden dolayı iptal edildi. Bunun yerine yılın sonlarına doğru, Jackson'ın zirveye çıkıp hit olmuş tüm parçalarını içeren "Number Ones", Sony Records etiketiyle CD ve DVD formatında piyasaya sürüldü ve 8 milyondan fazla bir satış rakamı yakaladı. Çocuk istismarı hakkında şunları söyledi: Albümdeki tek yeni parça olan "One More Chance"'in klip çekimlerinde, yine çocuk istismarı iddiasıyla ikinci kez tutuklanan Jackson, masum bulunarak serbest bırakıldı. Aynı yıl, basında Michael Jackson'ın dinini değiştirerek İslamiyet'i seçtiği ve Müslüman olduğu yönünde haberler çıktı. Sonrasında ise, 2005'te, bir cami yaptırdığı haberleri de çıktı. 2004 yılının Ağustos ayında V
H1 müzik kanalında, "" adında, sanatçının hayat hikâyesini anlatan görsel bir biyografi yayınlandı. Gavin Arviso tarafından Jackson aleyhine tekrar gündeme getirilen cinsel çocuk istismarı suçlamalarına karşılık, ünlü rap şarkıcısı Eminem "Just Lose It" şarkısıyla göndermeler yaptı. Tartışmaların alevlenmesi üzerine Michael, açıklama yapmak zorunda kaldı. 2005 yılının Haziran ayında, hakkında açılan on davanın tamamından beraat eden Jackson, Bahreyn'e yerleşti. Şarkıcının aşırı kilo kaybetmesi ve stres-zararlı alışkanlıkları onu kötü etkiliyordu. Ünlü sanatçı California, Santa Maria`daki mahkemede hakkında öne sürülen çocuklara taciz suçlamasından aklandıktan hemen sonra Prens Şeyh Salman bin Hamed Halife`nin davetlisi olarak Bahreyn`e uçmuştu. `Movie Database` sitesinin haberine göre Jackson`ın avukatı Thomas Mesereau, şarkıcının Neverland`daki malikanesini satıp hayati bir karar alarak Bahreyn`i çalışma merkezi ve ikametgâhı olarak seçeceğini doğruladı. Mesereau, `Jackson hayatının seçimini yaparak en zor anında kendisini yalnız bırakmayan sadık dostlarının yanına yerleşiyor. Ayrıca Bahreyn Michael`a sağlık açısından oldukça iyi geldi` dedi. Burada zamanını yeni besteler yaparak ve Katrina Kasırgası mağdurlarına ithafen "I Have This Dream" şarkısını yazarak geçirdi. Bu şarkının seslendirilmesinde Ciara, Snoop Dogg, Keyshia Cole, James Ingram, Jermaine Jackson, Shanice, Shirley Caesar ve The O'Jays gibi ünlüler yer aldı. Ancak, şarkı bilinmeyen nedenlerden dolayı yayınlanmadı. 2006'nın şubat ayında, Jackson'la eski eşi Deborah Rowe'un velayet davası sonuçlandı. Mahkeme, eski eşlerin çocukları üzerindeki haklarını sınırlandırarak ihtilafa açık bir karar verdi. Mart ayında ise, Kaliforniya İşçi Dairesi, sigorta ücretlerini ödemediği gerekçesiyle Neverland çiftliğini kapatarak, sanatçıyı, 69 kişiden oluşan her bir işçi başına 1000 dolar olmak üzere, toplamda 69.000 dolar tazminat ödemeye mahkûm etti. Jackson Nisan ayında, Two Seas adlı müzik şirketinin CEO'su olan İngiliz müzik yapımcısı Guy Holmes ile, 2007'de çıkması planlanan tek albümlük bir sözleşme yaptı. Mayıs 2006'da ise Tokyo'da, MTV'nin Japonya lokasyonu tarafından düzenlenen Video Müzik Ödülleri'nde Yaşayan Efsane ödülünü aldı. Uzun bir aradan sonra Michael'in ekranlarda göründüğü ilk geceydi bu. Kasım ayında, ünlü pop yıldızının, "Visionary: The Video Singles" adında, yirmiden fazla hit şarkısını içeren bir çalışması, yine Sony Müzik etiketiyle yayınlandı. Guiness Dünya Rekorları'nın Londra ofisinde 8 dalda layık görüldüğü ödülleri alan Jackson, Dünya Müzik Ödülleri'nde, 100 miyondan fazla satış rakamına ulaştığı için Elmas ödülün de sahibi oldu. 2008'in şubat ayında Michael Jackson Thriller albümünün 25. yılı şerefine Thriller 25'i yayınladı. Thriller 25, Amerika'da 2, Birleşik Krallık'ta 3. sıraya ulaştı. 25.Yıl özel versiyonu; orijinal albüm ve sekiz bonus şarkı içeriğiyle piyasaya sunuldu. Ayrıca Michael Jackson’ın yayınlandığı anda pop dünyasını yerinden oynatan videoları; "Thriller", "Beat It," ve "Billie Jean"den kısa filmler de albümle birlikte bir DVD ile sunuldu. Michael Jackson’ın Emmy adayı unutulmaz “Billie Jean” performansının bulunduğu "Motown 25:Yesterday, Today, Forever" özel televizyon şovunun görüntüleri de bu DVD’de yer alıyor. 2009'un mart ayında Londra'da yaptığı basın açıklamasında Michael Jackson, Londra'da 8 Temmuz itibarı ile 50 konser vereceğini açıkladı. Ayrıca Michael Jackson, bu konserlerin Londra için son konserleri olacağını belirtti. This Is It turnesi provaları sırasında hayatını kaybettikten sonra, provalar sırasında kaydedilmiş görüntüler AEG Live tarafından Sony Music'e 60 milyon dolara satıldı. Provaların da yönetmeni olan Kenny Ortega ve ekibinin hazırladığı Michael Jackson's This Is It adlı belgesel 27 Ekim 2009 tarihinden itibaren sadece 2 haftalığına sinemalarda gösterildi ve ilk haftasında 101 milyon dolar (ABD için) hasılat yapmayı başardı. Gösterimin ardından hazırlanan ve filmde yer almayan mini-belgeselleri ve yayınlanmamış görüntü ve röportajları da içeren VCD/DVD ve BluRay formatlarında 26 Ocak 2010'da satışa sunuldu. 25 Haziran 2009 günü, yerel saat 14.26'da Michael Jackson'ın kalp durması sonucu Los Angeles'ta hayata veda ettiği açıklandı. Akşam saatlerinde Los Angeles'ta ki evinde, yanında doktoru ve yardımcıları ile beraber olan Londra'da vereceği konserlerin provaları arasında inzivaya çekilmiş dinlenirken, sabaha saatlerinde ani bir şekilde fenalaştı ve UCLA Tıp Merkezi'ne kaldırıldı. Nefes darlığı yaşayan ve bilinci kapanan Jackson bir süre sonra komaya girdi, yapılan tüm müdahalelere karşı duran kalbi tekrar çalıştırılamadı ve hayata gözlerini yumdu. Daha sonra yapılan otopsilerde ise Jackson'ın ölmeden önce gayet sağlıklı olduğu ve asıl ölüm nedeninin kullandığı kuvvetli anestezi ilacı olduğu açıklandı. 7 Temmuz 2009'da, Jackson'ın ölmeden 2 gün önce son provasını yaptığı Staples Center'da onun için bir anma töreni düzenlendi. Bu törene Usher, Mariah Carey, Lionel Richie, Jennifer Hudson, Brooke Shields gibi ünlüler katıldı. Bunun yanında tüm ailesi, çocukları ve hayranları da oradaydı. Tören dünyada en çok kişi tarafından izlenen cenaze töreni ve televizyon olayı oldu.Törenin sonunda tüm aile sahneye çıktı. Jackson'ın kızı Paris de kısa bir konuşma yaptı. Ölümünden bir müddet sonra kendisinin yaşadığına dair asılsız iddialar çıktı. Polis bu konuda araştırma yapmaya başladı. Michael Jackson'ın ünlü Dave Dave kılığında CNN'de TV programına katıldığı iddiası hala kafa karıştırıyor. Birçok hayranı Dave Dave iddiasından sonra Jackson'ın yaşadığına inanmaya başlamıştır. Ölümüyle ilgili doktoruna Şubat 2011'de açılan dava 8 Kasım 2011'de karara bağlandı. Jackson'ın doktoru Conrad Murray, popun kralına ölümcül olabilecek düzeyde ve ameliyatlarda kullanılan anestetik ilacı (propofol) gerekli teçhizat ve ekip olmadan verdiği, onu ilacı aldığı süreden itibaren alarmlı monitörle izlemesi gerekirken, sanatçının ölümünden önce sevgilisiyle telefonda konuşmak için dışarı çıktığı, bu sırada fenalaşan Jackson'a yanlış ilk yardımda bulunarak, ölümüne sebep verdiği gerekçesiyle kasıtsız adam öldürmekten suçlu bulundu. Doktorluk lisansı iptal edilen Murray dört yıl hapis cezasına çaptırıldı. Michael Jackson'da 1980'li yıllarda fiziksel değişiklikler görülür. Siyah olan teni açılarak bölgesel olarak beyazlaşmış ve 1987'ye kadar makyajla beyaz bölgeler siyah makyaj ile kapatılmıştır. Ancak 1987 yılında vücuttaki beyaz bölge miktarı yoğunluğu ele geçirince siyah bölgeler beyaz makyajla kapatılmış fakat 1998 yılı civarında makyajlar tüm vücudun beyaz olmasından dolayı sonlanmıştır. Michael Jackson'ın teninin açılması vitiligo hastalığından ötürüdür. Kendisi 1993'teki bir röportajda bu hastalığın Thriller albümünden bir süre sonra olduğunu söylemektedir. Bu hastalık en çok yüzüne ve kaval kemiği bölgesine vurmuştur. Yüzü beyazlamış, burnunun üstünde bir leke oluşmuştur. Kaval kemiğinde büyük yaralar meydana gelmiştir. Jackson yaptığı bir açıklamada bu hastalığın babasının ailesinde de olduğunu söylemiştir. Ancak doktorlar vitiligo hastalığının asla genlerle insana bulaşmadığını söylemişlerdir. Bir söylentiye göre bazı kişiler Jacksona 1982 yılı itibarıyla verilen ilaçlardan dolayı renginin beyazlığı söylemişlerdir. "Not: HIStory çift diskli bir albümdür. CD 1'de Michael'ın en iyi şarkıları yer alır ve ismi "HIStory Begins"tir. CD 2 ise bir stüdyo albümüdür ve adı "HIStory Continues"tur. Aslında bu çift disk, albümün bir parçasıydı. Fakat bazı ülkelerde çift diskli özel versiyon olarak duyuruldu, çünkü albümün yüksek fiyatı satışları azaltabilirdi." Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi; Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk hukuk okulu olarak 1925 yılında Ankara’da “"Ankara Adliye Hukuk Mektebi"” adıyla kurulan, 1946 yılından itibaren Ankara Üniversitesi'ne bağlı bir fakülte olarak hizmet veren hukuk okuludur. 5 Kasım 1925'te Mustafa Kemal Atatürk tarafından açılan okul, cumhuriyet dönemi Türkiye'sinin ilk yükseköğrenim kurumudur. İlk TBMM binasında öğretime başlayan Ankara Adliye Hukuk Mektebi, 1928 yılında ilk mezunlarını vermiştir. Daha sonra adı "Ankara Hukuk Fakültesi" ve "Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi" olarak değişen kurum, eğitim hizmetini günümüzde Ankara Üniversitesi’nin Cebeci kampüsünde sürdürür. Ankara’da bir hukuk mehktebi açılması konusu Millet Meclisi'nde ilk Kastamonu Milletvekili Abdülkadir Kemali Bey tarafından dile getirilmiştir. 16 Mart 1921’de Abdülkadir Kemali Bey, I. Dünya Savaşı’nda askere gönderildikleri için eğitimleri yarım kalan öğrenciler için Ankara’da Adalet Bakanlığı’na bağlı bir hukuk mektebi açılmasını öngören üç maddelik bir kanun teklifi vermiş; ancak, teklif Maarif Encümeni (Meclis Millî Eğitim Komisyonu) tarafından bina, malzeme ve öğretmen bulunamadığı gerekçesi ile reddedilmiştir. Osmanlı Devleti'nde hakim-savcı yetiştiren Mekteb-i Kuzzat'ın varlığına son verilmesinin ardından, hakim, müddeiumumi (savcı), icra memuru, zabıt katibi, müstantik gibi adliye memurunun yetiştirilmesi için bir hukuk mektebinin kurulmasına ihtiyaç duyulmuştur. Bu bağlamda 1925 yılında Ankara’da bir hukuk okulu kurma isteği dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bey’in girişimi ile gerçekleştirildi. Mahmut Esat Bey, 1925 yılı Bütçe Kanunu tasarısına, yargıç azlığı gerekçesi ile bir yatılı hukuk okulu açılması için ödenek koydurtmuştu. 23 Şubat 1925 günü Bütçe Kanunu Meclis Genel Kurulu’nda, uzun tartışmalardan sonra dört oyluk farkla Ankara Leyli (yatılı) Hukuk Mektebi’nin açılması kabul edilmiştir. Hakim kadrolarındaki açıkları kapamak üzere kurulan kurum, bir fakülte değil, Adalet Bakanlığı bünyesinde yatılı bir meslek okulu niteliğinde idi ve öğretim kadrosu adliye erkanından oluşuyordu. Mahmut Esat Bey’in olağanüstü çabası olmasaydı böyle bir karar alınamazdı. Adliye Vekili, Ankara’ya hukuk mektebi açılmasına itiraz eden milletvekillerini ikna edebilmek için bütün enerjisini, beceri ve kudretini, tatlı dil ve güler yüzünü kullanmış ve mektebin
kurulmasını kişisel çabalarıyla sağlamıştı. Bu nedenle Ankara Hukuk Mektebi’nin kurucusunun Mahmut Esat Bozkurt olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu tartışmalar sırasında Cemil Bilsel, Ankara'da bir hukuk okulu kurulması fikrini şu şekilde ifade etmiştir:"“Merkez-i Cumhuriyette bulunuyoruz. Buranın bir Mekteb-i Hukuka behemehâl ihtiyacı vardır. Yapılacak tedrisattan bu muhit de istifade edecektir, yalnız talebe değil. Dünyanın en güzel inkılâbını yapmış bir memlekette asrın hukukiyatı okunmaz olur mu, efendiler? Biraz da İstanbul’un ettiği istifade kadar Anadolumuz da maariften hissemend olsun...”" Henüz binası, müdürü ve öğretim kadrosu bulunmadığı halde 1925 yılı yaz aylarında okula kayıt için başvuru alınmaya başlandı. Lise, yedi senelik idadi veya bir yükseköğrenim kurumu mezunları veya bir yükseköğrenim kurumunda kayıtlı olanlar sınavsız, lise öğrencisi olanlar veya lise muadili başka kurumlardan mezun olanlar ise oldukça zor bir sınavla okula kabul edildiler. Okula ilk olarak 301 öğrenci kayıt yaptırdı, içlerinden 75 öğrenci yatılı idi. 15 Eylül 1925 tarihinde Mahmut Esat Bozkurt Adalet Bakanlığı’nda okul müfredatının ve yönetiminin belirlenmesi amacıyla Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura, Şevket Memadali Bilgişin, Cemil Bilsel, Tevfik Kamil Koperler, Yusuf Kemal Tengirşenk, Süheyp Nizami Derbil, Hasan Saka, Refik Sayfdam, Sadri Maksudi Arsal ve Şükrü Kaya gibi dönemin önemli hukukçularından oluşan bir komisyon oluşturmuştur. Okul kurulduğu sırada henüz Ankara’da bir üniversite bulunmadığından herhangi bir üniversiteye bağlı değildi bu yüzden “"fakülte"” adıyla değil “"Ankara Adliye Hukuk Mektebi"” adıyla kurulmasına karar verildi. 3 yıllık olarak belirlenen okul müfredatında Mecelle’nin okutulmamasına karar verildi. İlk kez Türk Hukuk Tarihi kürsüsü kuruldu, “Usul-u Fıkıh” dersi ise kaldırıldı. Komisyon toplantısında en önem verilen konulardan biri de okulda izlenecek metottu. Gerek bilimsel araştırmada ve gerekse öğretimde tetkik ve tenkit (araştırma ve eleştirme) metodu seçildi. Okulun ilk yıllarında Medeni Hukuk, Cezaiyat, İktisat, İlm-i Mali, Ticaret-i Berriye, Ticaret-i Bahriye, Devletler Umumi Hukuku, Devletler Hususi Hukuku, İdare Hukuku, Hukuk-ı Esasiye, Roma Hukuku ve Mukayeseli Kavanin, Siyasî Tarih ve Hukuk Tarihi kürsüleri bulunuyordu. Okulda ders verecek hocaların akademik unvanlarının ne olacağı konusu da komisyonda uzunca tartışılmıştır. O dönemde üniversite hocalarına ""müderris"" deniyordu. Ancak müderris unvanının medreseyi çağrıştırdığını düşünen Ankara Hukuk Mektebi kurucuları kendilerine bu unvan ile hitap edilmesini istemiyorlardı. Akla gelen bir diğer sıfat ""muallim"" idi. Ancak İstanbul Hukuk Fakültesi’nde ""muallim"" unvanının doçentliğe karşılık kullanılmasından dolayı, İstanbul’dan gelen Müderris Cemil Bilsel’in unvanının sanki doçentliğe düşürülmüş gibi algılanabileceği kaygısıyla bu unvan da kabul görmedi. Bu sebeplerle, Ankara Hukuk Mektebi’nin kurucuları ders verilecek kişilere “"müderris"” yerine “"profesör"” denmesine karar verdi. Böylece Ankara Hukuk Mektebi’nde öğretimin başlaması ile birlikte ""profesör"" unvanı Türk yüksek öğretim tarihinde ilk defa kullanılmış ve kelime Türkçeye girmiş oldu. Mustafa Kemal Paşa, “"Profesörler Meclisi"” adını alan komisyonun fahri başkanlığına, başvekil İsmet Paşa ise “"Türk Hukuk Tarihi fahri profesörlüğüne"” getirildi. Mahmut Esat Bey, Meclis Reisi görevini üstlendi ve “"İhtilaller Tarihi"” dersinin profesörlüğünü üstüne aldı. İstanbul Darülfünun müderrislerinden Cemil Bey, ""Reis Vekili"" yani fakülte dekan oldu. 11 profesörle eğitim-öğretim hayatına başlayan Ankara Adliye Hukuk Mektebi’nin öğretim elemanı sayısı zamanla yirmilere çıkmıştır. Ankara Adliye Hukuk Mektebi'nin ilk yıllardaki kadrosu şu şekildedir: Ankara Hukuk Mektebi 5 Kasım 1925 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (1. Meclis Binası) Genel Kurul Salonu'nda Mustafa Kemal Atatürk tarafından açılmıştır. Mustafa Kemal Atatürk, Ankara Adliye Hukuk Mektebi'nin açılışına atfettiği anlamı şu sözlerle dile getirmiştir:""Cumhuriyetin merkez-i idaresinde bir Hukuk Mektebi açmak vesilesi bugünkü içtimaimizi ihzar etmiş bulunuyor. Bugün şahit olduğumuz, hâdise, yüksek memur ve mütehassıs âlimler yetiştirmek teşebbüsünden daha büyük bir ehemmiyeti haizdir. Senelerden beri devam eden Türk İnkılâbı, mevcudiyetini ve zihniyetini, hayat-ı içtimaiyenin mebnâsı olan yeni esasat-i hukukiyede tesbit ve teyit etmek çaresine tevessül etmiştir... Cumhuriyetin müeyyidesi olacak bu büyük müessesenin küşadında hissettiğim saadeti hiçbir teşebbüste duymadım ve bunu izhar ve ifade etmekle memnunum.""Açılış konuşmalarından sonra Ankara Adliye Hukuk Mektebi’nin ilk dersini vermek üzere Hukuku Esasiye Profesörü Ağaoğlu Ahmet Bey Anayasa Hukukuna genel bir giriş yaparak okulun ilk dersini vermiş oldu. Tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı 5 Kasım 1925 tarihini hukuk eğitimimizde bir dönüm noktası olarak kabul etmektedir. Ankara Hukuk Mektebi eski bir kuruluş geleneğini takip etti, Tanzimat döneminde kurulan yüksekokullar ya Maarif-i Umumiye Nezareti’nin, ya da İstanbul Ticaret mektebi örneğinde olduğu gibi Ticaret ve Meadin Nezareti’nin bir-iki odasında kurulur, birkaç sene nezaretin içinde idare ederler, sonra ayrı bir binaya taşınırlardı. Ankara Adliye Hukuk Mektebi'nin ilk binası iki katlı ahşap bir bina olan ve telgrafhane olarak Kurtuluş Savaşı boyunca önemli görevler üstlenen binadır. Yatılı öğrencileri de barındıran bu binanın, fakülte müdürüne ve diğer fakülte üyelerine ait iki de eklentisi vardır. 5 Kasım 1925 tarihinde okul açıldıktan sonra, telgraf binasının boşaltılması geciktiği için dersler bir ay kadar Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yapıldı. Yatılı öğrenciler ise, okulun tadilat hazırlıkları yapılırken bir süre Yahudi Mahallesi’ndeki eski müstantik Mektebi’nde kaldılar. Tadilatlar tamamlanınca, eğitim Meclis binasından telgrafhane binasına; yurtlar da müstantik mektebinden, telgrafhanenin arka sokağında bulunan bir binaya taşındı. Yeni yurdun üst katındaki odalardan biri müdüre, birisi ise kalacak yer bulamayan hocalara ayrılmıştı. Medeni hukuk profesörü Veli Saltıkgil Bey ve ceza hukuku profesörü Baha Kaya Bey ev bulana kadar bu yurtta kalmışlardır. Yeni alınan yurt binası da yatılı 75 öğrenciyi barındırmakta yetersizdi. Bu nedenle binanın avlusuna 2 tane daha kerpiç bina yapıldı. Ankara Adliye Hukuk Mektebi’nin ilk yılındaki yatılı öğrencilerden biri olan ve sonradan 1948-1950 yıllarında Fakülte dekanı ve Ankara Üniversitesi Rektörü olarak görev yapacak olan Hüseyin Cahit Oğuzoğlu, yurt binasına yaptırılan bu 2 kerpiç bina ile ilgili olarak şu anısını paylaşır: "“Binalar kışlayı andırıyordu. Yağmur yağdığı zaman yatakların başına şemsiyeler açılır, herkes ıslanmamak için gerekli tedbirlere başvururdu. Burada kalan arkadaşların odalar içerisinde şemsiye açması nedeniyle son derece eğlenceli olaylar yaşanmıştı”."Ankara Adliye Hukuk Mektebi’nin ilk öğrencileri birçok yönden tarihe tanıklık etmiştir. TBMM, toplantı salonunu, kütüphanesini, zabıt kâtiplerini, matbaasını bir fakültenin kullanımına tahsis etmiştir. Öğrenciler, gerek eski meclis binasında, gerekse eski Telgrafhane Müdürlüğü binasında öğrenim görürken, TBMM’nin bazı oturumlarını ("örneğin 17 Şubat 1926 tarih ve 743 sayılı Türk Kanun-ı Medenisi ile 1 Mart 1926 tarih ve 765 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun görüşmelerini)" dinleyici sıralarından izlemişlerdi. Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu da TBMM’de kabul edilmeden Ankara Adliye Hukuk Mektebi'nde ders olarak okutulmaya başlanmıştır. 1925 yılı öğrencileri, Atatürk’ün Nutuk adlı eserinin 15-20 Ekim 1927 tarihinde okunduğu sırada TBMM’de hazır bulunmuş ve 6 gün boyunca bu eseri canlı olarak dinlemişlerdi. Mustafa Kemal Paşa da, kuruluşundan itibaren Ankara Hukuk Mektebi’ne son derece önem vermiş, dersleri ve sınavları sık sık izlemiştir. Nitekim Mustafa Kemal Paşa, Sadri Maksudi’nin bir sınavına girmiş, bu sırada sınavdaki öğrencilerden çok sınıfta bulunan hocalar ter dökmüşlerdi. Ankara Hukuk Mektebi’nin ilk öğrencilerinin tanıklık ettiği başka bir tarihî olay da İstiklâl Mahkemeleri’ydi. Yurtta kalan öğrenciler sabah okula giderken Ulus meydanında ve Karaoğlan’da göğüslerinde paftaları, sehpada geceden asılmış kimseleri görüyorlardı. 1927 yılında Bakanlar Kurulu Kararı ile Ankara Adliye Hukuk Mektebi, ""fakülte"" adını almış ve "Ankara Hukuk Fakültesi" olarak isimlendirilmiştir. Okula “fakülte” adının verilmesi ile Ankara Üniversitesi’nin temeli de atılmış kabul edilir. İlk kız öğrenciler 1927 yılından itibaren kabul edildi. 1925-1926 öğretim yılında kayıt yaptıran 300 öğrenciden 143’ü, 1927-1928 yılında derslerini tamamlayarak fakültenin ilk mezunları oldular. Ankara Adliye Hukuk Mektebi’nin ilk öğrencilerinden olan Hüseyin Cahit Oğuzoğlu, 1928 yılında 1 numaralı diplomayı alarak mezun olmuştur. Oğuzoğlu daha sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde dekanlık ve Ankara Üniversitesi’nde rektörlük yapmıştır. 1928 yılından sonra okul kapıları lise mezunu olmayanlara kapatıldı ve sınavlar kaldırıldı. Bu durum öğrenci sayısını ve dershane ve yatakhane ihtiyacını giderek artırır. Nitekim üçüncü yıl bir dershaneye daha gerek duyulur. Maliye vekaletinden Çankırı Caddesi'ne doğru inilen küçük sokakta sol kolda bulunan Mescit binası dershane olarak kullanılmaya başlanır. Üçüncü yıl telgrafhane binasındaki yemekhane, ikinci sınıf olarak kullanılır. Birinci sınıf ise mescitte kalır. Yemekhane ise bir ara Anafartalar Karakolu olan ve Adliye Vekaleti olarak kullanılan binaya yerleşir. Böylece okul iyice dağınık bir hale gelmiştir. Bu dağınıklık eğitimi olumsuz yönde etkilemektedir. Bu sebeple Dekan Cemil Bilsel'in girişimleriyle 1927 yılında yapımına başlanan ve ilkokul binası olarak tasarlanan (Ankara Opera Binası'nın karşısında İller Bankası binasının arkasında bululmaktadır) bina, 1929 yılında hukuk eğitimine devam etmek üzere Ankara Hukuk Fakültesine verilir. Binanın müteahhiti ise Vehbi Koç'tur. Yeni inşa edilen binanın Ankara Hukuk Fakültesi'ne tahsis edilmesinden sonra üç ders
haneden ikisi yeni binanın en üst katında, biri orta katında yer alacak şekilde düzenleme yapılır. Dekan ve müdür odaları ile kitaplık, tek dershanenin bulunduğu orta katta yer alır. En alt kat ise büro ve diğer ihtiyaçları karşılanmasına ayrılmıştır. Eski telgrafhane binası ile yeni kiralanan evkaf apartmanlarının üst katı yatılı öğrenciler için yatakhane olarak kullanılır. 1928-1941 yılları arasında Ankara Hukuk Fakültesi olarak kullanılan bu bina, bir süre Ankara Kız Sanat Mektebi ve Ankara Yüksek Öğrenim Vakıf Kız Öğrenci Yurdu olarak hizmet görmüş daha sonra üst katları Ankara Müftülüğü tarafından kiralanmış, bodrum katı ise, Vakıflar Genel Müdürlüğünce halka hizmet veren Aşevi olarak kullanılmıştır. Şu an Ankara Vakıf Eserleri Müzesi olarak hizmet vermektedir. 1940 yılında Ankara Hukuk Fakültesi Adalet Bakanlığı’ndan Millî Eğitim Bakanlığı'na devrolmuş ve 3 yıllık olan eğitim süresi 4 yıla çıkarılmıştır. Ankara Hukuk Fakültesi 1941 yılında mimarlığını ve müteahhitliğini Abdullah Ziya Kozanoğlu'nun yaptığı Cebeci yerleşkesindeki binasına taşınmıştır. Ankara Hukuk Fakültesi'nin bugünkü binasının tamamlanması 1946 yılına kadar sürmüştür. 1945 yılında Ankara Hukuk Fakültesi'nde doktora eğitimi başlamıştır. Ankara Hukuk Fakültesi'nin Cebeci yerleşkesine taşınmasından İki yıl sonra da yanı başında Cebeci ortaokulu olarak düşünülen binaya İstanbul’daki Mekteb-i Mülkiye nakledildi. İki okulun hocaları ekseriyetle müşterekti. Fakat talebesi bir arada ders görmemiştir. Prof.Dr.Ernst Hirsch 1943’te Ankara Hukuk Fakültesi'nde hocalığa başlamış 1952’ye kadar hoca olarak faaliyette bulunmuştur. Bu dünemde fakültede, hukuk felsefesi, hukuk sosyolojisi ve Ticaret Hukuku derslerini vermiştir. Ankara Üniversitesi'nin 18 Haziran 1946 tarihinde kurulması ile birlikte Ankara Hukuk Fakültesi Ankara Üniversitesi'ne hukuk fakültesi olarak bağlanmıştır. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi bünyesinde 1 Aralık 1954 tarihinde Türkiye İş Bankası tarafından Türkiye'de banka, sigorta ve ticaret hukuku alanındaki bilimsel araştırma, inceleme ve yayınları geliştirmek ve Türk banka ve ticaret hukukunu, çağdaş hukuk sistemleri arasında ileri bir seviyeye ulaştırmak amacıyla Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü kurulmuştur. 31.03.1979 yılında, Adalet Bakanlığı’nın önerisi üzerine, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Adalet Bakanlığı arasında imzalanan bir protokolle ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine bağlı olarak Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Adalet Meslek Yüksekokulu kurulmuştur. 2015 yılında kontenjanı 820'den 650'ye düşürülmüştür. Günümüzde Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi bünyesinde bulunan Anabilim Dalları şunlardır: Avrupa Birliği Hukuku Anabilim Dalı, Deniz Hukuku Anabilim Dalı, İş ve Sosyal Güvenlik, Hukuku Anabilim Dalı, Karşılaştırmalı Hukuk Anabilim Dalı, Medeni Usul ve İcra-İflas Hukuku Anabilim Dalı, Medeni Hukuk Anabilim Dalı, Roma Hukuku Anabilim Dalı, Ticaret Hukuku Anabilim Dalı, Milletlerarası Özel Hukuk Anabilim Dalı, Anayasa Hukuku Anabilim Dalı , Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku Anabilim Dalı, Genel Kamu Hukuku Anabilim Dalı, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı, Hukuk Tarihi Anabilim Dalı, İdare Hukuku Anabilim Dalı, Mali Hukuk Anabilim Dalı, Milletlerarası Hukuk Anabilim Dalı. 1950 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi kütüphaneside 24 bin ciltlik kitap koleksiyonu ile ülkenin en büyük hukuk ihtisas kütüphanesine sahip olduğu görülür. Günümüzde, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi kütüphanesi 150 binden fazla kitap ile hukuk alanında Türkiye'nin en büyük ihtisas kütüphanesidir. Ayrıca kütüphane bünyesinde nadir eserler koleksiyonundan oluşan bir müze de mevcuttur. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi bünyesinde 3 adet kütüphane bulunmaktadır: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi tarafından yayımlanan bilimesel dergiler şunlardır: ASP Active Server Pages ( Türkçe: "Etkin Sunucu Sayfaları") kısaca ASP, Microsoft'un ilk dinamik web sayfaları üretmek için geliştirdiği sunucu taraflı betik motoru. "Klasik ASP" ya da "ASP Klasik" olarak da bilinir. Bir ASP dosyasının içinde, özel nesneler ve VBS, JS, SQL kodları bulunur, bu sayfalar istemci tarafından istendiğinde sunucu öncelikle ASP içindeki kodları icra ederek, istemciye göndereceği bilgiyi oluşturur ve gönderir. Gönderilen bilgi genellikle HTML "(ya da SGML)" şeklindedir. Fakat sadece bunlarla sınırlı değildir, aynı şekilde bir grafik dosyası da oluşturulup, istemciye gönderilebilinir. ASP sayfaları HTML kodlarının içine ASP taglarıyla gömülü şekilde oluşturulduğu halde bir kez sunucu tarafından yorumlandığında saf HTML olarak döner. Kaynak kodlara bakıldığında ASP kodları görülmez. Bu kodlamacıların kaynaklarını saklamalarını kolaylaştırır. ASP'nin ortaya çıkış nedenlerinden birisi de CGI dillerinin Oturum (Session) ve Uygulamaların (Application) başından sonuna kadar izlenmesinin yetersiz oluşundandır. ASP altı adet tümleşik nesneyi barındırır. İstemciye HTTP içeriği ve çerez benzeri bilgileri gönderir. İstemci tarafından gönderilen bilgileri okur. Oturum bazlı değişkenleri tutar. Tüm istemcilerin paylaşabildiği değişkenleri tutar. Sunucu üzerinde kurulu veritabanı (ADO), dosya sistemi ve diğer kurulu kütüphanelere erişim sağlar. Hata yakalama metotlarını içerir. Basit örnekler. Bolvadin Bolvadin, Türkiye'nin Afyonkarahisar iline bağlı ilçe. Bolvadin, Anadolu'nun en eski yerleşim yerlerinden biridir. Mevcut vesikalara göre 10.000 yıllık geçmişi vardır. Bolvadin, antik "Paroreos Phrygia" vadisinde kurulmuştur. Bu vadide MÖ 8000'de yerleşik hayata geçilmiştir. Arkaik devirde bir site şehri olan Bolvadin, Afyon bölgesindeki 52 yerleşim biriminden birisiydi. Anadolu'daki bütün tarihî devirleri yaşamıştır. Romalılar zamanında Polybotum isminde il merkezidir. Üçhöyük mevkiinde mühim bir iskân merkezi olan Kayster Pedion şehri MÖ 401 yılında Persler tarafından yakıldıktan sonra Polybotum hızla gelişmiştir. Grek tarihçisi Ksnefon, "Anabasis" isimli kitabında Kayster Pedion şehri için "yolların birleştiği yerde kalabalık bir şehirdir" der. 133 yılında Polybotum'u ziyaret eden Roma kralı Hadrianus adına 3 cins para basılmıştır. Kralın heykelleri form ve agoraları süslemiştir. Bizans zamanında "Polybotos" ismiyle anılmıştır. Çevresine tesir eden kültür şehri olmuştur. Bizans'ın son zamanlarında Türk ve Arap akınlarının tesiri ile şehir küçülmüş, nüfus dağılmıştır. Bizans tarihçisi Anne Comnenus "Alexia" isimli eserinde bu şehrin çevresinin merkezi olduğunu yazar. 9. asrın başlarında büyük bir deprem geçirir. Şehrin surları ve binaları yıkılır. Bizans Kralı Aleksi Comnenus şimdiki Hisar Mahallesi'nin olduğu yere büyük bir kale yaptırır, halkın bir kısmı ile askerleri buraya taşır, büyük bir kımı ise Sivrihisar ve Seyitgazi'ye taşınır. 732 yılında Emevi komutanı Mesleme büyük bir ordu ile Bolvadin'e gelir. Burada Akrenon (Afyon) kalesi kuşatılır. Kuşatmada Seyyid Battal Gazi ve Peygamberimizin sahabesi Abdül Vahap Gazi yaralanır. Seyit Battal Gazi, Seyit Gazi'de; Abdül Vahap Gazi de Bolvadin'de ölürler. Türbeleri bu yerdedir. Bu olayların hatırası olan Sahabe Abdül Vahap Gazi'nin türbesi Eber Gölü kenarında bir höyük üzerindedir. Bolvadin, Malazgirt Meydan Muharebesi'nden sonra 1107 tarihinde yapılan Bolvadin Savaşı sonunda Emir Mengücek Bey tarafından Türklerin eline geçmiştir. Bolvadin Savaşı, Anadolu'nun Türkleşmesinde önemli bir rol oynamıştır. Türklerin eline geçtikten sonra Bolvadin'e Yazır, Avşar, Karkın, Çepni boyları gelip yerleşmişlerdir. Daha sonra aşiretlerin iskanları sırasında çeşitli aşiretler, cemaatler yerleştirilmiştir. Bugünkü Bolvadin ve civarındaki halkın kökleri bu aşiretlere dayanır. Bolvadin merkezinde Yazır, Peçenek, Karkın ve Çerkez aşiretleri etkindir. Daha sonra Sarıkeçili, Karakeçili ve Tekeli Yörükleri gelmişlerdir. Civarda ise Morcaali Türkmenleri (Kemerkaya), Oğuz Türkleri (Çay), Karabağ Türkmenleri (Büyükkarabağ, Ortakarabağ, Derekarabağ), Tabanlı Türkmenleri (Kurucaova Köyü), Selçuklu Yörükleri (Dişli Kasabası), Avşar Yörükleri (Özburun Kasabası), Karakeçili Yörükleri (Yörükkaracaören ve civarı) yerleşmiştir. Bolvadin Selçuklular zamanında "Karahisar-ı Devle" ismiyle anılan Afyon'a bağlı 10 kadılıktan birisi olup yeniden imar edilmiştir. Bu devirde 11 nahiyesi (Han, Bayat, Musluca, Göçmen Akviranı, Nevahi-i Barkınlı, İshaklu, Çay, Karamık, Şuhut, Karaadilli, Çölabat), 326 köyü, 11 mahallesi vardı. Büyük bir ticaret merkeziydi. Selçuklular'dan günümüze kadar yalnızca Alaca Camii ulaşmıştır. Alaca Çeşmesi ve Ali Efendi Camisi'nin yalnız kitabeleri ulaşabilmiştir. Mevlana'nın oğlu Sultan Veled, Afyon'u ziyareti sırasında "Bolvadin Mevlevihanesi"ni açmıştır. Bolvadin, Selçuklular yıkıldıktan sonra Eşrefoğulları, Sahipataoğulları ve Karamanlılar'ın eline geçmiştir. Bu devirde Eşrefoğlu Külliyesi ve Erkmenhisarı Camii yapıldı. Bu eserleriden günümüze Eşrefoğlu Camisi'nin kitabesi ve Erkmenhisarı Camisi'nin minaresi (Kırık Minare) gelebilmiştir. Bolvadin, Sultan I. Murat zamanında Osmanlı topraklarına katıldı. Osmanlı döneminde, önceleri Germiyan vilayetine (Kütahya), 1839'dan sonra Hüdavendigar vilayetine (Bursa) bağlı kaza merkezi oldu. 1850 yılında Muhassılığa yükseldi. Karahisar-ı Sahip Sancağı (Afyon) iki Muhassılığa ayrılmıştır: Büyük bir kültür merkezi olan Bolvadin'de ticari hayat ve sanat çok gelişmiştir. 1831 yılında yapılan nüfus sayımındaki istatistiklere göre 150 çeşit meslek grubu vardır. Ziraat Bankası 22. şubesini 1873 yılında Bolvadin'de açmıştır. Bunu takiben Osmanlı Bankası ve Akşehir Bankası da şube açmışlardır. Daha sonra Bolvadinliler 1 Haziran 1914 yılında, Osmanlı Döneminin ilk özel bankalarından olan "Bolvadin İktisadi Osmani Bankası"nı kurmuştur. Kültür hayatını temsil eden medreselere, tekkelere, ahi kuruluşlarına Selçuklular zamanında raslanır. Bu teşkilatlar Osmanlı zamanında gelişmiştir. Nakşibendi, Kadri, Rufai ve Şazeli tarikatlarının merkezi olmuştur. Arşivlerdeki vesikalara göre 14 tekke vardır. 1924 yılında medreselerin kaldırıldığı tarihte,
28 tane medrese bulunuyordu. Aynı tarihte Afyon'da 19, Sandıklı'da 6, Aziziye (Emirdağ)'de 1 medrese vardı. 1839'dan sonra medreselerin yanı sıra kurulan okullardan Bolvadin'de 7 ibtidaiye (ilkokul), 1 rüştiye (ortaokul) vardır. Ayrıca 63 tane sıbyan (mahalle mektebi) bulunuyordu. Bolvadin, Kurtuluş Savaşında stratejik yönden önemli bir merkez olmuştur. Birinci ve İkinci Ordu Bolvadin'de kurulmuştur. Cemal Kutay’ın değerlendirmesine göre Mehmet Fahrettin Koçak, “"az faniye nasip olacak bir şerefin sahibi"”dir. Zira Koçak, Yunan Başkumandanı Nikolaos Trikupis’i esir eden kıtalardan birinin Başçavuşudur ve esir düşman generalini Gazi Mustafa Kemal’in Başkumandanlık Karargâhına götürenler arasındadır. Mehmet Fahrettin Koçak Hicrî 1315’de Bolvadin’de doğmuş, 1978 yılında 79 yaşında vefat etmiştir. Bolvadin, 31 derece 2 dakika doğu meridyeni ile 38 derece 43 dakika kuzey paralelinin kesiştiği noktada, derin ve uzun bir alüvyon ova üzerine kurulmuştur. Ege bölgesi'nin İç Batı Anadolu kesminde yer alan Bolvadin güneyden Sultandağları, kuzeydoğudan Emirdağları ile çevrilidir. Ulaşım açısından İç Anadolu, Ege ve Akdeniz bölgelerini birbirine bağlayan kilit noktadadır. Deniz seviyesinden ortalama yüksekliği 1016 metre ve yüzölçümü 1108 km² dir. Afyon yüzölçümünün %12.85' ünü oluşturur. Bolvadin'in arazileri genellikle ovadır. İlçenin yüzölçümünün ortalama %40'ı tarımsal saha olup büyük bir kısmında tahıl üretilmekte, ikinci sırayı meyvelik, bağ ve bahçe sahaları almaktadır. İlçenin dağlarında sarı meşe, ardıç ve çam ormanları vardır. Bolvadin iklim bakımından İç Anadolu Bölgesi ile Ege Bölgesi arasında yer aldığından, zaman zaman karasal, zaman zaman ılıman hava kütlelerinin tesiri altında kalmaktadır. Genel olarak yazları kurak ve sıcak, kışları soğuk ve kar yağışlı geçmektedir. Bolvadin yeraltı suları bakımından zengin bir kuşakta yer almasına rağmen akarsular bakımından fakirdir. Bölgedeki tek akarsu Ahır Dağlarından doğup, Bolvadin'in güneyinden geçerek Eber Gölü'ne dökülen Akarçay'dır. Üzerinde Altıgöz, Develi, Kırkgöz ile Sırt köprüsü gibi köprüler vardır. Eber Gölü, Bolvadin'in güneydoğusunda bulunur. Bolvadin, Çay ve Sultandağı ilçelerine kıyısı vardır. Denizden yüksekliği 967 metre ve yüzölçümü 125 km² dir. Akarçay ve Sultandağlarından gelen sel suları ile beslenmekte olup, gölde yetişen kamış, hasırotu ile gölde bulunana sazan ve turna balıkları göl çevresinde bulunan köylüler için geçim kaynağı sağlamaktadır. Nüfus ve Vatandaşlık Genel Müdürlüğü tarafından Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) uygulamasıyla yapılan nüfus sayımlarının sonuçlarını açıkladı. Açıklanan nüfus sayımında Afyonkarahisar'ın Bolvadin ilçesinin merkezi nüfusu 52 bin'den 31 bin'e gerileyerek yüzde 40 azaldı. Nüfus ve Vatandaşlık Genel Müdürlüğü http://www.nvi.gov.tr internet sitesinde yayınlanan Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) uygulamasıyla yapılan nüfus sayımlarının sonuçlarına göre, Bolvadin ilçe merkezinde 15 bin 618 erkek, 15 bin 734 Kadın yaşıyor. Sayım sonuçlarına göre, ilçe merkezi ve ilçe genelinde kadın sayısı erkek sayısından fazla çıktı. Sayım sonucuna göre, Bolvadin'e bağlı kasabaların nüfusu ise şöyle: "Dişli Kasabası 3 bin 766, Kemerkaya Kasabası 2 bin 232, Özburun Kasabası 1 bin 966, Büyükkarabağ Kasabası 1 bin 621 olarak açıklandı." İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 4 belde, 12 köy ve 49 mahalleden oluşmaktadır. Bolvadin'de ekonomik hayat tarım, hayvancılık, ticaret ve sanayiye bağlıdır. Halkın geçim kaynağındaki ana unsur tarım ve hayvancılıktır. Buğday, arpa, mısır, nohut, fasulye, yeşil mercimek, şekerpancarı, haşhaş, ayçiçeği yetiştirilmekte; elma, armut, kayısı, vişne, kiraz gibi meyveler de üretilmektedir. Hayvancılıkta özellikle küçük baş hayvan yetiştiriciliği yaygındır. Bolvadin, il ve ilçelere sanayi mamulleri pazarlamaktadır. Bunlar emaye ürünleri, işlenmiş kereste, teneke, demir doğrama, kaymak, sucuk, yumurtadır. Bolvadin denince kaymak üzerinde durmak gerekir. Asıl kaymak Bolvadinli dilinde "camız" denen manda sütünden başkasından yapılmaz. Ancak son senelerde camız nüfusunda bir azalma olduğu söylenmektedir. Camız sütünün kendine has kıvamı, kokusu, yağ oranı ile kaymağın ham maddesi olarak önemli bir yeri vardır. Burada bir noktayı da belirtmekte fayda var, son zamanlarda Afyon otogarındaki satıcılardan kaymak istendiğinde "kaymak" diye verdiklerinin içinde süt bulunan şekerden başka bir şey olmadığını bilmek ve aldanmamak gerekir. Asıl Bolvadin kaymağı, halis sütün şeker gibi hiçbir katkı maddesi katılmamış halinin özel metodlarla yoğunlaştırılması olduğunu ve mutlaka Bolvadin kaymağının aranması gerektiğinin altını çizmek gerekir. Kasaba ve köyler de dahil nüfusun büyük bölümü bu şehirlerinde yaşamaktadır: İlçe çok miktarda yeraltı jeotermal kaynağa sahiptir. Afyonkarahisar - Konya yolunun üzerinde olan Heybeli Termal Tatil Köyü, Bizans döneminden beri kullanılan bir kaplıca olup, o dönemde "Kızılkilise" veya "Kızılkirse" adıyla bilinen, Bolvadin'in önemli bir turizm merkezidir. Bolvadin Belediyesi'nin işlettiği tesis, son yıllarda yapılan çalışmalar ile tam bir turizm merkezi haline gelmiştir. Bolvadin’e 37 km uzaklıktadır. Su sıcaklığı 46 °C ile 52 °C arasında değişmekte olup, pH değeri 6,8’dir. Bayramlarda ve yaz aylarında kapasitesini zorlayan tesis, bölgenin önemli bir termal tesisidir. Suyu şifalıdır. Birçok cilt hastalığına iyi gelmektedir. Bünyesinde 4 yıldızlı Özer Termal Otel'ini de barındırmaktadır. Büyük bir alana yayılmış olan tesiste; çim saha, basketbol sahası, çay bahçesi, çocuk parkı, 2 tane büyük havuz, 2 tane eski ve daha küçük havuz (Orta havuzlar) ve sayamadığımız birçok mekân vardır. Her devremülkte havuz vardır. Kırkgöz Köprüsü Bolvadin’in 6 km Güneyinde Bolvadin ile Sultandağı arasında Akarçay üzerindedir. Köprü hakkında ilk bilgiler Hitit tabletlerinde bulunmaktadır. Köprü 400 metre uzunluğunda 4 metre genişliğinde taş bir köprüdür İstanbul da başlayan ve Bağdat a kadar uzanan taş kaplı bir yolun parçasıdır. 400 metre olan bu köprünün 60 tane gözü vardır. Kırk göz denilmesinin nedeni Türk mitolojisinde 40 çokluğu ifade ettiği için 40 göz denmiştir. Yaşanılan dönemde Anadolu’yu doğuya bağlayan tek yol tek geçit burası olması köprünün değerini arttırmıştır. Köprünün önemi o kadar büyüktür ki bu köprüye sahip olan Anadolu’ya sahip olurmuş. Hititlerden sonra Frigler kullanmışlardır. Roma döneminde 2 kez tamir geçirmiş ilk tamiri Sezar bu köprüden geçeceği için yapılmış 2. tamiri Hadrianus döneminde MS 133 de gerçekleştirilmiştir. Roma, Bizans, Selçuklular dönemine ait bütün doğu ve batı seferleri, bu köprü üzerinde yapılmıştır Osmanlılar zamanında 1553 tarihinde kanuni sultan Süleyman Bizzat mimar Sinan’ı buraya getirerek burayı 2 defa tamir ettirmiştir ve ayrıca Bolvadin yönündeki 175 m'lik bölümü ile 22 gözünü Mimar Sinan yapmıştır. Köprünün gözlerine bakıldığında bu tamir farkları görülmektedir. Osmanlı döneminde köprünün yatağı üzerine bir de namazgâh eklenmiştir. Köprüden namazgaha girilen kapı üzerindeki beyaz mermer kitabeye bununla ilgili iki satırlık bir yazı yazılmıştır. Bugün bu kitabe Afyon Karahisar Müzesi’ndedir. Bolvadin türbe bakımından da zengin bir ilçedir. İbn Battuta İbn-i Batuta, (Tam ismi Ebû Abdullah Muhammed bin Abdullah bin Muhammed bin İbrahim Levâtî Tancî) (Arapça: أبو عبد الله محمد ابن عبد الله اللواتي الطنجي ابن بطوطة) (d. 24 Şubat 1304, Tanca - ö. 1369, Fes), Orta Çağın en büyük seyyahı ve Rıhlet-ü İbn Battûta diye bilinen seyahatnâmenin yazarıdır. Mensubu olduğu Levâte kabilesi Berberî asıllı olup Berka'dan Tanca'ya göçmüşlerdir. Maliki mezhebine mensuptur. İbn-i Batuta, 1325'te Mekke'ye hacca giden zengin, Faslı bir Müslümandı. Bu esnada yaşadığı maceralar onu daha uzaklara yolculuk etmeye sevk etti. İbn Battuta, Avrupalılarca çok az bilinen Afrika, Orta Doğu ve Uzak Doğu'ya cesur yolculuklar yaptı. Birçok ülkede kadılık görevinde bulundu ve Türkçe, Farsça dillerini biliyordu. 1325 yılında 20 yaşındayken hacca gitmeye karar verdi. Kuzey Afrika kıyılarından kara yoluyla Kahire'ye vardı. Daha sonra Nil kıyısından yukarı çıkarak Kızıldeniz'i aşıp Mekke'ye varmak istese de, yukarı Nil bölgesindeki kabilelerin bu sırada isyan halinde olmaları nedeniyle Kahire'ye geri dönmek zorunda kaldı. Bu sırada karşılaştığı bir ermiş ona Suriye'yi görmeden Hacc'a gidemeyeceği kehanetinde bulundu. Bunun üzerine Şam'a doğru yola çıktı ve Ramazan'ı orada geçirdi. Şam yolculuğu sırasında Kudüs, Beytülahim ve El Halil gibi kutsal kentleri ziyaret etti. Medine üzerinden Mekke'ye vararak hacı oldu. Ancak dönüş yolunda yolculuklarını sürdürmeye karar verdi. Bir kervana katılarak Mezopotamya sınırına doğru yol aldı ve Necef'te Ali'nin mezarını ziyaret etti. Burdan Basra yoluyla İsfahan'a gitti. Bundan yaklaşık on yıl sonra İsfahan Timurlenk tarafından yerle bir edilecekti. Daha sonra Şiraz'a ve Hülagü Han tarafından yağmalanmış olan Bağdat'a gitti. Burada son İlhanlı hükümdarı Ebu Said ile tanıştı ve onun kervanıyla bir süre yol aldıktan sonra Tebriz'e gitti. Tebriz, Moğol saldırılarına karşı koymayarak onlara kapılarını açtığı için bölgede yıkılmadan kalmış tek büyük şehirdi. İpek yolu üzerinde de yer aldığından bölgenin önemli bir ticaret merkezi olmuştu. Daha sonra ikinci kez hacı olmak için Mekke'ye döndü. Mekke'de bir yıl kalarak ikinci büyük yolculuğuna hazırlandı. Bu sefer Doğu Afrika kıyılarından güneye indi. İlk durağı olan Aden'de Hint Okyanusu üzerinden Arap Yarımadası'na gelen mallarla ticarete atılmaya ve bir servet sahibi olmaya karar verdi. Ancak bu planını uygulamaya koymadan önce 1331 yılının baharında son bir maceraya atılmaya karar verdi. Daha da güneye inerek Etiyopya, Mogadişu, Mombasa, Zanzibar ve Kilva'da birer hafta kaldı. Muson rüzgarlarının dönmesiyle gemisi Arap Yarımadası'na geri döndü. Burada yerleşik hayata geçmeden önce son bir seyehata çıkmaya karar verdi ve Umman'ı ve Hürmüz Boğazı'nı görmek için tekrar yola çıktı. Dönüşte tekrar bir yıl kadar Mekke'de kaldı. Bu
sırada Hindistan'daki Delhi Sultanı'nın hizmetine girmeyi kafasına koydu. Yolda kendisine gerekecek tercümanı bulmak için Selçukluların yönetiminde bulunan Anadolu'ya gitmeye karar verdi. Şam'dan bir Ceneviz gemisi ile Alanya'ya geçti. Buradan da Konya yoluyla Sinop'a gitti. Karadeniz'i geçerek Kırım'ın Kefe limanına vardı. Bu sırada Kırım Altın Ordu devletinin topraklarında bulunuyordu ve tesadüfen Altın Ordu Kağanı Özbeg'in kervanı ile karşılaştı. Volga nehrinin yukarısına doğru yol alan bu kervan ile Astrahan şehrine gitti. Astrahan'a vardıklarında Kağan hamile olan eşlerinden birinin doğum yapmak için memleketi olan Konstantinopolis'e dönmesine izin verdi. Bu seyahatte ona eşlik etmesi için İbn Battuta'ya izin verdi. İbn Battuta 1332 yılında Konstantinopolis'e gitti ve İmparator III. Andronikos ile görüştü. Aya Sofya'yı dışarıdan gördü. Bir ay Konstantinopolis'de kaldıktan sonra Astrahan üzerinden Hindistan'a gitmek için yola çıktı. 1332 yılında Hazar Denizi'nin ve Aral Gölünün çevresinden dolaşarak Afganistan'a, buradan da dağ geçitlerini aşarak Hindistan'a ulaştı. Hindistan'da Müslümanlık daha yeni yeni kabul görmeye başlamıştı. Delhi Sultanı gücünü sağlamlaştırabilmek için mümkün olduğunca çok bilgin ve memuru ülkesinde görevlendirmek istiyordu. İbn Battuta'yı da Mekke'de görmüş olduğu öğrenim nedeniyle kadı olarak görevlendirdi. Ancak Delhi Sultanı Muhammed bin Tuğluk o günün şartlarına göre bile oldukça dengesiz birisiydi. İbn Battuta kah lüks içinde kah güvensizlik içinde bir yaşam sürüyordu. Bu durumdan kurtulabilmek için tekrar hacca gitmek istediğini öne sürerek Delhi'den ayrılmak istedi. Sultan ise ona alternatif olarak Çin'e elçi olarak gitmeyi teklif etti. İbn Battuta bu teklifi hemen kabul ederek, hem yeni ülkeler görmek hem de Sultan'ın egemenlik bölgesinden uzaklaşmak fırsatını değerlendirdi. Ancak kıyıya doğru giden bir grup Hint isyancının saldırısına uğradı. İbn Battuta yoldaşlarından ayrı düştü, parası ve malları elinden alndı ve ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Neyse ki yoldaşlarını iki gün gibi bir sürede yakalamayı başardı. Kambay limanından güneybatı Hindistan'daki Kalküta şehrine yolaldılar. Burada İbn Battuta bir camiyi ziyaret ederken çıkan bir fırtınada sefer gemilerinden ikisi battı. Diğer gemi ise onu sahilde bırakarak denize açıldı ve birkaç ay sonra Sumatra'daki bir kral tarafından bu gemiye el konuldu. Delhi'ye başarısız olarak dönmekten korktuğu için burada Cemaleddin adlı dostunun koruması altında bir süre kaldı. En sonunda Çin'e gitmek üzere tekrar yola çıktı. Ancak önce Maldiv Adaları'na gitti. Burada öngördüğünden fazla kalmak zorunda kaldı. Çünkü yargıç olarak hizmet etmesi adalıların işine geliyordu. Onu tehdit ve rüşvetlerle adada kalmaya hem zorladılar hem de ikna ettiler. Kraliyet ailesine evlilik yoluyla bağlanması ve en yüksek yargıç konumuna getirilmesi onu adadaki yerel politikanın içine çekti. Daha özgür bir dünya görüşüne sahip ada toplumunun hoşuna gitmeyen birkaç sert karar vermesi onu Maldivleri terk etmek zorunda bıraktı. Seylan adasındaki kutsal Sri Pada tapınağını görmek üzere yelken açtı. Seylan'dan ayrılmak için bindiği gemi bir fırtınada batmak üzereyken başka bir gemi tarafından kurtarıldı ancak bu sefer de korsanların saldırısına uğradı ve sahile bırakıldı. Tekrar Kalküta'ya döndü. Buradan tekrar Maldiv Adaları'na gitti ve bu sefer bir Çin gemisine binerek sonunda amacına ulaştı. Çitatong, Sumatra ve Vietnam üzerinden Fujian eyaletindeki Quanzhou şehrine vardı. Buradan da kuzeye giderek Şanghay yakınlarındaki Hangzhou'ya ulaştı. Seyehatnamesinde daha da kuzeye Pekin'e kadar gittiğini söylese de bu inandırıcı bulunmaz. Quanzhou'ya geri döndüğünde artık eve dönmek istediğine karar verdi. Ama aslında artık gerçek evinin neresi olduğunu bilmiyordu. Kaliküt'e döndükten sonra kısa bir süre Muhammed bin Tuğluk'un yanına dönmeyi düşündüyse de sonradan bundan vazgeçti ve Mekke'ye doğru yola çıktı. Yolu, Sultan Ebu Said ölmüş olduğu için karışıklık içinde bulunan İlhanlı Topraklarından geçti. Şam üzerinden hac yoluyla Mekke'ye gitmek için bu şehre geldi. Şam'da babasının ölüm haberini aldı. Ölümler bu yıl boyunca peşini bırakmadı. Suriye, Filistin ve Arabistan'da bu sırada patlayan veba salgınına tanık oldu. Mekke'ye ulaştığında ilk yola çıkışından çeyrek yüzyıl sonra Mağrib'e dönmeye karar verdi. Son olarak Sardinya'ya uğrayarak Tanca'ya vardı ve annesinin de birkaç ay önce vefat etmiş olduğunu öğrendi. Ancak Tanca'da uzun süre kalmadı. Kastilya Kralı XI. Alfonso Cebelitarık'ı ele geçirmek için sefere çıkmıştı, İbn Battuta da şehri korumak için gönüllü olan bir grup Müslümanla birlikte Endulüs'e gitti. Ancak buraya vardıklarında XI. Alfonso'nun vebadan öldüğünü ve artık bir tehlike kalmadığını öğrendiler. İbn Battuta yolculuğuna zevk için devam etti. Valensiya'dan geçerek Granada'ya gitti. İslam dünyasında en az araştırdığı yer kendi ülkesi Mağrib'di. Bu yüzden Endülüs'ten dönüşünde bir süre Marakeş'te kaldı. Bu sırada Marakeş veba ve başkentin Fes'e taşınması nedenleriyle harap durumdaydı. Tekrar Tanca'ya döndükten sonra da yolculuklarını bitirmedi. İlk yola çıkışından iki yıl önce Mali hükümdarı Mansa Musa hacca giderken Tanca'dan geçmiş ve zenginliği ile nam salmıştı. Bu sıralarda dünyada çıkarılan altının yarısı Batı Afrika'dan geliyordu. Bu konuda pek fazla bir şey anlatmasa da duydukları ilgisini çekmiş olacak ki Sahra Çölü'nün öbür tarafındaki bu islam ülkesini ziyaret etmek için yola çıktı. 1351 sonbaharında Fas'dan ayrıldı ve bir hafta sonra yolu üzerindeki son Fas şehri olan Sijilmasa'ya vardı. İlk kış karavanlarından birine yazılarak bir ay sonra Sahra'nın ortasındaki Taghaza şehrine geldi. Taghaza tuz üretiminin getirdiği zenginlikle ve Mali altınlarıyla dolu da olsa İbn Battuta'nın üzerinde pek iyi bir etki bırakmadı. Çölün en zor 500 kilometresini geçerek Mali'deki Walata şehrine ulaştı. Daha da güneybatıya ilerledi. Burada kendisinin Nil nehri olduğunu sandığı Nijer nehri kıyılarından geçerek Mali'nin başkentine vardı. Burada 1341'den beri kral olan Mansa Musa tarafından ona gösterilen misafirperverlikten şüphe duysa da yine de 8 ay kaldı. daha sonra Nijer nehrini yukarıya doğru çıkarak Timbuktu'ya geldi. Bu sıralarda Timbuktu sonraki iki yüzyılda ulaşacağı zenginliğe ve büyüklüğe henüz sahip olmadığından gözüne küçük ve önemsiz göründü ve bu yüzden fazla kalmayarak Fas'a doğru eve dönüş yoluna geçti. Yarı yolda da zaten Mağrib Sultanı'nın onu saraya çağırdığı haberini aldı. 1353 Aralık'ında Fas'a kesin olarak döndü. Sultan Ebu İnan Faris'in isteği ile şair Muhammed İbn Cüzac'a anılarını dikte ettirmeye başladı. Böylece ortaya çıkan Rıhle'sindeki bazı yerler hayal ürünü olsa da dünyanın birçok yöresinin 14. yüzyıldaki halini en doğru ve açık şekilde anlatan elimize kalmış en önemli kitaptır. Rıhle'nin yayınlanmasından sonra İbn Battuta Fas'ta 22 yıl daha büyük saygı görerek yaşadı. Yüzyıllar boyunca İslam dünyasında bile Rıhle pek tanınmamıştır. Ancak 19. yüzyılda birçok batı dillerine çevrildikten sonra önem kazanmış ve İbn Battuta doğunun en bilinen isimlerinden biri olmuştur. Bugün aydaki bir meteor krateri ve Dubai'de koridorları onun araştırmalarıyla döşenmiş bir alışveriş merkezi onun adını taşır. Tümör Tümör, bir diğer adı ile de Ur, genel olarak dokularda gelişen herhangi bir şişliğe, daha sıklıkla kullanılan hali ile de iyi ya da kötü huylu kitlesel neoplazi dokusunun kendisine verilen addır. Tümörlerin temel 3 özelliği vardır. Bunlar: Tümör kelimesinin TDK'deki tanımı şudur: "Hücrelerin aşırı çoğalmasıyla dokularda oluşan ve büyüme eğilimi gösteren yumru" Bir neoplaziye ur (tümör) denmesinin nedeni, o neoplazinin geliştiği dokuda kendini bir şişkinlik ya da bir yumru olarak gösterebiliyor olmasından gelir. Tümör, vücuttaki tüm doku ve organlarda meydana gelebilir. Tümörler benign (iyi huylu) ve malign (kötü huylu) olabilirler. Malign olan tümörlere kanser denir. Benign tümörler kanser değildirler. Kanserler ilerledikçe başka doku ve organlara yayılırlar; buna metastaz denir. Benign tümörler ise yayılmazlar, sadece oldukları yerde büyüyebilir. Ayrıca tümörlerin histolojik(doku bilimi) olarak incelenmesi gerekir. Histolojik olarak incelenerek tümörlerin iyi huylu veya kötü huylu olduğuna karar verilir. Bir tümör metastaz yapıyor; yani bulunduğu bölgeden dolaşıma katılarak başka dokularda yeni tümör odakları oluşturuyorsa kötü huyludur. Kötü huylu tümörler de kendi içinde ikiye ayrılır. Epitelyal kökenli kötü huylu tümörlere karsinoma ya da kanser, mezenkimal kökenli kötü huylu tümörlere ise sarkoma denir. Tümörler'de tanı aşamasında klinik görünüm ve hastanın yaşı önem taşır. Genel bir kural olarak tümöral olgular sıklıkla yaşlı bireylerde gözlenir. Biyopsi yöntemiyle tümörden alınan doku histopatolojik incelemelerle karakterize edilir. Bu en çok kullanılan yöntemlerden biridir. Omurilik Omurilik, omurga denilen kemik bir yapının içinde boyundan kuyruk sokumuna kadar uzanan ve ortasında yine boydan boya bir kanal içeren merkezî sinir sisteminin bir parçasıdır. İlk lumbar, omurun alt kenarına kadar devam eder. Buradan itibaren sinirler atkuyruğu şeklinde yayılır. Yaklaşık olarak kadınlarda 43 cm, erkeklerde ise 45 cm uzunluğunda ve 35-40 gram ağırlığındadır. Omurilik soğanından gelen refleksleri kontrol eder ve tam olarak beyinde başlar. Omurilik, dışta ak madde ve içte "H" şeklinde bir boz maddeden oluşur. Ak madde miyelinli sinirlerden, boz madde ise sinir hücrelerinin gövde kısımlarından ve miyelinsiz sinirlerden oluşur. Omuriliğin dorsal boynuzu duyusal sinirleri alır, ventral boynuzu ise motorik sinirleri alır. Omurilik, vücutta istemsiz davranışları ve refleksleri kontrol eder. Vücuttan beyine gelen sinirler omurilikte çapraz yaparak gelir. Bu sayede vücudun sol tarafını beynin sağ lobu, vücudun sağ tarafını ise beynin sol lobu kontrol eder. Omurilikte sinir, dokunun en ilkel diziliş şekli korunmuştur. 33 omurdan meydana gelmiş olan omuriliğin üzeri beyin gibi üç katlı zarla çevrilidir. Bu
