article
stringlengths 7.34k
10k
|
---|
ğrısında bulundu. Gorbaçov'un yaptığı bu çağrıya Belarus, Ukrayna, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan Türkmenistan ve Azerbaycan olumlu yanıt verdi. 17 Mart 1991’de bu ülkelerde yapılan referandumlarda (Sovyetler Birliği Referandumu 1991) halkın % 77'si birlik lehine oy kullandı. Türki cumhuriyetlerde bu oran % 95'in üzerindeydi. Türkmenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nde halkın % 98.26'sı, Kırgızistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nde ise % 95.98'i Sovyetler Birliği’nin korunması yönünde evet oyu verdi. Referandumdan çıkan sonuca göre 20 Ağustos 1991'de birlik anlaşmasının imzalanmasına karar verildi.
Ancak 19 Ağustos 1991'de KGB başkanı öncülüğünde ordunun askeri müdahale girişimi gelişmeleri farklı bir noktaya getirdi. Ordu kısa sürede geri adım atmasına rağmen bu girişim diğer cumhuriyetlerde tedirginlik yarattı ve ayrılığa yönelmelerine sebep oldu. Darbe girişimi Mart 1991'de yapılan referanduma göre 20 Ağustos 1991'de yapılması planlanan yenilenmiş birlik anlaşmasının da iptal edilmesine sebep oldu. Darbecilerden biri intihar etti, diğerleri ise tutuklandı. Darbeden sorumlu tutulan Komünist Parti kapatıldı ve faaliyetlerine son verildi. Partinin tüm gelirlerine el konuldu. Darbe girişiminin ardından muhaliflerden Boris Yeltsin'in popülaritesi arttı. Gorbaçov'un siyasi yetkilerini alarak devlet başkanını etkisiz bırakan Yeltsin birlik cumhuriyetlerindeki ayrılıkçı propagandaları serbest bıraktı. Ekonomik liberalleşmeyi destekleyen ancak birliğin dağıtılmasına karşı çıkan hükümet başkanı İvan Silayev'i Eylül ayında görevden aldı. Rusya FSSC'nin mevcut durumunun ittifakı korumakta yetersiz kaldığını fark eden referandum destekçisi ve birlik yanlısı 8 Sovyet cumhuriyeti de Eylül 1991'den itibaren birer birer ayrılıklarını ilan etti. Boris Yeltsin basına yaptığı açıklamada yeni yıldan önce SSCB'yi dağıtacağını belirtti.
8 Aralık 1991'de Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti devlet başkanı Boris Yeltsin, Ukrayna devlet başkanı Leonid Kravçuk ve Beyaz Rusya temsilcileri Minsk'te bir araya gelerek Sovyetler Birliği'ni dağıtan anlaşmayı imzaladılar. Ancak 12 Aralık 1991'de Yüksek Sovyet meclisi bu anlaşmanın onaylanmasını reddetti. Sovyet anayasasına göre birliğin dağıtılması ancak Yüksek Sovyet'in yetkisindeydi. Buna rağmen Yeltsin'in baskısı üzerine Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov 25 Aralık 1991'de görevinden istifa ettiğini açıkladı. Aynı gün gece yarısı Kremlin'de dalgalanan Kızıl Bayrak indirilerek yerine Rus bayrağı çekildi. Böylece Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği 25 Aralık 1991'de resmen dağıldı.
Sovyetler Birliği'nde üç güç hiyerarşisi bulunmaktaydı: yasama organını Sovyetler Birliği Yüksek Sovyeti, hükûmeti ise Bakanlar Kurulu ve ülkedeki tek yasal parti olan ve nihai politika yapan Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) temsil etmekte idi.
SSCB Yüksek Sovyeti iki meclisten oluşur: Birlik Sovyeti ve Milliyetler Sovyeti. Her iki mecliste de 750 üye vardır ve her iki meclisin de yasa önerme gücü eşittir. Bir yasa her iki Mecliste çoğunlukla kabul edildiğinde yürürlüğe girer. Birlik Sovyeti tüm halkın nüfusunun eşit biçimde temsilci seçtiği bir yasama organıydı (300.000 kişiye bir temsilci). Milliyetler Sovyeti’ne seçilecek üye sayısı ise Birlik Cumhuriyetleri için 32, Özerk Cumhuriyetler için 11, Özerk Bölgeler için 5, Oblast denilen yönetim birimleri için 1 olarak belirlenmişti.
SSCB Yüksek Sovyeti, genellikle yılda iki kez ve iki-üç gün süreyle toplanırdı. Her toplantıdan önce ve sonra milletvekili komisyonlarının ve sürekli organ olan Yüksek Sovyet Prezidyumu’nun çalışmaları nedeniyle yoğun bir yasama etkinliği gösterirdi. Yüksek Sovyet toplantıları arasındaki dönemde Prezidyum, komisyon çalışmalarını eş güdümlü kılar, milletvekillerinin etkinliklerine yardımcı olur ve devlet başkanlığı işlevlerini yerine getirirdi. Prezidyum'un 1'i SSCB'nin başkanı, 15'i birlik cumhuriyetlerinin başkanları, 1'i sekreter, 20'si üyeler olmak üzere 37 üyesi var ve iki meclisin ortak toplantısında seçilirdi. Her meclis, yönetim dallarına ve etkinlik alanına göre uzmanlaşmış 16’şar milletvekili komisyonu oluştururdu. Bu 32 komisyonda yaklaşık 1.000 milletvekili görev alırdı. Birlik Cumhuriyetleri’nin ve Özerk Cumhuriyetlerin Yüksek Sovyetleri, her cumhuriyetin en yüksek devlet organlarıydı. Tek meclisten oluşur ve meclis seçimleri 5 yılda bir yapılırdı. Milletvekili sayısı cumhuriyetin nüfusuna bağlıydı. Örneğin; RSFSC Yüksek Sovyet’ine 975, Türkmenistan Yüksek Sovyeti’ne 330 halk temsilcisi seçilirdi. Yerel Sovyetler, belli bir yönetsel birimde devlet otoritesini uygulardı. İki buçuk yılda bir seçim yapılır ve yaklaşık 2.300.00 temsilci belirlenirdi.
1977 Anayasasına göre SSCB, ulusların kendi kaderlerini özgürce belirlediği, eşit haklara sahip 15 cumhuriyetten oluşan çok uluslu federal bir devletti. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri’nin özgür iradesiyle, sosyalist federalizm ilkesi temeli üzerinde kurulmuştu.
Federe cumhuriyetlerden her birinin, Birlik Anayasası temeline dayalı ve ulusal özelliklerine göre düzenlenen kendi anayasası ve yüksek devlet erki organları vardı: Yüksek Sovyet, Yüksek Sovyet Prezidyumu, Bakanlar Konseyi, Yüksek Mahkeme, Emekçi Temsilcileri Sovyetleri ve onların yürütme komiteleri. Her Cumhuriyet’in Yurttaş ve Ceza Yasası, İş Yasası gibi ayrı yasaları, ulusal marşı, bayrağı ve başkenti vardı. Her cumhuriyet yabancı bir devletle doğrudan ilişkiye geçme, antlaşma imzalama, diplomatik temsilci değiş-tokuşunda bulunma ve SSCB’den ayrılma hakkına sahipti. Kimi birlik cumhuriyetlerinin içinde özerk cumhuriyetler yer alırdı. 20 Özerk Cumhuriyet’ten 16’sı Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’nde, 2’si Gürcistan’da, 1’i Özbekistan’da, 1’i de Azerbaycan’da bulunmaktadır. Özerk cumhuriyetler, federe cumhuriyetin bütünleyici parçası olan bir siyasal oluşumdur; her birinin kendi anayasası ve yüksek erk organları vardır ve toprakları Özerk Cumhuriyet’in kendi onayı olmaksızın değişikliğe uğratılamaz. Toplamı 8 tane olan özerk bölgelerden 5'i RSFSC’de, 1’i Gürcistan’da, 1’i Azerbaycan’da, 1’i de Tacikistan’dadır. Bunlar, yönetsel özerklikten yararlanan ulusal ve mekansal oluşumlardır. 10’u RSFSC’de 1’i Gürcistan’da, 1’i Azerbaycan’da, 1’de Tacikistan’da yer alan özerk topraklar ise ulusal azınlıklara ayrılmıştır.
SSCB 1924 Anayasası'na göre işçi ve köylülerin sosyalist devleti olarak tanımlanmıştı. Ancak Leonid İliç Brejnev döneminde sömürücü, aristokrat ve burjuva sınıfının tamamen ortadan kalktığı ve toplumun tamamen emekçi halktan oluştuğu tespitiyle hazırlanan 1977 Anayasası’na göre SSCB, tüm halkın sosyalist devleti olarak tanımlanmıştır. Tüm erk halka aitti. 1924 Anayasası'na göre sadece işçi ve köylülere tanınan oy hakkı 1936 Anayasası ile tüm halka verilmişti.
Halk devlet erkini, SSCB’nin siyasal temelini oluşturan Halk Temsilcileri Sovyetleri aracılığıyla yürütür. Devletin diğer organlarının tümü, Sovyetler’in denetimine tabidir ve onlara karşı sorumludur. Devletin örgütlenmesi ve etkinliği, demokratik merkeziyetçilik ilkesine uygun olarak gerçekleşir. Bir başka deyişle, devlet erk organlarının tümü seçimle gelir ve etkinlikleri konusunda halka hesap vermek zorundadırlar; üst organların kararlarını alt organlar uygulamak durumundadır. Devlet yaşamındaki en önemli sorunlar halkın tartışmasına açılır ve bu konularda halk oylamasına gidilir. Anayasa’ya göre siyasal sistemin gelişmesindeki ana yönelim, sosyalist demokrasinin sürekli derinleştirilmesidir. SSCB’nin siyasal temelini oluşturan Halk Temsilcileri Sovyetleri, hem yasama, hem de yürütme erkine sahiptir. Etkinlik gösterdiği bölgede Sovyetler yalnızca yasa çıkarmakla ve karar almakla kalamaz, aynı zamanda siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel gelişmeye ilişkin her sorun konusundaki kararları yürütürler. Her halk temsilcisinin, Sovyet’in etki alanındaki devlet kurumlarının tümünü, işletmeleri, devlet çiftliklerini ve kolhozları denetleme yetkisi vardır; Sovyet içinde yürüttüğü çalışmalar konusunda da, seçmenlerine rapor vermek durumundadır. Çalışmaları konusunda seçmenlerin çoğunluğu kendisini yetersiz görürlerse, diledikleri zaman onu görevden alır ve bir başkasını seçebilirler. Her Sovyet kendi etkinlik alanında en yüksek otoriteye sahiptir ve Sovyetler’in tümü tek bir devlet otoritesi sistemi oluşturur. Bu sistem, SSCB Yüksek Sovyeti'ni, 15 Birlik Cumhuriyeti’nin yüksek sovyetlerini, 20 Özerk Cumhuriyeti ve 59.991 yerel Sovyeti kapsar. Her Sovyette devlet yönetim organları olarak hem Bakanlar Konseyleri, hem de Yürütme Komiteleri vardır.
Yargı, hükümetin diğer dallarından bağımsız değildi. Yüksek Mahkeme alt mahkemeleri (Halk Mahkemesi) ve Anayasa tarafından kurulan ya da Yüksek Sovyeti tarafından yorumlanan yasaları denetlemekteydi. Anayasa Gözetim Komitesi kanun ve eylemleri anayasaya göre gözden geçirmekteydi. Sovyetler Birliği'nde yargıç, savcı ve savunma avukatının iş birliği içinde olduğu Roma hukukunun sorgulayıcı sistemi kullanılmaktaydı.
Anayasal olarak Sovyetler Birliği, kurucu Birlik Cumhuriyetleri olan Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Beyaz Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ile federal Transkafkasya cumhuriyetlerinin 30 Aralık 1922'de SSCB Kuruluş Antlaşması'nı imzalamalarıyla kuruldu. 1924 yılında Orta Asya'da ulusal sınırlandırma ile RSFSC'nin Türkistan ÖSSC'nin bazı topraklarından ve iki Sovyet devleti olan Harezm ve Buhara SHC'lerinin topraklarından Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ile Türkmenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu. 1929 yılında Tacikistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Özbekistan SSC'den ayrıldı. 1936 anayasası ile, Transkafkasya SFSC'nin bileşenleri olan Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan SSCleri birlik cumhuriyeti sıfatına yükseltildi ve RFSSC'nin özerk devletleri olan Kazakistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ile Kırgızistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti de SSCB'yi oluşturan eşit, egemen cumhuriyetler haline geldiler. Ağustos 1940'ta, Ukrayna SSC ve Romanya'dan alınan Besarabya'nın bazı |
toprakları ile Moldova SSC kuruldu. Ayrıca Estonya, Letonya ve Litvanya gibi Baltık devletleri SSCB topraklarına katıldı. Finlandiya'dan alınan bazı topraklar ile Mart 1940'ta kurulan Karelo-Fin SSC, 1956'da RSFSC'ye tekrar dahil edildi. Aynı zamanda II. Dünya Savaşı'ndan sonra yine Finlandiya'ya bağlı Doğu Karelya, Salla ve Kuusamo'nun bir kısmı, Petsamo bölgesi ve Finlandiya Körfezi'ndeki dört ada, Japonya'nın Kuril adaları, Almanya'nın Könisberg bölgesi, Polonya'nın doğusu ve 11 Ekim 1944'te de Tuva Halk Cumhuriyeti SSCB topraklarına katıldı. 1940 yılından birliğin resmen dağıldığı Aralık 1991'e kadar 15 Sovyet cumhuriyeti bulunmaktaydı.
Rus Çarlığı, sınırları içerisinde birbirinden ırk, dil, din bakımından farklı toplulukları barındırırdı. Bunların arasında Ruslar diğerlerini yönetir konumdaydı. Bütün bu halkları merkezi otoriteye bağlı kılabilmek için Ruslaştırma politikası izlenirdi.
Devrimden sonra diğer uluslar Ruslarla eşit konuma geldi. Bağımsızlıkları kabul edilen uluslar federalizm ilkeleri içinde bir araya getirildi.
Sovyetler Birliği, 15 birlik cumhuriyetinden meydan gelmekteydi. Ayrıca bunların içinde özerk cumhuriyet, eyalet ve bölgeler vardı. Cumhuriyetlerden her biri, federal devletin yetkisine girmeyen konularda bağımsızdı.
Federal devletin yetkileri arasında;
Devlet iktidarının temel kurumu, iki meclisli Yüce Sovyet’ti. Bu meclislerden biri (Birlik Sovyeti) Sovyetler Birliği’ndeki halkların bütününü, ötekisi (Cumhuriyetler Sovyeti) ise federe cumhuriyetleri ve özerk bölgeleri temsil eder.
Yüce Sovyet bir yasama organıdır. Yürütme organını oluşturan Bakanlar Kurulu’nu seçen de bu Yüce Sovyettir.
Sovyetler Birliği’nde, Batı demokrasilerinde çeşitli biçimlerde uygulanan güçler ayrılığı ya da görev bölünmelerine benzeyen bir durum yoktu. Güçler birliği ve dikey bir yetki paylaşımı vardı. Bütün yetki Yüce Sovyet’in elindeydi. Prezidyum, ondan aldığı yetkileri onun adına kullanıyordu. Bakanlar Kurulu da alınan kararları uyguluyordu.
Batı demokrasilerinden farklı olarak, Sovyet demokrasisi tek partiliydi. Bu parti, Sovyetler Birliği Komünist Partisi adını taşıyordu.
Komünist Parti’nin kendi kongrelerindeki kararları, Sovyetler Birliği’nin siyasal yaşamında bir aşama niteliği taşırdı. Devlet mekanizmasının ve tüm halkın gerçek dinamosu bu partiydi. Kurulan mahalle, ilçe, il konseyleri ile tüm Sovyet yurttaşları aynı zamanda yönetime katılıyor ve SBKP üyesi sayılıyordu. Tek parti anlayışının ideolojik boyutu ise, sermaye ve emek çelişkisi yok edildiği için, tüm halkın emekçi olması ve bu partinin tüm emekçileri yönetimde temsilî değil, fiilî bir birey olarak görmesidir.
Sovyetlerde özgürlüklerin anlamı batıdakinden farklıydı. Marksist anlayışa uygun olarak, özgürlükler, soyut ve mutlak veriler olarak değil, toplum yapısında belli bir sürece göre yapılacak değişikliklerle gerçekleşecek şeyler olarak kabul edilirdi. Birey rejimi yıkacak faaliyetlerde bulunmadığı müddetçe kapitalist toplumlara göre daha özgürdü. Ancak siyasi özgürlükler tek parti ve tek rejimle sınırlandırılmıştı.
Sovyetler Birliği'nde siyasal eleştiri hürriyeti dönemsel değişikliklikler göstermişti. Lenin döneminde eleştiri silahlı bir eyleme dönüşmediği müddetçe serbesti. Örneğin devrimci bir şair olmasına rağmen Vladimir Mayakovski'nin eleştirileri Lenin tarafından idari alanda düzenlemeler yapılması için faydalı dahi görülmüştü. Ancak Stalin döneminde eleştiriler yöneticilere değil, sadece alınan kararlara ve uygulamalara yönelik olabilirdi. Bu sayede yasal düzenlemeler yapılabilirdi. Kruşçev ve Brejnev dönemlerinde rejimi tehdit eden unsurların tamamen ortadan kalktığı inancıyla ifade özgürlüğü yeniden sağlandı. Hatta Brejnev döneminin refah ortamı ve rehavetiyle halk arasında ülkeyi yönetenler hakkında Kremlin'e kadar ulaşacak fıkralar yayıldı. Ancak rejime karşı siyasal eylemler ya da komünist rejimin meşruiyeti tartışma konusu dahi edilmezdi. Bu dönemin muhalif yazarları eser yazmaktan men edilmek ya da en kötüsü vatandaşlıktan çıkarılmakla cezalandırılırdı. Gorbaçov'un başlattığı glastnost denilen açıklık politikası ise ifade özgürlüğünün sınırlarını rejimin eleştirisine varıncaya kadar yıkmış ve ülkede ilk isyanların başlamasına sebep olmuştu. Batılı sivil toplum örgütlerinin devlet için bir tehdit unsuru olabileceğini tahmin etmeyen Komünist Parti Genel Sekreteri Gorbaçov, egemen devlet Rusya'nın merkezinde dahi bu örgütlerin faaliyet göstermesinde sakınca görmedi. Ancak 1990 yılından itibaren ekonomik krizin sebep olduğu sefalet eleştiri özgürlüğü ile birlikte isyanı da kaçınılmaz kıldı.
Sosyalist ilkelere dayanan üretim biçimi ve ilişkilerinden dolayı Sovyetler Birliği'nde toplum, bütün kurumlarıyla batılı devletlerden farklı bir toplum yapısı olarak ortaya çıkmıştı.
Sovyetler Birliği'nde, devrimden önceki eski sınıf ve zümreler kalmamıştı; "Soylular" sınıfı bütünüyle ortadan kalkmıştı; "Ruhban" ise sosyal planda sadece bir meslekti; "Burjuvazi" bütün biçimleriyle tasfiye edilmişti. Sovyetler Birliği'nde bir işçinin, bir mühendisin, bir opera sanatçısının topluma verdiklerinin birbirinden farklı şeyler olduğu kabul edilir ve buna göre emekleri karşılanırdı.
Bu farklılıklar birtakım sınırlamalara bağlıydı:
1917 Ekim Devrimi’nden hemen sonra, aile kurumu parçalanır duruma geldi: Bir yandan, bütün baskıların ortadan kaldırılması ve özgür aşkı savunan bazı anarşistler; öte yandan toplumun içinde bulunduğu iktisadi ve sosyal koşullar, aileyi bir süre sarstı. Evlenme ve boşanma işleri yalınlaştırıldı. Çocuk aldırmak serbest bırakıldı.
Zamanla, koşullar iyileştikçe, ailenin güçlendirilmesine önem verildi: 1936’da çocuk düşürmek yasaklandı ve aynı zamanda gebe kadınlara devletin ilgisi ve yardımı artmaya başladı.
1944 yılında aile ile ilgili olarak çıkarılan bir kanunla, evlenme kurumuna verilen değer arttı. Bunun dışında evlilik dışı olan çocuk ve anası maddi ve manevi olarak korundu ve yardım gördü.
Kadın, bütün üretim faaliyetlerine katılmaktaydı: Kadınlar, kolhozlarda, tarımsal yaşamda çok etkin rol oynarlardı, maden ve sanayide çalışanların % 30’u kadındı.
Başta, bu doğumların fazla olmasından ileri geliyordu. Çocuk, devletin ücretsiz doğum evlerinde doğardı. Çocuğun bakımına, çok sayıda kreş ve çocuk bahçesiyle devlet destek olurdu. Kreş ve çocuk bahçeleri kentlerden köylere ve kolhozlara kadar yayılmıştı.
22,402,200 kilometrekarelik bir alana sahip Sovyetler Birliği, dünyanın yüzölçümü bakımından en büyük devleti idi ve dağıldıktan sonra bu unvanı ardılı olan Rusya almıştır. SSCB, Dünya yüzölçümünün altıda birini kaplamaktaydı ve büyüklüğü Kuzey Amerika ile karşılaştırılmaktaydı. Avrupa'daki kısmı, ülkenin yüzölçümünün çeyreği kadardı ve ülkenin kültürel ve ekonomik merkeziydi. Asya'nın doğu kısmında Pasifik Okyanusu'na uzanırken güneyinde ise Afganistan bulunmaktaydı ve bu bölgeler daha seyrek nüfusluydu. SSCB, 11 zaman dilimi arasında doğudan batıya 10.000 km ve kuzeyden güneye 7200 km boyunca yayılmaktaydı. Ülkede beş iklim bölgesi bulunmaktaydı: tundra, tayga, bozkırlar, çöller ve dağlar.
Sovyetler Birliği, 60.000 kilometre ile dünyanın en uzun sınırına sahip olup bunun üçte ikisi Arktik Okyanusu kıyı şeridiydi. Bering Boğazı üzerinden Amerika Birleşik Devletleri ve La Pérouse Boğazı üzerindende Japonya'ya komşuydu. Sovyetler Birliği, 1945'ten 1991'e kadar Afganistan, Çin, Çekoslovakya, Finlandiya, Macaristan, İran, Moğolistan, Kuzey Kore, Norveç, Polonya, Romanya ve Türkiye ile sınırdı.
Sovyetler Birliği'nin en uzun nehri İrtiş Nehri'ydi. En yüksek dağ, günümüzde Tacikistan sınırları içerisinde yer alan Komünizm Zirvesi (şimdiki adıyla Somoni Zirvesi) olup 7495 m yüksekliğindeydi. Dünyanın en büyük gölü olan Hazar Denizi'nin büyük bir kısmı ve Dünyanın en büyük tatlı su ve en derin gölü olan Baykal Gölü Sovyetler Birliği'nde yer alıyordu.
Merkezî sosyalist plana dayalı bir ekonomiye sahip olan SSCB'nin ekonomik temelini üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti oluşturur. Marksist teori, sosyalist toplumda üretim araçlarının toplumsal mülkiyetini, üretimin ve bölüşümün tamamen merkezi planlama doğrultusunda gerçekleştirileceğini söyler. Ekim Devrimi'nin hemen ardından tüm devlet yönetimine el koyan ve burjuva-kapitalist devlet mekanizmasını parçalamayı hedefleyen Bolşevikler, ülkedeki tüm bankaları, fabrikaları, belirli bir değerlemenin üzerindeki üretim araçlarını bedelsiz kamulaştırmış, tüm dış borçları reddetmişlerdir. Ancak kısa süre sonra, İngiliz destekli Çar yanlılarının Bolşevikler ile tutuştukları iç savaş, Lenin tarafından Savaş Komünizmi kararlarının uygulanmasına sebep olmuştur. Bu dönemde köylünün tarımsal üretiminin bir kısmına devrimciler tarafından el konulmuş, yıllık üretim birikimi ve tüketim miktarı planlanmış ve paranın pazar içerisinde dönüşümü kısıtlanmıştır. İç savaş ekonomiye ağır bir darbe indirmiş, 1920'de üretim birikimi 1914 öncesi dönemin bile gerisine düşmüştür. 1921'de iç savaşın Bolşevikler lehine sonuçlanmasının ardından, Lenin tarafından "bir adım geri, iki adım ileri" şeklinde formüle edilmiş Yeni Ekonomi Politikası yürürlüğe sokulmuştur. Sovyetlerin sermaye birikimi sağlaması, üretimin canlanması ve endüstriyel kalkınma hamleleri için bir dayanak noktası olması planlanan bu politika ile, köylünün üretim fazlasını pazarda satabilmesine olanak sağlanmış, küçük işletmelere ve küçük burjuvaziye izin verilmiştir. Suikast sonucu sağlığını yitiren Lenin'in 1924'te ölümü üzerine parti genel sekreteri olan Stalin tarafından 1928'e kadar devam ettirilen Yeni Ekonomi Politikası, sonuç itibarıyla başarıya ulaşmış ve ekonominin hızla kalkınmasını sağlamıştır.
Stalin dönemi, SSCB'nin kısa sürede muazzam bir endüstriyel kalkınma gerçekleştirdiği ve dünyanın en büyük sanayilerinden birisi haline geldiği bir süreçtir. 1927'de Politbüro içerisinde yaşanan sert tartışmalar sonucunda Stalin, Yeni Ekonomi Politikası'nın artık gereksiz olduğunu, komünizme geçiş için modern kapitalist ülkelerin endüstriyel gelişmişlik düzeylerinin hızla yakalanması gerektiğini belirtmiş ve fikirlerini kabu |
l ettirmiştir. Bunun sonucunda 1927 yılında alınan bir kararla kesin olarak planlı ekonomiye geçiş yapılmış, tarım kolektifleştirilmiş ve 1928'de ilki kabul edilen 5 yıllık kalkınma planları uygulamaya konulmuştur. Bu kalkınma planları, ülke kaynaklarının hızlı endüstriyel kalkınma için mobilize edilmesi üzerine kuruluydu. Batı kapitalizmi, 1929-1936 arasında tarihinin en derin talep yetersizliğine bağlı iktisadi krizlerinden birini yaşarken, SSCB liderliğindeki sosyalist dünya zaman/performans açısından medeniyet tarihinin en başarılı kalkınmalarından birini gerçekleştirmiş, 1936'da Avrupa'nın en büyük sanayisi konumuna yükselmiştir.
II. Dünya Savaşı'nda 27 milyon vatandaşını kaybeden SSCB maddi açıdan da ağır şekilde tahrip edilmişti. Savaşın ardından Berlin'e kadar genişleyen sosyalist cumhuriyetler sonucunda, o zamana kadar içe kapanık ve kendi kendine yeterliliği öne çıkaran Sovyet ekonomisi, hızla dışa açılmış ve Sosyalist ülkeler arasında Comecon adı verilen ekonomik iş birliği organını oluşturmuştur. Ancak yine de dünya ekonomisinin SSCB içerisindeki etkisi zayıftı ve ülke içerisindeki tüm tüketici fiyatlamaları, devlet tarafından planlanıyordu.
Ağır sanayisi oldukça gelişmiş olan SSCB özellikle 1960'lardan itibaren makine ihracatında dünyada ön plana çıkmıştı. Ayrıca ABD'nin uydu devletlerine silah satabilmek için başlattığı Soğuk Savaş, silahlanma yarışına sebep olmuş ve bu durum ABD ve SSCB'yi önemli silah ihracatçıları konumuna getirmiştir. Ülke içerisinde planlanmamış ve "ikinci ekonomi" şeklinde tanımlanan bir yasadışı ekonominin ortaya çıkışı, 1965'te yapılan reformlar sonucunda hafifletilmeye çalışılmıştır.
İhracatta sanayi ürünleriyle ön plana çıkan SSCB, ithalat alanında ise tarımsal ürünlere yönelmekteydi. SSCB dünyanın önemli tahıl üreticilerinden olmasına karşın hükümet özellikle II. Dünya Savaşı'ndan sonra artan nüfusun ihtiyacını gidermekte zorlanıyordu. Tarımsal üretimin artması dahi SSCB'nin tahıl ithalatına yönelmesine engel olamıyordu. Bu durum özellikle Kruşçev döneminde ciddi bir sorun olmuş ve genel sekreterin görevden alınmasında etkili olmuştu.
1980'de Japonya tarafından ekonomik büyüklük bakımından geçilen ve dünyanın en büyük üçüncü ekonomisi durumuna gelen SSCB'de, Gorbaçov'un iktidara gelişiyle 1987'de Prestroyka denilen iktisadi reform paketini açıklandı. SSCB'nin dağılışının iktisadi sebeplere dayandığı iddia edilse de, Yalçın Küçük gibi Sovyetologlar dağılışın ardında siyasi ihanetin olduğunu ifade etmişlerdir. Nitekim Sovyet ekonomisinin 1985 yılına kadar istikrarlı gelişimi perestroykanın uygulanmaya konduğu 1986'dan itibaren ise duraklama sürecine girmesi devletin yıkılışında siyaset ve ekonomiye yöneticiler tarafından keskin müdahalelerin yapılmasının etkili olduğunu göstermektedir.
Sovyetler Birliği'nde yakıt ihtiyacı, 1970'lerden 1980'lere kadar her toplumsal ürünün başına brüt ruble ve endüstriyel ürün başına ruble düşmüştür. Başlangıçta bu düşüş çok hızlı büyüdü, ama yavaş yavaş 1970 ve 1975 yılları arasında yavaşlamıştır. 1975'ten ve 1980'e kadar sadece yüzde 2,6 daha yavaş büyümüştür. Tarihçi David Wilson, yüzyılın sonuna kadar gaz endüstrisinin Sovyet yakıt üretiminin %40'ını karşılayacağını inanıyordu. Ancak bu teori SSCB'nin çöküşü nedeniyle gerçekleşemedi. SSCB teoride, enerji alanları nedeniyle 1990'larda %2-2.5 oranında bir ekonomik büyüme devam etmiş olurdu. Ancak ülkenin yüksek askeri harcamaları ve Gorbaçov dönemi öncesi Birinci Dünya ile gergin ilişkiler nedeniyle enerji sektörü birçok zorlukla karşı karşıya kalıyordu.
1991 yılında, Sovyetler Birliği 82.000 km'lik ham petrol ve 206.500 km'lik doğalgaz boru hattı ağına sahipti. Petrol ve petrol ürünleri, doğalgaz, metaller, ahşap, tarım ürünleri ve çeşitli üretim malları, öncelikli makine, silah ve askeri teçhizat ihraç edildi. 1970'li ve 1980'li yıllarda Sovyetler Birliği'nde sağlam para kazancı ağır fosil yakıt ihracatına dayanıyordu. 1988 yılında zirvesinde, dünyanın en büyük ham petrol üreticisi ve Suudi Arabistan'dan sonra ikinci büyük ihracatçısı idi.
Sovyetler Birliği, kendi ekonomisi için bilim ve teknolojiye büyük vurgu yapmaktaydı, ancak, dünyanın ilk uzay uydusunu yapmak gibi teknolojisindeki en önemli başarıların genellikle askeri sorumluluğu bulunmaktaydı. Lenin, eğer Sovyetler teknolojide gelişmiş dünyanın gerisinde kalısa asla onları geçemeyeceğine inanıyordu. Sovyet otoriteleri büyük ağlar, araştırma ve geliştirme kuruluşları geliştirerek Lenin'in inancına bağlılıklarını kanıtladı. 1989 yılında, Sovyet bilim adamları enerji fiziği, tıpta sayılı alanlar, matematik, kaynak ve askeri teknolojiler gibi çeşitli alanlarda dünyanın en iyi eğitimli uzmanları arasında yer aldı. Ancak katı devlet planlaması ve yoğun bürokrasi nedeniyle, Sovyetler Birliği kimya, biyoloji ve bilgisayar teknolojileri gibi konularda Birinci Dünya'ya kıyasla geride kalmıştır.
Ronald Reagan yönetimi altındaki Socrates Programı, Sovyetler Birliği'nin ABD ile kökten farklı bir şekilde bilim ve teknoloji edinimini belirlenmiştir. ABD örneğinde, ekonomik önceliklendirmenin hem kamu hem de özel sektörün bilim ve teknoloji edinme aracı olarak yerli araştırma ve geliştirme için kullanılanılıyordu. Buna karşılık Sovyetler Birliği, edinmede ofansif ve defansif manevra ve dünya çapındaki teknoloji kullanımı teknoloji elde ettiği rekabet avantajı artırmak için rekabet avantajı elde eden ABD'yi önlemekteydi. Ancak ek olarak, Sovyetler Birliği'nin teknoloji tabanlı planlama, merkezi, devlet merkezli bir büyük ölçüde esneklikten uzak bir şekilde yürütülmekteydi. Bu önemli bir eksiklik olup Sovyetler Birliği'nin gücünü zayıflatmak ve böylece kendi reformu teşvik etmek için ABD tarafından istismar edilmiştir.
Ulaşım, ülke ekonomisinin önemli bir bileşeni idi. 1920'lerin sonunda ve 1930'larda ekonominin merkezileştirilmesi, en önemlisi bir havacılık işletmesi olan Aeroflot'un kurulması gibi altyapının büyük ölçekte gelişmesini sağlamıştır. Ülkede kara, su ve hava yolu olmak üzere geniş bir ulaşım yelpazesi bulunmaktaydı. Ancak, kötü bakımdan dolayı yol, su ve Sovyet sivil havacılığı Birinci Dünya ile karşılaştırıldığında oldukça eski ve teknolojik olarak geri kalmaktaydı.
Sovyet demiryolu taşımacılığı dünyanın en büyük ve en yoğun olarak kullanılan demiryolu taşımacılığı olup; aynı zamanda çoğu Batılı ülkelerden daha iyi gelişmiş durumdaydı. 1970'lerin sonunda ve 1980'lerin başında, Sovyet ekonomistleri demiryolları gelen yükü biraz hafifletmek ve Sovyet devlet bütçesini artırmak için daha fazla demiryolu yapımını önerdi. Karayolu ağı ve otomotiv endüstrisi fazla gelişmemiş ve büyük şehirler dışında stabilize yollar yaygındı. Sovyet bakım projeleriyle, ülkenin ihtiyacı olan bazı yolların bakılamayacağını anlaşıldı. 1980'lerin ortalarında, Sovyet otoriteleri yenilerinin inşası sipariş ederek yol sorunu çözmek için çalıştı. Bununla birlikte, otomobil endüstrisi yol yapımından daha hızlı bir oranda büyümekte idi. Gelişmemiş karayolu ağı toplu taşıma için büyüyen bir talebe yol açmıştır.
Gelişmelere rağmen, taşımacılık sektörü hâlâ birçok açıdan eski altyapı, yatırım eksikliği, yolsuzluk ve kötü kararlar gibi sorunlar nedeniyle geri kaldı. Sovyet otoriteleri ulaşım altyapısı ve hizmetleri için artan talebi yeterince karşılayamadı.
Sovyet ticaret filosu dünyanın en büyüklerinden biriydi.
20. yüzyılın ilk elli yılında Çarlık Rusyası ve Sovyetler Birliği yaşadığı felaketler sonucu büyük ölçekli nüfus kayıpları verdi. I. Dünya Savaşı ve Rus İç Savaşı sırasında (savaş sonrası kıtlıklarda dahil) toplam 18 milyon, 1930'larda yaklaşık 10 milyon, ve 1941-5 yılında 26 milyondan fazla kişi ölmüştür. Savaş sonrası Sovyet nüfusu eğer demografik büyüme devam etseydi 45-50 milyon daha fazla olması gerekirdi.
SSCB'nin kaba doğum hızı 1926'da binde 44.0 iken büyük ölçüde artan kentleşme ve evliliklerin artan ortalama yaşı nedeniyle 1974'te binde 18.0'e düşmüştür. Kaba ölüm hızı da kademeli olarak düşüş göstererek 1926 yılında binde 23,7 iken 1974 yılında 8,7'e düşmüştür. Genel olarak, Transkafkasya ve Orta Asya'da bulunan güney cumhuriyetlerin doğum oranlarının Sovyetler Birliği'nin kuzey bölgelerine kıyasla çok daha yüksek olduğu ve hatta bazı durumlarda II. Dünya Savaşı sonrası dönemde artmış bir fenomen kısmen yavaş şehirleşme oranları ve güney cumhuriyetlerinde geleneksel olarak yapılan erken evlilikler atfedilir. Sovyet Avrupası'nda nüfus yenilenmesi için yeterli olmayan doğuma yönelirken, Sovyet Orta Asyası'nda ise nüfus yenilenmesi için yüksek olan doğum üzerinde nüfus artış göstermeye devam etmiştir.
1960'ların sonlarında ve 1970'lerde, SSCB'de ölüm oranının azalan seyri özellikle çalışma çağındaki erkeklerde tersine bir tanık olundu ancak aynı zamanda Rusya ve ülkenin diğer Slav ağırlıklı alanlarda yaygın oldu. 1980'lerin sonlarında resmi veri analizine göre 1970'lerin sonundan ve 1980'lerin başında kötüleşen yetişkin ölüm oranı tekrar düzelmeye başladı. 1970 yılında 24,7'e olan bebek ölüm hızı 1974 yılında 27,9'a yükselmişti. Bazı araştırmacılar bu durumu büyük ölçüde reel olarak kötüleşen sağlık koşulları ve hizmetlerin bir sonucu olarak kabul etmektedirler. Yetişkin ve bebek ölüm oranlarının yükselişi Sovyet yetkilileri tarafından açıklanmadı ve Sovyet hükûmeti sadece on yıl için tüm ölüm oranı istatistiklerini yayınlamaktan vazgeçti. Sovyet demograflar ve sağlık uzmanları, 1980'li yılların sonuna kadar ölüm oranlarının artması hakkındaki verilerin yayınlanmasına devam etmek ve araştırmacıların gerçek nedenlerini araştırmak varken bu duruma sessiz kaldılar.
Sovyetler Birliği, 100'den fazla farklı etnik gruplar ile farklı etnik kökenlere sahip ülke idi. Toplam nüfus 1991 yılındaki nüfus sayımında 293 milyon olarak tespit edilmiştir. 1990'da yapılan bir hesaplamaya göre, nüfusun çoğunluğu Ruslar (50.78%) olmak üzere, bunu Ukraynalılar (15.45%) ve Özbekler (5.84%) takip ediyordu.
SSCB'nin tüm vatandaşların kendi etnik bağlılığı bulunmaktaydı. Bir kişinin etnikliği 16 yaşındayken çocuğun ailesi tarafından seçilirdi. Aile kabul etme |
z ise çocuk babasının etnisitesini alırdı. Kısmen Sovyet politikaları nedeniyle dilsel bağı bulunan Gürcüler ile sınıflandırılan Gürcistan SSC'deki Megreller gibi daha küçük azınlık bazı etnik gruplar daha büyük olanların bir parçası olarak kabul edilmiştir. Bazı etnik gruplar gönüllü olarak diğerleri ise zorla asimile olmuştur. Ruslar, Beyaz Ruslar ve Ukraynalılar yakın kültürel bağları paylaşırken bu durum diğer etnik gruplarda olmadı. Aynı topraklarda yaşayan birden fazla millet arasında yıllar içinde etnik karşıtlıklar gelişmiştir.
Vladimir Lenin başkanlığındaki Sovyet hükümeti küçük dil grupları kendi yazı sistemlerini vermiştir. Bazı kusurları tespit edilmesine rağmen bu yazı sistemlerinin geliştirilmesi çok başarılı olmuştu. SSCB'nin sonraki günlerinde aynı çokdillilik durumundaki ülkelerde benzer politikalar uygulandı. Bu yazı sistemleri oluştururken dilleri birbirinden büyük ölçüde lehçesel farklılıklar gibi ciddi sorunlar oluştu. Bir dil kendi yazı sistemine sahip olduğu ve kayda değer bir yayını bulunursa bu dil "resmi dil" statüsüne sahip olabiliyordu. Kendi yazı sistemine sahip olmayan birçok azınlık dilini konuşanlar ikinci bir dil almaya zorlanırdı. Sovyet yönetiminin bu politikayı uygulamasına örnek olarak özellikle Stalin rejimi altında bir dil yeterince yaygın değilse o dilde eğitim kesilirdi. Bu diller daha sonra çoğunlukla Rusça olmak üzere başka dillere asimile oldu. Büyük Vatanseverlik Savaşı (II. Dünya Savaşı) zamanında bazı azınlık dilleri yasaklandı ve bunun konuşucuları düşmanla iş birliği yapmakla suçlandı.
Sovyetler Birliği'nin birçok dil konuşulmakta olup en yaygın dil olan Rusça "de facto" resmi dil olarak "etnik iletişim dili" () olup, ancak 1990 yılında resmi birlik dili olarak kabul edildi.
1990 yılı istatistiklerine göre, ülkenin dini yapısı %20 Rus Ortodoks, %10 Müslüman, % 7 Protestan, Gürcü Ortodoks, Ermeni Ortodoks ve Katolik, %1'den azı Yahudi ve %60'ı ateist idi. Hristiyanlık ve İslam, dine inanan vatandaşlar arasında en fazla sayıda taraftarı olan dinleriydi. Doğu Hıristiyanlığı, Sovyetler Birliği'ndeki en büyük Hıristiyan mezhebi olan Rusya'nın geleneksel Rus Ortodoks Kilisesi ile Hıristiyanlar arasında hakim idi. Sovyetler Birliği'nin Müslümanların yaklaşık %90'ı Sünni olup kalan %10 Şii ise Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nde yaşamaktaydı. Küçük gruplar ise Katolik, Yahudi, Budist ve çeşitli Protestan gruplarıydı.
Sovyet yönetimi, devletle kiliseyi birbirinden ayırdı. Ne var ki, uygulamada, Çarlık rejimini tutan bir kısım ruhban, sert yaptırımlarla karşılaşırken, yoğun bir din aleyhtarı propaganda yürütüldü.
Olaylar 1924’te yatıştı. 1929 yılında, bir dine inananlara toplantı yapma ve dernek kurma hakkı verildi.
1943’de Ortdoks Kilisesinin kendisine patrik seçmesi ve ruhani meclis kurmasına müsaade edildi. Sovyetler Birliği'nde, kilise ve devlet arasındaki ilişkiler özel bir kurum tarafından düzenlenirdi.
1917 öncesinde Rus İmparatorluğu'nda eğitim zorunlu değildi ve bu nedenle alt sınıf işçi ve köylü ailelerinden olan birçok çocuk eğitim imkanlarına zorlukla erişilebiliyor veya hiç erişemiyordu. 1917 tahminlerine göre nüfusun % 75-80'i okuma yazma bilmiyordu.
Anatoli Lunaçarski, Sovyet Rusya'nın ilk Eğitim Halk Komiseri (bakan) oldu. Başlangıçta, Sovyet otoriteleri cehaletin ortadan kaldırılmasına büyük önem vermekteydiler. Bu nedenle okuma yazma bilenler doğrudan öğretmen yapıldı. Kısa bir süre için kaliteden bir miktar ödün verildi. 1940 yılında Yosif Stalin cehaletin ortadan kaldırıldığını ilan etti. Büyük Vatanseverlik Savaşı sonrasında ülkenin eğitim sistemi önemli ölçüde genişledi. Bu genişleme büyük bir etki yarattı. 1960'larda tek istisna Sibirya'nın en ücra köşelerinde kırsal bölgelerde avcılıkla geçinenler hariç neredeyse tüm Sovyet çocukları eğitime erişebiliyordu. Nikita Kruşçev, eğitimi daha erişilebilir hale getirmek için çocuklara açıktan toplumun ihtiyaçlarına yakından bağlı hale getirmeye çalıştı. Eğitim aynı zamanda Yeni Sovyet insanı'nı yaratma konusunda önemli oldu.
Ülkenin eğitim sistemi son derece merkezi bir yapıda olup tüm vatandaşlar için evrensel olarak erişilebiliyordu ve kültürel gerilik ile ilişkili halklardan gelen adaylar için pozitif ayrımcılık uygulanıyordu. Anayasal olarak vatandaşların doğrudan iş gücüne katılma ve ücretsiz mesleki eğitim hakkı vardı. Brejnev yönetimi tüm üniversiteler için gerekli başvuruları sunmak için yerel Komsomol parti sekreterinin önerisinin gerekliliği kuralını koydu. 1986 istatistiklerine göre, yükseköğretimde nüfus başına düşen öğrenci sayısı 10.000 kişide SSCB için 181, ABD için ise 517 idi.
1917 yılında devrim öncesinde, Rusya'da sağlık koşulları gelişmiş ülkelerin oldukça gerisinde idi. Lenin bu durumu "Ya sosyalizm biti yenecek, ya da bit sosyalizmi" diye eleştirmiştir. Sovyet sağlık prensibi 1918 yılında Sağlık Halk Komiserliği tarafından oluşturulmuştu. Sağlık hizmetleri devlet tarafından kontrol edilecekti ve devrimci bir kavram olan ücretsiz sağlık hizmeti tüm vatandaşlara sağlanacaktı. 1977 SSCB Anayasası'nın 42. maddesi tüm yurttaşların sağlığı koruma altına alınmış ve SSCB'de herhangi bir sağlık kurumuna ücretsiz erişim hakkı verilmişti. Ancak, Sovyetler Birliği'nde nüfus artışı sebebiyle sağlık sisteminin halkının tüm ihtiyaçlarını yerine getirmesi mümkün değildi. Mihail Gorbaçov devlet başkanı olmadan önce Sovyetler Birliği'nin sağlık sistemi birçok yabancı uzmanın çalışmaları, sosyo-ekonomik politikalar ve tıp alanındaki gelişmelerle halka kaliteli bir hizmet sunabiliyordu. . Ancak Mihail Gorbaçov döneminde, ekonomik iflasla maddi imkansızlıklar Sovyet sağlık sisteminin hizmet kalitesi ve sunumunda eşitsizliğin ortaya çıkmasına sebep oldu. Sağlık Bakanı Yevgeni Çazov, Sovyetler Birliği Komünist Partisi 19. Kongresi sırasında, dünyanın en iyi doktorlarına ve en iyi hastanelerine sahip olmak, bu konudaki sorunları tespit edip hizmet kalitesini iyileştirebilmek için milyarlarca Sovyet rublesi harcanması gerektiğini belirtti.
Sosyalist devrimin ardından, tüm yaş grupları için yaşam kalitesi yükseldi. Bu durumun istatistiksel verilerine göre bazı sosyologlar sosyalist sistemin kapitalist sisteme göre daha üstün olduğunu iddia etti. Bu gelişmeler 1960'larda daha da iyi koşullar yarattı ve Sovyetler Birliği'nde yaşam kalitesi ABD'yi geçti. 1970'lerde ortalama ömür muhtemelen alkol bağımlılığı yüzünden çoğu yıl boyunca sabit kaldı. Yine bu sebepten bebek ölüm oranları yükselmeye başladı. 1974 yılından sonra hükümet bu konudaki yayın istatistiklerinin yayımlanmasını durdurdu. Bu eğilim Sovyetler Birliği'nin daha gelişmiş Avrupa kısmında belirgin bir şekilde gerilerken ülkenin bebek ölüm oranlarının en yüksek olduğu Asya yakasındaki bu durum büyük ölçüde artan gebelik sayısı ile açıklanabilir. Brejnev döneminde yaşam kalitesinde düşüşe sebep olan en önemli faktörlerden alkolizme karşı da devlet tarafından kampanya başlatıldı. Alkol kullanımını azaltmak için reklamlar yapıldı ve hatta satışı ve kullanımına ilişkin sınırlamalar getirildi.
Sovyetler Birliği’nde felsefi araştırmalar resmi olarak Marksist düşünce odaklıydı. Bu, kuramsal olarak nihai felsefi doğru ve nesnellik temeliydi. 1920’ler ve 1930’lar boyunca, Rus düşüncesinin diğer eğilimleri baskılandı (pek çok filozof göç etti, başkaları sürüldü). Stalin 1931’de diyalektik materyalizm’i Marksizm Leninizm ile özdeşleştiren bir karar çıkartarak, bütün komünist devletlerde ve Comintern aracılığıyla çoğu Komünist partide geçerli olacak resmî felsefe haline getirdi. Bolşevik yönetimin başlangıcından itibaren Sovyet felsefesinin resmî amacı (her derste yer alması zorunlu bir öğretim konusuydu), Komünist düşüncelerin kuramsal olarak anlatılmasıydı. Bununla birlikte, 1917 Ekim Devrimi'nden sonra, hem felsefi hem siyasi mücadeleler damgasını vurmuş ve artık eskisi gibi dogmatik olunmayıp daha ilerici ve olumlu konular tartışılır hale getirmiştir. Evald Vasilevich Ilyenkov 1960’ların önde gelen filozoflarından biriydi, Leninist Diyalektik ve Positivizmin Metafizikliği (Leninist Dialectics & Metaphysics of Positivism) (1979) kitabında, 1920’lerin “mekanikçiler ile “diyalektikçiler” tartışmasını yeniden açtı. 1960’lar ve 1970’lerde analitik felsefe (analytical philosophy) ve mantık deneyciliği (logical empiricism) dahil Batı felsefeleri Sovyet düşüncesi üzerinde iz bırakmaya başladılar.
X.25
Bilgisayarların genellikle geniş coğrafi alanlarda birbirleriyle bağlanmalarında kullanılan teknik kurallar topluluğundan birisi. Bu kuralları uygulayarak oluşturulan bilgisayar ağlarına "X.25 ağları" ya da "Kutu Yönlendirmeli Ağlar" denir..
X.25 tanımlaması Uluslararası Uziletişim Birliği (ITU - International Telecommunication Union)tarafından OSI (Open Systems Interconnection -Açık Dizge Bağlantısı) tanımlamasının en alttaki üç katmanı kullanılarak oluşturulmuştur.
X.25 ağının içindeki her bir ağ bilgisayarına "Düğüm" adı verilir. Bu düğümler iletileri diğer düğümlere aktararak kaynak bilgisayardan varış bilgisayarına ulaşmalarını sağlarlar. X.25 ağlarında iletiler bir bütün olarak değil, belirli uzunluklardaki parçalara ("Kutu") bölünerek gönderirlirler. Bu kutular sonra varış bilgisayarında sıralanıp, birleştirilirler.
X.25 ağlarının en büyük yararı, güvenli olmalarıdır. Bunun nedeni, ağdaki her bir düğüm birden çok düğüme bağlı olduğu için, iki düğüm arasındaki bağlantı kopsa bile kutuların öteki düğümler üzerinden yollarını bulmalarıdır. O yüzden ilk uygulama alanları askeri ağlar ile hava yollarının yer ayırtma dizge ağlarıdır. Türkiye'de ilk bilinen uygulaması (olası NATO ağları dışında) "TURPAK" adı verilen Türk Telekom'ca işletilen ağdır.
Bu standart, fiziksel katman, bağlantı katmanı ve paket katmanı olmak üzere 3 düzeyli bir protokol gerektirir.
Fiziksel katman paket anahtarlamalı düğüm ile ona iliştirilen bilgisayar arasındaki fiziksel bağlantıyla ilgilidir. X.21 ve EIA-232 standartlarını kullanır. Kullanıcı ağ arabirimi (user network ınterface- UNI) ile ağ arasındaki gerçek veri bağlantısını tanımlar.
X.25, bilgisayarların, g |
elen verinin hatalı olup olmadığını anlayacak kadar gelişkin olmadıkları ve telefon hatları düşük kaliteli olduğu için hatalı gönderme olasılığının yüksek olduğu varsayımlarına dayanmaktadır. Bu varsayımlar, günümüzde pek geçerli değildir.
Bu varsayımlara dayanarak X.25, bir paketin hatasız iletilmesi sorumluğunu üzerine alır. Her X.25 düğümü, hata denetimi uygular. Pakette herhangi bir hata varsa, bir önceki düğüme olumsuz doğrulama (NAK) gönderir ve paket doğru olarak iletilene kadar gönderim tekrarlanır. X.25'te paketler sırayla iletildiğinden, hatalı gönderilen paketten sonra gelen paketler de beklemeye alır. Bu hata ve akış denetimi mekanizmaları ise X.25'in iletim hızını önemli ölçüde düşürür.
X.25 sanal devre yaklaşımı kullanır. Bilgisayarlar arasındaki paket gelişimini sağlayan bu sanal devre, dahili sanal devre'ye karşılık gelir. Dahili sanal devre, paketlerin ağ üzerinde aldığı gerçek yoldur.
X.25 için en tipik uygulama, veritabanın tutulduğu ana bilgisayara(host, mainframe) uzaktaki terminallerden veya terminal emülasyonu yapan PC'lerden erişimlerin yapılmasını sağlamaktır. Uzaktan sipariş verme, kredi kartı ile alış veriş, çevrim içi bilgi hizmetleri uygulaması vb. birçok uygulamada kullanılmıştır. Aralarında yoğun trafik olmayan LAN'ların birbirine bağlanması içinde kullanılabilir.
X.25, tek bir fiziksel hat üzerinden aynı anda birden çok sanal kanal oluşturulmasını destekler. Bu durum aynı anda birden fazla kullanıcı tarafından erişilmek istenen ana bilgisayara bağlanmak için iyi bir çözüm sunar .
Sistem
Sistem, birbiriyle etkileşen veya ilişkili olan, bir bütün oluşturan cisim veya varlıkların bileşkesidir. Bu varlıklar soyut veya somut olabilirler.
Sistem kavramının farklı tanımları yapılmıştır. Genel olarak düzenli bir biçimde birbirini etkileyen ve birbirine bağlı birimlerden, değişik bölümlerden oluşan ve genel bir plana göre kurulan, belirli bir sonuca ulaşmak için amaca yönelmiş bir bütündür. Sistemler, parçalardan oluşan dizinin, bütünün genel amacına doğru birlik halinde çalışması ile ortaya çıkan yapılardır. Ackoff'a göre Sistem aralarında ilişki bulunan, belirli bir amaca ulaşmak için, birbirleriyle etkileşimde olan elemanlar grubudur. Birbirine bağımlı olan (etkileşen veya ilişkili olan) iki veya daha fazla parçadan oluşan, çalışma ve özellikleri itibarıyla belirli bir sınırı olan örgütlenmiş ve bölünmez bir bütündür. Aynı zamanda dış çevre ile ilişkisi olan cisim veya varlıkların bileşkesidir.
Bilimsel bir kavram olarak ilk kez Eski Yunanca’da ortaya çıkan “Sistem” değişik alanlarda hatta günlük dilde kullanılan bir sözcük olarak değişik ama birbirine benzer ve bağlantılı anlamlar içermektedir ve bu anlamların farklı kullanımlar içerisinde öne çıktığı görülmektedir. Türkçede ilk kez “Sistem” sözcüğüne Mehmet Bahaettin’in “Yeni Türkçe Lugat” (1924) adlı eserinde rastlanır. Kelimenin anlam içerikleri başlıca şu şekildedir:
Ayrıca şu anlamları da ihtiva eder.
Sözcük 'birleşme', 'oluşma', 'bir araya gelme' anlamını taşıyan Latince "Systēma" ve Yunanca yerleşme, konumlanma birleşme, bir arada duruş manalarını içeren “Sustēma” (σύστημα) kelimelerinden türemiştir. Bu sözcükler Fr. “Système”, İng. “System”, Alm. “System” (okunuşu “Ziystem”), İsp. “Sistema”, Rus. “Sistema” şekline dönüşerek günümüzdeki biçimine ulaşmıştır. Fransızca’da “birçok unsurdan oluşan düzen" manası ön plana çıkar.
Farklı okunuşlarına rağmen tüm Dünya’da kullanılan ortak bir terim haline gelmiş olan bu sözcük nadiren de olsa bazı dillerde farklı sözcüklerle karşılanmaktadır.
Sistem birbiriyle madde, enerji veya bilgi alışversinde bulunan elemanlar veya parçaları anlamına gelir. Öğeler, ilişkiler ve faaliyet (eylem) ve amaç sistemlerin ortak noktalardır. Bu noktalardan hareketle, sistem öğelerden oluşmuştur. Bu öğeler arasında çeşitli boyutlarda ilişkiler vardır. Öğeler arasındaki ilişkiler ise belli bir amaca hizmet etmeye (faaliyete - eyleme) yönelmiştir. Bu durumda bu elemanlarını ve onların eylemlerini kapsayan matematiksel veya mantıksal bir model oluşturulabilir.
Sistemde düzenli ve uyumlu bir işleyiş söz konusudur. Epistemolojik (bilgi fesefesi) açısından bakıldığında bu durum evrendeki düzenli işleyişin doğal bir sonucudur. Düzenli ve uyumlu işleyişteki bir aksaklık veya uyumsuzluk bir soruna yol açar. Bu sorunun büyümesi ise krize dönüşür. Örneğin siyasal anlamdaki sistem krizleri veya ekonomik krizler gibi…
Sistemler kendi aralarında bir hiyerarşi (üstlük ve astlık konumlanması) içerir. Bu yaklaşım farklı isimlerle yapılan sınıflandırmalarda ortaya koyulur. Örneğin yukarıda bulunandan aşağıya doğru Süper sistem, Supra sistem, Sistem şeklinde bir adlandırma yapıldığı gibi genişliğine veya kapsadığı alana göre Makro sistem, Mezo sistem, Mikro sistem şeklindeki adlandırmalara da rastlanabilmektedir. Türkçede ise Üst sistem, Sistem, Alt sistem kavramları da tercihen kullanılmaktadır.
Sistemin başlıca özellikleri şunlardır: Alt birimlerden oluşur. Alt birimler arasında tanımlı ilişkiler vardır. Her sistem, kendini meydana getiren daha küçük alt sistemlerden oluşur. Bir sistem, daha büyük bir sistemin parçasıdır (Evren hariç). Belirli bir amacı gerçekleştirmeye yöneliktir. Belirli bir sınırı vardır. Her sistem bir çevrede faaliyet gösterir. İç ve dış çevresi vardır. İç ve dış çevre ile etkileşim içindedir. Sistem bir döngü oluşturur. Girdileri, işleyişi, çıktıları, dengesi, denetimi ve geri bildirimi vardır. Anlamlı bir bütündür. Önemli olan bütündür, parçalar bu bütüne katkıda bulunduğu ölçüde önemlidir. Değişkenler ve parametreler (sabitler) bulunur. Dengeli durum ve dinamik bir denge vardır. Mekanik, biyolojik, organik ve sosyal sistemler bulunabilir. Sistem anlayışına göre aslında tüm evren sistemlerden örülmüştür. Bir sistem kendi başına süreklilik arz eder. Ancak üst sistemle birlikte sona erebilir. Kimi durumlarda dışarıdan enerji ve kaynak almaya bile ihtiyaç duymaz.
Bütün bunlardan hareketle Sistemi oluşturan ana özellikler şu şekilde özetlenebilir: Parçalar mutlaka birbiriyle ilişkilidir. Parçalar mutlaka birbiriyle uyumludur. Çalışırken bir bütün oluştururlar.
Sistem, davranış veya örgütlenmeyi belirleyen kurallara da değinebilir. Örneğin; Kanunlar insan sosyal davranışlarını belirleyen bir sistemdir. Gramer, dil kullanımını belirleyen bir sistemdir.
Gerçek cisimlerin veya varlıkların sistemlere bölünmeleri veya onlardan sistemlerin oluşturulması keyfidir, bu anlamda sistemler soyut bir kavramlardır.
Sistem aynı zamanda kurallar bütünüdür.Bir organizasyonun olumlu sonuçlandırılması için zaman içinde elde edilen tecrübelerin birikimiyle oluşmuş bilgi kümelerinin ihtiyaç duyulan alanda kullanılmasıdır. Sistem, aralarındaki ilişkiler bulunan ve belli bir amaci gerçekleştirmek üzere bir araya getirilmiş elemanlardan oluşan bir bütün şeklinde tanımlanır. Her sistem daha büyük başka bir sistemin parçasıdır.
Bunların dışında daha özgün ve özelleşmiş anlamlar içeren sistem örnekleri de mevcuttur. Örneğin:
Sistem ile sistemin içinde faaliyet gösterdiği çevre arasında enerji, malzeme, bilgi-alışverişi varsa ve çevresiyle ilişki kuruyorsa açık sistemdir. (Erdoğan, 1983: 40) İşletme gibi sosyal sistemler açık sistemlerdir. Kapalı sistemler, çevresiyle etkileşim ya da girdi-çıktı alış verişi olamayan sistemlerdir. Çevreleriyle ilişki içine girmeye ihtiyaçları yoktur.
Bir sistemi oluşturan, birbiriyle ilişkili ve çoğu kez de birbirine bağımlı parçalardır. Her sistemin bağlı olduğu daha büyük sistemlere de üst sistem denmektedir. Sistemlerin etkili ve verimli çalışabilmesi başka sistemlerle iyi işleyen bir ilişkiye ve alt sistemlerin iyi çalışmasına bağlıdır. Her alt sistem de ayrı bir sistem olarak incelenebilir. Sistem, alt sistemleriyle kaçınılmaz bir ilişki içindedir. Bir altsistem ise sistemin parçası olan ve kendisi de bir sistem oluşturan bir öğeler kümesidir. Parçalardan (alt sistemlerden) biri üzerinde yapılacak değişiklik sistemin tümünü etkileyecektir. Bir altsistem sistemin parçası olan ve kendisi de bir sistem oluşturan bir öğeler kümesidir.
Sistemlerin özelliklerini çalışan bilim dalı Sistem Kuramı, daha yakın zamanda ise Sistemik olarak adlandırılmıştır. Bu bilim dalı, madde ve zihnin organizasyonunu inceler, sistemlerin ait oldukları konudan bağımsız olarak genel kavram ve ilkeleri araştırır. İncelenen bir sorunu veya olguyu bir sistem olarak ele alan bilimsel ve düşünsel anlayıştır. Organizmaları, yapıları, örgütleri, mekanizmaları, doğal oluşumları bir bütün oluşturacak biçimde birbirleriyle ve çevreleriyle ilişkili veya bağıntılı unsurlar dizisi olarak inceler. Değişik oluşumları içindeki unsurları ve nitelikleri arasındaki ilişkiler topluluğu olarak algılayan ve açıklayan bir yaklaşımdır. Olayların, durumların ve gelişmelerin incelenmesinde kullanılan bir bakış açısı bir düşünce tarzı, bir metottur. Sistem yaklaşımı, olaylar ve olgular arasındaki ilişkilerin ve karşılıklı etkileşimini inceleyerek analizlerde bulunur. Günümüzde sistem yaklaşımı metodolojik bir alan olmaktan ziyade bir yöntem, bir bakış açısı ve bir değerlendirme yöntemi olarak fen bilimlerinin yanı sıra eğitim, psikoloji, sosyoloji, siyaset, ekonomi gibi sosyal bilimlerde de yaygın olarak kullanılmaktadır. Sistem Yaklaşımı kimi zaman Sistem Kuramı ("İng." ) adıyla bilimsel bir teori olarak değerlendirilir.
“Sistem Yaklaşımı” Avusturyalı biyolog Ludwig von Bertalanffy’nin 1920’lerde başlattığı “Genel Sistem Kuramı” (İng. Uluslararası yaygın isim: “General Systems Theory”, Alm. orijinal isim “Allgemeine System Theorie / Lehre”) bilim dünyasında dikkat çekmiştir. Alman felsefe ekollerinin savaş öncesi Almanca konuşulan komşu ülkelerdeki (Avusturya, İsviçre) etkinliği bilimde yöntem arayışlarına katkı sağlamıştır
Telekomünikasyon
İki ya da daha fazla kişinin teknolojiyi kullanarak bilgi alışverişinde bulunmasına telekomunikasyon denir. Haberleşme teknolojisi kanalları kullanarak ve fiziksel yollarla (sinyal kabloları) ya da elektromanyetik dalgaların bir formu olarak bilgileri iletillir. Elektrik |
sinyalleri buna örnek olarak verilebilir. Telekomunikasyon topluluk adı olarak isimlendirilebilir çünkü birçok farklı teknolojiyi içinde barındır.
Eski zamanlardaki iletişim ışık, dumanla haberleşme , semafor, bayrak gibi görsel sinyaller kullanılırdı. Mesafeler arası iletişime geçişte ilk modern haberleşme de ise trompet, korna ve ıslık gibi sesli mesajlar yaygındı. Günümüz modern teknolojisinde elektriksel ve elektromanyetik dalgalar uzun mesafeler arası iletişim çok yaygın. Telgraf, telefon, network, fiber optik ve haberleşme uyduları günümüz teknolojisinde kullanılan elektriksel ve elektromanyetik dalgalara birkaç örnektir. Wireless iletişimdeki devrim 1909’da Fizik dalında Nobel ödülü alan Gglielmo Marconi’nin radyo haberleşmesi alanında öncülük ettiği gelişmelerle 20. yüzyılın ilk on yılı içerisinde başladı. Diğer kayda değer öncü icatlar ve geliştirmeler elektrik ve elektronik iletişimi alanında Charles Wheatstone, telgrafı icat eden Samuel Morse, telefonu icat eden Graham Bell, radyoyu icat eden Lee de Forest, Edwin Armstrong, Wladimir K. Zworykin, John Logie Baird ve televizyonu icat eden Philo Farnsworth.
Telekomünikasyon Fransızca bir kelime olup kökeni bakımında Yunancadan gelen manası mesafe olan “tele-“ eki ve Latince paylaşmak olan “coommunicare” den alınarak 1904 yılında Fransız mühendis ve yazar Edouardo Estaunie tarafında Fransızcaya kazandırılmıştır.
Orta çağda işaret ışığı çok yaygındı. Bu ışıklı işaretler mesafe olarak kısa oldukları için bunun dezavantajları çokça yaşanıyordu. 1792 de Fransız mühendis Claude Chappe lille ve Paris arasında ilk düzenli görsel telgraf sistemini kurdu. Bu sistem niteliksiz işletmeci ve pahalı kulelerinden ve uzak mesafeden dolayı sıkıntı çekti. Sonuç olarak elektrikli telgraflardan oluşan rekabetten son ticari hat 1880 yılında terk edildi.
Posta güvercinleri farklı kültürler tarafından tarih boyunca kullanılmıştır. Güvercinlerin aslen Pers kökenli olduğu söylenmektedir ve askeri yardım için Romalılar tarfındanda kullanıldı. Frontinus Julius Caesar’ın Galya’yı fethinde güvercinleri kullandığını söyledi. Yunanlarda güvercinleri kullanarak Olimpiyat Oyunlarında galip gelen isimlerini iletti. 19. Yüzyıl başlarında
Sir Charles Wheatstone ve Sir Fothergil Cooke 1837 de elektrili telgrafı icat ettiler. Ayrıca ilk elektrikli ticari telgrafı 9 Nisan 1839 Wheastone ve Cooke tarafından inşa ettirilip açılmıştır. 27 Temmuz 1866 tarihinde ilk translantik telefon kablosu başarı ile tamamlandı.
Geleneksel telefon 1876 yılında Alexander Grahambell ve Elisha Gray tarafından icat edildi. Antonio Meucci 1846 yılında bir hat üzerinden ses ve elektrik iletimine izin veren bir cihaz icat etti. İlk ticari telefon hizmetler 1878 ve 1879 yılında Atlantik’in iki yakasından New Heaven ve Londra şehirleri arasında inşa edildi.
İngiliz bilim adamı James Clerk Maxwell 1865 yılında elektronik olarak üretilen radyo dalgalarının yayılma teorisini kurmuş ve Alman fizikçisi Heinrich Hertz, 1888 yılında Maxwell’İn teorisini pratik olarak gerçekleştirerek bu konuda öncülük etmişlerdir. Marconi ile birlikte 1898 yılında ilk radyo resmen doğmuş oldu. İlk kullanımı gemiden sahile haberleşme içindi. 1923 yılında yüksek frekans radyo dalgalarının iyonsfer’e çarparak dünyaya döndüğü ispatlanınca radyo, deniz aşırı haberleşme de dahil olmak üzere hızla yaygınlaştı.
Televizyon 1923 yılında, John Logie Baird tarafından İngiltere'nin Hastings kasabasında icat edilmiştir. İlk televizyon görüntüsü ise yine Baird tarafından 1926 yılında yayınlanmıştır. Başlangıçta noktalar halinde ve titrek olan görüntülerin kalitesi Baird tarafından geliştirilmiştir. Baird'in televizyon sisteminde mekanik olarak döndürülen diskler kullanmasına karşın aynı dönemde Marconi – Emi sistemi gibi elektronik olarak işleyen rakip sistemler de üretildi. 1930'ların başında televizyon elektronik eşya olarak satılmaya ve geniş kitlelere hitap etmeye başladı. Örneğin 1936 Berlin Yaz Olimpiyatları Almanya'da evlerdeki televizyonlardan izlendi.
Eylül 1940 tarihinde 11, George Stibitz New York'ta Karmaşık Sayı Hesaplama teleyazıcı kullanarak sorunları iletmek ve New Hampshire Dartmouth College geri bilgisayarlı sonuçlar almayı başardı. 60'ların başında "The US Department of Defense" tarafından desteklenen ağ çalışmalarından birisi, İnternet Protokolü'nü (IP) kullanan ilk ağ olan ARPANET'tir. ARPANET üzerinden ilk mesaj, Los Angeles'taki Kaliforniya Üniversitesi (UCLA)'daki Professor Leonard Kleinrock'un laboratuvarından, Stanford Research Institute(ISR)'de bulunan bir bilgisayara gönderildi. Yerel alan ağları (LAN) için iki popüler bağlantı protokolleri de 1970'lerde ortaya çıktı. Token ring protokolü için bir patent Olof soderblom tarafından 29 Ekim 1974 tarihinde açıldı.
Porto Riko
Porto Riko (İspanyolca: "Estado Libre Asociado de Puerto Rico", İngilizce: "The Commonwealth of Puerto Rico"), ABD'ye bağlı, içişlerinde bağımsız özerk bölgedir. Karayipler denizininin kuzeydoğusunda Dominik Cumhuriyeti'nin doğusundadır. Adı İspanyolcada "zengin liman" anlamına gelir.
Porto Riko, Büyük Antiller'in en küçük adası olup, Porto Riko ana adası yanı sıra Mona, Vieques, Culebra gibi adacıklardan oluşur. Mona adası, insanların sürekli kaldığı bir ada değildir. Daha çok Porto Riko doğal kaynaklar kuruluşunun çalışanlarınca ya da özel izinle adaya çıkan doğa gezginlerince kullanılır.
Askerî tarihi İspanyol istilacıların yerli halk Tainolara saldırdıkları 16. yüzyıla kadar uzanır. Halk, istilacı İngiliz, Fransız ve Almanlara karşı kendilerini savundukları dört yüzyıl boyunca İspanyol İmparatorluğu tarafından yönetildi.
Ada İspanyol - Amerikan Savaşı boyunca Amerika Birleşik Devletleri tarafından işgal edildi ve İspanya resmi olarak savaşı sona erdiren 1898 Paris Antlaşması gereği ülkeyi terketti. Şu an, ülke iç işlerinde bağımsız dış işlerinde Amerika Birleşik Devletleri'ne bağlıdır. Bu nedenle de, ülkede ABD doları kullanılır, halk ABD pasaportuna sahiptir ve ABD sosyal sigorta kurumuna dahildir. Bununla birlikte, Porto Riko ABD başkanlık seçimlerine katılmadığı gibi vergiler iç yönetim tarafından toplanır. Porto Riko'ya gidebilmek için ABD vizesi gereklidir.
Adanın iklimi tropik olup yazları çok sıcak, kışları ise ılımandır. Yaz ve son bahar ayları fırtına mevsimi olarak adlandırılır. Adada El Yunque adı verilen bir yağmur ormanı da mevcuttur. Eski San Juan tarihi, plajları ve adadaki çeşitli ormanlar ise doğal güzellikler olarak görmeye değerdir.
Halk
Halk, bir milleti oluşturan çeşitli toplumsal kesimlerden veya meslek gruplarından oluşan insan topluluğuna denir.
Halkı milletten ayıran en önemli fark; halk, bir toplumda halen yaşamakta olan çeşitli toplum kesimlerini kapsamaktadır. Millet ise geçmişten geleceğe doğru belirli bir soyu ifade etmektedir. Daha milliyetçi bir ifadedir ve aynı toplumda yaşayan gruplar arasındaki farklılığı öne çıkarmaktadır.
Halkın belirgin özelliklerinden biri, millet olma özelliklerine veya bilincine ulaşmamış olmasıdır. Örneğin İstanbul halkı, Sovyet halkı... Bir coğrafyada yaşayanlardan bahsederken o devletin milletinden ziyade, halkından bahsetmenin daha doğru olacağı ve milliyetçi söylemleri daha geri plana itmesi nedeniyle amaca daha uygun olacağı düşünülmektedir. Nitekim bir Amerikan milletinin olmayıp bir Amerikan halkının olması buna örnektir.
Kolombiya
Kolombiya (İspanyolca: ') ya da resmî olarak Kolombiya Cumhuriyeti (İspanyolca: '), Güney Amerika'da yer alan bağımsız, üniter ve anayasal bir cumhuriyettir. 32 alt departmandan oluşmaktadır. Başkenti, ülkenin orta bölümünde yer alan Bogotá şehridir.
Güney Amerika'nın kuzeybatı bölümünde bulunan ülke, kuzey batısında Panama, kuzeyinde Karayip Denizi, doğusunda Venezuela ve Brezilya, güneyinde Ekvador ve Peru, batısında Büyük Okyanus ile çevriidir.
Ülke, yüzölçümüne göre Güney Amerika'nın en büyük 4., dünyanın en büyük 26. ülkesidir. Nüfusa göre ise, 46 milyondan fazla nüfusu ile dünyanın en büyük 27. ülkesidir. Aynı zamanda; İspanyolca konuşan ülkeler arasında, Meksika'dan sonra nüfusa göre en büyük ikinci ülkedir.
Kolombiya, bir orta güçtür ve Güney Amerika'nın en büyük üçüncü, Latin Amerika'nın en büyük dördüncü ekonomisine sahiptir. Kahve, çiçek, zümrüt, kömür ve petrol endüstrileri, Kolombiya ekonomisinin başlıca sektörleridir. HSBC, 2050 yılında Kolombiya'nın özellikle Amerika olmak üzere dünya ekonomisinde karar verici bir rol oynayacağını; GSYİH bakımından dünyanın en büyük 25. ekonomisi olacağını öngörmektedir.
Şu anda Kolombiya olarak bilinen topraklarda, başlangıçta Muisca, Quimbaya ve Tairona gibi Kolombiya Kızılderilileri yaşamaktaydı. İspanyollar, bu bölgeye 1499 yılında gelmiş ve bu bölgede işgal ve kolonizasyon dönemini başlatmıştır.
"Kolombiya" adı (Kristof Kolomb'un ülkesi) Venezuela devrimci Francisco de Miranda tarafından oluşturuldu. İspanyol ve Portekiz egemenlikleri altında topraklarına sevk edilmişti.
Günümüz Kolombiya'sının topraklarında yörenin yerlileri ticaret ve altın işleme sanatıyla uğraşıyorlardı. Burada İnka İmparatorluğu, Muisca, Tayrona, Sinú, Quimbaya ve San Agustín kültürleri yüzyıllar boyunca yaşamıştır.
Kristof Kolomb'un adıyla anılan ülke topraklarına Kolomb hiç ayak basmamıştır. Kolombiya toprakları, 16. yüzyılın başlarında Ganzalo Jiménez de Quesada ve Sebastian de Belalcázar komutasındaki İspanyollar tarafından bulunmuş ve sömürge haline getirilmiştir. 1525 yılında Rodrigo de Bastidas Santa Marta kentini kurdu. Bunun ardından ülkenin kuzeyinde Karayib Denizi kıyısında Cartagena şehri kuruldu. 1538 yılında Gonzalo Jiménez de Quesada yerli halkın Bacatá adını verdiği yerleşim yerini ele geçirerek burada Bogotá şehrini kurdu.
ve "Büyük Kolombiya-Peru Savaşı"
On sekizinci yüzyıla kadar ülke, İspanyol asıllı beyazlar tarafından yönetildi. Bundan sonra başlayan bağımsızlık mücadelesini Kuzey Amerika ve Fransa İhtilalleri daha da kuvvetlendirdi. 1808 yılında Napolyon, İspanya'yı işgal edince Amerika´daki İspanyol sömürgeleri bağımsızlık savaşlarını ilan etti. Böylelikle Simón Bolívar |
önderliğindeki güçler Cartagena´da bağımsızlıklarını ilan ettiler ve 1821 yılında Büyük Kolombiya adıyla bugünkü Kolombiya, Ekvador, Panama ve Venezuela topraklarını kapsayan bir federasyon kuruldu. 1829 yılında Venezuela ve 1830 yılında ise Ekvador federasyondan ayrıldı.
1886’da ülkeye, kıtayı keşfeden Kolomb’un ismi verildi ve Kolombiya Cumhuriyeti ilan edildi. 1903 yılında, ülke topraklarına dahil olan Panama, ABD’nin yardımı ile Kolombiya’dan ayrılarak bağımsız bir devlet oldu. Panama aynı yıl Panama Kanalı´nın kullanım hakkını ABD´ye verdi. Bu ayrılma yüzünden ABD ile Kolombiya arasında 1921 yılına kadar süren bir gerginlik yaşandı. Bu tarihten sonra Kolombiya yönetimine iki büyük parti olan Liberaller Partisi ile Muhafazakarlar Partisi hâkim oldu. Fakat bu iki parti arasındaki sürtüşmeler, iç karışıklıklara ve ülkenin uzun süre diktatörler tarafından yönetilmesine sebeb oldu. Sivil hükümetle yönetilen Kolombiya’da günümüzde iç karışıklıklar devam etmektedir.
1948 ila 1953 arasında Kolombiya içinde büyük karışıklıklar yaşandı. Violencia adı verilen şiddet olayları meydana geldi. 1950 yılında muhafazakâr Mariano Ospina Pérez iktidarı devralan bir başka muhafazakâr olan Laureano Gómez vekili Roberto Urdaneta ile birlikte katı bir yönetim sergiledi. Üç yıllık görev sırasında 80.000 kişinin hayatını kaybettiği tahmin ediliyor. Violencia 1963 yılına kadar sürdü. Bu zaman zarfında 200.000 kişi öldü. Violencia'ya karşı solcu gerilla grubu FARC mücadele etti. Ülkedeki karışıklıklar sebebiyle 12 ağustos 2002'de Başkan Álvaro Uribe Vélez 90 günlük olağanüstü hâl ilan etti.
Kolombiya´nın iklimi bölgelere göre çeşitlilik gösterir. Vadilerde tropik, yüksek kesimlerde ise ılıman iklim özellikleri görülmektedir. Sıcak iklim kuşağında yer alan ülke dağlarının doruklarında her zaman kar vardır.
Ülke topraklarının yarıya yakını sık ormanlarla kaplıdır.
Amazon Ormanları´nda maymun, jaguar, timsah, puma, tapir ve armadillo gibi çeşitli hayvanlar yaşar. Ayrıca papağan ve kolibri gibi tropik kuşlarla Kuzey Amerika´dan göç eden göçmen kuşlar da kış mevsimini burada geçirirler. Yüksek dağlık bölgelerde And Kondoru denen büyük Güney Amerika akbabaları yuva yapar. Pek çok kelebek, örümcek ve böcek türlerinin yanı sıra Magdalena Nehri´nde da timsah ve kaymanlar yaşar.
Cristóbal Colón Dağı ve Simón Bolívar Dağı ülkenin en büyük yükseltileridir (Her ikisinin de yüksekliği 5775 metredir). And Dağları sisteminin üç büyük sıra dağı olan Batı, Orta ve Doğu Cordillera'lar ülkenin batı yarısı boyunca uzanarak Ekvador sınırında birleşirler. Alçak doğu düzlüğü boyunca Amazon ve Orinoko ırmaklarının kolları uzanır. 1600 km uzunluğundaki Magdalena Nehri, kuzeye doğru akarak Karayip Denizi'ne dökülür.
Ekim 2006´da yapılan nüfus sayımında 1.141.748 km´lik Kolombiya topraklarında 41.966.004 kişinin yaşadığı tespit edilmiştir. Nüfusun % 60´ını İspanyol ve yerli karışımı mestizolar, % 20´sini İspanyol kökenli beyazlar, % 14´ünü Avrupalı-Afrikalı karışımı mulattolar oluşturur. Kıyı kesimlerinde Afrokolombiyalılar yaşamaktadır. Diğer etnik gruplar arasında Arap asıllı Lübnanlı Kolombiyalılar vardır.
Kolombiya'nın başkenti Bogota'dır. Ülkenin en büyük idari birimleri departmanlardır ve 32 departman vardır. Bogotá özel bir bölgedir (Başkent Eyaleti). Bu departman ilçelere ayrılmıştır, toplamda 1128 ilçe mevcuttur. Ayrıca ülke coğrafi, demografik ve ekonomik koşullar göz önüne alınarak 5 bölgeye ayrılmıştır ancak bu bölgeler herhangi bir idari yapıyı temsil etmemektedir.
Kolombiya, Birleşmiş Milletler (1943), Amerikan Devletleri Örgütü (1948), G-77(1964), And Milletler Topluluğu (1969), G-24 (1971), Amazon İşbirliği Antlaşması Örgütü(1978), Güney Amerika Milletler Birliği (2004), Latin Amerika ve Karayip Devletleri Topluluğu CELAC (2010) ve Pasifik İttifakı (2013), gibi uluslararası örgütlerin kurucu üyelerinden birisidir.
Kolombiya Anayasası'nda inanç özgürlüğü garantiye alınmıştır. Kolombiya hükumeti din konusunu yasal olarak belgelemese de, 2001'de El Tiempo gazetesince yapılan bir anket sonucunda şöyle sonuçlar çıkmıştır:
Kolombiya, Güney Amerika´nın en önemli üretici ülkelerinden, OECD’ye üye olmayan ekonomilerin de en büyüklerinden biridir. Kişi başı GSYİH son 6 yılda ikiye katlanmış olup, orta sınıf giderek genişlemektedir. 2012 yılında ülke ekonomisi %4 oranında büyümüş olup, 2013 yılında %4,2 büyüdüğü tahmin edilmektedir.
Economist Intelligence Unit tarafından, BRIC ülkelerine (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) ek olarak belirlenen yeni gelişmekte olan ülkeler sınıflaması CIVETS (Kolombiya, Endonezya, Vietnam, Mısır, Türkiye ve Güney Afrika Cum.). içinde Latin Amerika’dan yalnızca Kolombiya yer almaktadır. Bu ülkeler nüfusları, dinamik ve istikrarlı ekonomileri ile geleceğin yıldız ekonomileri olarak görülmektedir.
HSBC tarafından hazırlanan ve 2050 yılında dünya ekonomilerinin büyümelerine ilişkin öngörüleri içeren bir raporda, Kolombiya en iyi 26. ekonomi olarak gösterilmektedir. Ülke GSYİH’sinin %155 artışla 2050 yılında 725 milyar Dolar’a ulaşacağı, kişibaşı gelir, nüfus ve yatırım göstergelerinde de önemli ölçüde gelişme kaydedileceği öngörülmektedir. Kolombiya’nın Latin Amerika ülkeleri içinde en yüksek büyüme kaydedecek ülke olacağı tahmin edilmektedir.
Dünyanın en büyük ikinci-üçüncü kahve üreticisi olmasına karşın en çok tanınan kahve üretici ülke Kolombiya'dır. Bunun sebebi, Kolombiya'nın kahve üretimini ciddiye alıp, üretim standartlarını yakından takip edip, mükemmelik konusunda ciddi emek sarf etmesidir. Kahve üretim birliklerinin sarf ettiği bu gayretin ceremesi ise kahve kalitesinde sağladıkları güven ve marka değeridir.
Karanfil üretiminde dünyada birinci sırada yer alan Kolombiya, kahve üretiminde de dünyada Brezilya´dan sonra ikinci sırada gelmektedir. Ulaşımın ülkede gelişmesi ile birlikte sanayi de hızlı bir büyüme göstermektedir.
Tarımdan elde edilen ürünlerin satışı, ulaşım sayesinde ekonomi daha da gelişmektedir. Ülkede tarım üretiminin temelini kahve, kesme çiçek, pirinç, tütün, mısır, şeker kamışı, kakao, yağlı tohumlar, sebzeler ve limon, portakal, muz, mango ve guava gibi meyveler oluşturmaktadır. Ormancılık, balıkçılık ve hayvancılık da önemli sektörlerdir.
Sık ormanlarından kereste, kâğıt ve kontrplak gibi ürünler elde edilir. Dünyanın en değerli zümrütleri burada çıkarılır. Zengin zümrüt (dünyanın birincisi) platin, altın, gümüş, bakır, kömür, demir, tuz, nikel, fosfat, manganez, mika ve kuvars yatakları mevcuttur.
Venezuela ve Ekvador sınırları yakınlarında çıkarılan petrolün bir bölümü dış ülkelere satılmaktadır. Modern dokuma ve giyim sanayisinin yanı sıra kimyasal madde, ilaç hammaddeleri, madeni eşya, çimento ve motorlu araç sanayileri de gelişmektedir.
Fernando Botero dünyadaki ünlü şişman insanlar çizen Kolombiya doğumlu modern sanat ressamıdır.
Kolombiya edebiyatının bir yazarı olan Gabriel García Márquez, 1982 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görülmüştür.
Catalina Sandino Moreno Maria Full of Grace filmi ile 2004 yılında Berlin Film Festivali'nde Charlize Theron'la birlikte En İyi Kadın Oyuncu ödülü kazanmıştır. Bu filmdeki performansı ile Oscar'a aday olmuştur.
Ayrıca, Shakira, Juanes, J Balvin, Danna García, César López gibi, uluslararası alanda da kabul görmüş Kolombiyalı sanatçılar da vardır.
Kolombiya'da futbol, bisiklet,boks, beyzbol, basketball ve tejo (yerel spor) en çok sevilen sporlardır. Futbol ligler halinde oynanmakta ve bunların en büyüğü Liga Postobón'dur. Libertadores Kupası kazanabilmiş olan takımların ikisi (Once Caldas ve Atlético Nacional) takımdır. Futbol kulüpleri Kolombiya Futbol Federasyonu çatısı altında toplanmıştır.
UEKAE
UEKAE (Ulusal Elektronik ve Kriptoloji Araştırma Enstitüsü), TÜBİTAK'ın bünyesinde bir enstitü.
UEKAE'nin görevi, "bilgi güvenliği, haberleşme ve ileri elektronik alanlarında Türkiye'nin teknolojik bağımsızlığını sağlamak ve sürdürmek için nitelikli insan gücü ve uluslararası düzeyde kabul görmüş altyapısı ile, bilimsel ve teknolojik çözümler üretmek ve uygulamaktır".
Bu ana hedef göz önünde bulundurularak belirlenen "bilgi güvenliği, haberleşme ve ileri elektronik alanlarında yeni teknolojilerin geliştirilmesine öncülük eden uluslararası bilim, teknoloji ve üretim merkezi olmak" vizyonuna ulaşılabilmesi ve ülkenin ihtiyacı olan teknolojilerin geliştirilmesi için Enstitü'nün akredite test ortam ve laboratuvarlarında temel ve uygulamalı araştırmalar yapılmakta ve ihtiyaç sahiplerine teknik destek sağlanmaktadır.
UEKAE ayrıca, açık kaynak kodlu yazılımlara Uludağ Projesi ile Türkiye'de destek veren ilk devlet kurumudur.
Kamu kuruluşlarına elektronik imza sertifikası dağıtacak olan Kamu Sertifikasyon Merkezi de bu enstitüde bulunmaktadır.
UEKAE bünyesindeki optoelektronik grubu, laser ve sensör uygulamaları, sayısal/akıllı kamera tasarımı, görüntü işleme, tekstil ve cam endüstrisi için endüstriyel kalite kontrol otomasyonu, evrak inceleme cihazları, DLP projeksiyon sistemleri gibi proje ve ürünler geliştirmektedir.
İTÜ Elektrik Fakültesi hocalarından Yılmaz Tokad tarafından ODTÜ Mühendislik binasında Elektronik Araştırma Ünitesi adı ile 1968 yılında kuruldu ve 4 yıl sonra Marmara Araştırma Enstitüsü'ne bağlı olarak faaliyet göstermek üzere TÜBİTAK Gebze kampüsüne taşındı.
TÜBİTAK bünyesinde yer alan TÜBİTAK Ulusal Elektronik ve Kriptoloji Araştırma Enstitüsü(UEKAE) ile daha önce TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezine (MAM) bağlı olarak faaliyet gösteren Bilişim Teknolojileri Ensitüsü (BTE), TÜBİTAK BİLGEM çatısı altında birleştirildi.
Enstitü TÜBİTAK'ın en faal ve üretken birimidir. Adından da anlaşılacağı üzere kriptoloji, bilişim ve elektroniğin ileri konularında faaliyet göstermektedir.
Roche limiti
Roche limiti bir gök cisminin kendinden daha büyük bir başka gök cismine, yerçekimi gücünün neden olduğu gel-git etkisi altında parçalanmadan yaklaşabileceği en kısa mesafeyi gösterir. Bu kavram, 1847 yılında Fransız matematikçi Edouard Albert Roche (1820-1883) tarafından tanımlanmıştır. Yerçekimi kuvveti uzaklığın kare |
si ile ters orantılı olduğundan, bir başka kütleye yaklaşan bir cismin o kütleye yakın kısımları, uzakta kalan kısımlarına oranla daha fazla çekim kuvveti etkisi altındadır. Eğer bu kuvvetler arasındaki fark cismin kendi yerçekimi kuvvetini aşacak boyutta ise cisim bütünlüğünü kendi yerçekimi ile sağlayamaz hale gelir ve dağılır. Bu nedenle bir yıldızın Roche limitinden daha yakın yörüngede sabit kalabilen gezegenleri bulunamaz. Aynı şey gezegenler ve uyduları için de geçerlidir. Güneş Sistemindeki bazı gezegenlerin halkaları bu mekanizma ile açıklanır.
Roche'un bu mesafeyi hesaplamakta kullandığı formül günümüzde gözden geçirilmiş şekliyle şöyledir:
d=2,4228 R (ρ /ρ)
d uzaklık,
R gezegenin yarıçapı,
ρ gezegenin yoğunluğu,
ρ uydunun yoğunluğu
Bu formül yerçekiminden başka uyduyu bir arada tutan hiçbir etkinin bulunmadığı ideal akışkan bir cisim için doğrudur. Yüzey gerilimi, iç sürtünmeler, yapıştırıcı kuvvetler uydunun dağılmasını zorlaştırarak bu formülde hesaplanan Roche limitini küçültürler.
BFO
Vuru Frekans Osilatörü, (Beat Frequency Oscillator; BFO), kısa dalga radyolarda, SSB ve CW gibi taşıyıcısı olmayan sinyaller için referans sinyal oluşturan devredir.
Bachman-Turner Overdrive
Bachman-Turner Overdrive (grup), kısaca BTO olarak bilinen 1970'lerde popüler olan Kanadalı Rock grubu.
İlk olarak 1970'de Randy Bachman, Chad Allan, Robbie Bachman ve Fred Turner tarafından "Brave Belt" olarak kurulan grup, Allan'nın yerini üçüncü kardeş Tim Bachman'ın alması ile Bachman-Turner Overdrive adını alır. Bachman kardeşler Mormon'lardandır. Bu nedenle alkol ve tütün kullanmazlar.
Kanada ve ABD'de oldukça başarılı olan ikinci albümleri "Bachman-Turner Overdrive II"'dan sonra ayrılan Tim Bachman'ın yerini Blair Thorton alır ve 1974'te çıkartıkları "Not Fragile" albümleri ile büyük başarı kazanırlar.
1977'deki "Freeways" albümünden sonra Randy Bachman solo kariyer yapmak üzere gruptan ayrılır. Daha sonra grubun kalan elemanları BTO adı ile plaklar çıkarmaları, 1980'de tekrar birleşmelerine rağmen aynı başarıyı yakalayamazlar.
Randy Bachman, şarkıcı Tal Bachman'ın da babasıdır.
Bachman-Turner Overdrive (1973)
1. For The Weekend
2. Just Look At Me Now
3. My Sugaree
4. City's Still Growin'
5. Another Fool
6. Lost In A Fantasy
7. Toledo 8. Service With A Smile
Bachman-Turner Overdrive II (1973)
1. Blown
2. Welcome Home
3. Stonegates
4. Let It Ride
5. Give It Time
6. Tramp
7. I Don't Have to Hide
8. Takin' Care of Business
Not Fragile (1974)
1. Not Fragile
2. Rock Is My Life, and This Is My Song
3. Roll on Down the Highway
4. You Ain't Seen Nothing Yet
5. Free Wheelin'
6. Sledgehammer
7. Blue Moanin'
8. Second Hand
9. Givin' It All Away
Four Wheel Drive (1975)
Head On (1976)
Best Of BTO So Far (1976)
Japan Tour Live (1977)
Freeways (1977)
Street Action (1978)
Rock n' Roll Nights (1979)
You Ain't Seen Nothin' Yet (1983)
Bachman-Turner Overdrive (1984)
Greatest Hits Live (1986)
BTO's Greatest (1987)
BTO Anthology (1993)
Drive On (1994)
Trial By Fire (1996)
King Biscuit Flower Hour (1998)
20th Century Masters (2000)
Paracelsus
Paracelsus (Phillipus Theophratus Bombastus von Hohenheim). (d. 11 Kasım veya 17 Aralık 1493 Zürih - ö. 24 Eylül 1541, Salzburg). Almanca konuşan İsviçreli doktor ve kimyager. 16. yüzyılın önemli bilim insanlarından ve modern tıbbın kurucularından biri olduğu kabul edilir.
Doktor olan babasından ilk temel bilgileri aldıktan sonra üniversiteye gitmiş ancak burada edinmiş olduğu bilgiler kendisini tatmin etmediği için çeşitli bilim merkezlerine yolculuklar yaptı.
Paracelsus, günün tedavi şekline, otoritelerin tıbbi kuramlarına karşı çıkmış ve bunun sonucunda, biraz da çılgın tavırlarıyla, bir tür sembole dönüşmüştür. Çılgınlıkları o zamanki geleneksel tıbbın eskidiği ve artık yenilenmesi gerektiği şeklindeki tepkisinin bir göstergesidir. Akademik olan her şeye meydan okumuştur. Zamanında uygulanan tıp uygulamasına hayatı boyunca karşı çıkmış ve mücadele vermiştir. Aklı sürekli çalışan, kuramlar üreten biridir.
Onun, geçmişle olan savaşının en somut şekli, öğrencilerin yaktığı "geleneksel ateş"te herkesi gözü önünde İbn-i Sina, Hipokrates ve Galen gibi otoritelerin kitaplarını yakmasıdır. Böylece, Orta Çağ'da dogmatik hale gelen Galen, İbn-i Sina gibi, yeni gelişmelerin önündeki engeller olarak gördüğü hekimlerin kimliklerinde, eski tıbba son verdiğini sembolize ediyordu.
Bu hareketiyle büyük bir tepkinin doğmasına sebep olan Paracelsus, hemen hiçbir yerde fazla kalamayıp, kent kent dolaşmıştır. Paracelsus, tıp eğitiminde geleneksel olarak kullanılan Latince yerine derslerini Almanca vermiştir.
Paracelsus'a göre, bir cerrah bütün bitkileri tanımak, bilmek zorundadır; onları nasıl kullanacağını, onların çok hızlı mı yoksa yavaş mı etki ettiğini bilmek zorundadır. Ayrıca, onların etkilerinin bilinmesi gerekir, etkilerinin kaslar mı, kemikler mi yoksa damarlar üzerinde mi olduğunun cerrah tarafından bilinmesi lazımdır. Örneğin balsamın kırık için mi, yoksa yaralarda mı etkin olduğunun bilinmesi gerekir. Buna ilave olarak, yaranın açık ve korumasız olmasına göre, uygun bir pansumanla, yarayı temizleyip, onu dış etkilerden korumalıdır. Mümkün olduğu kadar doğanın tedavi gücünün yarayı iyileştirmesine yardımcı olmalıdır. Bu da her şeyden önce iyi beslenme ile mümkün olur.
Aynı şekilde, Paracelsus, yeni cerrahi ile ilgili olarak şöyle demektedir: Cerrahi insanın kemiklerini ve diğer yapısını bilmek zorundadır; aksi takdirde nasıl teşhis koyabilirsiniz? Sadece dış yapıyı bilmeniz yetmez, aynı zamanda iç yapıyı da bilmek zorundasınız, bütün ven ve arterleri, sinirleri, kasları ve iç organları bilmelisiniz.
Burada Paracelsus, devrindeki organ reparasyon ameliyatları konusundaki çalışmalara karşı çıkmaktadır. Bu tip çalışmalar Ambroise Pare dahil birçok cerrahın ilgisini çekmiştir.
Paracelsus, varlıkların hepsinin ortak bir temeli olduğunu ileri sürdü; bu temel, daha önce ileri sürülen 4 elementin yanı sıra, onun materia prima ("ilk maddeler") adını verdiği tuz, civa ve kükürtten oluşuyordu.
Paracelsus, kimyada kabul edilmiş yasa ve ilkelerin, aslında canlılar için de geçerli olduğunu savundu. Bir canlı, belli bir kimyasal yapıya sahipse, buna bağlı olarak o yapıda oluşacak bozukluklar, doğal ki kimyasal kökenli olacak ve kimyasal ilkelerin açıklama modelleriyle anlaşılabileceklerdir; bu durumda yapının düzeltilebilmesi de, ancak kimyasal maddelerle olanaklı olacaktır: Bu anlayışa iatrokimya denmiştir.
Bu kurama dayanarak, Paracelsus, vücut işlevlerinin, örneğin midenin işleyişinin kimyasal bir süreç oluşturduğunu ileri sürer. Mide sindirim görevini besin maddelerini ısıtıp, ıslatarak veya onları bazı hareketlerle parçalayarak değil; midenin salgıladığı bazı sıvılar vasıtasıyla onu kimyasal bazı değişimlere tabi tutar. Bu yaklaşımı temel alan sonraki yüzyıllarda, bazı bilim insanları, araştırmalarını salgı bezleri üzerinde yoğunlaştırmışlardır.
Paracelsus modern tıbbın yanında, modern farmakolojinin (ilaçbilimi) de kurucusu olarak nitelendirilebilir. Pek çok kimyasal madde üzerinde araştırmalar yapmış ve antimonu bulmuştur ki, daha sonra 17. ve 18. yüzyıllarda antimon, iatrokimya görüşlerini destekleyenler tarafından sıkça ilaç olarak ya da ilaç karışımları içinde kullanılmıştır; bu tip ilaçlara arkana tipi ilaçlar denir. Paracelsus'un bazı terimleri Arapça'dan aldığı söylenir, alkol terimi de, örnek gösterilir.
Paracelsus sonraki dönemlerde birçok bilim insanını etkilemiştir. Bunlardan Van Helmont özellikle sindirim ve solunum sistemlerini incelemiştir. Silvester gazı dediği karbondioksit gazını Van Helmont'un bulduğunu biliyoruz.
Bu ikilem fikri daha sonra, Paracelsus ve onu destekleyenlerce yeniden ele alınmış ve bu temel üzerinde asit-baz ikilemi biçimlendirilmiştir.
İatrokimya görüşünün yanında, yine 16. yüzyılda fizik bilimini ve fizik ilkelerini canlı yapının açıklamasında temel alan görüşler gelişmiştir ki, bu görüşlerin temsilcileri arasında Galileo, Descartes ve Steno sayılabilir. Bunların görüşleri de iatrofizik olarak adlandırılmıştır.
Bu okulun temsilcilerinin daha çok tekniğin gelişmesinde etkin olduğu görülmektedir. Örneğin Galileo ve bir grup arkadaşı Academia del Cimento'yu kurmuşlardır; onların çalışmaları sayesinde mercek üzerinde yapılan çalışmalar daha sonraki yıllarda gelişmiş ve mikroskop ve teleskop bilimsel araştırmalar yaparken kullanılmaya başlanmıştır.
İatrokimya ve iatrofizik görüşleri, daha sonra mekanik okulu oluşturacak şekilde birleşmiştir; mekanik okul, canlı ve cansız bütün varlıkların yapı ve işlevlerinin birbirine benzediğini ve dolayısıyla fizik ve kimya olaylarının açıklanmasında kullanılan prensiplerin biyolojide de geçerli olduğunu kabul etmiştir.
Bu görüşten hareket eden bilim insanları, canlı varlıkların da cansız nesneler gibi, laboratuvarda incelenebileceği fikrini savunmaya başlamalarıyla biyolojide deneysel yöntemin yaygın olarak kullanılması söz konusu olmuştur.
Küçük Antiller
Küçük Antiller, Karayip denizinde Büyük Antiller ile birlikte Batı Hint Adalarını oluşturan adalar topluluğudur.
Büyük Antiller, Karayiplerin kuzey-batısındaki dört büyük adaya verilen addır: Küba, Hispanyola (Haiti ile Dominik Cumhuriyeti), Jamaika, Puerto Riko.
Küçük Antiller ise Atlantik denizinin sınırında Karayiplerin doğusunu, kuzeyden güneye art arda sıralı çevreleyen küçük adalardır. Bunlar Virgin Adaları, Anguila, Saint Kitts ve Nevis, Antigua ve Barbuda, Montserrat, Guadeloupe, Dominika, Martinique, Saint Lucia, Barbados, Saint Vincent ve Grenadinler, Grenada, Trinidad ve Tobago, Venezuela açıklarındaki adalar ile Hollanda Antilleri, Aruba gibi adalardan oluşurlar.
Kurasao, Bonaire, Saint Eustatius, Saba, ile Saint Martin'ın güneyi Hollanda Antilleri'ni oluştururlar.
Büyük Antiller
Büyük Antiller, Karayip denizinde Küçük Antiller ile birlikte Batı Hint Adalarını oluşturan adalar topluluğudurlar.
Büyük Antiller, Karayiplerin kuzey-batısındaki dört büyük adadan oluşurlar: Küba, Hispanyola (Haiti |
ile Dominik Cumhuriyeti), Jamaika, Puerto Riko.
Küçük Antiller ise Atlantik denizinin sınırında Karayiplerin doğusunu, kuzeyden güneye art arda sıralı çevreleyen küçük adalardır. Bunlar Virgin Adaları, Anguila, Saint Kitts ve Nevis, Antigua ve Barbuda, Montserrat, Guadeloupe, Dominika, Martinique, Saint Lucia, Barbados, Saint Vincent ve Grenadinler, Grenada, Trinidad ve Tobago, Venezuela açıklarındaki adalar ile Hollanda Antilleri, Aruba gibi adalardan oluşurlar.
Kurasao, Bonaire, Saint Eustatius, Saba, ile Saint Martin'ın güneyi Hollanda Antilleri'ni oluştururlar.
Veri madenciliği
Basit bir tanım yapmak gerekirse veri madenciliği, büyük ölçekli veriler arasından bilgiye ulaşma, bilgiyi madenleme işidir. Ya da bir anlamda büyük veri yığınları içerisinden gelecekle ilgili tahminde bulunabilmemizi sağlayabilecek bağıntıların bilgisayar programı kullanarak aranmasıdır. Veri madenciliği deyimi yanlış kullanılan bir deyim olabileceğinden buna eş değer başka kullanımlar da literatüre geçmiştir. Veritabanlarında bilgi madenciliği (İng. "knowledge mining from databases"), bilgi çıkarımı (İng. "knowledge extraction"), veri ve örüntü analizi (İng. "data/pattern analysis"), veri arkeolojisi gibi.
Bunların arasındaki en yaygın kullanım Veritabanlarında Bilgi Keşfi (İng. "VBK - Knowledge Discovery From Databases - KDD")'dir. Alternatif olarak veri madenciliği aslında bilgi keşfi sürecinin bir parçası şeklinde kabul görmektedir. Bu adımlar:
Veri madenciliği adımı, kullanıcı ve bilgi tabanıyla etkileşim halindedir. İlginç örüntüler kullanıcıya gösterilir, ve bunun ötesinde istenirse bilgi tabanına da kaydedilebilir. Buna göre, veri madenciliği işlemi, gizli kalmış örüntüler bulunana kadar devam eder.
Bir veri madenciliği sistemi, aşağıdaki temel bileşenlere sahiptir:
Veri madenciliği, eldeki verilerden üstü kapalı, çok net olmayan, önceden bilinmeyen ancak potansiyel olarak kullanışlı bilginin çıkarılmasıdır. Bu da; kümeleme, veri özetleme, değişikliklerin analizi, sapmaların tespiti gibi belirli sayıda teknik yaklaşımları içerir.
Başka bir deyişle, veri madenciliği, verilerin içerisindeki desenlerin, ilişkilerin, değişimlerin, düzensizliklerin, kuralların ve istatistiksel olarak önemli olan yapıların yarı otomatik olarak keşfedilmesidir.
Temel olarak veri madenciliği, veri setleri arasındaki desenlerin ya da düzenin, verinin analizi ve yazılım tekniklerinin kullanılmasıyla ilgilidir. Veriler arasındaki ilişkiyi, kuralları ve özellikleri belirlemekten bilgisayar sorumludur. Amaç, daha önceden fark edilmemiş veri desenlerini tespit edebilmektir.
Veri madenciliğini istatistiksel bir yöntemler serisi olarak görmek mümkün olabilir. Ancak veri madenciliği, geleneksel istatistikten birkaç yönde farklılık gösterir. Veri madenciliğinde amaç, kolaylıkla mantıksal kurallara ya da görsel sunumlara çevrilebilecek nitel modellerin çıkarılmasıdır. Bu bağlamda, veri madenciliği insan merkezlidir ve bazen insan – bilgisayar arayüzü birleştirilir.
Veri madenciliği sahası, istatistik, makine bilgisi, veritabanları ve yüksek performanslı işlem gibi temelleri de içerir.
Veri madenciliği konusunda bahsi geçen geniş verideki geniş kelimesi, tek bir iş istasyonunun belleğine sığamayacak kadar büyük veri kümelerini ifade etmektedir. Yüksek hacimli veri ise, tek bir iş istasyonundaki ya da bir grup iş istasyonundaki disklere sığamayacak kadar fazla veri anlamındadır. Dağıtık veri ise, farklı coğrafi konumlarda bulunan verileri anlatır.
Bilgi
Bilgi, suje ile obje arasındaki ilişkiden doğan her türlü üründür. Felsefede; bilginin doğası, kökenleri ve boyutları ile ilgilenen dala epistemoloji adı verilir.
Varlık; çok boyutlu, çok yönlüdür. Bilgi de varlığa ilişkindir. Bu nedenle bilgi, ait olduğu alan, elde edilişi, özne nesne ilişkisi ve bilgi aktı açısından çeşitli türlere ayrılır.
Sadece duyu organları aracılığıyla dış dünyanın açıklanma biçimidir. Bu bilginin oluşumunda denemelerin, tecrübelerin ve gözlemlerin etkisi büyüktür. Belirli bir yönteme dayanılarak kazanılmış bir bilgi değildir, genel geçerliliği de yoktur. Örnek: birkaç yeşil elmanın ekşi olduğunu görünce; ""elmalar ekşidir"" genellemesine ulaşılabilir.
İnsanın temel ihtiyaçlarını karşılamak ve günlük yaşamını kolaylaştırmak amacıyla araç gereç yapımı ile ilgili bilgidir. Teknik bilginin bilgi aktı yarardır. Teknik bilginin iki türü vardır:
Bu kavrama gücü, bilimden ve felsefeden farklıdır, akla dayanmaz. Duyguya, coşkuya ve sezgiye dayanır. Sanat bilgisi; sanatçı ile onun yöneldiği nesne arasındaki ilgiden doğan bir bilgidir. Sanatı diğer bilgi türlerinden ayıran en önemli özelliği sanatçının kullandığı ifade aracının farklı olmasıdır. Diğer bilgi türleri, ifade için kelime ve terimler kullanır. Buna karşı sanatçı; sesi, rengi ve maddenin çeşitli şekillerini de kullanır. Yöneldiği nesneyi özne olarak ifade eder.
Tanrı'nın insanlara peygamberler aracılığıyla, vahiy yoluyla doğru olan yaşam tarzını bildirmesi şeklindeki bilgidir. Kutsal olanla bunun karşısındaki insanın konumunu ifade eder. Dinsel bilgiye kesin iman ile inanılır, eleştirisi yapılamaz. Bu tür bilgiyi inanç olarak değerlendirmek doğru olur.
Bilimsel yöntem ve akıl yürütme yoluyla varlıklar hakkında elde edilen bilgidir. Bilimsel bilgi nedensellik ilkesini kullanarak olgular üzerinde hipotezler üretir ve bunları deneyle sınar. Deneysel testleri geçen hipotezler bilimsel bilgi dağarcığına katılır.
Bilimler üç gruba ayrılır:
Bilimsel bilgi özellikleri:
Şüphe edilerek başlayan düşünme yolculuğundaki şüphe edilemeyen en son düşüncedir.
Felsefi anlamda bilgi, Platon'un Theatetus diyalogundan beri "gerekçelendirilmiş doğru inanç" olarak tanımlanır. Bilgi, doğru ya da yanlış olma olasılığı olan sanıdan farklıdır. Bilgi, doğruluğu yönünde yeterli gerekçelere sahip olunan inanç veya iddiadır.
Felsefî bilgi özellikleri:
Belirme
Belirme, karmaşık bir sistem'de yeni ve uyumlu yapılar, desenler ve özelliklerin ortaya çıkması sürecidir. Belirmiş fenomen, sistemin elemanları arasında etkileşim dinamikleri sonucunda oluşur. Belirmiş fenomen çoğunlukla görece basit parçaların görece basit etkileşimlerinden çıkan beklenmedik, sıradan olmayan sonuçlardır. Karmaşık bir sistemi daha az karmaşık olandan ayıran şey, karmaşık sistemde bazı davranımların ve desenlerin, elemanların arasındaki ilişkilerin dokusu gereği ortaya çıkamalarıdır.
Belirme'nin İngilizce karşılığı emergence'dir. Bu makalede 'belirmiş olan şey veya özellik' manasındaki İngilizce emergent karşılığı olarak belirmiş kullanılmıştır.
Bir belirmiş davranım veya belirmiş özellik, bir ortamda belirli sayıda basit birim (ajan) çalışırken, grup olarak karmaşık hareketler oluşturduğunda gözlemlenebilir. Birden fazla şeyden oluşmuş bir sistem bu şeylerin sahip oldukları özelliklerin toplamından fazlasını içerebilir. Örneğin, bir düzlemde iki nokta düşünün. Bu noktalar arasında bir "uzaklık" olacaktır. Bu uzaklığın kendisi bir noktanın bir özelliği olmayıp, sadece noktalar arasındaki ilişkide kendini gösterir. Belirmiş özellikler sadece sistemin içindeki elemanlar arasından değil, aynı zamanda diğer belirmiş özellikler arasından da çıkabilir. Bu özelliklerin sayısı ve inceliği, gerek elemanların gerekse de öncül olarak belirmiş özelliklerin sayısından çok daha fazla olabilir.
Belirmiş özellikler bir karmaşık sistem çeşitlilik, organizasyon ve bağımlılığa ulaşınca ortaya çıkar. Özelliğin kendisi genellikle öngörülemez ve benzersizdir. Sistemin evriminin yeni bir boyutunu temsil eder. Karmaşık davranımlar veya özellikler, hiçbir tek birimin özelliği olmadığı gibi daha alt seviyedeki birimlerin hareketlerine indirgerek de öngörülemezler. Bir kuş veya balık sürüsünün davranımı bu kavram için kolayca anlaşılabilecek örneklerdir. Sürünün hareketini anlamak tek tek balık veya kuşların hareketini anlamaktan daha zordur.
Belirme açısından bakıldığında zekâ, nöronlar arasındaki bağlantılardan "belirir" ve bu persfektiften bakıldığında beyni oluşturan nöronlar zeki olmasa da beyinin zeki olmasını açıklamak için bir "ruh" kavramı ortaya atmak gerekli değildir.
Belirmiş davranım oyun ve oyun tasarımı için de önemlidir. Örneğin, poker oyunu, özellikle de belirli bir artırım yapısı olmayan limitsiz formları, genellikle belirmiş davranım tarafından yönetilir. Örneğin, kurallar oyuncuya pas geçmesini zorunlu kılmaz ama çoğu oyuncular bunu yapar. Oyun belirmiş davranım tarafından yönetildiği için kurallar aynı olsa da bir poker masasındaki oyun diğerinden tamamen farklı olabilir. Oyun varyasyonları belirmiş meta-oyunun örnekleridir ve yeni oyunların evrimleşmesine katalizör olurlar.
Belirmiş yapılar tek bir olay veya kural tarafından yaratılmamış desenlerdir. Sisteme bir desen oluşturması komutunu veren bir şey yoktur ama her parçanın diğerleri ile olan etkileşimi karmaşık bir süreç sonucu düzene yol açar. Belirmiş yapıların parçalarının toplamlarından fazlası oldukları söylenebilir, çünkü bu belirmiş düzen çeşitli parçaların bir araya gelmesiyle ortaya çıkmaz. Bu parçaların etkileşimi önemlidir.
Biyolojiden bir örnek olarak karınca kolonisini alabiliriz. Kraliçe karıncalara ne yapmaları konusunda direkt emirler vermez. Bunun yerine, her karınca çeşitli uyarılara kimyasal koku şeklinde reaksiyon verir. Bu uyarılar larva, diğer karıncalar, düşmanlar, yemek ve çop biriktirme olabilir. Karınca bu kimyasal kokuyu ardında bir iz olarak bırakır ve bu iz diğer karıncalar için yeni bir uyaran olur. Burada her karınca sahip olduğu genetik kodlar neticesinde sadece kendi etrafındakilere tepki veren otonom bir birimdir. Merkezi bir karar alma olmamasına rağmen, karınca kolonileri karmaşık davranım gösterirler ve hatta geometrik problemleri dahi çözebilirler.
Belirmiş yapılar şehirleri ve galaksilerin şekli gibi birçok doğal fenomeni de içerirler. Komuta olmadan düzen oluşturdukları için entropi prensiplerini yener görünürler.
Belirmiş süreçler ve davranımlar, çok hücreli biyolojik yapılardan hücresel otomatlara, organizasyon olgularından bilgisayar simülasyonların |
a kadar çok çeşitli yerlerde gözlemlenebilir. Borsa belirmişliğin büyük ölçekteki bir örneğidir: bir bütün olarak şirketlerin dünya çapında görece fiyatlarını düzenlemesine rağmen, lider olarak kabul edilebilecek, pazarın tümünün çalışmasını kontrol eden bir birim yoktur. Her ajan veya yatırımcı, sadece porföyündeki sayılı firmadan haberdardır ve pazarın belirli düzenleyici kurallarını izlemek zorundadır. Bireysel yatırımcıların etkileşimleri sayesinde borsanın karmaşıklığı bir bütün olarak belirir.
Belirmiş yapılar organizasyonun değişik seviyelerinde oraya çıkabilir. Daha önce belirtildiği gibi, galaksilerin uzaydaki yapısı evrendeki enerji ve maddenin dağılımının belirmiş bir özelliğidir. Benzer şekilde hava durumu olgusu, örneğin fırtınalar, hayatın kendisi gibi belirmiş özelliklerdir. Belirmiş kendi kendine organizasyon, bölge planlamasının yapılmadığı şehirlerin ortaya çıkmasında sıklıkla görülür.
Fizikte belirme makroskopik sistem mikroskopik sistemin toplamı olmasına rağmen, mikroskopik değil makroskopik bir seviyede oluşan fenomenler için kullanılır. Bazı örnekler şunlardır:
Parçacık fiziğinin bazı teorileri, hatta kütle, uzay ve zaman gibi bazi yapılar bile daha temel olgulardan (Higgs boson veya sicim teorisi gibi) çıkmış belirmiş fenomen olarak görülebilir. Kuantum mekaniğinin bazı yorumlarında, her objenin belirli bir pozisyonu, momenti, vb. vardır diyen deteministik gerçeklik algısı aslında bir belirmiş fenomendir çünkü maddenin gerçek hali tek bir pozisyon veya momentumu olması gerekmeyen bir dalga fonksiyonu olarak tanımlanmıştır.
Bütün bu örneklerde, makroskopik seviyedeki belirmiş fenomen mikroskopik seviyede direkt olarak var olmayabilir ama makroskopik seviyedeki varlığı mikroskopik seviyede fizik kanunlarının uygulanmasıyla açıklanabilir.
Belirmiş fenomen, bütün maddeyi onu oluşturan parçalarla açıklamaya çalışan indirgemeci fizik teorisinin neden yaşayan varlıklar gibi kompleks nesneleri açıklamayı umduğunu gösterir. Bunun yanında, belirmiş fenomen aşırı indirgemeciliğe bir uyarıdır çünkü belirmiş fenomenin mikroskopik açıklaması çok karmaşık veya pratik kullanım için çok alt seviyede kalabilir. Örneğin, eğer kimya, parçacık fiziğindeki etkileşimlerden belirmiş olarak, hücre biyolojisi kimyadaki etkileşimlerin belirmiş olarak, insanlar hücre biyolojisindeki etkileşimlerden belirmiş olarak, medeniyet insanların etkileşimlerdinden belirmiş olarak ve insanlık tarihi medeniyetlerin etkileşimden belirmiş olarak açıklanabilir olsa da, bu tek başına bunun kolay olduğunu veya insanlık tarihinin parçacık fiziği kanunları ile açıklanmasının istenilirliğini göstermez. (Ama yine de bu, bazılarının belirmiş karmaşık fenomenlerin (insanlık tarihi gibi) daha temel teoriler ile ilişkili basit yasalarla açıklanması ile ilgili hipotezler ortaya atmasını engellememiştir. Örneğin Kodratiev dalgası veya bilim kurgu olan psikotarih'e bakınız.
Keşan
Keşan Edirne'nin bir ilçesidir. Türkiye Trakyası'nın Çorlu, Tekirdağ, Çerkezköy ve Edirne'den sonra en büyük 5. yerleşim bölgesidir. Kuzeyde İpsala ve Uzunköprü, doğuda Tekirdağ'ın Malkara, güneydoğuda Tekirdağ'ın Şarköy, güneyde Çanakkale'nin Gelibolu, güneybatıda Enez ilçeleri ve Ege Denizi'yle çevrilidir.
Keşan ilçesi MÖ 30. yüzyıldan itibaren Luvi ve Traklarla başlayan bir geçmişe sahiptir. Yöre daha sonraları eski Yunan, Pers, Makedonya ve Bizans yönetimlerinde kalmış, 14. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı hakimiyetine girmiştir. Osmanlı döneminde sırasıyla Rumeli ve Kaptanpaşa eyaletleri ve Edirne vilayetine bağlı Gelibolu Sancağı'nın İpsala kazasına bağlı bir nahiyeydi.
Edirne Vilayet Matbaası Müdürü Şevket Dağdeviren'in yazdığı 1892 tarihli salnameye göre;
Gelibolu Sancağı’na bağlı olan Keşan kazası, 55 köy ve çiftlik ile 9 mahallenin tümünde 3667 hanede 2140 Müslüman, 7155 Rum, 909 Bulgar ve 233 çingene olmak üzere toplam 10.447 nüfusa sahiptir.
Gelibolu Caddesi’nde hükumet konağı ile birlikte 5 resmi bina ve toplamda 6 (İbrice iskelesinde 1, Malkara Caddesi’nde 1 ve Koru Dağı’nda 4) karakolhane vardır. Kasaba içinde 4 cami, 4 mescit, 1 ortaokul, 2 ilkokul, 1 kız okulu vardır.
Hersekzade Ahmet Paşa tarafından yaptırılan Büyük Cami, Hacı Mehmet Ağa tarafından yaptırılan Yeni Cami, Behram Bey tarafından yaptırılan Orta Cami ve Mehmet Esbat Bey’in yaptırdığı bir diğer cami kasaba içinde bulunur.
Kazanın Paşayiğit, Grebene ve Suluca isimli 3 nahiyesi vardır. Keşan’da hastane ve depo olmayıp 1 şadırvan, 15 çeşme, buharla çalışan 1 un fabrikası, 32 yel değirmeni, 1 çömlekhane ve 3 taş ocağı vardır.
1877 yılında Gelibolu Sancağı'na bağlı ilçe olan Keşan, sırasıyla Rus, Bulgar ve Yunan işgallerine uğramış, 11 Ekim 1922 Mudanya Ateşkes Anlaşması sonrası 19 Kasım 1922'de TBMM hükümetine bağlanmıştır. 1922-1926 arası Gelibolu'nun ilçesi olan Keşan, 1926'da Gelibolu ilinin feshiyle Edirne'ye bağlanmıştır. Bugünkü sınırlarına 1877-1912 arası Dedeağaç (bugün sancağına Alexandrupoli) bağlı kazayken, Dedeağaç'ın Bulgar'ların eline geçmesiyle buraya nahiye olarak bağlanan Enez'in 1953'te ilçe olmasıyla ulaşmıştı.
Salakoğlu fethedildikten sonra, buraya Anadolu'dan göçmen getirtip yerleştirildi. "Gacal" tabir dilen eski yerlilerin bunların torunları olduğu söylenir. Trakya'nın güneyine yoğun olarak yerleştirilen bu yörüklere "Topkeşan" yörükleri deniliyordu. İsim zamanla kısaltıldı ve Keşan olarak kullanılmaya başlandı. Bir başka söylenceye göre ise kirişlerinin çokluğu ile dikkati çeken bir han vardı. Keşan adı "Kırkkirişhan" adından bozmadır.
Keşan'ın ismi ile ilgili bir başka söylence de, bugünkü eski mezbahahane'nin bulunduğu yerde çok eskiden bulunan, kervanların dinlenme yeriyle ilgilidir. burada atlar dinlendirme amaçlı kaşandırılır, yani araba ve koşumlarından sökülüp dinlendirilirmiş. Kaşandırmak yani dinlendirmek deyimine dayanılarak Keşan'ın adı bir müddet Kaşan olarak da kullanılmış.
Anadolu'da halk arasında işlevi "çekmek" türünden değişik nesnelere de bu ismin verildiği görülür. Bazı yörelerde atların deri koşumlarına "kaşan" denmektedir. Ayrıca Keşan ismiyle, İran'da bir kent de bulunmaktadır.
Keşan adı ile bir şehir de İran'da vardır. İran'ın İsfahan bölgesinde yer alan Keşan şehrine İran'da Kaşan denilir. İran'a Orta Asya'dan göç etmiş olan Türkmen toplulukları daha sonra Trakya bölgesine gelip buraya da bu adı vermiş olabilirler. 16. yüzyıl öncesi tarihi değişimler bunu destekler niteliktedir.
İlçenin antik çağdaki adı birçok kaynakta geçtiği gibi, "Zerlanis"tir. Bölgeye MÖ 30. yüzyıldan itibaren gelmeye başlayan Luviler'in bu ismi verdikleri kaynaklardan anlaşılmaktadır. Bu isim Roma döneminde de kullanılmıştır.
Keşan adının kökeninin Keşişlihan hatta Farsça'da "çekenler" anlamına gelen "keş'an" olduğu da söylenegelmektedir.
Qashan İdil Bulgarları na ait tarihi bir şehirdir.Bu isimden dolayı adının Keşan olmasıda düşünülebilir.
Keşan'ın merkez nüfusu 57.195'tir. 5 belde ve 45 köyden oluşan ilçenin toplam nüfusu ise 80.010'dur. Bu sayı, mevsim özelliklerine bağlı olarak değişkenlik göstermekte, özellikle yaz aylarında 700.000-800.000 kişiye ulaşmaktadır.
Keşan'da yaşayan çoğu insanların kökeni Karamanoğulları Beyliğinden gelmektedir. Osmanlı, Karamanoğulları Beyliği'ne son verdikten sonra Karamanoğulları'nın büyük bir kısmını Balkanlara yerleştirmişir. Balkanlardaki Türk iskanı cok eski yıllardan itibaren vardır ama esas yerleşme ve yakın yerleşme Osmanlı devrindedir. Ayrıca Osmanlı Akıncılarıda Karamanoğlu Torunlarıdır. Müslüman balkanlıların oluşturduğu çoğunluğu Türkçe konuşan halkın ağırlıkta olduğu Keşan'da pomak, Arnavut ve az sayıda boşnak Türk vatandaşları da mevcuttur.
Nüfusun tamamı Türkçe konuşmaktadır. Ancak bazı köylerinde yaşlı insanların ana dili, Pomakça ya da benzeri diyalektten Slavca'dır. Bazı köylerinde de az sayıda Boşnaklar vardır.
Keşan Marmara Bölgesi'nin Trakya bölümündedir. Yörede Akdeniz ikliminin Marmara'ya özgü iklim şekli hüküm sürer. Yüzölçümü 1087 km² olan Keşan'ın denizden yüksekliği 100 metredir. En yüksek noktası ise 371 metre ile Hızırilyas (Hıdrellez) tepedir. Yıllık yağış miktarı 550–600 mm. olup, mevsimlere göre dağılımı Kış: %38, Sonbahar: %27, İlkbahar; %22 ve Yaz: %13'tür.
Toplu bir yerleşme alanı görülen Keşan'da Cumhuriyet döneminde ve özellikle son 20 yılda hızlı bir yapılaşma göze çarpar. Kooperatif ve özel kişilerin yapıları halen hızla devam etmektedir. Bu hızlı gelişmeye sosyal yaşam da ayak uydurmuştur. Keşan'da her gün, özellikle haftalık pazarı olan cumartesi günü çok canlı bir günlük yaşam görülmektedir. Bu hareket Keşan'da sosyo-ekonomik hayatı da olumlu yönden etkilemektedir.
Saros sahil şeridi ve burada yer alan Erikli, Yayla, Mecidiye, Enez, Gökçetepe, Sazlıdere gibi sayfiye yerleri deniz, orman ve piknik tipi yaz turizmi merkezleridir. Temiz denizi ve yakınlığı Keşan'ı yaz turizminin ilgi odağı haline dönüştürmüştür. Uzun yıllar önce yerli ve yabancı balıkadamlar tarafından keşfedilen ve Orfoz balığıyla ünlenen Saros Körfezi amatör balıkçılar için de bulunmaz cennetlerden birisidir. Saros Körfezinde 144 çeşit balık, 170 çeşit sualtı canlısı vardır. Körfez "otoepürasyon" denilen dünyanın kendi kendini temizleyebilen iki körfezinden biridir. Bunun yanı sıra dalış turizmi (scuba diving), doğa yürüyüşü (trekking) tarzı turizm etkinlikleri için elverişlidir. Gökçetepe ve Danişment sahillerinde Orman Bakanlığı-Milli Parklar'a bağlı günübirlik ve yataklı dinlenme tesisleri vardır.
2010 yılında açılan Keşan Yusuf Çapraz Uygulamalı Bilimler Yüksekokulu ile çevresini daha da genişleten Keşan'da yükseköğrenim olarak bir de Trakya Üniversitesi'ne bağlı Keşan Meslek Yüksek Okulu okulu bulunmaktır. Ek olarak 2015 yılında Hakkı Yörük Sağlık Yüksek Okulu açılmıştır. İki yüksek okulla birlikte okulların bulunduğu alan Hersekzade Ahmet Paşa Yerleşkesi olmuştur. Keşan'ın açılan yeni yüksekokuluyla gelecek yıllarda bir üniversite şehri olacağı düşünülüyor. Keşan ayrıca, çoğu ilde bile olmayan iki okula da 2010 yılında kavuştu. Uzun yıllar boyunca açılması için uğraş verilen fen lises |
i ve Anadolu öğretmen lisesi de 2010 yılında Keşan'da eğitim öğretime başladı. Eğitim kenti olma yolunda hızla ileryen ilçede 1 Anadolu öğretmen lisesi, 1 fen lisesi, sağlık meslek lisesi, 3 tane anadolu lisesi 4 meslek lisesi ve 1 genel lise olmak üzere 11 tane ortaöğretim kurumu bulunuyor. Keşan; merkezde 13, belde ve köylerde 20 olmak üzere toplam 33 ilköğretim okulu ile yörenin eğitim ve öğretim alanında önemli bir merkezini oluşturmaktadır.
Keşan'da ayrıca bir halk kütüphanesi, beş özel dershane, üç özel sürücü kursu,2 ana okulu, Halk Eğitim Merkezi, Mesleki Eğitim Merkezi (Eski adı Çıraklık Eğitim Merkezi), Rehberlik ve Araştırma Merkezi, Akşam ve Sanat Okulu gibi kuruluşlar da ilçe eğitim ve öğretiminin diğer önemli unsurlarıdır.
Keşan'da kitle iletişim faaliyetleri üçü günlük (Önder, Medya Keşan ve Volkan) biri haftalık (Halkın Sesi) olmak üzere 4 ayrı gazete ve bir radyo (Keşan FM) ile sürdürülmektedir. Ayrıca çeşitli okul ve derneklerin kimisi düzenli, kimisi düzensiz olarak çeşitli periyodlarda yayımlanan yayın organları da bulunmaktadır.
Son yıllarda ilçeye ve bölgeye yönelik yayın yapan haber/yorum web siteleri kurulmustur. Bunlardan bazılari:
Her yıl Ağustos ayı sonlarında Keşan Kültür ve Turizm Festivali gerçekleştirilmektedir.
Geniş bir hinterlandın sağlık merkezi olduğu gibi ticaret ve turizm merkezi de olan Keşan Vergi Dairesine kayıtlı:
25 adet Anonim, 456 adet Limited, 13 adet ticari kooperatif ve diğer türde 1 adet olmak üzere 411 şirket bulunmaktadır.
1589 ticari kazanç, 105 zirai kazanç, 138 serbest meslek ve diğer mesleklerde 385 olmak üzere gerçek usulde 2226; 2107 basit usulde ticaret, 11'i serbest meslek olmak üzere basit usulde 2118, toplam 4364 Gelir Vergisi mükellefi, 411 adet de Kurumlar Vergisi mükellefi vardır.
Yukarıdaki bilgiler ışığında genel vergi durumuna bakıldığında, 1996 yılında 934 milyar olan toplam vergi tahakkuku 1997 yılı sonu itinariyle 2 trilyon lirayı bulmakta ve yine alınan bilgilere göre, vergi tahsilatının da 1997 yılı itibarıyla %90'larda seyrettiği görülmektedir.
Keşan İlçesi Köylere Hizmet Götürme Birliği üyesi 44 köyden 29 köye süt üretimini, kaliteyi ve pazar payını arttırmak amacıyla Yunan vatandaşı da gelmektedir. Kurulan pazar nedeni ile ilçe merkezi nüfusu cumartesi günleri 100.000'e ulaşmaktadır. Ticari hayatın bir başka göstergesi olan borsa işlemleri Keşan Ticaret Borsa'sında yine özellikle tarım ve hayvancılık ürünleri üzerinde seyretmektedir.
Un (5), yağ (1), çeltik (5), yem (1), süt (2), hazır çorba (1) fabrikaları dışında 11 adet süt işleme tesisi, 23 adet fırın ve 16 adet imalathane ve 3 adet hazır giyim fabrikası, 3 adet hazır beton üretim tesisi, 14 adet kömür 3 adet taş ocağı ve küçük sanayi sitesinde 30 farklı iş kolunda faaliyet gösteren küçük çaplı sanayi kuruluşları mevcuttur.
Keşan’ın merkez, belde ve köyler nüfusunun 80010 olmasına karşın, sağlık hizmeti verilen nüfus sayısının bu nüfustan çok daha fazla oluşu dikkat çekmektedir. Bu sayı, mevsim özelliklerine bağlı olarak değişkenlik göstermekte, özellikle yaz aylarında 250 bine ulaşmaktadır.
1 tane Keşan Devlet Hastanesi(1914 yılında 50 yataklı olarak hizmete açılmış, 1984 yılında 100 yatağa çıkarılmış 21.11.2004 tarihinden itibaren 200 yataklı olarak hizmet vermektedir.), 1 Özel Hastane (Özel Keşan Hastanesi), 10 Sağlık Ocağı, 1 Verem Savaş Dispanseri, 1 Ana Çocuk Sağlığı ve Aile Planlaması Merkezi, 27 tane Sağlık Evi ile 1 Sosyal Sigortalar Kurumu Dispanseri mevcuttur. Keşan’ da 30 Eczane, 40 Özel Tabib Muayenehanesi, 16 Diş Hekimi, 2 Özel Biyokimya Laboratuvarı, 2 Özel Radyoloji Laboratuvarı bulunmaktadır. Ayrıca şu anda da yapımı devam eden 100 yataklı son derece teknolojik bir adet devlet hastanesi de hizmete açılacaktır.
Keşan merkez ve köylerinde ekilebilir tarım arazisi miktarı 52.264 hektardır . Bunun 7.874 hektarı ekilebilir sulu arazi, 44.390 hektarı ise ekilebilir kuru arazidir. Ayrıca 43.000 hektar orman, 115.900 dekar mera ve 19.160 dekar da tarım dışı arazi bulunmaktadır. Tarımsal sulama için 2 baraj ve 12 göletten yararlanılmaktadır. Ekilebilir ürünlerin başında buğday, ayçiçeği, arpa, mısır, şeker pancarı, çeltik ve sebzeler gelmektedir. Ayrıca son yıllarda bağcılık ve meyvecilik de yeni ürün deseni olarak yer almaktadır.
Bonaire
Bonaire, Karayip Hollandasında, Venezuela'nın kuzeyinde bir adadır. Batısında, birlikte Küçük Antiller adalarının güneyini oluşturduğu Aruba, Kurasao adaları yer alır. Bu üç ada ABC Adaları olarak da anılırlar.
Ada 288 km² yüzölçümüyle (yaklaşık Türkiye'nin en büyük adası Gökçeada büyüklüğünde) üzerinde 12000 insanı barındırır. Yaygın diller Papiamento, İngilizce, İspanyolca dilleri olsa da, yasal dil Felemenkçedir. Adada yaşayanların çoğunluğu Afrika kökenlidir.
Bonaire, yakınlarında, üzerinde kimsenin yaşamadığı Küçük Bonaire () adı verilen bir adacıkla ikili oluşturur.
Geçmişten günümüze, denizden su baskınına uğrayan alçak ovalarından elde edilen tuz önemli bir gelir kaynağı olmuşsa da, Hollanda'nın yardımları yanı sıra, son yıllarda özellikle sualtı dalıcılığı turizmi de önemli gelir kaynakları arasına girmiştir. Ada, mercan kayalıklarıyla çevrili olduğu için dalış için ilginçtir.
Adanın kuzeyinde doğal park olan Bonaire Washington Parkı bulunur. Bu parkta yeralan, adanın en yüksek yeri Brandaris'ten adanın tümü görülebilir.
Papiamento
Papiamento (ya da Papiamentu) Hollanda'ya bağlı Aruba, Kurasao, Bonaire adalarındaki en yaygın dildir. Ana olarak Portekizce'den ve yerli dillerden etkilenmiş olmasına karşın son yıllarda İspanyolca, Hollanda, Afrika ile İngilizce'nin etkileri de artmıştır.
ABC Adaları
ABC Adaları, Karayip Denizi'nde, Hollanda Krallığı'na bağlı Aruba, Bonaire ve Curaçao adalarına, baş harflerinden dolayı verilen ad.
Saraybosna
Saraybosna (Boşnakça ve Hırvatça: "Sarajevo", ), 2007 yılı sayımlarına göre 619.030 kişilik nüfusuyla Bosna-Hersek’in başkenti ve en büyük kentidir. Saraybosna, ayrıca Bosna-Hersek Federasyonu'nun ve fiilî başkenti Banyaluka olan Sırp Cumhuriyeti'nin de hukukî başkentidir. Saraybosna Kantonu'nun da merkezidir. Saraybosna, Bosna bölgesinin Dinar Alpleri'yle çevrili Saraybosna Vadisi içerisinde Miljacka Nehri'nin çevresinde kurulmuştur. Şehir, barındırdığı dinî çeşitliliğiyle bilinir. Müslümanlık, Katoliklik, Ortodoksluk ve Musevîlik, burada yüzyıllar boyunca barış içinde bir arada var olagelmişlerdir. İşte bu yüzden Saraybosna, Avrupa'nın Kudüs'ü olarak kabul edilir. Saraybosna Balkanlar'daki kültürel şehirlerin en önemlilerinden biri olarak kabul görür.
Bu bölgedeki ilk yerleşim kalıntıları tarih öncesi döneme kadar uzanmasına rağmen modern şehrin ortaya çıkışı 15. yüzyılda Osmanlıların bu bölgedeki hakimiyetiyle birlikte başlar. Osmanlıların 1463'te bölgeyi ele geçirmesiyle şehirde büyük bayındırlık faaliyetleri başlar ve bunun sonucunda Saraybosna, Türklerin Avrupa'da kurduğu en büyük kent olur ve bu durum bugün de geçerlidir. Saraybosna, tarihi boyunca uluslararası önemi olan birçok olay yaşamıştır: 1914 yılında I. Dünya Savaşı'nın başlamasına neden olarak gösterilen Arşidük Franz Ferdinand'ın Gavrilo Princip tarafından suikasti bu kentte gerçekleşti. Bundan 70 yıl sonra 1984 Kış Olimpiyat oyunları bu kentte yapıldı. Şehir, Bosna Savaşı sırasında dünya modern savaş tarihindeki en uzun kuşatmaya mâruz kalmıştır. Bugün şehir, Bosna-Hersek'in en büyük kültürel ve ekonomik merkezi olarak savaş sonrasında kendini yenilemeye ve toparlamaya çalışmaktadır.
Saraybosna'nın adı, Osmanlı Devleti tarafından alınmadan önce Vrhbosna' idi. Osmanlı Devleti'nde "Bosna-Saray" denmesinin yanı sıra "Saray Ovası" olarak da adlandırdı. Bu yüzden günümüzde pek çok dilde bu ifadenin kısa hali olarak "Sarajevo" adı kullanılmaktadır. Kendi halkı da şehirlerine "Sarajevo" derler ki vadiye dik bakan saraydan görülen ova manzarasından esinlenerek "Saray-Ova" dendiği rivayet edilir.
Şehrin bulunduğu bölgedeki yerleşim, Neolitik Çağ'a dek geri gider. Bu bölgede 19. yüzyılın sonlarında Butmir kültürü'ne ait benzer desenli seramik eşya ve çanaklar bulunmuştur.
Saraybosna bölgesi, Roma egemenliğinden önce İliryalıların egemenliğinde kalmış ve Romalılar, ancak M.S. 9 yılında uzun süren bir direnişin ardından ele geçmiştir. Romalılar döneminde Dalmaçya eyâletine bağlanan bölgede bugünkü İliđža banliyösünün bulunduğu yerde Aquae Sulphurae (Türkçesi: Kükürtlü termal su) kentini kurmuşlardır.
Roma İmparatorluğu, M.S. 395'te ikiye bölününce Batı Roma İmparatorluğu'nun parçası olan ve 420'lerde Avrupa Hunları'nın ele geçirdiği bölge, 455 yılında Ostrogotların eline geçti. 6. yüzyılın ilk yarısının sonlarına doğru Doğu Roma İmparatorluğu'nun eline geçen bölgeye 7. yüzyılın başlarında Avrupa Avarlarının egemenliğindeki Slavlar gelmeye başladı ve bölge, Avarların eline geçti.
Avarlar devletinin 805'te Franklar tarafından yıkılmasının ardından Frankların süzerenliğini tanıdı ve Doğu Romalı misyonerler tarafından bölge, tamamanen Hristiyanlaştırıldı. Önce Sırp Raşka Krallığı'nın, 863'te Hırvat Düklüğü'nün (sonradan krallık) eline geçti. 870'lerde Sırpların geri aldığı bölge, 9. yüzyılın sonlarına doğru 1. Bulgar İmparatorluğu'nun eline geçti. 927'de Bulgarlardan bağımsızlığını îlân eden Sırp Kralı Časlav Klonimirovič'in eline geçti. Çaslav'ın 950 yılında Macarlara karşı savaşırken ölmesi üzerine Bosna'daki derebeyler, Sırbistan'dan bağımsızlıklarını ilan ettiler ve Doğu Roma'nın hükümranlığını tanıdılar. Ancak bölge 998'de 1. Bulgaristan İmparatorluğu Çarı 1. Samuel'in eline geçti. Ancak Doğu Roma İmparatoru II. Basileus, 1018'de bölgeyi geri aldı. Bölgenin güneyi, 1060'larda Doğu Roma'ya bağlı hüküm süren Hırvat Kralı IV. Petar'ın eline geçti. Ancak bölge, 1082-1085 arasında Sırpların kurduğu Duklja Krallığı'nca fethedildi. 1103 yılından itibaren Bosna Sırplardan koptu ve Macaristan Krallığı'nın egemenliğini tanıyan Banların eline geçti. Ayrıca Macaristan Kralı II. Bela, 1137'de Bosna Dükü oldu. Bölge, 1163-1183 yılları arasında yeniden Doğu Roma İmparatorluğu'nun parçası oldu. Daha sonra yeniden |
Macaristan Krallığı'na bağlı Banlar tarafından yönetildi. 1230'lardan itibaren bölge halkının çoğu, Manicilik'ten etkilenen dualist Hristiyan tarikatı olan Bogomillik'e geçti. Bosna, 1377'ye kadar Macaristan'a bağlı banlar tarafından yönetildi. Bu târihte Bosna Banı Tvrtko Kotromanoviç (sonradan I. Tvrtko), kendini Bosna, Sırbistan ve Dalmaçya kralı ilan etti. Krallığı'nın sınırları bugünkü Karadağ'ın batısından bugünkü Hırvatistan'ın Graçaç kentinin batısına kadar uzanıyor ve bazı Dalmaçya adalarını da kapsıyordu.
1463 yılında Osmanlı Sultanı II. Mehmed, bütün Bosna'yı fethetti. Ancak Macaristan Kralı I. Matyas, Saraybosna'nın bulunduğu bölgeyi geri aldı. Ancak Osmanlılar, 1492'de bölgeyi yeniden ele geçirdiler.
Bugünkü Saraybosna'nın yerinde 14. yüzyılın başlarında Boşnak soylularının şatoları vardı. 1492 yılında burayı alan Osmanlılar, şehrin ilk çekirdeğini kurmuşlardır. Saraybosna, önemli ulaşım yolları kavşağı olması nedeniyle kısa sürede ticari ve idari merkez olmuştur.
Bölge, Osmanlılarca öncelikle Saraybosna'nın merkez olduğu Bosna Sancağı olarak Rumeli Eyâleti'ne bağlanmış, 1585 yılında 1483'te fethedilen Hersek bölgesiyle birlikte Bosna Eyâleti'ne bağlanmıştır. 1583-1686 arasında Banyaluka'nın, 1686-1851 arası Travnik'in merkez olduğu dönemler hariç hep eyaletin merkezi Saraybosna olmuştur. 1697'deki kısa süreli Venedik işgalinden zarar gören şehir, derhal onarıldı.
1878 yılına kadar Osmanlılar'a bağlı kalan şehir, bu yıl imzalanan Berlin Anlaşması'yla Avusturya-Macaristan yönetimine bırakıldı. Ancak buranın yönetimi konusunda yönetim ortakları arasında anlaşmazlık çıkınca doğrudan doğruya Viyana'dan yönetilen Bosna-Hersek'in merkezi oldu.
1918'de sonradan Yugoslavya Krallığı'na dönüşecek olan Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı'na geçti ve Sırbistan'a bağlandı. 1929 yılında ülke, idari olarak banlıklara bölündüğünde, Drina Banlığı'nın merkezi oldu.
II. Dünyâ Savaşı'nda 1941-1945 arasında Nazi Almanyası'na bağlı bir kukla devlet olan Bağımsız Hırvatistan Devleti'nin işgalinde kaldı. Savaş sırasında Yugoslavya Krallığı yetersiz savunma yapıyordu. Alman uçaklarının bombalaması sonrasında, Saraybosna, 16. Piyade Tümeni tarafından 15 Nisan 1941 tarihinde ele geçirildi. Şehir, 1943'ten 1944'e kadar Müttefikler tarafından bombalandı. Şehirde Yugoslav Partizan hareketi temsil edildi. Direniş, "Walter" Periç adında bir NLA Partizanı tarafından yürütüldü. Periç, 6 Nisan 1945'te şehrin kurtuluşuna liderlik ederken öldü.
1984 Kış Olimpiyatları, Saraybosna'da düzenlenmiştir.
1992-1995 yıllarında Bosna Savaşı sırasında Saraybosna kuşatması büyük ölçekli yıkım ve dramatik nüfus değişimi ile sonuçlandı. Binlerce Saraybosnalı, kuşatma sırasında yapılan bombardıman altında ve çatışmalarda hayatını kaybetti. Saraybosna kuşatması, modern savaş tarihinin en uzun kuşatması oldu. 5 Nisan 1992 ile 29 Şubat 1996 yaşanan Bosna Savaşı sırasında Yugoslav Halk Ordusu ile Sırp Cumhuriyeti'ne bağlı güçler Bosna Hersek'in başkenti Saraybosna'yı kuşattı.
Kuşatma sırasında, 1.500'den fazlası çocuk olmak üzere 11.541 kişi hayatını kaybetti. 15.000'i çocuk olmak üzere yaklaşık 56.000 kişi yaralandı. 1991 sayımına göre kuşatması öncesinde kent ve çevresinin nüfus 525.980'di.
Günümüzde Saraybosna, bölgenin en hızlı gelişen şehirlerinden birisidir. BOSMAL Şehir Merkezi, BBI Centar ve Balkanların en yüksek gökdeleni olan Avaz Twist Tower gibi çok sayıda çeşitli yeni modern binalar inşa edilmiştir.
Saraybosna, tarihî Bosna bölgesinin içinde, Avrupa'nın güneydoğusunda bulunan üçgen biçimli Bosna-Hersek topraklarının hemen hemen merkezinde kurulmuştur. Koordinatları şeklinde olan kent Dinar Alplerinin ortasındaki Saraybosna Vadisi boyunca uzanır. Opcina adı verilen dört belediyeden oluşur. Centar ("Merkez"), Novi Grad ("Yeni Şehir"), Novo Sarajevo (Yeni Saraybosna) ve Stari Grad ("Eski Şehir"). Saraybosna'nın komşu belediyeleri İlidza [İlica] ve Vogošča'dır [Vogoşça]. Kuzeyde "Ozren Planina" (1.452 m), güneyde "Romanija Planina" (1.649 m) ve Jahorina (1.913 m) dağları arasında kalan Miljacka [Milyaçka] vadisinde kurulmuştur. Bu dağlar Dinar Alpleri'nin bir parçasıdır.
Şehir yasama yapısı "Saraybosna Kanton Meclisi" tarafından gerçekleştirilmekte olup, idari yapıları şu birimlerden oluşmaktadır;
Bosna-Hersek'in Gayri Safi Millî Hasılası (GSMH) 3.356.220.000 (1999) dolar olup, Saraybosna'ya düşen pay 1.264.412.000 dolardır. Saraybosna'da kişi başına düşen GSMH ise 2.470 dolardır. Trafik ve iletişim ("Saraybosna Kanton ekonomisinin toplam gelirinin %53'ü") toplam işçi sayısının %18'ini istihdam etme olanağı verir. Endüstri ("Saraybosna Kanton ekonomisinin toplam gelirinin %14.8'i") toplam işçi sayısının %18,5'ini, ticaret ise ("Saraybosna Kanton ekonomisinin toplam gelirinin %17,9'u") toplam işçi sayısının %19,5'ini istihdam eder.
1991 nüfus sayımlarına göre Saraybosna'nın nüfusu "529.021"'dir. Nüfus'un %50'si Boşnaktır. Boşnakların, Sırpların ve Hırvatların mahalleleri ayrıdır. Aktif olarak Sırplar ve Boşnaklar savaşmış olmasına rağmen şehrin en pahalı yerlerinde Hırvatlar oturur ve şehrin üst tabakasını oluştururlar.
Yükseköğretim Saraybosna'da uzun ve zengin bir geleneğe sahiptir. Ülkenin en önde gelen yüksek öğrenim kurumları Saaraybosna'dadır.
Saraybosna, birçok açıdan Türkiye'ye benzer. Türk kahvesi, börek, tarih, mimari, sosyal yapı gibi yönlerden Türkiye'ye yakınlığı belli olan bir şehirdir. 1984 Kış Olimpiyatları Saraybosna'da yapılmıştır. Katolik Başpsikoposluğu, Ortodoks Patrikliği ve Müslüman Cemaati Başkanlığının bulunduğu Saraybosna, aynı zamanda tıp, ticaret, müzik ve kültür kurumlarının merkezidir. Şehir, tarihsel yapıtları bakımından zengindir. Bosna-Hersek Müzesi'nde zengin arkeoloji ve etnografya koleksiyonları vardır. Kaleleri ve camileriyle ünlü olan şehrin bu tarihsel yapıları, Bosna-Hersek'in diğer yerleşim birimlerinde de olduğu gibi savaş sırasında bilhassa tahrip edilmiş ve büyük zarar görmüşlerdir.
Saraybosna'da kültürel kurumlar büyük önem arz etmektedir. Kentte; 1 opera , 6 tiyatro , 4 müze , 7 sinema , 33 kütüphane , 287 spor tesisi ve 25 fakülteli bir üniversite vardır.
Bosna Savaşı sonrası her ülke katılımda bulunarak şehri yeniden kurma çalışması yürütmüştür. Türkiye de inşa ettiği toplu konutlarla bu çalışmalara katılmıştır.
Saraybosna tarihsel bölgenin en önemli müzikal bölgelerinden biri olmuştur. Saraybosna Pop rock okulu 1961 ve 1991 yılları arasında şehirde geliştirdi.
Saraybosna uluslararası festivallerin eklektik ve farklı seçimi ile ünlüdür. Saraybosna Film Festivali Bosna Savaşı sırasında 1995 yılında kurulmuş ve Balkanlar ve Güneydoğu Avrupa'nın önde gelen ve en büyük film festivali haline gelmiştir.
Şehir 1984 Kış Olimpiyatları'na ev sahipliği yapmıştır. Yugoslavya Jure Franko tarafından erkekler dev slalom kategorisinde bir gümüş madalya kazandı.
"Kurtuluş Günü" (1 Mart),
"Devlet Günü" (25 Kasım),
"Saraybosna Kış Festivali",
"Orchestar Festivali",
"Belediyede Kültür Günleri",
"Vovi Grad Uluslararası Halk Dansları Festivali",
"Başçarşı Geceleri",
İki yılda bir düzenlenen "Akdeniz Genç Artistler",
"Yaz tiyatroları "Karnemi 55""
"Saraybosna Film Festivali,"
"Saraybosna Şiir Günleri",
"Tiyatro Festivali",
"MESS Uluslararası Tiyatro Festivali",
"Saraybosna JAZZ Festivali",
"SIMF - Uluslararası Müzik Festivali",
"Çocuk Şarkıları Festivali"
Bosna-Hersek'in 9 şehirle kardeş şehir anlaşması, 32 şehirle de "kardeşlik" anlaşması bulunmaktadır.
Homeros
Homeros (Grekçe: Ὅμηρος, "Hómēros") Antik Çağ'da yaşamış İyonyalı ozan. Batı edebiyatının ilk büyük eserleri kabul edilen İlyada ve Odysseia destanlarının yazarı veya derleyicisi olduğu kabul edilmektedir. Smyrna (İzmir) bölgesinde yaşamış olduğu sanılmaktadır.
Yaşamı hakkında çok az bilgiye ulaşılabilen Homeros'un adı Antik Yunancada “köle” anlamına geliyordu. Kendi zamanından 4 asır önce varolmuş Miken uygarlığına dair olayları olağanüstü detaylı anlatması, Klasik Çağ yazarlarınca Truva Savaşı sırasında yaşadığı rivayetine sebep olmuştur.. İngiliz bilim adamı George Thomson "Tarih öncesi Ege" adlı eserinde yaptığı incelemeler sonucunda Homeros'un doğduğu yer olarak en yüksek olasılığın Sakız Adası olduğunu belirtir. Sonra ise diğer bir yüksek olasılık olan Smyrna'ya (bugünkü adıyla İzmir) vurgu yapar. Ancak gerçekte Homeros isimli bir şair yaşadıysa bile bu destanları yaratan veya derleyen tek bir ozan olmadığını düşünen araştırmacılar da vardır ki bu şüphenin sebebi İlyada ve Odysseia destanlarında kullanılan İon ve Aeolik diyalektlerin üslup farklılığıdır. Çoğu araştırmacı ise bu üslup değişikliğinin Homeros’un İlyada’yı gençliğinde Odysseia’yı ise yaşlılığında yazmasından kaynaklığına inanmaktadır. Hayatıyla ilgili bir başka rivayet ise kör olduğudur.
Yazdığı destanlar Klasik Çağ Yunan Edebiyatı'nı ve Mitoloji'sini derinden etkilemiş ve bunların aracılığıyla da bütün batı edebiyatına etki etmiştir. İrlandalı yazar James Joyce'un Ulysses'i, İngiliz yazar Shakespeare'in Troilus ve Cressida'sı, Roma'lı şair Virgil'in Aeneid'i Homeros'un destanlarından derin izler taşıyan eserlerdendir.
Antik dönem Anadolu ve Yunanistan'ında halk İlyada ve Odysseia'yı ezbere bilir, canlı bir ansiklopedi gibi içinde taşırdı. Askerlik, tıp, teknoloji, hukuk ve din bilgilerinin tamamının kaynağı bu kitaplardı . Homeros'un eserlerinin tarihi ve edebi değeri insanları iyi ve kötü olarak birbirinden net çizgilerle ayırmadan son derece gerçekçi ve kahramanların gerçek kişiliklerini derinliğine analiz etmesinden kaynaklanmaktadır.
1208
1284
1238
Merengue
Merengue (ya da okunuşuyla merenge) 1850 yılına doğru Dominik Cumhuriyeti’nde doğmuş bir dans ve müzik türüdür. Günümüzde Latin dans okullarında öğretilen dans türlerinden biri olan Merenge en kolay öğrenilen Latin dansıdır. Merenge müziği günümüzde özellikle Porto Rikolu müzisyenlerce yorumlanmakta ve icra edilmektedir.
Merenge dansının "upa habanera" adlı dans türünden kaynaklandığı sanılmaktadır. Merenge, Dominik Cumhuriyeti’nin yerel dansı olmakla beraber komşu ülke |
Haiti’nin de etkisinde kalmıştır. Merenge dansının adımlarının kısa, sürünür biçimde olması, bu dansın ilk kez ayakları zincirli kölelerce oynanmış olmasının öne sürülmesine yolaçmıştır.
Dansın kökeninin iki popüler hikâyesi vardır:
Merenge çiftler halinde veya grupça yapılan bir Latin dansıdır. Günümüzde dans pistlerinde genellikle çiftler halinde yapılmaktaysa da, orijinal halinde grupça, bir çember oluşturularak yapılmaktaydı. Hızlı ayak hareketleri ve omuzların silkilme hareketi dansın karakterini oluşturur. Merenge, özellikle 19. yüzyıl ortalarında popüler hâle gelmiştir.
Merenge, küçük ve kalabalık dans salonlarına uygun, oldukça hareketli, öğrenmesi kolay, doğaçlamaya açık bir “eğlence” dansıdır. Salsada olduğu gibi, kıvrak kalça hareketleri barındırır. Diğer danslardan esinlenen hareketlerden dolayı geniş bir hareket dağarcığına sahiptir.
Merenge dansında ayaklar yerden çok kısa bir mesafe (yaklaşık 2 cm. kadar) kaldırılır ve adımlar yerinde sayar gibi atılır. Bir sağ ayak, bir sol ayak hareket eder. Başka hiçbir karmaşık adım biçimi yoktur. Bu yüzden adımı en basit danstır. Bu ayak hareketlerinin sadeliği kol ve vücut figürleriyle süslenerek dans hareketleri zenginleştirilir.
Merenge müziği çok değişik stillere sahip olmasına rağmen tümünde keskin bir çabukluk ve sürekli tekrarlandığını hissettiren ritimler vardır.
Merenge müziğini çalan bir orkestrada genellikle şu çalgılar bulunur :Akordiyon, "güira", büyük davul, ikili küçük davul, bazen "marimba" ve "bandurria". Merenge önceleri "tumba" dansını tercih eden burjuvazi tarafından aşağılanmış bir kırsal kesim dansıydı. Bu aşağılanma diktatör Rafael Trujillo’nun bu dansı « ulusal dans » olarak ilan etmesiyle son bulmuştur.
1970’li yıllarda salsa akımının da etkisiyle merenge modernleştirilmiş ve merenge çalan orkestralara piyano, trombon , saksofon, synthesizer ve bas gitar da girmiştir.
Merenge'nin, öteki Karayip müzikleri ile karşılaştırıldığında, hızlı bir dizemi vardır. Merenge şarkıcılarına örnek olarak Elvis Crespo, Juan Luis Guerra isimleri sayılabilir.
Tek Yan Bant
Tek Yan Bant (Single Side Band - SSB), taşıyıcısı baskılanmış ses modülasyonu şekli. Genelde kısa dalga frekanslarda banttan yer kazanmak ve düşük güç ile daha verimli iletişim sağlamak amacı ile kullanılır.
Kemankeşlik
Kemankeşlik; Osmanlı İmparatorluğu döneminde yapılan bir okçuluk sporudur.
Osmanlı İmparatorluğunda okçuluk Orta Asya Türkleri'nden gelmiştir. Osmanlı kemankeşlik sporu yüzyıllardır adını çok bilmediğimiz büyük kemankeşlerin (Bursa'lı Şüca, Havandelen Solak Bali, Tozkoparan İskender vs.) çıkmasını sağlamıştır. Bu sporcuların kimilerinin menzil atışları 1275 gez (800-850 metre) mesafeler ile kırılması güç rekorlara imza atmışlardır. Osmanlı kemankeşleri pir olarak Sahabe'den Ebu Vakkas'ı sayarlar.
Kemankeşlik sporunun araçları olan ok ve yay için ise;
Ege Adaları
Yunanistan yarımadası ile Anadolu yarımadası arasında bulunan ve toplam alanı 23.000 kilometrekare kadar olan 3000'e yakın ada ve adacığa Ege Adaları adı verilir. Ege denizindeki adalar, yüz ölçümleri çok farklı ve sayıları çok fazla olmasına rağmen yine de gruplara ayrılabilirler.
En alt bölümdeki adalar olan Rodos, Girit, Kerpe ve Çuha, Anadolu ve Yunanistan yarımadalarının ana kara parçalarının dışında bulunurlar. Diğer adaların hemen hemen hepsi Türk ve Yunan ana kara parçalarının önünde bulunan bölgelerde toplanmışlardır.
Bu ada gruplarından Mora yarımadasının doğusunda bulunanlara Kiklatlar, Yunanistan'ın orta bölümünün kıyıları önünde bulunanlara Tesalya Adaları (Kuzey Asporatlar ya da Şeytan Adaları), Ege denizinin orta bölümünde, Anadolu kıyılarına yakın olanlara Saruhan Adaları (Doğu Asporatlar), Batı Anadolu'nun güney ucunda yer alanlara da On iki ada (Güney Asporatlar) denir. Asporat (Sporat) Yunanca "dağınık" demektir, Kiklat ise "çember" demektir.
Sanılanın aksine, Batı Anadolu kıyılarına yakın olan irili ufaklı adalara On İki Ada denilmemektedir. Sık yapılan bu yanlışlığı önlemek için, en güneydeki Girit hariç tutularak, Ege adaları şu şekilde sınıflandırılabilir:
Kuzey Ege denizinde yer alan Taşoz, Semadirek, Gökçeada (İmroz), Bozcaada (Tenedos) ve Limni (Ilımlı) adalarına bu isim verilir.
Yunanistan'ın Mora yarımadasının doğusunda bulunan Andıra, İstendil (Tinos), Sire, Mökene (Mikonos), Nakşa, Bara, Yamurgi, Santoron (Santorini), Anafi, Değirmenlik (Milos) ve Yavuzca (Sifnos) adalarına bu isim verilir.
Orta Yunanistan kıyıları önünde bulunan adalara denir. Başlıcaları: İskados, İşkapolos, Kırlangıç (Alonnisos), Keçi (Pelagos), İskiri, Eğriboz.
Saruhan Adaları (Doğu Asporatlar) Ege denizinin orta bölümünde ve Anadolu yarımadasına çok yakın konumdadırlar. Başlıcaları: Midilli, Sakız, Sisam ve Ahikerya'dır.
Menteşe Adaları (Güney Asporatlar) Batı Anadolu kıyılarının güneyinde ve kıyılara çok yakın konumdadırlar. Başlıcaları: Rodos, Kaşot (Çoban), Kerpe, Limoniye, Sömbeki, İlyaki (İlkil), İncirli, Yalı, İstanköy, İstanbulya, Kilimli (Kelemez), İleriye, İlipsi, Herke, Batnaz ve Meis (Kızılhisar).