nların arasında da omuriliği sarsıntı ve darbelerden koruyan beyin-omur ilk sıvısı (BOS) bulunur. Omuriliğin sağından ve solundan düzenli sıralanmış 31 çift duyu ve motor siniri çıkar. İç kısımda gri maddeden (perikaryonlardan veya sinir hücre gövdelerinden), dış kısımda ise sinir liflerinden (aksonlardan veya ak maddelerden) meydana gelmiştir. Boz madde, ak madde içerisinde kelebeğe benzer bir yapıya sahiptir. Ak maddenin beyaz görünmesinin nedeni, aksonun içerdiği miyelin kılıfdandır. Boz maddenin sağ ve sol yanlarında yan, ön ve arka boynuzcuk olarak isimlendirilen üç kısım bulunur. Bu boynuzcukların görevleri şunlardır: Omur Omur, yani vertebra, omurgayı oluşturan 33-34 kemikten her birine verilen addır. Kafatasının hemen altından başlayıp kuyruk sokumuna dek uzanırlar. Omurgada 7 adet boyun omuru (servikal vertebra), 12 adet sırt omuru (torakal vertebra), 5 adet bel omuru (lomber vertebra), 5 sakral vertebra|sakral ve 4 de koksal vertebra bulunur. Bu 33 vertebranın ilk 24 tanesi birbirine eklemler aracılığıyla bağlanmıştır. Bunlara presakral vertebralar denilir. Kalan 9 vertebradan daha üstteki 5 tanesinin birleşmesinden sakrum meydana gelmiştir. En altta bulunan küçük ve tam gelişmemiş 4 vertebranın birleşmesinden koksiks denilen kemik meydana gelmiştir. Omurga Omurga 70 cm uzunluğundadır, içindeki omurilik ise 43–45 cm arasında değişir; yani omurilik columna vertebralis'ten daha kısadır. Omurga, kemikten, kıkırdaktan ya da her ikisinden oluşan iskeletin en önemli bölümü ve de temel eksenidir. Sırt boyunca uzanır ve vücuda destek sağlar. Omurgalılarda, omurilik Beyin sapından başlayıp, omurga içinde ikinci bel omuruna kadar uzanan ve bundan sonra fibröz (bağdokusu) bir kordon şeklindeki filum terminale denen kısımla devam eden merkezi sinir sisteminin önemli bir parçası. Beyin gibi omurilik de meninksler ismini alan (pia, arachnoidea ve dura) zarlar tarafından çevrilmiştir. Bu zarlar, beyin zarlarının devamıdır. Pia ve arachnoidea zarları arasında, beyin omurilik sıvısı bulunur. Bu sıvı, beyindeki özel boşluklarda bulunan koroid ağla ... iskeletin esasını ve vücûdun eksenini teşkil eden yapılar. Omurgayı meydana getiren her bir birime de “omur” denilir. Omurga, değişik sayıda ve yapılışta omurlardan meydana gelmiştir. İnsanların ve hayvanların çatısını, duruşunu, destek yapısını meydana getiren temel sistem. Kasların tutunduğu, iç organların muhâfaza edildiği organik yapı. İskelet; kireç şeklinde kalsiyum, silis, kıkırdak veya kemikten meydana gelebilir. Hareketli veya haraketsiz olabilir. ... Omur cisimlerinin kemikli balıklarda iki tarafı çukur, kuyruksuz Omur, yani vertebra, omurgayı oluşturan 33-34 kemikten her birine verilen addır. Kafatasının hemen altından başlayıp kuyruk sokumuna dek uzanırlar. Omurgada 7 adet boyun omuru (servikal vertebra), 12 adet sırt omuru (torakal vertebra), 5 adet bel omuru (lomber vertebra),5 sakral vertebra|sakral ve 4 de koksal vertebra bulunur. Bu 33 vertebranın ilk 24 tanesi birbirine eklemler aracılığıyla bağlanmıştır. Bunlara presakral vertebralar denilir. Kalan 9 vertebradan daha üstteki 5 tanesini (Kaynak gösterilmeli.). kurbağalarda arka, kuyruklu kurbağalarda ön yüzleri çukur, memelilerde iki tarafı da düzdür. Omurlar vücûdun bükülmesini sağlayacak destekleyici bir yapı şeklinde birbirine sıkıca bağlıdırlar. Omurga sütunu çok kuvvetli bir destek olmasına rağmen, aynı zamanda eğilebilir bir yapıdadır. Bütün omurgalılarda, iskeletin gövde kısmının esası omurgadır. İlkel balıklarda omurga kıkırdak hâlindedir. Meselâ bağabalıkları böyledir. Köpekbalıkları ve mersinbalıklarında ise omurga yarı kıkırdak, yarı kemiktir. Kemikli balıklardan îtibâren bütün omurgalılarda omurga kemikten yapılıdır. Balıkların omurları tek parçadır. Aralarında eklem yoktur. Bu yüzden omurgaları, ancak esnek bir çubuk gibi bükülebilir. Omurgalılarda, omurlar arasında eklemler meydana gelmiştir. Bu sûretle omurganın çeşitli yönlerde hareketi mümkün olur. Kurbağagillerde omurga bölgelere ayrılmağa başlamıştır. Boyun bölgesinde halka şeklinde tek bir omur, göğüs bölgesi omurlarında ise güdük kalmış kaburga çıkıntıları vardır. Kuyruksuzlarda, tek bir kuyruk sokumu omuru bulunur. Kuşlarda sırt, bel ve sağrı bölgeleri omurları kaynaşarak yekpare bir hâl almışlardır. Kaplumbağada ise, bu üç bölgenin omurları ile kaburgalar, bağaya yapışmıştır. Memelilerde omurga beş bölgeye ayrılmıştır. Bunlar, boyun, göğüs, bel, sağrı ve kuyruk sokumu bölgeleridir. Omurların üst üste sıralanması ve birbirine bağlanmasıyla gövdenin arkasında orta çizgide yer alan, gövdenin ağırlığını taşıyan, kafatasından leğen kemiğine kadar uzanan kemik sütun. Başın, gövdenin, göğüs ve karın boşluğundaki birçok iç organın ağırlığını taşımak ve bunlara sağlam bir destek olmaktır. Ayrıca baş ve gövdenin hareketlerini de sağlar. Bu arada omurga kanalı içindeki omurilik gibi çok ehemmiyetli bir organa sağlam ve emniyetli bir kılıf teşkil eder. Omurga, insanda, 33-34 adet omurdan meydana gelmiştir. Bu omurlardan ilk 24 tânesi, birbirleriyle, omurlararası disk denilen kıkırdakların bulunduğu eklemler aracılığıyla bağlanmışlardır. Bu omurlar üç gruba ayrılır. Bunlar 7 boyun omuru, 12 sırt omuru ve 5 bel omurudur. Kalan 9-10 omurun ilk beşinin birleşmesiyle kuyruk sokumu kemiği, en altta bulunan küçük ve tam gelişmemiş 4-5 tâne omurun birleşmesinden de kuyruk kemiği meydana gelmiştir. Omurganın çeşitli parçalarına âit omurlar arasında büyüklük ve şekil bakımından bâzı farklılıklar göstermekle berâber benzer ve hepsinde olan ortak özellikleri de vardır. Omurların benzerliği, yeni doğanlarda daha fazladır. Gelişme sırasında gittikçe artan ağırlık, hareket, gövdenin durumunda meydana gelen farklılıklar ve omurgaların çeşitli kısımlarına yapışan kasların tesirleri, omurganın bütün kısımlarında aynı olmadığından, omurlar arasında şekil farklılıkları ortaya çıkar. 1. ve 2. boyun omurları, başın değişik ve fazla hareketleri yüzünden diğer omurlara nazaran daha çok farklılaşmışlardır ve sırasıyla “atlas” ve “aksis” isimlerini alırlar. Omurganın, önden veya arkadan bakıldığında yana doğru eğrilmiş olması durumuna tıpta “skolyoz” denir. Acıpayam Acıpayam, Ege Bölgesi'nin güneydoğusunda bulunan, Denizli iline bağlı bir ilçedir. Bu bölgede tütün tarımı çoğunluklu olmakla beraber ismindeki "payam" sözcüğünü badem üretiminden de almaktadır. Ayrıca yöre "goku" isimli yemeği ile de ismini duyurmuştur. Net merkezi nüfusu: 55.971'dir.Acıpayam, coğrafi konum olarak Akdeniz Bölgesi'ndedir. Acıpayam, 1628 km² yüzölçümü ile Denizli'nin en büyük ilçesidir. Deniz seviyesinden yüksekliği 885 metredir. Anadolu Yarımadası'nın güneybatısında, Ege Bölgesi'nin güneydoğusunda yer almaktadır. Ege Bölgesi'nden Akdeniz Bölgesi'ne geçiş noktasında olan ilçenin doğusundaki, Burdur iline bağlı Çavdır, Yeşilova ve Gölhisar ilçeleri, batısındaki Tavas ve Beyağaç, kuzeyindeki Serinhisar ve Çardak, ve güneyindeki Köyceğiz ve Çameli ilçeleri ile sınırı bulunur. Büyükşehir kanunu dolayısıyla merkeze bağlı 14 belediye, 38 köy ile, ilçe merkezine mahalle statüsünde bağlanmıştır. Coğrafi yönden Ege Bölgesi içindedir. Ege Bölgesi ile Akdeniz Bölgesi geçiş noktasında olması nedeniyle değişken iklimi vardır. Kuzey kısımlarında göller Bölgesi'nin iklim özelliklerini taşır. Yazları sıcak ve kurak, kışları soğuk ve yağışlı, bazen de kışlar ılıman geçer. Güneye inildikçe Gireniz Vadisi boyunca Akdeniz iklimi hüküm sürer. Ovası yüksek olmasına karşın Akdeniz ikliminin ılımanlaştırıcı etkisi sayesinde iklimi, incir, pamuk, muz vb. yüksek sıcaklıklara gerek duyulan ürünler haricindeki diğer ürünlere gayet uygundur. Ovasının toprağı kumlu topraklardan oluşur ve oldukça bereketlidir. Ovanın tek sorunu, sulama kanalının bulunmayışıdır. Ovanın altında bol miktarda su bulunmaktadır. Bölgedeki çiftçilikle uğraşan halk, suyunu daha çok yeraltından gelen sondaj suyu ile sağlamaktadır. Ovadaki sulama genellikle bu şekilde yapılmaktadır. Buna rağmen bu ova, Denizli'deki en önemli tarım alanları arasındadır. İlçe kavunu ile meşhurdur ve bostan türü meyveler kolaylıkla yetişebilmektedir. Ovadan genellikle kavun,karpuz, lahana, ıspanak, domates, biber, elma ve daha akla gelebilecek pek çok ürün sağlanmaktadır. Acıpayam en eski adı Hamit Ovası'dır. Acıpayam, Isparta Sancağı'na bağlanmasıyla birlikte adı "Garbikaraağaç" olarak değiştirilmiştir. Germiyanoğulları zamanında ise adı, "Asikaraağaç" olmuştur. Bölgenin "Acıpayam" adını alışının nedeni tam olarak bilinmemektedir. Bölgede badem ağaçlarının çok oluşu ve badem ağaçlarının da acı oluşu nedeniyle "Acıpayam" adı verildiği kuvvetli ihtimallerdendir. Zaten bölgede bademe "payam" denilmesi bu adın yukarıdaki açıklamalardan ortaya çıktığını doğrulamaktadır. Acıpayam'da ilk yerleşim tarihinin M.Ö. 2000'li yıllara kadar gittiği kesindir. Diokayseria'nın tarihinin daha da eski olduğunu bilinmektedir. M.Ö. 1500 yıllarında, bölgede Hititleri hüküm sürmüştür. 200 ya da 300 yıl kadar devam eden Hitit egemenliğinden sonra Acıpayam ve yöresi, M.Ö. 1200 civarında İyonyalılar'ın egemenliğine geçti. M.Ö. 800 yılında ise, buralarda Lidyalılar hüküm sürmeye başladı. M.Ö. 456 yılında Persler'in hükümranlığına; M.Ö. 440 yılında ise Büyük İskender'in ordularınca, Makedonya topraklarına katıldı. Sürekli el değiştiren Acıpayam ve yöresi, M.Ö. 200 yıllarında Makedonya İmparatorluğu'nun dağılmasından sonra, Güney ve Honaz ilçelerinin olduğu yerlerde şehirler kuran Seleikos'ların eline geçti . Fazla uzun ömürlü olmayan bu devletlerden sonra, diğerlerine göre daha uzun süreli hükümranlık sürdürecek olan Roma İmparatorluğu, M.Ö. 133 yılında Acıpayam ve çevresini ele geçirdi. Milattan sonra 395 yılında Roma İmparatorluğunun parçalanmasından sonra, Acıpayam ve çevresi Doğu Roma İmparatorluğu'nun egemenliğine geçti. Doğu Roma'nın da dağılmasından sonra, Bizans hakimiyetine geçen Acıpayam, 1195 yılından itibaren Türk egemenliğine geçmiştir ve bu tarihten şimdiye kadar da Türk devlet ve beylikleri haricinde başka bir milletin egemenliği altına girmemi
ştir. Eldeki kaynaklara göre Acıpayam ve çevresi ilk olarak Afşın Bey tarafından fethedilmiştir. Bu tarihten sonra Denizli ve yöresi, Bizanslılar ve Selçuklular arasında sürekli el değiştirmiştir. 1097 yılında Selçuklu kervanları, Ladik (Denizli)'de soyulunca, Konya'daki Anadolu Selçuklu sultanı Kılıçarslan, Denizli'nin ikinci kez fethi için Mehmet Gazi ve Server Gazi'yi görevlendirdi. Mehmet Gazi ve Server Gazi emrindeki birlikler ile beraber, Burdur ve Isparta üzerinden Denizli sınırlarına geldiler. Mehmet ve Server Gazi beyler, yanlarındaki birlikler ile Çardak üzerinden Honaz'a (Colossia) geçtiler. Semerkandi Baba ve Beyazıt Han ise, emrindeki birliklerle Elma Dağı'nı geçerek Başsalan, Kazlar Yakası, Ada Tepe ve Diokayseria Antik Kenti (Yeşilyuva) etrafında, düşmanla amansız bir savaşa girdiler. En şiddetli ve kanlı çatışmalar, bugünkü Yeşilyuva'nın bulunduğu yerleşim alanı ile doğusundaki tepe arasında kalan dere içinde meydana gelmiştir. Binlerce insanın hayatını yitirdiği bu savaştan sonra, Diokayseria (Yeşilyuva) fethedildi. Binlerce şehite mezar olan bu tepeye, "Adak Deresi" adı verildi. Yeşilyuva'da türbesi yapılı olan Semerkandi Baba ve Beyazıt Han, burada şehit olmuşlardır. Yeşilyuva'nın Türk egemenliğine geçmesinden sonra, Semerkandi Baba adına bir zaviye kuruldu. Ucarı'da, Sıtlan Pınarı mevkisi ile Karahöyük'ün göl yerini çevreleyen arazilerden elde edilen yıllık gelirin dörtte biri, zaviyeye 'zeamet' olarak tahsil edildi. Kuyucak Köyü yakınlarında bulunan koruluk da bu zaviyeye verildi. Bu ilk fetihlerden sonra Bizanslılar adeta deliye döndüler. Zaman zaman Denizli ve yöresine saldırdılar. Düşmanlar sadece Bizans'la sınırlı değil, tüm Avrupa devletleri idi. Almanlar, Fransızlar ve diğer Avrupalılar, hem macera amacıyla, hem de Hristiyanlığı Anadolu'ya geri getirmek amacıyla, kuvvet toplamaya başladılar. 1147 yılında Fransa Kralı IV. Lui Komutasında binlerce asker, deniz yoluyla Efes'e gelerek buradan İzmir ve Aydın civarına çıktılar. Menderes Ovası'nı talan ederek, Ladik(Denizli)'e kadar geldiler. Türkler, Denizli'de büyük kayıplar verdiler. İntikam ateşiyle yanan Türkmenler ve Anadolu Selçukluları, (Hamit Ovası) Acıpayam Ovası'nda toplandılar. Serinhisar (Kızılhisar) yakınlarına, Honaz Dağı'nın güney eteklerine mevzilendiler. Düşmanla burada çok büyük çarpışmalar yaşandı. Fransa Kralı IV. Lui karanlıktan yararlanarak, bozulan ordusunu terkedip kaçtı. Bu savaş, tarihe Kazıkbeli Geçidi yakınlarında gerçekleştiği için, Kazıkbeli Savaşı olarak geçmiştir. Aynı senaryo 1176 yılında, bu kez Çivril ilçesi, Gümüşsuyu yakınlarındaki Düzbel mevkiinde denenecekti. Nitekim yine öyle olmuş, Selçuklu sultanı Kılıçarslan, VII. Lui ve İngiltere Kralı II. Henry'yi perişan etmiştir. 70 bin kişiden meydana gelen Haçlı ordusu, tarihte görülmemiş bir askeri deha eseri, darmadağın olmuştur. Kazıkbeli ve Düzbel'de umduğunu bulamayan Avrupalılar, bu yenilgilerini bir türlü hazmedemiyorlardı. Bu kez çok büyük bir kuvvetle, yine İzmir ve Aydın tarafından gelerek Denizli'yi ele geçirip, Karaağaç Ovası'ndan Burdur üzerine doğru ilerlediler. Tarihler ilk fetihlerden 100 yıl sonrasını, yani 1195'i gösterirken, Selçuklu sultanı Osman Bey ve Hüsamettin Bey, komutasındaki birlikleri düşman üzerine gönderdi. Düşmanla Isparta yakınlarında temasa geçildi. Burdur gölü kıyılarında büyük çatışmalar yaşandı. Düşman yine umduğunu bulamayarak geriye çekilmeye başladı. Bunun üzerine Hüsamettin Bey komutasındaki birlikler, Dinar üzerinden Çivril ve Çal tarafına gittiler. Dinar'da Hüsamettin Bey'den ayrılan İsa ve Mahmut Gazi beyler, Başmakçı üzerinden Anav'a (Çardak) geçtiler. Osman Bey komutasındaki birlikler Yeşilova'ya geldiklerinde, Abdi Bey ve Seyit Gazi beyler, Gölhisar tarafının fethine gittiler. Gölhisar ve çevresini düşmandan temizleyen Abdi Bey ve Seyit Gazi, Salda Gölü üzerinden Bayındır'a, oradan da Çardak'taki Gölcük Köyüne indi. Burada Mahmut ve İsa Bey'le Buluştular. Beylerli Kasabası'nda toplanan beyler, burada bir durum değerlendirmesi yaptılar. Cumalı Köyü'nde cuma namazı kıldıktan sonra Köpek Beli'ne hareket ettiler. Köpek Beli'nde çok şiddetli çatışmalar oldu. Abdi Bey burada yaralandı. Salda Gölü kıyısındaki revire getirildi. Abdi Bey'in kahramanlıkları, Selçuklu sultanına kadar ulaştı. Selçuklu Sultanı, Abdi Bey'i Sultanlık Payesi ile ödüllendirdi. Abdi Bey, 'Sultan' olarak anıldı. Salda Gölü kıyısındaki kaynağa da, 'Sultan Pınarı' adı verildi. Diğer taraftan Osman Bey ise, emrindeki birliklerle Hamit(Acıpayam) Ovası'nın fethine girişti. Artık sonbahar gelmiş, hava şartları değişmişti. Düşman, Osman Bey'in ani saldırı yapmasını bekliyordu. Ancak öyle olmadı. Osman Bey'in bilgi ve tecrübesi düşmanı şaşırtmıştı. Osman Bey saldırıyor, geri çekiliyordu. Bu ani saldırılarda düşmana büyük kayıplar verdiriliyordu. Düşmanın gücü iyice azalmıştı. Osman Bey, nihai sonuca ulaşmak için büyük bir taarruza girdi. Düşmanı Acıpayam Ovası'ndan sürüp çıkardı. Osman Bey bu savaşı sanki yata yata kazanmıştı. Bu savaştan sonra Osman Bey de, 'Yatağan Baba' olarak anılmaya başlandı. Savaş sonrası Yatağan'a yerleşen Yatağan Baba, Yatağan Kasabası'nın kurucusudur. Yatağan'a yerleştikten sonra bir de tekke kurdu. Tekke ve zaviyesi Türkiye Cumhuriyeti'ne kadar yaşatıldı. Türbesi Yatağan'dadır. Abdi Bey de Yatağan'a yerleşti. O da Osman Bey gibi bir tekke ve zaviye kurdu. Onun türbesi de Yatağan Kasabasındadır. Acıpayam Ovası'nın tamamen Türk egemenliğine geçişiyle birlikte Oğuz boylarından bazı boylar da, Karaağaç Ovası'na gelip yerleşmeye başladılar. İşte bu boylardan Oğuz Bey, Oğuz Köyü'ne, Kara Afşar Boyu'ndan iki boyda 'Karaağaç Baba' öncülüğünde bir kısmı Eşeler Dağı eteğine, -bugünkü Kumafşarı Kasabası'nın bulunduğu yere- bir kısmı da Elma Dağı'nın batısına, Karahöyükafşarı'na yerleştiler. Beylikler döneminde Acıpayam ve yöresi, Hamitoğulları Beyliği'ne bağlandı. Acıpayam ve yöresi bu dönemde 'Hamit Ovası' olarak biliniyordu ve bu isimle anılıyordu. Hamitoğulları döneminde Acıpayamlılar sakin bir hayat sürdüler. Bölgenin Germiyanoğulları'na bağlanmasıyla Acıpayam'da huzursuzluklar başladı. Merkezi Kütahya'da bulunan Germiyanoğulları, Hamit Ovası'na geldiler. Hamamkaşı ve Kazıkbeli'nde yol kesip kervanları soymaya başladılar. Avşar'lar ile sık sık sürtüşmelere girdiler. Avşarlardan bazıları Germiyonoğulları ile yakınlık kurmuş, bu durum Avşar Beyi Karaağaç Baba'yı çok kızdırmıştır. Ancak Avşarlar, Germiyanoğulları'na boyun eğmemiş, Karaağaç Ovası'ndan Germiyanları göndermeyi bilmişlerdir. İşte bu olaydan sonra Avşar Beyi Türküsü yakılmış, dilden dile günümüze kadar ulaşmıştır. Selçuklu döneminde Acıpayam Gölhisar'a bağlanmıştı ve Gölhisar da Hamitoğulları'na bağlı olduğu için ovaya "Hamit Ovası" ya da "Yeşil Sahra" denilmektedir. | (1316-1324). Karamanoğulları'nın eline geçen bölge daha sonra Osmanlıların eline geçti. Isparta Sancağı'na bağlandı. Isparta Sancağı da Karaağaç Bölgesi olması nedeniyle adı 'Batı Karaağaç' manâsına gelen "Garbikaraağaç" olmuştur. Doğu Karaağaç ise, bugün hâla Isparta'nın bir ilçesinin adı olan ve eski adını kullanan Şarkikaraağaç'tır. Yıldırım Bayezid'ın Timur'a esir düşmesiyle, Anadolu'da kargaşalar yaşandı. Germiyanoğulları eski nufüzunu tekrar kurmak isteyip de bölgeye hakim olamayınca, Acıpayam'ı "Asi Karaağaç" ilan ettiler. Asi Karaağaç, Burdur'un sancak olması ile birlikte, Burdur Sancağı'na bağlanmış; 1870 tarihli Osmanlı İdari Nizamnamesi ile burada bir ilçe kurulmasına karar verilmiş ve daha sonra Denizli Sancağı'na bağlanmıştır. 1871 yılında da 'ilçe teşkilatı' kurulmuştur. İlçeye bağlı 56 mahalle bulunmaktadır. P-sel sayılar "p"-sel sayılar, rasyonel sayıların "p"-sel norma göre genişletilmesiyle elde edilirler, "p"-sel sayılar cismi geleneksel olarak formula_1 simgesiyle gösterilir. Her "p"-sel sayı, "p" bir asal sayı ve "k" bir tam sayı olmak üzere formula_2 için şeklinde, formula_4 katsayılarının 0 ile "p-1" arasında değer aldığı bir açılıma sahiptir. Eğer bu açılımda sıfırdan farklı ilk formula_4 katsayısı formula_6 için gözleniyorsa, "z" sayısına "p"-sel tamsayı denir. "p"-sel tamsayılar halkası ise formula_7işaretiyle gösterilir. "p"-sel sayılar Alman matematikçi Hensel tarafından kurgulanmış ve Hasse, Tate gibi matematikçiler tarafından geliştirilmiştir. En önemli uygulamaları sayılar kuramı alanındadır. Aritmetiğin temel teoremi i) Birden büyük her doğal sayı, sonlu sayıda birtakım asal sayının çarpımı olarak yazılabileceğini ifade eden teoremdir. ii) Bu ayrılış ise sıra düşünülmeksizin tektir. i) Bu teorem'in ispatı, "olmayana ergi" yoluyla yapılır. Teoremin gerçek olmadığı varsayılır ve bir çelişki aranır. a)Söz konusu sayı asal sayı ise 1 ile kendisinin çarpımına eşit olacağından teorem ispatlanır. b)Sayı asal sayı değil ise kabulden hareket ederiz. Varsayalım ki "c" asal çarpanlarına ayrılamayan en küçük doğal sayı olsun. Bu durumda c asal olamayacağından 1<n ve m<c olacak şekilde m ve n doğal sayıları vardır ki c = m.n elde edilir. Fakat c sayısını asal çarpanlarına ayrılamayan en küçük doğal sayı aldığımız halde, bu kabuller altında m ve n asal çarpanlarına ayrılmış oldu. Bu durumda bir çelişkiye varıldığından ispat tamamlanmış olur. ii) c sayısı asal sayı ise yukarıdaki ispata benzer şekilde bir ile kendisinin çarpımına eşittir. Eğer c bileşik sayı ise tanım gereği m ve n doğal sayıları vardır ki 1<m<c ve 1<n<c olmak üzere m.n=c şeklinde yazılabilir. m ve n doğal sayılarının her ikisinin de asal olması durumunda teorem ispatlanmış olur. Eğer değilse aynı yorumlar m ve n için de yapılarak tümevarımla ispatlanmış olur. Asal sayı Asal sayılar, sadece iki pozitif tam sayı böleni olan doğal sayılardır. Sadece kendisine ve 1 sayısına bölünebilen 1'den büyük pozitif tam sayılardır. Öklid'den beri asal sayıların sonsuz olduğu kabul edilir. Asal sayılar hakkındaki pek çok soru günümüzde hâlâ cevaplanamamaktadır. Asırlardır asal sayılar üzerinde birçok teorem ortaya atılmış ve ispat edilmiştir. Asal sayıların bulunması için çeşitli formüller üretilmeye çalışılmış
, fakat bunların hiçbirisi bir sonuca varamamıştır. Sayılar Teorisi'nin en önemli uğraşısı asal sayılar hakkındaki bu tür sorulardır. Asal sayılar ayrıca kriptografi alanında yapı taşlarıdır. 1 sayısı günümüzde ne asal ne de bileşik kabul edilir ve özel bir durumu vardır. Geçmişte pek çok matematikçi 1'i asal sayı olarak kabul ediyordu. 1'in asal olarak kabul edilmesine dayanarak yapılan birçok çalışma geçerliliğini hâlâ sürdürmektedir: Stern ve Zeisel'in çalışmaları gibi. Henri Lebesgue, çalışmalarında 1'i asal olarak ele alan son profesyonel matematikçi olarak bilinir. 1 asal olarak ele alındığında bâzı teoremlerde değişikliğe gidilmesi gerekir. Örneğin tüm pozitif tam sayıların "yalnız bir şekilde" asal sayıların çarpımları şeklinde yazılabileceğini söyleyen aritmetiğin temel teoremi, geçmişteki asal sayı tanımına göre geçerli değildir. Aritmetiğin temel teoremi 1'den büyük tüm tam sayıların asal sayıların çarpımları şeklinde yazılabileceğini, üstelik yazımın da (asal çarpanların değişik sıralanması hariç) yalnız bir şekilde (teklik) olacağını söyler. Bir sayının asal çarpanlara ayrılmasında bir asal sayı birden fazla tekrar edebilir. Dolayısıyla asal sayılar, doğal sayıların "temel inşa taşları" olarak düşünülebilir. Örneğin, 23244'ü şu şekilde asal çarpanlarına ayırabiliriz:23244 = 2 × 3 × 13 × 149 ve 23244'ün diğer asal çarpanlara ayırış şekilleri yukarıdaki ile aynıdır, fakat asal sayıların sıralaması değişik olabilir. Büyük sayılar için değişik asal çarpanlara ayırma algoritmaları vardır. Aralarındaki fark iki olan asal sayılar hakkındaki İkiz Asallar konjektürü. Asal sayıların doğal sayılar içerisindeki dağılımı hakkındaki hipotezdir. Asal sayılarla ilgili Goldbach hipotezi, görünürde doğru gözükse de halen ispatlanamamıştır. ""Her çift sayı iki asal sayının toplamı mıdır?"" ""'Örneğin: Asal bir a sayısı için (2 – 1) biçiminde yazılan sayılara Mersenne sayıları denir. Örneğin: İkiz asallar İkiz asallar, aralarındaki fark 2 olan asal sayılar. Örneğin 3-5, 5-7, 11-13 ikiz asallardır. 2-3 çifti hariç iki asal sayı arasındaki fark da zaten en az 2 olabilir. İkiz asalların sonsuz tane olmasına ilişkin soru, sayılar kuramının yıllardır çözülememiş en büyük problemlerinden birisidir ve "ikiz asallar sanısı ( varsayımı, kestirimi) olarak adlandırılır. "Hardy-Littlewood sanısı" ikiz asalların dağılımı üzerine "asal sayılar teoremi" ne benzer bir varsayımda bulunur. Viggo Brun, ünlü " eleme metoduyla" bir x sayısından küçük ikiz asal sayıların sayısının, x/(log) den küçük olduğunu göstermiştir. Bu sonuç da bütün ikiz asal sayı çiftler toplamının yakınsak olduğunu göstermektedir (bakınız Brun sabiti). Bu tüm asal sayı çiftlerinin toplamının ıraksadığına terstir (p ve p' asal sayılar ve k bir doğal sayı olmak üzere p-p'=2k, bu genellemeden k=1 için ikiz asallar varsayımına gidilir; bahsi geçen tüm asal sayı çiftlerin toplamı k değişken olmak üzere p ve p'lerin toplamıdır). Brun ayrıca her çift sayının, en fazla 9 tane asal çarpanı olan iki tane sayının farkı olarak sonsuz biçimde ifade edilebileceğini göstermiştir. Chen Jingrun'un ünlü teoremi göstermektedir ki herhangi bir m çift sayısı için m ile aralarında en fazla 2 tane asal çarpanı olan bir sayı kadar fark olan asal sayılardan sonsuz tane vardır. 3'ten büyük her ikiz asal sayı çifti, bazı n doğal sayıları için, (6n-1 , 6n +1) şeklinde ifade edilir. Öyle ki n, 1'e eşit değildir ve 0, 2, 3, 5, 7 ile sonlanmak zorundadır. m ve m+2 sayı çifti ancak ve ancak 2005 yılına gelindiğinde bilinen en büyük ikiz asal sayı çifti 16869987339975 · 2 ± 1 dir. Macar Zoltán Járai, Gabor Farkas, Timea Csajbok, Janos Kasza ve Antal Járai tarafından 2005 yılında bulunmuş olup 51779 haneli sayılardır. 4,35 · 10 e değin yapılan tüm asal sayı çiflerin deneysel analizi göstermektedir ki x den az çift sayısı x·f(x)/(log x) dir. Burada f(x) küçük değerli x ler için yaklaşık 1,7 dir ve x sonsuza giderken yaklaşık 1,3 e kadar azalır. f(x) 'in limit değeri "ikiz asal sabiti" ne eşit olduğu varsayılmaktadır. Bu varsayım ikiz asallar sanısını gerektirmektedir ki hâlâ çözümsüzdür.Türk bilim adamlarından Cem Yalçın Yıldırım'ın da aralarında bulunduğu bir grup bilim adamı bu konu ile ilgili önemli araştırma çalışmaları yapmaktadırlar. Cebirin temel teoremi Matematikte cebirin temel teoremi karmaşık değişkenli polinomların köklerinin varlığıyla ilgili temel bir sonuçtur. D'Alembert-Gauss teoremi olarak da anılmaktadır. Teoremin açık bir ifadesi şöyledir: Sonuç olarak, katsayıları tamsayı, rasyonel sayı veya gerçel sayı olan ve sabit olmayan her polinomun en az bir karmaşık kökü vardır; çünkü tam sayılar, rasyonel sayılar ve gerçel sayılar da aslında birer karmaşık sayıdır. Bu sonuç elde edildikten sonra, her polinomun karmaşık sayılar cismi olan formula_1 'de çarpanlarına ayrılabileceği görülebilir; yani daha doğru bir şekilde dile getirilirse, her polinom derecesi kadar sayıda doğrusal fonksiyonların çarpımı şeklinde yazılabilir. Bu doğrusal fonksiyonların üniter olması isteniyorsa bu çarpımın başına bir karmaşık sayı eklenir. Polinom bu son anlatılan şekilde çarpanlarına ayrılmaya çalışılırsa, böyle bir ayırma tek bir şekilde yapılabilir. Matematiksel bir dille şu ifade edilmektedir: Eğer formula_2 ise ve "n" dereceli bir polinomsa, eşitliği yazılabilir ve bu eşitliğin bu şekilde yazılabilmesi sadece tek bir şekilde yapılabilir. Bu şekilde yazıldıktan sonra, polinomun köklerinin formula_5 olacağı açıktır. Burada polinomun köklerinin birbirinden farklı olmak zorunda olmayacağına dikkat edilmelidir. Cebirin temel teoremi, her ne kadar cebirin ve teoremin kanıtlanmasından sonra üretilmiş matematiğin büyük bir bölümünün geliştirilmesinde önemli bir yere sahipse de, isminin içerdiği "cebir" kelimesi teoremi dar bir alana sokmamalıdır. Zira, bu teoremin tamamen cebirsel olan bir kanıtı bile yok gibidir. Teoremin bu isimle anılmasının sebebi teoremin kanıtlandığı dönemde cebirin kendini "denklemler kuramı" yani polinomların çözümüyle uğraşan bir kuram olarak tanımlamasıdır. Ancak, kanıtın yapıldığı zamandan bu yana cebirin kapsamına giren fikirler artmışsa da teoremin ismi değişmeden kalmıştır. Teorem, kendine matematiğin içinde oldukça geniş bir uygulama bulmuştur. Örneğin, doğrusal cebirde özyapı dönüşümlerinin indirgenmesinde önemli bir yere sahiptir. Yine analizde, rasyonel fonksiyonların ayrışımında ve daha birçok teoremin kanıtında kullanılmaktadır. Cebirin temel teoreminin birbirine denk olan değişik ifadeleri mevcuttur: Örneğin, 1+i karmaşık sayısı formula_6 polinomunun bir köküdür. Bu halde, teorem "P"(X) polinomunun bir kökünün varolduğunu ifade eder; ancak bu kökün nasıl bulunacağını açıklamaz. Köklerin varlığı ilgili bu ifade aslında karmaşık sayılar cisminin bir özelliğini de tanımlamaktadır. Katsayılarını bir "F" cisminden alan, tek değişkenli ve derecesi en az 1 olan her polinomun yine bu "F" cismi içinde bir kökü varsa, "F" cismine cebirsel kapalı cisim adı verilir. . Teorem bu yüzden şu şekilde de ifade edilebilir: Bu sonuç, aynı zamanda bir polinomun bölünmesi bağlamında da, yani karmaşık katsayılı çarpanlarının çarpımına eşit olması anlamında da ifade edilebilir: Teorem, derecesi n olan ve karmaşık katsayılı "a""X" +... + "a""X" + "a" şeklindeki polinomların "a"("X" - α)...("X" - α) halinde de yazılabileceğini işaret eder. Burada, 1'den k'ye kadar değişen her α polinomun bir köküdür. Burada, farklı k'ler için α'ler eşit olabilir. Bu durumda, α'ye "katlı kök" adı verilir. Cebirin temel teoremi, katsayıları gerçel sayı olan polinomlar ele alındığında şu dengi ifadelere karşılık gelmektedir: Peter Rothe (Petrus Roth), 1608'de yayımlanan "Arithmetica Philosophica" adlı kitabında gerçel katsayılara sahip n'yinci dereceden bir polinom denkleminin n tane çözümünün "olabileceğini" yazmıştır. Albert Girard, 1629'da yayımlanan "L'invention nouvelle en l'Algèbre" adlı kitabında n'yinci dereceden bir polinom denkleminin n tane çözümünün olduğunu yazmıştır. Dahası, bu ifadesinin "denklem eksikli olmadıkça" geçerli olduğunu ifade etmiştir. Ancak, ne demek istediğini detaylı bir şekilde açıkladığında, aslında ifade ettiği önermenin her zaman geçerli olduğuna inandığı ortaya çıkmaktadır. Mesela, x4 = 4x − 3 eksikli değildir; ancak yine de 4 kökü vardır:1 (iki kere), −1 + i√2, ve −1 − i√2. Yukarıdaki dengi ifadelerde de ifade edildiği gibi cebirin temel teoremini izleyen ifadelerden biri de sabit olmayan ve gerçel katsayılara sahip bir polinomun derecesi bir veya 2 olan, gerçel katsayılı polinomların çarpımı şeklinde yazılabileceğidir. Ancak, 1702'de Leibniz a'nın reel olduğu ve sıfıra eşit olmadığı x4 + a4 türündeki hiçbir polinomun bu şekilde yazılamadığını şöylemiştir. Sonraları, Bernoulli yine aynı ifadeyi bu sefer x4 − 4x3 + 2x2 + 4x + 4 polinomunu kastederek vermiştir. Ancak, 1742'de Euler'den bahsi geçen polinomun şeklinde yazılabildiğini belirten bir mektup almıştır (Burada α, 4 + 2√7 sayısının kareköküdür.). Euler, ayrıca olduğundan da bahsetmiştir. Teoremi ilk kanıtlama girişimi 1746'da d'Alembert tarafından yapılmıştır; ancak kanıtı eksikti. Kanıtın sorunlarından biri de Puiseux teoremi olarak da bilinen bir teoremi varsaymasıdır ki bu teorem bu kanıtın yapılmaya tarihten 100 yıl sonra kanıtlanmıştır. Dahası, bu kanıt da cebirin temel teoremini varsayar. Teoremi kanıtlama girişimi euler tarafından (1749'da), de Foncenex tarafından (1759'da), Lagrange tarafından (1795'te) yapılmıştır. Bu dört girişimin hepsi de Girard'ın ifadesine dayanmaktadır. 18inci yüzyıl sonunda, köklerin varlığını varsaymayan iki kanıt yayınlandı. Bunlardan biri James Wood tarafından verilmişti ve genel çerçevede cebirsel bir kanıttı; ancak zamanında pek de önemsenmedi. Wood'un verdiği kanıtın aynı zamanda cebirsel bir açığı vardı. Diğer kanıt ise Gauss tarafından 1799'da verilen kanıttı ve genel çerçevede geometrik bir kanıttı; ancak topolojik bir açığı vardı. Bu açık, Alexander Ostrowski tarafından 1920'de kapatılmıştır. Tamamen titizce hazılanmış bir kanıt Argand
tarafından 1806'da verilmiştir ve ilk defa burada cebirin temel teoremi gerçel katsayılı polinomlardan değil de karmaşık katsayılı polinomlardan bahsederek ifade edilmiştir. Gauss, daha sonra biri 1816'da ve diğeri de ilk verdiği kanıtın değişik bir hali olmak üzere 1849'da iki kanıt daha yayımlamıştır. Teoremi ve kanıtını içeren ilk kitap Cauchy'nin Cours d'analyse de l'École Royale Polytechnique (1821) adlı kitabıdır. Argand'ın kanıtını içermektedir; ancak Argand'a herhangi bir atıf yapılmamıştır. Bu bölümde dahil edilen kanıtların neredeyse hepsi bir şekilde analizden en azından gerçel ve karmaşık fonksiyonların sürekliliğini kullanacak derecede faydalanmaktadır. Bazı kanıtlar türevi ve hatta analitik fonksiyonları kullanmaktadır. Bu yüzden, aslında cebirin temel teoreminin ne temel ne de tamamen cebirsel bir özelliği mevcuttur. Teoremin bazı kanıtları sabit olmayan ve gerçel katsayılara sahip polinomların karmaşık bir köke sahip olacağını kanıtlamaktadır. Ancak, bu tür kanıtlar yine de teoremin en genel halini kanıtlamakta yeterlidir; çünkü "p"("z") karmaşık katsayılara sahip sabit olmayan bir polinomsa polinomunun sadece gerçel katsayıları olacaktır. Dahası, "z" eğer "q"("z") 'yi sıfır yapan bir sayıysa yani "q"("z") 'nin köküyse, o zaman ya "z" ya da "z" 'nin eşleniği "p"("z") 'nin kökü olacaktır. Teoremin cebirsel yöntemleri kullanmayan kanıtlarının büyük bir kısmı "büyüme önsavı" da denilen şu gerçeğe dayanmaktadır: baskın katsayısı 1 olan "n" 'yinci dereceden bir polinom |"z"| yeterince büyükken aslında "z" gibi davranır. Daha kesin bir ifade ise şöyle verilebilir: öyle bir "R" sayısı vardır ki |"z"| > "R" iken şu eşitsizlik sağlanır: Kanıt 1: |"z"| ≥ "r" iken |"p"("z")| > |"p"(0)| olacak şekilde orijin merkezli ve "r" yarıçaplı bir kapalı "D" diski alalım. "D" tıkız olduğu için |"p"("z")| fonksiyonunun minimumum "D" üzerinde vardır ve dahası bu minimum "D" 'nin sınır üzerinde değildir. Minimumun var olduğu nokta "z" ise, o zaman minimum mutlak değer ilkesi kullanılarak "p"("z") = 0 elde edilir. Başka bir deyişle, "z" "p"("z") 'nin bir sıfırıdır. Kanıt 2: Kanıt 1'in biraz daha değiştirilmiş haliyle teorem yine kanıtlanabilir. Kanıt minimum mutlak değer teoremi kullanmadan yapılabilir (bu tür kanıtların birçoğu Cauchy integral teoremini veya sonuçlarını kullanır); ancak bu kez yapılan şey minimum mutlak değer teoreminin polinomlar için basit adımlarla kanıtlanmasıdır. Daha kesin bir ifadeyle, çelişki yoluyla kanıt yapmaya çalışırsak, formula_14 olsun. O zaman, formula_15 'yi formula_16'ın kuvvetleri halinde açıp şu şekilde yazabiliriz: Burada, formula_18'ler formula_19 polinomunun katsayılarıdır ve formula_20 de sabit terimden sonra sıfır olmayan ilk terimin indeksini temsil etmektedir. Ama, formula_21 'a yeteri kadar yakın formula_22'ler için bu polinomun asimptotik olarak formula_23 polinomuna benzer davrandığını gözlemleyebiliriz. Başka bir deyişle, formula_24 ifadesi formula_21 noktasının belli bir komşuluğunda pozitif bir formula_26 sabiti tarafından sınırlandırılmıştır. Bu yüzden, formula_27 tanımlarsak ve formula_28 alırsak, o zaman yeteri kadar küçük pozitif formula_29 sayısı için üçgen eşitsizliğini de kullanarak elde ederiz. "r", 0'a yeteri kadar yakın olduğunda, üstte |"p"("z")| için bulunan bu üst sınır |"a"| 'dan kesinlikle daha küçük olacaktır ve bu da "z" 'ın tanımıyla çelişmektedir. Kanıt 3: Bu bağlamda elde edilen bir başka kanıt ise, "D"'nin dışında|"p"("z")| > |"p"(0)| olduğunu gözlemlenmesine ve bu yüzden |"p"("z")| 'nin karmaşık düzlemdeki minimumunun "z" gerçekleşmesine dayanmaktadır. |"p"("z")| > 0 ise, o zaman 1/"p" karmaşık düzlemin tümünde sınırlı bir holomorf fonksiyon olur. Karmaşık düzlemin tümünde sınırlı olan holomorf bir fonksiyonun sabit olması gerektiğini belirten Liouville teoremi kullanılarak 1/"p" 'nin sabit olduğu sonucuna ulaşılır. Bu yüzden "p" de sabit olur. Ama bu çelişkidir ve bu yüzden "p"("z") = 0 olmalıdır. Kanıt 4: Bir diğer kanıt ise arguman ilkesini kullanmaktadır. Pozitif bir "R" gerçel sayısı seçelim öyle ki "p"("z") 'nin köklerinin mutlak değerinin her biri bu "R" sayısından küçük olsun. Böyle bir "R" sayısı vardır; çünkü sabit olmayan ve derecesi "n" olan bir polinomun en fazla "n" tane sıfırı olduğunu biliyoruz. "r" > "R" koşulunu sağlayan her "r" için sayısını ele alalım. Burada, "c"("r") 0 merkezli, "r" yarıçaplı ve saatin tersi yöndeki çemberdir. O zaman, arguman ilkesi kullanılarak bu sayının "p"("z") 'nin 0 merkezli ve "r" yarıçaplı açık daire içinde sahip olduğu sıfır sayısı N'ye eşit olduğu elde edilir. "r" > "R" olduğu için bu aynı zamanda "p"("z") 'nin toplam sıfır sayısına eşittir. Diğer taraftan, "n"/"z" 'nin "c"("r") boyunca alınan integralinin 2π"i" 'ye bölünmesiyle "n" sayısı elde edilir. Ama, o zaman bu iki sayı arasındaki fark şöyle olur: Sağdaki integralin içinde bulunan rasyonel ifadenin payını derecesi en fazla "n" − 1 iken, paydanın derecesi ise "n" + 1 dir. Bu sebeple, yukarıdaki ifadedeki farkı temsil eden sayı, "r" sonsuza giderken 0'a yaklaşmaktadır. Ancak, bu sayı aynı zamanda "N" − "n" sayısına eşittir. O zaman, "N" = "n" olmalıdır. Kanıt 5: Bir başka kanıt ise doğrusal cebir ve Cauchy integral teoreminin birleştirilmesinden elde edilir. Derecesi "n" > 0 olan her karmaşık polinomun bir tane sıfırı olduğunu göstermek için "n"x"n" lik her karmaşık matrisin karmaşık bir özdeğerinin olduğunu göstermek yeterlidir. Çelişki yöntemiyle tartışalım: "A", "n"x"n" lik karmaşık bir kare matris olsun ve "I" de "n"x"n" lik birim matris olsun. resolvent fonksiyonunu ele alalım. "R(z)" karmaşık düzlemde tanımlı ve matrislerin vektör uzayında değerler olan bir meromorf fonksiyondur. "A" 'nın özdeğerleri, kesinlikle "R(z)" 'nin kutuplarıdır. Varsayımımızdan dolayı "A" 'nın özdeğeri olmadığı için, o zaman "R(z)" tam fonksiyon olur ve Cauchy integral teoremi sayesinde elde ederiz. Diğer taraftan, "R(z)" 'yi geometrik seri olarak açarsak elde ederiz. Bu formül, yarıçapı ||"A"|| ("A"'nın operatör normu) olan kapalı diskin dışında geçerlidir. Bu halde, "r" > ||"A"|| alalım. O zaman, elde edilir. Burada sadece toplamdaki indeksin "k" = 0 olduğu durumda integralin değeri 0 olmaz. Bu bir çelişkidir. O yüzden, "A"'nın özdeğeri vardır. P ile NP arasındaki ilişki P harfi "polynomial", NP harfleri ise "non-deterministic polynomial" ifadelerini temsil eder, Türkçe karşılıkları "polinom" ve "belirleyici olmayan polinom"dur. "P eşittir NP?" ise hesaplama teorisi'nin en temel ve meşhur problemidir. Hesaplama teorisinde, bazı tip problemlerin çözümü için en etkili algoritmaların çalışma süresinin girilen verinin büyüklüğüne bir polinom cinsinden bağlı olduğu bilinmektedir (buna polinomsal zamanda çalışan algoritma adı verilir), bu tür problemler P kategorisindeki problemlerdir. Mesela verilen formula_1 basamaklı bir sayının asal olup olmadığını kontrol etmek için çalışma süresi formula_2 mertebesinde bir polinomla hesaplanabilen bir algoritma vardır. Dolayısıyla verilen bir sayının asal olup olmadığının araştırılması P kategorisinde bir problemdir. Buna karşılık bir diğer grup problem vardır ki bunlar için sorulan soruya girilen verinin büyüklüğüne polinom mertebesinde bağımlı bir sürede cevap verecek bir algoritma bilinmemektedir. Fakat bu tür bazı problemler için eğer bir şekilde cevabı tahmin edebiliyorsak, tahminimizin doğruluğunu sınamak için veri büyüklüğüne polinom mertebesinde bağımlı sürelerde çalışacak algoritmalar vardır. Bu tür problemler, yani bir tahminin doğruluğunun kontrolü için çalışma süresi verinin büyüklüğüne polinom cinsinden bağımlı bir algoritma olan problemler de NP kategorisini oluştururlar. Örnek olarak verilen formula_1 basamaklı bir sayının asal çarpanlarının neler olduğu sorusunu düşünebiliriz. Bu sorunun cevabı için bilinen en iyi algoritmanın çalışma süresi formula_1 sayısına bir polinom cinsinden değil de eksponansiyel fonksiyonlar cinsinden (formula_5 misali) bağımlıdır (buna üstel zamanda çalışan algoritma denir), fakat bu problem için eğer bir şekilde cevabı tahmin edebiliyorsak tahminimizin doğruluğunu sınamak için formula_1 sayısına polinom mertebesinde bağımlı bir sürede çalışacak bir algoritma mevcuttur. Dolayısıyla verilen bir formula_7 basamaklı sayının asal çarpanlarının neler olduğu sorusu NP kategorisindedir. Bu iki kategoriden NP'nin P'yi içerdiğini görmek kolaydır. Eğer bir sorunun cevabını verinin büyüklüğüne polinom mertebesinde bağımlı sürede çalışacak bir algoritmayla bulabiliyorsak, bu soruya cevap olarak üretilmiş bir tahminin doğruluğunu da verinin büyüklüğüne polinom mertebesinde bağımlı sürede çalışacak bir algoritmayla kontrol edebiliriz. Bunun için verilen sorunun cevabını verecek algoritmayı çalıştırıp, onun verdiği cevabı kendi tahminimizle karşılaştırmak yeterlidir. "P=NP?" problemi bunun tersinin de doğru olup olmadığını sorar. Yani NP kategorisinde olup da P kategorisinde olmayan problemler var mıdır? Veya diğer bir dille asal çarpanların bulunması için polinom mertebesinde bir sürede çalışacak bir algoritma gerçekten yok mu yoksa var da biz mi bulamıyoruz? Bu alanın uzmanlarının çoğunun görüşü bu tür algoritmaların gerçekten de var olmadıkları için bulunamadığı (yani P nin NP'ye eşit olmadığı) şeklinde ancak bu soruya kesin bir cevap verilebilmesi şimdilik çok zor gözüküyor. Süreklilik hipotezi Bütün sonsuzlar eşit değildir. 19. yüzyılın sonunda Alman matematikçi Georg Cantor'un ispatından beri gerçel sayılar'ın sayısının doğal sayılar'ınkinden fazla olduğu biliniyor. Daha da doğrusu gerçel sayılar'ın sayısının doğal sayılar'ın alt kümelerinin sayısına eşit olduğu. Genelde formula_1 ile doğal sayılar'ın sayısı ifade edilirken, bu durumda gerçel sayılar'ın sayısının formula_2 olduğunu görüyoruz. Süreklilik hipotezi bu iki sonsuzluk arasında başka mertebelerde sonsuzluk olup olmadığı sorusunu sorar. Avusturyalı matematikçi Kurt Gödel bu soruya verilecek negatif bir cevabın kümeler teorisi ile tutarlı olduğunu, ABD'li matematikçi Paul Cohen ise bu soruya verilece
k pozitif bir cevabın da kümeler teorisiyle tutarlı olduğunu ispatlamışlardır. Dolayısıyla bu soru bir matematik sorusu olmaktan çıkıp bir matematik felsefesi sorusuna dönüşmüştür. Visual Basic Visual Basic, Microsoft tarafından, Basic programlama dili üzerinde geliştirilmiş, olay yönlendirmeli, üst seviye, nesne tabanlı ve görsel bir programlama dilidir. Öğrenilmesi de kullanılması da oldukça kolaydır. Çok kısa sürede değerleri 100'lerce doları aşabilen programlar oluşturabilirsiniz. En güzel özelliklerinden birisi ise Windows ile tam uyumlu olmasıdır. Windows bileşenlerine (API, COM gibi )erişmek çok kolaydır ayrıca ActiveX Component gibi bir özelliği kullanma yeteneğine sahiptir. Yani bir işi yapabilecek bir programcık için saatlerce uğraşıp yaptığınızda bunu ActiveX olarak yaparsanız daha sonraları aynı özelliği kullanmanız çok kolaylaşır. Görsel programlama için basit bir tanım yapmak gerekirse ""göz göre göre program yapmak"" diyebiliriz. Bu programlama anlayışı; önceki yıllarda kullanılan temel programlama dillerindeki bir düzenleyici (editör) ekran üzerine satır satır yazılan programlamanın yerine, Grafiksel Kullanıcı Arabirimi (GUI)’nin ve bu arabirim içerisinde program geliştirme amacıyla bulunan Entegre Geliştirme Ortamı (IDE) adlı bir araçlar koleksiyonunun almasıyla ortaya çıkmıştır. Visual Basic'e gelince, öncelikle Basic programlama dili temel alınarak ortaya çıkarılmış olduğunu söylemek gerekir. Basic (Beginners-All Purpose Symbolic Instruction Code) kelime anlamı olarak ""Yeni Başlayanlar İçin Çok Amaçlı Sembolik Talimat Kodu"" anlamına gelmektedir. Basic metin tabanlı düzenleyiciler (editörler) arasında en çok rağbet göreni olmuştur. Başlangıçta çok basit programların geliştirilmesi amacıyla kullanılırken, bu ilgi dolayısıyla gitgide gelişerek son halini almıştır. Microsoft, Visual Basic dilinin değişik türevlerini oluşturmuştur. Microsoft Office gibi yazılımlar içerisinde otomasyon oluşturabilmek için geliştirilmiş bir yapıdır. ASP ( "Active Server Pages" ) web Platformunun standart dilidir. Visual Basic sözdizimine dayalıdır. ASP ve VB Script, ASP.NET ile aynı şey değildir. ASP.NET, Visual Basic.Net ile benzer kategoridedir. Visual Basic.NET, Visual Basic 6.0 Platformunun varisi olmakla birlikte farklı bir yapıdır ve .NET Frame work üzerinde çalışır. Bu Platform Visual Basic dilinin Obje Temelli özelliklerini güçlendirmek için atılmış bir adımdır. Ancak Visual Basic dilinin onu ileri seviye bir dil yapan kullanıcı dostu özelliklerinden ödün verildiği söylenebilir. Visual Basic programlama diline ait tüm komutları ve bunların kullanım kurallarını bilmeniz oldukça güçtür. Bu nedenle programlarınızı hazırlarken birçok defa yardım almak amacıyla bir kitaba ya da internete ihtiyaç duyarız. İnternette programlama üzerine hazırlanmış yardım alabileceğimiz pek çok site mevcuttur. Bunun yanı sıra Visual Basic programlama dili kendi içerisinde de bir yardım menüsü barındırmaktadır. F1 tuşuna basılarak yardım menüsü görüntülenebilir. Visual Basic'de yardım alabilmemiz için, bunların kütüphanelerini yani yardım içeriğini barındıran MSDN ("Microsoft Developer Network")'yi kurmamız gereklidir. MSDN’i Visual Basic kurulumu tamamlandıktan sonra karşınıza gelecek olan uyarı ekranını takip ederek kurabilirsiniz. Ancak Visual Basic kurulum CD'lerinin tamamına ya da MSDN kurulum dosyalarına ihtiyacınız olacaktır. Yardım ekranı, internet sayfasına çok benzeyen bir görüntüye sahiptir. ""Contents"" yazan bölümden konu başlıklarına göre istediğiniz başlığı seçerek, ""Index"" bölümünden tüm başlık ve alt başlıkları alfabetik sıraya uygun şekilde inceleyerek ya da aradığınız konunun ilk harflerini girerek, ""Search"" bölümünden ise aradığınız konu içeriğini yazıp o konu ile ilgili tüm başlık ve alt başlıklara ulaşarak arama yaptırabilirsiniz. Aranıp bulunan konunun üzeri tıklanarak aynen bir web sayfasında olduğu gibi yan tarafta görüntülenmesi sağlanabilir. ""Favorites"" kısmı ise arama için değil daha çok eski yapmış olduğumuz aramalara kolay ulaşmak için kullanılır. Örneği araştırıp bulduğunuz bir konu ile ilgili yardım ekranı açık iken, "Favorites" kısmına gider ve ""Add"" butonuna basarsanız, orada yer alan listeye o sayfanın eklendiğini göreceksiniz. Bir konu ile ilgili yardım sayfası görüntülenirken, bir sayfaya sığmayabilir bu durumda araç çubuğunda yer alan ""Forward"" butonu yardımıyla ilerlenebilir. Konu ile ilintili olabileceğini düşündüğünüz bir alt başlığa gitmek için ""Next"", bir üst başlığa gitmek için ise ""Previous"" butonu kullanılabilir. Arayıp bulmuş olduğunuz konu ile ilgili açılan sayfanın hemen üstünde ""See Also"", ""Example"", ""Specifics"", ""Applies To"" ve ""Tasks"" gibi linklerin birini ya da birkaçını görebilirsiniz. Bunlar eğer var ise bu konuyla ilintili başka konuları, örnekleri, özellikleri, uygulamaları görmenizi sağlar. Ayrıca sayfanın içerisinde, konu anlatımı sırasında altı çizili ve mavi renkte göreceğiniz kelimelerinde, o kelimelerle ilgili yardım sayfalarına sizi yönlendiren birer link olduğunu belirtmemiz gerekir eğer link belirtmezseniz düzgün bir sonuç çıkartamazsınız. codice_1 Kod içinde yeşil yazıyla yazan kısım, bir açıklama metnidir. Yani yazmış olduğunuz kodun ne anlama geldiğini istediğiniz şekilde yazabilirsiniz, programınızı daha sonra güncellemek isterseniz ve hangi kodun ne işe yaradığını unutmamak isterseniz, yeni bir satıra geçip veya kodun bulunduğu satırın sonuna bir tane tek tırnak ( ' ) işareti koymalısınız, daha sonra boşluk bırakarak açıklamanızı yazabilirsiniz. codice_1 İki sayıya işlem yaptırma kodu bu kadar basittir, istediğiniz işlemi yaptırmak için kod içinde geçen artı (+) işareti yerine; eksi (-), çarpma (*), bölme (/), tam sayı bölme (\), bölümün kalanını gösterme (mod) gibi işaretleri ya da kısaltmaları yazabilirsiniz. Fransa'daki futbol kulüpleri listesi Hollanda'daki futbol kulüpleri listesi Yunanistan'daki futbol kulüpleri listesi "Liste 2010-11 sezonuna göre oluşturulmuştur." İspanya'daki futbol kulüpleri listesi "Liste 2010-11 sezonuna göre oluşturulmuştur." Temmuz'da Temmuz'da (Özgün adı: "Im Juli"), yönetmenliğini Fatih Akın'ın yaptığı, başrollerde Moritz Bleibtreu,Christiane Paul, Mehmet Kurtuluş ve İdil Üner'in oynadığı 2000 yılı Almanya yapımı 99 dakikalık film. Türü romantik, komedidir. Aynı zamanda bir yol filmi olan Temmuzda, birçok festivalde yer almış ödüllü bir yapımdır. Film o dönem 5 milyon mark (DM) bütçe ile çekilmiştir. Fatih Akın, Okan Bayülgen'in Zaga programında film hakkında "...Bir aşk hikâyesi güzel hatunlar var arabalar falan yol hikâyesi işte..." ve "...Bir Alman herif bir Türk kızına aşık oluyor Türkiye'ye geliyor yani..." demiştir. Sosyal hayatı pek olmayan içine kapanık fizik öğretmeni "Daniel", güzel bir işportacı olan "Juli"’den bir yüzük satın alır. "Juli", yüzüğün ona aşkta şans getireceğini söyler. Gerçekten de aynı gece "Daniel", "Melek" adında bir Türk kızına sırılsıklam aşık olur ve onun peşinden İstanbul’a gitmeye karar verir. Uçakta yer bulamayınca Hamburg’dan Türkiye’ye doğru arabayla yola koyulur. Otoyola çıkmadan hemen önce arabasına şehirden bir an önce ayrılmak isteyen bir otostopçuyu alır. Bu Juli’den başkası değildir. "Daniel"'in kendisine aşık olacağını hayal eden "Juli", onun peşini bırakmaya pek niyetli değildir... Almanya'da başlayan ve İstanbul Ortaköy'de sonuçlanacak bir yolculuk başlar. Bu çılgın yolculukta "Daniel" kendini yeniden keşfedecek, dayak yiyecek, baştan çıkarılacak, soyulacak, ilk kez uyuşturucu kullanacak ve Türk sınır güvenlik görevlileri tarafından tutuklanacaktır. Ancak, bu olayları yaşarken mutluluğu için savaşmayı öğrenecektir. İngiltere'deki futbol kulüpleri listesi Ligler 2009-10 sezonuna göre yazılmıştır. Yeniköy, Şumnu Yeniköy (Bulgarca: "Visoka Polyana"), Bulgaristan'da Deliorman bölgesinde Şumnu iline bağlı bir Türk köyüdür. Eski kayıtlada adı 'Olluklu Yeni Köy' olarak da geçer. Osmanlı İmparatorluğu'nda inşa edilen ilk demiryolu olan Rusçuk-Varna arasındaki demiryolu köyden geçmektedir. Köyün çevresinde bir zamanlar geniş alanları kaplayan ormanlar varken, zamanla düzlük olan bölgelerde ağaçlar köklenerek tarım alanları açılmışsa da yine de etraftaki köylere göre ormanlar oldukça büyük alanlar kaplar. Yeniköy'ün komşuluğunda Razgrad ili köyleri Işıklar (Samuil) Kınalı (Huma) ve "omran köy" bulunur. Köyün kuruluşu ile ilgili hikâyelere göre komşuluğundaki Studenica (Sucazköy), Trem (Omran köy) ve Baykovo (Baykocalar) veya Kınalı (Huma) köylerinden gelen aileler tarafından kurulmuştur. Köy ile ilgili Osmanlı arşivlerinde şu ana kadar incelenen en eski kayıt 1686 yılındandır. Muhtemelen zamanla çevredeki köylerden gelenler de buraya yerleşmiştir. Nüfusunun tamamı Müslüman Türklerden oluşmaktadır. Yeniköy nüfusu 1961 yılında 1200 kişiyi geçmişken daha sonra çok sayıda ailenin Türkiye'ye, bazılarının da şehirlere göç etmesiyle gittikçe azalmıştır. 1989 yılında nüfusu 700 kişi civarındayken yine büyük bir göç dalgasıyla yarıdan fazlası köyden ayrılarak mülteci olarak Türkiye'ye göçmüş ve büyük bölümü evlerine dönmemiştir. 2007 yılındaki son nüfus sayımında 275 kişinin yaşadığı tespit edilmiştir. Köyde yaşayanların yarıya yakınını emekliler oluşturmaktadır, göçmenlerin terkettiği çok sayıda ev yıkılmaya başlamıştır.Köy (Kel Aliço) Kel pehlivanıyla'da meşhurdur. Donanım Donanım, bir iş ya da görevin yapılması için sahip olunan alet-edevat, demektir. Günlük kullanımda bu sözcük genellikle bilgisayar donanımı kavramını çağrıştırır. Uyku Uyku tüm memelilerde, kuşlarda ve balıklarda gözlenen doğal dinlenme biçimidir. Bu canlılar günlük işlevlerini gerçekleştirebilmek için uykuya ihtiyaç duyarlar. Uyku tam anlamıyla şuursuzluk olarak nitelendirilemez. İnsanlarda yeterli uyku alınmaması unutkanlık, asabiyet, dikkat dağınıklığı gibi sorunlara neden olabilir. Ayrıca gereğinden fazla uyku depresyon gibi rahatsızlıklardan kaynaklanıyor olabilir. Uyku bozukluğu kimi insanlarda kronik hale gelip