"Batnaz civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Eşek adacığı (Gaidouronisi=EşekAdası, Agathonisi)
Nera adacığı (Nera)
Nergiscik adası (Arki)
"Herke civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Limoniye adacığı (Alimnia)
"İleriye civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Ardıçcık adacığı (Kinaros)
Bulamaç adacığı (Farmakonisi)
Kendiroz kayalıkları (Liadhi)
Koçbaba adacığı (Levitha)
"İlyaki civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Askino adacığı (Antitelos)
"İncirli civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Çerte / Kandilli adacığı (Kandeliussa)
Sakarcılar / Yalı adacığı (Gyali)
"İstanbulya civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Ardacık adası (Syrna)
Kızkardaşlar adacıkları (Adelfi)
Üçadalar (Tria Nesia)
Yaban adacığı (Ofidusa)
"Kerpe civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Doğancık / Sarya / Küçük Kerpe adacığı (Saria)
"Kilimli civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Kalolimni adacığı (Kalolimnos)
Kardak / İkizce kayalıkları (Imia) (Türkiye'yle Yunanistan arasında anlaşmazlık konusudur)
Keçi adacığı (Platia)
Keçi / İpserim / Kapari adası (Pserimos)
"Kızılhisar civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Alimenterya adacığı (Alimentaria)
Başak adacığı (Nissi tis Dacia)
Bayrak adacığı (Nissi tis Pighi)
Çatal adaları (Tsatallota / Volo)
Domuz kayalığı (Psoradia)
Dragonera kayalığı (Dragonera)
Ekmek kayalığı (Psomi)
Furnakya (Fournakhia)
Güvercin adacığı (Prasouda)
Heybeli / Suluada adacığı (Nisida Pighi)
Çamada / İpsili adacığı (Strongyli=Yuvarlak / Ypsili=Yüksek)
Karaada (Ro / Agios Georgios)
Karavola adacığı (Karavolas)
Katovolo adacığı (Kato Volo)
Kilise kayalığı (Agrielia=Vahşi Zeytin)
Kovan / Büyük Makriada adacığı (Ano Makri)
Kovanlı / Küçük Makriada adacığı (Kato Makri)
Kutsumbora adacığı (Koutsoumbas)
Marati adacığı (Marathos)
Mavro Pinaki adacığı (Mavro Pinaki)
Polifados adacığı (Polyfados)
Vutzaki kayalığı (Roccie Voutzaky)
Sarıada / Dasya adacığı (Dasia)
Üvendire adacığı (Ochendra)
Avgo adacığı (Avgo)
Çameli adacığı (Khameli)
İkikardaşlar adacıkları (Divunia, Unianisia)
Küçük İstakida kayalığı (Astakidapulo)
İstakida adacığı (Astakida)
Karabonez adacığı (Karabonesia)
Karabi adacığı (Karavi)
Safran adacığı (Megalo Sofrano)
"Sömbeki civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Nimos adacığı (Nimos)
Seskli adacığı (Sesklion)
"Anafiye civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Küçük Anafi adacıkları : Pakya & Makra (Pakheia & Makra)
"Andıra civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Venedik kayası (Kalogeri)
"Bara civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Andibara / Andobade adası (Antiparos)
"Değirmenlik civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Küçük Değirmenlik adası (Antimilos)
Gümüş adası (Kimolos)
Polino adası (Polyaigos)
"Koyunluca civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Serfo adası (Serifopula)
"Mökene civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Delos adası (Dilos)
Doğancık adacığı (Ktapodia)
Sığırcıklar adası (Rinia)
Yılan adası (Dhragonisi)
"Nakşa civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Eskino adası (Shoinousa)
Hacılar adası (Denusa / Donusa)
Karo adası (Keros)
Yassıca adası (Antikeros)
Kufonisya adacıkları (Koufonisia)
Örenli (Irakleia)
"Santoron civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Hıristiyan adacığı (Hristiani)
Yeni Kameni adası (Nea Kameni)
Eski Kameni adası (Palea Kameni)
Terasya adası (Thirassia)
"Sire civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Didim adacığı (Didimi)
Papazlık / Şeytanlık / Şeytan adası (Gyaros)
"Yamurgi civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Anidro adacığı (Anidhros)
Akoğlu / Kedi Kopano), Alibey / Cunda (Nesos=Ada, Mosko, Yunda, Moshonisi, Moshinos=Kokuluada), Çıplak (Chalkis, Cimno), Çiçek (Argistra, Angistri), Gizli kayalar (Petro=Kaya), Göz, Güvercin / Kızlar Manastırı (St Giorgio / Aya Yorgi), Hasır (Sefiri), İkiz kayalar (Daskali, Daskalio), İlyosta Büyük / Güneş / Fener (Ilyosta, Eleos=Güneş, Oilios), İlyosta Küçük / Yumurta (Kilyosta, Eleos Pulo), Kalemli (Kalamaki), Kara / Balkan / Kutu (Kudho), Kara ada / Kamış adası / Akvaryum (Kalamo, Kalamos), Kara ada Küçük, Karaada Büyük / Balık adası / Tavşan (Psariano=Balık), Kayabaşı, Kılavuz / Mosko / Pınar / kılavuz (Mosko Pulo), Kız (Ulya), Kumru, Lale / Dolap / Soğan (Kromido), Maden Büyük / Maden (Pirgo, Pordoselene, Pirgos=kale, Poroselene, Pordosolone), Maden Küçük, Melina, Mırmırcalar, Pirgos kayalıkları, Poyraz ada / İncirli / Yellice (Leyah), Sazlı ada / Oker, Taş (Klavo), Taşlı, Tavuk (St Yoannis, Aya Yannis), Tüzüner, Yalnız (Yanlız), Yelken, Yuvarlak adacığı (Kalamo Pulo).
Fener, Kaşık, Gökçe, Orak, Piresa, Sıçanlık (Sıçancık), Taş, Tavşan, Yılan.
Not: Yediadalar grubunda Çuha ve Sıkliye adaları dışındaki diğer tüm adalar İyon Denizi'ndedir.
Ege Adaları’nın kendi kıyı karasularının ötesindeki orta Ege Denizi bölgesinin deniz tabanı, 1982 tarihli Uluslararası Deniz Hukuku Sözleşmesi'ne göre, Türkiye kıyılarından 100 deniz mili (185 km.) açığa kadar Türkiye'nin mülkiyetinde olup buradaki maden ve deniz kaynaklarını T |
ürkiye'den başka bir ülke kullanamaz. Bu konuda Lahey Adalet Divanı da aynı şekilde görüş bildirmektedir. Yani uluslararası hukuka göre adaların yalnızca 6 ya da 12 mil karasuları olabilir ama 200 mile kadar kıyı ülkesine işletme hakkı veren Münhasır Ekonomik Bölge hesabına adalar dâhil edilemez şeklinde görüş açıklamaktadır.
Ege'de Türkiye ve Yunanistan'ın ana kıta kıyılarından eşit uzaklıktaki bir orta hat belirlenmesi ve deniz tabanı işletme haklarının bu orta hatta göre taksim edilmesi zorunluluğu, bu 1982 uluslararası deniz sözleşmesinin bir gereğidir. Bu anlaşma hükümlerine göre, 200 milden daha dar denizlerde iki kıyıdaş devlet eşit şekilde deniz tabanını paylaşmak durumundadır. Bu konu 12 millik karasuları meselesiyle karıştırılmamalıdır. Ekonomik münhasır bölge, karasularından kat kat daha uzağında alanları kıta kenarında bulunan ülkelere vermektedir ve adaların böyle bir kıtasal ekonomik bölgesinin olmayacağı bu deniz sözleşmesinde yazılıdır.
Türkiye'nin ta Ege Denizi ortalarına kadar yani Girit ve Mikonos önlerine kadar Ege deniz yatağında maden çıkarma ve balıkçılık yapabilme hakları uluslararası antlaşmalarca geçerlidir. Yunanistan da bu antlaşmaları imzalamış durumdadır.
Ayrıca Yunanistan ve Türkiye 1976 yılında tartışmalı Ege kıta sahanlığı sorunu çözülünceye kadar kendi karasularının ötesindeki münhasır ekonomik bölge alanlarına giren sularda maden ve petrol aranmaması ve çıkarılmaması konusunda 1976 yılında Bern kentinde bir moratoryum imzalamışlardır ve bu moratoryum 2012 itibarı ile halen sürmektedir.
Etik
Etik veya en yalın tanımıyla "töre bilimi". Etik terimi Yunanca "karakter" anlamına gelen "ethos" sözcüğünden türemiştir.
Türkçede etik sözcüğü yanlış biçimde ahlâk sözcüğüyle eş anlamlı olarak kullanılmaktadır.
Halkın kendi kendine oluşturduğu, hiçbir yazılı metine dayanmayan kanunlara "etik ilkeler" denir.
İnsan davranışının etik temelleri her sosyal bilime yansır: antropolojide bir kültürün bir diğeriyle ilişkilendirilmesinde yer alan karmaşıklıklar yüzünden, ekonomide kıt kaynakların paylaştırılmasını içerdiği için, politika biliminde (siyaset bilimi) gücün tahsisindeki rolü nedeniyle, sosyolojide grupların dinamiklerinin köklerindeki yeri itibarıyla, hukukta etik yapıların ilke ve kanunsallaştırılması nedeniyle, kriminolojide etik davranışı öven etik olmayan davranışı kötüleyen hali ve psikolojide de etik olmayan davranışı tanımlayış, anlayış ve tedavi edici rolüyle mevcuttur.
Etik sosyal bilimler dışında kalan çeşitli bilim dallarına da yayılmıştır. Örneğin biyolojide biyoetik adıyla, ekolojide ise çevresel etik adıyla önemli bir yer teşkil eder.
Her ne kadar etik anlayışının tam olarak ne zaman başladığı bilinmese de Dünya'nın farklı yerlerinde birçok farklı toplulukta çok eski çağlardan beri ahlaki anlayışının var olduğu bilinmektedir. Dinler târihi, felsefe tarihiyle antropolojik ve arkeolojik bulgular bunu kanıtlar nitelikte ilgiye dayalıydı. Sokrates'in etik düşüncesi bilgiye dayalı etik düşüncelerinin ilk örneklerindendir.
Platon, etik sorunlarını devlet ve toplum kavramlarıyla birlikte ele almıştır; bireysel etikten ziyade toplumsal etik üzerine yoğunlaşmıştır. Platon'un etik anlayışı da çoğu Yunan filozofu gibi soylulara, köle olmayan özgür yurttaşlara yöneliktir. Ona göre toplumun çoğunu oluşturan kitle ahlâklı olma, erdem edinme gibi yeteneklerden yoksundu. Bu nedenle bu toplumsal etikte sınıflar arasında bir "ahlâksal bağ" olduğu söylenemez.
Aristoteles'in etik anlayışı da yine yoğun toplumsal unsurlar barındırmış, dönemin târihsel ve toplumsal gelişmelerinden de büyük oranda etkilenmiştir. Aristoteles'in etik anlayışındaki en önemli noktalardan biri onun "zoon politikon" kavramıdır. Zoon politikan özgür insandır, toplumsal (sosyal) insandır. Bu, "insan" varlığının toplumsal oluşunun kabulü açısından ilk adımdı. Aslında Aristoteles de kölelerin diğer vatandaşlarla bir tutulamayacağı fikrindeydi, köleler birer cansız nesneden farksızdılar ona göre de; yine de teorik "zoon politikon" tanımı etiğin tarihsel gelişimi açısından önemlidir. Özünde erdem sahibi olabilme yetisine sahip insan, vasat olursa ideal etik seviyeye ulaşır. İki uç kötü davranışın ortası, vasatı, erdemdir. Örneğin kendini çok küçük görmeyle kendini çok büyük görme arasındaki orta nokta, erdemli olan durumdur.
Etik konusundaki fikirleriyle daha farklı bir anlayış ortaya çıkaran ve adından çok söz ettiren bir başka Antik Çağ filozofu da Epiküros'tur. Epiküros'un ateist etik anlayışında, insanlığın amacı hazza ulaşmaktır. Her ne kadar genelde farklı zannedilse de Epiküros'un haz kavramı bedensel hazdan öte acının yokluğudur. Mutluluk kişinin acı, ıstırap, sefalet ve elemden kurtulmuş olduğu durumdur. Acıdan kurtulmak için önerilen hayat tarzı ise sosyal yaşamdan uzak, münzevi ve sade bir hayat tarzıdır. Epiküros'un düşüncesinde insan sosyal bir varlık değildir, sosyal bağları onun doğasından gelen doğal oluşumlar değildir.
Antik Çağ'dan sonra Hristiyanlığın Batı'daki yükselişiyle kaynağı ebedi ve ilâhî olan bir etik anlayışı yükselişe geçmiştir. Bu dönemdeki en önemli etik anlayışlarından biri Aquinolu Thomas'ın etik anlayışıdır. Bu anlayışta Skolastik felsefenin etik anlayışıyla Hıristiyan ahlâk ve erdem görüşleri bir araya gelir. Akılcı bir etik anlayışı olan bu anlayışta irade konusu da irdelenir. Akla dayanan özgür bir irade fikri mevcuttur, aklî olumlu davranışlar mümkündür, kişi iyiyi seçerek mutluluğa erişme şansına sahiptir, fakat son noktada gerçek ve nihai mutluluğa ancak Tanrı'nın istemesiyle kavuşulabilir. Bundan sonra uzun bir süre etik sadece Tanrı kaynaklı görüşlere yer vermiştir.
15. yüzyıldan başlayarak bu Tanrı ve din merkezli etik anlayışından kaymalar görülmeye başlar. Örneğin Campanella'nın ütopik eseri "Güneş Ülkesi" dinî etikten öte etikle günlük bireysel ve sosyal davranışlar arasındaki bağlar vurgulanır. Giordano Bruno dogmatik din etiğine karşı çıkan isimlerdendir. Daha sonraki dönemlerde birçok yazar ve düşünürün eserlerinde din ve dogmadan soyutlanmış, kaynağı zaman zaman halâ ilâhî olsa da, pratikte ilâhiyattan uzaklaşmış, akla dayanan etik anlayışı tekrar yükselişe geçmiştir. Montaigne ve Charron'un çalışmalarında bunun izleri bulunabilir.
Bu dönemin sonlarında felsefî açıdan yerini genişleten İngiliz ampirik düşüncesi etik anlayışlarını da etkiler. Thomas Hobbes geleneksel etik görüşlerine aykırı, materyalist felsefesiyle uyumlu bir etik anlayışına sahiptir. Bireyin öncelikli hedefi kendi varlığını korumak ve sürdürmektir, bencillik insanın doğasında vardır, bu bireysel bencilliğin toplumun çıkarlarıyla örtüşmesi olumlu sonuçlar doğurur bu sebeple bireysel bencillikle toplumun çıkarının örtüştüğü noktalar erdemlerdir. Bireyin bencil yönelimiyle toplumun çıkarının örtüşmediği ve hatta toplumun çıkarının zarar gördüğü davranışlarsa kötü davranışlardır.
Doğu felsefelerindeki erdem ve ahlâk anlayışına benzer unsurlar taşıyan bir etik anlayışı da ünlü filozof Spinoza tarafından ortaya atılmıştır. Bu anlayışta kişi doğal durumunda tutkularının esiridir, aklının yardımıyla bu esaretten kurtulabilir. Bu sebeple aklî davranmakla ahlâkî davranmak aslında aynıdır. Bilgi vurgusu taşıyan bir etik fikrine sahip olmuş bir başka ünlü filozof John Locke'dir. Ampirik felsefesinden hareketle ahlâkî olguların da deneyimlerin ürünü olduğunu ortaya koymuştur.
Bir diğer ünlü filozof Kant ise etiği davranış, eylem ve tutkuların bulunduğu düzlemde değil fenomenlerin ötesindeki düzlemde tanımlar. Kant'ın etik üzerine tanınmış eserleri bulunur; "Pratik Aklın Eleştirisi" ve "Töreler Metafiziği" gibi. Alman filozof Feuerbach ise materyalist bir etik anlayışı ortaya koyar. Hümanist vurgular da taşıyan bu anlayışta birey yaşayışı ve ilerlemesi için diğer birey(ler)le ilişkiye girmek zorundadır ve bu (sosyal) ilişkiyle "ahlâk" oluşur. Sosyal ilişkilerin olduğu her durumda ahlâk da olur. Feuerbach'ın felsefî "bencillik" tanımı bu etik düşünceye farklı bir açı da katar; bireyin mutluluğu için çabalamasını bencillik olarak kabul etmez ve bireyle genelin çıkarlarının uyumunu garanti edecek "genel bir sevgiyi" tanımlar.
Alman filozof Schopenhauer ise çok daha karamsar bir etik görüşünü benimsemiştir. Varolmanın, yaşamanın acıdan ibaret olduğunu savunur; insan istemlerinin esiridir. Bu etik görüşü çeşitli Doğu felsefelerine ve etik görüşlerine büyük benzerlik taşır. Bu etik anlayışından çok daha farklı ve genel düşünceye karşı devrim niteliği taşıyan etik anlayışı ise ünlü Alman filozof Nietzsche'nin etik anlayışıdır. Felsefesindeki "güç" kavramı üzerin inşa ettiği etik anlayışında, çoğu etik anlayışında "erdem" olarak nitelenen birçok davranış "güçsüz" ve dolayısıyla da "olumsuz" olarak nitelendirilmiştir. Nietzsche'nin "üstün insan"ı birçok etik anlayışta "ahlâkî" olarak tanımlanabilecek şekilde değildir. Nietzsche'nin ortaya koyduğu "ahlâk" ve "erdem", geleneksel ahlâkî standartların, "iyi"yle "kötü"nün ötesindedir. "İyi" bireyin gücüne güç katan şey, "kötü" ise onu güçsüz kılan şeydir. Kısacası Nietzsche'nin etik anlayışı ortaya attığı "güç" kavramı temellidir.
Uygulamalı etiğin bir şekli, normatif etik teorilerinin belirli (spesifik) tartışmalı meselelere uygulanmasıdır. Bu durumlarda, etikçi savunulabilir bir teorik yapı benimser ve sonra teoriyi uygulayarak normatif tavsiyeler türetir.
Fakat, çoğu kişiler ve durumlar, özellikle de geleneksel dindarlar ve hukukçular, bu yaklaşımı ya kabul edilmiş dînî doktrine karşı bulur ya da var olan yasa ve mahkeme kararlarına uymadığı için uygulanamaz ve pratikten yoksun bulurlar. Bunun dışında uygulamalı etikte kullanılan farklı yöntem ve yaklaşımlar da vardır. Bu yöntem ve yaklaşımlara safsatalar (veya "safsatacılık") örnek olarak verilebilir.
Her ne kadar uygulamaları etikte incelenen soruların çoğu kamu politikasını içerse ve doğrudan kamusallaşmış uygulama ve olaylara dâir olsa da, uygulamalı etik başlığı altında farklı sorularda incelenebilir. Örnek vermek gerekirse: "Yalan söylemek her zaman yanlış mıdır? Eğer değilse, hangi zamanlarda izin |
verilebilirdir (caiz)?" Bu tip etik hükümleri oluşturmak her türlü normdan önceliklidir.
Uygulamalı etiğin farklı uzmanlıklardaki etik sorunları inceleyen bazı alt dalları (disiplin) mevcuttur, örneğin: iş etiği, tıbbi etik, mühendislik etiği ve yasal etik gibi. Her alt bu uzmanlıkların etik kuralları içerisinde ortaya çıkan yaygın meseleleri karakterize eder ve bunların kamuya olan sorumluluklarını tanımlar.
Dinî etik, gerek uygulamalı etik gerekse (genel) geleneksel dinî etik başlığı altında incelenebilen bir etik perspektifi ve anlayışıdır. Bu tutumda, etiğin temelleri dinîdir. Dinlerdeki ahlâk kavramının çeşitliliği ve dinlerin çeşitliliği nedeniyle, dinî etik kavramı da ayrıntılar açısından farklılık ve çeşitlilik gösterir.
Erdemler etiği insanın nasıl birisi olması gerektiğini söylemeye çalışır. Erdemler etiği ilk olarak Eski Yunan'da ortaya çıkmıştır. Plato'nun Symposium'unda insanların sahip olması gereken dört erdem olarak Basiret, Adalet, Cesaret ve İtidal gösterilmiştir. Aristo erdemleri ahlâkî ve aklî olarak ikiye ayırmıştır. Dokuz aklî erdemin en üstünde sophia yani teorik hikmet ve phronesis yani pratik hikmet gelmektedir. Aristo da ahlâkî erdemler olarak basiret, adalet, cesaret ve itidali verir. Aristo'ya göre her ahlâkî erdem her iki uçtaki kusurun ortalamasıdır. Örneğin cesaret erdemi, korkaklık ve deli cesareti gibi kusurların ortasında yer alır.
Felsefe etiği bütünlük içinde inceler. Felsefe etik kavramının olup olmadığı, etik kavramının evrensel olup olmadığı iyi ve kötünün ne olduğu, herkesçe kabul edilen evrensel ahlak yasasının olup olmadığı gibi sorulara kendi içinde tutarlı ve çelişkisiz açıklamalar yapar.
Bireyin engellenmiş olmaması durumudur. Başka bir tanımda ise bireyi kısıtlayan iç ve dış etkilerin olmaması durumu özgürlük olarak tanımlanmıştır. Etik açısından özgürlük ise bireyin iyi ve kötüyü birbirinden ayırt edebilme yeteneğine sahip olmasıdır.
Felsefe'de insanın ahlaki değeri olan davranışlarda bulunmasına iyi, ahlaki değeri olmayan davranışlarda bulunması ise kötü olarak nitelendirilmiştir.
Felsefe'de kişinin kendi yetki alanlarına giren, üzerine görev olarak verilen değerleri yerine getirmesine denir.
Felsefe'ye göre iyi olan her şey erdemdir. İnsan iradesinin ahlaki açıdan iyiye yönelmesi de erdem olarak nitelendirilmiştir.
Bireyin uyulması gereken genel geçer ahlak kurallarına uygun davranışlar göstermesidir.
Epistemoloji
Epistemoloji ya da bilgi felsefesi, bilginin doğası, kapsamı ve kaynağı ile ilgilenen felsefe dalıdır.
İlk çağlarda Thales gibi filozoflar metafizik ile ilgileniyorlardı. Evrenin salt maddesinin bulunması temel bir amaç olmuştu. Ama bu konularda herkesin vardığı farklı fikirler, fikirler arasındaki çelişkiler filozofların insana, dolayısıyla akıl ve bilgiye yönelmesine yol açtı. Bu da insanın bilgilerinin doğruluğunun sorgulanmasına neden oldu. Böylece bilgi felsefesi doğmuş oldu.
Terimler değişiktir: episteme, bilgi ve gnosis, bilim ve logos, öğreti kelimelerinden epistemoloji, bilgibilim ve gnoseoloji, bilginin bilgisi terimleri; bilgikuramı (theory of knowledge) anlamında kullanılır, bazen philosophy of knowledge, bilgi felsefesi olur. Bilginin doğasını, kaynaklarını, kökenlerini, değerini araştırır. Bilgisizliğin ne olduğunu araştıran bilgi dalına agnoioloji denir. Bilgisizlik örtüsü kavramıyla cehaletbilimi ilgilenmektedir. Platon'un bilgi nazariyesinin (kuramının) yetersizliği 1963'de Edmund Gettier tarafından kanıtlanmıştır. Aynı dönemde Michel Foucault, bilginin kazıbilimini, bilgi ve iktidar biçimlerini araştırmıştır.
Bilgi, öznenin nesne ile kurduğu bağdan çıkan üründür. Bu bağa ise bilgi aktı denir. Bilinç sahibi bir varlık olan insanın nesneye yönelmesi ile bilgi oluşur. Bilginin, bilginin alındığı nesne ile çakışması ve uyumu doğruluktur. Doğruluk; algılar, kavramlar, bilimsel kuramlarla nesnel gerçek arasındaki uygunluktur. Fakat doğru bilginin imkânlılığı felsefe tarihinin en büyük sorularından biridir. Burada bir örnekle konuyu izah etmek gerekirse "altın sarıdır" ve "altın madendir" diye iki önermemiz var burada ilk önermede altının sarı olması doğru veya yanlış olabilir ama altın madendir önermesi doğrudur zira nesnenin uygunluğu söz konusudur.
Bir de bir nesnenin doğru olabilmesi için aranan iki şart vardır. anlamlılık ve tutarlılık/geçerlilik.
Anlamlılık: Önermenin anlamlı olması bir nesneye işaret etmesidir. Mesela "koyun moyun" ikilemesinde "koyun" anlamlı bir kelimedir ama "moyun" anlamsızdır zira bir nesneye işaret etmez ondan doğruluğundan veya yanlışlığından söz edilemez.
Tutarlılık: bir önermenin bir defada doğrulanabilir olması yani yargıya bir defa uygunluğudur.
geçerlilik ise; tutarlı olan önermenin her durumda doğrulanabilir olmasıdır. Mesela "madenler metaldir" önermesi tutarlıdır zira metal olan madenler vardır ancak tüm madenler için geçerli değildir bu önerme. "madenler yer kaplar" önermesi ise hem tutarlı hem de geçerlidir.
Gerçeklik bilinçten bağımsız olarak nesnel dünyada bulunan varlıklardır. Yani nesnenin "kendisidir".Genellikle doğruluk kavramı ile aynı anlamda kullanılmaktadır fakat felsefede bu iki kavram farklıdır. Doğruluk bilgiye ait bir özelliktir ve özneye bağımlıdır ama gerçeklik ancak nesnel dünyaya ait bir varlığın özelliği olabilir. Nesnel dünyada var olan ama bir insan tarafından algılanmamış bir şey yine de gerçektir. Bilgi ile gerçeğin uyumu bilginin doğruluğunu sağlar.
Ortaya atılan bilgilerin dayanak noktasıdır. Felsefede birçok bilgi ortaya atılır bu bilgilerde çeşitli yollarla temellendirilir.
Felsefenin doğuşunda büyük bir etkiye sahiptir
İçinde bulunduğumuz evrenin, doğanın henüz tamamını keşfedemediğimiz ilkeleri ve yasaları vardır. Aynı şekilde bilgiler arasında da bu tür bir ilişki vardır. Düşüncelerinde arasındaki ilişkiyi düzenleyen ilke ve yasalar vardır. Mantık düşünmenin temel yasalarını arar ve saptar. Mantık bilginin içeriğinin doğruluğu ile ilgilenmez, bilgiler arasındaki ilişkilerin doğruluğu ile ilgilenir.
Gündelik yaşam ve deneyimler sonucu elde edilen bilgi türüdür.
Tanrıyı ve Tanrı karşısında evrenin ve insanın yerini, görevini anlatan bilgilerin tümüdür.
Sanat; insanin, güzeli arama, bulma veya yaratma sürecini anlatan bir etkinliktir. Sanat bilgisinde özneyi nesneye yönelten "güzellik" kaygısıdır. Sanatçı nesnesine yönelerek onu algılar ve kendine özgü bir biçimde ifade eder.
Bilimsel bilgi, bilimsel yöntemler ile elde edilen bilgidir. Bilimsel yöntem akıl, deney ve gözleme dayalıdır.
Teknik bilgi, gündelik ve bilimsel bilginin pratiğe dönüştürülmesidir.
Felsefe; varlık, bilgi, gerçek, adalet, güzellik, doğruluk, akıl ve dil gibi konularla ilgili genel ve temel sorunlara ilişkin yapılan çalışmalar sonucunda elde edilen bilgidir.
Kuşkuculuk, septisizm, veya skeptisim; her tür bilgi savını kuşkuyla karşılayan, bunların temellerini, etkilerini ve kesinliklerini irdeleyen, ayrıca aklın kesin bir bilgi elde edemeyeceğini, hakikate erişilse dahi sürekli ve tam bir şüphe içinde kalınacağını, "mutlak"`a ulaşmanın mümkün olmadığını savunan felsefi görüştür. Septisizm felsefe tarihiaçısından çok önemli bir yere sahiptir; zira felsefe tarihi boyunca yerleşik kanılar ve inançları sarsmış, felsefe, bilim ve özellikle din konusunda birçok anlayışın değişmesine ortam hazırlamıştır. Septisizm (şüphecilik) dogmatizmin (inanççılık) karşıtıdır.
Başlıca temsilcileri: Phyrrhon , Timon
Sofistler her şeyin merkezine insanı aldıklarından dolayı görecelilikten bahsederler. Bu nedenle insanların hepsinin üzerinde birleşeceği bir bilginin olamayacağını savunurlar. Sofistlerin en ünlülerinden biri Protagoras’tır. O’na göre 'İnsan her şeyin ölçüsüdür'. Diğer bir sofist de Gorgias’tır. O düşüncesini şu sözleriyle özetler "Gerçek yoktur, olsaydı bilinemezdi, bilinseydi bile başkasına bildirilemezdi."
Akılcılık, bilginin kaynağının akıl olduğunu; doğru bilginin ancak akıl ve düşünce ile elde edilebileceği tezini savunan felsefi yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre deney yolu ile elde edilen bilgi kesin bilgi değildir, geçicidir. İnsan duyum ve algıları geçici, doğruluğu kesin olmayan bilgiler verir. Eski Yunan'da rasyonel bilgi ile duyu organlarımızın sağladığı duyusal bilgi arasında fark olduğunu belirten ilk filozoflar Herakleitos, Parmenides, Sokrates, Platon ve Aristoteles'tir. Yeni çağ akılcıları ise Descartes ve Hegel'dir.
Deneycilik, bilginin duyumlar sayesinde ve deneyimle kazanılabileceğini öne süren yaklaşımdır. Deneyci yaklaşıma göre insan zihninde doğuştan bir bilgi yoktur. Bu nedenle akılcılık yaklaşımına karşıdır. Akılcılığın insan aklında doğuştan ilkeler varolduğu varsayımına karşıdır. Doğru bilgi duyular vasıtasıyla deney yolu ile elde edilebilir. Bütün bilgilerin ilk kaynağı duyudur yani sezgilere yer yoktur. Deneycilik yaklaşımının önemli filozofları John Locke ve David Hume'dur. Varlığın gözleme dayandığını ifade eder. Gözlemleyemediğimiz hakkında bilgi elde edemeyiz. Ve her şey nedeni içinde sonucunu bulacaktır.
Bu akımda temel amaç Rasyonalizm ve Empirizm'i birleştirip doğru bilgiye ulaşmadır. Akımın en önemli temsilcisi Kant'dır.
Pozitivizm, olguculuk her iki felsefi düşünceye verilen addır. Her iki düşüncenin de teoloji ve metafizik içermeyen, sadece fiziksel veya maddi dünyanın gerçeklerine dayanan bilim anlayışı vardır. Başlıca temsilcisi A.Comte'dir. Comte metafizik konuların Felsefe disiplininden atılmasını ısrarla savunmuştur.
Felsefeyi düşünsel bir etkinlik olmaktan çıkarıp bir dil analizi olarak algılayan felsefi akımdır. Bilimlerin dilini çözümlemeye ve onların kavram yapısını araştırmaya öncelik verilir. Ludwig Wittgenstein akımın önde gelen temsilcilerindendir.
Entüisyonizm veya sezgicilik felsefi bir kavram olarak sezgiye akıl, zihin ve soyut düşünme karşısında hem öncelik, hem de üstünlük tanıyan felsefe akımıdır. Henri Bergson akımın kurucusudur, bu nedenle kimi zaman felsefe tarihinde "Bergsonculuk" olarak adlandırılması da söz konusudur. Sezgiciliği savunan İslam filozofu ise Gazali'dir
Bu yaklaşımda teoriden çok pratiğe önem verili |
r. Pragmatizmin bilgi felsefesine yaklaşımı insana fayda veren bilgilerin doğru bilgi, fayda vermeyenlerin ise yanlış bilgi olduğudur. Başlıca temsilcileri W.James ve J.Dewey'dir
Yapısalcılık
Yapısalcılık Batı dünyasında "Structuralism" olarak bilinir. 19. yüzyılın ikinci yarısında dil, kültür, matematik felsefesi ve toplumun analizinde en fazla kullanılan yaklaşım olmuştur. Yapısalcılığın çok belirgin bir okulu olmamasına rağmen Ferdinand de Saussure'ün çalışmaları genellikle bir başlangıç noktası olarak kabul edilir. Yapısalcılığı birçok çeşitlemesi olan genel bir yaklaşım olarak görmek en doğrusudur.
Yapısalcılık temelde büyük yapılar, sistemler ve oluşumlarla ilgilidir. Yapısalcı hareket çerçevesinde insan davranışları ve olgular bu büyük sistem ve yapılar aracığıyla (örneğin: psikanaliz, marksizm, darvinizm) incelenmeye ve açıklanmaya çalışılmıştır. Yapısalcılığın en etkili olduğu alanlar dilbilim, göstergebilim ve antropoloji olmuştur.
Yapısalcılık bir kültürde anlamı ortaya çıkaran alt birimler arasındaki ilişkileri inceler. Yapısalcılığın ikinci bir kullanımı matematik felsefesinde ortaya çıkmıştır. Yapısalcılık teorisine göre bir kültürdeki mana (anlam) önem sistemleri olarak çalışan çeşitli pratikler, olgular ve aktivitelerle tekrar ve tekrar üretilir. Bir yapısalcı, bir kültürde üretilen ve tekrar üretilen anlamın derin yapılarını keşfedebilmek için yemek hazırlanması ve sunulması ritüelleri, dini ayinler, oyunlar, edebi ve edebi olmayan yazılar ve diğer eğlence formları gibi çok geniş bir aktivite çeşidini çalışır. Örneğin, yapısalcılığın öncülerinden kültür antropoloğu ve etnograf Claude Levi-Strauss kültür olgusunu mitoloji, akrabalık ve yemek hazırlamasını içine alacak şekilde analiz etmiştir.
Jean Piaget'e göre
Saussure, dilbilime bilimsel bir statü kazandırmaya özen göstererek, dil kavramına ilişkin anlam belirsizliğini gidermek için bir terminoloji belirlemişti. Gerçekten de ondan önce dil, ifade ve söz yazardan yazara değişen özelliklerde kullanılıyordu. Bu da gerçek dilbilim teorisinin oluşturulmasını imkânsız kılan bir terminoloji belirsizliğini doğuruyordu. Dildeki altyapının temel birimleri kelimelerdir ve dönemindeki pek çok dilbilimcinin aksine dilin temel birimi olarak sesleri ve harfleri dikkate almamıştır. Çünkü yapısalcılık açısından alt birimlerin yapı için (felsefi açıdan) anlamlı olmaları gerekir.
Ferdinand Saussure dili toplumsal olgu olarak görür. Dil bilim temelli Yapısalcılığa göre; gerçeklik bizden bağımsız değil,dil yapısı içinde içkindir. Gerçeklikle ilgili her şey tamamiyle söylem içinde inşa edilir. Ontolojik anlamda farkı,gerçeklik dışarda nesnelerde değildir,dil içinde söylemlerde saklıdır. Dilin yapısı bizi sınırlandırır,dilsiz hiçbir gerçeklik mümkün olamaz. Ağacı anlamlı kılan ağaç olmayan şeylerdir. Her şey dil içindeki karşıtlarıyla anlamlı kılınır. Saussere'e göre 'dil bireydeki konuşma yetisinin kullanılabilmesi için, toplumsal yapı aracılığıyla kabul edilmesi gereken anlaşma ve uyuşmalar bütünüdür. Konuşma yetisi dilden ayrı bir olgudur ama dil olmadan kendini gösteremez.' Dil nedir? Bir öğesindeki değişimin bütününde değişim yarattığı ve öğelerden her birinin diğerinin tümünün değerinin fonksiyonu olduğu bir işaretler sistemidir. Her öğe, kendini diğerlerinin karşısına koyan bu ilişkilerden kendi özdeşliğini kazanır. Saussure'ün yazdığına göre dilin 'en belirleyici niteliği, diğerlerinin olmadığı şey olmasıdır.' Böylece sintagmatik (başka herhangi bir birimle birlikte tasarlanmayacak olan) birime ilişkin bir eksene göre yatay olarak paradigmatik (kendinden farklı, ama yine de bir arada düşünülebilen diğer terimler bütünü için temel oluşturan terime ilişkin) bir eksene göre dikey olarak eklemlenen bir 'söylem zinciri' elde edilir. Sintagmatik grup ve paradigmatik birleşimler, yapısal çözümleme aracılığıyla sürekli olarak kullanılacaktır.
Dilin sistemini oluşturan öğeler, gösteren ve gösterilenden veya bir akustik imge ve bir kavramdan ibaret işaretlerdir. Jakobson'un buna katkısı, ikili olarak ortaya çıkan ona göre tüm dillerde bulunan bir akustik(ses bilgisi) veya fonem imgeleriyle, ayrıcı işlevleri üzerinde durarak, dilbilimsel bakış açısına uygun olarak Saussure'ün olanaksız bulduğu şekilde ilgilenmiş olmasıdır. 'Salt boş ayrım çizgileri' olarak tanımlanan fonemenler, bir sistem içindeki karşıtlıkları ve bilinç dışındaki
etkileriyle bu işlevi yerine getirirler.
Jakobson'a göre Saussure'ün büyük yeteneği 'dışa bağlı bir verinin bilinç dışında var olduğunu tam anlamıyla kavramış olmasıdır'. Levi-Strauss da şöyle demiştir: gerçekte bu ancak dilin, diğer her toplumsal kurum gibi fenomenlerin sürekliliğinin ve 'düzenleyici ilkeler'in süreksizliğinin ötesinde ulaşmaya kalkışılan, bilinçsiz düzeyde işleyen zihin işlevlerini varsaydığının anlaşılmasına bağlıdır. Yapının şu özellikleri buradan kaynaklanır: ilişki, anlamlarını sistem içindeki konumlarından alan öğeler üzerine kuruludur; her yapı mediatristir ve dilin aracı olduğu simgesel düzene aittir: sonuç olarak yapını ayrıştırıcı kapasitesi, bilinçdışı düzeyinde gerçekleşir. Böylece özneler bir bütün olarak ele alındığında, kendilerini aşan ve onları, isteyen çalışan üreten vs özneler olarak niteleyerek, onlardaki 'durum'u belirleyen aynı zamanda bir ilişkiler ağı içinde olması gereken durumlardır
Psikoloji biliminde yapısalcılar zihnin yapısını konu edinirler. Psikoloji'de yapısalcılar zihni bütün olarak incelemezler ve küçük parçalara ayırarak incelemeyi tercih ederler. Psikoloji'de yapısalcılık atomcu görüş olarak da bilinir. Gestalt yaklaşımı Psikoloji'de olan yapısalcılığa birebir zıttır. Ayrıca davranışçı yaklaşımı benimseyenler yapısalcı yaklaşımı nesnel olmamakla itham ederler. Psikoloji biliminde yapısalcı yaklaşımın en önemli temsilcileri W. Wundt ve Titchener'dir.
Ingmar Bergman
Ingmar Bergman (14 Temmuz 1918, Uppsala - 30 Temmuz 2007, Fårö), İsveçli oyun yazarı ve film yönetmeni.
Bir Protestan papazının oğlu olarak 1918'de İsveç Uppsala'da doğmuştur. Çok sayıda evlilik yapmıştır. Bunların sonuncusu, kült oyuncusu Liv Ullmann ile yaptığıdır. Diğer kült oyuncusu ise Max von Sydow'dur. 30 Temmuz 2007'de sabahın erken saatlerinde İsveç'te Fårö adasındaki evinde 89 yaşında ölmüştür. Kızı Eva Bergman tarafından uykusunda öldüğü açıklanmıştır. Bergman 2005 yılında Time dergisi tarafından dünyanın yaşayan en büyük yönetmeni olarak nitelendirilmiştir. 9 defa en iyi yönetmen Oscar’ına aday gösterilen Bergman’ın eserleri, 1960, 1961 ve 1983 yıllarında Yabancı Dilde En İyi Film Akademi Ödülü’nün sahibi oldu.
Birçok filminde karakterleri, sanat çevreleri içine yerleştirmiştir. Filmlerinde tavrını daima kadınlardan yana koyar. Mizahi ve eğlenceli filmler de yapmıştır.
Papazlar, bir 'sorunsal' olarak dahil edilir filme. "Aşkımızın Üstüne Yağmur Yağıyordu", "Yedinci Mühür" ve "Cehennemi Karanlıkta Müzik" filmlerinde açıkça iticidirler. "Bir Aşk Dersi" ile "Bir Yaz Gecesi Gülümsemeleri"'nde mizahi bir dille hicvedilirler.
Genel olarak gerçek dünyadan ve toplumsal sorunlardan uzak, melankolik ve kapalı bir sinema yapmakla eleştirilir.
1956 Cannes Film Festivali’nde gösterilen "Bir Yaz Gecesi Gülümsemeleri", tam bir olay yarattı. Jüri, çok iyi diğer filmlerin de varlığı nedeniyle, bu filme özgü bir ‘ödül yaratmak’ ("Şiirsel Hiciv Ödülü") zorunda kaldı. Böylece Bergman, bu 18. filmiyle birlikte bir anda keşfedildi. Bergman’ın bütün filmleri, Avrupa sinemalarını sardı. 1957 Cannes Film Festivali’nde gösterilen baş yapıt ("Yedinci Mühür") bu modanın katlanarak artmasında etkili olmuştu.
Daha önceki yıllardan yalnızca Bergman’ın "Monika" adlı filmi anımsanıyordu. Çünkü zaten o tarihlerde İsveç denince akla erotik filmler geliyordu. Monika (1952), 1958-1960'lı yıllarda Fransız Yeni Dalgası ile birlikte meydana çıkan büyük tarz değişikliğini daha o yıllarda önceliyordu.
1970’li yıllar Bergman’ın Avrupa’da bir efsane haline geldiği yıllardır.
Mali polisin gelip sahibi olduğu tiyatroyu basması ve gelir bildirimleri ile ilgili olarak Bergman’ı (biraz da hoş olmayan biçimde) sorgulaması üzerine ülkesine küsen sanatçı, 1976 yılında Almanya’nın Münih kentine taşınır. Böylece gönüllü sürgünlük dönemi başlar.
II. Dünya Savaşı sonrasında İsveç’te yükselen bir intihar oranı ve dinsel geleneklere bağlılığın sarsılması söz konusudur. Bergman’ın ilk dönem filmleri de bu umutsuzluktan etkilenir. Filmlerin adları bile bunu kanıtlamaktadır.
Genel olarak kişiler varoluş sıkıntılarına gömülmekte, umutsuz bir yalnızlığın içinde debelenmekte ve kimi zaman da intihar girişimlerinde bulunmaktadırlar. Bu karanlık eğilimin doruk noktası, "Zindan" adlı filmdir.
Bu dönem, bu marazi eğilimden kopuşu ifade eder. Birbirini izleyen yenileme ve zenginleştirmelerden oluşan bir dönem başlar. Aşk, sevgi, ayrılık genel temalardır. Kadınlara yönelik eğilim bu dönem filmlerinde ağır basar. Kadınlara açıkça ayrıcalık tanınır; iyi roller verilir, galip gelmeleri sağlanır. Erkekler ise küçümsenir, alaya alınır, aşağılanır.
İlk planlarından itibaren kameranın objektifinin gökyüzüne doğru çevrildiği "Yedinci Mühür" ile birlikte Bergman’ın Dikey Sineması başlar. (Bu kavram, metafizik simgelerden çok günlük gerçeklere ilgi duyan İsveçli genç sinemacıların Bergman’ın sinemasını küçümsemek için taktıkları addır. Lefevre, bu adı kullanarak bir dönemi adlandırıyor). "Yaban Çilekleri"’nden itibaren bu metafizik soruşturma varoluşsal bir hal alır ve dönemin daha sonraki filmlerinde giderek metafizik niteliğinden bütünüyle uzaklaşır. Son filmi iyiden iyiye ‘eğlendirici’ bir tarza saplanır.
Bu dönem, Tanrının Sessizliği üçlüsünden ibarettir. Ayrıca bu filmlerde yönetmen, tanrı sorununa son bir kez döner. Hatta "Kış Işığı" filminde, tanrının ölümünü ilan eder.
Yakın planların hayranlık verici biçimde kullanıldığı yeni bir üçleme ortaya çıkar. Bu filmlerle birlikte Bergman’ın ‘parçalama tekniklerini’ daha fazla kullandığı görülür. Persona’da seyirciye projeksiyon aletinin varlığı anımsatılır. Filmin başlangıcı, küçülen sayıların sıra ile |
‘BAŞLA’ kelimesini izleyişini gösterir. Projektörün gürültüsü ses bandının müziğini bastırırken, kamera, cihazın kimi bölümlerinin ayrıntılarını verir. Filmin can alıcı yerinde Bergman filmin kaydığı ve koptuğu izlenimini yaratır. Aynı işlem filmin sonunda da tekrarlanır ve SON yazısı belirmez. "Kurtların Saati" filminde, filmin adı hiç beklenmedik bir anda görüntüye geliverir. "Ayin"’de film dokuz parçaya ayrılmıştır. "Bir Tutku"’nun oyuncuları, görüşme sorularına cevap vermek ve yorumladıkları kişiler hakkındaki kişisel görüşlerini belirtmek üzere oyunun akışını anında keserler. "Çığlıklar ve Fısıltılar"’da ve "Fanny ve Alexander"’da usdışının sınırlarına girilir; seyirci rahatsız edilir. "Sonbahar Sonatı"’nın papazı seyircilere dolaysız yoldan seslenir. "Kuklaların Yaşamından"’ın dosyasının aynı sayıdaki bölüme denk düşen piyesleri, hiçbir kronoloji kaygısı olmaksızın sunulur. Öte yandan son filmlerinde Bergman, ‘bilinçsiz güdülenmelere bağlı sorunlara’ giderek daha fazla eğilecektir .
Willemstad (Curaçao)
Hollanda'ya bağlı Kurasao adasının yerel başkentidir. Ayrıca Hollanda Antilleri'ne de bölgesel başkentlik yapar.
Kent ortası ile yakın çevresi, yaklaşık 125 000 yaşayanıyla Kurasao adasındaki insanların çoğunluğunu barındırır. Kentin ortası "Punda" ve "Otrabanda" olarak bir denizkulağı ağızının iki yakasına yayılmıştır. "Punda", adanın Hollandalılarca İspanyollardan ele geçirildiği 1634 yılında kurulmuştur. Adı Felemenkçe "de Punt" (nokta) sözcüğünden gelir. 1707 yılında kurulan "Otrabanda" ("öteki yaka") ile arasında bir köprü vardır.
Kentin ortası eski yapılarıyla, UNESCO Dünya Mirasları listesine dahil edilmiştir.
Denizkulağı
"Denizkulağı", aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Denizkulağı (hayvan)
Denizkulağı, bir deniz yumuşakçası ("Haliotis").
Kabuk, kulak şeklinde yassı ve az spirallidir. İç yüzeyi sedef tabakası ile örtülmüştür. Kabuk ağzı çok büyüktür. Sol tarafında ise bir sıra halinde dizilmiş delikler bulunur. Operkul yoktur. Bir çift ktenidyum içerirler. Bunlardan sağ taraftaki biraz daha küçüktür. Ayağın yanları saçaklıdır. İnci yapabilirler. İnsan besini olarak kullanılmasının yanında, kabukları takı ve dekorasyon malzemesi olarak da kullanılmaktadır.
Haliotis türlerinin çoğu Hindistan ve Avustralya sahillerinde bulunur.
Abidjan
Abidjan, Fildişi Sahili'nin en büyük şehri ve eski başkenti. Batı Afrika'nın Paris'i olarak bilinir. Abican'ın nüfusu 3 milyon civarı olup, Afrika'daki en kalabalık şehirlerden biridir. Birçok Fransa ve komşu ülke vatandaşını cezbederek kozmopolit bir merkez haline dönüşmüştür.
Abidjan'ı gezerken şehrin varlıklı kesimi ve çok fakir olmasına rağmen hayatta kalmayı becerebilen sıradan kısmını da görmek olasıdır. Abidjan yüksek binaları ve denizin uzantısı gölüyle (Lagoon) Batı Afrika'nın en gözde şehirlerinden biridir. Birkaç güzel müzesi olmasına rağmen turistlerin çoğu şehrin hemen dışındaki "Banco" millî parkıyla (Parc National du Banco) şehrin hemen içindeki çamaşırcılar mahallesi (Washermen's Town) gezmeyi daha çekici bulurlar.
Burkina Faso
Burkina Faso, Afrika kıtasının batı bölümünde yer alan, denize kıyısı bulunmayan bir kara ülkesidir. Ülkenin sınır komşularını (kuzeyden saat yönünde ilerlendiğinde) Mali, Nijer, Benin, Togo, Gana ve Fildişi Sahili oluşturmaktadır. Geçmişte Fransa sömürgesi olan ülke 1960 yılında Yukarı Volta adı ile bağımsızlığa kavuşmuştur. Bağımsızlık sonrası dönemde siyasi belirsizlikler neticesinde darbeler yaşanmış, 4 Ağustos 1983 tarihinde Thomas Sankara önderliğinde devrim gerçekleştirilmiş, ülkenin ismi de devrim neticesinde Burkina Faso olarak değiştirilmiştir. Ülkenin başkenti Ouagadougou'dur.
Ülkenin kurulu olduğu bölümler Fransa sömürgesi olduğu dönemlerde Volta nehrinin üst bölümünde kaldığı için Fransızcada "Haute-Volta" "(Yukarı Volta)" olarak adlandırılmış, bu isim bağımsızlık kazanıldıktan sonra da ülke ismi olarak kullanılmaya devam edilmiştir. 1983 yılında Thomas Sankara önderliğinde gerçekleştirilen devrim neticesinde Yukarı Volta’nın ismini "onurlu insanların yaşadığı anayurt" anlamına gelen Burkina Faso olarak değiştirilmiştir. "Burkina" Mossilerin dili olan Mòoré dilinde "onurlu, bozulmayan" anlamında kullanılırken, "faso" kelimesi de Dioula dilinde "'anavatan, baba ocağı" ("fa": baba, "so": ev, köy) anlamına gelmektedir. Bu iki kelimenin birleştirilmesi ile ülke ismi oluşturulmuş ve günümüzde de kullanılmaktadır.
Ülkenin toplamda sahip olduğu 3.193 km sınırın 306 km'si Benin, 584 km'si Fildişi Sahili, 549 km'si Gana, 1.000 km'si Mali, 628 km'si Nijer ve 126 km'si ise Togo ile oluşmaktadır.
Burkina Faso batı Afrika'nın iç kesimlerinde yer alan ve denize kıyısı olmayan bir kara ülkesi konumundadır. Burkina Faso'nun sahip olduğu 274.200 km²'lik ülke toprağının 400 km² alanı sulak alan durumundadır. Ülke konum olarak Nijer Nehri ile Sahra Çölü'nün güneyinde yer almaktadır. Ülkenin dörtte üçlük bir bölümü düz yüzeylerden oluşmaktadır. Burada söz konusu olan yüzeyler deniz seviyesinden 250 – 300 m yükseklikte bulunan düz ovaları meydana getirmektedir. Ülke topraklarının üzerinde bulunduğu plato çoğunlukla yer yer tepelerin ve dağ adalarının yer aldığı düzlüklerden, dağlardan ve erozyona direnen yer ile bağlantısı bulunmayan granit kayalardan oluşmaktadır. Ülkenin güneybatı bölümünün yer aldığı kısımlar kumtaşlarının birleşiminde oluşan yer yüzeyi ile kaplı olup, bu alanda 749 m ile ülkenin en yüksek noktasını da oluşturan Tena Kourou dağı yer almaktadır. Ülkenin en alçak noktasını ise 125 m ile Oti nehri oluşturmaktadır.
Ülkenin kuzeyden güneye doğru olan uzantısında Sahel ile Sudan kuşakları arasında yaşanan geçiş kendisini bitki örtüsü üzerinde de göstermektedir. Kuzey bölgelerde yer alan Sahel kuşağı ülke topraklarının %25'i üzerinde etkili olmaktadır. Bu bölgelerde genel itibarıyla kurak bir iklim hakimdir. Yıl boyunca neredeyse iki aydan daha az bir süre yağan yağmur bıraktığı ortalama yağış miktarı ile 300 mm'nin altındadır. Ülkenin geri kalan bölümünün büyük bir bölümünde Sudan-Sahel iklimi hakimdir. Bu iklimde yağmur dönemleri dört ila beş ay arasında sürmektedir. Ülkenin güney bölgelerinde hakim olan Sudan kuşağında ise yağmur sezonu altı ay kadar sürebilmekte ve yıllık ortalama 1300 mm yağış bırakabilmektedir. Ülke genelinde hava sıcaklıkları 25 °C ila 30 °C arasında yer almakta olup, yine ülke genelinde bugüne kadar ölçülen en düşük ve en yüksek sıcaklıklar 5 °C (1971) ile en düşüğü ve 46 °C (1975) ile en yükseği olmak üzere Markoye'de ölçülmüştür. Burkina Faso genelinde Mart ve Nisan ayları sıcaklıkların en yüksek değerlerde ölçüldüğü, Ocak ve Şubat ayları ise ülke genelinde hava sıcaklıkların en düşük değerde ölçüldüğü aylar konumundadır.
Ülke genelinde 2067 farklı bitki türü bulunmaktadır. Bu bitki türlerin çoğunluğunu ise Poaceae ve Faboideae bitkileri oluşturmaktadır. Doğal ortamda yetişen birçok bitki türü hammadde, hayvan yemi, gıda ya da tıbbi alanda kullanılmaktadır. Burada özellikle ülke genelinde sık görülen Baobab, Néré, Karité, Demirhindi gibi ağaç türleri bu tür kullanımlarda önemli bir yer kaplamaktadır.
Sahel ile Sudan kuşakları arasında yer alan ülkede bu kuşaklar arasındaki geçişler bitki örtüsü üzerinde de kendisini göstermektedir. Özellikle yıllık ortalama yağış miktarına göre belirginleşen farklılıklara göre ülke kuzeyinde kurak bir yer yüzeyi bulunmaktadır. Sahel kuşağında dikenli çalıların hakim olduğu bitki örtüsü gözlemlenmekte olup, seyrek aralıklarla Baobab, Ziziphus mauritiana gibi ağaçlar ile Yabani kimyongiller gibi bitkiler yer almaktadır. Ülkede yağışların diğer bölgelere göre daha çok olduğu güney bölgelerde ise Akasya ağaçları, sık çalılıklar, Combretaceae gibi bitki türleri ile geniş çayırlık alanlar bulunmaktadır. Ülkenin güneyine doğru ilerledikçe ağaçlar sıklaşarak korular, ormanlık alanlar oluşturmaktadır. Bu bölgelerde yine aynı şekilde nehir boyunca oluşan ağaçlık alanlar görülebilmektedir.
Ülke yaban hayat açısından zengin bir konumda bulunsa da, son yıllarda nüfus baskısı ve tarımsal alanların artması nedeniyle yaşam alanları kısıtlanan yaban hayvan türlerini tehlike altına almaktadır. Günümüzde ülke genelinde fil, su aygırı, antilop, maymun türleri, leopar gibi yaban hayvanları gözlemlenmekte olup, zürafa ve çita gibi memeli hayvanlar yaşanan sorunlar nedeniyle bu ülkede artık gözlemlenememektedir. Burkina Faso genelinde ayrıca 495 farklı kuş türü tespit edilmiş olup, deve kuşu, leylek, şahin gibi elliye yakın yırtıcı kuş, boynuzgaga, yalıçapkınıgiller ve arı kuşugiller türleri bunlardan birkaç tanesini oluşturmaktadır. Ülkede bulunan timsah ise halk tarafından genellikle kutsal olarak kabul edilmekte olup, nehirlerde ve "mares" olarak adlandırılan sulak alanlarda yaşamaktadır.
Burkina Faso'da son olarak 2006 yılında gerçekleştirilen resmi sayım sonuçlarına göre 14.017.262 nüfus tespit edilmiştir. 2006 yılından sonra bir daha resmi sayım gerçekleştirilmemiş olup, 2014 tahmini sayım sonuçlarına göre 18.365.123 nüfus belirlenmiştir. Ülke içerisindeki nüfus yoğunluğu 61 kişi/km² düzeyindedir. Ülke nüfusunun büyük bir bölümü başkentte ve ülkenin batısında yer alan Bobo-Dioulasso şehrinde yaşamaktadır.
Burkina Faso genç bir nüfusa sahip olup, 2016 tahmini verilerine göre nüfusun %65,12'si 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %2,44'ü 65 yaş ve üzerindedir.
0-14 yaş: %45.04 (erkek 4,402,311/kadın 4,386,518)
15-24 yaş: %20.08 (erkek 1,966,644/kadın 1,951,722)
25-54 yaş: %29.28 (erkek 2,898,407/kadın 2,813,923)
55-64 yaş: %3.16 (erkek 267,763/kadın 349,433)
65 yaş ve üzeri: %2.44 (erkek 178,127/kadın 297,685)
Şehirde yaşayanların oranı 2015 verilerine göre %29,9 olan ülkede, nüfusun yıllık artış oranı 2016 tahmini verilerine göre %3,01 düzeyindedir.
Ülke genelinde en büyük etnik grubu nüfusun %40'ı ile Mossi etnik grubu oluşturmaktadır. Nüfusun geri kalan kısmını ise birçok etnik grup paylaşmakta olup, burada da Bobolar (%14), Senufolar (%9), Gurmalar (%8) en yüksek nüfus oranına sahip diğer etnik grupları oluşturmaktadırlar.
Ülke |
genelinde daimi olarak 3200 Fransa vatandaşı da yaşamakta olup, bu sayı projeler kapsamında yardım kuruluşları adına ülkeye gelen Fransızlar ile birlikte 20.000 kişiyi bulabilmektedir. Burkina Faso'da ayrıca Lübnan'dan gelen yaklaşık 600 kişilik bir toplulukta yaşamaktadır.
Ülkenin Fransa sömürgeciliğinden kurtularak bağımsızlığını ilan etmesi sonucu ülkenin resmi dili koloni ülkesi Fransa'nın dili olan Fransızca seçilmiştir. Son dönemde Fransızca kullananların oranı artsa da bu dili anadili olarak konuşanlar ülke genelinde azınlıkta bulunmaktadırlar. Ülke genelinde yerel diller olan Mòoré, Fulfulde ve Dioula dilleri yaygın olarak kullanılmaktadır. Özellikle ülkenin batı bölgelerinde Dioula dili hem günlük hayatta hem de ticari hayatta yoğun olarak konuşulmaktadır. Bu yerel dillerin haricinde Arapça'da ticari hayatta kullanılmakta olup, Bissa, San, Boboda, Gurma, Lobiri, Koromfe ve Bwamu gibi Nijer-Kongo dilleri de ülkenin geri kalan kısımlarında yaygın bir şekilde konuşulmaktadır.
Burkina Faso genelinde yerel etnik dinlere inananların oranı günümüzde de yüksek oranda gözlemlenebilmektedir. Yerel dinlere inananların oranı %15 seviyesinde bulunmaktadır. Mossilerin yerel dininde tanrı olarak kabul edilen "Wẽnde" dünyayı yarattıktan sonra yeniden insan olarak dünyaya geri geldiği inancı hakimdir. Söz konusu ilahın çeşitli dönemlerde de farklı mekanlarda farklı boyut ve şekillerde dünyada bulunduğuna inanılmaktadır.
Ülke genelinde uzun süre Mossilerin kuzeyden başlayarak yayılan İslamiyete direnci 18. yüzyılda Mossi krallığı olan Wogodogo Krallığı'nın kralı Moogo naaba Doulgou'nun İslamiyeti seçmesi neticesinde kırılmış ve ülke genelinde İslami inançlara göre yaşamını idame ettirenlerin oranında artış gözlemlenmiştir. Günümüzde ülkede hakim olan din İslamiyet olup, nüfusunun %60,5'i bu inanca göre yaşamını sürdürmektedir. Hristiyan dinine inananların oranı %23,2 düzeyinde olup, bu oran içerisinde Katolik mezhebine mensup Hristiyanların oranı %19, Protestan mezhebine mensup olanların orası ise %4,2 seviyesindedir.
Burkina Faso'da 15 yaş ve üzerinde olan nüfusta okuma yazma bilenlerin oranı 2007 tahmini verilerine göre %28,7 seviyesindedir. Bu oran erkeklerde %36,7 iken, kadınlarda %21,6 seviyesindedir. Ülkede ilkokul altı yıl sürmekte olup, okullarda kullanılan dil Fransızca'dır. Bu durum kabilelerinde sadece kendi yerel dillerini öğrenen birçok çocuğu okullardan uzak tutmaktadır. Ülke genelinde devlet okullarının yanı sıra özel okullar ile Katolik Kilisesi'nin yönetiminde olan okullar bulunmakta olup, bu okullar genel olarak ücretsiz eğitim sunmaktadırlar. Ancak okullar burada kayıt ve idari gider adı altında talep ettikleri ücretler nedeniyle ücretsiz eğitimin dışına çıkabilmekte, bu sebepten dolayı da bu ücretleri karşılayamayacak konumda olan ailelerin çocuklarının da okula gitmemesine ayrı bir sebep oluşturmaktadır. Eğitim öğretim döneminde gerekli olan defter ve kitap ihtiyaçları da aileler tarafından karşılanan ülkenin belli bölgelerinde yapımı düşünülen okullar için de o bölgede yaşayan nüfustan yardım yapması talep edilebilmektedir. Belli okullarda sınıf mevcudiyeti 120 kişiye kadar çıkan ülkede, okulların birçoğunda da elektrik ve su bağlantıları bulunmamaktadır.
Ülkenin kuzey bölümünde yer alan Markoye'de 400.000 yıl öncesine ait kesme işlemlerinde kullanılan araç gereçler bulunmuştur. Arkeolojik araştırmalar neticesinde Burkina Faso sınırları içerisinde 14.000 yıl öncesine dayanan yerleşim alanların olduğu belirlenmiştir. O dönem ülkenin özellikle kuzeybatı bölgelerinde yaşayan topluluklar avcı ve toplayıcı olarak hayatlarını sürdürmüşlerdir. O döneme ait keşifler 1973 yılında gerçekleştirilen kazı çalışmaları neticesinde belgelenmiştir. M.Ö. 3600 ile M.Ö. 2600 yılları arasında yerleşik hayata geçmeye başlayan topluluklar tarım alanında faaliyet göstermiş ve bu dönemlerde seramik ile demir objelerin kullanıldığı yapılan kazılar neticesinde ortaya çıkarılmış ayrıca bölgede yer alan çok sayıda mağara çizimleri de gün yüzüne çıkartılmıştır.
Günümüzde Burkina Faso'da yaşayan etnik grupların bir bölümü milattan sonraki dönemlerde belli köy toplulukları oluşturarak Burkina Faso topraklarında yaşamışlardır. Bu gruplar arasında en uzun süreli yerleşik etnik grubu olan Yonyoose etnik grubu, Dogon etnik grubu en önemlileri arasında yer almıştır. Yonyoose etnik grubu 15. yüzyıldan sonra güney bölgelerden gelen Mossi etnik grubu ile birliktelik oluşturarak asimile olmuştur. Gana'nın kuzeyinde gelerek kraliçe Yennenga önderliğinde bu bölgelere ulaşan Mossiler, Yennenga'nın oğlu Ouédraogo önderliğinde bölgede kurulan ilk ve en eski krallık olan Tenkodogo Krallığı'nı kurmuşlardır. Bu dönemde Mossiler tarafından oluşturulan diğer krallıklar ise Ouagadougou Krallığı ve Yatenga Krallığı olmuştur.
Fulbe etnik grubuna mensup toplulukların 1810 yılında ülkenin kuzey bölgesinde kurdukları Liptako Emirliği, doğu bölgesinde Gulmancema etnik grubunun kurduğu Gulmu Krallığı Burkina Faso topraklarında kurulan diğer yönetim bölgeleri olmuştur.
Bugünkü Burkina Faso'nun kurulu olduğu bölgelere ilk gelen Avrupalı Alman Heinrich Barth olmuştur. Afrika kıtası üzerine yaptığı araştırmalar neticesinde kuzeyden gelerek Liptoko'ya ulaşmış, ziyaret ettiği Dori üzerinden Timbuktu'ya geçmiştir. 1884-1885 yılları arasında gerçekleştirilen Berlin Konferansı sırasında Fransa, Büyük Britanya ve Almanya'nın Sudan'ın batı bölgeleri için birbirleriyle girdikleri Afrika Talanı yarışı kapsamında Mossi yöneticileri ile gerçekleştirdikleri himaye altına alma çabaları sonuç vermemiş, bunun üzerine Fransa 1896 yılında askeri güçleri ile başkent Ouagadougou'yu alarak Mossi yöneticilerinin kaçmasını sağlamış ve bölgeyi kontrolü altına almıştır. Bu tarihten sonra yerel idareciler ile yapılan "himaye" anlaşmaları ile günden güne hakim olduğu bölgeleri çoğaltan Fransa günümüzde Burkina Faso'nun kurulu olduğu tüm bölgeyi kısa sürede sömürgesi olarak elde etmiştir. Bölge 1904 yılında Fransız Batı Afrikası içerisinde sömürge yönetim bölgesi olan Yukarı Senegal ve Nijer sömürge yönetiminin bir parçası olmuş, 1919 yılında ise Yukarı Volta adı altında bu yapıdan ayrılarak yine Fransız Batı Afrikası sömürge sistemine bağlı olarak yeni bir sömürge yönetim bölgesi olarak ilan edilmiştir. Yeni yönetim bölgesi vali Édouard Hesling başkanlığında gerekli ticari başarıları göstermeyerek 1932 yılında bölgenin komşu sömürge yönetim alanları olan Fransız Sudanı (günümüzde Mali), Nijer ve Fildişi Sahili sömürge yönetimleri arasında bölüştürülerek bu bölgelere ilave edilmiştir. Bölgenin bölüşülmesi neticesinde özellikle kıyı kesimlerinde ihtiyaç duyulan zorunlu iş gücünün, nüfus açısında yoğun olan Yukarı Volta nüfusu tarafından karşılanması planlanmıştır. Yukarı Volta askerleri I.Dünya Savaşı'nın yanı sıra II.Dünya Savaşı'nda da Fransız askeri olarak "Tirailleurs sénégalais" birliklerinde yer almışlardır.
Savaşların bitmesi neticesinde tıpkı diğer sömürge bölgeleri gibi Yukarı Volta'da Charles de Gaulle döneminde açıklanan yeni sömürge düzeni olan Fransız Birliği doğrultusunda yeniden yapılandırılmıştır. Özellikle Moogo naaba Koom II. önderliğindeki Mossiler Yukarı Volta'nın 1932 yılı sınırlarına yeniden kavuşturulması gerektiğini savunmuş, bölge 1947 yılında Fransa denizaşırı toprağı olarak kayda alınmıştır. Yıllar içerisinde siyasi hayatı şekillenen Yukarı Volta, 1948 yılından itibaren Paris'te yer alan parlamentoya vekil göndermiştir.
1950'li yıllar ile birlikte bağımsızlık düşünceleri dile getirilmeye başlanan Yukarı Volta'da, Fransa'nın 1956 yılında çıkardığı ve denizaşırı topraklarında reformları hedef alan "loi-cadre Defferre" yasası ile birlikte yerel hükumetler daha fazla söz sahibi olur konuma gelmiştir. 1958 yılında gerçekleştirilen referandum neticesinde ülke Fransa ile işbirliği içerisinde olan özerk bir cumhuriyet statüsüne sahip olmuştur. Yukarı Volta 1960 yılında yaşanan Afrika Yılı kapsamında Fransa'dan bağımsızlığını ilan etmiştir.
5 Ağustos 1960 yılında bağımsızlığına kavuşan ülkede Maurice Yaméogo ilk devlet başkanı koltuğuna oturan isim olmuştur. Yaméogo, iktidarında kaynakların kullanımında savurgan bir siyaset izlemesi, ticari hedefleri yakalayamaması ve döneminde rüşvetin yaygınlaşması sonucu gerçekleşen halk ayaklanması sonucu Ocak 1966 yılında görevini bırakmıştır. O dönem için ordunun en tepesinde yer alan Sangoulé Lamizana ülkenin ikinci devlet başkanı olarak görevi devralmıştır. Askeri rejim idaresindeki Yukarı Volta'da 1970 yılında gerçekleştirilen referandum sonucu ülkede Ocak 1971 yılında yeni bir anayasa hayata geçirilerek ikinci cumhuriyet dönemi ilan edilmiştir. Bu olaydan sonra batı Afrika genelinde yapılan ilk çok partili parlamento seçimleri sonucu RDA partisinin temsilcisi Gérard Kango Ouédraogo başbakan olmuştur. İlerleyen dönemlerde yaşanan parti içi çekişmeler neticesinde yönetime yeniden el koyan ordu, Lamizana önderliğinde ulusal birlik hükumetin oluşturulması ve yeni bir anayasının hayata geçirilebilmesi için adımlar atmıştır. Bu gelişmeler neticesinde Lamizana 1978 yılında gerçekleştirilen seçimler neticesinde üçüncü cumhuriyet döneminin devlet başkanı olarak seçilmiştir. Lamizana devlet başkanı seçilmesinin sonrasında Joseph Conombo'yu başbakan olarak atamıştır. Ancak kurulan bu yeni hükumette yaşanan iç sorunlar nedeniyle icraat gerçekleştirmekte sorunlar yaşamıştır. Ülke genelinde öğretmenlerin gerçekleştirdiği grev sonucu Saye Zerbo önderliğinde bir grup asker 25 Eylül 1980 yılında yönetime el koyarak darbe gerçekleştirmişler ve Lamizana'nın yerine Zerbo'yu devlet başkanı yapmışlardır.
Yukarı Volta'da 1980 yılında gerçekleştirilen askeri darbe neticesinde ordu içerisinde yer alan ve ülkenin bu durgun halinden memnun olmayan genç askerler ile kıdem olarak üstte yer alan ve iktidar mücadelesi veren daha eski askerler arasındaki iç çekişmeler sonucu kaos ortamı hakim olmuştur.
"Comité militaire de redressement pour le progrès national" adını verdiği komite ile ülkeyi yöneten Zerbo, ülke içerisinde gösteri ve grev yapma |
hakkı gibi birçok uygulamaya yasak getirmesi neticesinde halk arasındaki popülaritesini hızlı bir şekilde kaybetmesine neden olmuştur. Aynı dönemde Thomas Sankara ülke genelinde önem kazanmaya başlamış, 7 Kasım 1982 yılında da gerçekleştirilen yeni bir askeri darbenin de önemli aktörü olarak gösterilmiştir. Gerçekleştirilen bu askeri darbe sonucu başkanlık hedefi olmayan Sankara'nın yerine Jean-Baptiste Ouédraogo ülkenin yeni devlet başkanı olmuştur. Askeri yönetim bir yanden yeni bir anayasa ile tekrar demokratik bir düzene geçişin hazırlıkları içerisinde bulunurken, Sankara o dönem batı karşıtı söylemleri ile ön plana çıkan Libya lideri Muammer Kaddafi ile yakın ilişkiler içerisinde bulunmuştur. Bu durum o dönem için iktidarını ayakta tutabilmek adına Fransa ve Afrika kıtasının düzenli ülkeleri ile olan bağlantılarını güçlendirmeye çalışan devlet başkanı Ouédraogos tarafından memnuniyetle karşılanmamış, gelişmeler sonucunda da Sankara tutuklanmıştır. Yaşanan bu gelişmeler ordu içerisinde huzursuzluğa ve halk arasında da protestolara neden olmuş, yaşananlar neticesinde subay Blaise Compaoré kendisine bağlı birlikler ile Sankara'yı kurtarmak için başkente ilerlemiştir. Bu gelişmeler neticesinde 4 Ağustos 1983 tarihinde daha sonra devrim olarak adlandırılacak olan askeri darbe gerçekleştirilerek Sankara kurtarılarak iktidara getirilmiştir.
Sankara, askeri rejim iktidarı döneminde sosyalist bir düzen benimsemiş, sosyal ve kalkınma alanlarında benimsediği politika ile kırsal kesimde yaşayanları şehirde yaşayan insanlar karşısında üstün tutmuş, kadınlara toplum içerisinde eşit haklar vermiştir. Bu gerçekleştirilenler ile Sankara toplumun radikal düzeyde değiştirilmesini ve yurt dışına bağımlılığı azaltmayı amaçlamıştır. Ülkede 9-10 Ağustos 1983 tarihinde gerçekleştirilmeye çalışan karşı darbe girişimde hayatını kaybedenler olmuş, bu kayıplar ülke tarihinde bir askeri darbe neticesinde yaşanan ilk can kayıpları olarak kayıtlara geçmiştir. Yaşanan bu gelişme neticesinde Sankara " Comités de défense de la révolution" (CDR) ("Türkçe: Devrimi Koruma Komiteleri") kurmuş, bu komitelerde ülke genelinde devrimin ilerleyişinin ve devamının garanti altına alınmasının sağlanması için çalışmışlardır. Yukarı Volta'da oluşturulan CDR'ler birçok kalkınma projelerinde yer alarak Dünya Sağlık Örgütü ve UNICEF gibi örgütlerinin de desteklediği çocuklara yönelik aşı kampanyalarına destek olmuş, halkın da katılımının sağlandığı demiryolu güzergahları inşa edilmiştir. Bu gelişmelerin yanı sıra devrimin başlangıç dönemlerinde karşı darbe girişiminde bulunan ya da bu grup içerisinde yer aldığı düşünülen kişiler tutuklanmış, devletin zirvesinde yer alan Sankara, Compaoré, Henri Zongo ve Jean-Baptiste Lingani bundan sonraki dönemlerde olumsuzluk yaşanmaması adına ülkeye yön vermişlerdir.
Sankara 2 Ekim 1983 tarihinde "discours d’orientation politique" ("Türkçe: Siyasi Oryantasyon Konuşması") adını verdiği halka hitabında gerçekleştirilen devrimin hedeflerinden bahsetmiş, bu hedefler doğrultusunda emperyalizm ile birbirine bağlı burjuvazinin çalışan sınıf lehine etkisiz hale getirilerek, tarımsal alanda kendi kendine yeten bir ülke olma hedefleri açıklanmıştır. Bu hedefler doğrultusunda daha önce yerel otoriteler tarafından işletilen tüm araziler kamulaştırılarak devlet denetimine geçirilmiş, kadın ve erkek eşitliğine verilen önem doğrultusunda her iki kesimin de eşit haklara sahip olması ve toplumun her kesiminin okur yazar olması yönünde faaliyetler Sankara'nın önem verdiği diğer hususlar olmuştur. Ülkede oluşturulan "tribunaux populaires de la révolution" adı verilen devrim mahkemelerinde eski siyasiler rüşvet ve hazine paralarının harcanması gibi nedenlerle yargılanarak cezalandırılmıştır. Bu mahkeme kararlarına göre eski devlet başkanı Zerbo aldığı 15 yıl ceza ile en yüksek cezayı alan siyasi olmuştur. Bu mahkemeler tarafından verilen kararlar 1985 yılında kaldırılarak cezalar düşürülmüştür.
Sankara 1984 yılında ülkesinin koloni dönemine ait izlerden kurtulabilmesi adına ülkenin ismini Burkina Faso olarak değiştirmiş, ülkenin bayrağını Pan-Afrikan renklerinden yeniden oluşturmuş, sözleri kendisine ait olmak üzere yeni ulusal marş bestelemiştir. Ülkede Mayıs 1984 tarihinde ülke tarihinde daha önce hiç olmamış bir şiddet ile yedi kişinin darbe girişiminde bulunması nedeniyle idam edilmesi ve aynı zamanda bağımsız bir gazete olan L’Observateur (günümüzde L’Observateur paalga) gazetesinin kundaklanması ve bunun neticesinde basıma ara vermesi halk arasında beklenmedik bir şok etkisi yaratmıştır. Bu gelişmelerin yanı sıra 1985 yılında Mali ile sınırın küçük bir şeriti için yaşanan sınır anlaşmazlığı neticesinde Burkina Faso'nun Mali'ye saldırması ile ortaya çıkan Agacher Şeridi Savaşı (Noel Savaşı olarak da adlandırılan) sonucunda askeri güç olarak Mali ordusuna göre çok daha güçsüz olan Burkina Faso'nun başarısızlığı ile sonuçlanmış, her iki ülke de daha sonra barış anlaşması imzalayarak başvuruda bulundukları Uluslararası Adalet Divanı'ndan çıkaran karara uyarak söz konusu şeriti kendi aralarında bölüşmüşlerdir. Yaşanan bu gerilimin merkezinde Sankara'nın Mali yönetimine karşı yönelttiği bölgenin ilhak çalışmaları ile birlikte Mali'de ABD emperyalizminin hizmetinde olmakla suçladığı Mali diktatörü Moussa Traoré'ye karşı devrim gerçekleştirilmesi amacı bulunmaktaydı. Yaşanan bu gelişmelerin ışığında Sankara kendisi ile aynı Pan-Afrika düşüncelerine sahip olan ve eski Gana devlet başkanı Kwame Nkrumah geleneklerini devam ettirmek isteyen Gana ile Mali'ye karşı Batı Afrika Birliği'ni oluşturmak istemiş, bu doğrultuda da Gana devlet başkanı ile görüşmeler gerçekleştirmiştir. Ülke sınırları dışında bu yönde birliktelik arayışları içerisinde olan Sankara, ülke içerisinde yaşanan siyasi tutuklamalar, CDR'nin siyasi gücü kötüye kullanılması, ölümlere kadar varan işkenceler nedeniyle sıkıntılı bir süreç yaşamış, devrimin baskıcı hali halkın kendisine karşı olan olumlu düşünceler yerini umutsuzluğa ve öfkeye bırakmış, devrime olan inanışta bitme noktasına gelmiştir. Tüm bu yaşananlar çerçevesinde Sankara körü körüne dogmatizme bağlılık ile devrime ihanet ile suçlanmış, 15 Ekim 1987 tarihinde de Blaise Compaoré önderliğinde gerçekleştirilen darbe ile de çıkan çatışmalarda 30 kişi ile birlikte öldürülerek iktidarına son verilmiştir. Yapılan bu darbe sonucu Blaise Compaoré devlet başkanı olmuş, Sankara döneminde başlatılan Gana ile birlik olma faaliyetlerine de son verilmiştir.
Compaoré iktidara geldikten sonra Zongo ve Lingani ile birlikte "Front populaire" ("Türkçe: Halk Cephesi") oluşumu ile birlikte ülkeyi yönetmeye başlamıştır. Bu oluşum ile birlikte "rectification " ("Türkçe: İyileştirme") adını verdikleri yeni kalkınma hareketi ile devrimin ruhuna uygun olarak siyasi çıkmazlara son verilmesi ve siyasi hayatın normalleştirilmesi amaçlanmıştır. Ancak tüm bu yaşananlar ve sonrasında hayata geçirilmeye çalışılanlar ülkede normalleştirme sağlamamış, kısa süre içerisinde başarısızlıkla sonuçlanan üç darbe girişimi yaşanmış, yaşanan bu istikrarsızlık ve baskılar sonucunda da aralarında 1989 yılında vurularak öldürülen Zongo ve Lingani'nin de bulunduğu ölüm olaylarının da yaşandığı gelişmeler meydana gelmiştir. Dünya siyasi tarihinde 1990/91 döneminde yaşanana gelişmelere paralel olarak Burkina Faso'da da resmi bir demokrasiye geçilme adımları atılmış, Compaoré oluşturduğu yeni anayasayı 1991 yılında referanduma sunmuş ve referandum sonucu da kabul edilmiştir. Yeni anayasa sonrası gerçekleştirilen ilk genel seçimlerin muhalefet partileri tarafından boykot edilmesi sonucu seçimlere katılım oranı %27 ile çok düşük gerçekleşmiş ve bunun sonucunda da Compaoré seçim sonuçlarını meşrulaştıramamıştır. İlerleyen yıllarda ülkenin para birimi olan Batı Afrika CFA frangı gerçekleştirilen devalüasyona rağmen sosyal ve ekonomik istikrar sağlanmış, ülke genelinde sakin bir süreç yaşanmıştır. 1998 yılında gerçekleştirilen yeni genel seçimlerde Compaoré devlet başkanlığı görevi için bir kez daha yetki almış ancak bu süreç araştırmacı gazeteci Norbert Zongo'nun öldürülmesi neticesinde son bulmuştur ve ülke genelinde zaman zaman şiddete dönüşen protestolar gerçekleştirilmiştir. 2002 yılında gerçekleştirilen parlamento seçimlerinde iktidarda bulunan CDP mecliste birçok sandalyesini muhalefet partilerine kaptırmıştır. Compaoré tüm bu yaşananların ışığında birçok tartışmalara neden olan ve görev süresi ile ilgili düzenlemeyi içeren yeni anayasa değişikliği ile 2005 yılında yeniden devlet başkanlığı makamına oturmuştur.
Ülke içerisinde yaşanan bu gelişmelerin yanı sıra Burkina Faso ülke dışında diğer ülkeler ile de dönem dönem sorunlar yaşamıştır. Özellikle Liberya ve Sierra Leone'de yaşanan iç savaşlarda Burkina Faso'nun özellikle mühimmat ve elmas ticaretinde önemli rol aldığı ve bu ticaretten önemli gelir elde ettiği suçlamaların maruz kalmış, diğer ülke iç işlerinde muhalefeti ve ayrımcı grupları destekleyerek istikrarsızlık oluşturmakla itham edilmiştir. Bu tür suçlamaların yanı sıra Burkina Faso Afrika kıtasında oluşan birçok krizde arabulucu ve barış elçisi olarak görev almıştır.
Burkina Faso özellikle Fildişi Sahili'nde yaşanan iç savaş esnasında ülke tarihinin en zor dış siyasi krizi ile karşı karşıya kalmış ve Fildişi Sahili tarafından resmen ayrılıkçı gruplara destek olmak ile suçlanmıştır. Bu suçlamalar ışığında Burkina Faso hükumeti de özellikle Fildişi Sahili'nin kuzey bölgelerinde yaşayan ve sayıları milyonlar ile ifade edilen ve şiddete maruz kalan Burkina Faso vatandaşlarını korumak için askeri bir müdahalenin masada olduğunu da ifade ederek, yaşanan olayın dışında olmadığını ifade etmeye çalışmıştır. Tüm bu yaşananların sonucunda iki ülke ilişkilerinin normalleşmesi ve Ouagadougou Antlaşması ile de Fildişi Sahili'nde yaşanan iç savaşa son verilmesi Burkina Faso ve Compaoré'nin diploması başarısı olarak ifade edilmektedir.
Compaoré iç siyasette de yeni bir anayasa değişikliği planları yaparak görev süresini beşinci bir dönemi kapsayacak şekilde uzatm |
a girişimlerinde bulunarak muhalefetin büyük tepkisini çekmiş, gelişmeler neticesinde 2014 yılı başlarında ülke genelinde büyük gösteriler gerçekleştirilmiştir. 2014 Ekim sonunda gerçekleştirilen protestolar şiddet olaylarına dönüşmüştür.
17 Eylül 2015 tarihinde askeri kaynaklar ülkede yapılan radyo ve televizyon duyuruları ile yönetime el koyduklarını açıklamışlardır. Geçici hükumetin başında yer alan başbakan Zida ile geçici devlet başkanı Kafando'nun tutuklanarak cezaevine gönderildiği bildirilmiştir. Darbeyi gerçekleştiren ve kendilerine "Demokrasi İçin Ulusal Konseyi" olarak adlandırılan grubun 27 yıllık iktidarının sonrasında 2014 yılında görevden uzaklaşmak zorunda kalan Compaoré'ye bağlı bir grup olduğu ifade edilmiştir. Darbeci grubun önderliğini Tuğgeneral Gilbert Diendéré üstlenmiştir. Yaşanan bu darbe girişimi sonrasında hem Birleşmiş Milletler hem de Avrupa Birliği açıklama yaparak darbenin bir an önce sonlandırılarak uluslararası alanda kabul edilen bir önceki geçici hükumete görevin devredilmesi gerektiği bildirilmiştir. Yönetimi darbe ile ele geçiren ordu 18 Eylül 2015 tarihinde yaptığı açıklamada tutuklanan devlet başkanı ve başbakan olmak üzere tüm hükumet üyelerinin serbest bırakıldığını açıklamıştır.
Yaşanan bu olayların arkasında 11 Ekim 2015 tarihi için planlanan yeni seçimlere Compaoré'ye yakınlığı ile bilinen adayların adaylığının kabul edilmemesi ile birlikte 1.200 kişilik devlet başkanlığı koruma muhafız alayının ortadan kaldırılacağının geçici hükumet tarafından yakında zamanda açıklamasının olduğu ifade edilmektedir.
Ülkede 1991 yılında kabul edilen anayasa ile birlikte ülke tarihinin dördüncü cumhuriyeti oluşturulmuştur. Burkina Faso'daki mevcut başkanlık sistemi Fransa modelini baz almaktadır. Kasım 2005 tarihinde gerçekleştirilen ve devlet başkanı Blaise Compaoré'nin oyların %80,4'ünü alarak üçüncü kez göreve seçildiği seçimler, muhalefetin boykot etmediği ilk seçimler olarak kaydedilmiştir. Compaoré 2000 yılında gerçekleştirdiği anayasa değişikliği ile iki dönem devlet başkanlığı sonrası bir iki dönem daha hakkı elde etmiş ve 21 Kasım 2010 yılında gerçekleştirilen devlet başkanlığı seçimlerinde dördüncü dönem yönetim hakkını da elde ederek seçimleri kazanmıştır. Ülkenin başbakanı devlet başkanı tarafından atanmakta olup, son olarak 18 Nisan 2011 ile 30 Ekim 2014 tarihlerinde Luc-Adolphe Tiao bu görevi üstlenmiştir. Burkina Faso'da parlamento seçimleri her beş yılda bir gerçekleştirilmekte olup, günümüzde parlamento da mevcut olan 127 sandalyenin 70 tanesi hükumet partisi olan Congrès pour la démocratie et le progrès (CDP)'ye aittir.
Ülkede "Président du Faso" olarak adlandırılan devlet başkanı, her beş yılda bir seçilmekte olup, bu görevi en fazla iki kere üst üste gerçekleştirebilmektedir.
Burkina Faso tarihinde devlet başkanı olmuş kişiler şu şekildedir:
Ülke genelinde birçok muhalefet partisi olması sebebiyle devlet başkanı Blaise Compaoré'ye karşı herhangi bir güç oluşturulamamış ve iktidar ele alınamamıştır. "Alliance pour la Démocratie et la Fédération – Rassemblement Démocratique Africain" (ADF-RDA), "Union nationale pour la démocratie et le développement" (UNDD), "Parti pour la démocratie et le progrès/Parti socialiste" (PDP/PS) gibi önemli muhalefet partilerinin yanı sıra Sankara'nın ideolojilerini benimsemiş birçok parti mecliste temsil edilmektedir.
Ülke eski koloni sahibi olarak Fransa ile iyi ilişkiler içerisinde yer almaktadır. Özellike Fildişi Sahili'nde yaşanan iç savaş ve sorunlar neticesinde Fransa ile daha yakın bir ilişki benimsenmiştir. Burkina Faso, Muammer Kaddafi döneminde Libya ile de sıkı diplomatik ilişkiler içerisinde bulunmuş, günümüzde de Çin ve Almanya ile de önemli diplomatik ilişkiler içerisinde yer almaktadır.
"Forces armées nationales" olarak adlandırılan Burkina Faso ordusu 1960 yılında kurulmuş olup, güncel olarak bünyesinde 10.800 personel bulundurmaktadır. Ülkenin bağımsızlığını kazanması neticesinde 1961 yılında orduda emir komuta koloni ülkesi Fransa tarafından Burkina Fasolu yetkililere devredilmiştir. Süreç içerisinde Burkina Faso ordusu gerçekleştirdiği askeri darbeler ile yönetime el koyarak ülke idaresini ele almışlardır. Ayrıca 1980'li yıllarda Mali ile de Agacher Şeridi Savaşı kapsamında karşı karşıya gelen ordu, burada yaşanan kısa süreli çatışmalarda yer almıştır.
Ordu, komşu ülke Fildişi Sahili'nde yaşanan iç savaş neticesinde söz konusu ülkenin özellikle kuzey bölgelerinde yaşanan Burkina Faso vatandaşlarının haklarını korumak için ordunun savaşa dahil olabileceğini ifade etmiştir. Bu yaşanan süreçte de Fildişi Sahili'de Burkina Faso'nun ayrılıkçı gruplara destek vererek mühimmat sağladığı iddiasında bulunmuştur.
Burkina Faso kendi içerisinde 13 yönetim bölgesine "(region)" ayrılmıştır. Söz konusu bölgeler kendi içerisinde 45 ile, iller ise yine kendi içerisinde 350 ilçe ve belediyeye ayrılmış konumdadır. Yönetim bölgeleri, iller, ilçeler ve belediyeler yerel yönetimde kendi kendilerine idare etme hakkı bulunmakla birlikte aynı bölge, il, ilçe ve belediye isimleri ile devletin temsilcileri de bu yapıya paralel olarak yönetim kademesinde yer almaktadır.
Burkina Faso'da "Abidjan - Nijer Hattı" olarak adlandırılan bir adet demiryolu hattı bulunmakta olup, bu hat Fildişi Sahili'nin liman ve ticaret kenti Abidjan ile başkent Ouagadougou'yu birbirine bağlamaktadır. Fildişi Sahili'nde yaşanan iç savaş sıkıntısı nedeniyle kara ülkesi olan Burkina Faso için sıkıntılı geçen bu süreç hattın ülkenin özellikle ticari ürünlerini deniz yollarına ulaştırılmasında önemli bir rol oynamaktadır. Güncel olarak da bu hatta hem yük hem de yolcu taşımacılığı gerçekleştirilmektedir. Sankara döneminde hattın uzunluğu burada bulunan yeraltı zenginliklerini daha kolay taşıyabilmek adına her ne kadar Kaya şehrine kadar uzatılması için gerekli çalışmalar gerçekleştirildiyse de, bu faaliyetler Sankara döneminin son bulması ile sonlandırılmıştır.
Ülke genelinde var olan 33 havaalanından sadece 2 tanesinin pisti asfaltlanmış konumdadır. Başkent Ouagadougou'da bulunan ve aynı zamanda ülkenin en büyük havaalanı konumunda olan Ouagadougou Airport havaalanı ile Bobo-Dioulasso'da bulunan havaalanı ülkenin uluslararası standartlara uygun iki havaalanını oluşturmaktadır.
Ülke, merkezi başkent Ouagadougou'da bulunan Air Burkina ismi ile bir adet ulusal havayolu şirketine sahiptir. Şirket 17 Mart 1967 yılında "Air Volta" ismi ile kurulduktan sonra Fransa menşeli firmalar tarafından gerçekleştirilen uçuşları gerçekleştirmeye başlamış, şirket ismi ise daha sonra ülkede gerçekleştirilen Sankara devrimlerine uygun olarak devletleştirilerek bugünkü adını almıştır. Burkina Faso'nun da katılımcılarından biri olarak Fransa ile birlikte birçok Afrika ülkesi tarafından birlikte işletilen Air Afrique havayolu şirketinin maddi sıkıntılar sonucu 2002 yılında iflas etmesinin de etkisi ile Air Burkina şirketinin bir kısmı 2001 yılında özelleştirilmiştir.
Air Burkina havayolları yurt içi uçuşlarının yanı sıra yedi farklı ülkeye karşılıklı uçuşlar düzenlemektedir. Yurt dışı uçuşlarını gerçekleştirildiği ülkeler şu şekildedir:
Benin, Fildişi Sahili, Gana, Mali, Nijer, Senegal ve Togo
Ülke genelinde 12.506 km karayolu bulunmakta olup, bunların 2.001 km'si asfaltlanmış konumdadır.
Dünya Bankası'nın 2001 yılında yaptığı değerlendirmede Burkina Faso ulaşım ağı özellikle bölge ülkeleri olan Mali, Fildişi Sahili, GAna, Togo ve Nijer'e bağlantıları ile iyi olarak değerlendirilmiştir.
Ülke genelinde bulunan devlet yolları şu şekildedir:
Burkina Faso dünyanın en fakir ve az gelişmiş ülkelerinden biri konumundadır. Ülke HIPC ("Heavily Indebted Poor Countries") ("Türkçe: Gelişmekte olan yüksek borçlu ülkeler") ülkelerden biri olarak kabul edilmektedir. 2005 yılında Dünya Bankası ve IMF HIPC borçların yeniden yapılandırılması kapsamında ülkenin dış borçlarının silinmesi kararlaştırılmıştır. Burkina Faso İnsani Gelişim Endeksi 2013 raporuna göre 187 ülke içerisinde 181. sırada yer almıştır.
Ülkede Satın alma gücü paritesine göre Gayrisafi yurt içi hasıla 2013 tahmini verilerine göre 26,51 milyar Dolar seviyesinde olup, bu değere göre kişi başı düşen gelir 1.500 Dolar seviyesindedir.
Ülke nüfusunun yaklaşık olarak %90'ı şahsi tüketim ve kullanım için tarımsal ürünler ekmektedir. Bu ekilen ürünlerin çoğunluğunu darı, mısır, sorgum ve pirinç oluşturmaktadır. Ülkenin güney kesimlerinde bu ürünlere ek olarak ayrıca manyok, yam ve şeker kamışı ekimi de gerçekleştirilmektedir. Burkina Faso'nun ihracatını gerçekleştirdiği ürünlerin başında ise fıstık ve pamuk gelmektedir.
Ülke genelinde yaşanan elverişsiz iklim şartları tarımsal ürünlerin ekiminde ve mahsulün toplanmasında zorluklar yaşatabilmektedir. Belirli dönemlerde yaşanabilen uzun kuraklık dönemleri özellikle kuzey bölümlerinde kıtlık sorunlarını beraberinde getirmektedir.
Her ne kadar Burkina Faso pamuğunun kalitesi yüksek düzeyde de olsa gelişmiş sanayi ülkelerinden gelen yüksek sübvansiyonlar nedeniyle dünya pazarlarına ihracatında sorunlar yaşanabilmektedir. Bu nedenlerden dolayı ülkenin pamuk ticareti ABD ve AB tarafından sağlanan sübvansiyonlarla ilerlemektedir. Dönemin devlet başkanı Blaise Compaoré Afrika pamuğunun dünya pazarlarına ulaştırılamama durumdan rahatsız olan diğer Afrika ülkeleri ile birlikte toplantılar gerçekleştirmiş, sübvansiyonların kaldırılması yönünde girişimlerde bulunmuştur. Burkina Faso ekonomisi gerçekleştirilen ihracatın %50'sini pamuğun oluşturması nedeniyle dünya piyasasında gerçekleşen dalgalanmalardan olumsuz yönde etkilenebilmektedir.
2005 yılında başlatılan yeni bir proje ile buğday ekimine geçilmiştir. Bu proje ile dış ülkelere olan bağımlılığın azaltılması ve uzun vadede de buğday ihracatının başlatılması amaçlanmıştır.
Ülke toprakları içerisinde bulunan çok az yeraltı madeni gün yüzüne çıkarılabilmektedir. Bu madenlerin başında altın ve mangan gelmektedir. Yeraltı zenginliklerinin genelde ulaşım ağı açısından yetersiz konumda olan kuzey bölgelerde olması madenlere ulaşmada ve çıkarılan ür |
ünlerin sevkiyatında büyük bir problem olarak gösterilmektedir. Burkina Faso yetkilileri uzun yıllardır bu bölgeye demiryolu hattının uzatılması yönünde çalışmalar gerçekleştirse de bu hedef henüz gerçekleştirilememiştir.
Burkina Faso sanayisi özellikle var olan demiryolu hattının 1933 yılında Abidjan'a kadar uzatılması ve bu sayede denize bağlantısı olmayan bir ülke olarak liman kentine ulaşması neticesinde gelişim göstermiştir. Bobo-Dioulasso'da açılan bira fabrikası, petrol değirmenleri ve motorlu bisiklet üretimi yapan fabrika bu alanda ilk olma özelliğini taşımış, şehrin ticari anlamda kalkınmasında önemli pay sahibi olmuştur. Başkent Ouagadougou'nun ticari olarak kalkınabilmesi için gerekli olan demiryolu hattı bağlantısı 30 yıl sonra gerçekleştirilmiş, bu güzergahın da devreye girmesiyle de başkent ekonomik olarak kalkınmasını gerçekleştirmiştir. Bağımsızlığının elde edilmesi ile birlikte oluşturulan pamuk fabrikaları kısa süre içerisinde tekrar kapatılmak durumunda kalınmıştır.
Ülke genelinde en çok sevilen spor türü futbol olup, "Fédération Burkinabè de Football" (FBF) 'de ulusal federasyon konumundadır. 1960 yılında bağımsızlığın kazanılması sonucu oluşan federasyon, 1964 yılında da FIFA üyesi olmuştur. Burkina Faso millî futbol takımı tarihinin en önemli başarılarını 2013 Afrika Uluslar Kupası'nda elde edilen ikincilik ile kendi ülkelerinde gerçekleştirilen 1998 Afrika Uluslar Kupası'nda elde edilen dördüncülük olmuştur. Burkina Faso futbol liginde çoğu başkent Ouagadougou'dan olmak üzere 14 farklı takım şampiyonluk için mücadele etmektedir.
Burkina Faso sınırları içerisinde yaşayan 60 farklı etnik grup kültürel gelenekler açısından zenginlik oluşturmaktadır. Gruplar içerisinde birçok sebepten dolayı kutlamalar ve seremoniler gerçekleştirilmekte olup, Sudan savanalarında yaşanan topluluklar gibi müzik, dans ve maske kullanımı gibi pek çok görsel şölen bu kutlama ve seremonilerde sergilenmektedir. Bu bölgelerde kabilelerin sözlü tarihini ve geleneklerini kuşaktan kuşağa anlatan kişiler olarak bilinen griotlar önemli rol oynamaktadır. Bu kişiler söz konusu kutlama ve eğlencelerde de şarkıcı, dansçı olarak da yer alabilmektedirler.
Ülke genelinde el sanatları da önemli bir yere sahip olmakta olup, çömlekçilik, sepet yapımı, tunç ahşap işlemeciliği sık olarak gerçekleştirilen el sanatları konumundadır.
Burkina Faso'da yaşayan yerlilerin günlük hayatında davul ve balafon adını verdikleri bir çeşit ksilofon önemli bir yere sahiptir. Yerel halk arasında gerçekleştirilen kutlama ve eğlencelerde geleneksel müzikler bu müzik aletleri ile gerçekleştirilmektedir.
Ülke genelinde yerel halk arasında var olan sözlü aktarımlar ve buna bağlı olarak toplum arasında okuma yazma oranının yeterli seviyede olmaması nedeniyle Burkina Faso'da günümüzde edebiyat pek önemli bir yere sahip bir konumda değildir. Özellikle batı Afrika ülkelerinin edebi açısında gelişim gösterdiği dönemlerde ülkenin entelektüelleri II.Dünya Savaşı sonrası Yukarı Volta'nın yeniden oluşturulması için çalışmış ve bu nedenle ülke edebiyatına katkı sunamamışlardır. Her ne kadar Antoine Dim Delobsom 1934 yılında Mossi efsaneleri ve mitleri hakkında bir eser yayımlanmış olsa da, Nazi Boni tarafından 1962 yılında yayımlanan "Crépuscule des temps anciens" adlı eseri Burkina Faso edebiyatının başlangıcı olarak kabul görmektedir. Günümüzde kadın yazarlar Burkina Faso'da önemli rol oynarken, Monique Ilboudo, Bernadette Sanou ve Sophie Kam kadın yazarlardan bazılarıdır.
Batı Afrika
Batı Afrika, Afrika Kıtası'nın batısındadır. Jeopolitik olarak Birleşmiş Milletler, Batı Afrika'yı aşağıda belirtilmekte olan 16 ülkenin yaklaşık 5 milyon km²ik bir alan üzerindeki dağılımı olarak tanımlar.:
Moritanya hariç, bütün bu ülkelerin hepsi ECOWAS veya ""Batı Afrika Devletleri Ekonomik Birliği"" üyesidir. UN (Birleşik Devletler) bölgesi ayrıca Saint Helena Adasını ve Atlas Okyanusu'ndaki "İngiliz denizaşırı toprakları"nı da içerir.
Sahabe
Sahabe veya çoğulu Ashab (), bir İslam terimi. İslam peygamberi Muhammed'i görmüş, onunla konuşmuş, arkadaşlık etmiş ve ona inanmış Müslümanlara verilen isimdir. İslam literatüründe bir saygı ifadesi olarak Eshâb-ı Kirâm (Yüce/soylu sahabeler) şeklinde anılırlar. Peygamberin vefat ettiği vakit, sayıları 124 binden fazla idi.
Bu anlayışın tüm İslam toplumlarında paylaşılmadığını, Şiî-Alevî topluluklarında Sünnilik'teki gibi mutlak saygı gören bir sahabe anlayışı bulunmadığını kaydetmek gerekir; örneğin ilk dört halife ve Muaviye gibi Sünnilik'te saygı gören ve hatta kutsanan bazı kişiler Ehli beytin haklarını gasp eden ve onlara zulmeden kişiler olarak görülürler ve Şiî-Alevî topluluklarda nefret (teberra) ile anılırlar. Bu duygu; Ali ile savaşan Aişe binti Ebubekir, Zübeyr bin Avvam, Talha bin Ubeydullah, Muaviye bin Ebu Süfyan, Amr bin As için de geçerlidir.
Sahabe veya ashab Arapça kökenli bir sözcük olup, "yoldaşlar, arkadaşlar" anlamındadır. Sahib () ve Sahabi kelimelerinin çoğuludur.
İslam tarihçileri ve referans kaynaklarına göre Muhammed'in çevresindeki inanmış (Müslüman) insanlara sahabe denir. Bu kişiler Muhammed ile birlikte yaşamış ve onu görmüş kişilerdir. İlk sahabe kadınlardan Hatice, erkeklerden Sünnilere göre Ebu Bekir Şiilere göre ise Ali'dir.
Sahabenin önemli bölümünü, Mekke'de İslam'ı kabul eden ve daha sonra Medine'ye göç eden Muhacirler ve Hicret eden Mekkelilere kucak açan Ensar'dan oluşturur.
Âlimlerin çoğuna göre, kadın veya erkek, çocuk veya büyük bir müslüman, Muhammed'i çok az da olsa, bir kere görürse, kör olan, bir kere konuşursa ve îman ile vefât ederse, buna sahâbî denir.
İnanca göre insanların en hayırlıları sahabeler, sonra tabiin ve sonra diğerleri gelir.
Sahabenin üstünlükleriyle ilgili hadislerden bazıları;
2008
2008 (MMVIII) yılı, başlangıç günü Salı günü olan ve Şubat ayının 29 çekmesi sonucunda artık yıl olan, dolayısıyla 366 gün süren yıldır. Bu nedenle de yılın bitimi Çarşamba günüdür.
Yukarı Volta
Yukarı Volta ya da resmi adıyla Yukarı Volta Cumhuriyeti, Afrika kıtasınını batısında bulunan, Fransa sömürgesinden 1958 yılında özerkliğini, 5 Ağustos 1960 tarihinde de bağımsızlığını kazanan devlet.
1960 yılında bu isim ile bağımsızlığını kazanan ülke, o dönem ismini Volta Nehri'nden almıştır. Volta nehrinin üç fark kolu olan Siyah Volta, Beyaz Volta ve Kırmızı Volta'dan da esinlenerek bayrağını oluşturmuştur. 4 Ağustos 1984 tarihinde Thomas Sankara başkanlığı döneminde ülke ismini "Onurlu insanların ülkesi" anlamına gelen Burkina Faso olarak değiştirmiş, aynı zamanda bayrağın yerini de günümüzde de kullanılan Burkina Faso bayrağı almıştır. Ülke varlığına günümüzde de Burkina Faso isim ile devam etmektedir.
Geleneksel Türk sanatları
Geleneksel Türk sanatları, Türk kültürünün bir kısmını meydana getiren sanat ve sanat usluplarıdır. Geleneksel Türk sanatlarının bir kısmı İslam öncesi dönemden kaynaklanır. Bir kısmı ise İslam ile birlikte gelişmiştir. Bu sanatların başında minyatür gelmektedir.
Türkler İslam dinini kabul ettikten sonra doğal olarak sanat alanında Türk-İslam sentezi sanatlar ortaya çıkmış oldu. Tezyîni sanatlar, Türk musikisi, Türk mutfağı, mimari, temaşa sanatları bu sentezin etkisinde kaldı.
Tezyîni sanatlara bezeme, hat sanatı (Hüsn-i Hat), tezhib, yaprak Üzerine Hüsn-i Hat, tuğra, ferman, ebrû, gravür, kat'ı, çini, kalemişi ve seramik örnek gösterilebilir.
POP3
POP3 (Post Office Protocol 3 - Postane Protokolü 3), OSI referans modelinin uygulama katmanında çalışan bir E-posta iletişim protokolüdür. Bu protokol yerel E-posta alıcıları tarafından uzak sunucudan E-postaları indirmek için kullanılır ve bu işlem TCP 110 numaralı port üzerinden gerçekleştirilir. POP ve IMAP (Internet Message Access Protocol - İnternet İleti Erişim Protokolü) günümüzde en çok kullanılan iki e-posta protokolüdür. Tüm güncel e-posta alıcıları ve sunucuları iki protokolü de destekler. POP birkaç versiyon olarak geliştirilmiştir ve şu anda standart olarak kullanılanı 3. versiyonudur. Bu yüzden POP3 adı kullanılır.
E-posta gönderilirken SMTP protokolü kullanılır. Söz konusu e-posta, e-posta sunucuları arasında aktarılırken de SMTP kullanılır. Tâ ki alıcı e-postayı okumak istediğinde bigisayarına indirmek için arka planda POP3 kullanılır. Yani, POP3 yalnızca e-postayı almak için ve son kullanıcılar tarafından kullanılır.
POP, posta kutularına erişimde basit indirme ve silme gereksinimlerini karşılar. Birçok POP alıcısının, postaları indirdikten sonra bu postaları sunucuda bırakma seçeneği olmasına rağmen genelde POP kullanan e-posta alıcıları şu işlemleri gerçekleştirir: sunucuya bağlanır, tüm mesajları alır, bu mesajları kullanıcının bilgisayarında yeni mesaj olarak saklar ve sunucudan siler ardından da bağlantıyı keser. Diğer protokoller, özellikle IMAP, daha fazla ve karmaşık işlemleri gerçekleştirebilir. Birçok e-posta alıcısı POP'u desteklediği gibi mesajları almak için IMAP'i de destekler.
Bir POP3 sunucusu TCP 110 numaralı portu dinler ve kullanır. POP3 için şifreli iletişimlerde protokol bağlantısı kabul edildikten sonra, eğer destekleniyorsa STLS komutu veya POP3S kullanılır. Bu durumda sunucuya TLS (Transport Layer Security - Taşıma Katmanı Güvenliği) veya SSL (Secure Sockets Layer - Güvenli Soket Katmanı) kullanılarak TCP'nin 995. portu üzerinden bağlanılır (ör: Google Gmail).
POP (POP1) RFC 918, POP2 ise RFC 937 olarak tanımlanmıştır. POP3'ün ilk tanımlaması ise RFC 1081'de yapılmıştır. Şu anki geçerli tanımlama ise RFC 1939'dur. Eklenti mekanizmaları ile güncelleştirmeleri RFC 2449 tarafından ve giriş işlemleri (kullanıcı adı - parola) doğrulama mekanizması da RFC 1734 tarafından tanımlanmıştır.
POP2 varsayılan olarak 109 numaralı portu kullanır.
Orijinal POP3 tanımlaması sadece şifrelenmemiş Kullanıcı/Parola oturum açma mekanizmasını veya Berkeley .rhosts erişim kontrolünü kullanır. POP3 şimdiki haliyle birkaç doğrulama metodunu destekler. Bu metotlar ile çeşitli seviyelerde koruma sağlanarak bir kullanıcının posta |
larına yasadışı erişim engellenir. POP3 alıcıları AUTH eklentisiyle SASL doğrulama metodunu destekler.
POP4 için bazı adımlar atılmış olsa da 2003'ten beri herhangi bir gelişme gözlemlenmemiştir.
Postaları sunucuda bırakan alıcılar genellikle mesajın, eşsiz tanımlayıcı tarafından tespit edilen, geçerli mesaj numarası eşleştirmesini almak için UIDL komutunu kullanır. Eşsiz tanımlayıcı, isteğe bağlıdır ve eğer posta kutusu özdeş mesajlar içeriyorsa tekrarlanabilir. Bunun aksine IMAP 32-bit eşsiz tanımlayıcı (UID) kullanır ve bunlar mesajın alınış sırasına göre artan bir şekilde (ardışık olmasına gerek yoktur) mesajlara atanır. Yeni mesaj alındığında bir IMAP alıcısı, bir önceki seferde alınan mesajların en yüksek UID'sinden daha büyük olan yeni UID'ler için istekte bulunur. Halbuki bir POP alıcısı tüm UIDL haritasını almalıdır, bu da büyük posta kutuları için gerçekten önemli bir işlem yoğunluğu oluşturur.
Posta eklentileri ve ASCII olmayan metin postaları için standart olarak MIME kullanılır. Buna rağmen ne POP3 ne de SMTP, MIME formatlı e-postaya gerek duymaz. Aslında tüm e-postalar MIME formatlı gelirler, bu yüzden POP alıcıları MIME tipini anlamalı ve kullanmalıdırlar.
1- İlk olarak Gmail hesabınızdaki Ayarlar kısmında POP'u etkinleştirmeniz ve 'Ayarları Kaydet' e tıklamanız gerekli.
2- POP3 istemcisi olarak Mozilla Thunderbird, Opera, Eudora, KMail kullanabilirsiniz.
3- Girilmesi gereken değerler (bazı değerler otomatik tanımlanmış olabilir):
Hattat
Hattat, Arapça'da güzel yazı yazan anlamına gelen, eğri kesilmiş kalem ile "Arap, Fars, Osmanlı veya Türk harflerini kullanarak" yazı yazan, hat sanatı ile uğraşan sanatçılara verilen isimdir.
Bu sanatçılar oldukça meşakatli ve sabır gerektiren bir eğitimden geçmekteydiler. Hattatlar elleri ve parmakları güçlensin diye okçulukta yapmaktaydılar. Pek çok ünlü hattat aynı zamanda usta birer okçu idi, hatta çoğu zaman iki müessese birlikte çalışırdı.
Son Abbasi Halifesi Müstasım Billâh’ın kölesi olduğu söylenen Yâkût-ı Müstasımî (? - 1299)'ye gelinceye kadar kalemin ağzı düz kesilirdi. Yâkut eğri keserek tahrîf-i kalemi icat etti. Bu basit görünen buluşu ile yazı sanatını ileri bir aşamaya geçirip, yazının yeni dünyasını bulmayı başardı.
Hat Sanatı Örnekleri
SMTP
Elektronik posta gönderme protokolü (Simple Mail Transfer Protocol), bir e-posta göndermek için sunucu ile istemci arasındaki iletişim şeklini belirleyen protokoldür. Farklı işletim sistemleri için geliştirilmiş e-posta protokolleri vardır. Bu protokollerinin SMTP'ye geçit yolu(gateway) vardır. SMTP, Aktarım Temsilcisi (Mail Transfer Agent,MTA) ve Kullanıcı Temsilcisi(Mail User Agent,MUA) yazılımları arasındaki iletişimi sağlar. TCP'nin üst katmanında çalışır.
Sadece e-posta yollamak için kullanılan bu protokolde, basitçe, istemci bilgisayar SMTP sunucusuna bağlanarak gerekli kimlik bilgilerini gönderir, sunucunun onay vermesi halinde gerekli e-postayı sunucuya iletir ve bağlantıyı sonlandırır.
E-posta almak için POP3 ya da IMAP protokolü kullanılır.
Ücretsiz hizmet veren büyük e-posta hizmet sağlayıcıları da SMTP ve diğer e-posta gönderim ve kontrol protokollerini desteklemeye başlamışlardır.
Outlook, Eudora, Kmail, Thunderbird, Evolution, Sylpheed gibi e-posta istemcileri, e-postalarınızı gönderilmek üzere sunucunuza iletirken SMTP hizmetinden faydalanırlar.
25 ve 587 numaralı portlar SMTP sunucusu için ayrılmıştır. Türkiye'de erişim sağlayıcılar 25. portu kapattığı için 587. port üzerinden bu hizmet sunulmaktadır.
Birebir elektronik mesajın çeşitli şekilleri 1960'larda kullanılmıştır. İnsanlar belirli ana bilgisayarlar için birbirleriyle gelişmiş başka sistemleri kullanarak iletişim kurdular. Daha az bilgisayar özellikle ABD hükümetindeki ARPANET’te, Birbirlerine e-mail gönderebilmek için bağlandı, standartlar farklı sistemlerin kullanıcılarının birbirlerine e-posta göndermelerine izin verecek şekilde geliştirildi. SMTP 1970 yılları boyunca bu standartlara göre büyüdü.
1973’ten beri diğer uygulamaları FTP MAİL ve MAİL PROTOKOL ünün her ikisini de içerir. ARPANET 1980 yıllılarında modern internete dönüştürülene kadar, geliştiriciler 1970li yıllar boyunca çalışmalarına devam ettiler. Sonra Jhon Postel 1920 yılında FTP de posta bağımlılığını kaldırmayı başlatmak için Mail transfer protokolü öngördü. SMTP kasım 1981 de POSTEL tafarından RFC 788 olarak yayınlanmıştır.
Jüpiter
Jüpiter (Erendiz, Müşteri) Güneş Sistemi'nin en büyük gezegeni. Güneş'ten uzaklığa göre beşinci sırada yer alır. Adını Roma mitolojisindeki tanrıların en büyüğü olan Jüpiter'den alır. Büyük ölçüde hidrojen ve helyumdan oluşmakta ve gaz devleri sınıfına girmektedir.
Jüpiter gerek çap, gerekse kütle açısından Güneş Sistemi'ndeki en büyük gezegendir. Nispeten düşük olan yoğunluğu (suyun yoğunluğunun 1,33 katı), gezegenin akışkan yapısı ve kendi çevresindeki dönüş hızının yüksekliği nedeniyle, Satürn kadar olmasa da ekvatorda geniş, kutuplarda basık elipsoid görünüme sahiptir. yansıtabilirlik derecesi (albedo) 0,52 olan gezegen, böylece yüzeyine düşen Güneş ışığının yarıdan fazlasını görünür tarafta yansıtmaktadır. Ancak kızılötesi alandaki ışınım ölçüldüğünde, Jüpiter'in Güneş'ten aldığı enerjinin 2,3 katı kadarını dışarı yaydığı görülür. Bu nedenle gezegen, Güneş'e olan uzaklığına göre hesaplanan 106 K'den (-167 °C) çok daha yüksek bir etkin sıcaklığa sahiptir ve 126 K (-147 °C) sıcaklığında bir kara cisim gibi ışır. Jüpiter'in kendi içinde yarattığı bu enerji fazlası, gezegenin yerçekiminin etkisi ile yavaşca kendisi üzerine çökerek küçülmesi sırasında dönüştürülen potansiyel enerji ile açıklanmaktadır. Bu olgu Kelvin-Helmholtz mekanizması olarak adlandırılır.
Gaz devleri, içerdikleri elementlerin oranlarına göre iki alt gruba ayrılırlar. Uranüs ve Neptün 'buz' ve 'kaya' oranı daha yüksek Uranüs benzeri gezegenler grubundadır. Jüpiter ve Satürn ise, adını yine Jüpiter'den alan Jüpiter benzeri gezegenler grubu içindedir. Jüpiter benzeri gezegenlerin kabaca Güneş'i ve benzer yıldızları oluşturan maddeleri bu yıldızlardakine yakın oranlarda içerdiği düşünülür. 20. yüzyıl başlarından itibaren, gezegenlerin çap, kütle, yoğunluk, kendi etrafında dönme hızları, uydularının davranışları gibi verilerden yola çıkılarak iç yapıları hakkında ortaya atılan görüşler, daha sonra tayfölçümsel çalışmalarla ve son otuz yıl içinde gerçekleştirilen birçok uzay aracı araştırması ile zenginleştirilmiş ve günümüzde oldukça tatminkar modeller geliştirilmiştir.
Bu bilgiler çerçevesinde, Güneş Sistemi'nin ilksel bileşimine paralel biçimde Jüpiter'in kütlesinin büyük kısmını Hidrojen ve Helyumun oluşturduğu varsayılır. Hidrojen/Helyum kütle oranı 75/25 civarındadır. Daha ağır elementlerin Güneş Bulutsusu içindeki toplam payı % 1 iken, hafif bir zenginleşme ile Jüpiter'de % 3-4½ arasında olabileceği hesaplanmaktadır. Bu sonuca, gezegenin gözlenen basıklığının 10-15 Yer kütlesinde yoğun bir çekirdeğin varlığı ile açıklanabilmesi üzerine varılmıştır. Jüpiter'i oluşturan yapı taşları özgül ağırlıklarına göre tabakalanmış durumdadır:
Katmanlar arasında keskin sınırlar olmadığı, bir fazdan diğerine kademeli geçişler olduğu, aynı zamanda konveksiyon akımlarının katmanlar arası madde alışverişine kısmen de olsa izin verdiği tahmin edilir. Gezegenin iç kesimlerinde üretilen dev boyutlardaki ısının bu tür akımlar yardımıyla yüzeye dek aktarılabilmesi tümüyle akışkan nitelikte bir iç yapı varlığını gerektirmektedir.
Jüpiter'in bir gaz devinin ulaşabileceği en büyük çapa yakın boyutlarda olduğu hesaplanmıştır. Kütlesi daha büyük olan bir gezegen, artan kütleçekim gücünün etkisi ile kendi üzerine çökerek, Jüpiter'e oranla daha büyük yoğunluğa, daha küçük bir hacme sahip olacaktı. Daha yüksek çekirdek sıcaklığı anlamına gelen bu durum, kütlesi Güneş'in kütlesinin % 8'i kadar olan bir gezegenin nükleer füzyon için gerekli iç sıcaklığa ulaşarak bir yıldız haline gelmesi ile sonuçlanır. Bu nedenle, 0,001 Güneş kütlesindeki Jüpiter, 'yıldız olmayı başaramamış' bir gökcismi olarak da tanımlanabilir.
Jüpiter'in kalın ve karmaşık bir atmosfer tabakası bulunmaktadır. Bu atmosferin Güneş Sistemi'nin kökenini oluşturan Güneş Bulutsusu'nun varsayılan yapısına yakın olarak, % 88 oranında moleküler hidrojen (H) ve % 12 oranında helyum (He) içerdiği saptanmıştır. Bunları % 0,1 oranla su buharı (HO) ve metan (CH) ve % 0,02 oranla amonyak (NH) izler. Azot, hidrojen, karbon, oksijen, kükürt, fosfor ve diğer elementleri içeren çeşitli bileşiklere milyonda bir düzeyini geçmeyen oranlarda rastlanmaktadır.
Aslında gaz devlerinin belirli bir yüzeyi olduğu söylenemez, gezegenden atmosfer olarak adlandırılabilecek en dış gaz tabakasına doğru kesintisiz, yumuşak bir geçiş sözkonusudur. Bu tür gezegenlerin çapları hesaplanırken 1 bar (yaklaşık 1 atmosfer) sınırının dışında kalan kısım dikkate alınmaz, basıncın 1 barı aştığı noktadan itibaren tüm hacim gezegenin sınırları içinde kabul edilir. Ancak çoğu zaman, atmosfer olarak adlandırılan alan, hidrojen gazı yoğunluğunun sıvı hidrojen yoğunluğu düzeyine çıktığı 10.000 bar basınç sınırına yani gezegenin binlerce kilometre içine dek genişletilir.
Uzaktan bakıldığında, Jüpiter yüzeyinin özellikle ekvatora yakın enlemlerde belirginleşen ardışık koyu ve açık renkli bulut kuşaklarından oluştuğu görülür. atmosferin en üst katmanlarındaki bulutlar kristal halindeki amonyak ve su parçacıklarından oluşur.
Atmosferin derinliklerine doğru, yoğuşma sıcaklıklarına göre değişik bileşiklerin meydana getirdiği bulutlar tabakalar halinde birbirini izler. Atmosferde dikey ve yatay doğrultuda yoğun bir hareketlilik gözlenir, 600 km/saat hıza ulaşan rüzgârlar nadir değildir.
15.000×25.000 km boyutları ile yerküreyle karşılaştırılabilecek büyüklükteki Büyük Kırmızı Leke'nin çok uzun ömürlü dev bir 'fırtına' alanı olduğu düşünülmektedir.
Jüpiter'in atmosferi makalesinde konu hakkında daha ayrıntılı bilgi yer almaktadır.
Katı bir yüzeye sahip olmayan Jüpiter'in dönüş özelliklerinin, atmosfer yapılarının gözlenen hareketlerine göre beli |
rlenmesine çalışılmıştır. Ancak daha 1690 yılında Giovanni Domenico Cassini ekvator bölgesi ile kutupların farklı devirlerle döndüğünü fark etmiştir. Sonradan bu gözlem duyarlı ölçümlerle doğrulanmış ve gezegen için 'Sistem I' ve 'Sistem II' olmak üzere iki ayrı dönme süresi tanımlanmıştır. Ekvator bölgelerinin dönüşü 9 saat 50 dakika 30,003 saniyede tamamlanır ve Sistem I olarak adlandırılır. Kutup bölgelerinde dönüş süresi 9 saat 55 dakika 40,630 saniyedir ve Sistem II adını alır. Jüpiter'den yayılan mikrodalga ve radyo dalgaboyundaki ışınımların ise 9 saat 55 dakika 29,730 saniyelik bir dalgalanma göstermelerine dayanarak, gezegenin manyetik alanını belirleyen büyük metalik hidrojen kütlesinin bu hızla dönmekte olduğu sonucu çıkarılmıştır. 'Sistem III' adı verilen bu periyot Jüpiter'in gerçek dönüş hızı olarak kabul edilir, ve bu değerin kutuplardaki dönüş hızı ile hemen hemen aynı olduğu; ekvatorda ölçülen farklı hızın, bu bölgelerdeki bulutların 400 km/saat hıza ulaşan rüzgârlar nedeniyle doğuya doğru hareket etmelerinden kaynaklandığı dikkati çeker.
Yakın bir tarihe kadar Güneş Sistemi'nde halkaları olduğu bilinen tek gezegen Satürn idi. Dış gezegenleri ziyaret eden ilk uzay aracı olan Pioneer 10'un 1973'teki gözlemleri üzerine varlığından kuşkulanılan Jüpiter halkaları 1979 yılında Voyager 1 ve 2 uzay araçları tarafından çekilen fotoğraflarda gösterildi.
Satürn‘ün halkaları gibi Jüpiter halkaları da, toz denebilecek mikroskopik boyutlardan, onlarca metre büyüklüğe kadar değişen çeşitli boylarda çok sayıda parçacığın bir araya gelmesinden oluşurlar. Bu parçacıklar bir bulut oluştururcasına birbirinden bağımsız hareket eder ve her biri gezegen etrafında kendine ait bir yörünge izler. Bu yörüngelerin gezegen ve iç uydularının çekim güçlerinin karşılıklı etkisi ile sürekli şekillenmesi sonucunda halkaların yapısı korunur. Satürn halkaları ile karşılaştırıldığında, Jüpiter'in halkalarının birçok yönden farklı olduğu görülür. Jüpiter halkalarının çok daha silik olmalarının ve zor gözlenmelerinin nedeni, kendilerini oluşturan toplam madde kütlesinin çok daha az olmasının yanı sıra ışık yansıtıcılıklarının da sınırlı olmasıdır. Jüpiter halkaları, 0,05 gibi bir yansıtılabilirlik derecesi (albedo) derecesi ile üzerine düşen Güneş ışığının büyük bir kısmını soğurur ve karanlık görünürler. Satürn yolculuğu sırasında Cassini-Huygens uzay sondası 2003 yılında Jüpiter'in yakınından geçerken yaptığı ölçümlerle Jüpiter halkalarının küresel değil, keskin kenarlı ve köşeli parçacıklardan oluştuğunu düşündüren veriler elde etti. Bu bilgiler halkaların Jüpiter'e yakın yörüngelerdeki uydulardan kopan parçacıklardan oluştuğu savını destekler niteliktedir. Bu uydulardan Metis ve Adrastea 'Ana halka'nın, Amalthea ve Thebe ise daha dışta yer alan 'Gossamer (ipliksi-ağsı) Halka'nın kaynağı olarak düşünülmektedir. Metis ve Adrastea, Jüpiter'in merkezinden 1,79 ve 1,81 R (Jüpiter yarıçapı) uzaklıktaki yörüngeleri ile gezegenin Roche Limiti'nin içinde bulunurlar ve parçalanma sürecinde uydular olarak değerlendirilebilirler. Ana halka bu iki uydunun yörüngesi hizasında keskin bir dış sınırla kesintiye uğrarken, iç sınırı daha belirsizdir ve 'Halo (ayla) halka' adı verilen üçüncü bir bölümle silik bir şekilde atmosferin üst sınırlarına kadar devam eder. En dışta sınırları belirsiz dördüncü bir halka yapısı, çok seyrek bir toz bulutu şeklinde ters bir yörüngede döner. Bu halkanın kaynağı sonradan Jüpiter'in çekim alanına yakalanmış gezegenlerarası toz olabilir.
Jüpiter Güneş Sistemi içinde en güçlü manyetik alana sahip gezegendir. Yer ile karşılaştırıldığında 19.000 kat daha güçlü olduğu görülen bu alan, ekseni Jüpiter'in dönme eksenine 11° açı yapan ve gezegenin merkezine 8.000 km uzaktan geçen, kutupları ters yerleşmiş olan bir çift kutupludur. Böylece Jüpiter'in kuzey manyetik kutbu gezegenin güney coğrafi kutbuna, güney manyetik kutbu ise kuzey coğrafi kutbuna yakındır. Bu çift kutuplunun yanı sıra, Jüpiter'in manyetik alanının, yapısını karmaşıklaştıran bir dört kutuplu ve bir sekiz kutuplu bileşeni bulunmaktadır. Jüpiter'in kütlesinin ancak küçük bir kısmını oluşturan demir ve diğer ağır elementleri içeren çekirdeğinin bu denli güçlü bir manyetik alan yaratması mümkün olmadığından, gezegenin manyetizmasından metalik sıvı hidrojen tabakası sorumlu tutulur. Elektrik iletkenliği çok yüksek olan bu bölgedeki elektronların akımı, Jüpiter'in kendi çevresindeki hızlı dönüşünün etkisi ile güçlü bir manyetik alan oluşturur. Bu alanın etkisi ile Jüpiter, dev bir manyetosfere sahiptir.
Jüpiter manyetosferi, Güneş rüzgârı adı verilen ve Güneş kökenli hızlı parçacıkların oluşturduğu plazma akımının, gezegenin manyetik alanın etkisi ile saptırılarak engellendiği bölgedir. Manyetosferin en dışında, plazma akımının hızla yavaşlayarak hızının ses hızının altına indiği ve yön değiştirdiği bir şok dalgası gözlenir. Güneş etkinliğine göre gezegene uzaklığı değişen bu sınır, uzay sondaları tarafından Jüpiter'den Güneş doğrultusunda 25-30 milyon km. uzaklıkta saptanmıştır. Gezegene yaklaştıkça manyetik alanın etkisi giderek artar ve Güneş kökenli parçacıkların aşamayarak çevresinden dolaşmak zorunda kaldığı manyetopoz, manyetosferin sınırını belirler. Bu alan da Güneş rüzgârının şiddetindeki değişimlere paralel olarak kısa sürelerde genleşip daralmakla birlikte Jüpiter'in 3-7 milyon km uzağında başlar. Güneş rüzgârının deforme ettiği manyetik kuvvet çizgilerine uyumlu olarak, bu sınır yanlara doğru genişleyerek gezegenden uzaklaşır ve bir damla biçimini alarak gezegenin arkasında bir milyar km. ye kadar uzanan bir kuyruk oluşturur.
Manyetosferin gezegene daha yakın kesimlerinde manyetik alana yakalanan elektrik yüklü parçacıkların doldurduğu iki dev Van Allen kuşağı bulunur. Bu bölgelerden kaynaklanan çok güçlü radyo dalgaları, 9 saat 55 dakika 30 saniyelik bir döngü içinde dalgalanmalar gösterir. Bunun Jüpiter'in manyetik alanının oluşumuna neden olan metalik hidrojen tabakasının dönme hızını yansıttığı varsayılarak, gezegenin kendi etrafındaki dönüş hızını atmosfer hareketlerinden bağımsız olarak saptamak mümkün olmuştur.
Van Allen kuşaklarında toplanan yüklü parçacıkların çoğunluğu Jüpiter atmosferinden koparak manyetik alana kapılan gazlardan kaynaklanır, ve büyük ölçüde iyonize hidrojen atomlarından salınan serbest elektron ve protonların yanı sıra, helyum, oksijen ve kükürt iyonlarına da rastlanır. Çok yüksek hızlara ulaşan bu iyonların oluşturduğu plazmanın ısısı 300-400 milyon Kelvin olarak ölçülmüştür. Bu, Güneş'in merkezi de dahil olmak üzere Güneş Sistemi'nin (Güneş taçküresi dışında) bilinen herhangi bir noktasından çok daha yüksek bir sıcaklıktır. Aynı zamanda Jüpiter manyetosferi, hacim açısından Güneş Sistemi'nin en büyük oluşumu olarak kabul edilmelidir.
Yüklü parçacıklar Jüpiter'in manyetik kutuplarındaki açık manyetik çizgiler boyunca ilerleyerek atmosferin yüksek tabakalarında kutup ışıklarının ortaya çıkmasına neden olurlar.
Jüpiter'in birçok uydusu manyetosferin içinde kalan yörüngelere sahiptir. Büyük uydulardan gezegene en yakın olan İo, Jüpiter ile uydu arasında kesintisiz süren bir elektrik akımının etkisi altındadır. Uydu yüzeyinden iyonize atomları kopararak İo ve Jüpiter'i iki yönden birbirine bağlayan ve İo Plazma Torus'u adı verilen bir sıcak plazma halkası oluşturan bu akımın, 1000 gigawatt değerini bulduğu sanılır. Jüpiter'i çevreleyen 1 milyon km yarıçapındaki alan, çok yoğun ışınımların varlığı nedeniyle uzay sondalarının bu alandan geçtikleri sıradaki etkinliklerini önemli ölçüde kısıtlamış ve ileride yapılabilecek insanlı araştırmalar için önemli sakıncalar yaratabilecek durumdadır.
Jüpiter'in 67 doğal uydusu bilinmektedir. Galileo Galilei 1610 yılında kendi yaptığı basit teleskopla Jüpiter'in en büyük dört uydusu İo, Europa, Ganymede, ve Callisto'yu keşfederek ilk kez Yerküreden başka bir gezegene ait uyduların varlığını göstermiştir. Bu uydular sonradan Galilei uyduları olarak adlandırılmıştır. 1970'lere kadar bilinen uydu sayısı 13 iken, Jüpiter'i ziyaret eden Voyager uzay araçları 3 yeni uydunun bulunmasına yardımcı olmuş, 2000 yılından bu yana yeryüzünden yapılan sistematik araştırmalarla, bu sayı kısa sürede artmıştır. Jüpiter'in doğal uyduları makalesinde uydular hakkında ayrıntılı bilgi yer almaktadır.
Kasım-Aralık 1973'te Pioneer 10, Kasım-Aralık 1974'te Pioneer 11 adlı uzay sondaları Jüpiter'in yakınından geçerek gezegenin ilk yakından gözlemini gerçekleştirdiler. Sırasıyla 1972 ve 1973 yıllarında fırlatılan birbirinin aynı bu iki araç, sınırlı teknik donanıma sahip olmalarına karşın daha sonra gerçekleştirilen uçuşların planlanması için yaşamsal önem taşıyan bilgiler topladılar.
1977 yılında fırlatılan ve birbirinin aynı olan Voyager 1 ve Voyager 2 uzay araçları sırasıyla Ocak-Mart 1979 ve Haziran-Temmuz 1979 tarihlerinde Jüpiter'in yakınından geçerek gözlemlerde bulundular.
Güneş çevresinde kutupsal bir yörüngeye oturtulmak üzere 1990 yılında fırlatılan Ulysses uzay aracı, bu yörüngenin gerektirdiği ivmeyi kazanması amacıyla Jüpiter'in yakınından geçerek gezegenin çekim gücünden yaralanabileceği bir yol izledi. 8 Şubat 1992'de Jüpiter'in 450.000 km kadar yakınından geçen araç, bu fırsatı değerlendirerek 2-14 Şubat tarihlerini kapsayan dönemde Jüpiter'in manyetosferi üzerinde yoğunlaşan gözlemlerde bulundu. İo Plazma Torus'u içinden geçerek ölçümler yaptı, manyetosferin çeşitli bölgelerinde manyetik alan, değişik frekanslarda ışınımlar, yüksek enerjili parçacıklar, ve plazma bileşenlerini hedef alan çok sayıda gözlem yaptı. Jüpiter yakın geçişi sonrasında kazandığı kutupsal yörüngesi sayesinde, Jüpiter manyetosferinin tutulum düzlemi dışındaki daha önce araştırılmamış bölgelerinde de gözlem yapma olanağını sağladı.
Ulysses, Kasım 2003-Nisan 2004 arasında ikinci kez Jüpiter'in yakınından geçti.
1989 yılında fırlatılan Galileo uzay aracı, bir yörünge aracı ve bir atmosferik sonda olmak üzere iki ayrı birimden oluşmakta idi.
Satürn ve sisteminin araştırılması amacıyla 1997 yılında fırlatılan |
Cassini-Huygens uzay aracı, Jüpiter'in çekim gücünden yararlanarak yolculuğun hızlandırılabilmesi için bu gezegenin yakınından geçen bir rota izledi. 30 Aralık 2000 tarihinde Jüpiter yakın geçişini gerçekleştiren sonda, bu tarihin öncesi ve sonrasını kapsayan birkaç aylık süre içinde bilimsel aygıtlarını Jüpiter hakkında veri toplamak için çalıştırdı.
1999 yılında fırlatılarak Dünya etrafındaki yörüngesine oturtulan Chandra uydusu, X-ışını dalga boyunda yaptığı gözlemlerde, Jüpiter'in kutup bölgelerinde gözlenen Dünya'dakinden 1000 kat daha güçlü kutup ışıklarının elektronlarını kaybetmiş yüksek enerjili oksijen ve benzeri iyonların atmosfer ile etkileşimi sonucunda ortaya çıktığını belirledi. Eşzamanlı olarak Hubble uzay teleskopundan alınan görüntülerde hidrojen iyonlarında artışa rastlanmaması, bu parçacıkların Güneş kaynaklı olamayacağını ortaya koydu. Böylece Jüpiter'de gözlenen kutup ışıklarının Yer atmosferindekinden farklı bir mekanizma ile oluştuğu ve büyük olasılıkla İo'dan kopan atomların Jüpiter manyetosferinde hızlanarak atmosfere çarpmalarının sonucu oldukları varsayımı güçlendi.
Plüton ve uydusu Charon'u incelemek üzere NASA tarafından Ocak 2006'da fırlatılan ve hız kazanması için Jüpiter'in yakınından geçen bir rota izlemesi öngörülen New Horizons uzay sondası, 28 Şubat 2007 tarihinde Jüpiter'e en yakın konumuna geldi. Sonda kamerası ile Io'dan salınan plazma çıktısını ve dört Galilei uydusunu ayrıntılı olarak inceledi.
Bir dış gezegen olan Jüpiter, Güneş çevresinde 12 yıllık dolanma süresi ile 13 ay süren kavuşum devrine sahiptir ve her yıl bir burçtan diğerine geçer. Venüs'ten sonra gökyüzünde izlenebilen en parlak gezegendir. Seyrek olarak, kısa dönemler için Mars parlaklıkta Jüpiter'i geçebilir.
Kavuşum dönemini kapsayan 1-2 aylık dönem dışında yıl boyunca rahatlıkla çıplak gözle izlenir. Yılın büyük bir bölümünde, en parlak yıldız olan Sirius'un -1½ düzeyindeki parlaklığını aşar ve en uygun karşı konum koşullarında -2,7 gibi bir parlaklığa ulaşır. Bu yönleriyle amatör gözlem için Venüs ve Mars'tan daha elverişlidir. Karşı konumda 50 saniyeye yaklaşan görünür çapı ile insan gözünün 1 dakika olan ayırma gücünün sınırına çok yaklaşır ve küçük büyütmeli bir dürbünle gezegenin diski seçilebilir. Amatör bir teleskopla Jüpiter'in kuşakları, Büyük Kırmızı Leke ve gezegenin kendi etrafında dönüşü, Galilei uyduları ve gezegen etrafındaki hareketleri izlenebilir.
Güneş Sistemi'nde Jüpiter'in özel yeri
Bazı özellikleri, Jüpiter'i eşşiz kılmaktadır:
NASA Solar System Exploration
The Nine Planets
Gmail
Gmail, Google'ın sunduğu reklam destekli ücretsiz bir e-posta hizmeti. Kullanıcılar Gmail'e güvenli web postasının yanı sıra POP3 veya IMAP4 protokolleri aracılığıyla da erişebilir. Gmail ilk olarak 1 Nisan 2004'te yalnızca davet üzerine kullanılabilen bir beta sürüm yayınladı ve 7 Şubat 2007'de herkese açık hale getirildi, bu sırada halen beta durumundaydı. Hizmet 7 Temmuz 2009'da beta durumundan diğer Google Apps hizmetleriyle birlikte güncellendi.
Kullanıcı başına 1 GB'lık ilk depolama kapasite teklifi ile, Gmail web postası standardını önemli ölçüde arttırdı. Ücretsiz depolama için webmail standardını 2 MB'den4 MB'ye artırarak bu hizmeti aynı dönemde Hotmail gibi rakiplerinin sunduğu miktarın önemli ölçüde üzerine taşıdı. Ekler dahil her bir Gmail iletisi en fazla 25 MB olabilir. Gmail aramaya yönelik bir arayüze ve Internet forumuna benzeyen "konuşma görünümü"ne sahiptir.Web geliştiricilerine göre Gmail, Ajax kullanımı açısından önemlidir. Gmail, Linux üzerinde Google GFE/2.0 ile çalışır. Dünya çapında 425 milyon aktif kullanıcı ile en yaygın kullanılan web tabancı e-posta sağlayıcısıdır. 2014 öngörülerine göre, orta ölçekli ABD şirketlerinin %60'ı Gmail'i kullanıyordu. Mayıs 2014'te, Gmail Google Play'daki, Android aygıtlarında bir milyar yüklemeye sahip ilk uygulama oldu. Ayrıca, Android mobil işletim sisteminde çalışan akıllı telefonlar ve tablet bilgisayarların hizmetlerini ve Googlenin diger ürünlerini kullanmak için Google Account kimlik hesabı gereklidir ve bu, Gmail e-posta hesabı ile yaratılır.
Mayıs 2015'te Google, Gmail'in 900 milyon aktif kullanıcısına sahip olduğunu ve bu kişilerin% 75'inin mobil cihazlarda hizmeti kullandığını açıkladı. Şubat 2016'da Google, Gmail'in 1 milyar aktif kullanıcıdan geçtiğini açıkladı.
Gmail'in içine anında mesajlaşma sistemi de (Google Talk) yerleştirilmiştir. Bu sistemle başka bir program yüklemeye gerek kalmadan anında mesajlaşılabilir, ayrıca bu mesajlaşma kayıtları içinde arama yapılabilir.
Gmail ilk olarak 1 GB'lık depolama alanı ile başladı.
1 Nisan 2005'te Gmail'in ilk yıldönümünde, sınır 2 GB olacak şekilde iki katına çıkarıldı. Gmail ürün yönetim direktörü Georges Harik, Google'nin "sonsuza dek insanlara daha fazla alan vermeye devam edeceğini" belirtti.
24 Nisan 2012'de Gmail'deki 7,5 GB'dan 10 GB'a çıkan ücretsiz depolama artışını Google Drive'ın açılışının bir parçası olarak duyuruldu.
13 Mayıs 2013'te Gmail, Google Drive ve Google+ Fotoğraflar arasında genel depolama birleştirmesi duyuruldu; bu sayede kullancılara bu üç hizmet arasında 15 GB'lık ücretsiz depolama sağlandı.
Kullanıcılar bir aylık abonelik planı içinde Gmail, Google Drive ve Google+ Fotoğraflar arasında paylaşılan ek depolama satın alabilir. 15 GB'a kadar olan depolama ücretsiz ve ödemeli planlar ise 30 TB'a kadar imkan sağlamaktadır.
Gmail'in yığın mesaj filtreleme topluluk güdümlü sistem özelliğine sahip; bir kullanıcı bir e-posta mesajını yığın mesaj olarak işaretledi mi, bu bilgi sistemin gelecekteki benzer mesajı tüm Gmail kullanıcıları için tespit etmesine yardımcı oluyor. Kullanıcılar yığın mesaj olarak işaretlenen e-postanın belirli bir şekilde işlenmesi için ince ayarlama yapabiliyor. Google Inc., Gmail'e gönderilen ve Gmail'den gönderilen e-posta mesajlarının hesap sahibi dışında başka herhangi birisi tarafından okunmadığını ve bilgisayarlar tarafından okunan içeriğin de sadece reklamların içerikle alakasını artırmak ve yığın mesajları engellemek için kullanıldığını belirtiyor. Outlook.com ve Yahoo, gibi diğer popüler e-posta hizmetlerinin gizlilik politikaları kullanıcıların kişisel bilgilerinin toplanılmasına ve reklam amaçlı kullanılmasına izin veriyor.
Gmail Mobil 40'tan fazla dilde kullanılabiliyor. Ücretsiz bir hizmet olan Gmail Mobil Gmail'e mobil cihazlardan erişim sağlamak için geliştirildi. Gmail Mobil, Gmail sunduğu özelliklerin birçoğunun daha küçük mobil ekranlara etkili şekilde ulaştırılabilmesini sağlıyor.
22 Eylül 2009 tarihinde Google, Google Sync'i iPhone ve iPod Touch platformları için kullanarak Gmail'e push desteği ekledi.
9 Şubat 2010 tarihinde Google kendine ait, Gmail ile entegre, kullanıcıların bağlantı ve medya paylaşımı olduğu kadar durum güncellemelerini de paylaşabilmelerini sağlayan yeni sosyal ağ aracı Google Buzz'ı hizmete soktu. Buzz, Gmail topluğunda ses getiren ve Google'ın bu başlangıç seçimini hemen geri almasına neden olan otomatik tercih seçeneğiyle başlatıldı. Buzz'a, yerini Google+'a bırakarak, 2011 yılı Aralık ayında son verildi.
2014 yılı Ocak ayı itibarıyla Google, birbirlerinin e-posta adresleri olmasa bile Gmail kullanıcılarına Google+ hesabı olan kullanıcılara e-posta göndermesine izin verdi.
2010 yılı Ağustos ayında Google, Gmail'in Google Chat arabirimiyle entegre telefon hizmeti sunan bir eklenti yayınladı. Bu hizmetin başlangıçta herhangi bir resmi adı yoktu; Google bunu "Google Voice'lu Gmail Sohbet" ve "Gmail'de Telefonları Arayın" derken, şimdi bu hizmeti Google Video ve Sesli Sohbet olarak adlandırıyor. Bu hizmet kullanıcıların Gmail hesapları içerisinde ABD ve Kanada'ya en azından 2012'nin sonralarına doğru ücretsiz telefon araması yapabilmelerini sağlıyor. Gmail hesabı olan kullanıcılar aynı zamanda belirli bir ücret tarifesine göre diğer ülkeleri de arayabiliyor. Hizmet 26 Ağustos 2010 tarihinde, 24 saat içerisinde 1 milyondan fazla aramanın günlük kaydını tuttu.
2015 yılı Şubat ayı itibarıyla Google Voice'lu Gmail Sohbet halen kullanıcıların ABD, Kanada ve diğer birkaç ülkeyi ücretsiz olarak arayabilmesini sağlıyor.
Google Voice çok yönlü video konferans (doküman paylaşım destekli) artık Google Hangouts ile entegre edilmiş durumda.
Gmail'e e-posta mesajlarında arama yapılabilmesi için bir arama çubuğu entegre edildi. Arama çubuğu aynı zamanda kişiler, Google Drive'da depolanan dosyalar, Google Takvim etkinlikleri ve Google Sites içerinde de arama yapabiliyor. Arama özelliği aynı zamanda Google Search üzerinde internet aramaları da yapabiliyor. 21 Mayıs 2012 tarihinde Gmail, kullanıcının e-posta mesajlarından tahminli otomatik tamamlamayı içerecek şekilde arama fonksiyonelliğini artırdı. İnternette aramada olduğu gibi Gmail'in arama fonksiyonelliği ('altdize araması' olarak da bilinen) kelime parçacıklarında arama yapılmasını desteklemiyor; ancak, kısmi dize kök ayırma (örn: 'ay' kelimesiyle yapılan arama 'aylar' terimini içeren e-posta mesajlarını da gösterecektir).
Bir defasında Gmail, kullanıcı verilerini almak için şifrelenmemiş bir bağlantı kullandı; bağlantının şifrelenmesi sadece oturum açma sayfası için kullanılmıştı. Ancak, http://mail.google.com/mail/ adresini https://mail.google.com/mail/, değiştirerek kullanıcılar Gmail'i güvenli bağlantı kullanmaya zorlayarak, e-posta ve kişi bilgileri gibi JavaScript verisi olarak sayfa kaynak kodunda düz metin olarak iletilen kullanıcı bilgilerini üçüncü tarafın dinlemesi riskini azaltıyordu. 2008 yılı Temmuz ayından başlayarak, Gmail'i sadece HTTPS erişimi için yapılandırmak mümkündü; bu yapılandırma HTTP üzerinden gerçekleştirilen tüm güvensiz bağlantıları engelledi. POP3 ve IMAP erişimi, Taşıma Katmanı Güvenliği ya da TLS'i kullanılıyor. Günümüzde Gmail artık güvenli HTTPS bağlantısına varsayılan olarak bağlanıyor.
Mozilla Thunderbird gibi e-posta istemcileri e-posta gönderirken TLS'i kullansa da, desteklenmediği sürece e-posta Gmail sunucularından hedef alan adının posta aracısına gönderilirken kullanılmaz; dolayısıyla bir aşa |
mada kullanıcının e-posta mesajı yine de şifrelenmemiş düz metin olarak iletilebilir.
20 Mart 2014 tarihinde Google, Edward Snowden'in 2013 yılındaki gizlilik açıklamalarına yanıt olarak Gmail'in genel güvenliğinin iyileştirilmesi uygulaması duyuruldu. Tüm Gmail e-postalarının gönderilmesi ve alınması için şifrelenmiş bir HTTPS bağlantısı kullanılacak ve "gönderdiğiniz ya da aldığınız her bir e-posta mesajı -%100'ü - şirketin sistemleri arasında dahili olarak taşınırken de şifrelenecektir.
2007 yılı içerisinde Gmail, çapraz site komut çalıştırma güvenlik açıkları üzerinde hesabın tamamının risk altına alınmasına neden olan, Google'ın sunucusunda depolanmış bir dosya üzerinde google.com ana sayfasını ya da bilgilerin açığa çıkmasını etkileyen ve geçerli oturum açmış kullanıcının tüm e-posta kişilerini içeren ciddi güvenlik açıkları vardı. İnternette ilk olarak açığa çıkmasının ardından, bu güvenlik açığı hızlıca yamalandı.
Gmail yığın mesaj filtreleme hizmeti sunmaktadır: sistem yığın mesaj olarak işaretlenen mesajları 30 gün sonra otomatik olarak siler. Kullanıcılar tüm mesajların yığın mesaj filtresini atlaması için bir kural oluşturarak yığın mesaj filtreleme sistemini devre dışı bırakabilirler. Sadece Gelen Kutusuna gönderilen e-postalara POP3 ile alınabildiğinden, POP3 kullanıcıları Yığın Mesaj klasörünü sadece web arabirimi üzerinden el ile kontrol edebilirler. Bu, POP3'ün sahip olduğu teknik bir kısıtlamadır. 2008 yılında, Gmail hesaplarına gönderilen e-postaların yaklaşık %75'i yığın mesaj olarak filtrelendi.
Web e-posta üzerinden Gmail'i kullanan kullanıcıların IP adresleri, Paul Buchheit tarafından başlarda verilen bir kararla güvenliklerini sağlamak üzere gizlenir.
Gmail, tüm gelen ve giden e-posta mesajlarının e-posta eklerinde virüs olup olmadığını otomatik olarak tarar. Okuyucunun açmaya çalıştığı bir ekte bir virüs bulunursa, Gmail virüsü temizleyip, temizlenmiş olarak eki açmaya çalışacaktır. Gmail aynı zamanda tüm giden ekleri de tarar ve virüs bulunması halinde mesajın gönderilmesini engeller. Gmail ayrıca kullanıcıların yürütülebilir dosyaları veya yürütülebilir dosyalar bulunduran sıkıştırılmış arşiv dosyaları gönderip almasına izin vermez.
5 Haziran 2012 tarihin kullanıcıları devlet destekli saldırılara karşı korumak için yeni bir güvenlik özelliği tanıtıldı. Google analiz bir hükumetin bir hesaba girmeye çalıştığını gösterdiğinde, Gmail şöyle bir bildirim görüntüleyecektir "Uyarı: Devlet destekli saldırganlarının hesabınıza ya da bilgisayarınıza girmeye çalıştıklarını düşünüyoruz."
Dokuz aylık bir etkin olmama durumundan sonra Google bir Gmail hesabını sonlandırabilir (2008 itibarıyla). Diğer web tabanlı hizmetlerin bir hesabı etkin değil olarak işaretlemek için farklı ve çoğunlukla daha kısa süreleri bulunuyor. Yahoo! Mail durağan hesapları on iki ay sonra devre dışı bırakıyor.
Gmail, iki faktörlü doğrulamanın bir şekil olan 2 Adımlı Doğrulamayı destekler. Bir defa etkinleştirildiğinde, yeni bir bilgisayarda oturum açarken kullanıcı adı ve parolasını girdikten sonra, ikinci metodu kullanarak kullanıcıların kimliklerini doğrulamaları gerekiyor. Genellikle kullanıcılar telefonları bir metin mesajı veya sesli aramayla gönderilen 6 haneli bir kod giriyor. Kullanıcılar aynı zamanda, Google Authenticator gibi uyumlu bir mobil cihaz da kullanabilirler.
21 Ekim 2014 tarihinde Google, Evrensel İkincil Faktör (U2F) entegrasyonunu iki aşamalı doğrulama için fiziksel güvenlik anahtarına izin veren Chrome tarayıcısına entegrasyonunu duyurdu. Kullanıcılar SMS ile gönderilen doğrulama kodları ya da telefonlarında oluşturulan kodlara güvenerek, İki Aşamalı Doğrulama'yı birinci yöntemi seçerek, U2F Güvenlik Anahtarı'nı seçebilirler. 6 haneli kodlarla karşılaştırıldıklarında, Güvenlik Anahtarı oltalamaya karşı daha iyi koruma sağlar ve bir mobil cihaza olan ihtiyacı ortadan kaldırır.
Bir algoritma, Google'ın "hesabınıza girildiğini belirtebilecek anormal kullanım" olarak adlandırıldığı girişimi, hesabın bir dakika ila 24 saat arasında, algılanan etkinliğin türüne bağlı olarak otomatik olarak kilitlenir. Kilitleme için listelenen nedenler şöyle:
Google, Gmail sunucuları ve Kayıp ve İstismara Uğramış Çocuklar Ulusal Merkezi (NCMEC) ile birlikte dünyanın dört bir yanında istismara uğrayan çocukları bularak çocuk pornografisiyle mücadele etmektedir. NCMEC ile işbirliği içinde, Google çocuk pornografisi resimleri veritabanı oluşturur. Bu görüntülerden her birine, karma olarak bilinen benzersiz sayısal bir rakam verilir. Ardından Google bu benzersiz karmaları Gmail'de tarar. Şüpheli görüntüler bulunduğunda, Google bunları yetkililere bildirir.
10 Şubat 2006 tarihinde Google "Alan Adınız için Gmail" hizmetini tanıttı. Beta testine katılan tüm şirketler kendi alan adları genelinde Gmail'i kullanma izni aldılar. O zamandan beri Google, Google Takvim, Google Sayfa Oluşturucu ve daha fazlasının özelleştirilebilir sürümlerini içeren Google Apps'i geliştirdi. Mevcut çeşitli sürümleriyle bu büyük şirketleri olduğu kadar küçük şirketleri de hedefliyor.
ISS'ler ve portalları hedef alan bir hizmet olan Google Apps İş Ortağı Sürümü markaya göre özelleştirilebilir Gmail hesaplarıyla birlikte diğer Google hizmetlerini (Takvim ve Dokümanlar gibi) sunar.
Gmail kullanıcı arayüzü, iki veya daha fazla kişi arasındaki birkaç iletiyi tek bir sayfada gruplandıran e-posta arama ve konuşma dizilendirmesi üzerine odaklanarak diğer web posta sistemlerinden ilk başta farklılık gösteriyordu, fakat daha sonra bu yaklaşım rakipleri tarafından kopyalandı. Gmail'in kullanıcı arayüzü tasarımcısı Kevin Fox, kullanıcıların diğer yerlere gitmek zorunda kalması yerine kullanıcıların kendilerini sürekli tek bir sayfada olup yalnızca o sayfadaki şeyleri değiştiriyormuş gibi hissetmelerini amaçladı. Gmail'in arayüzü ayrıca 'etiketler'in kullanımını sağladı – geleneksel klasörlerin yerine geçti ve e-postaları düzenlemede, gelen e-postaları otomatik olarak düzenleme, silme veya başka adreslere iletmek için filtrelemek ve otomatik olarak iletileri 'önemli' olarak işaretlemek için daha esnek bir yöntem sağladı.
Jüpiter (anlam ayrımı)
IMAP
IMAP (Internet Message Access Protocol; "İnternet Mesaj Erişim Protokolü"), bir e-posta iletişim protokolüdür. 1986 yılında Stanford Üniversitesi'nde geliştirilmiştir.
IMAP4 olarak de bilinen IMAP, yerel kullanıcıların uzaktaki bir e-posta sunucusuna erişmesini sağlayan bir uygulama katmanı protokolüdür. En son sürümü IMAP sürüm 4 Revizyon 1 (IMAP4rev1) olup, RFC 3501'de tanımlanmıştır. IMAP4 TCP 143. portu kullanarak çalışır.
E-posta sunucularından mesaj çekmek için kullanılan en yaygın protokollerden biridir (bkz. POP3). Modern e-posta sunucularının neredeyse tamamı tarafından desteklenir.
Genel kullanımda, bir kullanıcının e-posta istemcisini (Outlook, Apple Mail, Outlook Express, Mozilla Thunderbird ; Hotmail ve Gmail web arabirimleri vb.) kullanarak yolladığı e-posta mesajları, önce kullanıcının oturum açtığı e-posta sunucusu tarafından kabul edilir ve genellikle SMTP kullanarak alıcının posta kutusunu içinde barındıran başka bir e-posta sunucusuna gönderilir. Bu aşamada alıcının göndericinin mesajlarına ulaşabilmesi için bunu e-posta istemcisi ile çekmesi gereklidir. Fakat SMTP tek yönlü bir protokoldür (sadece gidiş). Kullanıcının isteği üzerine posta kutunuzda bulunan e-posta mesajının istemcinize inmesini sağlayamaz. Bu aşamada yapılandırmaya bağlı olarak POP3 veya IMAP devreye girerek ilgili mesajın oturum açmış ve talep etmiş istemciye çekilmesi sağlanır.
IMAP ve POP3 kullanımı arasındaki temel fark IMAP ile e-Posta sunucusuna bağlantı kurulduğunda, posta kutusunda birikmiş e-postaların sadece başlık bilgilerini istemciye getirilir. POP3 ise bütün mesajları istemciye çeker.
Genel prensip olarak kullanıcı ve e-posta sayısının çokluğuyla doğru orantılı olarak kullanılır. Uygulamada web postası kullanan neredeyse bütün sunucularda IMAP protokolü kullanılır.
Bir e-posta sunucusuna POP3 ile bağlanıldığında bütün yeni mesajlar istemciye çekilir ve bağlantı kapatılır.IMAP kullanıldığında oturum açıldıktan sonra bağlantı sadece istek olduğu durumlarda açık kalır (Bir mesajın açılması ve içeriğinin görüntülenmesi gibi...).
Büyük boyutlu posta kutularında bu özellik içeriğin görüntülenmesini de sağlar.
POP3 aynı posta kutusunda aynı anda tek kullanıcıyı destekler. Tersi durumda işleyiş tarzı sorun yaratır.
IMAP ise çok kullanıcıyı destekler. Bir kullanıcının yaptığı değişiklik eş zamanlı olarak diğer oturum açmış kullanıcı tarafından görülebilir.
Nerdeyse bütün e-posta mesajları MIME (Multipurpose Internet Mail Extensions-Çok işlevli Internet Posta Uzantıları) formatında gönderilir. Bir e-posta yazı bölümü, ekli dosya bölümü gibi bölümlere ayrılır. IMAP bu bölümleri birbirinden bağımsız olarak çekebilir. Örnek: Mesajı açmadan mesaj ekindeki bir dosyayı bilgisayarınıza kopyalamak.
IMAP kendi içinde bulunan işaretleme (flag) sistemi ile bir mesajın pek çok halini görüntüleyebilir (okundu, okunmadı, silindi, … kişiye cevaplandı vb.). Bu bilgiler sunucu üzerinde saklandığı için aynı anda birden çok kullanıcının bağlı olduğu bir posta kutusunda, kullanıcılar mesaj durumu hakkında başkasının yaptığı değişiklikleri görüntüleyebilirler.
IMAP kullanıcılara özel posta kutusu yaratılmasına izin verir (Genellikle kullanıcılara klasör olarak gösterilir.). Kullanıcılara mesajlarını değişik kutular arasında taşıma hakkı tanınabilir. Bunun yanında paylaşılan posta kutuları yaratılabilinir.
IMAP4 istemcilerin çeşitli kıstaslara göre sunucu üzerinde mesaj araması yaptırmasına ve sadece bu mesajların görüntülenmesine izin verir. POP3 ise mesajları bütün olarak çeker, arama istemci tarafında yapılır.
IMAP4 yapısal olarak eklenti yapılmasına açık bir protokoldür ve evrimleşebilir.
Pop (anlam ayrımı)
Ayrton Senna
"Bu isim Portekiz geleneklerine göre kullanılmıştır. İlk soyadı "Senna" annesinin soyadıdır, birçok kaynakta babasının soyadı "Da Silva"ya da ikinci soyadı olarak yer verilmektedi |
r."
Ayrton Senna da Silva (21 Mart 1960, Sao Paulo - 1 Mayıs 1994, Bologna), Brezilyalı otomobil yarış pilotu. Formula 1 Dünya Birinciliğini 3 kez kazanmıştır. 1994 San Marino Grand Prix'sinde lider durumda iken 7. turda Tamburello virajında geçirdiği kazada hayatını kaybetmiştir. Birçok otorite tarafından gelmiş geçmiş en iyi F1 pilotu olarak kabul edilir.
Varlıklı bir toprak sahibinin oğlu olarak Brezilya'nın Sao Paulo kentinde doğan Senna, babasının desteğiyle daha dört yaşındayken kart aracı sürmeye başlamış, ilk kart yarışına da 13 yaşındayken katılmıştır. Yarışlara olan isteğinin en büyük nedeni o yıllarda ünlenen ve Brezilya'ya ilk Formula Bir Dünya Birinciliğini 1972'de kazandıran başka bir Sao Paulo'lu, Emerson Fittipaldi'dir. Babasının Senna'nın yarışına en büyük katkısı, 10 yıl kadar önce Emerson Fittipaldi'ye kart birincilikleri kazandırmış olan motor bakımcısı İspanyol asıllı Tche'yi oğlunun kart motorları için tutmasıdır.
Ayrton Senna, ilk kart yarışına Sao Paulo Interlagos'da 1 Temmuz 1973'de girmiş ve kazanmıştır. Bu başarıdan sonra tüm okul çıkışlarında Tche'nin işyerine koşan Senna, burada ileride döneminin en teknik sürücüsü olmasını sağlayacak temel bilgileri edinmiştir. İlk katıldığı yarışı kazanmasından yalnızca iki hafta sonra Sao Paulo kış yarışlarında yıldızlar sınıfında birinci olan Senna, yaz döneminde de "Yıldızlar Birinciliği"ni tümüyle kazanmıştır.
Senna, daha bu yaşlarda, ne kadar yetenekli olursa olsun yarışlarda başarının arabanın niteliği ile sınırlı olduğunu ve nitelikli arabayı elde etmenin de kendini doğru yerde, doğru zamanda, doğru kişilerin desteği ile ve doğru bir biçimde sunmaktan geçerek kalabalık içerisinden sıyrılmak olduğunu anlamıştır.
Bir sonraki yıl Brezilya kart birinciliğini, sonra da 1976'da Sao Paulo Büyükler Birinciliğini ve yeni 100cc'lik kartıyla büyük üç saatlik yarışı kazanan Senna, bu dönemde sonradan ünlü olacak sarı kaskıyla ilk kez yarışmıştır. 17 yaşındayken Güney Amerika Kart Birinciliğini kazanan Senna, daha sonra Dünya Birinciliğinde de birkaç kez ikincilik kazanmıştır.