çok büyük sorunlara neden olabilmektedir. Uyku insan ömrünün en az 1/3'ünü oluşturur. Vücudun dinlenmesini ve beynin bir gün önce aldığı bilgiyi işlemesini sağlar. Uyku, 24 saatlik döngüde doğal olarak yerini almaktadır. Kişinin kolaylıkla uyandırılabildiği, değiştirilmiş bilinçlik halidir. Kişilerin uykudaki davranışlarını ve EEG kullanarak onların beyin dalgalarını inceleyen bilim insanları, uyku sırasında gerçekleşen olaylara dair kanıtları ortaya koyarlar. Uyanıkken ya da uyurken beyin dalgaları, beyindeki milyarlarca nöronlar arasındaki elektrik trafiği sonucunda üretilir. Uyku aynı zamanda hafızanın yeniden yapılandırılması ve psikolojik yenilenme için gereklidir. Rüya insanların uyurken deneyimlediği olaylardır. Nedenleri, kaynakları ve anlamları üzerine geliştirilmiş farklı anlayışlar bulunsa da, genel olarak iki kolda gelişen rüya çalışmalarından bahsedilebilir. Bunlar psikiyatri gibi bilim dallarının teorileri ile metafizik dinsel açıklama çabalarıdır. Sunucu (bilişim) Sunucu (), bilgisayar ağlarında, diğer ağ bileşenlerinin (kullanıcıların) erişebileceği, kullanımına ve/veya paylaşımına açık kaynakları barındıran bilgisayar birimi. Bir ağda birden fazla sunucu birim bulunabilir. Karşıtı istemci () dir. Çeşitleri de vardır: Shared Hosting (paylaşımlı barındırma), Co-Location, Reseller ve Dedicated (atanmış) Hosting. Paylaşımlı barındırmada bir sunucuda birden fazla alan () barındırılabilir. Co-Location, kendi sunucunuzu özel hazırlanmış veri merkezlerinde yüksek hızda hizmet bağlantısı ile kullanıma açmanızı sağlar. Dedicated Hosting'de, sunucu donanımı ve bağlantısı dahil tüm hizmetlerin sunucuyu kullanan şahıs veya firma tarafından karşılanmaktadır. Reseller Hosting de belli sayıda alan (domain), disk ve bandwidth sınırları ile kullanıcıya sunulur. Paylaşımlı veya Atanmış sunuculardan farkları, reseller sunucuların daha çok sunucu hizmetini bir firmadan alıp, müşterilerine dağıtım yapan aracı küçük işletmelere hitap ediyor olmasıdır. Tüm sunucu çeşitlerinin Windows ve UNIX türevleri mevcuttur. Windows firması tarafından Windows NT ile başlayan sunucu işletim sistemlerine, zamanla Windows 2000 Server, Windows 2003 Server, Windows 2008 Server, Windows 2012 Server ve Windows 2016 Server eklenmiştir. Kullanıcılar Windows işletim sistemine sahip bir sunucudan faydalanmak istediklerinde, Microsoft Windows firmasına lisans ücreti ödemeleri de gerekmektedir. Bu ücretler genellikle sunucu hizmetini sağlayan firma tarafından karşılanarak, son kullanıcının aylık ödeyeceği masrafa dahil edilmektedir. Windows tabanlı sunucular, özellikle ASP gibi Windows işletim sistemine özgü programlama dilleriyle geliştirilen uygulamalar için kullanılmaktadır. Linux tabanlı Centos, RedHat ve SUSE dağıtımları da sunucu pazarında kendine yer edinmişlerdir. Linux tabanlı sunucular, linux işletim sisteminin açık kaynak kodlu ve ücretsiz olması nedeniyle genellikle daha düşük maliyete sahiptir. Ayrıca sunucuların hangi amaçla kullanılacağı da önemlidir. Örnek vermek gerekirse web hizmeti veren web sunucuları vardır. Donanım olarak büyük farklılıklar göstermemekle birlikte, sunucular kullanılacakları alana göre özel yazılımlarla desteklenmektedir. Bunlara örnek olarak Apache, Microsoft IIS ve Abyss, Nginx ve Fastream IQ Web/FTP Server gösterilebilir. Dosya paylaşım, canlı yayın ve hatta çevrim içi () oyun hizmeti verenleri de mevcuttur. Tüm bu sunucuların değişik sistem gereksinimleri olacaktır. 2010 yılı itibarıyla sunucular A.B.D.'deki enerji tüketiminin %2.5'inden sorumlulardır. %2.5'lik başka bir pay da sunucuları soğutmak için kullanılan soğutma sistemlerine ayrılmıştır. 2010 yılında yapılan araştırmalara göre, eğer enerji tüketimleri böyle devam ederse 2020 yılına kadar sunucuların dünya genelinde kullandığı enerji oranı, hava ulaşımına ayrılan enerji oranından daha fazla olacaktır. Sunucu bilgisayar (), kaliteli donanım ekipmanları ile oluşturulan ve sunucu olarak kullanılan bilgisayarlardır. Tıpkı kişisel bilgisayarlar gibi sunucu bilgisayarlar da; birer adet monitör, CD yazıcı, sistem ünitesi, mouse ve klavyeden oluşur. Bu bilgisayarlar, ana ya da yönetici bilgisayarları diğer bilgisayarlara bağlamakla birlikte veri alışverişini sağlar ve eş zamanlı olarak ağa bağlı her bir bilgisayar için ev sahipliği yapar. Bu nedenle sunucu bilgisayarlar ev sahibi ve konuk arasındaki biyolojik ilişkiyi yansıtacak şekilde İngilizce'de "host computer" olarak bilinir. Ağ topluluğuna veri dağıtım ve yönetim merkezliği yapar. Özellikle bilgisayarlara erişim ve kullanıcı veritabanı yönetimi, belge düzenleme, yayınlama, web geliştirme ve video işleme uygulanmasını sağlayan özel yazılım uygulamalarını çalıştırmanızı sağlar. İstemci İstemci (İngilizce "Client"), Bir ağ üzerinde, sunucu bilgisayarlardan hizmet alan kullanıcı bilgisayarlarıdır. Bilgiye erişim yetkileri sunucu tarafından belirlenir. Değişik çeşitleri olmakla birlikte önemli sınıflaması Marangozluk Marangozluk, ağaç işleme zanaatıdır. Ağacın doğal hâliyle ya da makinelerce işlenmiş haliyle alınıp, kesme, biçme, zımparalama gibi işlemlerden geçirilerek nesnelerin ortaya çıkartılması işidir. Bu işi yapanlara marangoz denir. Ahşap malzemeleri, isteğe göre işleyerek ve şekillendirerek, binalarda gerekli yerlere yerleştiren veya ahşap eşya yapan kişilere de "'dülger" denir. Sheffield FC Sheffield Football Club, dünyanın en eski futbol kulübüdür. Kuzey İngiltere'de bulunan Sheffield şehri'nin takımı olan kulüp 1857 yılında kurulmuştur. Natheniel Creswick ve William Prest adlı iki eski Harrow okulu mensubu 24 Ekim 1857'de Sheffield FC'yi kurdular. Herhangi bir okul ya da üniversiteye bağlı olmaksızın kurulan ilk futbol kulübü olan Sheffield FC uzun bir süre maçlarını günümüzde Sheffield United'ın sahası olan Bramall Lane'de yapmıştır. Kulübün kurucuları Creswick ve Prest henüz İngiliz Futbol Birliğinin oluşturulmadığı bir dönemde, Sheffield kuralları adı verilen futbol oyununun genel kurallarını da çizme fırsatı buldular. O döneme kadar genellikle her okul ya da üniversite kendilerine özgü kurallarla futbolu oynuyorlardı. Nitekim Futbol Birliğinin kuruluşundan sonraki dönemde de Sheffield FC kendi kurallarıyla futbol oynamaya 1878 yılına kadar devam edecekti. Sheffield FC'nin, komşu Hallam FC ile 1861 yılından beri oynadığı futbol maçları dünyanın en eski yerel derbisi olarak kabul edilmektedir. İki kulüpte günümüzde İngiltere Kuzey Bölgesi Doğu Liginde bulunmaktadırlar. "Güncelleme 26 Eylül 2011." Sheffield (anlam ayrımı) Sheffield şunlar da olabilir: Fermat'nın son teoremi Fermat'nın Son Teoremi, Fransız matematikçi Pierre de Fermat'nın 17. yüzyılda öne sürdüğü, 1994 yılında İngiliz matematikçi Andrew Wiles tarafından kanıtlanan teorem. İfadenin ortaokul matematik bilgileriyle anlaşılacak kadar yalın olmasına karşın öne sürülmesiyle kanıtlanması arasında geçen çok uzun sürede pek çok ünlü matematikçi tarafından üzerinde uğraşılıp da kanıtlanamamış olmasıyla matematik tarihinde öne çıkmıştır. Kısaca, eğer n ikiden büyük bir tam sayıysa, ve x, y, z sayıları pozitif tam sayılar ise ifadesinin sağlanamayacağını ifade eder. İfadenin n=1 ve n=2 durumlarında kolayca sağlanabileceğini görmek zor değildir. Biraz açmak gerekirse, n=2 durumu ünlü Pisagor Teoremi ile yakından ilişkili olup x=3, y=4, z=5 veya x=5, y=12, z=13 tam sayı üçlüleriyle kolayca sağlanır. Bu sanının (artık teorem demek gerekiyor elbette) kanıtı için pek çok matematikçi uğraşmış ancak başarısız olmuşlardır. Ancak yakın tarihlere kadar çok büyük n değerleri için bu sanının doğrulanmasına devam edilmiştir. Bu tür kısmi ilerlemelere yönelik çabalar, hiç beklenmedik bir zamanda İngiliz matematikçi Andrew Wiles'ın bir kanıt bulduğunu duyurmasıyla son bulmuştur. Ne var ki kısa sürede Andrew Wiles'ın kanıtında bir hata bulunmuş ve Andrew Wiles uzun ve yorucu bir çabanın sonunda 1994 yılında uzmanlarca doğruluğu kabul gören bir kanıt vermeyi başarmıştır. Aslında Wiles'ın kanıtı Fermat'nın son teoreminden daha güçlü bir ifadenin, Şimura-Taniyama Konjektürü'nün de doğruluğunu göstermiştir. Söz konusu kanıt Sayılar Teorisi'nin gelişmiş tekniklerini kullanır. Alman Akademik Değişim Servisi DAAD (Deutscher Akademischer Austausch Dienst), Alman Akademik Değişim Servisi'dir. Almanya'da yüksek öğrenim ve burs imkânları konularında çalışmalar yapmaktadırlar. İskoçya'daki futbol kulüpleri listesi "Liste 2011-12 sezonuna göre oluşturulmuştur." İtalya'daki futbol kulüpleri listesi İtalya Futbol Ligleri'nde bulunan takımların listesi: Sırbistan'daki futbol kulüpleri listesi Sırbistan'da kurulu futbol kulüpleri listesi: Belçika'daki futbol kulüpleri listesi Belçika ligindeki futbol kulüpleri listesi: Ubuntu (işletim sistemi) Ubuntu, Linux tabanlı özgür ve ücretsiz bir işletim sistemi. Bilgisayarlar, sunucular ve akıllı telefonlara yönelik olarak geliştirilmektedir. Ubuntu projesi Linux ve özgür yazılımın, bilgisayar kullanıcılarının günlük yaşamının bir parçası haline gelmesi amacıyla başlatılmış olup ilk kararlı masaüstü sürümü Ekim 2004'te yayınlanmıştır. Ubuntu’nun masaüstü sürümü günümüzde 40 milyonu aşkın kullanıcı sayısıyla dünyanın en yaygın kullanılan masaüstü Linux dağıtımı konumundadır. Ubuntu, herkesin özgürce kullanabildiği; yayınlamakta, kopyalamakta ve kodlarını değiştirip geliştirebilmekte özgür olduğu yazılımlardan oluşur. Bunların çoğu GNU Genel Kamu Lisansı ile güvence altına alınmış, özgür yazılım / açık kaynak yazılımlardır. Ubuntu Güney Afrika'lı girişimci Mark Shuttleworth ve şirketi Canonical Ltd. tarafından finanse edilmektedir. Canonical, Ubuntu'yu bireysel ve kurumsal tüm kullanıcılara tamamen ücretsiz olarak sunmakta, teknik destek almak isteyen kuruluşlara destek vererek gelir elde etmeyi amaçlamaktadır. Canonical Ubuntu'yu açık kaynak kodlu ve özgür yazılım olarak sunduğu için, dünya çapında bu işletim sistemini kullanan ve geliştiren gönüllü kullanıcıları sayesinde, tüm bir işletim sistemini tek başına geliştirmek
zorunda kalmaz. Diğer Linux katkıcılarının yaptığı geliştirmeler, onu temel alan Ubuntu'yu da doğrudan geliştirir. Ubuntu'nun altı ayda bir yeni sürümünü yayınlanmaktadır. Canonical, iki yılda bir yayınlanan "LTS" (Uzun Süreli Destek; Long Term Support) sürümlerine, hem masaüstü için hem de sunucu ortamlarında 5 yıl boyunca güncelleme desteği sunmaktadır. Ara sürümler için ise 9 ay boyunca güvenlik yamaları, geliştirmeleri ve yazılım güncelleştirmeleri desteği sunulmaktadır. Canonical; Ubuntu Desktop, Ubuntu Server, Ubuntu Cloud, Ubuntu Core türevlerini resmi olarak geliştirmekte ve kullanıcılarını desteklemektedir. Çin Halk Cumhuriyeti ile 2013 yılında yapılan anlaşma gereğince Çin'e yönelik olarak yerelleştirilmiş UbuntuKylin sürümünü yayınlamaktadır. Ayrıca Ubuntu benzeri Ubuntu GNOME, Ubuntu MATE, Kubuntu, Xubuntu, Lubuntu, Ubuntu Budgie, Edubuntu, Ubuntu Studio ve Mythbuntu isimli masaüstü türevlerinin de geliştirmektedir. Bu türevler resmi olarak Canonical tarafından yayınlanmakla birlikte kullanıcıları resmi olarak desteklenmemektedir. Bu türevleri kullanan kullanıcılar ilgili gönüllü topluluklardan destek alabilirler. Ubuntu'nun akılı telefon ve tabletlere yönelik olarak geliştirilmiş Ubuntu Touch isimli türevi ise ilk kez Şubat 2015'te piyasaya sürülmüştür. BQ ve Meizu firmalarının birkaç telefon modelinde ve BQ'nun bir tablet modelinde kullanılmıştır. Ancak 5 Nisan 2017'de Ubuntu Touch projesine artık yatırım yapılmayacağı, projenin sona ereceği duyurulmuştur. Ubuntu sözcüğü, Zulu dilinde "insanlık" anlamına gelir, aynı zamanda "başkalarına karşı merhametli, şefkatli, iyiliksever" olmak gibi insani değerlerin temel alındığı bir dünya görüşüdür. Buradan hareketle Ubuntu, "İnsanlık için Linux" (Linux For Human Beings) sloganını kullanır. Linux, sunucu pazarında 2004 yılına kadar zaten geniş bir yer edinmişti ancak özgür yazılım, bilgisayar kullanıcıları için günlük yaşamın bir parçası haline gelememişti. Bu nedenle Mark Shuttleworth Linux tabanlı Debian projesinde çalışan geliştiricilerden küçük bir grup oluşturarak kullanımı kolay Ubuntu Linux masaüstü sistemini oluşturmuştur. Debian Linux dağıtımı temel alınarak yola çıkılan ilk Ubuntu sürümü, 20 Kasım 2004 tarihinde yayımlanmıştır. O zamandan beri her 6 ayda bir yeni sürüm yayımlanmaktadır. MEPIS, Xandros, Linspire, Progeny ve Libranet gibi diğer Debian tabanlı işletim sistemlerinin aksine Ubuntu, Debian'ın felsefesine sadık kalmış ve özgür bir yazılım olarak yoluna devam etmiştir. Mark Shuttleworth, 8 Temmuz 2005'te, Ubuntu'nun uzun vadede geleceğinin korunması ve gelişiminin sürdürülebilmesi için Ubuntu Vakfı'nı kurmuştur ve başlangıç fonu olarak 10 milyon dolarlık bir bağışda bulunmuştur. Ubuntu logosu ilk sürümden beri değişmemiştir. Elde çizilmiş ve şimdi ubuntu-title adlı bir yazıtipi olan bu logo, Andy Fitzsimon tarafından yapılmıştır. Logoda işlenen tema, insanlar arasındaki eşitliğe ve kardeşliğe dikkat çekmektedir. Ubuntu logosu, el ele tutuşmuş insanları temsil eder. Ubuntu 10.04 "Lucid Lynx" sürümüyle birlikte logo güncellenerek yeniden tasarlanmıştır. Ubuntu paketlerinin çoğunluğu Debian tasarısının kararsız bölümünden derlenir. Ubuntu ve tüm resmi türevleri .deb paketleri ve APT/Synaptic tabanlı paket yöneticisi kullanır. Ubuntu tasarısı, paketlerle ilgili bazı konularda Debian ile ortak çalışmaktadır. Ubuntu'ya yüklenen paketler Debian'ın kararlılık seviyesi için bir deneme ortamı yaratmaktadır. Öte yandan Ubuntu ve Debian çok sayıda kişi tarafından yeterince beraber çalışmamakla suçlanmaktadır; zira Ubuntu .deb'leri ve Debian .deb'leri birbiriyle uyumlu değildir. Her ne kadar çok sayıda Debian geliştiricisi aynı zamanda Ubuntu'nun gelişimine yardım ediyor olsa da Debian'ın kurucusu Ian Murdock, Ubuntu'nun ayrı bir proje olduğunu ve Debian ile yeterince ortak noktaya sahip olmadığını belirtmiştir. Ubuntu, 11.04 sürümüne kadar GNOME arayüzünü kullanmış, bu sürümle birlikte GNOME masaüstü ortamına, Ubuntu'ya özgü Unity kabuğu eklenmiştir. Ancak 2018 Nisan ayında çıkması planlanan Ubuntu 18.04 sürümünde Unity yerine tekrar GNOME arayüzüne dönüş yapılacağı duyurulmuştur. Ayrıca yine aynı duyuru ile Ubuntu Touch, Mir görüntüsü sunucusu ve Unity projelerine son verileceği bildirilmiştir. Ubuntu, başta Linux işletim sistemi çekirdeği olmak üzere, çok sayıda yazılım paketinden oluşmaktadır. Büyük çoğunluğu bir özgür yazılım lisansı altında dağıtılan bu bileşenler içinde tek istisna, bazı özel donanım sürücüleridir. Ubuntu'da kullanılan ana lisans, GNU Genel Kamu Lisansı (GNU GPL) ile birlikte GNU Kısıtlı Genel Kamu Lisansı (GNU LGPL)'dır. Bu özgür lisanslar, yazılımın kullanıcısına ve yazılımın kodlarını kullanmak isteyen kimselere kopyalama, dağıtma, üzerinde çalışma, değiştirme, geliştirme gibi çeşitli hak ve özgürlükler vermektedir. Ubuntu ile birlikte LibreOffice ofis seti, Mozilla Firefox İnternet tarayıcı, Mozilla Thunderbird e-posta istemcisi gibi yaygın kullanılan özgür yazılım araçlarının yanı sıra müzik çalar, video oynatıcı, sohbet iletişim aracı, CD/DVD yazdırıcı, PDF görüntüleyici, çeşitli hafif oyunlar (örneğin, sudoku ve satranç gibi) gibi geniş bir yazılım yelpazesi yüklü olarak gelmektedir. Ayrıca Ubuntu Software arayüzü üzerinden Ubuntu paket depolarında yer alan binlerce yazılım ücretsiz olarak kolayca indirilip kullanılabilir. Ubuntu aynı zamanda canlı sistem (DVD/USB) özelliklidir. Bir başka deyişle, Ubuntu bilgisayara kurulmadan, bilgisayarınızdaki mevcut işletim sistemine ve belgelere zarar vermeden doğrudan DVD ya da USB bellek üzerinden çalıştırılarak denenebilir. Böylece kullanıcılar Ubuntu'yu kurmadan Ubuntu'nun genel işleyişi hakkında fikir sahibi olabilirler ve donanım uyumluluklarını kontrol edebilirler. Ayrıca Ubuntu'nun sistem kurulum aracı olan Ubiquity yükleyicisi, kullanıcının canlı sistem ortamını terk etmeden Ubuntu kurulumuna başlatıp tamamlamasına da olanak vermektedir. UNIX ve Linux tabanlı sistemlerde bu sistemlerin mimarisinden kaynaklanan nedenlerle virüslerin bilgisayarlar arasında yayılması çok güçtür. Ubuntu da Linux mimarisini kullanarak bu korunaklı ortamı kullanıcılara aynen sunmaktadır. Ubuntu için tavsiye edilen minimum sistem gereksinimleri şöyledir: Gerekli minimum sistem gereksinimlerini karşılayamayan eski bilgisayarlar için, resmi olarak tanınan Ubuntu türevlerinden Lubuntu ya da Xubuntu kullanılabilir. Bu türevleri, hafif bir masaüstü ortamı (LXDE, Xfce) ile geldiklerinden dolayı epey düşük sistem kaynağı tüketirler. Ubuntu, temel masaüstü kullanıcılarını hedefleyen bir işletim sistemi olması itibarıyla kurulum kolaylığına ayrıca önem vermektedir. Kurulum sırasında ihtiyaç duyulacak olan sabit disk yapısı, saat grubu, kullanıcı adı ve parolası gibi gerekli bilgileri kuruluma başlamadan önce girmenizi ister ve kurulum başladıktan sonra bitene kadar sizi oyalamaz. Böylece isterseniz kurulumu bir an önce başlattıktan sonra diğer ilgilenilmesi gereken işlerinize geri dönebilirsiniz. Aynı bilgisayarda Windows ve Ubuntu'nun bir arada kullanılması da mümkündür. Aynı bilgisayara Windows ve Ubuntu kurulması durumunda bilgisayarın açılış ekranında, kullanıcıya hangi işletim sistemini açmak istediğini soran bir menü eklenir. Böylece kullanıcılar bilgisayarı her yeniden başlattığında bu menü üzerinden dilediği işletim sistemini seçip kullanabilir. Bu şekilde çift işletim sistemi kullanıldığında iki sistem aynı anda çalışmadığı için bilgisayarın çalışma performansına herhangi bir olumsuz etkisi olmaz. Ubuntu kalıp dosyası, bir DVD'ye yazdırılarak DVD üzerinden kurulabileceği gibi bir DVD sürücüsü olmayan bilgisayarlar için, kurulum kalıp dosyası bir USB belleğe yazdırılarak USB bellek üzerinden de kurulum gerçekleştirilebilir. Ubuntu'nun ücretsiz olarak nasıl indirileceği, bir DVD ya da USB belleğe nasıl yazdırılacağı ve bilgisayara nasıl kurulacağı konuları, Ubuntu Türkiye Wiki sayfalarında detaylı olarak yer almaktadır. Ubuntu'da yazılımlar Windows'tan farklı olarak, *.exe değil, *.deb uzantılı paketler/dosyalar halinde sunulur. Ubuntu'da yazılım kurmak için Ubuntu Software paket yöneticisi kullanılır. Bu aracın arayüzünde yer alan arama kutucuğu kullanılarak ya da listelenen kategoriler (Örn. eğitim, grafik, internet gibi) arasında gezinerek ihtiyaç duyulan bir program bulunur ve ardından Kur düğmesine tıklanır. Bu şekilde indirme ve yükleme işleme işlemi başlatılmış olur. Seçilen paket (yani aslında *.deb uzantılı bir dosya) internetteki sunuculardan indirilir ve otomatik olarak bilgisayara kurulur. Ubuntu, özgür olmayan ticari ve kapalı kaynaklı bazı yazılımları doğrudan bünyesinde barındırmamaktadır. Bunların bir kısmı aşağıda sıralanmıştır: Lisans kısıtlamaları nedeniyle Ubuntu ile birlikte gelmeyen bu yazılımlar kurulumdan sonra ubuntu-restricted-extras paketinin yüklenmesiyle kolayca edinilebilir. Ubuntu yazılım depoları, dört sınıfa ayrılmaktadır. Main: Canonical tarafından destekli özgür yazılımları barındıran depodur. Ana depo niteliğindedir. Universe: Ubuntu topluluğu tarafından bakılan özgür yazılımları barındıran depodur. Restricted: Bazı donanımlar için gerekli kapalı kaynak sürücüleri barındıran paketler bu depoda yer almaktadır. Multiverse: Telif haklarıyla veya yasal sorunlar nedeniyle kısıtlanmış olan yazılımlar bu depoda yer almaktadır. Tüm bu depolar Ubuntu'nun resmi yazılım depoları olmakla birlikte ""Main ve Restricted"" depolarındaki yazılımlar Ubuntu tarafından desteklenirken ""Universe ve Multiverse"" depolarındaki yazılımlar Ubuntu tarafından desteklenmemektedir. Bir yazılımın "desteklenmiyor" olması o yazılımın "önerilmediği" anlamına gelmez. Bir yazılımın Ubuntu tarafından desteklenmiyor olması o yazılımın güncelleştirmelerinin resmi olarak Ubuntu tarafından, ancak Ubuntu toplulukları tarafından sunulabileceği ile ilgilidir. Ubuntu'nun altı ayda bir yeni sürümünü yayınlanmaktadır, ayrıca Canonical iki yılda bir yayınlanan ve "LTS" (Uzun Süreli Destek; Long Term Support) sürümlere, hem masaüstü için hem de sunucu ortamlarında 5 yıl bo
yunca güncelleme desteği sunmaktadır. Altı ayda bir yayınlanan ara sürümler için ise 9 ay boyunca güvenlik yamaları, geliştirmeleri ve yazılım güncelleştirmeleri desteği sunulmaktadır. Ubuntu'nun sürüm numaraları, çıktığı yıl ve ayı işaret eder. Örnek olarak Ubuntu 4.10, 2004 yılının 10. ayında sunulmuştu. Sürümün kod adları belirlenirken birinci sözcük sıfat, ikinci sözcük de kimi zaman mitolojik özellikler taşıyan bir hayvan adı olarak belirlenmektedir. Ayrıca sıfat ve isim aynı harfle başlamaktadır. Birkaç örnek: Hoary Hedgehog (Saygıdeğer Kirpi), Breezy Badger (Umursamaz Porsuk), Hardy Heron (Cüretkâr Balıkçıl), Natty Narwhal (Zarif Denizgergedanı). Bu isimler, sıralamayı hatırlamayı kolaylaştırmak amacıyla, her bir sürümde alfabenin bir sonraki harfiyle başlamaktadır. Ubuntu resmi web sitesinde Ubuntu'nun 40 milyonu aşkın kullanıcıya sahip olduğu yazmaktadır. Alttaki kaynaklarda, Ubuntu'nun dünya çapında en yaygın kullanılan Linux dağıtımı olduğunu doğrulayan bazı istatistikler bulabilirsiniz: Canonical, Unity arayüzünde yer alan bazı seçke menüsü (Dash) bileşenleri yüzünden Richard Stallman ve Özgür Yazılım Vakfı tarafından eleştirilmektedir. Ubuntu'nun seçke menüsü aracılığıyla aradığınız herhangi bir bilgi, anonimleştirilerek de olsa, Amazon'a gitmektedir. Ancak seçke menüsü çevirimiçi arama özelliğinin Ubuntu 16.04 LTS sürümü ile beraber varyasılan olarak kapalı konumda geleceği bildirilmiştir. Bulgaristan'daki futbol kulüpleri listesi Bulgaristan ligindeki futbol kulüpleri: Polonya'daki futbol kulüpleri listesi İsveç'teki futbol kulüpleri listesi İsveç Futbol Ligi'nde bulunan takımların listesi: Macaristan'daki futbol kulüpleri listesi Portekiz'deki futbol kulüpleri listesi Arjantin'deki futbol kulüpleri listesi Arjantin'deki futbol kulüplerinin oynadıkları liglere göre listesi: Brezilya'daki futbol kulüpleri listesi Kömür Kömür, katmanlı tortul çökellerin arasında bulunan katı, koyu renkli, karbon ve yanıcı gazlar bakımından zengin kayaçtır. taşkömürü torkugillerden oluşur. Kömür'den her yıl binlerce kişi erken ölüyor. Dünyanın çoğu bölgesinde bulunan kömüre, yerin yüzeye yakın bölümlerinde ya da çeşitli derinliklerde rastlanır. Kömür çok miktarda organik kökenli maddenin kısmi ayrışması ve kimyasal dönüşüme uğraması sonucunda oluşan birçok madde içerir. Bu oluşum sürecine kömürleşme denir. İlk olarak milattan önceki yıllarda Çinliler tarafından kullanıldığı bilinmektedir. Kömür işletmeciliğine ait dokümanlar 12. yüzyıla aittir. Kömürün yoğun olarak kullanımı ise 18. yüzyılın ikinci yarısına rastlar. Özellikle gelişen sanayi ve endüstri, kömür kullanımını arttırmış, kömürü önemli bir mineral haline getirmiştir. Kömür demir-çelik sanayisinin hammaddesi olarak kullanılmış ve buharlı motorlarda, buharın oluşumu için yakıt olarak kullanılmıştır. Bugün çıkarılan kömürün büyük bölümü ise elektrik üretimi ve çeşitli alanlarda kullanılmaktadır. Bataklıklarda uygun nem ve sıcaklığın oluşması, ortamın asit miktarının artması, gerekli organik maddelerin ortamda bulunmasıyla bozunmuş, çürüyen bitkilerin su altına inmesi ve bataklığın zamanla üstünün örtülmesi gibi olaylar sonucu oluşur. Jeolojik devirde iki büyük kömür oluşum çağı vardır. Bunlardan daha eski olanı Karbonifer (345-280 milyon yıl önce) ve Permiyen (280-225) dönemlerini kapsar. Kuzey Amerika'nın doğusu ile Avrupa'daki taşkömürü yataklarının çoğu Karbonifer döneminde; Sibirya, Asya’nın doğusu ve Avustralya'daki kömür yatakları Permiyen döneminde oluşmuştur. İkinci büyük kömürleşme çağı ise Kretase (tebeşir) döneminde başladı ve tersiyer dönemi sırasında sona erdi. Dünyadaki linyitlerin ve yağsız kömürlerin çoğu bu dönemde oluşmuştur. Kömürlerin türediği bitkilerden geriye çok az iz kalmıştır. Kömür katmanlarının altında ve üstünde yer alan kayaçlarda eğreltiotları, kibritotları, atkuyrukları ve birçok bitki fosiline rastlanabilir. Kömürler yoğunluk, gözeneklilik, sertlik ve parlaklık bakımından farklılık gösterebilir. Genellikle kömür türleri bazı inorganik maddeler, genelliklede killer, sülfürler ve klorürler içerir. Bunlar da az miktarda civa, titan ve manganez gibi bazı elementler de içerir. Kömür: Bitkiler öldükten sonra, bakteriler etkisiyle değişime uğrar. Eğer su altında kalarak değişime uğrarsa, C (karbon) miktarı artarak kömürleşme başlar. C miktarı %60 ise turba, C miktarı %70 ise linyit, C miktarı %80–90 ise taş kömürü, C miktarı %94 ise antrasit adını alır... Kömürler çeşitli şekillerde sınıflandırılabilir. Dört tip kömür vardır: antrasit, taş kömürü, linyit ve turbadır. Antrasit en değerli kömür türüdür. %95'i karbondan oluşur. En sert kömür türü olup yandığında diğerlerinden daha fazla ısı verir. Taş kömürünün %70’i, Linyitin %50'sinden daha az bir kısmı karbondan oluşur. Kömürler organik olgunluklarına göre linyit, alt bitümlü kömür, bitümlü kömür ve antrasit tiplerine ayrılırlar. Linyit ve kısmen alt bitümlü kömürler genellikle yumuşak, kolayca ufalanabilen ve mat görünüştedirler. Bu tip kömürlerin ana özelliği göreceli olarak çok yüksek nem içerirler ve karbon içerikleri düşüktür. Antrasit ve bitümlü kömürler ise genellikle daha sert, dayanıklı, siyah renkli ve camsı parlak görünüştedirler. Göreceli olarak nem içerikleri daha düşük olup, karbon oranları daha yüksektir. Jeolojik olarak kömürlerin yaşları 400 milyon ile 15 milyon yıl arasında değişir. Genellikle yaşlı kömürler daha kalitelidir. Kömürler mikroskobik homojen bileşenlerine göre çeşitli kayaç tiplerine de ayrılır. Bu sınıflandırma kömürün türediği malzemeyi ve kömürleşme süreçlerini ele aldığından, aslında genetik bir sınıflandırmadır. Bu sistemde kömür dört temel tipe ayrılır: vitren, klaren, düren ve füzen. Bir başka sınıflandırma sistemi de kömürün ticari değerine yer verir madde içeriğine ve içerdiği katışıklar dikkate alınır. Kömür; çok eskilerden beri enerji üretiminde, sentetik boyaların çözücülerin, ilaçların hazırlanmasında ara madde olarak ve çeşitli hoş kokulu maddelerin elde edilmesinde kullanılmaktaydı. Ayrıca kömürün yakılmasıyla elde edilen gazlardan yakıt olarak yararlanılır. Kömürün gazlaştırılması işlemi 18. yüzyılda ortaya çıkmış bir düşüncedir. Kömürü gazlaştırıp özellikle doğal gaz ve petrolün yerini alması düşüncesi vardı ve bu çalışmalar 20. yüzyılın ikinci yarısında hız verilip özellikle 1972-75 yılları arasında yaşanan petrol krizinde hız verilmiş yeni projeler üretilmeye başlanmıştır. Değişik enerji kaynakları bulma çabaları çerçevesinde kömürün ham petrole benzeyen bir sıvı yakıta dönüştürülmesi çabalarına başlanmıştır. Bu amaçla uygulanmaya çalışılan bir yöntemde proliz ve hidrojenlemedir. Bu yöntem yüksek basınç altında bir katalizör yardımıyla hidrojen ile kömürün tepkimeye sokulmasıyla gerçekleşir. II. Dünya Savaşı sırasında Almanya'da kömürün hidrojenlenmesi yaygın olarak kullanılan bir teknikti, ama bu üretim yöntemi petrolden benzin elde etmekten çok daha pahalıya mal olduğundan giderek ticari önemini yitirdi. Öte yandan ağacın havasız ortamda yavaş yavaş kısmen yakılmasıyla elde edilen ve siyah barut üretiminde ve metallerin sert yüzeylerinin kaplanmasında kullanılan "odun kömürü" veya "mangal kömürü" denir. Hammaddesi daha çok meşe odunundan sağlanır. Taş kömürünün havasız ortamda, bütün uçucu bileşenlerinin giderildiği yüksek sıcaklıklara kadar ısıtılmasıyla elde edilen özellikle bazı önemli ya da önemsiz işlemlerinde kullanılan malzemeye ise kok kömürü denir. Kok; gerçek anlamda bir kömür değildir. Tabiatta serbest halde bulunmaz, fabrikalarda taş kömürünün içindeki gazların çıkartılmasından sonra elde edilen kömürdür. Havagazı ilk kez 18. yüzyılın sonlarında ayrımsal damıtma yoluyla İngiltere'de üretildi. Hava gazı elektriğin dünyada yaygınlaşmasından önce sokakların aydınlatımasında, merkezî ısıtmada ve konutların ısıtılmasında yaygın olarak kullanıldı. Yerini zamanla doğal gaz almış olmasına rağmen doğal gazın giderek pahalıaşması üzerine kömürden gaz elde etmek için değişik yöntemler aranmaya başlandı. Üzerinde çalışılan yöntemlerden biri de 1870'te geliştirilmiş olan kömürün toz halinde üretildikten sonra yüksek sıcaklıklarda hava ve buharla karıştırılmasıdır. Bilinen kömür yatakları incelendiğinde, Güney ve Kuzey yarımküreler arasında önemli bir farklılık olduğu görülmektedir. Güney yarım küre kömür bakımından oldukça yoksundur. Bunun nedeni Devoniyen dönem ve daha önceki dönemlerin alçak ovalarında kömür yataklarını oluşturacak ölçüde kalın bitki depolarının birikmesine elverişli bitkisel yaşamın olmayışıdır. Dünya sıralamasında, en büyük kömür tüketici ilk iki ülke Çin ve Hindistan'dır. Kurulması planlanan kömürlü termik santral kurulu gücü 2016'de büyük bir düşüş gördü ve kömür talebi 2015 ve 2016 yıllarda %4.2 düştü. Türkiye linyit kömürü açısından zengin bir ülke olup, bunun haricinde taş kömürü de çıkartılmaktadır. Kömürün yıllık sağlık maliyeti en az 800.000 erken ölüm hesaplanmıştır. Madencilik silikozis sebep oluyor. Kömürlü termik santraller çevre sağlığına zarar vermektedir. Küresel ısınmanın başlıca aktörlerinden olan kömürün. Tiyatro tarihi Gerçekçi tiyatro Epik Tiyatro Uyumsuz tiyatro Ezilenlerin Tiyatrosu Dünya tiyatrosu tarihi Türkiye Tiyatrosu Tarihi Epik tiyatro Epik kelime anlamıyla halk arasında söylenen destansılık anlamıyla epik kelimesi kullanılmamaktadır. Epik tiyatro, siyasal amaçlı bir tiyatro düşüncesidir. Bertolt Brecht’in doğrudan Marksizm-Leninizm etkilenimiyle oluşturduğu ve seslendiği seyirci kitlesini de emekçi sınıf olarak belirlemiş bir kuramdır. Asıl amacı tiyatronun; yalnızca lüks olarak toplumun elit kısımlarına hitap ediyor oluşu değil, aynı zamanda sıradan halkın sorunlarını da konu edinebilen bir anlayış üzerine kurulu olabileceğini göstermektir. Teoride ve pratikte Marksizmin felsefi, siyasal ve ekonomik tahlillerini tiyatro sahnesine yansıtmaya çalışır. Brecht tarafından bilim çağının tiyatrosu olarak değerlendirilen epik tiyatro, kapitalizm ve sınıflı toplum eleştirisi yapar; oyunlar bi
r devrimin gerekliliğini çoğu kez doğrudan işaret etmese bile, varolan sistemin olumsuzlanması yoluyla, seyircisini başka alternatifler üzerine düşünmeye çağırma iddiasındadır. İşte yazarın seyircisini sokmayı arzuladığı bu aktif eleştirel tutum, Brecht tarafından ilk kez 1927 yılında kullanılan epik tiyatro nitelemesinde karşılığını bulur. Brecht canlandıran, taklit eden, seyirciyi yanılsamaya sokan gerçekçi tiyatro düşüncesinin karşısına koyduğu epik tiyatronun, yanılsamacı yönü yok edilmiş, anlatımcı bir tiyatro olmasını hedefler. Brecht’e göre, görünenin ardındaki gerçeği göstermek, burjuva gerçekçiliğiyle ve bütünlüklü bir tiyatro algısıyla mümkün değildir. Tam tersine bu algıyı kıracak, seyirciyi determinist neden-sonuç ilişkisinin cenderesinden kurtaracak ve böylece yanılsamayı kıracak bir tiyatroya ihtiyaç vardır. Yazarın siyasal amaçlı tiyatrosunu Piscator’unkinden ayıran, seyirciyi üstlenmeye çağırdığı bu aktif tutumdur. Epik tiyatro seyirciyi bir gözlemci yapar, ondan yargıya varmasını ister. Yazar bunu sağlamak için çeşitli araçlar kullanır. Oyunlar episodik olarak bölümlenmiştir ve bu episodlar arasındaki neden sonuç bağı olabildiğince gevşek tutulur. Hatta Brecht episodların başına açıklayıcı şarkılar ve notlar koyar; bu yolla merak öğesi olabildiğince yok edilir. Seyircinin oyuna olan mesafesini koruyabilmesi için tarihselleştirme kullanmak da yazarın bir diğer yöntemidir. Tarihselleştirme kullanarak, oyunlarının geçmiş bir zamanda ve/ya da başka bir toplumda geçirir. Bunu yaparken Brecht’in endişesi, şimdiki zamanda ve şimdiki toplumda geçen bir oyunun seyircinin özdeşlik kurmasına yol açarak, aktif eleştirel tutumunu kaybetmesine yol açacağıdır. Brecht’in kullandığı araçlar arasında en bilineni yabancılaştırma efektidir ve en genel anlamıyla, sahnedekinin bir oyun olduğunun seyirciye hatırlatılması amacını taşır. Böylece seyircinin oyuna kapılması, akla dayanan eleştirel tutumunu bırakarak duygularına kapılması engellenecektir. Episodik anlatım ve tarihselleştirme gibi araçların yöneldiği amaca hizmet eden yabancılaştırma, oyunun tüm yapısından bağımsız olarak düşünülemez. Althusser’e göre Brecht’in yabancılaştırması, diyalektik materyalizm felsefesiyle doğrudan ilişkilidir. İnsanı, olayları ve toplumu bitmiş, tamamlanmış olarak almaz. Somut durumların irdelenmesine yardımcı olur. Brecht, “hiç düşünmeden öylece zaten anlaşılıyor sanılan bir şey, [yabancılaştırmayla] özellikle anlaşılmaz duruma bile getirilebilir. Ama bir koşulla: Böylece sonunda gerçekten anlaşılmasını sağlamak adına” der. Bu Althusser’e göre diyalektik bir bakıştır: Bildiğini sanan seyircinin yabancılaştırmayla gerçek bilgiye ulaşmasını sağlamak. Walter Benjamin yazılarında Brecht'in gestus kavramından söz eder. Bu kavram oyun metinlerine ilişkin olmaktan çok, gösterimsel anlam taşır. Daha çok Brechtyen Oyunculuk altında incelenebilecek bu kavramın temel mantığı, sahnedeki oyun kişisinin sınıfsal konumunu belli edecek bir yüz ya da beden tavrıdır. Örneğin oyun kişisinin yerleri nasıl süpürdüğü bir gestus olabilir. Yerleri her zaman süpürmeye alışkın olan bir hizmetçinin tavrıyla bir prensesin yerleri süpürmek zorunda kaldığında göstereceği tavır, onların sınıfsal farklılıklarını ortaya koymak için bir araç olacaktır. Brecht Küçük Organon’unda, tiyatronun eğlendirici yönünü ne kadar önemli bulduğunu da anlatır. Ancak bunu burjuva tiyatrosunun eğlence anlayışını eleştirerek yapar. Epik Tiyatro'nun ulaşmaya çalıştığı seyircinin kandırmacadan değil, öğrenmekten, bilmekten ve çözümlemekten zevk alan bir seyirci olduğunu söyler. Gödel'in eksiklik teoremi Ünlü Alman matematikçi David Hilbert, matematikteki tüm ispatların, belli bir sabit yöntem veya yöntemler bütünü ile, yani aksiyomatik bir sistematik vasıtasıyla, elde edilebileceğini düşünüyordu ve bu doğrultuda çalışmalarına başladı. Temel aritmetikteki tüm doğruları, aksiyomlarından türetebilir ise, matematikteki tüm doğruları da bu aksiyom yapılarından elde edebilecekti. Hilbert'in çağdaşı olan Kurt Gödel bunun olanaksızlığını gösterdi. Bunu kısaca şu şekilde yaptı: "Bu önerme ispatlanamaz" ifadesini (G) aritmetik sisteminde formülize etti. Aynı şekilde G ifadenin değilini ("Bu önerme ispatlanabilir") de formül ile ifade etti. Daha sonra, G ifadesinin aritmetik olarak doğruluğu hesaplanabilir ise, G ifadesinin değilinin de doğruluğunun hesaplanabileceğini gösterdi. Ve Gödel buradan şu iki sonuca varmıştır: İşin ilginç tarafı, bu G ifadesi sistemin içine bir aksiyom olarak yerleştirilse bile, yeni bir Gödel cümlesi çıkartılabilir. Yani ne kadar aksiyom eklersek ekleyelim, böyle bir sistemde doğruluğu ya da yanlışlığı ispatlanamayacak bir Gödel cümlesi bulunacaktır. Akira Kurosava Kurosava, 1936 senesinde Japon sinema endüstrisine kısa bir süreliğine ressam olarak girdi. Çeşitli filmlerde yönetmen yardımcısı ve senarist olarak çalıştıktan sonra 1943 senesinde II. Dünya Savaşı sıralarında ilk filmi olan popüler aksiyon filmi Sugata Sanshiro'yu filme aldı. Savaştan sonra 1948 senesinde Drunken Angel filmini çekti. Bu filmde o zamanlar tanınmayan bir aktör olan Toshirō Mifune'yi başrolde oynattı. Ve yine bu filmle Japonya'daki gelecek vadeden genç yönetmenler arasındaki yerini sağlamlaştırdı. Daha sonra bu iki adam birlikte 15 film daha çektiler. Kurosava'nın önemli filmlerden Raşamon filminin ilk gösterimi Tokyo'da 1950 senesinde yapıldı. Film 10 Eylül 1951'de Venedik Film Festivali'nde, Altın Aslan ödülünün sürpriz kazananı oldu. Ve sonradan Avrupa ve Kuzey Amerika'da gösterime girdi. Bu filmin batı pazarında yakaladığı reklam başarısı ve olumlu eleştiriler Japon sineması için bir ilkti. Böylece Kurusava'nın bu başarısı diğer Japon yönetmenlere de uluslararası arenada tanınma olanağı tanıdı. 1950'li yılladan 1960'lı yılların başına kadar Kurosava, aşağı yukarı her sene bir film üretti. Bunların içinde, Ikiru, Yedi Samuray ve Yojimbo gibi bazı filmler yüksek derecede saygınlık kazandı. 1960'ların ortalarında sonra Kurosava'nın daha az verimle çalıştı. Ama son zamanlarında yaptığı işlerinden son iki epik filmi Kagemusha ve Ran ile ödüller almaya devam etti. Bunların içerisinde "Kagemusha" filmi için aldığı Altın Palmiye ödülü de vardır. 1955 senesinde Akademi Ödülleri'nin verdiği Akademi Onur Ödülü'nü kabul etti. Ölümünden sonra "AsianWeek" dergisinde "Sanat, Edebiyat ve Kültür" kategorisinde "Yılın Asyalısı" olarak isimlendirildi ve CNN tarafından "Son 100 yılda Asya'nın gelişmesine en çok katkıda bulunan insanlardan (beşliden) biri" seçti. Kurosava, 23 Mart 1910 tarahinde Tokyo'nun Ōmori bölgesinde doğdu. Babası Isamu, Akita Prefecture'den gelen bir samuray ailesinin eski üyesiydi. Ordunun Beden Eğitimi Enstitüsü'nün orta okulunda yönetici olarak görev yaptı. Kurosava'nın annesi, Osaka'da yaşayan bir tüccar aileden geliyordu. Akira, bu kısmen varlıklı ailenin çocukları arasında arasında sekizincisi ve en genç olanıydı. Kurusava doğduğunda, iki kardeşi büyümüştü ve biri de ölmüştü. Kurosava ise geriye kalan 3 kız ve 1 erkek kardeşi ile büyüdü. Babası, Kurosava'yı bedensel egzersizlere teşvik ederken bir yandan da onu batı geleneklerini tanımaya, tiyatro görmeye ve eğitici değeri olan sinema filmlerini izlemeye teşvik ediyordu. Böylece Kurosava 6 yaşındayken film izlemeye başladı. Kurosava, ilk ve ortaokulda silik bir öğrenci oldu. Okula yeni gelen öğretmeni Bay Tachikawa(Taçikava) yenilikçi eğitim uygulamalarıyla onu teşvik etti. Kurosava, Taçikava'yı büyümeme sebep olan ikinci gizli güç diye tanımlar. Taçikava, çizim konusunda öğrencileri ne istiyorsanız onu çizin deyip serbest bırakarak ve Kurosawa'nın resmine övgülerle en yüksek notu vererek, okuldan nefret eden Kurosawa'nın resim derslerine daha bir heyecanla koşmasına neden oldu. Ve resme olan aşkını başlattı. Bu dönemde Kurosawa, hat sanatı ve kendo ile de ilgilendi. Kurosava'nın çocukluğunda etkisi olan bir başka faktör ise kendinden 4 yaş büyük abisi Heigo Kurosava'ydı. 1923'de yaşanan Büyük Kanto Depremi'nin sonrasında, Tokyo harap olmuştu. Heigo, 13 yaşındaki Kurosava'yı yanına alarak ona depremin yıkımını tüm gerçekçiliğiyle gösterdi. Kurosava, her tarafa dağılmış insan cesetleri ve dağılmış hayvan gövdelerine bakmak istemedi. Heigo ise ona uzağa bakmayı yasakladı. Bunun yerine, Akira'yı korkularıyla yüzleştirek cesaretlendirdi. Bazı eleştirmenler, bu olayın Kurosava'nın sanat kariyerini etkilediğini ve nadiren işlerindeki hoş olmayan gerçeklere yüz yüze gelmeye kararsız kaldığını yorumladılar. Heigo bilimsel olarak kabiliyetliydi, lakin Tokyo'nun en önde gelen liselerinden birine girmeyi başaramayınca kendisini ailenin geri kalanından ayırmaya başladı. Ve kendisini ilgi alanı olan yabancı edebiyata odaklamaya başladı. 1920'lerin sonlarında, Tokyo tiyatrolarında yabancı filmleri anlatan bir Benşi (Sessiz film anlatıcısı) oldu. Bu alanda kendine bir isim yaptı. Akira bu zamanlarda bir ressam olmayı planlıyordu. Abisinin yanına taşındı ve ayrılmaz bir ikili oldular. Heigo vasıtasıyla, Kurosava birçok Avrupa sineması filmini görme imkanı buldu ve bunlarında yanında tiyatro ve sirk performanslarını izledi. Bir yandan da yaptığı resim işlerini ve tablolarını Solcu Proleter Sanatçılar Derneği'ne gösterdi. Buna rağmen ressamlığı hayatını sürderecek bir iş olarak yapamadı. Çoğu proleter solcunun tuvallere gerçekleşmemiş politik ideallerini koyma hareketini algılayan Kurosava, resme karşı heyecanını kaybetti. 1930'lu yılların başlarında sesli filmlerin çoğalmasıyla Heigo gibi sessiz film anlatıcıları işlerini kaybetmeye başladılar. Ve Kurosava ailesinin yanına geri döndü. Temmuz 1933'de, Heigo intihar etti. Kurosava yazdığı biyografi kitabında abisinin ölümünden "Anlatmak İstemediğim Bir Öykü" başlığıyla bahseder. Ve bu olayın onu daima belirsikliklere sürüklediğini ve bunu bir daha hiç hatırlamak istemediğini söyler. Sadece 4 ay sonra Kurosava'nın büyük abisi de yaşamını yitirdi. Akira'nın 23 yaşındaydı ve erkek kardeşlerinden sadece biri ve diğer üç kız kardeşiyle yaşamını devam ettirdi. 1935'de, P
.C.L. olarak bilinen Photo Chemical Laboratories yeni stüdyolarında yönetmen yardımcılarının arandığına dair reklamlar verilmişti. Daha önce sinema sektörüne hiç duymamasına rağmen Kurosava, gerekli makaleyi stüdyoya sundu. Adaylardan istenen bu makale onlara Japon sinemasının temel eksiklerini ve bu eksiklerin üstesinden gelme yollarını soruyordu. Kurosava'nın yarı alaycı görüşü eğer sorunlar varsa, bunların çözümü olmadığına dairdi. Kurosava'nın makalesi onu bir sonraki sınavlara geçirdi. İmtihanı yapanlar arasında yönetmen Kajirō Yamamoto'nun da olduğu bir heyer Kurosava'yı da seçilenler arasına aldı. Ve 1936'nın Şubat ayında Kurosava 23 yaşındayken stüdyoda işe başlamış oldu. Kurosava, yönetmen yardımcılığı yaptığı 5 sene içerisinde birçok yönetmenle çalışma fırsatı buldu. Ama gelişiminde en etkili isim Kajiro Yamamoto'ydu. Yönetmen yardımcısı olarak çalıştığı 24 filmden 17'sinde Yamamoto'nun yardımcılığını yaptı. Bunlardan birçoğu "Enoken" takma adıyla bilinen popüler aktör Kenichi Enomoto'nun da oynadığı komedi filmleriydi. Yamamoto, Kurosava'nın yeteneğini eğitti. Onu bir sene içerisinde üçüncü yönetmen yardımcılığından baş yönetmen yardımcılığına getirdi. Ve Kurosava'nın sorumlulukları arttı. Ve sahne yapımı, mekan tespiti, senaryo düzeltmesi, provalar, ışık, dublaj, kurgu ve ikinci takımın yönetmenliği gibi çeşitli işlerde çalışmaya başladı. Kurosava, son asistanlığını yaptığı Horse (Uma, 1941) filminde filmin yönetmeni Yamamoto'nun başka bir film çekmesi nedeniyle çekimlerin büyük bir bölümünü yönetmen olarak üstlendi. Yamamoto'nun Kurosava'ya verdiği önemli tavsiyelerden biri de iyi bir yönetmenin aynı zamanda senaryo yazma konusunda ustalaşması gerektiğiydi. Kurosava daha sonra senaryo yazarak yönetmen yardımcılığından daha fazla para kazanabileceğini fark etti. Daha sonra tüm filmlerinin senaryolarını ya kendi yazdı ya da ortaklaşa yazdı. Ve çoğu kez başka yönetmenler için de senaryo yazdı. Senaryo yazmak Kurosava'ya 1960'lara kadar daima iyi bir ek geli sağladı, Kurosava daha sonraları ise dünyaca ünlü biri oldu. 1941'de piyasaya çıkan "Horse" filminini izleyen iki sene boyunca, Kurosava yönetmenlik kariyerinin çıkış filmini yapacak bir senaryo arayışına girdi. 1942'nin sonlarına doğru, Japonya'nın Amerika Birleşik Devletleri ile savaşının başlamasından bir sene sonra, Kurosava ilk filmi için bir kitaptan ilham aldı. Musashi Miyamoto isimli bu kitap yazar Tsuneo Tomita'nun bir judo ustası ile ilgili bir romanıydı. Kitabın reklamlarındaki genç ve bıçkın judo ustasından etkilenen Kurosava, Toho stüdyolarına giderek bu kitabın haklarını satın almalıyız diye rica etti. Toho'daki yetkili Morita ona güvendiğini lakin yine de kitap çıktığında bir okuyup gelmesini söyledi. Kurosava kitabı basıldığı gün aldı ve bir çırpıda bitirdi. Kurosava içgüdüsüyle doğru bir hamle yapmıştı. Çünkü birkaç gün içinde bazı büyük Japon stüdyoları kitabın haklarını satın almak istedi. Kitabın yazarının karısının Kurosava'yı sevmesi nedeniyle Toho kitabın haklarını satın aldı. Böylece, Kurosava yönetmen olarak ilk filmi için film öncesi çalışmalara başladı. Kurosava'nın ilk filmi olan Sugata Sanshiro'nun çekimlerine Yokohama'da Aralık 1942'de başlandı. Çekimler düzgün geçmişti lakin tamamlanmış filmin sansürü geçmesi kolay olmadı. Dönemin Japon sansür kurulu yapılan işi çok "İngiliz-Amerikan" tarzı buldu. Yönetmen Yasujiro Ozu'nun destek verici müdahalesi ile film sansür kurulunda kabul gördü. Ve Kurusova 33 yaşındayken, 24 Mart 1943'te piyasaya sürüldü. Film hem eleştirisel hem de ticari olarak başarı yakaladı. Yine de, sonradan sansür kurulu filmin 18 dakikasını kesmeye karar verdi. Bu 18 dakikanın çoğunun günümüzde kayıl olduğunu düşünülür. The Most Beautiful filmiyle savaş zamanı işçi kadınlarını konu aldı. Bu film 1944'ün başlarında çektiği yarı belgesel tarzı bir propaganda filmiydi. Kurosava, daha gerçekçi performans elde etmek amacıyla çekimler boyunca kadın oyuncuları gerçek bir fabrikada konaklattı. Fabrika için üretilen yemeklerden yedirtti ve onlara karakterlerinin ismiyle seslendi. Kurosava benzer metotları kariyeri boyunca da kullanmıştır. Çekimler boyunca, kadın fabrika işçilerinin liderini oynayan kadın oyuncu Yōko Yaguchi aktris meslektaşlarının isteklerini yönetmen Kurosava'ya iletmek için seçilmişti. O ve Kurosava sık sık sonu gelmeyen anlaşmazlıklara giriyorlardı. Bu anlaşmazlıklar ikiliyi mantığa aykırı olarak birbirine yakınlaştırdı. Yaguchi, iki aylık hamile iken ikili 21 Mayıs 1945'te evlendiler. Ve ikili, Yaguchi 1985 yılında ölene kadar birlikteydiler. Bu birliktelikten iki çocukları oldu, bunlardan erkek olan Hisao 20 Aralık 1945'te dünyaya geldi. Babasının son zamanlardaki bazı projelerinde ona prodüktör olarak yardım etti. Ve diğer çocukları Kazuko, 29 Nisan 1954'te doğdu ve bir kostüm tasarımcısı oldu. Evliliğinden kısa bir süre sonra, çıkış filmi Sugata Sanshiro'nun bir devam filmini çekmesi için stüdyo tarafından Kurosava'ya baskı yapıldı. Propaganda amacı taşıyan "Sanshiro Sugata Part Two" isimli bu film 1945'in Mayıs ayında ilk kez gösterime girdi. Genel olarak Kurosava'nın en zayıf filmi olarak görülür. Kurosava sansür kurulunun kolaylıkla onaylayacağı ve maliyeti düşük bir film için senaryo yazmaya karar verdi. "The Men Who Tread On the Tiger's Tail" isimli, Kanjinchō isimli kabuki oyunundan uyarlanan ve başrolünde komedyen Enoken'in oynadığı bu film 1945 Eylül'ünde piyasaya sürüldü. Enoken, Kurosava'nın yönetmen yardımcılığı zamanlarınla sürekli çalıştığı bir isimdi. Bu zamanlarda, Japonya teslim olmuştu ve Japonya'nın İşgali başlamıştı. Filmin çekiminde ilginç bir tesadüf de yaşanmıştı. Kurosava bir gün çekimlerini yaparken Amerikalı bir grup amiral ve yüksek rütbeli Amerikan subayı sete gelerek filmi sessizce izleyip gittiler. Kurosava bu kişilerden birinin ünlü yönetmen John Ford olduğunu ise sonralardan Londra'da John Ford ile tanıştığında öğrenecekti. Bu dönemde sansür kurulu, Amerikanların eline geçmişti. Sansür kurulu tarafından incelenen filmler ile ilgili raporlar Amerikan Ordusu Genel Karagâh'ına yollandıktan sonra onay alınıyordu. Japon sansürcüleri filmi Kanjinchō'nun gülünç düşürülmüş bir taklidi olarak gördüğü için Kurosava kurul üyeleriyle tartıştı. Bu tartışma neticesinde kurul raporu Karargâh'a yollamadığı için film yasadışı sayıldı ve Amerikanlar tarafından yasaklandı. Lakin üç sene sonra tesadüfen Amerikan Karargâhı'nın bölüm başkanı filmi izledi ve çok ilginç bulduğu için yasaklamayı kaldırttırdı. Savaş bittiğinde, işgalcilerin demokratik idealleri insanların dikkatini topluyordu. Kurosava kendisine saygısını tekrar kazanabilmesi için kişisel ve kendine özgü filmler çekmesi gerektiğini düşünüyordu. Bu tarzda ilk filmi No Regrets for Our Youth oldu. Filmin senaryosu, 1933'te gerçekleşen Takigawa kazası ve Hotsumi Ozaki'nin savaş zamanındaki casusluk hususundan ilham almıştı. Japonya'nın savaş öncesi politik baskı düzenini eleştiriyordu. Alışagelmişin dışında, yönetmenin ana karakteri bu sefer bir kadın karakterdi. Yukie isimli bu karakter, orta sınıfın üzerinde doğmuş ayrıcalıklı biriydi. Ve politik krizin içerisinde kendi değerlerini yargılıyordu. Filmin orijinal senaryosu, tartışmalı temasından ötürü büyük ölçüde yeniden yazıldı. Ve ana karakterin kadın olması eleştirmenleri ikiye bölmüştü. Ama yine de film, seyirci tarafından uygun bulundu. Savaş sonrası, filmin isminin, ""No Regrets for... (...için pişmanlık yok)"", herkesçe bilinir hale gelmiş olan çeşitli söz dizimi versiyonları yapıldı. Kurosava'nın bir sonraki filmi One Wonderful Sunday, Temmuz 1947'de ilk kez gösterime girdiğinde çeşitli eleştiriler aldı. Nispeten karışık olmayan ve duygusal aşk hikâyesiydi. Film, savaş sonrası Tokyo'sunda savaşın fakirleştirdiği bir çiftin bir haftalık izin günlerindeki eğlencesini anlatıyordu. Film, Frank Capra, D.W. Griffith ve Friedrich Wilhelm Murnau gibi yönetmenlerin etkilerini taşıyordu. 1947 yılında Kurosava'nın katılımıyla bir başka film piyasa çıktı. Aksiyon, macera ve korku türündeki Snow Trail isimli bu film Senkichi Taniguchi tarafından yönetildi. Kurosava ise bu filmin senaryosunu yazmıştı. Bu film genç aktör Toshirō Mifune'nin çıkış filmi oldu. Kurosava ve onun akıl hocası Yamasan, Toho stüdyolarını Mifune ile anlaşması için ikna etmişti. Genç aktör, giriş sınavında Kurosava'yı oldukça etkilemişti, ama diğer juri üyelerini ise kendinden soğutmuştu. Kurosava, prodüktör Sōjirō Motoki ve Kurosava'nın yönetmen arkadaşları Kajiro Yamamoto, Mikio Naruse ve Senkichi Taniguchi birlikte Eiga Geijutsu Kyōkai(Film Sanat Derneği) isimli özgür bir prodüksiyon birimi kurdular. Kurosava, Kazuo Kikuta, Taniguchi'nin birlikte ekranlara uyarlardığı çağdaş bir tiyatro oyunu bu organizasyonun çıkış işi ve Daiei stüdyoları'nın da ilk filmi oldu. The Quiet Duel isimli bu filmde Toshirō Mifune'nin canlandırdığı ana karakter, frengi hastalığıyla mücadele eden idealist bir doktordu. Böylece Kurosava, sürekli aynı ganster rollerini oynayan Mifune'yi bu rolden ayırıyordu. Film, Mart 1949'da piyasaya çıktı. Gişe başarısı iyiydi lakin genel olarak yönetmenin daha az önemli filmlerinden biri olarak görüldü. 1949'deki ikinci filmi yine Film Sanat Derneği tarafından prodükte edilmişti. Shintōhō tarafından Stray Dog ismiyle piyasaya sürüldü. Bu dönemde Kurosava'nın en çok övülen işi oldu. Stray Dog, belki de Japonya'da tarz olarak ilk önemli dedektif filmiydi. Scandal filmi, Shochiku stüdyosu tarafından Nisan 1950'de piyasaya sürüldü. Film, yönetmenin deneyimlerinden, anger towards ve Japon sarı gazeteciliğinden ilham almıştı. Film, mahkeme salonunda geçen konuşma özgürlüğü ve kişisel sorumluluklar üzerine sosyal bir filmdi. Ama Kurosava'nın da kabul ettiği üzere ve neredeyse tüm eleştirmenler, bitmiş projenin tatmin edici olmadığını ve konuya odaklanamadığını söyledi. Kurosava'nın 1950'lerdeki ikinci filmi ise Rashomon'du. Bu film yönetmene yeni bir izleyici kitlesi kazandırdı. "Scandal" filmi bittikten sonra, Daiei stüdyolarına yanaştı ve onlar için yeni bir film yapmayı teklif
etti. Kurosava, genç arzulu bir senarist olan Shinobu Hashimoto'dan bir senaryo almıştı. Sonraları bu senaristle beraber 8 film daha yazdılar. Bu senaryo, Ryūnosuke Akutagawa'nın deneysel kısa hikâyesi "In a Grove"dan esinlenmişti. Bu hikâyede, bir samurayı öldüren ve karısına tecavüz eden bir katilin hikâyesi, çeşitli ve çelişkili bakış açılarından anlatılıyordu. Kurosava senaryodaki potansiyeli gördü. Ve Hashimoto'nin yardımıyla hikâyeyi geliştirdiler ve cilaladılar. Daha sonra senaryoyu Daiei stüdyosuna götürdüler. Stüdyo ise filmin bütçesinin düşük olmasından dolayı projeyi mutlulukla kabul etti. Kurosava'nın Toho stüdyolarıyla olan ayrıcalıklı kontratı 1966'da sona yaklaşmıştı. 56 yaşındaki yönetmen ciddi olarak bir değişiklik yapmayı düşündü. Yerli film endüstrisindeki sorunları gözlemledi ve yurt dışından düzinelerce teklif almıştı. Japonya dışında çalışma fikri daha önce hiç olmadığı kadar ilgisini çekti. Kurosava, ilk yabancı yapımlı projesinin hikâyesi için Life dergisinin bir makalesinden yola çıktı. Embassy Pictures yapımı aksiyon korku filmi, İngilizce filme alınacaktı ve filmin ismine "Runaway Train" denildi. Bu film, yönetmenin ilk renkli filmi olacaktı. Ama dil konusunun büyük bir sıkıntı olduğu ortaya çıktı. Çünkü filminde senaryosunun İngilizce versiyonu filmin başlangıç tarihi 1966 sonbaharına bile yetişememişti. Çekimler için kar yağması gerekiyordu ve böylece çekimler bir sonraki yılın sonbaharına ertelendi. Daha sonra, 1968 yılında, çekimler iptal edildi. Neredeyse 20 sene sonra Hollywood'da çalışan bir başka yabancı yönetmen Andrei Konchalovsky, "Runaway Train" isimli bu filmi çekti. Lakin filmin senaryosu Kurosava'nın yazdığından tamamen farklıydı. Yönetmen bu sırada daha iddialı bir Hollywood projesiyle ilgilendi. "Tora! Tora! Tora!" ismindeki bu film, 20th Century Fox ve Kurosawa Production tarafından finanse edildi. Ve hem Amerikan hem de Japon bakış açısından Japonların Pearl Harbor Saldırısını konu aldı. Kurosava filmin Japon bakış açısı kısmını devralırken, Amerikalı yönetmen Richard Fleischer ise filmin Amerikan bakış açısından çekilecek kısımlarını devraldı. Kurosaa senaryo için Ryuzo Kikushima ve Hideo Oguni ile birlikte birkaç ay çalıştı. Ama yakın zamanda proje ortaya çıkmaya başladı. Kurosava, Amerikan sekanslarını ünlü yönetmen David Lean'in yöneteceği söylendiğinden projeye dahil oldu. Lakin bu bir yalandı, ve David Lean projeye hiç dahil olmamıştı. Kurosava bunu öğrenince projenin çekimlerinden kendini kovdurmayı denedi ve başarılı da oldu. Bütçe kesintileri ve Japon sekansları 90 dakikadan uzun olamayacak olması üzerine, Kurosava'nın senaryosu gözden geçirildi. Bazı revizyonlardan sonra, aşağı yukarı son halini almış kesilen senaryo Mayıs 1968'de kabul edildi. Çekimler Aralık'ın başında başladı. Ama Kurosava sadece 3 hafta yönetmen olarak çalıştı. Tanıdık olmayan film ekibir ve Hollywood prodüksiyonlarının gereklilikleri ile mücadele etti. Çalışma metodları Amerikan prodüktörlerin kafasını karıştırmıştı. Prodüktörler en sonunda yönetmenin kafadan rahatsız olduğunu sonucuna vardılar. 1968'in yılbaşı gününde, Amerikanlar, Kurosava'nın projeden "yorgunluk" sebebiyle için ayrıldığını duyurdu. Ve onu kovdular. Daha sonra Kurosava'nın yerine onun sekanslarını çekmesi için Kinji Fukasaku ve Toshio Masuda isimli iki Japon yönetmen getirildi. "Tora! Tora! Tora!", en sonunda isteksiz eleştirilerle birlikte 1970 Eylül'ünde piyasaya çıktı. Eleştirmen Donald Richie'e göre Kurosava'nın kariyerinin "neredeyse tam anlamıyla trajedisi" idi. Hayatının yıllarını lojistik açıdan kâbus olan bu projeye vermişti. Ve sonunda filmin çekim aşamasına katkıda bulunamamıştı. İsmini filmin kredi yazılarından kaldırdı. Lakin Filmin senaryosunun Japon bakış açısı kısmı halen onun ve onun ortak yazarlarının yazdığı içerikler içeriyordu. Daha sonra hayatı boyunca iş birliği yaptığı yazar Ryuzo Kikushima ile yabancılaştı ve onunla bir daha asla çalışmadı. Proje, Kurosava'nın kendi yapım şirketinde kazara yolsuzluğa maruz kalmıştı. Kurosava'nın akıl sağlığı konusunda sorular ortaya çıktı. En kötüsü de Japon film endüstrisi (belki de Kurosava'nın kendisi de) onun bir daha film yapamayacağından şüphelenmeye başlamıştı. Fazlasıyla reklamı yapılmış ama bir fiyasko olarak sonuçlanmış "Tora! Tora! Tora! "filminden sonra, Kurosava halen iş gördüğünü kanıtlamak için hemen yeni bir projeye geçti. Ona yardım arkadaşlarından ve ünlü yönetmenler Keisuke Kinoshita, Masaki Kobayashi ve Kon Ichikawa'dan geldi. Bu isimler daha önce 1969 senesinin Temmuzunda Kurosava ile birlikte "Yonki no kai (4 Şövalyeler Kulübü)" isimli bir prodüksiyon şirketi kurmuştu. Aslında planları her yönetmenin birer film çekmesi olsa da, Kurosava'ya büyük bir motivasyon olacağı gerekçesiyle sadece Kurosava'nın başarılı bir film yapmasına karar verdiler, böylece o sinema sektörüne geri dönmenin bir yolunu bulacaktı. İlk projenin, "Dora-Heita" isimli bir dönem filmi olması teklif edildi ve bu yönde çalışıldı. Lakin bunun çok pahalı olacağı varsayıldı. Ve Shūgorō Yamamoto romanından uyarlayacakları "Dodes'ka-den" isimli bir film üzerine çalışma kararı verdiler. Film, fakirlik ve muhtaçlık hakkındaydı. Film, Kurosava standartlarına göre çabuk olan 9 hafta gibi bir sürede çekildi. Kurosava'nın azmi, onun halen çabuk ve düşük bütçeli aynı zamanda etkili işler yapabileceğini kanıtladı. Bu film Kurosava'nın ilk renkli filmi oldu. Kurosava filmde kendi yaptığı tabloları kullandı. Ve film 1970 senesinin Ekim ayında Japonya'da gösterime girdi. Filmin eleştirisel başarısı düşüktü. Seyircisinin de ilgisini çekmedi. Filmin kaybettiği para 4 Şövalyeler Kulübü'nün dağılmasına neden oldu. Bu filmin başarısızlığı, bir sene sonra Kurosava'nın yaptığı intihar girişiminde de etkili oldu. Film çekecek para bulamayan ve iddialara göre sağlık problemleri nedeniyle acı çeken Kurosava, kırılma noktasına ulaşmıştı. 22 Aralık 1971'de bileklerini ve birkaç kez de boğazını kesti. Bu intihar girişimi başarısız oldu ve yönetmen oldukça kısa sürede sağlığına tekrar kavuştu. Kurosava artık ev hayatına sığınmıştı ve bir daha hiç film çekip çekemeyeceği konuşunda kararsızdı. 1973'ün başlarında, Sovyet Mosfilm stüdyosu yönetmene yakınlaştı ve eğer o da isterse onunla çalışmak istediklerini söyledi. Kurosava, Rus kaşif Vladimir Arsenyev'in otobiyografik eseri "Dersu Uzala"nın bir uyarlamasını yapmayı tavsiye etti. Kitap, doğa, medeniyet tarafından işgal edilmeden önce de doğa ile uyum içinde yaşayan bir avcı hakkındaydı. Kurosava bu filmi 1930'lardan beridir yapmak istiyordu. Aralık 1973'de, 63 yaşındaki Kurosava, kendisine yakın 4 yardımcısı ile Sovyetler Birliği'ne yola çıktı. Ve bir buçuk sene ülkede kaldı. Çekimler Mayıs 1974'de başladı, fazlasıyla şiddetli doğa koşullarında emek isteyen şekilde devam etti. Film, Nisan 1975'de hazırdı. Kurosava, Haziran ayında tamamen bitkin ve ev hasreti içinde Japonya'ya ailesinin yanına döndü. "Dersu Uzala" filminin ilk gösterimi Japonya'da 2 Ağustos 1975'de yapıldı. Ve güzel bir gişe başarısı yakaladı. Japonya'daki eleştirmenler suskunken, film yurt dışında iyi eleştiriler aldı. Moskova Uluslararası Film Festival'inde Altın Küre ödülünü kazandı. Yine Yabancı Dilde En İyi Film Akademi Ödülü kazananı oldu. Kendisine televizyon projeleri teklif edilmesine rağmen o film piyasası dışında çalışmaya sıcak bakmadı. Yine de içkiyi seven yönetmen 1976'da yayınlanan Suntory viskisi reklam serilerinde görünmeyi kabul etti. Bir daha asla film yapamayacağı korkusuna rağmen yönetmen, çeşitli projelerde çalışmaya devam etti. Senaryolar yazdı ve detaylı illüstrasyonlar(storyboardlar) yaptı. Çekmek istediği filmlere dair arkasında görsel kayıtlar bırakmak istiyordu. İstediği filmleri çekmeyi başaramamıştı. 1977'de, Amerikan yönetmen George Lucas, "" filmini yayınladı. Kurosava'nın "Gizli Kale" ve daha birçok filminden etkilenen Yıldız Savaşları büyük bir başarı elde etti. Lucas, birçok Yeni Hollywood yönetmeni gibi Kurosava'yı rol modeli olarak düşündü. Ve Japon yönetmenin finansal yetersizlikten dolayı film yapamadığını öğrenince şok oldu. İkili San Fransisco'da 1978 yılının Temmuz ayında buluştu. Ve Kurosava'nın finansal olarak en uygun filmi "Kagemuşa" hakkında tartıştılar. Bu didaktik hikâye orta çağdaki büyük bir klana sahip bir Japon lordunun dublörü olan bir hırsız hakkındaydı. Lucas, Kurosava'nın senaryosundan ve film için yaptığı illüstrasyonlardan bir hayli etkilenmişti. 20th Century Fox yapım şirketiyle konuşarak onlara Kurosava'yı işe almaları konuşunda baskı yaptı. Stüdyo "Kagemusha"nın çekimlerine başlamadan 10 yıl önce Kurosava'yı işten atan stüdyoydu. Daha sonra Lucas, arkadaşı Francis Ford Coppola'yı da ortak prodüktör olarak işe aldı. 1995'de geçirdiği kaza sonrasında Kurosava'nın sağlığı kötüleşmeye başladı. Hayata veda etmeden önceki son yarım yılda, beyni keskin ve canlı kalırken, vücudu iflas etti. Yönetmen yatağa hapsolmuş şekilde evde müzik dinliyor ve televizyon izliyordu. 6 Eylül 1998'de ise Kurosava 88 yaşındayken Setagaya, Tokyo'da felç geçirerek öldü. Kurosava öldükten sonra bazı filme alınmamış senaryoları filme çekildi. Bunlardan biri olan After the Rain filmi, Takashi Koizumi tarafından yöneltildi ve 1999'da piyasaya sürüldü. Ve bir diğeri Kei Kumai tarafından yönetilen "The Sea is Watching" filmi 2002'de izleyiciyle buluştu. Yonki no Kai ("Dört Şövalyenin Kulübü") isimli, Kurosawa, Keisuke Kinoshita, Masaki Kobayashi ve Kon Ichikawa isimlerinden oluşan bir takım "Dodeskaden" isimli bir senaryo hazırlamıştı. Bu senaryo "Dora-Heita" ismiyle 2000 senesinde filme alındı ve piyasaya sürüldü. Film çıktığında bu dörtlüden hayatta kalan bir tek Kon Ichikawa vardı. Cantor'un köşegen yöntemi Georg Cantor'un doğal sayılar ile reel sayıların birebir eşlemesinin yapılamayacağını göstermek için geliştirdiği yöntem. Böyle bir eşlemenin yokluğu sonsuz elemanlı kümelerin büyüklüklerinin karşılaştırılması kavramının gelişimi açısından son derece önemlidir. Verilen bir A kümesinin en az B kümesi kadar büyük olması B'den A'
ya bir birebir fonksiyonun var olması şeklinde tanımlanır (formula_1 yazılır). Böylelikle B'nin bir kopyasının A'nın içersinde bulunabiliyor olması sağlanır. Eğer aynı şekilde B'den de A'ya bir birebir fonksiyon varsa o zaman bu iki küme eşit büyüklükte denir (formula_2 yazılır). 0 ile 1 arasındaki reel sayılar kümesinin sayılabilir olduğunu varsayalım. Buna göre 0 ile 1 arasındaki her reel sayıya karşılık doğal sayılar kümesinde bir sayı gelmelidir. Yani iki küme birebir eşlenebilir diyoruz. Böyle bir eşlemeyi ele alalım ve 0 ile 1 arasındaki reel sayıları verilen eşleşmeye göre sıralayarak bir liste elde edelim. Bu listede sayıları küçükten büyüğe gelecek şekilde sıralamadım(bu şekilde sıralamaya gerek yoktur bu kısma takılmayın). Aşağıdaki sadece ilk 4 eşleşmeyi yazdım. Bu eşleşmenin sonsuza kadar gittiğini varsayıyoruz(önemli olan nokta burasıdır). Dolayısıyla aslında aşağıdaki birebir eşleşmede tüm doğal sayılar ve 0-1 aralığındaki tüm reel sayılar var diyoruz. Birinci sayının ilk ondalık basamağına bakalım ve buradaki rakamdan farklı herhangi bir rakamı seçip C sayısının ilk basamağı olarak yazalım, aynı şekilde C'nin ikinci, üçüncü... basamaklarını da oluşturalım. Mesela eğer 0 la 1 arasındaki reel sayılar aşağıdaki gibi sıralanmışsa: C sayısının ilk basamağını 1'den farklı, 2. basamağını 5'ten farklı, 3. basamağını 2'den farklı, 4. basamağını gene 9'dan farklı birer rakam olarak seçeriz. (Varsayımımıza göre) Bu şekilde devam ederek 0 ile 1 arasındaki tüm sayıları tararız. Hatırlayın : taradığımız her reel sayıya karşılık doğal sayılar kümesinde bir sayı var(birebir eşleşme). 0 ile 1 arasında var olan tüm sayıları taradık(bu sayılara baktık) ve yukarıdaki anlattığımız yol ile bir C sayısı bulduk. C sayısının 0 ile 1 arasında olduğunu ve 0 ile 1 arasındaki tüm sayıları taradığımızı varsaymıştık. O halde taradığımız sayılardan birisi C sayısı olmalı. Halbuki C sayısı bizim taradığımız sayılardan hiçbirine eşit değil çünkü C sayısını buna göre oluşturmuştuk zaten. Gördüğünüz gibi burada bir tezatlık var. 0 ile 1 arasındaki tüm sayıları tek tek taradığımızı kabul ediyoruz.Ama elimizde 0 ile 1 aralığında öyle bir C sayısı bulduk ki taradığımız tüm sayılardan farklı. Dolayısıyla bu C sayısına karşılık gelebilecek bir doğal sayı da yok. Demek ki varsaydığımız birebir eşleme mümkün değil ve aslında reel sayılar kümesindeki eleman sayısı doğal sayılar kümesindeki eleman sayısından daha fazla. O zaman 0 ile 1 arasındaki reel sayılar kümesi sayılamaz deriz. Huber Köşkü Huber Köşkü, Boğaziçi'nin Rumeli yakasında, Tarabya Koyu'nun güneyinde ve Yeniköy-Tarabya yolunun üzerinde bulunan köşk. Gerisinde Boğaz'a inen yamacın tümünü içine alan yaklaşık 64.000 m²'lik koruluğu vardır. Huber Köşkü, aslında ana bina dışında büyük bir ahır ve arabalık, hizmetliler konutu, iki küçük şale ve seradan oluşan bir malikanedir. 1985 yılından beri Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Köşkü olarak kullanılmaktadır. Huber Köşkü, silah ticareti ve komisyonculuğu yapan ve Mauser Fişek ve Kolonya Müşterek Barut Fabrikaları'nın ve daha sonra da ünlü Krupp firmasının İstanbul'daki temsilciliğini yapan Huber kardeşlerden Auguste Huber ve ailesine aittir. Malikane, önceki sahipleri, Ermeni kökenli Tıngıroğlu ve Düzoğlu ailelerinden satın alınan arazi üzerine kurulmuştur. Huberler, I. Dünya Savaşı sonrasında yenilginin ardından ve herhalde işgalden önce, İstanbul'u terk etti. M. Huber'in ölümü üzerine, eski Maliye Nazırı Necmeddin Molla ailenin yaşadığı Augsburg'a giderek köşkü satın aldı. Köşk daha sonra Mısır Prensesi Kadriye Hanım'a satıldı. Prenses de Mısır'a dönerken Notre Dame de Sion sörlerine sembolik bir ücretle bıraktı. 1973 yılında özel bir inşaat şirketinin eline geçen yapı, 1985 yılında kamulaştırıldı. Daha sonra onarılıp döşenerek Cumhurbaşkanlığı Rezidansı olarak kullanılmaya başlandı. Mimarı ve yapım yılı tam olarak bilinmemektedir. Fakat muhtemelen ünlü İtalyan mimar Raimondo D'Aronco tarafından yapılmış, yine bu mimar tarafından farklı zamanlarda yapılan ilavelerle genişletilmiştir. Tarabya'daki koru arazisini Bay Huber satın aldıktan sonra bizzat kendisi ağaçlandırmıştır. Şu anda Boğaziçi'nin günümüze ulaşan ender korularından biri Huber Malikanesi'nin korusudur. Alman Sefaret Yazlığı ile bitişiktir. İki koru bir bütünlük oluşturmaktadır. Köşk ana bina dışında ahır, arabalık, hizmetliler konutu, iki küçük şale ve bir seradan oluşur. 64 dönümlük bir koruluğu vardır. Gerek mimarisi ve gerek bahçe düzenlenmesi ile köşk muhteşem bir görünüme sahiptir. Tarabya Tarabya, İstanbul Boğazı Avrupa yakasında, Sarıyer ilçesine bağlı mahalle, deniz kenarındaki tavernaları, balık lokantaları ile ünlüdür. Adı terapi anlamındaki Therapia'dan gelir. 5. yüzyılda adı therapeia (tedavi) olarak patrik attikos tarafından değiştirilir . 14. yüzyılda Beyaz Reis'in filosuna yenilen venedik kalyonların bu koya sığınarak yok olmaktan kurtulmuştur . 16. yüzyılda II. Selim burada balık yemeyi severmiş ve yöreye keyif anlamına gelen tarabiye ismini verir. 18. ve 19. yüzyılda Fenerli Rumlar için sayfiye yeri olur. Bugün Marmara Üniversitesi'ne ait olan bölüm ise eski prens Alexandre Ypsilanti yalısıdır. Sarıyer'deki diğer beldelerin aksine yeşillik alan çok fazla bulunmaktadır ve diğer beldelere göre denizden gelen kuzey rüzgarları sayesinde daha serin bir havaya sahiptir. Birçok yat ve tekneye ev sahipliği yapan marinası, Huber Köşkü ve meydanında bulunan dev çınar ağacı ile İstanbul'un popüler kıyı semtlerinden birisidir. Atlas Sineması Atlas Sineması, İstiklal Caddesi üzerinde adını verdiği Atlas Pasajı’nda bulunan, aynı zamanda İstanbul’un en büyük ve tarihi sinemalarından birisidir. Yakın dönemde yenilenen Atlas sineması, 1870'deki Büyük İstanbul Yangınından sonra Sultan Abdülaziz zamanında Ermeni iş adamı Agop Köçeyan tarafından kışlık ev olarak kullanılmak üzere yaptırılmış. Taş ve dökme demir kullanılarak karkas özelliklerde inşa edilen binanın bugün pasaj olarak kullanılan zemin katının eskiden at ahırı olarak kullanıldığı daha sonra ise at cambazhanesine dönüştürüldüğü biliniyor. Zamanla ihtiyaçlar doğrultusunda binanın mimari şekli değiştirilerek bugünkü pasaj kısmına ilave yapılmış ve konak kısmıyla birleştirilmiş. Konak daha sonra Köçeyan tarafından Taksim Vosgeperan Ermeni Kilisesi'ne hediye edilmiş. 1932'de geçirdiği onarımın ardından eğlence ve sanat merkezi haline gelen Atlas Pasajı'nda, 19 Şubat 1948'de 1.860 kişilik kapasite ve 35 loca ile Beyoğlu'nun en büyük sinemalarından biri olarak Atlas Sineması, yine 1948’de Kulis Bar Restoran, 1951’de Küçük Sahne Tiyatrosu açılmış. 1985’te Hazine'ye devredilen tarihi sinemayı şu anda Türker İnanoğlu ve İrfan Atasoy işletiyor. Yakın dönemde restorasyondan geçen ve ses düzeninden localarına, fuayesine kadar tepeden tırnağa yenilenen tarihi sinemada 500, 130 ve 85 kişilik olmak üzere üç ayrı salon bulunuyor. amfi tiyatro şeklinde yapılanan ana salonda hemen her yerden aynı konforda film izlemek mümkün. Perdesinin büyüklüğü de Emek Sineması gibi İstanbul'daki birkaç sayılı sinema arasında. Balkonlar locaya çevrilmiş ve 2,4,6 ve 8 kişilik bu localara yatar koltuklar konulmuş. Emek Sineması Emek Sineması, Cumhuriyet dönemi’nin en eski sinema salonu. 1924 yılında Beyoğlu Yeşilçam Sokak'ta "Melek Sineması" adıyla açıldı. İsmini perdenin iki yanında yer alan Art Nouveau tarzı melek heykellerinden almıştı. Tarihi kimliği, Barok ve Rokoko bezeli yaldızlı tavan ve duvarları, 875 kişilik salonu ve tarihi geçmişi ile diğer sinema salonlarından farklılık göstermektedir. Emek Sineması'nın bulunduğu bina, sinema olmadan önce başka amaçlarla kullanılmıştı. 1884'te mimar Alexandre Vallaury tarafından inşa edilen ve ilk kez “Club des Chasseurs de Constantinople” (İstanbul Avcılar Kulübü) olarak açılan bina daha sonra Strangali’nin Rum Atletik Jimnastikhanesi, ardından 1909'da “Nouveau Cirque” (Yeni Sirk) ondan sonra da “Skating Palace” (Tekerlekli Paten Pisti ve eğlence merkezi)'a ev sahipliği yapmıştır. 1918 yılında ise "Yeni Tiyatro" olarak kapılarını yeniden açmış, 1924 yılının sonuna gelindiğinde de "Melek Sineması" olmuştur. Varlık vergisi yıllarında (1940'lar) bina ve külliyesi belediye tarafından satın alınmış 1957'de Emekli Sandığı'na ihale edilmiştir. Emek Film'in de sahibi olan Emekli sandığı yenilediği sinemanın adını "Emek Sineması" olarak değiştirmiştir.. Daha sonra geçersiz sayılacak olan Türkiye'deki ilk güzellik yarışması, 1926 yılında burada düzenlenmiş ve yarışmayı sinemanın yer göstericisi Araksi Çetinyan kazanmıştır. Sinemanın ilk sahipleri, o dönem "İpek ve Sümer Sinemalarının da sahipleri olan, A. Saltiel ile H. Artidi'ydi. 1945 yılındaki iflasın ardından işletmeciliği alan İpekçi Kardeşler'den sonra, 1957'de sinema İstanbul Belediyesi'ne oradan da Emekli Sandığı'na geçti. Bu tarihte Emekli Sandığı, sinemanın işletmeciliğini de alarak adını Emek"' olarak değiştirdi. 1969 yılında Turgut Demirağ’a geçen sinemanın işletmesini 1975 yılından beri "İsmet Kurtuluş" ve "Süheyla Kurtuluş" yapıyor. 1993 yılında ciddi bir restorasyondan geçen sinema, son olarak 2000 yılında koltukları ve ses düzeni (Dolby Digital) yenilenerek, yeni açılan modern sinemalarla yarışacak bir teknolojiye kavuşmuştur. Sinema binası, 20 Mayıs 2013 tarihinde tamamen yıkılmıştır. Emek sineması, Kamer İnşaat'ın 'Grand Pera' projesi kapsamında tamamen yıkılmıştır. 2015'te Beyoğlu Belediyesi tarafından yapılan açıklamada binanın 2016 yılında tekrar açılacağı beyan edilmiştir. 1950'lerde Büyük Caruzo (The Great Caruso), Denizciler Geliyor (On the Town) ve Yağmur Altında (Singin' in the Rain) gibi popüler Hollywood müzikalleri gösterilen sinema 1952-1953 sezonunda Rüzgâr Gibi Geçti (Gone with the Wind) ile dönemin gişe rekorunu kırdı. 1958'de yeni adıyla açılan Emek Sineması'nda gösterilen ilk film, başrollerini Gina Lollobrigida ve Vittorio Gassman'ın oynadıkları Dünyanın En Güzel Kadını (La donna più bella del mondo) olmuştur. Bu filmle birlikte İtalyan ve Fransız filmlerine ağırlık verilme
ye başlandı; Bisiklet Hırsızları (Ladri di biciclette), Beyaz Geceler (Le Notti Bianche) ve Gece (La Notte) gibi filmler gösterilmeye başlandı. Hemen 1959'dan itibaren yeniden Hollywood yapımları ağırlık kazandı; Bazıları Sıcak Sever (Some Like It Hot), Gurur ve İhtiras (The Pride and the Passion), Krallar Önde Gider (Kings Go Forth), Brahms'ı Sever misiniz? (Goodbye Again), 1962-1963 sezonunda Batı Yakasının Hikâyesi, Harika Hırsız (Gambit), İrlandalı Kız (Ryan's Daughter), (2001: A Space Odyssey), Walker, Pink Floyd Duvar (Pink Floyd The Wall) Günaha Son Çağrı (The Last Temptation of Christ) ve Kocalar ve Karılar (Husbands and Wives) gibi filmler gösterildi. 1987-1988 sezonunda Hakkâri'de Bir Mevsim, Selamsız Bandosu gibi Türk filmleri de yerini aldı. David Lean'in 1971 tarihli "İrlandalı Kız" (Ryan's Daughter) filmi Şubat 1973 tarihinden başlayarak tam 6 ay vizyonda kalarak bir rekor kırmıştı. Bu rekorda bir filmin Türkiye'de ilk kez 70 mm formatta ve 6 kanallı ses sistemiyle gösterilmiş olmasının da payı vardır. Yirmi yılı aşkın süredir İstanbul Film Festivali'ne ve 2002 yılında İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından düzenlenmeye başlanan Film Ekimi etkinliğine de ev sahipliği yapmış olan sinema salonu, 2009-2010 sezonunda kapalı kalmıştır. 28.İstanbul Film Festivalin de, "Vurun Kahpeye" filminin yeniden galası yapılmıştır. Yönetmeni Lütfi Akad gelemese de, başrol oyuncusu Sezer Sezin eşliğinde, film kalabalık seyirci kitlesiyle izlenilmişti. Ken Loach Kenneth Loach (d. 17 Haziran 1936 Warwickshire, Birleşik Krallık), İngiliz televizyon ve bağımsız film yönetmeni. Yoksulluk, barınma ve işçi hakları gibi sosyal konular filmlerinin konusu olmuştur. Sosyal açıdan eleştirel tarzı ve sosyalist idealleriyle tanınır. Babası elektrikçi olan Ken Loach, Oxford'da hukuk okudu. Üniversiteden sonra yönetmenlik öncesi şansını aktörlükte denedi. 1961 yılında Northampton Repertuar Tiyatrosu'nda yönetmen asistanı oldu. Ardından 1963'te BBC'ye geçerek TV yönetmenliğine başladı. "Z Cars", "Diary of a Young Man" (Genç Bir Adamın Güncesi), "Cathy Come Home" (Cathy Eve Gel) gibi dizi ve TV filmlerine imza attı. 1969 yılında en önemli filmlerinden olan "Kes" (Kerkenez)'i çevirdi. 70'ler ve 80'ler boyunca, filmlerini dağıtma zorluğu, politik sansür ve ilgi yoksunluğu gibi sorunlarla karşılaştı. Thatcherizm'in İngiltere'de iktidarda olduğu dönemde konularını alt sınıflardan,yoksulların yaşamından alan sosyal içerikli filmler yapan Loach, madencilerin grevini anlatan "A Question of Leadership" isimli belgeseli ile Muhafazakar Parti'nin büyük tepkisini çekti. Filmlerinde sosyalist kimliğini her zaman öne çıkaran Loach, sıradan insanı ele alarak onun günlük yaşamını, yaşadığı sosyal ve maddi zorlukları tüm çıplaklığıyla ortaya sermiştir. 2 kez "Cannes" Film Festival'inde büyük ödül alan yönetmen, 90'lardan sonra, "Hidden Agenda" (Gizli Gündem), "Raining Stones", Nikaragua'daki Sandinist hareketi işleyen "Carla's Song" (Carla'nın şarkısı), İspanya iç savaşına katılmış bir İngiliz'in hikâyesi "Land and Freedom" (Toprak ve Özgürlük), Çaresizliğin umut ile harmanlandığı "My Name is Joe" (Benim Adım Joe), İngiltere'de demiryollarının özelleştirilmesinin demiryolu işçilerinin üzerindeki etkisini anlatan "Navigators" (Demiryolcular) gibi filmleri yönetti. Yönetmenin son filmi 2004 yılında gösterime giren Pakistanlı göçmen bir ailenin yaşamını anlatan "Ae Fond Kiss"`tir. Ken Loach, 2009 Temmuz ayında Avustralya`nın Melbourne şehrinde gerçekleşen film festivalinde yarışan `Looking for Eric` filmini İsrail`i gerekçe göstererek geri çekti. Festivalin sponsorunun İsrail olduğunu öğrendiğinde, `Şiddet üreten devletin gölgesinde sanat yapılmaz. Sanat savaşa ve yok etmeye değil, barışa ve insanlığa hizmet eder. İsrail, Ortadoğu`daki politikalarını gözden geçirmeli` dedi. 2012 yılında Torino Film Festivali'nde yaşam boyu onur ödülüne değer bulundu ancak Loach festivali düzenleyen Ulusal Sinema Müzesi’nde, işçilerin taşeron şirket aracılığıyla çalıştırılmasını ve güvencesiz düşük ücretle çalışmaya direnen işçilerin işten çıkartılmasını görmezden gelemeyeceğini açıklayarak ödülü reddetti. Yönetmen üzerine Antony Hayward'ın yazdığı Hangi Taraftasınız ("Which Side are You on?") adlı kitap, Türkçe Agora Kitaplığı'ndan Özden Arıkan'ın çevirisi ile çıkmıştır. Ken Loach, 2006 yılında The Wind That Shakes the Barley ve 2016 yılında Ben, Daniel Blake filmleriyle 2 defa Altın Palmiye ödülünü kazandı. Televizyon Sinema Kapadokya Kapadokya, ("Kappadokia") 60 milyon yıl önce Erciyes, Hasandağı ve Güllüdağ’ın püskürttüğü lav ve küllerin oluşturduğu yumuşak tabakaların milyonlarca yıl boyunca yağmur ve rüzgar tarafından aşındırılmasıyla ortaya çıkan bölge. İnsan yerleşimi Paleolitik döneme kadar uzanmaktadır. Hititler'in yaşadığı topraklar daha sonraki dönemlerde Hrıstiyanlığın en önemli merkezlerinden biri olmuştur. Kayalara oyulan evler ve kiliseler, bölgeyi Roma İmparatorluğu'nun baskısından kaçan Hıristiyanlar için devasa bir sığınak haline getirmiştir. Coğrafyacı Strabo, Roma İmparatoru Agustus döneminde yazılan "Geographika" (Coğrafya-Anadolu XII. XIII, XIV) adlı kitabında Kapadokya'nın sınırlarından da bahseder. Bu tarife göre Kapadokya, güneyde Toros Dağları, batıda Aksaray, doğuda Malatya ve kuzeyde Karadeniz' e kadar uzanmaktaydı. Günümüzde ise, Kapadokya olarak adlandırılan bölge, coğrafi oluşumlarının 250 km²' lik bir alanda yoğunlaşmış, başta Nevşehir olmak üzere Kırşehir, Niğde, Aksaray ve Kayseri illerine yayılmış bir bölgedir. En çok ziyaret edilen bölgeler ise; Uçhisar, Göreme, Avanos, Ürgüp, Derinkuyu, Kaymaklı ve Ihlara' dır. Kapadokya bölgesi, doğa ve tarihin bütünleştiği bir yerdir. Coğrafi olaylar Peribacaları'nı oluştururken, tarihi süreçte, insanlar da bu peribacalarının içlerine evler, kiliseler ve manastırlar oymuş bunları fresklerle süsleyerek binlerce yıllık medeniyetlerin izlerini günümüze taşımıştır. İnsan yerleşimlerinin Paleolitik döneme kadar uzandığı Kapadokya'nın yazılı tarihi Hititlerle başlar. Tarih boyunca ticaret kolonilerini barındıran ve ülkeler arasında ticari ve sosyal bir köprü kuran Kapadokya, İpek Yolu'nun da önemli kavşaklarından biridir. MÖ 12. yüzyılda Hitit İmparatorluğu'nun çöküşüyle bölgede karanlık bir dönem başlar. Bu dönemde Asur ve Frigya etkileri taşıyan geç Hitit Kralları bölgeye egemen olur. Bu Krallıklar MÖ 6. yüzyıldaki Pers işgaline kadar sürer. MÖ 332 yılında Büyük İskender Persleri yenilgiye uğratır, ama Kapadokya'da büyük bir dirençle karşılaşır. Bu dönemde Kapadokya Krallığı kurulur. MÖ 3. yüzyıl sonlarına doğru Romalıların gücü bölgede hissedilmeye başlar. MÖ 1. yüzyıl ortalarında Kapadokya Kralları, Romalı generallerin gücüyle atanmakta ve tahttan indirilmektedir. MS 17 yılında son Kapadokya kralı ölünce bölge Roma'nın bir eyaleti olur. MS 3. yüzyılda Kapadokya'ya Hıristiyanlar gelir ve bölge onlar için bir eğitim ve düşünce merkezi olur. 303-308 yılları arasında Hıristiyanlara uygulanan baskılar iyice artar. Fakat Kapadokya baskılardan korunmak ve Hıristiyan öğretiyi yaymak için ideal bir yerdir. Derin vadiler ve volkanik yumuşak kayalardan oydukları sığınaklar Romalı askerlere karşı güvenli bir alan oluşturur. 4. yüzyıl, daha sonra "Kapadokya'nın Babaları" olarak adlandırılan insanların, dönemi olur. Fakat bölgenin önemi, III. Leon'un ikonları yasaklamasıyla doruk noktasına ulaşır. Bu durum karşısında, ikon yanlısı bazı kişiler bölgeye sığınmaya başlar. İkonoklazm hareketi yüz yıldan fazla sürer (726-843). Bu dönemde birkaç Kapadokya kilisesi İkonoklazm etkisinde kaldıysa da, ikondan yana olanlar burada rahatlıkla ibadetlerini sürdürdüler. Kapadokya manastırları bu devirde oldukça gelişir. Yine bu dönemlerde, Anadolu'nun Ermenistan'dan Kapadokya'ya kadar olan Hıristiyan bölgelerine Arap akınları başlar. Bu akınlardan kaçarak bölgeye gelen insanlar bölgedeki kiliselerin tarzlarının değişmesine sebep olur. 11. ve 12. yüzyıllarda Kapadokya Selçukluların eline geçer. Bu ve bunu takip eden Osmanlı zamanlarında bölge sorunsuz bir dönem geçirir. Bölgedeki son Hıristiyanlar 1924-26 yıllarında yapılan mübadeleyle, arkalarında güzel mimari örnekler bırakarak Kapadokya'yı terkettiler. 60 milyon yıl önce 3. Jeolojik devirde Toroslar yükseldi. Kuzeydeki Anadolu Platosu'nun sıkışmasıyla yanardağlar faaliyete geçti. Erciyes, Hasandağı ve ikisinin arasında kalan Göllüdağ, bölgeye lavlar püskürttü. Platoda biriken küller yumuşak bir tüf tabakası oluşturdu. Tüf tabakasının üzeri yer yer sert bazalttan oluşan ince bir lav tabakasıyla örtüldü. Bazalt çatlayıp parçalara ayrıldı. Yağmurlar çatlaklardan sızıp yumuşak tüfü aşındırmaya başladı. Isınan ve soğuyan hava ile rüzgârlar da oluşuma katıldı. Böylece sert bazalt kayasından şapkaları bulunan koniler oluştu. Bu değişik ve ilginç biçimli kayalara halk bir ad yakıştırdı: "Peri bacası". Bazalt örtüsü olmayan tüf tabakları ise erozyonla vadilere dönüştü. İlginç şekilli oluştu. Daha sonraları insan eli, emeği ve duygusu işe koyuldu. Dokuz-on bin yıl öncesine ait yerleşimlerden ilk Hıristiyanların kayalara oydukları kiliselere, büyük ve güvenli yer altı kentlerine kadar uzun bir dönemde büyükana bir uygarlık yaratıldı. Bölge günümüzde turizm açısından büyük bir öneme sahiptir. Avanos, Ürgüp, Göreme, Akvadi, Uçhisar ve Ortahisar Kaleleri, El Nazar Kilisesi, Aynalı Kilise, Güvercinlik Vadisi, Derinkuyu, Kaymaklı, Özkonak Yeraltı Şehirleri, Ihlara Vadisi, Selime Köyü, Çavuşin, Güllüdere Vadisi, Paşabağ-Zelve Anapınar Köyü belli başlı görülmesi gereken yerlerdir. Kayalara oyulmuş geleneksel Kapadokya evleri ve güvercinlikler yörenin özgünlüğünü dile getirirler. Bu evler ondokuzuncu yüzyılda yamaçlara ya kayaların ya da kesme taştan inşa edilmişlerdir. Bölgenin tek mimarı malzemesi olan taş yörenin volkanik yapısından dolayı ocaktan çıktıktan sonra yumuşak olduğundan çok rahat işlenebilmekte ancak hava ile temas ettikten sonra sertleşerek çok dayanıklı bir yapı malzemesine dönüşmektedir. Kullanılan malzemenin bol olması ve kolay işlenebilmesin
den dolayı yöreye has olan taş işçiliği gelişerek mimari bir gelenek halini almıştır. Gerek avlu gerekse ev kapılarının malzemesi ahşaptır. Kemerli olarak yapılmış kapıların üst kısmı stilize sarmaşık veya rozet motifleriyle süslenmiştir. Yöredeki güvercinlikler 19. yüzyılın sonları, 18. yüzyılda yapılmış küçük yapılardır. İslam resim sanatını göstermek açısından önemli olan güvercinliklerin bir kısmı manastır veya kilise olarak inşa edilmişlerdir. Güvercinliklerin yüzeyi yöresel sanatçılar tarafından zengin bezemeler, kitabeler ile süslenmişlerdir. Bölge şarapçılık ve üzüm yetiştiriciliği ile de ünlüdür. Kapadokya'yı eskiden ev olarak kullanıyorlardı. Bu yüzden şimdi kalıntılar çıkartılıyor. Bunlar tarihi eser olarak koruma altına alınıyor. Fritz Lang Friedrich Anton Christian Lang (5 Aralık 1890 Viyana - 2 Ağustos 1976 Hollywood) Avusturyalı yönetmen, senaryo yazarı, film yapımcısı. Sinema tarihinin önemli filmlerinden biri olan Metropolis en önemli yapıtıdır. Mimar bir babanın oğlu olarak Viyana'da dünyaya geldi. Viyana'da mimarlık ve resim eğitimi aldığı sıralarda çıktığı dünya turu ardından eğitimini Paris ve Münih sanat akademilerinde sürdürdü. Gönüllü olarak katıldığı I. Dünya Savaşında yaralandıktan sonra döndüğü Viyana'da film senaryoları yazmaya başladı. Daha sonra Alman UFA stüdyolarında çalışmaya başlayan Fritz Lang, Alman dışavurumcu sinemasının yükselişiyle kısa sürede bu akımın en önemli yönetmenlerinden biri konumuna geldi. İki bölümden oluşan 1922 tarihli ‘’Dr. Mabuse, der Spieler’’ (Doktor Mabuse), insanları hipnoz ederek suç işleyen bir cani olan Dr. Mabuse'un hikâyesini anlatan psikolojik gerilimdi. Film dışavurumcu sinemanın en önemli eserlerinden biri olurken yönetmenin toplumsal sorunlara olan duyarlılığını da gösteriyordu. Ardından Alman halk destanı ‘’Die Niebulungen’’ (Nibelungen) (1924), ve bilim kurgu türünün ilk örneklerinden sayılan Metropolis'i (1927) yönetti. Metropolis, gelecekteki bir şehirde insanların yaşamından kesitler sunuyordu. O dönem için rekor denilebilecek bir masrafla çekilen film, sinema dili açısından birçok yeni teknik kullanarak büyük bir başarı kazandı. Filmin başarısı ve konusunun çekiciliği yükselişte olan Nazi hareketinin de ilgisini çekti. Dr. Mabuse'un ve Metropolis'in Nazilerin hayranlığını bu denli kazanması üzerine Nazi olmadığını açıklamak istercesine yönetmen, Das Testament des Dr. Mabuse (Dr. Mabuse'ın Vasiyeti) (1932) filmini çekti. Film Nazi propaganda bakanı Joseph Goebbels tarafından yasaklanmasına rağmen, Fritz Lang'a hayranlık duymaya devam eden Naziler ona Devlet Sinema Müdürlüğünü önerdiler. Fritz Lang Fransa'ya kaçarak bu öneriyi reddetti. Fakat karısı Thea von Harbou ondan boşanarak Nazi Partisine katıldı. Dr. Mabuse'ın vasiyeti öncesi 1931 yılında çevirdiği M (Fritz Lang's M ) ilk sesli film çalışmasıdır. Filmin başrolünde çocuk katili rolünde ünlü Alman oyuncu Peter Lorre 'yi oynatmıştır. Kara Film türünün en iyi örneklerinden sayılan M, Nazilerin iktidara gelmesi öncesi Alman toplumunun sokakta yaşadığı gerginliği ustalıkla yansıtıyordu. Fransa'dan sonra Amerika'ya geçen Lang MGM stüdyolarında çalışmaya başladı. 1936 yılında çevirdiği Fury (Öfke), maden işçilerinin dünyasında geçmektedir. 1937 yılında ise You Only Live Once (Günahsız Katiller) adlı filmi çevirdi, Western türünde de eserler veren yönetmenin The Return of The Frank James (Frank James'in Dönüşü ) (1940) , Western Union (Çöl Devleri) (1941) filmleri bu türe örnektir. Senaryosunu Berthold Brecht'le birlikte yazdıkları Hangman Also Die (Cellatlar da Ölür) filmini 1942 de çevirmiştir. Ancak yönetmenin bu dönemdeki çalışmalarının Almanya'da yaptığı çalışmalara oranla daha zayıf olduğu dönemin eleştirmenleri tarafından vurgulanmaktaydı. 1950'ler boyunca Hollywood'da çalışma zorlukları yaşayan Lang, Almanya'ya dönerek son Dr. Mabuse filmini 1960 yılında Almanya'da çekmiştir. Lang, Jean-Luc Godard'ın 1963 yapımlı Le Mephris (Nefret) adlı filminde kendisini oynamıştır. Son yıllarını Amerika'da gözleri görmez bir şekilde geçiren Lang, 1976 yılında Hollywood'da öldü. İşaretçiler Programlama dillerinde bellek adreslerini saklayan değişkenlere verilen genel isim. Bir programlama dilinde herhangi bir değişkeni tanımladığınızda hafızada ona bir yer ayrılır. İşaretçiler ( pointers ) bu hafıza alanlarının adreslerini tutarlar. Programlama dilinden bağımsız bir örnek vermek gerekirse. a bir tam sayı değişkeni olsun. Biz a sayısını tanımladığımızda hafızada ona bir yer ayrılır ve bu değişkene bir değer atadığımızda bu değer bu bellek alanında tutulur. Aşağıdaki örnekte a değişkenine 5 değeri atanmıştır. a değişkeninin bellek adresi ise 0x0000ffff dir (bu hexadecimal (onaltılık tabanda) bir değerdir ). Şimdi biz i işaretçisine a değişkeninin adresini atarsak (kendisini değil adresini) bu durumda i değişkenin (veya kopyalarının) üzerinde yapacağımız her değişiklik doğrudan a değişkenini etkileyecektir. Yukarıda da görüldüğü gibi işaretçi bellekte ayrı bir yer kaplamakta (kendisine ait bellek adresi var) buna karşın kendine ait bir değer içermemekte başka bir değişkenin bellek adresini saklamakta (ve dolayısı ile işaret etmektedir). Kernel mode Kernel Mode; bilgisayarda, Linux işletim sistemi açılışta "kernel mode"da ( ring 0 ) başlar. Bu seviyede çalışan programlar bütün bellek adreslerine ve Giriş-Çıkış (sabit disk ve benzeri) aygıtlarına tam yetki ile erişirler. Ayrıca bu modadayken tüm sistem fonksiyonlarına erişilebilir, bellek yeniden adreslenebilir. "(Not: Yukarıda yazanlar Linux işletim sistemi referans alınarak yazılmıştır. Ancak diğer pek çok işletim sisteminde de geçerlidir.)" User mode Bir işletim sistemi açılışta kernel modeda başlar. Kullanıcı sisteme girdikten sonra, user moda (ring 3) geçer. Bu modda kullanıcı sistem için kullanılan fonksiyonları güvenlik açısından kullanamaz. Kullanıcı sadece kendi başlattığı uygulamaların adres alanları içerisinde kalmak suretiyle işlerini yürütebilir. Sistemin güvenli bir şekilde çalışabilmesi için kullanıcıya kısıtlı izinler tanınmıştır. Linux sisteminin sistem fonksiyonlarını kullanabilmesi için, user modundan sistem moduna ( kernel mode ) geçmesi gerekir. Bu da kullanıcının programlarında kullandığı API (Application Programming Interface) fonksiyonlarıyla gerçekleşir. Örneğin read, write sistem fonksiyonlarıdır ve bunların çalışabilmesi için sistem moduna geçilmesi gerekmektedir. Bu değişiklik otomatik olarak yapılır ve daha sonra user moda geri dönülür. Not: Yukarıda yazanlar Linux işletim sistemi referans alınarak yazılmıştır. Ancak diğer pek çok işletim sisteminde de geçerlidir. Uzay mühendisliği Uzay mühendisliği , dünya çevresindeki hava-uzaydan ekonomik, bilimsel ve teknolojik amaçlı hizmet ve ürün sağlamayı amaçlayan bir mühendislik dalıdır. Uzay mühendisleri sivil ve askeri kuruluşlarda, dünya çevresinde yörüngeye konacak insanlı ve insansız hava-uzay araçlarını ve bunları yörüngeye koyacak roketleri tasarlayan ve inşa eden, görev ve yol planlarını  hesaplayan, sürekli kontrol ederek, görevlerini yerine getirmelerini sağlayan mühendislerdir. Ayrıca, hava-uzay  araçlarında yapılacak bilimsel ve teknolojik amaçlı deneylerin gerçekleştirilmesinde de görev alırlar. Hidrojen depolama Yapılan araştırmalar sonucunda, mevcut koşullarda hidrojenin diğer yakıtlardan yaklaşık üç kat ucuz olduğu ve yaygın bir enerji kaynağı olarak kullanımının, hidrojen üretiminde maliyeti düşürücü teknolojik gelişmelere bağlı olacağı ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte, ihtiyaç fazlası elektrik enerjisinin hidrojen olarak depolanması günümüz için geçerli bir alternatiftir. Bu tarzda depolanan enerjinin yaygın olarak kullanılabilmesi, biraz da yakıt piline dayalı otomotiv teknolojilerinin geliştirilmesine bağlıdır. Depolanabilirliği, hidrojenin belki de en önemli özelliğidir. Günümüzde büyük miktarlarda enerji depolamak için hala uygun bir yöntem bulunamamış olması, hidrojenin önemini daha da arttırmaktadır. Bir örnek verilecek olursa; eğer bugün hidroelektrik santrallerinden elde edilen enerjinin depolanması mümkün olsaydı, enerji sorunu büyük ölçüde çözülmüş olurdu. Hatta hidroelektrik enerji kaynağı bol olan Kanada ve Yeni Zelanda gibi ülkelerin bu doğrultuda programlar başlattığı bilinmektedir. Bu yaklaşım hidroelektrik santrallerinin belirli yoğunlukta sürekli çalışmasını esas almakta, ihtiyaç fazlası enerji ise suyun elektrolizi ile hidrojen üretiminde değerlendirilmekte ve bu şekilde enerji depolanmaktadır. Buna rağmen hidrojenin en hafif element olması, depolanma açısından sorun oluşturmaktadır. Bu sorunun önüne geçmek için çeşitli yöntemler geliştirilmiştir. Hidrojen konusunda en bilinen depolama yöntemi, gaz olarak basınçlı tanklarda depolamaktır. Hidrojen, günümüzde genellikle 50 litrelik silindirik depolarda 200-250 barlık basınç altında depolanmaktadır (bu basınç değeri 600-700 bar’a kadar çıkabilir). Ancak hidrojen çok hafif olduğundan dolayı hacimsel enerji yoğunluğu çok düşüktür. Bunun dışında, yüksek basınç sebebiyle depolama tankları çok ağır olmaktadırlar. Bu durum, hidrojenden alınacak olan verimi düşürür. Örneğin, basınçlı depo malzemesi olarak ostenitik çelik ve bazı alüminyum türleri kullanıldığında, depolanan hidrojenin, tüm depo ağırlığına oranı %2-3 civarında kalmaktadır. Ancak bu malzemelerin yerine karbon kompozit kullanılmasıyla, ağırlık oranı daha da artmış ve %11,3 seviyesine yükselmiştir.Tanklar genellikle çelik, kompozitle kaplanmış aluminyum ve kompozitle kaplanmış plastik malzemeden yapılmaktadır. Taşıtlarda ise hafif kompozit kullanılmaktadır. Hidrojen petrole göre 4 kat fazla hacim kapladığından dolayı, bu hacmi küçültmek için hidrojeni sıvı halde depolamak gerekir. Bunun için de yüksek basınç ve soğutma işlemine ihtiyaç duyulur. Hidrojen gazı 20,25 K sıcaklıkta sıvılaştığı için, sıvı depolarında izolasyon önemlidir. Sıvı hidrojen, özellikle uzay teknolojisinde ve bazı roketlerde kullanılmaktadır. Sıvı hidrojen, 900 bar basınç altındaki hidrojen gazıyla aynı yoğunluğa
sahiptir: 71 kg/m³. Ancak sıvı depolama, gaz sıkıştırmaya göre daha düşük basınçlarla çalışıldığı için daha emniyetlidir. Ayrıca depolama tankı ile sıvı hidrojenin ağırlık oranı %26 civarındadır. Bu yöntem orta veya küçük ölçekte depolama için en çok kullanılan yöntemdir, ancak büyük miktarlar için oldukça pahalıdır. Çünkü hidrojeni sıvılaştırmak için gereken enerji, hidrojenin sağlayacağı yakıt enerjisinin %28’i civarındadır. Bu oran büyük olsa bile, uzay araçları ve roketlerdeki sıvılaştırma masrafları göz ardı edilmektedir. Ayrıca, Mercedes, GM ve Honda gibi üreticiler, sıvı hidrojenle çalışacak modeller geliştirmektedir. Bir diğer pratik çözüm ise, sıvı hidrojenin düşük sıcaklıktaki tanklarda saklanmasıdır. Örneğin, dünyanın en büyük sıvı hidrojen tankı, Kennedy Uzay Merkezi’nde olup, 3400 m³sıvı hidrojen alabilmektedir. Bu miktar hidrojenin yakıt olarak değeri 29 milyon MJ veya 8 milyon kW.saat'e karşılık gelmektedir. Sıvı hidrojen büyük tanklarda depolanmışsa günlük %0,06’sı, küçük tanklarda depolanmışsa günlük %3’ü buharlaşarak kaybolmaktadır. Bu oranın azaltılması izolasyona bağlıdır. Metanol veya etanol gibi hidrokarbonlu yakıtlar, saf sıvı hidrojenden daha fazla hidrojen içerirler. Yüksek sıcaklıklarda su buharı kullanılarak, hidrokarbonlardan hidrojen ayrıştırılabilir. Böylece, %70-75 oranında hidrojenin yanı sıra, karbondioksit, karbonmonoksit ve su oluşur. Hidrokarbonlu yakıtlar, hidrojenli araçlar için daha iyi bir alternatif sunarlar. Örneğin, metanol kullanımı ile, ağır hidrojen tanklarına veya dolum istasyonlarına gerek kalmayacaktır. Daimler-Chrysler’e göre metanol, sıvı hidrojenden daha yaygın olarak kullanılacaktır. Çünkü normal şartlar altında sıvı olarak bulunması sebebiyle, kullanılan arabalar üzerinde fazla bir değişiklik yapılmadan adapte olunması mümkün olacaktır. Hidrojen kimyasal olarak metallerde, alaşımlarda ve ara metallerde hidrür olarak depolanabilmektedir. Önemli ölçüde hidrojen absorbe eden metal hidrürler, hidrojen depolamak için çok uygun bir yöntem olmasına karşın, kendi ağırlıkları ciddi sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Şu anda en öne çıkan metal hidrür cinsi olan Titanyum emdirilmiş NaAIH, gelecek vadetmekte ve 250 °C’de %4,5 oranında hidrojen depolamaktadır. Ancak 35 defa tekrarlanan doldurma-boşaltma sonunda hidrojen depolama kapasitesinin %4,5’ten %3,5’e indiği gözlenmiştir. Metal hidrürlerin çok ağır olması, belli bir doldurma-boşaltma kapasitelerinin olması ve ayrıca nadir bulunan elementlerden oluşmaları, eksi yanlarıdır. Son 10 yıldır yüksek depolama kapasiteleri nedeniyle alüminyum ve bor içeren kompleks hidrürler yoğun olarak çalışılmaktadır. Bor içeren kompleks hidrürler sıvı koşullarda kullanılması nedeni ile de önem taşımaktadır. Bor esaslı sistemler ana olarak sodyum bor hidrürü esas almaktadır. NaBH, katı halde ağırlıkça %10,5 hidrojen içerir. Çözelti halindeki sodyum bor hidrür, aşağıdaki reaksiyona göre hidrojenini vererek sodyum metaborata dönüşür: NaBH + 2HO → 4H + NaBO HO ve NaOH ilavesi ile sodyum bor hidrürün sıvı içerisindeki miktarı ağırlıkça %20-35 arasında olabilmekte, bu da sistemde ağırlıkça %4,4-7,7 arasında hidrojenin depolanmasına olanak vermektedir. Sodyum bor hidrürde hidrojen depolamanın en önemli üstünlüğü depolanan hidrojenin oda sıcaklığında geri alınabilmesi ve geri alımın katalizör yardımı ile kolaylıkla kontrol edilebilmesidir. Sodyum bor hidrürün hidrojen amaçlı kullanımında en önemli sorun, oluşan metaboratın tekrar NaBH’e dönüştürülmesidir. Hidrojen depolamada sodyum bor hidrür kullanmanın bir diğer avantajı, hidrojene geçişte en önemli sorun olarak görülen hidrojenin patlayıcılık riskinin azaltılmasıdır. Hidrojen kullanımının verimli hale gelebilmesi için, patlama riskinin mutlaka azaltılması gerekmektedir. Sodyum bor hidrür, belli koşullarda yanmayan, ancak istendiğinde hidrojeni açığa çıkartan bir özelliğe sahiptir. Halen özel camlar veya izolasyon malzemeleri gibi alanlarda kullanılan sodyum bor hidrürün ana maddesi olan bor, Türkiye’de de bolca bulunmaktadır. Hidrojen depolamada sodyum bor hidrür'ün efektif olarak kullanılabilmesi pratikte mümkün olmayacaktır. Bir evin nominal güç itiyacının veya en düşük kapasiteli bir aracın 5000 watt olduğu düşünülürse, dakikada 64 litre hidrojene ihtiyaç duyulacak. ( 5000 watt yakıt pili ile ilgili özellikler: http://www.horizonfuelcell.com/file/H-Series.pdf ) Bu durumda 5000 watt için saatte 3840 litre hidrojen lazım. Yani 272 kg hidrojeni 1 saatte tüketeceğiz. Borhidrür içerisinde ağırlıkça %20 hidrojen olduğu hesap edilirse 1300 kg borhidrür kullanarak 1 saat boyunca 5000 watt güç elde etmiş olacağız ki bu da pratikte kaldırılması mümkün olmayan yükleri getirecektir. Enerji depolamada hidrojenin alternatif olabilmesi bu açıdan pek mümkün görünmüyor. Düzeltme talebi: Hesaplamada hata var. Hidrojenden daha yoğun bir kimyasal enerji kaynağı yoktur. 3840 diye verilen litre atmosfer basıncının altında gaz fazında, yani 0,45 bar gibi, kg analizi ise sıvı fazdaki oksijen için hesaplanmış. 272 kg hidrojen 1 atmosfer basıncında, yaklaşık hidrojenin 1 molü 1g olduğuna göre 272000g *22,4=6092800 litre yer kaplar. Ayrıca hidrojenden direkt olarak elektrik enerjisi üreten bir sistem örnek verilmiş. Bu pilde %40 verimle çalışmakta. İkinci düzeltme talebi: Verilen sayfadaki üründe 65 litre/dakika beslemeden bahsediliyor, 65*60=3900 litre/saate denk gelir. Üstteki düzeltmede belirtildiği gibi hesap 0,5 bar üzerinden yapılmış. Klasik pV=nRT üzerinden hesaplarsak 1 atmosfer basıncı da 1 bar kabul edersek ihtiyaç olan gaz miktarı 3900/2=1950 litre/saat olur. 1 mol ideal gaz, normal şartlarda (25 derece sıcaklık 1 atm basıç) 22.4 lt hacim kaplar. Bu durumda 1950 litre/ 22.4 litre mol-1=87 mol eder. 1 mol H2 2 gr ettiğine göre 87*2=174 gr Hidrojenle bu sistem 1 saat boyunca 5 kW enerji sağlar. 174 gr Hidrojeni tutmak için gereken BH4 miktarını hesaplamak anlamsızdır, zira uygulamada saf BH4 değil metal üzerine absorblanmış BH4ler yakıt hücresi olarak kullanlmaktadır, bunların kullanılabilir olanlarının verimliliği ağırlıkça %10 (ve daha üstü) Hidrojen salınımına kadar çıkmıştır. Yani ideal durumda, bahsedilen yakıt pilinin verimiyle 1.74 kglık yakıt hücresinden 1 saat boyunca 5 kW'lık güç sağlanabilir. Hidrojen, gaz veya sıvı olarak saf halde uygun çelik tanklarda depolanabileceği gibi, fiziksel olarak karbon nanotüplerde de depolanabilmektedir. Karbon, özellikle yüksek oranda gözenekli çok küçük parçalar haline getirilebilmesi ve karbon atomları ve gaz molekülleri arasında oluşan çekim kuvveti nedeniyle gaz depolamaya en elverişli maddelerden biridir. Karbon nanotüpler, grafit tabakaların tüp şekline dönüşmüş halidir. Çapları birkaç nanometre veya 10-20 nanometre mertebesinde, boyları ise mikron seviyesindedir. Elastiklik modülleri çelikten 5 kat daha fazladır. Tek cidarlı nanotüpler %14, çok cidarlılar %7,7, içlerine alkali elementler yerleştirilenler ise %20 ağırlık oranına kadar hidrojen depolayabilirler. 20 bar basınç altında yapılan deneylerde, bu oran %70’e kadar çıkarılmıştır. Nanotüpleri en büyük dezavantajı maliyetlerinin oldukça yüksek olmasıdır. Eğer gelecekte ucuz üretim yöntemleri gelişirse, yaygın olarak kullanılabilecek hale gelebilirler. Nanotüplerdeki absorbe işlemi, karbon atomlarının hidrojen moleküllerine uyguladığı Van Der Waal’s kuvveti ile gerçekleşmektedir. Yani kimyasal değil, fiziksel bir olaydır.Ayrıca karbon nanotüplerin hidrojenin depolanması yanında hidrojen kullanılarak elde edilen enerji sistemlerinde de kullanımı vardır. Çapları 25-500 µm arasında değişen cam küreler, cidar kalınlıkları 1 µm olan bir tarafı açık cam baloncuklardır. Bu kürelere yüksek basınç ve sıcaklık altında depolanmaktadır. Yüksek sıcaklık sonucunda cam cidarı geçirgen hale geldiğinde, hidrojen atomları camlara girer. Camlar soğutulunca da içeride hapsolur. Depolanan hidrojen, camların ısıtılması veya kırılması yoluyla tekrar geri alınabilir. Cam kürelerin depolama kapasitesi 200-490 bar basınç altında %5-6 civarındadır. Bütün bu yöntemlerin dışında hidrojen gazını depolamanın belki de en ucuz yöntemi, doğalgaza benzer şekilde, yeraltında, tükenmiş petrol veya doğal gaz rezervuarlarında depolamaktır. Maliyeti biraz yüksek olan diğer bir depolama şekli ise, hidrojeni maden ocaklarındaki mağaralarda saklamaktır. Örneğin Almanya’da Kiel şehrinde 1971’den beri yerin 1330 m altındaki bir mağarada hidrojen depolanmaktadır. Ancak mağaralarda saklanan hidrojenin yılda %1-3’ü arası, sızıntı nedeniyle kaybolmaktadır. Termoelektrik soğutma Termoelektrik soğutucular, bir nesnenin sıcaklığını çevre sıcaklığının altına düşürürken, çevredeki sıcaklık ne olursa olsun, nesne sıcaklığını dengede tutarlar. Peltier ısı transferi elemanlarının aktif bir soğutma sistemi olup, miliwatt’tan kilowatt’a kadar değişen bir yelpazedeki uygulamalar için kullanılabilir. Çoğu termoelektrik soğutucu modül, yüzey alanı başına 3-6 watt/cm’lik bir pompalama yapabilir. Bu soğutucular piyasada peltier adıyla da bulunmakta olup çektiği güç miktarına bağlı olarak fiyatı değişmektedir. Günümüzde uygun fiyatla 45 watt ve 545 watt arası termoelektrik soğutucular bulunabilmektedir. Termoelektrik soğutucular, bazen termoelektrik modül veya Peltier soğutucusu diye de adlandırılabilir. Termoelektrik soğutucular, küçük bir ısı pompası gibi çalışan yarı iletkenlerdir. Bir doğru akım kaynağından sağlanan küçük bir voltaj sayesinde, ısı, modülün bir ucundan diğerine doğru hareket eder. Böylece modülün bir yüzü ısınırken, diğeri de eşzamanlı olarak soğumaya başlar. Bu olay, doğru akım kaynağının artı ve eksi kutuplarının yer değiştirmesiyle aksine çevrilebilir. Bir termoelektrik modülü, kullanım amacına göre ısıtıcı veya soğutucu olarak kullanılabilir. Modülün soğuk kısmı –40C'ye ulaştığında, ısı pompalanması kesilir ve ısı pompası özelliğini kaybeder (verim sıfıra düşer). Bu yüzden –5 ila –15C arasında en verimli olur. Sıcaklık bu noktada en yüksek değeri DeltaT’ye (formula_1) ulaşır. Eğer soğuk kısma azar azar ısı ekle