Güney Amerika Kart Birinciliğinden sonra, 1978'de Güney Amerika dışına ilk gezisini Le Mans'daki Dünya Kart Birinciliğine katılmak için yapmış, bu arada babası ona Avrupa'nın en iyi kart yapımcıları 'Parilla Kardeşler'den bir deneme sürüşü ayarlamıştır. Senna alışık olmadığı Parma-Pancrazio yarış yolunda Parilla takımının baş sürücüsü ve kendisi de Le Mans yarışına hazırlanan 1973 Dünya Kart Birincisi Terry Fullerton ve öteki yarışçıları geçerek birinci olunca, Parilla takımının ikinci yarışçısı olarak kendisiyle sözleşme yapılmıştır. Le Mans'da sıralama yarışında Senna üçüncü olarak coşku oluşturduysa da, asıl yarışı ancak altıncı bitirebilmiştir. Üç hafta sonra yine Parilla takımıyla yarıştığı Japonya'da Sugo'da dördüncü olmuştur.
Avrupa'da San Marino Kart Büyük Ödül'ünü kazanmadan önce 1978'de Güney Amerika kart birinciliğinde ve sonrasında da Portekiz'deki Dünya Birinciliğinde ikincilikleri vardır. 1980 ile 1981'de Brezilya birinciliklerini kazansa da, dünya birinciliğini hiç kazanamamıştır. 1980'de yine Dünya Birinciliğinde ikinci olmuş, sonraki yıllarda motor aksaklıkları nedeniyle dördüncü ve ondördüncüluk ile yetinmek zorunda kalmıştır.
19 yaşında çocukluk arkadaşı Liliane Vasconcellos Souza ile evlenen Senna, babasının isteği ile başladığı ve bitirdikten sonra aile kuruluşunu yönetmesi yönünde bir adım olan işletme eğitimini yarıda bırakarak "araba yarışçısı" olmaya ve Birleşik Krallık'ın yolunu tutmaya karar vermiştir. Kasım 1980'de Birleşik Krallık'a gelen Ayrton artık ne yapmak isteğinden emindir. Hemen kendisine bir sponsor arayışına girişir. Bir arkadaşının yardımıyla, Van Diemen Formula Ford 1600 arabasındaki deneme sürüşü kötü gittiyse de, yeteneğini anlayan Van Diemen yöneticisi onu takıma almıştır. Artık Formula 3000'dedir. F1 öncesi son durak olan Formula 3000'deki başarıları ve birinciliği Frank Williams ın dikkatini çeker. Artık 23 yaşında olan Ayrton, Williams takımı için deneme sürücülüğü önerisini benimseyerek F1 kapılarını aralar. 1984 dönemi içinde bir efsaneye giden ilk yola girer ve Toleman takımıyla F1'a adım atar.
Ayrton Formula 3000 boyunca babasının soyadı olan Da Silva yı kullanmıştı. Brezilya'daki yasalarda doğan her çocuğa hem annenin hem de babanın soyadı verilir (Afrikalı köle erkeklerin Portekizli kadınlarla evlenmeleri sonucu doğan çocukları Portekiz ırkına sokabilmek için kullanılmıştı). Ayrton, bu arada "da Silva" olan çok yaygın soyadının yerine annesinin kızlık soyadı olan "Senna" soyadını kullanmaya başlamıştır.
Üç yıl sonra, 1984 yılında Toleman-Hart F1 takımıyla ilk kez F1 ile tanışan Senna, özellikle yağmurlu bir ortamda yarışılan Monako Büyük Ödül (Grand Prix) yarışı ile izleyenleri yetenekleri konusunda etkilemiştir. 1985'de Lotus takımına katılan Senna, Portekiz'deki Estoril'de ilk Grand Prix yarışını kazanmıştır.
Senna, 1988 yılında Alain Prost'un takım arkadaşı olarak McLaren F1 takımına katıldı. Bu aynı zamanda da, iki ünlü yarışçı arasındaki unutulmaz çekişmeli yarışların başlangıcını oluşturur.
Senna, yarış yolunda acımasızlığı, kararlılığı, ölçülülüğü ve disiplini ile konusunda uzmanlaşmış, daha önce hiç kimsenin başaramadıklarını (65 Formula 1 yarışına birinci sırada başlamak gibi) başarmıştır. Yağmur altında yapılan yarışlarda rakiplerinden daha iyi yarışmıştır. Senna Monako'daki yarışı kimsenin başaramadığı bir biçimde 6 kez kazanmıştır.
Williams takımı 1993 sezonunda araçlarına elektronik bir yenilik eklemişlerdi. Aracın süspansiyonu virajlarda daha iyi denge sağlamak ve savrulmayı önlemek için elektronik bir destek alıyordu. Sürücüye sadece gaza basıp finish çizgisini geçmek kalmıştı. 1993 sezonunda Williams için başarılı geçmiş ve o sezonu takımlar şampiyonu ve Williams Pilotu Alain Prost ise pilotlar kategorisinde şampiyon oldu. Prost, Senna'nın pilotluk yaşamını konu alan Senna adlı belgeselde, şampiyon olmasına 2 ay kala Williams takımının kendisiyle konuştuğunu ve gelecek sezon için Senna'nın Williams takımında çalışacağı üzerine bir toplantı yaptığını açıklar. Prost'un 3 yıllık sözleşmesinde kendince belirlenen tek bir madde vardır o da Mclaren takımından eski takım arkadaşı olan Senna ile aynı takımda olmak istemediğidir. Prost bu röportajında "Senna'nın takıma dahil olması halinde 3 yıllık kontratımı ödersiniz ben de emekli olurum" cümlesi için 2 ay beklediğini, şampiyon olmadığı takdirde böyle bir karar almayacağını açıklar. Nitekim Prost, bu şampiyonlukla beraber dördüncü şampiyonluğunu alır ve aynı yıl Formula 1’e veda ederken yerini Ayrton Senna'ya bırakır. Ayrton Senna için Williams takımı; yeni, güzel günlerin ya da bir sonun başlangıcıydı.
1994 sezonu başlangıcında FIA zengin takımlarla diğer takımların arasındaki haksızlığı önlemek için “hiçbir araçta sürüşü etkileyecek elektronik aksamın bulunamayacağı” yönünde karar aldı. Bu yüzden Williams Takımı’da aracında bulunan denge kontrol sistemini aracından çıkarmak zorundaydı. Bu Williams için kötü bir haberdi. Çünkü bu sistem onların 1993 sezonunda şampiyon olabilmelerini sağlayan sistemdi.
Ayrton Senna yeni takımı Williams ile test sürüşlerine başlamıştı. Ancak aracının yolu iyi kavrayamadığını, önceleri aracının ön kısmından başlayan sonraları ise aracın arkasına doğru ilerleyen bir titreşim dalgasının direksiyonu döndürmesini etkilediğini, direksiyonu döndürmesine veya döndürmek istemesine rağmen aracın düz bir şekilde yol almaya devam ettiğini teknik servisteki ve takımdaki yetkililere iletmişti. Bu kötü sonuçlar doğurabilirdi.
30 Nisan 1994 tarihinde Ayrton Senna Williams Takımı ile gerçekleştirdiği üçüncü yarışının sıralama turları için piste çıkacaktı. Roland Ratzenberger’de sıralama turuna çıkacaktı. Senna 1:21.548 ile ilk turunu tamamlamış padoka dönmüştü. Ancak geldiğinde televizyonda gördüğü manzara onu derinden yaralamıştı. Roland Ratzenberger Villeneuve virajını alamadı; neredeyse dik açıyla karşı bölümdeki beton bariyere çarptı. Aracın sürücü bölümü zarar görmemiş olsa da, çarpmanın etkisi bazal kafatası kırığına neden oldu ve Ratzenberger ağır bir şekilde yaralandı. Doktorlar Ratzenberger'e müdahale ederken sıralama turları durduruldu. Yaklaşık 25 dakika sonra mücadele yeniden başladı ancak Williams ve Benetton'un da içinde olduğu takımlar sıralamalara devam etmedi. Olayların ardından hastaneden yapılan açıklamada Ratzenberger'in kazadaki yaralanmalara bağlı olarak hayatını kaybettiği duyuruldu.
1 Mayıs 1994 tarihinde Ayrton Senna attığı tek tur ile Pole Position’dan yarışa başlamıştı. Ancak yarışın başlamasıyla birlikte motoru çalışmayan Benetton sürücüsü J.J. Lehto pist üzerinde kaldı. Arka bölümden kalkan Pedro Lamy, görüş açışı diğer araçlar tarafından kapatılınca, Lehto'nun Benetton'unu göremeyerek arkadan çarptı. Çarpışmanın etkisiyle aracın lastikleri ve gövdeden parçalar koptu. Kazanın ardından güvenlik aracı piste girdi ve 5 tur boyunca pistte kaldı. Yarışın 7. turuna gelindiğinde Ayrton Senna 306 Km/sa hızla Tamburello virajına yaklaştı. Ancak daha önce söylediği gibi direksiyonu döndüremedi ve o hızla pistten çıktı. Yaptığı son bir hamle ile hızını 218Km/sa’ye kadar düşürmeyi başarmıştı. Ancak bu kötü sonu değiştiremedi. Kazanın hemen ardından Senna'nın hareketsiz ve bir yana kaymış görüntüsü, ciddi bir yaralanma olduğunu haber veriyordu. Pist görevlilerinin acil müdahale denemeleri, helikopter görüntüleriyle tüm dünyaya yayınlanmaktaydı. Yakın çekimlerde, tedavi bölgesinde kan izleri görülmekteydi. Bu sırada Senna'nın başını hafifçe hareket ettirmesi spikerlerin dikkatini çekmiştir. Senna'nın kafasındaki gözle görülür yaralanma, sağlık ekibinde ciddi bir beyin travması şüphesi doğurdu. Kazadan 1 dakika 9 saniye sonra yarış tamamen durmuştu.
Kazadan yaklaşık 10 dakika sonra, Larrousse takımı bir hata sonucu, pilotlarından Érik Comas'a piste geri dönme onayı verdi. Halbuki yarış halen kırmızı bayraklarla durdurulmuş durumdaydı.Helikopterin kaza alanını yayınladığı sırada Comas'ın aracının sesleri pistte yankılanmakt |
aydı. Eurosport yorumcusu John Watson bu olayı "hayatımda gördüğüm en saçma yanlışlık" şeklinde yorumladı. Pistteki görevliler Comas'ın yoluna devam ederek, kaza bölgesindeki çalışmalara karşı bir tehdit oluşturmasını engellemek için büyük çaba sarf etti.Viraja hızla giren Comas'ın önüne geçen güvenlik ekibi aracını durdurdu.Ayrıca 1992'de Senna kaza yapan Erik Comas'a yolun ortasında aracından fırlayarak yardım etmiştir.Comas bir röportajında Senna'nın olay sırasında aracını terkedip,kendisinin aracına koşarak aracın motorunu kapattığını anlatmıştır.Ve Erik Comas, Senna eğer Erik için durmayıp aracın motorunu kapatmamış olsaydı aracın alev alıp patlayabileceğini yani Senna'nın hayatını kurtardığını anlatmıştır.
Dönemin Formula 1 güvenlik, medikal delegesi ve pistteki sağlık ekibinin başı olan, dünyaca ünlü beyin cerrahı profesör Sydney Watkins, Ayrton Senna'ya olay yerinde trakeostomi uyguladı. Watkins kaskını çıkardığında pilotun kafasının kötü durumu ve burnundan kan akışı olması endişeleri artırmıştı.
Watkins o anları şöyle anlatmıştı:
“Çok kötü görünüyordu. Göz kapaklarını kaldırdığımda, beyninde çok ciddi bir hasar olduğu ortadaydı. Kokpitten çıkarıp yere yatırdık. Bir an iç çeker gibi oldu; tam bir agnostik olsam da, o an ruhunun ayrıldığını hissettim.”
Brezilyalı pilotun üstünde, hastanedeki hemşireler tarafından, küçük bir Avusturya bayrağı bulunduğu söylenmişti. Gazeteciler bu durumu, Brezilyalı pilotun zafer turunda bu bayrağı sallamayı ve 42. Grand Prix galibiyeti Roland Ratzenberger'in anısına adamayı düşündüğü şeklinde yorumladı.
Senna için 5 Mayıs 1994'te Brezilya'nın São Paulo kentinde devlet töreni düzenlendi. Yaklaşık 500.000 kişi caddelerde tabutun geçişini takip etti. Senna'nın rakiplerinden Alain Prost, tabutunu taşıyanlar arasındaydı. Formula 1 çevrelerinin büyük bölümü cenazeye katılırken, Formula 1'in yönetim teşkilatı FIA'nın başkanı Max Mosley ise 7 Mayıs 1994'te Avusturya'nın Salzburg kentinde Ratzenberger için yapılan törene katıldı. 10 yıl sonraki bir basın toplantısında Mosley; “Ben onun törenine gittim çünkü herkes Senna'nın cenazesine katıldı. Oraya da birilerinin gitmesinin önemli olduğunu düşündüm.” diye açıklamıştı.
Kur'an
Kur’an () veya Kur'an-ı Kerim, İslam dininin ana kitabıdır. İslam hukukunun (şeriat) oluşturulmasında hadis ile birlikte dayanak alınır ve Müslümanlar ibadetlerinde Kur'an'dan çeşitli bölümleri okurlar.
Müslümanlara göre, Kur'an ayetleri Allah tarafından Cebrail adındaki melek aracılığıyla İslam peygamberi Muhammed'e vahiyler halinde indirilen bir kutsal kitaptır. Bilimsel ve mantıksal açıdan ise Kur'an, Muhammed’in koyduğu esasların toplu olduğu kitaptır.
Müslümanlar, Kur’an, İncil, Tevrat ve Zebur'u Allah tarafından insanlara gönderilen kutsal kitaplar olarak tanımlarlar. Bu sebeple Kur'an'da diğer kitaplardaki bazı anlatımların benzerlerinin olması doğal karşılanır. Ayrıca, diğer üç kitabın sonradan tahrif edildiği, ancak yeryüzüne indirilmiş son kutsal kitap olan Kur’an'ın Kıyamet'e kadar Allah tarafından korunacağına inanılır. İslam inancında, Kur’ân, Muhammed'in en önemli ve en büyük mucizesi ve onun gerçek bir peygamber olduğunun kanıtı olarak görülür. Ayrıca, ilk insan ve ilk peygamber olduğuna inanılan Adem'den itibaren gönderilen ilahi metinlerin tamamlayıcısı kabul edilir.
9. yüzyılda İslam akait mezhepleri arasında Kur’ân’ın ezeli ve ebedi, olup olmadığı, bir diğer ifade ile yaratılmışlardan olup olmadığı konusu üzerinde büyük tartışmalar yaşanmıştır. Bazıları Kur’ân’ın Allah ile birlikte ezeli olarak var olduğu, dolayısıyla yaratılmadığı görüşünü benimsemişler, akılcılığı ön plana çıkaran Mutezile mezhebi ise Kur’ân’ın yaratılmış olduğu görüşünü benimsemiştir. Sufilere göre bu tartışma yapay ve yanlıştır.
En yaygın ismi Kur’ân-ı Kerîm ()dir. "Kur’ân" sözcüğü Arapça "okudu" anlamındaki "qarâ'â" (قرأ) sözcüğünün üç harfli mastarıdır, “okunan şey “veya “ okumak"; "Kerîm" ise "soylu, asil" ve "eli açık, cömert" anlamlarına gelir. Ayrıca "Kur’ân" kelimesi Kur’ân'da "okunan, okuyuş, okuma" "ekli, katlı, derli" anlamında da kullanılmıştır. Kur’ân kelimesi, Kur’ân'ın 58 ayetinde geçer.
"Biz onu, akıl etmeniz için Arapça okunuşla indirdik. "(Yusuf Suresi: 2)"
"Kur’ân okuyacağında kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığın. "(Nahl Suresi: 98)"
"Kur’ân okunduğunda/okununca onu işitin de durup düşünün ki merhamet olunasınız. (A'râf Suresi: 204)"
"Şüphesiz, bu Kur’ân, en doğru yola iletir ve salih amellerde bulunan mü'minlere, onlar için gerçekten büyük bir ecir olduğunu müjdelemektedir. "(İsrâ Suresi: 9)"
"Kur’ân'dan indirir olduklarımız, inananlara şifâ ve rahmettir. "(İsrâ Suresi: 82)"
Birçok âyette ""el-Kitâb"" kelimesinin "Kur’ân" anlamında kullanıldığı görülür:
"İşbu içinde kuşku olmayan Kitâp’tır, takvâ sahipleri için bir yol göstericidir. "(Bakara: 1,2)"
Bunlardan başka daha birçok âyette ise ""Kur’ân"" için başka isimlerin de kullanıldığı görülmektedir, bunlar arasında: "el-Furkân" "(Furkân Suresi: 1)," "ez-Zikr" "(Hicr Suresi: 9)," "en-Nûr" "(Nisâ Suresi: 174)," "er-Rûh" "(Şûrâ Suresi: 52)" örnek olarak gösterilebilir. Kur’ân ayrıca "Furkân-ı Hâkim", "Mushâf-ı Şerif", "Kelâmullah", "Kitâbullah" gibi isimlerle de anılır.
İslâm dinine göre Kur'ân İslam peygamberi Muhammed'e 610 yılının Ramazan ayının Kadir Gecesi'nde Mekke'deki Nur Dağı üzerindeki Hira Mağarası'nda indirilmeye başlanmış, vahyin 12 yılı Mekke, 11 yılı da Medine dönemi olmak üzere 23 yıl sürmüştür. Mekke’de bildirilen ayetler "Mekkî", Medine'de bildirilenler ise "Medenî" olarak adlandırılır.
Kur’ân, vahiy katipleri tarafından zaman zaman deri, kemik gibi çeşitli nesneler üzerine yazıya geçirilmekle birlikte, tamamının Muhammed hayattayken yazıya geçirilip geçirilmediği konusu tartışmalıdır.
İlk bildirilen ayet Alak Suresinde geçer: "Yaratan Rabbinin İsmi ile oku. İnsanı bir alaktan (asılı şey veya pıhtı) yarattı. Oku ve senin Rabbin, sonsuz kerem sahibidir. Ki O, kalem ile insana bilmediği şeyleri öğretti. (Alak: 1-5)"
İlk halife Ebubekir (632-634) zamanında bir araya getirilen Kur’ân nüshaları, Osman bin Affan döneminde çoğaltılarak önemli merkezlere gönderilmiştir. Uzatma, nokta, hareke gibi işaretlerin yer almadığı bu yazıma daha sonraları ilâve edilen işaretlemelerle okuyuş şekli de (tecvid); yazılı olarak belirlenmiştir. Farklı yazım şekillerine sahip farklı kuran nüshalarında, surelerin anlamları da değişebilmektedir.
İlk ayet vahyinden, Medine'ye hicret'e kadar devam eden Mekke dönemi yaklaşık 13 yıl sürmüştür. Hacimsel olarak Kur’ân'ın 2/3 kısmını oluşturur. Bu dönemde ayet ve surelerin hemen yazıya geçirilmesi gibi bir uygulama olmadığı için sözlü olarak ezberlenmiştir. Daha sonraki hicrete yakın birkaç yıl ile Medine dönemi olarak ifade edilen yazım döneminde ayetler kayda geçirilmiştir. Mekkî âyet ve sureler İslâm inanç ve ahlâkı ile ilgili konuları kapsar; Allah'ın birliğine, meleklere, peygambere, kitaplara ve Âhiret Günü'ne iman gibi konular işlenir, Allah ile eş tutulan putlar reddedilir, İslâm'ın inanç esasları, ölüm, hayat, kıyamet, âhiret, cennet, cehennem, ve kavimlerin helâkı gibi konuları ele alır. Mekke döneminde Kur’ân'ın Âdem'den itibaren devam eden tevhid dini ve vahiy zincirinin devamı olduğu ifade edilmiştir: "O: "Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye dinden Nuh'a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya vasiyet ettiğimizi sizin için de bir şeriat kıldı. (Şura : 13)"
Medine döneminde ibâdetler, insanlar arası ilişkiler, toplumsal düzenlemeler, ahlakî kurallar ile ilgili âyetler vahyedilmiştir. Bunun yanında insanın devletle olan ilişkilerini düzenleyen şer'i hukukun kuralları, anlaşmalar, barış ve savaş durumları söz konusu edilir. Bu dönemde, bu hükümleri uygulamak için yeterli güce sahip bir İslâm Devleti, Muhammed yönetiminde, Medine'de oluşmuştu. İslam inanışında bu devrin özelliği; iyi ve yararlı olanın alınması, kötü ve zararlı olanın kaldırılmasıdır.
Kur’ân'ın bugünkü haliyle kitap halinde toplanılmış şekline ""Mus'haf"" denir. "Mus'haf", "sayfalar haline getirilmiş" ya da "iki kapak arasındaki sayfalar" anlamına gelir ve S-H-F (sahife) kökünden gelir. "Kur’ân" Muhammed'in vefatı ile tamamlandığından kendisi hayatta iken toplanmamış, ezberlenerek muhafaza edilmiştir.
Muhammed'in ölümününden sonra Yemâme savaşlarında 70 kadar hâfızın ölmesi üzerine Ashabdan Ömer bin Hattab hafızların toplanması için dönemin hâlifesi olan Ebu Bekir’e başvurarak konunun görüşülmesini istemiştir. Bunun üzerine Ebu Bekir, "Zeyd bin Sâbit" başkanlığında aralarında "Abdullah bin Zübeyr, Sa'd bin Ebi Vakkas, ve Abdurrahman bin Haris bin Hişâm'ın " da bulunduğu bir komisyon kurdurmuştur. Zeyd bin Sâbit, elinde yazılı "Kur’ân" metni olan herkesin bu metinleri getirmesini, ayrıca metinleri bizzat Muhammed'den duyduklarına dair iki güvenilir şahid gösterilmesini istedi. Osman bin Affan toplanan bu kurula, "Zeyd ile imlada anlaşamazsanız, Kureyş'e göre yazın" emrini verdi. Zeyd bin Sâbit'in ortaya koyduğu bu aslî nüshaya "İmam Mus'haf" adı verilmiştir. Abdullah bin Mesûd'un teklifiyle "İmam Mus'haf" üzerinde yapılan danışma ve görüşmeler sonucunda bunun üzerinde herhangi bir noksanlık görülmemiş ve güvenirliği konusunda ittifak sağlanmıştır.
Halife Ömer bin Hattab devrinde Kur’ân öğretimine hız verildi. Medine'de ve İslâm Devleti'nin diğer merkezlerinde hafız sahabelerin gözetmenliğinde pek çok yeni hafız yetiştirilmiştir.
Yeni fethedilen yerlerdeki kavim ve kabilelerin müslüman oluşu farklı şive ve lehçelere göre okuyuş ayrılıklarını ortaya çıkarmıştır. 648'de Ermenistan ve Azerbaycan'ın fethinde Şamlı ve Iraklı askerlerin farklı okuyuşları tartışma ortaya çıkardı. Bu tartışma üzerine Huzeyfe bin Yemân, Halife Osman bin Affan'a başvurarak bu durumun düzeltilmesini, ihtilafın ortadan kaldırılmasını istedi. Bunun üzerine Osman bin Affan, Zeyd bin Sâbit'i tekrar görevlendirerek, Ebû Bekr'in emriyle derlenmiş olan Kur’ân'ın çoğaltılmasını emretmiş ve çoğaltılan mushaflar çeşitli İslam merkezlerine gönder |
ilmiştir. Böylece, Muhammed'in ölümünden sonra 20 yıl içinde Kur'an'ın derlenip yazıya geçirilmesi ve çoğaltılması yapılmıştır. Müslüman alimler, Kur’an’ın bugünkü halinin Ebu Bekir zamanında derlenen Kur’an ile aynı olduğunu kabul ederler.
En erken Kur’ân yazımı esnasında, Arap alfabesi, bugün kullanılan 28 harfe karşılık 22 harfi karşılayan 15 farklı noktalama işaretsiz yazım (harf)'ten oluşmaktaydı. Kur’ân'ın ilk yazılışındaki alfabeye bağlı olarak kıraat mezhepleri ortaya çıkmıştır. Haccac zamanında birbirine benzer harfleri ayırt edebilmek için imla işaretleri ve sesli harfler oluşturuldu. Kur’ân'a eklenen yeni işaret ve harekeler renkli olarak yazılmaya başlandı ve asıl metinin bir parçası kabul edilmedi. Başlangıçta Kureyş lehçesi ile okunan Kur’ân'ın sonradan 7 Arap lehçesiyle okunmasına müsaade edilmiştir.
İlk zamanlar vahiy kâtipleri tarafından papirüs, deri ve kemik üzerine yazılarak saklanan "Kur’ân" ayetlerinin ilk nüshaları bulunmamaktadır.
Radyokarbon çalışmaları ve % 99 doğruluk payı ile Muhammed'in ölümünden 40 yıl sonrasına tarihlenen bilinen en eski Kur’ân metinlerinden biri San'a, Yemen elyazmalarıdır.
Diğer bir Kur’ân mus'hafı (MS 9. yüzyıl) Özbekistan'ın Taşkent şehrindeki bir müzede sergilenen Osman Mus'hafıdır. Komünizm döneminde Semerkant'tan zorla alınarak Sankt-Peterburg'da sergilenmiş, sergilenmesi için Başkortostan'a gönderilmiş, 1924 yılında geri verilmiştir. Bazı sayfaları 2000 ve 2003 yılında Christie's Londra ve Sam Fogg koleksiyonunda satılmıştır.
Çoğaltılıp çeşitli İslam şehirlerine gönderilen orijinal Osman Mushaflarından biri de Topkapı Müzesi'nde sergilenmektedir. Bunun yanında, İstanbul Türk ve İslâm Eserleri Müzesi'nde bulunan en eski mus'haflar şunlardır:
Birincil kaynak olarak Kur’ân'a dayandırılan şeriat kanunları kadın-erkek ilişkileri, savaş, evlilik, boşanma, miras paylaşımı, şahitlik gibi birçok konuda konulan kurallar ile yüzyıllar boyunca İslam toplumlarını ve sosyal hayatı düzenleyici etkiler yapmıştır. İslam fıkıh mezhepleri Kur'an’ı dinin birincil kaynağı olarak kabul ederler.
Müslümanlar arasında Kur’ân’ın harf, kelime sayıları, anlatım özellikleri, gelecekten ve bilimsel keşiflerden haber verme gibi değişik alanlarda büyük mucize örnekleri sergilediğine ve Kur’ân’ın bu sebeplerle taklit edilemeyeceğine inanılır. İ'caz-ül-Kur’ân ilmi, Kur’an’ı dil, anlatım gibi estetik yapısını ilgilendiren konuları araştırır, mucize oluş iddialarını ve bunun dayanaklarını inceler.
Ebced hesabında Arap alfabesindeki her harfe sayısal bir değer atanır ve böylece yazılar sayısallaştırılır. Ebced hesabı, Kur’ân metninlerine uygulanarak ayetlere yeni anlamlar yüklenmiştir.
Mesela: Arapçada demiri ifade eden Hadid kelimesinin ebced hesabıyla değeri 26'dır. 26, demirin atom numarasıdır. Ayrıca belirlilik ekiyle birlikte (El-Hadid) kelimenin ebced karşılığı da 57'dir. Bu da demirin durağan izotoplarından birinin kütle numarasıdır. Kur’ân'da demirden bahseden sure Hadid Suresi Kur’ân'ın 57. suresidir.
İddialara göre Kur’ân'da geçen bazı sözcüklerin tekrarları şu şekildedir: Bu iddialara karşı çalışmalar ve eleştiriler de bulunmaktadır
Geleneksel anlayışta Kur’ân abdest alınarak tutulur. Bunun sebebi Vakıa Suresi 79. ayetinde " "O'na (Kur’ân'a), ancak tertemiz olanlar dokunabilir."" denilmesidir. Kur’ân'ın bütün metnini ezberleyen kişiye "hâfız" denir. Muhammed ilk hâfız olarak kabul edilir. Kur’ân'ı düzgün bir sesle okumaya "tilavet" denir. Müslümanlar günlük ibadet olan "namaz"ı kılabilmek için Kur’ân'dan en azından birkaç âyeti ezbere bilmek zorundadırlar: "Kur’ân'dan kolayınıza geleni okuyun, salâtı ikâme edin/namazı kılın. (Müzzemmil Suresi : 20)"
Hiçbir zaman içerisinde resimler yer almamış olan Kur’ân, hat san'atının gelişmesine sebep olmuştur.
Kur’ân 114 sure'den oluşur. Sureler genellikle içerdiği konulardan birine verilen isimlerle anılırlar. Sureler kronolojik bir sırada düzenlenmemiştir. Kur’ân'da 86’sı Mekke dönemi, 28'i ise Medine dönemi olmak üzere 114 sure bulunur. Her bir sure “ayet” adı verilen bölümlerden oluşur. Ayetlerin uzunluğu bir kelime ile bir sayfa arasında değişir. Kur’ân'ı oluşturan 30 eşit parçadan her birine cüz denir.
Kur’ân'ın yazımında noktalama işaretleri bulunmadığı için bazı ayetlerin nereden başlayıp nerede bittiği gibi konular kesin değildir. Bazı âlimler, bir kısım uzun cümleleri iki-üç ayet saymışken, bazısı tek ayet kabul etmiştir. Yine Şafiî âlimleri besmeleyi başında zikredilen sure ile bir bütün olarak saydıkları halde, Hanefi âlimleri besmeleyi ayrı bir ayet olarak saymışlardır. Sure başlarındaki “Ya Sin, Ha mim” gibi ""Hurûf-u Mûkattâ'at"" için de benzer durum geçerlidir. Buna göre, Kur’ân, surelerin başındaki besmeleleri ayrı bir ayet saymama kaydı ile 6236 ayetten oluşur. Ayetlerin sayısını İbn-i Abbas 6616, Nafi 6217, Şeybe 6214, Mısır âlimleri 6226 olarak ifade etmişlerdir. Said Nursi, Zemahşeri gibi bazı din adamları ise muhtemelen halka kolay gelsin diye rakamları yuvarlayıp 6666 sayısını vermişlerdir.
Kur’ân'da başlıca Allah inancı, tevhid, yaratılış, dünyanın sonu, peygamberlik ve peygamberlerin yanı sıra dini ve ahlaki kıssalar işlenir. Yusuf hikâyesi, Zülkarneyn, Ashab-ı kehf, Süleyman, Nuh ve Yunus hikâyeleri gibi kıssalar Kur’ân'da hacimsel açıdan geniş yere sahiptir.
Kıbrıs NEU ilahiyat fakültesinde yapılan bir çalışmada cahiliye dönemine ait vergilerle ilgili veriler ve bunların Kur’ân’daki malî yükümlülüklerle ilişkisi araştırılmış, Kur’ân’ın söz konusu vergilerinin İslam öncesi Güney, Kuzey ve Hicaz Araplarında hatta daha eski toplumlarda yer alan düzenlemelerin aynısı olduğu sonucuna varılmıştır.
Anlatım yer yer şiir, yer yer düz anlatım özellikleri göstermektedir. Kur’ân'da mesaj çeşitli edebi yapı ve araçlar ile iletilir. Arapça metinde, sureler ve ayetler mesajı hatırlamak üzere fonetik ve tematik yapıları kullanır. Kur’ân anlatımı başı, sonu ortası olan düz bir anlatım değil, konu ve hikâyelerin parça parça bölündüğü, yer yer tekrarlandığı, başa dönüldüğü veya ortadan alındığı ağ şeklinde bir örgüye sahiptir. Müslümanlar Kur’ân'ın içerik ve anlatımının eşsiz ve taklit edilemez olduğuna inanır.
Kur'an'a eleştiriler, metodolojik olarak değişik başlıklar altında yapılmıştır. Bunlar bilimsel, tarihsel, ve iç tutarlılığı, kaynakları, dili (gramer, üslup) vb. başlıklardan oluşur. Bunun yanında, Kur’ân'nın yorumu neticesinde ortaya çıkmış hukuk sistemi şeriat’ın günümüzdeki değerlere olan uyumluluğu ve Kur’ân'ın sadece ilahi bir vahiy olduğu inancı eleştirilmektedir.
Müslümanlar, Kur’ân'ın ""Allah"" tarafından aslen bir ümmi olan Muhammed'e gönderildiğine inandıklarından ötürü, Kur’ân'ın başka kaynaklardan alıntılar yapılarak meydana getirilebilmiş olabileceği önermesini reddederler.
Mali
Mali ya da resmî adıyla Mali Cumhuriyeti (Fransızca: "République du Mali"), Batı Afrika'da bulunan denize kıyısı olmayan bir ülkedir. Afrika kıtasının en büyük yedinci ülkesi konumunda olan ülkenin komşuları (kuzeyden saat yönünde ilerlendiğinde) Cezayir, Nijer, Burkina Faso, Fildişi Sahili, Gine, Senegal ve Moritanya oluşturmaktadır. Ülkenin başkenti Bamako'dur.
Ülkenin ismi tarihte yer alan Mali İmparatorluğu ile bu imparatorlukta yaşanan Malinkeliler'den esinlenerek konulmuştur. Ayrıca ülkede konuşulan dillerden biri olan Bambaraca'da "mali" kelimesi su aygırı anlamında kullanılmaktadır.
Ülkenin deniz seviyesinden yüksekliği ortalama 343 m düzeyindedir. Ülkenin en yüksek noktasını Hombori Toldo Dağı oluşturmakta olup, dağın zirvesi 1.155 m yüksekliktedir. Ülkenin en alçak noktasını ise 23 m ile Sénégal Nehri oluşturmaktadır.
Ülkenin toplamda sahip olduğu 7.908 km sınırın 1.359 km'si Cezayir, 1.325 km'si Burkina Faso, 599 km'si Fildişi Sahili, 1.062 km'si Gine, 2.236 km'si Moritanya, 838 km'si Nijer ve 489 km'si ise Senegal ile oluşmaktadır. Ülke, kıta içerisinde kara ülkesi konumunda olduğu için herhangi bir denize kıyısı bulunmamaktadır.
Sekiz ayrı bölgeden oluşan Mali'nin kuzeydeki sınırları Sahra Çölü'nün tam ortasına ulaşır. Ülke nüfusun çoğunun yaşadığı yeri olan güneydeki bölgede ise Nijer ve Senegal nehirlerini içermektedir.
Günümüzün Mali Cumhuriyeti, bir zamanlar üç tane Batı Afrika imparatorluğunun bir parçasıydı: Gana İmparatorluğu, Mali İmparatorluğu (ülkenin ismi bu imparatorluktan türetilmiştir) ve Songhay İmparatorluğu. 19. yüzyılın sonuna doğru Mali, Fransız idaresinin altına alınarak Fransız Sudanı'nın bir parçası oldu. 1959'da Mali, Senegal ile Mali Federasyonu olarak bağımsızlığını kazandı. Bir yıl sonra Mali Federasyonu bağımsız Mali devleti oldu. Uzun bir tek-partili dönemden sonraki 1991 darbesinin ardından yeni bir anayasa yazıldı ve Mali demokratik, çok-partili bir devlet oldu.
Temmuz 2007'de Mali'nin tahminî nüfusu 12 milyondu ve nüfusun büyüme oranı %2,96'dır. Mali nüfusu ağırlıkla kırsalda yaşamakta olup, şehirde yaşayanların oranı %39,9 düzeyindedir. Malililerin %5 ila %10 arasındaki bir oran göçebedir. Nüfusun %90'undan fazlası ülkenin güney kısmında, özellikle 1 milyon kişilik nüfusu olan Bamako'da yaşamaktadır.
2007'de Malililer'in %48'i on beş yaşından daha genç, %49'ü 15 ve 64 yaşları arasında, %3'ü ise 65'ten daha yaşlıydı. Medyan yaş 15,9 idi. 2007'deki doğum oranı her 1.000 kişi için 49,6 tane doğum, doğurganlık oranı ise her kadın için 7,4 tane çocuk. 2007'deki ölüm oranı, her 1.000 kişi için 16,5 tane ölüm. Doğumda beklenen yaşam süresi toplam 49,5 sene (erkekler için 47,6 ve kadınlar için 51,5). 2007'de her 1.000 tane doğum için 106 tane ölüm ile Mali, dünyanın en yüksek bebek ölüm oranlarına sahiptir.
Mali genç bir nüfusa sahip olup, 2017 tahmini verilerine göre %67,01'i 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %3,03'ü 65 yaş ve üzerindedir.
0-14 yaş: %48.17 (erkek 4,330,370/kadın 4,285,171)
15-24 yaş: %18.84 (erkek 1,604,914/kadın 1,765,479)
25-54 yaş: %26.26 (erkek 2,171,171/kadın 2,525,109)
55-64 yaş: %3.7 (erkek 335,023/kadın 326,910)
65 yaş ve üzeri: %3.03 (erkek 270,856/kadın 270,242)
Şehirde yaşayanların oranı 2017 verilerine göre %41,4 olan ülkede, |
nüfusun yıllık artış oranı 2017 tahmini verilerine göre %3,02 düzeyindedir.
İslam 11. yüzyılda Batı Afrika'ya gelmiştir. 13. yüzyılda Jenne'de kendine has mimarisi ile tanılan, 1907'de yenilenen Jenne Büyük Camii inşa edildi. Jenne kasabası, Camii ve civar köyleri 1988'de UNESCO Dünya Miras Listesi'ne eklendi. Ülkenin %95'e yakını Müslüman (çoğunlukla Sünni ve Şii), yaklaşık %2,5'i Hristiyan (yaklaşık üçte ikisi olan Roma Katolik ve üçte biri Protestan) ve kalan %3'ü de yerli veya geleneksel animist inançlar olmak üzere diğer dinlere inanmaktadır.
Sömürge dönemi sonrası Fransa'nın miras olarak bıraktığı Fransızca ülkenin resmi dilli konumundadır. Resmî dile Fransızca'nın dışında on üç adet ulusal dil bulunmaktadır. Bu diller Bambaraca, Bomuca, Bozoca, Dogonca, Maasinankoorence, Hasaniye Arapçası, Minyankaca, Kita Maninkaca, Soninkece, Koyrabori Sennice, Senaraca, Tamaşekce ve Kassonkece olup, birçok kişi tarafından konuşulmaktadır. Bu diller içerisinde en yaygın dil konumunda olan Bambaraca dili nüfusun %46'sı tarafından konuşulmaktadır.
Ülke genelinde okula gitme zorunluluğu bulunmaktadır ve yedi yaş ile on altı yaş arasında çocukların dokuz yıl okula gitme zorunluluğu vardır. Ülkede okuma-yazma bilmeyenlerin oranı %65'in üzerindedir. Ülkede 15 yaş ve üzeri erkeklerde okuma-yazma oranı %45,1 iken, aynı kategoride kadınlarda %22,2 düzeyindedir. Eğitimin ücretsiz olarak verilmesine rağmen, bu olanaklardan faydalanabilen nüfus çok az sayıdadır. Ülkenin en büyük üniversitesini başkentte bulunan Bamako Üniversitesi oluşturmaktadır.
Ülkede var olan sağlık hizmetleri yaşanan tifo, sıtma, cüzzam, AIDS, uyku hastalığı ve diğer hastalıkların üstesinden gelme konusunda yeterlilik arz edememektedir. Ülke nüfusunun %24,7'si tam teçhizatlı sağlık hizmeti alabilmektedir. Nüfus içerisinde HIV virüsünen yakalanan 15 ile 49 yaşları arasındaki yetişkin topluluğun oranı %1 düzeyindedir.
Mali'ye insanlar çok erken bir tarihte yerleşti. Her yerde yok olmuş uygarlıkların izlerine rastlanır: Özellikle Nijer'in taşma alanında dikili taşlar, ölü odaları, tümülüs, tellemlerin yerleştiği Bandiagara yarlarındaki mağaralar (aşağı yukarı bin yılı). Tarım ve göçebe hayvancılıkla uğraşan bu toplulukların Sahra'yı geçerek Akdeniz dünyasıyla ilişki kurmaları çok eski tarihlere uzanır.
Sahil sınırında, Soninke kavminin (sarakole) bulunduğu yerde, Orta Senegal'den Nijer'in taşma alanına ve Tişit Dahar'ından (Moritanya) 14 derece enlemine dek uzanan Gana İmparatorluğu bu şekilde gelişti. Kumbi Saleh sitinde olduğu sanılan başkent, Müslümanlığı yayan kuzey Afrikalı tüccarların sık sık uğradığı bir ticaret merkeziydi; İslamlığı Gana'ya Murabıt istilacılar yerleştirdi (1076). Murabıtlar'ın tutunamaması üzerine imparatorluk sarsıldı ve parçalanmaya başladı. Sosso kralı Sumanguru Kante 1203'te Gana'ya saldırdı; 1235-1240'ta Mali İmparatorluğu'nun kurucusu Sundiata Keita başkenti yıktı ve toprakları ilhak etti.
7. yüzyılda Koukya'da, 9. yüzyılda Gao'da tarımcı ve balıkçı bir halk olan Songhaylar (Sorkolar) arasında Nijer menderesinin aşağısında şekillenmeye başlayan Mali İmparatorluğu, 15. yüzyılda Mosiler'in saldırısına uğradıysa da aynı yüzyılda yeni bir hegemonya kurdu, Songhay etkisi yavaş yavaş Nijer'in yukarı kesimine doğru, Segu'ya dek yayıldı; ama en parlak döneminde Mali'ye boyun eğdi. Songhaylar yavaş yavaş özgürlüklerini kazandılar ve 1464-1492 arasında hüküm süren önderleri Sonni Ali, Gao Krallığı'nın temellerini attı. Sahra ticaretinin merkezleri olan Timbuktu ve Cenne'yi ele geçirdi ve Mosiller'e, Tuaregler ve Pöller'e karşı silahlı mücadeleye girişti. Sonni Ali'nin valilerinden biri olan Askia Muhammet (1492-1528), kuvvete başvurarak imparatorluğun devamını sağladı. Mali'den Ayr'a dek fethedilen toprakları sağlam bir şekilde örgütledi. Timbuktu ikinci başkent oldu ve aydın müslümanların öncülüğünde büyük bir düşünsel gelişme içine girdi. Birbirini izleyen karışıklık ve huzur dönemlerinin ortasında, Teghaza tuzlaları (Timbuktu'nun 800 km kuzeyinde) konusunda Fas sultanıyla bir çatışma meydana geldi; bu çatışma, 12 Nisan 1591'de Tondibi (Gao'nun kuzeyinde) bozgunundan sonra imparatorluğun çöküşüne yol açtı. Faslılar da Tuaregler karşısında bir varlık gösteremediler ve Tuaregler 1737'de Timbuktu'ya yerleştiler.
17. yüzyılda gücünü ortaya koyan Bambaralar'ın kurduğu Segu Krallığı'na sırasıyla, kuruluş tarihinden 1770'e dek Kullibali ve özellikle Ngolo (1770-1790), Manson (ya da Monzon) [1790-1808] ve Daa (1808-1827) adlı krallarla Diaralar egemen oldu. Krallık, Kaarta'da Cenne ve Timbuktu'yla Yatenga'ya (Mosiler) dek yayıldı. 18. yüzyıl sonundan itibaren Manson, isyancı vasallarla (özellikle Kaarta ve Timbuktu) uğraştı; krallık, 19. yüzyılda gerilemeye başladı.
19. yüzyıl başında Ahmedu Şeyhu'nun (1818-1844) kurduğu Masina pöl İmparatorluğu, müslümanlık adına animist Bambaralar ve Bobolar'ın yanı sıra Mağribliler ve Tuaregler'le çatıştı, hatta Timbuktu'yu işgal etti. Oğlu Ahmedu Şeyhu (1844-1853), babasının savaşçı ve örgütçü niteliklerine sahip çıktı. Bununla birlikte, 1857'de, Fransızlar'ın Senegal ırmağı kıyılarından attığı Takruri murabıt Elhac Ömer, Nioro'ya yerleşti, Bambaralar'ı Segu'dan çıkarınca oğlu Ahmedu burada 1861'den 1890'a dek hüküm sürdü ve 1862'de Masina'ya egemen oldu. Yeğeni Tidiani kral oldu ve Bandiagara'ya yerleşerek ülkeyi 1893'e dek yönetti.
Gine ve Mali arasındaki çatışmalar 1874'ten sonra diula Samori Ture'nin öncülüğünde yeni bir devletin hareket noktası oldu. Samori Ture, önce, bir diula hanedanına boyun eğmiş bir senufo ülkesi olan Kenedugu'la çatıştı. Bu ülkenin kralı Tieba, Sikasso kalesinden başarılı bir şekilde direnince (1887) Samori Ture Dabakala'ya (Fildişi Kıyısı) yerleşerek Buguni ve Sikasso bölgesinde operasyona devam etti; tek gerçek engel olarak karşısına çıkan Fransızlar tarafından Gine'ye püskürtüldü ve 1898'de esir düştü.
Senegal vadisinden başlayan Fransız askeri müdahalesinin ilk işi Medine kalesinin yapımı oldu (1857). Bunu çeşitli misyonlar izledi:Mage (1863), Soleillet (1878), Gallieni (1880). Nijer'de Kayes demiryolunun yapımına girişildi (1881-1904), 1883'te Bamako işgal edildi; kademeli olan işgal harekatı, 1893'te albay Archinard'ın yönetiminde topyekün bir nitelik kazandı ve 1898'de, Tieba'nın kardeşi Ba Bemba'nın hüküm sürdüğü Sikasso'nun alınmasıyla tamamlandı.
İşgal edilen topraklar 1904'te, başkenti önce Kayes, sonra 1908'de Bamako olmak üzere Haut-Senegal-Niger sömürgesini oluşturdu.Sömürgenin adı 1920'de Fransız Sudanı olarak değiştirilirken doğu topraklarının 1919'da ayrılmasıyla Yukarı Volta (Burkina Faso) kuruldu. Göçebe Mağribliler'in yaşadığı 15. paralelin kuzeyindeki topraklar 1945'te Moritanya'ya bırakıldı.Fransız Sudanı 1899'dan 1959'a dek Fransız Batı Afrikası Federayonu'na, yani Dakar genel valiliğine bağlı kaldı.
24 Kasım 1958'de, referandum sonunda doğan Sudan Cumhuriyeti önce Mali federasyonu içinde Senegal'e bağlıyken, bu federayonun parçalanması üzerine 20 Ağustos 1960'ta tam bağımsızlığına kavuştu ve 22 Eylül 1960'ta da Mali Cumhuriyeti adını aldı. Yeni devlet, Afrika Demokratik topluluğu Sudan birliği (ADTSB) ve önderi, Cumhurbaşkanı Modibo Keita'nın girişimiyle, Batı'dan kopmaksızın sosyalizmi seçti. Ama ekonomisi gelişmedi ve hoşnutsuzluk arttı. Ağustos 1967'de iktidar bütünüyle Modibo Keita'nın başkanlığındaki Devrimi Savunma Ulusal Konseyi'ne devredildi; M.Keita kemerleri sıkma politikası uygulamaya çalıştı.
19 Kasım 1968 hükümet darbesi sonunda ordu iktidarı ele geçirdi ve oluşturduğu Ulusal Kurtuluş Askeri Komitesi, teğmen, sonra albay Musa Traore'yi Devlet başkanlığına getirdi. Eylül 1969'dan itibaren Musa Traore hem Devlet hem de Hükümet başkanlığı görevlerini birden üstlendi. Haziran 1974'te kabul edilen yeni anayasa; ancak bir kez yenilenebilmek üzere beş yıl süreyle Cumhurbaşkanı ve Başbakanın seçilmesini, dört yılda bir yenilenen bir Millet meclisi seçimini ve bir tek partinin kurulmasını öngörüyordu. 1972-1975 arasındaki kuraklığın ağırlaştığı iktisadi güçlüklere çözüm bulunamadı. Fransa, 1980 yılı içinde, bütçeyi dengelemek için yaptığı desteği kesti. Ocak 1981'de general Musa Traore, Mali'nin Batı Afrika Para birliği'ne (ancak 1983'te müdahale etti) yeniden kabul edilmesi talebinde bulundu; tek parti olan Mali Halkı Demokratik Birliği (MHDB,Mart 1979'da kurulmuştu), Şubat 1981'de ekonominin liberalleşmesini kararlaştırdı. General Traore, Burkina Faso ve Mali arasında 1974'ten beri devam eden sınır ihtilafını çözemediği gibi sürüp giden iç bunalımı da kontrol altına alamadı. Mart 1991'de 23 yıllık iktidardan ve dört gün süren şiddetli gösterilerden sonra (Bamako'da askerlerin ateş açması sonucu 100'den fazla ölü) askeri bir darbe ile devrildi. Geçici Halk Selamet Komitesi (GHSK) yarbay Amadou Toumany Toure'nin başkanlığında bir ulusal konferans topladı. Temmuz-ağustos'da Bamako'da toplanan 1800 delege yeni bir anayasa, yeni bir seçim ve siyasi partiler yasası hazırladı.Anayasa Ocak 1992'de yapılan referandumda onaylandı. Nisan 1992'de yapılan başkanlık, milletvekili ve yerel yönetim seçimlerini Mali'de Demokrasi için İttifak Partisi (ADEMA) kazandı. Partinin adayı Alpha Oumar Konare cumhurbaşkanı seçildi. Eski başkan Traore, 1991 ayaklanması sırasında meydana gelen ölümlerden dolayı yargılanarak Şubat 1993'de ölüm cezasına çarptırıldı.
22 Mart 2012'de, ordudan isyancı askerler devlet televizyonundan ülkenin kontrolünü ele geçirdiklerini açıkladılar. Küçük bir grup asker, cumhurbaşkanlığı sarayının kontrolünü ele geçirdi ve hükûmetin lav edildiğini ve anayasanın askıya alındığını ilan etti. Askerlerin sözcüsü, Devlet Başkanı Amadou Toumani Toure'nin rejiminin "ülkenin kuzeyindeki krizi yönetmekteki yetersizliği üzerine" harekete geçtiklerini belirtmiştir.
İsyancı kuvvetlerin Ocak 2013 tarihinde ülkenin güney bölgelerini de kontrol altına alma çabaları karşısında dönemin geçici olarak makamda bulunan devlet başkanı Dioncounda Traoré eski sömürge ülkesi Fransa'dan askerî yardım talep etmiştir. Bu talep neticesinde gerçekleştirilen Serva |
l Harekâtı kapsamında bölge isyancılardan kurtarılmış ve yeniden Mali ordusunun denetimine verilmiştir.
Mali'nin en üst düzey yönetim birimleri sekiz bölge ve bir başkent bölgesinden (Bamako) oluşur.
Ülkenin ekonomik altyapısını başlıca tarım ve balıkçılık oluşturmaktadır. Mali'nin bazı doğal kaynakları altın, uranyum ve tuzdur.
Charles Babbage
Charles Babbage (d. 26 Aralık 1791 – ö. 18 Ekim 1871), İngiliz matematikçi, analitik filozof, makine mühendisi ve programlanabilir bilgisayar fikrini ortaya atan (proto)-bilgisayar bilimcisi mucit.
Çalışmalarının bir kısmı Londra Bilim Müzesi'nde sergilenmektedir. Mekanik olarak çalışabildiği sonradan kanıtlanmış bir hesap makinesi geliştirmiştir. Yaptığı hesap makinesini günümüz bilgisayarlarının geliştirilmesinde en önemli katkılarda bulunduğu kabul edilir.
1991 yılında, Babbage'ın özgün çalışmalarına sadık kalarak onun Fark makinesi diye adlandırdığı cihaz tamamlanmış ve mükemmel bir şekilde çalıştığı görülmüştür.
Babbage'ın zamanında, matematiksel tablolar çok yüksek oranda işlem hataları içeriyorlardı. Cambridge'te iken insanlar tarafından hesaplanarak hazırlanan bu tabloların ne kadar hatalı yapıldığını görerek, kendini insandan kaynaklı hatalara engel olabileceği bir hesap makinesinin tasarımına adamıştır. 1822 yılında, polinom işlevlerin (fonksiyonların) değerlerinin hesaplanmasını olanaklı kılacak, Fark makinesi adını verdiği aygıtın yapımına başlamıştır.
Babbage Charles 1830'ların ortalarında çözümleyici makine diye adlandırılan ve çağdaş sayısal (dijital) bilgisayarın öncüsü olan aygıtın tasarımını gerçekleştirdi. Bu aygıtta delikli kartlardan gelen komutlar uyarınca herhangi bir aritmetik işlemin yapılabilmesi öngörülüyordu. Ayrıca sayıların saklanabileceği bir bellek birimi, işlemlerin art arda ve sırasıyla yapılmasını sağlayacak ardışık kontrol ve bugünkü bilgisayarın daha birçok temel öğesi makinede yer alacaktı. Ama çözümleyici makine hiçbir zaman tamamlanamadı. Babbage'ın tasarımı 1937'de not defteri bulununcaya değin unutuldu.
Fark makinesi, bir değerler serisini otomatik olarak hesaplayabilmeyi öngörüyordu. Sonlu farklar yönteminden yararlanarak, çarpma ve bölme işlemlerinden yararlanmaksızın hesaplama yapmak mümkündü.Fark makinesi, projenin ilk haliyle, 2.5 mt yüksekliğinde, 15 ton ağırlığında olacak ve 25,000 parçadan oluşacaktı. Projesine mali kaynak bulabilmesine rağmen tamamlayamamıştır. Daha sonra Fark makinesinin geliştirilmiş bir modelini tasarlamasına rağmen bunun yapımına hiç başlayamamıştır. 19. Yüzyılın olanak tanıdığı ölçüsel toleranslarla 1989-1991 yılları arasında tamamlanan bu makine, Londra Bilim Müzesi'nde çalıştırıldığı zaman ortalama bir elektronik hesap makinesinden çok daha öteye giderek 31 basamağa kadar doğru hesap yapabildiği görülmüştür.
Babbage geliştirdiği ikinci Fark makinesi ile birlikte çalışabilecek, değişken sütun ve satır özelliklerine sahip, çıktı formatı programlanabilmesi gibi şaşırtıcıdır.
Fark makinesinin tasarımından sonra Babbage, bundan çok daha karmaşık olan Analitik makine'nin tasarımına başlamıştır. Öldüğü 1871 yılına kadar bu makinenin üzerinde çalışmıştır. İki makine arasındaki önemli farklardan birisi, Analitik makinenin, o zamana kadar henüz duyulmamış bir şey olan delikli kartları (punch card) kullanabilmesidir. Kullanıcıların programları önceden yapabilmesinin bir ihtiyaç olduğunu ve programları makineye iletebilmek için de uygun ortamın delikli kartlar olduğu düşüncesine varmıştır. Babbage, makineyi birden fazla işlevi ardışık olarak yapabilecek şekilde tasarlanmaya çalışmıştır.
Aritmetik
Aritmetik; matematiğin sayılar arasındaki ilişkiler ile sayıların problem çözmede kullanımı ile ilgilenen dalı. Aritmetik kavramı ile genellikle sayılar teorisi, ölçme ve hesaplama (toplama, çıkarma, çarpma, bölme, üs alma, kök alma) kastedilir. Bununla birlikte bazı matematikçiler daha karmaşık çeşitli işlemleri de aritmetik başlığı altında değerlendirirler.
Aritmetik, matematiğin en eski ve en temel dalıdır. Basit günlük hesaplamalardan ileri bilimsel ve işletme hesaplarına kadar birçok işte hemen herkes tarafından kullanılır.
Türkçeye Fransızcadan geçen sözcük Yunanca "sayı" anlamına gelen "arithmos" (αριθμός) ve "sanat" anlamına gelen "tekhnê" kökünden gelir ve birebir anlamı "sayma sanatı"dır.
Gölbaşı, Ankara
Gölbaşı, Ankara'nın metropol ilçelerinden biridir.
Gölbaşı ve çevresinin özellikle Tunç Devrinde yerleşim alanı olmaya başladığı, Hititler, Frigler, Persler, Romalılar, Bizanslılar, Anadolu Selçuklu ve Osmanlılar döneminde de bu özelliğini devam ettirdiği Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğünce Gölbaşı çevresinin çeşitli bölgelerinde yapılan kazı çalışmaları, inceleme ve araştırmalar sonucu ortaya çıkmıştır.
Gölbaşı’nın ilçe olması ise çok eskilere dayanmaz.Gölbaşı daha önce Örencik Köyüne bağlı Gölhanı adı ile anılan bir mahalle iken 1923 yılında, buraya Oğulbey Köyündeki Bucak Müdürlüğü ile Jandarma Karakolunun taşınması ile Gölbaşı Nahiyesi adını aldı. 1936 yılında ise ilçe olan Çankaya’ya bağlandı. 1955 yılında E-5 Devlet Karayolunun bu bölgeden geçmesi ile Gölbaşı’nın nüfus artışı ve gelişmesi hızlandı. 1965 yılında da Gölbaşı Belediye teşkilatı kuruldu. 29.11.1983 gün ve 2963 sayılı Kanun ile de Gölbaşı ilçe oldu. 22.10.1990 tarih ve 90/1117 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile 2872 sayılı Cevre Kanununun 9 uncu maddesine dayanılarak “Gölbaşı İlçesi Özel Cevre Koruma Bölgesi” olarak ilan edildi. 1991 yılında da Gölbaşı Belediyesi Büyükşehir Belediyesi sınırları içine alındı.
Bugün Gölbaşı ilçesi Ankara Büyükşehir Belediyesi sınırları içerisinde, 122.288 nüfusu ve 1300 km²'lik yüzölçümüyle devamlı gelişen ve büyüyen bir ilçe konumundadır.
Gölbaşı, Ankara il merkezine 20 km. uzaklıkta, 970 metre rakımlı ve iç Anadolu platosu üzerinde bulunan bir ilçedir. Doğusunda Bala, Batısında Yenimahalle, Güneyinde Haymana ve Kuzeyinde Çankaya ilçeleri bulunmaktadır.
Gölbaşı ilçesi adından da anlaşılacağı üzere, Ankara ilinin göller bölgesidir. Bölgede Mogan ve Eymir gölleri bulunmaktadır. Mogan Gölü havzası genelde düzgün yer yer orta engebeli bir havzanın alt ucunda alüvyoner setlerin arkasında oluşmuş doğal baraj gölüdür.Yüzölçümü ortalama 6 km² dır.Gölün güneyinden itibaren 2 km'lik bir mesafede, sulak-bataklık alan nitelikli bir geçiş zonu ile yer altı ve yer üstünden kuzey doğusundaki 1.25 km²’lik alana sahip Eymir Gölüne ortalama 5 metrelik kot farkıyla boşalım sağlamaktadır. Böylelikle Eymir Gölünün su girdisinin tamamına yakını Mogan Gölü tarafından sağlanmaktadır. Geniş bir havzadan drene olan yer altı ve yer üstü suları Mogan-Eymir. göllerinden geçerek havzanın kuzeydoğu ucundan İmrahor Vadisine boşalır. Mogan gölünün su girdisi düzensiz rejimli yazları genelde kuruyan dereler vasıtasıyla olmaktadır.
Gölbaşı ve çevresi kışları soğuk ve yağışlı, yazları sıcak ve kurak geçen karasal iklime sahiptir. Yıllık yağış ortalaması 400 mm civarındadır. Yıllık sıcaklık ortalaması ise 11.7 C’dir.
Bölgenin yaygın bitki örtüsü otsu bitkiler olmakla birlikte değişik yüksekliklerde ve nem oranları farklı topoğrafik alanlarda farklı bitki toplulukları bulunmaktadır. Ormanlık alanlar daha çok Eymir gölüne bakan dik yamaçlı platolarda, Beynam ormanlarında ve yeni ağaçlandırma yapılan alanlarda yer almaktadır. (Beynam ormanları Balâ ilçesi sınırları içinde yer almaktadır.)
Gölbaşı Özel Çevre Koruma Bölgesinde 476’sı tür, 6’sı alttür, 6’sı varyete almak üzere toplam 488 bitki türü mevcuttur. Gölbaşını sembolize eden değerlerden biri olan Sevgi Çiçeği (Centuarea Tchihatcheffii) Türkiye'de yetişen 179 Centaurea türünden biri olup sadece Gölbaşı’nda Mogan Gölü, Hacı Hasan Mahallesi civarında yetişen bir endemiktir. Sevgi Çiçeğinin çiçeklenmesi Nisan ayının son haftasından başlayıp, Temmuz ayının ilk haftasına kadar devam eder.
Gölbaşı'nın 54 mahallesinin 11'i merkezde bulunmaktadır. Merkez mahallelerinde 108,600 kişi (% 83,3) yaşamaktadır. En uzak mahallesi ise 65,4 km uzaklıktaki Çeltek'dir. İlçede nüfusu en fazla olan, 24.803 kişi ile Eymir mahallesidir. Gölbaşı'nın'un nüfusu 2017 yılında % 5,4 artmıştır.
Gölbaşı ilçesinin mahallelerinin ilçeye uzaklığı, rakımı ve nüfusu
* Km, kaymakamlığa olan uzaklıktır.
Haydar Ergülen
Haydar Ergülen (d. 14 Ekim 1956 Eskişehir) Türk şair.
14 Ekim 1956'da Eskişehir’de doğdu. Babası otomobil tamircisiydi. İlk ile ortaokulu Eskişehir'de, liseyi Ankara'da okudu. Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Sosyoloji Bölümünü bitirdi. Anadolu Üniversitesinde araştırma görevlisi olarak çalıştı. İstanbul'da reklam yazarlığı yaptı. Anadolu Üniversitesi'nde yayımcılık, reklamcılık ve Türk Şiiri dersleri verdi. Halen Bahçeşehir ve Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakülesi'nde, 'Yaratıcı Yazarlık' ve 'Türk Şiiri ve Şairler' dersleri vermektedir.
1980 sonrası Türk şiirinin önemli isimlerindendir.
İlk şiiri 1972'de Eskişehir'de "Deneme" dergisinde "Umur Elkan", ilk yazısı da aynı yıl "Yeni Ortam" gazetesinde "Mehmet Can" adıyla yayımlandı. İstanbul'da "Üç Çiçek" (1983) ile "Şiir Atı" (1986) dergilerini yayıma hazırlayanlar arasında yer aldı. 1979'dan başlayarak "Somut", "Felsefe Dergisi", "Türk Dili", "Yusufçuk", "Yarın", "Yeni Biçem", "Gösteri", ile "Varlık" dergilerinde şiirler yayımladı. Bir süre, "Radikal" gazetesinde "Açık Mektup" köşesinde denemeler yazan Ergülen, Star gazetesi'nde yazmaya başladı.
"Karşılığını Bulamamış Sorular" adlı ilk şiir kitabı 1981 yılında yayımlandı.
Saint Martin
Saint Martin (), Karayip denizinin kuzey-doğusunda Puerto Riko'nun 240 km doğusunda yeralan tropik bir adadır.
Adanın yüzölçümü 87 km² olup kabaca ortasından Hollanda Krallığı ile Fransa arasında ikiye bölünmüştür. Hollanda Krallığı'na bağlı güney yarısı Sint Maarten, Fransa'ya bağlı olan kuzey yarısıysa da Saint Martin olarak adlandırılır. Hollanda bölgesi Hollanda Krallığı'nı oluşturan ülkelerden biridir.
Hollanda Krallığı'na bağlı olmasına karşın AB dışında kalan adanın güney bölümünde para birimi Hollan |
da Antilleri guldeni, Fransa aracılığıyla AB'ye bağlı olan kuzey bölümünde ise Euro'dur. Her ne kadar Hollanda bölümünde yasal dil Felemenkçe ve İngilizce, Fransız bölümünde ise Fransızca olsa da adadaki en geçerli dil İngilizcedir. Bunun kökeni adaya bir zamanlar getirilmiş olan İngilizce konuşan kölelere dayanmaktadır.
Roberto Calvi
Roberto Calvi 13 Nisan 1920 ile 17 Haziran 1982 arasında yaşamış, Vatikan'a yakınlığından dolayı basınca "Tanrı'nın Bankacısı" olarak adlandırılan bir İtalyan'dır.
Başkanı olduğu ve İtalya'nın en büyük özel bankalarından olan Banco Ambrosiano'nin 700 milyon ile 1.5 milyar dolar arasında verecekle batmasından sonra İtalya'dan kaçmak zorunda kaldı. Paranın çoğunluğunun Vatikan bankası, "Istituto per le Opere Religiose" (Dinsel İşler Kurumu - IOR) aracılığıyla hortumlandığı ortaya çıktı.
Daha sonra Haziran 1982'de Londra'da (masonlarca önemli olduğu söylenen) Blackfriars köprüsünün altında asılı olarak bulundu. Roberto Calvi, Licio Gelli'nin gizli mason locası P2 locasının yandaşlarından biriydi. İngiliz polisi çelişen kanıtlara karşın olayı önceleri bir kendini öldürme olayı olarak ele aldı. 1992'deki bir soruşturma ise, Calvi'nin öldürülmüş olduğuna karar verdi.
Birleşik Krallık'ta bunlar olurken, 1997 Yılında, Roma savcılığı bir Sicilya mafyasının bir üyesi ile bir işadamının Calvi'nin öldürülmesinde suçlu olduklarına karar verdi.
İngiliz polisi, 2003'ün Eylül ayında olayı adam öldürme soruşturması olarak yeniden açtı. Bunun sonucunda 18 Nisan 2005'te, Londra savcılığı mafya ile ilgisi olduğu söylenen dört kişiyi öldürme savıyla suçladı. Bu kişiler; Flavio Carboni, Giuseppe "Pippo" Calo, Ernesto Diotallevi ve Roberto Calvi'nin eski sevgilisi Manuela Kleinzig'dir.
5 Ekim 2005'te Calvi'nin öldürülmesine karışmakla suçlanan beş kişinin yargılanmasına Roma'da başlandı. Yukarıdakilere ek olarak Calvi'nin sürücüsü Silvano Vittor da suçlananlar arasındadır.
Roberto Calvi'nin kuşkulu ölümü, 2001 yılında "I banchieri di Dio - Il caso Calvi" adıyla filme çekildikten başka, "Baba" filimin üçüncü bölümünde de kullanıldı.
Athena
Athena, Yunan mitolojisinde zeka, sanat, strateji, ilham ve barış tanrıçasıdır. Roma mitolojisinde Minerva diye anılır. Babası Tanrıların başı Zeus, annesi ise Zeus'un ilk karısı olan hikmet tanrıçası Metis' tir. Sembolleri, kalkan, mızrak, zeytin dalı ve baykuştur. Mızrak savaşı, zeytin dalı barışı, gök gözlü baykuş da bilgeliği temsil eder. Athena, Atina kentinin baş tanrıçası ve koruyucusudur, kent ismini de ondan almıştır. Athena ve sembolize ettiği karakterler birçok kültürde benzer formlarda bulunur. Athena ayrıca Troya savaşında Akhaların yardımına koşup tahta atın yapılmasına yardım etmiştir. Athena özel bir kalkan taşır. Bu kalkan Aegis olarak isimlendirilmiştir. Kalkanın üzerinde, değişik süslemelerle birlikte Medusa'nın başının resmi bulunur. Bu kalkanın önünde en güçlü ordular bile bozguna uğrar. Zeus'un en sevdiği kızı olduğu için Zeus'un yıldırımlarını da bir tek o kullanabilir. Gigantlar arasındaki karşıtı Enceladus'dur.
Temel özellikleri kentle ilgili olan Athena birçok bakımdan Kır Tanrıçascdı Artemis'in karşıtıdır. Athena'nın Yuna uygarlığı öncesinden gelen bir tanrıça olduğu ve daha sonra Yunanlarca benimsendiği sanılır. Ama Yunan ekonomisi, Minos uygarlığından farklı olarak önemli ölçüde askerî temele dayandığı için, Athena başlangıçtaki evcil işlevlerini korumakla birlikte giderek bir Savaş Tanrıçası'na dönüşmüştür. Savaşın, kaba güç yönünü simgeleyen Ares yerine strateji ve zeka yönünü temsil eden Athena, bu açıdan Ares'ten ayrılır. Ayrıca bir el sanatlarını da temsil eden bir tanrıça olarak trompet, flüt, çömlek, tırmık, saban, gemi ve savaşta kullanılan at arabası onun icatlarındandır.
Tanrıça Athena; Herkül, Perseus, Odysseus gibi birçok kahramana da yardım etmiştir.
Savaş strateji ve bilgelik tanrıçası olması nedeniyle babası Zeus'un savaş zırhlarını emanet ettiği tek tanrıçadır.Ayrıca destanlarda da Zeus'un sevdiği çocuğu olarak geçer.
Tanrıça Metis hamile kalınca, Zeus doğacak çocuk erkek kendisini devirir diye, tanrıçayı hamile iken yutar. Zeus'un kafasında bir yumru şeklinde büyüyen Athena oradan kalkanlı ve zırhlı bir şekilde çıkar. Zeka tanrıçası olan Athena, bu özelliğini annesi bilgelik, hikmet tanrıçası Metis'den almıştır.
Doğum sahnesi ise şöyle anlatılır:
Baş tanrı Zeus Metis'i yutmuş, yani kendi içine atmış ve onu kendisinin bir parçası yapmıştı. Zeki Zeus, Metis'i uzun süre kafasının içinde taşıdı. Ondan kurtulma zamanı gelip çatınca demir ve ateş tanrısı Hephaistos'u çağırdı. "Hephaistos" dedi. "Başım çatlayacakmış gibi ağrıyor, artık dayanamıyorum. Alnıma hızla keskin baltanı vur. Korkma sen emrimi yerine getir, ben başıma ne geleceğinin biliyorum. ".
Hephaistos baş tanrıya karşı gelmeye cesaret edemedi ve baltasını Zeus'un alnına indirdi. o anda yarılan yerden zafer çığlıkları atan güzel bir kız çıktı ve dans etmeye başladı. Tepeden tırnağa kadar silahlı idi. Başında altın bir miğfer kıvılcımlar saçıyordu. Parlak bir zırh bütün vücudunu kaplamıştı. Elinde ise yepyeni bir mızrağı sallıyordu. Bu hali gören bütün ölmezler hayret ettiler, şaşırdılar. Güneş bile onu görüce ne yapacağını unuttu, atlarının dizginlerini çekti, arabasını göğün boşluğunda bekletti. Büyük Olimpos Dağı bu yeni Tanrıça'nın doğuşu ile sarsıldı. Toprak'tan müthiş bir gürültü çıktı. Denizler kabarmaya dalgalar coşmaya başladı.
""Ve Zeus çıkardı bir gün kendi kafasından"
"Çakır gözlü yaman Athena'yı,"
"O dünyayı birbirine katan tanrıçayı,"
"O hiç yorulmadan orduları yöneten,"
"O cenk ve savaş bağrışmalarından hoşlanan,"
"Yüceler yücesi sayılan tanrıçayı.""
Tanrıça bakire kalıp hiç çocuğu olmasa da, çocuğu yerine koyduğu Erikhthonios ile ilgili hikâye şöyledir: Tanrı Hephaistos, bir gün Athena'ya karşı olan hislerine yenik düşer ve tanrıça Athena'yı kovalamaya başlar. Koşarken boşalan Hephaistos'un menileri tanrıçanın bacağına gelir. Tanrıça bunları silip toprağa atar ve bu ilişkiden yılan bacaklı Erikhthonios doğar. Athena'da onun yetiştirilmesine yardım eder.
Atina şehri yeni kurulmaktadır ve şehrin tanrısı kim olacağı söz konusu olur. Bütün Olimpos tanrıları bir araya gelirler. Çeşitli yarışmalar sonucunda iki tanrı kalır. Bu iki tanrı Poseidon ile Athenadır. Jüri tanrılar bu şehre en büyük hediyeyi verecek olanı şehrin tanrısı seçeceklerini belirtirler. İlk olarak kendinden emin Poseidon öne çıkar. Üç başlı mızrağını yere vurur ve yer yarılarak bir at ortaya çıkar(bazı kaynaklara göre ise kayaya vurur ve su pınarı fışkırır). Poseidon atı herkese göstererek "Bu evcil bir attır, insanı yorulmadan istediği her yere götürür, onun yüklerini taşır." der. Bütün tanrılar büyülenmiştir bu hayvan karşısında. Athena ise küçük bir gülücük atar ve ünlü mızrağını yere saplar. Mızrağın saplandığı yerden bir filiz çıkar ve büyür büyür çok güzel bir zeytin ağacı olur. "Bu da zeytin ağacıdır. Meyvesi olan zeytinin saymakla bitmeyen özellikleri vardır. Zeytini insanlar yiyebilirler, yemeklerine katabilirler. Yağını yapıp, yakarlar, geceleri aydınlatırlar. Yemeklere dökerler, çok güzel lezzetler elde ederler. Aynı zamanda bozulmaz, ve bozulmasını istemedikleri yiyecekleri saklarlar. Ve böyle faydaları daha da sayılabilir." der zeki tanrıça. Bütün tanrılar bakakalmıştır bu ağaca. Hepsi tebrik eder Athena'yı, artık şehir ona aittir. Şehrin ismine de Atina denecektir bundan sonra.İlk başta köylerden oluşan Atina zamanla önemli bir hal alır. Poseidon ise, belki de bir tanrıçaya yenilmekten, tüm siniriyle üç başlı mızrağını dağa fırlatır. Dağa saplanır mızrak, hala mızrağın izinin orda olduğu söylenir. Ayrıca Athena'nın o meşhur ağacının da Atina'daki akropoliste portikonun yanında duran zeytin ağacı olduğuna inanılır.
Athena'nın hiç yoldaşı, sevdiği olmamıştır. İşte bu yüzden Athena Parthenos yani "Bakire Athena" olarak da anılır. Atina'daki ünlü Parthenon Tapınağı da ismini buradan alır. Bu Athena'nın sadece bakireliği ile ilgili bir gözlem değildir, fakat O'nun cinsel mütevaziliğin ve tanrısal gizemin daimi koruyucusu olduğu rolünün bir doğrulamasıdır. Üstlendiği bu rol Athena hakkında birçok hikâyenin de doğmasına yol açmıştır. Marinus'un anlattığına göre Hristiyanlar Parthenon'dan Athena'nın heykelini kaldırır. Ardından Proclus'a ki kendisi fanatik derecede Athena'ya düşkündür; rüyasında bir Atinalı kadının O'nunla yaşamak istediğini söylediğini bize anlatmıştır.
Yalnızca bir kere bir tanrıyla birlikte olduğu ve bu birleşmeden yarı tanrı iki (ikiz) kızının olduğu söylenmektedir. Ancak ne kızlarının ne de daha sonradan evlendiği tanrının kim olduğu bilinmemektedir.
VoIP
VoIP (Voice Over Internet Protocol), IP üzerinden ses verisi gönderilmesidir. Bu, ücretsiz uluslararası telefon görüşmesi yapmanın bir yoludur. Diğer bir ifadeyle,voip bilgisayarınız üzerinden telefon görüşmesi yapmaktır. Kullanışlı ve ucuzdur. Bazı servisler, sizin sadece aynı servisi kullanan kişiler ile görüşmenize izin verir, fakat bazıları ise uluslararası dahil herhangi bir telefon numarası olan herkesi aramanızı destekler. VoIP, sesinizi internet üzerinde yolculuk yapan dijital sinyallere çevirir. Eğer geniş bant servisini kullanarak, normal bir telefon numarasını arıyorsanız, sinyal varış noktasına ulaşmadan önce normal telefon sinyaline dönüştürülür. Bunların hepsi normal ya da analog telefon hatları yerine geniş bantlı internet bağlantısı aracılığıyla gerçekleşiyor. Bunu mümkün kılmak için gerekli olan donanım ise geniş bantlı yüksek hızlı bir internet bağlantısıdır. Bir bilgisayar, adaptör ya da bu amaç için üretilmiş diğer bir telefon da gereklidir. Bazı VoIP servisleri, VoIP adaptörüne bağlı normal telefonlarınızı kullanmanızı desteklerken, bazıları sadece bilgisayarınız ya da özel VoIP telefonunda çalışır. Eğer bilgisayarınız üzerinden telefon görüşmesi yapacaksanız, bazı yazılımlara ve de pahalı olmayan bir mikrofona ihtiyacınız var. Bazı özel VoIP telefonlar direkt olarak geniş bantlı bağlantınıza bağlanır ve daha çok normal bir telefonmuş gibi çalışır. Eğe |
r adaptörü olan bir telefon kullanıyorsanız, o zaman bunu her zaman kullandığınız bir telefonmuş gibi kullanacaksınız. Bilgisayarınız ile ücretsiz uluslararası VoIP telefon görüşmesi yapmak için internet sağlayıcınızın bu aramaları yapmanızı desteklediğinden emin olun. Sizin abone olduğunuz servisin neleri desteklediği önemlidir. VoIP’nin sizin için uygun olup olmadığına karar vermeden önce bunu kontrol edin. VoIP’nin diğer bir avantajı ise sizin hem geniş bantlı bağlantıya hem de normal telefon hattı ücretine para vermenizi engelleyerek tasarruf ettirmesidir. Diğer bir olay ise, bilgisayarınızı ve VoIP telefon servisini aynı zamanda kullanabiliyor olmanızdır. Fakat VoIP, elektrik kesintisi esnasında çalışmayacaktır. VoIP’nin çalışması için bilgisayarınızın açık olmasına gerek yoktur ancak internet bağlantısı aktif olmalıdır.
IP üzerinden ses ("Voice over IP"; VoIP), IP üzerinden ses iletimi için kullanılan bir protokoldür.
SIP dışında popüler olarak bilinen H323, MGCP ve SS7 gibi VoIP servisi sunan firmalarının altyapılarında kullanılan teknolojiler kullanılmaktadır.
VoIP sistemi mantık olarak sesin sıkıştırılarak gönderilmesi ve alıcıya ulaştırılması olarak tanımlanabilir. Sesin sıkıştırılmasında kullanılan g729, g723, g726, g711 gibi algoritmalar kullanılmaktadır. En çok sıkıştırma sağlayan g723 olmasına rağmen en çok g729 codeci kullanılır. Nedeni ses kalitesinden çok fazla ödün vermek istenmeyişidir.
Ip ağ üzerindeki haberleşmenin devre anahtarlı genel telefon ağı üzerindekine göre daha az güvenilir olduğu kabul edilir.Çünkü veri paketlerinin kaybolmamasını güvene alacak bir ağ tabanlı mekanizma sağlamamaktadır ve dağıtılan paketler seri olarak sıralıdırlar.IP üzerinden haberleşme ağı temel hizmet kalitesi olmaksızın (Quality of service) en iyi ağdır.Bu yüzden Voip gerçekleştirimleri gecikme ve ağın yenilenmesi(jitter:telekomünikasyon ve elektroinikteki periyodik olduğu varsayılan sinyalin periyodunun bozulması durumudur yani ağın yenilenmesi olarak düşünürüz. ) problemlerini en aza indirme veya tamamen yok etme ile yüzleşir.
Varsayılan olarak , ağ yönlendiricileri ilk gelene-ilk hizmet üzerindeki trafiği yönetirler.Yüksek trafik hattı üzerindeki ağ yönlendiricileri(routers) Voip için izin verilebilir eşik seviyesini aşan bir gecikmeye maruz kalabilirler.Paketlerin gittiği fiziksel mesafe tarafından sebep olunan sabit gecikmeler konrol edilemezler.bununla birlikte DiffServ gibi bir metotla gecikmeye duyarlı ses paketlerini işaretleyerek gecikmeyi en aza indirir.
Diffserv veya Differentiated services(fark hizmetleri) modern ip ağı üzerinde ağ trafik yönetimi ve hizmet kalitesi sağlamak için basit ölçeklenebilir kaba-taneli mekanizma belirleyen bilgisayar ağı mimarisidir.
Voip son noktaları genellikle yeni bir veri gönderilmeden önce ,önceki paketlerin iletiminin tamamlanması için beklemek zorundadır.Ara iletim içindeki daha az öneme sahip bir paketin düşürülmesi mümkün olmasına rağmen , özellikle yüksek hızlı bağlantılar üzerinde maximum boyutlu paketler için bile iletim süresi kısadır.Daha yavaş bağlantılarda paketi düşürmeye ek olarak arama ve dijtal abone hattı (digital subscriber line ) gibi bağlantılarda maximum iletin birimimi (MTU)azaltarak iletim zamanının artmasını azaltabilir.Fakat her paket protokol başlığını taşımalıdır bu sayede bu pakete ilişkili artırımların her bağlantı geçişinde bağlantı darboğazına sebebiyet vermeden üstesinden gelinebilir.
DSL modemleri yerel bağlantı için Ethernet (veya USB üzerinden Ethernet) bağlantıları sağlayabilir fakat onlar gerçekte Asenkron iletim modu (ATM) modemleridir. Onlar ATM uyum katmanı 5’i (AAL5) her bir Ethernet paketini iletim için 53 byte boyutunda ATM hücrelerine parçalamak ve son uç noktadan Ethernet çerçeveleri (frame) içinde almak için kullanırlar.
sanal devre tanımlayıcı(VCI) her ATM hücresi üzerindeki 5 byte başlığın bir parçasıdır , böylece ileticiaktif sanal devreleri herhangi bir sırada gelişigüzel olarak dağıtabilir.
Aynı VC’den (sanal devre(virtual circuit)) olan hücreler her zaman sıralı olarak gönderilir.
Oftalmoskop
Oftalmoskop, göz doktorlarının gözün içini incelemek için kullandıkları alettir.
Béla Bartók
Béla Viktor János Bartók (d. 25 Mart 1881; Nagyszentmiklós, Avusturya-Macaristan - ö. 26 Eylül 1945; New York, ABD) Macar besteci, piyanist ve Doğu Avrupa halk müziği derleyicisi.
Bartok budun müzik biliminin kurucularından biri olarak bilinir.
Budapeşte Krallık Müzik Akademisi'nde Istvan Thoman'dan piyano ve Janos Kössler'den kompozisyon dersleri aldı. Bu okulda tanıştığı Zoltán Kodály ile birlikte bölgenin halk müziklerini derledi. Bu, ilerideki müzik görüşünü derinden etkilemiştir. Daha önceleri Bartok'un Macar halk müziği anlayışı Franz Liszt'in yapıtlarındaki çingene ezgileriyle sınırlıydı. Bartok'un, 1848 Macar devriminin kahramanı Lajos Kossuth onuruna 1903'de bestelediği büyük orkestra çalışması "Kossuth", benzeri Çingene ezgilerini kullanmıştır.
Bartok, Liszt'in çingene müziği yerine gerçek Macar müziği olarak saydığı Macar köylü halk müziği ile tanışmasından sonra, halk müziği ezgilerini kendi yapıtlarında kullandığı gibi, benzer yepyeni ezgiler yaratmıştır.
Bartok müziği üzerindeki en büyük etki, 1902'de Budapeşte "Also sprach Zarathustra""nın ilk dinletisinde tanıştığı Richard Strauss'un müziğidir. Bu yeni biçim (senfonik şiir) sonraki birkaç yılda ortaya çıkmıştır.
Bartok piyanist olarak kariyerini ilerletirken, 1907'de Krallık Akademisi'nde piyano profesörü olarak ders vermeye başladı. Bu onun Avrupa'da piyanist olarak dolaşmak yerine Macaristan'da kalmasını ve özellikle de Transilvanya bölgesinden daha çok halk şarkıları derlemesini sağlamıştır. Bu arada, bu etkinlikler ve Kodaly'nin Paris'den getirdiği Claude Debussy müziği Bartok'un müziğini etkilemeye başlamıştır. Büyük orkestra çalışmaları daha Johannes Brahms ya da Richard Strauss biçemini korusalar da, halk müziğine artan ilgisini gösteren kısa piyano parçaları yazmıştır. Bu ilginin belki de en açık belirtilerini gösteren ilk parça, içinde halk müziği benzeri ezgiler barındıran, 1908'de yazdığı ""1 Numaralı Yaylı Çalgılar Dörtlüsü""dür.
1911'de Bartok, 1909'da evlendiği karısı Márta Ziegler'e adadığı, tek operası olan "Mavisakal'ın Kalesi"ni yazdı. Bartok'un Macar Güzel Sanatlar Kurulu yarışmasına sunduğu bu opera, "oynanabilirliği olmadığı" gerekçesiyle geri çevrildi. Bartok, bakanlar kurulunca siyasal görüşleri yüzünden söz yazarı Béla Balázs'nın adının programdan çıkarılması yönündeki baskılara direnince, opera 1918'e dek oynanmadı.
Macar Güzel Sanatlar Kurulu Ödülü düşkırıklığından sonra, Bartok iki, üç yıl çok az beste yaptı ve daha çok Orta Avrupa, Balkanlar (bu arada Türk) halk müziğini derlemeye yoğunlaştı. Ancak I. Dünya Savaşının çıkmasıyla gezilerine ara vererek bestelemeye geri döndü ve 1914-1916 arasında "Tahta Prens" balesini, 1915-1917 arasında da "İki Numaralı Yaylı Çalgılar Dörtlüsü""nü yazdı. Uluslararası ününü "Tahta Prens" ile kazanmıştır.
Bartok daha sonra İgor Stravinski, Arnold Schönberg ve Richard Strauss'dan etkilendiği "Olağanüstü Mandarin" adlı balesi üzerinde çalıştı. Fahişelik, soygun, öldürme konularını işleyen "Olağanüstü Mandarin" içeriği yüzünden 1926'ya dek gösterime girmedi.
Olağanüstü Mandarin Balesi'ni , yapısal ve armoni olarak en karmaşık parçaları arasında olan iki keman sonatı izledi. 1927 ile 1928 arasında bütün zamanların en güzel yaylı çalgılar dörtlüleri arasında sayılan "Üç Numaralı Yaylı Çalgılar Dörtlüsü"nü yazdıktan sonra armoni dili yalınlaşmaya başlamıştır.
1934'de yazdığı "Beş Numaralı Yaylı Çalgılar Dörtlüsü" bu yönden biraz geleneksel biçim izler. Bartok son ve altıncı yaylı çalgılar dörtlüsünü 1936'da yazmıştır.
Bartok 1923'de eşinden ayrılarak Ditta Pásztory adındaki piyano ögrencisi ile evlenmişti. Bu evlilikten doğan oğlu Peter'in müzik dersleri için bestelediği 6 ciltlik piyano parçaları derlemesi "Mikrokosmos" bugün piyano öğrencileri arasında yaygın olarak çalınır. Bu onun Avrupa'da yazdığı son yapıtıdır.
Bartok, 1936 yılındaki Türkiye gezisinde Adnan Saygun, Ulvi Cemal Erkin ve Necil Kazım Akses ile birlikte Anadolu' yu dolaşmış ve özellikle Osmaniye yöresindeki türküleri birlikte notalamışlardır. Ankara Devlet Konservatuarı' nda Türk Halk Müziği arşivi oluşturulması için çalışmalar yapan sanatçının Türkiye'deki araştırmaları, 1976 yılında Macar Bilimler Akademisi tarafından yayımlandı.
II. Dünya Savaşı'nın çıkmasından sonra Bartok'un Avrupa'dan ayrılmak isteği giderek artmıştır.
Bartok kesinlikle Nazilere karşı birisi olarak, onların Almanya'da yönetimi ele geçirmelerinden sonra oradaki dinletilerden uzak durmuş ve Alman yayıncısından ayrılmıştır. Bu arada, "Mavisakal'in Kalesi" operasında ve "Olağanüstü Mandarin" balesinde gözlemlenen özgür düşünce yapısı, Macar sağcıları ile başının derde girmesine yolaçmıştır.
Bartok, eşiyle ABD'ye göçettikten sonra hiçbir zaman kendini orada rahat duyumsamamış ve yeni şeyler yazmakta zorlanmıştır. ABD'de tanınmıyor olması ve müziğine ilgi olmamasının da bunda etkisi olmuştur. Eşiyle dinletiler vermişler, bir ara Yugoslav halk şarkılarının derlenmesi üzerine burs almışlar ama, ekonomik durumları hiç iyileşmediği gibi Bartok'un sağlığı da bozulmaya başlamıştır.
Bela Bartok, New York'da kemik kanserinden 1945'de ölmüştür. Ölümüyle yarım kalan viyola koçertosu daha sonra öğrencisi Tibor Serly'ce tamamlanmıştır.
Macaristan'da komünizmin sona ermesinden sonra naaşı New York'dan, Budapeşte'ye gönderilmiş ve devlet töreni ile Farkasreti Mezarlığı'na gömülmüştür.
Bela Bartok beste eserleri için en son, en kapsamli ve en uygun kataloglama "Andras Szőllősy" (Sz+no.) yapilmistir. Bartok 1920den itibaren eserleri icin "Opus" adini kullanmayi birakmistir.
Melih Kibar
Melih Kibar (d. 6 Eylül 1951, İstanbul - ö. 7 Nisan 2005, İstanbul), bestekâr. Söz yazarı Çiğdem Talu ile Erol Evgin için yazdığı şarkılarla bilinir. Ayrıca başta Hababam Sınıfı olmak üzere birçok filmin müziğini yaptı. ‘Hep Böyle Kal’ ve ‘Söyle Canım’ 45’lik plak çalı |
şmaları Altın Plak kazanan Kibar, 1984 yılında da Sopot’ta ‘En Başarılı Orkestra Şefi’ ödülünü aldı.
İstanbul'da doğan Melih Kibar, 8 yaşında İstanbul Belediyesi Konservatuvarı yarı zamanlı piyano bölümüne başladı. Liseyi Alman Lisesi'nde okudu. 1970 yılında okul orkestrası ile Milliyet Liseler Arası Müzik Yarışması'na katıldı. Org çaldığı bu orkestra ile en iyi beste ödülünü kazandılar. Bu grup daha sonra Dönüşüm adını alarak profesyonel müzik yaşantılarına başlarken, Kibar ise Timur Selçuk ile çalışmaya başladı, bir yandan da Robert Kolej Kimya Mühendisliği bölümünü bitirdi.
1974'te Timur Selçuk Orkestrası'nın kendi adını taşıyan albümünde org çaldı. Bu albümde ayrıca ilk bestelerini de piyasaya çıkarmış oldu. Bu bestelerden "Panayır Günü" birçok Yeşilçam filminde kullanılarak hafızalara kazındı.
TRT 1975'te Eurovision Şarkı Yarışması'na ilk kez katılan Türkiye'nin elemelerinde kullanılmak için bir sinyal müziği bestelenmesine karar verdi. Bu amaçla Melih Kibar, "Çoban Yıldızı"nı besteledi. Düzenlemeyi Timur Selçuk yaptı ve İstanbul Gelişim Orkestrası'yla parçayı seslendirdi. Çoban Yıldızı o kadar sevilip benimsendi ki, yarışma dışı olduğu bilindiği halde 1975 Türkiye elemelerinde halktan en çok oy alan şarkılar arasına girdi. "Çoban Yıldızı" Türkiye'de Eurovision Şarkı Yarışmaları'nın vazgeçilmez bir parçası oldu.
"Çoban Yıldızı", Melih Kibar'a büyük bir başarı getirirken 45'liğin arka yüzü "Ferahnak" ise söz yazarı Çiğdem Talu'yu çok etkiledi ve Timur Selçuk aracılığıyla ikili 25 Mayıs 1975'te tanıştı. İkili ilk olarak "İşte Öyle Bir Şey" şarkısını besteledi. Şarkı, Erol Evgin tarafından 1976'da 45'lik olarak piyasaya sürüldü. Plağın arka yüzünde yine bir Kibar-Talu eseri "Sevda Olmasa" bulunuyordu. Plak, büyük sükse yaptı. Kibar'ın Çiğdem Talu'yla yaşadığı aşk, Türk pop müziğine sözlerini Talu'nun yazdığı ve Kibar'ın bestelediği nice şarkı kazandırdı. Bunlar arasında "Bir de Bana Sor", "İçimdeki Fırtına", "Söyle Canım", "Hep Böyle Kal", "Bunlar da Geçer" gibi eserler vardır. Evgin'in yanı sıra Kibar ve Talu, Füsun Önal, Nil Burak, Zerrin Özer gibi isimlere de besteler verdiler. İkili 28 Mayıs 1983'te Çiğdem Talu'nun hayatını kaybetmesine kadar beraber çalıştı.
1983'te İlhan İrem ile çalışmaya başlayan Kibar, Pencere albümünün müzikal direktörlüğünü yaptı. 1986'da İlhan İrem'in sözlerini yazdığı Kibar bestesi "Halley", Klips ve Onlar tarafından yorumlandı. Bu şarkı Eurovision Türkiye birincisi ve Norveç’teki finalde de Avrupa dokuzuncusu oldu. Türkiye'nin Eurovision'da o döneme dek elde ettiği en büyük başarı da bu performanstı. 1993'te bu sefer Arzu Ece'nin söylediği, sözleri Çiğdem Talu'nun kızı Zeynep Talu'ya ait Kibar bestesi "Sev" Türkiye'yi Eurovision'da temsil etti ama Halley kadar başarılı olamadı.
Sanatçı, 2001 yılında Yadigar albümünü yayınladı. Albümün ilk yarısında Candan Erçetin, Yaşar, Demet Sağıroğlu gibi isimler ünlü Kibar bestelerini seslendirirken, ikinci yarısında Melih Kibar ve orkestrasının enstrümantal eserleri yer almaktaydı.
Melih Kibar, sanatçılık hayatında bir çok film ve oyun müziğine de imza attı. Bunların en önemlisi 1975'te yayınlanan Hababam Sınıfı filmine yaptığı müzik oldu. Bu şarkı ile Altın Portakal Film Müziği ödülünü aldı. 1980 yılında yayınlanan Hisseli Harikalar Kumpanyası müzikalinin de bestelerini yaptı. Kibar, 2000 yılında da Sersem Kocanın Kurnaz Karısı adlı oyunun müzikleri ile Afife Tiyatro Ödüllerinde "En İyi Besteci" ödülüne layık görüldü.
Uzun bir süre kanser tedavisi gören Kibar, bu hastalık nedeniyle, 7 Nisan 2005 tarihinde İstanbul'da hayata gözlerini yumdu. Eşi Ethel'den Merve adlı bir kızı var.
Ahmet Adnan Saygun
Ahmed Adnan Saygun (7 Eylül 1907 – 6 Ocak 1991), Türk Beşleri arasında yer alan Klasik batı müziğinde yapıtlar vermiş bir Türk bağdarı, müzik eğitimcisi ve budun müzik bilimcisidir (etnomüzikolog).
Türk müzik tarihinde Türk Beşleri olarak anılan bestecilerden birisi olan Saygun, ilk Türk operasının bestecisidir ve "Devlet sanatçısı" unvanını alan ilk sanatçıdır. Cumhuriyet Dönemi Türk müziğinin en çok seslendirilen eserlerinden ""Yunus Emre Oratoryosu"" en önemli yapıtıdır.
Önemli din bilginleri yetiştirmiş İzmirli köklü bir aileden gelen Saygun'un babası sonradan İzmir Milli Kütüphanesi'nin kurucuları arasında yer alacak olan öğretmen Mahmut Celalettin Bey, annesi Konya'nın Doğanbey mahallesinden gelip İzmir'e yerleşmiş bir ailenin kızı olan Zeynep Seniha Hanım'dır.
İzmir'de ""Hadikai Sübyan Mektebi"" adlı mahalle mektebinde başladığı ilköğrenimini ""İttihat ve Terakki Numune Sultanis"i" adlı çağdaş okulda devam etti. Sanat eğitimine ağırlık veren bu okulda 13 yaşında iken İsmail Zühtü (nazariyat) Rosati (piyano) ve Tevfik Bey (piyano) yanında müzik çalışmalarına başladı. 1922 yılında Macar Tevfik Bey'in öğrencisi oldu. 1925 yılında Fransız La Grande Encyclopedie'den müzikle ilgili makaleleri çevirerek birkaç ciltlik büyük bir "Musiki Lugati" meydana getirdi.
Hayatını kazanmak için su şirketi, postane gibi çeşitli yerlerde çalışan, İzmir Beyler Sokak'ta bir kırtasiye dükkanı açıp nota satmayı deneyen Ahmet Adnan Bey, bu denemelerde başarısız oldu ve ilkokullarda müzik öğretmenliğine yöneldi. İlkokullarda öğretmenlik yaptığı dönemde Ziya Gökalp'in, Mehmet Emin'in, Bıçakçızade Hakkı Bey'in şiirleri üzerine okul şarkıları yazdı. 1925 yılında devletin yetenekli gençleri müzik eğitimi için Avrupa'daki önemli konservatuvarlara göndermek üzere açtığı sınava girmek isteyen genç müzisyen, annesinin ani ölümü üzerine bu fırsatı kaçırdı. Orta dereceli okullarda müzik öğretmenliği yapmak için açılan sınavı kazanarak 1926 yılından itibaren bir süre İzmir Erkek Lisesi 'nde müzik öğretmenliği yaptı.
1927-1928 yıllarında ""Re Majör Senfoni"" yi besteleyen sanatçı; 1928 yılında Hükümetin müziğe yetenekli gençler için açtığı sınavı tekrarlaması üzerine bu sefer fırsatı yakaladı ve devlet bursuyla Paris'e gönderildi. Vincent d'Indy (kompozisyon), Eugène Borrel (Füg), Madame Borrel (armoni), Paul le Flem (Kontrpuan), Amédée Gastoué (Gregoryen ezgileri), Edouard Souberbielle (org) ile çalıştı. Paris'teyken Op. (Opus) 1 sıra numaralı " Divertissement" adlı orkestra eserini yazdı. Saygun’un bu bestesi 1931 yılında jüri başkanının Henri Defossé (Cemal Reşit Rey'in orkestra şefliği hocasıdır) olduğu Paris’teki bir beste yarışmasında ödül kazandı, Gabriel Pierné yönetimindeki Colonne Orkestrası tarafından önce Paris, Varşova daha sonra da Rusya ve Belçika'da seslendirildi. Eser böylece, Cemal Reşit Rey'in Paris'te seslendirilmiş bulunan üç eserinden sonra - Anadolu Türküleri" (1927), "Bebek Efsanesi" (1928) ve "Türk Manzaraları" (1929) - yurtdışında icra edilen "dördüncü Türk orkestra eseri" olmuştur.
Saygun, 1931'de Türkiye'ye dönüp bir süre Musiki Muallim Mektebi'nde müzik öğretmenliğine başladı, müzik imlası ve kontrpuan dersleri verdi. 1932 yılında piyanist Mediha (Boler) Hanım ile evlendi; bu evlilik bir süre sonra bozuldu.
Ahmet Adnan Bey ve ailesi 1934'te Soyadı Kanunu üzerine matematik öğretmeni babasının isteği ile ""Saygın"" soyadını aldı; ancak başkası tarafından alındığı gerekçesiyle bir süre sonra soyadları ""Saygun"" olarak değiştirildi.
Adnan Saygun, 1934 yılında devlet başkanı Atatürk'ün talebiyle, Türkiye'yi ziyaret edecek olan İran Şahı Rıza Pehlevi şerefine ilk Türk operası olan Op. 9 "Özsoy Operası" nı bir ay gibi çok kısa bir sürede yazdı. Liberettosunu Münir Hayri Egeli'nin yazdığı opera, Türk milletinin doğuşunu, İran ve Türk milletlerinin kökü uzak tarihe dayanan kardeşliğini ifade etmekteydi. Eserin prömiyeri 19 Haziran 1934 gecesi Atatürk ve Rıza Pehlevi huzurunda gerçekleştirildi.
Sanatçı, Özsoy'un sahnelenmesinden sonra Yalova'daki yazlık evinde kendisini kabul eden Atatürk'e Türk musikisi hakkında bir rapor sundu. Güneş-Dil ve Türk Tarihi teorilerinden etkilenerek hazırlanmış bu rapor 1936'da ""Türk Musikisinde Pentatonizm"" başlığı ile yayımlandı.
Yalova'dan dönüşte vekaleten Riyaset-i Cumhur Orkestrası Şefliğine getirilen sanatçı; bu görevini bozulan sağlığı ve İstanbul'a gidişi nedeniyle ancak birkaç ay sürdürebildi. Orkestra ile ilk konserini 23 Kasım 1934'te verdi.
1934 yılı Kasım ayı sonunda Saygun'a Atatürk'ten yeni bir opera sipariş geldi. 27 Aralık gecesi temsil edilmek üzere "Taş Bebek operası" nı bestelemeyi başaran sanatçı, bu operada yeni Cumhuriyet insanının doğuşunu anlattı. Eser, 27 Aralık 1934 gecesi Ankara Halkevi'nde sahnelendi; orkestrayı çok hasta olmasına rağmen bizzat Saygun yönetti.
Temsilin ardından İstanbul'a giden ve beş ay ara ile iki kulak ameliyatı geçiren Saygun'un, görevini ihmal ettiği gerekçesiyle Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'ndaki ve ardından Musiki Muallim Mektebi'ndeki işine son verildi; Ankara Devlet Konservatuvarı'nın kuruluş çalışmalarından da uzaklaştırıldı. Saygun, Devlet konservatuvarlarında etnomüzikoloji bölümleri açılması yönünde çalışmalar yapmış, ancak bunlar Atatürk'ün desteğine rağmen
ilgili kurumlarca hayata geçirilememiştir.
Saygun, 1936'da İstanbul Belediye Konservatuvarı'nda öğretmenliğe geri döndü, 1939'a kadar bu görevde kaldı. Sanatçı, ""Yunus Emre Oratoryosu"" adlı ünlü yapıtının seslendirilişine kadar sürecek olan bir gözden düşme dönemine girmişti.
Saygun İstanbul'da iken Ankara'da devam eden yeni bir konservatuvar kurma çalışması, Saygun'un savunduğu ""kültürel ulusallık"" fikrini değil, ""evrensel müzik"" anlayışını destekleyenler tarafından sürdürüldü. Konservatuvar, bu iş için danışman olarak getirilen konservatuvar Paul Hindemith'in evrenselci müzik görüşleri doğrultusunda 1936 yılından kuruldu. Adnan Saygun ise 1936 yılında Halkevleri'nin daveti üzerine Türkiye'ye gelen Macar besteci ve etnomüzikolog Bela Bartok'a Anadolu gezisinde eşlik etti. Birlikte özellikle Osmaniye dolaylarından derledikleri türküleri notalaştırdılar. Çalışmaları, ""Bela Bartok’un Türkiye’deki Halk Müziği Araştırmaları"” başlıklı bir kitap haline getirilerek 1976 yılında Macar ilimler Akademisi tarafından İngilizce bastırılmıştır.
Saygun, 1939 yılında Halkevleri'nin ö |
nerdiği müfettişlik görevini kabul etti ve bu vesile ile Türkiye'yi dolaştı. 1940 yılında bir konser için Ankara'ya gelen ancak ülkelerinden Nazi baskısı nedeniyle geri dönmeyen Budapeşte Kadın Orkestrası üyelerinden Macar asıllı "Irén Szalai" (sonradan Nilüfer adını almıştır) ile 1940 yılında evlendi; çiftin çocuğu olmadı. Halkevleri'ndeki görevinin yanı sıra 1940 yılında ""Türk Müzik Birliği"" adlı bir koro kuran Saygun, bu koro ile düzenli oda müziği konserleri verdi. ""Halkevlerinde Musiki"" adlı bir kitap yayınladı. "Op. 19 Eski Üslupta Kantat", "Bir Orman Masalı" adlı bale eseri ve ""Yunus Emre Oratoryosu"" gibi eserlerini bu dönemde besteledi. Yunus Emre Oratoryosu 1943 yılında CHP'nin açtığı yarışmada birincilik ödülünü Ulvi Cemal Erkin'in piyano konçertosu ve Hasan Ferit Alnar'ın Viyola Konçertosu ile paylaştı.
Saygun'un 1942'de tamamladığı Yunus Emre Oratoryosu 25 Mayıs 1946'da Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde seslendirildi ve büyük başarı kazandı. En önemli eseri kabul edilen bu eser, daha sonra Paris'te ve 1958'de Birleşmiş Milletler kuruluş yıl dönümü vesilesiyle New York 'ta ünlü orkestra şefi Leopold Stokowski yönetiminde seslendirilmiştir. Bu eserle Saygun, çocukluğunda İzmir Kemeraltı Çarşısı'nın Dervişler Caddesi'nde (bugün Anafartalar Caddesi) Mevlevi dervişlerden duyduğu ezgileri Avrupa ve Amerika'ya, Birleşmiş Milletler çatısı altına, sonradan eserin çevrileceği 5 ayrı dile taşımış oluyordu. Sanatçı eserin Ankara'daki ilk temsilinden sonra 1946 yılında Halkevleri müşavir ve müfettişliğinin yanı sıra Ankara Devlet Konservatuvarı'na kompozisyon öğretmeni olarak atandı. Aldığı davetler üzerine Londra ve Paris'e gitti, halk müziği üzerine çalışmalar yaptı; konferanslar verdi.
"Yunus Emre" den sonra, "Kerem", "Köroğlu", "Gilgameş" başta olmak üzere üç opera, “Atatürk’e ve Anadolu’ya Destan” gibi koral eserler, 5 senfoni, çeşitli konçertolar, orkestra, koro, oda müziği eserleri, vokal ve enstrümantal parçalar, sayısız türkü derlemeleri, kitaplar, araştırmalar, makaleler yazdı. Eserleri New York NBC, Orchestre Colonne, Berlin Senfoni, Bavyera Radyo Senfoni, Viyana Filarmoni, Viyana Radyo Senfoni, Moskova Senfoni, Sovyet Devlet Senfoni, Moskova Radyo Senfoni, Londra Filarmoni, Kraliyet Filarmoni, Northern Sinfonia, Julliard Quartet gibi topluluklar ve Yo-Yo Ma gibi virtüözler tarafından seslendirildi. 1971'de yürürlüğe giren Devlet Sanatçılığı Kanunu çerçevesinde ilk Devlet Sanatçısı unvanı Adnan Saygun'a verildi.
Sanatçı, 6 Ocak 1991 tarihinde pankreas kanseri nedeniyle hayatını kaybetti.
Orkestra, oda müziği, opera, bale, piyano üzerine birçok yapıtı olduğu gibi, etnomüzikoloji ile müzik eğitimi konularında yayınları vardır. Çalışmaları ve diğer belgeleri Ankara’da Bilkent Üniversitesi bünyesinde kurulan “"Ahmet Adnan Saygun Müzik Eğitim ve Araştırma Merkezi"”nde bulunmaktadır.
Ahmed Adnan Saygun’un yapıtlarının seslendirme üzerindeki hakları SACEM’e aittir. Yayınlanan bir kısım yapıtlarının telif hakları Southern Music Publishing, New York ve Hamburg’taki Peer Musikverlag’a aittir.
Müzikolog Emre Aracı tarafından kaleme alınan kapsamlı bir biyografisi "Adnan Saygun – Doğu Batı Arası Müzik Köprüsü" adı altında Yapı Kredi Yayınları tarafından 2001 yılında yayımlanmış; hayat öyküsü ayrıca Mucize Özinal tarafından ""Dar Köprünün Dervişi"" (2005) adıyla romanlaştırılmıştır.
İstanbul Beşiktaş'taki Ulus semtindeki ana cadde, Ahmet Adnan Saygun Caddesi adını taşımakta ve bu cadde üzerinde, sanatçının bir boy heykeli bulunmaktadır.
Atatürk ve Musıki: O’nunla Birlikte, O’ndan Sonra..., Ankara, Sevda-Cenap And Müzik Vakfı, 1982.
Etnomüzikoloji
Müziği kültürel bağlamında irdeleyen müzik bilimine etnomüzikoloji denir. İngilizcesi "Ethnomusicology"'dir. Kültürel müzikoloji dendiği gibi "Sosyolojik ve antropolojik yaklaşımla müzik" olarak da tanımlanmaktadır.
Etnomüzikologlara göre müzikbilimcisi (müzikolog) müziğin kendisi üzerine çalışırken, etnomüzikolog tıpkı kültürel müzikolojide olduğu gibi müziği daha geniş kültürel çerçevesinde inceler görüşü yaygındır. etnomüzikologların, sadece derlemeci olduğuna dair yaygın ancak "yanlış" söylentiler vardır.
Günümüzde etnomüzikologlar her ne kadar popüler kültür alanındaki ürünlere yönelmiş olsalar da, kimileri yeni notasyon teknikleri ve açıklamalı çaışmalar içerisinde yer almaktadırlar.
Etnomüzikoloji disiplinler arası önemli bir yerde bulunmakta ve antropoloji, tarih, sosyoloji, etimoloji, semiotik, matematik ve birçok başka bilim dalından yararlanmaktadır. Bunun en büyük nedeni ise çalışılmakta olunan alan üzerinde hakimiyetin büyük ölçüde kurulabilinmesini sağlamaktır.
etnomüzikologlar ilk zamanlarında kayıtlarını işitsel olarak alıyor olsalar da günümüzde teknolojinin de gelişmesiyle görsel ve işitsel kayıtları çok daha çağdaş bir biçimde kendi lehlerine çevirmektedirler.
Safir
Safir (Gökyakut), alüminyum oksitin (AlO) kristal formudur. Doğal olarak bulunur ya da üretilebilir. Sertliği Mohs sertlik skalasına göre 9'dur.Korindonun kırmızı renkli olanları (yakut) hariç bütün diğer çeşitlerine safir denir.
Regatta
Regatta İtalyanca kökenli bir sözcük olup, bir ya da bir dizi tekne yarışına verilen addır. Yarışlar motorlu ya da motorsuz tekneler arasında olabilir. Anlam olarak genellikle yarışın yanı sıra, yarış öncesinde ve sonrasında yapılan şenlikleri de kapsar.
Regattalar çoğunlukla amatör yarışlar olup, profesyonel yarışlar genellikle regatta olarak adlandırılmazlar.
Carl Sagan
Carl Edward Sagan (d. 9 Kasım 1934 – ö. 20 Aralık 1996), Amerikalı gökbilimci, astrobiyolog. Bilimin popülerleşmesi için yaptığı çalışmalarla tanınır. Astrobiyolojinin öncülerindendir ve Dünya Dışı Akıllı Varlık Araştırması'nın (SETI) ilerlemesinde büyük katkıları olmuştur. Popüler bilim kitaplarıyla ve yazımında yer alıp sunduğu ödüllü televizyon dizisi "" (Kozmos) ile dünya çapında tanınmıştır. Ayrıca, 1985 yılında yayımlanan "Contact" (Mesaj) adlı romanı , Jodie Foster'ın oynadığı aynı isimli film ile 1997 yılında beyaz perdeye aktarılmıştır . Çalışmalarında her zaman bilimsel yöntemi savunmuştur.
Bir tür kemik iliği neoplazistik hastalığı olan "myelodysplasia" ("") hastalığından dolayı yaşama veda etmiştir.
Carl Sagan, Brooklyn'de doğdu. Ailesi Musevi'ydi. Babası Samuel Sagan terzi, annesi Rache Molly Gruber ev kadınıydı. Sagan, Şikago Üniversitesi'nden 1955'te mezun oldu. 1956'da fizik üzerine yüksek lisans derecesi aldı, 1960'ta astronomi ve astrofizik üzerine doktora yaptı. Üniversite öğrenciliği süresince genetik bilimci H. J. Muller'in laboratuvarında çalıştı.
1960'ların başında, bilim adamlarının elinde Venüs gezegeninin yüzeyinin temel özellikleri hakkında bile kesin veriler yoktu. Olasılıkları içeren bir rapor hazırladı. Kendi görüşü gezegenin kuru ve sıcak olduğu yönündeydi. Konuk katılımcı olarak, Caltech Jet İtki Laboratuvarı'ndaki Venüs'e yapılacak Mariner görevlerine, tasarım ve düzenleme alanında katkıda bulundu. 1962'deki Mariner 2 görevinin başarıyla gerçekleştirilmesinin ardından, gezegen hakkındaki görüşleri, elde edilen veriler ile doğrulanmıştır.
Sagan, 1968'de Cornell Üniversitesi'ne geçmesine kadar, Harvard Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1971'de Cornell Üniversitesi'nde profesör oldu ve bir laboratuvarın başına geldi. Güneş Sistemi'nin keşfi için çalışan pek çok insansız uzay görevini yönetti. Görev sonrası Güneş Sistemi'ni terkedecek olan uzay sondalarının üzerine, dünya dışı akıllı uygarlıkların bulması halinde anlayabileceği evrensel ve değişmez bir mesaj koyma fikrini ortaya attı. Bu şekilde gönderilen ilk mesaj, Pioneer 10 sondasının üzerine yerleştirilmiş olan ve üzerinde evrensel olarak anlaşılabilir şekiller bulunan, altından bir plakadır. Bu konudaki çalışmalarını Pioneer 10'dan sonra da geliştirmeye devam etti. Geliştirilmesine yardım ettiği en detaylı ve üzerinde en çok çalışılmış mesaj, Voyager Altın Kaydı'dır. Bu kayıt, Voyager uzay sondaları üzerine yerleştirilmiştir.
Sagan, Satürn'ün uydusu Titan ve Jüpiter'in uydusu Europa'nın okyanuslara (Europa için söz konusu olan yüzeyin altındaki okyanuslardır.) sahip olabileceği hipotezini ilk ortaya atanlardandır. Bu hipotez beraberinde, Europa'daki sıvı okyanusların yaşam için potansiyel bir habitat oluşturabileceği önermesini de getirmektedir. Europa'nın yüzey altı okyanusları daha sonra Galileo uzayaracı tarafından dolaylı yollarla kanıtlanmıştır.
Jüpiter'in atmosferinin, Mars'taki mevsimsel değişimlerin ve Satürn'ün uydusu Titan'ın anlaşılmasına yardım etmiştir. Sagan, Venüs'ün atmosferinin aşırı derecede sıcak ve yoğun olduğunu ispatlamıştır. Ayrıca Venüs'te yaşamın karşısındaki en büyük tehdit olan küresel ısınmanın, Dünya'da da her an şiddeti artan bir tehlike içerdiğini fark etmiştir. Mars'taki mevsimsel değişikliklerin, diğerlerinin söylediği gibi bitki örtüsünün değişmesi ile değil, rüzgârla savrulan tozlarla ilgili olduğunu ileri sürmüştür.
Carl Sagan, Dünya dışında akıllı yaşamın araştırılmasından yanaydı. Bilim dünyasını, Dünya dışı akıllı yaşam formlarından gelen sinyalleri dinlemek için büyük radyo-teleskopları kullanmaya sevk etmiştir. Diğer gezegenlere sondalar gönderilmesi gerektiğini savunmuştur. Carl Sagan, 12 yıl boyunca "Icarus" dergisinin editörlüğünü yapmıştır. "Planetary Society"nin kurucularındandır. Ayrıca Sagan, SETI Enstitüsü'nün yönetim kurulu üyesiydi.
Carl Sagan, büyük çaptaki bir nükleer savaşın, nükleer kış denilen iklimsel değişikliklere sebep olması tehdidine karşı bir bildirinin altına da imzasını atmıştır. Kuveyt'te Saddam Hüseyin'in askerleri tarafından kurulmuş olan tüten petrol ateşlerinin, oluşturdukları kara bulutlarla, ekolojik bir felakete yol açabileceğini öne sürmüştür (Bunu daha sonra yanıldığı tahminler arasında sayar). Emekli atmosfer fizikçisi Fred Singer, Sagan'ın bu önermesini saçma bulduğunu belirtmiş, bu dumanların birkaç gün içinde dağılacağını söyleyerek reddetmiştir.
Sagan, "Karanlık Bir Dünya'da Bilimin Mum Işığı" kitabında "Karşıtbilim" adlı bölümde pseudoscience (s |
özde bilim) örneklerine de değinmiştir. Sagan, "Karşıtbilim" (Antiscience) deyimini "sözde bilim"den farklı olarak bilimi hedef alan saldırıları ifade etmekte kullandığını söyler. Sagan bu bölümde, bilimi güvenilmez olarak lanse etme çabasındakilerden bahseder. Bilimsel yöntemleri bu şekilde ekarte ederlerken diğer yandan da güvenilir bilgi diye kendi kabullerini rahatça sunmalarındaki tutarsızlığı tekrar deşifre eder. Bilim adamlarının hata yapmaktan muaf olmadıklarını belirtir ve kendi bazı hatalarını veya yanlış tahminlerine de değinerek, hata yapmakla "sözde bilim" yapmak arasındaki farka vurgu yapar. Çeşitli bilim adamlarının çeşitli tarzları olabilir. Fikirleri test edilebilir olduğu ve aşırı dogmatik davranmadıkları sürece en spekülatif fikirlerin bile zararlı olmaktan ziyade ilerlemeyle katkı sağlayabileceğini ifade eder.
Ayrıca, Ay yüzeyinde bir bomba patlatmayı amaçlayan, Birleşik Devletler Hava Kuvvetleri tarafından gerçekleştirilen Project A119 adlı bir projede araştırmacı olarak bulunmuştur.
Drake denklemi, birçok Dünya dışı uygarlığın var olduğunu öngörür. Ancak, onların varlığına dair bilimsel kanıtların yokluğu sebebiyle (bkz. Fermi paradoksu), teknolojik uygarlıkların kendilerini yok etme olasılıklarının diğerlerine göre daha yüksek olduğunu söyler. Bu, Carl Sagan'ı insanlığın kendi kendini yok etme senaryolarını araştırmaya ve bunu insanlara duyurmaya itmiştir.
Carl Sagan'ın politik kişiliği, nükleer silahsızlanma döneminde nükleer silah mevkilerinde sivil itaatsizlik etkinliklerinde bulunan romancı Ann Druyan ile evlenmesinin ardından daha fazla su yüzüne çıkmıştır. Amerikan başkanı Reagan'ın "Star Wars" programı olarak da bilinen Stratejik Savunma İnisiyatifi'ne karşı olduğunu belirtmiştir. Bunun mükemmel olacağını fakat teknik olarak imkânsız olduğunu, maliyetinin çok yüksek olacağını, aynı zamanda Soğuk Savaş döneminin nükleer silahsızlanma anlaşmalarıyla ters düşeceğini söylemiştir.
Sagan'ın düşüncelerini ifade etme kabiliyeti, pek çok insanın evreni daha iyi anlamasını sağlamıştır. 1977-1978 yıllarında Royal Institution'da Gençler için Noel Konferansları'na katıldı.
Ayrıca 1980 yılında astronominin geniş kitlelerce sevilmesini sağlayan 13 bölümlük "Cosmos" isimli bir belgesel hazırladı. Söz konusu belgesel, yayınlandığı her ülkede halkın ilgisini topladı ve sonradan yapılan belgeseller için örnek teşkil etti. Bu başarıda, Sagan'ın yazılarında da kullandığı kendine özgü dilin önemli payı vardı. Belgeselle aynı ismi taşıyan kitapta da yer alan şu ifadesi buna örnektir: "DNA'mızdaki nitrojen, dişlerimizdeki kalsiyum, kanımızdaki demir, elmalı turtamızdaki karbon, çöken yıldızların içlerinde yapıldı. Bizler, yıldızların malzemesinden yapıldık." 1985 yılında yayımlamış olduğu "Contact" adlı roman, 1997 yılında film olarak beyaz perdeye yansıtılmış ve epey beğeni toplamıştır.
Rakı
Rakı, damıtma yoluyla elde edilen suma kullanılan ve genellikle anason tohumu ile aromalandırılan alkollü bir içkidir. Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde Rumeli'deki gayrimüslim tebaa tarafından üretilmeye başlanmış ve zamanla Anadolu'da da yaygın olarak içilen bir içki haline gelmiştir. 19. yüzyıla gelindiğinde gayrimüslimlerin çalıştırdığı meyhanelerde içilen popüler bir içki idi.
Bazı kaynaklara göre rakı kelimesi, sözcük anlamı "damıtılmış" olan Arap arak içkisinden gelmektedir. Kimi kaynaklar da Arapça kökenli başka kelimelere dayandırır. Bazı kaynaklara göre ise ismini razaki üzümünden ya da kımız'dan elde edilen arik'den almıştır.
Şıra haline getirilen üzümler pastörize edildikten sonra; etil alkol mayası ile fermante edilerek alkollü bir sıvı oluşturulur.İçinde meyan kökü de bulunmaktadır.Alkollü sıvı, kolonlu distilasyon ünitesinde damıtılarak suma haline getirilir.Sonrasında meyan kökü atılır bir tutam.Stoklanan suma, 5000 litre veya daha küçük hacimli bakır imbiklerde anason tohumu ile yeniden damıtılır. Bakır imbiklerde fraksiyonel distilasyon sonunda elde edilen rakının orta kısmının alkolü yüksek dereceli olup göbek adını alır. Bu kısım su eklenerek içilecek alkol derecesine getirilir ve tarifine göre tatlandırılır. Bu aşamalarda havalandırma yapılarak rakının olgunlaşmasına katkıda bulunulur. Rakı şişelenmeden önce en az 1 ay süreyle dinlendirilir.
Türk Gıda Kodeksi Distile Alkollü İçkiler Tebliği'ne göre standard bir rakıdan şu özellikler beklenir.
Rakı benzeri birçok içki Akdeniz çevresindeki bazı ülkelerde tüketilmektedir:.
Bulgaristan'da sert ve etkili meyve rakıları vardır. Su katınca beyazlamayan sarımtrak renklidir ve genellikle erik ve üzümden yapılır. Bulgar rakısı piyasada Mastika, Targovitsche ve Pechterska isimleriyle bilinir. %37 alkol oranına sahip olan bu rakılar Türk rakısına kıyasla daha tatlı, çabuk sarhoş yapar.
Yunanistan'da ise yaş üzümden üretilen benzer bir içkiye uzo; anasonlu ve kurum üzüm sumasından yapılan sert tadlı bir içkiye ise tsipouro denir. Sakız aromalı uzo'ya ise "mastika" denir. Türk rakısı, kullanılan anason çeşidinin daha az olması ve genelde alkol oranının fazla olması ile uzo'dan ayrılır.
Makedonya'da üzümden ve anasonsuz olarak sarı ve beyaz çeşitleriyle üretilir ve mastika denir. Türkiye'de özellikle Akdeniz bölgesinin doğusunda üretilen boğma rakıyla benzerlikler göstermektedir. Makedonya'daki Türkler arasında ise sarı rakı popülerdir. Sarı rengini meşe fıçısından ya da içerisine renk ve aroma versin diye atılan meşe çubuklardan alır. Arnavutluk'da ise Makedon rakısına benzer anasonsuz olarak üretilir ancak sarı olanı popüler değildir.
Balkan ülkeleri dışında Fransa, İspanya ve Portekiz'de bu içkinin genel adı anis veya pastis'tir. Aynı rakıda olduğu gibi sulandırıldıklarında kirli sarı-beyaz renk alırlar. İtalya'da sambuca ve Slavcada ise düziko denir.
Jüpiter'in doğal uyduları
Jüpiter'in bilinen 67 adet doğal uydusu vardır. Bu uydular yörüngeleri, boyut ve fiziksel özellikleri, ve bu verilere göre tahmin edilebilecek oluşum mekanizmaları ile çok büyük çeşitlilik göstermektedir. Jüpiter'in, halkaları, manyetik alanı ve uyduları ile birlikte oluşturduğu ve küçük bir güneş sistemini andıran bu karmaşık yapı, Güneş Sistemi'nin evrimini aydınlatabilecek çok sayıda ipuçları barındırmaktadır. İç uyduları olan İo, Europa, Ganymede ve Callisto büyük ve aydın iken diğerleri soluk ve küçüktür.
Jüpiter'in uyduları, yarı büyük ekseni 128.000 ile 28,5 milyon km arasında değişen çok geniş bir yörünge yelpazesine dağılmış durumdadırlar. Gezegene bilinen en yakın uydu 1,79 R (Jüpiter yarıçapı) uzaklıktaki yörüngesi ile, Jüpiter bulutlarının yalnızca 56.000 km üzerinde yol alan Metis'tir. Bilinen en uzak uydu ise, 200 R yarıçapındaki yörüngesi ile henüz resmi olarak adlandırılmamış S/2003 J2 geçici adlı küçük uydudur.
İç yörüngelerde yer alan uydular, Jüpiter'in ekvator düzlemine göre eğikliği yok denecek kadar az ve aynı şekilde dışmerkezliği çok küçük olan yörüngeler çizmeleri nedeniyle 'düzenli uydular' olarak adlandırılır, ve bu özellikleri uyduların Jüpiter'in oluşumu sırasında meydana geldiklerini düşündürür.. Yüksek eğiklik ve dışmerkezliğe sahip yörüngelerde ve bazıları da ters yönde hareket eden 'düzensiz uydular'ın ise kendi içlerinde benzer yörünge özelliklerine sahip birkaç grup içinde toplanmaları dikkati çeker. Bu uyduların içinde yer aldıkları gruplara göre değişen ortak ve büyük olasılıkla Jüpiter dışı kökenleri olduğu düşünülür.
Yeni keşfedilen ve henüz resmi ad almamış uyduların büyük çoğunluğu yeterli gözlem süresini geçirmedikleri için yörüngelerine ait bilgiler kesinleşmemiş durumdadır. Tabloda yer alan bu uydulara ait bilgilerin ve gruplandırmanın kesin olmadığını gözönünde tutmak gerekmektedir.
Jüpiter'in uyduları boyutları açısından da büyük bir çeşitlilik gösterirler. Galilei uyduları gezegenlerle boy ölçüşecek büyüklüktedir. Bu dört uydu Plüton'dan daha büyük yarıçapa sahiptir. Güneş Sistemi'ndeki en büyük uydu olan Ganymede, Merkür'den de büyüktür. Galilei uyduları büyük kütleleri ve kuvvetli yerçekimi nedeniyle tam bir küreye yakın biçimler almıştır. Güneş sistemi içinde bulunan çeşitli gök cisimleri üzerinde yapılan gözlemlerden öğrenildiği kadarıyla, 1000 km. civarında bir çap, bir gök cisminin oluşumu sırasında yoğunlaşan maddelerin açığa çıkardığı enerji nedeniyle ısınıp eriyerek tabakalar halinde farklılaşması ve kabaca küresel bir şekil ortaya çıkması için yeterli olmaktadır. Kuramsal hesaplamalar da buna yakın sonuçlar vermektedir. Galilei uydularının Jüpiter ile de çekimsel olarak kilitlenmiş olmaları, yani gezegen çevresinde dolanma süreleri ile kendi eksenleri etrafında dönme sürelerinin eşit olması nedeniyle kusursuz bir küreden biraz farklı biçimde olmaları beklenir. Bu, kuramsal olarak uzun ekseni gezegenin ağırlık merkezinden geçen, ve şişkin ucu gezegene dönük olan bir armut şeklidir. Uzay sondalarının yaptığı ölçümler böyle bir yapıyı gösterecek duyarlılıkta olmamakla birlikte, büyük uydulardan gezegene en yakın olan ve gel-git güçlerinin etkisinin en fazla görüldüğü İo'nun üç eksende yapılan çap ölçümlerinde %2'ye varan farklar gözlenmiştir.
Galilei uydularından sonra büyüklükte beşinci sırayı alan ve düzenli iç uydular grubunun üyesi Amalthea'nın aşırı derecede bakışımsız şekli bu uydunun yapısı ve kökeni konusunda tartışmalara yol açmıştır.
Düzenli iç uydulardan Metis, Adrastea, ve Thebe ile düzensiz yörüngeye sahip uydulardan Leda, Himalia, Lysithea, Elara, Ananke, Carme, Pasiphae, ve Sinope 20–200 km. arasında değişen çapları ile orta büyüklükte ve genellikle düzensiz şekillerdedir.
Bilinen uydulardan geri kalan tümü düzensiz yörüngelere sahip ve çapları birkaç kilometreyi geçmeyen 'kaya' veya 'buz' parçaları olarak kabul edilir. Bugün için gözlenebilirlik alt sınırı 1 km. kadar olduğundan, Jüpiter'in henüz saptanamamış çok sayıda daha küçük uydusu olması mantıklı görünmektedir.
Jüpiter sisteminin çeşitli üyelerinin kolaylıkla gözlenebilen temel özellikleri farklı köken ve geçmişlerini ele verir niteliktedir. Galilei uyduları'nın diğer uydulara göre belirgin derecede parlak oldukları ve pa |
rlaklıklarının Jüpiter'den uzaklıklarına paralel olarak azaldığı dikkati çeker. İo ve Europa 0,65 düzeyine erişen beyazlık (albedo) dereceleri ile üzerlerine düşen güneş ışınlarının üçte ikisini yansıtırlar. Ganymede ve Callisto'nun beyazlık dereceleri sırasıyla 0,43 ve 0,17 iken, geri kalan uydular 0,05 ile 0,1 arasında değişen beyazlık düzeyleri ile oldukça karanlık yüzeylere sahiptir. Europa, İo ve Amalthea'nın kırmızı renkte olduğu gözlenir. Amalthea (Mars'ı da geride bırakarak Güneş Sistemi'nin en kırmızı üyesi unvanını alır.
Uyduların yüzey sıcaklıkları Jüpiter yörüngesinin güneşten uzaklığı ile uyumlu olarak 105K-110K (yaklaşık -165 °C) civarındadır. Beyazlık derecesi düşük olan uydular güneş ışınlarını büyük oranda soğurdukları için güneş alan yüzeyleri 125K'e kadar ısınabilir. Güçlü gel-git etkileri ve Jüpiter'in manyetik alanının oluşturduğu elektrik akımı nedeniyle ısınan ve üzerinde önemli volkanik etkinliğin gözlendiği İo'da yüzey sıcaklığının yer yer 2000 °C'ye ulaştığı gözlenmiştir.
İo'nun kükürt dioksit, Europa'nın ise oksijen ağırlıklı ince atmosferleri vardır. Bu iki uydunun çekim gücü güneş ışınlarının etkisi altında atmosferlerini oluşturan gazların sürekli olarak uzaya kaçmasına engel olamasa da, uydu yüzeyinden kopan materyel atmosferleri yenilemeye devam eder. Ganymede ve Callisto'nun benzer mekanizma ile korunan çok daha seyrek birer atmosferi olduğu gözlenmiştir.
Galilei uydularının gözlenen yüzey yapıları dış yörüngelerden iç yörüngelere doğru giderek artan jeolojik etkinlikle uyumludur. Bu dört uydudan en dışta yer alan Callisto'nun yüzeyi Güneş Sistemi'nin erken dönemlerindeki yapısını korumaktadır. Ganymede'in yüzeyinde buna benzer yaşlı bölgelere daha genç görünümlü açık renkli alanlar eşlik eder ve Yerküre'dekine benzer bir levha tektoniği aktivitesi ile açıklanabilecek oluşumlar gözlenir. Europa'nın ise son derece kendine özgü ve çok genç yüzey şekilleri çok daha hareketli bir jeolojik yapı ile ilişkilidir. Galilei uydularından en içte kalanı, İo, yoğun bir volkanik etkinlik gösterir. Lav akımları, sıvı ya da akışkan materyelin şekil değiştirdiği havzalar, uzay sondalarının gözlem süresi içinde dahi değişimin izlenebildiği son derece dinamik bir yüzey oluşturur. Bu özellikler, Jüpiter'in dev kütlesi ve uydular arasındaki gel-git etkileşimlerinin iç yörüngelere doğru giderek artan etkilerinin yanı sıra, en azından İo söz konusu olduğunda Jüpiter'in manyetik alan etkinliği ile de ilişkilidir.
Jüpiter uydularının son 30 yıl içinde çeşitli uzay araçları tarafından elde edilen yüzey görüntüleri, kütle ve yoğunluklarına ilişkin ölçümler ve kısmen de tayfölçüm verileri sayesinde iç yapıları hakkında bazı varsayımlarda bulunmak mümkün olmuştur. Galileo uzay sondası 1995-2003 yılları arasında toplam 34 yakın geçişle dört Galilei uydusu ve Amalthea hakkında bilinenlerin büyük ölçüde artmasını sağlamıştır. Bu bilgiler ışığında, Jüpiter uydu sisteminin, Güneş Sistemi'ne benzer biçimde merkezden dışa doğru bir farklılaşma gösterdiği dikkat çekmektedir. Galilei uydularının yoğunluğu en dışta yer alan Callisto için 1,8 g/cm³'ten, en içteki İo için 3,5 g/cm³'e doğru artar. Bu, Güneş Sistemi'nin erken dönemlerinde Jüpiter ve uydu sisteminin Güneş bulutsusunun yoğunlaşması ile oluşmaya başlaması sırasında sistemin merkezinde gerçekleşen sıcaklık artışı ile ilişkilidir. Jüpiter'e en yakın uydular artan sıcaklığın etkisi ile tümüyle sıvı duruma geçerek içerdikleri maddeler tabakalar halinde farklılaşmış, aynı zamanda hafif elementlerden başlayarak sıcaklıkla orantılı bir madde kaybı yaşamışlardır. Böylece uyduların içerdiği 'buz'-'kaya'-metal oranı iç yörüngelerden dışa doğru değişir. 'Buz' tanımına girecek hafif bileşiklerden yoksun İo büyük bir metal çekirdeği çevreleyen silikat ağırlıklı 'kaya' katmanlarından oluşurken, Europa daha küçük bir çekirdeğe ve kaya tabakasının dışında önemli bir su katmanına sahiptir. Bu, dışta donmuş halde su içeren bir kabuk ile onun altında derinliğinin 100 km'ye ulaştığı düşünülen bir sıvı 'okyanus'tan oluşmaktadır. Ganymede'in içerdiği su kütlesi çok daha fazladır ve okyanusu uydunun yarıçapının yarısına kadar varan derinliktedir. Callisto ise düşük yoğunluğundan anlaşılacağı gibi buz oranı yüksek bir uydudur, ancak türdeş bir iç yapıya sahip olması, bileşenlerinin eriyerek tabakalaşmasına yol açacak sıcaklıklara hiçbir zaman ulaşamamış olduğunu düşündürür.
Küçük uyduların çoğunun çap ve kütle ölçümleri duyarlılıkla yapılamamış olduğundan yoğunlukları ve dolayısıyla iç yapılarına ilişkin güvenilir bilgiler yoktur. Bunların önemli bir kısmının Jüpiter sistemi ile birlikte oluşmamış, ancak gezegenin çekim alanına sonradan yakalanmış cisimler olmaları bakımından, kökenlerine göre kuyrukluyıldız ya da değişik asteroid yapılarından biri ile benzer olmaları beklenir. Benzer yörünge özellikleri nedeniyle aynı grup içinde toplanan uyduların aynı gökcisminin parçaları olma olasılığı fazladır.
Uyduların tek tek incelenmesine olanak bulunduğunda çarpıcı bulgularla karşılaşılabilmektedir. Galileo uzay sondası 2002 yılında yaptığı Amalthea yakın geçişinde uydunun yoğunluğunun 0,86 g/cm³ olduğunu saptadı. Uydunun sudan hafif olması ancak birbirine gevşek olarak bağlanmış ve aralarında büyük boşluklar bulunan çok sayıda parçadan oluşması ile açıklanabilir. Bu örnek Jüpiter uyduları hakkında öğrenilecek çok şey olduğunu göstermesi yanı sıra, Güneş sisteminin çeşitli üyelerinin kendilerine özgü beklenmedik özelliklerinin olabileceğine işaret etmesi açısından da önem taşımaktadır.
Güneş bulutsusu olarak adlandırılan gaz ve toz kütlesi 4,6 milyar yıl önce bilinmeyen bir nedenle yoğunlaşarak bugünkü şekliyle Güneş Sistemi'ni oluşturmaya başladığında, Jüpiter ve diğer gaz devlerinin 10.000 yıl gibi kısa bir süre içinde bugünkü kütlelerine yakın boyutlara ulaştıkları sanılmaktadır. Galilei uydularının da, Jüpiter'i oluşturan diskin gezegen üzerinde yoğunlaşamamış kalıntılarından bu dönem içinde ortaya çıktıklarına kesin gözüyle bakılır. Bu uyduların dışmerkezlik veeğiklik oranları çok düşük yörüngeleri bu düşünceyi destekler. İç yörünge grubundaki dört küçük uydu Metis, Adrastea, Amalthea ve Thebe de benzer özelliklere sahip düzenli yörüngeleri ile Jüpiter sistemi içinden köken almış izlenimi verirler, ancak gezegene yakınlıkları nedeniyle çok uzun süreler korunması kuşkulu olan bu yörüngelere bilinmeyen mekanizmalarla daha sonradan yerleşmiş olmaları olasıdır. Özellikle Roche limiti içinde yer alan en iç iki uydunun bu konumda oluşmaları fiziksel açıdan gerçekçi görülmemektedir.
Düzensiz yörüngeye sahip, özellikle de ters hareketli uyduların ise Jüpiter'in çekim alanına yakalanarak sonradan uydusu haline gelmiş asteroid ya da belki de kuyrukluyıldız parçaları oldukları düşünülür. Yakalanma mekanizması, daha önceden Güneş çevresinde Jüpiter yörüngesi ile kesişen bir yörünge üzerinde yol alan bir gökcisminin bir nedenle hız değiştirmesini gerektirir. Bu nedenler günümüzde, bilinen asteroid ve kuyrukluyıldız yörüngelerinde yeterli değişikliği yaratabilecek güçte değildir. Bu nedenle düzensiz yörüngeli uyduların da Jüpiter tarafından yakalanmalarının Güneş Sistemi'nin çok erken dönemlerinde gerçekleşmiş olduğu sanılmaktadır.
İç yörüngelerdeki uydular, Jüpiter'in halkaları ve Jüpiter arasında önemli etkileşimler vardır ve bunlar halkalar ve iç uyduların bugün sahip oldukları özelliklerin bazılarından sorumludurlar. Galilei uyduları büyük kütleleri ile birbirlerinin yörüngelerini şekillendirerek belirli bir rezonans içine girmişlerdir. Gerek bu uydularla gezegen arasındaki gel-git etkileşimleri, gerekse Jüpiter'in manyetik alanından kaynaklanan elektrik akımları, uyduların iç yapıları, yüzey şekilleri ve jeolojik özellikleri ve bunlardan kaynaklanan atmosfer özelliklerini bugün gözlenen şekilde evrimleştirmiştir. En iç yörüngelerde yer alan dört küçük uydu ise halkaların bugün bilinen şekillerini korumasında etkilidir, ve halkaların en azından bir kısmının kaynağı olarak da görülmektedir.
Başka gezegenlerin de Yer ve Ay örneğini andırır şekilde uydu sistemlerinin bulunabileceğinin farkına ilk kez, kendi yaptığı teleskopu gökyüzüne çeviren İtalyan gökbilimci ve fizikçi Galileo Galilei varmıştır. 1610 yılında Jüpiter'in çevresinde dolanan 4 büyük uyduyu keşfetmiş ve dönemin güçlü ailesinin onuruna 'Medici yıldızları' olarak adlandırmıştır. Yeni uyduları Galilei'den daha önce gözlediğini iddia eden Simon Marius bu buluşu kendine maletmeyi başaramadıysa da önerdiği İo, Europa, Ganymede, ve Callisto adları yerleşmiştir. Galilei, uyduları gezegenden uzaklık sırasıyla I'den IV'e kadar Roma rakamları ile adlandırmayı tercih etmiş, Medici yıldızları adı ise daha sonra yerini Galilei uyduları ya da 'Galilei ayları' tanımına bırakmıştır. Gökyüzünde yer alan her varlığın Dünya etrafında döndüğünü varsayan, dönemin yermerkezli görüşü bu buluşla sarsılmış ve Kopernik'in o günlerde yaygın kabul görmeyen güneşmerkezli teorisi yerini sağlamlaştırmıştır.
1892'de Edward Emerson Barnard daha küçük bir yörüngede dolanan ve buluş sırasına göre V numara ile adlandırılan Amalthea'yı keşfetmiştir. 20. yüzyılda astrofotografi tekniklerinin geliştirilmesi sayesinde, aralıklarla çekilen fotoğraflarda yer değiştiren gökcisimleri incelenerek güneş sisteminin çok sayıda yeni üyesi bulunmuştur. 1904-1951 yılları arasında bulunan 7 yeni Jüpiter uydusu, isim verilmeden Jüpiter VI-XII olarak sınıflandırılmış, 1974 yılında Charles Kowal tarafından onüçüncü uydu Leda'nın keşfi sonrasında Uluslararası Gökbilim Birliği'nin bugün de uygulanmakta olan Gezegen Sistemi Adlandırma Kuralları ortaya konmuştur. Bu kurallar doğrultusunda, ilk beş uyduda olduğu gibi yeni aylara da Roma tanrısı Jüpiter veya Yunan mitolojisindeki eşdeğeri Zeus'un eşleri ya da aşıklarının adları verilmiştir.
1979 yılında Voyager 1 uzay sondasının Jüpiter gezegeninin yakınından geçerken kaydettiği görüntülerde üç yeni uydu daha saptanarak bilinen uydu sayısı 16'ya çıkmış, XIV Thebe, XV Adrastea, ve XVI Metis adı verilen bu uydular bir uzay aracı |
yardımı ile keşfedilen ilk gök cisimleri olarak tarihe geçmiştir.
XVII Callirrhoe 1999'da Spacewatch grubu tarafından bulunmuş, 2000 yılında Scott S. Sheppard, David C. Jewitt ve arkadaşları onsekizinci uyduyu saptamışlardır. Bu uydunun 1974'te XIII Leda'yı bulan Charles Kowal tarafından 1975'te saptanarak Themisto adı ile önerilen ancak tekrar gözlenemediği için yörüngesi hesaplanamayan ve resmen tanınmayan 'kayıp uydu' olduğu anlaşılmıştır. Sheppard ve Jewitt'in 'ndeki grubu dünyanın çeşitli yörelerinden gökbilimcilerle işbirliği halinde yoğun bir sistematik araştırma başlatmış ve 2000-2003 yılları arasında Jüpiter'in daha önce bilinmeyen 45 yeni uydusu daha saptanmıştır. CCD teknolojisi kullanılarak ve Jüpiter'in Hill küresi olarak adlandırılan çekim alanının tümünü kapsayan tarama ile 1 km çapına kadar en küçük uydularının belirlenebilmesi mümkün olmaktadır. Yeni bulunan uydulardan 15 tanesi henüz yörünge hesaplamaları kesinleşmediği için adlandırılmamış, geçici kodları ile bilinmektedirler.
Görüntüleme tekniklerinin giderek daha duyarlı hale gelmesi ve gelecek yıllarda dış gezegenlere gönderilmesi planlanan yeni uzay sondalarının 1 kilometreden daha küçük gökcisimlerinin saptanmasını olası kılması yeni soruları ortaya çıkarmaktadır. Büyük gezegenlerin çevresinde dolanan astronomik sayıda küçük uydunun tanımlanması ve adlandırılması, hatta halkaları oluşturan sayısız küçük parçacığın birer uydu adayı olarak algılanması olasılığına karşı, Uluslararası Gökbilim Birliği gezegenlerin adlandırılmasında bir boyut alt sınırı getirilebileceğini düşünmektedir. Birliğin 2004 yılında aldığı bir karara göre Jüpiter'in uydularına tanrı Zeus ve Jüpiter'in soyundan gelenlerin adlarının da verilmesine başlanmıştır.
Galilei uyduları, 4, 5 ile 6. kadir dereceleri arasında değişen parlaklıkları ile çıplak gözle görülebilecek ölçüdedirler, ancak Jüpiter'in kuvvetli ışığı buna engel olur. Küçük bir dürbün ya da amatör teleskopla Jüpiter'in her iki yanında kolaylıkla görülürler ve gezegen çevresindeki hızlı hareketleri nedeniyle konumlarındaki değişiklikleri birkaç saatlik bir gözlem süresi içinde izlemek mümkündür. Galilei uydularının Jüpiter'in arkasından geçişleri ile örtülmeleri, gezegenin gölgesinden geçişleri sırasında gerçekleşen tutulmaları, ve gezegenin önünden geçişleri esnasında güneş ışınlarını kesmeleri ile Jüpiter üzerine düşen gölgelerini izlemek ilgi çekicidir.
Galilei uyduları dışında kalan uydular küçük ve parlaklığı az olmaları nedeniyle ancak güçlü teleskoplarla gözlenebilirler.
Sundance Film Festivali
Sundance Film Festivali, Amerikan bağımsız sinemasının en önemli destekçisi olmuş, Hollywood film endüstrisi ve onun Oscar temelli üretim şemasına alternatif getirme amacında olan bağımsız film festivalidir.
Ünlü aktör Robert Redford tarafından 1981 yılında kurulmuş olan Sundance Enstitüsü'nce her yıl ABD'nin Utah eyaleti'nde gerçekleştirilir.
Sundance Film Festivali, Utah eyaletinin Salt Lake şehrinde her yıl düzenlenen sinema fuarı olan Birleşik Devletler Film Festivali (United States Film Festival) adı altında 1978 yılında kuruldu. İlk kuruluş yıllarında bu Festival daha çok geriye dönük filmler ve film yapım seminerlerine odaklanmıştır. Buna karşılık, başlangıcından bu yana, Hollywood sisteminin dışında yapılan - “bağımsız” sinema olarak adlandırılacak - Amerikan filmlerinde ortaya çıkan karışıklığa dikkat çekmeyi amaçlayan ulusal bir yarışma özelliğini taşımaktaydı. Birleşik Devletler Film Festivali daha sonra Park City, Utah’a taşındı ve film çekim tahtasıyla birlikte belgeseller ve kısa metrajlı filmleri de içine alacak şekilde kapsamını genişletti.
1985 yılında Sundance Enstitüsü bu Festivali kendi programına dahil etti ve uluslararası filmleri gösterimi yapılan eserler yelpazesine kattı. 1991’de resmen isim değişikliği ile Sundance Film Festivali adını alan Festival, yeni bağımsız film dalında en iyi film ödülünü alabilmek için uluslararası arenada kendini kabul ettirmiş bir vitrin haline gelmiştir.
Mantık
Mantık ya da eseme, bilginin yapısını inceleyen, doğru ile yanlış arasındaki akıl yürütmenin ayrımını yapan disiplindir, doğru düşüncenin aletidir. Önceleri bir felsefe dalıyken daha sonra kendi başına bir ihtisas alanı olmuştur. Matematik ve Bilgisayar Biliminin de parçası haline gelmiştir. Bir disiplin olarak Aristoteles tarafından kurulmuştur. Aristoteles'den etkilenen Farabi tarafından iki kısımda kategorize edilmiştir. (düşünce ve sonuç) İbn-i Sina geçicilik ve içerme arasındaki ilişkiyi geliştirmiştir. Çağdaş zamanlarda Frege, Russell ve Wittgenstein önemli katkılar yapmıştır.
Basit bir örnek vermek gerekirse: Eğer bütün insanlar memeli ise, ve Aristoteles insan ise, Aristoteles de memelidir.
Bu örnek mantık sembolleriyle şöyle gösterilebilir:
veya; bu örnek daha genel olarak şöyle ifade edilebilir:
az bulunanlar değerlidir, zümrüt az bulunur. Demek ki zümrüt de değerlidir.
Mantık, doğru düşünmenin kurallarını inceleyen felsefi bir disiplindir. Bu açıdan mantık, bilginin doğruluğunu değil, bilginin doğruluğunu ifade eden düşünce ve kavramların kendi içsel bütünlüğünün doğruluğunu inceler. Böylece mantıken doğru olan bilgi ve bilim manasında yanlış olabilir. Akıl yürütme biçimleri usavurma yöntemleridir.
Mantık ilkesi, "Bir şey ne ise odur" ifadesinde mana bulur. Bir akıl yürütmede her kavram ve önerme kendisiyle aynı manada olmalıdır.
Bir şeyin hem kendisi hem de başkası olamayacağını ifade eden kuraldır. Aynı özdeşlik ilkesi gibi kavram veya önermeler kendisiyle çelişmemektedir.
Bu ilke, bir önermenin ya doğru ya yanlış olacağını ifade eder. Bu mantığa göre bir önerme hem doğru hem yanlış olamaz.
Temel matematikteki küme kavramı bu ilkeleri belli ölçülerde tartışmaya açar. Zira bir nesneye ait olan nitelik farklı nesnelere ait olabilir. Bunu da sağlayan aslında benzeşim özelliğidir. İnsan bir canlıdır ancak canlı olmayan şeylerden de oluşmuştur. O halde insan hem canlıdır hem de canlı değildir. Bu ilkelerde sorun iki değerli mantık yerine çok değerli mantığın gelişmesine sebebiyet vermiştir. Doğru ve yanlış yerine "belirsiz" tanımının eklenmesine yol açmıştır. Bu ilkeye göre her yargının doğruluğu için bir başka yargı gereklidir. Yeterli sebep olmadıkça bir yargının doğruluğundan söz edilemez. Tüm ilkelere bakınca modern usavurmada yetersiz kaldıkları görülebilir. Bu da bizi kuantum fiziğinin de oluşmasında yardımcı olduğu yeni kurallara götürebilir. Kuantum deneylemelerinde bir kedi hem ölü hem diri olabilir. Yani hem o, hem diğeridir.
Hint ve Çin felsefelerinde kavram belirleme teknikleri, Mezopotamya ve Mısır'da ölçme, sayma, sınıflandırma usulleriyle mevcuttu. Buralarda kimi aritmetik işlemler oldukça gelişmiş olmasına rağmen, matematik ve mantık sistemi kurulamamıştır. Bu nedenle mantık tarihi, genellikle logos kavramının ortaya çıktığı Yunanistan ve Ön Asya'dan başlatılır. Logos: söz, yasa, akıl, akıl ilkesi, tanrısal akıl, gibi pek çok anlam içeren ve doğu felsefesinden etkilenerek Yunan felsefecilerinde şekillenen merkezi bir kavramdır. İlk olarak Herakleitos bahsetmiştir. Thales ve Platon arası devirde diğer felsefeciler tarafından da tartışılmıştır. Bugün bildiğimiz anlamdaki mantık üzerine ilk bütünsel düşünme ve araştırmayı Aristoteles yapmıştır. Mantık üzerine altı kitap yazmış ve bu kitaplar o öldükten sonra Organon başlığı altında toplanmıştır. Bunlara, Kategoriler, Önermeler, Birinci Analitikler, İkinci Analitikler, Topikler, Sofistik Kanıtlar, daha sonra da Poetika, Retorik ve Porfiryos’un İsagoji’si de eklenmiştir. Organon, Porfiryos tarafından sadeleştirilmiş, M.S. 6'da, Boetyus tarafından Latinceye çevrilmiştir. Ortaçağ boyunca Aristo’nun öncülük ettiği Skolastik düşünce hakimiyetini sürdürmüştür.
F. Bacon, tümevarım mantığını içeren deneysel yöntemin geçerli olduğunu göstermiştir. Descartes ve Ramus gibi düşünürler bilimcil yöntem konusunu Yeni Çağ’da ön plana çıkarmıştır.
Sembolik mantık üzerine ilk sistemli çalışma Leibniz tarafından yapılmıştır. De Morgan sembollerle ifade edilebilecek bir mantık üzerine çalışmıştır. G. Boole gibi matematikçiler mantığın matematikleştirilmesine çalışırken, G. Frege bugünkü önermeler ve niceleme mantığını kurmuştur. Sembolik mantığın en önemli klasiklerinden biri B. Russel ve N. Whitehead'ın birlikte yazdığı Matematiğin İlkeleri kitabıdır. Günümüzde lojistik adı verilen sembolik mantık büyük ölçüde bu kitaba dayanmaktadır. Lukasiewic üç değerli mantık sistemi geliştirmiş, Reicheinbach olasılık mantığı adıyla sonsuz doğruluk değerli mantık sistemini kurmuştur.
! Eser Adı
! Eserin Yazarı
Kindi ("Alkindus") (805–873)
Farabi ("Alfarabi") (873–950)
İbn Sina ("Avicenna") (980–1037)
İbn Hazm (994-1064)
Gazali ("Algazel") (1058–1111)
İbn Rüşd ("Averroes") (1126–1198)
Fahreddin Razi (1149-1210)
Şahabeddin Sühreverdi ("Sohrevardi") (1155-1191)
İbn Nefis (1213-1288)
İbn Teymiyye (1263-1328)
Muhammad ibn Fayd Allah ibn Muhammad Amin al-Sharwani (15. yy)
Nasîruddin Tûsî
Lotfi Zadeh (b. 1921) İslam dünyasındaki diğer mantıkçılardır.
Deneycilik
Deneycilik, empirizm veya ampirizm, bilginin duyumlar sayesinde ve deneyimle kazanılabileceğini öne
süren görüştür. Deneyci görüşe göre insan zihninde doğuştan bir bilgi yoktur. İnsan zihni, bu nedenle boş bir levha (tabula rasa) gibidir.
Deneycilik akılcılığın karşıtıdır. Akılcılığa karşıt olarak deneycilik, duyum ve deneyimle temellenen bilgileri bilgi olarak kabul etmektedir yalnızca. İnsan bilgisinin tek kaynağı deneyim ya da duyumdur buna göre. Bilginin kaynağında aklı gören rasyonalizm geleneğine karşıt olarak deneycilik her tür bilginin sonradan deneyimle, duyumlarla elde edildiğini ileri süren bir felsefi temele sahiptir.
İlk Çağ felsefesinde temel felsefi problemler özelikle evrenin başlangıcı ve oluşumu, varlığın sebebi ve varoluşun anlamı, bilginin kaynağı ve anlamı gibi meselelerdir. Buna bağlı olarak deneycilik daha o zamanlardan bir epistemolojik tutum olarak belirir ve bilgiyi aklın yasalarına göre değil nesnelerin görünüşlerine göre belirleme yaklaşım |
ı olarak şekillenir. Sofistlerde, Septiklerde, Stoacılarda belirli ölçülerde deneyciliğin izlerini bulmak mümkün olmakla birlikte, esas olarak iki önemli filozof bu gelenek içinde belirgin bir yere sahip olarak görünmektedir.Duyum, deneyim ve dolayısıyla ampirik bilgiyi merkeze alan felsefi yaklaşımın izleri bu iki filozoftan itibaren belirginleşmektedir.
Atomculuk olarak bilinen ilk çağ felsefe akımının öncüsü Demokritos'tur. Maddeci doğa bilimi anlayışının kökleri Demokritos'a dayanır, aynı zamanda nedensel-zorunlu evren anlayışı ve bu anlayış ekseninde temellenen felsefi-bilimsel düşünce de köklerini Demokritos'ta bulur. Her şeyin özü nedir sorusuna verdiği cevap "atom" olmuştur; bölünemeyen, nesnelerin son dayanak noktası, özü olarak atom. Her şey atomlar ve atomların hareketliliğinden ibarettir. Demokritos bu fikirlerinin felsefi çerçevesini, sonradan giderek sistematikleşerek deneycilik olarak adlandırılan akıma uygun bir nitelikte ortaya koymuştur. Bu bakımdan birçok önemli felsefe tarihcisi Demokritos'u aynı zamanda deneycilik akımının öncü isimlerinden saymaktadır.
Demokritos gibi deneyci filozofların öncülerinden sayılan Epikuros (ya da Epikur), soyut felsefi söylemlerden uzak durmuş, mutluluk problemini ele alarak farklı bir ahlak felsefesi geliştirmeye yönelmiştir. Epikuros'a göre Mutluluk, insanın doğayı ve evreni tanımasıyla mümkündür. Hareketlerin yasalarını tespit edebilmek içinse "bilgi"ye gerek olduğunu söyler. Bilgi ise duyu verilerinden gelir; yani duyu verilerinin birçok kez tekrarlaması sonucunda elde edilen genel tasavvurlar, Epikuros'a göre, bilgilerdir. Bu tasavvurlar ya da bilgiler nesnelerin kendileri değil onlardan gelen yansımalardır. Epikuros, duyu organlarının yanıltıcı olabileceğini ya da yansımaları farklı şekillerde algılayabileceğini de öne sürer.Böylece akıla da bir yer verilmiş olur bilgi sürecinde. Epikur için duyu organları ve akıl, bilginin ortaya konulduğu araçlardır bir anlamda.Duyu organlarınca edinilen duyum ve izlenimler akıl vasıtasıyla tasavvurlara dönüştürülürler ve böylece bilgi ortaya çıkar.Ayrıca Epikuros, haz ve acı duygulanımlarının da bilgiyi etkilediğini, bilginin doğruluk değerinin kişilerin haz ve acı duyumlarına bağlı olarak değişiklikler gösterdiğini öne sürer.
İlk Çağ felsefesinde deneycilik, izlenimcilik ve duyumculuk akımlarının öncüsü sayılabilecek yaklaşımlar ortaya konulmakla birlikte, asıl olarak deneyciliğin sistematik bir felsefe olarak ortaya konulması Yeni Çağ olarak adlandırılan dönem ile birlikte meydana gelmiştir.Bu evrede deneycilik ilk çağ felsefesindeki duyumculuktan belirli ölcülerde ayrılarak sistematik bir yönelime girer.İngiliz deneyciliği olarak bilinen ünlü empirizm akımı yalnızca empirizmin en önemli akımı olmakla kalmaz, felsefe tarihi içinde de belirleyici bir öneme sahiptir, özellikle bilgi sorunsalı açısından kendi açmazlarıyla birlikte derinlikli çalışmalar ortaya koymuşlardır.Locke, Berkeley ve Hume ingiliz deneyciliğinin tartışmasız isimleridir ve kendilerinden sonraki felsefenin yönünü etkilemişlerdir.
John Locke İngiliz felsefesinin ve deneycilik felsefe akımının yeni çağda yeniden doğmasını ve gelişmesini sağlayan filozoftur.Deneyciliğin kendi başına ve sistematik bir felsefe olarak ortaya çıkmasında Locke öncü isimdir.Locke'un etkisi özellikle 18. yüzyıl boyunca belirgindir.Hem insan düşüncesinin özgürlüğünü savunması hem de insan bilgisi ve eylemliliğini deneye dayandırması bakımından Locke, aydınlanmacı felsefeyi de önemli ölçüde etkilemiş düşünürlerden biridir.Bilgi düzeyinde Locke'a göre, doğuştan gelen ya da deneyimden önce varolan herhangi bir bilgi ya da önsel ilke (apriori) söz konusu değildir.Aksine bütün bilgiler, düşünce ve kavramlar deneyden ileri gelmektedir, çünkü zihinde herhangi bir duyumla bağlantılı olmayan hiçbir düşünce mevcut değildir.Daha önceden mevcut olduğu varsayılan kavram ve ilkeler ise, başka insanların kendi deneylerinden çıkarıp doğru ve geçerli saymış olmalarından ileri gelmektedir.John Locke "İnsan Anlığı Üzerine Deneme" adlı kitabında felsefesini açıklar.Genel anlamda "insan unsurunu" konu edinmekle birlikte, özel olarak bilgi sorunsalı üzerinde durmaktadır burada.İnsan zihninin dünyaya geldiğinde bir "tabula rasa" olduğunu teorik bir önerme olarak ileri sürer Locke.Böylece bilgi ve bilginin dayandırıldığı bütün kavramların deneyle kazanıldığı tezi öne sürülür.Zihnimiz, deney ve gözlemlerin sonucu ortaya çıkan izlenimlerle zaman içinde dolar.Locke deney alanını iki bölüme ayırır; "dış algılar" (sensation) ve "iç algılar"(reflexion).Bütün bilgi ve düşünceler bu ikili deneyden gelmektedirler.
David Hume, emprizmin sistematikleştirilmesinde ve kuramsal gücünü felsefi bir akım olarak doruk noktasına taşınmasında daha da belirgin bir isim olarak ortaya çıkar.17. yüzyılın doğa bilimi anlayışında geçerli olan nedensellik ilkesini Hume felsefî bir konumda yeniden değerlendirir; "her sonucun bir nedeni olduğu ve her etkinin bir sebebi bulunduğu" fikriyle öne sürülen bu düşünce, David Hume sonradan "çagrışımcılık" olarak bilinecek olan akımın öncüsü olarak tesciller. Öyle ki aklın ve mantığı ilkeleri ve temel kategorileri bile, sonucta izlenimlere dayanır. Hume nedensellik ilkesinin böyle olduğu belirtir. Bu bakımdan empirizm Hume'da doruk noktasına ulaşmıştır. "İnsan Doğası Üzerine Bir Deneme" kitabında Hume, tıpkı önceki Locke gibi, insan kavramlarının ve fikirlerinin kaynağının ne olduğu sorusuyla ilgilenir. Her iki filozof da empirist olmasına rağmen Hume, bazı noktalarda Locke'dan ayrılır.İç ve dış algı ayrımını reddeden Hume, bu iki alanı birleştirmeye yönelir, insanın bilgi alanının bu şekilde bölümlenemeyeceğini ileri sürer. Hume'un ortaya koyduğu ayrımlar daha başkadır; izlenimleri ve kavramları ayırır. İzlenimler duyu organlarının algıladıklarından ileri gelir; kavramlar ya da düşünceler ise artık canlılığını yitirmiş olan izlenimlerin tasavvurlarından meydana gelir. Zihnin temel görevi, duyularla elde edilen verilerin üzerinde işlem yapmak, izlenimleri bilgiye dönüştürmektir. Bütün fikirlerin temeli bu izlenimlere dayanır çünkü.En soyut idealardan bir olan "Tanrı ideası" bile, insanların deneyimlerindeki izlenimlerinden meydana gelmiştir.
John Locke rasyonalistlere karşı bir fikir ortaya koymuştur. Ona göre duyumlarla algılanamayan bir şey bilinemez.
Belirli anlamda materyalizmin de Yeni Çağ felsefesi içinde temsilcisi sayılan Hobbes, fiziksel gerçekliği her şeyden üstün tutmuş, her şeyin fizik maddenin hareketinden ileri geldiğini öne sürmüştür. Hobbes asıl olarak ününü siyaset felsefesindeki düşüncelerine borçludur. Bununla birlikte Hobbes'i söz konusu dönem içindeki deneycilik akımı içinde değerlendirmek yerinde olur.Hobbes da deneyci felsefenin kuramsal ve yöntemsel ögelerini sahiplenir. Bilginin kaynağı olarak fiziksel gerçekliğin deneyimini, yani duyu algılarının rolünü öncelikli olarak alır. Hobbes da diğerleri gibi tüm bilginin temelinde duyuların, yani duyu deneyinin olduğunu öne sürer. Bununla birlikte Hobbes empirik filozoflarda görülmeyecek şekilde matematikle, özellikle geometri ile ilgilenmiştir.
Berkeley, empirist felsefe akımının önemli isimlerinden olup geliştirdiği felsefi yaklaşımla materyalist yönelimli empirisitlerden farklı olarak tamamen idealaist yönelimli bir yaklaşım geliştirdi. Öyle ki, Berkeley sonuç olarak maddi varlığın gerçekte varolmadığı sonucunu öne sürdü. John Locke'u, maddenin kendi başına varolduğunu düşündüğü, bu anlamdada eski soyut felsefelere inandığı gerekçesiyle eleştirdi.Berkeley bu anlamda idealizmin en ünlü temsilcilerinden sayılır; ancak aynı zamanda empirist felsefe içinde de yer almaktadır. "İnsan Bilgisinin İlkeleri Üzerine İnceleme" adlı kitabında temel felsefi kavramlarını geliştirir. Berkeley'e göre, nesnelerin özü, algılanmış olmalarından ibarettir. Buna göre nesneler düşünceden başka bir şey değildirler. Algılar saf düşüncelerdir ve kendisiyle ilgili edindiğimiz düşünceler dışında madde diye bir şey yoktur. Her şeyin dayanak noktası "duyumsal kesinliktir", bilginin değeri duyumsal kesinliğe dayanmasıyla anlam bulur.
Bilimsel düşüncenin Yeni Çağdaki öncüsü sayılan Francis Bacon, aynı zamanda belirli bir şekilde deneyci felsefeninde öncü isimleri arasında yer alır. Locke ile sistematikleşip Hume ile doruğuna ulaşan Mill ve Bertrand Russell ile devam eden ingiliz empirizminin bir anlamda kurucu Bacon'dır. Bacon'ın bilimsel yöntem olarak öne sürdüğü tümevarımsal yöntemi, gözlem ve olguların toplanması, bunlar üzerinden sonuclara gidilmesi yaklaşımını içerdiğinden, empirik felsefenin temel yöntemsel yaklaşımına denk düşer. Bacon'a göre bilim nedenlerin keşfedilmesi uğraşıdır. Nesnelerin biçimsel nedensellikleri onların fiziksel niteliklerinden ileri gelir ve tümevarımsal yöntem bu nedenselliklerin ortaya konulup bilgiye ulaşılmasının yöntemidir.
John Stuart Mill asıl olarak yararcılık olarak adlandırılan bir düşünür olarak ün yapmış olan ingiliz filozofudur. Mantıkta tümevarımsal yaklaşın geliştirilmesine önemli katkılar sağlamıştır. Deneyci filozların çizgisinde devam ederek, özellikle Berkeley'le bağlantılı önermeler geliştirmiştir. Mill, Berkely'den dış dünyanın/maddenin gerçekliği konusunda ayrılır, ona göre duyumların dayanak noktası, maddi gerçekliktir.
Fransız filozof Condillac, empirik felsefenin özellikle Sensualizm (duyumculuk) yönünde geliştirilmesini sağlamış ve bu yönde temellendirmiştir. Bilgi teorisi konusunda kapsamlı yapıtlar üretmiş olan Condillac, aydınlanma çağında özellikle İdeolog olarak adlandırılan düşünürleri etkilemiş ve günmüze kadar gelen biir çok tartışmanın teorik temellerini atmıştır.Condillac için felsefe kısaca duyumların bilgisi üzerine düşünmek olarak tanımlanır ki, bu aynı zamanda her tür bilginin temelinde duyumlar olduğu tezinin öne sürülmesidir.
Kurucuları David Hardey ve Joseph Priestley olan deneyci akım.
Empirist felsefe, ince nüanslar ve kavram ayrımları üzerinden ya da öncelikli ilkelerin neler olduğu ve yöntemsel yaklaşım noktasındaki ayrımlardan hareketle farklı kollara ayrıl |
ır ve kuramsal konumlanışları itibarıyla birbirlerinden farklılaşırlar. Belirli bir noktada bu farklılıklar farklı felsefe eğilimleri olarak belirlemelerini getirir. Bunun yanında, hepsinin öncelikli ilkesel kavramı farklı olmakla ve farklı bir felsefi konuma yönelmeleri söz konusu olmakla birlikte, rasyonalist geleneğe karşıt olarak, deneye, gözleme, pratik olana, yaşama öncelik verdiğini iddia eden bir epistemolojik temele dayanırlar. "Duyumculuk" duyu verilerinin bilginin temeli olduğunu, "pozitivizm" gözlem ve deneyin doğrulanabilirliğin tek kaynağı olduğunu, pragmatizm somut yaşamın ve pratiğin her şeyin ölçüsü olduğunu öne sürdüğünde deneycilik felsefesinin epistemolojik konumundan kalkış yapmaktadırlar.
Mantıksal empirizm ya da mantıkçı olguculuk olarak bilinen bir felsefi konuma sahip olan Viyana Çevresi, belirli şekillerde deneycilik felsefesinin teorik öncüllerini sürdürür. Özellikle pozitivist anlamda deneyciliği değerlendirmişlerdir. Mantıksal empiristlerde "anlan" kavramı önemli bir yer tutar. Anlamlı önermeler doğrulanabilir, yani gözlem ve deney ile açık seçik bulgulanabilir olan cümlelerdir bulgular Doğrulanabilirlik ilkesini öne sürmüşler ve bunun temeline de deney ve gözlemi koymuşlardır. Bu gruba göre gözlemle doğrulanamayan her şey metafiziktir ve metafizik olan her şey de anlamsızdır.
Viyana Üniversitesi’nden Moritz Schlick etrafında toplanmış düşünürlere ilave olarak, Berlin Üniversitesi'nden Alman düşünürler de bu akımın etrafında toplanmışlardır.
Bertrand Russell, matematiksel mantık alanındaki çalışmalarını felsefe alanına genişleterek bir mantıksal atomculuk öğretisini geliştirmiştir. İngiliz filozofu olarak Russell epistemolojik olarak empirizmi benimser ve deneysel bilgimizin temel olduğunu, bunların betimsel ve tanışıklık yoluyla elde edilmelerine bağlı olarak iki türe ayrıldığını öne sürer. Russell, analitik felsefeyle ve mantıksal empiristlerle ya da mantıksal olgucularla bazı bakımlardan benzer teorik konumlara sahiptir.
Duyuları ve duyumları bilgi problemi açısından yeniden önemli kılmasıyla etkili olan deneycilik felsefesi, duyum ve deneye aşırı ve buna bağlı olarak da yanlış bir yer vermekle eleştirilir. Özellikle aklı tamamen geri plana itmesi ve hatta tamamen önemsiz kılması, deneyciliğe yönelik yoğun eleştirilerin ortaya çıkmasına yol açar. Zihnin boş bir levha olduğu önermesi, sonradan daha çok yanlışlanabilir bir önerme olarak belirmiştir; zihnin, duyumların etkisiyle hareket eden bir makine/araç olmadığı ya da nesnelliği yansıtmaktan ibaret edilgen bir konum olmadığı psikanaliz, antropoloji gibi bilim alanlarından gelen katkılarla da eleştirilebilir olmuştur. Dil-zihin-gerçeklik ilişkisinde empirik önermelerin geçerli olmadığı, bağımsız bir deney ve gözlem alanı bulunmadığı, her tür gözlem ve deneyin, izlenimlerin belirli bakış açılarına göre üretildiği ileri sürülmüştür.Empirizm eleştirilerinin doruk noktası W. V. Quine'in "Deneyciliğin İki Dogması" adlı kitabıdır. Quine, burada deneyciiliğin temel önkabullerine yönelik eleştirilerini yöneltir. Bir yandan, analitik önermeler ile sentetik önermeler arasında yapılan katı ayrım eleştirilir ve apiriori bilgilerin olduğu öne sürülür. İkinci olaraksa, deneyciliğin öne sürdüğü deneyimin koşullarına yönelik bilginin nereden geldiğine ilişkin eleştiri dile getirilir. Ayrıca gözlem sonuçlarının sentezlenmesini sağlayan tümevarım ilkesinin deneyimle nasıl temellendirileceği sorusu da deneyci felsefecilere yöneltilir.
Akılcılık
Usculuk, akılcılık veya rasyonalizm olarak da adlandırılan, bilginin doğruluğunun duyum ve deneyimde değil, düşüncede ve zihinde temellendirilebileceğini öne süren felsefi görüş.
"Akılcılık", bilginin kaynağının akıl olduğunu; doğru bilginin ancak akıl ve düşünce ile elde edilebileceği tezini savunan felsefi yaklaşıma verilen isimdir. Buna göre, kesin ve evrensel bilgilere ancak akıl aracılığıyla ve tümdengelimli bir yöntemsel yaklaşımla ulaşılabilir. Dünya hakkındaki önemli olan bilginin yalnızca deney ötesi yöntemlerle elde edilebileceğini savunur. Akılcılık her bireyin eşit ve değişmez ussal ve mantıksal ilkelere sahip olduğunun varsayımı ile, çeşitli ""a priori"" ve apaçık gerçeklerin varolduğunu onaylar. Son zamanlarda, çeşitli dilbilimcilerin bazı dilbilim kavramları hakkındaki yazıları haricinde, ""a priori"" bilginin varlığı sıklıkla reddedilmiş, kabul edilse dahi etki alanı ve konumu daraltılmıştır.
Bu görüşe göre, kesin bilgi örneği Matematiktir. Hakikate ve eşyanın bilgisine sadece akıl ile erişilebileceğini savunur. Bu sebeple akılcılık, deneyciliğin karşıtıdır. Akla karşı yaklaşım pek çok bağlamda Dîn'deki vahiy ile yahut etikteki duygu ve hisle karşılaştırılan bir yaklaşımdır. Bununla birlikte felsefede akıl genellikle içgörüyle "(içe doğmayla değil)" karşılaştırılır.
Batı'da akılcı gelenek Elealılar, Pisagorcular ve Platon ile "(aklın kendine yeterliliği teorisi Yeni-Platonculuğun ve idealizmin başat temasıdır.)" başlar (Runes, 263). Aydınlanma'dan beri akılcılık felsefenin hizmetine matematiğin yöntemlerini sunmaya çalışır. Descartes, Leibniz ve Spinoza buna örnek gösterilebilir (Bourke, 263). Akılcılık Avrupa'da genellikle kıta felsefesi olarak bilinir, çünkü İngiltere'de deneycilik daha baskındır. Nitekim Leibniz ve Spinoza gibi filozofların düşünceleri, İngiliz deneyci filozoflarınkilerle sık sık karşılaştırılmıştır. Fakat bu akılcılık ve deneycilik akımları ile filozofların akılcı ve deneyci fikirleri detaylıca incelendiğinde pek doğru bir eylem veya bakış açısı değildir. Geniş bir bakış açısından bir filozof hem akılcı hem de deneyci olabilir (Lacey, 286–287). Aşırı noktasında, deneycilik deneyim dışı her türlü bilgiyi reddeder ve her türlü bilginin deneyim ile edinildiğini savunur. Akılcılık ise, aşırı noktada bilginin deneyim ve algı olmaksızın saf akıl ile tamamen ve en iyi şekilde edilnilebileceğini savunur. Yani deneycilik ile akılcılık arasında en temel tartışma (insan) bilgi(si)nin kaynağıdır. Bununla birlikte, bu tüm rasyonalistlerin doğa bilimlerinin deneyimsel bilgi ve algıların yardımı olmadan tam anlamıyla bilinebileceğini öne sürdükleri anlamına gelmez. Aslında çoğu rasyonalist filozof deneyime de en azından belirli oranda önem vermiştir ve belirtilen derecede aşırı bir noktada bulunan herhangi bir rasyonalist okul ortaya çıkmamıştır (Hatfield).
Felsefî bir okul olarak akılcılık ve içerdiği temel ilkeler 18. yüzyılda büyük bir eleştiriye maruz kalmıştır. Bununla birlikte bu dönemde de, sayıları az da olsa, akılcılığı savunan filozoflar olmuştur. Örneğin Alman Christian August Crusius ve yine Alman Moses Mendelssohn. 18. yüzyıl'da akılcılığa en büyük eleştiri deneyci çevrelerden gelmiştir. Bununla birlikte, örneğin Alman filozof Kant da geleneksel akılcı düşünce okulunu tenkit etmiştir. Kant eleştirel bir değerlendirmeyle yeni bir rasyonalizm fikrini temellendirmeye yönelir. Rasyonalizm geleneği başlangıcından itibaren ele alındığında karşımıza pek çok farklı türlerde rasyonalizm yorumları ya da yaklaşım biçimiyle karşılaşılır.
Rasyonalizm geleneği Elea Okulu ile birlikte başlatılabilir. İlk akılcı filozof Parmanides'tir denilebilir. Ona göre duyumlar değişebilen şeyler olduklarından bilginin temeli olamazlar, aksine aklın değişmeyen ilkeleri bilginin temeli olabilir. Elealı Zenon, hocası Parmanides'in akılcılığını daha ileriye götürmüştür. Duyuların güvenilmezliğini kanıtlayan paradokslarının ardında rasyonalizm düşüncesi temellendirilir. Platon ise idealar teorisiyle rasyonalizmi belli başlı bir kuram olarak şekillendiren kişi olarak anılır. Platon, rasyonalizmin yöntemsel ilkesi olarak bilinen tümdengelimli yönteminin de önde isimlerindendir. Ayrıca Aristoteles'ide akılcılığın kurucu isimlerinden biri olarak belirtmek gerekir.
Genel anlamda kişinin akılcı olarak adlandırılabilmesi için iki temel noktayı onaylaması ve kabul etmesi gerekmektedir, bunlar:
Elealılar ile başlayan akılcı geleneğin Batı'daki en önemli isimleri Descartes, Spinoza, Malebranche ve Leibniz'dir.
Descartes'ın metafizik hakkındaki savları ve metafiziksel ilkelerinin sonucu olarak gördüğü dualistik yapıya sahip (akıl-vücut ayrımını barındıran) Kartezyen ruh kavramı Avrupa'daki akılcılık geleneği için çok önemli bir noktayı oluşturmaktadır. Nitekim Descartes'ın metafiziğe dair akılcı görüşleri yaygın kabul görmüş ve 17. yüzyılın ikinci yarısında, fiziksel görüşleriyle birlikte bunlar da kitap olarak birçok öğretim merkezinde okutulmuştur. Descartes'ın görüşleri kendisinden sonraki filozofları da büyük oranda etkilemiştir. Nitekim Descartes'ın ortaya attığı insanın ontolojik dualizmi fikri modern toplumlarda dahi sıklıkla kabul edilen bir savdır.
Bir diğer ünlü akılcı filozof Spinoza ise başlarda Descartes'ın metafizik savlarını benimsese de, zamanla kendi düşüncelerinin olgunlaşması ve gelişmesiyle birlikte Descartes'in savlarını bırakarak daha farklı bir metafiziksel anlayış geliştirmiştir. Kartezyan akıl-vücut dualizmini reddeden Spinoza, Tanrı'nın yaratılmış dünyadan ayrı olarak mevcut olduğu fikrine de karşı çıkmıştır. Ona göre bir tek ebedî varlık vardı. Spinoza'nın bu fikri ve metafiziksel açıklamaları Batı'da panteizm açısından çok önemlidir. Metafiziğe dair savları detaylıca "Etik" isimli eserinde yer alır. Ayrıca dinin de akılcı eleştirisini yapmıştır (Hatfield).
Kartezyan ruh kavramıyla birlikte Descartes'in metafiziğe dair görüşlerini genel olarak benimseyen Malebranche ise aklî fikirlerin bireysel zihinlerden ziyade, Tanrı'da var olduğu ve Tanrı'nın gerektiğinde insanlara bu bilgileri ilâhî bir anlamda sunduğunu öne sürerek Descartes'tan ayrılmıştır.
Anılan diğer filozoflar gibi Leibniz de başlarda Descartes'in fikirlerinin takipçisi olmuştur. Bununla birlikte daha sonra Descartes'in fikirlerini reddederek, kendi geliştirdiği metafiziksel fikirleri savunmuştur. Leibniz düşüncesinde Tanrı'nın yarattığı dünya bilinçli ve ayrı küçük varlıklardan oluşur. Daha sonra bu varlıklara "monad" ismini vermiştir (Monadoloji, 1714). Ayrıca Leibniz'in düşüncesinde Tanrı tüm olası dünyal |
ardan en iyisi olarak dünyayı yaratmıştır ki burada kastedilen "en iyi", "mükemmel", "eksiksiz" anlamındadır. Bu fikir daha sonraları birçok filozof tarafından tenkit edilmiştir.
Rasyonalizm konusunda en temel eleştirileri, kendisi de özgül bir rasyonalist olan Kant'tan gelir.Kant "Saf Aklın Eleştirisi" (1781) isimli eserinde bu noktadaki temel eleştirisini ortaya koymuş ve felsefi ilkelerini açıklamıştır. Hem amprizmin hem de rasyonalizmin felsefi problemleri eleştirel bir şekilde değerlendirilerek Kant felsefesinde aşılmaya çalışıldığı görülür.Bu bakımdan eleştirel felsefe olarak adlandırılan felsefe geleneğinin kurucusu Kant'tır ve o bu yolla ampirizmin ve rasyonalizmin yetersizliklerinden kurtulmaya çalışmıştır. Kant insan bilgisinin sınırlarını ve yapısını soruştururken, bir yanda aklın kuramsal statüsünün belirlenmesi ile ilgilenmiş öte yandan da her tür deneyimin kuramsal sınırlarını belirlemeye çalışmıştır. Saf Aklın Eleştirisi'de özellikle "deneyimin zorunlu doğası"nın incelenmesine yönelik kapsamlı bir girişim vardır. A priori ve a posteriori bilginin varlığını kabul eden Kant, bunları farklı bilgi türleri olarak sınıflandırır ve önceki felsefe geleneklerinin yetersizliklerini bu kategoriler ekseninde değerlendirir.
Rasyonalizm geleneği Parmanides'ten Hegel'e uzanan bir gelişim cizgisi gösterir, bu çizgi üzerinde birbirinden çok farklı akılcılık anlayışlarıyla karşılaşılır. Farklı rasyonalizm tanımlarına rağmen; "doğruluğun ölçüsünü akıl olarak ele almasını" bu felsefe geleneğinin ortak bir öğesi olarak ele alırsak, söz konusu düşüncenin doruk noktasında Hegel ile karşılaşılır. Hegelci diyalektik yöntem rasyonalizmin kendi içinde kendini temellendirmesinin bir yöntemi olarak ortaya çıkmıştır. Hegel'in ünlü sav sözü, ""Gerçek olan her şey ussal, ussal olan her şey gerçektir."" deyişi, tüm bir rasyonalizm geleneğinin en özlü ifadesi olarak görülür.
Aydınlamacılık ile birlikte akıl ve akılcılık kavramları farklı bir anlam daha kazandı. Felsefî bir vurgudan öte, feodal ve dinî müessese ve uygulamalar ile sosyal ve politik uygulamaları akıl ışığında ve aklı temel alarak eleştiren kişilere rasyonalist adı verilmeye başlandı ve bu tip eleştirel yaklaşım da rasyonalizm olarak anılmaya başlandı. Burada felsefi ilkelerin aynı zamanda toplumsal düzenlemelerde yeni bir yönelimin kurucu ilkeleri haline gelmesi söz konusudur. Bu anlamda rasyonalizm aklı kurucu ilke olarak benimseyen ve dinsel toplumsal örgütlenmelere karşı akılcı toplumsal düzenlemelerini temel alan yaklaşımları ifade eder. Kant’ın "Aydınlanma nedir?" sorusuna verdiği, "İnsanın kendi aklını kullanmasıdır." şeklindeki cevabı, aklın aydınlanmacılıkta felsefî bir ilke olduğunu gösterir. Buna göre evrensel bir dayanak noktası olan akıl, toplumsal yaşamın herkes için geçerli olabilecek akılcı bir düzenlemesini mümkün kılabilecektir.
Bilinç
Bilinç, genel olarak, insanda farkındalığın, duygunun, algının ve bilginin merkezi olarak kabul edilen yetidir. Zihnin kendi içeriklerinin farkında olduğu, içebakış yoluyla bilinen, duyumları, algıları ve anıları ihtiva eden bölümüdür.
Tanımlaması daha çok doğrudan olmasından ziyade dolaylı yollardandır (farkındalık gibi) ve birçok farklı şeyi ifade edebildiği için zordur. Çünkü bilinç ağırlıklı olarak kişisel bir deneyimdir. “Canlı maddenin öğretimini denetleyen özel bir öğretmendir, bazen yeterince eğitilmiş olan öğrencisi, öteki görevleriyle uğraşmak için yalnız bırakır” şeklinde basit ve anlamlı tanımlamaları da varsa da, “bir kişinin kendi varlığının/var oluşunun, duyularının, düşüncelerinin, çevresinin farkında olması” olarak da tanımlanır. İç durumumuzu sorgulayarak bir şeylerin farkında oluruz ve bilinçli bir varlık olduğumuzu hissederiz ve bilincin en önemli noktası da budur. Bilinç, çoğu kez "farkında olma, farkındalık" ile aynı anlamda kullanılır. Yani bilinçli kabul edilen varlıkların “nesnel/dışsal gözlem” ve “öznel/içsel gözlem”leri vardır. Öznelci kuramların tuzağına düşmemek elde değildir. Bilincin bütün tanımları temelde hep aynı gibidir. Ama her tanım “eski bir şişede yeni bir şarap gibi” sunulur. Ya da bazıları “görüntüyü kurtarmak” adına öne sürülmüşlerdir. Tanımı yapacak bir doctor universalis (evrensel bilgin) bulmak mümkün değildir. Ya da bekleyeceğimiz ani bilgisizlikten, ani bilgili bir duruma geçme, ani bir kavrayış (anagnoresis) mümkün gözükmemektedir.
İçsel, kişiye ait olan öznel bakış açısıyla bakıldığında bilincin bazı özellikleri tamamen başka biri tarafından değerlendirilemez. Her zaman öznel olan “görüyorum, hayal ediyorum, inanıyorum, düşünüyorum” gibi kendi içselliğimize ait ifadeler kullanırız. Bütün bunlar, öznel yapımızla birlikte geçmiş ve geleceği göz önüne alarak, geçmiş deneyimlerimizin sentezinden oluşurlar. Bu zamana bağlı yerleşik durum belleğimizle de yakından ilişkilidir. Bu yönüyle bakıldığında bilinç, diğer bir kişiye içselliğimizi aktarım için öznel dil ile sıkı sıkıya bağlantılıdır.
Felsefeci Daniel Dennett bilinci, beynin değişik bölgelerinin aynı anda değişik işler yaptığı ve olayları kendine göre yorumladığı yaratıcı kargaşa olarak kabul eder. Ortada tek ve doğru bir yorum yoktur. Bilinci kafalarının içinden dışarıya bakarak anlamaya çalışan bir insan olarak tanımlayan düşünceleri eleştirir. "Belki de, bir tanım bulmaya çalışmamalıyız" der. Bu çeşitlilik göz önüne alındığında tanım yanıltıcı da olabilir. Dolayısıyla kesin bir tanımdan uzak durabiliriz. Çünkü esas problem, bir yirminci yüzyıl sorunu olan bilinci, modası geçmiş on dokuzuncu yüzyıl terimleriyle tartışmamızdan kaynaklanmaktadır.
Bilinç hakkında bugünkü tartışma David Chalmers tarafından öne sürülen ve ayrımı yapılan bilincin “kolay” ve “zor” problemleridir. Kolay problem, bilinç deneyimi olmaksızın sinir hücresel olayların doğasını anlamadır. Bir dereceye kadar bu soru yanıtlanmıştır. Bunlar arasında, "beyinde paralel bilgi işleme nasıl oluşur?" "Bellek nasıl depolanır ve geri çağrılır?" Seçici dikkatte hangi mekanizmalar devreye girer? gibi sorulara kısmen yanıtlar oluşturulmuştur. Zor soru ise, bilincin genel açıklamasını içerir. Nasıl fiziksel dünyadan bilinç doğar? Niçin bazı sinir hücresel olaylar bilinçli deneyimle sonuçlanırken, diğerleri sonuçlanmaz? Ve en önemlisi de bilinç denilen şey nedir?
Fizikçi Roger Penrose’a göre bilinç, fiziksel olarak yanına yaklaşılması gereken ve bilimsel bir kavramdır. Tanımlamadan ziyade tarif edilmesinin daha uygun olacağını belirterek, aktif ve pasif olarak iki parçaya ayırır. Renk ve armonilerin algılanmasını farkındalıkla birlikte pasif olarak kabul ederken, bilincin özgür irade ile iş görme yeteneğini de aktif kısmı olarak ele alır. Anlayışı bu ikisi arasına yerleştirir ve farkındalıkla anlayışın ayrılamayacağını, eğer farkındalık olmazsa anlayıştan bahsetmenin anlamsız olduğunu belirtir. Bilincin tanımını da farkındalıkla eşanlamlı olarak kabul eder. Yine zekâyı da anlayışa bağlar.
Aktif ve pasif bilinç yanında, değişik ayrımlar da vardır. Birincil bilinç ile dönüşlü (kendine dönen; reflective) bilinç arasındaki keskin ayrım da bunlardandır. Birincil bilinç daha basittir ve duyusal uyarıların farkındalığı ile birliktedir. Bu tür bilinç, beyinde bazı işlemlerin bilinçli bazılarınınsa bilinçaltı aracılığı ile nasıl yapıldığını anlatır. Dönüşlü bilinç ise benlik ile ilişkilidir ve “ben” veya “benim, kendim” temsiliyeti ile ilgili bir kavramdır.
Bir ayrım da, fenomenal ve psikolojik bilinç arasında yapılır. Fenomenal bilinç “bazı fenomenal niteliklerin varlığını ifade eder, yani “birincil kişi” deneyimini yansıtır; hâlbuki psikolojik bilinç; uyanıklık, içgörü, aktarabilirlik, kendilik–bilinci, bir şeye dikkat veya bilgisini (farkındalığı) ifade eder. Felsefi bakış açısı ile fenomenal bilinci açıklamak çok zordur. Yani bu Thomas Nagel’in sorduğu “(Yarasa)…gibi olmak nasıl bir şeydir?” sorusunun yanıtını vermek anlamına gelir. Özel olarak hissedilen “ben”, bilincin temel kavramıdır.
Birçok durumda felsefede kullanılan bir terimle ne denmek istendiğini anlamamıza rağmen anlamının duru bir açıklamasını vermeyi ya da onu tam olarak tanımlamayı başaramayabiliriz. “Bilinç-zihin/beyin-beden” ya da kısaca simgesel olan “psi/phi” sorununun geçmişine uzanmak istediğimizde, genellikle beklediğimizden ifadelerden farklı olarak “ruh/beden” ilişkisi hakkında yapılan değerlendirmeler ve adlandırmalar göze çarpar. Çoğu felsefeci hem antikçağda hem de modern felsefenin doğumu sıralarında bedenden farklı olan ve genellikle karşıtında bulunan “bir şey” için farklı tanımlamalar ve adlandırmalar kullanmışlardır: pneuma, öz, töz, tin, can, ruh, nefs, maneviyat, akıl gibi... “Sık sık şaşırır ve genellikle kullanımda olan sözcüklerin duru ve belirli anlamlarını elde etmede güçlüklere düşeriz” der Berkeley. Yanlışa neden olan “şey” ya da “töz” kelimesinden ziyade anlamları üzerine düşünme tutumudur diyerek “sözcüklerin anlamını bir karara bağlamak istiyorum” ifadesi ile çözüm sunmaya çalışır. Berkeley “Terimler bir ölçüde konuşmayı kısaltmak için ortak alışkanlık tarafından yaratılmış ve bir ölçüde de öğretim amacıyla düşünülmüşlerdir... Gerçeklik arayışında doğru olarak anlamadığımız terimler tarafından yanlışa düşürülmemeye dikkat etmeliyiz... Neredeyse tüm felsefeciler uyarıda bulunurlar ve çok azı ona dikkat eder” der.
Zihin
Zihin ya da bilinç; düşüncenin, algılamanın, belleğin, duygunun, isteğin ve düşlemenin bazı birleşimlerinde görünür olan bilincin ve zekânın kolektif görünüşlerini kapsar. Zihin bilinç akışı olarak tanımlanabilir. İnsan beyninin bilinçli süreçlerin tümünü içerir. Ayrıca bu sözcük kesin içeriklerde hayvanların bilinçli veya insanların bilinçaltı düşüncelerinin çalışmasını içermek için kullanılır. "Zihin" mantığın düşünce süreçlerine özellikle değinmek için sıklıkla kullanılır.
Zihnin ne olduğu ve nasıl çalıştığı ile ilgili; Plato, Aristo, Adi Shankara, Siddhārtha Gautama, Antik Yunan ve Hint felsefecilere tarihlendirilen birçok teori vardır. Ön bilim teorileri teoloji, ruh ve zihin arasındaki beraberliğe yoğunlaşmış kişisinin tanrının |
verdiği veya ilahi öz varlığına kök salmıştır. Modern teoriler, zihni, beynin bilimsel anlamı üzerine kurulmuş, psikoloji'nin bir olgusu ve az çok bilinç ile eş anlamlı olarak sıklıkla kullanılan bir terim olarak görür.
Aynı zamanda insan öz niteliklerinin zihni hazırlamasının sorunu fazlaca tartışılır. Bazıları sadece yüksek entelektüel işlevlerin zihni meydana getirdiğini iddia eder: bilhassa mantık (reason) ve bellek. Bu görüşte, doğada duygular (sevgi, nefret, korku, sevinç) ilkel veya özneldir ve aklın kökeninden veya doğasından ayrı olarak görülmelidir. Diğerleri insan kişisinin benzer doğada ve kökende olan duygusal ve rasyonel taraflarının birbirinden ayrılamayacağını iddia eder ve tümü bireysel zihnin bir parçası olarak görülmesini savunur.
Zihnin popüler kullanımı çoğunlukla düşünüş ile eşanlamlıdır: ‘kafamızın içinde yürüttüğümüz’ kendimiz ile özel konuşmalardır. Bunun için biz bir şey hakkında "Zihni takar"ız, "Zihin yorar"ız veya "(Bir şeyi)Zihnimize yerleştirir"iz. Bu duyuda zihnin anahtar öz niteliklerinden biri sahibinden başka hiç kimsenin erişemediği bir özel alan olmasıdır. Hiç kimse bizim zihnimizi okuyamaz ve sadece ilettiklerimizi bilirler.
Mars (anlam ayrımı)
Mars şu anlamlara gelebilir:
Dinozor
Dinozorlar () 150 milyon yıl civarında dünya hayatına egemen olmuş Hayvanlardır. Dinozor, Yunancada "korkunç kertenkele" anlamına gelen iki sözcüğün birleştirilmesinden oluşturulmuştur. Bunun nedeni, geçmişte bilim adamlarının dinozorları bir cins kertenkele sanmalarıdır. Türkçede yaygın; fakat yanlış olarak "dinazor" diye hitap edildiği de olur. Dinozorlar yeryüzünde ilk kez 230-225 milyon yıl önce göründüler. 65 milyon yıl önce ise çok sayıda dinozor türünün nesli tükenmişti. Dinozorların bazı türleri sıcakkanlıyken bazıları soğukkanlıdır.
Dinozorların 150 milyon yıl kadar yaşamasının sebeplerini şöyle açıklayabiliriz:
Yeryüzünde çok sayıda dinozor türü bulunmaktaydı (850 civarında). Bunlardan kimi bitkilerle beslenirken (sauropod), kimi et yiyordu (theropod). En kalabalık otobur dinozor türleri apatosaurus ve brachiosaur idi. Bunlar gelmiş geçmiş en büyük hayvanlardandı. Örneğin apatosaurus 30 ton ağırlık ve 21 metre uzunluğa ulaşabiliyordu. Ama T-Rex örneğinin en küçüğünün 19,4 metre olduğunu gördüler. Üstelik carnotaurus boynuzlu, çok görülmeyen türlerdendi. Ayrıca ceratosaurus türünün küçük ayakları vardı; ama çok ölümcüldü.
Diğer otobur dinozorlar, kendilerini etobur dinozorlardan korumaya yarayacak özel silahlara sahipti. Örneğin triceratops, başında üç boynuz taşırken ankylosaurus çıkıntılı kemiklerle korunuyor, stegosaurus’un kuyruğunda ise sivri dikenler bulunuyordu.
Tabii ki bazı kısa bacaklı dinozorlar vardı. Bunlardan deinonychus gibi ve kuzeni oviraptor gibi dinozorlar örnek verilebilir. Bu dinozorlar süratli ve yırtıcı olabilir.
Etobur dinozorlar, tıpkı insanlar gibi arka ayaklarının üzerinde yürüyorlardı. Ön ayakları çok miniktiler.
Spinosaurus, Tyrannosaurus, Carnotaurus gibi bazıları son derece büyükken, Compsognathus (yaklaşık 5,5 kg ve 60 cm) gibileri de son derece küçüktü.
Dinozorların yumurtaları oldukça kalın kabukluydu. Bu kabuk içerisindeki yavruyu koruyor ve içindeki özel bağ sayesinde yavru güven içinde büyüyordu.
Dinozorlarla aynı dönemde pterosaurus, gibi uçabilen canlılar da vardı, ama bunlar dinozorlarla çok yakından ilgili değildi. Aynı zamanda ichthyosaurus ve plesiosaurus gibi çok sayıda yüzebilen sürüngen de vardı. Ama bunlar da dinozorlarla yakın bir ilintiye sahip değillerdi.
Büyük dinozorların nasıl yok olduğuna dair bugüne değin birçok iddia ortaya atılmıştır. Geçmişte, dinozorların kısa bir süre içinde toplu olarak nasıl yok oldukları uzun bir süre açıklanamamış ve yanardağ patlamalarından dünyadaki iklim değişikliklerine kadar çeşitli teoriler ortaya atılmıştır.
1980'de ise Nobel ödüllü fizikçi Luis Alvarez ve oğlu jeolog Walter Alvarez dinozorları bir göktaşının ortadan kaldırdığını ileri sürdü. Alvarezler'in bu görüşü 85'li yılların sonları ve 90'lı yılların başlarında bilim çevrelerinde ağırlık kazanmış ve ilerleyen yıllarda da ortak kabul olmuştur. Yapılan araştırmalar da bu görüşü kanıtlamıştır. Dinozorların nasıl yok olduğuna ilişkin bilim adamlarının sahip oldukları bu görüş dinozorların sonunun 65 milyon yıl önce yaklaşık 10 km çapında bir göktaşının Dünya'ya çarpmasıyla gerçekleştiğini açıklar. Bu göktaşı saatte 54.000 km hızla Meksika'nın Yukatan Yarımadası açıklarında Dünyaya çarpmış ve çarpma anında 200.000 km³ madde buharlaşmış, erimiş ya da yüzlerce kilometre öteye savrulmuştur. Bu çarpma sonucu canlı türlerinin %70'inden fazlası yok olmuş ve 180 km çapındaki, Dünya'nın en büyük kraterlerinden biri olan Chicxulub krateri meydana gelmiştir. Çarpmanın 100 milyon megaton TNT'ye eşdeğer bir enerji açığa çıkardığı tahmin edilmektedir. Çarpma sonucu oluşan toz tabakası atmosferi kaplamış, Dünya aylar boyu karanlıkta kalmış, sıcaklık suyun donma derecesine kadar düşmüş ve asit yağmurları yaşanmıştır. Aylarca süren bu karanlık ve soğuk dönemde bitkilerin fotosentez yapamaması besin zincirini yıkmış ve bu felaketler zinciri de dinozorların sonunu hazırlamıştır. Dünya hiç Güneş görmeyince buz devri oluşmuştur. Dinozorlar da bu sırada ölmüştür. Ancak bu sırada dinozorların tamamen yok olmadığı, bazı küçük türlerinin evrimleşerek bugünkü kuş ve sürüngenlerin atalarını oluşturdukları tahmin edilmektedir.
Kırgızca
Kırgızca veya Kırgız Türkçesi (Kırgızca: Кыргыз тили (Kiril), Kırgız tili (Latin), قىرعىزچا, قىرعىز تىلى), Altay dilleri'nin Türk dili'nin dallarından Kıpçak grubuna ait bir Türk dilidir. Kazakça ile yakın özellikler gösteren Kırgızca, yaklaşık 5 milyon kişi tarafından konuşulmakta olup Kırgızistan'ın birinci resmî dilidir.
Sözcük başı Ortak Türkçe asıllı kelimeler y'ler c'ye dönüşmüştür; yol: жол (col), yıldız: жылдыз (cıldız) vb.
Eklerde de değişme olur, yuvarlak ünlüler kendinden sonraki ünlüleri etkiler: bölmö: бөлмэ (bölme), köpölöktördön: кэлэбэклэрдэн (kelebeklerden), bazı b ile başlayan kelimeler m olabilir: boyun: боюн (moyun), bun (sıkıntı): муң (muñ; "ñ" nazal n, "ŋ" ve "ng" sesi verir).
Kırgızcanın eski şekilleri 24 harfli Orhun yazısı ile yazılmıştır. Günümüzde ise Kırgızca bazı ilave harfler kullanılarak Türkiye'de Latin alfabesi, Kırgızıstan'da Kiril alfabesi ve Çin'de Arap alfabesi ile yazılabilmektedir.
Kırgız Türkleri tarih boyunca çok alfabe kullanmış bu ise Kırgız Türkçesinin telaffuzda çok olmasa da değişmesine sebep olmuştur. Kırgız Türklerinin millî alfabesi bütün Türk Dünyasının en eski ve özüne ait alfabesi olan Orhun alfabesi, Göktürk alfabesi, Runik, Turan alfabesi diye de adlandırılmış Eski Türk Alfabesidir.
Eski Türkçede olduğu gibi sağdan sola doğru "KIRKIZ" kelimesinin yazılışı :
Turan Alfabesinden sonra ise Sogdlardan alınan Uygur alfabesi kullanılmıştır. Ardından Türk Dünyasının Müslüman olmaya başlaması ile Müslüman olan bütün Türk toplulukları Arap alfabesine geçmeye başladılar. Uzun bir vakit Arap Alfabesi kullanılmıştır. Arap alfabesinden sonra kısa bir süre Latin alfabesi kullanılsa bile Sovyet baskısı sebebiyle Rusların kullandığı Kiril Alfabesi yerleştirilmiştir. Günümüzde Kırgızistan alfabesi Kiril Rus alfabesidir.
Günümüz Kırgız alfabesi Kırgızca'nın yazımı için kullanılan alfabedir. Kırgızca iki alfabe ile yazılır. Bunlar;
Kırgızcada şimdi zaman çeşitliliği de görülür. -a / -e, -y ekiyle kurulan şimdiki zamandır (cönököy uçur çak - basit şimdiki zaman):
Tataal uçur çak (birleşik şimdiki zaman) "yat-, yür-, tur-, otur-" fiilleriyle kurulan şimdiki zamana Kırgızcada birleşik şimdiki zaman denir:
Мен иштеп жүрѳм (men işte-p cür-ö-m): "ben çalışıyorum".
Toplantı, Geliş, Tanışma ≡ Жолугушуу. Бир Жактан Келүү. Таанышуу
Merhaba! ≡ Саламатсызбы || амансызбы!
İyi günler ≡ Кутмандуу күнүңүз менен!
İyi akşamlar ≡ Кутмандуу кечиңиз менен!
Günaydın ≡ Кутмандуу таңыңыз менен!
Hoş Geldiniz ≡ Кош келиңиздер!
Teşekkürler ≡ Ыракмат
Sizi gördüğüme çok mutlu oldum ≡ Сизди көргөнүмө абдан кубанычтамын
Her şey yerinde ≡ Баары жайында
Ne yapıyorsunuz? ≡ Кандай турасыздар?
İşleriniz nasıl? ≡ Иштериңиз кандай?
Türkiye Türkçesinde Türkçe menşeli söz başlarındaki Y ile başlayan kelimeler Kırgızcada "C" sesi ile söylenirken, Yakutçasındа (Saha Türkçesi) "S" iledir.
Manas Destanı'ndaki Kırgız kişi isimlerine baktığımızda çoğunluğunun erkek adları olduğu görülür. Eskiden kullanılan klasik Kırgız adları şöyledir: Toktobay, Karabek, Kaldar, Abıke, Meçdibay. Çağdaş Kırgız adları köken bakımından türlüdür. Arapça, Farsça ve Tacikçe, öbür Türk dillerinden adlar vardır. Son yıllarda Kırgız soyadları yavaş yavaş Rus tesirinden kurtulup özüne dönmeye başlamıştır. -Ova, -ov ekleri yerine uulu(oğlu) ve kızı takıları kişilerin inisiyatifine göre yaygınlaşmaktadır.
Son dönemde kullanılan isimlerden kadın adı olarak «Aybike» — anlamı "ay güzeli", erkek adı olarak «Abay» — anlamı "ihtiyatlı" modadır..
Şayırkul (k.adı), Baglan (erkek ve k. adı), Meerim (k.adı), Cidegül (k.adı), Batma (k.adı), Burmahan (k.adı).
13. yüzyıl öncesinde Kırgız Türkçesi ile ilgili en önemli kaynaklar şüphesiz Bütün Türk toplumlarına ait olan yazılı kaynak durumundaki Orhun-Yenisey Yazıtlarıdır.
1240 yılında yazılmış olan Moğolların Gizli Tarihi adlı eserde Kırgız başbuğunun adı "Yedi" olarak geçer. Yedi sözü sayı anlamındaki 7 rakamını ifade eder. Bu da bize gösterir ki günümüz Kırgızcasındaki "c" ile başlayan sözlerin Eski Kırgız dilindeki karşılığı "y" idi. Kırgızlarla iç içe yaşayan öbür Türk topluluklarından Hakas, Tıva, Şor, Altay Türklerinin şive tesiriyle zamanla c haline dönmüştür. Moğol şivelerinin tesirinin olma ihtimali de bulunmaktadır. Çünkü 12. yüzyıl öncesi Kırgız dilinin orijinal bir Türkçe olduğu Yenisey Yazıtları'ndan anlaşılmaktadır.
Meksika
Meksika (, ), resmî adıyla Meksika Birleşik Devletleri (, ), Kuzey Amerika'nın güney yarısında yer alan federal cumhuriyet. Kuzeyde Amerika Birleşik Devletleri; güney ve batıda Atlas Okyanusu; güneydoğuda Guatemala, Belize ve Karayip Denizi; doğuda ise Meksika Kör |
fezi ile komşudur. 1.972.550 m² yüzölçümü ile Amerika kıtasındaki altıncı, dünyada ise 13. en büyük bağımsız ülke konumundadır. 2010 sayımına göre 112.336.538, 2015 tahmine göre 119.530.753 kişilik nüfusa sahip olan Meksika, nüfus bakımından 11. büyük ülkesidir. Federal seviyede resmî bir dil olmasa da ülkede en çok konuşulan dil ve hükûmetin "de facto" dili İspanyolcadır. Ülke, 31 eyalet ile aynı zamanda ülkenin başkenti ve nüfus bakımından en büyük şehri olan federal bölge statüsündeki Meksiko olmak üzere 32 birinci seviye idari bölümden meydana gelir. Guadalajara, Monterrey, Puebla, Toluca, Tijuana ve León, ülkedeki diğer metropoliten alanlardır.
Kolomb öncesi Meksika; Olmek, Toltek, Teotihuacan, Zapotek, Maya ve Aztek başta olmak üzere çeşitli gelişmiş Mezoamerikan uygarlıklara ev sahipliği yapmaktaydı. 1519'da İspanyol İmparatorluğu'nun, Yeni İspanya adıyla hüküm sürmeye başladığı Tenochtitlan'daki merkezinden başlayarak bölgeyi fethetme ve kolonileştirme faaliyetleri 1521'de tamamlandı. Üç yüz yıl kadar İspanyol kolonisi olan bölge, 1821'de koloninin zaferiyle sonuçlanan Meksika Bağımsızlık Savaşı sonrasında Meksika adıyla bağımsızlığını ilan etti. Bağımsızlık sonrası dönem ekonomik ve siyasi istikrarsızlıklarla geçti. 1846-48 yılları arasındaki Meksika-Amerika Savaşı sonrasında, ülke topraklarının üçte birine denk gelen kuzeydeki bölgelerden çekilmek ve buraları Amerika Birleşik Devletleri'ne bırakmak zorunda kaldı. Ülke, 19. yüzyıl boyunca Birinci Fransa-Meksika Savaşı, Meksika'ya Fransız müdahalesi, Reform Savaşı, iki farklı dönemde imparatorluk ve bir diktatörlük gördü. 1910'da gerçekleştirilen Meksika Devrimi ile diktatörlük rejimine son verildiği ve günümüzde de yürürlükte olan 1917 Anayasası oluşturularak ülke yönetimi günümüzdeki hâlini aldı.
Meksika, ülkelerin nominal gayri safi yurt içi hasıla sıralamasında 15., satın alma gücü paritesi sıralamasında ise 11. sırada yer alır. Ülke ekonomisi en çok, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere, üyesi olduğu Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA)'nın diğer üyeleriyle ilişkilidir. 1994'te katıldığı Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD)nün, Latin Amerika'dan ilk üyesi olan Meksika; aynı zamanda Birleşmiş Milletler, Dünya Ticaret Örgütü, G8+5, G20, Uzlaşma için Birlik üyesi olup, 2014'ten beri Frankofon'da gözlemci konumundadır. Dünya Bankası tarafından üst-orta seviyede gelire sahip olarak sınıflandırılmakta olup, çoğu analizciye göre yeni sanayileşen ülkeler arasında gösterilir. Ülke, bölgesel güç ve orta güç olarak kabul edilir. UNESCO'nun Dünya Mirası olarak tanımladığı bölgeler, ülkeyi Amerika kıtasında birinci, dünyada ise yedinci sıraya koymaktadır. 2015 verilerine göre yıllık 32,1 milyon turist ile dünyanın en çok ziyaret edilen dokuzuncu ülkesi olmuştur.
Orta Meksika'da, Olmekler ve daha sonra gelişen Aztekler, özellikle Yucatan Yarımadasında ise Mayalar, Meksika'nın önemli İspanyol işgali öncesi uygarlıklarıdır.
1519 yılında, Meksika'nın yerli uygarlıkları İspanya tarafından işgal edildi. İki sene sonra 1521'de Aztek başkenti olan Tenochtitlan işgal edildi. Francisco Hernández de Córdoba, 1517 senesinde Güney Meksika kıyılarını araştırdı, onu 1518'de Juan de Grijalva izledi.
Erken dönem Conquistador'larının en önemlisi, 1519 yılında yerli bir kıyı yerleşimi olan "Puerto de la Villa Rica de la Vera Cruz"dan ülkeye giren Hernán Cortés'di. Burası günümüzün Veracruz şehridir.
Yaygın kanının aksine İspanya, Cortes'in 1521 yılında Tenochtitlan şehrini ele geçirmesiyle Meksika'yı işgal etmiş olmadı.Tenochtitlan kuşatmasından sonra işgalin tamamlanması için diğer bir iki yüz senenin geçmesi gerekti.
Bu süre zarfında yerli halk tarafından İspanya'ya karşı isyanlar, saldırılar ve savaşlar sürmeye devam etti.
Meksika'da nüfusun %60'ı melez, %10'u beyaz, geri kalanlar ise yerli halktır. Resmi dil İspanyolca'dır ayrca bunun dışında Meksika'da halen 68 farklı yerli dili konuşulmaktadır ve Meksika dünya üzerinde anadili olarak İspanyolca konuşan insan sayısının en yüksek olduğu ülkedir. Ülkedeki inançlar ; Katolikler %89, Protestan %6, diğer %5 şeklinde özetlenebilir. Toplam nüfus içinde okuma yazma oranı %92,2 dir.
Meksika, 14° ve 33° kuzey enlemleri ile 86° ve 119° batı boylamları arasında, Kuzey Amerika'nın güneyinde yer alır. Ülke topraklarının neredeyse tamamı Kuzey Amerika levhasında bulunurken, Baja California Yarımadası'nda bulunan görece küçük kısımları Pasifik ve Cocos levhaları üzerindedir. Jeofiziksel olarak, bazı coğrafyacılar, Tehuantepec Kıstağı'nın doğusundaki, ülkenin toplam yüzölçümünün yaklaşık %12'sine gelen kısmı Orta Amerika'ya dahil kabul etmektedir. Jeopolitik olarak ise Meksika, tamamıyla Kuzey Amerika'da kabul edilmektedir.
Toplam 1.972.550 km²'lik yüzölçümüyle Meksika, toplam yüzölçümü bakımından dünyanın en büyük 14. ülkesi konumundadır. Ülke topraklarında birbirine en uzak iki nokta arasındaki mesafe 3.219 km'den fazladır. Kuzeyde, Amerika Birleşik Devletleri ile 3.141 km uzunluğunda sınırı bulunur. Ciudad Juárez'den Meksika Körfezi'nin doğusuna olan kısımdaki sınırı Rio Grande belirler. Ciudad Juárez'in batısı ile Büyük Okyanus arasında kalan sınır ise çeşitli doğan ya da yapay işaretlerle belirlenmiştir. Meksika, güneyde ise Guatemala ile 871 km, Belize ile 251 km uzunluğunda sınır paylaşmaktadır.
Ülkenin kuzey-güney doğrultusunda, Sierra Madre Oriental ve Sierra Madre Occidental olmak üzere iki ana sıradağ uzanır. Ülkenin merkez kısmında, doğudan batıya doğru uzanan Trans Meksika Yanardağ Kemeri yer alır. Ülkedeki dördüncü ana sıradağ ise, Michoacán-Oaxaca arasında yer alan Sierra Madre del Sur'dur. Ülkenin orta ve kuzey bölümlerinin çoğu yüksek takımlı olup, en yüksek noktalar Trans Meksika Yanardağ Kuşağı üzerinde yer alan Pico de Orizaba (5.700 m), Popocatépetl (5.462 m), Iztaccihuatl (5286 m) ve Nevado de Toluca (4.577 m)'dır. Üç ana şehir yerleşmesi; Toluca, Büyük Meksiko ve Puebla da bu dört yükselti arasında bulunan vadilerde yer almaktadır.
Ülkeden geçen Yengeç Dönencesi, ülkeyi iklim açısından sıcak ve tropik bölgeler olarak ikiye ayırır. 24. enlemin kuzeyinde kalan bölümler, kış aylarında diğer bölgelere oranla daha soğuk olur. 24. enlemin güneyindeki bölümlerdeki sıcaklık ise yıl içerisinde genel olarak sabitken yalnızca rakıma bağlı olarak değişkenlik göstermektedir. Bu bölümde yer alan ve 1.000 m'den az rakıma sahip bölgelerde (her iki kıyı bölgesinin güney kısımları ile Yucatán Yarımadası), yıl içerisindeki ortalama sıcaklık 24-28 °C (75,2-82,4 °F) arasında değişkenlik gösterir. Yıl içerisindeki yaz ile kış mevsimleri arasındaki ortalama sıcaklık farkı en fazla 5 °C (9 °F) kadar değişim göstermektedir. Ülkenin her iki kıyı şeridin de (Campeche Körfezi'nin güney kıyıları ile Baja'nın kuzeyi hariç), yaz ve sonbahar aylarında kasırgalar etkili olur. 24. enlemin kuzeyinde bulunan düşük rakımlı bölgeler, yaz aylarında görece daha sıcak ve nemli havaya sahip olup, kış aylarında yine güneydeki bölgelere göre daha soğuk olduğundan yıllık sıcaklık ortalaması 20-24 °C (68,0-75,2 °F) arasında değişkenlik göstermektedir. Meksika'daki en büyük şehirlerin çoğu Meksika Vadisi'nde veya çevresindeki vadilerde, 'den düşük rakımda yer aldığından yıllık ortalama sıcaklıkları 16-18 °C (60,8-64,4 °F) arasında değişiklik gösterir ve yıl boyunca gece sıcaklıkları, gündüz vaktine göre oldukça düşüktür.Başta kuzey bölümleri olmak üzere Meksika'nın çoğu bölgesi kurak bir iklim yapısına sahiptir.
Meksika 1 federal bölge ile 31 eyaletten oluşmaktadır.
Tarihsel, etkin, toplumsal ve ekonomik etkenlerden kaynaklanan bölgesel farklılaşmalara karşın, yerel halk sanatlarının yanı sıra Avrupa kaynaklı klasik sanatlara dayanan özgün bir Meksika kültüründen bahsedilebilir. 1930'larda güçlenen Indigenismo akımı Yerli kültür mirasına ilgiyi canlandırmıştır.
Daha çok kırsal kesimde yaygın olan ve hem günlük kullanıma, hem de süslemeye dönük işlevler taşıyan geleneksel halk sanatları ülke çapında çok tutulur. En ilginç örnekler arasında Oaxaca Vadisine özgü kil çömleklerle Tomala köyünde üretilen kuş ve hayvan figürleri sayılabilir. Renkli süslemeler taşıyan pamuk giysilere, pamuk ya da yünden yapılan omuz atkılarına (rebozo) ve serape'lere, renkli sepetlere ve değişik desenli kilimlere ülkenin hemen her yanında rastlanır. Halk müziği Meksika tarihi boyunca en önemli sanat biçimlerinden biri olmuştur. Eski charro'lar (sığır çobanı) gibi giyinen şarkıcılar, günümüzde de şenliklerde ve özel günlerde gitar ve davul eşliğinde şarkı söyler.
Meksika Devrimi'ne ilişkin temalar uzun bir dönem Meksika edebiyatına damga vuran başlıca öğe olmuştur. Köylülerin sorunları ve acıları günümüzde de Juan Rulfo gibi yazarların yapıtlarına konu olmakla birlikte, Meksika edebiyatında evrensel temalara yöneliş belirgin bir ağırlık kazanmıştır. Bu yeni kuşak edebiyatçılar arasında uluslararası düzeyde ün kazanmış Samuel Ramos, Octavio Paz, Carlos Fuentes, Gustavo Sainz ve Juan José Arreola gibi adlar öne çıkar. Oyun yazarı Rodolfo Usigli'nin yapıtlarında da benzer bir yönelim görülür. Meksika tiyatrosuna katkıda bulunmuş öteki çağdaş yazarlar arasında Luisa Josefina Hernández ve Emilio Carballido sayılabilir. Müzikte evrenselleşme çığırına öncülük eden Carlos Chávez'i başka bazı genç besteciler de izlemiştir.
Duvar resmi Meksika'nın dünya çapında adını duyurduğu sanat dallarının başında gelir. Diego Rivera, José Clemente Orozco ve David Alfaro Siqueiros gibi ressamlar Meksika tarihi ve kültürünü kalabalık, canlı, figüratif kompozisyonlarla yansıtan yapıtlarıyla tanınmıştır.
Önde gelen kültür kurumlarından Ulusal Güzel Sanatlar Enstitüsü güzel sanatları yaymaya ve bu alandaki incelemeleri desteklemeye yönelik etkinlikler yürütür. Meksika Senfoni Orkestrası ve çeşitli bale toplulukları da devletten önemli çapta destek görür. Yerli Enstitüsü geleneksel el sanatlarını korumak ve geliştirmekle görevlidir.
Boğa Güreşi Meksika'da bugün de çok sevilen bir eğlencedir.En yaygın spor olan futbolun yanı sıra beyzbol da büyük ilgi toplar. Meksika haf |
if sıklette birçok dünya şampiyonu boksör yetiştirmiştir.
Basın dünyasında özel sektör egemendir; ülkenin iki büyük televizyon kanalı olan Televisa ve TV Azteca ile "Excelsior", "Novedades" ve "El Universal" gazeteleri en etkili medya organlarıdır.
ABD ve Kanada'yla beraber NAFTA'yı oluşturan ülke, hızlı nüfus artış oranı, yüksek işsizlik gibi tipik bir gelişmekte olan ülke görünümündedir. ABD'de yaklaşık on beş milyon Meksika asıllı insan yaşamaktadır.
Yılbaşlarını 12 üzüm yiyerek kutlarlar. Tam saat 12 olduğunda kilise çanı 12 kere çalar her çalışında bir üzüm yenir ve her üzüm yenildiğinde bir dilek tutulur. Eğer böyle yapılırsa dileklerin yerine geleceğine inanılır.
Ömer Hayyam Rubaileri
Ömer Hayyam rubailerinde yaşadığı zamanda olan haksızlıkları, saçmalıkları alaylı, ince bir dille anlatmıştır. Dörtlüklerinde dünya, şarap, aşk, insan hayatı, yaşama sevinci ve bulunduğumuz dünyanın tadını çıkarmaktan bahseder.
Karayipler
Karayipler ya da Batı Hint Adaları, Karayip Denizi'ni, adalarını ve çevreleyen sahilleri kapsayan bölge. Bu adalar, Florida'nın güneyinden başlayarak bir kıvrım oluşturarak Güney Amerika'da Venezuela'nın kuzey batısına dek iner. Bölgede 7.000 dolayında ada, adacık ve kayalık bulunur. Bunlar yirmi beş bağımsız ülke ya da sömürge oluşturur.
Batı Hint Adaları adı, 1492'de Hindistan'a ulaştığını zanneden Kristof Kolomb tarafından verilmiştir.
Adaların en eski sahipleri Aravak (Karayipçe: Aruac) ve Karayip (İspanyolca: Caribe) yerlileridir. 1492'de Ceneviz doğumlu İspanyol kaşif Kristof Kolomb tarafından keşfedilmiştir.
İdris Dağı
İdris dağı Kalecik ilçesinin batısında, Ankara'nın doğusuda bulunan, 1992 metre yüksekliğe sahip bir dağdır.
Adını bir efsaneden alır. Efsaneye göre Kalecik çevresinde bir zamanlar bir dev ve onun yavruları yaşamaktadır. Bu yavru devler birbirleriyle hiç geçinemez, sık sık kavga ederlermiş. Bu durumdan rahatsız olan anne dev bir gün dayanılmaz bir noktada çocuklarına ilenecek olmuş:
-Tanrı hepinizi taş etsin emi!
Anne devin bu ilencini duyan Tanrı hemen tüm yavru devleri birer dağa çevirmiş. İçlerinden en büyük olanının adı İdris olduğundan, bugünkü İdris dağı da adını o devden almış.
Gökçeada
Gökçeada (Yunanca: Ίμβρος "Imvros"), Çanakkale'nin bir ilçesi ve Türkiye'nin en büyük adasıdır. Ege Denizi'nin kuzeyinde, Saros Körfezi girişinde yer almaktadır. 91 km. kıyı şeridine sahiptir. Yıllık yağış miktarı metrekareye 950 – 1050 mm arasında değişmektedir. Adanın batısında yer alan İncirburnu Türkiye'nin de en batı noktasını oluşturmaktadır. 2011 ve 2012 yıllarında haftada 2 kez Gökçeada-İstanbul uçak seferleri yapılmış olup, 2013 ve sonrasında ticari yolcu uçuşları yapılmamıştır.
Gökçeada Türkiye'de 2016 itibarıyla 11 tane olan Sakin kentlerden(Cittaslow) birisidir. Cittaslow hareketi Türkiye’ye 2009 yılında Seferihisar ilçesinin katılmasıyla gelmiş oldu. Seferihisar Belediye Başkanı, Cittaslow Uluslararası Başkan Yardımcısı, Cittaslow Türkiye Koordinatörü olan Tunç Soyer, Cittaslow hareketin Türkiye’de gelişmesine öncü olmuş, İzmir ili Seferihisar ilçesi dünyanın 129′uncu, Türkiye’nin ilk sakin şehri olmuştur. Bu üyelik Türkiye’nin tanıtımı için yeni bir vesile olmakla birlikte, sakin kent unvanı almış ilçelerin gelişimi için, kültürel ve tarihi değerlerin korunması açısından önemli bir adımdır. 2009 yılından 2016 yılına kadar geçen 7 yıl gibi kısa süre içerisinde Türkiye’de sakin kent hareketine üye sayısı Mart 2016'da Erzurum İli Uzundere İlçesinin katılmasıyla 11’e yükselmiştir.
Adanın merkezidir, kamu kurumları ve nüfusun çoğu buradadır. Tarifeli seferler yapılan bir havaalanı mevcuttur. Rumca adı “Panaghia”dır. Kaleköy, Zeytinliköy, Eski ve Yeni Bademli köyleri çok yakındır.
Adanın iç batı kesimindedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye'nin en büyük köyü olarak kabul edilmektedir. 1970'li yıllara kadar Gökçeada’nın en büyük köyü olma niteliğini korumuştur. Yoğun göç vermesi nedeniyle şu anda terk edilmiş durumdadır. Dereköy’ün Rumca adı “Σχοινούδι (Okunuşu:Shinudi)”dir. Meryem Ana bayramında (15 Ağustos) yurtdışına göç edenler, çocukları ve torunlarının geri dönmesiyle köy hareketlenir.
Adanın kuzeydoğusundadır. Kaleköy iskelesi, I. Dünya Savaşı sırasında Fransız Donanma Kumandanlığı tarafından düzenlenmiş, 1970'li yıllarda Kuzulimanı'na yeni iskele yapılıncaya kadar tüm adanın ulaşımını sağlamıştır. Ancak küçük tonajlı gemilerin ve yatların yanaşması için uygundur. Bu yıllara kadar adanın ulaşımı, Ayvalık ve Gemlik adlı yolcu gemileri ile sağlanmıştır. Rumca adı “Kastro”dur.
Haftada iki kez (Çarşamba ve Cumartesi) saat 23:00 civarında adaya ulaşan bu gemiler iskeleye yanaşamadıkları için yaklaşık 1,6 km açıkta demirlemek zorunda kalırlardı. Gemiler ile iskele arasında ulaşım balıkçı/süngerci tekneleri ile sağlanırdı. Kaleköy iskelesinin hemen sağ tarafında yer alan tepenin üzerinde köye eski ismini veren kale yer almaktadır.
Adanın kuzey iç kesimlerinde, Merkez ilçeye çok yakın eski bir Rum köyüdür. Hâlen küçük bir Rum kökenli nüfus yaşamaktadır. Ayrıca Fener Rum Patriği Bartholomeos'un doğum yeridir. Rumca adı “Aya Teodoroi”dir. Köyde bulunan Rum ilkokulu geçtiğimiz senelerde eğitim - öğretime açılmıştır.
Adanın kuzeyinde bir Rum köyüdür. Rumca adı “Agridya”. Köyde bulunan Rum Lisesi ve Ortaokulu eğitim - öğretim vermekte, bu sayede köyün kışın da mevcut bir Rum kökenli nüfusu bulunmaktadır.
Türkiye'nin en batı noktasında yer almaktadır. Köyün adının nereden geldiği ve geçmişi hakkında bilgi yoktur. Muğla ve Burdur illerinden 1970'li yıllarda ailelerin yerleştirilmesi ile köy teşekkül etmiştir.
İlçe merkezine 25 km uzaklıktadır.
ekonomisi tarım, hayvancılık ve turizme dayalıdır. Ev pansiyonculuğu başlıca gelir kaynaklarından olup, çok sayıda pansiyon bulunmaktadır.
Köyde, ilköğretim okulu vardır ancak kullanılamamakta, taşımalı eğitimden yararlanılmaktadır. Köyün içme suyu şebekesi ve kanalizasyon şebekesi bulunmaktadır. Köy içinin yolları taşla kaplıdır. PTT şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. Sağlık ocağı bulunmakta fakat kullanılmamaktadır. Köye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup köyde elektrik, sabit telefon ve internet vardır. Uğurlu köyü denize 100 metre mesafede olmakla birlikte, adanın iki iskelesinden biri Uğurlu köyünde bulunmaktadır. Limni Adası'na 14 mil mesafede bulunması itibarıyla adalar arası turizm, ilerisi için Uğurlu köyünün yeni yüzünü belirleyebilir.
Adanın kuzeydoğusunda, merkez ilçe ile Kaleköy arasında yer alır. Bademli’nin Rumca adı “Gliki”dir.
Yeni kurulan köylerdendir, Isparta'lı aileler iskan edilmiştir. Adanın kuzeydoğusundadır, motel ve pansiyon bölgesidir. Denize uzaklığı 500 metredir.
Yeni kurulan köylerdendir, Çanakkale'li aileler iskan edilmiştir. Adanın güneydoğusunda olan Eşelek, bir tarım bölgesidir ve sebze meyve üretilir.
Adanın yerleşik ilk Türk köyüdür. 1973-1974 yıllarında Trabzon ili Çaykara ilçesi Şahinkaya (Şur) köyünden iskân gelmiştir. Tarım, hayvancılık, son yıllarda pansiyonculuk yapılmaktadır. Köyün tam karşısı çam ormanı ile kaplıdır. Köyün içme suyu 3 farklı yeraltı kaynağının beslediği depodan gelmektedir. Köy adanın güney sahillerine yakın, Laz koyuna 5 km civarındadır. Köy içinde zeytinyağı, bal, oğlak eti, kuzu eti, keçi peyniri temin edilebilir.
Yeni kurulan köylerdendir, 80 sonrası Bulgaristan göçmenlerinin iskan edildiği bir köydür. Adanın güneybatısındadır.
Merkez ilçe ile Kuzulimanı arasındaki yol üzerindedir. Rumca adı “Evlampio”dur.
Garri Kasparov
Garik Kimoviç Weinstein (Kiril: Гарик Кимович Вайнштейн, 13 Nisan 1963, Bakü), 1985-2000 yılları arası dünya şampiyonu olan Rus (geçmişte Sovyet) satranç büyükustasıdır.
Garri Kasparov, 1963 yılında Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin başkenti Bakü'de Yahudi bir baba ve Ermeni bir anneden dünyaya geldi.
1985'te Anatoli Karpov'u yenerek dünya şampiyonu unvanını kazanmış, bu unvanı 2000 yılında yenildiği Vladimir Kramnik'e devretmiştir. Onun Temmuz 1999'daki FIDE Rating listesinde gerçekleştirdiği 2851 ELO puanı yalnızca Magnus Carlsen tarafından geçilmiştir. Pek çok kişi kendisini tarihte görülmüş en güçlü oyuncu olarak değerlendirmektedir. 10 Mart 2005'de bir daha satranç turnuvalarına katılmayacağını açıklamıştır.
Kasparov, Mihail Botvinnik'in satranç okulunda satranç eğitimini almıştır. 13 yaşında 9 üzerinden 7 puan alarak 1976 yılında Tiflis'te gerçekleştirilen Sovyet Küçükler Şampiyonası'nı kazanmıştır. Sonraki yıl da bu başarıyı tekrarlayarak 9 üzerinden 8,5 puan almıştır.
1978 yılında Kasparov, Minsk'teki Sokolski Memorial turnuvasına katıldı. Buraya dışarıdan davet edilmişti fakat birinci sırayı alarak master unvanını almıştır. Kasparov bu başarısını hayatının dönüm noktası olarak değerlenmiştir ve bu durumun kendisini satrancı meslek olarak seçmesinde yüreklendirdiğini belirtmiştir. Bir yazısında "Yaşadığım sürece Sokolski Memorial'i hatırlayacağım" demiştir.
Kasparov FIDE sıralamasında hızla yükselmiştir. Rusya Satranç Federasyonu'nun dikkatsizliği ile Garri Kasparov, henüz derecelendirilmemişken, Banya Luka'da büyükusta turnuvasına katılmıştır (federasyon bunun küçük bir turnuva olduğunu sanmıştı). Bu üst düzey turnuvada 2595 geçeci puan elde etmeyi başarmıştır. Bu, Kasparov'un üst düzey oyuncular arasına yükselmesine yetmiştir.
Bir sonraki yıl 1980'de Batı Almanya, Dortmund'daki Dünya Gençler şampiyonasını kazanmıştır.
Bu sıralarda Kasparov dünya şampiyonu Anatoli Karpov ile oyun oynama şansı arıyordu. Ama öncesinde Adaylar Turnuvasını geçmesi gerekiyordu.
1984'te Anatoli Karpov ile Garri Kasparov arasında oynanan Dünya Şampiyonluğu maçı, ortaya çıkan sonuç itibarıyla satranç tarihindeki en tartışmalı maçlardan biri oldu. Kazandığı oyun sayısı 6'ya ulaşan tarafın şampiyon olacağı maça Karpov çok iyi başladı ve ilk 6 maçta 4 galibiyet alarak 4-0'lık skoru yakaladı. Karpov'un kazanması için sadece 2 oyun daha alması yeterliydi ama Kasparov buna izin vermemek için elinden geleni yaptı. Arka arkaya 17 maç berabere bitti ve sonunda Karpov bir galibiyet daha aldı ve skoru 5-0 |
yaptı. Şampiyonluğa ulaşması için önünde sadece 1 galibiyet kalmıştı. Daha sonra 32. oyuna kadar yine beraberliklerle geçti ve Kasparov sonunda ilk galibiyetini aldı.
Bu noktadan sonra Kasparov'dan 11 yaş büyük olan Karpov fiziksel olarak neredeyse tükenmişti. Maç boyunca toplam 10 kg verdi. Birkaç oyun sonra Kasparov üst üste iki galibiyet daha alıp skoru 5-3'e getirdi. Maç sırasında birkaç kere hastaneye kaldırılan Karpov'un durumu iyi değildi. Karpov her ne kadar iyi olduğunu ve maça devam etmek istediğini söylese de doktorlar durumunun iyi olmadığını ve devam edemeyeceğini söylüyorlardı. Kasparov ise 5-3 geride olmasına rağmen son iki oyunu kazanmış olmanın verdiği moralle maçın favorisi olduğunu düşünüyordu ve maça devam etmek istiyordu. Ama FIDE Başkanı Florencio Campomanes iki oyuncunun da maça devam etmek istemesine rağmen, maçın uzunluğu nedeniyle iki oyuncunun da sağlığının zorlandığı gerekçesiyle maçın iptal edildiğini ve yeni maçın birkaç ay sonra yapılacağını açıkladı. Böylece ilk defa bir Dünya Şampiyonluğu maçı sonuç elde edilmeden bitirilmiş oldu.
İkinci Kasparov-Karpov maçı 1985 yılında 24 maç üzerinden organize edildi. 12,5 puana ulaşan ilk oyuncu şampiyonluğa ulaşmış olacaktı. 12-12 beraberlik durumunda ise son şampiyon olan Karpov unvanını koruyacaktı.
Kasparov maça iyi başladı ve ilk oyunu kazanarak durumu 1-0 yaptı. İki beraberlikten sonra Karpov toparlandı ve üst üste iki galibiyet alarak skoru 2-3 yaptı. Daha sonraki oyunlarda son maça gelinene kadar Kasparov 2, Karpov ise 1 galibiyet alabildi. Böylece skor Kasparov lehine 12-11 oldu. Karpov'un unvanını koruyabilmesi için bu oyunu alarak 12-12 beraberliği sağlaması gerekiyordu. Karpov oyunu kazanmak için saldırgan bir strateji izledi ama Kasparov 26. ve 31. hamlelerde iki tane piyon fedası yaparak oyunu karmaşık bir hale soktu ve Karpov 36. hamlede büyük bir hata yaparak bir taş kaybetti ve birkaç hamle sonra terk etti. Böylece maçı 13-11 kazanan Kasparov, Karpov'un 10 yıllık Dünya Şampiyonluğuna son verdi. Kasparov 22 yaşında Dünya Şampiyonu olarak tarihteki en genç Dünya Şampiyonu oldu (daha önceki en genç şampiyon 1960'ta 23 yaşındayken Botvinnik'i yenerek şampiyonluğa ulaşan Mihail Tal'dı).
1986 yılında Karpov'la Londra ve Leningrad'da yaptığı rövanş maçını 12,5-11,5 kazandı. 1987 yılında İspanya'da yeni bir maç yaptılar. Diğer maçlardan daha çekişmeli geçen bu maçın skoru 23. oyunun sonunda 12-11 Karpov'un lehineydi. Son oyunda Kasparov'a mutlak bir galibiyet gerekiyordu. O ana kadar 23 oyunda sadece 3 oyun kazanabildiğini dikkate alırsak bu çok zor bir görevdi. Ne var ki oyuna beklenmedik şekilde sakin Reti açılışıyla başlayan Kasparov son oyunu kazandı ve skor eşit olmasına rağmen unvanını korumuş oldu. 1990 yılında yapılan maçta bu sefer Kasparov unvanını daha rahat bir şekilde korudu. Kasparov 1993 yılında unvanını Nigel Short'a ve 1995 yılında New York'ta "Dünya Ticaret Merkezi"nin en üst katında Viswanathan Anand'a karşı korudu.
2000 yılında FIDE'den ayrı olarak "Brain Games"in organizasyonu altında yaptığı maçı Vladimir Kramnik'e karşı kaybetti. Buna rağmen halen tartışmasız bir biçimde dünyadaki en iyi oyuncu olma üstünlüğünü sürdürmektedir.
Garry Kasparov, Linares turnuvasını birinci bitirdikten sonra 10 Mart 2005 günü duzenlenen basın toplantısında, aktif satrancı bıraktığını açıklamıştır. Kasparov'un açıklamasına rağmen FIDE, kurallar gereği Kasparov'un ELO ratingini 1 yıl kadar tutmuştur. Nisan 2006 ELO listesinden Kasparov çıkarılmıştır.
Kasparov, dünya çapındaki ünü sayesinde bilgisayar üreticilerinin de ilgi odağı olmuştu. Bazı şirketler, teknolojinin ne kadar geliştiğini göstermek için onu yenebilecek bir bilgisayar geliştirmek istediler. IBM, Deep Blue (Derin Mavi) isimli bir bilgisayar yaparak Kasparov ile bir maç ayarladı. 1996'da yapılan 6 setlik maçlar sonunda Kasparov, Deep Blue'yu 4-2 yendi.
IBM sonraki yıla kadar Deep Blue'yu geliştirdi (Deeper Blue olarak da bilinmekle beraber resmi adı Deep Blue'dur). 3 dakikada 60 milyar hamleyi gözden geçirebilen bu bilgisayarla Kasparov, 1997'de tekrar maç yaptı. Yine 6 setten oluşan bu maç sonucunda Deep Blue Kasparov'u 2.5 a karşı 3.5 puanla yenmeyi başardı. Böylece insanlık tarihinde ilk kez bir bilgisayar, dünya satranç şampiyonunu yenmiş oldu. Kasparov 2. oyunun 37.Be4 hamlesinde Deep Blue'ya insanlar tarafından müdahale edilerek yardım edildiğini iddia etti. Çünkü böyle bir durumda bir bilgisayarın 37.Qb6 hamlesini yaparak bir piyon kazanma eğiliminde olması bekleniyordu ve bu beklentisi pek çok satranç otoritesi tarafından da onaylandı. Fakat IBM bu iddiayı ve Kasparov'un yeniden maç önerisini reddederek Deep Blue projesini sona erdirdi.
Kasparov, 17 Ağustos 2012'de, Rus punk grubu Pussy Riot üyelerinin 2 yıl hapis cezasına çarptırılmalarına karşı düzenlenen bir gösteriye katılmıştır. Bu gösteride polis tarafından en az 60 kişi ile birlikte gözaltına alınmak istenmiştir. Kasparov gözaltına alınmamak için direnmiş ve bir polisin kolunu ısırmıştır. Şu an kendisine, görev halindeki memura fiziksel saldırı suçundan 5 yıl hapis cezası istenmektedir.
Kasparov ilerleyen aylarda bu suçu reddetmiş ama grubu desteklemeye devam edeceğini belirtmiştir. Kendisi hakkında açılan dava ise düşmüştür.
Anatoli Karpov
Anatoli Yevgenyeviç Karpov (Rusça: Анато́лий Евге́ньевич Ка́рпов) (Doğumu 23 Mayıs 1951) Rus satranç büyükustası ve 1975-1985 yılları arası dünya satranç şampiyonu. 1975 yılında Bobby Fischer'in kendisiyle oynamayı reddetmesi üzerine, hükmen dünya satranç şampiyonu olmuş, ancak bu unvanı hakettiğini daha sonraki oyunlarda ve maçlarda göstermiştir. 1985'de Garri Kasparov'a yenilerek unvanını kaybetmiştir. Çok güçlü savunma oyunu tarzıyla bilinir.
Anatoly Karpov - Veselin Topalov Linares,1994, Beyaz üç defa kale fedası yapıyor.
1. d4 Af6 2. c4 c5 3. Af3 cxd4 4. Axd4 e6 5. g3 Ac6 6. Fg2 Fc5 7. Ab3 Fe7 8. Ac3 O-O 9. O-O d6 10. Ff4 Ah5 11. e3 Axf4 12. exf4 Fd7 13. Vd2 Vb8 14. Kfe1! g6 15. h4 a6 16. h5 b5 17. hxg6 hxg6 18. Ac5 dxc5 19. Vxd7 Kc8 (diyagram) Beyazın 20. Fxc6 ile siyah atı kazanacağı düşünülebilir, ancak siyah 20. ... Ka7 hamlesiyle beyaz veziri geri gitmeye mecbur bırakıp 21. ... Kxc6 ile fili alarak durumu eşitler ve pozisyonunu iyileştirir. Bu yüzden Karpov, konum üstünlüğünü devam ettirmek için satranç tarihinin en ilginç hamlelerinden birini yapar:
20. Kxe6!! Ka7 [20...fxe6 21.Fxc6 Ka7 22.Vxe6+ Şg7 23.Fe4 Beyaz daha iyi] 21. Kxg6+! fxg6 22. Ve6+ Şg7 23. Fxc6 Kd8 24. cxb5 Ff6 25. Ae4 Fd4 26. bxa6 Vb6 27. Kd1 Vxa6 28. Kxd4!! Kxd4 [28...cxd4 29.Vf6+ Şh6 30.Vh4+ Şg7 31.Vxd8 Vxc6 32.Vxd4+ beyaz daha iyi] 29. Vf6+ Şg8 30. Vxg6+ Şf8 31. Ve8+ Şg7 32. Ve5+ Şg8 33. Af6+ Şf7 34. Fe8+ Şf8 35. Vxc5+ Vd6 36. Vxa7 Vxf6 37. Fh5 Kd2 38. b3 Kb2 39. Şg2 Siyah terkeder 1-0
Nevzat Süer
Nevzat Süer (d. 1925 - ö. 23 Mart 1987) Türkiye’de modern satrancın gelişmesinde önemli katkıları olan, Türkiye’nin ilk Uluslararası Satranç Ustasıdır. Haydarpaşa Lisesi mezunu olan Süer, 1937-1945 arasında keman çaldıktan sonra piyanoya geçti ve müzikle ilgilendi. 1943'te satrançla tesadüfen tanıştı. 3 kez Türkiye Şampiyonu olan ve defalarca Milli Takımda Türkiye'yi temsil eden Süer, Cumhuriyet gazetesindeki köşeleriyle ve yıllarca zorluklara rağmen çıkardığı Süer Satranç Dergisi ile tüm Türk satrançseverlere yol göstermiştir.
Satranç
Satranç, iki oyuncu arasında satranç tahtası ve taşları ile oynanan bir masa oyunu. Dünya çapında turnuvaları düzenlenir ve bir spor dalı olarak kabul edilir.
Bu oyun satranç tahtası denilen 8×8'lik kare bir alan üzerinde 32 adet satranç taşıyla oynanır. Toplam 64 karenin yarısı siyah, yarısı beyaz renklerden oluşur. Taraflar beyaz ve siyah renkli taşları alırlar, her oyuncunun bir seferde bir hamle yapmasıyla oyun gelişir. Oyunun başında beyaz ve siyahların 16 taşı bulunur. Bunlar bir şah, bir vezir, iki kale, iki fil, iki at ve sekiz piyondan oluşur. Oyunun amacı karşı tarafın şahını mat etmektir.
M.Ö. 2000'li yıllarda satrancın oynandığına dair bulgular Mısır'da piramitlerdeki kabartmalarda vardır. Satranç, MS 6. yüzyılda Hindistan'da ortaya çıktı. MS 10. yüzyıla gelindiğinde tüm Asya'ya, Ortadoğu ve Avrupa'ya yayılmıştı. En geç 15. yüzyıldan itibaren Avrupa'da soylular arasında çok popüler bir oyun haline geldiğinden "kraliyet oyunu" olarak anılmaya başlandı. Kurallar ve dizilişler zaman içerisinde çeşitli değişiklikler gösterdi ve 19. yüzyılda bugünkü standart halini aldı. 20. yüzyıl Avrupası'nda toplumun entelektüel üst tabakaları arasında yayıldı ve dünyanın en popüler oyunlarından biri haline geldi.
Oyunun icadı konusunda birkaç efsane mevcuttur. Bunlardan biri Sissa ibn Dahi, buğday tanesi efsanesidir. 6. yüzyıldan beri satranç Îran'da bilinmektedir. Buradan 7. yüzyılda İslam'ın yayılışıyla birlikte Orta Doğu'da ve Kuzey Afrika'da yayılır. Endülüs Emevîleri, İtalya, Bizans İmparatorluğu ve Rusya yoluyla oyun, 9. ila 11. yüzyıllar arasında Avrupa'nın diğer yerlerine yayılır. Burada bir yandan şövalyelerin yedi yiğit erdeminden sayılırken diğer yandan kilise tarafından uygun bulunmuyordu. 15. yüzyılda oyun kuralları belirleyici şekilde değişir. Bu yüzyıldan sonra bugün oynanana benzeyen modern satrançtan bahsedilebilmektedir. İspanya (16. yüzyıl), İtalya (16./17. yüzyıl), Fransa (18./19. yüzyıl), İngiltere (19. yüzyıl) ve Rusya (20. yüzyıl), sırayla satrançta Avrupa'nın önder ülkelerinden oldular.
19. yüzyılın ortasından beri düzenli satranç turnuvaları yapılmaktadır. İlk resmî Dünya şampiyonu Wilhelm Steinitz'tir. 1924'te Dünya Satranç Federasyonu (FIDE) kurulmuştur.
Bilgisayarların icadı ile birlikte 20. yüzyılın sonunda iyi satranç oynayabilen satranç programları piyasaya çıkmıştır. Bu programlardan bazıları günümüzde dünya şampiyonları seviyesinde oynayabilmektedirler. Hafızalara yer etmiş olan en iyi örnek Garri Kasparov ile Deep Blue (IBM) arasında oynanmış olan satranç maçlarıdır.
Oyunun amacı rakip şahı mat etmektir. Bunun anlamı rakip şahın bulunduğu karenin tehdit altında bulunması ve tehdit altında olmayan b |
ir kareye kaçış ya da tehdîdi engelleyecek başka bir hamlesinin olmamasıdır. Bu da rakîbin diğer taşlarını alarak onu güçsüz bırakma ilkesine dayanır. Ayrıca satrançta hızlı gelişim de önemlidir. Hızlı gelişim göstermek için yapılan en önemli adım gambit, yani piyon fedasıdır. Bu daha fazla taşın merkeze rahatça açılmasına olanak sağlar. Eğer bir oyuncunun şahının bulunduğu kare tehdit altında olmadığı halde bu oyuncunun kalan tek taşı şahı ise ve şahının tehdit altında olmayan bir kareye yapabileceği bir hamlesi yoksa oyun "pat" olur, yani berabere biter. Ayrıca oyun herhangi bir anda oyunculardan birinin yenilgiyi kabul etmesi veya bir oyuncunun beraberlik teklif etmesi ve diğerinin de bunu kabul etmesiyle de sona erebilir. Oyun sırasında taşları avantajlı yerlere yerleştirerek rakîbin hareketini kısıtlamak ve rakîbin taşlarını "almak" yoluyla gücünü azaltmak esastır. Her taş, kurallara göre ulaşabileceği bir karedeki rakip taşın bulunduğu kareye yerleşerek, yerinden ettiği taşı oyun dışı bırakma gücüne sahiptir, buna "taş almak" denir. Alınan taş oyuna bir daha geri dönemez, ancak bulunduğu hattın son karesine varan bir piyon, oyun haricinde bulunsun bulunmasın, arzu edilen piyondan değerli, şahtan değersiz başka bir taşla değiştirilebilir.
Satranç tahtası, sekiz satır (1-8) ve sekiz sütunda (a-h) bulunan, yarısı açık ve yarısı koyu renkte 64,kareden meydana gelir. Oyun başlarken satranç tahtası, her zaman beyaz taşlarla başlanır. Beyaz oynayan oyuncunun sağında açık renk h1 karesi bulunmalıdır. Satranç tahtasında oyun başında toplam 32 taş bulunmaktadır. Bunların 16'sı "beyaz" (veya açık renk), 16'sı da "siyah"tır (veya koyu renk). Oyuncuların her birinin (kısaca "beyaz" ve "siyah") şu 16 satranç taşları vardır:
Satranç tahtası, oyuncular arasına oyuncu perspektifinden bakıldığında sağ alttaki kare beyaz olacak şekilde yerleştirilir. Taşlar, resimde gösterildiği gibi satranç tahtasının iki tarafına yerleştirilir. Sondan bir önceki sırada piyonlar yer alır. Son sıraya da figürler yer alır. Bunların sırası (beyaz için soldan sağa, siyah için ters yönde) şöyledir: Kale, at, fil, vezir, şah, fil, at ve kale. Vezir, bu arada her iki tarafta oyunculara verilen rengin rengini taşıyan kare üzerindedir. Latinceden gelen bu konudaki kural: "" ya da "Vezir (karenin) rengi(ni) belirler"dir.
Oyuna beyaz başlar ve oyuncular sırayla bir taşla oynarlar (İstisna: rok). Böyle iki kişinin arka arkaya birer kere satranç taşlarından birin hareket ettirmelerine "hamle" denir. Bununla beraber satranç notasyonu, her zaman bir beyaz ve bir siyah taş hareketine bir sayı eşlemekte ve buna bir "hamle" demektedir. Bu bağlamdan genelde ne ifade edilmek istendiği anlaşılmakla beraber bazen bir oyuncunun yaptığı harekete "yarı hamle" de denir. Satrançta hamle sırası geldiğinde sıra gelen oyuncunun oynama zorunluluğu vardır (Alm.İng. "Zugzwang" (okunuşu [tsug tsvang])).
Bir karede en fazla bir taş durabilir. Taş, o alanda durduğu sürece bütün diğer taşlar için o kareyi kendi taşları için bloke eder. Karşı tarafın taşları için bu böyle değildir. Bir taşın gitmek istediği hedef karesinde rakibin bir taşı durmaktaysa bu taş, kendi taşını o alana koymak isteyen oyuncu tarafından önce tahtadan uzaklaştırılır, sonra böylece boşalmış olan bu alana kendi taşını koyar. Buna satrançta karşı tarafın taşını "almak" denir.
Bir satranç taşı öbür hamlede vurulabilecek konumdaysa bu taş "tehdit" altındadır. Eğer akabindeki yarı hamlede onu alan taşı da almak mümkünse bu taş "korunmuş"tur.
Şahlardan biri bir hamleyle tehdit altına girerse bu durumu oluşturan oyuncu, karşı tarafa "Şah!" diyerek îkaz eder. Eskiden karşı tarafı îkaz mecbûriyeti var idiyse de bugünkü turnuvalarda artık bu alışılagelmiş değildir ve FİDE kurallarında bulunmamaktadır. Şah verilince karşı tarafın tedbir alması gerekmektedir. Oyunun hedefi öyle bir pozisyon oluşturmaktır ki bu pozisyonda karşı tarafa şah verilmiş olsun ve o şahı korumak mümkün olmasın (şah mat).
Satranç taşları sadece bazı kurallar çerçevesinde yürütülebilir:
"Şah", satrançta karşı tarafın mat etmek istediği taş olduğundan en önemli taştır. Mat etmek, karşı tarafın şah en az bir taşla öyle bir tehdit etmesidir ki, tehdit altında kalan şahın ne kaçacak tehdit altında olmayan bir karesi, ne ona şah veren taşlar arasına sokabileceği bir taşı, ne de şah veren taşı vurma imkanı kalmıştır. Bu durumda oyun hemen son bulur. Satrancın karakteristiklerinden biri, satranç tahtasında mat edilen karşı tarafın şahını uzaklaştırmadan oyunu öylece bitirmektir. Bu özelliği, muhtemelen oyunun îcat edildiği zamanlardan kalan kralın haysiyetinin dokunulmazlığından kaynaklanmaktadır. Yenmenin bir jesti olarak mat edilen kralı devirmek mümkündür.
Mümkün hamleleri: Şah, her yönde bir kare gidebilir. Her iki şahlar, birbirlerini tehdît edecekleri ve şahın da tehdît edilmiş bir kareye gitmesinin yasak olmasından dolayı hiçbir zaman yan yana duramazlar.
Rok: Rok, satrançta bir yarı hamlede iki taşın, yani şah ve kalenin hareket etmesine izin verilen tek hamle çeşitidir. Rok yapılabilmesi için her iki taşın daha önce hareket etmemiş olması gerekir. Şah, rok yapacağı taraftaki kaleye doğru iki kare gider ve o kale de şahın üzerinden geçerek şahın üzerinden geçtiği karede yer alır. Detaylı açıklama için roka bakınız.
Açılışta genelde şahı ona bir an önce rok yaptırarak daha emin bir pozisyona götürmek amaca uygundur. Rok pozisyonunda bulunan piyonlar, mümkün olduğunca hareket etmemiş olmalıdır. Oyunun ortasında da şahın emin bir pozisyonda korunulmasının önemi vardır. Oyunun son safhasında şahın etkisi büyük olabilir. Bu safhada şaha aktif ve oyunun kaderini tayîn edecek bir rol düşer. Bunun yanında çoğu zaman şahı satranç tahtasının ortasında bir yerde tutmak gerekir. Bilhassa bir "piyonlu oyun sonu"nda şahın pozisyonu sonucu belirleyicidir. Şahın düşmanın son hattına (beyazda 1. satır, siyahta 8. satır) erişmesi oyunu leyhine çevirir.
"Vezir ", satranç taşlarının en kuvvetlisidir. Pratikte bir vezir, kale, fil ve atla beraber güçlü bir saldırı kuvveti oluşturur. Değeri 9 veya daha fazla (satranç ustası Larry Kaufman'a göre 9⁄) piyon birimidir.
Mümkün hamleleri: Vezir, her yöndeki her boş kareye (çapraz, yatay ya da dikey olarak) başka taşların üzerinden atlamamak şartıyla gidebilir. Dolayısıyla kendinde bir kale ve filin özelliklerini toplamaktadır. Böylece vezir çok hareketli bir taştır.
Vezir, benzer pozisyonlarda duran iki kale kadar kuvvetlidir. Kelimenin kökeni "dır. Türkçeye de geçmiş olan bu ad, Hint-Avrupa dilleri'nde kullanılan "Queenden daha uygundur.
"Kale", satrançtaki ikinci kuvvetli taştır. Muhtemelen Îran'da eski zamanlarda oynanan satranç oyunlarında kale, herhalde birkaç kez çentiklenmiş bir tahta parçası şeklinde canlandırılan bir savaş arabasıydı. Bu sembolü Îranlılardan satrancı gören Avrupalılar, bir kule olarak gördüler. İngilizcede kaleye "rook" () denmektedir.
Temel pozisyonda ve açılışta vezir tarafı ve şah tarafı kaleleri ayırdedilir. Vezir tarafı kaleleri, beyaz tarafta a1, siyah tarafta a8 karesindedir. Şah tarafı kaleleri de beyaz tarafta h1, siyah tarafta h8 karesindedir.
Mümkün hamleleri: Bir kale, satır ve sütunlarda her tarafa doğru istediği kadar gidebilirse de başka taşların üzerinden atlamasına izin yoktur. Tek istisna roktur. Burada aynı yarı hamlede şahla kale hareket eder, dolayısıyla bir yarı hamlede iki taşın oynayabileceği tek hamle budur. Kalenin uzanabileceği kareler, ancak satranç tahtasının kenarlarınca sınırlanır. Tahtanın her karesine erişebilmektedir. Sadece kale ve şahla karşı tarafın şahını mat etmek mümkündür.
Diğer bakımlardan eşit şartlarda kale, bu yüzden bir at ya da filden hatırı sayılır ölçüde daha kuvvetlidir. Fakat roktan önce pek hareket etme imkanı olmadığından oyunun başında pek etkili değildir. Çok kuvvetli olmasına rağmen bir kale, bir at ve bir filin toplamından biraz daha zayıftır. Kale gibi bir taşla at veya fil arasındaki değer farkına kalite denir. Bir kaleyi bir at ya da fil feda ederek almaya "kalite artışı", bile bile başka bir menfaat için daha kıymetli bir taşı vermeye "kalite fedası" denir.
At veya file karşın kale, satranç tahtasındaki pozisyonundan bağımsız olarak boş bir tahtada hep 14 kareyi tehdît eder.
Partinin başlangıcında her iki tarafın beyaz ve siyah alanlarda giden birer fili vardır. Bunlara vezir tarafı fil ve şah tarafı fil de denmektedir. Genelde bir fil üç piyon biriminden daha değerlidir (Larry Kaufman'a göre 3¼ piyon birimi). Fakat genelde biraz daha düşük olan üç piyon birimi değeri verilir. Açık pozisyonlarda, yani engel olan piyonlar yokken çok etkili olan fil çiftidir. Genelde bir fil çifti, beraberce hareket edebildikleri ve birbirlerini hiçbir zaman bloke etmediklerinden bir at çifti ya da bir fil ve bir attan daha etkilidir. Larry Kaufman'a göre fil çiftini yarım piyon birimiyle değerlendirmek mümkündür. Bu îtibarla iki fil, neredeyse bir kale ve iki piyon gibidir. Oyun sonunda bir şaha karşı şah ve fil çifti olursa ikinci taraf kazanır.
Filler, uzaklara kolaylıkla erişebilen taşlardır ve bir hamlede satranç tahtasının bir yanından öbür yanına gidebilirler. Farklı renkli filler dendiğinde taraflardan birinin beyaz, diğerinin siyah çaprazlarda giden birer fili var demektir. Bunlar birbirlerini tehdit edemezler. "Kötü fil", kendi piyonlarınca çevrilmiş olup pek hareket edemeyen bir fildir.
Mümkün hamleleri: Filler, üzerinde durdukları renkteki çaprazlar üzerinde istedikleri kadar hareket ederler. Başka satranç taşları üzerinden atlamalarına izin yoktur. Filler, genelde çok sayıda kareyi tehdit ederek merkezi kontrol ederlerse etkilidirler.
At iki düz bir çapraz, sembolik olarak "L" şeklinde gider. Atın en dikkat çekici özelliği taşların üzerinden atlayabilmesidir. Başlangıç pozisyonu kalelerin hemen yanıdır. At aynı zamanda ortadaki 4 karede çok fazla güç kazanır (Bu bütün taşlar için geçerlidir ancak atta daha belirgindir).
Her oyuncu partinin başında sekiz piyona sahiptir. Bunlar, diğer taşların önünde bir duvar oluştur |
urlar. Sınırlı hareket imkanından dolayı piyon, satrancın en zayıf taşıdır. Diğer taşlar gibi geriye doğru hareket edemez. Fakat parti sürdükçe piyonların karşı tarafın en son sırasına erişerek şah hariç daha değerli bir taşa dönüşebileceğinden önemi gitgide artmaktadır.
Mümkün hamleleri:
Bir piyon karşı tarafın en dipteki satırına geldiğinde (beyaz piyon için 8., siyah piyon için 1. satır) bu yarı hamlenin bir parçası olarak kendi renginde bir vezir, kale, fil ya da ata dönüştürülmek zorundadır. Bu dönüşüm vezirden başka bir taşa olmuşsa değer kaybı olan bir dönüşümdür (Alm. "Unterverwandlung"). Piyon oyundan çıkarılıp bu kareye yeni taş konur. Yeni taşın özellikleri hemen etkisini gösterir ve îcabında hemen şah mata götürebilir. Dönüşüm, bu taşın oyun esnasında önceden alınmış olup olmamasına bağlı değildir. Dolayısıyla bir oyuncu dönüşümle aynı taştan başlangıç pozisyonunda olduğundan daha fazlasına sahip olabilir. Genelde dönüşüm veziredir. Bazı maçlarda bir vezir yerine tahtaya ters bir kalenin konması, turnuvalarda kurallara aykırıdır. Gerekirse başka oyun taşlarından bir vezir alınması gerekmektedir.
Satranç literatüründe taşların değerini sözde piyon birimiyle ölçülmesi yaygındır. Buna göre bir piyonun değeri bir piyon birimi olarak tanımlanır.
Îran oyununda bir piyona denilmiş ve o şekil verilmiştir.
Piyonlar şu şartlarda bilhassa kuvvetlidirler:
Terfî, satranç tahtasının karşı kenarına (son sıraya) ulaşan piyonların arzu edilen bir taşa (vezir, kale, at veya fil) dönüşmesidir. Örneğin karşı kenara ulaşan siyah bir piyon, siyah bir vezire (oyuncunun veziri olsa dahi) dönüşebilir. Yaygın olarak yanlış bilinen bir kural piyonların sadece kaybedilmiş (eksik) taşlara dönüşebileceğidir. Teoride bir oyuncu 9 vezire sahip olabilir.
Satrançta taşların konumları ve hamleleri genellikle cebirle gösterilir. Satranç tahtasında düşey sütunlarda birer harf (a, b, c, d, e, f, g, h) ve yatay sütunlara birer sayı (1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8 ) ile gösterilir.
Satranç türevleri satrancın değişik bir tahtayla, özel taşlarla ya da farklı kurallarla oynanan biçimidir. İki binden fazla yayınlanmış satranç türevi vardır. Bunlardan en çok oynananı Çin'de xiangqi, Japonya'da ise şogidir .
Satranç türevleri üçe ayrılabilir:
Alan Turing
Alan Mathison Turing (23 Haziran 1912 – 7 Haziran 1954), İngiliz matematikçi, bilgisayar bilimcisi ve kriptolog. Bilgisayar biliminin kurucusu sayılır. Geliştirmiş oldugu Turing testi ile makinelerin ve bilgisayarların düşünme yetisine sahip olup olamayacakları konusunda bir kriter öne sürmüştür.
II. Dünya Savaşı sırasında Alman şifrelerinin kırılmasında çok önemli bir rol oynadığı için savaş kahramanı sayılmıştır. Ayrıca Manchester Üniversitesi'nde çalıştığı yıllarda, Turing makinesi denilen algoritma tanımı ile modern bilgisayarların kavramsal temelini atmıştır.
Adı ayrıca Princeton'da beraber çalıştığı tez hocası Alonzo Church ile geliştirdiği Church-Turing Hipotezi ile de matematik tarihine geçmiştir. Bu tez, bir algoritmayla tarif edilebilecek tüm hesaplamaların dört işlem, projeksiyon, eklemleme ve tarama operasyonları ile tarif edilebilecek hesaplamalardan ibaret olduğunu ifade eder. Bir matematiksel teorem olmaktan ziyade matematik felsefesi hakkında çürütülememiş bir hipotezdir.
1952 yılında şantaja maruz kaldığı şikayetiyle polise başvurup eşcinsel olduğunu açıklayan Turing, eşcinsellik suçlamasından yargılanıp 1 sene boyunca kimyasal olarak hadım etme yöntemi olarak kullanılan östrojen iğnesi vurulmaya mahkûm edilmiştir. 1954 yılında potasyum siyanid zehirlenmesinden ölmüştür. Polis araştırmasında Turing'in yediği elma ile siyanur zehiri alarak intihar sonucu öldüğüne karar verilmiştir. Buna rağmen İngiliz polisi Turing'in zehirlenmesinin kendisi tarafından intihar nedeniyle olmadığı ve başkalarının bu şüpheli ölümde bir parmağı olduğu iddiası sürmüştür.
Adı anısına verilen ve bilgisayar biliminin Nobel'i sayılan Turing Ödülü ile de akademik bilişim dünyasının bir parçası olmuştur.
Gelişim biyolojisi alanındaki en önemli matematiksel modellerden biri olan reaksiyon-difüzyon modeli de Turing tarafından formüle edilmiştir.
Annesi Sara, Hindistan'ın Orissa şehrinin Chatrapur kasabasında hamile kalmıştır. Babası Julius Mathison Turing, Britanya Hindistan koloni idaresinde Hindistan devlet memuru idi. Julius ve annesi Sara Alan'ı İngitere'de dünyaya getirmek istediler ve böylece Londra'ya gelerek Alan Turing'in 23 Haziran 1912'de doğduğu (şimdi Colonnade Hotel olan) Maide Vale'de bir eve yerleştiler. John adlı bir abisi vardı. Babası Hindistan Devlet Memurluğu işine devam etmekteydi ve Turing'in çocukluk yılları boyunca ailesi iki oğlunun kalması için İngiltere Hastings'teki arkadaşlarına bırakarak Guildford, İngiltere ve Hindistan arasında seyahat etti. Turing yaşamının erken dönemlerinde deha belirtileri gösterdi ve bunları sürekli olarak sergiledi.
Ailesi onu 6 yaşında iken bir gündüz okulu olan St Michaels'e kaydettirdi. Diğer eğitmenleri ve sonra da okulun başöğretmeni çabucak onun zekâsının farkına varmıştır. 1926'da 14 yaşındayken Dorset'te ünlü çok pahalı bir özel okul olan Sherborne Okuluna girdi. Okul sömesterinin birinci günü İngiltere'deki Genel Greve denk geldi; ancak Turing okuluna o kadar hevesliydi ki, trenlerin ülkede işlemediği o günü Southhampton'dan okula 60 milden fazla süren yolu tek başına bisikletle gitti ve yarıyolda geceyi bir otelde geçirdi.
Turing'in matematik ve bilim üzerine doğal eğilimi, Sherborne'daki eğitim tanımı daha çok klasik Antik Yunanca ve Latince üzerinde odaklanan, öğretmenlerinin saygısını kazandırmadı. Okul Müdürü ailesine şöyle yazmıştır: "Umarım iki okul arasında bilgisiz kalmaz. Eğer özel okulda kalacaksa özel okulun özel eğitimini almayı kabul etmeli; eğer sadece bir kendini bilime adamış bir bilim adamı olacaksa, vaktini bu özel okulda boşuna harcıyor."
Buna rağmen Turing sevdiği çalışmalarda göze çarpan yeteneğini göstermeye devam ediyordu, derslerinde daha türev ve entegrasyon konularını öğrenmeden bile ileri yüksek matematik konulu problemleri çözümlemeye başlamıştı. 1928'de 16 yaşına geldiğinde Albert Einstein'ın çalışmasıyla karşılaştı; onu kavramakla kalmadı; bunu Einstein'ın Newton hareket savlarını tenkitlerini (bunların açıklamasını yapmayan ders kitabı metinleri kullanmadan) kendi kendine çalışarak ortaya çıkardı.
Turing okulda kendinden yaşça biraz daha büyük akademik öğrenci Christopher Morcom'la yakın arkadaşlık ve aşk ilişkisi kurdu. Morcom, çocukken veremli inek sütü içmesi dolayısıyla kaptığı tüberküloz hastalığı nedeniyle, Sherborne'daki son sömestirinin bitmesinden sadece birkaç hafta kala öldü. Turing'in dini inancı yıkıldı ve ateist oldu. İnsan beyninin çalışması da dâhil, tüm dünya fenomenlerinin materiyalistik olduğu inancını benimsedi.
Turing'in klasik eski Yunanca ve Latince çalışmalara istekli olmaması ve matematik ve bilimi daima tercih etmesi onun Cambridge Trinity Koleji'ne bir burs kazanmasına engel oldu. İkinci tercihi olan Cambridge Kings Kolej'e gitti. 1931'den 1934'e kadar orada öğrenciydi, seçkin bir dereceyle diploma aldı ve merkezi limit teoremi üzerinde hazırladığı bir tez yazısı dolayısıyla 1935'te Kings Kolej'e akademik üye seçildi.
28 Mayıs 1936'da sunduğu "Hesaplanabilir Sayılar: Karar Verme Probleminin bir Uygulaması" adlı çok önemli bir makalesinde, Kurt Gödel'in 1931'de evrensel aritmetik-tabanlı biçimsel diliyle hazırladığı hesaplama ve kanıtın sınırları ispat sonuçlarını yeniden formüle ederek, onun yerine şimdi Turing makineleri diye andığımız, daha basit ve formel usullere dayanan ispatı ortaya attı. Eğer bir algoritma ile temsil edilmesi mümkün ise düşünülmesi mümkün olan her türlü matematiksel problemin böyle bir çesit makine kullanılarak çözülebileceğini ispat etmiş oldu.
Turing makineleri günümüzün hesaplama teorilerinin ana araştırma öğesidir. Turing makineleri için Sonlanma Problemi'nin kararverilemez olduğunu gösterek Karar Verme Probleminin bir sonucu olmadığını ispatlamaya devam etti: genel anlamda, algoritmik olarak sunulan bir Turing makinesi her zaman sonlanıyor olsa bile, karar vermek mümkün değildir. Kanıtının, Alonzo Church'ün "lambda hesaplama" teorisine dayandırdığı Turing sonucuna eşit olan kanıttan daha sonra yayınlanmasına rağmen, Turing'in çalışması çok daha kabul edilebilir ve sezgiseldi. Teorisinin yeni bir tarafı da "Evrensel (Turing) Makinesi" kavramı idi ve bu herhangi bir diğer makinenin görevlerini yerine getirecek bir makine fikri idi. Makale ayrıca tanımlanabilen sayılar kavramını da tanıtıyordu.
Eylül 1936'dan Temmuz 1938'a kadar Princeton Üniversitesi, İleri Etüdler Enstitüsü'nde, Alonzo Church yanında hemen hemen devamlı çalışarak geçirdi. Soyut matematik çalışmaları yanında kriptoloji üzerinde de çalışmalar yaptı ve ayrıca dört aşamalı elektro-mekanik ikili çarpma makinesinin üç aşamasını tamamlayıp bitirdi. Haziran 1938'de tezini verip Princeton’dan Felsefe Doktoru unvanını kazandı. Bilimsel tezinde bir Turing makinesinin çözemeyeceği problemler araştırmasına olanak sağlayarak, kehanet makineleri ile bağlantılı Turing makineleri ile hesaplama kavramını inceledi.
İngiltere'de Cambridge’e geri dönerek, Ludwig Wittgenstein’in matematik temelleriyle ilgili derslerine katıldı. İkisi aralarında tartışmalar yapıp birbiriyle uyuşamadılar. Turing biçimciliği savunmaktaydı ve Wittgenstein ise matematiğin mevcut olan gerçekleri yeniden keşfetmek yerine onları yeni olarak icat ettiğini iddia etmekteydi. Ayrıca Hükümet Kod ve Şifre Okulunda (GCCS) yarı-zamanlı çalışmaktaydı.
İkinci Dünya Savaşı sırasında, Turing Bletchley Park’ta Alman şifrelerini kırma girişimlerinde baş katılımcılardan biriydi. Savaştan önce Marian Rejewski, Jerzy Rozycki ve Henryk Zygalski tarafından Polonya Şifre Bürosunda geliştirilen kriptanaliz üzerine eklemeler yaptı.
Hem Enigma makinesi hem de bu makineye eklenen (İngilizler tarafından ‘Tunny’ kodadı verilen teletip makinesi olan) Lorenz SZ 40/42 makinesinin şifrelerinin kırılmasına birçok anlayışla katkıda bulundu. B |
ir süre de, 8 Numaralı Kulübe'de bulunan Alman Deniz Kuvvetleri şifreli iletişimi okumadan sorumlu bölüme başkanlık yapmıştır.
Turing, Eylül 1938 itibarıyla Hükümet Kod ve Şifre Okulu adındaki, İngiliz şifre kod kırma organizasyonunda yarı-zamanlı çalışmıştır. Alman Enigma makinesi problemi üzerinde çalışmış ve GCCS’de kıdemli kod kırıcı Dilly Knox’la işbirliği yapmıştır. 4 Eylül 1939’da, Birleşmiş Krallık’ın Almanya’ya karşı savaş ilan etmesinin ertesi günü, Turing askeri hizmet görmek için GCCS’nin savaş zamanı üssü Bletchley Park’a katıldı.
Bletchley Park’a katılışından birkaç hafta sonra, Turing Enigma’yı hızlı kırmaya yardımcı olacak elektromekanik bir makine tasarladı; bu makineye Bombe adı daha önce 1932'de Polonya tasarımlı makinelerinden geliştirilmiş olan cihaza verilen Bomba adına atıfla verildi. Matematikçi Gordon Welchman’ın önerileriyle eklemelerle, Bombe Enigma, korumalı mesaj trafiğine saldırmada en önemli ve tek tam otomatikleştirilmiş kod kırma makinesi olarak kullanıldı.
Turing ile aynı dönemde Bletchley Park’ta kriptanaliz üzerine çalışan Profesör Jack Good daha sonra Turing'i şu sözlerle onurlandırmıştır: "Turing'in en önemli katkısı, bence, kriptanalitik makine Bombe’nin tasarımıdır. Bunun esası eğitilmemiş bir kulak için çok saçma gelen bir mantık teoremine, hatta her şeyi anlayabileceğimizin muhtemel olduğuna dair çelişkili bir fikre dayanmaktaydı."
Bombe bir Enigma makinesi mesajında kullanılacak muhtemel doğru ayarlamaları (örn. çark komutları, çark ayarları vs.) araştırdı ve uygun ve makul bir şifresiz metin parçasını bulunan test için kullandı. Çarklar için, üç çarklı genel Enigma makineleri için 10 olası durum ve 4 çarklı denizaltı Enigma makineleri için 10 olası durum mevcuttu. Bombe elektriksel olarak tamamlanan, crib’i esas alan bir dizi mantıksal sonuç sergiledi. Bombe bir çelişki belirdiğinde tespit etti ve bir sonrakine taşıyarak düzenlemeleri eledi. Muhtemel düzenlemelerin çoğu çelişkilere sebep oluyor ve detayların araştırılması için birkaç tane bırakarak kalanı bir kenara atılıyordu. Turing’in Bombe’si ilk kez 18 Mart 1940’ta kuruldu. Savaş sonunda operasyonda iki yüzün üzerinde Bombe vardı.
Aralık 1940’ta Turing, diğer servislerin kullandığı göster geç sistemlerinden daha karmaşık olan, deniz kuvvetleri Enigma göster geç sistemini çözdü. Turing ayrıca Deniz Kuvvetleri Enigmasını kırmaya yardımcı olması için ‘Banburismus’ adı verilen Bayes tipi istatistik tekniği keşfetti. Banburismus Bombe’lerin düzenlemelerini test etmek için gerekli zamanı kısaltarak, Enigma çarklarından çıkan kesin komutları eliyordu.
1941 baharında, Turing Hut-8’deki iş arkadaşı Joan Clarke’a evlilik teklifinde bulundu, ancak yazın her iki tarafın anlaşmasıyla bu nişan bozuldu.
Temmuz 1942 yılında, Turing, Almanların ‘Fish’ kodadlılardan biri olan yeni Geheimschreiber (gizli yazıcı) makinesinde kullanılan Lorenz şifrecisine karşı kullanılmak üzere Turingismus ya da Turingery adı verilen bir teknik icat etti. Ayrıca, günlük-değişken şifrelere faydalı bir şekilde uygulanan kaba-kuvvet zoru ile kod çözme tekniklerine üstün hız sağlayan, öncelikle basit makinelerin yerine geçen, dünyanın ilk programlanabilen dijital elektronik bilgisayarı Collossus’un oluşturulmasına devam etmiş Max Newman’ın koruması altındaki Tommy Flowers’ın Fish takımıyla da tanıştırılmıştır. Sık rastlanılan yanlış bir kanı ise, Turing’in Colossus’un dizaynında anahtar şahıs olduğuydu ki bu doğru değildi.
Bletchley’da çalışırken, Turing, ara ara üst-seviye karşılamalarda ona ihtiyaç duyulduğunda Londra’ya 40 km koşmuş, başarılı bir uzun-mesafe koşucusudur.
Turing, Kasım 1942 yılında Birleşik Devletler’e (USA) seyahat etti ve A.B.D. Deniz kuvvetleri kriptanalistleriyle Deniz Kuvvetleri Enigması ve Washington’da Bombe yapımı üzerinde çalıştı ve Bell laboratuvarlarında korumalı konuşma cihazlarının geliştirilmesine yardımcı oldu. Mart 1943’te Bletchley Park’a geri döndü. Hugh Alexander, Turing bazen bölümün koşturmacısında günlük ufak işlerini hallederken geçici lider olduğundan, yokluğunda resmi olarak Hut-8’in liderlik pozisyonunu üstlenmişti. Turing ise Bletchley Park’taki kriptanalistlerin genel danışmanı oldu. Savaşın ileriki kısmında, işini, mühendis Donald Bailey’in yardımıyla elektronik bilgisini daha ileri seviyede geliştirdiği Hanslope Park’a taşıdı. Birlikte Delilah kod adlı portatif, korumalı ses iletişimleri makinesinin tasarımı ve yapımına giriştiler. Farklı uygulamalara ayrılmıştı, uzun-mesafe radya yayınlarının kullanımı için eksik kapasite ve her halükarda Delilah savaş sırasında kullanabilmek için çok geç tamamlanmıştı. Turing’in onu memurlar için bir Winston Churchill’in konuşma kaydının şifreleme/deşifreleşmesi için memurlara ispat etmesine rağmen Delilah kullanıma kabul edilmedi.
1945’te, Turing savaş zamanındaki hizmetleri için OBE ile ödüllendirildi, ancak çalışması yıllarca bir sır olarak kaldı. Royal Society tarafından ölümünden kısa bir süre sonra basılan bir biyografide şöyle kayıtlara geçmiştir:
Savaştan hemen önce, o kritik zamanda bazı büyük problemler üzerine çalışmalara kendini verseydi sunulabilecek çalışmasının kalitesini gösteren, çeşitli matematiksel konuda üç kayda değer makale yazıldı. Yabancı Bürodaki çalışmasına istinaden OBE ile ödüllendirildi.
1945'ten 1947’ye kadar ACE (Otomatik Bilgisayar Motoru) tasarımında çalıştığı Ulusal Fizik Laboratuvarı'ndaydı. 19 Şubat 1946’da ilk program-hafızalı bilgisayarın detaylı dizaynının makalesini sundu. ACE uygulanabilir bir dizayn olmasına rağmen, Bletchley Park’taki savaş zamanı çalışmalarını saran esrarengizlik proje başlangıcının ertelenmelerine öncülük etti ve onu hayal aleminden çıkardı. 1947’nin sonlarında altı yıllık devamlı çalışmadan sonra kendi istedigi bir alanda istediği gibi çalışmak üzere Cambridge’e döndü. O Cambridge’teyken yokluğunda Pilot ACE yapıldı. İlk programı 10 Mayıs 1950’de gerçekleştirildi.
1948’de Manchester’da Matematik Departmanına Okutman tayin edildi. 1949’da Manchester Üniversitesi'ndeki bilgisayar laboratuvarında vekil yönetici oldu ve ilk gerçek bilgisayarlardan biri için Manchester Mark 1 yazılımı üzerinde çalıştı. Bu süre zarfında daha soyut işler yapmaya devam etti ve ‘Bilgisayar Mekanizması ve Zeka’ da (Mind, Ekim 1950) Turing yapay zekaya işaret etti, ve şu anda Turing testi olarak bilinen, bir makine için ‘zeki’ denilebilme standardını saptama girişimi olan bir deney ileri sürdü. İddiası eğer soru soran kişiyi, diyalog içerisinde olduğunun bir insan olduğu konusunda kandırabilirse, bir bilgisayar için düşünmenin söz konusu olabileceğiydi.
1948’te Turing aynı sınıftan mezun olduğu meslektaşı D.G. Champernowne ile çalışırken henüz var olmayan bir bilgisayar için satranç programı yazmaya başladı. 1952’de programı gerçekleştirmeye yetecek kadar bir bilgisayarı güçlendirerek, Turing bilgisayarını taklit ettiği, her bir hamlesi yaklaşık yarım saat alan bir oyun oynadı. Oyun kaydedildi, Champernowne’nın karısına karşı oyunu kazandığı söylense bile, program Turing’in meslektaşı Alick Glennie’ye karşı kaybetmiştir.
Turing 1952’den 1954’teki ölümüne kadar matematiksel biyoloji, özellikle morfogenez üzerine çalışmıştır. 1952’de Turing örnek biçimlendirme hipotezini öne sürerek, ‘ Morfogenezin Kimyasal Temeli ‘ adlı bir makale yazmıştır. Bu alandaki ilgi odağı canlıların yapısındaki Fibonacci numaralarının varlığını, Fibonacci filotaksisini anlamaktır. Örnek biçimlendirme alanının şu an merkezi olan reaksiyon-difüzyon denklemini kullanmıştır. Son makaleleri 1992’de A.M. Turing’in Derleme Çalışmaları eserinin basımına kadar yayınlanmamıştır.
Homoseksüellik İngiltere’de yasa dışıydı ve bir akıl hastalığı olarak dikkate alınmakla birlikte ceza-i yaptırımı olan suç sınıfına girmekteydi. Ocak 1952’de Turing’in 19 yaşinda bir genç olan Alan Murray ile bir sinemada tanıştı ve Alan Murray birkaç defa Turing'in evine giderek onunla birlikte kaldı. Birkaç hafta sonra Alan Murray bir tanıdığı ile birlikte Turing'in evini soymaya gitti. Turing bu hırsızlığı polise bildirdi. Polis hırsızları yakaladı ve soruşturma sırasında Alan Murray'in Turing ile homoseksüel ilişkisi olduğu gerçeği ortaya çıktı. Turing de bunun gerçek olduğunu itiraf etti. Turing ve Murray 1885 Ceza Kanunu'na Ek Yasa'nın 11. Kısmı gereğince müstehcen uygunsuzluktan suçlanıp mahkemeye verildiler. Turing pişman değildi ve 50 yıl önce Oscar Wilde'ın başına geldiği gibi aynı suçtan mahkûm edildi.
Turing’e mahkûmiyet ve durumuna bağlı olarak libidosunu azaltmak için devam eden hormonal tedavisinde göz hapsi arasında bir tercih sunuldu. Hapisten kaçmak için, bir yıl içinde kendini hadım edecek östrojen hormonu iğnelerini kabul etti. Suçlu bulunması dolayısıyla devletin gizli işleri için güvenilirlilik izni kaldırıldı ve o zamanlar çok gizli olan GCHQ’daki kriptografik konular üzerine devam eden danışmanlığı da sona erdirildi. O dönemde İngiltere hükümeti Cambridge Beş adlı çoğu akademik eğitimleri sırasında Oxford-Cambridge'de tahsil yaparken Sovyetler Birliği hesabına casusluk yapmayı kabul etmiş ve sonradan İngiliz entelejans kurumunda en yüksek rütbeleri almış olan (Guy Burgesss ve Donald Maclean) bir grup ajanlar sorunu ile uğraşmaktaydı. Casuslar ve Sovyet ajanlarının önemli mevkilerde bulunan homoseksüelleri tuzağa düşürmelerinden endişe edilmekteydi. Turing o kadar yıl sonra bile çok gizli olan Bletchley Park'da çok önemli mevkilerde çalışmıştı ve homoseksüel olma suçundan mahkeme tarafından hüküm giymişti.
8 Haziran 1954’te temizlikçisi onu Manchester'deki evinde ölü buldu. Bir gün evvel, yatağının kenarında bıraktığı yarı-yenmiş siyanür-zehirli elmayı yemek suretiyle siyanür zehirlenmesinden öldüğü açıklandı. Elmanın kendisi nedense hiçbir siyanür zehiri testine tabi tutulmadı. Ölüm sebebinin siyanür zehirlenmesi olması iddiasına rağmen naaşına post-mortem yapılmadı.
Bu şartlarda devletin çok gizli işleri için çok önemli görevlerde bulunan ve şüpheli bir tarzda ölen bir kişi olan Turing'in ölümünün kasıtlı, hatta İngiliz MI5 (gizli istihbarat) servisi |
tarafından bir suikast olduğuna ve intihar süsü verildiğine inanılmasına yol açmıştır. Annesi ise oğlunun laboratuvar ecza maddelerini dikkatsizce depolanıp kullanılmasına bağlı olarak zehirin yemeğe başladığı elmaya kazara bulaştığını devamlı iddia etmiştir. Bazı kişiler Turingin Pamuk Prenses peri masalı rolü yaparak intihar ettiğine inanırlar. Diğer kişiler Turing'in resmi güvenilirlilik izini kaybetmesine rağmen pasaportunun alınmadığına ve bu hükümden sonra (ABD tarafından kabul edilmemekle beraber) birkaç defa akademik nedenlerle Avrupa'ya gitmesine izin verildiğine işaret etmektedirler. Bu ziyaretler sırasında Turing'e bir suikast yapılma olasılığının çok yüksek bulunduğu bilinmektedir. Buna rağmen İngiliz resmi makamları bu ziyaretlere ve yüksek suikast olasılığına goz yummalarını kasıtlı bulmaktadırlar. Turing'in biyografisini yazan Andrew Hodges, Turing’in bu şekilde intiharının annesine biraz makul bir inkar etme imkânı verebilmek için olduğunu öne sürmektedir.
1966’dan beri, Bilgisayar Mekanizmaları Birliği tarafından her yıl, bilgisayar camiasına teknik makaleler yazan bir kişiye Turing Ödülü verilmektedir. Bu ödül, günümüzde bilgisayar dünyasının Nobel Ödülü olarak kabul edilmektedir.
Turing'in Londra'da doğum yeri olan (şimdi Colonnade Hotel olan) bina önüne ve Manchester'de yaşayıp öldüğü evinin önüne, İngiltere'deki önemli tarihsel kişilerin orada yaşadığına işaret etmek için binalara birer mavi plaka konulmuştur.
23 Haziran 2001'de Manchester'de Whitworth Sokağı'ndaki üniversite binaları arasında bulunan Sackville Park'da Turing'in bir bronz heykeli için açış töreni yapıldı. Güney İngiltere'de Guildford'da yerleşik "Surrey Üniversitesi" kampüsünde heykeltıraş "John W. Mills" tarafından yapılan bir bronz heykel için 28 Ekim 2004'te açılış töreni yapılmıştır. Turing'in çalışmış olduğu Beltchley Park'da ise Galler'den gelen ince kayrak taşlardan heykeltıraş Stephen Kettle tarafından yapılmış 1,5 ton ağırlıkta bir diğer Turing heykeli 19 Haziran 2007'de törenle açılmıştır.
İngiltere'de ve dünyanın çeşitli yerlerinde, özellikle üniversitelerde, Turing'in anısını devam ettirmek hedefiyle çeşitli etkinlikler yapılmakta ve fakültelerde ve kampüslerde özel salon, bina ve meydanlara Turing adı verilmektedir. Örneğin İstanbul Bilgi Üniversitesinde her yıl 'Turing Günleri' adlı uluslararası katılımlı bilimsel bir sempozyum organize edilegelmektedir. Toplantının amacı 'Hesaplama Teorisinde ve Bilgisayar Bilimlerinde' uluslararası çevrelerdeki yeni eğilimlerin ve gelişmelerin tartışıldığı tanıtıldığı bir zemin yaratmaktır.
10 Eylül 2009 tarihinde yani Alan Turing'in ölümünden 50 yıl sonra İngiliz başbakanı Gordon Brown ünlü matematikçiye yapılanların korkunç olduğunu kabul etti.Ve 2013'te Kraliçe 2. Elizabeth, ölümünün ardından Turing'e kraliyet affı bahşedip, eşsiz başarılarını onurlandırdı.
Sait Faik Abasıyanık
Sait Faik Abasıyanık (18 Kasım ya da 22 Kasım ya da 23 Kasım 1906 – 11 Mayıs 1954), Türk öykü ve roman yazarı, şair. Türk hikâyeciliğinin önde gelen yazarlarından olan Abasıyanık, çağdaş hikâyeciliğe yaptığı katkılarla Türk edebiyatında bir dönüm noktası sayılır.
Modern Türk hikâyeciliğinin öncülerinden olan Sait Faik, getirdiği yeniliklerle "kökü kendisinde olan" bir yazar olarak kabul edilir. Klasik öykü tekniğini yıkarak doğayı ve insanları basit, samimi, hem iyi hem kötü taraflarıyla oldukları gibi fakat şiirsel ve usta bir dille anlattı. Bunu yaparken diğer çoğu Cumhuriyet sonrası sanatçısı gibi Batı'daki gelişmelere bağlı kalmadı, hiçbir edebî anlayışın etkisinde hareket etmedi ve belli bir tarzın takipçisi olmadı.
Toplumun problemlerine değil bireyin toplum içindeki sorunlarına yönelen yazar, öykülerinde çoğunlukla kendisinden yola çıkıp bireyler hakkında yazarak insan gerçeğini anlamaya çalıştı. Çoğunlukla şehirli alt sınıfın hayatını yazan Abasıyanık, balıkçı, işsiz, kıraathane sahibi gibi karakterleri anlattı. İnsanların yaşama biçimlerini, isteklerini, tasalarını, korkularını ve sevinçlerini irdeleyerek, toplum meselelerinden çok "insanı ele alan sanatçılar" sınıfında yer aldı.
1930'larda başladığı yazı hayatı boyunca "sorumlu avare", "gözlemci balıkçı", "çakırkeyf sirozlu", "küfürbaz şair", "müflis tacir", "züğürt yazar", "hamdolsun diyemeyen rantiye", "anadan doğma çevreci" gibi sıfatlarla anılan Abasıyanık'ın tüm yazdıkları bir şair duyarlılığı içerdi. Hikâye, roman, şiir yazan, çeviriler ve röportajlar yapan sanatçı bütün bu türleri kendine özgü tarzı ile kaynaştırdı. Yazarın, anlık heyecanlarını yansıtan izlenimci ve fovist ressamların üslubunu anımsatan bir tarzı olduğu söylenmiştir.
Kendi özgün dilini oluştururken André Gide, Comte de Lautréamont, Jean Genet gibi isimlerden etkilenen Abasıyanık, kendisinden sonra gelen Ferit Edgü, Adalet Ağaoğlu, Demir Özlü gibi pek çok yazara da öncülük etti. Ölümünün ardından Burgaz Adası'ndaki evi müzeye dönüştürülen yazar adına her sene öykü ödülü de verilmektedir.
Sait Faik, 18 Kasım 1906 tarihinde, dedesi Seyyid'in Adapazarı Semerciler Mahallesi'nde bulunan evinde dünyaya geldi. Babası kereste ve ceviz kütüğü ticareti ile uğraşan Mehmet Faik, annesi ise kentin ileri gelenlerinden Hacı Rıza Efendi'nin kızı Makbule Hanım'dır. Dedesi Seyyid Ağa, Adapazarı önde gelenlerinin toplandığı bir kahve işletiyordu. Kurtuluş Savaşı yıllarında bir sene boyunca Adapazarı belediye başkanlığını yürüten babasına, hizmetlerine karşılık İstiklal Madalyası verildi. Yazarın amcası Ahmet Faik de tıpkı babası gibi Adapazarı belediye başkanlığı yaptı, daha sonra ise milletvekilliği görevinde bulundu. Sait Faik doğduğunda, kendisine Mehmet Sait ismi verildi. Sonraki yıllarda, yazar, ismine babasının adını ekleyip Mehmet'i atarak Sait Faik adını kullanmaya başladı. "Abasızzadeler" ya da "Abasızoğulları" olarak anılan aile, Soyadı Kanunu çıktığında, Sait Faik'in isteği ile "Abasıyanık" soyadını aldı.
1910 yılında, Sait Faik'in babasının tahrirat kâtibi olarak Karamürsel'e tayini çıktı. Üç sene boyunca bu kasabada yaşayan aile 1913 yılında Adapazarı'na geri döndü. Yazar, ilköğrenimini "Rehber-i Terakki" isimli özel okulda tamamladı. Bu okul yabancı dilde eğitim verdiği için, şehirde "Gâvur Mektebi" olarak anılıyordu. Sait Faik daha sonra, çocukluğunda "haşarı bir burjuva çocuğu" olduğunu yazacaktı. Arkadaşları, o dönemde yazarı "Abasızın Mançuko" olarak çağırıyordu. Abasıyanık'ın ilköğrenimi sırasında anne ve babası geçimsizlik sebebiyle ayrıldılar. Üç buçuk yıl süren ayrılık döneminde Sait Faik, babası ile birlikte kaldı. Rehber-i Terakki'yi bitirdikten sonra Adapazarı İdadisi'ne devam etti. 1920'de Yunan işgali sebebiyle eğitimine ara verdi. Bu dönemde Abasıyanıklar diğer akrabalarıyla birlikte önce Düzce'de, ardından Bolu'da ve son olarak da Hendek'te yaşadılar. Sait Faik, işgalin sona ermesinden sonra Adapazarı'na dönünce idadi eğitimine devam etti. Aile 1924 yılında, oğullarının lise eğitimi için İstanbul'a Şehzadebaşı Bozdoğan Kemeri'ndeki Kirazlı Mescit Caddesi'nde 7 numaralı eve taşındı. Sait Faik, İstanbul Erkek Lisesi'nde okumaya başladı.
Onuncu sınıfa kadar bu okula devam eden Abasıyanık, Arapça öğretmenleri Seyit Salih Efendi'nin sandalyesine iğne koyduğu için kırk bir arkadaşıyla beraber okuldan atıldı ve öğrenimini Bursa Erkek Lisesi'nde tamamladı. İlk öyküsü olan "İpekli Mendil"'i bu okulda, edebiyat dersi ödevi olarak yazdı, "Uçurtmalar" ve "Zemberek" hikâyelerini de gene Bursa'da kaleme aldı. Hakkı Süha Gezgin, Bursa Lisesi'ndeki Sait Faik'i "sınıfta sakin ve dalgın, bahçede yalnız" olarak anlatır. Lise eğitimindeki aksaklıklar ve kişisel isteksizliği yüzünden parlak bir eğitim hayatı olmadı.
1928 yılında liseyi bitirip İstanbul'a döndü. İstanbul'da da yazı çalışmalarına devam etti. Yazdığı hikâyeleri ve şiirleri çeşitli dergilere ve gazetelere gönderiyordu. Aynı yılın sonunda girdiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne iki sene devam ettikten sonra Uygurca öğrenmek istemediği için ayrıldı. 9 Aralık 1929'da "Uçurtmalar" isimli hikâyesi Milliyet Gazetesi'nde yayımlandı. Sait Faik, İstanbul Üniversitesi'nde okuduğu dönemde sık sık Beyoğlu'nda dolaşıyor, evinin ve okulunun yakınındaki Şehzadebaşı kıraathanelerine gidiyordu. Sanat ve edebiyat çevreleriyle o günlerde tanışmaya başladı. 9 Eylül 1930 ile 23 Eylül 1930 tarihleri arasında, on öyküsü ve bir yazısı "Hür Gazete"'de yayımlandı. Yazar, bu öykülerin hiçbirini kitaplarına almadı. Eserlerinin basılmaya başladığı o günlerden hayatının son anına kadar Hüsamettin Bozok'un ifadesi ile "genç hikâyeci" damgasını, "acı bir gülümseme" ile taşıdı. 1931 yılında babasının isteği üzerine iktisat okumak üzere İsviçre'nin Lozan şehrine gitti. 15 gün kaldığı şehrin sıkıcılığından bunalarak Fransa'nın Grenoble şehrine geçti. Bu şehirde Fransızca öğrenmek amacıyla Champollion Lisesi'ne devam etti. Ardından, üç dönem boyunca Grenoble Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde okudu. Yazar, Alpler'in eteklerinde kurulmuş, çeşitli endüstri ve bilim kurumlarıyla tanınan Grenoble'de üç seneden fazla yaşadı. Orada bulunduğu günlerde Paris'i, Lyon'u, Strazburg'u ziyaret etti. 1934 yılında ailesinin isteği ile Orta Avrupa üzerinden Tuna Nehri yoluyla İstanbul'a geri döndü. Ailesinin yeni taşındığı, Nişantaşı'nda Rumeli Caddesi üzerindeki Rumeli Apartmanı'na yerleşti.
Yazar, 1934 yılında İstanbul'a döndükten sonra, Halıcıoğlu'ndaki Ermeni Yetim Mektebi'nde Türkçe öğretmenliği yapmaya başladı. Okula sürekli geç kalan Sait Faik'in ay sonunda gecikmeleri hesaplanıp maaşından düşüldü. Bu yüzden okulda çalıştığı ilk ay eline 13 lira geçti. Öğrenciler üzerinde hakimiyet kuramaması okul idaresi ile tartışmasına yol açıyordu. Hem yaşadığı disiplin problemleri, hem de babası Mehmet Faik'in kendisine bir tahıl alım satım toptancılığı dükkânı açması sebebiyle öğretmenlikten ayrıldı. İleriki günlerde bu durumu "anladım ki öğretmenlik benim harcım değildi" diyerek açıkladı.
Babası, ortaklarından Ali Emali'yi de oğluyla birlikte çalışması için dükkâna yerleştirdi. Sait Faik, işlerle uğraşmadığı için altı ay sonra dükk |
ânı babasına boş olarak teslim etti. O günlerde yazmaya ağırlık verdi. Bunun dışında André Gide'den çeviriler yapıyordu. Fransa anılarından oluşan öyküleri Varlık Dergisi'nde yayınlandıktan sonra, 1936 yılında babasının maddi desteği ile ilk hikâye kitabı "Semaver"'i Remzi Kitabevi'nden çıkardı. İlk kitabının yayınlanmasından büyük bir sevinç duyan Sait Faik, bu sevincini yıllar sonra "Hallaç" isimli öyküsünde anlattı. "Semaver"'in çıkışından sonra yazmaya devam etti fakat bir mektubunda kendisinin söylediği gibi aylaklığı sebebiyle yazdıklarını orada burada unutuyordu. Yazdıklarının fazla ilgi görmemesi sebebiyle küskünlük ve kırgınlık duyuyordu.
O günlerde askere çağrıldı. Asabiye kliniğinden aldığı rapor sayesinde askerlikten muaf tutuldu. Bu raporun varlığını onaylayan Yaşar Nabi konuyla ilgili "Askerlik yapmamıştı. Ruh hastası olduğuna dair asabiyecilerin verdikleri bir rapor askerlikten ihracını temin etmiş. Bir tıbbi gerekçeye mi dayanıyor yoksa hatır için mi verilmiş? bilmiyorum" açıklamasını yaptı. Ayrıca, Sait Faik'in söz konusu raporu bir kavga sırasında cebinden çıkarıp Aziz Nesin'e gösterdiği bilinmektedir.
Eylül 1937'de ikinci kez yurtdışına çıkarak Marsilya'ya gitti. Bu şehirde on sekiz gün kaldıktan sonra İstanbul'a geri döndü. 1938 yılında, babası Burgaz Adası'nda Çayır Sokak 15 numaradaki köşkü satın aldı ve aile bu köşke taşındı. Mehmet Faik Bey, 29 Ekim 1938'de Burgaz Adası'nda bronşit sebebiyle vefat etti. Sait Faik, babasının ölümünden sonra kışları Nişantaşı'ndaki apartmanlarında, yazları ise Burgaz Adası'nda yaşamaya başladı.
Abasıyanık, on altı hikâyeden oluşan ikinci kitabı "Sarnıç"'ı 1939 yılında Çığır Kitabevi'nden çıkarttı. Bu kitabında da tıpkı ilk kitabı "Semaver"'de olduğu gibi Adapazarı ve Bursa'da geçirdiği çocukluk günleri ile, hem İstanbul'daki hem de yurtdışındaki yaşamında yaptığı gözlemlere yer verdi.
Sait Faik, 1940 yılında yayınlanan üçüncü hikâye kitabı "Şahmerdan"'da diğer iki kitabının aksine Fransa'da gözlemlediği olaylara yer vermedi. Yazar, bu kitapta yer alan "Çelme" isimli hikâyesiyle, halkı askerlikten soğutmakla suçlanarak askerî mahkemeye verildi. Bu öykü ilk olarak 22 Mart 1937'de "Kurun" gazetesinde, ikinci olarak ise 15 Haziran 1940'ta Varlık Dergisi'nde yayınlanmıştı. Sait Faik, 10 Eylül 1940'ta yapılan duruşmaya katılmak üzere bizzat Ankara'ya gitti. Oğlunun mahkemeye düşmesine en az onun kadar üzülen annesi Makbule Hanım da, yazarı yalnız bırakmadı. Orhan Veli Kanık, Abasıyanık'a o dönemde yazdığı bir mektupta "... bu arada "Çelme" hikâyesini buldum ve okudum ve başına bu işi açanlara küfrettim. Harika hikâye azizim." diye yazarak arkadaşına destek oldu. Varlık Yayınları sahibi Yaşar Nabi Nayır da dönemin Genelkurmay Adlî Müşaviri Münir Paşa'yla temasa geçerek, Sait Faik için destek bulmaya çalıştı.
Yazarın ilk kitabını öven Peyami Safa ise bu olaylar sonrasında Abasıyanık'ı Marksçıların ardına takılmakla suçladı. Bu suçlamayı duyan Yaşar Nabi'nin yorumu "Peyami Safa edebi günahlarına bir yenisini ekliyor" oldu. Sonuçta, yazar davadan beraat etti. Fakat, bu olay sonrasında annesi yazma hevesinin başına bela açmaktan başka bir işe yaramadığını iddia ederek oğlunun yazarlığa devam etmesine karşı çıktı.
Sait Faik, "Çelme" hikâyesi yüzünden yargılanmasının etkisi ve bu olayın annesini yaralaması sebebiyle uzun süre kitap çıkartmadı. Abasıyanık, 28 Nisan 1942 ile 31 Mayıs 1942 tarihleri arasında, bir uğraşı olması için, "Haber-Akşam Postası" isimli gazete adına muhabirlik yaptı. Mahkemelerde röportaj yapan yazar, bu röportajlarına gözlemlerini de katarak "Mahkemelerde" başlığı ile yayınlıyordu. Abasıyanık bu işe bir ay dayanabildi ve 28 mahkeme röportajı yazdı. Öykü tadında olan bu yazıları, 1956 yılında Varlık Yayınları, Mahkeme Kapısı ismiyle kitaplaştırdı. Çok aktif bir yazı hayatının olmadığı 1940 ile 1948 yılları arasında "Yürüyüş", "Büyük Doğu", "İnkılapçı Gençlik", "Servet-i Fünun" gibi dergilerde öyküleri yayınlandı.
Yazar, muhabirlik yapmadan önce 4 Ekim 1940 ile 21 Şubat 1941 tarihleri arasında "Yeni Mecmua" dergisinde 19 bölüm halinde "Medarı Maişet Motoru"'nu yayınladı. 75 ile 95. sayılar arasında tefrika edilen bu eseri, 1944 yılında kitap olarak bastırmaya karar verdi. Fakat, hiçbir yayınevi kitabı yayınlamayı istemedi. Yazar, annesinden aldığı parayla kitabı bastırabildi. Bu konuda, ona, Yokuş Kitabevi'nin sahipleri Agop Arad ve Burhan Arpad yardımcı oldu. "Medarı Maişet Motoru", kısa bir süre sonra Bakanlar Kurulu kararı ile toplatıldı. Sait Faik, "Medarı Maişet" ismini ilk kez Vakit Gazetesi'nde yayınlanan "Bir Balık Avı Hikâyesi"'nde kullandı. Hakkı Süha Gezgin'in söylediğine göre yazar bu sözcüğü çok seviyordu. Kitap, 1952 yılında, Varlık Yayınları tarafından yeniden basılırken, Abasıyanık, kitabın ismini "Birtakım İnsanlar", romanda geçen "Medarı Maişet" motorunun ismini ise "Ceylan-ı Bahri" olarak değiştirdi. "Medarı Maişet Motoru"'nu ilk baskısından sadece 99 adet satılabildi.
"Çelme" olayının ardından "Medarı Maişet Motoru" da asılsız bir ihbar sebebiyle toplatılınca, yazarın yazın hayatı bir kere daha yavaşladı. Çok az öyküsünün yayınlandığı o günlerde ya balığa çıkıyor ya da aylak geziyordu. Beyoğlu'na sık sık gittiği bu dönemde Şişli'de Bulgar Çarşısı Kırağı Sokak'taki (artık Nakiye Elgün Sokak) evleri İkbal Apartmanı'nda kalıyordu. Bekâr hayatından sıkıldığında ise adaya annesinin yanına dönüyordu. Bu kırgınlık ve yalnızlık döneminin etkisini taşıyan hikâyelerden oluşan kitabı "Lüzumsuz Adam"'ı 1948 yılında yayınladı. Abasıyanık, kitaba ismini veren hikâyeyi ilk yazdığı günlerde ona isim bulamamıştı. Bu öyküyü okuyan Yaşar Nabi Nayır, daha önce Sabahattin Ali'den duyduğu "Lüzumsuz Adam"'ı önerdi. Bu ismi çok beğenen Sait Faik, onu, hikâyesinde kullandı.
Yazara, 1948 yılında siroz teşhisi kondu. Hastalığın belirtileri 1947 yılında ortaya çıkmıştı. Sait Faik'in amcasının oğlu Mustafa Raşit Abasıyanık'ın söylediğine göre 1947 yılında, burnundan ara sıra kan gelmeye başlayan Sait Faik, aynı zamanda yazar da olan doktor arkadaşı Fikret Ürgüp'e muayene olmuş ve karaciğerinin büyüdüğü ortaya çıkmıştı. Bunun üzerine çok düşkün olduğu içkiyi kesip perhize başladı. Arada sırada gelen sıkıntıları ve tehlikeli krizleri de bu yolla atlatmaya çalıştı. Sık sık doktorlara da görünmesine rağmen hastalığının kötüye gitmesi üzerine 1951 yılında Fransa'ya gidip orada tedavi olmaya karar verdi.
31 Ocak 1951'de amcası ve Samet Ağaoğlu'nun desteği ile gittiği Paris'te sadece beş gün kalıp, İstanbul'dan uzakta öleceği ve tedavinin ağırlığının korkusu ile geri döndü. Sait Faik, daha sonra amcasına yazdığı bir mektupta geri dönüş sebebini doktorlarla olan konuşması ile hastaneye yatması kararı verildikten sonra düştüğü panik ve yaşadığı kriz olarak açıkladı. Paris'teki doktorlar, Sait Faik'e ciğerinden parça almaları gerektiğini söyleyince yazar paniğe kapılmıştı. Fransa'dan döndükten bir hafta sonra pişman oldu. Annesinin de baskısıyla Paris'e tedavisine geri dönme arzusunu ölene kadar muhafaza etti.
Paris yolculuğunun ardından büyük bir umutsuzluğa düşen, Abasıyanık, aynı zaman yazarlık kariyerinin en verimli günlerini geçirmeye başladı. Aynı yıl "Havada Bulut", "Kumpanya" ve "Havuz Başı" isimli kitapları yayınlandı. Yazılarında ölüm teması görülmeye başlandı. İlk zamanlar oyalanmak için sık sık resim sergilerine, şiir toplantılarına ve tiyatroya giderken daha sonraki günlerde, çok sevdiği İstanbul'dan nefret etmeye başladı. 1952 yılında "Son Kuşlar"'ı yayınlandı.
1953 yılında Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Mark Twain Derneği, çağdaş edebiyata yaptığı katkılardan ötürü yazara onur üyeliği verdi. Sait Faik'ten önce Türkiye'den Mustafa Kemal Atatürk'e verilen bu ödülü almasına kimileri karşı çıksa da yazarın sevinerek aldığı bilinmektedir. Vedat Günyol'un anlattığına göre Mark Twain Derneği üyesi olan Halide Edib Adıvar, derneğin Türkiye'de bu ödülü kime vereceğini araştırırken, Günyol Halide Edip'e bu kişinin Sait Faik olabileceğini söyledi. İlgililer konuya eğilip araştırdılar ve 1953 yılında bu ödüle yazar layık görüldü. Sait Faik ödülle ilgili olarak "Demek ki şimdiden sonra dünya çapında bir hikâyeciyi anmak için kurulmuş bir cemiyete dünyanın dört bucağından kendi halinde hikâyeciler de seçilecek." açıklamasını yaptı. Yine 1953 yılında, "Kayıp Aranıyor" isimli romanı ve "Şimdi Sevişme Vakti" isimli şiir kitabı yayınlandı. 1954 yılında ise "Alemdağ'da Var Bir Yılan" yayınlandı ve Georges Simenon'dan çevirdiği "Yaşamak Hırsı" isimli kitap çıktı.
23 Ocak 1953'te Paris'e gidebilmek için bir kere daha pasaport aldı. Ama bu pasaportu hiç kullanamadı. Ölümünden kısa bir süre önce yazarla Burgaz Adası'nda karşılaşan Nurullah Ataç, Sait Faik'i "dudakları büsbütün incelmiş, kupkuru ve benzi sapsarı" bulmuştu. 5 Mayıs 1954 günü yaşadığı krizde, yemek borusu kanaması nedeniyle Şişli'deki Marmara Kliniği'ne kaldırıldı. Beş gün süren krizlerde yazara kan verilmesi de gerekti. Yapılan bütün müdahalelere rağmen yazar, 10 Mayıs'ı 11 Mayıs'a bağlayan gece saat 02:35'te İstanbul'daki bu klinikte vefat etti. Cenazesi 12 Mayıs 1954'te Şişli Camii'nden kaldırılarak Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi. Naaşı, mezarlığa götürülürken, Abasıyanık'ın isteği üzerine Kırağı Sokağı'ndaki evlerinin önünden geçirildi.
Sait Faik, eserleri ile kişiliği arasında yakın ilişki bulunan sanatçılardan biriydi. Yazar, hayatı boyunca çevresine uyum sağlayamamıştı ve bu uyuşmazlık onun her şeyden şikâyet etmesine sebep oluyordu. Hikâyelerindeki karakterlerde olumsuz yön aramaması ve onları iyi yanları ile göstermesinin sebebinin, yazarın ideale ulaşma arzusu olduğu söylenir. Annesi, Makbule Hanım'ın "Şatafattan nefret ederdi. Dolabında her şey bulunduğu ve ailevi durumumuz iyi olduğu halde ekseriya başına bir kasket ayağına bir pantolon geçirerek balıkçı arkadaşlarıyla gününü gün ederdi" tespitlerine katılan Yaşar Nabi Nayır ise Abasıyanık hakkında "Aristokrat değildi. Halktan üstün görünmeye çalışandan hoşlanmazdı. Herkes gibi olmak, herkese uymak isteği onda sonradan edinil |
miş bir his değildir. Doğuştan gelme bir tabiattır." dedi.
Abasıyanık'ın psikolojik özelliklerine dair bir deneme yazan Fikret Ürgüp, sanatçının karakteriyle ilgili iki noktanın üzerinde durdu. Bunlardan birincisi annesinin ilgisi ve babasının aşırı ilgisizliğinin oluşturduğu iç çatışmalar ile yazarın "çekingen, kendisini çevresinden ve kendisinden gizleyen, anlamak ve anlaşılmak istemeyen" bir kişiliğe sahip olduğuydu. Ürgüp ayrıca, Sait Faik'i hayatı boyunca koruyan annesinin, aynı zamanda yazarın kendine olan güveninin gelişmesine engel olduğunu belirtti.
Hakkında söylenen yergiler kadar övgülere de karşı çıkan Abasıyanık, yazarlığından söz açıldığında işi kavgaya kadar götürüp bulunduğu yeri terk ederdi. Sanatkâra ait bu tarz uyuşmazlıklarla ilgili olarak Fikret Ürgüp "Münakaşalı durumlarda, ilkel iç tepkimelerden kuvvet alarak haşin, kavgacı ve isyankar olur ve kimseye güvenmediğini belli ederdi. İnsanlara ve topluma inanmadığı için, kendisi gibi geleneklere isyan edip, o zamana kadar kabul edilmemiş hırsızları, cinsel sapıkları, toplumun içinden attığı kimseleri anlayıp onlarda yaşama hakkını savunan yazarları sever ve okurdu. (Gide ve Genet gibi)" dedi.
Sait Faik'in hayatındaki en önemli insan annesi oldu. Yazar ölene kadar annesi ile birlikte yaşamayı sürdürdü. Yaratılışındaki uyumsuzluk sebebiyle kimseyle uzun süreli dostluklar kuramasa da pek çok arkadaşı olan, herkesle tanışık bir insandı. Burgaz Adası'ndaki balıkçılar ve esnafla birlikte zaman geçirdiği gibi, sanat dünyasından Hüsamettin Bozok, Özdemir Asaf, Orhan Kemal, Mücap Ofluoğlu, Adalet Cimcoz, Oktay Akbal, İlhan Berk, Orhan Veli, Tarık Buğra, Abidin Dino gibi pek çok arkadaşı ile de birlikte olurdu.
Hiç evlenmeyen Sait Faik'in evliliğe yaklaştığı üç kadın oldu. İlk evlilik teşebbüsünü annesi onaylamadı, ikincisinde teklifi reddedildi. Annesinin isteği üzerine nişanlanan Abasıyanık'ın bu nişanı ise on ay sürdü. Vedat Günyol ise arkadaşı Abasıyanık'ın kimseye anlatmayı sevmediği aşk hayatını öykülerinde dile getirdiğini belirterek yazarın aslında eşcinsel olduğunu açıkladı. Günyol, yazarın eşcinselliğinin, halkın gözündeki itibarını kaybetmemesi için sanat çevrelerince gizlendiğini söyledi. Günyol'un bu açıklamalarına katılan Fethi Naci ise Sait Faik'in ölümüne yakın yazdığı öyküleri değerlendirirken yazarın cinsel yönelimini de göz önünde bulundurdu ve Abasıyanık'ın son dönem öykücülüğünde söyleyeceklerini söyleyebilmek için hikâyelerinin biçimini değiştirerek gerçeklik duygusu uyandırma isteğinden vazgeçtiğini vurguladı.
Abasıyanık'ın öykücülüğü üç dönemde incelenebilir: 1936 - 1940 tarihleri arasındaki ilk dönem hikâyeleri, 1948'de "Lüzumsuz Adam" kitabıyla başlayıp 1952'de yayınladığı "Son Kuşlar"'a kadar devam eden ikinci dönem hikâyeleri ve bu tarihten vefatına kadar süren, "Alemdağ'da Var Bir Yılan" kitabındaki öykülerle örneklenebilecek son dönemi.
Sait Faik'in ilk üç hikâye kitabı olan "Semaver" (1936), "Sarnıç" (1939) ve "Şahmerdan" (1940) yazarın öykücülüğündeki ilk dönem olarak kabul edilir. Yazar, bir sonraki öykü kitabı olan "Lüzumsuz Adam"'ı üçüncü kitaptan sekiz sene sonra 1948 yılında çıkarttı. Bu ara dönemde, Abasıyanık'ın dilinde, üslubunda, hikâyelerinin kahramanlarında, geçtikleri çevrede büyük değişiklikler oldu. Ayrıca, yazarın yasaklara ve toplum baskısına karşı duruşu, özgürlük ve ahlâk anlayışı da aynı kalmadı.
Yazarın ilk dönem öykülerindeki ortak özelliklerinden biri içerdikleri insan sevgisidir. Sait Faik yazdığı ilk hikâyelerde zenginlere kızmakta, emekçileri yüceltmektedir. Karakterleri ise geneli yansıtmaktadır. Öykülerinde anlattığı tipleri toplumda sıkça karşılaşılabilen insanlardan seçmesi, onu bir taraftan Ömer Seyfeddin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Refik Halit Karay gibi yazarlara yaklaştırırken, diğer yandan Sabahattin Ali'nin öncülüğünü yaptığı "sosyal gerçekçiliğe" bağlamaktadır. Yazar küçük insanların dünyasına yönelirken uzun süre düşünüp, bilimsel eserler okumamıştır. Anlattığı küçük insanların ekmek kavgasına ya da sınıf çatışmalarına yönelik ideolojik sanatın dışında kalmış, kavgasız, şikâyetsiz küçük insanların mutlu dünyasını anlatmaya çalışmıştır. Bu yüzden de Abasıyanık'ın gerçekçiliği "beş duyu gerçekçiliği"dir. Gene de Tahir Alangu'ya göre "Eskilerin varlıklarından bile haberli olmadıkları, 'küçük adamları' edebiyatımıza ilk getiren o olmadıysa bile iyice yerleştiren, bilinmeyeni gösteren, güçlü bir akım haline getiren, en güzel hikâyelerini yazan" Sait Faik olmuştur. Bu ilk döneminde, Abasıyanık "fakir insan iyi insandır" genellemesinden çabuk kurtulup, çalışana duyduğu sevgiyi soyutlaştırarak insan sevgisine dönüştürdü. Bu aşamadan sonra öykülerinde kişilerin iyiliklerini ve onları ne kadar sevdiğini anlatmaya başladı. Sevgide evrenselliği yakalayan yazar dil, din ve millet farkı gözetmeksizin insanlara eşit şekilde yaklaştı. Örneğin, "Şahmerdan"'daki öykülerde yazar, sevdiği insanların dünyalarını tanımak için sürekli gezer.
Bu hikâyelerde olayların geçtiği yerler de değişiklik gösterir. Bu dönemde çıkan üç kitabındaki elli dört hikâyeden on altısında olaylar kentte, on ikisinde Burgaz Adası'nda, sekizinde köyde, sekizinde yabancı ülkelerde, altısında kasabada, ikisinde vapurda, birinde trende, birinde de okulda geçmektedir. Sait Faik hikâyelerinde bir "dil savrukluğu" ve "bol Türkçe yanlışı" olduğu konusunda yaygınlanmış bir kanı vardır. Oysa, bu dönemki kitaplarından "Semaver"'de dört Türkçe yanlışı, "Sarnıç"'ta iki Türkçe yanlışı, "Şahmerdan"'da ise bir Türkçe yanlışı vardır.
Bu dönemki öykülerin çoğunun cümle yapısı klasiktir. Sait Faik, bu dönemde tamamen şahsıyla özdeşleşecek bir özellik göstermediği gibi, anlatımda genellikle konuşma dilinin canlılığından yararlanmamıştır. Yine de bu durumun istisnaları vardır. İkinci dönem hikâyeciliği ile birlikte ortaya çıkacak "Sait Faik dili"nin coşkulu ve şiirli havasına, az da olsa ilk dönem hikâyelerinde de rastlanır.
1948 yılında yayınlanan "Lüzumsuz Adam" isimli öykü kitabıyla birlikte, yazarın hikâyeciliğinde orta dönemin başladığı kabul edilir. Bu dönem 1952'de yayınlanan "Son Kuşlar"'a kadar sürer.
Sait Faik'in bu döneminde, en büyük değişiklik dilinde oldu ve yazar "özgür hikâye" anlayışı ile yazmaya başladı. Abasıyanık, klasik cümle yapısına son vererek devrik cümle ve argo kullanmaya, günlük konuşma dilinden çokça yararlanmaya başladı. Yazar, ilk hikâyelerinde rastlanan mekanlardan olan yurtdışındaki şehirler ve Anadolu'daki köylere bu dönem öykülerinde çok az yer verdi. Sanatçının Adapazarı ve Bursa'da geçen çocukluk günleri ile yurtdışında geçirdiği zamana ait anılara fazla yer vermemesi, öykülerde geçmiş zaman kipine fazla rastlanmamasına sebep oldu. Sait Faik, bu dönemki öykülerinde çoğunlukla şimdiki zaman kipini kullanmayı tercih etti. Orta döneme ait çalışmaların dikkat çeken bir diğer özelliği ise Abasıyanık'ın "ve" bağlacını kullanmamaya gösterdiği özendir. Yazarın bu özeninde kendine Nurullah Ataç'ı örnek aldığına inanılır.
Abasıyanık'ın ilk çalışmalarında rastlanan "insan sevgisi" teması bu çalışmalarında yerini boşvermişliğe, insan korkusuna, kent nefretine ve umutsuzluğa bıraktı. Sait Faik'in artık daha karamsar olmasının ve gelecek umudunun olmamasının sebebini, onu ölüme götürecek olan siroz hastalığına bağlayanlar vardır. Bu dönemki eserlerinde yazarın içine kapandığı, yalnızlığından, kendi sorunlarından bahsettiği görülür ve bu eserlerde çoğunlukla anlatıcı kendisidir.
Sanatçının hem orta dönem hem de son dönem öykülerinde görülen bir diğer özellik ise eserlerin şiirsel dilidir. Yazar, bu konuyla ilgili bir mektubunda şöyle bir yorum yaptı:
Sait Faik'in, "Alemdağ'da Var Bir Yılan" isimli kitabıyla sürrealizme geçtiği kabul edilir. Vedat Günyol'a göre Sait Faik sürrealizme, "içe tepilmiş isteklerini düşsel bir dünyada gerçek görme isteğinin verdiği dayanılmaz, ama o ölçüde olağan bir tutkuyla düpedüz kendiliğinden" kayıvermiştir. Fikret Ürgüp de Sait Faik'in son dönem hikâyeleri hakkında Vedat Günyol'la benzer fikirdeydi. Ürgüp bu öykülerle ilgili olarak "Artık o eski kalıplardan kurtulmuş hikâyelerdir. Bunlara sürrealist demek yerinde olur" dedi.
Orta döneminde de birçok yeniliği deneyen Sait Faik Abasıyanık, o güne kadar geliştirdikleri ile yetinmeyerek "Alemdağ'da Var Bir Yılan"'da daha farklı biçimler deneyip, topluma ve doğaya bakmadığı açılardan baktı. Ayrıca yazar, bu döneme kadar üstü kapalı anlattığı bazı duygularını divan şairlerine özgü bir pervasızlıkla yazmaya başladı. Fethi Naci'ye göre Sait Faik, bu döneminde yazdığı eşcinsel temalı öykülerinde anlatmak istediklerini anlatabilmek için hikâyesinin biçimini bir kere daha değiştirerek, somut ayrıntılardan hareket yerine imgelemi kullanmaya başladı. Bu da yazarı o günlere kadar üstünde taşıdığı "gerçekçi yazar" sıfatından uzaklaştırarak "sürrealist yazar" sıfatına yaklaştırdı. Bazı eleştirmenler, yazardaki bu tarz değişikliğini Abasıyanık'ın ilerleyen sirozuna, yaklaşan ölümünün doğurduğu umutsuzluğa, toplumsal baskılara ve saygınlığını kaybetme korkusunu boşvermişliğine bağladılar.
Son dönem öykülerinin bir diğer ortak özelliği ise birinde varolan bir karakterin diğerlerinde de kullanılmış olmasıydı. Bu hikâyelerin kahramanı ise çoğunlukla "Panco"'ydu. Panco ilk olarak "Öyle Bir Hikâye"'de okuyucunun karşısına çıktı. "Yalnızlığın Yarattığı İnsan", "Panco'nun Rüyası", "Alemdağ'da Var Bir Yılan" gibi pek çok öykünün de kahramanıydı.
Bu hikâyelerde yazarın, o güne kadar yazılarında sevgiyle andığı İstanbul'dan nefretle bahsettiği görülür. Bu değişimin sebebini Abasıyanık'ın toplumdan, toplumun baskısından ve ahlâk anlayışından sıkılmış olması olarak görenler vardır. Yazar önceki dönemlerinde insan sevgisi konulu öyküler yazarken, bu dönemdeki umutsuzluğunu ve İstanbul'dan artık neden hoşlanmadığını şöyle açıkladı:
Sait Faik'in iki romanı vardır; 18 Temmuz 1940 tarihinde tamamlayıp 1944'te yayımladığı "Medarı Maişet Motoru" ve 1953 yılında yayımladığı "Kayıp Aranıyor".
Yazar, ilk romanının toplatılmasının ardından 11 Kasım 1949'da yaptığı bi |
r konuşmada: "Medarı Maişet isminde bir hikâye kitabı çıkarmıştım. Hayatı toz pembe görmüyorum diye mahkeme parası ödedim, üzüntüsü de caba. Kahramanlarım rahat etmek için hapse giriyorlardı. Bütün sebep bu!" dedi. Fethi Naci, Abasıyanık'ın eserden roman değil hikâye kitabı olarak bahsetmesine dikkat çekip, bu sözün rastgele mi yoksa bilinçli mi olduğunu sorguladı. Çünkü bu ilk roman denemesinde Sait Faik'in başarısı tartışmalıdır. Hikâyeye göre daha uzun soluklu bir tür olan, büyük bir "inşa kabiliyeti" gerektiren, uzun süreli ve sürekli bir çalışma sonucunda ortaya çıkan roman türü için Sait Faik'in mizacı uygun değildi. Yazar, bir konu üzerine uzun süre odaklanamıyordu.