nmeye başlanırsa, bu kısmın sıcaklığı, ısı musluğunun sıcaklığına eşitlenene kadar yükselir. Bu noktada termoelektrik soğutucular, en yüksek ısı pompalama kapasitelerine ulaşırlar. Termoelektrik soğutucular, evde kullandığımız buzdolaplarıyla aynı termodinamik yasalara göre çalışmasına rağmen bazı farklılıklar taşır. Buzdolabında kullanılan dondurucu sıvının yerini, bir yarı iletken alır. Yoğuşturucu da bir ısı transfer elemanıyla yer değiştirir. Ayrıca kompresörün yerini de doğru akım kaynağı alır. Termoelektrik modüle doğru akım kaynağının bağlanması, elektronların yarı iletken nesneden geçmesini sağlar. Maddenin soğuk tarafında, elektron hareketi sayesinde ısı soğurulur ve sıcak uca gönderilir. Sıcak olan uca ısı transfer elemanı bağlandığı için, ısı, ısı transfer elemanından çevreye verilir. Terrmoelektrik soğutucuların başlıca kullanım alanları mikroişlemciler, buzdolapları, gece görüş teçhizatları vb. olarak verilebilir. Peltier soğutucu veya termoelektrik soğutucu, termoelektrik prensiplerle çalışarak soğutucu olarak kullanılan elektronik bir cihazdır. Termoelektrikte peltier etkisi olarak bilinen olgu cihazın çalışma prensibinin temelini oluşturur. Bu etkiden Teori bölümünde daha ayrıntılı bahsedilmiştir. Peltier Soğutucu temelde termoelektrik bir cihazdır. Termoelektrik cihaz iki şekilde kullanılabilir. Birincisi, cihazın iki tarafına sıcaklık farkı uygulandığında termoelektrik cihaz elektrik üretmek için kullanılabilir. İkincisi, termoelektrik cihaza elektrik (doğru akım) uygulandığında cihazın bir tarafı ısınır ve diğer tarafı soğur. Cihazın soğuk tarafını herhangi bir uygulamada kullanmak bu cihazın peltier soğutucu olarak tanımlanmasını gerektirir. Peltier soğutucular ısı pompası olarak çalışırlar, ısıyı cihaz yapısı içerisinde bir yerden başka yere taşırlar. Bu cihazlar katı hal soğutucular olarak da tanımlanabilirler. Peltier Soğutucunun basit yapısı yandaki şekil'den görülebilir. Doğru akımın yönü değiştirildiğinde sıcak ve soğuk taraflarda değişecektir. Peltier Soğutucular içlerinde birden çok termoelektrik element olacak şekilde üretilirler. İçerisinde birden çok termoelektrik element bulunduran bu yapıya modüler yapı denir ve modüler yapıdaki bu cihazlara ise termoelektrik modül denir. Modüler yapı cihaza performans yönünden büyük katkı sağlar, bir tek termoelektrik elementin bulunduğu yapıdan yeterli soğutma elde etmek çok zordur. Peltier soğutucuların kapasitelerini ve verimliliklerini değişik tasarımlar ve değişik termoelektrik malzemeler kullanarak değiştirmek mümkündür. Doğru tasarımlarla kriyojenik sıcaklıklara inmek mümkün olabilmektedir. Peltier soğutucular gaz sıkıştırmalı soğutucularla aynı termodinamik kanunlara göre çalışsa da soğutma yöntemleri tamamen farklıdır. Fakat peltier soğutucular mevcut termoelektrik malzemelerle ve cihaz tasarımlarıyla geleneksel gaz sıkıştırmalı sistemler kadar verimli soğutma yapamamaktadırlar. Buna rağmen basit yapıları ve küçük boyutlarda üretilebilmeleri peltier soğutucuları bazı kullanım alanları için uygun kılmaktadır. 1823'te Estonyalı bilim adamı Thomas Johann Seebeck, iki farklı iletken kullanılarak bir halka oluşturulduğunda ve bu halkadaki bağlantı uçları ısıtıldığında pusulanın iğnesini saptırabildiğini görmüştür. Oluşturulan yapı bir tür manyetik etki yapıyordu. Seebeck daha sonra bu olguyu Dünya'nın manyetik alanı ve kutuplarla ekvator arasındaki sıcaklık farkıyla ilişkilendirebilmek için kullandıysa da bir sonuca varamadı. Seebeck bu olguyu farklı malzemelerle denedi ve bunları elektriksel iletkenlikleri (σ) ve seebeck katsayıları (α) çarpımına göre sıraladı. Seebeck katsayısının birimi derece başına Volt'tur (VK) Sıralamadaki ilk ve en son malzemeleri kullanarak elektrik üretti. Seebeck'ten 12 yıl sonra 1835'te, Fransız bilim adamı Jean Charles Athanase Peltier karşıt bir etkiyi keşfetti. İki farklı iletken kullanılarak yapılmış bir sisteme elektrik akımı uygulandığında halkanın bağlantı noktalarından birinin ısındığını ve diğerinin soğuduğunu gözlemledi. Fakat Peltier bulgularını Seebeck'inkilerle ilişkilendirmedi. 1832'de Peltier'in gözlemleri Lenz tarafından açıklandı ve şu şekilde sonuç çıkardı: İki farklı iletkenin oluşturduğu halkanın bağlantı noktalarından akım geçer ise akımın yönüne bağlı olarak bir bağlantı noktası ısınırken diğeri soğur. Çıkarımını bizmut-antimon bağlantı noktasında suyu dondurarak gösterdi. 1851'de İngiliz bilim adamı William Thomson, 1st Baron Kelvin, Seebeck and Peltier etkileri arasında bir bağlantı kurdu ve bu etkileri termodinamik yasalarını kullanarak açıkladı. Lord Kelvin daha sonra tek bir iletkenden geçen akımla iletkende oluşan sıcaklık değişimini ilişkilendiren başka bir termoelektrik etkiyi tahmin etti. 1885'te Rayleigh yanlış olmasına rağmen ilk termoelektrik jeneratörün verimini hesapladı. 1909 ve 1911'de Alman bilim adamı E. Altenkirch termoelektrik elektrik üretimi ve soğutma için bir teori geliştirdi ve iyi bir termoelektrik malzemenin küçük ısı iletkenliğine formula_2 ve yüksek elektriksel iletkenliğe formula_3 sahip olması gerektiğini söyledi. Teorisini "figure of merit (Z)" olarak toparladı. formula_4 , Z: Figure of merit (belli bir sıcaklıkta) 1950'de transistör uygulamaları için geliştirilen sentetik yarı-iletken malzemeler termoelektrik uygulamalar için de iyi özelliklere sahipti.Bu yeni malzemelerin ortaya çıkmasıyla modern peltier soğutucular diyebileceğimiz, p ve n tipi yarı iletken malzemelerin iki elektriksel yalıtkan plaka arasına electriksel olarak seri ve termal olarak paralel bağlanmasıyla oluşturulan peltier modüller oluşturuldu. Çok katlı modüllerin oluşturulmasıyla ticari peltier soğutucuların 170 K sıcaklığa kadar inmesi mümkün oldu. Bugün, malzemelerin katı hal teorisi, termoelektrik malzemelerin geliştirilmesi için sağlam bir model sunuyor. Yeni ve daha verimli termoelektrik malzeme üretim çalışmaları bu model çevresinde halen devam ediyor. Peltier Soğutucular geleneksek gaz sıkıştırmalı soğutucular kadar verimli olmasalar da basit yapıları, küçük boyutlarda üretilebilmeleri ve kriyojenik sıcaklıklara inebilmeleri bu cihazları bazı uygulamalar için uygun kılmaktadır. Özellikle ufak boyutlu üretilebilmeleri elektronik cihazların soğutmalarında kullanılmalarına olanak sağlamaktadır. Mikro işlemci ve sensör soğutmaları bunların başlıcalarındandır. Dijital görüntü yakalayan cihazların sensörlerinde görüntü kalitesini arttırmakta soğutmanın büyük önemi vardır. Topladığı ışık demetleri yüzünden ısınan sensörler, gelen ışıktan aldığı verinin yanında ısınmadan kaynaklı sensor içindeki elektron uyarılmasından da sinyal alacaktır ve bu sinyaller görüntüye kirlilik(=noise) olarak yansıyacaktır. Peltier soğutucu ile, sensörün topladığı ışıktan kaynaklanan ısıyı uzaklaştırmak mümkün hale gelmektedir. Benzer biçimde bu olgu kızılötesi dedektörlerde de mevcut ve daha önemlidir. Isının radyasyonla yayılması kızılötesi dalga boyunda gerçekleştiği için bu sensörlerin ısınması daha büyük bir problemdir ve temiz sinyal alınabilmesi için bu ısınmanın giderilmesi şarttır. Bu uygulamalarda peltier soğutucular küçük boyutları sayesinde uygun bir alternatiftir. Bunların yanında soğutmanın gerekli olduğu özellikle seyyar uygulamalarda peltier soğutucular önemli bir yere sahiptir. Bu cihazların hareketli parçalarının olmayışı seyyar uygulamalarda bu cihazları uygun kılmaktadır. Peltier soğutucuların kullanıldığı bazı uygulama alanlarını şöyle sıralayabiliriz: İki iletkenin oluşturduğu halkanın iki bağlantı noktasına sıcaklık farkı uygulanırsa sistemde voltaj farkı oluşur, bu olguya seebeck etkisi ya da ısılçifti (thermocouple) etkisi denir. Seebeck katsayısı (α) bu olgunun farklı malzemeler için miktarını belirler. Seebeck katsayısı malzeme özelliğidir ve her malzemenin farklı bir seebeck katsayısı vardır. Malzemenin bir tarafı diğer tarafına göre ısıtıldığında sıcak tarafta daha çok elektron fermi enerji seviyesini geçebilecek enerjiye sahip olacak. Fermi enerji seviyesini geçen, serbest halde dolaşabilen yüksek enerjili elektronlar malzemenin içerisinde yayınım gösterecekler ve net elektron yayınımı sıcak taraftan soğuk tarafa olacak, bu da malzeme içerisinde yerleşik bir voltaj farkına neden olacak. Uygulanan derece başına malzemede yaratılan bu voltaj farkı malzemenin seebeck katsayısını (α) verir. Fermi enerji seviyesini aşan elektronların ortalama enerjileri yayınımlarını etkileyeceğinden ve elektronların enerjilerinin malzemenin fermi enerji seviyesiyle ilişkili olduğundan; formula_5,elektronların ortalama enerjisi formula_6:sıfır kelvindeki fermi enerji seviyesi seebeck katsayısı her malzeme için özel bir değere sahiptir. formula_7 , seebeck katsayısı. Verimli bir termoelektrik etki yaratmak için seebeck katsayısı mümkün olduğunca büyük olmalıdır. Yukarıda bahsedilen durum serbest elektron teorisini baz alarak düşünülmüştür fakat gerçekte bütün malzemeler serbest elektron teorisine göre davranmaz Bazı malzemelerde enerjiyle birlikte örgü titreşimleri de artmaktadır. Bu örgü titreşimleri elektronların ortalama serbest yolunun büyüklüğünü yayınımını ters yönde etkileyebilir ve bazı metallerde elektron yayınımının yönü soğuktan sıcak bölgeye doğru olabilir. Bu durumda seebeck katsayıları negatif olacaktır. Seebeck etkisi bağlantı yapılan malzemeler farklı ise gözlemlenebilir, bağlantı oluşturulan malzeme aynı ise oluşan iç voltaj farkıda aynı olacağından bir birini iptal eder. Farklı malzemeler kullanıldığında her malzemenin içerisinde oluşan voltaj farkının farkları kadar bir değer gözlemlenir. Yandaki şekilde bu durumu anlatan bir çizim görülebilir. Peltier etkisi seebeck etkisinin karşıt etkisi olarak tanımlanabilir. Farklı iki iletkenden yapılmış bir halkaya akım uygulandığında iletkenlerin bağlı olduğu noktalar ısınır veya soğur. Peltier katsayısı ise uygulanan akımda ne kadar ısıtma ya da soğutma elde edildiğinin bir ölçüsüdür. Akım uygulandığında bir bağlantıdan diğer bağlantıya elektronlar transfer edilecek ve bu elektronlar sahip oldukları enerjiyi bir bağla
ntıdan diğerine taşımış olacaklar elektronların ayrıldığı bağlantı soğuyacak ve elektronların gittiği bağlantı ise ısınacaktır. formula_8, formula_9: ısınma ya da soğuma hızı formula_10: akım Peltier ve seebeck katsayıları birbirleriyle şu şekilde ilişkilidir: formula_11 Peltier katsayısı sıcaklığa bağlı, seebeck katsayısı ise sabit bir sayıdır. Peltier soğutuclarda peltier soğutması şu eşitlikle verilir: formula_12 P-tipi yarı iletkende yük taşıyıcılar pozitif yüklü "hole"lerdir (h^+) n-tipi yarı iletkende ise yük taşıyıcılar negatif yüklü elektronlardır (e^-). Elektron ve hole hareketi farklı yüklü oldukları için zıt olacaktır ve seebeck katsayıları bu iki malzeme için zıt işaretlidir böylelikle sistemin formula_13 farkı maksimum olacaktır. Holeler negatif kutba enerjilerini taşırken, elektronlar pozitif kutba enerjilerini taşıyacaktır ve bu kutupla ısınmaya başlayacaktır. Tersi şekilde de karşı taraf soğumaya başlayacaktır. Sistemin peltier soğutması haricinde soğutma gücünü etkileyen iki faktör daha bulunmaktadır. Bunlar maalesef peltier soğutmasına karşı bir şekilde çalışır ve sistemin soğutma gücünü azaltır. Bu faktörler ısı iletimi ve Joule ısıtmasıdır. formula_14 formula_15 K ve K yarı iletkenlerin ısı iletme kapasiteleri, R ve R de elektriksel dirençleri. Bu etkenlerinde etkisiyle sistemin genel soğutma gücü (q) şu şekilde yazılabilir: formula_16 Peltier soğutuclar için dikkate alınan bir diğer önemli özellik ise soğutucunun performans katsayısı(COP)'dır. COP soğutma gücünün elektrik tüketimine oranıdır. formula_17 formula_18: soğutma gücü formula_19:elektrik tüketimi formula_20 Böylelikle COP şu şekilde yazılır: formula_21 COP'un maksimum olduğu değer, o malzeme ile elde edilecek maksimum soğutma anlamına gelir. Yukarıdaki eşitliğin akıma göre türevini alarak sıfıra eşitlemek, performans katsayısının maksimum olduğu akım değerinicerecektir. formula_22 P ve N tipi yarı iletkenlerin yük taşıyıcı yoğunlukları üstünde katkılama yoluyla oynama yapmak mümkündür. N tipi bir yarı iletken malzemeye n tipi katkılama yaptıkca malzeme içerisindeki yük taşıyıcı olan elektronun yoğunluğunu arttırmak mümkündür. Elektrik iletkenliği yük taşıyıcıların yoğunluğu ile ilişkilidir bu ilişki şu denklemden görülebilir: σ = neμ n: elektron yoğunluğu μ:elektron mobilitesi Görüldüğü gibi elektron yoğunluğu arttıkça elektriksel iletkenlik artmaktadır. Fakat katkılama yoluyla yük taşıyıcı yoğunluğunu arttırmak seebeck katsayısında düşüşe neden olmaktadır. Bu yüzden Figure of merit grafiğinin katkılama miktarına göre değişimi belli bir katkılama miktarında maksima yapmaktadır. Katkılama miktarı bu maksimum değere göre optimize edilmelidir. Yandaki grafikten bu etki görülebilir. formula_4, "Figure of Merit" Termoelektrik aygıtlar , önceki kısımlarda da açıklandığı üzere soğutma , ısıtma amaçlı veya elektriksel güç üretme amaçlı kullanılabilir. Şekil 1’de termoelektrik aygıtlara şematik olarak bir örnek gösterilmektedir. Görüldüğü üzere , bir termoelektrik aygıt iki düzlemsel yüzey arasında büyütülen yüzden fazla p ve n tipi malzemenin elektriksel olarak seri , termal olarak paralel bağlanmasından oluşmaktadır. Soğutulma amaçlı kullanılmak istendiği zaman , elektriksel bağlantılardan verilen elektriksel güç ile , bir sıcaklık farkı yaratmak , bir tarafı soğutarak diğer tarafı ısıtmak Peltier etkisi sebebiyle mümkün olabilmektedir. Benzer şekilde Seebeck etkisi olarak bilinen yöntemle , sıcaklık farkı oluşturarak sistemden elektriksel güç üretebilmek mümkün olmaktadır. Oda sıcaklığı mertebelerinde , en yaygın olarak kullanılan malzemeler yüksek derecede katkılanmış ( Bi , Sb )Te malzemeleridir. Sistemde metal bağlantılar , alt malzeme , koruyucu tabakalar , p ve n tipi katkılanmış malzemeler olmak üzere birçok farklı malzeme grubu kullanılmaktadır. Snyder ve Lim , yaptıkları çalışmada bu malzemelerin kullanım amaçları hakkında detaylı bilgiler sağlamışlardır. Altyapı malzemesi olarak 400 µm büyüklüğünde Si kullanılması yaygın bir yöntemdir. Bu malzemenin gerek yüksek ısı iletim gücü , gerekse MEMS uygulamalarında kullanılan temel malzeme olması sebebiyle uyumluluğunun yüksek olması , Silikon’u taban malzemesi olarak kullanmak adına en güçlü aday yapmaktadır. Si tabakasının üzerine çok ince bir SiO filminin kaplaması alttaki elektrisel bağlantı ile Si arasında elektriksel kısa devre olmasını önlemek adına gerekli bir adımdır. Daha sonra sırasıyla ince ( 0.1-0.3 µm ) Cr ve Au filmleri SiO tabakası üzerine kaplanır. Bunların üstüne göreceli olarak daha kalın bir altın tabakası kaplanır. Bu altın kaplamanın amacı , alt taban elektriksel bağlantısını sağlamaktır. Daha sonra iodine çözeltisinde altın dağlanarak , seçimli olarak istenen yerlerde altın bırakılması sağlanır. Seçimli işlemi yapabilmek için yaygın olarak bilinen litografi yöntemi kullanılmaktadır. Yukarıda bahsettiğimiz malzeme tabakaları Şekil 2‘de görülebilir. Alt tabanda kullanılan altın iletken tabakası ve üst tarafta kullanılan nikel iletken tabakaları olabildiğince ince tutulmaya çalışılmaktadır. Bu tabakaların kalınlaşması, elektriksel direnci artıracak ve performansı düşürecektir. Bu tabakalar yaklaşık olarak 1-5 µm mertebelerinde kaplanmaktadır. Termoelektrik malzemelerin kaplanmasında yine litografi yöntemi yaygın olarak kullanılmaktadır. Önce kaplanacak yüzeyler boşta kalacak şekilde kalın bir fotorezist tabakası sürülür. Cam maske uyumlanarak, kaplamanın yapılması istenen yerlere sırasıyla p ve n tipi malzemeler, litografi aşamaları tekrarlanarak kaplanır. Daha sonra yine benzer yöntemlerle en üstteki Nikel tabakası atılır ve elektriksel iletim sağlanmış olur. Şekil 3’te bu bahsedilen süreçlerin sonucu görülebilir. Mikrotermoelektrik malzemelerin performansını etkileyen birçok unsur bulunmaktadır. Bunlardan bazıları, kullanılan termoelektrik malzemeler ve boyutları, kullanılan malzemelerin termal güçleri ve dirençleri , uygulanan ısıl işlemler ve katkılanma miktarlarıdır. Bu sistemlerde soğutma performans verimliliği ( “Figure of Merit “ ) aşağıdaki gibi formülüze edilebilir. Z=α/ρ.к α:Seebeck Katsayısı ρ : Elektriksel özdirenç к : Isıl iletim katsayısı Soğutma verimliliğinin Seebeck katsayısıyla orantılı oluşu , Peltier soğutması sırasında taşınan ısının , Q , α*T*I ‘ya eşit olmasından kaynaklanır. Burada T sembolü sıcaklığı , I ise uygulanan akımı göstermektedir. Fakat aynı zaman Joule ısıtması olarak bilinen ve I ρ ile orantılı olan ısıtma türü , soğuk kısımda ısınmanın engellenmesi için elektriksel öz direncin düşük olması gerekliliğini ortaya koyar. Aynı şekilde, Joule ısınmasının uygulanan akımın karesiyle , taşınan ısının ise uygulanan akımla doğru orantılı olması, peltier soğutmasının etkili olabilmesi için akım üst sınır değeri, Joule ısıtmasının Peltier soğutmasından daha etkili hale geldiği akımla belirlenir. Benzer bir mantıkla , sıcak taraftan soğuk tarafa ısı transferini engellemek için sistemin termal iletimi düşük olmalıdır. Bir Peltier soğutucusundan ya da Termoelektrik soğutucudan en yüksek seviyede verim elde edebilmek için “Z” değerini olabildiğince yüksek tutmak gerekmektedir. Bu da elektriksel direnci yüksek yani elektriksel iletkenliği düşük , termal iletkenliği düşük , Seebeck katsayısı yüksek malzemeler kullanılmasını gerekli kılar. Literatürdeki bazı metal ve yarı iletkenlerin Seebeck katsayıları Şekil 4'te gösterilmektedir. Termoelektrik özellik gösteren , endüstride veya teoride uygulanabilirliği olan birçok malzeme bulunmaktadır. Uygun malzemeyi seçerken maliyet ve güvenilirlikle beraber diğer önemli unsur verimlilikleridir ( Figure of Merit = Z ) Termoelektrik malzemelerden bazıları şunlardır : BiTe CsBiTe PbTe CeFeCoSb ZnSb YbMnSb Si-Ge AgSbTe-GeTe,TAGs PbTe-PbS(n) NaPbSbTe SALT HfZrNiSnSb Grafik 1,2,3,4 bu termoelektrik malzemelerin farklı sıcaklıklardaki verimlilikleri hakkında detaylı bilgiler ve faydalı sonuclar ortaya koymaktadır. BiTe ve BiSe BiTe grubu malzemeler ve bunların katı faz karışımları , oda sıcaklığında yüksek termoelektrik performans göstermekte ve çok yaygın olarak kullanılmaktır. Figure of Merit ("Z") değerleri 2.4 mertebelerindedir. Bi ve Te bileşiklerinin taşıyıcı konsantrasyonları denge birleşimlerinden biraz fazla Bi veya Te eklenmesiyle sağlanmaktadır. "Te" elementinin zehirli olması ve az bulunması bu malzeme grubunun en büyük dezavantajlarıdır. Termoelektrik alanı , termoelektrik malzemelerin davranışlarının anlaşılmasından ve yüksek derecede katkılanmış yarı iletkenlerin iyi termoelektrik özellikler göstermesinin keşfinden sonra 1950’lerden itibaren hızlı bir gelişim sürecine girdi. Termoelektrik endüstrisinin ilk ürünü BiTe malzemesidir. 1960-1990 arasında “Z” değerini artırmaya yönelik çalışmalarda en fazla (BiSb)(SeTe) alaşımları üzerinde durulmuştur. Günümüzde , değişik uygulamalarda kullanılan birçok farklı malzeme grubu vardır. Son yıllarda Phonon-Cam/Elektron-Kristal olarak bilinen malzemenin kullanılmasıyla birlikte nano düzeye inmenin yolu açılmıştır. Daha önce de belirtildiği gibi verimliliği artırmak için elektriksel iletkenliği artırmak , termal iletkenliği düşürmek gereklidir. Normal 3 boyutlu düzlem ve sistemlerde genellikle bu iki özellik beraber davranmakta , beraber azalmakta veya artmaktadır. Tek düzleme ve nano mertebelerine inerek bu özellikleri birbirinden bağımsız hale getirmeye yönelik çalışmalar son yıllarda sıklaşmıştır. Bu alanda en çok gelecek vadeden çözüm nano-kompozit üretimidir. Nano-kompozit üretimiyle hem termal iletkenliği düşürmek hem de elektrisel iletkenliği artırmak mümkün olabilmektedir. Şekil 5’te termal iletkenliğin parçacık boyutuyla değişimine bir örnek gösterilmektedir. Yine , SiGe0.2B nanokompozit malzemesinin normal katı haliyle (bulk ) elektriksel ve termal iletkenlik karsılastırmaları Şekil 6 da görülebilir. Şekillerden de anlaşılacağı üzere hem termal iletkenliği düşürmek hem de elektriksel iletkenliği artırmak nano kompozit üretimiyle mümkün olabilmektedir. G.J.Synder , J.P.Fleurial ve T. Caillat (2
002) , çalışmalarında , uygulanan akımı doğrudan vermek yerine , alternatif akım kullanarak , kısa süreliğine daha yüksek sıcak farkı yaratılabileceğini göstermiştir. Daha önce de belirtildiği gibi uygulanan akım, ısı taşınması ve Joule ısıtması arasında rekabet göstererek sonuca etki etmektedir. Joule ısıtması uygulanan akımın karesiyle orantılı olduğu için uygulanabilecek maksimum bir akım değeri vardır. Fakat , vurumlu akım (pulse current) yöntemini uygulayarak , bu maksimum akımdan daha büyük bir akımın kısa süreliğine de olsa daha büyük sıcaklık farkı yaratarak daha verimli bir soğutma sağlayabileceği bu çalışmada gösterilmiştir. Buradaki mantık, Peltier soğumasının soğuk taraf yüzeyinde direkt olarak olması, Joule ısıtmasının ise homojen olarak bütün aygıt yüzeyinde gerçekleşmesidir. Bu ısınma, soğuk uca gelmeden, soğuk uç şiddetli bir soğutmaya maruz kalmaktadır. Bu şekilde dizayn edilmiş bir soğutucu , orta dalga boylu infrared gaz sensör lazerleri gibi birkaç milisaniyede soğukluğa erişmesi gereken sistemler için son derece uygundur. Termoelektrik malzemelerin oluşturulmasıyla ilgili endüstride kullanılan ve literatürde çalışmaları devam eden birçok yöntem bulunmaktadır. Hangi yöntemin üretim aşamasında kullanılacağı , üretilecek olan Peltier soğutucunun istenen özelliklerine göre seçilmelidir. Bunu belirlemedeki kriterlerden bazıları ; maliyet,güvenilirlik,aygıt ömrü,uygulanabilecek voltaj,istenen maksimum sıcaklık farkıdır. Üretim yöntemlerin bazıları aşağıda örnek çalışmaları da içerecek şekilde incelenmiştir. Elektrokimyasal işlemlerden biri olan elektrokaplama yöntemi, birçok uygulamada olduğu gibi burada da uygulaması kolay, maliyeti düşük, kontrolü ve verimliliği yüksek malzemeler geliştirilmesini olanaklı kılmaktadır. Elektriksel bağlantı olarak kullanılan nikel,altın,gümüş gibi malzemelerin kaplanmasına yönelik literatürde birçok çalışma bulunabilir.Nikel kaplamak için kullanılan en yaygın çözelti Watts çözeltisidir. Altın için değişik çözeltiler bulunmakla beraber en yaygın olarak kullanılanı Altın siyanür banyosudur. Kaplanacak malzemeye göre uygun anot malzemeleri ve akım değerleri belirlenerek kaplama işlemi gerçekleştirilir. Termoelektrik malzemelerin büyütülmesi ile ilgili de literatürde yapılan bazı çalışmalar vardır. Bunların bir tanesinde Snyder ( 2003 ) (Bi,Sb)Te grubu malzemeleri elektrokimyasal methodlarla üretmiş ve bulgularını ortaya koymuştur. Bu malzemelerin kaplamasını gerçekleştirebilmek için oda sıcaklığında nitrik asit solüsyonu kullanılmaktadır. Bütün üretim yöntemlerinde olduğu gibi , elektrokaplama yönteminde de litografi metotlarının kullanımı önem arz etmektedir. Kaplanacak yüzeylerin bütün düzlem olmadığı için, seçimli olarak istenen yerlere kaplama yapılabilmesini sağlamak için fotoresist malzeme kullanımını gerektirmektedir. Elektrokaplama yöntemiyle üretilen termoelektrik malzemelerin ürettiği güç, voltaj ve akım değerleri yandaki şekilde görüşebilir. Elektrokimyasal methodlarla BiTe,PbTe,PbTe-PbS gibi malzeme grupları üretilebilmektedir. Bu yöntemin bazı dezavantajları da bulunmaktadır. Yöntemin doğru uygulanabilmesi önemlidir. Uygulanmadığı takdirde , yüksek hata oranları , gaz salınımı, ve molar kontrolün kaybedilmesi gibi problemlerle karşılaşılabilmektedir. Literatürde bunun dışında birçok kaplama yöntemi ( termal evaporasyon , sputtering, MBE, MOCVD gibi )bulunmaktadır. MBE (Molecular Beam Epitaxy) ve MOCVD yöntemleri, kimyasal kompozisyonun çok iyi kontrol edilebilmesine olanak sağlamakta, yüksek kalitede katman katman olarak malzeme deposit edilmesini sağlamaktadır. Bu methodlarla üretilen bazı malzemelerin verimlilikleri yandaki şekillerde görülebilir. AEK (futbol takımı) AEK (), ya da Athlitiki Enosis Konstantinopoleos Yunanistan'ın büyük spor kulüplerinden biri. 1924 yılında kurulmuştur. Türk Kurtuluş Savaşı'nın kazanılması ve işgal durumunun ortadan kalkması ile tedirgin olan Pera takımı Aralık ayında bir Avrupa turnesine çıkmıştır. Yunanistan'da Atina karmasını 3-0 ve 8-0 yendikten sonra Fransa'ya geçip, Marsilya karmasını 3-0 yenmişlerdir. Ancak Fransa'da İstanbul şampiyonu unvanını kullandıkları öğrenilince FIFA'ya yapılan şikayet üzerine Fransa Federasyonu kalan maçları iptal eder. Bunun üzerine Pera takımı Türkiye'ye dönmemeye karar verir. Kulüp üyelerinin bir kısmı Fransa'da kalırken, bir kısmı da Yunanistan'a giderek 1924 yılında "Athlitiki Enosis Konstantinoupoleos - AEK" takımını kurar. AEK'in forma renkleri sarı-siyahtır. Yunanistan'da pek çok başarılar kazanmış kulübün Avrupa Kupalarındaki en büyük başarısı ise 1976 yılında Juventus'a 0-1 ve 1-4 lük skorlarla yenilerek elendiği UEFA Kupası yarı finalidir. Ağırlıklı olarak Atina'da, Anadolu göçmenlerinin ve alt sınıfların desteklediği AEK, 2003 yılına kadar kulübün merkezinin de bulunduğu Nea Philadelphia semtindeki "Nikos Goumas" stadyumunda oynadığı maçlarını, günümüzde inşaat halinde olan yeni stadı bitene kadar Atina Olimpiyat stadyumunda oynamaktadır. Kulübün sembolü yüzünü doğuya ve batıya çevirmiş Bizans İmparatorluk simgesi çift başlı kartaldan esinlenerek tasarlanmıştır. Altın yıllarını 1970'li yıllarda Loukas Barlos'un kulüp başkanlığını yaptığı dönemde yaşayan AEK, Yunan futboluna Kostas Nestoridis, Dimitrios Papaioannou, Thomas Mavros gibi yıldızlar kazandırmıştır. 80. yılını 2004 yılında kutlayan AEK, kutlamalar dolayısıyla Galatasaray ile Atina da ve İstanbul'da olmak üzere dostluk maçları düzenlemiştir. Kulübün en önemli taraftar örgütleri Original 21 ve Gate 21'dir. 2013-2014 sezonunda 3. Lig'de mücadele eden AEK, ligi 72 puanla şampiyon tamamladı ve Beta Ethniki'ye yükseldi. 2014-15 sezonuna ise 4'te 4 yaparak başladı. Yunanistan Kupasında ise Atromitos, Panthrakikos ve Psachna ile aynı grupta bulunan AEK, ilk iki maçında 4 puan topladı. Super League (Yunanistan)'nde bitime 1 hafta kala AEK ile Panthrakikos arasında Olimpiyat Stadyumu (Atina)'nda oynanan karşılaşmada, 87. dakikada Mavroudis Bougaidis'in kendi kalesinde attığı golün ardından, yüzlerce taraftar sahayı basmış ve ortalığı birbirine katarak büyük olaylar çıkarmıştı. Yapılan açıklamada, AEK'nın 3-0 hükmen mağlup sayılmasına ve 3 puanının da silinmesine karar verildiği duyuruldu. 4.000 Euro para cezasına çarptırılan sarı siyahlı kulüp, ayrıca yeni sezona da -2 puanla başlayacak. Sonuncusu 1993-1994 sezonunda olmak üzere toplamda 12 lig şampiyonluğu bulunan ve 15 kez de Kipello Ellados'u müzesine götüren AEK, böylelikle 89 yıllık kulüp tarihinde ilk kez küme düştü. Güncelleme : 6 Şubat 2016 Karayolu ulaşım araçları "Karayolu ulaşım araçları (modları):" DOS DOS (İngilizce: "Disk Operating System", Türkçe: "Disk İşletim Sistemi"), bilgisayarlar için ufak ve basit bir işletim sistemi türü olup, ana görevi disket ve sabit disk gibi saklama ortamlarının yönetimidir. Bilgisayarların diğer işlevleri; grafik, ses, yazdırma, ağda gezinme, bellek yönetimi, çoklu kullanıcı ve çoklu işlem özellikleri, DOS tarafından üstlenilebilir. Bu özellik ve görevler çeşitli kullanım yazılımlarının yardımı ile olur. DOS sistemleri 90'lı yılların ortasına kadar hemen hemen her PC'de işletim sistemi olarak görev yapmışlardır. Bugün çoğu alanda yerini grafik arabirimli işletim sistemleri almış ise de, DOS basit ve ufak oluşundan bir gömülü sistem olarak çeşitli kumanda ve denetleme sistemlerinde hayatını sürdürmektedir. DOS’un tarihi, bilgisayarların (kişisel bilgisayarlar) tarihiyle başlar ve çoğunlukla da pek hayırla anılmaz. Çünkü DOS’ta grafiksel bir kullanıcı arabirimi (pencereler) yoktur, her şey komutlarla ve çok sayıda parametre ile yapılır. DOS, tüm x86 tabanlı bilgisayarlarda çalışır. Çok görevli bir işletim sistemi olmayan DOS, grafik kullanıcı arabirimini kullanmaz. Üstünde kolay yazılması, bellek ve sabit diskte az yer kaplaması, kolay ve çabuk öğrenilmesi, düşük donanımlı bilgisayarlarda çalışması gibi avantajları olmakla birlikte, etkin bir bellek yönetiminin olmaması, eski teknoloji kullanması ve grafik kullanıcı arabirimi olmaması önemli kısıtlamalarıdır. Bazı DOS türleri şunlardır; MS-DOS (Microsoft), IBM-DOS (IBM), FreeDOS (Özgür ve açık kaynaklı), DR-DOS; Novell DOS; OpenDOS (Digital Research), OSx16 (IKS16), "Horizon OS" (UFUK), PTS-DOS (PTS-DOS Rusya'dan bir OS). Eğer bilgisayar kullanmaya ilk defa Windows 95 veya 98 ile başladıysanız büyük bir ihtimalle DOS kelimesi yabancı gelebilir. Her bilgisayar kullanıcısının yakından tanıdığı bu işletim sistemi, dünyada en yaygın olarak kullanılan işletim sistemidir. 1980’lerin başında IBM’in ilk bilgisayarları üretmesi ve bu bilgisayarlarda kullanılacak yeni bir işletim sistemi arayışı ile ortaya çıkan DOS, günümüzde birçok PC kullanıcısı tarafından hala kullanılmaktadır. MS-DOS, Microsoft Disk Operating System (Microsoft Disk İşletim Sistemi) kelimelerinin kısaltılmış halidir. MS-DOS bir disk işletim sistemi olarak bilinir, çünkü yaptığı işlerin büyük bölümü disk işlemleri, bellek işlemleri gibi yazılımların çalışabilmesi için gerekli düzenlemeler olan bir işletim sistemidir. MS-DOS bir yazılımdır, ama yalnızca bir yazılım değildir. O olmadan diğer yazılımların çalışma şansları yoktur. Çünkü bilgisayar sisteminin tüm parçalarını MS-DOS kontrol eder. MS-DOS yalnızca, diğer yazılımların çalışmasına olanak vermekle kalmaz, aynı zamanda bilgisayarınızın neyi nasıl yaptığı üzerinde size tam denetim sağlar. Bilgisayar kapalı iken MS-DOS diskte durur. Her ne kadar özel bir yazılım da olsa, MS-DOS eninde sonunda bir yazılımdır, yani o da bilgisayarların kullandığı diğer bilgi toplulukları gibi bir dizi dosya içinde yer alır. Eğer bir sabit disk varsa, MS-DOS büyük olasılıkla onun içindedir (bilgisayar dağıtıcısı ya da sistemi kuran kimse tarafından yerleştirilmiş olabilir). Eğer bilgisayarda sabit disk (HDD) yoksa, MS-DOS’un disketlerden kullanılması gerekir. MS-DOS, 1981’de piyasaya sürülüşünden beri birkaç kez değişikliğe uğramıştır. İlk sürümün numarası 1.00’dı. MS-DOS’un zaman zaman değiştirilmesinin amacı, daha gelişmiş donanımlardan yararla
nmak ve önceki hataları düzeltmektir. Sisteminizi başlattığınızda MS-DOS, kullandığınız sürümün numarasını ekranda gösteriyor olabilir. MS-DOS’un yeni bir sürümü çıktığında, eğer numarasının ondalık noktasından sonra değişiklik varsa (örnek 6.0’dan 6.2’ye), bu küçük bir değişiklik gösterir. Bu durumda MS-DOS öz olarak önceki sürüme göre pek değişiklik içermez. Ondalık noktasının önündeki sayının değişmesi ise büyük bir değişiklik gösterir. Örneğin sürüm 6, sürüm 5'te olmayan birçok yeni özellik getirmiştir. MS-DOS’ un yeni sürümleri eskilerine göre daha güçlü ve gelişmiş olsalar da öncekilerle uyumlu kalırlar. Bu yüzden, diyelim ki sürüm 2.1’i kullanıyorken başka bir sürümle çalışmaya başladığınızda, tüm bilgilerinizi, deneyiminizi, dosya ve disklerinizi eskisi gibi kullanabilirsiniz. Örneğin, MS-DOS 3.0’da kullandığınız bir dosyayı 5.0 sürümünde kullanabilirsiniz ama 5.0’da kullandığınız bir dosyayı 3.0’da kullanamayabilirsiniz. MS-DOS'un 3.30'dan sonraki sürümleri şöyledir; Grip Grip, influenza veya enflüanza, viral bir hastalıktır. Sağlıklı insanlarda ortalama bir haftada geçmesine rağmen; vücut direncini düşüren kronik hastalığı olan kişilerde (şeker, kalp-akciğer hastalıkları, AIDS vb.) ve yaşlılarda pnömoni (zatürre), meningoensefalit (beyin iltihabı), [miyokardit] (kalp kası iltihabı) gibi ölümle sonuçlanabilecek hastalıklara yol açabilir. Bu tür risk grubundaki kişilere "yüksek risk grubundaki kişiler" denir. Grip virüsü Orthomyxoviridae familyasına mensup örtülü bir RNA virüsüdür. Virüsteki nükleik asit 8 tane negatif anlamlı RNA'dan oluşur. RNA'nın kopyalanmasında hata oranı yüksek olduğu için, virüs genomu sürekli değişim halindedir. Ayrıca, aynı hücreyi birden fazla virüsün enfekte etmesi durumunda viral RNA parçaları birbirleriyle karışıp yeni genetik kombinezonlar oluşturabilirler. Bu nedenlerden dolayı vücudun bir grip türüne karşı kazandığı bağışıklık ertesi yıl ortaya çıkan yeni bir salgına karşı genelde etkisiz olur. Grip, virüs enfeksiyonu olduğu için tedavisi yoktur. Antibiyotikler tedaviye yaramazlar, çünkü antibiyotikler yalnızca bakterilere etki ederler. Yaklaşık bir hafta içinde hastalık kendiliğinden iyileşecektir; ancak doktora gitmek ve 3-5 gün iyice dinlenmek gereklidir. Bol sıvı tüketilmesi de salgıların rahatça dışarı atılmasını sağladığından iyileşmeyi hızlandırır. Virüs, öksürük ve hapşırma ile yayılan damlacıklarla, ayrıca öpüşme ve tokalaşma gibi temaslar yoluyla da bulaşır. Bu nedenle hasta kişilere temas etmekten ve onlarla ortak eşya (havlu gibi) kullanmaktan sakınılmalıdır. Hasta olan kişi çevresindekilere hastalığı bulaştırmamak için eşyalarını ayırmalı, çok zorunlu olmadıkça dışarıya çıkmamalıdır. Neredeyse her virüste ölme olasılığı (Çok düşük olsa da) vardır. Bu yüzden gribi olabildiğince çabuk atlatmaya bakılmalıdır. Binlerce çeşit grip virüsü olduğu için ömür boyu kalıcı bağışıklık kazanılamaz. Aşı olması önerilen kişiler şunlardır: Hastalığın en maruf ismi olan "Grip" kelimesi Galya yerlilerinin dilinde bulaşmak manasına gelen "Gripan" kelimesinden köken almaktadır. Hastalığın tıbbi literatürdeki adı olan "İnfluenza" kelimesi ise İtalyancada "yıldızlardan gelen gizli kuvvet" manasına gelen bir kelimeden türemiştir. Hastalığa "Flu", "Nezle" ve "Paçavra Hastalığı" gibi isimler de halk tarafından verilmiştir. Grip hastalığı hakkındaki kayıtlar çok eski zamanlara kadar dayanmaktadır. Hipokrat M.Ö. 5. yüzyılda Sicilya'da ordu içerisindeki bir grip epidemisini kayda geçirmiştir. Kayıtlara geçmiş en eski pandemi ise 1510 yılında olmuştur. Malta'da başlayan bu pandemi Sicilya yoluyla neredeyse tüm Avrupa'yı etkisi altına almıştır. Daha sonra 1580, 1780 - 1782,1830 - 1833, 1847 - 1850, 1889 - 1892 pandemileri 20. yüzyıl öncesi büyük grip salgınları olarak tarihe geçmiştir. 20. yüzyılda ise başta 1918 İspanyol gribi olmak üzere birçok pandemi kayıtlara geçti. 1918-1919 pandemisi bilinen en şiddetli grip salgını olarak 20 milyonu aşan insanın ölümüne sebep oldu. Daha sonraki dönemde 1972 yılından 1981 yılına kadar zaman diliminde saptanan 6 epidemide ise 200.000'den fazla insan ölmüştür. 20. yüzyılda üç influenza pandemisinin her biri epidemiyolojik açıdan farklılık göstermektedir. Örneğin; 1957 pandemisi genellikle çocuk yaş grubunu etkilemiş olup, alınan önlemler de genellikle bu gruba yönelik olmuştur. Buna karşın 1968’de tüm yaş grupları etkilenmiştir. 1918’deki pandemi ise özellikle genç erişkin grubu etkilemiştir. Hastalığın etkeni olan İnfluenza virüsü ilk defa 1933'te Smith tarafından izole edilebildi. Akabinde İnfluenza B 1939 yılında Francis ve İnfluenza C virus 1956 yılında Taylor tarafından izole edilmiştir. 1941 yılında virüslerin Hemaglutinasyon özelliğinin tanımlanmasıyla geriye dönük bir araştırmaya imkan bulunmuş oldu. Daha önceki pandemilerin canlılarda oluşturduğu antikorların hemaglutinasyon inhibisyonları ile geçmiş pandemilere sebep teşkil eden influenza tipleri aydınlatılmış oldu. Bir nevi serolojik arkeoloji oluşturulmuş oldu. 1940 yılında ilk influenza aşısı, 1960 yılında da tedavi ve profilakside kullanılan amantadin geliştirilmiştir.. İspanyol gribi ya da nezlesi,hastalık ilk olarak 11 Mart 1918 yılında ABD'nin New Mexico eyaletinde tespit edildi. 1918-1920 yılları arasında H1N1 virüsünün bir alt gurubunun yol açtığı bir salgındır.18 ayda 50 ile 100 milyon arasinda insanin ölümüne yol açarak dünya tarihinin bilinen en büyük salgını olmuştur.Grip zayıf,yaşlı ve çocuklardan çok sağlıklı erişkinleri etkilemiştir.İlk başlarda hayvanlardan insanlara geçtigi sanılan hastalık daha sonraları hava yolu ile bulaştığı fark edilmiş ve korunmak için maske takmanın onemi anlaşılmıştır. Salgın İspanya'da başlamadı.İspanyol Nezlesi olarak adlandırılmasının nedeni İspanya'nın Birinci Dünya Savaşı'nda yer almamış olması ve askeri sansürün olmaması nedeniyle ilk kez gündeme gelmiş olmasıdır. Avian İnfluenza halk arasında tavuk vebası ya da kuş gribi olarak bilinir.İnfluenza A grubu virüslerin neden olduğu bir hastalıktır.Virüsün. H5N1 adındaki türevi insanlarıda öldürebilir.Hastalık göçmen kuşların salyaları ve dışkılarıyla temas sonucu bulaşmaktadır. Ateş ,öksürük ,boğaz ağrısı ve kas ağrısı gibi belirtileri başlangıç belirtileridir. Hastalık ilerledikçe zatürre ,solunum yetmezliği gibi hastalıklar ortaya çıkabilir. Hastalık ilk olarak 2005 - 2007 yılları arasında ortaya çıkmıştır. Tevrat Tevrat, Tora veya Pentateuk (Arapça: تورة "tawrat", İbranice: תורה "Torah", Yunanca: Πεντάτευχος "Pentatevhos"), Tanah ve Eski Ahit'in ilk beş kitabına verilen isim. Musa'nın Beş Kitabı olarak da bilinir. Orijinal olarak İbranice yazılmıştır. Tanrı tarafından Musa'ya vahyedildiğine inanılır. Tevrat sözcüğü bazen Tanah'ın tamamı için de kullanılır. Tevrat adı, İbranice Torah sözcüğünün Arapça biçiminin Türkçeye uyarlanışıdır. İbranice ""öğretme, gösterme, yönlendirme, öğreti, yasa"" anlamına gelir. Tevrat'ı oluşturan kitapların İngilizce ve bazı diğer Batı dillerinde kullanılan adları, Tevrat'ın 2. yüzyılda yapılmış Yunanca çevirisinden gelmiştir. Yunanca ismi olan "Pentatefhos", "penta" (beş) ve "tefhos" (nüsha,fasikül) sözcüklerinin birleşiminden oluşmuştur. Hristiyanlık, Tevrat'ı ve Tanah'ın diğer kitaplarını kutsal kabul eder, ancak Tanrı'nın İsa vasıtasıyla yeni bir ahit getirdiğini kabul eder. Bu nedenle Musevi Kutsal Kitabını Eski Ahit olarak adlandırır. Yahudilik, İsa'yı ve Yeni Ahit'i kabul etmediği için Tanah'ın Eski Ahit olarak adlandırılmasını uygun bulmaz. Tevrat'ın yazılmasıyla ilgili uzun süre en çok kabul gören teori belgesel hipotezdi. Ayrıca, Tevrat'ın yazılması ve Tevrat anlatılarının Sümer efsaneleriyle benzer imgeler ve hikâyeler içermesi konusunda Muazzez İlmiye Çığ'ın görüşleri şöyledir: "İsrail bilginleri Babil kitaplıklarından aktarmışlar. MÖ 5. yüzyılda da Babil kralı Nebukadnezar Filistin'i alınca oradaki Yahudilerin en bilginlerini alıp Babil'e götürüyor. Onlar orada boş durmuyorlar, Sümer bilginlerinin aktardıkları bilgilerden yararlanıyorlar. Bilginler Babil'den döndükten sonra Tevrat yazılmaya başlanıyor." Musa'nın Beş Kitabı şunlardır: Dünyanın ve insanın yaratılışını, cennetten kovuluşu, Nuh Tufanını, İbrani halkının ataları olan İbrahim, İshak, Yakup ve Yusuf'u anlatır. Yahudi halkının Musa önderliğinde Mısır'dan çıkışını ve 40 yıl boyunca Sina çölünde dolaşmasını, on emrin indirilişini, temel yasaların kabulünü anlatır. Harun'un oğullarının kâhin atanmasını ve eski İsrail'in tapınma düzenini anlatır. İsrail halkının Sina Dağı'ndan göçüp Kenan ülkesinin doğu sınırına varıncaya kadar başından geçenleri anlatır. Ayrıca Kenan sınırında Tanrının Musa aracılığıyla verdiği yasaları içerir. Musa'nın ölümünden önce Moav Çölü'nde halkına verdiği öğütleri içerir. Kur'an'da Tevrat'ın Allah tarafından Musa peygambere indirilmiş bir kitap olduğu ifade edilir: ""Sonra iyilik edenlere nimetimizi tamamlamak, her şeyi açıklamak, hidayete erdirmek ve rahmet etmek maksadıyla Musa'ya da Kitab'ı (Tevrat'ı) verdik. Umulur ki, Rablerinin huzuruna varacaklarına iman ederler."" (En'am Suresi, 154. ayet) ""Ondan önce de bir rahmet ve rehber olarak Musa'nın kitabı vardır. Bu (Kur'an) da, zulmedenleri uyarmak ve iyilik yapanlara müjde olmak üzere Arap lisanıyla indirilmiş, doğrulayıcı bir kitaptır."" (Ahkaf Suresi, 12. ayet). Müslümanlar Tevrat'ı kutsal kabul eder ancak özgün metninin zamanla tahrif edildiğine inanırlar. Venedik Okulu Venedik Okulu, Venedik'te 1550 ve 1610 yılları arası çalışan bestecilere ve ürettikleri bestelere verilen ad. Venedik Okulu'nu yaratan en önemli faktörlerden biri, Venedik'teki müzik hayatının merkezi olan San Marco Bazilikası'ydı. Her ne kadar Doge'nin törenlerine eşlik eden enstrümantal müzikler ve koral madrigaller uzun süredir yazılıyorsa da Venedik Okulu, San Marco Bazilikası'nda yaratılmıştır. San Marco'nun birbirine karşı duran iki koro bölümü ve geniş, boşluklu iç yapısı, dinsel baskılardan uzak yaşayan "maestro di capellalara" yeni fikirler yaratma yolunu açan en önemli faktördür. Ses gec
ikmelerini ve yansımalarını bir sorun olmaktan çıkarıp avantaj haline dönüştürmeye çalışan besteciler, bu tür efektlere pek yatkın olmayan polifoniden uzaklaşarak monofonik eserler ortaya çıkarmaya başladılar. Bununla beraber ayrılmış koro bölümlerini de müziklerine uyarlayarak ("cori spezzati") Venedik’e özgü polikoral stili yarattılar. Bu stili ilk olarak ciddi bir biçimde uygulayan, Doge Andrea Vitti tarafından, 1527’den 1562’deki ölümüne kadar San Marco Bazilikası’nda "maestro di capella" olarak görevlendirilen Adrian Willaert oldu. Yine Venedik Okulu’na dahil edilen Gioseffo Zarlino tarafından “yeni Pisagor” olarak adlandırılan Willaert, besteciliğinin yanı sıra eğittiği müzisyenler sebebiyle de etkisini uzun süre hissettirmiştir. Willaert’ten itibaren, Venedikli besteciler bu teknikleri kullanmış, genellikle iki koro ve onları birleştiren bir org için eserler yazmışlardır. Andrea Gabrieli zamanında en yetkin örneklerini veren bu stil, kimi zaman beşe kadar bölünebilen, zengin enstrüman eşlikli, güçlü eserlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Venedik’in müzik tarihindeki önemini yaratan bir başka faktör de baskı teknolojisi olmuştur. Matbaanın bulunuşundan sonra müzik eseri basımında hızla dünyanın en önemli merkezi haline gelen Venedik, Avrupa’nın dört bir yanından gelen müzik adamlarını da konuk ediyordu. Özellikle Fransız ve Flaman bestecilerin ziyaret ettiği Venedik bu dönem boyunca bir uluslararası müzik merkezi görevi gördü. 1560’lı yıllarda Venedik Okulu iki grubun fikir ayrılığı sonucu ortaya çıkan yoğun tartışmalara sahne oldu. Baldassare Donato’nun başını çektiği ilerici grup, zamanın "maestro di capellası" Gioseffo Zarlino’nun liderliğindeki muhafazakar grupla anlaşmazlığa düştü. Donato ve Zarlino’nun Aziz Marko kutlamalarında halk önünde kavgaya tutuşmalarına kadar varan anlaşmazlıkların sebebi, muhafazakar grubun Franko–Flaman kökenli polifonik stili korumak istemesiydi. Zarlino, Cipriano di Rore ve Claudio Merulo’nun dahil olduğu muhafazakar grupla, Donato, Giovanni Croce ve daha sonra Andrea ve Giovanni Gabrieli’nin de dahil olduğu ilerici grubun anlaşamadığı bir konu da, San Marco’da İtalyan asıllı olmayan bestecilere görev verilip verilmemesi konusuydu. 1603’te yerel bestecilerin galip geldiği bu tartışmanın sonucunda Giovanni Croce "maestro di capella" oldu. Daha sonra onu 1609’da Giulio Cesare Martinengo ve 1613 yılında Claudio Monteverdi izledi. Venedik Okulu’nun en önemli zamanları, 1580'lerde Andrea ve Giovanni Gabrieli’nin güçlü enstrüman ve org destekli polikoral yapıtlarını verdikleri zamandır. Gabrieli gibi bestecilerin ve Claudio Merulo ve Girolamo Diruta gibi orgcuların yetiştirdiği müzisyenler Avrupa’nın her yanına dağılmış ve Venedik Okulu stilini geliştirmişlerdir. Heinrich Schütz, Jan Pieterszoon Sweelinck, Dietrich Buxtehude ve Johann Sebastian Bach bu stilden etkiler taşıyan bestecilerden bazılarıdır. Hesabın temel teoremi Kabaca türev almakla integral alma işlemlerinin birbirinin tersi olduğunu ifade eden teoremdir. En basit şekliyle formula_1 formülüyle ifade edilebilir. Burada c herhangi bir sabit sayıdır ve integral alma işlemini gösteren formula_2 ifadesini, eksenlerini t ve y harfleriyle gösterdiğimiz 2 boyutlu kartezyen uzayda, formula_3, formula_4 doğruları ve yformula_5 eğrisiyle t-ekseni arasında kalan bölgenin alanını hesaplama işlemi olarak düşünmemiz gerekir. Kolaylık olsun diye formula_6 'nin negatif değerler almadığını varsaydığımıza dikkat etmek gerekir. İncil İncil (Yunanca: "εὐαγγέλιον" "müjde"), İsa'nın yaşamını, öğretilerini, ölümünü ve dirilişini anlatan her bir biyografidir. Matta, Markos, Luka ve Yuhanna tarafından kaleme alınmış olan ve yazarlarının adlarıyla anılan dört incil, Yeni Ahit'in (Ahd-i Cedit/Yeni Antlaşma) ilk dört bölümünü teşkil eder. İncil sözcüğü Türkçe konuşan kimseler arasında sıklıkla Yeni Ahit anlamında kullanılır. Bu kullanıma –hatalı olsa dahi– Türkçe Hristiyan kaynaklarda da rastlanabilir. Bu kaynaklarda Müjde sözcüğü de Yeni Ahit anlamında kullanılır. Hristiyan din adamlarınca kabul edilen dört incile (Matta, Markos, Luka ve Yuhanna) "kanonik inciller" denir. Kilise tarafından kabul edilmeyen incillere ise "apokrif inciller" adı verilir. İncil sözcüğü Türkçeye Arapçadan geçmiştir. Nöldeke'ye göre Arapçaya ise Habeşçe "wangil" sözcüğünden geçmiştir. Kelimenin aslı Yunanca "Ευαγγέλιον" ("euangelion") şeklindedir ve "iyi haber, müjde" anlamına gelir. İncil sözcüğünün İngilizcedeki karşılığı "gospel" ise Eski İngilizcedeki "godspel" sözcüğünden gelir. Bu sözcük Yunanca eungelion (müjde) kavramının Latince çevirisi "bona adnuntiatio"nun (iyi haber) İngilizce çevirisidir ve "good" (iyi) ile "spel" (mesaj) sözcüklerinden oluşturulmuştur. İnciller Celileli bir marangoz, öğretmen ve şifa dağıtıcısı olan İsa'nın hayatını özetle anlatırlar. İsa bir Yahudi olarak Roma İmparatorluğu'nda dünyaya geldi (MÖ 8-MÖ 2). İsa Hristiyan ve İslâmî kaynaklara göre bir mucize eseri olarak Bakire Meryem'den babasız dünyaya gelmiştir. Yahudilerin yüzyıllardır beklediği Mesih olduğunu ileri süren İsa, dinî öğretilerini yaydı ve geniş bir kitleyi peşinden sürükledi. Bazı Yahudi din adamlarının teşviki ve Roma'nın Yahudiye eyaletinin valisi Pontius Pilatus'un emri ile Kudüs'te çarmıha gerildi (MS 29-MS 36). Bununla birlikte az sayıda tarihçi ve araştırmacı kutsal kitaplarda bahsi geçen ve tarihî dokümanlarda ismine rastlanılmayan İsa'nın mitolojik bir karakter olabileceğini düşünmektedirler. Hristiyan kaynaklarına göre, İsa'nın çarmıhta öldürülmesi ve üç gün sonra diriltilerek göğe yükseltilmesi havarileri ve diğer öğrencileri arasında büyük etki yarattı. Havariler İsa'nın göğe alınışından sonra bir süre Filistin'de kaldılar. Ancak hem Yahudi muhafazakârlar hem de Romalılar'dan gördükleri baskılar nedeniyle dünyanın değişik yerlerine göç etmek zorunda kaldılar. Bunun sonuçlarından biri de Hristiyanlığın yayılması oldu. Havarilerden Petrus Roma'da, Bartalmay Ermenistan'da, Yehuda (Taday) ve Yurtsever Simun Pers topraklarında öldürülmüştür. Hristiyan kaynaklarının aktardığına göre, İsa'nın havarileri ve onların yakın çevresinde yer alan kişiler İsa'nın öğretilerini anlatmayı sürdürdüler. Öğrencilerin önderi konumundaki Petrus Roma'da yaşamaktaydı. Onun yakın çalışma arkadaşı Markos büyük olasılıkla Petrus'un anlattıklarını bir araya getirerek İsa'nın yaşamını anlatan en eski incil kitapçığını yazmıştır (M.S. 50-60 yılları). Diğer incil yazarları İsa'nın öğrencisi Matta Levi ve Pavlus'un yakın çalışma arkadaşı doktor Luka, Markos'un yazdığı metni geliştirerek değişik alıcılara göndermek üzere İsa'nın yaşam öyküsünden kesitleri yazmışlardır. Her iki kitapçığın da 70 yılları dolayında yazıldığı düşünülmektedir. Yine İsa'nın öğrencisi olan Yuhanna ise incilini 85 yılından sonra kaleme almıştır. İncillerin yazım tarihleri ile hangi dilde yazıldığına dair güvenilir bir bilgi yoktur. Yeni Antlaşma 27 kitapçıktan oluşmaktadır. İnciller ise İsa'nın yaşamını anlatan ilk dört kitapçıktır. Sonraki kitapçıkların büyük bir bölümü ise İsa'nın öğrencilerinin (elçilerinin) kiliselere yazdığı mektupları içerir. İsa'dan sonraki ilk iki yüzyılda çok sayıda incil ortaya çıkmıştır. Başlangıçta bunların hangilerinin "kutsal" ve "kanonik" kabul edilmesi gerektiği konusunda bir görüş birliği yoktu. Dört incilin olması gerektiğini savunan ilk belge MS 180 yılında Piskopos Irenaeus tarafından yazılmıştır. Dört incil konusunda Hristiyanların bir görüş birliğine varması bu tarihten de daha ileride gerçekleşmiştir. MS 397'deki Üçüncü Kartaca Konsili, günümüzdeki hâliyle Yeni Ahit'in onaylandığı ilk büyük Hristiyan kuruludur. Kitab-ı Mukaddes'teki incillerin üçü; Matta, Markos ve Luka'nınkiler, gerek verdikleri bilgi gerekse üslup açısından birbirini andırır. Bunlara sinoptikler denir. Yuhanna'nın incili, diğerlerinden farklıdır. Sinoptik incillerin ortak bir kaynaktan (Q metni) kaynaklandığı öne sürülmüştür. Matta İncili, İsa'nın on iki havarisinden biri olan, Roma vergi memuru Celileli Matta tarafından yazıldığı kabul edilen incildir. Yeni Ahit'in ilk bölümünü meydana getirir. Kelime anlamı olarak Matta, İbranice "efendimizin (tanrımızın) hediyesi" anlamına gelmektedir. MS 52 - 68 yılları arasında, Kudüs düşmeden önce yazıldığı tahmin edilmektedir. Matta İncili, İsa'nın soyağacı ile başlar, hayatını ve dinî faaliyetlerini özetler. Havarilerin seçimini ve İsa'ya katılışlarını anlatır. Muhtemelen ilk olarak İbranice yazılmıştır. Markos İncili temel alınmıştır. Diğer üç kanonik incilden çok daha fazla Eski Ahit referansı içermektedir. İsa'nın da mensubu olduğu Yahudi toplumunu hedeflediği düşünülmektedir. Yahudileri, Nasıra'lı İsa'nın yüzyıllardır bekledikleri Mesih (kurtarıcı) olduğuna inandırmayı amaçlar. İsa'nın kral olduğu belirtilir. Yahudilerin fizikî ve materyalist bir kurtarıcı ve krallık beklemelerinden ötürü Matta İncili'nde İsa'nın manevî krallığı vurgulanır. Markos İncili, Yeni Ahit'in ilk dört bölümünü oluşturan kanonik incillerden ikincisidir. "Evanjelist Markos" olarak da bilinen Yuhanna Markos tarafından yazılmıştır. Markos, Barnabas'ın kuzeni ve İsa'nın havarisi Petrus'un (Simun) yakın arkadaşıdır. Markos'un incili Petrus'a dayanarak yazdığı kabul edilir. MS 60'lı yılların sonlarında veya 70'li yılların başlarında yazılmıştır. Matta ve Luka İncillerine kaynak teşkil ettiği ve incillerin en eskisi olduğuna inanılır. Vaftizci Yahya'dan İsa'nın göğe yükselişine kadar olan kısmı anlatır. Kısa versiyonunda İsa'nın boş mezarına kadar olan kısmı anlatır. Luka İncili, Vaftizci Yahya'nın doğumundan İsa'nın göğe yükselişine kadar olan yaklaşık 35 yılı kapsar. MS 60'lı yıllarda yazıldığı tahmin edilmektedir. Markos İncili'ni baz aldığı kabul edilir. Karakteristikleri, dönemin Yunanlarına hitap ettiğini düşündürür. İncilin yazıldığı dönemlerde Romalılar askerlikte ustalaşmış iken, Yunanlar bilgelikleriyle meşhurdurlar. Bu nedenle Luka İncili İsa'yı kusursuz bir insan ve tanrının bilgeliğinin insan şekline bürünüşü olarak resmeder. İsa'nın ibret veri
ci kısa hikâyelerine geniş yer verir. İsa'nın Kutsal Ruh ile olan bağlantısını anlatır. Kutsal Ruh'un doğmuş şekli olduğunu, Kutsal Ruh'un gücü sayesinde kilisesini kurduğunu ve Kutsal Ruh'tan akan sözlerini, vaatlerini anlatır. Yuhanna İncili, Yeni Ahit'in ilk dört bölümünü meydan getiren kanonik incillerden sonuncusudur. Kelime anlamı olarak "sevgili" veya "sevilen" demektir. Balıkçılık yaparak geçinen, "Evancelist Yuhanna" olarak da bilinen, havari Yuhanna tarafından yazılmıştır. MS 90'lı yıllarda yazıldığı tahmin edilmektedir. Vaftizci Yahya'nın (Yahya Peygamber) dini faaliyetlerinden, İsa'nın göğe yükselişine kadar olan zaman aralığını kapsar. Yuhanna İncili, İsa'nın kilisesinin oluşumunu anlatır. Cennetteki krallığından insanlığa yol göstermeye devam edeceği vurgulanır. Bu anlamda, diğer inciller gibi belirli bir kesimi değil, tüm insanlığı hedeflediği düşünülebilir. "Dünya" kelimesi birçok yerde tekrarlanır. Diğer incillerde vurgulanan İsa'nın insanî veya dünyevî faaliyetlerinden ziyade doktrinlerine geniş yer ayırır İncillerin mesajı İsa'nın kimliği ve eylemleridir. Hristiyanlar için insanlığın temel sorunu günahtır. Günahkâr insan kutsal tanrı ile ilişki kuramaz. Günah insana ölüm getirir ve herkes bu ölümü hak etmektedir. Dünyada yaşamış tek günahsız kişi olan İsa ise insanların günahlarını bağışlatan bir kurban olarak çarmıhta ölmüştür. Tanrı bu kurbanı kabul ederek, İsa'yı ölümden diriltmiştir. Eğer bir insan İsa'nın ölümü ve dirilişine ve bu gerçeklerin onun yaşamındaki etkilerine iman ederse (güvenirse) günahlarından ve sonuçlarından kurtulacaktır. İsa'nın ölümü günahları bağışlatan bir kefaret kurbanı işlevi görmüştür. Dört kanonik incilde sık sık İsa'nın Mesih olduğu belirtilir. Eski Ahit Eski Ahit, Eski Antlaşma ya da Ahd-i Atîk, Yeni Ahit'le birlikte Kitab-ı Mukaddes'i oluşturan, Hristiyanlarca kutsal sayılan kitap. Musevilerin Tanah isimli kutsal kitabıyla büyük oranda aynıdır. Hristiyanların metni yorumlayış biçimleri farklı teolojik temellere sahip olduğu için Musevilikle büyük ölçüde farklılık arz eder. Kitapların çoğu İbranice, bir kısmı Aramice olarak yazılmıştır. MÖ 1200 ile MÖ 100 yılları arasında, Yahudi din adamları ve alimleri tarafından yazıldığı kabul edilmektedir. İbrahimi dinlerde Tanrı'nın Musa ile bir ahit yaptığı kabul edilir. Hristiyanlar Tanrı'nın İsa ile yeni bir antlaşma yaptığına inandıklarından Tanah'ı Eski Ahit olarak adlandırırlar. Yahudiler İsa'nın mesihliğini veya peygamberliğini kabul etmezler. Yeni Ahit'i kutsal kitap kabul etmez, Tanah'a Eski Ahit denmesini uygunsuz bulurlar. Eski Ahit ile Tanah arasındaki başlıca fark kitapların sıralanışı ve isimleridir. Eski Ahit, Kitab-ı Mukaddes'in ilk bölümünü oluşturan 39 kitaba verilen isimdir. Tevrat ve Zebur'u da kapsar. Eski Ahit ve Yeni Ahit'in toplamı, Kitab-ı Mukaddes'i oluşturur. Eski Ahit'i oluşturan bölümler: Yeni Ahit Yeni Ahit veya Yeni Antlaşma, Kitab-ı Mukaddes'te Eski Ahit'in ardından gelen ve Hristiyanlarca kutsal kabul edilen 27 kitapçıktan oluşan bölüm. Özgün metinlerin çoğu MS 45 ile MS 140 yılları arasında Yunancanın Koini lehçesinde kaleme alınmıştır. Bu 27 kitapçık yüzyıllar içerisinde yavaş yavaş tek bir ciltte toplanmıştır. Yeni Ahit Hristiyanlık'taki en önemli kutsal metinleri kapsar. Yeni Ahit 27 kitapçıktan oluşur. İlk dört kitapçık İncil'i oluşturur. Ardından Resullerin İşleri ve Pavlus'un on dört mektubu gelir. Bu mektupların sonuncusu olan "İbranilere mektup" kimilerince Pavlus'a atfedilmez. Son olarak havarilerin yedi mektubu ve Yuhanna'nın kaleme aldığı kabul edilen ve Vahiy olarak da bilinen Apokalips gelir. Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri Nasıralı İsa'nın vaizliğini nakleder. Modern ilim bu incillerin tam olarak kim tarafından nerede, hangi formatta yazıldığı konusunda farklılık gösterir. İlk üç İncil genellikle Sinoptik İnciller olarak sınıflandırılırlar. Üçü de İsa'nın hayatıyla ilgili oldukça benzer anlatımlar içerir. Öte yandan Yuhanna İncili başka yerlerde geçmeyen bir takım mucizeler ve İsa'nın deyişleriyle ilgili başka örneği olmayan kayıtlarıyla diğerlerinden ayrılır. Bu kitapçıkta İsa'nın ölümünden sonraki otuz-kırk yıl içinde havarilerinin yaptıkları ve ilk kilisenin tarihi anlatılır. "Ayrıca bakınız Pavlus'un mektupları" Yeni Antlaşma'nın içindeki mektupların on üç tanesi elçi Pavlus tarafından yazılmıştır. Bunlar Yeni Ahit'teki sırasıyla: Romalılar, 1. ve 2. Korintoslular, Galatyalılar, Efesliler, Filipililer, Koloseliler, 1. ve 2. Selanikliler, 1. ve 2. Timoteos, Titus ve Filimona mektup mektuplarıdır. Bunlardan Galatyalılara Mektup bütün İncil içindeki en eski mektuptur (MS. 48-49). İbranilere Mektup adındaki kitapçığın yazarı bilinmemekle birlikte Yahudi dinsel geleneklerine paralel yazılmış olan bu metni İsa'nın havarileri ile çalışan bir Hristiyan'ın yazdığı düşünülmektedir. Önerilen adlar arasında Apollos ve Barnaba da vardır. Kimileri bu kitapçığı da Pavlus'a atfeder. Sonrakiler ise, İsa Mesih'in kardeşi Yakup'un yazdığı mektup, Petrus tarafından kaleme alınan iki mektup, Yuhanna'nın üç mektubu ve Yahuda mektubudur. Yeni Ahit'in son kitapçığı Yuhanna'nın 90 yıllarında yazdığı Vahiy'dir. Hristiyanların yoğun sıkıntı çektiği dönemde yazılan kitapçık, gelecek olayları ve İsa'nın gökten dönüşünü anlatır. Yeni Ahit ya da Yeni Anlaşma kelimesi Hristiyanlar için; İncil'den başka İsa Mesih'in ölmeden önce havarileriyle yediği son yemekteki sözlerinde yer alan Tanrı'nın İnsanlık ile yaptığı ruhsal antlaşmayı ifade eder. Hıristiyan inanışına göre bu anlaşma, Eski Ahit'te geçen ve Tanrı'nın Sina dağında İsrail ile yapmış olduğu antlaşmanın yerini alır. Luk.22: 7 Fısıh kurbanının kesilmesi gereken Mayasız Ekmek Günü geldi. Luk.22: 8 İsa, Petrus'la Yuhanna'yı, "Gidin, Fısıh yemeğini yiyebilmemiz için hazırlık yapın" diyerek önden gönderdi. Luk.22: 9 O'na, "Nerede hazırlık yapmamızı istersin?" diye sordular. Luk.22: 10-11 İsa onlara, "Bakın" dedi, "Kente girdiğinizde karşınıza su testisi taşıyan bir adam çıkacak. Adamı, gideceği eve kadar izleyin ve evin sahibine şöyle deyin: 'Öğretmen, öğrencilerimle birlikte Fısıh yemeğini yiyeceğim konuk odası nerede? diye soruyor.' Luk.22: 12 Ev sahibi size üst katta, döşenmiş büyük bir oda gösterecek. Orada hazırlık yapın." Luk.22: 13 Onlar da gittiler, her şeyi İsa'nın kendilerine söylediği gibi buldular ve Fısıh yemeği için hazırlık yaptılar. Luk.22: 14-15 Yemek saati gelince İsa, elçileriyle birlikte sofraya oturdu ve onlara şöyle dedi: "Ben acı çekmeden önce bu Fısıh yemeğini sizinle birlikte yemeyi çok arzulamıştım. Luk.22: 16 Size şunu söyleyeyim, Fısıh yemeğini, Tanrı'nın Egemenliği'nde yetkinliğe erişeceği zamana dek, bir daha yemeyeceğim." Luk.22: 17 Sonra kâseyi alarak şükretti ve, "Bunu alın, aranızda paylaşın" dedi. Luk.22: 18 "Size şunu söyleyeyim, Tanrı'nın Egemenliği gelene dek, asmanın ürününden bir daha içmeyeceğim." Luk.22: 19 Sonra eline ekmek aldı, şükredip ekmeği böldü ve onlara verdi. "Bu sizin uğrunuza feda edilen bedenimdir. Beni anmak için böyle yapın" dedi. Luk.22: 20 Aynı şekilde, yemekten sonra kâseyi alıp şöyle dedi: "Bu kâse, sizin uğrunuza akıtılan kanımla gerçekleşen yeni antlaşmadır. İsa İsa (MÖ 4 – MS 30-33), Hristiyanlığın kurucusu ve merkezindeki kişi. Birçok Hristiyan mezhebi tarafından Tanrı'nın Oğlu addedilir. Hristiyanlara göre İsa beklenen Mesih'tir. Hristiyanlar, ölümünün hemen ardından İsa'nın dirildiğine ve kurduğu topluluğun Hristiyan kilisesine dönüştüğüne inanır. Hristiyan doktrinlerine göre İsa Kutsal Ruh tarafından hamile bırakılan Meryem adında bir bakireden dünyaya gelmiş, birçok mucize gerçekleştirmiş, Hristiyan Kilisesi'ni kurmuş, kefaret için kurban edilerek çarmıha (işkence direğine) gerilerek ölmüş, tekrar dirilmiş ve tekrar geleceği tarihe kadar Cennet'e yükselmiştir. İslam inancına göre İsa Tanrı'nın görevlendirdiği "ulu'l azm" (eziyet çekmiş) peygamberlerdendir ve Mesih olması nedeniyle Muhammed'den sonraki en önemli ikinci peygamberdir. Müslümanlara göre İsa bakire bir anadan doğmuş ve kendisine bir kutsal kitap indirilmişse de Tanrı'nın Oğlu değildir. Kur'an'a göre İsa çarmıha gerilmemiş ancak Tanrı tarafından fiziksel olarak göğe yükseltilmiştir, dolayısıyla hiç ölmemiştir. Yahudilik, İsa'nın beklenen Mesih olduğu inancını reddeder ve İsa'nın Tanah'ta belirtilen Mesih kehanetlerini karşılamadığını savunur. Çoğu bilimsel araştırmacı, Meryem oğlu İsa'nın Celileli Yahudi bir haham olduğu ve kelâmını sözel olarak ilettiği, Vaftizci Yahya tarafından vaftiz edildiği ve Roma valisi Pontius Pilatus'un emriyle çarmıha gerildiği konusunda hemfikirdir. Bugün bilim dünyâsında genel olarak kabul edilen görüşe göre, İsa Yahudiliğin düzelmesi için çaba harcayan kıyametçi bir vaizse de kimi önemli araştırmacıya göre kıyametçiliği tartışma konusudur. Bugün dünyanın çoğu ülkesinde kullanılan miladi takvimdeki milat İsa'nın doğduğu kabul edilen tarihtir. Türkçede kullanılan İsa adı Arapça olup Kur'an kökenlidir ("عيسي"). İsa ismi Aramice "Yeşua" olarak bilinir. İsrailoğullarında oldukça yaygın olan bu ad "kurtuluş Yehova'dadır" anlamına gelir. Birçok dilde kullanılan "Christ, Christus, Cristo" vb. isimler, 'kutsal yağ ile ovulmuş, kutsanmış' anlamına gelen "Mesih"’in ( משיח, مسيح) Yunanca karşılığı olan "Hristos"’un (Χριστός) varyasyonlarıdır. Hristiyan kaynaklarında ve yer yer Kur'an'da ismi İsa Mesih olarak geçer. Meryem oğlu İsa'nın "Mesih" unvânıyla anılmasının bir sebebi, hastaları eliyle meshederek iyileştirmesinden dolayıdır. Bazı araştırmacılara göre İsa, Roma İmparatoru Augustus zamanında, o dönemde Roma İmparatorluğu'na bağlı olan Beytüllahim'de MÖ 4'te dünyaya gelmiştir. Kendisinin, soyunun ve müritlerinin Aramice konuştuğu, bunun yanında İbranice ve Yunancayı da anladığı ifade edilir. Bazı kaynaklara göre Beytüllahim yer adı değil, İsa'nın doğumu sırasında gökyüzünde görülen çok parlak yıldız gibi bir nesnedir. Bu iddiaya göre Beytüllahim tabiri İsa'nın nerede değil, ne zaman doğduğunu göstermektedir. Doğum ve ölüm tarihleri