Dört bölüm olarak tasarlanmış "Medarı Maişet Motoru"'nda bölümler birbirinden bağımsızdır ve romanın yapısı tesadüfi ilişkiler üzerine düzenlenmiştir. Yazarın, dikkat problemine bir diğer örnek de iki bölüm boyunca Fahri olarak geçen roman kahramanının adını üçüncü bölümde Necmi olarak anmasıdır. (Bu hata ikinci baskıdan sonra düzeltildi) Abasıyanık, eserde şekle bağlı kalamayıp olayları yer yer keserek okuyucuyu duyguya çektiği için olay örgüsünde bütünlüğü sağlayamadı. Bu çalışma için Tahir Alangu "Aynı çevreye bağlı, zaman zaman karşılaşan kişilerin kopuk hikâyelerinin bir roman bütünlüğünü vermeyecek kadar zayıf bağlantılarla bir araya getirilmesinden meydana gelmiş bir taslak" yorumunu yaptı. Vedat Günyol ise "Sait Faik'in 'Medarı Maişet Motoru' isimli romanı yüzünü fazlasıyla ağartacak bir deneme sayılmaz. Roman birbirini ancak tutan sahnelerden kurulu. Roman, kişilerinden Fahri'nin hayatı gibi birtakım kopuk yarım şeritlerden meydana gelmiş." dedi.
Yazarın ikinci romanı "Kayıp Aranıyor", roman anlatım özelliği açısından daha başarılı bulundu. Abasıyanık'ın roman kurgusunda daha dikkatli davranması dikkat çekti. Kadın kahraman Nevin'in erkeksi bir yapıya sahip olmasının sebebinin Nevin'in yazarı temsil etmesi olduğu iddia edildi. Bu eser, Sait Faik'in romancılığı açısından bir aşama olarak kabul edilse bile, roman yazmak için tahammülü ve zamanı olmayan Sait Faik'i bu edebî türde çok ileri aşamalara taşıyamamıştır. Bu açıdan da Sait Faik'in roman denemeleri, "hikâyelerinin uzaması" olarak kabul edilir.
Sait Faik'in şiirleri de öykülerinin havasını taşır. İlk şiirlerini çocukken yazan Abasıyanık, bunları en yakın dostlarından bile sakladı. İlk şiiri olan "Hamal", 21 Ocak 1932'de "Mektep" dergisinde yayınlandı. Ayrıca, yazarın 1928'de "Meş'ale" dergisine üç şiir gönderildiği bilinmektedir. Yazarın bu şiirlerle birlikte gönderdiği mektuptaki "edebiyatın bir heves, bir arzudan çok bir iç ihtilâlin fışkırması olduğunu bilmez değilim, fakat her heveskâr gibi ben de içimde bir ihtilâl varmış gibi yazı yazdım... Bugün size gönderdiğim, şu yazılar da o günlerin atılmayan, yırtılmayan mahsülü" satırlarından, bu eserlerin ilk şiirlerinden olduğu anlaşılmaktadır. Bu üç eser de biçim ve içerik olarak dönemin özelliklerini yansıtmaktadır. Hece vezniyle yazılmış olan bu şiirlerde, Faruk Nafiz Çamlıbel ve Necip Fazıl Kısakürek'in etkileri görülmektedir. Sanatçının o dönem yayınlanmayan diğer üç şiiri ise ölümünün ardından Varlık Dergisi'nde çıktı.
Uzun süre şiir yazmaya ara veren Abasıyanık, 1936 tarihinde yazdığı bir makalede gençlik döneminde yazdığı şiirleri de reddedercesine Faruk Nafiz Çamlıbel, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç gibi hece vezniyle şiir yazan şairleri eleştirdi. 1939 yılında ise şiir yayınlamaya tekrar başladı. 1944 yılında "Söyleyemiyorum" isimli eseri "İşte" dergisinde çıkana kadar çeşitli dergi ve gazetelerde şiirlerini yayınladı. "Şimdi Sevişme Vakti" ise sağlığında yayınlanan son şiiri oldu. Aynı isimli şiir kitabı 1953 yılında çıktı.
Öykü alanında belirli bir seviyeye ulaşmış, kendi özgün dilini oluşturmuş bir sanatçının, edebi yaşamının belirli bir döneminde şiire dönerek şiir kitabı yayınlamasının riskli bir teşebbüs olduğunu belirten Mehmet Kaplan, yazarın bu geçişte başarılı olduğunu belirttikten sonra "şiirlerinde de o orijinal şahsiyetinden hiçbir şey kaybetmemiş, bilakis daha fazla kendi kendisi olmuş. Burada onu en öz tarafıyla karşımızda buluyoruz" dedi. Abasıyanık'ın şiirlerindeki dize yapısı ve biçim sorunu çeşitli eleştiriler alsa da, edebiyatçılar şiirlerinin de güçlü olduğu ve yazarın şiirleriyle sanat bütünlüğünü bozmadığı konusunda hem fikirdir.
Sait Faik, içlerinde Mengü Ertel, Ayfer Feray ve Özdemir Asaf'ın bulunduğu bir grup arkadaşıyla bir film şirketi kurma teşebbüsünde bulundu. Plana göre kurulacak şirkete girmek için biner liralık bir ortaklık payı verilecek, Sait Faik senaryolaştırılacak üç öykü yazacak ve Mengü Ertel de filmleri çekecekti. Abasıyanık, "Burgaz Film Şirketi"'nin stüdyosunun Şişli'deki apartmanının üst katı olmasına karar vermişti. Fakat, aynı dönemde yazar hastalanarak hastaneye yatırıldı ve bu plan gerçekleştirilemeden hayatını kaybetti. Abasıyanık'ın daha önceleri de film çekmek istediği biliniyordu. Fikret Ürgüp, "Alemdağ'da Var Bir Yılan" kitabındaki ilk üç öyküden sürreal bir film çekme planları olduğunu yazarın vefatından sonra anlattı.
Sait Faik Arşivi'ndeki müsveddeler arasında ise iki tiyatro oyunu taslağı vardır. Bu oyunlardan ilkinin ismi "Saül"'dür ve çeviri olduğu düşünülmektedir. İkinci oyunun ismi ise "Hıfzısıhha"'dır ve yazarın Grenoble'da kullandığı Fransızca gramer defterinin arkasına yazılmıştır.
Yazarın ilerleyen yıllarda Sabahattin Kudret Aksal, Cahit Irgat gibi arkadaşlarına ortaklaşa bir tiyatro oyunu yazmayı teklif ettiği bilinmektedir. Fakat bu plan da hiçbir zaman gerçekleşmedi. Recep Bilginer'e göre yazar bir sohbetleri esnasında, üslubunun oyun yazarlığına müsait olduğunu ancak uzun yazmaktan hoşlanmadığını söyledi.
Sait Faik Fransızcadan çok sayıda çeviri yaptı. Çevirideki serbest tutumu sebebiyle çalışmaları bir tür uyarlama kabul edilen sanatçının André Gide, Liam O'Flaherty gibi yazarların eserlerinden yaptığı bu çevirilerin bir kısmı uzun süre kendi eseri sanıldı ve çeviri oldukları daha sonraki yıllarda ortaya çıktı. 2 Mayıs 1948 ile 25 Mayıs 1948 tarihleri arasında Hürriyet Gazetesi'nde yayınlanan "Müthiş Bir Tren", "Ecel Altı", "Saadet", "Bir Eşek Hikâyesi", "Diş Ağrısı", "Çiviler", "Gümüş Saat ve Venüs'ün Sevgilisi" gibi çeviri öyküleri daha sonraki yıllarda kitaplaştırılarak "Müthiş Bir Tren" ismiyle yayınlandı. "Müthiş Bir Tren" ve "Gümüş Saat" yazarın ölümünden sonra 1954 yılında yayınlanan "Az Şekerli" isimli öykü kitabına kendi eserleriymiş gibi alındı, daha sonra bu hata düzeltildi.
Ayrıca Georges Simenon'un "L'homme qui Regarde Passé les Trains" isimli romanını "Gece Yarısı Trenleri" olarak çeviren Sait Faik, bu eseri 1 Aralık 1949 ile 27 Temmuz 1950 tarihleri arasında Yedigün Dergisi'nde yayınladı. Yazarın bu çevirisi 1954 yılında Varlık Yayınları'ndan "Yaşamak Hırsı" adıyla çıktı.
1950 - 1960 yılları arasında Türk edebiyatında iki tür hikâyecilik gelişti. Bunlardan birincisi toplumcu sanatçılar tarafından geliştirilen öyküler iken, diğeri bireysel anlayış kökenli, bireyin iç dünyasına açılan öykülerdi. Sait Faik, tarz kaygısından uzakta, anlatım incelikleriyle süslü hikâyeleri ile ikinci türün öncü şahsiyeti oldu.
Abasıyanık, kendisinden sonra gelen yazarları da etkiledi. Örneğin, Oktay Akbal, kendi öykücülüğü ile ilgili olarak "...Sonra Ömer Seyfeddin'den kopuş, Sabahattin Ali, Sait Faik öykücülüğünün etkileri. Öykü derken ille de başı sonu belli bir olayı anlatmak inancı değişmiş. Kendimi kendim sandığım birini, bir insanı gündelik, basit, iç yaşamıyla vermek denemeleri. Meydan, semt, köprü gibi semt görünüşlerini vermek istekleri, ilk köklü sevgilerin belirtileri..." diyerek geldiği noktayı Sait Faik'le birlikte andı. Adalet Ağaoğlu ise yazarlığa nasıl başladığını anlatırken "İlk gençlikten gençliğe ağdığımız yıllarda, bilebildiğim kadarıyla beni sırtımdan yazmaya doğru güçlü bir rüzgarla iten, Sait Faik hikâyeleri olmuştur" diyerek Abasıyanık'ın üzerindeki etkisini açıkladı. 2004'te Sait Faik'in ölümünün 50. yılında yapılan sempozyuma katılan şair İlhan Berk, "Sait Faik'te Dil" isimli konuşmasında Abasıyanık'ın öykünün yapısını değiştirmek için verili dili yıkıp yeniden yarattığını söyledi ve yazarın şiirsel dilinin İkinci Yeni şairlerini, Ferit Edgü, Demir Özlü gibi yazarları etkilediğini belirtti. Bir diğer şair Ece Ayhan da yazarın "Şimdi Sevişme Vakti" isimli şiir kitabının Cemal Süreya ve Sezai Karakoç üzerinde büyük etkisi olduğunu iddia etti.
Yazarın "Medarı Maişet Motoru" isimli romanı 1970 yılında, Safa Önal tarafından "Ağlayan Melek" ismiyle filme çekildi. Bu filmde başrollerde Türkân Şoray ve Ekrem Bora oynadı. Savaş Dinçel, Sait Faik'in yaşamını anlatan "Meraklısı İçin Öyle Bir Hikâye" isimli tek kişilik bir oyun yazdı. Bu oyun ilk kez gene Dinçel tarafından, Macit Koper rejisi ile 1993 yılında İstanbul Şehir Tiyatroları'nda sergilendi. Ayfer Tunç ise Sait Faik öykülerinden yola çıkarak "Havada Bulut" isimli bir senaryo yazdı. Bu senaryo filme çekilerek 2003 yılında TRT'de gösterildi.
1978 yılından itibaren, ölüm yıldönümü olan 11 Mayıs'ı izleyen ilk pazar günü Burgaz Adası'nda "Sait Faik'i Anma Günü" düzenlenmektedir. Bu günde ayrıca o yılın "Sait Faik Hikâye Armağanı" sahibine ödülü de verilmektedir.
Sait Faik, yaşamının son yıllarında çeşitli edebiyat matinelerine de katıldı. Bu matinelerden biri de Darüşşafaka Lisesi'ndeydi. Lise'de yapılan ilk toplantının konuğu Fazıl Hüsnü Dağlarca olmuş ve ikinci toplantıya konuk olması için Abasıyanık'ı ikna etmişti. Matineden sonra okulu da gezen Sait Faik, eve döndüğünde annesine mallarını kimsesiz çocuklara güzel imkânlar sağladığını düşündüğü Darüşşafaka'ya bağışlamayı teklif etti.
Abasıyanık'ın annesi Makbule Hanım, Sait Faik'in ölümünden sonra, 8 Kasım 1954'te hazırladığı vasiyetinde mal varlıklarının çoğunu ve yazarın eserlerinin telif hakkını bu cemiyete bıraktı. Bu vasiyetnamenin bir maddesinde de her sene dönemin ileri gelen edebiyat ustalarından oluşacak bir jürinin, o sene içerisinde yazılmış en iyi öyküyü seçerek ona "Sait Faik ve Makbule Abasıyanık Hi |
kâye Mükafatı" vermesini istedi.
Ödül ilk kez 1955 yılında verildi. Ödülün para armağanı 1960 yılına kadar Varlık Yayınları'nca karşılandı. 1960'tan 1963'e kadar kesintiye uğrayan ödül Makbule Hanım'ın vefatından sonra 1964 yılından itibaren Darüşşafaka Cemiyeti tarafından düzenli olarak verildi.
Sait Faik'in annesi Makbule Hanım, eşi Mehmet Faik Bey'in vefatından sonra yaşamına Burgaz Adası'ndaki evlerinde devam etti. Yazar da kışları Şişli'de yazları ise adada annesinin yanında kalıyordu. Abasıyanık, hastalığının da ortaya çıkmasından sonra ömrünün son on senesinin çoğunu adadaki köşklerinde geçirdi.
Yazarın ölümünden sonra Burgaz Adası Çayır Sokak 15 numaradaki evleri annesinin isteği ile müzeye dönüştürüldü. Müze, 22 Ağustos 1959 günü açıldı. Giriş ücreti alınmayan müze pazartesi günleri hariç haftanın her günü hizmet vermektedir.
Müzenin açılması, edebiyat dünyasında da tartışmalara sebep oldu. Orhan Seyfi Orhon, Türk sanatında birçok önemli yazar varken işe Sait Faik'le başlanmasını eleştirdi. Orhon'un bu yazısına cevap veren Aziz Nesin ise makalesinde böyle bir müzenin kurulmasının önemli olduğunu vurgulayarak bu müzenin bir öncü olduğunu belirtti.
Hikâye kitapları
Şiir
Roman
Çeviri
Röportajları
Orhan Kemal
Mehmet Raşit Öğütçü veya kullandığı adıyla Orhan Kemal (15 Eylül 1914, Adana - 2 Haziran 1970, Sofya), toplumcu gerçekçi, Türk romancısı ve oyun yazarı.
Adı, Türk edebiyatının büyük ustaları arasında anılan yazar, roman, hikaye, oyun, şiir tarzında eserler verdi; daha çok romancılık yönü ile tanındı. İlk öykü kitabı Ekmek Kavgası (1949) ve "Küçük Adamın Notları" başlığı altında yayımladığı otobiyografik roman dizisiyle yaygın bir üne kavuştu. Edebi hayatı 1960'lı yıllarda zirveye ulaştı. Adana'da toprak ve fabrika işçilerinin dünyasını, İstanbul'daki gecekondu mahallelerini, fabrika çevrelerini eserlerine yansıttı. Murtaza, Hanımın Çiftliği, 72. Koğuş adlı eserleri başyapıtlarındandır.
15 Eylül 1914'te Adana'nın Ceyhan ilçesinde dünyaya geldi. Babası, o sırada Çanakkale cepheside, Dardanos'ta topçu teğmeni olan avukat Abdülkadir Kemali Bey, annesi ise rüştiye mezunu, iki yıl kadar memleketinde ilkokul öğretmenliği yapmış Adanalı Azime Hanım'dır.
Çocukluğunun ilk yılları Adana’da geçti. I. Dünya Savaşı'ndan sonra Adana’nın Fransız işgaline uğraması üzerine ailesi ile önce Niğde'ye, sonra Konya'ya taşındı. Konya’da bulunduğu dönemde Kuvay-ı Milliyet hareketine karşı Delibaş isyanına tanıklık etti. Kuvay-ı Milliye güçlerine katılmış olan babası; isyanın bastırılmasından sonra TBMM'ye Kastamonu milletvekili olarak girdi. Ankara'ya taşınan aile, 1923'te Adana'ya döndü. Ceyhan’da çiftçilikle uğraşmaya başlayan babası "Toksöz" gazetesini çıkardı. Takrir-i Sükûn Kanunu’nun ardından pek çok gazete ile birlikte Toksöz de kapatıldı ve Abdülkadir Kemali Bey 11 ay tutuklu kaldı. 1930’da Adana'da Ahali Cumhuriyet Fırkası’nı kuran Abdülkadir Bey, "Ahali" adlı gazeteyi çıkardı. Babasının aktif siyaset yaşamı içinde olmasına rağmen Orhan Kemal bu yıllarda siyaset ile ilgilenmedi. Abdülkadir Bey, Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın kendini fesh etmesinden sonra partisini kapatıp Suriye'ye kaçtı. 1931'de bütün aile Beyrut'a yerleşti.
Orhan Kemal, Suriye'deki babasının yanına gidince orta öğrenimini kendi isteğiyle yarıda bıraktı ve Beyrut'ta bulaşıkçılık ve matbaa işçiliği yaptı. Bir yıl sonra tek başına Türkiye'ye dönerek babaannesinin yanına yerleşti; Adana'da çırçır fabrikalarında işçilik ve kâtiplik yaptı. Bu yıllardaki birikimleri, ilerde Baba Evi, Avare Yıllar romanlarına hayat vermiştir. 1937'de çırçır fabrikasında (Millî Mensucat) bir işçi olan Nuriye ile evlendi. Bir yıl sonra ilk çocuğu "Yıldız" doğdu.
1938'de askerliğini yapmak üzere Niğde'ye gitti. Askerliğini yaparken "Maksim Gorki ve Nâzım Hikmet kitapları okumak", "yabancı rejimler lehinde propaganda ve isyana muharrik" suçundan 5 yıl hapis cezasına mahkûm edildi ve Kayseri Hapishanesi’ne gönderildi. İlk şiirini Kayseri hapishanesi’nde yazdı. "Duvarlar" adlı şiiri Yedigün dergisinde "Reşat Kemal" imzası ile yayımlandı.
Babası Abdülkadir Kemali Bey, sekiz yıllık sürgünün ardından 1939 yılında Adana'ya döndü. Babasının girişimi ile önce Adana Cezaevi'ne, onun Bergama Ağır Ceza Reisliğine atanmasından sonra Bursa Cezaevi'ne nakledildi.
1940'ta, Bursa Cezaevi'nde ünlü şair Nazım Hikmet ile tanıştı. Onun toplumcu görüşlerinden etkilendi. Üç buçuk yıl Nazım Hikmet’le oda arkadaşlığı yapan Orhan Kemal, kendisinden Fransızca, felsefe ve siyaset dersleri aldı. Orhan Kemal'i şiir yerine roman ve öykü yazmaya teşvik eden de Nazım Hikmet oldu. İlk düzyazı denemesi olan "Onsekiz Yaş" adlı romanını Nazım Hikmet'in yardımı ile yazdı. Bir çalışma olarak yazdığı ancak yayımlamadığı bu romanın ardından öykü yazmaya yöneldi.
İlk öykülerini "Bacaksız Orhan" takma adıyla yayımladı. 1940 yılında Yeni Edebiyat dergisinde çıkan Balık, onun yayımlanan ilk öyküsüdür. İlk kez 1943'te İkdam gazetesinde "Asma Çubuğu" öyküsünde "Orhan Kemal" adını kullandı. Panait Istrati ve Maksim Gorki öykülerinden etkilendi. Hayatın içinden basit konuları, samimi bir dille anlattı.
1943'te tahliye olunca Adana'ya döndü. Karataş'ta toprak taşıma işinde amelelik, Devlet Demiryolları'nda hamallık yaptı. 1944'te doğan oğluna "Nazım" adını verdi. Hapse girmesi nedeniyle tamamlayamadığı 35 günlük askerlik hizmetini tamamlamak üzere 1945 yazında askere çağrıldı. Askerden döndükten sonra sebze nakliyatçılığı, Verem Savaş Derneği'nde memurluk gibi işler yaptı ancak hiçbir işte uzun süreli kalamadı ve geçim sıkıntısı çekti.
Bu yıllarda hikaye yazmaya devam eden ve edebiyat dergilerinde eserleri yayımlanan Orhan Kemal, okurlar tarafından beğenilen, tanınmış bir yazar oldu. 1945'te dergisinin yaptığı ankette okurlar tarafından ‘en beğenilen hikayeci’ seçildi. İlk öykü kitabı "Duygu" 1948, ilk romanı Baba Evi 1949 yılında yayımlandı.
1949'da babasını kaybetti ve aynı yıl doğan çocuğuna babasının adını verdi ve doğumdan sonra ailesiyle İstanbul'a yerleşti. Hayatının geri kalanında geçimini kitap, makale, film senaryosu yazarak sağladı. 1952'de yayımladığı Murtaza ve Cemile romanları ile edebiyatçı olarak ünü yayıldı. 1954 yılında Bereketli Topraklar Üzerinde adlı romanı ile topraksız tarım işçilerinin dramını edebiyat dünyasına taşıdı. Aynı yıl 72. Koğuş’u yazmaya başladı. 1957'de dördüncü çocuğu Işık doğdu.
1958'de Sait Faik Hikaye Armağanı'nı "Kardeş Payı" adlı öyküsü ile aldı. Sinema senaryoları yazsa da çoğu sansürden geri dönmekteydi. O da senaryoları "İlhan F. Demir", "Yıldız Okur" imzalarıyla kaleme aldı. 1964’de Devlet Kuşu romanına dayanılarak uyarlanan İspinozlar oyunu ile ilk kez tiyatroya adım attı. İstanbul Şehir Tiyatroları'nda sahenlenen oyun iki buçuk ay sonra bilinmeyen bir nedenle kaldırıldı. 1965 yılında "Nâzım Hikmet’le 3,5 Yıl""adlı anı kitabını yayımladı. Aynı yıl yayımlanan Bir Filiz Vardı adlı romanı ile otobiyografik romana döndü. 1960 yılında tanışıp duygusal bir ilişkiye girdiği ancak ilişkilerinin ortaya çıkmasından kısa bir süre sonra ayrılmak zorunda kaldığı son aşkını anlattı.
1966'da "hücre çalışması ve komünizm propagandası" yaptıkları gerekçesi ile iki arkadaşı ile birlikte tutuklandı. "Suç teşkil eden bir cihet bulunmadığı" yolundaki bilirkişi raporu üzerine bir ay sonra serbest bırakıldı.
Kimi romanlarını oyun olarak tekrar kaleme alan yazar, 1967'de 72. Koğuş romanını oyunlaştırdı. Eser, Ankara Sanat Tiyatrosu tarafından sahnelendi. Orhan Kemal, "bu oyunu" ile Ankara Sanatseverler Derneği tarafından en iyi oyun yazarı seçildi. 1969'da Türk Dil Kurumu Ödülü'nü ve Sait Faik Hikaye Armağanı'nı "Önce Ekmek" adlı kitabı ile aldı.
Bulgar Yazarlar Birliği'nin çağrısı üzerine gittiği 1970 yılında Sofya'ya gitti. Asıl amacı babaannesinin soyunun bulunduğu yerleri gezip not almak ve ""93'ten Bu Yana"" adıyla ailesinin hikayesini yazmaktır. Ancak bu isteğini gerçekleştiremedi. Geçirdiği bir beyin kanaması nedeniyle tedavi görmekte olduğu hastanede 2 Haziran 1970'te öldü. Cenazesi özel bir araba konvoyuyla birlikte 5 Haziran 1970'te yurda getirildi; Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi.
Anısını yaşatmak için İstanbul'un Beyoğlu ilçesinde, Cihangir semtinde Orhan Kemal Müzesi açıldı. 1972'den bu yana adına bir roman yarışması (Orhan Kemal Roman Armağanı) düzenlenmektedir.
Orhan Kemal, yoksul kesimin, işçilerin, öğrencilerin, "kerhanedeki adamın" yaşamını anlatan öykü ve romanlar yazmış ve insan-toplum ilişkilerini gerçekçi bir dille yansıtmıştır. 27 roman, 19'u öykü kitabı ile anı, inceleme, oyun, röportaj türünde kitaplar bırakmıştır.
Öykülerinden yapılan derlemeler Bilgi Yayınevi'nce beş cilt olarak yayınlandı:
Senaryo Tekniği ve Senaryoculuğumuzla İlgili Notlar (1963)
İstanbul’dan Çizgiler (ö.s.) 1971
Felemenkçe
Felemenkçe Hint-Avrupa dil ailesinin Cermen dilleri grubundan dil. Hollandaca ve Flamanca gibi lehçeleri vardır, bunlar özellikle yazılı dilde birbirine oldukça yakındır. Felemenkçe ve lehçeleri; Hollanda, Belçika, Surinam ve Güney Afrika Cumhuriyeti'nde resmi dil konumundadır.
Belçika'da konuşulan lehçesine Flamanca, Hollanda'da konuşulana ise Hollandaca denir. Belçika'da daha çok kuzeyde bulunan Flaman bölgesinde konuşulur. Felemenkçe ise Plattdeutsch ve Friz diline yakındır.
Felemenkçe, Belçika devleti içinde Fransızca'nın baskısına karşı mücadele vererek geçen tarihi içinde özgün bir gelenek, edebiyat ve kendi içinde lehçeler oluşturmuş, ancak Belçika'nın federal devlet yapısına bürünmesi ile Felemenkçe ile ortak noktalarını tekrar keşfetmiştir. Flamanlar günümüzde yerel şivelerini konuştukları zaman "Felemenkçe konuşuyorum" ("Ik spreek Vlaams"), "Algemeen Nederlands" (Genel/Ortak Felemenkçe) adını verdikleri standartlaştırılmış eğitim, bilim ve yönetim dilini kullandıkları zaman "Felemenkçe konuşuyorum" ("Ik spreek Nederlands)" derler. Yine de, aksan farkları, kullandıkları bazı kelimeler ve söyleyiş tarzlarından ötürü bir Hollandalı muhatabının bir Flaman olduğunu hemen anlayabilir. Dahası her yörenin kendine ait bir konuşma ş |
ekli olduğundan hangi bölgeden, şehirden hatta köyden geldiğini de çıkarabilir. Bunun sebebi de Felemenkçe'nin coğrafi olarak çok küçük bir bölgede konuşulsa da, topluluklar oldukça birbirine bağlı yoğun ve sık bir dokuda olmasıdır. Böylelikle dil konuşulduğu, bölge içinde resmi sınırlardan bağımsız olarak, oldukça heterojen bir yayılım gösterir. Resmi kaynaklara göre yalnızca Flaman Bölgesi içinde lehçe olarak tanımlanabilecek 26 farklı Felemenkçe'nin konuşulduğu tespit edilmiştir. Bunların başlıcaları arasında:
sayılabilir. Aynı şekilde Hollanda'nın çeşitli bölgelerinde birbirinden oldukça farklılık gösteren çeşitli lehçeler bulunur. Bunlardan bazıları:
Genel/Ortak Felemenkçe ise Türkiye'de bölgeler arası lehçelerden ve şivelerden bağımsız olarak konuşulan modern Türkçe ile kıyaslanabilir. Her yöre kendine özgü bir lehçe ve şive ile konuşsa da eğitim, öğretim, basın, yayın, radyo, TV, yazım ve devlet işlerinde hep standartlaştırılmış ortak resmi dil kullanılır. Ancak halk kendi yöresel aksan ve lehçelerini bir kültürel değer olarak görerek yaşar, yaşatır ve korurlar. Bu yüzden her yöre kendine ait olan lehçelerde gazete ve dergiler çıkarır yerel radyo, televizyonlarda kendi lehçeleri ile yayın yaparlar.
Lehçeler arasındaki fark o kadar güçlüdür ki coğrafi olarak Limburgça'nın konuşulduğu Limburg bölgesi ile Batı Flandra Bölgesi'nin konuşulduğu yöre arasındaki mesafe 100 km'yi aşmamasına karşın her iki lehçenin konuşanları birbirlerini anlamakta büyük güçlük çeker. Bu anlamadaki güçlük bir bakıma Türkçe ile Azerice ile karşılaştırılabilir. Bu sebepten devlet televizyonları genelde halkın konuşmalarını büyük çoğunlukla Genel Felemenkçe alt yazı ile verir. Aynı şey Belçika'da yayınlanan Hollanda filmleri ve dizileri ile Hollanda'da yayınlanan Flaman dizi ve filmleri için de geçerlidir ve genelde Genel Felemenkçe alt yazı ile verilir.
Felemenkçe, Hollanda sömürgesi olan ülkelerde (Aziz Martin, Surinam, Aruba, Guyana, Hollanda Antilleri, Virgin Adaları) de konuşulmaktadır. Geçmişte en büyük Hollanda sömürgesi olan Endonezya'da yaygınlığını sürdürmekte olup yerel diller üzerinde büyük tesiri olmuştur.
Fransa'nın kuzeybatısındaki Nord ilinde, özellikle Dunkerque komününde de konuşulur.
17. yüzyıldan itibaren Güney Afrika'ya göçmüş olan Hollanda asıllı Buğrlar
(nl:Boer-Çiftçi), Felemenkçe'nin coğrafi kopukluk nedeniyle farklılaşmış bir lehçesi (picini) olan Afrikaans konuşmaktadır.
Dünyada yaklaşık 24 milyon insan resmi dil olarak Felemenkçe konuşmaktadır.
Ana dili Felemenkçe olanlar, dillerinin İngilizce ve Almanca ile benzer noktaları bulunduğundan bu dilleri öğrenmeye yatkındırlar. Cümle yapısı ve kullanılan sözcükler bakımından İngilizce ve Almanca ile benzerlik göstermektedir.
İngilizce ve Almanca benzerliğe örnek:
Dilin Osmanlıca adı فلمنكجه olarak yazılır.
Bazı batı dillerinde Felemenkçe'yi karşılayan tek bir kelime olmaması ve "Felemenk" sözcüğünün günümüzde belli bir siyasi ülkeye karşılık gelmemesi nedeniyle, Türkçede Felemenkçe yerine Felemenkçe sözcüğünün kullanılmasını savunanlar vardır. Buna karşın, Türk Dil Kurumu sözlüğünde "Felemenk" sözcüğünün tanımı "Bugünkü Hollanda, Belçika ve Kuzeydoğu Fransa'ya eskiden verilen ad." olarak ve "Felemenkçe" sözcüğü de "Felemenk dili" olarak tanımlanmaktadır. Hollanda'da ve Belçika'da konuşulan Felemenkçe arasındaki fark çok az olup, aynı dilin iki lehçesi düzeyindedir.
Tekstil mühendisliği
Tekstil mühendisliği, ne bağlı bir yükseköğretim bölümüdür. Tekstil mühendisliği bölümleri 4 yıllık lisans programlarına bağlı olarak özel sektöre yönelik Tekstil mühendisi yetiştirmektedir.
tekstil hammaddelerini değişik tekniklerle işleme ve bu alanda yeni teknikler geliştirme konusunda eğitim ve araştırma yapan mühendislik dalıdır. Tekstil mühendisleri genelde dokuma ve konfeksiyon fabrikalarında, fiziksel kontrol laboratuvarlarında, yapay lif üreten fabrikalarda, boyarmadde ve tekstil yardımcı maddesi üreten fabrikalarda çalışırlar.
Tekstil mühendisleri; doğal, suni ve sentetik liflerin tanımlanması ve ayırt edilmesi,
tekstil ürünlerinden beklenen konfor ve performans özelliklerine uygun hammaddelerin seçilmesi, malzeme makine etkileşimini dikkate alarak uygun çalışma şartlarının belirlenmesi ve kontrol edilmesi, üretim verimliliği ve ürün kalitesini etkileyen koşulların yönetilmesi ve problemlerin çözülmesi, proses ve teknoloji tasarımı ya da iyileştirme,güvenlik ve sağlık,enerji tasarrufu,atık ve kirlilik kontrolü, bilimsel ve mühendislik temelli metotların, lif, iplik, kumaş, hazır giyim, teknik ve fonksiyonel tekstil ürünlerinin çok yönlü, tasarımı, üretimi ve kontrolüne uygulanması günlük giysiden ileri teknoloji ürünlere, geniş bir yelpazede yer alan tekstil ürünlerinin geliştirilmesi ve üretilmesi, yeni ürün ve proseslerin mühendislik tasarımı alanlarında çalışır.
Tekstil mühendisliğinde lifler ve iplikler yapı malzemesi olarak kullanılır.
Dokuma ve örgü iplikleri olarak sınıflandırılabilir.
Tekstiller, giysi, ev tekstilleri,döşemelik kumaşlar gibi günlük yaşantımızda vazgeçilmez bir parçası olmalarının dışında,iletişim uyduları ve bilgi işlem sistemlerine yönelik elektronik devre tasarımında yer alacak kadar yüksek teknoloji ürünleri de olabilir. Örneğin uçak kanatlarında kullanılan çok hafif ve dayanıklı lifler, astronotlar tarafından ısı kalkanı olarak kullanılan giysi ve sistemler, suni organlar, damarlar, kaslar, binalarda kullanılan jeo-tekstiller, yüksek teknoloji tekstil ürünleri arasındadır.
Türkiye'de tekstil ve hazir giyim ihracati, toplam ihracat payi icerisinde birinci siradadir (Temmuz 2012 itibarıyla son 12 aylik ihracat diliminde, tekstil + hali + hazir giyim toplam ~ %20, ikinci sirada ise otomotiv sanayi %15). Dolayisiyla ulkemizde yuksek katma degerle ve guclu temeliyle bu sektorde tekstil muhendislerine her zaman ihtiyac olacaktir. Tekstil Muhendisleri de gerek fabrikalarda gerekse ticari hizmet veren kurumlarda planlamadan uretime, satis pazarlama, arastirma gelistirme'den satinalmaya kadar her birimde calisabilir ve kendi islerini de kurabilirler.
Tekstil ve hazirgiyim sanayisi ulkemizde onemini korumakta ve her gecen gun artmaktadir. Bu nedenle kendini iyi yetistirmis, iyi bir univeristeden mezun, yabanci dil bilen ve temel muhendislik bilgileri guclu bir Tekstil Muhendisi her zaman iyi sartlarda is bulacaktir.
Tekstil mühendisliği alanında çalışmak isteyenlerin matematik ve fen derslerinde başarılı olmaları, kimya ve ekonomi konularına ilgili olmaları gerekir. Ayrıca gelişmeye ve sürekli öğrenmeye açık bir zihin yapısı gereklidir
Bölümün temel eğitim süresi 4 yıldır.
Eğitim süresince matematik, fizik, kimya gibi temel fen dersleri; statik, malzeme, mukavemet, dinamik, elektrik makineleri, akışkanlar mekaniği, termodinamik, ısı iletimi, otomatik kontrol gibi mühendislik dersleri yanında dokumacılık esasları, tekstil kimyası, kalite kontrol, dokuma hazırlık, pamuk iplikçiliği, yün iplikçiliği desencilik gibi meslek dersleri okutulmaktadır. Öğrenciler dersleri kuramsal ve uygulamalı olarak izlemekte, yaz aylarında staj yapmaktadırlar.
Trakya
Trakya (Yunanca: Θράκη "Thraki", Bulgarca: Тракия "Trakiya"), Güneydoğu Avrupa'da yer alan güney Bulgaristan, kuzeydoğu Yunanistan ve Türkiye'nin Avrupa kıtasındaki topraklarını içeren, tarihi çok zengin bir bölgedir. Türkiye sınırları içindeki yüz ölçümü 23.764 km olan bu bölgenin Karadeniz, Marmara Denizi ve Ege Denizi ile sınırı vardır.
Trakya kelimesi Eski Yunanca'daki "Thrāikē" (Θρᾴκη) kelimesinden türemiştir ve Trak kavimine dayanır. Kökenini Yunan mitolojisinden alan Trak ismine ise ilk olarak Homeros'un İlyada destanında rastlanır.
Trakya'nın toprakları, Türkiye Trakyası, Bulgaristan Trakyası ve Yunanistan Trakyası olmak üzere farklı üç siyasi üniteye ayrılmıştır. Türkiye Trakyası'na Doğu Trakya, Bulgaristan Trakyası'na Kuzey Trakya, Yunanistan Trakyasına ise Batı Trakya adı verilir. Türk medyasında Batı Trakya kelimesinin Yunanistan'ın Trakya (Doğu Makedonya ve Trakya) bölgesi için kullanıldığı görülmektedir.
Balkan Yarımadasının güneydoğusunda yer alan Trakya'nın başlıca yüzey şekilleri, Rodop Dağları, Yıldız Dağları ve bölgenin kuzey sınırını oluşturan Balkan Dağlarıdır. Balkan Dağlarının sadece güney tarafları bölgeye dahil edilebilir. Batı Trakya'daki, dar kıyı ovalarının dışında, bölgenin en geniş açık alanları, Kuzey Trakya Ovası (Yukarı Trakya Ovası) ve Doğu Trakya'nın büyük bölümünü oluşturan düzlüklerdir. Trakya'nın başlıca akarsuları, Meriç Nehri ve kollarıdır. Bunlar;
Doğu Trakya'da kalan Gelibolu Yarımadası ve Çatalca Yarımadalarıda Trakya'nın parçalarıdır. Trakya, Makedonya'dan Mesta Karasu Nehri ile ayrılır. Nehir bölgenin batı sınırını oluşturur. Trakya bölgesi aynı zamanda Ege Denizi' nin kuzeydoğusu bölümüne adını vermiştir. Denizin bu kısmına ""Trakya Denizi"" denir.
Bobby Fischer
Robert James "Bobby" Fischer (d. 9 Mart 1943, ABD - ö. 17 Ocak 2008, İzlanda), dünyanın en iyi satranç ustalarından sayılmaktadır. 1972 - 1975 yılları arasında, 11. Dünya Satranç Şampiyonu unvanını taşımıştır. ABD'de doğan, vatandaşlıktan çıkarılan ve İzlandalı olarak hayata gözlerini yuman Fischer, ABD'nin yetiştirdiği "tek" dünya satranç şampiyonudur.
Yahudi bir anneden dünyaya gelen, Anti-Amerikan ve Antisemitik olmakla suçlanan, uzun yıllar kanun kaçağı olarak yaşayan Fischer'in oyunlarında kullandığı taktikler ve hamleleri, inanılmaz galibiyetleri, "Fischer Humması" biçiminde adlandırılır.
Fischer, 9 Mart 1943 tarihinde, ABD’de Chicago’da doğmuş ve annesi Regina Wender'in, 1945 yılında boşanmasından sonra taşındıkları Brooklyn’da yetişmiştir. Satrancı 6 yaşındayken öğrenen Fischer kısa zaman içinde bir satranç fanatiği haline gelmiş ve: "Yapmak istediğim tek şey satranç oynamak" sözlerini sarfetmiştir.
Henüz 13 yaşındayken ABD Gençler Şampiyonu olan Fischer, bu başarıyı yakalayan en genç satrançcısı olmasıyla satranç tarihine geçmiştir. 14 yaşındayken de en genç ABD şampiyonu olan Fischer, 1958 yılında 15 yaşındayken satranç tarihinin en genç büyüku |
stası olma başarısını göstermiştir.
Fischer, 1972 yılında İzlanda’nın başkenti Reykjavik’te Sovyet Dünya Şampiyonu Boris Spassky’i 2-0 gerideyken 12.5-8.5 yenerek Dünya Şampiyonu olmuş ve Sovyetlerin bu alandaki hakimiyetine son vermiştir. Soğuk Savaş nedeniyle bu maç dünyada büyük yankı uyandırmıştır.
1975 yılında Anatoly Karpov ile unvan maçı yapması beklenen Fischer, Uluslararası Satranç Federasyonu FIDE’ye maçın oynanabilmesi için bazı koşulların yerine getirilmesini istemiş, aksi halde maça çıkmayacağını söylemiştir.
Fischer'ı reddeden FIDE, unvan maçı yapılmadığı halde Karpov’u yeni Dünya Şampiyonu ilan etmiştir. Bu olaydan sonra Fischer kayıplara karışmış, yaklaşık 20 yıl ortalarda görünmemiştir. Bu durum ona esrarengiz bir hava vermiş, satranç tarihinin en gizemli şampiyonu olarak görülmüştür.
1996 yılında Fischer, "Fischer satrancı" olarak adlandırdığı yeni bir satranç çeşidi ortaya atmıştır. Buna göre piyonların arkasında bulunan taşlar, kuraya göre rastgele bir şekilde yerleştiriliyordu. Fischer, bu durumda bir oyuncunun yeteneğinin daha iyi anlaşılabileceğini ve de açılış teorisi hazırlıklarının rafa kalkacağını öne sürmüştür.
BM'nin, Yugoslavya'ya uyguladığı ambargoyu delerek 1992 yılında gizlice girip bir satranç şampiyonasına katılan Fischer, o tarihten bu yana "kanun kaçağı" olarak yaşıyordu.
Fischer, o yıl Amerikalı hükümetinin karşılaşma yapmama taleplerine meydan okumuş, hatta hükümetin kendisine gönderdiği resmi yazıya tükürerek cevap vermiş ve sonuçta eski rakibi Spassky ile Karadağ'ın açığında bulunan bir adada satranç karşılaşması yapmış, Spassky'yi 20 yıl sonra, 10-5 yenerek tam 3.35 milyon dolar para ödülü kazanmıştı.
Bobby Fischer'ın, 12 yıllık kaçak hayatı Japonya'nın Narita havalimanında son buldu. Japonya'dan Filipinler'e, kendisine ait, ancak suçlamalar yüzünden ABD tarafından iptal edilmiş "geçersiz bir pasaportla" geçmeye çalışırken yakalandı. Başkent Tokyo'da yakalanan Fischer, 9 ay gözaltında tutuldu ve Mart 2005 tarihinde İzlanda vatandaşlığına geçti.
1992 yılından bu yana çok çileli bir hayat geçiren, o ülke bu ülke dolaşıp duran, sığınacak ülke arayan Fischer, İzlanda'dan önce Japonya'da adeta bir kaçak gibi gözaltında tutulup suçlu muamelesi görmüştü. Japonya'da işlediği suç geçerli bir pasaporta sahip olmadan ülkeyi terk etme teşebbüsü olarak belirtilmişti; çünkü Fischer'in yıllardır kullandığı pasaportu, kendisinin haberi olmadan Amerikan Büyükelçiliği tarafından iptal edilmiş, bu da Japon yetkililere bildirilmiş ve bunlardan gereğinin yapılması istenmişti. Nitekim, Japon yetkililer de bu gereği Fischer'i tutuklayıp yerine getirmişlerdi; ama bu arada devreye İzlanda girdi ve ona vatandaşlık verdi ve böylece kurtuldu.
Fischer'in esas suçu 1992 yılında BM tarafından zamanın Yugoslavya'sına konulan ambargoyu ihlaldi. Fischer, o yıl Amerikan hükümetinin karşılaşma yapmama taleplerine meydan okumuş, hatta hükümetin kendisine gönderdiği resmî yazıya tükürerek cevap vermiş ve sonuçta eski rakibi Spaski ile Karadağ'ın açığında bulunan bir adada satranç karşılaşması yapmış, Spaski'yi 20 yıl sonra yine yenmişti.
Fischer, işte o tarihten bu yana kendisini yakalamak, tutuklayıp cezalandırmak isteyen Amerika'dan kaçıyor, Japonya, Macaristan ve Filipinler gibi ülkelerde satrançsever dostlarının himayesi altında bir firari hayatı yaşayıp duruyor, yakalanmamaya çalışıyordu.
Kanun kaçağı yılları içerisinde Fischer, ikinci bir suç işledi. İkinci suç, resmî kanuna aykırı bir suç değil; bu suç 11 Eylül saldırıları ve Yahudiler hakkında ileri-geri sarf ettiği birtakım sözler, değerlendirmelerdi.
11 Eylül 2001 günü Filipinler'de yayın yapan bir radyoya saldırıları yorumlarken şöyle dedi: ""Ne kadar güzel haber bu. Ben bu saldırıyı alkışlıyorum. Amerika ve İsrail yıllardır Filistinlileri öldürüyorlar, soyuyorlar; ama bunlar kimsenin umurunda değil. Şimdi iş tersine tepiyor... Amerika yeryüzünden silinmeli.""
Fischer, kendisi de anne tarafından Yahudi olmasına rağmen Yahudi karşıtı ifadeleri ile şimşekleri üzerine çekti.
Fischer'in, 17 Ocak 2008'de Reykjavík'de bir hastanede öldüğü, aile dostu Gardar Sverrisson tarafından bildirildi. Ölümünün nedeni bilinmemektedir. Erken yaşlanan "Amerikan kahramanı" Bobby Fischer, vefat ettiğinde Amerikan vatandaşı değil, kendisine kucak açan kuzeyin küçük ülkesi İzlanda vatandaşıydı.
Amerika Birleşik Devletleri başkanları listesi
Amerika Birleşik Devletleri devlet başkanları listesi, Amerika Birleşik Devletleri'nde 1732 yılından beri görev yapmış devlet başkanlarının listesidir.
Arda Denkel
Arda Denkel (d. 6 Temmuz 1949, Ankara - ö. 21 Mayıs 2000, İstanbul), Türk felsefeci, akademisyen.
Arda Denkel 1968'de Saint Benoit Lisesi'ni bitirdi. ODTÜ Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü'nden 1972’de mezun oldu. Aynı yıl Oxford Üniversitesi'nde felsefe öğrenimine başladı. Bu üniversiteden felsefe alanında doktora derecesi aldıktan sonra Türkiye’ye döndü ve Boğaziçi Üniversitesi’nde dil ve bilgi felsefesi, felsefe tarihi, bilgi kuramı üzerine dersler vermeye başladı. 1988’de profesörlüğe yükseldi ve ölümüne değin Boğaziçi Üniversitesi'ndeki görevini sürdürdü.
1985 ve 1989’da Wisconsin Üniversitesi'nde konuk öğretim üyesi olarak, 1994’te Uludağ Üniversitesi’nde ve 1995-97 arasında Koç Üniversitesi’nde de dersler verdi.
Türkiye Felsefe Kurumu, Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) ve Avrupa Çözümleyici Felsefe Kurumu (ESAP) gibi kurumların üyesi olan Denkel, Philosopher’s Index'e (Felsefeciler Dizini) girmeyi başarmış birkaç Türk felsefecisinden biriydi. Çok sayıda bilimsel makalesi Türkçe ve İngilizce olarak yayınlandı. Felsefe Tartışmaları gibi felsefe dergilerinde yazıları yayımlandı.
Özellikle dil ve bilgi felsefesi üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Denkel’in başlıca kitapları arasında;
Uruguay
Uruguay ya da yasal adıyla Uruguay Doğu Cumhuriyeti (İspanyolca: "República Oriental del Uruguay"), Güney Amerika anakarasının güneyinde bir ülkedir. Kuzeyinde Brezilya, batısında Uruguay ırmağı ile Arjantin, güneyinde bu ırmağın denize döküldüğü Rio de la Plata ("gümüş ırmak") koyu, doğusunda ise Atlas Okyanusu ile çevrilidir.
Ülkedeki insanların yaklaşık yarısı, başkenti ve en büyük kenti olan Montevideo'da yaşar.
Yüzölçümü olarak, Güney Amerika anakarasının (Surinam'dan sonra) en küçük ikinci ülkesidir. Uruguay, Güney Amerika'da ekonomik ve siyasal olarak en dengeli ülkelerden biridir.
"Uruguay" adı, yerlilerin dili olan Guarani'de "Boyalı Kuşlar Irmağı" anlamına gelir.
Bölgeye Avrupalıların ilk yerleşimi 16. yüzyılın başlarında olmuştur.
Uruguay günümüzde uygulanmakta olan günlük 8 saatlik çalışma süresini Dünya'da uygulamaya koyan ilk devlettir.
Aynı zamanda, Dünya üzerinde esrarı yasal hale getiren ilk ülkedir.
Böcek
Böcekler, eklem bacaklılar (Arthropoda) şubesinin sınıfı ve tür ve takson bakımından en kalabalık Hayvan grubudur. 1 milyondan fazla olan tür sayılarıyla dünyadaki en fazla türe sahip canlılardır. Dünyanın hemen hemen her yerinde bulunurlar ve bazen çok yoğun popülasyonlarda görülebilirler.. Her yıl birkaç bin tür buna eklenmektedir. Toplam tür sayısının 2.000.000 olduğu kabul edilmektedir. Tür, cins, familya gibi taksonomik kategoriler bakımından 6-10 milyon sayıya ulaşırlar ve Dünyadaki hayvanların %90 kadarını oluştururlar.
Türce en zengin böcek familyası cepkenli böcekgiller (Staphylinidae) familyasıdır. 2010 verilerine göre 56.768 türle canlılar ("bitki ve hayvanlar") arasında en çok tür barındıran familyadır. İkinci en büyük böcek grubu hortumlu böcekgiller (Curculionidae) familyasıdır.
İnsanlar tarafından evcilleştirilen bal arısı ve ipek böceği gibi türleri bulunduğu gibi, bazı türleri de dünyanın çeşitli yerlerinde özellikle de Meksika'da doğrudan besin olarak da kullanılırlar.
Böcek adının Türkçede Insecta üyeleri için yoğun olarak kullanılması türlerinin çokluğu yüzündendir. Türkçenin tarihi gelişimi içinde böcek adı, Insecta dışındaki eklem bacaklıları da kapsayacak kadar geniştir. Bu kullanımı halk dilinde hâlâ görmemiz mümkündür. Insecta dışındaki eklem bacaklıları hatta diğer omurgasızları terim dışı olarak "böcek" adıyla anmak o kadar da yanlış sayılmamalı. Bu, adlandırmalarda kendini belli eder: kabuklulardan tespih böceği, örümceğimsilerden uyuz böceği, karından bacaklılardan sümüklü böcek gibi.
Takımın Latince bilim adı Insecta kelimesi Yunanca ἔντομον ["éntomon"] «parçalar halinde doğramak» kelimesinin 1600'lü yıllarda Latinceye "insectum" biçimindeki çevrilmesinden gelir. Yunanca kelime bugün böcek bilimi ya da böcekbilim de denilen entomoloji adında kalmıştır.
Kural olarak karasal hayvanlar olmakla beraber, derin denizlerin dibi dışında tüm biyotoplara uyum yapmış birçok türe sahiptir. Kutuplardan okyanuslara kadar hemen her ekosistemde ayakta kalmayı başarabilmiş canlılardır. Canlılar aleminin belki de en kalabalık sınıfıdır. Bu sınıfta 32 takım yer almaktadır.
Dış iskelet bulunur. Büyüme esnasında dış iskeletin neden olduğu kısıtlama, deri değişimi ile telafi edilir. Vücutlarında sadece çizgili kas bulunur,bu yüzden çok hızlı hareket ederler. Solunum trake sistemiyledir. Açık dolaşım sistemi görülür. Vücutta dolaşan solunum sıvısı "hemolenf" adını alır ve çoğunlukla renksiz, bazen de soluk yeşil-sarı renktedir. Vücutları bez bakımından zengindir. Çekici veya itici koku, mum, zehir, ipek, yağ, tükürük, antikoagülan madde gibi birçok maddeyi salgılamak üzere özelleşmiş çok sayıda bez taşırlar. Duyu organları ve sinir sistemleri iyi gelişmiştir. Birçok grupta, özel görevleri olan duyu organlarına rastlanır (yeri geldikçe açıklanacaktır). Avlanmak veya avcılarından korunmak için son derece başarılı uyumlar kazanmışlardır. Renklenmeleri büyük çeşitlilik gösterir. Bazılarında ışık çıkarma özelliği görülür.
Kural olarak yumurta ile çoğalırlar ve gelişmelerinde çoğunlukla bir metamorfoz görülür.
Bazı gruplarda koloni hâlinde sosyal yaşam örnekleri görülür. Yaşam ve beslenme şekillerine göre, ağız parçaları, anten ve bacak yapıları farklılık gösterir.
Vücut örtüsü ("integume |
nt"): Embriyonik olarak iki tabakaya ayrılır. Üstte ektoderm kökenli epidermis ve "kaide zarı"; altta peritondan meydana gelmiş, hücreli ince bağdoku yapısında ve kasların üzerine yığılmış olarak duran "kutis" bulıunur. Vücut örtüsü dıştan içe doğru şu katmanlara ayrılır:
Baş ("caput"): Embriyonik olarak kaç segmentten yapıldığı tartışmalıdır. Başta bulunan segmentlerin her biri ayrı bir üye taşımadığından, ayrıca segmental gangliyonlardan bazıları da birbiriyle kaynaştığından dolayı, köken olarak segment sayısı kesin olarak söylenemiyor. 5 (en fazla 6) segmentten oluştuğu varsayılmaktadır:
1. "preantennar" : Embriyonik evrede görülür.
2. "antennar" : Duyargalar bu segmentteki gangliyona bağlıdır.
3. "intercalar" ; 4. "mandibular" ; 5. "maksillar" : Baştaki iç organları içine alan sert bir kapsül şeklinde birbiriyle kaynaşmıştır. Bağlantı yerlerine stur denir. Sturlar arasındaki alanlar alın ("frons"), tepe ("vertex") ve yanaktır ("genae").
6. "labial"
Duyargalar ("antennae") : Kamçı şeklinde bulunan duyargalar içtençenelilerdeki gibi gerçek segmentli değildir. 3 bölümden oluşur. Kaide ("scapus"), ara bileziği ("pedicellus") ve kamçı ("flagellum"). Böceklere özgü duyu organı olan Johnston organı, "pedicellus" bölümünde bulunur.
Gözler: Optik sistemlerine göre 2 çeşit göz tanımlanır:
renk görme: Böcekler 300-650 nm lik dalga boylarındaki ışınları algılarlar. Örnek olarak, Bal arısı ("Apis mellifera") bu bant aralığında sarı, mavi-yeşil, mavi ve morötesi ışınları algılamalarına karşın, kelebeklerin aksine, kırmızıyı algılayamazlar. Ancak kırmızı çiçeklere, bu çiçekler mor ışınları yansıttığı zaman giderler. Güneş ışınlarındaki morötesi ışınları absorbe eden beyaz çiçekleri, morötesi ışının komplementeri olan mavimsi-yeşil; vişneçürüğü çiçekleri ise mavi olarak görürler. Bazı böceklerin (örn. "Carausius morosus" ve bazı kın kantlılar) renk görme yeteneği yoktur.
Ağız parçaları : Gerçek ağız üyeleri üst dudak ("labrum"), üst çene ("mandibul"), alt çene ("maxilla") ve alt dudak ("labium")tan oluşur.
Konumuna göre:
İşlev bakımından:
Boyun ("cervix"): Başa derimsi bir zarla yapışmıştır. Başla göğüs arasında sınırları belirsiz zarımsı bölgedir. Boynun ön kısmı başın son segmentine, arka kısmı ise göğsün ilk segmentine aittir.
Göğüs ("thorax"): Baş ile karın arasında bulunur. Yapıları birbirinden farklı olan üç segmentten oluşur: 1. " prothorax"; 2. "mesothorax"; 3. "metathorax". Son iki segmente birlikte "pterothorax" denir ve kanatlar buraya bağlanır. Yönlerine göre 1. "sternum" (göğsün karın tarafı); 2. "pleurum/pleura" (göğsün yan tarafları); 3. "tergum/tergi" (göğsün sırt kısmı) adlarını alır.
Bacaklar ("arthropodium"): Her göğüs segmentinde bir çift olmak üzere toplam 3 çift bacak bulunur. Köken olarak, vücut yan duvarlarının segmentsiz uzantılarından meydana gelmiştir. Daha doğrusu halkalı solucanların (Annelida) parapodiumlarından türemiş, yere daha iyi dayanabilmek için zamanla karın tarafına doğru kaymışlardır (< A. Demirsoy, "Yaşamın Temel Kuralları", sa:46). Bacak segmentleri birbirlerine ya esnek bir zarla ya da birbirine uyabilen bir eklem oluşumuyla bağlanırlar. Bacağın vücuda bağlandığı yere kalça ("coxa") denir. Daha sonra sırasıyla uyluk bileziği ("trochanter"), uyluk ("femur"), baldır ("tibia") ve ayak ("tarsus") kısımları gelir. En uçta çift tırnaktan oluşan pençe ("ungues") yer alır. Tırnaklar arasında, çoğunluk derimsi yapıda, bazen sırt tarafı kitinleşmiş "arolium" denen bir balon vardır. Dinlenme sırasında simetrik olarak ön bacaklar öne, orta ve arka bacaklar geriye uzanacak şekilde durur. Böcekler bacak-ayak uçlarında yürürler. Bitler ise pençeye dayanarak yürürler.
Bacak tipleri:
Kanatlar: Hayvanlar âleminde kanatlar ilk önce böceklerde çıkmıştır ve bunlar uçabilen tek omurgasız grubudur. Kuşlar ve yarasalardaki gibi ön üyelerin değişmesiyle oluşmamıştır. Pterothorax'ta bulunurlar. Kas ve segment taşımadıklarından üye olarak kabul edilmezler.
Boyuna (kaideden uca uzanan) damarların hepsi trake taşır. Bu trakeler bacaklara giden trakelerden türemiştir. Enine damarlar kanadın sağlamlaşması için oluşmuştur ve hiçbir zaman trake taşımazlar.
Kelebeklerde kanatlar pullarla kaplanırken, hamam böcekleri ve çekirgelerde ön kanatlar ("tegmina") derimsi olarak kitinleşmiştir. Kın kanatlılarda ön (üst) kanatlar ("elitra") kuvvetlice kitinleşip koruma görevi üstlenmişlerdir. Sineklerde arka kanatlar, Stepsiptera'da ise ön kanatlar denge organına (halter) dönüşerek uçma işlevini yitirmiştir.
İkincil olarak sonradan kanat yitimi, özellikle mağara böceklerinde ve bit gibi parazitlerde (kullanma gereği duymadıkları için), yüksek dağlarda yaşayanlarda (rüzgâra kapılıp sürüklenmemek için) ve saklanarak yaşayanlarda (engellere takılıp yırtılmaması için) görülür.
Uçulmadığı zamanlarda kanatlar kulağakaçan, çekirge, hamam böceği, peygamberdevesi, kın kanatlılar gibi gruplarda katlanmış olarak dururken, pul kanatlılar, kız böcekleri, zar kanatlılar ve çift kanatlılar gibi gruplarda katlanmayıp açıkta dururlar.
Karın ("abdomen"): Sindirim borusunun büyük bir kısmını, kalbi ve eşey bezlerini içine alır. Ön kısmıyla göğüse bağlanır ve arkaya doğru genellikle gittikçe azalır. 11 segment ve sölom kesesi ve gangliyonu olmadığı için segment olarak kabul edilmeyen bir telsondan oluşmuştur. Karın segmentlerinde göğüste görülen gerçek üyeler ve kanatlar yoktur. Segmentleri üç ana grupta değerlendirilir:
Böceklerde temel solunum biçimi trake sistemidir. Altı bacaklılar (Hexapoda) ile çok bacaklılar (Myriapoda) alt şubeleri trakeliler (Tracheata) adı altında bir üst grupta toplanırlar. Çünkü her iki grupta da integümentin içeriye çökmesiyle trake sistemi oluşmuştur. Böceklerde trake sistemi her organa ulaşacak şekilde dallara ayrılmıştır. Dolaşım sisteminin solunuma katkısı pek azdır.
Özellikle iyi uçan böceklerin trake sisteminde ilave gelişmeler (trake kollarında çoğalma ve dallanma) görülür. En çok görülen şekli ana trake kollarının genişlemesiyle meydana gelen "trake keseleri" ya da "hava keseleri" denen oluşumdur. bu kesecikler, mayıs böceğinde ("Melolontha") olduğu gibi, fazla sayıda fakat küçük olabilir. Diğer taraftan bal arısında ("Apis mellifera") olduğu gibi birçok küçük hava kesesinin kaynaşmasıyla az sayıda fakat büyük yapıda hava keseleri ortaya çıkar. Hava keselerinin hepsi havanın depo edilmesi için kullanılır. Keselerden çıkan ince dallar ve borular dokulara kadar uzanır. Ayrıca bu keseler miksosölü sıkıştırmak suretiyle dolaşımı hızlandırır ve dokulara besin ulaşımının daha etkin olmasını sağlar. Trake duvarlarından kan sıvısına sızan oksijen kısmen erimiş durumda bu sıvıda taşınabilir.
Ön bağırsak: Başta bulunan ağız açıklığı ile başlar. Ektodermal stomodeumdan meydana gelmiştir. Epiteli ektoderm epiteli gibi kutikula ("intima") içerir.
Orta bağırsak ("mesenteron"): Endodermden meydana geldiği için ön bağırsakta olduğu gibi kitinle astarlanmamıştır. Genellikle önde göğüs içine kadar uzanmaz.
Son bağırsak: Ön bağırsak gibi ektodermal kökenli olduğundan kitinle astarlanmıştır. Kuvvetli yapıda iç tarafta boyuna kaslar, dış tarafta da halka kaslar bulunur.
Böcekler öncelikli olarak bitki yiyicisidirler. Bununla birlikte canlı hayvanlarla beslenenlerden tek tür besine özelleşmiş (örn. balmumu güvesi) beslenenlere kadar her çeşit beslenme tarzına rastlanır. Kural olarak etle beslenenlerde bağırsak en kısa, bitkiyle beslenenlerde uzun ve dışkı yiyicilerde ise en uzundur.
Besinleri genel olarak üç ana grupta toplanır: Protein, karbonhidrat ve yağ. Bu besinleri parçalamak için enzimler (amilaz, maltaz, invertaz, laktaz, proteaz, karbohidraz, peptidaz, lipaz, selülaz) salgılanır. Bazı yırtıcı (Adephaga, Planipennia) ve leşçil ("Panorpa") böceklerde dış sindirim görülür. Sindirim, çoğunlukla orta bağırsakta olur, fakat termitlerde arka bağırsaktadır. Ön bağırsakta emilme (daha çok hamam böceklerinde yağ emilir) pek azdır. Orta bağırsak emilmenin esas merkezidir.
Böceklerde boşaltım sistemi Malpighi tüpleri denen özel yapılardan oluşur. Dışkının şekli bazı türlerde (odun güvelerinde ve odun yiyen diğer bazı böceklerde) karakteristik olup tanıma anahtarlarında kullanılırlar.
Böceklerin sinir sistemi, boyuna ve enine bağlantılarla birbiriyle ilişkide olan, çok defa çift gangliyonlardan oluşmuş bir "merkezi sinir sitemi" ile, bu merkezlerden çıkarak tepkime organlarına uzanan "periferik sinirler"den ve çeşitli şekillerdeki "duyu organları"ndan meydana gelmiştir.
Sinir sisteminin yapı taşları olan sinir hücresi ("nöron") farklı bölümlerden oluşur. Hücre gövdesi ("perikaryon"), omurgalı hayvanların nöronlarından farklı olarak, birçok "glia" hücresinden meydana gelmiş birkaç tabakalı bir kılıfla örtülmüştür. Omurgalı hayvanlar için çok karakteristik olan Nissl tanecikleri (İng. "Nissl body") böceklerde pek az ya da tipik olmayan durumlarda belirgindir ve bunların perikaryon içerisindeki dağılımı da aşağı yukarı tekdüzedir. Endoplazmik retikulum, Golgi aygıtı, yaşlılık pigmentleri ve serbest ribozomlar, yalnız perikaryonda bulunmasına karşın, granüller ve mitokondriler düzenli olarak hücre uzantılarının içerisine de göç ederler. Sinir uzantıları, akson ve dendritlerden oluşur. Akson ve dendritler her iki yönde de iletim yeteneğine sahiptir. Bu iki yönlü iletimi engeleyip tek yönlü iletilmesini sağlayan yapıya sinaps denir. Merkezi sinir sisteminin sinir düğümleri gangliyonlardır. Sinir sisteminin dağılımı ("tipografisi") gangliyonlar tarafından olur. Gangliyonlar üç ana gruba ayrılır: 1. Yutak (ya da özofagus) üstü gangliyon ("cerebral ganglion"), üç bölümden oluşur: "protocerebrum, deutocerebrum, tritocerebrum". 2. Yutak (ya da özofagus) üstü gangliyon, mandibular, maksillar ve labiyal gangliyon biçiminde üçe ayrılır. 3. Vücut gangliyon zinciri, göğüs gangliyonları ve abdominal gangliyonlar diye ikiye ayrılır.
Sinir sistemi çoğu kez endokrin sistemiyle birlik oluşturur
Çok hücrelilerin hepsinde hormon sistemi filogenetik olarak sinir sisteminden gelişmiştir. Bu yüzden bütün hormonal olayları |
n denetim mekanizması yüksek organizasyonlu hayvanlarda sinir merkezlerindedir. Böceklerde bu denetim mekanizması nörosekretorik hücrelerdir.
Nörosekretorik hücreler: Böceklerde hormon sisteminin en üst düzenleyici merkezidirler. Ektoderm hücrelerinin yeteneğini saklayan nöronlar salgı meydana getirirler. Salgı, granüller ya da sıvı halinde oluşur, hücre gövdesinde ve aksonlarda biriktirilir ve sinir uyarımıyla en azında aksonlar aracılığıya iletilir ve salgılanır. Daha sonra tekrar meydana getirilir. Bu böyle döngü olarak devam eder. Sinir salgıları her zaman hemolenfe verildiği için hormon olarak kabul edilir ve nörohormon adını alırlar. Hormon ya da salgı, hücre gövdesinden, tepki yapacağı organa, bir aksonla gönderilir ve orada hemolenfe verilir.
Nörohemal organlar: Uzun zamandan beri "corpora cardiaca" 'nın böceklerin tek nörohemal organı olduğu kabul ediliyordu. Bu organ, birçok böcekte aortun açık ön kısmında bulunur; ya birbirinden ayrı çift hâlindedir ya mediyan kısımda kaynaşarak tek bir vücut olmuştur ya da hiposerebral gangliyon ile kaynaşmıştır. Diğer bir nörohemal organ Rhodnius prolixus adlı böceğin abdomen sinirinde tespit edilmiştir. Son zamanlarda yapılan birçok araştırmada yeni nörohemal organlar bulunmuştur.
Böceklerde nörohormonlarla işlevleri düzenlenmeyen birçok hormon bezi (endokrin bezi) bulunur: protoraks bezleri, ventral ( ya da sevikal) bezler, perikardiyal bez.
Böcek hormonları içinde en dikkate değer olarak, larva evresini geçirmesinde etkili olan gençlik hormonu ("juvenil hormon") ile deri değiştirmesini sağlayan deri değiştirme hormonu ("metamorfoz hormonu, ekdizon hormonu") sayılabilir.
Eş bulma ve kur: Dişi, erkek tarafından aktif olarak aranır. Bu aramada en etkin faktör feromonlardır. Sesle bulma, çekirge ve ağustos böceklerinde yaygındır. Kur, birçok böcekte duyargalarla dokunmayla yapılır. Pul kanatlılarda ve günlük sineklerde özel kur dansı vardır.
Çiftleşme: Kural olarak, penisin dişi organına sokulmasıyla meydana gelir. Hemiptera'da olduğu gibi sperma ya doğrudan doğruya reseptakuluım içerisine boşaltılır ya da birçoğunda olduğu gibi vajina veya "bursa kopulatriks" içerisine boşaltılır ve spermalar daha sonra kendileri reseptakulum içerisine girerler. Birçoğunda spermalar spermatofor içerisinde iletilir. Spermatofor, erkeğin yardımcı bezleri tarafından salgılanan sert bir kabukla örtülü, içerisinde spermaların bulunduğu bir kese ya da pakettir. Bu paket ya penis tarafından "bursa kopulatriks" içerisine itilir (kelebeklerde ve bazı kın kanatlılarda) ya da dişinin eşey açıklığına yapıştırılır (çekirgelerin birçoğunda). Kız böceklerinde erkeklerin ikinci abdomen segmentinde yardımcı kavuşma organları oluşmuştur. Çiftleşmede her iki eşeyde de görülen yardımcı çiftleşme organları birbirine sıkıca uyacak şekildedir. Bu organlarda meydana gelecek bir değişiklik, çiftleşmeyi başarısız kılar. Bu sebeple böceklerde tür tanımlanmasında en çok bakılan ve taksonomik özellik açısından en çok güvenilen organlar bu yardımcı çiftleşme organlarıdır. Çiftleşmenin yeri, zamanı ve süresi değişkenlik gösterir.
Yumurtlama: Böceklerin bir kısmının yavrularını canlı olarak doğurdukları ("vivipar"), bir kısmının larva ("larvipar") ya da pup ("pupipar") halinde çıkardıkları bir yana bırakılırsa, çoğu tek tek ya da paket halinde ("kokon") yumurta döker.
Yumurtadan çıkış: Koryonun parçalanmasında en sık görüleni yarılma çizgisi boyunca kabuktaki incelmedir. Patlama çizgisinin oluşmadığı durumlarda larva, yumurta dişi ("oviruptor") denen kuvvetlice sklerotize olmuş çıkıntılar yardımıyla dışarı çıkar.
Yumurtadan ya ergine benzeyen (hemimetabol) nimf ya da hiç benzemeyen (holometabol) larva bir yavru çıkar. Çoğunlukla her ikisine de yani nimf'e de larva denir. Yumurtadan çıkan larva postembriyonik olarak gelişmeye devam eder. Büyüme, deri değiştirme ile olur. Son deri değiştirildikten sonra tamamen gelişmiş ergin (imago) meydana gelir. Gelişme evrelerine göre "larva, pronimf, nimf, prepup, pup" diye çeşitlere ayrılırlar. Deri değiştirme erginlikte de sürebilir (Apterygota ve Ephemeroptera).
Yarı başkalaşım ("hemimetabol başkalaşım"): Larva evresi ergine benzer. Gerçek pup evresi yoktur.
Tam başkalaşım ("holometabol başkalaşım"): Larva evresi ergine hiç benzemez. Gerçek pup evresi vardır.
Larva tipleri:
"Pup (krizalit, koza):" Larva evresi ile ergin evre arasında hareketsiz ve besin alınmayan evredir.
Başkalaşım sonrası gelişme:
Olgunlaşma:
Ergin evresi kısa olan ve bu evrede çoğunlukla beslenmeyen Ephemeroptera, Plecoptera, bazı Homoptera ile Lepidoptera türlerinde eşey bezleri, puptayken işleve hazır hâle gelmektedir ve kısa olan ömürlerini cinsel olgunlukla geçirmezler. Bir başka deyişle erginliğe ilk adımlarını attıklarında, cinsel açından olgunlaşmışlardır. Diğer böceklerde ise erginlik sonrası eşey bezlerinin bir olgunluk süreci vardır.
Yaşlılık devresi:
Erginlerde yaşam süresince sadece dış organlar (pul, kıl vs.) değil, aynı zamanda iç organlar da aşınır. Metabolizmanın etkinliğini kaybetmesinden dolayı atık maddelerin son türevlerinden olan pigmentlerin gittikçe çoğaldığı görülür. Birçok organ buna bağlı olarak işlevlerini büyük ölçüde yitirir. Yaşlanan böceklerde uçuş isteği azalır ve uyarılabilme yeteneği büyük ölçüde düşer. Gangliyon hücrelerinde, sitoplazma dejenerasyonu, kromatin yığılmaları ve hücre bağlantılarında gevşemeler olur. Atık maddeler atılmayıp vücutta birikir. Ölüm, beynin ölmesiyle değil, hücre metabolizmasının durmasıyla ortaya çıkar.
Böceklere esas rengi veren deridir. Oluşumuna göre 2 gruba ayrılır:
Renklenme ve desen oluşumu: Vücut üzerinde, çoğunluk türlere özgü, çeşitli desenler bulunur. bunların şekli genellikle kalıtsal olmasına karşın, büyüklükleri ve koyulukları, çevre koşulları ve iç koşullarla denetlenebilir. kalıtsal renkler hemen her zaman simetrik olarak ortaya çıkar. Modifikasyon renklerde bu simetri bazen görülmeyebilir. Beslenmenin, sıcaklığın, eşey hormonlarının, parazitlerin renk oluşumu üzerindeki etkisi çok fazladır.
Uçabilen tek omurgasız hayvan grubu böceklerdir. Göğsün ("thorax") ikinci ("mesothorax") ve üçüncü ("metathorax") segmentlerinde yer alan "pterothorax" kaslarının büyük bir kısmı uçma işlevini yüklenmiştir. Epipleural kasın antigonistik etkisiyle keza subalar kasın katkısıyla büyük kanatlar katlanma yerlerinden açılarak uçmaya hazırlık yapılır. Uçma, göğüs kaslarının doğrudan doğruya ya da dolaylı etkisiyle gerçekleştirilir.
Kız böceklerinde (Odonata) iki tip kasın birleşik hareketini görmek olasıdır. Kural olarak ilkel böceklerde ya yatay (Odonata) ya da temel olarak dikey (Ephemeroptera) uçuş sözkonusudur. Kanatlar kural olarak yukarıdan aşağıya doğru çırpılır. Kanatların aşağıya doğru çırpılmasında arka kanadın arka kenarı zayıf damarlı olduğu için yukarıya doğru, yukarıya doğru çırpıldığında ise aşağı doğru bükülür.Birinci durumda havaya dayanma yüzeyi büyürken, ikinci durumda dayanma yüzeyi küçülür ve dolayısıyla hayvan, toplam değer bakımından yukarıya doğru iten bir güç kazanır. Böceklerin birçoğunda yatay ve dikey uçma yetenekleri birleştirilerek her yöne uçma niteliği kazanılmıştır. Bu yetenek, kanatları kulaç atar gibi döndürmek için gelişen kaslar aracılığıyla olur. Ayrıca manevra yeteneğini artırmak ve uçuş etkinliğini yükseltmek için kanadın kaidesine yakın anal sahada ve jugumda (bazen vannusda) büyük ölçüde küçülmeler görülür.
İlkel kanatlı böceklerde her kanat çifti kendi başına bağımsız olarak çırpılır; fakat senkronize edilir ("yani her iki kanat çifti de aynı zamanda çırpılır"). Yalnız kız böceklerinde kanat çiftlerinin çırpılması alternatiftir ("yani biri diğerinden sonra çırpılır"). Bu şekilde kanat çırpan kız böceklerinin uçuş hızı çok yüksektir. Bir ön kanadını bir arka kanadını çırpan kız böceklerinde vücudun takla atmasını önleyebilmek için özellikle karında uzama görülür.
Diptera (sinekler) takımı, böcekler içinde en iyi ve en hızlı uçan böceklerdir.
Böcekler büyük bir protein kaynağı olup yağ ve diğer besin öğelerince zengindir. İnsan gıdası olarak 500 kadar böcek türünün yenildiği bilinmektedir. Bunların %40'ı Meksikalılar tarafından tüketilmektedir. Henüz dünyada yaygınlaşmayıp ulusal mutfak tadları olarak kalan, böcek yeme alışkanlığı görülebilen yerlerden bazıları:
Avrasya
Avrasya, Avrupa ile Asya'yı kapsayan coğrafi bölgeye verilen isim.
Avrasya kelimesi, Avrupa ile Asya (yani avr ile asya) sözcüklerinin birleşmesinden oluşur.
Casus belli
Casus belli (IPA: [ka:zus beli:]), Türkçeye ""savaş nedeni"" olarak çevrilebilecek Latince bir uluslararası ilişkiler terimi. Bir ülkenin savaşa girme nedenini belirtmek için kullanılır.
Tutunamayanlar
Tutunamayanlar, Oğuz Atay'ın ilk romanıdır. 1970 yılında TRT Roman Ödülü'nü kazanmıştır.
Çoğu yazar ve okuyucuya göre modern Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biridir. Kullanılan dil ve anlatım şekli itibarıyla edebiyatta bir devrim olarak kabul edilmektedir.
Kitap belirli bir olayı sergilemekten çok; izlenimler, çağrışımlar, taşlamalar, ayrıntılar ve ruhsal çözümlemelerden oluşur. Berna Moran, bu kitabı hem içerik hem de biçimsel özellikleri bakımından Türk edebiyattında yepyeni bir evre olarak değerlendirmekte, Jale Parla ise "Don Kişot'tan Günümüze Roman" adlı çalışmasında modern ve postmodern roman bağlamında Atay'ın ve Tutunamayanlar'ın yerini belirtmektedir. "Hürriyet Pazar" tarafından oluşturulan yüz kişilik jüri tarafından belirlenen "Türk Edebiyatının Gelmiş Geçmiş En İyi 100 Romanı" listesinde ikinci sıraya yer aldı.
Selim Işık'ın intihar ettiğini öğrenen Turgut Özben, ihmal ettiğini düşündüğü arkadaşının geçmişinin izini sürmeye ve Selim'in tanıdığı insanlar aracılığıyla onu tanımaya çalışır. Her insana farklı bir yönünü gösteren Selim'in görüntüsü, Turgut'un bu insanlarla konuşması sonucu okuyucunun ve Turgut'un gözünde netlik kazanacaktır. Romanda birçok kişi vardır ama her biri aslında Selim'in hayatındaki kişilerdir ve tüm anlatılanlar Selim Işık'ı aydınlatır. Selim Işık "düşünen ve sorgulayan insan"ın simgesidi |
r ve bu yüzden "tutunamamış"tır.
Yıldız Ecevit'in yazdığı Ben Buradayım... adlı Oğuz Atay biyografisinin ardından, romanın pek çok otobiyografik öğe taşıdığı anlaşılmıştır.
Gelibolu
Gelibolu, Çanakkale'nin ilçesidir.
Kentin hangi yüzyılda ve kimler tarafından kurulduğu bilinmemektedir. Ancak Troya kenti kadar eski olduğu varsayılmaktadır. Yörenin eski adı 'Critote'dir. Antik Çağ'da Keltler tarafından iskan edildiği için Yunanca 'Galliopolis' olarak adlandırılmıştır: Galli(Kelt) + Polis(Şehir) : Keltlerin Şehri. Türkçeye Gelibolu olarak geçmiştir.
Günümüzde Fransa, Belçika, İsviçre ve Ren kıyılarını içine alan bölgeyi ele geçirmiş ve Romalılar tarafından bu bölgeye Galya, halkına da Galatlar adı verilmiştir.
Galatlar olarak adlandırılan bu savaşçı halk MÖ 281 yıllarında Trakya Krallığı'nın içinde bulunduğu bocalama döneminde Balkanlar'a, Çanakkale ve İstanbul boğazları üzerinden de Anadolu'ya geçmişlerdir. MÖ 278 yılında Anadolu'da Sakarya ve Kızılırmak havzasını kapsayan bölgeye de 'Galatia' adı verilmiştir.
Edirne Vilayet Matbaası Müdürü Şevket Dağdeviren'in yazdığı 1892 tarihli salnameye göre;
Gelibolu Sancağına bağlı olan, Gelibolu’dan başlayarak İstanbul civarında son bulan bu coğrafyaya eskiden “Trasya” adı verilirdi.
Sancak olarak 6457 evde 25889 Müslüman, 13831 evde 64029 Gayrimüslim, toplamda 89918 nüfus vardır.
Gelibolu kazası, Eceabat ve Evreşe adlı iki resmi, Bolayır ve Tayfur adlı iki fahri nahiye müdürlüğü ve kaza olarak 3608 evde 13691 Müslüman, 4768 evde 21780 Rum, 188 evde 1032 Bulgar ve 210 evde 1756 Yahudi, toplamda 38259 nüfusa sahiptir.
Eski eserlerden, iç limanda onarılan bir havuz ve bir kule, 12 cami, 4 mescit, 2 medrese, 1 Dar-ül kur’a, 1 lise, 7 ilkokul, 1 kütüphane, 6 kilise, 2 havra, 11 tekke, Abdülhamit tarafından genişletilmiş bir Mevlevi dergahı, 1 muvakkithane, saat kulesi, hükumet konağı, adliye, belediye, jandarma, askeri karantina daireleri, gazino, gazhane, reji dairesi, 10 fabrika, 1 otel, 4 han, 7 hamam, 19 yel değirmeni, 1 kiremithane ve Hamidiye adında bir asker hastanesi vardır.
Gelibolu kasabasında 22 el tezgahı vardır. Bunların 3'ünde yılda 3.000 zira kazmir, diğer 19'unda yılda 112.000 zira yelken bezi dokunur.
Ömer Altuğ (müzisyen)
Ömer Altuğ (d. 1907; Sivas - ö. 9 Mart 1965; Sivas), Tamburi ve bestekar. Ankara Radyosu sanatçılarından.
Ömer Altuğ, 1907 yılında Sivas’ta doğdu. Sivas Sultanisi’nde orta öğrenimini tamamladı. Lise eğitiminden sonra müzik tutkusu ağır bastığından, eğitimine devam etmedi ve kendini müziğe adadı. Kendi çabalarıyla öğrendiği Ud ile başladı. En çok etkilendiği kişi Tamburi Cemil Bey oldu. Klasik Türk müziği’nin, notaya dayanan kültürüne vakıftı. Bir ara, kemana da heves etti. Yatağının yanında udu, kemanı daima dururdu. Sabahları, en büyük zevki sazları ile uğraşmak olurdu. Sonradan, tambura tutuldu. Uddaki başarısını tamburda gösterebilmek için, bütün çalışmalarını bu saza döktü. Mızrabı güzeldi, artık o udi değil; Tamburi Ömer Altuğ olarak anılmaya başlamıştı. Kemanın verdiği yetenekle yaylı tamburdaki başarısı daha da üstün oldu. Bunun sonucunda da güfte, beste ve saz semaileri ortaya çıkardı.
Müziğe olan tutkusunun yanında, güzel sanatların her dalına karşı da bir eğilimi vardı. Bunlardan biri olan hattatlık ile ilgilendiği gibi, kendi yeteneği dahilinde çalışmalar yapardı. Sivas Halkevi’nde, kimi konuşmacıların yanında, müziğini icra eder, konuşmalara ayrı bir hava ve renk getirirdi. Bu olaylar onu ve kendini müziğe adamış sanatçı arkadaşlarını Halkevi’ne bağlamıştı. Artık her hafta Cumartesi günleri, Halkevi hoparlörlerinden Sivas bu müziği dinliyordu.
Çok geçmeden TRT Ankara Radyosu’nda tertiplenen, müzik folkloruyla ilgili çalışmalara Sivas Halkevi’ni de çağırdılar. Bu vesileyle, Radyoevi’nin Türk Müziği bölümünde çalışanlarla tanıştı ve kısa bir süre sonra da 1944 yılında Ankara Radyosu sınavlarını kazanarak radyonun kadrolu sanatçılarından biri oldu. Radyo sanatçılığının yanı sıra Milli Savunma Bakanlığı ve Harita Genel Müdürlüğü’nde çalıştı.
Hiçbir zaman, piyasada çalışmadı. Çünkü müzik, O’nun için bir geçim kaynağı değil, ruhunun besin ve ilham kaynağıydı. Onun sanatçı ruhu Ankara’ya hiçbir zaman ısınamadı. Maalesef emekli bile olamadan hastalığının belirtileri ortaya çıkınca Sivas’a döndü ve bir bürokrat şehri olan Ankara’nın her çeşit hengamesinden uzak bir yaşam sürmeyi tercih etti.
Bir süre sonra hastalığı ilerledi ve 9 Mart 1965’te 58 yaşında, Sivas’ta hayata gözlerini yumdu. Geride, birçok beste, güfte ve şarkı bıraktı.
Nijer
Benin
Benin ya da resmî adı ile Benin Cumhuriyeti, Afrika kıtasının batı bölümünde yer alan bir ülkedir. Ülkenin sınır komşularını (kuzeyden saat yönünde ilerlendiğinde) Nijer, Nijerya, Togo ve Burkina Faso oluşturmakta olup, ülkenin güneyinde Gine Körfezi içerisinde yer alan Benin Körfezi yer almaktadır. Geçmişte Fransa sömürgesi olan ülke 1960 yılında Dahomey Cumhuriyeti adı ile bağımsızlığa kavuşmuştur. 1975 yılında ülke içerisinde yaşanan siyasi gelişmeler neticesinde ülke adı Benin Halk Cumhuriyeti olarak değiştirilmiş, 1990 yılında da rejimin bir kez daha değişmesi ile ülkenin ismi günümüzde de kullanılan Benin Cumhuriyeti olarak değiştirilmiştir. Ülkenin başkenti Porto-Novo'dur.
Ülkenin kurulu olduğu topraklara Fransa sömürgesi olduğu dönemlerde Dahomey Krallığı'nın kurulu olduğu bölgelerde yer almasına istinaden Dahomey olarak adlandırılmış, bu isim bağımsızlık döneminde de yeni ülkenin ismi olarak benimsenmiştir. Ülke içerisinde yaşanan rejim değişiklikleri neticesinde Benin adını alan ülkenin bu isminin Benin'in hem güncel toprakları hem de tarihi açısından ilişkisi bulunmayan "Benin Krallığı"'ndan esinlenerek kullanılmıştır.
Ülkenin toplamda sahip olduğu 2.123 km'lik kara sınırından 386 km'si Burkina Faso, 277 km'si Nijer, 809 km'si Nijerya, 651 km'si Togo ile oluşurken, ülkenin ayrıca Atlas Okyanusu'na da 121 km'lik sahil şeriti bulunmaktadır.
Güney kuzey yönünde uzun ince bir yapıya sahip olan ülkede, kıyı şeritide yer alan lagünlerin arkasından itibaren verimli, tarıma elverişli alanlar başlamaktadır. Bu alanlar Togo Sıradağları'nın bir parçası olan Atakora Sıradağları ile birleşmektedir. Ülkenin kuzeydoğu bölümlerinde ise coğrafi yapı Nijer nehrine yaklaştıkça alçalarak düz zemin oluşmaktadır.
Ülkenin en yüksek noktasını 658 m ile Atakora Sıradağları içerisinde yer alan ve Togo sınırına yakın bir konumda bulunan Sokbaro Dağı oluşturmaktadır. Ülkenin sahip olduğu toprakların %30'u dağlık orman arazisi konumunda olurken, %12'si tarımsal alan, %4'ü ise çimenlik alanlardan ve yaylalardan oluşmaktadır.
Ülke genelinde üç farklı iklim çeşidi görülmektedir. Ülkenin güney bölgelerinde tropikal ekvator iklim hakim konumdayken, ülkenin kuzeybatı ve orta kesimlerinde Sudan iklimi, Atakora Sıradağları'nın bulunduğu kesimlerde de Atakora iklimi görülmektedir. Tropikal iklimin hakim olduğu güney bölgelerde Nisan-Temmuz ve Ekim-Kasım dönemlerinde olmak üzere iki kere yağmur sezonu yaşanmakta olup, Ağustos-Eylül dönemlerin de ise yağmur yağmasa da hava genellikle kapalı konumdadır. Bu bölgelerde ortalama yıllık sıcaklık değerleri gündüz 30 °C, gece 23 °C düzeyinde, ortalam yıllık nem değerleri ise %90 düzeyinde bulunmaktadır. Yıl içerisinde bölgeye ortalama 2000 mm yağış düşmektedir. Sudan ikliminin hakim olduğu ülkenin kuzeybatı ve orta bölümlerinde yağmur sezonu Mart/Nisan döneminden itibaren başlayarak Ekim ayına kadar sürmektedir. Bu bölgelerde ortalama yıllık sıcaklık değerleri gündüz 29 °C - 38 °C arasında, gece ise 16 °C - 26 °C arasında yer almaktadır. Yıl içerisinde bölgeye tropikal iklimin hakim olduğu bölgelerin aksine daha az yağmur düşmekte olup bu oran yıllık ortalamada 1000 mm seviyesindedir. Atakora Sıradağları bölgesinde hakim olan Atakora iklimi, Sudan ikliminde sadece ortalama yıllık yağış oranlarında farklılık göstermekte olup, bölgenin coğrafi özellikleri neticesinde bölgeye yoğun şekilde yağmur yağışları gerçekleşmektedir.
Benin genelinde hakim olan bitki örtüsü türü geniş çayır alanları olan savanlardır. Sudan ve Gine bitki örtüsü bölgeleri arasında yer alan Benin'in ülke genelinde kurak dönemlerde yapraklarını döken ağaçlara sahip orman toplulukları da mevcuttur. Ayrıca ülkede bataklıklara sahip orman bölgesi olan Lokali'de yer almaktadır.
Yabah hayat açısında ülkenin kuzey bölgelerinde yer alan W Ulusal Parkı ve Pendjari Ulusal Parkı önemli bir konumda olup, fil, aslan gibi birçok batı Afrika çayırlık alanlarında görülebilen yaban hayvanlar ülkede bulunmaktadır.
Benin'de son olarak 2013 yılında gerçekleştirilen resmi sayım sonuçlarına göre 9,983,884 nüfus tespit edilmiştir. Bu güncel olarak son resmi sayım konumunda olup, 2014 tahmini sayım sonuçlarına göre ülkede 10,160,556 nüfus belirlenmiştir. Ülke içerisindeki nüfus yoğunluğu 88,6 kişi/km düzeyindedir. Ülke nüfusunun büyük bölümü başkent Porto-Novo ile hükumetin ve kamu kurumlarının merkezinin yerleşik bulunduğu Cotonou'da yaşamaktadır.
Benin genç bir nüfusa sahip olup, 2016 tahmini verilerine göre nüfusun %63,36'sı 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %2,84'ü 65 yaş ve üzerindedir.
0-14 yaş: %43.04 (erkek 2,358,838/kadın 2,264,204)
15-24 yaş: %20.32 (erkek 1,110,607/kadın 1,072,196)
25-54 yaş: %30.24 (erkek 1,641,547/kadın 1,606,185)
55-64 yaş: %3.56 (erkek 165,496/kadın 217,192)
65 yaş ve üzeri: %2.84 (erkek 120,629/kadın 184,564)
Şehirde yaşayanların oranı 2015 verilerine göre %44 olan ülkede, nüfusun yıllık artış oranı 2016 tahmini verilerine göre %2,75 düzeyindedir.
Ülke nüfusunun %39,2'si Fon etnik grubuna mensupturlar. Fon etnik grubu özellikle güney kesimlerde başta olmak üzere toplum içerisinde ağırlığı olan etnik grubudur. Nüfusun %15,2'si Adja etnik grubuna üye konumunda olup, ülke içerisindeki ikinci çoğunluğa sahip etnik grup konumundadır. En büyük üçüncü etnik grup %12,3 ile Yorubalar gibi Yoruboid dilini konuşan gruplardır.
Ülkenin Fransa sömürgesinden kurtularak bağımsızlığını ilan etmesi sonucu ülkenin resmi dili koloni ülkesi Fransa'nın dili olan Frans |
ızca seçilmiştir. Resmi dilin yanı sıra ülke genelinde yerel diller olan Gur dilleri, Hausa dilleri, Eve ve Mina dilleri konuşulmaktadır. Benin'in güneyinde Fon dili yaygın olarak iletişim dili olarak kullanılmakta olup, 1,7 milyon kişi tarafından konuşulmaktadır. Ülke nüfusu genelinde ise nüfusun %47'si Fon dilini anadili olarak kullanmaktadır.
Benin genelinde yerel dinlere inananların oranı günümüzde de yüksek oranda gözlemlenebilmektedir. Vudu başta olmak üzere yerel dinlere inananların oranı %23,4 seviyesinde olup, sadece Vudu dinine inanların oranı %17,3 düzeyindedir. Yerel dinlerin dışında ülkede hakim olan din hristiyan dinidir. Buna göre nüfusun %42,8'i hristiyan inancına göre yaşamını sürdürmektedir. Bu oran içerisinde katolik mezhebine mensup hristiyanların oranı %27,1, protestan mezhebine mensup %10,4 ve diğer hristiyan mezheplerine mensupların oranı da %5,3 düzeyindedir. İslamiyet ülke içerisinde en yaygın ikinci din konumunda olup, islami inancına göre yaşamlarını sürdürenlerin oranı %24,4 düzeyindedir. (İngilizce)
Benin genelinde gıda ve tıbbi malzeme ihtiyaç sıkıntısı yüksek düzeyde yaşanmaktadır. Ülkede temiz su kaynaklarına ulaşabilen nüfusun oranı genel Afrika ortalamasına göre yüksek düzeyde olup, 2012 tahmini verilere göre nüfusun %76'sı temiz kaynaklardan su temin edebilmektedir. Nüfusun sadece %14,3'ü tam teçhizatlı sağlık hizmetlerinden yararlanabilen ülkde, nüfusun %85,78'si daha ilkel şartlarda sağlık hizmetini alabilmektedir. Ülke içerisinde sıtma, menenjit, tifo, hepatit, malarya çok sık görülen hastalıklar arasındadır. AIDS, Afrika kıtasının genelinin aksine düşük oranda görülmekte olup, bu oran 2012 verilerine göre %1,1 düzeyindedir.
2014 tahmini verilerine göre ülke genelinde ortalama yaşam 61.07 düzeyinde gözlemlenmekte olup, bu oran erkeklerde 59.75, kadınlarda ise 62.47 seviyesindedir.
Ülke genelinde 15 yaş ve üzerinde olan nüfusta okuma yazma bilenlerin oranı 2010 verilerine göre %42.4 düzeyindedir. Bu oran erkeklerde %55.2 iken, kadınlarda %30.3 seviyesindedir. Benin'de ilkokula gitme zorunlulu bulunmamakta olup, eğitim ve öğretim ücret karşılığında gerçekleştirilebilmektedir. Benin genelinde ücretsiz bir eğitim-öğretim Benin tarihi boyunca hiç uygulanmamıştır. İlkokul çağında okula giden erkek çocuklarının oranı tahmini %78, kız çocuklarının oranı ise tahmini %46 seviyesindedir. Benin hükumeti bu oranları arttırmak adına düzenlemeler gerçekleştirmekte olup, okula giden çocukların yüzdesini yükseltmeyi hedeflemektedir. Ülke genelinde 5-14 yaş aralığında bulunan çocukların 2006 verilerine göre %46'sı çocuk işçi olarak kullanılmaktadır.
Günümüzde Benin'in var olduğu topraklarda 17. yüzyılda Dahomey Krallığı'nın büyük bir bölümünü oluşturmaktaydı. Bu bölgeye 1805 yılında Napolyon Bonapart'ın emri doğrultusunda el koyan Fransa askerleri bölgeyi Fransa İmparatorluğu'na bağlı bir bölge konumuna getirdiler. 1814 yılında Birleşik Krallık ile sömürge bölgeleri hakimiyeti adına yaşanan çekişmenin kaybedilmesi neticesinde bölgeyi Birleşik Krallık'a bırakmak zorunda kalan Fransa, 1863 yılında ikinci imparatorluk dönemini yaşadığı bir dönemde bölgenin güneyinde yer alan Porto Novo Krallığı'nı himayesi altına alarak tekrar bölgede söz sahibi olmuştur. 1868 yılında Cotonou bölgesi için de himaye antlaşması yapan Fransa, 1879 yılından itibaren de söz konus bölgelerin kuzey kısımlarına da el koyarak hakimiyet alanını genişletmiştir.
1890'lı yıllarda Dahomey Krallığı'nın varlığına son verilmesi ile birlikte günümüzde Benin'in olduğu bölge 1899 ile 1960 yılları arasında başkenti Dakar olan Fransız Batı Afrikası'nın bir parçası haline getirilmiştir. Dahomey'in tahtta olan son kralı Béhanzin bu olaylar neticesinde Karayip'te bulunan Martinique adasına sürgüne gönderilmiştir. Bölgenin ele geçirilmesi döneminde özellikle Fransa adına savaşan Senegal askerleri tarafında gerçekleştirilmiş, bölgenin hakimiyetini sağlamak adına da Cotonou'da liman inşa edilmiştir. II. Dünya Savaşı'nın yaşandığı dönemde önceleri Vichy Fransası'na bağlı kalan bölge 1942 yılında Charles de Gaulle önderliğindeki bağımsız Fransa'ya bağlanmıştır.
Dördüncü Fransa Cumhuriyeti anayasının hazırlandığı dönemde denizaşırı bölgelerin de Fransız Birliği kapsamında meclise ve senatoya temsilci göndermesi karara bağlanmış, bu doğrultuda da 1945 ile 1960 yılları arasında bölgede temsilci göndermiştir. Beşinci Fransa Cumhuriyeti anayasasının 4 Aralık 1958 yılında kabul edilmesi ile birlikte özerk bir bölge konumuna kavuşan Dahomey, kendi parlamentosunu oluşturmuştur. Özerk bölgenin ilk hükumet başkanlığına Sourou-Migan Apithy seçilmiş, 1959 yılında yenilenen seçimlerde de bu göreve Coutoucou Hubert Maga seçilmiştir.
Afrika Yılı olarak adlandırılan 1960 yılında birçok Afrika ülkesi gibi Dahomey'de Dahomey Cumhuriyeti adı altında Fransa'dan ayrılarak bağımsızlığını ilan etmiştir. 1961 yılında Ouidah şehri yakınlarında bulunan ve Portekiz'in yerel bir idareciden koloni bölgesi olarak işgal ettiği ve belli bir dönem dünya üzerindeki en küçük koloni bölgesi olan São João Baptista d’Ajudá'yı ilhak ederek ülke sınırlarına katmıştır. Bu ilhak Portekiz tarafından uzun süre kabul edilmemiş, 1975 yılında durumun kabullenmesi ile birlikte bölgede tadilat işlemlerini gerçekleştirerek müze olarak kullanılması yönünde çalışmalar gerçekleştirmiştir. Benin'de Mathieu Kérékou'nun darbe ile başa gelmesi ile 1972 yılından itibaren hakim olmaya başlayan Marksizm - Leninizm ideolojisi neticesinde 1975 yılında ülkenin ismi Benin Halk Cumhuriyeti olarak değiştirilmiş, bu değişim kendini ülke bayrağında ve armasında da göstermiştir. Bu değişim neticesinde tek partili bir siyasi sisteme geçiş yapan ülkede birçok kuruluşta kamulaştırılmıştır. İdeoloji doğrultusunda Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler içerisinde bulunan Benin'de iktidara ve yeni düzene karşı 1977 yılı başında gerçekleştirilen darbe girişimi bastırılmış, darbeye teşebbüs eden Bob Denard ve ona bağlı askerler yakalanarak yargılanmışlardır. 26 Ağustos 1977 kabul edilen yeni anayasa ile devlet başkanı Kérékou iktidarını güçlendirerek 1979, 1984 ve 1989 yılında gerçekleştirilen devlet başkanlığı seçimlerini formalite seçimlerine dönüştürmüş, tüm bu seçimleri kazanarak görevine devam etmiştir.
Özellikle 1980'li yıllardan itibaren Sovyetler Birliği'nin üçüncü dünya ülkelerinde yer alan müttefikleri ile olan ilişkilerini azaltması ile Benin'in de içerisinde olduğu ülkeler için sıkıntılı bir sürecin yaşanmasına neden olmuştur. Doğu Bloku'nun dağılması ile birlikte Kérékou yeni bir düzen arayışı içerisine girmiş, bu doğrultuda 1991 yılı sonuna kadar çok partili siyasi hayata geçişi gerçekleştirmiştir. Ülke içerisinde yaşanan olumsuz ekonomik veriler ile birlikte toplum içerisinde yaşanan huzursuzluklar gösterilere neden olmuş, olaylar neticesinde 1989 yılı sonunda ulusal konferans toplanmıştır. 9 Mart 1990 yılında eski devlet başkanları Maga, Ahomadegbé-Tomêtin, Congacou ve Zinsou'nun da dahil olduğu ve "Haut Conseil pour la République" (Türkçe: "Cumhuriyet Yüksek Kurulu") olarak adlandırılan kurul geçici hükumetin kurulmasını sağlamış, geçici başkan olarak da
eski Dünya Bankası başkanlarından Nicéphore Dieudonné Soglo başbakan olarak atanmıştır.
1991 yılında gerçekleştirilen seçimlerde Soglo, Kérékou'ya karşı kazanarak resmen görevine başlamıştır. 1996 yılında gerçekleştirilen seçimlere 80 siyasi parti katılmış, bu seçimlerde Kérékou oyların %52,49'unu alarak yeniden devlet başkanı seçilmiştir. 2001 ve 2003 yılında gerçekleştirilen seçimleri de kazanan Kérékou, 2006 yılında yapılan seçimlere yasa gereği katılamadığı için görevi devretmiştir. 2006 yılında yapılan seçimleri kazanan Thomas Yayi Boni bu görevi on yıl boyunca sürdürmüştür. Mart 2016 tarihinde gerçekleştirilen seçimlerde katılım hakkı bulunmayan Boni haricinde katılan adaylar arasında gerçekleştirilen seçimlerde Patrice Talon ikinci turda Haziran 2015'ten bu yana Benin başbakanı olarak görev yapan Lionel Zinsou'ye karşı başarı ile ayrılarak Nisan 2016 itibarıyla Benin devlet başkanı olmuştur.
Benin ulusal meclisi 83 sandalyeye sahip olup, milletvekili seçimleri her dört yılda bir gerçekleştirilmektedir. Bağımsızlığın kazanıldığı 1961 yılından 1963 yılına kadar Dahomey'in tek partisi "Rassemblement Démocratique du Dahomé" konumunda iken, komünist rejim ile tek parti döneminin yaşandığı 1975 ile 1990 yılları arasında "Parti de la Révolution Populaire du Benin" ülkenin tek partisi statüsündeydi. Günümüzde Benin'de çok partili siyasi hayat yaşanmakta olup, mecliste birden fazla parti temsil edilmektedir.
Ülkenin güncel olarak devlet başkanlığı görevini yürüten Thomas Yayi Boni 2006 yılında bu yana bu görevde bulunmaktadır. Devlet başkanlığı seçimleri her beş yılda bir gerçekleştirilmektedir.
Benin idari açıdan 12 bölgeye ayrılmış konumda olup, bölgelerin altı tanesi ( * ile işaretlenmiştir) 1999 yılında gerçekleştirilen yeni düzenleme ile oluşturulmuştur. Benin bölgeleri şu şekildedir:
Yeni oluşturulan bölgelerin merkez şehirleri her ne kadar resmi olarak bölgenin başkenti olarak açıklanmamış olsa da, şehirler tüm başkent özelliklerini taşımaktadır.
Ülkenin on iki bölgesi kendi içerisinde 77 komüne ayrılmış konumdadır.
Ülke içerisinde kalabalığın en yoğun olduğu şehir Cotonou'dur. Benin'in başkenti konumunda olan Porto-Novo ülkenin en büyük üçüncü şehridir. Ülke nüfusunun %33'ü bu bölgelerde yaşamaktadır. Ülke içerisinde 2013 resmi nüfus verilerine göre en kalabalık beş şehir şu şekilde sıralanmaktadır: Cotonou (678.874), Djougou (266 522), Porto-Novo (263.616), Parakou (254.254), Banikoara (248 621)
Benin genelinde var olan ulusal yolların listesi şu şekildedir:
Benin'den geçen ve diğer ülkeler ile bağlantıyı sağlayan uluslararası yollar şu şekildedir:
Benin'nin ticari imkanları günümüzde tam olarak kullanılabilmiş konumda değildir. Ülkenin sahip olduğu yüksek dış borç uluslararası kalkınma programlarına katılımını engellemektedir.
Ülke ekonomisinin en önemli parçasını tarımsal faaliyetler oluşturmaktadır. Ülke nüfusunun %90'ın |
ı direkt ya da dolaylı olarak etkileyen tarımsal faaliyetler Benin için önem arz etmektedir. Kahve, hurma, yer fıstığı, tütün, fasulye, biber, patates ekilen ve yetiştirilen en önemli tarım ürünlerin oluşturmaktadır. Bunun haricinde belli bölgelerde hindistan cevizi de işlenmektedir. Benin genelinde gerçekleştirilen hayvancılık ticari amaçlardan ziyade kişilerin toplum içerisindeki konumunu belirlemek için yapılmaktadır.
Ülkenin 2012 verilerine göre ihracat yaptığı ilk beş ülke şu şekildedir:
Ülkenin 2012 verilerine göre ithalat yaptığı ilk beş ülke şu şekildedir:
Ülke genelinde yaygın olarak sevilen spor türü futboldur. Ülkeyi Benin millî futbol takımı temsil etmektedir. Ülke millî takımı kurulduğu günden bu yana hiçbir uluslararası turnuvalarda başarılı olamamıştır. Benin Futbol Federasyonu tarafından yönetilen Benin futbolu, isim değişikliği yaşamadan önce Dahomey millî futbol takımı olarak bilinmekteydi.
Ülke genelinde "Akan ön isimleri" olarak adlandırılan isimler doğan çocuklara verilmektedir. Buna göre doğduğu günün "Aka-Günü"nde karşılığı olan isme yakın bir isim çocuklara verilmektedir.
Benin'de kız çocuklarının sünnet edilmesi kültürü yaygın olarak kullanılmaktadır. Benin 9 Nisan 2005 tarihinde Afrika kıtası ülkeleri içerisinde kız çocuklarının sünnet edilmesini resmi olarak yasaklayan ilk ülke olarak tarihe geçmiştir.
Benin edebiyatı, Fransızca'nın hakim olmadığı dönemlerden çok önce de güçlü bir sözlü geleneğe sahip konumdaydı. Benin'in ilke edebi eseri 1929 yılında Felix Couchoro tarafından yazılan "L'Esclave" olmuştur. Benin'in önemli yazarları şunlardır:
Togo
Togo ya da resmî adıyla Togo Cumhuriyeti, Afrika kıtasının batı bölümünde yer alan bir ülkedir. Ülkenin sınır komşularını (kuzeyden saat yönünde ilerlendiğinde) Burkina Faso, Benin ve Gana oluşturmakta olup, ülkenin güneyinde Gine Körfezi içerisinde yer alan Benin Körfezi bulunmaktadır. Ülkenin başkenti Lomé'dir.
Ülkenin ismi Ewe dilinden gelmektedir. Ewe dilinde Togo kelimesi to (Türkçe:"su") ve go (Türkçe:"liman") kelimelerinden oluşmaktadır. Almanya'nın burada kurduğu ilk sömürge düzeninde bölgeyi Togoland ismi verilmiş, buradan da esinlenerek ülkenin tamamına genelinde Togo ismi kullanılmış, bağımsızlık sonrası da bu isim yeni ülkenin ismi olarak da seçilmiştir.
Togo sahip olduğu 56.785 km yüz ölçümü ile Afrika kıtası standartlarına göre küçük bir ülke konumundadır. Kıta üzerinde bu yüz ölçümünden daha az bir yüz ölçümüne sahip olan çok az sayıda ülke bulunmaktadır. Ülke uzun ve dar bir yapıya sahip olup, kuzey-güney yönünde uzunluğu 550 km olup, batı-doğu yönünde en dar bölgesi 50 km en geniş bölgesi ise 140 km'dir. Atakora Sıradağları ülkeyi çapraz bir şekilde bölerken, sıra dağların ortalama yüksekliği 600 m düzeyindedir. Ülke topraklarının %16'sı ormanlar ile kaplı konumdayken, %25 tarım alanı, %3,5 ise yaylalardır. Togo'nun orta bölgeleri yükseltilerle kaplı iken, kuzeyinde ise hafif engebeli savan bölgesi yer alır. Ülkenin güneyinde ise ormanlık platolar, lagün ve bataklıklar görülür.
Ülkenin toplamda sahip olduğu 1.647 km'lik sınırından 664 km'si Benin, 126 km'si Burkina Faso, 877 km'si Gana ile oluşurken, ülkenin ayrıca Atlas Okyanusu'na da 56 km'lik sahil şeriti bulunmaktadır.
Togo'da bulunan en yüksek dağ 986 m ile Agou Dağı, en uzun nehri ise 50 km'si deniz taşımacılığına da uygun olan ve kuzey-güney yönünde akan 400 km'lik Mono nehridir.
Togo'da yıl boyu tropikal ve nemli bir iklime sahiptir. Yıl boyunca ortalama sıcaklıklar ülkenin kuzeyinde 30 °C, güneyinde ise 27 °C konumdayken, yıl içerisinde gece sıcaklık oranlarında ise küçük oranlarda değişiklik yaşanmaktadır.
Ülkenin kuzeyinde savan iklimi hakim konumdayken, en sıcak ayları Şubat ve Mart aylarıdır. En kurak dönem Ocak ayı içerisinde yaşanmakta olup, Mayıs ile Ekim arasında yağan yağmurlar özellikle Ağustos ayında şiddetini arttırmaktadır. Ülkenin güney bölümünde ise Nisan-Haziran ve Eylül-Kasım dönemlerinde yağışın en bol olduğu dönemler olmakla birlikte en çok yağmur Haziran ve Ekim aylarında yağmaktadır.
Togo'nun doğal bitki örtüsü kurak mevsimde savan, yağışlı mevsimde ise maki ve çalıdır. Deniz kıyısındaki bölgelerde lagünlerin çevresinde oluşmuş sazlık arazilere rastlanır. Atakora Sıradağları'nda görülebilen tropikal yağmur ormanları belli ırmak vadilerinde de görülebilmektedir. Günümüzde orman alanlarının bilinçsiz kesilmesi ve ormanlık arazilerin tarımsal arazilere çevrilmesi nedeniyle Togo çölleşme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir ülke konumundadır.
Togo'da yaban hayat genellikle kuzey bölgelerde yaşam bulmakta olup, güney bölgelerde neredeyse yok olma noktasına gelmiştir. Aslan, fil, su aygırı, maymun, timsah sık görülen vahşi hayvanlardandır.
Togo'da son olarak 2010 yılında gerçekleştirilen resmi sayım sonuçlarına göre 6,191,155 nüfus tespit edilmiştir. Bu güncel olarak son resmi sayım konumunda olup, 2014 tahmini nüfus sonuçları verilerine göre 7,351,374 kişi yaşamaktadır. Togo'nun 2010 resmi nüfus sayım sonuçlarına göre en büyük nüfusu başkent Lomé'dir.
Togo genç bir nüfusa sahip olup, 2014 tahmini verilerine göre nüfusun %59,78'i 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %3,37'si 65 yaş ve üzerindedir.
0-14 yaş: %40.44 (erkek 1,573,363/kadın 1,563,267)
15-24 yaş: %19.34 (erkek 749,002/kadın 751,571)
25-54 yaş: %32.58 (erkek 1,255,524/kadın 1,271,804)
55-64 yaş: %4.27 (erkek 156,249/kadın 175,089)
65 yaş ve üzeri: %3.37 (erkek 112,845/kadın 148,223)
Şehirde yaşayanların oranı 2015 verilerine göre %40 olan ülkede, nüfusun yıllık artış oranı 2016 tahmini verilerine göre %2,66 düzeyindedir.
Ülke nüfusunun %40,1'i Ewe etnik grubuna mensuptur. Eweler ülke içerisinde çoğunluğu oluşturmakta olup, çoğunlukla ülkenin güney bölgelerinde yaşamaktadırlar. Ülke içerisinde ikinci kalabalık etnik grubu ise %23,1 ile Temba etnik grubu oluşturmakta ve ağırlıklı olarak ülkenin orta kesimlerinde ve kuzey kesimlerinde yaşamaktadırlar.
Ülkenin Fransa sömürgesinden kurtularak bağımsızlığını ilan etmesi sonucu ülkenin resmi dili koloni ülkesi Fransa'nın dili olan Fransızca seçilmiştir. Fransızca'nın yanı sıra ülke genelinde ulusal diller olarak kabul edilen Ewece ve Kabiyece dilleri de belli bir nüfus tarafından iletişim dili olarak konuşulmaktadır. Bu dillere ulusal dil özelliği 1975 yılında dönemin devlet başkanı Eyadéma tarafından verilmiştir. Bu dillerin yanı sıra toplum arasında konuşulan birçok yerel dil de mevcuttur.
Togo'da din özgürlüğü mevcuttur ve %51 ile halkın yarıdan fazlası doğacılık inancına sahiptir. Ülkede %29'luk bir kesim Hristiyan inancına göre yaşarken, giderek artan ve güncel olarak %20'lik bir kesimi oluşturan topluluk ise İslamiyet inancına göre yaşamaktadır. Ayrıca sahil bölgesinde az da olsa yahudi toplulukları yaşamakta, çok az bir kesim ise de Vudu inancına göre yaşamını sürdürmektedir. Yerel dinler arasında en önemlisi, Togo'da ortaya çıkmış ve Benin, Nijerya, Burkina Faso gibi ülkelere de sirayet etmiş bulunan, bölge kültürünün ve sanatının oluşmasında önemli katkılarda bulunan vudu dini, daha sonraki dönemlerde Avrupalılarca toplanan Togolu ve Beninli köleler tarafından Haiti'ye götürülmüş ve burada da yaygın hale getirilmiştir.
Togo genelinde gıda ve tıbbi malzeme ihtiyaç sıkıntısı yüksek düzeyde yaşanmaktadır. Ülkede temiz su kaynaklarına ulaşabilen nüfusun oranı 2012 tahmini verilere göre %60 düzeyinde olup, geri kalan %40 nüfus temiz kaynaklardan su temin edememektedir. Nüfusun sadece %11,3'ü tam teçhizatlı sağlık hizmetlerinden yararlanabilen ülkede, nüfusun %88,7'si daha ilkel şartlarda sağlık hizmetini alabilmektedir. AIDS, Afrika kıtasının genelinin aksine düşük oranda görülmekte olup, bu oran 2012 verilerine göre %2,9 düzeyindedir. Ülke genelinde sıtma, menenjit, hepatit, tifo, kuduz çok görülen hastalıklar arasında yer almaktadır.
Ülkede uygulanan kesintisiz eğitim süresi mecburi altı yıldır. Eğitim sisteminde öğretmenlerin az olması ve eğitim için gerekli olan malzeme ve maddelerin zor bulunması, özellikle şehir dışında öğrenim gören öğrencileri zor konumda bırakmaktadır. 2003 yılı verilerine göre ülkede okuma yazma bilmeyenlerin oranı %46,8 dolayındadır.
16. yüzyıldan itibaren günümüzde Togo'nun da yer aldığı sahil kesimi Avrupalılar için köle ihtiyacını karşıladıkları kaynak olarak görüldüğü Avrupalılar tarafından "köle sahili" olarak adlandırılmaktaydı. Bu bölgede yer alan küçük ülkeler de o dönem Avrupa ülkelerinin bu ticaretinden kendileri adına yararlanabilmek adına ticarette yer almışlardır. Günümüzdeki Togo sahil kesimlerinin batı ve doğu kesimlerinin aksine Togo sahilinde Avrupalıların oluşturduğu ilk merkez 1884 yılında gerçekleşmiş, bu bağlamda sadece Aného önemli bir ticaret merkezi haline gelmiştir.
Togo çevresinde yer alan diğer bölgelerin aksine, günümüzde Togo'nun var olduğu topraklarda koloni öncesi dönemde birçok küçük ülke kurulmuş, bölgede kurulan ülkelerin çoğu da batıda yer alan Ashanti Krallığı ile doğuda yer alan Dahomey Krallığı'nın etkisi altında kalmıştır.
5 Temmuz 1884 tarihinde günümüzde Togo içerisinde yer alan belli şehirlerin o dönemin kralı III. Mlapa'nın temsilcisi ile Almanya'nın batı Afrika elçisi Gustav Nachtigal ortak açıklamasında "Almanya himaye bölgesi" olarak ilan edilmiştir. Bu olaydan iki ay sonra 5 Eylül 1884 tarihinde sözlü olarak gerçekleştirilen bu antlaşma yazılı hale getirilerek bölgenin korunması için Almanya ile dönemin Lomé büyükelçisi Kaufmann Randad ile Porto Seguro kralı arasında "himaye antlaşması" imzalanmıştır. 24 Aralık 1885 yılında imzalanan bir protokol ile Fransa, Aného'daki Almanya egemenliğini kabul ettiğini beyan etmiştir.
Koloni bölgesinin diğer komşu koloniler ile sınırlarının belirlenerek çizilmesi adına Almanya ile Fransa arasında 23 Temmuz 1897 tarihinde "Alman-Fransız Antlaşması" imzalanmıştır. Bu antlaşma haricinde Togo'nun Fransa kontrolünde olan Dahomey Krallığı (günümüzde Benin) ile Fransız Sudanı ile olan sınırları 28 Eylül 1912 tarihinde yapılan antlaşma ile belirlenmiştir. Fransa ile yapılan bu antlaşmaların paralelinde |
Birleşik Krallık ile de sınır ile ilgili antlaşmalar 1 Temmuz 1890 ve 14 Kası 1914 tarihinde yapılmış ve Togo'nun tüm sınırları kontrol altına alınmıştır. Bu ülkeler ile gerçekleştirilen antlaşmalar neticesinde Togo 1914 yılında 87.200 km'lik bir yüz ölçümüne sahip bir bölge konumuna gelmiştir.
Almanya imzalanan himaye antlaşması çerçevesinde 1886 yılında itibaren Towe, Kewe, Agotime, Agome-Palime ile 1887 yılında Liati üzerindeki hakimiyeti ele alarak alanını genişletmiştir. 1888 yılında itibaren bölgenin iç kısımlarına da ilerlemeye başlayan Almanya, buradaki yerel idareciler ile de himaye antlaşmaları yaparak iç kesimlerde de üsler oluşturmuştur.
18 Temmuz 1905 tarihinde Togo'nun ilk demiryolu hattı olan 44 km'lik uzunluğa sahip Lomé–Aného demiryolu hattı hizmete açılmıştır.
1914 yılında Togo sekiz idari bölgeden oluşmaktaydı: Lome-Şehir, Lome-Kırsal, Anecho, Misahöhe, Atakpamé, Kete Krachi, Sokodé ve Sansane-Mangu
I. Dünya Savaşı'nın başlaması ile birlikte bölge Fransa ve Birleşik Krallık tarafından işgal edilmiş, sonucunda da Alman polis birlikleri 27 Ağustos 1914 tarihinde teslim olarak Togo'nun idaresini bırakmışlardır.
I. Dünya savaşının sona ermesi ile birlikte bölge toprakların üçte ikisini kapsayan doğu kısımları sahil kesimi ile birlikte Fransa'ya verilmiş (Fransız Togoland), batı kesiminin idaresi de Milletler Cemiyeti tarafından manda yönetim bölgesi biçiminde gerçekleştirilebilmesi adına Birleşik Krallık'a (Britanya Togoland) devredilmiş, bölge Milletler Cemiyeti bölgesi olmasına rağmen aslen Altın Sahili yönetimi tarafından yönetilmiştir. II. Dünya Savaşı sonrası bölge Birleşmiş Milletler mütevelli bölgesi olarak ilan edilmiştir.
1957 yılında Britanya Togosu halk oylaması sonucu bağımsızlığını ilan eden Gana'ya dahil olmuş, Fransa tarafında kalan bölüme ise 1955 yılında Fransa tarafından özerklik verilmiş, bölge de 1960 Togo adı bağımsızlığına kavuşmuştur.
27 Nisan 1960 tarihinde tam bağımsızlığa kavuşan Togo'da ilk devlet başkanlığı görevine Sylvanus Olympio getirilmiştir.
Ülkede bağımsızlığın kazanılmasından sonra belirli alanda sıkıntılar baş göstermeye başlamıştı. Togo'nun komşusu olan Gana, 1956 yılında yapılan bir halk oylaması neticesinde topraklarına kattığı Togo'nun belli bir bölümünden daha fazlasına talip olma isteği ve bu uğurda Olympio muhalifi parti liderlerinin Gana liderlerine gösterdiği ilgi ve alaka bu sıkıntıların ilki olarak ön plana çıkmaktaydı. Ayrıca Cezayir Savaşı sonrasında Fransa silahlı kuvvetlerinden çıkarılan 676 adet askerin, kendilerine ülkeleri silahlı kuvvetlerinde Olympio'nun dayanak olarak gösterdiği mali sorunlar nedeniyle yer bulamaması ve halkın büyük kısmının devletin ülkenin güneyinde yaşayanlara ayrıcalıklı davrandığını düşünmesi ülkenin diğer büyük sorunları olarak ortaya çıkmaktaydı.
Tüm bu sorunlarla boğuşulduğu dönemde üç ayrı suikasti (Mayıs ve Aralık 1961, Ocak 1962) atlatan Olympio, 13 Ocak 1963 tarihinde içerisinde ilerleyen yıllarda Togo'yu uzun yıllar yönetecek olan Gnassingbé Eyadéma'nın da yer aldığı Emmanuel Bodjollé önderliğinde küçük bir askeri grubun gerçekleştirdiği darbe sonucu hayatını kaybetmiş, bu darbe sonucu Nicolas Grunitzky ordu tarafından devlet başkanlığı görevine getirilmiştir. Bu darbeden 4 yıl sonra 13 Ocak 1967 yılında Gnassingbé Eyadéma önderliğindeki ordu güçlerinin devlet başkanına gerçekleştirdiği bir darbe sonucu kısa bir süre Kléber Dadjo'nun üstlendiği görevi 14 Nisan 1957 yılında Eyadéma devralarak kendisini Togo'nun yeni devlet başkanı olarak ilan etmiştir. 1967 yılında iktidarı ele geçirmesinde sonra Afrika kıtası ülkeleri içerisinde en uzun sürede görevde kalan devlet başkanı olarak ülkeyi hayatını kaybettiği 2005 yılına kadar yöneten Eyadéma bu süre içerisinde bağımsız çok partili seçimlerin gölgesinde ülkeyi diktatör rejim ile yönetmiştir. 1974 yılında bir uçak kazasından sağ kurtulan Eyadéma, 1975 yılında Étienne Eyadéma olan ismini Gnassingbé Eyadéma olarak değiştirmiştir. Özellikle 1990 yılından itibaren toplum arasında baş gösteren huzursuzluk, ülke içerisinde şiddet olaylarına neden olmuştur. Avrupa'nın ülke genelinde insan haklarının ihlal edilmesinin yanı sıra başkent yakınlarında bulunan 28 cesedin ortaya çıkması neticesinde Eyadéma'ye ye uyguladığı baskılar neticesinde Gnassingbé Eyadéma ulusal bir komitenin kurulması için çağrıda bulunmuştur. Joseph Kokou Koffigoh önderliğinde oluşturulan geçici hükumet Koffigoh'un tavsiye kararlarının dışına çıkmasının yanı sıra Eyadéma ile de yasaklı RPT üyesi eski bakanların yeni hükumete alınması konusunda yaptığı çalışmalar ile yine Eyadéma'nin orduyu muhalefet partisi üyelerin karşı baskı aracı olarak kullanması nedeniyle başarılı olamamıştır. Tüm demokratikleşme çalışmalarına rağmen istenilen adımları atmada gerekli özeni gösteremeyen Eyadéma, 5 Şubat 2005 tarihinde Fransa'ya yurt dışı gezisi düzenlediği bir dönemde uçak Tunus üzerinde bulunduğu sırada geçirdiği kalp krizi neticesinde hayatını kaybetmiştir.
Gnassingbé Eyadéma'nin ölümü sonrasında anayasaya aykırı bir şekilde oğlu Faure Gnassingbé ordu tarafından yeni devlet başkanı olarak belirlenmiştir. Uluslararası alanda oluşan büyük baskılar neticesinde 25 Şubat 2005 tarihinde görevi bırakan Gnassingbé'nin boşalttığı göreve geçici süre ile meclis başkanı vekalet etmiştir. 24 Nisan 2005 tarihinde gerçekleştirilen genel seçimlerde tartışmalar ışığında seçimleri kazanan Gnassingbé Togo'nun seçilmiş devlet başkanı olarak göreve başlamıştır. Tartışmalı seçimin sonrası ülke genelinde baş gösteren şiddet olaylarında yüzlerce kişi hayatını kaybederken, binlerce kişi de ülkeyi terk ederek komşu ülkelere sığınmışlardır.
Togo 1967 yılından bu yana başkanlık sistemi ile yönetilmektedir. Söz konusu tarihten itibaren 2005 yılındaki ölümüne kadar ülkeyi diktatör bir rejim ile yöneten Gnassingbé Eyadéma, 1993 yılında uluslararası baskılar neticesinde liberal bir anayasaya geçişi sağlasa da yönetiminde ve iktidara kalma mücadelesinde kendi yöntemlerini uygulamaya zaman zaman devam etmiştir.
Ülkenim meclisi konumunda olan "Assemblée Nationale du Togo" (Türkçe:"Togo Ulusal Meclisi") güncel olarak 91 sandalyeye sahiptir. 2013 seçimlerine kadar 81 sandalyeye sahip olan meclis, bu seçimlerden sonra 10 sandalye arttırılarak 91'e çıkartılmıştır. Ülke genelinde son genel seçimler 25 Temmuz 2013 tarihinde gerçekleştirilmiş olup, bir sonraki seçimler 2018 yılı için planlanmaktadır.
Mecliste partilerin sandalye dağılımları seçim yıllarına göre şu şekildedir:
Kaynak:
Togo idari ve coğrafi şartlar göz önünde bulundurularak beş bölgeye ayrılmıştır. Bu beş bölge ise ayrıca 30 idari bölge ve bir komüne ayrılmıştır. Togo'da en büyük idari birim olan bölgeler, idari bölgeleri de kapsar.
Togo, 1950'li yılların başında Fransa'ya bağlı bir bölge iken altı seçim bölgesine ayrılmış konumdaydı. 1955 yılında bugün de var olan dört bölgeye (Centre, Maritime, Plateaux ve Savanes) ayrılan Togo'da 1966 yılında tüm bölge ve idari bölgeler kaldırılmış, 1970 yılında ise yeniden oluşturulmuştur. 1970 yılında yeniden oluşturulan dört bölgeye ilaveten Centrale ve Savanes bölgelerin bir bölümü alınarak 1981 yılında oluşturulan Kara bölgesi de dahil edilmiştir.
Ülke genelinde 2008 verilerine göre 568 km demir yolu mevcut olmasına rağmen demiryolu taşımacılığı çok küçük mesafeler hariç geçtiğimiz yıllarda durdurulmuştur. Demiryolu ulaşımının ilk temeli Almanya'nın sömürge bölgesi olduğu dönemlerde atılmış olan ülkede, 44 km'lik bir uzunluğa sahip olan Lomé-Aného demiryolu hattı döşenerek hizmete açılmıştır.
Ülkenin ithalat ve ihracatını gerçekleştirdiği tek büyük limanı ise Lomé'de bulunmaktadır. Ülke genelinde yük ve insan taşımacılığının yapılmasının mümkün olduğu 50 km'lik su yolu mevcuttur.
Togo genelinde 2376 km'si asfaltlanmış konumda olan toplam 7520 km karayolu bulunmaktadır. Dakar-Lagos Otoyolu üzerinde bulunan başkent Lomé bu hattın önemli duraklarında birini oluşturmaktadır. Bu otoyol ile doğu da yer alan Benin ve Nijerya, batı bölümünde de yer alan Gana ve Fildişi Sahili ile çoğu asfaltlanmış yol ile bağlantılarını sağlayabilen Togo, proje genişletildiğinde ve çalışmalar sonlandığında Sierra Leone ve Liberya ile de bağlantı sağlamış olacaktır.
Ülkenin Lomé Havalimanı (IATA-Code LFW) ve Niamtougou Havalimanı (IATA-Code LRL) olmak üzere iki adet de uluslararası standartlara sahip havalimanı vardır. Bu iki havaalanının haricinde asfaltlanmamış pistlere sahip altı adet havaalanı daha mevcuttur.
Ülkenin geleneksel sporları arasında güreş ve futbol yer almaktadır.
Ülkenin millî futbol takımı Togo millî futbol takımı uluslararası turnuvalarda yer almakta olup, güncel olarak bir başarı elde edememiştir. Bugüne kadarki tek FIFA Dünya Kupası katılımını 2006 yılında başaran Togo, Almanya'da gerçekleştirilen 2006 FIFA Dünya Kupası'nda birinci turda elenmiştir. Togo millî takımı özellikle Angola'da gerçekleştirilen 2010 Afrika Uluslar Kupası öncesinde Cabinda bölgesinde isyancıların takım otobüsüne saldırması sonucu dünya gündemine gelmiş, bu saldırıda üç Togo millî takım görevlisinin hayatını kaybetmesi ve içerisinde futbolcuların da olduğu bir grubun da yaralanması sonucu Togo hükumetinin bildirisiyle turnuvaya katılmaktan vazgeçmiş, bu tutum nedeniyle Afrika Futbol Konfederasyonu tarafından bu ve bundan sonraki iki turnuvadan men edilmiş, Togo açıklanan ceza ile ilgili hukuki adımlar atacağını açıklamış ancak bu ceza daha sonra CAF'ın FIFA ile yapılan görüşmeleri neticesinde kaldırılmıştır.
Togo millî takımı ayrıca Eylül 2010'da yaşanan bir olay nedeniyle yine manşetler çıkmış, sahte futbolculardan oluşan sözde Togo millî takımı Bahreyn millî futbol takımı ile Bahreyn'de 7 Eylül 2010 tarihinde dostluk maçı yapmış ve maçı 0-3 kaybetmiştir. Bahreynli teknik kadronun rakip oyuncularının tecrübesiz ve zayıf görüntüsü nedeniyle kuşkulanması ve olayı sorgulaması neticesinde ortaya çıkan durum sonrasında "Fédération Togolaise de Football" (Türkçe:"Togo Futbol Federasyonu") yaptığı açıklamada söz konusu tarihte söz konusu maç için millî takımı gö |
ndermediğini açıklamıştır.
Togo'nun Afrika Uluslar Kupası'na katılım yılları ve aldığı dereceler şu şekildedir:
Ülke ekonomisinin en önemli bölümünü tarımsal faaliyetler oluşturmaktadır. Ülke çalışan nüfusunun üçte ikisi tarımsal faaliyetlerde bulunmaktadır. Mısır, yams, manyok, darı, yer fıstığı, sorgum, kahve ülke genelinde ekilen ve yetiştirilen en önemli tarım ürünlerini oluşturmaktadır.
Yıllık %3 ekonomik büyüme gösteren Togo, bu büyümeden yeterince faydalanamamaktadır. Ülke ekonomisi toplumun kendi geçimini sağlamak için yaptığı tarımsal faaliyete ve kısmi olarak da ticarete bağlıdır. Ülke ihtiyacı olan gıda maddelerini ise yurt dışından ithal etmektedir.
Ülke genelinde gerçekleştirilen özelleştirmelere rağmen günümüzde birçok önemli sektör devletin kontrolü altındadır. Togo, 16 üyeli Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu'nun üyesi konumuda olup, topluluğun kalkınma fonu merkezi başkent Lomé'dedir. Bunun haricinde CFA Frangı kullanan sekiz devletin üye olduğu Batı Afrika Ekonomik ve Parasal Birliği'nin (UEMOA) de Burkina Faso, Benin, Fildişi Sahili, Gine Bissau, Mali, Nijer ve Senegal ile birlikte üyesidir. UEMOA'ya bağlı bir kuruluş olan Batı Afrika Kalkınma Bankası'nın (BOAD) merkezi de Lomé'dir.
Ülkenin 2012 verilerine göre ihracat yaptığı ilk sekiz ülke şu şekildedir:
Ülkenin 2012 verilerine göre ithalat yaptığı ilk dört ülke şu şekildedir:
Togo kültürü Ewe, Mina, Kabiye gibi başlıca büyük kabilelerin kültürünü yansıtmaktadır. Bunun haricinde vudu dininin yaygın olduğu yerlerde bu dinin kültüre olan etkileri de görülebilmektedir.
Heykeller, ahşap maske, boyalı kumaş gibi sanat eserleri ülkede sık görülen el sanatlarının başında gelmektedir.
1975 yılında kurulan Lomé Ulusal Müzesi, etnografik, tarihi ve mimari açıdan öneme sahip eserleri bünyesinde barındırmaktadır. Lomé Ulusal Müzesi dışında Aneho, Kara, Savanes ve Sokode'de de bölgesel müzeler yer almaktadır.
Gine
Gine ya da resmî adı ile Gine Cumhuriyeti, Afrika kıtasının batı bölümünde yer alan bir ülkedir. Ülkenin sınır komşularını (kuzeyden saat yönünde ilerlendiğinde) Senegal, Mali, Fildişi Sahili, Liberya, Sierra Leone ve Gine-Bissau oluşturmakta olup, ülkenin batısında Atlas Okyanusu yer almaktadır. Ülkenin başkenti Conakry'dir.
Ülkenin ismi bir Tuareg kelimesi olan "aginaw" sözcüğünden gelmekte olup, sözcük "siyahi" anlamına gelmektedir. Bu kelimeden yola çıkarak ülke ismi "siyahilerin yaşadığı ülke" anlamında kullanılmaktadır.
Ülke toplamda sahip olduğu 4.046 km sınırın 816 km'si Fildişi Sahili, 421 km'si Gine-Bissau, 590 km'si Liberya, 1.062 km'si Mali, 363 km'si Senegal ve 794 km'si Sierra Leone ile oluşmaktadır. Ülkenin kara sınırı haricinde Atlas Okyanusu kıyısında 320 km'lik sahil şeriti bulunmaktadır.
Ülkenin kıyıdan iç kesimlerine, doğuya doğru ilerlendiğinde arazi basamaklar halinde yükselerek 1.000 m yüksekliğe kadar çıkmaktadır. Burada bulunan ve Futa-Djalon olarak adlandırılan dağlık bölgede yağmur ormanları da yer almaktadır. Bu dağlık bölgenin güneydoğusunda yer alan yaylalar, ülkenin bu bölgesinde yer alan dağlık bölgeler ile köprü vazifesi görmektedir. Gine'nin güneydoğu kesiminde yer alan bölgeler ülkenin en yüksek noktalarını oluşturmakta olup, 1.752 m ile ülkenin en yüksek noktasını konumunda olan Nimba Dağı'da bu bölgede yer almaktadır. Nimba dağı ve civarı 1982 yılında bu yana UNESCO'nun Dünya Mirası listesinde yer almaktadır. Futa-Djalon bölgesinin doğusunda, Nimba bölgesinin ise kuzeyinde kalan kesimlerde ise ovalar yer almaktadır. Afrika kıtasının önemli nehirlerinden biri konumunda olan Nijer nehri ve kolları bu ovaları sulamaktadır.
Gine'de genel olarak tropikal iklim şartları hüküm sürmektedir. Bölgesel olarak bazı farklılıklar gözlemlenebilse de kurak dönem ile yağmur dönemi uzun sürmektedir. Kıyı kesimlerinde sıcak ve nemli bir iklimin yanı sıra yoğun yağışların hakim olduğu ülkede, Futa-Djalon bölgesinin doğusuna doğru ilerlendikçe yağışlar azalmaktadır. Ülke genelinde Muson yağmur sezonu Nisan-Kasım ayları arasında yaşanmakta olup, bu yağışlar genellikle şiddetli fırtınalar ve yoğun gök gürültüsü eşliğinde gerçekleşmektedir. Söz konusu yağmurlar ülkenin güney bölgesinde yer alan yağmur ormanı bölgelerinde Şubat ayı itibarıyla de başlayabilmektedir. Gine Temmuz-Ağustos dönemlerinde Muson yağmurlarının en yoğun yağdığı dönemi yaşamakta olup, Kasım-Nisan ayları arasında kurak döneme geçilmektedir. Özellikle bu dönemde ülke "harmattan" olarak adlandırılan ve Sahra Çölü yönünden esen alize rüzgarlarının etkisi altında bulunmaktadır.
Gine genelinde yıllık sıcaklık ortalamaları 22 °C ile 32 °C arasında yer almakta olup, en yüksek sıcaklık değerleri 28 °C ile 35 °C arasında ölçülmektedir. Futa-Djalon yaylalarında kış aylarında en düşük sıcaklık değerleri olarak 6 °C ölçülebilmektedir. Ülkenin Atlas Okyanusu kıyısında yer alan başkent Conakry'de yağmur ya da kurak sezondan bağımsız sürekli 24 °C ile 32 °C aralığında sıcaklık değerleri ölçülmekte, yıllık yağış ortalaması ise de 4.000 mm düzeyinde gerçekleşmektedir. Ülke genelinde var olan nemli hava özellikle ziyaretçiler tarafından boğucu ve çok yorucu olarak adlandırılmaktadır. Yağmur sezonunun başlangıç ve bitiş dönemleri (Nisan/Mayıs-Ekim/Kasım) Gine'de yaşam koşullarını zorlaştıran şiddetli yağışların ve gök gürültülerinin, kasırga şiddetindeki rüzgarların yaşandığı dönem olarak görülmektedir.
Gine'da son olarak 2014 yılında gerçekleştirilen sayım sonuçlarına göre 10,628,972 nüfus tespit edilmiştir. Bu güncel olarak son resmi sayım konumundadır. Ülke nüfusunun büyük çoğunluğu başkent Conakry'de yaşamaktadır.
Gine genç bir nüfusa sahip olup, 2014 tahmini verilerine göre nüfusun %61,13'ü 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %3,65'i 65 yaş ve üzerindedir.
0-14 yaş: %41.7 (erkek 2,547,037/kadın 2,495,495)
15-24 yaş: %19.67 (erkek 1,200,618/kadın 1,177,633)
25-54 yaş: %30.52 (erkek 1,851,200/kadın 1,839,952)
55-64 yaş: %4.46 (erkek 258,455/kadın 281,497)
65 yaş ve üzeri: %3.65 (erkek 195,054/kadın 246,408)
Şehirde yaşayanların oranı 2015 verilerine göre %37,2 olan ülkede, nüfusun yıllık artış oranı 2016 tahmini verilerine göre %2,62 düzeyindedir.
Ülke genelinde 20'nin üzerinde etnik grup yaşamakta olup, en önemli ve ülke genelinin büyük çoğunluğunu oluşturan üç ana etnik grup bulunmaktadır. Ülke nüfusunun %40'ını oluşturan Fulbeler Gine genelinde en yaygın etnik grubu oluşturmaktadır. Fulbelerin ardından en yoğun nüfusa sahip ikinci etnik grubu %30 ile Malinkeler oluşturmakta olup, %20 ile de Susular en yaygın üçüncü etnik grup olarak yer almaktadır. Bu üç etnik grubu haricinde küçük oranda Kpelleler, Kissiler, Lomalar ve Bagalar'da ülkede yaşamaktadırlar.
Ülkenin Fransa sömürgesi olduğu dönemlerde kullanılmaya başlanan Fransızca bağımsızlık sonrası da resmi dil olarak kabul edilerek kullanılmıştır. Fransızca resmi dil olmasına rağmen nüfusun sadece %15-25 tarafından kullanılmaktadır. Fransızcanın özellikle 1980'li yılların sonlarından itibaren okullarda tek eğitim dili olarak kullanılması ve buna bağlı olarak toplumun Fransızca'yı daha sık kullanması sonucu bu dili anadili olarak konuşan nüfusun oranında artış yaşanmıştır. Güncel olarak nüfusun %2'si Fransızca'yı anadili olarak ifade etmektedir. Son yıllarda yapılan araştırmalarda nüfusun %63,2'si Fransızca'yı kısmen ya da tamamen konuştuğunu ifade etmiştir. Gine'de nüfusun büyük bir bölümünü oluşturan Fulbelerin dili olan Fulanice ulusal dil olarak kabul edilmekte ve özellikle de bu etnik grup üyeleri tarafından yoğun olarak kullanılmaktadır.
Bu dillerin haricinde ülke genelinde konuşulan 40 farklı dil daha mevcut olup, bu diller bölgesel olarak etnik gruplar tarafından kullanılmaktadır.
Gine genelinde hakim olan din islam dinidir. Buna göre nüfusun %85'i islam inancına göre yaşamını sürdürmektedir. İslam topluluğun büyük bir kısmı islamiyeti sünni mezhebine göre yaşamaktadır. Hristiyan dini ülke içerisinde en yaygın ikinci din konumunda olup, nüfusun %8'i hristiyan inancına göre yaşamlarını sürdürmektedir. Bu iki dinin haricinde yerel dinlere inanan %7 dolayında küçük bir toplulukta mevcuttur.
Ülkede temiz su kaynaklarına ulaşabilen nüfusun oranı genel Afrika ortalamasına göre yüksek düzeyde olup, 2012 tahmini verilerine göre nüfusun %74,8'i temiz kaynaklardan su temin edebilmektedir. Bunun yanı sıra nüfusun sadece %18,9'unun tam teçhizatlı sağlık hizmetlerinden yararlandığı ülkede, nüfusun %81,1'i daha ilkel şartlarda sağlık hizmeti alabilmektedir. Ülke içerisinde sıtma, humma, ishal, tifo, hepatit ve kuduz çok sık görülen hastalıklar arasındadır. AIDS, Afrika kıtasının genelinin aksine düşük oranda görülmekte olup, bu oran 2012 verilerine göre %1,7 düzeyindedir.
Gine 2014 yılı içerisinde ebola virüsü salgını ile karşı karşıya kalmış, Gine Sağlık Bakanlığı 23 Mart 2014 tarihinde Dünya Sağlık Örgütün'ne ülke genelinde ebola virüsünün yayıldığını bildirmiştir. Ülke genelindeki virüs salgını ile ilgili olarak Mart 2014 tarihinde ilk açıklama gelmiş olmasına rağmen ilk vakanın Aralık 2013 tarihinde geldiği bildirilmiştir. Gine'nin haricinde diğer batı Afrika ülkeleri olan Sierra Leone ve Liberya'da da çok sayıda kişi bu salgına yakalanmıştır. Gine'de 2014-2015 dönemi içerisinde 3.429 kişinin bu virüse yakalandığı açıklanmış, yine aynı dönem içerisinde de 2.263 kişinin ebola virüsü nedeniyle hayatını kaybettiği bildirilmiştir. DSÖ Kasım 2014 tarihinde yaptığı açıklamada Gine genelinde ebola salgınının insidans oranını genel olarak iyi olarak gördüğünü bildirmiştir.
2014 tahmini verilerine göre ülke genelinde ortalama yaşam 59,6 düzeyinde gözlemlenmekte olup, bu oran erkeklerde 58,08, kadınlarda ise 61,17 seviyesindedir.
Ülke genelinde 15 yaş ve üzerinde olan nüfusta okuma yazma bilenlerin oranı 2010 verilerine göre %41 düzeyindedir. Bu oran erkeklerde %52 iken, kadınlarda %30 seviyesindedir. Ülkede ilk öğretimin süresi altı yıl olup, bu sürenin sonuna kadar eğitim alan çocukların sayısı düşük seviyede bulunmaktadır. 1999 verilerine göre ilk öğretim çağındaki çocukların %40'ı okula |
gitmektedir. Okul çağında bulunan çocukların birçoğu da okul eğitimine hiç başlamamakta olup, aile içerisinde tarımsal alanda ya da diğer dış işlerde kullanılmak üzere çocuk işçi olarak çalışmaktadır. Ülke genelinde 5-14 yaş aralığındaki çocukların %25'i 2003 verilerine göre işçi olarak çalışma hayatına atılmaktadır. Erkek çocukların okula gitmeme durumu fiziki olarak çalıştırılması ile ilgili olup, kız çocuklarında bu duruma ek olarak evlendirilmesi engel teşkil etmektedir. Dünya Sağlık Örgütü'nün 2012 verilerine göre Gine, %63'lük bir oran ile çocuk evliliklerinin en fazla olduğu dördüncü ülke konumundadır.
Günümüzde Gine'nin kurulu olduğu bölgeler erken dönemde Avrupalıların batı Afrika'da kullandığı ticaret yolların dışında kalmaktaydı. Avrupalıların kullandığı "Trans-Sahra Ticaret Yolları" Gine kuzeyinde ya da batısında sona ermekteydi, bunun haricinde kıyısı bulunan Atlas Okyanusu ticari amaçlı kullanılmamaktaydı. Bu dönemde bölgede yaşayan topluluklar genel olarak küçük topluluklar olarak yaşamaktaydı. 12.yy'de Futa Djalon'un yaylalarında "Susu Krallığı" kurulmuş, krallık 13.yy'de Gana Krallığı'nın varlığına son verilmesi ile hakimiyet alanını genişletmiştir.
1235 yılında Susu kralının Mali İmparatorluğu kralı tarafından "Kirina Muharebesi"'nde yenilgiye uğratılması sonucu bölgenin kuzeydoğu bölgeleri Mali hakimiyeti altına girmiştir.
Mali İmparatorluğu'nun sona ermesi sonrası bölgede hakimiyeti ele alan Songhay İmparatorluğu'da merkezi yönetimi Gine bölgesinin çok dışında yer almasına rağmen günümüzde Gine'nin bulunduğu bölgelerde de hakimiyet kurmuşlardır.
Susular ilerleyen dönemlerde göçebe Fulbeler tarafından Futa-Djalon'dan uzaklaştırılmış, bunun sonucunda da diğer göçebe Fulbelerin aksine yerlerşik düzene geçerek bu bölgede yaşamaya başlamışlardır. Fulbeler 1735 yılında dini önderleri imam önderliğinde bölgede dini temeller esasına dayalı bir devlet kurmuşlar, bu devlette 1896 yılında Fransa tarafından yıkılana kadar varlığını sürdürmüştür.
15.yy'nin ortalarında günümüzdeki Gine kıyılarına gelen ilk Avrupalılar olan Portekizli tüccarlar ve kaşifler, buradaki halktan ziyada Gambiya Nehri ağzında bulunan topluluklar ile ticaret yapmışlardır. Özellikle Portekizli denizci António Fernandes'in 1445-1446 yılları arasında gerçekleştirdiği gözlemler ile Gine kıyıları hakkında bilgi sahibi olunmuştur.
Avrupalılar ilk olarak 16.yy içerisinde günümüzde Gine'nin başkenti konumunda olan Conakry açıklarında yer alan küçük adaları ticaret merkezi olarak kullanmaya başlamışlar, adaları da "Ilhas dos Idolos" (Türkçe:"İlahiler Adası") olarak adlandırmışlardır. Bu duruma rağmen Gine sahilleri 19.yy ortalarına kadar Avrupalılar tarafından kalıcı olarak kullanılmamıştır.
1850 yılından itibaren Fransızlar bölgede hakimiyet kurmaya çalışarak bölgeyi kolonileştirmeye başlamışlardır. Fransa, Portekiz'in kuzeyde sahip olduğu kıyı şeriti ile güneyde Britanyalılar'ın sahip olduğu kıyı şeriti arasında kalan küçük bir kıyı şeritini işgal etmeye çalışarak iç kısımlara doğru ilerlemeye çalışmışlardır. Bu bölgede başlatılan işgal faaliyetleri "kölelik karşıtı hareket" adı altında gerçekleştirilmiş, Fransız deniz memurları buradaki yerel yöneticiler ile anlaşmalar imzalanmış, bu imzalar neticesinde de köle ticaretine son vererek onun yerine altın, mum, fildişi ve hayvan kürkü ticareti gerçekleştirilmesi öngörülmüştür. Fransa tarafından atılan bu adımlara 1880'li yıllardan itibaren özellikle bölgenin iç kısımlarında bulunan ve ilerleyen yıllarda Gine'nin ulusal kahramanı olacak olan Samori Ture önderliğinde yaşayan topluluklar muhalif bir tutum sergilemiş, 1882 yılında da Fransızlara ilk askeri yenilgiyi yaşatmışlardır. Bu süreçte "Sudan" (günümüzdeki Senegal ile Sudan arasındaki bölge) olarak adlandırılan bölgede büyük bir hakimiyet elde ederek imparatorluk oluşturan Ture, günümüzde Gine'nin doğu kısımlarını da hükümdarlığı altına almıştır. Bunun haricinde günümüzdeki Mali'nin güneyi, Fildişi Sahili'nin kuzey kesimleri ile Burkina Faso'nun belli bir bölümü bu imparatorluk içerisinde yer almaktaydı. Ture tarafından oluşturulan bu imparatorluk 1875 yılından 1893 yılına kadar varlığını sürdürmüştür. 1891 yılına kadar Fransa ile arasında bulunan antlaşma gereği herhangi bir fiili saldırı olmasa da, Fransa bu süreçte askeri yöntemlerin yanı sıra yerel grup liderleri ile yaptığı antlaşmalar ile bu bölgedeki varlığını genişletmiştir. Bu yaşananlar neticesinde Ture 1894 yılında imparatorluğunu o anki konumundan 600 km doğuya taşıyarak, günümüzdeki Gine topraklarından tamamen çıkmıştır. Bu doğuya kayma işlemi sonucu "İkinci Samori Ture İmparatorluğu"'nu kuran Ture, bıraktıkları bölgelerde Fransa'nın egemenlik kurmasını engelleyememiştir. Yaşanan bu gelişmeler nedeniyle 1891 yılından itibaren Ture ile sürekli doğu yönünde ilerleyen ve kendilerini de bu yönde ilerlemesine neden olan Fransa arasında çatışmalar yaşanmıştır. 1881 yılından Fransa'nın Fulbe Krallığı ile yaptığı "koruma antlaşması" 15 yıl boyunca devam etmiş, 1896 yılında bu antlaşmaya son vermiş, ülkenin kralını öldürerek bölgeyi kukla yönetime emanet ederek dolaylı yoldan elde etmişlerdir.
1885 yılında Conakry Fransa valisinin Gine'deki ilk yerleşim yeri olmuş, burada bulunan valilik 1893 yılına kadar Fildişi Sahili'nde bulunan Dahomey için de sorumlu olmuştur. Almanya'nın bu bölgede hak sahibi olduğu Kapitaï ve Koba bölgelerinden 24 Aralık 1885 tarihinde Fransa lehine çekilmesi ile bölgede tam bir hakimiyet kuran Fransa, Berlin Konferansı sonucu 15 Mayıs 1886 tarihinde Portekiz ile anlaşarak bölgedeki sınırların tam olarak çizilmesine olanak sağlamıştır. Bölge 1892-1893 döneminde Fransız Batı Afrikası içerisinde yer alan bir koloni olduğu ilan edilmiştir. 1897 yılından itibaren her bir kişiden alınan vergiler, o dönemki yönetimin en önemli vergi gelir kaynağını oluşturmaktaydı. Fransa yönetimi altındaki bölgelerde hakimiyeti tam olarak sağlama amacını hedeflemiş, bölgelerindeki liderleri bu konuda yeterli gördüğü takdirde yönetime devam etmesini sağlıyor, yeterli kapasitede görmediği liderleri de hemen değiştiriyordu.
Fransa diğer birçok Afrika sömürge bölgelerinde olduğu gibi Gine'de de elde edilen her toprağın kendilerinin kazandığı ve sahip olduğu toprak olarak görmekteydi. 1904 yılında bölgede bulunan tüm "boş" yani kullanılmayan ya da üzerinde herhangi bir yapı bulunmayan tüm toprak parçalarını Fransa toprağı ilan etmiştir.
1925 yılından itibaren bölgedeki yerel halkın da koloni yönetiminde yer alması konusunda adımlar atılmış lakin bu girişim herhangi bir etki yaratmamıştır.
Fransa anakarasının Almanya tarafından işgal edilmesi sonucu Fransız Batı Afrikası üyeleri, Almanya ile işbirliği içerisinde olan Vichy hükumeti ile Londra'da "Özgür Fransa"'nın sürgündeki hükumetinin lideri Charles de Gaulle arasında tercih yapmak zorunda kalmış, Charles de Gaulle hükumetini destekleyen Fransız Ekvatoral Afrikası hariç Fransız Ginesi'nin de dahil olduğu diğer tüm bölgeler Vichy yönetimini destekleme kararı almışlardır. Bu gelişmeler neticesinde Gine'de de Almanya'da sürdürülen politikaların bir yansıması olarak sömürge bölgelerinde ırkçı yasalar kabul edilmiş, "sadece beyazlar" ibaresinin olduğu tabelalar bölge genelinde asılmış, siyahilere yönelik ayrımcı bir politika izlenmiştir. Almanya'nın ve böylece Vichy rejiminin savaşı kaybetmesi neticesinde de bu tür ırkçı ve ayrımcı faaliyetlere bölgede son verilerek eski düzene geri dönülmüştür.
1958 yılında Charles de Gaulle'un önemli yetkiler ile Fransa'da başbakan olması sonrasında, bu yetkilerini ilk olarak yeni bir anayasanın kabulünü referanduma götürerek kullanmıştır. Bu referandumda ayrıca Fransa'ya bağlı bulunan sömürge bölgeleri kendi gelecekleri hakkında da seçim yapma durumundaydılar. Buna göre sömürgeler ya Fransa'ya daha sıkı ve tamamen bağlanmayı ya da derhal bağımsızlık ile Fransa'nın tüm desteğinden yoksun kalmayı oylamış olacaklardı. Bu dönemde Fransız Batı Afrikası'nın en önemli ve güçlü partisi olan ve gelecekte Afrika'daki frankofon ülkelerde başa gelecek kişilerin içerisinden çıktığı "Rassemblement Démocratique Africain" (RDA) partisinin Gine'deki lideri olan Ahmed Sékou Touré "varlık içerisinde köle olacağıma, yoksulluk içerisinde özgür olurum" tezi ile bağımsızlıktan yana tavır alarak oylamada bir milyondan fazla Gineli'nin Fransa'ya bağlanmaya karşı oy kullanmasını sağlamış, 2 Ekim 1958 tarihinde de Touré önderliğinde bu referandumun yapıldığı sömürge bölgeleri içerisinde bağımsızlığını ilan eden tek ülke olarak ön plana çıkmıştır.
Gine'nin Fransa'ya bağlı kalmayı reddeden oylaması sonucunda bağımsızlığı kazanmış olsa da, Fransa yaşanan bu durum neticesinde ülke içerisinde bulunan binlerce sivil çalışanını geri çekerek Fransa'ya geri göndermiştir. Gine'de bulunan tüm telekomünikasyon altyapısı ile hastane, okul gibi yerlerde bulunan büro malzemeleri ile tıbbi araç ve gereçler ile ilaçlar kullanılamaz bir halde bırakılmış ya da lagünlere atılmıştır. Bu olayların yanı sıra Gine ile tüm ticari ilişkileri sonlandıran Fransa, bağımsızlık kararını aldığı bu kararlar ile "cezalandırma" yoluna gitmiştir. Gine, Fransa ile kaybettiği bu yakın çalışma ortamını Sovyetler Birliği ile yakalama gayreti içerisine girmiş, bu yakınlık sayesinde de Sovyetler Birliği ülkeye boksit çıkarılması ve işlenmesi konusunda yardım etmiştir. Touré 1961 yılında Sovyetler Birliği'nin kendisi ile ilgili gizli bir planın içerisinde olduğunu iddia ederek ilişkileri bitirmiştir.
Touré, ülkesinin Afrika'da yer alan frankofon bölgeleri içerisindeki bağımsızlığı ne denli önemli ise, 1957 yılında bağımsızlığına kavuşan Gana'nın İngilizce konuşan bölgeler içerisindeki ilk bağımsızlık olması nedeniyle bu ülke ile olan ilişkilerini genişletmek hedefindeydi. Bu doğrultuda Gana lideri Kwame Nkrumah ile sosyalist ve Pan-Afrika fikirlerini paylaşarak, birleşik bir Afrika'nın dünyada hak ettiği yere gelebileceğini ifade ediyordu. 1958 yılında iki ülke kısa süreli de olsa Afrika Devletler Birliği çatısı altında birleşmiş, bu birliğe 1961 yılında Ma |
li'de katılmış ancak bu birliktelik 1962 yılında sonlandırılmıştır.
Bağımsızlık sonrası izlenen politikaların başında ülke genelinde ortak bir Afrika kültürünün oluşturulma planı ciddi oranda desteklenmesi gelmiş, yaygın olan "kabilecilik" düzenine son vermeyi amaçlamıştır. İlk başlarda olumlu adımlar atılsa da daha sonra tek parti düzeni kurarak ülkede muhaliflere yönelik sert adımlar atmış, ülkede işsiz olan gençler için çalışma zorunluluğu getirmiş ve diktatör bir rejim oluşturmuştur.
1970 yılında Mar Verde Operasyonu (Portekizce:"Operação Mar Verde")kapsamında komşusu olan Portekiz kolonisi Portekiz Ginesi (günümüzde Gine-Bissau) üzerinden silahlı kuvvetler ülkeye giriş yaparak hükumeti devirme girişiminde bulunmuştur. Portekiz'in de silah ve mühimmat desteği sağladığı kuvvetlerin gayesi Portekiz Ginesi'nde faaliyet gösteren özgürlük hareketi PAIGC'e destek verdiğini düşündükleri Touré'yi ülke yönetiminden uzaklaştırmaktı. Birkaç gün süren çatışmaların neticesinde Gine ordusu saldırganları yenerek ülkeden çıkarmıştır.
Sekou Touré kalp ameliyatı olmak için gittiği Amerika Birleşik Devletleri'nde 26 Mart 1984 tarihinde ameliyat sonrası hayatını kaybetmiştir.
Touré'nin ölümü sonrası bu göreve geçici olarak başbakan Louis Lansana Béavogui atanmış olsa da, görevinin henüz ilk haftasında 3 Nisan 1984 tarihinde Lansana Conté ve Diarra Traoré önderliğinde gerçekleştirilen kansız askeri darbe ile görevinden uzaklaştırılarak, Lansana Conté başkanlık, Diarra Traoré'de başbakanlık koltuğuna oturmuştur. Conté iktidarı döneminde bir önceki dönemde yaşanan insan hakları ihlallerini eleştirmiş, demokratikleşme sağlanamasa da sosyalist düzenden vazgeçmiş, 250 siyasi tutukluyu salıvermiş ve 200.000 Gine vatandaşının ülkelerine geri dönmesini sağlamıştır.
1992 yaptığı açıklama ile sivil bir hükumete dönüleceğini ifade eden Conté, 1993 yılında gerçekleştirilen devlet başkanlığı seçimlerine katılarak kazanmış ve bu göreve seçilen cumhurbaşkanı olarak devam etmiştir. 1995 yılında gerçekleştirilen genel seçimlerde Conté'nin partisi zafer ile ayrılmıştır.
Gine 2000 yılında komşu ülkeleri Liberya ve Sierra Leone'de yaşanan iç savaşın bir parçası olmuş, bu ülkelerden kaçan asi güçler Gine sınırlarına girmiş ve böylece Gine'nin de iç savaşın eşiğine gelmesine neden olmuştur. Yaşanan bu olaylar neticesinde Conté komşu ülkelerin Gine'nin doğal zenginliklerini elde etme çabası içerisinde olduğunu ifade etmiş, bu ifade söz konusu ülkeler tarafından yalanlanmıştır.
Dış siyasette bunlar yaşanırken, Conté ülke içerisinde en önemli muhalefet liderlerinden biri konumunda olan Alpha Condé'yi ülkeyi tehlikeye soktuğu için cezaevine göndermiş, kendisini bir dönem daha başkan yapacak olan anayasa değişikliğini de referanduma sunarak kabul edilmesini sağlamıştır. Bu referandum sayesinde 2003 yılında üçüncü dönemine başlayan Conté, aynı yıl komşu ülkeleri Sierra Leone ve Liberya ile anlaşmalar imzalayarak asi güçlere karşı birlikte hareket etme kararı almıştır. Conté 2005 yılında uğradığı bir suikasttan kurtulmayı başarmıştır.
Şubat 2007'de muhalefetin ülke genelindeki en büyük sendikalar ile birlikte hareket etmesi neticesinde Gine genelinde grev kararları alınmış, bu grevler halk ayaklanmasına dönüşmüş, Conté'de bu olaylar nedeniyle talepleri karşılamak zorunda kalmıştır. Talepler arasında yer alan tarafsız başbakan ataması noktasında Lansana Kouyaté başbakan olarak atanmış, bir diğer önemli talep olan gıda maddelerin ücretlerinin düşürülmesi konusu da işleme alınarak gıda maddelerinde fiyat indirimleri gerçekleştirilmiştir.
2007 yılının başında alınan bu kararlarda geri dönüşler gören ve özellikle gıda madde fiyatlarının yeniden yukarıya doğru düzeltildiğini ifade eden ve siyasi kararların meclis dışında bulunan muhalefet üyelerin bilgisine başvurulmadan alındığını savunan muhalif sendikalar yağmur sezonunun bitmesi ile birlikte yeniden grev kararı almışlardır. Başbakan Kouyaté Mayıs 2008'de görevinden alınmış, aynı ay ordu içerisinde huzursuzluklar yaşanmış, Haziran 2008'de de polisler, öğretmenler ve doktorlar da greve gitmiştir. Ülke genelinde yaşanan bu olayların sonucunda cumhurbaşkanı Conté 20 Haziran 2008 tarihinde içerisinde ilk defa muhalifleri temsilen bakanların da yer aldığı yeni hükumeti açıklamış, Ahmed Tidiane Souaré'yi de başbakan olarak atamıştır.
23 Aralık 2008 tarihinde Conté'nin uzun süreli hastalığının etkisi ile hayatını kaybetmesi sonucu anayasa gereği oluşan boşluğu geçici görev ile meclis başkanı Aboubacar Somparé üstlenmesi gerekirken, Conté'nin ölümünden sadece bir gün sonra bir grup ordu üyesi adına devlet radyosundan ulusa seslenen ordu komutanı Moussa Dadis Camara hükumetin ve diğer kamu kurumlarının lav edildiğini, sivil anayasanın askıya alındığını, sendikaların işlemlerinin durdurulduğunu açıklamıştır. Gine halkının "derin bir çaresizlik" içerisinde olduğunu vurgulayan Camara, sivil ve askeri kişilerin birlikte oluşturacağı bir danışma kurulu ile ülke yönetiminin sağlanacağını ifade etmiştir.
28 Eylül 2009 tarihinde Gine ordusu Camara'nın otorite yönetimine karşı protestolarda bulunan göstericilere karşı sert bir müdahalede bulunmuş, yaşanan olaylarda 157 gösterici hayatını kaybetmiştir. 3 Aralık tarihinde uğradığı suikastten ağır yaralı olarak kurtulan Camara, tedavi olabilmek için Fas'a gitmiştir. Camara Ocak 2010'dan bu yana Burkina Faso'nun başkenti Ouagadougou'da yaşamaktadır.
27 Haziran 2010 tarihinde gerçekleştirilen ve ordu mensuplarının katılmasının yasaklandığı devlet başkanlığı seçimleri Gine'nin bağımsızlığını kazandığı 1958 yılından bu yana gerçekleştirilen ilk bağımsız seçimler olarak kayda geçmiş, 24 adayın yarıştığı seçimlerin ilk turunun sonuçlanması sonrasında ortaya çıkan birçok şikayet nedeniyle ikinci tur seçimleri birçok kez ertelenmiştir. Bu ertelemeler olaylara neden olmuş 24 Ekim 2010 tarihinde planlanan ikinci tur seçimlerinin yapılmaması ile birlikte bu iki üyenin mensubu olduğu Fulbe ve Malinke etnik grupları arasında ölümlü çatışmalar yaşanmış, bu olaylar neticesinde ordu toplantı ve gösteri yasağını devreye almıştır. İkinci tura kalan eski başbakanlardan Cellou Dalein Diallo ile uzun süreli muhalefet liderlerinden Alpha Condé arasında yaşanan çekişme 7 Kasım 2010 tarihinde yapılan seçim ile noktalanmış, Alpha Condé bu seçimlerden başarılı çıkarak Gine'nin yeni cumhurbaşkanı olmuştur.
Gine 1991 yılında kabul edilen yasaya göre başkanlık sistemi ile yönetilen bir cumhuriyettir. Ülkenin cumhurbaşkanı Kasım 2001 yılında yapılan yasa değişikliği ile o güne kadar beş yıllık bir süre için seçilirken söz konusu tarihte gerçekleştirilen değişiklik ile yedi yıllık bir süre için cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmaktadır ve halk tarafından seçilmektedir. Gine meclisi toplamda 114 sandalyeye sahiptir.
Ülkenin en önemli siyasi partilerini Parti de l’Unité et du Progrès (PUP), Rassemblement du Peuple Guinéen (RPG), Parti du Renouveau et du Progrès (PRP) ve Union pour la Nouvelle République (UNR) oluşturmaktadır
Cumhurbaşkanı Lansana Conté'nin Aralık 2008 yılında hayatını kaybetmesi sonrası yönetimi Moussa Dadis Camara önderliğinde ele alan ordu, anayasayı askıya almış ve hükumeti feshettiğini bildirmiştir. Son olarak Aralık 2010 yılında gerçekleştirilen seçimleri kazanan Alpha Condé, bu tarihten bu yana Gine cumhurbaşkanı olarak görevini sürdürmektedir.
Gine birçok uluslararası organizasyonlarda üye olarak bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler, Afrika Birliği, Uluslararası Frankofon Organizasyonu, Afrika Kalkınma Bankası, Batı Afrika Ülkeleri Ekonomik Topluluğu, Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası, İslam Kalkınma Bankası ve Uluslararası Para Fonu gibi kuruluşlarda yer almaktadır.
Gine bağımsızlığını ilan ettiği 1958 yılından birkaç yıl sonra askeri diktatörlük ile yönetilmeye başlanmıştır. Günümüzde geçerli olan anayasada resmi olarak kuvvetler ayrımına vurgu yapsa da, genel hukuk ve temel haklar konusunda topluma sabit haklar tanımış olsa da bu yasalar gerçek anlamda neredeyse hiç uygulanmamaktadır.
2008 yılında gerçekleştirdiği darbe ile yönetimi ele alan Moussa Dadis Camara önderliğindeki ordu güçleri ile orduya karşı protesto gösterileri gerçekleştirilen topluluk arasında 28 Eylül 2009 tarihinde çıkan çatışmalarda ordu mensuplarının göstericiler üzerine ateş açması sonucu 157 kişinin öldüğü insan hakları örgütleri ile yerel hastaneler tarafından açıklanmıştır. Aynı dönemde 100'ün üzerinde kadının da askerler tarafından tecavüze uğradığı ifade edilmiştir.
Uluslararası Af Örgütü'nün ("Amnesty International") yayınladığı 2012 raporuna göre ülke genelinde uygulanan baskıcı politikaların devam ettiği vurgulanmış, silahlı kuvvetlerin toplum üzerinde aşırı şiddet uygulayarak sindirme politikası izlediği belirtilmiştir. Asker ya da polis tarafından tutuklanan kişilerin suçu ispat edilmemesine rağmen işkence gördüğü ve kötü muameleye maruz kaldıkları ifade edilmiştir. 2009 yılında yaşanan olaylar ile ilgili açılan davalarda öldürülen kişilerin aileleri ile tecavüze uğrayan kadınlar suçluların adalet önüne çıkarılması yönünde hala bekledikleri belirtilmiştir.
Gine kendi içerisinde sekiz bölgeye ayrılmıştır. Söz konusu bölgeler de kendi içerisinde 33 ile, iller de yine kendi içerisinde 341 ilçeye ayrılmış konumdadır. Bu sekiz bölge içerisinde yer alan başkent Conakry, başkent bölgesi olarak ayrı bir statüye sahip olup, herhangi bir il ya da ilçeye sahip değildir.
Gine bu bölgelerin haricinde ayrıca gayri resmi olarak coğrafi dört farklı bölgeye daha ayrılmış konumdadır. "Üst bölgeler" olarak adlandırılan bölgeler ve ülke genelinde kapladıkları alanlar şu şekildedir:
Ülke içerisinde kalabalığın en yoğun olduğu şehir başkent Conakry'dir. Gine nüfusunun %16'sı başkentte yaşamaktadır. Ülke içerisinde 2014 resmi nüfus verilerine göre en kalabalık dört şehir şu şekilde sıralanmaktadır:
Conakry (1.667.864), Nzérékoré (194.178), Kankan (193.800), Kindia (135.000)
Gine ekonomisi 1980'li yılların ortalarına kadar özellikle Ahmed Sékou Touré dönemindeki kötü yönetimin de etkisi ile zarar görmüş |
bir konumdaydı. Söz konusu dönemde yürütülen politikalar nedeniyle ekonominin altyapısı çökmüş, ülkenin sahip olduğu yer altı ve yer üstü zenginlikler olumlu bir şekilde kullanılamadığı için halk geçim sıkıntısı yaşamıştır. O yıllarda Gine'de bulunan birçok işletme devlete aitti ve devlet kontrolü altında faaliyetlerini sürdürmekteydi. Touré'nin 1984 yılında hayatını kaybetmesi ile birlikte ekonomi alanında farklı adımlar atılmış, piyasa odaklı döviz kuru sistemi kurulmaya çalışılmış ve devlete ait işletmeler ya özelleştirilmiş ya da tamamen kapatılmıştır. Bu olumlu gelişmeler 2000 yılına kadar sürdürülmüş, söz konusu yıldan itibaren hükumet düşünülen başka reformların ele alınmasını yavaşlatmış ve bastırmış, bunun sonucunda da rüşvet olaylarında artış gözlemlenmiştir. Gine 2014 yılında yayınlanan "Yolsuzluk Algılama Endeksi" verilerine göre 175 ülke içerisinde 145. olarak, bu alanda alt bölümde yer almıştır.
Tarımsal faaliyetler ülke ekonomisi içerisinde neredeyse hiçbir etki oluşturmamaktadır. Gine'de doğal toprak şartlarının tarımsal faaliyetler için uygun bir konumda olmasına rağmen bu alan pek işlevsel bir konumda bulunmamaktadır. Ülke genelinde çoğu ilkel şartlarla olmak üzere kişisel tüketimi karşılamak adına bu tür faaliyetler gerçekleştirilmektedir. Toprakları nadasa bırakma Gine'de yaygın olarak kullanılmaktadır. Ülke topraklarının %5'i kadar bir bölümü tarımsal faaliyetler için kullanılmakta olup, burada elde edilen mahsul de kişisel kullanımı bile karşılamakta yetersiz kalabilmektedir. Ülkenin en önemli gıda ürünü olarak pirinç ön plana çıkmasına, 2000'li yılların başlarına kadar üretimin iki katına çıkmasına rağmen Gine tüketimi karşılayabilmek adına pirinç ithal edebilmektedir.
Ülke ekonomisinin en önemli ihracat ürünlerini boksit, alüminyum, altın, elmas, kahve, balık, palmiye ağacı yağı, kakao, ananas ve pamuk oluşturmaktadır. Ülkenin 2012 verilerine göre ihracat yaptığı ilk sekiz ülke şu şekildedir:
Ülke ekonomisinin en önemli ithalat ürünlerini petrol ürünleri, metal, makine, ulaşım araçları, tekstil, tahıl ve diğer gıda maddeleri oluşturmaktadır. Ülkenin 2012 verilerine göre ithalat yaptığı ilk iki ülke şu şekildedir:
Ülke genelinde gerçekleştirilen insan ve ürün taşımacılığının %95'i karayolu üzerinden gerçekleştirilmekte olup, karayolu haricinde kalan diğer ulaşım araçları daha az bir öneme sahiptir.
Gine genelinde toplamda 20.000 km karayolu bulunmakta olup, bu yolların sadece %10'u asfaltlanmış konumdadır. Ülkede bulunan en önemli karayolları şu şekildedir:
Gine genelinde 20.yy başlarında birçok demiryolu hattı planlanmış ve inşa edilmiştir. Bu demiryolu hatları içerisinde "Nijer Demiryolu" olarak adlandırılan ve 600 km'lik uzunluğu ile başkent Conakry'yi Kankan ile bağlayan demiryolu hattı en önemli hat konumunda olmuştur. Günümüzde demiryolu seferleri neredeyse tamamen bitmiş bir konumda olup, sadece yakıt taşımacılığının yapıldığı bir hat kullanılmaktadır.
Başkent Conakry'de bulunan liman ülkenin en önemli limanı konumundadır. Bu limanda konteyner terminalinin yanı sıra yakıt tankerlerinin konumlandırılacağı alanlar yer almaktadır. Ülke içerisinde yer alan diğer su yollarında özellikle komşu ülke Mali ile gerçekleştirilen ihracat ve ithalat ürünlerinin taşımacılığı da gerçekleştirilmektedir.
Ülke genelinde bulunan on beş adet havaalanı içerisinde en önemlisi başkent Conakry'de bulunan Conakry Uluslararası Havalimanı'dır ("Conakry International Airport"). Gine'de bulunan diğer havaalanlarından sadece iç hat uçuşları gerçekleştirilmektedir. Güncel olarak Gine'nin ulusal bir havayolu şirketi bulunmadığı için iç hat uçuşlarının sürekli gerçekleştirilmesi işlemi de durdurulmuştur. 1960 yılında kurulan ülkenin ulusal havayolu "Air Guinée" 2002 yılında faaliyetlerini durdurarak uçuşlarını noktalamıştır.
Ülkenin en sevilen spor dalı futboldur. Gine futbol millî takımı uluslararası alanda herhangi bir başarı göstermemiş olsa da, ülke genelinde ilgi gören bir konumdadır. "Le Sylli National" olarak adlandırılan Gine millî futbol takımının en büyük başarısı 1976 yılında Etiyopya'da gerçekleştirilen Afrika Uluslar Kupası'nda elde edilen ikincilik olmuştur.
Ülke futbolu 1960 yılında kurulan Gine Futbol Federasyonu ("Fédération Guinéenne de Football") tarafından yönetilmektedir. Gine millî futbol takımı Aralık 2006'da FIFA sıralamasında en büyük başarısını elde ederek genel sıralamada 23. sırayı elde etmiştir.
Yerel dillerde gerçekleştirilen ve özellikle Sekou Touré yönetimi döneminde teşvik edilen müzik ve dans Gine kültüründe önemli bir yer tutmaktadır. Ülkenin Avrupa'da da gösterilere çıkan en önemli dans gruplarını "Ballet Africain" ve "Ballet Djoliba" grupları oluşturmaktadır.
Gine'de birçok batı Afrika ülkesinde olduğu gibi "Fufu" olarak adlandırılan yiyecek önemli bir yer tutmaktadır. Manyok, patates ve pişirilebilen muzun karışımı ile elde edilen katı püre birçok yemek yanında tüketilmektedir. Kırsal bölgelerde aileler arasında yemekler genelde tek bir tabaktan genelde el ile yenilmektedir.
Senegal
Senegal (Fransızca: "le Sénégal"), resmî adıyla Senegal Cumhuriyeti (Fransızca: "République du Sénégal") , Senegal Nehri'nin güneyinde, Batı Afrika'da yer alan bir ülkedir. Batıda Atlas Okyanusu 531 km, kuzeyde Moritanya 813 km , doğuda Mali 419 km, güneyde ise Gine 330 km ve Gine Bissau 338 km sınırı bulunan Senegal'in toplam sınır uzunluğu Atlas Okyanusu dahil 3171 km'dir. Yeşil Burun Adaları adaları Senegal kıyılarının 560 km ötesindedir.Gambiya bu ülkenin 300 km içerisine kadar ilerleyen bir anklav halindedir.
Ülkenin başkenti Dakar'dır. Dakar, ülkenin ve Afrika kıtasının en batısında bulunan Cap-Vert yarımadasında kurulmuştur. Atlantik okyanusuna 531 km kıyısı bulunan Senegal'de tarihte çeşitli sömürge kolonileri kurulmuştur. Dakar'ın 300 metre açıklarında bulunan Gorée Adası 19. yüzyılda köle ticareti için kullanılmaktayken günümüzde ise bir turizm merkezi olarak tüm dünyaya köle ticaretinin dehşetini göstermek için kullanılmaktadır.
Senegal, Fransa'dan bağımsızlığını 4 Nisan 1960 tarihinde kazanmıştır.
Bölge genelinde bulunan arkeolojik bulgular, Senegal'de tarih öncesi çağlarda da yerleşim olduğunu göstermektedir. Senegal'in bilinen ilk sakinleri Takruriler'dir. 11. yüzyılda ise müslümanlığı kabul etmişlerdir. Portekizlilerin 15. yüzyılda Senegal Nehri kıyılarında bazı kolonileri vardı ve ilk Fransız yerleşimi 1659 yılında St Louis'de yapıldı. Ülkenin kuzey batısında bulunan St Louis kenti Fransız Batı Afrika Sömürge Kolonisinin başkentiydi, 1902 yılında ise başkent Dakar'a taşındı.
İngilizler çeşitli zamanlarda Senegal'e sömürge amacıyla saldırdı; fakat 1840 yılında Fransa Senegal'i fethetti ve 1895 yılında Fransız Batı Afrika Kolonisinin bir parçası haline getirdi. Senegal 1946 yılında Fransız Batı Afrika Kolonisinin diğer parçaları ile birlikte Fransanın deniz aşırı topraklarından birisi oldu. 1960 yılının başlarında Mali ile birlikte federe bir federasyon oluşturdular; fakat bu federasyon 4 ay içinde çöktü.
Stratejik olarak önemli bir yerde olan Senegal 4 Nisan 1960 yılında bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte Afrika siyasetinde önemli bir rol oynadı. %90'ı siyah ve müslüman bir millet olarak islam-afrika dünyası arasında diplomatik ve kültürel bir köprü olmuştur.
Bağımsızlığını kazandıktan sonra Senegal, Fransa'nın nüfuzu altında demokratik hayatına girdi. Léopold Sédar Senghor ilk devlet başkanı oldu ve 1963 yılında bir ihtilal teşebbüsü atlatıldı . 1963 ile 1970 arası başbakanlık makamı kaldırıldı. 1981 yılında gönüllü olarak emekliliğine kadar Senghor ülkenin siyasi hayatı üzerinde çok önemli bir rol oynadı. Senghor'dan sonra devlet başkanı Abdou Diouf oldu. 1983 ile 1991 arası başbakanlık makamı 2.kez kaldırıldı.
Abdou Diouf 1981 ve 2000 yılları arasında devlet başkanlığı yaptı. Diouf daha geniş alanlarda siyasi katılımı sağladı ve ekonomide devlet katılımını azaltmaya çalıştı, diğer gelişmekte olan ülkelerle ilişkilerini güçlendirdi. Zaman zaman iç siyaset üzerinde sıkıntılar yaşadı sokakta şiddet, sınır gerginliği ve Casamance güney bölgesinde şiddetli ayrılıkçı hareketler oldu. Yine de, demokraside kararlılığını sürdürdü ve insan haklarını güçlendirdi. Diouf cumhurbaşkanı olarak dört dönem görev yaptı.
1999 yılında uluslararası gözlemcilerin özgür ve adil gürdüğü bir seçimde muhalefet lideri Abdoulaye Wade, Diouf'u mağlup etti. Senegal, bir siyasi partiden diğerine barışçıl bir geçiş yaşadı. 30 Aralık 2004 günü Cumhurbaşkanı Abdoulaye Wade Casamance bölgesindeki ayrılıkçı grub ile bir barış antlaşması imzalamak istediğini duyurdu ancak uygulama aşamasına bir türlü geçilemedi. 2005 yılında müzakerelere hız verildi fakat halen bir sonuca ulaşılamadı.
Senegal'de ekili alanların önemli bir bölümü yer fıstığına ayrılmıştır. Bundan başka darı, pirinç, pamuk ve şekerkamışı yetiştirilir. Bol miktarda balık avlanır. En gelişmiş sanayileri yer fıstığı yağı işleme ve balık konserveciliğidir.
1973 yılında Senegal ve diğer batı afrika ülkeleri Batı Afrika Ülkeleri Ekonomik Topluluğunu (ECOWAS) oluşturdu. Petrol ve Senegal'in en büyük ihraç ürünü olan yer fıstığının fiyatlarının yükselmesi sebebiyle 1970'li yıllarda ekonomide kötü dalgalanmalara sebep oldu, bundan dolayı Senegal turizm ve balıkçılık gibi yeni endüstrilere yönelmek zorunda kaldı.
Ülke için en önemli döviz getirici kalemler arasında turizm sektörü sayılabilir. 1970’li yıllarda başlayan süreç önemli bir döviz getirici kalem olmuştur. Dakar, Thiès ve Ziguinchor turizmde hareketliliğin yaşandığı bölgelerdir. Gelen turistlerin çoğunluğu Avrupalı, yarıdan fazlası ise Fransız’dır.
Güneydoğusu dışında, Senegal oldukça düz ve alçak bir ülkedir. İklimi çok sıcaktır. Kuzeyde sakızağacı ve mimoza, Senegal Irmağı vadisinde de arapzamkı çıkarılan akasya ağaçları yetişir. Orta kesimi çöl gibi kumluk bir alandır. Güneyi ise tropik bitki örtüsüyle kaplıdır. Ülkede yaşayan yabancıl hayvanlar arasında en önemlileri maymun, antilop, aslan ve sırtlandır. Akarsularda timsah, suaygırı ve kaplumbağa bulunur.
Senegal' |
in başkenti Dakar'daki pembe göl bakteriler hariç hiçbir canlının yaşayamayacağı kadar tuzludur.
Hava Taşımacılığında Dakar Léopold Sédar Senghor International Airport, Batı Afrika hava ulaşımında önemli bir yere sahiptir. İç havayolları olan Air Senegal International Dakar’dan Senegal’in diğer şehirleri yanında uluslararası alanda da gittikçe büyüyen bir şekilde Afrika’nın diğer bölgelerine ve Fransa’ya uçuşlar gerçekleştirmektedir. Diğer taraftan, birçok bölgesel havayolu Dakar’a uçuşlar gerçekleştirmektedir. Turkish Airlines,Ivorian Airlines, Royal Air Maroc, TunisAir, AirMauritanie, Air Cap Vert, Gambia International, Air Algérie, Air Gabon, Cameroon Airlines, Air Guinea Paramount, Air Burkina bunlardan en önemlileri olarak söylenebilir. Ayrıca, Avrupa’dan Dakar’a Air France, SN Airlines, Alitalia, TAP ve Iberia Airlines uçuşlar gerçekleştirmektedir.
Dakar-Bamako(Mali) arasında trenle seyahat etmek mümkün olmakla beraber eski teknoloji ve bozuk raylardan dolayı gecikmelere sıklıkla rastlanmakta ve çok kalabalık olmaktadır.
Senegal'in nüfus olarak büyüme oranı yüzde 2,94 olmakla beraber, doğum oranı yılda 1000 kişi başına 37,94 doğum, 1.000 kişi başına 8,57 ölüm olarak tahmin edilmiştir. Senegal nüfusunun %45'i 15-64 yaşları arasında, %52'si 14 yaşından küçük ve sadece %3'ü 65 yaşın üzerinde olarak tahmin edilmektedir. Dünya Bankasının 2000 yılında yayınladığı raporda her yıl 125.000 Senegallinin işgücüne katılması beklenmekle birlikte bunların çok azının iş bulabildiği gösterilmiştir, bundan dolayı işsizlik ülkenin kalkınma çabalarına önemli bir engel oluşturmaktadır. Bu nedenle Senegal hükümetinin nüfus kontrol politikaları Senegalli kadınların doğum oranı sınırlamak için tasarlanmış ve benimsemiştir.
Birçok Afrika ülkesinde olduğu gibi, Senegal halkının etnik kökeni de çeşitlilik göstermektedir. Senegal nüfusunu oluşturan birçok etnik grup vardır, bunların %43,3'ü Wolof-Serer, %23,8 Pular, %14,7 Jola, %3 Mandinka, %1,1 Soninke ve %1 Avrupalı ve Lübnanlıdır. Birkaç küçük etnik grup da nüfusun kalan %9,4'ünü oluşturur. Ülkenin %92'si Müslüman, %2'si ise Hristiyandır, yerli dinler ise geri kalan %6'yı oluşturmaktadır. Ülkenin resmi dili Fransızcadır fakat birçok kişi Wolof, Pulaar, Jola veya Mandinka gibi yerli dilleri de konuşmaktadır.
Senegal 14, bölgeye bölünmüştür, her bir bölge "Conseil Régional" tarafından yönetilir. Ülke 45 departman (Départements)’a ve 103 Arondisman (Arrondissements)’a bölünmüştür ve idari görevlilerin kim olacağına "Collectivités Locales" karar verir.
Söz konusu bölgelerin aynı isimlerle başlayan merkez bölgeleri vardır ;
Dakar Senegal’in açık ara farkla en büyük şehridir ve iki milyonun üzerinde sakini vardır. İkinci en büyük şehri ise kırsal alan olarak yönetilmekte olan Touba’dır ve nüfusu yarım milyonu bulmaktadır.
Moritanya
Moritanya ya da resmî adıyla Moritanya İslam Cumhuriyeti, Afrika kıtasının batısında yer alan bir ülkedir. Ülkenin sınır komşularını (kuzeyden saat yönünde ilerlendiğinde) Fas tarafından ilhak edilen Batı Sahra ile aynı bölge üzerinde Polisario tarafından tek taraflı bağımsızlığı ilan edilen Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti, Cezayir, Mali ve Senegal oluşturmaktadır. Bunun haricinde ülkenin batısında Atlas Okyanusu yer almaktadır. Ülkenin başkenti Nuakşot'tur.
Ülkenin ismi olan "mūrītāniyya" Berberi köklere sahip olan geçmiş dönemlerde Berberi bir krallık olan "Mauretania"'ya da ismini veren Morolar'dan gelmektedir. "Maure" kelimesinin Fenikece bir kelime olan "mahurim" (Türkçe: ~ "batının adamı") kelimesinden geldiği tahmin edilmektedir.
Moritanya 1,030,631 kilometrekarelik yüzölçümüyle dünyanın 29. en büyük ülkesidir. Ülkenin toplamda sahip olduğu 5.002 km'lik kara sınırından 460 km'si Cezayir, 2.236 km'si Mali, 742 km'si Senegal ve 1.564 km'si ise Batı Sahra oluşurken, ülkenin ayrıca Atlas Okyanusu'na da 754 km'lik sahil şeridi bulunmaktadır.
Ülkenin büyük bölümü düzlüklerden oluşur, merkezi bölgelerde bazı tepeler vardır. En yüksek noktası 915 m ile Kediet İclil'dir. Topraklarının yalnızca %0.2'si tarıma elverişlidir. Aşırı otlatma, ormanların tahrip edilmesi ve toprak erozyonu, kuraklıklarla da birleşerek ülkede önemli bir sorun olan çölleşmeye yol açmaktadır. Ülkenin tek daimi akarsuyu olan Senegal Nehri'nden uzak bölgelerde temiz su kaynakları azdır.
Çöl iklimi etkisi altındaki ülkede hava yıl boyunca sıcak, yağışsız ve tozludur. Kurak iklimin etkisindeki ülkeye serinlik Kanarya Akıntısı ile gelmekte, bu akıntı ile kıyı bölgelerinde yoğun sis görülebilmektedir. Ülkenin kuzey kesimlerinde yağışlar genellikle kış aylarında görülmekte olup, bu yağışlar da genel itibarıyla yıllık 100 mm'nin altında gerçekleşmektedir. Ülkenin uç güney kesimlerinde ise bu miktar çoğu Temmuz-Ekim arası olmak üzere yıllık 300 mm ile 400 mm arasında gözlemlenmektedir. Ülke genelinde sıcaklıklar Ocak ayında 20-24 °C arası, Temmuz ayında ise 30-34 °C arası ölçülmekte olup, yaz aylarında 50 °C varan yüksek sıcaklıklar ölçülebilmektedir.
Ülkenin güneyinde yer alan Sahel kuşağında dikenli çalılar, otlar ve Akasya ağaçları hakim bir konumda iken, kuzey kesimlerinde çöl hakimdir.Sénégal Nehri boyunca aralıklarla Baobab, Rafya, Palmiye gibi ağaç türleri yer almaktadır. Ülkenin kıyı kesimlerinde tuzlu bataklıklar gözlemlenmektedir.
Ülke yaban hayat açısından farklı türlere ev sahipliği yapmaktadır. Moritanya ovalarında antilop, fil ve sırtlangiller ailesine mensup hayvanlar gözlemlenebilmektedir. Çölün hakim olduğu bölgelerde ise ceylan, deve kuşu, düğmeli domuz, pars ve Afrika yaban kedisi kendilerine yaşam alanı bulabilmektedir. Bunların haricinde Moritanya'da Nil timsahı da gözlemlenmiştir.
Moritanya'da son olarak 2013 yılında gerçekleştirilen resmi sayım sonuçlarına göre 3.537.368 nüfus tespit edilmiştir. 2006 yılından sonra bir daha resmi sayım gerçekleştirilmemiş olup, 2014 tahmini sayım sonuçlarına göre 18.365.123 nüfus belirlenmiştir.
Moritanya genç bir nüfusa sahip olup, 2017 tahmini verilerine göre nüfusun %58,37'si 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %3,76'sı 65 yaş ve üzerindedir.
0-14 yaş: %38.56 (erkek 727,855/kadın 721,508)
15-24 yaş: %19.81 (erkek 364,570/kadın 379,866)
25-54 yaş: %33.21 (erkek 578,422/kadın 669,628)
55-64 yaş: %4.67 (erkek 79,162/kadın 96,297)
65 yaş ve üzeri: %3.76 (erkek 59,928/kadın 81,335)
Şehirde yaşayanların oranı 2017 verilerine göre %61 olan ülkede, nüfusun yıllık artış oranı 2017 tahmini verilerine göre %2,17 düzeyindedir.
Ülkenin tek resmî dili Arapça'dır. Ülkede Mağrip Arapçası'nın lehçesi olan Hasaniye Arapçası konuşulmaktadır. Bunun haricinde ulusal dil olarak kabul göre Pölce, Volofca ile Mande dil ailesi üyesi Soninkece de yerel olarak konuşulmaktadır.
Ülkenin Fransa'nın sömürgesi olduğu süreçte resmî dil olan Fransızca günümüzde iş, eğitim ve ticarette kullanılmakta olup, okullarda Arapça'nın yanında ikinci eğitim dili konumundadır.
Ülkede hakim olan din İslamiyet'tir. Moritanya nüfusunun büyük çoğunluğu islamiyet inancının sünni mezhebine göre yaşamını sürdürmektedir. Ülke genelinde diğer dinlere inananların oranı yok denecek kadar düşük konumda bulunmaktadır.
Beşinci yüzyıl ile yedinci yüzyıl arasında, Kuzey Afrika'dan Berberi kabilelerin göç etmesiyle bugünkü Moritanya'nın asil sakinleri ve Soninke'lerin ataları olan Bafour'lar yerlerinden oldu.
Bafourlar asıl olarak tarımla uğraşıyorlardı ve Sahra halkları içinde geleneksel göçebe yaşamı terkeden ilk halk da onlardır. Sahra Çölü yavaş yavaş kurumaya devam ederken güneye yöneldiler.
Bafour'ları Sahra'nın orta kesimlerinde yaşayanlar izledi. Batı Afrika'ya göç ettiler, ancak 1076'da İslamı yaymayı kendilerine amaç edinmiş savaşçı Murabıtlar hücuma geçerek dönemin Gana İmparatorluğu'nu ele geçirdiler.
Sonraki 500 yıl boyunca Araplar yerel halkın (Berberi ve diğerleri) direnişini bastırarak Moritanya'ya hakim oldular.
Moritanya'da 1644-1674 yılları arasındaki savaşlarda Beni Hassan kabilesinin (Hassaniler)öncülüğündeki Yemenli Arapları bölgeden çıkarma girişimleri başarısızlıkla sonuçlandı.
Beni Hassan kabilesinin soyundan gelenler, yani Hassaniler, buradaki Mağrib toplumunun bir anlamda üst sınıfını oluşturdular denebilir.
Bununla beraber, buradaki birçok Berberi kavim Yemen soyundan geldiklerini iddia etse de buna pek az kanıt bulunabilmiştir.
Fransızlar, 1800'lerin sonlarından itibaren bölgeyi, bugünkü Moritanya topraklarını kolonisi haline getirdi. Moritanya 1920'den itibaren sekiz eyaletten oluşan Fransız Batı Afrika'sının bir eyaleti oldu. Moritanya'nın 1960 yılında bağımsızlığını elde etmesiyle başkent Nouakchott kuruldu.
Bağımsızlıkla beraber siyah Afrikalı kavimler(Haalpulaar, Soninke, ve Wolof), kalabalık gruplar halinde ülkelerine döndüler.
Fransızca eğitim öğretimden geçmiş bu kavimler yeni devlet yönetiminde söz sahibi oldular, orduda yer aldılar. Bir yandan Fransızlar, güneydeki en uzlaşmaz kavimlerden biri olarak görülen Hassanileri bastırma faaliyetlerinde bulunurken bir yandan da iktidar dengeleri değişti, bu durum güneyde yaşayanlarla Mağrib halk arasında yeni bir anlaşmazlığa temel oluşturdu. Geçmişte köle olan ama Araplaştırılmış ve Mağrib toplumu içinde alt sınıfta kabul edilen Haratinler yer alıyordu.
Mağribler arasında Moritanya'yı bir Arap ülkesi olarak görenlerle bölgenin Mağrip kökenli olmayan asıl sakinlerinin baskın bir rol üstlenmesini isteyenler ayrıştı.
Etnik anlaşmazlıklar 1989'da yaşanan iç çatışmalarla doruk noktaya ulaşsa da o zamandan bu yana yatışmış görünüyor. Etnik gerginlikler ve hassas bir konu olan kölelik, geçmişte olduğu kadar hala siyasi tartışmaların merkezinde yer alıyor. Moritanya'da birçok grup ülkeyi daha çoğulcu ve çeşitliliğe önem veren bir yer haline getirme yolunda çabalarını sürdürüyor. 5 Ağustos 2008 yılında askerî darbe yaşanmıştır.
Moritanya kendi içerisinde en üst idari yapılanma olarak on iki tanesi bölge, bir tanesi de başkent bölgesi olmak üzere 13 bölgeye ayrılmıştır.
Türk devletleri listesi
Türk devletleri tarih boyunca Türk halkları tarafından kurulmuş özerk cumhuriyet |
, beylik ve bağımsız cumhuriyet, beylik, imparatorluk ve hanedanlıkları içerir.
-- "Eski dönemlerde kullanılan Osmanlı bayrakları sırasıyla:" --> --> --> --> -->
FreeBSD
FreeBSD x86 Uyumlu, AMD64, IA-64, PC-98 ve UltraSPARC® mimarileri için ileri seviye bir işletim sistemidir. Berkeley'deki Kaliforniya Üniversitesi'nde geliştirilmiş UNIX® türevi olan BSD'yi temel almıştır. FreeBSD birçok kişi tarafından geliştirilmekte ve devam ettirilmektedir. Ayrıca başka mimariler için geliştirim değişik aşamalardadır.
FreeBSD Türkiye'de çoğunlukla Metin2, Silkroad gibi birçok PvP oyun sunucusunda tercih edilir.
FreeBSD ileri seviyede ağ, performans, güvenlik ve uyumluluk özellikleri sunar. Bu özellikler ticari olan bazı işletim sistemlerinde bile bulunmamaktadır. Ayrıca KDE ve GNOME pencere yöneticileriyle ve ücretsiz ofis uygulamalarıyla son kullanıcı için de uygun bir işletim sistemidir.
FreeBSD ideal bir İnternet ya da İntranet sunucusu olabilir. Ağır ağ yüklerinde sağlam ağ hizmetleri verecek yapıdadır ve aynı anda çalışan binlerce işleme cevap vermek için sistem hafızasını verimli bir şekilde kullanır.
FreeBSD kalitesi günümüzde kullanılan düşük maliyetli PC donanımları ile birleşince mevcut ticari UNIX® masaüstü sistemlere çok ekonomik bir alternatif olmaktadır. "FreeBSD" masaüstü ve sunucu uygulamaları için hazır durumdadır.
Linux üstünde çalışan çoğu yazılım FreeBSD üzerinde de herhangi bir uyumluluk katmanına ihtiyaç duymaksızın çalıştırılabilir. FreeBSD yine de Linux da dahil olmak üzere diğer UNIX® türevi işletim sistemleri için bir uyumluluk katmanını desteklemektedir. Linux temelli uygulamaları kullanmanın FreeBSD temelli uygulamaları kullanmaya karşı dikkate değer bir performans kaybı söz konusu olmamaktadır ve hatta, bazı durumlarda bu programlar Linux üstünde olduklarından daha yüksek performans göstermektedirler
FreeBSD ücretsiz bir işletim sistemidir ve bütün kaynak kodu ile beraber gelir.
FreeBSD işletim sistemine katkıda bulunmak son derece basittir. İhtiyacınız olan tek şey FreeBSD işletim sisteminde geliştirilmesini düşündügünüz kısımları bulup bu değişiklikleri(dikkatli ve özenli bir şekilde) yapıp, yaptığınız değişiklikleri FreeBSD Projesine send-pr sistemi ile ya da tanıyorsanız bir FreeBSD geliştiricisine göndermek olacaktır. Yapacağınız değişiklik dokümantasyon, sanatsal işler ya da kaynak kodu gibi şeyler olabilir. Ayrıntılı bilgi için FreeBSD'ye Katkıda Bulunmak makalesine başvurabilirsiniz.
Program yazan biri olmasanız bile FreeBSD Projesine katkıda bulunmak için başka yollar mevcuttur. The FreeBSD Foundation (FreeBSD Kurumu) kar amacı gütmeyen bir organizasyon olup yapılan katkılar vergiden düşebilir durumdadır. Daha fazla bilgi için [email protected] ile irtibata geçebilir ya da doğrudan posta ile şu adresi kullanabilirsiniz: The FreeBSD Foundation, 7321 Brockway Dr. Boulder, CO 80303. USA
FreeBSD'nin Türkiye'de de birçok kullanıcısı ve fanatiği olduğu bilinmektedir. Eğer FreeBSD'ye Türkçe olarak katkıda bulunmak ve FreeBSD ile ilgili daha önceden katkıda bulunan kullanıcılar tarafından hazırlanan Türkçe dokümanalardan yararlanmak istiyorsanız, Türkiye'deki FreeBSD kullanıcılarının en uğrak yerlerinden birisi olan http://ipucu.enderunix.org/ sitesine girebilir ve tecrübelerinizi paylaşabilirsiniz.
Ayrıca yine FreeBSD kullanıcılarının uğrak adreslerinden birisi olan http://www.enderunix.org/ sitesine, kendiniz tarafından istediğiniz dilde hazırlanan ancak Türkçe olması tercih edilen dokümanları da yükleyebilirsiniz.
Ek olarak http://blog.endersys.com/ sitesindeki gelişmeler ile ilgili tecrübelerinizi ve fikirlerinizi paylaşarak FreeBSD kullanıcılarının aradıklarına daha sağlıklı ve hızlı erişimlerini sağlayabilir FreeBSD ile ilgili konuların gelişmesine yardımcı olabilirsiniz.
Elektromanyetik kuvvet
Elektromanyetik kuvvet, elektrik yüklü bir parçacığın manyetik alandan geçerken üzerine etki eden kuvvettir. Bir manyetik alan, bir sarmalın sarımlarında dolaşan elektron örneğinde olduğu gibi, elektrik yüklü parçacıklar hareket ettiğinde ortaya çıkar.
Elektromanyetik kuvvet ise elektrik kuvveti ve manyetik kuvvet birbirleri ile ilişkilidir. James Clerk Maxwell , 1873'te elektrik ve manyetik kuvvet alanlarının uyduğu eksiksiz denklemleri bulmayı başardı ve böylece günümüzde elektromanyetizma denilen kuralı elde etmiş oldu.
Elektromanyetik kuvvetin temel parçacıklara etki ederken gösterdiği özellikler şu şekilde sıralanabilir.
Tarihte elektrik ve manyetizmanın ilk etkileri Çinliler ve Yunanlar tarafından incelenmiştir. Yunanlar bir parça kehribarın sürtüldüğünde bazı nesneleri çektiğini gözlemlemiştir. (Elektron kelimesi kehribarın yunanca karşılığından türemiştir). Daha sonra Oersted, Coulomb, Ampere, Biot, Savart ve Gauss'un teorik ve deneysel çalışmalarıyla elektrik ve manyetizma ile ilgili gelişmeler sağlanmıştır. Deneysel açıdan elektrik ve manyetizmaya en büyük katkının Michael Faraday tarafından yapıldığı söylenebilir. Bütün bu bilim adamlarınca biriktirilen bilgiler James Clerk Maxwell tarafından dört denklem altında toplanmıştır. Bu denklemler Maxwell denklemleri olarak bilinir ve kuantum fiziği öncesi bilinen bütün elektrik ve manyetik görüngüleri açıklamaktadır.
İskender
III. Aleksandros ( "Megas Aleksandros", Makedonca: Александар Велики "Aleksandar Veliki")(20 Temmuz MÖ 356, Pella, Makedonya - 10/11 Haziran MÖ 323, Babil), MÖ 336 - MÖ 323 yılları arasında Makedonya kralı ve tarihteki en büyük imparatoru. Makedonya kralı II. Filip'in oğlu. Türkçe kaynaklarda Büyük İskender, İskender Rumî, İskender Yunanî ve Makedonyalı İskender adlarıyla da geçmektedir.
Pers İmparatorluğu'nu yıkarak Persepolis'i alır. Zor kazanılan savaşların sonucunda, Makedonya'dan Hindistan'a kadar uzanan büyük bir imparatorluk kurmuş, Antik Yunan uygarlığının Doğu'ya yayılmasında etkili olmuş ve efsanevi bir kahramana dönüşmüştür. II. Filip ile Epeiros (Epir) kralı Neoptolemos'un kızı Olimpias'ın oğlu olan İskender, 13-16 yaşlarında Aristo'dan aldığı derslerin etkisiyle felsefe, tıp ve bilime ilgi duydu. Babası II. Filip'in Byzantion'a saldırdığı MÖ 340'ta Makedonya'yı yönetti ve bir Trak kabilesini yendi, iki yıl sonra II. Filip'in Yunanlara karşı kazandığı Kaironeya Çarpışması'nda ordunun sol kanadını komuta etti.
II. Filip'in öldürülmesinin (MÖ 336) ardından komutanlarca kral ilan edildi. Öncelikle bütün olası hasım ve rakiplerini öldürttü. Babasının sağlığında Asya seferini gerçekleştirmek üzere oluşturulan, Korintos'taki Helen Birliği sinhedrion'da (meclis) bu birliğin hegemonu ve başkomutanı seçildi. Delphoi üzerinden Makedonya'ya dönerken MÖ 335 ilkbaharında Trakya'ya girdi. Şipka Geçidini aşarak Triballileri (Triballoi) ezdikten sonra Tuna'nın öbür yakasına geçerek Getaları dağıttı. Ardından batıya dönerek Makedonya'yı istila etmiş olan İliryalıları yendi. Bu sırada öldüğüne ilişkin söylentiler üzerine Atina'da ayaklanma patlak verdi. Bu ayaklanmanın ardında hem yeni Pers İmparatoru III. Darius'un mali desteği, hem de Demostenes'in çabaları yatıyordu. Askerlerini günde 30 km gibi o çağa göre çok yüksek bir hızla ilerleterek Yunanistan'a giren İskender, tapınaklar ve şair Pindaros'un evi dışında bütün Tebai'yi yerle bir etti. Yaklaşık 6 bin kişinin öldürüldüğü, sağ kalanların köle olarak satıldığı bu sindirme hareketi sonunda Sparta dışındaki bütün Yunan Devletleri Makedonya üstünlüğüne boyun eğdi.
Tahta çıkışından beri Pers İmparatorluğu'nu ele geçirmeyi tasarlayan Büyük İskender, II. Filip'in kurduğu orduyu beslemek ve 500 talente ulaşan borçları ödemek için gerekli kaynakları bulma düşüncesiyle hemen sefer hazırlıklarına girişti. Kral naibi olarak yönetimi Sibonlu Antipatros'a bıraktıktan sonra MÖ 334 ilkbaharında toplam 30 bin piyade ve 5 binin üzerinde süvariden oluşan ordusuyla yola çıktı. Bu ordunun içinde 14 bin Makedonyalı ve Helen Birliği'ne bağlı 7 bin asker yer alıyordu. Silah ve güç dağılımı açısından çok iyi düzenlenen orduya mühendis, mimar, bilim adamı, saray görevlisi ve tarihçiler de eşlik ediyordu.
Homeros'tan aldığı esinle önce İlion'u (Troya) ziyaret ederek Akhilleus'un mezarına çelenk koyan İskender, Pers ordularıyla ilk kez Granikos Savaşı'nda karşı karşıya geldi. Bu çarpışmada elde ettiği zafer ona Batı Anadolu'nun kapılarını açtı. Yunanistan'da izlediği politikanın tersine, tiranları sürerek demokrasilerin kurulmasına önayak oldu. Ama kentleri fiilen kendisine bağlama yoluna gitti. Karya'daki Miletos (Milet) ve Halikarnassos (Bodrum) kentlerinin direnişini kırarak yöneticilerini teslim olmaya zorladı. MÖ 334-MÖ 333 kışında Batı Anadolu'nun fethini tamamladıktan sonra, MÖ 333 ilkbaharında Akdeniz kıyı yolunu izleyerek Perge'ye ulaştı. Söylenceye göre Frigya'dan geçerken, Asya'ya hükmedecek kişinin çözebileceğine inanılan Gordion düğümünü kesti. Gordion'dan Ancyra'ya (Ankara) yöneldi, oradan da Kapadokya ve Kilikya Kapıları (Kilikiai pilai; bugün Gülek Boğazı) üzerinden güneye indi. Misis Köprüsünden geçerek Miryandros (bugün İskenderun yakınında) dolayında kamp kurduğunda, Pers hükümdarı III. Darius da Pinaros Çayı (bugün Deliçay) kıyısında savaş düzeni almış bulunuyordu. Bu karşılaşmayı izleyen İssos Çarpışması (MÖ 333 sonbaharı) sonunda III. Darius kesin bir yenilgiye uğradı ve ailesini savaş alanında bırakarak kaçtı.
İskender bu zaferden sonra Suriye ve Fenike'ye doğru ilerledi. Amacı Fenike kıyılarını fethederek Pers donanmasını üssüz bırakmak ve etkisizleştirmekti. III. Darius'un barış önerisine karşı, kendisini Asya'nın efendisi olarak tanımasını ve koşulsuz teslim olmasını istedi. Başlangıçta Pers kentlerini kolayca ele geçirmesine karşın, Tiros (bugün Sur) önünde sert bir direnişle karşılaştı. Uyguladığı bütün kuşatma taktiklerine karşın, bu müstahkem ada kenti yedi ay boyunca başarıyla saldırılara karşı koydu. Kuşatma sürerken III. Darius, ailesi için fidye olarak 10 bin talent ödemeyi ve Fırat Irmağı'nın batısında kalan topraklarını bırakmayı önerdi. Bu olayla ilgili olarak, İskenderun komutanı Parmenion'un ""İskender'in yerind |
e olsam kabul ederdim"" dediği, buna karşılık İskender'in de ""Parmenion olsaydım, ben de kabul ederdim"" biçiminde bir karşılık verdiği anlatılır.
Tiros şiddetli saldırılara daha fazla direnemeyerek MÖ 332 yılının Temmuz ayında düştü. İskender'in en büyük askeri başarısı sayılan bu harekâta geniş çaplı bir yağma da eşlik etti. Kentin bütün erkekleri öldürüldü, kadın ve çocukları da köle olarak satıldı. Suriye'yi Parmanion'a bırakarak güneye ilerleyen İskender, Gaza'da (Gazze) iki ay süren direnişe son verdikten sonra MÖ 332 yılının Kasım ayında Mısır'a girdi ve halk tarafından kurtarıcı olarak karşılandı. Memphis'te (Memfis) kutsal Apis'e kurbanlar keserek firavunların geleneksel çifte tacını giydi. Kışı Mısır'da yönetimi düzenlemekle geçirdi. Mısırlı yöneticiler atamakla birlikte, orduyu Makedonyalıların komutasında tuttu. Günümüzde İskenderiye olarak anılan Aleksandreya kentini kurdurdu. Bazı kaynaklara göre Nil'in taşmasının nedenlerini araştırmak üzere bir keşif grubunu görevlendirdi. Siva'da ünlü bir kahinin, İskender'in Zeus'un oğlu olduğunu ilan etmesi ve Amon Tapınağında Tanrı Amon ile görüştüğü yolundaki söylentiler onun halkın gözündeki tanrısallığını bir kat daha arttırmıştı. Mısır'ın fethiyle Doğu Akdeniz'de kesin denetimi sağlayan İskender, MÖ 331 ilkbaharında Tiros'a döndü.
Suriye'ye Makedonyalı bir satrap atadıktan sonra Mezopotamya'ya ilerledi ve temmuzda Fırat kıyısındaki Tapsakos'a vardı. Ninive'yle Arbela (Erbil) arasındaki Gaugamela Savaşı'nda III. Darius'le yeniden karşı karşıya geldi ve onu bir kez daha yenerek kaçmaya zorladı. Güneye inerek Babil'i aldı ve Mazayos adında bir Pers'i satrap olarak atadı. Ardından Susa'ya girdi ve Zagros Dağları'nı aşarak İran içlerine yöneldi. Persepolis'te I. Kserkses'in sarayını törenle yaktı. Kserkses'in Yunanistan'da yaptıklarına karşı bir misilleme olan bu hareketle aynı zamanda "öç seferi"nin sona erdiğini gösterdi.
MÖ 330 ilkbaharında Media'ya girerek, başkent Ekbatana (Modern Hamedan)'yı aldıktan sonra, Yunan askerlerinin geri dönmesine izin verdi. Pers topraklarını içine alan yeni bir imparatorluk kurmayı ve "Asya'nın efendisi" olmayı amaçlayan İskender, daha doğudaki toprakları ele geçirmeye yönelik yeni bir sefer başlattı. Kısa sürede yerel satraplara boyun eğdirerek Hazar kıyılarına, oradan da Afganistan içlerine ulaştı. Bu fetihler sırasında Makedonyalı ve Pers bileşimine dayalı yeni bir yönetim sistemi oluşturduğundan, eski komutanlarıyla baş-gösteren anlaşmazlıklar giderek derinleşti. Kendisine suikast girişimiyle suçladığı Parmenion'la oğlunu ortadan kaldırarak ordusunu yeni baştan düzenledi. MÖ 330-329 kışında Helmand Irmağı'nı izleyerek kuzeye doğru ilerledi. Bu sırada Baktria satrabı Bessus'un genel bir ayaklanma başlatması üzerine, Hindukuş Dağları'nı aşarak karışıklıklara son verdi. Bu harekâtı yürütürken Siriderya'ya kadar ilerledi ve burada İskitlerin sert direnişiyle karşılaştı. Başka göçebe halkların da ayaklanmasıyla büyük güçlükler çıkaran bu direnişi ancak MÖ 328 sonbaharında bastırabildi.
Davranışlarıyla giderek bir Doğu despotuna dönüşen İskender, Pers hükümdarları gibi giyinmeye ve proskinesis (hükümdar karşısında yere kapanarak selamlama) uygulaması gibi Pers geleneklerini benimsemeye başladı. Bu arada Baktriane prenseslerinden Roksana'yla evlendi. Kendini tanrılaştırmaya giriştiyse de, Makedonlar ve Yunanlarca alaya alınınca bundan vazgeçmek zorunda kaldı. Bir komploya karıştığı gerekçesiyle tarihçi Kallisthenes'i hapse attırması bilgin ve filozoflar arasındaki desteğini yitirmesine neden oldu.
Ele geçirdiği ülke halklarından yeni askerler toplayarak engebeli arazide savaşma yeteneğine sahip yeni bir ordu oluşturan İskender, MÖ 327 yazında Hindistan üzerine yürümek amacıyla Baktriane'den ayrıldı. Daha hafif silahlar kullanan piyade birliklerinin yanı sıra ok ve mızrak kullanan süvari birliklerinin yer aldığı bu ordunun asıl savaşçı gücü 35 bin askerden oluşuyordu. Plutarkhos'un bu ordu için verdiği 120 bin rakamının, yedek kuvvetleri, katır ve deve sürücülerini, sağlık görevlilerini, seyyar satıcıları, askerleri eğlendirmekle görevli gösteri gruplarını, kadın ve çocukları da kapsadığı sanılmaktadır. Hindukuş Dağları'nı ikinci kez geçen İskender, MÖ 326 baharında İndus Irmağı yakınındaki Taksila'ya (bugün Takshaşila) girdi. Hydaspes (bugün Cihelum) ile Akesines (bugün Çenab) ırmakları arasındaki bölgenin hükümdarı Poros'u, Hidaspes Çarpışması'nda yenilgiye uğrattı. Esir olarak ele geçirilen Poros'a "Nasıl bir muamele görmek istiyorsun?" diye sorduğunda Poros "Krallara yakışır bir muamele" cevabını verdi. Daha sonra Poros'u affetti ve dost oldular. Başarısını kutlamak üzere Aleksandreia Nikaia kentini, ayrıca burada ölen atı Boukefalos'un adını verdiği Bukefala (Boukephalia) kentini kurdu. Asya'nın doğusuna doğru yoluna devam etmek için Hifasis (Beas) Irmağı'na kadar gitmesine karşın, ordusunun ayaklanmak üzere olduğunu görerek geri dönmeye karar verdi.
Büyük İskender'in Meşhur Heykeltıraşlar Tarafından Yapılmış Heykel, Büst, ve Kabartmaları
Hidaspes Irmağı kıyısında 800-1.000 gemiden oluşan bir donanma kurduktan sonra bazı birlikleri karadan yürüterek İndus Irmağı boyunca Hint Okyanusu'na kadar ilerledi. Bu arada Hydroates (Ravi) Irmağı yakınlarında Mallilerle girişilen çarpışmada ağır biçimde yaralandı. MÖ Ağustos 325'te İndus Deltası'nın ağzındaki Patala'ya vardı; burada bir liman ve tersane yaptırdı. Dönüş yolculuğu için ordusunun bir bölümü Nearkhos'un komutasındaki gemilerle MÖ Eylül 325'te denize açılırken, kendisi de kıyıyı izleyerek yiyecek sıkıntısı içinde ve çok zor koşullarda Gedrpsia'yı (bugün Belucistan) geçti. Bu arada Hindistan seferi hazırlıklarına başladı.
Daha Hindistan seferine başlamadan yönetimde kanlı temizlik hareketlerini başlatan İskender, yokluğu sırasında da bu politikayı sürdürerek satraplarından üçte birini değiştirmiş, altısını öldürtmüştü. MÖ 324 ilkbaharında Susa'ya vardığında hazine görevlisi Harpalos'un 6 bin paralı asker ve 5 bin talentle Yunanistan'a kaçtığını öğrendi. Harpalos daha sonra Girit'te öldürüldü. Makedonyalılarla Persleri kaynaştırma politikasına daha çok ağırlık verdiği bu dönemde, Dareios'un kızı Barsine'yle (Stateira olarak da bilinir) evlendi ve komutanlarıyla askerlerini de aynı yolu izlemeye özendirdi. Ama Perslerin ordu ve yönetimde giderek eşit bir konuma yükselmesi Makedonyalıların tepkisini çekmeye başladı. Makedonya'da askeri eğitim gören 30 bin Pers gencin dönüşü, Baktriane, Soğdiana ve Arakhosia gibi Doğu ülkelerinden gelenlerin süvari birliğine, ayrıca Pers soylularının kraliyet muhafız birliğine alınmaları bu hoşnutsuzluğu daha da artırdı. İskender'in Makedonyalı eski askerleri ülkeye geri göndermeye karar vermesi, imparatorluğun güç ve yönetim merkezini Asya'ya kaydırmaya yönelik bir girişim olarak değerlendirildi. MÖ 324'te Gpis'te çıkan ayaklanmaya kraliyet muhafızları dışında bütün ordu katıldı. Bunun üzerine İskender bütün orduyu dağıtarak Perslerden yeni bir ordu kurdu ve ayaklanmanın sona ermesinden sonra 10 bin eski askeri armağanlarla yurda gönderdi. Bu sayede ordu daha da güçlendi.
Mozaiklerle yapılmış Büyük İskender resimleri
Kendisine tanrısal onurlar yakıştıran ve bunu Yunan kentlerine zorla kabul ettiren İskender, MÖ 324 kışında Luristan'da yerel halka yönelik sert bir sindirme hareketine girişti. İlkbaharda Babil'e geçerek bir bölümü uzak ülkelerden gelen elçileri kabul etti. Bu arada Hindistan'la deniz bağlantısını sağlamak için Arabistan kıyılarına yönelik bir sefer için hazırlıklara başladı. Ayrıca Hazar Denizi'nin ötesine bir keşif birliği gönderdi. Babil'de sulama kanalları yaptırmayı ve Basra Körfezi kıyılarında yeni kentler kurmayı planladığı bir sırada, uzun bir içkili eğlencenin ardından hastalandı ve on gün sonra henüz 32 yaşındayken MÖ 323 yılında öldü. Cenazesi önce Memfis'e, oradan İskenderiye'ye götürüldü ve burada altın bir tabuta kondu. Ölmeden önce kendisine bu kadar büyük bir imparatorluğu kime bıraktığı sorulduğunda ise son söz olarak "En güçlünüze" cevabını verdiği söylenir.
Büyük İskender'i canlandıran sonradan yapılmış resim, tablo, ve minyatürler
İskenderin ölümünden sonra imparatorluk 4 parçaya ayrıldı. Cassander Yunanistan'a, Creatus ve Antigonos Batı Asya'ya, Selevkos Doğuya, Ptolemaios ise Mısır'a hükümdar oldular. Cassander güce olan tutkusunu kısa zamanda göstererek 7 yıl sonra İskender'in annesi Olimpias'ı idam ettirdi. 12. yılın sonunda ise İskenderin karısı Roksana ve imparatorluğun gerçek varisi olan oğlunu zehirlettirdiğinde ise artık İskender'in soyunu tamamen kurutmayı başarmıştı. İskender'in metresi Barsine'den doğan oğlu Herakles'i de zehirletti. Hatta Antipatrid Hanedanı'nın kurucusu olan Cassander'in İskender'in ölümünden sorumlu olduğu da iddia edilmektedir.
Genç yaşta ölmesine karşın 12 yıl 8 ay süren hükümdarlık dönemine büyük çaplı seferleri sığdıran İskender'in kurduğu geniş imparatorluk temelde Perslerden kalma yönetim sistemine dayanıyordu. Bununla birlikte yerel satraplara bağlı olmayan tahsildarlardan oluşan merkezî bir vergi toplama mekanizması kurarak yeni bir mali sistemin temelini attığı bilinmektedir. Görevlilerin yolsuzlukları ve yiyiciliği nedeniyle bu sistemi iyi işletememekle birlikte, sikke çıkarma hakkını tekeline alarak ve Pers hazinelerinde birikmiş gümüş ve altını para biçiminde piyasaya sürerek bütün Önasya'da ve Akdeniz'de ticaret ve para ekonomisini geliştirdiği söylenebilir.
Büyük İskender adına basılmış sikke örnekleri
Öte yandan İskender'in yeni kentler kurması (Plutarkhos bu kentlerin sayısının 70'in üzerinde olduğunu söyler) Yunan yayılmasında yeni bir dönem açtı. Askeri birer üs olarak kurulan, ama zamanla birer kültür ve ticaret merkezine dönüşen bu kentler Eski Yunan etkisinin Hindistan'a kadar yayılmasında önemli rol oynadı. Bu arada Pers-Makedonya karışımıyla yeni bir ırk yaratma girişimi sonuçsuz kaldıysa da, Yunan kültürüne yatkın, ama Doğu'ya özgü yeni bir soylu sınıfı ortaya çıktı. Kendisini ve askerlerini en güç işlere yöneltmeyi başaran güçlü bir irade ve |
yetenekle esnek bir düşünce yapısını birleştiren İskender, koşullar gerektirdiğinde geri çekilmeyi ve değişiklikler yapmayı bilen bir kişiydi. Düş gücü ve romantizmi kendisini Herakles, Akhilleus ve Diyojen gibi kahramanlarla özdeşleştirmesine yol açacak ölçüde güçlüydü. Çabuk öfkelenme, acımasızlık ve inatçılık gibi özellikleri uzun seferlerde daha çok ortaya çıkıyordu. Güvenmediği kişileri hiç sorgulamadan öldürmekten çekinmemesine karşın, adamları onun peşinden gidiyor, ona bağlı kalıyor ve güçlüklere katlanıyordu. Dünyanın en büyük askeri dehaları arasında sayılan İskender, değişik kuvvetleri bir arada kullanmada ve düşmanın yeni savaş biçimlerine yeni taktiklerle karşı koymada son derece ustaydı. Yaratıcılığıyla, savaşın sonucunu belirleyecek fırsatları değerlerdirmeyi çok iyi bilirdi.
Granikos, İsos ve Gaugamela savaş alanları ile Büyük İskender'in Ordusunun Hindistan seferi esnasında izlediği yolların haritaları
İskender'in kısa süren hükümdarlığı, Avrupa ve Asya tarihi açısından önemli bir dönüm noktası sayılır. Seferleri ve bilimsel araştırmalara merakı, coğrafya ve doğa tarihi gibi konulardaki bilgilerin gelişmesine katkıda bulunmuş, ayrıca büyük uygarlık merkezlerinin geliştirdiği bilgi birikiminin ortak bir potada kaynaşmasına zemin hazırlamıştır. Siyasal açıdan olmasa bile, ekonomik ve kültürel açıdan Cebelitarık'tan Pencap'a uzanan, ticarete ve toplumsal ilişkilere açık bir imparatorluk kurduğu ve ortak sayılabilecek bir uygarlığa ve bir lingua franca olarak Yunan Koine lehçesine dayalı yeni bir dünya meydana getirdiği söylenebilir.
Sonuçta İskender kendisinin Herakles'in soyundan geldiğini benimsemesi ve kendisini tanrısallaştırması onun halkın gözündeki büyüklüğünü ifade etmekteydi. Temsil edilen figürlerinde bile kendisini Amon gibi koç boynuzu ile, Herakles gibi Aslan başlı postuyla göstermektedir.
II. Filip'in ordusunda mızraklarının boyları 3.5–4 m kadar uzun olan ve pezheteroi ya da phalangitai adlı askerler bulunuyordu. Bu disiplinli askerler Falanks adlı bir sistemle savaşıyorlardı. Falanks birliği normalden 2 kat daha uzun olan ve "sarissa" olarak isimlendirilen mızrakları kullanan askerlerden oluşuyordu. Falanks'ta ilk sıralardaki askerler mızraklarını öne doğru uzatır ve düşmana mızraktan bir duvar örerlerdi. Bu sayede İskender'in babası Philip Phalanx'a göre daha kısa mızrakları bulunan Yunan şehir devletlerindeki hopliteleri, Trakya kabilelerini ve bölgedeki diğer uluslara karşı üstünlük sağlamıştır. II. Filip'in ölümünden sonra yerine geçen İskender Falanks'ları güçlü Companion (Hetairoi) süvarileriyle desteklemiş ve ek olarak hypaspiste gibi yeni birimler oluşturarak phalanxlara koruma sağlamıştır. Buna ek olarak İskender ele geçirdiği bölgelerdeki Teselyalı süvariler, Rodoslu sapancılar, Giritli okçular gibi birlikleri de ordusuna katmış ve üstün stratejileriyle dağınık ve stratejileri sayı üstünlüğüne dayanan ve daha çok hafif donanımlı birimlerden oluşan Persleri sayıca az olmasına rağmen yenilgiye uğratmış ve helenik uygarlığı başlatmıştır. Daha sonraki dönemlerde orduda filler de kullanılmıştır.
Özel görelilik
Özel Görelilik Kuramı ya da İzafiyet teorisi, Albert Einstein tarafından 1905'te Annalen der Physik dergisinde, ""Hareketli cisimlerin elektrodinamiği üzerine"" adlı 2. makalesinde açıklanan ve ardından 5. makalesi ""Bir cismin atıllığı enerji içeriği ile bağlantılı olabilir mi?"" başlıklı makaleyle pekiştirilen fizik kuramıdır. Kurama göre, bütün varlıklar ve varlığın fizikî olayları izafidir. Zaman, mekan, hareket, birbirlerinden bağımsız değildirler. Aksine bunların hepsi birbirine bağlı izafî olaylardır. Cisim zamanla, zaman cisimle, mekan hareketle, hareket mekanla ve dolayısıyla hepsi birbiriyle bağımlıdır. Bunlardan hiçbiri müstakil değildir, Kendisi bu konuda şöyle demektedir:
Einstein'ın teorisi, Galileo'nun Görelilik Prensibi ile doğrusal ve değişmeyen hareketinin durumu ne olursa olsun tüm gözlemcilerin ışığın hızını her zaman aynı büyüklükte ölçeceği önermesini birleştirir.
Bu teorem sezgisel olarak algılanamayacak, ancak deneysel olarak kanıtlanmış birçok ilginç sonuca varmamızı sağlar. Özel görelilik teoremi, uzaklığın ve zamanın gözlemciye bağlı olarak değişebileceğini ifade ederek Newton'ın mutlak uzay zaman kavramını anlamsızlaştırır. Uzay ve zaman gözlemciye bağlı olarak farklı algılanabilir. Bu teorem, madde ile enerjinin ünlü E=mc² formülü ile birbirine bağlı olduğunu da gösterir (c ışık hızıdır). Özel görelilik teoremi, tüm hızların ışık hızına oranla çok küçük olduğu uygulama alanlarında Newton mekaniği ile aynı sonuçları verir.
Teoremin "özel" ifadesiyle anılmasının nedeni, görelilik ilkesinin yalnızca eylemsiz gözlem çerçevesine uygulanış şekli olmasından kaynaklanır. Einstein tüm gözlem çerçevelerine uygulanan ve yerçekimi kuvvetinin etkisinin de hesaba katıldığı Genel Görelilik Teoremini geliştirmiştir. Özel Görelilik yerçekimi kuvvetini hesaba katmaz ancak ivmeli gözlemcilerin durumunu da inceler.
Özel Görelilik, günlük yaşamımızda mutlak olarak algıladığımız, zaman gibi kavramların göreli olduğunu söylemesinin yanı sıra, sezgisel olarak göreceli olduğunu düşündüğümüz kavramların ise mutlak olduğunu ifade eder. Birbirlerine göre hareketi nasıl olursa olsun tüm gözlemciler için ışığın hızının aynı olduğunu söyler. Özel Görelilik, c katsayısının sadece belli bir doğa olayının -ışık- hızı olmasının çok ötesinde, uzay ile zamanın birbiriyle ilişkisinin temel özelliği olduğunu ortaya çıkarmıştır. Özel Görelilik ayrıca hiçbir maddenin ışığın hızına ulaşacak şekilde hızlandırılamayacağını söyler.
Özel görelilik, kendi zamanı için inanılması güç pek çok öngörülerde bulunmuştur, bunlardan en önemlileri:
Özel görelilik, mantığımıza ve sağ duyumuza aykırı bir evren tanımladığından bilimciler 100 yılı aşkın bir süredir bunun doğruluğunu gözleri ile görmek ve bir açık bulmak umudu ile deneyler yapıp durmaktadırlar.
Bu öngörülerin pek çoğu 1905'ten günümüze dek defalarca denenmiş ve doğru çıkmıştır:
Değişik gözlemciler Newton fiziğinde Galileo dönüşümleri tarafından tanımlanmaktadır. Öncelikle belirli bir O olayı için (x,y,z,t) koordinatlarını kullanan bir R1 referans sistemi düşünelim. Aynı olayın başka bir gözlemci tarafından (x',y',z',t') koordinatlarıyla ifade edildiğini farz edelim (R2 referans sistemi). Eğer R2, R1 sistemine göre sabit bir hızla x ekseninde hareket ediyorsa gözlemlenen O için kullanacakları referans sistemleri arasındaki bağıntı şöyle olacaktır:
Bu dönüşümler Newton'un mekanik yasalarına uygulandığında, yasalar formlarını korumaktadır. Fakat aynı şey Maxwell denklemleri için geçerli değildir. Maxwell denklemleri Lorentz dönüşümleri altında ancak formlarını koruyabilmektedir. Lorentz dönüşümleri Galileo dönüşümlerinden farklı olarak şu şekildedir:
Ayrıca ters halleri:
burada formula_13. Lorentz Dönüşümlerinde görüldüğü üzere iki gözlemci için aynı zaman betimlemesi geçerli değildir. Bu dönüşümlerde Einstein'ın Özel Görelilikle ortaya çıkardığı düşünce değişimi görülmektedir, yani farklı hızlardaki iki gözlemci aynı olay için farklı zaman değerleri ölçer.
Bu dönüşümleri y ve z eksenlerinde de düşünüp yöney (vektör) gösterimi kullanılabilir. Bunun için konumu hıza paralel ve hıza dik olacak şekilde iki bileşene ayırabiliriz:
Bu biçimde sadece hıza paralel bileşen olan formula_15 dönüşüme uğrar. O halde, Lorentz dönüşümleri
biçimine indirgenmiş olur.
Minkovski uzayzamanı, özel göreliliğin dört boyutlu yapısını matematiksel olarak betimleyen geometridir. Bu geometride yöneyler (vektörler) dört bileşene sahiptir. Örneğin Öklid uzayında bir konum yöneyi
olarak ifade edilir. Özel görelilikte ise "uzayzaman"da bir "konum"u, daha doğru bir deyişle, bir "olay"ı ifade etmek için "dörtyöneyler" kullanılır. Bu durumda dörtkonum yöneyi,
olarak tanımlanır. Burada dördüncü bileşen olan zamanın "ct" şeklinde konulması sadece yöneyin her bileşeninin biriminin "metre" olması içindir. Çoğu kaynak "c=1" seçerek daha sade bir biçim verir. Aynı şekilde dörthız yöneyi de, hızın tanımından
olarak çıkarsanır. Buradaki formula_19 özel zamandır.
Aynı şekilde dörtmomentum da,
olarak bulunur.
Bu uzayzamanda bir dörtyöneyin boyu,
olarak tanılandığından, dörthız yöneyinin boyu
olarak bulunur. Yine, dörtmomentumun boyu
Ayrıca dörtmomentumun boyu
olarak da hesaplanabildiğinden, bu iki sonuç birleştirilip her taraf formula_24 ile çarpıldığında
gibi özel göreliliğin en önemli denklemlerinden biri elde edilmiş olunur.
Werner Heisenberg
Karl Werner Heisenberg, (d. 5 Aralık 1901, Würzburg - ö. 1 Şubat 1976, Münih), Kendi ismiyle anılan Belirsizlik İlkesi'ni bulan Alman fizikçi, atom yapısı bilgisine katkılarından dolayı 1932 yılında fizik dalında Nobel Ödülü'ne layık görüldü.
Münih Üniversitesi'nde Arnold Sommerfeld ile beraber araştırmalar yaptı. Daha sonra Max Born, David Hilbert ve Niels Bohr gibi meşhur fizikçilerle çalıştı. 1941 yılında atom bombası yapımında Almanya'ya destek olması için Bohr'u ikna etmeye çalıştı, ancak ahlaki nedenler yüzünden Bohr teklifi redetti.
Heisenberg (1925'te) ve Erwin Schrödinger (1926'da) çok yakın zamanlarda birbirlerinden bağımsız olarak atomun kuantum (dalga) mekaniğini farklı olarak, fakat matematik yönünden eşit şekilde formüllendirdiler. Bu teoriler 1928 senesinde İngiliz teori fizikçisi Paul Dirac tarafından genişletilip geliştirildi. 1927'de Leipzig Üniversitesi fizik profesörlüğüne tayin edildi. Aynı yıl meşhur belirsizlik prensibini ortaya koydu.
1941 senesinde şimdiki Max Planck Enstitüsü'nün müdürü olan Heisenberg, 1958'de, atomun içindeki temel parçacıkların yapısını izah eden, birleşik alan teorisinin formülünü ortaya koydu. Heisenberg, hiçbir fizik bilgininin açıklama yapamadığı bir konuyu da aydınlattı. Bu konu, atom çekirdek yapısına ait olup; Mezon Alan Teorisi olarak isimlendirilmiştir. Heisenberg'in açıkladığı bu fenomen şöyledir: Atom çekirdeğinde protonlar ile nötronlar bulunur. Normalde protonlar artı (+) yüklü olduğundan bir arada bulunamazlar. Öyleyse bu durum nasıl mümkün olma |
ktadır?
Bir elektronun yerini tespit edebilmek için dalga boyu kısa olan ışınlara ihtiyaç vardır. Bu ışınlar da enerji paketlerinden (fotonlardan) ibaret olduğundan, elektrona çarparak onun yerini değiştirirler (Compton Olayı). Elektrona çarparak onu etkilememesi için fotonları çok küçük ve dalga boyu uzun olan ışınların kullanılması gerekir. Bu suretle elektronun hareketinde önemli bir değişme olmayacaktır. Fakat uzun dalgalı ışınlar kuvvetli bir görüntü sağlamadığından, ancak çok belirsiz bir görüntü elde edilir. Şu halde, bir elemanın yerini tespit etmek mümkün değildir. Genel ifadeyle; birbirine bağlı iki büyüklük aynı anda, yüksek duyarlılıkla ölçülemez (birinin ölçülmesindeki duyarlılık arttıkça diğerinin ölçülmesindeki duyarlılık azalır). Enerji-zaman, açısal konum-açısal momentum, konum- momentum bu fiziksel büyüklükler olup, bu iki büyüklüğün ölçüm hatalarının çarpımı Planck sabitine büyükeşittir.
Heisenberg 1956 senesinde İstanbul'a gelip birçok konferans vererek ülkemizde kuantum ve belirsizlik gibi kavramları açıklamıştır.
Heisenberg'in hocası Bohr ile II. Dünya Savaşı sırasında ideolojik fikir ayrılığına düşmesi ve Heisenberg'in Bohr'u 1941 yılında Kopenhag'da ziyaretinde aralarında geçen konuşma birçok spekülasyona neden olmuş ve herhangi bir resmi kaydı olmadığı için aydınlatılamamıştır. İngiliz yazar Michael Frayn'ın 1998 sahnelenen Kopenhag adlı oyunu bu görüşmeyi anlatmaktadır.
Amerika'da AMC tarafından yayınlanan Breaking Bad dizisinin başrol karakteri Walter White, illegal uyuşturucu ticareti yaparken Heisenberg takma adını kullanmaya başlar. Daha sonraları bu isimle yerel uyuşturucu ticaretinde en nüfuzlu kişi olarak tanınmaya başlar.
Planck
Planck şunları ifade edebilir:
Max Planck
Max Karl Ernst Ludwig Planck, (d. 23 Nisan 1858, Kiel - ö. 4 Ekim 1947, Göttingen), Alman fizikçi ve 1918 Nobel Fizik Ödülü sahibi .
Planck, "Kuantum Kuramı"nı geliştirdi ve Termodinamik yasaları üzerine çalıştı. Kendi adıyla bilinen "Planck sabiti"ni ve "Planck ışınım yasası"nı buldu. Ortaya attığı kuantum kuramı, o güne değin bilinen fizik yasaları içinde devrimsel ve çığır açıcı nitelikteydi.
Planck, geleneksel ve entelektüel bir aileden gelmektedir. Baba tarafından büyük dedesi ve dedesi Göttingen’de ilahiyat profesörüydüler. Babası Kiel ve Münih'te hukuk profesörüydü.
Planck Kiel, Holstein'da doğdu. Babası Johann Julius Wilhelm Planck ve annesi babasının ikinci eşi olan Emma Patzig idi. O, Karl Ernst Ludwig Planck Marx adıyla vaftiz edildi ve ona verilen isim Marx birincil adı olarak belirlenmişti. Ancak 10 yaşındayken Max ismi ile imza atmış ve hayatının devamında bu ismi kullanmıştır. O, ailenin altıncı çocuğuydu. İki tane kardeşi babasının ilk evliliğindendi. Onun ilk anıları arasında, 1864 yılında İkinci Schleswig Savaşı sırasında Kiel içine Prusya ve Avusturya askerlerinin yürüyüşü oldu. 1867 yılında ailesiyle beraber Münih’e taşındılar ve Max Maximilians Gymnasium okuluna alındı. O, burada Hermann Müller vesayeti altında geldi. Hermann bir matematikçiydi ve Max’a mekaniği ve astronomiyi öğretti. Müller’den ilk enerjinin korunumu yasasını öğrendi. Plank 17 yaşındayken erken mezun oldu. Bu Planch’ın ilk fizik alanına temasını sağladı.
Planck müzikte de yetenekliydi. Şan dersleri aldı; piyano, çello ve org çaldı. Ayrıca şarkılar ve opera besteledi. Ancak, o bunların yerine fizik okumayı seçti. Münih'te fizik profesörü olan Philipp von Jolly dersine girecek olan Planck’a bir tavsiye de bulundu ve şu cümleyi söyledi: “Bu alanda, hemen hemen her şey zaten keşfedilmiş ve bütün olay geride kalmış olan delikleri doldurmak.”. Planck da yeni şeyler keşfetmek isteyen birisinin olmadığı cevabını verdi. Ancak bu alanın bilinen temelini anlamak için Münih Üniversitesi'nde 1874 yılında çalışmalarına başladı. Jolly gözetiminde, Planck bilimsel kariyeri ile ilgili sadece deneyler yapıyordu. Isıtılmış platinin içinden hidrojenin difüzyon üzerinde çalışıyordu ama daha sonra teorik fiziğe aktarıldı. 1877 yılında fizikçi Hermann von Helmholtz ve Gustav Kirchhoff ve matematikçi Karl Weierstrass ile bir yıllığına çalışmak için Berlin’e gitti. O, Helmholtz’un hiçbir zaman hazırlanarak gelmediğini yazmış. Ayrıca çok yavaş konuştuğunu, yanlış hesaplamalar yaptığını ve onu dinlerken sıkıldığını yazmış. Kirchhoff da konuşmalarında kuru ve monoton olduğunu ama derslere özenle hazırlanmış olduğunu yazmıştır. Helmholtz ile yakın arkadaş oldu. Oradayken o alanı olarak ısı teorisini seçmesi için götürdü, Clausius yazılarını da çoğunlukla kendi isteği üzerine çalışmıştır.
1878 yılında Planck eleme sınavlarını geçti ve Şubat 1879'da tezini savundu. Tezi ise “ber den zweiten Hauptsatz der mechanischen Wärmetheorie” (termodinamiğin ikinci yasası üzerineydi). O, sonra Münih’te eski okulunda matematik ve fizik öğretti.
Haziran 1880 yılında ise O, habilitasyon tezini sundu. Tez başlığı “Gleichgewichtszustände isotroper Körper in verschiedenen Temperaturen” (Farklı sıcaklıklarda izotropik durumdaki gövdelerde denge).
O, habilitasyon tezini tamamlanması ile Münih’te ücretsiz olarak çalışan özel öğretim üyesi oldu. O sıralarda Max, akademik pozisyon için teklif bekliyordu. Başlangıçta akademik topluluk tarafından göz ardı edilmesine rağmen, ısı teorisi alanında yaptığı çalışmalarını daha da ilerletti ve farkında olmadan aynı Gibbs gibi başka termodinamik formalizmine katkıda bulundu. Entropi ile ilgili Clausius’un fikirleri eserinde merkezi bir rol oynadı.
1885 yılında Planch, Kiel Üniversitesi’nde teorik fizik alanına doçent olarak atandı. Entropi ve özellikle fiziksel kimya uygulanan tedavisiyle ilgili daha fazla çalışmalar yaptı. 1897 yılında Treatise’sını (bilimsel çalışma) yayınladı.. O, elektrolitik ayrışma Svante Arrhenius teorisi için bir termodinamik temel önerdi. 4 yıl içerisinde Berlin Üniversite’sinde Kirchhoff’un konumuna varis gösterildi. Bu olay muhtemelen Helmholtz'un aracılığı sayesinde gerçekleşti ve 1892 yılında profesör oldu. 1907 yılında Planck, Viyana'da Boltzmann’ın pozisyonu teklif edildi ama Berlin'de kalmak için teklifi reddetti. 1909 yılı süresince, Berlin Üniversitesin’de profesör olarak O, New York Columbia Üniversitesinde Teorik Fizik Ernest Kempton Adams Öğretim Üyesi olmaya davet edildi. Onun derslerinden bir dizisi Columbia Üniversitesi profesörü AP Wills tarafından tercüme edildi ve yayımlandı.. 10 Ocak 1926 tarihinde Berlin’den emekli oldu.
1887 Mart ayında Planck, Marie Merck (1861-1909) ile evlendi. Kiel’de bir apartman dairesi kiraladı ve onunla oraya taşındı. Dört tane çocukları oldu. İsimleri Karl (1888-1916), ikizler Emma (1889-1919) ve Grete (1889-1917) ve Erwin (1893-1945).
Planck ailesi, Berlin’de oturdukları apartman dairesinden sonra, Berlin-Grunewald, Wangenheimstrasse 21’de bir villada yaşamaya başladılar. O bölgede birçok profesör oturuyordu. Bunların içinde ilahiyat profesörü Adolf von Harnack de vardı. Adolf von Harnack yakın zamanda Planck’ın en iyi arkadaşlarından biri olmuştu. Planckların evi, yakın zamanda kültür ve sosyal merkezine dönüştü. Albert Einstein, Otto Hahn ve Lise Meitner gibi çok sayıda tanınmış bilim adamları sık sık ziyaret ederlerdi. Ortaklaşa performans sergiledikleri müzik geleneği zaten Helmholtz evinde kurulmuştur.
Birkaç mutlu yıldan sonra, 1909 Temmuz ayında Marie Planck muhtemelen veremden öldü. 1911’in Mart ayında Planck, Marga von Hoesslin (1882-1948) ile evlendi. Aralık ayında beşinci çocukları dünyaya geldi.
Birinci Dünya Savaşı sırasında ikinci oğlu Erwin, 1914 yılında Fransızlar tarafından esir alınmıştı. Bu sırada en büyük oğlu Karl, Verdun eyleminde öldürüldü. Grete ilk çocuğunu doğururken hayatını kaybetti. Bu olaydan iki yıl sonra kız kardeşi de aynı şekilde hayatını kaybetti. Bu doğan iki kız çocuğuna annelerinin isimleri verildi. Planck, bu acıya metanetle dayandı.
1945 Ocak ayında Erwin, Hitler’e suikast girişiminde bulundu ancak başarılı olamadı. Nazi Volksgerichtshof tarafından ölüm cezasına çarptırıldı. Erwin, 23 Ocak 1945 tarihinde idam edildi.
-Eşleri: Marie Merck (evlenme tarihi 1887), von Marga Hoesslin (evlenme tarihi 1910)
-Çocukları: Karl (1888-1916), ikizler Emma (1889-1919) ve Grete (1889-1917), Erwin (1893-1945), Hermann (1911-1954)
Planck, Berlin’deyken yerel Fizik Derneği’ne katıldı ve şu sözleri yazdı: “Ben o günlerde orada teorik fizikçi olarak bulunuyordum. Bu benim için kolay olmadı. Çünkü sözüme entropi ile başladım. Bu konuya o zamanlarda rağbet görülmüyordu. Bu yüzden matematiksel bir hortlak gibi olarak kabul edildi.”. Onun girişimi sayesinde, Almanya'nın çeşitli yerel Fiziksel Dernekleri 1898 yılında birleşti çünkü Alman Fizik Derneği (Deutsche Physikalische Gesellschaft, DPG) oluşturmak istiyorlardı. 1905 ve 1909 yılları arasında Planck, orada başkanlık yaptı.
Planck, altıncı dönemin teorik fizik derslerine başlamıştı. Lise Meitner'e göre, dersleri kuru ve biraz kişiliksizdi. Ama İngiliz katılımcı James R. Partington, dersler için şunları söyledi: “Not kullanmadan, hiçbir hata yapmayarak, konuşmasında hiçbir tutukluk olmadan geçti. Dinlediğim en iyi dersti.” Sözlerine şu cümle ile devam etti: “Ayakta dersi dinleyen birçok kişi vardı. Konferans salonu, iyi ısıtılmış ve oldukça yakın olduğu için dinleyicilerin bazıları zaman zaman yere düştü. Ama bu dersin akışını bozmadı. Planck, aslında gerçek bir okul kurmadı. Sadece 20 tane yüksek lisans yapan öğrencisi oldu. Bunlardan yedisi:
1894 yılında Planck, siyah cisim radyasyon sorununa ilgi gösterdi. Sorun 1859 yılında Kirchhoff tarafından ifade edilmişti: “Neden siyah bir cisim tarafından yayılan elektromanyetik radyasyonun yoğunluğu sıklığına ve cismin sıcaklığına bağlıdır?” Soru deneysel olarak incelenmiştir ve hiçbir teorik değer deneysel değer ile eşleşti. Wilhelm Wien, Wien yasasını önerdi. Bu yasaya göre doğru bir şekilde yüksek frekanslarda davranış tahmin edilebilir, ancak düşük frekanslarda başarısız şekilde tahmin edilebilirdi. Rayleigh-Jeans yasası da ayrıca o probleme yönelik bir yasaydı. Bu yasa daha sonra "ultraviyole felaket" olarak bil |
ineni yarattı, ancak birçok ders kitaplarının aksine bu Planck için bir motivasyon kaynağı oldu.
Planck, 1899 yılında problemin çözümüne bir çözüm önerdi ve buna "temel bozukluğun ilkesi" adını verdi. Bu ona Wien’in yasasının türetmek için ideal bir osilatör entropi hakkında varsayımlar sağladı. Yakında deneysel kanıtlar yeni bir yasa olmadığını ispat etti. Bu yüzden Planck, hayal kırıklığına uğradı. Planck’ın yaklaşımı ünlü "siyah cisim radyasyon yasası"nın ilk versiyonunu türetmek oldu. Bu yasa deneysel olarak gözlemlenebilen siyah cisim spektrumu olarak nitelendirdi. İlk olarak 19 Ekim 1900 tarihinde DPG bir toplantıda önerilmiştir ve 1901 yılında yayınlandı. Bu ilk türevde enerji kantizasyonu içermiyordu ve istatistiksel mekaniği kullanamadı. 1900 yılının Kasım ayında Planck’ın ilk yaklaşımı termodinamiğin ikinci yasasının Boltzmann’ın istatistiksel yorumuna dayanarak o radyasyon yasasının arkasında ilkeleri daha temel bir anlayış kazanma yolu arıyordu. Planck Boltzmann yaklaşımının böyle felsefi ve fiziksel etkileri derinden şüphelenerek daha sonra şu cümle ile bitirdi: “Ben fizik hakkında benim önceki mahkumiyet herhangi birini feda etmeye hazırdım.”
Onun yeni türetme arkasında merkezi varsayımlar, 14 Aralık 1900 tarihinde DPG’de sunuldu. Onun bir varsayımı vardı. Bu varsayıma artık biz Planck postüla’sı diyoruz. Bu elektromanyetik enerjiyi yalnızca nicelik şeklinde yayılan olabilir varsayımıydı. Başka bir deyişle enerji sadece bir temel birimi formula_1 ve katları olabilir. Burada formula_2 Planch sabiti ayrıca (1899 yılında zaten tanıtıldı) Planck'ın kuantum kuramı olarak da bilinir. formula_3 ise (Yunan harfi olarak nu, Roman alfabesindeki v değildir) radyasyon frekansıdır. Burada tartışılan konu enerjinin temel birimini formula_4'den ve sadece formula_2 ifade edildiğidir. Fizikçiler şimdi bu niceliklere proton diyorlar ve frekans olan bir foton kendine özgü ve eşsiz enerjiye sahiptir. Bu frekanstaki toplam enerji, frekanstaki fotonların sayısının formula_4 çarpımına eşittir.
İlk başlarda Planck, kantizasyonu “saf formel bir varsayım... Aslında ben bu konuda pek düşünmedim...” Günümüzde bu varsayım ile klasik fizik ile uyumsuzdur ancak kuantum fiziğinin doğumu olarak kabul edilir ve Planck'ın kariyerinin büyük entelektüel başarısıdır. (Ludwig Boltzmann 1877'de teorik kağıdın da fiziksel bir sistemin enerji halleri ayrık olabilme olasılığını tartışılıyordu) Planck sabitinin keşfi fiziksel birimlerin yeni bir dizi evrensel tanımlamaya etki ediyordu (Planck uzunluğu ve Planck kütlesi gibi). Bütünüyle kuantum teorisinin dayandığı temel fiziksel sabitler dayanmaktadır. Planck’ın fizik temeline katkısı ona 1918 yılında Nobel Fizik Ödülü'nü kazandırdı.
Daha sonra enerjideki kuantumu anlamaya çalıştı. Ama boşuna uğraşmıştı. Hatta birkaç yıl sonra Rayleigh, Jeans ve Lorentz gibi diğer fizikçiler klasik fizik ile uyum sağlayacak Planck sabiti sıfır yapma amacını gösterdiler ama Planch bu sabitin sıfır olmayan bir değer olduğunu biliyordu. O “Jeans’in inadını anlamak mümkün. Varolanı asla gerektiği gibi kullanmayan bir kuramcı örneği. Aynı filozof Hegel gibi. Kendi iradeleri yoksa gerçekle onlar için çok kötü” dedi.
Max Born bir yazısında Planck için “O doğası gereği muhafazakar bir zihin oldu. O spekülasyonlar konusunda oldukça şüpheli birisi.” ifadelerinde bulundu.
1905 yılında, şimdiye kadar tamamen bilinmeyen Albert Einstein'ın üç çığır açan kâğıtları Annalen der Physik dergisinde yayınlandı. Planck özel görelilik teorisinin önemini hemen kabul eden birkaç kişi arasındaydı. Onun etkisi sayesinde, bu teori yakında yaygın olarak Almanya'da kabul edildi. Planck, aynı zamanda görelilik teorisini uzatmak için epeyce katkıda bulunmuştur.
Einstein'ın ışık alanı (foton) hipotezi (Fotoelektrik etki, Philipp Lenard’a ait 1902 keşfetmiştir) başlangıçta Planck tarafından reddedildi. O tamamen Maxwell'in elektrodinamik teorisini atmak için isteksizdi. Ona göre “ışık teorisi onlar onlarca yıl geriye atacaktı.”
1910 yılında Einstein klasik fiziğin bir başka fenomen örneğine yani düşük sıcaklıklarda özgül ısı anormal davranışlarına dikkat çekti. Planck ve Nernst çelişkilerin açıklamak için Birinci Solvay Konferansı (Brüksel 1911) düzenlediler. Bu toplantıda Einstein Planck'ı ikna etmeyi başardı.
Bu arada, Planck Berlin Üniversitesi’nin Dekanı olmuştu. Bu da ona 1914 yılında Einstein’a üniversitede profesörlük için teklifte bulunmayı sağladı. İki bilim adamı yakın arkadaş olduk ve birlikte müzik çalmak için sık sık bir araya geldiler.
Planck Birinci Dünya Savaşı sırasında halkın yaşadığı telaşı şu sözlerle dile getirdi “O kadar korkunç ki, ama ayrıca o kadar güzel ve beklenmedik şeyler var ki; en zoru iç siyasi tüm tarafların birleşmesi ile sorunlar ve yumuşak çözümüdür. O iyi ve soylu her şeyi öven birisi.”
Bununla birlikte, Planck'ın milliyetçiliği aşırıya kaçtı. 1915 yılında, İtalya İtilaf Devletleri'ne katılmak üzereyken bir anda O, İtalya’dan gelen bir bilimsel kağıdı başarıyla onaylattı. Bu da ona Prusya Bilimler Akademisi'nden bir ödül almayı sağladı. Planck, oranın dört daimi başkanından biriydi.
Planck, ayrıca kötü ünlü "93 Aydının Manifestosu"nu imzaladı. Ama 1915 yılında Planck, Hollandalı fizikçi Lorentz ile birkaç toplantıdan sonra, Manifesto'nun parçalarını iptal etti. Sonra 1916 yılında Alman yayılmacılığına karşı bir deklarasyon imzaladı.
Çalkantılı savaş sonrası yıllarda, Planck Alman fizik otoritesinin yüksek makamındayken meslektaşlarına “Direnin ve çalışmaya devam edin” sloganını yayınladı.
1920 Ekim ayında Planck ve Fritz Haber Notgemeinschaft der Deutschen Wissenschaft’ı (Alman Bilim Acil Örgütü) kurdu. Amaçları bilimsel araştırma için mali destek sağlanmaktı. Örgütü yaymak istiyorlardı ve paraların büyük bir kısmını yurt dışından temin ediyorlardı.
Planck, aynı zamanda Berlin Üniversitesi'nde, Prusya Bilimler Akademisi’nde, Alman Fizik Derneği’nde ve Kaiser-Wilhelm-Gesellschaft’ta (1948 yılında Max-Planck-Gesellschaft haline geldi) liderlik pozisyonunda bulundu. Bu zamanlarda Almanya da araştırma için ekonomik koşullar pek de parlak değildi. İki savaş arası dönemde, Planck Deutsche Volkspartei (Alman Halk Partisi) üyesi oldu. Bu partinin kurucusu Nobel Barış Ödülü almış Gustav Stresemann’dı.
Planck, genel oy kullanma hakkı ile aynı fikirde değildi.
1920'lerin sonunda Bohr, Heisenberg ve Pauli kuantum mekaniğinin Kopenhag yorumunu üzerine çalışmışlardı ancak Planck tarafından reddedildi ve de daha sonra Schrödinger Laue ve Einstein tarafından yapıldı. Fazla çalışması sadece kuantum teorisini pekiştirdi. Hatta onun ve Einstein’ın felsefesine kuvvetli tepki gösterdiler. Planck, daha önceden gözlem deneyimi yaşadı. Şu cümleyi söyledi: “Bilimsel gerçekleri rakipleri yenmek için değil onları ikna etmek ve onların ışığı görmek için kullanılır. Çünkü ilerde var olan rakipler ölebilir. Ve yeni yetişen nesil bununla aşina olur.”
Naziler 1933 yılında iktidarı ele geçirdiğinde Planck 74 yaşındaydı. O, Yahudi olan arkadaşlarının ve meslektaşlarının kovulmalarına ve aşağılanmalarına tanık oldu. Yüzlerce bilim adamı Almanya’dan göç etti. O, yine de “Dayanın ve çalışmaya devam edin” sloganını yayınladı ve göç etmeyi planlayan arkadaşlarına Almanya’da kalmalarını istedi. Çünkü bu krizin yakın zamanda azalacağını umuyordu.
Otto Hahn Yahudi profesörlerine yapılan bu muameleyi kamuya bildirmek amacıyla tanınmış Alman profesörleri toplamak için Planck’tan yardım istedi. Planck şu sözlerini yayınladı: “Bugün 30 adamı alırsanız, yarın 150 tanesi gelip konuşma yapacaktır. Çünkü onlar başkalarının pozisyonlarını devralmak için inanılmaz istekli olacaktır.” Planck'ın liderliğinde Kaiser-Wilhelm-Gesellschaft (KWG) Fritz Haber ile ilgili olanlar haricinde, Nazi rejimi ile açık bir çatışma kaçınılması lazımdı. Planck Adolf Hitler ile konuyu görüşmek için çalıştı ama başarısız oldu. Ertesi yıl 1934 yılında Haber sürgünde öldü.
Bir yıl sonra Planck, KWG tarafından düzenlenen biraz kışkırtıcı tarzda Haber için resmi bir anma toplantısı oldu. Ayrıca Planck Yahudi bilim adamlarını KWG’da çalışmaya devam etmelerini gizlilikle sağlamıştır. 1936 yılında KWG başkanlığı sonlandırılmış ve Nazi Hükümeti ona baskın yapmıştır.
Almanya'daki siyasi iklim giderek daha düşmanca davranmaya başladı. Planck’a saldırdılar. Planck’ı kökenine dair bir soruşturmaya aldılar. 1’de 16 ihtimalle Yahudi olduğu ortaya çıktı. Ama Planck bunu inkar etti.
1938 yılında, Planck, 80. doğum gününü kutladı. Fransız fizikçi Louis de Broglie’ye Max-Planck madalyası verildi ve bir kutlama düzenlendi. 1938 sonunda, Prusya Akademisi kalan bağımsızlığını kaybetmiş ve Naziler tarafından ele geçirilmişti. Planck başkanlığından istifa ederek protesto etti. Planck bu zamanlarda sık sık seyahatlere katılıyordu. Hatta 5 yıl sonra Alp Dağının üç bin metre tepesine tırmanmıştır.
Planck ve eşini şehirden ayrılıp kırsal yerlerde yaşamaya zorlandılar. Çünkü İkinci Dünya Savaşı sırasında Müttefikler Berlin'e karşı bombardımanları artırıyordu. 1942 yılında şunları yazdı: “Benim içinde ateşli bir şekilde direnme arzusu büyüdü ve yeni bir yükselişin başlamasına tanık olabilmek için uzun yaşadım." Şubat 1944'te Berlin'de yaptığı evi tamamen bir hava saldırısıyla imha ettiler. Bütün bilimsel kayıtları ve yazışmaları yok oldu. Yaşadığı kırsal yere iki taraftan Müttefik askerleri geliyordu. Savaşın sonunda o Göttingen’de bir akrabasının yanına gitti.
Planck, elli yaşından sonra birçok kişisel trajediler dayandı. 1909 yılında, ilk eşi evlendiklerinden 22 yıl sonra öldü. Onu iki erkek çocuk ile ikiz kızlar ile bıraktı. Planck’ın büyük oğlu Karl, 1916 yılında öldürüldü. İki tane kızı doğum sırasında öldüler. Margarete 1917 yılında, Emma ise 1919 yılında öldü. İkinci Dünya Savaşı sırasında 1944 yılında bir bomba ile Berlin’deki evleri yok oldu. 20 Temmuz’da en küçük oğlu Erwin, Hitler’e suikast yüzünden tutuklandı ve 1945 yılında öldü. Bunlara rağmen yaşamaya devam etti. Savaşın sonunda oğlu, ikinci eşi ile Göttingen’deki akrabalarına gittiler ve 4 Ekim 1947 yılında burada vefat ett |
i.
Planck alternatif görüşe ve dinlere karşı çok hoşgörülü birisiydi. Sembollerle alay ettiği için ateistleri eleştirmişti. Çünkü aşırı dindar kişiler için bazı semboller çok önemliydi ve o bunun önemini vurguladı.
Max Planck, 1944 yılında şu sözleri dile getirdi: “Bilime hayatımı adamış bir adam olarak ben, bu kadar atomlar hakkında yaptığım araştırmalar ve bunları sonucunda şunu söyleyebilirim: Öyle bir varlık yok. Biz de bilinçli ve akıllı bir şekilde aklın varlığını kabul etmemiz gerekir.”
Planck, hayal gücü kuvvetli ve inançlı bir bilim insanı kabul edilir. Buradaki inanç “hipotez üzerinde çalışma” ile benzer özelliği taşımaktadır. Örneğin nedensellik ilkesi doğru ya da yanlıştır, burada bir inanç eylemi vardı. Ve şunları söylemiştir: “Dinde ve bilimde tanrı inancı gerekebilir. İnananlar için tanrı bir başlangıçtır. Fizikçiler için her şeyin sonundadır.”
Daha sonraki yaşamında Planck, Tanrı'nın var olduğuna kanaat etti ve deist oldu. Bir söylentiye göre Planck'ın ölümünden altı ay önce Katolik olduğu açıklandı.
Maxwell (anlam ayrımı)
Maxwell şu anlamlara gelebilir:
James Clerk Maxwell
James Clerk Maxwell (d. 13 Haziran 1831 - ö. 5 Kasım 1879), İskoç teorik fizikçi ve matematikçi. En önemli başarısı klasik elektromanyetik teorisinde daha önceden birbirleriyle ilişkisiz olarak gözüken elektrik ve manyetizmanın aynı şey olduğunu kendisine ait olan Maxwell Denklemleri'yle (4 denklem) ispatlamıştır. Bu denklemler elektrik, manyetik ve optik alanlarında kullanılır. Maxwell Denklemleri sayesinde bu alandaki klasik denklemler ve yasalar basitleştirilmiş oldu. Maxwell'in elektromanyetik alandaki çalışmaları, birincisi Isaac Newton tarafından gerçekleştirilmiş, "fizikteki ikinci büyük birleşme" olarak isimlendirilir.
Maxwell elektrik ve manyetik alanların uzayda dalga formunda sabit ışık hızında ilerlediğini bulmuştur. 1864 yılında Maxwell "A Dynamical Theory of the Electromagnetic Field" (Elektromanyetik Alanın Dinamik Teorisi) adlı kitabı yayınlamıştır. Işığın aslında aynı ortamda dalga hareketi yaptığı, bunların da elektriksel ve manyetik bulgular olduğu ilk kez bu kitapta yer almıştır. Elektrik kuvveti ile manyetik kuvveti birleştirdiği elektromanyetizm modeli, fizikteki en önemli gelişmelerden biri olarak kabul edilir.
Maxwell ayrıca gazların kinetik teorisini istatistiksel olarak açıklayan Maxwell-Boltzmann Dağılımı'nın geliştiricilerinden biridir. Bu iki buluş modern fizikte yeni bir çağın başlamasına neden olmuş, özel görelilik ve kuantum mekaniğinin başlamasına katkıda bulunmuştur. Maxwell ayrıca 1861'de ilk gerçek renkli fotoğrafı yaratması ve birçok köprünün yapısını oluşturan çubuk-mafsal sistemlerinin esnemezliği (Rijitlik) konusundaki temel oluşturan çalışmalarıyla bilinir.
Birçok fizikçi tarafından 19. yüzyılda yaşayıp 20. yüzyıl fiziğini en büyük katkıyı sağlayan kişi olarak görülür. Maxwell'in bilime katkıları Isaac Newton ve Albert Einstein'ınkilerle eşdeğer görülür. 1999'un sonlarında 100 ileri gelen fizikçiyle gerçekleştirilen milenyum oylamasında Maxwell, tüm zamanların en iyi fizikçileri arasında Einstein ve Newton'dan sonra 3. sırayı almıştır. 1931 yılında Einstein, Maxwell'in doğumgünü töreninde Maxwell'in çalışmasını "Newton'dan sonra fizikte en verimli ve en önemli çalışmadır" diye tanımlamıştır. Einstein çalışma odasının duvarına Michael Faraday ve Isaac Newton'un yanı sıra Maxwell'in de fotoğrafını asmıştı.
James Clerk Maxwell 13 Haziran 1831 tarihinde İskoçya'nın başkenti Edinburgh'da avukat John Clerk Maxwell ve eşi Frances Maxwell'in çocukları olarak dünyaya gelmiştir. Babası Penicuik bölgesinin baronetliğini elinde bulunduran Clerk ailesden olan varlıklı bir kişi olup, kardeşi 6. baronet unvanı almıştır. Asıl adı John Clerk olan babası, "Middlebie, Kirkcudbrightshire" kasabasında, soylulardan Maxwell ailesi ile olan bağlantısından kendisine miras kalmasından sonra Maxwell soyadını ekletmiştir.
Maxwell'in anne ve babası o dönemde pek rastlanmayan bir biçimde 30'lu yaşlarına kadar tanışmamış dahası o doğduğunda annesi 40 yaşına yaklaşmıştır. Daha önce Elizabeth adlı bir kızları olmuş ancak ilk döneminde hayatını kaybetmiştir. Yaşayan tek çocuklarına dedesi ve diğer birçok aile büyüğünün anısına James adını koymuşlardır.
Maxwell henüz küçükken ailesi Middlebie kasabasında 6.1 km² üzerine inşa ettirdikleri "Glenlair House" diye anılan eve taşınmıştır. Eldeki bütün işaretler Maxwell'in daha o yaşta bitmeyen bir merak duygusuna sahip olduğunu göstermiştir. 3 yaşında iken çevresinde hareket eden, ışık saçan, ses çıkaran her şeyi sorguladığı söylenmiştir.
Viktorya dönemi'nde sıkça görüldüğü üzere, potansiyeli kolaylıkla fark edilebilen genç James'in eğitiminden sorumlu kişi annesi Frances'ti. Fakat karın kanserine yakalanan annesi, başarısız bir ameliyattan sonra Aralık 1839'da Maxwell daha 8 yaşındayken hayatını kaybetmiştir. Bundan sonra onunla babası John Maxwell ile kardeşinin karısı Jane ilgilenmiş, ikisi de hayatında önemli rol oynamıştır. Okul hayatı babasının tuttuğu 16 yaşındaki özel hocası gözetiminde kötü başlamıştır. Bu kişi hakkında çok bilgi olmasa da John'a acımasızca davrandığı, yavaş ve dik başlı olduğu gerekçesiyle azarladığı söylenmiştir. Babası 1841 Kasım'ında bu hocayı kovmuş, bunu yerine James'i saygın Edinburgh Akademisi'ne göndermiştir. Buradaki dönemde halası Isabella'nın yanında kalmış, kendisi yetenekli bir ressam olan kuzeni Jemima onu çizime olan tutkusu konusunda cesaretlendirmiştir.
Kırsaldaki evlerinde çevresinden izole bir şekilde büyüyüp 10 yaşına gelen Maxwell, okula uyum sağlayamamıştır. İlk yıl sınıfları dolu olduğu için, kendisinden bir üstteki sınıflara katılmak zorunda kalmıştır. Kendine has davranışları ve sahip olduğu Gallowey aksanı sebebiyle köylü olarak görülmüş, okulun ilk gününde giydiği el yapımı ayakkabı ve giysiler sebebiyle arkadaşları ona salak, deli anlamlarına gelen "daftie" lakabını takmıştır. Maxwell bu duruma rağmen hiç gücenmiş gibi görünmemiş, şikayet etmeden durumu kabullenmiştir. Akademideki yalnızlığı sonraki dönemlerde tanınmış isimler haline gelen yaşıtları Lewis Campbell ve Peter Guthrie Tait ile tanıştığında sona ermiş, onlarla ömür boyu dost kalmıştır.
Maxwell ilk döneminde geometri'ye büyük ilgi duymuş, herhangi bir ödev, yönlendirme olmadan düzenli çok yüzlü kavramını yeniden keşfetmiştir. Maxwell'in zekası bu duruma rağmen büyük oranda fark edilememiş; okuldaki ikinci yılında kazandığı kutsal metin ödülüne rağmen, akademik çalışmaları 13 yaşında kazandığı matematik madalyası ile İngilizce-şiir birincilik ödüllerine kadar karşılıksız kalmıştır.
İlk bilimsel makalesini 14 yaşında yazan Maxwell, bu çalışmasında bir parça ip ile oluşturabilen matematiksel eğrilerin mekanik anlamlarıyla birlikte elipslerin ve ikiden fazla odaklı eğrilerin özelliklerini ortaya koymuştur. Oval Eğriler ("Oval Curves") adlı çalışması o dönem Edinburgh Üniversitesi'nde doğa felsefesi profesörü olan James Forbes tarafından Edinburgh Kraliyet Topluluğu'na ("Royal Society of Edinburgh") sunulmuştur. Maxwell'in bu sunumu yapmak için çok genç olduğu düşünülmüştür. Maxwell'in bu çalışmasının, Descartes'in de 17. yüzyılda çok odaklı eğrileri incelediği düşünüldüğünde, tamamen özgün olduğu söylenemese de; çalışma bu yapıları basitleştirmiştir.
Maxwell 1847’de akademiyi bırakıp Edinburgh Üniversitesi'nde derslere katılmaya başladı. Cambridge Üniversitesi’ne katılma şansı elde etse de, bunun yerine Edinburgh’daki lisans derslerini bitirmeye karar verdi. Maxwell’in üniversitede bulunduğu dönemde Edinburgh Üniversitesi'nin akademik kadrosu birçok saygı değer kişiyi içermekteydi. İlk senesinde Sir William Hamilton’dan mantık ve metafizik, Philip Kelland’dan matematik ve James Forbes’dan doğa felsefesi dersleri aldı. Fakat üniversitedeki dersleri pek çekici bulmayan Maxwell boş zamanlarında, özellikle Glenlair'deki evinde, kendini özel çalışmalarına verdi. Asıl ilgi alanı polarize ışığın özellikleriydi. Şekilldendirilmiş jelatin bloklarları farklı baskılara maruz bırakıp,kendisine ünlü bilim insanı William Nicol tarafından verilen polarizasyon prizmalarını kullanarak jelatinde oluşan renkli fringeleri(ışığın kırılmasıyla oluşan koyu çizgiler) gösterdi. Bu denemesi sırasında (daha sonraları madde üzerindeki baskıyı hesaplamak için kullanılacak olan) fotoelastisiteyi buldu.
18 yaşında iki farklı makale yayımlayan Maxwell “kürsüde durmak” için çok genç olarak nitelendirilmiş ve makalelerin sunumu hocası Kelland tarafından gerçekleştirilmiştir.
Bu makalenin çoğu aynı başlıklı İngilizce makalesinden (29.12.2010) alınmadır. İngilizce makalenin gösterdiği kaynaklar aşağıdadır.
Burun (anlam ayrımı)
Burun, temel olarak cisimlerin ön ve sivri bölümüne verilen addır. Canlıdan canlıya şekli değişmekle birlikte, solunum yapmaya yaramaktadır.
Mecaz
Bir ilgi veya benzetme sonucu gerçek anlamından başka anlamda kullanılan sözlere veya kavramlara mecaz yahut metafor denir. "Mecaz" Arapça, "metafor" ise Fransızca kökenli bir sözcüktür. "Ad değişimi" olarak da bilinir. Mecâz sanatı, anlatımı daha etkili kılmak ve söze canlılık kazandırmak amacıyla yapılır. Söze güzellik, güçlülük, canlılık, zarafet, derinlik veya genişlik verir.
Yukarıdaki mısralarda Kandilli semtinin uykularda yüzmesi ve mehtabın sularda sürüklenmesi; sözcüklerin asıl anlamının dışında güzelleştirme, zarifleştirme ve güçlendirme gibi amaçlarla mecaz olarak kullanılmasına örnektir.
"Mecaz" sözcüğü Türkçeye en geç 1300'lü yıllarda, Arapça "macāz" sözcüğünden geçmiştir. Bu sözcük Arapçadaki cwz (geçit, köprü) kökünden gelir. Türkçeye Fransızcadan geçen, Antik Yunancada "taşıma, transfer etmek" anlamlarına gelen "metafor" sözcüğü de sıklıkla mecaz ile eşanlamlı olarak kullanılır.
Aristoteles tarafından "mecaz" anlamında kullanılan metafor sözcüğü, Antik Çağ'ın sonlarına doğru ise anlam daralmasına uğrayarak Türkçedeki "istiare, eğretileme" kavramları karşılığında kullanılmaya başlanmıştır.
Bir kavramın mecaz olmayan anlamlarına gerçek anlam denir:
Mecaz anlam sık |
lıkla yan anlam ile karıştırılır. Yan anlamların her biri, sözcüğün gerçek anlamlarından biridir ve birincil anlamla (temel anlamla) yakından ilişkilidir.
Mecaz, sözcük ve fikir mecazları olmak üzere ikiye ayrılır. Sözcük mecazında bir sözcük gerçek anlamı dışında, fikir mecazında ise herhangi bir fikir kendi anlamının dışında bir amaçla kullanılır.
Anamur Burnu
Anamur Burnu, Türkiye'nin en güney ikinci noktasıdır.
Adını rüzgarlı burun demek olan Anemurium antik kentinden alan Anamur ilçesi Akdeniz Bölgesi'nde Mersin iline bağlı bir ilçedir. Anem=Burun, urium=Rüzgâr demektir. Anamurium antik kenti tarihe meydan okurcasına dimdik ayakta durmaktadır. İlçe Antalya-Mersin E-24 karayolu üzerinde yer alır. Nüfusu son sayıma göre 50.000 dir.
Halk, turizmin pek gelişmemiş olması nedeniyle genellikle tarımla uğraşır. Muz başlıca tarım ürünüdür. Bunun yanında çilek üretiminde de oldukça ilerleme sağlanmış ve halkın geçim kaynağı haline gelmiştir. Aynı zamanda tropikal bitkilerin de yetiştirilmesine başlanılmıştır. Sözgelimi papaya, avakado, kahve, ananas bunlardan birkaçıdır.
Anamur'a Mersin, Antalya, İstanbul ve Ankara'dan otobüs seferleri bulunmaktadır.
Yelkenli
Yelkenli, yelkeni olan, yelkenle giden deniz, göl veya akarsu taşıtıdır.
Teknenin şekli, yelkenlerinin sayısı ve düzenine göre farklı isimlerle adlandırılır. Türk sularında yelkenli olarak kullanılabilir en yaygın sabit salmalı tekne gulettir. Ancak gulet ve Ege Denizi'nin diğer yaygın teknesi tırhandil, özellikle son 40 yılda daha çok makine ile kullanılır hale gelmişlerdir.
Yelken
Yelken, rüzgâr gücünden yararlanarak geniş yüzey oluşturacak biçimde yan yana dikilen ve teknenin direğine uygun biçimde takılarak onu hareket ettiren kumaş veya şeritlerin tümü.
Bernoulli'nin prensibine göre rüzgâr açısının yelkenin yüzeyindeki yüküne bağlı olarak, yelkenin bir tarafında diğerinden daha fazla hava basıncı oluşur. Bu basınç farkı kaldırma gücü yaratarak yelkeni düşük basıncın olduğu tarafa iter. Omurga (veya ağırlık merkezi) yelken üzerindeki bu yanal gücü yelkenlinin yana yatarak ileri doğru hareketine dönüştürür. Bu yan yatma hareketinde dengeyi sağlamak için teknenin ağırlık merkezinden sallanan bir ağırlık vardır bu ağırlığa salma denir.
Bernoulli denklemi kullanılarak bulunan basınç farkı, tekneye aktarılan itkinin bir kısmını oluşturmaktadır. Asıl itki, momentumun korunumu sayesinde oluşur. Rüzgâr hareket halindeki hava moleküllerinden oluşmaktadır. Bu moleküller sahip oldukları hız ve kütle sayesinde belli bir momentum ile yelkene çarparlar. Yelkenin önünden giren rüzgâr, arka tarafından çıkarken momentumunun bir kısmını tekneye yelken vasıtasıyla iletir ve hızı yavaşlar. Tekne kendi ağırlığı oranında kazandığı bu momentumu harekete çevirir. Bu hareketin yan bileşenleri salma ile dengelenir, ileri yönlü bileşeni ise teknenin hız kazanmasıyla dengelenir.
m·V=m·V+m·V
Arkeolojik bulgular ilk yelkenli teknelerin Obeyd Döneminde (MÖ 6000-4300) kullanıldığını göstermiştir. MÖ 3200'lerde Mısırlılar duvar resimleriyle Nil'de seyreden yelkenli tekneler tasvir etmişlerdir. Tümüyle korunmuş biçimde bulunmuş en eski yelkenli tekne, Levantein menşeili MÖ. 14 yy'a tarihlenen Uluburun batığıdır. İlk yelkenin malzemesi papirüstür. Mısırlıların ardından, Polinezyalılar kanolarında rüzgâr teknolojisini kullanmışlardır. Yelkenli tekneler daha sonra Roma, Yunan, Çin, İspanyol, Portekiz, Fransız ve İngilizler tarafından benimsenmiştir. İlk yat yarışları 1660 yılında İngiltere'de organize edilmiş, yarış o zamanın York Dükü ve 2. Charles'ın sahip oldukları yelkenli tekneler arasında geçmiştir. 1749 yılında Galler prensi tarafından ilk yelken trofisi (trophy) düzenlenmiştir. İlk kez 1851 yılında yapılan Hundred Guineas Kupası yarışlarını ABD takımı birincilikle bitirmiştir. Bu kupanın ismi daha sonra America's Cup (Amerika Kupası) olarak değiştirilmiştir. 20. yüzyılda ünlü araştırmacılar ve gezginler (örneğin Slocum, Chichester, Moitessier ve Tabarly) yelken sporunun popülerliğini artırdılar. Bugün yelken hem hobi hem de spor olarak pek çok kişi tarafından benimsenmektedir. Yelken sporu 1896 yılında Olimpiyatlardaki yerini almıştır. Yelken yarışları ve uluslararası müsabakalar Uluslararası Yelken Federasyonu tarafından düzenlenmektedir.
Türkiye'de yelkenin özerk örgütü Türkiye Yelken Federasyonu'dur (TYF) ve merkezi İngiltere'de bulunan ISAF'a (İnternational Sailing Asosation Federation) bağlı olarak çalışır.
Seyir şekilleri, teknenin başından kıçına doğru geçtiği varsayılan doğrunun rüzgar vektörüyle yaptığı açı ile belirlenir:
Yelkenli teknelerde iki çeşit manevra yapmak mümkündür. Bunlar " tramola " ve " kavança " dır.
Yarışma kuralları tüm yelkenli tekne kategorilerinde aynı şekilde uygulanır. Yarışmalara erkekler ve kadınlar (özel yarışlar dışında) katılabilirler.
Yarışmaların olimpik seyri üçgen şeklindedir ve seyir denize atılan şamandıralar ile belirlenir. Yarışmanın yönü rüzgârın estiği yöne göre belirlenir. Yarışma mesafesi yarışılan yelkenli tekne kategorisine göre değişir.
Yelkenli tekne sınıflarından Finn, 420'(yelkenli) 470 (Yelkenli)|470]], 49er, Laser ve Laser Radial; yat sınıflarından Star ve Elliott 6m; sörf sınıflarından Neil Pryde RS-X olimpiyatlarda yarışları yapılan sınıflardır.
Rüzgâr
Rüzgâr, atmosferdeki havanın Dünya yüzeyine yakın, doğal, çoğunlukla yatay hareketleridir.
Hava hareketlerinin temel sürücüsü, atmosfer basıncının bölgeler arasında farklı değerlerde bulunmasıdır. Rüzgâr, alçak basınçla yüksek basınç bölgesi arasında yer değiştiren hava akımıdır, daima yüksek basınç alanından alçak basınç alanına doğru hareket eder. İki bölge arasındaki basınç farkı ne kadar büyük olursa, hava akım hızı o kadar fazla olur. Rüzgâr sahip olduğu hıza göre esinti, fırtına gibi isimler alır.
Rüzgârın yönü rüzgâr gülü, hızı ise anemometre ile ölçülür. Anemometre, rüzgârın bir pervaneyi döndürme hızından yararlanarak rüzgâr hızını gösteren basit ölçü aletidir. Yükseklerdeki rüzgârlar, balonlar yardımı ile ölçülmektedir. Yükselme hızı bilinen balonlar belli yüksekliğe gelince rüzgâr hızı ile yol almaya başlar. Balonun hareketi gözlenir, Trigonometrik hesaplarla balonun birim zamanda kat ettiği yol hesaplanır ve buradan da rüzgârın hızı bulunur. Daha hassas ölçümler için balon ya radarla takip edilir veya balona bir telsiz vericisi monte edilir.
Okyanuslardaki akıntıların ve dalgaların oluşmasına neden olup, kıyıların şekillenmesinde etkilidir. Kıyılarda kıyı oku, tombolo, lagün, falez gibi şekillerin oluşumu dalgalarla ilgilidir. Karalarda ise özellikle çöllerde etkilidir. Çöllerde akarsu, buzul ve dalgalar etkili olmadığından tek şekillendirici güç rüzgârlardır. Kumul, tafoni, yardang, çöl kaldırımı gibi şekiller rüzgar ile ilişkilidir. Rüzgârların bitki sporlarını taşıyarak çiçeklerin döllenmesini sağlaması bitki neslinin devamı açısından çok önemlidir. Yeldeğirmeni ve yelkenli gemilerde gücünden yararlanılan rüzgâr orman yangınlarında olumsuz etki yaparak yangının büyümesine neden olur.
Yüksek basınç alanından, alçak basınç alanına akarken:
rüzgârın yönü ve türbülansın varlığı veya yokluğu gibi niteliklerini değiştirir.
Rüzgâr, alçak (siklon) ve yüksek (antisiklon) alanlarda farklı özellikler taşır.
Siklon içerisinde;
etki eder.
Antisiklon içerisinde;
Bütün bunların etkisi sonucunda rüzgâr eşbasınç çizgilerine dik olarak yoluna devam eder. Bu hatların çizilmesiyle meteoroloji haritaları elde edilir. Yüzey sürtünmeleri ve Coriolis kuvveti rüzgârın eşbasınç çizgilerine dik yönünü saptırabilir. Denizlerde bu sapma açısı 20°, karalarda ise 30° ile 45° arasında olabilir.
Atmosferin alt tabakalarında meydana gelen rüzgârlarda, yerin ısı ve mekanik özelliklerinden dolayı türbülans oluşur. Türbülans yapmadan basınç alanları arasında dolaşan rüzgârlara, meyilli rüzgârlar denir. Eğer karadan denize doğru hafif meyilli eserse logaritmik olarak alçalan bir spiral hat çizerek ilerler. Düz bir hat yerine spiral çizilmesine yol açan kuvvet yine Coriolis kuvvetidir. Kuzey yarımkürede bu spiralin dönüşü saat ibresi yönünde, güney yarımkürede saat ibresinin tersi yönündedir. Atmosferin üst tabakalarında rüzgâr hızı saatte 400 km'ye kadar çıkabilir.
Bölgelere ve meydana geliş nedenlerine göre isimler alır.
Atmosferdeki genel hava dolaşımına bağlı olarak meydana gelen Sürekli rüzgarlar;
Yaz ve kış atmosfer basıncında ters yönde değişiklik olması ve bölgede basınç alanları arasında büyük fark olmasından meydana gelen rüzgârlara ise muson rüzgârları denir. Yazın karaya, kışın denize doğru eser. Kış musonu soğuk ve kuru, yaz musonu oldukça nemlidir.
Rüzgârlar bulundukları bölgeye göre de özellikler taşırlar:
Rüzgârlar estikleri yönlere göre isim alırlar. Kuzeyden esene "yıldız", güneyden esene "kıble", doğudan esene "gündoğusu", batıdan esene "günbatısı", kuzeydoğudan esene "poyraz", kuzeybatıdan esene "karayel", güneydoğudan esene "keşişleme", güneybatıdan esene ise "lodos" denir.
Türkiye'de Marmara, Trakya, Akdeniz, Karadeniz kıyılarında genellikle kuzey ve kuzeydoğuda "poyraz" rüzgârları hâkimdir. Bu rüzgârlar bahar aylarında bol miktarda yağış getirir. İç bölgelerde kuzey ve güneyden gelen rüzgârlar hâkimdir. Güneybatıdan esen "lodos" sıcak ve bunaltıcıdır. Ege'de esen meltem rüzgârına "imbat" denir.
Yıldız, kıble gibi adlar İstanbul merkez alınarak konulmuş adlardır. Uluslararası literatürde yönlere göre isimlendirilir (kuzey, kuzeydoğu, batı gibi). Antalya'da "Lodos" denizden karaya eser, Sinop'ta karadan denize. Lodos yön belirtir ve Güneybatı dan esen Rüzgârı tanımlar. Yani onun karadan denize mi, denizden karaya mı estiği, karanın nerede denizin nerede olduğuna bağlıdır.
Yaşadığımız atmosfer, oksijen başta olmak üzere çeşitli gazlardan oluşmuştur. Gazlar hava moleküllerini meydana getirirler. Basınç değişimlerine göre bu hava molekülleri, durağan halden harekete geçerler. Bir bakıma rüzgâr, havanın yeryüzüne paralel gibi görülen ama aslında böyle olmayan bir hava harekettir. Hava, daima yüksek basınç merkezinden alçak basın |
ç merkezine doğru hareket eder. Bu basınç farkı sonucunda rüzgâr doğar. Basınç farkının oluşma sebeplerinin başında ısınan havanın yükselmesi gibi bilinmesi gereken faktörler vardır. Bu basınç alanları kendiliğinden oluşamazlar. Sıcaklık birinci etkendir.
Genel hava basıncının etkisiz, durgun olduğu zamanlarda gece ve gündüz arası sıcaklık farklarının yaptığı basınç farklarından oluşan rüzgârlardır. Gündüzleri karalar, denizlerden daha çabuk ısınırlar. Dolayısıyla deniz üzerinde yüksek, kara üzerinde de bir alçak basınç alanı oluşur. Bunun sonucunda denizden karaya doğru bir rüzgâr başlar. Bu rüzgâra deniz meltemi denir. Bu rüzgâr hızı, sıcaklık arttıkça artarak ve öğlen saatlerinde en fazla hızına ulaşır. Güneş batıp ve hava karardığında ise tüm bunların tam tersi yaşanır. Kara daha çabuk soğuduğu için bu seferde karadan denize bir rüzgâr esmeye başlar. Buna da kara meltemi denir.
Bölgelerde genelde esen hakim rüzgârlardır. Dolayısıyla bölgesel isimlerle söylenirler. Bu rüzgârlar atmosferde gezen gezici alçak ve yüksek basınç merkezlerinin yaptığı rüzgârlardır.
Kuzeyli olan rüzgârlar (yıldız, poyraz, karayel) özellikle kış aylarında havayı soğutucu etki yaparlar. Güneyli rüzgârlarsa ısıtıcı etki yaparlar.
Aralık ayı sonu, Ocak ve Şubat aylarınca oldukça şiddetli lodos rüzgârları görülür. İstanbul'a denizden gelen bu rüzgâr denizi kabartarak, deniz ulaşımına ve denizcilere olumsuz etki yapar. Lodos Ege ve Akdenizde de kış aylarında şiddetli eser. Yaz aylarında ise genelde kuzeyli rüzgârlar hakimdir.
Basınç
Basınç, bir yüzey üzerine etkide bulunan dik kuvvetin, birim alana düşen miktarı. Katı, sıvı ve gazlar ağırlıkları nedeniyle bulundukları yüzeye bir kuvvet uygularlar. Kuvvetin kaynağı ne olursa olsun birim yüzeye dik olarak etki eden kuvvete basınç (P), bütün yüzeye dik olarak etki eden kuvvete de basınç kuvveti (F) denir.
formula_1
Katı maddeler ağırlıklarından dolayı bulundukları zemine kuvvet uygularlar. Bu nedenle katıların bulundukları zemine uyguladıkları basınç oluşturan dik kuvvet, ağırlıklarıdır. Uygulanan kuvvet ve yüzey alanı değiştirilerek basıncın büyüklüğü değiştirilebilmektedir.
Katılar kendilerine uygulanan kuvveti yönü ve şiddetini değiştirmeden aynen iletir.
Bazı durumlarda yüzey alanı artırılarak basınç etkisi azaltılmaya çalışılır.
Birim zamanda birim noktaya uygulanan kuvvet olarak tanımlanabilir.
Gazlarda basınç ise birçok unsurla bağlantılıdır. Gazların basıncının hesaplanmasında sıcaklık, bulunduğu kabın hacmi, gazın miktarı ve R sayısı önemlidir. Bunları formülle ifade edecek olursak;
P.V=n.R.T
Gazlarda basınç, gazın molekül sayısı ve sıcaklığı artarsa artar; gazın bulunduğu kabın hacmi artarsa azalır.
R sayısı ise sabit bir sayıdır.
Kapalı kaplardaki gazlarda basınç manometreler yardımı ile ölçülür.
Sıvı basıncı, sıvının ağırlığından dolayı bulunduğu kabın her noktasına uyguladığı basınçtır. Sıvı basıncı o noktanın sıvı sütununun ağırlığı kadardır.
Yani, p "= h x d x g"
"( Sıvı basıncı= yükseklik x yoğunluk x yer çekimi ivmesi )."
Sıvı basıncı kabın biçimine ve genişliğine bağlı değildir.
formula_2
Örneğin: 1 Pa = 1 N/m² = 10−5 bar = 9.8692×10−6 atm = 7.5006×10−3 tor
Fizik problemlerinde genellikle basınç birimi olarak, "Pascal (birim)" kullanılır.
Basınç hesaplama aracı
Reşat Nuri Güntekin
Reşat Nuri Güntekin (25 Kasım 1889, İstanbul - 7 Aralık 1956, Londra), Cumhuriyet dönemi edebiyatında önemli bir yeri olan "Çalıkuşu", "Yeşil Gece" ve "Anadolu Notları" gibi eserlere imza atmış roman, öykü ve oyun yazarıdır. Müfettişlik görevi ile Anadolu'da gezdiği için Anadolu insanını yakından tanımıştır. Eserlerinde Anadolu'daki yaşamı ve toplumsal sorunları ele almış; insanı insan-çevre ilişkisi içinde yansıtmıştır.
1889'da İstanbul’un Üsküdar ilçesinde dünyaya geldi. Babası, askeri tabip Nuri Bey, annesi Kars valisi Yaver Paşa'nın kızı Lütfiye Hanım'dır. Reşide adlı kız kardeşi çok genç yaşta hayatını kaybetti, tek çocuk olarak büyüdü.
Babası askeri doktor olduğu için öğrenim hayatı boyunca birçok il gezen Reşat Nuri, ilköğrenimine Çanakkale'de başladı. Çocukluk yıllarında okuduğu Fatma Aliye Hanım’ın Udi isimli romanı hayatına iz bırakıp,sanata heveslendiren eserleri arasına girdi. Babasının Çanakkale’deki evlerinde zengin bir kütüphanesinin olması onu kitaplara iten ve yazı yazma kültürünün gelişmesini sağlayan bir araç oldu. İzmir'deki "Frerler" okulunda bir süre öğrenim gördükten sonra İstanbul’da Saint Joseph Lisesi’nde öğrenim gördü. Yüksek öğrenimini Darülfünun Edebiyat Şubesi'nde 1912'de tamamladı. Böylece öğrenim hayatını yirmi üç yaşında bitirmiş oldu.
1927'ye kadar Bursa ve İstanbul’da çeşitli okullarda Fransızca ve Türkçe öğretmeni ve müdür olarak görev yaptı. Görev aldığı okulların bazıları Bursa Sultanisi, İstanbul Beşiktaş İttihat Terakki Mektebi, Fatih Vakf-ı Kebir Mektebi, Akşemseddin Mektebi, Feneryolu Murad-ı Hâmis Mektebi, Osman Gazi Paşa Mektebi, Vefa Sultanisi, İstanbul Erkek Lisesi, Çamlıca Kız Lisesi, Kabataş Erkek Lisesi, Galatasaray Lisesi ve Erenköy Kız Lisesi'dir. 1927’de Erenköy Lisesi’nden yeni mezun olan öğrencisi Hadiye Hanım ile evlendi.
Öğretmenlik mesleğinin yanı sıra edebiyatla uğraşan Reşat Nuri, Halit Ziya’nın eserlerinden aldığı ilhamla hikâye yazma hevesi duymaktaydı . Daha sonra tiyatro edebiyatını benimseyerek bir tiyatro yazarı olmak için uğraştı. Yazı hayatına I. Dünya Savaşı sonlarında başladı. Başlangıçta “Eski Ahbap” (1917) gibi uzun hikâyeler, “Hançer”(1920) ve “Eski Rüya” (1922) gibi sahne eserleri, “Gizli El” (1924) gibi romanlar yazan, tiyatro eleştiri ve araştırmaları yayınlayan sanatçı “Çalıkuşu” adlı romanının 1922’de Vakit Gazetesi’nde tefrika edilmesiyle şöhrete kavuştu.
Güntekin, 1931'de maarif müfettişi oldu ve bu arada Dil Heyeti'yle birlikte bazı çalışmalarda bulundu. Anadolu’yu baştan başa dolaşmasına neden olan müfettişlik görevi sayesinde ülkenin gerçeklerini yakından görme ve tanıma imkânı buldu. 1939'da ise Çanakkale milletvekili olarak TBMM'de bulundu. Bu görevini 1946'ya kadar sürdürdü. 1941’de tek çocuğu olan kızı Ela dünyaya geldi. Yine 1947'de, Cumhuriyet Halk Partisi'nin Ankara'da yayımlanan "Ulus" gazetesinin İstanbul kolu olan "Memleket" gazetesini çıkardı. Güntekin daha sonra müfettişlik görevine geri döndü ve 1950'de Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) Türkiye temsilciliği ve öğrenci müfettişliği görevleriyle Paris'e gitti. Paris kültür ataşeliği yaptı. 1954'te ise yaşından dolayı bu görevden ayrılmak zorunda kaldı. Emekliliğinden sonra bir süre İstanbul Şehir Tiyatrosu edebi heyeti üyeliği yaptı.
Güntekin'e akciğer kanseri teşhisi konulduktan sonra tedavisi için Londra'ya gitti ve orada, 7 Aralık 1956'da hastalığına yenik düşerek öldü. 13 Aralık 1956]] günü, Karacaahmet Mezarlığı'na defnedildi. Levent’te oturduğu sokağa “Çalıkuşu” ismi, Kadıköy’de ve İzmir’de bir ilköğretim okuluna ve Fatih'te bir tiyatro sahnesine Reşat Nuri Güntekin ismi verilmiştir.
Bütün romanlarının tiyatro halinde senaryoları olduğunu söyleyen Reşat Nuri, Hikmet Feridun'la yaptığı bir konuşmada çalışma yöntemlerini şöyle açıklar:
Siklon
Siklon ("Cyclone"), atmosferde bir alçak basınç alanı çevresinde hızla dönen rüzgârların oluşturduğu şiddetli fırtınadır. Siklonlar güney yarımkürede saat yönünde, kuzey yarımkürede aksi istikamette dönerler.
Sapatik siklonlar ve ekstratropik siklonlar olmak üzere iki tür siklon vardır. Bu siklonlar bir alçak basınç merkezi etrafında saate ters yönde hareket eden rüzgarlara sahiptir. Birbirlerinden bazı farkları vardır.
Tropik siklonlar okyanuslar üzerinde oluşur. Fırtına merkezi çevre havasından daha sıcaktır. Cepheleri yoktur. En kuvvetli rüzgarlar yeryüzü yakınındadır. Tropik siklonlar daha çok yaz mevsimlerinde etkilidir.
Tropikler dışında oluşurlar. Fırtınanın merkezi çevre havasından daha soğuktur. Cepheleri vardır. En kuvvetli rüzgarları daha üst atmosferdedir. Ekstratropik siklonlar özellikle kış mevsimi boyunca etkilidir.
Kısaca birbirlerinden oluşum yerleri, güçleri ve etki süreleri farklıdır. Burada rüzgarlar alçak merkez etrafında saat yönünün tersinde eserler. Böylece sıcak hava yükselir. Yükselen hava ortamın nem oranı durumuna göre her 100 m yükseklikte 0.6-1.0 derece arasında soğur. Havanın soğumasıyla içindeki buhar yoğunlaşmaya başlar ve böylece bulut oluşumlarına yol açarken açığa çıkan gizli ısı bulutun gelişmesini sağlar.
Formula 1
Kısaltması F1 olan, Grand Prix Yarışları olarak da bilinen Formula 1; tek kişilik, açık tekerlekli otomobil yarışlarının en yüksek düzeyini oluşturan yarışlar dizisidir.
F1; bir yıl boyunca, her birine Grand Prix adı verilen ve değişik ülkelerde özel yollarda koşulan yarışlardan oluşur. Yıl sonunda toplanan puanlara göre Pilotlar Şampiyonluğu ile Takımlar Şampiyonası (Otomobil Yapımcıları Birinciliği) ödülleri verilir.
Yarışları Jean Todt'un başkanlığını yaptığı FIA (Uluslararası Otomobil Federasyonu) düzenler. F1'in geçmişinde yarışların çoğunluğu Avrupa'da yapılmış olmasına karşın, son yıllarda artan sayıda yarışlar Avrupa dışına kaydırılmaktadır. Bunda ana neden, FIA'nın gelişen yeni pazarlara açılmak istemesi olsa da, yasal düzenlemelerin AB ülkelerindeki kadar sıkı olmadığı ülkelerin çekiciliği de bu kararda etkin olmuştur. Son yıllarda AB'deki yarışlarda, sağlık gerekçeleriyle tütün ürünlerinin tanıtımlarının yasaklanması, ölümle sonuçlanan bazı kazaların yerel savcılıklarca (takımların savsaması sonucu olup olmadığının) soruşturulması, FIA'ca hoş karşılanmamıştır.Dünyanın en çok izlenen spor dallarındandır. 2010 yılında dünya çapında 527 milyon televizyon izleyicisine ulaşmıştır.
Formula 1 yarışlarının kökeni 1920ler ve 1930lar da yapılan Avrupa Grand Prix motor yarışlarına dayanır. Formula tüm katılımcıların ve arabaların uymak zorunda oldukları kurallar bütünüdür. Formula 1, II. Dünya Savaşından sonra 1946 yılında üzerinde anlaşılan yeni kuralların adıdır. Savaştan önce Dünya Şampiyonası için pek çok Grand Prix yarış organizasyonu düzenlenmiştir, ancak Dünya Sürücüler Şampiy |
onası 1947’den önce biçimlendirilememiştir. İlk dünya şampiyonası yarışı 1950 yılında İngiltere’nin Silverstone pistinde yapıldı. Üreticiler için şampiyona 1958 yılında yapılmaya başlamıştır. 1960lar ve 1970ler de Güney Afrika ve İngiltere de ulusal şampiyonalar yapılmaktaydı. Şampiyona dışı Formula 1 yarışları pek çok yılda yapılmıştır, fakat artan maliyetler dolayısıyla bunlardan sonuncusu 1983 yılında yapılmıştır.
İlk Formula 1 Dünya Şampiyonası olan 1950 Formula 1 Sezonu'nu İtalyan Nino Farina Alfa Romeo (Formula 1) ile kazanmıştır. Arjantinli takım arkadaşı Juan Manuel Fangio'yu ucu ucuna geçerek birinci olabilmiştir. Buna rağmen, Fangio 1951 Formula 1 sezonu, 1954 Formula 1 sezonu, 1955 Formula 1 sezonu, 1956 Formula 1 sezonu & 1957 Formula 1 sezonunu kazandı, onun bu serisi iki kez dünya şampiyonu Ferrariden Alberto Ascari tarafından kesilmiştir. Britanya’dan Stirling Moss da düzenli olarak rekabet halinde olsa da, asla Dünya Şampiyonluğunu kazanamamıştır, ve hala bu başarıyı elde edememiş en büyük pilot olarak anılır. Fangio Formula 1 yarışlarının ilk on yılını domine eden kişi olarak anılmaktadır. Uzun bir süre boyunca Formula 1’in “büyük ustası” olarak anılmıştır.
Bu dönem yol aracı üreten üreticiler tarafından domine edilmiştir - Alfa Romeo, Ferrari, Mercedes Benz ve Maserati – bu üreticilerin tamamı savaştan önce de yarışıyorlardı. İlk sezonlar Alfa'nın 158’si gibi savaş öncesi arabaları kullanarak geçti. Bunlar önden motorlu, dar tırtıklı lastikleri olan ve 1.5 litre kompresörlü ya da 4.5 litre normal doğal emişli motoru olan arabalardı. 1952 Formula 1 sezonu ve 1953 Formula 1 sezonu dünya şampiyonaları mevcut Formula 1 araba sayısından duyulan endişeler sebebi ile, daha küçük ve daha az güce sahip arabalar için olan Formula Two kurallarına göre koşuldu. 1954 yılında Formula 1’e motorların 2.5 litre ile sınırlandırılması kuralı eklendiğinde Mercedes-Benz geliştirlmiş W196yı ortaya çıkardı. Bu araba desmodromic valfler ve yakıt enjeksiyonu gibi yenilikleri içermesinin yanında akış çizgilerini de içeren şasi tasarımına sahipti. Mercedes, 1955 Le Mans faciasından sonra tüm motor sporlarından çekilene kadar, sürücüler şampiyonluğunu iki yıl boyunca kazandı.
İlk temel teknolojik gelişme, Cooper’ın motoru ortada olan arabalarıdır. Bu araba şirketin başarılı Formula 3 dizaynından geliştirilerek ortaya çıktı. Avustralyalı Jack Brabham, 1959 Formula 1 sezonu, 1960 Formula 1 sezonu ve 1966 Formula 1 sezonu Dünya Şampiyonu, kısa sürede bu yeni dizaynın üstünlüğünü kanıtladı. 1961 Formula 1 sezonu itibarıyla, tüm yarışmacılar motoru ortada arabalara geçtiler.
İlk İngiliz Dünya Şampiyonu, 1958 Formula 1 sezonunda Ferrari ile liderliğe oturan Mike Hawthorn idi. Buna rağmen, Colin Chapman’ın F1’e şasi dizayncısı olarak girmesi ve daha sonra Team Lotus’u kurması ile, BRG pistelerin gelecek onyılını domine etti. Jim Clark ile Jackie Stewart, John Surtees, Jack Brabham, Graham Hill ve Denny Hulme arasında, İngiliz takımları ve sürücüleri 1962 ile 1973 arasında on iki dünya şampiyonluğu kazandılar.
1962 Formula 1 sezonunda, Lotus geleneksel iskelet dizaynının yerine alüminyum monocoque şasiyi kullanan bir arabayı yarışlara soktu. Bunun motoru ortada olan arabaların geliştirilmesinden bu yana gerçekleşen en büyük teknolojik gelişme olduğu iddia edildi. 1968 Formula 1 sezonunda, Lotus Imperial Tobacco amblemini arabalarının üzerine boyadı, bu sponsorluk kurumunun spora girişidir.
1960larınn sonlarına doğru kanatçıkların ortaya çıkması ile araba dizaynında aerodinamik downforceun önemi giderek artmaya başladı. 1970lerin sonunda Lotus muazzam downforce ve büyük oranda artan viraj dönüş hızı sağlayan ground effect (Yer etkisi)aerodinamiklerini arabasına taşıdı. Bu müthiş aerodinamik güçler arabayı yarış pistine 5”g” ye varan güçle bastırır.
1981 yılı ilk Concorde Anlaşmasının imzalandığı yıl olmuştur. Bu anlaşma takımlara iflas etmedikleri sürece yarışma zorunluluğu getirmekle birlikte onlara televizyon yayın haklarından elde edilen gelirden pay vermektedir. FISA-FOCA savaşını bitrerek Bernie Ecclestone’a sporun tüm finansal kontrolünü devretmiştir.
FIA 1983 Formula 1 sezonunda yer etkisi (ground effect) aerodinamiklerine ceza yaptırımı uyguladı. Bundan sonra, buna rağmen, turbocharger motorlar, ki Renault F1 bunun öncülüğünü 1977 Formula 1 sezonunda yapmıştı, 700 bhp üzerinde güç üretmekte ve bu motorlar rekabetçi olabilmek için bir zorunluluk olarak görülmekteydi. İlerleyen yıllarda, özellikle 1986 Formula 1 sezonunda, Formula 1 turbo arabaları yarış esnasında 1,100 bhp (820 kW) güç ürettiler (ve özellikle sıralama turlarında 1,400 bhp / 1,050 kW güç üretildi). Bu arabalar bugüne kadar yapılmış olan en güçlü pist yarış arabalarıydı. Motor gücü çıktısını ve bu sayede hızı düşürmek için, FIA 1984 Formula 1 sezonunda yakıt tanklarının büyüklüklerini sınırlandırdı ve 1988 Formula 1 sezonunda motor güçlendirici sistemlere sınırlama getirdi. 1989 Formula 1 sezonunda turboşarjlı motorları tamamen yasakladı
1990'ların başlarında, takımlar aktif süspansiyon, yarı-otomatik vites kutuları ve çekiş kontrol gibi elektronik sürücü yardımlarını kullanmaya başladılar. Bu icatlardan bazıları çağdaş yol arabaları tarafından alınarak kullanılmaya başladı. FIA, yarışların sonuçları üzerinde sürücülerden daha çok teknolojinin etkili olmaya başladığını belirterek bu elektronik yardım sistemlerinden çoğunu 1994 Formula 1 sezonunda yasakladı. buna rağmen, pek çok gözlemci sürücü yardımlarına getirilen bu yasakların sadece sistemlerin isimlerine getirildiği görüşünde. FIA’nın bu uygulamaları yarışmanın dışarısına çıkaracak herhangi bir teknolojik iş imkânı ya da metodu yoktur.
Takımlar ikinci Concorde Anlaşmasını 1992’de ve üçüncüsünü de 1997’de imzaladılar. Bu son anlaşmanın süresi 2007’nin son günü dolacak.
McLaren ve Williams takımları 1980ler ve 1990ları domine etmişlerdir. Bu dönemde Porsche, Honda, ve Mercedes-Benz tarafından motor desteği verilen McLaren, 16 şampiyonluk (yedi üreticiler, dokuz sürücüler) kazanırken, Williams takımı Ford, Honda, ve Renault motorları kullanmış ve yine 16 şampiyonluk (dokuz üreticiler, yedi sürücüler) kazanmıştır. Efsane pilotlar Ayrton Senna ve Alain Prost arasındaki mücadele 1988 Formula 1 sezonunda F1’in ana konusu haline gelmiş, ve Prost’un 1993 Formula 1 sezonundan sonra emekli olmasına değin sürmüştür. Trajik bir şekilde, Senna 1994 San Marino Grand Prixinde duvara çarparak hayatını kaybetmiştir. FIA, Roland Ratzenberger’in de Cumartesi sıralama turlarında hayatını kaybettiği o hafta sonundan sonra, sporun güvenlik standartlarını geliştirmek için çalışmalara başladı. O günden beri Formula 1 direksiyonu başında , 2014 Japonya Grand Prix'ine kadar hiçbir pilot hayatını kaybetmemiştir. (Jules Bianchi)
Senna, Ratzenberger & Gilles Villeneuve’üm ölümlerinden bu yana, FIA güvenliği kural değişikliklerini uygulamak için bir sebep olarak kullanmaktadır. Aksi takdirde Concorde Anlaşması’na göre kural değişikliklerinin tüm takımlar tarafından onaylanması gerekmektedir. Bu güya ‘dar yarış pisti’ çağı daha küçük arka tekerlekli arabalar ile sonuçlandı. Aynı zamanda mekanik tutunmayı düşürmek için oluklu lastikler geliştirildi. Hem ön hem de arkada tüm lastik boyunca uzanan dört oluk bulunmak zorundadır. Amaç viraj süratlerini düşürmek ve lastik ile yarış pisti arasındaki temas yüzeyini küçülterek yarışlı havaya daha yakın koşullar yaratmaktır. Bu sürücünün yeteneklerini ödüllendiren bir uygulamadır.
Christijan Albers]]'in 2005 Kanada Grand Prix'de kullandığı Minardi PS05]]
Mekanik tutunmanın eksikliği dahi dizaynırların bu açığı aerodinamik tutunma ile kapatma çalışmalarına sebep oldu – kanatlar yardımı ile tekerleklere daha fazla güç uygulanması gibi.Alex Wurz]] 1997 İngiltere Grand Prix'de]]Daha yenilikçi takımlar bu dramatik değişikliği maksimize etmek için başka yollar buldu. McLaren, Adrian Newey tarafından dizayn edilen arabada, sağ ya da sol tekerleklerin ayrı ayrı fren yapmasını sağlayan bir sistem geliştirdi. Böylece virajları çok daha hızlı dönebiliyorlardı. Bu buluşta sürücü yardımı olarak algılandı ve yasaklandı.
McLaren, Williams, Renault (zamanında Benetton) ve Ferrari’den pilotlar, “Büyük Dörtlü” yü oluştururlar. 1984 Formula 1 sezonundan bugüne kadar tüm dünya şampiyonalarını kazanmışlardır. 1990ların teknolojik gelişmeleri sebebi ile, Formula 1'de yarışmanın maliyeti önemli ölçüde yükseldi. Bu artan finansal yük, dört büyük takımın üstünlüğü ile de birleşince (geniş fonlara sahip büyük araba üreticileri Mercedes-Benz (DaimlerChrysler) gibi), daha fakir bağımsız takımların sadece mücadele güçlerini etkilemedi, aynı zamanda bu iş kolunda kalamamalarına sebep oldu. Finansal sıkıntılar bazı takımları Formula 1’i bırakmaya zorladı. 1990 Formula 1 sezonundan bu yana, 28 takım Formula 1’den ayrılmıştır.
1999 ile 2004 yılları arasında Michael Schumacher ve Ferrari benzeri görülmemiş beş art arda sürücüler şampiyonluğu ve altı art arda üreticiler şampiyonluğu kazanmıştır. Schumacher pek çok yeni rekor kırmıştır. Bunların arasında Grand Prix galibiyet sayısı (91), bir sezonda galibiyet sayısı (18 yarışın 13 ü) ve en çok şampiyon olan sürücü (7). 2003 sezonu Raikkönen dünya şampiyonluğunu 2 puanla kaçırdı.2004'te Ferrari yine rakipsizdi.Schumacher'in şampiyonlukları 25 Eylül 2005’de Renault sürücüsü Fernando Alonso’nun Formula 1’in en genç şampiyonu olması ile sona erdi.2005 sezonu Kimi Raikkönen ve Fernando Alonso'nun çekişmesiyle büyük heyecanlıydı.2006’da, Renault ve Alonso şampiyonluğu yeniden kazandı. Yedi kez Dünya Şampiyonu Schumacher, Formula 1’de geçirilen 16 yılın ardından 2006 İtalya GP sonunda emekliye ayrıldığını açıkladı.2007 sezonu tam bir heyecan küpüyü son yarışta Raikkönen 110 puanla 109 puanlı 2 McLaren'i geçerek şampiyon oldu ve sezona cassusluk skandalı damga vurdu.2008'de ise bu sefer yine 1 puanla bu sefer Lewis Hamilton şampiyon oldu.
Bu süreç içerisinde şampiyonanın kuralları pistteki rekabeti geliştirmek ve maliyetleri azaltmak amacı ile sık sık FIA tarafından değ |
iştirilmiştir. Şampiyonanın başladığı 1950 yılından itibaren yasal olan Takım emirleri, 2003 yılında takımların açık açık yarış sonuçlarına hile karıştırmalarından sonra yaşanan pek çok olaydan sonra olumsuz bir kamuoyu yarattı ve yasaklandı. Bu yaşanan olaylardan en meşhuru 2002 Avusturya Grand Prix’inde Ferrari tarafından yapılmıştır. Diğer değişiklikler sıralama formatı, puanlama sistemin, teknik düzenlemeler ile motor ve lastiklerin ne kadar süre ile kullanılması gerektiğini düzenleyen kuralları içermektedir. Lastik sağlayacı firmalar Michelin ile Bridgestone arasındaki savaş tur sürelerini azaltmasına rağmen, 2005 Amerika Grand Prix’inde Indianapolis’de bazı takımlar lastiklerin güvensiz olduğunu iddia etti. 2006’nın sonunda Max Mosley, Formula 1 için “yeşil” bir gelecek çizdi ve bundan sonra enerjinin verimli kullanımı önemli bir faktör haline geldi.
1983’den beri, Formula 1 yarışları Williams, Mc Laren ve Benetton gibi uzman yarış takımları tarafından domine edilmiştir. Bu takımlar Mercedes-Benz, Honda, Renault ve Ford gibi büyük araba üretricisi firmaların motorlarını kullanmaktadır. 2000 yılında Ford’un çok başarısız olan projesi Jaguar Racing takımı ile, 1985 yılında Alfa Romeo ve Renault’un yarışlara girmesinden bu yana ilk kez yeni üretici firma takımları Formula 1’e girmeye başladı. 2006 itibarıyla, üretici firma takımları – Renault, BMW, Toyota, Honda ve Ferrari – şampiyonayı domine ettiler ve üreticiler şampiyonasındaki ilk altı pozisyondan beşini aldılar. Tek istisna Mercedes-Benz ile ortaklık yapan McLaren takımı olmuştur. Grand Prix Manufacturers Association (GPMA) {Grand Prix Üreticiler Birliği} vasıtası ile Formula 1’in ticari karından daha büyük bir pay almışlar ve sporun geleceği ile ilgili daha çok söz sahibi olmuşlardır.
Günümüzde, "Formula 1 yarışı" ve "Dünya Şampiyonası yarışı" terimleri uygulamada tamamen aynı anlamı taşımaktadır; 1984’den bu yana, her Formula 1 yarışı Dünya Şampiyonası için puanlanmış, ve her Dünya Şampiyonası yarışı Formula 1 kurallarına göre yapılmıştır. Bu her zaman böyle değildi. Formula 1’in eski zamanlarında dünya şampiyonası dışında pek çok yarış daha düzenlenirdi.
Çağdaş F1 otomobilleri tek kişilik olup, sürücü yeri ile tekerlekleri açıktadır. Takımlar otomobilleri kendileri üretseler de, hemen hepsi büyük otomobil markalarının motorlarını, parçalarını kullanırlar. Formula 1' de kullanılan motorlar önceleri V tipi 3 litre, 10 silindirli ve dakikada 19.000 döngüde 900 beygir güç üretirlerken, 2006 yılı için yapılan kural değişiklikleri neticesinde artık V tipi 2,4 litre, 8 silindir ve dakikada 18.000 döngüyle 700 - 750 beygir güç üretmektedir. 2008 sezonuna kadar her araba aynı motorla iki yarış bitirmek durumundaydı. Ancak yeni yapılan kural değişiklikleriyle birlikte her pilotun sezon boyunca toplamda 8 motor kullanma hakkı bulunmaktadır ve değişiklik zamanları pilotların stratejilerine bırakılmıştır. Hız (vites) kutusu 8 yarı otomatik hız konumundan oluşur. Sürücü bir hız konumundan ötekine direksiyondaki düğmelere basarak (debriyaja dokunmadan) geçer. 2014 yılında yapılan yeni kural değişikliği ile 2.4 litre hacmindeki V8 motorlar yerine halen kullanılmakta olan 1.6 litrelik turbo beslemeli V6 motorlar kullanılmaya başlanıldı. Bu motorlar dakikada 15.000 döngüyle 750 - 800 beygir güç üretmektedir.
F1 otomobilleri, öteki bütün tek kişilik yarış otomobillerinden daha hızlıdırlar. ABD'de yapılan Indiana yarışlarında kullanılan otomobillere oranla daha hafif ve teknolojik olarak daha gelişmişlerdir.
23 yıl kullanımda olan F1 logosu Liberty Media tarafından değiştirilmiş ve FIA onayını almıştır.
Yeni logo 2017 Abu Dhabi Grand Prix’inin sonunda düzenlenen sezon finalinden sonra tanıtılmıştır.
2018 sezonuyla birlikte kullanılmaya başlanacak olan logonun anlamı, bitiş çizgisini geçmek için yarışan iki araç olarak betimlenmiştir.
Grand Prix
Grand Prix (telaffuz: Grand Pri, Fransızcada "Büyük Ödül") bazı yarışmalarda verilen en büyük ödül ve bu yarışmaları tanımlamakta kullanılan bir terim.
Sporda, genellikle motorlu sporlar ile bisiklet yarışları için kullanılsa da en yaygın kullanımı Formula 1 yarışları için olanıdır.
Kısaltması GP'dir.
GNU Özgür Belgeleme Lisansı
GNU Özgür Belgeleme Lisansı ("GNU FDL" veya basitçe GFDL), GNU projesi için Özgür Yazılım Vakfı (FSF) tarafından tasarlanmış bir lisans modelidir. GNU GPL'nin açık içerik karşılığıdır. Lisansın mevcut son sürümü 1.3 olup, resmi metni www.gnu.org/copyleft/fdl.html adresinde bulunabilir.
Lisans; el kitapları, ders kitapları ve diğer kaynak ve yol gösterici materyaller için tasarlanmıştır. Ancak, konusu ne olursa olsun herhangi bir ders temelli çalışma için kullanılabilir. Materyalin herhangi bir kopyasının, değiştirilmiş dahi olsa, aynı lisansı taşımasını şart koşar. Bu kopyalar satılabilir ancak eğer çok miktarda kopya üretilirse, daha sonra düzenlenebilecek (değiştirilebilecek) bir biçemde olmalıdır.
Lisans, herhangi bir "Belge"yi belgeye eklemlenmemiş, fakat ön materyal veya ek olarak var olan "İkincil Bölümler"den açık olarak ayırır. İkincil bölümler konuyla yazarın ya da yayımcının ilişkisine değinen bilgiler içerebilir ancak kendisi ile ilgili hiçbir bilgi içermemelidir. Belgenin kendisi de tamamen değiştirilebilir ve gerekli biçimde GNU Genel Kamu Lisansı'na denk olan (fakat her iki yönden de onunla bağdaşmayan) bir lisans kapsamında olduğundan, ikincil bölümlerin bazıları, daha önceki yazarların katkılarına uygun olması için daha önceden tasarlanan birtakım sınırlamalara sahiptir.
Özellikle, daha önceki sürümlerin yazarları kabul edilmelidir ve orijinal yazar tarafından belirlenen birtakım "değişmez bölümler" ve onun konuyu ele alışı değiştirilemeyebilir. Eğer materyal değiştirildiyse, (önceki yazarlar başlığın korunması iznini vermemişse) başlığı da değiştirilmelidir. Lisans aynı zamanda, "Tarihçe", "Kabuller", "Katkılar" ve "Onaylar" bölümlerinin olduğu kadar ders kitabının ön-kapak ve arka-kapaklarının ele alınmasıyla ilgili koşullara da sahiptir.
Ticari olarak tekrar dağıtımı yasak olan materyaller, genellikle GFDL-lisanslı bir belgede kullanılamaz. Örneğin bir Vikipedi makalesi buna güzel bir örnektir, çünkü lisans ticari tekrar-kullanmayı dışlamamaktadır. Ancak bazı özel durumlarda, ticari tekrar-kullanmalar adil kullanım (fair use) kapsamında değerlendirilebilir. Bu durumda bu tür materyaller, eğer bu adil kullanım bütün potansiyel sonraki kullanımları da kapsıyorsa, GFDL altında lisanslanmak zorunda değildir. Bu tür serbest ve ticari adil kullanımın güzel bir örneği parody dir.
Pek çok insan ve gruplar, özellikle de (Debian Özgür Yazılım Yönergeleri'ye dayanan) Debian projesi, GFDL'yi özgür-olmayan bir lisans olarak görmektedir. Bunun nedenleri, GFDL'nin değiştirilemeyen veya kaldırılamayan "değiştirilmez" metne izin vermesi ve geçerli kullanımları da etkileyen dijital hakların yönetimi (DRM) sistemlerine karşı olan yasaklarıdır.
(Creative Commons lisansı gibi) alternatif lisanslar kullanılmasını öneren bazı eleştirilerle birlikte, GNU FDL'ye hatta GNU GPL'ye yönelik bir dizi itiraz getirilmiştir. Debian projesinin itirazlarının detaylarını içeren ve
Nathanael Nerode'un itirazlarını özetlediği sayfaları vardır. GFDL'ye karşı sıkça kullanılan argümanlar şunlardan oluşmaktadır:
GNU FDL aşağıdaki cümleleri içerir.
Bu dile yönelik bir eleştiri çok geniş bir ifade olmasıdır, çünkü yapılan ancak dağıtılmayan özel kopyalara da uygulanır. Bu demektir ki, 'yaptığınız' doküman kopyalarını bir özel dosya formatında veya şifreleme kullanarak saklamanıza izin verilmez.
Richard Stallman yukarıdaki cümle hakkındaki görüşleri ve debian-legal e-posta listesi:
"Bu demektir ki, kopyaların sahipliliğini sınırlamak için DRM sistemleri altında yayımlayamazsınız. Kendi kopyanızın dosya erişim kontrolü veya şifrelemenin kullanımına gönderme yapmamanız gerekir. Avukatlarımla görüşüp bu cümlenin daha açık biçimde ifade edilmesinin gerekli olup olmadığına bakacağım."
GNU FDL, GPL'nin her iki yönüyle de bağdaşmaz: yani GNU FDL materyali bir GPL programına konulamaz ve bir GNU programından alınan metin GFDL'ye konulamaz. Bu nedenle, kod örnekleri genelde çift-yönlü lisanslanır ki dokümantasyonda görünebilsinler.
Bu lisans altındaki bir dokümanın çıktısını alırken GNU FDL şunların yapılmasını da ister: "bu Lisans, telif hakkı ikazı ve Dokümana bu Lisans uygulanmaktadır diyen bir lisans uyarısı, bütün sayfalarda yer almalıdır". Bunun manası, eğer Wikipedia'daki bir makalenin çıktısını alıyorsanız, buna aynı zamanda bir telif hakkı ikazı ve GNU FDL'nin fiziki bir çıktısını eklemelisiniz.
FDL, 1999'un sonuna doğru görüş alınmak üzere taslak halinde çıkarılmıştır. Düzeltmelerden sonra, sürüm 1.1 Mart 2000'de, sürüm 1.2 Kasım 2002'de yayımlanmıştır. Belge daha sonra 1.3 sürümüne 3 Kasım 2008 tarihinde geçmiştir. Bu yeni sürüm eski sürüme eklenen ve GPL lisansının 3. sürümü ile uygun olmasını sağlayan bazı düzenlemelere ve GFDL'den Creative Commons lisansına göçe izin vermektedir. Buna göre ilk defa bir "çok sayıda kullanıcı tarafından yaratılan sitelerde" GFDL lisansı ile yayınlanan ya da 1 Kasım 2008 tarihinden önce başka bir yer de ilk defa yayınlanıp da bu tip sitelere aktarılan metinler hakkında eğer o "çok sayıda kullanıcı tarafından yaratılan web sitesinin" istemesi durumunda 1 Ağustos 2009'a kadar tüm bu dökumanlar CC-BY-SA lisansına göç ettirilebilecektir.
İçinde değiştirilemez metin bulunan ya da kapak yazısı zorunlu tutulan GFDL lisanslı bu belgeler bu göç izninin dışında tutulmuştur.
Bunların bir kısmı, GNU FDL'den bağımsız olarak geliştirilmiştir, diğerleri ise GNU FDL'deki algılanan kusurlara karşılık olarak geliştirilmiştir.
GFDL'nin uygunluğunu tartışan kaynaklar:
Rönesans
Rönesans ("Yeniden Doğuş"), Orta Çağ ve Reformasyon arasındaki tarihi dönem olarak bilinir.
15 - 16. yüzyıl İtalya’sında batı ile klasik antikite (Eski Roma ve Yunan Eserlerinin incelenmesi) arasında sanat, bilim, felsefe ve mimarlıkta bağın tekrar kurulmasını sağlayan, Antik Yunan filozof ve bi |
lim insanlarının çalışmalarının çeviri yoluyla alındığı, deneysel düşüncenin canlandığı, insan yaşamı (hümanizm) üzerine yoğunlaşıldığı, matbaanın bulunmasıyla bilginin geniş kitlelerle paylaşımının arttığı ve radikal değişimlerin yaşandığı dönemdir.
Bu çağ uzun zamandır geriye düşmüş olan Avrupa'nın ticaret ve Coğrafi Keşifler'le yükselişinin öncüsü olmuştur. İtalyan rönesansı bu dönemin başlangıcı sanatsal ve bilimsel gelişmeyi ifade eder. İlk kez İtalyan sanatçı Giorgio Vasari tarafından Vite'de kullanılmış, 1550 yılında basılmıştır. Rönesans teriminin kökeni Fransızca'dır. Fransız tarihçi Jules Michelet tarafından kullanılmış ve İsviçreli tarihçi Jacob Burckhardt tarafından geliştirilmiştir. (1860'larda). Yeniden doğuş iki anlamı içerir. İlki antik klasik metinlerin tekrar keşfi, öğrenimi, sanat ve bilimdeki uygulamalarının tespitidir. İkinci olarak bu entelektüel aktivitelerin sonuçlarının Avrupalılık kültürünü genelde güçlendirmesidir. Bu yüzden Rönesans'tan bahsederken iki farklı fakat anlamlı yoldan söz edilebilir: Klasik öğrenmenin ve bilimin antik metinlerin tekrar keşfiyle yeniden doğması ve genel anlamda bir Avrupalılık kültürünün yeniden doğuşu. Raphael Sanzio ve Michelangelo gibi birçok ressam mevcuttur.
Rönesans döneminin yaratıcılığının esas yürütücü gücü tüccarlardır. Bunlar en kârlı ticaretin hangi alanda olduğunu araştırdılar ve bu yoldan sağladıkları zenginlikleri sanat ve endüstri yeniliklerine yatırdılar. Rönesans; Floransa, Venedik, İngiltere, Portekiz, Hollanda gibi büyük kent-devletlerinde ya da metropollerde doğmuştur.