ile ilgili olarak kimi tarihçiler ve araştırmacılar farklı görüşler belirtirler. Memleketine atfen Nasıralı İsa olarak da bilinir. Bazı tarihçi ve araştırmacılar, İsa'nın gerçek bir şahsiyet olduğu konusunda şüphecidirler. Adının Yeni Ahit kaynaklı dini metinlerde sıkça geçmesine rağmen tarihi belgelerde kendisinden bahsedilmemesi, kendisi hakkındaki bazı anlatıların daha önceki efsanelerde de aynen yer alması gibi sebeplerle onun mitolojik bir karakter olabileceğini düşünmektedirler. Bu görüşte olan araştırmacıların İsa hakkındaki teorilerine genel olarak Mesih Efsânesi teorisi denilmektedir. Bu teoriyi savunanların hemfikir oldukları noktalar şöyle sıralanabilir: İsa'dan bahseden ve miladi birinci asra ait birincil derecede kaynağın olmaması ve Hristiyanlıktaki ibadetlerin, kendisinden önce ortaya çıkmış putperest dinlerde köklerinin olması. Günümüzde neredeyse bütün uzmanlar tarafından gerçekten yaşadığı düşünülen İsa'nın varlığının araştırılması için tarihçiler Sinoptik İnciller'i (Matta, Markos ve Luka) birincil kaynak olarak gösterir. Hristiyan tarihçi ve teorisyenlerin çoğu, İsa'nın Celileli bir öğretmen ve marangoz olduğu, şifa dağıttığı, Yahya peygamber tarafından vaftiz edildiği, "halkı isyana teşvik etmek" suçuyla, Yahudi din adamlarının tahriklerine kanan Roma İmparatorluğu'nun Yahudiye eyaletinin valisi Pontius Pilatus'un emri ile Kudüs'te çarmıha gerildiği konusunda hemfikirdir. Hristiyanlık teolojisinde kullanılan, İsa'nın yaşamına dair ana kaynaklar Yeni Ahit'teki dört kanonik incildir (Matta, Markos, Luka ve Yuhanna). Genel kabule göre bunlar İsa'nın ölümünden 60-70 yıl sonra, I. yüzyılda yazılmışlardır. İbrahim oğlu İshak'ın soyundan geldiğine inanılır. Yahudi toplumu içinde doğup büyüyen İsa'nın yaşadığı dönemde Yahudilerin geleneksel olarak babalarının ismiyle anılması sebebi ile İsa yaşamı süresince, üvey babasına izâfeten "Yusuf oğlu İsa" olarak bilinmiştir. Dini anlatılara göre annesi Meryem, Levioğulları soyundan geliyordu. Hristiyanlık, İsa'nın annesi Meryem üzerinden olan gerçek biyolojik şeceresi hakkında bir bilgiye sâhip değildir. Yeni Ahit'te birbiriyle birçok uyumsuzluk gösteren iki şecere, Meryem'in kocası ve İsa'nın kanuni babası olarak andığı marangoz Yusuf'un Davud'a kadar çıkan soyağacını verir. Hristiyanlığın bakış açısına göre, Eski Ahit'te yer yer ileride zuhur edecek olan İsa'nın ima edildiği düşünülen (beklenen Mesih) inanışı vardır. Hristiyanlara göre İsa'nın "dünyada kendine özgü bir önem"i vardır. Çoğu Hristiyana göre İsa insanları Tanrı'ya yaklaştırmış ve Mahşer Günü dirilerek insanları bedensel dirilişlerinden önce ya da sonra yargılayacaktır. Kimilerine göre ise İsa'nın kurtarıcı rolü öteki dünyadan çok varoluşçu ya da toplumsal bir kimliktir; ve bazı araştırmacılar İsa'nın evrensel uzlaşıyı getireceğini savunur. Çoğu Hristiyan İsa'ya Kutsal Ruh'un insana dönüşmüş hali ve Kutsal Teslis'teki üç tanrısal ilkenin ikincisi olarak inanırken az sayıdaki bazı gruplar teslis inancını kısmen ya da tamamen reddeder. Hristiyan inancında İsa Tanrı'nın Oğlu ve Tanrı'nın enkarnasyonudur. O, Baba (Tanrı) ile insanlar arasında aracı, Tanrı'nın sözlerinin beden bulmuş biçimi, beklenen mesih, kurtarıcı, rab, Tanrı ile aynı "öz"den olan, güçlü Tanrı, tek insan, dünyanın tek kralı, Kutsal Üçlü Birlik'teki kişilerden "oğul"dur. İsa için kullanılan "oğul" ifadesi biyolojik bir anlam içermemektedir, Tanrı'nın babalığı ruhanî bir babalıktır. Hristiyanlık inancına göre İsa, insanların günahlarının bağışlanması için çarmıhta bedenen can vermiştir. İsa'nın tanrısal ve insani özellikleri farklı mezheplerce farklı yorumlanır. Hristiyanlığın monofizit görüşüne göre insani tabiatı ile tanrısal tabiatı, tanrısal özü altında erimiş ve ayrılmaz, bölünmez tek bir tabiat meydana gelmiştir. Çarmıhta sadece insanî tabiatı acı çekmiştir. Tanrısal tabiatı acı çekmemiştir. Diofizit görüşe göre ise insani ve tanrısal olmak üzere birbirinden bağımsız iki tabiatı vardır. Çarmıha gerildiğinde tanrısal tabiatı bedeninden ayrılmış, sadece insani tabiat acı çekmiştir. Meryem, insan olan İsa'nın annesidir, dolayısıyla da ona "Theotokos", yani "Tanrı anası" denemez Ortodoks, Katolik ve Protestanlara göre İsa'nın insani ve tanrısal iki tabiatı olup bunlar asla birleşmezler, karışmazlar ve ayrılmazlar. İslam'da Meryem oğlu İsa, Mesih'tir, Allâh'ın Kelimesidir, Rûhullah'tır, bir râsuldür, beş ulu'l-azm peygamberden biridir. Ayrıca Müslümanlar İncil'in İsa'ya vahiy yoluyla indirilen kutsal bir kitap olduğuna inanırlar. İsa, Tanrı da değildir, Allah'ın oğlu da değildir. Allah'ın izniyle çeşitli mucizeler göstermiştir. Âl-i İmrân Suresi ve Meryem Suresi'nde anlatılır. İslâmiyetin ana metni Kurân'a göre Îsâ, biyolojik veyâ ruhsal bir babası olmayarak, mûcizevî bir sûrette, annesinin rahminde yaratılmıştır. Kurân'da buna bir misâl olarak, toprağa insan sûreti verilip can ilka edilmesi sonucu babasız yaratılan Âdem Peygamber örnek getirilir ve iki peygamberin yaratılışı aynı mucize kategorisinde vurgulanır. Kur'an'da İsa'nın bir anne-baba ilişkisinden değil, sadece bir anneden meydâna geldiğini vurgulamak için birçok âyette, annesine izâfeten "Meryem oğlu İsa" şeklinde zikredilir. İnsanlar, doğduğunda, Şeytan tarafından dürtülüp rahatsız edilir ve ağlarlar. Meryem oğlu İsa, Şeytan'ın dokunup rahatsız edemediği kişidir. Kurân'da, İsa'nın çarmıha gerilmediği ve çarmıhta -veyâ başka bir şekilde- insanlar tarafından öldürülmediği öğretilir. Kurân'da Îsâ'nın soyağacından olarak annesi Meryem ve dedesi İmran'ın adları zikredilmektedir. Müslüman bilginlerin eserlerinde hem Hristiyanların geleneklerinden iktibas edilmiş Marangoz Yusuf'un şeceresi, hem de Hristiyan geleneğine dayanmayan Meryem'in ve kuzeni Yahya'nın şecereleri mevcuttur. Marangoz Yusuf'un şeceresi ile Meryem Ana'nın ve Yahya bin Zekeriya'nın şecereleri arasında büyük farklılık mevcuttur. Hristiyan geleneklerinin etkisiyle, İslâm bilginleri, Meryem oğlu İsa'nın, MS 1. yüzyılda risâlet görevini yerine getirdiğini zımnî olarak kabûl etmektedir veyâ İslâm'ın temel metni Kurân ile çatışma arzetmediği ve ayrıca akîde konusunda bir mesele olmadığı için bu konuda bir îtirazda bulunmamaktadırlar. Bununla birlikte, İslâm bilginlerinin târih boyunca yazmış oldukları eserlerde, Meryem oğlu İsa'nın ve en bilinen çağdaşları Zekeriya ve Yahya Peygamberlerin ve Meryem Ana'nın hakkında Hristiyan gelenekleriyle uyumsuzluk gösteren pek çok vakâ rivâyet edilmiştir. Meryem Ana'nın şeceresi de bunlardan birisidir. Bu örneklerden bir diğeri Ashab-ı Karye vakâsıdır. Bâzı tefsir yazarları, Ashab-ı Karye vakâsının, İsa Peygamber'in yolladığı elçiler ile ilgili olduğunu ve bu olayın Antakya'yı yöneten Antihas oğlu Antihas (انطيخس بن انطيخس) adındaki bir hükümdar zamânında yaşandığını rivâyet etmektedirler. MS 1. asra aykırı duran bu rivâyetlerin dışında, İsa'nın Hristiyan geleneğinde anlatılandan asırlar önce yaşadığını açıkça savunan rivâyetler de İslâm geleneğinde görülmektedir. Ahmed Sirhindî de mektuplarından ikisinde, onun Eflâtun (MÖ y. 427-347) zamanında yaşadığını ve tebliğinin Eflatun'a ulaştığını dile getirir. Taberi'nin rivâyetlerinde, Makedonyalı İskender’in Babil’i ele geçirmesinin altmış beşinci senesinde (yaklaşık MÖ 266) İsa’nın doğduğunu kabûl eden Farslar; İskender’in Babil’i fethinin üç yüz üç sene sonrasında (y. MÖ 28) İsa’nın doğduğuna inanan Hristiyanlar, Makedonyalı İskender’in hakimiyetiyle İsa'nın doğumu arasında elli bir sene geçtiğini (en geç MÖ 272) kabûl eden Zerdüştler vardı. Kurân, İsa Peygamber'in, Ahmed adında, kendisinden sonra gelecek olan bir resûl olarak Muhammed Peygamber'i, İsrailoğullarına haber verdiğini bildirir. Bununla ilgili olarak bir hadîste Muhammed, şöyle söylemiştir, “Benim ismim Kurân’da Muhammed, İncil’de Ahmed, Tevrat’ta Ahyed’dir.” Bâzı İslâm bilginleri, Yuhanna İncili'nde geçen "Faraklit"’in İslâm peygamberi Muhammed olduğunu savunur. Hristiyan inanışına göre ise "Faraklit", Kutsal Ruh'tur. Kanonik incillerde açıkça Muhammed'in geleceğini haber veren bir bilgi yoktur. O yüzden Müslümanların Yuhanna İncili'nde İsa'nın Muhammed'in geleceğini bildirdiğine dair delil kabul ettikleri sözleri, Hristiyan dünyası delil olarak kabul etmez. Evliya Çelebi, "Seyahatnâme"’de, İslâm'a göre Meryem oğlu İsa'nın havârilerinden kabul edilen Şem'un-u Safa'nın Nakura yakınlarındaki türbesinde bulduğu İncil nüshasını defalarca okuduğunu ve incelediğini, İsa Peygamber'e inen ve Muhammed Peygamber'i müjdeleyen ayetin o nüshada mevcut olduğunu yazmaktadır. Evliya Çelebi'nin, bizzat Şem'un-u Safa tarafından yazıldığını naklettiği bu el yazması İncil, günümüzde kayıptır. Kurân'da açıkça Meryem oğlu İsa'nın âhir zamanda geri gelip gelmeyeceği yazılı değildir. Âhir zamanda İsa'nın geleceğinin haber verildiği hadisler vardır. İsa, geldiğinde Deccâl'i helâk edecektir. Ancak, İslâm bilginleri, Deccâl'in mâhiyeti, İsâ'nın gelişinin mâhiyeti ve Deccâl'i helâk edişinin mâhiyeti konusunda oldukça farklı yorumlar yapmışlardır. Yahudiler, İsa'nın mesihliğini, peygamberliğini ya da Tanrı'nın oğlu veya enkarnasyonu olduğunu tanımaz. İbn-i Meymun, Nasıralı İsa'nın ve Muhammed'in mevcudiyetlerinin hikmetinin, beklenen Yahudi Mesihi'nin gelişine dünyâyı hazırlamak olduğunu savunur. Miladî takvim, İsa'ya göre düzenlenmiştir. Milat, Roma imparatoru Ogüst'ün imparatorluğunun 28. yılıdır. Bu sene, Hristiyan geleneğinde İsa'nın doğum yılı olarak kabûl edilir. Bu yıl, zaman çizelgesinde başlangıç noktasını temsil eder. "Milattan Önce" (MÖ) ile "İsa'dan Önce" (İÖ) ve "Milattan Sonra" (MS) ile "İsa'dan Sonra" (İS) aynı anlamda kullanılır. "Milattan Sonra" anlamında kullanılan AD (Anno Domini) ise Latince "Rabbin yılı" anlamına gelir. 19. asrın ortalarından itibaren Yahudi akademisyenlerin öncülüğünde, "Before Christ" (Mesih'ten Önce) ve "Anno Domini" isimlendirmelerinin terk edilmesi gerektiği yönünde bir gelenek başlatıldı. Bunun yerine CE (İng. "Common Era"; Tr. "Ortak Zaman") ve BCE (İng. "Before Common Era", Tr. "Ortak Zamandan Önce") tabirleri kullanılmaya başl
andı. Bu gelenek, bilimsel çevreler tarafından benimsendi ve yaygın kabul gördü, çünkü, "Ortak Zaman" ve "Ortak Zamandan Önce" adlandırmalarında, "Anno Domini" (Rabbin Yılı) ve "Before Christ" (Mesih'ten Önce) gibi, Hristiyanlığın miladi takvimdeki belirleyiciliğinin baskınlığının hissedildiği anlamlar öne çıkmıyordu. İsa'nın Yahudi toplumlarındaki hayat öyküsü "Toledot Yeşu"’nun bir versiyonunda İsa’nın MÖ 90 civarında yaşadığı anlatılır. Mustafa Sandal Mustafa Sandal (d. 11 Ocak 1970, İstanbul), Türk şarkıcı-şarkı yazarı. 90'lı yılların başlarında çok sayıda şarkıcıya verdiği bestelerle müzik piyasasında önemli bir tanınırlığa ulaşan sanatçı 1994 yılında yayınladığı ilk stüdyo albümü "Suç Bende" ile önemli bir ticari başarı yakalayarak tüm Türkiye'de tanınan bir sanatçı haline geldi. İlk albümünün ardından 1996 yılında "Gölgede Aynı" isimli albümüyle pek çok ödül kazandı. 1998 yılında "Detay" adlı çalışmasıyla müzik piyasasına hızlı bir giriş yapan Mustafa Sandal bu albümle de önemli bir ticari başarı yakaladı ve "Aya Benzer" isimli parçasıyla listelerde 1 numara oturdu. Ardından Sony Music'le sözleşme imzaladı ve "Araba" adlı albümünü dünyanın dört bir tarafında satışa sundu. "Araba" ve "Aya Benzer" parçalarıyla yurt dışında da tanınırlığını arttırdı. 2000 yılında "Akışına Bırak" isimli 4. stüdyo albümünü çıkardı. 2002 yılında çıkardığı "Kop" adlı albümüyle "En İyi Erkek Sanatçı" dalında ödül kazandı. 2003 yılında Universal Music-Polydor etiketiyle "Seven" adını verdiği çalışmasını yurt dışında dinleyicilere sundu ve 1 yıl sonra "İste" isimli albümünü Türkiye'de yayınladı. 3 yıllık bir aranın ardından "Devamı Var" isimli çalışmasını piyasaya sunan Mustafa Sandal 2009 yılında çıkardığı "Karizma" adlı albümün ardından 2011'de Gülben Ergen'le birlikte çıkardığı "Şıkır Şıkır" o yılın en çok indirilen şarkısı oldu. 2012 yılında 10. stüdyo albümü olan "Organik"i çıkarttı. 2013 yazında ise "Tesir Altında" isimli çalışmasını piyasaya sürdü ve bu çalışma 2013 yılının en çok satan single'ı oldu. Müzik alanında yaptığı çalışmaların yanı sıra televizyon, reklam, sinema gibi sektörlerde de önemli başarılar yakalayan Mustafa Sandal bugüne kadar tüm dünya da 14 milyonun üzerinde albüm satmış ve Ajda Pekkan, Sezen Aksu, Hakan Peker gibi önemli isimlerin de aralarında olduğu çok sayıda sanatçıya şarkılarıyla destek vermiştir. Erzincanlı Yusuf Sandal ve Adanalı Tülin İleri'nin oğlu olan Mustafa Sandal İstanbul’un Beşiktaş ilçesinde doğmuştur. Arnavutköy’de yaşamaktadır. Dedesi TRT eski sanatçılarından, ritim - saz ustası Hüseyin İleri'dir. 13 Ocak 2008'de Sırp şarkıcı Emina Jahovic ile evlenmiştir. Bu evlilikten Yaman ve Yavuz adında 2 erkek çocuğu olmuştur. Mustafa Sandal, ilköğrenimini Tarabya'daki Özel Dost İlkokulu'nda tamamladı. Daha sonra orta ve lise öğrenimi için İsviçre'nin Cenevre kentinde bulunan Léman Koleji'ne gitti. 8 yıllık tahsil süresinden sonra yüksek öğrenim için ABD'nin New Hampshire eyaletindeki New Hampshire Üniversitesi'nde okumaya başladı. 1996'da Londra'ya yerleşen sanatçı Amerika'da yarım bıraktığı işletme eğitimine American College of London'da devam etti. İngilizce, İtalyanca ve Fransızca bilmektedir. Bedelli askerlik uygulamasından yararlanarak 1999 yılında Malatya'da 28 gün askerlik yapmıştır. Uçuşa merakı ile bilinen sanatçı pilotluk sertifikasına sahiptir. 1989 yılında müzik tutkusu yüzünden Amerika'daki 2,5 yıllık üniversite tahsilini yarıda bırakarak Türkiye'ye döndü. Profesyonel müzik yaşamına İstanbul Gelişim Stüdyosu'nda başladı.Burada bestecilik ve söz yazarlığı yönünü ortaya çıkardı. Bülent Tezcan ile birlikte oluşturduğu "Vazgeçme" isimli ilk şarkısını 1991 yılında Ajda Pekkan yorumladı. Ajda Pekkan, Sezen Aksu, Zerrin Özer, Muazzez Abacı, Ayşegül Aldinç, Yonca Evcimik, Ozan Orhon, Burak Kut, Deniz Arcak, Emel Müftüoğlu, İzel,Reyhan Karaca, Sibel Alaş, Asya, Hakan Peker, Sertab Erener, Ferda Anıl Yarkın ve Mert Ekren gibi birçok sanatçıya besteler verdi. 1994 Temmuz'unda ilk albümü "Suç Bende"'yi çıkardı. Albümde 7 şarkısının söz ve müziğini kendisi yapan Mustafa Sandal bu albümü piyasaya sürmesinden 3 ay sonra başlayan Türkiye Turnesi ile yurt içinde 140, yurt dışında ise 30 konser verdi. İlk albümünün ardından evine bir stüdyo kuran sanatçı, aranjör olarak da çalışmaya başladı. Bu albümde kendi çalışmalarının yanı sıra Ferda Anıl Yarkın, Ahmet Aşkın Tuna, Bülent Tezcan gibi önemli sanatçılarla çalıştı. Kendi albümünü yapmasının ardından 1995 yılında Sibel Alaş'ın "Adam" adlı albümünün müzik direktörü ve prodüktörlüğünü yaptı. İlk albümünün ardından yükselen beklentileri 1996 Haziran'ında "Gölgede Aynı" adındaki bütünüyle kendi yapımı olan ikinci albümüyle karşıladı ve bu albüm sanatçının müzik piyasasındaki yerini iyice sağlamlaştırdı. Bu albümünden sonra çıktığı Türkiye turnesinde 140'tan fazla stadyum konseri verdi. Albümün ilk klibi Araba adlı şarkıya Beşiktaş'ta çekildi. Ardından Zeki Demirkubuz'un da oynadığı ikinci klip "Jest Oldu" adlı parçaya çekildi. "Bir Anda" adlı şarkıya da aksiyon tarzı bir klip çekildi. 1996 yılında Türkiye'de en çok satan albüm olan Gölgede Aynı 3 milyon 600 bin satış tirajına ulaştı. 1997 yılında, Londra'ya yerleşip üniversite eğitimine kaldığı yerden American College Of London'da devam eden Mustafa Sandal bu sırada İzel'in "Emanet" adlı albümünün prodüktörlüğünü üstlendi. Aynı yıl Reyhan Karaca'nın "Sevdik Sevdalandık" albümüne "Dilediğin Kadar" isimli şarkısını vererek ve "Sevdik Sevdalandık" şarkısına solo vokal yaparak destek verdi. 1 Eylül 1998'de ise üçüncü stüdyo albümü olan "Detay"'ı Prestij Müzik etiketiyle çıkardı. Yurt içi ve yurt dışı olmak üzere toplam 120 konser. veren sanatçı, bu albümde de iyi bir satış tirajını yakaladı. Albümde Uğur Başar, Andy Clayburn, Deneb Pinjo, Mert Ekren ve Hakkı Yalçın gibi isimlerle çalışan Mustafa Sandal 7 şarkısının söz ve bestesini kendi yaptı. Albümün çıkış şarkısı "Aya Benzer" büyük bir beğeni topladı ve albümün ilk video klibi bu şarkıya çekildi. Ardından albüme adını veren "Detay" adlı şarkısına hareketli bir klip çekilirken sonrasında "Çekilin" ve "Mevcut" adlı şarkılar kliplendirildi. 1999 Mayıs ayında Fransa'da Sony Music ile yaptığı anlaşma ile, yurt dışında yayınlanmak üzere "Araba" adlı şarkısına yeni aranjmanıyla Fas'ın Marakeş şehrinde klip çekildi. "Araba" şarkısı Rusça, Arapça ve Yunancaya çevrilerek seslendirildi. Bu single'ın ardından Mustafa Sandal Araba adlı albümünü yurt dışında piyasaya sürdü. Ancak sonrasında yapımcısı Sony Music ile yaşadığı sorunlar nedeniyle ilk Avrupa defterini kapatmış oldu. 2000 Haziran'ında "Akışına Bırak" adlı dördüncü albümünü Prestij Müzik etiketiyle dinleyenlerine sundu. Bu albümde müzik direktörlüğünü İskender Paydaş'la paylaştı. Albümdeki "Tek Geçerim" adlı şarkı müzik listelerinde zirveye çıktı ve şarkıya hipodromda hareketli bir klip çekildi. Şarkının diğer klipleri ise Yunan şarkıcı Natalia Dussopulos ile "Hatırla Beni" şarkısına yapılan düete, 3. ve son klip ise "Geriye Dönemem" isimli şarkıya çekildi. 2000 yılında Reyhan Karaca için yaptığı "Gidesim Gelmiyor" şarkısıyla yılın en iyi şarkılarından birine imza attı. 2001 Haziran'ında İstanbul Metrosu için "Can Cana" isimli bir şarkı besteledi. İtalyan sanatçı Eros Ramazzotti ile birlikte Ali Sami Yen Stadyumu'nda 25 bin kişi önünde düet yaptı. Daha sonradan yaptığı açıklamada pek çok starla düet yapmasına karşın hayatında en değer verdiği ve unutamadığı düetin Ramazzotti ile yaptığını söylemiştir. Kasım ayında, yeni stüdyosunu kurdu ve beşinci albümünün kayıtlarını burada gerçekleştirdi. 2002 Mayıs'ında Erol Köse Production etiketiyle çıkardığı "Kop" adlı albümü yılın en çok satan ikinci albümü oldu. Albüm 2002 yazına damgasını vururken özellikle 2002 FIFA Dünya Kupası'na katılan Türkiye millî futbol takımıyla özdeşleşen "Pazara Kadar" şarkısı büyük beğeni topladı ve ülke genelinde geniş yankı uyandırdı. Kendi yapım şirketi olan Yada Prodüksiyon bünyesinde kurduğu ve altyapı çalışmaları 2 yıllık bir süreyi alan hayran kulübünü, internet sitesi üzerinden faaliyete geçirdi. Avrupa'da da ilgi gören Mustafa Sandal bu albümüyle yurt dışında da çok sayıda konser verdi. Önce Moskova'da Gorki Parkı'nda konser veren Sandal ardından 2003 yılında ekibiyle Olympia'da bir konser verdi. Türkiye'de "Maxi Sandal 2003" isimli bir maksi single çıkardı. İlk klip "Aşka Yürek Gerek" adlı şarkıya çekildi ve Mustafa Sandal bu klipte bir kez daha Yunan şarkıcı Natalia ile birlikte kamera karşısına geçti. Bu kez Universal Music etiketiyle "Aya Benzer 2003 (Moonlight)" isimli bir single ve "Seven" isimli bir albümle Avrupalı müzikseverlerle buluştu. Çalışması Avrupa'da 2.5 ay boyunca en çok satan İlk 10 arasında yer aldı. Sandal, bu albümününde "All My Life" adlı şarkıya çektiği klipte dünya güzeli Azra Akın'la birlikte oynadı ve klip Michael Jackson'ın kendi klibini çekmek için izin alamadığı Topkapı Sarayı'nda çekildi. Mustafa Sandal'ın "Seven" ile Avrupa'da yakaladığı başarı üzerine ünlü Alman 'talk show'cu Stefan Raab 27 kişilik ekibiyle Musti'yle program yapmak için Türkiye'ye geldi ve çekimler Karaköy Limanı'nda gerçekleştirildi. Ayrıca Alman "Bild"e kapak olmayı başaran ilk Türk olurken, "Der Spiegel" dergisi de sanatçıya yer verdi. Beşiktaş Spor Kulübü'nün kuruluşunun 100. yılı için "100. Yıl Marşı" ve "Hadi Hisset" adlarında besteler yaptı. 13 Temmuz 2004'te "İste" isimli maksi single'ı piyasaya çıktı. Bu çalışmanın ilk video klibi "İsyankar" adlı parçaya çekildi. Sonrasında bu şarkının Oryantal Remix versiyonu konser görüntüleriyle kliplendirildi. "All My Life" isimli şarkıya Topkapı Sarayı'nda klip çekildi ve bu klipte 2002 yılında Miss World seçilen Azra Akın, Mustafa Sandal'a eşlik etti. Albümün diğer klibi ise "Kavrulduk" isimli parçaya çekildi. Sanatçı yaz boyu "Volkswagen ile Müzik Aşkına" konserlerinde sevenleriyle buluştu. Hatta bazı konserlerine Wolkswagen otomobillerinin üstünde çıktı. Aynı yıl LR Kozmetik toplam 24 ülkede kendi adına üretilen "7" adlı parfümü piyasaya sundu. 2005 yıl
ının Ocak ayında "İsyankar" isimli şarkısının single çalışmasını Universal Music etiketiyle yurt dışında çıkardı. "İsyankar" Almanya, Avusturya ve İsviçre'de de en çok satanlar listelerinde üst sıralarda yer aldı.. Yurt dışında popülerliğini iyice arttıran Mustafa Sandal 2005 yılında İstanbul'da oynanan UEFA Şampiyonlar Ligi finali için Türkiye'ye gelen kupayı Taksim Meydanı'nda verdiği konser sırasında İstanbul belediye başkanı Kadir Topbaş ile birlikte kaldırdı. Ardından Almanya'nın ZDF televizyonunun Wetten Dass?(Bahse var mısın?) adlı programında Aspendos Tiyatrosu'nda Shakira ile aynı sahneyi paylaştı. Shakira programın ardından sahneyi paylaştığı Mustafa Sandal için "Mustafa Sandal çok iyi bir dost ve güzel bir arkadaş. Bu dostların varlığı yeter." demiştir. Mustafa Sandal da Shakira'ya kendisi için özel aldığı bir saz hediye etti. Tiyatro alanına 5 bin kişi çift arama sonrası girerken dünya genelinde bu program 15 milyon kişi tarafından izlendi. Ayrıca Musti "İsyankar" adlı parçasını Alman rapçi Gentlemn ile birlikte söyledi. Programın ardından kuliste Mustafa Sandal Paris Hilton ile bir araya geldi. 7 Mayıs 2005 tarihinde ise resmi web sitesi üzerinden Musti TV yayın hayatına başladı. Ağustos'ta ise "Yamalı Tövbeler" isminde bir maksi single çıkardı. Yamalı Tövbeler'in ilk baskısı henüz ilk gününde tükenirken kısa sürede 180 bin satış rakamına ulaşan single büyük başarı elde etti. 2006 yılında önceki yıl yurt dışında piyasaya çıkardığı “İsyankar” adlı single çalışması ile Almanya'da 150 bin tirajı geçerek "Gold Record (Altın Plak)" ödülünü kazandı . Universal Music etiketiyle piyasaya sürülen İsyankar'ın İstanbul’da çekilen video-klibinde İstanbul Boğazı'nın görüntüleri gözler önüne serilmiş ve klip MTV TRL Charts listesinde Blue ve Avril Lavigne gibi isimleri geride bırakarak MTV listelerinde bir numara olmuştu . Mustafa Sandal bu başarısının ardından 5 Şubat'ta yaptığı Almanya konseriyle dünya turnesine çıktı ve bu kapsamda Almanya, İngiltere, Pakistan, Rusya, Hollanda, Arnavutluk ve Brezilya'da konserler verdi. Mustafa Sandal, İsyankar single'ı ile Almanya resmi satış listelerinde en uzun süre kalan Türk sanatçısı unvanını elinde bulunduruyor. 12 Haziran 2007 tarihinde Mustafa Sandal'dan "Devamı Var" adlı albümünün müjdesi geldi.13 Haziran'da müzik marketlerindeki yerini alacağı açıklanan albümde çıkış şarkısının söz müziği Sinan Akçıl'a ait olan "İndir" isimli parça olacağı açıklandı. İskender Paydaş, Özgür Yedievli, Sinan Akçıl, Erhan Bayrak ve Tolga Kılıç'tan oluşan aranjör ekibiyle bir yıllık çalışmanın sonunda albümü tamamlayan Mustafa Sandal yeni albümü için "Bunun için 'hayatımın albümü' diyebilirim. Şarkılarım yaza damgasını vuracak. Bir yıl boyunca stüdyoda sabahladık. Konser vermeyi, hayranlarımla olmayı çok özledim." dedi. Şarkı ilk olarak Musti'nin dedesi Hüseyin İleri'yle birlikte kamera karşısına geçtiği muhabbet kart reklamında dinletildi. İndir'in klibi G.O.R.A., Sınav gibi filmlerin de yönetmeni olan Ömer Faruk Sorak yönetmenliğinde bir şantiyede çeşitli ülkelerden dansçıların eşliğiyle çekildi. Albüm sonrası konserlere başlayan Mustafa Sandal, Arnavutluk'ta 42 derece sıcağa rağmen 8 bin kişiye konser verdi. Yeni Aktüel'de yaptığı bir röportajda kendisine albümün en özel şarkısının sorulması üzerine ise şu cevabı verdi " 'Dayan' var, 'Melek Yüzlüm' var ama 'Çoban'ın yeri bir başka. Bir Türk ressamın yaptığı ve benim de 2.5 yıl önce satın aldığım tablo çok özeldir benim için. 'Çoban' şarkısında bu tablodan ilham aldım. Baktığım zaman kalbimden damlalar aktı. Çobanın o heybetli ve vakur duruşu, arka fondaki dağ silueti... Konserlerimde bile yanımdan eksik etmedim bu tabloyu." 2008 yılında Muhabbet Kart sponsorluğunda gerçekleşen Türkiye turnesine Ordu'da verdiği konserle başladı ve Cumhuriyet meydanında 10 bin kişiye verdiği Muğla konseriyle turne sona erdi.Mustafa Sandal 15 kentte verdiği konserlerle 500 bin kişiye seslendi. Ayrıca Play Station 2'de bir oyunda sanatçının "İndir", "Aşka Yürek Gerek" ve "İsyankar" adlı şarkılarına yer verildi. Firma yetkilileri oyun konsolunda bir Türk pop starın yer almasının özellikle düşünüldüğünü söylerken, Sandal'ın tercih edilmesinin nedeni olarak sanatçının Avrupa'da büyük ilgi görmesi gösterildi. Mustafa Sandal, cep telefonu reklamıyla "2008 yılının en iyi reklam filmi" ödülünü aldı. Türkiye'deki sanatçılar arasında en fazla 'fan club' üyesine sahip olan Sandal, yeni bir rekora imza attı. Kendine ait internet sitesinde 200 bin hayranı bulunan şarkıcı, Avrupa'da Madonna ve Britney Spears'ın ardından üçüncü sırada yer alıyor. 2009 yılı Haziran ayında "Karizma" adlı albümünü çıkardı. Albümü "Baba olarak çıkardığım ilk albüm benim için milat sayılır" şeklinde tanımlayan Musti bu albümde Britney Spears, Jennifer Lopez ve Sting gibi birçok ünlünün şarkılarını düzenleyen ünlü aranjör Bojan Dugic ile birlikte çalıştı ve albümün çıkış şarkısı olan Ateş Et ve Unut ve albümün isim parçası Karizma'nın düzenlemelerini yine Bojan Dugic'le birlikte yaptı. Ayrıca Dugic'in Jennifer Lopez için hazırladığı bir şarkıyı son anda Mustafa Sandal'a vermesi nedeniyle albüm 2 hafta gecikmeli olarak çıktı. Albümün dört günde 450.000 kişi tarafından internet sitelerinden indirilmesi üzerine 500 bin dolarlık kayba uğrayan Mustafa Sandal, fan club üyelerinden seçilen 300 kişilik ekip tarafından bu sitelerin ve korsan satıcıların tespit edilmesini sağladı. Ünlü popçu bu konuyla ilgili şöyle bir açıklama yaptı "Oğlumun geleceğiyle oynayan emek hırsızlarının en ağır şekilde cezalandırılması içi elimden geleni yapacağım. Korsana engel olması gerekenler suskun kalsa da ben ve gerçek dinleyicilerim bu onur savaşını sonuna kadar sürdüreceğiz." Albümde ilk klip "Ateş Et ve Unut" adlı parçaya yetkililerden özel izin alınarak Haydarpaşa Limanı'nda çekildi ve 50 bin dolara mâl oldu. Öte yandan albüm tanıtım konserleri çerçevesinde çeşitli şehirlerde konserler veren Mustafa Sandal 6 konserde toplam 150.000 kişiye ulaştı. Toplam 16 konserin sonunda da 600 bin seyirciye ulaşan Musti kendi rekorunu egale etti. Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu UNICEF Almanya komitesi, Pakistan’daki mülteci çocuklar için başlattığı yardım kampanyasının Avrupa’daki sözcüsü olarak Mustafa Sandal’ı seçti. Pakistanlı çocuklar ve çeşitli Avrupa ülkelerinde toplam 50 bin kişi arasında yapılan ankette ‘Avrupa’nın en sevilen Türk sanatçısı seçilen Sandal, 2009 Ramazan Bayramı'da yayınlanan UNICEF broşüründe dünyaya barış mesajı verdi. Mustafa Sandal, sürecini ise şöyle anlattı "Hiç düşünmeden kabul ettim. Doğu ve Güneydoğu Anadolu turnesinde de bizim çocuklarımızla bir araya geleceğiz." Sandal'ın İngiliz, Alman ve Fransız hayranları da internet sitelerinde "Ateş Et ve Unut" klibindeki hasır şapkaya gönderme yaparak "Müslüman Türkiye'nin Michael Jackson'ı çocuklarımızın iyi niyet elçisi oldu." yorumunu yaptı. 2010 yılında Nostaljik ve yeni jenerasyon sanatçıları bir araya getiren Her Devrin Devleri adlı albümde Mustafa Sandal ile Gökben "Nevrin Döner" adlı şarkıda düet yaptılar. 2011 yılında Mustafa Sandal ve Gülben Ergen Haziran ayında çıkardıkları Şıkır Şıkır adlı single çalışmasında düet yaptılar. Sözü Mustafa Sandal'a bestesi Mısırlı sanatçı Amr Mostafa'ya ait olan Şıkır Şıkır; 133.253 kişi tarafından indirilerek 2011 yılının digital platformda en çok satış yapan şarkısı oldu ve bunun neticesinde 2012 yılında yapılan 18. Kral Müzik Ödüllerinde "MÜYAP Digital Satış Ödülü"nün sahibi oldu. 3 yıl boyunca albüm yapmayan Mustafa Sandal müziği özlemek adına böyle bir ara verdiğini söyledi. Bu aranın ardından 2012 yazında gelen "Organik" adlı albümü çıkardı ve bu albüm için "Hayatımın Albümü" diyerek bu albüme olan güvenini dile getirdi. Şarkıları ilk olarak Turkcellmuzik.com'da yayınlanan konseriyle hayranlarına dinletti. Albümün çıkış parçası olan "Ego" dijital platformdaki Top 100'e 1 numaradan girmeyi başardı. Musti bu başarı için "Üç yıllık emeğimin karşılığını dört günde aldım. İlgi görmeyi bekliyorduk ama bu kadar hızlı olacağını bile tahmin etmiyordum." dedi. Albüm özellikle sosyal medya da ses getirdi ve Mustafa Sandal bu gelişmeden duyduğu heyecanı Mahsun Kırmızıgül'ün çektiği bir videoyla youtube kanalından yayınlayarak dile getirdi. Albümün ilk klibi "Ego"ya çekildi. Tülay İbak yönetmenliğinde çekilen klipte çete üyeleri ve özel timi canlandıran 20 oyuncu rol alırken Musti yeni klibini "Klip değil adeta kısa film çektik. Birbirine benzeyen işlerden sıyrılmak ve insanlara farklı bir şey izletmek istedim." diyerek açıklamıştır. Ayrıca parça Nielsen Türkiye Müzik listelerinde de 24. haftanın en hızlı yükselen eseri oldu. Albümde yer alan "Çek Gönder" isimli parçada Mustafa Sandal eşi Emina Sandal ile düet yaptı. Soner Sarıkabadayı, Eflatun gibi önemli isimlerden de parçalar adlığı albümün tanıtım konserleri çerçevesinde Türkiye'nin dört bir yanında ve yurt dışında pek çok konserler veren Musti yüz binlerce hayranıyla bir araya geldi. İstanbul, Beykoz'da verdiği konserde 150.000 kişi toplayarak seyirci rekoru kırdı. Volga Tamöz'ün 90'lı yılların unutulmayan şarkılarına yer verdiği Tam 90'dan adlı albüm projesinde "Kalmadı" adlı şarkısını yeniden seslendirdi. Türkiye Millî Olimpiyat Komitesi (TMOK) ile beraber çocukların, gençlerin ve ailelerinin spora teşvik edilmesi için “Okulumdan Olimpiyat Oyunları 'na Projesi'nde Mustafa Sandal olimpiyat elçisi olarak yer aldı ve bu proje kapsamında "Teşekkürler Anne" adlı bir şarkı besteledi. Orhan Gencebay’ın müzikteki 60.sanat yılına özel olarak hazırlanan ve 32 sanatçının yer aldığı Orhan Gencebay ile Bir Ömür adlı tribute albümde Mustafa Sandal "Kır Gönlünün Zincirini" adlı şarkıyı seslendirdi. 14 Şubat 2013'te Sevgililer Günü'ne özel olarak 1996 tarihli Gölgede Aynı albümünde yer alan 2 Tas Çorba adlı şarkısını 3 yeni versiyonuyla dinleyicilerin beğenisine sundu. Ya da stüdyolarında kaydedilen ve 2012 Kasım ayında yayınlanan Barış Koç - Küçük Şeyler albümünün yapımcılığını üstlenmiştir. 2013 yazının başlangıcında yeni bir single çalışması hazırladığ
ını duyuran sanatçının bu proje için Gülşen ve Ozan Çolakoğlu ile bir araya geldiği öğrenildi. Türkiye'de yaşanan bazı olaylar nedeniyle projesini belli bir süre erteleme kararı alan Mustafa Sandal 6 Ağustos 2013 tarihinde 2 şarkıdan oluşan Tesir Altında isimli single çalışmasını yayınladı ve bu çalışma 2013 yılının en çok satan single'ı oldu. 2015 Haziran ayında "Ben Olsaydım" adlı 2 şarkıdan oluşan Single çalışmasını çıkardı. 1995 yılında "Bay E" adlı sinema filminde konuk oyuncu olarak yer aldı ve filmin müziğini seslendirdi.. 2010 yılının 5 Kasım'ında vizyona giren ve 3.455.089 izleyici sayısıyla 2010 yılının en çok izlenen filmi olan New York'ta Beş Minare'de başrol oynayan Mustafa Sandal, "Acar" adlı bir Terörle Mücadele polisini canlandırdı. Mustafa Sandal Star Tv' de yayınlanan Kimsin Sen adlı yarışma programının sunuculuğunu yaptı. 2011 yılında Mustafa Sandal ve Dolunay Soysert TRT1'de yayınlanan Başrolde Aşk adlı dizide başrol oynadılar. 2012 yılında televizyon projelerine de yapımcılığını ve sunuculuğunu Acun Ilıcalı'nın yaptığı, Star Tv'de yayınlanan O Ses Türkiye adlı yarışma programında Mustafa Sandal; Hülya Avşar, Hadise ve Murat Boz ile juri olarak devam etti. Bu program büyük ilgi gördü ve Mustafa Sandal'ın takımının üyesi olan İbrahim Şevki finale kaldı ve yarışmayı 2. olarak tamamladı. 2013 yılındaki yarışmanın 2. sezonunda ise Mustafa Sandal'ın Jüri üyesi olduğu Mustafa Bozkurt yarışmayı 1. olarak tamamladı. Bu yarışmadaki hedefi 1. çıkarmak olan Sandal, bunu 2. sezonda başarınca yarışmanın 3. sezonundan itibaren yarışmanın jürisinde yer almamıştır. Reklam çalışmalarına da devam eden Mustafa Sandal ilk olarak Emina Sandal-Jahović'la birlikte kamera geçtiği Turkcell reklam filminden eşiyle birlikte 1 milyon 250 bin dolar aldı. Turkcell reklam kampanyasının ardından BP'nin yeni yüzü olan Mustafa Sandal 3 reklamlık anlaşma yaptığı BP ile 1 milyon 830 bin dolar karşılığında anlaştı. Ogilvy İstanbul imzasını taşıyan ilk reklam filminde, Mustafa Sandal'ın önerisine rağmen BP kullanmayan bir hayranıyla yaşadığı macera anlatılırken ikinci reklamda ise ünlü senarist Gülse Birsel'le kamera karşısına geçti. Mustafa Sandal, Disney’in 23 Ağustos’ta 2013'te vizyona giren animasyon filmi "Uçaklar"'ın seslendirmesi için stüdyoya girdi. Sandal, filmde şampiyon olma hayali kuran ama yükseklik korkusuna sahip "Dusty" isimli uçağı seslendirdi. 2015 yılında TV8'de yayınlanan Rising Star Türkiye adlı Öykü Serter'in sunuculuğunu yaptığı yarışmada Gülben Ergen, Demet Akalın ve Fuat Güner ile birlikte jüri üyesi olarak yer aldı. Yada Prodüksiyon, Mustafa Sandal'ın 1997 yılında kendi ismi adı altında kurduğu ve 2000 yılının Ekim ayında unvan değişikliği yaparak uzun zaman üzerinde çalıştığı bir prodüksiyon şirketidir. Yada'da Mustafa Sandal prodüksiyonlarının yanı sıra başka prodüksiyonlar ve çeşitli organizasyonlar da yapılmıştır. Mustafa Sandal kendi şirketinde 4 albüm ve 3 maxi single çıkardı. Ayrıca eşi olan Emina Sandal-Jahović'in yeni albümünün kayıtları da bu şirkette yapılmaktadır. James Dewey Watson James Dewey Watson (d. 6 Nisan 1928, Chicago), 1954 yılında yaptığı çalışma ile DNA'nın ikili sarmal yapısını, araştırmacı Francis Crick ile bularak Nobel Ödülü almış bilim adamıdır. Chicago Üniversitesinde zooloji öğrenimi gördükten sonra 1950 yılında Indiana Üniversitesinde doktora yaptı. Ancak bu süreçten sonra Avrupa'ya geçmiştir. 1950 ve 1953 yılları arası önce Kopenhag, sonra da Cambridge Üniversitesinde DNA'nın yapı çözümü konusunda çalışmalarda bulundu. Cambridge Üniversitesinden Francis Crick ile giriştiği çalışmalar sonuç verdi ve 1953 yılında Nature dergisinde 900 kelimeden oluşan makalelerinin yayınlanmasıyla bilim adına önemli bir karanlık bölüm aydınlanmış oldu. Makale şöyle başlıyordu: ""Deoksiribo Nükleik Asit tuzu için bir yapı önermek isteriz..."" Ancak bu keşif içinde Londra'daki King's Kolejinde kristalograf olarak çalışan Rosalind Franklin'in de katkısı büyüktür. Eğer 38 yaşında kanserden ölmeseydi o da verilecek Nobel Ödülünü paylaşabilirdi. DNA'nın çift sarmal olduğunun bulunmasında Rosalind Franklin'in X ışını resimleri kilit rol oynamıştır. Ancak kendisi X ışını resimlerini doğru yorumlayamamaktaydı. James Watson 1956'da Harvard Üniversitesinde Moleküler Biyoloji ve Biyokimya Profesörlüğüne getirildi. 1962 yılında Dr.Crick'le DNA'nın 3 boyutlu yapısını keşfetmelerinden dolayı Nobel Ödülüne layık bulundular. 1967 yılında ise "The Double Helix: A Personal Account of the Discovery of the Structure of DNA" ("İkili Sarmal : DNA Yapı Çözümünün Öyküsü") adlı, DNA'nın ayrıntılı çözüm öyküsünü içeren kitabını yazdı. New York'ta bulunan Cold Spring Harbor Laboratuvarı'nın başkanlığını yapan, yaşantısının ileri dönemlerinde ırkçı, homofobik ve kadınları aşağılayan ifadeleriyle dikkati çeken Watson, "Afrikalıların daha düşük zekalı oldukları" yolundaki açıklamaları ve "farklı coğrafyalarda evrimleşen insanların zekâlarının aynı şekilde geliştiğini düşünmek için mantıklı bir sebep olmadığı" yolundaki iddiaları nedeniyle önemli eleştirilerin hedefi oldu. Tepkilerin artması üzerine Cold Spring Harbor Laboratuvarı’nın yönetim kurulu başkanı Bruce Stillman yönetim kurulunun Watson’un "tüm idari yetkilerinin askıya alınmasına" karar verdiğini açıkladı . Watson Watson şu anlamlara gelebilir: Otizm Otizm, üç yaşından önce başlayan ve ömür boyu süren, sosyal etkileşime ve iletişime zarar veren, sınırlı ve tekrarlanan davranışlara yol açan beynin gelişimini engelleyen bir rahatsızlıktır. Bu belirtiler otizmi, Asperger sendromu gibi daha hafif seyreden otistik spektrum bozukluğundan (OSB) ayırır. Otizm kalıtımsal kökenlidir ancak kalıtsallığı oldukça karmaşıktır ve OSB’nin kökeninin çoklu gen etkileşimlerinden mi yoksa ender görülen mutasyonlardan mı kaynaklandığı çok açık değildir. Nadir vakalarda, doğum sakatlıklarına neden olan etmenlerle yakından bağlantılıdır. Diğer görüşlere göre ise çocuklukta yapılan aşılar gibi nedenler tartışmalıdır ve aşı kökenli varsayımların ikna edici bilimsel kanıtları yoktur. Yakın dönem araştırmaları otizmin prevalansını 1.000 kişiye bir ya da iki vaka olarak tahmin eder, aynı araştırmalardaki tahminlere göre OSB yaklaşık 1.000 kişide altı vakadır ve erkeklerde rastlanma oranı kadınlara göre 4,3 kat daha fazladır. Otizm vakalarının sayısı 1980’lerden beri oldukça fazla oranda artmıştır. Bunun nedeni kısmen tanı koyma yöntemlerindeki değişikliklerdir; gerçek prevalansın artıp artmadığı anlaşılamamıştır. Otizm beynin birçok kısmını etkiler ama bu etkinin nasıl geliştiği çok iyi anlaşılamamıştır. Ebeveynler genellikle çocuklarının yaşamının ilk iki yılında belirtileri fark eder. Erken davranışsal ya da kavrayışsal müdahaleler çocukların kendine bakabilme yetisi ile sosyal ve iletişimsel yetiler kazanmasına yardımcı olabilir. Otizm tanılı çocukların çok azı erişkin olduktan sonra bağımsız yaşamakta, bunlardan bir kısmı bunda başarılı olabilmektedir. Bazılarının otizme bir çare aradığı, diğerlerinin de otizmin bir bozukluktan çok bir durum olduğuna inandığı bir otistik kültür ortaya çıkmıştır. Otizm ilk belirtilerini bebeklik ya da çocukluk döneminde gösteren, ancak remisyon ya da relaps göstermeden düzenli seyir izleyen bir beyin gelişme bozukluğudur. Bozulmalar beynin çeşitli sitemlerinde olgunlaşma ile ilgili değişikliklerden kaynaklanır. Otizm, yaygın sosyal etkileşim ve iletişim anormallikleri, aşırı kısıtlanmış ilgiler ve oldukça fazla tekrar eden davranışlarla tanımlanan beş yaygın gelişimsel bozukluktan (YGB) biridir. Diğer dört YGB arasında Asperger sendromu, belirtiler ve olası nedenler açısından otizme en yakın olanıdır; Rett sendromu ve çocukluğun dezintegratif bozukluğunun çeşitli belirtileri ortaktır ama nedenleri farklı olabilir; başka türlü adlandırılamayan yaygın gelişimsel bozukluk (YGB-BTA) ise ölçütler daha belirgin bir bozukluğu göstermediğinde teşhis edilir. Asperger bozukluğunda otizmin aksine dil gelişiminde önemli bir gecikme yoktur. Otizmin terminolojisi şaşırtıcı olabilir. Otizm, Asperger sendromu ve YGB-BTA genellikle "otistik spektrum bozuklukları" (OSB) ya da bazen "otistik bozukluklar", olarak adlandırılabilirken otizm sıklıkla "otistik bozukluk", "çocukluk otizmi", "erken infantil otizmi" ya da "bebeklik otizmi" olarak adlandırılır. Bu maddede "otizm" klasik otizm bozukluğu için kullanılmaktadır ancak bazı kaynaklar "otizm" tanımını OSB’den söz etmek için kullanır ya da OSB ile YGB’yi bir tutar. OSB, göz temasından kaçınmak gibi otizmi benzer kişisel özelliklere sahip olan ama OSB’si olduğu kesin olmayan geniş otizm fenotipinin bir alt kümesidir. Otizm; sessiz kalma, zekâ özürlü olma, durmadan el çırpma ya da sallanma gibi ciddi bozukluklar gösteren bireylerden, etkin ama belirgin olarak sıra dışı sosyal yaklaşımlar gösteren, çok dar ilgi odakları olan ve laf ebesi, bilgiçlik taslayan iletişimi olan daha az bozukluk gösteren bireylere kadar çok geniş bir spektrumda kendini gösterir. Bazen IQ eşiklerine ya da bireyin gündelik hayatında ne kadar desteğe gereksinimi olduğuna göre sendrom düşük, orta ya da yüksek işlevli otizm olarak bölümlere ayrılır ancak ölçütleri belirlenmemiş olan bu bölümlemeler tartışmalıdır. Otizm bazen sendrom ve sendrom dışı olarak da ikiye ayrılabilir, belirti gösteren otizm genellikle ciddi veya şiddetli zekâ geriliği ya da tüberoz skleroz gibi fiziksel belirtileri olan doğuştan gelen sendromlarla bağlantılandırılır. Asperger bozukluğu olan bireyler otizm bozukluğu olan bireylere göre kavrama alanında daha başarılı olsa da Asperger bozukluğu, yüksek işlevli otizm ve sendrom dışı otizmin çakışan noktaları çok açık değildir. Bazı araştırmalar, dil ve sosyal becerilerde ilerleyememe yerine on dört aylıktan sonra bu becerilerin kaybı ile otizm teşhisi konduğunu belirtmiştir. Bu fenomen için regresif otizm, kötüleyen otizm ve gelişimsel duraklama gibi çeşitli terimler kullanılmıştır. Bu ayrımın geçerliliği hâlâ tartışmalıdır; regresif otizmin özel bir alttip olması mümkündür. Otizm tek
bir belirtiden çok,bir dizi belirti ile fark edilir. Ana özellikleri sosyal etkileşim bozuklukları, iletişim bozuklukları, sınırlı ilgi ve yineleyici davranıştır. Atipik yemek yeme gibi diğer özelliklere sıklıkla rastlanır ama tanı koymak için gerekli değildir. Otizmin belirtileri genel popülasyon içinde tek tek görülür ama patolojik şiddette belirtiler ile kişilik özelliklerini birbirinden kesin hatlarla ayıracak kadar yüksek oranda bağdaştırılamaz. Otizmi olan kişilerin sosyal bozuklukları vardır ve sıklıkla, çoğu insanın farkına varmadan sahip olduğu, diğer kişiler hakkındaki sezgilere sahip değildirler. Tanınmış otistik Temple Grandin, nörotipiklerin sosyal iletişimini anlayamama yetersizliğinden ötürü kendisini "Mars’ta bir antropolog gibi" hissettiğini söylemiştir. Sosyal bozukluklar çocukluğun erken dönemlerinde belirginleşir ve erişkinliğe doğru devam eder. Otizm tanılı bebekler sosyal uyaranlara daha az dikkat eder, başkalarına çok daha az bakar ve gülümser ve kendi adlarına çok az tepki verir. Otizm tanılı çocukların daha çarpıcı normal dışı sosyal davranışları da vardır; örneğin çok az göz teması kurar, ileriyi düşünen tavırlar gösterir ve başka bir kişinin eli ile oynayarak iletişim kurmaya çalışırlar. Üç ile beş yaş arasındaki otism tanılı çocuklar başkalarına aniden yaklaşmak, duygulara karşılık vermek ve taklit etmek, konuşmadan iletişim kurmak ya da sıra ile bir şeyler yapmak gibi sosyal kavrayışları daha az sergilerler. Ancak, kendilerine bakan kişi ile bağ kurarlar. Normalden biraz daha az güvenli bağlılık gösterirler ama bu özellik zekâ gelişimi daha fazla olan ya da daha az şiddetli OSB’si olan çocuklarda görülmez. OSB’si olan daha büyük çocuklar ve erişkinler yüz ifadesi ve duygu tanıma testlerinde daha kötü sonuçlar alır. Yaygın inanışın aksine otizm tanılı çocuklar yalnız kalmayı tercih etmez. Otizmi olanlar için arkadaşlık kurmak ve sürdürmek zor olmaktadır. Ne kadar yalnız olduklarını, arkadaşlarının sayısı değil, arkadaşlıklarının kalitesi belirler. OSB’si olan bireylerdeki saldırganlık ve şiddet hakkında birçok hikâye anlatılır ama çok az sistematik araştırma bulunmaktadır. Eldeki sınırlı sayıdaki veri, zekâ geriliği olan çocuklarda otizmi saldırganlık, eşyalara zarar verme ve öfke nöbetleriyle ilişkilendirir. Dominick "et al." OSB’si olan 67 çocuğun ebeveyniyle yaptığı mülakat sonucunda bu çocukların üçte ikisinin şiddetli öfke nöbetleri geçirdiğini ve üçte birinin geçmişinde saldırganlık vakaları olduğunu belirtmiştir. Öfke nöbetleri, geçmişinde dil öğrenme bozukluğu olan çocuklarda belirgin bir şekilde daha yaygındır. Otizmi olanların üçte biri ile yarısı arasında bir kısmı gündelik iletişim gereksinimlerini karşılayacak kadar doğal konuşma becerisi geliştiremez. İletişimdeki farklılıklar bir yaşından itibaren gözlemlenebilir. Bu farklılıklar, konuşmaya başlamadan önce anlamsız sesler çıkarmaya başlama döneminin gecikmesi, sıradışı el hareketleri, azalan heveslilik ve bakıcının sesine, senkronize olmayan tepkiler olarak sayılabilir. İki ve üç yaşından sonra otizm tanılı çocukların daha seyrek ve daha az farklı anlamsız sesler çıkardığı, sözcükler ve sözcük grupları söylediği, el hareketlerinin sözlerle daha az bağlantılı olduğu gözlemlenir. Otizm tanılı çocuklar daha az istekte bulunur ya da deneyimlerini paylaşır, çoğunlukla başkalarının sözlerini tekrar ederler (ekolali) ya da kişi zamirlerini karıştırırlar. İşlevsel bir konuşma için birleşik dikkat gerekli gibidir. Birleşik dikkat eksiklikleri OSB’li çocukların fark edilmesini sağlayabilir: örneğin, işaret edilen nesne yerine işaret eden ele bakabilirler, ve sürekli olarak yaşlarına uygun olarak deneyimleri hakkında "yorum yapmayı" ya da "paylaşmayı" başaramazlar. Otizmli çocuklar hayalgücüne dayalı oyunlarda ve sembolleri dile çevirmede zorlanabilir. Birkaç çalışmada yüksek işlevli otizm tanılı 8-15 yaşındaki çocuklar kelime bilgisi ve heceleme gibi temel dil görevlerinde kişisel olarak eşleştirildikleri kontrol denekleri ile aynı performansı göstermiş, erişkinler ise daha iyi sonuç almıştır. Her iki otizmli grubu da, mecazi anlatım, anlama ve sonuç çıkarma gibi karmaşık dil görevlerinde kontrol gruplarına göre daha kötü sonuçlar almıştır. Genellikle insanlar başlangıçta temel dil yetilerine göre ölçüldüğü için bu araştırmalar otizmli bireylerle konuşan kişilerin çoğunlukla karşılarındakinin anlayabileceğinden fazla şey anlayacağını düşünebileceklerini göstermektedir. Otizm tanılı bireyler yineleyici ve sınırlı davranışın birçok türünü gösterirler. Bunlar Gözden Geçirilmiş Yineleyici Davranış Ölçeği’ne göre (İngilizce: "Repetitive Behavior Scale-Revised (RBS-R) " şöyle sınıflandırılır: Otizme özel yineleyici bir davranış yoktur ama yalnızca otizmde bu davranışlara çok sık rastlanır ve şiddetleri daha fazladır. Otizmli bireyler, tanı konmasına neden olmayan ama hem bireyi hem de ailesini etkileyen başka belirtiler de gösterebilir. OSB’si olan bireylerin çok küçük bir kısmı, önemsiz bilgilerin ezberlenmesinden, otistik savantların olağanüstü yeteneklerine kadar değişen bir yelpazede sıradışı yetenekler sergiler. Algısal uyaranlara karşı alışılmadık tepkiler otizmli çocuklarda daha yaygın ve belirgindir ancak algısal belirtilerin otizmi diğer gelişim bozukluklarından ayırdığına dair yeterli kanıt bulunmamaktadır. Bu tepkilere çocuklarda daha sık rastlanır: Otistik yetişkinlerde görülmemesine rağmen, otizm tanılı çocuklarda dokunarak algılama bozuklukları olduğunu gösteren birkaç çalışma vardır. Aynı çalışmalar otizm tanılı erişkinlerin karmaşık hafıza ve fikir yürütme konularında daha çok sorunları olduğunu göstermiştir; bu sorunlar yetişkinlerde daha belirgindir. Çeşitli çalışmalar, kas güçsüzlüğü (hipotoni), kaba motor disfonksiyon (apraksi) ve parmak uçlarında yürüme gibi değişik motor bozukluklara rastlandığını göstermiştir; OSB’de şiddetli motor bozukluklar görülmez. Atipik yeme davranışı OSB’si olan çocukların dörtte üçünde görülür ve eskiden tanı koymada bir gösterge olarak kullanılırdı. Seçicilik en yaygın sorundur, ama yeme ritüelleri ve yemeği reddetmek gibi sorunlarda ortaya çıkabilir; bunlar yetersiz beslenme ile sonuçlanmaz. Bazı otizm tanılı çocuklarda gastrointestinal (Gİ) semptomlar görülse de otizmli çocukların normalden daha fazla Gİ sorunları olduğunu destekleyecek yeterli basılı veri bulunmamaktadır; çalışmalar çelişkili sonuçlar vermektedir ve Gİ sorunları ile OSB arasındaki bağlantı tam olarak belli değildir. Gelişimsel bozuklukları olan çocuklarda uyku sorunlarının çok yaygın olduğu bilinmektedir, eldeki kanıtlara göre OSB’si olan çocukların daha da fazla uyku sorunu bulunduğu görülmüştür. Otizm tanılı çocuklar, uykuya dalmakta zorlanma, sık sık geceleri uyanma ve sabahları erken kalkma gibi sorunlarla karşı karşıya kalabilmektedirler. Dominick "et al." OSB’si olan çocukların üçte ikisinin uyku sorunları olduğunu belirtmiştir. OSB’si olan çocukların ebeveynlerinin stres düzeyleri çok yüksektir. OSB’si olan çocukların kardeşlerinin, OSB’den etkilenen kardeşe daha büyük ilgi beslediği ve daha az çatışma içine girdikleri belirtilmiştir. Bu kardeşler erişkin olduklarında kardeşlik ilişkilerinin zayıflaması ve olumsuz sağlık sorunları yaşama riskleri yüksektir. Otizm kalıtımsal kökenlidir ancak kalıtsallığı oldukça karmaşıktır ve OSB’nin kökeninin çoklu gen etkileşimlerinden mi yoksa ender görülen mutasyonlardan mı kaynaklandığı çok açık değildir. İkizler üzerine yapılan araştırmalar, ortak çevre koşulları ve başka genetik ya da tıbbi sendromlar olmadığı varsayıldığında, otizm riskinin %90’ınından fazlasını kalıtsallığın açıkladığını gösterir. Tipik olarak, otizm Mendel (tek gen) mutasyonu ya da Angelman sendromu veya frajil X sendromu gibi tek kromozom anomalileri ile izlenemez ve OSB ile bağlantılı genetik sendromların yalnızca OSB’ye yol açtığı da gösterilememiştir. Çeşitli genlerde olan mutasyonlar arasında ya da çevre ile mutasyona uğramış genler arasında önemli etkileşimler bulunabilir. Çeşitli genler bunlara aday olarak saptanmıştır ancak her birinin etkisi kendi başına çok küçüktür. Ailelerinde başka otistik olmayan otistik bireylerin çoğu, gen kopya sayısı varyantlarından (Mayoz bölünme sırasında kendiliğinden oluşan delesyon ya da duplikasyonlar) kaynaklanmış olabilir. Dolayısıyla, otizmin önemli bir miktarının kalıtsal olması mümkündür ama kalıtımla geçmemiştir; yani ebeveyn genomunda otizme neden olan mutasyonlar bulunmamaktadır. Doğum kusurlarına yol açan faktörler olan ve otizm riski ile bağlantılı tüm teratojenlerin, gebe kalındıktan sonraki ilk sekiz hafta içinde etkilerinin görüldüğü bildirilmiştir. Bu sonuç, otizmin daha sonra başlama ihtimalini dışarıda tutmasa da otizmin gelişimin çok erken döneminde ortaya çıktığına dair çok güçlü bir kanıttır. Çevresel nedenler ile ilgili kanıtlar bilimsel olarak bulunmasa da detaylı araştırmalar yapılmaktadır. Otizmin oluşmasına ya da kötüleşmesine neden olduğu ileri sürülen çevresel faktörler arasında bazı besinler, bulaşıcı hastalıklar, ağır metaller, solventler, Dizel egzoz gazı, PCBler, plastik ürünlerde kullanılan ftalatlar ve fenoller, pestisitler, bromine alev geciktiriciler, alkol, sigara içme, yasadışı uyuşturucular, ve aşılar bulunur. Ebeveynler çocuklarındaki otistik belirtilerin ilk olarak rutin aşılanma sırasında farkına varsa da MMR aşısı anlaşmazlığı|MMR aşısı (kızamık, kızamıkçık, kabakulak aşısı) ve otizm arasında nedensel bağ bulunmadığını gösteren çok sayıda bilimsel kanıt bulunmaktadır. Yaygın araştırmalara rağmen otizmin nasıl oluştuğu iyi anlaşılamamıştır. İşleyişi iki alana ayrılabilir: Otizm ile ilgili beyin yapıları ve süreçlerinin patofizyolojisi ve beyin yapıları ile davranışlar arasında bulunan nöropsikolojik bağlar. Davranışların birçok patofizyolojisi olduğu görünmektedir. Otizmin beyin işlevsel sistemlerinin çoğunu ya da tümünü etkileyen gelişimsel faktörlerden kaynaklandığı, ve beyin gelişimini bozduğu anlaşılmaktadır.Nöroanatomik araştırmalar ve teratojenler ile olan bağlantılar, gebe kalındıktan kısa süre