Rönesans üzerinde derin araştırmalar yapan Burkhard: “Rönesans insanın keşfedilmesidir.” demektedir. Gerçekten de Ortaçağ Avrupa’da insanın hiçbir kıymeti yoktu. Engizisyon mahkemelerinde yüz binlerce insan haksız yere ve çok defa sırf servetlerini ele geçirebilmek için öldürüldü. Papazlar çeşitli menfaatler karşılığında günahları affediyorlardı. Hatta cennetten yerler satıyorlardı. Mantık ve insanî esaslar kaybolmuştu. Dünya'nın döndüğü kanısına varan Galile ve daha pek çok düşünür çeşitli işkenceler görmüş pek çoğu öldürülmüştür. Bu itibarla Rönesans hareketi ilim ve tekniolojideki ilerlemenin yanı sıra insan ve tabiat sevgisini de beraberinde getirdi. Rönesans`ın öncüleri, sanat faaliyetlerinin yanı sıra edebiyat, tarih ve arkeolojiye de önem verdiler. Resim ve tasvir anlayışı gelişti. Mimaride gotik tarzı terk edilerek barok ve rokoko üslubu geliştirildi. Rönesans mimarlığının başlıca özellikleri ölçü, sadelik ve tabiiliktir.
Bu şekilde İtalya’da başlayan Rönesans hareketi kısa zamanda bütün Avrupa’da yayıldı. Rönesans daha ziyade Fransa’da sanat; Almanya’da dini tablo ve resimler; İngiltere’de edebiyat; İspanya’da resim ve edebiyat alanında gelişti. İtalya’daki rönesans hareketinde eski Yunan ve Roma ediplerinden Tacitus, Sophokles, Domosten, Platon, Çiçeron ve Virgil’in eserleri tekrar ortaya çıkarıldı. İtalyan fikir adamı ve yazarlarından Machiavel (1469-1531), Tasso (1544-1595) yetişip eserler verdiler. Machiavel’in Hükümdar adlı eseri meşhurdur. Ressamlardan Rafael (1483-1520) aynı zamanda heykeltıraş, mimar ve edebiyatçı da olan Leonardo da Vinci (1452-1519), Mikelanj (1475-1564) bu devirde İtalya’da yetişen sanatkarlardır.. Fransa, edebiyat ve fikir sahalarında İtalya’yı geçerek; Ronsard (1525-1585), Montaigne (1533-1592), Rabelais (1495-1555), mimarlıkta Louvre Sarayı'nı yapan Pierre Loscot, Tuileries Sarayını yapan Jean Bullant, resimde de François Clouet yetiştiler. Fransız krallarından I. François (1515-1547) zamanında Collège de France kuruldu. Almanya’da daha çok din alanında değişiklikler oldu. Almanya’da hümanizm akımında Erasmus (1467-1536), Röklen (1452-1522), Luther (1483-1546), resimde Albrecht Dürer (1471-1528) yetişti. İngiltere’de tiyatro sahasında eserleriyle tanınan ve Hamlet'in yazarı Shakespeare (1564-1616), İspanya’da Don Kişot'un yazarı Cervantes (1547-1616), ressam Velasquez (1599-1660), Hollanda’da ressam Rembrandt (1607-1669), Polonya’da ilk defa dünyanın güneş etrafında döndüğünü söyleyen Kopernik'e yetiştiler. Rönesans devrinde yapılan eserler Avrupa’da hala mevcuttur. Ressam ve heykeltıraşların tablo ve heykelleri müzelerde bulunmaktadır.
Hümanizm
Hümanizm, Fransızca "humanisme", insancılık, beşeriyetçilik, insan odaklılık, insan-merkezcillik.
Hümanizm terimsel tanım açısından "sevgi" içermez. Daha felsefi ve bilimsel bir temeli ifade eder. Türkçe karşılığı "insan-merkezcillik"tir. Yani tanrı-merkezcillik geri plana atılır ve bir anlamda reddedilir, insan-merkezcillik esas alınır. Bu kavram psikolojik derinliği olan sübjektif bir kavram (sevgi ve benzeri duygu durumları) değil, felsefi temelli objektif bir kavramdır. Örneğin bir fiilin değerlendirmesinde "tanrının/tanrıların hoşnutluğu" değil "insana faydası/hoşnutluğu" esastır. Bu açıdan da sekülarizmle sıkı bir ilişkisi vardır. Yine kanunların düzenlenmesinde tanrı-merkezcilliği değil insan-merkezcilliği önermektedir.
Adının Türkçe anlamı insancılıktır (human). Genelde deizm, ateizm ve agnostisizm ile bütünleşebilir ama hümanist anlayış bunlar için değildir. Hümanizm, bu tür doğaüstü güçlerin varlığıyla ilgilenmeyen etik tabanlı bir görüştür. Seküler bir hayat duruşu ilkesi ve her otorite karşısında insanı özgürleştirme çabası hümanizmin tanımıdır.
Hümanizme göre doğruyu bulmak insanın bir yetisidir. Fakat doğruyu bulma yönteminde gizemcilik, mistisizm, gelenek ve bunlar gibi genel geçer kanıtlarla ve mantıkla bütünleşmeyen yöntemler izlenemez. Gerçeğe duyulan bu arzu, gözü kapalı kabullenimlerle değil, bilimsel şüphecilik ve bilimsel yöntemle doyurulmalıdır. Otoriteyi ve aşırı şüpheciliği de reddederken, kaderin olaylar üzerindeki etkisini kabul etmez. Doğrunun ve yanlışın bilgisine kişisel ve ortak bilincin en doğru biçimde algılanmasıyla ulaşılabileceğini savunur.
Bunun yanı sıra, humanizm insanın tüm diğer canlı türlerinden daha özel olduğu düşüncesini reddeder. Hümanist filozof Peter Singer “Birçok istisna olmasına rağmen, hümanistlerin çoğu kendilerini en büyük dogmadan özgürleştiremiyor… önyargılı türcülük… Hümanistler diğer canlı türlerine karşı düşüncesizce istismarlara karşı durmalıdır.” diyerek hümanizmin doğalcılığını ve hayvanseverliğini belirtir. Bizim diğer canlıların üzerinde tanrı vergisi bir hüküm hakkımız olmadığını ekler.
Hümanizm insanın kapasitesine iyimser yaklaşır, bunun yanı sıra insan doğasının tümüyle iyi ya da tüm insanların hümanizmin savunduğu ussalcı ve manevi değerlere ulaşabileceğini savunmaz. Bu hedef birey için azim ve diğerlerinin yardımını gerektirir. İnsanın gelişimidir hümanizmin ereği, bütün insanlar için hayatı daha iyi yapmak. Hümanizm güzel şeyler yapmaya, şimdi ve burada iyi yaşamaya ve geleceğe daha iyi bir dünya bırakmaya yoğunlaşır.
Hümanizm Rönesans'a, İslamiyetin Altın Çağı’na ve Antik Yunan kalıntılarına dayandırılabilir ve hatta humanist düşünce Buddha ve Konfüçyüs’te de görülebilir. Bunun yanında hümanizm terimi daha çok batı felsefesiyle bağlaşıktır. Hümanizm terimi 19. yüzyılın başlarında, 15. yüzyıl İtalya’sında klasik edebiyatla ilgilenen kimseler için söylenen "umanista "sözcüğünden kökenlenir.
Rönesans Düşüncesinin üzerinde durup antik örneklere göre işlediği ilk sorun insan sorunudur. İnsanı arayan insana özgü olan bu dünyadaki yerinin ne olduğunu araştıran çalışmalara verilen addır.
Hümanizm deyimi ilk olarak filolojik açıdan değerlendirilmiştir. Ancak sadece bu açıdan değerlendirilirse bilimsel bir akım olamazdı. Oysa hümanizm geniş anlamıyla modern insanın hayat anlayışını ve duygusunu dile getiren bir akımdır.
Milattan önce 6. yüzyılda yaşamış Miletus’lu Thales ve Colophon’lu Xenophanes kendilerinden sonrakiler için humanist düşüncenin yolunu hazırlamıştır. Thales “kendini bil'meyi dünyasının merkezine oturturken, Xenophanes döneminin tanrılarına inanmayı reddetmiş ve kutluluğu evrene ve evrendeki şeylere yüklemiştir. Sonra gelen ve ilk serbest düşünür olarak görülen Anaksagoras bilimsel yöntemlere katkıda bulunarak evreni anlamanın başka bir yolunu göstermiş oldu. Anaksagoras’ın öğrencisi Perikles de demokrasinin oluşumunu, özgür düşünceyi savunmuş ve etkilemiştir. Yazılarından çok azı bugüne gelebilmişse de Protagoras ve Demokritos da bilinmezciliği benimsemiş ve ruhani varoluşlarının doğaüstü bir varlıktan bağımsız olduğunu savunmuştur.
Bu inancı taşıyanlara Hümanist denilmiştir.
Fransızca
Fransızca ("français", ), Hint-Avrupa dil ailesinin Roman dilleri altbirimden, Fransa ve Fransız uygarlığını benimsemiş ve eski Fransız sömürgesi ülkelerde kullanılan dildir.
Dünya'da yaklaşık olarak 200 milyon insan Fransızca bilmektedir. 128 milyon insan Fransızcayı anadili veya ikinci dili olarak konuşurken, 54 ülkede 72 milyon insan tarafından da bilinmekte ve konuşulmaktadır. Başta Fransa olmak üzere Kanada, Belçika, İsviçre, Afrika, Lüksemburg ve Monako ve daha birçok ülkede konuşulur.
Fransızca; İspanyolca, Portekizce, İtalyanca, Katalanca ve Rumence gibi Roma İmparatorluğu'nun dili olan Latince'nin devam dillerindendir.
Fransızca tarih içerisinde Roma Galyalılarının kelt dillerinden ve Roma sonrası Frenk göçmenlerinin Cermen dillerinden etkilenmiştir.
Fransızca 29 ülkede resmî dildir. "La Francophonie" denilen Frankofon Fransızca konuşan uluslar topluluğudur. Birleşmiş Milletler'in bütün altkurumlarında ve uluslararası kuruluşların çoğunda resmî dildir.
Avrupa Birliği verilerine göre 27 üye ülkedeki 129 milyon insan (497.198.740 %26'sı) Fransızca konuşmakta ve bunun 65 milyonu (%12) anadili, 69 milyonu (%14) ise ikinci dili olarak konuşmaktadır. Bu verilere göre Fransızca birlik içerisinde İngilizce ve Almancadan sonra en sık konuşulan 3. dildir.
Fransız Anayasası'na göre Fransızca 1992'den beri Fransa'nın resmî dilidir.(Aslında 1539'dan beri önceki birtakım yasal metinlerde de Fransızca resmî dildir)
resmî hükümet yayınlarında, eğitim sisteminde, yasal sözleşmelerde, reklâmlarda yabancı sözcüklerin Fransızcaya çevrilmesi zorunludur.
Fransızcaya ek olarak Fransa'da pek çok yerel dil de k |
onuşulur. Fransa, Avrupa Yerel Diller Sözleşmesi'ne imza atmış olmasına karşın, 1958 anayasasına karşı olduğu gerekçesiyle bunu onaylamamıştır.
Fransızca İsviçre'nin 4 resmî dilinden biri olup (diğerleri Almanca, İtalyanca, Romanşça) İsviçre nüfusunun %20'sinin anadilidir. Romanş dili İtalyancaya yakın bir dildir ve İsviçre halkının %6'sınca kullanılır.
Fransızca Belçika'nın Valon bölgesinin resmî dilidir ancak bu bölgede Almanca konuşanlar doğu kantonlarda yaşar. Başkent Brüksel'in içinde yer aldığı merkez bölgesinin Felemenkçe ile birlikte iki resmî dilinden biridir. Bu bölgede çoğunlukla anadilleri olmamasına karşın nüfusun büyük çoğunluğu tarafından konuşulur. Valon ve Brüksel-merkez bölgelerine sınırı olmasına rağmen Flaman bölgesinde ise Fransızca ve Almanca resmî dil olmayıp Felemenkçe konuşulur. Ancak bu bölgede anadilleri Fransızca olan insanlar da yaşar.
Toplamda nüfusun %40'ı Fransızca, %60'ı Felemenkçe konuşur. Felemenkçe konuşan insanların %59'u da Fransızcayı ikinci dilleri olarak konuşurlar. Bu bilgilere göre Belçikalıların %75'i Fransızca bilmektedir.
Monako Prensliğinin ulusal dili Monégasque olmasına karşın Fransızca tek resmî dildir ve Fransız kökenliler ülke nüfusunun %47'sini oluştururlar.
Andorra'nın resmî dili ise Katalanca'dır. Fransa'ya yakın komşuluğu nedeniyle Fransızca da konuşulur. Fransız kökenliler ülke nüfusunun %7'sini oluşturur.
İtalyanca ile birlikte Fransızca İtalyanların resmî bir dili olup İtalya'nın Aosta vadisi bölgesinde konuşulur. Buna ek olarak bölgede başka lehçeler de konuşulmaktadır ancak bunlar resmî açıdan henüz tanınmamıştır.
Fransızca Lüksemburg'un Almanca ve Lüksemburgca ile birlikte üç resmî dilinden birisidir. Lüksemburg eğitim sistemi üçlü dil yapısındadır. İlkokulun ilk yıllarında dersler Lüksemburgca, sonraki yıllarda Almanca, liseden itibaren ise Fransızca olarak okutulmaktadır.
Fransızca Kanada'nın resmî dillerinden biri olup İngilizceden sonra en çok konuşulan dildir. Quebec eyaletinde ise Fransızca tek resmî dil olup 7 milyon insanın anadilidir.
Nüfusunun üçte biri Frankofon içinde yer alan New Brunswick bölgesinin ise iki resmî dili vardır. Nüfusunun üçte biri Frankofon içinde yer alan Kanada'nın başkenti Ottawa, Ontario şehrinin ise iki resmî dili vardır.
Ontario, Nova Scotia ve Manitoba bölgelerinde de resmî dil olmamasına karşın Fransızca konuşan insanlar yaşar.
Fransızca toplumun okuryazar kesiminde konuşulmasına karşın Haiti'nin resmî dillerinden biridir. Fransızca kökenli Kreol dillerinden biri olan Haiti Kreolü ise nüfusun büyük kısmının anadilidir.
Federal düzeyde resmî bir tanınması olmamasına karşın Fransızca Amerika Birleşik Devletleri'nde İngilizce ve İspanyolcadan sonra en çok konuşulan üçüncü dildir. Louisiana, Maine, Vermont ve New Hampshire eyaletlerinde ise en çok konuşulan ikinci dildir. Louisiana'da Kayun ve Kreol Fransızcası konuşulur. 2000 verilerine göre Louisiana da 194.000 insan evlerinde Fransızca konuşmaktadır.
Dünyada Fransızca konuşan nüfusun büyük çoğunluğu Afrika'da yaşar. Uluslararası Fransızca konuşan Ülkeler Topluluğunun ("Organisation internationale de la Francophonie") 2007 raporuna göre 31 farklı Afrika ülkesinde yaşayan 115 milyon Afrikalı Fransızcayı anadili ya da ikinci dili olarak konuşabilmektedir. Fransızca Afrika genelinde ikinci bir dil olmasına karşın Abidjan, Libreville gibi şehirlerde ve Fildişi Kıyısı'nda sadece Fransızca konuşulmaktadır.
Afrika dillerinden etkilenerek gelişen Afrika Fransızcası'nın birçok çeşidi olmasından dolayı tek bir Afrika Fransızcasından söz edilemez.Fransızca kökenli Kreol dillerine ek olarak Fransızca Hint Okyanusu'nda bulunan adalarda da konuşulur. Madagaskar'da Fransızcanın yanında Malayo-Polinezyan bir dil olan Malagazi konuşulur. Mauritius ve Seyşel Adaları'nda İngilizcenin resmî dil olmasından bu yana Fransızca ve İngilizce arasında bir çekişme vardır. Madagaskar'da da son yıllarda İngilizce resmî dil olmuştur.
Sahra altı ülkelerde eğitimin yaygınlaşmasıyla birlikte Fransızca dili de yaygınlaşmış ve evrime uğramıştır.
Diğer ülkelerden Afrika'ya gelenler için Afrika Fransızcası'nı anlamak biraz güç olabilir, buna karşılık yazı dilinde çok büyük farklılıklar yoktur.
Fransızca pek çok Afrika ülkesinde resmî dildir:
Mauritius ve Magrip ülkelerinde resmî dil olmayıp idari dilde yaygın olarak kullanılır:
Son yıllarda Cezayir özellikle eğitim dilinde Fransızca’nın yerine Arapça’nın kullanımını yaygınlaştırmak için dille ilgili çeşitli düzenlemeler yapmıştır.
Mısır’da çoğunlukla kullanılan yabancı dil İngilizce olmasına karşın üst ve orta sınıflarda Fransızca daha yaygın olarak bilinir ve konuşulur. Bu yüzden eğitim süreci içerisinde bir Mısırlı İngilizce’ye ek olarak Fransızca da öğrenir. Mısır, Fransızca konuşan ülkeler topluluğu (Frankofon) içerisinde yer alır.
Fransa’nın Hint Okyanusu’nda yer alan iki denizaşırı bölgesi Mayotte ve Réunion’da da resmî dil Fransızca’dır.
Asya'da; eski Fransız sömürgeleri olan Hindistan'ın Puduçeri şehrinde, Vietnam, Kamboçya ve Laos'da ticaret ve azınlık dili Fransızca olarak kabul edilir. Ayrıca Asya'daki diğer eski Fransız sömürgeleri olan Suriye ve Lübnan'da çoğunlukla kullanılan yabancı dil İngilizce olmasına karşın üst ve orta sınıflarda Fransızca daha yaygın olarak bilinir ve konuşulur. Lübnan, Fransızca konuşan ülkeler topluluğu (Frankofon) içerisinde yer alır.
Fransızca bir Hint-Avrupa dilidir. Aşağıdaki aile ağacında gösterilen diğer kardeş dilleri gibi Fransızca, Latince soyundandır. Daha belirgin olarak Roma İmparatorluğu'nda yaşayanların çoğu tarafından konuşulan Kaba Latince soyundan, ve teknik terimlerinden dışında Klasik Latince ile pek ilgisi yoktur. Örneğin Klasik Latincede "at" anlamına gelen "equus"'un Kaba Latince karşılığı "caballus" idi ve bu Fransızca "cheval" kelimesine yol vermiştir. Diğer örnekler:
Söz dağarcağının yanı sıra grameri de daha çok Kaba Latinceninkine benzerdir. Klasik Latincede bir kelimenin çekim ekini değiştirerek herhangi bir durumu belirtmek için kelimeler çekilir; örneğin: "kızda" = ""puellae"", "kıza" = ""puellam"", vs.. Bunun aksine Kaba Latincede zaman geçince bu çekim işlemi kaybolmuş ve çağdaş Fransızcada olduğu gibi sadece ilgeçler (ör. ""ad"", ""in"") kullanılmaya başlamıştır. Bu durum bir tek adların cinsiyetlerini belirten çekimlerde kalmıştır. Örneğin bir erkek kedi "le chat", bir dişi kedi "la chatte" olarak tanımlanır. Bir erkek dansçı "le danseur", bir kadın dansçı "la danseuse" olarak bilinir, vs..
Fransızca, Hint-Avrupa dili olan Latince'nin soyundan gelen bir Roman dilidir, ve bunun sebebiyle İtalyanca, İspanyolca gibi dillerle sözsel benzerliklere sahiptir. Aşağıdaki tablo bazı Fransızca sözleri İtalyanca, İspanyolca, Oksitanca, Katalanca, Portekizce, Rumence ve Latince eşdeğerleri ile karşılaştırmaktadır. Bu diller, Fransızcaya sözsel benzerliklerine göre sıralanmaktadır, örneğin İtalyanca, Fransızca ile %89 sözsel benzerliğe sahip olmasına rağmen o önce sıralanmaktadır, vesaire.
Aşağıda Fransızcada İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin birinci maddesi, bunun Uluslararası Fonetik Alfabesi telaffuzu ve bu maddenin Türkçesi bulunmaktadır.
Fransızca sayılar
Bazı sözcükler
Parlamento
Parlamento, isim kökeni İtalyanca olup yasama gücüne ve yetkisine sahip meclis veya meclislerdir.
"Konuşmak" anlamına gelen İtalyanca "parlare" eyleminden türemiş bir sözcük olup, "konuşulan yer" anlamına gelmektedir.
İngiltere'de krallar, devletin işlerini görüşmek ve özellikle yeni bir vergi koymak istedikleri zaman, devlet erkânından başka, halk tarafından da mebuslar seçilmesini emreder ve bunları bir meclis hâlinde toplarlardı. Meseleler görüşüldükten sonra, karar meclisi dağılırdı. Memleketin dört bir köşesinden gelen mebuslar, mebusluk hakkını kaybederek evlerine dönerlerdi. Kral tekrar bir istişarede bulunmak isterse yeniden seçimler yapılır ve yeni bir meclis meydana getirilirdi. Böylece bir sene içinde üç defa seçim yapılır, üç yeni meclisin toplandığı görülürdü. Meclisin belli bir zamanı ve müddeti yoktu. Esasen bu meclis tamamıyla ihtisasi mahiyette bir meclisti. Sonradan bu usul değiştirilmiş ve daha pratik bir usul konulmuştur. Neticede, seçilen milletvekillerinin üç dört sene gibi daha uzun bir zaman vazifede kalmaları ve "parlamento" adı verilen bir meclis meydana getirmeleri sağlanmıştır. Daha sonra parlamenter rejim İngiltere'de yerleştikten sonra, parlamento bu rejimin unsurlarından biri hâline gelmiştir.
İngiltere'de parlamento iki meclislidir. Bunlardan biri zengin ve soyluların meydana getirdiği Lordlar Kamarası, diğeri ise halkın temsilcilerinden meydana gelen Avam Kamarasıdır. On üçüncü yüzyılın başlarında İngiltere'de Lordlar Kamarası daha ağır basıyordu. Sonraları, Lordlar Kamarasının parlamentodaki gücü zayıfladı. Avam Kamarası daha güçlü hâle geldi.
Hemen hemen bütün dünya devletlerinde üye sayıları ve yetkileri ülke şartlarına göre değişen parlamentolar mevcuttur. Her ülkede kanun yapmak, yeni kurallar tespit etmek yetkisi parlamentolara verilmiştir. Eskiden kanun yapmak yetkisi de krallara ait olduğu için, parlamentonun doğuşu büyük mücadeleler sonucu gerçekleşmiştir. Özellikle Fransız tarihi bu tip mücadelelerle doludur. Parlamento tek meclisli veya birden fazla meclisli olabilmektedir. İngiltere'de, ABD'de, Fransa'da iki meclisli parlamento mevcuttur. Türkiye'de 1876 Kanun-ı Esasi iki meclisli, 1921 ve 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunları tek meclisli, 1961 Anayasası iki meclisli 1982 Anayasası tek meclisli parlamento usulünü kabul etmiştir.
Parlamentolarda bulunan milletvekili sayısı da ülke şartlarına göre değişmektedir. Parlamentonun kaç kişiden meydana geleceği her ülkenin kendi anayasası ile belirlenmiştir. Mesela Türkiye'de 1982 Anayasası, parlamentonun 400 milletvekilinden teşekkül etmesini hükme bağlamış; daha sonra yapılan değişikliklerle 550'ye çıkarılmıştır. 1961 Anayasası ise 600 kişilik bir parlamento kabul etmişti. Bunun 450 üyesi Millet Meclisinde 150 üyesi ise Cumhuriyet Senatosunda bulunuyordu. Ayrıca 27 Mayıs 1960 ihtila |
lini yapan Millî Birlik Komitesi üyeleri, ömür boyu Tabii Senatör olarak Cumhuriyet Senatosu üyesi sayılmışlardı. Bunların dışında 15 üye de Cumhuriyet Senatosuna Cumhurbaşkanı tarafından Kontenjan Senatörü olarak tayin ediliyordu. 1982 Anayasası ile kaldırılmıştır.
Parlamento çalışmaları aleni olarak cereyan eder. Yani isteyen vatandaşlar parlamento çalışmalarını takip edebilir. Fakat parlamento gizli kalmasını istediği önemli konuları görüşürken kapalı toplantılar da yapabilir. Parlamentoda oyların sayımı muhtelif şekillerde olabilir. Kapalı zarf usulü, ayağa kalkarak veya parmak kaldırmak gibi usullerle oylama yapılabilir.
Nirvana (anlam ayrımı)
Nirvana, aşağıdaki anlamlara gelebilir:
CIA
Merkezî İstihbarat Teşkilatı () veya İngilizce adın kısaltmasıyla CIA, 1947'de Amerika Birleşik Devletleri başkanlarından Harry Truman döneminde kurulan, ABD'nin birimleri için gereken ABD dışı ülkelerle ilgili istihbarat bilgilerini toplayan kurumdur. Merkezi Virginia eyaletindeki Langley'de bulunmaktadır. Direktörlüğünü Gina Haspel yürütmektedir.
CIA yasasına göre; kurum, organizasyonunu, görevlerini, personelinin sayısını ve maaşlarını saklı tutmak hakkına sahiptir. Soğuk Savaş yıllarında ve sonrasında CIA pek çok gizli operasyonda rol alarak çeşitli sebepler dolayısıyla siyasi rejimleri zayıflatmaya ve hükûmetleri devirmeye çalışmıştır.
1947'de Kongre tarafından, Millî Güvenlik Konseyi (National Security Council, NSC) ile bu konseyin yönetimi altında çalışmak üzere kuruldu. CIA, NSC'ye millî güvenliği ilgilendiren konularda bilgi toplayıp verecek, elde edilen bilgileri değerlendirdikten sonra, hükûmetle ilgili yerlere ulaştırılmasını sağlayacaktı. CIA; NSC'nin vereceği emirler doğrultusunda, güvenlikle ilgili istihbarat işlerini yerine getiriyordu.
Değişik kesimlerden seçilen CIA direktörleri arasında, ABD'ye başkanlık yapan George W. Bush'un babası George H. W. Bush da bulunmaktaydı.
CIA dört direktörlük halinde çalışmaktadır:
CIA'nın şimdiye kadar başka devletlerde birçok operasyon yaptığı meydana çıkarıldı. Bütün bu işleri yapabilmek için, CIA'ya geniş bir maddi imkan tahsis edilmektedir. Kadrolarında devamlı memur şeklinde on altı bin kişi (tahmini) çalışmaktadır.
CIA'nın faaliyetleri çeşitli dedikodulara sebep olduğundan son yıllarda ABD Kongresinde durumu incelenmiş, Pike Raporu hazırlanmış, kamuoyuna açıklamalar yapılmıştır.
Bazı devlet başkanlarını, devlet ileri gelenlerini suikast düzenleyerek öldürtmek, ülkeler içinde bazı etnik grupları teşvik ve tahrik ederek karışıklıklar çıkarmak, hükümetleri devirmek gibi işleri CIA'nın yaptığı ortaya çıkarılmıştır.
CIA, ABD içinde olduğu gibi, bütün dünyada ve özellikle Orta Doğu'da faaliyet gösterir.
CIA, 30 Eylül 2007 tarihinde İran parlamentosunun aldığı bir kararla terörist örgüt ilan edildi.
CIA, 6 Mayıs 2014 tarihinde @CIA kullanıcı adı ile sosyal paylaşım ağı Twitter'a katılmıştır.
Abana
Abana, Kastamonu ilinin Karadeniz kıyısındaki bir ilçesi ve aynı ilçenin merkezi kasabadır. Kastamonu'nun Karadeniz kıyısındaki beş ilçesinden biri olan Abana, ilin en fazla turist çeken ilçesidir. Abana kasabasının yaklaşık 3.000 kişi olan kış nüfusu yaz aylarında 15-20 bini bulur. Yaklaşık 6 km uzunluğundaki kumsalları ve yemyeşil doğası ile bölgenin önemli bir turizm merkezidir.
Karadeniz’in en eski yerleşim merkezlerinden biri olan Abana'nın kuruluş tarihi hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Tarihteki en eski ismi Aiginetes’tir. Ancak antik kaynaklarda bu yerin Paphlogoniya’ya bağlı MÖ 7. yüzyılda kurulduğu tahmin edilen küçük bir kıyı kasabası olduğu ifade edilmektedir. (Strabon)
Abana ilçesinin asıl kurulduğu yer 3 km doğusunda bulunan ve halen bugün mahallesi konumunda bulunan Hacıveli’dir. Yapılan arkeolojik kazılar bunu doğrulamaktadır. (Pr. Dr. Bilge Umar)
Osmanlı Arşivlerinde Abana ile ilgili geçen ilk verilere 1530 yılında (Hicri 937) rastlanılmaktadır. O dönemde Muhasebe-i Vilayeti Anadolu defterinde Kastamonu livasının beş ilçesinden biri olan Ayandon ilçesine bağlı bir köy olarak Abana belirtilmiştir. (Başbakanlık Devlet Arşivi)
Abana Osmanlı İmparatorluğu döneminde İnebolu Kazasına bağlı olarak ilk defa 1880 yılında nahiye statüsü kazanmıştır.
Abana milli mücadele döneminde tarihi vesikalarda şu şekilde dile getirilmiştir: "Milli Mücadele’de, Kastamonu’nun ilk telsiz hatlarından birine sahip olan Abana ilçesi, cephede savunma amaçlı dikenli tel yapılmak üzere ilçesindeki tüm telefon tellerini söküp cepheye göndermiştir." (Nurettin Peker)
Cumhuriyet döneminde Abana 1945 yılında Merkez Muhtarlığı ve 83 Köy ile ilçe yapılmış, 21.12.1953 tarihli kanunla Abana’nın ilçeliğine son verilmiştir. Anayasa Mahkemesi kararı ile 1968’de de kendisine bağlı 10 köyü ile beraber tekrar ilçe yapılmıştır.
KAYNAK: Abana'nın Şehirsel Gelişimi (Harun ATA)
Kastamonu'ya 98 km uzaklıktaki Abana'da konaklama için çeşitli seçenekler mevcuttur. Kamp alanlarından ve konaklama tesislerinden yararlananılabilir. Tatil köyü, kiralık ev, pansiyon ve otel tipi tesislerde de uygun fiyatlara kalmak mümkündür. Son yılların gözde sporu trekking için çok sayıda parkur bulunmaktadır. Özellikle dağ içindeki yürüyüş alanı çok tercih edilmektedir.
Denize girmek için uygun plajlar bulunmaktadır. Abana'da denize girmek için en uygun dönem ise Temmuz ve Ağustos aylarıdır. Temmuz ayının son haftasında düzenlenen Deniz Şenlikleri 3 gün sürer. Bu şenliklerde kültürel ve sanatsal birçok faaliyet yer alır.
Gece hayatının da işlek olduğu kentte çok sayıda bar, çay bahçesi, cafe bulunmaktadır. Şenlikler boyunca çok sayıda ünlü sanatçı ilçeyi ziyaret eder. Deniz ile dağ arasında sadece 100 metre olması nedeniyle temiz hava hakimdir. İlçeyi bir uçtan diğer uca katetmek yaklaşık on dakika sürmektedir.
Demirhan Baylan
Demirhan Baylan (d.25 Aralık 1970, Sivas, Divriği) besteci, müzisyen, ses mühendisi, modern düşünür ve yazar.
Müzik kariyerine bas gitarist olarak başlayıp, daha sonra buna şarkı yazarlığı ve ses mühendisliğini de eklemiştir. Eğitim hayatı Yıldız Teknik Üniversitesi'nde Mimarlık'la başlamış fakat bunu tamamlamadan Berklee College of Music'e giderek burada Müzik Prodüksiyonu ve Mühendisliği lisansı almıştır. 1999'da Türkiye'ye döndükten sonra Bilgi Üniversitesi ve Yıldız Teknik Üniversitesi'nde ses mühendisliği dersleri vermiştir. Bu arada Deneyevi isimli canlı müzik kayıt stüdyosunu kurmuştur.
Müzik tarzı ilk dönemlerinde elektronik, enstrümantal ve deneysel bir noktadan başlayıp üçüncü albümüyle beraber şarkı yazarlığı ve hikâyeciliğe yönelmiştir. Tüm solo çalışmalarının ortak noktası müziğin bestelenmesi, icrası ve özellikle kaydedilmesinin tamamen kendisi tarafından yapılmış olmasıdır. Yapı itibarıyla pop ve rock stilleri ağırlık kazanmakla birlikte gerek söz yazarlığı gerekse icracılık konusundaki sıradışılığı geniş kitlelerce tanınmasına engel teşkil etmiş olmasına rağmen, dünya müzik endüstrisi üzerine yazdığı kitapta da belirttiği üzere "merkezinde kendisinin olduğu ürünlerinin ve fikirlerinin dünyaya yayılabilmesi için çeşitli formüller" denemiştir. Bu eylemlerin başlangıcı kendi firmasını kurarak müziğini yaymaya başladığı 2003 tarihli Anlamlı Hatalar'dır. Daha sonra 2006 tarihinde Deli Fatma'nın Bilmeceleri projesinde dinleyiciden ekonomik destek alarak piyasada varolmayı hedeflemiştir. 2008 tarihi itibarıyla yine aykırı bir proje üreterek The Fool Is The Devil isimli albüm ve kitaptan oluşan çalışmasını başlangıç olarak dünya çapında 12 kişiyle paylaşmış ve bir nev'i zincir oluşmasını öngörmüştür. Bu projeyi aynı zamanda içeriğinden bağımsız olarak dünya müzik endüstrisine alternatif bir yöntem önerme çabası olarak tanımlamıştır. Enstrümanist olarak yer aldığı projeler caz, modern müzik ve de rock olarak gruplanabilir.
Çeşitli yerlerde hakkında "Anarşist" ve/veya "Sosyalist" olduğuna dair tanımlamalar çıkmış olmakla birlikte kendisinin bunları kabul ettiği herhangi bir kaynak bulunmamaktadır. Şimdilik tek kitabı olan Wolpadinga biraz pasifist, liberal/sosyal demokrat izler taşımakla beraber bu görüşlerin doğrudan savunulduğuna dair bir gönderme mevcut değildir. Ancak agnostik ve septik olduğu kesindir. Müzikal kariyerine Türkiye'nin sol söyleme sahip önde gelen gruplarından biri olan Bulutsuzluk Özlemi'nde başlamıştır ve bu sayede ağırlıklı olarak İnsan Hakları'nı destekleyen etkinliklerde yer almıştır. 2005 ve 2006 yıllarında Barışarock inisiyatifinin konserlerinde de çalmıştır.
"Bildiğin Şeyler (Yangın)" şarkısını Sivas Katliamı'nda yaşamını yitirenlere ithaf etmiştir.
Numaralanmış, kişiye özel olarak tasarlanmış albüm projesi. Sadece 74 kopya yapılmış.
Albüm mp3 ve ogg vorbis formatlarında, kitap ise pdf olarak hazırlanmış. Bunun dışında içerik, katkıda bulunan müzisyenlerle ilgili bilgi mevcut değil. Elden ele, bedava olarak kopyalanması destekleniyor.
Charles Darwin
Charles Robert Darwin, (12 Şubat 1809 - 19 Nisan 1882), İngiliz biyolog ve doğa tarihçisi.
İnsan dahil tüm canlı türlerinin doğal seçilim yoluyla bir ya da birkaç ortak atadan evrildiğini öne sürmüş ve o günün şartlarına göre bu teoriyi destekleyen pek çok kanıt sunmuştur. Darwin'in fikirleri üzerine inşa edilen modern evrim teorisi, bugün biyoloji biliminin temeli ve birleştirici ögesidir. Evrimin gerçekleştiği olgusu Darwin hayattayken, doğal seçilim teorisinin evrimin ana açıklaması olması ise 1930'lu yıllarda bilim dünyası tarafından kabul görmüştür. Darwin'in orijinal teorileri modern evrimsel biyolojinin temelini oluşturmakta, hayatın çeşitliliği üzerine birleştirici bir mantıksal açıklama sunmaktadır.
Darwin'in doğa tarihine duyduğu ilgi, önce Edinburgh Üniversitesi'nde tıp, sonra Cambridge Üniversitesi'nde teoloji okurken gelişti. "Beagle" gemisinde yaptığı beş senelik yolculuk sırasında, zamanın meşhur jeoloğu Charles Lyell'ın ortaya attığı, geçmişteki jeolojik süreçlerin bugünkülerle aynı olduğunu savunan teoriyi destekleyecek pek çok gözlem yaptı ve iyi bir jeolog olarak ünlendi. Aynı yolculukta, canlıların coğrafi dağılımı ve fosiller üzerine |
yaptığı dikkatli gözlemler sonucunda, türlerin birbirine dönüşümüyle ilgilenmeye başladı ve 1838'de doğal seçilim fikrini geliştirdi. Daha önce benzer fikirlerin "sapkınlık" olarak nitelendirildiğini ve bastırıldığını görmüş olduğundan, uzun süre fikirlerini en yakın arkadaşları dışında kimseye açmadı. Olası itirazlara en iyi şekilde cevap verebilmek için araştırma yapmaya ve kanıt toplamaya başladı. 1858'de Alfred Russell Wallace'dan aldığı bir mektubu okuyunca, Wallace'ın da kendisininkine benzer bir teori geliştirdiğini anladı ve nihayet teorisini yayımlamaya karar verdi.
1859'da yayımladığı "On the Origin of Species" ("Türlerin Kökeni Üzerine") adlı kitabı, canlıların ortak atalardan evrilerek çeşitlendiği fikrinin geniş kabul görmesini sağladı. Daha sonra yayımladığı "The Descent of Man, and Selection in Relation to Sex" ("İnsanın Türeyişi, ve Cinsiyete Mahsus Seçilim") kitabında insan evrimini ve cinsel seçilim fikrini inceledi. "The Expression of the Emotions in Man and Animals" ("İnsan ve Hayvanlarda Duyguların İfadesi") adlı kitabında ise insanların ve hayvanların duygularını ifade ediş şekilleri arasındaki benzerlikleri ortaya koydu.
Darwin bugün, John Herschel ve Isaac Newton gibi isimlerle beraber Westminster Kilisesi'nde gömülüdür.
Darwin, 12 Şubat 1809'da Birleşik Krallık'ın Shropshire bölgesindeki Shrewsbury kasabasında, Robert ve Susannah Darwin'in beşinci çocuğu olarak The Mount'ta dünyaya geldi. Babası Robert Darwin ve baba tarafından dedesi Erasmus Darwin, ünlü doktorlardı. Annesi ise zengin bir çömlek imalatçısı olan Josiah Wedgwood'un kızıydı. Darwin Temmuz 1817'de, henüz sekiz yaşındayken, annesini kaybetti. Eylül 1818'de ise Shrewsbury Okulu'nda yatılı öğrenci olarak eğitime başladı.
1825'te mezun olan Darwin, bir süre babasının yanında stajyer doktor olarak çalıştıktan sonra İskoçya'daki Edinburgh Üniversitesi'nin tıp fakültesine yazıldı. Fakat cerrahlığa bir türlü ısınamadı ve tıp derslerini boşlamaya başladı. Okulda çalışan Guyana kökenli azledilmiş bir köleden taksidermi (hayvan doldurma) sanatını öğrendi. Doğa tarihiyle ilgilenen öğrencilerin kurduğu Plinius Topluluğu'na ("Plinian Society") katıldı. Öğretmeni Robert Edmund Grant'ten Jean-Baptiste Lamarck'ın evrim teorisini öğrendi ve Grant ile beraber deniz canlılarını inceleyip ortak atalardan evrilme teorisini destekleyen homoloji (farklı canlı türlerinde aynı temel yapıya sahip organların bulunması) örnekleri buldu. Bir başka öğretmeni olan Robert Jameson'dan ise jeoloji ve bitkilerin sınıflandırılması üzerine dersler aldı, Edinburgh Kraliyet Müzesi'nin bitki koleksiyonunu düzenlemede Jameson'a yardımcı oldu.
Darwin'in tıp eğitimini iyice boşladığını fark eden babası, 1827'de onu Edinburgh'dan alarak Cambridge Üniversitesi'ne bağlı "Christ's College"'a yazdırdı. Darwin'in teoloji okuyup bir din adamı olmasını umuyordu. Darwin, teolojide tıbba kıyasla daha başarılı olsa da (özellikle teolog William Paley'nin, canlıların karmaşıklığını üstün zekâlı bir yaratıcıya bağlayan yazılarını beğeniyordu), asıl ilgi alanı hâlâ doğa tarihiydi. Kuzeni William Darwin Fox ile beraber böcek toplamaktan hoşlanıyordu. Böceklere olan ilgisi sayesinde botanik profesörü John Stevens Henslow ile tanışan Darwin, bu profesörle yakın arkadaş oldu ve hem Henslow'un doğa tarihi dersine yazıldı, hem de ondan özel dersler almaya başladı. Kısmen bu dersler sayesinde, 1831'de 178 kişilik devresinde 10. olarak mezun oldu. Darwin 1831 yazını, jeoloji profesörü Adam Sedgwick ile beraber Galler'in jeolojik katmanlar haritasını çıkararak geçirdi.
1831 sonbaharında Henslow, Darwin'i "HMS Beagle" gemisinin kaptanı Robert FitzRoy ile tanıştırdı. "Beagle", Aralık 1831'de FitzRoy'un komutasında iki senelik bir Güney Amerika yolculuğuna çıkacaktı, ve kaptan yolda kendisine arkadaşlık edecek iyi eğitimli bir doğabilimci istiyordu. Henslow'un tavsiyesi üzerine FitzRoy, Darwin'i gemisine almayı kabul etti. Darwin'in babası önce bu uzun yolculuğa izin vermediyse de, kayınbiraderinin araya girmesiyle fikrini değiştirdi.
"HMS Beagle"'ın yolculuğu iki yerine beş yıl sürdü. Darwin, yolculuk boyunca çok çeşitli jeolojik oluşumlar, fosiller ve canlılar keşfetti ve bunlardan örnekler topladı. Fırsat buldukça Cambridge'e keşiflerini anlatan ayrıntılı mektuplar yazıyor, topladığı ilginç örnekleri postalıyordu. Bu sayede, kendisi uzakta olmasına rağmen, İngiliz doğabilimcileri arasında ünü epey yayıldı. Yolculuk boyunca tuttuğu günlüğüne, doğabilimsel keşiflerinin yanı sıra, karşılaştığı değişik insan topluluklarıyla ilgili kültürel ve antropolojik gözlemlerini de yazıyordu. Bu günlüğü 1839'da "The Voyage of the Beagle" (Beagle Yolculuğu) adıyla yayımlayacaktı. Denizdeki yolculuğu boyunca defalarca ağır deniz tutması geçirmesine rağmen, hayvanbilim notlarının büyük kısmı denizde yaşayan omurgasızlarla ilgilidir, ilk notunun konusu durgun suda topladığı bir plankton kümesi hakkındadır.
Yolculuk Darwin için kolay olmadı. Deniz tutmasından fena şekilde etkilendi, Ekim 1833'te Arjantin'de ateşli bir hastalık geçirdi, Temmuz 1834'te ise And Dağları'ndan Şili'ye dönerken tekrar hasta oldu ve bir ay yataktan çıkamadı.
Yolculuğun başında Kaptan FitzRoy, Darwin'e Charles Lyell'ın "Principles of Geology" (Jeolojinin Prensipleri) adlı kitabını vermişti. Lyell bu kitabında jeolojik oluşumların, bugün de devam eden çok yavaş süreçlerin etkisiyle, çok uzun çağlar sonucunda oluştuğunu savunuyordu. Darwin, Batı Afrika açıklarındaki Santiago adasında, yüksek volkanik kaya yamaçlarında mercan ve deniz kabuğu kalıntıları bulunca, bu yamaçların bir zamanlar deniz altında bulunduğunu, ve Lyell'ın söylediği gibi çağlar boyunca yavaş yavaş yükseldiğini anladı. Darwin yolculuk boyunca pek çok önemli jeolojik keşif yapacaktı. Patagonya'da gördüğü, deniz kabukluları ve çakıldan oluşan geniş düzlüklerin yükselmiş sahiller olduğunu tahmin etti, ve Şili'de bir deprem sonrasında deniz seviyesi üstünde kalmış midye yatakları gözlemleyince, kıyının deprem sonucu yükseldiğini anladı. Benzer şekilde, And Dağları'nın yamaçlarında, kumlu sahillerde yetişen ağaçlara ve deniz kabuklularına ait fosiller buldu, ve bu yamaçların zaman içinde yükseldiği sonucuna vardı. Ayrıca Hint Okyanusu'nda bol bol inceleme fırsatı bulduğu atollerin (mercan adalarının), deniz tabanından yükselen volkanik dağların çevrelerinde oluştuğunu keşfetti.
Darwin Güney Amerika'da, soyu tükenmiş devasa memelilere ait fosiller buldu. Bu fosillerin bulunduğu katmanlarda modern deniz kabuklularına ait kalıntılar da vardı, yani bu memelilerin soyu yakın zamanlarda, herhangi bir iklim değişikliği ya da felâket olmadan tükenmişti. (Darwin'in zamanında yaygın görüş, fosillerin Nuh tufanı benzeri büyük felâketlerde ölen hayvanlar olduğuydu.) Darwin bu hayvanların benzer Afrika ve Avrupa türleriyle akraba olduklarını düşündü, oysa İngiliz biyolog Richard Owen 1836'da bu hayvanların modern Güney Amerika türlerine çok daha yakın olduğunu gösterecek, ve Darwin'in kafasında şekillenmekte olan doğal seçilim fikrine bir destek daha sağlayacaktı.
"Principles of Geology"'nin 1832'de çıkan ikinci cildi, Güney Amerika'daki Darwin'e postalandı. Charles Lyell, bu ciltte evrim fikrine karşı çıkıyor, biyolojik türlerin dağılımını "yaradılış merkezleri" fikriyle açıklıyordu. Darwin, bir taraftan bunu okurken, bir taraftan da daha sonra kendi evrim teorisini destekleyecek olan çok önemli gözlemler yapıyordu. Galápagos Adaları'ndan pek çok "alaycıkuş" ("mockingbird") örneği topladı, ve bu kuşların, yaşadıkları adalara göre ufak fizyolojik farklar gösterdiklerini fark etti. Yerel İspanyollar'ın, bir kaplumbağanın görünüşüne bakarak hangi adadan geldiğini anlayabildiklerini öğrendi. (Britanya'ya dönüş yolculuğunda notlarını düzenlerken, "alaycıkuşlar ve kaplumbağalar hakkındaki şüphelerim doğruysa, türlerin değişmezliği fikri sarsılacaktır" diye yazacaktı.) Avustralya'da gördüğü keseli sıçan-kangurular ve ornitorenkler Darwin'i o kadar şaşırttı ki, Dünya canlılarının iki ayrı yaratıcı tarafından yaratılmış gibi olduklarını düşündü.
"Beagle"'ın 1826-1830 arasındaki ilk yolculuğu sırasında, Güney Amerika'nın en güney ucundaki Tierra del Fuego'dan alınmış ve Britanya'd "medenîleştirilmiş" olan üç Yagan yerlisi, misyonerlik yapmaları için kabilelerine geri verildi. (Darwin bu kabileleri "sefil ve rezil vahşiler" olarak tanımlıyordu.) Bir sene geçtiğinde, yerliler misyonerlik görevini bırakmış, eski hayatlarına geri dönmüşlerdi. Darwin, kısmen bu tecrübe sonucunda, insanların hayvanlardan sanıldığı kadar uzak olmadığını düşünmeye başladı. Darwin, insan toplulukları arasındaki yaşayış farklılıklarını, ırksal gelişmişlikle değil, kültürel gelişmişlikle açıklıyordu. Güney Amerika'da şahit olduğu kölelik kurumundan hoşlanmıyor, Avrupalı kolonilerin Avustralya ve Yeni Zelanda'daki yerli halklara verdiği zarardan üzüntü duyuyordu.
Yolculuğun sonlarına doğru Darwin'in tuttuğu ayrıntılı notları okuyan Kaptan FitzRoy, yolculukla ilgili resmi raporun doğabilimle ilgili son kısmını Darwin'in yazmasını rica etti.
Darwin'in seyahatteyken Britanya'ya yolladığı mektuplar, fosil örnekleri ve doldurulmuş canlılar, eski öğretmeni Henslow aracılığıyla İngiliz doğabilimcilerine aktarılıyor, Darwin'in ünü bu sayede gittikçe yayılıyordu. "Beagle" 2 Ekim 1836'da Britanya'ya döndüğünde Darwin saygın bir doğabilimci olarak tanınmıştı. Darwin, Britanya'ya ayak bastığında, önce Shrewsbury'ye gidip akrabalarını ziyaret etti, sonra Cambridge'e gelerek "Beagle" yolculuğunda topladığı örneklerin tanımlanıp sınıflandırılması üzerinde çalışmaya başladı. Henslow, bitki örneklerini tasnif edip isimlendirmede Darwin'e yardımcı oluyordu, fakat hayvan örnekleri için Darwin'in uzman zoologlara ihtiyacı vardı. Babasının parasal desteğiyle Londra'ya gidip zoologlarla görüşmeye başlayan Darwin, Charles Lyell aracılığıyla Richard Owen adında bir biyologla tanıştı. Owen, Darwin'in getirdiği fosilleri inceleyerek o güne kadar bilinmeyen pek çok soyu tükenmiş hayvan türü tanımladı. Bu türlerin arasında, tembel ha |
yvan benzeri büyük memeliler, hipopotam benzeri bir otobur memeli ("Toxodon") ve armadillo benzeri dev bir zırhlı memeli ("Gliptodon") da vardı. Bu hayvanlar anatomik olarak, Darwin'in düşündüğü gibi Afrika hayvanlarına değil, Güney Amerika hayvanlarına yakındılar.
Darwin, Aralık 1836'da Güney Amerika kıtasının yükseldiğine dair bir bilimsel makale yazdı, ve Ocak 1837'de Lyell'ın da desteğiyle bu makalesini Londra Jeoloji Cemiyeti'ne sundu. Aynı gün, "Beagle" yolculuğunda topladığı kuş ve memeli örneklerini de Londra Zooloji Cemiyeti'ne sundu. Ornitolog John Gould, Darwin'in tanımlayamadığı ve değişik türlere ait olduğunu varsaydığı bir grup kuşun aslında birbirine çok yakın 12 yeni ispinoz türü olduğunu açıkladı. Darwin Şubat 1837'de Coğrafya Cemiyeti Konseyi'ne seçildi, ve bir ay sonra Cambridge'den Londra'ya taşındı.
Londra bilim çevrelerinde, hayatın ve canlı türlerinin kökeni sevilen bir tartışma konusuydu. Matematikçi ve filozof Charles Babbage'ın başını çektiği bir grup, Tanrı'nın Dünya'daki hayatı özel bir mucize aracılığıyla değil, doğa kanunları aracılığıyla yarattığını savunuyordu. Darwin'in Edinburgh Üniversitesi'nden hocası Robert Edmund Grant ve Dr. James Gully gibi bir grup bilim insanı ise türlerin birbirine dönüşebildiğini iddia ediyor, ama bu fikirleri yüzünden çoğunluk tarafından sapkınlıkla ve toplumsal düzeni bozmaya çalışmakla suçlanıyordu.
Mart 1837'de John Gould, Darwin'in farklı adalardan topladığı alaycıkuşların farklı türlere ait olduklarını açıkladı. İspinozları hangi adalardan topladığını not etmemiş olan Darwin, Kaptan FitzRoy'un notlarını inceleyince, Gould'un tanımladığı farklı ispinoz türlerinin de farklı adalardan geldiğini keşfetti. Nisan 1837'ye gelindiğinde Darwin, anakaradan göç edip farklı adalara yerleşen kuşların, zaman içinde bir şekilde değişiklik geçirip farklı türlere dönüştüklerini anlamıştı. Temmuz ayında, her zamanki günlüğünün yanı sıra, türlerin birbirine dönüşümüyle ilgili fikirlerini yazdığı gizli bir "B" günlüğü tutmaya başladı, ve bu günlüğün 36. sayfasına ilk kez bir evrim ağacı çizdi.
Darwin, bir taraftan türlerin dönüşümü üzerinde çalışırken, bir taraftan da "Beagle" günlüklerini yayıma hazırlıyor, ve Charles Lyell'ın fikirlerini destekleyecek bir Güney Amerika jeolojisi kitabı yazıyordu. Tüm bunların üstüne, bir de kendi getirdiği örnekler hakkındaki uzman görüşlerini içerecek geniş kapsamlı bir eser üzerinde çalışmaya başladı.
Sonunda bu yüksek çalışma temposuna dayanamayarak kalbinden rahatsızlandı. Eylül 1837'de doktor tavsiyesi üzerine çalışmalarına ara verdi ve Shaffordshire'da akrabalarının yanında kalmaya başladı. Kuzeni Emma Wedgwood da aynı evde kalıyor ve hasta bir akrabaya bakıyordu. Haziran 1838'e kadar Shaffordshire'da kalan Darwin, türlerin dönüşümü üzerindeki araştırmalarına devam ediyor, uzman görüşü almak için doğabilimcilerin yanı sıra çiftçiler ve güvercin yetiştiricilerine de danışıyordu. Bir taraftan da kuzeni Emma'dan hoşlanmaya başladığını fark eden Darwin, günlüğüne yazdığı notlarda evliliğin yararları ve zararlarını karşılaştırıyor, yarar hanesine "yaşlılıkta arkadaş olur ... köpekten iyidir" gibi notlar düşerken, zarar hanesinde "kitaplar için daha az para" ve "korkunç bir zaman kaybı" gibi sakıncaları sayıyordu. Sonuçta evlenmeye karar veren Darwin, babasına da danıştıktan sonra Temmuz 1838'de evlilik teklif etmek için Emma'ya gitti, ama teklifi yapmaya cesaret edemedi.
Araştırmalarına Londra'da devam eden Darwin, türlerin dönüşümü konusunda çok önemli gelişmeler kaydetti. Thomas Malthus'un "An Essay on the Principle of the Population" (Nüfus Prensibi Üzerine Deneme) adlı yazısı Darwin için önemli bir esin kaynağı oldu. Malthus bu yazısında insan nüfusunun aslında çok büyük bir hızla (her 25 yılda ikiye katlanarak) çoğalma potansiyeli olduğunu, ama hastalık, savaşlar ve açlık sayesinde nüfusun kontrol altında tutulduğunu anlatıyordu. Darwin, aynı prensibin tüm organizmalara uygulanabileceğini fark etti. Tüm canlı türleri, mevcut kaynakların izin verdiğinden çok daha fazla yavru üretiyor, yavrular arasında "zayıf" olanlar çok geçmeden ölüyor, "güçlü" olanlar ise hayatta kalarak yeni yavrular meydana getiriyor ve kendilerini "güçlü" yapan özellikleri yavrularına aktarıyorlardı. Böylece türler nesilden nesile değişerek çevrelerine daha iyi uyum sağlıyorlardı. Bu teorisini ilk defa 28 Eylül 1838'de günlüğüne yazdı.
Kasım 1838'de nihayet Emma'ya evlilik teklif eden Darwin, Ocak 1839'da evlendi. Aynı ay içinde, "Royal Society"'ye (Kraliyet Cemiyeti) üye olarak seçildi. Darwin çifti, evlilikten hemen sonra Londra'ya yerleşti.
Darwin, doğal seçilim fikrinin temelini atmıştı ama şüpheci meslekdaşlarını ikna etmek için çok çalışması gerektiğinin farkındaydı. Jeoloji Cemiyeti'nin Aralık 1838'deki toplantısında, evrim fikrini savunan eski hocası Robert Edmund Grant'e nasıl şiddetle karşı çıkıldığına bizzat şahit olmuştu. Teorisini destekleyecek kanıtlar bulabilmek için hayvan yetiştiricileri ile görüşmeye ve bitkiler üzerinde deneyler yapmaya devam etti. Mayıs 1839'da Kaptan FitzRoy'un "Beagle" raporu yayımlandığında, Darwin'in yazdığı kısım o kadar beğenildi ki, sonradan başlıbaşına bir kitap olarak basıldı.
1842 başlarında Darwin, Lyell'a fikirlerini açıklayan bir mektup yazdı. Her canlı türünün kendi başlangıcı olduğunda ısrar eden Lyell, jeoloji alanında müttefiki olan Darwin'in bunu inkâr etmesine çok üzüldü. Mayıs 1842'de Darwin'in mercan kayalıkları üzerine yazdığı eser yayımlandı, aynı sıralarda Darwin, doğal seçilim teorisinin bir "kabataslağını" kâğıda döktü. Kasım 1842'de Darwin çifti, Londra'nın stresinden uzaklaşmak için şehrin dışındaki "Down House"'a geçti. Ocak 1844'te fikirlerini botanist arkadaşı Joseph Dalton Hooker'a açan Darwin, kendisini "bir cinayeti itiraf ediyormuş gibi" hissediyordu ama Hooker Darwin'in teorisini beğendi. Temmuz'a gelindiğinde, Darwin'in "kabataslağı" 230 sayfalık bir deneme yazısına dönüşmüştü. Ekim 1844'te anonim olarak yayımlanan ve insan dahil tüm canlıların ilkel formlardan dönüşerek ortaya çıktığını savunan "Vestiges of the Natural History of Creation" (Yaradılışın Doğal Tarihinden İzler) adlı kitap, doğabilimciler tarafından yerden yere vurulunca Darwin teorisi konusunda ne kadar dikkatli olması gerektiğini bir kez daha anladı. Kitap, Londra orta sınıfından büyük ilgi gördü ve türlerin dönüşümü konusunu bir kez daha gündeme getirdi. Darwin 1846'da üçüncü jeoloji kitabını yayımladı, ve arkadaşı Hooker'la beraber deniz kabuklularıyla ilgili geniş kapsamlı bir araştırmaya başladı. 1847'de Hooker, Darwin'in doğal seçilim üzerine yazdığı uzun denemeyi okudu ve önyargıdan uzak tarafsız eleştiriler sundu, fakat bir taraftan da Darwin'in yaradılış fikrine karşı çıkmasını sorguladı.
1849'da uzun süredir kötü giden sağlığını düzeltmek umuduyla Malvern'de bir kaplıcaya giden Darwin, iki ay sonra kendini daha iyi hissetti. 1850 Haziran'ında çok sevdiği kızı Annie ciddi şekilde hastalanınca, kendi kronik kötü sağlığının kalıtsal olduğunu tekrar düşünmeye başlayan Darwin, Nisan 1851'de Annie'nin ölümüyle iyiliksever bir Tanrı'ya olan tüm inancını kaybetti.
Deniz kabuklularıyla ilgili çalışmalarının sonuçlarını 1851-1854 arasında yayımladığı bir dizi kitapla anlatan Darwin, 1853'te bu çalışmasından dolayı "Royal Society" tarafından madalya ile ödüllendirildi. Ayrıca bu çalışma, o zamana kadar jeolog olarak bilinen Darwin'in biyolog olarak da ünlenmesini sağladı. Darwin, deniz kabuklularıyla ilgili çalışmasında, belli bir fonksiyonu olan bir organın, değişen şartlar sonucunda ufak değişimler geçirerek fonksiyonunu değiştirebileceğine dair kanıtlar gözlemledi. Kasım 1854'te notlarına, ortak bir atadan gelen canlıların, "doğanın ekonomisinde ayrı ayrı yerlere" adapte olmaları sonucunda anatomik olarak birbirlerinden uzaklaşabileceklerini yazdı.
1856 başlarında Darwin, yumurta ve tohumların deniz suyunu aşıp canlı türlerini okyanus ötesine taşıyıp taşıyamayacağını inceliyordu. Arkadaşı Hooker canlıların değişmezliğine olan inancını sorgulamaya başlamıştı ama Darwin ve Hooker'ın ortak arkadaşı Thomas Henry Huxley evrim fikrine şiddetle karşı çıkıyordu. Lyell ise Darwin'in fikirlerini ilgiyle takip ediyor, ama sonuçlarını göremiyordu. Lyell, Borneo'da çalışmakta olan doğabilimci Alfred Russell Wallace'ın yazdığı bir makaleyi okuduğunda, Darwin'in fikirleriyle benzerlikler gördü ve Darwin'e bir makale yazması için baskı yapmaya başladı. Darwin Wallace'ı bir tehdit olarak görmediyse de bir makale yazmaya başladı. Makaleye ayrıntı üzerine ayrıntı eklemeye başlayınca, makaleyi "Doğal Seçilim" başlıklı uzun bir kitaba dönüştürmeye karar verdi. Kitap için Wallace dahil pek çok meslekdaşıyla yazışıyordu. Aralık 1857'de Wallace insanın kökenine değinip değinmeyeceğini sorduğunda, ona "önyargılarla çevrili bu konudan" uzak duracağını söyledi.
Haziran 1858'de Darwin kitabını henüz yarılamışken Wallace'dan bir makale aldı. Wallace bu makalede Darwin'in yıllardır kafasında sakladığı doğal seçilim fikrini anlatıyordu. Oldukça morali bozulan Darwin, makaleyi arkadaşları Lyell ve Hooker'a yolladı ve Wallace'ın seçeceği herhangi bir dergide yayımlanmasını rica etti. Darwin'in doğal seçilim fikrini Wallace'dan çok daha önce düşündüğünü ve uzun süredir bu konuda ayrıntılı araştırmalar yaptığını bilen arkadaşları, Darwin ve Wallace'ın makalelerinin 1 Temmuz 1858'de Linneaus Cemiyeti'nde ("Linneaean Society") ortak bir sunumda okunmasına karar verdiler. Darwin, kızıl hastalığından hayatını kaybeden küçük oğlunun cenazesi sebebiyle bu sunuma katılamadı.
Teori Linneaus Cemiyeti'nde pek ses getirmedi. Darwin sonradan Dublin'li bir profesörden duyduğu tek bir yorumu hatırlayacaktı: "Teoride yeni olan her şey yanlış, doğru olan her şey ise eski." Bunun üzerine Darwin, tüm enerjisini kitabını bitirmeye verdi, ve "On the Origin of Species by Means of Natural Selection, or The Preservation of Favoured Races in the Struggle for Life" (Doğal Seçilim ile Türlerin Kökeni, veya Hayat Mücadelesinde Ayrıcalıklı Irkların Korunumu Ü |
zerine) 22 Kasım 1859'da ilk defa kitapçılara dağıtıldı. Kısa sürede büyük popülerlik kazanan ve ilk baskısı tükenen kitap, doğal seçilim fikrini ayrıntılı gözlemlere ve dikkatli mantıksal çıkarımlara dayanarak savunuyor, bazı olası itirazlara da önceden cevap veriyordu. Kitapta insan evrimine doğrudan değinilmiyor, sadece teorinin "insanın kökeni ve tarihine de ışık tutabileceği" söyleniyordu. Giriş kısmında yazdığı bir cümle, Darwin'in teorisini basitçe özetliyordu.
Her canlı türü, yaşaması mümkün olandan daha fazla birey doğurduğundan, ve bunun sonucu olarak sık sık tekerrür eden bir hayatta kalma savaşı mevcut olduğundan, yaşamın karmaşık ve zaman zaman değişen koşullarında kendisine fayda sağlayacak herhangi bir değişikliğe sahip olan her canlı, hayatta kalmada daha yüksek şansa sahip olacak ve "doğal olarak seçilecektir". Kuvvetli kalıtım prensibi sayesinde, seçilen her cins kendi yeni ve değişik formunu yayma eğiliminde olacaktır.
Darwin'in kitabı çok büyük bir ilgiyle karşılandı ve geniş çaplı bir tartışma başlattı. Darwin, kitabının yarattığı tartışmaları yakından takip ediyor, kitap hakkında yayımlanan eleştirileri, yorumları ve karikatürleri özenle kesip saklıyordu. Kitapta doğrudan yer almayan "insanın hayvandan geldiği" iddiası, eleştirilerin ana hedefiydi.
İngiltere Kilisesi'ne bağlı nüfuzlu bilim insanları, ki bunlara Darwin'in eski öğretmenleri Adam Sedgwick ve John Henslow da dahildi, açıkça kitaba karşı tavır aldılarsa da pek çok genç doğabilimci kitaba olumlu tepki verdi. 1860'da yedi Anglikan teolog tarafından yayımlanan "Essays and Reviews" ("Deneme ve Eleştiriler") adlı kitap, Darwin'in teorisini desteklediği için kiliseden büyük tepki aldı.
"Türlerin Kökeni" üzerine en meşhur tartışma Haziran 1860'da "British Association for the Advancement of Science"'ın Oxford'daki toplantısında yaşandı. Oxford piskoposu Samuel Wilberforce Darwin'in kitabını küçümseyen bir konuşma yapınca karşısında Darwin'in arkadaşları Joseph Hooker ve Thomas Huxley'i buldu. Huxley Darwin'i o kadar katı bir biçimde savunuyordu ki o günden sonra kendisine "Darwin'in buldogu" lakabı takıldı. Bu tartışmayla ilgili sıkça anlatılan bir hikâyeye göre, Wilberforce Huxley'e "maymunluğunuz büyükanne tarafından mı geliyor büyükbaba tarafından mı?" diye sorunca Huxley, "birikimini önyargı ve yalanlara hizmet etmek için kullanan kültürlü bir insan olmaktansa maymundan gelmeyi tercih edeceğini" söyledi.
Darwin, hastalığı sebebiyle bizzat katılamadığı bu tartışmaları basından takip ediyor, yazışmalar aracılığıyla kendisine daha çok destekçi bulmaya çalışıyordu. Darwin'i kararlı bir biçimde savunan Thomas Huxley, Charles Lyell ve Joseph Hooker, Richard Owen önderliğindeki muhalif grubu bastırmayı başarınca 1864'te Darwin'e Kraliyet Cemiyeti'nin Copley Madalyası verildi.
Kısa zamanda pek çok baskı yapan ve pek çok dile çevrilen "Türlerin Kökeni", bilimsel konulara yeni yeni merak duymaya başlayan Avrupa orta sınıfının en çok okuduğu bilimsel kitaplardan biri oldu. Zamanının sosyal akımlarını doğrudan veya dolaylı olarak etkiledi ve popüler kültürün önemli bir parçası haline geldi.
Hıristiyan inanışına olan bağlılığını yitiren ve bir agnostik (bilinemezci) olduğunu bildiğimiz Charles Darwin 19 Nisan 1882'de öldüğünde, ailesi onu bölgedeki bir kilise avlusuna, çocuklarının mezarlarının yanına gömmeyi düşünüyordu. Ne var ki, aynı düşünceyi paylaşmayan bazıları çarçabuk harekete geçerek, önde gelen bilim insanları ve hükûmet üyelerini ikna çalışmasına girişti. Amaçları, bu kişileri bir araya getirip Britanya'nın ünlü kilisesi Westminster Abbey'nin baş rahibinden Darwin'in buraya gömülmesini rica etmelerini sağlamaktı. Baş Rahip George Granville Bradley, “gerekli onayın canı gönülden verileceği”ni bildirdi. Böylece, agnostik olan Darwin 26 Nisan günü öğleden sonra Westminster Abbey'ye gömüldü. Tabutunu taşıyanlar arasında eski dostu botanikçi Joseph Dalton Hooker, yazılarıyla Darwin'i kendi kuramını yayımlamaya yönelten genç doğabilimci Alfred Russel Wallace ve ABD'nin Birleşik Krallık büyükelçisi James Russell Lowell da vardı. Darwin bu kilisenin “Bilginler Köşesi” olarak bilinen bölümünde, Sir Isaac Newton'un gömülü olduğu yerin birkaç metre ötesinde ve astronom Sir John Herschel'in yanı başında yatıyor. Darwin, yeryüzündeki canlı türlerinin değişimini betimlemek için “gizemlerin gizemi” tanımlamasını ortaya atan büyük filozof Herschel'e, Türlerin Kökeni kitabının girişinde göndermede bulunmuştu.
Darwin çiftinin on çocuğu oldu. Çocukların ikisi (Mary Eleanor ve Charles Waring) çok küçükken öldü. Ayrıca, Annie'nin on yaşındayken ölmesi çiftin üzerinde yıkıcı bir etki bıraktı. Darwin, çocuklarına bağlı ve sıradışı derecede ilgili bir babaydı. Her hastalandıklarında Darwin çocuklarının, eşi ve kuzeni olan Emma Wedgwood ile yapmış olduğu yakın akraba evliliği sebebiyle belirli zayıflıklarla doğmuş olabileceğini düşünüyordu. Darwin bu konuyu yazılarında ele aldı ve bu durumun diğer bazı organizmalarda ortaya çıkardığı avantajlı sonuçlarla karşılaştırdı. Korkularının aksine Darwin'in hayatta kalan çocukları, büyüdüklerinde seçkin kariyerler elde ettiler ve dikkat çekici bir aile olan Darwin-Wedgwood Ailesi'nin saygın birer bireyi oldular.
Hayatta kalan yedi çocuktan George, Francis ve Horace, sırasıyla astronom, botanist ve inşaat mühendisi olarak Royal Society üyesi seçildi. Diğer oğlu Leonard ise asker, politikacı, ekonomist ve öjenist olarak çalıştı. Ayrıca istatistikçi ve evrimsel biyolog Ronald Fisher'ın akıl hocası oldu.
Bir öpücük böceği sokması sonucu Çagas (Chagas) Hastalığı'na yakalaranarak öldüğü yönünde bilgiler mevcuttur.
Darwin'in ismi daha hayatta olduğu dönemde, birçok türe ve coğrafi cisme verildi. Beagle Kanalı'nin bir bölümünü oluşturan su parçasına Robert FitzRoy tarafından Darwin Boğazı adı verildi, çünkü yıkılan bir buzul parçasının yarattığı dalga sebebiyle teknelerini kaybederek ıssız bir yerde mahsur kalma tehlikesinden, Darwin ile birlikte hareket eden iki ya da üç kişinin zamanında müdahalesiyle kurtulmuşlardı. Ayrıca, Darwin'in 25. doğum günü anısına, And Dağları'nın bu boğazın yakınlarındaki bir tepesine Mount Darwin adı verildi. "Beagle" gemisi 1839'da Avustralya kıyılarını araştırırken, Darwin'in arkadaşı John Lort Stokes'un fark ettiği doğal bir liman, geminin kaptanı John Clements Wickham tarafından "Port Darwin" olarak adlandırıldı. Burada 1869'da kurulan Palmerston isimli yerleşimin adı 1911'de Darwin olarak değiştirildi. Avustralya'nın Kuzey Toprakları bölgesinin başkenti olan bu şehirde Charles Darwin Üniversitesi ve Charler Darwin Millî Parkı da bulunur. 1964'te kurulan Cambridge Darwin Koleji'ne ise, biraz da Darwin ailesinin okulun kurulduğu arazinin bir kısmına sahip olması sebebiyle, ailenin adı verildi.
Darwin tarafından Galapagos Adaları'nda bulunan kuş türüyle alakalı bir grup tür, ispinozgillere değil de, daha çok Amerikan kiraz kuşugiller ya da tangargillere yakın olmalarına rağmen, "Darwin'in ispinozları" adıyla tanındı. Bunun sebebi David Lack'in 1947 bu isimle yayınladığı, bu kuş türünün Darwin'in çalışmalarında büyük öneme sahip olduğu hakkındaki asılsız efsaneleri körükleyen kitaptı.
1992'de Darwin, Michael H. Hart’ın tarihteki en etkileyici 100 kişi listesinde 16. sırada yer aldı. BBC tarafından desteklenen ve halka açık düzenlenen En Büyük 100 Britanyalı oylamasında ise 4. oldu. Bank of England'ın çıkardığı 10 poundluk banknotların üzerindeki Charles Dickens resmi 2001'de Darwin'in resmiyle değiştirildi. Bankanın bu kararında, Darwin'in etkileyici ve gür sakalının (sahte para basımını zorlaştıracağı için) etkili olduğu söylendi.
Linnean Society of London, Darwin'in başarıları anısına 1908'den bu yana Darwin-Wallace Madalyası adı altında bir ödül vermektedir. Evrimin mizahi bir kutlaması olarak her yıl, "kendilerini yok ederek gen havuzumuzu iyileştiren" kişilere Darwin Ödülü verilmektedir.
Ayrıca 1909 yılından beri Darwin'in doğum günü olan 12 Şubat günü, Darwin Günü olarak kutlanmaktadır.
Darwin'in iki yüzüncü doğum yılı ve Türlerin Kökeni'nin yüz ellinci yayınlanış yıldönümü sebebiyle 2009'da tüm dünyada çeşitli etkinlikler ve yayınlar planlandı. New York'taki Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nde 2006'da açılan ve Kuzey Amerika'nın çeşitli kentlerinde tekrarlanan "Darwin" sergisi, Birleşik Krallık geneline yayılmış olan "Darwin200" etkinlik programı çerçevesinde 14 Kasım 2008 - 19 Nisan 2009 tarihleri arasında Londra Doğa Tarihi Müzesi'nde açık kaldı. Ayrıca Cambridge Üniversitesi'nde Temmuz 2009'da bir festival düzenlenecektir. Darwin'in doğum yerinde ise, yıl boyunca sürecek etkinliklerden oluşan "Darwin's Shrewsbury 2009 Festival" hazırlanacaktır.
Birleşik Krallık'ta, üzerinde yazısıyla çevrelenmiş ve bir maymunla yüz yüze duran Darwin portesi olan, kenarında ise "" yazısı bulunan İki Pound'luk özel anma parası basıldı. Koleksiyoner sürümleri belirli bir ücret karşılığında dağıtılacak olan para, yıl boyunca bankalardan ve postanelerden, üzerindeki değer karşılığında temin edilebilecek.
Eylül 2008'de İngiltere Kilisesi, Darwin'in 200. doğum yılının bir fırsat olduğunu söyleyerek, "Seni yanlış anladığımız, sana karşı gösterdiğimiz ilk tepkide hatalı oluşumuz ve bu sebeple başkalarının da seni yanlış anlamasına yol açtığımız için..." sözleriyle Darwin'den özür diledi.
Türkiye'de ise TÜBİTAK'ın aylık yayınladığı Bilim ve Teknik dergisinin 2009 Darwin Yılı sebebiyle hazırladığı Mart 2009 kapağı ve Darwin ile ilgili 15 sayfa, sansüre uğrayıp içeriği değiştirildi ve Bilim ve Teknik dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Dr. Çiğdem Atakuman görevinden alındı.
Darwin'in anısına Jon Amiel yönetmenliğinde Yaradılış adında bir film çevrildi. Filmin gösterimini ABD'de üstlenen firma çıkmadı.
Bugün Darwin ile özdeşleşen evrim kuramı, aslında çok öncelere dayanır. Öyle ki ilk kez MÖ 6. yüzyılda İyonyalı filozoflar evrimden söz etmişlerdir. Thales, Anaksimandros, Heraklitos, Aristoteles, İbni Haldun gibi pek çok bilgin, canlılığın oluşumu ve gelişimi konusunda fikirler ortaya atmıştır. Anca |
k bu konu üzerine en kapsamlı çalışmaları gerçekleştiren ve olgusal olarak yoklanabilecek bir kuram haline getiren Charles Darwin olmuştur. Bugün kuram paleontoloji, genetik ve embriyoloji gibi bilimler tarafınca sürekli yenilenmekte ve gelişmektedir.
Darwin üretken bir yazardı. Evrim hakkındaki çalışmaları yayınlanmamış olsa bile, bir yazar olarak "Beagle Yolculuğu" isimli kitapla, bir jeolog olarak Güney Amerika hakkında yayınladığı geniş çaplı çalışmalarıyla ve mercan adalarının nasıl oluştuğu konusundaki bilinmeyenleri çözümlemesiyle, bir biyolog olarak sülükayaklılar hakkında yayınladığı eksiksiz çalışmalarıyla, hatırı sayılır bir ün kazanmış olacaktı. Darwin'in eserleri hakkındaki fikirler genelde "Türlerin Kökeni" ile ilişkili olsa da, "İnsanın Türeyişi" ve "İnsan ve Hayvanlarda Duyguların İfadesi" isimli eserleri de dikkate değer derecede etkili oldu. "Bitkilerde Hareketin Gücü" ve son eseri olan "Solucanların Faaliyetleri Yoluyla Sebze Gübresi Oluşumu" gibi, bitkiler hakkındaki yenilikçi çalışmalarının da önemi büyüktü.
Vladimir Kramnik
Vladimir Kramnik (d. 25 Haziran 1975), Rus satranç büyük ustası. 2000 yılında Londra'da Garri Kasparov'u 16 oyunluk bir maçta yenmiştir. Bu maç FIDE için resmi bir dünya şampiyonası maçı olmasa da, genel olarak böyle kabul edildiğinden, kendisi 2000 yılından beri dünya satranç şampiyonu olarak kabul edilmektedir. Kasparov bu maçın ardından 2005 yılında satrancı bıraktığını açıklamıştır.
Yirmi yıla yakın zamandır satranç dünyası iki ayrı kuruluş ile temsil edilmekte ve bu iki kuruluşun iki ayrı Dünya şampiyonası süre gelmekteydi. Bu şampiyonalar sonucunda "Klasik Satranç Dünya Şampiyonu" ve "FIDE Dünya Şampiyonu" olmak üzere iki ayrı satranç şampiyonluk unvanı alınmaktaydı. 2000 yılında Kasparov'u yenerek Klasik Dünya Satranç şampiyonu olan Rus Kramnik ile FIDE Dünya şampiyonu olan Bulgar Veselin Topalov 2006 yılında birleştirilen ve bu yıl ilk defa Elista'da düzenlenen Dünya Satranç Şampiyonası'nda 12 oyunluk maçta kozlarını paylaştılar. 6-6 berabere biten oyunların ardından yirmibeşer dakikalık uzatma maçlarında 2.5-1.5 farkla kazanan yeni birleştirilmiş satranç dünya şampiyonu V. Kramnik oldu. V. Kramnik bu unvanını 2007 yılında Viswanathan Anand'a yenilerek kaybetmiştir.
Kıbrıs
Kıbrıs (Yunanca: Κύπρος, "Kipros"), Güneybatı Asya'da bulunur ve Akdeniz'in Sicilya ve Sardinya'dan sonra üçüncü büyük adasıdır. Kuzeyinde 65 km mesafe ile Türkiye, doğusunda 112 km mesafe ile Suriye, 267 km ile İsrail, 162 km ile Lübnan; güneyinde 418 km ile Mısır; kuzeybatısında ise 965 km ile Yunanistan yer almaktadır.
Ada, Akdeniz'in doğusunda 34.33 ve 35.41 Kuzey enlemleri ve 32.23 ve 34.55 Doğu boylamları arasında yer almaktadır.
Adanın toplam nüfusunun %70'i Rum, %30'u Türk'tür. 1980'lere kadar adada çok az nüfusla İngiliz, Ermeni ve Maruni toplulukları da bulunmakta idi. Özellikle 1983 yılında KKTC'nin ilanından sonra Türkiye'nin çeşitli bölgelerinden adaya göçler ile adadan başta Türkiye, İngiltere, Avustralya ve ABD'ye olmak üzere yapılan göçler yüzünden demografik yapı değişmiş ve adanın kuzeyindeki yerli Kıbrıs Türkü olmayan, "Türkiye kökenli" kişilerin sayısı artmıştır. En büyük şehri başkent Lefkoşa'dır.
Adanın başlıca yüzey şekilleri, kuzeyde denize paralel uzanan Girne Dağları ile adanın büyük kısmını kaplayan ve en yüksek noktasının bulunduğu güneydeki Karlı Dağdır (1952m). Karpaz Yarımadası, adanın kuzey doğusunda yer alır. Adanın güney ve doğu kıyılarında Limasol Tuz Gölü gibi ufak tuz gölleri vardır. Ekilebilen % 45'lik verimli arazinin % 20'si sulanmaktadır.
Turunçgiller, zeytingillerin yanı sıra, makilik ve bodur ağaçlar Kıbrıs’ın genel bitki örtüsünü oluşturur.
Yaygın orman tipi ağaç türleri çam, servi, meşe ve sonradan adada yetiştirilen okaliptüstür. Kıbrıs'ta Gramineae otu da dâhil 150'ye yakın değişik türde, doğal olarak yetişen tahmini 1900 çeşit çiçekli bitki bulunmaktadır. Dünyada bilinen orkide türlerinden 30 kadarı Kıbrıs'ta yetişmektedir.
Kıbrıs gerek adada yaşayan, gerekse kıtalar arasında göç eden hayvanları barındırması özelliğiyle zengin hayvan türüne sahip bir adadır. Kuzey Kıbrıs coğrafik konumundan dolayı Afrika ve Doğu Avrupa arasında kuşların konaklama ve yumurtlama merkezidir. Adadaki 350 türden 7 si endemiktir, yani salt bu adada bulunur. Ayrıca 26 farklı çeşit sürüngen ve amfibyum da yaşamaktadır.
Kıbrıs'ın eşsiz sahilleri ayrıca Akdeniz'de nesli tükenmekte olan "caretta caretta" ve "chelonia mydas" kaplumbağaları için uygun yumurtlama merkezleridir.
Karpaz Millî Parkı'nda 250 civarında yabani eşek bulunmaktadır.
Kıbrıs'a insanların yerleşiminin MÖ 10000 yıllarını bulduğu tahmin edilmektedir. Adanın güneyinde yapılan arkeolojik kazılar neticesinde ilk insan yerleşimcilerinin MÖ 9000 yıllarında bazı yapılar bıraktıkları görülmüş ve Cilalı Taş Devri döneminde buralara yerleştikleri anlaşılmıştır. Ayrıca ilk yerleşimcilerin Anadolu'dan gelmeye başladıkları, MÖ 7000 tarihlerinde de Filistin, Lübnan ve Suriye üzerinden de insanların buraya geldikleri tahmin edilmektedir. Kıbrıs'a Anadolu üzerinden gelen kişiler kıyı bölgelerinde toplu yerleşim bölgeleri kurmuşlardır. İlk yerleşimcilerin Anadolu üzerinden gelen insanlar olduğu tezi ise, bazı tarihî yerleşim bölgelerindeki eserlerin birbirlerine benzemesinden dolayı iddia edilmektedir.
Kıbrıs'ın Tunç Çağı'na geçiş döneminde ile birlikte yaşam biçimleri değişmiş ve insan toplulukları dağların etekleri ile ovalara yerleşmeye başlamıştır. MÖ 6000 ve daha sonra adaya gelen insan toplulukları çanak, çömlek, testi, bardak gibi kilden kaplar yapabilme sanatını buraya getirmişlerdir. Bu dönemde Kıbrıs halkları çanak ve çömlekçilikte kendilerine has stiller ve tasarımlar üretmeyi başarmıştır. Bu zamana ait ortaya çıkarılan iki yerleşim biriminden biri kuzey sahilinde Girne'nin 10 kilometre doğusunda kalan "Vrisi" harabeleri , diğeri de Limasol ve Lefkoşa arasında kalmış bulunan "Kirokitia" denilen harabelerdir.
Kıbrıs'ta MÖ 3000 yıllarında bakır madeninin çıkarılması ile birlikte insanlar bu madeni işlemeyi öğrenerek günlük hayatta kullanılabilecek aletler yapmaya başlamış ve Mısır, Suriye, Filistin üzerinden Mezopotamya halklarının adaya gelmeye başlaması ile birlikte ticari yaşamda faal duruma geçmiştir. Bu dönemin yerleşim izleri Lapta'da görülmüş ve Pigades Tapınağı, Tumba Tu Skuru Mezarları, Karmi Tunç Çağı Mezarlığı, Enkomi Tapınağı bu devrin en önemli yapıtlarından birkaçıdır. Ayrıca Mağusa'nın kuzey doğusunda kalan "Enkomi" kalıntıları bu çağda gelişen ticaretin merkez şehirlerinden biri olmuştur.
Demir Çağı'ndaki aletlerin ve eserlerin çoğu Anadolu kaynaklıdır. Milattan önceki dönemin en zor şart bu dönemde yaşanmıştır. Geliştirilen ve öğrenilen yazı türlerinin çoğu unutulmaya başladığı tahmin edilir. Bunlara rağmen adaya yeni gelen insanlarla kültürel etkileşim devam etmiştir. Salamis ve Soli gibi yeni yerleşim bölgeleri kurulmuştur.
Bu tarihî dönemlerde bulunan taş tabak ve kaplar, pişmiş toprak kaplar, küçük topraktan yapılmış heykeller, idollar, altın ve gümüş takılar, balta ve silahlar, tunç, demirden yapılmış ok, bıçak, mızrak gibi arkeolojik kazılarla bulunmuş eserler, dünya üzerinde birçok müzede sergilenmektedir.
Kıbrıs halkları MÖ 1500 yıllarına kadar bağımsız yapılı mahalli idare şeklinde yaşamaktaydı. Mısır ile yapılan ekonomik ve siyasi ilişkiler sonucunda MÖ 1500 - 1450 yılların kesin olarak III. Tutmosis döneminde Mısır İmparatorluğu'nun egemenliğine girdi. MÖ 1320'ye kadar Hititler ve Mısırlıların mücadelelerine sahne olduktan sonra Hititler MÖ 1200'lü yıllara kadar Kıbrıs'ı kendi idaresi altında tutmuştur. Bu dönemde Hitit uygarlığı adayı sürgün alanı ve bakır ihtiyaçlarını karşılamak için kullandı.
Hitit uygarlığından sonra Mısır firavunu III. Ramses döneminde yeniden Mısır hâkimiyeti altına girdi. Bu dönemde Dor istilası sebebiyle Ege Denizi'ndeki adalardan ve Anadolu'dan gelen bazı halklar Kıbrıs Adası'nda koloni yapılanmasına girdi. MÖ 1000 senelerinde ise bu kolonilerin birçoğunu elinde bulunduran Fenikeliler adanın tamamının hâkimiyetine sahip oldular. Fenikeliler'in hâkimiyeti MÖ 709'da Asurluların Kıbrıs'ı ele geçirmesi ile son buldu. Bu tarihte Kıbrıs'ta bulunan koloni yönetimleri bir araya gelerek Asur hakimiyetini tanımış ve yaptıkları anlaşma ile vergi vermeye başlamışlardır.
Asur yönetimi MÖ 669'da sona erdikten sonra Kıbrıs, bir müddet bağımsız olarak varlığını sürdürdü. MÖ 570 tarihlerinde yeniden Mısır'ın yirmi altıncı hanedanının firavunu II. Amasis döneminde Mısır hâkimiyetine girdi. Bu dönemde Mısırlıların etkisi kıyafet ve çömlekçilikte görülmüştür. Ahameniş Pers Kralı II. Kambises MÖ 525'de Mısır'ı ele geçirince Kıbrıs da Pers hâkimiyetine girmiş oldu. Asur ve Mısırlılar dönemlerinde de olduğu gibi Kıbrıs koloni yönetimleri vergi vermeye devam etmiştir. Ağır vergiler yüzünden birçok kez koloni (veya krallık) yönetimleri ayaklanmıştır. Makedonyalı Büyük İskender'in MÖ 333'te Perslere karşı kazandığı İssus Savaşı'ndan sonra Kıbrıs'ta, Antik Yunanistan hâkimiyeti başlamış ve Büyük İskender, krallıklara kuşatma sırasında yardımcı oldukları için özerklik tanımıştır.
MÖ 323 yılında Babil'de Büyük İskender'in ölmesi ile birlikte Makedonya İmparatorluğu parçalanmış ve sonucunda onun ardıllarından olan Ptolemaios Hanedanlığı'nın egemenliğine girmişti. Pitolemeler döneminde Kıbrıs, yarı bağımsız statüsüyle Mısır'a bağlandı. MÖ 58'e doğru Roma Cumhuriyeti'nin Küçük Cato tarafından fethedilerek ada, Provincia Cyprus oldu. Kleopatra ve Marcus Antonius Kıbrıs'ı elde ettiyse de Aktium Deniz Savaşı’nda (MÖ 31) yenilince MÖ 30'da tekrar Roma Cumhuriyeti’nin hâkimiyetine girdi. MÖ 22'den itibaren Roma İmparatorluğu’nun senatolu eyaleti oldu.
MS 394 yılında imparatorluğun parçalanması sonucunda Bizans İmparatorluğu'nun Fenike, Filistin, Suriye ve Kilikya'ya bağlı bir ili hâline getirildi. Bizans hâkimiyeti ile Kıbrıs Adası'nda büyük değişiklikler meydana gelmiş, Hristiyanlığın doğuşunda bu dini ilk kabul eden Roma vilayetlerinden biri olmuş ve Kıbrıs Ort |
odoks Kilisesi kurulmuştur. Kilise, İmparator Zeno'nun döneminde bağımsız statüye kavuşmuştu. Hristiyanlığın etkisi ile şehirlerinde önemli yapılar meydana getirilmiş ve "Salamis" şehrinin adı "Constantia" olarak değiştirilmiştir.
Kıbrıs adasına denizden ilk Arap hücumu Osman bin Affan halife iken Şam'da vali olan Muaviye'nin isteğiyle 649 yılında oldu. Bu seferde Araplar o zaman Heraklius Hanedanı’ndan II. Konstans'ın imparatorluk döneminde, Bizans İmparatorluğu'nun Kıbrıs valisinin merkezi olan "Salamis/Constantia"’yı kısa süren bir kuşatma sonucu ellerine geçirdiler ve limanı ve liman hizmetleri tesislerini battal ettiler. Adaya ikinci Arap Emevi hücumu, daha önceki yapılan antlaşmayı bozarak, yine Osman bin Affan halife iken Muaviye'nin Şam'da Suriye Eyaleti valiliği sırasında, MS 654’te olmuştur. Bu sefer 500 kadar gemi ile gelen Arap donanması ve adaya çıkan Arap askerleri adayı idareleri altına almıştır. Bu donanma adanın fethini bitirdikten sonra adada 12.000 askeri garnizon bırakmıştır. Bu garnizon adadaki Müslüman ahalinin ve Müslüman etkilerin başlangıcını teşkil etmiştir.
688'de Bizans İmparatoru II. Justinianos ile Emevi Halifesi I. Abdülmelik, kendilerinden daha önceki İmparator IV. Konstanios ve Halife Muaviye zamanında yapılan antlaşmaya atıf yaparak, aralarında Kıbrıs üzerinde bir antlaşma imzaladılar. Bu antlaşmaya göre Bizans Emevi halifelerine eskisi gibi yılda 1.000 Bizans altını tazminat ödeyecek ve bunun yanında, ek olarak o yıl içinde olan cuma günü sayısı kadar (yaklaşık 50 küsur) atı ve esiri tazminat olarak verecekti. Kıbrıs’tan alınan vergiler eşit olarak iki taraf arasında bölüşülecekti. Bunu başarmak için de Kıbrıs adası askerden arınacak ve iki tarafın da atadığı valiler ile ortak olarak nispeten özerk olarak idare edilecekti. Böylece Kıbrıs Adası 688’den 868'e kadar bir Kıbrıs Arap-Bizans Kondominiyumu olarak idare edilmiştir. 868’de Bizans İmparatorluğu, meşru imparator III. Mikhail'i tahttan indirip öldüren Makedonyalılar Hanedanı’nın kurucusu olan köylü asıllı I. Basileios’un eline geçti. Bu imparator hemen Araplara karşı savaş açtı ve Araplarla 280 yıldır birlikte hareket ederek Kıbrıs Adası’nın kondominiyum olarak idaresi, Bizans imparatoru için uygun gelmediği için hemen Bizanslı generallerden Aleksis Kıbrıs'ı fetih için gönderildi ve kondominiyum idaresi böylece 866’da sona erdi.
Fakat Bizans idaresi uzun sürmedi ve bu sefer Kıbrıs’ın idaresi doğrudan doğruya Arapların eline geçti. Kıbrıs adasında bu Arap iktidarı X. yüzyıla kadar sürdü. Bizans İmparatoru II. Nikeforus Fokas'ın 964–966 yıllarında Suriye üzerine 40.000 kişilik bir orduyla sefere çıkması sırasında yüksek patrisiyen sınıflı general Niketas, Kıbrıs’ı ele geçirip tekrar Bizans idaresi altına almasına neden oldu. Bundan sonra 966 ile 1191 arasında Kıbrıs, bir Bizans İmparatorluğu parçası olarak Bizanslılar tarafından idare edildi.
Üçüncü Haçlı Seferi sırasında İngiltere Kralı I. Richard tarafından 1191 yılında Kıbrıs'ın alınmasından sonra Kıbrıs halkının bu yönetimi beğenmeyip ayaklanmaları üzerine ada Tapınak Şövalyeleri'ne satıldı. Bu yönetimden de memnun olmayan Kıbrıs halkları 1192 tarihinde Beşparmak Dağları'nda isyan etmeleriyle ada üzerinde daha fazla kalamayacaklarını düşünen Tapınak Şövalyeleri, adayı I. Richard'a geri verdi.
I. Richard, Kudüs Kralı Guy de Lusignan'ı Kıbrıs Krallığı'na getirdi. Lüzinyanlı Guy, Filistin'den getirdiği adamları ile Lüzinyan Hanedanlığı’nı kurarak yaklaşık 300 yıl Kıbrıs'ın bu hanedanlık tarafından yönetilmesini sağladı. Kıbrıs Krallığı 14. yüzyılda Cenevizli tüccarların eline geçti. 1426 yılında Memlüklüler adayı kendilerine bağladılar. 1489'da da son kraliçe Caterina Cornaro'nun adayı Venediklilere satmasıyla Kıbrıs Krallığı son buldu.
Kıbrıs 1571 yılında adadaki Hristiyan nüfusu kurtarmak ve korumak için 60 bin askerlik güç ile Osmanlı İmparatorluğu tarafından fethedilmiştir. Yeniçeriler'in adaya yerleşmeleri ile Antik Çağ'dan beri ilk kayda değer nüfus değişimi yapılmıştır.
Osmanlılar Kıbrıs'ta feodal sistemi kaldırıp millet sistemini uyguladı. Adanın imar ve iskânı için, 21 Eylül 1571 tarihli Padişah fermanı ile Karaman Eyaleti'nin belli şehir ve köylerinden adaya mecburi iskan yapılması kararlaştırıldı ve adaya Türkler yerleştirilmeye başlandı. Dört sancağa (Lefkoşa, Mağusa, Girne ve Baf) bölünen Kıbrıs, bir eyalete dönüştürüldü ve adada Karaman Eyaleti kanunlarının yürürlüğe konulması kararlaştırıldı. Bu sistem altında Gayrimüslimler kendi dini yetkilileri tarafından yönetildi. Latin egemenliğindeki dönemin aksine, Kıbrıs Kilisesi bağımsızlığa kavuşarak Kıbrıs Rumlarının başı olarak tayin edilmiş, Hıristiyan Rum Kıbrıslılar ve Osmanlı yönetimi arasında aracı olarak faaliyet göstermiştir. Bu hal, Kıbrıs Kilisesi'nin Roma Katolik Kilisesi'nin devamlı tecavüzünden kurtulmasına vesile olmuştur.
Girit Savaşı sonrasında Kıbrıs Eyaleti'nin yönetimi 1670 yılında Ege Adaları ve Girit'le birlikte Kaptanpaşalık'a bağlandı.
1878 yılında Osmanlı'dan 'Ruslara karşı yardım' vaadiyle yıllık yaklaşık 92.000 altın karşılığında ada Birleşik Krallık tarafından kiralandı. Daha sonra Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girmesi gerekçe gösterilerek Birleşik Krallık tarafından ilhak edildi.
93 Harbi'nde Rus İmparatorluğu karşısında yenilen Osmanlı, Ruslara karşı fazla ödün vermemek amacıyla, Birleşik Krallık'ın isteği üzerine Berlin Antlaşması kapsamında 92.799 sterlin karşılığında adayı 4 Haziran 1878 tarihinden itibaren imzalanan Kıbrıs Sözleşmesi ile kiralandı. Osmanlı mülkiyeti devam ediyor sayılmakla birlikte, yönetim tamamen Birleşik Krallık'a geçti. Birleşik Krallık adayı "Komiser" diye tabir ettiği yüksek rütbeli yöneticilerle idare etmiştir. 1914'te başlayan I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı'nın Birleşik Krallık karşısındaki Almanya'nın yanında savaşa girmesi üzerine Birleşik Krallık adayı 5 Kasım 1914'te ilhak edip adaya vali tayin etti. 1923'te imzalanan Lozan Barış Antlaşması’nın 21. Maddesi gereğince, Birleşik Krallık'a ilhakı tanındı. 1925 yılında "Kıbrıs Crown Colony" olarak ilan edildi ve adaya ilk Türkiye Cumhuriyeti konsolosu atandı.
Ekim 1931'den itibaren Rumlar Enosis isteğiyle ayaklandı, Rumlar'ın Birleşik Krallık yönetimine karşı ayaklanması sonucu Birleşik Krallık'ın politikası sertleşti. Yunan ve Türk tarihinin okutuması, iki ülkenin bayraklarının kullanılması ve Yunan ya da Türk ulusal kahramanlarının resimlerinin sergilenmesi yasaklandı.
Ocak 1950 tarihinde Doğu Ortodoks Kilisesi, Kıbrıs Türk toplumunun boykot ettiği bir referandum düzenledi. Referandumun sonucunda, katılan halkın %90'ı Kıbrıs'ın Yunanistan ile birleşmesi düşüncesi olan enosis lehinde oy verdi. 1955'te Kıbrıslı Rumların kurduğu EOKA örgütü Birleşik Krallık kuvvetlerini adadan çıkarmak için silahlı eylemlere başladı. Bu zaman zarfında Kıbrıs Türkleri de silahlanmaya başladı ve Birleşik Krallık adanın tüm bölümünü kontrolde tutmakta zorlanıyordu. Bu tarihten itibaren taksim isteğinde bulunan Türkler ile enosis isteyen Rumlar birbirleri ile çatışmaya başladı.
Ada, 1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla bağımsızlık kazanmıştır. 1974'te Yunan darbesinin ardından Türk Silahlı Kuvvetleri'nin gerçekleştirdiği harekât sonucu adanın kuzeyinde de facto olarak tek yanlı Kıbrıs Türk Federe Devleti kurulmuş, bu devlet sonra Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti adını almıştır.
24 Nisan 2004 tarihinde Birleşmiş Milletler genel sekreteri Kofi Annan tarafından hazırlanan birleşme planı adada referanduma sunulmuştur. Kuzey Kıbrıs plana %35'e karşı %65'le “evet” deyip kabul ederken, Güney Kıbrıs %25'e karşı %75 ile “hayır” deyip kabul etmemiştir.
1 Mayıs 2004 tarihinde adanın Rumlar tarafından yönetilen güney kesimi adanın tamamını temsilen, “Kıbrıs Cumhuriyeti” adıyla Avrupa Birliği'ne katılmıştır.
Hunlar
Hunlar veya Hun Türkleri, Kavimler Göçü ve Roma İmparatorluğu'nu istila etmesiyle bilinen göçebe kavimler topluluğuna verilen ortak addır. Attila önderliğinde Avrupa Hun İmparatorluğu'nu kurmuşlardır. Büyük Hun İmparatorluğu'nu Türk boyları kurmuş, yönetmiş; Türk kültürü devlete şeklini vermiştir.
Batıya kayan Kuzey Hun olduklarına dair kanıtlanamamamış bir tez mevcuttur. MÖ 3. yüzyılda bugünkü Kazakistan'dan Volga-Don havzalarına ulaştıkları tahmin edilmektedir. M.S. 375'te Hunların Ostrogotları (Doğu Gotları) içine alıp Vizigotları (Batı Gotları) kovması Kavimler Göçü'nü başlatmıştır. Hunlar Pannonia'ya (bugünkü Macaristan) yerleştikten sonra 433'te Batı Roma İmparatorluğu generali Flavius Aetius ile anlaşarak Pannonia ve Illyricum'un (bugünkü Slovenya, Hırvatistan ve Bosna-Hersek) bir kısmının hükümdarlığını Batı Roma İmparatorluğu'na kabul ettirmişlerdir. 441'de Attila önderliğinde Batı Roma İmparatorluğu'nu istila etmiş ve Hun İmparatorluğu'nu kurmuşlardır. Fakat imparatorluğun ömrü çok uzun olmamıştır. Attila'nın ölümüyle oğulları arasında taht kavgaları başlamıştır. Çıkan kavgalar sonucunda Attila'nın kurduğu imparatorluk dağılmıştır. Ayrıca bu devlet kurulan son Hun Devleti olma özelliği taşır.
Hititler
Hititler veya Etiler, Antik Çağ'da Anadolu coğrafyasında devlet kurmuş önemli uygarlıklardan biridir. Kullandıkları dil Hint-Avrupa dil ailesi içinde yer almaktadır. MÖ 2000 yıllarında Anadolu'ya göç ederek yerli Hatti beylikleri üzerinde hakimiyet kurdukları bilinmektedir. Başkentleri Hattuşaş'dır.Ve şu an Hattuşaş Boğazköy ve Boğazkale olarak bilinmektedir.
Hint-Avrupa dil ailesine mensup olduklarından dolayı genel kabul Avrupa kökenli bir topluluk oldukları yönündedir. 1930'larda Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde ortaya atılan Türk Tarih Tezi'ne göre ise bir Türk medeniyetidir. Bilimsel çevrelerde ise Türk Tarih Tezi; romantik ve milliyetçi yönlerinin olduğu savlarıyla eleştirilmiştir. Tarihçi ve araştırmacı Sinan Meydan, Batının 19. yüzyıldaki arkeolojik kazı çalışmalarından sonra Hititler gibi medeniyetleri Avrupa kökenli kabul edip sahiplendiğini ve Hititlerin Türk olduğu tezinin Batı merkezli tarihe karşı bir başkaldırış olduğunu belirtmiştir.
Anadolu Yarımadası'nın bugün için bi |
linen en eski adı "Hattuşaş Ülkesi" idi ve bu topraklar 1500 yıl boyunca "Hatti Ülkesi" olarak bilindi. Bu isim o kadar yerleşmişti ki Anadolu'yu istila eden Hititler bile yeni yurtlarından söz ederken "Hatti Ülkesi" ismini kullanmışlardır. Oysa sonradan yine çivi yazılı tabletlerden öğrenildiğine göre, söz konusu Hint-Avrupalı halk kendini Nesice konuşan Nesililer olarak anıyordu. Ancak Hitit biçimindeki adlandırma, Eskiçağ tarihi çevrelerinde yaygın kabul gördüğü için bu adlandırmayı değiştirmek hayli güç oldu. Zaten filologlar söz konusu Hint-Avrupalı kavim için Hatti sözcüğünü olduğu gibi almayıp, onun Ahd-i Atik'de zikredilen "Heth" ve "Hittim" şeklinden esinlenerek Almanca "Die Hethiter", İngilizce "The Hittites", Fransızca "Les Hittites" ve İtalyanca "Gli Ittiti" deyimlerini türetmişlerdir. Türkçede ise önceleri Eti sözcüğü kullanılmış, sonrasında ise Hitit deyimi yerleşmiştir.
Anadolu'ya geliş yönleri hakkındaki teoriler arasında, Kafkasya üzerinden, Çanakkale Boğazı'ndan ya da Karadeniz'den geldikleri yönünde görüşler ağırlıktadır. Genel kabul edilen görüş, Kafkasya üzerinden Anadolu'ya geldikleri yönündedir. İlk yerleşim yerleri ise Hattuşaş'dır. Pithana'nın oğlu Anitta zamanında başkentleri Neşa (Kaniş-Kültepe) olmuştur. Anitta, Hitit krallığının başkenti olan Hattuşaş'ı (Boğazköy), çok büyük hazineleri olduğunu tahmin ederek kuşatmış fakat şehirde herhangi bir şey bulamayınca kızarak şehri tamamen yakıp yıkmış ve ünlü lanetini savurmuştur: “Geceleyin yaptığım bir saldırı ile şehri aldım. Yerine yaban otu ektim. Benden sonra her kim kral olur ve Hattuşaş'ı yeniden iskân ederse gökyüzünün (Fırtına Tanrısı'nın) laneti üzerinde olsun." Daha sonra Anitta'nın soyundan gelen torunu Hattuşaş'ı bu kez Hitit krallığının başkenti yapacak ve kendisine de "Hattuşili" adını verecektir. Hattuşaş antik kalıntıları bugün UNESCO'nun Dünya Kültür Mirasları listesinde yer almaktadır. Hititler yerli halkın ekonomik ve kültürel etkilerinden etkilenerek dil ve dinlerini benimsemiş ve ırklarını Hatti ırkının içinde eritmişlerdir.
Hititler, Asurluların Anadolu'dan çıkmak zorunda kalmasıyla devlet idaresini ellerine almışlardır. Anadolu'nun yerli halkıyla kaynaşıp Hitit Devleti'ni kurmuşlardır. Bu devletin kurucusu Labarna'dır. Başkenti ise Hattuşaş'dır. (Boğazkale). Hitit tarihi MÖ 1650 - MÖ 1450 Eski Krallık Devri ve MÖ 1450 - MÖ 1200 İmparatorluk Devri olmak üzere iki safhada incelenir. Hitit Devleti'nin kuruluşundan itibaren, sanattaki Mezopotamyalı unsurlar kaybolarak, Anadolu'nun yerli sanatıyla birleşmiştir. Sanatta, boyutları büyümüş anıtsal eserler ortaya çıkmıştır. Mabetler, saraylar, sosyal yapılar, kaya kabartmaları ve orthostatlarla (bina cephelerinde alt sırada yer alan kabartmalı taşlar) önceki sanattan ayrılır. Hattiler'e ait olmasına rağmen Hitit Güneş Kursu olarak anılan törensel nesne, Hititlerin sembolü kabul edilir.
MÖ 1800 yılları, Anadolu tarihinin başlangıcı yerli aglutinant dil grubuna ait Hattiler ve Hint Avrupalı Hititler hakkında ilk bilgilerin edinildiği dönemdir. Bu çağ, Hitit kültürünün başlangıç ve gelişme aşamalarının kaynağıdır. M.Ö 2500-2000 yılları arasında Kuzey Kapadokya ve Orta Karadeniz Bölümü’nde gelişmiş kültürün temsilcisi Hattiler’di.
Şehir devletleri tarafından yönetilen bu bölgenin müstahkem şehirleri, kral mezarları, hazineleri, Hatti kültürünün simgeleridir. MÖ 2000 yılları sonlarında büyük savaşlar sonucunda çıkan yangınlarla sona eren bu çağı, Asur Ticaret Kolonileri Çağı izler. Yazılı kaynaklardan Hititlerin, Anadolu'ya MÖ 3. binin son yıllarında, 2. binin başında küçük gruplar halinde, girmeye başladıkları ihtimali çıkmaktadır. Hititler'in Anadolu’ya Kuzey Karadeniz üzerinden veya kuzeydoğudan, Kafkaslar üzerinden geldikleri ve Kızılırmak kavisinin kuzey kesimine yerleşmiş oldukları değerlendirilmektedir.
Birbirini izleyen akınlarla Orta Anadolu içlerine yayılan Hititler, zamanla etki alanlarını genişletmişler, Hattili Prenslerin arazilerine hakim olmuşlardır. Asur ticaret kolonilerinin geç evresinde (MÖ 1800- MÖ 1730) Kuşşara Kralı Pithana ve oğlu Anitta tarih sahnesine çıktılar. Onlar Hitit diline Nesice adını veren Kaniş/Neşa'yı zaptedip krallığın ilk merkezi yaptılar. MÖ 1700'lerde Kuşşara kralı Anitta, Hatti Kralı Pijusti'yi yenip şehrini tahrip ettiğini anlatmaktadır: ""Geceleyin yaptığım bir saldırı ile şehri aldım. Yerine yaban otu ektim. Benden sonra her kim kral olur ve Hattuş'u yeniden iskân ederse gökyüzünün (Fırtına Tanrısı'nın) laneti üzerinde olsun.""
Hattuşaş MÖ 17. yüzyılın ikinci yarısında, Hitit Kralı I. Hattuşili tarafından başkent olarak seçildi. Eski Hitit Devleti'nin kurucusu I. Hattuşili Kızılırmak kavisi içindeki çekirdek ülkede birliği sağladıktan sonra, Kuzey Suriye ve Yukarı Fırat bölgesinde Hurri Ülkesi'ne karşı yönettiği akınlarla, kendisini izleyecek Hitit krallarına bir Dünya devleti olma amacının işaretini veriyordu. Murşili istilalara güneyde devam ederek ve Suriye'deki şehir devletlerini devreden çıkartarak, Mezopotamya ticaret yollarını kontrol altına aldı. Halep ele geçirildi ve ordu Babil'e kadar ilerleyerek Hammurabi hanedanlığına son verdi.
Ancak, I. Murşili'nin Hantili tarafından öldürülmesi bir karışıklık dönemi getirir. Hantili idareyi ele aldıysa da o da öldürüldü. "Hantili"’den sonra tahta geçen I. Zidanta ve I. Huzziya’da Hantili ile aynı kaderi paylaşarak öldürüldüler. Bu dönemde Hitit devleti, Torosların güneyindeki ülkeleri, Güney ve Güneydoğu Anadolu’daki diğer bölgeleri yeniden Mitanni Krallığı'na kaptırdı. Telipinu tahta geçince, saraydaki kan davalarını durdurmayı başardı. Önceki kralların uzak bölgelere yaptıkları seferleri durdurarak, Anadolu'yu kendi içinde tutarlı bir idari teşkilat altına almaya çalıştı. Bu amaçla eyalet sistemini kurdu. Telipinu fermanı olarak bilinen fermanı yayınlayarak, taht verasetini belli kurallara bağladı.
Geleneksel Hitit tarihi çağ ayrımına göre, Telipinu devrini Orta Krallık adı verilen dönem izler. Aynı zamanda I. Tuthaliya Hititlerin kuzeydeki amansız düşmanı Kaşkalar ile de baş etmek zorunda kalmıştır. Metinlerde Tuthaliya zamanında, Fırat'ın yukarı yatağında kalan bölgelere ve Kuzey Mezopotamya'da Hurrilere karşı yapılan askeri harekatlardan söz edilmektedir. Bu başarılarla I. Tuthaliya’nın Hatti ülkesinde krallığın gücünü yeniden sağladığı anlaşılmaktadır. Ancak I. Tuthaliya'nın hükümdarlık alanı genelde Anadolu ile sınırlı kalmıştır.
I. Şuppiluliuma tahta geçince, öncelikle Anadolu'daki hakimiyetini sağlamlaştırmıştır. Daha sonra Suriye ve Kuzey Mezopotamya'nın bazı bölgelerini Hitit Krallığı'na katmıştır. Kaşkalar ile savaşmış, Ugarit Kralı II. Nigmedu ile bir anlaşma yapmıştır. Şuppiluliuma Mısır'da Tutankhamon'un ölümünden sonra çıkan çatışmaları fırsat bilmiş, Karkamış'ı alarak Mitanni Krallığı'na son vermiştir. II. Murşili’nin, Anadolu’nun kuzeyindeki ve batısındaki seferleri, Hitit çekirdek ülkesinde vebanın hüküm sürdüğü ve giderek artan Asur etkisiyle Suriye’de huzursuzlukların yaşandığı bir döneme rastlamıştır.
Babası Murşili'nin ardından fazla zorluk çekmeden tahta geçen XXI. Muvattalli, yirmi yıldan fazla ’’Büyük Kral’’ olarak hüküm sürmüştür. Onun küçük kardeşi Hattuşili, askeri birliklerin başı, saray memuru, kuzey sınırının sürekli huzursuz bölgelerinde ve Hattuşa'da vali olarak hükümdara birçok alanda hizmet vermiştir. Bu dönemde Muvattalli sarayını, Tanrı ve atalarının heykelleri ile birlikte Hattuşa’dan Tarhuntaşşa'ya taşımıştır. Muvattalli zamanında Orta Suriye’deki Amurru bölgesi nedeniyle, Hititler’in anlaşmazlığa düştüğü ülke Mısır'dı. Bu anlaşmazlık Kadeş Savaşı'na yol açtı.(MÖ 1280)
Günümüzde Mısır'daki Abydos, Luksor, Abu Simbel'in duvarları ve Ramsesseum'un pylonlarının üzerindeki kabartmalarda, Yakındoğu’nun geçmişindeki en ünlü savaşlardan biri olan Kadeş Savaşı'nın tasviri görülmektedir. Kabartmalara II. Ramses'in Hitit Kralı II. Muvattalli’yi yenerek elde ettiği zaferin kutlandığı hiyeroglif metinler eşlik etmektedir. Firavun çok iyi hazırlanarak savaş alanında bizzat bulunmasına rağmen, savaşın asıl galibi Hititler olmuştur. Amurru yeniden Hitit yönetimi altına girmiş, ayrılıkçı yerel kral Benteşina ise Anadolu'ya sürülmüş, Kadeş Kalesi Hitit denetiminde kalmıştır.
Büyük Kral II. Muvattalli öldüğünde, eski bir kurala uyulmuş ve imparatorluğun en güçlü adamı olan kardeşi Hattuşili yerine, oğlu III. Murşili/Urhi-Teşup tahta geçmiştir. O, başkenti Tarhuntaşşa’dan, yeniden Hattuşa’ya taşımıştır. Bölgede II. Muvattalli döneminden ve Kadeş Savaşı’ndan bu yana II. Ramses hüküm sürmekteydi. Hattuşili Asur ve Babil hükümdarları ile olduğu gibi, II. Ramses ile de hükümdarlar arasındaki olağan ilişkilerini sürdürmüştür. I. Şuppiluliuma'dan beri süregelen savaş durumunu sona erdirmiş ve Mısır ile barış antlaşmasını imzalamıştır. Antlaşma Hattuşa'da ortaya çıkarılan ve günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde bulunan kil tabletten anlaşılmaktadır. Akadca yazılmıştır. Ayrıca Mısır-Karnak Ramesseum'da da Mısır hiyeroglifi ile kaleme alınmış kopyaları görülmektedir. II. Ramses ile yapılan barış antlaşması, Hattuşili’ nin hükümdarlık döneminde ulaştığı bir zirvedir. Bu başarı kendisinin rakipleri Asur ve Babil ile Ege'deki rakibi Ahhiyava karşısındaki konumunu güçlendirmiştir.
Kurallara uygun olmaksızın tahta çıkmış olmasına rağmen, III. Hattuşili önemli politik başarılar ve uluslararası takdir kazanmıştı; ancak Hattuşa'da tahtına çıkacak kişi ile ilgili düzenlemeyi yapmak da kendisi için önemliydi. Önceden seçilen varisten vazgeçilmiş ve yerine Prens IV. Tuthaliya seçilmişti. Tuthaliya tahta çıktıktan sonra, Tarhuntaşşa Kralı Kurunta ile antlaşma yapmış ve Tarhuntaşşa ülkesinin sınırları yeniden çizilmiştir. II. Muvattali'nin oğlu olarak hanedandan gelen krala, imparatorluk hiyerarşisi içinde Karkamış Kralı ile aynı düzeyde yer verilmiştir.
Hitit İmparatorluğu’nun bilinen son hükümdarı IV. Tuthaliya’nın oğlu II. Şuppiluliuma, başgösteren yiyecek sıkıntısıyla daha da gerginleşen duruma rağmen bazı askeri başarılar elde etmiştir. Hattuşa'da bugün Güneykale ol |
arak adlandırılan kesimdeki bir yazıtta, II. Şuppiluliuma'nın askeri birliklerinin Orta ve Güneybatı Anadolu'da başarıyla savaştığından, Tarhuntaşşa'da da hükümdarın yeniden otorite kurduğundan söz edilir. Çivi yazılı belgeler de, Kargamış Kralı ve doğrudan Büyük Kral tarafından denetlenen Alaşiya (Kıbrıs) ülkesiyle antlaşma yapıldığı belirtilir.
Hitit İmparatorluğu'nun MÖ 1200'den kısa bir süre sonra yıkılma nedeni halen tam olarak anlaşılamamıştır. İmparatorluğun yıkılmasına çeşitli etkenlerin neden olduğu değerlendirilmektedir. Son büyük kralın hüküm sürdüğü dönemde, halk içinde huzursuzluklar ve Hitit aristokrasisinde giderek artan çatışmalar başgöstermiştir. Hitit Devleti'nin ayakta olduğu son yıllara tarihlenen yazılı kaynaklar, sefalet içinde olduğu belirtilen Anadolu’ya Suriye ve Mısır'dan büyük miktarlarda tahıl sevk edildiğini kanıtlamaktadır. Aynı zamanda Anadolu'daki huzursuzluklar ve Suriye üzerindeki Hitit etkisinin azalması da Hitit İmparatorluğu'nun yıkılmasında neden ya da sonuç olarak değerlendirilmektedir. Çöküş konusundaki bir diğer görüş de 1200 yıllarında batıdan gelen ve Deniz Kavimleri diye adlandırılan toplulukların istilasıdır. İmparatorluk sonrası dönemde hitit kültürü, beylikler ve şehir devletleri tarafından bir süre daha devam ettirilmiştir.
Hitit Devleti, Kral ve üyeleri kraliyet ailesinden gelen kişilerden oluşan politik bir kurumdu. Yönetimin politik organı Pankuş'tur (İmparatorluk Meclisi). Herhangi bir politik sorun olduğunda Pankuş Kral tarafından çağırılmaktaydı. Pankuş kralı bile denetleme yetkisine sahipti; yani Pankuş, kralın kararları hakkında söz sahibi bir kurul ve böylelikle de onun mutlak hakimiyetinin tek denetleyicisiydi. Pankuşlarda yönetim hakkında kararlar alınıp oy birliğine sunulurdu. Pankuşlar ilk olarak Hititlerde yapılan bir imparatorluk meclisidir. Pankuşlarda gerekli ağır gereksiz hafif ceza verilmez. Pankuş yönetiminde (imparatorluk meclisinde) herkes eşit haklara sahip olmaksızın her insan özgürce fikirlerini dile getirebilir. Pankuş , zamanla yetkileri kısıtlanarak danışma meclisi haline gelmiştir.
Hititçe, bugüne kadar bilinen en eski Hint-Avrupa dilidir. Hitit İmparatorluğu'nda bunun dışında Luvian ve Pala dillerinde olduğu gibi Hititçe ile az veya çok akraba olan başka diller de kullanılmaktaydı. Luvca'nın dinsel konularda önemi vardı. Bu dillerle berâber Hititçe, diğer Hint-Avrupa dillerinden kelime hazînesi açısından kısmen farklı olan Hint-Avrupa dillerinin Anadolu kolunu oluşturmaktaydı.
Bunun yanında farklı yazılar da kullanımdaydı. Resmi diplomatik yazışmaları ve saray arşivleri Asur (Akad) çivi yazısıyla yazılırken kayalardaki kabartmalar ve yazıtlar için Hiyeroglif denilen yazı kullanılırdı. Bugün, bu harflerle yazılan dilin bir Luvca lehçesi olduğu bilinmektedir. Hurrice de önemli bir diplomatik yazışma diliydi ve bilhassa Mittani İmparatorluğu'yla yapılan yazışmalarda kullanılırdı. Hitit çivi yazısının dili Friedrich Hrozny tarafından 1915'te çözülmüş, Hitit hiyeroglif yazısının 1940'lı yıllarda başlayan çözülmesinde ise Helmuth Theodor Bossert'in büyük katkısı olmuştur.
Hitit dini çok tanrılı bir dindir; panteonun (tanrılar ailesi) içinde binlerce tanrı ve tanrıça vardır ve bunların pek çoğu diğer kavimlerin dinlerinden alınmıştır. Hititler'de tanrılar, tıpkı insanlar gibidir. Fiziksel şekilleri insan gibi olduğu kadar ruhen de onlarla aynı olup insanlar gibi yerler, içerler, kendilerine iyi bakıldığı sürece insanlara iyilik ederler; ancak ihmal edildikleri zaman hemen intikam almaya, insanları en acımasız yöntemlerle cezâlandırmaya hazırdırlar. Bir Hitit metni, insanlarla tanrıları birbirleriyle kıyaslamakta ve tanrı-insan ilişkilerini bey-hizmetçi ilişkilerine benzetmektedir.
Hitit devletinin panteonu, Anadolu ve Suriye şehirlerinin çeşitli yerel panteonlarının zamanla bir araya getirilip birleştirilmesinden oluşmuştur. Hitit devletinin başlangıcından îtibâren baş tanrı, fırtına tanrısı Teşup'tur. Kozmik dönemi (kâinatı) sağlayan, krallığı ve ülkenin düzenini koruyan O'dur. Kral, efendisi adına ülkeyi yönetir.
MÖ 1274 tarihinde II. Ramses ile II. Muvatalli arasında Kadeş önünde büyük bir meydan savaşı yapılmış ve Kadeş Antlaşması ile sonuçlanmıştır. Bu antlaşmaya bağlı olarak II. Ramses savaştan önce aldığı yerleri boşaltmış, Kadeş şehri Hititlere kalmıştır.
Kadeş Barış Antlaşması sırasında orduda çıkan bir isyanda, II. Muvatalli öldürülmüştür. Antlaşma, onun yerine geçen III. Hattuşili tarafından imzalanmıştır. (MÖ 1269) Bu antlaşma dünya tarihinde eşitlik ilkesine dayanan en eski antlaşmadır. Antlaşma çivi yazısıyla gümüş plakalar üzerine Akadca olarak yazılmıştır. Ayrıca Kralın mührünün yanında Kraliçenin (Tavananna) mührü de vardır. Anlaşmaya Amor'un sevgilisi II. Ramses ve kralların büyüğü III. Hattuşili gibi övgülerle başlar. Anlaşma müttefiklik, kardeşlik ve saldırmazlık anlaşmasıdır. Anlaşmaya göre kaçakların öldürülmemesi karşılığında birbirlerine teslimine karar verilmiştir. Anlaşmayı körükleyen ise Asur tehlikesinin gelişmesidir. Bu antlaşmanın gümüş levhalara kazınmış olan asıl metinleri kayıptır. Mısır'da tapınakların duvarlarına kazınan antlaşmanın bir nüshası da, Boğazköy (Boğazkale) kazılarında kil tablet olarak bulunmuş olup İstanbul Arkeoloji Müzesinde sergilenmektedir. Kadeş antlaşmasının Hattuşaş'da bulunan çivi yazılı tabletinin büyütülmüş kopyası New York'ta Birleşmiş Milletler Binasında asılıdır.
Başkentleri:
Anadolu'da ilk kez organize devlet kuran Hititlerin başkenti olan Boğazköy (Hattuşaş), dağlık-engebeli bir arazi kurulmuş olup Çorum'a uzaklığı 82 km'dir. Boğazköy'ün gerçek tarihi MÖ 1900'den az sonra başlar. Geç Hitit ve Asur belgelerinden öğrendiğimize göre Boğazköy; Hattuştu ve Pijusti adlı krallarla son bulan bir hanedanlığın merkezi idi. MÖ 19. ve 18. yüzyılda Hitit öncesi'deki dönemde Boğazköy'de, Hattiler ve Asurlu tüccarlar da konaklamaktaydılar. Şehirde Asurlu tüccarların ticaret yaptıkları "karum" denilen bir pazar yeri bulunmaktaydı.
Boğazköy, MÖ 1200 yıllarına kadar Hititler'in başkenti olma özelliğini korumuştur. İlk Hitit kralı olarak Hattuşaş’lı anlamına gelen Hattuşili'yi görüyoruz.
Kentin asıl merkezini büyük kale teşkil eder. Büyük kalenin kuzeybatı yamacında Hitit İmparatorluk dönemine ait özel evler ile Büyük Mabed'in yer aldığı "aşağı şehir" bulunmaktadır. Şehrin güney kısmını teşkil eden "yukarı şehir"; MÖ 13. yüzyıl kralları tarafından yapılmış sandık şeklindeki surlarla çevrilmiştir. Bu surda Kral Kapısı, Potern, Sfenskli Kapı, Aslanlı Kapı yer almaktadır. Yukarı şehir içinde Yenice kale ve Sarıkale tahkim edilmiş olarak yapılmıştır.
Hitit Krallığı; MÖ 1200'deki Deniz Kavmi Göçleri sonunda Trak asıllı kavimlerin baskıları sonucu yıkılmış olup, dolayısıyla Boğazköy de başkent olma özelliğini kaybetmiştir. MÖ 750 yılında Friglerin yerleşimine sahne olmuştur. Hellenistik çağda ise Boğazköy; büyükçe bir yerleşim alanı olamaktan öte gidememiştir. Bizans çağında da iskan edildikten sonra Boğazköy’e 18. yüzyılda bugünkü sakinleri yerleşmiştir.
Antik Hattuşa harabeleri ile Yazılıkaya Açık Hava Mabedi birer açık hava müzesi olarak önem taşımakta olup, ayrıca; Milli Park projesi kapsamına alınmış ve Dünya Kültür Mirası listesine dahil edilmiştir.
Pier Paolo Pasolini
Pier Paolo Pasolini, (5 Mart 1922- 2 Kasım 1975) İtalyan film yönetmeni, senarist, şair.
Pier Paolo Pasolini 5 Mart 1922’de Bolonya’da doğdu. Babası piyade subayı Alberto Pasolini, annesi ilkokul öğretmeni Susanna Colussi idi. Babası Ravennalı köklü bir aileden geliyordu. 1921 yılında Casarsa’da evlendiler ve Bolonya’ya taşındılar.
Pasolini’ler Bolonya’da uzun süre kalmadı ve sırasıyla Parma, Conegliano, Belluno, Sacile, Idria, Cremona, tekrar Bolonya ve kuzey İtalya’nın çeşitli şehirlerinde yaşadı.
1925’te Belluno’da Pasolini’lerin ikinci oğlu Guido doğdu. Aile durmadan taşınırken iz bırakan tek yer Casarsa oldu. Pier Paolo’nun babasıyla arası her zaman problemliyken, annesiyle ilişkileri hep iyi oldu.
Kardeşi Guido ile ilişkileri oldukça iyiydi. Guido, derslerinde başarılı ve spor yetenekleri gelişmiş olan ağabeyine yoğun bir hayranlık besliyordu, bu hayranlığı ölümüne kadar sürdü.
Çocuklukları boyunca sürekli taşınmaları Pier Paolo'nun başarısını hiç etkilemedi. 1928’de şairliğe ilk adımlarını attı, bulduğu bir defteri şiirler ve küçük resimlerle doldurdu. Bunu diğerleri takip etti ama hepsi savaş sırasında kayboldu.
İlkokuldan sonra Conegliano ortaokuluna başladı. Bu yıllarda Teta Velata adını verdiği bir metin yazdı.
Pier Paolo 17 yaşında liseyi bitirdi ve Bolonya Üniversitesi’ne yazıldı. Üniversite yılları boyunca Luciano Serra, Franco Farolfi, Ermes Parmi (bu isim yıllar sonra Guido tarafından Osoppo’daki partizanlık günlerinde ödünç alınacaktı), Fabio Mauri ile bir grup oluşturup Bolonya'daki sol çevrelerin gazetesi "Il Setaccio" çevresinde toplandılar. Pasolini "Stroligut" dergisine katkıda bulunmaya başladı ve diğer edebiyatçı arkadaşlarıyla birlikte "Academiuta di lenga furlana"'ni (Furlana dili akademiciği) yarattı. Diyalekt kullanımı faşist rejime başkaldırı anlamına geliyordu.
Diyalekt kullanımı aynı zamanda, az gelişmiş halk kitleleri üzerinde kilisenin sahip olduğu hegemonyayı da kırmaya yönelik bir eylemdi. Sol da İtalyan dilinin kullanımından yanaydı aslında, diyalekt kullanımı onlara göre de Jakoben bir yaklaşım ve ayrıcalık anlamına geliyordu. Pasolini 'sol'a diyalekt kullanımının kültür zenginliği anlamına geldiğini anlatmak için çaba gösterdi.
Üniversite eğitimi boyunca Casarsa’ya dönüşleri Pasolini için hep mutluluk verici oldu. Nisan 47’de Silvana Ottieri’ye şöyle yazdı:
İkinci Dünya Savaşı yılları Pasolini için çok zor geçti. Ruh hali o yıllarda yazdığı bir mektuptan çok iyi anlaşılıyor:
Pasolini 1943’te Livorno’da askere alındı. Hemen ertesi günü Almanlar’a silah teslimatı yapmayı reddederek kaçtı. Biraz İtalya’yı gezdikten sonra Casarsa’ya döndü. Pasolini ailesi Almanlardan ve bombalardan uzak olan Versutta’ya gitmeye karar verdi. Pasolini burada lise öğretmenliği yapmaya b |
aşladı.
O yıllara damgasını vuran olay kardeşi Guido’nun ölümü oldu. Guido, Versutta’da saklanmayı reddedip partizanlara katılmıştı. Pier Paolo, Guido’yu tren istasyonuna götürdü ve şüpheleri dağıtmak için de Bolonya’ya bir bilet aldı. Guido, Spilimbergo’dan Pielunga’ya hareket etti ve Osoppo partizan birliğine katıldı. Pier Paolo’nun kaybolan arkadaşı Ermes’in adını kendine kod adı olarak aldı.
Anti-faşist grupların aralarında anlaşmazlık vardı. Garibaldi birliklerine bağlı Komünist birlikler Fruili’nin Tito’nun Yugoslavyası ile birleşmesini, Osoppo birlikleri ise İtalyan kalmasını istiyordu. Guido, Pier Paolo’ya yazdığı mektuplarda bu konuda yazılar yazmasını ve Osoppo birliklerini desteklemesini istedi. Pier Paolo bu makaleleri yazma fırsatını bulamadı.
Şubat 1945’te Guido, Osoppo birliğinin diğer elemanlarıyla beraber Porzus’ta katledildi. Yaklaşık yüz Garibaldili silahsız taklidi yaparak birliğe yaklaştı ve yakaladıkları Osoppo birliği üyelerini öldürdü. Guido yaralı olarak bir köylü kadının yanına sığınmayı başardı ancak Garibaldi birlikleri tarafından bulundu, zorla evden dışarı sürüklenip kurşuna dizildi. Pasolini ailesi Guido’nun ölümünü ve nasıl gerçekleştiğini ancak savaş bittikten sonra öğrenebildi.
Pasolini, okuyucularının isteği üzerine, "Vie Nuove" adlı komünist derginin 15 Eylül 1971 tarihli nüshasında kardeşinin ölümü hakkında konuşur:
Guido’nun ölümü Pasolini'leri özellikle de anneyi yıktı. Babalarının Kenya’daki tutsaklığından dönüşüyle Pier Paolo ve annesi arasındaki ilişki daha da sağlamlaştı.
Takip eden yıllarda Guido’nun ölümü sağcı İtalyan basını tarafından Pier Paolo’ya saldırmanın bir yolu olarak defalarca sömürüldü.
‘Marksist yazar Pier Paolo, kendi kardeşine acımasızca davranan sistemi savunup avukatlığını üstleniyor.’ Secolo d’Italia, 24 Eylül 1960.
‘Pasolini’nin komünistlerce öldürülen kardeşi, her hâlde ağabeyinin kendisine yardım etmesini boşuna beklerdi.’ Il Tempo, 26 Mart 1970
1945 yılında Pasolini 'lirik şiir antolojisi' (giriş ve yorumlar) adlı teziyle mezun oldu ve Friuli’ye yerleşti. Udine yakınlarındaki Valvasone’de lise öğretmeni oldu. Politik faaliyetlerine de aynı yıllarda başladı. 1947’de İtalyan Komünist Partisi’ne yakınlaştı. Partinin haftalık dergisi Lotta y Lavoro’ya yazılar vermeye başladı. Kardeşi Guido’nun ölüm sebebi yüzünden partiye girişinde kişisel zorluk yaşadı. Ancak Pasolini, kardeşinin hatırasını lekelememek için bu olayı gündeme getirmekten kaçınıyordu. Annesine yakınlığı daha da arttı. Babası, Guido’nun ayak takımına kapılıp gitmesinden dolayı annesini suçlamaya devam ediyordu.
İtalyan Komünist Partisi’ne sadakat cesaret işiydi. Pier Paolo böylece derin acısını bastırma fedakârlığı gösteriyordu; ne de olsa Friuli Komünist Partisi, dolaylı da olsa Guido’nun ölümüne yol açan kurumdu. Pasolini "San Giovanni di Casarsa" bölgesinin sekreteri oldu. Ama ne parti, ne de etraftaki entelektüller ondan pek hazetmiyordu. Diğerleri 1900’lerin dilini kullanıyor, Pasolini halk dilinde yazmakla kalmayıp derin politik konulara da pek girmiyordu. Pek çok komünist Pasolini’nin sosyal gerçekçiliğe olan ilgisizliğinden şüphe duyuyor ve burjuva kültürüne sempati duyduğuna inanıyordu.
Pasolini, ölene kadar arkadaş kalacağı ressam Zigaina ile o yıllarda tanıştı. Komünist Parti dönemi Pasoli’nin aktif olarak politik mücadele gösterdiği tek dönemdir.
15 Ekim 1949’da Cordovado Jandarması tarafından çocuklara yönelik cinsel tacizle suçlandı ve hakkında dava açıldı. Ardından, oldukça hassas ve küçük düşürücü başka davalar da açıldı. Genel kanı, o ilk dava olmasaydı, takip eden diğerlerinin de olmayacağı yönündedir.
Yıllar sonra Silvana Ottieri’ye yolladığı bir mektubunda şöyle söyler: 'Bende Rimbaud’nun, Dino Campana’nın, Wilde’ın izleri var. Bundan memnun olsam da olmasam da, bu diğerlerinin hoşuna gitse de gitmese de...'
Pasolini 30 Eylül 1949’da Ramuscello’da iki ya da üç çocuğa sarkıntılık etmekle suçlandı. Çocukların ebeveynleri şikayetçi olup dava açmamıştı, ama Cordovado jandarması bu durumla özel olarak ilgileniyordu. O yıllarda sol ile sağın arası oldukça açıktı ve Pasolini zor durumdaydı. Ramuscello davası yüzünden hem sol hem sağ, aleyhindeydi. 26 Ekim 1949 günü Komünist Parti’den atıldı. Bu haber 29 Ekim günü solcu l’Unita gazetesinde yayımlandı.
Birkaç gün içinde Pasolini adeta içinden çıkışı mümkün olmayan bir uçuruma yuvarlanmış gibiydi. Ramuscello olaylarının Casarsa’daki yankıları çok büyük oldu, Pasolini kendini aklamaya çalışırken her şeyini yitirdi. Partiden atıldı, işini kaybetti, annesiyle geçici süre de olsa arası açıldı. Pasolini Casarca’dan ve adeta mitleştirdiği Friuli’den kaçmak istiyordu. Annesiyle birlikte Roma’ya taşındı. Pier Paolo için artık yeni bir hayat başlıyordu:
Roma varoşlarının sert gerçekliğiyle tanışan Pasolini için ilk yıllar oldukça zor geçti. Güvencesiz, fakir ve yapayalnız yıllardı. Pasolini'nin kendi sözleri o yıllarda yaşadığı dramı açıkça ortaya koyuyordu:
Aynı dönemde arkadaşı Silvana Ottieri'ye şöyle yazıyordu bir mektubunda:
Babası hastaydı. Casarsa'da Pasolini'nin başına gelen tatsız olaylardan sonra araları iyice açılmıştı.
Pasolini tanıdıkları aracılığıyla bir yerlere gelmektense kendi işini kendi bulmaya karar verdi ve Cinecitta'nın en alt basamaklarında senaryo editörü olarak çalışmaya başladı, bu arada kitaplarını çeşitli yayınevlerine yolluyordu. Pasolini'nin sahip olduğu yoğun Friuli miti yavaş yavaş yerini Roma varoşlarının düzensiz çehresine bıraktı, artık onun hayatı buydu. Sancılı bir doğum gibi bu kez de Roma lümpen proletarya miti ortaya çıkıverdi.
Pasolini, Anna Banti ve Roberto Longhi'nin 'Paragone' dergisi için İtalyan diyalektleriyle yazılmış şiir antolojileri hazırlıyordu ve ilk romanı 'Raggazi di vita'nın ilk bölümü de yine bu dergide yayımlandı. İtalyan radyosundan Angioletti, onu edebiyat programları yapmak için davet etti. En zor Roma yılları artık yavaş yavaş geride kalıyordu.
1954'te Roma'nın burjuva mahallelerinden Monteverde Vecchio'ya taşındı ve en önemli diyalekt şiir seçkisi 'La meglio gioventu'yu yayımladı. 1955 yılında ilk romanı 'Raggazi di vita' nihayet yayımlandı. Okuyucular ve eleştirmenler kitabı çok beğendi, ancak resmi edebiyat çevrelerinin yaklaşımı olumsuzdu. Kitabı bayağı bir zevkin ürünü, muzır ve adice diyerek yorumladılar. İçişleri Bakanlığı hem yazar hem yayımcı hakkında dava açtı, kitap toplatıldı. Ancak mahkeme kitabı beraat ettirdi ve suça teşvik eden bir unsur bulunmadığını açıkladı. Kitap raflardaki yerini tekrar aldı. Yine aynı dönemde, Pasolini pek çok iftiraya maruz kaldı ve ucuz gazetelerin üçüncü sayfalarının gözdesi oldu. Hakkında uydurulan suçlar, hırsızlığa yardım ve yataklık, silahlı soygun gibi çok çeşitliydi.
1957 yılında, Fellini'nin La notti di cabiria (Kabirya geceleri) filminin diyalekt kullanılan bölümlerini yazdı. Filmin jeneriğinde ismi, Bolognini, Rosi, Vaccini ve Lizzani ile birlikte senarist olarak yer aldı. 1960 yılında Il gobbo filminde aktör olarak ilk rolünü oynadı.
1975'te sahilde kanlar içinde feci halde dövülmüş bulundu. Yapılan otopside dövüldükten sonra kafasının üzerinden de araba ile geçildiği belirtildi. Katiller ile ilgili çeşitli iddialar atıldı. Ancak gerçek katiller bulunamadı. 2014 yılında Abel Ferrara Pasolini'nin son dönemlerini anlatan bir film çekti. adlı filmde ölümüne değinilmiştir. Ünlü yönetmeni filmde aktör Willem Dafoe canlandırmıştır.
Aşağıdaki tablodaki tüm filmler -aksi belirtilmediği sürece- Pier Paolo Pasolini tarafından yazılmış ve yönetilmiştir.
Necatigil Şiir Ödülü
Necatigil Şiir Ödülü, şair Behçet Necatigil anısına ailesinin düzenlediği ve 1980'den beri her yıl şairin doğum günü olan "16 Nisan"da verilmekte olan şiir ödülü.
Ödül, 1993'e kadar şairin ölüm yıldönümü olan 13 Aralık'ta verilmiş, 1994 yılından itibaren doğum yıldönümü olan 16 Nisan'da verilmeye başlanmış, ödüle değer eser olmadığı kaydıyla verilmediği 1989, 1993 ve 1998 yılları hariç her yıl ödül verilmiştir.
Ödülün amacı, "Necatigil" ailesi tarafından şu şekilde açıklanıyor:
"Necatigil Şiir Ödülü"’nün ilkini İlhan Berk almıştı.
Millî İstihbarat Teşkilatı
Millî İstihbarat Teşkilâtı (MİT), Türkiye Cumhurbaşkanlığı'na bağlı olan, Türkiye'nin resmî istihbarat örgütü. 1965 yılında Millî Emniyet Hizmeti yerine kurulan, Türkiye'nin bölünmez bütünlüğüne, anayasal düzenine, varlığına, bağımsızlığına, güvenliğine ve millî gücünü meydana getiren bütün unsurlarına karşı içten ve dıştan gelecek mevcut ve muhtemel tehditler hakkında bilgi toplamak, önlem almak ve gerekli durumlarda ilgili makamları uyarmakla görevli teşkilât.
Devletin millî güvenlik politikasının hazırlanmasıyla ilgili her konuda istihbaratın tek elde toplanabilmesi amacıyla, 22 Temmuz 1965 tarihinde TBMM tarafından 644 sayılı kanun kabul edildi ve bu kanun ile kuruluşun adı "Millî İstihbarat Teşkilâtı" (MİT) olarak değiştirildi. Kanun ile MİT'in bir Müsteşar tarafından yönetilmesi ve Müsteşarın, kanun ile belirlenen görevlerin yerine getirilmesinde sadece Başbakan'a karşı sorumlu olması öngörüldü. "MİT", yaklaşık 19 yıl süre ile faaliyetlerini 644 sayılı kanun hükümleri doğrultusunda yürüttü, ancak hızla değişen ve gelişen koşulların ışığında yeni bir yasal düzenlemeye gidilmesi ihtiyacı ortaya çıktı. Bu amaçla, 1 Kasım 1983 tarihinde 2937 sayılı çıkarıldı ve kanun 1 Ocak 1984 tarihinde yürürlüğe girdi.
Ülkelerin birbirlerine yönelik siyasal, sosyal, ekonomik ve askeri faaliyetleri ile beklentilerinin önceden saptanması ihtiyacının zaman içerisinde giderek artması, haber almaya dönük yapılanmaların varlığını zorunlu kılmıştır. Yine Türkiye'de, sistemli ve organize nitelikte istihbarat örgütü kurma girişimleri, Osmanlı Devleti'nin son yıllarında başladı. Siyasi birliğin korunması, ayrılıkçı hareketlerin önlenmesi ve özellikle yabancı devletlerin Orta Doğu üzerinde odaklaşan faaliyetlerinin izlenebilmesi için bireysel bazda ve sınırlı nitelikte sürdürülen istihbarat çalışmalarının bir merkezden organize biçimde yürütülmesine ihtiyaç duyuldu ve 17 Kasım 1913 tarihind |
e Enver Paşa tarafından Teşkilât-ı Mahsusa isimli istihbarat örgütü kuruldu. I. Dünya Savaşı sırasında askeri ve paramiliter hareketler gerçekleştirerek önemli görevler üstlenen bu örgüt, savaşın sona ermesiyle 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi sonrasında dağıldı.
İstanbul'un işgalinden sonra millî uyanışın başlaması ile kişiler kendi kendilerine çeşitli örgütler kurdular. Bu örgütlerin birisi de kimilerine göre hala yaşayan "karakol" örgütüdür. İlk olarak 5 Şubat 1919 tarihinde kurulan mütareke döneminin ilk gizli direniş grubu, İstanbul'da kurulan Karakol Cemiyeti'dir. 1918 Ekim sonları veya Kasım başlarında Talat Paşa'nın emri ile kurulan cemiyetin kurucuları arasında, Kurmay Albay Kara Vâsıf, Emekli Yüzbaşı Bahâ Said Bey, Albay Galatalı Şevket ve Yenibahçeli Şükrü Bey gibi İttihât ve Terâkki Cemiyeti mensubu kişiler bulunmaktaydı. Kısa zamanda örgütlenme çalışmalarını tamamlayan Karakol Cemiyeti'nin Millî Mücadele'ye yaptığı en büyük hizmet, İstanbul'dan Anadolu'ya silah ve cephane ile subayların kaçırılmasını sağlaması, İngiliz Muhipler Cemiyeti gibi kuruluşların planlarını ve faaliyetlerini Mustafa Kemal Paşa'ya haber vermesi oldu. Ancak Cemiyet, Bolşevikler ile gizli ilişkilere girmesi ve kendi başına Millî Mücadele'ye sahiplenme çalışmalarında bulunması sebepleriyle Anadolu Ordusu kadrosuna dahil edilmedi. 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul'un İtilaf Devletleri tarafından işgali sırasında liderlerinin tutuklanmaları ile büyük bir darbe yedi ve nihayet Erzurum ve Sivas Kongreleri'nin kararlarını uygulamak için seçilen Heyet-i Temsiliye'nin kararıyla faaliyetlerine son verildi.
Karakol Cemiyeti'nin dağılmasından sonra Halâskâr Zâbitân ve Yavuz Grubu gibi çeşitli istihbarat grupları oluşturuldu. Bunlardan 23 Eylül 1920 tarihinde faaliyete geçen Hamza Grubu'nun adı 31 Ağustos 1921 tarihinde Felâh Grubu olarak değiştirildi. Bu istihbarat grupları Türk Kurtuluş Savaşı sonuna kadar faaliyetlerini sürdürebildi.
İstihbarat örgütleri arasındaki dağınıklığı gidermek, ordu içerisine sızan düşman casusluk faaliyet ve propagandasına karşı koymak amacıyla 18 Temmuz 1920 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı tarafından Askerî Polis Teşkilâtı (AP veya P) kuruldu. Savaş yıllarında başarılı hizmetler veren örgütün faaliyetlerine 21 Mart 1921 tarihinde son verildi. Günümüzde silahlı kuvvetler bünyesindeki Jandarma Genel Komutanlığı devamı niteliğindedir.
Askerî Polis Teşkilâtı'nın kapatılmasının istihbarat faaliyetleri açısından kısa bir süre doğurduğu boşluk ise, yine Genelkurmay Başkanlığı tarafından kurulan ve 1 Nisan 1921 ile 22 Haziran 1922 tarihleri arasında Anadolu'nun çeşitli şehirlerinde faaliyet gösteren Tedkik Heyeti Âmirlikleri vasıtasıyla giderildi.
Edinilen tecrübelerin ışığında ve belirlenen yeni hedeflere ulaşılabilmesi amacıyla bu defa Enver Paşa tarafından Müsellâh Müdâfaa-i Milliye isimli bir istihbarat grubu kuruldu. TBMM Hükümeti, 3 Mayıs 1921 tarihinde kısa adı "M.M." (MİM MİM) olan bu örgüte resmiyet kazandırdı, Tedkik Heyeti Âmirlikleri Anadolu'da faaliyetlerini sürdürürken, "M.M örgütü" asker ve sivil kesimden oluşmuş kadrolarıyla, İstanbul'da büyük bir ajan ve haber ağı kurmayı başardı, Anadolu'ya silah ve cephane kaçırılması faaliyetlerini organize etti, düşman karargahlarına, işbirlikçi gruplara ve yabancı misyona sızarak çok sayıda önemli belge ve bilgiler elde etti. Kurtuluş Savaşı sırasında düşman faaliyetlerine karşı oluşturulan çeşitli istihbarat gruplarıyla da iş birliği yapan örgütün faaliyetleri, İstanbul'un kurtuluşundan sonra 5 Ekim 1923'de son buldu.
İstihbarat örgütlerinin kapatılmasından ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından sonra, 1926 tarihine kadar geçen dönem içinde haber alma çalışmaları Ordu Müfettişlikleri İstihbarat Şubeleri tarafından yürütüldü. 1925 yılı sonunda Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk gelişmiş devletlerdeki gibi çağdaş bir istihbarat örgütü kurulması talimatını verdi. Bunun üzerine Avrupa ülkelerinde eğitilen kadroların da katılımıyla, Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak'ın 6 Ocak 1926 tarihli emri doğrultusunda, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk istihbarat kuruluşu olan Millî Emniyet Hizmeti Riyâseti (MEH/MAH) kuruldu. Teşkilât, 5 Ocak 1927 tarihinde şeklen İçişleri Bakanlığı'na bağlandı. 6 Ocak 1926 ile 5 Ocak 1927 tarihleri arasındaki bir yıllık dönem çalışmaları, dönemin yöneticileri tarafından Riyâset'in kuruluşuna hazırlık dönemi olarak değerlendirildi ve bir gün sonraki 6 Ocak 1927 tarihi MAH'ın kuruluş tarihi olarak kabul edildi. Başkanlığına Şükrü Âli Ögel getirildi.
MAH, duyulan ihtiyaçlara bağlı olarak zaman içerisinde birkaç kez küçük yapısal değişiklikler geçirdi ve 1965 yılına kadar Türkiye'nin istihbarat faaliyetini yürüttü.
Karşınızda Peter Sellers
Karşınızda Peter Sellers (özgün adı: The Life and Death of Peter Sellers), yönetmenliğini Stephen Hopkins'in üstlendiği, 2004 ABD yapımı bir filmdir. Roger Lewis'in aynı adlı kitabından uyarlanan ve ünlü İngiliz güldürü oyuncusu Peter Sellers'ı konu edinen film, Peter Sellers'ı canlandıran Geoffrey Rush'a 2005 yılı Altın Küre ödülünü getirmiştir.
Çeşitli film festivallerine katılmış ve Türkiye dahil pek çok ülkede sinemalarda gösterilmiş olan film, aslında televizyon için çekilmiştir.
Dünyalar Savaşı (film)
Dünyalar Savaşı (İngilizce özgün adıyla War of the Worlds), yönetmenliğini Steven Spielberg'in yaptığı, H. G. Wells'in "Dünyaların Savaşı" ("The War of the Worlds") adlı romanından uyarlanan, bilim kurgu, felaket ve gerilim türlerindeki 2005 yapımı Amerika Birleşik Devletleri filmi. Senaristliğini Josh Friedman ile David Koepp'un üstlendiği filmin başrollerini Tom Cruise, Dakota Fanning ve Justin Chatwin paylaşmaktadır. Film, Dünya'ya gerçekleşen bir Uzaylı saldırısı sonrasında bir ailenin başından geçenleri konu almaktadır.
Çekim aşaması 73 gün süren filmin ve çekimleri Amerika Birleşik Devletleri'nin Kaliforniya, Connecticut, New Jersey, New York ve Virginia eyaletlerindeki çeşitli yerlerde gerçekleştirildi. Çalışmaların bilinçli olarak gizlice yürütülmesi nedeniyle yayınlanması öncesinde film hakkında detaylı bilgiler basına yansımadı. Amerika Birleşik Devletleri'nde 29 Haziran 2005'te, dünyanın farklı bölgelerinde ise farklı tarihlerde vizyona girdi. Dünya çapında elde ettiği 591 milyon $'ın üzerindeki hasılatla yılın en çok hasılat elde eden dördüncü filmi oldu.
Cennetin Krallığı
Cennetin Krallığı (orijinal adı: Kingdom of Heaven), Ridley Scott'ın çektiği 2005 tarihli, Haçlı Seferleri üzerine bir filmdir. Filmin başrollerini Orlando Bloom, Liam Neeson, Jeremy Irons, Edward Norton, Eva Green ve Selahaddin Eyyubi rolünde Gassan Mesud oynamaktadır.
Film Selahaddin Eyyubi'nin Kudüs şehrini haçlıların kurduğu Kudüs Krallığı'ndan geri alması olayı etrafında haçlı seferlerini ve iki tarafın bu savaşlara bakışını anlatmaktadır.
Film temel olarak 12. yüzyıldaki haçlı seferleri sonrası Kudüs'ün durumunu ele almaktadır. Üç din için de kutsal sayılan topraklarda filmdeki zaman çerçevesinde Hristiyanlar egemen vaziyettedir. Bu arada Fransa'da demircilik yapmakta olan Balian'ı bir şövalye olan babası Godfrey ziyaret eder ve Kudüs'de ki barışı koruması için onu kendisiyle birlikte gelmeye davet eder.
Başta çekinceli olan Balian daha sonra babası ile yola çıkar ancak karışık olan politik yapılar ve kargaşa nedeni ile oluşan çatışmada babası yaralanır ve Kudüse varmadan ölür. Balian bu arada Kudüs'ün kralı IV. Baldwin ile tanışır. Kral barışı korumanın ellerinde olduğunu ve ondan yardım etmesini ister. Ancak kralın kızkardeşi ile evli olan Guy de Lusignan'da şehirde sözü geçen bir şövalyedir ve savaş yanlısıdır.
Balian babasının topraklarını işleyerek bir hayata hazırlanırken Guy de Lusignan ve arkadaşlarının Müslümanlara yaptığı bir saldırı ortalığı karıştırır. Müslüman lider Selahaddin Eyyubi ordularını toplar ve Kudüs'e yürür. IV. Baldwin Selahaddin Kudüs'e gelince onunla konuşur ve barışın devamı için isyana katılanları cezalandırma sözü verir. Bu söze güvenen Selahaddin geri çekilir.
Lepra hastalığından muzdarip olan ve maske ile gezen IV. Baldwin ölümünün yaklaştığını anlayınca tahta Guy de Lusignan'ın geçmemesi amacı ile kızkardeşinin ondan ayrılmasını ve Balian'la evlenerek onun kral olmasını teklif eder. Balian bunu reddeder. Bir süre sonra da kral ölür.
Yeni kral Guy de Lusignan savaş ilan etmekte gecikmez. Balian ile de geçimsizdir ve ona bir suikast düzenler ve başarısız olur. Selahaddin Eyyubi'ye saldırıya gider ancak taktik hatalar nedeni ile ağır bir yenilgi alır. Kudüs'ün savunması artık Balian'a kalır.
Uzun süren kuşatma, taktik savaşları sonrası Balian ve Eyyubi anlaşmaya varırlar ve kent Müslümanlara teslim edilirken Balian ve Hristiyanlar ülkelerine doğru yola çıkarlar.
Yine demirciliğe dönmek üzere olan Balian filmin sonunda yeni bir haçlı seferinin Kudüs'ü geri almak için yola çıktığına şahit olur...
Bazı karakterler tarihi olaylar içersinde kurgulanmıştır:
Filipinler
Filipinler (Filipince: "Repúbliká ng Pilipinas"), resmî adıyla Filipinler Cumhuriyeti, Pasifik Okyanusu'nun batısındaki coğrafyada konumlanan bir Güneydoğu Asya devletidir. Ülke irili ufaklı 7.645 adet ada ve adacıktan oluşur. Ancak ülkeyi oluşturan üç ana coğrafi kara parçası vardır. Bunlar Luzon, Visayas ve Mindanao'dur. Ülkenin başkenti Manila iken, en kalabalık şehri Quezon City'tir. Bu iki kent de Büyükşehir Manila yönetimsel birimine bağlıdır.
Filipinler'in deniz aşırı komşuları kuzeyde Tayvan ve Çin, batıda ise Vietnam'dır. Filipinler'i kuzeyde Luzon Boğazı, batıda ise Güney Çin Denizi çevrelemektedir. Ülkenin güneydoğusunda bulunan Sulu Denizi'nin karşı kıyılarında Borneo adası uzanır. Güneyde ise, Celebes Denizi ülkenin diğer adaları ile Endonezya'yı birbirinden ayırır. Filipinler'in batısında Filipin Denizi ve Palau ada ülkesi bulunur. Filipinler Pasifik Deprem Kuşağı'nda yer alır. Bunun için ülkede deprem sıklığı ve yıkıcılığı fazladır. Ayrıca ekvatora yakın yerleşim konumu, Filipinler'i tayfun felaketine eğilimli hâle getirmektedir. Bunu |
nla birlikte, ülke doğal kaynaklar açısından zengindir. Filipinler, dünyadaki biyolojik çeşitliliğin en fazla olduğu ülkelerden biri olup devlet sınırları dünya yüzeyindeki 342.353 km²'lik alanı kaplar, Filipinler dünyanın en büyük yüzölçümüne sahip 64. ülkesidir.
Ülke yaklaşık 100 milyonluk nüfusuyla, Asya kıtasının en kalabalık 8. ülkesidir. Dünyanın ise en çok nüfus barındıran 12. ülkesidir. Ek olarak 12 milyon Filipinlinin yabancı devleterde yaşadığı tahmin edilmektedir. Bu yönüyle Filipinliler dünyanın en büyük kopuntularından (diaspora) birini oluşturmaktadır. Filipinler çok kökenli ve mozaik kültürlü bir demografik yapıya sahiptir. Tarih öncesi devirlerde, ülkedeki ilk yerleşimleri Ön Avustralya ırklarından olan Negritoların başlattığı düşünülmektedir. Bu boyun başlattığı göç hareketini, diğer Avustronezyan ırktan olan boylar takip etmiş ve Filipinler Avustronezyan ırk için yeni bir yerleşim alanı olmuştur. Ülke topraklarında tarih boyunca, Çinliler ile Malay, Hint ve İslami kökenli hanedanlıkların egemenlik savaşı hüküm sürmüştür. MS 900-1521 yılları arasında ise Filipinlerde Datu, Rajah, Sultan ve Lakan boylarının kurduğu devletler hüküm sürmüştür.
1521'de Filipinler'e Ferdinand Magellan'nın gelmesi, ülkedeki İspanyol sömürgeciliğinin başlangıcı olmuştur. 1543'te İspanyol kâşif Ruy López de Villalobos bu takımadalara İspanyol kralı II. Felipe'nın onuruna "Las Islas Filipinas" adını vermiştir. Seyahatine Meksika'dan başlayarak 1565'te takımadalara ulaşan Miguel López de Legazpi, buradaki ilk İspanyol yerleşimini kurmuştur. Filipinler 300 yıldan daha fazla bir süre, İspanyol İmparatorluğu'nun bir parçası olarak kalmıştır. Bu durum, ülkede Roman Katolikliğin baskın hâle gelmesiyle sonuçlanmıştır. Bu dönemde, Manila Asya ve Amerika kıtaları arasındaki ticaretin yönetildiği bir stratejik merkez hâline gelmiştir.
19. yüzyılın bitimiyle son dönemlerinde; Filipin Halk Uyanış Hareketi hızlı bir şekilde genişlemiştir. Bu hareket sonucunda ilk Filipin Cumhuriyeti kurulmuştur. Ancak bu devlet uzun ömürlü olmamış; Filipinlilerin bağımsızlık isteğine karşı Amerika Birleşik Devletleri bu ülkeye savaş ilan etmiştir. Filipin-Amerikan Savaşı, ABD'nin kesin galibiyeti ile sonuçlanmış, savaşta yaklaşık 1,5 milyon Filipinli hayatını kaybetmiştir. Bunu takip eden yıllarda, ülke Japon işgaline uğramıştır. Ancak Birleşik Devletler, takımadalardaki egemenliği yeniden sağlamıştır. Ülkedeki Amerikan egemenliği 1945'e kadar sürmüştür. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Filipinler'in bağımsızlığı dünya devletleri tarafından tanınmıştır. Bu zamandan beri, ülkede kargaşalı bir demokrasi deneyimi sürecine girilmiştir. 20. yüzyılın ikinci yarısında ülkedeki demokratik düzen bozulmuş ve Ferdinand Marcos ülkedeki tüm gücü ele geçirmiştir. Bunun üzerine 1986'daki "İnsanların Gücü Hareketi" olarak bilinen olaylardan sonra Marcos yönetimi devrilmiştir. Bugün Filipinler, kalabalık nüfusu ve ekonomik potansiyeli ile orta güç devletlerinden biri olarak değerlendirilmektedir. Ülke; Birleşmiş Milletler, Dünya Ticaret Örgütü, ASEAN ve Doğu Asya Zirvesi örgütlerine üyedir.
Ülkeye Filipinler adı, İspanyol kralı II. Felipe'nin onuruna verilmiştir. İspanyol kâşif Ruy López de Villalobos 1542'deki seferi sırasında, Leyte ve Samar adalarını "Filipinler" olarak adlandırdı. Sonuç olarak, "Las Islas Filipinas" adlandırması takımadanın tüm adalarını kapsar biçimde kullanılmaya başlandı. Bu ad yaygınlaşmadan önce, "Islas del Poniente" (Batıdaki Adalar) ve Magellan'ın ada için kullandığı tabir olan "San Lázaro" da İspanyollar tarafından ada için kullanılmıştır.
Filipinlerin resmî adı, ülke tarihi boyunca birçok kez değişmiştir. Filipin Halk Hareketi sürecinde yapılan Malolos Kongresi'nde ülkenin adı "República Filipina" ya da "Philippine Republic" olarak adlandırılması kararlaştırılmıştır. İspanyol-Amerikan Savaşı (1898) ve Filipin-Amerikan Savaşı (1899–1902)'ndan İngiliz Milletler Topluluğu'na dâhil olunan 1935-1946 dönemine kadar ülke resmî olarak, "Philippine Islands" (Filipin Adaları) olarak adlandırılmıştır. Bu adlandırma, ülkenin İspanyolcada kullanılan isminin çevirisi niteliği taşır. 1898 Paris Antlaşması'nda ülke için Filipinler adı kullanılmış ve bu ad günümüze kadar ülke için yaygın olarak kullanılan isim olmuştur. Ülkenin resmî adı, II. Dünya Savaşı'ndan beri "Filipinler Cumhuriyeti"dir.
Ülkede yapılan araştırmalarda Callao (Kalo) adı verilen ön insan modelinin metatarsal kemiklerine rastlanmıştır. Bu kemikler üzerinde Uranyum-toryum tarihlendirme tekniği ile yapılan değerlendirmede; ülkedeki ilk yerleşimlerin 67,000 yıl önceye kadar gittiği saptanmıştır. Bu keşiften önce ülkedeki ilk yerleşim gösteren insanların, Palawan'da bulunarak karbon testiyle 24,000 yıl önceye tarihlendirilen Tabonlar olduğu düşünülüyordu.. Negritolar da yarımadaya gelen ilk yerleşimcilerdendir. Ancak onların Filipinlere ne zaman geldiğine dair güvenilir bir kaynak yoktur.
Antik Filipinlilerin kökeni hakkında birçok karşıtlık içeren görüş vardır. Dil bilimsel ve arkeolojik kanıtlara dayanarak en yaygın olarak kabul edilen görüş "Tayvan'dan çıkış modeli" olarak bilinir. Bu varsayıma göre, Avustronezyanlar kitle olarak MÖ 4000'den başlayarak Filipinlere göç etmeye başlamıştır. Ancak bundan daha önce takımadaya gelenler de vardır. MÖ 1000'e kadar takım adaya yerleşenler, dört ayrı kol toplumsal grup olarak gelişim göstermiştir. Avlayıcı-toplayıcı boylar, savaşçı topluluklar, plütokratlar ve sahil şeridi beylikleridir.