sonra beyin gelişimini değiştirmesinin otizmin işleyişinde önemli rol oynadığını göstermektedir. Bu yerel anomali beyinde, çevresel faktörlerin de önemli derecede etkilediği bir dizi patolojik olguya yol açar. Her ne kadar insan beyninin ana yapısı ile ilgili olsa da, hemen hemen tüm postmortem araştırmalar aynı zamanda zekâ geriliği olan bireylerde yapıldığından sonuç çıkarmak çok zordur. Beyin ağırlığı, hacmi ve kafa çevresi otizli çocuklarda genelde daha büyüktür. Patolojik erken aşırı büyümenin hücresel ve moleküler temelleri gibi aşırı büyümüş sinir sistemlerinin, otizmin karakteristik belirtilerinin sebebi olup olmadığı bilinmemektedir. Güncel varsayımlar şöyledir: Bağışıklık sistemi ve sinir sistemi arasındaki etkileşimler embriyonik gelişimin başlarında başlar ve başarılı bir sinir sitemi gelişimi dengeli bir bağışıklık sistemi tepkisine bağlıdır. Otizmli çocuklarda kötü ayarlanmış bağışıklık tepkileri ile uyumlu çeşitli belirtiler olduğu, araştırmalarda belirtilmiştir. Sinir sisteminin gelişiminin kritik dönemlerinde anormal bağışıklık sistemi aktivitesinin OSB’nin bazı türlerinin işleyişinin bir parçası olabilmesi mümkündür. OSB’den başka hastalıklarda görülen otoantikorlar patoloji ile bağlantılı değildir ve OSB’de her zaman bulunmazlar. Dolayısıyla bağışıklık sistemi bozuklukları ile otizm arasındaki ilişki net değildir ve tartışma konusudur. Otizmde, özellikle kanda yüksek serotonin düzeyleri gibi çeşitli nörotransmitter anomalileri tespit edilmiştir. Bunların yapısal ya da davranışsal anormaliklere neden olup olmadığı belli değildir. Ayrıca doğuştan metabolizma bozukluklarının bazıları otizm ile ilşkilidir ancak muhtemelen vakaların %5’inden azında rastlanır. Otizmin ayna nöron sistemi (ANS) teorisi, ANS’nin gelişimindeki bozuklukların taklide engel olduğunu ve otizmin ana özellikleri olan sosyal bozukluklara ve iletişim zorluklarına yol açtığını ileri sürer. ANS, bir hayvan bir eylemde bulunduğunda ya da kendi türünden bir hayvan aynı eylemi yaptığında işleyen bir sistemdir. ANS, başkalarının eylemlerinin, niyetlerinin ve duygularının somut simülasyonu yoluyla davranışlarını modellemeye olanak sağlayarak, bireyin başkalarını anlamasına yardımcı olabilir. Bu varsayımı test eden birkaç çalışma, OSB’si olan bireylerin ANS bölgelerinde yapısal anormallikler olduğunu göstermiştir. Asperger sendromu olanlarda taklidin oluştuğu çekirdek devrede gecikme gibi bu anormalliklerin varlığıyla birlikte, OSB’li çocuklarda azalmış ANS aktivitesiyle belirtilerin şiddeti arasında bir bağıntı (korelasyon) olduğu gösterilmiştir. Ancak, otistiklerin, ANS dışında bulunan birçok bölgelerinde de anormal beyin aktiviteleri bulunur ve ANS teorisi otizm tanılı çocukların bir hedef ya da amaç içeren taklit görevlerindeki normal performanslarını açıklamaz. Otizmli erişkinler üzerinde 2008 yılında yapılan bir araştırma, sosyal ve duygusal yönlendirme ile ilgili geniş beyin ağı olan ön dikkat sisteminde işlevsel düzenin değiştiğini ama dikkati toplama ve hedefe yönelik düşünme ile ilgili arka dikkat sisteminin bozulmamış olduğunu göstermiştir. 2008 yılına ait bir beyin görüntüleme araştırması, singulat girusta OSB’li bireylere özgü bir dizi sinyal bulunduğunu ortaya çıkardı. Otizmin düşük bağlantı teorisi, otizmde üst düzey nöral bağlantıların ve senkronizasyonunun düşük işlevselliğinin bulunduğunu ve bunların yanı sıra alt düzey süreçlerin de fazlalığını varsayar. Bu teoriyi destekleyen kanıtlar otistik bireyler üzerinde yapılan işlevsel sinir sistemi görüntüleme araştırmaları ile bulunmuştur. Bir beyin dalgası araştırması da OSB’li erişkinlerin korteksinde yerel aşırı bağlantı olduğunu ve frontal lob ile korteksin diğer bölgeleri arasında zayıf işlevsel bağlantılar olduğunu göstermiştir. Diğer kanıtlar, düşük bağlantıların korteksin her iki hemisferinde olduğunu ve otizmin assosiasyon korteksinin bir bozukluğu olduğunu gösterir. Otistik beyinler ve davranışlar arasındaki bağlantılar arasında iki ana bilişsel teori kategorisi önerilmiştir. İlk kategori sosyal kavramada görülen eksikler üzerine yoğunlaşır. Aşırı sistemlilik varsayımına göre otistik bireyler sistematik davranışlarda bulunabilir yani içsel olaylarla başaçıkabilmek için içsel hareket kuralları geliştirebilir ama diğer faktörler tarafından oluşturulan olaylarla başaçıkabilmek için empati yapmakta daha az başarılıdırlar. Bu varsayım aşırı erkek beyni teorisini genişletir. Bu teori, otizmin, psikometrik olarak empatiden çok sistematikte başarılı olan bireyler olarak tanımlanan erkek beyninin aşırı bir durumu olduğunu varsayar. Bu da daha önceki zihin teorisi ile ilişkilidir. Zihin teorisi, otistik davranışın, bireyin zihinsel durumlarını kendisine ya da başkasına yükleme yetisinin olmamasından ortaya çıktığını varsayar. Zihin teorisi, başkalarının güdüleri hakkında yorum yürütme ile ilgili Sally ve Anne testine otistik çocukların verdiği atipik cevaplarla desteklenir ve otizmin ayna nöron sistemi teorisi ile örtüşür. İkinci kategori sosyallik dışı ve genel süreçler üzerine yoğunlaşır. Kendini yönetme sistemi fonksiyon bozukluğu teorisi otistik davranışın esneklik, planlama ve diğer yönetsel fonksiyonlarda bulunan eksikliklerden kaynaklandığını varsayar. Teorinin güçlü yanı stereotipik davranışları ve sınırlı ilgiyi öngörmesidir; zayıf yanı ise küçük otizmli çocuklarda yönetsel fonksiyon bozukluklarının bulunmamasıdır. Zayıf merkezî tutarlılık teorisi, büyük resmi görmede sınırlı yeteneğin otizmin merkezî bozukluğunun temelinde yattığını varsayar. Teorinin kuvvetli bir yanı, otistik insanların performansındaki zirveleri ve özel yetenekleri öngörmesidir. Bağlantılı bir teori olan genişlemiş algısal fonksiyon teorisi, daha çok otistik bireylerde yerel olarak yönlenmiş ve algısal işlemlerin üstünlüğü üzerine yoğunlaşır. Bu teoriler otizmin düşük bağlantı teorisi ile örtüşür. İki kategori de kendi başına tatmin edici değildir; sosyal bilişim teorileri otizmin katı ve yineleyici davranışını kolayca açıklayamaz, sosyallik dışı teoriler de sosyal bozukluğu ve iletişim zorluklarını açıklamakta zorluk çeker. Karşılaşılan bozuklukların çoğu üzerine kurulmuş birleşik bir teori daha yararlı olabilir. OSD’si olan çocukların ebeveynlerinin yaklaşık yarısı çocuklarının sıradışı davranışlarını 18 aylıktan itibaren, yaklaşık beşte dördü de yaklaşık 24 aylıktan itibaren fark ederler. Tedaviyi geciktirmek uzun süreli sonuçlarda etkili olacağından, aşağıdaki belirtilerden herhangi birini gösteren çocukların bir uzman tarafından zaman geçirmeden değerlendirilmesi gerekir: "American Academy of Pediatrics" (Amerikan Pediatri Akademisi) tüm çocukların, 18 ve 24 aylık doktor muayeneleri sırasında otizme özel tarama testleri ile OSB için taranmasını önermektedir. Buna karşılık "UK National Screening Committee" (Birleşik Krallık Ulusal Sağlık Taraması Komitesi), tarama araçlarının tamamen onaylanmadığı ve etkinlikleri için yeterli kanıt bulunmadığı için genel popülasyonda OSB taraması yapılmamasını önermektedir. Tarama araçlarının arasında "Modified Checklist for Autism in Toddlers" (M-CHAT) (Yürüme çağındaki bebeklerde otizm için değiştirilmiş kontrol listesi), Otistik Özellikler için Erken Tarama Anketi ve İlk Yıl Envanteri gibi araçlar bulunur. M-CHAT ve öncülü CHAT hakkındaki ilk veriler, 18-30 aylık çocuklarda, en iyi klinik ortamlarda kullanıldığını ve düşük hassasiyeti (çok yanlış negatif) ama iyi belirliliği (düşük yanlış pozitif) olduğunu göstermektedir. Bir kültürün normlarına göre (örneğin göz teması normları), geliştirilmiş tarama araçları farklı bir kültürde kullanıldığında uygun olmayabilir. Otizm için genetik tarama henüz pratik değildir. Otizm tanısı, nedenine ya da işleyişine göre değil, davranışlara göre yapılmaktadır. DSM-IV-TR’de otizmin toplamda en az altı belirti gösterdiği tanımlanır; bu belirtilerin en az ikisi sosyal etkileşimde nitel bozukluk, en az bir tanesi iletişimde nitel bozukluk ve en az bir tanesi de sınırlı ve yineleyici davranış olmalıdır. Örnek belirtiler arasında, sosyal ve duygusal karşılıklılık eksikliği, dilin stereotipik ve yineleyici kullanımı ya da idiosinkratik (kişiye özgü) dil kullanımı ve nesnelerin parçaları ile ısrarlı olarak ilgilenme bulunur. Sosyal etkileşimde, sosyal iletişimde kullanılan dilde ya da sembolik ve hayalî oyunlarda görülen anormallikler ve gecikmelerin ortaya çıkışı üç yaşından önce olmalıdır. Ne Rett sendromu ne de çocukluğun dezintegratif bozukluğu bu belirtileri daha iyi açıklamamalıdır. ICD-10 hemen hemen aynı tanımlamayı kullanır. Tanı koymak için çeşitli araçlar bulunur. Bunlardan, otizm araştırmasında sıklıkla kullanılan ikisi ebeveyn ile görüşmeden oluşan Otizm Tanı Görüşmesi – Gözden Geçirilmiş (ADI-R) ve çocuk ile etkileşim ve gözlemi içeren Otizm Tanı Gözlem Ölçeğidir. Çocukluk Otizmini Derecelendirme Ölçeği (CARS) klinik ortamlarda çocuğu gözlemlemeyi temel alır ve otizmin şiddetini belirlemek için yaygın olarak kullanılır. Çocuk doktoru genellikle çocuğun gelişim tarihçesini alarak ve çocuğu fiziksel muayeneden geçirerek bir ön inceleme yapar. Eğer izin verilirse, tanı ve değerlendirmeler OSB uzmanlarının yardımıyla yapılır. Bunun için standart araçlar kullanılarak bilişsel, iletişimsel, ailevi ve diğer faktörler değerlendirilir ve gözlemlenir, ayrıca bağlantılı tıbbi durumlar göz önüne alınır. Bu aşamada OSB için ayırıcı tanı, ayrıca zekâ geriliği, duyma kaybı ve Landau-Kleffner sendromu gibi bir gelişimsel dil bozukluğunu da içermelidir. OSB için bazen 14 aylık iken tanı konabilir ama tanı ilk üç yaş için giderek daha kararlı olur. Yani bir yaşında OSB tanı kriterlerine uyan bir çocuğun, üç yaşında bu kriterlere uyan bir çocuğa göre yaşamının ileriki dönemlerinde bu belirtileri göstermeme olasılığı daha fazladır. Birleşik Krallık’ta "National Autism Plan for Children" (Çocuklar İçin Ulusal Otizm Planı) ilk şikâyetlerden itibaren tanının konması ve değerlendirme için en çok 30 hafta süreyi önerir ama uygulamada çok az vaka bu kadar hızlı değerlendirilebilir. ABD’de 2006 yılında yapılan bir araştırm
a bir uzman tarafından yapılan ilk değerlendirmenin ortalama 48 aylık iken yapıldığını ve resmî OSB tanısının ortalama 61 aylık iken, yani ortalamada 13 aylık bir fark ile konulduğunu göstermektedir. Bu süreler önerilen sürelerin çok üzerindedir. Medikal genetik değerlendirmeler, özellikle diğer belirtiler genetik bir neden olduğuna işaret ediyorsa, OSB tanısı konduktan sonra sıklıkla yapılır. Her ne kadar genetik teknoloji, klinik genetikçilerin vakaların tahmini %40’ını genetik nedenlere bağlamasına olanak verse de, ABD ve Birleşik Krallık’ta fikir birliği yönergeleri yüksek çözünürlüklü kromozom ve frajil X testi ile sınırlıdır. Yeni genetik testler ortaya çıktıkça, çeşitli etik, yasal ve sosyal sorunlar ortaya çıkacaktır. Otizmin genetik karmaşıklığı göz önüne alındığında, testlerin piyasaya çıkması, bu test sonuçlarının nasıl kullanılacağının anlaşılmasından önce olacaktır. Metabolik ve sinir sistemi görüntüleme testleri bazen yararlı olur ama rutin olarak kullanılmazlar. Marjinal vakalarda, otizm varken tanı konulamaması ya da yanlışlıkla otizm tanısı konması sorunları ile karşılaşılabilir. Son zamanlarda artan OSB vakalarının nedeni de tanı uygulamalarında yapılan değişikliklerdir. İlaç ile tedavi seçeneklerinin tanınırlığının artması ve sağlanan yararların genişlemesi OSB tanısının konmasını teşvik etmiş, dolayısıyla da belirgin olmayan belirtileri olan çocuklara da otizm tanısı konmuştur. Buna karşın, tarama ve tanı koymanın maliyeti ve bunun karşılanmasının zorluğu tanı konmasını geciktirmekte ve engellemektedir. Görme kaybı olanlarda otizm tanısı koymak oldukça zor olmaktadır çünkü hem tanı kriterlerinin bir kısmı görme ile ilgilidir hem de yaygın körlük belirtileri ile otizm belirtilerinin bazıları örtüşür. Otizm ile birlikte hasta üzerinde oluşan çeşitli psikopatolojiler şunlardır: Tedavinin ana amaçları, ilgili bozuklukları ve ailenin çektiği sıkıntıyı azaltmak ve yaşam kalitesi ile işlevsel bağımsızlığı artırmaktır. En iyi tedavi yöntemi diye bir şey yoktur ve genellikle tedavi çocuğun gereksinimlerine göre ayarlanır. Küçük yaşlarda yoğun ve sürekli eğitim programları ve davranış terapileri çocukların kendine bakabilme, sosyal ve iş yetileri kazanabilmesine yardımcı olur ve sıklıkla işlevselliği artırır, belirtilerin şiddetini ve uyumsuz davranışları azaltır. İki ile üç yaş arasında müdahale etmenin çok önemli olduğu iddiaları kanıtlanamamıştır. Geçerli yaklaşımlar arasında uygulamalı davranış analizi, gelişimsel modeller, yapısal öğretme, konuşma ve dil terapisi, sosyal yetiler terapisi ve ergoterapi bulunur. Eğitsel müdahalelerin çocuklar üzerinde biraz etkili olduğu görülmüştür, yoğun uygulamalı davranış analizi tedavisinin okulöncesi çocuklarda toptan işlevliliği artırdığı gösterilmiştir ve küçük çocukların entelektüel performanslarını geliştirmek için yararlıdır. Erişkinler için uygulanan programların etkinliği üzerine yapılmış olan sınırlı araştırmalar farklı sonuçlar gösterir. OSB ile ilgili sorunları tedavi etmek için birçok ilaç kullanılmaktadır. ABD’de OSB tanısı konan çocuklardan yarısından fazlasına psikotrop ilaçlar ya da antikonvulsanlar reçete ile verilmektedir, bunların arasında en yaygın ilaç sınıfları antidepresanlar, stimülanlar ve antipsikotiklerdir. Antipsikotiklerin dışında, OSB’li erişkinler ve yeniyetmeler için ilaç tedavilerinin etkinliği ve güvenliği üzerine yetersiz sayıda güvenilir araştırma bulunmaktadır. OSB’li bir kişi ilaçlara atipik tepkiler verebilir, ilaçların ters etkisi olabilir ve bilinen hiçbir ilaç otizmin ana belirtileri olan sosyal ve iletişimsel bozuklukları dindirmez. Birçok alternatif terapi ve müdahale yöntemi bulunsa da, bunların çok azı bilimsel araştırmalarla desteklenmektedir. Tedavi yaklaşımlarının yaşam kalitesi kapsamında çok az deneysel desteği bulunur ve birçok program öngörüsel geçerlilik ve gerçek dünyaya uygunluk gibi konuları kapsamayan başarı ölçütleri üzerine yoğunlaşır. Hizmet sağlayıcıları için bilimsel kanıtların, tedavi programı pazarlama, eğitimi sağlama ve ebeveyn istekleri kadar önemli olmadığı görülmektedir. Melatonin gibi birçok alternatif tedavi yönteminin, yalnızca hafif ters etkileri olsa da 2008 yılında yapılan bir araştırmada kazein kullanılmayan diyetin otistik çocuklarda önemli ölçüde kemiklerin ince olmasına neden olduğu bulunmuştur, ve yanlış yapılan bir keleyşın terapisi sonucu 2005 yılında beş yaşında bir otistik çocuk ölmüştür. Otizm tedavisi pahalıdır ve doğrudan olmayan maliyet oldukça yüksektir. ABD’de yapılan bir çalışma 2000 yılında doğmuş birisi için yaklaşık %10 tıbbi bakım, %30 fazladan eğitim ve %60 kayıp ekonomik verimlilik ile ortalama masrafın 3,2 milyon ABD doları olduğunu göstermiştir. Kamu destekli programlar genellikle herhangi bir çocuk için yetersiz kalmakta ya da uygun olmamakta, tıbbi ya da terapi içerikli masraflar aileler için ekonomik sorunlara neden olmaktadır.; ABD’de 2008 yılında yapılan bir çalışma OSB’li çocukları olan ailelerin yıllık gelirinde ortalama %14’lük bir kayıp olduğunu göstermiştir. Çocukluk döneminden sonra karşılaşılan ana konular ise, evde bakım, iş eğitimi ve yerleştirme, cinsellik, sosyal yetiler ve miras planlamasıdır. Otizmin çaresi yoktur. Çocuklar bazen yoğun bakımdan sonra, bazen bakım görmeden düzelebilmektedir ama bunun ne kadar sıklıkta olduğu bilinmemektedir. Otistik birçok çocuğun sosyal desteği, anlamlı ilişkileri, gelecekte iş olanakları yoktur ve kendi geleceklerini şekillendiremezler. Her ne kadar ana zorluklar kalsa da çocukluk ilerledikçe belirtiler ara sıra daha az şiddetli hâle gelir. Az sayıda yüksek kaliteli araştırma uzun dönem prognoz üzerinedir. Bazı erişkinler iletişim yetilerinde mütevazı oranda gelişme gösterir, ama bir kısmı da kötüleşir; orta yaştan sonraki otizm üzerine hiçbir araştırma yapılmamıştır. Altı yaşından önce dil yetisine ulaşma, IQ’su 50’nin üzerinde olma ve iş yetisi edinme, ilerisi için daha iyi sonuçlar verebilmektedir; ama şiddetli otizmi olanların bağımsız yaşamaları pek mümkün değildir. Birleşik Krallık’ta 2004 yılında yapılan bir araştırmada, 1980 yılından önce otizm tanısı konmuş ve IQ’su 50’nin üzerinde olan 68 erişkinin %12’sinin önemli bir bağımsızlık kazandığını, %10’unun arkadaşları olduğunu, çalıştığını ama biraz desteğe ihtiyacı olduğunu, %19’unun biraz bağımsız olduğunu ama genellikle evde yaşadığını ve gündelik yaşamında önemli desteğe ve bakıma ihtiyacı olduğunu, %46’sının OSB üzerine uzmanlaşmış kurumlarda kaldığını ve çok sınırlı otonomileri olup önemli ölçüde destek gördüğünü ve %12’sinin de hastanede bakım altında olduğunu göstermiştir. İsveç’te 78 erişkin üzerinde 2005 yılında yapılan ve düşük IQ’sü olanların da bulunduğu araştırmada daha kötü bir prognoz çıkmıştır; örneğin yalnızca %4'ün bağımsızlığını kazanabildiği görülmüştür. Kanada’da 2008 yılında okulöncesi dönemde otizm tanısı konmuş 48 genç erişkin üzerinde yapılan araştırma sonucunda, zayıf (%46), orta (%32), iyi (%17) ve çok iyi(%4) olarak çıkmış; yalnızca %56’sının genellikle gönüllü ya da yarı zamanlı işe girdiği görülmüştür. Tanı uygulamalarında değişiklikler ve etkin erken müdahalenin artan kullanılabilirliği bu araştırmaların sonuçlarının yakın zamanda tanı konmuş çocuklar için de geçerli olup olmayacağına açıklık getirmemektedir. En güncel araştırmalar otizmin prevalansını 1.000 kişiye 1-2, OSB’nin prevalansını da 1.000 kişiye 6 kadar tahmin etmektedir.; yetersiz veri nedeniyle, bu rakamlar OSB’nin gerçek prevalansını az tahmin etmiş olabilir. YGB-BTA OSB’nin büyük çoğunluğunu oluşturur, Asperger sendromu yaklaşık 1.000 kişi için 0,3 kadardır ve diğer OSB türleri oldukça ender görülür. Bildirilen otizm vakaları 1990’larda ve 2000’lerin başında oldukça önemli oranda artış gösterdi. Bu artışın nedeni büyük oranda tanı uygulamalarında, başvurulan modellerde, hizmetlerin ulaşılabilirliğinde, tanı yaşında ve kamu bilincinde olan değişikliklere yorulabilir, yine de şu anda tanımlanamamış çevresel faktörler göz ardı edilmemelidir. Aynı dönemde otizmin prevalansının artıp artmadığı bilinmemektedir. Prevalanstaki bir artış, genetik üzerine yoğunlaşmaktan çok çevresel faktörleri değiştirmek için daha çok dikkat edilmesi gerektiğini gösterecektir. Otizm riski, çeşitli prenatal ve perinatal faktörlerle bağlantılıdır. Risk faktörleri üzerine 2007 yılında yapılan bir araştırmada, ilerlemiş annelik yaşı, ilerlemiş babalık yaşı ve annenin Avrupa ile Kuzey Amerika dışında doğmuş olması gibi ebeveyn özellikleri ile de bağlantılar bulunmuştur. Ayrıca düşük doğum ağırlığı, kısa gebelik süresi ve doğum sırasında hipoksi gibi doğuma bağlı faktörlerin de bağlantısı olduğu görülmüştür. Otizm çeşitli diğer durumlarla da bağlantılıdır: Otizmin adı konmadan çok önce otistik semptomlar ve tedavisi tanımlanmıştır. Martin Luther’in eserlerinde şiddetli derecede otistik olabilecek olan 12 yaşında bir erkek çocuğun öyküsü vardır. Luther’in yazıcısı Johannes Mathesius’a göre Luther çocuğun şeytan tarafından ruhuna girilmiş, ruhsuz bir et parçası olduğunu düşünmüş ve boğulmasını önermiştir. 1798’de yakalanmış yabani bir çocuk olan Aveyronlu Victor, otizmin çeşitli belirtilerini göstermiştir; tıp öğrencisi Jean Itard, sosyal bağlar kurmasına ve taklit yoluyla konuşmasını sağlamaya yarayan davranışsal bir programla çocuğu tedavi etmiştir. Neo-Latin "autismus" sözcüğü İsviçreli psikiyatr Eugen Bleuler tarafından şizofreninin belirtilerini tanımlarken 1910 yılında türetilmiştir. Bleuler sözcüğü Yunanca "autos" (αὐτός, "kendi" anlamında) sözcüğünden türetmiş ve kişinin kendisine olan hastalıklı hayranlığı anlamında kullanmıştır: ""Dışarıdan gelen herhangi bir etkinin dayanılmaz bir rahatsızlık vermesine karşın hastanın fantezilerine otistik çekilmesi."" "Otizm" sözcüğü günümüzdeki anlamında ilk defa 1938 yılında Viyana Üniversite Hastanesi’nden Hans Asperger tarafından çocuk psikolojisi üzerine verdiği Almanca bir derste Bleuler’in "otistik psikopatlar" terminolojisi ile kullanılmıştır. Asperger, günümüzde Asperger sendromu olarak bilinen bir OSB türünü araştırıyor
du, ancak bu sendrom çeşitli nedenlerden ötürü 1981’e kadar ayrı bir tanı olarak tanınmamıştır. Johns Hopkins Hastanesi’nden Leo Kanner 1943 yılında çarpıcı davranışsal benzerlikler gösteren 11 çocuk hakkında yazdığı raporunda ilk olarak "erken infantil otizm" terimini kullanmıştır. Kanner’in ilk makalesinde tanımlanan, özellikle "otistik yalnızlık" ve "tekdüzelikte ısrar" gibi özelliklerin hemen hemen tümü hâlâ otistik spektrum bozukluklarının tipik özellikleri olarak görülmektedir. Kanner’in, terimi Asperger’den bağımsız olarak kullanıp kullanmadığı bilinmemektedir. Kanner'in "otizm" sözcüğünü tekrar kullanması yıllarca "infantil şizofreni" gibi terminoloji karmaşasına yol açtı ve 20. yüzyılın ortalarında çocuk psikiyatrisinin anne yoksunluğu üzerine yoğunlaşması, otizmin, "buzdolabı annelere" çocuğun tepkisi olduğu gibi yanlış kanılara yol açtı. 1960’ların sonundan başlayarak otizmin, yaşam boyu sürdüğünü, zekâ geriliği, şizofreni ve diğer gelişimsel bozukluklardan farkını ve ebeveynleri aktif terapi programlarına katmanın getirdiği faydaları göstererek ayrı bir sendrom olduğu kabul edildi. 1970’lerin ortalarına kadar otizmde genetiğin rolü üzerine çok az kanıt bulunmaktaydı ancak günümüzde otizmin tüm psikiyatrik durumlar içinde en kalıtsal olanı olduğu düşünülmektedir. Ebeveyn organizasyonlarının ortaya çıkışı ve çocukluk OSB’si hakkındaki sosyal stigmanın yıkılması ile birlikte OSB’nin etkileri, sınırları ve tedavisi hakkında görüşler büyük ölçüde etkilenmiştir. Genel Ağ, otistik bireylere başa çıkmakta zorlandıkları sözsüz işaretlerden ve duygusal paylaşımdan bağımsız olarak çevrimiçi topluluklara katılmalarına ve uzaktan çalışmalarına yardımcı olmuştur. Otizmin sosyolojik ve kültürel yönleri gelişmiştir; topluluk içinde bazıları bir çare aramakta, diğerleri ise otizmin varolmanın yalnızca başka bir yolu olduğuna inanmaktadır. Antibiyotik Antibiyotik, herhangi bir mikroorganizma tarafından, başka bir mikroorganizmayı öldürmek veya çoğalmasını durdurmak için üretilen her türlü madde. Antibiyotik üretimi, onu üreten mikroorganizma için selektif bir avantaj sağlar. Örnek olarak, "Penicillium" tarafından üretilen antibiyotikler, doğada rekabet halinde olduğu diğer mikroorganizmaların büyümesini önleyerek Penicillium'a rekabette önemli bir avantaj sağlar. Antibiyotiklerin iki çeşidi vardır; biyosidal, mikroorganizmaları öldüren antibiyotikler ve biyostatik, mikroorganizmaların büyümesini ve çoğalmasını (üremesini) önleyen antibiyotikler. Her ne kadar "sadece" mikroorganizmaların (çoğunlukla bakteriler, ve bazı Fungi) ürettiklerine "antibiyotik" tanımı verilebilse de, bugün "antibiyotik" terimi patojenlere zarar veren her türlü kimyasal için kullanılmaya başlanmıştır. Bu yüzden, mikroorganizmalar, hayvanlar ve bitkiler tarafından doğal olarak üretilen bu tür kimyasallara "antibiyotik" demekteyiz. Aynı zamanda, doğal olarak üretilen birçok antibiyotik madde suni yollardan daha etkili olmaları için modifiye edilmektedir. Örnek vermek gerekirse, doğal olarak üretilen penisilinler bugün kimyasal olarak modifiye edilerek daha etkili olmaları sağlanıyor. Bir başka örnekte, kloramfenikol isimli antibiyotiktir. Eskiden tamamiyle doğal yollardan elde edilen bu antibiyotik bugün tamamiyle sentetiktir. Antibiyotikler etkili oldukları mikropların metabolik işlemlerine müdahale ederek çalışırlar. Antibiyotikler müdahale ettikleri metabolik işlemlere göre spesifiktir. Bu metabolik işlemlere örnek olarak; protein sentezi, hücre çeperi sentezi, nükleik asit sentezi veya hücre zarı fonksiyonlarını verebiliriz. Penisilin, vankomisin, florokinolon ve sefalosporin gibi antibiyotikler bugün en çok kullanılan antibiyotiklerdendir. Bu antibiyotiklerin hepsi bakterilerin hücre çeperlerini zayıflatırlar. Bakterilerin hücre çeperleri uzun peptidoglikan zincirlerinden oluşur. Antibiyotikler bu molekülleri bir arada tutan peptit bağlantılarının sentezini önlerler. Böylece hücre çeperleri zayıflar ve bakteri patlar (lizis). Peptidoglikandan oluşan hücre çeperleri sadece bakterilerde bulunur, hayvan hücre çeperi bulunmazken bitki hücrelerinde selülozdan oluşan hücre çeperleri bulunur. Böylece, antibiyotikler sadece bakterilere zarar verirler. Streptomisin, eritromisin, tetrasiklin ve kloramfenikol gibi antibiyotikler ise ya protein sentezini önlerler ya da anormal proteinlerin sentezlenmesine yol açarlar. Antibiyotikler bunları bakterilerin ribozomlarına -daha doğrusu ribozomal RNA'nın alt birimlerine bağlanmak suretiyle- bağlanarak yaparlar. Bakteri ribozomları ökaryotik ribozomlardan (insan ribozomları gibi) daha küçük oldukları için, bu tür antibiyotikler sadece bakterileri etkiler. Böylece bakterilerin saldırdığı canlıya zarar vermezler. Rifampisin ve antrasiklin gibi antibiyotikler ise nükleik asit sentezine müdahale ederler. Antrasiklinler bunu DNA replikasyonunu önleyerek yaparken, rifampisin bakteriyel transkripsiyonu önler. Bazı antibiyotikler ise patojenleri hücre zarlarına müdahale ederek yok ederler. Hücre zarına yapılan müdahaleler, hücre zarının yapısını değiştirerek onun birçok özelliğini de kaybetmesine yol açar. Bu hücre sitoplazmasının hücre dışına akması gibi hücrenin yıkımıyla sonuçlanacak olaylara yol açabilir. Bugün, bakteriyel hastalıklarla savaşmakta kullanılan antibiyotikler selektif yani seçicidirler. Buna karşın doğada seçici olmayan birçok antibiyotik de bulunur. Seçici antibiyotikler, işleyişleri (mekanizmaları) dolayısıyla sadece bakteri (mikrop) hücrelerine zarar veren antibiyotiklerdir. Yukarıda verilen antibiyotik tiplerinin hepsi seçicidir. Seçici olmayan antibiyotikler ise mikroba zarar verirken, mesela, insanın vücut hücrelerine de zarar verebilirler. Aynı zamanda antibiyotiklerin yan etkileri de olabilir, bir hastalığı iyileştirirken başka sorunlara yol açabilirler. Bilinçsiz ve aşırı antibiyotik kullanımı bakterilerin kullanılan antibiyotiğe karşı direnç kazanmasına neden olabilir. Eğer bakteriler bir antibiyotiğe karşı direnç kazanırlarsa, artık o antibiyotiğin o bakteriye karşı etkisi olmaz. Bu nedenle her bakteriye uygun olan antibiyotik kullanılmalıdır. Hastalığa neden olan etkenin bulunması ve bu etkene etkili olacak antibiyotiği bulmak için bir Kültür-Antibiyogram Testi denen laboratuvar testi yapılır. Bu test ile bakteri identifikasyonu yapılır ve o bakteriye duyarlı antibiyotik seçilir. Grip, nezle gibi "virüslerin" neden olduğu hastalıklara karşı etkili değillerdir. Sadece ikincil enfeksiyonları önlemek amaçlı kullanılabilinir. Ateş düşürücü ya da ağrı kesici etkileri yoktur. Antibiyotikler mutlaka doktor tavsiyesiyle ve reçetesine uygun olarak kullanılmalıdırlar. Bilinçsiz kullanılan antibiyotikler hastalığı iyileştirmemenin yanı sıra, o bakterinin o antibiyotiğe karşı direnç kazanmasına da neden olabilir. Bakteri Bakteri (; "tekil isim": bacterium), tek hücreli mikroorganizma grubudur. Tipik olarak birkaç mikrometre uzunluğunda olan bakterilerin çeşitli şekilleri vardır, kimi küresel, kimi spiral şekilli, kimi çubuksu, kimi virgül şeklinde olabilir. Yeryüzündeki her ortamda bakteriler mevcuttur. Toprakta, deniz suyunda, okyanusun derinliklerinde, yer kabuğunda, deride, hayvanların bağırsaklarında, asitli sıcak su kaynaklarında, radyoaktif atıklarda büyüyebilen tipleri vardır. Tipik olarak bir gram toprakta bulunan bakteri hücrelerinin sayısı 40 milyon, bir mililitre tatlı suda ise bir milyondur; toplu olarak dünyada beş nonilyon (5×10) bakteri bulunmaktadır, bunlar dünyadan biyokütlenin çoğunu oluşturur. Bakteriler gıdaların geri dönüşümü için hayati bir öneme sahiptirler ve gıda döngülerindeki çoğu önemli adım, atmosferden azot fiksasyonu gibi, bakterilere bağlıdır. Ancak bu bakterilerin çoğu henüz tanımlanmamıştır ve bakteri şubelerinin sadece yaklaşık yarısı laboratuvarda kültürlenebilen türlere sahiptir. Bakterilerin araştırıldığı bilim bakteriyolojidir, bu, mikrobiyolojinin bir dalıdır. İnsan vücudunda bulunan bakteri sayısı, insan hücresi sayısının on katı kadardır, özellikle deride ve sindirim yolu içinde çok sayıda bakteri bulunur. Bunların çok büyük çoğunluğu bağışıklık sisteminin koruyucu etkisiyle zararsız kılınmış durumda olsalar, ayrıca bir kısmı da yararlı (probiyotik) olsalar da, bazıları patojen bakterilerdir ve enfeksiyöz hastalıklara neden olurlar; kolera, frengi, şarbon, cüzzam ve veba bu cins hastalıklara dahildir. En yaygın ölümcül bakteriyel hastalıklar solunum yolu enfeksiyonlarıdır, bunlardan verem tek başına yılda iki milyon kişi öldürür, bunların çoğu Sahra altı Afrika'da bulunur. Kalkınmış ülkelerde bakteriyel enfeksiyonların tedavisinde ve çeşitli hayvancılık faaliyetlerinde antibiyotikler kullanılır, bundan dolayı antibiyotik direnci yaygınlaşmaktadır. Endüstride bakteriler, atık su arıtması, peynir ve yoğurt üretimi, biyoteknoloji, antibiyotik ve diğer kimyasalların imalatında önemli rol oynarlar. Bir zamanlar bitkilerin Schizomycetes sınıfına ait sayılan bakteriler artık prokaryot olarak sınıflandırılırlar. ökaryotlardan farklı olarak bakteri hücreleri hücre çekirdeği içermez, membran kaplı organeller de ender olarak görülür. Gelenekesel olarak "bakteri" terimi tüm prokaryotları içermiş ancak, 1990'lı yıllarda yapılan keşiflerle prokaryotların iki farklı gruptan oluştuğu, bunların ortak bir atadan ayrı ayrı evrimleşmiş oldukları bulununca bilimsel sınıflandırma değişmiştir. Bu üst alemler Bacteria ve Archaea olarak adlandırılmıştır. Bakteriler ilk defa 1676'da Antonie van Leeuwenhoek tarafından, kendi tasarımı olan tek mercekli bir mikroskopla gözlemlenmiştir. Onlara "animalcules" (hayvancık) adını takmış, gözlemlerini Kraliyet Derneği'ne (Royal Society'ye) yazılmış bir dizi mektupla yayımlamıştır. "Bacterium" adı çok daha sonra, 1838'de Christian Gottfried Ehrenberg tarafından kullanıma sokulmuş, Antik Yunanca "küçük asa" anlamına gelen βακτήριον -α ("bacterion -a")'dan türetilmiştir. Latince kullanımıyla "Bacteria", bakteri sözcüğünün çoğulu, "bacterium" ise tekilidir. Louis Pasteur 1859'da fermantasyonun mikroorganizmaların büyümesi
sonucu meydana geldiğini ve bu büyümenin yoktan varoluş yoluyla olmadığını gösterdi. (Genelde fermantasyon kavramıyla ilişkilendirilen maya ve küfler, bakteri değil, mantardır.) Kendisiyle ayni dönemde yaşamış olan Robert Koch ile birlikte Pasteur, hastalık-mikrop teorisi'nin erken bir savunucusu olmuştur. Robert Koch tıbbi mikrobiyolojide bir öncü olmuş, kolera, şarbon ve verem üzerinde çalışmıştır. Verem üzerindeki araştırmalarında Koch mikrop ("germ") teorisini kanıtlamış, bundan dolayı da kendisine Nobel Ödülü verilmiştir. "Koch postülatları"'nda bir canlının bir hastalığın nedeni olduğunu belirlemek için gereken testleri ortaya koymuştur; bu postülatlar günümüzde hâlâ kullanılmaktadır. On dokuzuncu yüzyılda bakterilerin çoğu hastalığın nedeni olduğu bilinmesine rağmen, antibakteriyel bir tedavi mevcut değildi. 1910'da Paul Ehrlich "Treponema pallidum" 'u (frengiye neden olan spiroket) seçici olarak boyamaya yarayan boyaları değiştirerek bu patojeni seçici olarak öldüren bileşikler elde etti, böylece ilk antibiyotiği geliştirmiş oldu. Ehrlich, bağışıklık üzerine yaptığı çalışmasından dolayı 1908 Nobel ödülünü kazanmış, ayrıca bakterilerin kimliğini tespit etmek için boyaların kullanılmasına öncülük etmiştir; çalışmaları Gram boyası ve Ziehl-Neelsen boyasının temelini oluşturmuştur. Bakterilerin araştırılmasında büyük bir aşama, Arkelerin bakterilerden farklı bir evrimsel soya ait olduklarının 1977'de Carl Woese tarafından anlaşılmasıdır. Bu yeni filogenetik taksonomi, 16S ribozomal RNA'nın dizilenmesine dayandırılmış ve üç alanlı sistem'in parçası olarak prokaryot alemini 2 evrimsel alana (üst âleme) bölünmüştür. Modern bakterilerin ataları, yaklaşık 4 milyar yıl önce, dünyada gelişen ilk yaşam biçimi olan tek hücreli mikroorganizmalardı. Yaklaşık 3 milyar yıl boyunca tüm canlılar mikroskopiktiler, bakteri ve arkeler yaşamın başlıca biçimleriydi. Bakteri fosilleri, örneğin stromatolitler, mevcut olmakla beraber, bunların kendine has morfolojilerinin olmaması, bunlar kullanılarak bakteri evriminin anlaşılmasına veya belli bakteri türlerinini kökeninin belirlenmesini engellemektedir. Ancak gen dizileri bakteri filogenetiğinin inşası için kullanılabilir, bu çalışmalar bakterilerin arke/ökaryot soyundan ayrılmış evrimsel bir dal olduğunu göstermiştir. Bakteri ve arkelerin en yakın zamanlı ortak atası muhtemelen yaklaşık 2,5-3,2 milyar yıl önce yaşamış bir hipertemofil'di. Bakteriler, evrimdeki ikinci büyük ayrışmada, ökaryotların arkelerden oluşmasında da yer almışlardır. Bunda, eski bakteriler, ökaryotların ataları ile endosimbiyotik bir ilişki kurmuşlardır. Bu süreçte, proto-ökaryotik hücreler, alfa-proteobakteriyel hücreleri içlerine alıp mitokondri veya hidrojenozomları oluşturdular. Bu organeller günümüz ökaryotlarının tümünde hala bulunmaktadır ("mitokondrisiz" protozoalarda dahi aslında son derece küçülmüş olarak mevcutturlar). Daha sonraki bir dönemde, farklı bir olay sonucu, bazı mitokondrili ökaryotların, siyanobakteri-benzeri canlıları içlerine alması sonucunda, bitki ve yosunlardaki kloroplastlar oluştu. Hatta bazı yosun gruplarında bu olayı izleyen başka içe almalar meydana gelmiş, bazı heterotrofik ökaryotik konak hücrelerin, ökaryotik bir alg hücresini içine alması sonucunda "ikinci kuşak" bir plastid oluşmuştur. Bakteriler, morfoloji olarak adlandırılan, şekil ve boyutları bakımından büyük bir çeşitlilik gösterir. Bakteriyel hücreler ökaryotik bir hücrenin yaklaşık onda biri boyundadır, tipik olarak 0,5-5,0 mikrometre uzunluktadırlar. Ancak, birkaç tür, örneğin "Thiomargarita namibiensis" ve "Epulopiscium fishelsoni" yarı milimetre boyunda olabilir ve çıplak gözle görülebilir. En küçük bakteriler arasında Mikoplazma cinsinin üyeleri bulunur, 0,3  mikrometre olan bu bakteriler en büyük virüsler kadar küçüktür. Bazı bakteriler daha da küçük olabilirler ama bu ultramikrobakteriler henüz iyi tanımlanmamıştır. Çoğu bakteri türleri ya küresel ya da çubuksu şekilli olur. Küresel olanlar kokus (veya "coccus"; Antik Yunanca "tohum" anlamında "kókkos" 'tan), çubuksu olanlar basil (Latince çubuk anlamlı "baculus" 'tan) olarak adlandırılır. Vibrio olarak adlandırılan bazı çubuksu bakteriler biraz eğri veya virgül şekillidir; diğerleri spiral şekillidir, spirillum olarak adlandırılır, veya sıkıca sarılı olur, spiroket olarak adlandırılırlar. Az sayıda bazı türler tetrahedron veya küp benzeri şekilde olabilirler. Yakın zamanda keşfedilen bazı bakteriler uzun çubuk şeklinde büyür ve yıldız şekilli bir kesite sahiptir. Bu morfolojinin sağladığı yüksek yözölçümü-hacim oranı bu bakterilere az besinli ortamlarda bir avantaj sağladığı öne sürülmüştür. Hücre şekillerindeki bu büyük çeşitlilik bakterinin hücre duvarı ve hücre iskeleti tarafından belirlenir. Hücre şekli, bakterinin gıda edinmesine, yüzeylere bağlanmasına, sıvı içinde yüzmesine ve doğal avcılarından kaçmasına etki eder. Çoğu bakteriyel tür tek hücre halinde varlığını sürdürür, diğerleri ise kendilerine özgü biçimlerle birbirlerine bağlanır: "Neisseria" diploitler (ikililer) oluşturur, "Streptokok" zincir, "Stafilokok" üzüm salkımı gibi kümeler oluşturur. Bazı bakteriler iplik (filament) oluşturacak şekilde uzayabilir Actinobacteria'da olduğu gibi. İpliksi bakterilerde çoğu zaman içinde pek çok hücre bulunan bir kın vardır. Bazı tipleri, örneğin "Nocardia" cinsine ait bazı türler, hatta karmaşık, dallı iplikçikler oluşturur, bunlar küflerdeki miselyuma benzer. Bakteriler yüzeylere bağlanıp biyofilm denen yoğun kümeler oluştururlar. Bu filmler birkaç mikrometre kalınlıktan yarım metre derinliğe kadar değişebilir, ve birden çok bakteri, Protista ve arke türü içerebilir. Biyofilmlererde yaşayan bakteriler, hücre ve hücre dışı bileşenler ile karmaşık bir düzen oluştururlar. Meydana gelen ikincil yapılar arasında mikrokoloniler de sayılabilir, bunların içinde bulunan kanal şebekleri gıdaların daha kolay difüzyonunu sağlar. Doğal ortamlarda, örneğin toprak ve bitkilerin yüzeyinde, bakterilerin çoğunluğu biyofilim aracılığıyla yüzeye bağlanır. Biyofimler tıpta da önemlidir, çünkü bu yapılar kronik bakteriyel enfeksiyonlarda ve vücut içine yerleştirilmiş tıbbi cihazlarda bulunurlar. Biyofilmler içinde kendini koruyan bakterilerin imhası, tek başına ve izole durumda olan bakterilerinkinden çok daha zordur. Daha karmaşık morfolojik değişiklikler de bazen mümkündür. Örenğin amino asitlerden yoksun kalınca Myxobacteria'lar civarlarındaki diğer hücreleri algılamak için yeter çoğunluk algılaması () denen bir süreç kullanırlar. Bu süreçte bakteriler birbirlerine doğru hareket eder ve yaklaşık 100.000 bakteri içeren 500 mikrometre büyüklüğünde tohum yapıları () oluştururlar. Tohum yapılarında bulunan bakteriler farklı görevler yerine getirir; böylesi bir kooperasyon, çok hücreli organizasyonun basit bir tipini meydana getirir. Örneğin, her on hücreden biri bu tohum yapılarının tepesine göç eder ve "miksospor" adında özelleşmiş uyuşuk ("dormant") bir yapı oluştururlar. Miksosporlar normal hücrelere kıyasla kurumaya ve diğer olumsuz çevresel şartlara daha dayanıklıdır. Bakteri hücresi hücre zarı olarak adlandırılan bir lipit zarla çevrilidir. Bu zar, hücrenin içindekiler içine alıp besinler, protein ve sitoplazmanın diğer gerekli bileşenlerini hücrenin içinde tutar. Bakteriler prokaryot olduklarından dolayı sitoplazmalarında ender olarak zar kaplı organeller bulundururlar, içlerinde büyük boylu yapılardan az sayıda olur. Bakterilerde hücre çekirdeği, mitokondrisi, kloroplast ve ökaryotlarda bulunan, Golgi aygıtı ve endoplazmik retikulum gibi diğer organellerden yoktur. Bir zamanlar bakterilerin sadece sitoplazmadan içeren basit torbalar olduğu düşünülürdü ama artık karmaşık bir yapıları olduğu bilinmektedir, örneğin prokaryotik hücre iskeleti, ve bazı proteinlerin bakteriyel sitoplazmanın belli konumlarında stabil olarak konuşlanması gibi. Hücre içi organizasyonun bir diğer seviyesi mikrokompartımanlaşma ile sağlanır. Bunun bir örneği olan karboksizom, lipit membran yerine, polihedral bir protein kabukla çevrili olan bir bölmedir. Bu polihedral organeller, ökaryotlardaki zar kaplı organellere benzer bir şekilde, bakteri metabolizmasının bölümlerinin hücre içinde konuşlanmasını ve birbirlerinden ayrı tutulmasını sağlar. Çoğu önemli biyokimyasal tepkime, örneğin enerji üretimi, membran aşırı bir konsantrasyon gradyanı ile, bir bataryadakine benzer şekilde, potansiyel fark oluşması sonucu meydana gelir. Bakterilerde genelde dahilî zarlı yapıların olmaması nedeniyle, elektron taşıma zinciri gibi bu tür tepkimeler, hücre zarının iki yanı arasında, yani sitoplazma ile periplazmik aralık veya hücre dışı arasında oluşur. Ancak, çoğu fotosentetik bakteride plazma zarı çok kıvrımlıdır, hücrenin çoğunu ışık enerjisi toplayan membran tabakaları ile doldurur. Yeşil kükürt bakterilerinde bu ışık toplayıcı komplekslerin kimisi klorozom adlı lipit örtülü yapılar oluşturur. Başka proteinler hücre zarından içeri besin ithal eder, veya atık maddeleri sitoplazmadan dışarı atar. Bakterilerin genetik malzemeleri tipik olarak tek bir dairesel kromozomdan oluşur. Bakterilerde zar kaplı bir çekirdek yoktur ve kromozom tipik olarak sitoplazmada yer alan, nükleoit olarak adlandırılan düzensiz şekilli bir cismin içinde yer alır. Nükleoitte DNA, onunla ilişkili proteinler ve RNA bulunur. Planctomycetes ordosu, bakterilerde dahilî zarlı yapıların bulunmadığı kuralının bir istisnasını oluşturur, bunlarda bulunan nükloit zar çevrilidir, ayrıca bu bakteriler başka zar çevrili hücresel yapılara da sahiptirler. Tüm canlılar gibi bakterilerde de protein üretimi için ribozomlar bulunur, ancak bakteriyel ribozomların yapısı arke ve ökaryot ribozomlarınınkinden farklıdır. Bazı bakteriler, hücre içinde glikojen, polifosfat, kükürt veya polihidroksialkanoat gibi besinler için depo granülleri oluştururlar. Bu granüller bakterinin daha sonradan kullanması için bu bileşikleri depolamasını sağlar. Bazı bakteri türleri, fotosentetik siyanobakteriler gibi, dahilî gaz vezikülleri oluştururlar, bunlar ar
acılığıyla hafifliklerini ayarlarlar, farklı miktarda ışık ve besin bulunan su seviyeleri arasında alçalıp yükselebilirler. Hücre zarının dışında bakteriyel hücre duvarı bulunur. Bakteriyel hücre duvarları peptidoglikan (eski metinlerde mürein olarak adlandırılırdı)'dan oluşur. Peptidoglikan, peptit zincirlerle birbirine çapraz bağlanmış polisakkarit zincirlerden oluşur, bu peptitler, hücredeki diğer protein ve peptitlerden farklı olarak, D-amino asitler içerir. Bakteri hücre duvarları bitki ve mantar hücre duvarlarından farklıdırlar; bitki hücre duvarları selülozdan, mantarlarınkiler ise kitinden oluşur. Bakteri hücre duvarları arkelerinkinden de farklıdır, bunlarda peptidoglikan bulunmaz. Hücre duvarı çoğu bakterinin varlığını sürdürmesi için gereklidir, bu yüzden bir antibiyotik olan penisilin tarafından peptidoglikan sentezinin engellemesi bakterilerin ölümüne neden olur. Bakterilerde başlıca iki tip hücre duvarı olduğu söylenebilir, bunlar Gram-negatif ve Gram-pozitif olarak adlandırılır. Bu adlar, hücrelerin Gram boyasıyla tepkimesinden kaynaklanır. Bu, bakterilerin sınıflandırılmasında çok eskiden beri kullanılan bir testtir. Gram-pozitif hücreler, pek çok peptidoglikan ve teikoik asit tabakasından oluşan kalın bir hücre duvarına sahiptir. Buna karşın, Gram-negatif bakteriler birkaç peptidoglikan tabakası bulunur, bunun etrafını ikinci bir hücre zarı sarar, bu zarda lipopolisakkaritler ve lipoproteinler bulunur. Çoğu bakteri Gram-negatif bir hücre duvarına sahiptir, sadece Firmicutes ve Actinobacteria'lar (bunlar daha evvel düşük G+C ve yüksek G+C Gram pozitif bakteriler diye bilinirdi) Gram-pozitif, düzene sahiptirler. Bu yapısal farklılık, antibiyotiklere duyarlılıkta farklılık yaratabilir; örneğin vankomisin Gram-pozitif bakterileri öldürmesine karşın, "Haemophilus influenzae" veya "Pseudomonas aeruginosa" gibi Gram-negatif patojenlere karşı etkisizdir. Çoğu bakteride hücrenin dışını proteinlerden oluşmuş sert bir bir S-tabakası kaplar. Bu tabaka, hücre yüzeyine kimyasal ve fiziksel bir koruma sağlar ve makromoleküllerin difüzyonuna karşı bir engel oluşturur. S-tabakalarının çeşitli, ama az anlaşılmış işlevleri vardır. Kampilobakter'lerde virülans faktörü olarak etki ettikleri ve "Bacillus stearothermophilus" 'ta yüzey enzimleri içerdikleri bilinmektedir. Kamçılar (flagellum, çoğul hali flagella), sert protein yapılardır, çapları yaklaşık 20 nanometre olup uzunlukları 20 mikrometreyi bulabilir, hareket etmeye yararlar. Kamçının hareketi için gereken enerji, hücre zarının iki yanı arasındaki bir elektrokimyasal gradyan boyunca iyonların taşınması sonucu elde edilir. Fimbrialar ince protein iplikçiklerdir, sadece 2-10 nanometre çaplı olup uzunlukları birkaç mikrometreyi bulabilir. Hücrenin yüzeyine dağılıdırlar, elektron mikroskobunda ince saçlara benzerler. Fimbriaların, sert yüzeylere veya başka hücrelere bağlanmakla ilişkili oldukları sanılmaktadır, ve bazı bakterilerin virülansı için gereklidirler. Piluslar fimbrialardan biraz daha büyük hücresel uzantılardır, konjügasyon denen bir süreç ile bakteri hücreleri arasında genetik malzeme aktarılmasını sağlarlar (aşağıda bakteri genetiği ile ilgili bölüme bakınız). Çoğu bakteri kapsül veya sümük tabakaları üreterek kendilerini bunlarla çevreler. Bu yapılar farklı derecede karmaşıklık gösterir: hücre dışı bir polimer olan sümük tabakası tamamen düzensizdir, kapsül veya glikokaliks ise çok düzenlidir. Bu yapılar, bakterileri makrofaj gibi ökaryotik hücreler tarafından yutulmaya karşı korur. Bunlar ayrıca antijen olarak etki edip hücre tanınmasında rol oynayabilir, ayrıca yüzeylere bağlanmak ve biyofilm oluşmasına yardımcı olabilir. Bu hücre dışı yapıların bir araya gelmesi salgı sistemlerine dayalıdır. Bunlar proteinleri sitoplazmadan periplazmaya veya hücre dışı ortama aktarırlar. Çeşitli salgı sistemleri bilinmektedir ve bu yapılar virülans için gerekli olduğu için yoğun bir sekilde araştırılmaktdadır. Bazı Gram-pozitif bakteri cinsleri, örneğin "Bacillus", "Clostridium", "Sporohalobacter", "Anaerobacter" and "Heliobacterium", endospor adlı çok dayanıklı, uyuşuk ('dormant') yapılar oluşturabilir. Hemen her örnekte üremeyle ilişkili olmayan bir süreç sonucunda bir hücreden bir endospor oluşur; ancak "Anaerobacter" durumunda bir hücrenin içinde oluşabilecek endospor sayısı yediyi bulabilir. Endosporların merkezinde, içinde DNA ve ribozomlar olan bir sitoplazma, bunun etrafında ise korteks tabakası, en dışta ise su geçirmez ve sert bir örtü bulunur. Endosporlar bir metabolizma belirtisi göstermezler, aşırı kimyasal ve fiziksel baskılara dayanıklıdırlar, örneğin, morötesi ışın, gama ışınları, deterjanlar, dezenfektanlar, ısı, basınç ve kurutulma. Bu uyuşuk halde bu organizmalar milyonlarca yıl boyunca tekrar yaşama geri dönebilirler. Endosporlar bakterilerin uzaydaki boşluk ve radyasyona dayanmalarını sağlar. Endospor oluşturan bakterilerin bazıları hastalık da yapar: örneğin şarbon hastalığı "Bacillus anthracis" endosporlarının teneffüsüyle kapılabilir, derin saplanma yaralarının "Clostridium tetani" endosporları ile kontamine olması da tetanosa yol açar.. Üst organizmalardan farklı olarak bakterilerde görülen metabolik tipler büyük bir çeşitlilik sergiler. Metabolik özelliklerin bir bakteri grubu içinde dağılımı geleneksel olarak onların taksonomisini tanımlamak için kullanılmıştır ama bu özellikler çoğu zaman modern genetik sınıflandırmaya karşılık gelmez. Bakteriyel metabolizmayı besinsel gruplara göre ayırırken üç ana kıstas kullanılar: büyüme için kullanılan enerji türü, karbon türü ve elektron vericisi. Solunum yapan mikroorganizmalar için kullanılan bir diğer kıstas, aerobik veya anaerobik solunum için kullanılan elektron alıcılarıdır. Bakterilerde karbon metabolizması ya heterotrofiktir, organik bileşikler karbon kaynağı olarak kullanılır veya ototrofiktir, yani hücresel karbon, karbon dioksitin karbon fiksasyonu elde edilir. Tipik ototrofik bakteriler arasında fototrofik siyanobakteriler, yeşil kükürt bakterileri ve bazı mor bakteriler sayılabilir, ama pek çok kemolitrofik türler de, örneğin azotlayıcı ve kükürt yükseltgeyici bakteriler de bu grupta yer alır. Bakterilerin enerji metabolizması ya fototrofiye, yani ışığın fotosentez yoluyla kullanımına ya da kemotrofiye, yani enerji için kimyasal bileşiklerin kullanımıdır ki bu bileşiklerin çoğu oksijen veya ona alternatif başka elektron alıcıları yoluyla yükseltgenir (aerobik veya anaerobik solunum). Nihayet, bakteriler ya inorganik ya da organik bileşikler elektron vericileri kullanmalarına göre, sırasıyla, litotrof veya organotrof olarak siniflanirlar. Kemotrofik organizmalar, hem enerji korunumu (solunum veya fermantasyon ile) hem de biosentetik tepkimeler için bu elektron vericilerini kullanır, buna karşın fototrofik organzmalar onları sadece biyosentetik amaçla kullanırlar. Solunum yapan organizmalar enerji kaynağı olarak kimyasal bileşikler kullanırlar, bunun için elektronlar bir yükseltgenme-indirgenme (redoks) tepkimesi ile indirgenmiş bir substrattan bir son elektron alıcısına taşınır. Bu tepkimenin açığa çıkardığı enerji ile ATP sentezlenir ve metabolizma yürütülür. Aerobik organizmalarda oksijen elektron alıcısı olarak kullanılır. Anaerobik organizmalarda nitrat, sülfat veya karbon dioksit gibi başka inorganik bileşikler elektron alıcısı olarak kullanılır. Bunlar sonucunda ekolojide büyük önem taşıyan denitrifikasyon, sülfat indirgenmesi ve asetogenez süreçleri meydana gelir. Kemotroflarda, bir elektron alıcısının yokluğu halinde, bir diğer olası yaşam yolu fermantasyondur, bunda indirgenmiş substratlardan elde edilen elektronlar yükseltgenmiş ara ürünlere aktarılarak fermantasyon ürünleri meydana getirir, örneğin laktik asit, etanol, hidrojen, butirik asit gibi. Substratların enerji seviyesi ürünlerinkinden daha yüksek olması sayesinde fermantasyon mümkün olur, böylece organizmalar ATP sentezler ve metabolizmalarını çalıştırırlar. Bu süreçler, çevre kirlenmesine neden olan biyolojik tepkilerde de önemlidirler: örneğin sülfat indirgeyici bakteriler, cıvanın çok toksik şekillerinin (metil- ve dimetil-cıva) üretiminden büyük ölçüde sorumludur Solunum yapmayan anaeroblar fermantasyon yoluyla enerji üretip indirgeyici güç elde ederler, bu sırada metabolik yan ürünleri (biracılıkta etanol gibi) atık olarak salgılarlar. Seçmeli anaeroblar (fakültatif anaeroblar), içinde bulundukları çevresel şartlara göre fermantasyon ile farklı elektron alıcıları arasında seçim yaparlar. Litotrofik bakteriler enerji kaynağı olarak inorganik bileşikler kullanırlar. Yaygın kullanılan elektron vericileri hidrojen, karbon monoksit, amonyak (nitrifikasyona yol açar), feröz demir ve diğer indirgenmiş metal iyonları, ve bazı indirgenmiş kükürt bileşikleridir. Metan gazı metanotrofik bakteriler tarafından hem bir elektron kaynağı hem de karbon anabolizmasında bir substrat olarak kullanılması bakımından dikkat çekicidir. Hem aerobik fototrofi hem de kemolitotrofide, oksijen nihai elektron alıcısı olarak kullanılır, anaerobik şarlarda ise inorganik bileşikler kullanılır. Çoğu litotrofik organizma otortorfiktir, buna karşın organotrofik organzmalar heterotrofiktir. Karbon dioksitin fotosentezle fiksasyonuna ek olarak bazı bakteriler, nitrojenaz enzimini kullanarak azot gazını sabitlerler (azot fiksasyonu). Çevresel olarak önemli olan bu özellik, yukarıda sayılmış metabolik tiplerin her birindeki bazı bakterilerde görülür ama evrensel değildir. Çok hücreli organizmalardan farklı olarak, tek hücreli organizmalarda büyüme (hücre büyümesi) ve hücre bölünmesi yoluyla üreme sıkı bir sekilde birbirine bağlıdır. Bakteriler belli bir boya kadar büyür ve sonra eşeysiz üreme şekli olan ikili bölünme ile ürerler. En iyi şartlarda bakteriler büyük bir hızla büyür ve ürerler; bakteri topluluklarının sayısı her 9,8 dakikada ikiye katlanabilir. Hücre bölünmesinde birbirinin aynı iki yavru hücre meydana gelir. Bazı bakteriler, eşeysiz üremelerine rağmen, daha karmaşık yapılar oluştur, bunlar yavru hücrelerin yayılmas