Ülkedeki bazı topluluklar dağınık bir yapı teşkil ederek kendi adalarında izole bir yaşam sürdürmüştür. Buna karşın, ülkede devlet teşkilatlanması kurarak Doğu, Kuzey ve Kuzeydoğu Asya ile önemli ticari ve kültürel ilişkiler oluşturan yapılanmalar oluştu. Bu dönemde, özellikle Brunei, Çin, Hindistan, Endonezya, Malezya ve Japonya ülkenin dış ilişkilerinde önemli devletlerdir. Bunun yanında bölgedeki küçük ada devletleriyle de ticari ilişkiler gelişmiştir. Birinci binyılda ülkeyi oluşturan deniz beylikleri bu ticari ilişkilerin de yardımıyla önemli bir sosyoekonomik gelişim göstermiştir. Datular tarafından Malay Talassokrasi ile birlikte oluşturulan ittifak ve denizci beyliklerin katılımıyla İspanyolların önderliğinde kurulan bağımsız koloniler olan barangaylar bu gelişimin saç ayaklarını oluşturmuştur. Huanglar tarafından Çin himayesinde kurulan devletçikler. ve Rajahlar tarafından Hindistan hinterlandında oluşturulan krallık da ülkedeki ticari etkinliklerin gelişmesinde etkili olmuştur.
Filipinler'in millî devlet yapısındaki boy devleti hikâyesi çok eski değildir. Örneğin, Datu Puti, Atilerin yaşadığı bölgeyi satın alarak (Madja-as) Maca Emirliği'ni yönetmiştir. Maca Emirliği, kurulduğu Panay adasının adını alarak Panay Emirliği ismiyle tarih sahnesine çıkmıştır. Hint kökenli Rajah Sri Bata Shaja önderliğindeki Butuan Emirliği ülkede ticari ayrıcalıklar kazanmıştır. Lakandula hanedanlığının yönettiği Tondo Emirliği ve Cebu Emirliği de Filipinler'deki, Hint kökenli yönetimlere örnektir.
Filipinle'deki İslam bölgelerinin kurularak; ülkenin İslam'dan haberdar olması 14. yüzyılın başlarına rastlamaktadır. 1380'de, Kerîmü'l-Mahdûm ve Şerîfü'l-Hâşim-Ebu-Bekir adlı Johore doğumlu bir Arap, Malakka yoluyla Sulu'ya geldi ve burada Sulu racasının kızıyla evllenerek Sulu Sultanlığı'nı kurdu. 15. yüzyılın sonlarında Mindanao adası, Johoreli Şerîf Muhammed Kabungsuvan'ın çalışmalarıyla İslam'ı tanıdı. Şerîf Muhammed, bir İranun prensesi olan Paramisuli ile evlenerek Maguindanao Sultanlığı'nı kurdu. Bu sultanlık yönetimi, Lanao'yu da içerisine alan bir konfederasyon yapısına büründü.
İslam, Mindanao'nun dışına çıkarak, kuzeyde Luzon'un güneyine kadar yayıldı. Manila, 1485-1521^deki Sultan Bolkiah yönetiminde İslamlaşmaya başladı. Tondo Emirliği, Raca Salalila'nın animistik yerli dinden vazgeçerek İslam'ı seçmesiyle Müslümanlığın yayılım alanları içerisine girdi. Ancak buna rağmen, Animist İgorotlar, Malay Madja-aslar, Ma-iler ve Butuanlar gibi topluluklar kendi kültürlerini muhafaza etti. Bunun yanında bazı emirliklerde, İslam'a karşı bir tutum oluştu. Sonuç olarak, datular, racalar, huanglar, sultanlar ve kalanlar arasındaki mücadele, İspanya sömürge yönetimi ülkeye hâkim olana dek sürdü. İspanyol egemenliği yıllarında bu devletler İspanyol İmparatorluğu'na dâhil oldu. Böylece ülkenin İspanyollaşma ve Hristiyanlaşma süreci başlamış oldu.
1521'de Portekizli kâşif Ferdinand Magellan, Filipinler'e ulaşmıştır. Sömürge kolonileri ise, İspanyol kâşif Miguel López de Legazpi'nin Meksika yoluyla adaya ayak basmasıyla 1565'te kurulmaya başlanmıştır. Ülkedeki en eski İspanyol sömürge yerleşimi Cebu'da kurulmuştur. Buradaki koloni daha sonra Panay adasına taşınmış ve yerli Visayanlar ile İspanyol askerileri arasında kurulan ittifak ülkedeki İspanyol nüfuzunu daha da artırmıştır. Böylece, bazı yerli toplulukların da desteğini alan İspanyollar İslam etkisindeki Manila yerleşimleri kendi etkileri altına almıştır. İslami yapılanmaların Manila'daki gücünü kıran İspanyollar, Manila'yı doğu Hint adalarındaki kolonilerinin yönetim merkezi olarak kullanmaya başlamıştır. Filipinli yerlilerin çıkardığı bir isyan olan Tondo Komplosu'nu bastırmayı başaran sömürge yönetimi, ülke üzerindeki çıkarlarından vazgeçmek istemeyen Çinli diktatör Limahong'u yenilgiye uğratmıştır.
İspanyol egemenliği, ülkedeki dağınık yönetim erklerinin İspanyol temelli bir otoritede birleşmesi sonucunu doğurmuştur. Böylece, İspanyol sömürgeciliği, takımadaların siyasi birliklerini kurabilmeleri açısından önemli sonuçlar doğurmuştur. 1565'ten 1821'e kadar, Filipinler Nueva España Genel Valiliği'ne bağlı bir bölge olarak yönetilmiştir. Meksika Bağımsızlık Savaşı'ndan sonra ise ülke doğrudan Madrid'e bağlanmıştır. 16. ve 19. yüzyıllar arasında, Manila kalyonları ve Manila ile bağlantılı diğer donanma gücü, yılda bir ya da iki kez Acapulco'ya seferler düzenlemiştir. Bu sayede Amerika kaynaklı, mısır, domates, patates, biber ve ananas gibi gıdalar; Filipin topraklarında tanınmaya başlanmıştır. Tüm bunlar olurken, Roman |
Katolik misyonerler; ülkedeki geniş ovalarda yaşayan halkın büyük bölümünü Hristiyanlığa yöneltmiştir. Ülkeye gelen Hristiyan vakıfları, birçok okul, üniversite ve hastane inşa etmiş; böylece halkın Hristiyanlığa girişi hızlanmıştır. İspanyol sömürge yönetimi, 1863'te aldığı bir kararla ülkedeki devlet okullarını parasız hâle getirmiştir. Filipinler'deki büyük eğitim seferberliği ise meyvelerini, Amerikan yönetimi yıllarında vermiştir.
Takımadadaki İspanyol egemenliği süresince; İspanya birçok dış ve iç sorunla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Ülkedeki yerli boyların çıkardığı çokça isyan bastırılmış; özellikle ticaret gemilerine saldıran Çinli korsanlarla mücadele edilmiştir. Bunun yanında İspanyollar için adadaki en büyük dış tehditler Hollanda ve Portekiz yayılmacılığı olmuştur. Yedi Yıl Savaşı'nın bir parçası olarak Büyük Britanya Krallığı, Manila'yı 1762'den 1764'te kadar işgal altında tutmuştur. Ülkedeki İspanyol hakimiyeti Paris Antlaşması (1763) ile yeniden tesis edilmiştir.
19. yüzyılda, Filipin limanları dünya ticaretine açıldı ve ülkede antropolojik sınıflar oluşmaya başladı. Birçok İspanyol ticaret için geldikleri Filipinler'de, aile kurdu. İber Yarımadası devlet geleneğine göre; yeni açılan Latin Amerika yerleşimlerindeki devlet pozisyonlarına sadece İspanyol kökenliler atanabiliyordu. Bu nedenle, özellikle Filipinler'deki Mestizo adı verilen karışık kökenli İspanyollar, yapılan ticaret çalışmalarıyla büyük finansal girdiler elde etti. Ülke ekonomisindeki kalkınma ve yerli halkın özgürlük isteği; Filipinler'deki yenilik hareketlerini güçlendirmeye başladı. 1872'de başarısızlıkla sonuçlanan Cavite İsyanı, Filipin Devrim'inin öncüsü oldu.
Ülkedeki sömürge yönetimini yıkma düşüncesi, 1872'de Mariano Gómez, José Burgos ve Jacinto Zamora adındaki üç rahibin "insanları isyana azmettirmek suçuyla "idam edilmesi sonrasında iyice alevlenmiştir. Marcelo H. del Pilar, José Rizal ve Mariano Ponce; bu olaydan etkilenerek İspanya'da; Filipinler'de yapılacak yeni bir reform için lobi faaliyetlerine başlamıştır. Bunun sonucunda Rizal, 30 Aralık 1896'da isyan çıkarmaya teşvik suçundan idam edilmiştir. Ancak reform yanlıları Andrés Bonifacio önderliğinde bir araya gelerek gizli bir örgüt olan ve Katipunan olarak adlandırılan yapılanmayı kurmuştur. Örgüt, silahlı isyan yoluyla İspanyol hükûmetinden bağımsızlık taleplerinde bulunmuştur.
Bonifacio yönetimindeki Katipunan, 1896'da, Filipin Devrimi'ni başlatmıştır. Cavite'de Katipunan'dan ayrılan yeni bir grup Bonifacio'yu devirerek yerine Emilio Aguinaldo'yu getirdi. 1898'de Küba'da başlayan İspanya-Amerika Savaşı, Filipinler'e taşındı. Aguinaldo, 12 Haziran 1898'de Filipinler'in İspanya'dan bağımsızlığını Cavite'de ilan etti. Bir sonraki yıl, Birinci Filipin Cumhuriyeti, Barasoain Kilisesi'nde kuruldu.
İspanya-Amerika Savaşı'nın son Amerikan zaferi olarak; Filipinler İspanya tarafından Amerika Birleşik Devletleri'ne devredilmiştir. Buna karşın ABD, 1898 Paris Antlaşması uyarınca İspanya'ya 20 milyon dolar tazminat ödemiştir. ABD'nin yeni bir kurulum aşamasında olan Birinci Filipin Cumhuriyeti'ni tanımayacağı gittikçe netlik kazanmıştır. Bunun üzerine patlak veren Filipin-Amerikan Savaşı Birinci Cumhuriyet'in yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Böylece ABD tarafından kurulan yeni bir hükûmete adayı yönetme yetkisi verilmiştir.
Amerikan yönetimi ülkedeki, Birinci Cumhuriyeti oluşturan alt devletçikleri baskı altına almış ve güçlerini kırmıştır. Başta Sulu Sultanlığı olmak üzere, başkaldıran Tagalog Cumhuriyeti, Negros Cumhuriyeti ve Zamboanga Cumhuriyeti bu politika ile hakimiyet sahalarını kaybetmiştir. Ancak bu dönem Filipinler için kültürel bir aydınlanma sürecini başlatmıştır. Filipin sineması ve edebiyatında büyük bir gelişim gözlemlenmiştir. Daniel Burnham Manila'nın modern bir kente dönüşümü için yeni bir mimari plan hazırlamıştır
1935'te, Filipinler'e dönemin Filipin Devlet Başkanı Manuel L. Quezon'un çabalarıyla İngiliz Milletler Topluluğu statüsü verilmiştir. Quezon, ulusal bir dilin tasarlanması ve kadınlara oy hakkının verilmesi konusunda çalışmalar yapmıştır. Ülkenin bağımsızlığına kavuşması için çeşitli planlar yapsa da, ilereyen yıllarda patlak veren II. Dünya Savaşı bu süreci sekteye uğratmıştır. II. Dünya Savaşı yıllarında ülke Japon İmparatorluğu tarafından işgal edilmiştir. Bunun ardında Japon destekli İkinci Filipin Devleti, José P. Laurel tarafından kurulmuştur. Bu devletin kurulmasının ardından, Manila Savaşı Dönemi'nde birçok katliam yapıldığı ve savaş suçunun işlendiği iddia edilmektedir. Bataan Ölüm Yürüyüşü ve Manila katliamı bilinen tarihî vakalar bu iddiaların en önemlileridir. 1944'te Quezon sürgünde olduğu ABD'de ölmüştür ve onun yerine Sergio Osmeña geçmiştir. 1945'te ise Müttefik Devletler Japonları yenilgiye uğratmıştır. II. Dünya Savaşı sonlanana kadar bir milyondan fazla Filipinlinin öldüğü tahmin edilmektedir.
24 Ekim 1945'te, Filipinler Birleşmiş Milletler'in kurucu üyelerinden biri olmuştur. Bir yıl sonra (4 Temmuz 1946'da) ise Amerika Birleşik Devletleri Manuel Roxas yönetimindeki Filipinler'in bağımsızlığını tanımıştır. Soğuk Savaş Dönemi'nde Komünist bir gerilla hareketi olan Hukbalahap özellikle ülkenin kırsal kesiminde etkili olmuştur. Başkan Elpidio Quirino'nun halefi Ramon Magsaysay; ülkedeki Hukbalahap propagandasını bastırmıştır. Magsaysay'ın halefi Carlos P. Garcia ise ülkenin ilk millî politikalarının geliştirilmesinde önemli bir rol oynamıştır; Garcia, Emilio Aguinaldo'nun bağımsızlık ilanınını bayram ilan etmiştir. Böylece 4 Temmuz ile 12 Temmuz arası, Bağımsızlık Günü olarak kutlanmaya başlanmıştır. Bunun yanında Filipinler, ülkenin doğusunda kalan Kuzey Borneo üzerinde hak iddia etmeye başlamıştır.
1965'te, Macapagal; Ferdinand Marcos ile girdiği başkanlık yarışını kaybetmiştir. Marcos başkanlığının ilk dönemlerinde birçok kamusal projenin mimarı olmuştur. Ancak, halka açık fonlarda yapıldığı iddia edilen banka vurgunu gibi büyük yolsuzluk iddiaları ortaya çıkmıştır. Bu iddiaların ardından, Marcos rejiminin son dönemlerinde, toplum geneline büyük bir kargaşa hâkim olmuştur. Bunun üzerine 21 Eylül 1972'de Marcos ülkede sıkıyönetim ilan etmiştir. Bu dönem ülkede büyük bir politik geri çekilme ortaya çıkmıştır. İnsan hakkı ihlalleri yaşanmış ve basına sansür uygulanmıştır. Marcos'un eşi olan Imelda'nın savurganlıklarının yanında ülkedeki yoksul sayısında büyük bir artış yaşanmıştır.
21 Ağustos 1983'te, muhalif liderlerden Benigno Aquino, Jr.'ye Manila Uluslararası Havaalanı'nda bir suikast düzenlenmiş ve Aquino öldürülmüştür. Aquino'nun eşi ise eşinin ölümünden sonra muhalefet cephesinin başına geçmiş ve başkanlık adayı olmuştur. Sonuç olarak, Aquino'nun eşi Maria Corazon Aquino; marcos'a karşı 1986 devlet başkanlığı seçimlerinde aday olmuştur. Marcos kazandığını açıklasa da muhalefet seçim sonuçlarının şaibeli olduğunu iddia etmiştir. Bunun üzerine halk sokaklara çıkmış ve Halkın Gücü Devrimi olarak bilinen olaylar sonucunda; Marcos rejimi devrilmiştir. Marcos ve onun müttefikleri, Hawaii'ye kaçmıştır. Ülkenin yeni devlet başkanı Corazón Aquino olmuştur.
1986'da ortaya çıkan reform hareketlerinden sonra; demokrasinin geri getirilmesi, ulusal borçların azaltılması ve yolsuzlukların önlenmesi için mücadele verilmiştir. Bunun yanında yeni rejimi devirmek için düzenlenen darbe girişimi engellenmiş, Moro'daki ayrılıkçı milislerle mücadele edilmiş, 4362 kişinin ölümüyle sonuçlanan MV Doña Paz feribot kazasının yaraları sarılmaya çalışılmış ve yeniden canlanan Komünist hareketlerin etkinliği azaltılmıştır. Corazon Aquino'nun yönetimi Haziran 1991'deki Pinatubo Yanardağı patlamasıyla son bulmuştur. 1991'de ABD Üslerinin Süresinin Uzatılması Antlaşması parlamentoda kabul edilmemiştir. Bu karar uyarınca, Kasım 1991'de Clark Hava Üssü; Aralık 1992'de ise Subic Bay'daki üs tahiliye edilmiştir. Böylece ülkedeki Amerikan askerî üstleri son bulmuştur.
Filipinler ekonomisi "Asya Ekonomisinin Kaplanı" olarak adlandırılmaktadır. Mayıs 1992'deki Filipinler başkanlık seçimleriyle başa geçen Fidel V. Ramos'un yönetiminde yıllık ortalama %6'lık bir GSYİH artışı sağlanmıştır. Moro Ulusal Kurtuluş Cephesi ile sağlanan uzlaşı; ülkedeki ekonomik gelişim ve siyasi istikrara rağmen; 1997 Doğu Asya Mali Krizi ülkenin gelişimini sekteye uğratmıştır.
Ramos'tan sonra başkanlık seçimlerini kazanan Joseph Estrada Haziran 1998'de göreve başlamıştır. Estrada döneminde Filipinler, 1997 Doğu Asya Mali Krizi'nin ortasında %-0,6 büyüme oranından % 3.4'lük (1999) bir büyüme oranına kadar ulaşmıştır. Hükûmet, Mart 2000'de Moro İslami Kurtuluş Cephesi 'ne karşı başlatılan operasyonlarda, direnişçilerin karargâhı da dâhil olmak üzere örgüt kampları etkisiz hâle getirilmiştir. Ebu Sayyaf ile yapılan savaşın ortasında, hükûmet için yolsuzluk iddiaları gündeme gelmiştir. Bunun üzerine, Estrada rejimi 2001 EDSA Devrimi ile yıkılmıştır. Estrada'nın yerine, Başkan Yardımcısı Gloria Macapagal-Arroyo 20 Ocak 2001, devlet başkanlığı koltuğuna oturmuştur.
Arroyo'nun 9 yıllık yönetiminde, %4'lük GSYİH büyümesi 2002'den 2007'ye kadar %7'ye yükselmiştir ve 2004'te tamamlanan Manila Hafif Raylı Sistemi gibi önemli altyapı projeleri gerçekleştirilmiştir. Küresel Ekonomik Kriz'den en çok etkilenmesi beklenen ülkelerden olan Filipinler; Arroyo yönetiminde krizin etkilerini azaltmayı başarmıştır. Buna rağmen, ülke tarihinde birçok kez olduğu gibi ortaya çıkan rüşvet ve yolsuzluk iddiaları, Arroyo yönetiminin sonunu getirmiştir. 2004 başkanlık seçimlerinde kullanılan oyların yönlendirime uğratılmasıyla ortaya çıkan Hello Garci skandalı; ortaya atılan yolsuzluk iddialarının en çok öne çıkan maddesi olmuştur. 23 Kasım 2009'da 34 gazetecinin öldürülmesine sonuçlanan Ampatuan Katliamı, Arroyo yönetiminin iyice sarsılmasına yol açtı.
2010 seçimlerini kazanan Benigno Aquino III, ülkenin 15. devlet başkanı olmuştur. Aquino, ülkenin ilk bekâr devlet başkanı olmuştur. 15 Ekim 2012'de Müslüman azınlığın yaşadığı ayrılıkçı Mindanao bölgesi ile Bangsamoro Çerçeve Antlaşması imzalanmı |
ştır. , Bangsamoro adıyla kurulacak özerk yapının temelleri atılmıştır. Buna rağmen, ülkenin doğusundaki Sabah (Malezya) bölgesindeki sınır tartışmaları ve Güney Çin Denizi sorunu daha da kızışmıştır. Filipinler, mali politikalar açısından başarılı bir dönem yaşamıştır. Özellikle 2013'te gayrisafi yurt içi hasılada sağlanan %7.2'lik büyüme ile Asya'nın en hızlı büyüyen ikinci devleti olmuştur. Aquino 2013 Geliştirilmiş Temel Eğitim Yasası'nı onaylayarak yaygın olarak K-12 programının uygulanmasına başlanmıştır. 8 Kasım 2013'te, Haiyan Tayfun'u ülkeyi vurmuş ve özellikle Visayan bölgesinde büyük yıkıma neden olmuştur.
Filipinler, başkanlık sistemi ile yönetilen demokratik bir anayasal cumhuriyettir. Özerk bir yapıda olan ve ulusal hükûmettin büyük ölçüde özgürler verdiği Müslüman Mindanao Özerk Bölgesi haricinde ülke üniter sistem ile yönetilmektedir. Ülkedeki yönetim sistemi Ramos yönetiminden beri tartışılmaktadır. Federal, tek meclisli ve parlamento sistemi ülkede uygulanması düşünülen yönetim biçimlerinden olmuştur.
Filipinler'de başkan; hem devlet başkanı hem de hükûmet başkanıdır. Aynı zamanda başkomutandır. Başkan, halkın oylarıyla altı yıllık bir süre için seçilir. Seçilen başkan bakanlar kurulunu oluşturur ve bakanlar kuruluna başkanlık eder. Ülkede çift meclisli sistem vardır. Meclisin üst kanadı olan senato, halk tarafından altı yıllık süre için seçilen vekillerden oluşur. Ülkedeki alt meclis ise Temsilciler Meclisidir. Temsilciler Meclisi için seçimler dört yılda bir yapılır. Vekiller, geniş bir temsili sağlama amacıyla hem belirli seçim bölgerinden hem de sektörel alanlardan oysal parametrelerle seçilir. Ülkedeki yargı yetkisi Yargıtay'a aittir. Filipinler Yargıtay'ı bir mahkeme başkanı ve raportör ile on dört kurum yargıcından oluşur. Bu üyelerin tamamı, Yargı ve İletişim Kurulu'nun aday göstermesi ile Başkan tarafından atanır.
Filipinler'in uluslararası ilişkileri ticaret ve diğer ülkelerde yaşayan yaklaşık 11 milyon Filipin kökenli yurttaşın korunması üzerine kurulmuştur. Ülke Birleşmiş Milletler'in etkin ve kurucu üyesidir. Filipinler birçok kez Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ne seçilmiştir. Carlos P. Romulo, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun eski başkanlarındandır. Filipinler, BM İnsan Hakları Konseyi'nin de etkin üyelerindendir. Bunun yanı sıra ülke, Doğu Timor'daki barış misyonu kuvvetleri içerisinde yer alır.
Filipinler, ASEAN'ın kurucu ve etkin üyelerindendir. Bu örgüt, Güneydoğu Asya bölgesinde bulunan devletler arasındaki ekonomik, kültürel ve sosyopolitik alandaki ilişkileri kuvvetlendirmek amacıyla kurulmuştur. Ülke, blok ülkelerinin birçok zirvesine ev sahipliği yapmıştır.
Filipinler'in Amerika Birleşik Devletleri ile güçlü ilişkileri vardır. ABD'nin NATO dışı müttefiklerinden olan ülke; Soğuk Savaş ve uluslararası terörizmle mücadele yıllarında Birleşik Devletler'in yanında yer almıştır. Buna rağmen zaman zaman ABD'nin ülkedeki varlığına dair tartışmalar alevlenmektedir. ABD'nin Subic Bay ve Clark 'ta bulunan eski askerî üsleri ve güncel olarak bu ülke ile yapılan Askerî Güçlerin Geçişi Anlaşması ülke içinde tartışmalara neden olmaktadır.
Japonya, ülkenin resmî gelişim programlarına yardımcı olan bir ülke olarak bilinmektedir. Ancak iki ülke arasında seks işçisi kadınların durumu gibi bazı tarihî sorunlar vardır. II. Dünya Savaşı'nda karşıt iki cephede yer alan bu iki ülke arasında bu açıdan kayda değer bir husumet yoktur.
Ülkenin yabancı ülkelerle olan ilişkileri genellikle artı yönlüdür. Ortak demokratik değerler Avrupa ülkeleri ve Batı ile Filipinler'in ilişkilerini kolaylaştırmaktadır. Diğer gelişmekte olan ülkelerle benzer bir ekonomik durum çizelgesi gösteren ülke ekonomisi, bu yönden gelişmekte olan ülkelerle kuvvetli bir ekonomik ağ geliştirme misyonunu uygulamaktadır. Tarihî bağlar ve kültürel benzerlikler ülkenin İspanya ile ilişkilerinde köprü görevi üstlenmektedir. Aile içi şiddet ve yurt dışına çalışmak için giden işçilerin savaşlardan etkilenmeleri gibi sorunlara rağmen, Filipinler'in Orta Doğu ülkeleri ile kuvvetli ve iyi bağları vardır. Bu ülkelerde iki milyondan fazla Filipinli işçi çalışmaktadır.
Komünizmin bir tehdit olmaktan çıkmasının ardından, 1950'lerdeki Filipinler ve Çin arasında oluşan düşmanca ilişkiler büyük ölçüde düzelmiştir. Ülke ile Çin arasındaki temel sorunlar Tayvan, Spratly Adası ve Çin'in yayılmacı dış politikasıdır. Bunun için Filipinler hâlâ Çin ile ilişkilerini dikkatli bir seyirde geliştirmeye çalışmaktadır. Ülkenin son yıllarda geliştirdiği uluslararası siyaset şekli, özellikle Kuzeydoğu Asya ve Asya-Pasifik ülkeleri ile ticari ilişkiler kurmak üzerinedir.
Filipinler, Doğu Asya Zirvesi, Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği, Latin Birliği, G-24 ve Bağlantısızlar Hareketi'nin etkin bir üyesidir. Ülke ayrıca İslam ülkeleri ile iş birliğini geliştirebilmek amacıyla İslam İşbirliği Teşkilatı'na gözlemci olarak katılmaktadır.
Filipinler Silahlı Kuvvetleri, anayasal olarak Filipinler'in korunmasından sorumlu olan ulusal güvenlik kurumudur. Ordu, üç ana koldan oluşur. Bunlar hava kuvvetleri, donanma (sahil güvenlik dâhil) ve kara kuvvetleridir. Güncel olarak, Filipinler Ordusu istihdam yoluyla askere alınan gönüllülerden oluşmaktadır. Buna rağmen, Filipinler Anayasa'sına göre, belirli durumlarda askerlik zorunlu olabilmektedir. Ülkedeki asayişin sağlanması Filipin Ulusal Polis Dairesinin sorumluluğundadır. Bu daire, İçişleri ve Yerel Yönetimler bakanlığına bağlıdır.
Mindanao Müslüman özerk bölgesinde faaliyet gösteren Moro Ulusal Özgürlük Cephesi ülkenin en büyük ayrılıkçı gücüdür. Filipinler 'in güvenlik siyasetini daha çok bu örgüte karşı mücadele oluşturmaktadır. Ülkedeki komünist Yeni Halk Ordusu ve Ebu Sayyaf gibi örgütler de merkezî yönetim tarafından önlem alınan diğer yapılanmalardır. Bunların yanında özellikle Mindanao'nun güneyindeki adalarda yabancıların fidye için kaçırılması gibi suç teşkil eden şebekeler etkindir. Ancak son zamanlarda Filipinler hükûmetinin aldığı tedbirlerle bu şebekeler tarafından işlenen suçlar büyük oranda azaltılmıştır.
Filipinler, II. Dünya Savaşı'ndan beri ABD'nin güvenlik ortağıdır. 1951'de bu ülke ile birlikte ikili savunma antlaşması imzalanmıştır. Filipinler Soğuk Savaş boyunca Amerikan politikalarını desteklemiştir. Bunun bir sonucu olarak, Filipinler Kore ve Vietnam savaşlarına katılmıştır. Komünizmin özellikle Güney Asya'ya yayılmasını engellemek amacıyla ABD, Birleşik Krallık, Tayland, Pakistan, Yeni Zelanda ve Avustralya'nın oluşturduğu SEATO'nun üyelerinden biri olmuştur. ABD'nin uluslararası terörizm ile mücadele adı altında yürüttüğü faaliyetlerde ve Irak Savaşı'nda Filipinler koalisyon güçlerinin yanında yer almıştır.
Filipinler üç ada grubuna ayrılır, bunlar: Luzon, Visayas ve Mindanao'dur. Ülke 17 bölge, 81 il, 144 kent ve 1,491 belediyeden meydana gelir. Ek olarak, 5446 sayılı Filipin Takımadaları Karasularının Tanımlanmasına Dair Kanun'un ikinci bendine göre, Filipinler Malezya'ya ait Sabah'ın doğusu hakkında hak iddia etmemektedir.
Filipinler, 7.645 adacıktan oluşan bir takımadadır. Ülkenin yüzölçümü, kara içinde bulunan su kitleleri de dikkate alındığında yaklaşık olarak 300.000 kilometre karedir. 36.289 kilometrelik kıyı şeridi, ülkeyi dünyanın en uzun kıyı şeridine sahip 5. ülkesi yapmaktadır. Filipinler, 116° 40' ve 126° 34' doğu boylamları ile 4° 40' ve 21° 10' kuzey enlemleri arasında bulunmaktadır. Ülkenin doğusunda Filipin Denizi, batısında Güney Çin Denizi ve güneyinde Celebes Denizi bulunmaktadır. Borneo adası ülkenin güneyinde bulunurken ülkenin kuzeyinde Tayvan konumlanmaktadır. Maluku Adaları ve Sulawesi ülkenin güneybatısında iken Palau ülkenin doğusundadır .
Ülkedeki dağlık adaların çoğu volkanik topraklardan oluşan tropik yağmur ormanları ile örtülüdür. ülkenin en yüksek dağı Apo Dağı'dır. Mindanao adasında bulunan Apo Dağı, deniz seviyesinden 2.954 metre yüksektedir. Filipin Çukurluğu'nda bulunan Galate Derinliği ülkenin en alçak noktasıdır. Ayrıca bu derinlik dünyadaki en alçak üçüncü noktadır. Bu çukurluk Filipin Denizi'nde bulunmaktadır.
Ülkenin en uzun akarsuyu Kuzey Luzon'da bulunan Kagayan Nehri'dir. Manila Koyu, başkent Manila'nın kıyı şeridi boyunca uzanmaktadır. Bu koy ülkenin en büyük gölü olan Laguna'ya Pasig Nehri'yle bağlıdır. Subic Koyu, Davao Körfezi ve Moro Körfezi ülkedeki diğer önemli körfez ve koylardır. San Juanico Boğazı, Samar ve Leyte adalarını birbirinden ayırmaktadır. Ancak, San Juanico Köprüsü bu iki karayı birbirine bağlamaktadır.
Ülke, Pasifik Deprem Kuşağı'nın batı saçakları üzerinde bulunmaktadır. Bunun için takımadalarda sıkça sismik ve volkanik faaliyetler görülmektedir. Filipin Denizi'nin doğusunda yer alan Benham Platosu, etkin bir deniz altı tektonik dalma kuşağıdır. Filipinler'de günde yaklaşık 20 adet hafif şiddetli-hissedilmeyen deprem saptanmaktadır. Filipinler'deki bilinen son büyük deprem 1990 Luzon depremidir.
Ülkede Mayon, Pinatubo ve Taal gibi birçok aktif volkan vardır. Haziran 1991'deki Pinatubu Yanardağı patlaması, 20. yüzyıldaki en büyük ikinci volkanik patlamadır. Ülkenin en önemli doğal miraslarından biri, Puerta Princesa Doğal Parkı'nın bulunduğu alandır. Burada bulunan yeraltı nehri, ülkenin tanınmış doğal turizm noktalarından birini oluşturmaktadır. Ayrıca Asya'nın en önemli orman ekosistemlerinden birini bölge bitey ve direy çeşitliliği açısından da önemli zenginliklere sahiptir.
Ülkedeki volkanik faaliyetler nedeniyle toprağın mineral seviyesi ve maden çeşitliliği oldukça yüksektir. Tahminlere göre Filipinler, dünyada Güney Afrika Cumhuriyeti'nden sonra en fazla altın rezervine sahip ikinci ülkedir. Bunun yanında dünyadaki en büyük bakır rezervleri, Filipinler'dedir. Ülke; nikel, kromit ve çinko açısından da zengindir. Buna rağmen, yüksek nüfus yoğunluğu, kötü yönetim ve teknik yetersizlikler sonucunda bu kaynakların büyük çoğunluğu işletilememektedir.
Filipinler, jeotermal enerji konusunda önemli yatırımlar yapan ülkelerden biridir. Ülkedeki elektrik ihtiyacının %18'i jeotermal enerjiden sağlanmakta |
dır. Böylece Filipinler ABD'den sonra dünyadaki en büyük jeotermal enerji üreticisidir.
Filipinler'in sahip olduğu yağmur ormanları ve uzun sahili birçok kuş, bitki, hayvan ve deniz canlısına ev sahipliği yapmaktadır. filipinler dünyadaki "on büyük biyoçeşitlilik barındıran ülke"den biridir. Ülkede yaklaşık 1,1000 omurgalı canlı türü yaşamaktadır. Filipin topraklarında, başka yerlerde yaşamadığı düşünülen 100'den fazla memeli, 170'ten de fazla kuş türü bulunmaktadır. Filipinler, son on yılda yeni keşfedilen 80 kadar memeli tür ile; dünyada en fazla yeni memeli tür keşfedilen ülkedir. Bu nedenle ülkedeki saptanan endemik çeşitlilik artmaktadır.
Filipinler, büyük yırtıcı hayvanlardan yoksundur. Ancak, tuzlu su timsahları, piton ve kobra gibi yılan türleri ve bazı yırtıcı kuşlar bu durumun istisnasıdır. Özellikle, Filipinler'in ulusal kuş türü olarak bilinen Filipin kartalı; bazı araştırmacılar tarafından dünyanın en büyük kartalı olarak nitelendirilmektedir. Ülkede yerel olarak Lolong adı ile bilinen timsah, bugüne kadar dünya üzerinde yakalanan en büyük timsah olarak kayıtlara geçmiştir.
Asya palmiye misket kedisi, dugong ve Bohol'da yaşayan Filipin tersiyeri; ülkedeki önemli yerli hayvanlardır. Ülkede tahminen 13,500 bitki türü bulunmaktadır. Bunların 3,200 kadarı adaya özgü bitkilerdir. Filipin yağmur ormanları bitey açısından oldukça zengindir. Orkidegiller ve rafflesialar bu bitki örtüsünün en nadir türlerindendir.
Filipin açıklarındaki deniz suyunun 2.200.000 kilometre karelik bölümünde, endemik ve çeşitli bir deniz yaşamı vardır. Burası Mercan Üçgeni olarak bilinen denizel bölgenin önemli bir parçasıdır. Mercan ve deniz balıklarının toplam sayısının, sırasıyla 500 ve 2,400 civarında olduğu sanılmaktadır. Ancak, yeni kayıtlar ve keşfedilen türler Filipin denizlerindeki bilinen türsel çeşitliliğin ve endemik varlığın sürekli bir biçimde artmasını sağlamaktadır. Sulu Denizi'nde bulunan Tubbataha Sırtı, 1993'te, Dünya Mirası listesine alınmıştır. Ayrıca Filipin sularında yosun, inci ve yengeç yetiştiriciliği yaygındır.
Sık sık yasa dışı kesimler yoluyla ormanların yok edilmesi, Filipinler'de iveğen bir sorundur. 1990'da ülke yüzölçümünün %70'i ormanlarla kaplıyken 1999'da bu oranda %18.3'lük bir azalma söz konusu olmuştur. Ülkedeki birçok tür yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Araştırmacıların söylemlerine göre sadece Filipinler'in egemen olduğu Güneydoğu Asya bölgesinde 21. yüzyılın sonuna kadar türlerin %20'sini kapsayabilecek bir nesil tükenme tehlikesi bulunmaktadır. Uluslararası Koruma Örgütü'ne göre, Filipinler biyoçeşitliliğin en fazla olduğu alanlardandır ve buna bağlı olarak öncelikli korunma alanlarından biridir.
Filipinler genel olarak sıcak ve nemli bir özellik gösteren tropik bir denizel iklime sahiptir. Ülkede üç mevsim yaşanmaktadır. "Tag-init" olarak bilinen mevsim, sıcak ve kurak yaz mevsimine karşılık gelir. Bu mevsim, marttan mayısa kadar sürmektedir. "Tag-ulan", hazirandan kasıma kadar süren yağmurlu bir mevsimdir. Üçüncü mevsim ise "tag-lamig "adıyla bilinir. Aralıktan şubata kadar süren bu mevsimde kuru-soğuk bir hava ülkeye hâkim olur. Habagat adıyla bilinen ve ekimden mayısa kadar etkili olan rüzgârlar kuzeybatı musonlarıdır; kuru rüzgârlar şeklinde kasımdan nisana kadar kendini gösteren musonlar ise kuzeydoğu musonlarıdır. Bu kuzeydoğu musonlarına yerel dilde amihan adı verilmektedir. Filipinler ülke genelinde genellikle ile seyretmektedir. Buna rağmen mevsimlere bağlı olarak daha soğuk veya daha sıcak sıcaklıklar da ölçülmektedir. Ülkenin en soğuk ayı ocaktır. En yüksek sıcaklıklar ise mayıs aylarında ölçülmektedir.
Ülkenin yıllık sıcaklık ortalaması civarındadır. Ülke içerisindeki yerel sıcaklık değerleri karşılaştırıldığında, enlem ve boylamsal konum sıcaklık üzerinde birincil bir etki yaratmamaktadır. Ülkenin kuzeyi, güneyi, doğusu veya batısı dikkate alındığında, indirgenmiş sıcaklık (deniz seviyesindeki sıcaklık) yakın değerlerde olma eğilimindedir. Ülkedeki sıcaklık değerlerinde en etkili etkenin yükselti olduğu düşünülmektedir. Deniz seviyesinden yüksekliği 1.500 metre olan Baguio'da yıllık sıcaklı ortalaması deniz seviyesinin yaklaşık altındadır. Bu durum Baguio'yu sıcak yaz döneminde önemli bir uğrak noktası hâline getirmektedir.
Temmuzdan ocak ayına kadar, ülkede tayfun kuşağı etkisini göstermektedir. Bu dönem sel felaketlerinin yaşandığı ve sağanakların bastırdığı bir dilimdir. Bu şekildei yağmurlarla birlikte, ülkede yılda yaklaşık olarak 90 kadar tayfun oluşur. Bu tayfunların sekiz ya da dokuzu kara üzerinde etkili olmaktadır. Ülkedeki yıllık yağış miktarı dağlık doğu sahillerinde 5.000 milimetre kadardır. Ancak bazı korunaklı vadilerde bu değer 1.000 milimetreden daha azdır. Takımadayı vuran bilinen en büyük dönencesel (tropik) kasırga Temmuz 1911'de meydana gelmiştir. Bu kasırgada Baguio'ya 24 saat içinde -birim alana- 1.168 milimetre yağmur düşmüştür. Bagyo, Filipinlerde kasırga için kullanılan yerel bir tabirdir.
Filipinler tarımsal alanda, elektronik endüstrisinde ve ekonomi hizmet sektöründe yeni endüstrileşen ülkedir. "Sonraki Onbir" ekonomilerinde listelenmiştir. Filipinler'in ekonomisinde önemli bir canlılık görülür.
Asya Finansal Krizi sonucunda Filipin pesosunu bir doları 40 pesodan 26 pesoya düşürerek Filipin ekonomisini son derecede etkiledi. Düşük yabancı sermaye ülkeye girmesiyle temelini tarımın oluşturduğu ekonomide 1999'da %3 ve 2000'de %4 küçülme oldu. 2000'deki politik belirsizlikler peseyu zayıflatmış hatta daha ötesi bir doları 55 pesoya çıkararak pesonun en düşük seviyeye inmesine neden olmuştur.
1990'lardaki Doğu Asya finansal krizi, Filipinler'in ekonomisinde deneyim sağlamasına ve 2004'te %6'lık bir büyüme elde etmesini sağladı. Başbakan Gloria Macapagal Arroyo, 2020'lerde ülkesinin gelişmiş ülkeler arasında yer alacağını taahhüt etti. 2005'te Filipin pesosu Asya'nın en işlevsel parası oldu. 2006'da Filipin ekonomisi geçen yıla oranla %5,4'lik bir büyüme sağladı. Hükümet Gayri safi millî hasılayı artırmak için 2007'de %7'lik, 2008'de %8'lik ve 2009'da %9'luk bir büyüme hedefliyor.
Muz ticaretinin ülke ekonomisine katkısı büyüktür. Bunun yanı sıra Filipinler tam bir tatil cennetidir.
Filipinler 105 milyonu aşan nüfusuyla (2012) dünyanın en çok nüfusuna sahip 12. ülkesidir. dünyanın en kalabalık 11. başkentidir. Okur-yazarlık oranı %92.5'dir (2003) ve bunda erkeklerin oranı kadınlarınkine hemen hemen eşittir. Yaşam süresi kadınlarda 69.91 ile 72.28 arasında, erkeklerde 66.44 yıldır. Nüfus yılda yaklaşık olarak %1.92 artmaktadır. 1903'ten beri 100 yılda nüfus 11 kat arttı. Bu da gösteriyor ki, büyüme oranı bölgedeki diğer ülkelere göre daha hızlıdır. (Endonezya aynı sürede sadece 5 kat büyüdü).
Filipinliler çeşitli Avustralyanca kelimelerinin birbirini takip eden bin yıldan daha uzun bir süre boyunca etkisi altında kalmıştır.
Filipinliler şu anda, çeşitli etnik guruplar içeren, fakat sınırlanmayan şu guruplara bölünmüştür:
Visayanlar, Tagaloglar, Ilocanolar,
Morolar, Kapampangan,
Bicolano,
Pangasinense,
Igorot,
Lumad,
Mangyan,
Ibanag, Chabacano,
Bajau,
Ivatan ve Palawantribes.
1987 Yasasında Filipince ve İngilizcenin her ikisi de resmî dil ilan edilmiştir. Birçok Filipinli İngilizceyi, Filipince'yi ve yerel dillerini anlayabilir, yazabilir ve konuşabilir.
On iki büyük bölgesel dil, yerel bölgelerinin yardımcı resmi dillerinin her birine konuşan bir milyondan daha fazla kişiden olumuştur. Bu diller: Tagalog, Cebuano, Ilocano, Hiligaynon, Waray-Waray, Kapampangan, Bikol, Pangasinan. Kinaray-a, Maranao, Maguindanao ve Tausug.
Filipinler din ve devlet işlerinin birbirinden ayrıldığı laik bir ülkedir. Ülke, uzun süre İspanyol kültürünün etkisinde kaldığı için Roman Katolik yapı baskındır. Bu yönüyle, eski Portekiz sömürgesi olan Doğu Timor ile birlikte Roman Katoliklerin baskın olduğu iki ülkeden biri Filipinler'dir. Ülkedeki insanların %90'nından fazlası Hristiyan'dır. Bu Hristiyan nüfusun %51'i Katolik iken, %9.5'i İglezyan Hristiyanlığı, Filipin Bağımsız Kilisesi ve Birleşik Protestan Kilisesi gibi Protestan temelli dinî zümrelere dâhildir. Ayrıca ülkede Hristiyanlığın Yehova'nın Şahitleri koluna mensup insanlar da vardır.
Ulusal Filipinli Müslümanlar Kurulu (NCMF)'nun verilerine göre, 2012'de ülke nüfusunun % 11'i Müslüman'dır. Mindanao, Palawan, ve Bangsamoro olarak bilinen Sulu Takımadaları Müslüman toplulukların yoğunlaştığı yerlerdir. Ancak, bazı Müslüman Filipinliler; bu bölgelerden ülkenin farklı kırsal ve kentsel yerleşimlerine göç etmiştir. Ülkedeki Müslümanlar arasında, Sünni İslam'ın Şafii kolu yaygındır. Ancak ülkede Ahmediyye tarikatına mensup insanlar da vardır.
Filipinler'de ülke nüfusunun yaklaşık %2'sini geleneksel Filipin dinleri oluşturmaktadır. Bu dinler bazı yerli kabilelerde yaygındır. Bu dinler kültürel etkilenme ile Hristiyanlık ve İslam ile uyumlu hâle gelmiştir. Animizm, halk kültü ve şamanizm inançları; geçmişten günümüze ulaşan inanış biçemleridir. Dinî kanaat liderleri olan "albularyo", "babaylan" ve "manghihilotlar, "geleneksel dinlerin bugüne ulaşmasında önemli etki sahibidir. Filipinler'de halkın yaklaşık %1'i Budizm ve Taoizm inancına sahiptir. Bu dinler ve Çin halk kültlerinin oluşturduğu inançlar; özellikle Çin kökenli toplulukların bulunduğu bölgelerde yaygındır. Ayrıca ülkede, az sayıda Hinduizm, Sihizm, Yahudilik ve Bahailik dinlerinin inanırları vardır. Ülkede, hiçbir dine inanmayanların sayısı yaklaşık 1% ile 11% arasındadır.
Filipin kültürü doğu ve batı uygarlıklarının birleşiminden oluşur. Filipinler, Malay mirasının diğer Asya ülkelerini de etkileyen yönlerini barındırır. Bununla birlikte, Amerikan ve İspanyol kültürü; ülkedeki kültürel varlığın önemli parçalarıdır.Filipinler'de, önemli bir kişinin adına düzenlenen anma veya kutlama şölenleri oldukça yaygındır. Bu şölenler ülkede "barrio fiestas "adıyla bilinmektedir.
Moriones ve Sinulog festivalleri ülkedeki en bilinen şölenlerdir. Bu gibi toplumsal kutlamalarda müzik ve dans ön plandadır. Ülkedeki bazı geleneksel değerler deği |
şime uğrarken bazıları adım adım modernleşme nedeniyle yok olmaktadır. Bayanihan Filipin Ulusal Halk Dansları Birliği, ülke genelindeki birçok geleneksel dans türünü koruma altına almak için çalışmalar yürütmektedir. Birliğin yaptığı simgesel çalışmalar; bu oluşumun adını ülke çapında duyurmasını sağlamıştır.
Hadis
Hadis veya hadîs-i şerif (Ar. veya ), lügatte söz, haber, sonradan vücuda gelen şey anlamına gelen hadis dînî terminolojide bir rivayet zinciri ile İslâm Peygamberi Muhammed'e dayandırılan ve kendisinin değişik olaylar ve sorunlar karşısında veya Kur'an'ın âyetlerini açıklamak için söylediğine inanılan söz, fiil ve takrirleri (onaylama) ifade eder. Hadislerin toplanması, nakli ve eleştirisi ile ilgilenen kişiye "muhaddis" (hadisçi) denir. Dinleyenlerin sayısı itibarıyla, bilinen en kuvvetli hadis Veda Hutbesidir. Hadisler "rivayetçi imamlar" vasıtası ile İslâmî anlayışta Kur'an'dan sonra şeriatın ikinci ana kaynağı haline getirilmiştir.
İslâmî terminolojide İslâm Peygamberi Muhammed'in (Kur'ân dışında) söylediği rivayet edilen sözler, yazdırmış olduğu mektuplar ve evrak, İslâm Peygamberi'nin vasıflarını, bir olay karşısında takındığı tutum ve tavrını anlatan rivayetler ve İslâm Peygamberi'nin hayatında vuku bulmuş bir olaya şâhid olanların sözleri, hadis kapsamını oluşturur.
Hadislerle ilgili kullanılan diğer bâzı kelimeler de bulunur. Bunlardan haber, Muhammed, arkadaşları (ashabı) ve takip eden nesle ait rivayetleri tanımlar. Eser, sahabe ve tabiîn dönemine ait rivayetleri tanımlarken bazen aksine Muhammed hakkındaki rivayetler için kullanılır. Sünnet ise İslâm Peygamberi'nin veya erken dönem İslâm toplumunun uygulama ve alışkanlıklarını tanımlamak için kullanılan kelimelerdir.
Kudsi hadis, İslâm Peygamberi'nin ağzından Allah'a atfen yapılan rivayetlerdir. Sözleri Kur'an'dan olmayan ilahî sözler olarak kabul görür.
Hadis kıssaları, bir kısmı Kur'an'da da anlatılan, bâzı hadis külliyatlarında İslâm Peygamberi'nin ağzından anlatılan mağara ağzını kapatan kaya (Ashab-ı kehf), "ala tenli, kel ve ama", yüz kişiyi öldürüp tevbe eden şahıs, borç alan kişinin deniz suyu üzerinde gönderdiği odun parçası, uhdud, İbrahim ve İsmail, "akşamları hazine malını avuçlayıp götüren cin" gibi ayrıntılı hikâyelerdir. Bazı hadisçiler tarafından bu kıssaların İslâm Peygamberi'ne aidiyeti reddedilmemekle birlikte ders verme amacıyla anlatılan temsili (mesel, tr. masal) hikâyeler oldukları da dile getirilmiştir.
Şiîler İslâm Peygamberi'nin sözleri yanında "masum" kabul edilen imamların sözlerini de hadis kabul etmektedirler. Sünnîlerin tüm sahabeyi güvenilir bulmalarına karşılık Şiilerde, sahabe ve tabiîn tek tek ele alınır ve tarihsel süreçte Ali veya Ehli-beyt tarafında yer almayan veya karşıtları arasında yer alanlar güvenilmez bulunarak onlardan gelen rivayetler reddedilir. Sünnî hadis kitapları İslâm Peygamberi'nin zamanından 200-300, Şiî hadis kitapları 400-500 yıl sonra yazılmışlardır.
Hadisler isnad zinciri ve metin denilen iki bileşenden oluşur. İsnad zinciri veya senet, rivâyet eden kişilerin adlarından oluşan, hadisçilerin, haberin doğruluğunu ve güvenilirliğini kanıtlama için kaydettikleri isimler zinciridir. Hadisi nakleden râvilerin, haberi kimden aldığını gösteren sıralı isim listesidir. Zincirin sonunda metin kısmı kaydedilir.
Hadisler, İslâm Peygamberi'nin zamanından (Sünnî kaynaklar 200-300, Şiî hadis kitapları 400-500 yıl) birkaç asır sonra yazılan ve İslâm Peygamberi'ne bir rivayet zinciri ile isnad edilen söz ve fiillerden oluşan sözlü kültür ürünleridir. Bu rivayetlerde yer alan ve kayda geçiren kişilerin hafıza, dürüstlük ve iyi niyetlerine tamamen güvenme durumunda bile, sözlerin kapsamı ve bağlamıyla ilgili mana ile nakil, unutma, atlama, yanlış hatırlama, abartma, önemsizleştirme, yüceltme veya alçaltma gibi gerçeğin kısmen veya tamamen değiştirilmesi sonucunu doğuran problemlere rastlanması olasıdır. Hadisçilerin zincirdeki son kişiyi görme olanakları bulunsa bile, bir önceki nesle ait ve çoğunlukla ölmüş kişilerden oluşan rivayet zincirlerinin kullanılarak hadislerin doğrulanması veya yanlışlanması mümkün görülmemektedir. Hadisleri rivayet edenler, yazanlar ve dînî kaynak olarak kullananlar bâzı eleştirilerin hedefi olmuşlardır.
Kur'ancılar uydurma hadislerle dolu binlerce hadis kitabı yazıldığından bahisle, bu hadisleri tanımlayıcı bâzı önermeler ileri sürmüşlerdir: Bunlardan bazıları:
Kur’an'ın farklı yorumları gibi hadislerin de farklı yorumlarının yapılması, hangi hadislerin kaynak kabul edileceği, hangilerinin edilmeyeceği gibi hususlar farklı fıkıh mezheplerinin oluşmasına yol açmıştır. Şiî, Alevî ve Sünnîlerin anlayışları farklı olduğu gibi, Sünnîlerin Bağdat ekolü (Hanefî mezhebi) ile diğer ekollerin (ehl-i hadis, nakilciler) kendi içlerindeki yaklaşımları da farklılıklar göstermiştir. 7. yüzyılda aklı öne çıkaran kelamcılar ile ehli-hadis arasında tartışmalar çıkmış ve hadisler sorgulanmaya başlanmıştır. Birbiriyle zıtlaşan akıl ile nakil arasında hangisinin tercih edilmesi gerektiği tartışmaları İslâm coğrafyasında son dönemlere kadar devam etmiştir.
Sünnî İslâm anlayışında hadis Kur'an'ı açıklayıcı ikincil bir kaynak olarak düşünülür. İslâm inançları, ibadet, tefsir, siyer, fıkıh, tasavvuf ve tarikat gibi alanlarda yol gösterici, bazen de şeriat hükümlerinde olduğu gibi kanun belirleyici ve emredici olarak görülür. Bu anlayışta bir kısım hadislerin zayıf veya uydurulmuş olabileceği, ancak hadis imamlarının bu sözleri ayıkladıklarına inanılır. Sünnî anlayış "“Hayır; Rabbine and olsun ki bunlar inanmazlar. Ama aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem yapar, sonra verdiğin kararı, içlerinde bir sıkıntı duymadan kabul eder ve tam olarak teslim olurlarsa başka.”" (Nisa 4/65) gibi bâzı Kur'an ayetlerine dayandırılır.
İmam Ebu Hanife ve takipçileri dinî görüşlerini oluşturmada diğer imamların aksine hadislerin sıhhatine daha az güvenmekte ve onlara az yer vermekteydi. Ebu Hanife rey ehli olarak bilinir, hadisleri sadece senet ve rivayet açısından değil, anlam açısından da kritiğe tâbî tutar. Mana açısından akla aykırı gördüğü ve İslâm Peygamberi'ne atfedilemiyeceğine inandığı hadisleri kabul etmez ve bu hadislere aykırı fetvalar vermekten çekinmezdi. Bu şekilde 200 kadar hadise aykırı fetvası bilinir ve bu yüzden bâzı hadisçiler tarafından tenkit edilir. Hadisleri kaale almayan ve Rey (Akıl ve görüş)'ci tutumu sebebiyle katledildiği düşünülen Ebu Hanife'nin mezhebi talebesi ve nakilcisi olan Ebu Yusuf eliyle kısa sürede hadisçi-nakilci bir çizgiye çekilmiştir.
Ahmed İbn-i Hanbel, Şafii ve İmam Malik gibi, hadisleri derleyen ve fıkhi görüşlerini bu rivayetlere dayandıran nakilcilerden oluşuyordu. Nakilciler rivayet zinciri açısından "sahih" gördükleri hadisleri muhkem nasslar olarak değerlendirirler ve akıl yönünden kritiğe tâbî tutmazlar.
Rivayetçi eğilimlerin bir başka karakteristiği, halkın nezdinde hadislerin itibarını artırmak için hadis imamlarına insan üstü vasıflar yüklenmesidir. Bu rivayetlere göre hadis imamları milyonlarca hadisi râvî zincirleriyle birlikte hafızalarında tutabilirler. İmam Buhârî, bir hadisi kaynağından almak için aylarca yolculuk yapar, ancak rivayet eden kişinin boş eliyle ahıra götürerek atını kandırdığı için hadisi ondan almaktan vazgeçer, şartlarına tamamen uygun bile olsa rüyasında peygamberi görerek kaydettiği bütün hadisleri tasdik ettirir.
İmamiyye Şiiliği yalnızca 12 imam kanalıyla gelen söz ve rivayetleri dinî kaynak (hadis) olarak kabul etmektedir. Bu anlayışta İslâm Peygamberi'nin sözleri yanında 12 imamın söz ve hikâyelerine de hadis denilir.
Kur'ancı Müslümanlar Kur'an merkezli İslâm'ı savunan bâzı guruplardır. Bunlar için hadislerin herhangi bir dînî değeri yoktur. Bunlar da anlayışlarını Kur'anın kendisini "tam", "apaçık", "ayrıntılı" ve "mükemmel" olarak tanımlaması ve "Kur'an'da biz hiçbir şeyi unutmadık" benzeri ayetlerine ve hadislerle ilgili sorunlara dayandırırlar. Alevî İslâm anlayışında da Sünnî veya Şiî hadis koleksiyonlarına herhangi bir değer atfedilmez.
Muhammed İkbal gibi bâzı âlimlere göre hadisler kanun kaynağı olarak kullanılamaz, fıkıh usulünde ve inançla ilgili konularda kanıt olamaz.
Mustafa İslamoğlu, İslâm'da mutlak kriterlerle hareket edilmediğini, Sahih-i Buhârî ve Sahîh-i Müslim'in kendi kriterlerine göre sahih olan hadisleri eserlerinde topladığına işaret eder. Mesela Buhârî'nin sika dediği (güvenilir) 420 küsür râvînin hadislerini talebesi Müslim, kitabına almamıştır. Yine Müslim'in güvenilir dediği 600 küsür râvînin hadislerine ise hocası Buhârî güvenmemiştir. Dolayısıyla güvenilirliğin kriteri içtihâdîdir, kişiseldir. Başka bir ifadeyle hadise sahih olması, ona sahih diyene göredir, "demektedir. İslamoğlu'na göre rivayet edilmiş 1.000.000 hadîsin aslen kaç olduğu konusu, Ebû Dâvûd tarafından ciddi olarak tartışılmış, bu sayının 4.500-6.300 civarında olduğu ileri sürülmüştür. Hadis ilminin bu saatten sonra devam edecekse bu 1.000.000'u nasıl "6.000'e irca ederiz", konusu artık bu olmalıdır der.
Aloys Sprenger, William Muir ve Reinhart Dozy gibi müsteşriklere göre Buhari ve benzeri kaynaklarda yer alan hadislerin yarısı veya buna yakın kısmı güvenilebilecek materyallerdir. C. Snouck Hurgronje, David Samuel Margoliouth, Henri Lammens ve Ignaz Goldziher gibi bâzı müsteşriklerse hadislere bu kadar da güvenmemektedirler. Margoiouth'a göre "sünnet", başlangıçta İslâm öncesi toplumun âdetleri için kullanılan bir kavram iken, bu uygulamalara İslâm Peygamberi'ne atfedilmek suretiyle otorite kazandırılmıştır.
Başlangıçta hadislerin yazılmasına karşı çıkılmış, birkaç yüzyıl devam eden sözlü dönemden sonra bu tutum değişerek, neredeyse bütün duyumların ve rivayetlerin kaydedildiği, sonra da tasniflerinin yapıldığı zengin bir yazılı döneme geçilmiştir.
Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadis ise şöyledir: "Biz hadis yazarken Hazreti Peygamber yanımıza geldi ve: "Yazdığınız şey nedir?" dedi. "Senden işittiğimiz hadisler", dedik. Hazreti Peygamber: "Allah'ın Kitabı'ndan başka kitap mı istiyorsunuz? Sizde |
n evvelki milletler Allah'ın Kitabı yanında başka kitaplar yazdıkları için dalalete düştüler", dedi."
Ebu Said el-Hudrî'den rivâyet edilen bir hadis'te İslâm Peygamberi'nin; "Benden Kur’an haricinde hiçbir şey yazmayınız. Kur'an'dan başka benden bir şey yazmış olan varsa onu derhal imha etsin. Benden hadis rivayet ediniz, bunun bir mahzuru yoktur, benim söylemediğim bir şeyi kim bile bile bana isnad ederse cehennemdeki yerine hazırlansın." dediği rivayet edilmektedir. Hattabî, kitabında bu hadise işaret ederek İslâm Peygamberi'nin birbirine karışmaması için hadisle Kur'an'ın aynı sayfalara yazılmasını yasaklandığını ifade eder.
Ancak Muhammed hadis yazması için bâzı sahabiye hususi izin vermiştir. Abdullah bin 'Amr' bunlardan birisidir. Yine Yemen'li Ebû Şâh'ın hadisi de İslâm Peygamberi'nin hayatının son yıllarında hadislerin yazılmasına izin verdiğini göstermektedir. Sonraki dönemlerde Kur'an ayetlerinin başka sözlerle karışması endişesinin ortadan kalkmasıyla İslâm Peygamberi'nin, ""İlmi (hadisi) yazı ile tespit ediniz"" şeklinde hadislerin yazılmasına müsaade ettiğine inanılır. Sahabeden bâzı kişilerin hadisleri "Sahife" denilen mecmualarda topladığı, ancak, dört halifenin hadis yazımına olumsuz yaklaşması ve bunların zamanla (Yahudi sözlü kanunları mişnada olduğu gibi) kutsanabileceği endişesiyle hadis mecmualarını toplatıp yaktırdıkları ve hadisin değil de sadece Kur'anın kaynak görülmesini istedikleri kaydedilmiştir.
Hadislerin sistematik olarak yazılıp-toplanmasına tabiîn zamanında başlandı. Muhammad ibn-i Muslim ibn-i Ubeydullah, hadisleri verimli bir şekilde anlatmıştır. İbn-i Hacer'e göre İbn Şihab Zuhrî, ilk hadis toplayan kişidir ve Miladi 719 yılında Ömer bin Abdülaziz'in emriyle hadisleri toplamaya başlamıştır.”
Hadisleri ilk olarak büyük ölçüde toplayarak bir araya getiren İmam Mâlik, bunları Muvattâ adlı eserinde toplamıştır.
İmam Buhârî (810-869) ve diğer hadis imamları İslâm Peygamberi'nin ölümünden yaklaşık iki yüzyıl sonra, o zamana kadar rivayetlerle aktarılan bu "sözlü kültür ürünleri"ni toplayıp yazarak hadis külliyatlarını oluşturdular.
Sünnî ekol arasında güvenilen ünlü olmuş altı adet (Kütüb-i sitte) hadis külliyatı bulunur. Bunlardan Buhârî ve Müslim'in kitaplarına "sahiheyn" de denilir. Buhârî ve Müslim'in kitaplarında ortak olarak bulunan hadislere "müttefekun aleyh" denilir. Bazı hadis külliyatları ise yazarları tarafından "Cami", "Müsned", "Mucem", "Müstedrek", "Mustahrec", "Cüz", "Tabâkat" gibi isimlerle isimlendirilmişlerdir.
Hadis öğrenimi mecâlis denilen sohbet toplantıları şeklinde İslâm'ın ilk devirlerinde başlanmıştır. Eğitimin sistematize edilmesi özel medreselerin açılmasıyla başlamıştır. Hadis öğretimi yaptığı bilinen ilk dâru'l hadîs, Hicrî 6. yüzyılda (M 12. yüzyıl) Şam'da Sultan Nûreddîn Mahmud tarafından kurulan “en-Nûriyye” medresesi olup ilk idarecisi İbn Asâkir'dir. Bundan sonra Eyyûbî hükümdarlarından Nâsıruddin Muhammed tarafından H 622 (M 1225) Kahire'de “el-Medresetu'l-Kâmiliyye” kurulmuştur. H 626'da yine Şam'da el-Meliku'l-Eşref Ebu'l-Feth Musa b. Âdil “el-Medresetu'l Eşrefiyye” adlı ikinci bir dâru'l-hadis açıldı. Yine hicrî altıncı yüzyılda aynı yerde Emevî Camii içinde Seyfeddîn Muhammed bin Urve'ye nisbetle “Dâru'l-Hadîsi'l-Urviyye” adını taşıyan ve bir kütüphânesi olan başka bir hadis medresesi daha açıldı. Daha sonraları İslâm âleminin her tarafında dâru'l-hadisler yaygınlaştı.
Ehl-i Sünnet'in hadis kitaplarında kendilerinden en çok hadis rivayet edilen sahabeler ve rivayet edilen hadislerin sayıları;
Sünnîler ve Şiîler hadis tanımlarında ve güvenilir ya da güvenilmez buldukları râvîler konusunda ayrıldıkları gibi temel kaynaklar olarak kullandıkları koleksiyonlarda da farklılaşırlar. Örneğin Sünniler için Kütüb-i Sitte temel kaynaklar iken Şiilerde El-Kafi, El-Fakih, El-Tazhib ve El-İstibsar gibi kaynaklar geçerli kabul edilir.
Hadis çalışmaları terminoloji, derleme, tasnif, rivayetçilerin değerlendirildiği çalışmalar v.s. içerir.
Hadisler, muhaddis denilen hadis âlimleri tarafından değişik sınıflandırmalara tâbî tutulmuşlardır. Ancak bu sınıflandırmalar mutlak olmayıp sınıflandırmayı yapan kişinin bilgi altyapısı, ön kabulleri, tanımları ve değerlendirmeleri gibi unsurlara dayanır. Bir dînî otoritenin mütevatir, sahih veya muteber bulduğu hadis bir başka otoriteye göre zayıf, uydurma veya merdud olarak tanımlanabilir. Ay'ın ikiye bölünmesi hadisleri bu bağlamda verilebilecek en net örneklerdendir. Buna inanıldığı Kuranca bir ayetle doğrulanmaktadır.
Sınıfları;
a) Sözün atfedildiği kişi itibarıyla: Hadis ve kutsi hadis (söz Allah'a atfen Muhammed tarafından ifade edilir),
b) Rivayet zinciri sayılarına göre; Mütevatir (yaygın), Meşhur (ünlü), Âhad (tek bir kişiden nakledilen), Garîb (tek, tuhaf) haberler,
c) Rivayet zincirinin bütünlüğüne göre; Merfû (rivayet zinciri atlanarak nakledilmiş), Mevkuf, Maktu (Rivayet zinciri kesik).
d) Hadisçilerin, kabul edilebilir bulmalarına göre; Sahih, (gerçek, doğru, makbul, kabul edilmiş), Hasen (güzel bulunan), Zayıf, mevzu (uydurulmuş)
Hadis çalışmaları veya hadis ilmi usul ve esas'tan oluşan, İslâm Peygamberi'nin sözleri ile davranışlarını, eylemleriyle ilgili rivayetleri derleyen, düzenleyip sınıflandıran ve eleştiri kriterleri getiren ve bu kriterlere göre inceleyen çalışmalara verilen isimdir. Usul, hadislerin isnad zinciri, terminoloji, sözlerin sıhhat derecesi gibi konularla ilgilenir. Hadisi kimin rivayet ettiği, rivayet zincirinin kesintili olup olmadığı, râvînin güvenilirliği, metnin doğruluğu gibi konuları araştırır.
Alt dalları;
Hadislere uydurma olabileceği, râvîlerinin güvenilirliği ve içerik noktasında eleştiriler bulunmaktadır:
Başlangıçta birkaç yüzyıl boyunca sözlü rivayetler şeklinde anlatılan hadisler, daha sonra yazıya geçirilen İslâm'ın "sözel geleneğini" oluşturmuşlardır. İslâm Peygamberi'nin ölümünü takip eden yıllarda konuşulan hadis sayısının birkaçyüz veya birkaçbin hadisi geçmediği, daha sonraki dönemlerde bu rivayetlerin hızla çoğaldığı ve milyonlara ulaştığı bilinmektedir. Bu artış hadislere şüphe ile yaklaşan kesimler açısından da eleştiri konusu olmaktadır.
Geleneksel İslâmî düşünce tarzlarına karşı ilk ciddi ve sistematik hareketin kurucusu olarak nitelendirilen Seyyid Ahmed Han hadisler için Müslümanları bağlayan sözler olmadığını savunmuştur.. O'nun öğrencisi olan Şirag Ali ise daha ileri giderek neredeyse bütün hadislerin uydurma olduğunu ileri sürmüştür.
Gulam Ahmed Pervez ise hadisleri geçmiş asırların çarpıtılmış sözleri olarak yorumladı ve Kur'an öğretilerine aykırı olanlarının İslâm Peygamberi'ne atfedilmesine karşı çıktı. Pervez görüşleri dolayısıyla binin üzerinde ortodoks âlim tarafından imzalanan fetva ile kafir ilan edildi.
Goldziher'e göre hadis olarak rivayet edilen haberlerin Peygamber’le ilgisi yoktur. Bu rivayetler İslâm’ın birkaç asır devam eden oluşum süreci içinde bu sürece katılan siyasî, ictimâî, iktisadî v.s. birçok faktörün belgeleridir. Müslümanlar Kur’an’da bulamadıkları pek çok konuyu, ayrıca kendi kanaatlerini ve doğru bulduklarını hadis formunda ifade etmişlerdir.
Kassim Ahmad tarafından yazılan "Hadith: A Re-evaluation" kitabı, hadisleri ayrımcı, bilim, akıl ve kadın karşıtı olarak nitelemektedir.
Edip Yüksel ise Sünnî gelenekte güvenilir olarak nitelenen hadislerden örneklerle, hadise dayalı din anlayışını eleştirmektedir.
Çekicilik
Çekicilik, bir ahşap oymacılığı sanatıdır. Özellikle Amasra'da, bölgede yetişen ağaçlardan elverişli olanların el tezgâhlarında oyulması, işlenmesi ile küçük ev ve hediyelik eşya yapılır. Zanaatkârların toplandığı Çekiciler Çarşısı Amasra'nın önemli merkezlerinden biridir. Bu çarşıda yöreye özgü tahta kaşık, çatal, havan ve salata tabağı türü eşya satılmaktadır.
Kafein
Kafein, "matein" veya "guaranin" olarak da bilinen bir alkaloiddir. Kahvede, çayda, yerba mate'de, guarana'da ve, az miktarda, kakao içinde bulunur. Kafeinin karakteristik, yoğun bir acı tadı vardır. Kola gibi bazı gazlı içeceklere tat vermesi için eklenmektedir.
İlk olarak Alman kimyager Friedich Ferdinand Runge tarafından 1819'da bulunmuştur. Aynı zamanda kafein ismini kimya literatürüne geçirmiştir. Kahveden yararlanarak bu ismi vermiştir.
Kafein, merkezi sinir sistemine etki ederek, beyne giden ve beyinden gelen mesajları hızlandırır ve stimülan etkisi yapar. Emilimi büyük oranda ince bağırsaktandır.
Kafein birçok bitkide değişik miktarlarda bulunmaktadır. Fasulyelerde, yapraklarda ve 60 çeşit bitkide bulunur.
Bilinen kuru çay, %10 luk Pb(CHCOO)(kurşun asetat) ya da CaCO ile birlikte kaynatıldıktan sonra ayırma hunisinde kloroform ile ekstrakte edilir kalan alt faz alınıp içindeki kloroform uçurulur ve kalan sıvı süblimasyon yöntemi ile saflaştırılarak kafein elde edilebilir. Ayrıca kafein melatonin salgısını azaltarak insanlarda uyuyamama sorunu da yaratır.
Kafeinin yaygın kullanım alanlarından biri de spor performansını arttırmaktır. Tarih boyunca pek çok kez performansı ve dayanıklılığı arttırmak için kullanılmıştır. Kafein bu konuda kullanılan uyarıcılardan belki de en yaygınıdır. ABD'de kişi başı günlük ortalama 200 mg kafein tüketimi düşmekte; bu sayı, nüfusun %10'luk bir kısmında günlük 1000 mg'ı aşabilmektedir.
Kafeinin performans artışına etkisi ilk olarak 1970'li yıllarda David Costill tarafından yürütülen çalışmalar ile fark edilmiştir. Deney sırasında 5 –13 mg/kg kafein verilen grupta ağırlık direncinde yüksek bir artış gözlemlense de istenmeyen yan etkiler oluştu. Aynı şekilde 3 mg/kg kafein verilen grupta, herhangi bir ciddi yan etkiye rastlanmadan ergojenik etkiyle beraber dayanıklılık, güç artışı gözlemlendi.
Kafein, vücut da kortizol hormonlarının salgılanmasının artması ve kandaki adrenalin miktarlarının yükselmesi ile performansa etki ediyor. Adrenalinin salgılanması ile beraber kalp atış hızı yükseliyor, nefes alış veriş sayısı hızı artıyor, kanda serbest yağ asidioranı yükseliyor ve daha çok yağ yakılıp enerji üretimi arttırılmış oluyor.
Olimpiyatlar sırasında kafein kullanımına IOC ( |
Uluslararası Olimpiyat Komitesi) tarafından sınırlama getirilmiştir. Aynı şekilde uluslararası müsabakalar kafein kullanımını sınırlandırmaktadır.
Guaranin, kafeinin yakın akrabasıdır. Sinir sistemi üzerinde etkilidir. Guarana adlı bitkide bolca bulunur.
Tannin, kafein ile benzer özellikler taşıyan ve sinir sistemi üzerinde etkileri bulunan bir maddedir. Çay içinde bulunan etkin maddedir. Vücutta suyu tutmama özelliği olan bir madde. Su kaybını artıran özelliği vardır.
Matein, kafeinin stereoizomeri olduğu öne sürülen kimyasaldır. Yerba matte adlı bitkide olduğu söylenmektedir. Kimyasal olarak kafeinin stereoizomeri olamayacağından bu iddia yanlıştır.
Yunus (hayvan)
Yunus, balinalar (Cetacea) takımının dişli balinalar (Odontoceti) alt takımı içindeki yunusgiller (Delphinidae) familyasında sınıflanan türlerin büyük çoğunluğu ile nehir yunusları (Platanistoidea) üst familyasında sınıflananların tümü için kullanılan ortak addır.
Başta kıta sahanlıklarının görece sığ denizleri olmak üzere, tüm Dünya denizlerinde ve bazı nehirlerde bulunan yunuslar etobur canlılardır ve genellikle balık ve mürekkep balığı ile beslenirler. Omurgalı hayvanların içine girer. Yunusgiller (Delphinidae) familyası, balinalar (Cetacea) takımı içindeki en kalabalık familyadır üyeleri yaklaşık 10 milyon yıl önce, Miyosen devrinde ortaya çıkmıştır. Yunusların hayvanlar âleminin en zeki canlılarından olduğu kabul edilir ve arkadaş canlısı genel görünümleri ile oyuncu tavırları, onları insanların gözünde popüler bir yere koyar.
En sık rastlanan yunus türü olan ve "yunus" denildiğinde ilk akla gelen canlı, 1970'li yıllarda Türkiye'de de yayınlanan ABD televizyon dizisi Flipper'ın özellikle popülerleştirdiği ve Türkçede "şişe burunlu yunus" (ya da "afalina") olarak anılan "Tursiops truncatus" türüdür. Ancak, yunusgiller (Delphinidae) familyasının tipik türü "Tursiops truncatus" değil, Türkçede "tırtak" adı ile anılan ve bayağı yunus "(Delphinus)" cinsi içinde sınıflanan "Delphinus delphis"'tir.
Yunusgiller (Delphinidae) familyası içindeki görece büyük altı tür, bu familya içinde sınıflandıkları için aslında yunus olsalar da daha çok "balina" adı ile anılır. Bu canlılar şunlardır:
Dişli balinalar (Odontoceti) alt takımı içinde bulunan ve açık olarak "yunus" adı ile anılan diğer türler, nehir yunusları (Platanistoidea) üst familyası içindeki dört familyada birer tür olarak sınıflanan Amazon nehir yunusu, Ganj ve İndus nehir yunusu, La Plata yunusu ve Çin nehir yunusudur.
Yine dişli balinalar (Odontoceti) alt takımı içinde bulunan Phocoenidae familyası ve bazı türleri, yunuslardan farklı olsalar da bazen "yunus" adı ile ilişkilendirilir. Örneğin İngilizcede, bu familyanın türleri için "domuz balığı" anlamına gelen bir kökten genel "porpoise" kelimesi kullanılır ve bu kelime, özellikle gemiciler ve balıkçılar tarafından herhangi bir küçük yunusu adlandırmak için kullanılmıştır. Türkçede Phocoenidae familyası için "domuz balinaları", "nehir yunusları", "liman yunusları" ve "liman yunusugiller" gibi adlara rastlanabilir. Bu familyanın tipik türü olan "Phocoena phocaena" için ise "domuz balinası", "mutur", "gerçek yunus", "azak yunusu" ve yalnızca "yunus" adlarının kullanıldığı görülebilir.
Yukarıda verilmiş olan bilgiler ışığında, "yunus" ortak adı ile anılan canlıların sınıflama listesi aşağıda sunulmuştur; yalnızca ilgili familya (yunusgiller - Delphinidae) ile üst familya (nehir yunusları - Platanistoidea) ayrıntılı verilmiştir.
Yakın tarihli moleküler çözümlemeler, henüz aksi kabul ediliyor olsa da yunusgillere dahil çeşitli cinslerin tek soylu olmadığını göstermiştir. Dolayısıyla, başta "Stenella" ve "Lagenorhynchus" cinsleri için geçerli olan bu durum nedeniyle, yunusgiller familyasının sınıflamasında ileriki yıllarda önemli değişiklikler olabilir.
Jüpiter'in atmosferi
Jüpiter'in kalın ve karmaşık bir atmosfer tabakası bulunmaktadır. Bu atmosferi oluşturan gazların bileşim açısından Güneş Sistemi'nin kökenini oluşturan Güneş Bulutsusu'nun varsayılan yapısına yakın olduğu, ve aynı şekilde güneş sisteminin ilkel bulutsudan en az farklılaşmış gezegeni olduğu tahmin edilen Jüpiter'in iç yapısını da kabaca yansıttığı düşünülür. Atmosferin iki temel bileşeni moleküler hidrojen (H) ve helyum (He)'dur. Bu gazların moleküler dağılımı %88 - %12 civarındadır. Bunları %0.1 oranla su buharı (HO) ve metan (CH) ve %0.02 oranla amonyak (NH) izler. Azot, hidrojen, karbon, oksijen, kükürt, fosfor ve diğer elementleri içeren çeşitli bileşiklere milyonda bir düzeyini geçmeyen oranlarda rastlanmıştır.
Aslında gaz devlerinin belirli bir yüzeyi olduğu söylenemez, gezegenden atmosfer olarak adlandırılabilecek en dış gaz tabakasına doğru kesintisiz, yumuşak bir geçiş sözkonusudur. Atmosferin değişik katmanları arasında da çok keskin sınırlar bulunmaz. Atmosferin incelerek gezegenlerarası ortamdan ayırdedilemez hale geldiği üst sınırı gibi, basınç ve ısının çok yükseldiği, ideal gaz ortamından uzaklaşılarak gezegenin moleküler hidrojen tabakasındaki sıvı yapıya doğru geçildiği alt sınırı da belirsizdir.
Yer atmosferinde olduğu gibi, yoğun konvektif atmosfer akımlarının ve meteorolojik olayların yer aldığı ve atmosfer kütlesinin büyük kısmını barındıran en alt katman troposfer olarak adlandırılır. Tropopoz adı verilen ve 100 K civarındaki sıcaklığıyla atmosferin en soğuk kısmını oluşturan yüzey, troposfer tabakasını atmosferin daha üst katmanlarından ayırır. Basıncın 0,1 bar (Yer atmosferinde deniz seviyesindeki basıncın onda biri) civarında olduğu bu düzey '0' derinlik olarak alınır. Troposferin en üst bölgelerindeki en yüksek bulutlar amonyak buzundan oluşmuştur ve tropopozun yaklaşık 10 km. altında, sıcaklığın 130 K , basıncın 0,7 bar olduğu düzeyde yer alır. Yeryüzünden bakıldığında Jüpiter yüzeyinde izlenebilen en dış oluşumlar bu bulutlardır.
Troposferin derinliklerine doğru inildiğinde, basınç ve sıcaklığın artmasına paralel olarak çeşitli kimyasal bileşiklerin yoğuşmasına bağlı çok sayıda bulut tabakası ile karşılaşılır. 25–35 km. derinlikte, sıcaklığın 200-225 K arasında olduğu alanda amonyum sülfid buzu, 40–70 km. arasında ise katı halde sudan oluşmuş bulutlar yer alır. Bu tabakanın hemen altında su içinde erimiş amonyak damlacıklarından oluşan sıvı nitelikte bir bulut tabakası bulunur. Bunu 100 km. nin altında amonyum halid'lerin, daha derinlerde ise potasyum sülfid, rubidyum sülfid, sodyum oksitin yoğuşmasından meydana gelen bulutlar izler. Sıcaklık ve basıncın devasa boyutlara vardığı 1000 km. altında çeşitli silikat bileşikleri 'kaya bulutları'nı oluşturur. 2500-2700 K sıcaklık ve onbinlerce bar basınçla demir ve diğer ağır metal bileşiklerin yoğuştuğu aralık olan 1400–1700 km. derinlik aşıldığında, tüm bileşenlerin eriyik halinde bulunduğu berrak bir sıvı ortam görünümü ağır basar. 2000 km. derinlikte sıcaklık 3000 K, basınç 50.000 bar, 4000 km. de ise sıcaklık 5000 K, basınç 300.000 bar kadardır. 20.000 km. derinliğe gelindiğinde sıcaklık 10.000 K, basınç 3 milyon bar düzeyine ulaşır. Bu koşullar hidrojenin Van der Vaals tarafından tanımlanan metalik yapıyı aldığı alanı belirler. Atmosferin alt sınırı olarak hangi değerin kabul edileceği bilimsel gerekliliklerden çok, kişisel tercihlere bağlı görünmektedir.
Jüpiter'i kaplayan bulutların renk açısından büyük farklılıklar gösteren ve ekvatora paralel biçimde dizilmiş çok sayıda kuşaklar oluşturduğu gözlenir. Koyu renkli 'kuşaklar' ile açık renkli 'bölgeler'in sırayla birbirini izlediği, iki komşu alanda egemen olan hava akımlarının birbirine zıt yönde ilerlediği, ve hızı zaman zaman 600 km./saat düzeyine ulaşan rüzgarların, kuşak ve bölgelerin sınırlarında büyük türbülanslara neden olduğu görülür. Bu alanlarda değişik boyut ve renklerde ve değişen sürelerle dairesel yapılar izlenir. Büyük Kırmızı Leke bunların en iyi bilineni ve en azından Jüpiter'in teleskoplarla izlenebildiği üç yüz yılı aşkın sürede varlığını sürdürerek en uzun ömürlü olanıdır. Büyük Kırmızı Leke'nin ve kuşakların renkleri ve kontrastları zaman içerisinde önemli değişiklikler gösterebilmektedir. Ekvatordan kutuplara doğru atmosfer hareketliliği giderek azalır ve kutuplara yakın enlemlerde kuşak yapısı tümüyle kaybolarak yerini daha türdeş bir bulutluluğa bırakır.
Bu hareketliliğin nedeninin Jüpiter tarafından üretilen büyük miktardaki ısı enerjisi olduğu düşünülür. Atmosferin derinliklerinde, gezegen içinden aldığı ısı ile genleşerek yükselmeye başlayan gazlar, yüzeye doğru yaklaştıkça soğur ve yoğuşma derecelerine göre sıra ile sıvı hale dönüşerek değişik yükseltilerdeki bulutları ve yağışları oluştururlar. Bu yolla tropopoza ulaştığında 'kuru' ve soğuk hale gelen gazlar ağırlaşarak yeniden alçalırlar. Dönüş yolunda ısınma ile birlikte değişik düzeylerdeki yoğuşmuş bileşikleri yeniden içine alarak zenginleşirler. Bu döngü binlerce kilometre uzunluğunda dikey bir yolculuğu gerektirir ve tipik olarak yıllar sürebilir. Jupiter'in ağırlık merkezinden uzaklaşarak yükselen gaz kütleleri sahip oldukları açısal momentumu koruyarak gezegenin dönüş hızının gerisinde kalırken, alçalan kütleler hızlanırlar. Coriolis etkisi adı verilen bu durum art arda gelen kuşaklarda sıra ile doğu-batı ve batı-doğu yönünde zıt akımların oluşmasına yol açar. Yükselen sıcak gaz kütlelerinin oluşturduğu antisiklon 'bölge'lerinde bulutların yüksekliği, alçalan soğuk ve kuru gazlardan oluşan siklon 'kuşak'larına göre çok daha fazladır. Nemli bölgeler gezegenin yüksek yansıtıcılığa sahip açık renkli alanlarını oluşturur. Kuru gazlar ise atmosferin çok daha derinlerine kadar inen bir görüş alanına izin verir ve koyu renkli kuşakları meydana getirir. 15 Kuzey ve 15 Güney enlemleri arasını kaplayan Ekvator Kuşakları'ndaki 380 km./saat hızında batı-doğu yönünde sürekli hava akıntısı, Jüpiter'in ekvatorda kutuplara oranla daha hızlı döndüğü izlenimi verir ve bu nedenle gezegen için 9 saat 50 dakika 30 saniye süren Sistem I ve 9 saat 55 dakika 41 saniye süren Sistem II olmak üzere iki ayrı dönüş süresi tanımlanmıştır. Radyo dalgalarının ölçümü i |
le belirlenen Sistem III ise gezegenin manyetik iç yapılarının dönüş hızını gösterir ve hemen hemen Sistem II ile yani kutuplardaki atmosferin dönüş hızı ile eşdeğerdir.
Kutupların yakınında bölge ve kuşakların görülmemesi, Coriolis kuvvetlerinin bu enlemlerde önemini yitirmesi ile ilişkilidir. Yükselen ve alçalan gaz sütunlarının bu bölgelerde de varlığı, benek ya da halkalar şeklinde gözlenen farklı renklere sahip atmosfer yapıları ile doğrulanmaktadır. Ayrıca ekvator ve kutuplar arasında hemen hemen hiç sıcaklık farkı gözlenmemesi, atmosfer içindeki ısı aktarımının tüm enlemlerde etkin bir biçimde sürdürüldüğünü düşündürmektedir.
Çok yeni veriler, koyu renkli kuşaklarda da yükselen gaz hücrelerinin oluşturduğu küçük açık renkli alanların bulunduğunu ve net gaz hareketinin yükselme yönünde olabileceğini düşündürmektedir. Bu çelişkili bulgular henüz tam olarak aydınlatılabilmiş değildir.
Tropopoz düzeyinin üzerinde hem dikey, hem de yatay hava akımlarının çok az olduğu, yoğunlaşma ve bulutların bulunmadığı stratosfer tabakası yer alır. Bu katmanda fotokimyasal etkinlik ön plandadır ve atmosfer bileşimini ve özelliklerini etkileyen en önemli mekanizmadır. Güneş‘ten kaynaklanan morötesi ışınımların etkisi altında gerçekleşen bu tepkimelerin sonucunda bazı kimyasal bileşikler parçalanarak eksilirken, bazı yeni bileşiklerin oluşması ve atmosferin daha alt tabakalarına 'yağması' ile Jüpiter‘in kimyasal bileşimi yavaş ama sürekli biçimde değişmektedir. Soğurulan güneş ışınlarının bıraktığı enerji nedeniyle stratosferde sıcaklık troposferdekinden daha fazladır ve yükselti ile birlikte artmaya devam eder. En yüksek sıcaklığın olduğu düzey stratosferi mezosferden ayıran 'stratopoz'u belirler.
Tropopoz düzeyinden yaklaşık 150 km. yükseklikte başlayan mezosfer, 300 km. yüksekliğe dek devam eder. Burada daha da seyrelmiş olan atmosferde, stratosferdekine benzer fotokimyasal etkinlik devam eder. Sıcaklık bu katman boyunca 180K civarında sabittir.
Mezosferin üst sınırını belirleyen türbopoz düzeyinin üzerinde Güneş kaynaklı morötesi ve X ışınlarının etkisi ile 750K sıcaklığa ulaşan termosfer tabakası bulunur. Bu katmanın üst kısımları yüksek enerjili ışınların etkisi ile iyonize duruma geçmiş atomlar ve serbest elektronlardan zengindir, bu nedenle iyonosfer olarak da adlandırılır.
Jüpiter atmosferinin en üst tabakalarında, yavaşça yerini güneş rüzgarı ve gezegenlerarası ortama bırakan çok seyrelmiş hidrojen atomlarını içeren geniş bir alan bulunur. Bu alanın ısı dengeleri incelendiğinde, gezegenin kütleçekim gücünün dış kaynaklı ışınımların etkilerine açık farkla baskın çıktığı ve Venüs, Yer, ve Mars gibi küçük gezegenlerin aksine Jüpiter atmosferinden hafif gazların kaçışının olanaklı olmadığı görülür. Bu nedenle Güneş sistemi'nde bugün varolan koşullar devam ettiği sürece Jüpiter ve sisteminin yapısının korunacağı sonucuna varılabilir.
Salma Hayek
Salma Hayek, 2 Eylül 1966 yılında Coatzacoalcos, Veracruz, Meksika'da doğmuştur. Babası Lübnanlı, annesi Meksikalıdır. Salma Hayek İspanyolca, İngilizce, Arapça ve Portekizce bilmektedir.
Dire Straits
Dire Straits, 1977 yılında David Knopfler (gitar), kardeşi Mark Knopfler (gitar ve vokal), John Illsley (bas) ve Pick Withers (bateri) tarafından kurulan İngiliz Rock müzik grubu. En ünlü şarkıları arasında "Sultans of Swing", "Romeo and Juliet", "Private Investigations", "Money for Nothing", "Walk of Life", "Your Latest Trick", "Heavy Fuel", ve "Brothers in Arms" sayılabilir.
Dire Straits, 1970'li yılların punk döneminde ortaya çıktı. Müzikleri daha minimalist olsa bile punk'dan etkilendikleri ve bir bakıma punk akımına borçlu oldukları düşünülebilir. Pub-rock yeniden ortaya çıkıp iyi dönemlerini kutlamaya başladığında Dire Straits müziklerindeki melankolinin üzerine basa basa dinleyicilerine kendilerini kabul ettirdi.
Gitarist ve vokalist Mark Knopfler önderliğindeki grup müziklerinde J.J Cale tarzı siyah blues müziğini kullanırken jazz ve country etkileşimlerini de ekledi. Zaman zaman ise progresif rock'ın epik şarkı yapısına kendilerini batırdılar. Grubun müziği Knopfler'ın, Bob Dylan tarzı şarkı sözleriyle dengeleniyordu. Kariyerleri gün geçtikçe ilerleyen Dire Straits'in müziği de daha rafine oldu ve bu olgunlukları da MTV jenerasyonu ve compact disc'lerin piyasaya hakim olma dönemine rastladı. 80'lerin ortasında atak yapan bu iki müzikal devrim Dire Straits'in altıncı albümünü yapmasına yardım etti. "Brothers In Arms" uluslararası bir başarıydı.
Grup, Eric Clapton, Phil Collins ve Steve Winwood'la birlikte zamanın en önemli grup ve sanatçıları olmayı başarmış; bununla birlikte ilerleyen yıllarda ortaya çıkan grupların da ilham kaynakları oldular. Elde ettikleri ulusal başarının yanı sıra grup kazandıkları bu şöhreti elinde tutamadı fakat "Brothers In Arms"ı çıkarana kadar 6 dolu yıl geçirdi.
Mark Knopfler her zaman Dire Straits'den ayrı bir güçtü. Bir mimarın oğlu olan Knopfler, Leeds Üniversitesi'nde İngiliz Dili okudu ve kolejdeyken rock eleştirmeni olarak Yorkshire Evening Post'ta çalıştı. Okuldan mezun olduktan sonra İngilizce öğretmenliği yapmaya başladı, aynı zamanda Brewer's Droop adlı bir grubun da solistiydi.
1977 yılında kardeşi David ve oda arkadaşı John Illsley'le birlikte çalıyordu. Aynı yılın yazında üçlü, baterist Pick Witners'la birlikte bir demo doldurdu. Londra'lı bir DJ olan Charlie Gillett bu demoyu duyup BBC'de yaptığı programda 'Sultans Of Swing'i çalmaya başladı. Talking Heads'in verdiği konserde ön grup olarak çıktıktan sonra grup, Vertigo Records'la ilk albümlerini 1978 yılında prodüktör Muff Winwood'la birlikte kaydetmeye başladı.
Aynı yılın yazında grup, ABD'de Warner'la anlaşma imzaladı sonbaharda da ilk albümlerini piyasaya sürdü. Müzik listelerinde ilk 10'a gire 'Sultans Of Swing'in de büyük katkılarıyla grup hem ABD'de hem de Birleşik Krallık'ta büyük başarı kazandı. Albüm ve çıkan single Atlantik'in her iki kesiminde de ilk 10'a girmeyi başardı.
Grubun kazandığı bu başarı 1979 yılı çıkışlı ikinci albümleri "Communique"le devam etti. "Communique" grubun dinleyicileriyle olan bağını güçlendirdi, albüm dünya çapında 3 milyon kopya sattı. Dire Straits'in üçüncü albümünün kayıtları sırasında Dave Knopfler, solo kariyeri için gruptan ayrıldı. Dave Knopfler'ın yerine ise Darling'in elemanlarından olan Hal Lindes geçti.
"Making Movies" alınan bazı olumsuz eleştirilere rağmen yine hem Amerika Birleşik Devletleri'nde hem de Birleşik Krallık'ta büyük başarı elde etti. MTV ve radyoların desteğiyle çıkan hit parçalar 'Romeo and Juliet' ve 'Skateaway'inde katkılarıyla albüm, altın plak ödülünü aldı.
Dire Straits'in bir sonraki albümü iki yıl sonra piyasaya çıktı. "Love Over Gold"da uzun deneysel pasajlar yer alıyordu. Albümden çıkan single 'Private Investigations' Birleşik Krallık Müzik Listeleri'nde iki numaraya yükseldi. "Love Over Gold"; ABD'de altın albüm ödülünü alırken Birleşik Krallık Albümler Listesi'nde 4 hafta bir numarada kalmayı başardı. "Love Over Gold"un piyasaya çıkmasından kısa bir süre sonra baterist Witners'ın yerine Terry Williams geçti.
1982 yılı boyunca Mark Knopfler grubundan bağımsız bir takım çalışmalar yaptı. Bu çalışmalar arasında Bill Forsyth'in filmi "Local Hero"nun film müziklerini yapmak ve "Beautiful Vision"da Van Morrison'la beraber çalmak oldu.
1983 yılının başında "Twisting By The Pool" EP'sini çıkartmak dışında Dire Straits 1983 ve 84 yıllarının büyük çoğunluğunda sessiz kaldı. Bu arada; "Aztec Camera" ve "Willy De Ville"de olduğu gibi Mark Knopfler; Bob Dylan'ın "Infidels" albümünün de prodüktörlüğünü yaptı. Ayrıca Tine Turner'ın geri dönüş albümü için 'Private Dancer'ı yazdı. 1984 yılının baharında grup "Dire Straits Live - Alchemy" double albümünü yayınladı. Aynı yılın sonunda Dire Straits yeni keyboardcuları Guy Fletcher'la birlikte beşinci stüdyo albümlerinin kayıtlarına başladı.
1985 yılında piyasaya çıkan "Brothers In Arms" grup için bir dönüm noktası oldu ve grubun uluslararası statüye ulaşmasını sağladı. Bilgisayar animasyonuyla gerçekleştirilen klip 'Money For Nothing'inde katkılarıyla albüm haftalarca Amerika listelerinde üst sıralarda kalmayı başardı, bu başarının bir başka kanıtı ise albümün dokuz milyon kopya satmasıydı. Dokuz milyon kopya satan bu albüme Birleşik Krallık'ta, 80'li yılların en fazla satış yapan albümü unvanı verildi. 'Walk Of Life' ve 'So Far Away'; "Brothers In Arms"ı 1986 yılına kadar listelerde tutmayı başardı, Dire Straits'de albümü desteklemek için 200 günden fazla konser verdi. Turne bitince Dire Straits yıllarca sürecek bir boşluğun içine düştü.
Bu arada Knopfler; Randy Newman ve Joan Armatrading'in albümlerinin prodüktörlüğünü üstlenip birçok filmin müziklerine imzasını attı, Eric Clapton'la turneye çıktı ve 1990 yılında piyasaya çıkan "Neck And Neck" albümünde Chet Atkins'le düet yaptı. 1989 yılında country-rock grubu olan Notting Hillbillies'i kurdu. Notting Hillbillies'in 1990 yılı çıkışlı albümü "Missing...Presumed. Having A Good Time" Birleşik Krallık Listelerinde bir numaraya kadar yükseldi. Bu ara sırasında John Illsley ise ikinci albümü kaydetti.
1990 yılında Knopfler, Dire Straits'i tekrar bir araya getirdi. Bu defa kadroda Illsley, Clark ve Fletcher'ın yanı sıra birçok müzisyen de yer alıyordu. 1991 yılında grup beklenen albüm "On Every Street"i piyasaya sürdü. Bu büyük bekleyişin karşılığını veremeyen albüm sadece ABD'de platin albüm ödülünü aldı; Birleşik Krallık'ta ise 40 numaranın üzerine çıkamadı. Aynı zamanda grubun çıktığı turne de çok başarısız oldu. Hem Amerika'da hem de Avrupada'ki konserlerin biletlerinin bir çoğu satılamadı bile.
Turne bitiminde canlı performansların toplandığı albüm "On The Night" 1993 yılında piyasaya çıktı ve grup tekrar bir boşluğun içine düştü. 1996 yılında Mark Knopfler solo kariyerine Golden Heart'la devam etme kararı aldı.
şu an birçok hayranı var.
"Kaynak: Kanal D (VH1 çevirisi)"
Amasra
Amasra, Batı Karadeniz Bölgesinde, Bartın iline bağlı bir ilçedir.
Denize doğru uzanmış bir burun, burnun iki |
yanında korunaklı birer liman görevi gören iki koy ve ana karaya bağlı bağımsız adalarına sahip olan Amasra, 3000 yıllık tarihi, hem çekicilik ve balıkçılığa dayanan yerel sanatları, hem de kendini çevreleyen ormanlık alanlarına sahip bir yerleşim yeridir. Amasra halen özgün balık lokantaları, otelleri ve ev pansiyonlarına sahip bir turizm bölgesidir.
Sanatçı Barış Akarsu'nun memleketidir. Akarsu, Ocak 2007'de çıkardığı son kasetini Amasralılara ithaf etmiştir.
13. yüzyılda Cenevizliler tarafından ele geçirilen Amasra'ya Fatih Sultan Mehmet liderliğindeki Osmanlı İmparatorluğu orduları Ekim 1460'da bir sefer düzenler. Rivayete göre Fatih Sultan Mehmet şehre hakim bir tepeye geldiğinde hayranlığını belli etmek için şu sözü sarfetmiştir;
Rivayetin devamına göre, bu olay üzerine Amasra Kalesi komutanı anahtarı Fatih'in bulunduğu tepeye getirir ve şehir savaşmadan alınmış olur. Şehir ele geçirildikten sonra Karabük - Eflani yöresinde yaşamakta olan Kıpçak Türkler'ini buraya yerleştirilir. Ardından yörede yaşayan Rumlar'ın büyük bir kısmı ise İstanbul'a göç etmeye zorlanmıştır.
Pierre de Fermat
Pierre de Fermat () (17 Ağustos 1601; Beaumont-de-Lomagne – 12 Ocak 1665; Castres), Bask kökenli Fransız hukukçu ve matematikçidir. İlk öğrenimini doğduğu şehirde yapmıştır. Yargıç olmak için çalışmalarına Toulouse’de devam etmiştir. Fermat, memurluğunun yoğun işlerinden geriye kalan zamanlarında matematikle uğraşmıştır. Arşimet'in eğildiği diferansiyel hesaba geometrik görünümle yaklaşmıştır. Sayılar teorisinde önemli sonuçlar bulmuş, olasılık ve analitik geometriye de katkılarda bulunmuştur.
Günümüzde hatırlanmasının en önemli sebebi Fermat'nın son teoremi'dir. Modern sayılar kuramının kurucusu olarak kabul edilen 17. yüzyıl matematikçisi Pierre de Fermat'nın adını taşıyan bu teorem, şu şekilde ifade edilebilir:
Herhangi "x", "y", ve "z" pozitif tam sayıları için,
ifadesini sağlayan ve 2'den büyük bir doğal sayı "n" yoktur. Fermat, bu problemi çözmüş, kanıtı da Eski Yunan matematikçi Diaphontos'un "Arithmetika" adlı kitabının kendindeki kopyasının sayfalarından birinin kenarına 1637'de şöyle yazmıştı:
"x, y, z ve n pozitif tamsayılar ve n>2 olmak koşuluyla, x + y = z denkleminin çözümü yoktur. Ben bunun kanıtını buldum, ama kanıtı bu kenar boşluğuna sığdırmak olanaksız."
Ancak bu kanıt bulunamamıştır. Fermat'tan sonra matematikçiler bu önermenin bir türlü içinden çıkamamışlardır. Fermat'ın bıraktığı defterler arasında teoremin kanıtına rastlayamadıkları gibi, kendileri de ne doğruluğunu ne yanlışlığını kanıtlayabilmişlerdir. Yıllar boyunca (300 yıl sonrasına kadar) bu konuda yapılan çalışmalar sonucu bu teoremin Shimura-Taniyama Konjektürü'nün bir özel durumu olduğu anlaşılmış, ardından da 1993'te İngiliz matematikçi Andrew Wiles, eski öğrencilerinden Richard Taylor'ın da yardımıyla ve cebirsel geometrinin çok karmaşık araçlarını kullanarak teoremi kanıtlamanın bir yolunu bulmuş ve bu kanıtı 1995'te "Annals of Mathematics" adlı dergide yayımlamıştır. Shimura-Taniyama Konjektürü'nün böylelikle ispatlanması sonucu Fermat'nın Son Teoremi de 1995'te ispatlanmış oldu.
Asal sayılar üzerinde çok durmuştur. Onun bu konuda çeşitli teoremleri vardır. Örneğin,
şeklinde yazılan bir asal sayı p, yalnızca bir tek şekilde iki karenin toplamı olarak yazılabilir.
Mesela en ufak asal sayılar p:
dir. Bu teoremi daha sonra Euler kanıtlamıştır.
Behçet Necatigil
Behçet Necatigil (Mehmet Behçet Gönül) (d. 16 Nisan 1916, İstanbul - ö. 13 Aralık 1979, İstanbul), Türk şair, öğretmen, çevirmen.
Modern Türk şiirinin önde gelen şairlerindendir. Herhangi bir edebi akıma katılmamış; bağımsız bir şair ve fikir adamıdır. Şiir dışında, tiyatrodan mitolojiye, sözlük biliminden roman çevirilerine ve radyo oyunlarına kadar kadar birçok edebiyat alanında eser vermiştir. Türkiye’de radyofonik oyunun bir edebiyat dalı olarak benimsenmesinde oyunları, çevirileri ve uyarlamalarıyla büyük emek vermiştir. Edebiyatçılığının yanında öğretmen kimliği ile tanınır.
16 Nisan 1916'da İstanbul'un Fatih semtinde, Atikalipaşa Mahallesi'nde bir konakta doğdu. Babası Kastamonulu Hacı Mehmet Necati (Gönül) Efendi, annesi Gevyeli müderris Hafız İbrahim Hakkı Efendi’nin kızı Bedriye Hanım’dır. Bir dersiâm müderris olan babası, Beyoğlu ve Sarıyer ilçelerinde müftülük yapmıştır. Asıl adı "Mehmet Behçet Gönül" olan şair, 1951 yılında mahkemeye başvurarak resmen Necatigil soyadını almıştır.
Atikalipaşa mahallesindeki Necatigil'in dünyaya geldiği konak 1918’de meydana gelen Büyük Fatih Yangını'ndan yandı ve ağır bir mide humması geçirmekte olan annesinin hastalığı bu travmanın etkisi ile ağırlaştı. Henüz iki yaşında olan Mehmet Behçet o yıl annesini kaybetti. Bir süre anneannesi Emine Münire Hanım'ın Karagümrük Mahallesi'ndeki evinde yaşadı. Bir saray memurunun kızı olan Saime Hanım’la ikinci evliliğini yapan ve bu evlilikte iki kızı olan babası Mehmet Necati Efendi ise Beşiktaş Valideçeşme’de yaşamaktaydı. Necatigil anneannesinin rahatsızlığı üzerine 1923’te babasının yanına taşındı ve Beşiktaş'taki Cevriusta Okulu’nda ilköğrenim gördü.
Aile, babasının Singer Dikiş Makineleri firmasında müfettiş olarak işe girmesinden sonra Kastamonu'ya taşındı. Necatigil, ilk öğrenimini Kastamonu Erkek Muallim Tatbikat Mektebi'nde tamamladı. Ortaöğrenimine Kastamonu Lisesi'nde başladı. Ancak yetersiz beslenme ve bakımsızlık nedeniyle geçirdiği "adenit tüberküloz" nedeniyle öğrenimine ara vermek zorunda kaldı. Aile İstanbul'a taşındı. Necatigil, tedavisinin ardından 1931 yılında Kabataş Erkek Lisesi'nde, orta ikinci sınıftan yeniden başladı.
Hastalığıyla gelen duyarlılık, onda yazma hevesi uyandırdı. 1927-1928 yıllarında el yazısı ile haftalık “"Küçük Muharrir"” adıyla dergi çıkarıp, hazırladığı on dört sayıyı arkadaşları ve aile üyelerine sundu. Kabataş Lisesi'nde öğrenimine yeniden başladıktan sonra Küçük Muharrir’i yeni harflerle hazırlamaya başladı ve bir yaz boyunca on iki sayı çıkardı. Bu yıllarda Akşam gazetesinin Çocuk Dünyası sayfasına Küçük Muharrir adıyla fıkralar, şiirler, küçük hikâyeler de yayımladı. Necatigil bu deneyimi hiç unutmadı. Edebi metin değerinde yayımlanan ilk şiiri ise lise yıllarında “"Behçet Necati"" imzasıyla Varlık dergisinde yayımlanan ""Gece ve Yas” adlı şiiri oldu. 1936'da okulun edebiyat bölümünden birincilikle mezun oldu.
Liseyi bitirdikten sonra Yüksek Öğretmen Okulu Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde yüksek öğrenim gördü. Bu okulda ders veren Ali Nihat Tarlan ve Ahmet Hamdi Tanpınar'ın öğrencisi oldu; Divan şiiri ve Tanzimat şiiriyle tanıştı. Öğretmen Okulu yıllarında Cahit Külebi en iyi arkadaşı oldu. Alman Filolojisi bölümünün bazı derslerine de misafir öğrenci olarak katıldı ve "Deutscher Austauschdienst" kuruluşunun davetlisi olarak bursla Berlin'e gönderildi, dört ay Almanca kursuna devam etti. 1940 yılında yükseköğrenimini tamamladı ve öğretmenliğe başladı.
Edebiyat öğretmeni olarak ilk görev yeri Kars Lisesi idi. İklim koşullarına uyum sağlamakta güçlük çekip hastalanması üzerine 1941 yılında Zonguldak Mehmet Çelikel Lisesi'ne tayin oldu. Burada Muzaffer Tayyip Uslu ve Rüştü Onur ile ortak çalışmalar yaptı; Zonguldak'ın gazetelerinden "Ocak"’ta, "Kara Elmas" dergisinde ve İstanbul’da çıkan "Değirmen" adlı dergide bu şairlerle birlikte şiirleri yayımlandı. 1943 Mart ayında da İstanbul'a, Pertevniyal Lisesi'ne tayin oldu.
İki ay sonra askerlik görevi nedeniyle İstanbul'dan ayrılan şair, iki yıl sonra döndüğünde Kabataş Erkek Lisesi'ne atandı. Öğretmenlik mesleğinin en uzun dönemini bu okulda geçirdi. Kabataş Erkek Lisesi'nde Demir Özlü, Hilmi Yavuz gibi yazar ve şairlerin öğretmeni oldu. Bu okulda “"Dönüm"” adlı derginin çıkarılmasına vesile oldu. İlk şiir kitabı “"Kapalı Çarşı"” 1945 yılında yayımlandı. Hayatı boyunca öğretmenlik ile şairliği bir arada yürüttü.
1948 yılında geçici bir süre için Kabataş Lisesi'nin yanı sıra Sarıyer Ortakokulu'nda ders verdi. Bu dönemde tanıştığı meslektaşı Huriye Korkut ile evlendi. Çiftin iki kızları oldu.
1945- 1955 arasında ""Çevre"" (1951), “"Evler"” (1953), “"Eski Toprak"” (1956) kitaplarını yayımlayan şairin bu kitaplardaki şiirleri gözlemlerini, deneyimlerini dolaysız anlatan, çağrışımlara kapalı şiirlerdi. 1955’te poetikasında değişiklik yaptı. Öykü unsuru az, çağrışımlara açık şiirlerle dolu kitaplar yazdı. "Eski Toprak" (1956) ile Yeditepe Şiir Armağanı'nı , "Yaz Dönümü" (1963) adlı kitabı ile Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü'nü, Carl Zuetmayer'den çevirdiği “"Kurtlar"” adlı şiirle Türk Alman Derneği Çeviri Yarışması birincilik ödülünü aldı.
1963 yılında radyo oyunları yazmaya başladı. Türkiye’de en çok emek verenlerden biri oldu, bu alandaki eserlerini dört ciltte topladı. Rainer Maria Rilke, Miguel De Unamuno, Knut Hamsun, August Strindberg, Thomas Mann, Stefan Zweig gibi pek çok Alman ve Norveçli yazar ve şairin kitaplarını da Türkçeye çevirdi. Şiir, radyo oyunu ve çevirilerinin yanı sıra “"Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü"” (1960), “"Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü"” (1979), “"100 Soruda Mitologya"” (1969) adlı kitapları hazırlamıştır.
1960 yılında Çapa Eğitim Enstitüsü'ne tayin olan Necatigil, 1972'de bu okuldan emekli oldu. Emeklilik günlerini evinde edebiyatla yoğunlaşarak, çalışarak geçirdi.
Kanser teşhisiyle kaldırıldığı Cerrahpaşa Hastanesi'nde 13 Aralık 1979 tarihinde hayatını kaybetti.
Ailesi ölümünden sonra, Necatigil Şiir Ödülü'nü her yıl verilmek üzere oluşturdu. Ayrıca Kabataş Erkek Lisesi 3 Fen-F sınıfına "Behçet Necatigil Dersliği" adı verildi.
Şairin 1955-1964 yılları arasında yaşadığı ve bir şiirine de konu olan "Camgöz Sokak"'ın adı 1987 yılında ""Behçet Necatigil Sokağı"" olarak değiştirilmiştir.
Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu hakkındaki 2013 yapımı Kelebeğin Rüyası adlı filmde Necatigil'in Zonguldak'taki stajyer öğretmenlik günleri canlandırılmıştır.
Andy Goldsworthy
Andy Goldsworthy (d. 26 Temmuz 1956, Cheshire, Birleşik Krallık), Britanyalı heykeltıraş, fotoğrafçı, çevreci.
İskoçya'da yaşamaktadır. Doğada ve doğal malzemelerle eserlerini yaratmakta ve |
fotoğraflarını çekmektedir. Arazi sanatı ("Land art") hareketinin önemli ve popüler temsilcilerinden biridir.
Beş değişik sanat okulundan reddedildikten sonra Bradfort ve Lancaster sanat okullarında öğrenim görmüştür. Her yılın altı ayı ingiltere'de, diğer altı ayı ise dünyanın değişik bölgelerinde sanat çalışmalarını yapar. Birçok heykeltıraş malzemeleri yontma ya da kesme yoluyla şekillendirirken sanatçı, eserlerini doğanın kendi akışından yararlanarak oluşturmaktadır.Doğada ne bulursa o malzemeyle heykellerini yapar ve asla yaşayan hiçbir canlıya zarar vermez.
Rivers and Tides adlı 2001 yılında Alman sinemacı Thomas Riedelsheimer tarafından çekilen belgesel filmde, çalışmalarını gerçekleştirme süreçleri kaydedilmiştir.
Gün Batımından Şafağa
Gün Batımından Şafağa (Özgün adı: From Dusk Till Dawn), Quentin Tarantino'nun senaryosunu yazdığı, Robert Rodriguez'in yönetmenliğini üstlendiği film.
Gecko kardeşlerin Meksika'ya kaçışını ve beraberinde gelişen olayları anlatan filmin ilk yarısı bir yol filmi olmasına karşın, ikinci yarısı korku filmidir. Bu "tür" geçişi Quentin Tarantino'nun senaryonun akışına hakim oluşu ve Rodiriguez'in sinemasal yeteneğini konuşturması ile hayret ve takdir ile izliyoruz.
Filmin akıllarda kalan sahnelerinden en önemlisi şüphesiz Salma Hayek'in yılan dansı sahnesidir. Bu sahne sinema tarihinin en seksi sahnelerinden biri olarak sinema dergi ve sitelerince kabul görür. Film Bir çok ödül almıştır.Filmin ilk yarısı gangster ikinci yarısıda vampir filmi olarak uyarlanmıştır.
Meksiko
Meksiko (, ; "CDMX" olarak kısaltılmaktadır), Meksika'nın 32 federal yapılanmasından biri, ülkenin başkenti ve nüfus bakımından en büyük şehri. "Alfa" bir küresel şehir olup, Amerika kıtasının en önemli finansal merkezlerinden biridir.
Ülkenin merkezinde bulunan Meksika Vadisi'ndeki platolarda, rakımda yer alır. İdari olarak 16 beldeye ayrılmıştır. 1.485 km² yüzölçümüyle ülkenin en küçük idari birimidir. 2015 sayımına göre 8.918.653 nüfusa sahiptir. Federal ve eyalet hükûmetlerinin hemfikir olduğu Büyük Meksiko tanımına göre tahmini olarak 21,3 milyonun üzerine ulaşan nüfus, şehri batı yarımküredeki en büyük ikinci metropol, en büyük onuncu kentsel yığışım ve İspanyolca konuşulan şehirlerin en büyüğü yapmaktadır. Şehir, Meksika'nın gayri safi yurt içi hasılasının yaklaşık %15,8'ini oluştururken, Büyük Meksiko göz önüne alındığında bu oran %22'ye kadar çıkar.
Meksiko, Amerika kıtasının en eski başkenti olmasının yanı sıra, Quito ile birlikte kızılderililer tarafından kurulan iki başkentten biridir. Şehir, Tenochtitlan adıyla Aztekler tarafından 1325 yılında, Texcoco Gölü üzerine inşa edildi. Aztek İmparatorluğu'nun İspanyollar tarafından fethi sırasında, 1521'deki Tenochtitlan Kuşatması sonrasında şehrin neredeyse tamamı yıkıma uğradı. Bu yıkımın ardından, İspanyol mimarisiyle şehir yeniden inşa edildi. 1524'te Meksiko belediyesi kuruldu ve şehir "México Tenochtitlán" olarak adlandırıldı. 1585'te ise resmî olarak "Ciudad de México" (Meksiko Şehri) adı benimsendi. Şehir, İspanyol İmparatorluğu'nun büyük bir bölümünün siyasi, idari ve finansal merkezi olarak faaliyet gösterdi. 1821'de sona eren Meksika Bağımsızlık Savaşı ile birlikte bağımsızlığını kazanan Meksika'nın bir parçası oldu ve 1824 yılında federal bölge statüsüne kavuştu.
Şehir; ülkenin orta-güney kısımlarında yer alan Trans Meksika Yanardağ Kuşağı'nın bir parçası olan Meksika Vadisi'nde konumlanmıştır. En düşük rakımı ortalama deniz seviyesinden yüksekliği olan şehir, yüksekliği 'yi aşan dağ ve yanardağlarla çevrilidir. Kendisini çevreleyen dağlardan gelen suların drenajı için doğal bir sisteme sahip olmayan vadi sebebiyle sehir, gerçekleşebilecek sellere müsait bir durumdadır. Bu sebeple 17. yüzyıldan itibaren drenaj amacıyla çeşitli kanallar ve tüneller yapılmıştır.
Meksiko'nun büyük bir kısmı, 17. yüzyılda başlayan süreç sonrasında günümüz itibarıyla tamamen kurumuş olan Texcoco Gölü'nün yer aldığı alan üzerine kurulmuştur. Sismik aktivitelerin yoğun olarak yaşandığı bir bölgedir. Göl yatağının bulunduğu kısımların zemini doygun kilden meydana geldiğinden dolayı, yeraltı sularının aşırı miktarda çekilmesine ve bu da zeminin çökmesine yol açmaktadır. 20. yüzyılın başlarından itibaren şehir, bazı noktalarda 'ye ulaşan boyutlarda çökmüştür. Bu çökme, yüzey akışı ve atık suyun tahliyesinde sorunla yol açmakta, özellikle yağışlı mevsimde su baskınlarının meydana gelmesine sebebiyet vermektedir. Günümüzde göl yatağının bulunduğu bölgede doğal yeşil alan kalmamış olup, ağaçlık alanların büyük bir kısmı güneyde: Milpa Alta, Tlalpan ve Xochimilco beldelerinde bulunmaktadır.
Meksiko'da, tropikal kuşakta bulunmasına karşın yüksek rakımlı bir şehir olmasından ötürü subtropikal dağ iklimi (Köppen iklim sınıflandırmasında "Cwb"), görülmektedir. Vadinin alçak kısımları, güneydeki yüksek kısımlarına göre daha az yağış alır.
Yıllık ortalama sıcaklık, bölgenin yüksekliğine göre arasında değişmektedir. Sıcaklık, nadiren 'nin altına düşer veya 'nin üstüne çıkar. Şehir tarinde ölçülen en düşük sıcaklık 13 Şubat 1960'ta ile gerçekleşirken en yüksek sıcaklık 9 Mayıs 1998'de ile gerçekleşmiştir.
Meksika Vadisi, yüksek basınçlı sistemlerin etkisine maruz kalır. Bu sistemlerin oluşturduğu zayıf rüzgârlar, şehirdeki kirli havanın vadi dışına dağılmamasına sebep olur.
Şehir her yıl, ortalama yağış alır. Haziran ayından eylül-ekim aylarına kadarki dönem, yağışların en yoğun yaşandığı dönemdir ve yılın kalan kısmında bu döneme kıyasla çok az yağış görülür. Yağmurun yanı sıra dolu yağışı da görülebilirken kış aylarında nadiren kar yağışı gerçekleşir ki şehirde kaydedilen son kar yağışı 12 Ocak 1967'dedir. Rüzgârların etkisiyle denizden gelen nemli havanın yol açtığı yağışlarla, haziran-ekim arasında yaşanan yağışlı mevsim ile yılın geri kalan kısmında görülen ve yağışlı mevsime kıyasla çok az yağış görülen kurak mevsim, Meksiko'da görülen iki ana mevsimdir. En çok yağış alan ay temmuz iken, aralık ayı en az yağışın gördüğü aydır. Kurak mevsim, soğuk ve ılık dönem olmak üzere ikiye ayrılır. Kasım-şubat arasında süren soğuk dönemde, kuzeyden gelen kutupsal hava kütleleri havanın büyük oranda kurak kalmasını sağlar. Mart-mayıs arasındaki ılık dönemde ise tropikal rüzgârların etkisi görülse de yağış oluşturacak kadar nem taşımazlar.
1325 yılında kurulan kent, Tenochtitlan adıyla Aztek İmparatorluğu'nun başkenti oldu. Bu küçük göl köyü, özellikle Itzcoatl'ın hükümdarlık döneminden (1428-1440) başlayarak Aztek devletinin güçlenmesine bağlı olarak gelişti.
Her birinde dinsel bir merkez bulunan dört mahalleden oluşan kent, büyük bir pazarın kurulduğu Tlatelolco adasına kadar kanallar boyunca uzanıyordu. Üç yüksek şose kenti kıyıya bağlıyor ve iki su kemeri içme suyunu sağlıyordu. İmparatorluğun toprak genişlemesinden doğan refah, başkentin ve komşu devletlerin nüfus artışını körükledi; bazı yazarlara göre bu insan kalabalığı, 1 milyon kişiyi buluyordu.
Büyük kamusal ya da özel çalışmalar sırasında, eski anakentin, çağdaş kent altında kalan kalıntılarına rastlandı. 1978'de girişilen büyük çalışmalar sırasında Constitucion Meydanı'nın altında, birçok dini yapıyla birlikte "Büyük Teocalli (Kutsal Kent)" ortaya çıkarıldı: Tezcatlipoca tapınağı, yuvarlak Quetzalcoatl tapınağı, Güneş tapınağı, Xipe Totec tapınağı, özellikle de bu yapı topluluğunun ana öğesi olan ikiz Tlaloc ve Huitzilopochtli tapınağı. Bu dağ tapınak yedi yapım evresiyle kentin en iyi bilinen tapınaklarından biri durumuna geldi. Bu kutsal yapının yanında, kralın ve ileri gelenlerin bahçelerle çevrili sarayları yer alıyordu.
Kent, 13 Ağustos 1521'de Cortes tarafından işgal edildi; İspanyollar kenti yerle bir ederek yeni bir plana göre yeniden kurmaya giriştiler. Yeni İspanya'nın anakenti durumuna gelen Meksiko, akaçlama kanallarıyla yavaş yavaş kurutulan denizkulağından kazanılan alanlara yayılarak genişledi. 1824'ten bu yana Meksika'nın başkentidir
İdari olarak 16 beldeye ("delegacion") ayrılmış olup, bu beldeler de kendi içerisinde mahallelere ("colonia") bölünmüştür. Şehri oluşturan 16 belde şu şekildedir:
Şehirde hizmet veren metro sistemi uzunluğunda olup, Latin Amerika'daki en büyük metro ağıdır. 4 Eylül 1969'da tek hatla hizmete giren metro, günümüzde 12 hatta sahiptir ve toplamda 195 istasyondan oluşmaktadır. 2015 verilerine göre yaklaşık olarak yıllık 1,624 milyar, günlük ise 4,44 milyon yolcu taşır ve bu verilerle dünyadaki en kalabalık 8. metro ağı konumundadır.
Servicio de Transportes Eléctricos'un idaresinde troleybüs hatları ile bir hafif raylı sistem şehirde faaliyet gösterir. Metropol bölgede hizmet veren banliyö treni, şehrin idari bölümlerinin dışına da çıkar. Günümüzde, 27 km uzunluğundaki hatta yer alan 7 durakla hizmet verir. Meksiko'da kullanılan son tramvay hattı ise 1979'da kapatılmıştır.
Şehirdeki otobüs seferleri, Red de Transporte de Pasajeros tarafından idare edilir. 2009 verilerine göre şehirde faaliyet gösteren yaklaşık 28.000 minibüs, şehirdeki yolcuların yaklaşık %60'ını taşımaktadır.
Şehirde faaliyet gösteren ilk metrobüs hattı Haziran 2005'te, Avenida Insurgentes üzerinde seferlerine başladı. 2. hat Aralık 2008'de Eje 4 Sur'da, 3. hat Şubat 2011'de Eje 1 Poniente'de ve son olarak 4. hat Nisan 2012'de Benito Juárez Uluslararası Havalimanı ile Insurgentes üzerindeki San Lázaro ve Buenavista metro istasyonları arasında hizmete girdi. Haziran 2013'de Meksiko belediye başkanı; 5. hattın Eje 3 Oriente'de, 6. hattın ise Eje 5 Norte'de faaliyete gireceğini duyurdu.
Kent en az 17. yüzyıldan sonraki sömürge dönemi yapıları bakımından zengindir: büyük Zocalo alanındaki katedral ve churrigueresco üslubunda Sagrario; ince bir işçilikte çalışılmış Guadalupe kilisesi ve Pocito capellası; manastırlar, kiliseler, Ulusal saray ya da Madenler sarayı gibi saraylar. 19. yüzyılın seçmeciliğinden sonra, 1920-1930'dan başlayarak, modern mimarlarla, Rivera, Orozco ve Siqueiros gibi duvar ressamlarıyla bir yenileşme hareketi ortaya çıktı. 1949'da yeni üniversite sitesinin yapımına başl |
andı; sitenin en ayırt edici yapısı Gustavo Saavedra, Juan Martinez de Valesco ve Juan O'Gorman tarafından yapılan merkez kitaplığıdır. 1964'te Mario Pani, Tlatelolco Aztek tören merkezi kalıntılarını da içine alan La Plaza de Las Tres Culturas'ı gerçekleştirdi. Siqueiros kültürel polyforumu 1971'de açıldı. Chapultepec parkı içindeki Ulusal Antropoloji Müzesi, Pedro Ramires Vasquez tarafından 1963-64'te tasarlandı. Burada Kolomb öncesi dönemden ve yerlilerden kalma olağanüstü koleksiyonlar sergilenmektedir. Meksiko'nun önemli müzelere arasında, Ulusal tarih müzesi, Kral naipliği resim müzesi, San Carlos Akademisi ve de Meksika Güzel Sanatlar Sarayı Müzesi'ni saymak gerekir.
Meksiko, Latin Amerika'nın televizyon, müzik ve sinema endüstrilerinde en önde gelen merkezi konumundadır. Meksika'da ise, basılı medya ve kitap yayımı endüstrilerindeki en önemli şehridir. Şehirde basılan ve yayınlanan günlük gazeteler arasında en yüksek tiraja sahip olanları "El Universal", "Excélsior", "Reforma", "La Jornada", "Milenio", "Crónica", "El Economista" ve "El Financiero"dır. "Expansión", "Proceso", "Poder", "Vanidades", "Quién", "Chilango", "TVNotas" ile "Vogue", "GQ" ve "Architectural Digest"ın yerel sürümleri ise şehirde basımı gerçekleşen en yüksek tirajlı dergilerdir.
Reklamcılık endüstrisinde de bir merkez konumunda olan şehirde; JWT, Leo Burnett, Euro RSCG, BBDO, Saatchi & Saatchi ve McCann Erickson firmalarının ofisleri bulunur. Şehirde hizmet veren 60 radyo istasyonun yanı sıra çeşitli yerel radyo istasyonları da vardır. İspanyolca konuşan ülkelerdeki en büyük iki medya şirketi, Televisa ve Azteca'nın merkezi Meksiko'da bulunur. Merkezi şehirde bulunan diğer yerel televizyon kanalları ise XEW-TV, XHTV-TV, XHGC-TV, XHIMT-TV, XEQ-TV, XEIPN-TV, XHDF-TV, XHUNAM-TV, XEIMT-TV, XHRAE-TV, XHTVM-TV ve XHCDM-DT'dir.
Meksiko, 24 şehirle kardeş şehir konumundadır.
Greenwich Mean Time
GMT (Greenwich Mean Time), başlangıç meridyeni üzerinde ortalama güneş zamanı. GMT, "Greenwich Ortalama Zamanı" anlamına gelir. GMT, Britanya Adaları'nın standart zaman dilimidir. Adını Londra'nın güneydoğusundaki Greenwich banliyösünden alır. Burada bulunan rasathanenin üzerinde bulunduğu kabul edilen meridyen, başlangıç meridyeni (0°) kabul edilir.
Atomik olarak hesaplanan ve GMT'den daha hassas olan UTC kullanılmaya başlanmadan önce dünyadaki saat ayarlamaları Greenwich'ten geçen meridyene göre yapılmaktaydı. Her boylam derecesi arası 4 dakikadır. Bu nedenle 15 derecelik her meridyen dilimi bir saate eşittir. Böylece 12 saat doğuda, 12 saat batıda olmak üzere, yeryüzü 24 saat dilimine bölünmüştür. Greenwich meridyeninden doğuya doğru gidildikçe saatler ileri (+), batıya doğru gidildikçe geri (-) gider.
Osmanlı Devleti'nde saatleri, Ayasofya'nın kubbesinden geçtiği varsayılan ve "Arz-ı Halife" veya "Arz-ı İstanbul" olarak adlandırdıkları meridyene göre ayar ederlerdi. 1925'te 697 sayılı Günün Yirmi Dört Saate Taksimine Dair Kanun ile birlikte, saat diliminde de uluslararası bir standart haline gelmiş olan GMT sistemi kabul edilmiştir.
Foton
Foton, fizik biliminde elektromanyetik alanın kuantumu, ışığın temel "birimi" ve tüm elektromanyetik ışınların kalıbı olan temel parçacıktır. Foton ayrıca elektromanyetik kuvvet'in kuvvet taşıyıcısıdır. Bu kuvvetin etkileri hem mikroskobik ölçülerde, hem de makroskobik ölçülerde çok rahat bir şekilde gözlemlenebilir. Çünkü foton herhangi bir durağan kütleye sahip değildir ve bu durum uzak mesafelerde etkileşimlere izin vermektedir. Diğer bütün temel parçacıklar gibi foton da kuantum mekaniği ile yönetilir ve dalga parçacık ikiliği gösterir. Bu durum fotonun hem dalga hem de parçacık özelliği gösterdiğini gösterir. Örnek olarak herhangi bir foton bir mercek tarafından kırılıma uğrayabilir veya dalga girişimi özelliği gösterebilirken ayrıca sayısal kütlesi ölçüldüğünde parçacık gibi davranabilir.
Fotonun modern kuramı Albert Einstein tarafından açıklanmıştır. Einstein'ın buna ihtiyaç duyma nedeni yaptığı gözlemlerin klasik ışığın dalga modeli ile tam olarak açıklanamamasıdır.
Işığın parçacıklardan oluştuğu fikrini ilk kez Isaac Newton ortaya koydu. Sonraları ışığın dalgalardan oluştuğu düşüncesi yayıldı.Ta kiMax Planck bazı deneylerinde ışığın tanecikmiş gibi davrandığını fark edinceye dek. Işık sanki devamlı dalgalar değil de, enerji paketcikleri gibi geliyordu. Einstein ve Planck bu enerji paketlerini ışık kuantumu veya foton olarak adlandırdılar. Fotonlar sanki birer parçacıklarmış gibi davranıyordu. Relativite (izafiyet) teorisine göre, bir parçacığın ışık hızında gidebilmesi için kütlesinin sıfıra eşit olması gerekiyordu! Demek ki ışığın enerjisi sadece kinetik enerjiydi; kütlesinden kaynaklanan hiçbir enerjisi yoktu. Einstein o güne dek açıklanamamış olan fotoelektrik olayını bu kavramla açıkladıktan sonra, bilim adamlarının ağzında yeniden 'ışık nedir?' sorusu gündeme gelmişti.
Eğer ışık dediğimiz olgu parçacıklardan oluşuyorsa, frekans veya dalgaboyunun ne anlamı var acaba? Aslında sorulması gereken en iyi soru: "ışık gerçekten nedir?"
Cevap: 'Hem dalga, hem parçacık
Işığın bazı özellikleri sadece dalga olgusu (mantığı) ile açıklanırken (girişim veya kırınım gibi), bazı özellikleri ise sadece foton konsepti ile açıklanabiliyor (Fotoelektrik olay veya atomların enerji soğurması ve salması gibi).
"Foton nedir?" sorusuna cevap ararken, birçok değişik perspektiften bakan cevaba gerek vardır. En bariz özelliklerini şöyle sayabiliriz: Durgun kütlesi sıfırdır; ışık hızıyla gider; etkileşimlere parçacık olarak girebilir ancak dalga olarak yayılır; E=h x f, p=h/l ve E=pc bağıntılarına uyar; kütlesi sıfır olduğu halde, diğer parçacıklar gibi kütle çekiminden bile etkilenir.
Işık dalga özelliklerine de sahiptir. Etkileşimlere parçacık olarak girebilir ancak dalga olarak yayılır.
19. yüzyılda en çok tartışılan konulardan biri, ışığın parçacık mı yoksa dalga mı olduğu sorusuydu. James Clerk Maxwell'in elektromanyetik kuramı ve Hertz'in deneylerinden sonra ışığın dalga olduğu kabul edilmeye başlandı. Ancak bazı deneyler ışığın dalga olduğu gözlemiyle uyuşmuyordu. Karacisim ışıması hakkında Rayleigh ile Jeans'in kurduğu teori bunun zirveye çıktığı yerlerden biriydi. Rayleigh ve Jeans dalga yaklaşımını kullanarak, belli bir sıcaklığa sahip bir cismin etrafa hangi dalga boyunda ne kadar ışıma yapacağını hesaplamaya çalıştılar. Buldukları sonuç, uzun dalga boylarında deneylerle uyumluydu ama düşük dalga boylarında çok büyük bir sapma gösteriyordu. Teorileri, dalga boyu küçüldükçe, yapılan ışımanın sonsuza gideceğini söylüyordu (bu yüzden buna morötesi felaketi denir). Daha sonra Max Planck, ışık dalga olarak değil de enerji paketçikleri olarak düşünülürse bu problemin aşılabileceğini fark etti (bu, Max Planck'a 1918 Nobel Fizik Ödülü'nü kazandırmıştır). Daha sonra Arthur Compton tarafından açıklanan Compton saçılması olayı ve Albert Einstein'ın açıkladığı Fotoelektrik olay ışığın parçacık yapısını ortaya çıkardı. Fakat girişim ve kırınım deneyleri gibi başka deneyler de ancak ışığın dalga olduğu varsayıldığında açıklanabilmektedir. Şu anda kabul edilen ışığın ikili bir yapısı olduğu ve hem parçacık hem dalga özeliği gösterdiğidir (daha sonraki deneyler bütün maddelerin böyle olduğunu göstermiştir).
Yarı iletkenler olmasaydı modern dünya farklı olurdu gibi düşünüyoruz.Çünkü onlar olmadan ,bilgisayar çipleri,internet ya da transistörlü radyolar bile olmayacaktı.Yarı iletkenler,gündelik yaşantımızdaki yerlerini haketmiyor değiller.Çünkü onlar sayesinde ,elektrik akımları (dolayısıyla elektronların hareketi)üzerinde hızlı ve kesin kontrol sağlanıyor.Fakat kontrol edilen tek parçacık elektron olmayabilir.Fizikçiler aynı şekilde fotonlara da(ışığı oluşturan parçacıklar)aynı yöntemi uygulayabileceklerine inanıyorlar.Çünkü elektronlar için yarı iletkenler ne demekse ,fotonik kristal olarak adlandırılan malzemenin de fotonlar için aynı anlamı taşıdığına inanıyorlar.Şimdilik teorik olarak işe yarar görünen bu fikirin uygulanabilirliği araştırılıyor.
Gerçekte uygulamaya yönelik olarak sorunların çözümü oldukça zor.Silikon,bulunabilirlik açısından kolay ve doğal bir malzemedir ama fotonik kristal,belli aralıktaki frekansları geçirmeyecek biçimde üretilmesi gereken karmaşık bir yapıya sahip.Ancak kristalin yapısında bir kusur olduğu anda oldukça ilginç bir tablo ortaya çıkıyor.
‘Yasak’ frekanstaki ışık,kristalin kusurlu kesiminde sıkışıp kalıyor ve başka hiçbir yere hareket edemiyor.Bu şekilde hapsolmuş ışık,minyatür bir lazer ya da fotonik anahtar için bir başlangıç oluşturabilir.Kusurlu hattın oluşturduğu hat,ışığın bir cihazdan diğerine aktarılmasında net bir şekilde sonuç veren bir dalga kılavuzu işlevi görebilir.
Peki yarı iletkenler ve onların optik benzerleri nasıl çalışıyor? Saf yarı-iletken kristalde,elektronlarda olmayan belli enerji aralıkları bulunmaktadır.Bu yasak bölge,band aralığı olarak tanımlanıyor.Band aralığından daha düşük seviyedeki tüm enerji durumları dolu bulunmaktadır.Elektronların madde etrafında devinebilmelerinin koşulu,farklı enerji seviyelerine geçiş yapmaları olduğundan,böyle bir durumda devinimleri ve dolayısıyla malzemenin iletkenliği kısıtlanmış olur.Yarı iletkene tekil atomik katkılar eklendiğinde,band aralığında yeni,lokalize enerji durumları oluşmaktadır.Bu durumlarda,elektronların kesin olarak ne zaman ve nerede devinebileceklerini tanımlamak yoluyla silikonun elektronik özelliklerini kontrol altında tutmak mümkün olabilir.
Band aralığı elektronların sadece parçacık gibi değil,silikon atonları saçan dalgalar gibi davranmalarını nedeniyle oluşur.Atomlar,kristal örgünün bütün alanlarında düzenli bir yapıya sahiptir ve belli elektron enerjilerinde,elektron saçan dalgalar birbirlerini yok etmektedir.Bu da aynı enerji seviyesinde elektron bulunma olasılığını ortadan kaldırır.Farklı bir ifadeyle,elektronların sahip olabilecekleri enerjiler arasında farklılıklar vardır.
İlke olarak aynı yönde devinen ışığı engelleyecek hiçbir şey yoktur.Ancak bunun işe yaraması için,fotonik kris |
talin periyodik örgüsünün boyutlarının ışığın dalgaboyuyla orantılı olması gerekir.Modern optik iletişim sistemleri 1.3 ve 1.5 mikrometredeki kızılaltına yakın dalgaboylarında işlevselliğiyle ele alınır.Yani örgü bu dalga boylarında,hemen hemen 0.5 mikrometrelik bir alana gereksinim duymaktadır;bu da,sıradan kristallerin örgü alanından binlerce kez daha fazla olduğunu gösterir.Bu rakam,atom veya moleküllerde kıyaslandığında çok büyük olsa da,ortalama insan saçı çapının yaklaşık olarak yüzde biri kadardır.Hatta,çip yapımcıları tarafından geliştirilen litograf teknikleriyle bile bu kadar küçük ölçekte,3 boyutlu olarak bir yapı oluşturmak gerçekten zordur.Bu işi olduğundan daha kolay bir hale getirmek amacıyla,dalgaboyları 1 cm civarında olan mikrodalgalar için ilk fotonik kristaller oluşturmak için çalışmalar yapılıyor.Mikrodalgalarla çalışan fotonik bir kristalin de,milimetrelerle ölçülebilen bir örgüsü olmalı diye düşünüyoruz.
İlk olarak fotonik kristali New Jersey’deki telekomünikasyon araştırma şirketinde çalışmakta olan Eli Yablonovitch 1991 yılında oluşturmayı başarmış.Yablonovitch akla gelebilecek en basit yöntemle bunu yapmayı başarmıştı.Stycast-12 olarak bilinen ticari bir malzemeden alınan katı haldeki bir levhayla çalışmalarına başlayan Yablonovitch,blokun üst yüzeyinde 3 grup uzun ve eğimli delik açmak için sıradan bir matkap kullandı.Stycast-12’nin seçilmesinin sebebi olarak mikrodalgalara geçirgen olmasıydı.Yüzeyin altına 3 boyutlu olarak açılan delikler,periyodik ve karmaşık bir desen,yani fotonik kristal yapısı oluşturarak kesişir.Yanlızca delikleri açmak bile,maddeyi,mikrodalgaları yansıtabilecek harika bir ayna haline getirir.
Axel Scherer ile birlikte çalışan Yablonovitch,şu sıralar,oluşan yapının büyüklüğünü mikrometre düzeyine indirgemeye çalışmak için çalışmalar yapıyor.Küçük delikler açmak için katı maddelerde kullanılabilecek çeşitli litografi ve oyma teknikleri var.Ancak,hedeflenen çap küçüldükçe,onu kontrol etmekte bir o kadar zorlaşmaktadır;özellikle de birkaç mikrometreden biraz derin delikler açmak gerekiyorsa…Geçtiğimiz yaz Girit’te yapılan bilimsel toplantıda Yablonovitch,çalışma ekibinin,galyum arsenid levhasının üst katmanlarından birkaçına mikrometrelik delikler açmayı başardığını söylemişti.Şu anda da,bütün bir yapı oluşturabilmek için kullandıkları yöntem üzerinde iyileştirmeye yönelik çalışmalar yapıyorlar.
Işık hızında ilerleyen bir taneciğin momentumu:
Bir taneciğin enerjisi (Einstein formülü):
Bir fotonun enerjisi (Planck formülü):
Foton da bir tanecik olduğu için:
O halde; Fotonun momentumu:
Burada;
formula_9: Planck sabiti=formula_10, J·s biriminde,
formula_11: taneciğin dalga boyu, metre birimindedir.
Bu sayfadaki bütün formüllerde:
Kazakça
Kazakça veya Kazak Türkçesi, (Kazakça: Қазақ тілі), Kıpçak öbeğine ait, Kazakistan'da konuşulan çağdaş Türk yazı dillerinden biridir. Noğay ve Karakalpak Türkçesine yakındır.
Dünya'da yaklaşık 16 milyon kişi, Kazakistan'da da 10 milyon kişi tarafından konuşulmaktadır. Moğolistan'ın batı bölgesindeki Bayan Ölke (diğer adı Bayan Ölgey) eyaletinde yaşayan Kazak Türkleri Kazakistan'ın kullandığı alfabeyi kullanarak Kazak Türkçesi yazmaktadırlar.
Bayan Ölgey'de oturanların çoğu %88,7 oranla Kazak Türkleridir. Bu bakımdan eyalet nüfusunun %98'i kadarını Türk halkları oluşturmaktadır.
İldeki önemli bir nüfus Kazak Türkçesi konuşmaktadır.
Türkçe asıllı kelimelerde; baştaki y'ler j'ye (yok → joq, yıl → jıl, yay → jay), ç'ler ş'ye (ağaç → ağaş, aç → aş), ş'ler s'ye (aş → as, boş → bos, baş → bas) dönüşmüştür. Eklerde de aynı değişme olur: Qazaqşa (Kazakça)… Yabancı asıllı kelimelerde bu değişmeler görülmez: şükir (şükür). Kazakça bir kelime birleşik ya da alıntı bir kelime değilse ikinci heceden sonra yuvarlak ünlü barındırmaz ve bu uyumu bâzı alıntı kelimelere uydurmuştur.
J harfiyle yazılan kelimeler bâzı ağızlarda c olarak söylenmektedir: Jasaymız (yapıyoruz, yapacağız)- casaymız
Ayrıca konuşma dilinde ilk hecede ö ya da ü gelirse ikinci ve üçüncü hecelerde de gelebilir. Bu yazıda olmaz.
Örnek: Körgende (yazılış) - Körgöndö (okunuş) "gördüğünde"
Kazakçada üç farklı şimdiki zaman vardır. Jalpı osı şak (genel şimdiki zaman), nak osı şak (kesin şimdiki zaman), negaybıl osı şak (belirsiz şimdiki zaman).
Kazakçanın eski şekilleri 38 harfli Orhun yazısıyla yazılmıştır. Günümüzdeyse Kazakça bâzı ilâve harfler kullanılarak Latin alfabesi, Kiril alfabesi ve Arap alfabesiyle yazılabilmektedir.
Kiril alfabeli Kazakistan Alfabesi 42 harf olup şu işaretlerden oluşmaktadır: а (a), ә (a-e arası), б (b), в (v), г (ince g), ғ (kalın g), д (d), е (söz başında ye okunur, söz içinde e okunur), ё (yo), ж (j), з (z), и (iy), й (y), к (ince k), қ (kalın k, q), л (l), м (m), н (n), ң(nazal n, genizden n, ñ), о (o), ө (ö), п (p), р (r), с (s), т (t), у (uv), ұ (u), ү (ü), ф (f), х(hırıltılı h), һ (geniş h), ц (ts), ч (ç), ш (ş), щ (şç), ъ (kalın ün verir), ы (ı), і (i), ь ( inceleştirir), э (é), ю (yu), я (ya).
Arman (düş, rüya), Şolpan (Çolpan, Venüs, Zühre (uydu)), Kanat (kanat), Aynur (ayın nuru), Aygül, Gülnur, Gülcan, Aycan, Nurcan (Işık ruhu), Togcan (Saf can), Аydаnа, Аymаn, Аysаnа, Аysаnеm, Аysu, Аysulu, Аygеrim, Аygül, Аynur, Аynа, Аydоs, Аydаn, Аyzа, Аygаnım, Аysа, Аybаlа, Аybikе, Аynаgul, Аybоl, Аypаrа, Aytugan, Kudayberdi, Kütken (Bekleyen), Aydar, Temir, Temirlan (Demir delikanlı), Kıztumas, Amankeldi (Esenlik geldi), Ulbolsın (Oğul olsun), Ulbala (oğul çocuk).
Erkek adlarında başına ve sonuna bay, bek, han, gali (ali) eklemeleri yaygındır. Kız adlarında ise gül, nur eklemeleri yaygındır.
Guaraní
Guarani'nin birkaç anlamı vardır:
Wilhelm Reich
Wilhelm Reich (d. 24 Mart 1897 - ö. 3 Kasım 1957) Avusturyalı-Amerikalı psikiyatrist ve psikanalist, psikiyatri tarihinin en radikal isimlerden biri , "Faşizmin Kitle Psikolojisi (The Mass Psychology of Fascism)" ve "Kişilik Çözümlemesi (Character Analysis)" gibi çok bilinen ve dikkate değer kitapların yazarı (her iki kitap da 1933 yılında yayımlanmıştır), Sigmund Freud'un öğrencilerinden biri, Carl Gustav Jung ve Alfred Adler'in tersine Sigmund Freud'un cinsellikle ilgili tezlerini daha ilerilere götürmeye çalışmıştır.
Reich, 1920'lerde Sigmund Freud ile birlikte çalıştı. Hayatının büyük bölümünde hatırı sayılır bir analist olarak tanındı. Kişisel nevrotik semptomlar yerine karakter yapısına odaklandı. Hastalarda ortaya çıkan nevrozların fiziksel, cinsel, ekonomik ve sosyal şartlardan kaynaklı olduğunu savunarak Marksizm ile psikanalizi bağdaştırmaya çalıştı. Ruhsal hastalıkların tedavisinde cinselliği bir tedavi aracı olarak kullandı, başarı sağladı ancak muhafazakar toplumdan gelen tepkiler üzerine geri adım atmak zorunda kaldı. Ergenlik dönemi cinselliği, evlilik dışı cinsel ilişki, doğum kontrol hapı ve kürtaj yolu ile doğum kontrolü ve kadının ekonomik bağımsızlığını kazanması gibi önemli konulara önayak oldu. Çalışmaları, Saul Bellow, William Burroughs, Paul Edwards, Norman Mailer ve A. S. Neill gibi birçok entelektüeli etkilemiş ve ayrıca Fritz Perls'in Gestalt Terapisi, Alexander Lowen'in Biyo-enerjetik Analiz'i, ve Arthur Janov'un İlksel Çığlık Terapisi (Primal Scream Therapy) gibi birçok çalışmayı da etkilemiştir.
Hayatının sonraki dönemlerinde hem hayranlık duyulan hem eleştirilen tartışmalı bir figür haline geldi. Seans esnasında hastaya dokunarak veya hastaların içlerindeki orgazm potansiyelini (orgastic potency) geliştirmek amacıyla iç çamaşırlarıyla seansa girmeye teşvik ederek psikanalizin bazı kilit tabularını ihlal etti. Orgazm esnasında yayılan orgon adını verdiği ve çoğu insanın Tanrı dediği bir ilkel kozmik enerji keşfettiğini söyledi. Sağlıklı bir hayat için gerekli olduğunu düşündüğü bu enerjinin atmosferden toplanarak depolanması amacıyla telefon kulübesi boyutlarında olan Orgone Enerji Akümülatörü'nü icat etti. Nezle, iktidarsızlık ve kanser gibi hastalıkları tedavi ettiğini düşündüğü bu buluşu gazetelerde "seks kutuları" adıyla yayımlandı.
Reich, 1933 yılı ocak ayında Hitler başbakan olduğunda Almanya'daydı. 2 Mart 1933'te "Völkischer Beobachter" adlı Nazi gazetesi, Reich'in "Ergenlerin Cinsel Mücadelesi (The Sexual Struggle of Youth)" adlı kitabı hakkında bir saldırı yazısı yayımladı. Bu yazı üzerine Reich derhal Viyana'ya, oradan İskandinavya'ya ve sonunda 1939'da Amerika Birleşik Devletleri'ne göçtü. Burada, Orgone hakkında 1947 yılında "The New Republic" ve "Harper's Magazine" dergilerinde yayımlanan makaleleri üzerine Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi'nin "(Food And Drug Administration - FDA)" aldığı bir mahkeme kararı ile Orgone Enerji Akümülatörü'nün eyaletler arasında satışı yasaklandı. Yasağa uymamak ve mahkeme kararına itaatsizlikle suçlandı. Kendi savunmasını kendisi üstlenerek yazmış olduğu tüm kitapları okunması ve tartışılması amacıyla mahkeme heyetine sundu. Ancak Mahkeme, bilimsel konular hakkında karar verecek bir merci olmadığından tutuklandı ve iki yıl hapse mahkûm oldu. 1956 Ağustos'unda yüzlerce makalesi ABD tarihindeki en yanlış sansür uygulamasından biri olduğu tartışmaları arasında FDA tarafından yakılarak yok edildi. Hapiste geçirdiği bir yıl sonunda kefaletle tahliyesini istemesinden günler sonra kalp yetmezliğinden hayata gözlerini yumdu.
Wilhelm Reich'in babası, zengin bir çiftçi olan Leon Reich, annesi Cecillia Roniger'dır. Ailenin iki oğlundan ilki olarak Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nda Galicia şehrinin Dobrzanica köyünde dünyaya gelmiştir. Söylentiye göre babası otoriter, soğuk ve güvensiz bir Yahudi'dir. Ancak Reich'in sonradan belirttiği üzere babası Yahudilik'ten ayrılmış, çocuklarını Yahudi gelenekleri ile yetiştirmemiş ve hatta çocuklarının Yahudi Almancası (Yidiş) konuşan diğer çocuklarla oynamasına bile hiçbir şekilde müsaade etmemiştir. Yetişkinliğinde, kendisini Yahudi olarak adlandıran kişilere Yahudi olmadığını söylemiştir. Reich'in biyografisini yazan Myron Sharaf, Reich'in bu şekilde davranmasını kısmen "Yahudi Aşırı Milliyetçiliği"ni reddetmesine, kendi seçimi olmayan bir sınıflandırmaya sokulmak |
tan hoşlanmamasına ve dışlanan biri olmayı hiçbir zaman istememesine bağlamaktadır.
Doğumundan kısa bir süre sonra ailesi, annesinin amcası Josef Blum'un sahibi olduğu, güneyde Chernivtsi - Bukovina'da bulunan Jutinetz Hayvan Çiftliği'ne taşındı. Reich, seks ve duygulanımların biyolojik kökenleri üzerine olan ilgisinin ve yaptığı araştırmaların kaynağı olarak, hayatın doğal fonksiyonlarının kendisinden asla gizli kalmadığı bu çiftliği gösterecektir. Hatta bir keresinde aile hizmetçisi kızın, erkek arkadaşıyla ilişkisine tanık olmuş ve sonra bu "aşk oyununu" kendisiyle de oynayıp oynamayacağını sormuştur. Reich'in belirttiğine göre bu olay olduğunda dört yaşındadır ve onun açısından seks hakkında hiçbir gizli yön yoktur. "Gençlik Tutkusu (Passion of Youth)" adlı otobiyografisinde belirttiği üzere, on bir buçuk yaşlarındayken ilk cinsel ilişkisini, ona bunun nasıl yapılacağını öğreten bir aşçı kadın ile yaşamış ve o günden itibaren yıllar boyunca neredeyse her gün cinsel birleşme yaşadığını söylemiştir.
12 yaşına gelinceye kadar aile ile birlikte çiftlikte kalan bir özel öğretmenden ders gördü. 12 yaşına geldiğinde, özel öğretmeni ile annesinin gönül ilişkisinin ortaya çıkması üzerine annesinin intihar etmesiyle dersleri de sona erdi. Annesinin ölümü oldukça vahşiceydi, gündelik ev temizliğinde kullanılan kimyasalları içerek günler boyu büyük acılar içinde kıvranarak öldü. Bu olay üzerine öğretmen kovuldu ve Reich hem annesiz hem öğretmensiz ve içinde büyük bir suçluluk duygusuyla kalakaldı.
1920 yılında Reich, annesinin gönül ilişkisinin kendisini ne kadar derinden etkilediğini anlatan bir yazı yazdı. Her gece ama her gece, annesini yatak odasında öğretmeni ile oynaşırken görüyordu, içeri girmiyor dışarıdan dinliyor, utanıyor, öfkeleniyor, kıskanıyordu; eğer onları izlediğini fark ederlerse kendisini öldürür müydüler merak ediyordu, kısa bir an aklına annesini kendisiyle de ilişkiye zorlamak geliyordu. Annesini korumak ile babasına şikayet etmek arasında parçalanıyordu. Sonra onun ölümünden kendisini sorumlu tutarak aklında onu öldürmüş olduğu düşüncesiyle karanlığa yürüyordu.
Latince, Yunanca ve doğal bilimlerde yetkinleşmesi amacıyla, Czernowitz Gymnasium lisesine gönderildi. Lise dönemlerinde, kendisini hayatı boyunca rahatsız edecek sedef hastalığı ortaya çıktı. Sharaf'ın tahminine göre annesinin intiharı buna neden olmuş olabilir. Tedavi sırasında kendisine, şu an hastalığı daha da kötüleştirdiği bilinen arsenik içeren ilaçlar verildi.
Annesinin intiharı üzerine babası perişan oldu. 1914 yılında kendisine bir hayat sigortası alarak soğuk bir gölün kenarına gidip saatlerce kaldı. Görünürde balık tutmak amacıyla, ancak Reich ve kardeşi Robert'e göre gerçekte yavaş bir intihar için. Sonuçta, hayat sigortasından hiç para alamayacak şekilde zatürree ve vereme yakalanarak 1914 yılında öldü.
Reich, bir yandan çiftliği yöneterek diğer yandan çalışmalarını sürdürdü. 1915 yılında "mit Stimmeneinhelligkeit"'ten mezun oldu. Aynı yılın yaz ayında Ruslar Bukovina'ya saldırdı ve Reich kardeşler sahip oldukları her şeyi geride bırakarak Viyana'ya kaçtı. "Gençlik Tutkusu (Passion of Youth)"nda belirttiği üzere: "Bir daha ne vatanımı ne de sahip olduklarımı gördüm. Tüm o hali-vakti-yerinde geçmişten geriye hiçbir şey kalmadı."
Reich, okuldan sonra Avusturya ordusuna katıldı ve son iki yılında Teğmen olmak üzere 1915'ten 1918'e kadar orduda görev yaptı. 1918 yılında savaş sona erdiğinde Viyana Üniversitesi'nde tıp okuluna girdi. Burada öğrenciyken, 1919 yılında Reich'in bir seksoloji semineriyle ilgili belgeleri almak amacıyla Sigmund Freud'u ziyaret etmesiyle ikisi tanıştılar. Freud'un Reich üzerinde güçlü bir etkisi oldu ve Reich, Freud'un gözde öğrencilerinden biri oldu. 1920 Ekim'inde 23 yaşındaken Reich'in, Viyana Psikoanalitik Derneği'ne misafir üye olarak kabul edilmesi üzerine Freud, Reich'e analitik hastaları inceleme izni verdi. Savaş gazisi olması nedeniyle altı yıllık eğitim sonucunda alınan tıp diplomasını dört yılda almasına izin verildi ve Reich, 1922 yılının Temmuz ayında Tıp Doktoru unvanını aldı.
Reich, 1922-1924 yılları arasında Viyana Üniversite Hastahanesi'nde dahiliye bölümünde çalışırken diğer yandan Nöroloji ve Psikiyatri Kliniğinde, Profesör Julius Wagner-Jauregg gözetiminde nöropsikiyatri alanında çalışmalarını sürdürdü. 1922'de psikanalist olarak kendi muayenehanesini kurarak klinik asistan oldu ve 1924 yılında Freud'un Psikoanalitik Poliklinik'inde müdür yardımcılığı yaptı, Viyana'daki Psikoanalitik Enstitüsü fakültesine girdi, nevrozun sosyal nedenleri üzerine araştırma yaptı.
Viyana'dayken kendisine analiz için gelen ve sonradan kendisi de analist olacak tıp öğrencisi Annie Pink ile tanıştı. 17 Mart 1922'de Annie Pink 20'sinde, Reich ise 25 yaşına girmesine bir hafta kala Otto Fenichel'in şahitliğinde evlendi. Bu evlilikten iki kızı oldu, 1924'te Eva ve 1928'de Lore dünyaya geldi. 1930'da işçi sınıfının yoğun olarak yaşadığı Berlin'e taşınarak kliniğini açtı. Seks hakkında eğitimler vererek broşürler hazırladı, "Cinsel Devrim (The Sexual Revolution)" adlı kitabı Viyana'da yayımlandı. Alman Komünist Partisi'ne katıldı ancak Komünistlere aşırı açıksözlü ve sözünü esirgemez geldiği için 1933'te partiden ihraç edildi. 1934'te politik saldırganlığından ötürü Uluslararası Psikanaliz Birliği'nden de ihraç edildi.
Evliliği esnasında, 1927'de eşinin arkadaşlarından Lia Lasky da dahil olmak üzere birçok ilişkisi oldu. 1932'de Elsa Gindler'dan Laban Hareket Analizi eğitimini almış bir koreografist ve dans terapisti olan Elsa Lindenburg ile başlayan ciddi ilişkisi sonucunda 1933 yılında eşi Annie Pink ile ayrıldılar. Ocak 1933'te Hitler başbakan olduğunda Reich ve Lindenburg Almanya'da yaşıyorlardı. 2 Mart 1933'te "Völkischer Beobachter" adlı Nazi gazetesi, Reich'in "Ergenlerin Cinsel Mücadelesi (The Sexual Struggle of Youth)" adlı kitabı hakkında bir saldırı yazısı yayımladı. Kendisini küçük düşürmeye yönelik "kadın avcısı", "komünist" ve "özgür cinsel sevginin avukatı" gibi yakıştırtırmalar yapıldı. Ertesi gün Lidenburg ile birlikte Viyana'dan ayrılarak İskandinavya'da, ilk olarak Danimarka'ya taşındılar. Burada Danimarka gençliğini Alman Seksolojisi ile kötü etkilediği suçlaması gibi daha birçok sorunla karşılaşınca İsveç'e ve oradan da 1934 yılında Norveç'e taşındılar.
Detaylı bilgi için: Vagetoterapi
Reich, Oslo Üniversitesi Psikoloji Enstitüsü'nde Profesör Schjelderup'un desteğiyle beş yıl Norveç'te kaldı.
Vegeto-Terapi'nin ilkeleri ile ilgili ilk sunumunu 1934'te İsviçre-Lucerne'de düzenlenen 13. Uluslararası Psikanaliz Kongresi'nde, "Psişik Temas ve İstemdışı Akım (Psychic contact and vegetative current)" adlı makalesi ile yaptı ve 1935-1940 yılları arasında terapi tekniğini geliştirdi. Cinsel aşka arzu duyma yeteneğinin, "Orgazm Potansiyeli" (orgastic potency) adını verdiği, cinsel aşkı gerçekleştirebilmek için gerekli olan fiziksel yeterliliğe bağlı olduğunu savundu. Fizyolojik olarak ortaya çıkan dört ayrı safha üzerinden erkek orgazmını ölçümlemeyi denedi: Birinci safha psikoseksüel cinsel gerilim safhası; ikinci safha penisin sertleşmesi ve enerji yüklenmesi - Reich bunu elektriksel olarak ölçmüştür; Üçüncü safha orgazm esnasında peniste yüklü olan enerjinin boşalımı; ve dördüncü safha penisin gevşemesi. Reich, ölçümleri sonucunda gözlemlediği bu enerjinin tüm yaşam formlarında açıkça var olan bir güç olduğuna inandı.
Reich, Avrupa'daki Psikanaliz dergilerinin üretken bir yazarıydı. Esasen psikanaliz, nevrotik semptomların tedavisi konusuna odaklanıyordu. Reich'in "Kişilik Çözümlemesi (Character Analysis)" bugün Ego psikolojisine doğru olan gelişimin önemli adımlarından biriydi. Reich'e göre bir insanın sadece kendine özgü semptomları değil tüm karakteri nevrotik fenomen olarak dikkate alınmalıydı. Bu kitapta ayrıca Reich'in "Zırh Teorisi (The Theory of Body Armoring)" de ortaya kondu. Bu teoriye göre bastırılmış psikoseksüel enerji, kaslarda ve organlarda gerçek fiziksel engellere neden olabilir ve bahsedilen bu beden zırhı, enerjinin serbest kalmasını engelleyebilirdi. Orgazm, bu zırhı delmenin tek yoluydu. Bu teoriden hareketle, Freud'un görüşlerine de uygun olan; mutlu ve sağlıkli bir hayat için sağlıklı cinsel hayatın önemi ortaya kondu.
Reich'in düşüncesine göre orgazm, sadece boş zaman değerlendirmeye yarayan bir zevk değil, bedenin duygusal enerjisini düzenleyen bir düzenleyicidir. Orgazmın en iyi yanı, fazla enerjinin serbest kalmasıyla nevrotik durumların oluşumunu azaltmasıdır. Reich toplumdaki seksüel baskı nedeniyle, orgazm sırasında fazla enerjinin vücuttan atılımını sağlayan, kendisinin Orgazm Potansiyeli dediği, bu yeteneğin çok az kişi tarafından gerçekleştirilebildiğini iddia etti. Orgazmdan yoksun olan erkek ve kadın sürekli bir gerginlik içindeydi ve bu gerilimi içinde tutmak için beden zırhı geliştiriyordu. Dış baskılar ve iç gerginlik nevrozun, nefretin, sadizmin, açgözlülüğün, faşizmin, yabancı düşmanlığının ve antisemitizmin temeliydi.
Freud'la birlikte, akıl hastalıklarının kaynağının cinsel gelişim olduğunu kabul etti. İkisi de birçok psikolojik sorunun bilinçaltı süreçlere dayandığına inandılar; çocukluğun erken dönemlerinden itibaren gelişmeye başlayan cinsel duyguların bastırılmasının akıl sağlığı açısından önemli sonuçları vardı. Tam bu noktada, bir Marksist olan Reich (bakınız: Freudo-Marxism), cinsellik üzerindeki sosyal baskının kaynağı olarak burjuva ahlakını ve onun sosyo-ekonomik yapısını gösterdi. Birçok nevroza neden olan cinsel baskının en iyi tedavisi aktif ve günahkarlık duygusundan arındırılmış bir cinsel hayat olabilirdi. Böylesi bir ahlaki özgürlüğün ancak ve ancak baskıcı burjuva ahlakının kökeni olan ekonomik yapı ortadan kalktığında mümkün olabileceğini iddia etti. 1928'de Avusturya Komünist Partisi'ne katıldı ve "Sosyalist Cinsel Danışma ve Araştırma Derneği (Socialist Association for Sexual Counseling and Research)"'ni kurdu.
1934'te 1939'a kadar, bedendeki istemdışı enerji üzerine - özellikle de hayatın kaynağına yönelen Deri Dire |
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.