ını kolaylaştırır. Buna örnek miksobakteri'lerde tohum yapıları ve Streptomyces'te hif oluşumudur. Bazı bakterilerde ise tomurcuklanma olur, hücre yüzeyindeki meydana gelen bir uzantı kopunca bir yavru hücre meydana gelir. Laboratuvarda bakteriler çoğu zaman katı veya sıvı ortamda büyütülürler. Katı büyüme ortamı olarak agar plakası kullanılır, bunlar aracılığıyla bir bakteri suşunun saf bir kültürü elde edilir. Ancak, büyümenin hızının ölçülmesi veya büyük miktarda hücrenin eldesi gerektiğinde sıvı büyüme ortamları kullanılır. Karıştırılan bir ortam içinde büyüyen bakteriler homojen bir hücre süspansiyonu olştururlar, böylece kültürün eşit olarak bölünmesi ve başka kaplara aktarımı kolay olur. Ancak sıvı ortamda tek bakteri hücrelerinini izole edilmesi zordur. Seçici ortam (belli besin maddeleri eklenmiş veya eksik bırakılmış, veya antibiyotik eklenmiş ortam) belli organizmaların kimliğinin tespitine yardımcı olur. Bakteri büyütmek için kullanılan çoğu laboratuvar tekniğinde, çok miktarda hücrenin hızlı ve ucuz olarak üretilmesi için bol miktarda besinler kullanılır. Ancak, doğal ortamlarda besinler sınırlı miktradadır, bu yüzden bakteriler ilelebet üremeye devam edemez. Besin sınırlaması farklı büyüme stratejilerinin evrimleşmesine yol açar (bakınız: r/K seçilim teorisi. Bazı organizmalar besinler mevcut olunca son derece hızlı çoğalır, örneğin yaz aylarında bazı göllerde yosun ve siyanobakteriyel büyümelerinde olduğu gibi. Başka bazı organizmalar sert çevresel şartlara adaptasyonları vardır, örneğin "Streptomyces"'in rakip organizmaları engellemek için çoklu antibiyotik salgılaması gibi. Doğada çoğu organizma besin teminini kolaylaştıran ve çevresel streslere karşı koruyucu topluluklar halinde (biyofilm gibi) yaşar. Bu ilişkiler belli canlı veya canlı gruplarının büyümesi için şart olabilir (sintrofi). Bakteriyel büyüme üç evre izler. Bir bakteri topluluğu yüksek besin bulunduran bir ortama ilk girdiğinde hücrelerin yeni ortamlarına adapte olmaları gerekir. Büyümenin ilk evresi bekleme aşamasıdır ("latent dönem" veya "lag fazı"), bu yavaş büyüme döneminde hücreler yüksek besili ortama adapte olup hızlı büyümeye hazırlanırlar. Hızlı büyüme için gerekli olan proteinler üretilmekte olduğu için bekleme döneminde biyosentez hızı yüksektir. Büyümenin ikinci evresi logaritmik faz (log fazı) veya üssel faz olarak adlandırılır. Bu evrede üssel büyüme olur. Bu evrede hücrelerin büyüme hızı ("k"), hücre sayısının iki katına çıkma süresi de "jenerasyon zamanı" ("g") olarak adlandırılır. Besinlerden biri tükenip sınırlayıcı olana kadar süren log fazı sırasında besinler en yüksek hızla metabolize olur. Büyümenin son evresi "durağan faz" olarak adlandırılır, ve besinlerin tükenmiş olmasından kaynaklanır. Hücreler metabolik etkinliklerini azaltır ve gerekli olmayan hücresel proteinlerini harcarlar. Durağan faz, hızlı büyümeden bir strese tepki haline geçiş dönemidir, DNA tamiri, antioksidan metabolizması, ve besin taşıması ile ilişkili genlerin ifadesinde bir artış olur. Çoğu bakteride tek bir dairesel kromozom bulunur, bunun büyüklüğü endosimbiyotik bir bakteri olan "Candidatus Carsonella ruddii" de 160.000 baz çiftinden, bir toprak bakterisi olan "Sorangium cellulosum"da 12,200,000 baz çiftine kadar uzanır. "Borrelia" cinsine ait spiroketler bu genel özelliğin bir istisnasıdır, "Borrelia burgdorferi" (Lyme hastalığı etmeni) gibi türlerde tek bir doğrusal kromozom bulunur. Bakteriyel kromozomlardaki genler genelde tek bir sürekli DNA parçasından oluşur, bazı bakterilerde intronlar bulunmuşsa da bunlar ökaryotlarda olduğundan çok daha enderdir. Bakteriler aynı zamanda plazmidler de bulunabilir, bunlar kromozomdan ayrı DNA parçalarıdır, antibiyotik direnç genleri veya virülans faktörleri içerebilirler. Bir diğer tip bakteriyel DNA, kromozoma entegre olmuş virüslere (bakteriyofajlara) aittir. Çeşitli bakteriyofaj türleri vardır, bazıları sadece konak bakterilerini enfekte edip onu parçalar, diğerleri ise hücre içine girdikten sonra DNA'larını bakteriyel kromozoma dahil ederler. Bir bakteriyofaj konak hücresinini fenotipine katkıda bulunan genler taşıyabilir: örneğin 'nin evrimi sırasında entegre olmuş bir fajın toksin genleri, zararsız bir atasal bakteriyi ölümcül bir patojene dönüştürmüştür. Bakteriler, eşeysiz organizmalar olarak, ana hücrelerinin genlerinin kopyalarını devralırlar. Ancak tüm bakteriler, DNA'larındaki değişikliklerin (mutasyon ve genetik rekombinasyonun) seçilimi ile evrimleşir. Mutasyonlar DNA ikileşmesi sırasında meydana gelen hatalar veya mutajenlerden kaynaklanır. Mutasyon hızları farklı bakteri türleri ve hatta aynı bakterinin farklı suşları arasında büyük farklılıklar gösterir. Bazı bakteriler ayrıca genetik malzemelerini hücreler arasında aktarabilirler. Bu üç yolla meydana gelebilir. Birincisi, bakteriler ortamlarıdaki yabancı DNA'yı içlerine alabilirler, buna transformasyon denir. Genler ayrıca transdüksiyon yoluyla, bir bakteriyofajın yabancı bir DNA parçasını kromozomun içine yerleştirmesiyle aktarılabilir. Gen aktarımını üçüncü yolu bakteriyel konjügasyondur, bunda DNA doğrudan hücresel temas yoluyla aktarılır. Başka bakteri veya ortamdan gen edinimine yatay gen transferi denir ve doğal şartlarda bu yaygın olabilir. Gen transferi özellikle antibiyotik direncinin oluşmasında önemlidir, çünkü bu, farklı patojenler arasında direnç genlerinin transferini sağlar. Hareketli (motil) bakteriler Kamçı (Biyoloji), bakteriyel kayma, seğirmeli hareket ve batmazlık (buoyuans) değişmesi yoluyla hareket ederler. Seğirmeli hareketlilikte bakteriler tip IV piluslarını bir kanca olarak kullanır, tekrar tekrar onu uzatır, bir yere saplar ve büyük bir kuvvetle (>80 pN) geri çeker. Bakteriyel türler kamçılarının sayı ve düzenine göre farklılık gösterirler; bazılarının tek bir kamçısı vardır (tek kamçılı veya monotrik), bazılarının iki uçta birer kamçısı (iki kamçılı veya amfitrik), bazılarının uçlarında kamçı kümeleri (iki demet kamçılı veya lofotrik), diğerlerinin ise tüm yüzeylerine yayılmış kamçıları vardır (çok kamçılı veya peritrik). Bakteri kamçısı yapısı en iyi anlaşılmış hareketlilik yapısıdır, 20 proteinden oluşur, ayrıca onun düzenlenmesi ve inşası için yaklaşık 30 diğer protein gereklidir. Kamçının tabanında bulunan motor, membranın iki yanı arasındaki elektrokimyasal gradyanı güç için kullanır. Bu motor, bir pervane gibi çalışan iplikçiği döndürür. Çoğu bakterinin (E. coli gibi) iki farklı hareket biçimi vardır: ileri hareket (yüzme) ve yuvarlanma ("tumbling"). Yuvarlanma sayesinde bakteri yönünü değiştirir ve izlediği yol üç boyutlu bir rassal yürüyüş şeklini alır (Aşağıda verilen dış bağlantılarda ilgili videoya bakınız) Spiroketlerin kamçısı periplamik boşlukta iki zar arasında bulunur. Bu bakterilerin kendilerine has sarmal bir gövdeleri vardır ve hareket ederken kıvrılırlar. Hareketli bakteriler belli uyaranlar tarafından çekim veya itime uğrarlar, bunun neden olduğu davranışlara "taksis" denir: bunların arasında kemotaksis, fototaksis ve manyetotaksis bulunur. Myxobacterialerde, bireysel bakteriler beraber hareket ederek hücre dalgaları oluşturur, bunlar farklılaşıp içinde sporlar bulunduran tohum yapıları oluşturur. myxobacteria'lar yalnızca katı ortam üzerindeyken hareket ederler, buna karşın E. coli hem sıvı hem katı ortamda hareketlidir. Birkaç Listeria ve Shigella türü, konak hücreler içinde hareket ederken, normalde organellerin hücre içinde taşınmasını sağlayan hücre iskeletini kullanırlar. Kendi hücrelerinin bir kutbunda aktin polimerizasyonunu sağlayarak bir cins kuyruk oluştururlar, bu onları konak hücre sitoplazması içinde iter. Sınıflandırma, bakterileri benzerliklerine göre gruplandırıp adlandırarak onlardaki çeşitliliği betimlemeye yarar. Bakteriler hücre yapısı, hücresel metabolizma veya hücresel bileşenlerindeki (DNA, yağ asitleri, pigment, antijen ve kinonlar gibi) farklılıklara göre sınıflandırılabilirler. Bu yöntemler bakteri suşlarının kimliklerinin tespitini ve sınıflandırılmasına olanka sağlasa da, bu farklılıkların farklı türler arasındaki varyasyonları mı yoksa aynı tğr içindeki varyasyonları mı yansıttığı belli değildi. Bu belirsizliğin nedeni, çoğu bakteride ayırdedici yapıların olmaması, ayrıca birbiriyle ilişkisiz türler arasında yatay gen transferi olmasıydı. Yatay gen trasnferi yüzünden birbirine akraba sayılabilecek bazı bakteri türleri çok farklı morfoloji ve metabolizmaya sahip olabilirler. Bu belirsizliğin üstesinden gelebilmek için modern bakteri sınıflandırması moleküler sistematiğe ağırlık verir, guanin sitozin oranının ölçümü, genom-genom hibridizasyonu, ayrıca yatay gen transferine uğramamış genlerin (ribozomal RNA gibi) dizilenmesi gibi genetik teknikler kullanır. Bakteri sınıflandırması "International Journal of Systematic Bacteriology" (uluslararası Sistematik Biyoloji) dergisi ve "Bergey's Manual of Systematic Bacteriology" kitapçığında yayımlanarak resmîleşir. "Bakteri" terimi bir zamanlar tüm mikroskopik, tek hücreli prokaryotlar için kullanılırdı. Ancak moleküler sistematik sayesinde prokaryotik yaşamın iki ayrı sahadan oluştuğu gösterildi. Önceleri "Eubacteria" ve "Archaebacteria" diye adlandırılan, ama artık "Bacteria" and "Archaea" olarak adlandırılan bu iki canlı grubu, ortak bir atadan ayrı ayrı evrimleşmişlerdir. Arkeler ve ökaryotlar arasındaki yakınlık, her birinin bakterilerle olan yakınlığından daha çoktur. Bu iki saha (üst alem), Eukarya ile birlikte, günümüzde mikrobiyolojide en yaygın kullanılan sınıflandırma sistemi olan üç saha sisteminin temelini oluşturur. Ancak, moleküler sistematiğin yakın zamanda kullanıma girmesi ve genom dizileri elde edilmiş canlıların sayısındaki hızlı artış nedeniyle bakteri sınıflandırması halen hızle değişen ve gelişen bir bilim dalıdır. Örneğin, bazı biyologlar arke ve ökaryotların Gram-pozitif bakterilerden evrimleştiğini iddia etmektedirler. Laboratuvarda bakteri kimlik tespiti özellikle tıpta çok önemlidir, çünkü doğru tedavi, enfeksiyona yol açan bakteri türüne bağlıdır. Dolayısıyla insan
patojenlerinin kimliğinin tespiti, bakterilerin tanımlanma tekniklerinin gelişmesinin başlıca dürtüsü olmuştur. 1884'te Hans Christian Gram tarafından geliştirilmiş Gram boyama, bakterileri hücre duvarlarının yapısal özelliklerine göre tanımlamakta kullanılır. Bazı organizmalar Gram boyasından başka boyalarla en iyi tanınabilirler. Özellikle mikobakteriler ve "Nocardia" Ziehl–Neelsen ve benzeri boyalarla asit eşliğinde boyanır. Başka organizmalar özel ortamlarda büyümeleriyle tanınırlar veya seroloji gib başka teknikleri gerektirirler. kültür teknikleri, bakterilerin büyümesini sağlamak ve belli bakterilerin kimliğini tespit etmek, aynı zamanda da nümenede bulunan başka bakterilerin büyümesini sınırlamak için tasarlanmıştır. Çoğu zaman bu teknikler belli nümune türleri göz önüne alınarak geliştirilmiştir; örneğin bir tükürük örneği pnömoniye yol açan organizmaları ortaya çıkaracak şekilde işleden geçirilir, bir dışkı örneği ise ishale yol açan organizalar tanımak için seçici ortamda kültürlenir, bu ortamda patojen olmayan bakteriler büyümez. Normal olarak steril olan örnekler, örneğin kan, idrar veya omurilik sıvısı, tüm organizmaların büyümesini sağlayan şartlarda kültürlenir. Patojen bir organizma izole edildikten sonra, morfolojisi, büyüme özellikleri (aerobik veya anaerobik büyüme, hemoliz şekilleri gibi) ve boyama ile daha ayrıntılı olarak karakterize edilebilir. Bakteri sınıflandırmasında olduğu gibi, bakteri kimlik tespiti de gittikçe daha sık olarak moleküler yöntemlerle yapılmaktadır. DNA'ya dayalı yöntemler, örneğin polimeraz zincir reaksiyonu, özgüllükleri ve çabuklukları nedeniyle, kültür yapmaya dayalı tekniklere kıyasla artarak popülerleşmektedir. Bu yöntemler sayesinde "yaşayan ama kültürlenemeyen", yani metabolik olarak aktif olan ama bölünmeyen hücrelerin kimliklerini tespit etmek mümkün olmaktadır. Ancak bu gelişmiş yöntemlerle dahi, bakteri türlerinin toplam sayısı bilinmemektedir ve bu sayı belli güven sınırları içinde tamin dahi edilememektedir. Mevcut sınıflandırmaya göre bilinen bakteri türlerinin (siyanobakteriler dahil) sayısı 9000'inin altındadır, ama bakteriyel çeşitliliğin büyüklüğü hakkındaki tahminlerde toplam tür sayısı 10'den 10'a kadar uzanır ve hatta bu tahminlerinlerin dahi birkaç büyüklük mertebesi kadar hatalı olabileceği düşünülmektedir. Görünür basitliklerine rağmen, bakteriler diğer canlılarla karmaşık etkileşimler içindedir. Bu simbiyotik ilişkiler parazitizm, mutualizm ve komensalizm olarak üçe ayrılırlar. Komensal bakteriler her yerde bulunur, hayvan ve bitkiler üzerinde büyümeleri başka yüzeyler üzerinde büyümeleri ile aynıdır (ancak sıcaklık ve ter bunların büyümesini hızlandırabilir); insanlarda bu organizmalardan çok sayıda olması vücut kokusunun nedenidir. Bazı bakteriler varlıklarının devamı için gerekli olan, mekânsal olarak yakın ilişkilere girerler. Bu tür mutualist ilişkilerden biri olan türler arası hidrojen transferi olarak adlandırılır, butirik asit veya propiyonik asit tüketip hidrojen tüketen anaerobik bakteriler ile, hidrojen tüketen metanojenik arkeler arasındadır. Bu ilişkide yer alan bakteriler kendi başlarına bu organik asitleri kullanamazlar çünkü bu reaksiyon sonucu aşığa çıkan hidrojen çevrelerinde birikir. Hidrojen tüketici arkelerle yakın ilişkileri sayesinde hidrojen konsantrasyonu yeterince düşük kalır ve bakteriler büyüyebilir. Toprakta, rizosferde (kökün yüzeyi ve kökü bağlı olan topraktan oluşan bölgede) mikroorganizmalar azot fiksasyonu yaparlar, yani azot gazını azotlu bileşiklere dönüştürürler. Bu süreç sonucunda bitkilerin (ki onlar azot fiksasyonu yapamazlar) kolayca absorbe edebildiği bir azot kaynağı meydana gelir. pek çok başka bakteri, insan ve başka canlılarda simbiont olarak bulunurlar. Örneğin normal insan bağırsağındaki bağırsak florasındaki 1000'den fazla bakteri, bağırsak bağışıklığına, bazı vitaminlerin (folik asit, K vitamini ve biyotin) sentezine, süt proteinlerinin laktik asite dönüştürülmesine (bkz. Laktobasiller) katkıda bulunur, ayrıca sindirilmemiş kompleks karbonhidratların fermantasyonunu sağlar. Bu bağırsak floarası ayrıca potansiyle patojen bakterilerin büyümesini engellediği için (genelde rekabetçi dışlanım ilkesi ile) bu faydalı bakterilerin probiyotik besin katkısı olarak alınmasının olumlu etkileri bulunmuştur. Eğer bakteriler başka organizmalarla parazitik ilişkiler kurarlarsa patojen olarak sınıflandırılırlar. Patojen bakteriler insan larda ölüm ve hastalığın başlıca nedenidir; neden oldukları enfeksiyonlar arasında tetanos, tifo, tifüs, difteri, frengi, kolera, besin kaynaklı hastalıklar, cüzzam ve verem sayılabilir. Bilinen bir hastalığın patojenik kaynağının keşfi yıllar sürebilir, örneğin mide ülseri hastalığı ve Helicobacter pylori durumunda olduğu gibi. Bakteryel hastalıklar tarımda da önemlidir, bakteriler bitkilerde yaprak beneği, ateş yanıklığı ve solmaya, çiftlik hayvanlarında da paratüberküloz, mastit, salmonella ve şarbona neden olur. Her patojen türün insan konağı ile etkileşimlerinin karakteristik bir spektrum oluşturur. Bazı organizmalar, örneğin Stafilokok veya Streptokok, deri enfeksiyonu, pnömoni, menenjit ve hatta sistemik sepsis (şok, masif vazodilatasyon ve ölümle sonuşlanan sistemik bir enflamasyon tepkisi) neden olur. Lakin bu organizmalar aynı zamanda normal insan florasına aittir, genelde insan derisi ve burnunda bulunur ve hiçbir hastalığa yol açmazlar. Buna karşın bazı başka organizmalar her durumda insanda hastalık yaparlar. Örneği Rickettsia, ancak başka canlıların hücrelerinin içinde büyüyüp çoğlabilen, zorunlu bir hücreiçi parazittir. Rickettsia'nin bir türü tifüse, bir diğeri ise Kayalık Dağlar benekli hummasına neden olur. Klamidya, zorunlu hücre içi paraziti bir diğer takımı içinde bulunan bazı türler pnömoni, veya idrar yolu enfeksiyonuna neden olabilir, ayrıca koroner kalp hastalığı ile de ilişkili olabilirler. Nihayet, bazı bakteri türleri, "Pseudomonas aeruginosa", "Burkholderia cenocepacia", ve "Mycobacterium avium" gibi, fırsatçı patojendirler ve sadece immün yetmezlik çeken veya kistik fibrozlu kişilerde hastalık yaparlar. Bakteriyel enfeksiyonlar antibiyotikle tedavi edilebilirler, bu antibiyotikler bakterileri öldürürse bakteriosidal, sadece onların çoğalmasını engelliyorsa bakteriostatik olarak sınıflandırılır. Pek çok antibiyotik vardır ve bunların her sınıfı patojende olup konağında olmayan bir süreci engeller. Antibiyotiklerin nasıl seçici toksiklik gösterdiğine bir örneği kloramfenikol ve puromisindir, bunlar bakteri ribozomlarını engellerler, ama yapısal olarak farklı olan ökaryotik ribozomlara etki etmezler. İnsan hastalıklarını tedavide kullanılan antibiyotiklerin hayvancılıkta da hayvanlarının büyümesini hızlandırmak için kullanılması, bakterilerde antibiyotik direnci gelişmesine neden olabilir. Enfeksiyonları engellemek için antiseptik önlemler alınır, örneğin deri bir iğne ile delinmeden evvel sterilize edilir. Cerrahi ve dişçilik araçları da kontaminasyon ve bakteriyel enfeksiyonu önlemek için sterilize edilir. Çamaşır suyu gibi dezenfektanlar, eşya yüzeylerinde bulunan bakteri ve diğer patojenleri öldürüp kontaminasyonu önlemek ve enfeksiyon riskini daha da azaltmak amacıyla kullanılır. Bakteriler, çoğu zaman laktobasil türleri, maya ve küflerle beraber, fermante edilmiş gıdaların (peynir, turşu, soya sosu, sirke, şarap ve yoğurt gibi) hazırlanmasında binlerce yıldır kullanılmaktadır. Bakterilerin çeşitli organik bileşikleri parçalayabilme yetenekleri dikkate değerdir ve atıkların işlenmesi ve değerlendirilmesinde ("bioremediation") kullanılmıştır. Petroldeki hidrokarbonları sindirebilen bakteriler çoğu zaman petrol saçılmalarının temizlenmesinde kullanılır. 1989'da meydana gelen Exxon Valdez tanker kazasının ardından Prince William Sound kıyılarına gübre dökülerek bu doğal bakterilerin büyümesi teşvik edilmişti. Bu yöntem, çok fazla petrol kaplanmamış kıyılarda etkili olmuştu. Bakteriler ayrıca endüstriyel toksik atıkların değerlendirilmesinde de kullanılırlar. Kimya endüstrisinde, enantiyomerik olarak saf kimyasalların üretilmesinde (bunlar ilaç ve tarımsal kimyasalların hammadesidir) bakteriler önemli rol oynarlar. Bakteriler ayrıca biyolojik haşare kontrolünde haşare ilaçlarının yerine kullanılabilirler. Bunun en yaygın örneği, Gram pozitif bir toprak bakterisi olan "Bacillus thuringiensis"dir (BT olarak da adlandırılır). Bu bakterinin alt-türleri kelebeklere (Lepidoptera türlerine) özgül bir böcek öldürücü olarak kullanılır. Spesifik olmalarından dolayı bu böcek öldürücüler çevre dostu olarak kabul edilir; insanlara, yabani hayvanlara, polinasyon yapan ve diğer faydalı böceklere etkileri çok az veya hiçtir. Hızlı büyüme ve kolaylıkla manipüle edilebilmelerinden dolayı bakteriler moleküler biyoloji, genetik ve biyokimyada birer araç olarak kullanılırlar. Bakteri DNA'sında mutasyon yapıp bunun fenotipini inceleyerek bilimciler genlerin, enzimlerin ve metabolik patikaların işlevlerini belirleyebilmekte, sonra edindikleri bilgileri daha karmaşık canlılara uygulayabilmektedirler. Muazzam miktarda enzim kinetiği ve gen ifadesi verileri, canlıların matematiksel modellerinde kullanılarak hücrenin biyokimyasının anlanması amaçlanmaktadır. Çok çalışılmış bazı bakterilerde bu mümkündür, "Escherichia coli" metabolizmasının modelleri üretilmekte ve denenmektedir. Bakteri metabolizması ve genetiğinin bu seviyede anlaşılır olması sayesinde bakterilerin biyoteknoloji kullanılarak yeniden tasarımı mümkün olmakta, böylece onların tedavi amaçlı proteinleri (insülin, büyüme faktörleri veya antikorlar gibi) daha verimli sekilde üretmesi sağlanabilmektedir. Ulaş Başar Gezgin Ulaş Başar Gezgin, yazar, şair, çevirmen ve bilişsel bilimci. Gezgin, Darüşşafaka Lisesi'ndeki eğitiminin ardından, Boğaziçi Üniversitesi'nde asistanlık yaparak 2000 yılında lisans ve 2002 yılında lisans derecesini aldı. ODTÜ Enformatik Enstitüsü’nde Eylül 2003’te başlayıp Mayıs 2006’da tamamladığı ‘Relationship of Bodily Communication with Cognitive and Personality Variabl
es’ adlı doktora tezi, bilişsel bilimler alanında Türkiye’de verilmiş ilk doktora tezi olma özelliğini taşımaktadır. Yansıbilim (psikoloji) eğitiminin ardından, Tayland’da fen bilgisi öğretmenliği yaptı. 2004’te, Canterbury Üniversitesi İnsanbilim Doktora Bursu’na değer görülerek, Yeni Zelanda’da Canterbury Üniversitesi’nin Toplumbilim-İnsanbilim (Sosyoloji-Antropoloji) Bölümü’nde insanbilim doktorasına başladı. Gezgin bazı yükseköğretim kurumlarında; yansıbilim, insanbilim, dilbilim ve bilişsel bilimler alanlarında ders vermiştir. Son dönem akademik çalışmaları, Asya tutumyapıları (ekonomileri) ve Asya’nın bölgesel bütünleşme çabaları üstüne yoğunlaşmıştır. Halen bir Avustralya üniversitesinin Vietnam yerleşkesinde tutumbilim (iktisat) dersleri vermekte ve günlük Evrensel Gazetesi’ne Asya-Pasifik üstüne köşe yazıları yazmaktadır. İlk kitabı, İspanyolca’dan çevirdiği ‘Kartal mı Güneş mi?’ adlı düzyazılmış şiir kitabıdır (Octavio Paz, İstanbul: Virtüel Yayınları, 2000). Aynı yıl, öyküleri, Gençlik Kitabevi Ödülü’ne değer görülüp yayınlanmıştır. Şimdiye dek yayınlanmış (4 kitap, 9 e-kitap olmak üzere, şiir (İngilizce ve Türkçe), opera librettosu, üniversite düzeyinde ders kitabı, deneme, öykü, çeviri şiir vb. dallarda olmak üzere) 13 kitabı bulunmaktadır. ICQ ICQ 1995 - 1996 yıllarında İsrailli bir grup olan Mirabilis tarafından yazılan dünyanın en çok kullanılan anında mesajlaşma programların'dan biridir. ICQ ismi İngilizce ""I seek you."" (""Seni arıyorum."") cümlesinin söylenişidir. ICQ kullanıcıları ardışık sırada dağılmış (söylentilere göre sırada boşluklar vardır), UIN ("user identification number") adı verilen numaralarla kimliklendirilirler. Yeni kullanıcılar 100.000.000'un üzerinde numaralar ile kayıt olurlar, ve düşük numaralar (altı veya daha az) ICQ'ya ilk zamanlarda kayıt olmuş kullanıcılar tarafından eBay'da satılabilmektedir. Programı bilgisayara yüklemeden http://go.icq.com bağlantısından Java sürümüne ulaşılabilir. AOL, 1998'de Mirabilis ve ICQ'yu satın almıştır. 2012 yılı itibarı ile ICQ programının sekizinci sürümü indirilebilir durumdadır. Galata Kulesi Galata Kulesi, İstanbul'un Galata semtinde bulunan bir kule. 528 yılında inşa edilen yapı, şehrin önemli sembolleri arasındadır. İstanbul Boğazı ve Haliç, kuleden panoramik olarak izlenebilmektedir. UNESCO, 2013'te kuleyi Dünya Mirası Geçici Listesi'ne dahil etti. Galata Kulesi dünyanın en eski kulelerinden biri olup, Bizans İmparatoru Anastasius tarafından 528 yılında Fener Kulesi olarak inşa ettirilmiştir. 1204 yılındaki IV. Haçlı Seferi'nde geniş çapta tahrip edilen kule, daha sonra 1348 yılında "İsa Kulesi" adıyla yığma taşlar kullanılarak Cenevizliler tarafından Galata surlarına ek olarak yeniden yapılmıştır. 1348 yılında yeniden yapıldığında kentin en büyük binası olmuştur. Galata kulesi 1445-1446 yılları arasında yükseltilmiştir. Kule Türklerin eline geçtikten sonra hemen her yüzyıl yenilenmiş ve tamir edilmiştir. 16. yüzyılda Kasımpaşa tersanelerinde çalıştırılan Hristiyan savaş esirlerinin barınağı olarak kullanılmıştır. Sultan III. Murat'ın müsaadesiyle burada müneccim Takiyüddin tarafından bir rasathane kurulmuş, ancak bu rasathane 1579'da kapatılmıştır. 17. yüzyılın ilk yarısında IV. Murat döneminde Hezarfen Ahmet Çelebi, Okmeydanı'nda rüzgarları kollayıp uçuş talimleri yaptıktan sonra, tahtadan yaptırdığı kartal kanatlarını sırtına takarak 1638 yılında Galata Kulesi'nden Üsküdar-Doğancılar'a uçmuştur. Bu uçuş Avrupa'da ilgi ile karşılanmış, İngiltere'de bu uçuşu gösteren gravürler yapılmıştır. 1717'den itibaren kule yangın gözleme kulesi olarak kullanılmıştır. Yangın, ahalinin duyabilmesi için büyük bir davul çalınarak haber verilmekteydi. III. Selim döneminde çıkan bir yangında kulenin büyük bölümü yanmıştır. Onarılan kule 1831 yılında başka bir yangında yine hasar görmüş ve onarılmıştır. 1875 yılında bir fırtınada külahı devrilmiştir. 1965'te başlanıp 1967'de bitirilen son onarımla da kulenin bugünkü görünümü sağlanmıştır. Yerden, çatısının ucuna kadar olan yüksekliği 69,90 metredir. Duvar kalınlığı 3.75 m, iç çapı 8.95 m dış çapı da 16.45 metredir. Yapılan statik hesaplamalara göre ağırlığı yaklaşık 10.000 ton, kalın gövdesi işlenmemiş moloz taşındandır. Derinliğinde bulunan çukurların altındaki kanalda birçok kafatası ve kemik bulunmuştur. Orta boşluğun bodrumu zindan olarak kullanılmıştır. Kulenin tarihinde bazı intihar olayları kayıtlara geçmiştir. 1876 tarihinde, bir Avusturyalı, nöbetçilerin dalgınlığından faydalanıp kendini kuleden aşağı atmıştır. 6 Haziran 1973 günü ise ünlü şair Ümit Yaşar Oğuzcan'ın 15 yaşındaki oğlu Vedat kuleden atlayarak intihar etmiştir. Oğuzcan bunun üzerine Galata Kulesi adlı şiiri yazmıştır. Turizm Turizm ya da gezim, dinlenmek, eğlenmek, görmek ve tanımak gibi amaçlarla yapılan geziler ve bir ülkeye veya bir bölgeye gezmen (turist) çekmek için alınan ekonomik, kültürel, teknik önlemlerin, yapılan çalışmaların tümüdür. Turistik gezi, insanların sadece bir yerden bir yere gitmesi değil kültürel, ekonomik ve toplumsal olarak da iletişim içinde olmalarıdır. Turizm sayesinde insanlar hem diğer ülkelerin, hem kendi ülkelerinde yaşadıkları bölgenin dışındaki güzelliklerin, hem de geçmişte yaşamış olan insanların bırakmış oldukları kültürel mirasın farkına vararak, gelecek kuşaklara daha yaşanılabilir bir dünya bırakmanın gerekliliğine inanarak hayata farklı açılardan bakabilirler. Turistler gittikleri ülke ya da bölgede gördükleri yerler karşılığında o yöre halkına para kazandırırlar. Yani turizm ziyaret edilen ülke ve bölgenin ekonomisine büyük bir maddi katkı sağlar. Turizm açısından ülkemize en çok Antalya ve Bodrum gelir kazandırır. Turizm sözcüğü ilkin 21. yüzyılda bazı İngilizlerin Avrupa'ya yaptığı yolculuklar için kullanılmıştır. II. Dünya Savaşı'ndan sonra bu eylem, dünya çapında yaygınlık kazanınca, turizm sözcüğü de dilden düşmez olmuştur. Eskiden yalnız zengin ve aylak kimselerin yaptığı bu geziler, ulaşım kolaylıklarının sürekli olarak gelişmesi (hız, konfor ve güvenlik gibi) ve kısa zamanda herkesin tatil yapmasını sağlayan toplumsal gelişmeler (oteller, moteller, kamp yerleri, tatil köyleri vb) sonucunda gittikçe çoğalmıştır. Turistlerin barınmaları, eğlenip dinlenmeleri için yapılan oteller, moteller, pansiyonlar, plajlar, lokanta ve gazinolar, kamp alanları, eğlence yerleri, spor ve avcılık tesisleri, kaplıcalar birer turizm kurum veya kuruluşudur. Bu kurumların sayısı, konforu, personelinin güleryüzlülüğü, buralara ulaşım kolaylığı turist akımını arttırır. Turizmi arttıran bir başka bir etmen de tarihi anıtların bolluğudur. Eski kent harabeleri, ünlü anıtlar (camiler, kiliseler, açıkhava tiyatroları, müzeler vb...) her zaman insanların ilgisini çekmiştir. Bunların yanı sıra doğa güzellikleri de önemli bir ilgi kaynağıdır. Dünya Turizm Örgütü (UNWTO) turizm gelirlerinin her yıl % 4 oranında artış gösterdiğini belirtmiştir. Bununla birlikte günümüzün en popüler turistik mekanlarını içerisinde barındıran Avrupa kıtası'nın 1995'de % 60 olan turizm gelir payı 2020 yılında % 46'ya düşmesi beklenmektedir. Televizyon Televizyon veya kısaca TV, bir vericiden elektromanyetik dalga halinde yayınlanan görüntü ve seslerin, ekranlı ve hoparlörlü elektronik alıcılar sayesinde yeniden görüntü ve sese çevrilmesini sağlayan haberleşme sistemidir. Aynı zamanda kitle iletişim aracı da olan televizyon, yayınlanan görüntü ve sesleri alıcıya ulaştıran elektronik cihaz sistemidir. Televizyon sözcüğü, Yunanca "uzak" anlamındaki "tele" ve Latince "görmek" anlamındaki "visio" sözcüklerinden, 20. yüzyıl başlarında türetilmiştir. Sonradan Türk Dil Kurumu tarafından televizyon sözcüğüne karşılık olarak göreç, izleç, izlengeç, uzakgör ve bakaç kelimeleri önerilmiştir ama bu kelimeler benimsenmemiştir. Türk Dili dergisinde Kırgız Türkçesinde "televizyon" anlamında kullanılan сыналгы /"sınalgı"/ sözcüğünün kullanılması da gündeme getirilmiştir. Televizyon 1923 yılında, John Logie Baird tarafından Birleşik Krallık'ın Hastings kasabasında icat edilmiştir. İlk televizyon görüntüsü ise yine Baird tarafından 1926 yılında yayınlanmıştır. Başlangıçta noktalar halinde ve titrek olan görüntülerin kalitesi Baird tarafından geliştirilmiştir. Baird'in televizyon sisteminde mekanik olarak döndürülen diskler kullanmasına karşın aynı dönemde Marconi - Emi sistemi gibi elektronik olarak işleyen rakip sistemler de üretildi. 1930'ların başında televizyon elektronik eşya olarak satılmaya ve geniş kitlelere hitap etmeye başladı. Örneğin 1936 Berlin Yaz Olimpiyatları Almanya'da evlerdeki televizyonlardan izlendi. 1940'larda renkli televizyon çalışmaları hız kazandı. 1950'lerde ABD'de ilk renkli televizyon satışa çıktı, ancak renkli televizyon ABD'de 1960'larda geniş kitlelerce kullanılmaya başlandı. Televizyon yayını, elektromanyetik yoluyla halkın doğrudan doğruya alması maksadıyla yapılan hareketli veya sabit resimlerin, sesli veya sessiz kalıcı olmayan görüntülerinin renkli ya da siyah beyaz yayınıdır. Televizyon sisteminin temel parçaları şunlardır: Sayısal yayınların başlamasına kadar televizyon izleyicisi sadece alıcı durumunda idi. Sayısal yayınlar sayesinde kullanıcının etkileşime geçmesi süreci başladı. İzleyicilerin sürekli alıcı olması, televizyonun kolay ulaşılabilir bir "kaynak" olması, kullanılan etkili görsel ve işitsel öğelerle etkisinin yüksek olması, birçok aydının televizyona soğuk bakmasına neden oldu. Günümüzde televizyon yayıncılığının ilk amacı, reklam ve ticaret üzerine kuruludur. Ancak toplumda psikolojik etkisi de oluşmuş ve televizyon bağımlılığı olarak tabir edilen bir rahatsızlık ortaya çıkmıştır. Mitoloji Mitoloji (Yunanca: μυθολογία, μυθος ["mithos"] yani “söylenen ya da duyulan söz” ve λογος ["logos"] yani “konuşma” kelimelerinin birleşiminden oluşmuş olup), Eski Yunan'da “geçmişte söylenenlerin tekrar edilmesi” gibi bir anlam barındırmaktayken zamanla Doğu dillerinde efsane Batı dillerinde ise mit anlamı kazanmıştır. M"itoloji" günümüzde belirli bir
din veya kültürdeki insanlık ile evrenin yaratılış ve doğasını, geleneklere özgü inanç ve uygulamaların sebebini açıklamaya yönelik söylencelerin tümünü tanımlamak için kullanılmaktadır. "Mit" sözcüğü gerçekte doğru olmayan bir hikâye veya anlatı için tercih edilir ve çoğunlukla bir "yanlışlık", "doğru olmayan" unsur vurgusu barındırır. Mitoloji kelimesinin Türkçe karşılığı "söylenbilim" veya "söylencebilim"idir. Türk dilleri içerisinde en ilginç olan karşılığı Çuvaşçada yer alır. Bu dilde "Халаплăх" (Halaplah) kelimesi Mitoloji manasına gelir ve "Халап" (Halap) yani Masal sözcüğünden türemiştir. Efsaneler konu itibarıyla tanrıları, soylu kişileri asilleri kahramanları ve doğaüstü varlıkları konu alan anlatılardır. Uyumlu bir sistem içerisinde düzenlenmişlerdir ve çoğunlukla geleneksel sözlü aktarı yoluyla (ozanlar, rahipler) yayılarak canlı kalırlar. Sıklıkla ilgili oldukları topluluğun dinî veya ruhânî yaşantıları ile bağıntılı olan mitler, rahipler veya hükümdarlar tarafından onaylanırlar. Topluluktaki bu ruhânî mevkilerini kaybettikleri zaman, yani topluluğun ruhânî yapısıyla aralarındaki bağ koptuğunda, mitolojik niteliklerini yitirir ve folklora ait söylenceler veya peri masalları haline gelirler. Bir mit gücünün bir kısmını topluluğun (en azından belirli bir kısmının) ona olan inancından ve doğru olarak kabul edilmesinden alır. Folklor , tüm kutsal geleneklerin birikimi vardır ve terimin kullanımında, günlük kullanımındakine benzer, herhangi bir kötüleme, aşağılama bulunmamaktadır. Örneğin bir dinin hem kendi mitolojisinden ve tekil olarak içerdiği mitlerden ayrı ayrı söz edilebilir. Bu durum tamamen bilimsel ve tarafsız bir yaklaşım olup, bahsedilen söylence ve kavramlara herhangi bir yaşanlama atfetmediği gibi kötüleme ve aşağılama amacı da barındırmaz. Efsaneler sık sık gerek evrenin gerekse yerel bölgenin ortaya çıkışını açıklama amacı taşır. Örneğin sırasıyla yaratılış efsaneleri ve kuruluş efsaneleri gibi. Efsaneler ayrıca sık sık doğa olaylarının, başka şekilde açıklanamayan kültürel âdetlerin açıklanması amacını da taşır. Genel olarak efsanelerin doğal anlamda basit bir izah sunmayan herhangi bir şeyi açıklamak için sık sık kullanıldığı söylenebilir. Mitoloji terimi Yunan mitolojisi veya Roma mitolojisi formunda olduğu gibi sıklıkla eski kültürlerin antik hikâyelerine atfen kullanılmaktadır. Bazı efsaneler orijinal olarak sözel bir geleneğin ürünüyken zamanla yazınsal hâle de gelmiştirler. Çoğu efsanenin başlangıç noktası aynı iken değişik coğrafya ve kültürlerden etkilenerek farklılaşmış birden farklı anlatı haline dönüşmüş, orijinal olanı ancak mitologların anlayabileceği kadar kompleks hale gelmişlerdir. Mit kutsal bir öyküyü anlatır;en eski zamanda, "başlangıçtaki" masallara özgü zamanda olup bitmiş bir olayı anlatır.Mit her zaman bir "yaratılış"ın öyküsüdür: Bir şeyin nasıl yaratıldığını, nasıl varolmaya başladığını anlatır. Çoğu dinde mitolojinin çok önemli ve öncelikli bir yeri bulunur. Mit, günlük kullanımdakinin tersine, aslında bir hikâyenin nesnel anlamda yanlış veya doğru olduğunu tanımlamaz, daha çok, nesnel veya materyalist nosyonlardan ilgisiz bir şekilde, doğru veya gerçek kavramının ruhsal, psikolojik ve/veya sembolik yönlerine gönderme yapar. Her ne kadar bugünkü yaygın dinlere mensup çoğu kişi dinlerinin kökeni ve gelişiminde yer alan anlatıları tarihî olaylar olarak ele alsalar da, bunları inanç sistemlerinin figüratif temsilleri olarak gören kişiler de mevcuttur. Bir dinin veya inancın sahip olduğu kavramlar ve anlatılar, karakteristikleri sebebiyle bilimsel anlamda mitik olabilirler ve buradan hareketle birisi Hıristiyan mitolojisi, Hindu mitolojisi veya İslam mitolojisinden bahsedebilir. Bu gibi terimlerden anlaşılması gereken o dindeki belirli kavramların, birer kültürel nesne olarak ruhâni, psikolojik ve/veya sembolik yönlerine yapılan atıf olmalıdır; bu dinlerin barındırdığı kavram veya anlatıların yanlış ve doğru olmadığı değil. Zira daha önce de tanımda belirtildiği gibi, mit ve dolayısıyla mitoloji, materyalist veya objektif bir doğruluk nosyonu barındırmadığı gibi bu tip amacı da barındırmaz. Din ve mitoloji ilişkisindeki yaygın bir hata da, eski toplulukların inandığı dinlerin mitolojileri ile karıştırılmasıdır. Din ile mitoloji arasındaki içleyici yakın ilişki sebebiyle belirli bir nesne her iki kümenin de elemanı olabilir. Bununla birlikte genel anlamda din ile mitoloji tamamen farklı terim ve kavramlardır. Mitoloji salt mitolojik nesnelerle ilgilenirken, dinin çevrelediği alan ve nesneler daha farklıdır; liturjiden eskatolojiye kadar. Dinî kavramların mitolojik bir yönünün olabilir olması, dinî kavramın dinî oluşunu arka plana itmez. Bu sebeple örneğin Kelt mitolojisi ve Kelt dini ile kastedilen ayrı şeylerdir; bazı aynı elemanları barındırsalar ve birçok ilişkileri olsa dahi. Ritüel mitleri, belirli dinî uygulamaların yapılışını veya anlamını açıklayan mitlerdir. Tapınma, ibadet eylemi ile yakın bir ilişki içerisindeki bu mitler, dinî veya ruhâni sistemin liturjik yapısında yer alabilirler. Köken mitleri bir âdet, isim, nesne veya canlının kökenini açıklayan mitlerdir. Kült mitleri bir ilahın (veya ilâhî unsurlar taşıyan varlığın) gücünü gösteren kompleks kutlamaları açıklayan mitlerdir. Prestij mitleri genellikle ilâhî unsurlar veya kutsallık atfedilmiş belirli bir halk, kahraman veya şehirle ilgili mitlerdir. Eskatolojik mitler bilinen dünyanın sonunu getireceği öne sürülen bir mutlak sonu, ve/veya buna dair kavram ve olayları açıklayan, kısacası eskatolojik şeyleri konu alan, mitlerdir. Sosyal mitler ise o anki sosyal değer veya uygulamaları savunmak veya güçlendirmek amacı taşıyan mitlerdir. Bir mit birden çok kategoriye uyabilirse de konularına göre efsaneler kabaca 3 kategoride incelenebilirler . Mitler fabl, efsane, halk hikâyesi (folklorik hikâye, "folktale"), peri masalı, anekdot veya kurgu gibi kavramlarla aynı (yani eşit) olmasa da, bu kavramlarla çakışabilir: örneğin bir hikâye hem bir mit hem de bir efsane olabilir. Mitolojik temalar edebiyatta sıklıkla ve bilinçli bir şekilde işlenir e ortaya çıkan eser belirli mitolojik arka planlara gönderme yapsa da kendisi bir mitler bütünü içerisinde yer almayabilir (Cupid ve Psyche). Kültürel ve veyahut dinî bir paradigma kayması sonucu mitler pragmatik bağlamda kendilerine yer edinebilirler: örneğin Hristiyanlığın yükselişiyle birlikte çeşitli pagan mitolojik nesnelerinin Hristiyanlaştırılması gibi. Böylece mitolojik nesneler rasyonalizasyona uğrayabilir, yeni kültür ve veyahut dinde kendilerine bir yer bulabilirler. Tersi yönde, kültürel ve veyahut dinî nesneler de mitolojik nesnelere dönüşebilir; zamanla tarihi veya edebî materyal mitolojik nitelikler kazanabilir. Mitolojinin bilinçli üretimine J. R. R. Tolkien tarafından mytopoeia ismi verilmiştir. otoriteler efsanelerin orijini konusunda ortak bir kanıya varamamışlar, bir kısmı yaşanmış ama unutulmuş/eksik hatırlanan tarihin zamanla efsanelere, gerçek insanların tanrılara dönüştürüldüğünü diğer kısmı ise tamamen bilinçaltı ve hayal gücünün ürünü olduğunu ileri sürmüştü. Mitoloji Güzel sanatlardan gelir, düşün ve duyguların töresel dışavurumudur. Mitlerin geniş açıklayıcı özellikleri oluşumlarını belirli bir oranda muğlaklaştırmakta olup efsanelerin kökeni konusunda yazarlar arasında ortak uzlaşı bulunmamaktadır. Kimi yazarlar yaşanıp unutulmuş gerçek olaylara kimisi tamamen bilinçaltı ev hayal gücüne antropolog Paul Radin'in başını çektiği bir grup ise toplumların varolma ve kaynak bulma ihtiyaçlarını sömüren dini ve siyasi önderler tarafından teşvik edilip oluşturulduğu kanaatindedir. Mitler kabile, şehir veya millet gibi kültürel kurumları evrensel hakikatlere bağlayarak yetkilendirebilir (bunlara yetki verebilir). Tüm kültürler kendi dinleri, kahramanları, tarihleri ve benzeri unsurlarına ilişkin anlatıları barındıran kendi mitlerini zamanla geliştirmişlerdir. Bu mitlerin barındırdıkları sembolik anlamların gücü uzun süreler boyunca canlı kalabilmelerinin (bazen binlerce yıl boyunca) ana sebeplerindendir. Mâche, temel (ve öncül) ruhsal bir bağlamdaki görüntü olarak mit ile, bir tür mitolojiyi, bu görüntüler (mitler) arasında belirli bir uyumu sağlamaya çalışan bir sözcükler sistemi şeklinde ayrıştırma yapmaya çalışırlar. Mitlerin bir toplamı, bütünü mitos olarak adlandırılır. Bunların (mitosların) bir toplamı, bütününe ise mitoi denir. Bunun önemli bir türü bir kültürün evrenin nasıl yaratıldığına ilişkin görüş ve inançlarını açıklayan ve tanımlayan yaratılış mitleridir. Star Wars veya Tarzan gibi film ve kitap serileri zaman zaman güçlü mitolojik yönler barındırırlar ki bu yönler bazen derin ve karışık felsefî sistemlere (doğru) gelişebilir. Bu nesneler mitoloji olmasalar da mitik temalar içerirler ki bunlar bazı kişilere göre benzer psikolojik ihtiyaçları karşılar. Bunun bir örneği J. R. R. Tolkien tarafından yazılan Hobbit ve Yüzüklerin Efendisi isimli romanlarda ve yine yazarın notları incelenerek oğlu Christopher Tolkien tarafından yayına sunulan "Silmarillion", "Húrin'in Çocukları", "Orta Dünya Tarihi", vd. eserlerinde anlatılan Orta Dünya evreninde görülebilir. Bazı sevenleri veya takipçileri kurgusal kompleks dünyaları, Star Trek serisindeki gibi, yanlış bir şekilde mitoloji olarak yorumlarlar; oysa bunlar nesnel ve bilimsel bağlamda mitoloji olarak tanımlanamaz. Kurgu, insanlar ona inanmadıkları ve ruhâni (veya psikolojik) yaşantıyla bir bağ kurulmadıkça, gerçek anlamda mitoloji seviyesine ulaşamaz. Ayrıca Percy Jackson ve Olimposlular serisi mitolojinin günümüze uyarlamasıdır. Çerkes mitolojisi - Ayyavazhi mitolojisi - Budist mitoloji - Bon mitolojisi (Budizm öncesi Tibet mitolojisi) - Çin mitolojisi - Hint mitolojisi - Hmong mitolojisi - Japon mitolojisi - Kore mitolojisi- Pers mitolojisi - Filipin mitolojisi - Türk mitolojisi - Vietnam mitolojisi Aborijin mitolojisi - Hawaii mitolojisi - Maori mitolojisi - Melanezya mitolojisi - Mikronezya mitolojisi - Papua mitolojisi - Polinezya mitolojisi - Rapa Nui mitolojisi An
glo-Sakson mitolojisi - Bask mitolojisi - Katalan mitolojisi – Kelt mitolojisi - Korsika mitolojisi - Çuvaş mitolojisi - Girit mitolojisi - Hollanda mitolojisi - İngiliz mitolojisi - Etrüsk mitolojisi - Estonya mitolojisi - Fransız mitolojisi - Cermen mitolojisi - Macar mitolojisi - Fin mitolojisi - İrlanda mitolojisi - Leton mitolojisi - Litvanya mitolojisi - Lusitanya mitolojisi - Nors mitolojisi - Roma mitolojisi – Romanya mitolojisi - Sardinya mitolojisi - İskoç mitolojisi - Slav mitolojisi - İspanyol mitolojisi - İsviçre mitolojisi – Tatar mitolojisi - Yunan mitolojisi Arap mitolojisi (İslam ve İslam öncesi) - İbrahimi mitoloji (Yahudilik ve Yahudilik öncesi) - Pers mitolojisi - Mezopotamya mitolojisi (Sümer, Asur ve Babil) - Yezidi mitoloji - Abenaki mitolojisi - Algonkin mitolojisi - Karaayak mitolojisi - Çipevaa mitolojisi - Çiksav mitolojisi - Çoktav mitolojisi - Krik mitolojisi - Apsaloke mitolojisi - Haida mitolojisi - Ho-Chunk mitolojisi - Hopi mitolojisi - Eskimo mitolojisi - İrokua mitolojisi - Huron mitolojisi - Kwakiutl mitolojisi - Lakota mitolojisi - Leni Lenape mitolojisi - Miwok mitolojisi - Navaho mitolojisi - Nootka mitolojisi - Ohlone mitolojisi - Pavni mitolojisi - Pomo mitolojisi - Saliş mitolojisi - Seneca mitolojisi - Tsimshian mitolojisi - Ute mitolojisi - Zuni mitolojisi Aztek mitolojisi - Chilota mitolojisi - İnka mitolojisi - Guaraní mitolojisi - Haiti mitolojisi - Maya mitolojisi - Mapuçe mitolojisi - Olmec mitolojisi - Toltec mitolojisi Sotho mitolojisi - Tonga mitolojisi - Tumbuka mitolojisi - Xhosa mitolojisi - Yoruba mitolojisi - Zulu mitolojisi Mitograf ya da mitolog, mitleri derleyen kişiye mitografi ise mitolojik konuların sunumuna verilen isim olup, Yunanca μυθογραφία “öykü yazma” kelimesiyle ilişkilidir . 21'inci yüzyılda mitograflar, bazen yeni bir çalışma alanı açan, genellikle de kültürel antropoloji ve din bilimi gibi alanlarda çalışan uzman yorumcular olarak ortaya çıkar. Cumhuriyet Bayramı Cumhuriyet Bayramı veya "Cumhuriyet Günü" birçok ülkenin cumhuriyet rejimine geçtiği tarihi esas alarak, resmi tatil olarak kutladığı günün adıdır. Kalevipoeg Kalevipoeg, Estonların Friedrich Reinhold Kreutzwald tarafından kitaba alınmış ulusal destanıdır. Destanda, başta Finlerin Kalevala Destanı olmak üzere, diğer İskandinav mitlerine benzerlikler görülmektedir. Destan, dev bir kahraman olan "Kalevipoeg" (Kalev'in Oğlu) etrafında gelişmektedir. Özellikle Doğu Estonya bölgesinde, Kalevipoeg'in düşmanlarının üstüne fırlatmak için dev kayaları taşıdığı, ve hatta bir kirpinin ona verdiği öğüt doğrultusunda, kalasları da silah olarak kullandığı anlatılır. Destana göre Kalevipoeg, ayakları kesildiği zaman ölmüştür. Kelevipoeg, Kalev ve Linda'nin çocuklarından biridir. Akrabaları Alevipoeg, Olevipoeg ve Sulevipoeg de destanda sıkça geçen karakterlerdir. Destanda, Linda'nın, bir hastalıkta kaybettiği eşi Kalev'in mezarını yapmak için, bugünkü Estonya'nın başkenti Tallinn'in eski şehrindeki Toumpea tepesine kayalar taşımaya çalıştığı ve yeterince kaya taşıyamadığı için ağladığını ve göz yaşlarıyla bugünkü Tallinn'in içme suyu ihtiyacını karşılayan Ülemiste Gölü'nü oluşturğu yazar. Estonya halk müziğinde, Kelevipoeg çok sık kullanılan temalardan biridir. Kalevipoeg, ilk defa (17. yüzyılda) Heinrich Stahl araştırmaları sonucu ortaya çıkmıştır ve bu sözlü epik, 1839'de Friedrich Robert Faehlmann tarafından kaleme alınmıştır. Kalevipoeg'in 13.817 mısradan oluşan ilk hali (1853), o dönemdeki baskılar ve sansür yüzünden kaleme alınamamıştır. 19.087 mısradan oluşan tekrar gözden geçirilmiş hali, 1857 ile 1861 yılları arasında kaleme alınmış ve Almanca'ya da çevrilmiştir. 1862'de, 19.023 mısralık üçüncü hali de Kuopio, Finlandiya'da basılmıştır. Kannel Kannel, Estonyalıların geleneksel çalgısı. Yayla çalınanının dört, elle çalınanının altı teli vardır. Bu çalgı, Estonyalılarla akraba olan Finlerin kantele ve bugün Rusya'ya bağlı Mari El Cumhuriyeti'nde azınlık olarak yaşayan Marilerin kuslelerine benzer. Statik Statik şu anlamlara gelebilir: Grup teorisi Grup kuramı, üzerinde tersinebilir ve bileşme özelliğine sahip ikili bir işlemin tanımlı olduğu kümeler kuramı. Daha detaylı açıklamak gerekirse, grup nesnesi bir küme G ve onun üzerinde tanımlı bir formula_1 işleminden oluşur. Bu operasyonun aşağıdaki şartları sağlaması gereklidir: 1) G'nin herhangi üç elemanı a,b,c için formula_2 eşitliği sağlanmalıdır, 2) G'nin öyle bir e elemanı vardır ki, G'deki herhangi bir a için formula_3 eşitliği sağlanır (yani e etkisiz elemandır), ve de e, G'de bu özelliği sağlayan tek elemandır, 3) G'deki her a elemanı için öyle bir b elemanı bulmak mümkündür ki formula_4 eşitliği sağlansın. Eğer bu eşitlik sağlanıyorsa b elemanına a elemanının tersi adı verilir. Yukardaki tanımda dikkat edilmesi gereken bir nokta ise işlemimizin değişme özelliği olduğunu varsaymıyor oluşumuzdur. Yani bazı gruplarda öyle iki a ve b elemanı bulmak mümkündür ki formula_5 olsun. Öte yandan eğer bir grupta fazladan değişme özelliği de varsa o gruba "Abel grubu" veya "değişmeli grup" denir. Gruplar sonlu , sayılabilir sonsuz veya sayılamaz sonsuz sayıda eleman içerebilirler. İlk başta Fransız matematikçi Evariste Galois tarafından cisimler teorisi'ndeki sonlu genişlemeleri açıklamak için tanımlanmışlardır. Bu konu daha sonraları Galois genişlemeleri adıyla anılmaya başlanmış ve bu alanda karşımıza çıkan gruplara da Galois grupları denmiştir. Galois grupları günümüzde hala daha Cebirsel geometri alanının temel uğraş alanları içersindedirler. Öte yandan gruplar saf matematikte hızla başka uygulama alanları bulmuşlar ve katı hal fiziği ve Oyunlar teorisi gibi uygulamalı alanlara da sıçramışlardır. 1980'li yıllarda tamamlanan sonlu grupların sınıflandırılması projesi modern matematiğin en büyük başarılarından biri olarak kabul edilir. 1) Tam sayılar kümesi ve üzerindeki toplama işlemi, bir Abel grubudur. 2) 0'dan farklı rasyonel sayılar ve çarpma işlemi, bu da Abeldir. 3) Simetrik n grubu, formula_6 kümesinden kendi içersine birebir örten fonksiyonlardan oluşur. Eleman sayısı formula_7 dir ve Abel değildir. n sonsuz ise, bu grubun eleman sayısı da sonsuzdur. 4) Lie grupları, diferansiyel geometri alanının uğraş konularıdır. Lie gruplarının en temel örneği, genel doğrusal grup olarak adlandırılan ve formula_8 ile gösterilen, formula_9 doğrusal uzayanın birebir örten ve doğrusal dönüşümlerinin oluşturduğu gruptur. 5) n bir pozitif tam sayı ve G, 2n mertebeli bir grup olsun G’nin ( e, G’nin birimi ) a=e olacak şekilde e’ den farklı bir a elemanı vardır. 6) Boş olmayan bir formula_10 kümesi verilsin. formula_10 tarafından üretilen serbest grup, formula_12 ile gösterilen ve elemanları formula_10 in elemanları tarafından oluşturulan sadeleşmiş kelimeler olan gruptur. formula_10 boş olmadığından formula_12 her zaman sonsuzdur. formula_16 ise formula_17 dir. formula_18 ise formula_12 değişmeli değildir. 1) Değişmeli gruplar, eleman sayılarına göre sonlu veya sonsuz olabilirler. Değişmeli grupların sınıflandırılması şöyledir: Grup eğer sonlu ise, mertebesi asal sayıların kuvvetleri olan devirli değişmeli grupların toplamı şeklinde yazılabilir. Mesela, formula_20 i düşünelim. formula_21 olduğundan formula_22 tir. Aynı mertebeye sahip olan fakat birbirlerine izomorf olmayan değişmeli gruplar bulunabilir. Örnek olarak, mertebesi 8 olan değişmeli gruplar ailesi şu farklı grupları içermektedir: formula_23, formula_24 ve formula_25. Sonsuz mertebeli değişmeli gruplar kendi içlerinde sonlu eleman tarafından üretilenler ve sonsuz eleman tarafından üretilenler olmak üzere iki sınıfa ayrılırlar. Sonlu eleman tarafından üretilen sonsuz değişmeli gruplar, formula_26 nin formula_27 tane kopyasının ve bir sonlu değişmeli grubun toplamı şeklinde ifade edilebilirler. Örnek olarak, formula_28 yi verebiliriz. Burada formula_27 sayısına o grubun rütbesi, yani rankı, denir. formula_28 örneğinde rütbe 2 dir. Dikkat edilecek olursa, grubun rütbesinin tanımlandığı kısım, örnekte formula_31, grubun sonsuz kısmını ifade eder. Geriye kalan kısım, örnekte formula_23 kısmı, grubun burulma (veya kıvrılma) kısmını ifade eder. Sonlu gruplar her zaman sonlu bir küme tarafından üretildiklerinden şu sonuca varırız: Sonlu eleman tarafından üretilen değişmeli gruplar (sonlu veya sonsuz olabilirler) her zaman bir serbest değişmeli kısım (yani formula_26 li kısım) ve burulmalı kısmın toplamı şeklinde ifade edilebilirler. Başka bir örnek olarak, mertebesi 12 olan grupları düşünelim. Mertebesi 12 olan değişmeli gruplar formula_34 ve formula_35 tür. Mertebesi 12 olan fakat değişmeli olmayan gruplar, formula_36, formula_37 ve formula_38 dir. Bu lisetenin başka bir grup içermediği gösterilirken, başka bir deyişle, mertebesi 12 olan bir grubun bu listelenmiş gruplardan biri olduğu gösterilirken Sylow teoremleri kullanılır. Mertebesi 12 olan değişmeli grupların listesi hazırlanırken yukarıda bahsedilen sınıflandırma kullanılır. 2) Aşağıdaki tabloda, mertebesi küçük gruplar listelenmiştir. 3) Keyfi seçilmiş her grup bir grup gösterimine sahiptir. formula_39 grubu verildiğinde, öncelikle formula_39 yi üreten bir formula_41 altkümesi seçilir. Böyle bir formula_41 her zaman vardır çünkü formula_43 seçilebilir. Serbest gruplar gruplar kategorisinin serbest objeleri olduklarından formula_41 tarafından üretilen serbest grup formula_45 her zaman vardır. formula_41 kümesi formula_39 yi ürettiğinden, formula_41 nin elemanları tarafından üretilmiş sadeleşmiş serbest kelimelerin bir kısmı formula_39 nin elemanlarını temsil ederler. Diğer bir kısmı ise formula_39 içinde birim elemana eşit olan elemanları temsil ederler. formula_51 kümesi ile, formula_39 içinde birim elemanı temsil eden formula_41-kelimelerini gösterirsek, formula_54 grup gösterimini elde ederiz. Örnek olarak, formula_55 verilebilir. Bu gösterimden formula_56 grubunun formula_57 ve formula_58 gibi iki eleman tarafından üretildiği ve bu iki eleman arasında formula_59 ve formula